eknolojik gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çoğu zaman

Transkript

eknolojik gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çoğu zaman
T
eknolojik gelişmeler baş döndürücü bir hızla ilerlerken çoğu zaman insan onun büyüleyici
atmosferine kapılmakta, kârını, zararını hesap etmeden sonuna kadar ondan faydalanmaya çalışmaktadır. Bunu yaparken de kendini kaybedip bir ahiret yolcusu olduğunu maalesef
unutabilmektedir. Oysaki dünya çerçevesinde düşündüğümüzde, teknolojiyi kutsamak yerine onu, ahirete yönelik dünyamızı değerlendirmede bir araç olarak görmek ve buna göre hakkını vermek esas olmalıdır. Biz de bu sayımızda teknolojiyi işlemeyi, onu bir parça irdelemeyi düşündük.
Teknolojiyi iyi ve yerinde kullanmak adına muhterem Osman Nûri Topbaş Hocaefendi makalesinde,
“Gönül Frekansımız Hakk’a Ayarlı Olsun” derken, teknik imkânların takvâ sahibi mü’minler elinde birer
ziynet ve hayır vesilesi haline geldiğini anlatıyor. Doç. Dr. Selahattin Yıldırım ise, “İnsanlığın Teknoloji ile
İmtihanı”nı ölümlü bir dünyada teknolojiye kapılıp kendini unutmaması olarak ifade ediyor. Dr. A. Hikmet
Atan da teknolojiyi akıllı kullanmanın gerekliliğini “Teknolojiye Mahkûm Değil Hâkim Olmak!” başlıklı yazısında işliyor. Uzman psikolog Feyza Bağlan, çocuklarımızın teknolojiden ne kadar etkilendiklerini “Çocuklarımızı Teknolojiye Kurban Etmeyelim!” başlıklı makalesinde anlatıyor. Naci Öztürk ise “Hangi Tuşa Basacağını Bil!”menin insanı manevi alanda da terakki ettireceğini güzel bir üslup ile yazısında konu edinmiş.
Teknolojinin İslâm’a uzak bir kavram olmadığını Kur’ân ekseninde Prof. Dr. Ömer Çelik, “Mûcize ve
Teknoloji” başlıklı yazısında işlerken, Prof. Dr. Hidâyet Aydar da Kur’ân-ı Kerîm’de teknolojinin izlerini sürüyor. Her iki makale de birer Kur’ân uzmanı olan iki değerli kalemin elinden çıkması hasebiyle okunmaya
değer. Yine teknolojik bir gelişme olan güvenlik kameralarının camilerimizi kontrol etmesinden hareketle,
kendimizi kontrol edip etmediğimizi sorguluyor Adem Şahin yazısında.
Bu sayımızda üç adet röportaja yer verdik. Okulların açılması, yeni eğitim ve öğretim yılının başlayacak olması sebebiyle ilk röportajımızda Doç. Dr. Özcan Hıdır ile Hollanda’daki Rotterdam İslam
Üniversitesi’ni, üçüncü röportajımızda da bir eğitimci ve hizmet adamı olan Raşat Şamilov ile Kırgızistan’da
din hizmetleri ve dindarlığı konuştuk. İkinci röportajımızı ise Ramazan ayı başında Somalililerin yardımına
koşan Hüdâyi Vakfı koordinatörü Medet Bala ile yaptık ve Ramazan ayında gündemimize bir bomba gibi
düşen Somali’deki açlığı bizzat gidip görmüş birisi ile konuşma imkânı bulduk.
Doç. Dr. Necdet Tosun, Hindistan’ın büyük velîlerinden Abdullah Dihlevî Hazretlerini anlatıyor makalesinde. Yine Ahmet Ziylan Bey, “Bir İş Kurmanın Safhaları” yazı dizisine ikinci makalesi ile bu sayımızda
devam ediyor. Bir eğitimci olan Dr. M. Necip Yılmaz, çocuklarımızı nasıl terbiye etmemiz gerektiği üzerinde dururken Prof. Dr. Cağfer Karadaş, “Elveda Çocuk, Hoş Geldin Bireylik” diyerek aile fertlerinin gerçek
vazifelerinden nasıl uzaklaştıklarını farklı bir üslup ile anlatıyor. Yine Mualla Öner Hanımefendi, “Bazen de
Kurtuluş Ölümle Gelir” başlıklı makalesinde, bizzat yaşadığı bazı olaylardan hareketle ilâhî adaletin nasıl
tecelli ettiğini canlı misallerle ortaya koyuyor. Dr. Murat Kaya’nın yazısı ise “Başkasının Dünyası İçin Kendi
Âhiretini Mahvetme!” üzerine.
Yine bu sayımızda merkez valilerinden Murat Yıldırım Bey, Bosna-Hersek’e yaptığı geziyi kaleme
aldı. Özbekistan’dan Dr. Uktambek Sultonov da birçoğumuzun ismini dahi duymadığımız Orta Asya’da
tarihi bir şehir olan Ahsiket’i anlattı makalesinde. Her iki yazıyı da bir solukta okuyacaksınız.
Yeni bir ayda buluşmak ümidiyle.
Şefkat’le kalınız…
Aylık Dini, İctimai, Kültürel Dergi
Sahibi
Hüdayi Yayıncılık Kültür Sanat Eğitim
Hizmetleri Danışmanlık Ticaret Ltd. Şti. Adına
Nurettin Korkut
Editör ve Yazı İşleri Müdürü
Dr. A. Hikmet Atan
[email protected]
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Ömer Çelik
Prof. Dr. Hidayet Aydar
Doç. Dr. Necdet Tosun
Serdar Yıldırım
Dr. Müjdat Uluçam
Dr. A. Hikmet Atan
Grafik-Tasarım
www.globalgrafik.com
Redaktör
Hasan Öztürk
Baskı
Şan Ofset Tel: 0212 289 24 24
Dağıtım
Alfa Kurye ve Dağ. Hiz. Ltd. Şti. Tel: 0212 356 95 08
Fiyatı: 6 TL KDV Dahil
Abone
[email protected]
Tel: 0216 344 23 62
38
Osman Nûri TOPBAŞ
Dinî Eğitimin
Ehemmiyeti
Gönül bahçeleri, yağmura hasret toprak gibi Kur’ân rûhâniyeti
ile amel-i sâlih yağmurlarını bekler. Çünkü bu rahmet yağmurları ile gönülde Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat,
merhamet, hizmet ve muhabbet filizleri yeşerir. Böylece insan,
kâinat kitabının hulâsası, hilkatin nüsha-i kübrâsı hâline gelir.
Elinden, dilinden ve gönlünden bütün varlıklar istifâde eder.
08
Röportaj
Ahmet ZİYLAN Bey
ile Hizmet Üzerine…
“Muhatap alınan varlığın, her ne işine yarıyorsa o hizmet olarak değerlendirilmelidir. Dolayısıyla onun içerisine, maddi destek sağlamak da girer ilim öğretmek
de. Hizmette, örnek olmak da vardır yol göstermek de.
Temizlemek, yedirmek, içirmek, nasihat etmek, cahil mi,
fakir mi, çalışmasını mı bilmiyor, işi mi yok insanın her ne
problemi varsa onu çözmek de hizmettir.”
Yurt içi yıllık abone: 70 TL
Yurtdışı: 60 EURO 80 USD
Türkiye Finans Katılım Bankası
Sahrayıcedit Şubesi:
TL Hesabı:
IBAN: TR49 0020 6001 1001 1975 3200 01
USD Hesabı:
IBAN: TR38 0020 6001 1001 1975 3201 02
EURO Hesabı:
IBAN: TR38 0020 6001 1001 1975 3201 03
Albaraka
Üsküdar Şubesi TL Hesabı:
IBAN: TR62 0020 3000 0110 5824 0000 01
USD Hesabı:
IBAN: TR62 0020 3000 0110 5824 0000 02
EURO Hesabı:
TR62 0020 3000 0110 5824 0000 03
Posta Çeki Hesap No:
Hüdayi Yayıncılık 6134926
Yayın Türü
Yaygın-Süreli
Yıl: 2 Sayı: 20 Eylül 2012
İrtibat Adresi
Kısıklı Mahallesi, Sarıgazi Caddesi, No:33
Üsküdar / İSTANBUL
Tel: 0216 325 66 99 / 0216 344 23 62
Faks: 0216 4128313
e-mail: [email protected]
www.sefkatdergisi.com
ISSN: 1309-5498
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu
değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayımlanan yazı ve reklamların sorumluluğu yazarına
ve reklam verene aittir.
18
Oktay ÇETİN
Tanrı Dağı Eteklerinde
Manevi Hayatın Yeniden İnşası
Bugün Kırgızistan’ın bütün bölgelerinde ve özellikle de
merkez camilerde hatimle namaz kıldıran Araşan Kur’ân
Kursu’nda Abdullah Hocaefendi’den okumuş hafız imamları görmekteyiz. Aynı zamanda bu hafız imamların birçoğu Kur’ân kurslarında hocalık yaparak Abdullah hocaları gibi yüzlerce hafız talebe yetiştirmektedirler.
22
Doç. Dr. Selahattin YILDIRIM
Hizmet mi,
Nafile İbadet mi?
Milletler kendilerine hizmet edenleri başlarına tâc ederler
ve efendi olarak seçerler. Hem Hakk’ın hem de halkın nazarında yükselmenin yolu hizmettir. Allah, mahlûkâtına hizmet eden kullarını dünya ve ahirette yükseltir. Halklar da
kendi menfaati için nefsî haz ve isteklerinden fedakarlıkta
bulunanları her zaman başlarına lider olarak seçmişlerdir.
46
İÇİNDEKİLER
Röportaj
Hüsnü Bircan ile
Senegal Hizmetleri Üzerine…
“Afrika, bire yüz, bire bin kazanılan bir yer. Gerçekten
ihtiyaç var. Şehir merkezleri dışındaki bölgeler çok ciddi
sıkıntılar içinde. Bilhassa çocukların sokaklardan toplanıp
bir yerde sağlık kontrolünden geçirilip, tedavi edilerek
düzgün beslenmeleri ve eğitim almaları lazım. Bunlar çok
önemli ve şu anda benim hâlâ içimi sızlatan, hepsine ulaşamamış olmamız.”
54
İsmail OĞUZ
Kazakistan Su Tutuyor
“Artık sözün işitilmediği, işitilse de anlaşılmadığı, anlaşılsa
da kalplere nüfuz etmediği bir zamanda yaşıyoruz. Artık
topraklarımız su tutmuyor. Yaşadığımız yüzyıl üretmiş olduğu bütün müesseseleriyle bizi bu hale getirdi. Maalesef bu
müesseselerden en çok nasip(!)lenenlerimiz, bu “su tutma”
meselesinde en mağdur olanlarımız oldu. Bu açıdan bakıldığında genel anlamıyla komünist rejimin tasallutunda uzun
yıllar bulunmuş Müslüman halklar, özelde ise Kazakistan halkı
bizden daha şanslıydı.”
64
Eğitim: Adım Adım Adam Olma Yolu
Prof. Dr. Ömer Çelik
14
Hepimiz Medreseyiz!
Yrd. Doç. Dr. A. Hikmet Atan
26
Orta Asya’da İslâmî İlimler
Prof. Dr. Ahmet Yıldırım
Böyleydi (2)
30 Onlar
Dr. Murat Kaya
34
Günahlardan Sakınmak ve Hizmet
Naci Öztürk
42
Üç Saatlik Ömrün Kalsa…
Ahmet Ziylan
53
Bir Hizmet Adamına Vedâ
Mairambek Jusupov
58
Bir Hadis Bir Hikâye
Doç. Dr. Selahattin Yıldırım
Mustafa ÖZDAMAR
Şefkat Âbideleri
İslâmbol Pîrleri (2)
Âhir ömründe Haremeyn’e gitmek üzere çıktığı yolculukta,
Şam’ı geçtikten sonra Tebük menziline vardıkları zaman,
dervişlerini etrafına toplayarak; göç vaktinin geldiğini söyler,
vasiyetini yapar: Yerine Sümbül Efendi’nin posta oturmasını;
kızı Safiye Hatun’u Sümbül Efendi’ye nikahlamalarını; kabrini
Hacıların geçtiği yol üzerine kazmalarını ve belirsiz hale getirmelerini söyler ve rûhunu teslimeder.
68
04
Yrd. Doç. Dr. Halil KURT
Balkan Coğrafyası’nda (1)
Kastamonu’da medfun olan Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerinin
müridleri buralarda İslâm’ı yaydıklarını ve binalarda da Kastamonu evlerinin mimarisinin benzerlerini inşa ettiklerini
gördük. Rize çevresinden gelen Karadenizliler burada keskin kılıçlar yaparlarmış. O yüzden Tetova’nın bir diğer adı da
Kalkandelen’dir.
İslâm’ın Yayılmasında Sûfîlerin Rolü
62 Prof. Dr. Necdet Tosun
74
Hacıveyiszâde Mustafa Efendi
Alparslan Köse
77
Kitap Tanıtımı
78
7’den 70’e İlim
Hatice Şahin
82
Ağlayan Deniz: Aral
Adem Şahin
85
Haberler
EĞİTİM: ADIM ADIM
ADAM OLMA YOLU
Prof. Dr. Ömer ÇELİK*
E
n çok eğitime muhtaç varlık insandır. Onun
eğitimi herhangi bir canlının veya herhangi
bir bitkinin, çiçeğin terbiye edilip yetiştirilmesine benzemez. Hepsinden zordur, hepsinden
ötededir. Hepsinden fazla zaman, bilgi ve emek
ister. Bu sebepledir ki Cenâb-ı Hak en büyük insan
terbiyecileri olarak peygamberleri göndermiştir.
Onların en mühim vazifeleri insanlara doğruyu
öğretmek, onları eğitip adım adım kâmil birer insan hâline getirmektir. Bu bakımdan peygamberi
veya mürşidi olmayan bir toplum yoktur. Peygamberi veya mürşidinin olması, o toplumun sorumlu
tutulmasının en önemli gerekçesi kılınmıştır.
Şamalgan İlahiyat Meslek Yüksek Okulu, Almatı/Kazakistan.
>4 •
• Eylül 2012
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:
“Habîbim! Elbette biz seni hem insanları
müjdelemen hem de uyarman için hak din ile
gönderdik. Zaten içlerinden kendilerini uyaran
bir peygamber gelmiş olmayan hiçbir toplum
yoktur.” (Fâtır 35/24)
“Doğrusu biz her ümmete: «Allah’a kulluk
edin ve insanları sahte tanrılara tapmaya zorlayan şeytânî güçlerden uzak durun» diye uyaran
bir peygamber gönderdik.” (Nahl 16/36)
“Biz, peygamber göndermedikçe kimseye
azap etmeyiz.” (İsrâ 17/15)
*Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
Peygamberler, şu üç büyük vazifeyle vazifeli olarak, bahsedilen ilâhî ve nebevî eğitim-öğretim işini gerçekleştirmişlerdir.
Bu hususlar, aynı zamanda İslâmî eğitim-öğretimin temellerini
teşkil ederler:
l Allah’ın âyetlerini okumak yani TEBLİĞ. Peygamberlerin ümmetlerini hak yoluna daveti, gelen vahyin okunmasıyla
başlar. Dolayısıyla eğitimin temelinde Kur’ân-ı Kerîm’in elifbâsını okumayı öğrenmek yatar. İşe buradan başlanmalıdır.
Zira Rahmân olan Allah, insanı Kur’ân’ı okuyup öğrenmek için
yarattığını beyan buyurmaktadır (bk. Rahmân 55/1-4). Peygamberlerin ifâ ettiği bu birinci vazife, eğitim-öğretim açısından insanları arzu edilen hedefe ulaştırmada ilk merhaledir ve bir zemîn
teşkîl eder.
l Kitap ve hikmeti; Kur’ân ve sünneti öğretmek yani
TÂLİM. Bu merhalede mükemmel ve sistemli bir din hâlinde
uyulması gereken itikâdî, amelî, ahlâkî… kanunları ve hükümleri açıklayan Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin tâlimi
gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in ve sünnet-i seniyyenin rûhunda derinleşebilmek ise kişilerin sahip olacağı kalbî seviyeye bağlıdır.
Dolayısıyla mânâ ve şumülüyle Kur’ân ve sünnetin öğretilmesi, İslâmî bir eğitim ve öğretimde en önemli hedeflerden biri
olmalıdır. Aslında öğretilecek her şey bu muhtevada öğretilmeli ve öğrenilmelidir. Çünkü âyet-i kerîmeler sürekli Allah’a
ve Resûlü’ne itaati emretmekte (bk. Âl-i İmrân 3/32); hiçbir hususta
Allah ve Resûlü’nün önüne geçilmemesini kesin bir dille em-
Emsalsiz örnek şahsiyetiyle en büyük muallim ve terbiyeci Allah Resûlü (s.a.v.)
Efendimiz’dir. O (a.s.), eğitimöğretimdeki mahâret ve ustalığını, her türlü güzellik ve
fazilette insanlığın iftihar tablosu olan sahâbe neslini yetiştirerek ortaya koymuştur. Kız
çocuklarını diri diri gömecek
kadar kapkaranlık ve dehşetli bir câhiliye bataklığına gömülmüş bu insanları, İslâm’ı
cihânın tüm ufuklarına yayacak yıldız şahsiyetler hâline
getirmiştir. İlimde, irfanda,
ahlâkta, edepte, siyasette,
devlet yönetiminde emsalsiz
şahsiyetler olarak insanlığa
hediye etmiştir.
Eylül 2012 •
• 5<
Nur Astana İlahiyat Meslek Yüksek Okulu, Prof. Dr. Ömer Çelik öğrencilerle.
retmektedir (bk. Hucurât 49/1). Dolayısıyla böyle bir
eğitim anlayışında “Allah!” dendiği zaman kalpler
titrer, nefesler kesilir, dikkatler toplanır, akan sular
durur. Bütün dikkatler Allah ve Resûlü’nün emrini
dinlemeye yönlendirilir.
l Üçüncü vazifeleri insanları tezkiye etmek
yani EĞİTİM. Peygamberlerin yapmakla görevlendirildikleri tevhîd dâvetinin hedefine ulaşması, ancak nefisleri küfür, şirk ve günah gibi mânevî kirlerden temizleyip onları sahih inanç, doğru amel
ve güzel ahlâkla tezyin ederek huşû ve huzûra
erdirmekle mümkündür. Fakat, Allah Teâlâ ile kul
arasında en büyük engel olan nefsi arındırmak,
onun zararlı vasıflarını kazıyıp temizlemek dil ile
söylemek kadar kolay bir hâdise değildir. İşin hem
tezkiye edeni hem de tezkiye edileni ilgilendiren
yönü bulunup, her iki yönden de büyük zorluklar, çileli ve meşakkatli uğraşılar gerektirmektedir.
Kulun kurtuluşu da, bu alanda gerçekleştirilecek
başarıyla doğru orantılıdır. Bu da İslâmî eğitimin
üçüncü ve en zor safhasını teşkil eder. Çünkü insanın olgunlaşması bir meyvenin olgunlaşması
gibi kolay değildir. Meyvenin olgunlaşmasında
nasıl toprağa, suya, güneşe ihtiyaç varsa insanın
olgunlaşmasında da
terbiyecilerin
gözlerinden,
dillerinden ve
gönüllerinden akıta-
cakları sımsıcak manevî feyiz ve bereketlere ihtiyaç vardır.
Şunu belirtmek gerekir ki, peygamberler
ve mürşitler insan sarraflarıdır. Gönül dostlarıdır.
Eğitimin temel unsuru olan ruh inceliği, kalp yumuşaklığı, şefkat ve merhametle doludurlar. Bu
bakımdan insanın tüm rûhî temâyül ve zaaflarını
bilerek ona göre insanı terbiye etmeye çalışmışlardır. İnsanı ilim, amel ve ahlâk yönünden geliştirmek suretiyle, kemâl yolunda mesafeler kaydettirmeye gayret göstermişlerdir.
Bunlar içinde emsalsiz örnek şahsiyetiyle en
büyük muallim ve terbiyeci Allah Resûlü (s.a.v.)
Efendimiz’dir. O (a.s.), eğitim-öğretimdeki mahâret
ve ustalığını, her türlü güzellik ve fazilette insanlığın iftihar tablosu olan sahâbe neslini yetiştirerek
ortaya koymuştur. Kız çocuklarını diri diri gömecek kadar kapkaranlık ve dehşetli bir câhiliye bataklığına gömülmüş bu insanları, İslâm’ı cihânın
tüm ufuklarına yayacak yıldız şahsiyetler hâline
getirmiştir. İlimde, irfanda, ahlâkta, edepte, siyasette, devlet yönetiminde emsalsiz şahsiyetler
olarak insanlığa hediye etmiştir. Kurduğu nebevî
mektepten kâinatı bir dershâne, Kur’ân-ı Kerîm’i
yegâne ders kitabı, Peygamber (a.s.)’ı da tek muallim kabul edip, tüm varlıklarıyla Allah ve Resûlü’ne
teslim olan, onların emirlerine itaat eden, böylece
her alanda sürekli terakki kaydeden bir nesil ortaya koymuştur.
Dolayısıyla her alanda olduğu gibi eğitimde
de esas metot nebevî metottur. Asıl yol, Resûlullah
(s.a.v.)’in yoludur. Bu bakımdan tüm eğitim sistemi
onun getirip tebliğ ettiği Kur’ân-ı Kerîm’e, O’nun
sünnetine; O’nun tâlim ve terbiyede uyguladığı
esaslara dayalı olmalıdır.
Günümüzde resmi ve özel pek çok eğitim
kurumu faaliyet göstermektedir. Bu kurumlar belli bir program dahilinde çocukları yetiştirmeye,
adam etmeye çalışmaktadırlar. Netice tartışılabilir.
Allah ve Resûlü’nü ya hiç dikkate almayan veya
gerekli şekil ve muhtevada önemsemeyen bir yapılanmadan istenildiği nispette olumlu netice almak imkansızdır. “Vüsulsüzlük, usulsüzlüktendir.”
Bizi başarıya götürecek en doğru yol ve yöntemi
bulup uygulamadan istediğimiz neticeyi elde
edemeyiz. Arpa ekenin buğday biçmesi imkansız
olduğu gibi, kötülük ekenlerin de iyilik biçmesi
imkânsızdır. Hâsılı eğitim sisteminin A’dan Z’ye, tepeden tırnağa İslâmî olması yani Kur’ân ve sünnet
temelleri üzerine oturması zaruridir.
Bu zaruret sebebiyledir ki, İslâm’ı bir hayat
tarzı olarak benimsemiş Allah dostlarının açmış
oldukları vakıf, dernek ve eğitim kurumlarıyla
vermeğe çalıştıkları hizmetler çok önemlidir. En
önemlisi inanç ve niyettir. Öncelikle inanç sahih ve
niyet düzgün olmalıdır. Bu olduktan sonra olumlu
neticeler alınabilecektir.
Bir öğrenci, Çince Benim Güzel Dinim kitabını inceliyor.
Bu vesileyle Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı’nın,
yine aynı çatı altında hizmet veren Şefkat Yolu
Derneği’nin gerek yurt içinde gerek yurt dışında
ihlâslı bir şekilde yürütmeye çalıştıkları eğitimöğretim faaliyetleri takdire şâyandır. Bu faaliyetler yurt içinde olduğu gibi Kafkaslar, Orta Asya,
Balkanlar, Afrika olmak üzere 50’den fazla ülkede
devam etmektedir. Bizzat kendileri tarafından inşa
edilen câmilerde, Kur’ân kurslarında, imam-hatip
okullarında ve ilahiyat seviyesinde eğitim kurumlarında son derece aktif ve etkili bir İslâmî eğitim
verilmeye çalışılmaktadır. Bize düşen, bu hizmetlerin devamı noktasında gerek kavlî gerek fiili destek sağlamaya ve vazifelerimizi yerine getirmeye
gayret etmektir.
İslâm Enstitüsü Kızlar Bölümü, Dakar/Senegal.
Eylül 2012 •
• 7<
R Ö P O R T A J
“Allah adına hizmet yapanlar, dünya ve ahiretin efendileridir.
Hizmet bir büyük nasip işidir. Hizmet yapabiliyorsanız, bilin ki
Allah Teâlâ onu size nasip etmiş demektir. Dolayısıyla hizmet
yaptığınız oranda Allah’ın iltifatına mazhar olursunuz. Yapmadığınızda da o kadar ondan uzak kalırsınız.”
TÜRKİYE’NİN BAŞARILI İŞ ADAMLARINDAN
ZİYLAN AYAKKABI YÖNETİM KURULU
ONURSAL BAŞKANI
AHMET ZİYLAN BEY İLE HİZMET ÜZERİNE…
>8 •
• Eylül 2012
R Ö P O R T A J
Şefkat Dergisi: Efendim, sizler başarılı bir iş
adamı olduğunuz kadar iyi bir hizmet adamısınız
da. Hizmeti nasıl tarif edebilirsiniz?
Ziylan: Hizmet, yaratandan ötürü yaratılana
şefkat ve merhamet gösterip başta insan olmak
üzere bütün canlı-cansız varlıklara maddi-manevi
ikram ve ihsanda bulunmak, onlara faydalı olmaktır.
Şefkat Dergisi: Peki, sizce iyi bir hizmet nasıl
olmalı? Bize hizmetin keyfiyetinden bahseder misiniz?
Ziylan: Bir defa yapılan hizmetlerde niyet
çok önemlidir. Onun için hizmette Allah rızası ön
planda olması lazım. Merkezinde Allah’ın rızası olmayan hizmetler, boşa gitmiş emekler demektir.
Fazla bir kıymeti olmaz. Gerek emek gerek ilim
gerekse maddi destek sağlanarak yapılan hizmet,
Allah’ın emirlerine uygun ve herhangi bir dünyalık menfaat beklenmeksizin yerine getirilirse işte
o Allah katından makbul gerçek bir hizmet olur
ve o hizmette başarılı olunur. Bazen yurt dışında
yapılan hizmetlerde o ülke halkından; bunların niyeti ne, niçin bunları yapıyorlar, bir beklentileri mi
var şeklinde düşünenlerle sıkça karşılaşmışızdır.
Ama zamanla tanışıklık ilerledikçe, bütün bunlar
yerini güven ve muhabbete bırakıyor.
Şefkat Dergisi: Hizmet denilince sadece
muhtaç olanlara yardım etmek mi anlaşılır? Hizmet daha başka neleri kapsar? Meselâ bir insanın
mesleğini güzel bir şekilde yapması da bir hizmet
olarak değerlendirilebilir mi?
Ziylan: Hani “Balık yemeyi değil de balık
tutmayı öğretmek lazım” diye bir söz vardır. Yani
muhatap alınan varlığın, her ne işine yarıyorsa o
hizmet olarak değerlendirilmelidir diye düşünüyorum. Dolayısıyla onun içerisine, maddi destek
sağlamak da girer ilim öğretmek de. Hizmette,
örnek olmak da vardır yol göstermek de. Temizlemek, yedirmek, içirmek, nasihat etmek, cahil mi,
fakir mi, çalışmasını mı bilmiyor, işi mi yok insanın
her ne problemi varsa onu çözmek de hizmettir.
Yeri geldi mi bildiğin bir konuda sana akıl danışan
kişiye fikir vermen de bir hizmettir. Bazıları bundan kaçınırlar; işi öğrenilip de işleri elden gidecekmiş gibi bir endişeye kapılırlar. Halbuki hiçbir
zaman iş elden gitmez, onun mükafatını Cenâb-ı
Allah fazlası ile verir.
Hiç unutmam yıllar önce arkadaşın biri, küçük bir ayakkabı kesim makinesi yapmış. Orta
halli bir şey. Bana resmini gösterdi. “Ben” dedi
“Şöyle bir kesim presi yaptım.” Adamın girişimciliği hoşuma gitti: “Bir tane de bana yap. Fiyatı ne?”
“Şu kadar.” “Buyur” deyip kaporasını ödedim. “Ancak makineyi bana yerinde çalışırken gösterebilir
misin?” “Olur” dedi. Beraber göstereceği atölyeye
gittik. Kapının önünde bana “Sen burada bekle”
dedi “Ben içeri bir gireyim, izin alayım.” İçeri girdi.
İçeride bir müddet kaldı, ben de dışarıda bekliyorum. Sonra çıktı. “Nerede kaldın?” “Çay ikram etti,
yok diyemedim, dışarıda senin olduğunu da söyleyemedim.” “Pekala, ne oldu?” “Adam müsaade
etmedi.” Adam, o makinenin kendisinden başka-
Eylül 2012 •
• 9<
R Ö P O R T A J
Hizmette Allah rızası ön planda olması lazım. Merkezinde
Allah’ın rızası olmayan hizmetler, boşa gitmiş emekler demektir. Fazla bir kıymeti olmaz.
Gerek emek gerek ilim gerekse
maddi destek sağlanarak yapılan hizmet, Allah’ın emirlerine
uygun ve herhangi bir dünyalık
menfaat beklenmeksizin yerine
getirilirse işte o Allah katından
makbul gerçek bir hizmet olur ve
o hizmette başarılı olunur.
sında olmasını istemiyor, yapan ustanın yolunu
tıkıyor, cahillik yani. Oysa ki ondan belki yirmi
kat daha gelişmiş makineler aldığımızda herkesi
davet ettik. “Gelin, makineyi görün, nasıl çalışıyor
bakın, sabahtan akşama kadar kalın, öğrenin” dedik, hiçbir zararımız da olmadı. İşte bu da bir hizmet. Dolayısıyla bilmeyene bildiğini öğretmek,
yapamayana yapmasını öğretmek, yiyemeyene
yemesini öğretmek bir hizmet.
Şefkat Dergisi: Yani hizmetin çerçevesi oldukça geniş o zaman…
>10 •
• Eylül 2012
Ziylan: Elbette. Meselâ iki kişinin arasını
bulmak da bir hizmet. İki kardeş veya ortak kavga etmiş. Hatırlı kişilerle gelip “Şöyle şöyle problemlerimiz var ne yapalım” diye danışıyorlar. Sizi,
yaşını başını almış, olgun ve emin bir kişi olarak
görüyorlar. “Beni ilgilendirmez” diyemezsiniz.
Oturuyorsunuz, konuşuyorsunuz, kafa yoruyorsunuz. Geçende torun diyor ki, “Dede, hep böyle
şeyler seni mi bulur?!” Antep’te iki kardeş anlaşamamış, bizi davet ettiler, gittik. Şimdi o kardeş
anlattı, öbür kardeş anlattı, o onu suçluyor, diğeri
onu suçluyor. Ben hoca değilim ama hocaların
yanında dura dura bazı şeyler de hatırıma geliyor.
Onlara Yusuf (a.s.)’ı anlattım. Dedim ki; “Siz Yusuf
sûresinin mealini okumadınız mı hiç? Hz. Yusuf’u
kardeşleri öldürmeye kastetip kuyuya attıkları
halde, kaç sene sonra onun yanına geldiklerinde
nasıl muamele gördüler? Onlara, «Elime iyi düştünüz, size yapacağımı bilirim!» mi dedi yoksa
onlara kucak mı açtı, yanında mı yatırdı, beraber
yemek mi yedi?” “Ama o bana şöyle şöyle yaptı.”
“Yahu bırak onları. Bir ananın memesinden süt
emdiniz; o öyle etti şeytana uydu, sen de mi öyle
edeceksin?” İşte aralarını bulmaya çalışıyorsunuz,
bu da bir hizmet.
Şefkat Dergisi: Efendim, müsaade ederseniz
şimdi teoriden pratiğe inelim; Orta Asya’ya ilk gidişiniz ne zaman ve nasıl oldu?
Ziylan: 1996 yılıydı, Türkiye’den Semerkant’a
gidip orada ayakkabıcılık yapan Ankaralı bir Ünal
Bey vardı. Kendisine “Gidin, orada hizmet edin!”
demişler o da İzmirli bir ayakkabıcı ile Semerkant’a
giderek orada bir firma kurup terlik üretmeye başlamış. Ortağı ayakkabıcı, bu da ayakkabı satıcısı.
Asıl işi bilen İzmirli artık dayanamamış, “Bana eyvallah!” demiş, çekmiş gitmiş. O da yalnız başına
kalmış. İşi bilmiyor ama yürütmeye çalışıyor. Fakat
bunalmış adam. Meslektaş olduğumuz için bana
geldi, dedi ki; “Yahu çok bunaldım. Ne yapacağımı
da bilmiyorum? Ne olur oraya gel de bana bir yol
göster!” Adam müşkül durumda. O da hizmet değil mi? “Olur” dedim, “Pekala.” Oradan davetiye vs.
gönderdi, vize aldık, kalktık Taşkent’e gittik. Oradan Semerkant’a geçtik. Oradaki atölyesine gittik
ki her taraf kötü ayakkabı ile dolmuş, yaptığı işler
hiçbir işe yaramaz. Bir de yangın geçirmişler. O
gün sadece gezdim. Gezdikten sonra akşam bana,
R Ö P O R T A J
“Nasıl gördün?” dedi. Ona bir hatıramı anlattım:
“Ankara’da askerdim. Daire olmuşuz. Belki yüz kişi
varız, ders yapıyoruz. Ortada bir masa, üstünde
bir makineli tüfek var. Üsteğmen dedi ki; «Gözünüzü bağlayacağım, bu makineli tüfeği gözü bağlı söküp takacak birisi var mı?» Gürbüz, babayiğit
bir çavuş adayı bir adım öne çıktı, «Ben yaparım
komutanım!» dedi. Üsteğmen ona, «Değil sen, bu
makineyi icat eden bile gözü bağlı bunu söküp takamaz. Geç yerine!» dedi. Yandaki masada bir çavuş var, verilen notu yazıyor. Ona döndü, «Yüz ver
buna!» dedi. «Ama cesaretine. Yapacağına değil.»
Ünal Bey ben de şimdi sana diyorum ki, «Senin
cesaretine yüz puan. Yaptığın iş beş para etmez.»
Yahu işi bilmeden bunu nasıl yaptın?” “Doğru, cesaretle yaptık” dedi ve ekledi “Şimdi ne yapalım?
Onu sen bana söyle.” “Bir defa şu ayakkabıların
hepsini meydana dök. Kaç paraya satabiliyorsan
sat; kâr zarar düşünme. Bir hafta sonra burada bir
çift ayakkabı görmeyeceğim.” “Ne demek bir çift
ayakkabı olmayacak?” “Eğer ayakkabı kırka satılmıyorsa otuza, otuza satılmıyorsa yirmiye, yirmiye
satılmıyorsa ona, ona satılmıyorsa beşe, beşe satılmıyorsa hayrına vereceksin. Bitir. Bir defa şunlar
elinden çıksın artık. Hiç kalmasın, her taraf tertemiz olsun.” “Başüstüne!” dedi.
Söz dinlemesine hayran kaldım. Altında bir
mercedes var, Almanya’dan gelme, Alman plakalı. Bizi de onunla gezdiriyor. O zaman daha Türki
Cumhuriyetler yeni hani. Her beş yüz metrede
bir polis durduruyor bizi. Mercedes yok o zaman
orada. Yabancı ya; gördükleri gibi durun diyorlar.
Hadi pasaportları verin. O da alışmış, pasaportun
içine bir on, yirmi som koyup veriyor. Polis de içinden parayı alıp pasaportu iade ediyor. Akşama
kadar yedi sekiz yerde böyle çevirme yaptılar. Akşam olunca dedim ki, “Arkadaş bak, yarın bu mercedesi satacaksın. Hiçbir mercedesin olmadığı bir
ülkede sen mercedesle gezersen, bir defa herkes
seni mercedes sahibi olarak görür. Herkesin bindiği mütevazı bir araba alacaksın. Seni arabanın
içinde fark edemeyecekler.” “Başüstüne” dedi, sabahleyin sattı arabayı. Dükkandaki ayakkabılar
da öyle gitti. Ondan sonra dedim ki, “Sağı solu
temizleyin bakalım. Şöyle yapın böyle yapın…”
Üç dört gün de orayı temizlediler. Sonra oturduk
bir plan çizdik, program belirledik. Bu adam orada
İlahiyat Meslek Yüksek Okulu, Çimkent/Kazakistan.
öylece devam etti. Para kazandı. Ama en önemlisi
bunalımdan kurtuldu. Çünkü ne yapacağını bilmiyordu. İşte bu da bir hizmet. Şimdi adam bize
bin defa teşekkür ve dua etti, son derece minnettar oldu. O vesileyle Buhara’yı, sâdât-ı kirâm
hazerâtını, İmam Buhârî’nin türbesini ziyaret ettik.
Şefkat Dergisi: Peki, Kazakistan’da hizmet
etme fikri nereden çıktı? Niçin Kazakistan’ı tercih
ettiniz?
Ziylan: Önce, hizmet etmek için bir şeyler yapalım, biri bize yol gösterse diyorduk. Bir yandan
da yurtdışından gelenlere az çok hizmet ediyor,
maddi ve manevi yardımcı olmaya çalışıyorduk.
1997 yılıydı Aziz Mahmud Hudâi Vakfı’ndan bize,
“Siz Kazakistan’ın Çimkent şehrine gidin” dendi.
Biz de emir telakki ettik ve kalktık rahmetli Sami
Bozacıoğlu, Doğan Gökmen ile Çimkent’e gittik.
İlk defa gittiğimiz bir yer, hiçbir şey bilmiyoruz.
Şefkat Dergisi: O zamanlar Kazakistan nasıldı? Şimdi bir hayli gelişti ve değişti.
Ziylan: O zamanlar Türkiye’den bir hayli geriydi. Yahu tuvalet yok. Olanında da taşları veya
klozetleri yan yana dizmişler, bölme diye bir şey
yok. Bir de benzin istasyonları çok az ve ibtidai.
Benzini genelde yol kenarlarında şişe ve bidonla satıyorlar. Hiç unutmam bir yere gittik, eski iki
tane benzin pompası var. Kim bilir kaç senelik? Bir
de kapısı penceresi olmayan altı metrekarelik küçük bir oda. Oraya da adam yatak sermiş, kalmış
bir metrekare yer. Namaz kılmak istediğimizi söyledik. Hemen heveslendi adam; kalktı, yatakları
topladı şöyle bir tarafa, yer açtı. “Burada namazı
okuyun” dedi. Bize su da temin etti, abdest aldık,
tuvalete gittik. Toprak olur ya hani tezek gibi; “Onlarla taharet alın” dedi. İdare ettik.
Eylül 2012 •
• 11 <
R Ö P O R T A J
Şimdi namazı da kıldık orada elhamdülillah.
Çıktık, o yardımcı olan adama teşekkür ettik. Tek
başına, başka kimse yok. Dedi ki; “Asıl ben size teşekkür ederim. Sizi bana Allah gönderdi. Ben dört
gündür benzin bekliyordum, siz namaz okumaya
girdiniz, benim benzinim geldi. Allah sizden razı
olsun. Meğer adam, benzini olmadığı içn dört
gündür benzin satamıyormuş. Arabanızın benzini bitti mi, gidip köylünün kapısını çalıyorsunuz,
benzin soruyorsunuz, o da “Bizde yok ama şu kapıya gidin” diyor, o kapıya gidiyorsunuz ondan iki
şişe benzin alıyorsunuz hep böyle.
Şefkat Dergisi: Kazakistan’da nasıl karşılandınız ve neler yaptınız?
Ziylan: Çimkent havaalanında bizi altı kişi
karşıladı: Muhtar Karayev, Abdülkerim Ömür, hukukçu Ömer Bey, Halilullah, Ramazan Yüksel ve
Sudanlı Muhammed Emin. Bizi götürdüler Çimkent’teki Kur’ân kursuna. Eski bir bina. Akşam oldu
yatacak yer ayarladılar bize. Orayı hiç unutmuyoruz. Şimdi heyecanlandılar. Ranzanın üstüne yatak
koymamışlar battaniye koymuşlar. Yattık biz, her
şeye razıyız zaten. Her ne olursa olsun benim çok
hoşuma gidiyor. Arkadaşlar samimi, Türkiye’den
gelmişiz diye orada bizi yatırdılar. Tuvaletler ilkel,
her şey son derece eski ama çocuklar da okuyor,
öyle bir organize olmuşlar yani. Sabah kalktık bir
de baktık ki yirmi beş otuz talebe, ağaçların arasında, oturacak bir yer de yok, diz üstü yere oturmuşlar, ellerinde kitaplar, sesli sesli okuyorlar. Ben
zannettim ki kanaryalar ötüyor, çok hoşuma gitti.
Muhammed Emin hariç arkadaşlar Türkçe biliyorlar. O da tatlı mı tatlı, canayakın bir adam. Onlar
daha evvel gelmiş oraya, kurs açmışlar, talebeleri
>12 •
• Eylül 2012
var. Biz de imrendik onlara; keşke biz de böyle bir
şeyler yapabilsek, ne güzel olmuş diye düşündük.
Meselâ bundan evvel çok defa Avrupa’ya gitmiş,
orada daha çok şey görmüştüm. Ama burası kadar hoşuma gitmemişti. Sanki ben uzun müddet
kaybettiğim kardeşlerimi bulmuşum da onların
yanına gelmişim. Yani o kadar hoşuma gidiyor,
memnun oluyorum ki tarif edemem. Sanki aramızda bir kan bağı var ve o bağ bizi birleştirmiş
orada, içimden gelen his böyle. Herkese karşı aşırı
bir muhabbet. Cenâb-ı Allah’tan tabii ki.
Ertesi gün arkadaşlardan biri geldi kulağıma
dedi ki; “Siz bu Kur’ân kursunun binasını satın alır
mısınız?” “Nasıl yani?” “Burası fabrikanın, onlar da
şu kadar paraya satıyorlar. Eğer bu parayı verirseniz burayı alalım.” Hiç olacak şey değil. Bir gün öncesi şehirde bir ev kiralıyalım mı diye düşünürken
şu işe bakın. Biz istiyoruz bir göz, Mevlâm veriyor
iki göz.
Türkiye’den birlikte geldiğim arkadaşlarla istişare ediyoruz. Onlar “Buraları çok iyi tanımıyoruz,
almayalım” diye bana karşı çıkıyorlar. Ben de nihayet onlara dedim ki; “Yahu niye bana karşı çıkıyorsunuz? Bunun parasını ben vereceğim, giderse
benim param gitsin. Kendime göre yaptığım bir
hesap var. Şu anda buranın aylığı şu kadar, eğer
yirmi aya kadar bizi buradan kovmazlarsa kendini
amorti eder zaten. Eğer on ayda kovarlarsa, aylığı
iki katına gelmiş sayarız. Baştan peşin aylık vermiş
oluruz.” Daha sonra onlar da anlayış gösterdiler,
“Sen hayır düşünüyorsun; niye senin sevabına
mani olalım ki?!” dediler ve orayı satın almaya karar verdik. Kursu ile, içinde çalışan hocası, hizmet
eden arkadaşları, okuyan talebesi ile büyük bir
yerin sahibi oluyoruz. Hayal bile edemeyeceğimiz bir şeyi Allah Teâlâ bize nasip etmiş oldu. Biz
yaptık sanıyoruz, ne yaptık, hiçbir şey yapmadık.
Niyetini sağlam tut, Cenâb-ı Allah yardım ediyor.
Osman Nûri Topbaş Hocamız sık sık söyler “Ben
yaptım deme!” Biz ancak vesile olduk. Buna bizi
layık gördüğü için de Rabbimize çokça şükrediyoruz. İşte orada bir besmele çektik ve başladık. Ancak “biz” derken bütün bu hizmetlerde emeği geçen diğer arkadaşlarımızı da kastediyorum. İsmail
Bulut, Erol Çakır, Nurettin Korkut, Hikmet Atan ve
daha birçok kardeşimiz, hocamız, bu hizmet yolunda dirlik ve birlik içinde, özveri ile çalıştılar ki
R Ö P O R T A J
onlara buradan çok çok teşekkür ediyorum. Hiçbirisi de “Ben” demedi. Bu şekilde rızây-ı Bârî için
çalışanlardan Allah razı olsun. Şu anda okullardan
mezun kız-erkek yüzlerce talebemiz görev başında elhamdülillah. Hepsini saymak, sayfalar alır.
Mevlâm her şeyden haberdardır.
Şefkat Dergisi: Efendim, ben de tam onu soracaktım. Siz Orta Asya’ya hizmet maksatlı sık sık
gidip geliyorsunuz. Oraya gittiğinizde neler hissediyorsunuz? Hizmetlerin geldiği nokta itibariyle
geçmişle şu anı mukayese eder misiniz?
Ziylan: Şimdi bütün cemaatler orada bir şeyler yapmak için mücadele verdiler ve veriyorlar;
biz de öyle. Hepsinden Allah razı olsun. Hatırlarsanız “Balık tutmayı öğretmek lazım” dedik. Bunun
yolu da okuldan geçiyor, eğitimden geçiyor. Onun
için okul açtık, kurs açtık. Bütün gayretimiz, müslüman kardeşlerimizin çocuklarını yetiştirmek,
dinine, vatanına, milletine layık birer fert haline
getirmek. Çok şükür şu anda Kazakistan’ın birçok
bölgesinde, kız-erkek yüzlerce öğrenci okuyor,
yetişiyor. Tam on beş yıl önce Çimkent’te atılan
tohum büyüdü ve meyve vermeye başladı. Ne kadar hamdetsek azdır. Kazakistan’ın güzel insanlarını burada minnetle anmak isterim. Onlar yetmiş
seneden fazla esaret altında kalmış olsalar da dinlerine karşı muhabbetleri var, aşkları var, imanları
var. Orada din eğitimine ihtiyaç daha fazla. Herkes
bizim köye de okul açın, balalarımız okusun diye
çaba sarf ediyor. Bu bizim işimizi kolaylaştırıyor.
Çünkü talebe bulduk. Talebe bulamasak ne yapabilirdik ki?! Bu da Allah’ın hikmeti, lütfu, inayeti.
Geçmişle şimdiyi mukayese ettiğimizde geldiğimiz nokta itibariyle memnun olmamak mümkün
mü?! O çocuklarımızın yetişip şehirlerde, kasabalarda müftü olmaları, camilerde imam-müezzin
olmaları, din eğitimi veren müesseselerde idareci
ve hoca olmaları gözlerimizi yaşartıyor.
Şefkat Dergisi: Son olarak, hizmet adına
okurlarımıza ne tavsiye edersiniz?
Ziylan: Hizmet içten gelir. Bir defa hizmeti
sevmek, hizmete aşık olmak lazım. Hizmeti seversen her şey hoş gelir. Ben hizmetçi miyim dememek gerek. Hizmet eden nerede olursa olsun,
kıymetli olur, el üzerinde tutulur. Hem bu dünyada hem ahirette. Hizmeti seversen, Allah sana
yardım eder. Hem Allah’ın hem de kulun sevgilisi
olursun, O’na o kadar yakın olursun. Zaten hizme-
Birçok kardeşimiz, hocamız, bu
hizmet yolunda dirlik ve birlik
içinde, özveri ile çalıştılar ki onlara buradan çok çok teşekkür
ediyorum. Hiçbirisi de “Ben” demedi. Bu şekilde rızây-ı Bârî için
çalışanlardan Allah razı olsun.
Şu anda okullardan mezun kızerkek yüzlerce talebemiz görev
başında elhamdülillah. Hepsini
saymak, sayfalar alır. Mevlâm
her şeyden haberdardır.
ti sana sevdirecek olan da Mevlâmızdır. Onun için
Allah adına hizmet yapanlar, dünya ve ahiretin
efendileridir. Hizmet bir büyük nasip işidir. Hizmet
yapabiliyorsanız, bilin ki Allah Teâlâ onu size nasip etmiş demektir. Dolayısıyla hizmet yaptığınız
oranda Allah’ın iltifatına mazhar olursunuz. Yapmadığınızda da o kadar ondan uzak kalırsınız. Bu
yüzden insanın kendisini hizmete yönlendirmesi,
başta insanlar olmak üzere tüm canlılara hizmet
etmesi gerekir. Dünya ve ahiretin saadeti de burada gizlidir.
Şefkat Dergisi: Efendim, bu güzel röportaj
için sizlere çok çok teşekkür ediyor, yüce Rabbimizden sıhhat ve afiyet, daha nice hizmetler diliyoruz.
Ziylan: Ben de teşekkür ediyorum, çalışmalarınızda muvaffakiyetler diliyorum.
Çimkent’teki İlahiyat Fakültesinde öğretim üyeleri ile birlikte.
Eylül 2012 •
• 13 <
HEPİMİZ
MEDRESEYİZ!
Yrd. Doç. Dr. A. Hikmet ATAN
B
ugün üzerinde karabulutlar dolaşan, 1260
yılında Moğollar tarafından yakılıp yıkılmasından sonra belki de en karanlık günlerini
yaşayan Halep şehrinin İslâm kültür ve medeniyetindeki yeri pek büyüktür. İslâm tarihi boyunca
ilme ve maneviyata ehemmiyet veren Mahmûd
Halep Emevi Camii.
>14 •
• Eylül 2012
Nureddin Zengî ve Salahaddîn Eyyûbî gibi hükümdarların inşa ettirdiği bir çok cami, medrese,
kütüphane ve sosyal müessese ile şehir tam bir
medeniyet merkezi haline gelmişti. Şehâbeddin
es-Sühreverdî, İmâdüddin en-Nesîmî gibi meşhur
mutasavvıflar, Halîfe b. Ebu’l-Mehâsin gibi tabip-
ler, Fârâbî gibi şöhretli filozoflar, din ve dil âlimleri
Halep’in ilim ve kültür hayatına ciddi katkılar sağlamışlardı. Ama zaman geçmiş, devran değişmiş,
1958 yılında Halep’te Ferâfire mahallesinde İslâmî
eğitim ve öğretim yapan Şa’bâniyye Medresesi kapatılmış, talebelerinden bazıları muhtelif okullara
dağıtılırken bir kısmı da kovulmuştu. Bu da Halep
gibi büyük bir İslâm şehrindeki camilerde, imamlık
ve hitabet vazifesinin ehil olmayanların eline geçmesi manası taşıyordu. Bu ise sû-i âkıbetin başlangıcı demekti. Bunu yakından hisseden Halep’in
meşhur âlimlerinden hadis hâfızı, seyyid Abdullah
Sirâcüddin Efendi, derin bir endişeye kapılarak
medresenin hocalarını topladı ve onlara sordu:
«-Ey hocalarım, arkadaşlarım! Biz varız değil
mi?»
«-Evet, varız.”
«-Sizler, eğitim ve öğretime hazır değil misiniz?”
«-Evet, hazırız.”
«-O halde medrese mevcut demektir. Zira hepimiz, duvarları olmayan medreseyiz. Şimdi talebelerden ilme istekli olanları çağıralım mı?”
«-Evet, çağıralım.”
Bu konuşmanın ardından Hamevî Camii’nde
ulûm-i şer’iyye derslerinin verilmeye başlandığını ilan ederler ve bu camide muntazaman İslâmî
ilimler okutmaya, ders vermeye başlarlar; hiçbir
şekilde yılmadan, bıkmadan, usanmadan uzun seneler talebe yetiştirirler. Bu aslında her halükârda
ilmin yayılması hususunda gayret göstermeye dair
mühim bir derstir. İşte o, sabit değil hareketli bir
medresedir. Yine onların her bireri tıpkı hareketli
bir üniversite gibidir. Hiçbir zorlama ve baskı onları
yıldıramamış, bu idealden uzaklaştıramamıştır.
Bir şeye inanmak çok mühimdir. Nitekim
Kur’ân-ı Kerîm’de “Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsanız mutlaka en üstün sizlersiniz” (Âl-i İmrân,
139) buyrulmaktadır. Bu âyet, müslümanların karşılaşmış oldukları başarısızlıklardan dolayı ümitsizliğe kapılmamalarını hatırlatmakta ve onlara, güçlü
bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık
sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün oldu-
Nice küçük, fakat samimi teşebbüsler,
büyük ve verimli neticeler doğurmuştur. “Ah bir fırsat verseler!”, “Ah bir
imkân olsa!” gibi insanı sınırlayan ve
ona hareket alanı bırakmayan buz dağları, iman ve azmin karşısında erimeye
mahkumdur; yeter ki insan samimi bir
adım atsın. Allah Teâlâ onun bu samimiyetine karşılık verecek ve onu nice
lütuf ve ihsanla mükâfatlandıracaktır.
Eylül 2012 •
• 15 <
ğunu müjdelemektedir. Nitekim
yukarıdaki misalde de öyle olmuş
ve Halep’te dini eğitim sahasında
kayda değer mesafeler alınmıştır.
Hiçbir şeyi küçük görmemek
gerekmektedir. Binlerce kilometrelik yolculuğun tek bir adımla başlaması gibi. Yeter ki insan onu yüreğinde hissetsin, onun sevgisini
içinde taşısın ve ona karşı sağlam
bir niyet beslesin.
Yurt içinde ve yurt dışındaki
hizmetler de bu şekildedir. Nice küçük, fakat samimi teşebbüsler, büyük ve verimli neticeler doğurmuştur. “Ah bir fırsat verseler!”, “Ah bir
imkân olsa!” gibi insanı sınırlayan
ve ona hareket alanı bırakmayan
buz dağları, iman ve azmin karşısında erimeye mahkumdur; yeter
ki insan samimi bir adım atsın. Allah Teâlâ onun bu samimiyetine
Tohum saçacak hizmet
ehline, dünden daha çok
bugün ihtiyaç vardır.
Azimli, gayretli muallimler tarafından yürütülen
eğitim çalışmaları sayesinde bir ekin gibi serpilip
büyüyen imanlı nesillerin
yarının dünyasında söz
sahibi olacak olmaları
İslâm’ın geleceği bakımından bizlere ümit vermektedir. Bugünün dünyasında, nesillerin iman
ile yoğrulmasında cehd ü
gayret sarfeden muallimlerimizin bir peygamber
vazifesi üstlenmiş olduklarına şüphe yoktur.
İlahiyat Fakültesi Camii’ndeki Buhârî derslerinden, Çimkent/Kazakistan.
>16 •
• Eylül 2012
karşılık verecek ve onu nice lütuf
ve ihsanla mükâfatlandıracaktır.
Nitekim Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmayı anlatan şu hadiste, müstakim adımlara ne büyük mana
yüklenmektedir: “Eğer kulum
bana bir karış yaklaşırsa, ben
ona bir arşın yaklaşırım. Bana
bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir
kulaç yaklaşırım. Eğer bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak
varırım.” (Buhârî, Tevhîd 50) Başka bir
hadiste de, “Allah yolunda yapılan bir sabah ve akşam yürüyüşü,
hiç şüphesiz dünyadan ve dünya
varlıklarından daha hayırlıdır”
(Buhârî, Cihâd 5, Rikâk 2; Müslim, İmâre 112-
buyrulmak suretiyle az-çok
demeden fîsebilillah çalışmanın
ehemmiyetine vurgu yapılmıştır. Yani Allah için yapılan hiçbir
şey küçük görülmemelidir. Bura-
115)
Halep’te ilim talebeleri.
da mühim olan samimiyetle O’na yönelmek ve
O’nun dinine hizmet etmektir.
Yurt dışında bulunduğumuz süre içerisinde yapmaya gayret gösterdiğimiz hizmetleri
gözümün önüne getiriyorum da en çok keyif ve
haz aldığım, mesai dışında talebelerime faydalı
olmaya çalıştığım anlar olduğunu hatırlıyorum.
Kazakistan’da kâh fakültenin kütüphanesinde
kâh mescidinde yaptığımız dersler, zaman zaman
karşılaştığım talebelerimle birlikte hâlâ yâd ettiğimiz güzel hatıraların başında geliyor. Yine “Hocam bana müezzinlik çalıştırır mısınız?”, “Hocam
sizden güzel ezan okumayı öğrenmek istiyorum,
bana yardımcı olur musunuz?” diye istekte bulunanlarla yapmış olduğumuz küçük fakat verimli
çalışmalar neticesinde onların eğitilmesine katkı
sağlamış olmak, hayatım boyunca unutamayacağım mutluluklardandır. Yine hadis ezberlemek
isteyenlere yönelik yapmış olduğumuz faaliyetler
sonucunda yüzlerce hadis ezberleyen öğrencilerimizin olması, yüce Rabbimiz’in hoşuna gitmiştir diye ümit ediyoruz. Yazılarını güzelleştirmek
isteyen talebelerimizle yaptığımız hat dersleri,
her ne kadar tam bir hattat yetiştirememişse de
hiç olmazsa yazılarının düzelmesi ve okunmasına katkı sağlamıştır diye teselli buluyoruz. Evet,
hepsi de küçük bir adımla başlamıştı ama şu anda
bütün ülkede kendinden söz ettiren bir mahiyet
kazandı elhamdülillah. Onun için ne kadar şükretsek, talebelerimizle iftihar etsek azdır. Geçtiğimiz
Ramazan bayramında Kazakistan’ın kuzey batı
köşesinde Rusya’ya komşu Oral şehrinden öğrencilerim aradı. Biri il müftüsü, diğerleri oradaki İlahiyat Meslek Yüksek Okulu’nda idareci, öğretmen
ve belletmenler. Muhabbetle konuştuk, tebrikleştik, hasret giderdik. Bir defa daha hiçbir şeyin
küçük olmadığını, küçük görülen şeylerin aslında
büyük neticelere gebe olduğunu, inanarak ve
gayret göstererek ciddi mesafeler alınabileceğini
anlamış oldum. Onlarla biz kardeştik, aynı Allah’a
inanıyor ve aynı Peygamber’in -sallallahu aleyhi
ve sellem- ümmeti olmakla iftihar ediyorduk. İşte
biz, Allah’ın lütfu keremiyle bunun gereğini yerine
getirmiş, muvaffakiyeti yine O’nun ihsanıyla elde
etmiştik. Şimdi sıra onlara gelmişti, bayrağı onlar
devralmıştı. Her biri talebe yetiştirmeye, halkının
ahiretini kurtarmaya soyunmuştu. Artık ülkelerinde karanlık yavaş yavaş dağılmaya, şafak sökmeye
başlamıştı. Oralara daha ilk zamanlardan itibaren
gidenler, karşılaştıkları zorluklar karşısında kırılıp dökülselerdi, inançlarını kaybetselerdi bütün
bunlar olur muydu? Elbette olmazdı.
İnsanı toprağa benzetecek olursak, onun eğitilmesi de toprağın ekilmesine karşılık gelmektedir. Dolayısıyla muallimler bir bakıma çiftçidirler.
Çiftçinin mahareti kadar toprağın ve tohumun
kalitesi de mühim bir yere sahiptir. Tüm şartları
yerine getirip tohumu toprağın kara bağrına tevdi eden çiftçinin artık tevekkül etmekten başka
yapacak bir şeyi kalmazken, şaire ise bir çift söz
düşmüştür:
Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Onun için tohum saçacak hizmet ehline,
dünden daha çok bugün ihtiyaç vardır. Azimli,
gayretli muallimler tarafından yürütülen eğitim
çalışmaları sayesinde bir ekin gibi serpilip büyüyen imanlı nesillerin yarının dünyasında söz sahibi olacak olmaları İslâm’ın geleceği bakımından
bizlere ümit vermektedir. Bugünün dünyasında,
nesillerin iman ile yoğrulmasında cehd ü gayret
sarfeden muallimlerimizin bir peygamber vazifesi
üstlenmiş olduklarına şüphe yoktur. Bu vazifeye
layık olmak da her şeyden daha hayırlıdır, onun
için çalışmak da. Allah Teâlâ bizleri o bahtlı müslümanlardan eylesin.
Eylül 2012 •
• 17 <
TANRI DAĞI
ETEKLERİNDE
MANEVİ HAYATIN
YENİDEN İNŞASI
Oktay ÇETİN / KIRGIZİSTAN
A
sırlardır dünya kültür ve medeniyet tarihinde önemli bir yere sahip olan Orta Asya
bütün yönleriyle dini hayatın da merkezi olmuştur. Öyle ki İslâm dinine hizmet eden en
meşhur âlimler ve gönül sultanlarının birçoğu da
ata yurdumuz olan Orta Asya’dan çıkmıştır.
Orta Asya’nın merkezinde yer alan Kırgızlar,
İslâm dinini benimsedikten sonra büyük bir titizlikle Sovyet rejiminin ülkelerini işgal etmesine
kadar İslâm’ı yaşamaya devam etmişlerdir. Dini
>18 •
• Eylül 2012
Tanrı dağı eteklerinde Kur’ân kursu, Bişkek/Kırgızistan.
ve milli açıdan bakıldığı zaman anayasasında ve
de devlet felsefesinde dine ve dini duygulara yer
vermeyen Sovyet rejimi ya baskı politikalarıyla ya
da dini küçük düşürecek bazı basın yayın faaliyetleriyle bütün Orta Asya halklarını dini hayattan
uzaklaştırmayı hedeflemiştir.
Sovyet rejiminin bütün dinlere karşı uyguladığı bilinçli sert politikalar neticesinde Kırgızistan başta olmak üzere tüm Orta Asya ülkelerinde
İslâmî hayat gerilemeye başlamış ve gün geçtikçe
din ve dini duygular sistematik bir şekilde narkozlanarak iyice unutturulmaya çalışılmıştır. Bütün bu
din karşıtı eylemler sonucunda halk dinin gerçek
mahiyetinden uzaklaşarak cahilleşmiş ve artık sadece kültürel İslâm’ı yaşamaya başlamıştır.
İman, Allah’ın insana bahşettiği en muazzam
servettir. Dolayısıyla inançsız hayatı tercih edenler
iki cihanda da tahmini zor bir hüsranla karşı karşıya kalırlar. Bunun en güzel örneği, ömür boyu varlığını sürdüreceğine inanılan sosyalist Sovyetler
Birliği’nde görülmüştür. İnancı tamamen redde-
den ve yok etmek için mücadele eden bu sistem
yetmiş yıldan fazla dayanamamış ve yok olmuştur.
Sovyet rejiminin çökmesinden çok kısa
bir süre sonra yıllarca dini duygulardan mahrum bırakılmış Kırgız kardeşlerimizin imdadına,
“Mü’minler kardeştir” (Hucurât, 10) âyeti gereğince
kendisini Allah’a adamış, maddi ve manevi imkanlarını Allah yoluna vakfetmiş gönül erleri Bişkek’e
giderek, orada Kırgız kardeşlerimize dinimizi öğretmeye başlamışlardır.
Bu hizmet erlerinin en başında gelen isim Abdullah İşler Hocaefendi’dir. Abdullah Hocaefendi,
bütün maddi imkanlarını Kırgız halkının dini eğitimine adayan yine Türkiyeli nazik bir beyefendinin
destekleriyle 1992 yılında Bişkek’e 22 km uzaklıkta
Tanrı dağının eteklerinde şeklen küçük fakat ileride sunacağı hizmetler bakımından dünyalar kadar büyük olan mütevazı bir Kur’ân kursu açmış,
bu kursta Kur’ân-ı Kerîm öğretip hafızlar yetiştirerek yetmiş yılın bıraktığı karanlığı dağıtmaya başlamıştır.
Fedakârlık, sabır, disiplin ve sadakatle yürütülen dini hizmetler Allah’ın izniyle başarıya ulaşır.
Dolayısıyla hizmetin önünde duran meşakkatler
zamanla hizmet erlerine yük olmaktan daha ziyade zevk olmaya başlar.
Abdullah Hocaefendi ve yanındaki hizmet
erleri de bütün zorluklara rağmen var güçleriyle Allah’a tevekkül ederek Tanrı dağı eteklerinde
Sovyet sonrası Kırgız halkının manevi hayatını
yeniden inşa etmeye devam etmişlerdir. Sabır ve
tevekkülle yoğrulan ve Allah’a adanan bu samimi
hizmetin meyvesi olarak Cenâb-ı Hak yüzlerce hafızın yetişmesini, binlerce insanın ise Kur’ân ve temel dini bilgiler öğrenmesini nasip etmiştir.
Bugün Kırgızistan’ın bütün bölgelerinde
ve özellikle de merkez camilerde hatimle namaz kıldıran Araşan Kur’ân Kursu’nda Abdullah
Hocaefendi’den okumuş hafız imamları görmekteyiz. Aynı zamanda bu hafız imamların birçoğu
Kur’ân kurslarında hocalık yaparak Abdullah hocaları gibi yüzlerce hafız talebe yetiştirmektedirler.
Bişkek’in 22 km uzağında Araşan kasabasındaki bu mütevazı Kur’ân kursu halen hafız yetiştirmeye devam ededursun, Kırgız toplumuna
Eylül 2012 •
• 19 <
Araşan İlahiyat Fakültesi ve camisi, Bişkek/Kırgızistan.
dini bilgilerin daha düzenli ve sistematik olarak
sunulması için bir adım daha ileriye gidilerek kendisini Allah yoluna adamış hizmet erlerinin maddi
ve manevi destekleriyle 2001 yılında yine Araşan
kasabasında bir İlahiyat fakültesi açılmıştır. Bu fakülte, Araşan İlahiyat Fakültesi olarak isimlendirilmiştir.
Bilindiği gibi salt akademik bir hayata bürünmüş ve halkın manevi ihtiyaçlarından bihaber olan İlahiyat fakülteleri tam anlamıyla sosyal
açıdan dini hayatın anlaşılıp yaşanmasına katkıda
bulunamazlar. Araşan İlahiyat Fakültesi bir taraftan akademik görevini yerine getirmeye çalışırken
diğer taraftan da halkla iç içe yaşayıp halkın dini
ve milli duygularının gelişmesine yardımcı olmaktadır. Bunun en güzel örneği ise her hafta Cuma
namazları kıldırmak üzere Bişkek’teki camilere talebelerden imam ve vaizler göndermek, dini ha-
yatla ilgili panel ve programlar düzenlemek, yetiştirilen talebelerin liselerde staj amaçlı din kültürü
ve ahlâk bilgisi dersleri vermeleri, düğün ve cenaze merasimlerine iştirak edip dini vecibeleri yerine
getirmek ve özellikle de yaz aylarında Kırgız halkına yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmektir.
Siyasetten, çelişki ve çatışmadan, menfaat ve
fitneden uzak durarak sadece Allah rızası için devam eden bütün bu dini hizmetlerin tek bir amacı
vardır, o da yetmiş yıl dini hayattan zorla koparılan
Kırgız halkına dinimizi, asli kaynakları olan Kur’ân
ve sünnete uygun bir şekilde öğreterek onların
hem bu dünyada hem de ahirette mutlu olmalarına katkı sağlamaktır.
Bu hizmetlerin yürütülmesinde şimdiye kadar desteklerini esirgemeyen Türk ve Kırgız müslüman kardeşlerimize sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz.
Kur’ân kursunda hocalarının nezaretinde hafızlık yapan öğrenciler.
Fakülte öğrencileri bir ders esnasında.
>20 •
• Eylül 2012
“Bir kavme hizmet eden o kavmin efendisidir.” Hadis (Hat: Davut Bektaş)
HİZMET
NAFİLE İBADET
Mİ?
Doç. Dr. Selahattin YILDIRIM
İ
slâm ahlâkçıları ahlâkı şu iki cümle ile tarif
etmişlerdir: “et-Ta’zîmu li-emrillâh ve’şşefekatu alâ halkillâh.” Yani Allah’ın emirlerine karşı saygılı olmak, mahlûkâtına karşı da
şefkat ve merhametli davranmak. Bu iki husus
bir kuşun iki kanadı mesabesindedir. Tek kanatla kuş uçamadığı gibi müslüman da Allah rızasını kazanıp cennetleri elde edemez. Kâmil iman
ve ahlâk sahibi bir müslüman Allah’ın emirlerini
yerine getirme konusunda hassasiyet göstermesinin yanında, gerektiği yerde yardıma muhtaç insanlara yardım etmek mecburiyetindedir.
>22 •
• Eylül 2012
Âlimlerimiz amelleri derecelendirmişler ve
en üstün amelin hangisi olduğu hususunda da
açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu açıklamaları
dört kısımda özetleyebiliriz:
1) En üstün ve en faydalı ibadet nefse en
ağır gelenidir. Çünkü, kulluğun hakikati budur.
İbadetlerdeki dereceler ibadet esnasında karşılaşılacak meşakkat ve sıkıntılara göre ölçülür ve
artar. Bu görüşü benimseyenler mücâhede ehli
olan kişilerdir. Meşhur nahiv âlimi İbni Mâlik’in
açıklaması da bunu desteklemektedir. İbni
Mâlik, ölüm hastalığı esnasında bir grup dost-
Tayvan’da Şefkat Yolu Derneği’nin öğrencilere kitap dağıtımından.
ları tarafından ziyaret edilir. Kendisini toparlayıp
ziyaretçilerine der ki; “Altı tane yeni beyit ezberledim. Onları sizlere okumak istiyorum.” Ziyaretçileri İbni Mâlik’e; “Sen ağır hastasın. Şimdi beyit
okuma zamanı değildir. Kendini yorma!” derler.
İbni Mâlik, dostlarına şu çok önemli nasihati yapar: “Bi kadri mâ tetea’nnâ tenâlu mâ tetemennâ.”
Yani zorluklara katlandığın ölçüde maksadına
ulaşırsın. Bir başka şair bu konuda şöyle der: “Bi
kadri’l-keddi tüktesebü’l-meâlî ve men talebe’l-‘ûlâ
sehire’l-leyâlî.” Yani zorluklara katlanıldığı ölçüde yükselme olur. Yücelmeyi arzu eden geceleri
uyumaz. Üstad Necip Fâzıl’ın
“Kolay mı Kafdağını çevirmek dolay dolay,
Var ol ey ulvî zorluk, yere bat sefil kolay”
şiirinde de bu mânanın terennüm edildiğini görmekteyiz.
2) İbadetlerin en üstünü ve en faydalısı
münzevî bir hayat yaşamak ve dünya hayatına
karşı zühdü tercih etmektir. Buna işaret eden
bir hadislerinde Resûl-i Kibriyâ sallallahu aleyhi
ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Dünyaya karşı züht hayatı yaşa ki Allah seni sevsin.
İnsanların ellerindeki varlıklara karşı züht sahibi
ol ki insanlar seni sevsin.” Bu gibi hadisler ikinci
şıkkı tercih eden âlimlerin delilleri arasında yer
almaktadır.
3) İbadetlerin en üstünü ve en faydalısı
menfaati başkalarına yansıyan işleri yapmaktır. Bu görüşü tercih eden zâtlar Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in şu hadisini esas
almışlardır: “Bütün mahlûkât Allah’ın iyâlidir
(O’na muhtaçtır). Mahlûkâtın Allah’a en sevimli
olanı onlara en faydalı olanıdır.” Yine buyurmuşlardır ki; “Âlimin âbide üstünlüğü, ayın yıldızlara olan üstünlüğü gibidir.” Bir rivayette de
Resulûllah Efendimiz’in Hz. Ali’ye hitaben şöyle
buyurduğu nakledilmektedir: “Allah’ın, senin
vasıtanla bir kişiyi hidayete erdirmesi senin için
kızıl tüylü develerden daha hayırlıdır.” Âlimler,
Resulûllah’ın “Kim hidayete davet ederse, hidayet bulan kimsenin ecrinden azalmaksızın kendisine de misliyle verilir” hadisini de delil olarak
kabul etmişlerdir. Bu grubu teşkil eden alimlerin
delillerinden birisi de şudur: “İbadet eden bir
kimse öldüğünde amelleri kesilir, faydalı işlerle
uğraşan kimsenin ise amelleri kesilmez. Yaptığı
iş var olduğu ve devam ettiği müddetçe kendisine fayda sağlar.” Yine bu grup âlimin delil olarak
ileri sürdüğüne göre, peygamberler ancak insanlara ihsanda bulunmak, hidayetlerine sebep olmak, dünya ve ahiret hayatlarına fayda sağlamak
için Allah tarafından seçilip gönderilmişlerdir. Bir
köşeye çekilip ibadetle meşgul olmaları ve sadeEylül 2012 •
• 23 <
Afrika’da çocukların suyla buluşma sevinci.
ce halkı cehennem azabından korkutmaları için
gönderilmemişlerdir. Buna binaendir ki, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem toplumu terk edip
dağ başlarında ve çilehanelerde tek başına yaşamak isteyenleri bundan menetmiştir.
4) İbadetlerin en üstünü ve en faydalısı her
vakitte Allah’ın rızasını kazandıracak amel ne
ise onunla meşgul olmaktır. Meselâ, düşmanla
savaş anında yapılacak en üstün amel; nafile gece
ibadetini ve orucu terk ederek dahi savaşmaktır.
Misafirin bulunduğu zaman da misafire hizmet
etmektir. Seher vakti namaz kılmak, Kur’ân okumak, dua ve istiğfarla meşgul olmaktır. Cahilliğin
yaygınlaştığı, âlimlerin sayılarının azaldığı veya
mevcut olanların irşad ve talim görevlerini ihmal
ettikleri bir zamanda yapılacak en üstün ibadet;
ilim müesseseleri kurmak, talebe yetiştirmek ve
halkı irşad ile meşgul olmaktır. Ezan okunurken
yapılacak en sevimli ve en üstün amel; yapılmakta olan bir takım virdleri dahi terk edip müezzine icabet etmek ve arkasından icabet duasını
okumaktır. Namaz vakitlerinde yapılması tavsiye
edilen en önemli şey; camilerde cemaatle namazları edâ etmeğe çalışmaktır. Arafat’ta vakfe
esnasında en üstün amel; tazarru’ ve niyâzda bu>24 •
• Eylül 2012
lunup dua ve zikirle meşgul olmaktır. Zilhicce’nin
ilk on gününde ise; tekbir, tehlil ve tahmid gibi
zikirlerle iştigâl etmektir. Ramazan’ın son on gününde ise; cemaatle namaz kılınan mescitlerden
birinde itikâf yapmaktır.
Hasılı, hangi vakitte hangi işi yapmak
Allah’ın rızâsına ve mahlûkâtın faydasına uygun
gelecekse onunla meşgul olmak en mühim iştir.
Bize göre de en güzel tevcih budur.
Hizmetin dindeki yerini anlayabilmek
için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
Efendimiz’in hayatına ve bu husustaki hadislerine bakmak gerekir. O, bir hadislerinde şöyle
buyurmuşlardır: “Bir kimse bir mü’minin dünya
sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyamet
gününde onun sıkıntılarından birini giderir. Bir
kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah
da kıyamet gününde ona kolaylık gösterir. Bir
kimse bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da
kıyamet günü onun ayıplarını örter. Mü’min din
kardeşinin yardımcısı olduğu sürece Allah da
onun yardımcısı olur…”
Kâdî İyâz Şifâ-ı Şerîf’inde, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir gününü yaşarken hangi
ölçülere dikkat ettiğini ve önem verdiğini ele almış ve şöyle demiştir: “Resûl-i Kibriyâ sallallahu
aleyhi ve sellem, bir günlük zamanını üçe ayıEfendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, halrırdı. Üçte birinde Allah’a ibadetle meşgul olur, ka hizmetin ve ihtiyaçlının ihtiyaçlarını giderüçte birinde dinlenir, istirahat eder ve eşlerinin menin önemine işaret ettiği başka bir hadisleihtiyaçlarını görür ve üçte birinde de ashâbının rinde şöyle buyurmuşlardır: “Seyyidu’l-kavmi
dünyevî problemleri ve meseleleri ile ilgilenirdi. hâdimuhum.” Yani bir kavme hizmet eden o
Kendisine ayırdığı zamanın önemli bir bölümün- kavmin efendisidir. Hadislerin ana fikrini anlade de yine insanların problemlerini halletmeye mak hadis ilminin en önemli ve en çetrefilli koçalışırdı.”
nusudur. Halk arasında sıkça telaffuz edilen bu
İnsanlara hizmet etmenin ve onların dert- hadisin anlamını ve mesajını çok iyi kavramak laleriyle ilgilenmenin önemini kavrayabilmek için zım. Efendimiz bu hadislerinde şuna işaret etmiş
sahabenin ileri gelenlerinden
oluyor: Milletler kendilerine hizAbdullah b. Mes’ûd radıyallahu
İbadet eden bir kimse öl- met edenleri başlarına tâc ederanh’ın yaşadığı bir olayı tahlil
düğünde amelleri kesilir, ler ve efendi olarak seçerler. Hem
edip uzun uzun düşünmemiz
Hakk’ın hem de halkın nazarında
gerekir. Birisinden bir miktar faydalı işlerle uğraşan yükselmenin yolu hizmettir. Alborç alan bir kişi borcunu öde- kimsenin ise amelleri
lah, mahlûkâtına hizmet eden
me zamanı geldiğinde öde- kesilmez. Yaptığı iş var
kullarını dünya ve ahirette yükme imkânı yoktur. Adamcağız olduğu ve devam ettiği
seltir. Halklar da kendi menfaati
derdine derman olur ümidiyle müddetçe kendisine fayiçin nefsî haz ve isteklerinden
mescitte itikâfta bulunan İbni
da verir. Peygamberler fedakarlıkta bulunanları her zaMes’ûd radıyallahu anh’a gelir
ancak insanlara ihsanda man başlarına lider olarak seçve kendisinden yardım talep
mişlerdir.
ederek alacaklı kişiden zama- bulunmak, hidayetlerine
İşin püf noktası ihtiyaç sanı biraz uzatmasını ister. İbn sebep olmak, dünya ve
hiplerini tespit edip yardımcı
Mes’ûd itikaf mahallini terk ahiret hayatlarına fayolmaktır. Şu mühim hadis-i şerîf
ederek bu dertli adamın prob- da sağlamak için Allah
buna işaret etmektedir: Efendilemini çözüp derdine devâ ol- tarafından seçilip gönmiz sallallahu aleyhi ve sellem
mak üzere kendisiyle birlikte
derilmişlerdir. Bir köşeye buyurmuşlardır ki; “İsrâ gecesinalacaklının yanına giderken
çekilip ibadetle meşgul de cennetin kapısında şöyle bir
yolda karşılaştıkları kişiler kendisine: “Ey İbni Mes’ûd! Ne ya- olmaları ve sadece hal- yazı gördüm. Sadakanın sevabı
pıyorsun sen. İtikâf mahallini kı cehennem azabından bire on, borcun sevabı ise bire on
terk etmenin itikâfını bozaca- korkutmaları için gönde- sekizdir. Dedim ki, ey Cibril! Nasıl
oluyor ki, borç vermek sadaka
ğını bilmiyor musun?” diyerek rilmemişlerdir.
vermekten daha üstün oluyor?
çıkışırlar. O da kendilerine; “Siz
Cibril dedi ki, kendisine sadaka
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi
ve sellem Efendimiz’in şu hadisini duymadınız verilen insanın yanında ihtiyacını giderecek kamı?” diyerek onların bilmediği çok önemli bir dar parası olabilir. Borç isteyen insan ise büyük
hususu hatırlatır. Hadis-i şerîf şudur: “Bir müs- sıkıntılarda ve darda olduğu için borç istemiştir.”
Nakşî tarikatının önemli şeyh efendilerinlüman, müslüman kardeşinin problemlerini
çözmek ve dertlerine devâ olabilmek için bir an den birisi hizmetin önemini şöyle dile getirmişonunla bulunursa, o mesele ister halledilmiş ol- tir: “Bizim tarikatımızın usûl ve âdâbı, halka hizsun, isterse halledilmesin, altmş gün boyunca metin söz konusu olduğu yerde nafile ibadetleri
yapılan itikâftan daha fazla sevap alır.”
terk etmektir.”
Eylül 2012 •
• 25 <
ORTA ASYA’DA
İSLÂMÎ İLİMLER
Prof. Dr. Ahmet YILDIRIM*
B
ir çok medeniyetin ortaya çıktığı Orta Asya coğrafyası, sadece sahip olduğu coğrafi büyüklüğüyle değil, aynı zamanda sahip olduğu sosyal, siyasal ve kültürel özellikleriyle birlikte yeraltı ve yerüstü
zenginlikleriyle dünyanın önemli bölgelerinden biridir. Dolayısıyla bölgenin her zaman belirleyici tarafı olan din merkezli özelliğini unutmamak
gerekir. Gerek İslâm’ın yayılıp gelişmesinde gerekse nüfusunun çoğunun
müslüman olması itibariyle bölgenin din merkezli özelliğini ön plana çıkarmakta ve tarihi süreçte İslâm dini ve bilhassa İslâmî ilimlerle ilgili neler
olduğu ve neler yapıldığıyla ilgili bilgilere ihtiyaç duyulmaktadır.
Bibi Hatun Camii ve Medresesi, Semerkant/Özbekistan.
>26 •
• Eylül 2012
*Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
Orta Asya coğrafyasının İslâm’la tanışması ve eserleriyle rolü olan ve İslâm dünyasında fıkıh,
Hz. Ömer döneminde İslâm ordularının Horasan hadis, kelâm, tefsir, tasavvuf gibi İslâmî İlimlerde
bölgesine yönelmeleriyle başlamış, böylece böl- meşhur pek çok bilginin bu coğrafyalı olduğu
ge İslâm’la ilk defa karşılaşmıştır. Daha sonra Hz. ve bu ilimlerin gelişmesine çok emek ve gayret
Osman döneminde de devam eden fetih hare- sarf ettiklerini görmek mümkündür. İslâmî ilimketleri, özellikle Hz. Muâviye döneminde bütün ler deyince, İslâm’ın tabiatından çıkan, Kur’ân ve
Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerinin İslâm Sünnet’ten neşet eden tefsir, hadis, kelâm, fıkıh
hâkimiyetine girmesiyle sonuçlanmıştır. Aka- ve tasavvuf ilimlerini anlamak gerekir. Bölgedeki
binde Mâverâünnehir’de tanınmış din bilginleri İslâmî ilimlerin gelişim süreçlerine bakıldığında,
yetişmeye başlamış, Karahanlılar zamanında bil- her bir ilmi branşa mensup pek çok âlimin yetişhassa Buhara ve Semerkand şehirleri başlıca ilim tiği, eserleri yanında gerek yorum gerekse ortaya
merkezleri haline gelmiştir. Böylece ilmî faaliyet- koydukları fikir ve anlayışlarıyla alanlarına katkı
lerin ve özellikle İslâmî ilimlerin gelişimine paralel sağladıkları görülür. Orta Asya’da İslâmî ilimlerin
olarak hemen hemen her şehirde
teşekkülünde, özellikleri itibariyle
bilginler yetişmiş ve neticesinde
yetişen müfessirlere bakıldığında
Orta Asya Türkistan coğdiğer İslâm coğrafyalarında olduonların, ilk neslin tefsir rivayetlerafyasında
ortaya
çıkan
ğu gibi, bu coğrafyada bulunan
rini toplama tarzında eserler telif
ilim
merkezlerinde
önembazı şehirler önemli ilim merettiklerini müşahede etmekteyiz.
li
muhaddisler
yetişmiştir.
kezleri, meşhur âlimlerin büyük
Bu anlamda bulundukları coğrafçoğunluğunun nispet edildiği Hadislerin toplanması ve ya ve genel olarak İslâmî ilimlerin
şehirler haline gelmiştir. Bunla- belli konulara göre tas- teşekkül sürecine paralel bir gelişrın en önemlileri Buhara, Semer- nif edilmesi ile ilgili en me içinde olduğunu söyleyebiliriz.
kand, Tirmiz, Şâş, Nesâ, Serahs, ciddi çalışmaların bu böl- Tam bir tefsir olarak bu coğrafyada
Nesef, Büst, Herat, Belh, İsferayin,
telif edilen eserler içerisinde, İmâm
gelerde yapılmış olması
Tus, Merv ve Nisabur’dur. Bu nokMâturîdî’nin Te’vîlâtu’l-Kur’ân’ını,
bu gerçeği gözler önüne
tada Orta Asya’da genelde ilim ve
Zemahşerî’nin
el-Keşşâf’ını,
sermektedir.
İlginç
olan
eğitim özelde İslâmî İlimler konuNesefî’nin et-Teysîr’ini görmektehusus,
hadisin
anayurdu
sunu; bölgenin İslâm medeniyeti
yiz. Ancak bölgede yetişen müHicaz
olmasına
rağmen,
dairesine girmelerinden itibaren
fessirler arasında tefsir ilminde taele almak durumundayız. Çün- bu konuda en ciddi ve en rihi süreçte en etkili olan şahsiyet
kü Orta Asya’da İslâm öncesine önemli eserlerin bu coğ- Zemahşerî’dir. Bunun yanında eseait örgün eğitim müesseselerine rafyada verilmiş olması- ri erken döneme ait olması, kenditesadüf edemiyoruz. Bu coğraf- dır.
ne mahsus özellikler arz etmesi ve
ya İslâm’ı kabul ettikten sonra
Kur’ân’ı akıl çerçevesinde yorumlaİslâm medeniyetine mensubiyet
yan ilk kişilerden biri olarak kabul
bilinciyle ilmî incelemelere önemli bir yer ver- edilmesine rağmen Mâturîdî’nin eseri yeterince
miş ve hemen hemen bilimin bütün alanlarında yaygınlaşmamıştır. Aynı durum bölgede yetişen
söz sahibi bilginler yetiştirmiştir. Meseleye İslâmî bir başka Mâturîdî müfessir olan Nesefî’nin eseri
ilimler açısından baktığımızda bu ilimleri iyi bilen için de söz konusudur.
büyük âlimlerin bu bölgede yetiştiği; yine aynı
İslâm’ın bölgede yayılmasından kısa süre
zamanda Buhara ve Semerkand medreselerinde sonra Orta Asya Türkistan coğrafyasında ortaya
binlerce talebenin İslâmî ilimler tahsil ettiği bilin- çıkan ilim merkezlerinde önemli muhaddisler yemektedir. Bu bağlamda tarihi verilere ve kaynak- tişmiştir. Hadislerin toplanması ve belli konulara
lara baktığımızda İslâm’ın yayılmasında düşünce göre tasnif edilmesi ile ilgili en ciddi çalışmaların
Eylül 2012 •
• 27 <
bu bölgelerde yapılmış olması bu gerçeği gözler önüne sermektedir. İlginç olan husus, hadisin
anayurdu Hicaz olmasına rağmen, bu konuda en
ciddi ve en önemli eserlerin Orta Asya Türkistan
coğrafyasındaki Horasan-Mâverâunnehir bölgesinde verilmiş olmasıdır. Kütüb-i Sitte olarak tanıdığımız altı ana hadis kitabının müellifi de bu bölgenin insanlarıdır.
İslâm inancının esaslarının tespiti ve ona yöneltilen eleştirilerin çürütülmesi için akıl ve vahiyden hareketle yazılan eserlerin bir kısmı Orta
Asya Türkistan coğrafyasında yetişmiş kelâm
âlimlerince (mütekellimûn) kaleme alınmıştır.
Bunların bazıları şunlardır:
İmâm Mâturidî, el-Hakîm es-Semerkandî
(ö.342/953), Ebû Seleme es-Semerkandî (IV. Asrın ikinci yarısı), Ebû İshak es-Saffâr el-Buhârî
(ö.534/1139), Ebû Yüsr el-Pezdevî (ö.493/1099),
Medreseler şehri Semerkant/Özbekistan.
>28 •
• Eylül 2012
Ebu’l-Muîn en-Nesefî (ö.508/1114), Nureddîn
es-Sâbûnî
(ö.580/1184),
Ömer
en-Nesefî
(ö.537/1142), Sırâcüddîn el-Oşî (ö.575/1179), Menkübers b. Yalınkılıç et-Türkî (ö.652/1254), Ebû Hafs
el-Gaznevî (ö.593/1197), Ebu’l-Berekât en-Nesefî
(ö.710/1310), Sadru’ş-Şerîa es-Sânî (ö.747/1346).
Hatta bazı aileler kelâmcı yetiştirmekle ün salmıştır. Bu ailelerden yetişen kelâmcılar, Mâturidî,
Semerkandî, Nesefî, Saffar el-Buhârî, Pezdevî gibi
aile adlarıyla anılmaktaydı. Bu âlimlerin her birinin günümüze kadar ulaşmış önemli kelâmî eserleri bulunmaktadır.
Sadece kelâmî eserler yazılmamış, İslâm’ın
inanç, ibadet-muamelat ve ahlâk alanları, bölgenin dini ve kültürel yapısına, toplumsal ihtiyaçlarına uygun olarak Türkistan âlimleri tarafından
yeniden yorumlanmıştır. Bu kültür havzasının
en önemli başarılarından birisi, İslâm inancını
sistemleştirerek ve aklî yollarla temellendirerek
Mâturidilik adıyla bölgenin kültürel ve toplumsal yapısına uygun kelâmî bir sistemi üretmesidir.
Mâturidilik’le ilgili literatürün çok önemli bir kısmı
burada ortaya çıkmıştır. Bölgede Mâturidî ve Eşarî
ekolleri dışında Mutezile, İmamiyye Şiası, İsmaililik, Zeydilik gibi ekoller de, uzun süreli toplumsal
taban edinemeseler de, belli ölçüde taraftar bulmuştur.
Orta Asya’da yetişen âlimlerin daha yoğun
biçimde İslâmî ilimler alanında fıkıh (hukuk) sahasındaki katkıları dikkati çekmektedir. Fıkıhta
İslâm kaynaklarında Mâverâünnehir diye tabir
edilen Türkistan bölgesi âlimlerinin özellikle, bugün İslâm dünyasında en yaygın fıkıh mektebi
olan Hanefî fıkhının gelişmesinde katkıları büyük olmuştur. Hanefilik, altın çağını bu coğrafyada yaşamıştır. Bu bölgede yazılan fıkıh kitapları,
Horasan, Anadolu, Balkanlar ve Kafkaslar’da dini-toplumsal hayatın işlediği fıkıh zeminini oluşturmuştur. Mâverâünnehir fıkıh havzasında yazılan bu eserler, daha sonra bu bölgelerde yıllarca
medreselerde okutulmuş, üzerine yüzlerce şerh
ve haşiye yazılmıştır. Bu eserlerden bazıları şunlardır: el-Hakîm eş-Şehîd (ö.334/945)’in el-Kâfî’si;
Bütün bunlardan; Orta Asya’da İslâm’ın kaŞemsüleimme es-Serahsî (ö.483/1090)’nin bu
eseri şerhetmek için yazdığı el-Mebsût’u; Kudûrî bulünden sonra İslâmî ilimlerin ortaya çıktığı ve
(ö.428/1037)’nin el-Muhtasar’ı; Ebû Muhammed çeşitli sebeplerle bölgeye uğrayan ve orada faalies-Sadru’ş-şehîd (ö.536/1141)’in el-Fetâvâ el- yet gösteren pek çok bilgin ve şahsiyetin yetiştiği,
Kubrâ’sı, Ebû Bekr es-Semerkandî (ö.538/1144)’nin bunun yanı sıra zengin bir kültür mirası oluştuğu
Tuhfetu’l-Fukâhâ’sı, Ebu’l-Kâsım es-Semerkandî anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Orta Asya’da İslâmî
(ö.556/1161)’nin Multekâ fî’l-Fetâvâ’sı, Alâuddîn ilimlerle ilgili, sahasında zirve şahsiyetler ve çok
el-Kâsânî (ö.587/1191)’nin Bedâiu’s-Sanâ’î fî değerli eserler ortaya çıktığı bilinmektedir. BölTertîbi’ş-Şerâi’i, Kâdîhân Fahruddîn el-Ferğânî gede zirve şahsiyet ve çok değerli eserlerin çık(ö.592/1196)’nin Fetâvâ’sı, Burhanüddîn el- ması genelde bölgeye ve İslâm’a, özelde İslâmî
Merğînânî (ö.593/1197)’nin el-Hidâye’si, Ali el- ilimlere çok önemli katkı sağlamış ve bu durum
Orta Asya’yı İslâmi ilimlerin merkezi
Pezdevî
(ö.482/1089-90)’nin
konumuna yükseltmiştir. Bu coğrafKenzu’l-Vusûl ilâ Ma’rifeti’l-Usûl’ü
ve Sadru’ş-şerîa Ubeydullah Orta Asya’da yetişen yada yeni din politikaları üretilirken,
b. Mes’ûd (ö.747/1346-7)’un âlimlerin daha yoğun zaman zaman merkezi konumunu
Tenkîhu’l-Usûl’ü.
biçimde İslâmî ilimler kaybetse ve arada kesintiler olsa da
Tasavvuf alanında ise, bu alanında fıkıh (hukuk) bölgenin verdiği katkının ve etkinin
geçici olmadığı, gelecekte bu etkilekültürün ilk mimarlarının bir
sahasındaki katkıları dikrin belirleyici bir mahiyet arz edecekısmı yine bu bölgede yetişkati çekmektedir. Fıkıhği dikkate alınmalı ve bölgenin bu
miş, bölgenin İslâmlaşmasına
ta İslâm kaynaklarında
özelliği unutulmamalıdır.
ve İslâm kültürüne önemli katMâverâünnehir
diye
tabir
kılar sağlamışlardır. İbrahim b.
Edhem, Şakik, Muhammed b. edilen Türkistan bölgesi
Kaynaklar:
âlimlerinin
özellikle,
buFazl, Ahmed b. Hadreveyh Belh
İshak Özgel, Başlangıçtan Selçuklular Dödoğumludur. Fudayl b. İyaz, Bişr gün İslâm dünyasında en nemi Sonuna Kadar Türklerin Kur’ân Tefsirine
Hafî Mervli olduğu gibi Hâtem-i yaygın fıkıh mektebi olan Hizmetleri (Basılmamış çalışma)
Esam, Ebû Osman Hîrî, Hamdun Hanefî fıkhının gelişmeKemal Sandıkçı, “Türklerin Hadis İlmine
Kassâr Nişaburlu’dur. Şu cümle
Katkısı”, Yeni Türkiye Yayınları, Türkler Ansiklopesinde katkıları büyük olise Ferganalı Vâsıtî’ye aittir:
disi, Ankara, 2002, Cilt V, s. 702
muştur. Hanefilik, altın
“Sahte sofular edepsizliği
Kuşeyrî, Kuşeyri Risalesi, (Haz. Süleyman
çağını bu coğrafyada yaihlâs, nefislerinin oburluklarını
Uludağ), İstanbul 1981.
nimetlerden meşru şekilde fayda- şamıştır.
Mustafa Kara, “Tasavvuf Kültürünün Türlanma, alçaklıkları celâdet haline
kistan Macerasına Genel Bakış”, Uludağ Ünivergetirdiler. Böylece ‘yolu’ göremez duruma düştükleri sitesi İlâhiyat Fakültesi, Cilt: 10, Sayı: 1, 2001, s. 9.
için çıkmaza girdiler.”
Sönmez Kutlu, “Avrasya Coğrafyasında-Kadim Dini Bilginin
Bölgede tarih içinde Orta Asya’da tasavvu- Kaynakları ve Yeniden Üretilmesi Sorunu”, http://www.sonmezkutfun nasıl anlaşıldığını, nelerin tartışıldığıyla ilgili lu.com/?&Bid=223057&/Avrasya-Co%C4%9Frafyas%C4%B1ndatasavvufî birikimi ortaya koyan Orta Asya Türk- K a d i m - D i n i - B i l g i n i n - K a y n a k l a r % C 4 % B 1 - v e -Ye n i d e n çesi ile kaleme alınmış el yazması ve taş baskı %C3%9Cretilmesi-Sorunu (Erişim: 05.09.2012)
birçok eser bulunmaktadır. Bunlar da bölgedeki
Sönmez Kutlu, Türkler ve İslâm Tasavvuru, İSAM yay. İstantasavvufî birikimin yansımalarıdır. Bu yazı da, zik- bul 2011.
redilen bilgiler çerçevesinde Orta Asya’da İslâmî
Adem Yerinde, “Türklerin İslâm Hukukuna Katkıları Serahsî
ilimlerin doğuşu ve gelişmesine yönelik bir çalış- Örneği”, Türkler Ansiklopedisi, Ankara, 2002, V, 714 -20.
madır.
Eylül 2012 •
• 29 <
ONLAR
BÖYLEYDİ! (2)
Dr. Murat KAYA
A
v
sizliği sebebiyle onu kollarından tutup kaldırdık,
r ile birlikte yine bir
hissesinin verilmediğine şahitlik ettik de ona bir
shâb-ı kiramdan Câbir bin Abdullah
anlatmaya devâm ediyor:
“…Rasûlullah
seferdeydik. Her birimizin günlük azığı bir tek
hurma idi. Herkes o hurmayı biraz emer ve elbisesinin arasına sarardı. Elimizdeki yaylar ile ağaç
taksimat yapılan yere götürdük, kendisine hurma
hurma verildi. O da kalkıp onu almıştı.
Yine bir gün Rasûlullah
r ile beraber yürü-
yorduk. Nihâyet geniş bir vâdiye indik. Rasûlullah
den avurtlarımız yara olurdu. Yemin olsun ki, bir
rkaza-yı hâcet için gitti. Ben de bir su kabı ile
kendisini tâkip ettim. Efendimiz r bakındı, fakat
gün birimize yanlışlıkla hurma verilmemişti. Hal-
arkasına gizlenebileceği bir şey bulamadı. Vâdinin
yapraklarını silkeler ve onları yerdik. Hatta bu yüz-
>30 •
• Eylül 2012
kenarında iki ağaç gözüne ilişti. Onlardan birinin
yanına giderek dallarından birini tuttu ve:
«–Allah’ın izniyle bana boyun eğ!» buyurdu.
Ağaç, burnu gemli deve gibi Efendimiz’e râm
olup eğildi. Öteki ağaca da gidip dallarından birinden tutarak:
«–Allah’ın izniyle bana râm ol!» buyurdu. O da
öteki gibi eğildi. İkisinin ortasına varınca aralarını
birleştirdi ve:
«–Allah’ın izniyle benim üzerime kapanın!»
dedi. Hemen üzerine kapandılar.
Rasûlullah r, benim o yakınlarda olduğumu
hissederse oradan uzaklaşır diye korkarak hızla
koşup uzaklaştım. Bir yere oturup kendi kendime konuşmaya başladım. Gözüm hafifçe yana
kayınca birden Peygamber Efendimiz’in geldiğini
gördüm. O iki ağaç da birbirinden ayrılmış ve her
biri gövdesinin üzerine doğrulmuştu. Peygamber
Efendimiz’in bir an durakladığını gördüm. Başıyla
sağa ve sola işaret etti. Sonra bana doğru yürüdü,
yanıma gelince:
«–Ey Câbir! Durduğum yeri gördün mü?» diye
sordu.
«–Evet, yâ Rasûlallâh!» dedim.
«–Öyleyse şu iki ağaca git de, her birinden birer
dal kes ve getir. Durakladığım yere geldiğinde, bir
dalı sağ tarafına diğerini de sol tarafına dik!» buyurdu.
Hemen kalkıp bir taş aldım. Onu kırıp iyice
keskinleştirdim. Ağaçların yanına varıp birer dal
kestim. Sonra onları sürükleyerek Peygamber
Efendimiz’in durakladığı yere geldim. Birini sağıma diğerini de soluma diktim. Sonra Efendimiz’e
yetişerek:
«–Söylediklerinizi yerine getirdim ey Allah’ın
Rasûlü, ancak bunu niçin yaptık?» dedim.
Rasûlullahr:
«–Azap gören iki kabrin yanından geçtim de,
bu dallar yaş olarak kaldığı müddetçe şefaatim
sâyesinde azaplarının hafifletilmesini arzu ettim»
buyurdu.
Müteâkıben kâfilenin konakladığı yere geldik. Rasûlullah r:
Eylül 2012 •
• 31 <
Efendimiz’in parmakları arasından su kaynıyor-
«–Câbir, abdest suyu var mı, insanlara bir sesle-
du. Sonra çanak kaynadı, su içinde döndü ve niha-
niver!» buyurdu. Ben de:
yet ağzına kadar doldu. Rasûlullah r:
«Dikkat, yanında abdest suyu olan var mı?»
«–Câbir! Suya ihtiyacı olanlara seslen!» buyur-
diye birkaç defa nidâ ettim. Sonra:
«–Yâ Rasûlallah! Kâfile içinde bir damla su bulamadım» dedim. Ensâr’dan bir zât Rasûlullah
du. İnsanlar gelip kana kana su içtiler:
r
«–Suya ihtiyacı olan kimse kaldı mı?» diye seslendim.
için eski bir tulumda su soğutur ve onu hurma dalına asardı. Efendimiz r bana:
Artık Rasûlullah r elini kaldırdı, çanak ağzına
«–Ensâr’dan filân oğlu filâna git de, tulumun-
kadar dopdolu duruyordu.
Yine bir gün insanlar açlıktan
da bir şey var mı bak!» dedi. Ona
giderek tuluma baktım. Ancak,
İşte onlar böyleydi… Allah
tulumun ağzında kalmış bir
Rasûlü
damladan başka bir şey yoktu. O
azıcık suyu boşaltacak olsam, tulumun kuru tarafında kaybolup
gider, yere bir damla düşmezdi.
Hemen Peygamber Efendimiz’e
gelerek:
«–Yâ Rasûlallah! Tulumun
ağzında kalmış bir damladan
başka bir şey yok. Onu boşalta-
r
Efendimiz’in
getirdiği ilmi öğrenmek,
yaşamak ve tebliğ etmek
husûsunda son derece
hırslı idiler. Peygamber
Efendimiz’i
yakından
tâkip etmek, O’ndan hiç
ayrılmamak, O’na itaat ve
ittibâ etmek husûsunda
şikâyet etmişlerdi. Rasûlullahr:
«–İnşaallah, Allah sizi doyuracak!» buyurdu. Derken Sîfü’l-Bahr’a
(deniz sâhiline) geldik. Deniz bir
dalgalandı ve bir balık attı. Biz bu
balığın yanına ateş yaktık, etinden
pişirdik, kızartma yaptık ve doyuncaya kadar yedik, ancak yarısını bitirebildik. Ben, filân, filân beş kişi bu
hayvanın göz çukuruna girdik. Bizi
kimse göremiyordu. Sonra çıktık.
cak olsam tulumun kuru tarafı
son derece azimli idiler.
suyu içip bitirecek!» dedim.
Bu uğurda çok büyük
eğdik, kavis yaptık. Sonra kâfiledeki
«–Git, onu bana getir!» bu-
fedakârlıklara katlandı-
en uzun adamı, en büyük deveyi ve
yurdu. Onu derhal kendisine
lar. Ve bu itaat, teslimi-
en kalın yaygıyı getirdik. Bu uzun
getirdim. Tulumu eline aldı ve
yet ve fedakârlıklarının
zât, yaygıyı devenin hörgücüne se-
ne olduğunu anlamadığım bir
mükâfâtını
bu
rip üzerine bindi, eğdiğimiz kaburga
şeyler okudu. Bir taraftan da iki
dünyadayken
gördüler,
kemiğinin altından geçti de, başını
eliyle onu sıkıyordu. Sonra tulu-
âhirette ise daha büyük
mu bana verdi ve:
«–Ey Câbir! Büyük bir çanak
var mı, bir sesleniver!» buyurdu.
daha
ecirlere nâil olacakları
muhakkaktır.
Ben:
Kaburga kemiklerinden birini alarak
bile eğmedi.” (Müslim, Zühd, 74)
İşte onlar böyleydi… Allah
Rasûlü rEfendimiz’in getirdiği ilmi
öğrenmek, yaşamak ve tebliğ etmek
husûsunda son derece hırslı idiler.
«–Kâfileyi doyuracak kadar büyük çanağı
Peygamber Efendimiz’i yakından tâkip etmek,
olan kimse onu bana getirsin!” diye seslendim.
O’ndan hiç ayrılmamak, O’na itaat ve ittibâ etmek
Hemen çanağı yüklenip getirdiler. Onu götürüp
husûsunda son derece azimli idiler. Bu uğurda
r
çok büyük fedakârlıklara katlandılar. Ve bu itaat,
elini çanağın içine sokup parmaklarını açtı. Sonra
teslimiyet ve fedakârlıklarının mükâfâtını daha bu
elini çanağın dibine koyup:
dünyadayken gördüler, âhirette ise daha büyük
Efendimiz’in huzuruna koydum. Rasûlullah
«–Ey Câbir! Tulumu al da elimin üstüne dök ve
bismillah de!» buyurdu. Ben hemen suyu elinin
üzerine döktüm ve bismillah dedim. Peygamber
>32 •
• Eylül 2012
ecirlere nâil olacakları muhakkaktır.
Cenâb-ı Hak, bizleri de onların yoluna güzelce uyan ihsân sâhiplerinden eylesin! Âmîn!
GÜNAHLARDAN
SAKINMAK ve HİZMET
Naci ÖZTÜRK
G
ünaha tövbe etmektense günah işlememeye gayret etmek en isabetli
ve efdal olanı. Günah dendiği zaman,
başkasını çekiştirmekten tutun tecessüse, gıybet
ve kul hakkı yemeğe kadar birçok haram fiil onun
içerisine girer. Yahya b. Muâz (r.a.) şöyle buyuruyor: “Hayret ederim o kişiye ki hastalık korkusuyla
yemekten perhiz eder de, cehennem korkusu ile
günahtan perhiz etmez.” Kişi müslüman kardeşine
haset etmemeli, onun gıybetini, dedikodusunu
yapmamalı, yuvasına ve ailesine zarar verecek
>34 •
• Eylül 2012
sözlerden, bakışlardan kendini korumalı. Nitekim
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadisinde, “Müslüman o kişidir ki diğer insanlar onun elinden ve
dilinden salim olurlar” buyuruyor. İşte müslüman
diğer insanların kendine güvendiği kimse olmalıdır. Kâinatın Efendisi, peygamberlikten önce
cahiliye insanlarına sorulduğunda bile kendisine
Muhammedü’l-Emîn deniliyordu. Demek ki birinci husus; insanlara zarar vermeyerek onlara güven
telkin etmektir.
Günah dendiği zaman, başkasını çekiştirmekten tutun tecessüse, gıybet ve kul hakkı yemeğe kadar birçok haram fiil onun içerisine
girer. Kişi müslüman kardeşine haset etmemeli, onun gıybetini, dedikodusunu yapmamalı,
yuvasına ve ailesine zarar verecek sözlerden,
bakışlardan kendini korumalı. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadisinde, “Müslüman o kişidir ki diğer insanlar onun elinden ve dilinden salim olurlar” buyuruyor. İşte
müslüman diğer insanların kendine güvendiği
kimse olmalıdır.
Osman Nûri Topbaş Hocamıza gençlerden
biri soruyor:
“-Efendim sokakta giderken açık-saçık bayanlara istemesek de gözümüz kayıyor. Acaba günaha girmiş oluyor muyuz? Hocamız da diyor ki: “Evladım, bir araba gördüğün zaman onun plakasını
okuyor musun?” Demek ki bir defa bakmak bir şey
değil; iş plaka okumamakta.
Günahı sadece harama bakmamak olarak da
görmemeli. Vücudun bütün azaları günaha meyilli
yaratılmıştır ve hepsinin de haram işlemeye istidatı vardır. Günümüzde sıkça rastladığımız bir şey
var. Bir arkadaşımızla karşılaştığımızda; “Yâ hakkını
helal et, geçen akşam biz seni çekiştirdik!” diyoruz.
Neden hakkımı helâl edeyim ki? Hakikaten sen
yapmış olduğun o kötü fiilden dolayı pişmanlık mı
duydun ki ben sana hakkımı helâl edeyim?! Şimdi sen kalk gıybetimi yap, gel benden helâllik al,
başka bir yerde tekrar gıybetimi yap. Bu olmadı
işte. Böyle bir şey yaptın mı çok pişman olacaksın,
“Eyvah! Ben ne yaptım?!” deyip samimi bir şekilde koşup ondan öyle bir helâllik alacaksın ki, aynı
arkadaşının dedikodusunu, gıybetini bir daha
yapmayacaksın. İşte günaha tövbe böyle olmalı.
Dinî literatürümüzde tevbe-i nasûh adı verilen,
pişman olunup bir daha o günahı işlemeyecek şekilde yapılan tövbe olmalı.
Hz. Mûsâ zamanında yağmur duasına çıkılıyor ama Cenâb-ı Hakk’a dua edildiği halde bir türlü yağmur yağmıyor. Hz. Mûsâ diyor ki;
“-Yâ Rabbî! Toplandık, dua ettik ama yağmur
yağmadı.” Cenâb-ı Hak;
“-Ey Mûsâ! Cemaatin içindeki günahkârlar ayrılsın, günahsızlar dua etsin, onların duasını kabul
edeyim” buyuruyor. Bir genç hariç bütün cemaat
kenara çekiliyor. Mûsâ (a.s.) o gence soruyor:
“-Sen hiç günah işlemedin mi?” Genç cevap
veriyor:
“-Ben, hayatımda şu gözümle bir defa bir kadına baktım, parmağımı soktum o gözümü çıkardım attım. Başka da günah işlediğimi hatırlamıyorum.” Mûsâ (a.s.):
“Tamam. Şimdi sen dua edeceksin, ben âmîn
diyeceğim” diyor ve gökten yağmur boşanıyor.
Günaha tövbe de bu şekilde olmalı. Öyle bir tövbe edilmeli ki geriye dönüşü olmamalı, aynı hata
bir daha işlenmemeli. Ancak o zaman “Günahtan
tövbe eden, onu işlememiş gibidir” hadisine mazhar olunur. Diğer türlüsü insanın kendini kandırmasından başka bir şey değildir.
“Müslüman o kişidir ki diğer insanlar onun elinden ve dilinden salim olurlar.” Hadis
(Hat: Davut Bektaş)
Eylül 2012 •
• 35 <
Senegal’de Şefkat Yolu Derneği’nin organize ettiği hizmet faaliyetlerinden.
Zaten müslüman müslümanın gıybetini yapmamalı. Hadi yaptın, gaflete düştün, günah işledin, çünkü Cenâb-ı Hak bir kuds-i hadiste: “Siz
günah işlemeseydiniz ben günah işleyip tövbe
eden bir kavim yaratırdım” buyuruyor. Ama bu
demek değil ki günahı sık sık işleyeceksin, sık sık
aynı günaha tövbe edeceksin. Günahı işlediğin
zaman tövbe edeceksin, geriye dönüp aynı hatayı
bir daha yapmayacaksın, tövbenin kabul şartı bu
zaten.
Günahlardan sakınırken de sadece; “Ben
senin gıybetini yaptım hakkını helal et!” demek
yeterli mi? Hayır. Eğer o konuşmanla onun yuvasına zarar verdiysen, başka şeylerini ihlal ettiysen
bütün bunların helalliğini alman lazım. Bu tıpkı
usulsüz, kanunsuz bir bina yapmaya benzer. Yanındaki komşunun rüzgarını kestin, bir arka sokaktaki insanın hakkını gaspettin, güneşine engel oldun. O kul hakkı ne olacak? Sadece bir yere
yardım etmekle dava halloldu mu? O sokaktaki,
o semtteki, o muhitteki herkesten helallik alman
>36 •
• Eylül 2012
lazım. Yani günaha tövbe, günahtan sakınmak
böyle olmalı. Müslüman, zarar veren değil faydalı olan insandır. Bir kardeşinin derdi ile ilgilenen,
onun yarasına merhem olan, ona faydalı olmaya,
şifa olmaya çalışan insandır. Çalıştığın müesseseye zarar vermeyeceksin, bulunduğun mahalleye
zarar vermeyeceksin, aileye zarar vermeyeceksin,
topluma zarar vermeyeceksin, kısacası insanlara zarar vermeyeceksin. “Müslüman o kimsedir
ki diğer insanlar onun elinden ve dilinden salim
olurlar” hadis-i şerifinde belirtilen insan olmaya
gayret edeceksin. İşte günahlardan sakınmak bu.
Günaha tövbe de Musa (a.s.) devrindeki yağmur
duasında bulunan gencin tövbesi gibi olmalı.
Kur’ân’da belirtilen tevbe-i nasûh gibi olmalı. Bir
daha geri dönüşü olmayan bir tövbe. Tamam ben
tövbe ettim bir daha aynı hatayı yapmayacağım
diye söz veriyorsun ama kime? Allah’a. Tövbeden
maksat Allah’a söz vermektir. “Yâ Rabbî ben hata
yaptım, aynı hatayı bir daha yapmayacağım, sana
söz veriyorum” dediğin zaman Cenâb-ı Hak seni
işi yok boş adam; “Kapat kapıyı iki
affediyor. Peki, tövbeni bozduğunda ya o an senin son nefesinse? Bunların hesabını çok iyi
yapmak lazım. Çünkü insanın bir
dakika fazla yaşayacağına dair
bir garantisi yok. Müslüman her
nefesini son nefes bilecek, tövbeyi samimi bir şekilde, ihlasla
yapacak ve günahlara bir daha
yönelmeyecek.
Bugün sokakta günah işlemeye değil, yardım edilmeye, hizmete o kadar
çok ihtiyaç var ki. İnsan
hizmet yapacağım derse,
günah işlemeye vakit bulamaz. Ama boş kalan insan günah işlemeye mey-
laf edelim” dediği zaman, işte o gıybet yapacak. Öyle; kapat kapıyı iki
laf edelim yok. Bizi dinleyen birisi
var. Bizi dinleyen Allah var. Ahmet,
Mehmet, kul bunu duymuyor ama
Allah bizi duyuyor. Yaptıklarımız
yazılıyor. Ömür bittiğinde, hesaplar
ortaya döküldüğünde, amel defterindekilerin temiz çıkması için, o
Bugün sokakta günah işle-
yal olur. Hizmetle vaktini
vakitleri çok güzel değerlendirmek
meye değil, yardım edilmeye,
geçirmeyen, malayani ile,
lazım. Zamanı da boşa harcama-
hizmete o kadar çok ihtiyaç var
laklak ile, boş şeylerle
mak lazım. Allah bize günahlara
ki. İnsan hizmet yapacağım der-
gününü geçiren insan gü-
gerçek manada tövbe etmeyi, en
se, günah işlemeye vakit bula-
nah işlemeye yatkın olur.
baştan da günahlardan gerçek
maz. Ama boş kalan insan günah
işlemeye meyyal olur. Hizmetle
vaktini geçirmeyen, malayani
ile, laklak ile, boş şeylerle gününü geçiren insan günah işlemeye yatkın olur. İbrahim Ethem nehrin kenarında ağaçları
İnsan şeytana ve nefse
papuç bırakmamak için
nefsini hizmetle meşgul
etmeli. Hizmetle geçen
ömür, hizmetle geçen zaman günah işlemeye va-
dikiyor, söküyor, dikiyor, tekrar
kit bırakmaz, günah işle-
tekrar, diyorlar ki; “Dikecektin
meye fırsat vermez.
manada sakınmayı nasip etsin.
Cenâb-ı Hak sevdikleriyle bizi beraber etsin. İnsan Allah dostlarına
yakın olursa, Allah’ın sevdiği kullarına yakın olursa günah işlemesi
daha da azalır. Neden? Çünkü o
salih insanlar insanları uyarırlar.
Yanlış yapmamak için onları daima
ikaz ederler. Onun için “Sadıklarla
neden söktün, sökecektin ne-
beraber olun!” buyuruluyor. Allah
den diktin?” “Ben” diyor “Nefsimi
Teâlâ bize, salih ve sadıklarla birlik-
meşgul ediyorum. Ben nefsimi meşgul etmezsem,
te olmayı, onları bulmayı nasip etsin! Âmîn
nefsim beni meşgul eder.” Müslüman nefsin
oyunlarına papuç bırakmamalı. Müslüman
zamanını boşa harcarsa, vaktini boş yerde geçirirse o zaman günaha meyyal olur. O zaman
nefsiyle başbaşa kaldığı için, nefis insanla
maymunla oynar gibi oynar. Her türlü tuzakları hazır zaten onun. Şeytan bir taraftan, nefis
bir taraftan sana yapmayacağı kötülük yoktur.
İnsan şeytana ve nefse papuç bırakmamak
için nefsini hizmetle meşgul etmeli. Hizmetle
geçen ömür, hizmetle geçen zaman günah işlemeye vakit bırakmaz, günah işlemeye fırsat
vermez. Boş olan insan günah işler, boş olan
insan gıybet yapar. Zamanını boşa geçiren
insan kardeşini çekiştirir. Vaktini dolu dolu
geçiren insan kardeşini çekiştirmez. Yapacak
Afrika’yı suyla buluşturan hizmet ehli insanlarımız; su kuyusu açan ve açtıran.
Eylül 2012 •
• 37 <
DİNÎ EĞİTİMİN
EHEMMİYETİ
İ
Ferdî mes’ûliyetten kurtulabilmek için îman ve İslâm’ın galebesi
istikâmetinde, şahsî ve dünyevî işler için katlanılan fedâkârlıklarla
kıyaslanamayacak derecede büyük bir himmet sahibi olmak
zarûrîdir. Bu şanlı îman hizmetinden bir hisse alabilmekten daha
şerefli ne olabilir? Ancak tâkat nisbetinde bir gayret sergilemeden,
sırf ümit ve inancın ilâhî yardımı celbedeceğini beklemek de İslâm’ın
rûhuna zıt bir keyfiyettir.
nsanoğluna yapılabilecek hizmetlerin en kıymetlisi, onun ebedî saâdet ve selâmetini temin edecek olan hizmetlerdir. Bunların en yücesi olan îlâ-yı kelimetullâh, mü’minlere emânet
edilmiş azametli bir dâvâ ve kudsî bir vazifedir. Zira
hidâyete muhtaç bir insanı, ilâhî hakîkatlerle tanıştırıp onun îmanla şereflenmesine vesîle olmak, Allah Rasûlü r Efendimiz’in nazarında, en kıymetli
dünya metâlarına sahip olmaktan ve hattâ üzerine
güneşin doğup battığı her şeyden daha hayırlıydı.
Kur’ân-ı Kerîm’de, bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:
“…Kim onu (bir insanı) ihyâ ederse, bütün
insanları ihyâ etmiş gibi olur…” (el-Mâide, 32)
Bir hadîs-i şerîflerinde Rasûlullah r Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerîm’i öğrenen ve
öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)
> 38•
• Eylül 2012
Hakîkaten, Peygamber r Efendimiz ve O’nun
mânevî terbiyesi altında yetişen sahâbe-i kirâm,
Kur’ân’a endeksli bir hayat tarzı kazanmışlardı.
Bütün gayretleri Kur’ân’ı öğrenmek, hayatlarına
tatbik etmek ve onun ebedî saâdet dâvetini bütün insanlığa ulaştırabilmekti. Onların bu yöndeki
müstesnâ hizmet ve gayretlerini yansıtan birkaç
misal şöyledir:
Sahâbe-i kirâmdan Ebû Talha t bir gün Peygamber Efendimiz’in yanına vardığında, O’nun
ayakta durmuş, Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğretmekte olduğunu gördü. Allah Rasûlü r, açlıktan
iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına
taş bağlamıştı. Zira az evvel de ifâde ettiğimiz
gibi, Rasûl-i Ekrem r Efendimiz ve ashâbının en
mühim meşguliyeti, Allâh’ın Kitâbı’nı anlamak ve
öğrenmek, en büyük arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı
tekrar tekrar okumak ve dinlemekti. (Ebû Nuaym, Hilye,
I, 342)
Allah Rasûlü r kendisine gelen heyetlerin
Kur’ân ve Sünnet’i öğrenmeleri husûsuyla da çok
yakından ilgilenirdi. Geri dönerlerken onlardan,
burada öğrendikleri şeyleri memleketlerinde en
güzel bir sûrette öğretmelerini isterdi. Aynı ilgi ve
alâka tek başına gelenler için de geçerliydi.
Nitekim Umeyr bin Vehb, Medîne’ye gelip,
gördüğü bir mûcize karşısında müslüman olduğunda Rasûlullah r ashâbına:
“–Kardeşinize dînini iyice anlatınız! Kendisine
Kur’ân okuyup öğretiniz!..” buyurmuştu. (İbn-i Hişâm,
II, 306-309; Vakıdî, I, 125-128; Heysemî, VIII, 284-286)
Ebû Saîd el-Hudrî t şöyle der:
“Nebiyy-i Ekrem r Efendimiz’in ashâbı bir
araya gelip oturduklarında, Kur’ân-ı Kerîm ile meşgul olur, onu okur ve mânâsında derinleşmeye
çalışırlardı. Ya içlerinden biri bir sûre okur veya
birinden bir sûre okumasını talep ederlerdi. (Daha
sonra diğer ilmî ve fıkhî mevzûlara geçerlerdi.)”
(Hâkim, Müstedrek, I, 172/322)
Müfessir
Abdülhamîd
Keşk der ki:
“Sahâbeden biri evine girdiğinde hanımı ona derhal şu
iki suâli sorardı:
1) Bugün Kur’ân’dan kaç
âyet nâzil oldu?
2) Allah Rasûlü’nün hadislerinden neler ezberledin?” (Fî
Rihâbi’t- Tefsîr, I, 26)
Yine nikâh esnâsında bir
sahâbî hanımın, mihr olarak
kocasının kendisine Kur’ân’dan
bildiği kısımları öğretmesini
yeterli görmesi, bu hususta ne
muhteşem bir fazîlet tablosudur.
Rasûlullah r Efendimiz,
Hâlid bin Velîd’i bir sefere gön-
dermişti. Hâlid t oradan Allah Rasûlü’ne yazdığı
mektupta, Beni’l-Hâris kabîlesini İslâm’a dâvet ettiğini, onların da harp etmeden
Kâinâtın en mükerrem İslâm’a girdiğini bildirmiş ve
sözlerine şöyle devam etmiştir:
varlığı olan insanların, ne“Onların aralarında ikāmet
sillerini mânevî duygular- ediyorum. Onlara Allâh’ın emdan ve Kur’ân nûrundan rettiği şeyleri söylüyor, nehbîgâne yetiştirmeleri, ne yettiklerinden sakındırıyorum.
hazindir. Anne-babaların Allah Rasûlü’nün mektubu gelinceye kadar onlara İslâm’ın
evlâtlarına
gösterecekleri şefkat ve merhamet;
onları lüzûmundan fazla
maddî gıdalarla ifrata varacak şekilde beslemek
değil, daha ziyâde mânevî
gıdalarla onları rûhen de
istikbâle hazırlamaktır.
esaslarını ve Peygamber r
Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sini öğreteceğim.” (Prof. Dr.
Muhammed
Hamîdullah,
el-Vesâiku’s-
Siyâsiyye, s. 131)
Rasûlullah r Efendimiz
ve halîfeleri, Kur’ân-ı Kerîm’i
uzak bölgelerde de öğretebilmek için ellerinden gelen her
şeyi yapmışlardır. Bu meyanda,
Eylül 2012 •
• 39 <
pek çok âlim sahâbîyi İslâm dünyasının muhtelif
merkezlerinde hoca olarak görmek mümkündür.
Zira onlar, ellerindeki bütün imkânlarla dünyanın dört bir yanına dağılmış ve insanlara, Kur’ân’ı
ve Sünnet’i öğretmeye çalışmışlardır. (Bkz. Buhârî,
Menâkıbu’l-Ensâr, 46; İbn-i Hişâm, II, 43-46; Ebû Nuaym, Delâilü’nNübüvve, I, 307; Heysemî, VI, 41; Zehebî, Siyer, I, 182)
Meselâ Mus’âb bin Umeyr t ile âmâ sahâbî
Abdullah bin Ümmi Mektûm t, Medîne’ye muallim olarak gönderildiklerinde, insanlara İslâm’ı
anlatıyor ve her fırsatta Kur’ân öğretiyorlardı.
Şam’a gönderilen Ebu’d Derdâ t orada çok
uzun süre yaşadı ve çok meşhur bir ilim halkası
kurdu. Onun gözetimi altındaki talebelerin sayısı
1600’ü aşıyordu. Talebelerini on gruba ayırarak
her birine yetiştirdiği hocalardan birini tayin etti
ve gelişimlerini sırayla denetledi. Temel seviyeyi
geçenler, doğrudan o mübârek sahâbîden ders
> 40•
• Eylül 2012
alıyordu. Böylece daha ileri seviyedeki talebeler,
hem Ebu’d-Derdâ t ile çalışma hem de alt seviyedeki talebelere hocalık yapma imtiyâzına sahip
oluyordu. (Zehebî, Siyer, II, 344-346) Aynı metod, başka
sahâbîler tarafından diğer yerlerde de tatbîk edildi.
Hazret-i Ömer t, Yezid bin Abdullâh’ı
merkezden uzakta yaşayan bedevîlere Kur’ân
öğretmek için gönderdi. Ebû Süfyân’ı da bedevî
kabîlelere giderek tahsil derecelerini tespit için
müfettiş tayin etti. O, ayrıca Medîne’de çocuklara
Kur’ân öğretmesi için üç sahâbîyi vazifelendirip
her birine aylık 15 dirhem maaş bağladı. Yetişkinler de dâhil, herkese kolayından en az beşer âyet
öğretilmesini emretti.
Şu bir hakikattir ki, tarih boyunca hak ve
hakîkat adına her fetret devrinden kurtuluşun en
mühim vesîlesi, dinî eğitimin temelini oluşturan
Kur’ân-ı Kerîm hizmetindeki gayretler olmuştur.
Zamanımız da, böyle azim ve gayretlerin hayatî bir
ehemmiyet arz ettiği bir devirdir. Bu zamanda bütün ümmetin yeniden silkiniş ve özüne dönüşünü temin edebilecek olan asıl hizmet de, Kur’ân-ı
Kerîm’e yönelik ilgi ve alâkaya revaç verebilmektir.
Esâsen Cenâb-ı Hakk’ın “nurunu tamamlayacağı” (bkz. Saff, 8) vaadi, bir îman umdesidir. Lâkin
Cenâb-ı Hak nûrunu tamamlamak husûsundaki
vaadini insanlar eliyle gerçekleştireceğine göre
hepimiz, o vaadin gerçekleşmesinde canhıraş bir
fedâkârlık ve gayret hâlinde olmalıyız. Yoksa Rabbimiz yine nûrunu tamamlar, fakat bu hizmetlerde
ihmalkâr davrananlar mes’ûl olurlar.
Allah Rasûlü’nün yanında bütün seferlere
katılıp yalnız Tebük Seferi’ne iştirak etmeyen üç
kişiye gelen ilâhî cezâ mâlumdur. Şu hâlde ferdî
mes’ûliyetten kurtulabilmek için îman ve İslâm’ın
galebesi istikâmetinde, şahsî ve dünyevî işler için
katlanılan fedâkârlıklarla kıyaslanamayacak derecede büyük bir himmet sahibi olmak zarûrîdir.
Bu şanlı îman hizmetinden bir hisse alabilmekten
daha şerefli ne olabilir? Ancak tâkat nisbetinde bir
gayret sergilemeden, sırf ümit ve inancın ilâhî yar-
dımı celbedeceğini beklemek de İslâm’ın rûhuna için de büyük bir ebediyet kazancıdır. Allah Rasûlü
zıt bir keyfiyettir.
r bu kazancı şöyle ifâde buyurur:
İnsanların selde sürüklenen âvâre kütükler
“Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul:
misâli zamanın menfî modalarına kapıldığı günü«−Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye somüzde, sağlam bir İslâm şahsiyetiyle ayakta kala- rar. Cenâb-ı Hak ona:
bilmemiz; küfür, ilhad ve tâviz selinden üzerimize
«−(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın
bir katre dahî sıçramayacak sûrette korunabilme- senin için istiğfarda bulundu, duâ etti.» buyurur.”
miz için; yakınlarımıza, âile efrâdımıza, muhitimize (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509)
Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmeye, onun nûrunu, feyzini,
Bu sebeple yavrularımıza, Kur’ân-ı Kerîm ile
bereketini yaymaya gayret etmeliyiz. Zira gönül birlikte İlmihâl bilgilerini, Siyer-i Nebî’yi ve Hadîs-i
bahçeleri, yağmura hasret toprak
Şerîf’leri de öğretmeye ehemgibi Kur’ân rûhâniyeti ile amel-i
Tarih boyunca hak ve miyet vermemiz îcâb eder.
sâlih yağmurlarını bekler. Çünkü
Zira bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in
hakîkat adına her fetret
bu rahmet yağmurları ile gönülanlaşılıp yaşanabilmesi için
devrinden kurtuluşun en en zarûrî bilgilerdir.
de Yaratan’dan ötürü yaratılanlara
mühim vesîlesi, dinî eğişefkat, merhamet, hizmet ve muVelhâsıl insanlığa hidâyet
habbet filizleri yeşerir. Böylece intimin temelini oluşturan rehberi olan Kur’ân-ı Kerîm
san, kâinat kitabının hulâsası, hilve Sünnet-i Seniyye, Allah
Kur’ân-ı Kerîm hizmetinkatin nüsha-i kübrâsı hâline gelir.
ve Rasûlü’nün bizlere en büdeki gayretler olmuştur. yük emanetleridir. Sahâbe-i
Elinden, dilinden ve gönlünden
Zamanımız da, böyle azim kirâm ve mübârek ecdâdımız,
bütün varlıklar istifâde eder.
Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’e
ve gayretlerin hayatî bir bu emanetleri 1400 seneden
olan ihtiyacımızı aslâ unutmaberi ne şekilde idrâk edip bize
ehemmiyet arz ettiği bir
malıyız. Kur’ân ile dâimî bir
kadar ulaştırmışlarsa, biz de
devirdir. Bu zamanda bü- gelecek nesillere öyle ulaştırünsiyet içinde hemhâl olmatün ümmetin yeniden sil- mak mecbûriyetindeyiz. Bu
mız; onun emir ve nehiyleri ile
istikāmetlenmemize ve ahlâkı ile
kiniş ve özüne dönüşünü emaneti kendimizden başlaahlâklanmamıza vesîle olacaktır.
temin edebilecek olan asıl yarak Allâh’ın kullarına taşıyaAksi yönde hareket etmek ise,
bilmek, Allah rızâsı için yapıhizmet de, Kur’ân-ı Kerîm’e labilecek en mühim hizmettir.
büyük bir hüsran sebebidir. Ebedî
yönelik ilgi ve alâkaya re- Bu hizmetler, bizim âhiret seristikbâli, fânî lezzetler uğruna
hebâ etmektir.
mayemiz ve -inşâallah- cenvaç verebilmektir.
Kâinâtın
en
mükerrem
net vizemiz olacaktır.*
varlığı olan insanların, nesilleCenâb-ı Hak, cümlemirini mânevî duygulardan ve Kur’ân nûrundan ze Kur’ân ve Sünnet çizgisinde, istikâmet üzere
bîgâne yetiştirmeleri, ne hazindir. Anne-babala- yaşayabilen bahtiyar kullardan olabilmeyi lûtf u
rın evlâtlarına gösterecekleri şefkat ve merhamet; keremiyle ihsân buyursun…
onları lüzûmundan fazla maddî gıdalarla ifrata vaÂmîn…
racak şekilde beslemek değil, daha ziyâde mânevî
gıdalarla onları rûhen de istikbâle hazırlamaktır.
*Bu yazı, Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi’nin “Hizmet”
Zira anne-babaların evlâtlarına şevk ve mu- isimli eserinden, müellifin bâzı ilâve ve tenkisleriyle hazırlanhabbet dolu bir dinî eğitim aldırmaları, kendileri mıştır.
Eylül 2012 •
• 41 <
ÜÇ SAATLİK
ÖMRÜN KALSA…
Ahmet ZİYLAN
G
eçenlerde bizim Hacı Hanım bana diyor
ki: “Bir rüya falan mı gördün, bir şey mi
var, hep ölümden bahsediyorsun? ‘Yarını ya görürüz ya görmeyiz’ diyorsun.” Bacanak
da onu tasdik ederek: “Sen son zamanlarda hep
ölümden bahseder oldun. Duyduğun bir şey mi
var, sen ölümünün ne zaman olacağını biliyor
musun?” deyince; “Biliyorum” dedim. İkisi birden:
“Ne zaman?” dediler, “Ne zaman öleceksin?” “Ecelim geldiği zaman…” dedim.
Ecelimiz geldiği zaman bir dakika durmaz,
ölürüz. Bu kesin! Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: “Ecelleri geldiği zaman onlar ne bir saat geri kalabilir-
ler ne de öne geçebilirler” buyrulmaktadır. (Nahl,
16/61) Ama ecelimiz gelmeden evvel her an ölüm
gelip bizi bulacakmış gibi günde en az üç-beş dakika onu düşüneceğiz ki o son anımıza hazır olalım. Namaz kılarken de öyle değil mi? Efendimiz
Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e gelip nasihat isteyen
bir sahâbîye: “Namazına durduğun zaman vedâ
edenin namazı gibi namaz kıl!” buyurmuşlardır.
Yani namazını da son namazınmış gibi kılacaksın
ki ihlasla, dikkatli, huşu ve huzur içinde namazını
eda edesin. İşte o şuur burada bizzat Peygamber
Sallallahu Aleyhi ve Sellem’e Efendimiz tarafından
verilmiş oluyor.
Peki, bu şuura ulaşmak için neler yapmak gerek? Bir kere hasta ziyaretine, mezarlıklara gitmek
lazım, ölümü unutmamak, Allah’a hamd ve şükretmek, tövbe etmek lazım. Ölümü unutmayacağız
ama ölüm var diye de yelkenleri indirip bir kenara
çekilmeyeceğiz. Son ana kadar çalışmaya devam
edeceğiz. Hatta kıyametin yavaş yavaş üzerimize
doğru geldiğini görsek de çalışmadan geri durmayacağız. Bizde derler ki: “Kıyamet Kızılhisar’a da
gelse elindeki ağacı dik!” Kızılhisar (Oğuzeli) ilçesi,
Antep’e 17 km mesafede. Onun için ölümün olduğunu, kıyametin kopacağını, ahirette sorgu suale
Büyükçınar Hoca’ya sorduğumu söyledim ve anlatmaya başladım:
Ahmet Muhtar Büyükçınar Hocam’a “Nasılsın?” diye sordum. “İyiyim” dedi. 92 yaşında, yürüyemiyor. “İhtiyacını kendin görebiliyor musun?”
dedim. Oturduğu yerden kalktı ayağa. Beş santim
beş santim adım atıyor dört ayaklı baston ile. Ne
kadar gitti? Elli santim gitti, geri geldi. “Bu şekilde
yürüyorum” dedi. “Ama Mevlâ’ma çok şükrediyorum, hamdediyorum. Mevlâ’m kendisine hamd
edenlere cennette hamd köşkleri yaparmış. Allah
Teâlâ sevdiği kullarına böyle dertler verir, zorluk-
Hasta ziyaretine, mezarlıklara gitmek lazım, ölümü unutmamak, Allah’a hamd
ve şükretmek, tövbe etmek lazım. Ölümü
unutmayacağız ama ölüm var diye de yelkenleri indirip bir kenara çekilmeyeceğiz.
Son ana kadar çalışmaya devam edeceğiz.
Hatta kıyametin yavaş yavaş üzerimize
doğru geldiğini görsek de çalışmadan geri
durmayacağız. Bizde derler ki: “Kıyamet
Kızılhisar’a da gelse elindeki ağacı dik!”
çekileceğimizi, bir daha hiç dönüşün olmayacağını unutmamamız lazım.
İnsan hasta da olabilir. Dünya hayatının türlü
türlü imtihanları var. Geçenlerde emekli İstanbul
merkez vaizlerinden Naim Karaman Hoca’yı ziyarete gittik. Kendisi rahatsız. Cenâb-ı Hak acil şifalar
versin. “Hocam nasılsın?” diye sordum. “Ahmetciğim!” dedi. “Kükremiş arslan gibiyim. Ama bir de
gel, sen onu benim içime sor!” Bunu derken içi
geçiyordu. Şikayet etmek istemiyor, yelkenleri indirmiyor, güçlü görünmeye çalışıyordu. Sonra “Üç
saatlik ömrünüz kalsa ne yaparsınız?” diye sordu
ve “Başkalarını iyiliğe, hidayete davet; hizmet için
çalışmak, hizmete devam etmek lazım” deyip o
haliyle bizimle sohbet etti, bize nasihatte bulundu. Ben de kendisine, aynı soruyu Ahmet Muhtar
lar verirmiş ki, onlar bunlara tahammül etsin, bu
hamd köşklerini kazansınlar diye. İnşallah biz de
o hamd köşklerinden birini kazanırız” dedi. Güzel
bir tebessüm yüzünü kapladı, sanki hamd köşkünün anahtarını almış gibi. O da kendi kendine
mutlu olmanın yollarını arıyor ve bu onda mutluluk meydana getiriyor. Ahirete inanıyor, cennete,
cehenneme inanıyor. Şimdi onun; “Bula bula bu
dert beni mi buldu?! Böyle halim yok, şöyle halim
yok, şuram ağrıyor, buram ağrıyor, şöyle oluyor,
böyle oluyor, öldüm, bittim, bu ne hal, böyle yaşamak mı olur, ölsem daha iyi…” demesi mi iyi böyle
söylemesi mi?! O zaman bu halinden cesaret aldım, dedim ki; “Hocam, üç saatlik ömrün kalsa ne
yaparsın?” Düşündü. Dedi ki; “Önce hanımımı çağırırım yanıma. Çünkü o bana çok bakıyor. Ondan
Eylül 2012 •
• 43 <
bir daha helallik alırım. Ondan sonra evlatlarım- olsa insanız, etkileniriz, belki bir faydası olur diye
dan helallik alırım, helalleşirim yani. Ondan son- düşündüm. Allah bizleri imandan ayırmasın. “Ben
ra da tövbe ederim, salâvat ve şehâdet getiririm, hakkımı helal ediyorum siz de hakkınızı helal ediniz.” Helalleştik.
imanla göçebilmek için.” Sonra devam ettim:
İstanbul Sultan Ahmet Camii eski imamla“Önce en yakınından; hanımından başladı helallik dilemeye. Çünkü kul hakkı var. Onun için kul rından merhum Gönenli Mehmet Efendi Hocahakkından başladı. Ondan sonra da hemen tövbe mızın bir kıssası var; Bir beldede ağanın düğün
merasimi varmış. Atlar donatılmış, her şey baygeldi. Can bedende iken tövbe
ram havası içindeymiş. Atlara
etmek güzel bir şey. En sonunda
da salâvat ve şehâdet getirerek o Her an ölüme hazırlıklı ol- binilmiş, merasim başlamış.
üç saati tamamlamaya çalışıyor. mak gerek; ölümü, ahiret Ağa, görkemli atının üzerinde,
Onun için «O şöyle dedi, bu böyle gününü, hesap vereceğimi- göz alıcı kıyafetler içerisinde
dedi», «Allah denemek için bula zi, Allah’ın huzurunda oldu- havalardadır. Aşağıdan birisi;
“Nereye gidiyorsun?” demiş.
bula beni mi buldu?» dememek
ğumuzu, O’nun her şeyden Ağa adamı küçümser bakışlarlazım. Bu isyan olur. Yine her başa
haberdar olduğunu unut- la süzmüş, “Sana ne! Gittiğim
gelen için «Ben ne yaptım da bu
mamamız lazım. İslâm’ı yeri sana mı söyleyeceğim,
benim başıma geldi?» dememek
aşkla yaşayıp aşkla yaşat- bana bunu soruyorsun?! Sen
gerek. Baksana peygamberler de
kimsin?” deyince adam; “Ben
birçok belalara mübtela kılındılar. mak için gayret gerek. YaAzrâil’im” demiş. “Aman kusura
Peygamberimiz sallallahu aley- rın ne olacağını bilmiyoruz.
bakma, bana bir gün müsaade
hi ve sellem de öyle oldu, Eyyüb Onun için harama, helale,
et de şu düğün işini bitireyim.”
aleyhisselâm böyle oldu, Hz. Ali kul hakkına, ibadetlerimiAzrâil de, “İzin falan yoktur”
şöyle oldu. Demek ki hepsi bir im- ze, duruşumuza, davranışdemiş ve işini bitirmiş. Başka
tihan ve onların da kazanacakları larımıza dikkat etmeliyiz.
birisi de yolda giderken Azrâil
makamları elde etsinler diye” dealeyhisselâm ona da sormuş
dim ve peşinden “Şair ne güzel söylemiş!” diyerek
“Nereye gidiyorsun?” diye. Adam, “Hayırdır inşalşu şiiri okudum:
lah, niçin soruyorsun? Sen kimsin?” demiş. Ölüm
Suçu ne idi Nesîmî’nin derisini yüzdürdün
meleği, “Ben Azrâil’im, görevimi yapmaya geldim”
Suçu ne idi İbrahim’in mancınıkla attırdın
deyince adam, “Ben hazırım. Ne zamandır seni
Benim güzel Yusuf’umu bezirgâna sattırdın
bekliyordum. Her şeyim tamam, görevini hemen
Melûl olma benim gönlüm, gelen Allah’tan gelir. yapabilirsin” demiş. Azrâil aleyhisselâm “Herkes
Sen râzı ol bu işe, gelen Mevlâ’mdan gelir.
müsaade isterken sen, «Görevini hemen yap!» diyorsun. Sana bir iyilik yapayım; güzel bir abdest
Gör başına neler geldi Hak arslanı Ali’nin
al ve namaza dur. Sen secdedeyken ben vazifemi
Sözü gerçek, sırrı gizli şah-ı merdan velinin
yerine getireyim” demiş.
Bedenini kurtlar yedi Eyyüb gibi kulunun
Merhum Necip Fâzıl ne güzel söyler;
Melûl olma benim gönlüm, gelen Mevlâ’dan gelir.
O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Sen râzı ol her şeye, gelen Allah’tan gelir.
Azrail’e hoş geldin diyebilmektir hüner.
Neticede sözlerimi şöyle tamamladım: “HoHer an ölüme hazırlıklı olmak gerek; ölümü,
cam, size teselli anlamında söyleyecek bir sözü- ahiret gününü, hesap vereceğimizi, Allah’ın huzumüz yok. Zira sizden çok şey duyduk, çok nasi- runda olduğumuzu, O’nun her şeyden haberdar
hatler işittik. Bu sözlerimi, aramızdaki kardeşlik olduğunu unutmamamız lazım. İslâm’ı aşkla yaşahukukuna binaen söylediğimi kabul et.” Ne de yıp aşkla yaşatmak için gayret gerek.
>44 •
• Eylül 2012
Bir hatıramı daha sizlerle paylaşayım. Bundan
30 sene kadar önce İstanbul’dan Antep’e arabalarımızla gidiyoruz. Ramazan bayramını Antep’te
geçireceğiz. Önde biz, arkada Yaşar Şişman adlı
arkadaşımız peşpeşe yola devam ediyoruz. Bir
yerde konakladık. Yeniden arabalara binerken,
Yaşar Bey, “Şu paranın üstünü vereyim” dedi ve
bana bir miktar para uzattı. Aramızda bir alışveriş
olmuş ama aklımda değil. Altı buçuk lira alacağım
varmış. Bunu, altı tane bir lira, bir de elli kuruş bozuk olarak bana verdi. Ben de; “Kardeşim, acelesi
ne, sonra verirsin!” dedim. “Yok yok, şu paranı al,
helalleşelim” dedi. Parayı aldım, helalleştik, arabalara bindik, yola devam ettik. Daha 30-40 dakika
geçmemişti ki Hendek’te karşı yoldan gelen bir
Romen tırının şoförü uyumuş, doğruca üstümüze geldi. Bizi şarampole yuvarladı, arkadaşla kafa
kafaya çarpıştı. Arabadan çıkardık. Hiçbir şey demeden kucağımda can verdi. Hanımı da yanında
oturuyordu. O da orada vefât etti. Arkada da iki
çocuğu oturuyordu. Onlara hiçbir şey olmamıştı.
Yarın ne olacağını bilmiyoruz. Onun için harama,
helale, kul hakkına, ibadetlerimize, duruşumuza,
davranışlarımıza dikkat etmeliyiz.
Bir anneannemiz vardı. Adı Fatma idi. Herkes
ona “Hanım Bacı” derdi. Gerçekten hanım idi. Bir
gün çocukken onlardaydım. Yakın komşulardan
üç-beş hanım oraya geldi.
“Hanım Bacı, çeyizine bakmaya geldik.”
“Daha geçen gün gösterdim ya!”
“Yine göster, şu bacı görmemiş.” Sonra hep
beraber odaya çıktılar. Ninem dolaptan bir bohça çıkardı. Bir tarafını açtı, sonra öbür taraflarını
açtı. Bohçanın içerisinde çeyiz dedikleri ölüm hazırlığı imiş. Tek tek kaldırarak, “İşte şu kefenim, şu
gömleğim, şu kuşağım, şu sabunum, şu lifim, şu
kokum” diyerek lazım olan her şeyi onlara gösterirken hepsi ölümü tefekkür ediyordu. O zamanlar
bu hazırlığı kişi kendisi yapardı. Şimdi ise belediyeler bu işleri yapıyor. Hülasa ölümü unutmamak
lazım.
Bir gün İstanbul Firuz Köy’e pikniğe gittik. Yedik, içtik; dönüyoruz. Yanımızda rahmetli annem
de var. Oturduğumuz yerden daha 5-10 metre
ayrılmıştık ki annem geriye döndü ve çevresine
seslenerek “Öğlenden beri beraberiz; ağaçlar, taşlar, yapraklar, kuşlar, hakkınızı helal ediniz! Hele
yerdeki çimenler, üstünüze oturduk, boynunuzu
büktük, ne olur hakkınızı helal edin!” dedi. Yani o,
ölümü düşünüyor, üzerinde hakkı olabilecek her
şeyle helalleşiyordu. Allah bizleri de bu şuurda eylesin. Mevlâ’m bizlere ve Ümmet-i Muhammed’e
iman ile ahirete göçmeyi nasip eylesin.
Eylül 2012 •
• 45 <
RÖPORTAJ
“O Kur’ân kursuna baktığımda, sabahleyin o masum ağızlardan dökülen Kur’ân seslerini duyduğumda, kendi kendime;
«Allahım, dünyanın en mesut, en bahtiyar insanı herhalde
benim» diyorum.”
SENEGAL MERKEZLİ AFRİKA’DA HİZMET VEREN
ŞEFKAT YOLU VAKFI BAŞKANI HÜSNÜ BİRCAN İLE SENEGAL
HİZMETLERİ ÜZERİNE…
Şefkat Dergisi: Efendim, ilk defa Senegal’e
ne zaman gittiniz ve hangi sebepler sizi Afrika’ya
sürükledi.
Bircan: 2010 yılının şubat ayında Senegal’e
ilk gidişimiz. Daha önce Kazakistan’da Şefkat
Yolu Derneği’nin sponsorluğunda yapılan başta
eğitim hizmetleri olmak üzere muhtelif çalışmalarda görev almıştım. En son Astana’da hizmet
faaliyetlerinde bulunuyordum. Senegal’de hizmet etmemizin daha uygun olacağı söylenince
düşünmeden kabul ettim. Ha Orta Asya ha Afrika, bir şey farketmiyor, nerede bir hizmet varsa
orada olmak, insanlara şefkat elini uzatmak ve
ızdırapları dindirmek gerekiyor.
>46 •
• Eylül 2012
Şefkat Dergisi: Kazakistan Kazak-Türk (Yesevi) Üniversitesi Uluslararası İlişkiler mezunusunuz. Senegal’e vardığınızda, burada şu yapılmalı dediğiniz husus ne oldu? Yani ilk dikkatinizi
çeken şey neydi?
Bircan: İlk dikkatimi çeken, küçük çocukların açlığı oldu. Eğitimden önce bu çocukların
karınları doyurulmalı diye düşündüm. Konum
itibariyle Senegal çevre ülkelere göre daha gelişmiş bir yer. Dolayısıyla komşu ülkelerden çok
göç alıyor. Küçük çocuklar geliyor, aileler geliyor.
Bu küçük çocukların barınacak evleri yok, sokaklarda kalıyorlar, dileniyorlar. Halleri çok perişan.
Yine “dâra” dedikleri böyle çatısı olmayan, affe-
Eylül 2012 •
RÖPORTAJ
dersiniz bizde ahır diye tabir edilebilecek, olduk- seminer çalışmaları yapabileceğimiz, yemek, çay
ça ilkel yerler Kur’ân kursu olarak açılmış, oralara ikramında bulunabileceğimiz büyük bir salonugönderiliyorlar ve orada kalıyorlar. Şartları çok muz var. Bir yandan halka yönelik bu çalışmaları
kötü, yiyecekleri yok, doğru dürüst kalacak yer- yaparken diğer yandan da örgün ve yaygın eğileri yok, yağmur dönemlerinde suyun içinde- timi, hayriye faaliyetlerini, basın-yayın, çalışmaler. Bunlar gündüz belirli vakitlerde dışarılarda larını, kısaca hizmetin plan, proje ve yürütülmedolaşıyorlar, ellerinde tasları var, taksicilerden, sini buradan idare ediyoruz.
arabalardan, evlerden, yemek topluyorlar. GünŞefkat Dergisi: Önce eğitim hizmetlerinizlük yemeklerini topladıktan
den başlayalım. Eğitime yönelik
sonra o kurslara gidiyorlar, elif
neler yapıyorsunuz?
Üzerlerinde doğru düzbâ, Kur’ân-ı Kerîm vs. okumaya
Bircan: Eğitime dair yapgün elbiseleri, ayaklarınçalışıyorlar, oldukça basit semış olduğumuz en büyük çaviyede. Buralar onlar için aynı da ayakkabıları olmayan lışma, hiç şüphesiz Dakar İslâm
zamanda iyi kötü barınak vazi- bu yarı çıplak çocukların Enstitüsü’dür. Enstitü, bundan kırk
fesi görüyor. Bu mekanlar sağ- ellerinde taslar veya kon- yedi yıl önce yapılmış, büyük bir
lıklı olmadığı için, bir de bes- serve kutuları ile dolaşıp bina, 7500 m2 kapalı alana sahip.
lenme yetersizliği eklenince yemek istemeleri insanın Fakat yapıldıktan sonra Fransızca
birçok hastalık da beraberinde
eğitime zarar verebilir diye alaniçini sızlatıyor. Bunları
geliyor. Senegal’e, Dakar’a ilk
ları kısıtlanmış, sadece konferans
gördüğünüz zaman ingiden bu çocukları görüyor.
salonu kullanılmış. Binanın geri
sanın
içinden,
büyük
bir
Üzerlerinde doğru düzgün elkalan kısmı atıl kalmış, perişan olbina
yapayım,
sokakta
ne
biseleri, ayaklarında ayakkamuş. İşte yukarıdan su almış, içinkadar
çocuk
varsa
toplabıları olmayan bu yarı çıplak
deki bütün eşyalar, elektrik tesisaçocukların ellerinde taslar veya yayım, işte birinci katın- tı, su tesisatı vs. tamamen bitmiş.
konserve kutuları ile dolaşıp da doktorları olsun önce Her ne kadar binanın yenilenmesi
yemek istemeleri insanın içini bir sağlık kontrolünden ve çalışır hale getirilmesi için devsızlatıyor. Bunları gördüğünüz
let tarafından bir takım kararlar
geçsinler, sonra güzelce
zaman insanın içinden, büyük
alınmışsa da gerekli ödenek buluyıkansınlar, ondan sonbir bina yapayım, sokakta ne
namadığı için fiiliyata geçirilemera
tedavileri
yapılsın,
üç
kadar çocuk varsa toplayayım,
miş. Biz gittiğimiz zaman binayı
öğün
güzel
yemekler
yeişte birinci katında doktorları
gördük, yanında on beş bin kişilik
olsun önce bir sağlık kontro- sinler diye geçiyor. İşte bir camisi var. Çok büyük bir yer,
lünden geçsinler, sonra güzel- ondan sonra bu çocuklar dört hektarlık bir alana yayılmış
ce yıkansınlar, ondan sonra te- biraz toparlanıp ancak bir külliye denilebilir. Yetkililerdavileri yapılsın, üç öğün güzel
le görüştük. Yapmak istediğimiz
eğitim alabilirler.
yemekler yesinler diye geçiyor.
eğitim faaliyetlerinden bahsettik.
İşte ondan sonra bu çocuklar
Onlar da aynı şeyleri yapmak, tecbiraz toparlanıp ancak eğitim alabilirler.
rübelerimizden istifade etmek istediklerini bilŞefkat Dergisi: Peki, siz orada ilk adım ola- dirdiler. Senegal Milli Eğitim Bakanlığı ile yapırak neler yaptınız, biraz ondan bahsedelim?
lacak eğitimin şartlarını görüştük ve anlaşmaya
Bircan: İlk olarak Senegal’in başkenti vardık. Ardından tadilat ve tamirat işlerine başDakar’da Şefkat Yolu Derneği’nin partner kuru- ladık ki bu da altı-yedi ay kadar sürdü ve 2011
mu olan Şefkat Yolu Vakfı’nı kurduk. Vakıf mer- yılı itibariyle de eğitime başladık. Bu külliyenin
kezimiz iki katlı bir bina. Halkı karşılayıp sohbet, tam karşısına iki katlı, 200 öğrencinin hem kalıp
• 47 <
RÖPORTAJ
hem de okuyabilecekleri bir de kız bölümü yaptık. Orada da kız öğrenciler okumaya başladılar.
Bir yıldan beri enstitümüz eğitime devam ediyor.
Ve o bölgedeki örnek okullardan bir tanesi oldu.
Maksadı da Senegal’de dini eğitim verebilecek
öğretmenler yetiştirmek. Bu çok önemli. Ülkede
yaklaşık on bin tane Kur’ân kursu var ki az önce
durumlarından bahsettik, yine yetmiş bin cami
var. Fakat hepsi resmi değil ve imkanları sınırlı.
Programları farklı farklı. İnşallah burada kaliteli
kadrolar yetiştirebilirsek, onlar ülkedeki bu sıkıntıya ileride çare olurlar diye düşünüyoruz.
>48 •
• Eylül 2012
Şefkat Dergisi: Peki, enstitüye rağbet nasıl?
Gerekli alakayı görüyor mu?
Bircan: Çok rağbet var. Enstitüye giriş imtihanına bin civarında müracaat oldu. Ancak
ilk etapta yüz elli öğrenci kabul edebildik ve
geri kalanını gönderirken inanın çok zorlandık.
Oradan Türkiye’ye, Türkiye’den de Senegal’e heyetler gidip geldiler. Eğitim noktasında gerekli
görüşmeler yapıldı ve Senegal için en uygun
eğitim programı hazırlandı. Senegal Milli Eğitim
Bakanlığı da programı çok beğendi. Üç yıllık bir
program. Tabii ki zamanla daha da geliştirilecek
inşallah. Herkes çok ümitli. Enstitü bünyesinde
bir araştırma merkezimiz var. Kendi kitaplarımızı kendimiz basıyoruz. Şimdiden Senegal’in göz
bebeği bir eğitim müessesesi olmaya aday.
Şefkat Dergisi: Bildiğimiz kadarıyla İslâm
Enstitüsü’nde öğrenciler yatılı okuyorlar. Onları
nasıl eğitiyorsunuz? Bu konuyla ilgili çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Bircan: Bizim tek şartımız öğrencilerimizin
yatılı olması. Yirmi dört saat öğrenci ile ilgilenebiliyorsunuz. Hocalarımızla, belletmenlerimizle
devamlı öğrencilerimizin yanındayız. Gündüz
öğretmenleri, gece de belletmen ağabeyleri ilgileniyorlar. Bir bakıma çocukların örnek aldıkları
anne ve babaları oluyorlar. Oturuşundan kalkışına, yatışından giyinişine, yemek yemesinden
temizlik adabına kadar bir insanın hayatında
vazgeçemeyeceği davranışları böylece öğrenmiş oluyorlar. Tabii Afrika toplumu, imkansızlıklar sebebiyle, temizlik vs. gibi konularda oldukça
sıkıntılı. Bu konularda oldukça zorlandık ama
elhamdülillah altı ay gibi kısa bir sürede Türkiye’deki o yatakhane düzenine ulaştık. Şu anda
Senegal Milli Eğitim Bakanlığı yetkilileri geldiklerinde veya çevre illerden bizleri ziyaret edenler
şaşırıyorlar ve bizlere “Her zaman burası böyle
mi?”, “Bunu nasıl sağlıyorsunuz?”, “Kaç temizlik
personeli çalıştırıyorsunuz?” gibi sorular soruyorlar. Ardından da “Biz de böyle yapmayı düşünüyoruz” diyorlar. Yani enstitümüz model okul
olma hüviyeti taşıyor. Bu önemli bizim için.
RÖPORTAJ
Şefkat Dergisi: Bu konuda yapmış olduğu- başlıyor. Neticede güzel bir faaliyette bulunulnuz çalışmaları biraz daha detaya inerek, daha muş oluyor.
somut biçimde anlatabilir misiniz?
Şefkat Dergisi: Peki, küçük yaştaki öğrenBircan: Mesela kız bölümünde yatakha- cilere yönelik Kur’ân kursu seviyesinde herhangi
neler arası yarışmalar yapılıyor ve her hafta en bir çalışmanız var mı?
temiz yatakhane ödüllendiriliBircan: Senegal’e ilk gityor. Bu ne olur; bir kitap, bir batiğimizde Kur’ân kurslarında
Türkiye’nin
fedakâr
hizmet
şörtüsü, bir kalem veya defter
eğitim nasıl yapılıyor diye çevehli
insanlarından
Allah
razı
olur. Şimdi bu hafta yaptıkları
re kursları dolaştık. 40 m2’lik
o temizlik kontrolünde birin- olsun. Bu şekilde Afrika’da küçük odalarla karşılaştık. İçinciyi seçemediler. Niye? Bütün yüzlerce kuyu açarak kurak de belki kırk-elli öğrenci var.
yatakhaneler tertemiz, hepsi
bölgeleri suyla buluşturu- Orada yiyorlar, orada yatıyorbirbirinin aynı. “Ne yapalım?”
lar, orada okuyorlar. Dışarıda
yorlar ve büyük hayır işlemiş
diye sorunca “Hepsine ödül
kuyu gibi bir şey var, oradan
oluyorlar. O bölge insanlaverin o zaman, yapacak bir
da abdest alıyorlar, mescitleri
rından
bol
bol
dua
alıyorlar.
şey yok” dedik. Yine erkek ve
de orası her şeyleri orası. OnYakın
zamanda
da
Şefkat
kız bölümlerinde yatakhaneları görseniz içiniz parçalanır.
lerin her birerinin isimleri var. Yolu Derneği aracılığı ile Hatta bir hatıramı anlatayım:
Bir sahabi veya başka bir İslâm Senegal’e bir sondaj kamyo- Gittiğimiz yerlere elimiz boş
büyüğünün adı. Herkes yatak- nu gönderdiler. Bundan böy- gitmeyelim diye erzak da göhanesinin adını taşıyan o zâta
türüyoruz. Erzak dediğim de
le Senegal ve çevre ülkelerde
dair ne varsa öğreniyor, düpirinç ve yağ. Kırk kişilik bir
kendi imkanlarımızla kuyuzenlenen bir sohbette onu anhafızlık kursu günde yedi kilo
lar
açacağız
inşallah.
latıyor. Böylece herkes, o şahıs
pirinç yiyor. En çok tüketilen
hakkında ayrıntılı bilgiye sahip
pirinç; bir de balık oldu mu taolmuş oluyor. Belli bir dönem sonra yatakhane- mam. Günlük yemekleri bu. Sabahleyin de süt
lerin isimleri değiştiriliyor, aynı süreç yeniden tozu gibi bir şey içiyorlar. Biz de birkaç çuval
Eylül 2012 •
• 49 <
RÖPORTAJ
>50 •
pirinç ve yağ ile Kur’ân-ı Kerîm ve elif bâ götürdük. Kursun hocası yaşlı bir zât ve bize kursuyla
alakalı bilgiler veriyor. Şu kadar öğrenci var, şu
kadarı hafızlık yaptı, şu kadarı Arapça okuyor, şu
kitapları bitirdiler vs. Bir de kenarda yirmi yaşlarında bir genç var. Elbisesi eski, yırtık, derme
çatma, tam örtmüyor üzerini. Ayaklarında bir
şey yok. Yani acınacak halde. Sorduk, hoca olduğunu öğrendik. Onun o hali karşısında bizim de
yüzümüz değişik bir hal almış, acıma ifadesine
bürünmüş olmalı ki yaşlı hoca oradan bana: “Ne
o; acıdın mı? Sen ona değil kendine acı” dedi. Şaşırıp kalmıştık. Onlara ziyarete gitmiştik, hediyeler götürmüştük, şimdi bu yaşlı adam bize böyle
söylüyordu. Bir yanlışlık vardı. Anlatmaya başladı: “Bu genç, daha dört yaşında buraya geldi, altı
yaşında hafızlığını bitirdi, Arapça şu şu kitapları
okudu. Şu anda da burada hocalık yapıyor. Ama
nasıl? Gündüz çalışmaya gidiyor. Kazandığı parayla burada okuyan öğrencilere erzak temin
ediyor, geri kalan vaktinde de bunlara ders veriyor.” Yani malıyla canıyla her şeyiyle hizmet
ediyor. Biz de gelmişiz, Türkiye’den bize verilen
emanetleri dağıtıyoruz ve kendimizde bir varlık
görerek hizmet ettiğimizi zannediyoruz. O gün
hiç unutamadığımız bir ders almış olduk. Bu
benim bakış açımı tamamen değiştirdi. Gerçek
hizmeti asıl o genç muallim yapıyordu. Biz ise
uçaklarla, altımızdaki arabalarla seyahat ediyor,
güzel ortamlarda yaşayarak hizmet ettiğimizi
• Eylül 2012
zannediyorduk. Ama bir de onların hizmetlerini
görünce şöyle bir irkildik ve kendimize geldik.
Şefkat Dergisi: Peki, öğrencilerin seviyeleri
nasıldı? Okutma imkanı bulabildiniz mi?
Bircan: Evet, seviyelerini öğrenmek için
içlerinden bazısını okuttuk. Kimi beş kimi on
yaşında. Okumaya başladılar; aman Allahım, o
kıraatları, o yanık sesleri. Bir duymalıydınız. Yani
o gece uyuyamadık. Ne yapalım diye düşündük.
Kur’ân kursu açmak gibi bir planımız yokken o
imkansızları görünce, bir de çocukların o gayretleri ve hocalarının o güzelliği üzerine eklenince
bir kurs yapalım dedik. Sonra bir Kur’ân kursu
açarak o öğrencileri oraya yerleştirdik. Şu anda
70 yatılı öğrenci bu kursumuzda okumaktadır.
Hafta sonu oluyor, hiç kimse evine gitmiyor.
Bayram tatilleri geliyor, çocuk evine gitmek istemiyor. Bir de öyle bir ders çalışıyorlar ki gece
gündüz. Geçende gece üç civarında kursa gideyim dedim, baktım kalkmışlar çalışıyorlar. Hocalarına; “Niye bu kadar erken kaldırıyorsunuz?
Yazık günah, bunlar daha çocuk!” deyince bana;
“Yok hocam biz kaldırmıyoruz. Onlar sabah namazından önce kendileri kalkıyorlar. Derslerimize iyi çalışmayıp başarısız olursak bizi kurstan
çıkarırlar diye korkuyorlar, o yüzden geri kalmak
istemiyorlar” dediler. Bunları görünce çok memnun oluyoruz. O kursa baktığımda, sabahleyin o
masum ağızlardan dökülen Kur’ân seslerini duyduğumda kendi kendime; “Allahım, dünyanın
en mesut, en bahtiyar insanı herhalde benim”
diyorum.
Şefkat Dergisi: Senegal’de vakıf olarak
başka ne tür faaliyetlerde bulunuyorsunuz?
Bircan: Senegal’de dört aylık bir yağmur dönemi oluyor. Güneye doğru inildikçe bu dönem
daha da uzuyor. Bundan sonra yağmur kesiliyor.
Bir dahaki yağmur dönemine kadar tek damla
düşmüyor. Bu dönemde birikmiş sular kısa sürede tüketiliyor ve insanlar susuz kalıyorlar. Bir
kadını görüyorsunuz sırtında çocuğu, kafasının
üzerinde su bidonu, kilometrelerce yürüyor ki,
çocuklarının çamaşırını yıkayacak, yemeğini yapacak, su bulabilsin. Bu ihtiyaca binaen Senegal
RÖPORTAJ
ve çevre ülkelerde, her mahalleye, her köye su
kuyuları açmaya çalışıyoruz. Şu ana kadar yetmiş civarında kuyu açtık. Bunlar genelde cami
kenarlarında, Kur’ân kursu civarlarında oluyor
ki gerek cemaat ve öğrenciler gerekse halk faydalanabilsin. Türkiye’nin fedakâr hizmet ehli insanlarından Allah razı olsun. Bu şekilde Afrika’da
yüzlerce kuyu açarak kurak bölgeleri suyla buluşturuyorlar ve büyük hayır işlemiş oluyorlar.
O bölge insanlarından bol bol dua alıyorlar.
Yakın zamanda da Şefkat Yolu Derneği aracılığı
ile Senegal’e bir sondaj kamyonu gönderdiler.
Bundan böyle Senegal ve çevre ülkelerde kendi
imkanlarımızla kuyular açacağız inşallah.
Şefkat Dergisi: Peki, bu insanlar bir kuyunun açılmasını nasıl karşılıyorlar?
Bircan: Bu, onlar için öyle bir velinimet ki,
evinin önünden su akıyor artık. Özellikle yaşlılar
çok dua ediyorlar hayır sahipleri için. Allah razı
olsun onlardan diyorlar. Çocuklar, hanımlar bayram ediyorlar. Küçük küçük çocukların o suyla
bir oynamaları var ki görmelisiniz.
Yine erzak dağıtım faaliyetlerimiz var. Ayrıca fakir kimselere elbise, yoksul öğrencilere
kırtasiye malzemesi, hastalar için de ilaç dağıtıyoruz. Belli zamanlarda doktor kontrolleri ve tedavi yaptırıyoruz. Bu arada kitap çeviri faaliyetlerimiz devam ediyor. Dini kitapları Senegal’deki
yerel dil olan Wolofça’ya çevirip halkın istifadesine sunuyoruz.
Şefkat Dergisi: 2010 yazıydı, Senegal’de bir
köy toptan müslüman oldu. Bu olayı bizzat yaşayan kişi olarak bize anlatır mısınız?
Bircan: Önceden Senegal’in güneyindeki
Ziganşor bölgesinde animist yani hiçbir dine
mensup olmayan, tabii hayatlarına devam eden
köylerin olduğunu biliyorduk. Canaf köyü de bu
bölgenin yaklaşık 110 km ilerisinde. Oraya yakın
köylerde bizim yaygın eğitim birimlerimiz vardı. İmamlar, oradan birkaç öğrenci topluyorlar,
biz de onlara destek oluyorduk. Onlar bize, bu
animist köylere gidip İslâm’ı anlatabiliriz dediler.
Yaklaşık on kişilik bir grup oluşturduk. Bu grup
belirli periyotlarla bu köylere gitti, İslâm’ın gü-
zelliklerini anlattı. Bir gün bir köyün şefi, köy
halkının komple müslüman olmak istediğini
bildirmiş. Oraya bakan yaygın eğitim kurs hocamız da büyük bir heyecanla bizi aradı, böyle
böyle bir durum var dedi. Elhamdülillah, biz de
çok sevindik. O hocamız; “Yalnız” dedi “Güzel bir
program yapsak, diğer köyler de bunu duysa,
hatta onları da davet edelim, hem onların topluca müslüman olmalarını kutlayalım hem de
gelenlere ziyafet verelim onları da teşvik etmiş
oluruz.” Böyle geniş katılımlı güzel bir program
düzenledik. Civar köyleri de davet ettik. Hayvanlar kesildi, büyük kazanlarda pişti, ziyafetler
verildi. Ve büyük bir merasimle oradaki insanlar topluca şehadet getirip müslüman oldular.
Tabii ki bununla iş bitmiyor; köyde bir cami
ve Kur’ân kursu yaptırdık ve bir de kuyu açtık.
İmam ve kurs hocası koyduk. Şimdi orada beş
vakit ezan okunuyor, cemaatle namaz kılınıyor
ve köyün çocukları Kur’ân-ı Kerîm ve dini dersler
okuyorlar. Yine köyün çocuklarını gruplar halinde Dakar’a getirip Kur’ân kursumuzda okuttuk.
Geri döndüklerinde çocukların üzerlerindeki bu
müspet değişiklik anne ve babaların da hoşuna
gitti. İslâm’a daha fazla sahip çıktılar ve diğer
köylere de örnek oldular. Oralardan da çok sayıda müslüman olan kardeşlerimiz var. Bilhassa
ramazanda yaptığımız erzak dağıtım faaliyetlerinin, halkın kalbini kazanmada çok büyük tesiri
oluyor.
Eylül 2012 •
• 51 <
RÖPORTAJ
>52 •
Şefkat Dergisi: Yani bir köyün çehresini değiştirmiş oldunuz. Ne büyük bir şey!
Bircan: Elbette. O köyün şefi, palmiye ağacından yapılma bir alkollü içkiyi çok içermiş.
İmam da ona; “Alkollü içkiyi bizim dinimiz kesinlikle yasaklıyor” demiş. Şef de; “Sizin dininiz
bunu yasaklıyorsa kesinlikle doğru dindir. Çünkü benim başıma ne geldiyse bundan geldi.
Perişan oldum. Ben de müslüman oluyorum
o zaman” demiş ve müslüman olmuş. Köyün
tamamı bu içkiyi bıraktı ve artık ne yapıyorlar
ne de içiyorlar. Yine müslüman olmadan önce
köyde domuz besiciliği yapılıyormuş ve halk da
bununla geçiniyormuş. Müslüman olunca onu
da bıraktılar. Allah razı olsun Türkiye’den hizmet
ehli bir ağabeyimiz, her haneye bir dişi bir erkek
küçükbaş hayvan hediye etti. Şimdi köylüler koyun besiciliği yapıyorlar. Koyunlar yavruladı ve
sürü haline geldi. Köy halkının siması da köyün
çehresi de değişti. En son gittiğimde İslâm’ın
verdiği enerji ile insanları farklı arayışlara girmiş
buldum. Bahçeler yapıyorlar, bir şeyler ekiyorlar,
hocaları onlara anlatıyor. Bir de “Artık eskisi gibi
değil, çok fazla yapılacak iş varmış ve vaktimiz
çoğaldı birden bire. Eskiden nasıl yaşıyormuşuz
hayret” diyorlar. Bu durum, diğer köylere de örnek oluyor.
Şefkat Dergisi: Tüm bu hizmetler Senegal halkı üzerinde nasıl bir etki uyandırıyor?
Türkiye’ye bakış açılarında değişiklikler meydana geliyor mu?
Bircan: Geçmişte yaşanan acı tecrübeler
sebebiyle Senegal halkı beyazlardan korkuyordu. Uzak duralım, ne olur ne olmaz diye düşünüyordu. Belli bir zaman sonra bizleri ölçtüler,
tarttılar ve şimdi, “Yahu, sizin dışınız beyaz olabilir ama içiniz zenci” demeye başladılar. Yani
kendilerinden kabul ediyorlar. Bir de Türkler’e
karşı ciddi bir sempati var. Kendileri gibi; müslüman fakat Arap değil. Bu çok önemli onlarda.
Öyle bir bağ kuruyorlar. Bir de bu son dönemde
Türkiye’nin gerek Filistin davasına gerekse diğer
müslüman ülkelerin problemlerine gösterdiği
üst düzey hassasiyet, onları çok memnun ediyor.
• Eylül 2012
Bizleri Osmanlı torunları olarak görüyorlar ve yabancı saymıyorlar, bize de bunu hissettiriyorlar.
Yani size sarılışından anlıyorsunuz ki bu adam
bizi seviyor, bire bir hissediyorsunuz bunu. Ve
Senegal’de bu zamana kadar hiçbir zorluk yaşamadık. Bir devlet dairesine gidip de, “Biz Türküz,
müslümanız, burada şöyle şöyle faaliyetler yapmayı düşünüyoruz, şu işlerimizi nasıl hallederiz?” dediğimiz zaman, muhatabımız, “Yahu bu
da benden olsun, bunu da ben halledeyim sizin
için” diyor. Herhangi bir tedirginlik hissetmeden,
samimiyetle yardım etmek istiyor. İşte başka bir
yere gidiyoruz, yolda kaldık şu oldu, bu oldu, bir
şekilde karşılıksız yardımcı oluyorlar. Bir köye
gidiyorsunuz, elinde tek bir pirinci var, sizi sevdiğinden onu sizinle paylaşmaya kalkıyor. Türk
milletini çok seviyorlar, merkezi yerlerde olup
da Türkiye’yi bilmeyen, Türkiye hakkında bir fikri olmayan ve Türkiye’yi sevmeyen yok denecek
kadar az, herkes tanıyor artık. Tabii ki bu sevgi
karşılıklı; biz de onları seviyoruz. Böyle bir muhabbetimiz de var onlarla. Allah’a şükür çok rahatız. Hiçbir sıkıntı yaşamadık. Resmi işlemlerde
bize çok yardımcı oldular.
Şefkat Dergisi: Hüsnü Bey, son sözlerinizi
alalım. Okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
Bircan: Afrika, bire yüz, bire bin kazanılan
bir yer. Gerçekten ihtiyaç var. Şehir merkezleri
dışındaki bölgeler çok ciddi sıkıntılar içinde. Bilhassa çocukların sokaklardan toplanıp bir yerde
sağlık kontrolünden geçirilip, tedavi edilerek
düzgün beslenmeleri ve eğitim almaları lazım.
Bunlar çok önemli ve şu anda benim hâlâ içimi
sızlatan, hepsine ulaşamamış olmamız. Küçük
bir kısmına ulaşmışız ancak. Türk halkından bu
tür faaliyetlerimize destek olmalarını, dualarını,
ramazanda erzak, kurbanda kurban yardımlarını, üç beş kişi de olsa birleşip bir kuyu açmalarını
bekliyoruz. Halkımız bu konularda çok hassas ve
cömert. Allah hepsinden razı olsun.
Şefkat Dergisi: Efendim, sizlere çok çok teşekkür ediyor ve çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
Bircan: Ben de teşekkür ediyorum.
Bir Hizmet Adamına
VEDÂ
Mairambek JUSUPOV / KIRGIZİSTAN*
A
llah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de “Her nefis ölümü tadacaktır” buyuruyor. Dolayısıyla insan hayatında, varlığından şüphe edilmeyen tek şey ölüm olsa gerektir. Ölüm kimine erken,
kimine geç gelir. Sonuçta herkes erken veya geç
ölümle tanışır.
Birkaç ay önce aramızdan ansızın ayrılarak
Allah’ın rahmetine kavuşan arkadaşımız Cumaşbek
hakkında bir vedâ yazısı yazmak istiyorum. On yıl
boyunca gerek Bişkek’te gerekse Türkiye’de beraber okuyan altı kişiydik; arkadaştan ziyade kardeş
gibi olan, aynı yurtta kalan, aynı ekmeği paylaşan,
iyi günde kötü günde her zaman birbirinin yanında
olan. Bişkek Araşan İlahiyat Fakültesi’nden beraber
mezun olmuş, daha sonra İstanbul Haseki Eğitim
Merkezi’ni bitirmiş ve Ankara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi’nde doktoraya başlamıştık. O, fıkıh sahasını seçmişti.
Geçen sonbaharda hep beraber mezun olduğumuz Bişkek’teki Araşan İlahiyat Fakültesi’nde
araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamıştık. Bir
yandan derslere girerek diğer yandan da doktora
tezlerimizi yazmaya çalışarak ilmi faaliyetlerimizi
sürdürüyorduk. Ölüm haktır, Hak’tan gelen Hakk’a
gider derler ya, Cumaşbek Aşimov arkadaşımızın
Allah’ın rahmetine kavuştuğunu söylediklerinde
duyduğuma inanamadım. Çünkü daha bir gün önce
telefonda konuşmuştuk. 29 yaşında, gencecikti, yeni
evlenmiş ve bir oğlu olmuştu. Ayakta durmakta zorlandım ve bulunduğum yere derin kederler içerisinde çöktüm, düşüncelere daldım.
Arkadaşlar arasında onun yeri farklıydı. Karakter olarak da, yapı olarak da çok iyi birisiydi. Az bir
zamanda güzel yönleriyle ve başarılarıyla birçok
kimsenin sevgisine layık olmuştu. Herkese örnek
olacak o kadar çok yönü vardı ki Cumaşbek’in. Gerek
*Oş Devlet Üniversitesi Araşan İlahiyat Fakültesi Bişkek/Kırgızistan.
arkadaşları gerek hocaları gerekse çevresindeki diğer insanlar tarafından ağır başlı, gayretli, çalışkan,
dürüst, sakin ve yöneticilik sıfatıyla bilinirdi. Kimsenin kalbini kırmaz, herkes tarafından sevilirdi.
Cumaşbek’in zihninde tek bir şey vardı, o da
hizmet etmekti. Memleketimize dönünce halkımıza
nasıl faydalı olabiliriz, ne yapmamız lazım diye kafa
yorardı. Örnek alınacak yönleri çoktu ama bir yönünü çok severdim; o da, kimsenin kalbini kırmazdı. Herkese hoş ve samimi davranırdı. Vaktini boşa
harcamadan kitap okur ve ders çalışırdı. Eğer bir şey
yapmamız gerekiyorsa önce bu konuda herkesin fikrini dikkatle dinler, sonunda kendi fikrini söyler ve
ona göre karar verilirdi.
Fakültedeki görevini sürdürürken gerçekten
de kısa zaman içinde gayretiyle ve çalışkanlığıyla
öğrencilere kendini sevdirmişti. Gece gündüz demeden fazladan dersler verirdi. Son zamanlarda
hep hizmetten bahseder ve bu yolda koştururdu.
Haftada bir gün yurtta öğrencilerle beraber kalarak
onlarla muhabbet eder, sorunlarını dinler ve onlara
yardımcı olmaya çalışırdı. Bu kısa vakitte öğrencilerin sevgisine nail olarak hayatında büyük başarılara
imza atmaya başlamıştı. Çünkü o, kendini ilim ve
hizmet yoluna adamıştı. Vefatı, okuduğumuz ve beraber çalıştığımız İlahiyat Fakültesi için büyük kayıp
oldu.
Cumaşbek hakkında anlatacak çok şey var. Ona
vedâ mânası taşıyan bu kısa yazıyı yazmak bile bana
çok ağır geldi. Çünkü onu hatırlayınca yazmakta zorlandım. O, bizim kalbimizde İslâm’ı tam mânasıyla
yaşamaya gayret eden kâmil bir mü’min olarak kalacaktır. Hiçbir zaman unutmayacağız onu.
Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine sabırlar diliyorum. Mekânı cennet olsun!
Aziz ruhu için bir Fatiha, üç İhlâs okuyalım.
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
KAZAKİSTAN
SU TUTUYOR…
İsmail Oğuz / KAZAKİSTAN
Ş
air Ebû Bekir b. Düreyd, insanoğlunun zamanla ilişkisini şu beyitleriyle çok güzel özetlemiştir:
İnsanlar zamanları ile aynı ayarda.
Ayaklar ise ayakkabıların ölçüsünde.
Senin zamanının adamları da,
Zamanlarına benzer, döneklikte ve hallerinde.
Zaman bozuk olunca, bozuk olmakta adamları da.
Öncelikli olarak belirtelim ki, zikrettiğimiz şiirden ve buna bağlı olarak ele alacağımız konudan
zamanın (dehrin) kötülendiği anlaşılmamalıdır. İnsa-
Kazakistan’da cami açılışlarından biri, Çimkent.
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
Günümüz insanının hayatına hâkim olan medeniyet/sistem tarafından
planlı ve programlı bir şekilde yürütülen çabalar sonucunda zihinler bulandırılmış, anlam buharlaşmış ve kavram kargaşası husule gelmiştir.
Bütün bunların neticesinde din ve dine ait bütün kavramların içi boşaltılmış, herkes konuşur ama hiç kimse bir şey anlamaz olmuştur.
Kazakistan’da camileri dolduran cemaat, Almatı.
nın zamanı, zamanın da bir aksülamel neticesinde insanı bozduğu hakikatini unutuyor değiliz.
(Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir. Bununla
beraber Allah yine de çoğunu affeder. Şûrâ-30)
İçinde bulunduğumuz asır, tam anlamıyla
fesadın yaygınlık kazandığı ve bütün korkunçluğuyla insanoğlu üzerine musallat olduğu bir zaman dilimine tekabül ediyor. Bu nedenle fesadın
en etkin olduğu sahalardan birisi, zamanın ve
onun içerisinde yaşayan insanın kaypak(kaygan)
laşmasıdır. İçine düşmüş olduğu “tebelbül” hali
nedeniyle artık ahir zaman nesline, en etkili âyet
ve hadisleri okumak suretiyle vaz-u nasihatte bulunmak; cennet ve cehennem, sevâb ve ikâb, havf
ve recâ vb. kavramlarla tefekküre sevk etmek;
ders alıp korkmasını, ürpermesini ya da ümit edip
şevke gelmesini beklemek beyhude bir çaba halini almıştır.
Tebelbül, Babillileşmek demektir. Rivayete
göre, Hz. Nûh’un oğulları tarafından gökyüzüne
ve tanrıya ulaşmak için Babil kulesi adında devasa
bir bina inşa edilmiş. Kule yükseldikçe yaptıklarıyla mağrur olan bu insanların dilleri, taraf-ı ilahiden
değiştirilmiş, birbiriyle anlaşamaz olmuşlar, anlaşmazlık arttıkça insanlar daha çok seslerini yükseltmişler, sesler yükseldikçe anlaşmazlık daha da
artmış. Tevrat’ta da dile getirilen bu tarihi olaydan
mülhem olarak, anlamama, anlatamama, anlaşılamama gibi durumların tamamı bir nevi “Babillileşme” diye nitelendirile gelmiştir.
Babillileşmek zihinlerde kaypak(kaygan)lığı
doğurur. Çünkü günümüz insanının hayatına
hâkim olan medeniyet/sistem tarafından planlı
ve programlı bir şekilde yürütülen çabalar sonucunda zihinler bulandırılmış, anlam buharlaşmış
ve kavram kargaşası husule gelmiştir. Bütün bunların neticesinde din ve dine ait bütün kavramlaEylül 2012 •
• 55 <
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… K
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… K
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… K
rın içi boşaltılmış, herkes konuşur ama hiç kimse
bir şey anlamaz olmuştur.
Zihinler (insan) ve zeminler (toprak) su tutmaz olmuş, her ikisi de kaypak(kaygan)laşmıştır.
Bu durumu en güzel şekliyle ifade eden bir hadis-i
şerif şu şekildedir:
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (r.a.), Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz’in şöyle buyurduğunu haber vermiştir:
“Allah Teâlâ’nın benim vasıtamla gönderdiği
hidayet ve ilim, bol yağmura benzer. Bu yağmur
öyle bir toprağa düşer ki onun bir kısmı suyu kabul eder de çayır ve bol ot yetiştirir. Bir kısmı da
kurak olur, suyu üstünde tutar da Allah Teâlâ insanlara onunla fayda verir. Ondan hem kendileri
içerler, hem hayvanlarını sularlar, ayrıca ekin de
ekerler. Bu yağmur başka bir çeşit toprağa rastlar ki o düz ve kaygandır. Ne suyu üstünde tutar,
ne de çayır bitirir. İşte Allah’ın dinini anlayıp da,
Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği hidayet ve
ilimden faydalanan ve bunu bilip başkasına bildiren kimseyle bunu duyduğunda kibrinden başını
bile kaldırmayan ve Allah’ın benimle gönderilen
hidayetini kabul etmeyen kimse böyledir.”
Resûlullah (s.a.v.) bu hadis-i şerifinde -şanına yaraşır- muazzam bir temsilde bulunuyor:
“Cenâb-ı Allah’ın benim vasıtamla gönderdiği
hidayet ve ilim bol yağmura benzer” buyuruyor.
Bilindiği üzere yağmurlar evvelemirde toprağın,
dolaylı olarak da insanların ona ihtiyaç hissettik>56 •
• Eylül 2012
leri bir halde gelirler ve ölü toprağı diriltirler. Tıpkı
hidayet ve ilmin ölü kalpleri dirilttiği gibi. Sonra
Efendimiz (s.a.v.), o ilim ve hidayete muhatap
olanları yani dinleyicileri, üzerine yağmurun indiği muhtelif topraklara benzetiyor.
Bunların birincisi âlim, âmil ve muallim; tıpkı
güzel bir toprak gibi suyu içer, kendisi faydalanır,
çayır ve ot yetiştirir, başkaları da ondan istifade
ederler.
İkinci taife ise, ilmi kendisinde toplar ama
onunla tam amel edemez ya da ilimden beklenen
tefakkuh hâsıl olmaz. Tıpkı su tutan toprak gibi ki,
kendisi emip faydalanamasa bile suyu tutmakla
diğer insanların faydalanmalarını sağlar. Bu gruba
yine başka bir hadis-i şerifte şöyle işaret edilmiştir: “Bizden bir şey işitip de, işittiği şekilde tebliğ
edenin Allah yüzünü ağartsın. Kendisine tebliğ
edilenlerin bazen dinleyenden daha anlayışlı olması mümkündür.” Ebû Dâvûd’da rivayet edilen
başka bir hadiste ise Peygamber (s.a.v.): “Siz işitirsiniz, sizden işitilir, sizden işitenden işitilir…”
buyurmuştur.
Hadiste zikredilen üçüncü tâife ise ilim ve
hidayeti öğrenmez, amel etmez ve de başkasına
nakletmez. Tıpkı su tutmayan kaypak (kaygan)
toprak gibi.
Artık sözün işitilmediği, işitilse de anlaşılmadığı, anlaşılsa da kalplere nüfuz etmediği bir zamanda yaşıyoruz. Tıpkı yukarıdaki hadis-i şerifte
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR… KAZAKİSTAN (TOPRAKLARI) SU TUTUYOR…
belirtildiği gibi artık topraklarımız su tutmuyor.
Yaşadığımız yüzyıl üretmiş olduğu bütün müesseseleriyle bizi bu hale getirdi. Maalesef bu müesseselerden en çok nasip(!)lenenlerimiz, bu “su
tutma” meselesinde en mağdur olanlarımız oldu.
Bu açıdan bakıldığında genel anlamıyla komünist rejimin tasallutunda uzun yıllar bulunmuş
Müslüman halklar, özelde ise Kazakistan halkı
bizden daha şanslıydı. En azından aşağı-yukarı
yetmiş yıl modernleşip, küreselleşmekte geç kaldıkları(!) için, -farkında olmasalar da- büyük bir
nimete mazhar olmuşlardı. Su tutma nimetine…
Almatı’daki vakıf merkezimizde haftalık sohbetlerin birisinde yaşanan şu olay Kazakistan’daki
Müslümanların henüz kaypak(kaygan)laşmadığının, diğer bir ifadeyle Kazak topraklarının hâlâ “su
tutmaya” elverişli olduğunun bariz bir örneğidir.
Riyâzü’s-Sâlihîn derslerinin birinde konu tövbe faslına ve o fasla müteallik hadislere gelmişti. O
günkü hadis zina ederek gebe kalmış daha sonra
da tövbe ederek Peygamber (s.a.v.)’e müracaat etmiş bir kadın hakkındaydı. Hadisin tamamı şöyle:
“Ebû Nüceyd İmrân İbni Husayn el-Huzâî
(r.a.)’dan rivayet edildiğine göre Cüheyne kabilesinden zina ederek gebe kalmış bir kadın, Peygamber (s.a.v.)’in huzuruna geldi ve:
«-Yâ Resûlallah! Cezayı gerektiren bir suç işledim. Cezamı ver!» dedi.
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) kadının velisini çağırttı. O’na:
«-Bu kadına iyi davran! Doğum yapınca bana
getir!» buyurdu.
Adam Resûl-i Ekrem’in buyurduğu gibi yaparak kadını doğumdan sonra getirdi.
Resûlullah (s.a.v.) kadının üzerine elbisesinin
iyice bağlanmasını emretti; sıkı sıkıya bağladılar.
Sonra Peygamber (s.a.v.)’in emri üzerine taşlanarak öldürüldü. Daha sonra Resûl-i Ekrem kadının
cenaze namazını kıldı.
Hz. Ömer:
«-Yâ Resûlallah! Zina etmiş bir kadının namazını mı kılıyorsun?» diye sorunca Hz. Peygamber
şunları söyledi:
«-O kadın öyle bir tövbe etti ki, şayet onun
tövbesi Medine halkından yetmiş kişiye taksim
edilseydi, hepsine yeterdi. Sen Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için can vermekten daha üstün
bir şey biliyor musun?»”
Hadis-i şerifi okuyup gerekli izahatı yaptıktan
sonra sohbet halkasında oturan Kazakistanlı bir
âbi:
«-Hocam! Biliyorsunuz bizler komünizm zamanında yıllarca cahiliye hayatı yaşadık. O dönemlerde bir kısmımız içki içti, hırsızlık yaptı ya da
zina etti. Daha sonra Cenâb-ı Allah bizlere hidayet nasip etti. Biz de hadiste beyan edilen o kadın
gibi, yapmış olduğumuz suçların cezasını şimdi
ve bu dünyada çekmeyi arzu etsek, ne yapmamız
gerekir? Çünkü cehennem azabının daha şiddetli
olduğunu biliyoruz» dedi. Ben:
«-İslâm dini, cezalandırmayı devlete (otoriteye) ait bir hak ve görev kılmıştır. Böylelikle cezaların infazında, kısasta, diyette ve hadleri uygulamada düzensizlikleri, haksızlık ve aşırı gitmeyi,
âdil olmayan bir durumun ortaya çıkmasını ve
şahsi düşmanlıkları ortadan kaldırmayı amaçlamıştır» dedim. Ama soruyu soran âbi, cevabımdan pek de tatmin olmuşa benzemiyordu.
«-Onu biliyorum. Benim asıl öğrenmek istediğim, bu tür ceza gerektiren bir cürüm işlemiş olan
herhangi bir Müslüman, sadece Cenâb-ı Hakk’ın
rızasını kazanmak ve cehennem azabından kurtulmak için bir ceza yöntemi geliştiremez mi? Mesela ceza niyetiyle insanın kendi canına kıyması,
intihar etmesi caiz midir…?»
«-…?!»
Sohbet meclislerinde, sınıflarda, kürsülerde,
minberlerde; tv, radyo ve cd çalarlarda her gün
yüzlerce âyet ve hadis dinliyor; kitaplarda, dergilerde ve gazetelerde bir o kadarını okuyoruz.
Cenâb-ı Allah’ın Peygamber Efendimiz vasıtasıyla
göndermiş olduğu hidayet ve ilim, tıpkı bol yağmur gibi üzerimize yağıyor, yağıyor…
Ama su durmuyor, akıp gidiyor…
Eylül 2012 •
• 57 <
Doç. Dr. Selahattin YILDIRIM
Hadis
BİR HADİS
BİR HİKÂYE
Hadis: Rızkı Bileğinin Gücünde Gören Sahabe
bilir, belki de sen kendisini ilme adamış olan o
kardeşinin de ihtiyaçlarını karşıladığın için iş bu-
Tirmizî’nin Enes b. Mâlik radiyallahu anh’tan
tahric ettiğine göre o şöyle demiştir: “Nebî salla-
luyorsun. Böylece kazanç yolların çoğalıyor. Belki
sen ona değil, o sana bakıyordur.”
lahu aleyhi ve sellem zamanında iki kardeş vardı.
Başka bir hadislerinde, “İlim öğrenen kişinin
Bunlardan biri ilim öğrenmek için Peygamber
rızkını Allah Teâlâ üstlenmiştir” buyurmuşlar-
sallallahu aleyhi ve sellem’e gelir, diğeri de ge-
dır. Şu kutsî hadis, bu konuda çok daha can alıcı
çimlerini temin etmek için çalışırdı. Bir gün ça-
dersler içermektedir: Allah Teâlâ buyurur ki, “Kimi
lışan kardeş diğerini Peygamber Efendimiz’e
Kur’ân okumak ve beni zikretmek, benden bir şey-
şikayet etti. Peygamberimiz: “Belki de sen, onun
ler istemesine mâni olursa, ona benden bir şeyler
yüzünden rızıklandırılıyorsun” buyurdu.
isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.”
Bu rivayetlerden öğreniyoruz ki, ilim öğ-
AÇIKLAMA:
renmek günlük maişeti temin etme yönünden
Asr-ı saâdette yaşamış olan iki kardeşten biri
bir mahrumiyet sebebi gibi görünse de, eninde
dünyevî işlerde kardeşine yardımcı olması gere-
sonunda ilmin bereketi kendisini o kul üzerinde
kirken Peygamber Efendimiz’in ilim meclislerine
gösterecektir. Hele bizim gibi bilgi ve teknoloji
devam etmeği tercih etmiş ve zamanını çalışıp
çağını yaşayanların, ilmin ne ölçüde bir rızık ve
para kazanma yerine ilim ve hikmet öğrenmeğe
üstünlük vesilesi olduğunu çok daha iyi anlama-
ayırmıştı. Bu durum ne kadar devam etti bilemi-
ları gerekir.
yoruz, ancak uzun zaman devam etmiş olmalı
Dini öğrenmek ve bu yolla dine ve insanla-
ki, kardeşinin kendisinden şikayet etmesine yol
ra hizmet etmek için ilim yolunu tercih edenlerin
açmış ve bu şikayetini Resûl-i Ekrem’e iletmesine
geçimini Allah kolaylaştıracaktır. İlim ehline yar-
sebep olmuştu. Şikayetçi olan zât kardeşinin de
dımcı olanlar da bunun karşılığını mutlaka görür-
kendisi gibi bahçede, tarlada, pazarda çalışarak
ler.
ev ekonomisine katkıda bulunmasını istiyordu.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Allah ken-
Ev idaresinin bütün yükünün kendi omuzlarına
disine dayanıp güvenen kulunu hiçbir zaman
binmiş olduğundan yakınıyordu. Bu konuda hak-
mahrum bırakmaz. Onu birçok yollardan rızıklan-
lı olduğunu düşünüyordu. Ashâbının her türlü
dırır. Allah’a dayanıp tevekkül eden kişi herhangi
dünyevî ve uhrevî meseleleriyle ilgilenen Pey-
bir şekilde mutlaka bunun semeresini elde eder.
gamberimiz, durum kendisine iletilince işin farklı
Hz. Enes’in rivayet ettiği hadis buna işaret eden
bir yönüne dikkat çekerek şöyle buyurdu: “Kim
hadislerden sadece biridir.
>58 •
• Eylül 2012
Hikâye
Hadis Talebelerinin İhtiyacını Karşılamayan Mısır Emirinin
Cennetin Bekçisi Hâzin Tarafından Uyarılması
Ebu’l-Abbâs Hasan b. Süfyân eş-Şeybânî
talebelerine hadis dersi verirken, nasihat sadedinde şunları söylemiştir: “Evlatlarım! Şüphesiz her biriniz ailelerinizin gözünde oldukça
değerlisiniz. Pek çok şeyden mahrum kalmayı
göze alarak ilim tahsili için buradasınız. Ancak
bütün bunlara rağmen, gerçekten ilmin hakkını vermekten uzaksınız. Sakın böyle bir düşünceye kapılmayın.
Ben çok küçük yaşta hadis ilmiyle meşgul
olmaya başladım. Birçok şeyhten hadis dersi aldım. Ancak başımdan geçen ilginç bir hadiseyi
asla unutamam.
On arkadaş hadis öğrenmek için Mısır’a
gitmiştik. O dönemde Mısır’da Tolunoğulları
hakimdi. Hadis hocamız her gün ancak belli
miktarda hadis yazdırdığı için derse başlayalı uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen çok
mesafe alamıyorduk. Bundan dolayı Mısır’a
gelirken yanımıza aldığımız harçlıklarımız bitmeye yüz tutmuştu. İhtiyaçlarımızı karşılayabilmek için yanımızdaki kıymetli eşyaları satmaya
başladık. Ancak bu da çözüm olmamıştı. Nitekim eşyalarımız bittiği halde bizler hâlâ sıkıntı
çekiyorduk.
Nihayet içinde bulunduğumuz durumu
değerlendirmek ve bir çözüm yolu bulmak
üzere toplanıp aramızda istişare ettik. Sonunda
mahalle sakinlerinden ve esnaftan yardım isteme kararı aldık. Neticede bizler ilim tahsili için
Eylül 2012 •
• 59 <
orada bulunuyorduk. Ancak aramızdan kimse
bu işi üstlenmek istemedi. Çaresiz bu görev
için aramızdan birisini kurayla belirleme kararı
aldık. Kura, maalesef, bana isabet etti.
Uzun süre düşündüm. Arkadaşlarımın
içinde bulunduğu durum ortadaydı. Bunun
için her şeyi göze alarak bana düşen görevi
yerine getirmeliydim. Ancak bütün bunlara
rağmen gidip de kimseden bir şey isteyemedim. Çaresiz kalmıştım. Çalacak hiçbir kapı, isteyecek kimsem yoktu. Sonunda gayr-i ihtiyarî
caminin yolunu tuttum. İki rekât uzunca bir
hâcet namazı kıldım. Sonunda bütün samimiyetim ve içtenliğimle Allah’a dua ettim.
Tam namazımı bitirmek üzereyken camide bir ses duydum. Sesin sahibi “Ebu’l-Abbâs
kimdir?” diye soruyordu. Namazı bitirdim ve
kendimi o meçhul şahsa tanıttım. Oldukça iyi
giyimli bir genç önüme tam on kese altın bıraktı. “Bunları arkadaşlarına götür” dedi. “Yarın
emirimiz sizi sarayına bekliyor” diye de ilave
etti. “Sen kimsin” diye sordum. “Ben emirin
akrabalarındanım” dedi. “Emir hazretlerinin
yakın hizmetinde bulunuyorum. Bir gün emir
beni evime göndermiş, kendisi de istirahata
çekilmişti. Biraz sonra beni yanına çağırdı. Elini
böğrüne koymuş, sancı içerisinde kıvranıyordu. Sebebini sordum. Şöyle cevap verdi: «-Sen
gittikten sonra biraz uyuklamışım. Rüyamda
bir süvari gördüm. Gökyüzündeydi. Ancak
>60 •
• Eylül 2012
sanki yerdeymiş gibi görünüyordu. Elinde
uzun bir mızrak vardı. Mızrağı tam böğrüme
dürttü: «-Sen sarayda rahat içerisindesin. Oysa
Ebu’l-Abbâs ve arkadaşları sıkıntı içerisinde
çalacak kapı arıyorlar. Onların ihtiyaçlarını niye
karşılamıyorsun» diyerek beni fena halde azarladı. «-Sen kimsin?» dedim. «-Cennetin bekçisi Hazin’im» dedi. Uyandığımda o müthiş acı
hala böğrümdeydi.»”
Ebu’l-Abbâs devamla şunları söyledi: On
kese altını arkadaşlarıma götürdüm. Başımdan geçenleri onlara aynen aktardım. Meseleyi aramızda istişare ettik. Sonunda şu karara
vardık: Biz buraya hadis ilmi tahsili için gelmiştik. Bunun dışında herhangi bir gayemiz
yoktu. Ancak başımıza gelen bu hâdise şimdi
halkın arasında dilden dile dolaşacak. Şöhret
belası ilim tahsil etmemize mani olacak. Bu sebeple memleketi derhal terk etmeliyiz.
Sonunda kararlaştırdığımız gibi Mısır
emirinin davetine gitmedik ve oradan ayrıldık.
Ülkelerimize döndüğümüzde her birimiz birer ders halkası kurduk ve buralarda yeni ilim
talebeleri yetiştirmeye başladık. Daha sonra
duyduk ki Mısır emiri, bu olaydan sonra bizim
ikâmet ettiğimiz bölgede bulunan evleri satın
alarak vakfetmiş ve bundan sonra Mısır’a gelecek olan ihtiyaç sahibi talebelerin hizmetine
tahsis etmiş.
Oryantalizm, Batı’nın Doğu’yu
araştırma serüveninin adıdır. X.
yüzyıldan XX. yüzyıla kadar devam
eden bir süreçtir. Bu kitapta yer
alan seyyah, arkeolog, coğrafya
uzmanı, müsteşrik, asker, ajan ve
diplomatik hüviyetlerle yola çıkan
oryantalistlerin en önemli amacı
Doğu’nun yaşam tarzını, kültürel
değerlerini tespit etmek ve elde ettikleri çok değerli bilgileri hükümet
birimlerine servis etmektir.
Kitap, Sultan II. Abdülhamid
ve daha sonra da Vahîdüddîn’e yaverlik yapan Mirlivâ Ahmed Hamdi
Paşa’nın (1871-1935) isyan bastırmak üzere 1911 yılında Yemen’e
gönderildiği sırada tuttuğu notlar
ile o dönemdeki oryantalist faaliyetlerin boyutu ve emperyalizme
katkısı hakkında önemli bilgiler
vermektedir.
Bu kıymetli eserde Osmanlı’ya
bağlı ada ülke ve şehirleri adım
adım dolaşan, dinî, ilmî ve siyasî
yönün ağır bastığı keşif gezilerinde bulunmuş olan 45 oryantalistin
eser, hayat ve faaliyetlerine değinilmiştir. Haklarında bilgi verilen
şarkiyatçıların hemen hepsi XIX.
yüzyılın ilk ve ikinci yarısında yaşamış olup çoğu Batı’nın aristokrat
ailelerinden gelmektedir.
Ayrıca XIX. yüzyılda dağılma ve çöküş sürecinde Osmanlı
Devleti’nde keşif yapan oryantalist
hareketlerinin daha sonra küresel
bir istila hareketine dönüşümü ve
emperyalizme hizmet serüveni detaylarıyla biz okurlara sunulmuştur.
Eserin yazılmasında faydalanılan kapsamlı literatür listesi, eserin zenginleşmesine ve akıcılığına
katkıda bulunmaktadır. Ayrıca oryantalizm hakkında araştırma yapmak isteyenlere geniş bir literatür
ile inceleme imkanı sunduğu gibi
bu konudaki boşluğu da doldurmaktadır.
K‹TAP TANITIMI
MEMÂLİK-İ OSMÂNİYYE’Yİ KEŞFE ÇIKAN ORYANTALİSTLER
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Tahir DAYHAN
(Rıhle Kitap, İstanbul 2011, 214 sayfa. Tel: 0212 631 24 43)
(Tanıtım: Merve GÜNALTAY)
KIRGIZİSTAN’DA DİN EĞİTİMİ VE ARAŞAN İLAHİYAT FAKÜLTESİ
Prof. Dr. Hidayet AYDAR
Prof. Dr. Hidayet Aydar’ın kaleme aldığı “Kırgızistan’da Din Eğitimi ve Araşan İlahiyat Fakültesi”
Kırgızistan’da din eğitimi konusunda yazılmış ilk önemli eser olma
özelliğini taşıyor. İki bölüme ayrılan kitabın ilk bölümünde Kırgız
tarihi, bölgede İslâmiyet’in yayılması, Kırgızların müslümanlaşma
süreci, Çarlık dönemi ve Sovyet
döneminden bağımsızlık dönemine kadar ve bağımsızlık sonrasında Kırgızistan’daki din ve din
eğitimi ayrıntılı olarak anlatılıyor.
Kitabın ikinci bölümünde ise yazar, Başkent Bişkek’te faaliyet gösteren Araşan İlahiyat Fakültesi’nin
eğitim hizmetlerini kurulduğu ilk
günden günümüze kadar uzun
uzadıya incelemiş.
Araşan İlahiyat Fakültesi,
Kırgızistan’ın bağımsızlığını kazanmasından hemen sonra 1991
yılında Türk işadamı Ahmet Kaya
Bey’in katkıları ile Kırgızistan’da
başlatılan din eğitimi hizmetlerinin Şefkat Yolu Derneği Eğitim
Koordinatörlüğü’nce geliştirilerek
16 Kasım 2000 tarihinden itibaren
ilahiyat fakültesine dönüştürülmesiyle halihazırda eğitim ve öğretim
faaliyetlerini sürdüren ülkenin güzide müesseselerinden biri olarak
dikkati çekmektedir.
Bugün halihazırda Orta Asya
bölgesi, din eğitiminin geleceği
noktasında ciddi hamlelere ihtiyaç
hissettirmektedir.
(Başak Yayınları, Bişkek, 2009, 298
sayfa. Tel: 00 996 312 533312)
Eylül 2012 •
• 61 <
İSLÂM’IN
YAYILMASINDA SÛFÎLERİN ROLÜ
Prof. Dr. Necdet TOSUN*
O
di Hazretleri hastalığını duymuş, seni soruyor ve
buraya gelsin, dostlarla birlikte ona duâ edelim,
inşallah sıhhate kavuşur» diyor.” Ben konuyu bilmiyordum, bir grup arkadaşla Seryuk’un yanına
gittik. Onu gördüm, etrafında yaklaşık 400 ev bark
sâhibi insan toplanmıştı. Ortada bir yemek (veya
şarap) vardı. Biz Efendi Hazretleri’nin duâsını ilettik. Gördük ki hastalık onu yormuş, bitkin hâlde
(yatıyor). Yemeği kenara çektiler, özel toprak bir
leğen getirip ortaya koydular. Her etten parça parça koparıp bu leğene attılar. Sonra erkek ve kadın
hepsi ayağa kalkıp bir ağaca doğru gittiler. Ben de
nereye gittiklerini ve ne yaptıklarını görmek için
onların peşinden gittim.
Ahmed Yesevî Hazretleri’nin türbesi, Türkistan.
rta Asya’da İslâmiyet’in yayılmasında ve
insanların Müslüman oluşunda Allah
dostu tasavvuf büyüklerinin önemli bir
rolü olduğu bilinmektedir. Bu konuda kaynaklarda birçok rivâyet vardır. Bunlardan birisi de, 16.
yüzyılda yaşayan Orta Asyalı Nakşbendî şeyhi
Hoca İshak Dehbîdî (ö. 1008/1599) sâyesinde bir
grup Kırgız halkının putperestlikten İslâm’a geçişiyle ilgilidir. Muhammed Avaz’ın Ziyâü’l-kulûb
isimli Farsça ve henüz el yazması hâlinde olan eserinden bu bölümü tercüme ederek aşağıda okuyucularımıza sunuyoruz:
Hâce Hâşim b. Hâce Hüseyin’in şöyle dediği
nakledilmiştir: Şeyhimiz Hoca İshâk Dehbîdî hazretleri Kırgızlar’ın arasında bulunduğu günlerden
birinde bana şöyle buyurdu: “Kırgız
Seryuk’un yanına git, benim
adıma ona duâ et ve de ki:
«Hastalanmışsın, Efen-
*Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
gelmez” dediler. Bunun üzerine Efendi Hazretleri
buyurdular ki, “Eğer bizim tanrımız sizin hastanıza
şifâ verirse tanrımıza iman eder misiniz?” Onlar,
“Evet, candan kabul ettik” dediler.
Sonra Efendi Hazretleri, “Ey dostlar! Ben duâ
edeceğim, siz de âmin deyin” buyurdular ve (sarığını çıkarıp) başını açarak mübârek yüzlerini
toprağa sürdüler (secde ettiler) ve Allah Teâlâ’nın
huzûrunda inleyip ağlayarak duâ ettiler. Öyle inlediler ki, feleğin çatısındaki melek bile ağladı,
mahlûkâtın feryâd u figânı göğe yükseldi. Efendi
Hazretleri (Hoca İshâk) duâ elini, o ihtiyaçsız kapıya
(Allah’a) açtı. Kırgızlar da başlarını açıp yakalarını
yırttılar. Yarı ölmüş gibi yere yuvarlandılar. Allah’ın
lütfu ile âniden bu (baygın vaziyetteki) hasta hapşırıp aksırdı, yerinden kalktı ve, “Eşhedü en lâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve
Rasûlüh” dedi, Efendi Hazretleri’ne bağlanıp mürid oldu. Bu insanlar da Allah’a iman edip Müslüman oldular. Sonra bütün putları kırdılar. Telbiye-i
Çakır’ı da kırdılar. Onun gümüş parçalarını dostlara paylaştırdılar.
İşte İslâmiyet’in Orta Asya’da yayılmasında
en büyük âmillerin başında gelen tasavvuf ehline
Cenâb-ı Hakk’ın lüfetmiş olduğu kerâmetin insanlar üzerindeki tesiri sayesinde Kırgız halkından bir
grup bu şekilde İslâm ile şereflenmiş oldu.
Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin kabri, Semerkant.
Ağacın yanına gidince ona ta’zim ettiler. Leğeni yere koyup ağaca secde ettiler. O ağaca baktım. Gördüm ki gümüşten bir put yapıp asmışlar.
Ayrıca bin kadar taştan ve odundan yontulup yapılmış putu etrafına koymuşlar. Burası Kırgızlar’ın
puthânesi idi ve gümüşten yapılmış putun adı
Telbiye-i Çakır idi. O et dolu leğeni büyük putun
önüne koydular ve yesin diye işâret ettiler. Sonra o
leğeni ortadan kaldırdılar ve bir parça eti bu putun
sol tarafına serptiler. Bir parça eti sağ tarafına, bir
parçayı da havaya attılar.
Onların yaptıkları bu işlerden dolayı bana bir
sıkıntı ve ürperti geldi. Nefretle o putu yere attım.
Kırgızlar feryâd edip, “Ey halife! Seryuk’un hatırına
bunu yapmayın” dediler. Ama Efendi Hazretleri’nin
korkusu onların gönlünde gâlip geldi ve başka
hiçbir şey diyemediler. Sonra dedim ki, “Bu putları
alın ve Efendi Hazretleri’ne gidin. Bu hastayı da götürün.” Kırgızlar, “Biz bütün putları götürürüz ama
Telbiye-i Çakır’ı götürmeyiz” dediler. Ben bu insanlara sövüp büyük putu tekrar yere attım. Sonra erkek ve kadın bu insanları putlarla birlikte alıp
Efendi Hazretleri’ne getirdim. Olayı ona anlattım.
Efendi Hazretleri Telbiye-i Çakır’a işaret edip,
“Bu nedir, işi nedir?” diye sordu. O cemaat, “Bu bizim tanrımızdır, sizin tanrınız ne yapıyorsa, bu da
bize onu yapar” dediler. Efendi Hazretleri, “Sizin
tanrınız bu hastayı bugün veya yarın iyileştirebilir mi?” diye sordu. Onlar, “Hocam! Doğru söylemek gerekirse bizim tanrımızın elinden hiçbir şey
KAYNAK:
Muhammed Avaz, Ziyâü’l-kulûb, Harvard University,
Houghton Library, Ms Persian 95, vr. 74b-76b.
Yesevî Tekkesi, Türkistan.
Eylül 2012 •
• 63 <
Şefkat Âbideleri
İSLÂMBOL PÎRLERİ (2)
CEMÂLÎ MEHMED ÇELEBİ HALİFE
( ? - 1497)
Mustafa ÖZDAMAR
H
Seyyid Yahya Şirvânî Hazretlerinin türbesinden bir kesit, Bakü/Azerbaycan.
>64 •
• Eylül 2012
alvetiyye’nin Cemâliye kolunun pîri olan,
Cemâl-i Halvetî diye tanınan Cemâli
Mehmed Çelebi Halîfe, Cemâleddin-i
Aksarayî’nin torunudur.
Tahsîline Aksaray’da başlamış, Konya’da devam
etmiş, İslâmbol’da tamamlamıştır.(*)
Uzun bir süre müderris olarak ders veren Çelebi
Halîfe, kitaba bağımlı kabuk bilgi “ulama”lığı içinde
tatmin olamadığı için, ilim ötesi irfân tahsîliyle yanıp
tutuşmaya başlamış.
Bu yangını söndürme ve gönlünü dindirme arayışı içerisinde önce, Hacı Halîfe diye tanınan Zeyniyye Şeyhi Seyyid Abdullah Efendi’ye intisâb etmiş.
Hacı Halîfe’den hilâfet ve icâzet aldıktan sonra,
hırka ve tâc ile yetinemeyen Çelebi Halîfe, şeyhinden destûr alarak, kendi iç uzayından dışına sızan
yollara düşmüş. Belde belde, şehir şehir dönüp dolaşarak, kendisine, içindeki kilidin anahtarını verebilecek mahir bir usta aramış.
Bu arayış içinde önce Karaman’da Halvetî Abdullah Efendi’ye hizmet eden, daha sonra Tokat’a
giden Çelebi Halîfe, Tokat’ta, Tâhirzâde Dergâhı’nda
çok çetin bir sınava tabi tutulmuş.
Şeyh Tâhirzâde, vaktiyle müderrislik yapan,
şerîattan da tarîkattan da hilâfet ve icâzeti bulunan
Çelebi Halîfe’yi sıradan bir hizmetli gibi taş toprak işlerinde çalıştırmış. Onu, herkesin sabır, tahammül ve
sebat edemeyeceği halvet, riyazet ve çile harmanlarında öylesine kavurmuş savurmuş ki, neticede:
«-Benim seni irşâda istidâdım yoktur! Seyyid leri yıllar.
Amasya Vâlisi Şehzâde Bayezîd ile Konya VaYahyâ’ya varmak lazımdır!» diyerek, Seyyid Yahya
lisi Şehzâde Cem arasındaki bu gerilimde, Bayezîd
Şirvânî Hazretlerine gitmesini tavsiye etmiş.
Bunun üzerine Tokat’tan da ayrılan ve lehine tavır koyan Çelebi Halîfe, İkinci Bayezîd’in
uzun ince yollarda, geceleri de gündüz edine- tahta oturuşundan sonra İslâmbol’a davet edilrek Erzincan’a varan Çelebi Halîfe, Erzincan’da, miş.
Yüz müridiyle birlikte İslâmbol’a gelen,
Pîr Mehmed Erzincânî Hazretlerini ziyaret ettiği
zaman, ziyaret ve seyahat sebebini arz edince, İslâmbol’da Ayvansaray civarında, Amasya’dan
dervişi olan, o tarihlerde saray Ağası olarak göErzincânî Hazretleri:
«-Çelebi! Burada kalsaydınız iyi olurdu! Belki rev yapan, daha sonraki ünvanıyla Koca Mustafa
muradınız gerçekleşirdi! Zira, Seyyid Yahya Hazret- Paşa’nın sarayında ağırlanan Çelebi Halîfe’ye, o
günlerde ilk planda Gül Camiî tahleri yaşlanmıştır! Belki de vefatları
sis edilmiş.
yakındır! Ayaklarınızın kabardığı
Artık ne kadar zamanda
Daha sonra, Kızlar Kilisesi
ve yorulduğu ile kalırsınız! Bivardıysa Şirvan’a varmış
diye bilinen Andres Manastırı’na
zim hissemize düşen hâl size kâfi
ama,
o
günlerde
Hakk’a
mekteb, medrese, kırk hücreli bügörünür!» demiş fakat, her şeye
yürüyen
Seyyid
Yahyâ
yük bir hankâh, imâret, hamam,
rağmen Şirvan’a gitmeyi gönlüŞirvânî
Hazretlerinin
tevhidhâne ve meşrutahâne ilave
ne koyan Çelebi Halîfe, Erzincânî
Hazretlerinden özür dileyip destûr cenâzesine yetişebilmiş edilerek Çelebi Halîfe’nin emrialarak tekrar yola koyulmuş.
ancak. Hayatın bu yaka- ne verilmiş (Sümbül Efendi Camii
Artık ne kadar zamanda var- sından öte yakasına ge- olarak bilinen Koca Mustafa Paşa
dıysa Şirvan’a varmış ama, o gün- çen Seyyid Yahya Şirvânî Külliyesi).
Cemâli
Mehmed
Çelebi
lerde Hakk’a yürüyen Seyyid Yahyâ
Hazretleriyle
yaptığı
Halîfe Hazretleri, İslâmbol’daki
Şirvânî Hazretlerinin cenâzesine
ruhani bağlantı ile gerHalvetî tekkelerinin ilki olan bu
yetişebilmiş ancak.
çekleşen
gönül
görüşmedergâhta posta oturduğu zaman,
Hayatın bu yakasından öte
sinde,
Şirvânî
Hazretleri:
Pîr Mehmed Erzincânî Hazretleriyakasına geçen Seyyid Yahya
Şirvânî Hazretleriyle yaptığı ruha- «-Çelebi! Marifetullahı Pîr nin Hakk’a yürüyüşünden sonra,
ni bağlantı ile gerçekleşen gönül Mehmed’e teslim eyledik! ondaki pîrlik emânetleri kendisine
görüşmesinde, Şirvânî Hazretleri:
Senin nasibin oldur! İste- geçtiği için, Halvetiliğin o devirde«-Çelebi! Marifetullahı Pîr diğin andadır! Var ema- ki kutbuydu.
Âhir ömründe Haremeyn’e
Mehmed’e teslim eyledik! Senin netini al!» demiş.
gitmek üzere çıktığı yolculukta,
nasibin oldur! İstediğin andadır!
Şam’ı geçtikten sonra Tebük menVar emanetini al!» demiş.
Bu tâlimat üzerine Erzincan’a dönen, Pîr Meh- ziline vardıkları zaman, dervişlerini etrafına toplamed Erzincânî’ye intisab ederek ondan da hilâfet yarak; göç vaktinin geldiğini söyler, vasiyetini yapar: Yerine Sümbül Efendi’nin posta oturmasını;
ve icâzet alan Çelebi Halîfe, Tokat’a gönderilmiş.
Tokat’taki ilim ve irfân faâliyetleri devam kızı Safiye Hatun’u Sümbül Efendi’ye nikahlamalaederken, zamanın akışı ve devrânın dönüşü içeri- rını; kabrini Hacıların geçtiği yol üzerine kazmalasinde, Amasya’daki Hâce-i Sultânî Zâviyesi Şeyhli- rını ve belirsiz hale getirmelerini söyler ve rûhunu
teslimeder. (*) Yıl 1497.
ğine atanmış.
TECELLÂSI
Fâtih’in oğlu Şehzâde II. Bayezîd’in Amasya
Hakîkat şemsinin her bir ziyâsı can tecellâsı,
vâlisi olduğu yıllar, o yıllar. Şehzâde Bayezîd ile
Gider perdeyi gözünden görüne han tecellâsı!
Şehzâde Cem’in taht ve baht kavgasında terledikEylül 2012 •
• 65 <
Kamu görür anı gözler, bu cümle söylenen sözler,
Anındır şübhesiz âlem okur cânân tecellâsı!
Sana gammaz mıyım dâim, çakam esrârını dâim,
Ko sen gayret kuşağını, gele Rahman tecellâsı!
Yakın durur sana senden, niçin ırak görürsün sen?
Vücudun şehrine girsen, ola Sultân tecellâsı!
Hava içinde gark iken, nice dersin ki yoktur ol!
Ki günden azhar olmuştur, ânın inan tecellâsı!
Cemâl-i Halvetî eydür, ânı nâmerd gözü görmez,
Gelib merd ol ki mahvde, seni yeksân tecallâsı!
GÖNÜL
Mürg-ü zâtın aşiyânıdır gönül,
Anın içün lâmekânidir gönül.
Hak eder andan tecelli âşıka:
Şübhesiz Tur-u maânidir gönül.
Giren ana kurtulur her korkudan,
Hâne-i dâr-ül-emânidir gönül.
Âşık andan erişir mâşukuna:
Vuslat-ı râh-ı nihânidir gönül.
Âlem-i mânânın arzıdır bu ten.
Bil, o arzın âsümânidir gönül.
Bülbül-ü rûh anda bulur verdini:
Bâğ-ı aslın gülsitânıdır gönül.
Sırra mahrem ol, Cemâli! gönle gel,
Gevher-i esrâr kânıdır gönül.
Ruhâniyetine selâm, himmeti hâzır olsun;
hayatın bu yakasında, şerîat+tarîkat+marifet ve
hakîkat şakırken:
Safha-i sadrında daim âşıkın efkârı Hû!
Şâkirin şükrü hüvallah, zâkirin ezkârı Hû!
Sidre seyrine muhakk’ak ermez idi Cebrâil!
Olmasa onun dilinde dem be dem ikrârı Hû!
Nâleden ney deldi bağrım Hû diye nâlan olub,
Mevleviler Mesnevi’den başladı eş’arı Hû!
Bülbülâ divân-ı aşkdan bir varak nakl et-bize
Tâ safâ vere safâdan açla gülzâr-ı Hû
Sofî mest oldu safâdan devr eder yâ Hû diye,
Münkir inkârı bıraktı eyledi ikrârı Hû!
Ravza-i Hû’da makâm et ey Cemâli Halvetî,
Tâ vücudun mülküne keşf ola bu esrarı Hû!
diyen Hazretin kırk adet eseri var:
>66 •
• Eylül 2012
1) Cevâhiru’l-Kulûb, 2) Çenknâme, 3) Risâle-i
Teşrihiyye, 4) Risâle-i Fakriyye, 5) Risâle-i Sôfiyye,
6) Risâle-i Etvâr-ı Seb’a, 7) Şerh-i Müşkilât-ı Kur’ân-ı
Kerîm ve Şerh-i Müşkilât-ı Ehâdis, 8) Şemsiyye
fî Te’vil-i Kelimâtı’s-Sıddıkıyye, 9) Tefsiru’l-Fâtiha
ve’d-Duhâ, 10) Risale-i Hüviyetü’l-Mutlaka, 11)
Te’vilü Hubbü’d-Dünya Re’sü Külli Hatîetin, 12)
Kitâbü’n-Nûriye, 13) Risâletü’l-Kevseriyye, 14) Tefsiru Sûreti Ve’d-Duhâ ilâ Sûreti’n-Nâs, 15) Envâru’lİlâhiyye, 16) Risâlet-i İslâmiyye, 17) Sirâcü’s-Sâlikîn
ve Minhâcü’t-Tâlibîn, 18) Envâru’l-Kulûb li Talebi
Ru’yeti’l-Mahbûb, 19) Esrâru’l-Vuzû’, 20) Risâletü’rRahimiyye, 21) Makâle-i Tesvikiyye ve Risale-i
Tevhidiyye, 22) Habbetü’l-Mahabbe, 23) Şerh-i
Hadis-i Erbaîn, 24) Risâle fî Beyâni’l Merâtib ve’lEtvâr, 25) Şerhu Beyti’ş-Şeyhi’l-Ekber, 26) Te’vilâtü
Erbaîne Hadîsen, 27) Tefsiru Halekallahu Âdeme
alâ Sûretihî, 28) Sirâcu’l-Kulûb, 29) Şerh-i Sad
Kelime-i Hazret-i Sıddîk-ı Ekber, 30) Fasl fî Âdâbi’z
Zikr, 31) Risâle fî İsmeyni’l-A’zameyn Allâh ve
Rahmân, 32) Tefsiru Âyeti’l-Kürsî, 33) Tefsiru Sûreti
Fâtiha, 34) Risâle fî Beyâni’l-Evliyâ, 35) Câmiatü’lEsrâr ve’l-Garâib, 36) Şerh-i Sad Kelime-i İmam
Ali el Müsemmâ bi Zübdeti’l-Esrâr, 37) Şerhu’lBeyteyn er-Rabbu Hakkun ve’l-Abdu Hakkun,
38) Nüzhetü’l-Esrâr, 39) Meymenetü’l-Esrâr, 40)
Risâle-i Fahriyye.
(*) Prof. Dr. Yusuf Küçükdağ: Cemâli Ailesi, 1995 İstanbul, sf.
10-46.
GEZİ
Yrd. Doç. Dr. Halil KURT*
Üsküp Mustafa Paşa Camii’nden genel görünüm.
1
-10 Temmuz tarihleri arasında Balkan ülkelerini kapsayan 10 günlük seyahatimizde 9
farklı ülkeyi görmek nasip oldu. Osmanlı’nın
eserleriyle adeta mührünü vurduğu Balkan Coğrafyası, dağları, ovaları, ırmakları, köprüleri, şehirleri ve insanları ile Avrupa’dan çok sanki bizim bir
parçamız gibi duruyor. Coğrafya öğretmeni olan
eşimle birlikte yaptığımız seyahat izlenimlerimize
geçmeden önce Balkanların genel coğrafyası
hakkında aşağıda kısa bilgileri vermek istiyorum.
*Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü.
>68 •
• Eylül 2012
Balkan Coğrafyası’nın sınırları, güneybatıda
Adriyatik ve İyon denizleri; güneyde Akdeniz; güneydoğuda, Ege ve Marmara, doğuda Karadeniz
ile çevrilidir. Balkan Yarımadası’nın doğu, güney
ve batı sınırları hakkında genelde görüş birliği olmasına rağmen, kuzey sınırları tartışmalıdır. Fiziki
coğrafya özelliklerine göre bölgenin kuzey sınırını
Tuna ve Sava nehirleri oluşturur. Balkanların toplam yüzölçümü bu dar fiziki sınırlandırmaya göre
524 701 km2’dir (Harita 1).
BALKAN
COĞRAFYASI’NDA
(1)
Balkanlar, tarih boyunca hep İstanbul’un bir arka bahçesi gibi olmuştur. Osmanlı’nın 1360’lı yıllarda Rumeli’ye ayak basmasıyla başlayan
ve yüzyıllarca süren Balkan hakimiyeti, 1911 Balkan Savaşı sonrası çok
acı ve hüzünlü bir şekilde sona erdi. Günümüz Balkan Coğrafyası’nda
Osmanlı’nın her bir vilayeti ayrı birer devlet halini almıştır.
Ancak, Balkanların kuzeyi, Karpat
Dağları’nın doğusundan geçirilen ve
Romanya ile Eski Yugoslavya’nın bütününü kapsayacak şekilde belirlenen
siyasi sınırlara göre 12 ülkede 800 570
km²’lik bir sahayı kapsamaktadır (Harita
2 ve Tablo:1). Balkanlar, tarih boyunca
hep İstanbul’un bir arka bahçesi gibi olmuş, İstanbul’a hakim olan siyasi güçler
(Roma, Bizans ve Osmanlı), Balkanlara
da hakim olmuştur. Osmanlı’nın 1360’lı
Balkan Coğrafyası’nın fiziki haritası.( Harita1)
Eylül 2012 •
• 69 <
Balkan Coğrafyası’nın siyasi haritası. (Harita 2)
Tablo 1: Balkan ülkelerinin Nüfus ve Yüzölçümlerine Göre Sıralanışı (2011)
yıllarda Rumeli’ye ayak basmasıyla başlayan ve
yüzyıllarca süren Balkan hakimiyeti, 1911 Balkan
Savaşı sonrası çok acı ve hüzünlü bir şekilde sona
erdi. Günümüz Balkan Coğrafyası’nda Osmanlı’nın
her bir vilayeti ayrı birer devlet halini almıştır.
Tablo 2: Balkan Ülkelerinde Nüfusun Dini Yapısı (2011)
Balkanlar, İslâm ve Hıristiyan kültürlerinin kesiştiği yerlerden biridir. Hıristiyanlık, Boğazlar üzerinden Balkanlara ve oradan da Avrupa kıtasına
yayıldığı gibi, İslâmiyet de Anadolu’dan, Boğazlar
üzerinden Balkanlara yayılmıştır. Tarihte Drina
Nehri Ortodoks ve Katolik kültürünün sınırını teşkil ederken, bugün de Neretva Nehri ve üzerinde
inşa edilen Mostar Köprüsü Katolik Hıristiyan ve
Müslüman kültürünün geçiş hattını temsil eder.
Balkanlarda yaşayan nüfusun büyük kısmı
Slav ırkına mensup olup, Ortodoks Hıristiyan’dır.
Türkler, Arnavutlar ve Boşnaklar en büyük Müslüman topluluğunu teşkil ederler. Katolik Hıristiyanlar ise Hırvatistan ve Slovenya’da çoğunluğu
oluştururlar (Tablo:2).
Osmanlı’nın mührünü taşıyan bu coğrafyayı gezmeye Yunanistan’dan başlayıp, sırasıyla,
Makedonya, Arnavutluk, Karadağ, Hırvatistan,
Bosna-Hersek, Sırbistan, Kosova ve Bulgaristan
üzerinden Türkiye’ye ulaştık. Bu yazımızda sadece Yunanistan ve Makedonya izlenimlerimize yer
verilmiştir.
*Türkiye’nin Trakya Yarımadası ve Nüfusu (TUİK 2011): İstanbul Avrupa Yakası 8 712 689, Tekirdağ 829
873, Edirne 399 316, Kırklareli 340 199, Çanakkale 65 097 (Gelibolu, Eceabat, Gökçeada, Bozcaada)
Neretva Irmağı ve geride Mostar Köprüsü, Bosna-Hersek.
Yunanistan’a İpsala Gümrük Kapısından girdik ve ilk durağımız Batı Trakya oldu. Dedeağaç
ve Gümülcine’yi şöyle bir turladıktan sonra ilk
molayı İskeçe’de verdik. Lozan Antlaşması sonrasında yapılan nüfus mübadelesi ile Anadolu’dan
1.5 milyon Rum Yunanistan’a, Yunanistan’dan ise
500 bin Türk ve Müslüman Türkiye’ye göç etmişti.
Ancak, nüfus mübadelesinde, İstanbul Rumlarına
karşılık Batı Trakya Türkleri göç kapsamı dışında
bırakılmıştır. Bu sebeple Batı Trakya’da çoğunluğu Türk ve Müslüman Pomaklardan oluşan ahali
yaşamaktadır. Son seçimlerde Gümülcine’den 2,
İskeçe’den 1 olmak üzere Batı Trakya Bölgesinden
Yunan parlamentosuna 3 Türk milletvekili seçilmiştir.
Dedeağaç, Kuzey Ege sahilinde bakımlı güzel bir şehir olarak karşımıza çıktı. Ancak öğleden hazır hediye paketinin bulunması bizi mahcubiyetten bir nebze kurtardı.
sonra “siesta” adını verdikleri öğle
İskeçe’den Selenik’e doğru youykusuna yattıkları için bütün
medfun lumuz üzerinde yer alan ve Mısır
sokaklar adeta bomboştu. Batı Kastamonu’da
Trakya’da sahil bölgelerinde Yu- olan Şeyh Şaban-ı Veli Valisi meşhur Kavalalı Mehmet Ali
nan nüfus daha belirgin dikkati Hazretlerinin müridleri Paşa’nın şehrine de uğradık. Kavala
çekerken, “Türkler Yaka Boyu” de- buralarda İslâm’ı yay- çevresi Niğde ilimiz ile mübadenilen kıyı ovası ile dağ eteği ara- dıklarını ve binalarda le edilmiş olduğundan buradaki
sında tespih tanesi gibi sıralanan da Kastamonu evlerinin Rumların çoğu Niğde Bor vb. yerlerden göçle gelerek buralara iskan
köy ve kasabalarda yaşamaktalar.
mimarisinin
benzerleedilmişler. Kavala’da kale ve şehrin
Rodop Dağlarının yüksek kesimrini inşa ettiklerini göreski çarşısını, sokakları gezerken
lerinde ise Pomaklar nüfusun çodük. Rize çevresinden
her adımda Osmanlı mimarisinin
ğunluğunu teşkil etmekteler.
gelen Karadenizliler bu- dimdik ayakta olduğunu görüyorGümülcine ve İskeçe her haliyle bir Anadolu şehrini andırı- rada keskin kılıçlar ya- sunuz. Ancak burası günümüzde
yor. İskeçe’de mola verdiğimizde, parlarmış. O yüzden hemen hiç Müslümanın yaşamaİstanbul’dan geldiğimizi öğrenen Tetova’nın bir diğer adı ması, kalede asılı duran dev Yunan
insanlarla çok sıcak muhabbet da Kalkandelen’dir. Me- bayrağı, kaledeki caminin bile kiortamı hemen oluştu. Hatta so- lek Hanım (Alaca) Camii liseye çevrilmiş olmasıyla içimizi
kak aralarından geçerken Türk ai- ve Külliyesini gezerken, acıttı.
Selanik şehrine ulaştığımızleler bize evlerinde kahve ikram 40 yıldır burada hafızlık
etmek istediler. Fakat vaktimizin eğitimi veren Mahmut da gece yarısı olmuştu. İlk günün
olmadığını söylediğimizde ise bir Hoca’nın etrafını saran yorgunluğu ile hemen otelimizde
istirahata çekildik. Sabah Selanik
hanımın hemen bir oyalı yazmayı
küçüklü büyüklü, kızlı erşehrini dolaşırken tek bir caminin
hızla evinden getirip eşime hedikekli çocukların Kur’ân
bile ibadete açık olmadığını öğrenye etmesi bize duydukları samitilaveti gözlerimizi yadiğimizde içimizi buruk bir hüzün
miyetin bir göstergesiydi. O anda
şarttı.
çantamızda Türk lokumu gibi bir
kapladı. Selanik şehri, tıpkı İzmir’in
Eylül 2012 •
• 71 <
Ohri’de Safranbolu evlerinin benzerleri, Makedonya.
kordon boyunu andıran sahili ile mazisi binlerce
yıl öncesine dayanan eski bir yerleşim birimi. Zaten şehri gezerken her semtte bir kazı çalışmasının yapıldığını görmemiz, bütün şehrin adeta bir
arkeoloji müzesi görünümünde olduğu hissini
uyandırıyor. Yunanistan’da ekonomik kriz her yerde kendini hissettiriyor.
Öğleye kadar Selanik şehrini gezdikten sonra aracımız Makedonya’ya doğru Vardar Irmağı boyunca yol alırken, pamuk tarlaları ve üzüm
bağlarından sonra dağlık sahalarda ormanlar gözükmeye başladı. Selanik-Üsküp arasında küçük
tarım arazileri dışında sanayi tesisi hemen hemen
hiç yoktu. Sınırı geçtikten sonra Makedonya’nın
köylerindeki zarif minareler farklı bir coğrafyaya
geldiğimizi bize bildiriyordu.
Makedonya’nın başşehri Üsküp’e girerken
Şardağı’nın zirvesine dikilen haç hemen dikkatimizi çekti. Üsküp, Vardar Irmağı’nın ikiye böldüğü tipik bir Balkan şehri. Üsküp’te Müslüman
Arnavutlar ve Türklerin meskun olduğu kesim,
dar sokakları, tek minareli camileri, sokaklarında
örtülü hanımların görüldüğü, bütün silueti ile ta-
mamen Osmanlı bakiyesi bir Anadolu şehri görünümünde. Gazi Baba Camii, Evranos Bey Camii ve
türbesi, kalenin bulunduğu yerde Mustafa Paşa
camii görülmeye değer yerler arasında sayılabilir.
Gezdiğimiz her yerde TİKA’nın yaptığı restorasyon
çalışmaları takdire şayandır. Yönetim, Hıristiyan
Makedonların elinde olduğundan, Müslüman yakada sokak araları ışıksız. Esnafların bazısı sokağı
aydınlatmak için sabaha kadar ışıklarını açık bırakıyorlarmış. Ana caddelerde ise lambaların biri
yanarken diğeri sönük. Karşı yaka ise adeta bir
parlayan ışık huzmesi görünümündeydi. Gecenin
geç vaktine kadar Üsküp’ü gezerken, burada yaşayan Müslüman ahalinin hâlâ kendini İstanbul’un
bir parçası gibi görüyor olması dikkatimizden kaçmadı.
Akşam kaleden inerek Vardar Irmağı üzerindeki tarihi Osmanlı köprüsünden karşıya geçtiğimizde çok değişik bir dünya ile karşılaştık. Vardar
Irmağı’nın öbür yakası, Slav Hıristiyan Ortodoks
Makedonların yaşadığı daha zengin ve görkemli
binaların olduğu kesim. Cumhurbaşkanlığı Köşkü,
kaleye sırtını dönmüş devasa İskender Heykeli,
fıskiyeler, modern alışveriş binaları ve kafeler ile
aynı şehirde başka bir dünya.
Üsküp’te yüzyıllardır Vardar’ın iki yakasında
Müslümanlar ve Ortodoks Hıristiyanlar yan yana
fakat birbirlerinden tamamen farklı kültürleri ile
bir arada yaşıyorlar. Devlet dairelerindeki Hıristiyan Makedonların çoğunun çift maaş aldığı ve
ayrıcalıklı muamele gördüğü her yerde dillendiriliyordu.
Kavala’da camiden kiliseye çevrilen çok sayıdaki eserden biri, Yunanistan.
>72 •
• Eylül 2012
Alaca Camii’nde kızlara ders okutan Mahmut Hoca, perde arkasında erkekler.
Otelimiz Üsküp’ün Müslüman kesiminde
idi. Üsküp’te yemekler çok ucuz, porsiyonlar bize
göre çok büyük. En meşhur yemekleri “küfte” ve
“bürek”. Bir porsiyonda 16 köfteyi görünce arkadaşların bazısı ancak yarım porsiyonluk sipariş
verebildi. İstanbul ismini duyan çarşı esnafı bize
karşı çok samimi ve içten davranarak, müşteriden
çok misafir muamelesi yaptılar.
Ertesi günün sabahı Şar Dağı’nın eteklerinde
Tetova’ya geldiğimizde kendimizi Safranbolu’ya
gelmiş gibi hissettik. Kastamonu’da medfun olan
Şeyh Şaban-ı Veli Hazretlerinin müridleri buralarda İslâm’ı yaydıklarını ve binalarda da Kastamonu evlerinin mimarisinin benzerlerini inşa
ettiklerini gördük. Rize çevresinden gelen Karadenizliler burada keskin kılıçlar yaparlarmış. O yüzden Tetova’nın bir diğer adı da Kalkandelen’dir.
Melek Hanım (Alaca) Camii ve Külliyesini gezerken, 40 yıldır burada hafızlık eğitimi veren Mahmut Hoca’nın etrafını saran küçüklü büyüklü,
kızlı erkekli çocukların Kur’ân tilaveti gözlerimizi
yaşarttı. Aynı bölgede yer alan Harabati Bektaşi Tekkesi, girişinden itibaren geniş avlusunda
Osmanlı’nın bütün ihtişamını hâlâ üzerinde taşıyordu.
Manastır (Bitola) şehri Osmanlı’nın önemli bir yönetim merkezi idi. Günümüzde Manastır
nüfusunun çoğunluğunu Hıristiyan Makedonlar
oluşturmakta. Şehrin merkezinde yol boyunca
kafelerin dışına taşan gençlerin alkol ve müzikle
içice görüntüsü dikkatlerden kaçmıyordu. Müzeye dönüştürülen, Mustafa Kemal’in de okuduğu
“Manastır Askeri İdadisi” (lisesi)’ni görmeye giderken Manastır şehir merkezinde ayakta kalabilmiş
camiler restore edilmekte olduğundan mahzun
bir görünüm arz etmekte idi.
İttihat-Terakki’nin teorisyenlerinden olan
Resneli Niyazi, Fransa’daki bir arkadaşının gönderdiği resimdeki Fransız Sarayının aynısını Resne
şehrinde inşa ettirmiş. Fakir halktan topladığı vergilerle yapılan görkemli sarayı gezerken aydınlarımızdaki mukallitliğin hangi boyutlara ulaştığını
bir an düşündüm. Resne Sarayı bugün çeşitli tabloların sergilendiği müze olarak kullanılmakta.
Suyu içilebilen Ohri Gölü kıyısında yer alan
Ohri şehrinde bir zamanlar 200 bin Türk nüfus
yaşarmış. Ohri’de Alp Erenler Camii ve türbesini
gezdik. TİKA’nın restore ettiği ecdâd yadigârı eserleri gördük. Ohri şehrinde de Safranbolu evlerinin
aynısı dikkatimi çekti ve Şeyh Şaban-ı Veli’nin
müridlerinin buralardaki rolünü hemen hatırladım. Makedon bürokratların sayfiye yeri olarak
kullandığı Ohri kıyılarındaki Türkler göç ettirildiğinden günümüzde 2000 kadar Türk kalabilmiş,
ancak çarşı esnafının çoğu Türkçe biliyor. Balkanların en güzel sayfiye yerleri arasında sayılan Ohri
Gölü’nde bir tekne gezintisi yaptık.
Ohri Gölü’nden kaynağını alan ve Struga şehrinin içinden akan Drin nehrinin masmavi suları
yorgunluk atmak için adeta bir terapi etkisi yapıyor. Nehrin iki yakasında lokantalar sıralanmakta
ve her yerden Türkçe müzik sesleri ve hüzünlü
Makedon ezgileri yankılanmakta. Drin nehri kıyısında buraya has iri Koron Balığı enfes lezzeti ile
hepimizin beğenisini kazandı. Sabah namazını
otelimizin yakınındaki Halveti Tekkesi’nde eda
ettikten sonra camiye bitişik dergâhta içilen acı
kahve ve yapılan tatlı sohbetin asırlardır süren bir
gelenek olduğunu öğrendik. Biz de o geleneğe
uyduk…
Devam edecek…
Eylül 2012 •
• 73 <
Hizmet
Önderleri
HACIVEYİSZÂDE
HACIVEYİSZÂDE
MUSTAFA EFENDİ
MUSTAFA
EFENDİ
(1889-1960)
Alparslan KÖSE
B
ir önceki yazımızda; ismi İmam Hatip bası Hacı Veyis Efendi’nin müderrisliğini yapokulları ile özdeşleşen merhum Mah- tığı Adliye Medresesine devam etmiş, 18-19
mud Celaleddin Ökten; nâmı diğer yaşlarında, zamanın ilim adamlarının önünde
“Celal Hoca”mızdan bahsetmiştik. Celal Hoca imtihan vererek icazet almıştır. Hacıveyiszâde
gibi İmam Hatip okulları ile özdeşleşen diğer Mustafa Efendi, medrese ilimleriyle yetinmeyip zamanının büyük ilim adambir sîma ise merhum Mustafa
larından olan Zeynelabidin ve
Hacıveyiszâde Hoca’dır. Bu yaAhmet Ziya Efendiler’den hesap,
zımızda merhumun hayatından
hendese, kozmoğrafya gibi müsve yapmış olduğu hizmetlerden
pet ilimler de tahsil etmiş; ayrıca
kısacık da olsa bahsetmek istiyoMemiş Efendi’nin oğlu Muhamruz.
med Bahaeddin Efendi’den maKonya’da yetişen âlim ve
nevi feyz almıştır. Hacı Mustafa
velîlerimizin büyüklerinden olan
Efendi, yaklaşık 23 yaşlarında
Hacıveyiszâde Mustafa Efendi,
Islah-ı Medaris’te tedris hayatına
1889 yılında Konya’nın Merkeze
başlamış, burada pek çok talebe
bağlı Şatır Köyünde dünyaya gelyetiştirmiştir. Medreselerin kapadi. Babası zamanın âlimlerinden
tılmasından sonra uzun yıllar Piri
Hacı Veyis Efendi, annesi ise FatMerhum Hacıveyiszâde Mustafa Efendi.
ma Hanım’dır. Hem anne hem de babası ta- Mehmet Paşa Camii imam ve hatipliği, merrafından asil bir aileye mensuptur. İlk bilgi ve kez vaizliği görevlerinde bulunmuştur. Onun
terbiyeyi babasından alan Mustafa Efendi, çok tedris hayatı, medreselerin kapatılmasından
küçük yaşlarda Bekir Efendi adında bir zâttan sonra da devam etmiş, Kur’ân-ı Kerîm ve dini
hafızlığını ikmal etmiştir. Bundan sonra, ba- bilgilerinin okutulmasının yasak olduğu dö-
>74 •
• Eylül 2012
nemlerde, Piri Mehmet Paşa Camii’nde ve cami kadar İmam Hatip Okulu’nda derslerle meşgul
civarında yaşlı bir hacı hanımın evinde gizli gizli olur, öğle namazına Aziziye Camii’ne gelir, namazı
talebe okutmuş, Yağcızade Mustafa Efendi’nin müteakiben akla gelecek tüm sosyal ve hayır işlevefatı üzerine, Aziziye Camii imam ve hatipliğine rine koşardı. Kendi yaşadağı devirde Konya ve cigetirilmiş, vefatına kadar bu camide halka vaaz ve varında her ne hayır ve hasenat işi varsa mutlaka
nasihatlerine devam etmiştir.
orada Hacıveyiszâde Hoca bulunmuştur denilse
İstanbul’da İmam-Hatip okullarının açılma- mübalağa yapılmış sayılmaz.
sıyla birlikte, merhum Hacıveyiszâde Hoca da
Hocaefendi ile ilgili anlatılan birçok anekdot
bütün mesaisini Konya İmamvardır. Bunlardan bazılarını buraHatip Okulu’nun açılmasına
da nakletmek istiyoruz:
Hacıveyiszâde Mustafa Efenve bu okulun ayakta kalması“Selam Hassasiyeti”
di, sabah namazı camiye gina harcamıştır. Yeni açılan bu
Hacıveyiszâde
Mustafa
der,
namazdan
sonra
aşr-ı
okulda kuruculuk ve hocalık
Efendi’nin selamı meşhurdur.
yapmış; ama asıl bunun yanın- şerif okuduktan sonra tesbi- Çoluk çocuk, kadın erkek, yaşda yeri gelmiş okulun inşaatı hat yapar, işrak namazına lı genç, ölü, diri herkese selam
ile uğraşmış yeri gelmiş okulun kadar sohbet ve irşat ile gö- verirdi. Çocuklar Hacı Veyiszâde
temizliği ile ilgilenmiş; yetme- nülleri coşturur, işrak nama- Mustafa Efendi selam vermeden
miş Konya esnafını dolaşarak
zını kılarak evine dönerdi. sıraya geçer, önce selam verme
onları İmam Hatip Okulu’nun
işini çocuklar yapar, O da onların
Eğer okullar açıksa dersine
desteklenmesi konusuna ve
başını okşar, elindeki çerez torhazırlanırdı. Ders konusunda
diğer hayır hasenat işlerine kabasından sarı leblebi ikram ede
çok titizdi, hiç aksatmazdı. ede giderdi.
nalize etmiştir.
Talebelerinin ve yakınla- Kendi yaşadağı devirde Kon“Sarhoş Üç Arkadaşa Yakrındakilerin anlatımına göre, ya ve civarında her ne hayır laşımı”
sabah namazı camiye gider, ve hasenat işi varsa mutlaka
Üç arkadaş bir yerde iyice
namazdan sonra aşr-ı şerif orada Hacıveyiszâde Hoca içmişler, körkütük sarhoş olmuşokuduktan sonra tesbihat bulunmuştur denilse müba- lar. Aziziye Camii’nin önünden
yapar, işrak namazına kadar
geçerken içlerinden biri alkolün
lağa yapılmış sayılmaz.
sohbet ve irşat ile gönülleri
de verdiği cesaretle; “Haydi! Cacoşturur, işrak namazını kılamiye bir girelim içeride kim var
rak evine dönerdi. Eğer okulkim yok bir bakalım” der. Sendelar açıksa dersine hazırlanırdı.
leye sendeleye camiden içeri giDers konusunda çok titizdi,
rerler. Daha ezan okunmamıştır,
hiç aksatmazdı. İmam Hatip
Hacıveyiszâde onları görür ve onOkulu’nda Tefsir, Hadis-i Şerif,
lara doğru yürür; ardından tebesKelam, Arapça ve Fıkıh derslesümle: “Gelin evlatlarım! Beraber
Hacıveyiszâde Mustafa Efendi’nin Konya’daki kabri.
rine girerdi. Derste hiçbir öğbir abdest tazeleyelim!” der. Hep
rencisini esnetmez, uyuklatmazdı. “Huysuzlar, yan birlikte cami önündeki şadırvandan abdest alırlar.
kayışları kırdınız gene, çabuk toparlanınız” derdi. O üç sarhoş arkadaş o günden sonra bir daha içki
Onu tanıyan öğrencileri, “İki ders arasında boş içmedikleri gibi, vakit namazlarının bir çoğunu da
dersi varsa hemen abdest tazeler ve nafile namaz Hocaefendi’nin arkasında kılmışlardır.
kılardı” diyerek onun yaşantısındaki takvaya dik“Hayatın her alanında olan bir zât”
kat çekmektedirler. İlim tâlipleri ile farklı ilgilenir,
O, Konya’da hangi hayır cemiyeti varsa o cenesi var nesi yoksa hepsini onlara verirdi. Öğleye miyetin bir yerinde mutlaka görev almıştır. Bu baEylül 2012 •
• 75 <
zen Tayyare Cemiyeti bazen Sosyal Hizmetler bazen de hastane ve okul yaptırma derneği olurdu.
Para yardımına en cömert şekilde kendisinden
başlar, cüzdanını silkiverirdi. Daha sonra da cemaatten yardım etmelerini isterdi. Bir defasında
bir hayır kurumunun yapımı için elinde makbuzla
bir esnaf dükkanına girer, yardım ister. Esnaf “Hocam bugün müsait değiliz” der. Hocaefendi hiç
kızmaz. Olgunlukla karşılar. “Babam senden de
sonra alırız” der. Fakat bu olgun tavır karşısında
mahcup olan esnaf Hocaefendi’nin arkasından
koşar. “Hocam bugün moralim yerinde değildi,
kusura bakma” der ve hemen hatasını telafi eder.
Hocaefendi bu davranışı da yine anlayışla karşılar
ve “vakıf insanı” olarak aşkla, şevkle çalışmalarına
devam eder.
“Talebe Hassasiyeti ve Talebelere Tavsiyesi”
İmam Hatip talebeleri için etrafına şöyle dermiş: “Bu çocuklar meleklerin kanatlarıyla korunuyorlar. Bu memleketi onlar ileriye götürecekler.
Bu milletin sönen, söndürülen kandillerini onlar
Hacıveyiszâde Camii Konya.
>76 •
• Eylül 2012
uyandıracak inşaallah.” Bazen kendisini şikâyet
eden okul müdürü ve art niyetli kişilere karşı
bile hep sabırlı olur; bu hususta da şöyle dermiş:
“Bunlar beni talebe yetiştirmekten uzaklaştırmak
istiyorlar, ama ben adam yetiştirme bahçıvanıyım.
Bir talebenin yetişmesi için bin münafığın kahrını
çekerim. Bu uğurda yoluma çıkan engellerin kahrını çekerim, hem de seve seve… Bir bahçıvan bir
gülü yetiştirirken elleri kan revan olur. Bizler de
Gül-i Muhammedîler için bu kahrı çekeceğiz, çare
yok bu bahçeye biz bakacağız.”
Hacıveyiszâde Hoca, İmam-Hatip Okulu’nda
öğretmenlik yaparken talebeler ile yakından ilgilenir, onların derslerine iyi çalışarak büyük adam
olmalarını isterdi. Ders konusunda asla taviz vermez, öğrencilerin nafile ibadetlerle uğraşması
yerine derslerine çalışmaları gerektiğini söylerdi.
Bir defasında kendisine nafile namazlarla ilgili bir
şeyler sormaya çalışan öğrencisine: “Şu an nafile
namazı baban kılsın! Sen nafile ile uğraşma! Senin
için öncelik; farz olan namazlarınla birlikte; farz
olan ilimdir. Sen kendi dersine çalış” demiştir.
Bunları biliyor muyuz?
Marmara Üniveristesi İlahiyat Fakültesi eski
dekanlarından ve hocalarından Prof. Dr. Mustafa
Fayda’nın Hacıveyiszâde’nin torunu olduğunu ve
yakın zamanda kaybettiğimiz merhum Ali Ulvi
Kurucu Beyefendi’nin Hacıveyiszâde Hocamızın
yeğeni olduğunu ve merhum Tahir Büyükkörükçü
Hocaefendi’nin Hacıveyiszâde Hocamızın talebesi
olduğunu burada belirtmek gerekiyor.
Hacıveyiszâde Hocaefendi, o kadar derin
ilmine rağmen hiç kitap kaleme almamıştır. “Neden kitap yazmadınız?” diye soranlara “Bir kalpten
bin kitap çıkar, fakat bin kitapdan bir kalp çıkmayabilir!” dermiş.
Vefatı ve Kabri
5 Şubat 1960 tarihinde vefât etmiş olan
Hacıveyiszâde Mustafa Efendi’nin cenaze namazı Konya Kapu Camii’nde her fâniye nasip olmayacak sayıda kalabalık bir cemaatla kılınır ve Üçler Mezarlığına defnedilir. Allah rahmet eylesin;
mekânı cennet olsun...
Eylül 2012 •
• 77 <
M
İ
L
İ
E
’
0
7
7’DEN
Hatice ŞAHİN / KAZAKİSTAN
“İnsanların en hayırlısı Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerdir.”
Hadis-i Şerif
Ö
zellikle yaz aylarında çocuklar bu hadis-i
şerifte bahsedilen hayırlılar grubuna
katılmak için ellerinde Kur’ân-ı Kerîmler,
İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Kız Bölümü, Çimkent/Kazakistan.
>78 •
• Eylül 2012
başlarında başörtüler veya takkeler camilerin
yollarını tutarlar. Aileler de insanların en hayırlılarının anne-babaları olma şerefine ermek için
yavrularını Kur’ân kurslarına gönderirler. Belki
de çoğu bu hadisi hiç duymamıştır veya sohbet
Okulun bahçesinde Kur’ân okuyan Kazak teyzeler.
meclislerinde bir iki defa işitse de hadisin muhtevasına inememiştir ama yine de “Aman çocuğum tatile çıktı hiç olmazsa Kur’ân’ı öğrensin de
öldüğümüzde bize bir Yâsîn gönderir” der ve o
da çocuğunu cami yollarına düşürür. Çoğu anne-babanın çocuğunun elinden tutup da “Hadi
Kur’ân kursuna gidip birlikte yüce Kitabımızı öğrenelim, belki ölünce beklediğim Yâsînler bana
gönderilmez; ben dünyada iken Yâsînlerimi kendim göndereyim” fikri akıllarından bile geçmez.
Tıpkı elimize hiç kitap almadığımız halde çocuğumuzdan gece gündüz kitap okumasını iste- ki çoğu kelime-i şehâdeti bile söyleyemezken bir
memiz gibi.
ayın sonunda Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğrendiler.
Türkiye’de olduğu gibi Kazakistan’da da yaz Okulun içi-dışı Kur’ân, salavât, ilahi sesleriyle cogelince Kur’ân kursu heyecanı yaşanır. Burada şuyordu. Okulumuzun bahçesi küçük bir cennebir farkla ki bu heyecan, sadece çocuklarda gö- ti andırıyor. Bunu başta Türkiye olmak üzere dış
rülmez, bunu büyükler hatta
ülkelerden gelen misafirlerimiz
yaşlılar bile yaşar. Buradaki müsdaima dillendirirler. Cennet bahTürkiye’de olduğu gibi
lümanlar Türkiye’deki kardeşleçesindeki kuşlar, yürüyen melekKazakistan’da da yaz
ri kadar şanslı değildir. Çünkü
leri andıran kızlarımızın ve teyzegelince
Kur’ân
kursu
hegitmek istedikleri yatılı kurslar,
lerimizin seslerine eşlik ediyorlar.
yecanı
yaşanır.
Burada
öyle evlerinin yanında veya şe7’den 70’e öğrencilerimizle
bir
farkla
ki
bu
heyecan,
hirlerinde yoktur. Gitmeye niyetbuluştuk demiştim; bu öğrencilendikleri okul en az 700-800 km sadece çocuklarda görül- lerimizden biri de kızı ve beş yahatta daha uzaktadır. Bir Kazağın mez, bunu büyükler hatta şındaki torunu ile gelen Meryem
çenesini uzatarak “Şurası” dediği yaşlılar bile yaşar. Bura- teyzemizdi. Kendisi 55 yaşında
yer en az 100 km mesafededir. daki müslümanlar Türki- olup belki ismini televizyonlar(Kazakistan dünyanın 9. büyük
ye’deki kardeşleri kadar dan duyduğumuz, trenle 12 saat
ülkesi olup Türkiye’nin yaklaşık
uzaklıkta olan Rusya’nın uzay üssü
şanslı değildir. Çünkü gitüç buçuk katı büyüklüktedir).
Baykonur ilçesinden gelmişti.
mek istedikleri yatılı kursBiz de bu mesafelere alıştık sayıBaykonur’da İslâm’ı yaşayanların
lar, öyle evlerinin yanında
lır. “Ne kadar uzaklıktan geldin?”
çoğunun gençler olduğunu ama
veya
şehirlerinde
yoktur.
diye soru yönelttiğimizde 200başlarında hocaları olmadığı için
300 km dediklerinde “Ooo, yazorluklarla karşılaştıklarını, o yüzkınmış canım!” diyoruz. İnsan zamanla yaşadığı den izin verilirse kış döneminde de okumak istecoğrafyanın rengine bürünüyor.
diğini dile getiriyordu. Bu teyzemiz ilme o kadar
Bu yıl da Çimkent İlahiyat Meslek Yüksek âşık ki Kur’ân’ı elinden hiç bırakmıyor ve o yaşına
Okulu Kızlar Bölümü yaz kursu için 7’den 70’e rağmen sınıfının en başarılı öğrencisi oluyordu.
öğrencileriyle buluştu. Yaşı büyük olanlar, evini
Meryem teyzemizin “İlim öğrenmek artık
barkını, çoluğunu çocuğunu düşünmeden bıra- bizden geçti; bu yaştan sonra Kur’ân kursuna gitkıp okulumuza koştu. Kimisi çocuğunu emanet mek kim ben kimim?!” diyen bay bayan herkese
edecek kimse bulamayıp birlikte yollara düştü- de bir tavsiyesi var: “Ölene kadar ilim öğrenmek
ler. Küçüğünden büyüğüne öyle bir heves vardı kadın-erkek herkese farz. Evlerinde oturup kalmaEylül 2012 •
• 79 <
Meryem teyze büyük bir aşkla Kur’ân okuyor.
Minik kızlarımız; her bireri şimdiden Kur’ân bülbülleri olmuşlar.
sınlar. Kur’ân için biz, kar-kış demedik bayan hoca rusunu yönelttiğimizde de, “Ben üç kez rüyamda
bulamadığımız için, erkek hocanın yanına öğren- bir otobüste yolculuk yaparken biri bana «Osman
mek için gittik. Çimkent’teki bu okulumuzu duyar Nûri Topbaş Hocaefendi’nin Tasavvuf adlı eseriduymaz uzak demeden kalktık buralara geldik. ni oku!» dedi ben de bu kitabın Kazakça çevirisini
İnsanlar ellerindeki ömür nimetini kaçırmadan fır- bulup okudum. Önceden yazarı ve bu kitabı hiç
satları değerlendirsinler.”
duymamıştım. Kitabı okuduktan
Bir öğrencimiz de kış dönesonra kitaba da, ilme de âşık olHayırlı insan olmanın
minde bile bizi bırakmayan ve
dum. Sonra burayı duydum ve
yolu
zorluklarla
çevrilidört yıllık İlahiyat Meslek Yüksek
koşa koşa geldim” diyor. Herkedir.
Kötülüklerin
bir
tuş
Okulu’nu bitirmek isteğiyle 700
sin bu okula geliş anısı var. Dinuzaklıkta
olduğu
zamanıkm uzaklıktaki Almatı şehrinden
lediğinizde de ne büyük nimetgelen, kırk bir yıl Rusça öğretmen- mızda Kur’ân kursları de- ler içinde olduğunuzu düşünüp
liği yapıp emekliye ayrılmış 67 ya- niz feneri gibi yönünü ve şükrediyor, bir o kadar da nimeşındaki Kılara teyzemiz. O da; “Kırk yolunu bulmak isteyeni tin şükrünü eda edemediğiniz
bir yılımı yabancı dil öğreterek geçir- aydınlatmaktadır. Temel için hayıflanıyorsunuz.
dim şimdi bu okulu başarıyla bitirip
Kırk günlük yaz kursumuz
mesele, o fenerinin farKur’ân’a hizmet etmek istiyorum”
bittiğinde ise çoğu, “Buradaki
kında olabilmek.
diyor. Onca yaşına rağmen o kadar
manevi havayı bırakıp evimize
azimli ki; “Bu yıl okulun hazırlık sıgitmek istemiyoruz” diyor. Biz de
nıfına kabul edilirsem hem Türkçe hem de Arapça onların bu güzel isteklerini kırmayıp Ramazan
öğreneceğim, yarıyıldan sonra artık seninle Türkçe ayında öğrencilerimiz için ikinci bir yaz kursu
konuşacağız inşallah” diyor. Sözlerine şöyle de- programı başlatıyoruz.
vam ediyor: “Biz önceden doyduğumuzu zanneHayırlı insan olmanın yolu zorluklarla çevrilidiyorduk ama aslında açmışız. Bizim açlığımız ma- dir. Kötülüklerin bir tuş uzaklıkta olduğu zamanınevi açlıkmış. Ruhani nanı (manevi ekmeği) ben mızda Kur’ân kursları deniz feneri gibi yönünü ve
İslâm’da buldum, bu okulda buldum” diyor.
yolunu bulmak isteyeni aydınlatmaktadır.
Yine yüzlerce kilometre uzaklıktan gelen
Temel mesele, o fenerinin farkında olabilhanıma; Bu okulu nereden duyup geldiniz?” so- mek.
>80 •
• Eylül 2012
AĞLAYAN DENİZ:
ARAL
Adem ŞAHİN / KAZAKİSTAN
K
azakistan’ın batısındaki Kızılorda şehrine doğru giden Almatı-Moskova
trenindeyiz. Kızılorda’ya bağlı Aral ilçesinde okulumuz mezunlarından Marat isimli
kardeşimizin düğünü var. Hem ziyaret hem ticaret derler ya biz de hem düğüne gitmek hem de
kuruyan Aral denizini görmek istiyoruz. Gidiş geliş
trenle 33 saat sürüyor. Hani “Ateş seni çağırıyoooo” diye bir reklam var ya; işte “Marat ve Aral da
bizi çağırıyoooo.”
Trende, kupe denilen dört kişilik odada iki
öğretmen ve yaşlı bir Rus çift ile seyahat ediyoruz.
Yaşlı çift ununu elemiş eleğini asmış gibi birbirleriyle hemen hemen hiç konuşmuyor. Tek aktiviteleri yemek ve içmek. Ve bir kaç kelimelik soğuk ve
hissiz cümleler kurmak. Yaşlanınca, sağlık ve kuvvet gibi, sözler ve cümleler de vedâ ediyor demek
ki.
İnsanın kendisine yapacağı en büyük kötülükler listesine “yolculuklarda video, film izlemek
Eylül 2012 •
• 81 <
1989’dan 2008’e Aral gölü.
Adalet ve doğruluk, su ile sembolize edilir. Adalet, su gibi girdiği yere
hayat verir. Zulüm ise susuzluktur,
kurumadır, çölleşmedir ve tuzlu
gözyaşların akmasıdır. “Bastığın
yer bayram olsun” diyerek sevdiklerimize hayır dua ederiz. Hiç kimse
sevdiği insanın ayak bastığı yerin
çöl olmasını ve bereketten uzaklaşmasını istemez.
ve müzik dinlemek” diye yazmak isterim. Yolculuklar okuma, zikir ve tefekküre sebep olmalıdır,
mp3 ve mp4’e kilitlenmeye değil.
Duyulan takır tukur ve duyulmayan tik taklar
arasında kıyamete kadar sedası devam edecek
bir cümle zihnimizi meşgul ediyor: Enes b. Muâz
(r.a.) Resûlullah (s.a.v.)’den şöyle nakleder: “Nice
binilenler vardır ki, binenden hayırlıdır. Zira onlar
Allah’ı daha çok zikrederler.” (Râmûz el-Ehâdîs)
Kara tren diyoruz ya üzeri yağlı ve tozlu bu
kara trenler, içinde taşıdıklarından daha hayırlı
olabiliyor demek ki. Süperman, pelerini ile trenle uçakla ve göktaşları ile yarışır ve onları geçerdi.
Gerçek süperman ise Allah’ı tesbih ve zikirde bindiği araçtan önde olandır.
Aral tenizi (denizi) yazan istasyonda iniyoruz. 40 yıl önce istasyon denizin kenarındaymış.
Aral ilçesinde orta yaşı devirmiş bir tek otel var. O
otel, yıllar önce denizin kenarındaymış. Parmağından mucize olarak tatlı su akıtan Hz. Muhammed
(s.a.v.) Efendimiz, ayakları ile vurduğu yerden
zemzem çıkartan İsmail peygamberimiz var. Kevser sûresinde geçen Kevser’den cennetten bir ırmak, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in baldan tatlı,
kardan soğuk havuzunu biliriz. “Kevser” çokluk ve
bereket demektir. Aral bizi çağırıyor demiştik ya
indiğimiz yerde “Aral ne tarafta; yakında mı?” diye
soruyoruz. “Buradan 70 km ilerde” diyorlar.
Kevser sûresinde “ebter” sözü geçer; soyu
kesik, tamamlanamamış, güdük, bereketsiz gibi
>82 •
• Eylül 2012
mânalara gelir. Parmaklarından su akıtan yüce bir
Peygamber’in ümmeti olarak, suyu 70 km uzaklaştıran parmak sahiplerini nasıl ve ne ile nitelendirmemiz gerekir bilemiyorum.
Aral denizi 70 bin kilometrekarelik yüzölçümüyle dünyanın dördüncü büyük gölüymüş. Devasa büyüklüğü sebebiyle göl değil deniz olarak
anılırmış. 1960’larda yıllık 60.000 ton balık konservesi üretilen Aral gölü, yüz binlerce insana iş imkanı sağlarmış. Sovyet planlamacıların hesabına
göre Orta Asya’da pamuk yetiştirmek balıkçılığın
yüz misli ekonomik değer kazandıracaktır. Bu hesaplamalar neticesinde Ak Altın (pamuk) sloganıyla çalışmalara başlandı. Aral gölüne dökülen
Sırderya ve Amuderya (Seyhun ve Ceyhun) nehirlerine büyük kanallar yapıldı. Çöllerde pamuk ekimi başladı. Seyhun ve Ceyhun nehirlerinin Aral’a
taşıdığı yıllık su miktarı 110 kilometreküpten 5
kilometreküp seviyesine kadar düştü. 1940’larda
başlayan sulama faaliyetleri sebebiyle nehirlerle
beslenemeyen göl, buharlaşmanın da fazla olması sebebiyle küçülmeye başlamış. Tuzluluk oranı
litre başına 14 gramdan 100 gramın üzerine çıkan
gölde 32 farklı balık türünden geriye yalnızca dördü kalmış.
Tuz, ağlama ve terleme ile bünyeden çıkar.
Deniz ağladıkça tuz artıyor. Dünyanın dördüncü
büyük gölü olarak bilinen Aral gölü, son 50 yılda
yüzde 90 küçülerek, yerini suların çekildiği bölümde oluşan, “dünyanın en genç çölü” Aralkum’a
bırakmış.
Gölde sıradan manzaralardan biri, korku gemisi.
Deniz ürünleri dışında, bölgedeki yerel memeli ve kuş türlerinin sayısı da yarıya inmiş. İklim
koşulları da değişime uğradığından, yazlar daha
sıcak, kışlar daha soğuk geçmeye başlamış. Bölgede sıkça meydana gelen kum fırtınaları yılda
100 milyon ton tuzlu kumu 250 km uzağa taşıyabiliyor. Tuzlu kum rüzgarlarla ulaştığı verimli toprakları zamanla çoraklaştırıyor.
Köylerden, şehirden ve gemilerden uzaklaşan deniz, geride kum dolu çöl bırakınca halk
gemilerini ve evlerini terkederek göç ediyor. Gemiler, korku filmlerini andırır şekilde kumların
üzerinde, hurda demir olarak satılacakları günleri beklerken, hörgüçlü Asya develeri etraflarında
dolaşarak sanki onlara göz kulak oluyorlar.
Osmanlıcada âb-ı adâlet tabiri kullanılır.
Adalet ve doğruluk, su ile sembolize edilir. Adalet,
su gibi girdiği yere hayat verir. Zulüm ise susuzluktur, kurumadır, çölleşmedir ve tuzlu gözyaşların akmasıdır. “Bastığın yer bayram olsun” diyerek
sevdiklerimize hayır dua ederiz. Hiç kimse sevdiği
insanın ayak bastığı yerin çöl olmasını ve bereketten uzaklaşmasını istemez. Hz. Hızır hakkında
“Onun ayak bastığı yerden, hangi mevsim olursa
olsun yemyeşil otlar biter” denilir. Hızır (a.s.)’ın
bastığı yerden ot çıkıp çıkmadığını bilmiyorum
ama bu dünyada yaşayan bir kısım insanların ayak
bastığı yerlerin bayram değil felaket olduğunu,
suları kurutup ekini ve nesli mahvettiğini kesinkes
biliyorum. Dünya, bize hem âyet, hem nimet, hem
de emanettir. Dünyanın tahribi, Kur’ân âyetlerinin
tahrifi gibidir.
Peygamber Efendimiz doğmadan önce mahsuller çok bereketli olmuştur. 570. yıla bolluk yılı
Aral gölü üzerindeki hayalet gemiler.
denilmiştir. Bolluk ve bereket Allah ve Resûlu olmaksızın mümkün değildir. Hadis-i şerifte “Bir iş
ki, ona besmeleyle başlanmaz, ebterdir” (yani
kısır ve güdüktür) buyrulmuştur. Besmeleyle başlanmayan işler milyonlarca tonluk suları bile kilometrelerce uzağa kaçırır toprağı kuraklaştırır.
Dönüş yolundayız. Marat’ın düğünü sebebiyle sevinsek de Aral denizi ve atrafında gördüklerimiz sebebiyle içimizde bir ağırlık var. Trenin takır
tukurları arasında şu sözlerle yolculuğumuzu tamamlıyoruz:
l “İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde bozulma ortaya çıkmıştır. Yanlıştan dönmeleri için Allah (c.c.) yaptıklarının bazı kötü sonuçlarını (dünyada) onlara
tattıracaktır.” (Rûm 30/41)
l “O, sizi yeryüzünde (topraktan) yarattı ve sizi yeryüzünü imar etmede görevli kıldı.”
(Hûd,11/ 61)
l Gönüller imar edilmeden, toprak ve deniz ihya edilemez.
Kurumuş gölden bir kesit.
Eylül 2012 •
• 83 <
MOĞOLİSTAN KÖYLERİ EZANLA BULUŞUYOR
Moğolistan’da camileri olmayan
köyler camiye kavuşuyor. Türkiyeli
işadamı Hasan Yeşilkaya tarafından,
Moğolistan’da üç köye cami yapıldı.
Şefkat Yolu Derneği’nin Moğolistan’daki
hizmetlerini yürüten partneri Nur Vakfı
yetkilileri, camilerin bilhassa camisi olmayan köylere yapılmaya başlandığını
ve bu yaz içerisinde tamamlanıp ibadete
açıldığını belirttiler. Moğolistan’da müslümanların yaşadığı birçok köyde cami
bulunmuyor. Önceden de Şefkat Yolu
Derneği’nin gayretleri ve Türkiyeli hayırseverlerin destekleri ile Moğolistan’da
camisi olmayan köylere camiler yapılmış
ve ibadete açılmıştı.
THY MOĞOLİSTAN’A DOĞRUDAN SEFERLERE BAŞLADI
Düzenlediği uçuş noktalarını her
geçen gün artıran Türk Hava Yolları
Moğolistan’a doğrudan seferlere başladı. Türk Hava Yolları Moğolistan’da uçtuğu ilk nokta olan Ulan Batur’a ilk seferini
gerçekleştirdi. Bu ilk uçuşta, Türk Hava
Yolları Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi
Topçu’nun davetlisi olarak Türkiye’den
aralarında Şefkat Yolu Derneği Başkanı Nurettin Korkut’un da bulunduğu çok sayıda siyaset ve işadamı yer
aldı. Seferler, İstanbul’dan Pazartesi,
Çarşamba ve Cuma, Ulan Batur’dan
Salı, Perşembe ve Cumartesi günleri
olmak üzere haftada 3 gün karşılıklı
olarak icra edilecek.
ŞEFKAT YOLU DERNEĞİ RAMAZAN AYINDA DA MUHTAÇLARIN YANINDAYDI
Şefkat ve merhametin daha ziyade arttığı mübarek ramazan ayında,
Şefkat Yolu Derneği muhtaçları unutmadı, onlara erzak dağıttı. Dernek yetkilileri, ramazan ayında erzak dağıtım
faaliyetlerinin daha çok arttığını, bunun da ramazana yönelik bir bereket
olduğunu belirterek, erzak yardımında bulunan hayırsever zenginlere te-
şekkürlerini bildirdiler, erzak yardımında
bulunulan muhtaç vatandaşlarımızın
mutluluk ve sevinçlerine karışan hayır
dualarını ilettiler. Şefkat Yolu Derneğigerek yurt içinde gerek yurt dışında yoksul
insanlara,periyodik olarak muhtelif yardımlarda bulunuyor, onların problemlerinin çözümüne bir parça da olsa katkı
sağlamaya çalışıyor.
ŞEFKAT YOLU DERNEĞİ SİERRE LEONE’DE
Şefkat Yolu Derneği, Batı
Afrika ülkelerinden Sierre
Leone’de hizmet faaliyetlerine başladı. Derneğin Afrika sorumlusu Hüsnü Bircan
yaptığı açıklamada, dünyanın en fakir ülkelerinden
biri olan Sierre Leone’ye önceden de gittiklerini, insani
yardım ve kurban organizasyonlarında bulunduklarını
belirterek, bu gidişlerinde
>84 •
• Eylül 2012
ülkede yerleşik bir hizmetin sağlanabilmesi için bir vakıf kurduklarını ve bir İmamHatip okulunun yapımına başladıklarını
belirtti. Önümüzdeki aylarda okulun tamamlanması ile Sierre Leone’de eğitim çalışmalarına başlayacaklarını söyleyen Bircan, hayır sahibi cömert halkımızdan, fakir
Afrika ülkelerine şefkat kollarını uzatmalarını istedi. Sierre Leone bölgede, birçok Afrika ülkesinde olduğu gibi misyonerlerin
yoğun faaliyet gösterdikleri bir ülke olarak
biliniyor.
BEYAZ SARAY’IN KALBİ DURDU
lu da bir konuşma yaptı. İsmail Özdoğan’ın
sahibi olduğu Enderun Kitabevi, özellikle
1970’li ve 1980’li yıllarda akademisyenlerin,
münevverlerin ve yazarların en sık uğradığı ve sohbetler ettiği bir akademi hüviyetindeydi. Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nın
kapanmasından sonra İsmail Özdoğan da
Enderun Kitabevi’ni Vezneciler’deki Yümni
İş Merkezi’ne taşımıştı. Enderun Kitabevi’ne
Türkiye’de alanlarında söz sahibi bir çok
ilim, fikir ve sanat adamı devam ediyordu.
Enderunî İsmail adıyla tanınan
Sahaf İsmail Özdoğan hakkın rahmetine kavuştu. Özdoğan’ın naâşı, 6
Eylül Perşembe günü öğle namazını
müteakip Şâkirîn Camii’nde kılınan
cenaze namazının ardından Sahrayı
Cedit Mezarlığı’nda toprağa verildi.
Cenaze namazına İsmail Özdoğan’ın
çok sayıda arkadaşı, sevenleri ve akademisyenler katılırken eski Diyanet
İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğ-
ÇANKIRI’DA DÂRU’L-HADİS SEMPOZYUMUNUN İKİNCİSİ YAPILDI
Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ile Çankırı
Belediyesi’nin ortaklaşa tertip etmiş
oldukları “Anadolu’nun İslamlaşma
Sürecinde Dâru’l-Hadisler” konulu
sempozyum, 08-09 Eylül 2012 tarihleri arasında Çankırı’da yapıldı.
Sempozyuma, Türkiye genelinde
muhtelif İlahiyat fakültelerinden
çok sayıda konunun uzmanı akademisyen katıldı. Sempozyum, açılış
konuşmalarıyla başladı. Prof. Dr. Kemal Sandıkçı konuşmasında, muhaddislerin hadis öğrenmek için gösterdikleri gayretler ile hadis öğrenmenin ehemmiyetinden
bahsetti ve hadis öğrencisinin hadis dinlerken göstereceği edebe vurgu yaptı. Prof. Dr. Ali Toksarı’nın yaptığı
selamlama konuşmasının ardından oturumlara geçildi.
İki gün içerisinde toplam 6 oturumun
gerçekleştirildiği sempozyumda, toplam
15 tebliğ sunuldu ve tebliğlerin müzakereleri yapıldı. Sempozyumun son oturumu, dâru’l-hadislerin güncellenmesine
yönelik bir çalıştay şeklinde oldu. Program, Çankırı gezisi ile sona erdi. Bu yıl
Çankırı’da ikincisi gerçekleştirilen dâru’lhadisler sempozyumunun geleneksel
hale gelmesi için başta Çankırı Belediye
Başkanı İrfan Dinç olmak üzere Ondokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yavuz Ünal ile akademisyen hadisçiler üstün gayret göstermektedirler. Sempozyumda Şefkat dergisi editörü Yrd.
Doç. Dr. A. Hikmet Atan, “Dâru’l-Hadisleri Ortaya Çıkaran
Temel Nedenler ve İslâm İlim-Kültür Dünyasındaki Yeri”
başlıklı bir tebliğ sundu.
ASR-I SAÂDET PARKI AÇILIYOR
Suudi Arabistan’da, Peygamber
Efendimiz’in yaşadığı dönemin bütün
ayrıntılarını yansıtan bir ‘tema park’
kurulması için ilk adımlar atıldı. Projeye göre parkın içinde İslâm kültürünü her yönüyle ortaya koyacak büyük
bir müze ve kütüphane de yer alacak.
Efendimiz’in(s.a.v.) dönemine ait birçok
görsel malzeme, animasyon, film gösterimleri, tarihi olayların canlandırıldığı kısımlar da temalı park alanı içinde bulunacak. Yine parkta Resûlullah (s.a.v.)’in hayatını anlatan özel bir bölüm
de olacak. Burada 1500 parça halinde O’nun mübarek
hayatı anlatılacak. Her bir parça, zengin görsel içerik
taşıyacak. Mekke ile Cidde arasında kurulması düşünülen park oldukça geniş
bir alanda inşa edilecek ve 24 saat açık
olacak. Parkta yer alacak oteller, restoranlar ve alışveriş merkezleri de İslam
mimarisine göre yapılacak. İslam dünyası, tarihi, coğrafyası ve kültürü üzerine en büyük ve en kapsamlı kütüphanenin de hizmet vereceği parka, büyük
Arap tarihçilerinin bilgilerinden faydalanılarak mü’minlerin annelerine ait imitasyon takılar, o
dönemde kullanılan cüppeler, mobilyalar ve silahlar sergilenmek üzere getirilecek.Temalı park sayesinde İslâm
tarihi ve kültürü daha iyi anlaşılabilecek.
Eylül 2012 •
• 85 <
HASEKİ EĞİTİM MERKEZİ 24. DÖNEM MEZUNLARINI VERDİ
Haseki Dini Yüksek İhtisas Merkezi 24. dönem ihtisas kursiyerlerinin
mezuniyet programı, Pendik Yunus
Emre Kültür ve Sanat Merkezi’nde
yapıldı. Törene İstanbul müftüsü
Prof. Dr. Rahmi YARAN başta olmak
üzere ilçe müftüleri ve çok sayıda davetli katıldı. Programa Kırat Bölümü
kursiyerlerinden İbrahim AKSOY’un
Kur’an tilavetiyle başlandı. Dini Yüksek İhtisas Merkezi
Müdürü Nurettin Muhtar ACAR’ın açış konuşmasının
ardından mezunları temsilen dönem birincisi İsmail
Dündar İNCE ve İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Rahmi YARAN
bir konuşma yaptılar. Program, Kıraat Bölümü kursiyerlerinin sunduğu ilahiler ile devam etti. Son olarak İhtisas
Merkezinin duayenlerinden öğretim
görevlisi Mehmet SAVAŞ Hocaefendi
son ders mahiyetinde bir konuşma
yaptı. Dereceye giren ve mezun olan
kursiyerlere diplomaları, Pendik Haseki Vakfı’nın hazırladığı hediyelerle birlikte takdim edildi. Bu dönem Haseki
Dini Yüksek İhtisas Merkezi’nden mezun olan öğrenciler arasında, iki Kazak,
bir Kırgız ve bir Kırımlı öğrenci de yer aldı. Mezun olan bu
öğrenciler, ülkelerinde hizmet etmek için can attıklarını
ifade ettiler. Daha önceden de Haseki Dini Yüksek İhtisas
Merkezi’nden birçok Kazak ve Kırgız öğrenci mezun olmuştu. Bu öğrenciler, şu anda ülkelerinde dini hizmetler
yürütmektedirler.
ASTANA’DA HAZRET SULTAN CAMİİ TÖRENLE İBADETE AÇILDI
Kazakistan’ın başkenti Astana’da
inşa edilen ve ülkenin en büyük camisi olan Hazret Sultan Camii, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan
Nazarbayev’in katıldığı törenle ibadete açıldı. Kazakistan Cumhurbaşkanı
Nursultan Nazarbayev, doğum günü
olan 6 Temmuz’da gerçekleştirilen
açılışta, Astana başkent olduktan sonra ülkeye gelen misafirlerin ve devlet adamlarının nasıl bir ülkeye geldiklerini göstermek maksadıyla havalanı yolu üzerinde büyük
bir cami yaptıklarını söyleyerek, insanların İslâm’a olan
ilgilerinin artmasıyla cami ihtiyacının da giderek arttığını
ifade etti.Nazarbayev, işdamları ve halkın desteği ile son
derece kullanışlı ve modern bir cami inşa edildiğini be-
lirtti. Türk mühendis ve müteahhitleri
tarafından yapılan Hazret Sultan Camii, sekiz bin kişilik kapasiteye sahip
olup toplamda 17 bin m2’lik alan üzerine kurulu. Caminin 77 m. yüksekliğinde 4 minaresi ve yüksekliği 52 m.
olan toplam 10 kubbesi bulunuyor.
Camide ibadet bölümlerinin yanı sıra
taziye salonları, kütüphaneler, nikah salonları, arşiv, lojmanlar, ofisler, 400 kişilik yemekhane, VIP odalar, el ayak
kurutma ve terlik odaları gibi mekanlar da bulunuyor. 30
bin m2’lik yeşil alanı da bulunan Hazret Sultan Camii’nin
inşası sırasında yaklaşık 1500 kişi çalıştı. Cami yapımında
Türkiye’den malzeme kullanılmasına özen gösterilirken,
çiniler ise İznik’ten tedarik edildi.
BİR HİZMET ADAMI İSMAİL ÜÇÜNCÜ HAKK’IN RAHMETİNE KAVUŞTU
Bir hizmet adamı İsmail Üçüncü
Hakk’ın rahmetine kavuştu. 1959 doğumlu olan Üçüncü, İstanbul Yüksek
İslam Enstitüsü mezunu idi. Matbaacılık
işiyle meşgul olan ve çevresi tarafından
yapmış olduğu hayır ve hasenât ile tanınan İsmail Üçüncü, matbaasında basmış
olduğu çok sayıda Kur’ân-ı Kerîm ve elif
bâyı meccânen dağıtmış, en son da şair
sahâbîlere yönelik mühim bir eser olan
>86 •
• Eylül 2012
Hüsnü’s-Sahâbe isimli kitabın
basılıp dağıtılmasını sağlamıştı.
1970’li yıllarda yayınlanan Sebil
dergisinde yazı işleri müdürlüğü de yapan İsmail Üçüncü’nün
naâşı, 23 Ağustos 2012 tarihinde Fatih Camii’nde kılınan cenaze namazını müteakip Edirnekapı Mısırtarlası Mezarlığı’na
defnedildi.
TACİKİSTAN’DA İMAM-HATİP OKULU AÇILIYOR
müslüman olan bir devlette din eğitiminin çok önemli olduğunu, bunun
için de, bu dost ve kardeş ülke için
ellerinden gelen yardımı esirgemeyeceklerini belirttiler. Tacikistan’da din
eğitimi ve hizmetleri, ülkede görev
yapan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığı ile yürütülmekte.
Tacikistan
Diyanet
İşleri
Başkanlığı’na bağlı İmam-Hatip
Okulu’nun açılmasında son aşamaya
gelindi. Şefkat Yolu Derneği’nin destek ve himayeleri ile eğitim hayatına
başlayacak okulda yaklaşık yüz yatılı
öğrenci eğitim alacak. Dernek yetkilileri, Tacikistan gibi halkının % 90’ı
SU SONDAJ KAMYONU SENEGAL’E ULAŞTI
Şefkat Yolu Derneği’nin öncülüğünde Türkiye’den tedarik edilen su
sondaj kamyonu Senegal’in başkenti Dakar’a ulaştı. Deniz yolu ile Dakar
limanına indirilen kamyon ve ekipmanları, bölgede hizmet veren Şefkat Yolu Derneği’nin partner kurumu
Şefkat Yolu Vakfı yetkilileri tarafından teslim alındı. Şefkat Yolu Vakfı,
başta Senegal olmak üzere bölgedeki ülkelerde yüze yakın su kuyusu açtı. Vakıf
yetkilileri, Türkiye’nin cömert ve fedakâr
hayır ehli insanlarının bölgede açmak
istedikleri kuyularıbu sondaj kamyonusayesinde daha rahat açabileceklerini,
kamyonun temin edilerek ülkeye ulaştırılmasında katkısı olan tüm kurum ve
şahıslara teşekkür ettiklerini bildirdiler.
ARAŞAN İLAHİYAT FAKÜLTESİ’NİN YURDU HİZMETE AÇILDI
şartlar altında eğitim ve öğretimlerini sürdürmeleri hedefleniyor. Fakülte Dekanı Doç. Dr. Vahit Göktaş
yaptığı açıklamada, fakültelerinin
ihtiyaç duyduğu böyle modern bir
yurdun yapılması ile öğrencilerin
eğitim ve öğretim noktasında daha
iyi yetişeceklerini ümit ettiklerini
belirterek, yurdun yapılmasında
maddi-manevi emeği geçen Türkiyeli hayır severlere teşekkür etti.
Bişkek’te
Şefkat
Yolu
Derneği’nin destek ve himayeleriyle eğitim ve öğretim faaliyetinde bulunan Oş Devlet Üniversitesi Araşan İlahiyet Fakültesi’nin
öğrenci yurdu hizmete açıldı.
Fakülte binası ve camisinin yer
aldığı kampüs içerisinde geçen
yıl yapımına başlanan yurdun
tamamlanıp hizmete açılması ile
200 civarında öğrencinin daha iyi
“SON NEFES” KİTABI VOLOFÇANEŞREDİLDİ
Osman Nûri Topbaş Hocaefendi’nin
isimli kitap Volofça’ya tercüme edilmiş ve
“Son Nefes” isimli eseri Senegal’in yerel dili
Senegal’e gönderilmişti. Dernek yetkilileri,
olan Volofça’ya tercüme edildi ve Türkiye’de
Fransızca dini kitapları zaman zaman söz
basıldı. 2500 adet basılan kitabın Şefkat
konusu ülkeye gönderdiklerini ancak ye-
Yolu Derneği aracılığı ile Senegal’e gönde-
rel dilde kitaplara halkın daha çok ihtiyaç
rilmesine başlandı. Daha önceden de aynı
duyduğunu ve bu yüzden yerel dilde kitap
yazara ait Örnek Şahsiyet Hazret-i Muham-
basılmasının büyük önem arzettiğini belirt-
med Mustafa -Sallallahu Aleyhi ve Sellem-
tiler.
Eylül 2012 •
• 87 <
ARAKAN YARDIM BEKLİYOR
Dünyanın muhtelif coğrafyalarında zulüm altında
inleyen müslümanlara bir
yenisi daha eklendi. Eski adı
Burma veya Birmanya yeni
adı Myanmar olan ülkenin işgal ettiği Güneydoğu Asya’da
yer alan müslüman Arakan
bölgesinde, müslümanlara
uygulanan zulüm ve işkence, ramazan ayı boyunca İslâm
dünyasının, bilhasssa Türkiye’nin gündemine oturdu.
Müslümanların evlerinden alınarak işkence görmeleri
ve binin üzerinde müslümanın öldürülmesi, halkın can
korkusu ile Bangladeş’e sığınmaya çalışmasından dolayı on binlerce müslüman evsiz ve yurtsuz kaldı. Bölge-
ye giden gazeteci yazar Aslan
Balcı, Arakan’a alınmadıklarını,
Bangladeş’teki kampları gezdiklerini, bu kamplarda yüz
bine yakın müslümanın zor
şartlar altında yaşadıklarını, üç
yüzden fazla müslüman köy ve
yerleşim yeri boşaltılıp Rakhin
Budist teröristlerin eline geçtiğini belirtti. Kötünün çok çok ötesinde bir durumun
söz konusu olduğu Arakan’a acilen uluslararası düzeyde
yardımların yapılması ve müslümanların can emniyetinin sağlanması gerekiyor. Geçtiğimiz ay, Dışişleri Bakanı
Ahmet Davutoğlu Arakan’a giderek resmi görüşmelerde
bulunmuş ve insani yardım dağıtmıştı.
SURİYE’DE DRAM DEVAM EDİYOR
Suriye’de yaşanan olaylar neticesinde Mart 2011’den Eylül
2012’ye kadar geçen zaman içinde resmi rakamlara göre toplam
ölü sayısı 30 bini aştı. Geçtiğimiz
Ağustos ise 6808 kişinin ölümüyle
en kanlı ay oldu. Ülkedeki çatışmalar nedeniyle 65 binden fazla sivilin
yaralandığı ve 76 bin kişinin de kayıp olduğu belirtiliyor.
Suriye’yi terk edenlerin sayısı ise yarım milyonu geçmiş
durumda. Ölüm oranının günden güne arttığı Suriye’de
on sekiz aydır süren çatışmalar sebebiyle her yirmi beş
dakikada bir Suriyeli hayatını kaybederken on dakika-
da bir de bir Suriyeli yaralanıyor ve
vatanını terk ediyor. Türkiye’ye giriş
çıkış yapan Suriyelilerin de sayısında
artış görülüyor. Türkiye’deki Suriyeli
mülteci sayısı elde edilen son verilere göre seksen bini aşmış durumda.
Bir kısım Suriyeli ise Kilis’teki yakınlarının yanına giderken, bir kısmı da
çevre illere sığınıyor. İllegal yollarla temel ihtiyaç maddelerini karşılamak için Kilis’e gelen Suriyeliler, alışveriş
sonrası ülkelerine dönüyorlar. Gayr-i resmi kaynaklara
göre, yapılan katliamlardan ötürü Suriye’deki ölü sayısı
50 bini geçmiş durumda.
ORTA ASYA’DA YAZ KURSLARI VERİMLİ GEÇTİ
Orta Asya’da Şefkat Yolu Derneği’nin destek ve himayelerinde eğitim-öğretim yapan okullarda yaz kursları verimli geçti. Kazakistan, Kırgızistan ve Moğolistan
gibi ülkelerde yaz kurslarında öğrencilere başta Kur’ân-ı
Kerîm ve Temel Dini Bilgiler dersleri verildi. Dernek yetkilileri çok sayıda öğrencinin bu kurslardan istifade ettiğini, velilerin yoğun olarak çocuklarını okutma isteklerine
cevap vermede zorlandıklarını belirttiler. Orta Asya’da
yaz kursları okulların kapanmasıyla başlıyor ve okulların
açılmasına yakın bir zamana kadar devam ediyor.
>88 •
• Eylül 2012

Benzer belgeler