PDF seçeneği için tıklayın

Transkript

PDF seçeneği için tıklayın
çin
izlenimleri
zikrullah kırmızı
2007
Satırların arasında kendisini tanıyacak
olan sevgili dost için
Tapınağın içinden (Cheng Du)
İÇİNDEKİLER
Küçük bir açıklama,9
Çin İzlenimleri,11
Gitmek nedir,11
Kent,13
Buz,21
Yasak Kent,24
Eski Kent,26
Yemek,27
Tapınak,38
İnsan,58
İnançlar, bedenler ve yüzler,64
Shu Feng Ya Yu Çayevi,76
Fener Olmak,91
Küçük Bir Açıklama
Bu izlenimler son derece kişiseldir. Hiçbir sav
taşımazlar, ne yazınsal, ne türsel, ne bilimsel. Üç beş yakın
dost için, onlarla ortak bir anı oluşturmak, küçük bir yaşam
alanı üretmek için öylesine yazılmışlardır.
Okunmaları için bir neden yoktur. Okununca okuyana
ne verir bilmem. Ama en azından zamanlarını alacağı kesin.
Ne olursa olsun, Okuyan Dostum, aramasına bile gerek
yok, burada duran beni bulacaktır. İçtenlikten mi söz
ediyorum. Hayır, sizi yanıltmak istemem. Bu yazıyı, bunu
yazışımı içtenlik açıklamaya yetmez. Üstelik bunu istediğimi
de sanmıyorum. İçtenlik en iyi hile biçimidir. Ben
duygularımızın en iyi oynayarak anlatılacağına inanıyorum.
Zaten hepimizin de yaptığı bundan başka bir şey değil.
Dostlarım, bunu ortaya atılmış bir söz, yaydan, belki
çıkmasaydı iyi olacak ama artık bir biçimde çıkmış ok,
ortalığa düşmüş bir önerme olarak görürlerse ne ala!
Bir deneme bu. Denenmiş bir şey. Belki yazanı için
yaşamın önünde bir sınavdır da. Ama çok da büyütmemeli.
Herkesin bir Çin’i vardır kendi içinde ve o Çin hakkında bir
düşü. Benim için Çin bir insandır, onun yüzüdür, onun
yüzünün gizlediğidir.
Yitirilen bir şeyi bulmak gibi.
Bu.
Zikrullah Kırmızı
Çin İzlenimleri
Bilge dedi ki:”Ancak bir acı duyduktan sonradır ki
bir insan gerçekten sevinçlidir; hiçbir acı duymamış
bir kişi tam anlamıyla sevinçli olamaz.
Ağladığımız zaman da asıl içimiz dinlenir; işte
bu dinginlik sevinçtir”.
Wang Yang-Ming1
Gitmek nedir?
Bakmak, görmek değil. İnsan kendini görür baktığında ya da ne
istiyorsa onu. Bakmak ne zaman okuma olur? Doğayı, bir ülkeyi, bir
halkı, bir insanı okuyabilir miyiz? Bir tapınak, yasemin çayı, koku ve
gülümseyiş (ah!) okunabilir mi? Çin ülkesinin insanları ve onların
yüzleri ve onların yüzlerindeki gülümseyiş neyi, nasıl anlatır? Çin
Seddi‟ni görmek Çin‟i görmek olur mu, ya tersi? Pekin ördeği yemenin
bir anlamı olabilir mi? Anlatı yaşamın yerini tutabilir mi? Yaşamdan
soyutlamalar değil midir sözce? Peki, anlatılamayan yaşam, kime,
hangi değeri taşır? Belki de yaşam dediğimiz şey sonsuz, uçsuz
bucaksız bir anlatı yalnızca…2 Bunu anladığımda dünyanın kesintisiz
bir biçimde bir insandan diğerine dil üzerinden aktarıldığını gördüm
ve Du Fu‟nun3 dostuyla birlikte sazlı gölde, ayışığında çıktığı
gezintide kayığına bindim sessizce.
Oscar Wilde demişti: Hiçbir şey duymadım ve hiçbir şey
görmedim. Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim, evet, ben Çin‟de bir
şey görmedim, hatta oraya gitmedim bile. Odamda bir seyahat‟‟e
çıktım (Xavier de Maistre)4, odamda bile değil, imgelemimde,
kafamın içinde gerçekleşen bir yolculuktu bu. Ben kendime yolaldım
Bu ve sonraki alıntılar Çin Denemeleri’ndendir (Eberhard)
Randall, William Rowel; Bizi „Biz‟ Yapan Hikayeler, Ayrıntı yayınları, 1999
Du Fu (712-770), Tang Hanedanlık döneminin büyük şairi
4
Maistre, Xavier de (1763-1852); Odamda Seyahat, Hayalet yayınları, 2005
1
2
3
Çinli bilge gibi. Bu hoş, tatlı bir yolculuktu, tanıdık dostlarla,
sevdiklerimle, kafamın içinde, ruhumda taşıdıklarımla katettiğim bir
içyolculuk.
İsterdim ki, Dante‟ye kılavuzluk eden Beatrice 5 gibi bana da
bir manevi güç kılavuzluk etsin. Lao Çu 6, Konfüçyus7 ya da neredeyse
o, benim Beatrice‟im…
O zaman görmek, anlamak için bir yere gitmem gerekmiyor
muydu? Bütün bunlar boş mu? En büyük gerçek Nirvana 8, Gautama
Buda‟nın9 eşsiz yolculuğuyla bedenden bedene, biçimden biçime, arına
gide tüm arzunun sona erdiği büyük vazgeçişe ulaştığı yer, onun
büyüleyici çağrısındaki güç, gerçekten etkileyici bir sesleniş değil
mi? Burada olmak neden orada olmaktan farklı olsun? Benim, senin,
ötekinin diliyle anlatıldığı, bir ezgiye aslında, bir şarkıya dönüştüğü
için mi? İnsanlar bir değil, hep ve kaçınılmaz bir biçimde iki
olduklarından mı? Biri öbürüne anlatsın diye, hatta biri kendine
anlatsın diye.
Gitmek kalmak mı gerçekte?
Dante, Alighieri (1265-1321); İlahi Komedya‟sında ölüm ötesi yolculuğunda Beatrice (sevdiği kadın, melek) ona kılavuzluk
etmiştir
6
Lao Çu (MÖ 6.yüzyıl); Taoculuğun kurucusu Çinli bilge
7
Konfüçyüs (K’ung fu-tzu, MÖ.551-479); Çinli filozof
8
Nirvana; Budizm‟de insanın aşırı istek vetutkularından kurtulma yoluyla eriştiği salt mutluluk durumu
9
Gautama Buda (Siddhartha Gautama, MÖ.563-483); Hindistan’da yaşamış ruhsal önder, Budizm’in kurucusu
5
Kent
Büyük bir ülkenin büyük kentleri… Çokluk Çin‟i tanımlayabilir.
Ya bolluk! Dağları da çok, düzlükleri, ovaları da… İnsanları da.
Kendine sığmayan bir ülke olsa olsa budur. Bir şeyi öteki şeyini
örtmemiş, baskılamamış, biri yüzünden öteki güdük kalmamış. Her
şey sanki birbirini gölgelemeden sere serpe büyümüş. Kentlerin
kurulu olduğu geniş düzlükler gözün alabildiğine uzanıyor ve aradığım
şey, dağların eteklerinde dinlenen sis, tepelerindeki kar, uçuruma
uzanmış güzel kokulu, akasya olabilir mi, ağaç yok göz erimim içinde.
Dağlardan süzülen Çin yazısı, yumuşatılmış çiniyle tonlanmış resim ve
gezgin şairin sapa dağ yollarına koyulmuşluğu, uzaklığın ve özlemin
katmer katmer açmış yaban çiçekleri de. Ya tarih, bu yeniden
yapılan, inşa edilen kentlerin neresinde gizli. Kentin ruhu nerede?
Kilometrelerce uydu kentler, görkemli modern yapılar ve inşaat
inşaat inşaat… Pekin (Beijing)10 olimpiyatlara hazırlanıyor, ya
Changchun11, ya Cheng Du.12 Çinin modern kenti bir gurura işaret
ediyor. Daha iyi, sağlıklı, işlevsel uzam tasarımları bu kentlerde Batı
dünyasını tekdüze yineliyor. Katlı kavşaklar, hava hatları, betonun
kenti orasından burasından biçen uzanışı, geniş caddeler, bulvarlar,
öncelikleri çoktan reddetmiş her türden araç: bisikletler,
motorsikletler, her model ve marka otomobiller, toplu taşıma
araçları, otobüsler, trenler, alçak ve yüksek tabanlı raylı taşıma
türleri, metro, dev alışveriş merkezleri, yani her şey. Her şey
birlikte büyüyebilir. Nereye kadar? Çin‟in sınırsız kaynakları Çin‟e bir
Amerika sığdırabilir mi? İçine aldığı Amerika‟yı Çinlileştirebilir mi
Çin?
Pekin (Beijing Shi-kuzey başkenti), Çin kuzeydoğusunda Çin Halk Cumhuriyeti‟nin başkenti. Nüfusu yak. 15 milyon
Changchun; Çin kuzeydoğusunda Jilin eyaletinin başkenti. Kış olimpiyatları merkezi. Nüfusu yak. 7 milyon
Cheng Du; Çin güneybatısında Sichuan eyaletinin başkenti. Tang, Song ve Ming Hanedanlıklarının merkezi, Çin‟in efsanevi
şairleri Li Bo ve Du Fu‟nun yaşadığı yer. Nüfusu yak. 10.5 milyon
10
11
12
Kalabalık cadde (Cheng Du)
Sinema önündeki meydan (Cheng Du)
McDonald‟ların, Kentucy‟lerin geleneksel aşevleri, büyük
lokantalarla yan yana durduğu bu kentlerde sanki kenti oluşturan
canlı cansız her varlık kendisinden beklenen şeyi biliyor. Kadınlar
erkekler kadar ortada. Buz tutmuş caddeleri geceyarısı küremek için
erkeklerle yan yana, fabrikalarda kaynak makinelerinin başında.
Cheng Du. Baharatı seven bu kentin eski ve canlı, renkli bölgesi
buram buram kokuyor. Egzotik bir koku. Tanımadığım baharatlarla
yapılmış kızartmaların, haşlanmış sebzelerin, sokakta bir çuvalın
içinde satılan şeker kamışının, tropik meyvelerin karışımından olma
koku. Ağır bir koku… İstanbul‟un Mahmutpaşa‟sı. İnsanların çoklu
devinimlerinden oluşan akış çizgileri: inen çıkan, kesişen…
Merdivenler, bisiklet parkları, elektrik fenerinin dibine işeyen çocuk,
ince bir sapa takılı mısır ya da çöp şiş kemiren genç yaşlı, çocuk,
kadın erkek Çinliler, yolların buluştuğu geniş meydanlardaki
kaynaşma, cıvıltı, rengarenk fenerler ve bayram13 hazırlığı. Canlı
dükkan
cephelerinin
tabelalarındaki
yazılar Çincenin
inişli çıkışlı
yabanıl tizlikleri,
ara nağmeleri ile
karman çorman.
Motorsiklet/bisiklet parkı (Cheng Du)
13
Çin‟de Domuz Yılı‟na giriliyor (2007)
Sokak satıcıları (Cheng Du)
Sokak satıcıları (Cheng Du)
Sokak satıcıları (Cheng Du)
Sokak satıcıları (Cheng Du)
Minibüsün penceresinden kayıp geçen eski mahalle girişi. Uçları
yukarı kıvrık pagodalar.14 Tuğlaların dalgalanan dizisi. Dar sokaktan
gelen Çinli ses… bir yaban kuşunun ötüşünden farksız bu: bir çağrı.
Orada hiçbir şey kendi olduğu için utanç duymaz. Orada en küçük en
büyükle eşit. Herkesin güneşten ve gölgeden ve yağmurdan ve çiçeğe
durmuş kiraz dalından payına düşen aynı. Sanıyorum ya da sandım ki,
beden kendi üzerine düşer, ötesine değil orada. Beden kendini oynar.
Baba oğlun ve oğul babanın yerine geçmez. Ne de anneler kızlarıyla
yer değiştirir. Ve yine düşündüm ki bu kentin gizli koridorlarında,
caddelere bakan hurdalığa dönmüş ya da çamaşırların sergilendiği
balkonlarında sabırla dokunan ipek halı geriye doğru akan bir zamanın
ipuçlarını da düğümlüyor. Ve banliyöler. Ve yığınsallık. Ve yoksullar.
Yoksulların yığıldığı sosyal meskenler.
Bir genişleme duygusuna bağlı büyüme bu daha çok. Balon gibi
şişen evrenle birlikte evrenin içinde yer alan tüm gökadaları,
samanyolları, güneş sistemleri, yıldızlar da saçılıyor, şişiyor, büyüyor.
Böyle bir duygu… Böyle bir büyüme, Çoğul. Denge dengesizliğe bağlı.
Bozunum belki kaçınılmaz. Tersinmezlik.
Pagoda; Güneydoğu Asya‟da yaygın, Budist tapınağı yapı biçimi. Taş ve tuğladan yapılan, yukarı doğru daralan katlarıyla göğün
katlarını simgeleyen bu yapı biçemi sivil mimariyi de etkilemiştir
14
İnsanlar (Cheng Du)
Bu kent her şeye, herkese sunuyor sanırım her şeyi. Kendimi
kandıramam. Orada bayağılık kalın örtülerin, işlenmiş zengin
kumaşların, Çin uzlaşması inceliğin dilinin yumuşak ama inatçı
baskılaması altında gizli bir çekicilik konusu da olabilir mi? Bunu
merak ettim.
Pekin. Donmuş ırmağın ve ayazın sert, hırçın kavuruculuğu,
beyazlığı üzerinden gülümseyen Mao Zedong.15 Çin köylüsünün
arkasındaki beş bin yılı ve onun saray meşrebini, onun çarıklarının
altındaki ipeği, kırılmış ayak kemiklerinin bastığı yerde dengesini
yitiren dişil toprağın dalgalanışını, Çin ruhunun kaligrafisini, dağların
iniltisini ve çamurun, Sarı ırmakla yoğun derişimleri içinde döne
bulana akan çamurun iyileştirici gücünü, bilmiş, görmüş, gülümsemiş,
„yürüyelim hep beraber‟ demiş uzun yol yolcusu Başkan
15
Mao Zedong (1893-1976); Çin Komünist Partisi ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurucu önderi
Başkan Mao’nun önünde (Pekin)
Mao. „O bizim kurucumuz”‟. Tien-An-Men16 ve uzakta
Anıtmezar. Gecenin mavi çakımları, devrimin anıtı ve uçsuz
bucaksızlığın, enginliğin soğukla ayıklanmış, arınmış saydamlığı. Biz
orada neyi görebilirdik ki? Neyin parçası olabilirdik ki? Çinliler tıpkı
bize benziyorlar, ötekilere de. Hepimiz birbirimize bütün
kurgularımızı yıkacak, geriye duygudaşlık, kardeşlikten başka bir şey
bırakmayacak kerte benziyoruz.
Fener. Çin feneri. Şenlik. Ejderin pulları ışıldıyor. Onun yeniden
dirilişi ve alevden soluğu. Kent kımıldıyor. Töre duru kaynak suyunun
dibinde çakıltaşları gibi gülümsüyor. Yara iyileşti. Kan akmıyor.
Ülkenin tüm fenerleri tek tek yakılıyor. Bir ezgi rüzgarla
kulaklarımıza taşınıyor: Kuğunun Şarkısı bu.
Dinginlik. Uysallık. Yo, hayır, uyumluluk... Bu da değil. Uyumdan
çıkan ezgi, kentin üzerini örten, bu kaynaşmayı tartıp ölçülerinde
yaşanabilir kılan esenlik ve kıyı. Uçuruma kaç var?
16
Tien-An-Men; Pekin‟in en önemli meydanlarından, tarihsel çağrışımları güçlüdür
Buz
Changchun. Çin kuzeydoğusu. Buzlar ülkesi. Eksi 20-25 derece.
Gece ayazı.
Ejderin kuyruğu. Buzun mavi saydam çağrısı…
Otelin girişinde, elinde çalı süpürgesi, soğuk yelin esintisiyle
bir çırpıda yeniden toplanan buzlu karı süpüren kadın.
Buz parkı. İmparator: „Bir yorganım olsa,ah! Büyük bir yorganım
olsa. Kar altında, başkentimde soğuktan titreyen, üşüyen, donan
insanlarımın tümünün üzerini örtecek kadar büyük bir yorganım
olsa‟.17
Buzlar ülkesinde mutluluk tanrısı (Changchun)
Kent bu soğuğa rağmen, bu soğuğa karşı kımıldıyor. Trafik
akıyor. Caddelerde binlerce insan, birçoğu kadın, sıkıca giyinmişler,
ellerinde kar kürekleri ve çalı süpürgeleri, yolları kar ve buzdan
temizliyorlar. Sonra askerler gördüm, aynı işi yapan. Bütün gece bu
17
Brecht, Bertolt; Sezuan’ın İyi İnsanı’ndan anımsandığınca
durmuyor. Birileri diğerleri için yorganı büyütüyor. Birileri
diğerlerine sıcak, renkli düşler aktarıyor.
Donmuş göl. Göçmüş kazların unutulmuş çığlıklarını işitiyorum.
Işığın bile çıtırdayışını, donmuş gecenin içinde. Kazların geride
unuttukları kanat hışırtılarını… Karga kendi boşluğu içinden bakıyor
bana dikmiş gözlerini. Olmayan ağacın dalından…
Gölde kayak yapanlar… Ellerimi nerede bıraktığımı
düşünüyorum. Yüzüm beni terk etti. Donmuş havanın içinde buzdan
kesitler biçiminde yüzlerim bana bakıyor. Bir aynada çoğalmak gibi…
Varlığım bir boşluğu çevreliyor. Bu boşluğun içinde soğuk anı
kırıntıları elmas ışıltılarıyla zamanın dışından beliriyor. Kuru ağaç
dallarında varlıksız seslerin doğrultulamayan, biçimlenemeyen dilleri
katılaşıyor ve uzuyorlar yere doğru. Buz kımıldıyor. Saydam, parlak
bir yeşili yakalıyor kendi derinliklerinde. Sonsuzluk tutsak ediliyor.
Buz dünyası (Changchun)
Asya Ülkeleri Kış Sporları Olimpiyatı. Bütün Changchun gece,
ayazda yola düşmüş, kapalı spor salonundaki buz yarışlarını izlemek
için. Anne, baba ve çocuk. Samur kürk ceketli baba subay. Oğul
seviliyor olmanın, gözde olmanın hakkını veriyor. Nazlı. Kadın sanki
hak etmediği bir şeyin sahibiymiş gibi hayranlıkla izliyor diğerlerini.
Bu adamı seviyor. Oğlunu seviyor. Ah, Bu mutluluk senin için çok değil
Bayan, demek istiyorum ona. Gençler, taşkınlıkları. Cep telefonları.
Işık. Tribünlerde çoşku. Çin ekibi ikinci, 1000 metre yarışlarında.
Çocuklar, gençler, yaşlılar, orta yaşlılar, kadınlar ve erkekler. Çin‟in
güzel insanları.
Onlarla birlikte solumak havayı, heyecanlanmak, fırlamak
ayağa, düşkırıklığına uğramak, haykırmak, tempo tutmak, alkışlamak.
Kimin kazandığı önemli mi?
Asya Olimpiyatları (Changchun)
Buzun bir yüreği var mı? Buzun yüreğinde, Buz Sarayı‟ nın18
yüreğinde ne var?
Çözülünce buz, apansız donmuş yürek, atışını sürdürür mü?
18
Versaas, Tarjei; (Norveç) Buz Sarayı, Cem yayınları, 1972
Yasak Kent19
Alacakaranlıkta donmuş ırmağın içinden yükselen sonsuz
boşluk. Mao‟nun gecenin buzunu çözen gülümseyişi... Tien-An-Men
meydanı. Zafer anıtı. Kentin uykusu. Sonsuz uyku. Ayazda yapışkan
işportacıların turistik fotoğraflar, yün bere, eldivenler, manyetik
top, vb. oyuncaklar satma çabaları. Tempo tutarak uygun adım koşan
askeri birlik. Nöbette Çinli asker. Köprü.
Meydanda kımıldanan tarih... Gözyaşlarının birikmiş tuzu.
Seçilemeyen, ayrıştırılamayan seslerden oluşan uğultu... Pekin‟in gizli
sesi... Kentin sesi. Yabancı gözlerimde bir ime dönüşmekten çoktan
vazgeçmiş, belleğine bir kayıt olarak asla düşmeyeceğim büyük kent.
Yasak Kent'den bir ayrıntı (Pekin)
Yasak Kent; Pekin'deki Yasak Kent, Çin'in eski çağlarındaki imparatorluk saraylarının “incisi” ve dünyanın en büyük çaplı, en
iyi korunan ahşap yapı topluluğu olarak kabul edilir. 1987 yılında, "Dünya Mirasları Listesi'ne girmiştir
19
Gurur. Pekin bir gecedir. Pekin ayazdır, donmuş su. Pekin otuz
milyonluk düş sandığı, ördek: size kaçıncı ördeği yediğinizi
söyleyebilirler orada. Bir ördeği tırnaklarına varıncaya değin
yersiniz. Tüylerini yiyip yemediğinizden kuşku duyarsınız. Kim
bilebilir?
Kuşkusuz ortada Pekin falan yok. Bir başkent yok. Üzerine
bastığım döşeme taşı, elimde tuttuğum bir bardak, masa örtüsü,
yemek çubukları var. Her yerde olan, olabilecek şeyler…
Eski kent
Bu kentler aslında bizi yadırgatmıyor. Modern söylemler,
modern kurgular. Tanıdık tekdüzelikler, yavanlıklar, diziler: dikey ve
yatay. Burası neresi? Çin nerede?
Bir dakika! Neydi o? Dörtgenlerin, dik açıların arasından bin an
belirip yiten, uçlarında kıvrılan, ejder başına dönüşen çatı, iki el
ayasını buluşturup yükselen ve sonra saygıyla eğilen düşünce, bir eski
sokak girişi: o sokağa girmek, o sokağı yürümek, orada durup hayatı
koklamak, küçük bir Çinli çocuğun minik elini tutmak, pencereden
dışarıyı seyreden ak saçlı yaşlı kadına gülümsemek, onun gizlerine
hiçbir zaman ulaşamayacağımı bildiğimi de göstererek, önünden
saygıyla geçmek, işe giden insanların yüzlerine bakmak…isterdim.
Tüm düşlerimle bir yığınak yaptım bu klasik Çin evlerinden oluşan
sokağın içine. Oysa görüp görmediğimden bile kuşkuluydum eski
kenti. Bu yığınakta, bir avluda tek başına erik ağacı çıldırmış, çiçek
açmış olmalı, olabilirdi. Erik ağacı beyaz çiçekli dalını esirgedi bu
yabancının gözlerinden.
Yemek
Çin‟e, Çin kültürüne başlıca tanıklığım Çin Yemeği üzerinden
oldu. Yine kuşkusuz biz yabancılar gözetilmişti gizli, açık. Diğer
tanıklığım insanadır. Bu geziden benim payıma az ya da çok düşen
şey, bu iki okumadır: Yemek ve yüzler. Biliyorum ki, tüm okumalar
kişiseldir, eksiktir, aşağıdaki okumada olduğu gibi.
Çin Yemek Kültürü ritüeline 5-6 kez girdik. Buradan, arınarak
(katharsis) çıkıp çıkmadığımı kestiremem. İştahlı bir fotoğraf
verirken, ritüele özgü hiçbir ayrıntıyı kaçırmak istemediğimi, hiçbir
tadı göz ardı etmek istemediğimi de belirterek, bir yanlış anlamayı
önlemek isterdim. Konu sıradan bir açlık duygusunun bastırılması
olamazdı benim açımdan. Ben Çin‟in, bir uygarlığın tadına bakmak,
kokusunu yakalamak istedim. Ritüelden korkan ben, bu yüzden onun
gereklerine boyun eğdim. Çubukları bile denedim. Çok başarılı
olduğum söylenemez.
Resmi görüşmeler, arkada yatan tecim, uluslar arası alışverişin
dayatmaları, vb. yi ayraç içine alıp, yemeğe, bir geleneğe
odaklandığımda, Çin Yemek Kültüründe içerikle biçim arasında uyumu,
etkileşimi görmek beni çok da şaşırtmadı. Kültürün en önemli parçası,
inanç dizgesinin yerselliği (göksel değil) ve onun getirdiği, topluluk
yaşamına çekidüzen vermek, iyi biri olmak, davranışımızı ve dilimizi
gündelik yaşamın tüm belirişlerinde sürekli bir eğitimin parçasına
dönüştürmek, bir incelik‟i taşıma bilincini her an canlı tutmak, ataya
layık olmak gibi önermeler, gündelik yaşamı bir ritüele çokça
dönüştürdüğü gibi, aynı zamanda tüm bunların bir iç arınmanın, bir
yücelme duygusunun parçası olmasını da sağlıyorlar.
İçerik biçim ilişkisine girmek istiyorum. Burada, Roland
Barthes‟ın20 şu anda içeriğini hiç anımsamadığım ama etkilendiğimi iyi
anımsadığım, Japon Yemek Masası hakkındaki yazısından
Barthes, Roland (1915-1980); Fransız düşünür. Söz konusu kitap Çağdaş Söylenler olabilir: (Çev. Tahsin Yücel), Hürriyet Vakfı
yayınları, 1993
20
esinlendiğimi belirtmem gerek. Sadece, arkada duran felsefeyi,
düşünsel yaklaşımı kavrama girişimi açısından.
Dünyanın zevkleri ve nimetleri karşısında insan nasıl durmalı,
sorusu yaşamsal önemde. Çilecinin yolu yeterince incelik ve
sevecenlikten yoksun, bunu biliyoruz. Çin uygarlığı bu yolu
denemeyecektir. O zaman büyük arınma için, Zevki, Tutkuyu büyük
tutmak, onu çözümlemek, ayrıştırmak, monadlarına 21, bölünemez
parçacıklarına ayırmak ve her tadı, her eylemi, tutkuyu zaman ve
uzam (mekan) içinde dizisel ard ve eşzamanlı bir yapıya dönüştürerek
tanımak, adlandırmak, içselleştirmek, Zevkten bir anlatı (ifade)
kurgulamak ritüelin ilk eylemini oluşturuyor kaçınılmaz bir biçimde.
Böylece parmakların süreği sayılması gereken çubuklarla ya da her
parmakla birlikte tatlar tek tek denenecektir. Yemeğin tadı, kokusu
parmağa sinecektir. İşte bu varlığı algı deneyimi, bize neleri terk
etmemiz gerektiği, nelerden yoksun kalacağımız konusunda bir
aydınlanma sağlayacaktır. Evet, neyi terk edeceğimizi, neden
vazgeçeceğimizi bileceğiz. Önce hazzı yaşamak, sonra onu bırakmak…
Dikkat edilirse burada belirgin olan, öne çıkan şey, Öznelik
tutumundan vazgeçmemek. Bu bir insanın kendini eğitimi, ruhsal
içeğitimiyle ilgili aynı zamanda. Bilerek yaşamak ve bilerek
vazgeçmek (ölmek). Bu Çin davranışındaki zarafetin arkasında yatan
zalim denebilecek sıkıdüzene (disipline) de işaret elbette. Zarafetin
bir toplum uygarlığına ilişkin toplumsal göndergesini unutmamalıyız.
Seçim ve ayıklamalarla, bedel ödenerek yürümüş bir tarihsel süreç
bu. O zaman hem doğal bir gereksinimi karşılamış olacağız, hem de
asıl amaç, arınma, ruhsal yücelme gerçekleşmiş olacak. Yemek yiyen
insanın bedeni ve eylemi zaman ve uzam içerisinde sıralı birim
davranışlarla örgülenecek, hemen her eylem kendisi olarak
tanımlandıktan, gerçekleştikten sonra diğer eyleme halkalanacak,
diğerine göre kendi anlamını aşacak, böylece aşkınlık sağlanacak.
21
Monad; felsefede (Leibniz) bütün varlığın bileşimnde bulunan ölümsüz, basit töz
Sofra düzeni, yemeklerin türü ve ilişkileri, servis ve kullanılan
araçlar, sözünü ettiğim ve arkada gizli duran felsefece belirleniyor.
Altını özellikle çizmek istediğim şey, öznenin tatları ve
tutkuları orada hazır bulmakla yetinmediği, yeni tatlar, tutkular
peşine düşmesi. Sanki zengin kaynakların egemeni kültür, kendi
zenginliğinden yeni zevkler üreterek, bir tembellik hakkı, yaşamın
gelipgeçerliği, geçiciliği üzerinden bir seçenek uygarlık kurguluyor.
Evet, kalıcılık değil, geçicilik düşüncesi, algısıdır buna yol açan şey.
Ancak bu duyguyla, o eşsiz, ütopik tadın peşine düşebiliriz. Başka
türlü olmaz. İmbik, damıtma, harikalar ve cennetin buradalığı,
yerselliği, maddeyle dolarken maddeden boşalma bir yandan…
Ritüel de bu işte. Özen gösterilerek seçikleştirilmiş bu eşsiz
tat bir deneylik (laboratuar) duygusu yaşatır insana.
Zamanın ve uzamın dilimlendiği, sıraya konulduğu ve eylemin bir
özneden diğerine incelikle aktarıldığı yerde kalmıştık. Masanın
ortada dönen bölümüne yemekler konur ve bunların tabaklara
aktarılmasında yemek yiyen insana yardım sözkonusu olamaz. Böyle
olursa her şey anlamını yitirir, çünkü ritüel kırılır, arınma, özeğitim
süreci parçalanmış olur. Doğanın bereketi, bolluk bir vaat olarak
sergilenir. Tatlı tuzluyla, turşu sebzeyle, balık etle, çorba ana
yemekle bir aradadır. Sıra yoktur. Eşzamanlılıktır baskın öğe. Otlar,
soslar da öyle. Ama tuzluk, baharat kapları görünmez. Çünkü masaya
tatlar belli bir olgunlukta getirilmiştir. Batılı kültürün kaşığı, çatalı
servis edilmez. Bıçak hele aransa da bulunmaz. Çağrışımları kötü
olduğundan mı acaba? Bunun anlamını da felsefenin içinde aramak
gerekir. Herkesin önünde küçücük bir yemek tabağı (bizim meze
tabaklarımızdan küçük), kumaş peçete, kadeh, minicik bir porselen
çorba kasesi ve yine bu kez masadan hiç eksilmeyecek bir içecek
olan Yasemin Çayı için küçük bir porselen kase, bir de üzerine tahta
yeme çubuklarının konduğu, küçücük bir porselen taşıyıcı bulunur.
Her şey yemek boyunca bu araçlarla gerçekleştirilecektir. Yemek
tabağı çok küçük olmasına rağmen istenmedikçe değiştirilmez. Birçok
yemek türü bu tabakta birbirine karışır, hemhal olur. Genellikle onur
konuğu gözetilerek, alçakgönüllü ve dikkatli birkaç parmak, ortadaki
masayı yavaşça çevirir. Uzanan bir elin gölgesi çevirme işlemini
anında durdurur.
Daha masaya ilk oturulduğunda sıcak sabunlu havlular sunulur.
Çinli gözlüğü varsa çıkarır, tüm yüzünü bu sıcak, sabunlu havluyla
siler uzun uzun, sonra ellerini. Ve daha masada hiçbir şey yokken,
genç kız elinde çaydanlık kaselerden sağda durana uçsuz bucaksız
Çin doldurur: Yasemin çayı. Yemekten önce, yemek boyunca ve sonra
da Çin‟i yudumlar, içersiniz. Kase hiç boş kalmaz, eksildikçe
tamamlanır, ta ki siz dur deyinceye kadar. Bu içki öyle sanıyorum, bir
ruh eşlikçisi. Yemeğin ağırlığını, yerçekimine bağlı yanını gideren,
uçuculuk sağlayan, tüm kanallarda tıkanmaları, kirlenmeleri açan,
inceltici, saydamlaştırıcı, hafifletici bir sıvı. Ruhun kendisi. Kokusu
ve tadıyla zevke bağlarken içeni, yeğinliğiyle metafiziğe bağlıyor,
yüce olan‟a. Ve yasemin çayı günlük yaşamın her yerinde önünüzden
hiç eksilmeyecektir. Her yerde karşınıza çıkacaktır. Sizi
yerçekiminden bağışık kılacaktır.
Yemek masasının etrafında dizili uygarlık, zenginliğince
alçakgönüllü gülümser. Görünüşe aldanırsanız yanılacağınız öyle
açıktır ki. Şu karşınızda oturan Çinlinin sadeliğinde, yüzünün
anlatımında, gülümseyişinde hafife alamayacağınız bir şey sizi acele
yargı verme konusunda önler. İyi ki böyle olur. Çünkü en ufak
yanılma, gülünç olmanıza yeter.
Çubuklar doğallıkla, ama parmakların ucundan da aktarılır zevk.
Orta masa dönüyor. İki çubuk inanılmaz bir ustalıkla, iki parmak gibi,
bir an içinde, uzanıp nefis görünümlü bol kılçıklı tatlı su balığından
bir lokma koparıyor. Bazen bir ot, kemikli bir et parçası, bir tropik
meyve parçasıdır bu.
Yeniden felsefeye dönmenin sırası şimdi. Minimalizm22
üzerinde durmak gerekebilir, biçim içerik ilişkileri açısından. Doğal
22
Minimalizm; modern sanat ve kültürde, 1960‟lara dayanan, yalınlık ve nesnelliği öne çıkaran yaklaşım, akım
dürtü, doyunma, yeme içgüdüsü, hızla giderilmeyi öngörür. Acıkan
insan için ritüel söz konusu bile olmaz. Önümüze gelen ilk yiyeceği
olabildiğince büyük çanağımıza kaşık kaşık doldurur, doyunuruz. Ama
Çin Eğitim felsefesi inceliklerin bir ödeve dönüştüğü soylular
sınıfında yeme ve doyunma işini bir dizi eş/ardzamanlı törene
dönüştürerek eylemi bir estetik deneyime dönüştürür (söylemiştik).
Bir tür kurgu işlemidir bu. Ne kadar dolayımlı, değişmeceli
(metaphor), aktarımlı olursa edim derinlik ve içerik kazanır,
anlatısallık, kişisel ve toplumsal arketiplerle eklemlenmiş bir geri
bilinci, kökensel arayış, ataya saygı ve onunla buluşmaya yol açar.
Önünüzde duran tabağınız küçüktür, çünkü acıkmışsanız,
gözünüz tören mören, felsefe falan göremeyecek denli kararmışsa,
yapacağınız ilk şey tabağınızı tepeleme bir yemekle, önünüze ilk
gelen yemekle doldurmak olacaktır, ama seçkin bir yüksek görevli
olarak bu saygısızlığı yapmanıza izin verilemez, tabağınızın küçüklüğü
bunu önleyecektir. Tepeleme doldurulacak bir tabak değildir o. Bir
lokma, bilemedin bir yemekten alabileceğiniz iki lokmalıktır tabak ve
siz daha yemekten parça koparırken ortamasa dönüşünü sürdürür ve
ikinci bir atılım (hamle) için artık çok geçtir. Yapabileceğiniz birkaç
şey var. Aldığınız lokmayı tadıp, o anda önünüze gelen ikinci bir tada
yönelmek, ya da sabırla beklemek. Neyi mi? İkinci lokmayı koparmak
istediğiniz yemeğin önünüze gelmesini. Bakın ağzınızda lokmayı
yutmak için acele etmenize gerek yok, sevdiğiniz şey uzaklarda
geziniyor. Beklemeyi bilmelisiniz. Ama beklerken ötekinin tadından
neden kendinizi yoksun bırakıyorsunuz ki? Şu anda önünüzden geçen,
ağzınızdaki tadı güçlendirecek, çeşitlendirecek bir başka dünya
nimeti size göz kırpıyor. İşte erişebileceğiniz uzaklıkta. Böylece
ruhsal eğitimin birçok döngüsü yarı istem, yarı zorla, dayatmayla
gerçekleşmiş olacaktır. Sonuç, değişik tatlara bulaşmak ve bunun için
sabırlı olmak, ağzınızdaki yemeği ağır ağır çiğneyerek tadın özüne
varmaktır bu ritüel üzerinden.
Gelgelelim, henüz işin başındadır kişi. Yıldızlar, güneş,
gezegenler, ay ve Dünya döngüsünü yineler masa. Gökcisimleriyle
kalmaz döngü. İlkyaz kışı izler. Güz Yaz‟ı. Doğa yapraklanır. Toprak
terler, buğulanır. Sararan yapraklar rüzgarla uçuşur, dökülürler. Kar
her şeyi örter. İnsanoğlu doğar, yetişkin olur, evlenir, çocukları olur
ve ölür. Evren döner ve döner. Dünyanın nimetleri yenilenir, yinelenir
ve masanın üzerinde burçlanır. Ayı olur, oğlak, kuş, köpek, ördek olur.
Turna sürüleri göçerler ve ilkyazla dönerler. Çığlıkları
kulaklarımızdan eksilmez. Doğayla birlikte masa döner. Yaşam
yinelenir ve sonsuz sarmal döngü, çünkü bir şeyler çoğalır bir yandan
ve eksilir, bir ritimle yankılanır, bir ezgi duyulur. Değişme‟nin altında
kalan‟ın, süreksizle atbaşı süren‟in eytişmesinden, çatışmasından
kıvılcımlanan bir temayı çeşitleyerek yineleyen bir ezgidir bu.
İnceltilmiş, eğitimli kulaklar için gezegenimizin evrenin boşluğunda
tükenmez dönüşünün belli belirsiz hışırtısı. Bu, masa; yaşama
göndermedir, bir imgedir, hatta imdir, anlamına gelir.
Binbir suratıyla, binbir maskesiyle Dünya ve onun nimetleri
kendi doğal çevrimi içre dönedurur ortamasada. İnsan, burada dönen
dünyayla esrik, tutunur birkaç nesneye. En başta yeme çubukları.
Onlar biçimini yitirmiş tözü devini, eylem üzerinden duraylaştıran,
yakalayıp özleştiren bağlantılar, köprülerdir. Kapıp getirirler buraya.
Tabağınız değiştirilmez. Kolay kolay, siz istemedikçe. Bir Çinli
bunu istemez sanırım. Çünkü bu minik tabağın üzerinde dünyanın tüm
kategorileri, kavramları ve onları açınlayan tatlar buluşur, birleşir,
harmanlanır, bir üst kategoride tümlenir, yeni karma tatlara vesile
olunur, yaşam ve onun zevki deneylenir. Başta söylemiştik, zevkten
vazgeçmenin en kabul edilebilir yolu zevkte doruğa ulaşmaktır
öncelikle. Tabağınızın üzerinde birer lokmalık farklı yemek örnekleri
üst üste binişir, kakışır, bulaşır, bir sofra düğünüdür bu.
Beklenmedik bileşimler beklenmedik tatları sezdirir, hoşnutluk
duygusu yükselir. Belki bir sonraki, dersiniz. Ardından, yine, belki bir
sonraki… Kat üzerine kat çıkarsınız, ama yükselen bir şey yoktur, bu
olanaksızdır. Belleğe yerleştirilir her edim, tat, bellekte bir
duyumsal deniz, bir sonsuz ağ, dalgalanmaya bırakır kendini. Bu
yüzdeki gülümseyiştir tam da. Bir gülümsemedir.
Çin sofrası (Changchun)
Bir yudum yasemin çayı almanın sırasıdır şimdi. İşte biraz daha
hafiflediniz. Yiyorsunuz ama hafifliyorsunuz bir yandan. Bu, törenin,
kültürün maddeden aldığı en incelikli öç, gelmiş geçmiş en ustalıklı
cinayet girişimidir. Yemek süresi yapısal sınırlamalarla uzatılmış,
zaman yemenin, doyunmanın dışında amaçlara bağlanmış, buna göre
yeniden düzenlenmiş ve yeni boyutlarla eklemlenerek
zenginleştirilmiştir. Dikkat edin, zamanın kişice tasarrufu
(içselleştirilmesi) zenginleştirilmiştir. Bu arada yine de yemek
yediğinizi ve doyduğunuzu unutmayın. Belki de ideaya giden yol beden
üzerinden, bilinçle kavranılmış beden üzerinden geçiyor. Çin
uygarlığı, bedeni yadsıyan bir uygarlık değil. Beden üzerinden yaşamı
anlamlandıran, anlamaya çalışan bedensel bir uygarlık. Bu yüzden
bedenin şarkılarını söyleyerek onu aşabileceğini ummuştur.
Orada pişirmeyi haşlamak olarak düşünmek gerekir. Özellikle
sebzelerde. Yana kavrula tadından ayrı düşürülmüş yiyeceklerin
retlere dayalı kimsesizliği sizi üzmez. Hiçbir yiyecek kendi tadından
vazgeçmemiştir. Sadece haşlanmakla yetinilir. Varlık bir bütündür
üstelik. Tözünü tüm uzantılarına yayar. Deride, tüyde, sapta,
yaprakta, damarda, pençede, gagadan boşluğa düşen çığlıkta, gorilin
dudağında, kazın ayağında, kanadın rüzgarında töz yankılanır.
Önünüzdedir, biraz sonra kendisine, aslına dönecek, kanat vuruşları
ve ördek havalanacaktır masadan. Canlılığın bir berisidir buradaki
varlık. Ölümünse biraz ötesi. Aralıklarda, dirim de ölüm de bir
maskeyle temsil edilir. Sofrada yaşam yaşamla buluşur. Karşınızda
oturan, size gülümser.
Siz aslında bir burçsunuz. Bir yıldız burcu. Belki de durmadan
dönen sizsiniz. Böyle olmadığını bir süre sonra güvenle ileri
süremezsiniz. Acı zevkle tümlenir, yin yangla.23 Daire tamamlanır.
Sonra bölünür. Bir parça ötekini özler. Yin, Yang‟ı. Burçlar birbirine
bakar. Herkes birbirinin önünden geçer, içinden geçer, herkes
birbirini çağırır, anılardan çekip çıkarılır, çağırılır görüntünün,
maskenin ardında duran şey: sevilen varlık, sevgili. Yüzlerde
gülümseme belirir.
23
Yin Yang; Doğu düşüncesinde karşıtlık ilişkilerini açıklayan kavram çifti
I Ching.24 Varlığın anlamına remil atılır. Kesik çizgiler yan yana,
altalta konur, dizilir. Yüzde gülümseme şifreleşir. Kat kat
yapraklarını açar gül. Maske iner, altından diğer maske belirir.
Maskelerin bir sonu, tatların bir sınırı yoktur. Bunlar masa başında,
göksel devinimle yorumlanır: I ching.
Benim yüreğimin üzüntüsüdür bu
Çünkü biri ondan su çekebilirdi
Artık anlıyoruz ki, yemek yeme bir oyundur, bir gösteri
sanatıdır. Ötekiler içindir, onları izlemek içindir ve onlara göstermek
içindir. Neyi mi? Zevkleri, Zevki yaşama bilgeliğini, bunun davranışa
sinmiş inceliklerini ve bu kadar değil kuşkusuz, olamazdı da, zevklerin
geçiciliğini de… Asıl bu! Zevk budur ve bu zevk geçicidir!
Uzamın (sofra) ayrıştırılmış dilimlerinde roller gerçekleştirilir.
Zaman üzerine düşünülür! Heyhat, her şey geçer, geçicidir. Yaşam,
dudakların kıvrımında takılı kalmış o gülümseme kadar geçici, uçucu
ve boştur. Bilgelik bu geçicilik bilinci ve gülümseyişin arkasındaki
acıda durur belli belirsiz. Sefihliği doğrultan ve içe işleyen derin bir
farkındalık kanaması diyebiliriz buna. Arkasından ölümü onurla
taşıma gelebilir. Gelmiştir de…
Yemekte sıra yoktur. Aklın ve iktidarın düzenekleri, sıraları
yoktur. Batı kültürünün dikey egemenlik kurgusu, burada ayrıcalıklı
eşitler arasında yatay bir yazgı birliği kurgusuna dönüşür. Her şey
yan yana durur.
Ruh kendine bakmış, kendini onarmış, yaşamın anlamını
sorgulamış, bunu sofrasındaki dostuyla paylaşmış, arınmış, saygı
duymuş ve daha saygınlaşmıştır. Yüceliğiniz önünde değersiz varlığımı
ayaklarınızın altına sererek ve en içten saygılarımı sunarak yerlere
kadar eğilmekten onur ve kıvanç duyuyorum.
24
I Ching; klasik Çin gizemciliğinin temel metinlerinden, falcılık kitabı (Babil yayınları, 2005)
Bunun aşağılık duygularına bağlanamayacağı açıktır. Hatta ilgisi
yoktur. Yücelterek yücelme, onurlandırarak onurlanmadır bu.
Alçakgönüllülük sanırım hiçbir yerde Çin‟de olduğu kadar, doğru
anlamını yakalayamaz.
Gelelim, sofraya damgasını vuran yemeğin taşıdığı felsefeye.
Bu eğer ördek masası ise arkada baskın ve egemen tema, ördek
ideasıdır. Masada uçuşan, kaçışan, işlenmiş ya da olduğu gibi kalmış
ne varsa bu temaya bağlı çeşitlemelerdir. Ördeğin ciğeri, kanadı, eti,
boynu, ayakları, derisi, bağırsakları, suyudur. Tüm sofra sosuyla, sıvı
katı düzeniyle buna göre kurulur.
Öte yandan „Sıcak Kap‟ sofrasında ana tema ortaya gelen
yiyecekleri sizin pişirmenizdir. Önünüze yanan bir ocak, üzerinde
küçük bir çanak konmuştur. İçinde acı biber, pırasa, taze soğan vb.
nin yüzdüğü yoğun kıvamlı ve içilmeyen sıvı biraz sonra fokurdamaya
başlar. Yapacağınız tek şey, ortamasada dönen her türden yiyeceği
yakalayıp bu çanağın içinde çok kısa bir süre pişirerek yemektir. Bu
çanak tatların aşkınlaştığı, yeni tatlara ulandığı bir tür felsefi kazan,
cadılar kazanıdır belki de. Bir tür simyacılıktır bu. Altın üretilebilir
bu simyasal eylemin sonunda. Sabırla kişi bu fokurdayan kazanın
içinde altının peşine düşer: bu ayışığıyla yıkanan ırmağın üzerinde
dosta, dost için söylenmiş şiirdir belki de. Ya da özlenmiş, çok
özlenmiş sevgili için yürek parçalayan bir sesleniş… bir şarkı.
Gergin telleri üzerinde Zithar‟ın25 berrak ve hüzünlü tınılarını
duyuyor musunuz? Kulağınızı verin lütfen, duyacaksınız…
25
Zithar; Asya kültürünün telli, geleneksel çalgısı
Tapınak
Tapınak girişi (Cheng Du)
Bambu ağaçlarının gölgesinde uzanan dar yol. Koyu
gölgeliklerinde bir panda26 varsayımı. Batıda, uzakta, Büyük Irmağın
kaynaklarında, dağların eteklerinde Panda Gözlemevi…27
Tapınak girişi (Cheng Du)
Ateşlerin yakıldığı büyük kazan. Üzerinde alev diliyle gezinen
ejder… Savaş davulları çalıyor. İmparatorun generali heyecanlı bir
konuşma yapıyor. Yazman taze kil üzerine geçiriyor sözlerini.
Heyecan dorukta. Çizgiler kayıyor. Sesler tizleşiyor.
26
27
Panda; Çin‟in güneybatı bölgesinde yaşayan, soyu tükenmeye yüz tutmuş, koruma altında ayı türü
Xinsyang, Gao; Ruh Dağı, Doğan yayınları, 2005
Heyecanlanmış generalin savaş çağrısı (Cheng Du)
Tapınak yolu (Cheng Du)
Tapınak evleri (Cheng Du)
Cheng Du. İmparatorluklar başkenti. Kazanın kulpuna yapışmış
küçük saray görevlisi yontusu. Karşısındakine sesleniyor.
Ateş kazanları (Cheng Du)
İmparator (Cheng Du)
İmparatorluk pavyonu. Ahşap dairenin içinden süzülen
bakışımız korkulukları aşıyor, prensesin küçük adımlarının belli
belirsiz süzülüşü.
Adak mumları. Bayan Zhang büyük bir mum yakıyor.
Avluda iki ziyaretçi sarı minderler üzerinde diz çökerek dua
ediyorlar.
Tapınakta dua (Cheng Du)
Fotoğraf çeken turistler. Ben de onlardan biriyim. Fotoğraf
çeken bir gezgin nedir? Dışarıdan tanıklık mı? Tanıklık mı?
dışarııdalık mı?
İmparatorun korkunç generali (Cheng Du)
Korkunç general.
Yumuşak, güler yüzlü general.
Hırslı, ikiyüzlü, gevşek, hain generaller.
İmparator. Gölden taze getirilmiş lotus çiçeği. Gözlerinde
yansıyan süs balıklarının gölgeleri. Çatıda yerleşmiş yontu kolonisi.
Bekçiler.
Çatıdaki öykü (Cheng Du)
Dinginlik. Bir ezgi geliyor kulaklarımıza. Gizli bir çağrı gibi.
Attığımız her adımla, fundalıklar, ırmaklar, bulutlar geride kalıyor.
Vali duruşmayı başlatıyor. Açlık, mazeret değil. Öldürün.
Kiraz ağacı yine de donanıyor çiçekleriyle. Minicik dalı vadiye
uzanıyor. İşte güçsüz, cılız tüm varlığını pey olarak sürerek uzanıyor
boşluğa.
Saygı ince bir katman olarak örtüyor tapınak alanını. İnsanlar
saygıyla birbirlerini selamlıyor.
Burada bulunduğunuz ve bu anı benimle paylaşma lütfünü
esirgemediğiniz için size en içten saygılarımı sunuyorum.
Lotus gölü (Cheng Du)
Yargıç dostumla köprünün korkuluklarında eski yıllıklarda
derlenmiş bir şiir üzerine derin bir tartışmaya dalmış, dünyadan el
ayak çekmişken, suda kıvılcımlanan renkli, alaca bulaca balıkların
görüntüsü dikkatimi dağıtıyor ve bundan ötürü sevgili dostumdan
utanıyor, beni affetmesini diliyorum. Bir an, bu küçük su fırtınası,
kızıl kaynaşma bana suya yazılmış bir şiir gibi göründü, hatta
dostuma karşı ileri sürdüğüm tezin sağlam bir kanıtı gibi. Dostum
beni anlayışla karşıladı. Birlikte diğer köprüye yürüdük. Bir küçük
çocuk, yüzünde kırmızı dalgalar oluşturan bir mucizeye dalmış, suya
eğilmiş, büyülenmişçesine izliyordu balıkları. Balıklar şiir üzerine
felsefi tartışmamızı sevmiş olmalıydılar. Bizi izlemelerinden başka ne
sonuç çıkarılabilir ki… Bahçede nereye gittikse oraya geldiler.
Göl, köprü ve balıklar (Cheng Du)
Tapınağın bahçesi (Cheng Du)
Generalin savaş çağrısı uzaktan duyuluyor. Bir rüzgar, bir
fırtına esiyor sanki. Davullar çalıyor.
Minik kadın ayaklarının belli belirsiz çıkardıkları yürüme sesi.
Tapınak yapılarından biri (Cheng Du)
Sağlı sollu iki küçük ağaç... Yapraksız, sonsuz dallardan,
dalcıklardan oluşan iki omuz: bu kutsal ağaçların omuzları üzerinde
taşıdıkları nedir diye sordum? Bu ağaçlar neyi taşıyorlar? Onlar
başlangıç‟a mı, yoksa son‟a mı işaret ederler? Ayracın içine mi, dışına
mı? Aralarında, tapınak kapısının karşılıklı iki yanında kımıltısız
durarak, ne konuşurlar?
Tapınak bekçisi ağaçlar (Cheng Du)
…ikisinin arasına girsem, ikisinin arasında dursam, bir ona, bir
ötekine baksam, bir ona bir ötekine, sonunda hangisinin hangisi
olduğunu karıştırsam, çemberi bulsam, onun boşluğunu alıp
ötekine koysam, ayna olsam, aynanın içinde dursam, ağaçta
kendimi bulsam, dönsem dursam, ayna içime kaçsa, içim içimden
çıksa, ağacın dalına konsam, kendimi öteki dalda bulsam, dalda
bir karga olsam, öteki ağaçta kendimi çağırsam, buradan oraya
göçsem, yaşamdan ölüme geçsem, bir bedenden ötekine, bu dalda
at, o dalda kurt, bu dalda çocuk, o dalda kızkardeş olsam, bir
kapı aralığı olsam, yağsam bunun dalına kar olup, ötekinde
yaprak, hortumla dönen güz yaprağı olsam, ona bakıp aşık olsam,
ötekine nişanlı, bunu alıp ötekine ulasam, üst üste tutsam, ikide
biri bulsam, hem iki olsam, hem ikide bir dursam, hem bir
görünüş, hem gizli töz, girsem arasına ikisinin…
Eğiliyorum ve saygılarımı sunuyorum. Ben bir yabancıyım.
Kaplumbağa ejderin yurduna, güneye dönüyorum. Bir kapı var. Çin
hiyeroglifi. Çizgilerin arasında duran şeyi görmeye çalışıyorum.
Yaklaşıyorum. Biraz daha, biraz daha… Şimdi içerideyim. Ejderin
gözleriyle bakıyorum dünyaya ve onun insanlarına: yaşlılara,
kadınlara, erkeklere ve çocuklara. Onlara, burada değilim, demek
istiyorum. Benim bir yurdum yok.
Geleneksel müzik (Cheng Du)
Çalgıcılar (Cheng Du)
Geleneksel giysileriyle Çinli kız (Cheng Du)
Tapınak bir açık yapı... İçi yok. Saydam. Deresi, lotus gölü var.
Kırmızı balıkları var. Bir çatı altında geleneksel çalgılarla müzik
yapan Çinli kızlar var. Duyduğumuz ses onlardan geliyordu. Müzik
yükseliyor. İmparatorun mezarının orada bambu kamışları arasında
bir an bir panda gördüm sanki.
Sonra bir general gördüm. Müzik yapan kızlarca giydirilen bir
general… Çin‟e aykırı duruyordu. Görüntüleyici aygıtlar bu turistik
aldatmacayı belgelediler. Gerçek general şimdi daha öfkeliydi ve
öfke çığlıkları binlerce li28 uzaktan bize kadar geliyordu. Davullar
daha hızlı çalmaya başladı. Bu yüzden suçsuz birçok insanın kanı
dökülebilirdi üstelik. İmparator düşünceliydi.
28
500 m. Dolayında Çin uzunluk birimi
Tapınakta bir gölgelik (Cheng Du)
Wu Lei, rehberimiz bunu umursamıyor, cep telefonuyla uluslar
arası iş bağlantılarını sürdürüyor. Şu an Türkiye‟yle konuşuyor. Yarım
yamalak Türkçesiyle anlatmaya çalışıyor ki…
Alışveriş merkezi (Cheng Du)
-Acele edelim biraz…
-Alışveriş yapacağız daha.
-Alışveriş için zaman kalmadı…
Bu benim Türkçem, benim dilim değildi. Bu dil kıyıcı,
değersizleştirici, ödemeye ve ödetmeye zorlanmış, karşılıksızlığı
dışlamış bir değişim, bir pazar diliydi. Yozuydu Türkçenin. Bu dili
konuşan insanların yurdunu merak ettim. Kendi yurdumu anlamakta
güçlük çektim. Yurtsuz olan ben miydim, yoksa onlar mı yitirmişlerdi
yurtlarını.
Turistik sokak (Cheng Du)
Turistik eşyaların satıldığı, ipek halı ve dokumalar, tahta
oyuncaklar, kaligrafik ürünler, eşarp, geleneksel çalgılar, takılar,
panda, kaplumbağa figürleri, şekerciler, çay, porselen eşya, küçük
dükkanlar, atölyeler, yabancılar ve Çinliler, sokağı süsleyen fenerler,
öd ağacı, mum, göl ve köprü, galeriden çıkış. Birden, tarihin dışına
düşmek… Şimdi edinilmiş onca dostluk, havada uçuşmuş onca duygu,
gözlerdeki saygılı merak ve binlerce gülümseyiş kendi dünyası içinde
iz bırakmadan gölgeliklere çekilecek ve varlıklarını gözden
kaçıracaklar. Belki de tümü okuduğum küçük bir şiirdi, yazarı
bilinmeyen bir küçük şiirdi. Derlemelere geçmiş ve çoktan
unutulmuş… Döndüm, imparatorun yüksek memurlarından olan
dostuma saygıyla sordum:
Şiir hayatın neresinde durur? İçinde mi, dışında mı?
"Güney ejderinin..." (Cheng Du)
Göldeki kırmızı balık (Cheng Du)
İnsan
“Çekicilik gökten gelir; onu kendimiz yapamayız.
Uydurma ve yapay çekicilik, yalnız güzelliği
yükseltmekte yetersiz olmakla kalmaz;
Üstelik çirkinliği de büsbütün ortaya çıkarır.
Aynı yanak, güzel Hi-Şi’de çekici, kaba Dung-şi’de
ise nefret uyandırabilir.
Doğalla yapay çekicilik arasındaki fark işte budur”.
Li Yü
“İnsanları sevmek henüz güç değildir;
güç olan insanları ne için sevdiğini bilmektir”.
Yüan Mei
Yaşlı kadın minicik kız torununun elinden tutmuş. Alışverişlerini
yapmışlar. Küçük bir file. Büyük anneye sesleniyorum:
-Torununuz bir harika saygıdeğer bayan, izin verir misiniz, ona
dokunabilir miyim?
Bir güç var. Beni tutup ötelere fırlatan, bana olanaksız‟ı
anımsatmakla yetinmeyip, beni geldiğim yere, yokluğa, kendi
boşluğuma gönderen. Sürtündüğüm, kolumdan yakalayıp çekiştiren,
göz göze geldiğimiz, ellerini sıktığım Çinliler, yürüyenler, bisiklet
sürenler, çekçekciler, tezgahtarlar, olsa olsa bunlar İngilizdir, deyip
kendi İngilizcesini kullanmak isteyen gençler, kanepede yanına
oturduğum yaşlı ve yoksul çift, erkeğin kaldırıma tükürmesi, göz
ucuyla süzülüşümüz, başka dünyalılık duygusu, cephesi Çin
kaligrafisiyle donanmış eczanenin önündeki kanepede kucağında bir
bebekle oturmuş adam, anneler ve onların evrensel endişeleri, moda
dergilerinden taşmış kızlar, oğlanlar, yapışkan genç işportacı,
yeraltının yarı gizli yoklamaları, sinemalarda Hollywood serüvenleri,
kızlı oğlanlı neşeli bir öbek, bütün bu kaynaşmaya ilgisiz bakan
yoksullar, evsizler belki, ayakkabı boyacısı sefil kadınlar, otelin giriş
kapısının arkasında dizili genç ve güzel Çinli kızlar, hoş geldiniz,
Çay töreni (Cheng Du)
sokakta ev hali, örgü ören satıcı kadın, daracık bir giriş, dünya
geçişleri, yabancı bakışıma takılan binlerce insan, sürekli devinen,
uğraş içinde, kozalarını ören, hasta, ölü, şarkı söylerken, borsa
endekslerinin son durumunu özetlerken ve gizlerken: gerçeği. Böyle
bir gerçeğin olmadığını biliyordum kuşkusuz. Burada da insanlar
Dünyanın diğer bölgelerindeki insanlara benziyorlardı tıpatıp:
benzersizdiler. Hiçbir insan diğerine benzemiyordu. Kadınlar,
erkekler, yaşlılar, orta yaşlılar, gemileri batmışlar, suratsızlar,
sevinçle kıkırdayanlar, şarkı söyler gibi konuşanlar, kibirli, züppe,
kendini beğenmiş, şiştikçe şişmiş, üzgün, taşkın, oradaki hüzünlü,
yılgın yıkık, yenilmiş, yeni uyanmış taze ve sağlıklı, yorgun çökmüş
duvar dibine, küreği savuran kol, süpürge eşlikçisi incecik kadın sesi,
gecenin içinde uğuldayan dayanışma, arsız çocuk, ABD özentili genç,
son moda giyinmiş, kendisiyle gurur duyduğu davranışlarından belli
kadın, alışveriş çantaları, uzun çok uzun, kısa çok kısa, fettan,
askıntı, kabadayı, ciddi, sessiz, sevecen, uysal, asık, ama çatışmasız,
kavgasız genel olarak… Wu Lei, Türkiye‟de küfür etmenin ne olduğunu
gördüğünü ve Çin‟de bunu kimsenin anlayamayacağını söylemişti
havaalanında. Çin toplumsal kültür tarihinin nasıl bir zenginlikten
yoksun kaldığını öğrenmiştim böylelikle. Ama Wu Lei‟ye küfürsüz
toplum olamayacağına göre, Çin‟de insanların ancak küfürle
anlatılabilecek duyguları (!) nasıl aktardıklarını birbirlerine, sormak
isterdim. Bir Çinlinin canını nasıl yakabilirim, sözcüklerin şiddetine,
gücüne başvurarak… Bu sorunun bir yanıtı olabilir miydi?
Markette alışveriş (Cheng Du)
Tek başına bir insan nedir? İnsan nedir? Belki de soruyu açık
sormak gerekir. Bunun Çin‟le ilgisi ne peki, diye sormayın derim ben.
Çünkü verecek bir yanıtım yok bu soruya.
Bir anlamı var mı bunun. Bir insanın. Bir insan nedir?
Yapacağımız her tanımlama girişimi apaçık eksiltme, indirgeme
olacaktır. Çünkü tek bir varlık olarak insanı tanımlamak olanaksız
bence. İnsan kavramıyla anlatmak, bir tanım içerisine sokmak
istediğimiz şey, bir köprü, bir ilişki, bir kendinden çıkış, karşıdan
yüklenen, alma verme sürecinde aktarılan ele avuca gelmez şey
olmalı. Bir cıvadan mı söz ediyoruz yoksa; kıprak, kaygan,
yakalanamaz, kavranamaz. Bir bakıma. Tam da bu yüzden tanımlar
çoğaldıkça çoğalır. Her insan kadar insan tanımı vardır neredeyse.
Hiç kimse kendinden hoşnut değildir, ama hiç kimse de başkasının
yerinde olmak istemez. Bir Çinli, Bay Wu, kendisi olmaktan öyle
hoşnuttur ki, bu bize akıl almaz bir durum olarak görünür. Öte
yandan kültürü ayraç içine alıp da geriye kalana bakacak olursak,
yeryüzündeki tüm insanların birbirlerine şaşılacak kadar benziyor
oluşu bizde yıkıcı bir umutsuzluğa yol açabilir. O zaman kültürün
farklılaştırma gücüne mi bel bağlamalıyız? Nereye kadar? Bu çok
önemli, çünkü dünyayı her saniye yeniden tasarlamakla ilgili temel
insan etkinliği tüm kültürlerin ortak mayasını zorunluluklar temelinde
öyle biçimlendiriyor ki, bu derin dürtüyü bilince taşımak, toplumsal
bir ritüele dönüştürmek, farklılıklara bağlı zenginliklerimizin
arkasındaki derin ve vazgeçemeyeceğimiz değere de işaret ediyor.
Diyeceğim, farklılığı, yerelliği evrensel birlik üzerinden kurgulamak
ve bunun bilincidir bize kardeşlik duygusunu yaşatacak olan, her
birimizi diğeri için sevgili (varlık) yapacak olan şey.
Kucağında bebekle oturan adam (Cheng Du)
Tikel varlık değil, ilişkiler ağının ortasında duruştur, bakıştır,
yansımadır, göndermedir, sesleniş, dokunma, anlama, anlama ve yine
anlama çabasıdır insan. Bu insan hiçbir şeydir ve her şeydir demek
bir bakıma. Dünyaya anlam verir, onu anlamlandırırken anlam edinme,
kazanma girişimi, edimidir.
Belki de bu evrende varlığımızı haklı, geçerli kılacak biricik
eylemimiz de budur: ona bakmak ve kendimizi görmek ve ona bakmak
ve kendimizi… yitirmek. Zen‟le29 gelen. Zen‟le giden. Orada olmak.
Burada bulunmak. Gelirken gidiyor olmak. Büyük kapı eşiği.
Tamam, hiçbir şey bilemeyiz. Bir Çinli insanı bilemem. Bir Çinli
insanın dağarcığı içinde yer almam bir tansık olur en sonunda. Ama
öte yandan onu başka, yabancı, öteki kılan şeyi anlamam,
kurumlaştırmam, bir tanıma sığdırmam da olanaksız, bunu görüyorum.
29
Zen ; meditasyon uygulamalarını da içeren, aslında Budizm‟in bir kolu, Hindistan ve Çin‟de derlenen bir dizi Sutra‟ya dayanır
O‟nun su içişini izliyorum. Yükselen Altın‟ın çil ve mutluluk yayan
parıltısı altında Domuz yılının fener alayları geçiyor Çin kentlerinin
sokaklarından. Işığın onun yüzünde oluşturduğu sevinç bir ısı dalgası
oluşturuyor. Bu dalga köpüklenerek çoğalarak kuşatıyor hepimizi.
Tümümüz aynı dalgaboyu içinde aynı salınımın, aynı horanın parçasıyız
şu anda. Hora tepiyoruz.
Şimdi eller yukarı! Sağ ayaklar havaya! Elleri çırp! Sol omzu
titret! Diz kır! Dön! Haykır…haykırabildiğin kadar!
Bir Çinliyle aynı horanın içindeyim. Buna en başta kendim
şaşıyorum, inanamıyorum. Bedenimi onunkinin yanına koyuyorum.
Karşıdan bakıyorum geçip. Beni ve O‟nu orada görüyorum. Öyle
benziyorlar ki Ben ve O, sonunda bir alabalıktır yakalamak,
avuçlarımda tutmak istediğim şey, onun sırt yüzgeci boyunca uzanan
ışıltı, Ay‟ı ırmaktan çıkarmak için suya düşüp boğulan Büyük Şair Li
Bo‟nun30 düşerken suyun yüzeyinde oluşturduğu halkalardır.
O halkalar biraz önce vardı, şimdi yoklar.
O şair biraz önce vardı, şimdi yok.
İnsan biraz önce vardı, şimdi yok.
Japonlar, buna Sarinagara31 diyor.
6
Li Bo (Li Po, 701-762), klasik Çin şiirinin büyük temsilcilerinden
Sarinagara (Jap.), geçici olan, boş, anlamsız, uçucu olan
31
İnançlar, bedenler ve Yüzler
Sis bastırmış iyice, sular yükselmiş;
Yolu yok haber salmanın, mektup iletmenin,
Sadece ay –bulutlar ötesinde, mavi gökteParlıyor üzerlerinde uzak sevgilililerin.
Bütün gün aklımda bu, neye baksam:
Yürek dayanamıyor.
Açılması güç bir kilit gibi çatık kaşlarım,
Her gece, gölgesi gelir diye düşümde,
Yarısını ona ayırıyorum üstümdeki yorganın.
Li Bo (Çev. Cevat Çapan)
Yüzlerin kazıbilimi. Bir yüzü aşmak, bir yüzün gizlediği yüze ve
gizlenmiş yüzün gizlediği yüze ve gizlenmiş yüzün gizlediği yüzün
gizlediği yüze… ulaşmak. Bir yüzü anlamak… Ona bakmak. Bakmanın,
bakışın yüzü. Kaygusuz‟u kaldırmak, Korku‟yu bulmak, Korku‟yu
kaldırmak, Sevinc‟i bulmak, Sevinc‟i kaldırmak… Yaşamın bin
yüzünden geriye kalmak, Ölüme varmak ve ölüme bakmak. Yaşam,
bakan ben miyim, gördüğüm ölümün yüzü mü? Yoksa ölünün gözleriyle
yaşamı anlamaya, kavramaya çalışan, yaşamın anlamını yüzün
okunaksız çizgilerinde ele geçirmeye çalışan bir kıpırtısızlık mı
benimkisi?
Geçmişe yol alıyorum. Yakın yüzler, yakın gelen yüzler,
uzaktakiler, atalarımın artık var olmayan yüzleri, hanlıklar,
derebeylikler, imparatorluklar, görünmez sanatçı: demiri döven,
gümüşü eriten, ipeği dokuyan mekik, pirinç tarlasını çapalayan,
fincanı dolduran el, bir kuştüyü fırça: yukarıdan aşağıya inişi, sonra
bir çizgi daha: insan.
Bir yüzü ötekinin üzerine koyuyorum. Bir çay törenini, kuzeyli
gelinin saygısının, bir kiraz ağacını, büyük ırmağın, bir uçak
bombardımanını davetkar bir genç kız gülümseyişinin üzerine
koyuyorum. Yüzdeki çizgilere dokunuyorum parmaklarımla.
Dokunduğum her çizgi bir duygunun eklenmiş belirtisi, işareti gibi,
birden yok oluyor. Şimdi bir alttakinde sıra… Sonsuz bir dokunuşlar,
geçişler, anlamlar kazısı bu.
Yüz her şeyi göstermeli. Yüksek, derin uygarlıklarda bir yüz
yüzyılların tüm bilgisini taşımalı. Aldatmayı ve aldatılmayı da
okuyabilmelisiniz bir yüzde. Kederi de. Sevinci de. Aşk bütün
renkleriyle geçmeli. Ölüm tüm dehşetiyle… Bu yüzde, genç kız
sevmeye doyamadığı nişanlısını askere göndermeli, gencecik asker
sınır boylarında öyle umutsuz kalmalı ki çoktan unutmuş olmalı aşık
olduğu karısının yüzünü, Çin Duvarı yapılırken düşen taşla yaralanıp
can çekişen işçinin hayata doymamışlığı titremeli, yoksulluk pirinç
lapası düşleri görmeli, ırmak boyunun tüm fenerleri yakılmalı ve
Madam C‟yang‟ın evinden şarkılar dökülmeli sokaklara, bu yüzde,
yaşam onu taşıyan bedenin değil tüm bir toplumun gelmiş geçmiş
öykülerini kapsamalı, aktarmalı.
Bu yüzde doğumun bütün resimleri var. Rica etsem, yakından
bakar mısınız, göreceksiniz? Türlü çeşit doğumlar: kutlu kutsuz,
dirimle ölüm arası, düşen ilk çığlık: yaşam dediğimiz şeyin tam
ortasına. Bir damla. Neden doğarız? Bir kapıdan girmek mi, çıkmak mı
bu? Öncesi karanlık ama, ya sonrası? Geldiğimiz yeri ne kadar
anladık?
Bu yüzde yaşamın bütün resimleri de var. Yaşamın resimleri
nedir? Ne kadar suçlu olabiliriz ki? Yaşam geçici mi? Biz sonra ne
olacağız? Yaşam atalara olan borcunu ne kadar ödeyebilir? Geçmişin
anlatısı nereye kadar eksiksiz bir anlatıdır? Anlayabilir miyiz ?
Bu yüzde emekleyen bir çocuk var. Ergenliğin düşleri, gençlik
tutkuları, törel buyruklar, evlilik, kocamışlık da, hastalıklar,
anlayamayacağımız daha nice şeyler…
Bu yüzde ölüm bile taşınır. Daha doğumla başlayan ölüm... Gece,
içimizde yükselir. Daha yükselir. Örter, gizleriz onu. Şarkılarımız,
gülümseyişlerimizle.
Bakalım o zaman. Yaklaşıyorum. Bakıyorum. Yaklaşıyorum daha.
Benim Batılı (nereye göre Batılı) gözlerim hiçbir şey göremiyor,
göremezdi de. Bakışımla yürüyen ve baktığım şeye yapışan görünmez
salgım, örtme, gizleme işlevi görüyor daha çok.
Yine de hiçbir yüz işaret ettiği, gösterdiği şey değil. Bunu
anlayabiliyorum. Hiçbir yüz, inanmak çok zor da olsa, kendisi değil.
Sonra, bu yüzler sanatsal (artistik) bir sunuş kadar yapaylar. Doğal
olmak, doğal görünmek, batıya özgü bu değerler burada geçerli
değiller. Çünkü bunlarda yıkıcı, yoksayıcı ve dışsallaştırıcı bir
kibirlilik, horgörü var. Çin‟de insanların yedekledikleri belki binlerce
yüz var, ama bir sınıflandırma çabasıyla temel yüz karakterleri belli
ana başlıklara, sınırlı bir sayıya indirilebilir. Bununla ilgili bir çalışma
var mı bilmiyorum, eski yeni. Ama klasik Çin Tiyatroları bu konuda
yeterince bilgiyi taşıyor olmalı.
Yüz ve onun anlatımı bir sanattır, sanatsal bir etkinliktir.
Binlerce yıl geriye giden olağanüstü çabalar, eğitimler, sabırla
inceden inceye biçimlenmiş bu yüzler ve maskeleri, sonunda her
anlatılan için bir kalıp oluşturmuş, milyonlarca ölü diri Çin insanı bu
kalıpları doğumdan başlayarak taşımayı öğrenmiştir. Öğrenmek
zorundadır.
Çinli yüz kendini ele vermez. Yitirmez. En uygun yüzü arar
çağrışımsal belleğinde. Bulur. Maskesini takar. Yüzünü yeniler.
Bakışından yayılan dalga, sizin yüzünüzde uygunluğunu gözetir. Uygun
değil mi? O zaman buna ne dersiniz?
Burada „doğallık‟ erdemi ve doğal olmanın ne olduğu üzerinde
biraz durmak gerekebilir belki de. Hep sanageldiğimiz, hep bize
öğretilmeye çalışıldığı gibi „doğallık, kendi gibi olmak bir erdem‟
midir? İlk bakışta kolay bir soru ve yanıt kaçınılmaz: „Olduğun gibi
görün, göründüğün gibi ol!‟
Sayfaları geriye doğru çeviriyorum. İlk erkek ve ilk dişidir
önüme çıkan. Adem ve Havva. Onlara soruyorum. Neden kendiniz gibi
olmakla yetinmediniz, kanıtı ortada: çocuklarınız… Neden Adem
Havva‟nın istediği gibi görünmeye soyundu, neden Havva ve onun
kızları nasılsalar öyle kalmak istemediler de Adem ve oğullarının
istediklerini yaşamlarının her anlarında gözettiler, onların istediği
gibi göründüler.
Neden hiçbir insan kendi sınırları içinde kalmadı, kendisinden
taştı? İnsan dediğimiz şey, kendinde olan (en soi) varlık değil de,
kendinden taşan varlık mı (pour soi) yoksa? Kendinde, oradaki varlık
bir anlam taşıyabilir mi? Anlam nereden doğar? Gösterge nedir, yani
varlığın adı? Taşan, varlıktan taşan, ona yamanan, bilinçten yansıyan
şey değil mi? Eklenen, yüklenen şey. Dil varlığa eklenen, varlığa
yüklenen bir eğretileme (metafor) değil mi? Varlık dille, dil
üzerinden yaşam kazanmaz mı? Yoksa bilinç onu algılayabilir miydi?
Bilinç varlıktan ne zaman, nasıl koptu, bu da ayrı bir soru. Ama
geçelim. Dil varlığın köpüğü ise, insan dediğimiz şey bu köpükten
„halk‟ olmaz mı? Kendinde varlıktan, unutulmuşluktan, fırlatılmıştan,
nedensizlikten onu kurtaran şey (Sartre32) varlığın bilinci, bu dil
olmasın? Dil bir eğretilemeler dizgesi ise işte topluluk, topluluğu
uzlaştıran, bir arada tutan şey, ortak işaretler, göstergeler dizgesi
dil insan olmanın da başlangıcında durur. Sonra bu dil işlemeye
başlar, işlerde işler. Dans olur, şiir olur, şarkıya geçer, göstermek
olur, anlatmak, anlatanı anlatılanı ve dinleyeni getirir, gerektirir,
hayır durmaz dil, sanat olur, savaş olur, efendilik kölelik, yaşamak ve
ölmek olur, insanoğlunun yapıp ettiği ne varsa her şey dile dönüşür,
dille anlatıldığı zaman var olur, anlatılan şey varlığı örter, varlık
diplere, daha dibe, derinliklere gömülür. Üzerindeki kalın örtü
biriktikçe birikir: tüyler, kalemler, parşömenler, mürekkep, kitaplar,
hain öykülerimiz, mitolojilerimiz, gururumuz, oğlumuzun iliğini
boşaltan gelin, hayatımızı söndüren kaynana, Kuzeydeki Büyük
Efendi, Ejder, kaplumbağa, yılan, dağa bırakılmış ihtiyar, Aşk Zamanı
(Wong Kar-Wai33), bir turna olur. Bu, hiçbir zaman
32
33
Sartre, Jean-Paul (1905-1980); Fransız varoluşçu düşünür
Wong Kar-Wai (Doğ.1958); Aşk Zamanı (2000) adlı filmi de yapan Hong-Kong’lu sinema yönetmeni
anlayamayacağımız turna kuşunun kendisi değil, benim onu
düşündüğümde imgelemimde canlanan kuş olur. Ne kadar uğraşsam,
çabalasam, kültür olarak içimde, derinlerimde birikmiş bu imgeler
yığınını, nasıl hayatımızı ürettiğimizi, nasıl çoğaldığımızı, nasıl
anlaştığımızı, nasıl anlattığımızı soyutlayarak, bir kenara süpürüp
„gerçek‟ turnaya varamam, ulaşamam. Bu olanaksızdır. İnsan
olmamızın, bir fark olmamızın koşulu da budur zaten. İnsan
olduğumuz için, dolayımlar üzerinden algılarız evreni ve evreni
dolayımlar üzerinden algılayabildiğimiz için insanız.
Sevgili okur, fark ettin mi bilmiyorum, henüz daha „insan
olmaya‟ bir değer yüklemesi yapmış değilim. Ayrıca yapabilecek miyim
onu da bilmiyorum. Bana çok zor geliyor, görünüyor bu.
İnsan olmak hangi değeri taşımak anlamına gelir? Bir değer
taşımak anlamına gelir mi?
İlk sorumu unutmuş değilim, hemen sevinmeyin. Erdem, nasılsan
öyle olmak mıdır? Bu soru yalnızca insanlar için geçerlidir ve yanıtı
kendiliğinden „hayır‟dır. Çok basit bir nedenle böyledir bu. Çünkü
olanaksızdır böyle olması. Nasılsam öyle olamam, çünkü seni, onu, sizi,
ötekileri asla göz ardı edemem, unutamam. Soyutlama yeteneğim bu
düzeyde çalışamıyor. Ne yazık ki mi demeliyim, iyi ki mi?
Geldiğimiz bu yerde, gönül rahatlığıyla şunu söyleyebiliriz.
İnsan kendisi değil, kendisinden başkaları için ürettiği, çıkardığı
şeydir. İnsan kendisi hakkında anlattığı şeydir. İnsan anlatıdır.
Anlatılmış şeydir. İnsan sanattır. İnsan kendini hep yeniden üretir,
tanımlar, ortaya sürer, yankılanır, yeniden başlar. İnsan kendini her
sabah uyanıp yatağından çıktığı, ayaklarını yere bastığı andan
başlayarak yeniden ve yeniden ve yeniden… tanımlar. Yorulmak mı?
Ama hayat bu! Hayat dediğimiz şey budur işte!
İnsan sanatçısı kendisi olan bir sanat yapıtıdır. Lütfen sakin
olun ve çok da heveslenmeyin, bu bir başyapıt olmaktan, bir harika
olmaktan uzaktır şimdilik. Her şey size bağlı. Neleri bilerek,
isteyerek arkaya aldığınıza, ne kadar cesaret edebildiğinize ve
gecenin sonu‟na ne kadar gidebildiğinize bağlı olacaktır „harika‟lığınız.
Kaç tane yüzünüz var yedeğinizde, kaç tane kolunuz, elinizin ve onun
parmaklarının kaç duruşu, kavrayışı var? Bunları bana anlatır mısınız,
rica ediyorum. Ne kadar yüzünüz, ne kadar bedeniniz, ne kadar
kolunuz bacağınız olduğuna bağlı her şey. İçinizdeki Tanrıyı
görebiliyor musunuz (En-el Hak34). En azından, sizde siz olmayan bir
şey olduğunu sezebiliyor musunuz? Bir değeriniz varsa, aslında
hiçsiniz, ama bir değeriniz varsa eğer, sizde siz olmayan şeye bağlı
olduğunu anlayabiliyor musunuz bunun? Varlığınızın uzanışında,
özleyişinizde, onu sürükleyen aşktadır anlam. Bunu görebilmenizi
isterdim. Bir önerim var tam bu noktada: Tolstoy‟u 35 okuyun!
Evet. Çark dönüyor. Çember kendi başladığı yeri buluyor,
tamamlanıyor derken sanki bu çember önceki çemberi de içine alan
başka bir çembermiş gibi. O zaman biraz yükseldik belki de. Üçüncü
boyutta bir varlık kazandık. Ve döngü sürüyor, süren şeyin öncesi,
şimdisi ve sonrası olacağına göre aslında dördüncü boyuttayız, ama
yine de tanımlanmış, sınırlanmış, kilitlenmiş tutsaklardan farkımız
yok. Neden ki?
Bir birey, bir Çinli birçok yüz biriktirmiş, yedeklemiştir. Ama
onun içinde yaşadığı topluluğun, toplumun da ortaya çıkardığı,
kullanıma sunduğu yüzler, maskeler var. Bunlar da içselleştirilmiş,
anlatının parçalarına dönüştürülmüştür.
Doğal olan varlık gerçekte anlatımsız, yavan, kimliksiz ve
ortamalıdır (anonim). Yanıltıcıdır üstelik. Zevk vermez. Seni alıp
başka yerlere götürmez, düş gördürmez sana. Yüzün, dudağın
kenarında titreyen bu kas, üzüntülüymüş gibi görünen gizli bir sevinç
mi, çok sevdiğini söyleyen gizli bir ihanet mi yoksa? Ne okunmaz bir
bulamaç bu! Alında şu sol şakağa doğru biraz fazla uzamış derin çizgi
34
35
En-el Hak, Ar. Tanrı benim (tasavvuf düşüncesinde etkili düşünce)
Tolstoy, Lev Nikolayeviç (1828-1910); Anna Karenina, Savaş ve Barış‟ı yazmış büyük Rus yazarı
bir ölümün öngününde (arefe) mi biçimlendi, yoksa bir cinayetin mi?
Bütün bunları nasıl doğru okuyacağız. Elimizde bir abecemiz bile yok
doğru dürüst. Kısılmış bir çekik gözü uzatan şu çizgi bir özlemin
kaligrafisi mi, yoksa umutsuzluk mu yonttu bu çizgiyi? Bu çizginin ne
anlama geldiğini bilmek zorundayım, siz de bilmek zorundasınız.
Lütfen benim yüzüme bakmayın, işaret ettiğim yüzüme bakın,
sizin için gerekli, şu andaki duruma en uygun, doğru açıklamayı o
sağlayacaktır.
Tezgahtar bayana bakıyorum. Vagon fabrikasının genel
müdürünün yüzüne. Mısır satan, bisikletli çekçek süren adamın,
kızının ağzını silen kadının, sinemanın önünde sevgilisiyle buluşan
gencin yüzüne. Kamu görevlileri var topluca görev yapan, yolları
kürüyen, havaalanlarını temizleyen, kitapçı, dükkanda yasemin çayı
sunan genç kız, güneşe kendini tembelce bırakmış yaşlı adam,
torununu elinden çekiştiren büyükannenin yüzüne. Yorgunluğun,
gündelik olanın, sıradanın izlerini ayıklıyor, bakıyor, tekrar ayıklıyor,
görmeye çalışıyorum o olgunlaşmış, her türlü kuşkuyu akıldan silen,
bir şeyi tartışmasız anlatan maskeleri.
Zarafetin, inceliğin nedeni bu olabilir mi? Varlık öyle kırılgan
ki. Bu yüzler, kabul edilmiş, üzerinde uzlaşılmış yüzler (maskeler)
aynı zamanda bir korugan mı? Bana kalırsa onlar anlatım aracı
oldukları kadar bir korunma, savunma aracı da. Böylece sert ayaz ve
baharın taşkın yağmurları, yazın kavurucu güneşinden korunur
varlığımız. Yanlış anlamanın, ölümcül kötü ya da iyi niyetlerin
beklenmedik saldırısından, delik deşik edilmekten korunur. Bir ayna
kadar alıngan bu yüz bir anlık bakışla paramparça olabilir yoksa. Bir
parmak ucu dokunuşu tuzla buz edebilir onu.
İnsan yüzünü olduğu gibi kabul etmeyen tek canlı türü belki de.
Üstelik cinsiyetlere, yaşa da bağlı değil bu. Çünkü kendisini ötekine
anlatmak zorunda olan ve durmadan anlatan tek canlı türü insan. O
zaman yüzümüz yerinde duramıyor. Durmadan kıpırdıyor.
Sözcüklerden de önce yüzümüzle konuştuk sanırım. Sözcükler
yüzden düştü, damla damla kristalleşti, sarkıtlar dikitler derken,
mağaralar ve onların labirentlerinde artık geriye sarılamaz,
çözülemez bir öykü çıktı ortaya. Tarih bu olsa gerek: Anlatmak.
Artık yoruldum. Vazgeçiyorum yüzlerin topoğrafyalarını
haritalamaktan, sokaklarda Çinlilerin güçlü anlatım aracı yüzlerini
yadırgatacak kerte süzmekten. Oturuyorum bir taburenin üzerine.
Derin düşüncelere dalabilirim eğer, arkadaşıyla konuşurken bu
yabancıyı didikleyen şu gözün bu yana doğru gizli bir bakış fırlatışını
fark etmesem...
Kıyısı görünmeyen sınırsız bir denizin üzerinde yönsüz kulaç
atmak ne kadar anlamlıysa o kadar anlamlıydı bu düşünceler ve beni
başka yerlere, bilmediğim yerlere sürükleyebileceklerini de
görüyordum. Sevgili dostumun yanımda olmasını; ona yaşam ve onun
anlamı üzerine birkaç soru sorabilmeyi istedim. Onu özlediğimi
anladım. Ama şimdi uzaktaydı. Ne göl, ne lotus, ne kırmızı balıklar
vardı ortalıkta. Bu sorularım ona ulaşamazdı ve belki de sorularımın
yanıtını o da veremezdi. Peki, içimde duran, oturan kimdi öyleyse?
Tarlanın kıyısındaki keçi yolunda ya da yeni açmış rengarenk
çiçek tarhları boyunca imgelemim dostla küçük bir gezintiyi
kurgularken oturduğum yerde, omzuma dokunan şu el; gidiyoruz,
diyen şu ağız… kalkışım, yere düşmüş yüzlerimi eğilip bir bir
toplayışım, bir an yaşadığım şaşkınlık, hangi yüzümü takmam
gerektiğini kestiremeyişim birden, güne, hayata, amaçlarımızın
peşine düşmeye, almaya ve satmaya, değiştokuş etmeye, zamanı
yakalamaya ve onu altetmeye, tüketmeye hemen uyum
sağlayamayışım… Tedirginlik…
Ah, Dostum, sen uzaktasın ve sana ihtiyacım var. Anlamakta
zorlandığım en zayıf anımdayım şimdi ve kimbilir, neredesin sen?
Acımasızlık maskemi takıyorum. Ödünsüz, sevimsiz, acı ve
öfkeden ağu yeşiline dönmüş maskemi. Hazırım. Gidebiliriz.
Hayır, yanılıyorsunuz, gördüğünüz kişi ben değilim. O sizin için
taktığım bir maske. Ben şimdi sizin için oynuyor, dans ediyorum. Size
bir şey anlatıyorum.
Bakın, ben Kıskançlık‟ım. Yüzüme kıskançlık koydum. Kıskanç
biri nasıl olur bilirsiniz? Gözlerimden anlayabilirsiniz bunu! Başımı
havaya savuruşumdan, şakaklarımdaki dalgalanmadan, ağzımın
kenarından sızan köpükten ve renklerin bunca hızlı değişiminden.
Tamam çıkarıyorum. Ben Saflık‟ım şimdi. Kandırılıp koklanmaya
yatkın kar çiçeğini gördünüz mü yüzümde?
Bir Korkutucu‟yum. Kabarmış kaşlar, büyümüş göz, derin dik
çizgiler…
Bir Sevecen‟im. Yüzümdeki okşayan eli görebilirsiniz. Anne
sevecenliği isterseniz o da olacaktı buralarda bir yerde.
Bakın burada Serüvenci var. Savaşçı. Aşık. Genç aşık olabilir,
olgun aşık, yılgın da, yenilmiş, kara.
Tutku mu dediniz. Yok yok.
Bu Bay Ciddi‟dir, ama Bayan isterseniz…
Burada Görgüsüz oturur, orada Kendini beğenmiş.
İncelik, inceliktir. Güzellik‟in yanında olmalı. Ama hangi
güzellik: Korkutan, yıkan, kurucu, kaypak, güvenilir, yakın, uzak, iyicil,
kötücül, dost, düşman, hain, vurdumduymaz, katil, hangisi?
Bu Dostluk maskesidir. Ama lütfen dikkatli olun: arkasında bir
yılan, akrep, inek, yunus, uyum, sevgi, kin, öç, burç, tüm bir hayat ve
„üste kalsın‟ olabilir.
Aşk maskesi mi? Beni yoruyorsunuz. Onu temizlemek,
arındırmak, onu olması gerektiği gibi bulup çıkarmak öyle zor ki?
Ama Cahillik derseniz, kolay. Zır‟lı, zır‟sız, okumuş okumamış,
görünür görünmez… Hepsi burada.
Bu, ağabey, bu yeni gelindir. Bu, Ölüm Döşeğindeki, bu Hayata
Doyamamış, Bu Yazgı, bu Umutsuzluk…
Bu Kiraz, Erik, Şeftali; bu Bulut, Yağmur; bu bir Kuş‟tur.
Durun biraz. Bir deneyelim. Kuş maskesini, gönül indirmez bir
şahin olsun hadi, takıyorum yüzüme ve gördüğünüz gibi anında
havalanıyorum. Sanki hiç insan olmamışım, sanki başından beri hep
kuşmuşum, bir dala hiç konmamış, yeryüzüne hiç basmamış bir
yabanıl kuşmuşum gibi kolayca, kendiliğinden kanatlarım açılıyor ve
süzülüyorum çoğaltarak gökyüzünün mavisini. Maviden öte sonsuz
maviler açıyorum önümde.
Şaman36 çadırın önüne çıktı. Direğini göğe dayadı. Önce bir
yılan oldu, direğe dolanıp yükselmek için, değiştirdi kendini, dönüştü,
yükseldi ve görünmezleşti. Sesi öteki yanda, bedeni de, bizim
yerimize yaşayacak orada; acıyı da, sevinci de. Dilerim, iyidir
getireceği haberler. Gelirken bir kuzu mu, kurt mu olur yoksa? Kimin
postunu giyer?
Yarım kalmış bir ağız da, duyulmuş ama anlaşılamamış ses de,
kokuya yaklaşmış ama tam bu sırada kırılmış burun da, bakarken
dağılmış göz, yoksunluğu dokunulmamışlığın, gösterilebilir. Eylerken
kalakalmak, hiç bilememek ölümün bir öncesinde olup olmadığını,
ağacın görkemli nakışından kuşku duymak, geçiciden kalıcı çıkarıp ona
vurulmak, yemek için oturup bunu unutmak, yaşamak için yola çıkıp da
savrulmak gerilere, bütün bunlar için de bir yüzümüz vardır. Her
sözcük bir maskedir. Yerinde kullanılamasa da, sürçmeyle gelse de,
ağzımızdan çıktığı andan başlayarak, her sözcük bizi bir başkası
yapar. O sözcükle bağlanmış, onu ağzından salmış biri yapar.
Kendimiz olamayız, kendimizi anlatmış olmadan kendimiz olamayız,
anlatılmamış bir kendi olmaz, buradan çıkan, oradakine çarpıp
yansıyan bir niyet, atılım, girişim ve bunun uzlaşılmış görüntüleri,
simgeleriyiz olsa olsa.
İyi ya da kötü oyuncularız, birbirimize katlanabiliyorsak eğer
oyun oynamıyormuşuz gibi davranmamızdandır bu. Her şey doğalmış,
kendiyle uyumlu, barışıkmış gibi varsaymamızdandır.
36
Şaman, Kam, Büyücü; yeryüzünde (orta dünya) yaşayıp, alt ve üst dünyalara yolculuk yapan kutsal kişi, büyücü, rehber, şifacı
Bu derin düşüncelere dalmış Cheng Du‟nun sokaklarında
sürüklenirken hayat bana ne sunmuş, göstermiş olabilir? Nelere
tanıklık ettim acaba? Kıyıcı son anda öldürmekten vazgeçmiş olabilir
mi ben ona baktığım için, terk ettiği sevgilisine dönmüş olabilir mi
aşık, Güneş her zamanki yolundan çark etmiş olabilir mi? Gözlerim
bir şey görmüş olabilir mi? Ah, hem bana ait, hem de benim olmayan
gözlerim neleri gördü, gördüğünü sandı, neleri görmedi.
Merak maskemi takıyorum yüzüme. Birkaç adım öne çıkıyorum.
Oradan dönüp kendime bakıyorum. Kimim ben, nasıl biriyim? Ne
olmak istemiş ama ne olmuşum? Yapmak istediğim neymiş, ama ne
yapmışım? Orada bulunuşum ve görüntümün arkasında duran bir „şey‟
var mı? Bir özü var mı onun?
Kim bilir kaç bin yaşında bir çocuk yürümeyi yeni öğreniyor,
heceleyip kekeleyerek konuşmayı çözmeye çalışıyordu. Bunu gördüm.
Herkesin arasında, herkesten biriydi. Bunu gördüm. Öyle sıradan,
öyle farksız, o kadar herkes gibiydi ki, bunun için derin bir nefes
alınabilirdi, var olmaktan mutluluk duyulabilirdim, üstelik en büyük
arzum da ölüm olabilirdi. Bu ne çelişki! İşte bunu gördüm. Sonra
gördüğümü düşündüm. Sonra düşündüğümü gördüm.
Çayevi girişi (Geleneksel tiyatro) (Cheng Du)
Shu Feng Ya Yu Çayevi
Bir kadından yumuşak, çevik bir duruş isteniyorsa,
ona dans dersi vermeli, o zaman bedeninin
her hareketi, ayağının her kalkışı, çayırların rüzgarda
kımıldaması ya da bir çiçeğin gülümsemesi gibidir. Onun
dans etmesine gerek yoktur; her devinimi bir danstır.
Li Yü
Ayışığını aralıyorum, aralıktan içeriye uzanıp bakıyorum. Gergin
bir yayın tel üzerinde kayarken çıkardığı ezginin pul pul gümüşlenip
sessiz gecenin içinde kıpırtısız duran karanlık ağaçların yapraksız
dalları üzerine yağdığını, bu ezgi yağmurunun altında toprağın soluk
alıp verdiğini hissediyorum. Yer ayaklarımın altında kabarıyor,
yükselip alçalıyor. Bir tansık (mucize) bu. Heyecanlanıyorum.
Toprağın içindeki yaşam kıpırdıyor, titreşiyor, boğuk yankıları dalga
dalga yüzüme çarpıyor. Kızıl tüylü tilki durup kuzeye bakıyor. Yorgun
genç kadın kendi hayatı üzerine düşünüyor, ilk kez kendine zaman
ayırabildi şimdi. Yaşlı adam, ölmek için zamanın artık geldiğini,
söylüyor sanki kendini inandırmaya çalışıyor gibi. Tüm bir yaşamın
ekşi, katışık kokusu çarpıyor burnuna. Keskin bir koku. Hem o kadar
tanıdık, hem de o kadar başka ve yeni. Yaşamın kokusu. Başlamak için
çok geç, özlemek için de. Başını iki yana umutsuzca sallıyor. Annem,
babam ve kardeşlerim için var oldum, böyle diyor kadın gönlüne.
Sonra kocam Feng için, diyor. Şimdiyse çocuklarım var. Ayışığıyla
yıkanan ellerine bakıyor. Gözlerinden damlayan ne? Ben kimim? Güzel
miyim peki?
Kıpırtısız kılınmış yüzde oynayan ve anlatan tek şey: gözler. Çin
operasının ilk görüşte sevdalı prensesi, prensi ve aralarını yapan
çöpçatan. Ses ve göz kesişmeleri, çatışmaları, barışmalarıyla
önümüze sayfa sayfa açılan eski öykümüz. Cilveler, nazlar,
yalvarmalar, küsmeler, hainlikler, adanmış hayatlar, feryat figan ve
yorgun oyuncuların maskelerinin arkasında duran gençlik imgesinin
yersizlik, yetersizlik dolu hüznü. Bir oyuncu yaşlanamaz ama bir
yandan yaşlanır. Bir oyuncu olsaydım bu acıya katlanabilir miydim?
Yaşlılık eşiğinde kaç oyuncu buna katlanabilir? Sorun imgenin
yırtılması değil, bin bir yüzün artık olanaksızlığıdır. Oyuncu herkes
olamayacaktır ya da giderek daha az kimse olacaktır. Herkes
olamayan bir oyuncu hiçtir. Kendine kıyan oyuncuların derdi bu olmalı.
Geleneksel tiyatro girişi (Cheng Du)
İlk görüşte aşık olan prensi selamlıyorum. Çapkın kardeşini de.
Şu utangaç taze, erkek kılığında dolaşan prenses olmasın. Size
saygılarımı sunarım prensesim. İşte prensesin öfkeli ama yumuşak
kalpli, küçük kızına biraz fazla düşkün babası, kral. Hiçbir istekliye
yakıştıramadı kızını. Toz konduramıyor ona. Ama bana sorarsanız,
ondan ayrılmak düşüncesidir onu bu kadar duyarlı ve öfkeli yapan.
Ama sevgili kralım, bu ayrılığa kendinizi hazırlasanız iyi olur. Yüreği
sizin kadar titreyen Kraliçeye kulak verin. Yaşam ona sizden daha
yakın. Danışmanınızın öğütlerini de yabana atmayın. Şu hain, kara
yüzlü, kıskanç ve hırslı adam kim? Prensesi başkasına yar etmeyecek
anlaşılan. Bu bir oyun olacağından kaybedecek. Ama biliyorum
sonunda kazanacağını. Çünkü kazanmak istiyor, tutkulu. Oyun mutlu
bitecek, ama yaşam acı. Bu yaşam bu kadar kötü ve katlanılmaz
olduğu için değil mi oyunlar oynanır durur, ben sana anlatmak, bir
daha anlatmak, bir daha bir daha anlatmak gereksinimi duyarım.
Anlatmak tımarhanenin duvarlarını yıkmak biraz. Belki de varsa
biricik onurumuz, bu anlatmada ayak dirememiz, direncimizdir.
Oyun yanıltır, aldatır mı? Bu mu söylemek istediğim. Hayır,
olamaz ki. Acı‟yı gösterir, çektirmez. Mutluluk değil, mutluluk
sözüdür (vaat).
Galeride ilerliyorum. Saygılarımı sunarım Fitneci. Size de
Saygıdeğer Efendi. Uşaklarınızdan birini daha köpekler parçalamış.
Size de iyi akşamlar dilerim Saygıdeğer Efendinin Saygıdeğer Birinci
Eşi. Altıncı çocuğunuzun sütannesi sandığınız kadar kötü birisi değil.
Dedikodulara kulak vermeyin bu kadar. Ah, mutsuz gelin, Sizin
payınıza yalnızca acıdır düşen, hele o korkunç görümceniz yok mu?
Asker, biraz sonra nişanlısına veda edecek. Kendisi bilmiyor
ama kuzeyin ayazında donarak ölecek ve köyünde hiç kimse bunu
öğrenemeyecek. Nişanlısı şimdi acı çekmenin ve özlemenin ne
olduğunu bile unutmuş. Bekleyen Umutsuzluk o.
Generale bakmak bile korkutucu. Ölümcül kanlı buyruğu
köpüren ağzından gecenin ortasına neredeyse fırlamak üzere. Köpük
köpük çoğalan gözleri, elleri, yüzleriyle bir ölüm vaadi… Ulu Han için,
Hanlar Hanı için, Büyük Efendi için!
Tiyatro: Prenses ve çöpçatan (Cheng Du)
Çin operası (Cheng Du)
Çin operası (Cheng Du)
Opera şarkıcısı ağzında bir ipeği dalgalandırıyor. İpek bir kuş
sürüsünü dalgalandırıyor. Kuş sürüsü bir insan yüreğini titretiyor.
Yürek dalgalanıyor. Aşk olmalı bu. Gözdeki derin ela. Derin eladaki
gece. Derin gecenin düşü. Düşteki ezgi. Yaylı çalgının biçtiği pırıltılı
gecenin yüzünde ardı ardına görünüp yiten zehir yeşili. Yükselen
sesten düşen hızlı kırılmalar. İşte bu ihanet!
Oyuna karşı oyun. Hile. Seven kadın asla bağışlamayacaktır.
Ama durun biraz. Her şey aslında bir yanlış anlamaydı. Oğlan aslında
kılık değiştirmiş kız, yoksul köylü zengin bir prens, çit kendi
geçmişinde uyuklayan meşe, cam silis uykusu, mum alevi can yakma
isteği, bir avuç pirinç gülümseyen bir kadının ağzıydı, şairse siste
göle düşen belli belirsiz son güz yaprağı olmalıydı.
Sandalyeler ve onların önlerinde uzun tahta sehpalar. Konuklar
için fincan. Çaydanlık elinde saki (genç bir Çinli bayan) yanı başınızda
zarif bir devinimle fincanınıza yasemin çayı dolduruyor. Sahne
gösterisi boyunca onu hep yanınızda hissedeceksiniz. Fincanınız,
ruhunuz gibi hiç boş kalmamalı. Gerçekte size sunduğu ruhtur.
Boşluğunuz için önerilmiş, geçiciliği size bağlı bir anlam yüklemesidir
yaptığı. Bunu biliyor ve gülümsüyor.
Burası Shu Feng Ya Yu Çayevi‟dir. Sahnenin dibinde yüzlerce,
belki binlerce yılın dinginliğini yüzlerinde taşıyan çalgıcılar var. Çok
eski bir ses geliyor onların bulunduğu yerden. Bu ses, bir kuzunun
çıkardığı ilk melemeye benziyor, köpüren derenin, kıyıdan söktüğü
kayanın suda yuvarlanırken, bir bulutun pembeleşirken çıkardığı sese
de.
“Akan bir dere, bir koyun sürüsü
Yavrusuna ninni söyleyen bir kadın” 37
37
Solomon Baumgarten, 18.yüzyıl
Geleneksel çalgılarıyla müzisyenler (Cheng Du)
Bu ses bir başlangıcın, ama henüz kavranılamamış bir bitişin,
kapanışın da sesi. Bir çavdar tarlasının sesi. Unutmanın, hiç
anımsamamacasına unutmanın... Yağan, durmadan yağan karın sesi. Bir
geyiğin donmuş göl üzerinde yürürken yol açtığı çıtırtının. Yaprağın
yere değerken çıkardığı. Kanadın rüzgarda dalgalanırken.
Yoksulluğun. Açlığın ve tokluğun da... Bu ses çiçek açmış erik ağacının
çiçeğini doğururken çıkardığı ses. Okumanın sesi. Bir kitap sayfasını
çevirmenin... Gözyaşının. Bu ses bir uluma: umutsuzluk uluması. Gece
içinde dağın gizlediği… Denizin köpüğü. Tuzun. Doğumu olanaksız,
daha en başından yitirilmiş bir yaşamın. Dilsizliğin. Boyun eğmişliğin.
Bu sesi tanıyoruz, tanır gibiyiz. Çalgıcılar getirip önümüze bir top
ipek kumaş koyuyorlar, sonra açıyorlar önümüzde, üzerindeki öyküyü
okuyoruz, evet, evet tanır gibiyim, ama adı neydi, Adı Dilimin
Ucunda!38 Hayatımıza verilmiş adı hiç anımsamayacağız. Evet şeydi,
bir şeydi, ama neydi?
İki genç uzun ibrikli yasemin çaydanlıklarıyla sahnede bir
gösteri yapıyor. İki gencin, iki sırt çaydanlığının, iki uzun ibriğin, iki
fincanın bir Çin hiyeroglifini havaya çizdikleri bu uyumlu, ezgili
devinim fincanlarımıza doldurulan yasemin çayıyla taçlanıyor.
Teşekkür ederim, yasemin çayının yalnızca yasemin çayı olmadığını,
aynı zamanda bir incelikli devinimler dizisi, bir dans da olduğunu
anımsattığınız için. Gelenek içilen çayda değil, çayın arkasındaki
düşüncede, kaygıda, rehberliktedir. Hala daha iyi insan olunabilir.
Çay gösterisi (Cheng Du)
38
Quignard, Pascal; Adı Dilimin Ucunda, Sel yayınları, 2005
Oturduğumuz yerde bir şeyler oluyor. Sanki içimde bir çocuk
uyanıyor, yoo, hiç sırası değil, geldiğin yere git, diyorum usulca bu
çocuğa. Beni dinlemeyeceğini de seziyorum bir yandan, huzursuzum.
Yanımdakilere bakıyorum, aynı değişimi onlar da yaşıyor mu diye.
İçimdeki çocuk, şaşkınlıkla bağırıyor, sonra sesli gülüyor. Utanç
verici bu, susar mısın lütfen? Perdedeki gölgeyi gösteriyor
yumruğuyla çocuk, karga, diyor. Baykuş. Tavşan bu. Zıplıyor. Baykuş
bir gözünü kapatıp açıyor. Dik dik bakıyor. Yılan kayıyor. Açılıp
kapanan kanatlarıyla havada süzülen bir turna... Filin ağırlığıyla
toprak zemin titriyor. Fil yürüyor. Çocuk, bu bir fil, diyor. Peki boa
yılanı nerede?39 Kaynana gelinine söyleniyor. Han armağanlarla gelen
elçileri ağırlıyor. Bir bulut perdenin solundan giriyor, sağından
çıkıyor. Sabah bir türlü olmak bilmiyor. Herkes uyuyor. Bu bir düş!
39
Saint-Exupery, Antoin de (1900-1994); Küçük Prens‟in (1943) yazarı
Gölgeler (Cheng Du)
Lütfen susar mısın, bu yalnızca bir gölge, bir imge, ışığın bir
elden perdeye düşürdüğü, susar mısın lütfen?
Bu çocuk beni dinlemeyecek. Oysa bu dünyada şaşılacak,
anlaşılmayacak hiçbir şey yok ki. Bunu bugüne değin öğrenememiş
olmasına şaşıyor, bunun için kendime kızıyor, öfkeleniyorum. Yeni bir
şey yok, olmayacak! Yeni bir duygu, düşünce, yeni bir hayat! Asla
olmayacak…ki! Değil mi?
Çocuk dinlemiyor bile. Kahkahası acı bir tortu bırakıyor kulak
zarımın üzerinde.
Çin fenerleri gecenin içinde, ağaçların dallarında ışıl ışıl.
Sanırım her zaman oradaydılar.
Yay ustası tahta, basit sandalyesine yerleşiyor. Akortlarını
yapıyor. Hazır. Anlatmaya başlıyor. Yayı usulca uzanıyor sağdan sola,
sonra bir sıçrama, işte nilüfer çiçeklerini görüyorum gölün üzerinde,
dostumun yüzü beliriyor, bir iç çekiş, mutlu olunabilirdi bir an,
ölümün de yaşam kadar geçiciliği iniyor gövdenin telleri üzerine,
göçmen kazın bir daha buralara dönmeyeceğinin yabanıl çığlığı,
yeniyetmeliğin kemiklerinde her geçen günle çoğalan meydan okuma,
evin en yalnız odasından görülen bir hayatın ilmik ilmik çözülüşü,
yerlerde sürünen, yaydan damlayan ben, sen, o ve acınası
hayatlarımız.
İlkyaz geldi dağlara.
Yollarda seni arıyorum.
Balta sesleri yankılanıyor
Suskun dorukların boşluklarında.
Derelerin buzu çözülmemiş,
Karı kalkmamış dağ yollarının.
Gün batarken varıyorum
Kayalık dağ geçidindeki koruna.
Hiçbir şeyde gözün yok,
Altın, gümüş parıltısı
Yayılsa da geceleri çevrene.
Evcilleştirdiğin geyik gibi
Uysallaşmışsın sen de.
Geriye dönen yol unutulmuş,
Kaybolmuş gözden.
Boş bir kayığa dönüyorum,
Senin gibi sularda sürüklenen.
Du Fu (Çev. Cevat Çapan)
Usta sevinçsiz, mutsuz topluyor hayatı ve çekiliyor arkaya.
Fincanlarımız dolduruluyor. Bu fincanların kapakları var. Eğer
yasemin yaprak ve çiçeklerinin ağzınıza gelmesini istemiyorsanız,
kapağı fincan üzerinde hafifçe kaydırarak aralıktan içmesini
öğrenmelisiniz.
Şimdi ne var sırada. Kavala benzeyen çalgısıyla bir başka usta
yapacak gösterisini. Neşeli geleneksel bir parça çalıyor.
Davranışlarıyla çalgısı arasında öyle bir uyum, bütünsellik var ki bu
tiz, yırtık neşenin nereden çıktığı karışıyor bir an. Sonra anlıyorum,
ustadan, onun bedeninden çıkıyordu ses. Çünkü kavalın gövdesi
kafasından ayrıldı, ses her ikisinden de ayrı ayrı çıktı, kaval bir
kenara bırakıldı, ses aynı tınıda, aynı ezgiyle ve neşeyle ağızdan,
ustanın bedeninden yükseldi. Marifet kavalda değil derken, usta
yeniden ona döndü. Bu noktada hiçbir şeyi ayıramaz oldum, usta
kimdi, kaval neydi, ya müzik?
Evet, alabilirim. Yasemin.
Dünyanın bin bir görünümü, yüzü, alameti farikalar gösterisi
sürüyor. Dünyanın bütün harikaları burada. Şimdi sizlere ibretlik bir
öykü sunuyoruz. Anneler babalar çocuklarınızı küçümsemeyin. Onların
duygularını önemseyin. Yoksa, görün, neler olacağını. Kimse bunları
yaşamasın diye biz yaşıyoruz, gösteriyoruz size, işimiz bu.
Maskeler (Cheng Du)
Kuklacı. Kukla. Güzel genç kız. İki uzun tavus kuyruğu tüyü.
Genç kızın büyüleyici güzellikte elleri. Şarkı söylüyor. Tüyleri
parmaklarıyla yakalıyor, sıvazlıyor, okşuyor ve öne çekiyor. Sonra
zarifçe arkaya atıyor. Güzel yüzünde gururla, belli belirsiz
gülümsemesi… Seyircilere bakıyorum, acaba bir tek ben mi gördüm
bunu?
Kuklacı ve güzel kuklası (Cheng Du)
Gösterimiz sürüyor, Bayanlar Baylar. Şimdi sırada bin bir surat
var.
Bir anda değişen onun bize sunduğu bu yüz mü yoksa benim o
yüzü görüşüm mü?
Fener Olmak
Çin avucumun içinde bir kelebek. Onu bir Çin fenerinin içine
koyuyorum.
…bu feneri alıp gecede, bir ağacın dalına asıyorum.
Yüzümde kelebeğin rengarenk yansımaları. Çin uygarlığı,
efsaneleri, geçmişi, insanları ile içimde yankılanıyor. Bir an bir
fener olduğumu düşünüyorum, derinliklerinde seslerin,
görüntülerin, renklerin ipek halı üzerindeki desenler gibi akıp
durduğu bir fenerim şimdi…
…bu feneri alıp gecede, bir ağacın dalına asıyorum.
Yüzümde kelebeğin rengarenk yansımaları. Çin uygarlığı,
efsaneleri, geçmişi, insanları ile içimde yankılanıyor. Bir an bir
fener olduğumu düşünüyorum, derinliklerinde seslerin,
görüntülerin, renklerin ipek halı üzerindeki desenler gibi akıp
durduğu bir fenerim şimdi...
…bu feneri alıp gecede, bir ağacın dalına asıyorum.
Yüzümde kelebeğin rengarenk yansımaları. Çin uygarlığı,
efsaneleri, geçmişi, insanları ile içimde yankılanıyor. Bir an bir
fener olduğumu düşünüyorum, derinliklerinde seslerin,
görüntülerin, renklerin ipek halı üzerindeki desenler gibi akıp
durduğu bir fenerim şimdi…
…
Dala asılı Çin feneri.
Tansık ne içinde, ne dışında onun. Nerede o zaman?

Benzer belgeler