2013-I - Karatekin Üniversitesi

Transkript

2013-I - Karatekin Üniversitesi
ÇANKIRI KARATEKİN ÜNİVERSİTESİ
Edebiyat Fakültesi
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
Bülteni
(Bulletin of Turkish Language and Literature)
Editör
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Turgut BERBERCAN
2013-I
ÇANKIRI KARATEKİN ÜNİVERSİTESİ
Edebiyat Fakültesi
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
Bülteni
(Bulletin of Turkish Language and Literature)
2013-I
Kurucu:
Ömer Çakır
Editör:
Mehmet Turgut Berbercan
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÜLTENİ ULUSAL HAKEMLİ BİR
BÜLTENDİR HAZİRAN VE ARALIK DÖNEMLERİNDE OLMAK
ÜZERE YILDA İKİ KEZ YAYIMLANIR
Çankırı 2013
Hakem ve Yayın Kurulu
Doç. Dr. Ömer ÇAKIR
Doç. Dr. Nesime CEYHAN AKÇA
Yrd. Doç. Dr. Mümine ÇAKIR
Yrd. Doç. Dr. Münteha GÜL AKMAZ
Yrd. Doç. Dr. Münir CERRAHOĞLU
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Turgut BERBERCAN
Yrd. Doç. Dr. Abdulselam ARVAS
Yrd. Doç. Dr. Şerife ÖZER
Yrd. Doç. Dr. İbrahim AKYOL
≈
Editör
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Turgut BERBERCAN
Yazı İşleri Başkanı
Okt. Kazım ÇANDIR
Düzelti
Arş. Gör. Esma ACAR
Arş. Gör. Cihan CAKMAK
ÇKÜ Edebiyat Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Ballıca Kampusu 18100 Merkez/Çankırı – TÜRKİYE
Tel.:+90 376 254 12 66 (dahili 5153)
Belgeç.:0(376) 218 11 46
E-Posta: [email protected]
3
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI BÜLTENİ Sayı: 2013-I
-İÇİNDEKİLERMehmet Turgut Berbercan, Sunuş, s. 6
Derya Gürten, Milli Mücadele ile İlgili Hikayelerde Kadın, s. 8
Gizem Topçu, Mektup Anlatım Tekniği Açısından ‘Bir Kadın Düşmanı’
ve ‘Beyaz Selvi’ Romanlarının İncelenmesi, s. 21
Ömer Benlioğlu, Abdürreyim Altanlı’nın Şiirlerinde Komünizm Teması,
s. 30
Ümran Yüksel, Dede Korkut Hikayelerinde Cümle Yapıları, s. 38
Gonca Kaleoğlu, Bâkî Divânı’nda Telmih Sanatı, s. 45
Mesut Öztürk, Türkistanlı Bir Muhacirin Hatıraları ve Şiirleri, s. 53
Mesut Soylu, Mehmed Enisi Yalkı’nın ‘Alman Ruhu’ Adlı Kitabına
Edebiyat Tarihi Açısından Bir Bakış, s. 59
Mustafa Bostan, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanında Birinci Dünya
Savaşı’nın Akisleri, s. 68
Samet Yıldırım, Unutulan Savaş Kore ve Unutulan Kore Savaş
Mektupları, s. 74
Yunus Emre Çakır, Anonim Bir Fütüvvet Risalesi, İnceleme ve Metin,
s. 81
Tevfik Çil, Çankırı Bölgesi Efsaneleri, s. 97
4
İbrahim Serdal Söylemez, Necip Fazıl Kısakürek’in Hikâyelerim Adlı
Eserindeki Mektup Hikâyesinin İncelenmesi, s. 101
Ayşenur Akçay, Samsun Çarşamba Bölgesinin Düğün ve Kına Adetleri
Çarsamba Yöresinin Genel Folklorik Özellikleri, s. 110
Elif Nizamoğlu, Elif Şafak, “Aşk” Romanında Mektup, s. 114
Emine Çelebi, Türk Edebiyatında Münacat ve Şefik Aşıkoğlu’nun
Münacatı, s. 121
Emrah Aksu - Resul Ataş, Mela Ahmed-i Cızîrî’nin Divan’ında Tasavvuf
ve İnsana Genel Bir Bakış, s. 128
Dergi Yayım İlkeleri, s. 136
5
SUNUŞ
Çankırı Karatekin Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nün bir yayını olarak ilk sayısını çıkardığımız “Türk Dili
ve Edebiyatı Bülteni”ni Türk dili, kültürü ve edebiyatı alanına ilgi duyan
siz okuyucularımıza sunmanın büyük kıvancını duymaktayız.
Bültenimiz, Türk dili ve edebiyatı alanında, özellikle Türkoloji
eğitimi alan lisans ve lisansüstü öğrencileri tarafından hazırlanmış derleme,
inceleme ve araştırma yazılarını yayınlama hedefi güden akademik bir
dergi hüviyeti taşımaktadır. Öncelikli amacımız, lisans öğrencilerini
akademik çalışma yapmaya sevk etmektir. Böylece, eğitimini aldıkları
“Türk dili ve edebiyatı” alanında bir araştırmacı olarak çalışmayı
öğrenecek, tahsil hayatları süresince edindikleri bilgileri, öğrendikleri
araştırma yöntem ve teknikleriyle kullanarak yeni bilgiler elde edecek ve
her biri bilime, mevcut bilgi birikimine katkı sağlayan fertler olmak
yolunda ilk adımı atacaktır. Okuduğunu ezberleyen, öğrendiğini unutan
değil; okuduğunu düşünen, öğrendiğini uygulayan bir nesil için bu bülten
vasıtasıyla belki de Türkiye’de bir ilk gerçekleştirilmiştir. Öğrencilerin
düşüncelerine müdahale etmemek suretiyle, onları tamamen özgür
bırakarak, hazırladıkları mezuniyet tezlerinden, 8-9 Mayıs 2013’te Çankırı
Karatekin Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü olarak
düzenlediğimiz “I. Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci Sempozyumu”nda
sunulan bildirilerden, Türk dili ve edebiyatı alanı içerisinde ilgi alanlarına
giren çeşitli konulardan birer makale çıkarmaları istenmiştir. Sonuçta, Türk
dili ve edebiyatı anabilim dalına ait filoloji, edebiyat, halkiyat gibi sahaların
muhtelif cepheleriyle ilgili konulardan bir çok değerli çalışma elde edilmiş,
çalışmaların okuyucuya sunulmasına işte bu hedefin ışığında ortaya
konulmuş bir gayretin ürünü olan bu bülten vasıta edilmiştir.
Hedefimiz bültenimizi periyodik olarak her yıl, haziran ve aralık
dönemlerinde olmak üzere iki sayı çıkarmak ve sadece Çankırı Karatekin
Üniversitesi öğrencilerinin çalışmalarının yer aldığı bir bülten olmayıp
herkesçe bilinen, tanınmış bir uluslararası dergi seviyesine ulaştırmaktır.
6
Bültenimizin yayınlanmasında, desteğini bizden esirgemeyen rektörümüz
sayın Prof. Dr. Ali İbrahim Savaş ve Edebiyat Fakültesi dekanı sayın Prof.
Dr. Mehmet Beşirli başta olmak üzere, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
öğretim üyeleri ve elemanlarına, öğrencilere teşekkür etmeyi keyifli bir
vazife saymaktayız.
Editör
Yrd. Doç. Dr. Mehmet T. BERBERCAN
7
MİLLİ MÜCADELE İLE İLGİLİ HİKAYELERDE KADIN
Derya GÜRTEN
Giriş: Milli Mücadele’nin Tarihi Cephesi ve Türk Edebiyatındaki Akisleri
I. Milli Mücadele’nin Tarihi Cephesi
Mondros Mütarekesi’nin 30 Ekim 1918’de imzalanmasının ardından Birinci
Dünya Savaşı son bulmuştur. Fakat mütarekenin ağır şartları Osmanlı’nın
dağılmasına neden olacak hükümler içermektedir.
“Mühim stratejik noktaların işgaline, demiryollarının kontrolüne müsaade
edilmiştir ki Osmanlı silahlı kuvvetleri istenilen miktara indirildikten sonra
memleket avuç içine alınacaktı. Altı vilayet hakkındaki kasıtları da açıkça
seziliyordu.”1
İngiliz ve Fransızlar bu mütarekeyi kendi istekleri doğrultusunda
yorumlayarak ülkenin çeşitli bölgelerinde işgallere başlamıştır. Bilhassa İstanbul
ve Çanakkale gibi İtilaf devletlerinin iştahını kabartan bölgeler tehlikedeydi. Ülke
içindeki karışıklıklar da bu işgalleri kolaylaştırmaktadır. Ülkenin işgaline göz
yummak istemeyen liderler bunun için halkın desteğini almak amacıyla çalışmalara
girişmiştir.
Müttefik Devletler 8 Aralık 1918’de İstanbul’da askeri bir idare kurarlar.
Meclis-i Mebusan kapatılır. Padişah Vahdettin ve hükümet, İngilizlere yakın bir
tavır gösterirler. Bu belirsiz ve karışık atmosferde ülkede yıkıcı ve zararlı
cemiyetlerle, işgalden korunmayı ve toprakları muhafazayı amaçlayan milli
cemiyetler kurulur. İstanbul’daki işgaller karşısında halkı bilinçlendirerek organize
olmayı ve topraklarını kurtarmayı amaçlamışlardır.2
“Direnme fikri İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalinden sonra
kuvvetlenmeye başlamış, 19 Mayıs’ta Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal bu
fikrin meş’alesini yakmıştır. Onu ileriye atan etkenlerden biri de millette gördüğü
uyanmadır ki buna (milli intibah) demiştir.”3

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi. [email protected]
Fahri Belen, Askeri, Siyasal, Sosyal Yönleriyle Türk Kurtuluş Savaşı, Başbakanlık Basımevi, Ankara
1973, s. 15.
2
Nesime Ceyhan, Bağımsızlığın Unutulmaz Sayfaları, Milli Mücadele Hikayeleri, Selis Kitaplar,
İstanbul 2009, s.14.
3
Belen, a.g.e., s. 49.
1
8
İzmir bölgesinde silahı ile direnenlere Kuvayi Milliye (milli kuvvetler) adı
verilmiştir. Bu ad, bütün milli hareketleri kapsamıştır. Kuvayi Milliye, İzmir’in
Yunanlılar tarafından işgalinden bir süre sonra kurulmuştur. Bu kuruluş çetin
şartlar içerisinde, plansız ve programsız bir şekilde oluşmuştur. 4
Cemiyet ve kongre tipi örgütlenmeler, Osmanlı hükümetinin kontrolü
dışında seçim ve temsil ilkelerine dayanan yeni bir yapılanma ve siyasallaşma
getirdi. Osmanlı hükümeti teslimiyeti savunurken, kongrede direniş fikrinin öne
çıkması halkı giderek İstanbul’dan uzaklaştırmıştır.5
Mustafa Kemal Paşa’nın çalışmaları, kurduğu düzenli ordu neticesinde
milletin bağımsızlık arzusunu harekete geçirmiş, 1919-1920 yılları boyunca halkla
birlikte düşmanın ilerleyişini durduran Kuvayi Milliye hareketinden başka milli ve
düzenli orduların kurulmasıyla daha sistemli bir savunmaya geçilmiştir. Kuvayi
Milliye’nin açmış olduğu Ödemiş, Ayvalık, Soma, Akhisar, Salihli, Aydın
cepheleri ile güney cephelerindeki faaliyetleri yanında Maraş, Urfa, Antep
savunmaları Kurtuluş Savaşı’nın önemli sayfalarını oluşturur. Düzenli ordunun
kurulmasından sonra ise Birinci ve İkinci İnönü Savaşları (6-10 Ocak 1921-26
Mart-1 Nisan 1921), Kütahya-Eskişehir Savaşları (14-15 Temmuz 1921), Sakarya
Savaşı (23 Ağustos-13 Eylül 1921), Büyük Taarruz (26 Ağustos 1922),
Dumlupınar-Başkomutanlık Meydan Savaşları (30 Ağustos 1922) gerçekleşmiştir.6
Türk milleti için bu savaşlar zafer tarihinin yazıldığı dönemi kapsamaktadır.
Uzun yıllar bu savaş için çalışmış, kendilerine yeni bir hükümet, yeni bir ordu
oluşturmuş adeta yeni bir ülke var edilmiştir. İstanbul hükümeti gibi kendilerine
verilen topraklarla yetinmemiş; hakkı olan, zaten bize ait olan bu toprakları
kurtarmayı başarmıştır. İtilaf devletlerinin ayakları altında ezilen toprakları geri
almışlardır. Birinci Dünya Savaşı dahilindeki Çanakkale Zaferi’yle başımızı yerden
kaldırmaya başladığımız savaşlar, Kurtuluş Savaşı ile son bulmuştur.
Lozan Antlaşması’yla yeni bir Türk devleti resmen oluşmuştur. Birinci
Dünya Savaşı’nda aldığımız yenilgilerin lekesi temizlenmiştir. Türk milletinin
birliğinin, dayanışmasının, yardımlaşmasının neticesinde bugün bu topraklar
üzerinde vatanımızda hür bir şekilde yaşamaktayız. İtilaf devletlerinin İstanbulAnkara hükümetleri arasında çıkarmaya çalıştığı ayrımcılık işe yaramamış, Türk
milleti 1919’da başlayan mücadelesinden 1922 yılında alnı açık bir şekilde
çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’ni tüm dünya bu savaştan sonra tanımıştır.
4
a.g.e., s. 49.
Cevdet Küçük, ‘‘Milli Mücadele’’, İslam Ansiklopedisi, C.30., TDV Yay., İstanbul 2005, s.77.
6
Ceyhan, a.g.e., s.17.
5
9
II. Milli Mücadele’nin Türk Edebiyatındaki Akisleri
Türk milleti topraklarından atılmış, Balkan Savaşları’ndan sonra Anadolu’ya
sığınmak zorunda kalmıştır. Anadolu artık Türk milletinin vatanı, üzerinde
yaşadığı toprağı olmuştur. O güne kadar kayıplar yaşayan devletin artık toprak
kaybetmemesi ve yaşadığı toprağa sımsıkı sarılması gerekmektedir. Bunun için ilk
hedef halkın bilinçlendirilmesi olmuştur. Bu dönemde halkı uyandırmak ve
ayaklandırmak için Anadolu’ya açılma gerçekleşmiş; propagandalar, mitingler,
söylevler yapılmıştır.
Kurtuluş Savaşı, Türk milletinin yeniden var olma, hayatta kalma, kendi
toprağını yaratmanın savaşıdır. Bunun için tüm millet birlik olacak ve dayanışma
içinde yoluna devam edecektir. Herkes kendine düşen görevi bu dönemde yapmak
zorundadır. Eli silah tutan cepheye gidecek, kadınlar kabuklarından çıkıp askerine
yardım edecek ve eli kalem tutanlar da hislerini yansıtacaktır. Bu dönemin
edebiyatçıları hem o dönem insanını heyecana, coşkuya getirecek eserler vermeli,
hem de gelecek nesillere o dönemi anlatan kaynak bırakmalıydılar. Nitekim
dönemin edebiyatçıları bunu gerçekleştirmek için harekete geçmiştir. Bunun için
basının desteği de kuşkusuz gereklidir.
“… Türk milleti Atatürk’ün ışıklı yolundan giderek düşmanlarla savaşa
girişti ve bir Kurtuluş Savaşı başladı. Cephelerde silah ile kurtuluş
uğrunda can verenlerle beraber onların arasına karışan, Türk
san’atkarları da vardı. Kılınçla beraber fikir de his de yürüdü. Türk
edipleri, Türk şairleri de kalemlerini bırakmadılar, onlar da his gazileri
oldular.’’7
Osmanlı Devleti savaşlar silsilesinde boğuşurken ekonomisi de zayıflamıştır.
Ayrıca itilaf devletlerinin İstanbul basınına uyguladığı sansür eklenince halka
ulaşmak bir adım daha zorlaşmıştır. Bunun için Anadolu basını bu görevi
üstlenmiştir.
“ Anadolu’da güçlenen direnişle beraber sesi daha güçlü çıkan basın, bir
süre sonra İstanbul basınına karşı da mücadele etmek zorunda
kalacaktır. Anadolu basını Milli Mücadele’nin duyurulmasında,
güçlendirilmesinde ve meşruluk kazanmasında önemli bir katalizör
görevi üstlenecektir. Ekonomik güçlerin basına yansıyan ayağında kağıt,
mürekkeb yetersizliğinden ambalaj kağıtlarına basılan gazetelere kadar
7
Enver Behnan Şapolyo, Kurtuluş Edebiyatı Tarihi, İnkılab Kitabevi, İstanbul 1938, s. 4.
10
birçok güçlükle karşılaşılmıştır. Kitle iletişim araçlarının da o dönemdeki
yetersizliği göz önüne alınırsa mücadelenin boyutları ve büyüklüğü
anlaşılabilir.”8
Milli mücadele döneminde edebiyatçıların en büyük malzemesi kuşkusuz ki
harp olmuştur. Şair ve yazarların şahsi görüşleri ne olursa olsun millete yönelik bir
edebiyat oluşturma çabasına girişmiştir. Bunun için ise realite önemli bir husus
olmuştur. Edebiyatçılar eserlerini oluşturmak için Anadolu’ya yönelip savaş
meydanlarına inmişlerdir. Halide Edip ve Yakup Kadri başta olmak üzere savaş
alanında edebiyatçılara rastlanılmaktadır. “Bu dönem yazarları arasında bilhassa
Halide Edip ve Yakup Kadri bize büyük eserler bırakırlar. Yakup Kadri çeşitli
yazılarında bu devrin bir destan edebiyatı olduğunu ifade eder. Bu bir yeniden
dirilişin efsanesidir.”9
“İstiklal Savaşı vatan edebiyatı romantik bir alemin tasavvuru değil,
realist bir görüşün canlı bir ifadesi olmuştur. Felaketi hissetmiş ve
nihayet derdini milli acılar, samimi ve riyasız bir şekilde birer sanat eseri
olarak belirtilmiştir. Bu sebepledir ki, bu devrin edipleri bir mihver
altında birleşerek sosyal bir acıyı terennüm ederek yeni bir devir
yaratmışlardır…”10
Şiir edebi türler içinde insanı coşturacak, heyecana getirecek önemli bir
türdür. Ayrıca diğer türlere göre daha pratik yazılmasıyla da dönem içinde
kullanılan bir tür olmuştur. Milli duyguları öne çıkaran coşku içerikli şiirler sanat
gayesi güdülmeden halka dönük olarak yazılmıştır. “Hürriyet ve istiklaline aşık bir
millet nasıl olur, bu şiirler buna şahittir.”11
Milli Mücadele, Türk milletinin var oluşunun mücadelesiydi. Yeni bir
hükümet kurulmuş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı dünyaca tanınmıştır. Yeni
kurulan devletin milli bir marşa ihtiyacı vardı. Bu eksikliği Mehmet Akif Ersoy
yazdığı “İstiklal Marşı” ile kapatmıştır. İstiklal Marşı 12 Mart 1921’de kabul
edilmiş ve ertesi günü gazetelerde yayımlanmıştır.
8
Tülay Yılmaz, Hayat Tarih Mecmuası: Milli Mücadele Dönemi Yazıları 1965-1975, Yeditepe
Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü, İstanbul 2008, s.1.
9
İnci Enginün, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergah Yay., İstanbul 2007, s.494.
10
Enver Behnan Şapolyo, İstiklal Savaşı Edebiyat Tarihi Nesirler ve Şiirler, Ak Kitabevi, İstanbul
1968, s.8.
11
Şapolyo, a.g.e., s.4.
11
Ayrıca Milli Mücadele ve o ruhu en iyi yansıtan şiir Mehmet Akif’in
“İstiklal Marşı”dır. Faruk Nafiz’in “San’at” şiiri de Milli Mücadele’yi anlatan en
önemli şiirlerdendir.
Milli Mücadele döneminde çok fazla rağbet edilmeyen bir tür olsa da tiyatro
türü de yer almaktadır. Tiyatro piyesleri isimlerinden de anlaşılacağı üzere savaş
teması üzerine oturtulmuştur. 1919-1928 yılları arasında eski harflerle yayımlanan
tiyatro temsillerinde ilk hedef öğreticiliktir.12
Savaş ortamında yazılacak en zor türlerden biri romandır. Roman yazmak
uzun vakit aldığından onun yerini daha pratik türler almıştır. Fakat realite açısından
roman, önem arz eder. Kimi yazarlar, kendi düşüncelerini oluşturduğu karakterlere
emanet eder. Bu dönem içinde yazılan Halide Edip’in “Ateşten Gömlek” adlı eseri
önemli bir yer tutmaktadır.
“Ateşten Gömlek, Sakarya ordusuna ithaf edilmiştir. Ordu, milli gücün
birleştiği noktadır ve bu roman Sakarya Savaşı’nın destanıdır.”13
Halide Edip dışında roman türünde yazan bazı yazar ve birkaç önemli eseri
şöyledir: Aka Gündüz “Dikmen Yıldızı”, Yakup Kadri “Kiralık Konak”, “Nur
Baba”, “Hüküm Gecesi”, “Sodom ve Gomore”, Refik Halit Karay “İstanbul’un İç
Yüzü”, “Ay Peşinde”, “Guguklu Saat” ve bunun gibi romanlar kaleme alınmıştır.14
Romanlarda savaş dönemi yoğun bir şekilde ele alınmamıştır. Tanzimat
romanlarında olduğu gibi yanlış batılılaşma teması da görülmektedir. Karakterler
baloya gider, Batılı tarzda yaşama özenirler. Bu tarz romanlarda mekan
İstanbul’dur. İstanbul; zevk, eğlence içinde yaşarken Anadolu’da savaş hüküm
sürmekte, sefalet gözlenmektedir. Kurtuluş Savaşı’nda ortaya çıkan İstanbul ve
Ankara ayrımı romanlarda da görülür. İstanbul sosyal, siyasi, ahlaki yönden
olumsuz bir atmosfere sahiptir.
Milli Mücadele dönemindeki hikayeler, Trablusgarp, Balkan ve Birinci
Dünya Savaşı hikayelerine göre bazı farklılıklar içerir. O dönemlerde İstanbul
içinde kalan hikayeciler Anadolu’yu dışarıdan gözlemektedir. Fakat Kurtuluş
Savaşı’nda Anadolu’ya açılarak cephelere gitmişlerdir. Mekan olarak Antep,
Adana, Uşak, İzmir, Bursa, Afyon gibi Anadolu’nun belli başlı şehirleri seçilmiştir.
Yazarlar taşraya açılmayı başarmıştır.
Konu olarak savaş söz konusu olduğundan cephe, cephe gerisi, askerin
kahramanlığı, fedakarlığı, esirlik, düşman zulmü, düşmana karşı mücadele etme
gibi konular göze çarpar.
12
Zeynep Şebnem Aldağ, Türk Tiyatrosunda Kurtuluş Savaşı (1918-1928), Balıkesir Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Balıkesir 2006, s. 306.
13
Enginün, a.g.e., s. 496.
14
Ahmet Kıymaz, Romanda Milli Mücadele (1918-1928 arası), Akçağ Yay., Ankara 1991, s. 275280.
12
Bu dönem içinde hikayeler üç şekilde tasnif edilebilmektedir: “Milli
Mücadele’yi anlatan hikayeleri üç grupta değerlendirebiliriz: İlki Anadolu’daki
vatan savunmasının anlatıldığı hikayeler; ikincisi Anadolu’da düşman askerlerinin
Türk insanına yaptığı zulmü anlatan hikayeler; üçüncü grupta ise Anadolu
mücadelesi yaşanırken İstanbul’daki asker yakınları ile ilgili hikayeler.”15
Hikaye karakterleri içerisinde kadın sayısının arttığı ve bu kadınların artık
kafeslerinden çıkıp sokağa indikleri görülür. Kadınlar cepheye gitmiş,
hastabakıcılık etmiş, cephe gerisinde savaşa yardımcı olmuşlardır. “…Birinci
Dünya Savaşı şiirlerinde kızlar sakin ve hüzünlü, evde oturarak nişanlılarının
dönüşünü beklerler. Kurtuluş Savaşı şiirlerinde onları çok etkin bir şekilde milli
direnişe çeşitli yollarla katılırken görürüz...”16
Milli Mücadele dönemi içinde dikkat çeken iki yazar bulunmaktadır: Halide
Edip ve Yakup Kadri. Mustafa Kemal ile dostluğu da bulunan bu isimler cepheye
inmiş, Anadolu’yu kavrayan, gözlemleyen isimler olmuşlardır. Yunan mezalimi
heyeti ile birlikte cepheye inen yazarlar gözlem yapmış ve bu gözlemleri
doğrultusunda eser vermiştir.
Milli Mücadele döneminde millet var olmanın savaşını vermiştir.
Anadolu’ya sıkışan millet artık topraklarını kaybetme korkusu duymaya
başlamıştır. Bu yüzden herkes birlik olup bu savaşa girmiştir. Harbin kadrosu
geçmiş yıllardaki savaşlara göre oldukça geniş bir mekana yayılmıştır.
Edebiyatçıların da böyle bir atmosferde sessiz kalması mümkün olmamıştır. Kılıçla
savaşan insanların yanlarına kalemleriyle girerek kamuoyu oluşturmaya
çabalamışlardır. Edebiyatçıların ortak düşüncesi vardır, o da Türklük bilincidir.
Servet-i Fünuncu olsun, Fecr-i Atici olsun yazarlar şahsi görüşlerini bir kenara
bırakmış ve halk için bir edebiyat oluşturma yoluna gitmiştir. Eğer halk için bir
edebiyat oluşturmak gerekiyorsa onların arasına karışmaları gerekmekteydi. Onlar
bunu da yapmış, Anadolu’ya gelip cepheye girmişlerdir. Halkın arasından bir
edebiyat oluşturuluyorsa onların dilini ve üslubunu benimsemeliydiler. Bunu da
gerçekleştirmeyi başarmışlardır. Halk arasında halktan birisi gibi yazmışlardır.
Artık aydın zümre ve halk ayrımı kaldırılmış, bir bütün olmuşlardır. Aynen
Kurtuluş Savaşı’nda mücadele eden insanlar gibi.
15
Ceyhan, a.g.e., s.19.
Laurent Mignon, “Vuslattan Sonra: Cumhuriyet Devri Türk Şiirinde Aşk”, Hece Türk Şiiri Özel
Sayısı, Sayı: 53-55, Mayıs-Haziran Temmuz 2001, s.345
16
13
I. Milli Mücadele ile İlgili Hikayelerde Kadın
1. Yakınını Savaşa Gönderen Kadınlar
1.1.Şehit Karısı Olarak Kadın
Peyami Safa’nın“Çakıllar” ve “Süngülerin Gölgesinde” adlı hikayelerinde
kadın karakterler şehit eşi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat bu kadınlar mizaç
olarak birbirine benzememektedirler.
“Çakıllar” adlı hikayede kadın, eşini muharebeye gönderen kadınlardan
yalnız bir tanesidir. Hikayede kadın, bir hafta önce eşinin şehit olduğu haberini
almıştır. Bu haberi bile tanıdıklarından birine gelen mektupla öğrenmiştir. Eşiyle
dört yıl önce evlenmiş, bir yıl birlikte yaşadıktan sonra yeni doğan oğlunu
göremeden eşi harbe gitmiştir ve geri dönememiştir. Kadın, gözü yaşlı bir şehit
karısıdır. Her ne kadar çocuğu için ayakta dursa da için için üzüntüsüyle
yaşamaktadır. Çünkü o aynı zamanda küçücük oğlunun annesidir.
“Süngülerin Gölgesinde” adlı hikayede kadın diğer hikaye karakterlerinden
biraz daha farklı bir açıdan görülmektedir. Bu hikayede kadın karakterin ismi
Behice olarak geçmektedir. Behice oldukça duygusal bir kadındır. O, bu duygusal
yanlarıyla öne çıkmıştır. Eşi İhsan ne kadar vatan tutkunuysa, Behice de o kadar
beşeri aşka tutkun bir kadındır. Kocasını yaralı olarak gördüğü haberini Şevket’in
getirdiği gece Behice, İhsan’ın şehit olduğunu tahmin etmişti. Onun şehit olduğu
düşüncesiyle o gece fenalaşarak bir baygınlık geçirmiştir. Bu baygınlığın ardından
çok geçmeden toparlanmıştır. Eşinden haber getiren Şevket ile aralarında hemen bir
kıvılcım oluşmuştur. Behice, henüz eşinin yasını tutamadan gönlünde yeni birine
yer açmıştır. İstanbul’da Behice ve Şevket Anadolu’nun içinde bulunduğu
kaybedilme tehlikesinden habersizce gezip eğlenmiştir. Behice ve Şevket üzerinden
İstanbul’un Anadolu’ya uzak duruşu çıkarımında bulunabiliriz. Behice, hikayede
sadece aşk ve sevgi karelerinde yer alır. Kadın, vatan kavramını aşkının zıttı olarak
görür. Savaş içinde boğulan harp onun için sadece sevdiği erkekleri kendisinden
ayıran bir kavramdır. Duygusal yanı, aşkı, sevgisi vatana karşı ağır basmaktadır.
1.2.Asker Yavuklusu Olarak Kadın
Mustafa Necati’nin “Asil Ruhlar: Mehmet Onbaşı” ve İzzet Ulvi’nin
“Gözyaşı Değil Kan…” adlı hikayelerinde genç kızlar sevdiklerini harbe, vatan
hizmetine uğurlamışlardır.
“Asil Ruhlar: Mehmet Onbaşı” adlı hikayede Fatma, Mehmet ile köyün
sokaklarında karşılaşmıştır. Bu iki gencin yüreği o zamandan sonra birbirlerine
sevdalanmıştır. Mehmet askerde olduğu altı yıl içerisinde Fatma’yla yatıp,
14
Fatma’yla kalkmaktadır. Rüyalarında dahi hep Fatma’yı görmektedir. Hikayede
genç kızı Mehmet’in bakış açısıyla, onun gözünden görmekteyiz. Genç kızın,
Mehmet’in yavuklusu olması dışında bir vasfı hikayede yer almamaktadır. Kadın
karakter yavukludur, sevgilidir. Mehmet, sevdiğinin hasretine dayanamayan bir
askerdir.
“Gözyaşı Değil Kan…” adlı hikayede İlhan, Türk milletinin içinde
bulunduğu durumdan memnun olmayan, ülkenin üzerindeki ecnebilerden son
derece rahatsız, vatanına bağlı bir gençtir. Jale de İlhan’ın sevdiği kız olan Bebek’te
bir yalıda yaşayan, ülkenin durumundan hoşnut olmayan bir genç kızdır. İlhan gibi
o da ülkenin sürüklendiği yolda harap olmaktadır. İlhan, Milli Mücadele’ye
katılmak için Anadolu’ya gitmek istiyordu. Bunu Jale ile konuştuğunda genç kızın
ona karşı duyduğu kıymet bir kat daha artmıştır. İlhan, Anadolu’ya geçtikten sonra
Anadolu’da ülkenin hizmeti için çalışan kadınları görünce o da Jale’yi vatana
hizmet etmek için çağırmıştır. Jale de Anadolu’ya gitmeyi çok istiyordu, fakat hasta
olan annesinin iyileşmesini beklemesi gerekmekteydi. Bu nedenle genç kız
Anadolu’ya geçip vatana hizmette bulunamamıştır. Jale ile İlhan arasındaki fark
ülkeye bakış yerlerinden kaynaklanır. İlhan savaş ortamını görmüştür. Ülkeye
savaşın içinden Anadolu’dan bakar. Jale ise Boğaziçi’nde Bebek’teki yalısından
ülkeye bakar. Yazar hikayenin başında daha bakış açılarındaki farkı dile getirmiştir.
Hikayeden çıkan netice, yetişilen ortam, mizaç ve cinsiyet farkı vatana bakışı farklı
kılmaktadır.
1.3.Nişanlısı Harbe Katılan Genç Kız
Mustafa Nihad’ın “Tekrar Dirilenler” adlı hikayesinde Sabriye de Şevki gibi
yalnız bir genç kızdır. Babası dünyanın uzak bir köşesinde sefalet içerisinde ölmüş,
beş parasız kalmış ve yaşlanmış bir annesiyle geçim derdine düşmüştür. Hayatta
kalmak ve annesine bakmak için çabalamaktadır. Şevki ile Sabriye nişanlandıktan
sonra Şevki harbe gitmiştir. Geçen iki yıl içinde Şevki’nin şehit olduğu haberi
yayılmıştır. Zavallı genç kız üzüntüsünden güçsüz düşmüştür. Fakat Şevki’nin şehit
olmayıp yanlış bir haber yayıldığını öğrenince hayatlarına devam etmişlerdir.
Şevki’yi iki yıl kaybetmiş, sonra da bu süre sonunda ona tekrar kavuşmuştur.
Sabriye baskın bir karakter değildir. Şevki’nin ismi geçen nişanlısı olması dışında
hikayede başka bir vasfı yoktur.
1.4.Babası Harbe Katılan Kız
Peyami Safa’nın “Süngülerin Gölgesinde” adlı hikayesinde Mübeccel, İhsan
ve Behice’nin kızıdır. Mübeccel, babasını altı yıl içinde sadece birkaç kez görmüş
15
olan bir küçük kızdır. Onun babasına olan uzaklığı evine gelen yabancı, asker
kıyafetli erkekleri bile babası zannetmesine neden olmuştur. Uzun süreler onu
görmemesinden dolayı babasının yüzünü unutmuştur. Babasının yokluğunda
annesiyle birlikte yalnızlığa alışmış bir çocuktur.
2. Çeşitli Görevlerle Savaşa Katılan Kadınlar
2.1. Savaşın Ardından Anadolu’yu Gözlemleyen Halide Edip
Halide Edib’in “Himmet Çocuk” adlı hikayesinde Anadolu’da
gözlemlediklerini yazmıştır. Milli Mücadele döneminde yazarlar devlet tarafından
görevlendirilerek Anadolu’ya gözlem yapmaya, ülkenin durumunu tespit etmek
için gönderilmektedir. “Himmet Çocuk” adlı hikayede de Halide Edip, Anadolu
gerçeğini yazan bir yazar olarak karşımıza çıkar. İstanbul gazetecileri facia
üzerinde inceleme yapıp, ajansla Türk’ün felaketini dünyaya bildireceklerdir.
Halide Edip de düşmanın zulüm raporunu yazacaktır. Gazeteciler kamuoyu yoluyla
felaketi yayınlayacak, Halide Edip de felaketi yazarak o günlerin acı dolu izlerini
gün yüzüne çıkaracaktır.
2.2. Hastabakıcı Kadın
Halide Edip “İlk Görünüş” adlı hikayede yine Anadolu topraklarında
gözlemlediklerini aksettirmiştir. Bu kez yazar Halide Edip, hastabakıcı olarak
yaşadıklarını gözlemci bakış açısıyla kendi ağzından anlatmıştır. Kendi gözüyle ilk
önce hastaneleri, hastabakıcıları ve hastaları tanıtmıştır. Anadolu’nun bu acı
günlerine bizzat şahit olmuştur. Karış karış Anadolu’yu dolaşmaktan korkmamıştır.
Diğer kadınlar gibi annelik, zevcelik vasıflarıyla karşımıza çıkmamıştır. O, yüzünü
ülke gerçeğine çevirebilmiş, vatan için fedakarlıklar yapması gerektiğinin bilincinde
bir kadındır.
3. Düşman Zulmüne Uğrayan Kadınlar
Peyami Safa’nın “Hınç”, İzzettin Ulvi’nin “Alsancak”, Hakkı Süha’nın
“Muzaffer Ölüler”, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Issız Köy ve Dilsiz
Kız”,“Muhacir Kerim Ağa”, “Teslim Teslim”, Halide Edip’in “Emine’nin
Şehȃdeti”,“Vurma Fatma”, Falih Rıfkı’nın “Kasaba Harabelerinde” adlı
hikayelerindeki kadın ve genç kız karakterleri düşman tarafından çeşitli eziyetlere
uğramış karakterlerdir.
16
Peyami Safa’nın “Hınç” adlı hikayesinde kadın karakterler bir anne kızdır.
Yunanlılar Karahisar’daki evini basarak babasını ve kardeşini öldürmüştür.
İsminden de anlaşıldığı gibi hikaye kadının intikamı üzerine kuruludur. Ne kadar
zaman da geçse kadının içindeki kocasının ve evladının acısı dinmemiştir. Kadın,
esiri kendi elleriyle hükümet dairesinde tüm engellemelere rağmen öldürür.
İzzettin Ulvi’nin “Alsancak” adlı hikayesinde düşman zulmüne uğramış
vatanperver kadın, Zeynep yer almaktadır. Zeynep, Söğüt’ün Gündüz Bey
köyünden Karakeçili yörüklerindendir. İki kızı ve bir de askerde olup haber
alamadığı zevcesi Satılmış vardır. Kocası askerde düşmanla mücadele ederken
kadın, tarlada çalışarak çocuklarına bakıyordu. Düşman, köyüne baskın yaptığı
sırada o yine tarladadır. İki kızı ve köy ahalisi düşman tarafından katledilmiştir.
Hikayenin sonunda onu orduya katılmış kahraman Türk kadını olarak görürüz.
Zeynep de bilinçli kadınlardandır. Evlatlarının yasını ağlayarak değil, onların
intikamını alarak yaşamıştır.
Hakkı Süha’nın “Muzaffer Ölüler” adlı hikayesinde Nihal ince yapılı,
müstesna güzelliğe sahip bir kadındır. Sevdiği adamın dört yıl düşmanla kavgasını
beklemiş, dönünce de evlenmişlerdir. Nihal, Nihad’ın eşi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Eşini oldukça severek evlenmiştir. Onların arasındaki bu aşk,
hikayenin konusunu oluşturur. Kadın karakter erkeğin bakış açısından
anlatılmaktadır. Nihad, sevdiği kadının namusunu korumak ve kollamakla
görevlidir. Karısına olan aşkı o kadar derindir ki onun cansız bedenine bile
dokunulmasından korkarak sevdiğinin ruhsuz bedenini kuyuya atmıştır. Kendisi de
olaya duygusal açıdan yaklaşarak ardından intihar etmiştir.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Issız Köy ve Dilsiz Kız” adlı hikayesinde
genç kıza Alaşehir’e giden yol üzerinde ıssız bir köyde rastlanmıştır. Üzerine
geçirdiği paçavralar ile sallanarak insanlardan kaçmaktadır. Köyde bu genç kızdan
başka hiç kimse bulunmamaktadır. İnsanlardan duyduğu korku ve konuşma yetisini
kaybetmiş olmasından genç kızın başından talihsiz bir olay geçirdiği sonucu
çıkarılabilir. Savaşın en acı izlerini ardında kalanlar hala taşımaktadır.
“Muhacir Kerim Ağa” hikayesinde Kerim Ağa ve ailesi Rumeli’den
İstanbul’a oradan da İzmir’e ardından Manisa ve oraların da işgaliyle Orta
Anadolu’nun ücra bir köyüne göç etmiştir. İki kız ve üç oğul sahibidir. Elli yaşına
basmadan da üç torun sahibi olmuştur. Her göç ettiği yerde bu büyük ailesinden
kayıplar vermiştir. Karısının altınları düşman tarafından alınmış, kızın
mahmudiyelerini, yatak ve yorganlarını çalmışlardır. Kızı da işgal sırasında birçok
eziyete uğramıştır. Yalnız o değil, köyün birçok kadını ve genç kızı böyle bir
düşman zulmüne maruz kalmıştır.
“Teslim Teslim” adlı hikaye Şevki Efendi isimli bir kasabalının gördüklerini
anlatmasından oluşmuştur. Kasaba düşman askerleri tarafından yakılıp yıkılmıştır.
17
Kasaba halkından beş on kişi kurtulmak umuduyla bağın önündeki kütüklerin
ardına saklanmıştır. Bir ana kız da bu saklanan grubun içindedir. Küçük kız çocuğu
sekiz dokuz yaşlarında, zayıf ve çelimsiz bir kızdır. Düşman askerleri onun küçücük
bedenini hiç acımadan süngülemiştir. Birkaç defa “anne, anne” sesinden başka bir
şey onun ağzından duyulmamıştır. Annesi de asker tarafından saçından
sürüklenerek götürülmüştür.
Halide Edip’in “Emine’nin Şehȃdeti” adlı hikayesinde genç kadın, eşiyle
birlikte düşmandan kaçarak bir köye yerleşmiştir. Emine genç ve güzel bir kadın
olduğundan kocası Emine için endişelenmektedir. Onun Yunanlıların eline geçmesi,
namusunun lekelenmesi kaçınılmaz diye düşünür. O, Yunanlıların zulmünden
kaçarken onların eline düşmüş, ancak namusunu korumayı başarmış, fakat canını
kurtarmayı başaramamıştır. O, namuslu bir Türk kadını olarak ölmüştür.
“Vurma Fatma”, adlı hikayede Fadime, genç ve güzel bir kadındır.
Yanako’nun aradığı tüm vasıflara sahip bir kadındır. Halide Edip, Fadime’nin
şahsında bütün Türk kadınlarının sözünü tavrını yansıtmıştır. Fadime, kendilerine
yapılan kötülüklerin, acıların cezasını düşmana ödetmiştir. Aslında bunu yapan
yalnızca Fadime değil; bunu yapan Türk kadınlarıdır. Kadınların intikamları onu
düşmana ödetmeden sönmemiştir.
Falih Rıfkı’nın “Kasaba Harabelerinde” hikayesinde düşmanın zulümlerine
maruz kalmış bir kasaba halkı görülmektedir. Birçok kadının öldürüldüğü, kocasız
kaldığı, açlık ve sefalet içinde yaşadığı işlenmektedir. Bu kadınlar arasında hamile
olanlar da yer almaktadır.
4. Hikayelerde Çeşitli Hususlarda Öne Çıkan Kadınlar
4.1.Ahlaki Düşüş Yaşayan İstanbullu Kadınlar
4.1.1. Harpteki Kocasını Aldatan Kadın
Peyami Safa’nın “Gazi” adlı hikayesinde Kamil vatan müdafaasına katılan
gururlu bir erkektir. Evli ve bir çocuğu olan Kamil, harbe katılmış ve gazi olarak
geriye dönmüştür. Eve döneceği günü iple çekmiş, devamlı karısının ve çocuğunun
hayaliyle günlerini geçirmiştir. Bu hikayede farklı bir kadın tipi işlenmektedir. Bu
da savaşın görünmeyen yüzüdür. Kadın, savaş dönemi hikayelerinde annedir,
savaşa yardım eden kadındır, evladını büyüten kadındır. Fakat burada evladını
büyütmeyi bir kenara bırakmış, kendi zevk ve eğlencesini merkeze almış düşkün bir
kadındır. Harp tüm gerçekliğiyle bir yandan devam ederken harpten uzakta başka
bir gerçeklik hakimdir. Kadın yalnızca düşkünlüğü ile yansıtılmıştır.
18
4.1.2. Batı Hayranı Kadın
Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Asil Ecnebi” hikayesinde bulunan
Nûşuhand Hanım karakteri diğer hikayelerde rastlanmayan bir karakterdir. Diğer
hikayelerde kadın savaşa giren, mücadele eden kadın iken burada Türklükten
uzaklaşmış bir kadın olarak karşımıza çıkar. Nûşuhand Hanım gösterişi ve
eğlenceyi seven zengin bir kadındır. İlk eşinden kalan serveti Nefȋ Bey’i
heveslendirmiş ve onunla evlenmiştir. İkisi de birer bozguncu, şapka aşığı, ecnebi
meraklısıdırlar. Nefȋ Bey ve Nûşuhand Hanım, Batılı yaşam tarzına bürünmüştür.
Savaş ortamından yeni çıkılmış olmasına rağmen Batı dünyasından insanlara
evlerinde davet vermekten çekinmemişlerdir. Bunu ileri düzeye götürüp Türkleri
terbiyesiz, beceriksiz ve liyakatsiz olarak görmüşlerdir. Savaştan yeni çıkılmış,
Anadolu kaybedilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmış iken İstanbul, zevke ve
eğlenceye düşmüştür. Bu, İstanbul’un diğer bir yüzüdür. Yazar, bu Batı
düşkünlerinin cezasını hikayenin sonunda vermiştir. Yapılan yanlış, onlara ders
verilerek neticelenmiştir.
4.2. Bacakları Kötürüm Olan Genç Kız
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Ceviz” adlı hikayesinde genç kız henüz
çocukluktan çıkmış, güzel bir kızdır. Anadolu kadınlarına has bir tavrı vardır. Eve
gelen yabancı misafire yüzünü dönüp bakmamıştır. Hikayede Anadolu kadınının
sert tavrını görmekteyiz. Anadolu kadınları, yabancı gördüklerine hemen sıcak
davranmayıp onlarla sonradan samimileşen bir karaktere sahiptir. Evlerine gelen
yabancıları hemen kabul etmeseler de onlara evlerini açar, ellerinden geldiği kadar
ikramda bulunurlar. Hikayede Anadolu kadınının misafirperverliği yansıtılmıştır.
4.3. Kardeşlerini Düşmandan Kurtaran Kadın
Peyami Safa’nın “Tehdit” adlı hikayesinde köşkün hanımı Remziye, yirmi
bir yaşında genç ve güzel bir kızdır. Anne ve babasını kaybettiği için üç erkek
kardeşi ile birlikte köşkte yaşamaktadır. Remziye karakteri hikayede kardeşlerine
bağlılığıyla öne çıkar. Onun savaşa olan bakışını hikayede öğrenememekteyiz.
Daha çok Yunanlılarla başı dertte olan kardeşlerini kurtarmak için çalışan kadın
olarak karşımıza çıkar. Savaş halindeki ülkeye bakışı da kardeşleri üzerinden
anlatılır. Vatan adına duygu ve düşüncelerini hikayede açığa vurmamaktadır. Kendi
evi çerçevesinde, ailesi üzerinden Remziye’yi görüyoruz.
19
Sonuç
Hikayeler dönemin aynası olarak devrin sosyal hayatını yansıtmıştır.
Oluşturulan sınıflandırmalarda da görüldüğü üzere kadınlar artık kendilerini
çepeçevre saran kabuklarından bu yıllarda çıkmıştır. Kadınlar başlarına gelenler
karşısında çaresizce boyun eğmemiş; ses çıkartmayı ve intikam almayı istemiştir.
Devrin realitesini yansıtan bu hikayelerde kadı, olumlu ve olumsuz bir bütün olarak
karşımıza çıkar. Hikaye kahramanı olan kadınların bir çoğu, Anadolu kadınlarıdır.
Çünkü bu mücadele, Anadolu’nun mücadelesidir ve onu görüp bizzat şahit olanlar
da Anadolu insanlarıdır.
Kaynakça
ALDAĞ Zeynep Şebnem, Türk Tiyatrosunda Kurtuluş Savaşı (1918-1928),
Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi),
Balıkesir 2006.
BELEN Fahri, Askeri, Siyasal ve Sosyal Yönleriyle Türk Kurtuluş Savaşı,
Başbakanlık Basımevi, Ankara 1973.
CEYHAN Nesime, Bağımsızlığın Unutulmaz Sayfaları, Milli Mücadele Hikayeleri,
Selis Kitaplar, İstanbul 2009.
ENGİNÜN İnci, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergah Yay., İstanbul, 2007.
KIYMAZ Ahmet, Romanda Milli Mücadele (1918-1928 arası), Akçağ Yay.,
Ankara 1991.
KÜÇÜK Cevdet, ‘‘Milli Mücadele’’ maddesi, İslam Ansiklopedisi, C.30, TDV
Yay., İstanbul 2005.
MIGNON Laurent, “Vuslattan Sonra: Cumhuriyet Devri Türk Şiirinde Aşk”, Hece
Türk Şiiri Özel Sayısı, Sayı: 53-55, Mayıs-Haziran Temmuz 2001.
ŞAPOLYO Enver Behnan, İstiklal Savaşı Edebiyat Tarihi Nesirler ve Şiirler, Ak
Kitabevi, İstanbul 1968.
ŞAPOLYO Enver Behnan, Kurtuluş Edebiyatı Tarihi, İnkılab Kitabevi, İstanbul
1938.
YILMAZ Tülay, Hayat Tarih Mecmuası: Milli Mücadele Dönemi Yazıları 19651975, (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve
İnkılap Tarihi Enstitüsü, İstanbul 2008.
20
MEKTUP ANLATIM TEKNİĞİ AÇISINDAN “BİR KADIN DÜŞMANI” VE
“BEYAZ SELVİ” ROMANLARININ İNCELENMESİ
Gizem TOPÇU*
I. Bir Kadın Düşmanı Adlı Romanın Mektup Anlatım Tekniği
Açısından İncelenmesi
Kahramanlar: Adnan Paşa (Sara’nın babası, Erzurum’da görev yapıyor.),
Rıza Bey (Sara’nın dayısı), Mukbile Hanım (Sara’nın yengesi), Vesime (Sara’nın
dayısının kızı), Haydar Bey (Sara’nın doktoru), Ferhan (Sara’nın arkadaşı), Remzi
Bey (Vesime’nin nişanlısı), Latif Bey (Sporcu), İsmet Hanım (Sara’nın akrabası),
Behire (Vesime’nin kardeşi), Necdet (Homongolos’un en yakın arkadaşıdır. İkisi
birlikte askerdeyken, Necdet’in yüzünde gülle patlıyor ve Necdet hastanede son
nefesini verirken, Homongolos onu nişanlısına göstermiyor. Sırf Necdet’in yüzünün
bakılmayacak halde olduğu için, onu hep iyi ve güzel hatırlasın diye nişanlısına
göstermiyor. Bu kalpsizliğiyle bütün köy halkı tarafından kötü biliniyor.), Zeki
Bey-Homongolos,
“Homongolos, bir sinema filmi kahramanıdır. Muhayyel bir kaşif, suni bir
adam yapmaya muvaffak olur. Bu makine bir çok cihetlerden insana faiktir. Mesela
insandan daha tendürüst, daha kuvvetlidir. Zihni, zekası daha mütekamildir. Hasılı
ideal bir insan. Fakat büyük kaşif, bu suni adama yalnız bir hassayı vermeye
muvaffak olamamıştır: Kalp ve his. Bu yüzden Zeki’ye Homongolos diyorlar.
Homongolos yani Zeki Bey kuvvetli, zeki, metin, iradeli, şen hatta biraz zevzek ve
maskara denecek kadar şen bir adam. Fakat taş gibi hissizdir. Ölene acımaz, ıstırap
çekene güler. Sevgi ve şefkati gülünç bir zaaf addeder. Aşk, onun için manasız bir
masaldır. Ana, baba, kardeş, evlat muhabbeti onun için izah edilemeyecek bir
muammadır. Bu noktai nazardan Homongolos hakiki bir makineden farksızdır.”1
Romanda 18 tane mektup bulunmaktadır. Bunların 3 tanesini Sara, babası
Adnan Paşa’ya, 11 tanesini Sara, en yakın arkadaşı Nermin’e yazmıştır. Bu
mektuplardan sonra romanda başka bir bölüm başlıyor, “Ölüye Mektuplar” başlıklı.
Ölüye Mektuplar başlığı altında 4 mektup bulunmaktadır. Bu mektuplar
Homongolos tarafından, yıllar önce ölmüş arkadaşı Necdet’e yazılmıştır. Derdini
kimselere anlatamayan Homongolos, çareyi ölmüş arkadaşına mektup yazmakta
bulmuş ve bütün dertlerini, duygularını, düşüncelerini, aslında taş kalpli olmadığını,
*
1
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi. [email protected]
Reşat Nuri Güntekin, Bir Kadın Düşmanı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 2010, s. 50-51.
21
yaptıklarının sebep ve sonuçlarını bu mektuplar aracılığıyla okuyucuya da
anlatmıştır.
Kitap 206 sayfadır ve kitabın tamamı mektuplardan oluşmuştur. Mektup
aralarında yazar kesinlikle araya girmemiş, ustaca kahramanların arkasına
gizlenmiştir.
Bir Kadın Düşmanı’nda, güzel ve kurnaz bir kız olan Sara’nın, kadınlardan
nefret eden Homongolos’un nefretini kırmak için verdiği mücadele anlatılıyor.
Romanın sonunda ise; hiç kimsenin göründüğü gibi olmayıp, her insanın içinde
yaşattığı kendisine has gizemli bir dünyası olduğunun mesajı verilmektedir.
Reşat Nuri Güntekin’in, ilk ve tek mektup türündeki romanı, Bir Kadın
Düşmanı’dır. Roman, aslında Homongolos’un hayat hikâyesidir. Yazar bunu, iki
farklı bakış açısıyla okuyucuya sunmaktadır. Birincisi, Sara ve toplumun gözüyle
(Bunu Sara’nın Nermin’e yazdığı mektuplarda görürüz); ikincisi ise kendi
kaleminden tanıdığımız bir Homongolos Ziya’dır (Bunu Homongolos’un, ölmüş
arkadaşı Necdet’e yazdığı mektuplardan görürüz.).
Reşat Nuri Güntekin’in Bir Kadın Düşmanı adlı romanının kahramanı
Homongolos ile Balzac’ın İki Yeni Gelinin Anıları romanının kahramanı Felipe
çeşitli benzerlikler gösterir. Her ikisi de hayvanlara benzetilmiş ve fiziki yapıları
çirkindir. İkisinin de kaşları dikkat çeken bir görünüme sahiptir. Balzac için ellerin
ve ayakların güzel görünümü, küçüklüğü, temizliği tinsel açıdan güzelliği ve
derinliği simgelemektedir. Homongolos’un da Felipe’nin de ellerinin güzelliği
romanlarda zikredilmiştir. Yani Reşat Nuri Güntekin, Bir Kadın Düşmanı adlı
romanını yazarken Balzac’ın beden dilinden yararlanmıştır.”2
1. Tek Seslilik veya Çok Seslilik Açısından
*Tek Seslilik Açısından
Bir Kadın Düşmanı romanı, mektup anlatım tekniği açısından
incelendiğinde tek sesli bir romandır. Romanda Sara’nın, Nermin’e ve Adnan
Paşa’ya mektupları, Homongolos’un ise ölmüş arkadaşı Necdet’e mektupları vardır.
Bu mektuplara gelen cevaplara, romanda yer verilmemiştir. Sara, mektuplarında
gelen cevaplarla ilgili bilgiler veriyor; fakat cevap olarak gelen mektupların
hiçbirine cevap olarak yer verilmemiştir. Bu yüzden romanda “ben” tarzı
kullanılmıştır.
2
Bahattin Şeker, Mitat Durmuş, “Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Fransız Edebiyatından İzler”,
Turkish Studies, 4/1, 2009, s. 582-589.
22
“Bu mektuplarla Sara’nın ve Homongolos’un iç dünyasına gireriz.
İkisinin de kişiliklerini, huylarını, vicdan azaplarını, hınçlarını buradaki
mektuplardan öğreniriz. En önemlisi, herkes Homongolos’un kaza
sonucu öldüğünü bilirken, biz bu karşılıksız mektuplar sayesinde onun
aslında intihar ettiğini öğreniriz..”3
Özellikle Homongolos’un arkadaşı Necdet’e yazdığı mektuplar, onun
monoton sesini yansıttığı mektuplardır.
2. Mektubun Hikâye veya Romandaki Yeri Açısından
*Tamamı Mektuplardan Oluşan Hikâye veya Roman
Bir Kadın Düşmanı adlı romanın tamamı mektuplardan oluşmuştur. Roman
mektupla başlar ve mektupla biter. Yazar mektup aralarına girip, bilgiler vermez.
Her şeyi kahramanların gölgesinde yapmıştır. Roman iki bölümden oluşmaktadır:
Birinci bölümde Sara’nın, Adnan Paşa’ya ve Nermin’e yazdığı 14 mektup
bulunmaktadır. İkinci bölümde ise, “Ölüye Mektuplar” başlığıyla Homongolos’un
Necdet’e yazdığı 4 mektubu bulunmaktadır. Romanda olaylar, mekanlar, insanlar,
duygu karışıklıkları, vicdan azapları tamamen mektuplarla anlatılmıştır.
3. Mektubun İşlevi Açısından Mektup Hikâye veya Roman
*Gerçeği Aktaran Mektup
Bir Kadın Düşmanı adlı romandaki Sara’nın 14 mektubu, gerçeği aktaran
mektuptur. En yakın arkadaşı Nermin’e ve babası Adnan Paşa’ya, dayısının
konağında yaşanan vakaları, mektup aracılığıyla anlatmaktadır. Sara, Nermin’e
yazdığı mektuplarda dayısının konağındaki düğün hazırlıklarını, yeni tanıştığı
akrabalarını, insanlar hakkındaki düşüncelerini ve Homongolos’a kurduğu hain
planla birlikte planın gidişatını anlatır. Yaşanmış ve yaşanmakta olan olayları,
mektup aracılığıyla aktarır.
*Gerçeği Değiştiren Mektup
Bir Kadın Düşmanı adlı romanın ikinci bölümünde “Ölüye Mektuplar”
başlığı altındaki Homongolos’un mektupları, gizli kalmış olay ve duyguları anlatan
3
Güntekin, a.g.e., s. 5.
23
mektuplar olduğu için bu gruba girmektedir. Homongolos, arkadaşı Necdet’in
yüzünde gülle patladığında, onu ölüm döşeğindeyken nişanlısına katiyen
göstermemiş, kapıların önünde demir gibi durmuştur. Necdet’in nişanlısı ne kadar
ağlayıp yalvarsa da, ölmeden önce son bir kez sevdiğini görememiştir. Tüm kasaba
o saatten sonra Homongolos’u, kalpsizlikle ve acımasızlıkla suçlamıştır.
Homongolos, bu bölümde yazdığı mektupla, aslında amacının kalpsizlik
olmadığını, kızın Necdet’i her zaman güzel hatırlaması için yaptığını anlatıyor.
Necdet’in yüzünde gülle patladığı için yüzü paramparça olmuş. Eğer nişanlısı onu o
halde görseydi, onu hep kötü hatırlayacaktı. Homongolos, arkadaşının kötü
hatırlanmasına izin veremezdi. Her zaman iyi ve güzel hatırlanması için, ömür boyu
nişanlısı tarafından sevilmesi için yaptığını, bu bölümdeki mektupta en ince
ayrıntısıyla anlatmaktadır. Bu yüzden Homongolos’un bu bölümde yazdığı 4
mektup, içerisinde gizli kalmış duyguları barındırmaktadır.
4. Yazarın Konumu Açısından Mektup Anlatım Tekniği
*Müellifin İstinsah Ettiği Mektup
Mektupların asıl sahibi Reşat Nuri Güntekin’dir, fakat kendisini
mektupların istinsahı olarak tanıtır. Mektupların başında, mektubun kimden kime
yazıldığı belirtilmektedir (Sara’dan Nermin’e, Sara’dan Adnan Paşa’ya,
Homongolos’tan Necdet’e). Yazar böylece başkasına aitmiş gibi görünen
mektupları, temize geçen kişi konumundadır. Kendisini birinci bölümde, tamamen
Sara’nın arkasına gizlemiştir. Yazar, romanda hiç yoktur. Olanı biteni, gördüğünü
birinci bölümde Sara anlatır; ikinci bölümde ise kalemi Homongolos alır ve
mektuplarıyla bütün gerçekleri ortaya döker. Yazar, roman boyunca Sara’nın ve
Homongolos’un gölgesine saklanmıştır. Bu da okurda, mektupların gerçeklik payını
artırır.
5. Yazarın Cinsiyeti Açısından Mektup Hikâye veya Roman
*Müellifin Cinsiyeti Açısından
Reşat Nuri Güntekin, Sara’nın mektuplarıyla erkek ağzından kadın ruhuyla
mektup yazmıştır. Reşat Nuri, Sara’nın mektuplarını yazarken cinsiyet değiştirme
imkanı bulmuştur. Böylelikle kadınlar hakkında söylemek istediklerini, söyleme
imkanı bulmuştur. Reşat Nuri, Sara’nın ağzından yazdığı mektuplarla kadınların ne
kadar havalı, kendini beğenmiş varlıklar olduğunu anlatmıştır. Kadınların her şeyi
24
elde etme zaafını, güzellik ve kıskançlık duygularını Sara’nın ağzından abartılı bir
şekilde yansıtmıştır.
*Mektup Yazanın (Kahramanın) Cinsiyeti Açısından
a. Kadın Mektupları: Bir Kadın Düşmanı adlı romanda, kadın ağzından
yazılmış 14 tane mektup bulunmaktadır. Bu 14 mektup, erkek ağzından kadın
ruhuyla yazılmıştır. Bu mektuplarda yazarın kadınlara bakış açısı yer almaktadır.
Yani mektuplarda, bir kadının kendi kötü özelliklerini o derece açık bir şekilde
yansıtması mümkün değildir. Bir kadına o derece eleştirel bir bakış açısıyla bakan,
ancak bir erkektir. Sara, bu 14 mektupta yaşadığı ve yaşamakta olduğu olayları
anlatmıştır.
b. Erkek Mektupları: Bir Kadın Düşmanı adlı romanda, erkek ağzından
yazılan 4 mektup bulunmaktadır. Bu mektuplar, erkek hissiyatlarını en müthiş
duygularla anlatan mektuplardır. Yazarın da erkek olmasından mıdır bilinmez,
Homongolos’un yaşadığı olaylar, geçmişi ve bir kadına (Sara’ya) aşkı öyle müthiş
tasvir edilmiş ki, okuyucu olanları doğal karşılıyor. Homongolos’un mektubun
sonunda intihar edeceğini yazmış olmasını okuyucu, o kadar olandan sonra bunu
Homongolos’a ödül gibi görüyor.
II. Beyaz Selvi Adlı Romanın Mektup Anlatım Tekniği Açısından
İncelenmesi
Kahramanlar: Dündar (Vahşi, sert yapılı, alaycı gülüşünün arkasında engin
bir ruh vardır, ünlü bir piyanisttir ve evli, çocuklu Nadide’ye aşık olur.), Nadide
(Kocasına ve çocuklarına ömrünü adayan vefakar bir kadındır.), Demir-İpek-Çelik
(Nadide’nin çocukları), Hamid Bey (Nadide’nin eşidir, ünlü bir psikologdur.),
Gülten (Hamid Bey’in hastası gibi onun kliniğine gider ve onu kendisine aşık eder.
Aslında onu Dündar göndermiştir.).
Romanda 44 tane mektup bulunmaktadır. Bu mektupların 39 tanesi
Dündar’dan Nadide’ye, 5 tanesi ise Nadide’den Dündar’a yazılmıştır.
Roman 158 sayfadır ve romanın tamamı mektuplardan oluşmaktadır.
Kitabın bazı bölümlerinde yazar araya girerek, olayların gidişatı hakkında bilgiler
vermiştir.
“Halide Nusret Zorlutuna’nın – gerçek bir hikâyeden yola çıkarak
kaleme aldığı – Beyaz Selvi adlı kısa romanın, üslup itibariyle sadeliğin
ihtişamına, muhteva itibariyle ise naif bir melâle tekabül ettiğini
25
söylemek mümkündür. Melâlden kastım ise, Yahya Kemal’in melâldir,
yani romantik acı.”4
Halide Nusret’in gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak kaleme aldığı
bu roman, cennetten cehenneme düşen bir ailenin alınyazısını konu ediniyor.
Nadide, adı gibi bir benzeri bulunmayan, Halide Nusret’in deyimiyle; bir
rüya ve hülya ikliminden çıkıp gelmiş gibi asil ruhlu bir kadındır. Psikolog eşi
Hamid Bey ve üç çocuğuyla mutlu bir yaşam süren Nadide’nin mutluluğu,
kendisinden yaşça küçük ünlü bestekâr ve piyanist Dündar’a rastlamasıyla son
bulur.
Dündar, Nadide’yi bir Selvi olarak güçlü ve aynı zamanda narin olarak
gördüğü için ona “Beyaz Selvi” diyor ve roman adını buradan alıyor.
“Ankara, Beyaz Selvi romanında olayların geçtiği ana şehirdir; fakat reel
olarak varlığı söz konusu değildir. Yalnızca romanı Nadide ile kendisini
aldatan kocası Doktor Hamid’in gittikleri Ankarapalas’taki balo ile
Ankara, değişen toplumsal süreci yansıtan bir şehre dönüşür.
Ankarapalas Oteli’nde kadınlı erkekli dans ve eğlenceler, yeni
Türkiye’nin değişimini yansıtır. Nadide, burada da muhafazakâr bir
tutum sergileyerek, yalnızca aile fertleri ile dans eder. Fakat gecenin
ilerleyen saatlerinde “Türk’ün en büyüğü” Nadide’yi dansa kaldırır.
Böylelikle romanda kurucu şehre, kurucu lider Atatürk de eklenmiş olur.
Fakat romanın çerçeve zamanı 1943-1944 yılları olmasına rağmen,
Nadide’nin baloda Atatürk’le dans etmesi, romanda zamanın
kullanımıyla alakalı bir teknik kusur olarak belirir.”5
1. Tek Seslilik veya Çok Seslilik Açısından
*Çok Seslilik Açısından
Beyaz Selvi, mektup anlatım tekniği açısından incelendiğinde çok sesli bir
romandır. Romanda tek bir kişinin yazdığı mektuplar değil, Dündar ile Nadide
arasındaki mektuplaşmalar göze çarpmaktadır. Romanda Dündar’ın 39, Nadide’nin
4
Fırat Kargıoğlu,“Halide Nusret Zorlutuna’nın ‘Beyaz Selvi’si: Nadide’nin Cazibesi, Doktor
Hamid’in Dilemma’sı”, Türkyorum, 2012, s.1 (www.turkyorum.com/halide- nusret-zorlutunanınbeyaz-selvisi-nadidenin-cazibesi-doktor-hamidin-dilemmasi/).
5
Betül Coşkun, “Halide Nusret Zorlutuna’nın Romanlarını Kronotopik Okuma”, Turkish Studies,
6/1, 2011, s.867.
26
5 mektubu vardır; fakat romanın en heyecanlı ve dikkat çeken tarafı, Nadide cevap
yazdığı zaman Dündar’ın verdiği tepkinin birden fazla mektuba nasıl yansıdığının
gösterildiği mektuplardır. Bu mektuplaşmalarla roman, sığlıktan kurtulur. Yazar,
karşılıklı mektuplaşmalarla romana “ben” ve “o” zamirlerini de yerleştirir.6
Çok sesli romanlarda, anlatıcı rolünü en çok yazan belirlediği için, Beyaz
Selvi romanında anlatıcı rolünü Dündar üstlenmiştir.
2. Mektubun Hikâye veya Romandaki Yeri Açısından
*Tamamı Mektuplardan Oluşan Hikâye veya Roman
Beyaz Selvi romanının tamamı mektuplardan oluşmaktadır. Romanda
toplam 44 tane mektup bulunmaktadır. Romanın tamamının mektuplardan
oluşmasıyla anlatıcı rolünü kahramanlar üstlenir. Romanda mektupların arasına
yazar anlatıcı girer ve olayların gidişatıyla ilgili çeşitli açıklamalar yapar; fakat
okuyucu bunu Dündar yapıyor sanır. Çünkü yazar, Dündar’ın arkasına büyük bir
ustalıkla gizlenir.7
Yazar yarattığı kurmaca dünyayı, gizli bir elle yönlendirir. Yazar romanda
kendisini hiç göstermeden kahramanın ruhunda özgürce dolaşır. Doğal olarak okur,
sadece Dündar ve Nadide’nin sesini duyar. Romanda mektuplaşma, tek bir hat
üzerinden olduğu için mektubu yazan kişi karşısındakiyle dertleşme imkanı
bulmuştur.
3. Mektubun İşlevi Açısından Hikâye veya Roman
*Gerçeği Değiştiren Mektup
Beyaz Selvi romanında, Dündar’la başlayan mektupların içeriğinde,
Nadide’ye olan gizli aşkının itirafı vardır. Dündar ile Nadide’nin arasında bayağı
yaş farkı vardır ve Nadide evli, üç çocuk annesidir. Dündar ile Nadide, çok eskiden
tanışan ve araları iyi olan bir abla-kardeş ilişkisi yaşayan kişilerdir. Fakat uzun
zaman görüşememelerinin ardından bir gün Nadide ile Dündar, İstanbul’da
karşılaşırlar. Dündar yıllardır içinde kaybettiği yaşama sevincini, Nadide’yi görünce
yeniden kazandığını hisseder ve ona aşkını itiraf eden mektuplar yazmaya başlar.
Bu mektuplar, var olan gerçeği değiştiren mektuplardır; olayların akışında bir
dönemeç oluştururlar.
6
Ömer Çakır, Türk Edebiyatında Mektup (Basılmamış Doktora Tezi), Gazi Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005, s. 340.
7
a.g.e., s. 342.
27
Dündar, Nadide eşinden ayrılsın diye, Hamid Bey’i baştan çıkarması için
kliniğine Gülten isimli bir genç kız gönderir. Kız ne yapar eder ve Hamid Bey’i
kendisine aşık etmeyi başarır. Bunun ardından Dündar, Nadide’ye bir mektup yazar
ve kocasının onu Gülten isimli genç kızla aldattığını, kızın kliniğe hasta gibi gidip,
saatlerce kocasıyla odada baş başa kaldığını söyleyerek, artık aralarında bir engel
olmadığını açıklar. Fakat yaptığı bu hain planın Nadide’yi fazlasıyla hırpaladığını
görünce yaptığından pişman olur ve bütün fenalıklarını bir mektup yazarak anlatır.
Böylece yanlış bilinen ve tesirinde kalınan bir konu açıklığa kavuşur.
4. Yazarın Konumu Açısından Mektup Hikâye veya Roman
*Müellifin Yayımladığı Mektup
Beyaz Selvi romanında yazar, kendisini “yayımcı” olarak gösterir.
Romandaki mektupların kendisiyle ilgili olmadığını, kendisinin sadece bir aracı
olduğunu önsözde şu sözleriyle anlatır:
“(…) Ben bu sergüzeşti aysız bir temmuz gecesinin çok yıldızlı gökleri
altında, bizzat kahramanın ağzından dinlemiştim. Bu toprağın değil, bir
rüya ve hülya ikliminin mahlukuna benzeyen o bembeyaz kadına, bu
hikâyeyi yazacağıma dair söz de vermiştim. Bugün o, artık son ve ebedi
rüyasına dalmış bulunuyor… Kendisine verdiğim söz, şimdi benim için
mutlaka ödenmesi gereken kutsal bir borç mahiyetini aldı. İşte bu
satırlarla ben, o borcu ödemeye çalışıyorum (…).”8
Yazar, önsözünde bu bilgiyi vererek, önsöz dışındaki her şeyin kendisine ait
olmadığı imajını oluşturur. Okur ise, yazara gelen özel bir mektupla baş başa kalma
yanılgısına düşer. Bu tarz yöntem, yazarın hareket alanını genişletir, söylemek
istediklerini istediği kişiye söyletir.
5. Yazarın Cinsiyeti Açısından Mektup Hikâye veya Roman
*Müellifin Cinsiyeti Açısından
Beyaz Selvi romanında Halide Nusret Zorlutuna, kadın ruhuyla erkek
ağzından mektuplar yazmıştır (Dündar’ın yazdığı mektuplar). Halide Nusret,
mektuplar sayesinde kahramanların şahsında cinsiyet değiştirme imkanı bulmuştur.
8
Halide Nusret Zorlutuna, Beyaz Selvi, Timaş Yayınları, Ankara 2011, s.4.
28
Yazar da böylece erkek ağzından söylemek istediklerini ifade etme imkanı bulur.
Böylece yazar, olaylara erkek penceresinden bakarak görüşlerini bildirir.
*Mektup Yazanın (Kahramanın) Cinsiyeti Açısından
a. Kadın Mektupları: Beyaz Selvi romanında, Nadide’nin yazdığı
mektuplar kadın mektuplarıdır, kadın ağzından yazılmıştır. Fakat romanda “kadın
mektupları” gibi bir bölüm yoktur. Bu romanda, roman sahibi kadın olduğu için,
Beyaz Selvi romanı, “kadın mektupları” olarak değerlendirilmektedir. Nadide’nin
yazmış olduğu beş mektup, “kadın mektupları” olarak adlandırılır.
b. Erkek Mektupları: Beyaz Selvi romanında, Dündar’ın yazdığı 39
mektup, yazarın cinsiyeti ne olursa olsun, “erkek mektupları” olarak değerlendirilir.
Halide Nusret, romanda Dündar kimliğiyle 39 tane mektup yazmıştır. Yazar
kadın ruhuyla erkek ağzından mektuplar yazarken, kadın hassasiyetini de araya
karıştırmıştır. Bunu, Dündar’ın Nadide’ye kavuşmak için yaptığı planı, pişman olup
hemen hatasını anlatan başka bir mektup yazmasıyla görüyoruz. Dündar, yaptığı
fenalığı, bir kadın hassasiyetiyle ve ince fikirliliğiyle hemen anlatıyor. Eğer roman
erkek kaleminden erkek ağzıyla yazılsaydı, böylesine pişmanlık ve hassasiyet
olmazdı.
Kaynakça
COŞKUN Betül, “Halide Nusret Zorlutuna’nın Romanlarını Kronotopik Okuma”,
Turkish Studies, 6/1, 2011.
ÇAKIR Ömer, Türk Edebiyatında Mektup (Basılmamış Doktora Tezi), Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara 2005.
GÜNTEKİN Reşat Nuri, Bir Kadın Düşmanı, İnkılap Kitabevi, İstanbul 2010.
KARGIOĞLU Fırat, “Halide Nusret Zorlutuna’nın ‘Beyaz Selvi’si: Nadide’nin
Cazibesi, Doktor Hamid’in Dilemma’sı”, Türkyorum, 2012.
ŞEKER Bahattin, DURMUŞ Mitat, “Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Fransız
Edebiyatından İzler”, Turkish Studies, 4/1, 2009.
ZORLUTUNA Halide Nusret, Beyaz Selvi, Timaş Yayınları, Ankara 2011.
29
ABDÜREYİM ALTANLI’NIN ŞİİRLERİNDE KOMÜNİZM TEMASI
Ömer BENLİOĞLU*
Giriş: Kırım Edebiyatına Genel Bir Bakış
Kırım edebiyatı tarihi altı dönemde incelenmiştir. Bunlar sırasıyla; Hanlık
Dönemi, Rus İstilası Dönemi, ‘Tercüman’ Dönemi, 1905-1917 Dönemi, 1917-1944
Dönemi ile 1944 ve sonrasıdır (Kırım Tatar Edebiyatı”, Türk Ansiklopedisi, s. 6263.).
Hanlık Dönemi Kırım edebiyatı, Osmanlı Dönemi klasik edebiyatıyla
beraber gelişim göstermiş, hemen hemen aynı evreleri yaşamıştır. 18. yüzyıla kadar
Osmanlı etkisinde gelişim gösteren Kırım edebiyatı, 1783 yılında Kırım’ın Rus
hâkimiyetine girmesiyle zayıflamaya başlamıştır. Bu dönemde Kırım Türkleri ile
Osmanlı Türkleri arasındaki tüm bağlar kopmaya başlamıştır. Bu kopuşun doğal
bir sonucu olarak arada bulunan edebî yakınlık ve bağ da zayıflamıştır. Kırım’a
yayılan Ruslar, Kırımlı Türkleri Ruslaştırma ideallerini gerçekleştirmeye
başlamıştır. Böyle bir ortamda aydınlar susturulmuş ve birçok aydın Anadolu
topraklarına göç etmiştir. Bu yıllar uzun bir süre edebî hayatı durgunluğa mahkûm
etmiştir. Yaklaşık yüz yıllık bu durgunluğu İsmail Gaspıralı (1851-1914) bir
uyanışa dönüştürmüştür.
1883 yılının Nisan ayında Türkçe ve Rusça olarak İsmail Gaspıralı
tarafından çıkarılmaya başlayan “Tercüman” gazetesi, Kırım’ın hem edebî hem de
sosyal bağlamda bir dönüm noktası olmuştur. Asıl amaç halkı aydınlatmak ve halk
arasında dayanışma sağlamaktadır. Gaspıralı, bütün Türk boylarının her yönden
birbirine bağlı olmaları gerektiğini savunmuştur. İsmail Gaspıralı, çevresinde
bulunan yazar, araştırmacı ve şair arkadaşlarının da yardımıyla edebiyata canlılık
getirmiştir.
1905 yılına gelindiğinde (Meşrutiyet İnkılâbı), Kırım Türklerinde, millî
edebiyat yolunda çalışmalar hız kazanmıştır. Bu çalışmalarda en önemli etken
İsmail Gaspıralı’ın başyazar olduğu “Tercüman” gazetesi çevresinde yetişen genç
şair ve yazarlardır. Bu dönemde kadınlar için çıkarılan “Âlem-i Nisvan”, mizahî
konuları işleyen “Ha-ha-ha”, siyasî konularda halkı bilinçlendirmeyi amaçlayan
“Vatan Hadimi” ve bunun gibi birçok gazete hem sosyal hem siyasal hem de edebî
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi. [email protected]
30
çalışmaların hız kazanmasında en büyük etken olmuştur. Edebiyatın her alanında
yetkin eserlerin verildiği bu dönem Kırım edebiyatının canlılık kazandığı bir
dönemdir.
Kırım Türklerinin siyasî ve sosyal hayatlarında çok büyük değişimlerin
olduğu 1917 Devrimi, yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur.
25 Mart 1917’de Kırım-Müslüman Kongresi toplanır, Kırım Türklerinin
millî, kültürel ve dinî yetkilerini alarak Kırım Müslüman Merkezi İcra Komitesi’ni
seçer. Bir gün sonra Kırım Halk Cumhuriyeti ilan edilir. Kırım Milli Hükümeti,
Numan Çelebi Cihan başkanlığında kurulur. 26 Ocak 1918 tarihinde Bolşevikler
Kırım’ı işgal eder. Kırım Hükümeti yerine Tavrid Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti
kurulur. Daha sonra Beyaz Rus orduları ve Kızılordu Kırım’ı işgal eder. Böylece
Sovyet hâkimiyeti Kırım’a tam olarak yerleşmiştir. Sovyet hâkimiyetinin ilk
yıllarında Kırımlılar işkence görmüş ve öldürülmüştür. Bu baskılar yüzünden
Kırımlı şair ve yazarlar, kurulan Sovyet hâkimiyetini benimsemiş ve halkın da
uyum sağlayabilmesi için çalışmışlardır. Bu şair ve yazarlar, eserlerinde komünizm
ve sosyalizm propagandası yapmıştır (Kolcu 2010: 416-421).
1944 ve sonrası Kırım edebiyatı, Stalin Dönemi ile bir durgunluk yaşar. Bu
dönemde aydınlar ya öldürülmüş ya sürgün edilmiş ya da ömür boyu hapse
mahkûm edilmiştir. Anavatanlarından sürgün edilen Kırım Türklerinin kültürel
gelişmeleri tamamen durdurulmuştur. 1957 yılında, Özbekistan yazarlar birliği
içinde oluşturulan Kırım-Tatar şubesi, Kırım edebiyatının durgunluğunu atlatıp
canlılık kazanmasında önemli bir vesile olmuştur.
* Abdüreyim Altanlı ve Sanatı
Abdüreyim Altanlı, 1898 yılında doğmuştur. İlk şiirlerini 1920’li yıllarda
yazmaya başlamıştır. 1922 yılında yazdığı şiirler Kırım’da gazete ve dergilerde
yayımlanmaya başlamıştır. “Yaş Komünist Yırı” adlı eserini “Yoksul” imzasıyla
yayımlamıştır. Abdüreyim Altanlı hem Kırım’da hem de sürgün bölgelerinde,
Kırım Türk şiirinin canlanmasında ve genç şairlerin yetişmesinde önemli bir rol
oynamıştır. Şiirlerinde, geleneksel şiir ile yeni şiiri birleştirmiştir. Rus şair
Vladimir Vladimiroviç Mayakovski’nin etkisinde kalmıştır. Eserlerinde sosyalizm
ve komünizm propagandası yapmıştır. Altanlı şiirlerinde eski dönemlerdeki
bozulmayı ve yeni dönemlerde sosyalizm için verilen mücadeleyi işlemiştir. 1928
yılında “Traktör”; 1930 yılında ‘’Ateşli Satırlar’’ ve 1932 yılında “Yeniş Yırları”
isimli şiir kitapları çıkar. 1935 yılında yazmış olduğu şiir, makale, hikâye ve
denemelerini topladığı “Bu Epoha” adlı eseri yayımlanır. Abdüreyim Altanlı,
şairliği yanında iyi bir tarihçi, gözlemci ve edebiyat tenkitçidir. Aynı zamanda
Mayakovski’nin şiirlerini Kırım Türkçesine çevirmiştir. Altanlı komünist dönemin
31
en verimli şairlerinden biridir. Şairin diğer şiirleri; 1962 yılında “Sevem Seni
Partiyam!”, 1970 yılında “Menim İzlerim”, 1972 yılında “Kanatlı Kıvançım”, 1979
yılında ise “Şiirler” isimli şiir kitaplarında yayımlanmıştır. Abdüreyim Altanlı 1976
yılında vefat etmiştir.
* Abdüreyim Altanlı’nın Şiirlerinde Komünizm Teması*
Kırım’da Sovyet hâkimiyetinin başlaması ile birlikte baskıcı bir dönem de
başlamıştır. Kırımlılar Bolşevikler tarafından işkence görmüş hatta birçoğu
öldürülmüştür. Kırımlı edebiyatçılar bir umut olarak gördükleri benimseme ve
aşılama politikasına başlamışlardır. Yani sosyalizm ve komünizmi benimseyerek
halkın bu yaşam biçimine uyum sağlamasına yardımcı olmak için eserlerini bir
araç olarak kullanmışlardır. Kırımlı Türk aydınları, bütün halka hitap eden Sovyet
edebiyatını başlatmışlardır.
1927-1928 yıllarında yaşanan şiddetli baskı dönemi pek çok şair ve yazarı
etkilediği gibi Abdüreyim Altanlı’yı da derinden etkilemiştir. O dönemlerde
milliyetçilik ile suçlanan aydınlara çok büyük cezalar verilmiştir. Böyle bir
durumda yapılacak tek şeyin komünizmi benimsemek olarak gören Altanlı,
eserlerinde yeni hayatın heyecanını yaşatmak istemiş, eski biçimleri kullanarak
komünist fikir ve düşüncelerini ifade etmiş ve bu düşüncelerini halka
benimsetmeye çalışmıştır.
Balaban zal, biŋlep adam toplanġan
Büyük meydan, binlerce insan
toplandı
Barışı sevenlerin meclisi
Öz fikrini söylemek için söz aldı
Göstermeye savaşa nefretinin
gücünü
(Bir Meydanda)
Barışıqnı sevgenlerniŋ meclisi.
Öz fikrini aytmaq içün söz alġan
Körsetmege cenkke nefret küçüni.
(Bir Zalda)
Yukarıda verilen “Bir Meydanda” adlı şiirde anlatılanlar tipik bir
propaganda gösterisidir. Abdüreyim Altanlı, bu şiirinde, bir meydana toplanmış
binlerce insana verilen öğüt ve telkinleri işlemiştir. Bu insanlara aşılanmak istenen
fikir savaş karşıtı olmaktır. O dönemlerde Kırım halkı Bolşevikler tarafından eziyet
görmekte ve başkaldıranlar ölümle cezalandırılmaktaydı. Bu şiirde asıl verilen
*
Bu araştırmada Abdüreyim Altanlı’nın 10 şiiri incelenmiştir. Bunlar; Bir Zalda (Bir Meydanda),
Evladım, Eykel (Heykel), Torunıma Mektup (Torunuma Mektup), Oca (Hoca), Gururım (Gururum),
Şeidler Mezarı (Şehidler Mezarı), Ebediy Alev (Ebedi Alev), Seni Hatırlaganda (Seni
Hatırladığımda), Kök Taş Qaya (Gök Taş Kaya).
32
mesaj, karşı gelmeyerek barış içinde yaşamayı göstermektir. Barış ortamının
oluşması için de halkın mevcut rejimi benimsemesi gerekmektedir. Şair bu isteğini
şiirde çeşitli sembollerle dile getirmiştir. Bu semboller ağırlıklı olarak kız kardeş ve
yaralı insan tasvirleriyle yapılmıştır.
Cenk istegen<<Yanki>>ge yol bermeŋiz
Titresin o nefretiŋiz küçünden
(Bir Zalda)
Savaş isteyen Amerika’ya yol
vermeyiniz
Titresin o nefretiniz gücünden
(Bir Meydanda)
Bu mısralarda ise Amerika’ya karşı durulması öğütlenmektedir. Şiirin
genelinde meydana toplanan insanlara verilen nasihatların hitabet şeklinde
aktarılması vardır. Şiirin son dörtlüğünde;
Büyük keŋ zal birden turdı ayakqa
Qol köterip söz berdi, ant içtiler
Er bir kişi aşay şanlı soldatqa
Söz birliknen cenkke kefin biçtiler
(Bir Zalda)
Büyük geniş meydan birden durdu
ayağa
Kol kaldırıp söz verdi, ant içtiler
Her bir kişi aşar şanlı askere
Söz birlik ile savaşa kefen biçtiler
(Bir Meydanda)
Şair; amacına ulaşmış, halk söylenenlerden ders çıkarıp bilinçlenmiş ve
hep bir ağızdan savaşa hayır denilmiştir.
Abdüreyim Altanlı “Evladım” isimli şiirini, bir babanın çocuğuna nasihati
şeklinde kurgulamış, şiire baba-şair, evlat-halk şeklinde semboller yerleştirmiştir.
Şiirde verilmek istenen mesaj halkı bilinçlendirmektir. Şiirin içten üslubunun
okuyan üzerindeki tesiri büyüktür.
Dünyanı kül etmek istegen yankiler
Barışıq sevgen halq baş egmez düşmanġa
Og safta sen kibi yigitler turġanda
(Evladım)
Dünyayı kül etmek isteyen
Amerikalılar
Barışı seven halk baş eğmez
düşmana
O safta sen gibi yiğitler durunca
(Evladım)
Altanlı’nın bu şiirinde de tavsiye edilen en önemli unsur barış ortamının
oluşmasıdır. Aynı zamanda Amerika’yı düşman bilmektedir ve şiirlerinde bu
düşmanlığı açık bir şekilde belirterek o düşmana uyulmaması gerektiğini ifade
eder. Amerika bilindiği gibi komünizmin düşmanı konumundadır.
33
“Heykel” adlı şiirde, askerler büyük bir heykele benzetilmiştir. Geniş
omuzlu oldukları, ellerinde silahların bulunduğu ve cesur oluşları işlenmiştir.
Dostım ile bir rast keldik Narvada
Nemselerni tar-mar ettik beraber
(Eykel)
Dostum ile rast geldik Narvada
Almanları tarumar ettik beraber
(Heykel)
Şair bu dizelerde dostu olarak Rusları, düşman olarak ise Almanları
görmektedir. Bu şiirde anlatılan manzara İkinci Dünya Savaşı’nda Faşist
Almanya’nın mağlup edilmesine işarettir. Şiirde Rusya’nın yanında olunduğu ifade
edilir ve asıl amaç Ruslarla dost olma mesajını vermektir.
Apansızdan faşist bastı vatannı
Sen ve oġlum qolġa silya aldıŋız
(Eykel)
Bir anda faşistler bastı vatanı
Sen ve oğlum kola silah aldınız
(Heykel)
Bu dizelerde ise apaçık komünizmden bahsedilir yani komünistlerin
düşmanı faşistlerdir. Faşistlerin saldırılarını durdurmak için baba-oğul herkes
seferber olmuştur. Ellerine silah alarak düşmana yani faşistlere karşı durulması
gerektiği işlenilmiştir.
Parlasın, dep komünizm küneş
Men de fida etermen can, tenimni
Parlasın deyip komünizm güneşi
Bende feda ederim canımı ve
bedenimi
(Heykel)
(Eykel)
Şiirin bu son dizelerinde komünizm ülkeyi aydınlatan bir güneşe
benzetilmiştir. Güneş komünizmi simgeleyen sembollerin en önemlilerinden biridir
ve kurtuluşu sembolize eder; dolayısıyla komünizm bir kurtuluş olarak ifade
edilmiştir. Şair bu kurtuluş için hiç düşünmeden canını verebileceğini belirtir.
Altanlı, “Torunuma Mektup” adlı şiirinde genç nesillere seslenmiştir. Bu
şiirde öğüt verilen torun aslında genç nesillerdir. Genç neslin Lenin’in yolunda
gitmesi ve Ruslar ile dost olmasının gerekliliği işlenilmiştir.
Leninniŋ oŋ qolu körsetgen ışıqqa
Intıldıq, -ür yurtnı Gülistan biz ettik
Lenin’in sol kolu gösteren ışığı
Mücadele ettik, -hür yurdu biz
gülistan ettik
(Torunuma Mektup)
(Torunıma Mektup)
34
Bilindiği gibi Lenin, Bolşevik ihtilalinin ve Komünist Partinin lideridir.
Abdüreyim Altanlı bu şiirinde Lenin’den övgüyle bahsetmiştir. Lenin’in sol kolu
ışığı gösteren bir araçtır ve o ışık komünizmdir. Altanlı komünizmin ülkeyi
aydınlattığını ve virane olan bu ülkeyi gül bahçesine dönüştürdüğünü söylemiştir.
Şiirin ilerleyen bölümlerinde de aynı durum söz konusudur.
Quvanam, Leninniŋ sözleri qulakta
Kıvanayım, Lenin’in sözleri
kulakta
Haykırıp, o bizi çağırdı güreşe
(Torunuma Mektup)
Yaŋġırap, o bizni çaġırdı küreşke
(Torunıma Mektup)
Komünizm bu mısralarda güreş yani kurtuluşa ulaştıran savaş olarak ifade
edilmiştir. Lenin’in sözleri yani “komünizmin kuralları unutulmamalıdır” mesajı
verilmiştir. “Lenin’in sol kolu” şeklindeki ifade ayrıca dikkat çekicidir.
“Hoca” şiirinde öğretmenlerin değerinden bahsedilmiş ve öğretmenlere
övgüler yağdırılmıştır. Rusların Kırım’da açmış olduğu öğretmen okullarından
mezun olup öğretmenlik görevine başlayan öğretmenler, komünizmi gençlere
öğretmiştir. Bu şiirde bu öğretmenlerden övgülerle bahsedilmiştir.
Bu erde gemiday eybetli bir mektep,
Bu yerde gemi gibi heybetli bir
mektep,
(…)
O şimdi çevreye ışık-nur saçmakta,
(Gururum)
(…)
O şimdi çevrege şavle-nur saçmaqta,
(Ġururım)
Aynı durum “Gururum” adlı şiirde de vardır. Bu şiirde de bu
öğretmenlerden gurur duyulduğu ifade edilmiştir. Rusların açtığı bu okullar şiirde
heybetli bir gemiye benzetilmiş ve kurtuluşa götüren bir araç olarak tasvir
edilmiştir. Aynı zamanda çevreye ışık ve nur saçtıkları belirtilmiştir.
“Şehitler Mezarı” adlı şiirde, vatan uğruna ölen şehitlerin davasından
bahsedilmiştir. Şiirin hemen ilk dörtlüğünde bir bayrak benzetmesi bulunur.
Yaş bir soldat, başı açıq, çökken dizini
Genç bir asker, başı açık, çökmüş
dizini
Şehitlerin kabrine dikmiş gözünü
Elindeki kızıl bayrak eğdiği başını
Saçağıyla hazlı öper mezar taşını
(Şehitler Mezarı)
Şeidlerniŋ qabirine tikken közüni
Qolundaki qızıl bayraq egen başını
Saçaqınen hazlı öpe mezar taşını
(Şeidler Mezarı)
35
Mezar başına gelen bir kız, elinde kızıl bayrak ve mezar taşını öperken
tasvir edilmiştir. Kızıl bayrak komünizmin simgesidir ve o mezarda yatan şehidin
davası haklı bir davadır görüşü savunulmuştur.
Sayımıznı sorasalar eki yüz million
Şavle saça ulu Lenin bayraqı bizge
(Şeidler Mezarı)
Sayımızı sorsalar iki yüz milyon
Işık saçar ulu Lenin bayrağı bize
(Şehitler Mezarı)
Lenin bayrağı yani komünizm düşüncesi yine ışıkla beraber kullanılmıştır.
Komünizmin ışığa yani kurtuluşa götüreceği düşüncesi benimsetilmeye
çalışılmıştır.
“Ebedî Alev” şiirinde Abdüreyim Altanlı’nın halkı komünizme ve kollektif
hayat tarzına alıştırmak için çaba gösterdiği açık bir şekilde görülür. Şair bu
şiirinde Bolşeviklerin iyi olduğunu belirtmiştir.
On dört yigit, er biri çin Bolşevik
On dört yiğit, her biri candan
Bolşevik
Sert adımlarla geçmiş günden
gelirler
(Ebedi Alev)
Sert adımlar keçmiş künden keleler
(Ebediy Alev)
Bolşeviklerin candan birer insan olarak gösterildiği bu şiirde Lenin’den
yani komünizmden de övgüyle bahsedilmiştir.
Olar Lenin işançına tayanġıç
Ediler, bu bol küneşli ülkede
(Ebediy Alev)
Onlar Lenin inancına dayanır
İdiler bu bol güneşli ülkede
(Ebedi Alev)
“Bol güneşli bir ülke” benzetmesi komünizmin hâkim olduğu ülke olarak
kullanılmış, bu bol güneşin kaynağı ise Lenin inancı olarak gösterilmiştir.
36
Sonuç
Kırım edebiyatının geçirdiği siyasî evreler göz önüne alındığında
Abdüreyim Altanlı’nın komünizmi benimsemesinin ve bu düşünceyi şiirlerinde
sıkça işlemesinin nedenleri belli olmaktadır. Bilinçli olarak kullanılan bu temanın
amacı halkı bilinçlendirmektir. “Halk komünizmin yaşam şartlarına alışırsa daha az
acı çekecektir” düşüncesi hâkimdir. Altanlı’nın incelediğimiz on şiirinde
Komünizm, Lenin, Sosyalistler ve Bolşevikler övgüyle anlatılmış, halkın bunlardan
korkmaması gerektiği ve komünizmin en iyi rejim olduğu düşüncesi şiirlerde
başarıyla vurgulanmıştır.
Kaynakça
ALTANLI Abdüreyim, Şiirler, Edebiyat ve Sanat Neşriyatı, Taşkent 1979.
KOLCU Ali İhsan, Çağdaş Türk Dünyası Edebiyatı, Salkımsöğüt Yayınları,
Erzurum 2010.
TÜRK ANSİKLOPEDİSİ, “Kırım Tatar Edebiyatı” md.
37
DEDE KORKUT HİKÂYELERİNDE CÜMLE YAPILARI
Ümran YÜKSEL*
Giriş
Dede Korkut Kitabı 15. ve 16. yüzyıllarda Anadolu’da yazıya geçen ve asıl
adı ‘Kitab-ı Dedem Korkud Ala Lisan-ı Taife-i Oğuzhan” olan ünlü epik destandır.
Sözlü gelenek ürünlerinden biri olan bu eşsiz eser Kıpçakların ve Hristiyanların
Oğuz Türkleriyle olan zorlu mücadelelerini konu alır. Bu değerli eserin Dresden ve
Vatikan olmak üzere iki yazması olduğu bilinmektedir: Dresden yazmasında
toplam 12, Vatikan yazmasında toplam 6 hikâye bulunmaktadır. Türk dili, kültürü
ve edebiyatı için çok büyük değer arz eden bu eserin cümle yapısını irdeleyerek
çeşitli tespitlere varacağız:
I. Yüklemin Türüne Göre Cümleler
Cümlenin yüklemi, ekli veya eksiz olarak yargı yüklenmiş bir fiil veya
isimdir. Yüklemin isim veya fiil oluşu, sadece anlamı değil, cümle öğelerinin
türünü ve cümle içindeki yerini de etkiler.
a. Fiil Cümlesi
Yüklemi, çekimli bir fiil olan cümlelere “fiil cümlesi” denir. Yüklemi
çekimli bir fiil veya birleşik fiil olan cümlelerdir. Kip ve şahıs bildiren bütün fiiller
yargı taşır. Bu yargı, emir kipinin 2. şahsı dışında daima ekle yapılır. Her türlü kılış
ve oluş, fiil cümleleri ile karşılanır. Fiil cümlesi yüklemi, fiil unsuru olan
cümledir. Örnekler: Bugün çarşıda çok güzel bir kumaş gördüm, çocuk yolda
annesini görünce oyunu bırakıp hemen onun arkasından koşuverdi.
Şimdi de Türk dili ve kültürü açısından büyük önem taşıyan Batı
Türkçesinin ilk devri olan Eski Anadolu Türkçesi dönemine ait olan Dede Korkut
Hikayeleri’ndeki fiil cümlelerini görelim:
1. gayıbdan dürlü haber söyler-idi (s.73/D2V2-3.str)
2. işde sürilüp gide yorur (s.73/D2V2-5str)
3. bir gün Kam Gan Han Bayandır yirinden turmış-idi (s.77/D10-1str)
4. kafiri alam didi (s.172/D148-20str)
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 2. Sınıf Öğrencisi.
38
5. bu düşi Yigenek yoldaşlarına hikayet eyledi (s.203/D209-13str)
b. İsim Cümlesi
Yüklemi ad, ad soylu bir sözcük ya da bir tamlama olan cümleleri ad yani
isim cümlesi olarak adlandırıyoruz. Ayrıca yüklemi eylemsi olan cümlelerin de
isim cümlesi özelliklerini taşıdığını unutmamalıyız. İsim ve isim grupları, i-mek
yardımcı fiili ile görülen geçmiş zaman ve öğrenilen geçmiş zaman kipinde çekime
girerek yüklem görevi yaparlar. Türkiye Türkçesinden çeşitli örnekler: 1. olumlu:
Deniz dün soğuk-tu. 2. olumsuz: Deniz dün soğuk değil-di. 3. olumlu soru: Deniz
dün soğuk mu-ydu? 4. olumsuz soru: Deniz dün soğuk değil mi-ydi. M. Ergin’e
göre isim cümlesi, yüklemi fiil unsuru isim fiili ile bir isim unsurundan mürekkep
olan cümledir. İsim fiili predikatın fiil kısmını, isim unsuru ise predikatın isim
kısmını teşkil eder (Ergin 2002: 403). Dede Korkut hikayelerindeki isim
cümlelerini görelim:
1. ol Ayişe Fatıma soyıdur hanum (s.76/D7-9str)
2. ol zamanda biglerün alkışı alkış karkışı karkış idi (s.117/D69-2str)
3. tanrınuñ birligine yokdur güman (s.182/D165-16str)
4. öginür-ise er öginsün aslandur (s.197/D198-3str)
5. öginmeklik avratlara bühtandur (s.197/D198-4str)
II. Yüklemin Yerine Göre Cümleler
Yüklem, genellikle cümlenin sonunda yer alır. Bu dizim şekli Türkçe söz
diziminin karakteristik özelliğidir. Ancak diğer cümle öğeleri gibi yüklemin de söz
dizimi içindeki yeri çeşitli sebeplerle değişebilmektedir. Cümlelerin kurallı (düz)
veya devrik oluşlarında ölçü, diğer öğelerin değil yüklemin yeridir. Dede Korkut
hikayelerindeki cümleleri bu çerçevede değerlendirelim:
a. Kurallı (Düz) Cümleler
Türkçede öğeler genel olarak “özne-nesne-tümleç-yüklem” şeklinde
sıralanır. Yani yüklem sondadır. Yüklemi sonda bulunan cümlelere kurallı (düz)
cümle denir. Cümlenin ana öğesi olan yüklem, kurallı cümlede sonda bulunmak
mecburiyetindedir. Yardımcı öğeden ana öğeye doğru diziliş, Türk cümle yapısının
temel özelliğidir. Yüklemi tamamlayan öğeler, yüklemden önce gelir. Yükleme en
yakın öğe, genellikle belirtilmek istenen, vurgulanan öğedir.
1. Kanlı Koca bu başları ve bu canavarları gördi, başında olan bit ayağına dirildi
(s.186/D174-1str)
2. Kanlı Turalı bildi kim bu yağı başup tağıdan Selcen Hatundur (s.196/D197-5str)
3. alp eren erden adın yaşurmak ‘ayıb olur (s.214/D223-1str)
39
4. Kam Gan oğlı Han Bayındır yirinden turmış-idi (s.216/D236-1str)
5. hep anda olan bigler ağlaşdılar (s.250/D301-2str)
b. Devrik Cümleler
Yüklemi sonda olmayan cümlelere devrik cümle denir. Devrik cümlelerde
yüklem başta ya da ortada olabilir. Şiir dilinde devrik cümlelere daha sık rastlanır.
Devrik cümleler söyleyişe belli bir özellik katmak, anlatımı güçlendirmek,
söyleyişi konuşma diline yaklaştırmak için kullanılır. Devrik cümleler, sözlü dilde
yazılı dile oranla daha fazla kullanılmıştır. Devrik cümlelerde cümlenin diğer
öğelerinden biri, birkaçı veya hepsi yüklemden sonra gelebilir. Dede Korkut
Hikayeleri’nde kurallı cümle yapısı kullanımı fazla olmakla beraber devrik
cümleye de yer verilmiştir:
1. ala gözden ayırdun yigit meni / tatlu candan ayırsun kadir seni (s.215/D2331str)
2. komağum yok kırk namerde (s.93/D33-V19-12str)
3. açuk açuk meydana benzer senün alınçuğun / İki şeb çırağa benzer senün
gözçügezün (s.136/D99-9/10str)
4. berü gelgil a big baba / nirede bildün benüm tutsak olduğum (s.168/D14213/14str)
5. atamdan yiğrek kayın ata / anamdan yiğrek kayın ana (s.229/D262-11/12str)
III. Anlamına Göre Cümleler
Bir cümle hangi anlam özelliğine sahip olursa olsun, mutlaka ya olumlu ya
da olumsuz bir anlam taşır. O halde cümlelerin temel anlam özelliği olumluluk
veya olumsuzluktur. Olumlu ve olumsuz cümleler, ayrıca soru, bildirme, emir,
istek, ünlem vb. anlamlar taşıyabilir. Aşağıda Dede Korkut Hikayelerinde geçen
olumlu ve olumsuz cümleler ile soru cümleleri örneklendirilmiştir:
a. Olumlu Cümle
Yüklemin bildirdiği yargının gerçekleştiğini, gerçekleşeceğini ya da
gerçekleşmekte olduğunu bildiren cümleleri belirtir. Yargının gerçekleştiğini
anlatan cümleler, olumlu cümlelerdir. Böyle cümlelerin yüklemi yapma, yapılma
veya olma bildirir. Bazı cümleler, yapılarında olumsuzluk bildiren gramatikal
unsurlar taşımalarına rağmen anlamca olumludurlar. Yapısında herhangi bir
olumsuzluk unsuru taşıyan cümleler, değil edatı veya yok ismi ile birleşince olumlu
bir anlam kazanırlar. Yapısında herhangi bir olumsuzluk unsuru bulunan bazı
cümleler, soru yoluyla olumlu bir anlam kazanabilirler. Dede Korkut Hikayelerinde
geçen olumlu cümle yapısı kullanımını örneklendirelim:
40
1. meger hanum Tırabuzan teküri bigler bigi olan Han Kazana bir şahin
göndermiş-idi (s.234/D272-1str)
2. irken bindiler av yirine vardılar (s.234/D272-4str)
3. men Kazanun ni’metini çok yimişem (s.247/D296-V96/10str)
4. beyregün babasına anasına haber oldı (s.249/D300-23str)
5. menüm İç Oğuzda karumum Kazan olsun (s.250/D302-20str)
b. Olumsuz Cümle
Yüklemin bildirdiği yargının gerçekleşmediğini, gerçekleşmeyeceğini ya
da gerçekleşmemekte olduğunu bildiren cümleleri belirtir. Yargının
gerçekleşmediğini anlatan cümleler, olumsuz cümlelerdir. Böyle cümlelerin
yüklemi yapmama, yapılmama veya olmama bildirir. Bazı cümleler, yapılarında
olumluluk bildiren gramatikal unsurlar taşımalarına rağmen anlamca
olumsuzdurlar. Fiil kökü ya da gövdesine eklenen –mA eki fiile sağladığı
olumsuzluk anlamıyla cümleyi olumsuzlaştıran ektir. Dede Korkut Hikayelerinde
geçen olumsuz cümle yapısı kullanımını örneklendirelim:
1. urlaşuban sular taşsa deniz tolmaz (s.73/D3-16str)
2. ala gözlü kızın gelinin getürdiler aldanmadun (s.238/D280-6str)
3. anda dahı erem bigem diyü öginmedüm (s.238/D280-9str)
4. öginenleri hoş görmedüm (s.238/D280-10str)
5. mere ana men Han oğlı degül-imişem (s.239/D282-19str)
c. Soru Cümleleri
mI/mU soru ekleriyle, soru sözcükleriyle kurulmuş, soru anlamı veren
cümledir. Vurgulanmak istenen söz ya da sözcük mI/mU soru ekinden önce
kullanılır. Sözde (Yanıt istemeyen) soru cümleleri de bu cümle tipindedir. Kuruluş
amaçları, yanıt almak değil; bir düşünceyi, duyguyu (küçümseme, şaşma, özlem,
onaylama, sitem, beklenmezlik vs.) daha etkili biçimde anlatabilmektir. Dede
Korkut Hikayelerinde geçen soru cümlelerini örneklendirelim:
1. ağam Kazan sası dinlü Gürcistan ağzında oturursın, ordun üstine kimi korsın
(s.96/D37-4str)
2. Kazan aydur: mere çoban bu ağaç ne ağaçdur (s.105/D50-10str)
3. Kazan Big aydur: bu hüner atun-mıdur, erün-midür (s.217/D238-4str)
4. aydur: bigler men sizi niye kığırdum bilür-misiz (s.245/D294-20str)
5. beyrege Aruz aydur: bilür-misin seni niye kığırduk (s.247/D296-V96/4str)
41
IV. Yapılarına Göre Cümleler
a. Basit Cümle
Bağımsız tek bir yargı bildiren cümlelere “basit cümle” denir. Basit
cümlede bir yargı bulunduğu için, bir yüklem vardır. Bu yüklem de çekimli bir
eylem, ekeylem almış ad soylu kelimede olabilir. Dede Korkut Hikayelerinde basit
cümle kullanımı yoğundur:
1. Dede Korkut soylamış (s.73/D3-11str)
2. oğuzun ol kişi tamam biliçisi-y-idi (s.73/D2V2-2str)
3. karılar dört dürlüdür (s.76/D7-5str)
4. Dirse Han Korkut sinirli katı yayın eline aldı (s.85/D22-23str)
5. böyle digeç oğlanun kulağına ses tokındı (s.89/D28-14str)
b. Birleşik Cümle
Türkçede “şartlı birleşik cümle”, “ki'li birleşik cümle” olmak üzere başlıca
iki çeşit birleşik cümle vardır. Üçüncü bir birleşik cümle çeşidi olarak “iç içe
birleşik cümle”yi de ilave edebiliriz.
b1. Şartlı Birleşik Cümle
Temeli şart kipinin şart ifadesine dayanır. Bu cümle yapısında önce
yardımcı cümle sonra asıl cümle gelir.Yardımcı cümle şart ifadesi taşır. Bu yapı
Dede Korkut Hikayelerinde şu şekilde yer almaktadır:
1. oğuz zamanında bir yigit ki ivlense oh atar-idi (s.129/D90 V33-5str)
2. kaçan-kim Budağ atsa Beyrek elün var olsun dir-idi (s.142/D107 V43-1str)
3. bir at bulur-isem tutayım bineyim didi (s.136/D99-3str)
4. birin eksük bulsam yirine on öldüreyim (s.137/V39-6str)
5. onın eksük bulsam yirine yüzin öldüreyim mere kafir (s.137/V39-7str)
b2. Ki'li Birleşik Cümle
ki edatı kendisinden sonra gelen yardımcı cümleyi kendisinden önce gelen
asıl unsura bağlayarak birleşik cümle oluşturur. Dilimize Farsçadan geçmiş,
Türkçesi kim edatıdır.
1. eyle kim çekerem men göz bunını (s.215/D233-10str)
2. aydur: hanum masudum oldur ki ere varan kız kalka oynaya men kopuz çalam
didi (s.146/D113-11str)
b3. İç İçe Birleşik Cümle
Bir cümlenin başka bir cümlenin içine girmesiyle meydana gelen cümledir.
1. seni koyu virelüm var git didiler (s.230/D266-12str)
42
2. hoş ola didi (s.230/D266-13str)
c. Sıralı Cümle
c1. Bağımsız-Sıralı Cümle
Tek başlarına yargı değeri taşıyan birden çok cümlenin, aralarına nokta
konmayıp virgül, noktalı virgül ya da bağlaçlarla art arda sıralanmasıyla oluşan
cümlelerdir. İşte cümleleri ayrı ayrı öğelerine ayırdığımızda hiçbir öğe
ortaklıklarının olmadığını görüyorsak bu adla nitelendiririz. Bu yapıyı ise Dede
Korkut Hikayelerinde şu şekilde görüyoruz:
1. Allah Allah dimeyinçe işler onmaz, kadir Tanrı virmeyinçe er bayımaz (s.73/D311str)
2. ezelden yazılmasa kul başına kaza gelmez, ecel va’de irmeyinçe kimse ölmez
(s.73/D3-12str)
3. ölen adam dirilmez, çıhan can girü gelmez (s.73/D3-14str)
4. tekebbürlik eyleyeni tanrı sevmez, könlin yüce tutan erde devlet olmaz (s.73/D317str)
5. andan dahı sizi hanum Allah saklasun, ocağunuza bunçılayın ‘avrat gelmesün
(s.77/D9-13str)
c2. Bağımlı-Sıralı Cümle
En az bir öğesi ortak olan sıralı cümlelere denir. Bağımsız sıralı cümlelere
oranla bu cümle yapısına Dede Korkut Hikayelerinde daha az rastlanır. Örnekler:
1. kırk ince billü kız oğlanıyile kara aygırın tartdurdı, butun bindi, kara kılıcın
kuşandı (s.173/D148-8str)
2. başum tacı Kazan gelmedi diyü izin izledi, gitdi (s.173/D148-10str)
3. bak bak mere delü kavat menüm birligüm bilmez, birligüme şükür kılmaz
(s.177/D156-13str)
4. Dedem Korkut gelüben boy boyladı, soy şoyladı (s.184/D169-10str)
5. İç Oğuza girdi, kız bulumadı (s.185/D173-10str)
V. Eksiltili Cümle
Ya sonu belli olduğu ya da söze bir duygu katmak için yargısı
tamamlanmayan, ancak tam bir cümle anlamı verebilen söz dizisine denilmektedir.
Eksiltili cümleler incelenirken yüklemi bizler zihnimizden tamamlarız. Dede
Korkut hikayelerinde bu yapıdaki örneklere çok az rastlanır:
1. sovuk sovuk sular, çayırlar, çemenler… (s.193/D191-2str)
43
Kaynakça
BANGUOĞLU Tahsin, Türkçenin Grameri, TDK Yay., Ankara 2007.
ERGİN Muharrem, Türk Dil Bilgisi, Bayrak Yay., İstanbul 2002.
ERGİN Muharrem, Dede Korkut Kitabı (Giriş – Metin – Tıpkıbasım), TDK Yay.,
Ankara 2009.
ERGİN Muharrem, Dede Korkut Kitabı (İndeks – Gramer), TDK Yay., Ankara
1997.
KARAHAN Leyla, Türkçede Söz Dizimi, Akçağ Yay., Ankara 2012.
44
BÂKÎ DİVÂNI’NDA TELMİH SANATI
Gonca KALEOĞLU*
Giriş
Arapça “lemh” sözcüğünden gelen “telmih”; kelime anlamı olarak, söz
arasında kestedilen bir şeyi mânâlı olarak söyleme, açık söylememe, îmâlı
konuşma; terim anlamı olarak ise ibârede bahsi geçmeyen bir kıssaya, fıkraya,
atasözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etme demektir.
“… Telmihte okuyucunun kültürüne bırakılmış bilgiler olmalıdır. Zaten
olayın tamamı anlatılırsa telmih sanatı ortaya çıkmaz. Kimi telmih
örneklerinde meşhur bir bilgi ve olayın temel kavramları doğrudan
zikredilir. “Ben Mecnun olmuşum sevda çölünde” mısrasında olduğu
gibi. Bu mısrada Mecnun kıssasına çağrışım yapılarak ifadenin anlamı
güzelleştirilmiş ve zenginleştirilmiştir.” (Coşkun 2007: 140-142)
Telmih sanatı edebiyatımızda en sık kullanılan söz sanatlarından biridir.
Bugüne dek birçok şair, mısraın dolayısıyla da şiirin anlamını zenginleştirmek için
bu yola başvurmuştur. Divan şiirinin gelişmesinde önemli bir yeri olan Bâkî de
tıpkı diğer sanatçılar gibi şiirlerinde telmihe çokça başvuran bir sanatkârdır. Şairin
bu yönü, en önemli eseri olan Divân’ında açıkça kendini gösterir. Ölümünden otuz
yıl kadar önce tertib edilen bu eserinde; 27 kaside, 1 muhammes, 5 tahmis, 548
gazel, 1 kıt’a-ı kebîre, 19 kıt’a, 4 nazm, 1 tarih ve 31 matlaya yer veren şair birçok
beyitte çağrışımlarda bulunarak beyitlerini mânâ bakımından zenginleştirmiştir.
Bu çalışma Bâkî’nin, Divân’ında başvurduğu telmih sanatı ve bu sanatın
kullanıldığı beyitler, anımsattığı kıssalar üzerine küçük bir inceleme niteliğindedir.
* Divanda Telmih Yapılan Beyitlerden Bazıları ve Kıssaları
1. Mühr-i Süleyman
Hem peygamber hem hükümdar olan Hz. Süleymân, Davud peygamberin
oğludur. “Taşı, Kibrit-i ahmer (kırmızı yakut; altın fosfor)’den olan üzerinde ism-i
azam yazılı yüzüğü (mührü) ile insanlara, cinlere, perilere, develere, bütün vahşi
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi.
45
hayvanlara, kuşlara ve rüzgara hükmederdi. Her türlü dili bilir, kuşlarla,
hayvanlarla konuşurdu. Bu onun mucizesidir. Hz. Süleymân’ın yüzüğü
mührüdür…. ‘Mühür kimdeyse, Süleymân odur’ sözü mührün önemini bildirir.”
(İpekten 2004: 50).
Bu kıssa edebiyatımızda birçok eserde telmih yolu ile karşımıza çıkar. Bâkî
de mühr-i Süleymân kıssasına gönderme yapan şairlerden biridir. İşte Hz.
Süleyman kıssasına ve onun üzerinde ism-i a’zam’ın yazılı olduğu mührüne telmih
yapılan birkaç beyit:
Etrâfa saldı şa’şa’asın gûşe gûşe mihr
Oldı ufukda mühr-i Süleymân gibi ‘ayân (K.1/10)
(Güneş parlaklığını her köşeye saldı ve ufukta tıpkı Süleymân’ın mührü gibi
kendini gösterdi.)
Bu beyitte sabah doğan güneş etrafı aydınlatmaya başlamıştır. Burada
güneş yuvarlaklığı ve dünyaya hâkim olması bakımından Süleymân’ın mührüne
benzetilmiştir. Nasıl ki Hz. Süleymân yüzüğü ile tüm varlıklara, rüzgâra,
hayvanlara vs. hükmetmişti, güneş de doğduktan sonra tıpkı o yüzük gibi tüm
dünyaya hükmetme gücündedir, göğün tepesindedir ve her şeye hâkimdir.
Sâhib-i tîg u kalem mâlik-i câm u hâtem
Âsâf-ı Cem-’azamet dâver-i Cemşîd-vekâr (K.18/27)
(Kalem ve kılıç sahibi, üstü mühürlü yüzüğü ve kadehi elinde bulunduran: Cem
gibi ululuk ve Cemşid gibi vakar sahibi vezir.)
Beyitte, Hz. Süleymân ismi geçmemekle birlikte mühür (hâtem) ve Âsâf
kelimeleri Hz. Süleyman’ı, vezirini ve mührünü hatırlatmaktadır. Beyitte
Kanunî’nin veziri övülmektedir. Bu vezir, Hz Süleyman’ın meşhur kudretli ve
akıllı veziri Âsâf’a benzetilmiştir. Beyitte her iki anlamını da yansıtır.
Gûşeden bir ta’ne taşın kondururlardı
Nigînüñle mu’ârız görseler mühr-i Süleymânı (K.5/24)
(Eğer ki mührünü Süleymân’ın mührüne karşı çıkmış görselerdi, ona her köşeden
bir beğenmeme, yerme taşı atarlardı.)
46
2. Ferhad ile Şirin
Erkek çocuğu olmadan ölen Ermeni hükümdarının Mehin Banu ve Şirin
adında iki kızı vardır. Mehin Banu babasının yerine tahta geçer ve Şirin’e bir köşk
yaptırır. Bu köşkte resim yapan Bihzad isimli ressamın oğlu olan Ferhâd, Şirin’i
görür ve âşık olur. Ancak Şirin ondan aşkını ispatlaması için şehrin dışındaki bir
pınardan su getirmesini ister. Ancak pınarla şehrin arasında Bîsütûn dağı vardır.
Suyu getirebilmesi için bu dağı delmesi gerekmektedir. Dağda bir mağara açar ve
buraya Şirin’in resimlerini yapar. Bu arada Hürmüz’ün oğlu Hüsrev de Şirin’e
âşıktır. Hüsrev’in dadısı Ferhâd’ın yanına gelip Şirin’in öldüğünü söyler. Ferhâd da
kazmayı kafasına vurur ve ölür. Şirin ise bunu duyar duymaz Ferhâd’ın yanına
gelir ve onu görünce hançerini çıkarıp intihar eder. Hüsrev’in dadısını da dağdan
inen bir aslan parçalar (Üzümcü 2010: 25).
Bâkî Divanı’nda bu hikâyeye gönderme yapan beyitlerden birkaçı şu
şekildedir:
Bî-sütûn-ı gamda Bâkî seng-i mihnet kesmede
Şöyle üstâd oldı kim Ferhâda san’at gösterür (G.51/6)
(Bâkî, gam Bîsütûn’unda üzüntü taşlarını kesmede öyle ustalaştı ki, Ferhâd’a bile
sanatkarlığı kendi öğretir.)
Bîsütûn, Kermanşah yakınlarında bulunan ve Ferhâd’ın sevgilisi uğruna
delmeye çalıştığı dağın ismidir. Bâkî bu beyitte çok sıkıntı çektiğini ve bu sıkıntı
ve eziyet yönünden Ferhâd’dan bile daha usta bir hale geldiğini belirtiyor.
Bâkıyâ Ferhâd ile Mecnûn-ı şeydâdan bedel
‘Âşık-ı bî-sabr u dil kim var dirseñ işte ben (G.380/7)
( Ey Bâkî ! Ferhâd ile çılgın Mecnûn’un yerini tutan, sabırsız ve gönlü elden gitmiş
âşık kim var dersen, işte o benim.)
Beyitte Bâkî kendini zamanın bir Mecnûn'u, Ferhat'ı olarak görmekte,
onların yerini tuttuğunu belirtmektedir. Onlar gibi sabırsız ve gönlünü başkasına
kaptırmış bir insan haline gelmiştir.
3. Zühre Yıldızı
Zühre Yıldızı mitoloji ve edebiyatta güzelliğin, eğlencenin ve aşkın sembolü
haline gelmiş, pek çok efsaneye ve şiire ilham kaynağı olmuştur. İran mitolojisinde
47
adı Nâhid, Yunan mitolojisinde Afrodit, Roma mitolojisinde Venüs adıyla anılan
bu yıldıza Orta Asya Türkleri Çolpan demiştir. Hikâyesi şu şekildedir:
Bir vakit melekler, insanoğlunun dünyada işlediği birçok günaha bakıp bakıp
hayret ederler. İnsanları bu günahlarından dolayı kınayan meleklere Allah:
“Onlardaki nefis ve şehvet sizde olsaydı siz de aynı günahları işlemez
miydiniz?” diye sorar. Bunun üzerine melekler: “Hâşâ, biz doğru yoldan
ayrılmazdık” cevabını verince Allah da onları sınamak için, mizaçlarını âdem
mizaçlı yaparak Babil’e gönderir. Harut ve Marut gündüz kadılık yapar, gece ism-i
âzam okuyarak göğe çıkarlar. Bir gün kocasından ayrılmak için onlara başvuran
güzel bir kadına âşık olurlar. Aşkları öyle şiddetlenir ki gözleri hiçbir şey görmez.
Kadın meleklere şarap içirip, puta taptırıp sonunda da kocasını öldürtür. Sonra da
onlardan ism-i âzamı öğrenerek göğe çıkar. Nihayet bu meleklere sual edilir
“Hangi cezayı tercih edersiniz?”. Cevaben, “Ne ceza olursa razıyız. Ancak dileriz
ki, cezamızı yine yeryüzünde çekelim.”, derler. Ceza olarak karanlık bir kuyuya
atılırlar. Kıyamete kadar haykıracakları bu kuyuda iniltileri hala kulaklara gelir.
Zühre’ye gelince, Allah ez-Zühre’yi göklerde parıldayan bir yıldız haline getirdi ki
insanlar onu görsünler de Harut ve Marut’un başına gelenlerden ders alsınlar (Pala
2002: 205).
Divan’da geçen alakalı beyitlerden birkaçı şu şekildedir:
Bezm-i felekde urmış idi Zühre sâza çeng
‘Ayş u safâda hurrem ü handân u şâdmân (K.1/4)
(Zühre yıldızı göğün toplantısında yiyip, içip, eğlenerek, gülerek, mutlu ve neşeli
bir şekilde sazına el atmıştı.)
Beyite baktığımızda; yenilip, içilip, eğlenilen bir musikî toplantısı gözler
önünde canlanıyor. Gökyüzünde bir eğlence meclisi kurulmuş; ay, yıldızlar,
Samanyolu toplanmış, Zühre de sazını eline almış çalmakta.
Saña teşbîh itmek olmaz ey meh-i sâhib-cemâl
Âfitâba ger hilâl ebrû vü Nâhîd olsa hâl (G.293/1)
(Ey güzellik sahibi ay (sevgili) ! Güneşe, hilâl kaş, Zühre de ben olsa bile, onu sana
benzetmek uygun düşmez.)
Şekil bakımından güneş yüze, hilâl kaşa, Zühre de bene benzetilerek
gökyüzünde asılı kalan Zühre Yıldızı’na telmihte bulunulmuştur. O güzellik sahibi
ay gibi olan güzel sevgili, gökyüzündeki bütün güzelliklerden daha güzeldir. Bu
sebeple onu gökyüzündeki güzelliklere benzetmek hiç uygun değildir.
48
4. Âb-ı Hayat
âb-ı hayvân, âb-ı zindeganî, mâ’lü’l-hayat, bengisu gibi ifadelerle de
karşımıza çıkan âb-ı hayat terimi, hayat suyu anlamına gelmektedir. Bu su; içeni
ölümsüzlüğe, ebedî hayata kavuşturan bir sudur.
Bir rivayete göre; Hızır ve İlyas peygamberlerle İskender ab-ı hayatı
aramaya çıkmışlar. Uzun süre pek çok yer dolaştıkları halde bulamamışlar. Bir
ülkenin halkı ileride deniz olduğunu, bunu aştıktan sonra karanlıklar ülkesinde
aradıkları suyu bulabileceklerini söylemiş. Denizi geçip, karanlıklar ülkesine
gelince İskender, yanında bulunan ve karanlığı aydınlatan iki billur toptan birini
Hızır’la İlyas’a vermiş ve iki koldan karanlıklar ülkesine girmişler. Suyu kim
bulursa öteki tarafa haber vermek üzere sözleşmişler. Hızır ve İlyas uzun
aramalardan sonra yorgun düşüp, bir pınar başında biraz dinlenip yemek yemek
istemişler. Hızır ellerini yıkarken birkaç damla su yanlarındaki kurutulmuş balığa
sıçrayınca, balık canlanıp suya atlamış. Hızır ve İlyas peygamberler bunun
aradıkları su olduğunu anlayıp içmişler ve ölümsüzlüğe kavuşmuşlar. Allah suyun
yerini bildirmemelerini buyurduğu için de İskender’e haber vermemişler. Bir başka
söylentiye göre de İskender korktuğu için karanlıklar ülkesine hiç girmemiş.
İnanışa göre; böylece ölümsüzleşen Hızır ve İlyas o zamandan beri yaşamakta,
kıyamete dek sürecek olan bu görev ile Hızır karada ve İlyas denizde, başı
sıkışanların yardımına koşmaktadırlar. Yine bir rivayete göre; bunlar senede bir
gün buluşup beraberce Kâbe’ye hacca giderlermiş. Onların buluştukları güne Hızır
ve İlyas'tan birleştirilerek “Hıdırellez” denilirmiş (İpekten 1993: 92).
Bu kıssa edebiyatmızda bir çok eserde, telmih yolu ile karşımıza
çıkmaktadır. Bâkî de Divanı’nda bu hikâyeye sıkça gönderme yaparak anlatımını
zenginleştirmiştir. Bâkî Divanı’nda “âb-ı hayat”a işaret eden beyitlerden bazıları şu
şekildedir:
Âb-ı hayât-ı la’lüñe ser-çeşme-i cân teşnedür
Sun cür’a-i câm-ı lebüñ kim Âb-ı hayvân teşnedür (G.69/1)
(Senin dudağının hayat verici suyuna can pınarı susamıştır, dudağının kadehinden
bir yudum sun ki, ona âb-ı hayât bile susamıştır. )
Beyitimize baktığımızda, lâl kelimesinden kastın, sevgilinin dudağı
olduğunu görürüz. Burada dudak, içi şarap ile doldurulmuş kadehe
benzetilmektedir. Bu öyle bir kadehtir ki, kendi suyunu bünyesinde barındıran,
normalde suya hiç ihtiyacı olmayan pınar dahi bu kadehteki hayat verici suya,
susamıştır. Ve yine sevgilinin dudağının kadehindeki su öyle bir sudur ki, âb-ı
49
hayât bile sevgilinin kadehi yanında kendi hayat verici özelliği ile yetinmeyip,
onun kadehindeki suya ihtiyaç duymuştur.
İşigüñ hâkine ser-çeşme-i hayvân dirler
Kapuña matla’-ı hûrşîd-i dırahşân dirler (G.144/1)
(Senin eşiğinin toprağına ölümsüzlük suyunun pınarı derler. Kapına da, parlak
güneşin doğduğu yer diyorlar.)
Bu beyitte şair, sevgilinin eşiğinin toprağını ölümsüzlük suyuna yani, ab-ı
hayatın aktığı pınara benzetmiştir. O toprağa ayak bastığında hayat bulduğunu,
canlandığını ifade ediyor. Bu eşiğin kapısı ise güneşin doğuş yeri olarak düşünülür.
Divan şiirinde sevgilinin yüzü güneşe benzetildiğine göre şair burada sevgilinin o
kapıdan çıkışını güneşin doğuşuna benzeterek, onu görmenin, dünyasına ışık ve ısı
saçtığını, karanlık dünyasının aydınlandığını anlatmak istiyor.
5. Bezm-i Elest
Bezm; asıl anlamıyla “içkili, eğlenceli meclis, toplantı, dernek” demektir.
Fakat bazen de “elest bezmi”ndeki “Kâlu bela” olayına gönderme yapmak için de
yalnızca “bezm” kelimesi ya da “elest” kelimesi kullanılabilmektedir.
Kur’an-ı Kerim’de de anlatılan elest meclisi; Ruhların Allah’ın huzurunda
toplanarak “Elest-ü bi-rabbiküm (Ben sizin Rabbiniz değil miyim? )” sorusuna,
“Kalû belâ (Dediler ki, evet Rabbimizsin)” cevabını verdikleri meclistir (Ârâf/ 171172). Bu meclis, cân meclisi, ezel meclisi vb. adlarla da anılabilir. İşte, insanoğlu
bu zamanda Rabbine söz vermiştir ve dünyaya geldiğinde bu sözünü
unutmamalıdır. Çünkü Allah, insanlar sözlerine sadık kalsınlar diye ruhların
birbirine şahit olmasını sağlamıştır.
Bâkî Divanı’nda bu olayı anımsatan birçok beyit karşımıza çıkar.
Bunlardan bazıları şöyledir:
Bundan ziyâde ‘âşık ferhunde-fâl olur mı
Rûz-ı ezelde kur’a nakş-ı nigâre düşmiş (G.216/5)
(Ezel gününde kur’a, sevgilinin suretine, yüzüne isabet etti. Âşık için bundan daha
fazla mutluluk olur mu?)
Bu beyitte, “rûz-ı ezel” terkibinden “elest meclisi” kastedilmiştir.
Bilindiği üzere insanların kısmeti bu mecliste tayin edilmiş, dünyada yapacakları
işler burada belirlenmiştir. Ruhların mutlak güzelliği idrak ettikleri yer burasıdır.
İnsan, işte bu güzelliği dünyadaki güzellerde tekrar görmüştür. Şair, kısmetine
50
sevgilisinin düştüğünü, bundan dolayı da bahtının uğurlu olduğunu ifade ediyor.
Burada “bezm-i elest”e gönderme yaparak, âşık olduğu güzelin, onun kaderine ta
ezelden yazılmış olduğunu ifade etmek istiyor. (Küçük 2002: 291)
Levh-i hâtırda hatuñ nakşını yazmak ‘amelüm
Künc-i halvetde senüñ fikr-i lebüñdür emelüm (G.332/1)
(Gül bahçesinin sayfasına sümbül çizilmeden önce, gönül levhasında senin
yüzündeki tüylerinin resmini çizdim.)
Şair, bu beytinde de elest meclisine telmihte bulunmuştur. Dünya
yaratılmadan önce, elest meclisinde sevgilinin yüzündeki tüylerin şekillerini gönül
sayfasına çizdiğini, yani ona olan aşkının bu mecliste başlayıp ezelden beri
süregeldiğini anlatmak istiyor.
Sonuç
Telmih sanatı edebiyatımızda sıkça kullanılan edebî sanatlardan biri olarak
kendini gösterir. Usta bir şair olan Bâkî’nin de şiirlerini yazarken bu sanattan çokça
faydalandığı aşikârdır. Biz bu incelememizde, Bâkî Divânı’nda geçen telmih
unsurlarında sadece dört tanesine yer verebildik. Divânda bunlardan başka daha
birçok telmih unsuruna yer verilmiştir. Örneğin, Hz. İsa (Mesih), Hz. Meryem,
bezm-i elest, âb-ı hayât, Hz. Ali, Hz. Nuh, Hz. Yusuf, Hz. Davut, Kevser, Leyla ile
Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Selman, Cemşid, Bülbül ile Gül, İskender, Yezdan,
Hasan Hüseyin ve benzerlerine göndermeler yapılarak Divan’ın anlatımı
zenginleştirilmiştir. Bu yolla okuyucunun zihninde bu olayların canlanıp,
anlatımdaki boşlukların dolması sağlanmıştır. Burada tüm bu telmih unsurlarına tek
tek yer vermek mümkün olmadığı için, biz bu çalışmamızda birkaç örnek ile
Bâkî’nin şiirlerinde telmih sanatını nasıl kullandığını yansıtmaya çalıştık.
51
Kaynakça
DEVELİOĞLU Ferit, Osmanlıca-Türkçe Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara 2009.
İPEKTEN Halûk, Bâkî Hayatı, Sanatı ve Eserleri, Akçağ Yayınları, Ankara 2004.
KÜÇÜK Sabahattin, Bâkî Divânı (Tenkitli Metin), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara
1994.
KÜÇÜK Sabahattin, Bâkî ve Divânı’ndan Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 2002.
PALA İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Akçağ Yayınları, Ankara 2002.
ŞEMSETTİN SAMİ, Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul 2009.
TİMURTAŞ Faruk Kadri, Bâkî Divânı’ndan Seçmeler, Kültür Bakanlığı Yay.,
Ankara 1991.
ÜZÜMCÜ Ali, Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavát-Námesi’nin Telmih ve Kıssaları
Üzerine Bir İnceleme, (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Selçuk Üniversitesi
Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Konya 2010.
52
TÜRKİSTANLI BİR MUHACİRİN HATIRALARI VE ŞİİRLERİ
Mesut ÖZTÜRK*
1. Burhaneddin Torbak’ın Eseri
Burhaneddin Torbak, Sovyet baskısıyla yaşadığı sürgünleri, hapis hayatını
uğradığı zulümleri hatıra türünde kaleme almış ve bir defter oluşturmuştur.
Yaşadıklarını anlatırken aile hayatını, geride bıraktığı ailesini, çektiği sıkıntıları,
vatan hasretini edebî bir dille anlatmıştır. Defterde ağırlıklı olarak düz yazı
kullanmakla birlikte zaman zaman duygularını şiirlerle de ifade etmiştir. Düz
yazılarında ve şiirlerinde Özbek Türkçesi hususiyetlerini başarıyla uygulamış ve
oldukça sade bir dil kullanmıştır.
Eser 1907 tarihi ile başlayıp 1967 tarihinde sona ermektedir. Eski harfli bir
el yazmasıdır.
2. Burhaneddin Torbak’ın Eseri Işığında Hayatı ve Şiirlerinden
Örnekler
Burhaneddin Torbak 1907 yılında Özbekistan’ın Kokand şehrinde
doğmuştur. İlk eğitimini Özbekistan’da tamamlayan Burhaneddin Torbak 22
yaşına kadar Kokand şehrinde bulunmuştur. İlk evliliğini Özbekistan’da yapmış ve
bir erkek evlat sahibi olmuştur. Babası, 1939 yılında Stalin tarafından verimi
arttırmak için kollektivizasyon politikları kapsamında topraklarına el konması
üzerine Ruslar tarafından Sibirya’ya sürgün edilmiştir. Burhaneddin Torbak bu
olaydan sonra kendi canına da kastedilmesi üzerine Özbekistan’ın Semerkand
şehrine kaçmıştır.
İki yıllık bir ayrılıktan sonra başka bir şehirde bulunan akrabalarına
gönderdiği mektubun, o zamanlarda Sibirya’dan kaçarak akrabalarının yanına
gelmiş bulunan babasına ulaşmasıyla baba oğul buluşmuştur. Birlikte Kokand
şehrine gizlice geri dönmüşlerdir. Babası burada ailesiyle buluşmuştur.
Helalleştikten sonra evlatlarını eşi ile bölüşüp Afganistan’a gitmek üzere oğlu
Burhaneddin ile yola çıkmışlardır. Burhaneddin bu ayrılık esnasında kaleme aldığı
bir şiirinde duygularını şöyle ifade etmektedir:
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi. [email protected]
53
“Biz kitermiz uzaķ yolga, yena ķaytıb körermiz mu ?
(Biz gideriz uzak yola, yine dönüp görür müyüz?)
Siz ķalursuz yıġlab bizge, yena ķaytıb körermiz mu ?
(Siz bize ağlayarak kalırısınız, yine dönüp görür müyüz?)
Amān bolsun tofraġımız, fedā bolsun bu cānımız,
(Ȃzâd olsun toprağımız, feda olsun bu canımız,)
Ḳardaş ham de aḥbābımız yena ķaytub körermiz mu ?
(Kardeş hem de ahbabımızı, yine dönüp görür müyüz?)
Rıżā bolgıl anacānım, kob yıġlama afacānım,
(Razı ol anneciğim, çok ağlama anneciğim,)
Bayḫan oġlum hem evlādım, yena ķaytub körermiz mu?
(Bayhan oğlumu hem evladımı, yine dönüp görür müyüz?)
Unutmaydur Burhan siznı, yıġlab turgan ķara közni,
(Unutmaz Burhan sizi, durmadan ağlayan kara gözü,)
Taġ tofraķ baġımıznı, yena ķaytub körermiz mu ?”
(Dağ, toprak, bağımızı yine dönüp görür müyüz?)
Babasıyla birlikte daha sonra Özbekistan’ın Baysun şehrine gelirler. Bir yıl
çalışırlar, para biriktirirler. Biriktirdikleri para ile Kokand’a gidip ailesini getirme
düşüncesindedirler; fakat yolda tüm paraları çaldırmaları üzerine bu fikri
gerçekleştiremezler. Daha sonra Afganistan’a gitmek üzere Özbekistan ile
Afganistan arasında sınır olan Perhi şehrine gelirler. İki ülke arasında sınır olan
Amu Derya nehrini geçer ve Afganistan’a dahil olurlar. Sınır askerleri tarafından
yakalanıp Cenk Kala’ya oradan Hanebad’a ve oradan da Afganistan’ın Bağlan
şehrine sürgün edilirler. Burada ailelerin birbirine kefil olmaları şartıyla serbest
bırakılırlar.
Burhanneddin, Bağlan’da bir müddet çalışıp biriktirdiği yüz yirmi rupe ile
eskiden ortaklık yaptığı Arslanbay ile Dehne-i Ğuri’ye giderek bir fırın açar. 1934
yılının güz aylarından bahar aylarına kadar fırın işletir fakat kâr yerine zarar edince
işten ayrılır. Daha sonra Muhammet Eslem Han adında bir şahsın yanında çiftçilik
ve bahçıvanlık işleriyle meşgul olur.
54
31 yaşında Burhaneddin Torbak ikinci evliliğini gerçekleştirir. Bu evlilikten
iki oğlu ve bir kızı olur. Oğulları küçük yaşta vefat eder ve bir kızını büyütür.
35 yaşında Bağlan’dan toprak satın alır eker, biçer ve ev imar eder. Bu
dönemde 2. Dünya Savaşı başlar ve Sovyet karşıtı olanların içine bir sevinç dolar.
Ama işler umdukları gibi gitmez. Savaşın sonucunda binlerce kişi casusluk
suçlamasıyla hapse atılır. Burhaneddin de Kandahar üzerinden Kabil’e doğru
götürülür. Demezeng Hapishanesi’ne beş yıllığına fırıncı olarak hapsedilir. Oradan
Afşar Hapishanesi’ne aktarılır ve iki yılda orada kalır. Kardeşi Gülşenbay’ın
yazdığı dilekçeler neticelenir ve Buhaneddin Torbak 44 yaşında Kandahar
vilâyetindeki Nehr-i Sırac’a sürgün edilir. Hiçbir imaretin hatta suyun bile
bulunmadığı bu yere gönderilmelerinin amacı bu ıssız bölgenin canlandırılmasıdır.
Burada zamanla devlet tarafından gönderilen mühendislerle su yolları açılır, sular
gelir, her yer yeşillenir. Burada bir çocuğu daha olur ama çocuk vefat eder,
ardından hanımı vefat eder. Kalan tek evladı olan Dilcan’ı da Girişk’teki
akrabalarına götürür, bırakır.
Her gün onlarca kişi Nehr-i Sırac’a sürgün edilir. Bunların içinde
Muhammed Can adında bir yiğit vardır. Ahlâkını çok beğenir ve Dilcan ismindeki
kendi kızını hiç kimsesi olmayan Muhammed Can ile evlendirir. İki torun sahibi
olur. Birinin ismini Ahmet, diğerinin ismini Mahmut koyarlar.
Dilcan 1979 yılında Afgan-Rus savaşının oluşturduğu baskı ve zulüm
nedeniyle Afganistan’dan Pakistan’a göç eder. Dört yıl Pakistan’da ikamet ettikten
sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin 17.03.1982 tarihinde çıkardığı “1510 sayılı ve 1306
sayılı Afganistan’dan Pakistan’a sığınan Türk soylu göçmenlerin Türkiye’ye
kabulü ve iskânına dair kanun”* ile Türkiye’de Hatay’a göç etmiş ve halen Hatay /
Ovakent’te yaşamaktadır.
Kardeşi Gülşenbay bir iç hastalığa yakalanır, Afgan doktorlar çare bulamaz.
Bunun sonucunda kardeşini Pakistan’ın Karaçi şehrine göndermek zorunda kalır.
Bir süre sonra kardeşinden aldığı kötü bir mektup üzerine Pakistan’a gitmek ister
fakat sürgün olduğu için Afgan hükümeti izin vermez. Bir Afgan yardımıyla kaçak
yollardan Pakistan’a geçer.
Pakistan’da iken Türkiye’nin merhamet kapısının açılması üzerine bu fırsatı
kaçırmayarak birçok hemşehrileriyle beraber Türkiye’ye göç ederler (1954).
Bir müddet Adana’da kalırlar. Daha sonra 1956 senesinin yedinci ayında
İzmir’e çalışmak için gider. Bu sırada yaşadığı vatan özlemini şu mısralarla dile
getirir:
*
T.C. Resmi Gazete, Afganistan’dan Pakistan’a Sığınan Türk Soylu Göçmenlerin Türkiye’ye Kabulü
ve İskânına Dair Kanun, Kanun No:2641- Madde 1, S.17638, 19 Mart 1982, s.4.
55
Yıllar ötüb ‘ömr keçirdik ġurbet
(Yıllar geçti, ömür geçirdik gurbette)
Felek saldı bizni da’im felākete
(Felek bizi daima felakete saldı)
Köralmadan ķaldı dīdar ķıyāmete
(Vatanı göremedik vaslımız kıyamete kaldı)
Uçun ķuşlar salam aytıng memlekete
(Uçun kuşlar selam söyleyin memlekete)
Ana baba bizim uçun köz tutmasın
(Ana baba bizim için yola göz dikmesin)
Kiler mi deb kiçe kündüz yādlaşmasın
(Gelir mi diye gece güzdüz yâd etmesin)
Aķraba ham ķardaşlarım hiç körüşmasın
(Akrabalarım ve kardeşlerim görüşmesin)
Keting ķuşlar salam aytıng memlekete
(Gidin kuşlar selam söyleyin memlekete)
Ezelning kātibi yazmış biz ten berdik
(Ezelin katibi yazmış biz boyun eğdik)
Ġurbet diyārında yürüb neler kördik
(Gurbet diyarında gezip neler gördük)
Memleketge yetelmadan biz can berdik
(Memlekete yetişmeden biz can verdik)
Barıng ķuşlar ḫaber aytıng memlekete
(Gidin kuşlar haber verin memlekete)
Bu dünyanı lezzetini köralmadık
(Dünyanın lezzetini biz alamadık)
56
‘Ömr ötti hiç istiķbāl ķuralmadik
(Ömür geçti biz istikbal kuramadık)
Armān dilde vaṭannı bir köralmadik
(Ukde gönülde bir vatanı göremedik)
Uçun ķuşlar salam aytıng memlekete
(Uçun kuşlar selam söyleyin memlekete)
Könglümde ġam tola ķalbimdedür firāķ
(Gönlüm gam dolu firak kalbimdedir)
Ġurbet lāyide ķaldım vaṭanım ırak
(Vatanımdan uzak gurbet çamurunda kaldım)
Uzaķ yerde ķaldi Burhaneddin torbaķ
(Burhaneddin torbak uzak yerde kaldı)
Barıng ķuşlar salam aytıng memlekete
(Gidin kuşlar selam söyleyin memlekete)
1958 yılında kardeşi Gülşenbay’ı evlendirmek için Adana’ya döner. 1958
yılında üçüncü evliliğini gerçekleştirir. 1960 yılının ilk ayında iftiraya uğraması
nedeniyle boşanır. 1962 yılına kadar Mersin’de kalır ve burada çalışır. Daha sonra
İzmir’e gider.
1965 senesinin Ağustos ayında hayat standartlarını biraz arttırmak ve Özbek
Birlik Komitesini görmek maksadıyla Almanya’ya gider.
01.01.1967 günü saat üç civarı çarşıya çıkar. Çarşıda her milletin bulunduğu
çok büyük bir kalabalık mevcuttur. Burhaneddin Torbak bu cemiyeti temaşa
ederken birden bir hareket borusu çalar ve herkes kendi bayrağı altında saf tutar.
Etrafını izlerken bir tek kendisinin bayraksız ortada kaldığını anlar. Derken
kalabalıklar arasından bir ay yıldız parlamaktadır. Heyecanla gidip mukaddes Türk
bayrağının altında saf tutar. Kendisi ile beraber birçok Türk’ün bu bayrak altında
toplandığını görür. Odasına geri döndüğünde bu şiiri yazar:
“Derdim kob loķman yoķ mu (Derdim çok lokman yok mu ?)
Loķmanda melhem yoķ mu (Lokmanda melhem yok mu ?)
Derdini aytıb yazmaķķa
(Derdini söyleyip yazmaya)
57
Ḳaġaz u ķalam yoķ mu
Derdim budur bir fırṣaṭ
Türkistānni bir körsat
Ḳırķ milyon ırķımız bar
Bizge istiķlāl yoķ mu
20 inçi ‘asırda
İnsān haķ ķanūnida
Çeşit millet haķ aldi
Bizge bayraķ haķ yoķ mu
Türkistān ķırmız idi
Yeryüzing yulduz idi
Cismi bar ismi yoķtur
Ḳudret fermānı yoķ mu
Bütün dünyāyı kezdim
Vaṭan ‘ışķıda derdim
Burhaneddin yalbarur
Vaṭanga imdād yoķ mu”
(Kağıt ve kalem yok mu ?)
(Derdim budur bir fırsat)
(Türkistan’ı bir göster)
(Kırk milyon ırkımız var)
(Bize İstiklâl yok mu ?)
(20. Asırda,)
(İnsan hak kanununda,)
(Çeşit çeşit millet hak aldı)
(Bize bayrak hakkı yok mu )
(Türkistan kırmızı idi )
(Yeryüzün yıldız idi)
(Cismi var ismi yoktur)
(Kudret fermanı yok mu ?)
(Bütün dünyayı gezdim)
(Vatan aşkında derdim)
(Burhaneddin yalvarır)
(Vatana imdad yok mu ?)
Burhanettin Toprak, hayatının son zamanlarını Türkiye’de Adana
Yavuzlar’da geçirmiştir. Vatan özlemiyle günlerini geçirmiş ve vatanı Özbekistan’ı
göremeden ebedîyete göç etmiştir.
Sonuç
Burhaneddin Torbak, 1907-1976 (?) yılları arasında yaşamış bir Özbek
Türküdür. Sovyet rejiminin baskısıyla sürgünler, hapisler görmüş, aile ve vatan
hasretiyle ömrünü geçirmiştir. Gençliğinde ayrılmak zorunda olduğu vatanına bir
daha geri dönememiş ve vatan hasretiyle Türkiye’de vefat etmiştir. Yaşadıklarını,
duygularını hatıra türündeki el yazması eserinde düzyazı olarak kaleme almış ve
eserini şiirlerle süslemiştir.
Kaynakça
TORBAK Burhaneddin, Hayatta Geçirdiğim Günlerin Hatırası, El Yazması.
T.C. Resmi Gazete, Afganistan’dan Pakistan’a Sığınan Türk Soylu Göçmenlerin
Türkiye’ye Kabulü ve İskânına Dair Kanun, Kanun No:2641- Madde 1, S.17638,
19 Mart 1982, s.4.
58
MEHMED ENİSİ YALKI’NIN ALMAN RUHU ADLI KİTABINA
EDEBİYAT TARİHİ AÇISINDAN BİR BAKIŞ
Mesut SOYLU
I. Meşrutiyet Dönemleri ve Edebiyata Etkisi
II. Meşrutiyet Dönemi, Tanzimat ile Cumhuriyet arasındaki geçişi sağlaması
yönüyle son derece önemli bir evre olduğu gibi, yeni bir ulusun kimliğinin
oluşumunda rol oynayan etkenleri barındırması yönüyle de öncü bir dönemdir.
Bugün kabul edilmiş hiçbir unsur yoktur ki, o vakit üzerinde konuşulmamış,
yazılmamış ve münakaşa edilmemiş olsun. Bu derece önemli bir dönem tabii ki
edebiyatımız üzerinde de derin izler bırakmıştır.
Meşrutiyet, hükümdarların başkanlığı altında anayasalı parlamento
idaresidir. Bu idare şeklinde tamamı veya bir kısmı halk tarafından seçilen bir
meclis vardır. Osmanlı tarihinde 23 Aralık 1876’dan 13 Şubat 1878’e kadar ve 23
Temmuz 1908’den 16 Mart 1920 tarihine kadar olan iki ayrı devreye “Meşrutiyet
Dönemleri” adı verilir.
Birinci Meşrutiyet, Osmanlı Devleti'nde 1876 yılında ilan edilen
anayasal yönetimdir. Osmanlı Devleti, bir imparatorluktu ve mutlak egemenliği
esas alan padişahlıkla yönetiliyordu. Bu yönetim biçiminin yasal temelleri Fatih
Kanunnamesi’ne dayanıyordu. Güçlü bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti,
zamanla gücünü yitirince başta ekonomik sorunlar olmak üzere çeşitli sorunlarla
karşı karşıya kaldı. Bu durum, devletin ileri gelenlerini yönetim biçiminde
reformlar yapmak zorunda bıraktı. Osmanlı Devleti’nin ekonomik sorunları, 17.
yüzyıldan itibaren toprak kaybetmesi ve sürekli bütçe açığı vermesiyle başladı.
Avrupa devletleriyle imzalanan serbest ticaret antlaşmalarıyla ülkeye giren
mallardan düşük gümrük vergileri alınıyordu. Bu hem devletin gelirlerini azaltmış
hem de yerli sanayinin gerilemesine yol açmıştı. Ekonomik sıkıntıların yanı sıra,
özellikle 1789 Fransız Devrimi'nin etkisiyle yayılan özgürlükçü düşünceler ve
ulusçuluk akımı, Osmanlı İmparatorluğu’nu da sarstı. Balkanlar'da 19.
yüzyılda
bağımsızlık
talebiyle
ayaklanmalar
çıktı.
Balkanlar'da
ve Ortadoğu’da çıkar çatışmaları içindeki Avrupa devletleri ile Çarlık Rusyası da
zaman zaman bu hareketleri desteklediler. Osmanlı sınırları içindeki Müslüman
olmayan halkların durumlarının düzeltilmesi gerekçesiyle Osmanlı Devleti’ni

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi. [email protected]
59
reformlar yapmaya zorladılar. 1839’daki Tanzimat Fermanı ile 1856’daki Islahat
Fermanı’nın
ilanları
bu
tür
koşullarda
gerçekleşti.
Öte yandan 1860’larda bir aydın hareketi olarak, “Yeni Osmanlılar”
ortaya çıktı. Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınlar, Avrupa ülkelerindeki
anayasal
monarşilerden
etkilenerek,
Osmanlı
Devleti’nin
meşrutiyetle yönetilmesi gerektiğini savundular. Osmanlı Devleti, 1850’lerden
itibaren dış borç almaya başlamıştı ve 1870’lere gelindiğinde devlet hem ekonomik
hem de siyasal bunalıma sürüklenmişti. Bu bunalım sırasında Mithat Paşa ve
arkadaşları 30 Mayıs 1876'da Abdülaziz’i tahttan indirerek, yerine V. Murat'ı
geçirdiler. Ne var ki, V. Murat aydınların ve ilerici devlet adamlarının istediği
reformları yapabilecek biri değildi. Bunun üzerine V. Murat da tahttan indirildi
ve yerine II. Abdülhamit padişah oldu.
Sultan Abdülhamit tahta çıktığında; Balkanlar’da ayaklanmalar başlamış,
Çarlık Rusya'sı Osmanlılara bir ültimatom vermişti. Büyük Avrupa devletlerinin
İstanbul’da toplanan bir konferansta Balkan sorununu tartıştıkları ve Osmanlı
Devleti’nden reformlar yapmasını istedikleri sırada, II. Abdülhamit siyasal bir
manevrayla 23 Aralık 1876'da Kanun-i Esasi’yi (anayasa) ilan etti. Böylece
meşruti yönetime geçilmiş oluyordu.
Sultan Abdülhamit, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nı gerekçe
göstererek, Haziran 1878’de Meclis-i Mebusan’ın çalışmalarını durdurdu. Birinci
Meşrutiyet böylece sona erdi.
II. Meşrutiyet, Osmanlı Devleti'nin ikinci kez anayasal yönetime
geçmesiedir. II. Abdülhamit’in baskıcı yönetimine karşı, meşrutiyet yönetiminin
yeniden kurulmasını isteyen gizli muhalefet hareketi ortaya çıktı. Jön Türkler adı
verilen aydınlar, II. Abdülhamit'e karşı özellikle yurtdışında mücadeleye giriştiler.
Jön Türkler, Rumeli’deki askeri çevreleri de etkiledi. En güçlü Jön Türk hareketi
olarak İttihat ve Terakki Cemiyeti kuruldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti
Abdülhamit'e karşı Rumeli’de güçlü bir muhalefet başlattı. Yüzbaşı Resneli Niyazi
Bey, II. Abdülhamit'in baskıcı yönetimine karşı baş kaldırarak, taburuyla birlikte
Manastır’da dağa çekildi. Onu Binbaşı Enver Bey (Enver Paşa) izledi. Ardından
İttihatçılar, 23 Temmuz 1908 sabahı, Selanik Hükümet Konağı’nı işgal ettiler.
Ayaklanmanın tüm ülkeye yayılacağından çekinen II. Abdülhamit, aynı gün İkinci
Meşrutiyet’i ilan etmek zorunda kaldı. Seçimlerin ardından oluşan yeni Meclis-i
Mebusan, 17 Aralık 1908'de padişahın nutkuyla açılarak çalışmalarına başladı.
Ama meclisin çalışmaları bu kez de aşırı dinci çevreler ile İttihatçı karşıtlarının 13
Nisan 1909’da İstanbul'da ayaklanmasıyla kesintiye uğradı. 31 Mart Olayı olarak
anılan bu ayaklanma, Selanik'ten gelen Hareket Ordusu tarafından 24 Nisan
1909'da bastırıldı. 27 Nisan'da yeniden toplanan meclis, II. Abdülhamit'i bu
ayaklanmadan sorumlu tutarak, tahttan indirilmesine ve yerine V. Mehmet Reşat’ın
60
geçirilmesine karar verdi. Yeni anayasa, padişahın yürütme yetkisini büyük ölçüde
sınırlıyordu. Artık vekiller heyeti (bakanlar kurulu) meclise karşı sorumluydu.
Ayrıca, meclisin hükümetin çalışmalarını denetleme yetkisi vardı. Meclisin
başkanını padişah değil, meclisin kendisi seçiyordu. Padişaha meclisi kapatma
yetkisi tanınmakla birlikte, bu yetki hem koşullara bağlanmış hem de üç ay içinde
yeni seçimlerin yapılması zorunlu hale getirilmişti.
II. Meşrutiyet, on senelik fiilî ömrüne karşılık, birkaç devletin tarihini
dolduracak kadar siyasal ve sosyal olaylara sahne olmuştur. Onun asıl önemi,
kendisinden sonra gerçekleşen hareketlerin insanlarını yetiştirmesi, imparatorlukla
cumhuriyet rejimi arasında bir geçiş devresi mahiyetine sahip olmasıdır. Nasıl ki
Tanzimat Meşrutiyet’i hazırladıysa, Meşrutiyet de Cumhuriyet’i hazırlamıştır.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı imparatorluğu yavaş
yavaş yeni bir bağlantıya girdi. Bu bağlantı Osmanlı denge siyasetinin herhangi bir
büyük devlete karşı izlediği bir yakınlık değildi. Devlet, orduda ve sivil yönetimde
Alman nüfuzuna kapılarını açmıştı. Osmanlı Devletinin, on dokuzuncu yüzyıl
sonlarında Avrupa güçler dengesini alt üst ederek ortaya çıkan Almanya ile
kurduğu ilişkiler; devletler ailesindeki herhangi iki devletin bağlaşıklığı olmaktan
daha ileri bir noktadaydı. Bu ilişkinin diplomatik ve siyasal alandaki boyutların
ötesinde, her iki ülkenin sosyal ve iktisadî tarihi içinde de önemli bir yeri vardır.
II. Abdülhamit dönemi Osmanlı İmparatorluğu’nda, Alman etkisinin
yerleştiği bir zaman kesitini kapsar. Jön-Türkler iktidara geldiklerinde bu nüfuzu
daha büyük boyutlarda devam ettirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Alman
nüfuzunun yerleşmesinde dünya konjonktürü, Osmanlı İmparatorluğu’nun iç
siyasal-iktisadi durumu ve egemen ideolojisi, etken öğeler olmuştur.
Meşrutiyet döneminde ortaya konan gezi kitapları da bu bağlamda
değerlendirilmeli ve dönemin sosyal hayatını anlamada önemli olduğu kabul
edilmelidir. Yüzyıllar boyunca gezi yazısı konusunda isteksiz davranan Türklerin
bu dönemde hızla geziye ve gezi yazısına yönelmesi, yazdıkları kitaplarla
gördüklerini paylaşması, Türk aydınlarının ve Türk düşünürlerinin bu dönemde ne
tür bir ruh haline sahip olduğunun ipuçlarını vermektedir.
“Hiç kuşkusuz bu kadar önemli bir dönemde basılan kitapların,
yayımlanan gazete ve dergilerin incelenmesi, gerek o dönemi gerekse
cumhuriyetin kuruluş felsefesini anlamak bakımından büyük önem
taşımaktadır. Meşrutiyet döneminde ortaya konan gezi kitapları da bu
bağlamda değerlendirilmeli ve dönem paradigmasını anlamada önemi
bulunduğu kabul edilmelidir. Yüzyıllar boyunca gezi konusunda isteksiz
davranan Türklerin, bu dönemde hızla geziye yönelmesi, yayımladıkları
kitaplarla izlenimlerini paylaşması ve ʺötekiʺ milletler hakkında imgeler
61
oluşturması Türk aydınının bu dönemde ne tür bir düşünce yapısında
olduğunun ipuçlarını vermektedir.”(Daşcıoğlu-Gürses 2012: 316).
Meşrutiyetin getirdiği serbestlikten yararlanan pek çok gazeteci ve yazarın
seyahate çıktığı dikkat çekmektedir. Bu gezilerin “sırf” gezmek amacıyla
yapıldığını düşünmek, geziye katılanların da sadece eğlenmek, değişik coğrafyalar
görmek niyetinde olduğunu varsaymak dönem aydını için haksızlık olur. Son
dönem Osmanlı aydınları gezip gördükleri yerleri büyük bir dikkatle
gözlemlemişler, hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışmışlar, seyahatnamelerini
oluştururken edebiyatı değil, toplumsal faydayı ön plana çıkartmışlardır.
“Dönemin aydınları, içinde bulundukları buhran ortamından kolayca ve en
az hasarlı şekilde kurtulabilmek, kültürel ve toplumsal devamlılığı sağlayabilmek
için olağanüstü bir gayret, zindelik ve üretkenlik göstermişlerdir.” (Gündüz 2006:
127).
II. Mehmet Enisi Yalkı ve “Alman Ruhu”
Dönem seyahatnamelerinin varlığının ve nicelik bakımından çokluğunun en
önemli sebebi toplumsal fayda anlayışıdır. “Alman Ruhu” adlı kitap da işte böyle
bir ortamda, bu tip kaygılarla kaleme alınmıştır.
Seyahat hatırası olarak kaleme alınan eserlerin yanında Alman propagandası
yapan eserler, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra gözle görülür bir şekilde artış
göstermiştir. Tanzimat döneminde dışa açılmanın nispeten genişlemesi sayesinde
devlet adamları, denizciler, askerler, memurlar, edebiyatçılar, doktorlar dünyanın
kimi zaman en uç noktalarına kadar seyahat etmişler ve bu seyahatlerinin
hatıralarını kaleme almışlardır. 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet’ten sonra ise,
seyahatnamelerin sayısında belirli bir oranda artış olmuştur. Meşrutiyetin getirdiği
serbestlikten yararlanan pek çok gazeteci ve yazarın seyahate çıktığı dikkat
çekmektedir.
Dönemin sosyo-kültürel özellikleriyle birlikte bu seyahatnameyi ele
aldığımızda göreceğiz ki, Alman Ruhu adlı seyahatname, göz ardı edilmeyecek
kadar önemli bilgiler içermektedir.
Alman Ruhu adlı seyahatname, 1914 yılında Mehmed Enisi Yalkı
tarafından kaleme alınmıştır. Mehmed Enisi’nin hangi sebeple Almanya’da
bulunduğunu tespit etmek zor olsa da kitabın giriş bölümünde seyahat etmeyi ne
kadar çok sevdiğini, şartları uygun olsa bütün ömrünü seyahat üzerinde geçirmek
istediğini belirten yazar, bu duygularını kitabında şöyle dile getirmiştir:
62
“Medeniyetin olanca bedâyi ve hevârıkıyle zinetlenmiş olan muazzam
beldeleri görmek, oraların şerâit-i hayâtiyesini tedkîk etmek, bir müddet
o şerâit dâhilinde, o intizam ve umran içinde yaşamak, oralardaki
milletlerin esbâb-ı terakkiyât ve tekemmülâtı, tarihleri, âdetleri
hakkında tetebbuatta bulunmak hakikaten arzu edilir şeylerdendir.”
(Yalkı, 3).
Eserine ilk önce Berlin’i tanıtmakla başlayan Mehmed Enisi, Berlin’in
temiz ve güzel olduğunu ifade eder. Yaklaşık bir milyon sekiz yüz bin insanın
yaşadığı bu kentte insanlar;
“âşiyâne-i sa’ylerini, destgâh-ı sanatlarını kurmuş karıncalar gibi fa’âl
bir çalışma neticesi olarak maksâd-ı mevcûdiyeti, zevk-i maişeti idrak
etmiştir.” (Yalkı, 4).
Büyük asker, büyük âlim ve metin ruh yetiştirmekle şöhret kazanmış olan
kent, tam altmış dört buçuk kilometrelik dört köşe bir alana yayılmıştır. Bunu
Mehmed Enisi’nin şu satırlarından anlarız:
“Altmış dört buçuk kilometre terbiinde bir meydan tasavvur ederek
bunun üzerini müteaddid parklarla, âli binalarla, saatlerce uzamış
asfalt yollarla, darülfünûnlarla, ziraat, ulûm-ı fünûn, hıref ve sanayi,
âsâr-ı atika müzeleriyle, hayvânât ve nebâtât bahçeleriyle, ahâlinin
tenezzühüne mahsûs mesirelerle, tiyatrolarla, ticârethânelerle,
dârülmûsıkîlerle, muazzam otellerle, her tarafa tekmil mülhakâta
merbût ve mümtedd turuk-ı muntazâma ve Ģebeke-i hududiye ile ve
daha bu gibi ta’dad edilemeyecek müessesât-ı âliye ve iktisâdiye ile
eazım ve ekâbirin heykelleriyle tezyin ediniz… İşte o vakit altmış dört
buçuk kilometre merbaa yayılmış cezr u medd-i ticâretle muttasıl
dalgalanmakta bulunmuş olan Berlin’i anlayabilirsiniz.”
Üstelik yazarın anlattığına göre, Berlin çok sayıda parktan, büyük
binalardan, saatlerce uzamış asfalt yollardan, mesirelerden, tiyatrolardan ibaret
değildir. Berlin’in üstü kadar, altı da zengindir., Berlin’de ulaşımın metro
aracılığıyla yapıldığını ve çevredeki her yerin modern bir medeniyetin varlığıyla
dolu olduğunu anlaşılmaktadır.
Yazar, Berlin’in modern yapısının dışında doğal güzelliklerine de
seyahatnamesinde yer vermiştir. Berlin’in ortasından Spree Nehri’nin geçtiğini ve
63
bu nehrin üzerine devrin mimari yapısını gösteren üsluplarla köprüler yapıldığını
anlatmıştır.
Yazar, Berlin’in medeniyetinden ve doğal güzelliklerinden kısaca
bahsettikten sonra Berlin ve Almanya’nın tarihi hakkında bilgiler vermiştir. Yazar,
Berlin’in başlangıcını 12. yüzyıl olarak alır ve o dönemde buranın Berlin ve Köln
adında iki şehirden ibaret olduğunu söyler. Eserinde 1307 yılında bu iki şehrin
birleşerek geliştiğinden bahseder.
Yazar, bu gelişmelerden sonra Berlin’in nüfusunun gittikçe arttığını,
Friedrich Guillaume’un akıllıca siyaseti sayesinde birçok yabancı sanayici kente
yatırım yapınca da kentin gittikçe büyüdüğünü belirtmiştir. Ardından gelen
Üçüncü Electeur Friedrich ve 1701 yılında kral olan Birinci Friedrich
zamanlarında, Berlin hem ekonomik anlamda kalkınmış hem de kente pek çok
mimari eser kazandırılmıştır.
Enisi’ye göre, Yedi Yıl Savaşları’nın verdiği zarara rağmen Berlin
büyümesine devam etmiş, İkinci Friedrich Guillaume zamanında meşhur
Brandenburg limanı, topçu okulu ve diğer eserler inşa edilmiş, on dokuzuncu
yüzyılın başlarında saltanatta bulunan Üçüncü Friedrich Guillaume zamanında
kentin gelişmesinde büyük bir hız görülmüştür. Napolyon savaşının verdiği zarar
gelişmeyi kısmen durdursa da savaştan sonra kent, ilim, fen ve sanayi anlamında
tekrar hızla kalkınmasını sürdürmüştür. Bunun yanı sıra kente pek çok binalar,
oteller, meydanlar yapılmış, heykeller dikilmiştir. Bu dönem aynı zamanda
Bismarck, Moltke ve Goethe gibi önemli devlet adamı ve yazarların var olduğu
dönemdir. Onlar da memleketlerine hizmet vermektedirler. Bismarck’ın Almanya
İmparatorluğu ile Prusya Krallığı’nı birleştirmesi ise Alman gücünün zirveye
çıkmasının yolunu açmıştır.
Yazarın eserini kaleme aldığı 1914 yılında ise tahtta İmparator İkinci
Guillaume vardır ve o da devraldığı ülkeyi daha da ileri düzeye çıkarmaya
çalışmaktadır.
Kısaca tarihçesini anlattığı Berlin odaklı Almanya, geçirdiği zor günlerden
sonra her seferinde zaferle ayağa kalkmasını bilmiş, her türlü zorluğa rağmen
azimle çalışmış, olağanüstü gayreti sayesinde Almanya’nın ilerlemesi sürekli
devam etmiştir. Bu başarıdaki en önemli etken, Almanların yüzyıllarca bıkmadan
usanmadan çalışması ve öncekinin bıraktığına sonrakinin pek çok şey eklemesidir.
Alman halkının bilim ve eğitime saygı göstermesi gelişmeyi, kalkınmayı,
medenileşmeyi beraberinde getirmiş, kesintisiz bir çalışmayla da o günkü büyük
gücü meydana getirmişlerdir. Yazarın eser boyunca Almanları “kavm-ı fâzıl”,
Almanya’yı “şevketli” bir imparatorluk, Berlin’i “belde-i muazzama” olarak
nitelemesi oluşturulmaya çalışılan Alman imgesinin önemli ipuçlarını temsil
etmektedir.
64
Yazar, Almanları medeni bir millet, hatta Avrupa’daki diğer medeni
milletlerden de üstün bir millet yapan dört neden sayar: “Sa’y, sebat, vaktin nakit
olduğunu bilmek ve özellikle de vatan muhabbeti.” Yazara göre, öncelikle
Almanlar çok çalışkan insanlardır. Onları bu kadar üstün duruma getiren,
bıkmadan usanmadan çalışmalarıdır. Yine yazara göre Almanlar, çok sabırlıdırlar.
Uzun süre, her türlü zorluğa göğüs gererek çalışırlar, böylelikle çalışmaya karşı
sebat ederler. Üçüncüsü, vaktin nakit olduğunu bilirler. Savaş zamanlarında sıkıntı
çekseler de barış zamanlarını çok iyi değerlendirirler. Son olarak da, vatanlarını
çok severler. Bu vatan sevgisiyle kendini feda edercesine çalışırlar.
Yazar, Almanlara ait özellikleri şu şekilde sıralar: Kanuna riayet, üstün
verdiği emri derhal yerine getirme, iktisadî hayata değer verme, kazandığını
muhafaza etmesini bilmek, sabırla ve son derece emin adımlarla geleceğin mutlu
günlerine çalışarak gitmek, kendinden çok milleti sevmek, birlik beraberlik
düşüncesi, üstün ahlak, tasarrufa uymak, girişimci düşünceye sahip olmak,
askerliği sevmek, düşmanı sürekli gözetlemek.
Mehmed Enisi’ye göre Almanlar tam anlamıyla hayat adamıdır, iş adamıdır.
Hayatın bütün güçlerinden çalışmayla yararlanmaya çalışırlar. Onlar el attıkları her
işte başarılıdır. Metin bir ruha, çelik gibi bir iradeye sahiptirler. Bilime ve eğitime
önem verirler. Almanlar bilimsel çalışmalarını özgürce yapabilmektedirler.
Almanlarda gerçeğe ulaşma aşkı vardır.
Yazar Alman kadınlarını da ayrıca betimler. Bu betimleme yine kusursuzdur.
Alman kadını sadedir, tasarruf yapmasını bilir. İyi bir anadır, ülkesinin nüfusuna
katkıda bulunmak amacıyla çok çocuk doğurur. Çocuklarını millî ninnilerle
büyütür, ruhlarına vatan sevgisini aşılar. Kocasının gelirini iyi idare eder. Onun
kilerinde bir defter, iki gözlü bir terazi, bir küçük kantar vardır. Aldığını tartarak
hesaba geçirir, kullandıklarını ve kalanları dikkatlice takip eder, deftere yazar. En
küçük bir şeyi bile zayi etmez.
Alman kadını el işi yapar, dikiş diker. Ürettiğini satar, paraya çevirir.
Ticaretle meşgul olur. Hayatın dertlerini yalnız kocasının üzerine yüklemez, ona
yardım eder. Bunun için ailesine sevinç ve mutluluk daha kolay, daha çabuk girer.
Alman kızları da yazarın dikkatinden kaçmaz. Alman üniversitelerinde
öğrencilerin yarıdan fazlasını kızlar oluşturmaktadır. Kızlar buralardan mezun
olunca ev kızı gibi durmazlar. Doktor, dişçi, aşçı, piyanist, öğretmen, yazar,
kimyager gibi çok değişik meslek sahibi olarak hayatın her alanına yayılırlar.
Görüldüğü gibi yazar, gittiği toplumun en belirgin özelliklerinden yola
çıkarak o toplum ile ilgili bir değerlendirmeye varmıştır.
Mehmed Enisi, eserinde neredeyse Türklerden hiç bahsetmemiştir. Fakat
eserinin sonunda Türk gencine şöyle seslenmiştir:
65
“Ey gözlerinin içinde ecdadının nur-u şehameti parlayan Türk genci, ey
Türk çocuğu! Muhterem milletinin altı yüz senelik bir anası olan
vatanın için çalış, hatırlan. Sen de o ananın memelerinden akan süt ile
büyüdün, borcunu ödemeye ikdam et. Omzunda silah taşımaya, elinde
zafer sancağı taşımaya arzu göster. Harita-yı cihanı önüne aç, bak,
hudud-u vatanı teftiş eyle, çünkü zaman gelecek, oraları muhafaza
vazifesiyle muvazzaf olacaksın. “Vatanıma müfit ne yapabilirim?
Vatandaşlarımın alem ve …tahfif için neye muktedir? İyi bir aile teşkil
etmek için nasıl hareket etmeliyim? Vatanımın muhtaç olduğu
sanayiden birine süluk etmem nasıl bir saiye tevafuk eder? ...” diye
düşün ve çalış!.. Vücudunun kuvvetini, irfanının kudretini seviyye-yi
matlubeye eriştirmeye, çevik, meşakke, mütehemmil, faaliyet-i fikriyeye
sahip olmaya çabala, yirminci asrın rabb’ olanı müstesne bir surette
tetvic eden Alman faaliyetini bir numune-i mesai add eyle, kolunda,
ruhunda, irfanın da metin olsun; bunun için hem maddiyatını besle;
elinde meşale-i marifet tutarak sağlam adımlarla yürü. İstikbal senindir,
Türk genci!..
İstikbal senindir, Türk çocuğu!..” (Yalkı, 24).
Yazara göre, Türk gencinden beklenen vatana, millete faydalı olmak için
neler yapabileceğini düşünmesi, vatana olan borcunu ödemesi, omzunda silah
taşımaya, elinde zafer sancağı tutmaya arzu göstermesidir. Türk kadınından
beklenen, Alman kadınları gibi ailenin ekonomisine katkıda bulunması, hayat
mücadelesinde eşine yardımcı olması, yaptığı el işini satmayı da öğrenmesi,
çocuklarını ciddi, vatanperver, oğlansa iyi asker, kızsa iyi anne olmak üzere
terbiye etmesidir. Türk kızından beklenen, mutlaka eğitim görmesi, hayatın her
alanında bulunması, çalışkan, ciddi, zarif olması; evin süsü olmaktan çıkmasıdır.
Mehmed Enisi, eserinde olumsuz Türk imgesinin karşısına, kusursuz
Alman imgesi koyar. Eserde esasen Alman gibi olamayan Türkler anlatılır. Bu
çatışmanın üstün tarafı olan modern Almanya imgesi örnek alınarak, “Yeni bir
Türkiye inşa edilmeli, Alman Ruhu’ndan yararlanılarak Türk ruhu kurulmalıdır.”
imajı seyahatname boyunca okuyucuya hissettirilir.
66
Sonuç
Sonuç olarak; eserden yola çıkarak, Mehmed Enisi’nin İttihat ve Terakki
yanlısı bir Türk milliyetçisi olduğunu, Batılılaşmanın yolunun Almanya gibi
olmaktan geçtiğini düşündüğünü söyleyebiliriz. Yazar, henüz çıkan savaşta
Almanya yanında yer alınması gerektiğine, savaşın mutlaka Almanya lehine
sonuçlanacağına inanmaktadır. Bu, onun dönem paradigmasına uygun hareket
ettiğini, ortalama bir İttihat Terakki yanlısının Batılılaşma ve yeni bir ulus inşa
etme idealinde, Almanya merkezci bakış açısına sahip olduğunu göstermektedir.
Yine Enisi’nin Almanya’yı aşırı derecede övmesinden, Osmanlı Devleti’ni
Almanya yanında savaşa girmeye özendirdiği görülmektedir.
Kaynakça
DAŞÇIOĞLU Yusuf – GÜRSES Mürsel, “Mehmed Enisi Yalkı’nın Alman Ruhu
Adlı Seyahatnamesine İmgesel Bir Yaklaşım”, Turkish Studies, 7/4, 2012, s. 316.
GÜNDÜZ Mustafa, “Son Dönem Osmanlı Seyyahlarının Gözlemlerinde
Sosyolojik Temalar”, Kıbatek Gezi Edebiyatı Sempozyum Kitabı, Ankara 2006.
YALKI Mehmed Enisi, Alman Ruhu, Nefaset Matbaası, İstanbul 1330.
67
DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU ROMANINDA BİRİNCİ DÜNYA
SAVAŞI’NIN AKİSLERİ
Mustafa BOSTAN*
Giriş: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Roman 7 Teşrinisani 1929 ile 10 Kânunuevvel 1929 tarihleri arasında
Cumhuriyet Gazetesi’nde tefrika edilmiştir. Romanın kitap olarak ilk baskısı ise
1930 yılında “Resimli Ay Matbaası”nda yapılmıştır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
Peyami Safa’nın en sevilen ve en çok okunan romanlarındandır.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, romanın kahramanı ve anlatıcısı olan hasta bir
çocuğun yaşadığı olayları ele almaktadır. On beş yaşlarında olan bu çocuk kemik
veremi hastalığı ile mücadele etmektedir. Hasta çocuk İstanbul’un kenar
mahallelerinde annesiyle birlikte yaşamaktadır. Daha önce ameliyat olmasına
rağmen dizindeki ağrılar dinmemiş, daha da artarak devam etmektedir. Bu
ağrılardan dolayı muayene olmak için hastaneye gider ve dizindeki hastalığın
ilerlediğini öğrenir. Doktorların tavsiyesi; heyecansız bir hayat ve sağlıklı
beslenmedir. Bu tavsiyelere uymadığı sürece hastalığı artacak ve bacağı
kesilecektir. Bunun üzerine Erenköy’de bir köşkte oturan akrabalarının yanına
gider. Köşkte, uzaktan akrabası Paşa ve kızı Nüzhet vardır. Çocukluğundan beri
Nüzhet’le araları çok iyi olan hasta çocuk, kendisinden büyük olmasına rağmen
ona âşıktır. Köşkte Nüzhet’le çok iyi vakit geçirir, aynı zamanda iyi beslenmesi
hastalığına iyi gelmektedir. Bir süre sonra Nüzhet’i Doktor Ragıp ister ve çocuğun
hayatı bir anda alt üst olur. Nüzhet’in de bu olay karşısında istekli olduğunu
anlayan çocuk, köşkten ayrılmaya karar verir; ancak annesi köşke geldiği için
ayrılamaz. O akşam, yemekte Doktor Ragıp ve annesi de bulunmaktadır. Yemek
esnasında yapılan sohbetlerde bazı fikrî tartışmalar çıkar. Paşa, Doktor Ragıp ve
Nüzhet çocuğun karşısında bir tavır sergiler. Bunun üzerine hasta çocuk, ertesi
sabah, annesiyle birlikte köşkten ayrılır. Yaşadığı bu üzücü olaylar yüzünden
rahatsızlığı iyice artmıştır. Hastaneye alınır ve ameliyat olmak üzere Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’na yatırılır. Roman çocuğun bu koğuşta yaşadıkları ve
hissettikleriyle yoğunlaşır. Ameliyattan sonra çocuğun bacağı kurtulmuştur.
Hastaneden taburcu olmayı beklediği günlerde Paşa’nın hasta olduğunu, Nüzhet ile
Doktor Ragıp’ın ise nikâh hazırlıklarına başladığını öğrenir. Çocuk iyileşince
hastaneden ayrılır. Roman, hasta çocuğun;
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi. [email protected]
68
“ …Beş dakika sonra hastaneden çıkıyorum. Son not. Bu odada
başkaları inleyecekler. Onları şimdiden gayet iyi tanıyorum.
Üstümden çıkarıp yatağa attığım robdöşambr içinde, ebediyen
aynı insan bulunacak: Hasta…” (Safa, 114).
bu notu ile sonlanır.
Olay örgüsünün bu şekilde olduğu Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun vaka
zamanına bakıldığında, olayların kesin bir şekilde tarihini belirleyebiliriz. Bu
romanda anlatılan olaylar 1915 yılında yaşanmıştır. Romanın sonunda, çocuğun
defterine yazdığı 5 Teşrinievvel 1915 tarihiyle bunu açık bir şekilde görmekteyiz.
“1915 senesi Birinci Dünya Savaşı’nın en acılı ve en buhranlı dönemine tesadüf
etmektedir.” (Tekin 1986: 112). Fakat roman bu savaşın acı dolu olaylarına yer
vermemiştir. Savaş, yalnızca olayların geçtiği zamanı yani olayların nasıl bir
zamanda yaşandığını okuyucuya hissettirmek için kullanılmıştır. Peyami Safa’nın
asıl amacı “…bu manzaralarla devrin genel panoramasını çizmek değil, çocuğun
çevresini tanıtmaktır.” (Tekin 1986: 112). Birinci Dünya Savaşı tarihsel olarak
belirtilmiştir; fakat aynı zamanda romanın içine gizlenen işaretler de romanın bu
savaş yıllarında geçtiğini kanıtlar niteliktedir.
Romanın kahramanı olan hasta çocuk, ağırlaşan hastalığı yüzünden
muayene olmak için hastaneye gitmiştir. Hastanede doktorlarıyla konuşurken,
Doktor Mithat’ın teselli amaçlı şu sözleri;
“– Harp bitince bir güzel takma bacak yaptırırsınız, rahat
rahat…” (Safa, 90).
olayların Birinci Dünya Savaşı döneminde geçtiğini kanıtlar izlerden biridir.
Doktorun bahsettiği “harp” Birinci Dünya Savaşı’dır. Romanda anlatılan olayların
arasına serpiştirilen bir başka savaşı kanıtlar cümle, hasta çocuğun ameliyat olmak
üzere tekrar hastaneye gelmesi ve can sıkıntısından gazete okumak istemesi anında
yer alır:
“…harp tebliğlerinde yaralı sayılarını okurken, hep kanlı
maceraları
benimkine
benzeyen
binlerce
insanları
düşünüyorum…” (Safa, 92).
Birinci Dünya Savaşı’nın şiddetli bir şekilde devam ettiği bu dönemler,
gazetede anlatıldığı gibi kanlı bir şekilde devam etmektedir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanın, verilen tarih ve olayların
akışında yer alan yukarıda değindiğimiz çeşitli ipuçlarıyla Birinci Dünya Savaşı
yıllarında geçtiği kesin olarak anlaşılır. Ayrıca, romanda yer alan Alman
hayranlığı, İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşanan sefaletler ve hastane
imkânlarının yetersiz oluşu ile insanların acılı halleri Birinci Dünya Savaşı’nı işaret
eden diğer unsurlardır.
69
* Birinci Dünya Savaşı’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Romanındaki
Akisleri
Birinci Dünya Savaşı’nın hemen hemen her açıdan olumsuz etkileri Osmanlı
Devleti’ni ve yaşayan halkı etkilemiştir. Savaşın kötü bir şekilde devam etmesi ve
ittifak devletlerinin zayıflaması, itilaf devletlerinin mağlup durumdaki devletlerin
ulaşım ve haberleşme kaynaklarını kısıtlamasına sebep olmuştur. Ülkeye giriş ve
çıkışlar denetlenmeye başlanmış ve bir hayli zorlaşmıştır. Romanlarda değinilen bu
kısıtlamanın en iyi örneği Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda hasta çocuk ile Nüzhet
arasında geçen bir diyalogda yer almaktadır.
“… - Berlin’e ne vakit gideceksin, Nüzhet?
- Bu gece sabaha karşı. Çünkü bu gece gitmezsem, altı sene
tren yok…” (Safa, 84).
Nüzhet’in Berlin’e yani Almanya’ya gidecek olması ve trenin altı yıl
olmayışı savaşta mağlup olan Osmanlı Devleti ile Almanya demiryollarına
getirilen kısıtlamanın örneğidir.
Savaşın en önemli etkilerinden biri de hiç şüphesiz sağlık sektöründe
yaşanan sıkıntılardır. Ülke, çok büyük savaşlardan yeni çıkmış ve kendini toplama
zamanı yakalayamadan Birinci Dünya Savaşı’na birçok cephede birden katılmıştır.
Ülkenin hastaneleri tamamen yaralı askerler için seferber olmuştur. İlaç, sargı bezi,
ameliyat gereçleri gibi mühimmatların hemen hemen hepsi cephelere
gönderilmiştir. Cephe gerisindeki şehirlerde ise hastaneler hem doktor hem hasta
bakıcı hem de ilaç yönünden bir hayli yetersiz kalmıştır.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, hasta bir çocuğu anlattığı için hastane
sahnelerine yer verilmiştir. Bu anlatılan hastane sahnelerinde, savaşın sağlık
sektörünü etkilediği açık bir şekilde görülür.
“… Harp bitince bir güzel takma bacak yaptırırsınız, rahat
rahat…” (Safa, 90)
Bir doktorun teselli amaçlı hasta çocuğa söylediği bu sözlerden de
anlaşıldığı gibi savaşın şiddetli bir şekilde devam etmesi, hastanelerin yaralı
askerlerle ilgilenmesi bazı hastaların durumlarının savaş sonrasına ertelenmesine
sebep olmuştur.
Hastanelerde yaşanan bu durum aynı şekilde ilaç sektöründe de
yaşanmıştır. İlaçların büyük bir bölümü ya cephelere ya da askerî hastanelere
gönderilmiştir. Ayrıca ilaçların yurtdışından gelmesi ve savaş nedeniyle bu
işlemlerin zorlaşması ilaçların bulunamamasına ve mevcut ilaçların ise çok
pahalıya satılmasına sebep olmuştur. Bu durum Dokuzuncu Hariciye Koğuşu
romanında göze çarpar.
70
“… Büyük bir askeri hastanede çalışan bir hastabakıcı kadın
ahbabımız bile muntazam her gün uğruyor, pansumanlarımı
yapıyor, harp yüzünden pahalılaşan pamuk ve gaz bezi gibi
şeyleri hastaneden getiriyordu…” (Safa, 82).
En basit gereçler olan ve her yerde bulunan pamuk ve gaz bezi gibi
malzemeler bile savaş nedeniyle pek bulunmamış ve çok pahalıya satılmıştır.
Savaşın ekonomik etkileri fakir olan halkı daha da yoksulluğa itmiştir.
İstanbul’un kenar mahallelerinde yaşanan sefaletler Dokuzuncu Hariciye
Koğuşu’nda anlatılmıştır. Roman kahramanı da bu sefalet içindeki kenar
mahallelerde yaşamaktadır. Romanda bu sefalet mekânları çocuğun gözlemleriyle
aktarılmıştır.
“… Biz kenar mahallelerden birinde annemle yalnız
oturuyorduk. (…) Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli adeleler
gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük
fırtınada sancılanan ve biraz daha eğilip büğrülen bu evler…”
(Safa, 12-13).
Romanda anlatılan bu mahalleler ve evlerin dış cephesindeki hastalıklı
benzetmeler, o mahallelerde yaşanan sefaletin göstergesidir. Bu mahallede yaşayan
insanlar ve özellikle çocuklar, fakirliklerinin savaştan dolayı daha çok artmasıyla
acı çekmektedirler.
“… Eşiklerinde soluk yüzlü, çıplak ayaklı, ürkek ve sessiz
çocukların, ellerinde ekmek kabuğuyla ve çerden çöpten
yapılmış oyuncaklarla, ağır ağır, düşünerek ve gülmeden
oynadıkları bu evlerin arasında kendi evimi ararım ve adeta
güç bulurum, çünkü bunların hepsi benim evim gibidirler…”
(Safa, 14).
Romanda anlatılan, kenar mahallelerde yaşayan bu çocuklar birer sefalet
örneğidir, çünkü sağlıksız beslenmektedirler ve bundan dolayı “soluk yüzlü” bir
halde tasvir edilmişlerdir; “çıplak ayaklı” olmaları yine ekonomik güçlerinin
olmamasından kaynaklanmaktadır. “ellerinde ekmek kabuğu” ve “çerden çöpten
yapılmış oyuncaklar” yine savaş yüzünden yaşanan sefalete örnek teşkil eder.
Çocuk olmalarına rağmen “düşünerek ve gülmeden oynamaları” şüphesiz acı
çektiklerini gösterir. Elbet ya babaları ya da herhangi bir yakınları savaşa gitmiş ve
dönmemiştir.
Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda en büyük ittifakı
Almanya’ydı. Bu yüzden İstanbul’un hemen her yerinde Almanlara rastlamak
mümkündü. Romanların arka planına da her yerde karşılaşılabilen Almanlardan
bahsedilmiştir. Bu durum ister istemez bir Alman hayranlığını ortaya çıkarmış,
Fransızcanın yerini Almanca almaya başlamıştır. Bu durumun önemli bir örneği
71
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nda, Paşa’nın konağında verilen yemekte tartışma
konusu olmuştur.
“… Diyorlar ki, İstanbul’da, gece yarıları, üçer beşer kişi,
ellerinde birer kova siyah boya ile sokakları dolaşıyorlarmış ve
nerede Fransızca bir ibare görürlerse derhal siyahla
kapatıyorlarmış. Sen ne dersin? Almanlara yaranacağız diye
kırk yıldır öğrendiğimiz lisanı bize unutturamazlar ya!...” (Safa,
72).
Almanya’nın yanında savaşa girilmesi, toplumda iki ayrı grup meydana
getirmiştir. Savaş yanlıları Almanları desteklemiş ve bunun sonucu olarak
Fransa’ya ve Fransızcaya açık bir düşmanlıkları başlamıştır. Savaş dolayısıyla
Almanlarla sıkı bir münasebet başlamış ve bunun etkileri sosyal yaşamda
görülmüştür. Alman askerleri, Alman komutanlar, Alman bürokratlar, Alman
diplomatlar, Alman tüccarlar ve Alman doktorlar İstanbul’un her yerindedirler.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, genel olarak hastane sahneleri içerdiği için hastanede
yer alan Alman doktorlardan bahsedilmiştir.
“… Beni bir gün çalıştığı o hastaneye götürdü ve bir Alman
operatörüne gösterdi. Karanlık bir seririyatta alelacele dizime
bakan bu Alman, yanlış bir teşhis koydu…” (Safa, 82)
Hasta çocuğun hastanede karşılaştığı bu Alman doktorun hastaya pek
ehemmiyet vermediği ve hatta yanlış teşhis koyduğu, hasta çocuğun
anlattıklarından anlaşılır.
Sonuç
Peyami Safa’nın bu romanı tipik bir savaş romanı olmamakla beraber
savaşın akisleri yer yer kendini hissettirmektedir. Romanın arka planına ustalıkla
yerleştirilen “Birinci Dünya Savaşı”nın etkileri; ulaşım, sağlık, sosyal ve ekonomik
yönden ele alınmıştır. Romanda da görüldüğü üzere “Birinci Dünya Savaşı” Türk
toplumunu birçok yönden etkilemiştir. Romandan alınan kesitler ile bu etkiler
gayet açık bir şekilde gözler önüne serilmiştir.
72
Kaynakça
AYVAZOĞLU Beşir, Peyami Hayatı Sanatı Felsefesi Dramı, Ötüken Yayınları,
İstanbul 1999.
BÜRÜN Vecdi, Peyami Safa ile 25 Yıl, Yağmur Yayınları, 1978.
MORAN Berna, “Peyami Safa’nın Romanlarında İdeolojik Yapı” Türk Romanına
Eleştirel Bir Bakış I, İletişim Yayınları, İstanbul 2009.
SAFA Peyami, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Ötüken Yayınları, İstanbul (basım
yılı belirtilmemiştir.).
TANPINAR Ahmet Hamdi, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, Edebiyat Üzerine
Makaleler, Dergah Yayınları, İstanbul 1977.
TEKİN Mehmet, Peyami Safa’nın Romanlarında Yapı ve Anlatım Teknikleri
Bakımından İncelenmesi, (Yayımlanmamış doktora tezi), Atatürk Üniversitesi,
Erzurum 1986.
TEKİN Mehmet, Peyami Safa’nın Roman Sanatı ve Romanları Üzerine Bir
Araştırma, Selçuk Üniversitesi Yayınları, Konya 1990.
73
UNUTULAN SAVAŞ KORE VE UNUTULAN KORE SAVAŞ
MEKTUPLARI
Samet YILDIRIM*
a. Kore Savaşı Hakkında Genel Bilgi
II. Dünya Savaşı sırasında Japonya’nın işgali altında bulunan Kore,
Japonya’nın II. Dünya Savaşı’nda yenilmesi sonucunda 38. paralelin kuzeyindeki
Kore toprakları Sovyet Rusya, güneyindeki Kore toprakları ise ABD tarafından
işgal edilmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında değişen siyasî yapı Kore’yi de
etkilemiştir. Amerika ve Sovyet Rusya arasında sınır olarak belirlenen 38. paralel
aynı ırktan gelen aynı kültüre sahip bir toplumun iki düşman devlete dönüşmesine
neden olmuştur. Birleşmiş Milletler (BM)’in tüm çabalarına rağmen
birleştirilemeyen Kore’de 25 Haziran 1950’de Kuzey Kore Kuvvetleri’nin 38.
paraleli geçmesi üzerine Kore Savaşı patlak vermiştir. BM ise Uzak Doğu’da
yaşanan bu gelişmeler karşısında barışı sağlamak için tüm üye devletlere yardım
çağrısında bulundu.1
Türkiye de Kore Savaşı’na BM’nin kararına uyarak 4500 kişilik bir kuvvetle
katılmış ve Türk Tugayı Kore Savaşı’nın kazanılmasında etkili rol oynamıştır.
Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi Türk kamuoyunda ayrı bir heyecan
yaratmıştır. Türk halkı, Kore Savaşı boyunca Türk askerine maddi ve manevi
destekte bulunmuş, Türk askerinin Kore’deki başarıları “destan” olarak
nitelendirilmiştir. 27 Temmuz 1953 tarihinde son bulan Kore Savaşı’nın galibi ise
Birleşmiş Milletler Kuvvetleri yani Güney Kore’dir. Ayrıca Türk Tugayı Kore
Savaşı’nda fazlaca zayiat vermiştir.
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi.
Serkan Sipahi, Kore Savaşı ve Türk Kamuoyu, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp
Tarihi Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir 2007.
1
74
1. Tugay
Şehit
Sb. Asb. Er
25 16 369
Yaralı
Sb. Asb. Er
4 38 1059
2. Tugay
3. Tugay
8
4
20 17 463
15 11 478
2 111
8 178
Kayıp
Sb. Asb. Er
3 1 171
-
Tutsak
Sb. Asb. Er
4 3 213
2
-
7
Toplam
1953
671
703
Genel
721
2147
175
234
3277
Toplam
Tablo: Türk Tugayı’nın Kore Savaşı’ndaki kayıpları (1950- 1953).2
b. Kore Savaş Mektupları
Kore Savaş mektupları, Kore’de cephede savaşan askerin ve Türk milletinin
duygu ve fikirlerini yansıtan en önemli kaynaklardan biridir. Kore’de savaşan
askerlerimiz mektup yazmaya fırsat buldukları anda anavatandaki ailelerine sıhhat
haberlerini bildirmeyi ihmal etmemişlerdir. Bu konuda Turan Ergüngör şöyle
demektedir:
“Mektupların gitmediği veya mektup gönderecek 15 sentin bulunmadığı
zamanlar gazeteler vasıtası ile sıhhat haberimizi bildiren bir iki satırlık
mesajlarımızın mutlaka memleketimize duyurulacağı emniyet ile gönüllerimiz
ferahlardı. Zira memleketten haber almak kadar haber göndermek düşüncesi de
mühimdi”3
Kore’den Türkiye’ye gönderilen ilk mektuplar arasında Kore’ye ulaşmanın
ve Kore Savaşı’na katılmanın heyecanı vardır:
Bay Mustafa - Yukarı Ayrancıbağları, Kavaklıdere, Ankara
Sevgili babacığım; uzun yolculuktan sonra Kore’de verilen vazifeye
başladık. Ben bu vazifeyi aldığımdan dolayı ne kadar memnunsam sizler de daha
bir bahtiyar olmalısınız. <Cumhuriyet> gazetesine, beni sizinle kısa da olsa
konuşturduğu için teşekkür ederken hepinizin sağ salim olmasına dua eder, benim
2
Özge Erdağı, Kore Harbi’nin Sözlü ve Yazılı Türk Halk Edebiyatına Yansıması, Gazi Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Türk Halk Edebiyatı Bilim Dalı
(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara 2007.
3
Turan Ergüngör, Kore'de Birinci Türk Tugayı, Karınca Matbaası, Ankara 1954.
75
için hiç merak etmemenizi bildiririm. Yenice yolladığım mektubun cevabını
bekliyorum. Allah’a emanet olun. Oğlunuz Hasan Özulu.4
Muhterem akrabalarım
18-10-950 günü salimen Kore’ye geldik. Hepimiz iyiyiz, merak etmeyin.
Cümlenize selam eder ellerinizden öperim. Arkadaşların cümlesine selâmlar.
Ruşen oğlu Seyid Tüysüz Tirebolu.5
Kore’ye giden askerlerimizden olan Mehmet Kaygı ise babasına şu satırları
yazmıştır:
Bay Halid - Mudurnu
Sevgili babacığım; Kore’ye vatanımın ve sizlerin şerefini korumak için
geldim. Bu (…) kızıllarla kanımın son damlasına kadar yılmadan çarpışacağım.
Muvaffakiyetimize güveniyorum. Bizden bahtiyar kim olabilir. Her an hayır duanızı
beklerim. Sıhhatim iyidir. Ellerinizden öperim. Oğlunuz Mehmet Kaygı.6
Kore’den gönderilen mektuplar arasında askerlerin kendi yazdıkları şiirleri
de bulunmaktadır:
Kore’den:
Sabah yeli selam götür ilime
Kurban olam toprağına gülüne
Ölsem de gam yemem hürriyet yoluna
Destan olacağız milletlerin diline
Ak saçlı ninem ağlayıp saçını yolma
Öleceğim sanıp sakın nevmit olma
Dualar et her an Kore’deki oğluna
Ölürsem ne çıkar ben de millet yoluna
Kore dağları sarpsa da aşılmaz sanma
Böyle boş sözlere sakın kanma
Hele bir şu aslanlar girsin meydana
Allah Allah diyerek gelsinler galeyana
4
Cumhuriyet, Nu, 9432, 8 Kasım 1950, s.7.
Nu, 9434, 10 Kasım 1950, s.7.
6
Nu, 9432, 8 Kasım 1950, s.7.
5
76
Tulga’mın resmi gene göründü gözüme
Teselli ol ey İrfan, o emanettir iline
İnanmayanlar inansınlar dilime
En uzun Kore’li ancak gelir belime. Kd. Yzb. İrfan Tuna.7
Bir başka askerimiz babasına sıhhat haberini bildirdikten sonra mektubunda
Kore’ye geliş amacını şiirle aktarmıştır:
Muğla vilayetinin, Köyceğiz kazası, Ali Yavaş’a:
Sevgili babacığım; benim burada vücudum sıhhat ve afiyetledir, merak
etmeyin.
Kore’ye geldik, bayrağımızı dikeriz.
Biz Türk’üz her saniye düşmana cenk düşünürüz,
Çıksak dağların başına düşman değil, taşı çürütürüz,
Biz Türk’üz, Allah’ımız yol gösterir bize,
Biz vatanımız uğrunda kanımızı, canımızı
Feda ederiz, birinci vazifemiz vatanımızı
Korumak, sonra hiçbir kimseye
Ezilmemek, dünyada hür yaşamaktır.
Vilayeti Muğla, kazası Köyceğiz, İbrahim Yavaş.8
Bir askerimiz de Türkiye’deki ailesi için Zafer gazetesi muharririnden
mektubu ile yardım talebinde bulunmuştur:
Zafer gazetesi muharriri Sayın Bayan Adviye Fenik’e:
Size cepheden bütün asker arkadaşlarımla beraber hürmetlerimizi yolluyor
ve bu maksatla da bir dilekte bulunmak istiyorum. Kore’de, cephede milletimize ve
atalarımıza layık olduğumuzu gösteriyor, eski zaferlere yenilerini katmak için
canla başla çalışıyoruz. Şimdi size ricamı söyleyeyim. Ankara’dan ayrılırken bir
buçuk yaşında bulunan kızım Engin’i çok hasta bıraktım. Ailem okuryazar değildir.
Şimdiye kadar kendilerinden hiçbir haber alamadım. 7 yaşında bir de oğlum
vardır. Acaba ailem onu okula yazdırdı mı? Ailemin ve benim kimsemiz yoktur.
Kendisi de bu işleri başaramaz. Evime gidip bir fincan acı kahvemizi içmenizi ve
ailem hakkında bana bir haber göndermenizi sizden rica eder, hürmetle
ellerinizden öperim. Özel Karargâh Baş Çvş. Kemal Bingöl 4788 Kore B. M. Türk
Silahlı K. K. 191.9
7
Nu, 9450, 26 Kasım 1950, Ek.1.
Nu, 9449, 25 Kasım1950, s.6.
9
Nu, 9452, 28 Kasım 1950, s.6.
8
77
Kore’den askerlerin yazdıkları bu mektupların yanı sıra Türkiye’den
gönderilen mektuplar da bir hayli önemlidir. Nitekim bir annenin yazdığı şu
satırlarda cephedeki oğluna öğütleri bulunmaktadır:
Yüzbaşı Turhan Sam’a:
Sevgili oğlum; kadere karşı gelmek, ihtiras ve küçüklüklere karşı durmak
elimizde olmadığından mesafeleri uzatmak mecburiyeti var. Çarpışma ise beşikten
mezara kadar sürüyor. İnsan gibi yaşamak ve yaşatmak, yakınlarını, toprağını ve
toprağında bulunan topluluğu, bütünlüğünü korumak görevinde her zaman, her
yerde üzerinde duracağımız bir meseledir. Size karşı gelmek isteyenlerin sinsice
hareketlerini, haris ruhlarını kabalaştırdığı muvazenesizleri yenebilmek için
sıhhatli, akli ve ruhi durumunun normal olması esastır. İçten gelen dua ve
sevgilerimiz sizleri korusun. Gazete ile İskenderun ve Seyhan’dan gönderdiğin
mektuplarını aldık. Cevapları da gene geciktirmezsen. Ben, Belkıs, ablan hasretle
gözlerinden, Aydın da ellerinden öper. Annen: S. Sam.
Türkiye’den gönderilen mektuplar arasında Kore’deki askerlerimize evlatları
olduğunun müjdeleri de verilmiştir:
Baş Gd. Şaban Oktay, Bölük 5’te 2016 Türk Savaş Birliği-Kore:
Sayın Oktay, bir oğlunuz oldu. Yavrunuz ve eşiniz sıhhattedirler. Oğlunuza
koyacağınız ismi bize haber vermek üzere harp muhabirimize bildirmenizi rica
ediyorlar. Cumhuriyet.10
Levazım Yzb. İhsan Tamer’e:
İhsan; 9-XI-950 gecesi saat 1.30’ da bir kızımız oldu. İkimizde sıhhatteyiz.
Gönderdiğin mektuplarını aldık. Oğlun Hakkı ve hepimiz seninle iftihar ediyor,
sana ve kahraman arkadaşlarına muvaffakiyetler temenni ediyoruz. Eğer muvafık
görürsen kızının ismini (Koray Tamer) koyacağız. Gözlerinden öperiz. Eşin:
Perizad Tamer.11
Türkiye’den gönderilen mektuplar arasında bir asker çocuğunun babasına
yazdığı şu satırlar da dikkate şayandır:
Py. Baş Gd.’si Ömer Diker’e - Kore:
10
11
Nu, 9447, 23 Kasım 1950, s. 6.
Nu, 9433, 9 Kasım 1950, s. 6.
78
Sevgili kahraman babacığım, nasılsın, iyi misin? Bir aydır mektup
alamadığımız gibi hiçbir yerden sıhhat haberini alamadık çok meraktayız. Annem,
Türker, Savaş hepimiz iyiyiz, sıhhat haberlerini bekliyoruz.
Arslan asker babacığım,
Ben bir küçük askerim
Bulutlarda gezerim,
Eğer düşman görürsem
Süngüm ile ezerim.
Oğlunuz Tuncer Diker.12
Türkiye’den Kore’ye gönderilen bu mektupta ise Kore’de yaralanan
askerden haber alma isteği ve şifa dilekleri bulunmaktadır:
Halil Çokyüce Kd. Yüzbaşı:
Sevgili ağabeyciğim, yaralandığını <Cumhuriyet> gazetesinde okuduk. Bize
sıhhi durumunu serian bildir. Hamdolsun hepimiz iyiyiz, acil şifalar dileriz.13
Bir başka mektupta ise sevgilisi Kore’deki askerimize seslenmektedir:
Kd. Üsteğmen Niyazi Taştepe’ye - Kore:
Biricik sevgilim, senden ayrılalı epey bir zaman oldu, ne bir mektup ne bir
haber alabildim. Geçen gün gazetede çok şükür Niyazi’den sevgilisine diye
okuyunca çılgına döndüm. Biz burada çok iyiyiz. Yalnız senden haber alamıyoruz.
Bizi habersiz bırakma. En kısa zamanda zaferle dönmenizi bekliyoruz. Burada
mektubuma son verirken iki gözlerinden hasretle öper sonsuz sevgi ve selamlarımı
yollarım. Seni seven: Adviye Altındağ.14
Sonuç
Kore Savaşı’nda Türk askeri kazandığı zaferlerle tarihin sayfalarına adını
yazdırmayı başarmıştır. Bunun yanında Kore’de savaşan askerlerimize Türk milleti
hiçbir zaman ilgi ve alakasını eksiltmemiştir. Türkiye’nin o dönem için çıkan
gazeteleri arasında bir hayli önemli olan Cumhuriyet gazetesi ise bu alakasını
gazetesinde “Cumhuriyet Postası” adı altında bir bölümle göstermiştir. Bu bölümde
yayınlanan mektuplar Uzak Asya ile Türkiye arasında adeta bir köprü olmuş,
cephede mektup göndermek üzere 15 senti bulamayan askerimiz Cumhuriyet
Postası vasıtası ile yurduna, ailesine ve bölüğüne seslenme imkânı bulmuştur.
12
Nu, 9474, 20 Aralık 1950, s.6
Nu, 9498, 13 Ocak 1951, s.5
14
Nu, 9483, 29 Aralık 1950, s.6
13
79
Kaynakça
ERDAĞI Özge, Kore Harbi’nin Sözlü ve Yazılı Türk Halk Edebiyatına Yansıması,
Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı,
Türk Halk Edebiyatı Bilim Dalı (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Ankara
2007.
ERGÜNGÖR Turan, Kore'de Birinci Türk Tugayı, Karınca Matbaası, Ankara
1954.
SİPAHİ Serkan, Kore Savaşı ve Türk Kamuoyu, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk
İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi), İzmir
2007.
Kısaltmalar
Asb. : Astsubay.
BM: Birleşmiş Milletler.
Bş.Gd.: Başgedikli.
Çvş.: Çavuş.
Kd.: Kıdemli.
Sb.: Subay.
Py.: Piyade.
Yzb.: Yüzbaşı.
80
ANONİM BİR FÜTÜVVET RİSALESİ, İNCELEME VE METİN
Yunus Emre ÇAKIR*
Giriş
Çalışmamız iki ana kısımdan oluşmaktadır. İlk kısımda, ele aldığımız eserin
özellikleri üzerinde durulacak ve bu esere ait hususiyetler irdelenecektir. İkinci
kısımda ise bu esere ait hususiyetler umumî hatlarıyla yayınlanan diğer
fütüvvetnameler ile karşılaştırılarak kısa bir analiz yapılacaktır. Çalışmamızın son
kısmında ise 6 varaktan oluşan eser yer alacaktır.
* Fütüvvet-Tasavvuf İlişkisi ve Fütüvvetnameler
İran kökenli bir akım olan fütüvvet kavramının Anadolu’da bir dönemler
tasavvuf kavramı ile eş anlamlı olarak kullanıldığı zikredilmektedir ki, esasen
tasavvuf geleneğinin fütüvvet düşüncesi çerçevesinde geliştirildiği bilinmektedir.1
Fakat İslam tarihinde fütüvvet kavramının Emeviler döneminde sûfî/tasavvufî bir
nitelik taşımadığı da zikredilmektedir.2 Bu durum açıkça göstermektedir ki,
fütüvvet ve tasavvuf anlayışı zamanla karşılıklı etkileşim içinde bulunmuşlardır.
Taeschner, “İslam Ortaçağında Fütüvve Teşkilatı” adlı makalesinde, büyük
sûfilerin fütüvveti, “İslam’ın yüce peygamberi gibi halkı düşünmek, halkın derdiyle
dertlenmek, nefsi için istediğini fazlasıyla başkaları için de istemek, kusur ve
ayıpları örtmek, nefse düşman olmak, yoksuldan nefret etmemek, zengine halini arz
etmemek, eline geçen ile elinden çıkanı bir görmek, kimseye düşman olmamak,
kimseden mürüvvet ve ihsan beklememek, fakat herkese karşı mürüvvet ve ihsan
sahibi olmak ve iki âlemden de geçmek” olarak tanımladıklarının altını çizer.3
Özet olarak fütüvvet öğretisi samimiyet, cömertlik, tevazu, merhamet,
dürüstlük gibi insanî meziyetleri kapsayan bir zihniyet prizmasıdır. X. asırdan
itibaren görülen fütüvvetnameler ise bu insanî hususiyetlerin dile getirildiği medenî
ve edebî eserlerdir.
*
Tarih Bölümü, 2. Sınıf Öğrenci. [email protected]
Süleyman Uludağ, “Fütüvvet”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 13, s. 260.
2
A. Yaşar Ocak, “Fütüvvet”, TDV İslam Ansiklopedisi, C. 13, s. 261.
3
Franz Taeschner, “İslam Ortaçağında Fütüvve Teşkilatı”, Çeviren: Fikren Işıltan, İÜİFM, S.15,
No:1–4, İstanbul, Ekim 1953-Temmuz 1954, s.6.
1
81
1. Fütüvvetname
Değerlendirmesini yapacağımız eser Milli Kütüphane yazmalar
koleksiyonu “06 Mil Yz A 5941” katalog numarasıyla kayıtlı isimsiz ve kısa bir eser
olup, “şeddin ve hırkanın şartlarını” ve bir takım tasavvufî düsturları içermektedir.
“hamdele”si4 bulunmayan risalede “salvele”den sonra giriş kısmında, tasavvufun
ana hatları zikredilmekte, bu esasların öğrenilip mucibince amel edilmesi ile “şedd
bağlamak ona helal olup, hakikat ona yüz göstere” denilmektedir.
Eser, Ahmed Yesevî’nin Farkname’si ile kısmî oranda benzer unsurlar
taşımaktadır. Eserin bir faslı “Fakirlik Kapısı”na ayrılmıştır ve burada zikredilen
kapı ve makamların Fakrname ile benzer unsurlar taşıdığı5 görülmektedir. Fakat bu
benzerlikler ilişkisi bu çalışmanın sınırlarını bir hayli aşacağı için bir başka
çalışmada bu konuyu ele almak elzemdir.

Eserin Muhtevası
Eser besmele ve salveleden sonra “şedd” bağlamak için tasavvufî ilimlerin
tahsil edilmesi gerektiğini belirterek başlamaktadır. “miyan beste”6 olmak ve şedd
bağlamaya layık olmak için 3 vasfa sahip olması gerektiği belirtilip, miyan bestelik
ve şeyhlik için terk edilmesi gereken 4 haslet zikredilir.
Sonrasında ise şeddin şartları; imanı, namazı, guslü, kıblesi, farzı, paklığı,
yemişi, canı ve tekbiri birer cümle ile tarif edilmektedir. Hemen akabinde şeddin
ahkâmı için 6, şeddin rüknü için 6; şeddin, hırkanın ve tacın abdesti için 3, şeddin
hutbesi için de 6 şart sıralanmaktadır.
Bir sonraki kısımda “Şeriat Hutbesi” için 4, “Fakirlik Kapısı” için de 4 şart
sıralanmakta ve her biri onar şart; şeriat, tarikat ve hakikat olmak üzere
sıralanmaktadır. Müstensih eseri kaleme alırken bir takım atlamalar yapmıştır.
Eser, fakirlik kapısı için 4 kapı ismi verilmesine rağmen 3’ü için on makam verilip
Hz. Ali’den rivayet edilen bir söz ile bitirilmektedir.
4
Fütüvvetnamelerin genel karakteristik özellikleri itibariyle Allah’a hamd (hamdele) ile başlaması
esasıdır.
5
Bkz. Abdurrahman Güzel, “Ahmed Yesevî’nin Fakr-Name’si Üzerine Bir İnceleme”, Öncü
Basımevi, Ankara 2008, s.295-296.
6
“Kemer-Beste de denilmektedir. Şedd kuşatılıp, beli bağlanan, nasibi verilen kimsedir.” Mehmet
Saffet Sarıkaya, XIII-XVI Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dinî İnanç Motifleri, T.C.
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, s.247.
82
2. Eserin Diğer Fütüvvetnameler ile Karşılaştırılması
Bu çalışmada ele aldığımız fütüvvetnameyi klasik literatür bilgileri ve
yayımlanmış diğer fütüvvetnameler ile karşılaştırdığımızda fütüvvete giriş
niteliğinde kısa bir eser olduğu görülmektedir. Radavî Fütüvvetnamesi’nden
istinsah edildiğini düşündüğümüz eserin müstensihi belli olmamakla birlikte, Eylül
2012 tarihinde AEÜ Ahilik Kültürü Araştırma ve Uygulama Merkezi’nce
düzenlenen II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu’nda tebliğ edilen ve sempozyum
kitabından basılan Seyyid Hasan bin Kasım’ın kayıt ve istinsah ettiği “Kitab-ı
Fütüvvetname” adlı bildiride yayımlanan fütüvvetname ile büyük oranda
benzerlikler taşıdığı görülmüştür.
Zikredilen bildirideki fütüvvetname ile burada ele aldığımız fütüvvetname
arasında en belirgin fark, üslup özelliği olarak göze çarpmaktadır. Bununla birlikte
eserin klasik din algısında da bir takım bariz farklıklılar taşıdığı göze çarpmaktadır.
Örneğin Eliaçık’ın yayınlamış olduğu fütüvvetnamede “İmam Cafer-i Sadık”ın
zikredilmesine ve bu iki fütüvvetnamenin de Radavî fütüvvetnamesinden alınmış
olmasına7 rağmen; göze çarpan bu fark dönemin İslam/Sünni-Şiî algısını gözler
önüne sermektedir. Bu durum, fütüvvet anlayışının bir dönem Sünni, Şiî ve Batınî,
toplumun tüm kesimlerine açık bir şekilde etkili olan tasavvufî bir öğreti olarak
benimsenmesinin8 bir yansıması olduğu ileri sürülebilir. Öyle ki eserde bir takım
istinsah hataları bulunmaktadır, 6A/11 no’lu sayfada dördüncü maddeden sekizinci
maddeye atlanması bir hatadır. Fakat “İmam Cafer-i Sadık” lafzının bir yanlışlık
eseri olarak atlandığı iddia edilemez.
Eser, Türkçe olarak kaleme alınan Burgazî, Radavî ve Seyyid Hüseyin’in
fütüvvetnameleri ile karşılaştırıldığında çok kısa ve özet bir eser olduğu
görülmektedir. Bu fütüvvetnameler; fütüvvetin tarifini, fütüvvete kabul edilmek
için gerekli olan şartları, fütüvvete alınmayanları, fütüvvetten düşüren şartları
sıralayıp, adab ve erkân tarifi yapmalarına karşın bu çalışmada ele aldığımız eser,
yalnızca fütüvveti tarif etmekte, fütüvvete kabul edilmek/şedd bağlamak için
gerekli şartları sıralayıp sonlanmaktadır.
Aynı zamanda fütüvvetnameler gündelik hayata dair bilgiler ve kurallar da
ihtiva etmektedir. Örneğin Şeyh Seyyid Gaybî oğlu Şeyh Hüseyin’in
fütüvvetnamesi bu türdendir. Elbise giymeye, evden çıkmaya, misafir olmaya;
7
Muhittin Eliaçık, “Seyyid Hasan bin Seyyid Kasım’ın Kayıt ve İstinsah Ettiği ‘Kitâb-ı
Fütüvvetname’”, II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu Bildiriler, C. 1, Ankara 2013, s.66.
8
Yusuf Benli, “Ahilikte Şiîlik Etkisi ve Ahiliğin Anadolu’da Aleviliğe Tesiri Meselesine İlişkin Bazı
Değerlendirmeler”, Hikmet Yurdu Düşünce Yorum Sosyal Bilgiler Araştırma Dergisi, S. 3, s. 178.
83
misafir ağırlamaya dair pek çok konuda görgü kuralları ihtiva etmektedir.9 Buna
mukabil bu çalışmada ele aldığımız eser yalnızca şedd bağlamak için gerekli olan
unsurları ve tasavvufî kuralları ihtiva etmektedir.
Sarıkaya, “XIII-XVI. Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere göre Dini
İnanç Motifleri” adlı eserinde; erken dönem fütüvvetnamelerin, fütüvvetin tarifi ve
ahlakî esaslarının izahını yaptıklarını; ilerleyen dönemlerde yazılanların ise
merasim adab ve erkânına daha çok yer verdiklerini zikretmektedir.10 Bu özelliği
ile yalnızca bir takım tasavvufî unsurları ve şedd kuşanmak/miyan beste olmak için
ana esasları sadelikle vurgulayan eser, erken dönem fütüvvetnamelerinin özelliğini
taşımaktadır. Üstelik Şiî inanç akidelerinin Radavî ve Şeyh Hüseyin
fütüvvetnamelerinde olduğu gibi etkin ve baskın bir surette hissedilememektedir.
Fütüvvetnameler genel karakteristik olarak bir silsile ve meslek pirlerini
zikrederler.11 Fakat incelediğimiz eser, şeddin hutbesi beyanında sadece Hz. Âdem,
Hz. Şit, Hz, İsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in isimlerini
zikretmekle yetinmektedir.
Sonuç
Burada tanıtmaya çalıştığımız eser bir fütüvvetname olup şeddin şartlarını
sıralamaktadır. Fütüvvetname kategorisindeki eserlere nazaran pek çok konuyu
teğet geçmesi dikkat çekici bir hususiyetidir. Kanaatimizce bu eser, fütüvvete yeni
adım atanlara hitaben kaleme alınmış giriş mahiyetinde bir eserdir. İlk kez ilmî bir
bahse konu olan bu eser, fütüvvetname türündeki eserlerin tasnif ve tanımının
yeniden ele alınması için bir kapı aralamaktadır. Eserin üslubunun sadeliği ve
Farkname gibi Türklerin İslamlaşma süreci için mühim bir eser ile olan benzerliği
eserin değerini bir kat daha artırmaktadır.
9
Abdülbaki Gölpınarlı, “Şeyh Seyyid Gaybî oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in Fütüvvetnamesi”, İstanbul
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 1955–1956, S.17 (1–4), s.29.
10
Mehmet Saffet Sarıkaya, XIII-XVI Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dinî İnanç
Motifleri, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002, s.42.
11
Mehmet Saffet Sarıkaya, Fütüvvetname-i Ca’fer Sadık İnceleme-Metin, Horasan Yayınları, İstanbul
2008, s. 29.
84
Kaynakça
BENLİ Yusuf, “Ahilikte Şiîlik Etkisi ve Ahiliğin Anadolu’da Aleviliğe Tesiri
Meselesine İlişkin Bazı Değerlendirmeler”, Hikmet Yurdu Düşünce Yorum Sosyal
Bilgiler Araştırma Dergisi, S.2, 3, 147–180.
ELİAÇIK Muhittin, “Seyyid Hasan bin Seyyid Kasım’ın Kayıt ve İstinsah Ettiği
‘Kitâb-ı Fütüvvetname’”, II. Uluslararası Ahilik Sempozyumu Bildiriler, C.1,
Ankara 2013, s.61–70.
GÖLPINARLI Abdülbaki, “Şeyh Seyyid Gaybî oğlu Şeyh Seyyid Hüseyin’in
Fütüvvetnamesi”, İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Mecmuası, 1955–1956,
S.17 (1–4), s.27–72.
GÜZEL Abdurrahman, Ahmed Yesevî’nin Fakr-Name’si Üzerine Bir İnceleme,
Öncü Basımevi, Ankara 2008.
OCAK A. Yaşar, “Fütüvvet” mad. TDV İslam Ansiklopedisi, C:13, s.261–263.
SARIKAYA Mehmet Saffet, XIII-XVI Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere
Göre Dinî İnanç Motifleri”, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2002.
SARIKAYA Mehmet Saffet, Fütüvvetname-i Ca’fer Sadık İnceleme-Metin,
Horasan Yayınları, İstanbul 2008.
TAESCHNER Franz, “İslam Ortaçağında Fütüvve Teşkilatı”, Çev. Fikren Işıltan,
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Mecmuası, S.15, No. 1–4, İstanbul Ekim
1953-Temmuz 1954.
ULUDAĞ Süleyman, “Fütüvvet” mad., TDV İslam Ansiklopedisi, C. 13, s.259–
261.
85
Ek: Fütüvvetname Metni: Çeviriyazı ve Tıpkıbasım
Bismillahirrahmanirrahim. El-fütüvvetü alâ-selaseti aksâmin evvelühâ
muhafazatu Emrillah ve’s-sânî murâ’atu Resulillah ve’s-sâlisü es-sohbetü ma’a
ahlillah ve ulmeşıh ruzillahü teali anhüm rivayet kılurlar peygamber
aleyhisselavatü ve-selamü eydür kim şeddin murtaza Aliyü muhabbet aşık ve
derviş-i sadık Halil er-rahmani gerekdür ki üç fen içinde kamil mükemmil olan
evvel ilm-i şeriat ikinci ilm-i tarikat üçüncü ilm-i marifet hasıl itmiş ola ta kim şedd
bağlamak ana dürüst ola ve ana yüz göstere ve dahi buyuyurlar kim Miyan beste
olan kimisine kim şedd bağlanur üç nesne lazımdur ta ki şedd ana layık ola ve
hakikat yüz göstere evvela terk alayıkdür yani dünya ta’likatın terk eylemekdür
ikinci hıfz-ı hakayıkdur yani hakikat bağlamakdur üçüncü keşif dekayıkdur ve dahi
buyururlar ki aşık-ı sadık olan kasib Halilürrahman ki şedd-i şah-ı merdan emir’ü-l
müminin Ali mürşid-i kâmil elinden kabul idub sadık kimisine ko halkın başında
tacdur kim ol tacın dört terki vardur şeyhinden diriğ dutmaya belki kendi canına
minnet bile ikinci terk-i perhizkar olmakdur eyüden ve yaramazdan üçüncü terk
oldur kim kendüyi ölmezden evvel ölmüş bile nitekim peygamber a.s. “mûtû kalbe
en temûtu” buyurmuşdur dördüncü terk oldur kim eyüye ve yatluya sabr eyleye ta
ki şeref bulub miyan bestelik ana helal ola ve rivayetdür hoca Abdullah ensariden
hazret-i Aliden iderler kim aşık Halilürrahmanni gördür kim miyan bestelik ve
şeyhlik ana helal ola anda on haslet gerekdür kim evvela Hakk’a inanmakdur ikinci
halk arasında insaf ile dirilmekdür üçüncü nefsi kahreylemekdür dördüncü ululara
hizmet eylemekdür beşinci eli altında (ğayre) şefkat eylemekdür altıncı dostlara
nasihat etmekdür yedinci dervişlere şeyhlik etmekdür sekizinci ulemaya tevazu
etmekdür tokuzuncu düşmanı ile (yavaşdur!) dürülmekdür onuncu şeddin
şeraitlerini bilmekdür mesela eğer sorsalar ki şeddin imanı nedir ve şeddin namazı
nedür ve şeddin guslü nedir ve şeddin kıblesi nedür ve şeddin farizası nedür ve
şeddin paklığu nedür ve şeddin yemişü nedür ve şeddin canı nedür ve şeddin
tekbiri nedür ve şeddin suali nedür cevab virsen ki şeddin imanı şazılıkdur namazı
arılikdur (unsi) terk-i adetdür kıblesi pirdur farizesi şeyh sohbetidür paklığı
doğrulukdur yemişi hayadur canı sanadur tekbiri rastlıkdur fasıl eğer sorsalar ki
şeddin ahkâmı kaçdur cevab vir ki altıdur evveli tevbedür ikincisi müşahededür
üçüncüsü yakınlıkdur dördüncüsü sadıklıkdur beşincisi tevekküldür altıncısu terk-i
adettür fasıl eğer sorsalar ki tarikat imam Alide razı Allah teala ana kaç şart vardur
cevab dirsen ki altıdur evveli tevbe ikincisi teslim üçüncüsü hakka yakın olmakdur
dördüncü (Tevekkit)dür beşinci kana’atdür altıncı uzlettur fasıl eğer sorsalar şeddin
kaç rüknü vardur cevab vir ki altıdur evveli ilm ikinci amel üçüncü sabır dördüncü
(rahünma)dur beşinci Allaha şükr itmekdür altıncu ihlasdur fasıl eğer sorsalar ki
şeddin ve hırkanın ve tacun abdesti kaçtır cevap vir ki üçdür evveli maşeyh
86
nazarına ele boş varmamakdur ikinci tahretsiz yürümemekdür üçüncü emr-i ma’ruf
… ilmekdür fasıl eğer sorsalar ki şeddin hutbesi kaçdur cevab vir ki altıdur …
Adem peygamber aleyhisselam ikinci Şit peygamber Üçüncü isa a.s. dördüncü
Musa aleyhisselam beşinci İbrahim aleyhhiselam altıncı Muhammed Mustafa
aleyhisselam fasıl eğer sorsalar şeriatın hutbesi kaçdur cevab vir ki dörtdür evveli
yalan söylememek ikinci zina etmemek üçüncü suci içmemek dördüncü uğurluk
etmemek fasıl eğer sorsalar ki fakirlik kapusu kaçdur cevab vir ki dörtdür evveli
şeri’atdur on makam içindedür üçüncü ma’rifetdür on makam içindedür dördüncü
hakikatdür on makam içindedür bab-ı evvel evvelki şeri’at içindedür evveli iman
getürmekdür ikinci namaz kılmakdur üçüncü zekat vermekdür dördüncü oruç
tutmakdur beşinci hacca varmakdur altıncı helal kesb kazanmakdur yedinci haram
yememekdür sekizinci şeri’at evine girmekdür dokuzuncu gazaya varmakdur
onuncu emr-i ma’ruf (bahimekdür) bab ikinci ol on ki tarikat içinde evveli tevbedür
ikinci yahşi halk ile halayık ile dirilmekdür üçüncü mürid olmakdur dördüncü havk
olmakdur beşinci lezzetleri terk etmekdür altıncı helal kısbettür yedinci evrad
sekizinci pir- icazetli olmakdur dokuzuncu cem’a ve nasihatdur onuncu terk-ü
tecrittür bab üçüncü ol ondur hakikat içinde içinde evveli toprak olmakdur ikinci
yetmiş iki millete hakikat nazarı ile bakmakdur üçüncü ayuluktme (!) gözetmekdür
ve …etmekdür dördüncü dünya içinde yaradılmışlardan emin olmakdur beşinci hiç
kimse incitmemekdür altıncı fakirlere münkir olmamakdur yedinci Allah yolunca
sulûk eylemek sekizinci sırrını saklamak dokuzuncu münacat eylemek onuncu ibret
gözin açub ilme dürişmekdür bab dördüncü ol on ki ma’rifet içindedür evveli
kendü nefsini edeb ile saklamakdur nitekim peygamber aleyhisselam
buyurmuşlardur edeb’en minel neffes min’el deris nefsini hor kılmakdur üçüncü
haramdan perhiz kılmakdur dördüncü halim’ünnefs olmakdur sekizinci din gözün
aydun kılmakdur dokuzuncu kurb ve maldur onuncu kendüyi bilmekdür nitekim
emirülmüminin Ali kerem Allahû vechehû buyurırlar ki min arefe nefse fekad arefe
Rabbe ve Allahü a’lâm bi’s-savâb Ve ileyhi el-mercu’u ve el-mâb.
87
88
89
90
91
92
93
94
95
96
ÇANKIRI BÖLGESİ EFSANELERİ
Tevfik ÇİL*
Giriş
Bir tabiat olayını, bir varlığın meydana gelişini, tabiat unsurlarından birinde
olan değişikliği, olağanüstü durumları, hakikat ve akıl dışı açıklamalarla anlatan
hikayeler efsanedir. Efsanenin temeli olan olay, halkın hayalinde şekil değiştirerek
ağızdan ağıza, nesilden nesile geçer. Her milletin kendi dilinde birçok efsanesi
vardır. Bunlardan bazıları farklı farklı milletler tarafından benimsenmiş ve
aynı efsane başka isimlerle birçok kültürde yerleşmiştir.
Başladığı tarih belli olmamakla birlikte bir efsanenin, bir masalın veya bir
destanın çeşitli değişikliklere uğratılarak zamanımızda ayrı ayrı deyişlerle yaşadığı
bir gerçektir. Bu söyleyiş şekillerindeki farklılığı asıl mevzuyu kaybetmemekle
birlikte efsanelerde de görmek mümkündür. Efsaneler, daha ziyade inançla ilgili
hususlarda ortaya çıkmış, kainattaki varlıkların ve hadiselerin oluş şekillerini,
gerçek olsun ya da olmasın, bir sebebe bağlayarak izah etmeye çalışan halk
edebiyatı mahsulleridir.
Çankırı Efsaneleri
1. Çankırı Adına Dair Efsane
2. Gebe Kaya Efsanesi
3. Aşık Ömer Efsanesi
4. Taş Bebek Efsanesi
5. Ağlar Kaya Efsanesi
1. Çankırı Adına Dair Efsane
Çankırı’nın eski adı Kankırı yada Kankara'dır. Bu adın kentin taşının ve
toprağının kan gibi kızıl olmasından kaynaklandığı söylenir. Selçuklular
Anadolu’yu fethedince yöredeki Türkmenler’in Kara Tekin oymağı egemenlik
kurmuş ve kente Kengürü adını vermiştir. Bu adın zamanla değişime uğrayarak
Çankırı’ya dönüştüğü söylenir. Efsaneye göre Türkler bu yöreye gelince bölgede
pek çok kilise vardır. Çan sesleri tüm yaylaya yayılır ve uzaklardan duyulurdu. Bu
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 1. Sınıf Öğrencisi.
97
nedenle yöreye Çan-Kırı denir. Başka bir söylenceye göre ise Kara Tekin oymağı
halkı, develerle mal taşır. Kervan dizerler. Tüm yöre, çan sesleriyle inler. Bu
nedenle kente Çankırı adı verilir.
Resim: Gebe Kaya
2. Gebe Kaya Efsanesi
Zamanın birinde bir köyden Çankırı Merkez’e doğru bir gelin alayı
gitmektedir. Gelin hamiledir. Utancından Allah’a yakarır: “Senin huzuruna bu
vaziyette nasıl çıkarım, Allah’ım ya beni taş et ya da kuş et!”. Bu yakarışın hemen
akabinde gelin ve dünürleri ayrıca binek olarak kullandıkları hayvanlar, hepsi
birden taş oluverir. Hatta gelin geliyor diye, düğün evine müjde vermeye giden bir
kişinin de 2 km ilerde taş olduğu belirtilmektedir. Taş kesilen o kişinin adına da
“müjdeci” denilmiştir.
Resim: Aşık Ömer’in temsilî resmi
98
3.Aşık Ömer Efsanesi
Aşık Ömer Çankırı yakınlarında bir köyde değirmencilik yapmaktadır. Akşama
kadar un öğütür, sürekli çalışır. Bir gece yorgun argın yatar. Birden değirmenin
durduğunu, doğadaki tüm seslerin sustuğunu hisseder. Kalkıp bakar. Tüm doğa
tanrıya secde etmektedir. Ağaçlar eğilmiş, sular durmuştur. O an tüm istekler
gerçekleşecektir. Ömer, Allah’tan sazına ve sözüne güç vermesini ister. Dileği
kabul olur. Aşık Ömer’in ustaca saz çalıp söylemesi bu sebepledir.
Resim: Taş Bebek
4. Taş Bebek Efsanesi
Ahmet adlı bir Çankırılının Meryem adında bir karısı vardır. Çok istedikleri
halde çocukları olmaz. Ahmet çocuğu olsun diye yeni bir evliliğe karar verir.
Meryem bu duruma çok üzülür ve dağlara sığınır. Ağlayarak dolaşırken karşısına
Hz. Hızır çıkar. Ona bebek biçiminde bir taş verir. Bu taşı kocasının evleneceği
gece beşiğe koymasını söyler. Meryem köyüne dönerek, denileni yapar. Beşiğin
başında sürekli tanrıya yalvarır. Beşikteki taş canlanır. Ağlamaya başlar. Bunu
duyan Ahmet yeni karısını bırakır ve Meryem’e döner. Karı koca yıllar sonra
büyüyen oğullarını Ahmet'in ikinci karısıyla evlendirirler.
99
Resim: Ağlar Kaya
5. Ağlar Kaya
Çankırı’nın Orta ilçesine 17 km. uzaklıkta olan Bağkışla bölgesinde,
arasından su akan gri renkte kayalar bulunmaktadır. Bunların oluşumuyla ilgili
yöre
halkı,
iki
yüz
yıllık
bir
efsane
anlatmaktadır:
Efsane, “Paşa” denilen baba ile “Sultan” denilen bir kız üzerine oluşmuştur.
Osmanlılar zamanında “Kışla” denilen bu bölgeye Tatarlar saldırır ve yakıp
yıkmadıkları yer kalmaz. Pek çok insanı öldüren Tatarlar, kayaların arasına
kaçmayı başaran Sultan’ı öldüremezler ve köyde tek sağ kalan kişi o olur.
Kayaların arasına girdiğinde Allah’tan kendisini taş etmesini dileyen Sultan, iki
kayanın birleşmesiyle taş kesilir. Kayaların arasından akan su ise Sultan’ın
gözyaşları olarak kabul edilir ve küçük bir dere olup akar. Bu su sayesinde Ağlar
Kaya’nın tam karşısında yer alan dağda Sultan'ın ağabeyi kabul edilen çam ağacı
bile beslenmektedir. Sultan’ın babası olan Paşa için ise, dağın tepesine bir türbe
inşa ettirilmiştir. Türbenin yanında yer alan su kuyusunun da Sultan’ın gözyaşları
ile dolduğuna inanılmaktadır. Günümüzde Sultan'ın ağabeyi kabul edilen çam
ağacının kutsal olduğuna inanıldığından kimse dal bile kesmemektedir. Efsaneyle
ilgili bir başka ilgi çekici unsur ise, ne zaman o bölgeye bir Tatar gelse, on iki ay
sürekli akan ve şifalı olduğuna inanılan su, akmamaya başlamaktadır.
100
NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN HİKÂYELERİM ADLI ESERİNDEKİ
MEKTUP HİKÂYESİNİN İNCELENMESİ
İbrahim Serdal SÖYLEMEZ*
1. Mektup
Mektup, kişi ve kurumlara yazılan duygu ve düşüncelerin bildirildiği sıkça
kullanılan bir düzyazı türüdür.
Mektup sözcüğü dilimize Arapçadan geçmiştir. Bir başka kimseye
gönderilen yazılı kâğıt, yazılmış olan anlamlarını taşımaktadır Türkçesi “bitig”dir.
Diğer edebiyat türlerinden ayrı olarak belli kalıplar edinmemiştir. Mektup bir
düzyazı olarak giriş, gelişme ve sonuca sahip olabilir. 20. yüzyıldan beri bilgisayar
aracılığıyla sanal olarak yapılan yazışma türüne de elektronik mektup (e-mail)
denir. Mektuplarda yazarın kişiliğinin, duygu ve düşüncelerinin içten bir şekilde
yansımasını görürüz. Dil ve üslûp genellikle yalındır.
2. Mektup Türleri
Mektuplar “edebi mektuplar”, “özel mektuplar”, “resmi mektuplar”, “iş
mektupları” ve “açık mektuplar” olmak üzere temelde beşe ayrılır. Bunların
dışında manzum şekilde, yani şiir olarak yazılan mektuplar da vardır.
2.1. Özel Mektuplar:
Birbirinden uzakta bulunan yakın akraba veya arkadaşların haberleşmek,
bir olayı aktarmak, bilgi vermek, ortak düşünceleri paylaşmak gibi çeşitli amaçlarla
yazdıkları ve sadece yazanla okuyanı ilgilendiren mektuplardır
Özel mektuplar, konularına göre değişik isimlerle anılır:
“Aile mektupları, tebrik mektupları, teşekkür mektupları, davet mektupları
(davetiyeler), taziye mektupları, özür mektupları” gibi özel mektupların gizliliği
söz konusudur ve bu gizlilik kanunla korunmuştur.
2.2. Edebî Mektuplar:
Edebî mektuplar açık olarak bir dergide veya gazetede yayımlanır. Yazar,
birine hitaben herhangi bir konudaki görüşlerini, düşüncelerini, duygularını anlatır.
Ancak asıl amaç bu duygu, düşünce ve görüşleri herkese anlatmaktır.
Edebî mektuplardan yazıldıkları döneme ait sanat, edebiyat ve fikir olayları
hakkında bilgi edinmek de mümkündür. Edebiyat dünyasında tanınmış sanatçılar
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi.
101
birbirlerine yazdıkları mektuplarla genelde fikir ve sanat olaylarını, eserleri
tartışırlar.
Olaya bağlı sanatsal türlerde de edebî mektuplardan yararlanılır. Özellikle
hikâye ve roman türlerinde kahramanların hayatlarını, ruh hâllerini, duygularını,
düşüncelerini, anlayışlarını daha etkili anlatmak için zaman zaman mektuplar araç
olarak kullanılmıştır. Hatta kahramanların birbirlerine yazdıkları mektuplardan
oluşan romanlar da vardır.
Belli bir konuya bağlı kalmadan bütün hayatı içine alabilen bir anlatım
aracıdır. Gönderenin iç dünyasından veya çevresinden seçilen haberler, çeşitli
gözlemler, bir toplumun ve çevrenin özellikleri mektubun konusu olabilir.
Mektubu yazan kişi yaşadığı çevreyi ve hayatı da anlatır. Bu bakımdan
mektuplarda devirlerin, çevrelerin düşünce tarzlarını, âdetlerini, kısacası yaşayış
şekillerini bulmak mümkündür. Böyle mektuplar, tarih araştırmacıları için belge
niteliği taşır.
2.3. Edebi Nitelik Taşımayan Özel Mektup:
Birbirini çok yakından tanıyan kişilerin karşılıklı yazdıkları mektuplardır.
Bunların belirleyici özelliği bir kişiden diğer kişiye yazılmış olması, içten ve senli
benli bir dille oluşturulmalarıdır. Böyle mektuplarda bir alana sıkı sıkıya
bağlanmak gerekmez.
Özel mektuplar hitap, gövde, sonuç bölümlerinden oluşur. Tebrikler,
telgraf, davetiyeler, tebrik mektupları, taziyeler özel mektup çeşitlerinden
bazılarıdır.
2.4. Resmi Mektuplar (Dilekçe):
Devlet dairelerinin kendi aralarında veya kişilerle devlet daireleri arasında
yazılan mektuplardır. Bu tür mektuplarda çizgisiz beyaz kâğıt kullanılır. Anlatım
ciddi olmalı, konu dışında ayrıntılara ve özel isteklere yer verilmemelidir.
2.5. İş Mektupları:
Ticaret ve endüstri kurumlarının birbirlerine ya da kişilere, kişilerin bu
kurumlara gönderdikleri mektuplara denir. İş mektuplarının en çok kullanılan
çeşidi dilekçedir.
Bir talebi ya da siparişi bildirmek, bir soruna açıklık getirmek, iş
başvurusunda bulunmak, bir üst makama belirli bir durumla ilgili bilgi iletmek vb.
amaçlarla kişiler ile kişiler, kişiler ile kurumlar ya da kurumlar ile kurumlar
arasında yapılan yazışmalardır.
102
3.Türk ve Dünya Edebiyatında Mektup
Mektup, yazının bulunduğu tarihe kadar ortaya çıkmış eski edebiyat
türlerinden biridir. Eldeki en eski örnekler; Mısır firavunlarının diplomatik
mektupları (MÖ 15. – 14. yüz yılları) ile Hitit krallarının Hattuşa (Boğazköy)
arşivinde bulunan mektuplarıdır. Batı edebiyatında mektup türünün ilk örneklerini,
Yunan edebiyatında görürüz. Mektup, bir edebiyat türü olarak, özellikle Latin
edebiyatında gelişip yaygınlaşmıştır. Bu alanda yazanların başında Cicero (MÖ
106 – 43) gelir. Rönesans’tan bu yana Avrupa’da çeşitli ülkelerde bu türün
yaygınlaştığı görülür. Özellikle Fransa’da mektup türü büyük gelişme göstermiştir.
Mektup türünün Türk edebiyatında epey uzun bir geçmişi vardır. Münşeatlarda
(Nesir halindeki yazıları bir araya toplanmasından meydana gelen eserlere denir.)
resmi ve özel mektuplara geniş yer verilirdi. Şinasi’nin öncülüğünde başlayan düz
anlatım akımı, mektuplarda da etkisini göstermiş; Tanzimat’tan bu yana yazılan
özel mektuplarda yapmacıksız, doğal bir anlatım kullanılmıştır.
4. Hikaye ve Romanda Mektup Anlatım Tekniği*
A. Tek Seslilik veya Çok Seslilik Açısından
1. Tek Sesli Mektup Hikâye veya Roman
“Tek sesli mektup hikâye veya romanlar”, bir kişinin yazdığı mektuplar
üzerine kurulan eserlerdir. Mektupların altında tek imza bulunur. Dolayısıyla
bunlara tek imzalı, ben tarzını kullanan hikâye veya romanlar da denilebilir.
Yazılan mektubun cevabı verilmez; ancak mektupta muhatabın cevaplarından
bahsedilebilir.
2. Çok Sesli Mektup Hikâye veya Roman
“Çok sesli mektup hikâye veya roman”dan kastımız birden fazla kişinin
mektuplaşmalarından oluşan tahkiyeli eserlerdir. Ancak bazen bir romanın yarısı
mektuplardan teşekkül etmekte veya bazen de eserde yer alan birkaç mektup eserin
yapısında belirleyici olmaktadır.
B. Mektubun Hikâye veya Romandaki Yeri Açısından
1. Tamamı Mektuplardan Oluşan Mektup Hikâye veya Roman
Bir romanın roman épistolaire/epistolary novel yani mektup-roman sıfatını
hak etmesi için aslında tamamının mektuplardan oluşması gerekir. Bu durum
*
Ayrıca bkz. Ömer Çakır, Türk Edebiyatında Mektup, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Basılmamış Doktora Tezi,
Ankara 2005.
103
mektup-hikâye için de geçerlidir. Ancak bazen bir romanın yarısı mektuplardan
teşekkül etmekte veya bazen de eserde yer alan birkaç mektup eserin yapısında
belirleyici olmaktadır.
Tamamı mektuplarla yazılmış bir romanda anlatıcı, yalnızca
kahramanlardan oluşmaktadır. Bir kısmı mektuplardan oluşan veya tahkiyede
mektubun önemli olduğu eserlerde ise yazar-anlatıcı da kendini gösterir.
2. Mektubun Kurguda Belirleyici Bir Rol Oynadığı Mektup Hikâye
veya Roman
Bazı roman ve hikâyelerin tamamı mektup şeklinde kalem alınmışken
bazılarında eserin önemli bir kısmı mektuplardan meydana gelir. Kimi hikâye ve
romanlarda ise bir veya birkaç “mektup” tahkiyenin kurgusunda çok önemli bir
yere sahip olur. Mektubu çıkardığımızda metinin bütünlüğü içinde önemli bir
boşluk oluşur, kurgunun düzeni bozulur. Hatta bazı eserlerin içinden mektuplar
atıldığında eserin yapısı tamamen çöker.
C. Mektubun İşlevi Açısından Mektup Hikâye veya Roman
Günlük hayatta mektubun en temel görevi “haber verme” ve çeşitli duygu
ve düşüncelerin iletimi ve paylaşımıdır. Mektupta yazılı olanlar hem gönderici hem
de alıcı açısından önemli olabilir. Her mektubun bir yazılış amacı vardır.
Dolayısıyla mektup bir işlevi yerine getirir. Kurmaca mektuba bu açıdan
baktığımızda genel olarak şunlardan bahsedebiliriz:
1. Gerçeği Değiştiren Mektup
Aşk itirafları, gizli kalmış duyguların veya bilgilerin ifşa edildiği mektuplar
bu grupta yer alır. Bu tür mektuplar, roman ve hikâyelerde “olayın can alıcı
yerinde” bulunur. Dolayısıyla olayların akışında bir dönemeç oluşturur. Ayrıca
müstakil bir mektuptan oluşan eserde de “mektup” benzer işlev üstelenebilir.
2. Gerçeğin Değişimini Anlatan Mektup
Bazı hikâye veya romanlarda mektup, gerçeğin değişimini anlatan bir
işleve sahiptir. “Bir ölüm, doğum, evlilik ya da yaşanmış bir olayı anlatan ve
olayların akışını değiştiren mektuplar” bu özelliktedir.
3. Gerçeği Aktaran Mektup
Bu başlık altında toplayabileceğimiz metinler; yaşanmış veya yaşanmakta
olan bir olayı, genel olarak objektif bir şekilde anlatan, haber veya bilgi veren
mektuplardır.
104
Ç. Yazarın Konumu Açısından Mektup Anlatım Tekniği
Mektup anlatım tekniği yazara, eser ve okur karşısında çeşitli şekillerde
“konuşlanma” imkânı verir. Yazar isterse kendini tamamen gizler. Bunlardan ilki
başka sebeplerle de kullanılan takma ad kullanma yöntemidir. Çoğu zaman ise
kendini mektubun “müstensihi”, “okuru”, “tanıtıcısı” veya mektubu “bulan”,
“yayımlayan” kişi gibi göstererek bir çeşit maske kullanır. Son tahlilde hangi
yönteme başvurursa başvursun, o metnin bir sahibi/müellifi vardır; fakat okura
seslenirken yazara en geniş “gizlenme” ve “örtünme” imkânını sunan, mektup tarzı
anlatımdır, diyebiliriz.
1. Müellifin İstinsah Ettiği Mektup
Mektup tarzında yazılmış hikâye ve romanlarda kullanılan yöntemlerden
biri eserin asıl sahibinin kendini mektupların “müstensihi” olarak göstermesidir.
Öyle ki bunun en fazla başvurulan yöntem olduğunu söylemek mümkündür. Yazar
böylece kendini tamamen gizlememiş olur. Mektubun altına “müstensihi” veya
daha az kullanan bir yöntemle “muktebesi” olarak kendi ismini yazar. Metnin
başında kimden kime yazıldığını belirtir. Böylece başkasına aitmiş gibi görünen
mektupları sadece yeniden yazan, temize geçen kişi konumunda kalır. Dolayısıyla
metnin muhtevasına hiç müdahale etmemiş gibi görünür. Mektubun asıl sahibinin,
isimleri söylenenler olduğu ima edilir. Bu suretle okura mektupların gerçek olduğu
mesajı verilir.
2. Müellifin Bizzat Kaleme Aldığını İfade Ettiği Mektup
Mektup hikâye ve romanlarda eserin müellifinin değişik usullerle
örtündüğü bilinmektedir. Bununla beraber söz konusu yöntem(ler)in aksine bazı
eserlerde yazar bizzat mektupları kaleme aldığını açıklamaktadır. Mektupların
sonunda kahramanların ismi yazılmış olsa da böylece yazar gizlenmediğini ilan
etmiş olur. Bu tarz bir yöntemin okur, yazar ve kahramanlar arasında daha sıcak bir
ilişki kurduğu söylenebilir. Yazarın içten ve samimi tavrı dikkat çeker.
3. Yazarın Tanıttığı Mektup
Mektup anlatım tekniğinin kullanıldığı hikâyelerin bazılarında yazar/yazaranlatıcı kendini sadece eseri takdim eden veya tanıtan kişi olarak ima eder.
Mektubu yazan eserin kahramanıdır; altında onun ismi bulunur. Ancak yazar eserin
sahibi olduğunu gizlemez, yani takma ad kullanmaz. Okura mektup hikâyeyi
takdim mahiyetinde tanıtıcı bilgi verir, betimlemeler yapar ve aradan çekilir. Okur
mektupla baş başa kalır.
105
4. Yazarın Bulduğu Mektup
Tahkiyeli mektuplar kaleme alan yazarlar yukarıda işaret edildiği üzere,
metin karşısında kendilerini okura türlü şekillerde göstermektedirler. Yaygın olarak
kullanılan, yazarın mektubu “istinsah eden”, “tanıtan” veya “bizzat yazan” kişi gibi
konumuna bir de “mektubu veya mektupları bulan” özelliğini ilave edebiliriz. Zira
bu suretle yazar, kendini metinden oldukça uzaklaştırmış olmaktadır. Bu yöntemle
yazarın metindeki tasarrufunda çok daha özgür olduğu söylenebilir.
5. Müellifin Yayımladığı Mektup
Yazarın mektuplar karşısında aldığı konumlardan biri de “yayımcı” olarak
görünmesidir. O kendisine posta yolu ile ulaşan veya bir şekilde elde ettiği
mektupları olduğu gibi yayımlar. Biz bu durumu genellikle eserin başına yazar
tarafından kaleme alınan “mukaddime”den öğreniriz. Yazar böylece
“mukaddime”nin dışındakilerin kendine ait bir metin olmadığı imasında bulunmuş
olur. Okur ise yazara gelen özel bir mektupla baş başa kalma yanılgısına düşer. Bu
tarz bir yöntem yazarın hareket alanını genişletir; söylemek istediklerini istediği
şahsa ve istediği biçimde söyletme/yazdırma imkânını verir.
D. Yazarın Cinsiyeti Açısından Mektup Hikâye veya Roman
1. Müellifin Cinsiyeti Açısından
Yazarın cinsiyeti ile mektup anlatım tekniği arasında önemli bir ilişki
olduğunu söyleyebiliriz; çünkü mektup anlatım tekniği, kadın yazara “erkek”,
erkek yazara da “kadın” ağzından yazma olanağı sunar. Dolayısıyla mektuplar
kahramanların şahsında yazara cinsiyet değiştirme imkânı verir. Yazar bu suretle
kadın veya erkek ağzından söylemek istediklerini kaleme alma fırsatı bulur.
2. Mektup Yazanın (Kahramanın) Cinsiyeti Açısından
Mektup anlatım tekniğinin kullanıldığı tahkiyeli eserlerin “kadın
mektubu/mektupları” veya “erkek mektubu/mektupları” başlığı/adı altında
yayımlandığı görülmektedir. Mektuplardaki cinsiyet vurgusunun öne çıkması
dikkat çekicidir. Zira böylece mektup sahibinin cinsiyeti eserin konu ve temasının
önüne geçmektedir. O sebeple bu durumun teknikle doğrudan bir ilgisi vardır.
a. Kadın Mektupları
Mektup anlatım tekniğinin kullanıldığı özellikle hikâyelerde metnin “kadın
mektubu” olarak tanımlanmasında belirleyici ilk unsur mektubun “kadın” ağzından
yazılmış olmasıdır. Bu noktada bazı mektuplarda zarf, kâğıt ve mürekkep seçimi
gibi özelliklerden bahsedilmesi dikkat çekicidir. Erkek veya kadın muharrir,
106
okurun karşısında “yayımcı”, “bulan”, “müstensih” gibi türlü şekillerde çıksa da
mektubun sahibi/yazarı kadın ise eser “kadın mektubu” olarak
değerlendirilmektedir.
b. Erkek Mektupları
Muharriri erkek veya kadın olsun “erkek” ağzından kaleme alınmış mektup
hikâyeler “erkek mektupları” olarak zikredilmektedir.
Mektup
Muharriri: Necip Fazıl Kısakürek
1. Bibliyografik Künye: Necip Fazıl KISAKÜREK, Hikâyelerim
“Mektup”, Büyük Doğu Yayınları, Ankara, Nisan 1989, s. 302-310.
1.1. Eser Adı: Hikâyelerim
1.2. Eserin Yazarı: Necip Fazıl KISAKÜREK
1.3. Eserin Türü: Hikâye
1.4. Eserin Basım Tarihi: Nisan 1989
2. Konu: Bir genç kızın vicdanının sesi. Yani açıklamak gerekirse; bir
genç kız kendi vicdanından mektuplar alıyor ama genç kız bunu bilmiyor.
Mektuplar hep (V) harfiyle bitiyor. Esrarlı mektupların sırrı son mektupta
çözülüyor. Genç kız kendi kendine mektup yazdığının farkına varıyor.
3. Eserin Adının Tematik Yapı İle İlgisi: Eser ismi ile müsemmadır.
Çünkü hikâye esrarengiz mektupların etrafında döner.
4. Hikâyenin Planı:
Hikâyenin planı klasik vak’a planına uygundur.
Giriş: Bu bölüm, genç kıza gelen ilk mektupla birlikte başlamaktadır.
Gelişme: Bu bölümde genç kız, gelen mektupların kim tarafından
gönderildiğini araştırmaktadır. Sıklaşan mektuplar genç kızın iyice canını sıkmıştır.
Daha sonra genç kız bir hocanın yanına gider ve derdini anlatır. Hoca da vicdanını
işaret eder.
Sonuç: Bu bölümde ise genç kız son mektubu alır ve sır çözülür.
Mektup Hikayesi:
Bir genç kız, birkaç aydan beri esrarlı mektuplar alıyor. Daktiloyla
yazılmış, imzasız mektuplar… Bu mektuplarda onun günlük hayatı en mahrem ve
tamamıyla şahsi çizgilerine kadar anlatıyor ve sonuna birkaç kelimelik bir öğüt
cümlesi eklenerek imza yerine bir (V) harfi konduruluyor.
İlk mektup:
Küçük Hanım;
107
Çalıştığınız dairenin müdürü sizden ümidini kesince iş bahanesiyle sizi
paylamak adiliğine düştü ve daktilografik olarak bir işe yaramadığınızı yüzünüze
söylemeye kadar vardı. Siz de ona şu cevabı verdiniz: “Tarafınızdan beğenilmemi
sağlayacak şartlardan daima uzak kalacağım! ...” Dikkat ediniz; bu adam
tehlikelidir ve asil tavırlardan anlayacak biri değildir. (V)
Kız bu mektubu alır bu mektubu kimin gönderdiğini düşünmeye başlar.
Önce müdüründen şüphelenir ama onunla bu durumu konuşunca onun
göndermediğini anlar. Sonra tekrar bir mektup daha gelir:
Küçük Hanım;
Size, tek başınıza sinema sinema sürtmemenizi ihtar eden annenizin kalbini
kırdınız ve kadıncağızı saatlerce ağlatıp yine sokağa vurdunuz! Unutmayın ki,
cennet, annelerin ayakları altındadır. (V)
Bu mektuplar artık genç kızı çileden çıkarmıştı. Bu sefer annesinden
şüphelendi, ama onun da okuması yazması yoktu. Mektuplar sıklaşmaya ve her gün
gelmeye başladı. Artık çevresindeki herkesten şüpheleniyordu. Bu sırrı çözmek
için hoca hoca dolaşmaya başladı. Hocanın biri, “Adeta vicdanın mektupları yazan
kalemin içine giriyor” dedi. Ermişliği söylenen din adamının yanından adeta
koşarak kaçtı ve son mektubu aldı:
Küçük Hanım;
Ermişliği söylenen din adamı sana gerçeği bildirdi. Mektupları yazdıran
vicdanındır. Zaten altındaki (V) harfi de bunun ispatı değil mi?... Vicdanını ara!
(V)
Sır çözüldü…
5. Hikâyedeki Mektup Anlatım Teknikleri:
Tek Sesli Mektup-Hikâye: Çünkü tek bir kişi tarafından (Vicdan)
mektuplar gönderiliyor karşılıklı değil.
Mektubun Kurguda Belirleyici Bir Rol Oynadığı Mektup-Hikâye: Hikâye
mektuplar üzerine inşa olmuş. Zaten eserin ismi de “Mektup”.
Gerçeğin Değişimini Anlatan Mektup: Bu hikâyede ilk mektuptan itibaren
vicdan, genç kıza öğütler veriyor ve yaptıklarının yanlış olduğunu anlatıyor.
Mektuplar olayların işleyişinde adım adım genç kıza yardımcı oluyor. Gerçekleri
görmesini sağlıyor.
Müellifin Cinsiyeti Açısından: Yazar Necip Fazıl’dır. Yani eser erkek
yazar tarafından yazılmıştır.
Mektup Yazanın (Kahramanın) Cinsiyeti Açısından: Mektuplar ne kadın ne
de erkek tarafından yazılmıştır. Kızın vicdanı mektupları yazmıştır. Bu yüzden
sınıflandırmaya alamayız.
108
Kaynakça
ÇAKIR Ömer, Türk Edebiyatında Mektup, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Ankara 2005.
KISAKÜREK N. F., Hikâyelerim, Büyük Doğu Yayınları, Ankara 1989, s. 302310.
109
SAMSUN ÇARŞAMBA BÖLGESİNİN DÜĞÜN VE KINA ADETLERİ
ÇARSAMBA YÖRESİNİN GENEL FOLKLORİK ÖZELLİKLERİ
Ayşenur AKÇAY*
Giriş
Lozan Antlaşmasından sonra Çarşamba’ya Selanik, İskeçe, Kavala,
Kafkasya, Doğu Karadeniz ve Gürcistan’dan gelen yerleşmişlerimiz dolayısıyla
bölgede zengin bir folklor kültürü oluşmuştur. Kemençe eşliğinde oynanan
horonlar, davul zurna ile oynanan Rumeli oyunları ve haylar bağlama ile oynanan
kol kavalar bu çeşitliliğin önemli örnekleridir. Yerli halk çiftetelli ve karşılamalarla
oynarken diğer gelenler ise kasap, telgrafın telleri, sarıkız, sarhoş barı, sağır perde,
oduncular, kaba ceviz, Çarşamba çiftetellisi, Çarşamba sallaması gibi oyunlar
oynarlar.
Giysi olarak erkekler içlik denilen gömlek, Aba-ceket kullanırlar. Ayaklara
örme yün desenli veya düz çorap, sivri çakır ile sonraları lastik veya yandan
bağcıklı sivri burunlu yüksek topuklu kundura, bele yün kuşak sarılırdı. Kırsal
kesimlerde “kalabalık” denilen el örgüsü yün başlıklar, kalpaklar veya sekiz köşe
kasket ve yelekler kullanılır.
Kadınlar ise; sile bezi iç gömlek, kadife sim işlemeli cepken, alta sire seten
şalvar ve bütün bedeni örten kadife sim işlemeli üç etek giyerlerdi. Üç etek üstüne
bez önlük peştamal veya şal; bele örme ince yün kolan veya gümüş kemer
yakılırdı. Başa pul işlemeli yaşmak bağlanır, beşibirlik kullanılır, ayaklara işlemeli
veya düz yün çorap ve çakır giyilirdi.
Müzik aracı olarak, tezeneli sazlar, divan sazları, bağlama, cura, çöğür, yaylı
sazlardan Karadeniz kemençesi, üflemeli çalgılardan zurna, kaval, çoban kavalı,
tulum, vurmalı çalgılardan davul, tef, kaşık, zil, tömbelek kullanılır.
* Çarşamba’nın Kına Geceleri
Kına Kağnısı: Kız ve oğlan evinin yapmış olduğu eşyaların mahallenin
insanlarına gösterilmesi amacıyla köyde veya şehrin içinde dolaştırılan kağnıdır.
Eşyalar arabanın üstüne yerleştirilir. Etrafı halı, kilim ile süslenir. En üste yakın
akrabalardan yaşlı bir kadın oturur. Bu kadının elinde yazma ve erbilerden yapılmış
düğün bayrağı olur. Davul-zurna eşliğinde dolaştırılır. Yine kına kağnısı
hazırlanırken veya indirilirken mahalli oyunlar oynanır. Eşyaları indirip yükleme
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 1. Sınıf Öğrencisi.
110
işlerini genel olarak sağdıçlar ve gençler yaparlar. Birinci günün akşamı erkekler
oğlan evinde, kadınlar da kız evinde toplanırlar. Bu geceye kına gecesi denir.
Oğlan evinde sazlı eğlenceler yapılır. Davetlilere yemek ikram edilir. Çalınır,
söylenir, oynanır, geç vakitlere kadar eğlenceler sürer
Kına Gecesi: Kız evinde sadece kadınlar toplanır. Oğlan evinden sinilerle
topluca türküler söyleyerek, tef çalarak kız evine gidilir. Gelenlere ikramlar yapılır.
Yenilir, içilir. Çalınıp söylenir. Mahalli oyunlar oynanır. Çeşitli oyunlar çıkarılır,
taklitler yapılır, maniler söylenir. Gecenin sonuna doğru da gelin kızın kınası
yakılır. Kına yakılırken gelin övülür (türkülerle ağlatma). Bu sırada bir sessizlik ve
hüzün çöker. Kız anası, gelin kız ve yakınlarından ağlayanlar olur. Bu gecenin
kutlanmasına halk arasında kına tepmek denir.
Kına Yakma: Kına yakılmadan önce gelin ortaya oturtulur ve gelinin
arkadaşları elinde mendil ve mumlarla çember oluştururlar ve gelinin bekar bir
arkadaşı elinde kına tepsisini Kınayı Getir Aney türküsü ile ortaya getirir, elinde
mum olan arkadaşları da oluşturdukları çember etrafında Yüksek Yüksek Tepeleri
ve Çarşamba Dedikleri gibi türküler söylerler ve gelin ağlatılmaya çalışılır. Türkü
merasiminden sonra kına yakılma işlemi başlatılır. Öncelikle gelin avucunu açmaz
ve kayınvalide çağrılır. Gelinin eline lira koyduktan sonra gelinin her iki avucuna
da kına yakılır.
* Kına Gecelerinde Söylenen Bazı Maniler:
Tuz kabını tuzsuz koyan
Anasını kızsız koyan
Yuvasını ıssız koyan
Gelinim hatunum kınan kutlu olsun
Vardığın yerde dilin tatlı olsun.
Sevdalıyım sevdalı
Sevdiğim Çarşambalı
Çarşamba'nın gençleri
Hem yiğit hem delikanlı
Şu parklarda gezerler
Gözlerini süzerler
Çarşamba'nın kızları
Çiçeklerden güzeller
Çarşamba iki yaka
Sevdayla olmaz şaka
Şu ömrümü geçirsem
Yarime baka baka
111
Çarşamba ne yandadır
Terme'si ne yandadır
Nam salmış Türkiye'ye
Yiğiti her yandadır
Çarşamba ırmağını
Ölçelim elli elli
Toplanıp oynayalım
Kızlarla çiftetelli
* Çarşamba’nın Eski Düğün Adetleri
Eskiden kız ve oğul evlendirmek birtakım usul ve merasime bağlı
bulunuyordu. Kız seçiminde çok titiz davranılırdı. Bu iş için kadın grubu
oluşturulur, onlar mahalle mahalle dolaşarak kızın seçimini yaparlardı. Kız
beğenildikten sonra, iki aile arasında görüşmeler yapılır; erkek ailesinin
zenginliğine göre değişen miktarlarda çeyiz için saçı namı verilirdi. Artık nişan
merasimi için hazırlıklar başlatılırdı. Bütün saçılar ortaya getirilerek teşhir edilirdi.
Düğünlerde davul dövdürme ve güreş yaptırma eskiden kalma en makbul
adetlerdendi. Güreş küçüklerden başlayarak sırasıyla büyüklerde sona ererdi.
Dernek mahallinde sıralanan basmalar, canfesler, ipeklikler derece itibariyle
pehlivanlara verilirdi. Baş pehlivanlar için ortaya dana, koyun, tay çekilir ve
kazananlara verilirdi.
Büyük pehlivanlar ortada dururken Güveyi (damat) derneğe davet edilir, yeni
elbise giydirilir, sağdıcı tarafından başına sarık sarılırdı. Bu arada sarığın
kısalığından bahsedilirken bahşiş toplanırdı. Elbise merasiminden sonra büyük
sinilerle getirilen baklavalar yenilir, güvey serbest bırakılırdı. Boşalan sinilere
kadifeli, can fesli sırma örgülü keselerde çıkarılan bahşişler konulurdu. Bu işlerden
sonra gelin alma merasimi için hazırlıklar başlatılırdı. Kafile sırayla atlılar, yayalar
ve kağnılar olmak üzere yola çıkardı. Öküzlerin başı boncuklu yular, zil ve çanlarla
süslenirdi. Gelini alabilmek için ayrıca bazı engeller aşılmalıydı. Evvela yağlı
sırıklara tırmanmak, yükseklerden tek mermi ile yumurta düşürmek gerekirdi.
Ardından bahşişle kapılar açılırdı. Bu engeller aşıldıktan sonra kız evi misafirlerine
ikramlarda bulunurdu. Gelin evden erkek kardeşleri veya akrabaları tarafından
indirilir, hazırlanan ata veya arabaya bindirilirken uğurlu gelsin düşüncesiyle
ayağına bakır bir kap vurulurdu. Bu kap gelinin en kutsal eşyası sayılırdı.
Gelin baba evinden gelin gittiği eve girerken eline Kur’an-ı Kerim verilir,
sonrasında cam bir şey verilip kırılması söylenir, daha sonrada bereketli ve tatlı bir
yuvası olsun diye şeker ve bozuk paralar etrafa atılırdı.
112
Düğün Yemekleri: Düğünler yemekli olduğunda önceden aşçılar ayarlanır,
kazanlarla yemekler hazırlanırmış düğünlerde yapılan yemekler şunlardır:
Keşkek
Et yemeği(Büryan)
Pilav
Üzüm Hoşafı
Baklava
* Günümüzdeki Çarşamba Düğünleri
Bugün aile bahçelerinde ve çoğunlukla orkestra eşliğinde yapılan eğlenceler
Çarşamba düğününü oluşturur. Önceleri kız ve oğlan evinde ayrı ayrı olur ve
birkaç gün sürerdi. Geline kına yakma, damadı tıraş etme, güreşler bugün artık yok
gibidir. Yeni çiftin evini oluşturmasında iki aile ortaklaşa katkıda bulunurken,
çevreden gelen hediyeler bu mutluluğun başlangıcını pekiştirmektedir.
Kaynak Kişi: Ferhunde Akçay 87 yaşında, ilkokul mezunu
113
Elif ŞAFAK, “AŞK” ROMANINDA MEKTUP
Elif NİZAMOĞLU*
Giriş
Tanzimat sonrası Türk edebiyatında mektubun bir “form” olarak
kullanımını “mektup hikaye” ve “mektup roman”larda görülür. Bunun dışında
hikaye ve romanlarda mektup aynı zamanda bir anlatım tekniği olarak da
kullanılmıştır. Buna mektup formunda yazılmış eserler içinde mektup anlatım
tekniği de denebilir. Mektup anlatım tekniği, tahkiyeli eserlerde türlü yöntemlerle
karşımıza çıkar (Çakır 2005: 337).
Romandaki mektupları değerlendirmeye geçmeden önce eserin
konusundan bahsedelim. Ella Rubinntain (40) Amerikalı bir ev kadınıdır. Tipik
burjuva değerlerinin hâkim olduğu oldukça varlıklı bir ailesi düzenli ve görünüşte
“sorunsuz” bir evliliği vardır. Üç çocuğunu da büyüttükten sonra bir yayınevinde
editör-asistanı olarak iş bulur. Görevi A. Z. Zahara adlı tanınmamış bir yazarın
tasavvuf felsefesini konu alan tarihi romanını değerlendirmektir. Ancak hayatının
kritik bir döneminde eline aldığı bu kitap hiç beklemediği bir şekilde Ella’yı
derinden sarsacak dünyevî aşkı keşfetmek adına zorlu ve tehlikeli bir yolculuğa
çıkmasına neden olacaktır.
1. Çok Sesli Roman Olma Özelliğiyle Aşk
Çok sesli mektup hikâye veya romandan kastımız birden fazla kişinin
mektuplaşmasından oluşan tahkiyeli eserlerdir. Bu tür mektuplaşma üzerine inşa
edilen romanlarda iki kişi karşılıklı mektuplaşabileceği gibi daha fazla kahraman
birbirleriyle mektuplaşabilir. Böylece hikaye veya romanda çok sesli bir yapı
oluşur. Eser tek sesin düşebileceği monotonluktan kurtulur (Çakır 2005: 340).
Aşk romanında da kahramanlarımız Ella ve Aziz Zahara’nın
mektuplaştığını görmekteyiz. Karşılıklı alınan mektuplar kurguyu genişletmekte ve
eserin tek düzeliğini kırmaktadır. Eser bu mektuplar üzerine kurulmuştur ve eseri
monotonluktan kurtarmıştır.
“Sayın editör, Size bu yazıları Amsterdam’dan yolluyorum. İlişikteki
hikayem ise, Anadolu’da geçmekte, 13. yüzyıl Konya’sında. Ama samimi düşüncem
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencisi.
114
şudur ki, işbu hikaye zamandan mekandan bir kültür farklılıklarından münezzehtir.
Evrenseldir. Meramınız aşk, aşkınız baki olsun Aziz Zahara” (Şafak, 29-30).
“Sevgili Aziz Z. Zahara, Adım Ella. RBT Yayınevi’nde edebiyat editörünün
asistanının asistanı olarak Aşk Şeriatı isimli romanınızı okuyorum. Aslında yeni
başladım ama gayet keyifli ilerliyorum. Tabii bu sadece benim kişisel görüşüm.
Yazdıklarımın editörlerin görüşlerini yansıtmadığını baştan belirtmeliyim. Benim
sizin romanınızı sevip sevmememin yayınlanması kararında etkisi fazla
olmayacaktır. En iyi dileklerimle, Ella” (Şafak, 68-69).
Kahramanlar bu iki mektupla tanışmışlardır. Bu mektuplar romandaki
hikâyenin başlamasına ve her iki kahramanın da hayatının değişmesine yol
açmıştır.
2.Mektubun Kurguda Belirleyici Bir Rol Oynadığı Mektup Roman
Aşk
Bazı roman ve hikâyelerin tamamı mektup şeklinde kaleme alınmışken
bazılarında eserin önemli bir kısmı mektuplardan meydana gelir. Kimi hikaye ve
romanlarda ise bir veya birkaç “mektup” tahkiyenin kurgusunda çok önemli bir
yere sahip olur. Mektubu çıkardığımızda metnin bütünlüğü içinde önemli bir
boşluk oluşur, kurgunun düzeni bozulur. Hatta bazı eserlerin içinden mektuplar
atıldığında eserin yapısı tamamen çöker (Çakır 2005: 343).
Mektubun romandaki yeri açısından incelediğimizde romanın tamamen
mektuplardan oluşmadığını, çok miktarda bulunmakla beraber kurguda önemli bir
yer aldığı görülmektedir. Olayları şekillendiren ve mektuplarla gelişen bir kurguyla
karşılaşmaktayız. Ella, Aziz’le mektuplaşmalarından sonra kendini, hayatını
sorgulamaya başlar. Mutsuzluklarını fark eder ve yeniden şekillendirmeye çalışır.
Kurguyu genişleten mektuplardan örnekler verelim:
“Bir önceki mesajında demişsin ki, “Romanını iki kez okuduktan ve Şems
ile aranda bunca benzerlik gördükten sonra hayat hikayeni merak etmeye
başladım. Bana nasıl Sufi olduğunu anlatır mısın? Geçmişi konuşmaktan pek
hoşlanmıyorum Ella yine de sana anlatacağım… İskoçya’da, Kinlochbervie adında
bir balıkçı köyünde dünyaya geldim. … Ben bunların arasında büyüdüm. Ardından
bütün dünya paldır küldür 1960’ların tufanına yakalandı. Öğrenci eylemleri, uçak
kaçırmalar, devrim girişimleri… Bense sessiz köşemde hepsinden uzak,
yaşıtlarımın kapıldığı değişim dalgasından habersizdim. Babamın ikinci el kitap
satan bir dükkânı vardı, annemse yünü kıymetli koyunlar yetiştirirdi. Böylece
çocukluğum boyunca hem bir çobanın münzevi hâllerinden, hem bir kitapçının içe
dönüklüğünden bir şeyler aldım galiba. Çoğu gün ağaca tırmanır, manzaraya
seyre dalar, tüm hayatımı burada geçirmeyi planlardım. Bezen köyden çıkmak ve
115
maceraya atılmak arzusu kalbimi yoklasa da Kinlochbervie’yi severdim.
Hayatımdan memnundum. Orada doğdum orada öleceğim sanırsam. Meğer
Tanrı’nın benim için yazdığı hikâye bambaşkaymış. Yirmi yaşında hayatımı tümden
değiştirecek iki şeyle karşılaştım. … Kendince, kadrince, yapabildiğince… Böylece
Margot’un peşine düşüp Amsterdam’a gittim. Orada evlendik. Margot burada
biraz duruldu; kendini siyasi yahut ekonomik nedenlerden Avrupa’ya iltica
edenlere yardıma adadı. … Margot ne statümle ne maaşımla ilgileniyordu ama ben
bunları gün geçtikçe daha çok önemsemeye başladım. Güçlü olmak istiyordum.
Güçlü ve zengin… Tüm hayatımızı ince ince planlamıştım. … (Şafak, 261-265).
Aziz Zahara’nın geçmişinden bahsettiği bu mektupta onun tasavvufla
tanışma sürecini, ilk evliliğini, hayatında nelerin değiştiğini anlatmaktadır. Bu geri
dönüşlerle anlatılan kesit okura Aziz Zahara’yı çok iyi tanıtmaktadır. Ayrıca Ella
bu mektuptan sonra Aziz Zahara’ya duygusal olarak yaklaşmaktadır. Tüm bunlar
kurguyu sağlamlaştıran eserin gücüne güç katan unsurlar olarak karşımıza
çıkmaktadır.
3.Mektubun İşlevi Açısından Mektup Roman Aşk
Günlük hayatta mektubun en temel görevi “haber verme” ve çeşitli duygu
ve düşüncelerin iletimi ve paylaşımıdır. Mektupta yazılı olanlar hem gönderici hem
de alıcı için önemli olabilir. Her mektubun bir yazılış amacı vardır. Dolayısıyla
mektup bir işlevi yerine getirir (Çakır 2005: 345).
a. Gerçeği Değiştiren Mektup
Aşk itirafları, gizli kalmış duyguların veya bilgilerin ifşa edildiği mektuplar
bu grupta yer alır. Bu tür mektuplar roman ve hikayede “olayın en can alıcı
yerinde” bulunur. Dolayısıyla olayların akışında bir dönemeç oluşturur (Çakır
2005: 345).
“Hani bir şarkı var:”Que sera, sera” hatırlar mısın? “her şey olacağına
varır” benim şarkım değil. Hiç koyuveremiyorum kendimi. Sen dindar ama ben
değilim. Gerçi her hafta ailecek Şebt’i kutlarız ama bu dini bir gereklilikten ziyade
kültürel bir uygulama gibi bizim için. Üniversitedeyken bir ara Doğu Mistisizmini
merak salmış, Budizm ve Taoizm’i hayli incelenmiştim. Bir kız arkadaşımla işi
Hindistan’a gidip, aşramlarda kalma planları yapmaya kadar vardırmıştık. Ama
hayatımın o evresi çok uzun sürmedi. Mistik öğretiler ne kadar müthiş olsa da
modern insanın ihtiyaçlarına karşılık vermiyor diye düşünmüştüm o zamanlar.
Umarım dine soğuk yaklaşmam seni incitmiyordur. Sana karşı hep dürüst olmak
istediğim için bunları yazıyorum; zamanı gelmiş bir itiraf addet. Seni görmeden
özleyen, Ella” (Şafak, 184-185).
116
Ella’dan gelen bu samimi mektubun ardından Aziz Zahara tasavvufla nasıl
tanıştığını, aslında dindar bir adam olmadığını, hayatta dibe vurduğu bir anda nasıl
bir aydınlanma yaşadığını anlatmaya başlıyor. Ella’nın bu mektubu Aziz
Zahara’nın geçmişten gelen geniş bir pencere açmasını sağlamış ve okura bu
yönüyle tanıtılmasında etkili olmuştur.
b. Gerçeğin Değişimini Anlatan Mektup
Bazı hikaye veya romanlarda mektup, gerçeğin değişimini anlatan bir
işleve sahiptir. Bir ölüm, doğum, evlilik ya da yaşanmış bir olayı anlatan ve
olayların akışını değiştiren mektuplar bu özelliktedir.
“Aziz, buraya kadar anlattıklarımın seni etkilediğini, hikayemin devamını
merak ettiğini söylemişsin. Bense seni sıkmaktan endişe ediyordum Ella. Bu
yazdıklarımı değil başkasıyla paylaşmak, ben kendim çoktan unuttum sanıyordum.
1975 yazını Fas’ta Sufiler arasında geçirdim. Hayatımda ilk defa bir zaviye
gördüm. Odam beyazdı; ufacık, basıl ve basit. En temel ihtiyaçları karşılıyordu, o
kadar: bir döşek, bir gaz lâmbası, bir kehribar tespih, pervazda bir sakı çiçeği,
duvarda Hazreti Fatma’nın Eli’ni gösteren bir kabartma ve çekmecesinde
Rumi’nin şiirleri olan ceviz ağacından bir masa vardı. Hepsi bu. Ne telefon, ne
televizyon, ne duvar saati, ne radyo. Aldırış etmedim. Yıllarca geçlerin toplandığı
işgal evlerinde barındıktan sonra, rahatlıkla zaviye yaşayabilirim diye düşündüm.
Baba Samed bu ruhani mekânın başıydı. … Yoksa ben dışarıdayken bavulumu mu
karıştırmışlardı? Hazret şüphemi anlamış gibi öyle bir laf etti ki içime oturdu.
“uyuşturucu kullandığını bilmek için eşyalarını karıştırmaya gerek yok. Gözlerini
görüyoruz ya, yetmez mi? Gölerin müptela gözleri. İşin tuhaf yanı o güne dek
kendine hiç toz kondurmamış “bağımlı” olduğumu kabullenmemiştim. Uyuşturucu
beni değil, ben uyuşturucuyu kullanıyorum sanıyordum. Kontrol bende
sanıyordum. “eğer bir yaran varsa, ki bence var, yarayı uyuşturmak başka, tedavi
etmek başka” dedi baba Samed. “uyuşturucunun etkisi geçince, anestezinin etkisi
geçmiş gibi olur. Her neren acıyorsa, ağrı misliyle geri döner. Haklıydı,
biliyordum. Söz verdim. Uyku haplarım dahil yanımda ki tüm kimyasal maddeleri
ona teslim ettim. Ama çok geçmeden bendenim teklemeye, ruhum yalpalamaya
başladı. Zaviyede kaldığım dört ay içerisinde sayısız kez yeminimi bozdum, yoldan
çıktım. Kafa yapmaya kararlıysan, dünyanın neresine gidersen git, madde gelir
seni bulur. Aramana bile lüzum kalmaz. Hoca hocayı Tekke de, deli deliyi dakikada
bulur misali keşlerde keşleri bulur. Bir gece gene kaçtım ve zaviyeye zil zurna
sarhoş, kafam dumanlı döndüm. Ama dış kapı kapalıydı. Bahçede uyumak zorunda
kaldım. Ertesi sabah beni dışarda iki büklüm vaziyette buldular. Ne Baba Samed
bir soru sordu, ne ben bir açıklama yaptım. Ama bu tür tatsız hadiseler dışında
Sufilerle gayet iyi geçiniyorum. Zaviyenin sükûneti iyi gelmişti ruhuma. Uzun
117
zamandır ilk defa huzurluydum. Amsterdam’a bir sürü yabancıyla aynı çatı altında
kalmaya alıştım ya dingin bir yalnızlığın ne olduğunu ilk kez tadıyordum. İlk bakış
da burada da bir nevi komün hayatı yaşıyordum. Tüm dervişler beraberce yiyor,
içiyor, aynı anda dua ediyor, zikir çekiyor, uyuyordu. Ama asıl beklenen herkesin
yalnız kalıp kendi içine yönelmesiydi. Sufiliğe merak salan kişi evvela kalabalık
içinde yalnız kalmayı öğrenmeliydi. Sonra da kendi içindeki kalabalığı birlemeyi.
Önce diyorsun ki, “dünyada bir ben varım!” Sonra: “bende bir dünya var!” Ve en
nihayetinde: “ne dünya var, ne ben varım!” … Orada Müslüman olup, Aziz
Zekeriya Zahara ismini aldım. Günün birinde Bana Samed bana bavulumu geri
verdi ve dedi ki: “Artık gitme vaktin geldi. Alıcı kuş gibi uçacaksın bu yuvadan.
Sen madem ki kendi içindeki âlemi dolaştın ve nefsini aştın, şimdi git dünyayı
dolaş. Senin gibi insanlar tüm ömrünü bir dergâhta kapalı geçiremez. Senin
anlatacak hikayelerin var…” … Böylece Craig olarak girdiğim yerden Zahara
olarak ayrıldım. Hayatımın bu yeni ve gezgin safhasına Sufi kelimesinin “f”
harfiyle tanıştığım mevsim diyorum. Baki aşkla, Aziz” (Şafak, 267).
Aziz Zahara’nın bu mektubu, gerçeğin değişimini anlatan bir mektup
olmuştur. Hayatını işine odaklı yaşayan, kariyer peşinde koşan bir adamın, aynı
amaçlar doğrultusunda çıktığı bu yeni serüven onu ruhanî olarak başkalaştırmıştır.
Mekke’ye giren ilk Hristiyan olup çektiği fotoğrafları yüksek meblağlara satmayı
planlayan Aziz, tekkede geçirdiği dört ayın sonunda aslında olmak istediği yerde
olduğunu anlıyor. Dört ay boyunca okuduğu birçok tasavvufî eser onu bu yolda
eğitip aydınlanmasında etkili oluyor. İşte bu geçmişi olduğu gibi aktaran mektup,
roman içerisinde çok önemli bir yere sahip olmuştur.
c. Gerçeği Aktaran Mektup
Gerçeği aktaran mektup, yaşanmış veya yaşanmakta olan bir olayı, genel
olarak objektif bir şekilde anlatan, haber veya bilgi veren mektuptur (Kefeli 2002:
35).
“Sevgili Ella, kızınla aranızın düzelmesine çok sevindim. Ben de bu sabah
erkenden Momostenango’dan ayrıldım. Tuhaf şey, burada sadece birkaç gün
kaldığım hâlde veda etme zamanı geldiğinde bir burukluk hissettim.
Guatemala’daki bu ufacık köyü bir daha dünya gözüyle görebilecek miydim
acaba? Sanmıyorum. … Bende bir nineden senin için bir kilim satın aldım.
Kadıncağıza, Boston’lu bir hanım için hediye aldığımı, seçmeme yardım etmesini
söyledim. Bir süre düşündükten sonra evindeki koca yığından bir parça çekti
çıkardı. Yemin ederim, orada her renkten ve desenden elliden fazla kilim
depolanmıştı ama yaşlı kadın senin için seçtiği kilimde yalnız üç renk vardı: sarı,
turuncu ve mor. Garip bir tesadüf değil mi, tabii kâinatta “tesadüf” diye bir şey
118
varsa… Bizim sanal âlemde karşılaşmamızın da bir tesadüf olmayabileceğini hiç
düşündün mü? Sevgilerimle, Aziz” (Şafak, 156).
Aziz Zahara’nın gerçeği olduğu gibi aktaran bu mektubu, Guatemala’da
yaşadığı bir günü objektif bir biçimde aktarmasıyla oluşmaktadır. Yaşadığı bir
tesadüfü anlatmakta ve bunun üzerine Ella’nın da düşünmesini istemektedir.
4. Yazarın Konumu Açısından Mektup Anlatım Tekniği
Mektup anlatım tekniği yazara, eser ve okur karşısında çeşitli şekillerde
“konuşma” imkânı verir. Yazar isterse kendini tamamen gizler. Bunlardan ilki
başka sebeplerle de kullanılan takma ad kullanma yöntemidir. Çoğu zaman ise
kendini mektubun “müstensih”i, “okur”u “tanıtıcısı” veya mektubu “bulan” kişi
gibi göstererek bir çeşit maske kullanılır (Çakır 2005: 348).
Mektup anlatım tekniğinin “yazar” açısından bir diğer özelliği hikâye veya
roman yazarını anlatıcı konumundan çıkarmasıdır. O sebeple metinde kahramanlar
konuşur veya yazar, kahramanları konuşturur, kendisi ise suskun görünür. İsterse
mektup aralarına girerek sesini duyurur. Bu durumda yazarın görevi sadece bir
kompozitör olur. Artık mektuplar onun elinde bir “mektup oyunu”na dönüşür.
Yazar mektupları okura istediği şekilde taktim etme hakkına sahiptir (Kefeli 2002:
35).
Elif Şafak’ın Aşk romanında ise mektup tekniği tamamen mektuplara
teslim olmamış, kurguyu zenginleştirmesi için aralara serpiştirilmiş, hikâyenin
içinde hikâye katma vasfı yüklenmiştir. Yazar romanda mektupların kendisine ait
olduğunu kurgu içinde sezdirir. Ancak mektupların altında kahramanlara ait
imzalar vardır. Bu da yazarın sanki mektuplarda hiçbir yönlendirmesi yokmuş
imajı yaratmasını kolaylaştırmıştır.
5. Yazarın Cinsiyeti Açısından Mektup Roman
Yazarın cinsiyeti ile mektup anlatım tekniği arasında önemli bir ilişki
olduğunu söyleyebiliriz; çünkü mektup anlatım tekniği, kadın yazara “erkek”,
erkek yazara da “kadın” ağzından yazma olanağı sunar. Dolayısıyla mektuplar
kahramanların şahsında yazara cinsiyet değiştirme imkânı verir. Yazar bu surette
kadın veya erkek ağzından söylemek istediklerini kaleme alma imkânı bulur (Çakır
2005: 354). Romanda yazarın, hem kadın hem de erkek perspektifinden bakmak
suretiyle mektuplardaki şahsiyetleri konuşturduğu görülmektedir.
119
Kaynakça
ÇAKIR Ömer, Türk Edebiyatında Mektup, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü,(Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2005.
KEFELİ Emel, Anlatım Tekniği Olarak Mektup, Kitapevi Yayınları, İstanbul 2002.
ŞAFAK Elif, Aşk, Doğan Kitap Yayınları, İstanbul 2009.
120
TÜRK EDEBİYATINDA MÜNACAT VE ŞEFİK AŞIKOĞLU’NUN
MÜNACATI
Emine ÇELEBİ*
Giriş
Münacatın sözlük anlamı fısıldamak, Allah’a yakarmaktır. Edebiyattaki
anlamı ise, Allah'a dua etme, yalvarma, yakarma, istekte bulunma konularını
içeren ve genellikte vezinli olan şiir türünün genel adıdır. İslamî edebiyatta nazım
ve nesir örnekleri bulunmaktadır. Nesir olan münacatlara, genel olarak
“tazarruname” adı verilmiştir.
Türk Edebiyatında münacat, gazel, kaside, mesnevi, terci-i bent ve terkib-i
bent nazım şekilleriyle yazılmıştır. Bunun yanında modern Türk şiirinde belli bir
nazım şekline dâhil edemeyeceğimiz serbest örnekleri de bulunmaktadır. Münacat,
İslamiyet’in etkisiyle ilk olarak Arap edebiyatında ortaya çıkmıştır. 10.-11.
yüzyıllarda İran edebiyatında 12. yüzyıldan itibaren Türk şiirinde yerini almıştır.
Aruz vezninin kısa kalıpları kullanılması münacatların bestelenmesini
kolaylaştırmıştır. Ayrıca bu durum şiirde ahengi sağlamıştır. Tekke şairlerinin
dörtlükler halinde yazdıkları ilahiler çoğunlukla aruz vezniyle oluşturulmuştur.
Heceyle yazılanlarda daha çok 8’li ölçüye rağbet edilmiştir. Klasik edebiyattan
tekke edebiyatına; Tanzimat’tan Cumhuriyet edebiyatına kadar her devirde
münacat yazıla gelmiştir. Münacatların muhteva özelliği ile ilgili olarak da şunları
söyleyebiliriz: Münacatın kaynağı; Kur’an-ı Kerim’deki “Sizin duanız olmasa
rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” ayetidir (Furkan Suresi, 77). Kulun rabbi
karşısındaki acizliği, fakirliği ve nimetlere ve ihsanlara karşı nankör oluşu anlatılan
münacatlarda hesap günü, ahiret kaygısı ve ölüm endişesi sıkça işlenen konular
arasındadır.
* Şefik Aşıkoğlu’nun Hayatı ve Eserleri
1 Nisan 1949’da Ilgaz’da doğan Aşıkoğlu Sofuamedgil sülalesinden Salih
Çavuş’un oğlu Ali’nin ilk evladı olup bir kız iki erkek kardeşi vardır. Kendisinden
sonra dünyaya gelen iki kardeşi vefat etmiş, çok sevdiği ve elinde büyüdüğü
anneannesi Çırak Ayşe ve dedesi Deli Şavkı’nın terbiyelerinde büyümüştür.
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 3. Sınıf Öğrencisi.
121
İlkokulu köyde okuyup daha sonra İstanbul’a babasının yanına okumaya
gitmiş ve bir müddet cami altındaki derme çatma yurtta cami hocasından dersler
almış, ardından İstanbul İmam-Hatip Okulu’na devam etmiştir.
Lise sonrası girdiği üniversite sınavı ile Erzurum Yüksek İslam
Enstitüsü’nde öğrenimine devam etmiştir. Aşıkoğlu asıl kimliğinden uzaklaşan,
millet ve ümmet olma ruhunu kaybeden Müslüman Türk milletine kaybettiği
kimliği kazandırmayı amaçlamıştır.
1974’te mezun olan Aşıkoğlu, Ankara Müftü Muavinliği göreviyle
memuriyet hayatına başlayıp evlenmiş, ardından askere gitmiştir. Askerlik dönüşü
Milli Eğitim Bakanlığı’na geçip 1976’da Adıyaman Kız Meslek Lisesi ve İmamHatip Lisesi’nde öğretmenlik yapmıştır. 1979’da kendi isteği ile Çankırı’ya gelmiş,
Çankırı Lisesi’nde bir yıl görev yapmıştır.1980’de Kurşunlu İmam-Hatip Lisesi
Müdürlüğü’ne atanmış ve İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne de vekâlet etmiştir.
Milli Eğitim Müdürü olmuştur, ama hepsinden öte bildiğini bildirmekten
mutluluk duyan şair bir öğretmendi. Kurşunlu’da 1982’de dile getirdiği bazı sözler
sebebiyle 1983’te, Edirne-Uzun Köprü’ye tayin edilmiştir. Aklandıktan sonra
1986’da Ilgaz Fatih Sultan Mehmet İlköğretim Okulu Müdürlüğü’ne atanmıştır. Bu
dönemde kendisi Ilgaz’da, ailesi de büyük oğlu Çankırı Anadolu Lisesi’ni
kazandığından merkezde kalmıştır. 1987’de Çankırı İmam-Hatip Lisesi’ne geçen
Aşıkoğlu, 26.12.1997’de vefat etmiştir. Ömrünü Hakk’ı tanımaya ve tanıtmaya
harcamış olan Aşıkoğlu’nun eserleri; Şiirler, mektuplar, makaleler ve hikâyeler
olarak dört bölüme ayrılmış, böylelikle Diriliş Gülü adlı eseri ortaya çıkmıştır.
Aşıkoğlu’nun şiirlerinden biri olan Münacat’ı çeşitli yönlerden
değerlendirmek üzere, günümüz şiiri esas alınarak yazılan münacatlarla arasındaki
farklılıklar ve benzerlikler ortaya koyulacaktır:
* İnceleme
Kırk altı beyitten oluşan münacat on altılı hece ölçüsüyle kıt’a nazım şekli
kullanılarak kıt’a-yı kebire tarzında oluşturulmuştur. Allah’ın doksan dokuz ismi
zikredilerek yazılmıştır. Allah’ın rahman, rahimve âlim isimleri 4 kez
kullanılmıştır: “Allah’ım rahman, rahimsin, vücud, kıdem, beka sensin, Sensin
hâkim, kadim, mukim, âlim, halim, azim sensin”. Halık ismi 3 kez geçmiş olup
örnek olarak, “Her mahlûkun halıkısın, her bir mazlumun melcei, Her üzgünün
yardımcısı, bir tek sığınağım sensin” beytinde bulunmaktadır. Yine münacatta
cemal ismi 3 kez geçmiştir: “İzzet, cemal, mülk ve celal, kudret, kemal, deyyan,
burhan, Emin, eman, hannan, mennan derdime dermanım sensin”. Bunların
yanında ya hasib, ya hayy, ya kayyum, ya burhan, ya mukim, ya hak ve ya celal
isimleri 2 şer kez kullanılmıştır.
122
Aşıkoğlu münacatında günahkârlığından dolayı pişmanlık içerisinde dua
etmiştir. Bu dünyada yegâne gerçeğin Allah olduğunu söylemiş, yakarışlarına
Esma’ı Hüsna’yı aracı kılmıştır. Dizelerde genel tema Allah’a yakarış ve onun
azameti karşısında acziyetin farkına vararak af dileyiştir. Şefik Aşıkoğlu’nun
münacatında bu benzerlikler bulunmasına karşın şiirdeki iktibas ve telmihler
diğerlerine nazaran daha yoğundur. Örnek olarak “Belalardan sen korursun, sır ve
hafi malumundur, Hayran nasirin sensin, hâkim ve razığım sensin” mısralarında
hayran nasirinle cevşenden iktibas yapılmıştır:
Sensin ekremel ekremin, erhamer rahimin,
Ni’mel vekil, ni’men nasir, benim güzel mevlam sensin.
(Bkz. Al’i İmran suresi 3/173)
Kimsesizin yardımcısı, tevbeleri kabul eden,
Ya zel celali vel ikram inayette daim sensin.
Evet, mülkün malikisin, evet zül kuvvtil metin,
Hiç kimseye muhtaç değil, hak zatınla kaim sensin.
Sevban'dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Muhammed, namazı
bitirince 3 defa "estağfirullah" der ve şöyle söylerdi: “Allahumme entesselamu ve
minkesselam, tebarekte ya zel celali vel ikram”. Bu hadisten de iktibas yapılmış,
anlam genişletilmiştir. Ayrıca ikinci mısraların sonundaki sensin kelimesiyle ahenk
yakalanmıştır.
MÜNACAT
Allah’ım rahman, rahimsin, vücud, kıdem, beka sensin,
Sensin hâkim, kadim, mukim, âlim, halim, azim sensin.
Seyyitlerin seyyidisin, duacılar sığınağı,
İyilikler padişahı, efendim, sultanım sensin.
Belalardan sen korursun, sır ve hafi malumundur,
Hayran nasirin sensin, hâkim ve razığım sensin.
İzzet, cemal, mülk ve celal, kudret, kemal, deyyan, burhan,
Emin, eman, hannan, mennan derdime dermanım sensin.
123
Haşyetinden dağlar taşlar, heybetinden insan ve cin
Sana pervane olmuşlar, dilimde sübhanım sensin.
Yer izninle karar kıldı, gök direksiz mekân kurdu,
Ol dedin mevcudat oldu, yoktan yaratanım sensin.
Hamd ve sena, ahd ve vefa, af ve rıza, ihsan ata,
Hepsi senden senden bize, sultanım, efendim sensin.
İşitirsin her sesi sen, kuşatırsın herkesi sen,
Yapıp eden sensin sen, ayıbımı örtenim sensin.
Her mahlûkun halıkısın, her bir mazlumun melcei,
Her üzgünün yardımcısı, birtek sığınağım sensin.
Gayıpların âlimisin, günahların gaffarısın,
Ayıpların settarısın, suçluyum ümidim sensin.
Gönülleri sen süslersin, sen nurusun mevcudatın,
Seni söyler cism-ü canım, gurbette sahibim sensin.
Celil, cemil, habir, latif, rahmet ve rıdvan sahibi,
Huccet, burhan, hikmet, ihsan, hem velim, vekilim, sensin.
Sen ki herşeyin rabbisin, ilahısın, halıkısın,
Âlimisin, saniisin, benim de melikim sensin.
Evvel sensin, ahir sensin, zahir sensin, batın sensin,
Renk veren cümle mahlûka, gönülde habibim sensin.
Saltanatın ebedidir, kadirsin lutfu ihsana,
Mü’min, müheymin, mükevvin, derdime tabibim sensin.
Herşey rahmetin içinde, rahmet gadabını geçmiş,
Binler günah ve suçuma, benim de kefilim sensin.
Hâkimlerin hâkimisin, adillerin adilisin,
Sadıkların sadıkısın, cihanda enisim sensin.
124
Sensin ekremel ekremin, erhamer rahimin,
Ni’mel vekil, ni’men nasir, benim güzel mevlam sensin.
Sen bereketler indirir, ölüleri diriltirsin,
Hem musavvir, hem mukaddir, rabbim, rabbim, rabbim sensin.
Beyti haramın rabbi sen, şehr-i haramın rabbi sen,
Mescid-i haram rabbi sen ki rabbilâlemin sen.
Kimsesizin yardımcısı, tevbeleri kabul eden,
Ya zel celali vel ikram, inayette daim sensin.
Evet, mülkün malikisin, evet zül kuvvtil metin,
Hiç kimseye muhtaç değil, hak zatınla kaim sensin.
Her kerimden ekrem olan, her kebirden ekber olan,
Her rahimden erham olan, ezel, ebed, kaim sensin.
Senin için var mevcudat, senden korkar tüm mahlûkat,
Yok, olacak cümle zerrat, bilginlerden âlim sensin.
Kâfi sensin, şafi sensin, radi sensin, gadi sensin,
Baki sensin, hadi sensin, kuvvetim kudretim sensin.
Öldüren, dirilten sensin, ağlatıp güldüren sensin,
Sevindiren yetimleri, yalnız hay ve kayyum sensin.
Şakir, zahir, hazır, nazır, fatır, cabir, kadir, nasır,
Habib, garip, hasib, tabib, şifasıza merhem sensin.
Azabından cehennemin var, rahmetinden cennetin,
Narında hak, nurunda hak, mahlûkuna rahim sensin.
Her sevgiliden sevgili, her azizden binler aziz,
Her yakından binler yakın, yegâne sevgilim sensin.
Uzak değil sen yakınsın, cümle mağlup, garip sensin,
Kavlinde hak, va’di sadık, lutfunda hep mukim sensin.
125
Görülmezsin, hem görersin, lemyelidvelemyuledsin,
Eşin benzerin yok rabbim, kalbimde hasibim sensin.
Ariflerin sevgilisi, müridlerinenisisin,
Âşıkların müştakı sen, ruhumda sururum sensin.
Nebiler, sıdıklar rabbi, ebrarlar, ahyarlar rabbi,
Enharlar, eşcarlar rabbi, dünyada huzurum sensin.
Dünya ve ahret sensin, arş ve sema, me’va, naim,
Yalan dünya neme gerek, benim de nasibim sensin.
Hayyu, kayyum, sabur, şekur, gafur, vedud, rauf, kuddus,
Halık, razık, gahhar, cebbar, dareyn de şafim sensin.
Gökyüzünde her ne varsa, musahhar kıldın âdeme,
İmtihan ölüm ve hayat, benimse muradım sensin.
Yeryüzünü kıldın mihad, üstünde dağları evtad,
Kameri nur, şemsi sirac, mahlûka onurum sensin.
Geceyi elbise yaptın, gündüzü maişet vakti,
Narın üstümüzde mirsad, bir tek dayanağım sensin.
Sabır ehli ve tövbekâr, temizlenen şol Muhsinler,
Seversin onları ama, benim de maksudum sensin.
Dilediğin yaratırsın, dilediğin bağışlarsın,
Dilediğini yaparsın, ilahi matlubum sensin.
Sen kendini kendin andın, seni sena ettim sandım,
Yazıp çizip hep aldandım, amma ki penahım sensin.
Sen bilirsin demem o ki: ilahi entemaksudi,
Kays’a meşk ettirmedeyim, ahıma şahidim sensin.
Varım sensin, yoğum sensin, elim sensin, kolum sensin,
Senden gayrı ben neyim ki, bedenimde canım sensin.
126
Muhammedim, Muhammedîm, âlemlere rahmet oldun,
Şefaatine muhtacım, mahşerde senedim sensin.
Şefik tevessül eyledi, senden ümidin kesmedi,
Lütfun gözetliyor hadi, dareynde penahım sensin.
Atma bizi ateşine, kurtar bizi cehennemden,
Şereflendir cemalinle, ilahım Allah’ım sensin.
Kaynakça
AŞIKOĞLU Şefik, Diriliş Gülü, Çankırı 1998.
KURNAZ Cemal, Münacat Antolojisi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayın Matbaacılık,
Ankara 1992.
127
MELA AHMED-İ CIZÎRÎ’NİN DİVAN’INDA TASAVVUF VE İNSANA
GENEL BİR BAKIŞ
Emrah AKSU - Resul ATAŞ*
Giriş
Bu çalışmamızda 16. yüzyılın divan şairlerinden olan Melaye Cizîrî’nin
divanından yola çıkarak onun hayatı, şiiri, edebi kişiliği, tasavvufi mecazlardan
bazılarını ve umumi olarak şiirlerinde insana bakışını ele aldık. Mela, ismi pek
duyulmayan bir divan şairi olmasına rağmen kendi devrinde ve yöresinde oldukça
rağbet görmüş bir isimdir. Klasik edebiyatta medrese eğitiminden geçen şairler gibi
Mela’da aynı eğitimden mahrum kalmamış, devrin önemli Doğu âlimlerinden
icazet alıp, şiirlerini yazmıştır. Türkçeye tercüme edilen Divan’ının oldukça
hacimli ve yoğun olarak tasavvufi bir boyutunun olduğundan söz etmek gerekir.
Bununla beraber tefsir, hadis, fıkıh, kelam, astronomi, felsefe gibi ilimleri
divanındaki şiirlerine oldukça başarılı bir şekilde yansıtmıştır.
* Mela Ahmed-i Cizîrî’nin Hayatı
İslam tarihi boyunca bölgemizde, özellikle dini ilimler alanında pek çok
âlim yetişmiştir. Bu önemli âlimlerden biri de hiç şüphesiz Mela Ahmed-i
Cızîrî’dir (ö. 1050/1640). O, H. 975, M. 1567 yılında Cizre’de dünyaya gelmiştir.
Önce bir din âlimi olan babasından ve ondan sonra da yöredeki âlimlerden Arap
dili ve İslâm dini ile ilgili ilimleri öğrenmiştir. İlim tahsili için Hakkâri, Diyarbakır
ve İmadiye’ye gitmiş, 32 yaşında Diyarbakır’a bağlı Sıtrebas köyünde Mela Taha
adındaki âlimden ilmi icazet almıştır.
Diyarbakır’a bağlı Serba köyünde imamlık ve müderrislik yapmış,
bilahare bir süre Hasankeyf’te ve ondan sonra da ömrünün sonuna kadar memleketi
olan Cizre’de müderrislik yaparak pek çok talebeye icazet vermiştir. H. 1051, M.
1640 yılında 75 yaşında Cizre’de vefat etmiş ve Cizre’deki “Medrese Sor”da
defnedilmiştir. Arapça ve Farsçayı da çok iyi bilen Mela Ahmed el-Botî el-Cızîrî
(ö. 1050/1640), divanında tasavvuf, usul, fıkıh, tefsir, hadis, sarf, nahiv, mantık,
estetik, felsefe, belâgat, matematik, astronomi, kozmoloji, tarih, fizik, metafizik vs.
ilimlere yer vermiştir.1
*
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, 4. Sınıf Öğrencileri.
Nurettin Turgay, “Ahmed El-Botî El-Cızîrî ve Divanında Kur’ân’a Yaklaşımı”, Mukaddime Dergisi,
S. 4, 2011, s. 139.
1
128
* Mela’nın Şiirine Dair Divan’ından Örnekler
Nazmın etrafa saçılmış incilerini görmek dilersen eğer
Gel Mela’nın şi’rinde gör onları, Şiraz’a gitmene ne hacet
G 11/ 12/ s.147
Mela, bu beyitindeki ilk dizede kendi şiirinin kıymetinden söz edip
şiirlerinden incilerin döküldüğünü dile getirmiştir. Şiire merak salan kişilerin,
yönünü İran (Fars) edebiyatına doğru çevirmesine hacet olmadığını, bu şiirlerin
tadını uzak yerlerde değil, kendi öz vatanında şiir yazan Mela’nın divanına
çevirmesini istemiştir. Mela, kendi divanında bulunan şiirleri Şiraz’daki şairlerin
yazdığı şiirlerden üstün görmüştür.
Şiirde pîridir şairlerin Mela, satmakta daim bu paha biçilmez şalı
Gösterme bana, yanımda yavru kuşu gibi kalan Ferrûhi’yi
G 24/ 6/ s.172
Mela, kendisini şairlerin üstadı olarak nitelendirmiş ve İran’ın büyük şairi
Ferrûhi’nin şiirlerini kendi şiirleri yanında yavru kuşu gibi kaldığını belirtmiştir.
Mela’nın gözbebekleri sevgilinin gözlerinde gördü kendi aksini
Nîşanî gibi sevgilinin siyah benlerinde kaldı yanlışlıkla
K 10/ 25/ s.56
Melayê Cızîrî bu beyitte görüldüğü gibi şiirlerinde Mela mahlasının
yanında Ahmet ve Nîşanî mahlasını da kullandığını görmekteyiz.
* Mela Ahmed-i Cızîrî’nin Divan’ında Tasavvufî Bakış
Aklı kıt olur katı ve sert tabiatlı zahidin
Bir iki kadeh sun da yumuşatıver tabiatını
G 68/ 12 /s. 252
Bu beyitte zahidlere bir eleştiri söz konusudur. Zahidlerin katı ve sert bir
tabiata sahip olduklarını söyleyen Mela, onların ancak bir iki kadeh içmekle
yumuşayacaklarını ifade eder. Tasavvuf erbabı her zaman için zahidlere karşı
çıkmışlardır. Onları ham sofu olarak niteleyen mutasavvıflar, zahidleri çıkarcı
olarak görmüşlerdir. Sırf ahirette rahat edebilmek için ibadet ettiklerini belirten
mutasavvıflar kendilerini de rind olarak nitelemişlerdir. Rindler zahidleri âşık
olmamakla suçlarlar. Mela da bu yüzden zahidlere bu sert ve katı tabiatlarını
değiştirmeleri için bir iki kadeh içmelerini tavsiye eder. Tasavvufta şarap, ilâhî aşkı
temsil eder. Şair burada sert tabiatın ancak ilâhî aşk ile yumuşayabileceğini ifade
eder.
129
Ezel seherinde yaktı Allah aşk mumunu
Kendi zatında gösterdi ebedi güzellik nurunu
K 1 /1 / s.1
Cizîrî divanının ilk beytidir. Mela divanına ilk olarak ezel konulu bir
beyitle başlamıştır. Ezel seherinde yani bezm-i elest de Allah Mela’nın aşk ateşini
yakmıştır. İçine dolan bu aşk ile Mela ebediyete kadar Allah’ın güzellik nurunu
içinde taşımıştır. Her mutasavvıfta olduğu gibi Mela da ilk aşk hissiyatının ezelde
kendisine verildiğini belirtir. Mutasavvıflar, bu dünyadaki yaşantılarını da bu aşk
ile şekillendirirler. Ki kıyamet günü kendilerine yapılan sözleşme hatırlatıldığında
“Bundan haberimiz yoktu” diye bir cevap vermekten korkarlar.
Hızırla yol arkadaşı ol, ab-ı hayat istersen eğer
Getir cam-ı Cem’i sun, Dara ile İskender’den söz etme artık
G/ 16/ 8/ s.157
Bu beyitte ebedilik vasfına ulaşmak için Hızır peygamber ile yol arkadaşı
olunması gerektiğinden söz edilmiştir. Doğunun iki büyük hükümdarı olan Dara ile
İskender’e telmihte bulunulmuş ve “Getir cam-ı Cem’i sun, Dara ile İskender’den
söz etme artık” dizesiyle bir sohbet meclisinin kurulduğu gözler önüne serilmiştir.
Bu sohbetlerin vazgeçilmez unsuru olan şarap (cam-ı Cem) ise her zamanki yerini
almıştır. Büyük hükümdar İskender-i Zülkarneyn’in hikâyesine de atıfta
bulunulmuştur. Ölümsüz olmak isteyen İskender, ab-ı hayat suyunu aramaya
kalkışır. O da Hızır gibi ebedi bir ruha sahip olmak ister. Bunun için de Hızır’ı
yanına alarak karanlıklar ülkesi2 içerisinde âb-ı hayat suyunu bulmaya kalkar. Belli
bir müddet sonra Hızır’ı kaybeden bu büyük hükümdar perişan bir şekilde ülkesine
geri döner. Mela’nın bu beyitte dile getirmek istediği İskender’in erişemediği
yalnız Hızır’ın eriştiği ebediliktir. Ebedîlik, tasavvufta ulaşılmaya çalışılan tek
gayedir. Şair, İskender, Hızır, Dara, Cem gibi tarihi kişileri beyitte işleyerek anlamı
zenginleştirmiştir.
Âlemin tüm orduları sana karşı düşman olsa da Mela
Bir kıl bile gam çekmezsin sevgili sana yar ise eğer
K/ 6/ 19/ s.45
2
Zulmet: Karanlık. Çoğulu zulûmâttır. Âb-ı hayatın içinde bulunduğu 3 aylık yolu olan karanlıklar
ülkesinin adıdır. Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya göre Zulumât diyarı; 6 ay gece; 6 ay gündüz olan
Kuzey Kutbu’dur. Hızır, İlyas ve İskender bu diyara gitmişler ve ilk ikisi âb-ı hayatı bulup
içmişlerdir. İskender ise karanlıklar içinde yolunu şaşırmıştır. Divân şiirinde sevgilinin saçı zulumâta,
dudağı da bu zulumât içindeki âb-ı hayata benzetilir (Bkz. İskender Pala, Ansiklopedik Divân Şiiri
Sözlüğü, Kapı Yay., İstanbul 2012, s. 494).
130
Bu beyitte, yaşadığımız dünyada bulunan bütün orduların Mela’ya
düşmanlık göstermesine rağmen, Sevgili’nin yani Allah(cc)’ın yanında bulunması
sebebiyle, kimsenin ona bir kıl kadar gam çektiremeyeceğinden söz edilmiştir.
Tasavvufta âlem denilince akla iki hadis-i kudsî gelir. Bunlardan ilki: “levlâke
levlâk lemma halaktul eflak” ikincisi ise; “küntü kenzen mahfiyen”dir. İlkinin
anlamı şudur: “Ya Muhammed sen olmasaydın sen, felekleri yaratmazdım ben”
yani, Yüce Allah’ın bu âlemi yaratmasındaki esas amaç peygamber efendimiz Hz.
Muhammed(sav)’dir. Kuşkusuz O olmasaydı yaşadığımız bu dünya, evren de
olamazdı. “Bu bakımdan Hz. Muhammed fahr-i âlem(âlemin övüncü)dir3.” İkinci
hadisin anlamı ise şudur: “Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi sevdim, âlemleri
yarattım.” Bütün bu hadislerden de ilham alarak şair, gerçek sevgilinin, gerçek
dostun âlemlerin yaratıcısı olduğunu söyler.
Tasavvufta sevgili, Yüce Yaradan’dır, âlem ise onun bir nakşıdır. “Onun
belli bir nizam içinde devamını sağlar. İnsan âleme bakınca hemen Yaratıcı’yı
hatırlamalıdır. Asıl vatan ahrettir.”4
Söyleyeyim mi nedir, kalb gözüyle gördüğüm aşkın manasını
Saf güzelliğin ruh aynamızda yansıyan parıltısıdır aşk.
K/ 1/10/ s.20
Mela, bu beyitte kalp gözüyle gördüğü aşkın manasını kendince
tanımlamıştır. Aşk; saf güzelliğin yani Allah’ın tecellisinin ruhumuzdaki aksidir.
Saf güzellikten kasıt, Allah’ın cemalidir. Gerçek aşk, Elest bezminde Allah’ın
cemalini görüp onun güzelliğine duyulan aşktır. Mela’dan önce aşkı anlatan pek
çok şair vardır. Fakat Fuzuli, söylemiş olduğu bu beyitiyle “Aşk imiş her ne var
âlemde, ilim bir kıyl u kal imiş ancak” aşkın manasının ne derece önemli olduğunu
vurgulamıştır. Âlemde aşktan başka bir şeyin olmadığını, ilmin aşkın yanında boş
sözlerden ibaret olduğunu belirtmiştir.
Aşka tutulan kişi mecnuna döner, Mela’da tasavvufi bir aşk ile
yanmaktadır. Ne yaptığını bilemez bir durumdadır, onun tek derdi aşkına
ulaşmaktır. Saf güzelliğin peşindedir, onun öyle maddi aşkta gözü yoktur.
Aşk yolunda fani olan sevgilide beka bulur
Fani olan âşık beka bulmadıkça eremez muradına
G/ 75/ 14/ s.265
Tasavvufun en mühim konularından biri ‘bekâ ile fenâ’ kavramlarıdır.
“Tasavvufi anlamda “İnsân-ı Kâmil” olmak “Bekâbillah”a yani sürekli olarak
3
4
Pala, a.g.e., s.17.
Pala, a.g.e., s.17.
131
Allah’ın varlığında bulunma mertebesine ulaşmakla olur. “Bekâbillah”ı
“Fenâfillah” yani insan varlığının Allah varlığında yok olduğu, onun bir olduğu
makamı izler.”5 Mela’da aşk yolunda fâni olanın yani; Allah’a aşk ile koşan kulun,
bütün beşeri arzularından sıyrılıp ilahi vasıflar ile donanmak suretiyle kendisini
Allah’ta bulabileceğinden söz etmiştir.
Yüce Sevgili sevdiği kulun gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olur. Hz.
Peygamber, bunu bir hadisi kudsîde de şöyle belirtmiştir. “Ben kulumu sevince
onun gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.”6 Kul Allah ile o denli bir
meşguliyet içerisine girdiği vakit kendi öz benliğini kaybeder. O benliğin yerine
Allah geçer.
Gönlü çelip titretmede bizi aşk cezbesi
Ondandır gece boyunca zil gibi inleyişimiz
K/ 12/ 6/ s.60
Tasavvuf zorlu bir yoldur. Yükü ağırdır. Bu yükü sırtına alan mürid nasıl
bir yola girdiğinin farkındadır. Bu yolda mürid, pek çok zorluklarla karşılaşır. Bu
zorlukların üstesinden gelebilmesi için ona gerekli tek şey aşktır. Bu aşk, cezbe
halindeyken doruk noktasına ulaşır. Mela’nın zil gibi inleyişi de cezbe halindeyken
ortaya çıkan bir feryad halidir. Kendisi gece boyunca Allah ile meşgul olmuş ve
bunun sonucunda da farkında olmadan inleme sesleriyle kendinden geçmiştir.
Cezbe halinde olan kişi kendinde değildir. Bu yüzden yaptığı şeylerden sorumlu ve
yükümlü değildir. Âşık o an cünûn halinde olup mecnuna dönmüştür. 13. yüzyılın
büyük ve usta şairi Yunus’un şu beyiti cezbeyi çok güzel bir şekilde ifade etmiştir.
‘Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni,
Hak’tan ilham gelmeyince neylesin şeyhim beni !’7
Yunus
Yunus, yalın bir dil ile tasavvufa giren müridin içinde, aşkın bulunması
gerektiğini dile getirmiştir. Şeyhinin de Yunus’tan beklediği budur. Aslına
bakıldığı zaman aşk ile cezbenin aynı kavramlar olduğunu söyleyebiliriz. Aşk
görünmeyen duygu hali iken cezbe görünen, ortaya çıkan yoğun bir duygu halidir.
Melayê Ahmed-i Cızîrî’de bu aşkı, öylesine derin bir şekilde hissetmiştir ki
divanının pek çok gazel ve kasidesinde bu cezbeyi görmek mümkündür.
5
Mine Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat Tarihi- Metinler, Akçağ Yay., Ankara 2012,
s.39.
6
Buhârî, Rikâk 38.
7
Bkz.http://www.islamiforumlar.net/tasavvuf/1503-quotcezbe-i-ask-olmayinca-neylesin-seyhim-benihaktan-ilham-gelmeyince-neylesin-seyhim.html. (21.04.2013 )
132
İstila etti gönlü aşk üstadı yanıp tutuştu o anda baştan aşağı
Tekrarlamak “ene’l-hak” remzini inan şimdi Mansur’dur gönül
G/ 56/ 3/ s.231
Mela, Hallac-ı Mansûr’un aşk üstadı olduğunu ve şu anda gönlünün
Mansûr’un “ene’l-hak” remizleriyle dolduğunu dile getirmiştir. Hallâc-ı Mansûr
sırları ifşa ettiği için öldürülmüştü. Bu sırlar Hak ile kul arasında olan sırlardır.
Hallâc-ı Mansûr cünun halinde bu sırları ifşa etmiş ve cezasını da asılmak suretiyle
çekmiştir.
Ene’l-Hak deyince Hallâc-ı Mansûr’un en sıkı takipçilerinden olan ve 14.
yüzyılın önemli simalarından olan Seyyid Nesimî’ye atıfta bulunmamak olmaz.
Nesimî de Mansûr’un yolundan gitmiş ve o nasıl ki sırlarını ifşa etmişse Nesimî de
bu sırların yükü altında kalamayıp sırları açığa çıkarmıştır. Bunun cezasını da çok
ağır bir şekilde ödeyen Nesimî, derisi yüzülerek öldürülmüştür. Şüphesiz bu olayı
bir tek Mela’nın divanında görmüyoruz bütün bir tasavvuf rüzgârına kapılan
şairlerin divanında görmek mümkündür. Ene’l- Hak bahsini kapatmadan evvel bu
olayı en güzel şekilde işleyen Seyyid Nesimî’nin bir şiirini örnek vermek yerinde
olacaktır.
Hallâc ene’l- Hak söyledi
Haktır sözü Hak söyledi
Nâdân mukayyed anladı
Amma ki, mutlak söyledi8
Nesimî
* Mela Ahmed-i Cızîrî’nin Divan’ında İnsana Bakış
Âlem ağaç, insan onun meyvesi, gelip oturmuş sultan tahtına
Onunla süslenmiş ikbal, onunla bulmuş mutluluğu devlet
K1/133/s.47
Mela insanı tasavvufî bir bakışla ele alır. Yukarıdaki beyitte gördüğümüz
gibi Allah’ın dünyayı ve âlemi yaratmasının tek nedeni olarak insanı
göstermektedir. Dünyayı ve âlemi bir ağaca, insanı da o ağacın meyvesine
benzeterek dile getirmiştir. Ayrıca Mela, kasidenin bu ilk beyitinde insanın Allah
katındaki değerine işaret etmiştir. Çünkü insan yeryüzüne Allah’ın halifesi olarak
gönderilmiştir. Bunu hadislerde de görmek mümkündür.
İnsan, eşref-i mahlûkâttır. Yani yaratılan varlıklar içerisindeki en şerefli ve
en kıymetlisidir. Mela da bu beyitinde bunu vurgulamış ve insanın değerinden söz
8
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yay., İstanbul 2012, s.123.
133
etmiştir. Bu görüş sonradan gelen şairler tarafından değişik şekillerde işlenmiştir.
Şeyh Galib’in:
“Hoşça bak zatına kim züpde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”9
şeklindeki beytinde insanın kadir ve kıymeti dile getirilmiştir. Ayrıca
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nın önemli simalarından biri olan Necip Fazıl
da insanı “cinlerin padişahı, Allah’ın körebesi”10 olarak nitelendirmiş, şiirlerinde
âdemin vasıflarını sıkça kullanmıştır. Görüldüğü gibi insan, mutluluğun onunla
sağlandığı, ikbâlin onunla süslendiği sultan tahtına en layık olan yaratılmıştır.
Çok yüce unsurdandır varlık cevherimiz Mela
Doğrusu, süfli ve aşağı bir unsur değiliz biz
K12/19/s.99
Mela bu beytinde insanın yaratılışında Allah’ın ruhundan bir parça
üflediğini ve varlıklar içinde eşref-i mahlûkat olduğunu, yani yaratılan varlıkların
en şereflisi ve en değerlisi olduğunu dile getirmiştir. Çünkü insanın içinde
Allah’tan bir parça olan ruh bulunmaktadır. Bu da insanın cevherinin yani özü olan
ruhunun asla adi ve kirli bir unsur barındıramayacağını göstermektedir. İnsan, bu
sebeple yüce unsurlarla donatılmıştır.
İnsanın bu güzel yaratılışında apaçık bir Subhanî sır var
Delillerin ve ayetlerin en parlağıdır şüphesiz bu güzel yüz
K19/3/s.143
Mela divanında, insanın Allah’ın katındaki değerini ve âlemler içindeki
yerini açıkladıktan sonra insanın yaratılışındaki Rabbanî sırları açıklamaya çalışır.
İnsanın yaratılışındaki mükemmellikte Allah’ın ayetlerinin delillerinin olduğunu
dile getiren Mela, bu delillerin özellikle en net ve açık olarak nakşedildiği yerin
insanın yüzü olduğunu belirtir. İbret almak ve Allah’ın büyüklüğünü anlamak
isteyenler için çok büyük sırlar barındıran yer güzel bir yüzdür.
Varlıkların her bir nevi, her bir ferdi, her bir kısım ve heyeti
Allah’ın güzel isimlerinden birinin idaresi ve hükmü altındadır
K1/126/s.47
9
Uludağ, a.g.e., s.188.
Bkz. http://www.siirleri.org/siir/6302/Ben.html
10
134
Şair burada, Allah’ın her bir varlık çeşidini, ferdi ve heyeti yaratırken;
yaratılanların, kendisinin güzel isimlerinden birinin idaresi ve hükmü altında
olduğundan söz eder. Bu sebeple insanlar Allah’ın isimlerinden ve sıfatlarından
eserler taşırlar. Allah bilinmek istenmiş ve bu yüzden kendi zatına has olan güzel
isimlerinin birer tecellisi olarak âlemi, hayvanatı ve özellikle de güzel isimlerinin
yansıdığı insanı yaratmıştır. İnsanın yaratılışında Allah’ın sanatkarlığı ve
mükemmelliği en iyi şekilde görülmektedir. Şair de bu durumu beytin ikinci
dizesinde net bir şekilde ifade etmiştir.
Sonuç
Sonuç olarak Melaye Cizirî, şiirlerinde divan edebiyatı geleneğinin
çizgisini yansıtmış, bu yolda sanatını başarılı bir şekilde icra etmiştir. Mela,
divanında insanı Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellîsini üzerinde taşıyan eşref-i
mahlûkât olarak anlatmıştır. Devrinin diğer Türkçe yazan şairleri gibi Divan şiiri
mazmunlarını başarıyla kullanmış ve tasavvufî bir bakış açısıyla şiirlerini
oluşturmuştur. Dünyaya bakışı tasavvufîdir. Âlemleri Yüce yaratıcının tecellîgâhı
olarak görmüş ve bunu dile getirmiştir. Mela’nın divanı 16. yüzyılda kaleme
alınmış önemli bir divandır. Devrinin diğer Türk ve Fars şairleriyle paralel
unsurları kullanmış ve tasavvuf edebiyatının önemli simalarından birisi olmuştur.
Şiirlerinde yaşadığı çevreyi, eğitim gördüğü mekânları ve etkisinde bulunduğu
şairlerin isimlerini sıkça kullanmıştır.
Kaynakça
CIZÎRÎ Melayê, Diwan Metnê Kurdî-Türkçe Çeviri (Haz: Osman Tunç), Nûbihar
Yay., İstanbul 2008.
CIZÎRÎ Molla Ahmed, Divan (Haz: Osman Tunç), Kent Yay., İstanbul 2007.
MENGİ Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi Edebiyat Tarihi- Metinler, Akçağ Yay.,
Ankara 2012.
PALA İskender, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yay., İstanbul 2011.
ULUDAĞ Süleyman, Tasavvuf Terimler Sözlüğü, Kabalcı Yay., İstanbul 2012.
TURGAY Nurettin, “Ahmed El-Botî El-Cızîrî ve Divanında Kur’ân’a Yaklaşımı”,
Mukaddime Dergisi, S.4, 2011.
ÜSTÜNER Kaplan, Divan Şiirinde Tasavvuf, Birleşik Yay., Ankara 2007.
135
Dergi Yayım İlkeleri
1. Türk Dili ve Edebiyatı Bülteni 6 aylık dönemler halinde yılda iki sayı
yayımlanan hakemli bir bültendir.
2. Bültenin yayın konusu Türk dili ve edebiyatı alanı içine giren konularla
sınırlıdır.
3. Bültenin yazım dili Türkçe’dir. Yayın Kurulunun uygun gördüğü
durumlarda İngilizce, Almanca, Rusça ve Türk lehçelerinde hazırlanmış
yazılar da yayımlanır.
4. Bültene gönderilecek yazılarda Türk Dil Kurumu Yazım Kılavuzu’na
uyulması esastır.,
5. Bültende yayımlanması istenen yazılar Times New Roman fontunda, MS
Word formatında, ana metin ve başlıklar 11 punto, dipnotlar 9 punto, sağ
ve sol 4 cm, üst 5 cm, alt 7 cm şeklinde hazırlanarak [email protected]
adresine e-posta yoluyla gönderilmelidir.
6. Bültene gönderilecek yazılar daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış ya
da yayımlanmak üzere gönderilmemiş olmalıdır.
7. Yayımlanmak üzere gönderilen çalışmalar Yayın Kurulunun ön
incelemesine tabidir. Ön incelemede konu, şekil ve içerik açısından uygun
bulunan yazılar değerlendirilmek üzere iki ayrı hakeme gönderilir.
8. Hakem değerlendirmesi sonucunda hakemlerden birinin olumlu,
diğerinin olumsuz görüş bildirmesi durumunda yazı üçüncü bir hakeme
gönderilir. Yazının yayımlanabilmesi için en az iki hakemin olumlu görüş
bildirmesi gerekir.
9. Yayın Kurulu hakem değerlendirmeleri doğrultusunda yazıların aynen
yayımlanmasına, yazarından düzeltme talep edilmesine ya da
yayımlanmamasına karar verir ve bu karar yazarlara bildirilir.
Yayımlanmasına karar verilen yazılara hangi sayıda yer verileceğine de
Yayın Kurulu karar verir. Gönderilen yazılar yayımlansın ya da
yayımlanmasın iade edilmez.
10. Yayımlanmak üzere gönderilen çeviriler orijinal metni ile birlikte
gönderilir.
11. Yayımlanmasına karar verilen yazıların tüm hakları ÇKÜ Türk Dili ve
Edebiyatı Bölümüne aittir.
136
12. Bültende yazıların yayımlanmış olması, yazara ait görüşlerin ÇKÜ Türk
Dili ve Edebiyatı Bölümü tarafından paylaşıldığı anlamına gelmez.
Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
13. Bültende yayımlanan yazılardan ancak kaynak gösterilmek suretiyle
alıntı yapılabilir.
14. Yayıma kabul edilen yazılara telif ücreti ödenmez.
137

Benzer belgeler