Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri

Transkript

Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri
Muhterem Okurlar,
12 Haziran 2011 seçimleri yeni oluşumların
yolunu açacak gibi. Birlik ve dirliğimiz için, hısım
akraba toplulukları için hakkımızdan hayırlısını
diliyoruz.
Temenniyle birlikte; perde arkasını okuyamadığımız olayların görünenleri üzerinde ciddi ciddi
düşünmemiz gerektiğine de inanıyoruz Çünkü
demokrasinin temel prensiplerini belirleyenler,
vatandaşlık bilinciyle donanmış bireylerdir. “Temsil kabiliyeti yüksek” olanların seçilmesi de ancak
ve ancak seçme yeterliliği kazanmışlarla mümkündür.
Bu düşüncelerle dergimizin elinizdeki sayısını “Politika ve Edebiyat İlişkisi”ne ayırdık. İstedik
ki “Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri” üzerine
bize düşeni kısmen de olsa anlatmaya çalışalım,
edebiyata politika bulaştırmadan hatırlatmalarda
bulunalım, edebiyat ve politikanın vazgeçilmez
ortaklıklarını işaret edelim.
Dergimizde bulunan denemeleri, makaleleri,
şiirleri, hikâyeleri soruna ve çözüme birer işaret
taşı olarak görebilirsiniz.
49. sayımızda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.
Bizim Külliye
NAZIM PAYAM
Politikacı mı, sanatçı mı?
Meşrutiyetten bu yana politik güce inandırılan halkımız sosyalleşmesinin giriş ve
çıkışlarını politikayla belirliyor. Cumhuriyetin kuruluşundan beri ise partili taraftar
genel başkanına bağlılığını hoca-tilmiz, ağamaraba mertebesinde yürütüyor, dersem pek
de abartmış sayılmam. Politikacı bu durumu
lehine değerlendirip geliştirmekte bir sakınca
görmüyor çoğu zaman. Hatta sosyal uzuvların bütününü taraftarların gücü nispetinde
kontrole çalışıyor. Buna sanat da dâhil.
Politikacı ayrıca; kendi değerleri dışında
değer ve eleştirileri olan sanatçıyı hep bir
eksiğiyle tutuyor aklında. Ona göre, muhalif
sanatçının arızalı hayalinde harmanlanmış
gerçek, gerçeklikten yoksundur. Toplum için-
Sanatçının dünya
görüşünü temsil
eden partinin
iktidarda olması da
bunu değiştirmez,
bilakis kaygı
artırıcıdır. Kendisini,
arzu edilen kıvamı
hissettirmeye, ihmal
edilen hasletleri
hatırlatmaya
çoklarından daha
fazla bu dönemde
yetkin görür.
3
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine, biçimsizliğe
karışmaktan. Sanatçıya, değer kazandıran, biçimdir. Özgün
biçim, sanatçıyı çok daha derinlerden alıp henüz adı
konulmayan yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların,
büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir.
de ayrıcalık isteyen böyleleri, palazlanmadan
ötelenmeli. Hele bir de iktidarda ise sanatçıya
dair olumsuz görüşlerini hiç durmaksızın halka
da dayatıyor.
“Politikacı mı, sanatçı mı?” dayatmasında,
sanatçımızın unutulmaya mahkûm edilmesi
kaçınılmaz. Politikacıdan yanadır tercihi halkımızın. Hırsın, tarafgirliğin ürettiği toplum
münafıklarının yargısız infazına her an tanık
olabilirsiniz. Esermiş, yazarmış, okumaymış;
hak getire. Nazım Hikmet benzeri bir ideolojinin temsilcisi değilse, taraftar kitle için en iyisi
sanatçının, politikadan uzak, bir köşede hülyalarının albenisiyle oyalanması!
Ya Sanatçı? Sanatçının da, kendisini yol
üstü taşı olarak görenlerden hoşnut olduğu
söylenemez. Halkçılığın ucuz aktörü olarak
biliyor politikacıyı. Değerlerin onlar tarafından istismar edildiğine, ilişkilerini çıkarlarla
gürleştirdiğine inanıyor. Yine genelde sanatçının özelde şair ve yazarın bir başka inancı;
politikacının buyrukçu ve sınırlayıcı konumundan oluşan yörüngesinde, taşıdığı yaptırımların insanlık adına da olsa kolay kolay
elden çıkarılamayacağıdır.
Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inde “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,/ Şahsın görünür
rütbe-i aklı eserinde” mısralarıyla işaret ettiği
çarçabuk silinecek kötü politikacı ile lafazan
sanatçının göstergeleridir aslında değinilenler.
Bir zaman dilimine sığdırılamayan hizmetler ne yalnızca sanatçıya mahsustur ne de politikacıya. Ama şans, sanatçı ile politikacıdan
yanadır. Hizmet etme fırsatı en fazla bu farklı
kutuplarda konuşlananlara verilmiştir. Oysa iyi
politikacı ile hakiki sanatçıyı farklı kutuplarda
konuşlandıran birinin ötekinden daha fazla hakseverliği, erdemliliği, millet evladının sorumluluğunu üstlenmesinden çok, mizaçları, üslup ve
öncelikleridir.
Politika toplumsal ve bireysel sorunlara çözüm üretme sanatıdır. Politikacı sanatını yürütürken ülkesinin, vatandaşının hücreleri üzerinde ahenkle çalışır. Vatandaşlarının yaşama
ölçünlerini yükseltir; ahlaklı, eğitimli, sağlıklı,
güvenli yaşamasını sağlar. Bireyleri, kitleleri
huzur notalarının vazgeçilmez tınısına çeker,
geleceği hedefler. Elbette bütün bunları gerçekleştirmek için aktif katılımcılarını çoğaltır.
Nasıl ki bir heykeltıraştan beste; müzisyenden hüsnühat; romancıdan biyolojik bir sonuç
ve şairden Mimar Sinan’ın tasarısını beklemiyorsak politikacıdan da yetisi dışında olanı
bekleyemeyiz. Politikacının dikkatinden kaçan
veya yetisi dışında oluşan boşluğu dolduracaklar varsa bunlar evvelemirde sanatçılardır. Yine
iyi politikacı sanatı da sanatçıyı da en iyi anlayan ve değerlendirenler arasındadır.
Sanatını önemsemeyen, herhangi bir partinin adresini göstermeye, küçük hesaplara, statü
kavgalarına düşen sanatçı, politikacının ötelemesini, halkın dışlamasını belki hak edebilir.
Ama hakiki sanatçı herhangi bir politik uğraşın
öznesi olmaz, olamaz. O, odamızı aydınlatma
yarışına katılmış bütün partilere aynı mesafede
durur. Sanatçının dünya görüşünü temsil eden
partinin iktidarda olması da bunu değiştirmez,
bilakis kaygı artırıcıdır. Kendisini, arzu edilen
4
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
kıvamı hissettirmeye, ihmal edilen hasletleri
hatırlatmaya çoklarından daha fazla bu dönemde yetkin görür.
Sanatçı, olay ve olguları netleştirmede öncü
olabileceği gibi, bir sonraki sezgilerin duyurucusudur da. Sanatçının bir özelliği de, ruh
coğrafyasının gezgini olmasıdır; gezintisi esnasında gördüğünü, hissettiğini ve bireysel tercihini sanatının ilhamıyla fısıldar. Onun bireysel
tercihi zamanla evrensel beğeniye dönüşebilir.
Böylesi bir durumun gerçekleşmesinde bırakın
kendi politikacısını, diğer toplumların nice politikacısından daha etkin ve kapsamlı olacaktır.
Sanatçı, yalnızca iç sesten, çevreden ve estetinden sorumlu tutmaz kendisini; Schiller’in
vurguladığına; gerçeğinin biçimine de yoğunlaşır. Schiller, “İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine
Bir Dizi Mektuplar”ında, “…iç, ne ölçüde yüce
ve geniş olursa olsun, her zaman kafayı sınırlandırarak etkiler ama biçimden ancak gerçek
estetik ve özgürlük beklenebilir.” der.
Korkar sanatçı günübirlik politika güdülerine, biçimsizliğe karışmaktan. Sanatçıya, değer
kazandıran, biçimdir. Özgün biçim, sanatçıyı
çok daha derinlerden alıp henüz adı konulmayan yüceliklere çıkaracak, büyük aksaklıkların,
büyük sırrın düğümlerini çözdürecek güçtedir.
Politikacının sorumluluk alanı ise kendisini
bir başına özgün biçim oluşturmaya bırakmaz.
Göz ardı edemeyeceği toplumsal öngörüler, kurallar vardır. Geniş halk kitlesiyle işler işleyeceğini. O, öze doğru şimdinin yüzüyle hareket
eder. Biçim, vaat edilenin gerçekleşmesinde
saklıdır. Vaat edilenin gerçekleşmesi yolunda
düzenler biçimini. Gerektiğinde alımlı güzelleri
bir gereç olarak kullanıp kitleyi amaca uygun
yönlendirir. Kendisine halk nezdinde güven artıracak düşman devşirmek, devşirdiklerini lokomotifin ocağında enerjiye dönüştürmek de onun
her an değişebilir biçimine dâhildir.
Politikacının bir aracı da baskıdır. Sartre,
“Yazarın Sorumluluğu” denemesinde yazarla
politikacıyı karşılaştırırken, politikacı özgürlüğü amaç edinmiş olsa da onun yönteminde
“zor’dan” başka yolun olmadığını söyler. “Yazarsa tersine, öyle bir ortamdadır ki, orada politikacı gibi, özgürlüğü, insan haklarının gerçekleştirilmesini istemekle birlikte, zor kullanmak
zorunda değildir. Buna yanaşamaz da.”
Her şeye rağmen politikacının yeri belli…
O, “meclis” adamı. Peki, parlamenter sistem
içerisinde sanatçı nerede durmalı?
Mekân, mevki ve sorgulama değişikliğine
binaen meclis eşiğinden içeri girebilen Yakup
Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal, Memduh
Şevket Esendal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Arif
Nihat Asya, Arif Sağ, Erdem Beyazıt, Yılmaz
Karakoyunlu, Mehmet Atilla Maraş gibi sanatçılar milletvekili sınavına girdiler. Başarılı
oldukları söylenemez. Sanatçılarımızın milletvekilliği döneminde ilk yitirdiği iddialarıydı.
Çoklarının hayalleri, hayreti pörsüdü; mecliste
tereddütlerin adamı olmaktan öteye geçemediler. Çünkü politikada yaratılışa sinmiş eda ve
üslup farklı.
Cumhuriyet, insanı ve insanı kuşatan her ne
ise onu eşeleyerek özüyle yüzleşmek isteyen
sanatçıdan çelişmez. Politikacısıyla da. Çeliştiği; politikacısını, ağasını, paşasını, cemaatini, şaşmaz-şaşırmaz bilen tabanla, vatandaşlık
iradesi gelişmemiş, üstünde tepişmeye müsaade
eden tabanla ikizleşendir. Bu, sanatçı da olabilir.
Öyleyse dolaysız soralım: Özelliklerinden
ve önceliklerinden taviz vermeyen sanatçı ile
politikacıdan, bu iki farklı nitelikten, bir koro
nasıl çıkarabiliriz?
Sanırım çözüm Tarık Buğra’nın, edebiyat ve
sanat adamı politika yapmamalı, ama politikacılar sanatçıların ürünlerinden politika üretmeli, temennisinde. Buğra’nın temenniden olacak
ki tarihe her kulak verişimde sanatkârları ile yürüyen büyük devlet adamlarının ayak seslerini
duyuyorum. ■
5
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
REHA ÇAMUROĞLU
ile politika ve edebiyat üzerine
Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor
bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne kadar
zaman olmuştur? Böyle baktığımda edebiyatın ve
özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli
çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika
üzerinde bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa
istikamet alınabilir bir yerde duruyor.
TANER NAMLI
Türkiye’de, Cumhuriyet dönemi politik söylemi, edebiyattan ne kadar yararlanabildi?
Genç Cumhuriyet olağanüstü karmaşık koşullarda kuruldu. Tanzimat’tan beri getirdiğimiz
“yukarıdan aşağıya” modernleşme paradigmasını devralmış, bu nedenle de milletin tüm potansiyellerini ve tevarüs ettiği birikimi harekete
geçirememişti. Edebiyata ilişkin tutum ise belki
de bu felç hâlinin en belirgin ortaya çıktığı alanı
oluşturmaktadır. Türkçenin Arap alfabesine çok
uygun bir dil olmadığı hemen tüm dilbilimcilerce
kabul edilmesine karşın, “Harf Devrimi”nde ve
“Öztürkçeleştirme” de varılan ifrat, Cumhuriyetin hemen hemen tüm kuşaklarını edebiyatımıza
yabancı hâle getirivermiştir. Bunun ne kadar feci
bir durum olduğunu dahi ancak yakın zamanlarda
kavramaya başladık. Dolayısıyla Cumhuriyetimizin politik söylemi maalesef bu büyük potansiyeli
hakkıyla değerlendirememiş ve “yabancı” bir dil
üzerine oturmaya çabalamıştır.
Tarihçi-yazar ve milletvekili Reha Çamuroğlu, 20 Ağustos 1958′de İstanbul’da doğdu. 1986’da Boğaziçi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümünden mezun oldu.
Büyük Larousse ve Ana Britannica ansiklopedilerinde tarih
yazarlığı ve redaktörlük, Kara, Efendisiz, Cem ve Nefes dergilerinin ise yazı işleri müdürlüklerini yaptı. Almanya’da bir
dizi üniversitede konuk olarak ders ve konferanslar verdi.
TYB tarafından “2001 Yılı En İyi Romanı Ödülü”ne layık
görüldü. Aynı yıl “Hacı Bektaş Barış ve Dostluk Ödülü”nü
aldı. 1998’de Açık Radyo’da “Ziggurat” adlı programı hazırlayıp sundu.
Öğrencilik
yıllarında
özellikle
Osmanlı
İmparatorluğu’nda “merkez-periferi ilişkileri”yle, bu ilişkilerin ve özellikle de merkez-periferi arasındaki gerilimin
ekonomik, sosyal, politik yönleri, dayandığı zihinsel yapı
farklılıkları ve bunları yeniden üretişi ilgilendiği başlıca konulardı. Bu ilgi, Çamuroğlu’nu zihniyet tarihi ve özel olarak
da “İslam heterodoksisi” üzerinde yoğunlaşmaya yöneltti.
Yazılarında Erhan Çam, Osman Konur, Melih Tezgör, Ali Kürek, Kemal Demir, Suat Alaca imzalarını da kullanmıştır.
Eserlerinden bazıları; Son Yeniçeri, İsmail, Değişen
Koşullarda Alevilik, Sabah Rüzgarı /Enelhak Demişti Nesimi, Dönüyordu / Bektaşilikte Zaman Kavramı, Yeniçerilerin
Baktaşiliği ve Vaka-i Şerriye, İkiilebir, Kalem Efendisi, Tarih,
Heterodoksi ve Bektaşiler ve Bir Anlık Gecikme’dir.
22 Temmuz 2007 seçiminde İstanbul Milletvekili olarak
Meclise girmiştir.
6
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Osmanlıda siyaset, edebiyata ne derecede
nüfuz etmişti?
Osmanlıda siyaset ile edebiyatın doğrudan canlı
ilişkileri vardır. Birincisi, halk edebiyatında “destan” geleneğinde bunu çok açık şekilleriyle görmek
mümkündür. Bir savaştaki galibiyet ya da mağlubiyet hemen destanlarda görünür. Kıtlık, bu kıtlığa
yönetimin ilgisizliği ve hemen her türlü muhalefeti
bu destanlarda görmek mümkündür. Destanlar genellikle zannedildiği gibi Osmanlı kırlarına mahsus
da değildir. Büyük şehirlerde bu destanlar ya elle
ya da daha sonraları matbaa ile çoğaltılıp satılır,
kısa sürede büyük yaygınlığa ulaşırlardı. Sarayın
“yüksek edebiyata” etkisi daha çok bahşişler, armağanlar, terfiler olarak ortaya çıkardı. Yine de “yüksek edebiyatı” sarayın ve bahşiş kesesindeki altının
sesinden ibaret saymak büyük bir yanılgı olacaktır.
Bu edebiyat, muhalefetini yahut eleştirilerini özellikle geniş sembolik söyleme biçimlerimizin arkasına gizlemiş ve sadece “erbabına” sunmuştur. Dolayısıyla bu edebiyatımıza “şifrelerini” çözmeden
yaklaşmak beyhude bir anlama çabası olur.
musunuz? Edebiyatımız, romanımız; toplumu
yönlendirebilme, dünyaya karşı sosyal bir duruş
sergileyebilme gücünü aşılayabiliyor mu, yaşatabiliyor mu?
Bakın, aslında yeni iletişim dünyasıyla birlikte,
özellikle internet medyasından sonra hiçbir şeyin
eskisi gibi olamayacağını kestirmek zor değil. Ben
belki de burada çok karamsar olanların sınıfındayım. Her şey uçucu artık her şey “twit”. Senelerdir
doğru dürüst bir besteye rastladığımı düşünmüyorum. Her alanda büyük bir durgunluk var gibi geliyor bana. Bir felsefe akımı ortaya çıkmayalı ne
kadar zaman olmuştur? Böyle baktığımda edebiyatın ve özelde Türk edebiyatının yine de çok dirençli
çıktığını düşünüyorum. Bence hâlâ politika üzerinde bir etkisi var ve hâlâ hiç olmazsa istikamet alınabilir bir yerde duruyor.
Bektaşi geleneğinin ve İslam heterodoksisinin
politik tarafları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bu sorunuz çok geniş tartışma ve anlatıları beraberinde getirecek bir sorudur. Çok kısaca söylemek gerekirse Alevi gelenek, siyasi iktidarın “hak
sahibinde” olması gerektiğini ileri sürerken Sünni
gelenek “cemaatin rızasını alanda” olması gerektiğine inanır. Bu temel farklılığın pek çok pratik
sonucu ortaya çıkar tarih içerisinde. Alevi siyaset
anlayışı mesela cemaatin yanılmaz olduğuna inanmaz ve oybirliği hakikat bağlamında bir “garanti”
meydana getirmez Alevi için. Oysa mesela Sünnilikte “ümmet yanlışta ittifak etmez”. Sonuçta heteredoks İslam her durumda daha muhalif ve daha
akışkan bir siyasi tavır içinde olacaktır.
Politikacı, tarihçi ve romancı kimliklerinize
dayanarak sormak istiyorum. Eserleriniz, Alevi
kimliğinin tarihi ve politik arka planını ortaya
koyuyor. Bunları anlatırken tarihsel gerçeklikleri
anlatma düşüncesinin yanında ne tür toplumsal
mesajlar verme amacı güdüyorsunuz?
Her şeyden önce şunu görmemiz gerekiyor;
yetmiş küsur milyon insanı bütün çeşitlilikleriyle kavga dövüş olmaksızın bir arada barış içinde
yaşatmak muazzam bir zor iştir. Hiçbir şey kulak
ve gözlerimizi, zihin ve gönüllerimizi birbirimize
kapatmaktan daha kötü olamaz. Dolayısıyla birbirimizi dinleyebilmeli, birbirimizi okuyabilmeliyiz.
Okutmak yazarın işidir büyük ölçüde. Fikirleriniz
harika olabilir ama kendinizi okutamazsanız çok
da anlamlı bir işlevi olmayabilir. Yani hünerinizi
de göstermek zorundasınız. Alevilerin Sünnilere,
Sünnilerin Alevilere kör ve sağır olmamasına çalışıyorum diyebilirim. Bu her kümeleşme için geçerli değil mi aslında?
Günümüz Türk edebiyatının, özelde Türk romanının politik bir işlevi olduğunu düşünüyor
Güdümlü bir şekilde kaleme alınanlar ve siyasi eğilimlerle yazılanlar, edebiyat ve politika bir-
7
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
likteliğini zedeler mi yahut
zenginleştirir mi?
Biraz önce bahsettiğimiz
“hünerle” yakından ilgili bu
durum. Öyle bir yazar vardır ki güdümlüdür ama o
denli “hünerbaz”dır ki bunu
anlayamazsınız. Yani burada her şeyden önce edebiyatın kalitesi çok önemlidir.
Ama okurun sorumluluğunu unutmamak lazım. Bazen bir okurum geliyor ve
mesela “Yeniçerileri sizin
kitabınızdan
öğrenebilir
miyim?” diye sorabiliyor.
Bu soruya verebileceğim
çok nazik bir cevap maalesef yok. “Son Yeniçeri” çıktığında ben o konuda dünyada ne yazılmış ise hepsini
okumuştum ve yine de “öğrendim” diyemiyordum.
Okur, dünyanın bir “Harry Potter” dünyası olmadığını kavramak durumunda.
Türkiye’de tarih yazımı, politik tutumların etkisinde midir?
Dünyanın her yerinde tarih yazımı politikanın
etki alanı içindedir ve politikanın en dikkat ettiği alanlar arasında gelir. Bu kaçınılmazdır. Bizde
de böyledir. İyi tarihçi önerdiği tarih anlatısına en
çok tarihçiyi ikna eden tarihçidir. Mutlak doğru tarih diye bir şey olmamıştır ve olmayacaktır. Allah
bizlere akıl ve fark etme kabiliyeti vermiştir, bunu
kullanacağız.
Avrupa’daki politika-edebiyat ilişkisi sizce günümüzde nasıl ilerliyor?
Politika dünyanın her yerinde kabalaşıyor, hoyratlaşıyor bunu gelecek için son derece sakıncalı
görüyorum. Sarkozy özel uçağına jakuzi yaptırabi-
liyor. Böyle bir görgüsüzlüğü Fransızların çoğunluğunun ulusal kahraman olarak
kabul ettiği Charles de Gaulle yapsaydı adamcağızı
tefe koyar çalarlardı. Merkel açıkça ırkçı söylemler
içine girebiliyor, Berlusconi
hakkında yorum yapmaya
dahi gerek yok. Böyle bir
politika edebiyata gölge etmez ise daha hayırlı bir iş
yapmış olur. Ama bu politika da böyle gitmez, benim
kuşağım görür mü bilmiyorum, fakat bizden sonrakiler
dünyada ciddi rejim tartışmaları görecekler.
Batılı yazarların oryantalist bakış açısını, hatta
kimi Türk yazarlarının da bu çizgide oryantalist
tutumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Oryantalizm artık eski gücünde değil ve bundan sonra da olamayacak. Ne “doğu” eski doğu
ve ne de Müslümanlar eski Müslüman. Rakibin
elenselerini tanıdılar ve tanıyana kadar da akıllarından bir daha hiç çıkmamasını sağlayacak acı
bedeller ödediler. Kısacası amiyane söyler isek
“yemezler”.
Son olarak romancı Reha Çamuroğlu ile politikacı Reha Çamuroğlu arasında ne tür farklılıklar görüyorsunuz?
Romancı Reha Çamuroğlu’nun sırtında yumurta küfesi yoktu. Söyledikleri sadece kendisini bağlardı. Yani çok ama çok daha özgürdü.
Politika öyle mi ya?
Bütün “Bizim Külliye” dergisi okurlarını kalpten selamlıyor, saygın çabanız önünde saygıyla eğiliyorum.■
8
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
NAZIM HİKMET POLAT
ile edebiyat ve siyaset üzerine
Politika, hayatın her alanında vardır ve
yönlendiricidir. Sonra dönüp edebiyattan etkilenen
politikayı konuşabiliriz. Ama orkestra şefi
politikadır. Politik güçler (dünya ölçeğinde
hâkim güçlerden bahsediyorum) toplum
mühendisliğinde sanatı, bir ikna aracı
olarak kullanmaktadırlar.
KEMAL BATMAZ
Prof. Dr. Nâzım Hikmet POLAT
1955 (Oltu-Erzurum). İlkokulu
Bahçecik köyünde (1968), ortaokulu
Oltu’da (1971), Öğretmen Okulunu Tokat ve Bolu’da okudu (1975).
Yüksek tahsilini Atatürk Üniversitesi.
Edebiyat Fakültesinde yaptı (1979).
Atatürk Ü.(1978), Yüzüncü Yıl
Ü.(1981). Cumhuriyet Ü.(1985),
Niğde Ü. (2001) ve Doğu Akdeniz
Üniversitesinde (2004-2007, Magusa
–KKTC) çalıştı,. 2009’dan beri Gazi
Ü. Öğretim Üyesidir.
Yenileşme Devri Türk Edebiyatı
Anabilim Dalı öğretim Üyesi olarak,
Tanzimat sonrası kültür hayatımızın
süreli yayınlarda saklı bulunduğu
inancıyla, çalışmalarını bu alanda
yoğunlaştırdı. Ayrıca, “Türklük Bilimi Araştırmaları” adlı uluslararası
bilimsel bir dergi çıkarmaktadır. Yayımlanmış on bir eseri bulunmaktadır.
Edebiyat-siyaset ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Bir edebî
eser siyasi meselelerle alâkadar olmalı mı yoksa uzak mı durmalıdır?
Gustave Lanson’dan beri, edebiyat tarihine medeniyet tarihinin
tamamını gösteren bir ayna nazarıyla bakma eğilimi yaygınlaşmıştır.
Bugün, bütün itirazlara rağmen ciddi edebiyat tarihleri az çok aynı
hat üzerinde yürümektedir. Demek ki edebî esere ve edebî faaliyete
yaşanmışlardan ve yaşanabilmesi tasavvur edilebilen her şey konu
olabiliyor.
Esasen edebiyatta konu ve temanın eseri edebî kılmada hiçbir rolü
yoktur, olamaz! Çünkü her konu ve tema herkes için ortadadır. Ediplik onu kurgulayabilmekte ve dilin edebiyata tanıdığı sınırda kullanabilmektedir.
Edebiyat her konu ve tema etrafında olabilecekse “siyaset” neden
bunlardan biri olmasın? Edebiyatın her şeyden bahsetmesi mümkün
ise siyaseti edebiyat için yegâne “örnek alanı” diye düşünmek neyin
nesi? Azade ruh, kanat çırpacağı semayı kendisi bulur. Ayağı daha
önce kendisine öğretilenlerin kazığına bağlı duranlar, hamakatlarıyla
edibe “gölge etmesinler, başka ihsan istemez”!..
Edebiyat “yarin dudağından getirilmiş bir katre alev”le de ilgili
olabilir, bir ihtilâl cemiyetinin faaliyetleri üzerine de.
Küçük mevzulardan büyük eserler doğabilir, büyük mevzular bir
nefeslik yaşama azminden mahrum laf yığınına dönüşebilir.
9
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Güç açısından bir değerlendirme yaparsak toplumu etkileyen sanatçı mı yoksa politikacı mıdır?
Niçin?
Eski devirler için politika geniş halk kitlelerinin
epeyce uzaktan seyrettiği arenadır. Fakat günümüz
toplumlarında geniş halk kitleleri eskisi kadar güçsüz
değildir. Bundan dolayı günümüzde hâkim siyasi güçler yapacakları hamleler için önce halkı hazırlamaya
özen göstermekte ve bunu da bütün kitle iletişim araçlarıyla (hiçbirini ötekine feda etmeden) kullanmaktadırlar. Sözünü ettiğimiz araçlar, bir yığın malzeme
yanında edebiyatı da akla gelebilecek her türlü sanat
dalını da bir manivela olarak kullanmaktadırlar. Sanatın gücü politikanın gücünden az olsaydı, hâkim güçler bunu kullanmak yerine yalnızca doğrudan politik
malzemeye yatırım yaparlardı. Aktif olan öncelikle
politikadır. Politikacının önce hikâyeden etkilenerek
bir siyasi tutum belirlediğini safdil olanlara söyleyebilirsiniz.
Yumurta-tavuk meselesi anlatmıyorum.
Politika, hayatın her alanında vardır ve yönlendiricidir. Sonra dönüp edebiyattan etkilenen politikayı
konuşabiliriz. Ama orkestra şefi politikadır.
Politik güçler (dünya ölçeğinde hâkim güçlerden
bahsediyorum) toplum mühendisliğinde sanatı, bir
ikna aracı olarak kullanmaktadırlar.
Türkiye’de bu böyle midir?
Türkiye atmosferin dışında değil ki!... Hatta gücün tam olarak Batıya geçtiği 19. yüzyılın başından
beri bu operasyon devam etmektedir. Günümüzde
hızlanarak devam eden bir değiştirme ve dönüştürme programı vardır. Bu programın bir parçası, dönüştürülmeye çalışılan toplumların lehinedir. Ama
bu başka bir mesele. Biz yine edebiyatın yerini sorgulamaya devam edelim.
Son on yıldır devam eden ve geniş kitlelere sanatla pompalananları göremeyeceklere sözüm yok!
Sözümüz cılız kalır çünkü.
Son on yıldır Türk kamuoyuna bir “millî suçluluk psikolojisi” zerk ediliyor. Hem de damardan…
Romancınız kalkıp tarihimizle yüzleşmek adına
“kestik, öldürdük, yok ettik, inkâr ettik” sakızını
çiğniyor. Sinemacınız bunu filme çekiyor. Televizyoncunuz habbeden kubbe çıkarmada daha üstat! Bir
yabancı gözüyle şu hâle bakacak olsanız bu memlekette “Türk de var” demek için tereddüde düşersiniz.
Belki de şudur diyeceğiniz: “Barbar Türkler ya yok
etmişler ya yok saymışlar.”
Şimdi soru sırası bende. Sorarım size, bu bir toplum mühendisliği değil midir? Edebiyat bu ilişkide
“yönlendirilen” bir “etkili araç” değil mi? Bunun
zıddını söyleyenler, aslında mevcudu tespit yerine
gönüllerinden geçeni söylemiş olurlar. Diyebilirler ki
politik etki geçici, sanatın (özellikle edebiyatın) etkisi kalcıdır. Fakat her devirde, yönlendirici güç, kendi
işine gelen karşı iddianın yanında hormonlanmış besleme edipler bulabilir.
Edebiyatın kurgu işi olması, hâkim politik güçlerin
işini kolaylaştırıyor. Mademki kurgusal dünya, ben de
böyle kurguladım diyip kestirmeden gitme kurnazlığı kimde yok ki? Peki, bu vicdan işi mi? Vicdandan
değil edebiyattan bahsediyoruz. Politika He-Man’dir.
Bağırıyor: Güç bende!...
Öyleyse politik güç sahipleri, yani uluslararası
hâkim güçler yaparlar istediklerini!..
Sadece seyirci olursanız, üstelik bir de safdil seyirci olursak yaparlar. Ama dünyada sadece toplumlar değil bütün mahlûkat bir rekabet içindedir. Kendi
ahlâki ve vicdani ölçülerinizle ters düşmemek kaydıyla aynı malzemeyi, manivelayı siz de kullanırsınız.
Edebiyat bunun neresinde kalır?
En kötü mevzudan da en iyi edebî eserler çıkarılabilir. Cinayetin kötülüğünü her vicdan söyler.
Ama “cinayet”i bir olay olarak şaheser yapmak da
mümkündür.
Hâkim politik güçlerin değirmenine su taşıyalım demiyorum. Ama mevcut durumu soruyorsunuz, ben de görebildiğimi söylüyorum.
Bu tür toplumsal dönüştürme projelerinde en
çok hangi edebî tür kullanılmaktadır?
Bu zaman zaman değişkenlik gösteren bir durumdur. Bir zamanlar şiir yani manzum sözün kuvvet ve kudreti diğerlerinden fazla idi. II. Meşrutiyet
yıllarında “Devr-i sabık” edebiyatının gözde türü
tiyatrodur. Ama bugünü sorarsanız hiç tereddütsüz
“roman” derim. 2010 Türkiye’sinde 570 roman
yayımlandı. Yani gün başına bir buçuk romandan
fazla!
Niçin roman?
Çünkü roman, tek kelimeyle söylemek gerekirse hayattır. Onda her şey vardır. Şiirde her şey olmaz, çünkü sırıtır. Ayrıca kitle iletişim araçları için
-biraz önce temas ettiğimiz üzere- roman artık endüstriyel bir meta malzemesidir. Çeşitlendirildikçe
reklam gücü ve pazar payı çoğalan bir meta!■
10
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Hayat, siyaset ve edebiyat ilişkileri
VEFA TAŞDELEN
Giriş
Her yazarın kendi
zamanı ile görülecek
hesabı vardır;
kendi zamanından
alacakları ve ona
verecekleri vardır.
Yazarken bu hesabın
görülmesine yönelir
bir bakıma. Bu da
onları ister istemez
kendi zamanlarının
otoritesi ile karşı
karşıya getirir.
Siyaset, kuramsal kökleri, temelleri ve damarları olan pratik bir edimdir; pratik bir edim olduğu
gibi kendisinin dışındaki tüm pratik edimleri, yapıp
etmeleri de doğrudan etkileyen, yönlendiren “temel
aygıt” durumundadır. Onun alanı, insani-tarihsel
varoluş alanıdır, “yaşama” alanıdır. “Yaşanmışlık”
edebiyatın toprağıdır, besin alanıdır. Zira soyut bir
çalışma değil, her zaman varoluşun sıcak ocağında pişen, oradan türeyen bir çalışmadır o. Soyut ve
kavramsal değil, tüm varlığını somut varoluş durumlarına olan bağlılığında bulan bir sanattır. Bununla birlikte her edebiyat eseri yine de zayıf ya da
güçlü bir düşünce dokusunu kendi özünde gizler.
Ne kadar ustaca gizlerse o kadar canlı bir görünüm
kazanır. Yaşanmışlık, bir yönüyle tarihe, bir yönüyle edebiyata hayat verir. Bu tarihsel yapı, bilimsel
bir tarz ortaya koymadan önce sanatsal bir tarz ortaya koyar. Tarihin asırlarca, bilime değil, edebiyata ait bir tür olarak algılanmasının temelinde, ya-
11
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
şanmışlığı anlatıyor oluşu rol oynar; zira onda insan kendine özgü, diğerlerinden farklı, bir kerelik,
ama sadece bir kerelik öyküsünü anlatır. Belki bu
tekil özelliğinden dolayı tarih asırlar boyu bilimsel
bir bilme faaliyeti olarak değil, bir edebiyat biçimi
olarak değerlendirilmiş; gerçeklik boyutu ile değil,
eğitici ve eğlendirici boyutu ile yarı fantezi bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Düşünce tarihinde, edebiyatla siyaset arasındaki ilişki Platon’a kadar geri götürülebilir; hatta
“güzel konuşmayı”, “etkili” ve “ikna edici” konuşmayı meslekleri olarak gören, bu mesleği öğrenmek isteyen gençlere aile ve ülke yönetiminde
başarı vaadinde bulunan sofistlere kadar. Ama her
konuşmanın “bir şey üzerine konuşma” olduğunu
söyleyen Sokrates, sofistlerin hangi konu üzerinde
konuştuklarını sorduğunda, onları bir içtenlik testinden de geçirir; inandırıcılıklarını ve güvenirliklerini sorgulanabilir hâle getirir. Güzel konuşma,
belirli bir konu üzerinde konuşma olmayacaksa, ne
üzerine olacaktır? Boş ve içeriksiz bir konuşma mı
olacaktır? Sofistlerin bu yaklaşımları ile bir yandan edebiyata, bir yandan siyasete karşı beslenen
olumsuz yargılar arasında bir paralellik kurulabilir.
Edebiyat yapmayı “boş söz söyleme sanatı” olarak
görenlerin tutumu ile retorik sanatını “içeriksiz konuşma sanatı” olarak görenlerin tutumu örtüşür. Sofistlerden “bir şey üzerine” konuşmalarını bekleyen
Sokrates, söze, hitabete bir içerik-değeri yüklerken
haklıdır: sözün değeri bir şey söyleme gücüyle
orantılıdır. Sofistlerin “etkili” ve “ikna edici” konuşma sanatları, siyaset alanında da kendine verimli bir yer bulmuştur. Büyük kitleleri etkilemek için,
belirli bir şey üzerine ciddi ve gerçekçi bir şekilde
konuşmaya gerek yoktur; önemli olan etkileyici ve
sürükleyici bir şekilde konuşabilmektir. Bu “kandırıcı retorik” geçmişte olduğu gibi günümüzde de
kendisine müşteri bulabilmektedir.
Platon, ilk sansürcüdür. Devleti yöneten kişilerin şairleri, efsane anlatıcılarını, ressamları ve müzisyenleri denetlemesi gerektiğini düşünür. Sanatlarını metafor üzerine kuran şairlere, duygu temelli
sanat icra eden müzisyenlere ideal devlet tasarımı
içinde yer vermez. Onların, ancak toplumun ve
devletin selameti doğrultusunda bir işlevleri olabileceğini düşünür. Platon’un bu tutumu, “sansür”
fikrinin düşünce tarihi içindeki ilk sistematik ifadesini oluşturur. O, bununla da yetinmez, masalların
(mitos) nasıl anlatılması gerektiği konusu üzerinde
de durur; bu anlatımların ahlaksal ve dinsel tutumlar üzerindeki etkilerini tartışır. Sanatları, insanlar
üzerindeki korku ve cesaret gibi zihinsel ve duygusal etkileri açısından ele alır. İnsanları duygusal
zaafa, korkuya sevk edecek, onları cesaretten ve
savaştan alıkoyacak sanat biçimlerini hoş karşılamaz. Platon, o büyük filozof, burada, âdeta bir
diktatör gibi konuşur. “Belirli insanların değil, tüm
insanların mutluluğunu” amaçlayan devlet anlayışı, koruyucu, ama aynı zamanda da “denetleyici”,
“kısıtlayıcı” bir tarzda ortaya çıkar. Bu “güdümlü
sanat”, daha sonraları pek çok diktatörlükte hayatiyet kazanmıştır. Tarih içinde, çağdaş dünyada bile
bunun örneklerine rastlamak mümkündür. Sovyetler Birliği’ndeki ve Nazi Almanya’sındaki sanat
uygulamaları “güdümlü sanat” anlayışına örnek
olarak gösterilebilir.
Edebiyat gerçeklerden beslense de imgelem alanında yer alır. İnsanın eylemleri, pratikleri, olanakları ile harekete geçen hayal, varoluş dünyasının
yeniden üretilmesine katkı sağlar. Edebiyat, pratik
alanın yaşantılarını, varoluş hâllerini dil alanında
yeniden inşa eder. Onun kökleri bir yandan pratik,
bir yandan teorik alandadır. Bu iki unsur onu siyaset ve felsefe ile ilişkili hâle getirir; pratik alanda
siyaset, teorik alanda da felsefe ile bağlantı kurar.
1. Hayatı Üretmenin Aracı Olarak
Siyaset
Asıl sorun hayatı üretebilmektir. İnsanoğlu öteden beri güzel yaşamanın, iyi yaşamanın yollarını
aramıştır. Hayatının anlamı ile güzel yaşamak arasında ilgi kurmuştur. Kimi zaman mutlu yaşamak
olarak görmüştür onu, kimi zaman rahat yaşamak
olarak. Bazen haz bazen tevekkül ağırlıklı bir hayata yönelmiştir. Varoluşun ilk ve öncelikli sorunu, her bireyin bizzat karşılaştığı temel sorun hayatı üretebilmek, geriye dönüp baktığında, “evet,
yaşadım” diyebilmektir. Her birey öncelikle kendi
hayatını üretmekle yükümlüdür. Hayatı üretmek,
her bireyin vazgeçemeyeceği ödevi ve sorumluluğudur. Birey için hayat denilen şey, onu ne kadar
üretebilirse o kadar vardır. Kimileri çok üretir onu
kimileri daha az. Kimisi anlamlı görür kimisi değersiz. Kimileri kötü bir yönelim içine girer kimisi
erdemli yaşar. Sonuçta herkes kendi varlığını yontar kendi zamanı içinden, kendi ömrünü çekiçler.
12
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Hayatı üretmek önemli bir şeydir; onun dışında kalan her şey ikincildir.
Ama hayat kendi kendine üremez. Hayatı üretmek, bir çabayı, bir eylemi gerektirir. Hayatı üretmek için başka şeyleri üretmek, onu üretebilecek
eylemleri gerçekleştirmek gerekir. Bu çabasında
insana bilim teknoloji ve eğitim yardımcı olur. Bilim, kendisine ve evrene açılan yolları tanıtır ona.
Felsefe ana sorununun çözümlenmesinde yardımcı
olur. Din, kendisi ve diğer insanlarla, hayatla ve
Tanrı’yla anlamlı ilişkiler kurmasını, bu tutumlar
sonucunda kendisini dingin kılacak tutumlar sergilemesini sağlar; hayatın anlamı sorununu netleştirir. Böyle bir sorunla karşı karşıya olduğunu ve
bu sorunla yüzleşebilecek bir konumda olduğunu
öğretir. İnsan hayatı üretirken, kim olmalıyım, nasıl
yaşamalıyım sorularına da cevap arar. Hayatı üretmek, ben kimim, kim olmalıyım, nasıl yaşamalıyım, hayatımın anlamı ne olmalı sorularına cevap
vermektir. Hayatın anlamı, bu sorulara verilen sahih ve içtenlikli cevapta ortaya çıkar.
Siyaset, pratik hayata yönelik bir irade biçimini simgeler. Pratik hayatı biçimlendirecek iradeyi,
gücü ve erki temsil eder. O bu güçle, gündelik hayatı düzenler, organize eder. Sokakta, çarşıda pazarda, eğitimde, sağlıkta, işyerinde, gelir düzeyinde, dünya ile olan ilişkilerde siyasetin doğrudan etkisi vardır. İçinde bulunduğumuz konjonktür, nasıl
ki bir birey olarak bizi doğrudan etkiliyorsa, politik
gidişat da gündelik hayatta olup bitenleri öylece
etkiler. Toplum bireyi, politika da toplum denilen
büyük mekanizmayı harekete geçirir, ona bir yön
ve biçim verir. Bu şekilde hayatın üretilmesinde birinci derecede etkili olur.
2. Hayatı Yeniden Üretmenin Aracı
Olarak Edebiyat
Camus, “Yazmak iki kez yaşamaktır.” der. Bu
ifade yaşamanın ve yazmanın doğasını iyi karşılar.
Bir kez yaşarız, herkes gibi hayatın içinde bulunuruz; bir kez de yazarken yaşarız. İlkinde bilinç
düzeyimize yansımayan hayat, yazarken doğrudan
bilincimize yansır; duygu ve düşünce olarak ifade
bulur. Yazarken hayatı bilincimde, gönlümde, kendi iç evrenimde yeniden üretirim. Bu üretim hayatı
daha derinden kavramamı sağlar. Ama bir yazar
olarak yalnız kendim ikinci kez algılamakla kalmam hayatı, onu okuyan kişiler de aynı şekilde o
hayata katılırlar. Bununla da kalmazlar, katıldıkları
hayat konusunda bir bilinç elde ederler. Bu nedenle
hayat hakkında ne kadar okursak o kadar bilincimiz olur, ne kadar bilincimiz olursa onu o kadar
tadarak, hissederek, farkına vararak, denilebilirse
yaşayarak yaşarız. Yazılmamış hayat, işlenmemiş
madenler, sürülmemiş topraklar gibidir; hamdır,
bilincin ilmek ve dokularından yoksundur. Bu tür
toplumlarda insan ilişkileri kaba ve nezaketten
yoksundur. Toplumsal yaşam verimsiz ve çoraktır;
estetik duyarlılıktan yoksundur. Yazarlar, şairler,
seyyahlar, ressamlar, mekânı, yolu, fakirliği ve zenginliği, sevinci ve hüznü, ayrılığı ve kavuşmayı yeniden işleyerek bilinç düzeyine çıkarırlar. Böylece
varoluşun çeşitli hâlleri konusunda bir bilinç ortaya
çıkar. “Peki, bu bilinç ne işe yarar?” diye sorulursa,
“Hayatı yeniden yaşamada, yeniden üretmede işe
yarar.” diye cevap verebiliriz.
Bu hususta Schiller şunu söyler: “Yazar, kendi zamanının çocuğudur.” Her üretken ve yaratıcı
bilinç, kendi zamanının verileri ile bilincini oluşturur, kendi zamanının verileriyle hız, şekil ve yön
kazanır. Ama onun kölesi ve uşağı olmaz; zira o
kendi çağının önüne geçebildiği ölçüde geleceğe kalır, kendi çağının bilincini aşabildiği ölçüde
kendi bilincini oluşturur. Şu çok açıktır: Edebiyat
ve sanat eserlerine baktığımız zaman, bu eserlerin
ana dokusunu yazarların kendi dönemi oluşturur;
bu gayet doğal bir şeydir. Zira her yazar, kendi zamanının sosyal, siyasi koşulları içinde yaşar, o konjonktürden etkilenir, kendi zamanının olumlu ya da
olumsuz koşulları içinden bakar. Şu söylenebilir:
Her yazarın kendi zamanı ile görülecek hesabı vardır; kendi zamanından alacakları ve ona verecekleri
vardır. Yazarken bu hesabın görülmesine yönelir bir
bakıma. Bu da onları ister istemez kendi zamanlarının otoritesi ile karşı karşıya getirir. Sadece 50’lili
yıllara kadar Türkiye’deki yazar-siyaset ilişkisine
bakacak olursak, dönemin aydınları ve yazarları
arasında neredeyse hapishaneye girmemiş olan yok
gibidir. Dolayısıyla yazar, kendi zamanı ile hesaplaşırken -çünkü o kendi zamanı ile görülecek hesabı
olan bir kişidir- ister istemez siyasi otorite ile karşı
karşıya gelir. Böylece geçmişi Platon’a kadar geri
giden sansür anlayışı, yazarla siyasi otoriteyi karşı
karşıya getirir. Siyasi otorite bu uygulaması ile ona
şunu söylemek ister: “Her şeyi yazamazsın. Ancak
benim istediklerimi, yine benim izin verdiğim öl-
13
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
çüde yazabilirsin, bana tabi olduğun sürece yazabilirsin, benim hassasiyetlerimi gözettiğin ölçüde yazabilirsin.” Tabii ki, bu da yazarlığı bir gönül, akıl
ve vicdan işi olmaktan çıkararak bir yandaşlığa, bir
alkış tutuculuğa dönüştürür. Kuşkusuz bu da yazarlığın onuru ile bağdaşmayan bir durumdur.
Edebiyatçı, bir şair, bir öykücü, bir romancı olarak hayatı yeniden üreten kişidir. İlkin pratik alana
bakar, oradan sağladıklarını kendi imgelem evreninde yeniden düzenler, yeniden yoğurur, yeniden
kurar; bu şekilde pratik dünyadan aldıklarına sanatsal ölçütler içinde form verir. Ama o her zaman
pratik dünya ile ilişki içinde olan biridir. Bunun öncelikli gerekçesi, edebiyatçının bir yazar olmadan
önce gündelik hayatın gidişatı içinde, ihtiyaçları ve
pratik ilgileri ile yer alan bir kişi olmasıdır. Bu kaygı ve pratik ilgileri ile ilk önce hayatı yaşar, yazma safhasında ise hayatı yeniden üretir. Ama her
hâlükârda onun yazdıkları ve yaşadıkları arasında,
yazdıkları ile umut ve korkuları arasında bir ilişki
vardır. Dolayısıyla edebiyat eserinin toprağı gündelik hayattır. O bu hayatın içinde büyür, bu hayatın içinden beslenir. Beslendiği varoluş toprağı ne
kadar zengin, ruh ve gönül dünyası ne kadar varoluş düzeyine çıkmışsa, o kadar verimli bir toprağa
kavuşmuş demektir. Edebiyat eserinin zenginliği
ile yaşanan hayatın zenginliği arasında bir koşutluk vardır. Hayatımızın renkleri ne kadar zengin
olursa edebiyat eserlerinin varoluşsal dokusu da
o kadar zengin olur. Bireylerin zihin ve gönül
dünyaları ne kadar rahat olursa, edebiyat ve sanat
eserlerinin aynı derinlikte ortaya çıkması beklenir. Eğitimi, ekonomisi, felsefesi, inanış biçimleri zengin olmayan; insanlar arası iletişimin gelişmediği, toplum yapısının katı kurallar tarafından
denetlendiği, insanların ruhen, zihnen kendilerini
özgür hissedemediği toplumlarda edebiyat eserleri
ileri bir seviyeye ulaşmaz. Sanatın yaşadığımız hayattan çıkması kaçınılmazdır. Dolayısıyla sanatı ve
edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı üretmek
gerekir. Bu noktada siyaset, hayatı üretmenin temel
aracı olarak edebiyata dolaylı, ama güçlü bir katkı
sunar. Edebiyatı üretebilmek için öncelikle hayatı
üretebilmek gerekir. Hayatı üretemeyen toplumların güçlü edebiyat, sanat ve düşünce eserleri ortaya
koyması mümkün değildir. Edebiyatımızın zenginliği, hayatımızın zenginliği kadardır. Ama edebiyattan hayata doğru yansıyan bir katkı da vardır;
hayatımızın zenginliği de edebiyatımızın zenginliği kadardır. Bu nedenle edebiyatı zengin olamayan
toplumların ileri bir yaşam standardı ortaya koyabileceklerini düşünmemek gerekir.
Sonuç
Edebiyat eserlerine baktığız zaman istisnasız bir
şekilde her yazarın kendi zamanından etkilendiğini,
kendi zamanının koşulları tarafından kuşatıldığını
görürüz. Bu koşullar, siyaset tarafından belirlenir.
Siyasetten hayata, hayattan edebiyata doğru bir
yansıma vardır. Ama bir de siyasetin yazar üzerinde doğrudan etkileri söz konusudur. Platon’un sansürcü yaklaşımı zaman içinde gelişmiş ve evrimleşmiştir. Gerek yönetim biçimleri gerekse engizisyon
gibi dinsel karakterli yargı mercileri; düşünürleri,
sanatçıları ve edebiyatçıları her fırsatta denetlemeyi kendi otoritelerinin yararına görmüşlerdir. Siyaset ve edebiyat arasındaki ilişki, genellikle tek
yönlü, siyasetten edebiyata doğru olmuştur. Bu
ilişki siyasetin edebiyata olumlu bir katkısı şeklinde değil, daha çok onu denetlemesi ve ondan
yararlanması şeklinde olmuştur.
Oysa olması gereken siyasetin edebiyatı değil, edebiyatın siyaseti denetlemesidir. Zira edebiyatçılar vicdanı, bilinci aktif insanlar olarak
sağduyuyu temsil ederler; huzuru ve barışı arzularlar; güzelliklerin yeniden üretilmesini isterler.
Onların, hayatı bilinç düzeyinde yeniden üreten
insanlar olarak, siyaset üzerinde bir denetim mekanizması oluşturmaları siyasetin sağduyu ve vicdan tarafından denetlenmesi olacaktır. Bu nedenle
siyaset edebiyatı değil, edebiyat siyaseti denetlemeli,
yanlış uygulamaları karşısında siyasi erki uyarmalıdır. Sanatı üreten bilinç, savaşın, kavganın, kaosun
karşısındadır. Bu bilinç yapısı, bireylerin mutluluğuna, refahına daha çok katkı sağlar.
Sonuç olarak şu söylenebilir: Hayat, edebiyatın
toprağıdır. Edebiyat bu zemin üzerinde boy verir. Edebiyatın üretilebilmesi için hayatın üretilmesi gerekir.
Hayatı üretemeyen toplumlar edebiyatı da üretemezler. Edebiyat da hayatı daha derin bir özümseyişle
yaşamamızı sağlar. Aşk, sevgi, gençlik, ihtiyarlık
edebiyatın ve sanatın bakışı ile bir güzellik kazanır,
bir değere kavuşur. Neresinden bakarsak bakalım,
hayat, siyaset ve edebiyat ayrılmaz bir bütündür.
Aralarında her zaman doğrudan bir ilişki ve karşılıklı bir etkileşim vardır. ■
14
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
MİLAY KÖKTÜRK*
S
iyaset kavramıyla, “devlet veya toplum
yönetimi” ile ilgili olan her şeyi, söylemden eyleme kadar bütün etkinlikleri; edebiyat denince de bilinen anlamıyla çok bileşenli tasarım
dünyasının “güzellik formu”nda ve güzeli öteki
bireylere taşıyıp yaşatacak biçimde dışa vurulmasını kastediyoruz. Bu yönüyle her ikisi insan
dünyasının bir gerçeğidir. Gerek tek başına bir
birey açısından gerekse genel toplumsal yaşantı
açısından düşününce, bu gerçekliklerin birbirine
geçmesini, birinin diğerini bir şekilde etkilemesi
yahut diğerinden etkilenmesini mümkün ve doğal saymak gerekir. Tüm insani etkinlikler gibi
bunların temelinde de insanın iç dünyası yatmaktadır. Fakat aynı zamanda bu iki gerçeklik, doğaları gereği, aynı zamanda birbirinden ayrıdır da!
Edebiyat da yine
modern çağlarda
iletişim ve basın yayın
teknolojileri marifetiyle
yaygınlaşmakla
birlikte, güncel yaşantı
üzerinde belirleyici
olmadı. Aslında bu,
insani varoluşun
doğasına da uygundu.
Çünkü önceliklerimiz
varlığımız sürdürmek,
bir düzeyden ve bunu
garanti altına aldıktan
sonra kendimizi
gerçekleştirmektir.
Edebiyat ve siyaset
Dışa yansıyan eylemler yahut söylemler olarak edebiyat ve siyaset kendi başlarına varlık
* Doç. Dr., Pamukkale Ü. Öğretim Üyesi
15
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
kazanmakta ve kendi yollarında ilerlemektedir. Yaşama dünyasındaki seyirlerinde, onların
güzergâhlarının görünüşte ve olgusal olarak
her daim kesiştiği söylenemez. Biri güzeli kendi diliyle cisimleştirmeye, diğeri egemenlik ve
hükümranlığa; biri güncel yaşama pratiklerinin
dışında başka bir dünya kurmaya, diğeri kurulu
toplumsal dünyayı ele geçirmeye yöneliktir. Bu
yönüyle siyaset, özünde sevimsizlik yahut çirkinlik barındırabilir. Ama aynı zamanda o zorunludur da! Toplumsal dünyada işler yürümelidir.
Sevk ve idare eden yahut etmek isteyen, egemen
olmayı, tahakküm etmeyi, sözünü geçirmeyi yahut dediğini yaptırmayı arzu eder. Bu nedenle siyasal etkinliklerde her türlü egemenlik vasıtasına ihtiyaç duyulur. Gerçi günümüzde egemenlik
vasıtaları “inceltilmiş” olmakla birlikte, temelde
yine aynı duygu, “hükmetme duygusu” yatmaktadır.
Siyaset, olgu olmak bakımından, teorik ve
pratik veçheye sahiptir. Kılıktan kılığa girebilir
de! Edebiyatın ise teorisi değil doğrudan kendisi
vardır. O, ne ise odur ve başka bir görünüm altında ortaya çıkmaz. Başka bir deyişle, edebiyatın
özünde, insani trajedilere dönüşebilecek nitelikteki duygular yahut idealler barınmaz. Çünkü
edebiyatın itici gücünden ve kaynağından söz
ederken iç dünyanın, duyguların, düşüncelerin,
hayallerin basitçe dışa yansıtılmasından değil,
bütün bunların güzellik algısı oluşturacak şekilde ifade vasıtalarına dökülmesinden yola çıkmaktayız. Yani edebiyatın dili iki zihin işlemine
dayanmaktadır. Bunlardan biri iç dünyanın hoş
ve güzel tasarımıyla biçimlenmesi, diğeri de bu
dünyayı dışa yansıtan özel nitelikli bir ifade vasıtasının inşasıdır. Dolayısıyla tümüyle güzelliğe
banmış bir edebî ruhun, kendi içinde “çirkin”i
barındırması bir yana, onunla temas etmesi dahi
düşünülemez. Tasarım “insanî” nitelikli, ifadeye
dönüştürme süreci ve bu sürece yönünü veren
yeti de “güzel ve hoş olanı hedefleyen” bir yeti
olduğundan, edebiyat kabalığı ve hodbinliği ba-
rındıramaz. Kelimenin
gerçek anlamında edebî
söylem ve edebiyat doğası gereği zarif olmalıdır. Bu incelik, onunla
bağlantı kuran her bireyi
bir ölçüde etkiler.
Modern çağlar
Özellikle
modern
çağların siyasal sistemleri, geniş halk kitlelerinin siyasete katılımları
üzerine kuruludur. Dolayısıyla siyaset, kadim
zamanlarda
olmadığı
kadar kuşatıcı ve yaygın bir olgu hâline geldi.
Herkes bir şekilde siyasal aktördür. Bu yüzden de modern toplumlar
aynı zamanda siyasallaşmanın yaygınlığıyla temayüz etti. Artık güncel hayatın en etkin unsuru
olması açısından siyasete kimse kayıtsız kalamamaktadır.
Edebiyat da yine modern çağlarda iletişim ve
basın yayın teknolojileri marifetiyle yaygınlaşmakla birlikte, güncel yaşantı üzerinde belirleyici olmadı. Aslında bu, insani varoluşun doğasına
da uygundu. Çünkü önceliklerimiz varlığımız
sürdürmek, bir düzeyden ve bunu garanti altına aldıktan sonra kendimizi gerçekleştirmektir.
Gerçi Afşar Timuçin’in ifadesiyle “insanoğlu her
durumda güzelin doğal izleyicisi, şu ya da bu anlamda, şu ya da bu ölçüde güzelin kurucusu ve
alıcısıdır” ama o, önce varoluşunu garanti altına
almak zorundadır. Bu yüzden modern toplum yaşantısında siyaset öncelikli, güzelliğin taşıyıcısı
olan edebiyat ise ikincil oldu.
Güzel söylem yahut edebiyatın dilinin siyasete taşınması tek başına siyasal kararları etkileyebilir mi?
Bu soruya ‘evet’ cevabı verilemez ve bu da
16
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
"...edebiyat siyasal tercihleri tek başına kesin şekilde
belirleme gücünü elinde tutamaz. İşlev bakımından o,
sözü etkileyici kullanmaya ve iletmeye hizmet eder. Bu
bağlamda gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da,
etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı kullanıma
da açık olduğu gerçeğidir."
olumlu bir durumdur. Çünkü siyasal karar akılcı temele dayanır ve öyle olmalıdır. Kişi kendisi ve geleceği için “iyi” olanı arzu eder. Bu da
aklı kullanmayı gerektirir. Duygusal gerekçe,
militanca taraftarlık dışında, çoğunlukla ikinci
planda kalır. Ayrıca tutumların oluşum süreci
karmaşık olduğundan, edebiyat siyasal tercihleri
tek başına kesin şekilde belirleme gücünü elinde
tutamaz. İşlev bakımından o, sözü etkileyici kullanmaya ve iletmeye hizmet eder. Bu bağlamda
gözden uzak tutulmaması gereken bir nokta da,
etkileyici gücü dolayısıyla edebiyatın maksatlı
kullanıma da açık olduğu gerçeğidir. Bunu engellemek mümkün olmadığı gibi, özgür bir ifade etkinliği olarak edebiyatın sınırlandırılması,
onun varoluşuna zarar verir. Siyasetle edebiyatın
olumsuz anlamda buluşma noktası budur.
Siyasal ruhun terbiyesi
Edebî olan, tüm ruhlarda yüksek duygulanımlar uyandıran, ruhları basit, güncel ve sıradan olandan çekip çıkaran bir rol icra eder. Bu
duygulanım ise anlık ve gelip geçici olmaz. Çünkü duygulanım oluşurken, aynı zamanda içinde
filizlendiği ruhu da inceltir. Bu anlamda estetik
kalıba sokulamayan ruhların edebî olandan haz
almaları, bu deneyim sürecinde kendilerini biçimlendirmeleri söz konusu olmaz. Edebiyatla
filizlenen estetik yönelim, tasarım dünyasından
duyuş-düşünüş ve eylem biçimine kadar, bireyi
‘hoş ve güzel olan’ı ötekine sunmaya sevk eder.
Bu da insani varoluşu estetize hâle getirir. Este-
tize etmek, bireyi eylem ve tasarımlarında kendi
bireysel benliğinin dışına çıkararak herkes için
geçerli nitelikteki ‘hoş ve güzel’e sevk etmek,
bireyin ona karşılıksızca ve beklentisizce sevgi
ve eğilim duymasını sağlamaktır.
Edebiyatta söylenen söz, dış güzellikten ibaret değildir. Güzel sözün sadır olabilmesi, o sözü
tasarlayıp estetik formda biçimlendirerek söyleyen ruh dünyasının güzellik yüklü olmasına
bağlıdır. Söylenen güzel söz, failin iç dünyasının yansıması olabilir. Devamında da, ötekini
hedefleyen söz, bu noktada artık basitçe ‘bir şey
iletme’ vasıtası olmaktan çıkıp ötekinde güzel
duygulanımlar uyandıran incelik kaynağı hâline
gelir. Duygu tezgâhında dokunan hırs ve egemenlik yüklü siyasal söylemler, bu doğalarını
kaybetmeseler bile, insan dünyasına güzellik ve
zenginlik taşıyarak, en azından bu yoldaki yarışı yahut tercihi beyan biçimini kavga zemini olmaktan çıkarabilir.
Hodbin bir dünyanın, siyaset dünyasının
doğasını oluşturan egemenlik ve hırs duygusunun örtülü ve terbiye edilmiş hâle gelmesi için
edebiyatın diline ihtiyaç vardır. Onun dili militanca taraftarlığı bile inceltme gücüne sahiptir.
Çelişkiler ve çatışmalar dünyası olarak siyaset,
böylelikle bir centilmenlik yarışı hâline gelebilir.
Bu nedenle edebiyat özellikle siyasetin vazgeçilmez unsuru olmalıdır. Ancak bu, yapay yoldan,
telkinle gerçekleşemez. Bu ihtiyacın özellikle
toplumun kanaat önderlerince hissedilmesi gerekir.■
17
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
NÂMIK AÇIKGÖZ*
İ
nsanlığı kirleten modernitenin en büyük günahlarından birisi de insanı
siyasallaştırmak olmuştur. Hem de müptezelce siyasallaştırmak… İnsan olma idealini yok edercesine bayağılaştırarak siyasallaştırmak… Bu yetmezmiş gibi, hayatın
her alanına bu kirliliği sindirmek… Beşerî
ilişkilere, hayatı algılamaya, tabiatı yorumlamaya… Her şeye, her şeye…
Şüphesiz insan ilişkilerini düzenleyen
sistemler olacaktır ve bu sistemlerin birbiriyle uyumu olduğu kadar, çelişkileri de
olacaktır. Fakat insan ilişkilerini uyum ve
çelişkiye indirgeyip oradan ideolojiler üretmeye çalışmak, bu ideolojilerle insanı tekilleştirmek ve bu tekillikle yönlendirmek,
* Prof. Dr., Muğla Üniversitesi
18
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
"...edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse, en
azından edebiyatı öncelemelidir; politikayı değil. Edebî
metin beşerî his ve hasletleri, edebiyat kurallarına göre
işler. İdeolojiler, beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler,
edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar. Manifestolar
da edebiyat değildir."
kolaycılıktan başka bir şey değildir. Modernite,
ayrıştırmacılığıyla bunu başarmıştır.
Hayatın her zerresine sinen modernite, edebiyata da hulul etmiştir. Hulul etmek ne; edebiyatı
en geniş at koşturma alanı olarak seçmiştir. Ne
de olsa roman ve hikâye kendisinin eseri. Bu
arada olan şiire olmuş; roman ve hikâyenin başına gelen, onun da başına gelmiş; politikanın
basitliğinden o da nasibini almıştır.
Tabii, bu söylediklerim, Türk edebiyatının
Cumhuriyet dönemi ve biraz da Tanzimat dönemi için geçerlidir. İyi ki modernite kirliliği, o
dönemlere kadar edebiyata sirayet etmemiş ve
edebiyat hasbi bir alan olarak kalmıştır.
Türk edebiyatına politik ve ideolojik hulul,
Tanzimat döneminin bir kalıntısıdır. İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemi de bu mirası tepe
tepe kullanmıştır.
Tanzimat döneminde edebiyat, zihniyet bunalımı geçirmiş ve bu araz, edebiyata kolayca hulul
etmiştir. Özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde,
herkes saflarını belli edecek şekilde gruplaşmaya başlamış; yani edebiyat, ortak insan problematiğinden “bizim problematiğimiz” derekesine
indirgenmiştir. Zaten modernitenin de istediği
budur: ayrıştırarak indirgeme…
Osmanlı, 20. yüzyılda sadece toprak ayrışmasına değil; aydın ayrışmasına da maruz kalmıştır. Bugün bazılarımızın savunduğu görüşlerin
tohumları o zaman atılmış; 1940’larda fidana
dönüşmüş ve 1960’larda bu fidanlar meyve vermeye başlamıştır. Bugün kimse başkasının mey-
vesinden yemez olmuş; yani tek yönlü bir beslenme yolunu tutmuştur. Bunun biyolojik sağlığa
ne kadar uygun olduğu, tartışılmaz bile. Kaldı ki,
edebiyat bireysel değil, toplumsal bir olgudur ve
açtığı problemler de sosyal bünyeye zarar verir.
Sosyal bünyede meydana gelen arızaların telafisinin de uzun zamanlara mal olduğunu ve pek
çok toplumsal enerji kaybına yol açtığını, son 60
yılda acı bir tecrübe olarak gördük ve yaşadık.
Özellikle 1940’ların sonuna doğru belirginleşen “edebiyatta ideolojik kompartmanlaşma”
zihniyet ve duygu dokumuzu da parçalayıp ayrıştırdı.
Tanzimat dönemi edebiyatçılarını, politik
açıdan nispeten kategorize edebilirsiniz. İkinci Meşrutiyet döneminde politik doz daha da
artar. 1940’ların sonu ise bu zirveye çıkar.
Klasik dönem için, edebî anlayışlar dışında
herhangi bir kategorizasyon mümkün değildir. Fuzûlî’yi hangi ideolojik kategoriye sokacaksınız?... Bâkî’yi, Nedim’i, Şeyh Galip’i,
Keçecizâde İzzet Molla’yı, hangi siyasi mülahaza içinde boğacaksınız?... Bunlar, unutturulan müştereklerimizdir. Cumhuriyet dönemi
böyle müştereklerden mahrumdur. Çünkü bu
dönemde edebiyat insanı anlatmak için değil,
kavga etmek için kullanılmıştır. Oysa bunların
hepsi, Kapıkule sınır kapısından çıktığı andan
itibaren Türklerin ve Türkçenin edebiyatıdır;
herhangi bir ideolojinin değil. Kısacası, modern edebiyatımız, klasik edebiyatımız kadar
masum değildir.
19
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Edebiyat-Politika ilişkisi
Her slogan edebî olmak zorundadır ama edebiyat slogan söylemez. Sloganlar bağırır ve insanı yönlendirir; edebiyat insanı anlatır; sadece
anlatır. Duygularına, hasletlerine hitap ederek
anlatır. Her anlatmada, kahır vardır, sitem vardır, hüzün vardır, sevinç vardır… Vefa, sadakat,
ihanet, merhamet, hasret, riyakârlık, acımasızlık,
kin, nefret vardır. Kısaca olumlu olumsuz, tüm
yönleriyle insan vardır. Bu his ve hasletlerin hepsi insan tabiatının birer tezahürüdür ve ideolojik
değildir. İdeolojiler bunları kullanabilirler ama
bunların hiçbirisi insan dışında hiçbir şeyi tarif
etmekte kullanılamaz. Hadi kullanıldı ve edebiyat, politik tavırların topluma mal edilmesinde
bir araç hâline indirgendi diyelim; bu durumda,
edebiyat kurallarından taviz verilmemeli; metin
her şeyden önce edebî saygınlığını korumalıdır.
Şöyle de söylenebilir: Politikacının kuralları çerçevesinde edebiyatı kullanması normaldir ama
edebiyatçının politikayı kullanması, yanlıştır.
Veya edebiyatçı, metninde politik tavrını sergileyecekse, en azından edebiyatı öncelemelidir;
politikayı değil. Edebî metin beşerî his ve hasletleri, edebiyat kurallarına göre işler. İdeolojiler, beşerî his ve haslet değil, fikirdir. Fikirler,
edebiyattan çok manifestolara ihtiyaç duyarlar.
Manifestolar da edebiyat değildir.
Her edebiyatçı, bakış açısı ile eserinde bir
duruş sergiler. Bu duruş, o edebiyatçının eşyayı
nasıl algıladığının da ifadesidir fakat bir yazar
genel insan problematiğinden uzaklaşıp metnine
sadece politik fikirlerini boca ederse, o metinden
yalnızca “fikirdaşlar” haz alır; oysa edebiyat, insanlığın ortak malıdır ve edebiyatçı, ortaya tüm
insanlığın haz alacağı metinler koymalıdır.
Politikacı edebiyatı kullanırsa, bu edebiyat
açısından bir kazanç olabilir. Fakat edebiyatçı politikayı kullanırsa, tehlikeli bir yolu tercih
etmiş olur. Edebiyat sanatını önceleyen ve bunu
başaran bir edebiyatçı için sorun yoktur. Siyasetin müptezelleştiği bir ortamda edebiyat da
müptezelleşirse, o zaman tarihe mal olabilecek
bir eserden söz etmek mümkün olmayacaktır.
Çünkü o metnin ömrü, hizmet ettiği ideolojinin
ömrü kadar olacaktır. Ayrıca, ideolojik edebiyat,
okuyucu ile ilişkisini edebiyat dışı alanlar vasıtasıyla ve insanı tekilleştirerek kurmaktadır ki,
bunun da anlık ihtiyaçları karşılamaktan öte bir
fonksiyonu olamaz.
Politik edebiyatın anlık ihtiyacı karşılaması, cinsel istismar metinlerine benzer. Kurulan
tuzak bellidir: Mental ve entelektüel derinlik
istemeyen basit biyolojik ihtiyaçları giderme.
Bu açıdan bakıldığında, sevgili Cüneyt Issı’nın
sohbetlerimizde belirtip henüz işleyerek yazmadığı güzel bir benzetme ile söyleyecek olursak,
mutlak edebî metinler erotiktir; politik metinler
ise porno... Biri gizemliliği ve buna bağlı olarak
insan zihninin de kullanılmasını, kısaca insaniliği öncelerken, diğeri aşikârlığın verdiği müptezellik ve bayağılıkla, zihni devre dışı bırakmakta
ve büyüyü bozmaktır.
Politik edebiyat, kurduğu basit tuzaklarla,
pusu kültürünün beslediği bir sonuçtur. Oysa
mutlak edebiyat, kurallarına göre, döne döne,
şiir gibi dövüşmek gibidir. Bu yüzden, politik edebiyat, pusu kültürünün hâkim olduğu
toplumlarda yaygındır; mutlak edebiyatsa,
düello kültürünün.
Elbette edebî metni politikadan tamamen
soyutlamak artık mümkün değildir. O devirler
geçti. İnsanlık masumiyetini kaybetti. Modern
insan aynı zamanda politik insandır da. Ama
modern de olsa insan tek boyutlu “siyasi varlık” değildir. Çünkü insanlık masumiyetini
kaybetmesine rağmen, hayat hiçbir zaman,
insana tek boyut sunacak kadar cimri olmamıştır.
Tüm zamanlarda okunmak isteyen bir edebiyat sanatçısı, siyaseten tekil insanı değil, çoğul insanı; olumlu olumsuz tüm duygularıyla,
çoğul insanı yazmak mecburiyetindedir. ■
20
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ŞEHİR*
Bir gün burada, itfaiyeciler ve askerler
Kendi işlerini yaptıklarında
Ve hümanistler kendilerininkini
Tekrar var olacak şehir
Bir gün ambulanslar ve cenaze arabaları
Yazarlar, ressamlar, ders kitapları
Ve uluslararası kamuoyu
Her şeyi usulüne
Ve kanununa göre yaptıklarında
Burası ve orası arasında
O zamanın ve bu zamanın arasında
Ruhlar uyandığında
Rüzgâr küllerin el yazılarını dağıttığında
Dünyanın dört bir yanına
Ölüler kalktığında
Tekrar yaşayacak bu şehir
Der bilge babam.
ERVİN JAHİĆ
Ervin Jahić ( Ervin Jahiç ): Şair, eleştirmen, editör...
1970 yılında Rijeka’da doğdu. Rijeka’da Felsefe Fakültesinde okudu. Kult ve Rival dergilerinin editörlüğünü
yaptı. Dergi ve gazetelere edebiyat eleştirileri yapan Ervin Jahić, deneme ve şiir yazmaktadır. Şiirleri İngilizce,
İtalyanca, Fransızca, Rusça, Bulgarca ve Slovenceye çevrilmiştir.
Şimdi ‘’Pozija’’ adlı bir edebiyat dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Hırvatistan Yazarlar Birliği
ve Dünya Yazarlar Birliği üyesi olan Ervin Jahić Zagreb’de yaşamaktadır.
* Hırvatça aslından çeviren: MEHMET IŞIKER
21
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
CENNETİN EŞİĞİNDE
Günahın rengi kızıl
Kızılı eritecek vişneçürüğü sandıkta saklı
Anahtarı çim saçlı kızda
Atınca adımını
Ayağına dolanmadan uzun yeşil saçları
Sessizce tarif ederken cenneti
Bilmezdim hiç
Huzurunda
Bu kadar dehşete kapılacağımı
Kapısı yok
Ne de bekçi
Yeşil bir şerit, ardında vişneçürüğü
Kadifemsi bir doku
Bambaşka flora
O pencere
Ve o yeşil ağaç gerilerde
Göz kırpmıyor ilahî kandiller de
Cennetin eşiğindeyim
Sen ötede
Adım atmayacağım
‘’Hadi gir ’’ desen de.
NİHAN IŞIKER
22
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Soğuk rüya*
İMDAT AVŞAR
Karanlık...
Geceyi ürperten; siyah boşluğun katran perdelerini yırtarak yankılanan hoyrat bir zil sesi…
İlk akşamdan beri kanatlanıp uçan poyraz, zil sesini dinliyor bir süre, kanatlarını salıp süzülüyor,
duruyor bir an...
Pansiyon binasının beton duvarlarından taşan o ses, biraz ilerideki Cincavat Çayı’nın uğultusunu
da bastırıyor ve bu deli çayın boz bulanık sularına karışarak sürükleniyor, kara bir yılan gibi akıp
gidiyor geceye.
Zil sesinin ardından bir koşuşturma başlıyor koridorlarda. Beton zemini döven telaşlı takunya
şıpırtıları, çıplak ayak sesleri ve çocuk fısıltılarını yutarak büyüyen dolapların, kapak gıcırtıları geliyor aşağı kattan.
Gündüzleri, zamanı dilim dilim bölen bu çığlık, on dakikalık bir teneffüs ya da kırk dakikalık bir
ders; geceleri ise sessizliğe davet, “Koğuşlara gömülün!” çağrısı... Bu çağrıya boyun eğiyor bütün
çocuklar. Zil sesine aşina hepsi, ne anlama geldiğini ezbere biliyorlar.
Birazdan ranzaların soğuk, gri demirlerine tutunup yataklarına çıkacaklar. Sükût içinde bir mezarlığa dönecek bütün koğuşlar. Yüzlerce çocuk, battaniyelere bürünüp ana sıcağından uzak, hazin
bir uykuya dalacak.
Sonra bir kuş sağanağı başlayacak. Tedirgin kuşlar dönecek havada. Kaya güvercinleri, gök kumrular, yeşilbaş sunalar, telli turnalar, kız kuşları, üveyikler…
Kuş donunda kadınlar, kanat çırparak gelecek uzak dağ köylerinden. Önce pansiyon binasının
çatısına konacaklar, sonra pencerelerin pervazlarına... Karanlıkta kuşlar çarpacak pencerelere. Kimi
bulduğu küçücük bir boşluktan sessizce kanat salacak bir çocuğun düşüne, kimi ürkek bakışlarıyla
sabaha dek dönüp duracak havada.
Tan ağarırken, yine bir zil sesiyle yataklardan sıçrayıp uyanacak çocuklar ve tüm kuşlar tedirgin
olacak bu sesten. Uçup gidecekler karlı dağlara doğru.
Bir bir susuyor musluklar. Loş koridorlar su seslerini yutuyor. Yatakhanelerden yarı aydınlık koridora sızan cılız ışıklar da ayaz gecenin kolları arasında donup ölüyor.
Pansiyon binası karanlık, ıssız; koridorlar boş, sağır, dilsiz; duvarlar çıplak, duvarlar soğuk...
*”Soğuk Rüya” Kültür Bakanlığı, Eskişehir Valiliği ve Osman Gazi Üniversitesinin ortaklaşa düzenlemiş olduğu “
2011 Yılı YUNUS EMRE anısına Sevgi” konulu hikâye yarışmasında Birincilik ödülüne layık görüldü. Ödül Töreni
06 Mayıs 2011 de Eskişehir’de gerçekleşti.
23
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Belletici öğretmen odasındayım…
Yalnızlık…
Rüzgâr ağaçları örseleyip hışımla geçiyor
pencerelerden...
***
İnsanı bir mengene gibi sıkan bu soğuk, kuru,
bir ölünün benzi gibi soluk duvarlar arasında ne
zaman nöbetçi kalsam, günün son ziliyle birlikte,
daha ışıklar söner sönmez ihtiyar bir kadın tutuyor ellerimden. Ya annem ya ninem, seçemiyorum. Rüzgâr eteğini savuruyor o kadının, eteği
yüzüme savruluyor. Bir elim onun elinde, bırakmıyor elimi. Arkasından koşuyorum.
Gidiyoruz, karanlığı yara yara gidiyoruz. O
kadın, yıllar öncesine; duvarları kireç sıvalı, beş
çocuklu kerpiç bir eve götürüp bırakıyor beni. O
kerpiç evin en büyük oğlu, şiirler okuyor, masallar anlatıyor bana. Gözlerimi kapatıp, dinliyorum ve otuz yıl öteden gelen sesleri duyuyorum.
Önce kırık dökük dizeler geçiyor kulaklarımdan:
Kişneyen yağız atlar; şaklayan kırbaç; kıvrılan,
bükülen, uzayan yollar, o yolların vardığı viran
bir han ve o hanın duvarları, rüzgârın önünde
kuru yapraklar gibi savrulan bir adam...
…Sonra yıllar ötesinden, zifiri karanlıklar
içinden masal kahramanları sıyrılıp geliyor gözlerimin önüne, hepsini görüyorum. Uzansam
dokunacağım. Su Sömüren, Seyrek Basan, Dağ
Sallayan, Yer Dinleyen, yedi kat yerin altındaki Devler, Ağlayan Peri, Bahtsız Şehzade, Kan
irin akan Çatalçeşme, ulu ağaçlar, deli sular, kör
kuyular, görkem saraylar ve kanatları göğü kaplayan Anka…
Bir mekâna koyamıyorum kendimi. Neredeyim bilmiyorum. Otuz güneş yılı uzunluğunda
bir ipin ucuna bağlanıyorum. O ipin diğer ucu, el
ulaşmaz, ses yetmez bir yere bağlı. Yıllar öncesine gidip gelen, büyük bir boşlukta ha bire salınan
bir sarkacım...
Birden, geceleri o kerpiç evin odalarına huzur
veren şiirler, masallar uzaklaşıyor, kayboluyor.
Ben yapayalnız kalıyorum küçük odasında o evin.
Sonra, sabah oluyor. Erkenden babamın elinden
tutup gidiyor ağabeyim. Gidiyor. Ben elimi hiç
bırakmayan ihtiyar kadının elinden kurtulup onların ardından koşuyorum. Mavi, kırık dökük bir
minibüs toz duman içinde uzaklaşıyor.
“Ağabeyim gitti! Ağabeyim gitti!” diye yerle-
re yatıp ağlıyorum.
O ihtiyar kadın:
“Gelecek, ağlama!” diyor, avutmaya çalışıyor
beni. Ona inanmıyorum.
Anamın, babama söylediği sitem dolu sözler
çınlıyor kulaklarımda:
“Parmak kadar çocuğu gurbete atıp geldin.”
Cevap vermiyor babam.
“Ağabeyim niye gelmedi?” diye soruyorum
her gece. Hep aynı cevabı veriyor ihtiyar kadın:
“Yatılı okula gitti, okul bitsin gelecek. Sen
yat, uyu!”
...Ve sönüyor gaz lambası. Bir hayalet gibi çıkıp gidiyor ihtiyar kadın. Karanlık kol geziyor
kerpiç evin bütün odalarında. Deli poyraz durmadan uğulduyor, sarsıyor pencereleri. Yer yatağına
korkuyla girip yorganı başıma kadar çekiyorum.
Ağaçları kökünden söken o Dev, dişlerini çarka
verip geliyor az sonra ve yatağıma eğilip camları
zangırdatan sesiyle soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Uyusam, ses vermesem beni yiyecek o Dev.
Sonra iri bir ağacı kökünden söküp dişlerini kurcalayacak. Dev’in dişleri arasından, kanlar içinde kollarım, bacaklarım dökülecek bir bir.
Dev, dişlerini birbirine sürtüyor. Gök gürlüyor sanki ve yeniden soruyor:
“Kim uyudu, kim uyanıııık!?”
Titreyerek, korkarak cevap veriyorum:
“Ebe! Eller uyudu, bir ben uyanık...”
Homurdanarak gidiyor Dev.
Ben yorganın altından başımı çıkarıp gözlerimi tavana dikiyorum. Odadaki eşyalar eğilip
bükülüyor, şekil değiştiriyorlar aniden. Dev’in
dişleri oluyor tavanda asılı duran anadut. Ocaktaki son közler, o Dev’in kanlı ağzı...
“İnsan eti kokuyooor! İnsan eti kokuyooor!”
diye üzerime yürüyor Dev’in çocukları.
Ağabeyimi arıyorum. Döşeğimin sağ yanında
bir boşluk... Ellerimle yastığı yokluyorum, yüreğimi sarsan bir yalnızlık bulaşıyor ellerime.
Karanlık gecelerde beni korkulardan azat eden o
ses yok.
Ellerimi o kızıl saçlı ihtiyar kadının ellerinden çözüp yavaşça belletici öğretmen odasına
dönüyorum. Her şey yatılı okul oluyor birden.
Bütün yalnızlıklar, korkular, hasretler... Sisler,
dumanlar içinde, uzak bir gurbette buğulanıyor,
24
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
buğulanıyor ve odama yağıyor. Ağlıyorum.
Karanlığı parçalayan o zil sesi hâlâ kulaklarımda. Koğuşların ışığı sönünce masaya bıraktığım kitap öylece duruyor. Kitaba gönülsüzce
bakıp gözlerimi pencereye; uzak karanlıklara dikiyorum. Ne o ihtiyar kadın ne kerpiç ev ne yatılı okula giden ağabeyim ne de tozlu yollarında
ağlayarak kaldığım o köy... Hiç biri yok. Hepsi
koyu bir karanlıkta, eski bir zamanda kaybolup
gitmiş. Koğuşlardaki çocukların kardeşlerini düşünüyorum. Bedenim yüz parçaya bölünüyor o
an ve tike tike savruluyorum uzak dağ köylerine.
Gökte bulut tedirgin, yerde ağaçlar… Sert bir
rüzgâr esiyor. Bulutlu geceyi hafifçe aydınlatan
bir dolunay var. Bulutlardan sıyrıldığı zaman,
Tekelti’nin zirvesinde; sarp kayalıklarda gümüşten bir taç gibi parlıyor. Gündüzleri, kardan gelinliğinin eteklerini ovaya seren Tekelti’nin yüzüne,
siyah bir duvak gibi örtülmüş bulutlar. Pansiyon
binasının camlarına kadar uzanan akasyanın ince
dallarını birer birer yere indiren rüzgâr, inleyen
bir tar gibi, gâh segâh gâh mugâm söyleyerek
geçiyor pencerelerden. Üşüyor muyum, korkuyor muyum bilmiyorum. Gövdemde buzdan bir
el yürüyor. Dişlerim birbirine vuruyor, ürperiyor
titriyorum. Akasyanın dalları az ötedeki küçük
söğüt ağacına doğru kırılacakmış gibi eğiliyor,
yaslanıyor ve tekrar doğruluyor. Ne vakit deli
poyraz esse bu akasya, hep küçük söğüt ağacıyla
dertleşiyor. Belki de acelesi varmış gibi dörtnala
koşan ve uğuldadıkça ağaçların ince, nazik dallarını tutam tutam yolup yere yığan rüzgârdan
şikâyet ediyor. Kim bilir...
Odada geziniyorum. Birkaç adımda tükeniyor
oda. Bir masa, bir yatak ve dört bir yan beton...
Arşın arşın uzuyor gece ve ona eşlik eden bir hüzün büyüyor durmadan. Dirhem dirhem bölüyor
beni yalnızlık. Masaya yöneliyorum ve yeniden
kitabın sayfalarını çeviriyorum.
Babasını özleyen bir çocuk... Koğuşlardaki
çocuklara benziyor. Direne direne köyün yakınındaki yüksek bir tepeye tırmanıyor. O tepe,
zirvesi karlı, gümüş taçlı Tekelti olmalı. O tepeye bin bir umutla çıkan o çocuğa koşuluyorum.
Onunla birlikte kevenlere, otlara tutunarak kan
ter içinde zirveye varmak, elimi gözlerime siper
edip uzak ufuklara; sisler içindeki göle; o gölde
yüzen beyaz gemiye bakmak, babama el sallamak istiyorum...
Yok, olmuyor. Koğuşlardaki çocuklar çekiyor
arkamdan. Kim bilir onlar hangi tepelere tırmanıyor, hangi yaylalara yürüyorlar. Kalkıyorum.
Dışarıda uluyan rüzgâr ayazdan diliyle yalayıp
geçiyor içimi. Sızlıyor içim. Aniden bacaklarımın dermanı kesiliveriyor. Tepeye çıkamıyorum.
O çocuğu, kitabın sayfaları arasın bırakıp dönüyorum. Duvardaki saate gidiyor gözlerim. Gece
yarısı... Dakikalar, ağır ağır bir sonraki günden
dem almaya başlıyor.
“Öğrencileri son bir kez kontrol etmek gerek” diye söylenip koğuşlara doğru ağır, yorgun
adımlarla yürümeye başlıyorum.
Üst kattan, kızlar koğuşundan gelen zil sesi
kadar cırtlak bir kadın sesi...
Koridorlar, anne sesine hiç benzemeyen bu
sesle uyanıyor, irkiliyor sanki. Nazan Hanım’ın
dişlerinin gıcırtısı bile duyuluyor. Bir dev gibi
homurdanıyor. Öfke, bir çocuğun suratına çarpıyor önce, sonra boş koridorlarda yankılanıyor:
“Sus! Zırlayıp durma! Gecenin bu saatinde
nerden bulayım anneni! Şimdi doğru yatağa!
Yürü! Gözüme görünme bir daha! Koyun kokusu, gübre kokusu eksik burada! Uyuyamazsın
tabii!”
….
Çocuk bir şeyler anlatmaya çalışıyordu belki.
Nazan Hanım birkaç saniye susup yeniden bağırıyor:
“Keees! Doğru odana! Çabuk!”
Nedense, Nazan Hanım ile beni aynı güne yazıyorlar, birlikte nöbet tutuyoruz her zaman, o,
kızlar katında kalıyor bir gece, ben de erkekler
katında. Nedendir bilmiyorum, daha çocuklar
başını yastığa koymadan yatağa atıyor kendini
Nazan Hanım, uyku bir karabasan gibi çöküyor
gözlerine ve ışıklar söner sönmez de uykuya dalıp gidiyor. Anlaşılan bir çocuk ağlamasıyla bölünmüş uykusu. Hiddetli, öfkeli, kızgın... Azgın
sular gibi gürlüyor, köpürüyor. Çocuklar bu selin
karşısına çıkmamayı öğrenene kadar birkaç kez
sulara kapılıyorlar.
Nazan Hanım, sanki bana da bağırıyor, öylece
donup kalıyorum bir müddet. Sesler kesilince yeniden yürüyorum. Boş, sessiz koridorda yankılan
25
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
“Yukarı çık!”
“Sınıfa geç!”
Ve beş günlük bir talimden sonra açık görüş
günleri...
Sabah erkenden pansiyonun bahçesine doluşan adamlar, kadınlar ve oğul veren arılar gibi
uzak dağ köylerinden gelenleri, çepeçevre kuşatan gözleri mahmur oğullar, kızlar... Yolu kapalı
köylerden, görüşe gelemeyen anne babaların, duvar diplerine çöken boynu bükük çocukları...
Yürüyorum. Nazan Hanım’ın dağıttığı düşüncelerimi bir türlü toparlayamıyorum. Nedense bulunduğum mekândan kilometrelerce uzağa
düşüyorum hep.
Belki biraz sonra, bu koridorlarda, mazgallardan ellerini, başlarını uzatacak mahkûmlar. Mazgalların kapağını, parmaklıklara vurarak bağıracaklar, bir isyan başlayacak ve sesler birbirine
karışacak:
“Annelerimizi istiyoruz!”
“Burada okumak istemiyoruz!”
…
101 numaralı koğuşun kapısında duruyorum.
Bütün ışıklar sönmüş. Upuzun koridorun ortasında sadece bir lamba yanıyor. Koridoru iyice
aydınlatamayan lambanın zayıf, körsen ışığı eşliğinde, koğuşa varıyorum. Kapının ağzındaki
ranzalardan biri boş! Gözlerim büyüyor, bin bir
düşünce, birbiri ardına çarpıyor zihnimin duvarlarına. Bu soğukta? Firar mı? Yapamazlar, daha
çok küçükler. Ama…
El yordamı ile ilerliyorum, ranzalarda yatan
çocuk mahkûmları yokluyorum tek tek. Az ötedeki ranzada, bir yastıkta, iki çocuk başına değiyor ellerim. Küçük bir çocuk, kendisinden bir iki
yaş daha büyük bir çocuğun koynuna sokulmuş,
uyuyor. Gülümsüyorum. Bir anda tüm korkuları
rüzgâra veriyorum, dağıtıp savuruyorum yürek
yiyen korkuyu. Ranzasından firar eden bu çocuk,
bir eliyle yatağına sığındığı çocuğun elinden tutmuş. Işıklar sönünce korkuyor, biliyorum. Yatakta büzülüp diğer çocuğa iyice sokuluşu, onun
okula daha yenice geldiğini anlatıyor.
“Bırak
uyusun!”
diyorum
kendi
kendime,“Belki ağabeyini özlemiştir...”
Bir sonraki koğuş...
Rüzgâr uluyor camlarda...
ayak seslerim, mum ışığındaki eşyaların gölgesi
gibi uzuyor, büyüyor. “Tak tak…” topuk seslerim çoğalıyor karanlıkta. Vehme kapılıyorum,
sanki devler geliyor arkamdan. Ve birden dönüp
arkama bakıyorum. Kimsecikler yok. Korkularım dağılıyor, düşüncelerim değişiyor birden ve
daha diri, daha sert adımlarla yürüyorum. O an
bir hapishanedeyim, sanki bir gardiyanım…
Bu okul, bu pansiyon, bu çıplak, soğuk duvarlar ve yüzü asık gardiyanlar... Kim bilir,
yarı açık bir cezaevi burası, çocuklar da birer
mahkûm…
Sabah erkenden kulaklarda testere gibi işleyen bir zil sesiyle bölünen uykular ve bir zil
sesiyle başlayan mahpus hayatı...
Zil sesi…
Fırla yataklardan! Koş! Elini yüzünü yıka,
üstünü başını giy, beşerli sıra ol, kahvaltı salonuna geç!
Çürük zeytin, ekşi peynir, metal bardakta
soğumuş bir çay ve önceki günden kalma kuru
ekmekler...
Sonra bir zil sesi daha…
Kitabını, defterini al, beşerli sıra ol! İki yıldır tamamlanmayan köprü inşaatına bakarak
korkuyla geç iğreti, çürük tahtalar döşeli asma
köprüden ve beş yüz metre ötedeki okula doğru
sırayı bozmadan yürü!
Zil sesi…
Kırk dakikalık bir hücre hapsi: Üçgen, kare,
dikdörtgen, alan, çevre, yükseklik... Kederi böl,
hüznü çarp, özlemi topla, gurbeti çıkar...
Zil sesi...
Beş dakikalık hürriyet. Fakat hürriyet adına
gittiğin her yerde: Koridorlarda, basamaklarda,
bahçede… Eli değnekli gardiyanların çığlıkları:
“Burada bekleme!”
“Koşma!”
“Konuşma!”
“Aşağıya in!”
Daha aşağı iner inmez bir zil sesi daha ve
bahçe gardiyanları:
“Zil çaldı!”
“Oturma!”
“Sallanma!”
“Konuşma!”
26
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Kanat sesleri...
Tedirgin kuşlar dönüyor pervazlarda. Ben
içeri girince ürküp havalandılar belki.
Bu koğuşta, ikinci kat ranzadaki yatağından
iyice sarkmış bir çocuk… Adım gibi biliyorum.
O an koşuyor, yemyeşil, mor çiçekli bir yaylada
bu çocuk. Her yanı çayır, çimen, çiçek... Yanağında tatlı bir gülümseyiş var. Ara sıra arkasına
bakarak koşuyor. Onu kovalayan diğer çocuklar
yetişemiyorlar, belli... Yüzü geriliyor birden, ardından gelen çocuklar onu yakalayacak. O, şırıl
şırıl akan bir derenin karşı kıyısına geçecek şimdi. Gülüyor, daha hızlı koşmaya başlıyor, yatakta
debeleniyor, şimdi atlayacak...
Gözlerimi kapatıp bu çocuğun düşlerine giriyorum. Koşarak dere yatağına yaklaşıp onun
namına karşı kıyıya atlıyorum. Bir kuş gibi hafif
bedenim; uçuyorum, ayaklarım boşlukta. Başım
dönüyor yüksekten, yere inmek istiyor inemiyorum. Yanı başımda çayır kuşları, ötleğenler, kırlangıçlar, kelebekler... Birden, vücudumun olanca ağırlığı ile yere düşüyorum. Düştüğüm yer o
derenin kıyısındaki yemyeşil çimenlerin üstü değil. Sert, soğuk bir zemine çakılıyorum. Düşlerim bölünüyor aniden. Uyku sersemi gözlerimi,
büyük bir karanlığa açıyorum. Sarı, kırmızı çiçekler, yeşil ekinler, mor sümbüller, kırlangıçlar,
kelebekler yok. Az önce gökte pırıl pırıl yanan
güneş de... Ilık ılık kan sızmaya başlıyor şakağımdan. Ellerimi alnıma götürüyorum, ellerim
kan oluyor.
İkinci kat ranzadan düşmüş gibi acıyor şakağım, sızlıyor, zonkluyor… Çocuğun ranzadan
sarkan başını tutup usulca yastığına yerleştiriyorum.
Koridorun sağındaki son koğuş...
Hıçkırıklara boğulan bir çocuk sesi...
“Anne! Annee!”
Kapının ağzına çakılıyorum o an, bekliyorum.
Rüzgârın o korkulu sesinden ve ara sıra koğuştan
gelen bu sesten başka hiçbir ses yok koridorda.
Çocuk tekrar inliyor:
“Annee! Annee!”
Akasyanın yarı çıplak dallarının gölgesi düşüyor karşıdaki duvara. Duvardaki gölgeler, bir
kadın silueti oluyor aniden. Kadının arkasında
da küçük bir çocuk beliriyor. Omzunda bir tırpan
var kadının, tırpanın ucunda azık torbası... Bir
eliyle omzuna attığı tırpanı tutmuş kadın, diğer
elinde bir testi var. Akasya eğildikçe gölgeler
titriyor duvarda. Yürüyor, ardına bakmadan gidiyor kadın. Bu kadın, bu koğuşta ağlayan çocuğun annesi. Çocuk annesinin arkasından koşup
bağırıyor. Duymuyor kadın. Akasyanın dalları
titredikçe arayı açıp uzaklaşıyor, küçük tepeleri aşıyor gibi önce kaybolup sonra yeniden çıkıyor kadın. Rüzgâr uğuldadıkça eğiliyor küçük
dal, çocuk tökezleyip düşüyor, yere kapaklanıyor
sonra kalkıp tekrar koşuyor annesinin ardından.
Küçük adımlarıyla yetişemiyor ona. Annesinin
ardından ağlayarak bağırıyor:
“Annee! Annee!”
Belki de bu çocuğun düşünü görüyorum duvarda.
Ayaklarımın ucuna basarak giriyorum içeri,
sesin geldiği tarafa yaklaşıyorum. Yastığa kapanmış bir çocuk. Omzundan tutup yavaşça çeviriyorum. Korkuyla doğruluyor yataktan, uyumuyor. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor sonra. Sesimi
iyice kısarak soruyorum:
“Niye uyumadım yavrum?”
Ağlayarak cevap veriyor:
“Anneee! An-nee! Annemi…”
“Tamam! Tamam! Ağlama, sus! Arkadaşların
uyanacak şimdi. Madem uyuyamadın, kalk bakalım, kabanını giy, haydi, tak terliklerini, gel
benimle!”
Diğer koğuşları bu çocukla beraber kontrol
ediyoruz, sonra ben önde o arkada, belletici öğretmen odasına doğru yürüyoruz. Odaya girince,
gözleri ışıktan rahatsız oluyor, bakamıyor gözlerime, içini çekip ağlıyor sürekli. Konuşmaları
hıçkırığa boğuluyor, dedikleri zor anlaşılıyor.
“Ağlama bakalım! Ağlama, sus, adın ne senin?”
İçini çekerek, kekeleyerek cevaplıyor:
“Iııh, ııh… Mir Seyit.”
“Hangi köyden geldin Mir Seyit?”
“Aşağı Civanlı.”
“Kaçıncı sınıfta okuyorsun?”
“Üç.”
“Nazan Hanım’ın sınıfında mı?”
“Evet.”
“Buraya ne zaman geldin?”
“Dö, dö, dört gün oldu.”
“Niye diğer arkadaşların gibi okullar açıldı-
27
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ğında gelmedin? Bak, alıştı onlar.”
“Ben köyde okuyordum.”
“Köyünüzde okul vardı demek, buraya niçin
geldin Mir Seyit?”
“Okulumuz vardı, ıhıııı, ıhıı, ıhıı...”
Ağlamaktan konuşamıyor, sakinleştirip sorguya çekiyorum bu uyku firarisini:
“Ağlama Mir Seyit! Ağlama! Öğretmeniniz
mi yok? Tayin olup gitti demek, öğretmeniniz gidince okulunuz da kapandı anlaşılan.”
“Yok, öğretmenimiz de vardı. Vardı, ııhıııı,
ıhıı, ıhııh...”
Tıkanıyor, boğuluyor, kekeliyor, konuşamıyor Mir Seyit. Göğsü inip inip kalkıyor, bir bardak su veriyorum, yutkunarak içiyor.
“Ağlama Mir Seyit! Bak, birinci sınıfta okuyan çocuklar bile ağlamıyorlar artık. Ağlama,
hadi anlat! Niye köyünüzde okumadın?”
“O, o, okulumuzu yaktılar! Öğretmenimiz
öldü! Babam da... Iııhıhıhhhı!”
“Kim yaktı Mir Seyit? Kim öldür...”
“Babamı... Babamı...”
“Tamam, Mir Seyit, yeter, ağlama!”
…
Bir zemheri ayazı doluyor odaya. Kuru dallar
gibi titriyor bedenim. Rüzgâr, olanca şiddetiyle
çığlık atıyor kulaklarımda, fırtına oluyor, kasırgaya dönüyor. Ağaçlar yaprak yaprak savruluyor; dağlar taş taş eleniyor o an. Ulu dağlar,
engin ovalar, serin yaylalar, Kurşun sesleri eşliğinde geçip gidiyor önümden. Tüm dereler kan
olup akıyor içime. Mir Seyit’e dönüyorum:
“Mir Seyit, ağlama, hadi sus artık! Sen şimdi
yat, uyu! Sabahleyin konuşalım, olur mu?”
“Hayır, ben orada uyumayacağım, ben bu
okulda okumayacağım, ben köye gideceğim.”
“İstersen burada, bak, benim yatağımda uyu.
Işığı da açık bırakırım, olur mu?”
“Hayır, ben uyumayacağım, köyümüze gideceğim.”
“Ama gece, gidilmez şimdi, hem yollar kapalı, yollar açılınca gönderirim seni, gidersin.”
“Hayır, sabah olunca gideceğim.”
Kolayca ikna olacak, yatıp uyuyacak gibi değil Mir Seyit. Emsallerine göre güçlü kuvvetli,
iri iri elleri, ayakları... Bir dağ çocuğu Mir Seyit,
onu uyutmak için bel vermez, medetsiz dağlara
götürmek; sarı, mor çiçekli yaylalarda eğlemek;
sarp kayalardan, asi derelerden geçirip kerpiç
evli viran köylerde gezdirmek, iyice yormak gerekiyor…
“Mir Seyit, köyünüz buradan görünüyor
mu?”
“Yok, görünmüyor, çok uzak...”
“Benim köyüm de çok uzak Mir Seyit” diye
söyleniyorum kendi kendime.
“Köyünüzün dağları da mı görünmüyor Mir
Seyit?”
“Onlar görünüyor.”
“Haydi, gel! Seninle üst kata çıkıp pencereden bakalım, köyünüz ne tarafta göster bana.”
“Tamam.”
Dördüncü kata çıkıyoruz. Sol yanımızda, gövdesi koyu bir karanlıkta yitmiş, karlı zirvesi ay
ışığında parlayan ve karanlığın içinden bir buz
kütlesi gibi yükselen Ağrı Dağı... Ağrı’nın yan
tarafında ak saçlarını gökyüzüne doğru uzatmış
Zor Dağları... Dağların koynunda tek tük ışıklar yanıyor. Yakın köylerden gelen köpek sesleri
karışıyor rüzgârın sesine. Cincavat Çayı, bütün
sesleri köpüklü sularına katıyor, tüm sesleri sürükleyerek uzaklara doğru götürüyor. Gözlerimi,
olanca heybetiyle gecenin göğsünü yarıp göğe
doğru yükselen Ağrı Dağı’ndan ayıramıyorum.
O heybet çarpıyor beni. Dalıp gidiyorum. Mir
Seyit usulca seslenip uyarıyor:
“Bu tarafta değil öğretmenim, bizim köy şu
tarafta!”
“Haa, öyle mi?”
Başımı çevirip Mir Seyit’in boy verip büyüdüğü dağlara bakıyorum. Eliyle sağ taraftaki
dağları gösteriyor:
“Bizim köy işte ooorda öğretmenim.
Tekelti’nin arkasında. Kışın kimse gidemez bizim köye, arabalar çıkamaz. Bir de kestirme yol
var ama at ile gidilir. Babam olsa o yoldan gelirdi. Yaz olsa ben de giderim oradan, ben korkmam
hiç, yolu da biliyorum.”
“Üzülme Mir Seyit, bahar gelince gidersin.
Bak, sizin köyün arabaları şuradan kalkıyor, seni
arabaya bindiririz, gidersin.”
“Bizim köyün arabası yok ki. Herkes göçtü
köyden, dört-beş tane ev kaldı.”
“Olsun, sizin köye yakın, diğer köylerin arabasına biner gidersin.”
“Ben Gaziler’e kadar arabayla gitsem, oradan
28
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
köye gidebilirim, yakın.”
“Ama şimdi gidilmez Mir Seyit, bahar gelince...”
“Ama bahara daha çoook var.”
“Olsun, sen okula alışınca çabucak gelir.”
“Yok, çabucak gelmez.”
“Gelir, gelir, şu karlar erisin, hemen gelir.”
“Babam olsa, kışın bile at ile gelebilirdi. Babam ölmeseydi…” Yutkunarak devam ediyor, zor
tamamlıyor sözlerini: “Bana bisiklet alacaktı…”
Cevap veremiyorum. Lafı dolaştırıyorum.
“Mir Seyit, yazın çok güzel oluyordur sizin
köy, öyle değil mi?”
“Evet, ama kışın da güzel. Bizim köye bir
gelseniz, çok güzel...”
Daha şimdiden yaylanın karını ayazını, kışını baharını, kurdunu kuşunu, çiçeğini, böceğini,
otunu dikenini özlemiş, anlatıyor Mir Seyit. Altın çiçeği, mor süsen, kız kirpiği, gelincik, göğbaş, hezeran... Derelerde, tepelerde, kuytularda,
koyaklarda boy verip çiçek açıyor. Devetabanı,
kekik, yavşan, çoban yastığı... Tüm otlarla birlikte toprağı yarıp çıkıyor. Kangal, şeker dikeni,
keven, çöven, köygöçüren, deveçökerten... Hiç
bir diken batmıyor ayağına, köye doğru yürüyor,
koşuyor tozlu yollarda… Ve kuşlar. Dağların,
yaylaların kuşları: Yeşilbaş sunalarla, altın renkli
angutlarla, allı turnalarla iniyor sulara Mir Seyit
ve bir kınalı keklik sürüsüne koşulup süzülüyor
dağlardan.
Ağlamıyor artık ama gözleri hâlâ nemli, gözleri pırıl pırıl yanıyor Mir Seyit’in. Artık uyumaya razı olur diye düşünüyorum:
“Haydi, Mir Seyit, koğuşa, yatağına gidelim!
Biraz da orada anlat!”
“Tamam, ama yazın bizim köye geleceksin!”
“Olur, gelirim.”
Basamaklardan hızlı hızlı iniyorum. Arkamdan terliklerini şıpırdatarak geliyor. Derin bir uykuda çocuklar. Koğuşa giriyoruz. Gri demirlere
tutunarak yatağına çıkıyor, battaniyesini üstüne
çekiyor Mir Seyit. Birkaç soru daha sorsam uyuyacak.
“Demek çok keklik oluyor sizin köyün dağlarında?”
“Evet, kar çok yağınca babam keklikleri canlı
canlı yakalıyordu.”
“Öyle mi?”
“Tabii.”
“Nasıl? Keklikler uçmuyorlar mı?”
“Kar çok olunca uçamazlar kiii.”
“Anlat o zaman, baban keklikleri nasıl yakalıyordu?”
“Kar çok yağınca keklikler yem bulamıyorlar
ya?”
“Evet.”
“Yem bulamayınca köye geliyorlar. Kanatları da kardan ıslanıyor. Kanatları ıslanınca uçamıyorlar. Babam keklikleri kovalayıp keklikler
yorulunca da yakalıyordu. Babam olsaydı, bana
bisiklet alacaktı öğretmenim...”
Yazın köye gidersem, beni babasının atına
bindirecek Mir Seyit. Söz veriyor. Babasının çok
güzel bir atı var. Ben ata binip dörtnala koşturacağım, o da bisikletine binecek, yarışacağız.
Sabah yaklaşıyor sanki. Geceden beri korkunun diliyle konuşan rüzgâr, susmaya hazırlanıyor. Sözleri seyrekleşiyor birden, göz kapakları
ağırlaşıyor Mir Seyit’in, kanatları yorgun. Bedeni soğuk yatakta kalıyor, ruhu düşüyor yollara, dağların eteğindeki o köye doğru süzülüyor.
Belki kar yağıyordur yaylalara. Taze karda bir
keklik gibi batıp kalıyor Mir Seyit. Pencerenin
pervazında dönüp duran bir üveyik süzülüyor
koğuşa, Mir Seyit’in ranzasına konacak. Kapıyı
açık bırakıp yavaşça çıkıyorum.
Mir Seyit’in gözleri, uzun süre gitmiyor gözlerimin önünden. Sanki karşımda... Odama giderken Mir Seyit’le konuşuyorum:
Alışacaksın Mir Seyit! Önce soğuk yataklara girecek, anasız uykulara dalacak ve korkulu
düşler göreceksin. Bazen altını ıslatacaksın, vücudunun sıcaklığıyla kurutacaksın çamaşırlarını.
Derste ekşi ekşi kokacak bedenin. Nazan Öğretmen seni tecrit edecek sınıftan, koğuşa gönderecek. Kendin yıkayacaksın çamaşırlarını, yani
soğuk suya daldırıp çıkaracak, sıkıp sereceksin
ranzanın demirlerine ya da kalorifer peteklerine.
Bazen sevdiğin bir yemeğin tadı kalacak damağında, doymayacaksın. Biraz daha yemek isteyeceksin, yemek bitmiş olacak, vermeyecekler.
Bazen boğazına dizilecek, yutamayacaksın lokmaları. Bir parça kuru ekmeği geveleyerek çıkacaksın yemekhaneden. Hastalanacaksın. Dok-
29
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
torsuz, hemşiresiz, kapısında revir yazan odada
yatacaksın. Hangi ilacı ne zaman alacağını bilmeden yutacaksın hapları. Ciğerlerin sökülecek,
öksüreceksin. Uykuların bölünecek zil sesleriyle, ürpererek uyanacaksın alaca karanlıklarda.
Telaşlı, tedirgin koşuşturacaksın. Kar kapatacak
tüm yolları, hafta sonları görüşüne gelemeyecek
annen, duvarların dibinde boynu bükülü kalacaksın. Baban olsa gelirdi. Baban hiç gelmeyecek Mir Seyit. Yetimliğe alışacaksın.
Unutacaksın Mir Seyit! Kulaklarında uğuldayan kurşunların sesini, okulunuzun duvarlarına
sıçrayan kanı, seni köyden koparan ve bu soğuk
duvarlar arasına süren canavar yüzlü adamları unutacaksın. Belki öğretmeninin yüzünü de
unutacaksın; ama silinmeyecek hafızandan o
mor dağlar, çiçekli yaylalar ve babanın yüzü.
Her bahar, her bayram bekleyeceksin. Bekle Mir
Seyit, baban sana bisiklet getirecek!
Kar yağıyor, rüzgâr suskun. Ranzaya atıyorum kendimi. Sessizlik. Her saniye, büyük bir
çana vurulan tokmak sanki. “Çıt, çıt, çıt...” Kalkıp duvardaki saatin pilini çıkarıyorum. Susuyor
saat. Sağa sola dönüp duruyorum yatakta. Uykular uzak, uykular kaçak. Ezik, yıkık, yorgunum.
Gözlerimi kapatıyorum. O ihtiyar kadının elleri,
o kerpiç ev, yer yatağı, Aşağı Civanlı Köyü, Mir
Seyit’in babası, kurşunlanan öğretmen, duvarlarına kan sıçrayan okul, o okuldan sürgün olan
çocuklar ve Mir Seyit...
O gece tanıyorum Mir Seyit’i. Nöbetçi olduğum geceler bir bahane bulup odama geliyor.
Konuşuyoruz. O kestirme yoldan köye gidiyoruz. Kuzuları, köpekleri seviyor; tayları, kara
batan keklikleri kovalıyor; çiçek toplayıp kuşları
seyrediyoruz. Sonra o bisikletine biniyor, ben de
babasının atına... O pedal çeviriyor telaşla, ben
atı mahmuzluyorum. Aşağı Civanlı’dan dereye
inen bir yol var, o tozlu yolda yarışıyoruz.
***
Mart ayının başları... Hava ılık, bir cuma
günü... Nöbetçiyim. Ovadaki badem ağaçları, kayısı ağaçları kırmızı tomurcuklarını yarıp
bembeyaz çiçeğe durmuş. Esen yelde bir bahar
kokusu var. Rüzgârın yönü değişmiş, artık salkım söğüt, akasyaya doğru eğiliyor.
Akşam etüdünden biraz sonra zil sesiyle ko-
ğuşlara çekiliyor çocuklar. Gelir diye bekliyorum ama o gece gelmiyor Mir Seyit. “O da alıştı”
diyorum, gülümsüyorum.
Cumartesi sabahı erkenden kalkıyorum. Pansiyonun bahçesi her zamankinden daha kalabalık. Her on dakikada bir, pansiyon binasının bahçe kapısına bir köy dolmuşu duruyor. Dolmuştan
inenler, yüzlerce çocuğun içinde kendi çocuklarını arayarak bahçeye doğru yürüyor, dolmuşlardan inenleri tanıyan çocuklar ise kapıya doğru
sevinçle koşuşuyor. Her kadının, her adamın başında onlarca çocuk...
“Dağların karı sökmüş, yollar açılmış,” diye
geçiriyorum içimden.
Pansiyon binasının kenarındaki lojmanda oturan öğretmenlerin çocukları da bahçede. Nazan
Hanım’ın oğlu Tunç, bisiklet sürüyor, sekiz-on
çocuk da bisikletin arkasından koşuşturuyor. Mir
Seyit’i arıyor gözlerim. Az ileride, ziyaretçisinin
gelmeyeceğini biliyor. Duvarın dibine çökmüş,
elini yanağına dayamış, gözünü kırpmadan bisikleti izliyor.
Pansiyondaki çocuklardan bir bölümüne izin
veriyorum, anneleri babaları ile birlikte, salıverilen birer mahkûm sevinciyle uzaklaşıyorlar.
Kalan çocuklar, bahçede gezinip duruyor. Tunç,
bisikletini bırakıp diğer çocuklarla birlikte koşup
oynamaya başlıyor. Mir Seyit, oturduğu yerden
kalkıp bisiklete doğru ilerliyor, bisikletin yanına
çömelip oturuyor. Dokunmaya başlıyor bisiklete;
direksiyonunu tutuyor, eliyle pervanesini döndürüyor, pedalını çeviriyor, seviyor, okşuyor bisikleti. Az sonra lojmanın penceresinden sarkan
Nazan Hanım’ın sesi yükseliyor:
“Heeey! Çekil oradan geri zekâlı! Bırak o bisikleti! Tuuunç, Tuuunç! Bisikletini al ve çabuk
eve gel, çabuk! Bir daha görmeyeceğim seni o
çocukların içinde!”
Mir Seyit az önce oturduğu yere doğru yürüyor, Tunç direniyor, omuz silkiyor, gitmek istemiyor ama annesinin tehdit dolu sözlerine daha
fazla dayanamıyor. Bisikletine binip lojmana
doğru sürüyor. Mir Seyit duvarın dibine oturup
Tunç’un arkasından uzun uzun bakıyor. Cumartesi günü nöbetçi olan öğretmenler geliyorlar. Sıraya dizip sayıyorum çocukları, izin kâğıtlarını
da… Eksik yok, teslim ediyorum çocukları.
Pazartesi sabahı…
30
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Öğretmenler odasında bir hengâme. Konuşulanlardan bir şeyler çıkarmaya çalışıyorum.
“Duydunuz mu?”
“Neyi?”
“Pazar günü, pansiyondan bir öğrenci kaçmış.”
“Çocuğu bulamamışlar!”
“Jandarma, köylerinin yakınlarına kadar gitmiş, her tarafı aramışlar, iz bile yokmuş.”
“Belki bulunur diye ailesine haber vermemişler.”
“O çocuğu tanıyorum, ziyaretine hiç kimse
gelmezdi.”
Bu sözlerden sonra bir korku kaplıyor içimi,
pencereden Tekelti Dağı’na doğru bakıyorum ve
telaşlı bir soru dökülüyor dudaklarımdan:
“Hangi çocuk kaçmış, kim kaçmış?”
“Nazan Hanım’ın sınıfından...”
“Kim?”
“Herhâlde köyüne gitmek istemiş, adı da Mir
Seyit imiş.”
“Mir Seyit mi?”
…
Pencerenin ağzında donup kalıyorum. Dilim
tutuluyor, konuşamıyorum. Duyduklarım yalan
olmalı ya da soğuk bir rüya…
Her kafadan bir ses geliyor ama artık konuşulanları duymuyorum. Okulun bahçesindeki
yüzlerce çocuğu tek tek süzmeye başlıyorum.
Hiçbiri Mir Seyit’e benzemiyor. İnanmıyorum.
Sanki o öğrencilerin içinden çıkıp gelecek, sanki
sınıfta adı okununca “Burada!” diyecek.
Okul müdürü geliyor. Yüzünde felaket habercisi bir ifade…
“Mir Seyit’i bulmuşlar.” diyor, “Donmuş.”
…
Ben de donuyorum o an. Hiçbir baharın çözemeyeceği bir buz kütlesi oluyorum. Sanki
binlerce insan var öğretmenler odasında. Sesler
birbirine karışıyor. Kaçmak istiyorum odadan,
kaçmak… Sınıfın duvarları üstüme üstüme geliyor. Ne kara tahta, tebeşir, kitap, defter, kalem
ne de çocuklar... Sınıfta bir tek ben varım, bir
de Mir Seyit’in hayali. Pencerenin önüne dikiliyorum, gözlerimi Tekelti’ye çevirip umutsuzca
bakıyorum dağlara…
Tekelti’nin ak döşünde bir karartıya takılıyor
gözlerim. Mir Seyit! Kestirme yoldan dağa doğ-
ru tırmanıyor. Güneş bulutların arasından sıyrılıp
ölgün ışıklarıyla gülümsüyor ve hemen kayboluyor. Yukarı doğru çıktıkça, köye yaklaştıkça
yüreği büyüyor Mir Seyit’in. Adımlarını sıklaştırıyor, daha hızlı yürümeye başlıyor.
Ak Toprak, Boğum Deresi, Tek Söğüt… Bir
bir geçiyor Mir Seyit. Soğukbulak’a bir varsa,
köy görünecek. Soğukbulak’ta, Kız Kayası’na
çıkıp bağırsa, köye duyulur.
Hava kararmaya, rüzgâr ulumaya başlıyor
aniden. Kar sepeliyor. Mir Seyit, bir karşısındaki
dağa, bir de dönüp arkasına bakıyor. Ne şehir,
ne okul, ne koğuşlar… Ellerini ağzına götürüp
nefesiyle ısıtmaya çalışıyor ama nefesi de üşüyor
Mir Seyit’in. Yüzüne kar taneleri savruluyor durmadan, yanakları acıyor.
Kız Kayası birkaç yüz metre önünde. Karlara
bata çıka yürüyor ama dizlerinin dermanı kesiliyor o sıra. Ayaklarına tonlarca yük asılıyor sanki.
Güçlükle Kız Kayası’nın dibine varıp kayanın
duldasına sığınıyor. Ellerini, ayaklarını aramaya
başlıyor. Elleri ayakları yok sanki. Hava iyice
bulanıyor, kararıyor dört bir yan. Artık etrafındaki kayaları, ağaçları seçemiyor Mir Seyit. Uzaklardan köpek sesleri geliyor ve korkuyor, ağlamaya başlıyor. Yönünü köye doğru dönüp son bir
umutla bağırıyor sonra:
“Anneee! Anneeeeee!”
Uğuldayan rüzgâr, Mir Seyit’in sesini de
yutuyor. Mir Seyit’in boğuk sesi, tipiye karışıp
kayboluyor. Korkuyla çıkıyor kayanın kovuğundan. Bir an önce köye varmak için karların içine
atıyor kendini. Birden ayağı tökezliyor ve göğsüne kadar kara saplanıyor. Kanatları ıslanmış
bir keklik gibi çırpınmaya, karın içinde debelenmeye başlıyor. Ayak parmaklarına, ellerine ılık
bir su dökülüyor sonra, ısınıyor elleri ayakları. O
sıcaklığı bütün vücudunu sarıyor sonra, hiç üşümüyor. Bir yaz günü, derenin kenarında çıplak
ayaklarla koşuyor ve yorulup yemyeşil çimenlere uzanıyor. Ağır bir uyku basıyor gözlerini. Birden, çok uzaklardan gelen babasını fark ediyor
Mir Seyit. Babası, elinde bir bisikletle ona doğru
geliyor.
Kalkıyor yerinden Mir Seyit, babasına doğru
koşuyor, koşuyor, koşuyor... ■
31
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
İSMET EMRE*
Orta Asya
Türklüğüne ait
tabletlerde dile
getirilen “düşmana
güvenmemek
gerektiği”
yönündeki
yaklaşımların
olabildiğince
işlenmiş, rafine
edilmiş, edebî
bir söylemle
dillendirilmesi,
o metinlerin
hem siyaset hem
de edebiyatın
malzemesi
olmalarına
yaramıştır.
E
debiyat ile siyasetin kesişme ve kavşak noktalarını düşünürken, en genel anlamda, cümle kurmanın da bir siyaset
yapma işi olduğu gözden uzak tutulmamalıdır. Mademki siyaset,
dünyaya biçim vermenin, onu dönüştürmenin, olduğundan farklı
hâle getirmenin en kısa yoldan güce ilişkin tarafını oluşturmaktadır, öyleyse birinci elden hatırlanması gereken şey, söylemin
yine en kısa yoldan öteki insanlara ulaştırılmasına duyulan ihtiyaçtır. Bu gerçeğin en doğal sonucu, insanlık tarihinin daha ilk
metinlerinin edebî oldukları kadar ciddi anlamda siyaset içeriyor
oluşlarıdır.
Hakikaten de siyaseti öyle ya da böyle bir yaşam felsefesi
oluşturma çabası olarak tahayyül edersek, geçmişten bugüne
gerek sözlü geleneğin gerekse yazılı geleneğin edebî mahsulleri
olsun hemen hepsinin doğrudan yahut dolaylı, bir şekilde siyasetin edebiyatını yaptıkları söylenebilir. Daha doğrusu, edebiyat
yoluyla insanlara bir şekilde doğrunun, iyinin, haklının meşru
alanlarını işaret ederek yanlışın, kötünün ve haksızın da cezasının karşılığını aldığına dair yaklaşımlar sergilemek suretiyle, bir
şekilde insanın yaşam mücadelesinde takınması gereken tutum
ile kurgulaması gereken bakış açısı konusunda estetik bir mesaj
ilettiklerini, bunun en azından yakın zamanlara kadar böyle olduğunu ifade edebiliriz. Bu manada, masallar, halk hikâyeleri,
destanlar, mitolojiler, manzum ve mensur matbu edebî nitelikli
hemen bütün anlatılar, insana bir taraftan yaşamı, onun doğası
ve gereklerini tanıtırken, öte taraftan da insanın dış dünya (evren) karşısında gereken tavrı alması hususunda belirleyici bir rol
üstlenmek istemişlerdir.
Hemen her edebî metinde bir yanıyla siyasetin tortusu bulunmakla birlikte, varlık nedeni tamamen ilmisiyaset olan metin* Doç. Dr., İnönü Üniversitesi
32
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ler de vardır. Örneğin dünyanın ilk anlatılarından biri
olan ve Ganj’ın bereketli, bakir kıyılarından yükselen
Kelile ve Dimne masalı baştan aşağı bir siyasetname
olarak düşünüldüğü için klasik dünyanın en vazgeçilmez metinlerinden biri olarak dünyanın birçok diline
tercüme edildiği gibi metin için zamanın Hindistan’ı
ile Pers hükümdarlığının savaşa tutuştuğu bile söylenegelmiştir. Bununla birlikte, Kelile ve Dimne’nin,
olaylarının sadece hayvanlar arasında geçen fabl ve
edebî niteliği yoktur; tersine, tam da hayvanların dünyasından insanların dünyasına tutulan bir ayna olarak
hem hükümdarlara ve hükümdarlığa dair hem de topluma ve onun içinde yaşayan insan tekine dair sayısız
bilgelik örnekleri bulunmaktadır bu metinde. Gücü
biraz azalarak ve tonu düşerek Binbir Gece Masalları,
Tutiname, Ezop ve Grimm Masalları için de benzeri
şeyler söylenebilir.
Dünya milletlerinin belli başlı mitolojilerine baktığımızda da benzeri bir manzarayla karşılaşırız: Olabildiğince edebî ve sanatsal bir dil kullanılarak hayata,
yönetimlere ve yönetmeye dair teori/pratik uyumlu
metinlerin her daim yoruma açık bilgiler sunduğu siyaset ve kültürler tarihinin malumudur. Bu bağlamda
Köktürk ve Uygur abidelerine hâkim olan dil, üslup
ve söylem ile Yaratılış, Göç ve Battalgazi gibi bize
özgü destanlar ve Vedalar, Upanişadlar, Gılgamış,
Nubelunglar, Roland, Kalavela destanlarının doğasının üç aşağı beş yukarı insanın ufkunu genişletmek,
bugünden geleceğe yönelik bakışını zenginleştirip ona
yeni ufuklar eklemek ve nihai aşamada içinden çıktığı
toplumun bekasını pekiştirecek bir mantık kurgusuna
hükmetme anlayışını adım adım takip ederiz. Elbette
burada, bize özgü destanların İslamiyet ve Türklük
üzerinden, Batıya özgü destanların ise Hristiyanlık
ve Avrupalılık üzerinden bir söylem geliştirdikleri, bu
söylemlere hâkim olan ana temanın da kendi din, medeniyet ve etnik kimliklerini koruma üzerine temellendiğini söyleyebiliriz.
Bununla beraber, özellikle sözlü kültüre ait bu metinlerin genel itibariyle içinde yeşerdikleri medeniyet
kurgusunun özünü barındırması bir tarafa bırakılırsa,
siyasetin dolaylı bir “aracı” olarak temellendirilip belli bir fayda üzerinden oluşturuldukları da hakikatin
başka bir ifadesidir. Aynı metinlerin, yani masal, halk
hikâyesi, efsane ve destanların, güncele ait siyasetin
evrensel kalıplara dökülerek tarihin ve gelecek nesillerin malzemesine dönüştürülüp belli simgeler yoluyla
geleceğe aktarılması, siyasetin değişmez kurallarının
ancak edebî bir formatta içselleştirilebileceği gerçeğinin de tabii sonuçlarındandır. Bu manada Orta Asya
Türklüğüne ait tabletlerde dile getirilen “düşmana
güvenmemek gerektiği” yönündeki yaklaşımların olabildiğince işlenmiş, rafine edilmiş, edebî bir söylemle
dillendirilmesi, o metinlerin hem siyaset hem de edebiyatın malzemesi olmalarına yaramıştır. Bir taraftan
yönetici konumunda olanlar kendilerine ait hisseleri
alırken aynı kıssaların halk üzerindeki sosyolojik etkisi ve ana dilin gelişip serpilmesine sağladığı katkı da
yine edebiyat ile siyaset arasındaki doğrudan ilişkiyi
kanıtlamaktadır.
Klasik dünyadan modern dünyaya geçilirken, edebiyatın ve siyasetin iç mekanizmalarında ve genel itibariyle doğalarında meydana gelen değişiklik onların ilişkilerini de etkilemiş görünmektedir. Bununla, modern
dünyada kendisini gösteren edebiyatçı siyasetçiler ile
siyasetin edebiyata bakışı ve onu biçimlendirmesinin
ötesinde bir ima kastedilmektedir: Edebiyatın ve edebî
metinlerin siyasetin emrinde ve onun doğrudan aracı/
aracısı olması konumu ile edebiyatın amacının sadece
kendinde menkul bulunduğu düşüncesinin edebiyat
dünyasının çekirdeğinde yaptığı parçalanma… Yani,
neresinden bakılırsa bakılsın, Firdevsi’nin Şehname’si,
Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Attar’ın Mantıku’ttayr’ı, Mevlana’nın Mesnevi’si ilh. hem sonuna kadar
edebî ve edebiyat dünyasının malzemesi, hem sonuna
kadar hayata dair hakikatleri fısıldaması bakımından
insanı hayata hazırlayan birer eğitim kitabı, hem de
insanların iç dünyasına metafizik hakikatleri telkin
eden birer tebliğ metni olarak karşımızda dururken;
aynı yaklaşımın günümüz metinleri, hikâyeleri, şiirleri ve romanları, örneğin Cervantes’in Don Kişot’u,
Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ı, Dostoyevski’nin Suç
ve Ceza’sı, Halit Ziya Uşaklıgil’in Kırık Hayatlar’ı,
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı vs. için geçerli olmadığı tereddüde mahal bırakılmaksızın ifade edilebilir.
Ancak buradan da edebiyatın işlevinin, modern dünya görüşünün tabiatıWna uygun şekilde sadece edebî
olmaklıktan ibaret bir sahaya çekilerek daraltıldığı,
edebî metnin amacının yalnızca edebî zevk vermek
olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü modernitenin
heterojen doğasına paralel biçimde edebiyatın işlevi
konusunda da birbirinden farklı görüşler hâlâ varlığını sürdürmektedir. Bu bağlamda Viktor Hugo’nun
Hernani’si, Namık Kemal’in Celal Mukaddime’si ve
oynandığında yeri göğü inleten, kitleleri sokağa döken
tiyatroları yukarıda dillendirilen edebiyatın işlevinin
kendinden menkul olduğu gerçeğini bir çırpıda geçersiz kılmakta, edebiyat ile siyasetin sınırlarının hâlâ kesin olarak birbirlerinden ayrılmadığını, bu iki düşman
kardeşin bazen sıkı fıkı olmanın da ötesine geçerek kol
kola girdiğini göstermektedir… Dahası, günümüzde
çok fazla müracaat edilmediği için popülaritesi düşen,
33
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ama özellikle Tanzimat yıllarının baskıcı ortamında
oldukça etkin görünen bir “siyasi rüya” türü vardır ki
dönemin aydınları, özellikle iktidarlara, siyaset kurumuna dönük eleştirilerini edebî bir dille kaleme aldıkları siyasi rüyalar üzerinden götürürlerdi. Hatta Tanzimat devri için, edebiyat ile siyasetin etle kemikçesine
birbirine girdiği ve düşman kardeşlerin dostlaştığı altın
devir tesmiyesi dahi yapılabilir. Batılılaşma serüveninin başlamasının hemen ardından dönemin paşaları,
yani siyasal iktidarın taşıyıcıları, kanun koyucuları ve
pratiğe aktarıcıları, iktidarıyla muhalefetiyle hem siyasetçi hem de edebiyatçı kimliklerini eş zamanlı olarak sergilemişlerdir. Hem edebiyatçı hem de siyasetçi
kimliğini, birinin diğerine tercih edilemeyecek kadar
dengeli kullanan Alphonse de Lamartine belki de dünyanın önde gelen edebiyatçı/siyasetçilerinden biridir.
Ancak özellikle Tanzimat yıllarında bunun oldukça
fazla örnekleri vardır. Âkif Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa,
Mustafa Reşit Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal bunlardan sadece birkaçıdır. İstisnaları bulunsa ve mutlak bir
genelleme yapılamasa bile hem şair hem nasir hem
hatip hem akil hem arif hem de siyaset erbabı olan bu
kişilerin sadece kişilikleri değil ortaya koydukları icraat ve eserleri de birbirinden ayrılması mümkün görünmeyen bir edebiyat-siyaset iç içeliği taşır.
Tanzimata hâkim olan bu durum, İkinci Meşrutiyet
sonrasında ve Cumhuriyette de –aynı ton ve yoğunlukta olmasa bile- varlığını sürdürmüştür. Nitekim İkinci
Meşrutiyet sonrası ülke yönetiminde şu yahut bu şekilde söz sahibi olan İttihatçıların pek çoğu aynı zamanda
eli kalem tutan, kimi oldukça velut şair ve yazarlardır. Ahmet Rıza, Akil Koyuncu, Ömer Seyfettin, Ziya
Gökalp, Halide Edip bunlardan sadece bazılarıdır.
Aynı zamanda, Cumhuriyet sonrasında Ziya Gökalp,
Celal Nuri İleri, Falih Rıfkı Atay, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi edebiyatçı/siyasetçi kimliklerin yeni
Türkiye’nin oluşumunda, hem siyasal bir rol üstlenip
hem de edebî mahsuller vermeleri; Atatürk’ün özellikle meşhur Çankaya ziyafetlerinde sanat ve edebiyatçıları yanından eksik etmemesi aynı geleneğin pratikteki
karşılığından başka bir şey değildir. Bu toplantılardan
birinde, Atatürk’ün Reşat Nuri Güntekin’e “Cumhuriyeti ve çağdaşlaşmayı öne çıkarıcı, övücü nitelikte
metinler” yazması yönündeki “telkin”inin Yeşil Gece
romanının yazılmasına vesile olması, benzeri bir refleksle Yakup Kadri’nin Yaban romanını yazması, Aka
Gündüz’ün Dikmen Yıldızı’nı kaleme alması, edebiyatın doğasıdır. Edebiyat dünyası bakımından rencide
edici gibi görünse bile bu, edebiyatın gücünü pekiştirmenin tam da karşılığı olsa gerektir… Atatürk, bu
uygulama ve yaklaşımlarıyla yapa geldiği inkılâpların
edebiyatla desteklenmediği sürece, edebiyatın gücüne
başvurulmadığı sürece başarıya kavuşamayacağını
ima ve ihsas etmiş olmaktadır. Atatürk döneminde de
İnönü döneminde de edebiyata hâkim olan hava ile
edebî eğilimlerin nitelikleri aynı zamanda siyasal iradenin edebiyata duyduğu ihtiyacı onamaktadır.
Ne zaman ki siyasetin doğası bozulmuştur, o andan
itibaren o güne kadar kol kola insanlığı aydınlatmak ve
ufkunu açmak için el birliğiyle çalışmaya karar vermiş
bu iki kardeş düşman hâline gelmiştir. Siyaset, politikaya irca edilip siyasal partilerden ibaret dar bir alana
hapsolduğu andan itibaren edebiyat da ona küsmüş,
böylece siyasetin kendisini kullanmasına baş kaldırarak amacı kendinde menkul bir işleve bürünmüştür.
Gerçekte, siyaset hâlâ, hayatın bütününü kapsayan ve
yaşama dair projeleri olan bir çağrışım alanıyla tahayyül edilirse edebiyat ile arasında birtakım benzerlikler bulunabilir. Ama günümüz insanının algıladığı
biçimiyle gücün kaba ifadesi biçiminde kurgulanıp
düşünceden, kültürden, felsefeden, hikmetten yalıtılmış bir alan olarak düşünülürse edebiyat ile arasında
bırakın soğukluğu ciddi bir husumet var demektir.
Öyle görünüyor ki 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, sadece
Türkiye’de değil, dünyanın hemen pek çok ülkesinde
edebiyat ile siyaset arasındaki mesafe olabildiğince
açılmış ve doğaları, kullanılan yöntemler ile işlevleri,
dolayısıyla insana ve insanlığa verdikleri mesaj bakımından birbirine yabancılaşmış iki farklı alana dönüşmüşlerdir.
Edebiyatın, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından, genel olarak dünyada özelde ise Türkiye’de -bazı
istisnaları sabit kalmakla birlikte- kendi içine çekilip
kendini politikadan yalıtarak özel bir alan inşa etmesi ve kapalı devre işlemeye başlamasının altındaki en
önemli gerekçelerden biri budur. Elbette burada, politika dâhil, hayatın her alanındaki yapıların kapitalist
ekonomik sistemin bir parçasına dönüşerek kimi değerlerden soyutlanıp salt “çıkar gözetme” anlayışına gark
olmasının da azımsanamaz bir payı bulunmaktadır.
Gelenekten kopuş, salt insan merkezli yeni toplumsal
oluşumlar, ahlaki yozlaşma ve kitleleşen Makyavelist
anlayışın insanlar ile siyaset arasında bir yakınlaşmaya
yol açarken, aynı oranda edebiyat ile insan teki arasına
sayısız engel koymaktadır. Böylece, 21. asır bir taraftan her bireyin kendini, salt kendi çıkarlarını koruma
üzerine bir kolektif şuur dalgalanması yaratmakta, bu
da faydadan ari, kabalığa, kas gücüne tahammülü bulunmayan her türlü estetik uğraşın, dolayısıyla edebiyatın gittikçe mevzi kaybetmesine yol açtığı için, nihai
aşamada kaybeden insan ve onun özüne ilişkin değerler manzumesi olmaktadır.■
34
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
MUSTAFA MİYASOĞLU
İdeolocya Örgüsü
yayınlanıp da bir neslin
el kitabı oluncaya
kadar Âkif’in Safahat’ı
ile Yahya Kemal ve Arif
Nihat Asya’nın şiirleri
büyük ölçüde ideolojik
bir tavrın sözcüsü idi.
Bu metinlerle Anadolu
çocukları tarih ve
kültür mirasına sahip
çıkma heyecanını
yaşıyor, millî ve
dinî kimliğini şiirsel
metinlerle korumaya
çalışıyordu.
S
iyaset ile edebiyat, ne kadar ilgisiz görünürse görünsün, birçok bakımdan yolları kesişen
sosyal faaliyetlerdir. Birinde yetersizlik varsa, ötekinde de kendini gösterecektir. Çünkü aynı toplum
için yapılıyor, aynı topluma sesleniyor ve aynı toplumu ifade ediyor veya yönlendiriyorlar. O yüzden
de bu iki alanda faaliyet gösteren insanların yolları
kesişir. Sorumlu davrananlar da birbirlerine saygılı
olurlar. Toplum başka türlü gelişemez. Siyasetçilerin olmadığı zamanlarda toplum başsız kalır; şairleri
-yani sanatçıları- konuşmayan bir millet de, Mehmet
Emin Yurdakul’un ifadesiyle söylersek, “sevenleri
toprak olmuş öksüz çocuklar gibidir”... Öyleyse, sanatçısı ve siyasetçisi olmayan medeni bir millet düşünülemez.
Sahte sanatçıları, kötü şairleri Eflatun, Devlet’ine
sokmak istemez. Kur’an da Şuara Suresinde onları
ağır bir tarzda eleştirir ve pek çok ayette Peygamberin şair olmadığını, bunun ona yakışmadığını belirtir. Bu arada, iyiliği emredip kötülükten sakındıran
herkes gibi böyle vasıfları benimseyen şairleri de
müstesna görür... Bu tanım her sınıftan insan gibi
siyasetçileri de içine alır. Gerçek sanatçı ile siyaset-
35
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
çi, hayrı ve hakkı tavsiye
ederek kötülükten insanları sakındırmak konusunda işbirliği hâlindedir.
Kötüler de kötülükleri
yaygınlaştırmada, bilerek
veya bilmeyerek işbirliği
yapmaktadırlar. Taraflar
sanki ezelde belirlenmiştir...
Sosyal ve siyasal
denklemi insanlık tarihi
boyunca açıkça görebiliriz. Böylesine açık bir
tavır alışın çeşitli örneklerinden bazılarını, kendi
tarihimizden yola çıkarak
şöyle sıralamak mümkündür: Ali Şir Nevai ile Hüseyin Baykara, Bâkî
ile Kanûni, Şeyh Galip ile Üçüncü Selim, Namık
Kemal ile Tanzimat Paşaları, Atatürk ile Yakup
Kadri... Öte yandan, Aristo’dan yola çıkan İskender, Rönesans sanatçılarıyla Aydınlanma düşüncesinden etkilenen cumhuriyetçi devlet adamları,
Nietszche’den ilham alan Hitler ile “Beni Stalin
yarattı!” diyen Nâzım Hikmet ve onunla birlikte
mütalaa edilebilecek öteki komünist şair ve yazarlar da aynı.
Görüldüğü gibi, belirli niteliklere sahip şahsiyetler belli toplum modelleri için her zaman işbirliği yapıyorlar. Burada bu işi hakkıyla yapanlarla
istismar edenler, siyasetin ve sanatın gereğini yapar gibi görünerek yeteneklerini çarpıtanlar bazı
dönemlerde birbirine karıştırılsa ve aynı seviyede
görülse de, zamanla sahtelikler fark ediliyor. O
yüzden, Aristo’nun Poetika ve Politika adlı kitaplar yazıp bunların her ikisinin de birer sanat olduğunu vurgulaması anlamlıdır.
Tarih ve kültür mirası
Sosyal ve kültürel ilişkilerin ideolojik bir yanı
olmadığını ve hatta dünya görüşünden uzak bir
yaşantının mümkün olduğunu sananlar aldanırlar.
Bir zamanlar evrensel gerçeklerle ilgili hususları
belli dönemlere ait ideolojik şartlandırmalar çer-
çevesinde görenler ne
kadar yanılıyorsa, her
şeyi kaotik bir başıboşluk içinde ele alanlar da
öyle yanılıyorlar. Çünkü
evrende hiçbir şey tesadüfi olmadığı gibi, hayatı
belli değerler çerçevesinde algılayanlar için de
hiçbir şey tek başına ve
anlamsız bir var oluş çerçevesinde düşünülemez.
Bütün bunların birbirini tamamlarcasına,
entegre bir bütün oluşturduğu muhakkaktır. Bu
gerçek de bize estetik ve
kültürel değerleri din ve
dünya görüşünden, onlarla birlikte hayatımızı ilgilendiren her şeyi etik ve politik düşüncelerden
büsbütün bağımsız düşünmemeyi telkin eder. O
yüzden ülkemizdeki siyaset düşüncesinin bilgece
değerlendirmelere ihtiyacı var. Bu da ülke siyasetini askerî darbelerle dar kadrolu ahbap-çavuş
ilişkisine dayalı parti politikalarından kurtarmak
gerektiği hususuyla yakından ilgilidir.
Yahya Kemal ile Tanpınar’ı, Mehmet Âkif ile
Necip Fazıl’ı önemli kılan Osmanlı tarih ve kültür mirasından haberdar olmalarıdır. Nâzım Hikmet, Kemal Tahir ve Attila İlhan, benimsedikleri
dünya görüşü Osmanlıya uzak olsa da o kültürün
dil zevkiyle yetiştikleri için, ister istemez kültür
mirasından faydalanmayı bilmişlerdir. Tarık Buğra, Behçet Necatigil, Sezai Karakoç ve A.Turan
Oflazoğlu’yu önemli kılan da Osmanlıya bakış
tarzları ve kültür mirasımıza yaklaşımlarıdır. Şiirimiz ile romanımızda Osmanlı dil zevkini yakalayabilenler geniş kitlelere ulaşabiliyorlar. Elbette
gelenekten yararlanabilmek için onu iyi bilmek
gerekir. Önemli sanatçılarımız bunun farkındadır,
ama onların rahatça diyalog kurabildiği siyasetçinin az olması toplumumuzun belki de en önemli,
en temel problemidir.
Kültürel endişe taşıyan siyasetçimiz -maalesef- pek az görülüyor. Buna yol açan Cumhuri-
36
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
yetten öncesini yok sayan kültür anlayışı, siyasi
hayatımızda görülen fukaralığın da sebebidir.
Aydınımız klasiklerimizi okumaz. Tek Parti döneminde, özellikle İnönü yönetiminin baskıcı tutumuyla tek boyutlu insan yetiştirilmek istenmiştir.
Bugün 10. Yıl Marşı’nı ezbere okuyan ihtiyarlarla
ihtiyar gençler, baskı atmosferinin oluşturduğu ve
zaman tüneline soktuğu insanlardır. Öyle olmasaydı, Cumhuriyetin 75. yılında 10. Yıl Marşı’nı
okuyabilen insanlar ortaya çıkabilir miydi? Böyle
insanlar Türkiye’den başka dünyanın neresinde
görülebilir?
Tek boyutlu insanın tavrı Orhan Veli şöyle ifade eder: “Düşünme / Arzu et sade / Bak böcekler
de öyle yapıyor”... Orhan Veli çevresindeki insanları böyle görüyor ve “böcekler”e benzeterek tuhaf hâllerini güzel tasvir ediyor. Yine onun, “Rakı
şişesinde balık olsam” mısraı da sorumsuzluk
ve şuursuzluk denizinde yüzen aynı insan tipini
çok veciz bir tarzda anlatıyor. Böylesine tarihsiz
toplumun insanları şuursuz, kültürsüz ve tabii ki
ufuksuz olur. Hayatının manası, kültürünün tarihî
mirası ve insanlığın geleceği önemsizdir onun
için...
Tarih şuuruyla gelenekten habersiz sanatçının
orijinal bir eser ortaya koyması nasıl mümkün değilse, bunlardan habersiz siyasetçinin de ülkesini
başarıyla yönetmesi imkânsızdır. Çünkü millî kültür mirası ile insanlığın tecrübelerinden habersiz
bir medeni gelişme olamaz.
Kültür, sanat ve siyaset
Bizde Avrupai hayat tarzının benimsenmeye
çalışıldığı II. Mahmut döneminden bu yana klasik
Osmanlı yönetimi ile kültür anlayışı terk edildi.
Yenileşme ihtiyacına bağlı gelişen bu anlayışın
kültür ve sanat adamlarıyla değil de tepeden inmeci toplum mühendisleriyle tasarlanması sürekli
devrime yol açtı. Bugün de AB kriterleri o yüzden
tek yol gibi görülüyor. Jakoben anlayış devlet yönetiminde ağır basınca, Yeniçerilerin yerine kurulan askerî birlik devlet yönetiminde etkili olduğu
gibi kılık kıyafette başlayan müdahale de kargaşaya yol açtı. Tarihte ilk kez Sultan II. Mahmut döneminde Seraskerin, yani bugünkü anlamda Genel
Kurmay Başkanının ön plana çıktığı görüldü ve
onunla topluma yön verilmeye çalışıldı.
Devlet gücünü toplum mühendisliği için araç
olarak kullanan son dönem Osmanlı yönetim anlayışı Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde
de etkili oldu. Sultan II. Mahmut’tan beri devlet
adamlarımız klasik Osmanlı devlet adamlarının tersine bir yol izlemiş, kendi sanat ve kültür
adamlarını önemsememiş, bugünkü politikacı tipinin örneğini de ortaya koymuştur.
İki yüz yıla yakın bir zamandır çeteci zihniyete mensup insanların devletin çeşitli kurumlarına
egemen olması ve bu arada Batılı emperyalistlerin
ülkemizi sürekli parçalanma tehditleri altında yaşamaya zorlaması, entelektüel ihtiyaçların ikinci
plana atılmasına yol açmış ve kültür adamları hiçbir şekilde klasik Osmanlı dönemdeki ağırlığını
koruyamamıştır.
Bir toplumun kültürü onun maddi ve manevi değerlerinin bütünüdür. İnsanların ruhi değeri
nasıl benimsediği din ve dünya görüşü ise, toplumunki de kültürüdür. Eğer kültürünüz ve dünya
görüşünüz kendinize özgü bir hayat tarzı yaşamanıza imkân veriyorsa, bu çerçevede bir ahlak
ve sanat telakkiniz de olması gerekir. Bunları birbiriyle bütünleştiremeyen toplumlar ne varlığını
koruyabilir, ne de bağımsız bir kimlik sergileyebilir…
Bu yalnızca bize özgü bir şey değil, Fransız,
İngiliz, Alman, İspanyol ve Rus toplumlarının
kültürleri ile sanat adamları da aynı değerleri
yansıtır. Nasıl İspanyollar Cervantes’le, İngilizler Shakespeare’le, Fransızlar Victor Hugo’yla,
Almanlar Goethe ile kendilerini ifade edebiliyorsa, bizi de tarihî kimliğimizle ifade eden
şahsiyetlerimiz var. Yunus Emre ve Mevlâna nasıl Selçuklu yıkıntısından Osmanlının ortaya çıkmasına yol açacak insani ve kültürel değerleri ön
plana çıkarmışsa, Mehmet Âkif ile Yahya Kemal
de İstiklâl Savaşı boyunca bu milletin benimsediği ortak değerlerin sözcüsü olarak Cumhuriyete
temel olacak manevi ve kültürel değerlere dikkati
çekmişlerdir. Bu değerleri reddederek milletimizi
başkalaştırmak için uğraşan kültür ve sanat adamlarıyla politikacılar kimliğimizi çarpıtmak için
37
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
uğraştılar.
Ütopyalar ve ideolocya örgüsü
Eflatun, aslında sistem sahibi bir filozoftan
daha çok hocası Sokrates’in kişiliği ve görüşleri
çevresindeki Atinalıların hayatını ve konuşmalarını bir sanatçı titizliğiyle ayrıntılı biçimde anlatırken, Homeros’un destanlarından yola çıkan bir
mitolojik edebiyatın yaydığı hurafeleri de sorgular. Sofist filozoflara karşı olduğu kadar mitolojik
edebiyata da karşı olan Eflatun’dan günümüze kadar sistem sahibi veya Nietszche gibi serbest çağrışımla kendi düşüncelerini bir şair olarak ifade
eden İbni Arabi, Mevlâna ve İkbal gibi şahsiyetlerin mistik ve metafizik alanlardaki çeşitli görüşlerinin hem toplumu hem de yöneticileri etkilediği
bilinir.
Necip Fazıl’dan önceki sanatçıların daha çok
serbest çağrışımlarla dünya görüşlerini, insan ve
hayat anlayışlarını ortaya koyarken, onun her iki
tarzda da fikirlerini anlattığını görüyoruz. Şiir ve
tiyatro eserleri yanında, felsefi formasyonunun
yansıması olduğu çok az bilinen Tanrıkulu’ndan
Dinlediklerim adlı serbest çağrışımlı ve büyük
ölçüde diyaloglara dayanan yazılarından oluşan
kitabının çok önemli bir deneme olduğunu ifade
etmeliyiz.
Öte yandan, 40 yıl boyunca sistemleştirmeye
çalıştığı İdeolocya Örgüsü adlı kitabıyla tarih konusundaki monografileri ve Türkiye’nin Manzarası adlı değerlendirmesi, Necip Fazıl’ın siyaset alanında dünya görüşüne bağlı sistemli düşünceleri
yanında eleştirisini yansıtır.
İdeolojik çatışmaların çok yoğun olarak yaşandığı 1960’lı yıllarda “ideoloji” kavramının
büyük ölçüde dünya görüşü anlamında kullanıldığını ve yabancı ideolojiler karşısında kendi kimliğimizi ve değerlerimizi ifadede kolaylık sağladığını belirtmemiz gerekmektedir.
İdeolocya Örgüsü yayınlanıp da bir neslin el
kitabı oluncaya kadar Âkif’in Safahat’ı ile Yahya
Kemal ve Arif Nihat Asya’nın şiirleri büyük ölçüde ideolojik bir tavrın sözcüsü idi. Bu metinlerle
Anadolu çocukları tarih ve kültür mirasına sahip
çıkma heyecanını yaşıyor, millî ve dinî kimliğini
şiirsel metinlerle korumaya çalışıyordu. İlk kez
Necip Fazıl bu millî kimliği fikrî, felsefi ve tarihî-
tasavvufi yorumlara imkân veren zengin bir kültür
mirası ile tanıştırdı.
Elbette Necip Fazıl’ın şiir, hikâye ve tiyatro
eserlerinde de benimsediği dünya görüşünün insan ve toplum anlayışı çeşitli yansımalarla ortaya
konur. Onun edebî eserlerinin çağdaş Türk edebiyatında çok yoğun etkisi olduğu, şiirlerinin de
dünya görüşünü yaydığı ortadadır. Fakat Necip
Fazıl İdeolocya Örgüsü adlı eseriyle bunlardan
farklı bir dille bir tarih muhasebesi eşliğinde bir
dünya görüşü ortaya koymuştur. Bunu aynı türdeki, Eflatun’un Devlet’i ile Farabi’nin Medinetü’l
Fâzıla’sı ve Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i
yanında ele almalıyız. İdeolocya Örgüsü’nü, Thomas More’un Utopia ve F. Bacon’un Yeni Atlantis
adlı eserleri gibi ele alıp incelemek ve milletimizi
kimliğine kavuşturma teklifi olarak değerlendirmek gerekir.
İbni Arabi İslam dünyasında, Nietszche Batı
Avrupa’da büyük yankılar uyandırmış düşünürlerdir ve eserlerini şiirsel bir dil ile ortaya koymuşlardır. Necip Fazıl bu anlamda, hem İbni Arabi ile Nietzsche gibi fikirlerini şiirsel bir dille ve
zengin bir fanteziyle yazdığı edebî eserlerinde,
hem de felsefi formasyonundan ötürü sistem sahibi
filozoflar gibi düşüncelerini kavramsal çerçeve içinde ortaya koymuştur. Bunun siyaset ve sanat hayatımızda çok köklü etkileri oldu. Maalesef bu etki
yeterince bilinmiyor. Hâlbuki Necip Fazıl’ın fikirlerini şiirsel fantezileriyle geliştirdiği ve Anadolu
coğrafyasının her köşesinde estirdiği konferans
rüzgârlarıyla bu toplum büyük bir dönüşüm yaşadı.
1943-83 arasındaki 40 yıllık mücadelenin özü bu.
Bir toplumda öncü olanlar için, siyasetin ve
sanatın ezelî ve ebedî sorumlulukları var. Bu temel meseleler yenilik özlemindeki modern zamanlarda olduğu kadar postmodern zamanlarda
da geçerli değerlerdir. Postmodern zamanlarda
bazı eski kavramlara hiç yer yoktur diyerek, ahlak, dürüstlük, ölçü, insaf, tutarlılık gibi ezelîebedî kavramlardan rahatsızlık duyanlardan
toplumu vahyin ışığında gelişen kültürle aydınlatmak gerekir. Bunları sağlayamayan toplumlar yok olmaya veya başka toplumların kültürel ve
siyasal sömürgesi olmaya mahkûmdur. ■
38
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
GÜLİSTAN'A GÖLGE DÜŞTÜ
Daha on ikisindeydi Bingöllü Gülistan
İki yaşındaki kardeşine siper oldu
Bingöl’ün dağlarına kar erken yağar
Islanır gülün sesi
Gülistan’a ağıtlarla bir göç başlar
Kanadında kan tomurcuğa düşer
Bağ tarumar bülbülüm kan içinde
Tomurcuk yasta
Gülistan’ın gölgesinde feryat, figan, ah
Kurur yaprağı eğilir boynu gülün
Köhne saatlerde toprağın eli
Hain, bir kör kurşun tufanında
Yaralı bir ceylan düşer göle
Göl kana kesilir
Gülistanım vurulur
Ah gül demlemiş gün görmemiş gözlerin ah
Bülbülüm eyvah
Bingöl’ün gününe erken çöker karanlık
Mevsimi kaybolur gülün
O sinsi baykuşun ıslığı Şirvan’a döner
Eğilir kapanır bir canı bir can etmeye
Kırılır on ikisinde
Bir kör kurşun al gerdana...
Vakit mi geçti senden
Sen mi istedin bir avuç toprak cilvesini
Bulut çöktü içime, yıldırım çarptı beni
Gözyaşları sürdü beni
Seni vuran elin koptuğunu gördüm düşümde
ÖMER KAZAZOĞLU
39
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
FİLİSTİNİN ÇOCUKLARI
Şatillanın çocukları büyümeye hazırlanırken
Ölümün secdesini gördüler yıllar önce
Şükürler olsun tanrım dediler bu dünya
Bir tarladır bizim için
Annemizin kucağı gibidir aslında
Orada ısınır yüreğimiz
Orada açılır gözlerimiz hakikate.
Şatillanın ölünce büyüyemeyen çocukları
Kaç yıl oldu kan revan bir acılıkta
İnsanların vicdanlarına baktılar
Baktılar ki değişen bir şey yok dünyada
Bu defa Gazzenin çocukları çıktılar ortaya
Çıktılar ki bir ölüm tarlası olan dünya
Gazze Şeridinde bulsun onları
Bir İsrailli pilot iyice nişanlasın bombasını
Ve salsın gökyüzünden yeryüzüne
Gazzedeki çocuklar hiç büyümeden
Şatillada ölen çocuk kardeşlerinin yanına
Kanatlanarak varsınlar diye.
Şimdi, daha çok geçmeden birer küçük melek
Birer küçük yol arkadaşı olarak cennette
Kendileri gibi küçük çocukları bekliyorlar.
NURETTİN DURMAN
40
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
T A N Z İ M AT S O N R A S I N D A
S A N AT K Â R I N P O L İ T İ K A R E N A D A K İ Y E R İ
İSMAİL ÇETİŞLİ*
Mücevher tâc-ı devlet kimseye sûd etmez ey Nâbî
Nice şâh-ı cihânın çeşmi ol efserde kalmışdır
(Nâbî)
T
ürk milletinin sosyoekonomik, sosyokültürel ve sosyopolitik tarihinde sanatkârın
(burada daha çok şair ve yazarı kastettiğimizi
belirtmek isteriz) sahip olduğu mevki ve önem,
devirlere göre değişmiş ve farklılıklar arz etmiştir. En azından kültür tarihimizin üç farklı
döneminde (İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası
ve Tanzimat sonrası) toplumun ve iktidarların
sanatkâra uygun gördüğü veya sanatkârın kendisine biçtiği rol/roller arasındaki farklılık, bizi
böyle bir kanaate götürür. Çünkü bu tarihî süreçte sanatkâr, kimi zaman iktidar erkinin yegâne
sahibi hükümdarın sarayında mürebbi, musahip
ve akıl hocası; çoğu zaman da “kulbe-i ahzân”
veya “fildişi kule”nin münzevisidir. O, gün gelmiş gönüller sultanı olarak cemiyetin ruh ve gönlüne istikâmet vermiş; gün gelmiş mevcut iktidara karşı cemiyetin, gözünü budaktan sakınmayan
kahramanı kesilmiştir. Yine aynı tarih, kalemini
kılıç olarak kullanan sanatkârlar kadar; sadece ve
sadece “güzel”in tavsifine adamış sanatkârlara
da şahitlik etmiştir.
Hakkında çok detaylı kaynak veya bilgiden
mahrum bulunduğumuz İslamiyet öncesi Türk
kültür tarihinde sanatkârın sosyokültürel ve sos-
Sanatkârın politik
arenada yer almaya
kalkışması, Tanzimat
sonrası Türk
edebiyatının kaderini
belirleyen “çatışma”yı
kaçınılmaz kılar. Son yüz
elli yıllık tarihte hemen
her dönem, her nesil,
kendini bu çatışma
içinde bulur. Bu sebeple
son dönem edebiyat
tarihimizin genel
görüntüsünü, sanatkârın
politik arenadaki
rakipleriyle olan
çatışmaları doldurur.
*
41
Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
yopolitik hayatta bir hayli etkin bir mevkie sahip olduğu anlaşılmaktadır. “Şaman, kam, baksı/
bahşı, ozan” isimleriyle anılan sanatkâr, özellikle metafizik güçlerle ilişkisine olan inanç ve eylemlerle dikkati çeker. O, sanatkâr olduğu kadar
bilge ve hekimdir de. Ayrıca belli zamanlarda
icra edilen törenlerde başaktör durumundadır.
“Sihirbazlık, rakkaslık, musikişinaslık, hekimlik gibi birçok vasıfları kendilerinde toplayan
bu adamların, halk arasında da büyük bir yer ve
ehemmiyetleri vardı.” (Köprülü 1989: 57-58)
Dolayısıyla İslamiyet öncesi dönemde sanatkâr,
bugünkü manada “politik arena” diyemesek bile,
genel manada sosyokültürel ve sosyopolitik hayatta önemli bir konuma ve güçlü bir manevi
“iktidar”a sahiptir.
İslamiyet sonrasında, bundan evvelki dönemde sahip olduğu mevkiini, önce gelişen iş bölümü sebebiyle hızla kaybeden Türk sanatkârı, bir
adım sonra saray geleneğinin teşekkülü veya iktidarın bütünüyle hükümdarın eline geçmesiyle,
sosyokültürel hayattan değilse bile, politik arenadan büsbütün uzaklaşmış veya uzaklaştırılmıştır. Zira bu dönemde toplumsal statüyü belirleyen mutlak otorite, iktidar gücünü tek başına
elinde bulunduran ve bunu ilahi bir meşruiyete
dayandıran hükümdardır. “Max Weber’in belirttiği gibi, Orta Çağ’da, Doğu ve Batı’da, monarşilerde devlet; patrimonyal yapıda olup egemenlik
gücü, mülk ve tebaa, mutlak biçimde hükümdar
ailesine ait sayılırdı ve yalnız onun lutf ve inayetine erişenler, toplumun en şerefli ve zengin
tabakasını oluştururdu.” (İnalcık 2003: 9-10)
Osmanlıda da durum böyledir. Yani “sanat ve bilim eserlerinin kalitesini ve sanatkârın şöhretini,
çok kez hükümdar belirlerdi. Bir eserin “makbul
ve muteber olması” her şeyden önce sultanın iltifatına bağlı idi. (…) Sultanu’ş-Şuara seçilmek,
“in’am” almak için şairin, ilkin şuara meclisine
çağrılması, sultana bir kaside sunması, takdir
edilip bağışa lâyık görülmesi gerekli idi.” (İnalcık 2003: 15) Onun içindir ki sanatkâr, sevgili
kadar muktedirlere de yüzsuyu dökmek mecburiyetinde kalmıştır hep. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
bütün divan edebiyatını tek bir “saray istiaresi”
etrafında izah etmesi, bu bağlamda bize büyük
bir ufuk açar.
Bir devlet içün çerhe temennâdan usandık
Bir vasl içün ağyâra müdârâdan usandık
(Nâbî)
Altı asırlık divan edebiyatı tarihi, bu anlayış
ve uygulamanın somut pek çok örneği ile doludur. Sanırız “kaside” türünün varlık sebebi, bu
konuda fazla izaha lüzum bırakmaz. Aşağıdaki
beyitlerde olduğu gibi, zaman zaman karşılaşılan
dünya mal ve mülküne karşı müstağni tavır, bize
göre, daha ziyade genel İslami terbiye çerçevesinde düşünülmelidir.
Cîfe-i dünyâ değül herkes kimi matlûbumuz
Bir bölük ankâlaruz Kâf-ı kanaât beklerüz
(Fuzûlî)
Baş eğmeziz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Allâh’adır tevekkülümüz i’timâdımız (Bâkî)
Dolayısıyla divan şairinin politik arenada yeri
yoktur. O, ancak sunacağı kaside veya halis şiire
göre, arenanın mutlak hâkimi hükümdarın takdir
edeceği lütuf ve ihsana muhtaç bir “kul”dur. Bazı
şairlerin kadılık, deftardârlık, nişancılık, kazaskerlik, şeyhülislamlık, hatta vezirlik rütbelerine
kadar yükselmiş olmaları, bu durumu değiştirmez. Dört padişahtan (Sultan I. Ahmed, I. Mustafa, II. Osman ve IV. Murad) nice ikballer görmüş
olan Nef’î’nin dramatik sonu, bu konuda fazla
söze lüzum bırakmaz. Ayrıca Osmanlıda görülen
şairlerin saray, konak veya benzeri mahfillerde
bir araya gelip toplanmaları ile Avrupa’da görülen edebiyat akımları çevresindeki toplanmalar
arasında herhangi bir benzerlik de yoktur. (İpekten 1996) Zira bizdeki meclisler daha çok “ayş ü
tarâb”a hizmet ederken Batı’dakiler ortak düşünce ve sanat oluşumlarına beşiklik eder.
İslamiyet sonrası dönemin halk edebiyatı
kolunu temsil eden sanatkârın (âşık, saz şairi)
durumuna baktığımızda ise, zaman zaman iktidara başkaldıran veya kafa tutan bazı örneklere
(Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal vb.) rastlasak bile,
onun, sosyokültürel hayatta dahi küçük imkânlar
ve dar mekânların sınırlarını pek aşabildiği söylenemez. O, taşranın bozkırlarında ve “halk”ın
sinesinde yaşarken şehirli divan şairine göre
daha hür, daha başına buyruktur, ama bir o kadar
da iktidara uzaktır.
Yürü bire Hızır Paşa/Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın/O da bir gün devrilir
(Pir Sultan Abdal)
42
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
"...Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini, “entelektüel”
ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü bir kimlik olarak
belirler. “Toplumsal bir kimlik olarak değerlendirildiğinde
yazarın ya bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden
soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür."
Belimizde kılıcımız kirmani
Taşı deler mızrağımın termani
Hakkımızda devlet etmiş fermanı
Ferman padişahın dağlar bizimdir. (Dadaloğlu)
Tanzimat öncesi dönemlerin en dikkati çeken
sanatkârı, hiç şüphesiz, dünya iktidarına büsbütün müstağni bir tavır takınmış ve onu elinin tersiyle itmiş olan mutasavvıf sanatkârlardır. Ahmet
Yesevî, Yunus Emre ve Mevlâna’nın şahsında en
mücessem ve mütekâmil örneklerine kavuşan
bu sanatkâr, evrenin “Mutlak Muktedir”ine olan
kulluk aşkının verdiği güçle “gönüllerin sultanı”
olmayı yeğlemiştir. İşte Hayretî’nin beyitleri:
Ne Süleymân’a esîrüz ne Selîm’ün kuluyuz
Kimse bilmez bizi bir Şâh-ı Kerîmün kulıyuz
Kul olan ışka cihân beğlerine eğmedi baş
Başka sultân-ı cihânuz göre kimün kulıyuz
(Hayretî)
***
Asıl konumuz olan ve Türk kültür tarihindeki
üçüncü ana dönemi oluşturan Tanzimat sonrasına geldiğimizde ise sanatkârın -sosyoekonomik
alanda olmasa bile- sosyokültürel ve sosyopolitik hayattaki yeri ve önemi itibarıyla büyük bir
değişim yaşadığını görürüz. Bu gelişmenin birinci sebebi, XVIII. yüzyılın başından itibaren
Devlet-i Âliyye’deki merkezî otoritenin giderek
zayıflaması; bunun da gerek saray içi, gerekse saray dışından kaynaklanan birtakım iktidar
kavgalarına zemin hazırlamış olmasıdır. Her
türlü “ıslah” ve “tanzim” çalışmaları ile Batılılaşmanın, devlet ve cemiyete ait mevcut nizamın
bozulmasından neşet eden zarurî gelişmeler olduğunu hatırlamak, bu hususu daha kolay anlamamızı sağlayacaktır.
Bununla birlikte Tanzimat sonrası sanatkârının
üstlendiği yeni rolün, asıl ilham kaynağı ve modelinin Batı ve Batılı meslektaşları olduğu inkâr
edilemez bir gerçektir. Batıda daha önceden
sadece aristokrat ve ruhbanların at koşturduğu
politik arenada, yaşanan birtakım gelişmeler sebebiyle söz konusu oyuncuların değiştirilmesi
eğilimi belirir. Bu süreçte sanatkârın sosyokültürel ve sosyopolitik hayatta kendine yeni bir
mevki edinme imkânının kapıları, asıl Fransız
İhtilâliyle açılır. Fransız İhtilâli, Batının politik
arenasındaki oyuncuları değiştirdiği (Aristokrat
ve ruhbanlar yerlerini burjuvalara terk etmek
mecburiyetinde kalmışlardır.) gibi, zaman içinde
ve domino teorisi doğrultusunda bu değişimi diğer millet ve devletlere de ihraç eder.
Temeli Aydınlanma Çağı’na kadar uzanan bu
gelişmenin arkasında “akıl” merkezli “birey”in
doğup gelişmesi vardır. Buna matbaanın icadı
ve burjuva sınıfının teşekkülü faktörlerini de
ilâve etmek gerekir. Söz konusu gelişmeler, sanatın alıcısı ve koruyucusunu değiştirdiği gibi,
sanatkârın hürriyet alanını genişletmiş; sesi
ve düşüncelerini daha geniş kitlelere duyurma
imkânı bahşetmiştir. Kısacası Batıda sanatkâr
XVIII. yüzyıldaki Aydınlanma Çağı’ndan itibaren -birebir “entelektüel” diyemesek bile- çok
rahatlıkla “aydın” sıfatıyla nitelendirebileceğimiz bir kimlik ve kişilik kazanmıştır. Nitekim
Robert Musil, sanatkârın toplumsal kimliğini,
“entelektüel” ve “duygu insanı” gibi çift görünümlü bir kimlik olarak belirler. “Toplumsal bir
kimlik olarak değerlendirildiğinde yazarın ya
bir entelektüel, ya da kendini çevresindekilerden soyutlayan bir duygu insanı olduğu görülür.
Yazar gerçek bir entelektüele, yani ortalama bir
bilgine göre de duygu yüklü görünümüyle zekâ
seviyesi düşük izlenimini verir, gerçek bir duygu
insanı üzerinde ise duyguları zayıf, kararsız ve
gerçek dışı bir entelektüel etkisi bırakır.” (Musil
1995:104)
Bir başka ifadeyle Batılı sanatkâr artık, ne
Eflâtun’un ideal devletinden kovmak istediği
zararlı mahlûk ne ruhban sınıfının aforoz etti-
43
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ği dinsiz ne de aristokrasinin saray artıklarıyla karnını doyurmaya çalışan zavallıdır. Batıda
sanatkâr, var oluş tarihinde en çok yüceltildiği
XVIII. yüzyılın ortalarından XIX. yüzyılın ortalarına kadarki romantik anlayışın hâkim olduğu
dönemde, “Derinliği ve duyarlılığı ile esrarengiz
bir kuvvete sahip, dâhi dediğimiz âdeta tanrısal
bir varlıktır.” (Moran 1983: 83)
İşte Tanzimat sonrası dönemde Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın şahsında tanıdığımız yeni sanatkâr tipi, Batıda gördüklerimizin
-gecikmiş de olsa- bizdeki ilk örnekleridir. Bütün kuvvetini akıldan ve aklının emrindeki kaleminden alan ve kültürel hayatımızda daha önceden tanımadığımız bu yeni “aydın tipi”, hem
Tanzimat hareketi hem de sonrasının en önemli
oyun kurucularından biridir. Unutmayalım ki
“Tanzimat hareketi batı medeniyetini örnek alan
bir ‘aydın hareketi’dir.” (Kaplan 1985: 170)
Mehmet Kaplan, onun temel özelliklerini şöyle
sıralar: Batıyı örnek alır; batıla değil, akla, tabiata ve insan iradesine inanır; sosyal-toplumsal
hayatın “kanun”larla düzenlenmesini benimser;
halkın vazifeleri kadar haklarının da olduğuna
inanır; çalışmayı ve yardımlaşmayı yüksek bir
değer olarak tanır; dış dünyaya açık olmakla birlikte vatanına bağlıdır. (Kaplan 1985: 175-176)
Bu bağlamda Şinasi’nin “Münacât” ve kasideleri, Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi”, Tevfik
Fikret’in “Haluk’un Amentüsü”, söz konusu aydının temel niteliklerini belirleyen önemli metinlerdir.
Bilindiği gibi, Osmanlı-Türk toplumunun
sosyoekonomik, sosyokültür ve sosyopolitik hayatının yeniden tanzimi; buna bağlı olarak iktidar
erkinin sahip olduğu/olacağı gücün paylaşımı,
XIX. yüzyılın başından itibaren tartışılmaya başlanmıştır. Sürecin, tartışılmasına paralel giden bir
başka boyutu, çeşitli fiilî oluşumlardır (Meclis-i
Vükelâ, Şûrâ-yı Devlet, Encümen-i Dâniş, vilayet meclisleri vb.). Somut olarak XIX. yüzyılın
başında temelleri atılmaya başlanan ve Tanzimat
Fermanı sonrası inşası hızlanan yeni tarz politik
arena, I. Meşrutiyet’in ilanıyla -derme-çatma da
olsa- bir şekle sokulmuş; ancak kısa süre sonra
II. Abdülhamid tarafından kapısına kilit vurulmuştur. Arenanın yeniden açılması XX. yüzyılın
başında II. Meşrutiyet’in ilanıyla mümkün olmuştur. Cumhuriyet öncesinin zor günlerinden
itibaren (1920) ise, toplum için vazgeçilemez bir
değere kavuşan politik arena, 1950’den günümü-
ze uzanan süreçte gerçek demokratik kimliğe sahip bir seviyeye yükseltilmeye çalışılmıştır.
İşte Tanzimat sonrası Türk sanatkârının, sosyokültür ve sosyopolitik hayatta ve yeni inşa edilmeye çalışılan politik arenada arzıendam etmesi,
böyle bir tanzim, inşa ve rol dağıtımı sürecinde
mümkün olmuştur. Sosyal ve toplumsal hayatın
yeniden yapılanmasında aktif görev alacak bütün
aktör ve rollerin, Batılı normlar çerçevesinde belirlenip dağıtıldığı bir dönemde sanatkârın kendine, buna uygun bir rol talep etmesi şaşırtıcı olmaz. Yani Tanzimat sonrası sanatkârı, her şeyden
evvel divan ve halk edebiyatı sanatkârları gibi,
yönetim veya yönetici elitin lâyık gördüğü sofranın uzağında bir kenarda uslu uslu oturması,
lütfettiği birkaç lokmaya şükretmesi sınırlarını
aşmayan rolünü reddeder. Onun kendine biçtiği rol, neredeyse sofrayı kendisinin kurması ve
sofranın başına oturmasıdır. Kısaca o, artık sofra kurucu, sofra zevkini belirleyici ve sofranın
hâkimi olmak arzu ve ihtirasındadır. Genç yaşta
saraya intisap eden Ziya Paşa’nın, devrin sadrazamı Âli Paşa ile olan kavgaları, bu hâle güzel
bir örnek teşkil eder.
Yukarıda nitelikleri belirtilen Tanzimat sonrası sanatkârı, artık toplumun “öncü”sü ve
“önder”i olma arzu ve ihtirasındadır. En azından o, Ahmet Mithat (Hace-i Evvel) örneğinde
gördüğümüz gibi, toplumun “mürebbi”si ve akıl
“hoca”sıdır artık. Memduh Şevket Esendal’ın
sanatkârları iki ana gruba (toplumun önünden giden sanatkâr; toplumun ardından giden sanatkâr)
ayırmış olmasını bu bağlamda düşündüğümüzde,
sanatkârın beklentilerini daha iyi anlarız. “Cemaatin önünde giden sanatkâr, o cemaate yeni
bir dünya görüşü getirir. Bir cemiyet nizamı kurar. Şartlarını tespit eder. Cemaate, eseriyle nasıl
yaşamaları gerektiğini söyler. Cemaati arkadan
takip eden sanatkâr, ‘olan’ı tespit eder. Cemiyete ayna tutar. Cemiyetin nasıl bir gidişi, yaşayışı
olduğunu gösterir; tarihe de o cemiyet hakkında tespit edilmiş müşahedeler bırakır.” (Çetişli,
1999: 38) Elbette gönülde yatan aslan, toplumun
önünde giden sanatkâr olabilmektir. Zaman zaman bu vasfın “toplum mühendisliği”ne kadar
yükseldiğini söylemek abartı olmayacaktır.
Nitekim Şinasi ve Namık Kemal’in o güne
kadar pek görülmeyen bir kimlik, tavır ve sesle
politik arenaya adım attıklarını görürüz. “Akıl”,
“medeniyet”, “meşrutiyet”, “kanun” gibi Batılı
kavramlardan güç alan Şinasi, iktidarın güçlü
44
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
adamı Reşit Paşa’dan aldığı cesaretle, sultana
“haddini bildirmek”ten; Namık Kemal ise “vatan”, “millet”, “hak”, “adalet”, “hürriyet” değerleri istikâmetinde millet yolunda can vermekten bahseder olmuştur. Çünkü “Tanzimat’ın ilk
edebiyatçı neslinde çok kuvvetli (toplumsal) bir
şuur vardır. Şinasi, Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali
Suavi’nin eserlerinde devleti kurtarmak, cemiyeti değiştirmek ve müesseseleri yenileştirmek için
bir yığın tenkit ve teklif yer alır. Onlar sadece
edebiyatçı değil, gazeteci, politikacı, fikir adamı,
hatta ihtilalcidirler. Vücuda getirdikleri edebiyat,
halis bir edebiyat olmaktan ziyade sosyal ve politik bir edebiyattır. (…) Onlar, Şinasi hariç, fikirlerini gerçekleştirmek için politik aksiyona da
geçmiş, “Yeni Osmanlılar” adı verilen bir ihtilal
cemiyeti kurmuş, Avrupa’ya kaçarak mücadele
etmiş, nihayet Türkiye’de ilk rejim ihtilâli olan
I. Meşrutiyet’in fikir zeminini hazırlamışlardır.”
(Emil 1997: 137)
Bir ıtıknâmedir insana senin kanunun
Bildirir haddini sultana senin kanunun (Şinasi, Kaside)
sin
Felek her türlü esbâb-ı cefâsın toplasın gel-
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir
azîmetten (Namık Kemal, Hürriyet Kasidesi)
Bu açıdan bakıldığında “Tanzimat romanı,
Türk toplumunun gönülden akıla; cemiyet ve
cemaat esaslı toplumdan, ferdiyetini kazanmış
insanların oluşturduğu bir sosyal yapıya, tradisyonaliteden fertçi, liberal görüşe dönüşme isteğinin belgesidir.” (Balcı 2002: 193) Bundan da öte
Tanzimat sanatkârı iktidarın el değiştirmesi veya
kendi istediği doğrultuda şekillenmesi hususunda fiilî eylemlere kalkışmaktan da geri durmaz.
Abdülaziz’in “halli”, bundan sonra önce Sultan
Murad’ın, onun aklî dengesini yitirmesi üzerine
bu defa II. Abdülhamid’in tahta oturması sürecinde birçok sanatkârın rol aldığını tarih açıkça
kaydeder. “Sarıklı İhtilâlci” olarak tanınan Ali
Suavi, bu dönemin tipik örneklerinden birisidir.
Öte yandan “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür”
bir şair olduğunu belirtmesine rağmen apaçık pozitivizmi “amentü” belleyen Tevfik Fikret, önce
II. Abdülhamid ve yönetimini, daha sonra da bir
ara alkışladığı İttihat ve Terakki yönetimini en
ağır biçimde eleştirir.
Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak!
Yarın bakarsınız söner bugün çıtırdayan ocak!
Bugün ki mideler kavî, bugün ki çorbalar sıcak,
Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, çanak çanak…
Yiyin efendiler yiyin; bu hân-ı pür-nevâ sizin;
Doyunca, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
(Tevfik Fikret, Hân-ı Yağma)
Cumhuriyet döneminin Kaldırımlar şairi Necip Fazıl ise, kendisinden beklenen asıl görevi
idrak ettikten sonra, kollarını bir makas gibi
açarak “çıkmaz sokak”ta ilerleyen kalabalıkları,
doğru istikâmete yönlendirmek için bütün gücüyle haykırır.
Durun kalabalık, bu cadde çıkmaz sokak!
Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak.
(Necip Fazıl, Destan)
Tanzimat sonrası sanatkârının sosyokültürel
ve sosyopolitik hayatın yeniden tanziminde en
üst seviyede rol almaları, Yeni Osmanlılar oluşumundan güç alan Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın
Kanun-i Esâsî’nin hazırlandığı encümene ait masanın en üst köşesine oturmalarıdır. Bunu “Jön
Türk” olarak niteleyebileceğimiz sanatkârların
aktif politik faaliyetleri izler. II. Meşrutiyet
sonrasında benimsediği Meslekî Temsilcilik düşüncesi istikametinde faaliyetleriyle Memduh
Şevket Esendal; Türkçülük düşüncesindeki ideologluğuyla Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki Cemiyeti ve yönetiminde bir hayli etkindirler. Bunlara Cumhuriyetin şu veya bu temeller üzerine
şekillenmesinde Tevfik Fikret ve -özellikle- Ziya
Gökalp’ın tesirlerini de ilâve etmek gerekir. Ancak bu durum uzun sürmez ve sanatkârın politik
arenadaki mevkii, Cumhuriyet sonrası dönemde bir daha aynı yüksek seviyeye ulaşamaz. Bir
başka ifadeyle, mevcut iktidarla olan kıyasıya
mücadelesine rağmen sanatkâr, iktidar erkini bir
türlü yakalayamaz. Çünkü sanatkârın politik arenaya girmesi ve burada oyun kurucu olarak rol
kapmaya çalışması, -bütün toplumlarda da görüldüğü gibi- Osmanlı-Türk toplumunda da politik arenanın diğer oyuncuları tarafından hiç de
hoş karşılanmamıştır. Zira “Kurtlar Sofrası”nda
onlardan başka yönetici elit, ulema, eşraf, sivil
ve askerî bürokrasi gibi, dünden bugüne uzanan
süreçte kendilerini hep arenanın gerçek sahipleri
ve oyuncuları olarak gören kesimler mevcuttur.
45
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Dolayısıyla Tanzimat’tan günümüze sanatkârın
politik arenada ulaşabildiği mevki, çok büyük
ölçüde bürokrasinin çeşitli basamaklarıyla sınırlı kalmıştır. Sadrazamlık (Ahmet Vefik Paşa),
nâzırlık/bakanlık (Ahmet Vefik Paşa, Ebubekir
Hâzım Tepeyran, Fuat Köprülü, Hasan Ali Yücel), parti genel sekreterliği (Memduh Şevket
Esendal), valilik (Ziya Paşa, Ali Ekrem, Faik Ali
Ozansoy, Mehmet Emin Yurdakul), Şûra-yı Devlet azalığı (Namık Kemal, Recaizâde Mahmut
Ekrem), Mabeyn-i Humayun Başkâtipliği (Halit
Ziya), Meclis-i Mebûsan üyeliği (Hüseyit Cahit
Yalçın), Anayasa Mahkemesi Üyeliği (Mehmet
Çınarlı), sanatkârın tırmanabildiği önemli bürokratik basamaklardır.
Doksan yıla yaklaşan Cumhuriyet döneminin
politik arenasında sanatkârın zaman zaman daha
çok görüldüğü dikkati çekse de, bu görünüm,
bazı simalar için belirgin ve etkin bir mahiyet
arz ederken; pek çok sanatkâr için oldukça silik
niteliktedir. Ahmet Rasim, Hüseyin Cahit Yalçın,
Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal Beyatlı,
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edib Adıvar, Aka Gündüz, Reşat Nuri Güntekin, Hamdullah Suphi Tanrıöver,
Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf
Ziya Ortaç, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar, Erdem Beyazıt gibi
birçok sanatkârın TBMM’deki milletvekillikleri,
ancak ikinci grup sanatkâr seviyesi bir öneme sahiptir. Sezai Karakoç’un bir parti kurup (Diriliş
Partisi 1990-1997) mücadelesini bu çerçevede
yürütmesi, dikkati çekici nadir örneklerden birisidir.
Sanatkârın politik arenada yer almaya kalkışması, Tanzimat sonrası Türk edebiyatının kaderini belirleyen “çatışma”yı kaçınılmaz kılar. Son
yüz elli yıllık tarihte hemen her dönem, her nesil,
kendini bu çatışma içinde bulur. Bu sebeple son
dönem edebiyat tarihimizin genel görüntüsünü,
sanatkârın politik arenadaki rakipleriyle olan çatışmaları doldurur. Namık Kemal ve arkadaşları
önce Albülmecid, daha sonra da II. Abdülhamid
ile kavga ederlerken; “miskin” olmakla suçlanan Hâmid, Ekrem; Fikret, Halit Ziya nesli II.
Abdülhamid ile bir hayli pasif düzeyde seyreden
bir kavgaya tutuşurlar. II. Meşrutiyet sonrası
sanatkârlarının karşısına, bir zaman II. Abdülhamid yönetimine karşı destekleyip alkışladıkları
İttihat ve Terakki yönetimi çıkar.
Doksan yıllık Cumhuriyet döneminde de
yönetim-sanatkâr çatışmasının hız kesmeden devam ettiği bir gerçektir. Dönem dönem (Atatürk
dönemi, İnönü dönemi, çok partili dönem) yönetici elit değişmişse de çatışmanın sonu bir türlü
gelmemiştir. Değişen sadece çatışan tarafların
çatışmaya kaynaklık eden görüşlerindeki farklılıktır. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e geçişte bu
çatışmanın en dramatik örneklerinden biri, Ali
Kemal’in yaşadıklarıdır. Bir adım sonra, Ankara
yönetiminin ilk uygulaması durumundaki meşhur
yüz ellilikler listesine giren bazı şair ve yazarlara
uygun görülen sürgün cezasıdır. Refik Halit Karay, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Refii Cevat Ulunay
bunların arasındadır. Öte yandan Cumhuriyet’in
ideal kadın kahramanı Halide Edip Adıvar, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ayrışmasında
ülkeyi terk etmek zorunda kalır (1925-1939).
Kadro dergisinde “Kemalizm”in ideolojisini hazırlayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, uzun yıllarını “Zoraki Diplomat” olarak yurt dışında geçirir. Hatırlatmak gerekir ki zorakî diplomatlık,
Cumhuriyet dönemi muhalif sanatkârlarının en
tercihe şayan “tedip” yollarından birisidir. Zira
dönem boyunca sanatkârdan beklenen büyük ölçüde “inkılâp edebiyatı”dır.
Tek Parti veya Şeflik Dönemi’nin yöneticisanatkâr ilişkileri, daha çok dünya konjonktürüne göre yön değiştirir. Bu sebeple gün gelir solcu/sosyalist sanatkârlar; gün gelir sağcı/
muhafazakâr/Türkçü sanatkârlar hapishanelerin
müdavimi olurlar. Nazım Hikmet, Sabahattin
Ali, Nihal Atsız, Necip Fazıl bunlardan bazılarıdır. Çok partili dönemde de buna yakın bir uygulama dikkati çeker. Bununla birlikte 1960’taki
27 Mayıs İhtilâlinden bugüne olan süreci daha
çok askerî ihtilâller belirler. Samet Ağaoğlu ve
Faruk Nafiz Çamlıbel, ihtilâl sonrasında tutuklanıp hapse atılan DP milletvekilleri arasındadır.
Takip eden yıllarda, başta “mürteci” sanatkârlar
olmak üzere, “sağ” ve “sol” cenahta yer alan birçok sanatkâr, askerî rejimlerin hışmına uğrarlar.
Cemil Meriç, kendisinin de muzdariplerinden
biri olduğu Türk aydını ve sanatkârının politik
arenadaki son yüz elli yıllık serüvenini şöyle
değerlendirir: “Türk aydını her mevsim bir başka meçhûlün sevdalısı. Geçen asrın ortalarında
ıslâhatçıdır, sonra ihtilâlci olur, sonra inkılâpçı.
Ve tarih, 27 Mayıs’tan bu yana yeni bir kahramanın zaferine alkış tutar: Devrimci. Artık iki hücreli bir mahpesteyiz; hücrenin biri devrimcilerin,
öteki gericilerin.” (Meriç 1980: 143)
46
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Politik arenada iktidar-sanatkâr çatışmasının
en somut sonucu, sürgün ve hapis yoluyla arenadan uzaklaştırılma şeklinde tezahür eder. Meselâ
İttihat ve Terakki yönetimi, Mahmut Şevket
Paşa’nın öldürülmesi üzerine bir gecede Bahr-i
Cedîd vapuruna doldurduğu 500’ün üzerindeki
kişiyi Sinop’a sürgün etmiştir. Refik Halit Karay,
sürgün hayatının tadını ilk önce İttihat ve Terakki
yönetiminin elinden tadanlardandır. Tanzimat’tan
bugüne sürgün hayatı yaşayan sanatkârdan bazıları; Namık Kemal, Ali Suavi, Ahmet Mithat
Efendi, Abdullah Cevdet, Mizancı Murad, Ebüzziya Tevfik, Abdülhalim Memduh, Hüseyin Cahit Yalçın, Hüseyin Siret Özsever, İsmail Safa,
Ali Kemal, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Cevat Şakir
Kabaağaçlı’dır. Bu bağlamda Tanzimat Sonrası
Türk Edebiyatının ciddi bir sürgün ve hapishane
edebiyatı birikimine sahip olduğunu söylemek
mübalâğa olmaz. [1] Yönetimle olan çatışmaları sebebiyle yurt dışına kaçan veya kaçmak
mecburiyetinde kalanları da sürgünler grubuna
dâhil edebiliriz. Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali
Suavi, Sami Paşazâde Sezaî, Abdullah Cevdet,
Hüseyin Cahit Yalçın, Süleyman Nazif, Hüseyin Siret Özsever, Abdülhalim Memduh bunlardan bazılarıdır. Cumhuriyet döneminde hapishane hayatı ile tanışmış olan sanatkârlardan
bazıları ise; Sabahattin Ali, Nazım Hikmet,
Kemal Tahir, Nihal Atsız, Ahmet Arif, Yusuf
Atılgan, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz,
Aziz Nesin, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Necip
Fazıl’dır.
Zindan iki hece, Mehmed’in lâfta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de, geri adam, boynumda yafta..
Halimi düşünüp yanma Mehmed’im!
Kavuşmak mı?.. Belki.. Daha ölmedim!
(Necip Fazıl, Zindandan Mehmed’e Mektup)
İktidarın sanatkâra uygun gördüğü sürgün
ve hapishane, arenada ayakaltında dolaşmaması, sesinin kısılması ve susturulmasında bir
hayli etkili olmuştur. Eserlerinin toplatılması
1. Sürgün edebiyatı için bkz. Feridun Andaç, Sürgün
Edebiyatı Edebiyatın Sürgünleri, Bağlam Yay.,İstanbul,
1997; Nedim Gürsel, “Sürgün ve Yazın”, Milliyet Sanat,
S.33, 1983; Handan İnci, “Türk Edebiyatının Sürgün
Tarihinde İlginç Bir Sayfa Yahut Bir Sürgünün Beş
Hikâyesi”, Kitaplık Dergisi, S. 34, Güz-1998.
ve yakılması, sık sık başvurulan bir başka uygulama olarak karşımıza çıkar.
Politik arenadaki bu kavgalardan zararlı
veya mağlup çıkan genelde sanatkâr olur. Çünkü onun kendini savunmada kaleminden başka
fiilî bir gücü; fikirlerinden başka da bir aracı
yoktur. Dolayısıyla o, bütün fiilî ve maddi güçleri elinde bulunduran iktidarın gücüyle mukayese edilemeyecek kadar zayıftır. Nitekim fiilî
çatışma sonucu darmadağın olan sanatkârın
perişan hâli, bu durumu bütün çıplaklığıyla
gözler önüne serer. Ancak uzun vadede durum tam bunun tersine bir sonuç verebilir ve
vermiştir de. Yani ilk planda mağlup olan ve
susturulan sanatkâr, uzun vadede politik arenanın asıl gücü olduğunu ortaya koyabilir ve
koymuştur. Buradan anlaşılır ki, sanatkârın
politik gücü, görünenin veya zannedilenin çok
üstündedir. Ancak bu gücün politik arenaya
hâkimiyeti için uzun bir zaman ve sabır gerekir. Bu sebeple sanatkâr, çoğu zaman zaferinin
şaşaasını kendi gözleriyle görme mutluluğunu
yaşayamaz.
Kısacası; Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı tarihinde asıl olan şair ve yazarların politik
arenada kendilerine yeni bir mevki edinebilme
mücadelesi; bu ortamda yönetici elit ve bunların emrindeki sivil ve askerî bürokrasi ile sonu
gelmez çatışmalarıdır. Hiçbir dönem ve hiçbir
nesil bu çatışmadan âzâde değildir. Hatta şair
ve yazarları tek tek gözden geçirdiğimizde, söz
konusu çatışmanın dışında kalabilmiş isim sayısı bir elin parmaklarını geçmez.
***
Sanatkârın doğrudan doğruya veya dolaylı olarak politik arenaya girmeye kalkışması,
burada yönetimle çatışmaya girmesi, Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatına yeni bir kimlik
kazandırmıştır. Bu kimliğin en temel özellikleri; sosyal, toplumcu, fikrî, ahlâkî, didaktik;
hatta bir noktadan sonra politik, ideolojik ve
angaje oluşudur. Sanatın bünyesinde var olduğu toplumun, devrin ve hayatın meselelerini, sanatın dünyasına taşıması, bu dünyanın
imkân ve sınırları içinde ele alıp işlemesi ve
estetik bir çerçevede okuyucu ve toplumun
dikkatlerine sunması, elbette takdire şayan bir
gelişmedir. Kalemini bu çerçevede kullanan
sanatkâra hayran olup alkışlamamak mümkün
değildir elbette. Ancak pek çok sanatkârın çizilen sınırları bir hayli aştığı, sanatı politik ve
47
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ideolojik fikirlerinin basit ve ilkel aracı hâline
getirdiği de bir gerçektir. İster bilinçsizlik, ister yeteneksizlik, isterse ideolojik körlükten
kaynaklansın, Tanzimat’tan günümüze olan
süreçte, bu hâlin pek çok örneğiyle karşılaşılır.
Bu tavır, elbette sanata büyük zarar vermiş ve
vermektedir.
Eleştirilebilecek bir başka boyut, politik arenada boy göstermeye kalkışan kimi
sanatkârların toplum ve değerleriyle de çatışmaya girmiş olmalarıdır. İlk örneklerini Tevfik
Fikret ve Hüseyin Rahmi’de gördüğümüz bu
sanatkâr tipi, özellikle Cumhuriyet’ten sonra
daha da artmaya başlar. Kimi zaman mevcut
iktidara olan hışmından, kimi zaman yaranma
ihtirasından, kimi zaman şöhret arzusundan,
kimi zaman da gözünü kör eden ideolojik saplantılarından hareket eden bu sanatkâr, geleneğe, kutsala, tarihe ait hemen her değere saldırmaktan geri durmamıştır. İlerici/inkılâpçıgerici/yobaz ikilemindeki şablon, bu tavrın
bıktırıcı örneğidir. Arenadaki bu haliyle o, can
havliyle gördüğü her kırmızıya saldıran boğalara benzer.
Üdebânız hele gâyetle bayağı mahlûkat…
Halkı irşâd edecek öyle mi bunlar?
Heyhât!
Kimi Garb’ın yalınız fuhşuna hasbî simsar;
Kimi, İran malı der, köhne alır, hurda satar!
……………
Serserî: Hiçbirinin mesleği yok, meşrebi yok;
Feylesof hepsi; fakat pek çoğunun mektebi yok!
Şimdi Allah’a söver.. Sonra biraz bol para ver:
Hiç utanmaz, Protestanlara zangoçluk eder!
(Mehmet Âkif, Süleymaniye Kürsüsünde)
Hülâsa; genel manada ele alındığında
Türk milleti, mukaddesleriyle kavgalı olmayan; ahlâk, töre, gelenek, din, tarih gibi temel değerlerine saldırmayan sanatkâra sahip
çıkmış; onu bağrına basmış, -baş tacı etmese
bile- değer vermiş, hürmet göstermiştir. Aynı
sanatkârın politik arenadaki durumu, yer yer
buna paralel bir görünüm arz etmişse de, tarihin üç farklı döneminde önemli değişmeler
göstermiştir. İslâmiyet öncesinde toplumun
sosyo-kültürel hayatında önemli bir mevkie sahip olan sanatkâr, saray olgusunun esas olduğu
ve iktidarın tek elde toplandığı İslâmî dönem-
de bu mevkiini büyük ölçüde kaybetmiştir. Zaman zaman kendisine önemli bürokratik görevler verilmesine rağmen ondan beklenen “mûtî”
olmasıdır. Tanzimat sonrasının büyük ölçüde
Batılı normlara göre yetişmiş yeni sanatkârı,
toplum ve iktidardan öncelikle bireysel varlığının kabulü ve “aydın” kimliğine uygun bir
mevki ister. Ancak hiçbir iktidar sahip olduğu
yetkileri onunla paylaşmak istememiştir. Bu
sebeple sanatkâr, her fırsatta iktidara başkaldıran bir “isyankâr”; sanatı da düpedüz “Başkaldıran Edebiyat”a dönüştürmekten çekinmemiştir. Bu tutum, çok açık “Kurtlar Sofrası”
olan politik arenada sanatkâr-iktidar çatışması
veya kavgasını kaçınılmaz kılmıştır. Onca kısıtlamalar, sansürler, yasaklamalar, sürgünler,
mahpusluklar, sanatkâr-iktidar çatışmasının
somut, ama acı birer sonuçlarıdır. Bu sürecin
bir başka olumsuz sonucu, edebiyatın çok daha
fikrî, ahlâkî, didaktik ve ideolojik bir niteliğe
sahip kılınması ve “araç” seviyesine düşürülmesidir. ■
Kaynaklar
Balcı, Yunus (2003), “Yenileşme Zihniyeti Bakımından Tanzimat Romanının Anlamı”, Türkler, C.15, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara.
Çetişli, İsmail (1999), Memduh Şevket Esendal -İnsan ve Eser-, Kardelen Kitabevi, Isparta.
Emil, Birol (1997), Türk Kültür ve Edebiyatından 1
Meseleler, Akçağ Yayınları, Ankara.
İnalcık, Halil (2003), Şair ve Patron, Doğu Batı Yayınları, Ankara.
İpekten, Haluk (1996), Divan Edebiyatında Edebî
Muhitler, MEB Yayınları, İstanbul.
Kaplan, Mehmet (1985), Türk Edebiyatı Üzerinde
Araştırmalar 3 (Tip Tahlilleri), Dergâh Yayınları, İstanbul.
Köprülü, Fuat (1989), Edebiyat Araştırmaları, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Meriç, Cemil (1980), Mağaradakiler, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Moran, Berna (1983), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınları, İstanbul.
Musil, Robert (1995), 20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı,
(hzl. H. Salihoğlu), İmge Yayınları, Ankara.
48
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Estetik duygunun
kuvvetli bir tezahürü
olmak üzere Osmanlı
toplumunda bütün
güzel sanat erbabının
ve hususiyle
şairlerin takdir
ve saygı gördüğü
bilinmektedir. Bir
kültürün değeri
onun vücuda
getirdiği maddi
eserler kadar insani
boyutuyla da ölçülür.
CİHAN OKUYUCU*
1
866’da Tasvir-i Efkârda yayınlanan
“Lisan-i Osmanî’nin Edebiyatı Hakkında
Bazı Mülahazatı Şamildir” isimli makalesiyle
divan edebiyatına yönelik ilk toplu eleştiriyi yapan Namık Kemal’den günümüze klasik edebiyatımıza yönelik eleştirilerin ağırlık merkezini;
bu edebiyatın saray çevresinde teşekkül etmiş ve
dolayısıyla hem dil hem de ruh bakımından kendi
toplumunun gerçeklerine yabancı, gayrı-samimi
bir caize edebiyatı olduğu vb. gibi hususlar teşkil eder. Divan şiirine yönelik eleştiriler Millî
edebiyat cereyanı ile birlikte artmış ve söz gelimi Z. Gökalp :” Fuzulileri, Bakileri, Nedimleri
bizim klasik şairimiz addetmek doğru değildir”
diyebilmiştir. (Cumhuriyet dönemine kadar eski
edebiyat hakkındaki tartışmaların geniş bir özeti
*Prof.Dr., Yıldız Teknik Üniv.
için bkz. Dr. Erdoğan Erbay, “Eskiler ve Yeniler”
Akademik Araştırmalar, Erzurum 1997) Şüphesiz klasik edebiyatın muhtevasıyla ilgili tenkitler
bunlarla sınırlı değildir. Ancak biz bu kısa yazıyı
sadece şiirimizin sarayla münasebeti ve dolayısıyla caize meselesiyle sınırlamayı düşünüyoruz.
Sosyal Tabakalaşma Tabii midir?
Orta Çağ İslam toplumlarında sanatın geniş
halk yığınlarından ziyade sarayın himayesine
mazhar olan münevver zümrelerce vücuda getirildiği tarihî bir gerçektir. Öncelikle eskilerin
avam ve havas diye isimlendirdiği bu toplumsal
tabakalaşmanın tabii olup olmadığı hususunda
bazı düşünürlerin fikirlerinden iktibaslarda bulunmak istiyoruz. Ta ki bu tabakalaşmanın bir
49
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
yabancılaşma ve kopuş olup olmadığı tebellür
etsin. Köprülü bir cemiyette muhtelif zevk ve
kültür tabakaları bulunmasını tabii bulur: “Cemiyetin bir muayyen zamanında muhtelif zümreler
bulunduğu ve her zümrenin kendisine has eserlerle bedii ihtiyaçlarını tatmin ettikleri tabiidir.
Emile Faguet’nin haklı iddiası veçhile,”Edebiyat
mütecanis bir kitle değildir. Her devrede yekdiğerinden farklı üç-dört edebiyat vardır.” İçtimai
tekâmül insan cemiyetlerinde nasıl işbölümünü
meydana getiriyorsa, aynı suretle edebî zevkin
de değişme ve ihtisaslaşmasına ve netice olarak
muhtelif sınıflar için muhtelif edebiyatlar vücuda
gelmesine yol açıyor.” (Köprülü, Usul,26) Yazar, Yıldırım Bayezit zamanına kadar çok sade
olan sosyal yapının artık yavaş yavaş değiştiği
ve o zamana kadar tanınmayan kaside türünün
ortaya çıktığı, sosyal tabakalaşma neticesinde
halk zevkinden uzaklaşıldığı fikrindedir. Mevlit,
Ahmediye ve Muhammediye bu iki zevkin arasındaki eserlerdir. Özellikle Emir Süleyman bu
hayatın kökleşmesine katkıda bulunmuş ve Âşık
Çelebi’nin takdirini kazanmıştır. Fatih döneminde artık silsile-i meratip teşekkül etmiş ve iki
sınıfın ayrılığı katileşmiş, saray Bizans debdebesini tevarüs etmiştir, vs. (Köprülü, Usul, 21) Tanpınar ise toplumdaki bu tabakalaşmayı, kültürün
esasını teşkil eden dinin uzun bir süreçte tedricen
kabulü, çeşitli coğrafyaların etkileri, kurulan şehirlerin geriden gelen kavmi geleneklerle beslenmesi gibi sebeplere bağlar. (Tanpınar, 19.Asır, 1)
Rothacker’e göre de sebep her ne olursa olsun
ortaya çıkan bu tabakaların kültüre katkıları
farklı farklıdır:“ Devletçe ve kültürce birleşmiş
bir millet birçok tabakalardan meydana gelir.
Bütün tabakalar, zümreler, sınıflar bir kültür için
ve kültür çağları için represantativ sayılan kültürel uslup formlarının yaratılma ve kurulmasına aynı ölçüde katılmazlar. Alman imparatorları
koskoca katedraller veya Fransız kralları büyük büyük barok şatolar kurarken bu yapıların
masraflarını elbette bütün bir millet yüklenmişti.
Ama üslubun bulunmasında sadece hükmeden
tabakanın payı olmuştur. Roman üslubu mu yoksa gotik uslubu mu? Bu ve buna benziyen sorulardan yoksul köylüye ne? (Rothacker,78) Wellek
de -bizdekine benzer tarzda- her cemiyette halk
ve aydınlar edebiyatı bulunduğunu ve bunlardaki
sosyal olaylara katılma nisbetinin değişik olduğunu belirtir. Bu nisbet halk edebiyatında fazla
iken yüksek sınıfta iyice düşer. (Wellek,128)
Müller esasında sanatın her devirde bir seçkinler işi olduğunu belirterek, günümüzde aksi yöndeki bazı talebleri samimi bulmaz: “Bu günün
demagogları (halk dalkavukları) ünlü “sokak
adamı”nı kültür sorunlarının en yüksek hakemi
olarak kabul etmekten hoşlanıyorlar ve onun her
zaman böyle olduğuna-en yüksek hakem olduğuna -inanıyorlar veya inanır görünüyorlar. Fakat
Raphael’in L’Ecole d’Athenes (Atina Okulu) adlı
tablosu XVI. Yüzyılın sokak adamına neyi ifade
etmiştir”. (Müller,108) Bu tespitler klasik kültürümüzün daha ziyade yüksek zümrenin eseri
olduğu şeklindeki tenkitlere de dolaylı bir cevap
mahiyetindedir. Zira yukarıdaki tariften de anlaşılacağı üzere her kültür bir ölçüde kendi münevver zümrelerinin eseridir. Tarlan da bu edebiyatın
daha çok şehirli zümrelere; öncelikle ulemaya,
sonra orta münevver tabaka; devlet memurları ve
Enderun zümresine hitap ettiği fikrindedir. Ona
göre, asker ve tüccar seviyesine göre kâh halk ve
tekke, kâh divan şiirine meylediyordu. Köylü ve
asker için ihtiyaç daha samimi ve mahalli iken
ulema sınıfı için edebiyat biraz fantezi bir çeşnidedir. Fakat bu hâl bu şiirin gayrimillî olmasını
gerektirmez: “Bir cemiyetin herhangi bir tesir
altında kalan bir sınıfı o cemiyetten sayılmaz
mı? Bu edebiyat o zamanın bütün münevverlerine hitap ediyordu ve yanında ikinci derecede bir
münevver sınıf edebiyatı mevcut değildi. Bu edebiyata gayrı milli demek için altı asrı mütecaviz
bir zaman bu milletin münevver zümresini teşkil edenleri Türklük camiasından çıkarmak icab
eder.” (Tarlan, 30-31) Bununla birlikte divan
şiirinin birçoklarının iddia ettiği gibi bütünüyle
büyük şehirlere sıkışmış ve havassa ait bir şiir
geleneği olmadığı da Mustafa İsen’in 27 Tezkireyi taramak suretiyle ortaya çıkardığı sonuçlarla anlaşılmıştır. Buna göre şairlerimizin şehirlere
ve mesleklere göre dağılımı nisbeten dengelidir.
(M. İsen, “Ötelerden Bir Ses” , 221)
Realite Karşısındaki Tutum ve
Saray İstiaresi
Divan şiirinin en fazla tenkit edilen taraflarından biri dış âleme itibar etmemesi, tabiat ve ha-
50
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
diseler karşısında irreel bir tutum takınır gözükmesidir. Bazılarına göre Fuzuli bu tutumu âdeta
tek beyitle özetlemektedir:
Gelin ey ehl-i hakîkat çıkalım dünyadan
Gayr yerler görelim özge safâlar sürelim
Gerçekten klasik şiir realiteye bu kadar
müstağni midir? Şayet öyleyse bu istiğna şiirsaray ilişkisine nasıl yansımıştır? Biz de aşağıda
şiirin sarayla münasebetine bir zemin olmak üzere
kısaca bu konudaki değerlendirmeler üzerinde
durmak istiyoruz. Köprülü’den beri klasik edebiyata bakışta da sosyolojik tavır hâkimdir. Bununla birlikte Köprülü, klasik şiirimizin Acem
taklidi olması dolayısıyla içinde bulunduğu
toplumu ancak zayıf bir şekilde yansıtabildiğini
düşünüyor. O, bir milletin edebiyatını en canlı
bir vesika sayan Hippolite Taine’in ve onu takip
eden Lanson’un fikirlerinin Türk edebiyatı için
geçerli olduğuna pek kani değildir: “Türk edebiyatı müverrihinin Lanson’la aynı gayeyi takib
edebilmekten epeyi uzak kalacağını maatteessüf
itiraf etmeliyiz bugün mesela Sinan Paşa’nın bir
sahifesinde, Cem Sadisi’nin bir Felekname’sinde,
Necati’nin bir kasidesinde o asrın Türk ve İslam
medeniyetini göstermek, o devrin hissi ve fikri
temayüllerini tespit etmek imkânsız değilse bile
çok müşkildir. ” (Köprülü, Usul,18-19)
Bazı araştırıcılar ise -bu fikirlerin tam karşıtı olmak üzere- edebî eserlerimizin toplumun
âdetlerini bilmede bir belge gibi kullanılabileceğini düşünür:”Kemal Karpat’a göre Türkiyenin sosyal tarihini yazacak olanların ilk sağlam
kaynağı şüphesiz ki edebiyat olacaktır” (Moran,
74) Nitekim F.Z.Ülgener bu anlayışa uygun olarak Osmanlı devri iktisadi zihniyetini incelerken
büyük ölçüde edebî malzemeden istifade etmiştir. (F.Z.Ülgener, ”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve
Zihniyet Dünyası”, Der. Yay. İst.1981)
Son yıllarda divan şiirinin devre ait belge
olarak kullanılışına ait örnekler çoğalmış bulunuyor. Bunlar arasında ilginç sonuçlara ulaşması bakımından iki örnek üzerinde durmak
istiyoruz. Cem Dilçin, bir çalışmasında (“Türk
Kültürü Kaynağı Olarak Divan Şiiri”, Ank.
25-29 Eylül,1993, 3. Uluslararası Türk Kültürü
Kongresi Bildirisi) Divan şiirinin, konuyla ilgili
benzetme tarzı üzerinde duruyor. Metot; “soyut
bir kavrama benzetme yoluyla somut bir anlam
yükleme” şeklindedir... Divan şairi dış dünyayı
kendi iç âlemini anlatmak için somut bir örnek
olarak kullanır. Bu yüzden bu şiir nesnel dünyadan o kadar da kopuk değildir. Ancak daha somut
bir örnek 16.yy.da Türk toplumunda gözlüğün
bilindiğini gösteren aşağıdaki beyittir:
Gözlük tutarım görmeyeli rûy-ı nigârı
Dört oldı gözüm yol gözedür görmeğe yârı
(Kastamonulu Şavur)
Sarıca Kemal’in 15.yy. sonlarında tertip edilmiş divanında aynı kelimeye bir kere daha rastlıyoruz:
Hattun temâşâ itmege gözlük urınmışdur
Kemâl
Ol pîre rahm it ey cevân kim çeşmi çâr olup
durur
Böylece; 15.yy.dan beri gözlüğün bilindiğini;
“gözlük takmak” yerine “gözlük urunmak” tabirinin kullanıldığını; keza göz, gözlük gibi kelimelerle kurulmuş deyimlerin eskiliğini öğrenmiş
bulunuyoruz. (Dilçin, 1-6)
Tanpınar yukarıda özetlenen -klasik edebiyatın tamamen realiteden ayrı olduğu ve tam aksine
belge olarak kullanılabileceği şeklindeki- iki fikir
arasında orta bir yol tutar. Ona göre söz konusu
ilgi bu ekolün kendisine mahsus özellikleri olan
kapalı ve dolaylı bir ilgidir: Gerçeği şu ki her büyük sanat geleneği gibi eski şiirimiz de ne kadar
dolayısıyla konuşursa konuşsun, evvela içinde
doğduğu ve bağlı bulunduğu içtimai sistemi veriyordu...” (Tanpınar,19.Asır,10) O, konuyla ilgili
fikrini “saray istiaresi” ile açıklar: Eski toplum ve
şiirin merkezinde saray vardır; her şey hükümdar etrafında döner, onun iradesi mutlaktır, sorgulanamaz vs. Sonra bu fikir taşırılarak bitki ve
hayvanlar âlemine de teşmil edilir; bu âlemin hükümdarları gül ve aslandır. Hükümdarın reaya ile
münasebet şekli âşık-maşuk arasındaki ilgi için
de model olur. Sevgili de kalp ülkesine hükmeder; o, güzelliğiyle gül, kudretiyle güneştir. Keza
denk olmadığı âşığını sevmez ve kıskanmaz;
onun tarafından sevilmeyi bir lütuf olarak kabul
eder; buna mukabil sevenleri- tıpkı hükümdarın
gözüne girmek için çekişen saray halkı gibi- birbirine rakiptir ilh. Hülasa; “Eski şiirimizde aşk,
sosyal rejimin ferdî hayata aksi olan bir kulluk-
51
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
tur.” (Tanpınar,19. Asır, 5) Yazar bu benzetmelerin Orta Çağda Avrupa’yı da etkilediği fikrindedir. Endülüs’ten İspanya ve Avrupa’ya geçen
“amour courtois”’da da sevgili aynı zamanda
prenstir. Hükümdarın faaliyetleri başlıca; savaş,
av ve işret’ten ibarettir ve aynı şeyler sevgiliye de
atfedilir (Tanpınar,19.Asır, 7) Konuyla ilgili diğer bir telifçi fikir adamı Tarlan’dır. O, edebiyatın sosyalliği meselesinde konuyu iki açıdan ele
alır. Yazara göre şiirimiz bir yönüyle devrinden
bağımsızdır, diğer yönüyle ise devrini takip eder:
“Siyasetle alakası olmayan taraf şiirin mutlak telakkisi ve daha açıkça mimarisi… Yoksa bunun
haricinde devletin esas bünyesine değil de onun
üçüncü, dördüncü derecedeki teferruatına ait
tenkitler, on yedinci asırdan sonra mahallileşen
mesneviler, bilhassa mukattaat kısmındaki dini,
tasavvufi, içtimai, ahlaki, terbiyevi manzumeler,
hicivler, tarihler. Bunlar elbette harici âlemden
müteessir olan sanatkârın aksülamellerini aksettiren aynalardır.” (Tarlan, 46) Edebiyatın devre
ayna olması, yazara göre mutlak değil estetik bir
tarzda gerçekleşir. Bizim de bütünüyle katıldığımız aşağıdaki cümleler bu telifin gerçekleşme
tarzını ikna edici tarzda açıklıyor: “Yanlış anlaşılmasın divan şairinde realite daima mevcuttur.
Denebilir ki eserinin ikinci planında hemen daima bunu görürüz. Ancak o realiteyi kendi ruhi
veya fikrî hedefi uğrunda ve onu teferruatından,
yani realitedeki değişikliklerinden mücerred,
mutlak bir surette almıştır. Eserine aldığı harici hâdiselerde mesela bir minyatür manzarası
görürüz. O hâdiseler üzerine eğilip onun hayati
hareket ve teferruatını tespit etmez. Yoksa estetik
bir tarzda bütün muhitini görmüş ve eserine almıştır. Ancak bunda zevkin ve lirizmin kendisine
gösterdiği yolda intihabını yapmıştır.”(Tarlan,
47)
Saray ve şairin ilişki biçimi yahut
caize caiz mi?
Estetik duygunun kuvvetli bir tezahürü olmak
üzere Osmanlı toplumunda bütün güzel sanat
erbabının ve hususiyle şairlerin takdir ve saygı
gördüğü bilinmektedir. Bir kültürün değeri onun
vücuda getirdiği maddi eserler kadar insani boyutuyla da ölçülür. Pek çoğu bizzat sanatkâr olan
iyi yetişmiş hükümdarların himayeleri sayesinde
sanatın hemen bütün alanlarında estetik seviyesi
yüksek eserler verilmiştir. Fatih’in, İstanbul’a davetine icabet edemediği hâlde Molla Cami’ye her
yıl bin altın göndertmesi yahut İkinci Beyazıt’ın
meşk esnasında Şeyh Hamdullah’ın divitini tutacak kadar onun sanatını takdir etmesi, Kanuni’nin
Baki gibi bir şaire sahip olmayı saltanatının iftihar vesilesi kabul etmesi gibi davranışlar sanata
büyük bir alaka doğmasını intac etmiştir
Bunun neticesi olarak şairlik -özellikle 16.yy.
ın sonuna kadar- bir nevi meslek ve geçim vasıtası olmuştur. Çok zaman şairler devlet büyüklerine ithaf ettikleri eserlerinin değerine
göre memuriyetlerinde terfi etmekte ve caize
almaktaydılar. Şimdi de Namık Kemal neslinin
seleflerinin samimiyetini sorgulamada temel referanslarından biri olan ve şiir-saray ilişkisinin
de mihverini teşkil eden câize meselesi üzerinde
biraz bilgi verelim
Arapçadaki cevaz mastarından türemiş bir
kelime olan caize edebî bir terim olarak devlet
adamlarına medih amaçlı olarak takdim edi­
len eserlere yahut şiirlere karşılık olmak üzere
sanatkârlara verilen mükâfat, hediye ve ihsan
manalarına gelir. Cahiliye Arap toplumunda da
mevcut olan caize geleneğinin İslam’dan sonraki
en meşhur örneği Ka’b ibn-i Züheyr’in sunduğu
şiir - Kasîde-i Bür­de -sebebiyle Hz. Peygamber
tarafından hırkayla (bürde) ödüllendirilmesidir.
Bu uygulama daha sonraki bütün caize talepleri
için bir ruhsat telakki edilmiş, şairler taleplerine
mesnet olarak bu olaya atıfta bulunmuşlardır. Bazen şairin kaside sunmaktaki amacı caize yerine
bağışlanma talebi de olabilir. Bunun en meşhur
örneği de Hevâzin Gazvesi’nde vuku bulmuştur.
Bu gazvede esirler arasında bulunan şair Ebû
Cervel el-Cüşemî, Hz. Peygamber’e bağışlanmalarını isteyen bir şiir takdim edince Resûlullah,
kendisine ve Abdülmuttaliboğulları’na ait ne
varsa iade etmiş, bunu gören muhacir ve ensar
da ona uymak suretiyle aldıkları bütün ganimetlerden vazgeçmişlerdi ki bunların toplamı; 6000
esir, 24.000 deve ve 40.000 baş koyun ediyordu.
Daha sonra gelen bütün islam toplumlarında kasidenin her iki amaçla kullanıldığına şahit oluyoruz. (Uzun, VII:28-29) Nitekim Osmanlı şairlerinden Ahmed Paşa Fatih’e sunduğu “kerem”
redifli kaside ile idam cezasından kurtulmuş idi.
52
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Latifi eserinde 2. Murad devrinden beri bazı
şairlere aylık verildiğinden bahseder. Nitekim 2.
Beyazıt dönemine ait bir inamat defteri bu sözleri doğruluyor. Söz konusu defterden, İdris-i
Bitlisi’nin Heşt Behişt isimli eserine hükümdarın 50 bin akçe ile mukabelede bulunduğu, keza
aynı padişah için bir Osmanlı tarihi yazan İbn-i
Kemalin de 30 bin akçe aldığı anlaşılmaktadır.
Kanuni devrinde de bu durum devam etmiştir.
Mesela bir mevacib defterinde 1525-26 yılında
Hayali Beğ’in günlük 10, aylık 200 akçe aldığı
kayıtlıdır. Âşık Çelebi Ayas Paşa’nın sadrazamlığı zamanında bir ara aylıkların kesildiğini belirtiyorsa da döneme ait defterler bu rivayeti çürütmektedir. Siparişler dışında da şairlerin divan
veya mesnevi gibi toplu eserlerini ricalden birine ithaf etmeleri ve karşılığında caize almaları
gelenek hâline gelmişti. Necati, divanını hayatı
boyunca kendisini himaye eden Müeyyedzade
Abdurrahman Efendiye ithaf etmişti. Bu durum,
ithafa daha layık olduklarını düşünen vezirlerin
düşmanlığını celbetmiş, ancak hükümdarın himayesi şairimizi bir zarar görmekten korumuştu.
Şairler asıl gelirlerini gazelleri ve belirli zamanlarda sundukları kasidelerinden kazanıyorlardı.
Zati’den naklen Âşık Çelebi’nin bildirdiğine
göre 2. Beyazıt, dönem şairlerinden yeni gazellerini istemiş ve şiir takdim eden herkese hediyelerle mukabelede bulunmuştu. (Çavuşoğlu, ODŞÜM, 214) Yüksek bir şiir bilgi ve zevkine sahip
olan devlet ricali kendilerine sunulan kasideleri
ödüllendirmede şahıslarına yönelen övgüden ziyade şairin başarısını esas almakta idiler. Döneme ait kayıtlardan divan şairlerine caize olarak
verilen ayni ve nakdî karşılıklar hakkında bir fikir sahibi olmak mümkündür. Söz gelimi Fuzûlî,
Kanuni’ye “Bağdat”ın fethi münasebetiyle sunduğu kaside mukabilinde günlük 9 ak­çe maaşa
bağlanmış, Nef’î devrin hükümdar ve vezirlerine
sunduğu kasideler karşılığında; at, köle ve değerli kürklerle ödüllendirilmiştir. Nevşehirli Damat
İbrahim Paşa Nedim’e çeşitli mücevherler ih­san
ettiği gibi, 3.Selim de Şeyh Galib’e saray işi bir
mesnevi nüshası hediye etmişti Caize sadece
kasidelere münhasır değildi. Şairler devlet büyüklerinin yalnız sevinçlerine değil üzüntülerine
de ortak olur ve karşılığını görürlerdi. Nitekim
Beyzade Mehmet’in vefatında 2. Beyazıta mersi-
ye takdim edenlerden Şehdi’ye 1500, Revani’ye
200 ve Cevheri’ye 300 akçe verilmişti. Keza 3
yıl sonra Şehzade Mahmut ölünce mersiye sahiplerinden Sabayi’ye 1500, Keşfi’ye 500, Sâilî’ye
ise 200 akçe takdir edilmişti. Caizelerin farklı
oluşu hem şairin şöhretine hem de takdim edilen şiirin kalitesine bağlıydı. Zati yukarıda bahsi
geçen hâdisede 2. Beyazıda sundugu gazeldeki
şu beytin hükümdar tarafından pek beğenildiğini
belirtir:
Geldi ol zühd libasını kaba ettirici
Zahida hırkaya çek başını manend-i keşef
Herhalde sultan kaplumbağaya benzetilen
sofunun kendisini bile baştan çıkaracak kadar
güzel olan sevgiliden korunmak için hırkasını
başına çekmesini ilginç bulmuş olmalı ki bu beyti okuyunca takdirini:”Dünyada mana tükendi
derler. Vallahi mana katiyyen tükenmez. Dünya
hüner doludur, hüner onu bulmakta” şeklinde belirtmiş ve mükâfat olarak şaire Bursada bir tevliyetin gelirini tahsis etmiş. Yine Zati, Yavuz’a
sunduğu bir kasidesi karşılığında da bir köyün
geliriyle ödüllendirilmişti. Sadece sultanlar değil dönemin belli başlı devlet adamlarının da şair
ve şiirden anlar kimseler olmaları şiirin daima
takdir görmesini sağlamıştır.( bkz. M.İ sen ve
A.F.Bilkan, Sultan Şairler, Akçağ,1998)
Şiirin takdim şekli
Kaynaklarda şiirlerin takdim şekli ile ilgili
bilgilere de tesadüf edilmektedir. Bunlardan anlaşıldığına göre kasideler iki türlü takdim edilmekte idi, ya bizzat huzurda okuyarak ya da göndererek. Mesela Amasyalı Mihri Hatun, Divanı’nı saraya göndermiş ve 3000 akçe almıştı. Daha sonra
gönderdiği bir kasidesi de aynı değerle karşılık
görmüştü. Kanuni dönemindeki iki düğünde de
şairlerin kasidelerini huzurda bizzat okudukları
biliniyor. Şehzade Mehmet’in sünnet düğününde
kaside okumakta yaşı itibarıyla Zatiye öncelik
tanındığı bilahare yine yaşlı şairin tavassutu ile
çırağı olan Fazli’nin huzura alındığı Hasan Çelebi tarafından bildirilmektedir. Böylece şairlerin
birer birer içeri alındıkları anlaşılmaktadır. Tezkireler arasında konuyla ilgili en zengin bilgilere Âşık Çelebi’ de tesadüf etmekteyiz. O, kendi
53
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ağzından Zati’nin şairlik macerasını naklediyor.
Şair burada devlet ricali ile olan şiir meclislerini,
aldığı caizeleri, şair dostlarıyla meyhane maceralarını canlı ve samimi bir üslupta anlatmaktadır:
“Merhum padişah (2. Beyazıt) yılda üç kez
kaside vermemi emrettiler. Birisini nevruzda
verirdim ve birer kaside de bayramlarda verirdim. Nevruzda iki bin akça caize ve her bir
bayramda bir yüzü ipekli bir yüzü yünlü kumaş.
Birçok yıl o caize ve yıllık ile geçindim.” (Kalpaklı, 6) (..) “Vezirlerin toplantılarına gider ve
özel sohbetlerine girer oldum. Hersekzade de
çok merhamet ve mürüvvet ederdi. Ve genellikle benimle içki sohbeti yapardı. Ben de mansıp
hevesinde ve deftere kaydolup bir maaşa bağlanma derdinde olmadığımdan Padişahın yıllığı ve
Ali Paşa’nın ve Hersekzade’nin her zaman yaptıkları büyük bağışlarla ve Kazasker olan Hacı
Hasanzade ve Müeyyedzade’nin bir sebebe bağlı
olmayan lütuflarıyla ve Nişancı Tacizade Cafer
Çelebi’nin beni hiç de bıktırmayan caizeleriyle
müreffeh bir hayat sürüyordum ve hiçbir yere
bağlı olmamaktan dolayı da başım dinç idi. (...)
Sonra oradan birlikte gidip Tacizade’yi selamlardık. Bazen merhaba ve gönül alıcı sözlerle ve
bazen da ilettiğimiz şiirleri beğenip onları övmekle, bazen da hediye ve bahşişlerle ve bazen
da bizi de alıkoyup yemek ve içkiyle ganimetlenip ve nimete dalmış olarak evli evine veyahut
da sevdiğimizin semtine giderdik.” (Kalpaklı,7)
Şair daha sonra padişahın gazel istemesi üzerine
dönem şairlerinin yeni gazellerini padişaha takdim ettiklerini, bunları gözden geçiren sultanın
kendisinin-yukarıda bahsi geçen- fe redifli gazelini çok takdir ederek:“Elbette Zati’ye mansıp
versinler.”diye Hüseyin Ağa’ya buyurduğunu
bildiriyor. (Kalpaklı, 8)
Şiir mahfilleri ve adabı
Osmanlı toplumunda ilk şiir zevkinin aile
çevresi ve akrabalar marifetiyle edinildiği ve bu
ortamın şair adayı için çok zaman bir nevi mektep görevi ifa ettiği söylenebilir. F. Köprülü, Fatih devrinde İstanbul’da henüz şairlerin toplanıp
sohbet edebileceği edebî mahfiller -bozahaneler,
mesire yerleri, hankahlar vs.- oluşamadığını bu
bakımdan belli bir edebî geçmişe sahip olan bazı
sair şehirlerin - Bursa, Edirne, Manisa, Aydın,
Amasya vs.-daha şanslı olduğunu, buralarda şairlerin müzikli ve içkili toplantılarda bir araya
geldiklerini söyler. (G. Tekin,183) Fatih dönemindeki dört önemli şiir çevresinin dağılımı da
bu durumu göstermektedir: 1. İstanbul’da Adni
mahlasıyla şiirler yazan Mahmut Paşa etrafındakiler. 2. II. Beyazıt’ın sancak merkezi Amasya’da
bulunanlar. 3. Konya’da Şehzade Cem’in etrafındakiler. -Bunlardan bir kısmı Cem’le birlikte
Avrupa’da da bulunmuşlardır- 4. Fatih’in çevresindeki 30 kadar şair daha sonra devrin üstadı
Ahmet Paşa’nın Bursa’daki evi de şiir mahfili
olacaktır. (G.Tekin,184-185) Kaynaklarda, kültür başkenti olmasından sonra İstanbul’da bazı
yüksek şahsiyetlerin evlerinde kurulan, haram
ve yasak olmasına rağmen rahatlıkla devam edebilen içkili şiir meclisleri ve katılanlar hakkında bilgiler vardır. Fakat şairlerin asıl buluşma
yerleri İstanbul’un belirli yerlerinde erbabının
bildiği meyhanelerdi. Kanuni’nin 1563 yılında
şarabı yasak etmesi ve şarap getiren gemileri
Galata önünde yaktırması, dönemin birçok şairi tarafından esefle karşılanmıştır. Nitekim kısa
süre zarfında yasak unutulmuş ve durum tekrar
eski hâlini almıştır. İpekten, 16.asır Tezkirelerinin içki müptelası olduğunu haber verdikleri
bazı şairler üzerinde de duruyor. Bunlardan Fatih
devri şairlerinden Melihi sarhoşlukla meşhurdu.
İran’dan döndükten sonra meyhanelerden çıkmaz
olmuştu. Fatih, bu kabiliyetli şairi kurtarmak istemiş ve onu içkiye yemin ettirmişti. Ne var ki bir
müddet sonra şair yine Tahtakale’de sarhoş olarak bulunmuş ve yapılan sorguda şairin yeminini
bozmamak için şarabı şırınga ettirdiği anlaşılınca padişah onu kendi hâline bırakmıştır. Hadım
Ali Paşa’nın divan kâtibi olan Mesihi (-1512) de
aynı şekilde sarhoşluğu ile nam yapmıştı. Paşa
ne zaman aratsa onu kalemde bulamaz, adamlar
gönderip Tahtakale meyhanelerinden getirirdi.
Sadrazam İbrahim Paşa tarafindan öldürülen
Trabzonlu Figani Ramazan (-1526) bir serkeşliği
üzerine Halep Beylerbeyi Üveys Paşa tarafından
hadım ettirilen ve adı Kız Memi kalan Sihri, sarhoşluğundan kinaye olarak Işreti mahlasını kullanan ve Kanuni tarafından oğlunu içkiye alıştırdığı gerekçesiyle sürülen Şehzade Beyazıd’ın
nedimi Mustafa İşreti (-1567), Can Memi lakabıyla bilinen Sani (-1587) sarhoşluklarıyla tezki-
54
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
relere konu olmuş şairler arasındadır. ( İpekten,
ODŞÜM, 224-28)
Samimiyet noksanı
Eski şiirin en fazla tenkide maruz kalan türü
kasideler ve hususen methiyelerdir. Gölpınarlı
şairlerimizi övgüsünde de yergisinde de gayrisamimi bulur. Ona göre, Fuzulinin Şikâyetname’si,
Taşlıcalı Yahya’nın Şehzade Mustafa Mersiyesi
yahut Ruhi’nin Terkib-i Bend’indeki tenkitler bu
uzun edebiyattaki nadir zayıf örneklerdir. Buna
karşılık edebiyatımızda methiye pek fazladır ve
övülen kim olursa olsun hepsi aynı vasıflarla
övülürler. Öyle ki şair söylemese övdüğü kişinin
mesleği bile anlaşılmaz. (Gölpınarlı,63-64) Son
yıllarda caize üzerine yapılan kapsamlı bir çalışma, caize hakkında eskiden beri söylenen bu
yargıların kimisini tasdik kimisini de tashih eder
niteliktedir. (Güler: 2010)
Çeşitli vesilelerle şiir takdim etme ve açıkça
bazı taleplerde bulunarak caize koparma gayretlerinin, bilhassa son asır­larda bu işin âdeta dilencilik seviyesine düştüğü bizzat dönem şairleri
tarafından da ifade edilmektedir. “Kıymet-i şi’ri
eden himmet-i şâir gibi pest / Şâi­rin meskenet-i
câize-cûyânesidir” beyti bu hususu anlatır. Hicviyelerde ve nasihat kitaplarında da bu duruma işaret edildiği görülür. Nitekim Sünbülzâde Vehbî,
oğlu Lutfiye nasihat için yazdığı “Lutfîyye”de
bu şairleri. “Sözleri bir çü­rük akçe etmez /Caize
almasa kalkıp gitmez” beytiyle tasvir eder ve bu
du­ruma düşülmemesi gerektiğini belirtir. Aynı
şair “sühan” redifli kasidesinde de, “Nice nâehl-i gedâ-tiynet ü sâil-meşreb / Cerri sermâye
eder eylese imlâ-yi sühan” diyerek işi bu derecede ayağa düşürenleri yerer. (Uzun.VII:28)
Gerek kendi döneminde gerekse yeni edebiyat döneminde çokca tenkit edilen caize meselesine farklı yaklaşanlar da olmuştur. Söz gelimi caizeyi yazılan eserler karşılığında devlet
büyüklerinden alınan bir nevi te­lif ücreti olarak
yorumlayanlar olduğu gibi abartılı övgülere de
farklı anlamlar yükleyenler olmuştur. Söz gelimi
S.Eyüboğlu’na göre:”Divan edebiyatında methiye bir şiir kalıbı, bir ibda vesilesidir. Kasidelerde
methedilen paşalar, muhteşem bir türbede yatan
ölüler gibidir. Karşısında ürperdiği bir abidenin
kim için dikildiğini düşünmek, bedii bir endişe
değildir. Kasideyi mevzua esir olmayan saf bir
sanat hamlesi olarak görmek lazımdır.” (Kahraman ,318) Vasfi Mahir‘e göre bu husus aksine
eski şiirin büyük taraflarındandır: “Hele Nefi’ye
sanat âleminin tanrısı derim. Onun eserleri, falan veya filan padişaha kaside değil, Türk ruhu
denen sonsuz denizin dalgalanışı ve sanat adlı
güneşin ışığıyla renklerini canlandırışıdır... Büyük sanatkârlık gururunu ve onun iç âlemlerini
dünyada Nefi kadar hiç kimse anlatamamıştır.”
(Kahraman,319
Saray ve Dil
Yukarıdan beri klasik şiirin sarayla irtibatı
hakkındaki bilgileri özetlemeye çalıştık. Şimdi
de klasik şiir dilinin teşekkülünde sarayın etkisi konusunda kısa bir hülasa yapalım. Divan
şiirinde kullanılan dil Türkçenin tarih içindeki uzun bir yürüyüşten sonra ulaştığı olgun bir
merhaleyi temsil eder. Rothacker, bir kültürün
kendisi ve dünya karşısındaki tavrının en iyi ifade alanı olarak dili görüyor: “Bir insan topluluğu
ile bu topluluğun şuur muhtevası arasındaki
bu kanuni münasebeti, en iyi şekilde onun dilini inceleyerek anlayabiliriz. Herhangi bir dilin
sözlüğü bize realitenin bütünü içinde nelerin özel
bir kelime ile tespit edilecek kadar dikkate değer
olduğunu gösterir.” (Rothacker,59 ) Türkçenin
tarih içindeki seyri boyunca kelime kadrosunu
ve bu kadroyu teşkil eden kelimelerin cinsleri
ile dilin belli alanlardaki tercihlerini takip etmek Rothackeri doğrulayacaktır. Orta Asya’da
komşularıyla oldukça sınırlı münasebetleri olan
Türk toplumunun dili de bu duruma uygun olarak oldukça saf ve millîdir. Aksan’ın bildirdiğine
göre bu dönem dilinde mevcut yabancı kelime
yüzdesi %1 civarındadır ve bu yabancı unsurlar
da daha çok Çin menşelidir. Yabancı kültürlerle
sık ilişkilerin kurulduğu Uygur dönemi metinlerinde yeni dinî kavramları karşılamak üzere
birçok yabancı kelimenin ithal edildiği görülür.
(En fazla %10-12). İslamî Türk edebiyatının
ilk verimlerinde yabancı kelime sayılarının
oldukça mahdut olmasına karşılık zaman ilerledikçe durum Türkçe kelimelerin aleyhine
işlemeye başlamıştır. Atabetü’l-Hakayıkt’a bu
oran %20, Yunus Emre’de %13, Âşık Paşa’nın
Garibname’sinde %20, Mevlitte %26, Baki’de
55
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
%65, Nefi’de %60, Nabi’de ise %54’dür. (Aksan, 59) Dildeki değişmelerin kültürel ve siyasi
değişmelerle ilgisi üzerinde Gönül Tekin’in de
oldukça ilgiye değer tespitleri bulunmaktadır:
Söz gelimi Orhan Beğ’e ait bir Mülkname ile Fatih Kanunnamesi’nden bir metnin karşılaştırması
bu iki devir arasında gerek dilin sadeliği gerekse ustalık bakımından köklü bir fark olduğunu
derhal göstermektedir. Klişe inşa ibareleri ikinci
metinde yerine oturmuştur. (Tekin,169) Daha evvel Ahmed-i Dai’nin pek eksik Teressülü dışında
konuyla ilgili eser yokken bu devirde yazışma
usullerini gösteren Menahicü’l-inşa adlı kitap
telif edilmiştir.Yahya bin Mehmet el-Katib’e
ait olan eserde resmî, incelmiş, süslü yeni bir
inşa uslubu yaratılma yolundadır. (G.Tekin,170)
Diğer taraftan Arapça ve Farsçanın öneminin
arttırması da sosyal değişmelere paralel olarak
gerçekleşmiştir. Fatih, Arapçayı devletin resmî
yazışma dili olarak kabul etti. Böylece Beylikler
ve Fatih’e kadar Osmanlı döneminde önem kazanan Türkçenin yerine Arapça ilim dili olarak
ehemmiyet kazandı. Önceleri Arapça eserler
istinsah edilirken bu dönemde Arapça telifler de
mevcuttur. (Tekin,176) Tekine göre; “Bu faaliyet Fatih’in cihanşumul bir imparatorluk kurma idealiyle yakından ilgilidir.“ (G.Tekin,177)
“Başlangıç ve bitirişlerde, yazılan müesseselere
ve kişilere hitaplarda belli formüller kullanılan,
İstanbul’un fethiyle değişen psikolojiyi aksettirecek biçimde daha gurur dolu, ihtişamlı sıfatlarla
yazılan, Türkçenin anlatmaya kâfi gelmediği birçok durumlarda, Farsçanın veya Arapçanın resmî
yazışma geleneğinden gelen tâbir ve formülleri
kullanan yeni bir inşa dili oluştu.” (Tekin,168)
Sonuç olarak, bütünüyle saray etrafında teşekkül etmiş ve saray tarafından yönlendirilen edebî
bir gelenek olarak tarif etmeyi doğru bulmamakla birlikte hiçbir edebî anlayışın kendi devrinin
sosyal şartlarından bağımsız olamayacağı gerçeğine uygun olarak Divan şiirinin de çağın şartları
gereği sarayla ilişkisinin zorunlu ve şumullü bir
ilişki olduğunu teslim etmek icap eder.■
______________
1-Aksan, Doğan, Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Ankara
1995(Aksan)
2-Aksan, Doğan, Her Yönüyle Dil, TDK.1982
3-Çavuşoglu,Mehmet, “16.Yüzyılda Divan EdebiyatıDivan Edebiyatında Şiir Kavramı”,ODŞÜM, 208-17
4- Dilçin, Cem, “Türk Kültürü Kaynağı Olarak Divan
Şiiri”, Ankara 24-27Eylül, 1993, 3 Uluslar Arası Türk
Kültürü Kongresi Bildirisi (Dilçin)
5-Edman, Irwin, Sanat ve Insan,(çev. Turhan
Oğuzkan), M.E.B. Yayınları,Istanbul 1998(Edman)
6-Erbay, Dr. Erdoğan, Eskiler ve Yeniler ,Akademik
Araştırmalar, Erzurum 1997
7-Gölpınarlı,A, Divan Edebiyatı Beyanındadır,
İstanbul 1945 (Gölpınarlı)
8-Güler,Kadir ve Yaşar,Kerim; Divan Şiirinde Câize,
Ankara 2010
9-İpekten, Haluk,“Divan Şairlerinin Toplantı Yerleri
:Meyhaneler“, ODŞÜM, s.224-28
10-İsen, M. ve Bilkan, A.F.,Sultan Şairler,
Akçağ,1998
11-İsen ,M, Ötelerden Bir Ses ( “Aruzun Anadoludaki Gelişme Çizgisi/“Osmanlı Kültür Coğrafyasına
Bakış”/“Divan Şairlerinin Tasavvuf ve Tarikat İlişkileri”/
Divan Şairlerinin Mesleki Konumları”Bahisleri),Akçağ
Yay. Ankara, 1997
12-Kahraman,Yard.Doç.Dr. Mehmet, Divan Edebiyatı
Üzerine Tartışmalar İstanbul 1996 ,(Kahraman)
13-Kalpaklı,Mehmet, Kendi Dilinden Zatinin Şairlik
Macerası, (Aşık Çelebi Tezkiresinden Sadeleştiren
M.Kalpaklı) ODŞÜM, s.6-8
14-Köprülü, M.F,“Türk Edebiyatı Tarihinde Usul“,
Edebiyat Araştırmaları, TTK. Basımevi, Ankara 1986
s.3-47 (Köprülü, Usul)
15-Moran, Berna, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, 8.
Baskı, Istanbul 1991 (Moran)
16-Muller,Joseph-Emile, Modern Sanat, Çeviren :
Mehmet Toprak, Remzi Kitabevi, Istanbul 1972 (Muller)
17-Namık Kemal, « Lisan-ı Osmaninin Edebiyatı
Hakkında Bazı Mülahazatı Şamildir », Yeni Türk Edebiyatı
Antolojisi ,(Haz.M.Kaplan vd.) Istanbul 1978,S.183-92)
ODŞÜM, s.19-24
18-Okuyucu,Cihan, Divan Edebiyatı Estetiği, Kapı
Yay. İstanbul 2010
19-Rothacker, Erich, Tarihte Gelişme ve Krizler,
İstanbul 1955 Çevirenler: H. Batuhan ve Nermi Uygur
(Rothacker)
20 Tanpınar,A. H, 19.Asır Türk Edebiyati Tarihi,
7.Baskı, İst. 1988 (Tanpınar, 19.Asır)
21-Tarlan,Prof.Dr. A.N. Edebiyat Meseleleri , Ötüken Yay. İst. 1981 (Tarlan )
22-Tekin, Gönül, Fatih Devri Türk Edebiyatı İstanbul
Armağanı (Tarihsiz) ,s.161-235 (G.Tekin)
23-Tekin, Şinasi, “Eski Türkçe” , Türk Dünyası El
Kitabı, T.K.A.E. Ankara 1976 s.142-92 (Tekin)
24-Uzun, Mustafa, “Câize”, DİA. VII:28-29
25-Ülgener,F.Z.,”İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası”,Der. Yay. İstanbul 1981
26- Wellek, R. - Warren, A. Edebiyat Biliminin Temelleri, Çeviren Prof. Dr. Ahmet Edip Uysal, Kültür ve
Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1983 (Wellek )
56
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Gece'nin günlüğünden
NECATİ KANTER
S
alına salına yürürken siyah paltosu savrulur, inanılmaz bir haz duyardı yüksek dağların
bu serin rüzgârlı havalarında. Oysa ne gezinmek ne de avlanmak için çıkmıştı uzun,
belki de dönüşü olmayan ölümcül bir yolculuğa. Alışmıştı gerçi vahşi yaşam koşullarına; ama
kolay mı bu karlı dağları aşabilmek!
Mağaranın üzerindeki dağlara ilk kar düştüğü günün gecesi geri dönmemişti Gece’nin anası.
Ne o gece ne de ondan sonraki günler ve geceler. Bir daha aramamıştı ardında bıraktığı körpecik yavrularını. Aç kalmışlardı, susuz kalmışlardı. Günlerce hatta aylarca kendi dilleriyle dualar edip analarını çağırmışlardı. Ama dönmemişti “Kara Mağaranın Kara Kedisi.” Gün geldi,
yavru kediciklerin ağabeyleri Gece de terk etti doğduğu mağarayı. Arkasına bakmadan. Dağlara
vurdu kendini bıçak gibi kesen rüzgâra aldırmadan.
Gün ağarırken esinti yavaşlamış, yağış durmuştu. Ağırlaşmıştı siyah paltosu Gece’nin. Islak
teninde bir ürperti duydu. Güneş önce dağlara sonra ovaya vurdu. Ağır ve temkinli adımlarla
ak karlar üzerinde yürürken kara bir leke gibiydi. Ağaçlar çıplak. İskelet görünümünde. Kavak
ağaçlarının tepelerine rüzgâr vurunca dallar ufak ufak sallandı. Uzaklarda bir servi ağacının en
uç tepesine tüneyen bir karga gördü. Bir süre takılı kaldı bakışları. Anasının anlattıkları geldi
aklına. “Karga, gündoğumunda doğuya doğru gaklarsa bu bir tehlike alarmıdır” demişti. Kulak
kesildi, sorun yoktu, gülümsedi. Sıcak rüzgârların estiği vadiye doğru usul adımlarla yeniden
koyuldu yola. Açlıktan gözlerinin karardığını, karnının guruldadığını duyumsadı. Avlanmalıyım, dedi, karnımı doyurabilmek için. Güçlü olmalıyım. Kanlı canlı. Ne bulursam; çekirge,
örümcek, kuş böcek… Ne çekirge ne örümcek ne kuş ne de börtü böcekle karşılaştı yol boyunca. Böcekler susmuş, uğultular kesilmiş, hâlâ uyanmamışlar kış uykusuna yatan canlılar. Bastı-
57
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ğı yerlerde görüp görebildiği tek canlı kardelenlerdi; o da derdine derman olmaktan çok uzaktı.
Aşağılara indikçe karların eridiğini, baharı muştulayan güzel kokulu nevruz çiçeklerini gördü;
daha da aşağılarda yeşil otların arasında sarı, kırmızı, pembe, mor çiçekleri görünce, gözleri
ışıldadı. Oynamak, hoplayıp zıplamak geldi içinden, ama yorgundu, dahası açtı. Hani insanlar
derlermiş ya, “Aç ayı oynamaz!...” Bulurum elbet bir şeyler, dedi.. Kayalar üzerinde yorgun
argın ilerlerken birden ağaçlarla süslü sık bir ormanın içinde buldu kendini.
Çamların arasında gezinen sincaplar, sarıkuyruk kuşları, ibibikler, yelpaze kuyruklar, bıçak gibi kesen ağaçkakanlar, su birikintilerinde pinekleyen sarı göbekli kurbağalar. Daha da
yükseklere tırmanan maymunlar, cıvıldaşan sarı gagalı dağ kırlangıçları, sığırcıklar, güvercinler, keklikler, adını bilmediği onlarca kuş... Kertenkeleler, yılanlar, kaplumbağalar, geyikler,
sansarlar, tilkiler, kurtlar, domuzlar, az da olsa, kaplanlar, aslanlar, sırtlanlar… Artık aç kalma
korkusu kalmamıştı Gece’nin; ancak bu vahşi ormanda yırtıcı hayvanlardan korunmak da pek
kolay olmayacaktı. O gün rahat rahat açlığını ve susuzluğunu giderdi, oh be dünya varmış, dedi.
Hatta sırf eğlence olsun diye bir sincabın peşine düşüp ağaçlara tırmandı; yakalayamadı tabi.
Bir tarla faresiyle oynaştı. Havada yakalamak istedi bir serçe kuşunu. Az ötede havlayan bir
köpek limon sıkmıştı Gece’nin keyfine.
Gölgeler uzanırken ormandan çıkıp dere tepe demeden yürüdü. Yüksek, engebeli bir dağa
tırmandı. Alıç ağaçlarının gölgesinde soluklandı, dağ lalelerinin kızıllığında yürürken kekik
kokularıyla hayaller âleminde gezindi. Kediler ülkesine varıp kısa zamanda krallığını ilan edeceğini, ilk icraatının da kedi köpek kavgalarının sonlandıracağını düşledi. Gün döndü, akşam
kızıllığı ufukta görününce sevindi. Daha çabuk, daha rahat, daha emin, daha tehlikesiz aşabilecekti bu sarp, bu vahşi kayalıkları. Karanlığa karıştı. Bütün gücünü gözlerinde toplamaya çalıştı. Dikine elips biçiminde olan gözbebeklerinin karanlıkta uzakları daha iyi görebilme
avantajını kullanacaktı. Gece yürürken emniyette hissediyordu kendini. Kulaklar radar, gözler
ışıldaktı. Gök yıldızlı; derinlere doğru Büyükayı, Küçükayı, Yedikardeşler, Samanyolu, küme
küme, tek tek, iç içe küçük pırlanta serpintiler aklını başından aldı. Tepelerin üstüne akan bir
yıldıza baktı, anasının anlattığı yıldızlı öyküleri anımsadı.
Derin bir vadiden geçerken kayaların arasında küçük canlılarla beslenerek devam etti yoluna. Sağında solunda kaçışan hayvancıkların çalıların arasında çıkardıkları hışırtılı sesleri duymak hoşuna giderdi Gece’nin. Spor olsun ya da sırf eğlenmek için bu küçük yaratıkların üzerinden hoplamak, onları ürkütmek, korkutmak, inanılmaz bir eğlence ve neşe kaynağı olurdu ona.
Ama bu yolculuk yormuştu onu; galiba biraz da keyifsizdi. Saatlerce yürüdü. Aşağılara indikçe
ılık bir bahar kokusu çarpıyordu yüzüne. Rüzgâr kokularının arasında tanıdık bir koku geldi
burnuna. Durdu, havayı kokladı; bir kedi kokusu bu. Anası olabilir mi? Bıyıklarını, burnunu
titretti. Dört bir yana savrulan incecik koku zerreciklerinin tümünü kavrayıp özümleyebilmek
için gerekiyordu bu. Sonra birden yokuşun başında kıvrılıp aşağıya doğru indiği noktada gördü
onu. Yaprakları patlamaya hazır ardıç ağaçlarının birinin altında acı acı miyavlayıp kıvranan
dişi bir yaban kedisi!... İyice yaklaştı, gözlerinin içi hardal renginde, uzun kuyruklu, kibar
denilecek kadar ufak kulaklı, siyah alacalı mantosu, hoş görünüşlü, top başlı, birazcıkta tombuldu. Görünürde bedeninin herhangi bir yerinde yara bere yoktu ama kesik kesik öksürerek
kan kusuyor, can çekişiyordu zavallı kedicik! Belli ki vahşi bir hayvanın hışmına uğramıştı.
Bir yılan olabilirdi. Zehirli. Daha da yaklaşınca darbeyi burnundan aldığı açıkça görülüyordu.
Kesin kardeşlerimin de kanına giren zehirli engereklerden biri olmalı, diye düşündü. Bu zarif
hanımefendiye yardım edememenin ezikliğini yüreğinde duyumsadı Gece! Yardım edebileceği
bir şeyin olmadığını anlayınca da veda edip yoluna devam etmek zorunda kaldı.
58
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Köpük köpük akan bir nehrin üzerine kurulmuş tahta köprüden geçerken gün ağarmak üzereydi. Hafif bir rüzgâr esti batıdan, pamuk gibi demet demet bulutlar uçuştu mavi gökyüzünde.
Yüksek bir kavak ağacının tepesine tüneyen kargaya takılı kaldı gözleri, bu bir alacakargaydı;
durdu. Anasının öğütleyici munis sesini duydu. “Karga sabahın seherinde gündoğumunda batıya doğru gaklarsa o gün yoluna çıkacak olan engelleri aşabilmek için tedbiri elden bırakma!”
Gaklamıyordu karga. Üstelik de başını ayakuçlarına doğru eğmiş miskin miskin düşünüyordu.
İnsanların ilginç bir sözü geldi aklına; “Kılavuzu karga olanın …”
Mart ayının son günleri! Havalar birazcık serin geçse de; ortalık güllük gülistanlık! Yemyeşil tarlalar, otların arasında hışır hışır böcek sesleri… Meyve ağaçlarının çiçekli dallarında
uçuşan arılar, kelebekler, kavak ağaçlarının yükseklerinde yuva yapan, kuşlar, boz bulanık akan
dereler, çaylar, doğadaki tüm canlılara yaşam sevinci veren göçmen kuşların sılaya dönüşleri…
Hele bir de kan kırmızı gelincik tarlalarının ortasında yürürken usul usul esen bahar rüzgârının
Gece’nin gece rengindeki yumuşak tüylü paltosunu okşayışı, çevresinde tavşanların koşuşmaları, altın kanatlı kelebeklerin uçuşu, çiçekten çiçeğe konan balarıları, zıp zıp zıplayan çekirgeler, ağını örmenin mutluluğunu yaşayan bir örümcek… Bütün bu güzellikler Gece’nin neşesine
neşe katmaya, onu mutlu etmeye yetiyor; ama yine de bir “yabankedisi”nin yanında olmayışına
hayıflanıyordu. “Mi-ya- vuu!” dedi, aklına ne geldi bilinmez; hınzırca gülümsedi.
Bodur ağaçlı dar bir keçiyoluna girdi. Ağır ve temkinli adımlarla yürürken, İnsanların oturdukları meskûn mahalde daha dikkatli olmalıyım, dedi. Bir sapak çıktı önüne. Bunu fırsat bilen Gece, kara kurbağası gibi sıçradı, kalın bir söğüt ağacı kütüğünün üzerinde sincap gibi
ayakları üzerine durdu. Arka ayakları üzerine çöktü, soluklandı. Yönünü tayin edebilmek için
uzun kavakların tepelerinde gezindi gözleri; yoktu karga ne alaca ne kara! Canı sıkıldı. Hay
senin gibi kılavuzun!... Altıncı duyusuna pek güvenirdi; zaten genlerinde vardı bu yetenek.
Artık daha fazla düşünmeden güneye doğru inen ince bir yola saptı; önünde taşlık kaygan bir
yol. Daha birkaç dakika bile ilerlememişti ki, ortalığı velveleye veren bir alacakarganın çirkin
sesiyle irkildi; yüreği ağzına geldi Gece’nin. Hı, bülbülü taklit etmeye çalışırsan işte olacağı
bu işte. “Gaaak.. gaaak… gaaak!” Yani şimdi bu bir tehlike sinyali mi diye aklından geçirmişti
ki, sık çalılıklar arasından çıkıp kayalıklara doğru süzülen bir yılan gördü. Upuzun; kalın, kızıl
bir sicim!.. Engerekti bu. Göz göze geldiler. Yılan durdu, Gece durdu. İstese çekip gidebilirdi.
Ama öyle olmadı. İki kardeşini de zehirleyip öldüren bu soyu kuruyasıcalar değil miydi? Gün
intikam günü! Avcılıkta kedilerin en büyük özellikleri sabır, temkin, surattı! Hele Yaban Kedilerinde!.. Sindi, bekledi. Ön patileri üzerinde yaylandı. Uzun uzun bakıştılar. Ayın şavkı kaya
üzerindeki yılanın kızıllığını daha bir belirginleştirmişti. Kımıltısız duruşunun korkudan mı
yapacağı hamleyi düşündüğünden mi anlaşılması zordu. Bütün gücüyle pısladı Gece. Sırtı kamburlaştı, tüyleri kabardı; sivri dişlerini gösterdi. Tısladı yılan; diklendi, meydan okudu rakibine.
Restini gördü Gece. “Mırrr, maaavvvv pıssss…” Arka ayakları üzerine şaha kalktı, sol patisini
yüzüne siper etti, sağ patisi ile ağır ve temkinli darbelerle tokatlamaya başladı yılanının başını.
Vücudunun neresini sokarsa soksun etkilemeyeceğini, ama burnuna gelecek olan en küçük bir
zehir damlacığının bile kendisini anında yere sereceğini de biliyordu. Bir taraftan tokatlıyor
bir taraftan da hasmının soktuğu yeri yalıyordu. Beklenmedik bir anda göğsüne yediği zehirli
bir darbeyle sarsıldı, acı bir çığlık attı Gece. Gözlerinde şimşekler çaktı; yakıcı, acı veren bir
elektrik akımı gibi bütün bedenini dolaştı, yüreğine saplanıp beyninin içinde yankılandı. Geri
çekildi, yay gibi gerildi. Öyle bir nara attı ki Gece; “ Maaaavvvv!.. Mırrr, maaavvvv!.. pısss...”
karanlığı yırtan bu çığlık karşı dağa çarpıp yankılanınca kendisi bile korktu. Diken diken oldu
tüyleri. Bir anlık şaşkınlığından yaralanan Gece, sert bir tokatla sarsılan yılanın boğazına sivri
59
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
dişlerini geçirdi, salladı, sonra da kaldırıp hızla karşıdaki granit bir kayanın üzerine savurdu.
İki adım geriledi, ön ayakları üzerine gerildi bekledi. Kıvrandı yılan. Bir hamle daha yaptı
Gece; yeniden ağzına alıp vurdu kara taşın üzerine. Devinimsiz kalan yılan umutsuzca kıvrandı, birkaç saniye sonra da düzensiz bir “S” şeklini alıp hareketsiz kaldı. Tıs yoktu Engerek’te!
Derin bir soluk aldı Gece. Muzaffer bir eda takınarak kalın kalın miyavladı, ağır adımlarla
tartıla tartıla yürüdü. Yüksek bir kayanın üzerine oturup güneşe karşı dinlenirken, bir yandan
da yaralarını temizlemeye koyuldu. Bu arada gözleri yine kendisine kılavuzluk edecek olan bir
“karga” arıyordu.
Ağır ve temkinli adımlarla yürürken “Kara Mağara”da yaşadıkları o dayanılmaz uzun kış
gecelerinde, güneşin dünyaya küstüğü günlerin soğuk ve ıssız aylarında hasta olmamak, hatta
ölmemek için kardeşleriyle birbirlerine sarılıp koyun koyuna uyumadan önce nasıl da analarının memelerini şapur şupur emdiklerini düşündü. Tabi ki özlemişti O günleri. Kız kardeşlerinden Kartopu işi biraz abartarak anasının memesini emerken ısırdığı için nasıl da kuvveli
bir şamar yemiş, bu ceza yetmezmiş gibi üstüne üstlük bir de zavallı kızcağızın o gece sabaha
kadar aç susuz uyuduğu hâlâ gözlerinin önünden gitmemişti Gece’nin. O soğuk dondurucu kış
gülerini anımsayınca iliklerine kadar titredi. Ama “ Kara Mağaranın Kara Kedisi”nin anlattığı
Afrika ülkelerinde çok bilinen bir söylence aklına geldi, ısındı.
“Nuh’un gemisinde hayvanlar arasında birkaç domuz da vardı. Tepindiler. Geminin sallanmaması için Nuh onlara sakin olmalarını emretti. Domuzlar dinlemediler. Nuh sopayla vurdu;
bunun üzerine domuz hırladı, burnundan bir fare meydana geldi. Bu arada aslan hapşırdı, bir
kedi çıktı, farenin peşine düştü. Bunları gören deve öylesine güldü ki, gülmekten dudağı yarıldı.”
Bir anda Nuh’un gemisinde fare kovaladığını düşlerken sıcacık bir tebessüm yeli esti
Gece’nin gözlerinin önünde. Ailesiyle bir arada olduğu o soğuk günlerin sıcacıklığını yeniden
yaşadı.
Bir gölge düştü önüne. Başını kaldırdığında mavi gökyüzünün deriliğinde kapkara bir nokta gördü. Bir notacık! Yürüdüğünde yürüyor, durduğunda duruyor, koştuğunda koşuyor! Ayakuçlarına kadar düşen bu gizemli karanlık iyice tedirginleştirmiş, hatta korkutmuştu Gece’yi.
Belleğini zorluyor, anasının anlattıklarından sinyaller almaya çalışıyor, ama gelmiyordu aklına
bir şey. Bir tavşan fırladı önünden, ardından bir bıldırcın. Yıldırım hızıyla üzerine doğru inen,
indikçe büyüyen bu kara lekeyi ayrımsamasıyla acı bir çığlıkla en yakın bir ağaca tırmanması
bir oldu Gece’nin. Kıl payı atlattığı bu felaketin şokunu yaşarken koca bir kara kartalın pençesine aldığı bir nesneyi yüksek kayalıkların olduğu yöne doğru kanat çırparak yükseldiğini gördü.
Yükseldi kartal, iyice yükseldi kapkara bir nokta gibi ufaldıkça ufaldı. Küçücük bir cisim düştü
gökten kayaların üzerine, “çaaat!..” ardından kara kartalın süzülerek kayalara inişi! Merakını
giderememiş olacak ki, el ayak çekilince dağa doğru yöneldi Gece. Kayalar üzerinde parçalanış
bir kaplumbağanın kartal tarafından didik didik edildiğine tanık olmanın şaşkınlığını yaşadı.
Dağ yüksekti. Sarp mı sarp, çetin mi çetin! Ama ne gam; hiç de pişman değildi bu yolculuğa
çıktığına. Çektiği bunca zahmetin bunca yorgunluğun ödülünü almak pek o kadar da uzakta
sayılmazdı. Aldığı kedi kokuları buralara kadar getirmişti ya onu. Varacağı nihai nokta bu dağın
öte yakası olmalı. Bu kez acele etmedi Gece. Yolculuğunun keyfini çıkara çıkara, avlana avlana,
kuş ve kemirgenlerle beslene beslene, ağaç kovuklarında, kaya oyuklarında dura dinlene devam
etti yoluna. ■
60
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
küçük ağrı
kıyı kentin kalbinde ağır hasar
çok fazla aç köpek
çok fazla beyaz kadın
sevmekten değil belki
şiiri dize getiren mısralar yazmak
uzak durulacak gibi değil hayat
ne sevmeye vakit var ne yaşamaya
sadık değil kimse kimseye
besle büyüsün küçük ağrılar
zaman yeni kahraman bekler
kahraman turfa zamanlar
yaşadık bitti mi yoksa
sönmüş yıldızlar gibi hayat
KALENDER YILDIZ
61
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ADRESE TESLİM HÜZÜNLER
ÇALAR KAPIMI
Hayatı kullanma kılavuzunun ilk sayfasında
Adın acılarıma dilaltıdır
Ne zaman kutsamak istesem harfini
Mürettibin elinde simli siyah
Galvanize mutluluklar diyarından bir kadın
Nazarları boncuksuz belirir sokağın başında
Adrese teslim hüzünler çalar kapımı
Alessabah
Karşı rüzgârlar dadandı dışbükeyine hayatın
Güneşsiz vakitlere bütün hazırlığımız
Dövülecek bir şey kalmamıştır ömrün örsünde
Kılıç kınında bir eyvah
İncileri döküldü de saltanatın
Evcilleşmedi bir türlü içimizdeki ceylan
Kaçıp gider her yeşile
Peşinde bir ah
MAHMUT BAHAR
62
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
MUSTAFA ÖZÇELİK
Politik olanın dayanılmazlığı
"...hayat devam
ediyor. Dünya ve
insanlık yeniden
şekilleniyor ama
bu duruma müdahil
olan kalemlerin
sesi çıkmıyor. Bir
önceki dönemde
çok belirleyici
ve etkileyici olan
isimler ise âdeta
unutturulmak
isteniyor."
Edebiyat ve politika ilişkisinin nasıl, hangi
bağlamda ve hangi düzeyde olup olamayacağı
devirlere, edebiyatçılara göre değişiklik gösterir. Kimilerine göre edebiyat eserleri, politik
olanı sanata taşımalıdır. Zira edebiyatın ve edebiyatçının dünyayı değiştirmek gibi bir işlevi de
vardır / olmalıdır. Kimileri ise edebiyatın kendine mahsus yüksek/yüce amaçları vardır ve bu
yüzden edebiyatçının politik bir gayesi / hedefi,
olamaz / olmamalıdır, demektedirler.
Bu tartışma süredursun, gerçek olan şudur
ki, hemen her dönemde hemen her edebiyatçı
bir şekilde politikanın içinde olmuş, edebî metinler gizli yahut açık bir dille politik görüşleri
/ durum alışları da ifade etmişlerdir. Bu durum,
aslında kaçınılmazdır. Edebiyatçı da bir toplum
içinde yaşayan, olup bitenlerden etkilenen, toplumu hatta bütün insanlık adına geleceğe ilişkin
tasavvurları olan bir insandır ve aslında öyle de
63
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
olmalıdır. Burada mesele, edebiyatçının politika ile olan ilişkisinde sanat kurallarından taviz
vermeden bunu yapıp yapmadığı yahut yapıp
yapamayacağıdır.
Hayat-siyaset bağlamında edebiyat
Bu meseleye Türk edebiyatı / edebiyatçıları
bağlamında baktığımızda hemen her dönemde
edebiyat ve politika ilişkisinin var olduğunu
görmekteyiz. Fakat bu ilişki Tanzimat dönemine kadar kesin ve belirli çizgilerle olmamıştır.
Zira ortada yerleşik, toplumsal hayatla bu hayata yön veren değerler arasında uzlaşmazlık yahut çatışma fazlaca yoktur. Durum böyle olunca
da edebiyatçının politik tavrı, ancak sistemin işleyişli esnasında ortaya çıkan kimi aksaklıkları
eleştirmekle sınırlı kalmıştır. Diğer yandan Osmanlı toplumundan bilinen anlamıyla siyasi bir
toplum olarak bahsetmek de mümkün değildir.
Bu yüzden, o devirdeki şair ve yazarların olup
bitenler karşısındaki tutumunu bugüne göre değil, o zamanın zihniyetine göre ele almak gerekir.
Tanzimat’tan sonra ise edebiyat politika ilişkisinin çok ileri düzeylere vardığını, edebiyatla
politikanın ayrılmaz, içe içe girmiş kavramlar
olduğu görülmektedir. Çünkü karşımızda değiştirilmesi gereken bir sosyal, siyasal ve kültürel
yapı vardır ve batılı edebiyatçıların bu konuda
neler söyledikleri de artık bizim edebiyatçılarımız tarafından bilinmektedir. Üstelik gazete gibi
politik yazıların yer aldığı bir iletişim aracı girmiştir dünyamıza. Dahası, Tanzimat edebiyatçıları, aynı zamanda birer devlet görevlisidir. İşte
asıl olarak devletin içine düştüğü çöküntü karşısında neler yapılması gerektiği ve yeni bir sistemin inşasının gerekliliği edebiyatçı-politikacı
bir neslin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Bütün bunların sonucu olarak bu dönemde
fikir, edebiyat eserlerinde başat bir kavrama dönüşerek öne geçer. Fikrin belirleyici olduğu bir
edebiyatın ise hayattan, dolayısıyla politikadan
uzak kalması düşünülemez.
Durum böyle olunca da Tanzimat yazarlarıyla şöyle bir gelenek başlar: Edebiyatçı, sadece
edebî metinler yazan biri değildir. O, aynı zamanda yazdıklarıyla hayatı, insanı ve siyaseti
etkileyecek/yönlendirecek biridir. Ortaya konan
edebî metinler, önceki dönemlerde olduğu gibi
sadece edebiyatçının kişisel duygu-düşünce
dünyasının yansımaları olmayacak, toplum
denen olgunun her türlü meselesi edebiyatın
konusu olacaktır. Bu durum, aynı zamanda Osmanlı edebiyat geleneğine de bir karşı çıkışı
ifade eder. Diğer yandan da çağdaş olmayı…
Bu bakımdan Türk edebiyatında görülen bu
yeni tavrı, sadece bize özgü olarak görmemek
gerekir. Bütün dünya, böyle bir edebiyat anlayışına doğru gitmekte ve edebiyat da siyasetin bir
dili olmak üzeredir.
Bu tür bir anlayışı benimseyen edebiyatçıpolitikacı neslin ilk örnekleri Şinasi-Namık
Kemal ve Ziya Paşa’dan oluşan meşhur üçlüdür. Bunlar bu konuda akla ilk gelen isimlerdir.
Onları Servet-i Fünun devrinde Tevfik Fikret,
Muallim Naci gibi isimler takip eder. Millî Edebiyat döneminde ise Ziya Gökalp’i, Mehmet
Emin Yurdakul’u Mehmet Akif’i, Süleyman
Nazif’i ve daha pek çok ismi politik tavrı olan
edebiyatçılar olarak görürüz. Bu anlayışın 2.
Meşrutiyet’te akım/ekol hâline dönüştüğünü de
söylemeliyiz. Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık olarak ortaya çıkan bu akımların en tanınmış
temsilcileri ise Tevfik Fikret, Mehmet Âkif ve
Ziya Gökalp’tir.
Cumhuriyet devrinde de durum aynıdır. Yazılan her edebî metin, kendisini ister istemez
politika ile ilişkilendirmişlerdir. Kimileri yeni
düzenin açıkça savunuculuğunu yapıp değerlerini benimsetmek ve yaygınlaştırmak isterlerken kimileri de mevcut duruma protestolarını
gizli veya açık dille sürdürürler. Bu anlamda
Garip akımına mensup kalemlerin yazdıklarını
bile politik metin saymalıyız. Hayatın somut
görüntülerinin yer almadığı 2. yeni ürünleri de
birer politik metindir. Çünkü ikisi de muhalif
bir söyleme sahiptirler.
Bu dönem, edebiyatçıların politik tutum
alışları açısından daha sonra iki isimle özdeşleşir. Bunlar Nazım Hikmet ve Necip Fazıl’dır.
Bu ikilinin politik tutumları, kendilerinden
sonra da etkili olmuştur. Denilebilir ki, edebiyatçılarımızın politik duruşlarında bu iki isim,
bundan böyle iki ana kol oluşturacak, etkilerini
64
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ölümlerinden sonra da sürdüreceklerdir. Sonraki zamanlarda bu iki ana yolda yürüyen pek
çok edebiyatçı, şiir, roman, öykü gibi edebî türlerde politik görüşlerini dile getirmişler ve bu
görüşlerini daha açık ve edebiyatın engelleyici
tavırlarından da kurtulmak adına gazetelerde
köşe yazarlığı yaparak tamamen fikir ağırlıklı
yazılar yazmışlardır. Sezai Karakoç, Atilla İlhan, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Nuri Pakdil….
gibi isimleri bu iki ana kolun temsilcileri sayabiliriz. Bunlar ve benzeri isimler, öncelikle şair,
hikâyeci ve romancıdırlar; ama her zaman için
politik bir duruşun da isimleridir.
Politik olan ne söyler?
Bu tür bir edebiyat anlayışın genel anlamda ne ifade ettiğine ne söylediğine de burada
değinmek gerekir. İdeolojik duruşları ne olursa olsun, edebiyatla siyaseti birlikte ele alan
yazarlar, önce mevcut olan siyasi, toplumsal,
kültürel ve ekonomik sisteme karşı bir muhalefetin içindedirler. Yönetimlere ve onların yönetim anlayışlarına karşıdırlar. Eserlerinde bu
karşılığı dile getirmenin yanında alternatif bir
çözüm anlayışına da sahiptirler. Konuyu Türkiye bağlamında ele alacak olursak bütün farklı
renk tonlarına rağmen siyasi tavra sahip edebiyatçılar, hayata/siyasete renklerini katan isimler
olmuşlardır.
1980’de ise bu anlamda bir kırılmanın yaşandığını da söylemeliyiz. Büyük toplumsal
travmalara yol açan 1980 darbesinden edebiyat
da payını almış, siyasetten ve hayattan soyutlanmak istenmiştir. Bilhassa şiir, sadece biçimsel sorunlarıyla ele alınmaya başlanmış ve salt
imgeye indirgenmiştir. Hikâye ve romanların
da durumu hemen hemen aynıdır. Deneme ise
tamamen soyut olanı ifade eden bir tür haline
gelmiştir. Bu durum, hemen her kesimdeki şair/
yazar için böyle olmuştur.
Bu kırılmanın en büyük olumsuzluğu edebiyatın hayattan ve insandan uzaklaşması olmuştur. Şimdilerde edebiyatın ilgi görmemesinin sebeplerini biraz da burada aramak gerekir.
Çünkü hayat devam ediyor. Dünya ve insanlık
yeniden şekilleniyor ama bu duruma müdahil
olan kalemlerin sesi çıkmıyor. Bir önceki dö-
nemde çok belirleyici ve etkileyici olan isimler
ise âdeta unutturulmak isteniyor.
Fakat bu durumun böyle devam etmesi realiteye aykırıdır. Eminim, hayat ve siyaset, edebiyatçının da sesini duymak isteyecektir. Aksi durumda edebiyat, hayattan tamamen kovulacak,
her şey gibi bu alan da küresel sömürü düzeninin çarkları arasında ezilip gidecektir.
Politik olmanın bedeli
Edebiyatı politikadan bağımsız olarak ele almayan, yazdıklarında politik görüşlerini dile getiren bu edebiyatçılar, sadece yazmakla da kalmamışlar, yazdıklarının bedelini de ödemişler,
kimi zaman sürgüne gönderilmişler kimi zaman
hapishanelere girmişler kimi zaman yazdıkları
gazete ve mecmuların yayını durdurulmuş kimi
zaman eserleri toplatılmıştır. Bütün bunlar, onları daha da politik hale getirmiştir.
Bu tavrın diğer bir sonucu ise şu olmuştur:
Değişen siyasal iktidarlar ne olursa olsun bunlara rengini veren bu politik duruşlu edebiyatçılar olmuştur. Yine ülkedeki fikrî hareketlilik ve
çeşitlilik, onlar sayesinde sağlanmıştır. Ortalık,
belki çok fazla toz duman hâldedir. Ama Türkiye bugün için bu fikrî/siyasi tartışmaların ışığında önemli bir tecrübe edinmiş, yerinden oynatılan pek çok taş yerine oturmaya başlamıştır.
Bunda edebiyatçıların çok fazla payı olduğu bir
gerçektir. Sözün gücüne ve büyüsüne inananlar,
hayatın bir oyun değil gerçek olduğunun elbette
farkındadırlar. Bu yüzden yazdıklarıyla hayatın
nesnesi değil öznesi olmayı, yazarlık sorumluluklarının da asıl gereği olarak görmüşlerdir.
Bu noktada şuna da değinelim: Politik kaygı, edebiyat eserinin değerini azaltır mı? Bu
durum, tamamen yazarı/şairin yazarlık, şairlik
gücüne ve yeteneğine bağlıdır. Edebiyat elbette farklı bir dildir. Politik olandan bahsederken
kendine özgü bu gerçeği göz ardı etmediği sürece bahsettiği konu ne olursa olsun, o eser yine
de edebî değeri haiz bir eser demektir. Tabi burada politik olana müspet bakarken kastedilenin
güncel olan politika olmadığını da bir belirtmek
gerekir. Kastedilen, insan ve hayatla ilgili olan
tabii gerçeklik ve bunun politik olana yansıyan
şeklidir.■
65
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
YAHYA AKENGİN
Bazen de siyaset
bir siyasi partinin
doğrultusu ile
özdeşleşmek gibi
anlam daralmasına
uğrayabilir. Edebiyat,
siyasetteki bu
daralma çizgisine
uyum sağlama
yolunu seçerse
kısırlaşır ve bazen
bu, dalkavuklaşma
derecesine bile
varabilir.
S
iyasetin yüklendiği anlamlar sürekli değişkenlikler
gösterir. Onunla beraber edebiyat anlam değişikliğinden ziyade içerik değişikliklerine uğrayabilmektedir.
Monarşik yönetim dönemlerin olduğu gibi, demokratik devirlerin de edebiyatçıları daima olagelmiştir. Yönetim tarzı
farklılıklarının edebiyata etkileri elbette olmuştur.
Siyaset ideolojiyle yakınlaşırken, edebiyatın ideolojiden
uzak durması veya durmaması sürekli tartışılmıştır. Siyasetin her şeyi kontrol altına alma eğilimlerinin yoğunlaştığı
zamanlarda edebiyat, özgürlüğünü korumak için mücadele
verme ihtiyacı ile karşı karşıya gelebiliyor. Bazen de siyaset bir siyasi partinin doğrultusu ile özdeşleşmek gibi anlam
daralmasına uğrayabilir. Edebiyat, siyasetteki bu daralma
çizgisine uyum sağlama yolunu seçerse kısırlaşır ve bazen
bu, dalkavuklaşma derecesine bile varabilir.
Edebiyatın siyasetin doğrultusuna belirleyici bir işlev
görmesi yadırganamaz. Hayata, tarihe, olaylara, tabiata ve
insanlara bakış açılarını zenginleştiren edebiyata, siyasetin
her zaman ihtiyacı vardır.
Siyaseti partizanlık ölçekleriyle algılayıp uygulayan politikacılar ise, edebiyatın kendilerine ayak uydurmasını isterler. Eğer edebiyatçının, para, şöhret ve makam gibi zaaf-
66
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ları varsa, partizan politika tarafından devşirilmesi
mümkündür. O takdirde kazanan ise siyaset değil,
siyasetçi öznedir. Kendince kazanan edebiyatçı, bu
defa edebiyatın kaybı olur.
Bu yazımızda siyasette de edebiyatta da köşeli
olan iki şahsiyeti örnek vermeye çalışacağım.
Türk milletinin yeniden dirilişinin destansı kahramanı olan Mutafa Kemal Atatürk için çok şiir
yazıldığı bilinen bir gerçektir. Bunların önemli çoğunluğunun samimiyetinden de şüphe etmiyorum.
Ancak sayıları az da olsa aralarında, yararlanma ve
güce yakınlaşma duygusuyla yazmış olanların bulunabilineceğine de ihtimal veriyorum.
Türk şiirinin köşe taşlarından olan Yahya Kemal Beyatlı, Atatürk hakkında şiir yazmadığından
dolayı eleştirilmiş, bu yüzden gözden düşürülmeye
çalışılmıştır. Millî mücadelenin, yazılarıyla en hararetli savunucularından olan Yahya Kemal, acaba
neden şahsına destanlar yazılmasını her bakımdan
hak etmiş olduğunu bildiği Gazi Paşa’ya şiir yazmamıştır?
Cevap benim açımdan, -Yahya Kemal’in kişiliğini de bildiğimi sanarak - oldukça sade ve açıktır.
Bana göre Yahya Kemal, elmalarla armutların aynı
sepete konulması tehlikesinden dolayı ve şiirine
saygısı yüzünden, o sepette görülmek istememiştir.
Durum böyle olmakla beraber Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Yahya Kemal’e verdiği değerde bir
azalma söz konusu olmamıştır. Ve yine sanıyorum
ki Paşa yaranma duygusuyla hakkında yazılmış
bazı şiirlere de içinden gülüp geçmiş olmalı.
Örneğimizdeki siyasi şahsiyet, devlet ve fikir
adamlığı sıfatlarıyla da öne çıkar. Edebiyatçıya örnek gösterdiğimiz şair ise, şiirini gelişigüzel amaçların malzemesi olmaktan sakınan bir şahsiyettir.
Lakin partizan siyaset ve siyasetçi tipi tarihin her
döneminde eksik olmamıştır. Günümüzün yaygın
deyimiyle “yalakalık” etmeyen edebiyatçıyı saf
dışı bırakmak için gizli ve açık siyasi baskıcı tavırlar da hep olagelmiştir.
Edebiyatçı genellikle muhalif duruşludur, her
şey yolunda gitse bile edebiyatın penceresinden
görülebilen yanlışlıklar, noksanlıklar daima vardır.
O bakımdan edebiyat, siyasetin her zaman birkaç
adım önündedir ve öyle olmalıdır.
Şahsen siyasete hep ilgi duyduğumu ifade ederek, yaşadıklarımdan bir kesiti de burada paylaşmak istiyorum.
Bir tarihte milletvekili adayı oldum. Bu vesileyle siyasetin seyir çizgisini alan tecrübeleriyle
yaşama fırsatını yakaladım. Yaşadıklarımı ve düşündüklerimi yansıtarak, siyasete kendimce bir
katkı sağlamak adına “Siyasetname ya da Bir Seçim Hikâyesi” adıyla bir kitap yazdım ve yayımlandı. Rakip partilerin seçim kampanyasındaki
bazı tutarsızlıklarına ve çelişkilerine olduğu gibi,
adayı olduğum partiye de bazı eleştiriler yönelttim.
Karşı karşıya kaldığım manzara ise “ne İsa’ya ne
Musa’ya yaranmak” oldu. Dolayısıyla da kitabımın
amacına ulaşmış olduğunu buruk bir memnuniyetle
test etmiş oldum.
Edebiyatçıların, siyasette yer ve söz sahibi olmalarını doğru bulurum.
Ama siyasetin zaman zaman yozlaştırdığı bilinen
çarklarında bozulmamayı
başararak… Siyaset tarihimizde bunun güzel örnekleri de vardır. Bir başka ifadeyle de siyasetçi kökenli
edebiyatçıdan değil, edebiyat çıkışlı siyasetçiden
yana olduğumu belirtmek
istiyorum.
Günümüzde bazı edebiyatçıların da günlük siyasete dolambaçlı yollardan
göz kırparak nemalanma
yolunu seçtiklerini görebiliriz. “Uluslararası” olmak
adına, içinden çıkmış olduğu toplumun değerlerine
saldırarak, dünyanın popülist gündeminde yer tutmak adına skandalvari bir
çizgi izleyerek, politikanın da gündeminde olmayı
başarırlar. Bunlar partizan yandaş olmaktan uzak
bir görünüm sergilerler ama kozmopolit bir kimlikle hem İsa’ya hem Musa’ya yaranmanın yolunu
bulurlar, fakat edebiyat kaybeder. Oysa edebiyatın
kazanması insanın, insanlığın, kişilikli duruşların,
hatta yüksek siyasetinde kanması demektir. Fakat
böylesi soylu bir sonucu elde etmeyi amaçlamak,
uzun vadeyi göze almayı gerektirdiğinden, kısa
günün kârına fit olan edebiyatçılar türeyebilmektedir.■
67
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
A. VAHAP AKBAŞ
M
ehmed Âkif’in yaşadığı dönem sosyal,
siyasi çalkantılarla doludur. Bu dönem,
zamanın aydınlarınca “İstibdat” diye adlandırılan
İkinci Abdülhamid’in uzun saltanatını, İkinci Meşrutiyeti, Millî Mücadeleyi ve Cumhuriyetin ilk on
yılını kapsar. Âkif, bu çalkantılı dönemde Meşrutiyeti kurma çabalarına, Balkan Savaşlarına, bu savaşların getirdiği yıkım ve sefalete, koca Osmanlı
Devletinin çöküşüne, Kurtuluş Mücadelesine, yeni
bir devletin kuruluşuna ve yeni devleti kuran kadroların inkılâpları oturtma faaliyetlerine, bazen kenardan, çoğu zaman da içinden tanıklık eder. Siyasi
ğırlık taşıyan bütün bu vaka ve hareketlere Âkif’in
tanıklığı ya da müdahilliği, Birinci Meclisteki Burdur mebusluğu sayılmazsa, daha çok şair, fikir ve
dava adamı sıfatlarıyladır. O da, ölümünden kısa
bir süre önce Nevzad Ayas’ın kendisiyle yaptığı bir
mülakatta “İstiklâl Harbi’nde Büyük Millet Meclisi
azalığına intihap oluncaya kadar siyaset ile geniş
bir alakam yoktur.” der.[1]
Âkif,’in genel itibarıyla bir siyasetçi kimliğine
sahip olmadığı söylenebilir. Dostları, onun münakaşalara girmekten çekindiğini, bir teşkilat adamı
olmadığını söylerler.[2] O daha çok susup dinleyen,
düşünen, kendine şair ve bir miktar da dilci vasıflarını uygun gören adamdır. Kurtuluş Savaşından
sonra kendisine, “Artık siyaset adamı oldun. Siyasetten ayrılmak biraz gücüne gider galiba.” diyen
Eşref Edib’e Muhammed Abduh’un şu anlama
gelen sözlerini aktarması, aslında Âkif’in siyasete
bakışını en açık bir şekilde ortaya koyar:
“Şu siyasetten, siyaset sözünden, siyaset
mânâsından, siyaset sözünün ağızdan çıkan her
harfinden, siyaset namına içten gelen her hayalden,
siyasetin anıldığı her yerden, siyasetten bahseden
yahut siyaseti öğrenen yahut siyasetle aklını bozan
yahut siyasetle akıllılaşan herkesten, siyaset kelimesinin kökünden ve o kökten çıkan iştikakların
hepsinden Allah’a sığınırım…”[3]
Böyle olmakla beraber, Âkif, hayatının hemen
hiçbir safhasında siyasetten bütünüyle uzak duramamıştır. İdeal adamı kimliğinin, vatana hizmet ve
sorumluluk bilincinin onu bu alana girmeye mecbur tuttuğu söylenebilir. Söylenebilecek bir husus
da, Âkif’in siyasetle ilişkisini daima bir seviyede
tuttuğu ve sıkı sıkıya bağlı olduğu fikirlerini, için-
1. Nevzad Ayas, Mehmed Akif-Zihniyeti ve Düşünce
Hayatı, Eşref Edib, Mehmed Akif-Hayatı eserleri ve Yetmiş
Muharririn Yazıları, İstanbul 2010.
2. Hasan Basri Çantay, Akifname, İstanbul 2008.
3. Eşref Edib, age.
68
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
de ya da yanında bulunduğu siyasi kurumların savunduğu fikirlere asla feda etmediğidir. Muhalefeti
genellikle suskun ve derin, bağlılığı ise ölçülü ve
kısa sürelidir. Bel bağlayıp elini taşın altına koyma
bilinciyle içinde yer aldığı hareketler ise onu hep
hayal kırıklığına uğratmıştır.
Âkif’in çocukluk, gençlik ve olgunluk dönemleri Sultan Abdülhamid’in saltanatı döneminde geçmiştir. Âkif’in dört beş yaşlarında mahalle
mektebine başladığı yıl, Abdülhamid’in otuz üç
yıllık saltanatının da başladığı yıldır. İkinci Meşrutiyet ilan edildiğinde artık otuz beşini aşmıştır.
Abdülhamid’e muhalefet, devrin aydınları arasında
yaygındır. Bir çeşit modadır, denebilir. Çoğu, Dücane Cündioğlu’nun ifade ettiği gibi[4] Abdülhamid’in
güttüğü siyasetten, ne yapmak istediğinden haberdar değildir. Meşrutiyetin ilanının, Abdülhamid’in
tahttan indirilişinin her şeyi düzelteceğine dair bir
inanç taşımaktadır hepsi. Âkif de böyle bir ortam
içinde yetişmiştir. Çok beğendiği yazarlar, okuldaki hocaları (Hoca Kadri Efendi gibi), matbuat
âlemindeki ve edebiyat çevrelerindeki hava ve en
önemlisi baskıya, haksızlığa tahammül etmeyen
mizacı, onun, kendisi gibi “İslam Birliği” fikrini savunmasına rağmen Abdülhamid’e muhalefet edenler arasında yer almasına neden olur. O da, “Ah,
başımızdan Abdülhamid kalksa, edebiyatta, kim
bilir, ne adamlar çıkacak!”[5] diyecek kadar, her türlü ilerlemenin önündeki engel olarak Abdülhamid’i
görür.
Âkif, bu dönemde suskundur. “Birkaç mukallidine neşide” dışında bir şey yayımlamaz. Süleyman Nazif, bunu Abdülhamid’in baskıcı yönetimine bağlar; “Safahat şairi, sükûta mahkûm zümrelerin ilk saflarındaydı.” der.[6] Âkif’in Abdülhamid
aleyhindeki mısraları 1908’den sonra yayımlanır.
Eleştiriler “İstibdat” manzumesinde yoğunlaşır.
“Asım”da ise eleştirilerle beraber bir yumuşama
ve özeleştiri de dikkatlerden kaçmamaktadır. Âkif,
Abdülhamid’in dış siyasetine hemen hiç temas etmez. Osmanlı üzerine dünya devletlerince oynanan oyunlardan, Abdülhamid’in bu oyunlara karşı
manevralarından habersiz gibidir. Âkif’i aleyhtar
kılan daha çok iç siyasettir. Devirden memnuniyet4. Dücane Cündioğlu, (Mülakat), Âkif’ten Asım’a, Kültür
ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara 2007.
5. Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Âkif, İstanbul 2005.
6. Eşref Edib, age.
sizliği gösteren bazı genel eleştirilerle beraber daha
çok halk üzerine kurulan baskıdan, özgürlüklerin
kısıtlanmasından yakınır Âkif ve Abdülhamid hakkında ağır ifadeler kullanır. Ona göre milletin izzeti
ayaklar altına alınmıştır. Bir aşiretten cihan devleti
çıkarmış ve bir zaman dünyayı titretmiş millet zelil
bir duruma düşürülmüş, yüce bir kavim sefil hâle
getirilmiştir. Âkif, Abdülhamid’i kadınlar gibi kafes arkasına saklanmakla, korkaklıkla itham eder;
daha çok hafiyeler” vasıtasıyla yapılan zulümleri,
iyi insanların sürgün ya da mahkûm edilmelerini
işler:
Hamiyyet gamz eden bir pâk alın her kimde gördünse,
«Bu bir cânî!» dedin sürdün, ya mahkûm eyledin hapse.
Müvekkel eyleyip câsûsu her vicdâna, her hisse,
Düşürdün milletin en kahraman evlâdını ye’se...
“Hürriyet” manzumesi, “İstibdat”ın sona erişini kutlayan çocukların coşkusunu dile getirir.
Şüphesiz, Âkif’in acıların bittiğine ve yeni, güzel
bir dönemin başladığına dair ümitlerini de… Nitekim bu duygu ve ümitlerle İkinci Meşrutiyetin
ilanından hemen sonra İttihat ve Terakki Cemiyetine üye olur. Ancak daha girerken, kendi tavrından taviz vermeyeceğini gösterir. Cemiyete
girilirken yapılan yemine itiraz eder; “Cemiyet’in
bütün emirlerine bilâ kayd ü şart itaat” edileceğine dair ibareyi kabul etmez ve “Ben Cemiyet’in
yalnız emr-i ma’rufuna biat ederim, mutlak söz veremem.” der. Bu şekilde yemin ederek Cemiyete
üye kabul edilir. Ne ki be cemiyetle ilişkisi uzun
sürmez. Onların gidişatını tasvip etmez. “Yaşasın”
diye sokaklara dökülen Meşrutiyetin miting kahramanlarına kızar ve Cemiyetten ayağını keser,
darılır. Cemiyetle ilişkisi, denebilir ki Şehzadebaşı
İlmiye Kulübünde irşad ve eğitim faaliyetleri çerçevesinde verdiği Arapça derslerinden ve burada
yaptığı bir konuşmanın metninin (İttihad Yaşatır
Yükseltir, Tefrika Yakar Öldürür) yayımlanmasından ibaret kalır. Tabiî, İttihat ve Terakki tarafından kurulan Teşkilat-ı Mahsusa adına Berlin’e
(Almanların elindeki Müslümanları dinleyip irşat
etmek için), Necid’e (Arap kabilelerinin İngilizlerle anlaşmalarını önlemek için) yaptığı seyahatleri
farklı değerlendirmek gerekir. Âkif, her dönemde,
yönetenlerin fikirlerini beğenmese de ülke yararına
olduğuna inandığı görevleri üstlenmekten kaçın-
69
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
maz. Görevle siyaseti kesin çizgilerle birbirinden
ayırır. Millî Mücadeleye katılması, bu çerçevede
verdiği vaazlar, bazı isyanları bastırmak için gösterdiği çabalar da onun yurt, millet sevgisinden, bu
sevginin doğurduğu bilinç ve sorumluluktan kaynaklanmaktadır.
Asım manzumesinin bir bölümünde, “önceki
devir”le yeni devri karşılaştırır Âkif. İttihatçıların
ülkeyi sürüklediği durum, önceki devre rahmet
okutmaktadır. “Hürriyet”i kutlamalar şaklabanlığa
dönüştürülmüş; hürriyet, şenlikle özdeşleştirilmiştir. Özellikle komitacı yöntemlerle idareyi tamamen ele almaları ve muhaliflere baskı uygulamaları üzerine Âkif’in iyice sıdkı sıyrılır, onları ciddi
anlamda eleştirir. Köse İmam’la Hocazade’nin
(Âkif) diyaloglarından oluşan şu mısralar bu bakımdan önemlidir:
-Batmadık bir yeriniz kaldı mı, bilsem, cici beyim?
«Önceki devir» mi dedin demin?.. Elindeyse, çevir,
Ensesinden tutup zamanı da gelsin o devir.
Milletin beş parasız onda, emin ol, yedisi!
Gündüzün aç dolaşır, akşama kırk ev kedisi!
Mecbur edin halkı çavdarla karışık çöp yemeye:
Ne bu? Ekmek! diye dünyayı verin velveleye.
Hastalık, bit, sefillik saradursun, kol kol,
Siz sadece seyredin!
-Dünya Savaşı bu, ayol!
-Böyle alçakça gebermezdi insan önceki devirde,
-Diri bir yanda uzanmış, ölü bir yanda sefalet içinde.
-Niye özgürlük için sürgüne gittindi?
-Evet.
Gittim amma bu değil beklediğim hürriyet.
Zaten ilan edilirken işi çakmıştım ya...
Çatlasan hayra yorulmazdı o miskin rüya!
Ne herifler, ne kılıklar, ne nutuklardı, düşün!
Âkif’in eleştirileri bunlarla kalmaz. İttihat ve
Terakki’nin “dehşetli siyasetçi”lerini, tabir yerindeyse, tiye alır.
—Ne dedim, bilmiyorum, ta öteden bir çapkın,
Galiba sezdi ki, yekten dedi: «Halt etme sofu!
Gördüğün fesli: Senin milletinin filozofu.
Bu ve benzeri dehalar tutuyor memleketi.
Sen bu şenlikleri gördünse kimin marifeti?»
Dedim: «Ezberleyelim, saysana, oğlum, bir bir,
Şu dehalar dediğin kaç kişidir, kimlerdir?»
«Sosyolog biri, dehşetli siyasetçi diğeri;
Hele maliyecimiz yok mu, bu ilmin piri.»
Sayı dolmuştu, fakat bende tükenmişti sıfır;
Dön işin yoksa fırıldak gibi artık fır fır.
Buradaki filozof, Rıza Tevfik; sosyolog Ziya
Gökalp; siyasetçi, Talat Paşa; maliyeci ise Cavit
Bey’dir. Ama zannımca can alıcı eleştiri, Bâbıâli’ye
arkadaşlarıyla bir baskın düzenlemeyi planlayan
Asım’a söylediği şu sözlerdedir. Bu, Akif’in inkılap anlayışını ve bu anlayışın İttihatçılarla çelişen
yanını gösterir aynı zamanda:
İnkılâb istiyorum ben de, fakat, Abdu gibi...
Yoksa, ellerde kör alet olan efeler tertibi,
Babıâli’leri basmak, adam asmakla değil.
Çek bu işten bütün ihvanını, kendin de çekil.
Görülüyor ki Âkif her türlü baskının, zor kullanmanın karşısındadır.“Ellerde kör alet efeler gibi”
fikrî ve sosyal meselelerin çözülemeyeceği görüşündedir. Bir yazısında der ki: “Hiddetler, şiddetler,
baskılar, zorlamalar hep ac­zin dölyatağından düşen
bir sürü eksik yaratıklardır ki insanlık mecbur kalmadıkça bunları kabul edip kucağına ala­maz; alsa
da mümkün değil, sevemez. İnsanlar yumuşaklık
ister, uyumluluk ister; ikna etmek için getirilecek
delillerin hem bilgili, hem yumuşak huylu bir ağızdan çıkmasını bekler.”[7] Nitekim ittihat ve Terakki,
fikrî ve ilmî konuların da tartışılmasına tahammül
edemeyecek duruma gelip de gazete ve dergi kapama yoluna başvurunca, Âkif bir mektupla Ziya
Gökalp’i ve genel merkez naşirlerini konuları tartışmaya davet eder. Ancak daveti cevapsız kalır.[8]
Yine Köse İmam’la Âkif arasındaki diyaloglardan, onun Abdülhamid dönemine daha “insaflı”
bakmaya başladığı sonucu çıkarılmaya çalışılır genellikle. Köse İmam’ın, Âkif’in babasından aktardığı semerci hikâyesi ve bu hikâyenin sonundaki
özellikle şu mısralar, “gelen gideni aratır”ın yanında, “kıymet bilememiş olmak” yorumuna da açıktır
aslında:
“Giden semerciyi, derler, bulur muyuz şimdi?
Ya böyle kalfa değil, basbayağ muallimdi.
7. Mehmed Akif, Düzyazılar, Haz. A.Vahap Akbaş, İstanbul
2010 / Sebilürreşad, 2 Ağustos 1328-2 Ramazan 1330, C. 8-1,
adet: 206-24.
8. Eşref Edib, age.
70
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Nasıl da kadrini vaktiyle bilmedik, tuhaf iş:
Semer değilmiş o rahmetlininki devletmiş!”
Sözlü tanıklıklara dayanılarak Âkif’in,
Abdülhamid’e dair kanaatlaerinin son zamanlarda
değiştiği ileri sürülmektedir. Şemsettin Şeker,onun,
hastalık dönemlerinde yakın dostlarından Yozgatlı
Mehmet Efendi’ye “Ölmez de iyileşebilirsem hatıralarını yazmak istiyorum. Hatıralarımda Sultan II.
Abdülhamid’e karşı itizar (özür dileme) ve itiraflarım olacak.” dediğini aktarmaktadır.[9] Bu, kesin
bir kanıt olmamakla beraber, aradan çeyrek asırdan
fazla bir zaman geçtikten sonra, samimi bir aydının, başka aydınların da yaptığı gibi, olup bitenleri
daha farklı değerlendirebilmesini ve kanaat değiştirmesini makul saymak gerekir.
Âkif’in fiilî siyasî hayatı, Ankara’ya gitmesi ve Birinci Meclise Burdur Milletvekili olarak
girmesi ile başlar. Ancak siyasete uygun olmayan
mizacı onun bu tecrübesini de sıra dışı kılar. Mithat Cemal’in ifadesiyle mebusluğu dört senelik bir
sükûttur. Zabıtlardaki konuşmaları yok denecek
kadar azdır. Yazdığı İstiklâl Marşı’nı bile Mecliste okumaya yanaşmaz. Yine Mithat Cemal, bu
suskunlukların “sağlam bir kafa terbiyesinin neticesi” olduğunu söyler. O, bilmediği şeye karışmama gibi bir özelliğe sahiptir. Siyaset de bilmediği
şeylerdendir. Meclis kürsüsünde bir defa konuşur.
Bu konuşmada Tevfik Paşa Hükümetine yumuşak
bir cevap yazılmasını önerir, ancak Mustafa Kemal
buna karşı çıkar. Bazı önergelere imza atar, elçiliklere, cepheye mebus sıfatıyla ziyaretler yapar. Bazı
heyetlere üye seçilir. İstiklâl Mahkemeleri aleyhine oy verir. Hepsi bu kadar. Hasan Basri Çantay’ın
yazdığı şu anekdotun, Âkif’in mebusluğu hakkında
bir fikir edinmemize yardımcı olduğunu düşünüyorum:
“Birinci Büyük Millet Meclisinde Burdur mebusu olan üstad, zaman zaman seçim bölgesi halkının müracaatları karşısında kalır, bunlardan sıkılırdı. Çünkü isteklerini rica etmek için vekâletler nezdinde teşebbüslerde bulunmak lâzımdı. O, kendini
daire müdürlerine ne diye takdim edecekti? Ayıp
değil miydi? Bu, kendi kendine zamanın önemli kişisi özelliği vermek değil mi idi?”
9. Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı,
İstanbul 2010.
“Onu sevenler yapacağı işleri yapıverirlerdi.
Bir gün Burdur’un kaza olması hakkında ezkaza
kuvvetli bir teklif gelip çattı! Âkif’i görmeli idiniz!
O, seçim çevresini henüz tanımamıştı bile! Ne diyecekti? Kendisini gıyabında seçenlerin hukukunu
nasıl müdafaa edecekti? Bu vaziyet karşısında seyirci kalabilir miydi? Üstad istifaya kıyam etti, güç
bela vazgeçirdik. Kendisini seven bütün arkadaşları, o hâdisede âdeta birer Burdur mebusu kesildiler,
kazadan da kurtulduk.”[10]
Âkif de diğer muhalifler gibi İkinci Meclise alınmaz. Mizacına ve Birinci Meclisteki hâline bakarak Âkif’in bunu pek umursamadığını sanıyorum.
Ancak umursadığı başka gelişmeler oluyor. Bu gelişmelerin onu derinden etkilediği anlaşılıyor. Artık
yeni bir dönem başlamıştır. Zaferi sahiplenenler ve
ülkeyi Âkif’in ideallerinin tam da aksi bir mecraya
sürükleyenler gemi azıya almıştır. Muhaliflerden
Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi, Millî Mücadelede
önemli rol oynayan Sebilürreşad’ın kapatılması,
basındaki inkılapçı, ırkçı dalga Âkif’i hüzün ve teessüre iter. Partinin resmî gazetesinde “Haydi, sen
kumda biraz oyna!” (Gölgeler, Bir Arîza manzumesi) diye küçük düşürücü yazılar yazılır. Peşine
hafiyeler takılarak takip ettirilir. Neyzen Tevfik’in
kardeşi Şefik Kolaylı bir konferansında Âkif’in
Mısır’a giderken kendilerini şöyle dediğini anlatır:
“Arkamda polis hafiyeleri gezdiriyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi
muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte
bundan dolayı gidiyorum.”
Şüphesiz Âkif’in Türkiye’yi terk etmesinde
bütün bunların etkisi büyüktür. Ancak bunların
yanında Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin dayattığı inkılapları benimsememesinin de etkisi inkâr
edilemez. İnkılapların esprisi, diyalektiği, Sezai
Karakoç’un ifadesiyle, “bütün bir ömür boyu çağırdığı birlik türküsüne, İslam birliği idealine aykırı gibi geliyordu Âkif’e”[11] Bu bakımdan Âkif’in
Mısır hayatını da uzun ve suskun bir muhalefet dönemi saymak gerekir kanımca.■
10. Hasan Basri Çantay, age.
11. Sezai Karakoç, Mehmed Âkif, İstanbul 1985.
71
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Nüzhet Dede
sanat ve politika
M. NACİ ONUR
Ç
oğu edebiyat tarihçileri veya edebiyatla yakından alakalı kişiler, divan
edebiyatının içine kapanık klasik bir edebiyat, saray edebiyatı, yüksek zümre edebiyatı
olduğunu, sosyal hayatla ilgisinin olmadığını, kısacası mevcut hayatı aksettirmediğini
ifade ederler. Birçok kimse de bu ifadelerden
yola çıkarak peşin bir hükümle divan edebiyatının 1300-1860 tarihleri arasındaki 600
yıl boyunca sosyokültürel bağlamıyla hiç
ilişkisinin olmadığı fikri sabitine kendilerini
inandırırlar.
Agâh Sırrı Levent de bir cümlesinde “Divan edebiyatı içtimai bir edebiyat değildir ve
hakiki hayattan o kadar nasibi azdır.” diyerek yukarıdaki tezi doğrularken, bu cümlenin
devamında “fakat yaşadığı devir itibariyle
yine onun sadık bir aynası olduğu da muhakkaktır.” diyerek şaşırtıcı bir cümle kurar.
Bu şaşırtıcı cümleyi yadırgamamak gerekir, zira birçok divan şiirinde sosyal içerikli hâdiselere ilişkin ipuçları bulabildiğimiz
gibi, birçok tarihî olayı, sosyal hâdiseleri an-
1950’li yıllardan sonra sağ
edebiyat, sol edebiyat
ve İslamcı edebiyat diye
isimler de aldılar. Bunların
hiçbiri tabii olarak Türk
Edebiyatı başlığı altındaki
birikimin yerini alıp
temsil edemediler. Bu
sebeple yumruklarda,
pankartlarda, sloganlarda,
duvar yazılarında öne
çıkan politik edebiyat,
her zaman gerçek Türk
Edebiyatını geri planda
bırakmıştır.
72
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
latan mısra, beyit ve ifadelere rastlıyoruz.
Sabri Ülgener’e göre, “Tek ve somut vak’alarla
değil, çağın ve çevrenin umumi havası ile ilgileneceğimiz için başvuracağımız kaynaklar halk
ve destan edebiyatımızdan çok klasik edebiyata, özellikle Divan edebiyatına ait eserler olacaktır. Uzun zaman toplumun gündelik yaşayışı
üstünde, basmakalıp sofiyane rumuz ve imajlarını gözü kapalı tekrarlamaktan öteye gitmediği
ısrarla ileri sürülen Divan edebiyatını araştırmalarımız boyu apayrı bir çehre ile yanımızda
bulacağız. Gerçek ve baha biçilmez bir belge,
hazine ve kaynağı olarak !”
Divan edebiyatında ufak esintiler hâlinde
bile olsa, büyük değişme arzuları hep dile getirilmiştir. Divan edebiyatı hem soyutta hem de
somutta zafer kazanmıştır.
Bahsettiğimiz dönemde, nazım ve nesir sahasında kaleme alınan eserler yaşanılan hayatın
bir görüntüsüdür ve incelenmeye değer.
Fatih’in veziri şair Ahmet Paşa’nın
Çin-i zülfün miske benzettim hatasın bilmedim
K’ey perişân söyledim bu yüz karasın bilmedim
diye başlayan bir gazeli yanında; siyasetle sanatı, edebiyatı, şiiri bir arada götürmeye çalışan hisli ve duygulu Osmanlı padişahlarına
rastlıyoruz.
Avni mahlasıyla şiir yazan ve bir devri kapayıp bir yeni devir açan Fatih Sultan Mehmed,
gazelinin bir yerinde şunları söylüyor:
Ağlasa âşık belâ-yı hecr ile nâlân olup
Gözlerinden akan anın yaş yerine kan olup
Avni kûyun terkin etmez başına sultân olup
(Bütün cihan mülkünün tacı ve tahtına hükmetme şansını verip o mülkün başına Avni’yi sultan etseler, Avni yine de senin mahalleni bırakıp
gitmez.)
Yine Osmanlının şair padişahlarından Muhibbî
mahlaslı Kanuni Sultan Süleyman, hem siyasi
hem de edebî kimliğiyle, hem kılıcını hem de
kalemini kullanarak bir manzumesinde şunları
söylüyor:
Allâh Allâh diyelim sancak-ı şâhi çekelim
Yürüyüp her yaneden Şark’a sipâhi çekelim
(Allah Allah nidaları arasında sancak-ı şerifi
meydana çıkaralım ve dört bir yandan yürüyüp
atalarımızı Şark illerine sürelim. )
Bize farz olmuş iken olmamız İslam’a zahir
Nice bir oturalım bunca günahı çekelim
(Askerlerim, İslama arka çıkmak bize farz kılınmış iken, daha ne zamana kadar oturup bunun
günahını çekeceğiz. )
Umarım rehber ola bize Ebubekir ü Ömer
Ey Muhibbi yürüyüp Şark’a sipahi çekelim
(Ey Muhibbi, hele biz yürüyüp Şark’a asker
çekelim, inşallah Ebubekir ile Ömer önümüze düşüp bize yol gösterirler. )
Muhibbi’nin şu iki beyti de oldukça iyidir:
Hayâtım hâsılım, ömrüm şarâb-ı kevserim adnim
Bahârım, behçetim, rûzum, nigârım, verd-i
handânım
(Keşke âşık ayrılık belâsıyla inleyerek ağlasa
ve onun gözlerinden de yaş yerine kan aksa)
Her ne denlü cevrler görse vefâlar eylese
Her ne denlü gülseler hâline ol giryân olup
(Hayatımın var oluşumun sebebi, cennetim,
Kevser şarabım, baharım, sevincim, günlerimin
anlamı, gönlüme kazınmış resim gibi sevgilim,
benim gülen gülümsün. )
(Âşığı sevgiliden her ne kadar eziyet görse, ona o derece vefa göstermeli, rakipleri onun
hâline güldükçe o da ağlamayı artırmalı.)
Kapında çünkü meddâhım seni medh ederim
dâim
Yürek pür-gam gözüm pür-nem Muhibbiyim
hoş hâlim
Verseler mülk-i cihânın tâc u tahtı devletin
73
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
(Kapında devamlı seni metheden biriyim, seni
överim sanki hep seni övmek için görevlendirilmiş gibiyim. Yüreğim gam ile, gözlerim yaşlarla
dolu, bana bir şeyler oldu, sarhoş gibiyim bir hoş
hâle geldim. )
Yine siyaset adamı ve şair Yavuz Sultan
Selim’in de Selimî mahlasıyla söylediği kıt’ası
çok meşhurdur.
Bu kıt’ada hayat edebiyat ve siyasetin bütün
izlerini yakalayabiliriz.
Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur
Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr
olur
Sadıkâne belki ol âlemde dildâr olur
Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur
Hayat ile edebiyat ilişkileri her zaman dile getirilir. Edebiyat aslında hayatın, yaşayışın kaleme
dökülüşü ve ifadesidir.
Şair ve nasir de nihayet insandır ve cemiyet
içinde hayatını sürdüren bir sanatçıdır. Cemiyetle ilgili bütün hadiseler sanatkârın her şeyi
büyülten ruhunda akisler uyandırır. Millî, siyasi, dinî, ahlaki görüşlerini ve fikirlerini ifade
etmeye çalışır.
İslam düşüncesi geleneğinde din diliyle, düşünce, edebiyat ve sanat dili birbirinden ayrı
çizgilerde, ayrı alanlarda gelişip seyretmez.
Ahmet Yesevi ve Yunus’un şiirleri buna en bariz örnektir.
Kur’an’da ve hadiste, daha sonraları ilim
ve düşünce geleneğinde dinî düşünce hem edebiyat diliyle zenginleşmiş hem de edebiyat ve
sanat dilini beslemiş, zenginleştirmiştir.
Bizim edebiyatımızın dönem adlarını siyasal tarihimizin safhaları tayin eder. Eski Türk
Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı, Tanzimat Edebiyatı, Batı Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi
Edebiyatı gibi.
1950’li yıllardan sonra sağ edebiyat, sol
edebiyat ve İslamcı edebiyat diye isimler de
aldılar. Bunların hiçbiri tabii olarak Türk Edebiyatı başlığı altındaki birikimin yerini alıp
temsil edemediler. Bu sebeple yumruklarda,
pankartlarda, sloganlarda, duvar yazılarında
öne çıkan politik edebiyat, her zaman gerçek
Türk Edebiyatını geri planda bırakmıştır.
Hem siyasi hem edebi açıdan zamanın getirdiği imkânları tam değerlendirdiğimizi söylemek
mümkün değil. Edebiyat ve sanat tamamıyla siyasal alanı ve siyasetçileri; dilleri, düşünüş biçimleri, estetik görüşleri; siyasal kanallarla etkilendikleri içtimai yapıyı ve kitleyi derinden ve kalıcı,
sağlıklı yönlendirmesi, her eserle yeniden kurması gerekirdi, fakat öyle olmadı. Siyasal alandaki
durgunluk, sanat edebiyat ve düşünce dünyasını
da belirledi. Sonuçta edebiyatın ve sanatın kimyasını tahrip eden bir sürece dönüştü.
Bir şairin ömrü boyunca kaleme aldığı şiirlerinin toplandığı eserler olan divanlar; aynı zamanda şairin hayat, dünya, insan ve siyaset görüşünün de bir aynasıdır.
Bilhassa kasidelerde şairin yaşadığı devirde
meydana getirilen, cami, şadırvan, han, hamam,
köprü, medrese gibi eserlerin vücuda getirilişine,
yapılan fetihlere methiyeler bulabildiğimiz gibi
padişah, vezir ve paşaların sefere çıkışlarını ve
fethettikleri ülkelerdeki faaliyetlerini yakından
ve biraz da tarihleri ile beraber öğrenme fırsatını
elde ederiz.
Nabi’nin sadrazam Hüseyin Paşa’ya, çıktığı
seferle ilgili yazdığı kasidede;
Lil’lâhil-hamd olup ma’reke-i ceng tamâm
Buldu âlem yeniden sulh u salah ile nizâm
derken, Yahya Bey’in Kasım Paşa’nın Bağdat’da
Şat Irmağı üzerinde yaptırdığı köprü için söylediği kasidenin bir yerinde,
Kuruda yaşda yoldaşlık edip Hızır-âsâ
Yaptı bir köprü Şat’a Hazreti Kasım Pâşâ
diyerek köprünün inşasına vurgu yapılmaktadır.
Hayat ile edebiyat arasındaki bu ilgiyi siyasetle bağlamak ve bu üçlü arasında daima bir uyum
bulunduğunu da belirtmek gerekir. Beydaba’nın
Kelile ve Dimne’si, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu
Bilig’i, Nizamü’l- Mülk’ün Siyasetnamesi gibi
edebi, siyasi ve içtimai konuları ihtiva eden eserleri vardır.
Siyasi ve edebî bakımdan tarihimizde önemli
ve hikemi şiirin üstadı olan Sadrazam Koca Ragıb Paşa gibi hem siyasi hem edebî kimliğe sahip
devlet adamlarının eserleri, bu edebiyatın siyasi
74
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
cephesini aydınlatmada önemli roller oynamıştır.
Cemiyetlerde siyasal iktidarların politikalarını destekleyecek bir kültür oluşturmak amacıyla
çeşitli kurumlar kurmaları da sıkça karşılaşılan
bir durumdur. Nitekim bu maksatla,
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetin iktidarını ve politikasını geliştirmek için sık sık
sanatçıları şair ve yazarları etrafına toplaması ve
iltifat etmesinin sebebi budur.
Divan edebiyatından Cumhuriyete kadar,
edebî ürünlerin siyasal erki desteklemek için
kullandığını, siyasal iktidarın da kendilerini
desteklemeleri için onları yanlarında tutmaya
çalıştıklarını, böylece karşılıklı yararlandıklarını biliyoruz. Böyle olunca da çoğu zaman ortaya zayıf ve niteliksiz eserler çıkıyor.
Politikadan fayda gören edebiyatçılarımız
olmakla beraber hayal kırıklığına uğrayan,
yargılanan, yazmayı terk eden, edebî çizgisinde olumsuz değişmeler olan edebiyatçılarımızın sayısı çoktur. Ahmet Hamdi Tanpınar ve
Yahya Kemal, uzun süreli milletvekili olmalarına rağmen, politikanın edebî hayatlarını
etkilemesine izin vermeyen, o raddeye gelindiğini fark ettiklerinde de sessizce politikadan
sıyrılmasını bilen şahsiyetlerdir.
Necip Fazıl Kısakürek de aynı fikir üzerine
hareket etmiştir. Ancak onun sesi diğerlerinden gür çıkar. Halide Edip de Cumhuriyet devri kadınının öncüsü olarak edebiyat ve politika
içinde farklıdır. Sosyal hayatı, edebiyatından
ve politikasından üstün durumdadır.
1950’li yıllardan itibaren edebiyat ve politika ilişkilerinin diğer yıllara göre daha etkili ve
hareketli olduğunu görüyoruz.
Cumhuriyet döneminde ilimizde yetişmiş
şair, sanatçı, siyasetçi, TBMM’nin birinci döneminde Ergani Milletvekili olarak görev yapan Nüzhet Dede’yi hayat, edebiyat ve siyaset
alanında ele alarak incelemek yerinde olur.
Osmanlı döneminde böyle şair padişahlar,
siyasetle sanat ve edebiyatı yan yana sürdürürken Cumhuriyet döneminde de kendi yöremizde yetişen Nüzhet Dede sanatla siyaseti birleştirmiş, şiir alanında oldukça güzel örnekler
vermiştir.
Nüzhet Dede’nin (Saraçoğlu) ulaşılabilen
dedesi, Saraçzade İbrahim Efendi’dir. Saraçlık
yapan bu zatın mesleğine istinaden aile, Saraçoğlu soyadını almıştır.
Nüzhet Efendi’nin babası Saraç-zade Hakkı
Efendi’nin; Mahbub, Nüzhet, Nazife adında üç
çocuğu olmuştur.
Nüzhet Efendi, 1862 yılında Çemişgezek’te
dünyaya gelmiştir. Öğrenim gördüğü, ancak
öğreniminin hangi safhada olduğu bilinmemekle
beraber, kendisini yetiştirmiş arif bir insan olduğu kanaati hâkimdir.
Hamidiye Medresesi’nde eğitim görmüş olabileceği düşünülebilir. Zira Nüzhet Efendi, Ovacık Kaymakamlığı görevini de yürütmüştür.
Kendi döneminde memuriyette boş bir kadroya müracaatında hayat hikâyesi sorulmuş, o da
buna şu cevabı manzum olarak vermiştir:
Okudum Tuhfe-i Vehbiyle Pendi
Tamam ettim Gülistan’ı nidem âh
Ki Hafız bitmedi nısf oldu eyvah
Bu mısralardan anladığımız kadarıyla,
Tuhfe-i Vehbi, Gülistan ve Hafız’ın eserlerini
okuduğunu beyan ediyor.
Yaratılışındaki şairlik yeteneğini, tarikatının
telkin ettiği ilahî aşkla ve derin hisleriyle birleştiren Nüzhet Efendi, büyük hakikati bulma arzusu
ile bilmediklerini itiraf etmekten çekinmiyor:
Yok senin gibi cihân içre melâmet Nüzhet
Ağla kim yok sana, var halka selâmet Nüzhet
Nüzhet Dede, son derece nüktedan, hazır cevap bir insandır. Şiirlerinde tanıdık bildik insanlara valilere, mebuslara, belediye başkanlarına
küfürlere varacak nitelikte ağır dil ve ifadeler
kullanarak hicviyeler yazmıştır. Hatta hiç sevmediği bir kaymakamın Çemişgezek’e tayin edilmesi dolayısıyla;
Ey murg-ı kenef yer yüzüne mâye mi geldin
Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin
diyecek kadar işi ileriye götürmüştür.
Nüzhet Dede, İmam Efendi diye anılan
Harput’ta ikamet eden Osman Bedreddin-i
Erzurumi’ye intisap etmiştir. Bu bakımdan şu beyitleri dikkate değerdir:
75
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Ölmeden evvel ölüp
Vahdetten ol haberdâr
Gör bunda Bedri yârin
Kalma sakın ferdâya
Elde sermâye olan bunca günahı bari
Bedri pazârına gir terk et emânet Nüzhet
Çıkar virâne ger mamûre girerse bağ-ı
Bedri’den
Bu bir bâğ-ı melâhat ki bahârı hiç hazân bilmez
1890-1909 arasında tarikata intisap ederek
20 yıl kadar Harput’ta yaşamıştır. Şeyhi Osman
Bedrettin Efendi’nin ( İmam Efendi’nin) ölümü
üzerine, üzüntüsünü şu beyitlerle dile getirir:
Karalar giy matem et, bu matem-i Bedr-i
Münir
Ağla Allâh aşkına, hep ağlasın nev’-i beşer
Tazelensin macerâ-yı derd-i deşt-i Kerbelâ
Kanlı gömlek giysin âlem cuş edip hun-i ciger
Görmemiştir cân bedenden çıktığın cins-i
beşer
İşte ben gördüm gözümle Bedri cânımdır gider
İmam Efendi’ye yazdığı manzum mektup
yanında İmam Efendi’nin de cevabi manzum
mektubundan birkaç kıt’ayı buraya alalım:
Nüzhet Dede’nin Arz-ı Hâli
Nüzhet yalanı sevmez
Elbette Saminiler
Himmet kanadı pirle
Salarsa başa sâye
Bedri tamâm olunca
İş bu Muharrem ayı
Baki midir bu matem
Atideki her aya
Osman Bedrettin-i Erzurumi’nin Nüzhet
Dede’ye Cevabı
Kesret içinde vahdet
Et Rabbına bu vuslat
Elinde varken fırsat
Verme ömrün hevâya
Bektaşi-vari ifadelere yer vermesinden dolayı
kendisiyle aynı zamanda mebusluk yapan Besim
Atalay da Nüzhet Dede için “ Yine mecliste bulunan bir Bektaşi de Nüzhet Baba (Elazığ- Çemişgezek) idi. Nüzhet Baba, tahsilinin az olmasına
rağmen zeki, arif, anlayışlı bir zattı. Çok güzel
nefesleri vardı.” şeklinde ifadeler kullanmıştır.
İmam Efendi’nin Nüzhet Dede için söylediği rivayet edilen sözler de şöyledir:
“ Nüzhet Efendi’yi hor görmeyelim, o her telden çalar, her sazın önünde oynar. Fakat tellerden
çıkan sedanın ne olduğunu sezer. Bu da bambaşka bir âlemdir. Yılan da eğri büğrü yürür. Lakin
yuvaya girerken düzelerek süzülür. Biz ne kadar
zühd ü takva libasına bürünmüş olsak –haşaCenab-ı Allah’ı aldatamayız. O her şeyi bilir,
görür. Herkesin kalbini bilir. Nüzhet Dede’yi gören seni de beni de görücüdür. Dede, meyhanede,
kahvehanede gezer, fakat nefret sezer, ibretle gezer. Dedenin kalbini kırmayalım.”
Nüzhet Dede, Osmanlı padişahlarından Abdülaziz, V.Murat, 2. Abdulhamit, 5. Mehmed Reşad
zamanı ile Türkiye Cumhuriyetinde de M. Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’nün devirlerini idrak
eden bir şahsiyettir. 1942 yılında Çemişgezek’te
vefat etmiştir.
Böylesine şair yaratılışlı, mutasavvıf ve siyaset adamının edebî şahsiyetinin oluşumunda
yaşadığı devrin, aile yapısının, çevresinin büyük
tesiri olduğu bir gerçektir.
Nüzhet Dede’nin üzerinde devrin edebî, tasavvufi terbiyesi hemen hissedildiği gibi, Harput
kültürünün de derin izleri görülür. Hicivler yanında divan edebiyatımızın vazgeçilmez nazım türü
gazeller de vücuda getirilmiştir. Ancak bunların
konusunu genellikle tasavvuf oluşturmuştur.
Şairimize, Fikret Memişoğlu, bir yazısında
Nüzhet Dede, şairin torunu Erhan Saraçoğlu bir
yazısında Dede Nüzhet, ben de bir başka makalemde Nüzhet Dede başlığını kullandım. Bu durumda Nüzhet’in “ Dede” lakabının, isminden evvel mi sonra mı kullanılacağı hususunda tereddüt
yarattığından, kendisinin şiirlerine müracaat et-
76
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
tim ve şairin mahlasını genellikle “Nüzhet”, çok
nadiren de “ Nüzhet Dede” olarak kullandığını
gördüm. Birinci devre mebusu Celal Nuri Bey’e
yazdığı şiirin bir yerinde,
Nüzhet Dede’nin harfını esvatını sorma
Dil âleminin haşmet ü daraatını sorma
diye kendi ismini ve lakabını açık bir şekilde belirtmektedir.
Nüzhet Dede, tasavvufun kaynağına inmiş, tarikata girmiş, onunla hemhal olmuş birisi olarak
gerçekten şiirlerinde bu unsurlar ve ıstılahları terennüm etmeye çalışmıştır.
Tasavvuftaki ana unsurlardan birinin ıstırap
çekmek ve dünyada sıkıntı ile nefsi terbiye etmek
olduğu bilinmektedir. Mürşidi İmam Efendi’yi
kaybetmenin verdiği sıkıntıyla,
Aç başın, yol saçın, oy gözlerin, kır dişlerin
Hep traş et kalmasın müjgân u ebrûdan eser
Kes dilin, bük kametin yak yık vücûdun şehrin
Âh çek, feryâd kıl ta titresin ruh-ı peder
diyerek ıstırabını dile getiriyor.
Her zerrenin Allah’tan koptuğunu ve kâinata
yayıldığını, neticede Allah’a dönerek onunla birleşeceğini ifade eden büyük mutasavvıflarla aynı
fikirde olan Nüzhet Dede, “Sarhoş” redifiyle yirmi dört beyitlik gazelinde bu konuya, temasla bir
yerde peygamberin ve Mevlâ’nın da sarhoş olduğunu belirtiyor. Ancak maddi manada değil; manevi ve tasavvufi anlamda, ilahî bir aşkla sarhoş
olduklarını ifade ediyor.
Hep nârı da envârı da esrârı da baygın
Musa’sı da Davud’u da İsa’sı da sarhoş
Yanıp yıkılıp durma, hararetle şarap iç
Mademki peygamber ü Mevlâ’sı da sarhoş
Nüzhet Dede, tasavvufun ana prensibi olan
tevhid ve vahdet-i vücud ile o kadar doludur ki,
“Allah’ı kâinatta var olan hiçbir şeyden ayrı saymayız, çünkü biz Allah’a tapıyoruz, onunla hey
şey var olmuş ve ortaya çıkmıştır. Ve biz onunla
meydana gelmişiz.” ifadelerini şöyle şiirleştirmiştir.
Her cihetten Hakk’ı tenzih eylemek mümkün
değil
Hak-perestsiz Hakk ile her yerde peydâ olmuşuz
Kendisini rind, yani kalender olarak kabul
eden şair, zahidler ile de geçimsiz olduğunu, yani
Allah’ı bulmakta akıl yerine gönül ve irfanın daha
geçerli olacağını ifade ile şöyle diyor.
rız
Zâhidâ sanma bizi Kâbede zemzem yutarız
Kunc-i meyhânede biz nefha-yı Meryem yutaBedel olmaz gam u enduhumuza ayrı dü âlem
Her nefeste iki âlem bedeli gam yutarız.
Nüzhet Dede’nin edebî kişiliği iki şekilde
ortaya çıkmıştır. Biri tasavvuf cereyanına bağlı
tarzda gelişen düşünceleri çerçevesinde yazdığı şiirler, ikincisi de siyasi yapısına bağlı olarak
yazdığı şiirlerdir.
Tasavvufi konularda yazdığı şiirlerin çoğu
tür, şekil ve vezin olarak divan şiiri geleneğine
bağlıdır.
Tasavvuf onun için ilham kaynağı olmuştur.
Vahdet-i vücud, şiirlerinin ana temasıdır. Onu
kendine mahsus bir üslupla bazen haddini aştığı ve Bektaşi olduğu kanaatini uyandıracak
tarzda işlemiştir. Bu durum onun tarikat içerisinde ulaşmış olduğu derinlikle izah edilebilir.
Devletin sosyal kurumlarının ve devlet sisteminin iflasın eşiğine geldiği dönemde yaşayan
Nüzhet Dede, bu sıkıntılarını “hicviye” türünü
kullanarak şiire dökmüştür. Şiir dilinde büyük
ölçüde Arapça ve Farsça hâkimiyeti görülür.
Nüzhet Dede, çok yönlü bir insan olarak
karşımıza çıkar. O, siyasetçi, şair, filozof bir
insan olarak görülür. Birçok kimse onun şiirlerindeki derin tasavvufi manayı anlayamadıkları
için, dinsiz ve inançsız bir insan gibi değerlendirirler. Hâlbuki o, Nakşibendî tarikatine mensup, dinî bilgileri oldukça kuvvetli nüktedan
bir şahsiyettir. Hicvi şiirlerinde çok iyi kullanmıştır. Tasavvufi şiir içinde hiciv yapmak zor
olmakla beraber o, bu zorluğu dahi yenmesini
bilmiştir. Nüzhet Dede, Harput havalisi şiir geleneğindeki özellikleri taşımakla beraber, tabiatındaki sertlik neticesinde, taşlama ve hiciv
unsuruna sahip oluşuyla aynı havalideki diğer
77
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
şairlerden ayrılmıştır.
Şiirlerine gelince,
Mustafa Kemal Paşa’ya başlıklı aruz vezniyle
yazdığı şiir methiye olmakla birlikte siyasi hüviyeti de vardır. Birkaç beytini alalım.
Bu hâk-i pâke karşı ettin fedâ hayâtın
İmdâdına yetiştin bu halk-ı bî-mecâlin
beyit örnek alalım.
Sözün bil meclis-ârâ ol bu bezm-i pür-letâfete
Öğütme ağzına her ne gelirse asiyâb-âsâ
Vücudun fışkıdan terkib olunmuş yokladım
amma
Bu halka gösterirsin kendini şevket-meab-âsâ
Dersim Valisi Nuri Bey’e yazdığı manzumede de pardon redifini kullanmış ve hicvetmiştir.
Sen gibi bir bahadır tarihte nâmı nedir
Olmak sana berâber mümkün mü İbn-i Zal’ın
Dersimlilerin Vali-i zişânına pardon
Ayanına esnâfına erkânına pardon
Valilere derbân idi evvelce bu vali
Valilik için aldığı fermânına pardon
Nüzhet dilin dolaşmış giysu-yı dil-şikâre
Ol ukdeyi çözer mi bu nazm-ı bî-mecâlin
Hiciv alanında mahir olan Nüzhet Dede’nin
Kaymakam Zeki Bey’e yazdığı şiir, siyaseten küfür
derecesine varacak nitelikler taşıyor. Bundan bazı
beyitleri örnek verelim.
Palu’dan Çemişgezek’e tayin olan Kaymakam
Zeki Bey’e
1.Devre Milletvekili Besim Atalay Bey için
yazdığı şiir de yine siyasi hüviyet taşımakla beraber sanatla siyaset ilişkisinin güzel bir örneğini teşkil ediyor.
Besim Atay Bey miras-hor olma
Kendi kazancına kanaat eyle
Müteşâir olup herkesi soyma
Sen sana kerem kıl hidâyet eyle
Ey murg-ı kenef yeryüzüne mâye mi geldin
Bed-mâye olan zümreye sermâye mi geldin
Bu fahişeyi hangi umumhâneden aldın
Pâk etmek için bu leb-i deryâya mı geldin
Şeş cihetten sensin seyreden seni
Sen sana perdesin çâk et bu teni
Koltukla kelleyi beyaz kefeni
Kendini cihâna melâmet eyle
Deryâları sahilleri hep boklayıp âhir
Tebdil-i hava etmeye sahrâya mı geldin
Yine bir manzumesinde Cumhuriyet dönemi
öncesi oldukça etkin olan siyasi bir gruba hicvi
meşhurdur, altı mısraını seçelim.
İttihatçılar İçin
Şikest olsun kalemler, hep kırılsın böyle parmaklar
Niçin teşhir edip yazmaz nedir bunca fırıldaklar
Sataşmış canına halkın bu dernekler, bu oymaklar
Kenef etrafına sanki dizilmiş taze bardaklar
Bu mülkün sahibi kimdir, düşünmez mi ahmaklar
Çekil artık yeter ey kahbeler kancıklar alçaklar
“Hozatlı Mebus Tevfik Bey için”
başlıklı şiiri de yine hicivdir, bundan da bir iki
Ondokuzuncu ve yirminci yüzyılı idrak eden,
Osmanlı ile Cumhuriyet dönemlerini yaşayan,
her iki rejimin nimetleriyle külfetlerine katlanan
Nüzhet Dede, kendi tahsil ve irfanıyla filozofvari
fikir ve hayallerini şairlik kabiliyetiyle birleştirerek güzel şiirler vücuda getirmiştir. Bu şiirlerin
çoğunda tasavvuf ve hiciv unsuru hâkimdir. Siyasi yönünün olması, şiirlerinin içtimai bir vecheye
bürünmesine de yol açmıştır.
Bu bakımdan şiirlerinde sosyal hayatın aksaklıkları, iyi olmayan yönleri, bu hayatın içinde yer alan insanlar, vefasızlıklar, döneklikler,
riyâkârlıklar, siyasetteki olumsuzluklar hep ele
alınarak işlenmiştir. Bu bakımdan Nüzhet Dede,
bir taraftan şairlik görevini yerine getirirken, bir
taraftan da cemiyete ve insanlara yön vererek
doğruları öğretmeye çalışmıştır.■
78
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Bâkî'nin poetik ve politik
kaygısı üzerine bir deneme
SALİH UÇAK
Osmanlı
İmparatorluğu’nda
hayatın hükümdar
ve saray etrafında
şekillendiği
gerçeğinden
hareketle şeref ve
itibarın sığınağı
olarak mutlak hâkim
otoriteye yakın
olmak bir zarurettir.
Padişahın lûtfuna
mazhar olmak,
inayetine sığınmak
dönem itibariyle
“sultanü’ş-şuara”
olmak için gereklidir.
B
âkî, XVI. yüzyıl Osmanlı şiirinin en büyük şairidir. Yaşadığı devirde çok sevilmiş, ünü yüzyıllar boyunca sürmüştür. Türkçe konuşulan bütün çevrelerde tanınmış bir “sultanü’ş-şuara”dır. Bâkî, şiirdeki
ustalığının yanında rintliği, neşeli ve coşkun yaradılışı,
hoş sohbet ve nükteleri ile gönüllere girmeyi başarmıştır.
Bâkî, çok genç yaşta padişahların beğenisini kazanmış, onlardan iltifat görmüş ve himaye edilmiştir.
Kanunî’nin musâhibi olmuş ve sarayda rahat bir hayata kavuşmuştur. Gençliğinden başlayarak şiirdeki ustalığını makam ve mevki için de kullanan Bâkî, devlette
önemli görevlere gelmeyi bilmiştir.
Bâkî, bir gazel şairidir. Geleneğe uygun olarak şiirler kaleme alan şair, pek çok kaside yazmasına rağmen
gazel sahasındaki başarısı ile bilinir. Güçlü bir nazım
tekniği olan şair, şiirde mükemmeliyet fikrine sıkı sıkıya bağlıdır. Şiirinde kullandığı her kelimenin diğer bir
kelimeyle ilintisini, ses ve ritim açısından sözün değeri
ile aruz meselesinde oldukça titizdir. Türkçeyi pürüzsüz
denebilecek bir ustalıkla kullanır.
Bilindiği üzere Divan şiiri, gelenekten ayrılmayı pek
hoş karşılamaz. Ancak, şairin genel kurallar çerçeve-
79
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
sinde verdiği eseri değerlendirirken
orijinaliteyi
dikkate alır. Farklı üslup
özelliklerini önemseyerek
taklidin bir kıymet-i harbiye taşımadığını her daim
ifade eder.
Divan şiiri, bir gelenek şiiridir. Fakat her şairin kendi âlemini, kendi
iç dünyasını anlattığını
unutmamak gerekir. Her
metin, onu meydana getiren sanatkârın aynasıdır.
Buna göre, kendini ve döneminin zihniyetini ortaya
koyan her şair, kurguladığı
dünyanın genel özelliklerini eserlerinde dile getirir.
İnsan düalist bir yapıya sahiptir. Yani ruh ve
bedenden müteşekkildir.
Her sanatkâr gibi Bâkî de
bu düalist yapıya göre yaşamış ve yazmıştır. Dolayısıyla yapılacak değerlendirmelerde bu yapı
dikkate alınmak zorundadır. Şairin içinde yaşadığı reel dünya ile eserinde kurguladığı irreel dünya arasındaki bağlantı, hayal ve hakikat çatışması
olarak görmek gerekir. Bâkî’nin de bir insan olarak hayalleri, ihtirasları vardır. Gelmek istediği
makam ve mevkiler olmuştur. Bu, onun insanî
boyutuyla alakalıdır.
Bugün telif ve şöhret peşinde koşan yok mudur? Elbette vardır. Tarihte sadece nafaka için
yazan olmamış mıdır? Elbette olmuştur. Sanat
kaygısı ile hayat gailesi arasında gidip gelmek
hemen her sanatkârın kaderidir. Önemli olan bu
ikisi arasındaki muvazenedir. Med-cezir ne kadar tabii ise sanat kaygısı ile hayat gailesi de o
kadar tabiidir.
Bâkî’nin poetik ve politik kaygı arasında
gel-gitlerini şiirlerinden yola çıkarak ortaya
koymanın daha sağlıklı
olacağı kanısındayız. Metin odaklı bir bakış açısı
bu anlamda daha ciddi
ve önemli ipuçları taşımaktadır. Bir şair olarak
Bâkî’nin hem poetik hem
de politik kaygılar taşıdığını bir gazelinde şöyle
dile getirdiğini görürüz:
“Dür-i fazl ile murassa
kılıcındur Bâkî
Anı dûr itme benüm
pâdişehüm yanundan”
Bâkî’nin on altı kez
göreve getirilip on beş kez
azledildiği
düşünülürse
yukarıdaki beytin şair için
neler ifade ettiğini daha
rahat anlayabiliriz. Bâkî,
poetik açıdan kendini överken politik açıdan da himaye istediğini açıkça ortaya koymaktadır.
Bâkî’nin özellikle Kanunî döneminde önemli
görevler üstlendiğini ve sarayda rahat bir hayat yaşadığını söylemiştik. Padişahın himayesi mutlak
olmadığından zaman zaman çeşitli gammazlamalarla saraydan uzaklaştırıldığı da bilinen bir gerçektir. Bunu feleğin türlü halleriyle açıklar:
“Olur mıydum gehî giryân gehî sûzân gehî nâlân
Felek âyînesi göstermeyeydi dürlü sûretler”
Osmanlı İmparatorluğunda hayatın hükümdar
ve saray etrafında şekillendiği gerçeğinden hareketle şeref ve itibarın sığınağı olarak mutlak hâkim
otoriteye yakın olmak bir zarurettir. Padişahın
lûtfuna mazhar olmak, inayetine sığınmak dönem
itibariyle “sultanü’ş-şuara” olmak için gereklidir.
En büyük iltifat padişahın musahibi olmak oldu-
80
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ğuna göre bütün marifetini, şiir vadisindeki ustalığını ortaya koymak gerekir. “Marifetin iltifata tabi
olması” bu bağlamda önemlidir. Yalnız şunu unutmamak gerekir; hemen her şair padişahın muhasibi değil, musahibi olmak ister. Yani poetik kaygı,
politik kaygıdan daha önce gelir.
Şairin sultana olan yakınlığını sanatlı ve sembolik bir dille şöyle ifade eder Bâkî:
“Gûbâr-ı der-geh-i şâha sürer yirde yüz Bâkî
Süleymana mukârin olmağ ister seyr idün mûrı”
Hz. Süleyman’a yakın olmak isteyen karınca
ile Kanunî Sultan Süleyman’a yakın olmak isteyen Bâkî arasındaki bağın sembolik ifadesi
şairin sanatsal kaygı taşıdığını ortaya koyması bakımından dikkate değer. Alelade söyleyiş,
basit ve amaca yönelik söylemler kesinlikle hoş
karşılanmıyor. Sanat yoksa musahiplik de yok.
Bâkî’nin gazellerinde makam ve mevkinin
geçiciliğine atıfta bulunarak dönemin diğer sanatçılarıyla girdiği mücadelelerin gereksiz olduğunu ifade ettiğine de şahit oluruz:
“Reşk itme ömr-i devlet-i dünyaya Bâkîyâ
Kim hâb-ı gaflet içre hemân bir hayâldür”
Şairin bu çıkışı, tavrı farklı yorumlanabilir
belki. Ancak sürekli aziller yaşayan bir insanın
böyle bir sitemde bulunması veya gerçeği görmesi beklenen bir durumdur. Başka bir beyitte
bu durumu destekleyen bir itirafta bulunur:
“Ey dil gerekse vâsıta-i devlet-i ebed
Olmaz nigârun işiği taşı gibi sened”
Sevgilinin eşiğinin taşı gibi senet mi var? Fani
dünyanın ihtirasları bir tarafa bırakıldığında şiirin özüne ilişkin söylemlerin daha net bir biçimde ortaya çıktığını görmek mümkün. Bâkî’nin
özellikle Kanunî’nin ölümünden sonra gözden
düşmesi, görevden azledilmesi gururunu incitir.
Bu durumu bir hazan gazelinde dile getirir:
“Nâm ü nişâne kalmadı fasl-ı bahârdan
Düşdi çemende berg-i dıraht itibardan”
Osmanlı şiirinin patrimonyal özelliği, şairin
gözden düşmesi ile ruh hali arasındaki bağı betimleme noktasında ilgi çekici bir biçimde şiire
yansıyor. Şairin itibar kaybı ile içinde bulunduğu
acziyet, sonbaharda ağaçtan düşen yaprak arasındaki acziyetin ifadesi dikkat çekicidir. Şairin çaresizliği ile patrimonyal himaye paradoksu, Divan
şiirin nirengi noktalarını belirlemektedir.
Zamandan ve felekten şikâyet, Divan şiirinin
temel temalarındandır. Çok istediği şeyhülislamlık
makamına getirilmeden azledilen Bâkî, teselliyi
şiirde buluyor:
“Ne gam azl-i ebed nefy-i beled oldunsa ey Bâkî
Cihanun mansıb u câh-ı degüldür kimseye bâkî”
Sultan Süleyman’a kalmayan şu dünya malı
elbette kimseye kalmayacaktır. Öyleyse ceht u cidale ne gerek var! Bâkî, politik kaygılarını poetik bir yaklaşımla ortaya koyarak şiirdeki hakikati
kurmaca dünyanın sembolik imkânlarına teslim
eder. Politik kaygı ve kayıplar, onu şiirin derin
ve girift mahzenlerine çeker. Politik kayıp, poetik kazançla telafi edilir.
Sanatkâr her an, sanat ve hayat arasındaki
ince çizgide imtihan halindedir. Kalem, sanat ve
iktidar gölgesinde kalan tek varlıktır. Her edebî
dönemin kendine özgü koşulları, sanat anlayışları vardır. Edebi eseri veya sanatkârı değerlendirirken bu koşulları nazara almak gerekir.
Osmanlı şiirine bugünün perspektifi ile bakmak
yanlış ve yanlı olacaktır. Bâkî’nin şiirlerindeki
estetik kaygı ile şahsi ve politik kaygı üzerinde
yapılacak her değerlendirme bu alana farklı bakış açısı getireceği muhakkaktır.
Sanatçı, doğası gereği, poetik ve politik kaygı
taşır. Bu kaygıların dönemsel olarak öncellikleri
farklı olabildiği gibi; kaygılar sanatçıdan sanatçıya da değişebilir. ■
81
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
KİRPİ
Gel kirpi gel kirpi
Bütün saçaklarını denize sal kirpi
Benim bütün ayaklarım denize akıyor
Sen de çırpı bacaklarını denize sal kirpi
Al kirpi al kirpi
Topraktan ruhunu al kirpi
El uzat bana maviden kadifeden
İşte dikenlerin, geri al kirpi
Para etmiyorsa toprak ve kadın
Ucuzladıysa bütün aldıkların
Can verdiğin yerde bir karşılık yoksa
Öldüğünle kalıyorsan öl kirpi…
Güneşin buz tutmuş, kar yakıyor içini
Sorma işin aslını, nedeni, niçini
Keloğlan saç ektirmiş
Bir sen kaldın kel kirpi…
UMUT BULUT
82
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Nizami Gencevi’nin
eserlerinde ideal devlet
ve devlet başkanı
SÜLEYMAN DOĞAN*
N
izami Gencevi 1141 yılındaAzerbaycan’ın
kadim şehirlerinden Gence’de doğmuş,
ortaya koyduğu şiirlerle bu şehirde yaşamış ve
yine bu şehirde 1209’da vefat etmiştir. Şair ve
mütefekkir Nizami’nin asıl adı İlyas’tır. Onun
ilme, sanata olan güçlü ilgisi neticesinde muhtelif ilim sahalarında (felsefe, astronomi, tıp, geometri...) dünya medeniyeti esasen Yunan, Arap,
Fars aynı zamanda Kafkas halklarının tarihi ile
de uğraşmıştır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, şair ve filozof
Nizami Fars kökenli değildir. Nizami’nin şiirlerini Farsça yazdığı için “İranlı bir şair” olarak
kabul edilmesi çok yanlıştır. Azerbaycanlı yazar
ve devlet adamı (Azerbaycan’ın ilk cumhurbaşkanı) Mehmet Emin Resulzade’nin yazdığı Nizami Gencevi ile ilgili kitapta ve benzeri kaynaklarda, Nizami’nin kesinlikle Türk ve Azerbaycanlı şair olduğunu şüphe götürmez bir gerçektir.
Türkiye’de bazı Türk Edebiyat Tarihi yazarları
Nizami’yi “İranlı” gibi göstermeleri büyük bir
hatadır; mesnetten yoksundur.
İranlı Firdevsi’ye karşılık Nizami, kaynağı
İslamiyet olan insan ve adalet sevgisine açık,
Nizami’ye göre,
bir padişahın
yanılmak ve sözün
manevi manasıyla,
sarsılmak hakkı
yoktur. Bunun
için de yanında
akıl, tedbir, rey ve
vicdan sahibi bir
vezire muhtaçtır.
Herkesin ayağı
kayabilir, fakat
padişahınki
kaymamalıdır:
yoksa devletin başı
döner.
* Yrd. Doç. Dr., Yıldız Tek. Ü. İnsan ve Toplum Bilimleri
Bölümü ve Fatih Ü. Eğitim Bilimleri Bölümü Öğretim Üyesi.
83
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
müsamahakâr bir dünya görüşünü edebiyata
getirdi. Nizami; insanın cemiyete yönelmesi ve
böylece cemiyetin yanlış yönlerini tenkit ederek,
idealize ettiği bir dünyayı ve tipleri canlandırabildi. İnsana psikolojik bir varlık, içtimai bir
varlık olarak bakabildi ve insanı böyle değerlendirdi.
Nizami Gencevi’den Beşlik
“Tasarladım ben evvelce MAHZEN’i
Tutmadı gevşeklik bu işte beni.
Bu suretle yağlı, tatlı topladım,
HÜSREV-ŞİRİN destanına başladım.
Bundan sonra, bir başka perde açtım,
LEYLA-MECNUN sevdasına ulaştım.
Bu kıssayı bitirmiş oldum; hemen
YEDİ GÜZEL sarayına çektim yügen
Şimdi şiirin ben girdim meydanına,
Davul vurdum İSKENDER’İN NAMINA.”
Adalet üzerine kurulmuş devleti idealize eden
Nizami, bu idealini Türk devleti tipinde buluyor.
Nitekim didaktik eseri olan “Mahzen-ül Esrar”
da, zulme uğramış ihtiyar bir kadının ağzıyla,
Büyük Selçuklullar da Sultan Sencer’e hitapla:
“Mademki adaletsizliğe tahammül ediyorsun,
demek ki Türk değilsin.” der.
“İskendername” Azerbaycan Atabeklerinden
Nusreddin Ebu-Bekir Muhammed adına yazılmıştır.
Nizami, İskendername’de sanatını kullanmış, Mesela İskender’i, bir Müslüman gibi,
“Kabetullah”ı ziyarete götürmüştür. Fütuhatçı ve
ıslahatçı bir kahraman ait tarihî destan olmasına rağmen, “İskendername”de Nizami’nin lirik
cephesi epik cephesine hâkimdir. İskender’in
herhangi askerî ve siyasi zaferi bile mutlaka gönle ait bir aşkın zaferi bir düğünle tamamlamıştır.
İskender bir hükümdar, bir imparator, bir hâkim
olduğu kadar da bir âşıktır.
“Bulmak isterdi İskender dirilik çeşmesini
Ta ki defeyliye korkunç ölümün gelmesini.
Bu niyetle o bütün âlemi gezdi, taradı,
Yaptı Zulmat’e sefer gerçi, fakat boş aradı.
Ölmemezlik suyunu bulmadı geçti, gitti...
Gönlünün arzusunu şimdi o ancak itti!”
Devlet
Devlet kurmak, sosyal hayatın bir icabı ve insanlar için tabii bir zarurettir.
Millet vicdanının hâkim olmadığı devletlerle istilacı güçlerin pek farkı yoktur. Belki bunun
için Montesquieu “Az gelişmiş ülkeler, ordularının işgali altındadır.” demiştir. Çünkü geri kalmış
milletlerin devletleri, kuvvetli devletlerin koltuğuna sığınmak mecburiyetini hissederler; bunun
hazmedemeyen kendi milletlerini de orduları
pençelerine alırlar. Devleti oluşturan önemli unsurlardan biri de kuvvettir.
Kutadgu Bilig’de “Yaban eşeğini alt etmek
için aslan olmak gerek.” gibi deyişlerle devletin gücüne işaret etmiştir. Bu güç zarara uğrarsa,
kargaşa, anarşi kaçınılmaz hâle gelir. Devletin
mihrakını oluşturan güç kanun hâkimiyetiyle
meşruiyet kazanır. “Devletler küfürle değil, zulümle yıkılır.” Adaletten yoksun olan şefkatin
en büyük zulüm olacağını unutmamak lazımdır.
Çünkü o zaman birine müşfik davranırken, diğer
mazlumun hakkı katledilir.
Filozof Kant: “Devlet, hukuk kuralları altında yaşayan insanların vücuda getirdiği birliktir.”
Gazali’ye göre; siyasi düzen, içtimai düzenden
hemen sonra gelir. İnsanın tek başına dinden ve
cemaatten uzak olarak maddi ve manevi saadetini temin etmesi mümkün değildir.
İbni Haldun’da devletlerin ömrü, en uzun insan ömrü olan 120 yılla kayıtlanırken, Gazali’de
ise, ahlaki ve insani faziletlerin devamına bağlı kılınmıştır. Âlimlerin bozulması hükümdarın
bozulmasını, hükümdarın bozulması ise halkın
bozulmasını yol acar.
Dünyayı ayakta tutan dört unsun biri olan siyaset olduğuna dikkat çeken Gazali, siyasetin,
din ve ahlakın zorunlu bir uzantısı olarak ortaya
çıktığını: hayatın müşahhas şartlarına adapte edilen bir davranış sanatı olduğunu beyan etmektedir.
Şair ve filozof Nizami Gencevi devletin önemine binaen konu üzerinde kafa yormuştur. Nizami, adil hükümdarla adil bir şekilde muamele
ettiğinde devletin sürekli olacağına işaret etmiştir.
Hükümdara yol gösteren mütefekkir
Nizami, hitap ettiği hükümdarlara rehberlik
84
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
yapan bir mütefekkirdir. Mesela İskenderin yanında Aristo (Aristotalis) gibi filozof bir vezir
olduğunu kaydederek, dünyada muvaffak olmuş
padişahları, genel olarak, gözden geçirmiş, bütün
bunların yanında birer akıllı vezir bulunduğunu işaret etmiştir. Selçuklu Melik-Şah, Gazneli
Mahmut, Sasani Enuşirvan gibi...
Nizami’ye göre, bir padişahın yanılmak ve
sözün manevi manasıyla, sarsılmak hakkı yoktur.
Bunun için de yanında akıl, tedbir, rey ve vicdan sahibi bir vezire muhtaçtır. Herkesin ayağı
kayabilir, fakat padişahınki kaymamalıdır: yoksa
devletin başı döner.
Sasani Padişahı Hörmüz, gözünün bebeği
biricik oğlu Husrev’i, nispeten önemsiz bir suç
için, adalet yerini bulsun ve başkalarına ibret olsun diye şiddetle cezalandırmıştır. Bu olayı hatırlatan, Nizami, ansızın denecek bir şekilde, sözünü, tarihteki Mecusilik durumundan, zamanındaki Müslümanlık gerçeğine çevirir; devrindeki
adaletsizliğe, “bin masumun canı yakılırken, bir
hırsızın burnu kanamadığına” yanar, eski devirdeki “Gebirliğe” gıpta etmiştir. “Onlar gebir idi;
biz Müslümanız. Gebirlik (Gavurluk, Küffar) o
ise Müslümanlık hangisidir?!..” diye kinayetin
yaman vuran taşını çağının adaletten sapmış suratına fırlatmıştır.
“Devlette zulüm haramdır”
Adalet, Nizami Gencevi’nin, Tanrı’sına taptığı ve kutsadığı bir idealdir. Bu idealinin gerçekleşmesini ister. Bir gün gerçekleşeçeğine de inanır. İnandığı bu idealin O, “geçmişteki örneğini”
şiirleştirmiştir. “İskender’in idaresi” bu şiirleştirilmiş geçmişten bir örnektir. Adalet idealini
Nizami, “Türk devleti” şeklinde tasavvur eder ve
“adil olmayan, Türk de olamaz!” demiştir.
“Dininde devletin zulüm haramdır,
Zalimlere devlet candan düşmandır.
Samanlığa eşek düştüyse nagah,
Dimen yazık eşek, samana eyvah!”
Nizami için şuurlu insan cemiyetinde, asıl
olan, içtimai ahenk ile adalettir. Devlet, temsil
ettiği cemiyeti birbirini yiyen düşman zümrelerin
yırtıcılığına terk etmemek görevindedir. Onun en
büyük işi-varlığının hikmeti- asayişi temin et-
mek ve adaleti yaymaktır.
Nizami’ye göre, devlet anlamı ile zulüm anlamı bir arada gelemez. Devlet başına geçmiş zalim hükümdarı, Şair, “samanlığa girmiş eşeğe”
benzetiyor ve “eşeğe değil, samanlığa yazık”
diyor.
İdeal devlette, tedbirli hükümdar bütün işleri,
o işten anlayan bilginlere verir; İskender böyle
yapmıştır: Bilgin yardımcılarının yardımıyla,
devlet, yaşlıların tecrübeleriyle, gençlerin güçlerini birleştirerek yürür. Kafatasındaki beyin
gövdenin bütün uzuvlarını idare etmekte ne gibi
bir durumda ise, devlet reisi de onun gibidir. “el,
ayağın çalışmasından memnun değilse, sorumlusu baştır”.
Fert devlete karşı muayyen vazifelerle mükelleftir. Fakat fert, bir devlette sırf vazife taşımakla
mükellef değil, birtakım haklara da maliktir. Padişahlara hitap eden şair “Hiçbir ferde cebbarlık
ve gururla bakma, o da kendisince muhteşemdir!”
“Padişahın asıl düşmanı zulüm işleyen, adaletsiz
memurlardır; halk zulüm yaptırandan döner”.
Bir memleketin bayındırlığı, Nizami’ye göre,
hükümdarının iyi niyetiyle sıkı surette bağlıdır:
“Padişahın niyeti iyi olursa, çillerde gül-dilen
yerine mücevher biter. Niyeti kötü olan ağacın
budağı kurur, iyi niyetli padişah etrafına bolluk
saçar. Memleketteki genişlikler ile bolluklar padişahın iyiliğinden bahsederler!”
Devletin adalet yaymak vazifesinde bir müessese olduğu fikrini telkin etmek için, sanatkâr,
“Heft-Peyker” gibi ince düşünülmüş koca bir
manzume yazmıştır. “Bir padişah veya bir devlet reisi sürüden sorumlu bir çoban değil, bundan daha fazla, sürünün selametinden sorumlu
bir köpektir. Bu vazifesini unutarak, keyfe dalan ve idareyi zalimlere bırakan hükümdarlarla
hikâyedeki, ‘kancık kurtla çiftleşen köpek’ arasında hiçbir fark yoktur.
Devlet, adil olmalıdır. Nizami bu fikirlerini
sadece teoride değil, pratikte uygulanması için
yaşadığı dönemdeki padişahlara öğütlerde bulunmuş ve yol göstermiştir. Asrının padişahına,
“Dünya hiçbir padişaha kalmamış, sana da kalmayacak. Cihanda baki kalabilmek için, cihana
faydalı ol.” tavsiyesinde bulunuyor. Padişahı,
“ayık” olmaya davet eden Nizami, “Mazeret getiren düşmana inanma, kapından kov.” demiştir.
85
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Nizami’ye göre iktidar ile temkin birbirini
tamamlayan şeylerdir. Devlet idaresinde, Nizami, müşavereye taraftardır:“Padişah’a rey ve fikir sahibi olduğun malumsa da, başkalarına rey
erini dahi ihmal etme. Kimseye, sınamadan, yüz
ver, kalbinde yeri olmayanlara güvenme. Adalet
arayanların cevaplarını ancak doğru sözlü adamlar vasıtasıyla gönder, sözünü tut ki, herkes sana
güvensin. Düşmanı küçük görmemek; düşmanlara karşı amansız, dostlara karşı da vefalı olmak,
devlet adamlarının, bilhassa, dikkat edecekleri
bir fazilettir. Vuracağını kökünden vur, tutacağını da düşürme!” demiştir.
İdeal devlet adamı
Milletlerin hayatında devlet adamlarının önemi çok büyüktür. Bazen yüzyılda bir veya iki
devlet adamı yetiştirmek, devamlı milyonluk ordular beslemekten daha faydalıdır.
Acemler, “Türkiye milyonluk ordu beslesin,
biz yüz yılda iki devlet adamı yetiştirelim.” derler. Bu söz Acem palavrası değildir. İran’ın sosyal yapısı Babil Kulesi’ni andırmaktadır. Hatta
kendi nüfusları, ülke nüfusuna oranla üçte bir
bile değildir. Devlet adamlığının bir vasfı da,
“Benden sonra tufan olsun” dememek, kabiliyetli ve dürüst insanlara fırsat vermek, onları yetiştirmektir.
Nizami telakkisine uyan devlet idaresini
gerçekleştiren ideal hükümdar İskender’dir.
İskender’in şahsında, Nizami, bilgiye, hikmete,
sanata ve fikre bağlı aydın bir hükümdar görmektedir. Filozoflar, âlimler ve edipler tarafından
çevrilmiş bulunan bu hükümdarın kendisi dahi
karakter, cesaret ve kahramanlığıyla beraber, bilginliği, hâkimliği ve tedbirciliğiyle tanınır. Devlet işlerine ait en temel meselelerde imparator bu
meclisle müşavereler yapmaktadır.
İskender, iyi bir teşkilatçıdır. Yeni nizam üzerine, mükemmel bir ordu kurmuş ve bu orduyu
özel bir usul ile talim ve yeni silahlarla teçhiz
etmiştir. Orduyu bizzat kendisi idare etmiştir. O,
başarılı bir kumandandır. Nizami’ye göre, İskender harp için harp prensibini kökünden reddeder.
Ona göre, İskender saldırma amacıyla hiçbir harp
yapmamıştır.
Nizami, İskender diplomasisinin başarılı temellerini anlatmaktadır. Bu diplomasinin ana
hattı, gittiği memleketlerde kendine bağladığı
milletlerin kalplerini kazanmaktır. Çünkü “milletlerin, daima kuvvete boyun eğmeyeceklerini”
bilir. Milletlerin memleketlerini üstün kuvvetle
tutmak mümkündür; fakat kalpleri kazanılmamış
milletlerin sadakatları zorla kazanılamaz.
Nizami şu tespiti yapar: “Bütün milletlerin
dilini tercümansız anlayacaksın, milletler de senin Rumcanı, aynı şekilde, vasıtasız anlayacaklardır!” Bu ideali gerçekleştiren İskender, dünyayı yeni baştan dolaşmış, gezdiği memleketleri
bu yolla kolay ele geçirmiştir.
Nizami, büyük bir tablo yaratmıştır: İskender tablosu!... Bu, Nizami’nin kudretli eliyle işlenmiş muhteşem bir eserdir. Bu eserde o,
sanatkârlığının asıl gayesi olan adalet ve sosyal
fikirlerine bir yekûn vurmuştur. Bu tasavvura
göre, milletler cebir ve tahakkümle değil, manevi bir otorite ile yanaşmak ve kalplerinin biricik
tercümanı olan dillerini, vasıtasız olarak, anlamak gerekir!
Türk boylarının edebiyatlarında Nizami’nin
günümüze kadar sürüp gelen derin ve sürekli tesiri olmuştur. Hamse, sırasıyla şu mesnevilerden
oluşur: Mahzü’l-Esrar, Husrev u Şirin, Leyli u
Mecnun, Heft Peyker, İskendername.
Mahzenül-Esrar, Şark edebiyatında görülen
didaktik-felfesi şiirin en güzel örneklerindendir.
Eserde, adalet, doğruluk, mertlik, yiğitlik, alçakgönüllülük vs. gibi İslam ahlakının da yücelttiği
beşerî değerler işlenmiştir. Yirmi makaleden oluşan eserde tarihten örnekler, manzum hikâyeler
de bulunur. Makaleler ana fikir bakımından birbirleriyle alakalıdır.
İskendername, iki ayrı kitaptan oluşur: Şerefname, İkbalname. Birincisinde tarihî şahsiyet
olan Makedonyalı İskender’in askerî seferlerinde, tahsil ve terbiyesinden bahsedilir. İkbalnamede “Zülkarneyn”le Makedonyalı İskender’in
şahsiyeti birleştirilir; Büyük İskender ortaya
çıkar. Nizami bu tarihî hâdiseyi vesile bilerek
idealindeki devlet düzenini, adil padişahı, ahlak
anlayışını anlatır. Şairin en olgun eseri olarak
kabul edilmiştir. Eserin ikinci kısmı âdeta bir
“siyasetname”dir. İskender, dünyada zulmü kaldırmak, insanlığa saadete ulaştırmak gibi yüce
arzularla yaşamaktadır. Kahramanlıkla manevi
kudreti, kılıçla ilmi birleştirmiştir. Nizami bu
86
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
kahramanını idealindeki padişah (hükümdar)
olarak tahayyül eder.
İkbalname’de İskender Kuzey seferinde eşit
haklara sahip adil bir düzende yaşayan rahat ve
mutlu insanlarla karşılaşır. Bu, dünya edebiyatında örneğini gördüğümüz ütopik bir devlet düzenidir. Burada yalan, hile bilinmez, düşmanlık
yoktur, insanlar paraya ve şöhrete düşkün değildir, uzun ömürlüdürler ve ölülere yas tutulmaz...
Bu Nizami’nin idealize ettiği dünyadır.
Mahzen-ül esrar
Nizami’nin 20 yaşında yazdığı “Penç Genc”in
il “hazinesi” teşkil eden “Mahzen-ül Esrar” kendisinden sonra gelen dört “hazine” eserden, şekil
itibariyle, bambaşkadır. Bu eser telkinci bir eserdir. O, ilahi hikmetlerin sırrına ermiş ve bunları
bir “hazine” hâlinde “erenlere” emanet etmiştir.
Bu bakımdan Mahnen’i, Celaleddin-i Rumi’nin
“Mesnevi”ne benzetirler.
“Mahzen-ül Esrar” tamamı 20’yi bulan makalelerden ibarettir.
Birinci makale, “İnsan-i kâmil ve tarik-i dünyalık” hakkındadır. Allah’a sığınırsak, şaire göre,
daima rahmette ve ihsanda oluruz.
İkinci makale, “Adalet ve insaf” hakkındadır.
“Adalet aklı memnun eden bir rehberdir. Memleket işleri yalnız adalet sayesinde görülür. Yurt
ancak onunla mamur olur.”
Dördüncü makale, “Padişahın tebaya karşı
vazifesi” hakkındadır. Dünyanın esası adaletsizlik üzerine kurulmuşsa da, dünyayı idare etmenin şartı adalettir. Kim bu “evde” bir gece adalet
işleyebildi ise, kendi yarınının evini yaptı, demektir.
On dördüncü makalede, “Adaletseverlik ve
doğru sözlülük” hakkından söz ediliyor. Burada
Nizami bir insanı adalet severliği teşvik ediyor.
Yurttaşlığın vazifesi zulme ve haksızlığa karşı
gelmek ve doğruyu cesaretle söylemektir. Kişinin asıl silahı doğruluktur. “Eğrilikten hüsran,
doğruluktan ise selamet ve ihsan” gelir.
Padişah tebaaya karşı vazifesine ait makaleye
şu hikâye eklenmiştir:
Büyük Selçuklulardan Sultan Sencer’in önüne zulüm uğramış ihtiyar bir kadın çıkarır, demiştir ki:
“Türklerin çün yükseldi devletleri,
Adaletten süslendi hep illeri;
Mademki sen zulme amil olursun
Bir Türk değil, çapulcu bir Hindusun.”
Leyla ile Mecnun
“Leyla ve Mecnun” manzumesinin mukaddimesinde, mesela, Şirvanşah Ahsitan’a hitapla
“kendisinden, birkaç öğüt dinlemesini” rica mukaddimesiyle, “Kudretli ol, fakat temkinini elden
bırakma! Mey iç, fakat sarhoş olma…” İkiyüzlüleri yanına sokma! Halkın itimadını kazanmak
için, sözünü tut! Kalbinde yeri olmayanlara inanma! Düşmanını küçük görme! Vuracağını kökünden vur, tutacağını düşürme!” gibi öğütlerde bulunuyor.
Nizami, padişahı denize benzetirken, ona
varan kendisini nehre eş tutmaktadır. Padişahın
bağı “cennet” ise, o da bir “cennet kuşu” dur.
Öteki cihanın ise, beriki de sözün sultanıdır. O
savaş meydanının pehlivanı ise, bu da mana ve
sözün kahramanıdır.
Nizami’den örnek bir adalet hikâyesi: Bir
padişahın yırtıcı köpekleri varmış. Cezalandırmak istediği kabahatlileri bunlara attırır,
parçalattırırmış. Genç ve akıllı nedim, günün
birinde, bu padişahın kendisini dahi köpeklere
attırması ihtimalini düşünerek, tedbirli davranmış; köpeklere bakan memurla dostluk yapmış
ve onun müsaadesiyle, her gün köpeklere yal
vermeği âdet edinmiş.
Günün birinde, aksi bir saatte, hiçbir sebeple, padişahın kızgınlığını tutmuş; nedime
hiddetlenmiş ve hemen köpeklere atılmasını
emretmiştir.
Kızgınlığı geçince, yaptığına pişman olan
padişah, köpeklerin memurunu çağırtarak zavallı nedimin hâlini sormuştur. Memur, padişahı köpeklerin bulunduğu yere getirmiş; ne
görse beğenirsiniz: Nedim yırtıcı köpeklerin
arasında tam bir emniyet içinde, sapsağlam
oturmuş, hayvanlarla şakalaşıyor.
Padişah, hemen Nedim’i huzuruna çağırmış.
- Bu ne mucize!?
-Padihaşım, neden mucize olsun!? Bunda
hayret edilecek bir cihet yoktur. Hayvanlar insanlardan daha hassas ve daha hakşinastırlar.
87
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Senelerdir sana sadakatle kulluk ettim. Hiçten
bir şey için, her şeyi unuttun ve hemen katlime ferman verdin. Hâlbuki bu vahşi köpekler
arada sırada kendilerine etmiş olduğum iyiliği
unutmadılar, gördüğün gibi, canıma kıymadılar.
Sonuç
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, hükümdar
adaletli olursa ülkede huzur ve güven olur. Ayırım ve kayırma olursa ülkede huzur ve sükûn
bozulur. Kargaşa ülkeye hâkim olur. O zaman
halk kimin yanında yer alacağını şaşırır. Bu
nedenle ülke yönetiminde adalet esastır.
Padişahın, hükümdarın ve devlet başkasının yanında bulunan şair ve yazarlar yer yer
bu konuya gereken önemi vermişler ve hükümdarların adaletli olması için elden ne geliyorsa
yapmışlardır. Bunan yanında sırf devlet başkanına yaranmak için söz söyleyen filozof, yazar ve şairler de var olmuştur. Bu çalışmada
bu ölçünün bazı özelliklerini edebî kaynaklara
dayanarak vermeye çalıştım.
Başarılı hükümdar, devlet adamı ülkesinin
sulhu ve selameti için var güçleriyle çalışmışlardır. Halkının mutluluğu, refahı için sayısız
fedakârlıkta bulunmaktan çekinmemişlerdir.
Bu nedenle böyle hükümdarlar kendi milletlerinin örnek şahsiyetleri olduğu gibi başka
toplumlar içinde örnek birer numune olmuşlardır. Geçmişini, kültür ve edebiyatını okuyarak,
gelecekle ilgili tedbirler almak hükümdarların
vazifesidir.
Günümüzde milletimize yön veren hükümdarları, başçıları orta mektepte çocuklarımıza
anlatmamız önemli görevlerimizden biridir.
İstikbale hazırlanan gençlere kültür, edebiyat
ve geçmişimizi tanıtmak üzerimize düşen vecibedir. Milletler kendi öz değerlerini iyi anlayıp
öğrenirlerse istikbal için geçmişteki hatalara
düşmezler. Nizami Gencevi eserlerinde devlet,
adalet ve adil devlet başkanı portesini açıkça
ortaya koymuştur.
Eğitim ve öğretimde adalet, devlet ve devlet
başkanı gibi önemli kavramları doğru ve düzgün bir şekilde öğrencileri öğretilirse, gelecek
nesil oluşturacağı dünyaya düzgün bir yerden
bakmış olur. Bunun için Türkiye’de ortaöğre-
timde Nizami Gencevi’nin kitapları müfredatta
yer almalı ve okutulmalıdır. Nizami Gencevi’nin
eserlerini tahlil ederek; adalet, devlet ve devlet
başkanı modelini örneklerle vurgulamaya çalıştım. Eğitim eksenli Nizami öğretisi günümüz
içinde geçerliliğini ve tazeliğini koruduğunu
eserlerini analiz ettikçe daha net görülmektedir.■
KAYNAKÇA:
Mahzen-i Esrar, Nizami, çev. M.N.Gençosman,
MEB yay., İst., 1993.
Hüsrv ve Şirin, Nizami, MEB yay., çev. S.Sevsevil,
İst., 1994.
Leyla ile Mecnun, Nizami, çev. Ali Nihat Tarlan,
MEB yay., İst., 1989.
Azerbaycan Şairi Nizami, M.Emin Resulzade, Bükreş, 11 Ekim 1941, MEB Basımevi, Ankara, 1951.
Dr. Akpınar, Yavuz, Azeri Edebiyatı Araştırmaları,
Dergâh yay., İst., Haziran, 1994, s. 467.
W.Barthold, “İslam Medeniyetler Tarihi”, İstanbul, 1940, s.71.
Resulzade, Mehmet Emin, Azerbaycan Şairi Nizami, Türk Dünyası Arş.Vak. yay., MEB yay., Ankara,
1951.
Gencevi, Nizami, Şark İslam Klasikleri, Hüsrev ve
Şirin, MEB ç. S.Sevselil, İst.1994.
Azerbaycan Sovet Ensicplopediyası, c:VII, Bakü,
1983.
Azerbaycan SSR Elmler Akedemisyası Elyazmaları
Fondu. A.Sur; Türk Edebiyatı Tarihi, FR–976 (3576),
FR–67 (3579), FR-544 (3577)
Cenubi Azerbaycan Edebiyyatı Antologiyası,c.
II,Elm Neşri., s.161, Bakü,1983.
Banarlı, Nihat Sami: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB yay., İst., 1983.
Kabaklı, Ahmet: Türk Edebiyatı Tarihi, Ak Yayınevi, İst., 1965.
Karaalioğlu, S.Kemal:Türk EdebiyatıTarihi I-IIIII-IV.İnkılap Kitabevi, İst.,1981-86.
Köprülü, M.Fuat: Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken
yay., İst., 1985
Kocatürk, Vasfi Mahir: Türk Edebiyatı Tarihi, Edebiyat yay., Ankara, 1973.
Levend, Âgah Sırrı:Tarih Boyunca Türk Dili, Türk
Dil Kurumu yay., Ankara, 1965.
Kurdakul, Şükran: Çağdaş Türk Edebiyatı Tarihi,
Broy yay., İst., 1985.
Özkırımlı, Atilla: Türk Edebiyatı Ansiklopedisi,
Cem yay., İst., 1983.
Doğan, S. (2008) Nizami Gencevi’nin Eserlerinde
Eğitim Eksenli Adalet, Devlet ve Hükümdar Öğretisi,
Turkish, Turkish Studies, S. 3, No. 7, s. 306–319.
88
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ŞÜKRÜ KACAR
E
debiyat ile politika, çok zaman iç içe girmiş,
kardeşmiş gibi gözükürler. Eğitim politikası
dediğimiz vakit, kuşkusuz edebiyat da ak­lımıza gelir.
Her kesimin, bu iki kavramı iyice anlaması ve içine
sindirmesi istenir.
Türk eğitim politikası, bugüne kadar birçok evreden geç­miş; bir dönem Alman, bir dönem Fransız,
bir dönem İngiliz, bir dö­nem de Amerikan eğitiminin
etkisi altında kalmıştır.
“Viyana Okulu” dediğimiz okuldan mezun olmuş,
bizleri yetiştirmeye çalışmış birçok eğitimcimiz vardı. Biz, Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji Bölümünde
okurken, derslerimize gelen Fikret Kanadlar, Fuat ve
Feriha Baymurlar ile daha birçok öğretmen bu ekolden gelmişlerdi.
Özellikle Müzik Bölümü, birçok yabancı öğretmenle doluydu. Atatürk döneminde 1925’lerde
Amerika’dan getirilmiş öğretmenler vardı. Şu günlerde de yurt dışından kafileler hâlinde kırk bin öğretmenin getirileceğinden söz ediliyor. İthal öğretmenin ve
ithal eğitimin, Türkiye’ye, şu güzel ülkemize ne getirip ne götüreceğini şimdiden tahmin edebiliriz. Dış
kaynaklı eğitim­in, ülke eğitimine ne denli zarar verdiğini geçmişte de görüp yaşamıştık. I965’lerde İsmet
Paşa Hükümeti döneminde Ame­rika’dan ülkemize
gönderilen ve “Barış Gönüllüsü” adı verilen öğret-
menlerin bize verdikleri zararı da yakından biliyoruz.
‘Edebiyat ve Politika’ diye girdik konumuza.
Edebiyat, bize göre sosyal bilimlerin başında gelen, öncelikli bir bilim dalıdır. Bir ülkenin edebiyatı
ne denli ileride olursa önce dili sonra da bütünlüğü
o derece güçlü olur. Ancak, edebiyatçıların, bilim
adamlarının politikada iyi sınav vermediklerini de yakından gördük, yaşadık. Örneğin, önce Millî Eğitim
Bakanlığına getirilen bilim adamı profe­sörler bu sınavı iyi vermediler. Bir Mustafa Necati, bir Hasan Ali
Yücel kadar başarılı olamadılar.
Ben Elazığ Belediye Başkanı iken, dönemin Millî
Eğitim Bakanı Özbek, Elazığ’a gelmişlerdi. Ben de
öğretmen kökenli olduğum için, Sayın Bakanın onuruna Şeker Fabrikası’nda bir yemek tertip etmiştik.
Bu yemeğe, başta Vali, Millî Eğitim Müdürü, Okul
Müdürleri de davetliydiler. Sayın Özbek’le bir odada yalnızken kendilerine bir öneri götürmüştüm.
Öneri, Öğretmenevleriyle ilgiliydi: “Sayın Bakanım,
Türkiye’nin hangi büyük şehrine gitsek, orda mutlaka
bir Orduevi ile karşılaşırız. Silahlı Kuvvetler mensupları bu yerlere gittikleri vakit hiçbir barınma zorluğu
çekmez ve orduevlerinde kalırlar. İrfan ordusu diye
anılan öğretmenlerimizin sayısı da nerede ise onlara
yakındır. Ben, belediye başkanı olarak arsasını verecek, siz de ilk öğretmenevini Elazığ’da yaptırtarak
89
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
eğitim tarihine geçen Millî Eğitim Bakanı olacaksınız. O bina bitinceye kadar da şu Atatürk İlkokulu yanındaki Devlet Kitaplık Binası’nı, öğretmenevi olarak
kullanmamıza izin vereceksiniz.” dedim.
Bu önerim, Sayın Bakan tarafından oldukça olumlu karşılanmış ve özel kalem müdürüne dönerek:
“Bunu not alınız.” talimatını vermekten de geri kalmamıştı. Ama zaman geçmiş, bundan bir sonuç çıkmamıştı. Ancak asker bakan Hasan Sağlam geldikten
sonra konuya parmak basmış ve öğretmenevlerinin
kurucu bakanı olmuştu. Bugün bütün öğretmenler,
onu, saygı ve rahmetle anmaktadırlar.
Milletvekili olarak meclise giden eğitimci ya da
edebiyat­çı meslektaşlarımızdan da zaman içinde hoş
sesler alamamıştık.
Bir tek, Cumhuriyetin ünlü şairlerinden Behçet
Kemal Çağlar, meclisin, milletvekilliğinin havasına
ısınamamış, bir gün kürsüye çıkarak “Batının fendi,
Şarklıyı yendi, Ali Veli’ye kızdı, Veli Ali’ye küstü,
bütün işler yüzüstü...” şeklinde oldukça anlamlı birkaç dize sıralayarak milletvekilliğinden ayrılma onurunu göstermişti.
Diyeceğimiz o ki politika yapmak her babayiğidin işi değil. Ben, bağımsız olarak belediye başkanlığına gelmiştim. Ancak politikaya da hiç ısınamamıştım. Yazı hayatım da 1945’lerde başlamıştı.
Akçadağ Köy Enstitüsü dergisinde başlayan yazı
hayatımız, Ankara’da yayımlanan Eğitim Hareketleri,
Köy ve Eğitim, Zamantı, İmece, İstanbul’da yayımlanan Varlık ve başka dergilerle, Cumhuriyet gazetesi, Mardin’de Mardin’in Sesi gazetesi, Samsun’da
Medeniyet gazetesi, Elazığ’da Yeni Harput, Turan,
Elazığ, Nurhak gazetelerinde sürmüş ve köşe yazılarımızın sayısı nerede ise yirmi binleri geçmişti. Ama
edebiyat ve politika bütünleşmesinde gene de sağlıklı
adımlar atamamıştık.
Edebiyat, öncelikle berrak, duru ve öz bir dil ürünüdür. Giderek daha çok kirlenmekte olan politikada
ise bu duruluğu, bu berraklığı görememekteyiz. İçinde bulunduğumuz günlerde komşu Arap ülkelerinde
meydana gelen bulanıklıklar, politikanın kirli yüzünü
daha açık şekilde ortaya koymaktadır.
O bakımdan edebiyat çok daha açık şekilde ağırlık
kazanmakta, kirliliği ve bulanıklığı dolayısıyla politika ile kesinlikle boy ölçüşememektedir.
Birinde aydınlık ötekinde ise karanlık ve kirli bir
yüz bulunduğundan aynı kefeye koyamaz, bütünleşmelerini de sağlayamayız. Politikaya gücümüz yetmediğine göre, bırakalım edebiyat yine kendi çizgisinde kalsın ve bu şekilde de yoluna devam etsin.■
90
KİŞİLİK
İnsan kendi olmalı,
Taklit değil.
Renklerden bir renk olmalı,
Renk katmalı Dünya’ya,
İnsan Kendi olmalı,
Başkasına benzemeyen,
Kişiliği oturmuş,
İnsanlığa bir şeyler veren.
SÜLEYMAN DAŞDAĞ
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Ben ne zaman ölsem
ELİF NİHAN AKBAŞ
B
en ne zaman ölsem, aklıma sen geliyorsun. Bir insan kaç kere ölür, deme. O kadar çok öldüm
ki ben! Ve o kadar çok andım ki seni.
İlk ölümümde çok yüksek bir yerden düşmüştüm mesela: Gözlerinden. Herkes “Gözü yüksekte,”
diyordu senin için. Öyleymiş. Düşünce anladım.
Hâlbuki bana sorsalar, engin bir denizin derinliklerini keşfederek ölmek isterdim. Ruhunun
derinliklerinde çırpınmak… Ruhuna balıklama dalıp da o taşlaşmış yüreğine çakılmam ilk intihar
denemem sayılabilirdi pekâlâ. Ama ölmemiştim o zaman. Belki de beni tutup kaldıran sözcüklerindeki
şefkat hayatta tutmuştu beni.
Bazı ölümlerimin ardından, Belki de beni gözlerinden iten babamdı, diye düşünüyorum. Erkek
adama Damla ismini koyarsan, olacağı budur. Düşüp durursun insanların gözünden… İlla ki bir kız ismi
koyacaksa Gözde koysaydı bari. Belki o zaman hiç ölmez, mutlu mesut yaşardım gözlerinde. Maviydi
ya gözlerin, gözbebeğini huzurlu bir ada sayardım ben.
Herkes isminin kaderini yaşarmış. Öyle derler. Ben inanmıyorum buna. Herkesi bilemem. Tek
bildiğim, ben ismimin kaderini değil, kederini yaşıyorum belki. Damla damla düşüyorum gözlerden.
Düşmediklerimdense ben damlalar düşürüyorum. Öyledir ya hani, seni sevmeyenleri memnun
etmek için çırpınır durursun da seni sevenleri perişan eylersin. İnanmadığım bütün genellemeleri
özelleştiriyorum belki de. İhalelerde en çok kederi ben teklif ediyorum. Ve belki de seni bir kez daha
olsun hatırlayabilmek için tekrar tekrar ölüyorum.
Başlarda böyle değildi aslında. Hatta ikinci ölümümde kendimi seni düşünürken bulunca çok
şaşırmıştım. Sanırım dördüncü ya da beşinci ölümümde alıştım bu duruma. Ondan sonra da saymayı
bıraktım zaten. Aklıma sen gelince öldüğümü anlıyordum. Sonraları bağımlılık oldu galiba. Seni
düşünmek için ölür oldum.
Bir keresinde üç dört delikanlı, sokak ortasında öldüresiye dövdü beni. Nedenini bilmiyorum.
Galiba onlar da bilmiyordu. Ama son birkaç tekmeyi, seni sayıklamama sinirlendikleri için yediğimden
eminim. Dayak yediğim için ölmedim, yanlış anlama. Böyle küçük şeyler koymaz bana. Ama tam da
yere düşerken beni dövenlerden birinin gözünde tuhaf bir pırıltı gördüm. Galiba dudaklarının ucu da
yukarı kıvrılmıştı. Hani konduramıyorum ama, sanki gülümser gibi. İşte bu yüzden düştün aklıma.
91
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
Ölüm nedeni: Ruh zedelenmesi…
Hâlbuki ağlasa, her tekmede hıçkırsa, her yumruğun ardından burnunu çekse oturup ben de ağlardım
onunla, onun derdine. Gözüme mi yapışırdı sanki? Ne de olsa kökü bende! Hiç çekinmezdim adımı
paylaşmaktan. Ama o güldü ve beni öldürdü!
Bazen düşünüyorum da, gözlerinden aşağı doğru süzülürken gönlüne değseydim, en azından
penceresinden şöyle bir içini görseydim, bu kadar çok ölür müydüm? Gözünden gönlüne düşseydim…
Süzülmek derken romantikleştiriyorum tabii. Yoksa basbayağı “küt” diye çakıldım yüreküstü. Kalbim
ağır yaralandı. Çok sevda kaybetti. İlk ölüm kaydımı böyle düşmüştüm. Ölüm nedeni: Kalp kerizi…
Kendimi bildim bileli bir yakınlık duyardım da ağlayanlara, ağır yaralanan kalbimden akıp giden
kayıp sevdalardan sonra daha bir hassaslaştım. Ne zaman biri ağlasa, bana sesleniyordu sanki. Bazen
usulca, burnunu çeke çeke bazen haykırarak, hıçkıra hıçkıra: Damla! Damla! Ağlayan herkesin yanına
koşuşum bundandı, şiddetli kanaması olan hastalara koşan doktorlar gibi… Hani ilk ölümüm geliyor
aklıma, bir gözden ne vakit bir damla düşse, ben tekrar ölüyorum. Bir türlü uyanamadığım bir kâbus bu
ama tuhaf, ben bu kâbusu seviyorum. İçinde senin olduğun ne varsa sevmem gibi… Sigara içmek gibi
aslında seni sevmek. Ölümümden mesul olduğunu bile bile senden vazgeçememek… Herkes bağımlılık
diyor. Ben öyle düşünmüyorum. Ölümün keyfini sürmek bence her ölümden sonra kalbimden bir dilim
kesip üstüne seni sürmek.
Hayatımdan çıkaramadığım romanı, ölümlerimden çıkarırım belki bir gün. Her harfte bir kez daha
ölürüm. Uzar gider romanım. “Herkesin hayatı roman anasını satayım!” diyen bir yayıncıya pis pis
sırıtır, “Benim ölümlerim roman be abi!” derim. Nice ölümlerden geçip geldiğimi bilmediğinden “Hangi
ölümün?” diye soramaz.
Ama hani olur da sorarsa, ilk göz ağrımı anlatmam ona. Değil mi ki en ağrılı ölümüm senin
gözlerinden düşüşüm olmuş, ilk göz ağrım demek hakkımdır.
Ceylan’ın gözlerinden bahsederim mesela. Gazetede görmüştüm. Kocaman açılmıştı gözleri. Öyle
kocaman ki, bütün dünya sığabilir içine. Gözbebeği diye gezdirir dünyayı gözünde. Herkesinki yuvarlak
olacak değil ya, onun gözbebeği de geoit olsun. O dünyayı sığdırabilecekken gözlerine, dünya hiçbir
yere sığdıramamış onu. Kaçıncı ölümüm hatırlamıyorum ama senden sonraki en sancılı ölümümdü o
gözleri görüşüm. Bir damla gibi dünyanın gözlerinden akıp giden bütün çocuklarla bir kez daha öldüm
ben. Var sen hesapla. Ama unutma, çocuk ölümleri ikiyle çarpılmalı. Çünkü onlar yaşamı tanımakla
geçmiş birkaç yılla beraber yaşanmamış bir ömür ve masumiyetlerini de götürüyorlar yanlarında.
Ne yana baksam çocuk katilleri görüyorum bazı günler. Bir çocukla birlikte dünyanın yanaklarından
süzüldükten sonra oluyor genelde. Koca koca adamlar geçiyor yanımdan. Güzel kadınlar. Ruhlarının
bahçesine gizlice gömdükleri çocuk cesetleri adımı haykırıyor: Damla! Damla! İçinde çocuk cesedi
taşıyanlardan biri olduğum geliyor aklıma. Ama yalan yok, onu komaya sokan sendin ve ben aslında o
gün anlamalıydım ilk katilim olacağını. “Neden?” diye sorduğun an yere yığılıvermişti içimdeki çocuk.
Bakma sen çocukların ikide bir “Neden?” dediklerine. “Çikolata ister misin?” diye sor da gör, soruyorlar
mı “Neden?” diye. Onlara sorsan, “İşte,” derler. Ben “İşte,” diyememiştim sana. Seni sevmeme bir
neden araman en ağır darbeydi ne zaman şeker görse koşulsuz sevinen çocuk ruhuma.
İşte yüreğimin yoğun bakım odasından çıkardım seni. Farkında olsan, “Neden?” derdin yine. “Neden
ölmeme izin veriyorsun?”
Ben ne zaman ölsem, o odada uyanıyorum çünkü. Yanı başında. Ben sana bakıyorum, sen içimde
yoğunlaşıyorsun. Ben ne zaman ölsem, sen içimde katılaşıyorsun. Bir kez olsun beni anla istiyorum.
Buharlaş ve yüksel göğe. Sonra damla damla saçlarıma yağ… Burnumun ucundan süzülerek usulca
düş toprağa.
Şimdi sen dışarıda ölürken, ben doğumhane kapısında bekleyen baba adayları gibi bekliyorum seni.
Dokuz ölüyorum. Sen ölüme doğduğunda, ben yaşama öleceğim. Bundan sonra seni ölürken değil,
yağmur yağarken düşüneceğim. Ve son kaydımı düşeceğim defterime nüfus memurları gibi. Ölüm
nedeni: Yenilenme… ■
92
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
ÖZGÜR KASIM AYDEMİR*
İ
nsanlık tarihini, bir anlamda, iktidar mücadelesinin tarihi olarak nitelendirmemiz mümkündür.
Bu gerekçeden hareketle yazımızda, iktidar kavramı
ile iktidarın “kara kutusu” niteliğindeki dil ilişkisini
teorik bağlamda felsefe ve dilbilimin kesişme evreni
içerisinde değerlendirebiliriz. “İktidar”ın salt siyaset
ya da devlet ile sınırlandırılmadığını ve “dil”in de
toplumsal ilişkiler evrenin dışında bir “meta” olarak
değerlendirilmediğini belirtmek isteriz. İktidar kavramı genelde “dil”in, özelde ise “söylem”in birbirinden
ayrı düşünülmemesinin gerekliliği yazımızın ana temalarındandır.
Yirminci yüzyılın sonu itibariyle sosyal bilimlerin önemli dayanak noktalarından biri hâline gelen
söylem; daha çok rasyonalizmin, determinizmin,
pozitivizmin ve ampirizmin güdümündeki tek düze
çözümlemelerin devrini kapatarak kendi çağını başlatmıştır. Böylece dil, toplumsal bağlamdaki çok boyutlu anlamsal ve işlevsel çıkarımlarla bir ağ özelliği
kazanmıştır. Söylemin fiili hükümranlığı karşısındaki
bireyler de, tabiyet karşıtı mücadelelerini, iktidarın
kendilerine sağladığı söylem alanı ve olanağı içerisinde sergileyebilmektedirler. Bu yönü ile söylem çözümlemeleri; felsefe, sosyoloji, antropoloji gibi bilim
dallarının da ilgisini çekmiştir.
“Söylem çalışmalarının İngilizcede ‘söylem çözülmesi’ başlığını taşıyan ilk çalışma olarak Noam
Chomsky’nin de hocası olan Zelling Harris’in Language dergisinde 1952 yılında yayımladığı makale
ile başladığı kabul edilmektedir. (Kocaman 1996:
2)”. Bu çalışmaların ardından Alman ve Fransız yorum ekollerinin[1] çalışmalarından da felsefî anlamda
etkilenen söylem çalışmaları daha çok postyapısalcı
yaklaşımın etkisinde kalmış, yurt dışındaki bu emekleme evresinden sonra ülkemizde de dilbilim çalışmalarında yer edinmeye başlamıştır. “Türkçede (…)
söylem sözcüğünün bugünkü anlamıyla ilk kez Berke
Vardar ve arkadaşlarınca (1980) hazırlanan dilbilim
sözlüğünde kullanıldığı kabul edilmektedir (Kocaman
1996: 6)”.
Omurgası dilbilim, edebiyat, dinbilim, toplumbilim, düşünbilim ve benzeri bilim dallarına dayanmış
olsa da ortak niteliği olan yorumlama edimi, kimi yorumlayıcı çalışmalarda, söylem teriminin sözel ya da
yazılı alandaki kaplamına yönelik de bir düşünsel karmaşa bulunmaktadır. Oysa dilbilim içerisinde söylem
terimi, bu karmaşayı ortadan kaldırmak için kullanılmaktadır. Yazılı ifadeleri karşılayan metin adlandırımı
karşısında söylemim kaplamı, sadece sözlü ifadeleri
değil yazılı ifadeleri de içermektedir. Söylem terimi
ile metin arasındaki önemli ayrımlardan birisi de söylemin toplumsal bağlam ile olan ilişkisidir. Bu ayrım
için Ahmet Kocaman, şu saptamada bulunmuştur:
“Kimi yaklaşımlarda bağlamın içine aldığı bir öge
* Dr., Pamukkale Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi,
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, [email protected]
Burada özellikle Gadamer’in öncülüğündeki Hermeneutik
ve Derrida’nın öncülüğündeki yapıbozum çalışmaları
vurgulanmaktadır.
93
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
olan metin, anlamları gerek sözlü gerek yazılı biçimde dilbilgisi yapılarıyla sunan ögedir. Söylem ise metin ve bağlam arasındaki ilişkilerle anlam kazanan,
dolayısıyla her iki ögeyi de içine alan bir kavramdır
(Kocaman 1996: 46)”.
Böylelikle ister yazılı ister sözlü olsun dil birliklerinin tamamını bağlamla birlikte söylem kavramı ile
de nitelendirebiliriz. Bu konumlamanın bir adım ilerisinde söylem çözümlemelerini de bir anlama ya da
anlamlandırma edimi olarak görmememiz gerekir. Bu
konuda, metni anlamanın söylemi ortaya çıkarmaktan çok metni söylem olarak algılayıp, yorumlama
edimi olduğunu belirten Edibe Sözen; açığa çıkarılışı,
bağlamı, anlamlandırılışı bakımından söylem için şu
yargıları savunmaktadır: “Söylem terimi, bireysel bir
faaliyet veya durumsal değişkenlerin bir yansımasından ziyade, dilin bir sosyal pratik olarak kullanılmasını tanımlar. Bu çeşitli imalara sahiptir: Birincisi dil
felsefesi ve linguistik pragmatikte olduğu gibi, söylem
bir eylem modudur. İkincisi, söylem ve sosyal yapı
arasında diyalektik bir ilişki vardır: Söylemler sosyal
inşa edicidirler. Söylem dünyayı temsil eden bir pratik
değil, dünyaya işaret eden/dünyayı gösteren bir pratiktir (Sözen 1999: 40)”.
Söylem çözümlemelerinin odak noktalarından
olan iktidar kavramı, felsefe tarihinin her döneminde
önemli düşünsel cazibe merkezlerinden birisi olmuştur. Bu doğrultuda öncelikle, ele alınan iktidar felsefesinin tarihsel arka planı ana hatlarıyla belirtilmeye
çalışılmıştır. Türkçede kullanılan iktidar sözcüğü,
İngilizcede power, Fransızcada pouvoir, Almancada
ise macht, vermögen, recht sözcüklerinin karşılığında kullanılmaktadır. Arapça kökenli iktidar sözcüğü
Türk Dil Kurumunun “Türkçe Sözlük”ünde şu ifadelerle tanımlanmıştır: “1. Bir işi yapabilme gücü,
erk, kuvvet, 2. Bir işi başarabilme yetki ve yeteneği,
3. Devlet yönetimini elinde bulundurma ve devlet gücünü kullanma yetkisi, 4. bu yetkiyi elinde bulunduran
kişi ve kuruluşlar (TDK 2005: 951)”. Sözcük, Mehmet Bahaettin Toven’in sözlüğünde “Muktedir olma,
güç yetmek takat (Toven 2004: 303)”. karşılığı olarak değerlendirilmiştir. İlhan Ayverdi’nin hazırladığı
sözlükte “1. Bir şeyi yapabilme, gücü yetme durumu,
muktedir olma, kuvvet, kudret, güç, 2. Ülke yönetimini elinde bulundurma, 3. Ülke yönetimini elinde bulunduranlar, hükûmet (Ayverdi 2006: 1378)” anlamlarıyla karşılan iktidar sözcüğü, Yaşar Çağbayır’ın hazırladığı sözlükte ise şu ifadelerle tanımlanmaktadır:
“1. Bir işi yapabilme gücü, erk, kudret, kuvvet, 2. bir
işi başarabilme yeteneği, 3. yapabilme yetkisi, yetkiye
dayalı güç, 4. devlet yönetimini elinde bulundurma,
devlet gücünü kullanma yetkisi, hükümet etme, 5. devlet gücünü ve yönetimini elinde tutan kişi veya kuruluş, hükümet yönetimini elinde bulundurma, hükümet,
6. bir topluluk içinde doğal maddi ve manevi etkenler
sonucu bazı kişi grup ve kurumların buyurma ve buyruklarını yaptırma gücü, 7. kabiliyet, yetenek, 8. erkek
için cinsel güç bakımından yeterlilik (Çağbayır 2007:
2129)”.
Ancak iktidar kavramının sözlüklerden alıntılanan
genel tanımlamalarla sınırlandırılamayacak felsefi ve
sosyolojik derinliğe sahip olduğunun göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünmekteyiz. Bu bağlamda; belirtilen bilimsel derinliklerin göz ardı edilmesi, iktidar
kavramını günlük, sığ bir popüler tüketim malzemesi
hâline getirecek ve gerçek iktidar sahiplerinin amacına
hizmet etmek durumunda olacaktır. Bu nedenle Türkçede ana hatlarıyla, alıntılanan doğrultuda anlamlandırılmış olan iktidar kavramının asıl felsefi derinliği
üzerinde odaklanılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Gerek yazının yapısal sınırlılığı gerekse odaklanılan
düşüncenin dağıtılmaması adına iktidar kavramının
felsefe, sosyoloji ve antropoloji tarihi içerisindeki
gelişimine ve değişimine oldukça yüzeysel nitelikte
değinerek benimsediğimiz kuram doğrultusunda değerlendirmede bulunmaya gayret sarf edilmiştir. Bu
bağlamda yazımızda değerlendirdiğimiz iktidar kurgusunun Fransız düşünür Michel Foucault’nun görüşlerine dayalı olarak ele alındığını belirtebiliriz. Michel
Foucault’un iktidar felsefesinin kurgulanabilmesinde
modernitenin öncü ve özgün muhalifi Theodor W.
Adorno’nun ve modernite eleştirmenliğinin yanı sıra
bilgi ile iktidar bağlantısının Avrupalı ilk kâşifi niteliğindeki Friedrich Nietzsche’nin önemli basamakları
oluşturdukları kanısındayız. İktidar kavramını ele
alırken sözlüklerde de belirtildiği üzere salt yöneten,
hükmeden yönüyle değil, yöneten ile yönetilen arasındaki mücadele yönüyle de ele aldık. Çünkü koşulsuz tâbi olan(lar)a hükmeden egemen gücün olduğu
yerde iktidardan söz edilemeyeceğini düşünmekteyiz. Nitekim Foucault’a göre “(…) ilk kavranması
gereken şey, iktidarın yerinin devlet aygıtı olmadığı
ve devlet aygıtlarının dışında, üstünde, yanında çok
daha düşük düzeyde işlev gören iktidar mekanizmalarında değişiklik yapılmadığı takdirde toplumda
hiçbir şeyin değişmeyeceğidir (Foucault 2003: 43)”.
Ele aldığımız, iktidar felsefesi, bir mücadelenin ürünüdür. Foucault’un özellikle vurguladığı bu çok yönlü iktidar algılayışının öncü ismi, başta Nietszche
olmak üzere Marks üzerinde de büyük etkiye sahip
olan Arthur Schopenhauer’dir. Schopenhauer’in bu
kurgusundaki anahtar işlevine sahip kavramsallaş-
94
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
tırması ise “irade”dir. Schopenhauer’in “irade”sinin
Marks’taki yansımasında belirgin değişiklikler bulunmaktadır. Marks iradeye sahip özneye önemli bir
eklemede bulunmuştur ki bu kavram da “bilinç”tir.
Felsefi düşüncesinde metafiziğe önemli bir yer ayıran Schopenhauer’in aksine, materyalist yönüyle öne
çıkaran Karl Marks’ın “bilinçli özne”si, bu nedenle
iktisadi üretim ve tabii ki tüketim döngüsünde egemen figür niteliğindedir. Düşünce dünyasında Arthur
Schopenhauer’in önemli etkileri bulunan Friedrich
Nietzsche ise, Schopenhauer’in metafizik yaklaşımını sürdürmesinin yanında “irade” kavramsallaştırmasına eklemeler yaparak geliştirmiş ve iradenin amacı
olarak da değerlendirdiği temel kavramı olan “iktidar
istenci”ne ulaşmıştır. Özellikle İngilizceden yapılan
kimi çeviri eserlerde iktidar ile güç sözcüklerinin
birbirlerinin yerine kullanılabildiğini gözlemlemekteyiz ki bu işletimin terminolojik bir kargaşaya neden
olabileceği kanısındayız. Değerlendirmelerimizde
güç ve iktidar kavram alanlarını paradigmal özdeşlik
içerisinde değerlendirmediğimizi belirtebiliriz. Nitekim gücü, muktedir olma yolunda bir araç, iktidarın
varlığı kanıtlaması yolunda bir araç niteliğiyle değerlendirmekteyiz. Güç ile iktidar arasındaki belirgin sınırı ve yoğun ilintiyi, Elias Canetti oldukça somut bir
örneğe dayalı olarak şöyle açıklamıştır: “Kedi, gücü,
fareyi yakalamak, onu ele geçirmek, pençelerinin
arasında tutmak ve nihai olarak da öldürmek için kullanır. Ama fareyle oynamasında bir başka etken daha
vardır. Kedi farenin gitmesine izin verir, birazcık kaçmasına, hatta arkasını dönmesine fırsat tanır; bu süre
boyunca fare artık güce maruz değildir. Ancak hâlâ
kedinin iktidar [alan]ının içindedir ve her an tekrar
yakalanabilir. Derhal uzaklaşırsa, kedinin iktidar alanından kaçar; ama, artık ulaşılamayacak olduğu noktaya varana kadar hâlâ kedinin iktidar alanının içindedir. Kedinin egemen olduğu uzam, fareye yaşattığı
umut anları, bir yandan da bütün bu zaman zarfında
onu yakından izlemeyi sürdürmesi ve onu yok etmeye
gösterdiği ilgiyi ve yok etme niyetini asla elden bırakmaması; bunların hepsine, yani uzam, umut, dikkatle
izleme ve yok etme niyetine iktidarın fiili bedeni, ya da
daha basit bir biçimde, iktidarın ta kendisi denebilir
(Canetti 2006: 283-284)”.
Foucault’un iktidar kurgusunun salt felsefe ile sınırlı kalmadığını, hatta bu görüşlerin en etkili olduğu
disiplinlerden birinin dilbilim olduğunu ileri sürebiliriz. Bu noktadan hareketle iktidarın yanı sıra genelde
“dil”e, özelde ise “söylem”e ilişkin değerlendirmelerimizin kuramsal arka planını Michel Foucault’un
görüşleri oluşturmaktadır. Foucault’un bilimsel kur-
gusundaki iktidar ve dil Bernauer şu ifadelerle belirtmiştir: “Arkeoloji, söylemin doğduğu ve işlediği
toplumsal ve siyasal koşulları derinlemesine incelemeden, varoluşsal zorunluluk boyutuna ulaşamayacaktır. (…) Arkeoloji bir köleleştirme biçimine karşı
verilen siyasi bir mücadeledir. Çünkü hümanizm bir
öz itaat felsefesini temsil etmektedir: “Ruhtan -‘bedeni yöneten ama Tanrı’ya tabi olan’ bir ruhtan- söz
eder; bilincin -‘karar vermede hükümran ama hakikatin zorunluluklarına tabi’ bir bilincin- iktidarını
ilan eder; bireyi -‘doğal ve toplumsal yasalara tabi
kişisel hakların sözde sahibi’ bir bireyi- müjdeler; temel özgürlük -‘içeride hükümran ama dış dünyanın
taleplerine bağımlı ve ‘kaderle işbirliği içerisinde’
olan’ bir özgürlük- kandırmacalarını anlatır (Bernauer 2005: 215)”.
Aşırı bireyselleştiriciliğiyle eleştirilen Foucault’un,
aslında bireyselleşme karşıtı olduğunu belirtebiliriz.
Çalışmalarında bireysel özneden çok, toplumsal özneye ağırlık veren Foucault’a göre iktidar ancak toplumsal özne kurgusunu gerçekleştirebildiği sürece gücünü koruyabilecektir. Foucault, söylemdeki iktidar
ilişkilerinin incelenmesinde önceliğin toplumsal özne
kurgusuna verilmesine de gerekçe oluşturacak görüşlerini şu tümceleri ile özetlemiştir: “Günümüz siyasi,
etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve
devletin kurumlarından kurtarmaya çalışmak değil;
kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan
bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan
beri zorla dayatılmakta olan bu tür bireyselliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak zorundayız (Foucault 2005: 68)”.
Dil ile iktidar arasındaki ilişkide bilgi önemli
iktidar araçlarından biridir. Bilginin aktarıldığı dil
birlikleri, bir anlamda iktidarın öncü kuvvetleri niteliğindedir. Kurgulanan bilginin, kuramsal içeriği uygulamaya çevirebilme noktasında kendisini özneye
kabul ettirmesi gerekmektedir. Bu nedenle iktidarca
kurgulanan ikna sürecinde bilgi, söylemle (söylemde
değil) bu görevi yerine getirebilmektedir. Bu aşamada
bilginin erkini güçlü kılabilmek için gerçeklik ölçütleri de yine söylemle birlikte hâkimiyetini kurmaktadır. Böylelikle genelde belirtmiş olduğumuz işlevdeki
bilgiye (Michel Foucault’un adlandırımı ile “modern
episteme”ye), özelde ise ahlâka, hukuka, adalete dayalı güçlü kamuoyu (Roland Barthes’in adlandırımı
ile “doksa”) oluşturulmaktadır.
Dil ile iktidar arasındaki ilişkide önemli işleve sahip iktidar araçlarından bir diğeri de özgürlüğe ilişkin
söylemlerdir. Özgürlüğe yönlendirilen öznenin aslında tabiyete yönlendirilmiş olduğu göz ardı edilmeme-
95
h az ir a n-temmuz-a ğustos
2 0 1 1
lidir. Bu konuya ilişkin, M. Foucault’un iktidar kurgusunda, Nietzsche aracılığıyla etkide bulunan Adorno ve Horkheimer, “Aydınlanmanın Diyalektiği”nde
modern öznenin sürekli üretildiğini, bu üretim aşamasında özne adlandırmasının dahi bir aldatmaca olduğunu, öznenin kendisinin modernitenin erki tarafından üretildiğini belirtmektedir. Foucault da bu görüşü
benimseyip geliştirerek, öznenin tabiyetinin sıklıkla
tekrarlatıldığını ve özgürlüğün de bu tekrarlanma süreçlerine ilişkin olduğunu belirtmiştir. Daha yalın bir
ifade ile iktidar farklı içeriğe ve işleve sahip bilgiler
aracılığıyla özneyi sürekli –kendi rızasıyla- tabiyete
yönlendirmektedir. Öznenin özgürlüğü ise bu tabiyeti
onaylama sürecine özgüdür.
İktidar dil ilişkisindeki en önemli denetim aracı
da gözlemdir. Sözde özgürlüğünün bilincinde olan
özne, gözetim altında olduğuna ilişkin aynı bilince
sahip değildir. Bu noktada Foucault’un iktidar kurgusunun önemli bir metaforu kaşımıza çıkmaktadır:
Panopticon. Bu metaforun varlığına adını aldığı bir
hapishane ilham vermiştir. “Panopticon ya da gözetim evi merkezi bir gözetleme kulesi etrafında birçok
hücreden oluşan, bir gardiyanın birçok mahkûmu
aynı anda denetleyebildiği büyük dairesel yapı bir anlamda çelişkili de olsa, Jeremy Bentham’ın yaratıcı
imgeleminin ürünüdür (Bentham 2008: 77)”. Panopticona dayalı gözetim ve denetim mekanizmasının temel özelliği gereği, gözetimde ve denetimde bulunanlar mahkûmiyetlerinden habersiz olan herkese “eşit
uzaklıkta” gözlem yapmak durumundadır. Bu doğrultuda insanların eşitliğine uç veren bilginin de yine iktidarca kurgulanmış olduğunu belirtebiliriz. Nitekim
Batı’daki resim sanatının İslami toplumlara ilk giriş
türü olan minyatürlerde de benzeri bir kurgu vardır.
Minyatürlerde insanlar başta olmak üzere evrendeki
hiçbir varlığın fiziksel, maddi, özelliklerinden dolayı
bir diğerinden daha yakın ya da büyük çizimine rastlanılamaz. Burada da panopticon kurgu içerisindekilerin eşit tutulması gerektiği vurgusu vardır. Minyatür
resim sanatındaki bu kurgunun temelinde, İslam dini
içerisinde özneyi öne çıkaran özelliğin maddi evrene
ilişkin olmayıp “takvâ”dan kaynaklandığını da belirtebiliriz.
İktidar kavramına ilişkin olarak değerlendirilebilecek bu kuralların -yansıtıcısından çok- yaşam evreninin dil olduğu, Foucault’la birlikte artık kanıksanmış
bir görüş niteliği kazanmıştır. Dolayısıyla öznenin bireysellikten çok toplumsallığı bağlamında değerlendirildiği, toplumsal ilişkilerin de iktidar kavramından
yalıtılmış bir değerlendirmeye tâbi tutulamayacağı
görüşünün devamında bu değerlendirmelerin söy-
lemle işletilerek, söylemle somutlanabileceği belirtilmiştir. Böylelikle söylem, bir anlamda, (modern
epistemenin olduğu gibi) iktidar ilişkilerinin de hava
yuvarı niteliğindedir[2]. Söylem içerisinde konumlanmış öznenin özellikleri, özgürlük evreni, dolayısıyla
iktidar mücadelesi; ilgili tarihsel bağlamın ana hatlarıyla bilinmesini zorunlu kılmaktadır.
Ana hatlarıyla gerçekleştirmeye çalıştığımız değerlendirmelerin sonucunda genelde dilin, özelde ise
“söylem”in toplumsal kurallardan ve ilişkilerden bağımsız tutulamayacağını hatta toplumsal kurallar ve
ilişkiler ağı olarak tanımlanabileceğini belirtebiliriz.
Belirtilen özellikleri dolayısıyla söylem, iktidarın en
önemli varlık alanı niteliğindedir. Bu bağlamda, dili
iktidardan iktidarı da dilden ayırmanın mümkün olmadığını ancak bu ayrılmaz kurgu bütünlüğüne yönelik incelemelerin ve değerlendirmelerin de dilbilime,
sosyolojiye ve felsefeye dayalı olmadıkça eksik ve
yüzeysel sonuçlar verebileceğini ileri sürebiliriz.
KAYNAKLAR:
Aydemir Ö. K. (2010). Gencine-i Adalet Üzerine Dilbilgisi İncelemesi ve İktidar Felsefesi Bakımından Söylem Çözümlemesi,
Yayımlanmamış Doktora Tezi, Pamukkale Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Denizli.
Ayverdi İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul.
Bernauer J.W. (2005). Foucault’un Özgürlük Serüveni Bir Düşünce Etiğine Doğru, çeviren : İsmail Türkmen, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
Canetti E. (2006). Kitle ve İktidar,Çeviren:Gülşat Aygen, Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
Çağbayır Y. (2007). Ötüken Türkçe Sözlük, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Foucault M. (1994). The Archeology of Knowledge, çeviren: A.
M. Sheridan Smith, Routledge Press, London.
Foucault M. (2003). İktidarın Gözü, çeviren: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault M. (2005). Özne ve İktidar, çeviren: Işık Ergüden, Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Karpuz H.Ö. (2006). “Anadili Bilinci Sorunu”, Türkçenin Çağdaş
Sorunları, s.175-188, Divan Yayınları, İstanbul.
Keskin F. (1999). Söylem, Arkeoloji ve İktidar, Doğu Batı, S.9,
s.15-23.
Kocaman A. (hzl.) (1996). Söylem Üzerine, METU Press, Ankara.
Püsküllüoğlu A. (2007). Türkçe Sözlük, Can Yayınları, İstanbul.
Sözen E. (1999). Söylem Belirsizlik, Mübadele, Bilgi/Güç ve Refleksivite, Paradigma Yayınları, İstanbul.
Toven M.B. (2004). Yeni Türkçe Lügat, hzl. Abdülkadir Hayber,
Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
Türk Dil Kurumu (2005). Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara.
2. Ayrıntılı bilgi için bkz: Foucault 1994.
96
h az ir an-temmuz-a ğustos
2 0 1 1

Benzer belgeler