ALTIkişi ALTIkadraj

Transkript

ALTIkişi ALTIkadraj
ALTIkişi
ALTIkadraj
AYŞEcoşkun CEYDAZEYNEPkoyuncu İLKERcabi KADRİYEsoysal MELİSMİNEşener ŞENERsoysal
ALTI KİŞİ ALTI KADRAJ
YAZANLAR..
AYŞEcoşkun CEYDAZEYNEPkoyuncu İLKERcabi KADRİYEsoysal MELİSMİNEşener ŞENERsoysal
PROJE
CEYDAZEYNEPkoyuncu ŞENERsoysal
FOTOĞRAFLAR
CEYDAZEYNEPkoyuncu GÜLSUşimşek KADRİYEsoysal ŞENERsoysal
DÜZELTİ
BAŞAKFULYAkumkumoğlu
SAYFA TASARIM
ŞENERsoysal
ALTIkişi
ALTIkadraj
DENEYSEL / ÖYKÜ
ŞUBAT2008
İLETİŞİM
http://kurraa.blogspot.com
2
ÖNSÖZ
YEDİKİŞİYEDİKADRAJ’I YAPARKEN İMKANSIZ BİR ZAR ATMAMIZ GEREKİYORDU. OYUNU
KAZANMAK İÇİN GEREKEN TEK ZAR 7-7 İDİ. BU SEFER İSE OYUNU NORMAL BİR ZARLA DA
KAZANABİLECEK DURUMDAYIZ. MESELA BİR 6-6… AMA BU SEFER DE KARŞIMIZA BİR OLASILIK
ÇIKIYOR. İMKAN DAHİLİNDE OLAN BİR ÇİFT TAVLA ZARININ ALTI ALTI GELME İHTİMALİ OLAN
‘OTUZALTIDA BİR’İ TUTTURMAK ZORUNDAYIZ. BUNUN İÇİN YİNE FARKLI İŞ KOLLARINDAN,
FARKLI YAŞLARDA ALTI KİŞİ BİR ARAYA GELDİK. BİRBİRİMİZIN YAZDIKLARINI PROJE
SONUÇLANANA KADAR GÖRMEDİK. BÖYLECE BİRBİRİMİZDEN, YAZDIKLARIMIZDAN
ETKİLENMEDİK. HER FOTOĞRAFA YAZI İÇİN KENDİMİZİ DÖRT GÜNLÜK SÜRE İLE KISITLADIK.
ÜSTELİK TÜM FOTOĞRAFLARIN METİNLERİNİ KENDİ İÇLERİNDE BAĞIMSIZ AMA GENEL OLARAK
BİR BÜTÜNLÜK İÇİNDE YAZMA ÇABASINA GİREREK OLASILIĞI TUTTURMA ŞANSIMIZI
ARTIRMAYA ÇALIŞTIK. BÖYLECE ALTIkişiALTIkadraj ORTAYA ÇIKTI.
İŞTE BU KİTAP, ZAR ATIP ALTI ALTI GETİRME OLASILIĞININ OTUZ ALTIDA BİR OLDUĞUNUN
FARKINDA OLAN VE BU CİDDİYETLE ÜRETENLERİN OLUŞTURDUĞU BİR ÜRÜNDÜR.
ALTIkişi
ALTIkadraj
AYŞEcoşkun CEYDAZEYNEPkoyuncu İLKERcabi KADRİYEsoysal MELİSMİNEşener ŞENERsoysal
3
AÇIKLAMA
TÜM YAZARLAR FOTOĞRAFLARI KENDİLERİNCE YORUMLADIKLARI GİBİ BU
FOTOĞRAFLARI KURGULAYIP TÜM YAZDIKLARININ BÜTÜNLÜK OLUŞTURMASINI DA
KENDİLERİNCE BİR ÜSLUPLA YAPTILAR. BAZI YAZARLARIMIZ BAŞTAN AŞAĞI BİR ÖYKÜ
YAPARKEN, BAZILARIMIZ HER BİR FOTOĞRAFA DEĞİŞİK METİNLER YAZDILAR VE BU
METİNLERİN TÜM FOTOĞRAFLAR BİTİNCE ASLINDA BİR BÜTÜNÜ SİMGELEDİĞİNİ
GÖSTERDİLER. BU NEDENLE TÜM METİNLERİN KENDİ İSİMLERİ OLDUĞU GİBİ ALTI
METİNİN OLUŞTURDUĞU ÖYKÜNÜN TÜMÜNÜN DE BİR BAŞLIĞI VAR. YANİ ALTI ALTI,
BAŞLIK VE ALT BAŞLIKLAR ÇERÇEVESİNDE OLUŞMUŞ, YAZARLARIN METİNLERİNİN
KENDİ İÇİNDE BİRBİRİYLE İLİNTİLİ OLDUĞU BİR KİTAPTIR.
AYŞE COŞKUN yarım
milatlık adam
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün
İLKER CABİ akamayan sözlerim
KADRİYE SOYSAL bizim evimiz
MELİS MİNE ŞENER okumayı bilene satır arası dostluk öyküleri
ŞENER SOYSAL oyun ile gerçek arası bir benlik savaşı
4
kişi
ALTI
kadraj
ALTI
AYŞE COŞKUN esat’ın
FOTOĞRAFbir
ailesi | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, sekiz ocak |
İLKER CABİ bir kuş havalandı | KADRİYE SOYSAL pişti |
MELİS MİNE ŞENER saat kaç | ŞENER SOYSAL ben ile yorgunluğum… ve
ölüm
5
FOTOĞRAFbir
| ALTIkişi ALTIkadraj
esat’ın ailesi
AYŞE COŞKUN
Burada buluşacaktık, bundan eminim. Yüzlerce kez kontrol ettim;
dördüncü peron, bahçeye bakan pencerenin önündeki bank. Burada
buluşacaktık ve onun çoktan gelmiş olması lazımdı. Bu sefer de
aldatacak mı beni? Geleceğine söz verdi ama… Hem çağıran da
kendisi… Ama sanki daha önceleri böyle olmadı mı? Kaçıncı peron
beklemesi bu, kaçıncı uçağı kaçırma, kaçıncı öylece kalakalma hali.
Bunları düşünmemeliyim; gelecek, elbette gelecek. Hem kendisi
çağırmadı mı?
Elbette oradaydım da, aklım neredeydi? Neden hepsi sanki başka
birinin hayatı gibi geliyor bana? Ve Sema, birlikte oyunlar
oynadığımız, üniversite mezuniyetinde diplomasını aldıktan sonra ilk
benim kollarıma atılıp “ Bitirdim işte, ben de doktor oldum
ağabeyciğim” diyen Sema’ya ne oldu da bunca zamandır o peron
senin bu havaalanı benim buluşup, bir miktar nakit ve bir miktar
giysi aktarması yapmak için görüşür hale geldik. Başak saçlı, nazlı
kardeşime ne oldu da uzaklaşıverdi bizden.
Onu bekleme, özleme ve merak etme yaşımın geçmiş olmasını
diliyorum her sene doğum günümde mumları üflerken. Aslında çok
umurumda değil doğum günleri ama ya işyerinden arkadaşlar ya da
ne bileyim, eşim dostum gene bir yolunu bulup sürpriz parti
hazırlıyorlar bana. Her seferinde şaşırmış gibi davranmak zorunda
hissediyorum kendimi. Yarım asrı aştım, herhalde hayatımda bunca
sıkıldığım başka bir şey olmamıştır. Ama diyorum ya, gene de engel
olamıyor insan. Söylensen de, binlerce kere tembih etsen de engel
olamıyorsun, olduğunda da huysuz ihtiyar sınıfına giriyorsun ki en
fenası bu. Hangi arada bunca yaşlandım ben, hangi arada yaşandı
onca şey. Bana daha dün gibi gelirken Nurten’le tanışmamız, hangi
arada evlendik? Ezgi, kollarımda uyuyan biricik kızım, hangi ara
büyüdü de evleniverdi? Tüm bunlar olurken ben neredeydim?
Sorsan; her şeyin suçlusu annem, ama o da öleli altı sene oldu.
Tutup kadına mezarında hesap soracak değiliz ya! Ki ben her şeyin
suçlusunun o olduğuna da inanmıyorum zaten; evet biraz dağınık ve
pasaklı bir kadındı belki, hayatı günü gününe yaşayan, eğlencesi
bol, dostları hiç eksik olmayan, ama biraz beceriksiz, biraz sakar…
Evet, anneme benzedim, biliyorum. Bunca yıl anne ve babam gibi
olmayacağım dedim, benim çocuklarım ben ve kardeşimin
yaşadıklarını yaşamasın dedim ve aynı onlar gibi hiçbir hırsı
olmayan, hayatın içinde, oğlum Erdem’in dediği gibi dersek,
“öğütülmeye mahkûm” olan biri oldum. Ama bu risksiz hayat hep
mutluluk verdi bana ve Nurten ve çocuklarıma da, sanıyorum. Ne
bileyim, doğum günlerinde birlikteydik işte, yılbaşlarında “Hanım
ben mesaiye kalıyorum” diye aramadım, bir kez bile. Ne bir
6
mezuniyet törenini ne de bir veli toplantısını kaçırdım, Nurten’le
birlikte gittik hepsine. İstemedim, çocuklarım babaları için daha
öncelikli gibi görünebilecek bir şeyler altında ezilmesin. İstemedim,
Nurten çocuklarını tek başına yetiştirmek zorunda kalmasın. Ezgi’nin
yüzme kursuna hep ikimiz gittik mesela. Ki hiç de pişman değilim,
balık ruhlu kızımı, deniz kızı kızımı o mavi suları yara yara kulaç
atarken görmek; hiçbir tahvilin, bononun, hiçbir ek gelirin ya da
hiçbir briç oyununun keyfiyle kıyaslanmayacak bir mutluluk verdi
bana. Şiir yazdıysam da ona yazdım, gözlerimi o mavi sularda biraz
olsun dinlendirebildiysem de bu onun sayesinde oldu. Ya da
Erdem’in basketbol maçları ya da kolej sınavları öncesi gidilen ve
hep nefret edilen o matematik, fizik dersleri... Dershane kapılarında
onları beklerken, adam olmaya niyetleri var gibi ama hiçbir yeri
kazanamasalar da dert değil, onlar benim çocuklarım ve onları her
halleriyle seviyorum, diye düşünür ve kendimi büyük beklentilere
sokmamaya çalışırdım. İkisi de iyi çocuklar oldu neyse ki, kızım
sanki biraz halasına benzedi diye düşünürüm ben. Haylaz, uçarı
ama sevgi dolu ve candan. Öyle çok büyük başarıların ve iddialı
sözlerin adamı olmayıp, tanıyana kadar belki biraz uzak ama
tanıdıktan sonra derinden kendini sevdiren ve vazgeçilmeyen biri
haline gelen... Erdem daha disiplinli bir çocuk oldu her zaman. Hep
kendinden beklenenleri eksiksiz yerine getirdi ve tam da
kendisinden beklendiği gibi okuldan sonra önce askere gitti, sonra iş
buldu ve hemen ardından evlendi. Ona sorsan en mutlumuz o, en
başarılımız, her şeyin en çok keyfini sürenimiz. Ama bir şeyler eksik
kaldı onda, biliyorum. Neşe eksik kaldı mesela, heyecan, biraz olsun
tutku. Tamam, çok başarılı bir iş adamı oldu ve pek çok riskli karar
vererek, bir önceki işinden ayrılıp bir süre işsiz kalmayı göze alarak
almakta olduğu maaşı hak etmediğini gösterdi, ama bu kadar. Kısa
bir süre sonra bir başka firmadan gelen bir teklifi kabul ettiğinde
tüm o risk kelimeleri uçup gitti. Ya aşk, dedim ona, karımı
seviyorum ben baba, dedi. Evlenirken de sormuştum, aşık mısın bu
kıza oğlum, diye; seviyoruz birbirimizi, demişti ve ben ona sevmek
ile onsuz hayatını yaşayamayacakmış, nefes alamayacakmış gibi
hissetmenin aynı şey olmadığını söylemiştim. Hoş şimdi hakkını da
yemeyelim; gül gibi bir kızla evlendi, üniversitenin birinci sınıfında
tanışıp okul bitene kadar bir günü bile ayrı geçirmeden yaşayıp
evlendiler.
Gelinimin adı Seher, ne güzel ismin var demiştim de getirdiğinde
Erdem, “Babam koymuş efendim.” demişti. “Pek zevkli bir adam
olmalı baban.” dedim, gerçekten de hoş insanlar çıktılar, bir kez bile
husumet olmadı aramızda. Kaç senedir de evlilerdir, Erdem ve
Seher, ne bir sesin yükseldiğini duydum aralarında ne bir
kırgınlıklarına tanık oldum. Nurten’le ben böyle değildik. Ona sorsan
benim huysuzluklarım, bana sorsan onun alınganlıkları, ama ne çok
didiştik bunca yıl. Yakın arkadaşlar, bu sefer kesin bitti dediğimizde
bile gülerlerdi halimize. Ne o evi terk etti ne ben, bir kez bile.
Küstüğümüzde, en ateşli kavgalarımızı bile yaptığımızda, birbirimize
sırtımızı dönüp aynı yatakta uyuduk, kimseler inanmıyordu ya
ayrılabileceğimize, herhalde evvela biz inanmıyorduk. Ben onu çok
sevdim ve o da beni sevdi, biliyorum bunu. Ve bizim birbirimizi
7
seviyor oluşumuz benciklerimizin önünde durdu her zaman. Bu
sabah bile “Belki alır eve getiririm onu.” dedim Sema için, onu
görmenin Nurten’i de çok rahatsız ettiğini biliyorum oysa, ağzını açıp
tek kelime etmedi.
Benim patavatsız kardeşim, kaç kez neler demiş kadıncağıza da,
söylediklerinin pek çoğunu ben ne kadar sonra öğrendim. Nurten bir
kere ağzını açıp bir şey demedi. Biliyordu, benim Sema’nın
yokluğuna da küslüğüne de dayanamayacağımı, adı gibi biliyordu.
Ama ben Sema’yı tutamadım işte, oradan oraya yaprak gibi
savrulurken canım kardeşim, dur burada, gel birlikte halledelim
nerede, ne ise sorun diyemedim. Böyle garlarda bekleyen orta yaşlı,
endişeli bir adama dönüştüysem, bu musibetin en baş suçlusu işte
bu yüzden benim…
8
FOTOĞRAFbir
| ALTIkişi ALTIkadraj
o gün, sekiz ocak
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
“Alihsan Efendi Alihsan Efendiii…”; işte 6 numaradaki Hatice Hanım.
Sakın haberi olmasın “Hatice” diyebildiğimden. Çünkü o ne zaman
beni böyle çağırsa ben de inadına “Buyurun Hatçe Hanım, ne
vardı?” diye çıkıyorum yukarı. Kara kuru bir kadın bu Hatice Hanım.
Öyle az yediğinden, kendine baktığından falan değil ha! Bizim
oralarda çok söylenir, dünyaları yemesine rağmen sıskaysa kişi,
asabiyet vardır kanında! Mikrop gibi emer adamı, kurutur alimallah!
İşte buyurun Hatice Hanım! “Hatçe” lafını duyunca birbirine küsmüş
gibi yüzünün iki ayrı ucunda duran gözleri daha da ayrılıyor
birbirinden. Gülüyor da görünürde, seğirip ele veriyor sinirini üst
dudağı, kocaman kocaman olan burun delikleri yerde duran bir
topak havmışım gibi içine alıverecek sanki beni! “Hatçe denmez!”
diyor, heceliyor vurgulayarak; “Haa-tiii-ceee -yetmez hadi bir dahahaaa-tiiii-ceee, bir öğrenemedin gitti şunu Alihsan Efendi.”. “Alihsan
denmez” diyorum içimden, “Bir öğrenemediniz gitti şunu!”. “Ali”
deyip bekliyorum önce, bekliyorum ki “Ali” arayı açsın sonra
“İhsan” diyorum, “Halbuki sizin Hatice’nizdeki i de benim Ali
İhsan’ımdaki i de aynı alfabenin harfi.”.
ben çalıyorum kapısını “Bir ihtiyacın var mı?” diye sormak için.
Eskiden beri hep aklımdan geçerdi de Nur Hayat Hanım Teyze’yle
tanışınca şüphem kalmadı. İnsanın kaderi kendisine verilen isimde
saklı! Bakın bana mesela, şu ekonomik adımla en başından belliymiş
sanki ilerde bir gün hizmet sektörünün bir neferi olacağım; “Alihsan
Efendi bir gazte, bir kg lık bir yoğurt, on ikilik yumurta …” ya da
“Alihsan oğlum girişteki masaya iki ekmek arası iki ayran, birinin
acısı bol olsun haaa!”, belki de “Alihsan bi koşu git sor gel bakalım,
Mehmet Usta’da buna uygun anahtar var mıymış?”. O ise hem
yaşamın ta kendisi, hem ışığın ta kendisi! Bir de demeden
geçemem, torunları ziyaretine geldiği vakit bir aşure yapıyor ki
sormayın. Fasulyesi karar, nohudu, üzümü, kayısısı... Her şeyi karar.
“Ali İhsan Bey oğlum” diyor, “Aşurenin püf noktası, ekşiyle tatlıyı
dengelemek. Yoksa yok başka numarası.”. “Yaşam gibi ha!”
diyorum, “Yaşa be!” diyor, “Ne güzel dedin!”. Yalnız arada bir
tutturduğu bir türkü var ki, ışıktan çok karanlıkta kalmış, yaşamdan
ziyade ölüme değiyor sözleri… Bilemiyorum nasıl başarıyor böylesine
içten söylemeyi.
“Ali İhsan Bey oğlum, Ali İhsan Bey oğlum…”; bu 5 numaradaki Nur
Hayat Hanım Teyze. İkişer üçer atlayarak çıkıyorum basamakları.
Duymak bile iyi geliyor, o kadar ki, bazen o seslenmese bile
“Ali’cim İhsan’cım koçum yav nerdesin?”, “Koş gel be aslanım, acele
lazımsın”; 4 numara! Reklamcı Muhi Bey. Uzunca bir süre ismini
anlamaya çalıştım. Eziyet oldu bana. Biraz kaba saba görünse de
9
dışarıdan, çok matrak adamdır, bakmayın. “Rahat ol be koçum!”
dedi bir gün elini omzuma vurup, “İsmimi çözemedin sen di mi?
Anlamaz mıyım? Anladım tabi! Ne büyük sıkıntıdır karşındakine ne
diyeceğini bilememek. Hitap kısmı lokomotifidir bir konuşmanın, o
yola çıkamayınca vagonlar birikir de birikir arkada. Bak lafa daldık
yine. Arkadaş gelecek. Biraz çerez, bira, şarap, karışık bir şeyler
kapıp gelsen aşağıdan da öyle devam etsek muhabbete...”.
Muhabbet en sevdiği şey Muhi Bey’in, bir de evine gelip giden
sayısız “arkadaş”ları. Kırlaşmaya başlamış sakalı ve bıyığının
arasında bembeyaz duran sigarasının bittiğini fark etmeyecek kadar
zamanı unutuyor bazen konuşurken. Belki de unutmak için
konuşuyor, unutmak için sevmeye çalışıyor hiç tanımadığı
kadınları…
O gün beni çıkardılar ilk önce göçüğün altından. Sonra Hatice
Hanım çıktı, ardından reklamcı Muhi Bey ve Nur Hayat Hanım
Teyze. Onları kaldırımın kenarına yan yana yatırdılar. Anlatmak
istemedim ben, kendilerine sorun dedim kim olduklarını ama zorla
anlattırdılar. Sonra siyah poşetlerinin naylon ceplerine, yazdıkları
kağıtları koydular. Belki de Hatice Hanım’ınkine “asabi” Nur Hayat
Hanım Teyze’ninkine
“hayat dolu” Muhi Bey’inkine ise
“unutamamış” yazdılar. Alıp götürdüler onları, ben kaldım. “Artık
anlatmana gerek yok” dediler ama ben anlatmaya devam ettim.
Size anlattığım sırayla, durmadan. Defalarca anlattım 6 numarayı, 5
numarayı, 4 numarayı,… Sanırım buraya da ondan getirdiler beni.
Beni ve iki gün sonra bulabildikleri Faik Amca’yı. Faik Amca’nın kim
olduğunu onlara demedim. Size söylesem… Sır saklar mısınız?
Saklayın lütfen.
“
” işte bu da 3 numaradaki Faik Amca. Tuhaf
adamın biri. Nerdeyse şu son bir aydır hiç konuştuğunu görmedim.
Beşe on boyutlarında kesilmiş küçük kağıtlara yazıyor isteklerini.
Gözleri şaşı olan biriyle konuşurken nereye bakacağını bilememesi
gibi insanın, Faik Amca elime uzatınca küçük istek kağıtlarını,
başlarda ne diyeceğimi bilemedim. Sonraları ön yüzüne “bir kalıp
beyaz peynir, bir cumhuriyet” yazdığı küçük kağıtların arka yüzüne
“bu gün hava kul sevindiren cinsten, çıkıp dolaşmalı biraz akşam
inmeden” gibi kafiyeli cümleler yazmaya başladı. Artık o yazıyor
bana uzatıyordu, ben yazıp ona uzatıyordum. Tatlı bir yarış başladı
aramızda. Günün koşullarına en uygun ve en fiyakalı kafiyeyi bulan
kazanıyordu. Ödül, Faik Amca’nın köşe başını gören cam
kenarındaki koltuklarında karşılıklı oturup içtiğimiz birer fincan türk
kahvesiydi. Kaybeden pişiriyordu kahveyi.
Onlar epey uğraştılar konuşturmak için Faik Amca’yı. Ne yalan
söyleyeyim buraya yalnız gelmek istemedim. Kaşla göz arasında
yazıştık Faik Amca’yla. O da çok parlak buldu bu fikrimi. Bana
sorduklarında dedim ki “O günden önce çok konuşkandı, sürekli
anlatır anlattırırdı, onu bir gün böylesine suskun göreceksin deseler
inanmazdım.” Onlar inandı. Artık bu banklarda içiyoruz kahvemizi,
yine başbaşa. Yazmayı seviyoruz ikimiz de. Yazmadığımız
zamanlarda yazmak için beşe on boyutlarında kağıtlar kesiyoruz.
10
Arada kontrolden geçiriyorlar bizi. Gelişimimizi dosyalara işliyorlar.
Sanırım benimkinde “Sürekli konuşuyor” Faik Amca’nınkinde “Hiç
konuşmuyor” yazıyor. Bir de ortak dosyamız var, içinde muhtemelen
“Durmadan yazıyorlar” yazan.
“Ali Bey, Ali Bey” İşte Faik Amca’nın kontolü bitti şimdi beni
çağırıyorlar. Son bir şey daha diyeyim gitmeden. Faik Amca
konuşamayınca o gün bana sordular adını, Faik Amca’ya baktım,
madem dedik bir delilik yapıyoruz tam olsun. “İhsan” dedim
“amcanın adı. Benimki Ali, onunki İhsan”
Artık siz de bu küçük oyunumuzun bir parçasısınız, rica ederim bir
pot kırmayın. Biraz beşe onluk kağıt vereyim size, belki ben yokken
biraz da İhsan Amca’yla laflarsınız.
11
FOTOĞRAFbir
| ALTIkişi ALTIkadraj
bir kuş havalandı
İLKER CABİ
Uçağın birazdan havalanacak. Seni ayakta yolcu eden, her şeye
rağmen güçlü olan ‘ben’in şimdi tek başına bu banka çökmüş, olan
bitenle hesaplaşıyor olduğunu görsen gitmezdin. Koşar adım
gelirdin. Belki de anlamlandıramaz, geçer giderdin.
Yüreğin korkusu dili kilitledi, bugün kal demek yerine
cesaretlendirmek gerekti seni. Sana ihtiyacım olduğu gerçeği, seni
bekleyen geleceğin parıltısı karşısında sönük kaldı, üstelik senin
kendinle baş başa kalmak isteğin, yenik düştüğün aşk hikayende
onarmak istediğin yaraların vardı. Yine geç kaldım, yetişemedim
aşk’a… Gözlerimle anlatabilseydim gözlerinle beklediğin gerçeği.
Sustum, korktum, sustum yine…
Şu önümde sararmakta olan ağaçların oldukça uzağından
havalanacak, seni benden uzaklara taşıyacak olan uçak,
beraberinde yüreğimdeki kuş çırpınarak uzaklaşacak benden.. tek
ümidim kuş benden yeterince uzaklaştığında her şeyin daha
katlanılabilir olması.. henüz söylemediğin gerçeklere katlanmak ne
garip..
Biliyorum ki geçecek olan yıllar aramızda bu ağaçlar gibi mesafeler,
geçilmez engeller yaratacak… döndüğünde yeni biz’ler, yeni
ailelerimizle karşılayacağız birbirimizi... söylenmemiş gerçek benim
içimde büyüyecek, sense habersiz olduğun garip duygularımın gelgitleri ile savaşacaksın belki.. benim ne çok değiştiğimi, mutsuz bir
evlilik yaptığımı sanacak, üzüleceksin belki.
Lütfen geri dönme.. Seçtiğin bu yol ayrımının sonuna kadar yürü..
seçimler vazgeçişlerdir, vazgeçtiklerine acı yaşatmamak adına tekrar
gelme… her ne kadar yaptığının bir seçim olduğunu bilmesen de..
ne olur geri dönme…
Önümdeki büyük camlar gözlerime sunulan dünyayı karelere
ayırıyor, bu karelerin bir kaçının içinden hızla geçip gideceksin,
bense senin izlerin olmayan karelerde yeni bir hayat kurmalıyım..
bunu geleceğini kaçırmış, tekrar aynı şeyleri yaşamaktan korkan biri
olarak oldukça hızlı yapmalıyım.
Ve beklediğim an geldi, uçağın sağ üst köşedeki açıklıktan
uzaklaştı… Sadece bir kare, hayatımdan çalınan... Kalan kareler sık
orman, çetin bir yaşam…
12
Aklımdaki düşünceleri kovmaya çalışarak arabaya doğru ilerliyorum
şimdi, uzun zamandır ağlayamıyorum, sen de biliyorsun. Hava
sonbahar ılıklığında, ciğerlerime çekiyorum. İçindeki serinlik
yüreğimi hafifletiyor. Güzel, işte bunu sevdim!
Kontağı çeviriyorum. Amaçsızca yüklenmeli gaz pedalına yakıt
bitene kadar gitmeli bir yerlere, ama yeni bir yer olmalı, eskilerden
mümkünse kaçmalı. Biraz müzik dinlemeli belki. CD çalarımın
düğmesine basıyorum, ama yapma İlhan Abi, şimdi hiç sırası değil!
“Sensizliğin acısını sen nereden bileceksin, sen hiç sensiz kalmadın
ki...”
13
FOTOĞRAFbir
pişti
| ALTIkişi ALTIkadraj
KADRİYE SOYSAL
Banyodayım; uyanmak için yüzümü soğuk suyla yıkıyorum.
Yüzümdeki çizgilere dokunmadan yüzüme suyu bırakıp ellerimi
yeniden suyla dolduruyorum, yeniden yüzüme çarpıyorum suyu.
Kırışıklıklarımı her hissettiğimde huzursuzlanıyorum, korkuyorum.
Aynada yüzüme bakıyorum, hafifçe sağa sola dönerek profilime
bakmaya çalışıyorum. Merakımı giderecek kadar göremiyorum bile.
Ne arkam ne sağım ne de solum var. Sadece önümü görebiliyorum.
Acaba arkamdan biri baktığında ne düşünüyor merak ediyorum.
Hafif kırlaşmış saçlar, kambur bir yürüyüş, giymekten dizi çıkmış bir
pantolon... Herhalde artık kimse yüzümü görmek için
meraklanmıyordur. Zaten yüzümde yıllardır biriktirdiğim acılar ve
yorgunluklar görünüyordur. Saçlarımın arkasını yeniden tarıyorum;
pantolonumun
ütüsüne
bakıyorum.
Yıllarımı
geçirdiğim
kahvehaneye gidip kafamı dağıtayım diyorum. Sigara dumanını
çekiyorum içime; başım dönüyor, düşüncelerim dağılıyor. Kendimi
pişti masasında buluyorum. İlk el, elimde kağıtlar; kağıtlar
oynamaktan eskimiş, kayganlığını yitirmiş, kenarları kopmuş. Bir
papaz, vale ve önemsiz iki kağıt gelmiş bana. Papaza bakıyorum,
aynada kendi yansımamı görüyor gibiyim. Arkası olmayan, değeri
olmayan, yalnız ve ayakta zor duran bu koca adam bana bakıyor.
Masaya bırakıyorum dik durabilsin diye umarak... Nafile; papaz
önüme yıkılıyor.
Yandaki arkadaş dürtünce kendime geliyorum. Sıra bendeymiş,
papazı ortaya bırakıyorum. Sırası olan arkadaş “Pişti!” diye
bağırıyor. Şu basit oyunda bile kaybeden oluyorum, hayatta da
kaybedenim…
14
FOTOĞRAFbir
saat kaç
| ALTIkişi ALTIkadraj
MELİS MİNE ŞENER
Duvardaki büyük saat on biri vurdu. Güneş apaydınlık yapıyor her
yeri. Dışarısı yemyeşil. Yosunlar gibi, denizler gibi… Ağaçlar, orman
gibi. Aklımda bir soru yankılandı: “Saat kaç?”
İlkokula başladığım günü unutamam. 7 yaşındaydım. Annem beni
güzelce giydirmiş, sırtıma sarı – kırmızılı sırt çantamı takıp elimden
tutarak benimle birlikte yola koyulmuştu. Benden 3 yaş büyük ve
sürekli onun gibi olmak istediğim ağabeyim zaten benim gideceğim
okula gidiyordu ama annem “Bu Levent’in ilk sabahı, ben
götüreceğim, yarın, öbür gün, diğer günler zaten birlikte gidersiniz.”
diyerek ağabeyimi yollamıştı bile çoktan. Dedim ya, ağabeyime çok
özenirdim, hep onun gibi olmak isterdim diye; işte bu okula gitme
işi de bu fikrin bir bölümü gibi olduğu için çok sevinçliydim.
Annelerinden ayrılamayan çocukların aksine, ağlamıyordum ben.
Neredeyse tüm çocuklar ağlıyordu sınıfta. Bir o, bir de ben
sessizdik. Sarı saçları dikkatlice örülmüştü belli, ama yine de düzgün
durmayan kurdelesi – ki beyazdı kurdele – bu işte bir tuhaflık
olduğunu ele veriyordu. Ağlamıyordu. Gözleri misketler gibiydi.
Ahmet’le, ağabeyimle yani, paylaşamadığımız tek şey olan misketler
gibi. Yeşil. Deniz gibi. Yosun gibi. Ağaç gibi. Yeşil. O da beni fark
etti çok geçmeden. Ben gülümsedim, kaçamak. O yüzüme baktı
sadece. Hep öyle bakardı zaten, hep öyle baktı. Kocaman gözleriyle,
dosdoğru... Korkusuz… Yeşil…
Sonra öğretmen geldi yanıma. Elini uzattı. “Gel bakalım, seni de
oturtalım. Ne güzel, ne uslu bir çocuksun sen. Hiç de ağlamazmışsın
aferin, adın ne senin?” dedi. Ya da bunları demiş olmalı. Aradan çok
yıllar geçti, bilemem belki tam olarak kelimeleri. Soldan dördüncü
sıraya oturttu beni. Yanımdaki kıvırcık saçlı çocuk ağlayıp
duruyordu. Kerem. Sonraki yıllarda da ağladı… Kerem hep sulu göz
oldu zaten.
“Kerem, bak Levent hiç ağlıyor mu? Ağlama artık sende… Bak, bir
sürü arkadaşın olacak burada.” Bu da böyle söylenmemiş olabilir.
Hatırlamıyorum tam. 20 yıl olmuş. Geçmiş gün. Ama o yeşil gözleri
unutmamışsın derseniz; unutmadım, haklısınız.
Birkaç öğrenciden sonra onu da benim önümdeki sıraya oturtuverdi
öğretmen. O eğreti beyaz kurdele önümdeydi işte. Etrafıma bakacak
vakti bile bulamadan öğretmen tekrar konuştu. “Şimdi herkes
etrafındakilerle tanışsın” manasında bir şeyler söyledi. Ben Kerem’le
tanışmıştım zaten. O sırada döndü beyaz kurdeleli o baş. “Aslı” dedi.
“Benim adım Aslı” – Bakın bunu tam olarak da böyle dedi, eminim.
Kaç sene geçse de unutmam bunu. “Levent” dedim gururla. Kerem
15
burnunu çekti. Ağlamaya devam edecekti belli ki. “Bu da Kerem”
Aslı ile Kerem hikâyesi demesin kimse, o kadar çok duydum ki
bunu, sırf bu yüzden Kerem’e sinirlendiğim çok oldu birlikte geçen
yıllar boyunca. Oysa Kerem ile Aslı diye bir şey yoktu, hiç olmadı. O
ilk gün, böylece tanıştık işte Aslı ile. Aradan geçen yıllarda üç
tekerlekli bir bisiklet gibi dolaştık biz. Aslı nereye, Kerem’le ben de
oraya. Kerem sulu gözlülüğe devam etti olur olmaz, bense “erkek
adam ağlamaz” ya, o sebeple hep sakladım ağladığımı. Aslı mı? Aslı
hiç ağlamaz. Çok az gördüm onun ağladığını ben. Bir şeye üzülürse
susar sadece o. Ağlamaz. Durgunlaşır biraz. Sonra sanki içinden ona
kadar saymış da, sonra iyileşmiş gibi, yüzü yavaş yavaş aydınlanır.
Hiçbir şey olmamış gibi devam eder her ne yapıyorsa. Aradan
zaman geçip biz büyüdükçe ve dostluğumuz yıllarla perçinlendikçe
daha çok tanıdım onu ve sevdim. Siz söyleyin, ilk aşkını unutur mu
insan? Hele ki ilkokuldan bu yana süren bir aşkı? İnsan ilk gördüğü
an vurulduysa sevdiğine, ilk bakışından ilk söylediği söze, en sevdiği
yiyecekten sıkılınca yüzünün aldığı ifadeye, her şeyini ezberine
almaz mı? Nasıl unutabilirim ki ben o zaman? Ortaokula
başladığımız zaman yan yana oturmak istiyordum aslında ama onun
boyu benden uzundu henüz. Kızlar erken boy atıyordu maalesef ve
zaten Kerem ayrı oturursak muhtemelen ağlardı. Yine önlü – arkalı,
bu kez biz önde Aslı arkada, oturduk. Yine hep birlikteydik. Sonra
bir gün sordum. Niye hiç ağlamadığını... “Hayatta her şeye
ağlanmaz, gözyaşımız o kadar çok değil ki, biter” dedi. “Hatırlıyor
musun?” dedim, “ilkokula başladığımız o gün de herkes ağlarken
sen hiç ağlamamıştın.” “Sen de ağlamamıştın” dedi. O an içimdeki
mutluluk nasıldı tarif edemem galiba, Aslı’yı ilk öptüğüm günkü gibi
desem, değil. Ondan bile büyüktü… O da benim gibi, benim onu
fark ettiğim gibi, o da beni ilk anda fark etmişti demek. “Abim gibi
okula gittiğim için sevinçliydim çünkü ben” dedim, muzaffer bir
edayla.
- Sen nasıl oldu da hiç ağlamadın?
- Boş ver, ağlamamışım işte… Hem biliyorsun, ağlamam ben.
- Ama sen kızsın.
- Eee? Kızlar ağlar mı ille?
- Erkekler ağlamaz, ama kızlar ağlayabilir…
- Peki ya Kerem n’olacak?
Güldüm, denecek bir şey yoktu ki…
- O başka.
- Neyse ne işte... Boş ver, ağlamadıysam ağlamadım.
İşin içine Aslı girince her şeyi hatırladığıma kızmayın, böyleyim ben.
Sebebini söyledim size.
Aradan geçen zaman bizi lise yıllarına getirdi. Neden ağlamadığını
hala öğrenememiştim Aslı’nın. Ama onunla ilgili hemen her şeyi
biliyor ve zaten her şeyi onunla yapıyordum. Ödevleri onunla
hazırlıyorduk. Sınavlara onunla çalışıyorduk. Sinemaya birlikte
gidiyorduk. En çok hangi yemeği sever, annemin yaptığı elmalı
kurabiyelerden yerken gözlerinde nasıl bir ışıltı olur, en çok hangi
renkleri sever, hangi filmlerde nelere güler… Kerem de hep bizimle
16
birlikteydi tabi. Ama mevzubahis Aslı şimdi. Kerem ayrı bir
hikâyedir. Sulu göz Kerem…
Hayat hep böyle güllük gülistanlık, okul – ev – sinema – elmalı
kurabiye döngüsünde değil ya, bizim de kapımızı çaldı bulutları kara
zamanlar. Babam hastalandı bir gün, aniden. Şiddetli baş ağrıları
çekti bir on gün kadar sonra bir şeyleri unutmaya başlayınca derhal
hastaneye gittiler annemle. Ameliyat dediler. Beyninde bir şey
varmış. Sabah ameliyata gireceği zaman Kerem yanımızdaydı.
Annem, Ahmet, ben, Kerem bekliyorduk. Babamı ameliyata aldılar.
Biraz sonra Aslı geldi. Elmalı kurabiyeler yapmış. Kerem’e gidip çay
almasını söyleyip kaşla göz arasında anneme elmalı kurabiyeleri
vermiş birkaç teselli sözü ile onu rahatlatıp yanıma dönüvermişti
bile. Üzgündüm. Korkuyordum. Gergindim.
“Saat kaç?” diye sordu. “Arkada koskocaman bir saat var, ama
bana soruyor” diye düşündüm. Yüzüne baktım. Gözlerime baktı. Her
zamanki gibi… Dosdoğru. Yeşil. Ormanlar gibi. Denizler gibi.
Yosunlar gibi.
- Hani bana sormuştun ya bir keresinde, okulun o ilk gününde
niye hiç ağlamadın diye, işte şimdi neden ağlamadığımı
anlatmanın vakti.
Yine yüzüne baktım, yorgundum, korkuyordum. Gözlerime baktı.
Yosunlar gibi. Ormanlar gibi. Denizler gibi. Yeşil. Dosdoğru.
- Annem öldüğünde altı yaşındaydım ben. Babamla bir
başımıza kalıvermiştik. Annem gitmişti. Yoktu. Ağladım,
ağladım, ağladım. Ne yemek yiyor, ne uyuyordum. Ne
kendim huzur buluyor, ne de zavallı babama huzur
veriyordum bir an olsun. Birkaç günün sonunda, artık
yorgunluktan, açlıktan, uykusuzluktan ve ağlamaktan bitap
düşüp kendimden geçmişim. Herhalde bayılmıştım. Gözlerimi
hastanede açtım. Yanı başımda babam... Ağlıyor sessiz
sessiz. 2 gün boyunca başımda beklemiş, hep ağlamış.
Sonra hastaneden çıktık, ben hastane havasından
ürktüğümden midir ne, sakinleşmiştim. Babam eve gidince
beni karşısına oturttu. Dedi ki; “Aslı, annen artık yok. Bunu
kabul etmeliyiz. Birbirimize yardımcı olmalıyız. Birbirimizi
daha çok sevmeliyiz. Bundan böyle ağlamak yok. Sen son
gözyaşlarını annen ölünce döktün, bense hastanede, senin
başucunda. Ne zaman ağlayacak olsan annenin ölümünü
düşün. Bununla kıyaslanacak bir üzüntü mü başına gelen
diye… Anneni kaybettiğimizde ağladık, evet, çok ağladık,
ama ölümden gayrı her şeye çözüm bulunur. Bu yüzden bir
daha ağlamak yok. Değil mi ki hayatta en çok sevdiğimizi
kaybettiğimizde ağladık? Zaten yapabileceğimiz bir şey yoktu
ki ağlamaktan başka. Ama bunun dışında her şeye çare
vardır ve bu çare ağlamak değildir. Anladın değil mi beni?”
Anladım demiştim anlayıp anlamadığımı tam da bilemeden.
Anlamadım desem, üzülecekti babam. Biliyordum. Sonra
babamın dediklerini hep aklımda tuttum. Saçımı babam
örüyordu, örgüleri yamuktu; yemekleri babam yapıyordu,
tencerelerin dibi hep kara. Herkesin annesi vardı, benim
17
yoktu. Sonra okulun ilk günü geldiğimizde okula babam
benimle vedalaştı. “Unutma, ağlamak yok” dedi. Annemi
düşündüm, onun ölümünü. Ağlamadım. Bilirsin ben
ağlamam. Sen de sakın ağlama. Ağlanacak bir şey yok. İyi
olacak Hasan Amca.
Anlamıştım. Her şeyi nasıl da anlıyordu. Gözlerimin dolduğunu
nasıl da görmüştü? Aslı. Sevdiğim kadın…
Şimdi bütün bunlar nereden aklına geldi diyecek misiniz? Bugün
Kerem’le buluşacaktık. Aslı Amerika’da yaklaşık bir aydır. Bir
proje için gitti, eğitimde. Özledim. İçim sıkıldı. Kerem’i aradım,
buluşalım diye. Adam hala sulu göz... Burada oturmuş onu
beklerken, onun ağlamaklı yüzü geldi aklıma, sonra ağaçların
yeşilinden Aslı. Sonra da saatin vuruşundan o meşhur soru.
Sonrası mı? Sonrasını biliyorsunuz zaten.
Efendim, babam mı? Ona ne oldu diye merak mı ediyorsunuz?
Ameliyatı 7 saat sürdü. Ameliyat sonrası 6 ay kemoterapi aldı.
İyileşti. Şimdilerde denize açılıp balık tutarak eğleniyor.
Ben mi? Ben de bir daha hiç ağlamadım. Ne zaman ağlayacak
olsam aklıma o ameliyat günü geldi, o soru: “Saat kaç?” ve
Aslı’nın anlattıkları… “Neden ağladığımı anlatmanın vakti…”
18
FOTOĞRAFbir
| ALTIkişi ALTIkadraj
ben ile yorgunluğum… ve ölüm
ŞENER SOYSAL
Hiç keyfim yok bu aralar. Tadım tuzum yok. Ara sıra dalıp gidiyor bir
gözüm. Biri beni mi anıyor, diye düşünüyorum. “Sağ gözüm sağlığa,
sol gözüm varlığa” derler hem, belki de öyle bir şeydir bu da.
Durumu hayra yoruyorum.
Manzaralı, kaliteli bir çift kanepe bulup ayrı ayrı oturup hayatımızın
akışına üç nokta koymuşken yorgunluğumla, bir terazinin iki
kefesiymiş gibi insanların gözünde görünürken ve ben görünürken
yorgunluğum cismen görünmezken dalıp gidiyorum manzaraya.
Yorgunlukla atıyorum kendimi sokağa, yorgunluğumu da alıp
gidiyorum. Sokaklarda, meydanlarda, otobüs duraklarında, vapur
iskelelerinde, İstanbul'un o büyük kalabalığı içinde hissedilen büyük
yalnızlığı duymuyorum artık. Ben ve yorgunluğum kol kola girip
geziyoruz her yerde. Gerçi buna da pek gezmek denemez ya. İlk
gördüğümüz banka oturuveriyoruz. İlk otobüs durağında kaf dağına
giden otobüsü bekliyoruz maksadımız oturmak olduğundan.
Mobilyacı gezip koltuk dener gibi yapıyoruz. Malum can yoldaşım,
yaverim "yorgunluk", ben ise bu aralar hiç keyfi olmayan, tek gözü
ara sıra dalan, ismi lazım değil, ben ve bank dediğimiz ise virgül
misali soluklanmalık şeyler. Onun için soluklanıp kalkıyoruz, sonra
yine oturup soluklanıp kalkıyoruz, sonra yine... Böylece hayat akıp
gidiyor. Şansımız yaver gider de güzel manzaralı kanepeler bulursak
virgülün kuyruğunu kesip nokta yapıyoruz, doya doya oturuyoruz.
Hatta üç nokta yapıyoruz bazı zamanlar uzun oturabilelim diye, hem
vakit olarak uzun, hem de ayaklarımızı uzatmak manasında.
İçinde bulunduğumuz yapının devasa camlarının ardından
görünüyor amerikan kavakları, çınarlar, adını bilmediğim bitkiler,
buradan bakınca Anadolu’mun ırmaklarını hatırlatan boğaz. İkindinin
akşama bağlanacağını ilan edercesine birazdan kızıllaşacak
sarımtırak bir aydınlık var etrafta. Ama cezbetmiyor hiçbiri beni.
Çünkü sırça bir köşk misali bir camın ardından bakıyorum anlattığım
şeylere. Uzatsam elimi tutamayacağım hiç birini. Dışarı çıksam,
camların ardından baksam her şeye? Tek cam gözümün önündekiler
değil ki. Çoktan beridir kalbimi de sırça kutuda saklıyorum. İnsanlar
benim iyi yürekli olduğumu görebiliyor ama kimse zarar veremiyor
kolay kolay.
Zaten beni yoran kalbimi kıranlardı. Zaten beni yoran kalbimi sırça
kutuya koyduranlardı. Zaten beni yoran sırçanın ardında kalmasıydı
hislerimin, hissizleşmemdi. Zaten... Ben 'zaten' li cümlelerime
devam ettikçe sırçaların tuz buz olacağını anlayan yorgunluğum
biraz daha büyüyor yanımda. Ben yoruldukça içimdeki acılarla o
19
büyüyor. Taşıması gitgide zorlaşıyor bu inadı, duvarları, yorgunluğu,
dünyayı. Sanki gökyüzünü omuzlarım taşıyor.
Dayanamıyor sonunda
Devriliveriyorum.
terazinin
kefeleri,
devriliveriyor
yere.
20
kişi
ALTI
kadraj
ALTI
AYŞE COŞKUN postalımın
FOTOĞRAFiki
yaşlı izi | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, on dört
ocak | İLKER CABİ kaçış | KADRİYE SOYSAL saklambaç |
MELİS MİNE ŞENER kara basma iz olur, güzellerde naz olur | ŞENER
SOYSAL ben ile hislerim… ve yegane eserim olan ayak izim
21
FOTOĞRAFiki
|
ALTIkişi ALTIkadraj
postalımın yaşlı izi
AYŞE COŞKUN
Daha da gençliğinde “solculuk hastalığından” muzdaripken Sema,
herkesin hayatında bir dönemini bu şekilde geçirdiğine olan sonsuz
inancımla sadece geçmesini bekledim bunun. Tüm o sakallı, bereli,
elinden Cumhuriyet eksik olmayan gençler, yağlı saçları ve kirli
giysileriyle evimize doluştuğunda bunun sanki izlenmesi gereken
heyecanlı bir belgesel olduğunu düşünüp hiç karışmadım. Kaç
zaman sürdü böyle bu. Kendi aralarında kavga ettiler, birbirlerine
küstüler, barıştılar, aralarından evlenenler oldu, kaybolup gidenler...
Birinin adımının izi silinmeden ötekinin ayağı alışıyordu daracık
sokaklı evimize. İsimler öğrenildi ve hemen sonra unutuldular.
Annem onlara çay demlemekten, ben yatılı misafirliklerinden
yoruldum ama babam ses etmedi hiç. Kızının tercihine boyun eğdi
sessizce, söyleyeceği bir şeyin onu incitip kaçırmasından korktu.
Aslında babam eski kafalı bir adamdı benim. Adalete inanır ve
haksızlıklara asla tahammül edemezdi ama bunlardan dolayı
sistemleri değil de insanları suçlardı genelde. Çalışmayan vergi
memurlarını suçlardı mesela, vergilerin yüksek olmasının sebebi
sanki orada yavaş çalışan bir iki memureymiş gibi. Sistemle bir derdi
yoktu adamın, sistemi uygulayanların beceriksizliği deli ediyordu
onu. Hayatında bir kere olsun sıkıntı da çekmedi, sağlık memuru
olduğundan başına gelen bir iki istenmeyen tayin dışında hep
hastalarıyla, ilaçlarıyla, kendine ördüğü bir dünya ve eline geçen üç
kuruş maaşla mutlu mesut yaşadı. Gazetesini okudu, pencere
önünde küpe çiçeklerinin her açışını hayatındaki en büyük mutluluk
gibi karşıladı. Torunlarını, her dede ve babaanne gibi, çocuklarından
çok daha fazla sevdi ve onlara karşı çok daha tahammüllü oldu. 68
yaşında beyin kanamasından öldüğünde herkes içtiği sigarayı
suçladı. Bense daha çok görevini tamamladı gibi hissetmiştim.
Ölümünün ardından oldukça bitap düşen annem de en fazla iki sene
katlanabildi onun yokluğuna. Ayrılmaları, sanki babamın ölümünden
daha çok zorlamış gibiydi onu, beni de... İkisi de öldükten kısa bir
süre sonra yaşadıkları evi boşlatmak üzere Sema ile bir araya
geldiğimizde, onun solculuk zamanlarının geçtiğini ve kardeşimin
yaşlandığını fark etmiştim. Sadece saçındaki beyazlar ya da
gözlerinin altındaki çizgiler değil, sanki konuşması daha bir
yavaşlamış ve bir şey söylemek için çok daha derin düşünür hale
gelmişti. O zaman onun, o solcu arkadaşlarıyla birlikte olduğu
zamanlardaki halini özlediğimi düşündüm. Haylaz, uçarı, her
seferinde bir başka sevgilinin özlemiyle yanan kardeşimin soluşunu
izlemek zoruma gitmişti. Kendi kelli felli göbekli halim bile bunca
hayal kırıklığına uğratmamıştı beni ya, kendi gençliğimden daha
erken feragat edebilirdim eğer benim gençlik hakkımı o
kullanabilecek olsaydı. Hoş ben ne anlamıştım ki zaten gençlik
denen şeyden, bir kere bir arkadaşımla bir kafeye oturup edebiyat
22
sohbeti mi yapmıştım, arkadaşlarımla maç izlemeye mi gitmiştim?
Sorumluluklar diyordum hep, öncelikli olan bunlar. Nurten’le birlikte
gittiğimiz bir iki danslı davet dışında ikimiz de çocuklarımıza ve
evimize adadık kendimizi. Oysa okuldan mezun olduktan hemen
sonra yurtdışında bir iş teklifi de almıştım. Birlikte gider miyiz diye
bir iki gün düşünüp Nurten’e de fikrini sorduğumda daha cümlenin
sonunu duymadan itiraz etmişti. “Her şeyimiz burada, tüm
tanıdıklarımız, dostlarımız, evimiz, yurdumuz… Gitsek de kalamayız
oralarda biz; dilini anlıyor olsak da, evimiz de olsa, paramız da olsa
burayı özleriz.” deyip ikna etmişti beni. Bütün suçu ona
atmamalıyım, ben de korkmuştum aslında. Bugünden çok farklı bir
yaşantım olabilirdi o zaman gitmiş olsaydık. Ama Ezgi ve Erdem olur
muydu o zaman, olsalardı da böyle çocuklar mı olurlardı? Kendi
kendilerine yetişen, kendi çabalarıyla büyüyen ve gelişimlerinin
hiçbir aşamasının tanığı olamadığım iki yabacıya dönüşmezler
miydi? Belki onlara sorsan onlar da yurtdışında yaşayan ve büyüyen
çocuklar olmayı tercih edeceklerdi, kim bilir…
Kendim için değil belki ama Sema için çok farklı olabilirdi bu
topraklar dışında büyümüş olmak. İdeallerini yaşayabileceği bir
coğrafyada, insanları mutlu ederek yaşantısını sürdürebilirdi.
Kaçaklıktan, göçmenlikten, yersizlikten kurtulup kök salardı.
Çocukları olurdu belki, gönlünce yerleştirdiği bir ev içinde kendi
ahbap anneliğiyle büyüttüğü çocukları. Acaba aklımdan dayı olmak
mı geçiyordu da böyle hayallere düştüm ben? Elbette isterdim böyle
bir şeyi, neden istemeyeyim? İsimleri değişen sevgili ordusu sona
erdiğinde en son bir akşam bize yemeğe geleceğini söylemişti. Bize
zaten hep gelirdi, habersiz, çat kapı, olur olmaz saatlerde. Ama
telefon edip haber vermesinden sanki bir şeyler anlamıştım. Yalnız
gelmiyordu, biriyle gelecekti ve bu biri özel biriydi. Onu bize
göstermek istiyordu, hata yapıyorsa onu durduralım istiyordu. Bu
kez bize soruyordu. Ellerim terlemişti onunla telefonda konuşurken,
omuzlarımda gittikçe ağırlaşan bir yük hissetmeye başlamıştım. İki
çocuk evlendirmiştim arada ama bu hepsinden daha büyük bir
heyecan dalgası yaratmıştı bende. O akşam geldiler Onur ve Sema.
Sema’nın gözündeki ışıltı, neredeyse “Ne olur bu kez yanılıyor
olmayayım.” endişesi… Onur’un elimi samimiyetle sıkışı, sözünün eri
olup az konuşması, yüzünün ışığı, gözlerinin ılımlı ılımlı Sema’ya
bakışı. “Evet!” demiştim kendi kendime, “Bu olsun, bu sefer tam
olsun, güzel olsun.” Bizimle tanışmalarından kısacık bir zaman sonra
birlikte yaşamaya başladılar. Sema bir hastanede çalışıyordu o
zaman; Üsküdar’da, hastaneye yakın bir ev tutup hemen yerleştiler.
Onur, bir mali müşavirin yanında çalışıyor diye biliyordum ben, hala
orada mıdır, ne âlemdedir, hiç sormadım Sema’ya. Hiçbir şey
soramadım aslında, o çağırdı, ben kendimi peronda beklerken
buldum, istediklerini teslim ettim, onu uğurladım ve eve döndüm.
Cevaplarından korktuğum soruları içime gömdüm ve sustum.
23
FOTOĞRAFiki
|
ALTIkişi ALTIkadraj
o gün, on dört ocak
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
Postane çıkmazında evimiz. Sokağın sağ kolu üzerindeki en büyük
binaya yaslı, mahallenin en miniği bizimki. Olur da kaybolursam bir
gün böyle söyleyeceğim. Annem bunu bana ezberletti
ezberletmesine de sokağın kollarının oluşu pek aklıma yatmadı.
Sonra en büyük olan bina mı yoksa bizimki mi? Hangisi yaslı,
hangisi mutlu? İşte bunu da çözemedim henüz. Yine de annemin
ağzından çıkan her kelime rengarenk kuyruklu bir uçurtma.
Babam hava karardı mı postane yokuşunun başında beliren adam.
Uzun ve ince. Gökyüzü gibi kocaman mavi gözleri. İçinde yıldızları,
bulutları, kuşları bile var. Bizim evden gökyüzü görünmüyor. Bu
yüzden sevmiyorum evde oynamayı. Akşama kadar dışarıdayım.
Eski kilim yaz kış hep kapının önünde serili. “Hasta olacaksın” diye
sürekli söyleniyor annem. Ama evin içi de dışarısı kadar soğuk!
Böyle dediğimde birden susuyor. İçerlere de yağar mı kar? Yağıyor
o susunca. Sussun istemiyorum. Eve girer girmez cama dayayıp
demir ayaklı sandalyeyi, babamı beklemeye başlıyorum. “Bizim ev
gemiymiş mesela...” diyorum anneme, “Ben de kaptanıymışım...”
İşaret parmağımla bir dümen çiziyorum cama. Cam üşümüş. “Cam
üşümez!” diyor annem gülerek. Sanki ben bilmiyorum öyle
olmayacağını. Sırf o gülsün diye söylüyorum. Annem uzunca bir
süreden beri gülümsemiyor bile. Oysa yıldızlar geceyi bekliyor,
yanaklarındaki çukurlar annemin küçücük bir tebessümünü. Ama
içten. Öyle gündüzleri eve gelenlere ettiği gibi yalandan değil.
Eskiden hiç çalınmayan kapımız pek sık çalınır oldu bu aralar.
Tanımadığım bir sürü adam, bir sürü kadın evimize girip çıkıyorlar.
Bazen yanlarında çocukları da oluyor. Her yere bakıyorlar.
Çekinmeden... “Bize olmaz,” diyor biri, “iki gözmüş.”. Evinkiler
nerde bilmem ama annemin gözleri yerde. Halil’in bir arabası var,
plastik siyah tekerlekleri çıkıp çıkıp kayboluyor. Annemin gözleri
Halil’in arabasının tekerlekleri, yuvarlanıp kayboluyor halının
deseninde. Halil benim bir küçüğüm. Gözleri orman yeşili, kirpikleri
aynı kökten çıkmış ağaçlar gibi, dizleri hep kırmızı yerde araba
sürmekten. “Babam göründü!” diye bağırıyorum. “Hani hani?” diye
tırmanıp yanıma çıkıyor Halil. Annem ayağında salladığı Sadri’yi
divana bırakıp mutfağa geçiyor. Sadri üç numara. Üç daha büyük
ikiden iki de birden, nüfus çoğaldıkça azalıyorum ben. Azaldıkça
büyüyorum. “Göz kulak ol kardeşlerine!” diyor annem evi gezmeye
gelen olduğunda. “Anne bak,” diyorum “Sadri yumuyor gözünü ben
görüyorum onun yerine, Halil kapatıyor kulaklarını ben duyuyorum
onun yerine.”. “Gülen yüzün solmasın.” diye seviyor annem beni.
Babam yaklaşıyor, yaklaştıkça sağa doğru eğilmiş bedenini
doğrultuyor yavaşça. Bir ben görüyorum. Annem sofra bezini
seriyor. Üzerine ahşap eleği koyuyor, onun üstüne de büyük siniyi.
24
Babam yaklaşıyor. Elindeki poşette dört ekmek. Sadri annemin
kucağında, Halil babama yaslanmış usul usul koparıp atıyoruz
ekmekleri çorbaya. Babam gün boyu bir tezgahın başında. Babam
yorgun. Az konuşuyor akşamları. Babam gün boyu ayakta. Annem
çayı koymadan kapanıyor gözleri. Ampulün sarı ışığı ile uzayan soba
borusunun gölgesi tüm sesleri altına alıp kalın bir hat gibi geçiyor
evin ortasından. Bir şeyler değişti. Farkındayım. Böyle değildik
eskiden. Bir aradayken konuşurduk, ama şimdi… Bu sessizlik
dayanılır gibi değil. Bir şey düşse yere, sokaktan bir kedi geçse,
çalınsa kapı… Biz yatınca başlıyor sesler, duyuyorum. Sürekli
konuşuyorlar. Sabah eve gelenleri anlatıyor annem, “yine olmadı”
diyor. Bir şeyler yazıp çiziyor babam bir kağıda. Bazı kelimeler sık
tekrarlanan… Her gece, aynı saatte, değişmiyor. Sanki kaybedilmiş
de bir şey bulunmuyor, bozulmuş da düzelmiyor. İki kumru gelip
konuyor gözlerime. İki ağırlık gözlerimde. Kulaklarımda sesleri…
“Çaresizim, başka yolu yok!”, “Evi satabilseydik hiç değilse, üç beş
kuruş…”, “Düşündün mü?”, “Çok hem de...”, “Yapamam ben,
yapamam!”, “Of!”, “Evi satabilseydik…”, “Ben olsam affetmezdim.”,
“Neden ben diye sorarsa?”, “Anlayacak, anlamalı...”, “Onun
iyiliği…”, “Bu kağıtlar mı imzalanacakmış?”, “Sen…?”, “Ben
gelemem.”, “Peki para?”, “Sonrası?”, “Eşyaları?”, “Görmek istesek?”,
“Biz istedik de ya o bir daha…”, “Başka birileri alabilir miymiş?”, “Ya
geri almak istersek?”, “Geç kalırsak ya?”, “O gün mü
konuşacaksın?”, “O gün…”, “O gün mü?”...
O gün sabah çok erken kaldırdı annem. Sadri’yle Halil hala
uyuyorlar. Üçümüz kahvaltı ediyoruz. Her günkünden farklı, birkaç
dilim kaşar peyniri ve yumurta var sofrada. Ses yok. Annemin elleri
çatalı öyle sıkı tutmuş ki kızarmış parmakları. Babamın gözlerinde
akşamdan kalma bir yıldız, silik. “Hava çok soğuk ama güneş
çıkacakmış öğlene doğru, ayakkabıların su geçiriyor ama bu gün
yenisini alacak baban, pek bir şey yemedin yine ama…” Tedirgin
annem, kararsız, üzgün, suçlu… Annem nasıl olduğunu bilmiyor.
Öyle sıkı sarıldı ki, üstümde bir ağırlık... “Omzuna al beni baba,
annem gözden kayboluncaya kadar” Yokuş uzun. Babamın adımları
ürkek, babamın adımları aheste. Yokuşun sonundaki fırından bir
simit aldı babam. Mis gibi kokuyormuş, tok da olsak yenirmiş, ikiye
böldük. “Ayakkabı almaya mı çıktık biz baba?” “Ayakkabı da alacağız
ama şöyle bir dolaşalım seninle. Kültürpark’a gidelim mesela,
Kapalıçarşı’ya, Setbaşı’na… Akşama kadar baba kız… Ha?” Dolaştık,
akşam oluyor. Daha önce hiç görmediğim yerlere götürdü babam.
Setbaşı’ndaki köprüden geçtik, Heykel’de sahlep içtik. Boydan boya
yürüdük caddeyi. Oyuncakçı vitrinlerinin önünde durduk. Ellerimizde
poşetler… Kağıt helva, poğaça, çiklet, çikolata ve yeni ayakkabılar.
Yorulduk, otobüse bindik Altıparmak’tan. Kar incecik. Birer ikişer
yanıyor sokak lambaları. “Ayakkabı almaya çıkmamış mıydık biz
baba? Uykum var.” Alıp göğsüne koydu babam başımı. Göğsünde
bir gürültü bir kıyamet. O da farkında. Kocaman elleriyle gövdemi
kendine bastırdı. Sakinledi. Sakinledi. Sakinledi. Yumdum gözümü.
Yollar geçti içinden. Rengarenk şeker jelatinleri, topaçlar, ip atlayan
çocuklar… Yavaşladı her şey… Gözlerime konacak gibi oldu yine
kumrular, kaldırdım başımı. Yetişecekmiş gibi sanki gittiği yere hiçbir
25
durakta durmadı otobüs. Sağa kıvrıldı, sola kıvrıldı. Bir düzlüğe çıktı.
Büyükçe bir binanın önünde “İnelim.” dedi babam. Upuzun bir
kapıdan içeri girdik. Karların altında kalmış ağaçların yanından
yürüdük sonra. Beni bir koltuğa oturttu, bir kadınla konuştu
ayaküstü; “Eksik bir şey varsa…”, “Para…”, “Formlar…”,
“Konuştuğumuz gibi…”, “Bir şey olursa…”, “Haber falan…”. Bana
döndü. Sıkıca sarıldı. “Geleceğim.” dedi. Çıktı kapıdan. Kadın soğuk,
kadın her şeyin farkında, kadın yabancı! Bir üst kata çıkardı beni.
Odada bir sürü çocuk, “Hoş geldin deyin yeni arkadaşınıza.” dedi
kadın. Bir şey demedim ben. Ellerimdeki poşetleri yere bıraktım.
Kağıt helvaları, çikolataları, çikletleri, ayakkabıları bıraktım.
Gördüğüm ilk sandalyeyi çektim cama doğru. Çıktım. Yolda ayak
izleri. Gelenler, gidenler, gidenler, gidenler… Kadın yanıma geldi.
“Nur Hayat...” dedi. Dedim, “Ben şimdi kayıp mı oldum? Eğer
öyleyse, postane çıkmazında evimiz. Sokağın sağ kolu üzerindeki en
büyük binaya yaslı, mahallenin en miniği bizimki.” Kadın sustu.
Baktım, kar kapatacak izleri.
26
FOTOĞRAFiki
kaçış
|
ALTIkişi ALTIkadraj
İLKER CABİ
Hava kararmak üzere ve benim hala bir kaçış planım yok.. Bir
haftalık yokluğum neleri değiştirebilir ki? Birkaç bensizliğin önemi
olmayan toplantı, geciktirilebilecek hatta yeterince incelendiği
meçhul bir rapor.. bence tam zamanı, uzun zamandır bu kadar
rahat olmamıştım belki.. tek ihtiyacım kredi kartlarım.. en son
salondaki sehpanın üzerinde bırakmıştım, sanal alışveriş için.. hayır,
yapma.. bunun için geri dönmemeliyim.. ama her şey bu kadar kötü
gitmek zorunda değil ki..
Ferhan Şensoy’dan kalma bir alışkanlık ile telefona uzanıp, Kıvanç’ı
ara komutunu veriyorum.. Süper, çalıyor.. “Abi ben kaçıyorum..”, bu
çok panikletir.. daha düzgün bir giriş bulmalı.. “Abi acil para lazım,
internetten cepbank olayı yapsak..”, bu kadar para da dikkat
çekebilir.. neyse kısa bir özet ile kaçış planımı bilecek en doğru kişi
Kıvanç, “deşifre olalım İlker”.. Detayları anlatmak için arayacağım
sözünü vererek kapatıyorum telefonu ve 2 dakika sonra cep
telefonumda uyarı mesajı, “hesabınıza yüklüce bir para aktarılmıştır,
şifreniz..”, henüz şehir merkezi sayılan bir yerdeyken paranın
tamamını çekmeliyim..
Saat gece yarısı haberlerini işaret ederken, acaba kışları nasıldır
dediğim bir dağ köyündeyim, kış da mevsim olarak gerçekten karla
beraber oturmuş tüm köyün üzerine.. Havaalanından ayrılırken
yaşadığım ciğerlere serin hava terapisini bu sefer titremekli
hissediyorum tüm vücudumda... Pansiyona giriş işlemlerini
tamamladıktan sonra yaşlı bayanı takip ederek odama çıkıyorum..
Yolun ve düşüncelerin yorgunluğu ile, yastıkla buluşmamın
ertesinde rüyada günün özetini geçeceğim derin bir uykuya
dalıyorum..
Kahvaltı ertesinde çok az yerleşim birimi olan köyde gezinmeye,
karda bıraktığım ayak izlerimde çocukluğumu hatırlamaya
çalışıyorum, kar taneleri ezildikçe, sıkıştıkça hışırtı benzeri sesler
çıkarıyor ve hipnoz gibi beni geçmiş imgelere taşımaya başlıyor..
Dünyayı çok az gören gözlerle algılamaya çalışan bebek
heyecanıyla, karla ilk tanışmamda bu yeni şahit olduğum doğa
olayını öncelikle üzerinde bıraktığım izlerle anlamaya çalışmıştım..
Attığım her adımdan sonra ardımda kendini unutturmamaya niyetli
bir iz bırakıyordum, büyüdüğümde çilingirlerde de şahit olacağım
detaylı anahtar kesikleri gibiydi kar üzerindeki ayakkabı izleri..
Kar taneleri üzerinde, boşluğun tam ortasında “dün” hemen
ardımda, “gelecek” henüz üzerinden geçilmemiş, bembeyaz bir
sadelikle önümde.. Hayatın akışından farklı olarak, kar üzerinde geri
27
dönebilme ve o izleri silebilme ihtimalim olduğu aklıma geliyor, en
yakın izlerden başlayarak kar taneleri tekmeliyor, unutmak istediğim
her şeyi yok ettiğimi sanarak ve sevinerek daha da hızlanmaya
başlıyorum.. bu durumun tadını çıkarmak istiyorum.. ama.. her
tekmemde ardımda bir iz daha bıraktığımı görmek fazla uzun
sürmüyor, dünü silmek imkansız.. burada silinmeye çalışılmış bi'
şeyler olduğunu daha da net işaretliyorum sadece.. Senden kaçmak
için senli günlerle değil ileride beni bekleyen sensiz olanlarıyla
ilgilenmeliyim.. bunu biliyorum..
Aklım bir taraftan da sende, acaba yeni dünyanda nasıl karşılandın,
bir problemin var mı…
…işte o anda arıyorsun ve ben telefonu açmak zorundayım.
28
FOTOĞRAFiki
|
ALTIkişi ALTIkadraj
saklambaç
KADRİYE SOYSAL
Beyaz badanalı evler ve kar dolu zemin içinde renkli kabanlarımızla
kardelenler gibiyiz. Kimimizin çizmesi kimimizin kabanı yok. Ama
olsun; çocuğuz ve mutluyuz. Karda oynaması en zor oyunu
oynayalım diyoruz, saklambaç oynamaya başlıyoruz. Ebe, bizim iki
katlı evin duvarına dayanıp yumuyor gözlerini ve saymaya başlıyor.
Misketlerin dağılması gibi biz de oradan oraya dağılmaya çalışıyoruz.
Öyle bir yer bulmalıyım ki bulunamamalıyım. Basılmamış karın
üzerinde bir adım atıyorum, arkadan 3-4..9-10 sesleri gelirken
dönüp bakıyorum, eyvah, ayak izlerim? Arkamda ekmek kırıntısı
bırakır gibi iz bırakıyorum. Aman olsun, ilerde çok güzel bir ağaç
var, onun arkasına saklanabilirim. Ağacın önünde rüzgarın yığdığı
kar yığınının arkasına uzanıyorum. “Önüm arkam sağım solum
sobe!” diye şimdi bağırdı ebe. Yukardan kar taneleri geliyor, dilimi
çıkarıyorum. Ne de tatlı bi' şeymiş. Gökyüzü beni sarmalıyor, ana
kucağı gibi yumuşacık kar ve şefkatli rüzgar. Uyuyakalıyorum,
üzerime kar yağıyor..
...
Dilimi yeniden çıkardım, kar leş gibi! Basılmamış yer kalmamış
karda. Boşluk bulup basmak istiyorum, işaretlemeliyim, ben
buradaydım diye... Korkuyorum kardan, erisin tüm karlar!
29
FOTOĞRAFiki
|
ALTIkişi ALTIkadraj
kara basma iz olur,
güzellerde naz olur*
-
-
MELİS MİNE ŞENER
Alo, Levo? Nerdesin? Geldin mi?
Geldim, oturuyorum girişte. Sen nerdesin?
Yoldayım daha, trafik kötü. Biraz geç kalacağım da,
dışarılarda bekleme diyecektim. Hava çok soğuk, kar mı
yağacak nedir?
Merak etme içerdeyim zaten. Çabuk ol, karla birlikte gelme,
kardan önce gel!
Tamam tamam, hadi geliyorum işte…
Kar yağacak mı cidden? Keşke Aslı da burada olsaydı. Kartopu
oynardık… Aslı çok sever karda oynamayı, yürümeyi… Hele hele
kimsenin ayak basmadığı karlara yatıp karlarda yuvarlanmayı…
Eskisi gibi çok yağmıyor artık kar. En çok ben üzülüyorum galiba
karın eskisi gibi yağmadığına; hem Aslı için, hem kendim için… Kar
bizim miladımızdır çünkü. Tam olarak “biz” olmamızın miladı.
Çocukluğumuzun ilk anılarından beri, en azından benim hatırladığım
ilk anılarımdan beri, Aslı’yla birlikteydik biz. İlk gördüğüm gün
bağlanmıştım ona ben. O da bana karşı benzer hisler besliyor
olmalıydı, ama öyle miydi gerçekten? Emin olamıyordum işte…
sene… Erkenden kalkıp okul yoluna koyuldum, tabi ki okul tatil
olmuştu. Ama olsun, Aslı da gelmişti.
Küçük kasabaların en çok sevdiğim taraflarından biridir okula
yürüyerek gidip gelebilme, mahalle bakkalından veresiye sakız –
şeker alabilme, sokak aralarında doyasıya top oynayabilme gibi bir
dolu eğlenceye sahip olabilme şansı. Hele hele anne – baba memur
değil de yerlisinden ise kasabanın; çocuklar senelerce aynı okullarda
aynı sınıflarda okur, etle tırnak kıvamına gelir, eğlencenin dibine
vururdu. Bizim kasabamız da böyleydi tabi, okula yürüyerek gidip
gelirdik. Bakkaldan veresiye sakız alırdık. Tüm çıkmaz sokakları bilir,
o sokaklarda tek kale maç yapardık. Her neyse, okula gitmiştim. Aslı
da gelmişti. Ama okul yoktu, tatildi. Kerem yoktu. Dönüş yolu
bizimdi. İkimizin.
Her yer bembeyazdı, ağzımızdan çıkan buhara bakıp havanın ne
kadar soğuk olduğunu anlamak hoşumuza gidiyordu. Yerden bir
parça kar aldım, avucumda sıkıştırıp Aslı’ya fırlattım. Hiç
beklemiyordu. Hazırlıksız yakalandı, şaşırdı önce. Sonra güldü. Işıl
ışıl.
Ta ki o karlı kışa kadar. Liseye yeni başlamıştık o çok kar yağdığı
30
Hızla eğildi, yerden biraz kar alıp bana doğru savurdu. Tam isabet!
Yüzümün ortasında bir soğukluk… Derken koşturmaca başladı. Her
yer bembeyaz. Sadece bizim ayak izlerimiz vardı yerde, bir sağa bir
sola, ileri… geri… Sanki bir çemberin içinde kalmıştık, çıkamıyorduk
dışına, boyuna koşuyorduk. En sonunda duraladı Aslı, yorulmuştu.
Tam sırasıydı, fırlattım sımsıkı kartopunu. Bingo! İşte, bu sefer de
ben isabet ettirmiştim, tam da yüzüne… Ama biraz sert mi olmuştu
ne? Durdu, suratını astı. Arkasını döndü, yürümeye başladı. Küstü.
Gidiyor. Yüreğim sıkışır gibi oldu. Gitmesin!
Bir şey yapmalıydım, beynimde bir sürü şey uçuşuyordu sanki.
Birden söylemeye başladım o türküyü:
“Kara basma iz olur,
Güzellerde naz olur
Gündüz gelme gece gel
Eller duyar söz olur
Hop ninnayı ninnayı
Gel oynayı oynayı
Kara basma kayarsın
Sen benimle ayarsın
Asker olduğum zaman
Günlerimi sayarsın”
Durdu. Gülmeye başladı. Kazanmıştım. Gitmiyordu. Birden bire
topuklarının üstünde döndü, elindeki kartopunu fırlattı. Nasıl da her
attığını vurur? Ne ara yaptı o kartopunu? Bunları şimdi
düşünüyorum tabi, o anda kendimi yerde buldum çünkü. Boş
bulununca bir anda yerle yeksan oluverdim. Farkında olmadan
bağırmışım düşerken, ama iyi ki de bağırmışım aslında… Koşuverdi
iki adımda yanıma, gözlerime baktı dosdoğru. Yemyeşil.
Endişelenmiş belli.
- İyi misin? Canın yanıyor mu?
- Belim kırılmış olabilir, kalkamayacağım galiba…
- Hadi hadi kalk, abartma, iyisin di mi? Beni korkutmak için
yapıyorsun?
O sırada elini uzattı, elimi uzattım. Elimi tuttu, elini tuttum. Bana
bakıyordu, yemyeşil. O beni çekmeden, ben onu çektim kendime.
Düştü. Uzandım ona doğru. Kendime çektim. Bana bakıyordu yine.
Yemyeşil gözleriyle. Gülümsedi. Kalbim küt küt atıyordu, duyacak
sandım. Nasıl da güzel gülümsüyordu? Dudaklarına baktım, sonra
gözlerine. Yine gözlerimin içine dosdoğru baktı. Sonra indirdi
gözlerini bir an, kısacık. Sonra yine baktı gözlerime. Dudaklarımı
yaklaştırdım dudaklarına, birbirlerine değdiler. Sıcacık… Ürkek bir
kuş gibi sanki. Alev alev oldum. Çektim dudaklarımı. Gözlerine
baktım. Gülümsedi. Yemyeşil. Ben de ona gülümsedim. Bir parça
kar alıp yüzüne attım hafifçe. O da bana attı. Güldük. Doğruldum,
oturdum yardım ettim onun da oturmasına.
Tekrar başladım türküye bu kez ortasından:
31
“Kara basma kayarsın
Sen benimle ayarsın
Asker olduğum zaman
Günlerimi sayarsın”
*Bayburt Yöresi - Mustafa Ahıskalı
32
FOTOĞRAFiki
|
ALTIkişi ALTIkadraj
ben ile hislerim…
ve yegane eserim olan ayak izim
ŞENER SOYSAL
Bu... Bu tarif edilmesi zor bir şey. Fazlasıyla karışık, kafam kadar
karışık bir şey. Nasıl başlanmalı, önce neresi anlatılmalı? Nereden,
hangi yoldan çözmeli problemi? "Bir havuzu iki musluk üç saatte
doldururken tabanında bir musluk altı saatte boşaltıyorsa, havuzu
dolduran ve boşaltan musluklardan birer tane açılırsa havuz kaç
saatte dolar?" gibi bir havuz problemi değil ki cevabı hemen
bulunabilsin.
Bu bir dans koreografisi, farz-ı misal çaça, rumba, vals, lambada ya
da bilmem ne olamaz bile. Bu kadar karışık bir yapı ancak hayatın
tangosudur olsa olsa. Tabi ya, bu hayatın ritmi, karmaşası içinde
kaybolduğum ritim. Herkes bir yerlere kendi izini bırakmış. Takip
edebiliyorum
bu
ayak
izlerini,
sevdiklerimin
izlerinden
yürüyemiyorum bir türlü. Kaybediyorum onları, delicesine
üzülüyorum. Nerede o benim aşık olduğum kadın, üstadım dediğim
adam, dost bildiğim insan? Hayat oradan oraya savururken,
bencillik olmasın diye "Bana ne kalıyor?" diye soramazken en
azından "Benden dünyaya ne kalıyor şu hangisinin kime ait olduğu
belli olmayan ayak izlerinden başka?" diye sormak istiyorum. Daha
pek çok soru sorasım var ama... Cevapsız sorular bunlar! Cevapları
yok ki bu soruların öyle anlamlı, karışık olmayan… Eğer sadeyse
zaten, benim havuz problemimin cevabı gibiyse istemem. Hele
cevapları birebir aynıysa duymak bile istemem, cevapsız kalsın daha
iyi. Çünkü cevaba göre o havuz asla dolmayacak! Dolmayan
havuz... Tam bir felaket! Çünkü batmak istiyorum ben de. İyice
batıp, dibe vurmak… Dipten hızlıca su yüzüne ulaşabilme umudu
istiyorum. Oysa havuz dolmuyor. Sürekli ayaklarım yere sağlam
basıyor ama kahretsin ki çıkamıyorum! Benden kala kala bu ayak izi
kalıyor işte, su değmediği için her daim o havuzun dibinde kalan
ayak izim!
33
kişi
ALTI
kadraj
ALTI
AYŞE COŞKUN güneş
FOTOĞRAFüç
çocuk onur | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, on sekiz
ocak | İLKER CABİ kendimle | KADRİYE SOYSAL gülümsedik |
MELİS MİNE ŞENER …aslı suretinde gizlidir | ŞENER SOYSAL çıra ile
pervane… ve şehr-i daim
34
FOTOĞRAFüç
|
ALTIkişi ALTIkadraj
güneş çocuk onur
AYŞE COŞKUN
O güzel adama ne oldu diye düşünüyorum çoğu zaman. O
elceğizleriyle kurdukları evi, annemin dantellerini kaçırıp kaçırıp
perde yapıp pencerelerine asarken gülüştüğümüz evi bırakıp öylece
gidebildiler mi? Ben, Onur hala o evdedir belki diye düşünmek
istedim hep. O perdeler yalnız kalmasınlar istedim, annemin hatırası
o evde bir şekilde birilerine yadigar kalsın istedim. Sema’nın hayatı,
benimkinin Nurten’le değişmesi gibi, değişsin; o kırılgan kuşa bir
yuva olsun Onur’un kanatları istedim. Annem gibi istedim bütün
bunları, biliyorum, bir kadının bir diğeri için istemesi gibi istedim
ama Sema benim içimdeki tüm kırılganlıktı, bütün zırhlarımın,
korkularımın, kâbuslarımın sakinlediği, yumuşacık bir yastıktı. Ben
de onun için hayatın öyle olmasını diledim. Olmamış olmasından
dolayı kedimi suçlayabiliyorum ancak. Sanki ben zorlasaydım; onu
bir şekilde tehditle korkutarak o eve, o benim hayalime bağlasaydım
böyle olmayacakmış gibi geliyor. Kaçmayacakmış, bizi hiç
korkutmayacakmış, gecenin bir körü çalan telefonlara ellerim
titreyerek bakmayacakmışım gibi geliyor. Hem karımı hem
çocuklarımı ona karşı sabırlı olmaları konusunda onlarca kez
uyarmak zorunda kalmak öyle zordu ki; kendimi, aman ağzından
yanlış bir şey çıkmasın Esat, bak ondan sonra mumla ararsın da
bulamazsın bu kızı diye diye tembihlemelerim kaç oldu. Herkes akıl
veriyordu zaten, ben akıl veren olmak istemedim. Nasihat dediğin
harcadıkça çoğalan bir şeydi, Nurten bile inceden inceden bir şeyler
söyleme ihtiyacı duyuyor ve her seferinde buna ben mani
oluyordum. Baş başa kaldıklarında yaptığı bir iki girişim ise Sema’nın
yüksek itiraz ve isyankârlığıyla sonlanmıştı. Benim kardeşim öyle
durup da el kızı dinleyecek tiplerden değildi işte, anası babası laf
geçirememişken, benim dilimde tüy bitmişken Nurten’in bu anlamsız
çabalarını kızgınlık ve incinmişlikle karşılıyor ve bir yandan da iyi
niyetine duyduğum sonsuz güven yüzünden üzülüyordum onun için.
Nurten herkesin benzer şeylere dönüşmesi gerektiğine inanıyordu.
Kadınlar şöyle olmalıydılar ve erkekler böyle. Genç kızlar şöyle
davranmalıydılar, ağaçlar büyümeli, duvarlar sağlam olmalı,
menekşeler açmalı, güneşin doğudan doğup batıdan batası gibi
olmalıydı her şey ona göre. Ama öyle olmuyordu, bazıları aksine
gidiyorlardı, yolları ters yürüyor ve bir takım cehennem azaplarını
güllü begonyalı akşamsefalı bahçelere tercih ediyorlardı. Ben öyle
biri olmamıştım, babam da değildi ve annem de. Hani belki annem
biraz ama o da hiçbir zaman Sema’nın yaşadıklarını anlayabilecek
kadar ters kutbunda durmamıştı hayatın. Manikür salonlarından ve
kağıt oynadıkları arkadaş toplantılarından yaratmaya çalıştığı bir
sahte lüks yaşam içinde hissettirdiği farklılık ise sadece yüzeyseldi,
sahteydi ve Sema’nın insanın gözlerinin içine baka baka bağırır gibi
susmasının yanında sadece bir hayat taklidi gibiydi. Sema bizden
35
uzaklaştıkça çevremdeki herkesi onunla kıyaslayıp kardeşimi
yüceltirken, içten içe çok sevdiğim ve masumiyetine gönülden
inandığım annemin hatırasını bile yaralayabiliyordum işte. Sema
bambaşka bir şeydi, ben hayatta olduğum sürece kimseler onun
eline su dökemezdi. Kimseler onu üzemez, kimseler ona söz
söyleyemezdi. Annesi, babası, kardeşi bile olsa…
En çok benim söylenme hakkım vardı belki. Onu günlerce endişe
içinde beklemiş, aylarca ondan gelecek bir haber için ümitlenmiş ve
saatlerdir şu garda bir başına oturup onun adı altında hayat
muhasebesi yapan benim kızma hakkım vardı ve eğer ben
kızmıyorsam gerisi sadece boş kalabalıktı…
36
FOTOĞRAFüç
|
ALTIkişi ALTIkadraj
o gün, on sekiz ocak
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
Bazı zamanlar vardır. Lavlarını uzun uzun akıtmadan ansızın patlar
yanardağ. Size kaçacak zaman bırakmaz. Siz bir düzen içinde
muntazam sıralı olduklarını sanırsınız ama, bazen hayat size haber
vermeden günlerin yerlerini değiştirme hakkını kullanır. Güneşli bir
Cumartesi beklerken aydınlık bir Cuma’nın ardından, bir bakarsınız
yağışlı bir Pazartesi çıkagelir. Ve bazen tanıklık etmek öyle çok yakar
ki canınızı kafiyelerden medet umar işte böyle uzattıkça uzatırsınız
lafı.
Saygıdeğer beyler hanımlar; Yerleştiyseniz yerinize, kapansın ışıklar,
başlasın oyunumuz. Girişteki afişlerde tek perde yazsa da olacak iş
mi! Siz hiç kadın erkek arasındaki bu eski bahsin öyle tek perdede
kapandığını gördünüz mü?
Muhi Bey eve gelmeden, açmadan kapıyı, yakmadan lambaları,
öğrenmeden başına gelenleri ben size biraz göreceklerinizden,
görmediklerinizden bahsedeyim. Tam bir sene on ay yirmi üç
günden beri burada yaşıyor Muhi Bey ile Sevim Hanım. Yo yo
yaklaşık iki sene deyip geçmek olmaz. Konumuz aşksa detaylar
önemlidir, atlanmamalıdır. Hele ki kadınlar bayılır bunlara. Hangi
gün tanışıldı? İlk kim baktı? Üzerinde ne vardı? Muhi Bey ile Sevim
Hanım bir üniversitenin kantininde… Belki de sahil kenarındaki bir
çay bahçesinde… Ya da kim bilebilir farklı şehirlere giderken bir
şehirlerarası dinlenme tesisinde… Önce Muhi Bey fark etti Sevim
Hanım’ı; Saçını, yürüyüşünü, konuşmasını ya da -olamaz mı kendisine bakışını. Yeri geldi mi ilk karşılaşma olarak hep o günü
anlattılar eşlerine dostlarına ama belki de güzelliği bozulmasın diye
hiçbir zaman söylemedi Sevim Hanım, o günden çok önce
gördüğünü ve unutamadığını Muhi Bey’in hınzır gülüşünü. Sıcak
günlerin başlangıcıydı mesela, o sene ilk kez pembe çiçekli mini
eteğini giymişti Sevim Hanım, beyaz zarif bacakları göze
takılmayacak gibi değildi hani… Kışın ortasıydı ya da, uzun saçları
belinde, başındaki mavi beresi örtmüştü yüzünü, kaşları gözleri
dudakları nasıldı acaba? Sadece bir meraktı belki de Muhi Bey’i
Sevim Hanım’ın peşine düşüren… Yani bu sahneyi bir günlüğüne
bana verseler ben anlatsam sabahtan akşama kadar, siz dinleseniz.
Ne tatlı şu aşk denilen şeyin başlangıcı! İşte hep oyunun tam
burasında kahredesim geliyor tavandan sallanan bir ampul oluşuma!
Vallahi bilmesem, en tatlı yeri olan başının bir çırpıda geçtiğini ve
sonunun ansızın gelişini ve bir türlü gitmeyişini bilmesem diyeceğim
kaş göz ağız çizdiğiniz gibi yüzüme bir de kelepir kol bacak
buluverseniz de salsanız beni de insan içine. Ama yoook istemem.
İnsanın insana ettiğini, gönülün gönülden çektiğini gördüm ya bir
kere... Sevim Hanım? Sevim Hanııım? Sevim Hanım’cım? Sezonun
37
başından beri bakıyorum seyircilerin arasına, bir katilin cinayet
mahalline dönüşü gibi belki çıkar gelir, gelir de bundan sonrasını
kendi ağzından dinleriz diye… Ama yok! ne gelen var ne giden.
Geçen de ben böyle söyleyince ön sıralarda oturan bir hanımefendi
“Utanmıyor musunuz!” dedi “Kadının hakkında atıp tutmaya!
Öldüren öldürdü de ölenin hiç mi suçu yoktu yani?” Aslına
bakarsanız haksız da değil. Düşünüyorum da Muhi Bey belki engel
olamazdı Sevim Hanım’ın yaptıklarına ama bir uğruna verme abidesi
gibi yaşamayarak, her şey olup bittiğinde tüm bunları daha az acıyla
atlatabilirdi pekala. Mesela Muhi Bey et yemeği hiç sevmezdi ki, sırf
Sevim Hanım’a ekstra iş çıkmasın diye söylemedi. Muhi Bey bisiklete
binmeyi de bilmezdi sonra, sırf Sevim Hanım yalnız kalmasın diye
öğrendi. Ve bunlara benzer bir çok şey yaptı Muhi Bey. Kısacası
çalıştı; ayak uydurmaya, anlamaya, bir olmaya… İşte tam da burada
kafam karışıyor. Kendi kendime soruyorum. Sevim Hanım Muhi Bey
için ne yaptı? Peki yanlış olan Muhi Bey’in sevdiği kadın için bunca
şey yapmış olması mıydı? Ya da doğru olan Sevim Hanım’ın sevdiği
adam için nerdeyse hiçbir şey yapmamış olması mıydı? Sevdiği
adam… Sevdiği adam… Sevdiği adam?
Vee birden
farkına
varıyorum. Tarifsiz yanıyor canım! Kuş uçmaz kervan geçmez bir
yerde, kendi halinde yaşayan bir ağacı ikiye bölüyor gecenin
karanlığında düşen bir yıldırım. Bir anda! Farkına varıyorum.
Sevmedi ki! Se vim Ha nım Mu hi Be yi hiiiiiiiiiiiiiiiiç sev me di ki!!!
Biraz dikkatle baksa, her şey başından belliydi! En acı yeri işte
burası! Hiç lav akıtmadan patlar mı yanardağlar hı? Peki nerde
görülmüş Cuma’dan sonra Pazartesi’nin geldiği!? Sevim Hanım
görmesine rağmen deli gibi sevildiğini ve –insan bilmez mi
yüreğini?- sevildiği gibi sevmediğini bilmesine rağmen… Ooof of!
Niye en zor yerini hep ben açıklamak zorundayım! Vallahi gelecek
sene dilekçe vereceğim; Politik, komik hatta –hiç de sevmem amadidaktik bir oyunda rol versinler bana, içinde aşk meşk olmasın da!
Yani sonuçta bu kadar kurcaladıktan sonra efendim, gördük ki ne
kadar karışık desek de aslında pek basit bir sağlaması varmış bu aşk
denen illetin!
Bundan sonra ne mi olacak? Birazdan Muhi Bey eve gelecek, kapıyı
çalacak. Açan olmayacak. Birkaç kere daha deneyecek. Sonra
olağan şeyler haricinde en ufak bir şey getirmeden aklına, ceplerini
karıştırıp anahtarlarını bulacak. Kapı açılınca belki de bu oyun
boyunca ilk ve son kez Muhi Bey’in gülen yüzünü göreceğiz. Bir
elinde çantası diğer elinde -yazık haberi yok, tüm gece kendisine
arkadaş olacak- bir şişe kırmızı şarap. Seslenecek “Sevim” diye. Ses
gelmeyecek. Ve hala olağan şeyler haricinde en ufak bir şey
getirmeden aklına, atacak paltosunu, çantasını. Bir bardak su almak
için ve bırakmak için şarap şişesini, mutfağa geçecek. Geçerken
gözüne ilişecek portmantodaki boşluk, sonra bakacak bir boşluk da
ayakkabılıkta. Bunlarla kalsa iyi - keşke giden sadece kendini
götürmüş olsa yanında - “Seviiim” diye seslenmeyecek, bu defa
ciddi ciddi bağıracak. Dikkat ederseniz duyacaksınız; biraz korku,
biraz öfke, biraz şüphe olacak sesinde. Ses gelmeyince, hiç
bilmediği bir yere giderken yol sormak için insan arayan biçareler
gibi eşyalara bakacak bir şey demelerini umarak. O umarken hepten
38
akşam olacak. Açık perdelerden gelen türlü ışıkla evin içindeki
gölgeler şekilden şekle girecek. Uzayacak kısalacak sehpalar,
dolaplar, yataklar, koltuklar… Bir mektup bulunur ya böyle
durumlarda filmlerde, içinde bolca arabesk fiil geçen. Ah gözünü
sevdiğimin eski, vicdanlı aşkları… Biriniz çıksın da söylesin, bari bu
sefer aramasın boşuna Muhi Bey. Yok öyle bir mektup bu oyunda!
Oyunun bundan sonrasında Muhi Bey, Sevim Hanım olacak kısa bir
süreliğine. Mantıklı nedenler arayacak gidişine. Aslında şöyle olduğu
için böyle olduğunu, öyle olmasaydı hayatta böyle olmayacağını
ispatlamaya çalışacak kendisine. Sonra gece ilerleyecek, bahaneler
tükenecek, yorulacak Muhi Bey. Hata kendinde sanacak, şarabını
açacak, olmayan bir şeyi evin içinde döne döne arayacak… Yatak
odasına gelince ağırlaşacak zaman, yelkovan bir türlü dünden güne
geçemeyecek. Durmadan konuşacak Muhi Bey. Hem sorup hem
cevaplayacak. Sonra birden göz göze geleceğiz, gülen dudaklarıma
uzun uzun bakacak, o günü hatırlayacak. Düşünecek yalan mıydı
gerçek miydi? Bir yalan bileyecek Muhi Bey’in aklını, bir gerçek! Bir
yalan, bir gerçek! Kanayacak Muhi Bey’in aklı, parçalanacak!
Gözünden yaşlar akarken uzun bir ipe bağlanıp denize atılan koca
bir taş gibi yol alacak içinde sevdası, yararak her yanını. Taş dibi
bulduğunda bitecek oyunumuz. Taş dibi bulduğunda Muhi Bey de
görecek, kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde kendi halinde yaşayan
bir ağacı ikiye böldüğünü gecenin karanlığında ansızın düşen bir
yıldırımın. Farkına varacak. O farkına vardığında, söz çaresiz kalıp
susacak*. Bu işler böyle, er ya da geç Muhi Bey de yanıldığını
anlayacak.*
Saygıdeğer beyler hanımlar! Yandı ışıklar, yerinizden kalktınız,
sandınız ki bitti oyunumuz. Keşke öyle kolay olsaydı. Biten oyun
değil bize verilen süre. Hiç birimiz bilemiyoruz daha kaç sezon var
Muhi Bey’in önünde unutmak için ve dindirmek için acısını .
* söz sustu, yürekte kaldı yazı.
aşk, rahat uyusunlar diye
büyüklere anlatılan masal sanırdım.
öğrendim yanılmayı.
(Ceyda Z. Koyuncu ’99)
39
FOTOĞRAFüç
kendimle
|
ALTIkişi ALTIkadraj
İLKER CABİ
“Ben de özledim seni.. Senin oralara alışman gibi, biz de burada
kalanlar sensizliğe alışmaya çalışıyoruz.. Kendine iyi bak, canın
sıkıldıkça ara..” ve telefonlarımız karşılıklı kapanıyor..
Sesini duymak, işte bundan sonra saatlerce neler yaptığımı
hatırlayamayacağım bir yürüyüşe başlıyorum.. Vücudumu elimden
geldiğince yormalıyım, ne seni ne başka bir şeyi düşünmeden şu
karşımdaki tepelere ulaşmalıyım. Yedi tepeli İstanbul’umda bir
tepeye ulaşmak zor da olsa, dönüş için emek vermeyeceğim taksi
gibi bir çözümüm hep olur, umarım dönüşüm için kendimden başka
ikamemin olmadığı bu yerde hem vakit hem enerji problemi
yaşamam..
*
“Beyim bu saatte buralarda donarsın.. ne işin var bu tepede?”..
İrkilerek kalkmaya çabalıyor ama kardan sendeliyorum.. kaç saattir
burada oturuyorum, saat şu an kaç hiçbir şey bilmiyorum. Yalnız
ışıklarından seçilebilen ve nokta kadar olmuş haneleriyle benim
kendime karşı sığındığım köy gözlerime ne kadar uzaklaştığımı
söylemeye yetiyor aslında. Bir eşeğin üzerinde, onun ufak
adımlarıyla, yol boyu konuşmamak üzere sözleşmiş, adı başka
hayalleri başka iki insan ilerliyoruz. Pansiyona ulaştığımızda
köylünün cebine biraz para sıkıştırıyor, teşekkür ediyor ve odama
çıkıyorum..
İçim üşüyor, kendime bir kadeh şarap koyuyorum, camdan
karşımdaki o geri dönmekte zorlandığım tepeye bakarak
yudumluyorum Hayyam’ın yıllar yılı dostunu.. Az önce karanlık
tepeden baktığım aydınlık köyden, şimdi tepeye bakıyorum.. Her iki
yerde de çok yalnızım, etrafın aydınlık oluşu benim içimdeki hissi
değiştirmiyor.. İlk aşkı tattığım günlerde tanıştığım bir melodi
takılıyor dilime.. “Işıklar arasında ben kararmış lambayım,
Aydınlatacak yer yok sönmeyip ne yapayım..” Acaba bu şarkıyı
buralarda bulabilme ihtimalim var mı? Kendim bile gülüyorum..
İnsan bazı şeyleri kendi kaybetmek istediği için kaybediyor..
Kaybetme korkusu aslında bir şekilde kaybetmek tercihi.. Tüm bu
olan biten için benim tercih ettiğim de bu.. Yanında senin aşklarına
şahit olmamak, seni kendi ruhumdaki, hayallerimdeki gibi
görememek ihtimaline karşı sana susmamdan, senden kaçmamdan
başka bir şey değil seni kaybetmiş olmam gerçeği… Aslında
kaybetmek değil hayatımdan uzaklaştırmam, kendi küçük dünyamın
40
dışına itmem… Keşke, keşke konuşabilseydim, kal diyebilseydim…
Yarın sabah eşyalarımı toparlayıp buradan ayrılmalıyım.
Kendimleyken bazı şeyleri daha çok büyütüyorum galiba, işin ve
hayatın ritmine kapılmak şu an için daha az acı verici olabilir…
Resepsiyonu arayıp kahvaltıdan sonra ayrılacağımı söylüyor,
lambayı kapatıp başımı yastığa teslim ediyor.. Derin bir uykuya
dalıyorum.. .
İyi geceler canım sana da.
41
FOTOĞRAFüç
gülümsedik
|
ALTIkişi ALTIkadraj
KADRİYE SOYSAL
Bugüne kadar gördüğüm en güzel ilişkilerden biri annemle babamın
ilişkisiydi. Babam anneme çok değer veriyordu, biri olmadan diğeri
yaşayamaz gibi gelirdi. Nitekim annemin vefatıyla babam zor
zamanlar geçirmeye başladı. Öğleye kadar uyuyup, sonra
kıraathaneye giderek gününü geçiriyordu. Çok konuşmaz ve hatta
hiç gülmez olmuştu. Babamın bu durumunu başta anlayışla
karşılamıştım ama daha sonra üzülmeye başlamıştım. Onunla daha
fazla ilgilenebilmek için bir süreliğine babamı benim yanımda
kalmaya ikna edebilmiştim. Amacım babama mutlu olması
gerektiğini hatırlatmaktı.
duvar lambasının açık olduğunu gördüm, üzerindeki gülümseyen
yüzü fark eder etmez koltukta oturan babamla göz göze gelip
gülümsedik. Hayata yeniden gülen gözlerle bakabilmeyi
hatırlamıştık.
Bir sabah işe gitmek için uyandığımda aklıma bir fikir gelmişti.
Babam da ben de gülümsememiz gerektiğini unutmuştuk, hayatta
mutlu olmak için vardık. İlk önce aynaya ‘post-it’le not yazmayı
düşündüm, ama elime kalemi alınca aynada ağzımın geldiği yere
yarım daire, gözlerimin olduğu yere de iki küçük çember
konduruverdim. Bu taslağa göre yüzümü değiştirdim,yanaklarım
hafif toplandı, dudaklarım çekildi ve evet gülümsedim. Eminim
babam da görünce gülümseyecekti.
Akşam eve geldiğimde, salondan hafif şiddetli bir ışık geliyordu.
Merak ettim, babam neden açmamıştı ki lambaları? İçeri girdiğimde
42
FOTOĞRAFüç
|
ALTIkişi ALTIkadraj
her ışıkta suretin gülümser / bilen bilir /
aslı suretinde gizlidir* MELİS MİNE ŞENER
Guu – guk, guu – guk, guu - guk. Saat sabahın üçü. Bu küçücük
guguklu saati her gittiği yere götürürdü Aslı, neresi olursa olsun.
Bütün yolculuklarda valize ilk konan iki eşyadan biri... Annesinin son
hediyesi. Kuşları çok severdi çocukken, kanaryaları, kumruları,
güvercinleri, guguk kuşlarını, serçeleri… Duvara asılı o büyük saat
bir gün bozulup, içinden çıkan guguk kuşu yerinden çıkıp saati
söylemez olunca, kuşun öldüğünü sanmış ve ağlamıştı. Beş
yaşlarında olmalıydı. Annesi o kuşun gerçekte yaşamadığını
anlatmış, zorlukla susturmuştu Aslı’yı. Ne çok ağlardı çocukken…
Ertesi gün annesi elinde o küçücük saatle gelmişti, her saat başı
guguk kuşu saati söylerdi, küçük kırmızı saatin içinden bir kuş
çıkmıyordu elbet ama üstünde çok şirin bir kuş vardı. Öyle her saat
başı “guguk” demesine bakıp kızamazdınız, sesini kısınca sadece
duymak isteyenlerin duyduğu bir kuş cıvıltısı gibi gelirdi kulağa…
Aslı da her gittiği yolculukta saatini alır onunla birlikte giderdi tüm
seyahatlerine, bu hediyeyi alışından çok yıllar sonra bile.
Yavaşça doğruldu Aslı yatağın içinde. Küçük masa lambasına
uzandı. El yordamıyla düğmeyi buldu… Çıt. Lambanın ışığı hafifçe
aydınlandı. Giderek artacaktı ışık, “Tasarruflu ampullerin bu
özelliğini anlamıyorum...” diye düşünürdü yeterince uyanık olsaydı,
ama henüz değildi. Belki sonra…
Sigara paketini aradı yine el yordamıyla komodinin üzerinde.
Bulamadı. Örtüyü çekti üzerinden, bedenini sola döndürdü, ayak
ucuyla terliklerini aradı, buldu, giydi. Kalktı. Tuvalet masasına
yürüdü. Masanın üzerinde duran sigara paketini ve çakmağı aldı. Bir
sigara çekip içinden, dudaklarına götürdü. Tam yakacakken durdu.
Bir elinde sigara, bir elinde çakmak kalakaldı. Levent görseydi bu
saatte sigara içtiğini kızardı. Kendisi de kendisine kızıyordu zaten.
Onun için paketi yatağın başucundaki komodinin üstüne değil de,
bu tuvalet masasına benzeyen şeyin üstünde bırakıyordu. Elinin
altında olmasın, gecenin bir vakti uyanıp sigara yakabilme lüksü
olmasın (uykusunu bölüp yataktan çıkmazdı ki Aslı normal şartlar
altında, böylece o saliselik sigara isteğini bastırıp uykusuna devam
ediyordu çoğunlukla, tabi böyle zamanlar hariç…) diye.
27 gün. 9 çarpı 3. 7 çarpı 4 eksi 1. Neredeyse 1 ay. Nasıl da uzun
sürmüştü bu kez bu iş?
Tik, tak. Tik, tak. Tik, tak. Sonra? Sonrası sessizlik.
- Levanten’imi özledim ben…
Tik, tak. Tik, tak.
- İstanbul’u özledim.
43
Tik, tak. Tik, tak.
- Keros’u özledim…
Tik, tak. Tik, tak, tik…
- Yaşlanıyor muyum acaba? Kendi kendime konuşmaya
başladım. Yoksa Amerikan filmlerine mi özeniyorum, nedir?
Tikk, tak.
Geri döndü, yatağın üstüne oturdu. Sigarayı yerleştirdi bu kez
dudaklarının arasına, çakmakla yaktı. Derin bir nefes çekti. Öksürdü.
Dumanı üfledi öksürüklerin arasında. Neredeyse bir aydır buradaydı,
lojmana benzeyen bu misafirhanede geçiyordu geceleri. İlk başlarda
tatil gibiydi, kitap okuyor, çevrede geziyordu. Ama sonra sonra
sıkmaya başlamıştı bu eğitim de, Amerika seyahati de… Levent’i,
İstanbul’u, babasını, Kerem’i, evini... Hepsini özlemeye başlamıştı
artık.
- Son 1 hafta, dayanabilirim, dedi, yine yüksek sesle.
— İstanbul’da saat 11 olmalı. Arasam mı Levent’i?
Cep telefonunu aldı komodinin üzerinden. 5**’e bastı. Sonra da
üzerinde yeşil ahize resmi olan tuşa…
Dııııt, dııt, dıııt.
- Aslı? İçine mi doğdu Kerem’le buluşacağımız? Seni
özlediğimizi mi anladın?
- Kerem’le mi buluştunuz, ne güzel? Hava nasıl?
-
-
-
Aslı? Söyle bakayım bana, orada saat kaç?*** Gecenin bir
vakti niye uyumuyorsun sen? Hem sesin de kötü? Ne oldu,
kötü bir şey mi var?
Yok canım, uykum kaçtı sadece. Gugi de ötmeye başlayınca,
bir arayıp sesini duyayım dedim. Özledim.
Biz de seni çok özledik canım, en çok da ben… Kerem yolda
gelemedi daha. Burada hava kara bakıyor, ben de seni
düşünüyordum, “Aslı gelmeden kar yağıp geçmese” diye…
Levent?
Canım?
Levent, ben seni çok özledim.
Bi’tanem, ben de seni özledim. Ama bak zaten şurada 7 gün
kaldı. Bitti sayılır.
Çok sıkıldım ben burada… Çok aptalca her şey…
Bi’tanem, bak şimdi, saat kaç?***
Üçü biraz geçiyor.
Peki, odanın içinde neler var?
Hiçbir şey yok, bi’ yatak, bi’ masa, bi’ sandalye, bi’ lamba, bi’
de benim eşyalarım…
Tamam, peki, kalem kâğıt var mı? Vardır herhalde?
Var.
Çok güzel. O zaman kâğıdı kalemi al önüne, otur odanın
resmini çiz. Ama odada ne varsa, hepsini çiz, olur mu?
Eee, no’lcak çizince?
Çiz sen her şeyi, sonra da odada en çok elinin altında olan
ne varsa, onun üstüne beni çiz.
44
-
-
-
Nasıl yani?
Düşün işte, odada en çok neyi kullanıyorsan, onun üstüne
de bir surat çiz, benim suratım olsun mesela. Sonra da (bir
resmim vardır yanında nasılsa, onu da) o eşyanın üstüne
yapıştır cidden. Böylece her kullanacağın zaman, bana
bakıyor olursun… Zaten kaç gün kaldı bak, gelene kadar
benim yüzüme baka baka sıkılır, özlemekten vazgeçersin
belki? Ya da yok, öyle olacaksa, resmimi yapıştırma, o kadar
da iyi bir fikir değilmiş düşününce…
Levent ya, ben ne diyorum, sen ne diyorsun?
Canım, işte seni oyalamaya çalışıyorum, ben de çok özledim
seni ama bi’kaç gün daha kaldı, merak etme burada bir
sorun yok, Hikmet Amca’da iyi, yokluyoruz Keros’la biz onu
sık sık.
Tamam canım ya, n’apiyim işte, sıkıldım. Öyle sesini
duyayım dedim, dalga geçiyorsun gibi geldi bir an.
Olur mu öyle şey Aslı? Ben sen neşelen diye saçmalıyorum
sadece…
Tamam, neyse, kapatıyorum ben. Gelince ödenmek üzere üç
öpücük… Kerem’i de, babamı da sen öpersin benim için.
Tamam canım. Uyu, dinlen güzelce tamam mı? Bak, az kaldı
zaten.
Uyku. Birkaç saatçik olsa yeter. Sigara küllükte yanmış, bitmiş.
Zaten bu saatte içmese daha iyiydi. Yatağa uzandı. Elini lambaya
uzattı. Odada en çok kullandığı eşya bu lambaydı galiba. Çıt.
Sabah, günün ışımasından epey sonra Gugi’nin sesi ile uyandı Aslı.
Yavaşça elini komodinin üzerinde gezdirdi, Gugi’yi buldu. Alarmı
kapadı. Doğruldu, bedenini sola döndürüp ayak uçlarıyla terliklerini
aradı buldu yine, sonra, lambaya uzandı. Çıt. Gülümsedi, evet, en
çok lambayı kullanıyordu odada. “Ah, Levent, ah… Deli sevgilim
benim…”
Yataktan kalktı, banyoya doğru yürüdü. Çıt. Banyonun ışığını yaktı.
Duşun musluğunu çevirdi, sıcak su akmaya başladı. Bir çırpıda
üstündekileri çıkarıp duşa girdi. Önce sıcak, sonra buz gibi soğuk…
Çıktı, kurulandı, banyodan çıkıp girişteki dolabın kapağını açtı,
içinden iç çamaşırı, çorap, kot pantolon ve bir kazağını aldı, giyindi,
saçlarını kuruttu, dişlerini fırçaladı. Tuvalet masasının üzerinden
çantasını, yatağın yanından cep telefonunu aldı. Kapıyı açtı, dışarı
çıktı.
Yürümeye başladı. Sağına soluna bakarak epey bir yürüdü, bir
tabela gördü sonra solda, yüksekçe, yukarda “Salvation Army”, pis
görünüyor biraz, salaş bir yer, ne satıyor diye merak etti. Sağda ve
solda kanatlı iki kapı var camdan… O tarafa yöneldi, böyle yerlere
bayılırdı Aslı. Kaç gündür nasıl görmemiş? Kapılardan biri açılmıyor.
Öbürüne yürüdü, oradan girdi. Soldakinden… İki kapının arasında
kasa, her taraf eşya dolu. Televizyondan piyanoya, koltuktan
şilteye, eski elbiselere, oyuncaklara, kasetlere, plaklara kadar her
şey var. Kasada garip bir tip. Dolaşmaya başladı içerde, ne komik
fiyatlar… Bir nevi bitpazarı. Küçük bir masa lambası çarptı gözüne,
45
sekizgen turuncu bir abajurun altında, üstüne gülen yüz çizilmiş
(muhtemelen cam boyası ile sonradan – hatta biraz beceriksizce –
çizilmiş) eski bir masa lambası. Düğmesini aradı gözleri, kablosunun
ortasında bir yerlerde sallanıyor, elini uzattı. Çıt, çıt. Baktı, üzerinde
etiketi yok, lambayı eline aldı, kasadaki tipe yöneldi.
— How much?
— 10 cent.
(Nasıl bir yer burası, çalışmıyor mu acaba bu lamba?)
— Is it working properly?
— Yes madam, yes.
Yansımamdır sanki gördüğüm…
Gözlerinde gördüğüm sevgin.
Sevgindir, içimde büyüttüğüm benim…
Sende ben kendimi,
Senin beni sevdiğin gibi severim.
Bilirim sen bende beni
Benim beni sevdiğim gibi seversin.
Hem zaten,
Bilenler bilir,
Aslı Suretinde Gizlidir.*
Hemen duvar dibindeki prize taktı fişi adam; çıt, çıt. Ve ışık… Şu
Hintliler, ne komik adamlar, “İngilizceleri bizden beter.” diye
düşündü. Ödemeyi yaptı lambayı alıp otele geri döndü. Güzel bir
kutu almalı bir de bunu içine koymak için. Bir kâğıt aldı. Üstüne
tarih attı önce. Levent bunu görünce anlayacak mıydı acaba, gülen
yüzün kendisinin yüzü olduğunu? Anlardı.
Sonra şu satırları yazdı.
Her ışıkta suretin gülümser.
Her gün doğumunda,
Her gün batımında,
Sabahlarda,
Akşamlarda…
Her ışıkta, suretin.
Baktığımda gözlerine,
* Aslı suretinde gizli, Şiir, Melis Mine Şener
** Cep telefonlarının tam ortasındaki tuş. Üzerindeki kabartma tırnaklar
sayesinde el yordamıyla, karanlıkta ya da göz gözü görmezken (yahut
gözler hiç görmezken bile) basılabilme kolaylığına ve diğer tuşların yerini
bulmaya yardımcı olma özelliğine sahiptir. Bir nevi klavyelerdeki “f” ve “j”
tuşları gibi. Mevcut konunun tam da ortası. Klavyenin, telefonun, hayatın…
Merkezî noktası.
*** 6 – 6, Birinci Öykü.
46
FOTOĞRAFüç
|
ALTIkişi ALTIkadraj
çıra ile pervane… ve şehr-i daim
ŞENER SOYSAL
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde olmaktan ziyade güne ve
düne yakın zamanlarda yaşamış, güne bakan çiçekleri gibi açmış,
“evvelim sen oldun ahirim sensin” diyerek türküler çağıran, “iki
büyük nimetim var biri anam biri yarim” diyerek gerçekten kadını
savunmuş, “neyleyim denizi ırmak istiyom” deyip hasretliğinden
dem vurmuş ozanların yaşadığı bir yer varmış. Türkülerle anlatılası
bir yer ki böyle koca koca dağların arasına sıkışmış boz topraklara
sahipmiş. Yıkılıverecekmiş gibi evleri, evlerinin bahçelerinde her
rüzgar esişinde hışır hışır edip insana huzur veren kavakları,
kavaklarında sabahları kümesinin yolunu şaşırıp dışarıya
yumurtlayan tavukların yumurtalarını çalan hırsız kargaları, kargaları
sapanla avlamaya çalışan şirin çocukları, çocukların oynadığı, kız
kaçırtan patlattıkları avlular, avluları kuru dallardan yaptıkları
süpürgelerle süpüren genç kızlar, gelinler, gelinlerine kızan baş
köşeye oturmuş kaynanalar, kaynanaların akşama hesap vereceği
kahvede domino, altmışaltı, pişti oynayan beyleri, beylerin rakıları
devirmekten küfelik olup yolunu zor bulacakları yıkılıverecekmiş gibi
evleri varmış buranın. Betimlenemeyen bir yermiş burası, her
anlatılışında insanın başını döndürür, başa döndürürmüş. Tek baş
döndüren anlatış değilmiş tabi. Burada öyle bir aşk varmış ki,
insanlarda öyle bir sevgi... öylesi görülmemiştir herhalde yedi
cihanın herhangi bir yerinde, Mars üzerindeki kraterlerde, fal
tutulan yıldızlarda, yıldız yağmuruna tutulan Hollywood'da ya da
renkli kardeşi Bollywood’da, uçan kuşta, esen yelde... Velhasıl
aklıma gelen, gelmeyen, gelip de söylemediğim hiç bir yerde bu aşk
yokmuş. Öyle severmiş yarini insanlar burada, ayaklarına turab*
gönüllerine hizmetçi olmak için varmışçasına. Delicesine bir aşk bu,
aşkın da ötesinde bir aşk imiş. “Aşk imiş her ne varsa alemde, ilim
bir kil-u-kal imiş.” buralılar için. Sevgilerini türlü mısralara
dökmüşler, anlatmışlar. Pervane olup şem ile yanmışlar defalarca.
İşte bu anlaşılması güç şehrin, geniş yürekli insanlarının arasında bir
çıra varmış. Gündüz evin holünde asılı dururmuş. Gün boyu
defalarca bahçeyi süpüren evin evlenme çağına gelmiş kızlarından
biri arada bir islenen camını silermiş. Başka da yüzüne bakan
olmazmış gündüzleri, insanlar güneşe dönermiş yüzünü. Ama o hiç
kıskanmazmış güneşi, insanlara kızmazmış onunla ilgilenmedikleri
için. Akşam oldu mu, hemen odanın baş köşesine getirilirmiş. Işıl ışıl
yaparmış her yeri, karanlıkta kalan yüzleri aydınlatırmış,
yüreklerindeki ışıltı ortaya çıkarmış çıranın sayesinde. Çocuklar
yanına yanaşırmış iyicene, derslerini çalışırlarmış. Anne, baba,
büyükbaba hep bu mecliste konuşurmuş. Çıra insanlara güneşin
olmadığı zamanlar konuşma, ders çalışma imkanı verdiği için
mutluymuş. Çünkü çıra olmasa insanlar karanlık çökmeye
47
başlayınca uyumak zorunda kalacaklarmış. Çıra insanların
gecelerinin güneşiymiş, güneşin bir eşiymiş kendi çapında. Ve
bunun için hep mutluymuş. Bir mutluluk ki camı kırılsa da kimseye
kızmazmış. Öyle çok kırılmış ki üstelik. Kah çocuklardan biri
deviriyormuş, kah kızlardan biri yıkarken elinden düşürüyormuş.
Kırılgan bir yapısı olsa da içinde hiç kırgınlık taşımamış, cam kırıkları
biriktirmemiş, bilememiş hiç birini, batırmamış insanlara keskin
uçlarını. O yardım etmeyi severmiş ve hep yardım etmiş.
Bir gün bir pervane gelivermiş yamacına çıranın. Bir akşam
vaktiymiş, sıcak bir yaz akşamı. Bahçede erik ağacının altına
oturmuş karpuz yiyormuş tüm aile fertleri. Çırayı da tekir devirmesin
diye asmışlar ağacın sağlam dallarından birine. Yolunu kaybeden,
üşüyen pervane daldaki bu aydınlığı görünce koşup gelmiş,
dönmeye başlamış çıranın etrafında. Çıranın başına ilk kez
geliyormuş bu, baş tacı etmiş pervaneyi. Sürekli etrafında dolanan
bir doğa harikası üstelik, hangi nefis kendine dur diyebilir, aşık
olmadan bu güzelliği bertaraf edebilir ki! Çıranın da gönlüne düşmüş
aşk, pervanenin yüreği de zaten yangın yeri gibi. Ama pervane biraz
çekingenmiş, hemen gelemiyormuş çıranın yanına. Her dönüşünde
biraz daha yaklaşıyormuş. Yaklaştıkça biraz daha yanıyormuş ama
bunu kalbindeki yangın sanmış, aşkı sanmış. Meğer resmen
yanacakmış. O herkese yardım eden çıra bir şey diyememiş bu
yaklaşmaya, sonucunu görememiş, pervanenin yanabileceği aklına
gelememiş. Çünkü pervanenin her dönüşüyle başı öyle bir dönmüş
ki... Pervane yanıvermiş, çıranın başı dönerken. Çıra pervanenin
kanatlarının yanıp da yere düştüğünü görünce bir kez daha başı
dönmüş. Bu sefer öyle bir başı dönmüş ki üzüntüden, acıdan bir
anda kendini yerde buluvermiş. Ne aşağıda sakin sakin karpuzlarını
yiyenler bir şey anlamış, ne de bu duruma şahitlik eden çiçekler,
ağaçlar, bilimum böcekler, gökyüzü... Anlamış ki çıra, eskisi gibi
olamayacak, bu kırık öncekilere benzemeyecek. Her zaman merak
ettiği şeyi de öğrenmiş. Bu şehrin hep aynı döngüde kalan insanları
nasıl bu kadar huzurlu olabiliyor diye düşünmesine gerek kalmamış.
Dönüp dönüp de aynı yere varmayıp yaklaştıkça nasıl acı çekildiğini
görmüş.
Çırayı kaldırmışlar yerden. Hemen yeni bir cam getirmişler evden.
Yine aynı güzel, gösterişli, yine güneşin minik eşi imiş ama... O
gülümsercesine aydınlığı gitmiş, solgunlaşmış. Artık rüzgar esip de
kavaklar hışırdarken titriyormuş ışığı istemsizce. Cam yetmiyormuş
titremesini engellemeye. Kahretmiş kendine çıra. Mum gibi eriyip
gitmek, yok olmak istemiş ama nafile. Dibi karanlık yaşamaya
alıştığı gibi acıyla yaşamayı da öğrenmek zorundaymış.
* (Türap) 1. Toz, toprak. 2. Toroslar’da ayağa giyilen bir tür çarık.
48
kişi
ALTI
kadraj
ALTI
AYŞE COŞKUN nurten’in
FOTOĞRAFdört
dantelleri | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, yirmi
üç ocak | İLKER CABİ korkularımın evi | KADRİYE SOYSAL ritim | MELİS MİNE
ŞENER yıkık bir çocuk bahçesi gibiydi yüzü | ŞENER SOYSAL ben ile
haydar… ve sizi bizi mi var?
49
FOTOĞRAFdört
| ALTIkişi ALTIkadraj
nurten’in dantelleri
AYŞE COŞKUN
Saat kaç oldu yok bak. Kaç kere dedim; beni habersiz bırakma,
merak ediyorum, İstanbul o eski bizim bildiğimiz İstanbul değil diye,
dinleyen kim. Gene çıkarken bir yığın laf kalabalığına daldırıp kaçtı
elimden. Eh Esat, alacağın olsun e mi? Tamam, ablanla
buluşuyorsun, ben buluşma mı diyorum? Ama bir telefon eder
insan. Ne bileyim şuradayız, şu saatte geleceğim der, ben de merak
etmem. Tam annesi oldu bu adam yaşlandıkça. O da pek bir
düşkündü gezmesine tozmasına. Kaç yaşındaydı ne saçının bakımını
geciktirirdi, ne manikürü eksik kalırdı. Her seferinde beni de çağırır,
birlikte gidelim diye tuttururdu. Hoş ben de birkaç kez gittiğimde ne
iyi geldiydi. Yüzüm krem yüzü görmüştü, doğruya doğru. Bir de
sonrasında gidilen o ev oturmasında bir an kendimi, Esat’ı, çocukları
her şeyi unutup sanki hayat orada oturmaktan ibaret bir şeymiş gibi
hissetmeye başlamıştım. Hani Alice Harikalar Diyarında’da sürekli
çay içip kurabiye yiyen bir tavşan var ya, bir de fare vardı galiba,
işte aynen onlar gibi bir rehavet çökmüştü üzerime. Elbette öyle
uzun uzun oturmadan sonra öyle zor gelmişti ki eve git, ütü yap, ne
bileyim çocukların beslenmesi falan...
Tabii o zamanlar çocuklar daha küçük, üç yaş var aralarında, birlikte
gidip geliyorlar okula. Sokağın hemen sonundaydı okulları, hiç
endişe etmeden yollardım el ele ikisini. Bir de öğretmenleri vardı ki,
Hayriye Hanım, o ne zarafetli, o ne kibar kadındı öyle. Veli
toplantısına giderdik Esat’la, hayran olur geri dönerdik. Bizimle
konuşurken sanki kendi çocuklarından bahsediyormuş gibi onları
bize karşı över, kızdığımız zamanlarda bize savunurdu. Ezgi’nin
yüzmeye merakını da, Erdem’in satranç yeteneğini de o keşfetmiş
ve ille de bu çocukları kursa gönderin, devam etsinler diye başımızın
etini yemişti. Onun sınıfından hep öyle becerilerine göre
yönlendirilmiş çocuklar çıktı. Ve hatta sonradan öğrendik ki Erdem’in
sınıf arkadaşlarından biri İstanbul Filarmoni Orkestrası’nda çalmaya
başlamış. Flüt ya da obua galiba, ya da nefesli sazlardan biri işte...
Yani diyeceğim, tesadüfî değildir çocuklarımızın böyle kendine
güvenli, böyle ayakları yere sağlam basan çocuklar olarak yetişmesi.
Ve Esat da bir gün olsun ihmal etmedi onları ne yalan söyleyeyim.
Onun da sıkıntılı günleri olmadı mı, elbette oldu, özellikle de
Sema’nın halleri yüzünden. Ama bir gün de kesmedi çocuklarının
sözlerini, ne kadar anlamsız gelse de sonuna dek dinledi
söylediklerini. Hem sadece onlar mı? Bazen ben de kendimden
büyük hayaller kurduğumda, ne bileyim olmayacak işlere
yeltendiğimde hiç de “Sen ne anlarsın bu işlerden!” demedi. Hatta
“Ben yapayım, sen bana yardım edersin.” diyeceği işlerde bile sen
yaparsın ben sana yardım ederim dedi. İşte bu yanını babasından
50
almış olmalı, babası da çok efendi, görmüş geçirmiş bir adamdı. Ne
büyük sevgiyle bakardı, çocuklarına ama en çok da torunlarına. Bir
kez bile sürtüşmedik, bir kez bile bir kötü laf çıkmadı ağzımızdan
birbirimize karşı.
Huzurlu bir aileydik biz, evet. Bu huzurlu aileden Sema neden böyle
kaçarcasına uzaklaştı hiç anlamadım. Konuşmaya çalıştığımda
kızardı bana. Hem sadece kendisi değil, o kızardı, sonra gelip Esat
da kızardı. Öyle çok bir şey söylemezdi ama bozulurdu ve bunu belli
ederdi. Ama gene de dayanamıyordum işte, Hem kendisinin hem
ailesinin hem de Esat’ın bunca üzülmesine ne gerek vardı ki?
Okulunu okumuş bitirmişsin işte, ne bileyim iş desen, niyetlensen
hemen alıyorlar, koca doktor olmuşsun o kadar sene okul okuyup.
Ben de üniversite bitirdim ama benim okulum hem keyifli hem
kolaydı. Biz geleneksel el sanatları okuyup halı düğümlerinin adını
öğrenirken o laboratuarlara giriyor hasta tedavi ediyordu sonuçta.
Bizim işimiz daha kolaydı elbete ama onun işinden aldığı doyum hep
çok daha fazla olmalı diye düşünüp gizliden gizliye de imrenirdim
ona. İnsanlara umut vermek, insanları iyi etmek iyi gelmeli gibi
geliyordu bana ama Sema’nın yüzünde hep bir endişe olurdu.
Mükemmel olsun istediğinden midir oradaki arkadaşlarıyla
anlaşamadığından mıdır bilmiyorum ama hep üzüntülü gelirdi
ifadesi. Sonrasında oradan oraya kaçar oldu. Bir aradığında İzmir’de
bir aradığında Van’da bir aradığında Şanlıurfa’da çıkıyordu.
Bir zaman sonra temelli döndü, ne sevinmişti Esat. Bir erkek
arkadaşı da olmuştu o zaman, güzel yüzlü, uzunca boylu, yakışıklı
mı yakışıklı bir adam. Bir sesi vardı, sanki o filmlerdeki artistler
konuşuyor sanırdın. Bize geldiler ya yemeğe, baktı ağabeyinin gözü
tuttu çocuğu, o yüzündeki endişe ilk defa gider gibi olmuştu. Yani
ben onu tanıdığımdan beri ilk defa, belki eskiden de mutlu bir
çocuktu, bak onu bilemeyeceğim.
Hemen haftasına bir ev tutup yerleştiler. Öyle harabe gibi, kırık
dökük bir şey, ben evi gördüğümde eyvah demiştim, ne var ne yok
ellerinde avuçlarında bu eve gidecek. Hem sadece onların mı baktım
Esat’ın yüzünde muzır mı muzır bir ifade. Bırakmayacaktı o çocukları
o harabeyle baş başa. Zaten onun maaşıyla zor geçinen iki
boğazdık, ama Sema’nın gözündeki ışıltı büyülemişti Esat’ı ve Esat’ın
yüzündeki ifade de beni. Yeniden heyecanlandığını görmek, keyifli
kahkahasını duymak iyi gelmişti bana da. Hiç sesimi çıkarmadım, ne
parasına ne puluna.
Esat ve Onur, Onur’du galiba çocuğun adı, bak onu bile zor
hatırlıyorum, haftalarca ellerinde matkap merdiven o evi adam
etmeye uğraştılar. Üsküdar’da küçücük bir evdi, hani anca ikisinin
sığabileceği kadar. Ama güneşliydi, balkonu vardı küçücük. Hemen
benim balkondaki sardunyalardan kırıp köklendirmesi için Sema’ya
vermiştim, köklendirdi mi dikti mi onları bilmiyorum ama evin işi
bittiğinde gerçekten de çiçek gibi olmuştu ev. Hatta kayınvalidemin
bana verdiği dantellerden aşırıp aşırıp Esat’la perde yapmışlardı. İlk
51
gördüğümde biraz bozulmuştum ama sonuçta kızıydı o, bana söz
düşer miydi. Hem sonrasında öyle yakışmıştı ki o perdeler o eve,
ben de ağzımı açıp tek kelime edememiştim. Sonuçta bizim sandıkta
yıllar içinde eskiyip gideceğine bir işe yaramışlardı.
Ne kadar kaldılar acaba o evde, onca zaman uğraştılar da ne kadar
keyfini sürebildiler ki. Sonra gene bir şeyler oldu Sema’ya, aramaz
oldu, sesi soluğu kesildi. Ben hep iyiye yormak istedim, iyi gidiyor,
keyfi yerinde demek dedim içimden. Hatta bir ara içimden içimden
sitem etmeye başladım, evlerini kurdular bizi unuttular diye ama
gene on birde çalan bir telefonla yerimizden zıpladığımızda, daha
telefonun çalışından bunun hayra işaret olmadığını anlamıştım.
Konuşurken Esat’ın sesi, değişen yüzünün ifadesi. Ne oldu, kimmiş,
ne olmuş dememe gerek kalmamıştı. Sema… Gidiyordu gene. Bir
yere, kendisinin de ne kadar bildiğinden emin olmadığım. Bir tek o
güzel adama ne oldu onu merak ettim hep. O adam sanki bulur
getirir diye düşündüm, ne bileyim bir tek ona izini belli eder.
diyemiyordum. Öylece susuyorduk karşılıklı. Çay koyuyordum,
televizyonda bir film kendi kendine oynuyordu ve film bittiğinde
gidip birbirimize sarılıp yatıyorduk. Sanki ağlayacakmış gibi gelirdi
öyle zamanlarda ve belki ağlasa açılır diye ben de ağlasın sızlansın
isterdim ama öyle sessizce yatardık. Perdeyi aralardım, pencerenin
önünde ucu görünen ay ışığıyla aydınlanan odada o Sema’ya ben
ona üzülürdüm. Benim ağlayasım gelirdi ama tutardım kendimi.
Korkardım benim ağlamamdan Sema’yı suçlu bulacak ve daha çok
üzülecek diye. Suskun gündüzlerimize suskun geceler eklenirdi öyle
öyle. O yüzden, bir yandan kızarken ve endişelenirken her Sema
aradığında bir yandan da içten içe sevinirdim, bir ümit olurdu, bu
sefer son sanırdık ikimiz de. O suskunluğun yerini hepimizin
oturduğu keyifli bir sofradan yükselen kahkahalar bozacak diye
ümitlenirdim hep…
Sema bir aradığında otobüs garındaydı, sonrakinde Edirne’den
aradı. Soğuklardan şikâyet ediyor demişti Esat ama keyfi yerinde
gibi konuşmuştu. Orada bir özel klinikte çalışıyormuş. Üç dört ay
gene ses seda kesildi. Evden de aramıyordu, bana kızgın olduğunu
tahmin ediyorum. Yahu ben de çok bayılmıyordum doğrusu kırk
yaşına gelmiş kadına nasihat vermeye çalışırken ama telefon
kapandıktan sonra ahizenin bu tarafında kalan enkazı yüklenmek
bana kalıyordu. Kardeşine laf söyletmiyordu Esat, ben de bir şey
52
FOTOĞRAFdört
| ALTIkişi ALTIkadraj
o gün, yirmi üç ocak
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
- Ooo hoş geldin Abla. Aynından mı yine? Birçok alıcısı var bu
derginin. Ama hiç biri senin gibi değil. Şöyle bir ayna koysam
dükkanın önüne, gelirken bir kendine baksan. Derginin parasını
veren kadın başka, paranın üstünü verdiğim kadın başka biri sanki.
Bilemiyorum neyse artık sihri, şu 45 sayfa sayesinde o nemrut… Ah
be! Kaçtı ağzımdan! Kusura bakma, aslında öyle demek… Abla
kızdın mı?
- İlahi çocuk, insan bildiği şeyi başkasının ağzından duyunca niye
kızsın ki! Dışardan ne nemrut gözüktüğümün, ani çıkışlarımın,
saklamak için gülümsemeye çalışınca üst dudağımın seğirip de
sinirimi ele verdiğinin ben de farkındayım. Ama keşke olmasaydım
diyorum. Farkında olmak fena şey. Dışarıdaki güneşli günün
güzelliğini bilip de senin şu üç metrekarelik büfeden çıkıp istediğin
yere gidememen gibi. Ben de biliyorum, üzerinden bunca zaman
geçmesine rağmen hala hatırlıyorum bir zamanların delidolu, dur
durak bilmez, gülmeden güldürmeden edemeyen Hatice’si ile aynı
kişi olduğumu. Değiştik n'aparsın! Benim üç metrekarelik büfem de
kocam olacak adam. Yetmiş ikinin bir nisanıydı evlendik. Bazen
diyorum ki keşke bir şaka olsaymış da iki nisan’da bitseymiş.
Huyunu bırak Fevzi’nin boyu bile boyuma uygun değildi. Ben bir
evin dört numaralı kızı, üç de erkek kardeş. Senin anlayacağın hiçbir
zaman bizim ne düşündüğümüzü, ne istediğimizi, ne hissettiğimizi
soran olmadı. Genç kızlığımda da öyle ahım şahım güzel değildim
ben ama sevimliydim, cana yakındım, güler yüzlüydüm. Fevzi desen
bir karamsar adam! Üstelik benden dokuz yaş da büyük. Bir kış
günüydü beni istemeye geldiler. Dışarıda kar diz boyu. Fevzi’yle
babasında aynı model İspanyol paça pantolonlar. Sırılsıklam olup
bacaklarına yapışmış. Öyle komiktiler ki. Bunlar kaçıncıydı ben
hatırlamıyorum. Gelenimiz gidenimiz pek eksik olmazdı. Biz dört kız,
hepsinde de gırgır geçecek bir yan bulurduk. Kıyafetleri,
konuşmaları, konuşamamaları, oturmaları, kalkmaları hepsi bizim
için malzemeydi. Ama o gün hiç gülmedim ben. Paltolarını asarken,
iç ceplerinin astarına işlenmiş A.M.H. harflerini gördüm ya hiç
gülmedim. Altın Makas Hidayet. Şehrin en ünlü terzisi. Öyle herkes
kapısından içeri giremez. Hidayet Bey Fransa’da moda tahsili
görmüş, kendi deyimiyle “yüksek zevk sahibi” Çarşının en işlek
yerinde dükkanı. Bir yanı sokağın sağına bir yanı soluna bakan yere
kadar camlı bir vitrini var ki, döpiyesler, mantolar, paltolar, takım
elbiseler... Ayda bir yeniliyor, bakmadan geçmek mümkün değil.
Herkes “kendini beğenmiş çaput prensi” diye dalga da geçse bence
zarif adam, herkesten farklı. Anlaşılamamasının nedeni de bu. Akif,
Hidayet Bey’in yamağı benim sevdiğim. Ustası gibi o da. Belki de
bundan seviyorum onu böyle. Hiç düşünmedim. Bazen öğlenleri
53
genelde akşamları buluşuyoruz. Yarım saat bilemedin kırk beş
dakika öyle hızlı geçiyor ki. Uzun ince parmakları dolaşıyor
ellerimde, yumuşacık. Saçlarımın arsız dalgası bile duruluyor sanki
omzuna yaslandığımda. Zaman dursun. Bir bunu diliyorum. Öyle çok
büyük, ulaşılmaz isteklerim yok. Ama zaman kimi kaale almış ki,
beni de almıyor. Günlerden Salı. Yine böyle bir akşamüstü, sokağa
sarkmış asmaların altındaki köşe başında oturuyoruz. Bazı anlar var
bir korku düşüyor da insanın içine konuşturmuyor, neden niçin
cevaplanmıyor. Sımsıkı tutuyorum ellerini bu defa. Öyle ki kızarıyor.
Omuzlarımdan tutup gözlerime bakıyor. “N’oldu?” diye soruyor
gülümseyerek. “Anlat” Bir his bu nasıl anlatayım? Hem en iyisi
anlatmayayım ki unutabileyim, öyle bir şeydi, geldi geçti diyeyim.
Bir şey demiyorum. Omuzlarımı kurtarıp tekrar sokuluyorum
sıcaklığına. Ertesi gün vuruyorlar Akif’i. Oysa onun hiçbir ilgisi yok
bu olaylarla. Siparişleri götürmeye giderken, pisi pisine vuruyorlar
Akif’i. Fevzi Devlet Demir Yolları’nda memur. Ne olduğu çok da
ilgilendirmiyor beni. Babam olur diyor ya, iş bitiyor. Ben de karşı
çıkmıyorum bu defa. Bu güne kadar canla başla verdiğim savaşta
yenilmeyi seçiyorum, teslim oluyorum. Fevzi’yle ben, gece oldu mu
birbirlerinin ışıklarını gören karşı kıyılar gibiyiz. O kadar. Başka birine
varsaydı, sözünde durmasaydı, terk edip gitseydi unuturdum da
böyle olunca Akif’i bir türlü aklımdan çıkaramıyorum. Başlarda
istasyonun yanında tek katlı ahşap bir binada oturuyoruz. Camdan
bakıyorum da trenden inenler Akif, trene binenler Akif, gelenler Akif,
gidenler Akif. Peronlarda Akif’i bekleyen, gelecek diye sevinen
gelmedi diye üzülen bir sürü insan… Fevzi hırslı adamın biri. Hedefi
istasyon şefi olmak, sonra Ankara’ya gitmek, sonra… Sonraları hiç
bitmiyor. Fevzi sinirli adamın biri. Her şey muntazam olsun istiyor;
kravatları, pantolonları, ceketleri, yatma kalkma, yemek yeme
saatleri… Her şey istediği gibi olsun istiyor. Olmayınca… Fevzi
hoşgörüsüz adamın biri! Seneler geçer mi böyle? Bir ömür geçti
bak! Aykut yirmi altı yaşına geldi. Oğlum... O kadar seneyi birden
atladın bugüne geldin diyorsun ama ben çözümü bunda buldum.
Canımı yakan şeylerden çok konuşmamakta. Unutmanın en kolay
yolu anmamakmış bunu gördüm. Hem benim anlatmam neye
yarar. Evliliği çocuğa soracaksın. “Huzur, huzursuzluk, mutluluk,
mutsuzluk nedir sence bi' de bakalım” diyeceksin. Verdiği cevaplara
göre sen de evliliğin notunu vereceksin. Bizimki vasat bile değil,
onun da altı çıkardı eminim, Aykut burada olsaydı da sorsaydın.
Aykut’a gitmesini ben söyledim. Öyle kolay oldu sanma. “Git”
demenin kolay olduğu bir zaman var mı ki? Rayları çok önceden
döşenmiş trenlerdik biz Fevzi’ye kalırsa. Makasları o değiştirecek,
yönümüzü o belirleyecekti. Kimlerle arkadaşlık edeceğiz, nereye, ne
zaman gideceğiz... Kendimi geçtim de, Aykut bir tren gibi yaşasın
istemedim ben, hep istediği yere gidebilecek kadar özgür olsun
istedim. O yüzden sesimi çıkarmadım o giderken. Fevzi büyük bir
kavga kopardı. “Gazetecilik de neymiş!” dedi. “Olmaz öyle şey!”
dedi. Dediğiyle kaldı bu defa. O kaldı, Aykut gitti, olan yine bana
oldu. “Aykut falan yok bundan sonra, gelmeyecek!” diye kestirip
attı. Fevzi inatçı, Aykut gururlu, olan yine bana oldu. Aykut’u
görsen… Hatta gör bak, işte şu fotoğraftaki! Dikkatlice bak! Bilmem
nerde olay olmuş, evi kundaklamışlar, bak bizimki orda! “Başına iş
54
açılacak oğlum!” diyorum ama dinleyen kim, annesinin gençliğine
çekmiş. “Sürprizli fotoğraf var bu sayıda.” diye bir telefon ediyor
ben de koşup geliyorum işte sana. Yani uzun lafın kısası sen ne
nemrutluğumu ne sevincimi çok gör çocuk. Akif’in bir zamanlar hep
dediği gibi ne olacağını hiçbir zaman bilemezsin. Yaşadıkça, her şey
bizim için.
55
FOTOĞRAFdört
| ALTIkişi ALTIkadraj
korkularımın evi
İLKER CABİ
Korkularımın evinde tüm odaları geziyorum.. İçimde büyüttüğüm,
sakladığım, söylediğim – söylemediğim bir sürü korku var ve bu
evde bir aradalar, kimi oda çok büyük ama boş, kimi aradığını
bulamayacağın kadar karışık, kiminin duvarı bej, kimi çiçek desenleri
ile kaplanmış.. Korkularım sanki hayatımın en değerli şeyleriymiş
gibi, zihnimin en önemli yerinde kendilerine bu evi inşa etmişler..
Aşklarımda, acılarımda, başarısızlıklarımda, fırsatlarımda o
düşüncelerimin en ince ayrıntısına hakim tepeden henüz doğmamış
fikirlerimi sönümlendiriveriyorlar.. Her yaptığım hata onların tercihi,
her hata yeni bir korkuyu daha bu evin sakini yapıyor..
Bu sefer kızgınım fazlasıyla.. Sadece konuşmak isteyişime bile
karıştılar, kendi inandıklarından, sandıklarından başka bir şeyi
yapmama izin vermediler..
Her odada ayrı bir anı, ayrı bir hata... odaların sayısı saymakla
bitmiyor.. Bu boyutta bir eve nasıl da bu kadar oda sığdırmışım..
oysa aynı hataları yapmışım, peki neden her biri için yeni bir oda
açmışım.. Neden sonuç onlar, yeni korkular, olsa da, yine onların
dediğini yapmış, onların istediğini düşünmüşüm.. Neden susmuşum,
konuşmaktan kim kaybetmiş ki..
Alt kata iniyorum, korkularımın ortak kullandığı mekanlar genelde
bu kattadır diye düşünüyorum, onların birbirinin aynı olduğunu
görmek için de mükemmel bir fırsat.. Merdivenden inip sola
yöneliyorum ki, üst katta tahta zemin üzerinde bir gıcırtı ile
irkiliyorum.. Korkularım hiç bir şeyi benim gibi yapmazlar, bunun
içerisinde yürümek de olmalı, konuşmak da.. çok garip bu ses..
aslında tekrar yukarı çıkmaya da korkuyorum.. merdivenin hemen
altından az sonra başlayacak yıkımı bilmeden, kafam yukarı dönük,
kendimi sakladığımdan emin bir şekilde bekliyorum.. Sesin geldiği
yönde az önce ihtişamlı renkleriyle gücünü sergileyen duvarların
boyaları akıyor, camlar bir bir parçalanıyor.. maske düşüyor, çirkin
ve güçsüz olanı görmek çok ürkütücü..
Ses
merdivene
iyice
yaklaştığında
şaşkınlığımı
artık
gizleyemiyorum.. karşımda duran sensin.. o biçimli burnun, her bir
zerresinde simetriyi sergileyen çehren, kalem gibi çizilmiş kaşların
ve aklının büyüklüğünü içerisinde hissedebildiğim gözlerinle sen..
gülüyorsun yine, sanki ardında paramparça olan korkularımı yıkmak
için sen çaba harcamamışsın, onlar sadece varlığın önünde
eğilmişler gibi..
“Selam...” diyorum, sesini özledim..
56
*
“Tak, tak, tak...” “Beyefendi kahvaltı öncesi odanızı boşaltmanız
gerekli...”
“Peki, 15 dakikaya inmiş olurum…” ve gidiyor yaşlı kadın..
Rüya, sadece bir rüyaymış tüm gördüklerim… korkularımın en
büyük korkusu, gördüğüm en güzel rüya… sen… acaba gerçekten
böyle bir konak var mı, sen bu kadar güçlü müsün? Freud’a kalsa
bilinçaltım konuştu, bu bir fırsat gerçekleri anlamak için… bana
kalsa şarabın öfkesi, hem sustuğum için hem korktuğum için…
57
FOTOĞRAFdört
ritim
| ALTIkişi ALTIkadraj
KADRİYE SOYSAL
Bu tahta basamaklar hem tüm yaşadıklarımıza tanıklık ettiler hem
de hayatımızın ritmini oluşturdular. Dışarıdan bizim evi dinleyen için
evimizin içini gösterdiler.
Evlendiğimiz gün eşimin gelinlikle, benim damatlıkla heyecan içinde
çıktığımız merdivenlerden, gecesinde “Yangın var!” sesleri içinde
pijamalarla koşarak indik. Yangın bizim eve sıçramadan söndürüldü,
ama keder içinde yanık kokusuyla yukarı çıktık.
Sabahları işe yetişebilmek için merdivenlerden koşarak iner,
akşamları yorgunluktan yavaş adımlarla merdivenlerden çıkardım.
Merdivenlerde içim huzurla dolardı, saadet dolu yuvama saadet
basamaklarından çıkarken..
uyandırmamaya çalışanla eve geç gelip de sessiz adım atıp kimseyi
uyandırmamaya çalışanı karıştırdık. Unutanlar oldu: “Anne bana
şemsiyemi atar mısın?”, “Anahtarımı sallasana!”...Merdivenlerde
şeyleri unuttuğumuzu hatırladık ama birbirimizi hiç unutmadık,
unutmayı da hatırlamadık.
Zamanla da yaşlandığımızı gördük: “Aşağıya indiremeyeceğim
atıyorum, tutt...” ,”Çıkamayacağım yoruldum, şu merdiven başında
biraz dinleneyim, öyle çıkarım..”
Bu evde yaşanan her anın hepsinin başlangıç noktası bu
basamaklardır.
Gün içinde hanımın ayak sesleri merdivenlerden duyulurdu, bir
aşağı bir yukarı.. Yorulmaksızın, ahşap evle uğraşıp dururdu.
Topuklu ayakkabı giyen biri gelince basamaklar haber verirdi,
plastik ayakkabı giyenlerin ise geldikleri gittikleri belli olmazdı.
Duvarların içinde sır olarak kalırdı.
Derken çocuklar oldu, inenler çıkanlar, dolaşanlar, bizim hayatın
rengine renk, ritmine ritim kattı. Gece su içmeye kalkıp kimseyi
58
FOTOĞRAFdört
| ALTIkişi ALTIkadraj
yıkık bir çocuk bahçesi
gibiydi yüzü* MELİS MİNE ŞENER
—
Karadeniz’de gemilerin mi battı? Nedir kardeşim?
Farkında olmaksızın gülümsedim tabi.
—
Neredesin Keros? Saat kaç?** Ağaç oldum seni beklerken
oğlum…
—
Trafik var dedim ya Levo, kızmasana kardeşim haber ettim
geç kal’cam diye... Bak ne güzel manzarayı bulmuşsun oturuyorsun
işte, daha ne istiyorsun ben trafikle boğuştum bir dünya. Ne oldu,
de bakalım? Nedir derdin?
—
Aman be, insan özleyemez mi arkadaşını?
—
Hadi hadi, bir şey olmuştur yine...
—
Bak sen, sanki sen başın sıkışınca beni aramazmışsın gibi,
hesap mı soruyorsun benden?
—
Ayıpsın Levo, öyle mi dedim?
Gözleri dolacak yine, uzatmayayım bari...
—
Kara bakıyor bu hava…
—
Dışarısı da pek soğuk zaten, şuradan şuraya yürüyene kadar
buza kestim. Ama ne güzel olur şöyle bir yağsa… Doya doya
karlarda oynamadık ne zamandır, işe filan da gitmeyiz bir kaçamak
yaparız şöyle.
—
Yine karda macera diyorsun yani, yapalım be Keros, yağsın
vallahi. Ama bir daha öyle oyunlarına girmeyelim… Sonra biliyorsun
benzetiyorlar bizi…
—
Senin su koyuvermenden olmasın benzetilmemiz… Aslı’na
kıyamazsın kabak bize patlar, Aslı’nı özlersin gene bize…
Gülümsedi Kerem, hatırlamıştı tabi bizim macerayı… Evden
kaçışımızı. O karlı havada…
Kaçışımızın esas sebebi Kerem’di aslında. Kerem’in bitmek
tükenmek bilmeyen sulu gözlülüğü bile fayda etmeyince isteklerini
yerine getirtmeye, gençliğin verdiği o delilikle planı kuruvermiştik
hemen. Bir motosiklet istiyordu Kerem ve henüz 16’mızı
doldurmamıştık bile… Ben Ahmet’in üniversiteyi kazanmasıyla evde
ona karşı artan ihtimama bozuluyordum içten içe. Bunalımdaydım
yani biraz, o ilk gençliğin buhranlarının tam da içinde. Kimse beni
sevmiyordu galiba. Hatta Aslı bile. Aslı, yeşil, yemyeşil gözleriyle
bana bakmıyordu sanki artık doğrudan. Hatta Kaan denen o zibidi
ile konuşurken nasıl da gülüyordu? Benim varlığımı tamamen
unutmuş gibiydi… Kerem geldi yanıma sonra, ben tam da Aslı’yla
ilgili düşüncelerime boğulmuşken işte. Şükran Teyze’nin motosiklet
fikrine nasıl karşı çıktığını, nasıl tartıştıklarını, Muzaffer Amca’nın bile
tartışmaya katılmaya cesaret edemeden sessizce oturduğunu filan
59
anlattı. N’apacaktık ki? Kimse bizi anlamıyordu. Sevmiyorlardı artık
bizi. Yine gözleri dolmuştu bile işte… Sulu göz adam...
Yıllar geçtikçe irileşen cüssesine inat o gözleri hep öyle ağlamaklı
çocuksu kaldı. Ne zaman içim daralsa o çocuksu yüzünü hatırlamam
o gözlerindeki ağlamaklı ifadeden mi, birlikte büyümüşlüğün
getirdiği o derin huzurdan mı bilmem…
Neyse, o mutsuz, ben mutsuz bizimkilerden – yani ailelerimizden ve
tabi bir de Aslı’dan ki, benim esas derdim oydu – kaçmaya, belki de
onların gözünü korkutup değerimizi bildirmeye karar verdik. Ama
nasıl yapacaktık, ne zaman yapacaktık? Tabi ki en kısa zamanda,
mesela hemen ertesi günü kaçabilirdik. Ama nasıl olacaktı bu iş?
Yani kaçışımızın ustaca; başlangıçta hissettirmeden ama sonrasında
ciddi bir olay yaratacak şekilde olması gerekiyordu. Düşündük,
konuştuk, tartıştık, neticede bir plan oluşturduk. Ama nereye
kaçacaktık? En sonunda eski mahalle komşumuz Ali Abi’nin yanına
gitmeye karar verdik. Elektrik işleri yapardı Ali Abi. Çocukluğumuz
onun dükkânında geçtiği için çok severdik Ali Abi’yi, o da bizi
severdi. Geçen sene Şile’ye taşınmıştı. Hem çok uzak değildi, hem
de güvenli, üstelik de Ali Abi’yle olmak çok eğlenceliydi zaten… Bir
taşla birkaç kuş hesabı. Ertesi gün cumartesiydi. Ki biçilmiş kaftan
bir gündü bu iş için. Önce Ali Abi’yi aradık, hafta sonu için kendisini
ziyarete gideceğimizi söyledik. Çok sevindi. Sonra Aslı’yı aradım.
Sinemaya gitmek için, 11 matinesine. “Indiana Jones: Son
Macera”ya… On buçukta sinemanın önünde buluşmak üzere
sözleştik. Gece Kerem de ben de uyuyamamışız heyecandan. Birkaç
parça eşyayı sırt çantamıza atarak hazır hale getirmişiz kendimizi ve
de birer küçük not, çalışma masalarımızın üzerine…
“Anne, baba;
Evden ayrılıyorum.
Beni sevecek insanları bulmak üzere…
Beni aramayın.
Kerem”
(aynısının Levent versiyonu da benim masamdaydı tabi)
Ama ya Aslı? İşte orada bir hataya düşmüş ve ona ayrı bir not
hazırlamamıştım. Bu da zaten bizim kaçış planımızı madara eden
şey oldu. (Gerçi o acemice plan muhtemelen Aslı olmasa da madara
olurdu ya…) Lafı uzatmayalım, evden çıkar çıkmaz soluğu Şile
yolunda aldık. Harem’den kalkan otobüslerden birine atlayıp, virajlı
yolları geleceğe dair hayaller kurarak geçirdik. Sonunda
vardığımızda Şile’ye, Ali Abi bizi meydanda bekliyordu zaten.
Kucaklaştık, sarıldık. Hava soğuk, ayaz… Küçük dükkânına götürdü
bizi Ali Abi. Biraz hoş beş, sonra üst kata çıkardı, yemek yedik.
(Yemek dediğim menemen. Menemen deyip geçmemeli ama bu
güne kadar Ali Abi gibi güzel menemen yapan görmedim.
Parmaklarını da yerdi insan…) Yemekten sonra Ali Abi işlerine
dönünce, biz keşfe çıktık etrafı.
İşte ne olduysa o keşifte oldu zaten. Hafif hafif kar yağmaya devam
60
ediyordu. Dükkânlara girip çıktık, başıboş ayaklarımız bizi yıkık
dökük bir sokağa götürdü sonra. Küçük bir kedi yavrusu gördüm.
Aslı çok sever kedileri. Ben de severim… Kucağıma alıp sevmek
istedim. Bir yıkıklığa kaçtı, ben de peşinden içeri daldım tabi. Sağ
tarafta bir merdiven, tırabzanı kırık dökük… Bizimki hemen bir
köşeye kaçıp, tahtaların arasına girdi, oracığa büzüldü. Ben eğilip
“gel pisi pisi” tavlamalarına çalışırken, bir tıkırtı geldi aşağıdan…
Sonra bir ses “Kim var orada?”, kedi ile ilgilenmeyi bırakıp merdiven
başına yöneldim. Aşağıda bir pencere, camı kırık, yarı açık ve
aydınlık (kot farkından olacak, arka tarafında bir bahçe vardı galiba
evin.)… Bu kez ben seslendim. “Kim var orada?” Sonra bir çocuk
yüzü göründü, masum, meraklı, umutlu ama öylesine de ürkek ki…
Neden bilmem aklıma ilk gelen “Yıkık Bir çocuk Bahçesi Gibiydi
Yüzü”* oldu. Aslı’nın en son aldığı kitap. Daha Aslı bitirmediği için
ben başlamamıştım bile okumaya… Sonra Aslı geldi aklıma. Sonra
gözleri. Sonra gülümsemesi… Tıpkı o çocuğunki gibi, aydınlık,
masum, umutlu… Sonra sinemanın önünde bizi en az yarım saat
bekleyişi… (Emindim, beklerdi bir yarım saat, sonra evi arardı, beni
sorardı evdekilere.) İçim buruldu. Gittiğimizden haberi yok, ona bir
not bile bırakmadım. Üşümüştür soğukta beklerken… Yalnız. Evi
aradıysa, annemler notu bulduysa, ona da dedilerse… Ne
üzülmüştür ona haber bile vermeden çekip gittiğime, onu bu
kadarcık bile düşünmediğime… Birkaç saniye sürdü mü bu düşünce
silsilesi geçerken içimden bilmiyorum. “Yok, tamam” dedim, “kedi,
kedinin peşinden girmiştim, boş zannetmiştim burayı, kusura
bakma” Sonra; döndüm geri, hızlıca çıktım oradan. Kerem dışarıda
bir köpek yavrusuyla oynuyordu. “Yürü” dedim, “Gidiyoruz.”
“Nereye?” bile demedi, yürüdü sessizce. Ali Abi’nin yanına döndük.
“Abi biz gidiyoruz” dedim. “Daha yeni geldiniz, kalsaydınız çocuklar”
dedi. “Yok, Ali Abi, annemlerin haberi yok, merak ederler. Hem
hava da kötü. Çok geçe kalmayalım biz”
Vedalaştık. Kerem hiç ses çıkarmıyordu. Otobüse bindik. Neden
sonra “Ne oldu?” diye sordu Kerem. “Aslı. Aslı’ya haber vermedim.”
Sustu. Ne de olsa kaç senelik arkadaşım Kerem, beni bilir. Aslı’nın
benim için ne demek olduğunu da…
Bizim evin önüne vardığımızda hava kararmıştı. Abim kapıdan fırladı.
—
Nerdesiniz eşek herifler?
—
Ya, tamam abi. Geldik işte. Aslı aradı mı?
—
Bak bak, hele sıpaya bak. Annem içerde fenalık geçirsin, sen
Aslı’yı sor. Kerem? Sen niye uyuyorsun bu delinin aklına? Yürüyün
ikiniz de içeri, Şükran Teyzeyle Muzaffer Amca da bizde zaten.
Deliye döndü insancıklar… Aslı’ymış. Serseri.
—
Abi…
—
Sus. Sus bak fena olacak, kime tavır yapıyorsunuz oğlum
siz? Aklını aldınız insanların…
Dudağının sol tarafı hafif yukarı kıvrık. Çok kızmamış belli, gülüyor
içinden halimize.
61
— Bu arada Aslı da aradı iki saat bekletmişisiniz kızı sinemanın
önünde. Evden kaçtığınızı söyledik. Sinirlendi galiba. “Madem evden
kaçacaklar beni niye bekletiyorlar sinemanın önünde” dedi. Neyse,
yürüyün hadi. Efendi gibi vakitlice geldiniz çok bi’şey demezler ben
onları yatıştırdım zaten, gelirler birazdan dedim. Ne o, malımı
biliyorum çünkü…
Eve doğru merdivenlerden çıkarken aklımdan şunlar geçti: Aslan
Abi’m, hemen de kurtarmış durumu. Ama madara olduk, iyi mi?
Artık epey bi’ dalga geçerler bizle. Aslı aramış bak. Çok kızmış mıdır
acaba?
Sonra bizimkilere anlattık olanları, Şile’yi, Ali Abi’yi… O çocuğu. Tabi
çocuğu görünce aklıma Aslı geldi demedim. Kötü oldum, dönelim
diye karar verdik, döndük dedim. Babam da, Kerem’in babası da
kahkahaları koyuverdiler. Anneler küstü biraz, sonra kıyamadılar.
Aslı mı? Üç gün konuşmadı bizle. Ancak o çocuğu anlatınca affeder
gibi oldu. Kerem’in üzgün ifadesinin etkisini de yabana atmamalı
ama… Ve Abi’m, her aklına geldikçe dalga geçti. “Evden ayrılıyoruz.
Bizi sevecek insanları bulmak üzere… Bizi aramayın. Ama yok,
düşündüm de, geri dönelim biz… Kerem, yürü, gidiyoruz.”
* Akgün Akova, Çınar Yayınları, Mart 1997 (1998 Dil Derneği Ömer Asım
Aksoy Ödülü)
** 6 – 6 Birinci Öykü.
62
FOTOĞRAFdört
| ALTIkişi ALTIkadraj
ben ile haydar… ve sizi bizi mi var?
-
-
-
ŞENER SOYSAL
Anlat be abi. Ne var ne yok oralarda?
İyi de Haydarım, sen bizim oralı değilsin ki.
Abi be Anadolu’nun hepsi bizim değil mi? Sizi bizi mi var?
Her karışı aynı kokuyor; mis gibi…
Rakı gibi değil mi?
Rakı gibi vallahi.
O zaman aç şişeyi, doldur be Haydar, kuru gırtlakla nasıl
anlatayım!
Ahh ah, Haydarım! Görmeyeli o kadar çok değişmiş ki. Her
yer, her şey! Nerede o üzüm bağları, hepsinin yeri evlerle
dolu. Balçıktan çamurdan geçilmeyen yerlerden tut da ot
bitmeyen kayalıklara kadar koca koca binalar sarmış şehri.
Ağaçları özenle kurutmuşlar sanki, kurumayanları direnenleri
de kesivermişler gibi türlü bahanelerle. Burası neresi, dedim
içimden biliyor musun? Benim şehrim böyle miydi?
Dert etme abicim, zaman her şeyin dışını değiştiriyor. Bak şu
şişe de değişmedi mi? Nerede o dimdik duran şişemiz?
Olmuş esnek, kavisli bir şey. Ama olsun böyle de güzel,
kimisine göre belki daha güzeldir. İçi aynı hem, onu
biliyorum ya, isterlerse türlü zamazingonun içinde versinler,
ne olacak ki?
-
-
-
Haklısın da tek değişen dışı değil ki! O sevgi dolu insanları
göremedim. Sevgi dolu bakanları bırak tanıdık kimseyi
görmedim. Ben küçükken yolda yürüyen herkes birbirini
tanırdı. Ben de tanırdım herkesi babamdan dolayı. Babam
esnaftı çarşıda, vilayetin yanındaydı dükkanı. Şimdi vilayet
de yıkılmış gerçi ya. Yanlış bir şey yapmaya korkardım, hep
hareketlerime özen gösterirdim. Hep temiz, pir-u pak
gezerdim. Çünkü kesin bir tanıdık görürdü beni, hakkımda
yanlış düşünmelerini istemezdim. Babam için de yanlış
düşünmelerini istemezdim. “Şehir eşrafından Nalbur Muhsin
Efendi’nin çocuğu pis pis geziyordu sokaklarda.” dedirtir
miyim hiç babam için. Ahh ah, babam…
İçelim be abi.
İçelim Haydar içelim. Değişmeyen rakının kokusuna içelim.
Babama laf söyletmemek için küçükken nasıl bir ciddiyetle
yetişen ben yıllarca uğramadım şehrime. Niye mi? Boş ver,
uzun hikaye. Belki sonra anlatırım. İşte asıl beni yakan da bu
oldu ya. Yıllarca gitmemişim doğduğum, büyüdüğüm eve.
İçindeki kiracı içine etmiş resmen evin.
A-abi...
63
-
-
-
Tövbe tövbe. Ağzını bozduruyorlar adamın. Harabe olmuş
iyice. Camları kırılmış, merdivenleri yıkık dökük… Ah anacım
oraları arap sabunlarıyla nasıl da silerdi özene bezene. Pırıl
pırıl parlardı yer döşemesi. Duvarlar hep kireçle boyanırdı,
bembeyaz olurdu. O merdivenleri üçer beşer çıktığımı da
hatırlıyorum, hızımla ineyim derken aşağıdaki pencereye
kadar yuvarlandığımı da. Avluda az mı oyun oynamıştık,
sapanla kuş avlamıştık. Dut ağacımız vardı bir tane. Sürekli
serçeler gelirdi üzerine. Dutları dökerlerdi yere, annem de
aşağıda bir yandan kızardı kuşlara, bir yandan da elinde
süpürgeyle temizle allah temizle! O merdivenlerin başına
çıktım, üst kat da alttan farksız. Yıkık dökük. O ara aşağıdan
bir tıkırtı gelir gibi oldu. Allah seni inandırsın çocukluğumu
görür gibi oldum, merdivenin parmaklıkları yanından muzır
muzır bana bakıyor, gülümsüyordu sanki. Sanki…
Göz aldanmasıdır abi, takma kafana.
Göz aldanması ha! Görüp görebileceğim geçmişim
hakkındaki tek şey de buysa kafaya takmamak olur mu?
Doldur be Haydar, bir kadeh daha!
-
Abi be Anadolu’nun hepsi bizim, hepsi aynı değil mi? Sizi bizi
mi var? Her karışı değişiyor, kötüye gidiyor, eksiliyor bizden
bir şeyler, yok oluyor değerler… Sizi bizi mi var?
Günün birinde memleketine dönersen inşallah senin halin
bana göre daha iyi olur be dostum.
Hiç sanmıyorum abi, bu anlattıklarından sonra hiç!
Niye ki, senin memleket ayrı benimki ayrı. Sen bizim oralı
değilsin ki.
64
kişi
ALTI
kadraj
ALTI
AYŞE COŞKUN sema’nın
FOTOĞRAFbeş
üç kadını | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, yirmi
sekiz ocak | İLKER CABİ senden izler | KADRİYE SOYSAL radyo karınca |
MELİS MİNE ŞENER seksen nokta yirmi yedi | ŞENER SOYSAL bir ana-baba
ile bir karı-koca… ve ben
65
FOTOĞRAFbeş
|
ALTIkişi ALTIkadraj
sema’nın üç kadını
AYŞE COŞKUN
Geç kaldım, bu saatten sonra gitsem ne fayda? Yine gelip de
beklemiş midir beni acaba, hep geldi, bir kere de yeter artık arama
beni demeden. Yine gelmiştir, üzerinde o eski pardösü, bir gazete
koltuk altında, öyle oturmuştur saatlerce otogarda. Biliyorum, bu
sefer çok ileri gittim. Biliyorum, artık affedilecek sınırı geçtim ben.
Neden bunca kayboldum, bunca zaman nerede geçti? Verdiğim
sözlerin arkasında duracaktım oysa gene kaçtım. Hep kaçarken
önce bir yol haritası çiziyordum ya kendime, bu sefer o haritayı da
yitirdim. İnsan aklının haritasını yitirir mi diyeceksin, yitiriyormuş.
Hayal kırıklıklarının arasında, dağınık bir odadaki küçücük bir kağıda
yazılmış bir telefon numarasını aramak gibi aklımın içinde gideceğim
yeri bulmaya çalışmak. O bir garda beklerken ben bambaşka bir
garda, çağırmış olduğum ondan kaçıyorum. Buraya gelmesini istiyor
ama bir yandan korkuyorum. Kurtulmak düşüncesi korkutuyor beni,
her kurtulan ve kurtarılan bir süre sonra otomatik makineye
dönüşmedi mi? Ben, çocukluğumdan beri reddettim bunu. Annem
bir çamaşır makinesi gibiydi, babam hayatımızı sürekli düzenlemeye
çalışan bir ütü gibi. Esat bir cetvel oldu, ölçüsü hesaplanıp içine
programlanmış bir elektronik cihaz gibi. Saatinde kalktı, saatinde
yedi, saatinde güldü. Yazın dondurma yedi, kışın salep içti. Oysa
ben yazın salep içebileceğim bir şehir aradım hep. Tişörtle
dolaşıyorum diye bana deli muamelesi yapmayan arkadaşlar
aradım, karların içine onlarla birlikte yuvarlanmak, istediğimiz kadar
güldükten sonra eğer istiyorsak ağlamak istedim. Çocukları sevdim
bu yüzden en çok; yapmak istedikleri hiçbir şekilde engellenemeyen
çocukları… Bulutlardan aileler yaratıp onlara sığınabilen, gözlerinin
içinden gülüp gülmediğini, ağlayıp ağlamadığını anlayabildiğim
çocukları… Makineleri sevemedim, robotlaşmış kadın ve erkeklerin
içinde hissettiğim bu yabancılığı / yabaniliği anlatamadım kimseye.
Şimdi bir dönüm noktasında; olmak istediğim, olmak zorunda
olduğum ve olmam beklenen üç kadının ortasında oturuyor ve
gürültülerine kulaklarımı tıkamak istiyorum. Bir kez daha kaçmak
istiyor ama kaçacak mecali kendimde bulamıyorum. İşte bu yüzden
Esat’ı aradım bir kez daha. Bu sefer bitsin dedim, bu sefer bitsin ve
beni alıp şefkatle bana beni unutturabilecek birilerine emanet etsin
ve kendisi de artık kendi hayatını yaşasın. Hepimiz kurtulalım şu
Sema belasından…
Tüm içtenliğimle belki bir not yazar da kaçarım demiştim ya, sonra
bir şekilde ona ulaştıracaktım yazdıklarımı. Evin anahtarının da
olduğu bir zarf içinde gidecekti Esat’a tüm pişmanlıklarım,
yalnızlıklarım, korkularım. Raflarını defterlerle doldurup Onur’a bile
yaşam alanı bırakamadığım o evi sırtımdan atacaktım bu sefer ya,
ah bir adım atmaya gücüm olsa…
66
“Sema Sadık, Sema Sadık, danışmadan bekleniyorsunuz. Sema
Sadık, danışmadan bekleniyorsunuz.”
67
FOTOĞRAFbeş
|
ALTIkişi ALTIkadraj
o gün, yirmi sekiz ocak
Bir bağ evi…
Anadolu’da bir yerde.
Hemen şu tepenin
ardında. “Burada bu
yeşillik, hayret!” dediğiniz
anda. Kiraz ağacı mı o
bahçedekiler?
Bir hanede dokuz kişi…
İki erkek yedi kadın.
Sesli film oynuyorlar.
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
Biri…
Üçünün annesi üçünün
kayınvalidesi
Sesli film oynuyorlar.
Üç kelime.
Biri..
Üçünün babası, üçünün
kayınbabası
Yerli.
Biri…
Evin bir oğlu.
Numaracının teki! O
benim. Onlar benim
annem, teyzelerim
halalarım anneannem ve
dedem.
68
“Görülmüş şey mi bu a
gadın!”
“Babam doğru dir ana,
bizde görüldü böylesi.”
“Anah! Ana şöyle, gadın
böyle! Ben de şaştım
galdım nöörcemi”
“Bi gurşun mu
döktürivirsek acaba gı?”
“Göz mü bassak yoğsa?”
“Ah bilemedim napsak
guzuma, napsak da
konuşayazsa”
Taşlıkta…
Bir ahşap masa. Üzerinde
bir naylon örtü. Yaz günü.
Örtüde..
On altı el. Endişeli. Kimi
çiçek desenlerinin kimi
yaprak desenlerinin
kontorlerinin üzerinden
gidiyor parmaklarıyla…
Ortada…
Bir havuz. Akmayan
fıskiyesinde bir kuş. Kuşa
bakan bir çocuk. Çocukla
konuşan möbleli bir
radyo.
“Sessizliğin Altın Anları”
-3. bölüm“… “Söz gümüşse sükut
altındır” der bir başka
atasözümüz. Doğrudur
elbet. Hatta bazı haller
vardır yirmi dört ayar bir
altın kadar parlaktır
sessizlik. Huzurdur. Bazen
en etkili söz. Bazen
kendinize saygıdır.
Kaçıştır bazen de…”
Radyoda…
Bir kadın. Her gün yeni
bir şey anlatıyor. “Gel,”
diyor sonra, “bir oyun
oynayalım seninle.”
69
Valla…
Yalanım yok. Arada bir
yapıyor bunu.
-Bak etrafına. Ne var?
Diğerlerinin sesleri başına
mı üşüştü? Yoksa sesin
pes mi etti? Kopar bir
yaprak ona yaz derdini.
Bak kirazları gizlemiş
yapraklar, sessizlik
sözleri…
Temmuz…
Bilemedin Ağustos’un başı
gibi biter kiraz mevsimi.
Sessizlik mevsimi biter,
ben tekrar konuşmaya
başlarım.
-Kiraz ağaçları
Ben…
-Aylardan?
-Haziran
-Tut ki kirazlar ses,
yapraklar sessizlik…
Canın mı sıkılıyor? Kimse
anlamıyor mu seni?
Anlatamamaktan
yoruldun mu?
İşte…
Büyük bir ailede küçük bir
çocuk. Bir başına bir
çocuk. Akransız,
arkadaşsız. Hem yalnız,
hem yalnızlığa hasret. Bu
nasıl çelişki? Ama
oyunlarım var. Tek kişilik.
O vakte kadar
evdekilerde bir telaş.
Oynadıkları oyun sesli
film. Yerli , üç kelime.
“Faik neden
konuşmuyor?”
70
Kiraz…
Yaprak…
Belki…
Mevsimi biter de başka
bir oyun başlar ve yeni bir
sesli film.
Büyüklüğündeki kağıtlara
yazan, radyoyla konuşan,
göç eden kuşlara belli
koyan, gittiği yerlerden
kendine kartpostal atan
bir garip adam…
Bir gün sizin de
yanınızdan geçerim. Belki
arkanızda dururum
usulca. Belki de şu
önünüzde giden… Bir
“Dalgacı Mahmut”* şu
Faik.
Benim…
aklım bir saat, durmadan
çalışan. Her iki yöne de
dönüyor akrebimle
yelkovanım.
Zor…
Hayat…
Ona ne oyunlar
oynayacak bilinmez.
Onun oyunları bitmez
tükenmez.
Bir çocuk şu Faik. Zor bir
insan şu Faik.
* Orhan Veli Kanık
71
FOTOĞRAFbeş
senden izler
|
ALTIkişi ALTIkadraj
İLKER CABİ
Aklımda bir sürü düşünce evin yoluna koyuluyorum, kulağım
müzikte.. düşüncelerimin etrafında dolandığı tek bir konu var.. o da,
dün geceki rüya... Biraz daha vakite ihtiyacım var galiba, en azından
senin tüm valizlerdeki eşyalarını dolaba yerleştirmiş olmanı
beklemeliyim.. senin “gittim” diyebilmenin mihenk taşı bu.. tadını
çıkarmalısın.. .. Şehr-i İstanbul’un, trafiğiyle kirli yüzünü henüz
göstermemiş olması ne güzel..
gördüklerine seviniyor.. lahana bebek Tontiş, her zamankinden
farklı bir gülümsemeyle bakıyor gözlerimin içine. Barbie’nin henüz
dünyayı işgal altına almadığı yıllarda, boyu senden biraz kısa, senin
kadar tombiş, en yakın arkadaşın Tontiş.. bu evin içindeki her şey,
herkes seni çok özlemiş.. aramızdan biri bir adım atmalı artık ve
seni geri getirmeli, anane çok yaşlı, Tontiş konuşamıyor bile,
bendeniz ise korkak..
Şuan ki durumunu öğrenmenin, sen haricinde de bir yolu var.. o da
yol üstünde ‘anane’ye uğramak.. hem sıcak bir çay içerim, hem de
olanı biteni ona özgü kelimelerle dinlerim.. Haber vermek
istemiyorum, en kötü ihtimal markette bulurum diyerek kapıyı
çalıyorum..
İşte çaylar geldi.. tepsiye uzanırken bir çift el, bir çift göz hayal
ediyorum sana ait olan.. anane çayı yudumlarken ben de radyoya
uzanıyorum, sesini kısıyorum, sonra bir bir dinliyorum seninle ilgili
olan her şeyi.. her şey yolunda olmakla beraber tahmin ettiğim gibi,
amaçsız gidişin seni mutlu etmemiş.. Elbet insan yeni olana alışır,
elbet eski olan yeni ile unutulur ama önce nedenler bulunmalı,
kuracak yeni hayat kalmayana kadar çırpınmak çözüm olamaz ki..
Saat akşam üstü 5 olmuş.. üzeri dantelli radyoda ajanslar başlıyor,
soğuk kış bugün itibariyle yurdu terk ediyor, türban konusu
alabildiğine büyüyor, mankenler soyunmaya devam ediyor.. ülkem
bu zıtlıkları erdeminden değil de, farkındalığını yitirdiği için sessizce
izliyor..
Çayımı beklerken odadaki senden kalma izlerle ve hatıralarla
selamlaşıyorum, benim onları tanımış olmam gibi onlar da beni
Sesini duymak istiyoruz, arıyoruz seni.. iki alışveriş arasına bir
anane bir ben sığdırıyor, başlıyoruz sohbet etmeye.. ananenle
konuşurken kafamda kurmaya çalışıyorum kendi sıramı en iyi nasıl
değerlendireceğimi.. aslında alışveriş demek kafandaki çöpleri
boşaltmaya başladın demektir senin tepki yasalarında, sevinmek
lazım.. bu çöplerden kurtulman geri dönüşün demek değil, ama
72
kapıcının çöp var mı sorusu için imkan yaratıveriyor işte.. içeride
birinin yaşadığını ve az sonra kapıya bir şeyler koyacağını biliyor
olmak kapıyı çalabilirsin demektir benim etki yasalarımda...
Telefonu elime alıyor ve bilinçsizce mutfağa yöneliyorum, çok
eğlenceli bir biçimde orada yaptıklarını anlatıyorsun, küçücük
ellerinde içleri bir sürü kıyafet dolu alışveriş çantalarıyla nasıl da
mutlusun.. keşkelerime bir yenisini ekleyerek kapıyorum telefonu,
öpüyorum ben de seni…
Tontiş ve anane ile vedalaşıyor, eve doğru yola koyuluyorum...
73
FOTOĞRAFbeş
|
radyo karınca
ALTIkişi ALTIkadraj
KADRİYE SOYSAL
İki katlı babadan kalma bir evde babadan kalma eşyalarla
yaşıyorduk. Hanımın yoğun ısrarlarına dayanamayıp o zaman yeni
çıkan radyolardan almıştık. Evdeki tek yeni eşyamız o oldu. Eee hal
böyle olunca da hanım radyonun üzerine çeyizinin en güzel
örtülerinden birini örtmüştü. Nasıl da mutlu olmuştu radyoyu baş
köşeye koyunca..
Bahar aylarında dışarıda börtü böcek arttığı gibi, eve de akın
ediyorlardı. En ufak bir kırıntının yere düşmesiyle; evi karınca
sürüsü işgal ediyordu. Evde hanım ve ben azınlık kalıyorduk,
çoklardı, inanılmaz çoklardı. Yerde upuzun, kahverengi, hareket
edebilen ip şeklini alacak kadar çoklardı.
oraya hareket eder görünce...
Akşam işten döndüğümde ilk işim karıncayı kontrol etmek oldu.
Arsız hayvan; fm çizgisinde sakin sakin dolaşıyordu. Nasıl olsa
çıkacaktı, karınca bu, nasıl yalnız yaşayabilirdi ki... Radyonun
dışındaki karınca sürüsünden kendini niye uzaklaştırsın ki? Ya
arkadaşlarını çağıracaktı ya da onların yanına gidecekti. Kim
dayanabilirdi ki yalnız kalmaya.
Yıllar geçti, tek başıma kaldım, evin dışında bin bir tür insan var, hiç
biri benim umurumda değil..karıncanın radyo içinde tek başına
yaşamasına hayret etmiştim, çıkar demiştim, çıkmasını boşuna
beklemişim meğerse...
Bir sabah, sabahımıza renk katmak için, radyoyu açtım ve
ayarlamaya çalışırken bir de ne göreyim; radyo içinde gezinen bir
karınca var. Radyo içindeki, düz çizgi boyunca kımıl kımıl hareket
ediyordu. Radyoyu kaldırıp hafifçe salladım. Ne yazık ki karıncanın
düşebileceği bir yer de yoktu. Radyonun sesini açsam gürültüden
sağır olur muydu acaba? Ya sağır olup da yolunu bulamazsa...
Oradan çıkamamasını hiç istemezdim. Nasıl olsa çıkar diye işe
gittim, radyoyu hanıma emanet ettim. Gündüz kah görünmemiş
hanım sevinmiş, radyodan çıktı diye. Kah üzülmüş, karıncayı oradan
74
FOTOĞRAFbeş
|
ALTIkişi ALTIkadraj
seksen nokta yirmi yedi,
gevezenin içindeki radyo
MELİS MİNE ŞENER
— Kara bakıyor bu hava…
— Dışarısı da pek soğuk zaten, şuradan şuraya yürüyene kadar
buza kestim. Ama ne güzel olur şöyle bir yağsa… Doya doya
karlarda oynamadık ne zamandır, işe filan da gitmeyiz bir
kaçamak yaparız şöyle.
— Yine karda macera diyorsun yani, yapalım be Keros, yağsın
vallahi. Ama bir daha öyle oyunlarına girmeyelim… Sonra
biliyorsun benzetiyorlar bizi…
— Senin su koyuvermenden olmasın benzetilmemiz? Aslı’na
kıyamazsın kabak bize patlar, Aslı’nı özlersin gene bize…
Sustu bak, gene Aslı’yı düşünüyor, besbelli… Bir müddet bıraksam
mı kendi haline? Bu arada, Merhabalar olsun ahali! Bu sayfanın
kahramanı benim, hiç boşuna Levent’i beklemeyin bu kez, Levent
“Pas” dedi, sıra bende. Ben mi? Ben, Keros. Nam – ı diğer sulu göz.
1980 yılının ılık bir sonbahar akşamında doğmuş olan Kerem Aydın.
Sizin de kendi hayallerinize dalıp, monologlar – diyaloglar yazdığınız
olur mu kafanızın içinde? Benim çok olur, hem de öyle çok olur ki,
yolda yürürken gördüğüm bir çocuk, yerdeki bir sigara izmariti, yol
kenarına düşmüş yarısı yırtık bir gazete parçası, hepsi beni yeni yeni
maceralara sürükler. Kendi monologlarımı – yeri gelince konuya
uyan birileriyle diyaloglarımı – hem yazarım, hem de oynarım böyle
zamanlarda. Surat ifadem, oturuşum, kalkışım, duruşum dâhil
hepsini ayrıntılı bir senaryoyla gözümde canlandırırım. İşte bu
yüzden de kendi kendime konuşurum sık sık sokakta yürürken.
Sonra da gülümserim halime ve ister istemez şu dizeler düşer
aklıma her seferinde:
Sokakta giderken, kendi kendime
Gülümsediğimin farkına vardığım zaman
Beni deli zannedeceklerini düşünüp
Gülümsüyorum.*
Hal böyle olunca kendime bir isim de ben koydum, pek kimse
bilmez. “Seksen Nokta Yirmi Yedi, Gevezenin İçindeki Radyo.”
Neyse efenim, Levent hep Aslı’dan bahseder ya, ona kalsa, ben
sadece sulu göz bir karakter olarak yaşlanıp giderim tüm öykülerde,
bir kenar süsü olarak. Bu kara dönük yüzlü havalarda Levo ile
buluşunca ve işin ucu her zamanki gibi yine Aslı’ya çıkınca, baktım
bu adamın beni hayır ile anıp böyle ballı börekli anlatacağı yok,
aldım sazı elime, başladım yayına.
75
Evet, Levent hep “Aslı” der ilk önce ve daima. Yok, değil, beni
sevmediğinden – önemsemediğinden değil, sadece dünyası Aslı
üstüne kurulduğundandır böyle oluşu. Yoksa en az benim sevdiğim
kadar, sever Levo da beni. Hatta isim babam o’dur. Hem Keros’u
icat edip yapıştırmıştır bana; hem de sulu gözlüğüme inceden
takılıp, altını çizmiştir göz yaşlarımı döktüğüm yerlerin, fosforlu
pembe ile... Erkek adamın pembe ile ne işi olur demeyin. Kadın –
erkek değil insan olmanın önemine inananlardanım ben. Kadın işi,
erkek işi, “Çin işi – Japon işi, hadi gelin şıpın işi” diye abuk sabuk
sınırlara takılmam, bununla da gurur duyarım. Hem ne demek ki
erkekler ağlamaz? İnsan yavrusu değil miyim kuzum ben? Kadınlar
ağlayabiliyorsa, erkekler de ağlayabilir pekala… Öyle erkek
güçlüdür, kadın şudur, budur hikâyelerine inanmadım hiç ben.
İnanmam da… Neyse işte. Duygularımı saklamam, içimden öyle
geliyorsa ağlarım, öbür türlüyse gülerim. Ne hissediyorsam o. Sulu
gözlüğümün sebebini ve bu sıfatın üstüme yapışma hikâyesini az –
çok anlatmış oldum böylece. Ama Keros oluşum ayrı bir hikâyedir.
Biraz komik bir hikaye. Yine Levo’nun başının altından çıkan bir
hikaye. Uzatmak istemiyorum mevzuyu, ama Yunan büstü gibi
adamım. (Arkadaşın biri derdi bunu, biz lisedeyken. Bizden iki – üç
yaş büyüktü galiba, üniversiteye yeni başlamıştı. Vücut geliştirmek
için spor yapıyordu o sıralar. Güzeldi de hani adam… Her neyse,
ondan duymuştum bu lafı. Pek hoşuma gitmişti, bir kere bizimkilerin
yanında şakayla karışık diyecek oldum, sonrasında Levo işe karıştı
tabi. Durur mu? Duramaz…). Benim Yunan büstü gibi olma fikrime
bir ilave yapıverdi. “Eros gibi adamsın mübarek… Keros beee,
Keros!” diyerek, beni ortamların Keros’u yapıverdi. Böyle ortamlar
filan deyince de kendimi konsomatris gibi hissettim ya, neyse. Ben
de sevdim Keros’u, Levo da, Aslı da… Böylece Keros oldum ben işte.
Ne diyordum mirim? İşte bu Levo hem benim çocukluktan beri can
ciğer arkadaşımdır, hem de iki satırda sulu göz diye harcayıp geçer
beni. Ama kızamam ona, kıyamam. Dedim ya hep Aslı’ya olan
aşkındandır gözünün görmezliği. Onu böylesine çok sevip, dünyasını
onun üstüne kurmasına bi’ şeycikler demem hiç, az evvel de
dediğim gibi “ne hissediyorsam o” olmanın mühim mesele olduğunu
düşündüğümden. Adam seviyorsa, “her şey bir yana, Aslı bir yana”
kadar seviyorsa hem de; helal olsun denmez de ne denir o adama!
Bakın mesela benim sulu gözlüğümün aksine, Levo hiç ağlamaz
neredeyse, ama o da ayrı bir takdire şayan adamdır. Aşkını
göstermekten utanmadığı, erkek adamın güçlü görünmesi gerektiği
teranelerini elinin tersiyle ittiği, “ben erkeğim” diye ilişkiyi çıkmaza
sürüklemediği, yani “ne hissediyorsa onu” yaşadığı için… Aslında
başka biri olsa bu ilişkinin “öteki” tarafı ben de bu kadar
müsamahakar olmazdım belki, ama işin öbür ucu da Aslı olunca,
“yakışır” diyorum, “Yakışır, Aslı’ma da Levent’ime de…”.
Neyse, yine dağıldım değil mi? Nerde kalmıştım? İşte böyle ben,
Keros, baktım bu Levo’nun beni kenar süsünden öte bir yerlere
koyacağı yok bu anlattığı hikâyelerde, duruma el koymaya karar
verdim. Bizim bu Levo ile tanışmamız taa ilkokula dayanır, okulun ilk
gününe… Ben o zamanlardan “sulu göz” bir adam olacağı belli
biriydim. Levo hiç ağlamamıştı o gün. Aslı da… Levo’yu öğretmen
76
getirip yanıma oturtmuştu ve “Ağlama artık Kerem, bak bu senin
sıra arkadaşın Levent. O hiç ağlıyor mu?” demişti. Levent’e sorsanız
bunu hatırlamaz bakın, Aslı’yla tanışmasını anlatabilir kelime
kelimesine, ama benimle tanışmasını Aslı’ya bağlı bir minvalde
anlatabilir ancak. Ah koca âşık, adamım, Levo… O gün, Levent’le
tanıştığımız gün yani, Aslı’yla da tanışmıştık. Aslı da hiç ağlamaz
misal, ama çok ince, çok duygulu bir insandır Aslı da, hem bir ekibe
bir sulu göz yeter de artar, değil mi ama?
konuşmayı severim ben, dedim ya, evvelden ezelden. Böyleyken
böyleydi işte, yılların bizi birbirimize ördüğü yetmezmiş gibi, bir de
kaynar sularla yıkaması yüzünden keçe** olduk biz bir nevi. Bu
yüzden de ne zaman “Gel” dese biri giderim, iki elim kanda olsa. Ne
zaman sesi titrese birinin, gözü dalsa, içi geçse, kaybolsa aklı bir an
uzaklara, bilirim hangisi nereye gitti. Onlar da beni bilir. Kalkar gider
geri getiririz birbirimizi gittiğimiz yerlerden. Şimdi yine öyle bir yere
gitti bu adam, gidip geri getirmeli.
Velhasıl o gün bugündür de üçümüz hep birlikteyizdir zaten. Ne
evden kaçmışlığımız kalmıştır, ne sokak köpeklerini evlere
toplamamız, ne merdiven altında gazoz kapağı biriktirmelerimiz, ne
seksek oynamamız, ne de misket… Ne sinemalar, ne Moda
Sahili’nde sabahlamalar, ne kaçak sigaralar, ne sınav telaşları… Ne
de sonrasındaki cukka cukka alem geceleri, rakı sofraları…
Gözümüze bakıp içimizi okuruz biz birbirimizde. Bunca senenin
getirdiği yaşanmışlık ve tanımışlığın yarattığı bir güvenle,
konuşmadan anlaşılacağımızı biliriz.
O yüzden radyoyu kapatmanın vaktidir bir süreliğine. O eski
günlerdeki lambalı radyolar gibi; içimde bir yerde, annemin
dantelleriyle süslü köşesinde bekleme zamanıdır “Gevezenin İçindeki
Radyo”nun. Bir sonraki yayına kadar, hoşça kalınız efenim.
- Hop, Levo, kardeşim? Bir kahve içelim mi şurada az şekerli?
Levo?
- Kahve? Olur, içelim Keros. Biliyor musun? Aslı aradı az
evvel…
Bir de yetmez gibi, bu deliler sevgili oldular bizim milattan bir on yıl
kadar sonra, kaymaklı ekmek kadayıfı oldu. Hayır, zaten Aslı
başkasını sevseydi çok yanardım. İster istemez uzaklaşırdı çünkü
bizden. Bir dördüncülük yer yoktu zaten üçümüzün arasında. Ya da
hadi, daha doğrusu, Aslı’dan gelecek bir dördüncüye yer yoktu.
Hem bildiğiniz sebepten ötürü Levent için; hem de ikisine birden
kıyamadığımdan, benim için. Yine dolandırıyorum lafı, ne yapayım,
* Sokakta Giderken, Orhan Veli Kanık.
** Keçe, koyun, tavşan, deve, lama gibi hayvanların yünleri ile tiftik
keçisinin kıllarının su, sabun ve ısı yardımıyla oluşturulan alkali bir ortamda
liflerinin birbiri arasına girmesi ile elde edilen atkısız-çözgüsüz sıkıştırılmış
tekstil örneğidir. Türkçede “Keçe” sözüne ilk kez XI. Yüzyılda Kaşgarlı
Mahmud’un Divan-ı Lügati Türk adlı eserinde tesadüf edilmektedir. Yaygın
kanaate göre keçe kelimesi, “geçme – geçmek” (kaynaşıp birleşmek
anlamında) kelimeleri arasındaki bir ilişkiden dolayı “keçe” anlamında
kullanılmaya başlamıştır. Keçe ile ilgili Şanlıurfalı keçe ustalarının dilinde bir
77
öykü dolaşır... Keçenin mucidi Ebu Said Libabid'dir. Libabid, keçe imal
ederken uzun süre teptiği keçeyi açar ve yünlerin bir türlü kaynaşmadığını
görür. "Az teptim herhalde" der ve işleme devam eder. Kırk gün sürer
uğraşısı, yine de başaramaz. Başlar ağlamaya... Hem ağlar, hem teper
keçeyi. Sonunda keçeyi açar; gözyaşları işe yaramış, yünler kaynaşmıştır.
Keçede emek ve gözyaşı iç içedir.
78
FOTOĞRAFbeş
|
ALTIkişi ALTIkadraj
bir ana-baba ile bir karı-koca…
ve ben ŞENER SOYSAL
Anamla hanım yavaş yavaş hazırlıyorlardı sofrayı. Ekmeklik ile sini
altı gelmişti. Üstünde tabaklarla siniyi de getirdi anam. Arkadan
tencereyi getiriyordu karım. Zorlukla taşıyordu koca tencereyi.
Kendini bir koyuverse anında yere yıkılacak gibiydi. Gözlerinde
bezmişliğin işaretleri okunuyordu. Karnı burnundaydı kadıncağızın,
çocuğumuzu taşıyordu. Sekiz ayı geçmişti üstelik. Hem onu hem şu
koca tencereyi taşımak kolay değildi. Biliyordum ama ah şu adına
gelenek dedikleri kurallar! İlla ki gelin kaynanasına yardım
etmeliymiş. Sesimi çıkaramıyorum yine aynı gelenek yüzünden.
Babam ne derse o. “Sofrayı kurun.” dedi ve işte beş dakika içinde
her şey tastamam istediği şekillerde hazır. Yazık karıma, yazık
anama da yazık.
Oturduk sofranın başına. Artık anamın hizmeti bitti. Karım çorbaları
doldurdu tabaklara. Onlar bittiğinde de yufka ekmeğin üzerine
dökülmüş bulgur pilavını getirdi. Pek bir şey yediğini görmedim bu
arada onun. Oysa yemeliydi, iki can taşıyordu üstelik. Halen hizmet
ediyordu, babamın isteği üzerine turşu ve kuru soğan getirdi bir ara.
Onun dışında da birkaç kaşık aldı almadı. Onun lokmalarını
sayıyordum içimden, yemediği için üzülüyordum ama gık
diyemiyordum. Babam yanımdayken yakışık almazmış. Ancak
içerdeki kendi odamızda konuşabilirmişiz adap gereği. Zaten kış, ev
buz gibi. Kendi odamıza çekildiğimiz mi var? Hepimiz aynı odada,
sobanın yanında koyun koyuna yatıyoruz. Hem bugün daha bir
solgun gibi görünüyor ya, haydi hayırlısı.
Babam “Elhamdülillah” deyip kalktı sofradan, divandaki köşesine
oturdu. Hemen bir sigara sarmaya başladı. Aynı hızla masayı
toparlamaya başladı karım. Ardından anam da yardım etti biraz. Hiç
kaynanadan çekmemiş gibi davranıyordu. Oysa ki annem de çok
anlatırdı. Kaynanasından çok çekmiş. Ama şimdi de o kaynanalık
yapıyor, o da kendi gelinine çektiriyor. Hem de hamileyken bile…
Sini altı da götürülmüş, dışarıya çırpılmıştı. Ekmek kırıntılarını gün
ışırken serçeler büyük bir aceleyle toplayacaktı büyük ihtimalle.
Anam sobanın yanına ilişmiş, yeni örmeye başladığı patiğe ilmekler
atmaya devam ediyordu. Karım elinde ıhlamur çaydanlığıyla içeri
girmiş, çaydanlığa sobanın üzerindeki güğümden sıcak su
boşaltmıştı. O da benim az öteme oturdu. Artık herkes babamın
sözüne bakıyordu. Sigarasının yarısı bitip iyice keyfe geldiği anda
“Haydi radyoyu açın da ajans dinleyelim hele.” dedi. Hemen açtım
radyoyu. Billur bir ses “Yanıyor mu yeşil köşkün lambası yar, hiç
79
bitmiyor şu gönlümün kavgası yar.” diyordu. Biraz sonra da şarkı
bitti, spiker ciddi ses tonu ve düzgün Türkçesi ile haberleri okumaya
başladı.
Haberler bittiğinde eve radyosu olmayan yan komşumuz Eşref
Amcalar geldi. Babamın yakın dostuydu. Parası vardı, hatta bizden
çok vardı. Ancak bir inat uğruna radyo almıyordu. Sanırım eşine
kızıyordu. Yoksa dinen sakıncalı gören, radyoyu günah sayan
yobazlardan değildi. Onlar geldikten hemen sonra Müzeyyen
Senar’ın radyo konseri başladı. “Sarı kordelem sarı” diyerek konseri
açtı. Nakarat kısmında “ben esmeri badem ile, fındık ile, fıstık ile
beslerim.” dedikçe Eşref Amca’nın kızları hafifçe kendi aralarında
kıkırdaşsalar da babamlar halk partisini konuştukları için pek farkına
varmadılar. Ardından gelen şarkıda “Benzemez kimse sana.” derken
o kadar içtendi ki, benim de hislerime tercümandı sanki. İçimden de
onlar geçiyordu karım için. Duymuş muydu ki, anlamış mıydı
bakışlarımdan? Hafif bir gülümseme vardı dudaklarında. Gözlerinde
ise büyük bir yorgunluk… Babamlar durumun farkına varmasa da bu
gelinlik kızlardan korkulurdu. Onlar yine kıkırdamaya başladılar. Ama
sesleri fazla çıkmış olacak gibi hemen babaları “Hişt! Sessiz olun
bakiym, duyamıyoruz.” diye kızıverdi. O an fark ettim ki aslında
babamlar da hayran hayran Müzeyyen Senar’ı dinliyorlardı. Halk
partisi, kırat, memleket meseleleri şimdi çok da umurlarında değildi.
Birkaç şarkı sonra “Bu akşam gün batarken gel, sakın geç kalma
erken gel.” deyiverdi radyo. O sırada ıhlamurları misafirlere ikram
ediyordu karım. “Tahammül kalmadı artık”... Son bardağı verirken
hafif sendeler gibi oldu. “Aman geç kalma erken gel”... Yığılıverdi
yere. “Sakın geç kalma erken gel”... Şaşkındım. Elim ayağım
boşandı birden. “Bir şeyi yoktur, bir kolonya getirin yeter.” dedi
babam. Dayanamadım bu sefer, sonunda açıldı ağzım “Baba,
hastaneye götürelim. Hem hamile, önemli bir şey olabilir!” Anam da
babam gibi düşünüyordu. “Aman yavrum, bizim Kocabağ’dan Hanife
dört çocuğunu da kendi doğurdu. Hem de ev batmasın diye ahırda
doğurdu.” Hiç birini dinlemedim. Bu hal, hal değildi. Hemen bir
arabayla hastaneye yetiştirdim.
Hastanede nöbetçi doktor vardı, iki de hemşire. Yarı uykulu ve
umursamazdılar. Karım baygın yatıyordu, çocuğum karnında. Önce
seslendim doktora. Gelmeyince odasından bağırdım. Ağır ağır
çıktığını görünce yapıştım yakasına. “Ne biçim adamsın sen be!
Uyumak için mi para alıyorsun ha! Hani yemin ediyordunuz insanlık
için, bak yemin ederim karıma bir şey olsun vururum seni!” Adam
kızarmaya başlamıştı, ne kadar boğazını sıktığımın farkında
değildim. Doktoru bıraktığımda yalvarmaya başladım ağlayarak.
Tutamayıp kendimi ağlıyordum. Sinirlerim altüst olmuştu iyice.
Sonra ne oldu bilmiyorum. Bayılmışım.
Gözümü açtığımda yanı başımda yatıyordu karım. Koluna bir serum
bağlanmıştı. Dışarısı alacalanmıştı, gurup vaktiydi. Sandalyede
oturan hemşireden öğrendiğim kadarıyla bana sakinleştirici
yapmışlardı. Karımın ise hastalığı yoktu. Yorgunluk… Bünyesi
80
dayanamamıştı, yorgun düşmüştü. Serum vermişlerdi ama gebe
olduğu için belli bir süre hastanede tutmaları gerekiyordu. İçim
rahatlamıştı bu sözlerle, karım da sabahleyin gözlerini açıp
gülümsediğinde dünyanın en mutlu insanı olmuştum.
Bir hafta hastanede kaldı bu bayılmanın ardından. Normalde üç dört
gün yatacaktı ama dördüncü günün akşamında sancısı iyice arttı.
Doğumun olacağı kesindi, çocuk dokuz aylık dünyaya gelecekti.
Beşinci günün ilk saatlerinde dünyaya geliverdi bir yeni can. Bir
erkek çocuğu!
“Adı Can olsun.” dedi karım. Hemen kabul ettim. Çok güzel bir
isimdi. İkisine de canım kurban olsun. Can’ım benim, canım karım
benim… Nüfusa kaydetmeden önce babama söyledim ismi. “Benim
adım yerde mi kalsın?” dedi. Oğluma Can’ım diyemedim bu nedenle,
babamın sözünü tuttum. Babamın adını koydum.
81
kişi
ALTI
kadraj
ALTI
AYŞE COŞKUN la
FOTOĞRAFaltı
porta bianca | CEYDA ZEYNEP KOYUNCU yedi-on dört nisan
| İLKER CABİ anahtarın sahibi | KADRİYE SOYSAL soba | MELİS MİNE ŞENER
bazen ipek şal, bazen demirden kelepçe | ŞENER SOYSAL ben ile
hayatım… ve yalan dolan
82
FOTOĞRAFaltı
| ALTIkişi ALTIkadraj
la porta bianca*
AYŞE COŞKUN
Bazen öylece, saatlerce denize bakıyorum. Deniz hep bir adım
ötemde, elimin altında bir sığınak gibi. Bazen anlamsızca
gülümsüyorum tüm olup bitene; kendimin burada, başkalarının
başka yerde oluşlarına. Saatleri geldiğinde doktorumun, onun
odasına çıkıyoruz birlikte. Ben hep odamı derli toplu bırakıyorum ve
sıkı sıkı tembihliyorum Melahat Hanım’a, ziyaretçim gelirse sakın
bana haber etmeyi unutmasını. Odam derli toplu, duvarda ta lise
yıllarında yapmış olduğum bir yağlıboya tablo var. Ben istedim diye
getirttiler. Hatta Aykut Bey ısrarla, “Evet getirin.” demiş. Kendi
evinden, kendisine ait bir şeyler olması kendini iyi hissettirebilir.
Bunları bana söylemedi elbet, bana hiç hastaymışım gibi
davranmıyor. Sanki ben buraya tatile gelmişim gibi, her şeyden
şikayetçi olan huysuz ve yaşlı bir kadınmışım da o da beni memnun
etmekle mükellef otel sahibiymiş gibi... Ama gerçekten de gönlümü
hoş ediyorlar. İlk geldiğimde bir anlaşma yaptık, onlar bana nazik
davrandığı sürece ben de sorun çıkarmayacaktım, başlarda çok zor
oldu bu çünkü hep o geçmişin hayaletleri gelip huzurumu bozuyor,
beni delice şeyler söylemeye ve yapmaya mecbur bırakıyorlardı. “Ee
yapmasaydın sen de.” diyeceksin ama öyle değil işte. Aklımın içinde
fısır fısır hiç durmadan konuşuyorlardı. Beni birbirlerine şikayet
ediyorlar, bazen mahkemeler kurup beni idama mahkum ediyor
bazen yaptığım hiçbir şeyi beğenmeyip beni küçümsüyorlardı.
Dışarıdaki insanlardan da fenaydılar.
Dışarıda daha kocaman bir gün var. Bir yandan kendi kendime
bütün bunların neden benim başıma geldiğini soruyor ve bir yandan
da kocaman ve ısıtan güneşe ve masmavi denize bakıyorum.
Odamın büyük, beyaz bir kapısı var. “La porta bianca” diyorum ona
ben, kendisine böyle seslenildiğinde hoşuna gittiğini düşünüyorum.
Melahat Hanım çiçek koyuyor bir küçük vazo içinde bazı sabahlar,
kahvaltı tepsisine. Bazı sabahlar öyle yorgun hissediyorum ki
kendimi yataktan bile kalkamayacakmışım gibi geliyor. Böyle
zamanlarda çok korkuyorum Melahat Hanım ve Aykut Bey benim
burada olduğumu unutacaklar ve burada yalnızlıktan, sessizlikten
öleceğim diye. Oysa çok seviyorum “la porta bianca”mı geride
bırakıp kocaman sarı top ve arkadaşı mavi hınzır kızla buluşmayı. İyi
ki gündüzler var diyorum böyle zamanlarda. Ah bir de şu kapının
kocaman kilidi olmasa….
*beyaz kapı
83
FOTOĞRAFaltı
| ALTIkişi ALTIkadraj
yedi – on dört nisan
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
Yedi Nisan…
Sekiz Nisan…
Yine sekiz buçuk vapurunu yakalayamadım. “Ülen,” dedim içimden
“bilsem az daha geç gelirdim, gidişine tanık olmazdım hiç
değilse...”. “Oğlum nasıl bi adamsın sen böyle?” diyeceksin
biliyorum okuyunca ama napayım, kaçan vapur da olsa biliyorsun
hüzünleniyorum işte. Şu yaşımda, hala. Diğerinin kalkmasına iki
saat varmış, ben de gidip sahildeki şezlonglardan birine oturdum.
Kumlar ıslak, bastıkça batıyormuşum gibi, nasıl hoşuma gitti. Bir ay
çekirdeği kabuğu buldum. Günün tarihini yazdım, bozdum. Yandaki
şezlonglara bir aile geldi. Beş çay söylediler büfeden. Torbalarında
sigara böreği, patates kızartması, bir de karanfil kokusu. Meraklı
adamım, huyum kurusun, bir o kadar da çekingen... Mutfaktan da
anlamam. Neye konur oğlum karanfil? Böreğe, keke, pastaya,
çöreğe? Nazan’ı arayacaktım nerdeyse, baktım daha saat dokuz
olmamış, vazgeçtim. Haberi yok adaya geçeceğimden. Merak etme
varınca arayacağım. Buraya neden Geyikli demişler, neden Yükyeri
demişler derken saat on buçuk oldu. Çınlattım kulaklarını, şuradan
milyonuncu geçişinde şu isim geyiğini zirvede tutmayı başaran kaç
kişi vardır senden benden başka! “Geyikte bir numarayız, bi
taneyiz.” dedim keyifle İstanbul’a doğru, duydun mu?
“Hava çarpmaz” deme, vallahi çarptı. Salak gibi uyandım bu sabah.
Dün biraz da evle ilgilendim, galiba ondan da yoruldum. Koca bir
kışın ardından, elden geçirilecek şeyler işte... Bahçe demirleri
paslanmış. Denize bakan kısımda rutubetten sıvalar kalkmış. Sonra
bi' de kapı zili… Oğlum kızma bak! Kadın gibisin inan ki, sana dedik
di’ mi! Bizim neyimize o kadar süslü kapı zili! Yürütmüşler işte!
Yerinde yeller esiyor. Artık gelenler yellerle çalar kapıyı. Bozulma
hemen be! Yenisini aldım. Gösterişsiz ama kalıcı.
Dokuz Nisan…
Ver elini Sulu Bahçe! Sezonu açtık. Buuzzz buz!
On Nisan…
Oğlum çıldırdın mı? Yok, normal değilsin biliyorum ama… Ne işin
vardı Ocak’ta adada? “Sen söyle, senin ne işin var?” diye
geçiştirebileceğini sanıyorsan aldanırsın. Antrenmanlıyım bu defa,
84
öyle ilkinde ağzımdan laf alamazsın. Dört
konuşmam. Ya söylesene n'oldu da geldin?
kadehten
aşağı
bilmeyeydik erkekliği bilmeyeydik ne kolay olurdu işimiz, gönlümüz
de bir o kadar boş ve yavan!
On Bir Nisan…
On Üç Nisan…
Şerefine dostların biriciği! Hadi hadi hooop! Dört? Oldu galiba,
saymadım ki… Dur çağırıp bi' Şükrü Abi’ye sorayım iyisi mi… Şükrü
Abiiiii…. Haa unutmadan senin Muhi Bey de burada! Bir o Sevim’i
çekiştiriyor bir ben Nazan’ı! Güya sen demeden ben de
demeyecektim ama bak işte yine döküldüm Nazan’ın inci kolyesi
gibi. Evet evet neden Nazan! Kavga ettik, çektim geldim. Ne bileyim
neden ettik, bok püsur şeyler işte! Biz unutmaya geldik senin
sorduğun şeye bak! Geç şimdi Nazan’ı geç de Muhi’ye gel… Oğlum
aslansın be! Ellerine sağlık! Ne güzel yazmışın herifi böyle! Tam
keyif adamı, sofra arkadaşı! Yalnız Şükrü Abi kıllandı! İki de bir bu
yana bakıyor. “Kalk Muhi kalk az da evde içelim, kimsenin seni
göremeyeceği bir yerde” Ülen iyi mi biz de kaptırdık! “Anla işte
görünmemenin sorun olmayacağı bir yerde…”
On İki Nisan…
“Uğursuz gün, yola çıkma!” Ne adamsın yav! Yine o gün aklıma
geldi. Senin şu saçma sapan batıl inançların yüzünden bir gün geç
gitmiştik yaz kampına, yerler dolmuştu da açıkta kalmıştık.
Bahçedeki çadırda oramızı buramızı sakına sakına geçen yirmi gün!
Sana inat bu gün, yani ayın on üçü olan bu gün altımda bisiklet,
yola çıkıp rüzgar güllerine geldim. O gün dedim de… Ali İhsan,
Hatice, Faik, Nur Hayat, Muhi hepsinin “o gün”lerini anlatmışsın da
Ya seninki? Ne oldu da “o gün” çıktın geldin adaya? Dostum, bilirim
zordur ağzından laf almak. Meçhul adam olarak geldin, görünen o ki
öyle gideceksin. Bari bir ufacık ipucu olsun sıkıştırsaydın
yazdıklarının arasına… Ama neye seviniyorum biliyor musun? İyi ki
almışız şu baraka kılıklı yeri, belki de yaptığımız en güzel yatırım.
Sadece senin ve benim bildiğimiz bir yalnızlık devre mülkü! Umarım
sen de benim gibi rüzgar güllerinin ucuna kadar yürümüş, tepede
durup şöyle bir bakmışsındır etrafına ve sulara bırakmışsındır her
neyse canını sıkan…
Of Allah’ım! Kafam Nur Hayat Hanım Teyze’nin aşure kazanı gibi! Bu
kadar çok şey bir kazanda kaynar mı? Ah be oğlum, kadınlığı
On Dört Nisan…
85
Nazan aradı, “Erikler çiçek açmış” Parola tamam! Dönüyorum.
Fotoğraflara yazdıklarımı
senin yazdıklarının yanına bıraktım,
bakalım beğenecek misin? Ve yeni fotoğraflar çektim. Gelecek sefer
için. Bir sonraki gelişimde kimlerin hikayesi ile karşılaşacağım inan
şimdiden meraktayım. Sağın solun belli olmaz, tutar da yine karda
kışta gelmeye kalkarsın diye yeni bir elektrikli ısıtıcı aldım, salonda.
Bir de çok acil durumlar için mutfak dolabının ikinci rafına bir şişe
kırmızı şarap koyuyorum. Haydi bakalım yola çıkma vakti. Biraz
daha oyalanırsam yine kaçacak vapur.
86
FOTOĞRAFaltı
| ALTIkişi ALTIkadraj
anahtarın sahibi
İLKER CABİ
Kilitleri her zaman onu bulunduğu yere takan kişiler açmaz, özellikle
duygularına kilit vuranların anahtarları her zaman bir başka
kişidedir.. Onlar titrek elleriyle açamayacaklarını bildikleri için dil
söylemeden, gözler görmeden ellerdeki sevgi dokunuşuyla verirler
buldum dediği sevdiklerine kapılarının büyülü anahtarlarını..
almalı…
anahtar da iliştirilmeli zarfa, kilidin yerinden de
bahsedilmeli.. üzerine sevgi tozları dökülmeli, sonra gerçek sahibine
gönderilmeli.. tüm bunlar bu gece bitmeli, direnen olursa bir şişe
daha yakut açmalı, Sabbah’ın fedaileri gibi cesaretlendirilmeli saklı
kalan duygular..
Kapıların demirleri denizin neminden paslanır, kilitler asla bozulmaz,
ne de olsa varoluş nedenleri budur.. arada bir adımlık mesafeyi
ayıran kapılar, bastırılmış duygular ve gerçek yaşamı da ayırıverir
tek bir bedende.. iş anahtara sahip olanın önce elinde tuttuğu şeyi
fark etmesinden geçer.. yazık ki sen şuan bunu bilmiyorsun..
Geçen süreyi ölçemiyorum bile.. e-posta’nın gönder komutuyla,
dijital dünyanın kablolarında kim bilir ne kadar hızlı hareket ediyor
benim o kadar süre sakladıklarım şu an.. durdurmaya gönderenin
bile gücü yetmiyor, suyun şebeke borularında hızla akışı gibi
süzülüyor, senin önündeki ekrana düşüveriyor.. tam da Tom Hanks
ve Meg Ryan’ın “Mesajınız var” filmindeki gibi bir kutucuk açılıyor,
daha hızlı ulaşması için sıkıştırılmış duygular havai fişekler gibi
patlayarak açılıyor.. bu sana ne hissettiriyor.. cevabı öğrenmek için
ikimiz de bekleyeceğiz..
*
Eve uğramayalı 1 hafta geçti, yiyecek içecek bir şeyler almalı bir
sokak arkadaki marketten.. hatta bir şişe yakut’un üzerine bir şeyler
karalamalı bu gece, kalem son bir haftayı anlatmalı kağıda..
dudaklardan yudumlanan kırmızı, geçici bir boşluk yaratmalı bilincin
iki yarısı arasında.. kapıların ardındaki valizlerin içinden, aceleyle
tıkıştırılmış duygular çıkarılmalı, eski görkemleri ile hediye paketi
yapılmalı belki de.. her şey anlatılmalı duru bir dille, kalem
gidebildiği kadar devam etmeli, kağıt bu dokunuşlardan zevk
Kadehimden son bir yudum daha alıyor, bir haftadır bana ait
olmayan yataklardaki uykusuzluğumu gidermek için odanın yolunu
tutuyorum.. yarın işe gitmek de var bu ne talihsizlik.. gözlerim
kapanmadan o rüya ile son kez yüzleşiyorum, korkularımın evi artık
darmadağın.. bunu sen yaptın.. henüz senin hayatında bir adım
dahi ilerlemesem de, ev yıkık, kilidin anahtarı artık bende değil...
87
hiçbir şey söylenmemiş olandan daha çok acı vermez, hatalar yapan
içindir, kararlar doğru ve yanlış bile olsa veren kişiye aittir, her
kararımda bir ben, bir sen inşa edeceğim, Özdemir Asaf’ın dediği
gibi “kendimi sileceksem bilirim sende varım”…
Çok huzurlu bir uykunun ardından, arabanın direksiyonunda işin
yolundayım yine, bir hafta önce olduğu gibi..
....havaalanı, uçaklar, karla kaplı bir köy, korkularımın evi, tontiş,
anane ve diğerleri.. tek bir gerçek kaldı elimde, o da anahtar şu an
gerçek sahibinin elinde..
88
FOTOĞRAFaltı
soba
| ALTIkişi ALTIkadraj
KADRİYE SOYSAL
“Bu soba da ne ağırmış, sanki içi kömür dolu. Baba gücüm kalmadı,
biraz dinlensek?”, “Az kaldı oğlum, merdivenin ortasında dinlenilir
mi? Of, bu merdivenler de ne yüksekmiş, şu sobayı yukarda bir
yere koysak, her bahar sobayı sökmek sonra aşağıya indirmek,
sonbaharda da yeniden yukarı çıkarmak, sobayı kurmaktan
kurtulsak…”. Merdivenler bu kadar dik ve dar mıydı? Yoksa ben mi
büyüdüm ya da soba mı genişledi? Duvara dikkat edin, çizmeyin
haa..şu döküntü eve bile hala annem kıyamıyor. Salondaki köşesine
koyuyoruz, soba artık bi' fazlalık olmadığını hissettiği için mutludur
eminim, salonun en güzel köşesine geldi kuruldu. Sıra geldi boruları
takmaya, her sonbaharda yapmamıza rağmen her sene sanki
unutuyoruz. Ev daha çok ısınabilsin diye babam sobayı bu sefer,
salonda bacaya en uzak noktaya koydurmuştu. Köşe borularını, düz
boruları birleştirip sonunda bacaya ulaştırabildik. Ve annem finali
yapıyor; küçük çamaşır askılığını da asıyor.
Biz de bu soba boruları gibiyiz, annem babam ve ben, onlardan ayrı
durunca eksik, anlamsız, işlevsiz hissediyorum kendimi, babam
aşağıdan kömür getiriyor, sobayı yakıyoruz. Annem radyoyu açıyor,
sedirlere uzanmışız hepimiz. Ne de güzel radyo dinliyoruz. Gözlerimi
kapattığımda, ders kitaplarında gördüğüm deniz resmi geliyor.
Bazen buradaki gölete gidiyoruz, dağların arasında, uçsuz bucaksız
kocaman gölümüz var. Denizi düşünüyorum, kaç göl
büyüklüğündedir acaba? Bizim gölü düşünüyorum, çevresindeki
dağları silip hayal etmeye çalışıyorum, siliyorum siliyorum, “ ”…
gerçekten de böyle mi görünüyor acaba deniz? Annem, babam ve
ben deniz gören bir evde oturuyoruz. Merdivensiz, kar kış olmayan
bir yerde… Annem sesleniyor.
Yeniden hayallerime dalmaya çalışıyorum, ama nafile. Deniz
kenarında demirden bir ağ örülmüş sanki, geçemiyorum diğer
tarafa… Zaten ben böyle de mutluyum. Ne gerek var o hayallere?
Yıllar geçiyor, benim deniz manzaralı evimde babamla beraber
oturuyoruz, artık iki kişiyiz. Birbirimizi mutlu görünce mutlu
oluyoruz. Babamın nadide radyosunu açıyoruz, bazen muhabbet
ediyoruz, bazen gözlerimizi kapatıp hayallere dalıyoruz, ben sobalı
evimizi düşünüyorum. Annemi, merdivenleri, dışı kireç kaplı beyaz,
iki katlı evimizi...
89
FOTOĞRAFaltı
| ALTIkişi ALTIkadraj
bazen ipek şal,
bazen demirden kelepçe
MELİS MİNE ŞENER
Hop, Levo, kardeşim? Bir kahve içelim mi şurada az şekerli?
Levo?
- Kahve? Olur, içelim Keros. Biliyor musun? Aslı aradı az
evvel…
- Hadi ya, orada gecenin bi yarısı, n’olmuş ki? Ters bi’ şey yok
ya?
- Sıkılmış artık, dönmek istiyormuş. Sesi çok tatsızdı. Konuştuk
biraz, sakinleşti gibi.
- Uzun oldu bu sefer ya, özledim vallahi ben de. Kahve içelim
biz. Biri sade, biri az şekerli lütfen.
- Ne ara geldi oğlum bu garson, hiç fark etmedim.
- Kaç dakikadır zebella gibi tepemizde dikiliyor ama sen Aslı’yı
anlatırken dünyayı fark etmediğinden…
- Sen de bana takılmasan olmaz. Kızın canı sıkkın diyorum.
- Tamam da hocam, uçup Amerika’ya konamayız ya; biz de
özledik, o da bizi özlemiş, normal şeyler bunlar bak bi’kaç
gün kaldı dönecek işte. Koyuverme kendini hemen.
Utanmasan ağlayacaksın…
Gülümsedi Levent, Kerem’le aralarındaki demirbaşlardan biriydi
bu. Ağlamak. Sulu göz Kerem. Hiç ağlamayan Aslı. Kontrollü
adam Levent.
-
Bir süre kendi içine çekildi herkes. Dostluğun getirdiği en güzel
şeylerden biri de budur belki. Onun yanında yalnız kalma lüksün
vardır. Kendi başına... İşte bu lüksün tadını çıkarıyordu ikisi de
birbirlerinde. Bazen ipekli bir şal gibi yumuşacık sarar, bazen
demirden bir kelepçe gibi sımsıkı kavrar çünkü insanı dostluk.
Bir kere güneşli, güzel bahçelerinizin kapısını açmışsınızdır.
Kapıdaki kilidi açmak için çok uğraşılmıştır, türlü anahtar
denenmiştir, ama her birinin ya kenarı – ya köşesi, bir yeri fazla
ya da bir yeri eksik gelmiştir. En zor zamanınızda olduğunuzu
anlamamıştır örneğin biri. Öbürü siz aşıkken deli divane, yeni
elbiselerden bahsetmeye kalkmıştır. Öbürü üç kuruşluk keyfinize
limon sıkmıştır misal. Velhasıl, bir türlü anahtarı uydurup o
bahçelere girememiştir pek çoğu. Öyle olunca o bahçelerin
güllerini dermek size kalmıştır. Ama dostlar girerler o bahçelere
usulca, bazen kanırtarak parçalarlar o asma kilidi. Bazen
usulcacık bir dokunuşları ile açıverirler. Sonra da sizin
bahçelerinizde sessizce seyre dalarlar yetiştirdiğiniz onca çiçeği.
Ve bazen sizin sulamayı unuttuğunuz çiçeklere onlar su verirler
bahçenizde…
- Bana bak Levo, sen iyice gemi azıya aldın oğlum. Ne o öyle,
batık mı çıkaracaksın?
90
-
-
Ya Aslı’ya kafam takıldı be Keros.
Hocam, ille dert edeceksen bir şeyleri şu Fener’in halini dert
edin sen. Bak Aslı cumartesiye burada. Bir hafta kaldı yahu.
Allah dermansız dert vermesin. Sen gelince ne yapalım
Aslı’ya, ne sürpriz hazırlayalım diye düşüneceğine, bununla
mı vakit geçireceksin? Yaşlanıyor musun, duygusallık mı
artıyor nedir? Bir de bana sulu göz dersin ya, utanmasan sen
de ağlayacaksın şurada.
Doğru diyorsun, gelince nasıl bir hoş geldin kutlaması
yapacağız Aslı’ya?
Ha şöyle, mevzuya gel oğlum. Neymiş o özledim, bık, bık…
İcraat hani demezler mi adama?
Ne yapsak acaba? Bir şey de oğlum, laf sokacağına, bir hafta
kalmış şurada…
Nasıl bir umut duygusudur o sevdiğini görmenin hayali, öyle ki tüm
dertleri unutturan. İşte sevgili de girmiştir o güneşli bahçeye, hem
de öyle bir giriş girmiştir ki, kendi gitse bile elleri kalır çiçeklerin
dibini çapalarken, gölgesi kalır kuytu köşelerde, ne kadar süpürseniz
de ille karşınıza çıkan saçının telleri kalır orta yerlerde.
- Tamam, Levo’cum, dur bir düşünelim. Şimdi, bu kız en çok
neyi özlemiştir?
- Hikmet Amca’yı, bizi, Boğaz’ı… Güneşin doğuşunu, Pazar
kahvaltılarını…
- E tamam işte cumartesi önce Boğaz’a gideriz rakı - balığa,
Hikmet Amca’yı da alırız. Akşam hep beraber bizde kalırız.
-
-
-
Pazar sabahı da güzel bir kahvaltı… Sonra sen al sevgilini
götür, nereye istiyorsa. Onca yoldan gelecek sersem
etmeyelim kızı, az olsun öz olsun, güzel olsun.
Doğru diyorsun Keros, zaten kaç saat uçakta yorulacak.
Hafif bir şeyler yapalım. Hem Hikmet Amca’dan ayırmak
olmaz gelir gelmez. Süpersin oğlum sen ya. Nereye gitsek
peki?
E, onu da sen bul artık. Hadi şimdi gel bir bowling yapalım.
Ne zamandır oynamıyoruz, Aslı gelene kadar bir pasımızı
silelim. Hem de benimle onsuz yaptığın bir şey olsun onu
konuşmak dışında…
Haydaa, Keros ya sen de laf etmeden duramaz oldun
kardeşim, nedir? Sonradan sonraya kıskanır oldun bizi sen…
E, ne yapayım kardeş, baktım ağlamayan çocuğa meme yok,
ikinizi de ayrı ayrı taciz etmezsem beni hepten
unutacaksınız, çamura yatıyorum artık ben de.
Öyle bir bahçedir ki orası, artık içeri girenlerin hangisi besler
büyütür, hangisi kurutur bilirsiniz. Her sözün söylendiği gibi,
söylendiği kadar olmadığını da…
— Tamam, Keros’um, tamam. Gel hadi bowlinge gidelim sonra
da Aslı’sız bir rakı – balık yapalım. Havanı atarsın böylece.
— Aslansın be Levo. Budur işte arkadaş dediğin. Aslı’ya bir de
şöyle güzel bir hediye mi alsak dersin? Ya da hep birlikte
olduğumuz fotoğraflarla filan bir şeyler hazırlasak, sever öyle
cici bici şeyleri…
91
— Hiç de kıyamaz Aslı’sına, benim de aklımdan geçti, ama
kızacaksın, hep Aslı’yı düşünüyorsun diye, diyememiştim.
Bak şimdi, onun beğendiği bir fotoğraf albümü vardı bir
arkadaşında. Mine, hatırlarsın, hani şu okuldaki sarışın. Her
fotoğrafın altına bir şeyler yazmışlar, süslemişler falan.
— Yok, hocam, çok klişe o iş.
— Yok yok, zaten öyle değil. Bak şimdi ben sana anlatıcam,
önce gidelim bir ezeyim seni, gör bakalım bowling nasıl
oynanır, o arada projeyi anlatıcam detaylı…
— Vay vayyy, meydan okuyorsun demek? Hadi, gidelim
bakalım. Kim oynuyormuş bowling? Kim kime öğretiyormuş?
— Hadi bakalım…
— Kaybeden rakı – balığı ısmarlar ama…
— E, ben işin ucunda rakı – balık olunca seni yenmez miyim?
…
Böyle bitmez bu hikâye, ama zaten bu hikâyeler bitmez ki!
Bowling mi? Sonuç ne mi oldu? Rakı – balığı kim ısmarladı
dersiniz? Bir düşünün, tadınız yokken hiç, yanınızda bir dostunuz
olunca, kimin kazanıp kimin kaybettiği önemli oldu mu ki hiç?
92
FOTOĞRAFaltı
| ALTIkişi ALTIkadraj
ben ile hayatım… ve yalan dolan
ŞENER SOYSAL
Her şey zamanı gelince biter değil mi? Güneş doğduğu gibi batar,
bitkiler her bahar tomurcuklanır, insan her bahar aşık olur. Yine aynı
insanoğlunun, yazgısı hangi tarihi gösterirse o zaman yaşamı sona
erer. Yazdıklarım da öyle. Ayrılıkların da bir sonu olduğu gibi
hikayelerin de bir sonu vardır ve bu son bir ayrılığın başlangıcıdır.
Bir anda çok genel şeyler yazmaya başladım nedense. Belki de
üzerimdeki koruyucu tenteyi delercesine kuvvetli güneş ışınları
beynimi sulandırmıştır. Çok düşük bir ihtimal gerçi ama
düşünüyorum işte. Her şeyi düşünüyor insan, o kadar çok şeyi
kafasında kurgulayabiliyor ki… Daha sonra neye inanacağını,
hangisinin doğru olduğunu unutacak kadar çok şey kurabiliyor.
(Hatta böyle bir de hastalık var ama kendi ruhumla o kadar içli
dışlıyım ki başkalarının ruhunun sağlığı hakkında bilgi edinmek
önemsiz geldiğinden adını aklımda tutmuyorum.) İşte ben de size
hayatımdan bir şeyler anlattım. Düşüncelerimi, doğumumu, aşkı,
şehrimi ve hatta ölümümü! Ne kadarını kurgu, ne kadarı gerçek? Ne
kadarı saf, ne kadarı kurnaz? Bu bir oyun! İçinde benden bir şeyler
olduğu kesin olan ama neyin ne kadar gerçek olduğunun kesinliğini
vermediğim bir oyun. Hayat gibi... Haliyle oyun benim olunca
kuralları da ben koyuyorum, basamakları da ben belirliyorum.
Oyunumuz üç basamaklı.
İlk basamakta sıralamayı belirlemek gerekiyor, ters yüz etmelisiniz.
(Ayaklarımdan yukarı assam kendimi her şey düzelir benim
gözümde. Ama bu sefer de herkes deliymişim gibi bakar bana,
çünkü herkese göre bir tek ben ters olurum şu cihanda. Ben de ters
anlatıyorum ki düz olarak görülebileyim.) İkinci basamakta “ben
kimim” sorusunu cevaplamalısınız. (Ben… Tüm hikayelerde “ben”
varım ama benim adım ne? Can değil, bundan eminim de… O
zaman ne? İnsanlar adlarıyla yaşadığına göre beni “ben” yapan isim
ne? Benan da olamaz, malumunuz bayan değilim. Acaba B.E.N. diye
bir kısaltma olabilir mi? Hmm… E onu da siz bulacaksınız.) Üçüncü
basamakta –ki en zor basamaktır- yalanlarımı gerçeklerden,
fasulyeyi kılçıklarından ayıracaksınız. Oldukça zor biliyorum ama
oyunu değiştirmem için artık çok geç. Üstelik son basamak için bir
parantez bile açamıyorum, benim de söyleyecek hiçbir sözüm yok
çünkü. Bilir misiniz, Nasreddin Hoca’nın mezarının üç yanı açıktır, bir
yanında ise kocaman demir parmaklıklardan bir kapı ve kocaman bir
asma kilit vardır. Bunun anlamı nedir, hiç kimse tam bilemez.
Hoca’nın bir oyunudur bu. Şu an benim de karşımda böyle bir kapı
var, güya beni denizden ayırıyor. Birazdan yanından geçip
gideceğim ve denizin tuzlu sularına bırakacağım kendimi. Her ne
kadar ben Hoca’nın modern zaman hali olmasam da benim
oyunumun da bir hikmeti olduğuna inanın siz.
93
Beni “ben” olarak bilen ve çözmeye çalışan ey okur! Sana bir ipucu:
Hayat göle maya çalmaya benziyor. Ya tutarsa, diye çabalıyor
insanoğlu. Tutturulmaya çalışılan şey ise ölümsüzlük. Bir şekilde
ölümsüz kalmak. Bazen gerçeklerle, bazen yalan dolanla!
Gülümseyerek denize doğru koşuyorum, kilitli kapıyı geçiyorum,
tuzlu suya atlıyorum. İçimdeki tuzlu suların denizle birleştiğini
görmek umuduyla uzaklara bakıyorum.
94
DİZİN | ALTIkişi ALTIkadraj
FOTOĞRAFbir
(ŞENER SOYSAL)
AYŞE COŞKUN esat’ın
ailesi
o gün, sekiz ocak
İLKER CABİ bir kuş havalandı
KADRİYE SOYSAL pişti
MELİS MİNE ŞENER saat kaç
ŞENER SOYSAL ben ile yorgunluğum… ve ölüm
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
FOTOĞRAFiki
(KADRİYE SOYSAL)
FOTOĞRAFdört
(KADRİYE SOYSAL)
nurten’in dantelleri
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, yirmi üç ocak
İLKER CABİ korkularımın evi
KADRİYE SOYSAL ritim
MELİS MİNE ŞENER yıkık bir çocuk bahçesi gibiydi…
ŞENER SOYSAL ben ile haydar… ve sizi bizi mi var?
AYŞE COŞKUN
FOTOĞRAFbeş
(ŞENER SOYSAL)
postalımın yaşlı izi
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU o gün, on dört ocak
İLKER CABİ kaçış
KADRİYE SOYSAL saklambaç
MELİS MİNE ŞENER kara basma iz olur, güzellerde naz olur
ŞENER SOYSAL ben ile hislerim… ve yegane eserim olan…
sema’nın üç kadını
o gün, yirmi sekiz ocak
İLKER CABİ senden izler
KADRİYE SOYSAL radyo karınca
MELİS MİNE ŞENER seksen nokta yirmi yedi
ŞENER SOYSAL bir ana-baba ile karı-koca… ve ben
FOTOĞRAFüç
FOTOĞRAFaltı
AYŞE COŞKUN
(GÜLSU ŞİMŞEK)
güneş çocuk onur
o gün, on sekiz ocak
İLKER CABİ kendimle
KADRİYE SOYSAL gülümsedik
MELİS MİNE ŞENER …aslı suretinde gizlidir
ŞENER SOYSAL çıra ile pervane… ve şehr-i daim
AYŞE COŞKUN
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
AYŞE COŞKUN
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU
(CEYDA ZEYNEP KOYUNCU)
la porta bianca
CEYDA ZEYNEP KOYUNCU yedi-on dört nisan
İLKER CABİ anahtarın sahibi
KADRİYE SOYSAL soba
MELİS MİNE ŞENER bazen ipek şal, bazen demirden…
ŞENER SOYSAL ben ile hayatım… ve yalan dolan
AYŞE COŞKUN
95

Benzer belgeler