safeviler döneminde tarikat-şeriat mücadelesi

Transkript

safeviler döneminde tarikat-şeriat mücadelesi
JOURNAL OF QAFQAZ UNIVERSITY- HISTORY, LAW AND POLITICAL SCIENCES
2014. Volume 2, Number 1
Pages 33-39
UOT: 94(479.24)
SAFEVİ DEVLETİ’NİN KURULUŞU MESELESİ II: SAFEVİLER
DÖNEMİNDE TARİKAT-ŞERİAT MÜCADELESİ
Yılmaz KARADENİZ
Amasya Üniversitesi
Amasya / TÜRKİYE
[email protected]
ÖZET
Safevi Devleti’nin kuruluşu, Şeyh Safiyüddin Erdebili’nin müessisi olduğu Erdebil tarikatı ile bağlantılı olması,
başlangıçta tasavvufi bir hareketin daha sonra siyasallaşması ve nihayetinde iktidarı ele geçirmesi sebebiyle İran
tarihinde önemli bir hadise olmuştur. İran ve Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı bir dönemde etkili olmaya
başlayan Erdebil tarikatı ve diğer tasavvufi hareketler, İslâm şeriatını savunan fakihlerin tepkileriyle karşılaşmışlardır. Başlangıçta Sünni bir hareket olarak ortaya çıkan Erdebil tarikatı, Moğolların ve Timur’un himayesiyle Şii
bir çehreye bürünerek yayılmış, bulunduğu coğrafyanın mezhebi zemini üzerinde meşruiyetini kabul ettirerek siyasi iktidarı ele geçirmiştir. Şah I. İsmail öncesinde halkın İslâm’ı olarak benimsetilen tarikat kuralları, müritlerin
de yardımıyla İran ve Anadolu’da yayıldıktan sonra kurulan devletin temelini oluşturmuşlardır. Şah I. Tahmasb
döneminde tarikatın prensipleri şeriata tebdil edilmek suretiyle sofilerin nüfuzu kırılmaya çalışılmıştır. Şah’ın Safevilerin iktidara geçişlerinde önemli bir rolü olan tarikatı ikinci sıraya çekmeye çalışması ve fakihlerin buna destek
vermesi, tarikat ve şeriat ehli arasında mücadelelere sebep olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Safevi, Tarikat, Fukaha, Sofi, Mürit.
SƏFƏVİLƏR DÖVLƏTİNİN QURULUŞ PROBLEMİ II: SƏFƏVİLƏR
DÖVRÜNDƏ TƏRİQƏT-ŞƏRİƏT MÜBARİZƏSİ
XÜLASƏ
Səfəvilər dövlətinin qurulması, Şeyx Səfiəddin Ərdəbilinin qurucusu olduğu Ərdəbil təriqəti ilə əlaqəli olması,
əvvəlcə təsəvvüf xarekterli bu hərəkatın sonradan siyasi bir mahiyyətə bürünərək hakimiyyəti ələ keçirməsi səbəbi
ilə İran tarixində əhəmiyyətli bir hadisə olmuşdur. İran və Anadolunun monqol istilasına məruz qaldığı bir dönəmdə
təsirini artırmağa başlayan Ərdəbil təriqəti və digər təsəvvüf cərəyanları, islam şəriətini müdafiə edən fəqihlərin
etirazlarıyla qarşılaşmışdır. İlkin olaraq sünni bir cərəyan olaraq ortaya çıxan Ərdəbil təriqəti, monqolların və Teymurləngin himayədarlığı ilə şiəliyə təmayül edərək yayılmışdır. Eyni zamanda mövcud coğrafiyanın məzhəb zəminində leqallığını qəbul etdirərək siyasi hakimiyyəti də ələ keçirmişdir. Şah İsmayıl Səfəvidən əvvəl mövcud olan
təriqət qaydaları, müridlərinin də dəstəyi ilə İran və Anadoluya yayıldıqdan sonra bu dövlətin bünövrəsini təşkil
etmişdir. Şah I Təhmasib dövründə təriqətin prinsipləri şəriətlə təbdil edilərək sufilərin nüfuzunun azaldılmasına
cəhd edilmişdir. Səfəvilərin hakimiyyətə gəlmələrində əhəmiyyətli bir yeri olan təriqətin şah tərəfindən arxa plana
çəkilməyə çalışılması və fəqihlərin də buna dəstək olmaları təriqət ilə şəriət mənsubları arasında mübarizəyə səbəb
olmuşdur.
Açar kəlimələr: Səfəvi, Təriqət, Füqəha, Sufi, Mürid.
THE ISSUE OF ESTABLISMENT OF SAFAVID EMPIRE II: THE CONFLICT
BETWEEN THE SECT AND SHARI'A AT THE AGE OF SAFAVIDS
ABSTRACT
Establishment of Safavid Empire is linked to the Ardabili Sect. The Sect was Sufist at first but later, it politicized
and seized the power. Ardabili Sect and other sufist sects which began to have important position when Mongols
invaded Iran and Anatolia were criticized by people who took side in the Shari'a and Fiqh. Ardabili Sect, which
flourished as Sunni Movement at first, converted to Shi'i Movement as expanding and seized power in Iran because
of Mongols and Timur. The Rules of the Sect, which were taught as islamic rules before Shah Isma il I, spread of
Iran and Anatolia with the help of followers and consisted of Foundation of the State. At the age of Shah Tahmasp I,
the Sect tried to make the rules of Sufist unimportant. The Shah wanted the Sect to have important role with the
support of Shi'i Faqih and this aim made a conflict between Sect and People who who took side in the Shari'a.
Key Words: Safavid, Sect, Faqihs, Sufi, Follower.
33
Yılmaz Karadeniz
ritleri olup Şii ulemanın da işin içerisine girmesiyle merkezi hükümette ve taşrada tarikat ehli ile şeriat ehli olan ulema arasında
çekişmeler olmuştur. Ehl-i tarikatın yüzeysel inanışlarına karşı ulemanın şeriat düşünceleri mücadele etmiştir. Bu çalışmamızda
tasavvuf ehli ile ona karşı muhalefet eden şeriat ehlinin mücadelesi üzerinde durulacaktır.
Giriş
İran, tarihin birçok döneminde farklı tarikatların, fırkaların, mezheplerin ve dinlerin görüldüğü bir coğrafya olmuştur. Bu yüzden
sürekli dikkatleri üzerinde toplamıştır. 1251’
den itibaren İran’ın Moğol istilasına uğraması, istilanın halka getirmiş olduğu ekonomik ve sosyal sıkıntılar, bir çıkış yolu olarak
görülen sofi tarikatların ve tasavvufi hareketlerin çoğalmasını sağlamış, çaresizlik içerisinde buralara teveccüh eden halk, kurtuluşu tarikatlarda aramaya başlamıştır. Moğol ve arkasından bölgeyi istila eden Timur’
un tarikat ve tasavvuf erbabına dokunmamaları, tarikat liderlerinin halka işgalcilere
karşı gelmemeyi telkin etmelerini sağlamış,
kaderine razı ettirilen halk, işgalcilerin işini
kolaylaştırmıştır. Bu sofi tarikatlarından ve
aynı zamanda Safevi Devleti’ni kuran Erdebil tarikatı gerek Moğollardan ve gerekse
Timur’dan himaye görmüştür (Kureyşi, 1385:
50).
Ehl-i Tarikat ile Ehl-i Şeriat
Arasındaki Çekişmeler ve Sebepleri
İslâm dünyasında tasavvufun ortaya çıkışı,
Hz. Peygamber (s.a.v)’den sonra meydana
gelen acıklı ve feci olaylar karşısında (Hz.
Osman (r.a) ve Hz. Ali (r.a)’ın şahadetleri,
Kerbelâ faciası ve Hz. Hüseyin’in şahadeti)
Müslümanların dünyadan nefret etmeleriyle birlikte başlamıştır. İnzivaya çekilen bir
kısım Müslümanlar, idarecilerin adaletsiz ve
zalimane uygulamalarına bu şekilde tepki
göstererek halk nazarında itibar görmüşlerdir (Nasır 1351, 106).
Tasavvufu İran tarihçileri lügat olarak “ ‫ﻟﺒﺎس‬
‫ ( ﭘﺸﻢ ﭘﻮﺷﻴﺪن‬yünlü elbise giymek)” manasında
açıklamış, sofileri de kaba ve kalın yünlü elbise giyen, dünya ile alakasını kesen kişiler
olarak görmüşlerdir. Bazı İslâm düşünürleri ise ilahi kaynaklı bir hikmetin bu düşünce sistemine katılmış olanlar tarafından yeni gelenlere onu aktarma geleneği olarak görmüşlerdir. Tasavvuf, hem zaman içinde sürüp gitme, hem de sonsuz kaynağı ile ilişkisi
nedeniyle ardı arkası kesilmeden devam
eden bir yenilenmedir demişlerdir (Altıntaş
1986:1). Bazı tasavvuf muhakkikleri ise tasavvufu irfan ve ariflerle ifade etmişlerdir. Ancak bu iki kavram farklı manalar taşımaktadır. Tasavvuf, zahidane yaşantının yolu manasında nefsin tezkiyesi ve kemale ermek
olarak tanımlanmıştır. Oysa irfan, fikri bir
mektep ve felsefe manasında olup işlerin hakikatini tanımaktır. Arif ise sofinin üzerinde olan ve hakikatlere tanık olmaya çalışan
demektir (Kureyşi, 1385: 52).
Tasavvufi hareketler hicri birinci yılda genellikle şeriata bağlı olarak kalmış ve züht
hayatı daha ağır yaşanmıştır (Gani 1374, 19).
Berteles, tasavvufun ortaya çıkışını Emevi
idarecilerinin uygulamalarına karşı bir muhalefet olarak görmüştür. Emevi idaresinin
haksız uygulamalarından istifade eden feodal yapılara karşı bir kısım halkın karşı çıkışı
şeklinde açıklamıştır. Bu dönemde sofi ıstılahı olmadığı için zahid ve abid isimlerinin
kullanıldığını kaydetmiştir. Ona göre tasavvufun ortaya çıkmasında iktisadi sebepler
büyük rol oynamıştır (Berteles 1356, 8).
Tasavvuf, hicri üçüncü yüzyıldan sonra eleştirilmeye başlanmış, bu alandaki önemli isimler fukahanın tekfiri ile karşılaşmıştır. Bunlar arasında Bayezıd-ı Bestami, Ebu Bekir
Şibli ve Cüneyd gibi mutasavvıflar önemli
yer tutmuştur. Çünkü bu dönemde bazı mutasavvıflar arasında vahdet-i vücut ve fenafillâh önemli hale gelmiştir (Gani 1374, 58).
Hicri dördüncü ve beşinci asırlarda ise Baba
Tahir ve Ebul Hasan Harkani gibi meşayih-
İran’da Safevi Hanedanlığını tesis eden Kızılbaşlar, Erdebil tarikatının sofileri veya mü34
Safevi devleti’nin kuruluşu meselesi II: Safeviler döneminde tarikat-şeriat mücadelesi
3. İki taraf arasındaki ihtilaf konularından
bir diğerini “şathiyat” oluşturmuştur. Şathiyat, sofilerin kullandıkları bazı sözlerin zahirde şeriat ve dolayısıyla Allah (c.c) ile alay
etmek, batında ise şeriata aykırı olmayan sözler manasında kullanılmıştır. Ulema, bu sözlerin halk tarafından hangi manada kullanıldığının sarih olarak anlaşılamayacağını ve
tarikat ehlinin bu sözlerle küfre sebep olabileceklerini söylemiştir. Hallac-ı Mansur’un
kullandığı “enel hak” sözü bu kabilden anlaşılmış ve adı geçen sofinin küfre düştüğü zannedilerek öldürülmüştür.1
4. Tarikat ehli sofiler ile fakihler arasındaki
önemli ihtilaflardan bir diğerini de “te‘vilât”
oluşturmuştur. Sofiler akide ve usullerinde
zahiri tefsiri kabul etmeyip batini tefsiri
önemli saymışlardır. Bu yüzden Kur’an tefsirlerinde muhtemel manalar üzerinde durarak anlamı oraya rücû ettirmişlerdir. Şeriat
ehli ise buna karşı çıkarak yapılan tefsirlerde bire bir anlamın verilmesinin gerektiğini
söylemişlerdir.2
5. Sofilerin sarf ettikleri bazı sözlerde dini
sınır ve mefhumları önemsemeyerek şeriatın
mukaddes kelime değerlerine aykırı söz söylemeleri de çatışmaya sebep olmuştur. Mesela İbn-i Arabî’nin “günahı terk etmek günahtır” sözü, fukaha tarafından tepkiyle karşılanmış ve halkın günaha sevk olabileceği söylenmiştir.
6. Tarikat faaliyetlerinin artmasıyla birlikte halk arasında tefrikanın da artması önemli
bir mesele olmuştur. Halk, cami ve mescitlerden çok tarikat ehli ile hemhal olmaya başlamış ve buralara yönelmiştir. Bu mesele merkezi idarecileri de rahatsız etmiş, halk, merkezi idarenin değil, tarikat liderlerinin ve
müritlerinin söylediklerine tabi olmuştur. Fukaha bu durumdan rahatsız olarak gerçek
şeriatın telkin edilmediğine inandığı bu yerlerin kısıtlanmasını istemiştir.
7. Sofilerin zahirde din ile ilgili söyledikleri
sözlerin ve öğretilerin temiz kalpli halkı şüpheye ve günaha sevk etme ihtimalinin olması,
iki taraf arasındaki ihtilafın önemli sebeplerinden olmuştur.
ler, tekfir edilmişlerdir. Ancak gerçek ve şeriatı savunan mutasavvıflar daha sonra hükümdarlar tarafından himaye edilmeye başlanmışlardır (Ravendi 1333, 99). Hicri altıncı asırda ehl-i şeriat ile ehl-i tarikat arasındaki çekişme devam etmiş, İbn-i Cevzi’nin “Telbisü’l-iblis” isimli eserde tasavvuf aleyhinde
ifrata kaçan görüşleri, bu asrın sonunda iki
taraf arasında görülen yumuşama ile izale
edilmeye başlanmıştır. Bundan sonra sofiler
de mutedil davranmaya başlamıştır. Yedinci ve sekizinci asırlarda ve özellikle İlhanlılar
döneminde idarecilerin tasavvufu desteklemeleri sonucu İran’da yayılmaya başlamıştır. Bununla birlikte İran’ın güçlü bir düşman
tarafından istila edilmiş olması sonucu halkın içerisine düştüğü çaresizlik tasavvufun
yayılmasına sebep olmuştur. Timur’un bölgeyi istilası sırasında İslâm şeriatından çok,
halkın İslâm’ı olarak yayılan tasavvufu desteklemesi mutasavvıflara rahatlık getirmiştir. İslâm hukukunun yani şeriatın uygulanması gerektiğini savunan fakihler,bu durumdan rahatsız olmaya başlamış ve her iki taraf
arasındaki çekişme artmıştır. Tarikat ehli olan
sofiler ile şeriat ehli fakihler arasındaki çekişmenin esası sadece bundan ibaret olmayıp
değişik başka sebepler de vardır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür;
1. Sofiler arasındaki yaratan ile yaratılanın
tek bir kaynaktan geldiğini savunan vahdet-i
vücut (varlık birliği) itikadı fakihlerin tepkisine sebep olmuştur. Vahdet-i vücut felsefesi, Allah (c.c)’tan başka varlık olmadığına,
mevcut olan tek varlığın Allah (c.c) olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah (c.c)’ın
parçaları olduğuna inanmaktır. Bu inanış
tasavvufun amentüsünün ilk şartı olup bu
felsefenin künhüne vakıf olan mutasavvıflar
“Lâ ilâhe illallah” demeyi terk edip “la mevcude illallah” diyerek bu amentüyü ikrar etmişlerdir.
2. Mutasavvıflar dinlerin vahdetini kabul
ederken, şeriat ehli olan fukaha buna karşı
çıkmış, İslâmiyet’in diğer dinlerle hoşgörü
içerisinde bulunamayacağını savunarak sofilerden ayrı düşünmüşlerdir.
35
Yılmaz Karadeniz
8. Sofilerin halk üzerindeki tesiri sebebiyle
ulemanın halka İslâm hakikatlerini anlatmada sıkıntılar olmuş, tarikat ehli adeta arada
bir tampon oluşturmuştur. Tarikatlar genellikle halka göre bir din anlayışını telkin ettikleri için fukahanın dinin ilmi hakikatlerini
anlatmasına rağbet edilmemiştir. Sofilerin şahsi bilgi ve söylemleri bazen halk nazarında
vahyin yerini alacak kadar saptırılmıştır.
Şeyh Cüneyd, saltanata giden yolun durumunu öğrenmek için Erdebil’den çıkıp Karaman,
Suriye, Diyarbakır ve Şirvan taraflarına gitmiştir (Tabatabai 1354, 1). Gittiği yerlerde
müritlerini tahrik ederek küffar saydığı Sünnilere karşı cihat emri vermiş, tarikatı silahlı
mücadeleye yönlendirmiş ve kendisi de Şirvanşahlar ile yapılan mücadelede ölmüştür
(Savory 1374, 15). Yerine geçen oğlu Haydar,
babasının başlattığı silahlı mücadeleyi kaldığı yerden devam ettirmiş, Türkmenlerden
“Kızılbaş” denilen silahlı kuvvetler oluşturmuştur. Bu Kızılbaşlar başlarına taktıkları
kırmızı başlıklardan dolayı halk içerisinde
saygıdeğer sofiler olarak görülmüşlerdir (Şeybani 1346, 83). Mürşid-i Kâmil olarak halka
tanıtılan Kızılbaşlar, Safevi gücünü göstermek için şeyhlerinin bir işareti ile düşman
bildikleri insanları öldürmekten çekinmemişlerdir (Mansuri 1354, 3). Çünkü Kızılbaşlar,
tarikat şeyhlerini yeryüzünde Allah (c.c)’ın
gölgesi olarak görmüşlerdir (Savory 1374, 32).
Ancak Şah I. İsmail’in Çaldıran Savaşı’nda
yenilmesi bu düşünceyi biraz zayıflatmıştır
(Nacibahş 1372, 525). I. Tahmasb zamanında ahkâm-ı fukahaya önem verilerek Kızılbaşların sofi olarak telakki edilmemesi istenmiş, tasavvufi anlayışın şer’i anlayışa çevrilmesine çalışılmıştır (Ferahani 1377, 89). Mevlevilerin de İran’dan atılmasıyla sofilerin halk
ve idare üzerindeki gücü azalmıştır. Şah II.
İsmail, Kızılbaşları ortadan kaldırmak için
harekete geçmiş, nüfuzlu sofilerden Hüseyin
Kuli Halife’nin gözlerine mil çektirmiştir (Safa 1373, 202). Şah II. Abbas döneminde tarikatın iktidar üzerindeki nüfuzu iyice azaltılmıştır. II. Abbas, tarikatın kendisinden önce iktidara kastettiklerini fark etmiş, bu yüzden Kızılbaşları kontrol altında tutmuştur.
Ustaclu ve Tekelu boylarının reislerini birer
bahane ile öldürtmüştür. Yeni orduyu Şahsevenlerden oluşturduktan sonra Kızılbaşların tarikata dönüşleri için zorlamış, tarikatlar aleyhinde ortaya çıkan hareketleri desteklemiştir. Gerçek tasavvuf ehlinden olan Molla Receb Ali Tebrizi ve Feyz Kaşani’yi hima-
9. Tarikat sofileri bazı yerlerde hilekâr davranarak şeyhlerini de aldatmışlardır. Onlara
göre kurbiyyet derecesine yükselen insanların üzerindeki bazı zahmetli görevler sakıt
olmuştur. Bu görüşleriyle fukahanın tepkisini çekmişler ve merdud sayılmışlardır (Zerinkoob 1344, 202).
10. Fukaha, sofilerin şeriat ve hakikat üzerine tefrikaya sebep olduklarını ve sadece kendilerini ehl-i hakikat saydıklarının düşünmüştür.
11. Tarikatların zikir ve merasimlerde kullandıkları musiki, raks, vb. hareket ve müzik
aletleri fukaha tarafından reddedilmiştir.
12. Tarikat sofileri aklı mahkûm ederek asaleti ön plana çıkarmış ve her şeyin mihveri
yapmışlardır. Bu yönüyle ulemanın tepkisini çekmişlerdir.
13. Tarikat ehli, asr-ı gaipte dünyaya teşrif
edecek olan mehdi ve imamları evliya olarak
kabul etmişlerdir (Kureyşi, 1385: 54-56).
Yukarıda sıraladığımız rekabet sahalarını siyasi olarak lehine çevirmek isteyen Erdebil
tarikatı, tasavvufu halk arasında yaydıktan
ve bünyesine aldıktan sonra Şiiliğe kaydırarak idareye adım adım yaklaşmıştır. İran’ın
bu dönemde Moğol İlhanlı yönetiminde bulunması ve Erdebil tarikatının buradan himaye görmesi, halk arasındaki teveccühü
arttırmış, şer’i ahkâmın halk nezdinde böyle algılanmasını sağlamış ve fukahanın ikinci sırada kalmasına sebebiyet vermiştir. Timur’un da Erdebil’de bazı arazileri tarikata
vakfetmesi ve maddi destekte bulunması sofilerin halk üzerindeki etkisini iyice arttırmıştır (Savory 1372, 13).
36
Safevi devleti’nin kuruluşu meselesi II: Safeviler döneminde tarikat-şeriat mücadelesi
Mukaddes Erdebili ise “Hadikatü’ş-şia” isimli
eserinde tasavvufu ele almış, vahdet-i vücud
akidesini savunan Muhyiddin-i Arabî, Abdurrezzak Kaşani ve Şeyh Aziz Nesefi gibi
mutasavvıfları “ehl-i zındıka” olarak nitelendirmiştir (Bedevi, 1375: 89).
ye etmiştir. Devletin inhitata ve nihayetinde inkıraza başladığı Şah Süleyman ve Şah
Sultan Hüseyin dönemlerinde sofi tarikatlar
tekrar dirilmeye başlamış, Kızılbaşların merkezi hükümetten ayrı toprak talepleri olmuştur. Her iki şah da meşruiyetlerini tarikattan
kurtarıp fukahaya dayandırmak istemişlerdir. Şah Sultan Hüseyin, sofilerle birlikte ulemanın da etkisini kırmaya çalışmış, Molla Sadık Erdastani’yi kış mevsiminde İsfahan’dan
sürmüştür. Erdastani’nin çocukları yolda soğuktan ölmüştür. Tevhidhane isimli ve sofilerin toplandığı mekânı kapattırmıştır (Şarki, bita-tarihsiz: 256).
Ulemanın tarikat sofilerini eleştirmeleri, Kızılbaş korkusunun da azalmasıyla artmaya
başlamıştır. Şeyh Har Amili, “Amelü’l-amal”
isimli eserinde on iki imam Şia’sını ve sofiliği ret ederek yaklaşık bin tane hadisi de delil olarak göstermiştir (Şirazi, 1339: 179). Yukarıda ismini zikrettiğimiz Şeyh Bahaî, şeriat
ve tarikatı uzlaştırmak için çaba sarf etmiş,
dinin usule muhalif olmadığını ve şahların
tasavvufa düşmanlık beslememelerini istemiştir (Keyani, 1366: 194). Bahaî, İmam-ı Gazali’den sonra şeriat ile tarikatı uzlaştırmaya çalışan ilk kişilerden olmuştur. Dönemin
önemli tefsir, felsefe, Arap ve Fars edebiyatçılarından olan Molla Sadra, sofi görünenlere karşı sert tavır almış, hakiki tasavvufu savunarak vahdet-i vücut düşüncesine karşı
çıkmış ve sofilerin kerametlerini hokkabazlık olarak görmüştür. Ancak hakiki tasavvufu savunması, fukahanın tekfirine sebep olmuş ve Şiraz’ı terk ederek Kum’da bir köyde yaşamaya başlamıştır. Molla Sadra’nın
öğrencisi Molla Muhsin Feyz Kaşani, hocasının kaldığı yerden devam etmiş, tasavvufun içerisinde bilginin de olması için mücadele etmiştir. Hakiki tasavvuf ve tarikatı benimseyen Kaşani, kendi tasavvuf anlayışını
şeriat ölçüsünde Ehl-i Beyt’i izleme şeklinde
açıklamıştır. Avam arasında ortaya çıkan sofileri halkı aldatanlar olarak görmüş, tasavvufa karşı çıkan dönemin müçtehitlerinden
Muhammed Tahir Kumi’ye çok sert sözler
sarf etmişse de ölmeden önce özür dileyerek
helalliğini almıştır (Kureyşi, 1385: 63).
Fıkıh uleması, zayıflamış ve zahiren insanlar
tarafından yaşandığı varsayılan İslam Hukuku’nu ve dini akideleri sofilikten kurtarmak için mücadele etmişlerdir. Ehl-i şeriat
ile ehl-i tarikat mücadelesi sadece bir yönde
olmayıp, tarikat ehlinin fukaha çizgisine getirilmesine çalışılmıştır. Mesela Feyz Kaşani, Molla Sadra ve Şeyh Bahaî gibi isimler tarikatın usullerini iyi bilen kimseler olup tarikat ve şeriat ehlini uzlaştırmaya çalışmışlardır. Onlara göre; “Şeriatsız Derviş ve tarikatsız
şeriatçı nefs-i emaredendir” (İstilami, 1356: 572).
Muhakkik Kerküki ünvanıyla bilinen Şeyh
Nureddin Ali bin Abdulal Kerküki, Irak-ı
Arap’tan İran’a muhaceret etmiş, Şah I. İsmail döneminde yüksek makamlara gelme
fırsatı bulmuş, Şah I. Tahmasb döneminde
siyasi, iktisadi ve dini işleri kendi uhdesine
almıştır. Eyaletlere gönderdiği emirlerde kayıp imamın naibi olduğunu ve emirlerine katiyen riayet edilmesini, Şii mahiyeti olmayan
fetvaların yalan sayılmasını istemiştir (Şibi,
1359: 393). Kerküki, yazdığı “el Meta’ani’lmücrimiyye fi Redd-i Sofiye” isimli eseriyle tasavvufa karşı çıkmıştır (Tehrani, 1343: 138).
Bu karşı çıkış, Kızılbaşların korkusundan dolayı doğrudan tasavvufa karşı olmamış, Safevi nizamına karşı olmuştur (Şibi, 1359: 390).
Kerküki’nin oğlu Şeyh Hasan yazdığı “Umdetü’l-Mekal fi Küfrü’l-ehl-i Dalal” isimli eserinde sofiler aleyhinde sözler sarf etmiştir.
Şeriat fukahası ile tarikat sofileri arasındaki
çekişmenin önemli bir diğer ismi Ebul Kasım’
dır. Şah I. Abbas döneminin filozoflarından
olan Ebul Kasım, Hindistan’da bulunduğu
sırada Hint tasavvufunu öğrenmiş, İran’a dönüşünde tasavvufa meyilli olduğu halde sofiliğin halka telkin ettiği din anlayışına ve gös37
Yılmaz Karadeniz
arasındaki çekişmede ulema sınıfından yana tavır alınmıştır. Tasavvuf ile şeriatı uzlaştırmaya çalışan ve tasavvufa da ılımlı bakan
ulemadan bir kısmı bu hususta idareye yardımcı olmaya çalışmış ve tarikatın gerçek şeriat kurallarına çekilmesi gerektiğini savunmuşlardır. Aksi halde gerçek din kurallarının halk nezdinde yanlış anlaşılacağını ve yozlaşacağını söylemişlerdir. Ancak Safevilerin
zayıflamaya ve yıkılmaya doğru gittiği dönemde filizlenen tarikatlar, Afgan istilasıyla
birlikte ortaya çıkan bunalımlı dönemde tekrar halk üzerinde etkili olmaya başlamışlardır.
teriş peşindeki tembel sofiliğe şiddetle karşı
çıkmıştır (Hadi,1363: 57). Tarikat yerlerinde
miskin bir şekilde oturan sofilerin cemiyete
zarar verdiklerini söylemiştir (Zerikoob, 13
62: 251).
Şah Süleyman ve Şah Sultan Hüseyin dönemlerinin en önemli Şii ulemasından olan Allame Muhammed Bakır Meclisi, ilmi şöhreti
ve siyasi nüfuzu ile idarenin üzerinde etkili
olmuş ve ilmi çalışmalarını “Müruc-u Şeriat”
isimli eserde toplamıştır. Tarikat sofiliğini
İslam’ın temel akidelerine zarar verici olarak
görmüştür (Meclisi,1345:63). Meclisi, İsfahan
şeyhülislam’ı iken tarikatlarda dua ve zikir
edilirken icra olunan dini musikiye karşı çıkmış ve buradaki sofi şeyhlerini sürmüştür.
Meclisi’nin Sünni hadislere itibar etmemesine karşı Şii kaynaklı hadisleri doğru ve sofileri de ehl-i hak olarak görmesi ise eleştirilmiştir. (Kazvini, 1367: 79).
Açıklamalar
1.
Şathiye, derin anlam taşıyan şiirler için kullanılmaktadır. Şath sözü, tasavvufi aşk halini sarhoşluğu ile halkın anlamayacağı ve hoşuna gitmeyeceği sözler söylenmesi demektir. Şathiyeler mutasavvıf şairlerce söylenmiş
ya da yazılmış tasavvufi inançları dile getiren
anlaşılması yorumlanmasına bağlı şiirlerdir.
Özellikle Alevi-Bektaşi ozanlarınca söylenen
Şathiye-i Sofiyane biçimindeki şiirler zamanla daha genel bir nitelik kazandırarak ciddi
bir düşünce ya da duyguyu alaylı, iğneleyici
bir dille işleyen şiirlerin hepsi bu isimle anılır olmuşlardır. Şathiyelerde aykırı inançlar
üstü kapalı ve anlaşılmaz bir biçimde dile getirilmiştir (Yaltırık, 2002; 112).
2.
Tefsir kelimesi ıstılah olarak te’vilden daha
önce kullanılmıştır. İslâm’ın ilk asrında, Kur’an ile ilgili tüm ilimler tefsir diye adlandırılmıştır. Tefsir, müfessirin bir ayet hakkındaki rivayetleri merkeze alan faaliyetini gösterirken; Te’vil ise müfessirin ayet üzerindeki
kişisel çabasını, zekâsını ortaya koyduğu alandır. Çünkü tefsirin anlamı, keşf ve beyandır.
Bu da ancak Allah’ın söz konusu ayet hakkındaki muradını belirlemeye çalışırken, Resulullah (s.a.v)’dan, sahabeden veya tabiinden
yaralanmayı gerektirir. Te’vil ise daha özgür
bir alana hitap etmektedir.
Netice
İran’ın Moğol istilasına uğramasından sonra halkın içerisine düşmüş olduğu iktisadi,
sosyal ve psikolojik çaresizlik, tasavvufu
önemli hale getirmiş, bundan istifade eden
tarikat sofileri kendi fikirlerini halk nezdinde yaymışlardır. İslâm fıkhı ve şeriatından
ziyade halkın İslâm’ı denilebilecek bir dini
anlayışı telkin etmeye çalışan tarikat ehli, İslâm Fıkhı ulemasının tepkisiyle karşılaşmışlar ve bazıları zındıklıkla itham edilmişlerdir.
Mutasavvıflar, yazdıkları tefsirlerde te’vile
başvurarak ayetlerin zahirdeki manalarından
ziyade batini manalarına önem vermişlerdir.
Fakihler buna karşı çıkarak ayetlerin bire bir
manalarının verilmesi gerektiğini, aksi halde halkın zihninde ittikadi yanlışların oluşabileceğini, sofilerin söylediği ene-l hak gibi
sözlerin halkı küfre sevk edebileceğini savunmuşlardır.
Şah I. İsmail ile birlikte devlet bünyesine iyice yerleşen tarikat ve sofilik etkisi, I. Tahmasb döneminde azaltılmaya çalışılmış, bu
şekildeki bir din anlayışının gerçek dini kuralları ikinci sıraya düşürdüğünün farkına
varılmış ve bu yüzden tarikat ehli ile ulema
Tefsir, te’vilden daha geneldir. Tefsir faaliyeti daha ziyade lafızlarda ve bunların müfredatında, te’vil faaliyeti ise daha çok manalarda ve cümlelerde yürütülür. Mesela, Kur’
an’da da geçtiği şekliyle (12, Yusuf-44,100)
38
Safevi devleti’nin kuruluşu meselesi II: Safeviler döneminde tarikat-şeriat mücadelesi
7.
rüya te’vil edilir, tefsir edilmez. Tefsir, ilahi
muradı kesin olarak beyan etmeyi hedeflediği için daha fazla hassasiyet ve itina gerektirir. Aynı zamanda tefsir ile uğraşana derin
ve ağır bir sorumluluk yükler.
8.
9.
Te’vil muhtemel manalardan birini tercih
etmek olduğuna göre, te’vili yapanın tercihi
çeşitli unsurlardan etkilenir. Şüphesiz ki ayeti
te’vil eden kişinin bilgi ve kabiliyeti, ilahi
kelama ve Hz. Peygamberi (s.a.v)’in sünnetine vukufu, Arap dili ve edebiyatına hâkimiyeti, bağlı bulunduğu mezhebi, hatta yaşadığı çevrenin sosyo-ekonomik ve politik
yapısı tercihinde etkili olacaktır.
11. Hayrani Altıntaş. Tasavvuf Tarihi, Ankara 1986,
Ankara Üniversitesi Basımevi
12. Hüseyin Yaltırık. Trakya Bölgesinin Tasavvufî
Halk Müziği, Nefesler. Ankara 2002, Kültür Bakanlığı Yayınları
13. Kamil Mustafa Şibi. Teşy’i ve Tasavvuf, terc: Ali
Rıza Zükaveti Karagözlü, Tehran 1359, Emir-i
Kebir.
14. Kasım Gani. Tarih-i Tasavvuf der İslâm II, Theran
1374, İntışarat-ı Zevvar
15. Mehmet Ünal. Tefsir’e Giriş, Ankara 2012, Grafiker Yayınları
16. Muhammed Bakır Meclisi. Mehdi-yi Mev’ud, terc:
Ali Devani.,Tehran 1345
17. Muhammed bin Ali Ravendi. Rahatü’s-südur ve
Ayetü’s-sürur, tash: Muhammed İkbal, Tehran
1333, Kitabfuruşi-i İlmi
18. Muhammed İstilami. Şeriat ve Tarikat Do Rah Yek
Makasıd. Mecelle-i Danişikde-i Edebiyat ve Ulum-u İnsani Danişgah-ı Firdevsi, Sal: XIII, Şumare:
3, Meşhed 1356
19. Muhammed Masum Şirazi. Tarikü’l-hakayik, tash:
Muhammed Cafer Mahbub, Tehran 1339
20. Muhammed Muhit Tabatabai. Safeviye ez Taht-ı
Post-u Dervişi ta Taht-ı Şehriyari, Mahname-i Vahid, Sal: III, Şumare: 7, Tehran 1354
21. Münfered Ahmed Ferahani. Muhaceret-i Ulemayı Şia ez Cebel-i Amil be İran der Asr-ı Safevi,
Tehran 1377, Emir-i Kebir
22. Nizameddin Mecir Şeybani. Teşkil-i Şahinşahi-yi
Safeviye, Tehran 1346, Danişgah-ı Tehran
23. Roger Savory. M. İran Asr-ı Safevi, terc: Kambiz
Azizi. Tehran 1372, Neşr-i Merkez
24. Seyyid Hasan Kureyşi. Berhured-i Dö Tefekkür
der Asr-ı Safevi. Dersha-yı ez Mekteb-i İslâm, Sal:
46, Şumare: 9, Azer, Tehran 1385, s. 46-59
25. Seyyid Taki Nasır. Edebiyat-ı İran, Tehran 1351,
Vezaret-i Ferheng ve Hüner
26. Yevgeni Edvardieviç Berteles. Tasavvuf ve Edebiyat-ı Tasavvuf, terc: Sirus İzzedi, Tehran 1356,
Emir-i Kebir
27. Zebiyullah Safa.Tarih-i Edebiyat der İran V, Tehran 1373, İntaşarat-ı Firdevsi.
28. Zeyneddin Nejad Keyani. Seyr-i İrfan der İslam,
Tehran 1366
KAYNAKÇA
Abdulhüseyin Zerinkoob. Donbale-i Costçu der
Tasavvuf-u İran, Tehran 1362
2.
Abdurrahman Bedevi. Tarih-i Tasavvuf-u İslam
ez Ağaz ta Payan-ı Sudde-i Geştum Hicri, terc:
Mahmud İftiharzade, Tehran 1375
3.
Abdülhüseyin Zerinkoob. Erzeş-i Miras-ı Safeviye, Tehran 1344
4.
Ağa Buzurg Tehrani. Ez-Zeraba’a ila Tesanif-i Şia,
İsmailiyan XXI, Kum 1343
5.
Ahmed Nacibahş. Tarih-i Safeviye, Şiraz 1372
6.
Ahmet Fethi Polat. Çağdaş İslam Düşüncesinde
Kur’an’a Yaklaşımlar, İstanbul 2011, İz Yayınları
Firuz Mansuri. Pejuheş-i Derbare-i Kızılbaş, Mecelle-i Berresiha-yı Tarihi, Sal: X, Şumare: 4, Mihr
ve Aban, Tehran 1354
10. Hamdullah Şarki. Seyri der Tarih-i Ferheng-i İran,
İsfahan (bita)
Ebu’l-Beka (öl. 1094/1683), te’vil ile tefsir arasındaki farkı göstermek için şöyle bir örnek
sunmuştur. Eğer, ‫ﻳﺨﺮج ﺗﺎﺣﻲ ﻣﻦ اﻟﻤﻴﺖ و ﻳﺨﺮج‬
‫( اﻟﻤﻴﺖ ﻣﻦ اﻟﺤﻲ‬Allah ölüden diriyi, diriden de
ölüyü çıkartır) ayetinden kasıt, Allah’ın yumurtadan kuşu çıkarmasıdır dersek, bu tefsir olur. Fakat bununla kâfirden mümin veya cahilden âlim çıkarmayı murat ediyor dersek, bu da te’vil olur (Ünal, 2012: 125). Bu hususta Nasr Hamid Ebu Zeyd’in İbn-i Arabî
üzerine yaptığı çalışmayı zikretmemiz yerinde olacaktır. Bu çalışmada özellikle Kur’an’
ın çağdaş yorumunu elde edebilmek için te’vil üzerinde yoğunlaşmak suretiyle yeni açılımlar peşine düşülmüştür. Bununla alakalı
olarak İbn-i Arabî’nin te’vil çalışmaları hakkında sitayişle bahsederek, bu çalışma üzerinde yoğunlaşarak tarihten kendine dayanaklar aramaktadır (Polat 2011; 129).
1.
Ebul Hasan Kazvini. Fevaid-i Sofiyye, tash: Meryem Mir Ahmedi, Tehran 1367
Ekber Hadi. Şerh-i Hal-ı Mir Damad ve Ebul Kasım, İsfahan, 1363
39

Benzer belgeler