Ne tadımız ortaktır, ne acımız!

Transkript

Ne tadımız ortaktır, ne acımız!
'HSUHP(UFLü
WH
SHNLGHYOHWQHUHGH"
1999 depremini mezarda emekliliği parlamentodan
geçirmek ve sermayeye bayram armağan etmek
için kullanan, deprem vergisi icat eden, vergiyi
kalıcılaştırarak emekçileri on yıldan fazladır soymayı
başaran devlet, işçi ve emekçi için cellatlık ve ölü
soyuculuktan başka bir işlevi olmadığını bir kez daha
kanıtladı.
•4
6×Q×IELOLQoOL
LüoLGüQPHNWHGLU • 3
\DíDVÜQ
sosyalist
6D\Ü.DVÜP7/
1HWDG×P×]RUWDNW×UQHDF×P×]
LíÁLGHmokrasisi
úüoLOHULQ
KDNHWPHGLùLUHIDK
Enerji bakanı, "gün ışığından daha fazla
yararlanmak ve verimliliği arttırmak için, mesaiyi
sabah saat 6'da başlatmaya ve Cumartesi
günlerini de çalışma günlerine dahil etmeye
hazırlandıklarını" buyurdu. Bakan Yıldız, "bunun
çalışanların uykusundan fedakarlık olmayacağını,
böylece çalışanların daha erken yatacağını"
söyleyerek, yüreğimize su serpti. "Cumartesi
günlerinde tam ya da yarım gün mesai yapılması
için harekete geçecek"miş; "zenginleşmeyi ancak
çalışmayla elde edebilir"mişiz.
•10
:DOO6WUHHWYHSDSD]ODU×Q×Q
N×]×OKD\DOHWNRUNXVXQXE\WHOLP
Depremin de bir kez daha ortaya gösterdiği, bugün Türk ve Kürt işçilerden gizlenmek istenen gerçek
şudur ki, bizim sizinle ne tadımız ortaktır, ne acımız!.. O enkazların altında kalanlar burjuvalar değil
Kürt işçi ve emekçileri, kır ve kent yoksullarıdır. Egemen ulus şovenizmi, Kürt ulusuna bir düşmansa,
ezilen ulustan işçi ve emekçilere bin düşmandır! Kürt ve Türk işçiler, kent ve kır yoksulları ise, Türk
ve Kürt burjuvalarıyla sınıf düşmanıdırlar. Sınırlar, duvarlar işte tam buradan çekilidir!
)DEULNDODUGDHPHNoLPDKDOOHOHULQGH
VRNDNYHPH\GDQODUGDKD]×UODQPD\DQ
AQD\DVDGDLüoLOHU\RNWXU
Bu anayasa tekellere, bankalara, holdinglere, vakıflara, plaza ve villalara, bunların hepsinin
sahibi burjuvaziye sınırsız özgürlük sağlarken; işçilere, kent ve kır yoksullarına, kadınlara,
gençlere daha ağır koşullarda yaşamayı, daha fazla sömürülmeyi ve geleceksizliği vaat ediyor.
Bundan dolayı bu anayasayla işçinin sahip olduğu son haklar da elinden alınırken birey olarak
daha fazla sömürüleceği ve köleleşeceği kapitalistlerin Kölece Çalışma Stratejisi‘ne mahkum
• 8-9
ediyor. Bundan dolayı bu anayasada işçiler, işçi sınıfı yok!
Hareketin
küreselleşme
sürecinde nasıl bir
şekil kazanacağını
zaman gösterecek.
Bugünkü dünya
çapındaki
eylemlerden gelen
haberlerde de görüldüğü gibi, krizin daha
şiddetli yaşandığı ve mücadele geleneğinin
olduğu ülkelerde daha militan bir karakter
kazanma, sıçrama dinamikleri de var.
• 15
2
NƦNRJHQNXN
.DUGHíOLNNRNXVXNDUGHíOLNVHODPÜ
Yine bir deprem yine yıkım yine
ölümler yine viraneye dönen kentler. Bu kez yıkımın adresi Van.
Dün Körfez, Düzce, Kütahya…
depremleri, Japonya‘da tsunami,
Fukişima‘da nükleer sızıntı, New
Orleans‘ta tufan, bugün Tayvan‘da
sel, Van‘da deprem. Kapitalizm
doğa olayları karşısında çaresiz.
Çünkü onun doğasında ki kar hırsı
bu yıkımların mimarı.
sendikalar, devrimci, demokrat kurumlar harekete geçtiler. İşçi emekçilerin kardeş selamını aksatmadan
ulaştırmak için seferber olundu.
Van‘da depremlerde yaşanan yıkımların yıllardır değişmeyen çarpık
yapılaşma ve buna yol açan kapitalist politikalardan kaynaklandığı
bir kez daha görüldü. Depremden
sonra halk kendi imkanlarıyla enkazı kaldırmaya ve altındakileri
kurtarmaya çalıştı. Devlet yetkililer
ise sadece açıklama yaptı. Başbakan bakanlar sürüsüyle kente koştu
ana muhalefet eksik kalmayacağını
bildirdi. Ama ortada yardım yok
düzenli bir kurtarma çalışması yok.
Burjuva devlet yine ortada yok!
İşçi Meclisi okurları olarak kardeş
kokusunu kardeş selamını Van'a
ulaştırmak için bulunduğumuz her
yerde dayanışma örmeli, yardımların organizasyonuna katılmalı ve
doğru adrese ulaştırılmalarına çalışmalıyız.
Burjuvazinin sözcüleri ise salyalar
akıtarak Van'ı yeniden inşaa etmekten bahsediyor. Leşe üşüşen iştahlı
akbabalar gibi.
BDP yardımlar için adres olarak
Van Merkez Belediye Garajı Kriz
Masası adresini veriyor. Telefon ise
0 432 214 83 81.
Yine kardeşlerinin yardımına koşturan, seferber olanlar işçiler, emekçiler. Dört bir yanda dayanışma
ağları örüldü, yardımlar aktı kente.
İşçilerin emekçilerin üstünden nemalananlarda bu çaba karşısında
sessiz kalamıyor,, şirin görünmek
için onlarda yardım koşuşturmasına
katılmak zorunda kalıyorlar. Tek
dert yardımların reklam olarak geri
dönmesi.
İşçi ve emekçiler, dişinden, asgari
yaşam olanaklarından kıstığı, ya
da parası olmadığı için evindeki
eşyasını satıp verdiği dayanışma
çabasıyla, bir dizi oda, işçi ve kamu
çalışanı sendikasının tabanlarından
Peki devlet ne yapıyor? Depremde
yaşanan ölümlerin sorumlusu olan
burjuva devlet önce ortada görünmeyerek her afette olduğu gibi bu
afette de işçi ve emekçiler için ne
kadar gereksiz ve yük bir kurum olduğunu bir kez daha gösterdi. Sonra
sahneye çıkıyor ve yardımların dağıtımını aksatıyor bu kezde. Ya da
yardımları kendi kontrolüne almak
için manipülasyona başlıyor.
Ama patronlarada onların devletinede son asker ölümlerinin ardından yükseltilen şovenist saldırganlığa da net cevap işçi emekçilerden
geldi. Van‘da yaşanan deprem karşısında seferber olan işçi emekçiler
adeta "sınırlar halklar arasında değil
sınıflar arasında" dedi.
Van‘a dörtbir yandan yardımlar
akmaya başlarken bir taraftanda
yeni yeni kampanyalar düzenlenerek yardım malzemelerinin kente
ulaştırılması sağlanmaya çalışılıyor.
KESK, TMMOB başta olmak üzere
Bu seferberlik karşısında BDP Genel Başkanı Selahattin Demirtaş
twitter hesabından "Türkiye'nin
dört bir yanından gelen yardımlarda kardeş kokusu, kardeş selamı var.
Herkese teşekkürler" dedi.
Gönderilen yardımların adresine
ulaşması için takipçi olmamız şart.
TMMOB ve KESK bu konuda aracılık görevini üstlendiler. Yardımlar
bu kurumlar üzerinden ulaştırılabilinir.
gelen dayanışma seferberliğiyle, atık
kağıt işçilerinin Van'daki kardeşleri
için gösterdikleri dayanışmayla….,
burjuvaların iki yüzlü sadakalarının
"tek yürekliğini" değil, bunlar arasındaki sınıfsal, toplumsal, insani
her açıdan derin ayrım ve karşıtlığı
sergiledi.
Enkaza dönen kentteki kardeşlerimize asıl kardeş selamını, kardeş
kokusunu ulaştırmak herkesden
önce bizim işçi ve emekçilerin görevi. Geri dönüşüm işçilerinin altını
çizdiği gibi "Biz çok özel bir şey
yapmıyoruz, yapmamız gerekeni
yapıyoruz".
2HNUDQ×QELUGHG×ü×YDU0JH$QO×
Ev kadınlarını ekran başında
uyuşturan kadın programlarından
biri olan Mektubunuz Var'da
Kürt halkına "Herkes haddini bilecek. Yeri geldi mi taş atacaksınız,
kuş avlar gibi polis asker avlayacaksın sonra yardım isteyeceksin.
O polisler hemen yardımına koştu
oradakilerin. O taş atanların eli
kırılsın" diye hakaret eden Müge
Anlı'ya protestolar yağdı.
Yayıncılık hayatına magazin bebeği
olarak başlayan ve "ekran polisi"
olarak sürdüren Anlı'nın sunuculuğunu yaptığı polis destekli program, son yıllarda kayıp ya da katledilmiş yakınlarını arayan kişilerin
adresi olarak rating rekorları kırıyor. Programına katılanları polis
gibi sorgulayan Müge Anlı'nın son
marifeti, Kürt halkına devlet ağzıyla saldırmak oldu. 12,5 yıl önce
Ahmet Kaya'ya çatal bıçak fırlatan
şovenistlerin içerisinde yer alan
Anlı, hedefe bu kez de Kürt halkını
çakma pervasızlığında bulundu.
Şovenizmin şaha kalktığı çam devirmesiyle medyanın içinden de
eleştiri alan Müge Anlı, bir başka
magazin bebeği olan Esra Erol'un
evlendirme programına bağlanarak sözlerinin arkasında olduğunu
söyledi. Muhtemelen her yerin
kamera önü olmadığını, ATV'nin
bir de kapısının dışı olduğunu
hatırlayan Anlı, söylediklerinin
yanlış anlaşıldığının altını çizmeyi
de ihmal etmedi!
Müge Anlı'ya sert bir dille yanıt
veren BDP Eşbaşkanı Selahattin
Demirtaş, "Deprem kadar yıkım
yaratan faşizan ırkçı tutumlardır.
İnanıyorum ki, herkes tarafından
da mahkum edilmiş bir duygu
olarak asla ve asla yaşam bulmayacak davranışlardır. Bazı televizyon programcılarının ‘ırkçılık
mezunu faşizmde doktora yapan
bu plastik oyuncaklar' inanıyorum
ki televizyonda daha fazla yer alamayacaktır. Yaymaya çalıştıkları
bu faşisan ırkçı anlayışın, hiçbir
toplumsal kesimde hakim düşünce olmayacağını göreceklerdir.
Halkın yaptığı, gösterilen dayanışma böylesi zihniyetleri pratikte
mahkum etmiştir. Şu saate kadar
depremle ilgili sınavını Türkiye
başarıyla vermiştir" dedi. Ancak
tıpkı Fatih Altaylı'nın kadın cinayetleriyle ilgili kadın katili manşetinde olduğu gibi, Müge Anlı'nın
rating rekorları kıran ve kadın
beynine zarar programının da yayından kaldırılması beklenmiyor.
İşçi Meclisi - Yerel Süreli Siyasi Dergi - Sayı:15- Fiyat: 1 TL
Pina Basım Yayım San. ve Tic. Ltd. Şti. adına sahibi Hüseyin Kezik Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ali Filizler
Adres: Bereketzade Mah. Büyükhendek Cad. Portakal Sok. No: 2/11 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0 212 251 20 89
Hesap No: İş Bankası Koca Mustafapaşa Şubesi 1105 0792812
Baskı: Özdemir Matbaası Adres: Davutpaşa Cad. Güven Sanayii Sitesi C Blok No:242 Topkapı/İstanbul Tel: 0212 577 54 92
3
NƦNRJHQNXN
6ÜQÜIELOLQÁOLLíÁLGÖíÖQPHNWHGLU
Fırat suyu bütün bir bölgeyi
Takma adlarla dolanmak
Zorundadır
(Cemal Süreya)
Özgürlükse herkese
özgürlük olmalı. Kürt
işçisi de kendi dilini
özgürce kullanacak,
kendi sözünü özgürce
söyleyecek, cezaeviyle,
ölümle tehdit
edilmeyecek. Halklar
kardeştir, işçiler olarak
birlikte mücadele
etmeliyiz
A
sker cenazeleri geldi. Neden
hiçbiri villalardan, zengin konutlarından, gökdelenlerden değil de;
hep gecekondulardan, mahallelerden,
emekçi semtlerinden, köylerden, kasabalardan, büyük şehrin varoşlarından kaldırılıyor?
Asker cenazeleri geldi. 30 yıldır geliyor. Her ölümle birlikte kentler, resmi
binalar, evler, sokaklar tekrar tekrar
bayraklarla donatılıyor. Bu bayrak neden işçi ölümlerinde, iş cinayetlerinde, başka felaketlerde değil de, sadece
bu uzatılmış kirli savaşta hatırlanıyor?
Asker cenazeleri geldi. Neden TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, tüm patron
örgütleri liberal dinci, milliyetçi sendikalarla birlikte protesto yürüyüşü
düzenliyor ve işçiyi patronla "teröre
karşı birlik olmaya" çağırıyor?
Asker cenazeleri geldi. Tüm Süper
Lig futbol takımları ve tuzu kuru
futbolcuları federasyonun örgütlemesiyle neden her golden sonra asker
selamına duruyorlar?
Asker cenazeleri geldi. Zamlar, hayat
pahalılığı, kriz, işsizlikle değil de; neden tüm medya "terör örgütü" analizleriyle programlarını dolduruyor?
Asker cenazeleri geldi. Şili’de,
Avrupa’da, Amerika’da, tüm dünyada
gençler diplomalı-diplomasız işsizliğe
karşı kitlesel eylemlerle tepkilerini
koyarken, neden bu ülkede okul giysileriyle ırkçı yürüyüş ve saldırılara
katılsın isteniyorlar?
Asker cenazeleri geldi. Üstüne bir
de bir Kürt ilinde yüzlerce insanın
öldüğü bir deprem yaşandı. Van’da
insanlar binaların altından dahi çıkarılmamışken, neden patronlar iştahla
yeni konut fiyatlarının hesabını yapıyor, yıkımın ekonomiyi canlandırıcı
etkisini hesaplamaya girişiyorlar?
Asker cenazeleri geldi. Üstüne bir de
deprem felaketi. Neden hep meslek
lisesindeki işçi-öğrenciler, ataması zar
zor yapılmış eğitim işçileri, Kürt işsizleri, emekçi Kürt kadınları yıkılan
evlerin altında kalıyor?
Asker cenazeleri geldi. Üstüne bir
de deprem felaketi. Devlet nerede,
diye haykırıyor dondurucu soğuğun
altında bir battaniye peşinde koşan
Kürt inşaat işçisi. Devlet Şırnak’ta,
Hakkâri’de kendi ulusal sınırları
içindeki dağları bombalıyor, köyleri
abluka altına alıyor. Kapitalist devlet
"terör örgütüne karşı" sınırlarını koruyor! Devlet asker cenazelerine yeni
cenazeler eklemenin peşinde, devlet
intikam peşinde aynı gün Kuzey
Irak’a operasyon düzenliyor. Devlet,
deprem bölgesinde seçilmiş belediye
başkanlarını cezaevine koymak için
örgütlenmiş. Devlet, göçük altında
kalmış ailelerine yardım etmek için
yıkılan duvardan kaçmış cezaevi
mahkûmlarını tekrar hapsetmenin,
cezaevi duvarlarını daha yüksek inşa
etmenin peşinde.
Asker cenazeleri geldi. Üstüne bir de
deprem felaketi. Bir kent, neredeyse
bir milyon insan, çoluk çocuk kar
altında, dondurucu soğukla yüzyüze.
Geçici deprem konutu yok! Çadır hiç
yok! Oysa her asker cenazesinden
sonra satılan bayrakların kumaşlarını
toplasak, tüm kenti kerelerce örtecek
büyüklükte çadır eder. Devletse beş
çadırı dağıtmaktan aciz.
Sınıf bilinçli işçi düşünmektedir:
Asker cenazeleri geldi. Televizyonlar
bunların haberleriyle doldu. "Terör
örgütü" denen, "karşı taraf " denen
gerilla cenazeleri neden bir hınç alma
istatistiği olarak geçiştirildi, onların
hikâyeleri medyada hiç yer bulmadı?
Neden depremde tek tek kurtarma
mucizelerini dinledik televizyonlardan, ama «organizasyonluk» denen
kapitalist devletin insani olana yabancılığının, bağdaşmazlığının üzerinde
hiç durmadık, bunu geçiştirdik? Depremin çözümünü inşaat sanayinin
gelişimine, «yık-yap-sat" tarzı yeni bir
kapitalist inşaat sektörü hamlesine
bağladık? Başbakan neden deprem
gibi bir insani felakette bile insanların
gözünün içine baka baka «politika
yapmayın» diyerek çatır çatır şoven
politika yapmakta, «taş atmak için
organize oluyorsunuz da, yardım dağıtmak için organize olamıyorsunuz»
diyerek Müge Anlı’yı aratmaktadır?
Tüm liberaller Müge Anlı isimli medya-magazin polisini eleştirirken, Başbakan karşısında suspus olmaktadır?
Sınıf bilinçli işçi düşünmektedir:
Ben Türk olmayı seçmedim. Böyle
doğdum. Ben Kürt olmayı seçmedim.
Böyle doğdum. Bulgar, Amerikalı, Fransız, Afrikalı da olabilirdim.
Öyle doğmuş olsaydım. Peki, benim
dışımda belirlenmiş bir şeyse bu,
neden ulusal ayrımcılık yapılıyor?
Neden Kürdü düşman bellemeliyim?
Ben Türkçe konuşuyorum, eğitim
alıyorum. Kürt işçinin de buna hakkı
olmalı. Kendi politikacısını da seçer,
istediği gibi de örgütlenir. Bir yandan
hakkı için mücadele eden Kürtleri
tanımak, siyasi temsilcileriyle görüşmek zorunda kalan devlet, neden
şimdi böyle asker cenazelerinde,
depremde ikiyüzlülük yapıyor, timsah
gözyaşları döküyor, beni patronlarla
beraber teröre lanet okumaya çağırıyor, depremde alttan alta "bak Allah
çarptı Kürtleri" diyor?
Sınıf bilinçli işçi düşünmektedir:
Asker cenazeleri geldi. Artık gelmemeli. Kentlerde siyasi operasyonlar,
gözaltılar… Bir kere derhal askeri
operasyonlar durmalı. Kirli savaşa
son verilmesi lazım. Bu kirli savaşa
gitmek, oğlumu göndermek hiçbir
şeyi çözmez artık, bunu gördüm.
Özgürlükse herkese özgürlük olmalı.
Kürt işçisi de kendi dilini özgürce
kullanacak, kendi sözünü özgürce
söyleyecek, cezaeviyle, ölümle tehdit
edilmeyecek. Halklar kardeştir, işçiler
olarak birlikte mücadele etmeliyiz.
Ulusu biz ortaya çıkartmadık. Burjuvazi çıkarttı. Patronlar zamanında
bir sınır çizdi, bu alanda bu milleti
sömürme hakkı benim, bu ülke bana
ait dedi. Cepleri doldu. Kürtlere de,
herkese de sen Türk oldun artık dedi,
seni Türkçe dövüp, Türkçe sömüreceğim, dedi. Türkçesiyle, Kürtçesiyle
depremin yıkıntısı altında sen kalacaksın, yardım çığlığına mecbur bırakılacaksın. Böyle şey olur mu? Sonra
da başı sıkıştı mı, bizi, işçileri birbirimize düşürmeye koyuldu. Biz birbirimize düşman oldukça, patronlar
aradan sıyrıldı. Oysa düşmanlık halklar arasında değil sınıflar arasındadır.
Bize, geçmişimize, bugünümüze en
büyük düşmanlığı bu patronlar yaptı.
Ama artık yeter. Asker cenazeleri
geldi. Üstüne bir de deprem felaketi. Genelkurmayın operasyonda
"etkisizleştirilenler"le ilgili verdiği
sayı ile depremde ölenlerinki başa
baş gidiyor. Yüzer yüzer ölüyoruz.
Hep biz ölüyoruz, patronlar yaptıkları
yardımları vergiden düşüyor. Biz ölüyoruz, inşaat sermayesi, TOKİ patronları büyüyor. Uyanmazsak başımıza daha çok felaket gelecek. Bizim
bizden başka dostumuz yok. Devlet
falan dost değil. Bu patronlar hiç
değil. Kürt’üyle Türk’üyle işçinin işçiden başka dostu yok. Halklar kardeş,
patronlar kalleş. İşçiler birlik oldukça,
kol kola girdikçe birşeyler değişebilir.
Yoksa dünya mahvoldu, mahvolmaya
devam edecek; yaşadığımız hayat zaten hayat değil.
Oysa Fırat suyunun bütün bölgeyi
takma adlarla dolanmayacağı bir
gelecek ancak sınıf bilinçli işçilerin
gücüyle sağlanabilir.
Oysa suyun, toprağın, evin, yaşamın
satılmadığı, mülk edinilmediği bir
geleceği bizler kurabiliriz.
Oysa Türk-Kürt tüm uluslardan işçiler patronlar olmadan da üretebilir,
ulusal-cinsel-sınıfsal ayrımcılığı kendi kendilerini yöneterek alt edebilir,
yok edebilir, yeni bir hayatı üretebilir,
özgürce ve eşit, sınıfsız ve sınırsız bir
yaşamı kurabilir.
Bunu biz işçiler yapabiliriz…
Başka kimse değil!
4
NƦNRJHQNXN
'HSUHP(UFLí
WHSHNLGHYOHWQHUHGH"
7,2
şiddetindeki deprem Kürt
halkının üzerine yeni bir kabus gibi çöktü. Depremin üzerinden
günler geçmesine rağmen yüzbinler
açıkta. Van'ın yüzde 60'ı yıkık. 30-40
köy yerle bir. 50 köye hala "ulaşılamadı". Deprem bölgesinde çadır ihtiyacı
bile giderilmiş değil. İşin ucunda Kürt
halkının özgürlük çığlığını bastırmak
olunca bombaları, kurşunları esirgemeyen devlet, halkın derin acıları
karşısında bir kez, bin kez, milyon kez
daha ortada yok! Marmara, Düzce ve
daha bir dizi depremde gördüğümüz
o bildik filmin Kürdistan versiyonu
kimbilir kaçıncı kez sahneleniyor.
Van'da 500 ila bin kişinin ölümü
tarihe "afet" kategorisinden kaydedilmeye hazırlanılıyor. Üstelik tam da
Kürt halkına karşı her yerde linç ve
provokasyonların örgütlendiği, BDP
binalarının kundaklandığı, hemen
her ilde bir işaretle yüzlerce, binlerce
şovenistin bir araya gelerek saldıracak
Kürt avına çıktığı, televizyonlardan
pervasızca "Kürtler cezalarını depremle buldu" mesajlarının verildiği,
"ilahi ikaz" karikatürleriyle bir halkın
acılarıyla alay edildiği günlerde, tarihe
pek sessiz bir kayıt düşme bu!
1999 depremini mezarda emekliliği
parlamentodan geçirmek ve sermayeye bayram armağan etmek için kullanan, deprem vergisi icat eden, vergiyi
kalıcılaştırarak emekçileri on yıldan
fazladır soymayı başaran devlet, işçi
ve emekçi için cellatlık ve ölü soyuculuktan başka bir işlevi olmadığını bir
kez daha kanıtladı. 1999 depreminden
beri 32 bin okuldan sadece 276'sı,
yaklaşık 10 bin hastaneden sadece 55'i
güçlendirildi.
Kardeşlik dayanışmada
Türk devletinin ve yerel yönetimlerin
adet yerini bulsun kabilinden ulaştırdıkları "yardımlar"a karşılık, Kürt
halkı depremin yaralarını sarmak için
bir ulusal seferberlik halinde örgütleniyor. Türkiye'nin dört bir yanından
da devrimci ve demokratik güçler,
kitle örgütleri, KESK'e bağlı sendikalar, TMMOB, Türk devlet ve belediyelerinin kanallarının dışından işçi ve
emekçilerle birlikte Kürt halkının acılarıyla dayanışma sergiliyorlar. Gerçek
"kardeş kokusu" kapitalizm enkazının
altında sesleri birbirine karışan direşken kalp atışlarından, yaşam umutlarından, şoven histeriye inat sergilenen
bu dayanışmadan yükseliyor.
Devlet, olması gereken yerde!
Peki "devlet nerede"? Irak sınırında,
kara harekatında! ABD ve peşmerge
işbirliği ve desteği sağlanmış olarak
operasyonlarda sadece Güney Kürdistan değil Kuzey'deki dağ ve vadiler
günlerdir bombalanıyordu.
"Devlet nerede?" Van'da çadırların
ulaştırılmamasını protesto eden
binlerce Kürt emekçinin üzerine gaz
bombalarıyla saldırıyor!
"Devlet nerede?" Enkaz altında, so-
yanlısı olmayan" Kürtleri de çağırıyor.
"44 milyonluk İspanya'da 11 milyon
kişi burjuvazinin çağrısına uyarak
bu tür eylemlere katıldı. Türkiye'de
neden olmasın…" diye boncuk dizip
şovenizmin aritmetiğini çıkarıyor!
Sınıf bilinçli işçi elini, kalbini ve zihnini şovenizmle kirletmeyecek!
O enkazların altında kalanlar burjuvalar değil Kürt işçi ve emekçileri,
kır ve kent yoksullarıdır. Egemen ulus şovenizmi, Kürt ulusuna bir
düşmansa, ezilen ulustan işçi ve emekçilere bin düşmandır! Kürt ve
Türk işçiler, kent ve kır yoksulları ise, Türk ve Kürt burjuvalarıyla sınıf
düşmanıdırlar. Sınırlar, duvarlar işte tam buradan çekilidir!
ğukta yaşam savaşı veren kardeşleriyle
dayanışmak için yardım toplayan
Eğitim-Sen'li öğretmen avında.
Anayasaya bağlanan operasyonlar
Devletin Oslo görüşmelerini ve
Öcalan'la görüşmeleri kesmesi, Suriye,
füze kalkanı gibi konularla birleşik
olarak ABD başta olmak üzere emperyalistlerle daha kesişen bir dış politika hattına geçmesiyle, Kürt ulusunu
anayasal bakımdan en geri düzeyde
haklara mahkum edecek bir politikayı
fiilileştirmeye girişmesi, Kürt milletvekilerinin serbest bırakılmaması,
KCK operasyon ve tutuklamalarının
bütün illerde tırmandırılarak yürütülmesi, askeri operasyonların şiddetlendirilmesi, buna karşılık Kürt
halkının "demokratik özerklik" ilanını
fiilileştirmesi yeni anayasa süreciyle
doğrudan bağlantılı gelişmeler olarak
gerçekleşiyor.
Şovenizmin aritmetiği!
PKK'nin kara harekatına hazırlanan
birliklere yönelik olduğunu açıkladığı
eylemlerinde 26 askerin ölümünün
ardından her depremde yatıştırıcı
olarak başvurulan "ulusal ortak acı"
edebiyatının bile geri plana atıldığı
yeni bir saldırganlık dalgası başlatıldı.
Sokakta yürüyen, anadilinde konuşan
Kürtlere, BDP binalarına yönelik linç
provokasyonlarının zinciri çözüldü.
Şovenizm stadlara taşındı. Sermaye
örgütleri, sendikalar, burjuva sivil toplum örgütleri 30 Ekim'de Türkiye'nin
7 ilinde 7 milyon kişinin katılacağı şovenist gösteriler örgütlemeye giriştiler.
Şoven gösterilerle sağlanmak istenen
yalnızca Kürt halkına gözdağı vermek
değil! Aynı zamanda şovenizmle gözü
dönmüş, kararmış, uyuşturulmuş işçi
ve emekçilerin kölece çalışma ve yaşam koşullarına, işçi sınıfına yönelik
kapsamlı saldırılara karşı göstermelik
bir yumruk bile olamaması hedefleniyor!
Sınıf bilinçli işçinin duruşu
İşçi Meclisi, öncü işçileri askeri ope-
rasyonların durdurulması, kirli savaşa
son verilmesi, Kürt ulusuna özgürlük
ve kendi kaderini tayin hakkı taleplerine sahip çıkmaya çağırıyor. Başka
bir ulusu ezen bir ulus özgür olamaz.
Kürt ve Türk işçilerin kaderi, acısı ve
zaferi birdir. Bu tarifsiz acılar geride bırakılmak, bitimsiz özgürlük ve
zafer tadılmak isteniyorsa, dünyada
milyonlarla yaşadığı bir ülkede dili
bile tanınmayan bir halka, Kürt halkına karşı her türden ulusal inkar ve
imhaya karşı tutum almak, egemen
Türk ulusunun şoven milliyetçi zehir
ve provokasyonlarını boşa çıkarmak
öncü işçilerin görevidir. Yüzbinlercesi
Batıda en ağır koşullarda, en pis ve
güvencesiz işlerde, en düşük ücretlerle
çalışmaya zorlanan Kürt işçilerine,
üniversite eğitimi almak için bulundukları yerlerde her gün şoven saldırı
tehditleri altında yaşayan Kürt gençlerine kalkan eller, karşısında öncü işçileri, gençleri bulmak zorundadır.
Tekelci burjuvazi, işçi sınıfına ‘Bir
parmak işaretim, iki twit'imle 7 milyon kişiyi Kürt halkına karşı sokaklara
dökerim, böylelikle Kürt halkının
özgür iradesini ezmekle kalmam, aynı
zamanda bu dumanlı havada kıdem
tazminatından zamlara, ulusal istihdam stratejisinden kriz gerekçeli sıfır
sözleşmelere dek bir bir geçirir, bir koyundan bakın kaç post çıkarırım' diye
böbürleniyor. Hatta bu eylemlere Kürt
halkı için elini sıcak sudan soğuk suya
sokmamış Kemal Burkay gibi "şiddet
Ama yağma yok! Sınıf bilinçli işçi,
milyonlarca işçi ve emekçinin, gencin
sermayenin kirli şoven bayraklarının
altında birikmesini kabul edemez.
"Maaşı sağlam" diye psikopatlar sürüsü profesyonel orduya katılmaz,
Kürdistan'a askere gitmez, kardeş
Kürt halkına kurşun sıkmaz! Sınıf
bilinçli işçi, egemen ulus şovenizmine
sınıf kiniyle tutum alacaktır. Sınırlar
halklar arasında değil sınıflar arasındadır. Gözlerden asla silinmeyecek
bu gerçeklik, "Yaşasın işçilerin birliği,
halkların kardeşliği" ruhuyla yeniden
yeniden yükseltilmeli, her işçinin bilincine artık, artık silinmez harflerle
kazınmalıdır.
Ne tadımız ortak sizinle, ne acımız!
Depremin de bir kez daha ortaya
gösterdiği, bugün Türk ve Kürt işçilerden gizlenmek istenen gerçek şudur
ki, bizim sizinle ne tadımız ortaktır,
ne acımız!.. O enkazların altında
kalanlar burjuvalar değil Kürt işçi ve
emekçileri, kır ve kent yoksullarıdır.
Egemen ulus şovenizmi, Kürt ulusuna
bir düşmansa, ezilen ulustan işçi ve
emekçilere bin düşmandır! Kürt ve
Türk işçiler, kent ve kır yoksulları ise,
Türk ve Kürt burjuvalarıyla sınıf düşmanıdırlar. Sınırlar, duvarlar işte tam
buradan çekilidir!
Bu sınırı hiçbir yanılsamaya meydan
vermeden belirginleştirmek, esas tehlike olan ezen ulus milliyetçiliğinin
azmasına ve Kürt işçisinin bilincindeki ezilen ulus milliyetçiliği perdesinin
sürgit devamına meydan vermemek
görevimizdir. Bunun için, "İşçilerin
birliği, halkların kardeşliği" sloganını
yükseltmeliyiz. Sınıf çıkarlarımız ve
özlemlerimiz için, ulusların burjuvaziyle birlikte tarihe gömüleceği bir
gelecek için, burjuvazinin değil bizim
geleceğimiz için mücadele etmeliyiz.
Ulusal sorunun, en küçük ayrıcalık ve
önyargıya dek, zihinlerden, kalplerden
ve dillerden silineceği sosyalizm yolunda mücadele etmeliyiz.
5
NƦNRJHQNXN
9DQnGD
OLNGHSUHP
23 Ekim 2011 Pazar günü, saat
13:41’de merkez üssü Van Tabanlı
Köyü olan 7,2 büyüklüğünde şiddetli bir deprem meydana geldi.
Deprem 25 saniye sürdü. Son 12
yılın en büyük depremi 15 kentte
hissedildi. Deprem Diyarbakır,
Batman, Şırnak, Muş, Erzurum,
Bingöl, Bitlis, Siirt, Mardin ile Güney Kürdistan’da Duhok ve çevre
yerleşim birimlerinde de hissedildi.
Depremin en yıkıcı etkisi Erciş’te
yaşandı. Van Merkez, Erciş Merkez
ve çevre köylerde onlarca bina yıkıldı. Bitlis, Adilcevaz, Ahlat, Muş ve
çevre il ve ilçelerde de bir çok bina
ağır hasar gördü.
Depremin hemen ardından, büyüklüğü 5,5’e kadar varan, yüzlerce
artçı deprem meydana geldi. Artçı
depremlerin 2 ay kadar devam edebileceği belirtiliyor.
Kurtarma çalışmaları halen devam ederken Başbakanlık Afet ve
Acil Durum Yönetimi Başkanlığı
(AFAD) 27 Ekim 2011 saat 14:00
itibariyle Van’da yaşanan depremde
depremde hayatını kaybedenlerin
sayısının 534, yaralıların sayısının
2300 olduğu bilgisini verdi. Enkazlar kaldırıldıkça bu sayının artacağı
belirtiliyor
89 bin konutun bulunduğu Van Şehir
merkezinde % 60 konutların hasar gördü.
Şehir merkezinde 50
bin üzerinde çadır ve
mevsimden kaynaklı
100 bin üzerinde
battaniye ihtiyacı bulunmakta. Kızılay 27
Ekim 2011 itibariyle
sadece 8 bin kişilik
çadır kent kurdu.
Van merkeze bağlı
köylerde 27 Ekim
2011 tarihi itibariyle
72 can kaybı olduğu
bildirilirken, yaralı sayısı konusunda kesin olan bilgilere ulaşılamamıştır.
Depremde en yoğun yıkımın yaşandığı merkez Erciş ilçesi oldu.
İlçenin merkezindeki çok katlı
binaların % 80’i yıkıldı. Kentte 27
Ekim 2011 tarihi itibariyle arama
ve kurtarma çalışmaları 50 binada
devam ediliyorken arama ve kurtarma çalışmaları yetersiz kalıyor.
Kentin dinlenme alanları olan kafelerin olduğu bölgede enkaz altında
yüzlerce kişinin olduğu tahmin
edilmektedir.
'HSUHP\DUG×P×.2%ú·OHUH
Bir kapitalist afet olarak yaşanan her
depremin ardından devletin bir iş
listesi vardır. Kısaca özetlersek, önce
timsah gözyaşları dökülür, başbakanından bakanına, muhalefet partisi
liderlerine dek "Milletimizin başı sağolsun" açıklamaları yapılır, deprem
bölgesine koşulur, tuzluk gibi dizilinip halkın acıları sözde paylaşılır. Bu
sırada gözler mümkünse yaşlı olmalı,
yeni kurtarılmış küçük bir çocuğa ilgi
gösterilmeli ve depremin simgesi olarak medyada işlenmelidir.
Van depreminde şovenist bayrakların gölgesinde ve hiçbir inandırıcılık
yaratmayacak tarzda yapılan ve ellere
yüzlere bulaştırılan da bu oldu.
Devletin iş listesinin "kırılma noktası", her depremde yardımların iletimi
ve dağıtımı ile başlar. Burjuva devlet,
ne için var olduğunu ve örgütlendiğini burada çırılçıplak gösterir. Canı
burnunda, en yakınları enkaz altında
kalmış, açıkta, soğukta, her şeyini yitirmiş kitlelerin acil beklentileri karşılanamaz, öfkeleri dizginlenemez olur.
Devlet erkanı işçi emekçi kitlelerin
öfkesini "deprem provokatörleri"ne
bağlamayı ihmal etmez…
Van depreminde ise işin bu rutin
akışı bozulmuş, şovenizm ve milliyetçiliğin azdırıldığı bir döneme denk
gelmesinin yanında deprem yardımı
dağıtımının devlet ve AKP’ye yazması
hedefi ve sergilenen umursamazlık,
hoyratlık, en önemlisi ise ayrımcılık
öne çıkarılmıştır. Depremde canlarını
yitiren Kürt işçiler, kır ve kent yoksulları, bölgede çalışan öğretmenlerin
altında kaldıkları binaların sorumluluğu katil inşaat burjuvalarına değil,
köylülerin kendi olanaklarıyla yaptıkları kerpiç evlere biçilir. Ağızları sulanarak "Kral çıplak kardeşim. Kimse
kusura bakmasın. Yeni bir şehir kurmak zorundayız." Eh, bir kağıt gibi
yapılıp içinde oturanların üzerinde
betondan mezar olan Van, "yeni bir
şehir" olarak kurulmak üzere inşaat burjuvazisinin emrine amadedir
artık, tıpkı yarın yüzbinlerin altında
kalacağı İstanbul’da olduğu gibi!
Fakat devletin her deprem sonrası en
tipik "açılımı" burjuvalara ve mülk
sahiplerine yöneliktir. İşçiler, kır ve
kent yoksulları yalnızca beton blokların altında kalmakla, en yakınlarını
yitirmekle, bütün bunların psikolojik
azabını çekmekle, prefabrik evlerde
soğuktan titremekle, yerleştirildikleri
evlerden ne zaman atılacaklar diye
korku içinde beklemekle kalmazlar.
Ancak çalıştıkları sürece yaşayabilen
ücretli köleler, gelecekleri bir yana,
bugünlerini kaybederler.
Ya burjuvalar ve mülk sahipleri? Van
örneğinde inceleyelim:
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek,
Van’daki vergi mükelleflerinin vergi
borç ve cezalarının ertelendiğini açıkladı.
Erciş merkez ve köylerinde çok sayıda ölü ve yaralı olduğu bilgilerine
ulaşılmıştır. Her saat değişen bilgilerden dolayı İlçe ve köy bazındaki
kayıplar hakkında net bir bilgi alınamıyor. Ercişe bağlı köylere hala tümüyle ulaşılmış değil, arama kurtarma çalışmaları tamamlanmamış ve
hasar tespiti yapılmamış durumda.
Depremin hemen ardından oluşturulan kriz masası, çadır ve battaniyenin en çok ve en acil ihtiyaç duyulan şeyler olduğunu belirtirken
yaptığı çağrılarla çadır isteğini ve
bu ihtayacın aciliyetini sürekli hatırlatıyor. Yapılan çağrılarda gön-
derilecek bir kamyon gıda ve giysi
yerine bir adet çadır gönderilmesi
isteniyor.
Van’a dörtbir yandan yardımlar
akarken en temel sorun bu yardımların dağıtımında karşılaşılan organizasyonsuzluk olduğu görülüyor.
Devlet burada işi kolaylaştırmak
yerine sürekli zora sokan bir rol
oynuyor.
Van’da deprem yıkımının etkileri
kışında çökmesi ile daha da kötü
yaşanıyor. Van halkı ise ilginin azalmasından ve yalnız bırakılmaktan
korktuklarını belirtiyor.
Maliye Bakanı
Mehmet Şimşek,
Van’daki vergi
mükelleflerinin
vergi borç ve
cezalarının
ertelendiğini
açıkladı
Başbakan Yardımcısı Ali Babacan,
depremde zarar gören çiftçilerle
esnafın borçlarının erteleneceğini
açıkladı.
Sanayi Bakanı esnaf ve küçük işletmelere destek kredisi verileceğini ve
bölgedeki yatırımcılara her türlü desteğin verileceğini söyledi.
Çalışma Bakanlığı 3 aylık sigorta
primlerinin 1 yıl erteleneceğini, "şartları uygun olan işletmelerin" işçilerine çalışamayacakları süreler için
1-6 ay 500 ila 1250 lira ödeneceğini
açıkladı. Van burjuvazisi adına "Evet
ama yetmez" diye ağzını açan Van Ticaret ve Sanayi Odası Başkanı 5 yıllık
bir ödeme planı ve faizsiz kredi istedi
ve Van’da "şartları uygun işletme"nin
olmadığını açıkladı. Eh, zaten bu
yardımdan yararlanmak için işçilerin
3 yıl içinde en az 600 günlük işsizlik
sigortası primi ödemiş olmaları gerekiyor.
Van’da imalat sanayiinin kalbi organize sanayi bölgesinde atıyor. Buradaki
KOBİ özelliğindeki 62 fabrikada 1200
işçi çalışıyor. Nüfusun yüzde 77'si ise
tarım, küçük baş hayvancılık ve hayvan ürünlerini işleyen sanayide çalışıyor. Van OSB’deki Van dışından gelen
tek yatırımcı Demirören grubu olacak.
Hükümetin geliri bin 500 doların altındaki illere yatırım teşviki sağlayan
yasayı çıkarmasından sonra Van’a
yönelen Demirören grubu 1.7 milyon
dolara LPG dolum tesisi kurulacağını
açıkladı. Yasal ve yasadışı sınır ticareti
ile turizmin önemli bir sermaye birikim alanı olduğu Van’da İran, Türkmenistan, Rusya gibi ülkelere yönelik yat
ve tekne tersaneciliği de bu yıl başladı.
İşte "kalkınma" kategorisinde 81 ilin
76.sı olan Van’da deprem sonrasında
devletin "destek açılımı" Kürt işçilerine, kır ve kent yoksullarına değil,
Kürt KOBİ burjuvalarına ve kapitalist
büyük toprak sahiplerine gidiyor!
6
NƦNRJHQNXN
7HN\ÖUHNPLGHGLQL]"
"Van için tek yürek" sloganı altında
10 TV şirketinin, çok sayıda dizi film
yıldızının da katılımıyla yaptığı ortak
canlı yayın organizasyonunda Van
depremzedeleri için 62 milyon lira
toplandı.
Program tam anlamıyla bir burjuva
sivil toplumcu yönetişim organizasyonuydu. Dişinden tırnağından
artırabileceği 5-10 lirası bile olmadığı
için evindeki katalitik sobayı veren,
cep telefonunu, ev eşyasını satarak
parasını veren, çocuğunun kumbarasını kırıp veren işçi ve emekçilerin Van’daki emekçi kardeşleriyle
dayanışmasıyla; hepi topu 20 kadar
burjuvanın şirketlerinin reklamlarını
yaparak ve vergiden düşerek -yani
yine işçi ve emekçilere yıkarak- verdikleri, en büyüğü 3 milyon liralık
iki yüzlülük "yardımları" aynı kefeye
konuldu.
"Hayırsever" burjuvaların -ki içlerinde depremde kağıt gibi çöken kamu
binalarından nemalanan mütaahhit
şirketleri bile vardı- sadaka niyetine
ve reklam için verdikleri toplamı
20-30 milyon lirayı bile bulmayan
meblağlar uzun uzun alkışlatıldı,
gözyaşları içinde bu leş kargalarının
işçi-emekçi düşmanlığını perdeleme
çabasının, işçi-emekçileri bir de bu
yolla avlayıp aldatmasının aracı yapıldı.
Burjuva "hayırseverliği" mi dediniz?
Burjuva "hayırseverlerin" sadaka
niyetine ve reklam için, hem de vergiden düşmek üzere ortaya attıkları
20-30 milyon lira için, gözyaşları
içinde koşup onların boyunlarına
atılmamazı, onlarla "tek yürek" olmamızı mı bekliyorsunuz?
Hayır efendiler! Türkiye’de yalnızca
bankaların yalnızca 2011 Mart ayı
karları 3 milyar liradır. Yalnızca Koç
Holding’in 2010 yılı net karı 1 milyar
700 milyon liradır. Burjuvazinin bu
milyar ve milyarlarca liralık karları,
milyonlarca işçi ve emekçiyi sefalete
sürükleyerek, onların emeklerine,
kanlarına, canlarına, yaşamlarına el
konularak yapılmış karlardır.
Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık
karların içinde, Kozlu’daki, Davutpaşa’daki, Ostim’deki, Tuzla Tersanelerindeki iş cinayetlerinde öldürülen
işçilerin kan ve ceset parçaları da
vardır. Bu milyarlarca ve milyarlarca
liralık karların içinde, sosyal güvenlik
sisteminin tasfiyesinden, eğitim, sağlık, emekliliğin özelleştirilmesinden
gelen karlar da vardır. Bu milyarlarca
ve milyarlarca liralık karların içinde,
burjuva devletin kitlelerden topladığı
ve buharlaşıp o "hayırsever" burjuvaların cebine giriveren 2 milyar
liraya yakın "deprem vergisi" vardır.
Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık karların içinde, altında yüzlerce
emekçiyi bırakarak kağıt gibi eriyen
binaların çürük üretimiyle sağlanan
kar artışları vardır. Bu milyarlarca
ve milyarlarca liralık karların içinde
TV’lerin, dizilerin, şikeci spor endüstrisinin söylediği yalanlar vardır.
Bu milyarlarca ve milyarlarca liralık
karların içinde Kürt halkına yağdırılan kurşunlar ve bombalar vardır.
"Türkiye’nin doğusuyla batısıyla,
zenginiyle yoksuluyla, işçisiyle
işadamıyla tek yürek" olmasını mı
bekliyorsunuz? Bütün bunları o
milyarlarca ve milyarlarca liralık
karlarınızdan, onları daha da büyütebilmek için önümüze attığınız
sadakayla mı bekliyorsunuz? Van
çıkışlı bir burjuvanın Van’a, tabii
ki bölgesel asgari ücretle deprem
yıkımı içindekileri köleleştirip sömürmek üzere, "500 kişilik tekstil
fabrikası yatırımı" vaat etmiş olmasına sevinmemizi mi bekliyorsunuz?
"Büyük acılar karşısından tüm ayrımlar biter" öyle mi?
Hayır efendiler! Sizin sadakalarınız sömürdüğünüz ve ezdiğiniz işçi
sınıfının, yoksul emekçilerin, ezilen
Kürt ulusunun sonsuz acılarının yalnızca üstünü örtmek içindir. İşçileri,
emekçileri, Kürtleri, kadınları her
gün sonsuz acılarla öğüten kapitalist
sisteminizin üstünü örtmek içindir.
Bu sistemdeki uzlaşmaz sınıf ayrım
ve çelişkisinin, ezen ulus-ezilen ulus
ayrım ve çelişkisinin üstünü örtmek
içindir.
Fakat bu programanızla da bunu
başaramadınız ve başaramazsınız.
Programınız, devletten gelen "toplanan paraların kriz merkezine teslimi"
uyarısıyla bitti! Bu paralar da deprem
vergilerini iç edip burjuvalara akıtan
devlete gidecekti. İşçi emekçilerin
Van’daki emekçi kardeşleriyle, Türk
işçi ve emekçilerin Kürt kardeşleriyle
tek yürek olması değildi çünkü istenen! İşçiler ve emekçiler, Van’daki
sınıf kardeşleriyle, Kürt kardeşleriyle
değil, burjuvazi ve devleti ile "tek
yürek" olmalıydılar! Dayanışma, yardımlaşma lazımsa, işçilerin ve emekçilerin tüm yapacağı pamuk eller
Sizin sadakalarınız
sömürdüğünüz ve
ezdiğiniz işçi sınıfının,
yoksul emekçilerin, ezilen
Kürt ulusunun sonsuz
acılarının yalnızca üstünü
örtmek içindir. İşçileri,
emekçileri, Kürtleri,
kadınları her gün
sonsuz acılarla öğüten
kapitalist sisteminizin
üstünü örtmek içindir. Bu
sistemdeki uzlaşmaz sınıf
ayrım ve çelişkisinin, ezen
ulus-ezilen ulus ayrım
ve çelişkisinin üstünü
örtmek içindir
cebeydi, bir kez daha burjuvazinin
iştahına sunulacak toplanan yardım
paralarıyla, işçi sınıfının ve emekçilerin aslında burjuvazi ve devleti ile
"dayanışması ve yardımlaşması" idi,
gerisini burjuvazinin işçi sınıfı ve
Kürt halkı üzerindeki "tek devleti"
yapardı!
Başaramadınız ve
başaramazsınız!
Programınız, dişinden, asgari yaşam
olanaklarından kıstığı, ya da parası
olmadığı için evindeki eşyasını satıp verdiği dayanışma çabasıyla, bir
dizi işçi, kamu çalışanı sendikasının
tabanlarından gelen dayanışma seferberliğiyle, atık kağıt işçilerinin
Van’daki kardeşleri için topladıkları
karton paralarıyla…., burjuvaların
iki yüzlü sadakalarının "tek yürekliğini" değil, bunlar arasındaki sınıfsal,
toplumsal, insani her açıdan derin
ayrım ve karşıtlığı sergilemekten başka işe yaramadı.
-LQML\DQD]DGLELMLELUDW×\DJHODQ
Türkiye'de son günlerde tırmandırılmak istenen ırkçı ve şovenist
saldırganlığa ve Van'da meydana
gelen depremin özellikle kadın ve
çocukları etkileyen boyutuna dikkat çekmek için Adana Kadın Platformu bileşenleri tarafından bir
basın açıklaması gerçekleştirdi.
İnönü Parkı'nda "Oh olsun deme
ırkçılığa dur de!", "Wan Ne Bexwediye!" pankartı altında bir araya
gelen kadınlar, "Deprem değil
kapitalizm öldürüyor!", "Deprem
Erciş'de devlet nerede?", "Yaşasın
hakların kardeşliği!" dövizleri taşıyarak gerçekleştirdikleri eylemde
halktan toplanan onlarca vergi
kaleminden biri olan deprem vergisinin, Van’da kara kışın arifesinde, evsiz, aç ve kış şartlarına karşı
sokakta savunmasız binlerce insan
yardım beklerken nereye harcandığının hesabı sordu.
Okunan basın açıklamasında şu
ifadelere yer verildi: "Depremin
bir durumda kadınlar tarafından
bu açıklamaların yapılması ise hem
cinsine hem insanlığına ne kadar
uzaklaştığını gösterir. Bu felaketten
sevinç duyan ruh hali çok açık ki
ırkçılıktır.
olduğu saatlerde ATV de program sunan Müge Anlı ve Haber
Türk kanalının sunucusu Duygu
Canbaş'ın ırkçı, kin ve nefret dolu
cümlelerini bizde nefretle kınıyoruz.
Yüzlerce insanımızın öldüğü ve
göçük altında kurtarılmayı beklediği günlerde böylesi açıklamalar yapmak nasıl bir insanlıktan
vazgeçiştir. Özellikle depremin en
fazla kadınları vurduğu ve en fazla
mağduriyeti kadınların yaşadığı
Deprem gündüz saatlerinde olduğu
için kadın ve çocuk ölümleri çok
daha fazla. Ayrıca sağlık hizmetleri
yetersiz olduğu için tedavi hizmetleri de aksamakta. Başbakan'ı savunmacı açıklamalar yapmak, depremzedelere gaz bombaları atmak
yerine arama, kurtarma ve yardım
seferberliğine çağırıyoruz. Ayrıca
ilk gün bu yana Adana'da faaliyet
yürüten kurumlar ve Adana Kadın
Platformu olarak da Van halkıyla
dayanışmak için yardım kampanyası başlattığımızı bir kez daha bu
vesileyle duyurmak istiyoruz."
Eylem "Yaşasın halkların kardeşliği", "Jin jiyan azadi", "Biji Biratıya
Gelan", "Yaşasın kadın dayanışması" sloganları ile sonlandırıldı.
7
NƦNRJHQNXN
6HQGLNDO*ÖÁ%LUOLðL$GDQD7RSODQWÜVÜNLPH\DUDGÜ"
Sendikal Güçbirliği Bileşenleri Adana Bölge Toplantısı 22 Ekim 2011
tarihinde Adana’da gerçekleştirildi.
Toplantıya başta Belediye-İş, TÜMTİS, Petrol-İş üyesi olan yaklaşık
500 işçi katıldı. Bu toplantı sonrasında sırasıyla Diyarbakır, Ordu ve
Ankara’da toplantılar planlanıyor.
Son toplantı ise İstanbul’da olacak.
Açılış konuşmasını yapmak için
Basın-İş Genel Başkanı Yakup Akkaya kürsüye geldi. Bu sırada bir işçi
"Başkanım 24 şehit için saygı duruşu
istiyoruz" dedi. Bunun üzerine Akkaya, "Oslo ve Habur açılımlarıyla elinde silah tutan teroristi muhatap alan
AKP suçludur. Biz ne kadar emekten
bahsetsek te bu ülkede terör sorunu
var" deyip saygı duruşuna davet etti.
Ardından İstiklal Marşı da okundu.
İstiklal Marşı sonunda "Yaşasın Halkların Kardeşliği" ve "Yaşasın İşçilerin
Birliği Halkların Kardeşliği" şeklinde
sloganlar atılsa da, salonun sıcak
havası bir anda olumsuz etkilendi.
Akkaya, temel vurgusunu Anti-AKPcilik üzerine kuran konuşmasını, tüm
bu saldırılara karşı sesini çıkarmayan
Türk-İş yönetimini eleştirek "Yeni bir
sendikal anlayış kurmak için bu yola
girdik ve sizin gücünüze ihtiyacımız
var" diyerek bitirdi.
Açılış konuşmasının ardından toplantının nasıl işletileceğine işaret
edildi. Toplantının "daha sağlıklı"
ilerlemesi için işçiler yorum yapmadan soru soracaklardı ve Başkanlar
da cevaplayacaklardı! Bunun nasıl
olacağı ilk konuşmacı da gösterildi. İlk sözü alan, kapanan Özbucak
fabrikasında çalışan TEKSİF üyesi
bir işçi idi. İşyerlerinin kapanarak,
tazminatlarını bile alamadan kapı
araya geliş amaçlarının, Aralık ayındaki Türk-İş Genel Kurulu'nda yönetimi almak olduğunu söylerken, bazıları yönetimi alsalar da alamasalar da
güç birliğinin secimlerden sonra da
devam edeceğini söylediler.
*İşçi sınıfı ve sınıfın gücü sık sık vurgulansa da karşısına açıktan burjuvaziyi ve kapitalizmi koymak hiçbirinin
aklına gelmedi. Düşman AKP hükümeti ve yakın hedef olarak da Türk-İş
yönetimi gösterildi.
önüne konulmuşlardı. "Çalışan bir
sendika" istiyordu. Ama konuşması
"Sorunuz neydi" diye kesildi. Malum
yorum yapma hakları yoktu sadece
soru sorabilirlerdi. Toplantının bu şekilde yönetilmesi, kürsüdekilerle işçiler arasındaki uçurumu daha fazla
büyütmekten başka bir işe yaramadı.
Tüm bunlara rağmen, işçi sınıfının
yakıcı sorunlarına dair soru ve öneriler de geldi. Her ne kadar bu sorular
Genel Başkanların uzun ve işçilere
gaz vermeye dönük konuşmaları
arasında etkisizleşse de tabanın sesi
olarak kayıtlara geçti.
Toplantıdan notlar
Toplantıda işçilerin "yorumsuz"
soruları ardından, Genel Başkanlar
sırayla söz alıyorlar, ilk önce neden
bir araya geldiklerini dair uzunca
bir açıklama yapıyor ve arkasından
sorulara kısa cevaplar veriyorlardı.
Bu toplantı tarzı bir süre sonra "Herhangi bir TV programına katılan
konuklar ve onlara soru sormak için
gelen seyirciler" ortamını doğurdu.
"İşten çıktım tazminatımı vermediler
ne yapabilirim", "Ben borcumdan dolayı işimden ayrılmak zorunda kaldım, geçmişe dönük ne yapılabilir",
"Irak’ta 5 yıl çalıştım ama sadece 160
gün sigorta yatırmışlar, ne yapabilirim" gibi sorulara toplantıyı yöneten
Basın-İş Genl Başkanı tarafından verilen cevaplarda bir o kadar ilginçti.
"Sorununu ve iletişim bilgilerini bir
kağıda yaz. Ben ilgilenip sana döneceğim…"
* Toplantı başında "işçilerden yorum
yapmadan soru sormaları" isteği,
yöneticiler ve yönetilenler şeklindeki
ayrımını tüm açıklığı ile gösterdi.
*Salon sıcak ve havasız ortamında
etkisiyle, ilk yarım saatte yarı yarıya
boşaldı. Bu durum Genel Başkanlar
tarafından kendilerine yapılmış saygısızlık olarak yorumlandı. Petrol-İş
Başkanı "Biz ta İstanbul’dan gelmişiz.
Arkadaşların çoğu dışarda. Bu durum beni çok rahatsız etti. Kalkıp gitmemek için kendimi zor tutuyorum"
diyerek işçilerin içeri çağrılmalarını
istedi. Hava-İş Başkanı ise "Evet,
burası sıcak ama işçi sınıfını daha da
sıcak günlerin beklediğini" söyleyerek işçileri kınadı.
*Konuşan bütün genel başkanlar bir
*Genel başkanların birçoğu, konuşmalarını "sizler ve biz", "yöneticiler
ve işçiler" ayrımı üzerine kurdular.
Konuşmalarda, "Siz destek verirseniz", "Bizimle var mısınız", "Sizinle
gurur duyuyoruz", "Yüzümüzü sizlere
döndük", "Biz bu süreci sadece genel
başkanlar düzeyinde yönetmeyeceğiz,
"Türk-İş yönetimine gelince de sizlerle birlikte yöneteceğiz", "Bu seçimi
kazanmak için hepinizin çalışmasını
istiyoruz. Bütün delegelerle teker teker
ilişkiye geçmenizi istiyoruz", "Sizleri
layıkıyla temsil edecek Türk-İş yönetimini hep beraber yaratacağız" gibi
vurgular sıklıkla kullanıldı.
*Salonun başındaki şehit ve İstiklal
Marşı vurgusuna tek karşıt yorum
"Biz barışı savunacağız ve savaşa
karşı olacağız" diyen TÜMTİS Genel
Başkanı'ndan geldi.
*Salonda dikkat çeken başka bir nokta
kadın işçi sayısıydı. Salonda yok denecek kadar az kadın işçi bulunuyordu.
*Mersin Limanında işten çıkarılan
"Liman İşçisiyle Dayanışma Fonu"
şeklinde bir stand açarak gelen işçilerden destek istediler.
úüoL6DùO×ù×YH*YHQOLùL.RQJUHVL
$UDO×N·WD$QNDUD
GD
DİSK, KESK, TTB ve TMMOB tarafından 2-3-4 Aralık 2011 tarihinde Ankara’da İnşaat Mühendisleri
Odası Genel Merkezi’nde gerçekleşecek olan İşçi Sağlığı ve Güvenliği
Kongresi gerçekleştirilecek.
Taşeron İşçiler, Güvencesiz İşçiler,
İşsizler, Tersane İşçileri, Kot Kumlama İşçileri, Atık Kağıt İşçileri, Ev
İşçileri, Mevsimlik Tarım İşçileri,
Kadın İşçiler başta olmak üzere
tüm işçi sınıfının sağlıklı ve güvenli
çalışma koşullarının yaratılması ve
bunun için mücadele yolları tartışılacak. İşçi Meclisi okurlarınında
çeşitli konularda sunumlarla katılacakları Kongre için çağrı metni:
üretim ve ürün güvenliğini önceleyip "emeğin sağlıklı olma hakkı"nı
gasp ettiği bir rekabet ortamında;
emeğin kolektif cephesinde bir
örgütlenmeye-direnç geliştirmeye
ihtiyaç var… Ve bu ihtiyacı karşılamak üzere bir aradayız.
"Hoş geldiniz, güç verdiniz…
Sosyal duyarlıktan arınmış siyasal
iktidarların tercihleri artık sermaye
çıkarlarını ve gereksinimlerini çok
daha doğrudan yansıtmakta iken;
işçiler/emekçiler için "dibe doğru
yarış" devam etmektedir. Küresel
kapitalizmde sağlık, firmaların finansal raporlarında aranırken, işçilerin/emekçilerin sağlık raporları ve
çalışma ortamlarının güvenli olması
ise işverenin terminolojisinde yer
almamaktadır.
Küresel kapitalizmin sosyal-politika
ve bu bağlamda da işçi sağlığına
yeni riskler ve çıkmazlar eklediği,
Çalışma yaşamının her aşamasında
sağlık gündemimize girmişken,
sağlığı yaşam kavramıyla eşdeğer
kılmışken ve iş kazaları, meslek
hastalıkları ile işe bağlı hastalıklar
işçiler/emekçiler için karabasana
dönmüşken; en temel insani gereksinimlerle birlikte sağlıklı ve güvenli
koşullarda çalışma hakkını talep
edecek olanlar elbette ki çalışanlardır. Ve bu hak ne işverene devredilebilir ne de yalnızca mesleki-teknik
bir konu olarak görülüp işin öznesi
sürecin dışına itilebilir.
Bu nedenle; DİSK-KESKTMMOB-TTB olarak İşçi Sağlığı ve
Güvenliği Kongresi’ne "sağlık için
mücadele ve mücadele için sağlık"
haykırışıyla sahip çıkıyor, emeğe/
emekçiye karşı bir sorumluluk duygusu olan herkesi(mi) bu kongrenin
doğal ortağı olarak görüyoruz. Soruların bilimsel, sorunların da politik olduğunun bilincinde olanlarla
birlikte bilimsel-politik bir kongreyi
gerçekleştirmek dileğiyle…"
Kongre Programı ve iletişim için:
iscisagligikongresi.org
[email protected]
8
NƦNRJHQNXN
)DEULNDODUGDHPHNÁLPDKDOOHOHULQGHVRNDNYHPH\GDQODUGDKD]ÜUODQPD\DQ
$QD\DVDGDLíÁLOHU\RNWXU
Bizim ihtiyaç ve özlemlerimiz, istemlerimiz neyse anayasa da odur. Nasıl bir yaşam istiyoruz? Sömürülmeye ve ezilmeye, bizi sömüren
ve ezen burjuva sınıf tarafından yönetilmeye devam etmek mi, kendi yaşamımızı kendimizin kuracağı, ihtiyaç ve özlemlerimizi
gerçek kılacak, kendi kararlarımızı kendimizin alacağı biçimde kendimizi yönetmek mi? İşte nasıl bir anayasa istediğimizin cevabı bu
soruların cevabı olacaktır. Yeni bir yaşama olan ihtiyacımızdan, özlemlerimizden doğmalıdır bizim anayasamız
Bu anayasa nasıl hazırlanıyor?
Egemen sınıf partileri, milletvekilleri, tekelci sermaye kuruluşları, medyadaki sözcüleri, yeni bir
anayasadan ve bunun nasıl olması
gerektiğinden söz ediyorlar. Girilen
dönemin siyasal gündemini anayasa
konusu oluşturuyor.
Soruyoruz: Bu anayasa için fabrikalarda işçi toplantıları mı yapıldı?
Emekçi mahallelerinde kadınlarla
toplantılar düzenlenip ne istiyorsunuz, çarşıda-pazarda durum ne
diye mi soruldu? Okullarda öğrenci
forumları yapılıp gençlere nasıl bir
gelecek istiyorsunuz sorusu mu soruldu? Kirli savaşta ölen gençlere,
Kürt halkına soruldu mu? Hayır!
Bunların hiç birisi olmadı. Eğer
bunlar olsaydı, anayasa işçilere, kent
ve kır yoksullarına, Kürt halkına,
kadınlara, gençlere, çocuklara sorulsaydı onların söyleyecekleri bambaşka şeyler olurdu.
Bu anayasayı kimler hazırlıyor?
Bu anayasa fabrikalarda, mahallerde, işçi kahveleri ve işçi evlerinde
değil başka yerlerde konuşuldu.
Başka yerlerde hazırlandı. Başka
yerlerde pişirilip önümüze konuyor.
Yeni anayasa taslağı AKP'nin tekellere hizmet eden bir kaç profesöre
ısmarlamasıyla hazırlanıyor. Plazalarda, meclis koridorlarında, kulislerde, sayısız burjuva kurum ve kişi
ile görüşülerek pişiriliyor. Burjuva
partileri, TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON gibi sermaye örgütleri, medya
patronları, bürokratları, köşe yazarları anayasayı konuşuyor ve kendi
sınıf çıkarları için bir anayasa hazırlıyorlar. Bu şekilde hazırlanan anayasa yarın meydanlarda "herkesin
anayasası", "birey hak ve özgürlüklerinin anayasası", "ileri demokrasinin
anayasası" olarak sunulacak.
Bundan dolayı bu anayasada işçiler,
işçi sınıfı yok. Bundan dolayı bu
anayasa da emekçi kadınlar yok.
Bundan dolayı bu anayasada gençler, öğrenciler yok. Bundan dolayı
bu anayasada çocuklar yok. Bundan
dolayı bu anayasada istemlerini sokaklarda haykıran Kürt halkı yok.
Bundan dolayı bu anayasa tekellere,
bankalara, holdinglere, vakıflara,
plaza ve villalara, bunların hepsinin
sahibi burjuvaziye sınırsız özgürlük
sağlarken; işçilere, kent ve kır yoksullarına, kadınlara, gençlere daha
ağır koşullarda yaşamayı, daha fazla
sömürülmeyi ve geleceksizliği vaat
ediyor. Bundan dolayı bu anayasayla
işçinin sahip olduğu son haklar da
elinden alınırken birey olarak daha
fazla sömürüleceği ve köleleşeceği kapitalistlerin Kölece Çalışma
Stratejisi‘ne mahkum ediyor. Bundan dolayı bu anayasada işçiler, işçi
sınıfı yok!
Neden işçilere kent ve kır
yoksullarına, emekçi kadınlara,
gençlere, Kürt halkına
sorulmuyor?
Anayasa için işçilere sorulsaydı,
işçinin vereceği yanıt:
Benim için hak ve özgürlükler bunlardır, bunların değişmesidir. Bunlar
yoksa, gerçekleşmiyorsa bir işçi için
hak ve özgürlükler de yoktur. Siz
hangi "ileri demokrasi"den, siz hangi
"hak ve özgürlükler"den söz ediyorsunuz? Sizin anayasanız bunlardan
hangisini değiştirecek, bir tekini
dahi değiştirecek mi? İşçilerin ücretli köle olduğu, çalışma köleliğine
mahkum olduğu yerde özgürlükten
söz edilemez, diyecektir.
Bu anayasa için
emekçi kadınlara sorulsaydı;
Neden sefalet ücretiyle çalışıyoruz?
Neden çarşıya pazara çıkamıyorum?
Neden 10-12 saat çalışıyoruz?
Neden hem işte hem evde köleyim?
Neden cumartesi pazar demeden
çalışıyoruz?
Neden çocuğumun yüzünü göremiyorum?
Neden siyasal, toplumsal, kültürel
bakımdan eşit değilim?.., diye başlayacaktı sorular.
Bu anayasa gençlere sorulsaydı;
Neden bunca çalışmama karşın en
temel ihtiyaçlarımı dahi karşılayamıyorum?
Neden çoğumuz işsiziz?
Neden yaşamım ve geleceğim kapitalistin iki dudağı arasında söze bağlı ve her an işten çıkartılma tehdidi
altındayım?
Neden sendikalaşmak istediğim zaman işten atılıyorum?
Neden seçtiğim sendikayla toplu
sözleşme yapamıyorum?
Neden grev hakkımı kullanamıyorum?
Neden köle gibi çalışıyor, köle gibi
yaşıyorum?
Neden daha fazla çalıştıkça daha
fazla köleleşiyorum?
Neden harç ve kredilerle geleceğim
ipotek altında?
Neden işsizim ve gelecek güvencem
yok, denilecekti.
Bu anayasa Kürt halkına sorulsaydı; anadilde eğitim hakkından
başlayacaklar, kendilerine yeni
anayasada da "Türk milleti" demeye
devam eden ulusal inkarcılığa derhal son verilmesini isteyecekler, ve
kendi kaderlerini özgürce tayin hakkını hiç bir koşula bağlı olmadan
kullanacakları, kendilerine ait bir
hak olduğunu, bunu tanımayan bir
anayasanın ise ezilen ulusun köleliğini sürdüren bir anayasa olacağını
söyleyeceklerdi.
Sorular birbirini izleyecek, ilk elde
bunlar söylenecekti. Bundan dolayı
bu anayasa, işçilere, emekçi kadınlara, gençlere, Kürt halkına, kirli
savaşta ölen gençlere sorulmadan
hazırlandı. Bize sorulmayan bir anayasada biz yokuzdur. Bu anayasada
işçiler ve işçi sınıfı yoktur! İşçilere
vaadi daha fazla çalışma ve daha
çok sömürülme olan bir anayasada
işçiler için özgürlük yoktur! Ücretli
kölelik sistemi olarak kapitalizmi,
neoliberal burjuva demokrasisini
geliştirerek güçlendirecek olan yeni
anayasanın getirdiği özgürlük değil
köleliktir. İhtiyaçlarımızın, özlemlerimizin ne olduğu sorulmuyor
ve daha hazırlanırken dahi bir kez
daha köle olduğumuz hatırlatılıp
sermaye örgütleri ve partileri tarafından hazırlanacak anayasayı kabul
etmemizi, onaylamamızı istiyorlar.
Maaşlı profesörlerine hazırlattıkları,
plaza ve villalarda, meclis koridorlarında pişirilen, burjuva partileri ve
medya tarafından servis edilen anayasaya "evet" dememizi isteniyorlar.
Fabrikaların emekçi
mahallelerinin,
özgürleştireceğimiz sokak ve
meydanların anayasası
İşçiler, kent ve kır yoksulları, emekçi
kadınlar, gençlik, Kürt halkı sadece
ve sadece bu nedenle dahi bu anayasaya "hayır" demeliler. Sermaye
örgütleri ve burjuva partilerin hazırladıkları anayasanın onaylayıcısı,
katılımcısı ve destekçisi olmayı
reddetmelidirler. Reddetmekle de
kalmayıp sömürülen ve ezilen sınıf,
ezilen cins ve ezilen ulus olarak
kendi istek ve özlemlerini dile getirecekleri kendi anayasalarını hazırlamalılar. Kendi kararlarını almalı;
seslerini fabrikalardan, okullardan,
sokaklardan, meydanlardan yükseltmelidirler.
Kendi iradesini ortaya koyamayan
bir sınıf, işçi sınıfı, kendisini sömüren sınıfın, burjuvazinin egemenliğini kabul eder ve onun aldığı kararlara, hazırladığı anayasaya boyun
eğer. Köle olmaya ve köle olarak
kalmaya da mahkumdur. Özgürleşmemiz buradan başlamalı, kölelik
zinciri buradan kırılmalı, egemen
burjuva partileri, sermaye örgütleri
tarafından hazırlanan, yazılan ve
onaylamamız için önümüze konulacak olan anayasaya sırtlarımızı
dönmeliyiz.
Öncü işçiler, bir araya gelmeli, kendi
sözlerini söyleyecekleri, kendi anayasalarını hazırlayıp kapitalistlerin
anayasasının karşısına dikecekleri
toplantılara başlamalıdırlar. Her
platformda, her yerde kendi sözlerini söylemeli, bir işçi platformu
oluşturmalıdırlar. Bizim ihtiyaç ve
9
NƦNRJHQNXN
özlemlerimiz, istemlerimiz neyse
anayasa da odur. Nasıl bir yaşam
istiyoruz? Sömürülmeye ve ezilmeye, bizi sömüren ve ezen burjuva
sınıf tarafından yönetilmeye devam
etmek mi, kendi yaşamımızı kendimizin kuracağı, ihtiyaç ve özlemlerimizi gerçek kılacak, kendi kararlarımızı kendimizin alacağı biçimde
kendimizi yönetmek mi? İşte nasıl
bir anayasa istediğimizin cevabı bu
soruların cevabı olacaktır. Yeni bir
yaşama olan ihtiyacımızdan, özlemlerimizden doğmalıdır bizim anayasamız.
Fabrikada, işletmelerde, okulda,
evde, kahvede her yerde anayasa
konuşulmalı; işçiler, kent ve kır yoksulları, emekçi kadınlar, Kürt halkı,
toplumun sömürülen ve ezilen her
kesimi "söz bizim" diyerek kendi
ihtiyaç ve özlemlerini dile getirmeli,
bu ihtiyaç ve özlemlerin anayasasını
yazılmalıdır. Kendi kararlarını kendilerinin alacağı anayasayı, kendilerini yönetmenin anayasasını yazmalıdırlar. İşçi sınıfı, kent ve kır yok-
meydanlardan, sokaklardan yazılacak bir anayasa!
sulları; Kürt halkı, emekçi kadınlar,
gençler, öğrenciler, öğretmenler,
sağlıkçılar, mühendisler… kendi
anayasalarını kendileri yazmalıdır.
Sömürülen ve ezilen sınıfın diliyle,
ezilen cinsin ve ezilen ulusun diliyle
yazmalıdırlar. Tekellerde, plazalarda, villalarda, meclis koridorlarında
hazırlanan burjuvazinin anayasasının karşısında işçilerin, kent ve kır
yoksullarının, Kürt halkının, kadın
ve gençlerin, fabrikalardan, mahalle
ve sokaklardan, okullardan toplantılarla, ortak açıklamalarla, grevlerle, yürüyüşlerle söyleyecek sözü,
yazılacak anayasası olmalıdır. Plaza
ve villalarda, meclis koridorlarında
yazılan değil fabrikalardan, mahallelerden, sokaklardan, okullardan
yazılacak bir anayasa! Özgürleşen
<HQLDQD\DVDLüoLOHUHQHJHWLUL\RU"
Siyasal-hukuki üstyapıdaki dönüşümün yeni bir hız kazandığı son
1 yıldaki yasa değişiklikleri, yeni
anayasanın işçilere ne getireceği
konusunda güçlü bir fikir vermektedir.
"Torba Yasa" diye bilinen değişiklik paketinde en ciddi değişiklikler
İş Yasası, İşsizlik Sigortası Yasası,
Devlet Memur Yasası, Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası
Yasası'nda yapıldı. Tümünde işçi
sınıfını doğrudan vuran yeni neoliberal düzenlemeler ile yeni hak
gaspları gerçekleştirildi. İş güvencesine ve sağlığa birer darbe daha
indirildi. Geçici, güvencesiz ve
esnek çalışmanın önü biraz daha
açıldı. Kamu işçi ve memurlarını
askıya alma, kapsam dışına çıkarma, ilgisiz farklı kurumlara devrederek tasfiye etme uygulamaları genişletildi. Sosyal güvenliğin
özelleştirilmesi ve sermayeleştirilmesinde bir adım daha atıldı.
İşsizlik fonu sermaye yağmasına
açıldı.
Mart 2011'de Anayasa Mahkemesi, Tekel işçilerinin direndiği (İş
Yasası'nın, işçi ve memur statüsünün, sosyal güvenliğin kapsamı dışında bulunan) 4/C ve benzer kapsam dışı çalıştırma, kamu işçilerini
ve memurları tasfiye uygulamalarını onayladı. Anayasa Mahkemesi,
henüz olmayan yeni anayasayı fiilen işletmiş oldu!
Nisan 2011'de YÖK, sitesinde yeni
bir Yüksek Öğretim Yasası hazırlığında olduğunu açıkladı ve bir
"yasa taslağı perspektifi" yayınladı.
Taslağın özünü, üniversitelerin tam
neoliberalize edilmesi,kapitalist rekabete açılmasıve kar mantığıyla
işletilmesi oluşturuyor.
Eylül 2011'de Milli Eğitim Bakanlığı, küresel tekelci sermaye standartlarına dayalı "insan kaynakları
yönetimi"ne geçileceğini belirleyen
bir Kanun Hükmünde Kararname
çıkardı. Bu KHK ile "milli" olmaktan çıkarılan eğitim bakanlığı ve
bürokrasisinin tamamen kapitalist bir şirket,eğitim sisteminin de
tamamen bir sermaye sektörü ve
karlılık unsuru olarak yeniden tanımlanmasına bir geçiş yapılıyor.
KHK'nın gerekçesi: "Küresel rekabet gücüne sahip bir ekonomik sistemin gerekleri…"!
Genç-Sen kapatıldı. Daha önce de
Emekli-Sen, Çiftçi-Sen‘e de kapatma davaları açılmıştı ve bu davalar
sürüyor.
Sağlık ve sosyal güvenlikte neoliberal dönüşüm programları çerçevesindeki yasal düzenlemeler, sendikalar ve grev lokavt toplu sözleşme
yasalarındaki yeni düzenleme tasarıları (TÜSİAD 12 Eylül Anayasası‘ndaki grev yasaklarının aynen
korunmasını istiyor!), memurlara
grev yasağı, son dönemde bir dizi
grevin "kamu sağlığı" ve "ulusal güvenlik" nedeniyle yasaklanması…
Yalnız bu örnekler bile yeni anayasanın, İş Yasası, Devlet Memuru Yasası, Sosyal Güvenlik Yasası,
Kamu Yönetimi Temel Yasası, Milli
Eğitim Temel Yasası, Yerel Yönetimler Yasası vb dahil, hangi doğrultuda nasıl yeniden düzenleneceğini, işçi sınıfına ne getireceğini
açıkça ortaya koymaktadır. İşçi sınıfının her türlü hak ve mücadele
kazanımının gaspı, sendikaların,
kamu istihdam ve kısmi güvencelerinin tasfiyesi, esnek, güvencesiz,
patrona mutlak itaata koşullanmış
ve ağzından çıkacak bir söze bakan
çalışma biçimleri, eğitim, yüksek
öğretim, sağlık, sosyal güvenlik,
belediye dahil toplumsal yaşamın
her alanının azamimetalaştırılması, sermayeleştirilmesi ve (toplumsal hak ve ihtiyaçlara tam karşıt)
azami sermaye karlılığı (ve kapitalist performans, küresel rekabet
vb) temelinde yeniden tanımlanması…
Birinci maddesinde "insanın insan
tarafından sömürülmesi suçtur;
ücretli kölelik sistemi kapitalizm
yıkılmalıdır" yazacak olan mücadelenin anayasası. Burjuva anayasası,
burjuva sınıf egemenliğinin aracıdır.
Burjuva partilerin, tekelci sermaye
örgütlerinin hazırlayacağı ve kabul
ettireceği bir anayasa, geleceğimizin
bağlanması, köleliğimizin sürmesidir. Bugünümüze ve geleceğimize burjuvazinin ve anayasasının
hükmetmesine izin vermeyelim.
Fabrikaların, emekçi mahallerinin,
özgürleşen sokakların, meydanların
anayasasını yazalım.
- Tekellerin, plazaların, villaların,
sermaye örgütlerinin, burjuva
partilerinin anayasasına karşı
sosyalist işçi anayasası!
- Burjuva demokrasisine karşı
sosyalist işçi demokrasisi!
- Burjuva parlamentosuna karşı
sosyalist işçi konseyleri!
%XDQD\DVDGD
<HQL+D\DW\RN
Sefaköy'de çalışmalarını sürdüren işçi
derneği "Yeni Hayat", yeni dönem çalışmalarına "Anayasa ve İşçi Sınıfı" başlıklı
bir panelle başladı. 23 Ekim Pazar günü
düzenlenen etkinliğe dernek çalışmalarında yer alan deneyimli işçilerin yanı
sıra, genç işçi ve öğrenciler ağırlıklı bir
bileşim katıldı. Panele Devrimci Proletarya ve İşçi Meclisi yazarları konuşmacı
olarak katıldılar.
İki bölümden oluşan etkinliğin ilk bölümünde hazırlıkları süren yeni burjuva
anayasasının işçi sınıfı ve mücadelesine
karşıt niteliği sergilendi. Yeni burjuva
anayasası, işçi sınıfı-burjuvazi karşıtlığı,
kadın ve Kürt sorunlarının gelişimi açısından ele alındı.
Soru-cevap ve tartışma, birlikte görüş
oluşturma biçiminde geçen ikinci bölümde ise, burjuva anayasasına ve solu
da saran liberalizme karşı sosyalist işçi
anayasası ve bugünün yakıcı mücadele
sorun ve talepleri arasındaki bağın kurulması konuşuldu. Kürt halkına karşı
yükseltilen şoven dalgaya karşı mücadele
ve Kürt ulusal sorunu özel bir gündem
olarak işlendi.
Yaklaşık iki saat süren etkinlik, bundan
sonrasında yapılması planlanan yeni etkinliklerin duyurusu ile sona erdi.
10
NƦNRJHQNXN
ñíÁLOHULQKDNHWPHGLðLUHIDK
Enerji Bakanı Taner Yıldız sağolsun,
artık gün ışığından daha fazla yararlanabileceğiz. Eh, bunun için de
sabah saat 6'da mesaiye başlayıp, Cumartesi günleri de çalışırız elbette!..
Enerji bakanı, "gün ışığından daha
fazla yararlanmak ve verimliliği arttırmak için, mesaiyi sabah saat 6'da
başlatmaya ve Cumartesi günlerini
de çalışma günlerine dahil etmeye
hazırlandıklarını" buyurdu. Bakan
Yıldız, "bunun çalışanların uykusundan fedakarlık olmayacağını, böylece
çalışanların daha erken yatacağını"
söyleyerek, yüreğimize su serpti.
"Cumartesi günlerinde tam ya da yarım gün mesai yapılması için harekete geçecek"miş; "zenginleşmeyi ancak
çalışmayla elde edebilir"mişiz.
En sonu: "Cumartesi çalışma uygulaması '70'lerde bu vardı, sonra kaldırıldı ve Türkiye hak etmediği refah
seviyesini peşin satın almış oldu."
götürmez. O yüzden sendikalarımızla bu iç verimliliğimizi arttırmamız lazım. Verimsizlik ile ilgili
çalışmaları mutlaka giderebiliyor
olmamız lazım. Ben 5 yıl genel müdürlüğünü yaptığım enerji dağıtım
şirketlerinde ilk yaptırdığım anket
ve çalışmalarda toplam 8 saatlik çalışma süresinde ortalama 2 saat 35
dakika çalışıldığını gördüm. İlk 3
yıl içerinde kendilerine 4 saatlik bir
hedef tayin ettim. 4 saat çalışan kişi
evine gidebilir dedik. Bunlar yaşanan gerçekler. Bizler gelişmekte olan
Türkiye olarak mutlaka yeri gelecek
16-18 saat çalışabileceğiz. Bu değişimi iyi idare edebilmek adına bunu
mutlaka yapmak lazım. Ülkeyi kalkındırmak için verimli çalışacağız.
Ben biliyorum ki benim işçim işini
bitirmen çıktığı direkten inmez. O
direkte sorunu 8 saatte çözerse 8
saat 18 saatte çözerse 18 saat çalışır.
O yüzden biz uzlaşı içerinde bütün
emeklerimizi beraber ortaya koyarak Türkiye'yi geliştireceğiz."
Kapitalist sistem affetmez de,
işçi sınıfı ne eder?
Gün ışığına hasretiz
Enerji Bakanı Yıldız, önceki yıl
katıldığı Tes-İş Genel Kurulu'nda
da, bizlere 16-18 saat çalışmamızı
buyurmuştu: "Hangi sektörde çalışıyor olursak olalım mutlaka verimli
olarak çalışmak zorundayız. Verimli
çalışmayı kendi içimizde yapamıyorsak, bu mutlaka bir düzenlemeye
tabi olarak belirlenecektir. Sistem
bunu affetmez, sistem bu boşluğu
Gün ışığından daha fazla yararlanmayı hangimiz istemiyiz ki! Gün
doğmadan duraklara, oradan otobüslere yığılan kim? Merdiven altı
taşeron atelyelerde gün ışığına hasret
kalan kim? Plazalarda, güneşe hasret,
sabahtan akşama neon parıltısında
soluklaşan kim? Gün doğmadan işe
koşup, gece karanlığında evlerine
dönen kim?
Gün ışığından daha fazla yararlanmayı hangimiz istemiyiz ki! Gün
doğmadan duraklara, oradan otobüslere yığılan kim? Merdiven altı
taşeron atelyelerde gün ışığına hasret kalan kim? Plazalarda, güneşe
hasret, sabahtan akşama neon parıltısında soluklaşan kim? Gün
doğmadan işe koşup, gece karanlığında evlerine dönen kim?…
Sermayenin bakanı, bizim gün ışığından yararlanmamızı da, hafta sonu
tatilimizi de hak etmediğimiz bir refah olarak ilan ediyor!
Gün doğmadan çalışmaya başla, hafta sonu da çalışmayı sürdür! Erken
yat!
Sermayenin bakanı, bizi sömürülerek
sermaye üretmekten başka bir yaşantısı olmayan köleler olarak görüyor.
Üstelik, sürekli "daha verimli" çalışarak, sermayenin üzerimizdeki sömü-
rüsünü arttırmaya koşullu köleler…
Üstelik, elektriğe, doğal gaza yapılan
sistematik zamlarla birlikte; yine biz
işçilerin ürettiği, dağıttığı enerjiyi
sürekli fahiş fiyattan satın almaya koşullu köleler…
Sermayenin enerji bakanına bir yanıt
lazım. Sadece direnişteki BEDAŞ
işçileriyle sınırlı kalmayacak; Tes-İş
gibi holding sendikalarına teslim
edilmeyecek bir yanıt lazım… Güneşe hasret kalışımızla, yakıcı ihtiyaçlarımızla bütünleşen, eylemli bir yanıt!
3DWURQODU$\×ü×ù×QGDQGD\DUDUODQ×OV×Q (QHUML%DNDQ×Do×NODPDV×\OD
Enerji Bakanı'nın mesailer
Ağaoğlu Şirketler Grubu
yapsın, ay ışığından da yaQH\DSPDNLVWHGL"
"enerji tasarrufu için" sabah Başkanı Ali Ağaoğlu:
rarlanmak için ertesi sabah
6.00'da başlasın, cumartesi tatil olmaktan çıksın
tarzındaki sözlerine büyük
patronlardan büyük destek
geldi:
Zorlu Holding Başkanı
Ahmet Nazif Zorlu:
Sonuna kadar destekliyorum. Türkiye'nin verimli ve
çok çalışan bir ülke olması
gerekiyor. ABD bu şekilde
çalışıyor. Biz onlardan çok
mu ileriyiz ki, bu kadar tatil
yapıyoruz. Ben de her gün
06.30'da işe başlarım.
Sanko Holding Başkanı
Abdulkadir Konukoğlu:
Yıllarca saat 06.00'da uyandım. Birkaç yıldır yaşın da
verdiği sebeplerden dolayı
07.00'de uyanıp, işbaşı
yapıyorum. Başbakan bile
birkaç saat uyuyor. Ne kadar ihtiyaç varsa o kadar
uyunmalı. Avrupa Birliği
tembelliğin cezasını çekiyor.
saat 5.00'e kadar çalışsın.
Bir patron olarak Cumartesi değil, Pazar günleri de
çalışılsın isterim. Hayatım
boyunca 7'yi 1 geçe kalktığımı hatırlamam. Mesai
saatleriyle bu şekilde oynamak yerine, daha verimli
ve enerji kaynaklarını da
daha etkin kullanacak başka öneriler bulalım.
Limak Holding Başkanı
Nihat Özdemir:
Ben çalışma saatlerinin
uzamasından yanayım.
Cumartesi günü Türkiye
çalışmalı. Cumartesi kamu
dairelerinin de çalışması
taraftarıyım. En azından saat 14.00'e kadar.
Türkiye'nin bütün sıkıntılarından kurtulması için
üretmesi gerek.
Kapitalistler ne ister?
-İşçiler gün ışığından daha
fazla yararlanmak için
sabah saat 6.00'da işbaşı
-Ay ışığının olmadığı gecelerde işçiler enerji tasarrufu
için mum ışığında çalışsın.
-Mum paralarını da işçiler
versin.
-Kalan 1 saatte de işçiler,
"patron sana canım feda"
diye marş söylesin ve patronların ayakkabılarını
boyasın.
-İşçiler çalışırken oksijen
tasarrufu yapmak için nefes
almasın.
-Bütün yemek, çay, tuvalet
molaları kaldırılsın.
-Hafta 8 güne çıkarılsın,
hepsi çalışma günü olsun.
-İşçiler çalışırken gün
ışığından daha fazla yararlanmak için gözlerini de
kırpmasın, göz kapakları
arasına kibrit çöpü yerleştirilsin.
Enerji Bakanı'nın "enerji
tasarrufu ve gün ışığından
daha fazla yararlanmak" bahanesiyle "çalışma sabah saat
6.00'da başlasın, cumartesi
kamuda da tam çalışma günü
olsun" açıklaması, hükümetin
büyük patronların bu istemini kamuoyunda geniş çaplı
tartıştırarak yaptığı bir nabız
yoklamasıydı.
Nitekim konu üzerine açıklamada bulunan büyük patronların tamamı, resmi çalışma gününün 10-12 saate,
çalışma haftasının pazar günü
dahil 7 güne çıkarılmasını
istemlerini iştahla belirttiler.
Başbakan Erdoğan, aslında
dolaylı vergi zamlarına yoğun
tepkiler karşısında "eğer bunları yutmazsanız daha büyük
kemer sıkma paketi gelir,
Yunanistan gibi oluruz" minvalindeki sopa sallamasıyla,
hükümetin krize büyük borç
yüküyle yakalanan tekelci
burjuvaziyi rahatlatmak için
nasıl bir arayış ve hazırlık
içinde olduğunun mesajını da
vermiş oldu.
Nitekim Bakan Babacan, sıkı
mali disiplin politikası uygulanacağını, kıdem tazminatının gaspını da içeren "ulusal
istihdam stratejisi" için ESK
mekanizmasının hızlandırılacağını söyledi. Hemen sonra
da memurlara "mali disiplin
gereği", maaş dondurma
anlamına gelen 2012 yılında
yüzde 3+3 zam, sonraki yıllar
ise yüzde 5'in altında zam yapılacağı açıklandı.
Açıklamanın kölece çalıştırma stratejisinin hızlandırılacağının açıklandığı günlere
denk gelmesi, raslantı olmasa
gerek. Bu işçilere ölümü
gösterip sıtmaya razı etmeye
çalışmak.
11
%LULKWLPDOGDKDYDU
Arkadaşlar, bizler Mersin’de taşeron
bir firmada çalışan işçileriz. 3 ay süreli bir proje için Mersin'in sokaklarını, evlerini tek tek gezerek istedikleri bilgileri toplamamız karşılığında
700TL maaş+yol+yemek+sigorta+
prim(en az 200TL) alacağımızı söylediler. 15 kişi işe başladık ve yaklaşık
20 gün oldu. İlk gün yol ve yemeğin
verilmeyeceği, bu masrafların kendi
cebimizden çıkacağı söylendi. Buna
tepki gösterdik. Müdürle görüştürdüler, daha ilk gün ve ilk görüşmemizde
taviz vermeme adına müdür kesin ve
bizi ciddi almayan bir tavırla "İşine
gelen çalışır, işine gelmeyen çalışmaz" diyerek kestirip attı. Bana da
"Senin bana söylediklerini ben patrona söylesem 's.tir' git derdi" dedi. Ben
de ona vurmamak için kendimi zor
tuttum. O anda ne söylemek istediğim kafamda netti ama söylemedim.
Çünkü bireysel bir çıkış hem işşiz
kalmamı hem de bu işe devam edecek arkadaşlarımın eksik kalmasına
neden olacaktı.
Onların dediği gibi de çalıştık. Bir
hafta sonra sayımız 20 oldu. Yine birlikte çalışıyor birlikte hareket ediyorduk. Bu durum patronlar tarafından
da anlaşılmıştı. 3 aylık geçici iş sözleşmesini ve prim oranlarını açıklayacakları günden 1 gün önce birliğimizi bozmak için her mahalleye 1
kişi şeklinde bizi dağıtacaklarını ve
ofise gelmeden ve dolayısıyla kimsenin birbirini görmesine gerek kalmadan orada çalışacağımızı söylediler.
Bizler de "Bu bizi yalnızlaştırmak için
yapılan bir uygulama, mahallelerde
güvenliğimiz için birlikte olmamız
gerekir" diyerek buna karşı çıktık.
Ve sabahında işe geç başlayarak ilk
tepkimizi gösterdik.
Bir gün sonra iş çıkışı bir toplantı
daha yaptıklar. Toplantı öncesi bir
araya gelerek ne yapmamız gerektiğine dair sohbet ettik. Ve artık nettik.
Ekip çalışmasını bozmalarına izin
vermeyecektik. Toplantı, genel koordinatörün dayatmaları, tehditleri ve
kesin emirleri ile başladı. Sözleşme
imzalama sırasında asıl tavrımızı,
"emeğimizin yumruğunu" masaya
vuramadık. Çünkü içimizde bir-iki
uzlaşma yanlısı arkadaş direk imza
attılar, prim tablosunu kabul ettiler
ve olumsuz bir hava yarattılar. Bizler
de kararsızlığı bozmak ve resmi çalışan olmak adına imza attık. Çıkarken
de son sözümüz "esnemeyen her şey
kırılır" oldu. Bu sırada iş verenler,
yarın da bir toplantı olacağını, saat
11.00'de herkesin katılmak zorunda
olduğunu söylediler. Bu toplantıda
da kura çekimi ile bir aylık çalışma
alanlarımızı, yani yalnızlığımızı
seçecektik. Bizler de hem bir tepki
olsun diye, hem de önceden konuşup
örgütlü bir tavır sergilemek adına
11.00'deki toplantıya bilinçli olarak
saat 13.00'de katılacağımızı söyledik.
zı herkes arayarak bilgi vermesine
rağmen ben ve bir arkadaşım dışında
kimseye izin vermediler. Bizi diğer
arkadaşlarımızdan ayrımak istediklerini anladığımızdan bilinçli olarak
ve topluca belirlediğimiz saatte gittik.
Haber veremediğimiz arkadaşlar ve
uzlaşma yanlısı olan 3-4 kişi ile toplantıya başlamak zorunda kaldılar.
Katılanlarla bölge paylaşımı yapmak
istediklerinde haber vermediğimiz
bir arkadaş bizlerin olmadığı bir
ortamda kura çekmeyeceğini, bizleri
bekleyeceğini söyledi. Diğerleri kura
çekip bölgelerini belirlediler (ya da
öyle sandılar). Toplantı öncesi yaptığımız son görüşmede istediğimiz
şartların kabul edilmediği, işverenin
işçilerle pazarlık etmediği, bizi ciddiye almadığı ve tek başımıza çalışmayacağımız konusunda birbirimize
söz verdik. Ve kırmızı çizgilerimizi
belirledik. Her şeyden önce mahallelerde tek kişi çalışmayacaktık. Bizi işe
almaları sırasında söyledikleri yolyemek ücretlerinin ve prim tablosunun iyileştirilmesini talep edecektik.
Bunlar dışında resmi tatil ve izin
günlerimiz gibi sosyal haklarımızın
alınması ve işten çıkarmalar gibi
konularında tavrımızı da net olarak
belirledik. Ve toplantıya gittik. Yeni
çalışma sürecinin eğitimi ile başlayan
toplantı, genel koordinatörün binçli
olarak geç gelmemizden dolayı geriye
dönük kazandığımız 5000 puanın
(60-70TL) kesildiğini ve bu cezadan
bir tek önceden izin isteyen ben dahil
2 kişinin muaf tutulduğunu söylemesi ile bir anda gerildi. Ben ve diğer
arkadaşım da aynı cezayı istediğimizi
yüksek sesle dile getirdik. Bunun
üzerine herkes bir anda yeniden
kenetlendi. O anda ilk günden bu
yana verdikleri kararlar konusunda
"Yapacak bir şey yok" diyen Genel
Koordinatör'e, "Yapacak bir şey daha
var, o da bu şartlarda bizim artık
burada çalışmamamızdır" dedik.
Ve bir anda hepimiz birden ayağa
kalkarak tavrımızı net koyduk. Genel
Koordinatör'ün "O zaman zimmetli
cep telefonlarınızı teslim edin" talebine de "Sizde bizim şimdiye kadar ki
içerde kalan alacaklarımızı ödeyin"
diyerek ofisi terkettik. Topluca sokağa çıktığımızda birbirine sonsuzca
güven duyan ama bir anda işsiz kalan
bir işçi topluluğu olmuştuk.
Davetleri kabülümüzdür
Çok değil bir sokak sonra işverenin kadrolu iki çalışanı (bizimle iyi
anlaşanlar) arkamızdan koşarak,
bizim haklı olduğumuzu ve bizim
yanımızda olduklarını ancak pazarlık yapmak isteyen genel müdürle
bir kez daha görüşmemizi istediler.
Bu esnada müdürün de telefonla
arayıp, isim vererek içimizden 2 kişi
ile görüşmek istemesi üzerine kendi
aramızda gidecek olan arkadaşların
herkesi temsil etme hakkına sahip
olduğunu kararlaştırdık.
Sıkıysa yağmasın yağmur...
Toplantıya 13.00'de katılacağımı-
Ofise gittiğimizde, dışarda bir yerde
oturup konuşalım dediler ve ofisten
çıktık. Pazarlık masasına oturduğumuzda değişen ve yumuşayan
davranışlarından kazanmak üzere
olduğumuzu iyice anladık. Genel
Müdür ve Genel Koordinatör görüşme boyunca patronluk makamının
"yüce bir divan" olduğunu anlatmaya
çalışırken, bizlerde "emeğin yumruğunun herşeyden daha güçlü olduğunu" hissettirdik. Bu gerilimli ortam
sonunda kararlı ve net duruşumuz
bizi beklenen ve istediğimiz sona
taşıdı. Şu şekilde bir anlaşma yaptık.
1) Prim tablosu iyileştirildi, 2) Resmi
tatil ve izin günlerinde ki çalışmamız
karşılığında 2 kat mesai ücreti verilip,
sigortamızın tam yatırılması gibi
sosyal haklarımızın tanınacaktı, 3)
Toplantıya geç gittiğimiz gerekçesiyle
kesilen cezanın büyük bir kısmının
NƦNRJHQNXN
En önemlisi başından
beri direttiğimiz ekip
çalışmasının istediğimiz gibi
4-5-6 kişilik gruplar halinde
yapılmasının kabulü ile
isteklerimizin büyükçe bir
kısmı kabul edildi. Yani biz
kazanmıştık
geri alınacaktı, 4)Ve en önemlisi
başından beri direttiğimiz ekip çalışmasının istediğimiz gibi 4-5-6 kişilik
gruplar halinde yapılmasının kabulü
ile isteklerimizin büyükçe bir kısmı
kabul edildi. Yani biz kazanmıştık.
Masadan kalkarken son sözümüzü,
bana ilk günden "S.tir git!" diyen müdür ve "Yapacak bir şey yok" diyen
genel koordinatürün gözlerine bakarak ve 30 kişilik konuşarak söyledik.
"Bir ihtimal daha vardı. Onu da biz
yaptık".
.X]H\.×EU×V·WD×UNo×O×N
Irkçı saldırılar "yavru vatan" denen
Kıbrıs’a da sıçradı, Kürt öğrencilerin okuma hakkı ellerinden alınıyor.
Veysel Kaplan, Kuzey Kıbrıs‘ta
Yakındoğu Üniversitesi son sınıf
öğrencisi iken 21 Ekim günü Kürt
olduğu için Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti polisi tarafından sorgusuz sualsiz gözaltına alınan 25
öğrenciden biri. Veysel Kaplan‘ın
kimliğinde milliyeti TC yazıyor,
kendisi Kürt ve anadili Kürtçe.
Kimliğinde TC vatandaşı yazmasına rağmen KKTC tarafından
Kürt olduğu için sınır dışı edilen 6
öğrenciden biri ve bu belgeyle bir
daha KKTC‘ye girmesi yasak.
Gerisini kendi ağzından dinleyelim:
"Adım Veysel Kaplan, Diyarbakır
Ergani‘de oturuyorum. Çoğumuz Diyarbakır, Siirt, Urfa ve
Hakkari'den okumak için Kıbrıs'ta
bulunuyoruz. Kıbrıs Lefkoşa‘da
Yakın Doğu Üniversitesi son sınıf
öğrencisiyim. İdim. Hakkari ve
Bitlis‘te yaşanan çatışmaların ardından Türkiye‘de Kürtlere ve BDP
başta olmak üzere Kürt kurumlarına dönük gelişen ırkçı saldırılar,
21 Ekim Cuma günü Kuzey Kıbrıs’a
da taşınmıştı. Lefkoşa’da bulunan
Yakın Doğu Üniversitesi’nde ırkçı
gruplar sabah saatlerinde toplanarak kampüs önünde gösteri düzenlemiş, gösterinin ardından kampüs
girişinde kimlik kontrolü yapılarak,
Kürt ve solcu avına çıkmıştı. Bunun
üzerine 1.500'e yakın ırkçı-ülkücü
grup ile üniversitede okuyan solcu
ve Kürt öğrenciler arasında çatışma
çıktı. Uzun süre devam eden çatışmada polis havaya ateş açarak olayları durdurmaya çalıştı, bu olaylardan sonra 4 Kürt öğrenci gözaltına
alındı. Gözaltına alınan Serdar Kayaalp, Fırat Sandalcı, Talha Fehmi
Geylani ve Hamdi Seren gözaltında
bir gün tutulduktan sonra İçişleri
Bakanlığı’nın talimatıyla "sınır dışı"
edildi. Ardından ise İçişleri Bakanlığı bu olayla ilgili olağanüstü karar
alarak 25 Kürt öğrencinin "ayaklanma" gerekçesiyle bulundukları
yerde gözaltına alınıp, apar topar
sınır dışı edilmesine karar verdiler.
Karardan sonra Kürt öğrenci avına
çıkan polis beni ve İbrahim Halil
Dayan‘ı gözaltına aldı, hiçbir şekilde mahkemeye çıkarılmadan 27
Ekim‘de sınır dışı edildik."
"Siz hepiniz PKK militanısınız
sizin okuma hakkınız yok"
"Gözaltından sonra bizi apar topar
sınır dışı ettiler. Polisler "Siz hepiniz PKK militanısınız, sizin okuma
hakkınız yok" diyerek "sizi Havai
adalarına mı, yoksa Mayami adalarına mı gönderelim" diyerek dalga
geçtiler. Beni Adana‘ya gönderdiler
ardından. Bu durum onuruma çok
dokundu. KKTC’de yayın yapan
Volkan Gazetesi yaptığı haberle
Kürt öğrencileri ve yurttaşlarını
hedef haline getiriyorlar."
Gerekirse açlık grevine gideceğim
"Hiçbir ifade hakkı tanınmadan,
savunmamız dahi alınmadan sınır
dışı edildik. Böyle bir uygulamayı
kabul etmiyoruz. Bu konuya ilişkin
diğer arkadaşlarımla birlikte konunun takipçisi olacak ve gerekirse
yakın süreçte açlık grevi yaparak
kamuoyu oluşturacağız.
Orada paralı okumamıza rağmen
Kürt olduğumuz için okumamıza
izin verilmedi. Ben diyorum ki
Kürt gençlerine siz de KKTC‘ye
gidip okumayın, sonunuz bizim
gibi olacak yoksa…"
Veysel Kaplan‘ın kimliğinde Türkiye vatandaşı yazıyor. Ve "TC vatandaşlığı muamelesi" KKTC‘de de
ülkedekinden farksız işliyor.
12
NƦNRJHQNXN
$UWÜNEHNOHPHN\RN
"Sigortalı iş var, çalışır mısınız?" sorusuyla başladı her şey. Başta iyi görünüyordu; sigortalı, maaşlı, uygun
çalışma saatleri, izinler… Yani adı
belli bir iş yapacaktık, ama nasıl bir
iş olduğunu limanın kapısından girdiğimiz ilk gün anladık. Evet, koca
koca makineler vardı, ama bizim
yapacağımız iş limandaki en tehlikeli
işti. Bunu yaşadığımız iş kazaları ile
öğrendik. Maaşların keyfi ödendiğini ay sonu geldiğinde cebimizin
boş kalışından öğrendik. Aslında
neyi öğrendik biliyor musunuz? "Bu
şekilde çalışma olmaz" dediğimizde
"İşine gelmiyorsa giriş kartını bırak
çek git" dediklerinde ve biz gidemeyince köle olduğumuzu öğrendik.
Öğrenmekle kalmadık sadece, köleleştikçe buna alışır hale gelmiştik.
Bir süre sonra "Yaşamak aslında köle
olmakmış, biz şimdiye kadar yanlış
biliyormuşuz" durumuna geldik.
Ta ki bir gün, kimin ağzından çıktı
bilemiyorum, birisi sendikadan
bahsedene kadar. İşçileri savunan
bir kurum var, denmişti. Hayaller
kurmaya başladım. Sendika nedir,
ne değildir diye sormaya, araştırmaya da başladım. Ama bunu gizli
yapmak gerekiyordu tabii ki. Bize
uygun sendikanın hangisi olduğunu öğrendik sonra. Hemen ertesi
gün kurtarıcılarımız arandı tabii ki.
Ama kurtarıcılarımız bize "bekleyin"
diyorlardı. Bekledik biz de. Artık
kendimi sendikalı bir işçi olarak
görüyordum. Hayal kurmaya devam
ediyordum.
Sonra geldiler, görüştük. Mevzuatlardan, kanunlardan ve başka bir
sürü şeyden bahsettiler. Sabretmeyi
ve biraz daha beklememizi söylediler. Günler geçiyor, aylar geçiyordu,
ama hep sabır hep sabır… Bu arada
limanda kölelik had safhaya çıkmıştı.
Utanmasalar verdikleri yemeğin parasını bile keseriz diyecek patronlar.
Sendikaya üye olmamızın önünde
olduğu söylenen engellerin kalkmasına çok kısa bir zaman kala bize "örgütlenin" dediler ve biz de başladık.
Çok gizli ve heyecanlı idi. Ne güzel
günlerdi, çünkü iyi niyetle, saflıkla
iyi bir şey için gizli gizli çalışmak çok
heyecan verici idi. Üyelik başladı ve
2 gün içinde arkadaşların çoğu üye
oldu. Artık içerde dağ gibi bir işçi
kitlesi ve onların sendikası vardı.
Farklı farklı taşeronlardan oluşan bir
dağ…
Üyelikle beraber toplu sözleşme
süreci de başlamıştı. Tabii ikinci bir
süreç de, işçi kıyımları süreci… Kıyıma karşı yaptığımız eylemler bazen
başarılı oluyor, fakat bazen acemisi
olduğumuz için kaybediyorduk.
Ama sendika nasıl olsa patronla masaya oturacak ve işten çıkarılanları
teker teker aldıracak diye kendimizi
avutuyorduk. Aynı gruba bağlı 5
taşeron içinde ilk önce bizim toplu
sözleşme yetkimiz alındı. Sevindik,
2 ay içinde ya toplu sözleşme süreci
başlayacak ya da greve gidecektik.
Ama öyle olmadı. Neden mi? Greve
bir hafta kala işveren, "Ben bu işte
zarar ediyorum" deyip işi bıraktı ve
bir gecede giriş iptal edilerek kendimizi kapı önünde bulduk. Ana
işverene "Patron işini bırakmış ama
biz senin işini yapıyoruz, o yüzden
işe devam edeceğiz" dediysek de
"hayır" cevabını aldık. Aslında patron işi bırakmıştı, ama bizi işten
atmamıştı. Bu yüzden "Biz ne iş yapacağız şimdi" dedik. Bize "Size ne
iş verirsem onu" dedi. Aslında bir iş
göstereceği falan yoktu. Sendikaya
gittik, "Yasal olarak yapabileceğimiz
hiç bir şey yok. İşveren çıkışınızı
yapmamış ki" dediler. "İşveren çıkışımızı yapmadıysa biz niye işimizi
yapamıyoruz" sorumuz havada kaldı tabii ki. "Herkes evlerine gitsin ve
beklesin, işveren nasıl olsa çıkışınızı
verecek, ondan sonra bir şeyler yaparız" dediler. "Olmaz" dedik, "Biz
burada limanın kapısında bekleyeceğiz, siz de bu işi çözeceksiniz" dedik. Sendika başkanımız o dönem
tatildeydi. "Daha ne yapabilirim" diyordu ama biz biliyorduk ne yapacağımızı. İçerde çalışan ana firmaya
bağlı bütün taşeronlardaki arkadaşlarla temasa geçerek, üretimin
acilen durması gerektiğini söyledik.
Uydular, iş durdu ve herkes dışarı
çıktı. O geceyi hep beraber dışarıda
geçirdik. Tabii bu arada sürekli gelip "İçeri girin, işlerinizin başına geçin, yoksa işten atılırsınız" uyarı ve
tehditleri geliyordu. Sabah olunca
arkadaşlara "Burada, dışarıda beklemeyin, direnişe içerde makinelerin
başında devam edin ki yerinize
işçi getirmesinler" deme hatasında
bulunduk. Söylemez olaydık. İçeri
geçtiler ve bizlerin içerde olmaması,
patronun baskısı ve sendika temsilcisinin "İşbaşı yapın, onlar işten
atılmadılar, böyle devam ederseniz
siz işten atılacaksınız ama" demesinin de etkisiyle direniş kırıldı
ve işe başladılar. "Neden böyle
yapıyorsunuz" dediğimizde "İşçiler
birlik olamadı" gibisinden bir şeyler
söylediler. "Madem öyle biz dışarıda
direnişe geçeceğiz" dedik. Ve direniş çadırını kurduk. Asıl gerçekleri
o direniş çadırını kurduktan sonra
öğrendik. Adeta bir okul gibiydi çadır. Sendikalı olmakla bu işlerin, bu
sorunların bitmediğini, asıl önemli
olanın işçi olmanın, sınıfın bir parçası olmanın ne demek olduğunu
anlamaktan geçtiğini öğrendik.
Bu arada günler hızlı bir şekilde
geçiyordu. İşçi miyiz, işsiz miyiz ne
olduğumuz belli değildi. Biz de patronu sıkıştırmaya başladık. "Ya bize
iş göster, ya da çıkışımızı ver" diyorduk. Patron ilk başlarda bize "iş yok,
bekleyin" falan dese de sonradan
çıkışımızı verdi. Tabii bu arada tam
1 ay geçti. Bunun üzerine hemen
sendikaya haber verdik. "Bakın çıkışımız verildi. Hadi ne yapacaksanız
yapın" dedik. Ama nafile, bu sefer
de araya sendika seçimleri girdi.
"Bekleyin, bu seçimler bitsin, kesin
çözeceğiz" dediler. Tabii bu arada
biz de daha önce yapamadan işten
atıldığımız grev hakkımızın halen
devam ettiğini öğrendik. Süresi de
seçimlerden hemen sonra bitiyordu.
Sendikacılara sorduk. "Seçimlerden
sonraki ilk işimiz greve gitmek olacak" dediler. Seçim günü yaklaştıkça,
umutlar iyice arttı. Biz de çadırdan 3
delege gönderdik seçimlere.
Seçim olmuştu. Eski başkan devrilmiş, yeni başkan seçilmişti. Yeni
yönetimin ilk işi ne oldu biliyor
musunuz? Bizim grev kararı Bölge
Çalışma Müdürlüğü'ne geçmiş bir
tarihli olarak, hatalı gönderildi. Şok
olduk. Yeni başkana bu durumun
nasıl olduğunu, bu durumu işçilere
nasıl açıklayacağını sorduk. Kendi
hatası olmadığını, eski başkanın hatası olduğunu söyleyip çıktı işin içinden. Bölge müdürlüğüne gittik biz
de. "Evrak üstünden hata olsa bile
sendika yönetimi isterse greve gidilebilir" dediler; buna Genel Başkanın
verdiği cevap, "Bu grevi fazla kafanıza takmayın. Bu işi çözmenin başka
yolları da var" oldu. Grev günü, grev
olmayınca yetki düşmüş oldu. Bizim
de sendikayla bağımız, üyelik dışında kalmamış oldu. Bu arada yeni
başkan Mersin'e geldi. Bize biraz
daha sabırlı olmamızı, beklememizi,
bu işin kesinlikle çözüleceğini söylüyordu. "Nasıl" sorularına, "Buraya
şube kurulacak, kurulacak şubenin
alacağı kararların sonuna kadar arkasındayız" deyince yine beklemeye
başladık.
Tüm bu zaman içinde basın açıklamaları yaptık, yürüyüş düzenledik,
slogan attık. Tüm bunları yaparken
sendika sadece "Yapmayın, bekleyin"
diyordu. Sendikanın "Yaparsanız
işveren sizi kesinlikle işe almaz" uyarılarına rağmen Dayanışma Gecesi
de düzenledik. Zaten sendikanın
dediği şekilde bir şeyin çözüleceği
falan yoktu, bunların hepsi oyalama
taktiğinden başka bir şey değildi. Bu
arada şube ataması da yapıldı. Bizden bir arkadaş da yönetime atandı
hatta. İlk "tanışma" toplantısının
konusu da, ana firmanın yemekleri
güzel mi değil mi, servisleri rahat mı
değil mi oldu. Bu ayın sonunda yeni
bir toplantı daha olacak.
Sonuç mu? Bekle babam bekle, bu
köprünün altından çok su akar böyle
bekledikçe. Daha ne toplantılar göreceğiz. Demek istediğim artık tüm
bunlara aldanmayacağız. İşçi kendi
sesini duyuracak artık. İçerdeki arkadaşlarla bağını kuvvetlendirecek.
Unutmayın ki gerçek güç işçinin
kendisidir. İşçiye işçi dışında kimse
acımaz, bir tek işçinin işçiye faydası
olur, gerisi teferruattan başka bir şey
değildir.
Mersin Limanı'nda
işten atılan bir işçi
9LWULQLQDUNDV×QD
LOLüWLULOPLü\DüDPODU
Kocaman bir binanın içine konmuş,
gösterişli vitrinli mağazaların içerisine
sıkıştırılmış hayatlar bizimkisi. Işıklandırılmasıyla, tabelalarıyla, indirimli yazılarıyla, gelen bin çeşit müşterisiyle dışarıdan albenili olan bu sektör, içerisinde çürümüş virane bir ev görünümünde
aslında. Çalışan işçilerin sessiz çığlıkları
gümbür gümbür çalan müziğe karışıp
yok oluyor. Gülümseyen yüzlerdeki sahteliği, gözlerindeki donuk ifade ortaya
çıkarıyor. Nasıl çıkarmasın ki? Çalışma
koşulları hepsinin hemen hemen aynı,
farklı mağaza isimlerinde çalışsalar da.
Asgari ücret, 15 günlük yemek, her gün
bir binişlik yol… İlanlara yansıyansa
asgari ücret+yol+yemek+prim… Yani
daha ne istiyorsun, demeye getiren bir
sürü söz. İçine girip çalışınca hiç de öyle
ilandaki gibi olmadığını anlıyorsun.
Çünkü en düşük menü 5 TL, aldığın
yemek ücreti 15 günlüğünü karşılıyor.
Yol desen sabah vardiyası veya akşam
vardiyası için var; oysa ne akşam 6'da çıkışımızda servis oluyor ne de öğlen saat
2'de geldiğimizde servis var. Bu nedenle
her gün 1 binişlik yol parası veriyorlar.
Bunlara yoğun günler ekleniyor. Stres
atmaya gelen müşterilerin mağazayı
dağıtması cabası. Değişen vardiya sistemiyle görüşemediğin arkadaşların, sevdiğin ailen ekleniyor ve donuk gözlerine
bir mutsuzluk daha biniyor. Yüzün sahteleşiyor, siliniyor, siliniyor, siliniyor…
Ankara'dan bir hizmet işçisi
*UHYN×U×F×ODUDEDULNDW
Endonezya'da maden işçileri, grev kırıcıların madene sokulmasını engellemek için polisle çatışmaya girdi, polisin
maden işçilerine açtığı ateş sonucunda
bir işçi öldü, pek çok işçi de yaralandı.
ABD'nin maden tekeli Freeport
McMoran'ın bakır ve altın madenlerinde çalıştırılan 12 bin işçi, ücret artışı,
iş cinayetlerinin önlenmesi ve çalışma
koşullarının iyileştirilmesi talebiyle 15
Eylül'de greve çıkmışlardı. Daha önce
de, Nisan ayında 2 işçinin yanarak
ölmesi üzerine, bir günlük yas grevi
yapmışlardı.
10 Ekim'de, grev kırıcıların polis korumasında maden ocaklarına sokulmak
istenmesi üzerine, grevdeki işçiler maden önünde barikat kurdular. Polisin
direnen grevcilere ateş açması üzerine
bir işçi öldü, pek çok işçi yaralandı.
13
NƦNRJHQNXN
#FOJNBEðNLBQJUBMJ[N
Burası benim köşem
kardeşim, işçi gazetesi
falan anlamam, fikrimi
buradan da yayar, hepinizi
buradan da ezerim. Var mı
bir diyeceğiniz!
Benim adım kapitalizm, Amerika'da
500 milyon tabanca olmasının sorumlusu benim. Ben insanları soyarken, herkes komşusundan korkuyor.
Benim adım kapitalizm ve siz hepiniz hayatınız boyunca hiç sahip
olamayacağınız evleri temizleyen
temizlik işçilerisiniz.
Benim adım kapitalizm ve siz hepiniz mutsuzsunuz; bir avuç mutluluk
hayali için her gece tekrarlanan TV
programları formundaki uyuşturucu
dozlarınızı bekleyen bağımlılarsınız.
Benim adım kapitalizm ve hepiniz
açık alan korkusuna kapılmışsınız,
evinize tutsak, işinize tutsak, tüketim psikolojisine bağlanmış yaşıyorsunuz.
Benim adım kapitalizm, ekonomistlere inanmanız gereken tek dinin
kapitalizm olduğunu söylemeleri
için aylık ödemeleri ben yapıyorum.
Benim adım kapitalizm, hayatınızın
ilk yarısını ikinci yarısında ne yapacağınızı hesaplamakla geçirmenizi
sağlayan benim.
Benim adım kapitalizm, insan doğasının temel kanunlarını bilirim:
İnsan yemeğe ihtiyaç duyar; bu yüzden yemeği ondan alır ve yemek için
çalışmasını sağlarım.
Benim adım kapitalizm, bir insan ne
kadar fakirse, ona o kadar az ödeme
yaparım.
Benim adım kapitalizm, hepiniz benim için çalışıyorsunuz.
Benim adım kapitalizm ve hepiniz
yalancısınız! Çünkü her sabah yataktan kalkıp işe gidince kendiniz
için çalıştığınızı düşünüyorsunuz.
°UJÖWOHQGLNYHGLUHQL\RUX]
Halbuki ne hayallerle limana girmiştik. İlk girdiğimizde bize çimento, yağ ve asit işi olacak, başka
işler için yeni elemanlar alınacak
denmişti. Ayrıca her 15 günde
bir avans verilecek, her ayın başında maaşlar eksiksiz yatırılacak
denmişti. Bu yalanı ilk 3 ay maaş
alamayınca farkettik. Paralarını isteyenler ise anında işten atıldı. Atılan işçilerin yükü de diğerlerinin
üstüne bindirildi. Bundan sonra
patron baskıları artmaya başladı.
Mesai saatleri 40 saati buluyordu.
Çoğu zaman sabah işe geldikten
sonra eve ne zaman gideceğimizi
bilemeden çalışıyorduk. Bir hafta
eve gitmeden çalışan arkadaşlar
vardı. Bu durum iş kazalarını da
beraberinde getiriyordu tabii ki.
Biz işçiler, her ne kadar limanda
ayrı şirketlerde çalışıyormuşuz gibi
düşünsek de, patron ve yapılacak
işler tekti. Bu sebepten taşeronun
taşeronu olarak çalışan bizler limanın en kötü işlerini yapıyorduk.
Kimi zaman 27 ülkede yasaklanmış petrokok kömürünü indiriyorduk, kimi zaman gemilerin yağ
depolarını temizliyorduk. Tüm
bunlar olurken, iş güvenliği birimleri ortalıkta görünmezdi.
Biz bunları yaparken patron, 2
oğlu ve yeğeni bizim kabusumuz
olmuştu. 2 yıl içerisinde 60'dan
fazla işçi atıldı. Patron, oğulları ve
adamları tarafından ağır hakaretlere maruz kaldığımız, sürekli iş
kazalarının geldiği o son noktada
işçiler arasında örgütlenme sağlandı. Sendikal girişimlerde bulunuldu. Orada çalıştığım sürece
patrondan sadece "nasıl emekten
çalarım, nasıl işçilerin haklarını yerim" anlayışını gördük. Üstelik tek
bizden de çalmıyordu. Muhasebecesinin öğrettikleriyle bir taraftan
vergiden çalarken, diğer taraftan
SSK primleriyle oynuyorlardı. Bir
işyerinde ne kadar sahtekarlık
varsa hepsi yapılıyordu. İlk başta
ücretsiz izne çıkarırken sonra puantajla çalıştırmayı düşündüler.
Özellikle maddi durumu kötü olan
işçiler tam bir köle gibi kendilerine
bağlanmıştı. Onlara sınırsız mesai
uygulanıyordu.
İşte böyle bir ortamda sendikalı
olduk ve arkasından kendimizi kapıda bulduk. Bizler 95 gündür direnişteyiz. İlk günlerde çok sıkıntı
çektik. İçerdeki arkadaşlarımızın
bizi yalnız bırakması, sendikanın
çadıra uğramaması, ailelerimizin
kararsız kalması bizi bayağı yıpratmıştı. Kendimizi çok yalnız hissediyorduk. Ama zamanla gelen sendikacılar, dernekler, kitle örgütleri
ve hepsinden önemlisi, çekinerek
de olsa gelmeye başlayan içerde
çalışan arkadaşlarımız sayesinde
moralimiz düzeldi.
Bizim çadır hayatımız şu şekilde
geçiyor. Sabahları kimimiz yürüyerek, kimimiz bisikletle çadıra geliyoruz. Sabah mazeretsiz gelmek
yasak. O gün yapılacak işleri konuşuyoruz, o günü ve yapılacak işleri
planlıyoruz çünkü. Bazen tartışırız; bazı günler çok gergin, bazı
günler çok neşeli geçiyor. Birkaç
Benim adım kapitalizm, hadi dürüst
olalım, hepiniz son derece baskıcı ve
iğrenç bir sistem için çalışıyorsunuz.
0DQNXUWODüPDN
Benim adım kapitalizm, bir kapitalist işçilerini sadece çalışabilsinler
diye ve çalışabilecekleri kadar besler.
Bir kaynakta okumuştum. Kabilenin ismi aklımda
değil. O yüzden Kül ve Ateş kabileleri diye adlandıracağım. Zamanında Kül ve Ateş kabileleri arasında sürekli süren bir savaş varmış. Kül kabilesinden olanlar,
Ateş kabilesinden güçlü-kuvvetli olanları yakaladıklarında önce işkence yaparlar, sonra ellerini ve ayaklarını birbirine bağlayıp, vücudunu da bir kazığa bağlarlarmış. Saçlarını sıfıra vurup kazıtırlarmış. Daha
sonra yeni öldürdükleri devenin derisinin boyun kısmını kesip adamın kafasına geçirirlermiş. Sonra adamı güneşin altına koyarlarmış. Güneş ışığında deve
derisi büzülür, küçülürmüş. Küçülen deri adamın
kafasına baskı uygularmış. Bu arada kazılan saçlar da
çıkmaya başlar, ama deve derisini delip geçemeyen
saçlar içeri doğru gitmeye başlarmış. Bu yapılanlar
sonucu adam ya ölürmüş ya da delirirmiş. Deliren bu
adamı alıp kendi özel işlerinde kullanırlarmış. Sahibi
Benim adım kapitalizm; her gün en
az beş buçuk saat doz TV izlemiyorsanız, herkes sizi garipser.
Benim adım kapitalizm, borç almak
ve aldıklarınızı ödemek için çalışmaksızın tek bir gününüz geçmeyecek mi? Hayır, geçmeyecek.
(Bu köşe için Capitalism
adlı Twitter hesabından da
yararlanılmaktadır)
defa çadırın dışında gerçekleşen
yürüyüşlere katıldık. Birkaç kez de
biz basın açıklaması yaptık. Bunlar
dışında çok güzel bir dayanışma
gecesi organize ettik. Bu arada sık
sık misafirlerimiz gelir. Gelen misafirlerimize ikram edecek çayımız
her zaman hazırdır.
Bu arada sendika yönetimimiz değişti. Belki bu yönetim bizim kaderimizi belirlemeyecek, ama kendi
kaderlerini çizecekler. Çünkü
sendikanın ve onun yönetimlerinin bu sarı kimlikten kurtulmaları
lazım. Liman-iş limanda hiç de
sağlam olmayan bir yönetim anlayışına sahip. Şu anki şube yönetimi
atama ile geldi. En kısa zamanda
seçime gitmeyi planlıyorlar. Şimdiki yönetimde olan bir kaç arkadaş
ve içerde çalışan arkadaşlardan
sınıfın yannda olacak bir kaçı yönetimde olursa, hepimizin adına
güzel şeyler olacağına eminim.
Yoksa Mersin Limanında Liman-İş
diye bir sendika kalmaz.
Mersin Limanı'ndan bir işçi
ne isterse sorgusuz sualsiz yaparmış. Şunu öldür dese
hemen öldürürmüş. İşte bu insanlara Mankurt denir.
Günümüzde mankurtlaşmış insanlar var. Patronların
dediğini harfiyen yaparlar ve patronlardan ödleri kopar. İsyan etme hakları yoktur, sorgulama yapamazlar. Yani akli dengesi yerinde olan mankurtlar. Bizler
de birer mankurttuk, ama örgütlenerek insan olduk.
Birleşerek sınıf bilinciyle işçi olduk. Bizi mankurttan
ayıran özellik aklımız. Aklımızı kullanarak birleştik,
birbirimize kenetlendik. Bize mankurt gözüyle bakan
patrona unutamayacağı bir ders verdik. Bir slogan
biliyorum "Dünya yerinden oynar , İşçiler birlik olsa"
diye. Bunun bir örneği Mersin limanında yaşandı. Bir
taşeron firma vardı, Akansel diye. İşçiler birlik oldu.
Markutça yaşamayı reddedip, işçi gibi ve insanca
yaşamayı seçtiler ve kazandılar. İsterseniz siz de başarabilirsiniz.
Mersin Limanı'ndan bir işçi
14
NƦNRJHQNXN
1BUSPOTV[
Yeni bir köşemiz var artık.
Köşemiz iki fıkra ile başlıyor
serüvenine.
Bir gün bir Ermeni, bir
Türk ve bir Kürt, bir Türkün sahip olduğu erik bahçesine girer ve erik çalarlar.
Bahçe sahibi Türk bunları
yakalar ve önce Ermeniyi
bir temiz dövdükten sonra
diğerlerine "hadi bu Ermeni, müslüman bile değil, siz
niye onunla birlik oluyorsunuz…" der. Böylelikle diğer
ikisini susturarak Ermeniyi
saf dışı eder. Daha sonra
Türke bu Kürtle ne bir oluyorsun diyerek Kürdü döver
bir güzel. Daha sonra sıra
yalnız kalan Türke gelir ve
bahçe sahibi ona da sen kimin eriklerini çalışyorsun
deyip temiz dayak atar. Üçü
de dayak yemiş olarak bahçeden atılan kafadarlar, bu
kez üç kişinin bir kişiden
nasıl dayak yediğini düşünedalarlar.
Sonunda şunu söylerler: "Ermeniyi dövdürtmeyecektik."
Patronun hakkı
Patronların, kapitalist sınıfın üretim içindeki yerine
ve üretim sonunda nasıl bir
hak elde etmeleri gerektiğine
dair şöyle bir fıkra anlatılır:
Nasrettin Hoca bir gün kadı
olmuş. Biliyorsunuz kadılar
da, her zaman nalıncı keseri
gibi efendilerden, beylerden yana yontan insanlardı.
Emekçilerden yana karar
vermezlerdi. Sömürünün
olduğu her yerde adalet de
sömürücülerden yanadır.
Neyse, bizim Hoca namuslu,
dürüst bir kadıymış.
Bir gün Hoca'nın karşısına
iki kişi gelir. Elinde balta tutan biri şöyle der:
— Kadı Efendi, ben odun
kırıcıyım. Bahçelerde para
karşılığı odun yararım.
Bu sabah yine bahçenin
birinde odun yararken yanıma bu adam geldi. Benim
çalışmama baktı ve sonra
bana "yahu, hiç böyle odun
yarılır mı?" dedi. "Odun yararken ‘hınk' der insan." Ve
başladı ben oduna baltayı
vururken "hınk" demeye.
Ben baltayı vurdum, o
"hınk" dedi. O "hınk" dedi,
ben baltayı vurdum. Böylece akşama kadar çalıştım.
Akşam yarılmış odunları
sahibine teslim edince 10
akçe aldım. Ben çalışmamın karşılığı olan bu 10
akçeyi tam cebime atarken
bu adam, "hani benim hakkım?" diye tutturdu. Onun
ne hakkı olacak! Anlamadım. Kavga ettik ve sizin
karşınıza geldik.
Kadı döner ve diğer adama
sorar:
— Sen ne diyorsun?
Adam atılır:
— Kadı Efendi, gittim bu
adamın yanına. Ona nasıl
odun yarılacağını gösterdim
ve sabahtan akşama kadar
yanında "hınk" dedim, o
baltayı vurdu. Ben "hınk"
demeseydim odunları yaramazdı. Ama akşam olunca,
10 akçeyi alınca hakkımı
vermedi.
Kadı, odun yarıcısına
— Ver bakalım şu 10 akçeyi,
der.
Odun kırıcısı,
— Aman Kadı Efendi, bu
benim hakkım. Bu benim
alınterimin karşılığı. Nasıl
alırsınız? der.
Kadı Efendi,
— Sen hele bir ver bakalım o
paraları, der.
Sonra Kadı Efendi 10 akçeyi
alıp her ikisini de yanına
çağırır. Ve elindeki 10 akçeyi birer birer önündeki
mermer masaya atarak saymaya başlar: tırınk, tırınk,
tırınk… Kadı Efendi 10
akçeyi saydıktan sonra hepsini toplayıp odun kırıcısına
verir.
— Al oğlum, bunlar senin
hakkın. Çalışmanın karşılığı,
der.
Hınk deyici hemen atılır:
— Kadı Efendi, hani benim
hakkım?
Kadı olan Nasreddin Hoca
cevap verir:
— A be adam, odun kırıcısına "hınk" diyenin hakkı işte
bu para sesi kadardır. Sen de
hakkını aldın işte.
İçinde yaşadığımız toplumda da patronların, kapitalist
sınıfın hakkı odun kırıcısına
"hınk" diyenin hakkından
farklı değildir. Bunun neden
böyle olduğunu sonraki
sayılarımızda anlatmaya devam edeceğiz.
(Köşemizde yararlanılan
kaynak: Faruk Pekin'in
1976'da ikinci baskısını
yapmış olduğu "İşçiler
neden ve nasıl sömürülüyor"
broşürüdür.)
%Ö\ÖNLQVDQOÜNWDQ
GDKDEÖ\ÖNLQVDQOÜN
Tarih; ismini ölümsüzleştirmiş, dehalarıyla,
cesaretleriyle, liderlik vasıflarıyla insanlığın
gelişimine eşik atlatmış şahsiyetlerle doludur.
Sezar'dan İskender'e, Ford'dan Bill Gates'e
kadar nice insan vardır ki ölümlerinden binlerce yıl sonra bile yarattıkları değerlerin haklı
şöhretleriyle ölümsüzlüklerini yaşamaya devam edeceklerdir. Bize ise ancak, geldiğimiz
noktada hayal gücümüzün bile ötesinde bir
yaşamı yaşanılabilir hale getiren bu insanların
önünde saygıyla eğilmek düşer.
Ama ne yazık ki ben eğilmeyi, hele ki başka
insanların önünde eğilmeyi hiç sevmem! Hiç
biriyle tanışmamış olmama rağmen, bilirim
Sezar'ın kılıcı altında yaşamak yerine ölmeyi
tercih eden yüz binlerce Galyalıyı. Ve yine
bilirim kanla yeşermiş topraklarda bir hikaye kahramanının sevimliliğinden çok daha
uzaktır Asteriksler, Oburiksler. Kutsamam
Sezar'a direndi diye Galyalıları. Bir kahraman
çıkarmaya uğraşmam onlardan. Kaddafi'ye,
Saddam'a, Ahmedinejat'a methiyeler düzene
bir cevabım olsun isterim cebimde.
En zorunu başarmıştır insanoğlu, bir dehaya
ihtiyaç duymadan, doğaya karşı mücadelesinde ayakta kalarak. Bunu adım adım yapmıştır.
Sabırla binlerce yıl biriktirerek, özümseyip
yeniden büyüterek birikimlerini. Bilen var
mı ateşi ilk kim evcilleştimiş, toprağa kim
can vermiş? Bilen var mı hangi Fenikeli alfabeyi bulan? Hangi Mısırlı papirüsü, hangi
Bergamalı parşömeni… Ya Pisagor kendine
maletmeden önce Nil Vadisi'nin hangi insanı
çemberle, üçgenle ilgili teoremleri sıradan
herhangi bir işi yapma sadeliğinde oluşturmuş.
Bilim adamına düşmanlık değil benimkisi.
Bruno'ya saygım vardır mesela. Şatafatlı sarayların dışında, bilimi, insanın binlerce yıllık
körlüğünü kendine dert edinip de uğraş edinen ismini bilmediğim tüm bilim adamlarına
da. Öyle ya dönemin en büyük tekeli kiliseyi
karşısına almak, öyle ki inançları dışında
sığınacak bir yer bulamadan öldürülmek. Öldürülmek ve bir bilim adamı. Ölüm ve bilim.
Bildiği için ölmek, bulduğu için ölmek. Kelimelerin içinde yol bulmaya çalışmıyorum.
Bir ironi var burada. Bilim adamıysan ya
ölüyorsun, ya öldürüyorsun. "Buzdolabı mı?
Savaş sanaayinin yan ürünüdür o" cümlesini
kaç defa duyar bir insan ömründe. "İnternet,
ABD'nin ölüm füzelerinin koordinasyonu
için arayışlarının, mevcut birikime (özellikle
CERN) çığır atlatması." Kimya: Ah antfriz
diye yakınan SS orduları, birincisinde büyük
savaşın eriyen Fransızlar, sonra Japonlar, sonra Kürtler ve arasında her ırktan ama illaki de
sosyalizmden başka hiçbir kurtuluşu olduğunu bilemeden başkasının davası için ölen ve
öldürülen milyonlar. "Ama takvimi de buldu
ya insanoğlu" deyip de bir temiz nefes alsam
diyorum. Olmuyor. Çin Seddi, piramitler;
binler, on binler, yüzbinler kemiklerini harca
katıyorlar Tutankamon ölümsüzleşsin diye,
bir metre daha yükselsin diye Çin Seddi.
İnsanca yaşanacak zaman çığlığımız o günlerden miras bize. Saati buldular, takvimi
buldular, onlar için ne kadar çalıştığımızı
anlayabildiler. Yazık biz hala anlayamadık
bize hiçbir şey bırakmadığını onların, patronların. Binlerce kişilik araştırma geliştirme
laboratuarları kuruldu. Bize illaki de bir şey
satmak zorundalar. Bir kilo et için bir gün, bir
televizyon için 2 ay, bir ev için 20 yılını alırlar
insanın. Senin yirmi yılın üzerinde yükseliyorsa dünya alacaksın. Tüketeceksin.
*HULG|QüPLüoLOHULQGHQ9DQ·DGHVWHN
Geri dönüşüm işçileri
Van’da yaşanan depremden
sonra, kendi tabirleriyle
"farklı bir tura çıktılar".
Hem Van’a malzeme gönderiyor hem de koli ihtiyacı
olanlara destek oluyorlar.
Aralarında çok sayıda çocuğun da bulunduğu kağıt
toplayıcıları, sokaklardan
ve çöplerden malzeme
toplamanın yanı sıra biriktirdikleri karton kolileri de
Van’a malzeme göndermek
isteyen ama koli sıkıntısı
yaşayan belediyelere ve kurumlara götürüyor.
Geri Dönüşüm İşçileri
Derneği’nden Ali Mendillioğlu ise konu hakkında,
"Biz çok özel bir şey yapmıyoruz, yapmamız gerekeni
yapıyoruz" diyor.
İstanbul’un Tarlabaşı semtindeki kağıt toplayıcılardan
Bayram Renklihava, deprem haberini aldıklarından
beri arabalarıyla farklı bir
tura çıktıklarını söylüyor.
Çöplerde ve sokaklarda
kağıt ve kartonun yanı sıra
elbise, pabuç, battaniye gibi
malzemeleri de aramaya
başladıklarını söyleyen
Renklihava, kapı kapı dolaşıp evlerden de yardım
topladıklarını anlatıyor ve
ekliyor:
Topladıklarımızı bir merkezde biriktirdik. Buradan
da tırla bu sabaha karşı
Van‘a gönderdik. Bizim aramızda Vanlı çoktur. Onlar
da bu organizasyonda son
derece faal çalıştı."
15
NƦNRJHQNXN
:DOO6WUHHWYHSDSD]ODUÜQÜQ
NÜ]ÜOKD\DOHWNRUNXVXQXEÖ\ÖWHOLP
ABD'
de işsizliğe, gelir dağılımı ve vergilerdeki
eşitsizliğe, neoliberal ekonomi politikalarına karşı taleplerle küresel
mali oligarşinin sembollerinden
Wall Street'i protesto eden "Wall
Street'i İşgal Et/Yüzde 99" hareketi
küreselleşiyor.
"Wall Street'i işgal et/küresel
birlikte işgal" hareketinin
bugünkü bulanık ve cılız iş,
sağlık, eğitim, vergi adaleti
gibi taleplerinde bile "ABD
semalarında dolaşan bir kızıl
hayalet, komünizm" korkusu
duyan mali oligarşinin
cellatlarının, bu harekete
öpücük gönderen papaz
takımının, bu harekete yol
gösterme adına antikomünizm
ve "düzeltilmiş kapitalizm"
hayallerini yayanların bu
korkusunu bağımsız sınıf çizgisi
ve hegemonyası temelinde
büyütelim!
Hareket küreselleşirken, itfaiyeciler
de işbaşında. ABD başkanı Obama,
başkan eskisi Bill Clinton, dolar
milyarderi süper asalaklardan Soros, liberal sinemacı Micheal Moore, hareketin barışçıl karakterine ve
ılımlı taleplerine "sempati ve desteklerini" sunup onu sosyal liberal
sınırlar içinde tutmak için kuyruğa
girenlerden birkaçı.
Ancak hareketi "düzeltilmiş kapitalizm" beklentisi içinde tutmaya
çalışanlar yalnız küresel mali oligarşinin cilası dökülen papazları değil.
Marksist, devrimci, isyancı kanaat
önderi geçinenler de, harekete pasifizm ve "ideal kapitalizm, ideal demokrasi" hayali ve anti-komünizm
taşımak için birbiriyle yarışıyor. Hareketin "No logo (markalara hayır)"
kitabıyla "kanaat önderlerinden"
olan Naomi Klein, eylemcilere şu
öğüdü veriyor: "Bu hareketin doğru
yaptığı başka bir şey de: Kendinize
şiddetten kaçınma sözü verdiniz.
Medyaya delicesine arzu ettiği kırılmış camlar ve sokak savaşları
görüntüleri vermeyi reddediyorsunuz. Ve bu muazzam disiplin, tekrar
ve tekrar, hikayenin utanç verici
olmadığı ve polis şiddetini provoke
etmediği anlamına geliyor."
Zizek ise, eylemcilere yaptığı konuşmada, tekrar tekrar "komünizmin başarısız olduğunu" vurgulama gereği duyuyor. Onun yerine
Hristiyanlığın Kutsal Ruhu gibi bir
eğretileme ile bir tür "ideal kapitalizm" hayali öneriyor. Söyledikleri
aynen şöyle: "Size ölümsüzlük sözü
verilen, ancak sağlık hizmetleri için
birazcık fazla harcanamayan dünyada yanlış bir şeyler vardır. Belki de
önceliklerimizi tam burada ortaya
koymamız gerekiyor. Daha yüksek
yaşam standardı istemiyoruz. Bizim
komünist olmamıza dair kanının
tek kaynağı, müştereklerle ilgilenmemiz. Doğanın müşterekleriyle.
Entelektüel mülkiyet ile özelleştirilen müştereklerle. Biyo-genetik
müşterekleriyle. Bunun için, yalnızca bunun için savaşmalıyız."
Küçük burjuva ezilenci sosyalist "kanaat önderlerinden" James Petras ise
Venezüalla'yı ve Chavez'in burjuva
sosyalizmini model olarak gösteriyor.
Bu, internet üzerinden yaptığı
çarpıcı afiş ve çağrılarla hareketin
tetikleyicilerinden biri olan Adbusters grubu içinde geçerli. Bu
grup, Wall Street'i İşgal Et kampanyasından önce de, dünya çapında
yaygınlaştırdığı "Hiç bir şey satın
almama günü", "TV izlememe haftası" gibi kampanyalarıyla tanınıyordu. Burjuva medyanın yaydığı,
Soros'un Açık Toplum fonundan
para aldıkları şayiasına karşısına
Adbusters grubunun kurucularından Kalle Lasn'ın verdiği yanıt:
"George Soros'un fikirlerinin çoğu
oldukça iyi. Onun Adbusters'a biraz
para vermesini isterdim, buna çok
ihtiyacımız var. Ama ondan bir peni
bile almış değiliz."
Hareketin potansiyelleri
Ancak bunlar hareketin önündeki
zorlukları göstermekle birlikte özellikle de ABD'nin göbeğinde ortaya
çıkmış olması ve geniş kitlelere Wall
Street gibi mali oligarşik iktidar
abidesini sorgulatmaya başlaması
açısından önemini azaltmıyor. Eylemcilerin büyük çoğunluğu ilk kez
bu tür bir eyleme katılan -mortgage
çöküntüsü ile işini kaybetmiş- işsizlerden, göçmen ve enformal
işçilerden, öğrencilerden, kent
yoksullarından oluşuyor. 23 yaşındaki marangoz işçisi Robert Daros
bunlardan biri. Krizle çalıştığı işyeri
kapanınca işsiz kalmış ve protesto
çağrısını duyunca sadece bir uyku
tulumuyla Florida'dan New York'a
gelmiş ve ilk işgal girişiminin en
önünde yürümüş, polisle arbede
yaşamış.
Hareketin küreselleşme sürecinde
nasıl bir şekil kazanacağını zaman
gösterecek. Bugünkü dünya çapındaki eylemlerden gelen haberlerde
de görüldüğü gibi, krizin daha
şiddetli yaşandığı ve mücadele geleneğinin olduğu ülkelerde daha mi-
litan bir karakter kazanma, sıçrama
dinamikleri de var. Küçük burjuva
ağırlıklı önceki anti-küreselleşmeci
harekete oranla, ABD'de ortaya
çıktığı biçimiyle daha yarı-proleter,
ara sınıf, kent yoksulu özellikleri taşıyor. 10-15 yıl öncesinden
farklı olarak bugün Avrupa'da,
Latin Amerika, Asya'daki öğrenci
hareketleri bile daha yarı-işçi bir
karakter ve talepler içinden gelişiyor. Küresel temelde mali oligarşik
banka-tekel merkezlerini hedefe
koymaya başlaması ve işsizlik, sağlık, eğitim gibi daha sınıfsal ağırlıklı
sorun ve talepleri küreselleştirecek
olmasıyla, neoliberalizmin birikimli
ve yıkıcı etkisine karşı yaygınlaşma
ve kriz koşullarında sıçrama dinamikleri de taşıyor. Önceki antiküreselleşmeci hareketin G-7, Davos,
Dünya Bankası-İMF zirvelerini
protestoyla sınırlı kalmasına karşın
tüm ülkelerde mali oligarşik güç ve
yönetim merkezlerine yönelmesi,
küresel kriz koşullarıyla da birlikte
daha yaygın temelden bir hareket
olanağını da ortaya çıkartıyor. Önceki antiküreselleşmeci hareketin
hızla yığınsallaşan ve yer yer militanlaşan eylemlerle başlayıp, ATTAC gibi hızla küresel burjuva sivil
toplum ağlarının içinde erimesi,
sosyal liberalizmin egemenliği altında devrimci ve radikal grupların
tasfiyesi, içinde kalanların da liberal
sosyal forumlar içinde eritilmesi,
ders olmalıdır.
Küresel kapitalizm ve mali oligarşisi ile uzlaşmaz karşıt proletaryanın fiili-gövdesel önderliği,
ideolojik, siyasal hegemonyasının olmadığı koşullarda, ara
sınıf ağırlıklı bu hareketler hızlı
parlama, yığınsallaşma ve yaygınlaşma gösterseler de, binbir türlü
sosyal liberal, sosyal anarşist,
sosyal reformist ağla kuşatılmış
olarak uzun soluklu ve uzlaşmaz bir karaktere sahip ola-
mayacaklardır. Ancak bu proletarya
sosyalizminin önüne, bizzat bu
hareketlerin kitle bileşimi içinden
bağımsız sınıfsal, ideolojik, siyasal,
pratik önderlik ve hegemonya mücadelesini geliştirme görevini koyar.
Bu tür ara sınıf hareketleriyle bugün
daha yakın bir etkileşim ve hatta iç
içelik içinde olan işçi sınıfının onlar
içinde erimeden burjuva ve küçük
burjuva etki ve ağlarla uzlaşmaz bir
mücadele içinde hegemonik etki ve
çekim gücünü artırmayı...
"Wall Street'i İşgal Et/Küresel Birlikte İşgal" hareketinin bugünkü
bulanık ve cılız iş, sağlık, eğitim,
vergi adaleti gibi taleplerinde bile
"ABD semalarında dolaşan bir kızıl
hayalet, komünizm" korkusu duyan
mali oligarşinin cellatlarının, bu
harekete öpücük gönderen papaz
takımının, bu harekete yol gösterme
adına antikomünizm ve "düzeltilmiş
kapitalizm" hayallerini yayanların
bu korkusunu
bağımsız sınıf çizgisi ve
hegemonyası
temelinde büyütelim!
Küresel tekelci kapitalizmin krizi ve artan saldırganlığı karşısında mücadele de küreselleşme eğilimi gösteriyor
.ÖUHVHOPÖFDGHOH\HGRðUX
Geçtiğimiz ay gerçekleştirilen Küresel Eylem Günü'nde en şiddetli gösteriler İtalya'da yaşandı. Roma'da on
binlerce kişi Küresel Eylem Günü ile
İtalya'daki kriz ve hükümetin kemer
sıkma paketine karşı tepkileri birleştirdi. Anarşist Siyah Blok'a bağlı bin
kişilik bir grup Savunma Bakanlığı
binasını işgal etmeye çalıştı. Çıkan
çatışmalarda bankalar tahrip edildi,
Savunma Bakanlığı yanındaki binalar ve polis araçları ateşe verildi, 100
gösterici ve polis yaralandı, bazı göstericiler gözaltına alındı.
En kitlesel gösteriler ise İspanya'da
gerçekleşti. Madrid'teki miting
ve yürüyüşe 500 bin kişi katıldı.
İspanya'nın bir çok şehrinde onbinler
de meydanlardaydı.
ABD'de New York Times
Meydanı'nda 20 bin kişi,
Washington'da 5 bin kişi toplanarak
trafiği durdurdu. Yürüyüş güzargahlarındaki büyük banka binaları
önünde durularak bankalar teşhir ve
protesto edildi. Bazı göstericiler trafiği durdurmak, bankaların önündeki
kaldırımları işgal etmek gibi gerekçelerle gözaltına alındı.
Kanada Toronto'da büyük banka ve
holdinglerin bulunduğu alanda on
bin kişi gösteri yaptı. Eylemciler burada kamp kurmaya hazırlanıyor.
İngiltere Londra'da 3 bin kişi borsa
öğrenciler, konum kaybı ve işçileşme
süreci içindeki küçük burjuva ve ara
kesimler, kent yoksulları da eylemlerde yer aldılar.
Küresel Eylem Günü üzerine notlar
Küresel tekelci kapitalizmin krizi ve
artan saldırganlığı karşısında mücadele de küreselleşme eğilimi gösteriyor.
binasına yürüdü. Polis barikatına
yüklenen göstericilerle polis arasında arbede yaşandı. Borsadan sonra
Goldman Sach's binasına yönelen
göstericiler ile polis arasında yine gerilim yaşandı.
hirde, hükümet, parlamento, küresel
mali sermaye kurumları, büyük banka ve tekel plazalarının bulunduğu
alanlarda sayıları birkaç yüz ile birkaç bin arasında değişen göstericilerin eylemleri oldu.
Almanya'da Berlin'de 6 bin kişi
Başbakanlık binasının bulunduğu
alanda, Köln'de ise 2 bin kişi gösteri
yaptı. 50 şehirde daha gösterilerin
olduğu Almanya'da Frankfurt'da Avrupa Merkez Bankası'nın bulunduğu
meydandaki eylemden sonra göstericiler burada Wall Street'te olduğu
gibi kamp kuracaklarını açıkladılar.
Bunun dışında Meksika'dan Güney
Afrika'ya Hong Kong'tan Japonya'ya
50'ye yakın ülkede 500'den fazla şe-
Eylemlerde kitlesellik ve katılımda
başta İspanya ve İtalya olmak üzere Avrupa'nın öne çıkması, krizin
şiddetinden ve sınıf mücadelesi geleneğinin güçlü olmasından kaynaklanıyor.
İtalya, İspanya'nın yanısıra ABD ve
Kanada'da da işçi sendikalarıyla birlikte, İspanya'daki meydan işgalcilerinden sonra "Öfkeliler" diye de anılmaya başlanan, işsizler, göçmenler,
Uluslararası ve küresel mücadele dinamikleri ve yöntemleri arasındaki
etkileşim artmış durumda. "Arap
baharı" ve Tahrir'den İspanya'daki
meydan işgalcilerine, oradan Wall
Street protestocularına, oradan tüm
dünyaya… Küresel banka ve tekellerin protesto edilmesi, meydan işgali
ve kamp kurma gibi direniş biçimleri
(üretimden gelen gücü olmayanların kendilerini ifade edebildiği,
Türkiye'de Tekel işçilerin Ankara'daki direniş kampından bildiğimiz bir
direniş biçimi, "meydan siyaseti" olarak anılıyor) işsizlik, sağlık, eğitim,
vergi politikalarına karşı talepler de
küreselleşiyor.
Eylemlerin bugünkü sınıfsal bileşimi,
içeriği, biçimi, işçi ve emekçilerin
küresel tekelci kapitalizm ve mali oligarşisinin kriz saldırganlığına karşı
küresel bir öz savunma mücadelesi
açısından bile oldukça sınırlı, bulanık
ve zayıf olmakla birlikte bu yöndeki
bir arayış ve yeni dinamikleri de ortaya çıkartıyor.
$YUXSD
Q×QHQE\NXOXVX .DGGDIL
A
vrupa'da sayıları günden
güne çoğalan yoksullara
yardım girişimleri artık yetersiz kalıyor. Bugün Avrupa'da
80 milyon yoksul insan yaşıyor. Avrupa'da yoksulluk sınırının altında yaşayan 80 milyon kişi var. Bu Avrupa'nın
en büyük ulusu demek. Bankaları kurtarma adına Avrupa
dayanışması ve çok karmaşık
mekanizmaları hayal etmek
mümkün olsa da, Avrupa düzeyinde bu acı gerçeği inkar
etmek imkansızdır.
Mali krizle birlikte yardım
kuruluşlarına talep de artmaya başladı. 2008'den beri
yardım kuruluşuna müracaat
edenlerin sayısı yüzde 25 oranında arttı.
Arnaud Langlais ve ekibi
her sabah, Fransa'nın Rungis
kentindeki Avrupa'nın bu en
büyük meyve ve sebze halinden atık ürünleri topluyor.
Amaçları satılamayan bu
ürünleri toplayarak yoksullara dağıtmak.
Arnaud Langlais: "Toptancıla-
|OHOHJHoLULOGL
ra gidiyoruz ve ücretsiz olarak
paletleri alıyoruz. Onları istifleyip ardından dağıtıyoruz.
Bu şansa kalmış birşey. Kimi
zaman oldukça fazla ürün
oluyor ama zaman zaman da
çok. Ama eğer dağıtmamız
gereken miktara ulaşamazsak
aradaki açığı satın alma yaparak kapatıyoruz."
Burası üç yıldır işsiz olan Marie Jo için bir ümit kaynağı
olmuş; "Burada olmaktan dolayı mutluyum. En azından iş
arama sürecinde bana çok iyi
geldi. Bir şeyler yapıyorum.
Gördüğünüz gibi faydalı bir iş
yapıyorum."
Arnaud Langlais: "Her geçen
yıl daha fazla insana hitap
ediyoruz. 2010'da 770 ton
sebze ve meyve dağıtımı yaptık. Bu rakam 2009'da 400
tondu. Geçtiğimiz yıl ikiye
katladık."
Yardım toplayan Ion David,
artık eskisi gibi yardım toplayamadıklarını söylüyor:
"Az önce birkaç paket tahıl
ve birkaç kilo şeker toplamadan geldik. İnsanlar yardım
etmek istemiyor demiyorum
sadece yardım edemiyorlar.
Şimdi artık eskisi gibi değil."
Kapitalizmin kalelerinden
biri olan AB'de de yaşam
işçiler ve yoksullar için zor.
Bir tarafta sefahat içinde
yaşam varken bir tarafta ise
yardımla ayakta durmaya
çalışanlar, 600 euro maaş ile
geçinmeye çalışanlar. Kapitalizmin doğası burada da
aynı. Bir avuç burjuvanın
yaşaması için milyonların
sürünmesi şart.
Dünya Libya lideri Muammer Kaddafi'nin iktidarı ele
geçiren Ulusal Geçiş Konseyi güçlerince yakalandı
ve linç edilerek öldürüldü.
Türkiye'de kullanılan kirli
tabirle "ölü ele geçirildi".
42 yıllık bir tek adam
diktatörlüğü emperyalist bir müdahaleyle
birlikte alaşağı edildi. Dinci-gerici birikimi yoğun,
işbirlikçi bir iktidar onun yerini alacak. Sosyo-kültürel açıdan geri, kapitalist bir ülke olarak Libya yeni
dönemde gücü yetenin gücü kendisinde toplayacağı
bir geçiş dönemi ile karşı karşıya. Güçlü bir işçi sınıfı
ve yoksul emekçilerin mücadelesi ve direnişinin olmadığı koşullarda, değişmeyen ise sadece petrol ile
sınırlı olmayan geniş doğal kaynaklara sahip ülkenin
üzerinde tepinilerek yağmalanması olacak.
Bilindiği üzere Libya, dünyanın en kaliteli petrol rezervlerine sahip ülkesi. Ülke ihracatının yüzde 95'ini
oluşturan petrol ve doğalgazdan yılda 120 milyar dolar gelir elde ediliyor. Yıllarca petrol gelirleri Kaddafi
ve çevresindeki bir avuç elitin ve ülkede fink atan
yabancı komisyoncuların cebine giderken ülke yoksulluk batağına saplandı. Kaddafi yıllarca kendisine
bağlı aşiret üyelerini nemalayan maddi yardım sistemiyle ülkeyi yönetmeyi başarmıştı. Öte yandan isyan
öncesinde Libya, yüzde 50'yi bulan genç işsizler oranıyla bu kategoride dünyada ilk sırada geliyordu.