Bir Egeli`nin Portresi Ali Rıza Karacan - Ege-book

Transkript

Bir Egeli`nin Portresi Ali Rıza Karacan - Ege-book
Yirminci sayımıza ulaşmanın mutluluğunu
yaşıyoruz. Kolay olmadı. Okuyan ve değer
verenler ile Rektörümüzün koşulsuz desteği
sayesinde buralara kadar gelebildik.
Bu sayımızda sinema dosyasının büyük
bir ağırlığı oldu. Çünkü Türk Sineması 100.
yılını kutluyor. Türkiye’de ilk film nerede ve
ne zaman gösterildi? Peki, ilk Türk filmi ne
zaman, nerede ve kim tarafından çekildi?
Bu konularda çelişkili görüşlerin bulunması
önemli ölçüde kullanılan kriter ve/veya eldeki
belgelerin sağlamlığı ile ilgili şüphelerden
kaynaklanabilir. Biz bu konudaki tartışmaları
sinema tarihçilerine bırakıp, Kültür Bakanlığının
içinde bulunduğumuz yılı “Türk Sinemasının 100.
Yılı” ilan etmesini esas aldık. Biz de Doç. Dr. Lale
Kabadayı öncülüğünde İletişim Fakültemizin
Sinema Ana Bilim Dalında lisansüstü öğrenim
gören genç akademisyen arkadaşlarımızın
çalışmalarına yer verdik bu dosyada.
Genç arkadaşlarımızın Türk Sinemasının
önemli film ve yönetmenleri hakkında yaptıkları
değerlendirmeler, yüz yıllık ilginç ve zengin
tarihini daha iyi anlamamıza yardımcı olacak
nitelikte.
Yine Üniversitemiz mezunlarından film
yönetmeni Bahadır Abşin ile yaptığımız röportaj
ve arkadaşımız Ali İhsan Mimtaş’ın Kampüs
Sinemasını amatör bir tutkuyla sürdürme
mücadelesi veren Tayfun Kepsutlu’yu konu eden
foto röportajı da bu dosyaya başka açılardan
katkı yapıyor.
Eski Rektör Yardımcılarımızdan Prof. Dr. Ali
Rıza Karacan’la yaptığımız röportaj, kendi kişisel
hikâyesinden ziyade, üniversitemizin tarihi
açısından önemli anekdotlarla dolu.
Üniversitemizin farklı fakülte ve birimlerinden
çeşitli haberlerle bu sayımızı tamamlamaya
çalıştık.
İlgi ve desteğinizin sürmesi umuduyla.
4
4
Ege Üniversitesi Adına
İmtiyaz Sahibi
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz
Yayın Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Atilla Silkü
Sorumlu Müdür
Prof. Dr. M. Bülent Özkan
Genel Yayın Yönetmenleri
Yrd. Doç. Dr. Engin Önen
Yrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı
Yayın Kurulu Üyeleri
Prof. Dr. Şevket Toker, Doç. Dr. Hülya Öz,
Özlem Arınık Topuz, Ali İhsan Mimtaş,
Gamze Karademir Erol
Muhabir ve Fotoğrafçılar
Gamze Karademir Erol
Ali İhsan Mimtaş
Konuk Yazarlar
Lale Kabadayı, Hüseyin Gençalp,
Alper Erçetingöz, Gökhan Demirel,
Orçun Uzunoğlu, Semih Salman, Ümit Mutlu,
Mikail Boz, Yiğit Mercan, Neslim Cansu
Çavuşoğlu, Nino Edishesarhvili,
Kadriye Töre Özel, Ulaş Işıklar,
Mehmet Kahyaoğlu ve Hatice Şahin
Redaksiyon
Prof. Dr. Şevket Toker
Arş. Gör. Ebru Kabakçı,
Arş. Gör. Dr. Göksu Çiçekli Koç
Tasarım
Gamze Karademir Erol
Reklam Sorumlusu
EÜ Rektörlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
Reklam Rezervasyon
Ege Üniversitesi Rektörlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne
(0 232) 342 59 72 numaralı
telefon numarasından veya
[email protected]
e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.
Yönetim Yeri
Ege Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir
Tel: (0 232) 388 01 10
http://www.egeden.ege.edu.tr
Basım Yeri
Umur Basım San. ve Tic. A.Ş.
Esenkent Mah. Dudullu Org. San. Böl.
2. Cad. No:5 Ümraniye / İstanbul
Tel: 0216 645 62 00
Basım Tarihi: 15 Ekim 2014
Yayın Türü
Yerel, Süreli, Üç Aylık
Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü
tarafından yayınlanır.
10
10
30
58
24
52
72
Bir Egeli’nin Portresi
Ali Rıza Karacan
Söyleşi: Gamze Karademir Erol
Gündem Ege
Türk Sineması
Türk Sineması 100 Yaşında
Makale: Lale Kabadayı
24
Muhsin Ertuğrul
Makale: Hüseyin Gençalp
26
Karanlıkta Uyananlar
Makale: Alper Erçetingöz
28
Metin Erksan’ın Sinema Kavgası
Makale: Gökhan Demirel
30
Yılmaz Güney ve Duvar Üzerine
Makale: Orçun Uzunoğlu
34
Umut, Fakirin Ekmeği
Makale: Semih Salman
36
Düttürü Dünya
Makale: Ümit Mutlu
43
Klişelere Karşı: Cahil Periler
Makale: Nino Edishesarhvili
45
Duvara Karşı
Makale: Kadriye Töre Özel
48
Kış Uykusu
Makale: Ulaş Işıklar
52
Kampüste Söyleşi
Bahadır Abşin
Söyleşi: Gamze Karademir Erol
58
Foto-Röportaj
Vazife
Söyleşi-Fotoğraf: Ali İhsan Mimtaş
66
Sanat
Yemek Masasındaki Sanat Tarihi
Makale: Mehmet Kahyaoğlu
69
Makale
EÜ Engelli Haklarından
Yararlandırmada Fark Yaratıyor
Makale: Doç.Dr. Hatice Şahin
72
Topluluklardan
Egeli Bisikletçiler
Haber: EgeAjans
38
Atıf Yılmaz Batıbeki
Makale: Mikail Boz
40
Asiye Nasıl Kurtulur
Makale: Yiğit Mercan
74
Üniversiteden Kısa Kısa
EgeAjans
42
1980 Sonrası Türk Sinemasında
Kadın Ses(Sizlik)leri
Makale: Neslim Cansu Çavuşoğlu
80
Ayın Fotoğrafı
Ali İhsan Mimtaş
BİR EGELİ’NİN PORTRESİ
e Gamze KARADEMİR EROL
Ege’de yeni başlangıçlarla
geçen kırk yıl
Kırk yıl... Dile kolay... 1977’de Ege
Ünivesitesinde genç bir doçent
olarak göreve başlayan Ali Rıza
Karacan, 40 yılı aşkın bir süre
üniversiteye hizmet vermiş. Pek
çok kuruluşa, yeni oluşuma
tanıklık eden ve bu oluşumlarda
aktif görevlerde bulunan Karacan
4
ile dergimiz için söyleşi yapmak
amacıyla tanışma şansına eriştim.
Onca bilgi, deneyim ve makama
rağmen oldukça mütevazı bir
kişiliğe sahip. Bu söyleşi ise
kendisinin üniversite hakkında
anlatabileceklerinin yanında
devede kulak kalır.
Hocam, 40 yılı aşkın görev
sürenizde Ege Ünivesitesinde 30
yıla yakın süre boyunca senatörlük
yaptınız, farklı rektörlerle çalıştınız. Derin bir bilgi birikiminiz ve
pek çok anınız olduğu muhakkak.
Ege Üniversitesi maceranız nasıl
başladı?
Benim Ege Üniversitesi günlerim
1977’de başladı. Atatürk Üniversitesinden mezun oldum. Orada 1977
yılına kadar çalıştım. O zaman Ege
Üniversitesi Uluslararası Ekonomi
Enstitüsü vardı. İşletme Ekonomisi
dalında doçent olarak oraya atandım. Biz üç hoca olarak geldik. O
enstitüye bir ivme kazandırdık. Ben
kısa bir süre sonra enstitünün müdürü oldum. Böylece daha doçentken
senatör oldum. 26-27 sene boyunca
senatörlük yaptım.
1982’de Ege Üniversitesinden
yeni bir üniversite daha kuruldu:
Dokuz Eylül Üniversitesi. O günleri
biraz anlatır mısınız?
2547 sayılı Üniversiteler Kanunu
çıkınca, Ege Üniversitesinden yeni
bir üniversite doğdu: Dokuz Eylül
Üniversitesi. Sene 1982. Ege Üniversitesinin yarısı bir tarafta kalsın ve
bu yeni üniversitenin kuruluşuyla
birlikte birçok şey harman oldu.
Şu fakülte bu tarafa, o fakülte bu
tarafa; şu birim bu tarafa, o birim
bu tarafa paylaşımı olurken Ege
Üniversitesinde de bazı birimler,
enstitüler kapatıldı. Benim çalıştığım,
müdürlüğünü yapmış olduğum Ege
Üniversitesi Uluslararası Ekonomik
İlişkiler Enstitüsü de kapatılan yerlerden biriydi. Onun yanı sıra, Nükleer
Araştırma Enstitüsü ve Elektronik
Hesap Bilimleri Enstitüsü de kapatıl-
dı. O zaman efsanevi rektör Prof. Dr.
Sermet Akgün görevdeydi. Çok da
iyi bir cerrahtı. Her zaman minnetle
anılan biri oldu. Beni davet etti, dedi
ki: “Enstitüler kapatıldı, biz rektörlük
olarak orada çalışan arkadaşlarımızın
istek ve iradelerine uymak istiyoruz.
İsterseniz herkes kadrosuna uygun
olarak dağılabilir ya da herkes blok
olarak bir yere gidebilir”. Ben de
bu durumu diğer arkadaşlarımla
paylaşıp onların da fikirlerini almak
için izin istedim. Arkadaşlar dediler
ki: “Hocam siz neredeyseniz, biz de
oraya gelmek istiyoruz”. Gittim Rektör Beye, durumu ilettim, o da ben
tarım ekonomisi kökenli olduğum
için “O zaman sizi Ziraat Fakültesinde
Tarım Ekonomisi Bölümüne verelim”
diye teklif etti. Hani çeyizli, evlenecek kızlar vardır ya işte öyle; hem
dolu hem boş kadrolarımız, bankada
paramız, kütüphanemiz vardı. Tüm
bu olanaklarla hep birlikte Tarım
Ekonomisi bölümüne geçtik.
Tarım Ekonomisi Bölümünde
de kısa sürede yükselmişsiniz. Ama
görevleriniz bu kadarla kalmamış,
Sosyal Bilimler Enstitüsünün de
kurucu müdürü olmuşsunuz.
Evet Tarım Ekonomisi Bölümünde o zamanki bölüm başkanımızla
üniversitemizin kurucu beş profesöründen birisi Ali Aras Hoca, beni
hemen Bölüm Başkan Yardımcısı
yaptılar. Bölüme geçtiğimiz vakit
bana yeni bir görev daha verildi:
Bugünkü Tarımsal Uygulama ve
Araştırma Merkezinin kuruluşu. Orayı
da kurduk, C blok 3. kata yerleştirdik,
faaliyete geçirdik. Bütün yönetmeliğini, yönergesini hazırladık. Arkadaşlarımızla oraya ısınmaya çalışırken,
Sayın Rektörümüz bana bir görev
daha teklif ettiler. O zaman bugünkü
Sosyal Bilimler, Fen Bilimleri ve Sağlık
GÜZ 2014
5
Yeşil Köşk’ün açılış töreninde dönemin Rektörü Prof.
Dr. Refet Saygılı, Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Gönül
Öney ve Prof. Dr. Ali Rıza Karacan bir arada.
6
Bilimleri Enstitüleri yeni
kuruluyordu. Daha önce
lisans üstü eğitim, fakülteler bünyesinde oluyordu.
Amerikan sistemi benzeri
enstitüler ülkemizde ve
üniversitemizde de kurulmaya başlayınca Sermet
Hoca bana Sosyal Bilimler
Enstitüsünü kurma görevini verdi. Sağlık Bilimleri
Enstitüsünü kuran arkadaşımız daha sonra Tıp
Fakültesi Dekanı oldu. Fen
Fakültesinden bir arkadaşımız da Fen Bilimleri
Enstitüsü Müdürü tayin
edildi. Böylece benim
için ikinci kez enstitü
günleri başlamış oldu.
Sosyal Bilimler Enstitüsünü kurduk,
kadrolaştırdık.
Ardından yanılmıyorsam
Amerika’ya gittiniz, değil mi?
Evet Enstitü Müdürü iken Fulbright bursu ile Amerika’ya gittim.
Sanıyorum Ege Üniversitesinin ikinci
Fullbrighter’ı bendim. Çok güzel bir
araştırma projesi ile gitmiştim, orada
9 ay kaldım. Daha sonra üniversitemize rektör olan Prof. Dr. Refet
Saygılı, o tarihlerde Rektör Sermet
Hoca’nın yardımcısı idi. Ben Enstitü
Müdürlüğünden istifa edip gittim
ancak sağ olsun Refet Hoca istifamı
kabul etmemişler. Dokuz ay boyunca
Enstitü Müdürlüğüne vekalet ederek
benim dönüşümü beklemişler. Bu
benim için çok güzel bir jestti. İnsanı
gerçekten onurlandıran bir durum.
Ancak Amerika’dan dönünce ben
müdürlükten affımı istedim, zira bu
işi gayet güzel yürütebilecek çok
sayıda arkadaşımız olduğunu düşünüyordum. Zaten ben iki dönem
Enstitü Müdürlüğü yapmıştım. Oradan ayrıldım fakat kısa bir süre sonra
başka bir görev daha geldi.
Bu kez de Çeşme Meslek Yüksekokulunu kurma görevini üstlendiniz sanırım.
O zaman Çeşme Meslek Yüksekokulunun açılışına karar verilmiş,
senato kararı çıkmış. Çeşme Meslek
Yüksekokulu Turizm (otel ve restoran işletmeciliği) ve Gemicilik (yat
ve liman işletmeciliği) olmak üzere
iki bölümle eğitim hayatına başladı. Ama Çeşme’de değil, burada
Kampüs’te.
Orada bir yer olmadan Çeşme
adıyla okulun açılması...
Çeşme Belediyesi üniversitemizi
davet etmiş, orada bir okul açılmasını talep etmiş. Senato kararıyla okul
hemen açıldı, hemen öğrenci de
alındı ancak Çeşme’de yer yurt olmadığı için Kampüs’te acilen bir yer
ayarlandı ve eğitim burada başlandı.
Adını da yazdık tabelaya: Çeşme
Meslek Yüksekokulu. Sonrasında
dönemimin Çeşme Belediye Başkanı
Nuri Ertan’a gittik. Başkanlık odasında büyük bir harita vardı. Harita
üzerinden bize üniversite kampüs
alanı olarak ayrılmış olan yeri gösterdi. Devlet Planlama Teşkilatından
kampüs kurmak için yatırım alacağımız için tahsis belgelerini istedik.
Nuri Bey dedi ki: “Biz size o araziyi
veriyoruz, ancak arazi bizim değil.
Orası bir vakıf arazisi imiş. Biz böyle
bir girişimde bulunduk” dedi. Eski bir
vakıf, sadrazam falan paşa ahvadından Ayşe Hatun diye bir vakıf. Ama
ne vakfı ne vakfiyesi var. Hak iddia
eden birkaç kişi var, ama ellerinde bir
belge yok. Uzatmayayım benim en
az bir senemi aldı. Ankaraya git gel,
git gel, git gel. Uzun uğraşlar sonucunda 300 dönümlük arazinin tapusu tahsisini aldım, çantaya koydum
getirdim, Sermet Bey’in masasına
açtım. “Efendim” dedim, “Çok şükür
bizim artık Çeşme’de 300 dönüm
arazimiz var”. Ondan sonra yatırım
bütçeleri, binalar vs… İki dönem de
orada müdürlük yaptık.
Bunca müdürlüğün, kuruluşun
ardından rektör yardımcılığına da
seçildiniz.
Evet, Sermet Hoca’nın süresi
dolunca yardımcısı Refet Hoca rektör
seçildi 1992 yılında. Ben de o zaman
Amerika’dayım. Gönül Öney ilk rektör yardımcısı olarak atanmış. Herkes
Refet Hoca’ya “İkinci yardımcınızı
atamayacak mısınız” diye soruyor. Bir
müddet sonra geri döndüm ve senato toplantısına katıldım. Refet Hoca
o toplantıda ikinci yardımcısı olarak
beni açıkladı. Böylece döner dönmez
rektör yardımcılığı görevime başlamış oldum. Kadrom bölümde, derslerim var. Yoğun tempo nedeniyle
Çeşme’yi daha sonra Edebiyat Fakültesi Dekanı olan Altan Çilingiroğlu’na
emanet ettik. Altan Hoca ile halef
selef olduk. Ben güya rektörlükte
daha rahat çalışabileceğim. Derken
bir gün Ege Üniversitesine Bakanlar Kurulu kararıyla İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi kuruluşu eklenmiş.
Birkaç gün sonra Refet Hoca, “Bir
fakülteniz daha oldu” diyerek oranın
kurulması görevini de bana verdi.
Yepyeni bir yer daha kuracaksınız.
Tabii Çeşme’den de deneyimimiz var.
O zaman Su Ürünleri Fakültesinin
eski bir binası vardı ama lime lime.
Çok eski ve riskler taşıyan bir bina
olduğu için orayı yıkıp hemen yeni
bir yerleşim alanı bulduk. Elimizdeki
kadroları iyi değerlendirelim, iyi
seçim yapalım diyerek yavaş yavaş
geliştirdik fakülteyi. Bir müddet
sonra Tarım Ekonomisi bölümündeki
kadromla geçtim oraya.
Hocam tarım ekonomisi, sosyal
bilimler, turizm, iktisat alanlarında
çalışmalar yapmışsınız. Ancak bir
de çok önemli bir kitabınız var. O
da “Çevre Ekonomisi ve Politikası”.
Şu anda dünyanın en önemli ve her
gün biraz daha azalan en önemli
kaynaklarından biri çevre. Ege
Üniversitesi Yayını olarak basılan
kitabınız pek çok üniversitede kaynak kitap olarak kullanılıyor. Çevre
ekonomi ve politikası ile ilgilenenler içinde başucu kitabı niteliğinde.
Biraz da ondan söz edelim.
Çevre politikası ve çevre ekonomisi dünyada yükselen değerler
arasında. Ben ilk defa 1970 yılında
Amerika’ya gittiğimde, çevre dersi,
çevre konuları falan yoktu. Fakat
sonradan Çevre Bakanlığı gibi bir
yapılanma oluşturulduğu ve çevre
ile ilgili yasalar çıkarıldığı dikkatimi
çekti. O zaman bu akım İngiltere,
Almanya tarafında da benimsendi.
Türkiye’de ise ancak on yıl sonra
bir çevre müsteşarlığı kurulması ve
çevre kanunu çıkarılması söz konusu
oldu. Kitap konusuna geldiğimiz-
de; ben 1980-88 yıllarında tekrar
ABD’ye gittiğimde çevre konusunda
muazzam araştırmalar yapıldığını ve
yayınlar çıkarıldığını fark ettim. Ben
de o zaman Türkiye’yi iyi inceledim.
Baktım bazı üniversitelerde doğal
kaynaklar ekonomisi vs. şeklinde
okutulan bir ders var. Ama tam böyle
çevre, çevre koruma anlamında üniversitelerde dersler pek azdı ve yayın
da yoktu. Ben de İktisat Fakültesinde
bu dersleri başlattım. Doğal kaynaklar ekonomisi ve onun korunması,
çevre ilişkisi şeklinde. Daha sonra bu
kitabın yazılması konusunda epeyce
birikimim de oldu.
2000’li yıllarda daha önce de gittiğim Amerika’ya bu kez misafir profesör olarak başvurdum. Hem kızım
ve oğlumun orada eğitim görmelerine olanak yaratmak istedim hem
de ben akademik olarak yenilenmek
istedim. Wisconsin Üniversitesinde 6
ay görev yaptım. Bu süre zarfında da
Çevre Ekonomisi kitabını geliştirdim
-çok da güzel bir kazanım oldu- çünkü gittiğim departman önceki bölümden daha farklıydı, yeni kurulan
bir departmandı; çevreyle ilgili bir
bölümdü. O dönemde kütüphanelerde gözlemlediğim kadarıyla,
yeni yayınlanan kitapların üçte biri
çevre konusunda olmaya başlamıştı.
Çok faydalı oldu, hem ben o uzun
GÜZ 2014
7
Sol üstte: ABD Kültür Ateşesi Sn. Jess Baily’nin
Rektörlüğü ziyaretleri sırasında, (sağdan sola)
Prof. Dr. Gönül Öney, Jess Baily, Prof. Dr. Refet
Saygılı, Prof.Dr. Ali Rıza Karacan, Seçkin Ergin ve
Ayşen Hanım (1 Mart 1999).
Sol Altta: Japonya Kumamoto Üniversitesi
Temsilcisinin Ege Üniversitesini ziyareti
(10 Mayıs 1999)
akademik görevden sonra tekrar tazelenme imkanı buldum, hem de bu
kitap konusunda neredeyse iki yüz
civarında kaynak taradım. O zaman
Türk üniversitelerini taradım –bu
kitabın çıkma aşamasında- 80 küsur
bölümde okutuluyordu; çevre, çevre
ekonomisi, çevre politikası, çevre koruma konusu. Fakat sadece Uludağ
Üniversitesinden Hasan Ertürk Bey’in
bir yayını vardı. Ben özellikle bu
boşluğu kapatmak amacıyla ihtiyaca
cevap verebilmesi bağlamında bu
kitabı yazdım; çok da zamanımı aldı.
Amerika’dan sonra beş yılımı daha
aldı diyebilirim, epey kapsamlı bir
çalışma oldu. O zaman çok popüler
bir yabancı kitap vardı ondan çok
esinlendim, yararlandım da, çok
hoşuma gitti, Türkiye uyarlamaları
ile o kitabın bir benzerini yazdım. Bu
kitap da İktisat Fakültemizin 6. yayını
olarak çıktı sonra çok sayıda üniversiteden de talep gördü. Bunu 2012’de
revize ettik, yeniledik. Yeni bir bölüm
daha ekledim kitaba, o bölümü de
ABD geleneğinde yaygın olan ayrı
basım olarak yayınladım.
Ege Üniversitesinde son olarak
bir yıl kadar süreyle Rektör Prof. Dr.
Candeğer Yılmaz’ın danışmanlığı
da yürüttünüz. Kırk yıla yakın bir
süre içinde pek çok idari görevde
bulunmuş ancak bu arada akademik görevlerinizi de pek ihmal
etmemişsiniz.
Evet derslerime devam etmenin
yanında Tarım Ekonomisi Bölümünde bölümün ikinci kitabını çıkardım.
Ege Üniversitesinde yayınladığım ilk
kitabım; Tarım İşletmelerinin Finansmanı ve Tarımsal Kredi, bu bölümün
ikinci kitabıydı. Hemen ondan sonra
bir kitap daha da yaptık Profesör
Ayhan Çıkın ile. Sosyal Bilimler Ens-
8
titüsünün ilk yayını bizim yayınımız,
“İhracat Pazar Araştırması” adında
bir tercüme kitap. İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesinin de bir numaralı
yayını bizim. Yani idari görevlerin
yanında akademik çalışmalarımızı da
sürdürdük.
Açıkçası bir yaşama pek çok şey
sığdırmışsınız.
Evet, ben de öyle hissediyorum.
Dersler ve kitapların yanı sıra güzel
araştırmalar da yaptık. Refet Hoca
ile Avusturalya’ya gittik, oralardan
güzel projeler getirdik. Sonra YÖK
tarafında İngiltere’ye gönderildik,
oralardaki YÖK sistemlerini inceledik. Japonya’ya gittik, Japonya’daki
balıkçılık üniversitesinin misafiriydik,
oralarda iş birliği anlaşmaları yaptık.
Amerikaya’nın çeşitli üniversitelerine
gittim farklı zamanlarda. Ege Üniversitesinde aldığım idari görevlerin
yanında hocalığı da ihmal etmedim,
Akademik yaşamın bütün gerekleri olabildiğince gerçekleştirdim.
Tabii bu arada “siz bütün kırk küsur
senenizi hep böyle üniversiteye mi
verdiniz, üniversiteden başka bir şey
yapmadınız mı?” derseniz, o arada
eşim de üniversitedeydi, o da Ege
Üniversiteli, güzel günlerdi. Sonra
evlatlarımızı da olabildiğince özenle
yetiştirdik. Oğlum Amerika’da üniversite bitirdi, master yaptı. Kızım da
Amerika’da hem hukuk masterı hem
hukuk doktorası yaptı. Duygulanıyorum tabii kırk sene, çoğu coşkuyla,
sevinçle geçti. Allah’a çok şükür hüzünlü günlerimiz olmadı. Tabii idari
görevlerdesiniz, az çok kırgınlıklar
olabilir; fakat bunlar çok azdı. Mesela
biri kadro bekler, veremezsiniz; birisi
başka bir şey bekler. Onları çok güzel
izah ettik; neden olmuyor, ne olacağını vs. Bu yaşamda hüzünden çok
hep coşku oldu, memnunluklar oldu
ve ben görev yaptığım yerlere pek az
giderim. Mesela yıllarca çalıştığım, iki
dönem müdürü olduğum enstitüye
çok az giderim; İktisat Fakültesine
çok az giderim –örneğin bir jüri
varsa, ya da bir nezaket ziyaretine giderim- Rektörlüğe de çok az giderim.
Bu bir kırgınlık değil, herkes dostum
ama o dönemi kapatmak gerekiyor
diye düşünüyorum. Ancak yine de
hastaneye gittiğim zaman örneğin
beni tanıyanlarla karşılaşıyorum,
beş kişi birden tanıyabiliyor, sevgi
gösteriliyor; güzel bir süreç yaşadık.
Ben açıkçası herkese de böyle bir
akademik yaşam dilerim. Memnunluklarla dolu geçti.
Uluslararası ilişkiler kurduk dediniz. Bu konuda örnekler verebilir
misiniz?
Refet Hoca ile birlikte İrlanda’dan
tutun İsrail’e kadar bütün üniversiteleri inceleme imkanımız oldu. Çok
sayıda elçi ile görüşme fırsatımız
oldu. Elçiler, sonrasında üniversitemiz ile iş birliğinin geliştirilmesi
yönünde talimatlar veriyorlardı.
Çeşitli anlaşmalar yapmamıza olanak
yaratıyorlardı. 1994 yılında Nebraska
Üniversitesi ile yaptığımız anlaşma
çerçevesinde bizim kütüphaneye 15
bin kitap geldi. Hem de onların arşivlerinde beklemiş eski kitaplar değil.
Binlerce yeni kitap. Aynen Amerikan
kütüphanelerinde olduğu gibi.
Diyelim ki öğrenciye bir kitap tavsiye
ettiniz derste, ve “Çocuklar kütüphaneden bunu inceleyin” dediniz. O
vakit aynı kitaptan birkaç tane olmalı
ki öğrenci sıkıntı çekmesin. O zaman
tabii bilgisayar ortamı da bu kadar
elverişli değildi. Derken her kitaptan
beşer onar olmak kaydıyla tonlarca
ve binlerce kitap geldi. O kitapların
nakliyesi için Denizcilik Bakanlığına yazdık, ücretsiz olarak bir Türk
gemisiyle geldi. O zaman gazetelere
de yansımıştı bu haber. Sonra Japon
iş birliğimiz oldu; hoca ve öğrenci
değişimini sağladık, öğrenci köyü
projesini oradan getirdik.
2008 yılından beri de akademik
yaşamınıza Yaşar Üniversitesinde
devam ediyorsunuz... Hocam hep
yoğun geçen bir yaşam sürmüşsünüz. Burada neler yapmayı planlıyorsunuz?
Evet gelen teklifle 2008 yılında
Yaşar Üniversitesindeki görevime
başladım. Burada da beşinci yılımızı
tamamladığımız için teşekkür belgesi
aldım. İki yıl önce alternatif enerji
bölümü kurulmasına karar verildi, o
görevi burada bana verdiler. Bunun
yanı sıra şu anda Dış Ticaret Bölümü
başkanlığını ve hocalığını sürdürüyorum. Tabii böylesine sürekli bölüm
başkanlığı, idari görevler vs. derken
bir de 26-28 sene senatörlük, üniversite yönetim kurulu üyeliği, fakültelerde yönetim kurulu üyelikleri, fakülte
kurulu üyelikleri gibi görevler bende
derin bir bilgi birikimi yarattı. Bütün
üniversite mevzuatını, yasasını, bütün
yönetmeliğini bilir hale geldim. Çünkü ben senatörken hukukçu olmadığım halde 8 yıl mevzuat komisyonu
başkanlığı yaptım; mevzuata da son
derece hakimdim. Nerde neyin olacağını ya da nerede ne gibi engeller
olacağını, mevzuata katılabileceği
konusunda da iyi bir deneyimimiz
oldu. Elimde de çeşitli kaynaklar
var, Amerika’da üniversite yönetimi,
bir rektörün görevleri, dekanlığın
yapacakları, dekanın/rektörün el
kitabı gibi. Ben de deneyimlerimden
de yararlanarak üniversite yönetimi
üzerine bir kitap yazmak istiyorum.
GÜZ 2014
9
GÜNDEM EGE
Türk Sineması,
bir asrı geride bıraktı
Türk sinema tarihi, aile melodramları
ya da komedi serileri nedeniyle
yıllarca bazı kişilerce küçümsense
ya da yok sayılsa da, sansürler ve
yokluklar içinde büyük çaba ve
yaratıcılıkla kalıcı eserlerin üretildiği,
gurur duyulması gereken
bir geçmişe işaret eder.
10
GÜZ 2014
11
e
GÜNDEM EGE
Doç. Dr. Lale KABADAYI
Ege Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Sinema Anabilim Dalı
Türk Sineması 100 yaşında!
Metin Erksan’ın yönettiği ve Türkiye’ye uluslararası ilk ödülü getiren “Susuz Yaz”, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, Türk sinemasının 100. yılı dolayısıyla gerçekleştirilen
“En İyi 100 Türk Filmi” oylamasında ilk sırada yer aldı. 100’den fazla üniversite ve sivil toplum kuruluşunca belirlenen 300 film arasından yapılan en iyi 100 film oylaması,
internet sitesi üzerinden halk oylamasına sunulmuş olması nedeniyle bir ilk, katılım dolayısıyla da Türk sinema tarihindeki en kapsamlı çalışmalardan biri oldu.
Türk sineması, bu yıl yüzüncü
yılını kutluyor. Bir asırı
dolduran sinema tarihimizi
özetlemek kolay olmasa
da, Egeden Dergisi, özellikle
12
daha az bilinen yıllarını
öne çıkararak, sinemamızın
yüzyılını göz önüne seren
bu dosyayı meraklılarına
sunuyor.
Türk sineması, birçok başarılı
filmin üretildiği bir tarihe sahiptir.
Bu tarih, aile melodramları ya da
komedi serileri nedeniyle yıllarca
bazı kişilerce küçümsense ya da yok
sayılsa da, sansürler ve yokluklar
içinde büyük çaba ve yaratıcılıkla
kalıcı eserler üretilen, gurur duyulması gereken bir geçmişe işaret
eder. Yüzyılın tarihini derlerken,
sinema kültürümüzün nasıl oluştuğuna, hangi aşamalardan geçtiğine, üretilen önemli filmlere ve
yaratıcılarına dikkat çekmek gerekir.
Değerlendirmeyi yapmak, sinema
tarihinin genelinde olduğu gibi, Türk
sinemasının ekonomik ve toplumsal
yapıdan bağımsız gelişip değişmediğini vurgulamayı, bunun için de çok
yönlü okuma yapmayı gerekli kılar.
Sinematograf cihazının kullanılarak, çoğunlukla, 1896’da ilk gösterimlerin gerçekleştirildiği yer kabul
edilen Pera’da (Beyoğlu), başlangıçta sadece çeşitli ülkelerde çekilmiş
film parçacıkları seyirci karşısına
çıkar. Burçak Evren’in aktardığında
göre, Lumiére Kardeşler’in operatörlerinden Aleksandre Promio’nun
anılarında, İstanbul, Kudüs, Yafa,
İzmir gibi Türk kentlerinde çeşitli
çekimlerin yapıldığı ve görüntülerin
dünyanın birçok yerinde gösterildiği belirtilir. Sinemanın sanat olma
yolunda ilerlemesini sağlayacak
kamera devinimleri arasında yer
alan kaydırma hareketinin de ilk
kez Haliç’te denendiği bilinmektedir. Osmanlı Devleti döneminde ilk
film gösterimi Saray’da yapılırken,
daha önce İstanbul’da yaşayan
Fransızların açtığı sinema salonlarının yanında Türkler tarafından
açılan salonlar da yer almaya başlar.
Bunlardan ilki, 19 Mart 1914’te “Milli
Sinema”, diğeri ise Kemal Seden ile
Fuat Uzkınay tarafından 6 Temmuz
1914’te Sirkeci’de açılan “Ali Efendi
Sineması”dır.
Topraklarımızda halka açık ilk
gösterimin kimin
tarafından yapıldığı
konusunda yakın
dönemdeki kitaplarda
farklı bilgiler bulunur.
Sinema tarihçileri uzun
yıllar Weinberg’in gösterimini halka açık ilk
gösterim olarak kabul
ederken, Burçak Evren,
D. Hanri adlı kişinin gösteriminin ilk olduğunu
savunmaktadır. Bunun
yanında, Rauf Beyru’nun
iddiasına göre, ilk film
gösterimi İstanbul’da
değil, İzmir’de gerçekleştirilmiştir.
Türk sinema tarihinde benzer bir tartışma,
çekilen ilk Türk filminin
hangisi olduğu konusunda
sürer. Sinema kitaplarında ilk
film olarak, Fuat Uzkınay’ın
çektiği, 14 Kasım 1914
tarihli, “Ayastefanos’taki
Rus Abidesi’nin Yıkılışı” adlı
belge film, 1984 yılına kadar
ilk Türk filmi olarak kabul
edilmiştir. Ancak yine yazar
Burçak Evren, söz konusu
filmin arşivlerde bulunmamasından, filmin adının
yazılı olduğu kutudan başka bir film çıkmasından ve
bu filmi izlediğini belirten
hiç kimsenin
bulunmayışından yola
çıkarak, filmle
ilgili sorular
ortaya atar.
Bunlara göre
filmin kayıp
olup olmadığı
belli değildir,
çekilip başarısız
olmuş olabilir ya
da hiç çekilmemiştir. Şükran
GÜZ 2014
13
Esen’in aktardığına göre, Fuat Uzkınay Ordu Foto
Film Merkezi’nin
başında olmasına
rağmen, hiçbir yazısı ya da röportajında bu filmden
bahsetmez. Bu
durum da, ilk
filmin hangisi olduğu konusunda
şüpheleri yoğunlaştırır.
Bu doğrultuda, Rus
Abidesi’nin yıkılışı
ile ilgili olası filmden önce çekilmiş
üç filme yoğunlaşılır. Bu filmlerden
ikisinin yönetmeni tam olarak
bilinmediğinden,
özellikle bir film
öne çıkar. Haziran
1911 tarihli bu
filmi çekenler,
Osmanlı toprakları içinde yaşayan
Makedon asıllı Yanaki ve Milton
Manaki Kardeşler’dir. Fotoğrafçılıkla
uğraşan Manaki Kardeşler, Sultan V.
Mehmet Reşat’ın Manastır ve Selanik ziyaretini içeren filmi kaydetmiştir. Film, halen Makedonya arşivinde
bulunmaktadır. Manaki Kardeşler’in
Osmanlı uyruğunda olması, çektikleri filmin padişahı konu alması ve fil-
14
min arşivlerde bulunması, ilk filmin
bu sayılması gerektiği yönündeki
iddiaları güçlendirir. Burçak Evren,
yeni belgeler ve filmler bulunana
kadar bu filmin Türk sinemasının ilk
filmi olarak kabul edilmesi gerektiğini dile getirilir. Başlangıç tarihi ne
olursa olsun, sinemamız yüz yılını
dolduran geniş bir kültürel yapılanmanın eseridir.
1915’de kurulan Merkez Ordu
Sinema Dairesi, öncelikle savaşla
ilgili belge ve haber filmleri çeker.
Bu durum sinemamızın başlangıçta
belgeleme niteliğini öne çıkardığını
gösterir. Fuat Uzkınay ile birlikte
Daire’nin yönetiminde bulunan
Sigmund Wienberg, 1916 yılında ilk
kurmaca filmi çekmek ister. Ancak
oyuncuların askere alınması nedeniyle film yarım kalır. Bir tiyatro uyarlaması olan Himmet Ağa’nın İzdivacı
filmi, bu nedenle, ancak 1918’de,
Fuat Uzkınay tarafından tamamlanabilir. 1916’da Müdaafa-i Milliye
Cemiyeti adlı kuruluş, gelir sağlamak amacıyla sinema çalışmalarına
başlar. İlk öykülü filmler bu kuruluş
adına yapılmıştır. 1917’de çekilen
ilk öykülü film Pençe’nin yönetmeni
Sedat Simavi olur. Evlilik kurumunu
eleştiren Pençe, Sedat Simavi’nin,
Darülbedayi oyuncularıyla çalıştığı
bir filmdir. Sedat Simavi aynı yıl
ikinci filmi olan Casus’u çeker.
1918 yılında Osmanlı
İmparatorluğu’nun savaştan yenik
çıkması üzerine, Merkez Ordu
Sinema Dairesi ve Müdafaa-i Milliye
Cemiyeti, işgal kuvvetlerinin eline
geçmemesi için sinema araçlarını
Malul Gaziler Cemiyeti’ne bağışlar.
Tiyatro oyuncusu ve yönetmen Ahmet Fehim Efendi, bu cemiyet adına,
1919 yılında Mürebbiye ve Binnaz
filmlerini çeker. Hüseyin Rahmi
Gürpınar’ın romanından uyarlanan ve üç ayda çekilen Mürebbiye,
Fransız bir kadının çalıştığı evlerdeki
erkekleri baştan çıkarmasını anlatmaktadır. Fransızları küçük düşürdüğü düşüncesiyle halkın büyük ilgi
gösterdiği filmin Anadolu’da gösterimi, işgal kuvvetlerince yasaklanır.
Böylelikle Türk sinemasında sansüre
uğrayan ilk film Mürebbiye olur.
45 dakika süreli Binnaz ise
Yusuf Ziya Ortaç’ın bir oyunundan
filme çekilmiştir. Beş bin liraya mal olan film, dış
ülkelere satılarak 55 bin lira gelir sağlar. Giovanni Scognamillo, bu dönemde, sinema salonları
tarafından gösterimde bulunan filmlerin halka
duyurulması amacıyla çeşitli tanıtıcı ilanlar hazırlandığını belirtir.
1921 yılında tiyatrocu Şadi Karagözoğlu’nun
yönetip oynadığı Bican Efendi filmi büyük
başarı kazanır. Şarlo benzeri bir tip olan Bican
Efendi’nin, Bican Efendi Vekilharç, Bican Efendi
Mektep Hocası, Bican Efendi’nin Rüyası isimlerini
taşıyan üçlemesi yapılır.
Kurtuluş Savaşı’nın sonunda, 1922 yılında,
sinema aygıtları, TBMM Orduları’nın yeni kurulan
Ordu Film Alma Dairesi’ne aktarılır. Bu dönemde
kaydedilen savaş belgeselleri ile 1922’de kurulan ilk özel film şirketi olan Kemal Film’in çektiği
savaş-haber filmleri kurgulanarak, İstiklâl adlı
büyük bir Kurtuluş Savaşı belgeseli yapılır.
Kemal Film’i, 1914’ten itibaren İstanbul’un
çeşitli yerlerinde sinema salonları açan Kemal
ve Şakir Seden Kardeşler kurmuştur. Nijat Özön,
Seden Kardeşler’i yapımcılığa yönlendiren kişinin
ünlü tiyatro adamı Muhsin Ertuğrul olduğunu
vurgular. Muhsin Ertuğrul’un çabaları ile kurulan
ilk stüdyo, bir giyim fabrikasının dikimevlerinden
birinin kiralanmasına dayanır. Türkiye’de birçok
kentte 1932 yılından itibaren sesli sinema gösterimleri başlar. 1930’lu yıllarda Türkiye’de yabancı
film ithal etmek daha ucuz olduğu için, yerli
film üretimi düşer. Kemal Film, genellikle ABD
filmlerini ithal eder.
Türk sinemasının tarihini incelerken, sıkça,
dönemlere ayırma yönteminden yararlanılmaktadır. Bu dönemlerden belirgin olan ilki,
tiyatro kökenli Muhsin Ertuğrul’un damgasını
vurduğu, Tiyatrocular Dönemi olarak adlandırılan yıllardır.
1892’de İstanbul’da doğan Muhsin Ertuğrul, tiyatroya on altı yaşındayken figüran
olarak başlar. Tiyatro alanında kendini geliştirmek amacıyla Paris’e ve Berlin’e gittiğinde,
para kazanmak için film stüdyolarında
çalışır. Ertuğrul, bazı filmlerde rol alır,
bazılarının da çekiminde görev yapar.
Âlim Şerif Onaran’ın hatırlattığı üzere, İstanbul’a döndükten sonra Seden
Kardeşler’i ikna edip onları yapımcılığa
başlatan Muhsin Ertuğrul, bu şirket için
altı film çeker.
Muhsin Ertuğrul’un önemli filmleri
arasında; gerçek bir olaydan yola çıkan
İstanbul’da Bir Facia-i Aşk ya da Şişli Güzeli
Mediha Hanım’ın Facia-ı Katli (1922), Halide
Edip Adıvar uyarlaması olan Ateşten Gömlek (1923), Kız Kulesinde Bir Facia (1923),
Türk Sineması’nın ilk sesli filmi olan İstanbul
Sokaklarında (1931), Bir Millet Uyanıyor
GÜZ 2014
15
(1932), Aysel- Bataklı Damın Kızı
(1935), Allah’ın Cenneti (1939), daha
sonra Lütfi Ömer Akad tarafından
yeniden çevrimi yapılacak olan Kızılırmak-Karakoyun (1947), ilk renkli
Türk filmi Halıcı Kız (1953) yer alır.
1922 tarihinden 1939’a kadar
Türk sinemasında tek isim olarak
film çeken Muhsin Ertuğrul’un, sinemamıza kattığı olumlu ve olumsuz
birçok yan vardır. Genellikle melodram türünde tiyatral tarzda film
çeken Ertuğrul’un yapımlarında,
tiyatrosundan oyuncular yer aldığı
için oyunculuk da tiyatrovaridir.
Ateşten Gömlek, Muhsin Ertuğrul’un
sinema diline yaklaştığı ilk filmi
olarak kabul edilir. Bu film, aynı
zamanda, sinemamızda Kurtuluş
Savaşı’nı anlatan ilk konulu film
olma özelliğini taşır. Ayrıca filmde
Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir, ilk
Müslüman ve Türk kadın oyuncular
olarak yer almıştır. Kız Kulesinde Bir
Facia, korku türünden yararlanmaya çalışır. Film, teknik başarısızlığı
nedeniyle olumlu eleştiri alamasa
da, sinemamızda tür çeşitlenmesine
katkıda bulunmuştur. İlk sesli film
olan İstanbul Sokaklarında ise şarkılı-melodram türünü başlatır. Nijat
Özön’ün, Türkiye’de Mısır filmlerinin
etkisiyle birçok filmin üretildiğine
16
dikkat çektiği 1938-1948 yılları
arasında, Muhsin Ertuğrul, Allah’ın
Cenneti filminde Münir Nurettin
Selçuk’u oynatarak şarkıcı-oyuncu geleneğini sinemamıza sokar.
Muhsin Ertuğrul, Seden Kardeşler ile
İpekçi Ailesi’ni, çekeceği filmlere yapımcı olmaya ikna eder. Kurdurduğu
Kemal Film ve İpek Film aracılığıyla
sinemamızda yapımcılık kavramının oluşmasını sağlar. Ertuğrul’un
çektiği ve çoğunluğunu operet veya
tiyatro uyarlamalarının oluşturduğu
yedi filminin senaryosunu Mümtaz
Osman takma adıyla Nazım Hikmet
Ran yazmıştır. Edebiyat-sinema ilişkisi, ilerleyen yıllarda başka isimlerle,
sinemamızda olumlu şekilde devam
ettirilir. Muhsin Ertuğrul’un, AyselBataklı Damın Kızı filmi ise, başarılı
bir köy melodramı olarak, oyuncu
Cahide Sonku’yu Türk sinemasının
ilk kadın yıldızı yapar (Bununla birlikte Cahide Sonku’nun, 1951 yılında
çektiği Vatan ve Namık Kemal adlı
filmle, Türk sinemasının ilk kadın
yönetmeni olduğunu hatırlatmak
gerekir). Aysel-Bataklı Damın Kızı
filminin diğer bir özelliği, ilk kez
reklam alanına konu olmasıdır. Aysel
karakterinin taktığı eşarp moda
olur ve “Aysel eşarpları” adı altında
satılır. İlk renkli Türk filmi olan Halıcı
Kız ise, gişede başarısız olunca,
filme para yatıran bir banka, sinema
sektöründen çekildiğini açıklamıştır.
Bu durum Muhsin Ertuğrul’un uzun
yıllar eleştirilmesine yol açar.
Görüldüğü üzere, Muhsin
Ertuğrul Türk sineması üzerinde
birçok etkide bulunmuştur. Muhsin Ertuğrul, her şeyden önce, çok
sayıda ilki gerçekleştirmiştir. İlk Türk
kadın oyuncuyu oynatmış, ilk sesli,
ilk renkli filmi çekmiş, ilk konulu
Kurtuluş filmini gerçekleştirmiş, tür
çeşitlemesine yönelmiştir. Bunlara
rağmen, sinemaya yeterli önemi
vermeyişi ve kışın oynadığı oyunları
yazın filme çekmesi, sinema dilinin
gelişmesi için fazla çaba sarfetmediğini gösterir.
Türkiye savaşa girmese de, İkinci
Dünya Savaşı’nın sinemamız üzerinde olumsuz etkisi olur. Avrupa’dan
alınan film yapım malzemelerinin
ülkeye getirilmesi zorlaşınca, film
üretimi azalır, ABD ve Mısır filmlerinin gösteriminde artış yaşanır.
Mısır filmlerinin yapısını kendine
yakın bulan seyirci, benzer nitelikte
filmler üretilmesine aracı olur. 1939
yılında film üretimine başlayan
Türk Sineması’nın Geçiş Dönemi
yönetmenlerinden Faruk Kenç, Baha
Gelenbevi, Şadan Kamil, Turgut
Demirağ, Şakir Sırmalı, Çetin Karamanbey, Aydın Arakon, Orhan Murat
Arıburnu gibi genç isimler, 1950’lere
kadar, sinemasal dili ön plana çıkarma çabasında olan filmler yaparlar.
Scognamillo’nun belirttiğine göre,
bu dönemde, Dertli Pınar (1943)
isimli film, sessiz olarak çekilerek
sonradan dublajlanır. Film, böylece,
dublajlama yönteminin sinemamızda 1980’lerin sonlarına kadar kalıcılığına giden yolu açar. Bu ve benzeri
sessiz çekilen filmlerde, oyuncular
sufle yardımıyla rol almış, maliyetlerin yükselmemesi için tekrar çekimler yapılmamıştır. Bu
durum yapmacık oyunculuğun
gelişmesine neden olur. Dublaj
geleneği sesli kaydın gelişimine de zarar vermiştir. Bununla
birlikte, tekrar sayısı azaldığı
için filmler ucuza mal edilmeye
başlanmış ve diksiyonu kötü
olsa da amatör oyuncular filmlerde rol alabildiği için, sinema
oyuncusu olarak yetişmeye
başlayan genç isimler sektöre
girebilmiştir.
Geçiş Dönemi’nin yönetmenleri, Yerli Film Yapanlar
Cemiyeti adı altında ilk kez
bir birlik oluşturur. Esen’in
ifadesiyle, Cemiyet’in çalışmaları sayesinde, 1948 yılında
büyük vergi indirimi sağlanır,
böylelikle film yapmak kârlı
hâle gelerek çekilen film sayısı
artar. Cemiyet ayrıca, Türk sinemasını canlandırmak ve film
çekimini teşvik etmek amacıyla aynı
yıl ilk kez bir ödül töreni düzenler.
Törende; en iyi film, en iyi oyuncular,
en başarılı kameraman, sesçi, film
şarkısı, kurgu, senarist, dekoratör ve
en iyi laboratuar ödülleri dağıtılır.
Bu dönemde sinemanın özellikle
büyükşehirlerde popülerleşmesi,
sinema yıldızlarına olan ilgiyi de arttırmaktadır. Magazin ağırlıklı Yıldız
Dergisi gibi yayınlar ve düzenlenen
yıldız yarışmaları, sinema dünyasıyla
ilgili popüler altyapıyı oluşturur.
1950’li yıllarda Türk sineması, ilgi
çekici bir uygulamayı devreye sokar.
Pursantaj uygulaması ile bölge işletmeciliği aktifleşir. Arslan ve Tunç’un
aktardığına göre, ilk kez Hürrem
Erman’ın yapımcılığını gerçekleştir-
diği Damga (1948) filmine uygulanan ve “yüzdelik” anlamına gelen
pursantaj sistemiyle, yapımcının
görevlendirdiği pursantaj memuru,
filmi gösterime sokmak için şehir
şehir dolaşır. Memur, anlaşmaya
vardığı sinema salonlarına filmi
kiralar. Gösterim sırasında kesilen biletleri kontrol eder, rüsum ve reklam
giderleri çıkarıldıktan sonra geriye
kalan geliri, işletmeci ve yapımcı
arasında paylaştırarak İstanbul’a
döner. Böylelikle yatırım, kısa sürede
yapımcıya geri dönmektedir. Bölge
işletmecileri sadece anlaşmalı olduğu filmlerin kendi bölgelerindeki dağıtımını üstlenmiştir. Adana, Ankara,
Samsun, İzmir ve Zonguldak bölge
işletmeleri, daha önce yapımevleri
tarafından dağıtımı gerçekleştirilen
filmlerin dağıtım sorumluluklarını
alır. Bölge işletmeciliği, halka, istediği tarzda filmler çekilmesi açısından aktif rol vermiştir. Gökmen ve
Bayrakdar’a göre, bölge işletmeciliği
sistemi, zaman içinde İstanbul’daki
yapımevlerinin yıllık programlarını
seyirci taleplerine göre belirlemeye
başlar. Bölge işletmecileri, bir film
projesi için öykünün ana hatlarını ve
projede yer almasını istedikleri yıldız
oyuncuların isimlerini yapımcıya
bildirir. Dağıtımcıdan alınan avansla
film çekilir, teknik ekip dışındaki çalışanlara (oyuncular gibi) bono verilir.
Gösterimden sonra gelir paylaştırılır
ve bonoların karşılığı ödenir. Örnek
olarak; o dönemde, İzmir işletme
bölgesine bağlı 12 il, 649 salon ve 51
milyon 427 bin 31 seyirci bulunmaktadır. Aslan’ın aktardığına göre, bölgelerin tercihleri farklı şekillenmiştir.
Samsun bölgesi, dinsel öğelerin ağır
bastığı, fedakârlık içeren filmleri tercih etmekte, Adana bölgesi, kavga
sahneleri barındıran filmleri
istemektedir. Yapımcılar,
senaryo üretirken, bölgelerin
beklentilerine uygun sahneleri
filmlere yerleştirir.
Türk sinemasında 19501970 yılları arası genellikle,
Sinemacılar Dönemi olarak
adlandırılır. Bölge işletmeciliği
ile yerleşmiş bir sinema sisteminin uygulandığı dönemde;
halkın isteği doğrultusunda
üretilen filmlerle şekillenen
popüler halk sineması ile
kısaca halkın sorunlarını dile
getirme çabasında olduğu
vurgulanabilecek ulusal sinema kavramları öne çıkar. Halk
sineması kavramı, ticari filmleri
işaret eder. Türk sinemasının
1950’lerle başlayan ticari yanı
“Yeşilçam Dönemi” olarak
adlandırılmıştır.
Engin Ayça, 1950’li yıllarda köyden kente göçün
artması ve kentlerle sınırlı
sinema salonlarının kırsal alanlara
yayılmasının, geleneklere dayalı
Türk sineması anlayışını güçlendirdiğini savunmuştur. Buna göre
Yeşilçam, kendinden önce var olan
halk eğlenceliklerinden olan gölge
oyunu, ortaoyunu, meddahlık, masal, destan anlatıcılığı geleneklerini,
diğer anlatı kalıplarıyla harmanlayarak sürdürmeye çalışmıştır. Ayça’ya
göre, “Yeşilçam sineması anlatımcı
bir sinemadır. Yeşilçam sinemacısı,
(senaryocu, yönetmen ve oyuncu)
anlatıcıdır, meddah-masalcıdır.
Gölge oyunu ve ortaoyunu, daha
çok güldürü üzerine kuruludur.
‘Karakter tipler’e dayanırlar. Başkişilerden Karagöz, Hacivat, Pişekâr,
Kavuklu, diğer karakter-tiplerden
GÜZ 2014
17
farklı konumdadırlar. Bunlar genel,
daha soyut, herkesi içine alabilecek
tiplerdir. Diğer tipler ise, toplumdaki
farklı, farklılaşmış kesimleri, kişileri,
oluşumları yansıtırlar ve daha somut
tiplerdir. Oysa Anadolu masallarının
başkahramanları mitik-tiplerdir,
kahramanlık öyküleri, acıklı öyküler anlatırlar. Dramatik bir yapıları
vardır. Gölge ve ortaoyunu, erkek
başkişilere dayanırken, Anadolu
masallarında kadın başkişiler de
bulunmaktadır. Yeşilçam sineması,
bu iki ucu birleştirmiştir.
Halk sineması, genellikle melodram ağırlıklı filmleri öne çıkarmıştır.
Bu türün en önemli temsilcisi senarist-yönetmen Muharrem Gürses’tir.
Seksen film çeken Muharrem
Gürses, filmleriyle izleyiciyi düşünmekten çok katarsise ulaştırmayı hedefler. Ticari sinemanın güçlenmesi
doğrultusunda magazin dergilerinin
sayısı artar, Yeşilçam kral ve kraliçeleri seçilir. 1951’de düzenlenen
ilk etkinlikte Ayhan Işık ve Belgin
Doruk, Artist Yarışması’nın birincileri
olarak sinema sektörüne girerler. Bu
dönemde çekilen melodramların
yanında, tarihsel filmler ve -Kore Savaşı gibi- savaş filmleri de çok sayıda
üretilir. 1956-57 yılları arasında ise,
gazete ve dergilerde düzenli film
eleştirileri yayınlanmaya başlar.
Atilla Dorsay, 1960’lı yıllarla
birlikte, Türkiye’nin, dünyanın en
çok film yapan ülkeleri arasında
yer aldığını belirtir. Yazara göre,
1960’lı yıllarda sinemaya gitmek,
tüketim alışkanlıkları değişen aileler
için başlıca boş zaman etkinliği
haline gelmiştir. Bu doğrultuda,
Dorsay, Türk sinemasında 19601980 arasında geçen dönemi “Altın
Çağ” olarak adlandırır. Özön’e göre
de, “Türkiye 1966 yılında yıllık film
yapımı yönünden bütün dünyada
Japonya (442), Hindistan (332) ve
Hong Kong’tan (300) sonra dördüncü sırada yer almıştır”. Açılan çok
sayıda sinema salonu, film sayısındaki artışı karşılamak için seans
arttırmaya başlar. Yapımevlerinden
bazıları da, filmlerini göstermek için
sinema salonlarıyla anlaşır. Böylelikle hangi filmin nerede oynayacağı
sözleşmeyle önceden belirlenmeye
başlanır.
18
Bu dönemin Muharrem Gürses
ve ondan etkilenen ticari sinemacılarının karşısında, Lütfi Ömer Akad,
Osman F. Seden, Memduh Ün, Atıf
Yılmaz, Ertem Göreç, Metin Erksan,
Halit Refiğ gibi sinemacılar yer
almıştır. Bu sinemacıların öncülüğünde, sinema dilini geliştiren
ve yerleştiren önemli “toplumsal
gerçekçi” filmler çekilir. Esen’in,
Kongar’dan aktardığına göre, ilk
yılları Demokrat Parti iktidarı altında
geçen bu dönemde, köyden kente
göç başlamış ve “gecekondu halkı”
olarak adlandırılan yeni bir toplumsal katman oluşmuştur. Gecekondulaşma ile kentsel yapıda değişim
yaşanmıştır. Toprak mafyaları ortaya
çıkmış, işsizlik artmış, karaborsa
yaygınlaşmıştır. Söz konusu grupta
yer alan yönetmenlerin, özellikle,
bu sorunlar üzerine düşünülmesini
hedefleyen ve toplumsal değişimi
anlamaya hizmet eden filmler yaptığı görülür.
Bu yıllarda ‘61 Anayasası’nın
etkileri önemlidir. Sinemada geçmişten gelen sansür devam etmekle
birlikte, bu yıllarda daha özgürlükçü
bir ortamda filmler üretilebilmiştir.
Bu dönemde özellikle ABD’nin taraf
olduğu Vietnam Savaşı ve yaşanan
‘68 olayları, tüm dünyayı olduğu gibi
Türkiye’yi de etkiler. Buna rağmen,
1960’lardaki film sayısındaki artış,
ticari filmlerin baskınlığı nedeniyle,
sinema tarihimizin çok önemli bazı
filmlerinin perdeye yansımamasına
ya da az sayıda izleyiciye ulaşmasına yol açar. Örnek olarak Metin
Erksan’ın 1965 yapımı Sevmek
Zamanı filmi, ancak televizyonda yayınlandıktan sonra hak ettiği değeri
görebilir.
Sinemadan başka gelir kaynağı
olmayan bu dönem yönetmenlerinin yaşadığı temel sorun, ulusal
sinema düşüncesine uygun ürünler vermeyi istemelerine rağmen,
yaşamlarını sürdürebilmeleri için
popüler filmler çekmek zorunda
kalmalarıdır. Örnek olarak, dönemin
filmleri arasında yer alan; Vurun Kahpeye (1949), Kanun Namına (1952),
Öldüren Şehir (1953), Beyaz Mendil
(1955), Hudutların Kanunu (1966),
Kızılırmak Karakoyun (1967), Vesikalı Yârim (1968) ve 1970’li yıllarda
çektiği Gelin-Düğün-Diyet üçlemesi
gibi önemli filmlerin ünlü yönetmeni Lütfi Akad, Vahşi Bir Kız Sevdim
(1954), Kalbimin Şarkısı (1955) gibi
filmler de yapmak zorunda kalmıştır.
Buna rağmen, ulusal sinema
oluşturma çabası içinde olan ikinci
grup yönetmenler, sinema ve toplum üzerine düşünme gayretini gösterir. Şükran Esen’e göre bu dönemde ilk kez, sinemacılar, “Sinema neyi
anlatmalıdır?”, “Türk sineması nasıl
olmalıdır?”, “Bize özgü film olabilir
mi?” gibi sorular sorarak düşünce
üretir ve bu sorular çerçevesinde
film yapmaya çalışır. Ulusal sinema
görüşünü savunan yönetmenlerden
Halit Refiğ, Kemal Tahir’in düşüncelerinden etkilenerek, sinemanın Türk
toplumunun değerlerine, geçmişine
ve geleneksel sanatlarına dayanması gerektiğini belirtmiştir. Refiğ,
görüşlerini Ulusal Sinema Kavgası
kitabıyla yazıya döker. Refiğ’in 1965
yılında çektiği Harem’de Dört Kadın
filmi, bu tezi uygulamaya çalıştığı
yapımlarındandır.
Sinemacılar Dönemi’nde,
yönetmen Metin Erksan öncülüğünde kurulan sinema çalışanlarına
yönelik ilk sendika, 1967 yılına kadar
aktif görev yapmıştır. 1965 yılında
kurulan Türk Sinematek Derneği
ise sinemacılar ile sinema yazarları
arasında ilgi çekici bir kavganın
merkezi haline gelir. Metin Erksan,
Lütfi Akad ve Halit Refiğ, sinema
yazarlarının yabancı filmlere yönelik
övgüde bulunup kendi filmlerini
ağır şekilde eleştirmesine karşılık,
sinemamızın, kendi topraklarımızın
sorunlarına eğilmesi gerektiğini, bu
nedenle de ulusal sinema anlayışına
ihtiyaç duyulduğunu vurgular.
1960’lı yılların diğer bir özelliği
de, Türk sinemasında ekol olan
ve yönetmenler üzerindeki etkisi
bugüne kadar devam eden Ertem
Eğilmez’in film çekmeye başlamış
olmasıdır. Bir Millet Uyanıyor (1966),
Hababam Sınıfı serisi (1966-1981),
Süt Kardeşler (1976), Banker Bilo
(1980) ve son olarak da sağlık sorunları nedeniyle bir kısmını çekebildiği,
oğlu tarafından tamamlanan Arabesk (1988) gibi çok izlenen filmlere
imza atan Ertem Eğilmez, doksandan fazla filme de, kurduğu Arzu
Film ile yapımcılık yapmıştır. Türk
sinemasında Ertem Eğilmez ya da
Arzu Film Ekolü olarak tanımlanan
etki, Yavuz Turgul gibi günümüzde
hâlâ başarıyla film yapan yönetmenler ve birçok oyuncu için adetâ okul
niteliği taşımıştır.
1960’lı yılların diğer önemli filmleri arasında şunlar sayılabilir: Vedat
Türkali ile çalışan Ertem Göreç’in
Otobüs Yolcuları (1961) filmi, Metin
Erksan’ın Fakir Baykurt’un romanından uyarladığı Yılanların Öcü (1962)
ile 1964 yılında Berlin’de Altın Ayı
ödülü kazanan Susuz Yaz filmleri,
Ertem Göreç’in Karanlıkta Uyananlar
(1964) filmi, Halit Refiğ’in Gurbet
Kuşları (1964), Duygu Sağıroğlu’nun
Bitmeyen Yol (1965) filmi, Atıf
Yılmaz’ın Murad’ın Türküsü (1965)
ve Ah Güzel İstanbul (1966) filmleri,
Metin Erksan’ın Kuyu (1968) filmi
gibi.
‘60’lı yılların sonlarında sinema-
da yeni bir “avantür filmleri” modası
başlar. Bu yıllarda, Killing, Baytekin,
Fantoma, Mandrake, Uçan Adam,
Zorro gibi yabancı kahramanlara
dayalı seri filmler çekilir. Bu yıllarda
“furya filmleri” denilen, yani halkın maceralarını izlemeye devam
etmek istediği; Ayşecik ve diğer
çocuk oyuncu filmleri ile Cilalı İbo,
Turist Ömer, Şoför Nebahat, Küçük
Hanımefendi gibi filmler yapılır. Aynı
dönemde Türkan Şoray’ın Tapılacak
Kadın ve Ölümsüz Kadın filmleri,
Türk sinemasındaki yıldız sistemi
içinde Şoray’ı önemli bir yere taşır.
Ayrıca, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik,
Filiz Akın, Ediz Hun, Kartal Tibet,
İzzet Günay, Göksel Arsoy, Tamer
Yiğit gibi isimler sinemada yıldızlaşır.
Birbirine benzer rollerle perdeye sıkça yansıyan Hulusi Kentmen, Suna
Pekuysal, Feridun Çölgeçen, Sami
Hazinses, Necdet Tosun, Hüseyin
Baradan, Neriman Köksal gibi oyun-
cular da dönemin stok karakterleri
olarak filmlerde yer alır. Bu dönemde Yılmaz Güney’in
sinemaya yaklaşımından ve genel
olarak iki bölüme ayrılan sinema
yaşamından da bahsetmek gerekir.
Sinemaya pursantaj memuru olarak
başlayan Güney, bu görevi boyunca,
seyircinin neyi beğenip neyi beğenmediğini yakından takip etme
şansını yakalar. Yılmaz Güney’in ilk
dönem sinemada rol oynayışı, halk
sinemasına uygun şekilde, seyircilerin olumlu tepkisini kazanmaya
yönelir. Rekin Teksoy’a göre Çirkin
Kral, özellikle oyunculuğu ile dikkat
çektiği ilk döneminde, “Sinema
sanatı açısından önem taşımayan
ama hep kötülüklere karşı çıkan
mert bir “Anadolu delikanlısını”
perdeye getiren altmış dolayında
vurdulu kırdılı filmde” oynar. Yılmaz
Güney daha sonra, Belkaya’nın da
vurguladığı gibi, Atıf
GÜZ 2014
19
Yılmaz ve Lütfi Akad gibi önemli
yönetmenlerle filmler çekerek, “gerçek oyunculuğu yakalar”. Ardından
Güney’in ikinci dönemi olarak kabul
edilen ve toplumsal sorunlara eğilen
filmlerin senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı yıllar gelir. Bu dönemin
ilk filmi; 1968 yapımı Seyyit Han’dır.
Güney, 1970 yılında Umut filmi
ile gerçekçi sinema anlayışının en
önemli ürünlerinden birini verir. Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı
ve başka yönetmenler tarafından
başarıyla filme aktarılan yapımlar,
1970’ler ve ‘80’lerin başlarında da
devam eder. Sürü (1978), Düşman
(1979) ve 1982 yapımı Yol bu filmlerdendir. Şerif Gören’in yönettiği Yol
filmi, Cannes Film Festivali’nde Altın
Palmiye Ödülü’nü, bir ülkenin filmi
ile paylaşarak, ülkemize kazandırır.
Özetle, Sinemacılar Dönemi, iki
farklı anlayışın birarada ilerlediği,
sinema sanatının gelişimi açısından
ise sinema dilinin yerleştiği, anlatımların ustalaştığı, toplumsal sorunları
konu edinen ve bunları eleştiren
filmlerin yapıldığı, farklı anlatım
yaklaşımlarının uygulandığı, hem
sanat hem de popüler sinemanın
birarada bulunup yapım sayısının
oldukça arttığı başarılı bir dönemi
işaret etmektedir.
12 Mart 1971 muhtırasının
ardından Türk sinemasında, yapım
koşulları ve sanat kalitesi açısından
sorunlar yaşanmaya başlandığı görülür. Esen, bu dönemde, yükselen
film izleme maliyetleri, televizyonun
etkisi, enflasyon ve siyasi çatışmalar
gibi nedenlerle seyircinin sinemadan uzaklaştığını, sinema salonlarının kapandığını, film yapım sayısının
hızla düştüğünü belirtir. Bu durum
bölge işletmeciliği ve yıldız oyunculara dayalı ticari sistemi çıkmaza
20
sürüklemiştir. Sinema salonlarının
teknik özelliklerinin ve konforunun
yenilenemediği bu dönemde, film
izleme kalitesi oldukça düşer. Her
geçen gün seyirci kaybeden yapımcılar, seks güldürüleri ve porno
filmler çekmeye yönelmek zorunda
kalır.
Ancak Türk sinemasının tarihinde olduğu gibi bu dönemde de iyi
sinemacılar ortaya çıkmaya devam
eder. Örnek olarak Türk sinemasının
en önemli auteur yönetmenlerinden
biri kabul edilen Ömer Kavur, 1974
yılında Yatık Emine filmini çekerek
sinema dünyasına girer. 1979 yılında
gerçekleştirdiği Yusuf ile Kenan filmi
ise, iki erkek çocuğun gözünden,
büyükşehirde “kaybolma”nın öyküsünü anlatan başarılı bir yapımdır.
Ömer Kavur, ilerleyen yıllarda da
önemli filmler yapar. Bunlar arasında
özelikle, Yusuf Atılgan’ın romanından uyarlanan 1986 yapımı Anayurt Oteli, hâlâ sinema tarihimizin
en başarılı uyarlamalarından biri
kabul edilmektedir. Bu dönemde
filmleriyle dikkat çeken ve ileriki
yıllarda da yönetmenliğe devam
eden Yavuz Özkan, Zeki Ökten, Şerif
Gören, Tunç Okan, Erden Kıral, Bilge
Olgaç, Ali Özgentürk gibi isimlerin
yapımlarının da sinema tarihimizde
önemli köşe taşlarını oluşturduğunu
vurgulamak gerekir.
1980’li yıllarda, ABD’li yapım
ve dağıtım şirketlerinin Türk pazarına girmesi, yerli ve yabancı film
dağıtımı üzerindeki kontrolümüzü
kaybetmemize neden olmuştur.
Bu dönem Türk sinemasının “üvey
evlat” muamelesi gördüğü, yabancı şirketlere büyük haklar tanınan
yılları işaret eder. Türk sineması, bu
dönemde sadece gişe başarısı elde
etmeye zorlanır. Ticari baskı, ara-
besk-şarkıcı filmlerinin egemenliğini
başlatır. Darbe sonrasında seks filmleri furyasının yasaklanması, bu, eski
melodram ve Yeşilçam kalıplarından
beslenen arabesk türünü ortaya
çıkartmıştır. Video dönemi olarak
adlandırılabilecek bu dönemde,
benzer karakter ve olaylara dayalı,
kısa sürede üretilip kolay tüketilen
filmler çekilir. Filmlerin sanatsal
arayış çabası yoktur. Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses, Ferdi Tayfur,
Müslüm Gürses, Gökhan Güney gibi
şarkıcılar 1980’lerde şarkılı-arabesk
filmleri çeken isimlerdendir. 1990
yılında ilk özel televizyon kanalının
açılması ve özel televizyonların
sayısının artmasıyla da, sinema
salonlarına seyirci çekme olanağı
neredeyse tamamen durur, video
hâkimiyeti evleri sarar.
Bu yıllarda Türk sinemasında
göze çarpan diğer bir eğilim daha
bulunur. Esen’in vurguladığı üzere,
sıkıyönetimin sürdüğü ilk yıllarda
toplumsal eleştiri filmlerinin yasak
olması, sinemada; bireysel bunalımlar, yaratım sorunları, çiftler arasında
cinsel problemler gibi konuların ele
alınmasına yol açar. Bu filmlerden
birkaçı, kadın hakları ve kadının
toplum içindeki yerinin iyileştirilmesi üzerine, -çoğu yüzeysel olsa daarayışa girdiği için önemlidir. 1986
yılından itibaren yasaklamalarda
yaşanan göreli gevşeme, yine az sayıda olmakla birlikte siyasal filmlerin
yapılmasına olanak sağlar.
1980’li yılların ikinci yarısı
Türkiye’de, Hollywood filmlerinin
egemenliği altında geçer. ABD’li
şirketler, film sezonlarını kendi ülke
filmlerine ayırmakta, sezon dışı
dönemi Türk filmlerine bırakmaktadır. Bu yıllarda çekilen düşündürücü
güldürü filmleri, arabesk filmlerinin
dışında, seyirci için beğeni toplayan
bir alan olur. Ertem Eğilmez’in
yönetmenliğinde çekilen Banker Bilo, Memduh Ün’ün Orhan
Kemal uyarlaması Devlet Kuşu,
Kartal Tibet’in Aziz Nesin’in
romanından uyarladığı Zübük
bu filmlerdendir.
Bu dönemde ayrıca; Sinan
Çetin, uzun metrajlı ilk filmi
olan Bir Günün Hikâyesi’ni
çekmiştir. 1980 yılında Sürü
(Zeki Ökten) ve Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral)
gibi Türk filmleri uluslararası
yarışmalarda ödül kazanır. 1981
yılında yetmiş iki film çevrilir.
Ali Özgentürk At, Şerif Gören
Yol, Ömer Kavur Fürüzan’ın
senaryosunu yazdığı Ah Güzel
İstanbul ve Kırık Bir Aşk Hikâyesi
filmlerini çeker. Türkan Şoray,
Yaşar Kemal’in romanından
uyarlanan Yılanı Öldürseler filmi
ile yönetmenlik yapar (Diğer
filmleri: Dönüş: 1972, Azap:
1973, Bodrum Hâkimi: 1976). Yine
bu yıl, Ertem Eğilmez Hababam
Sınıfı Güle Güle ile Hababam Sınıfı
serisini bitirir. Kartal Tibet yönetiminde Gırgıriye ile yeni bir devam
filmleri serisi başlar. 1982 yılında
Türk sinemasında yine yetmiş iki
film üretilir, ancak yapımların yüzde
ellisi arabesk filmlerden oluşur.
Bununla birlikte, Erden Kıral’ın,
sansür nedeniyle ancak beş yıl sonra
vizyona giren Hakkâri’de Bir Mevsim
filmi ve Zeki Ökten’in Faize Hücum
filmi bu yıl çekilir. Yine bu yıl çekilen,
Sinan Çetin’in Çiçek Abbas filmi,
tartışmalı bir isim olan yönetmenin
filmografisinde en önemli yapım
olarak yer alır. 1980’li yılların diğer
beğenilen filmleri şunlardır: Beyaz
Ölüm (Halit Refiğ, 1983), Şekerpare
(Atıf Yılmaz, 1983), Şalvar Davası
(Kartal Tibet, 1983), Kardeşim Benim
GÜZ 2014
21
(Nesli Çölgeçen, 1983), Ve Recep
Ve Zehra Ve Ayşe (Yusuf Kurçenli,
1983), Bekçi (Ali Özgentürk, 1984),
Pehlivan (Zeki Ökten, 1984), Fahriye
Abla (Yavuz Turgul, 1984), Kaşık Düşmanı (Bilge Olgaç, 1984), Adı Vasfiye
(Atıf Yılmaz, 1985), Kurbağalar (Şerif
Gören, 1985), Çıplak Vatandaş (Başar
Sabuncu, 1985), Züğürt Ağa (Nesli
Çölgeçen, 1985), Ah Belinda ve Asiye Nasıl Kurtulur? (Atıf Yılmaz, 1985),
Ses (Zeki Ökten, 1986), Teyzem (Halit Refiğ, 1986), Muhsin Bey (Yavuz
Turgul, 1986), Düttürü Dünya (Zeki
Ökten, 1988).
1990’lı yıllarda Kültür Bakanlığı ve Avrupa’daki görsel-işitsel
yapımları destekleyen Eurimages’ın
iş birliği ile genç yönetmenler
film çekme olanağı bulur. Ancak
dağıtımın hâlâ yabancı şirketlerin
elinde olması, bu filmlerin çoğunun seyirciye ulaşmasına engel
olmuştur. Erus’un aktardığına
göre; “1990’ların ilk yarısında
sinema eleştirmenlerince Türk
Sineması’nın ayağa kalkamamasının önemli bir sebebi olarak,
dağıtım işinin yabancı şirketlerin
elinde olması” gösterilmiştir.
1990’lı yıllarda sadece Türkiye’de
değil, dünya genelinde de Hollywood yapımları egemen duruma
gelir. Ulusal sinemaların küçüldüğü bu dönemde, Türk Sinema
Kurumu adı altında bir oluşumun
gerçekleştirilmesine çalışılsa da
başarılı olamaz. Hollywood filmlerinin egemenliği, sinemaya giden
seyirci yaş gruplarını etkilediği
için, Türk sinemasında da, kolay
anlaşılır, rahat tüketilen “taklit”
filmler yapılmaya gayret edilir.
Türk sinemasının Tiyatrocular
Dönemi’nden bu yana süren yapımcılık anlayışında da ciddi bir dönüşüm yaşanır. 1990’lı yıllarda, film
yapma paralarını kendileri bulup
kendi senaryolarını filme çeken yeni
bir “bağımsız”, “sanat” sinemacısı
nesli ortaya çıkar. Bu yönetmenlerin
büyük çoğunluğu, sinema alanında
olsa da olmasa da, “okullu”dur. Türk
sinemasının çehresini değiştiren bu
sinemacılardan bazıları Türkiye’de,
bazıları Batı’da eğim görür, bazıları
Rus edebiyatı ve Rus sinemasından
22
etkilenir, bazıları Yeşilçam’ın melodram kalıplarını günümüz koşullarına
uyarlayarak yeni bir sinema kitlesini
yakalamayı başarır. Dağıtım sorunları ile tek başına mücadele etmek
zorunda kalan bu genç sinemacılar,
yurt dışındaki festivallere katılma ve
film pazarlarıyla yapımlarını diğer
ülkelere satma çabasında olmuştur.
Eurimages’ın katkıları ve bankalar
ile bazı firmaların sinemaya tekrar
destek vermeye başlaması, genellikle düşük bütçelerle film yapan
genç yönetmenlerin olanaklarını
arttırmıştır.
Salbaş’ın yorumuyla, bu dönemde yeni sinemacı kuşağı ile eski
yönetmenlerin birarada başarıyla üretim yapması dikkat çeker.
Dönemin önemli filmleri arasında,
Fehmi Yaşar’ın 1990 yılında çektiği
Camdan Kalp, Yusuf Kurçenli’nin Karartma Geceleri, Canan Gerede’nin
Robert’ın Filmi, Halit Refiğ’in Karılar
Koğuşu, Yavuz Turgul’un Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni, 1991’de
Işıl Özgentürk’ün Seni Seviyorum
Rosa, Tunç Başaran’ın Piano Piano Bacaksız, Oğuzhan Tercan’ın
Uzlaşma, Ömer Kavur’un Gizli Yüz,
1992’de Orhan Oğuz’un Dönersen
Islık Çal, 1992’de sinemaya başlayan Mustafa Altıoklar’ın ilk yapımı
Denize Hançer Düştü ile 1995’te
İstanbul Kanatlarımın Altında filmleri, 1996’da Yavuz Turgul’un Eşkıya
filmi (Yönetmen, filmini; “Eşkıya’nın
başarısı Türk Sinema Endüstrisi’nin
yirmi yıl kadar önce hem televizyonlara hem de Hollywood filmlerine
kaptırdığı seyircileri geri kazanmasını sağlamıştır” açıklamasıyla değerlendirmiştir), Ersin Pertan’ın Kemal
Tahir’in romanından uyarladığı 1991
yapımı Kurt Kanunu ve 1993’teki
Tersine Dünya filmleri, reklamcılık
ve televizyonculuktan gelerek ilk filmini 1992’de çeken Osman Sınav’ın
Kapıları Açmak isimli yapımı yer alır.
Ayrıca, 1993 yılında ilk uzun metrajlı
filmi Vagon’u Rus oyuncularla çeken
Semih Arslanyürek’in sinemaya
girişi, Biket İlhan’ın 1993 yapımı Bir
Kadın Yüzü filmi, kısafilmcilikten
sinemaya geçen Yeşim Ustaoğlu’nun
1993 yapımı İz’i ve Sinan Çetin’in
Moskova Film Şenliği’nde en iyi ka-
dın oyuncu ödülünü kazanan filmi
Berlin in Berlin dikkat çekicidir.
Bu dönemde, 1994 yılında
Kutluğ Ataman (Karanlık Sular),
Zeki Demirkubuz (C Blok) ve Tomris
Giritlioğlu (Yaz Yağmuru) ilk uzun
metrajlı filmlerini yönetir. 1995
yılında ise, Sinema-TV eğitimi alan
Handan İpekçi Babam Askerde filmi
ile ilk uzun metrajlı filmini çeker.
İtalya’da yaşayan ve kendini hem
Türk hem İtalyan olarak tanımlayan
Ferzan Özpetek, ilk uzun metrajlı
filmi Hamam’ı 1996 yılında yapar.
1996’da ilk filmini çeken diğer
yönetmenler Tabutta Rövaşata
filmi ile Derviş Zaim ve A Ay filmi
ile Reha Erdem’dir. Kısa filmcilikten
gelen (Koza, 1996) Nuri Bilge Ceylan,
1997’de Kasaba filmini çeker. Aynı yıl
Zeki Demirkubuz Masumiyet filmini
yapar. 1997’de ayrıca Sakın Arkana
Bakma filmi İle Cemal Şan ve Karışık
Pizza ile Umur Turagay ilk filmlerini
gerçekleştirmiştir. 1998’de Erden
Kıral’ın Avcı, Serdar Akar’ın Gemide,
1999’da Ferzan Özpetek’in Harem
Suare, Reha Erdem’in Kaç Para Kaç,
Kudret Sabancı’nın Laleli’de Bir
Azize, Kutluğ Ataman’ın Lola ve
Bilidikid, Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs
Sıkıntısı, Zeki Demirkubuz’un Üçüncü Sayfa, 2000 yılında Serdar Akar’ın
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Derviş
Zaim’in Filler ve Çimen filmleri
önemlidir.
Özetle, 1990 sonrası sinemamızda yeni bir dönem başlamıştır. İlk
yıllarından itibaren sıkıntı ve engellemelerle uğraşan Türk sineması,
bu yıllarda kendi alanını zorlayarak
yepyeni bir yola girmiş ve bu yolda
çok sayıda başarılı film gerçekleştirmiştir. Yaratılan etki, 2000’li yıllarda
film yapmaya başlayacak, yine, yeni
bir genç neslin beslenmesi için çok
önemli isimler haline gelen; Reha
Erdem, Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge
Ceylan, Yeşim Ustaoğlu, Derviş Zaim,
Ümit Ünal, Serdar Akar, Handan
İpekçi gibi yönetmenlerin çalışmalarıyla sürmeye devam etmektedir.
2000’li yıllar cep sineması dönemi olarak adlandırılan, film izleme
pratiklerinin değiştiği, sinema salonlarının alışveriş merkezlerinin içine
taşınarak, yeni bir tüketim-izleme
ilişkisinin kurulduğu dönemi işaret
eder. Günümüzde, ticari filmler ile
izleyiciden daha fazla katılım isteyen, düşünmeye sevk edici filmler
arasındaki savaş devam etmektedir.
Bu yılların önemli ve olumlu bir özelliği, ilk filmlerini çeken çok sayıda
genç yönetmenin, Sinemacılar
Dönemi’nde rastlanmayan şekilde,
eleştirmenlerin büyük desteğini
alması ve özellikle yurt içi festivallerde büyük ödülleri kazanmasıdır.
Bu dönemde yurt dışı festivallerde
de çok sayıda başarı elde edilmektedir. 2000’ler, siyasi konjonktürdeki
değişimin etkisiyle, Türk sineması
yerine, Türkiye sineması deyişinin
de, özellikle liberal kesimlerce öne
sürüldüğü yılları işaret eder. Dünya
genelinde “ulus” kavramının değişikliğe uğramasının ülkemize uyarlanan bu popüler karşılığının, yeni
bir konjonktür oluşumunda nasıl
biçimleneceği zamanla görülecektir.
2000 yılından bugüne kadar üretilen önemli filmleri şöyle sıralamak
mümkündür:
Balalayka (Ali Özgentürk, 2000),
Dar Alanda Kısa Paslaşmalar (Serdar
Akar, 2000), Yazgı (Zeki Demirkubuz, 2001), Büyük Adam Küçük
Aşk (Handan İpekçi, 2001), Filler ve
Çimen (Derviş Zaim, 2001), Herkes
Kendi Evinde (Semih Kaplanoğlu,
2001), Bana Şans Dile (Çağan Irmak,
2001), Şellale (Semir Aslanyürek,
2001), Uzak (Nuri Bilge Ceylan,
2002), Dokuz (Ümit Ünal, 2002),
Korkuyorum Anne (Reha Erdem,
2004), Karpuz Kabuğundan Gemiler
Yapmak (Ahmet Uluçay, 2004), Mustafa Hakkında Herşey (Çağan Irmak,
2004) , Yazı Tura (Uğur Yücel, 2004),
Anlat İstanbul (Beş Yönetmen,
2005), Kader (Zeki Demirkubuz,
2006), Beş Vakit (Reha Erdem, 2006),
Eve Dönüş (Ömer Uğur, 2006), Takva
(Özer Kızıltan, 2006), Küçük Kıyamet
(Durul, Yağmur Taylan, 2006), Barda
(Serdar Akar, 2007), Rıza (Tayfun
Pirselimoğlu, 2007), Janjan (Aydın
Sayman, 2007), Kabadayı (Ömer
Vargı, 2007), Mavi Gözlü Dev (Biket
İlhan, 2007), Polis (Onur Ünlü, 2007),
Yumurta (Semih Kaplanoğlu, 2007),
Nokta (Derviş Zaim, 2008), Gölgesizler (Ümit Ünal, 2008), Üç Maymun (
Nuri Bilge Ceylan, 2009), Sonbahar
(Özcan Alper, 2009), Karanlıktakiler (Çağan Irmak, 2009), Bornova
Bornova (İnan Temelkuran, 2009),
İki Dil Bir Bavul (Orhan Eskiköy,
2009), Kosmos (Reha Erdem, 2010),
Yüreğine Sor (Yusuf Kurçenli, 2010),
Bir Zamanlar Anadolu’da (Nuri Bilge
Ceylan, 2011), Bizim Büyük Çaresizliğimiz (Seyfi Teoman, 2011), Saç
(Tayfun Pirselimoğlu, 2011), Çınar
Ağacı (Handan İpekçi, 2011), Nar
(Ümit Ünal, 2011), Kaybedenler
Kulübü (Tolga Örnek, 2011), Gişe
Memuru (Tolga Karaçelik, 2011),
Dedemin İnsanları (Çağan Irmak,
2011), Zenne (Caner Alper, Mehmet
Binay, 2012), Gözetleme Kulesi (Pelin
Esmer, 2012) Can (Raşit Çelikezer,
2012), Zerre (Erdem Tepegöz, 2013),
Güzelliğin On Par’ Etmez (Hüseyin
Tabak, 2013), Sen Aydınlatırsın
Geceyi (Onur Ünlü, 2013), Jîn (Reha
Erdem, 2013), Kış Uykusu (Nuri Bilge
Ceylan, 2014), İtirazım Var (Onur
Ünlü, 2014).
Bu dosyada ismine yer verilememiş pek çok film ve eski ya da genç
yönetmen ile Türk sineması yeni
yüzyılında yoluna devam etmektedir. Tarihi boyunca ticari sinema ile
“sanat” sinemasını birarada yürüten, her iki anlayıştan da zihinlere
kazınan filmler çıkarmayı başaran
sinemamız, genç nesillerin üretimleriyle hayatta kalmak için yeni yollar
yaratmaya, ülkemizde ve dünya
genelinde başarılar elde etmeye
devam edecektir. Son yılların önemli
özelliklerinden biri olan, yeni yönetmenlerin başarılı ilk filmlerinin
ardından tekrar film çekememeleri
sorununun, farklı desteklerle bir
an önce giderilmesi gereklidir.
Genç sinemasever izleyicilerin ise,
yalnızca dünya sinemasını değil,
kendi ülke sinemalarının da tarihini
okuması, incelemesi ve sevmesi,
onlara ülkemizin yaşadığı evreleri
başarıyla değerlendirebilme şansını
vererek gelecek için hazırlanmalarını
sağlayacaktır.
Bu temennilerin ardından, son
söz, sinemamızın bundan sonra da
yoluna devam etmesini dilemek
olabilir. Nice başarılı yıllara Türk
Sineması!
GÜZ 2014
23
GÜNDEM EGE
e Araş. Gör. Hüseyin GENÇALP
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Doktora Öğrencisi
“Zaman sınırı ve para kazanma hırsı olmadan bir
film çevirmeyi ben de isterdim, ama olmadı işte!”
Muhsin Ertuğrul
İlklerin yönetmeni: Muhsin Ertuğrul
Türk Sineması’nda üretim,
1922’den itibaren yaklaşık yirmi
yıl boyunca tek bir ismin, Muhsin Ertuğrul’un hâkimiyeti altında
kalmıştır. Yaptıkları kadar yapmadıklarıyla da tartışma konusu olan
Muhsin Ertuğrul’un kurduğu ‘tekel’,
Türk Sineması’ndaki bazı eksiklik
ve gecikmelerin sebebi sayılmıştır.
Scognamillo’ya göre bu dönem
boyunca Muhsin Ertuğrul tarafından
beyaz perdeye aktarılan otuz filmin
yaklaşık üçte ikisi ya yabancı kaynaklardan alınmış ya da Batı sinemasının
çeşitli etkilerini üzerinde taşımıştır.
24
Gökmen ise, tiyatro eserlerinden
filmleştirilmiş veya yabancı eserlerden
uyarlanarak perdeye aktarılmış bu
yapımların, Türk Sineması’nda etkisi
uzun süre hissedilecek olan tiyatrovari
anlatım geleneğinin doğumuna işaret
ettiğini belirtir.
Muhsin Ertuğrul sinemasında
kendini gösteren tiyatral yapının kaynağı, Ertuğrul’un hayatı ve yurt dışındaki çalışmalarıyla yakından ilişkilidir.
Henüz on altı yaşında Burhanettin
Tepsi Bey’in tiyatrosunda figüran ve
oyuncu olarak görev alan Muhsin
Ertuğrul, 1911 yılında Paris’e giderek
tiyatro eğitimi alır. Ertuğrul, Paris
dönüşünde Darülbedayi’ye gider ve
başarılı rollerde oynar. 1916 ile 1921
yılları arasında dört kez Almanya’ya
giden Muhsin Ertuğrul bu ziyaretleri
sırasında tiyatro ve sinema ile ilgili
çalışmalar yapar. Özön, Almanya’da
film endüstrisinin büyük bir tekel çevresinde birleştirilerek, savaşın dışında
kalan ülkelerdeki sinema pazarının
ele geçirilmeye çalışıldığı dönemin
şartlarından faydalanan Ertuğrul’un,
çeşitli projelerde figüran, oyuncu ve
rejisör olma fırsatını yakaladığını dile
getirmektedir. ‘Kemal Film’ stüdyosu
kapanınca 1924’te İsviçre’ye giderek
tiyatro üzerine incelemelerde bulunan Muhsin Ertuğrul, burada ünlü
yönetmen Mauritz Stiller ile tanışma
şansını elde etmiştir. Bu seyahatin
hemen ardından Rusya’ya giderek
sinema çalışmaları gerçekleştiren
Ertuğrul, ayrıca Tamilia (1925), Beş
Dakika (1926) ve Spartaküs (1926)
filmlerini beyaz perdeye aktarmıştır.
Hem kendi oyunculuk kariyeri ve
bu konuda aldığı eğitimler, hem de
yurt dışında tiyatro ve sinema ile ilgili
yaptığı inceleme ve çalışmalar, Muhsin Ertuğrul sinemasının temel yapı
taşlarını oluşturmuştur. Bu bağlamda
Scognamillo, onun sinemasının üç
sacayağını; ‘Fransız Tiyatrosu’, ‘Alman
Tiyatrosu ve tecimsel sineması’ ile
‘Rus devrim sineması’nın oluşturduğunu söyler. Bir tiyatrocu olarak
oyunlarındaki ‘boulevard’ ve ‘grand
guinol’ anlayışı, oyuncu olarak Werner
Krauss ve Emill Jannigs tutkusu ve
Eisenstein–Pudovkin’in uyguladığı
girift yapı, filmlerinde çeşitli şekillerde varlığını göstermiştir.
Muhsin Ertuğrul’un 1922’den
başlayarak ürettiği otuz filmde ve
Türk Sineması’nın geçiş döneminde
beyaz perdeye aktarılan yapımların
büyük bir kısmında, onun tiyatral
sinema anlayışının izlerini görmek
mümkündür. Salih Gökmen’e göre bu
filmlerde çok az rastlanılan hareketler
dışında tamamen sabit bir kamera
kullanımı vardır. Ayrıca, büyük bir
kısmı tiyatro kökenli olan oyuncuların
kamera karşısındaki oyunculukları
doğallıktan uzak bir atmosfer yaratmaktadır. Muhsin Ertuğrul’un dışavurumcu Alman sinemasından aldığı
abartılı makyaj uygulaması filmle-
rinde yaygındır; ayrıca sıklıkla basit
bir mizansen kullanılmıştır. Filmler
genel itibariyle tiyatro eserlerinden
uyarlandığı için dekor, oyun, diksiyon
gibi öğeler, olduğu gibi sinemaya
aktarılmıştır. Hatta kimi zaman tiyatro
oyunu sahnelenirken bir kenara
konulan kamera ile çekim yapılarak,
oyun filmleştirilmiştir.
Muhsin Ertuğrul sinemasının tiyatro anlatısına sahip yapısı, sinemayı
ait olduğu bağlamdan kopararak,
onu bir sahne sanatı biçiminde yeniden şekillendirmiştir. Onun filmleri
yeni bir sanat dalı olarak kendine
özgü dinamiklere sahip sinemanın
üretimleri olmaktan öte, sahnede
sergilenen tiyatro oyunlarının pelikül
üzerindeki yansımaları biçimindedir. Muhsin Ertuğrul sinemasındaki
tiyatral yapı aynı zamanda izleyicinin
tiyatrodan kalma alışkanlıklarını
devam ettirerek, izlerkitlenin beklentilerini de şekillendirmiştir.
Muhsin Ertuğrul sinemasının
Türkiye’deki sinema algısı üzerindeki
sahip olduğu olumsuz etkilerin yanı
sıra, bu coğrafyada sinema sanatının
ilerlemesi ve gelişmesine katkı sağlayan faydalı çalışmalarının da altını
çizmek gerekir.
Muhsin Ertuğrul Türkiye’de
sinemaya yeterli düzeyde devlet
desteğinin verilmediği bir dönemde
‘Kemal Film’ ve ‘İpek Film’ gibi iki
özel yapım şirketinin kurulmasına
önayak olmuş ve bu kuruluşların
bünyesinde pek çok film çevirmiştir. Özön’e göre bu durum devletin
yapımla hiç ilgilenmemesine rağmen,
Cumhuriyet’in ilanından İkinci Dünya
Savaşı yıllarına kadar film yapımının
sürdürülmesine imkân tanımıştır.
1922-1939 yılları arasında Muhsin
Ertuğrul’un ‘tek adam’ olduğu on yedi
yıllık dönemde, bugüne kadar Türk
Sineması’nda sıklıkla ele alınan polis
filmi, köy filmi, Kurtuluş Savaşı filmi,
dram-melodram, komedi-vodvil gibi
film türlerinin ilk örnekleri beyazperdeye aktarılmıştır. Türk kadınlarının
sinema alanında ilk kez kendilerine
yer bulmaları yine Muhsin Ertuğrul
döneminde gerçekleşmiş ve bu durum kadınların sahneye çıkmasına da
öncülük etmiştir.
Sinema konusundaki belli
başlı teknolojik gelişmelerin Türk
Sineması’na girişinde de Muhsin
Ertuğrul’un payı büyüktür. Yönetmenliğini Muhsin Ertuğrul’un, yapımcılığını İpek Film’in üstlendiği 1931
yapımı “İstanbul Sokaklarında” ilk sesli
Türk filmi olma niteliğini taşımaktadır.
Yapı ve Kredi Bankası’nın Türkiye’de
sinema endüstrisi kurulması için
çeşitli yatırımlar yapmaya hazırlandığı
dönemde bir deney olarak Ertuğrul
tarafından çevrilen “Halıcı Kız” ‘(1953)
ise ilk renkli Türk filmidir.
Artıları ve eksileriyle Muhsin Ertuğrul, Türk Sineması’nın önde gelen
figürlerinden biridir. Onun sinema
anlayışının beraberinde getirdiği
olumsuz etkiler, Türk Sineması açısından bazı kayıplara sebep olmuş olsa
da bu durum, Muhsin Ertuğrul’un pek
çok konuda Türk sinema sektörüne
öncülük ettiği olgusunu unutturmamalıdır. Ayrıca, Muhsin Ertuğrul
sinemasında, yönetmenin kendi
tercihlerinin yanı sıra, dönemin sinema sektörünün isteklerinin, teknik
olanakların sınırlılığının ve izleyicinin
beklentisinin de etkili olduğu göz
ardı edilmemelidir.
GÜZ 2014
25
GÜNDEM EGE
e Araş. Gör. Alper ERÇETİNGÖZ
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Doktora Öğrencisi
Karanlıkta Uyananlar
Türk sinemasında Sinemacılar
Dönemi olarak adlandırılan 1950-1970
arasındaki dönemin ilk on yılı, Muhsin
Ertuğrul döneminde tiyatronun etkisi
altında kalan sinemayı yeniden keşfetme, sinema dilinin olanaklarını öğrenme dönemi olarak geçmiştir. 1960’tan
sonraki on yıllık dönem ise tiyatronun
etkisinden kurtulan sinemanın konu
arayışlarını içerir. Bu dönemde Türk sineması, zaman zaman, var olan anlatı
kalıplarını da zorlayarak, toplumsal
yapıyı tüm gerçekliği ile yansıtan filmler ortaya koymaya başlamıştır. Göç ve
gecekondulaşma, işçi sınıfının yaşadığı
zorluklar, kadının toplumsal hayattaki
yeri gibi konuları merkeze alan filmler,
iktidarı ve düzeni eleştiren yaklaşımlarıyla öne çıkmaktadır.
Sinemacılar Dönemi’nin ikinci
kuşak yönetmenlerinden olan Ertem
Göreç 1960-1965 yılları arasındaki
toplumsal değişimi Metin Erksan ve
Halit Refiğ ile birlikte en iyi yansıtan
isimlerden biridir. Sendika yöneticiliği
de yapan Göreç, Lütfi Ömer Akad’la
birlikte Türk sinema endüstrisindeki
ilk grevin başarıyla yürütülmesinde
önemli rol oynamış, yönetmenin bu
politik duruşu filmlerine de yansımıştır.
Sinemaya 1950’lerde Orhon M. Arıburnu, Atıf Yılmaz, Abdurrahman Palay
ve Memduh Ün gibi isimlere asistanlık yaparak başlayan Ertem Göreç,
1960 yılındaki ilk filmi Kanlı Sevda ile
birlikte yetmiş beş filmde yönetmenlik
koltuğuna oturmuş, ancak adını en
çok, senaryolarını Vedat Türkali’nin
yazdığı Otobüs Yolcuları ve Karanlıkta
Uyananlar filmleriyle duyurmuştur.
Ertem Göreç’in 1964 tarihli Karanlıkta Uyananlar filmi; işçi sorunları,
26
sendika ve grev hakkında yapılmış ilk
film olması nedeniyle Türk sinema tarihinde önemli bir yere sahiptir. Bu filme
kadar, ana karakterin işçi sınıfından
olduğu filmlerde sınıfsal göstergeler
melodramatik yapı içerisinde ele
alınmış, işçi sınıfının toplumsal ve ekonomik sorunlarından çok, bu sınıftan
bir karakterin bireysel hikâyesine yoğunlaşılmıştır. Ticari sinema içerisinde
yer alan bu filmlerde bireyci yaklaşım,
toplumsal sorunların geri planda
kalmasına neden olmuştur.
Karanlıkta Uyananlar’ın önemli
bir özelliği de, seyircinin alışık olduğu
melodram kalıplarını gözardı etmeden
işçiyi, yalnızca bir film kahramanı olarak değil, gelişmekte olan bir ülkenin
işçi sınıfının tümü ile konu edinmekte
oluşudur. Scognamillo bu durumu,
“Ticari sinema, olağan bir davranışla,
bildiği ve tekrarladığı konulardan
uzaklaşmadan bunların içine daha
güncel, bir ölçü daha toplumcu unsurlar yerleştiriyor” sözleriyle ifade eder.
Film, bir fabrikada çalışan işçilerin
emeklerinin karşılığını alabilmek için
ortaya koyduğu mücadeleyi konu
edinmektedir. Yerli boya üretimi
yapan Yetimoğlu Boya Fabrikası’nın
işçileri, fabrikanın artan iş yüküne
paralel olarak maaşlarında iyileştirme
ister. Fabrika sahibi Şeref Bey iyileştirmeye yanaşmayınca, işçiler, bağlı
bulundukları sendikanın desteğiyle
greve gitmeye hazırlanır. Ancak greve
öncülük eden üç işçinin işine son
verildiğini öğrendiklerinde, işsiz kalma
korkusu ile grev kararını uygulamaktan vazgeçerler. Kısa süre sonra büyük
bir iş anlaşması yapan Şeref Bey, fabrikadaki kaynak ustası Ekrem ile onun
çocukluk arkadaşı olan oğlu Turgut’un
da ısrarıyla, işçileriyle anlaşmaya karar
verir. Ancak bu kararı uygulayamadan kalp krizi geçirerek ölür. Şeref
Bey ölünce fabrikanın yönetimi oğlu
Turgut’a kalır. Fabrikayla hiç ilgisi bulunmayan Turgut’un iyi niyeti, yabancı
sermaye sahipleri ile iş birliği içindeki
müdürlerin kendisini yönlendirmesine
engel olamaz. Turgut’un işçi hakları
konusunda giderek değiştiğini gören
Ekrem, kendileri için tek çıkar yolun
sendika çatısı altında greve gitmek
olduğunu anlar. Ekrem’in önderliğindeki işçiler büyük bir dayanışma içinde
grevi başlatırken, fabrika, borçları
nedeniyle iflas eder. Alacaklıların
fabrikaya el koymasına izin vermeyen
işçiler, fabrikayı sahiplenerek, bu kez
kendileri için çalışmaya başlarlar.
Filmde, gelişmekte olan yerli
sanayi ve bu gelişimden elde edilen
kazanımın dağılımındaki adaletsizlik
ve sömürü, işçi sınıfının bakış açısıyla
ele alınmıştır. Gecekondu yaşam tarzı
ile burjuvanın günlük yaşamı arasındaki çatışma filmde öne çıkarılmakta,
işçi sınıfının içinden çıkıp sonradan
burjuva hayatına eklemlenen karakterlerin yaşadığı değişim ve yozlaşma vurgulanmaktadır. Burjuvazinin
ayakta kalabilmesi için çalışanların
emeklerinin sömürülmesi karşısında,
işçi sınıfının grev gibi yasal hakkını
kullanıp kullanmamak konusunda yaşadığı ikilem, işsizlik olgusu etrafında
değerlendirilmektedir. Bu çerçevede
emekçinin zihnindeki korku ve çaresizlik olgularını ortaya koyan film, sınıfsal
dayanışma yoluyla korkuların aşılarak,
çaresizliğin büyük bir güce dönüşebileceğini savunur.
Özön’e göre, Karanlıkta
Uyananlar’da işlenen düşüncelerden
biri, bütün aksaklıkların insanların iyilik
ya da kötülüklerinden değil, toplum
düzenindeki bozukluklardan ileri
geldiği görüşüdür. Bununla birlikte
filmin işçi sınıfına mensup kahramanları umut ve iyimserlikle doludur.
Soğuk ve uzak büyükşehir, yerini aynı
mahallede, aynı fabrikada buluşan
insanların samimiyet ve dayanışmasına bırakır. Bu dayanışmadan hareketle
filmde toplumsal sorunların çözümü
için devlet müdahalesinden önce
kitlesel hareketlerin gelmesi gerektiği
vurgulanmaktadır.
Hakan’ın Esen’den aktardığı şekliyle; “Ezilenden, sömürülenden, emekçiden ve yoksuldan yana aldığı tavrı;
egemen sisteme yani kapitalizme
muhalif olması; geri bırakılmışlık, gelişmemişlik ve feodal ilişkiler gibi konuları irdeleyip eleştirmesi; çarpıklıkları,
bozuklukları, sömürüyü, geri kalmışlığı, yoksulluğu belgelemeyi, sergilemeyi ve değiştirmeyi amaçlaması
gibi özellikleri nedeniyle” Karanlıkta
Uyananlar, Türk sinemasında üçüncü
sinema niteliği taşıyan filmlerden biri
olarak gösterilebilir. Devrimci niteliğinden ötürü, Türk sinemasının bu ilk işçi
hareketi yahut grev filmi, uzun süre
yasaklı olarak kalmış ve sınırlı gösterim
imkânı bulabilmiştir.
Her ne kadar dönemin koşulları
toplumsal sorunların konu edildiği
bir sinemanın varlığı için elverişli
bir ortam yaratmış olsa da, sinema
piyasasının yapısı bu filmler için
oldukça zorlayıcı olmuştur. Filmlerin
gösterime girebilmesi için, yerleşik
sansür uygulamalarını aşması gerekmiştir. Öte yandan 1960’lı yıllarda
Türk sineması büyük bir izleyici kitlesi
tarafından takip edilmekte, dönemin
sinema piyasası da bu büyük kitleyi
sinema salonlarında tutabilecek biçim
ve içerikteki filmlere gösterim hakkı
tanımaktadır. Bu da gösterim izni
almış filmlerin salon bulma sıkıntısı yaşamasına neden olur. Ancak
zorlayıcılık sadece sansür engelini
aşma ya da gösterime girme ile ilgili
değil, aynı zamanda bu tarz filmlerin
izleyici tarafından kabul edilmesi ile de
ilgilidir. Yine Hakan’ın aktardığına göre;
“Türk sinema piyasası içinde toplumcu
mücadele amacıyla çevrilecek her film,
şartlanmış ve heterojen nitelikteki seyirci karşısında iş yapma gibi bir başka
engelle karşı karşıyadır”.
Bu nedenlerle Ertem Göreç, ön
planda işçi sınıfının mücadelesini anlatırken, arka planda izleyiciyi filmin içinde tutabilecek melodram öğelerine
yer vermek zorunluluğunu hissetmiştir. Bu düzlemde aşk hikâyesini konuya
taşıyan yönetmen, işçi sınıfından
bir kadınla erkeğin ilişkisini, burjuva
sınıfından zengin erkek ve sosyetik
ressam kadının ilişkisiyle birlikte işler.
Geleneksel-emekçi ve modern-sosyetik olmak üzere iki farklı kalıplaşmış kadın bakışına sahip görünen Göreç, her
iki birliktelikte çatışma unsurları yaratıp işçi sınıfındaki ilişkide bu unsurları
etik ve iyi niyet çerçevesinde çözerek
hikâyeyi mutlu sona ulaştırır. Fabrikatör ve ressam ilişkisindeki ruhsal iniş
çıkışlar ise ilişkiyi çıkmaza sürükler ve
sonunda iki karakter de yalnız kalır.
Türk sinemasının melodram
kalıplarına dair alışılmış söylemleri de
barındırmasına rağmen, Karanlıkta
Uyananlar, konusunun yeniliği ve bu
konuyu ele alışındaki cesareti nedeniyle, sinemamızın öncü filmleri arasındaki yerini koruyacaktır.
GÜZ 2014
27
GÜNDEM EGE
e Araş. Gör. Gökhan DEMİREL
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
Kızgın adam Metin Erksan’ın
sinema kavgası
“Metin Erksan kimdir, sinemasının
farkı ve önemi nedir?” Bu sorulardan
ziyade, “Metin Erksan’ın Türk sineması için önemi nedir?” sorusunun
cevabını araştırmak, sinema tarihinin
önemli bir bölümüne işaret edecektir. Edebiyat eserlerinden uyarladığı ve çoğunlukla kırsal kesimin
sorunlarını ele aldığı filmlerle başarı
kazanan Metin Erksan, sinemanın
“kültür” olduğunu her fırsatta dile
getiren önemli bir yönetmendir. Türk
sinemasının auteur yönetmenlerinden olan Erksan, ulusal sinemanın
gelişmesi için Halit Refiğ ile birlikte
28
kavramın yaratıcılarından biri olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Metin Erksan’ın filmleri incelendiğinde, çocukluğundan yetişkinliğine
kadar meydana gelen ve onun için
dönüm noktası olan olayların hepsinin, kıyısından köşesinden de olsa,
sinemasına yansıdığı görülmektedir.
Özellikle “tutku”“mülkiyet”, “cinsellik”
gibi kavramları inceleyen yönetmen, bunları, yarattığı saplantılı ve
benmerkezci karakterler üzerinden
anlatmıştır. Karakterlerin durum ve
duygularını seyirciye aktarabilmek
için, büyük fotoğraflar ve mankenler
kullanmak, karakterleri geniş, boş
mekânlarda göstermek, yönetmenin
üslubunda vazgeçemediği öğelerdendir.
Metin Erksan’ın ulusal sinema
kavgasının izlerini, “insanı insan
üzerine düşünmeye” iten, insanın en
ilkel parçalarından olan güç, iktidar
gibi kavramları, yönetmenin en yakın
arkadaşlarını bile küstüren meşhur
öfkesini, hepsini sinemasında görmek mümkündür. İnsanı en saf haliyle, en açık haliyle, hem iyi hem de
kötü, yani tüm gerçekleriyle ele alan
ve bunu filmlerine taşıyıp sinemanın
insanı anlattığını dile getiren Metin
Erksan, çoğu kez sırf bireyi konu
edinmekle suçlanmıştır. Oysa yönetmen, Türkiye’nin ulusal sinemasını
daha iyi yerlere taşımaya çalışmış, bu
uğurda hem üretici hem de yol gösterici bir entelektüel olmuştur. Mimar
Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar
Fakültesinde edindiği plastik sanatlar
konusundaki bilgisini ve estetik anlayışı, sinemasıyla birleştirerek, dönemi
itibariyle birçok sinemacıdan ayrılan
Erksan, Türk sinemasını yurt içinde de
yurt dışında da ileriye taşımıştır.
Plastik sanatları sinemasına taşımış olması, yönetmenin kendisiyle
özdeşleşen “Sinema kültürdür” cümlesine destek
niteliğindedir. Sinemacının
sanat ve diğer disiplinler
hakkında da bilgisinin
olması gerektiğini belirten
yönetmen, insanın anlatıldığı herhangi bir filmin,
sosyolojik açıdan da psikolojik açıdan da birbirini
destekliyor olması gerektiğini vurgular. Aksi takdirde
filmlerinin, Yeşilçam’da
üretilen onlarca filmden
farklı olmayacağını dile getirir.
Metin Erksan, sinemasının ilk
yıllarından itibaren dönemin Türkiye’sinin sansürüne takılmış ve bu
uğurda oldukça mücadele vermiştir.
Yönettiği ilk filmden itibaren sansür
kurulu ile problemler yaşayan Metin
Erksan, söyleşilerinde, Türkiye’de
sinemanın bir pratik olarak doğduğunu ve yıllarca da bu şekilde devam
ettirildiğini dile getirir. Erksan’a göre,
Yeşilçam, “sanattan ticari amaçlar güden bir örgüt” olmuştur. Sinemadan
kazanılan paranın sinema sektörüne
dönmemesinden dolayı da Yeşilçam
sineması rekabete açılamamıştır.
Sanatın herhangi bir dalına olduğu
gibi, Türk sinemasına da uygulanan
sansür, güçlü bir baskı mekanizmasıdır. Bu baskı mekanizması, hem Türk
sinema sanatının, hem de Türk sinema endüstrisinin gelişmesini yıllarca
engellemiştir. Gerilemenin bir diğeri
nedeni de, oyuncuların ekonomik
olarak yaşadığı sıkıntılardan dolayı
sektör dışındakilere bozdurdukları
bonolar olmuştur. Düşük ücretlerle
sektör dışı ticaretçilere bozdurulan
bonolar, filmden kazanılan paranın,
sinema sektörüne dönmesine engel
olmuştur.
Metin Erksan, 1952’de Bedri
Rahmi Eyüboğlu’nun senaryosundan
çektiği ilk filmi olan ‘’Âşık Veysel’in Hayatı-Karanlık Dünya”nın çekimlerini
Âşık Veysel’in köyünde gerçekleştirmiştir. Bu durum, filmde yarı-belgesel
bir tarz yaratmıştır. Filmde gösterilen
olaylar ve tarlalardaki başakların
boylarının yeterli uzunlukta olmaması gibi noktalar, filmin sansür kurulundan geçmemesine neden olmuştur.
Böylelikle film, Metin Erksan’ın
sansüre takılan ilk filmi olarak sinema
tarihindeki yerini alır. Sansürle olan
çetrefilli mücadelesi yönetmene
Berlin’de Altın Ayı ödülünü kazandıran 1964 yapımı “Susuz Yaz” filmi
ile devam eder. Susuz Yaz, filmin
oyuncusu, aynı zamanda da yapımcısı olan Ulvi Doğan tarafından, o
dönemde film yapımcılarına tanınan
yurt dışına film çıkarma hakkından
yararlanılarak, festivale yetiştirilmiş
ve ödülü kazanmıştır. “Susuz Yaz”
her ne kadar filmde geçen “levirate” (erkeğin ölen kardeşinin eşiyle
evlenmesi, kayın alma) kavramı nedeniyle, sansüre takılmış olsa da, Türk
sinemasının yurt dışında tanınmasını
sağlayarak sinema sanatına büyük
bir katkı sağlamıştır. “Susuz Yaz” yurt
dışında ödül aldıktan sonra, dönemin
Turizm Bakanı tarafından oyuncuların ödüllendirildiği bilinmektedir.
Sinemacılar Kuşağı’nın üç önemli
temsilcisinden biri olan Metin Erksan,
“Suçlular Aramızda’’, ‘’Sevmek Zamanı’’ ve ‘’Kuyu’’ gibi filmlerle kendi
üslubunu geliştirerek, “‘Dokuz Dağın
Efesi”’, ‘’Gecelerin Ötesi’’, ‘’Yılanların
Öcü’’, ‘’Acı Hayat’’ gibi filmlerle de toplumsal gerçekçilik alanında ürünler
vermiştir.
Metin Erksan, 1974’te Sait Faik
Abasıyanık’ın ‘’Müthiş Bir Tren’’,
Kenan Hulusi’nin ‘’Sazlık’’, Samet
Ağaoğlu’nun ‘’Bir İntihar’’, Sabahattin
Ali’nin ‘’Hanende Melek’’ ve
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın
‘’Geçmiş Zaman Elbiseleri’’
adlı öykülerini, TRT kurumu
adına ‘’Beş Türk Hikâyesi’’
ismiyle yönetmiştir.
Üniversitede hocalık
yapan, birçok dergi ve
gazetede yazılar yazan
yönetmenin çalışmaları,
hem yurt içinde hem de
yurt dışında büyük beğeni
toplamış ve birçok festivalde birbirinden farklı ödüller
kazanmıştır. Sinema eleştirmeni Sadi
Çilingir, Metin Erksan’ın, Türk sinemasının diğer temel taşı yönetmenlerinden olan Lütfi Akad, Memduh
Ün, Osman Seden, Duygu Sağıroğlu
gibi Türk Sineması kavramının içini
dolduran bir isim olduğunu ve kendi
dönemi dâhil tüm yönetmenleri
etkilediğini belirtmektedir. Türk
sinemasına çok sayıda insan yetiştirmiş olan Metin Erksan, sinemanın
birçok disiplinden beslendiğini, film
çekmekle uğraşan birinin de birçok
insan bilimine ek olarak sanat dallarından yararlanması gerektiğini sıkça
vurgulamıştır. Metin Erksan’a göre,
Türk tarihi ve Türk insanı bilinmeden,
Türkiye’ye ait bir film çekmek mümkün değildir. Bu yaklaşım, sinema hayatı boyunca mücadele veren “Kızgın
adam”ın, “Sinema insanı anlatır” ve
“Sinema kültürdür” sözlerine temel
oluşturmaktadır.
GÜZ 2014
29
GÜNDEM EGE
e Orçun UZUNOĞLU
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Doktora Öğrencisi
Yılmaz Güney ve Duvar üzerine
Modern hayat, her şeyi çabucak tüketmekte, değiştirmekte ve
dönüştürmektedir. Marx’ın da ifade
ettiği gibi, modern dünyamızda
sağlam sandığımız her şey, vadesinden önce buharlaşarak yok olan bir
özelliğe sahiptir. Günümüz dünyasının bu özelliğinden ötürü bir gün
önce herkesin tanıdığı ünlü bir insan,
ertesi gün unutularak hiç hatırlanmamaktadır. Televizyon ise her gün
unutulmamak ve gündemde kalmak
uğruna birçok şey yapan insanlarla
doludur. Oysa gerçekten unutulmayacak isimler vardır. Yılmaz Güney,
30
sinemamızda bu isimler arasında en
önemlilerinden biridir.
Yılmaz Güney benzeri az bulunan
bir sinemacı olarak sinema tarihimizdeki yerini almıştır. Onun sinemasını
anlamamız ve siyasi eğilimlerinin
nereden geldiğini öğrenebilmemiz
için kitaplarını okumak ve filmlerini
seyretmek gerekmektedir. Yılmaz
Güney her türden filme ve akıma
açık, sinemaya tutkun biri olmuştur ve kendini bir “sinema fanatiği”
olarak tanımlamıştır. George Raft,
Humphrey Bogart, Marlon Brando
gibi Amerikan Sineması’nın önde
gelen oyuncularını takip etmekte,
Kazan, Bergman, Visconti, Vittorio de
Sica, Rossellini gibi yönetmenlerin
ise sinema tekniklerine ve tarzlarına
hayranlık duymaktadır. Yılmaz Güney farklı oyuncu ve yönetmenleri
takip etmesini şu şekilde açıklamıştır: “Takip ettiğim her bir oyuncu
ya da yönetmenden yeni bir şeyler
öğreniyorum. Onların çok farklı
ve çeşitli çekim tekniklerini, bakış
açılarını kendime uyarlamaya gayret
ediyorum”.
Yılmaz Güney, filmlerinde, kimi
zaman macera filmleri yapan çirkin
bir aktör, kimi zaman cesur bir Anadolu
genci, kimi zamansa idealleri peşinde
koşan bir devrimci olarak karşımıza
çıkmaktadır. Yılmaz Güney üzerine
çalışan araştırmacılar, onu ve sinemasını
farklı şekillerde ele almaktadır. Kimileri
araştırmasını Yılmaz Güney yönetmen
olmadan ve olduktan sonra şeklinde
bölümlere ayırırken kimileri ise “Yol”
filminden önce ve “Yol” filminden sonra
biçiminde onun hayatındaki dönüm
noktası olayları temel almaktadır. Bu
çalışmada ise, daha önceki araştırmalardan farklı olarak, ilk defa bir yönetmen
başka bir yönetmenin gözünden aktarılmaya çalışılacaktır. Bu yönetmen, farklı
bir ülkeden ve kültürden olan Fransız
Patrick Blossier’dir. Blossier’nin 1983
yılında çektiği Duvar Üzerine (Autour du
Mur) belgeseli, Yılmaz Güney’in yönetmen kimliğinin yanında, gizli kalmış
kişisel özelliklerini de gözler önüne
sermektedir.
Yılmaz Güney’in son filmi Duvar
(1983) henüz çekim aşamasındayken,
birçok ülkede olduğu gibi Fransa’da
da dikkatleri üzerinde toplamıştı. Film,
gazete haberleri ve üzerine çıkan siyasi
tartışmaların yanı sıra Fransa’da çekilen
ve Duvar filminin kamera arkasını yansıtan bir belgeselle de gündemde yer
aldı. Yönetmenliğini yaptığı çok sayıda
belgeselle ödüller kazanan ünlü Fransız
sinemacı Patrick Blossier, Duvar Üzerine
filminde doğrudan yönetmen Yılmaz
Güney’i, onun sinema tarzını, oyuncuları
idare etme şeklini ve insan ilişkilerini
Duvar filminin çekimleri esnasında
kaydettiği görüntülerle ekrana yansıttı.
Patrick Blossier’nin Duvar Üzerine belgeseli Cannes Film Festivali’nde belgesel
dalında ödül kazanmıştır.
Duvar Üzerine filmi yalnızca Duvar
filminin kamera arkasını göstermekle
kalmamakta, aynı zamanda Yılmaz
Güney’in kişiliğini de göz önüne sermektedir. Belgeselde seyirci yalnızca
yönetmen olan Yılmaz Güney’i izlemez,
aynı zamanda onun insani yönünü ve
karakterini de seyreder. Yani bu sefer
seyirci sadece onun yönetim tarzına
değil, aynı zamanda onun sosyal ve
insani yönüne de tanık olur. Bu doğrultuda filmi daha iyi anlayabilmek adına,
Yılmaz Güney’in biyografisine değinmek
gerekmektedir.
Senaryo yazarı, yönetmen, oyuncu
ve yazar Yılmaz Güney (1 Nisan 1937
GÜZ 2014
31
Adana, Türkiye – 9
Eylül 1984, Paris, Fransa)
1958-1981 yılları arasında elliye yakın senaryo
yazmıştır. Güney, halkın
maceralarını, umutlarını,
endişelerini, rüyalarını
ve sıkıntılarını anlatan
farklı sinema eserlerini
gerçekleştirmiştir.
1966 yılında, kendi
filmlerini çevirmeye
başlayan Yılmaz Güney,
toplam yirmi dört film
yönetti. Filmlerinde basit sinema
araçları ve teknikleri kullanmasına rağmen milyonlarca seyirciyi sinema
salonlarına çekmeyi
başardı. Sinemaya olan
aşkı ve tutkuyla yönettiği
filmleri sayesinde, Türk
Sineması’na büyük katkılar sağladı. Yılmaz Güney,
filmlerini çekerken sıklıkla İtalyan ve Amerikan
aksiyon filmlerinin etkisi
altında kaldı.
1968 yılında kendi
yapım şirketi olan Güney
Film’i kurdu. Makal’a
göre; “1970 yılından
itibaren sosyal gerçeklik
düşüncesiyle çevirdiği 10’a yakın filmde
yaratıcı gücünü halkın
siyasi görüşlerini temsil
etme yönünde gösterdi”.
Yılmaz Güney, hükümet
tarafından üç defa üst
üste tutuklanarak hapse
mahkûm edildi. 1982
yılında hapisten kaçarak
Yol filminin montajını
üstlenen yapımcı Kaktüs
Film Şirketi’ne, İsviçre’ye
gitti. Fransa’nın siyasi
sığınma hakkı vermesiyle Yılmaz Güney,
Paris’e yerleşti. 1984
yılında burada hayatını
kaybetti.
Yılmaz Güney Yol filmiyle 1982 yılında Cannes Film Festivali’nde
Costa Gavras’ın Missing
(Kayıp) filmiyle aynı
anda Altın Palmiye
32
ödülünü kazandı. Bundan bir yıl
sonra, hapishane, ayaklanma ve
aşağılama konularını işlediği Duvar
filmini gerçekleştirdi. Yılmaz Güney
siyasi duruşu ve filmlerinden ötürü
Türk vatandaşlığından çıkarıldı,
kitapları ve filmleri kendi ülkesinde
yasaklandı.
René Gardies, tarih ve sinema
hakkında kaleme aldığı makalesinde,
“Sinemadan, bazı özel durumlarda
toplumsal ve siyasi bir rol oynaması,
hatta ondan propaganda yapması
ve mücadele etmesi dahi beklenebilir” demiştir. Bu fikir, Yılmaz Güney’e,
sinemasını siyaset üzerine kurma
imkânı vermiştir. Yves Thoraual’ın
aktarmasına göre, Yılmaz Güney bu
durumu şu sözlerle ifade eder: “İcra
ettiğim sanat ve siyaset aslında birbirini tamamlar, arada hiçbir çelişki
barınmaz”.
Duvar (1983), Yılmaz Güney’in
komünizm, kapitalist sistem ve
Türkiye’deki hâkim otorite üzerine
ideolojik fikirlerini yansıttığı ilk filmidir. Burada bilinmesi gereken önemli
nokta, onun bu filmi Türkiye’yi terk
ettikten sonra çektiğidir. Duvar
filminin bütçesinin büyük bölümü
siyasi nedenle Fransa Kültür Bakanlığı tarafından desteklenmiştir. Oğuz
Makal, Türk Sineması üzerine kaleme
aldığı eserinin bir bölümünde Yılmaz
Güney’in durumunu özetleyen şu
cümleleri kurmuştur: “Türk Sineması
sansür nedeniyle sosyo-politik konulardan uzak kalmıştır” (1996:133).
Bu durum Yılmaz Güney’in sosyal
gerçeklik üzerine inşa ettiği Duvar
filminin neden Fransa Kültür Bakanlığı tarafından desteklendiğini göz
önüne sermektedir.
Duvar filmi, ergenlik çağındaki
çocukların hapishane yaşamında
karşılaştıkları zorluklar üzerinden,
Türkiye’deki mahkûmların sıkıntılarını perdeye taşımaktadır. Şiddet
içeren görüntüler barındırması açısından Duvar filmi, tutukluluk halinin
olumsuz şartlarını göstermeye ve
yönetmenin uluslararası kamuoyunu
bu şartlara karşı uyarmaya çalışmasına dair bir amaca hizmet etmiştir.
Yılmaz Güney, hapishane hayatı
ve onun etrafında gelişen olayları
işlediği filminde mahkûmları filmin
merkezine yerleştirerek, hapishanenin, o yıllarda Türkiye’deki sosyal ve
siyasi durumu özetleyen önemli bir
araç olduğunu savunmuş olur.
Yönetmen Patrick Blossier,
Duvar Üzerine belgeselinin açılış
sekansında işçilerin ve çocukların
bir hapishane inşa edebilmek için
çalıştıklarını görüntülemektedir. Duvarlar örülmekte, demir parmaklıklar
yerleştirilmekte ve duvarlara çeşitli
sloganlar yazılmaktadır. Bu görüntüler Yılmaz Güney ve film ekibinin
çekimler esnasında yaşadığı güçlükleri seyirciye iletir. Zira Duvar filmi,
kısıtlı imkânlar sebebiyle Fransa’nın
kuzeyinde küçük bir kasabanın tarihi
bir manastırında çekilmek zorunda
kalmıştır. Güney ve ekibi için eski bir
manastırı Türkiye’deki bir hapishaneye çevirmek hiç de kolay olmamıştır.
Gerçek bir hapishane atmosferi yaratabilmek için yönetmen ve ekibi her
detayı önceden düşünmek zorunda
kalmıştır.
Duvar filminde Yılmaz Güney’in
karşılaştığı diğer bir zorluk, filmin
Türkiye’den çok uzakta çekilmesinden ötürü profesyonel oyuncular
olmadan çalışmak zorunda kalmasıdır. Yönetmenin oynatabileceği
tek bir profesyonel oyuncu vardır;
diğer tüm oyuncular daha önce hiç
bir filmde oynamamış amatörlerdir.
Chris Kutschera’nın aktardığında
göre, “Yılmaz Güney, manastırın
yatakhanesinde uyuyan yaklaşık
yüz civarı, çoğu Berlin’in batısından
gelen Kürt kökenli çocukla birlikte,
100–200 arası yetişkin figüranla çekimleri gerçekleştirmiştir. Figüranların büyük bölümü Paris’in çevresinde
yer alan fabrikalarda ve konfeksiyon
atölyelerinde çalışan işçilerden oluşmaktadır. Bu işçilerin büyük bölümü
hapishane gardiyanı,
tutuklu yakını gibi
yan rollerde görev
almışlardır. Özetlenecek olursa, Yılmaz
Güney için, profesyonel oyuncuları
Türkiye’den alıp getirmek imkânsızdır.
Hatta Avrupa’da
olanlar bile Güney’in
filminde oynamaya
cesaret edememişler, birçoğu Yılmaz
Güney’le konuşmayı
reddetmiştir. Yönetmen Patrick Blossier
bu durumu, Yılmaz
Güney ve oyuncular arasında geçen
diyaloglarla anlatmaktadır. Oyuncuların deneyimsizliği
yüzünden Yılmaz
Güney otoriter şekilde onlara sinirlenmektedir.
Patrick Blossier,
Duvar filmine benzer
şekilde belgeseline
hiçbir dış ses ya da
yorum eklememiştir.
Yönetmen bakış açısını doğal ses ve
görüntüyle seyirciye yansıtmaktadır. Yönetmenin bu tercihi seyirciye
Yılmaz Güney ve ekibini tarafsız bir
gözle seyretme imkânı vermektedir.
Böylece Patrick Blossier’nin kamerası,
doğrudan seyirciyi temsil eden sessiz
bir gözlemciye dönüşmektedir.
Patrick Blossier, Duvar filminin
sahne arkasını belgeselleştirirken,
aslında otoriter bir kişilik olarak
yansıtılan Yılmaz Güney’in, aynı
zamanda tolerans sahibi insancıl bir
kişiliğinin de olduğunu göstermektedir. Güney’in çocuklarla şakalaşırken ve eğlenirken kaydedilen
görüntüleri, onun gerçek kişiliğini
daha iyi anlamaya yardımcı olur.
Yönetmen Patrick Blossier çektiği
Duvar Üzerine belgeseliyle, Duvar
filminin tek başına Türkiye’deki
hapishane hayatını ve otoriter
yönetimin baskısını anlatmakta
yeterli olamayacağını, bu olumsuz
yaşam koşullarını anlamak için
Yılmaz Güney’in doğrudan tanıklığı-
na da ihtiyaç duyulduğunu kanıtlar.
Bunun için belgeselde sıklıkla Yılmaz
Güney’in hapishanedeki sıkıntılı
anılarını anlattığı sahnelere yer
verilmektedir. Duvar filminde Yılmaz
Güney hapishane hayatının zorluklarını aktarmak amacıyla şiddet içeren
görüntüleri kullanır. Patrick Blossier
ise, aynı konuya değinmesine karşın,
bunu şiddeti doğrudan göstererek
değil, olayların tanığını dinleyerek ve
onu gözlemleyerek gerçekleştirir.
Patrick Blossier, çektiği belgeselle, Güney’in kişiliğini daha iyi anlamamızı sağlamıştır. Aynı zamanda
yönetmen, tarihi bir öneme sahip
Duvar filminin sahne arkasını da
ölümsüzleştirmiştir. Yılmaz Güney
belgeselde yaptığı konuşmasında
şöyle demektedir: “ Eğer hapisteki
arkadaşlarımızı iyi şekilde temsil
edemezsek, bir gün bizleri yargılarlar, tarih beni yargılar”. Yılmaz
Güney’in bu sözleri Duvar filminin
yapım amacını en iyi şekilde özetlemektedir.
GÜZ 2014
33
GÜNDEM EGE
e Araş. Gör. Semih SALMAN
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
Umut,
fakirin ekmeği
1970 yılında çekilen Umut
filmi, Yılmaz Güney’in önemli
bir eseridir. Filmin yönetmenliğini ve senaryosunu üstlenen
Güney, başrolde de kendisi yer
almıştır. Filmde Tuncel Kurtiz,
Osman Alyanak gibi usta
isimler de, Yılmaz Güney’e
eşlik etmiştir.
Film, Adana’da geçmektedir. Cabbar, arabacılık yaparak
geçimini sağlayan
beş çocuk babası bir
adamdır. Adana’nın köyünden şehre taşınmış,
şehrin zor koşullarında
ayakta kalmaya çalışan
Cabbar’ın tek umudu
Milli Piyango’dan çıkacak paradır. Yoldan hızla
geçen bir arabanın çarpmasıyla atı ölen Cabbar’ın,
34
dünyası başına yıkılır. Çünkü çok
borcu olduğu gibi tek geçim kaynağı
olan arabacılık yapma seçeneği
de ortadan kalkmıştır. Borçlarını
ödemek ve yeni bir at alabilmek
için kestirme yollar arayan Cabbar,
sonunda dayanamaz ve arkadaşı
Hasan’ın define arama teklifini kabul
eder. Son umudu define de boş
çıkınca Cabbar için son görünür.
Bir ülkede şans oyunu oynayan
ne kadar çok insan varsa, o ülkede
fakir insan da o kadar çoktur. Umut
filmindeki Cabbar’ın hikâyesi de
buna benzer. Şehirden istediğini
alamayan Cabbar, alternatif yollara
başvurmaktadır. Önce göç, sonra
Milli Piyango, en son olarak da
define... Ancak, mutsuzluğun olduğu
her yerde umut vardır. Kişiler mutsuz
olmalıdır ki, mutluluk için umut edebilsinler. Film, henüz jeneriğinden
itibaren bu fikri yansıtır. Jenerik siyah
bir ekranda yanıp sönen beyaz ışıklar
ve yazılarla oluşturulmuştur. Filme
başlamadan önce, filmin adına yani
Umut’a çağrışım yapılmaktadır.
Yılmaz Güney, bir ifadesinde “İlk
oynadığım filmlerde yarattığım tip,
aşağı yukarı ezilmiş bir adamdır; dürüst
bir kişiliği canlandırdım, bunu düpedüz
yaşamın getirdiği deneylerden çıkardım” demektedir. Filmde, toplumda var
olan düzeni eleştiren Yılmaz Güney,
bunu çekim teknikleriyle, diyaloglarla
ve de senaryosuyla izleyiciye aktarmaktadır. Filmin başında bir bankanın
“Birikmiş paranızın teminatıdır” pano-
sunun önüne tuvaletini yapan Cabbar
karakteri, aslında kapitalist düzene
mesaj gönderir. Kimi insanları çok
zengin; kimi insanları çok fakir yapan
sistemin getirdiği sosyo– ekonomik
eşitsizliklere filmde oldukça sık değinilmektedir. Cabbar’ın geçim kaynağı
olan atı öldüren adamın karakolda
ifade verirken haklı görülmesi, polisler
tarafından Cabbar’ın aşağılanarak suçlu
olan adamdan özür dilemek zorunda
bırakılması gibi pek çok durum, filmde
mevcuttur. Yönetmen, bu eşitsizliği
suçlu adamın sandalyede keyifle sigara içerek
oturması ve Cabbar’ın da
şapkasını önünde tutarak
ezik bir şekilde ayakta beklemesiyle göstermektedir.
Umut filmi, dönemin
koşullarını yansıtmasına
rağmen aslında günümüz
toplumuna da hitap etmektedir. Zenginlik-fakirlik arasındaki mesafenin
hızla arttığı bugün de, fakir insanların
hayata tutunmasının yegâne sebebi
umuttur.
Filmde, öne çıkan diğer bir
karakter olan Hasan (Tuncel Kurtiz),
kaderi Cabbar’a benzeyen fakat daha
az sorumluluk sahibi birisidir. Hasan,
yardımcı karakter olarak Cabbar’ı
etkileyerek onu yasal olmayan yollara
sokan kişidir. Cabbar’a önce umut
aşılayan fakat Cabbar umutlandıkça
umutları yıkılan hayalperest Hasan’ın
çöküşü ve karakterler arasındaki
rol değişimi de filmin dikkat çekici
noktalarından biridir.
Filmde, sadece sosyolojik sorunlar
ele alınmamaktadır; insanların gerçekleşmesi zor olan umutlarını taze
tutmak için dini inançlarını günlük
yaşama alet etmelerine de değinil-
mektedir. Karakterlerin, defineyi okuyup üfleyerek bulmaya çalışmaları,
kazıya başlamadan önce abdest alıp
etrafa beyaz taş dizmeleri gibi pek
çok gösterime filmde yer verilir.
Filmde yer alan kalabalık sahnelerde Cabbar’ın uzaktan ve
üstten gösterilmesinin sebebi onun
topluluk içinde var olan yalnızlığına
yapılmış bir vurgudur. Cabbar’ın
parasının çalınmak istendiği sahnede
ise yönetmen, karakteri yakın plana
alarak onun pişmanlığı ve hayal
kırıklığı neticesinde beliren öfkesini göstermeyi
amaçlamaktadır. Cabbar,
bu öfkesini yankesiciden
çıkararak, kendini rahatlatma yoluna gider.
Umut filmi ilk yayınlanacağı zaman sansür
kurulu, filmde yer alan
faytoncunun giyiminin
fakirliğin bir sembolü
olarak ele alınmasını,
zengin otomobil sahibi hakkında
takibat yapılamayacağı kanaati
verilmesini, faytoncunun iş ararken
zengin-fakir ayrımı yapılmasını,
Cabbar’ın Amerikalı zenciyi soymasını, sabah namazının güneş doğarken
kılınmasını sakıncalı bulduğunu dile
getirmiş ve filmi yasaklamıştır. Ancak
bu yasak, Umut filminin bugüne
kadar, sinemamızın en iyi filmlerinden biri olarak anılmasının önüne
geçememiştir.
1970 yapımı olan Umut filmi,
özetle, fakir olan ve fakirlikten kurtulmaya çalışan insanların öyküsünü
perdeye taşır. Filmi izlerken, “Bir
yerde umut varsa o yerde mutsuzluk ve yetersizlik vardır” düşüncesi
akıllara gelmektedir. Buna rağmen
film, coğrafyamızda alışageldiğimiz
üzere, umut etmekten asla vazgeçmediğimizin de bir sembolüne
dönüşmektedir.
GÜZ 2014
35
GÜNDEM EGE
e Ümit MUTLU
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
80’li Yılların boy aynası:
Düttürü Dünya
1988 tarihli Düttürü Dünya, yönetmen Zeki Ökten’in önemli filmlerinden
birisidir. Başrolünde Kemal Sunal’ın
oynadığı film, ‘80’li yılların Türkiye’sine
dair bir kesit sunmakta, özellikle büyük
şehirde yaşayan “orta-direk” mensuplarının hayatlarını göz önüne sermeye
çalışmaktadır.
Dütdüt Mehmet (Kemal Sunal),
Ankara’da geceleri pavyonda klarnet
çalarak hayatını kazanmaktadır. Akşamları işe gitmekte, sabahları ise karısı
ve üç çocuğuyla güçlükle yaşadığı
gecekondusunda yaşamaktadır. Bu ev,
sahibi olan kayınbiraderi tarafından
36
müteahhide verilmiştir ve evin bir
an önce boşaltılması istenmektedir.
Mehmet sonunda, karısı ve kayınbiraderinin baskılarına dayanamayarak ek
işler yapmaya başlar. Oysa Mehmet’in
elinde yeteneğinden başka şeyi yoktur;
o da pek para etmemektedir. Girdiği
hiçbir işte tutunamaz. Gerçek ve tek
umudu olan besteleri de işine yaramaz, sonunda evini ve ailesini birarada
tutmayı başaramaz. Evi yıkılır, ailesi,
komşulara dağılır. Dütdüt Mehmet,
tam bir kaybedendir. Mehmet, karısı
ve büyütmeye çalıştığı, biri engelli üç
çocuğu ile bitmek bilmeyen dertleriyle
yaşama tutunamayan pek çok ortadirek mensubundan birine örnektir.
Mehmet’in diğerlerinden tek farkı ise
sanatçı olmasıdır. Mehmet, sanatçıdır
sanatçı olmasına, ancak, bu sanatçılık
ona layık olduğu saygınlık ve kazançtan çok, utanç getirmektedir. Fakat
Mehmet klarnetinin gururunu içten
içe taşır. Yine de çoğu zaman; kültürlü
denilebilecek bir adam olan Mehmet,
kendisinden daha eğitimsiz insanların
karşısında iki büklüm kalır. Onların
ellerine bakar. Bu kişilerin başında da
karısının ağabeyi gelir. O da “boş insan”
değildir aslına bakılırsa, devlet dairesin-
de çalışan, koskoca bir “odacı”dır; yani
diğer bir deyişle çaycı. Ama onun ve
Mehmet’in kabullendiği bir şey vardır:
Çaycılık, klarnet sanatçılığından çok
daha değerlidir. Sanatçılık, yani üretim,
tüketim ve “yokedim”le baş edemez.
Dütdüt’ün çalıştığı pavyon, tam
anlamıyla ‘80’ler Türkiye’sinin bir
yansımasıdır. Elinde avucunda üç
kuruş parası olan pavyon müdavimleri, paralarını sadece “anı kurtarmak”
amacıyla yiyip bitirirler. Amaç, geçici
mutluluk sağlamaktır. Geleceğe dönük
ümitler de giderek büyür ama aynı
oranda da imkânsızlaşır. Dütdüt’ün iş
arkadaşları da kendisi gibi “yırtmaya
çalışan” tiplerdir. Kimisi kapağı daha
düzgün bir yere atmaya çalışır, kimisi
Spor Toto’dan vazgeçemez. Dütdüt’ün
ise ümitleri her önüne gelene dinlettiği
bestelerindedir. “O besteler bir meşhur
olsa köşeyi dönecektir”; ama o imkân
bir türlü gelmez.
Pavyonun tılsımı büyüktür. Şarkıcı
hastalandığında bile program bitmez.
Patron gelir, herkesi azarlar (ki buna
hakkı vardır, zira o işverendir), “Pehlivan
çıksın sahneye!” der, pehlivan çıkar.
Oysa pehlivanın güreştiği rakibi bir
insan değil, bir iskemledir. Pehlivan,
baştan sona her türlü güreş numarasıyla zorlu rakibini kıyasıya bir mücadele
sonucunda alt eder; sırtından akan
terleri hak etmiştir. İskemle ile güreş,
aslında dönemi yansıtan çok başarılı
bir semboldür; insanlar çözümlerini
bilmedikleri dertlerle, üstelik de kendi
kendilerine uğraşıp durmaktadırlar.
Güçlüler kazanmaya, izleyenler eğlenmeye devam eder.
Dütdüt Mehmet’in çalışmak
zorunda kaldığı işler ise, karakteri ve
“sanatçı kişiliği”yle hiç bağdaşmamaktadır. Kayınbiraderi ona önce çakmak
gazı dolduruculuğu, sonra da inşaat
ameleliği ayarlar. Yani bu işlerin birisi
işportacılık, diğeri ise köyden kente
göç müessesesinin başucu mesleği
olan beden işçiliğidir. İkisi de, kentli,
özellikle de sanatla uğraşan biri için
son derece uygunsuz mesleklerdir;
ancak geçim derdi Mehmet’in “dütdüt”
diye üflemesiyle aşılacak şey değildir!
Mehmet çakmakçılığı yapamaz; inşaatı
da vücudu kaldırmaz. Lisede okuyan
idealist kızı, Mehmet’in yakınmalarına
itiraz eder ve babasına “emekçi” olduğu
için kendisiyle gurur duymasını söyler.
Ancak Dütdüt’ün cevabı nettir: “Ben
sanatçı doğmuşum, bu yaştan sonra
emekçi olamam”.
Oysa ya emekçi olmak zorundadır
Mehmet, ya da emekli. Sonunda dayanamaz, yeni ev tutacak parayı denkleştiremez, ailesiyle sokakta kalır. Bütün
üyeler yavaşça komşulara dağılırken
Dütdüt klarnetini çıkarır, iş makinelerine eşlik edercesine çalmaya başlar.
Bu, artık öyle bir çalmadır ki pavyonda
da sürer, sabahın ilk ışıklarıyla aydınlanan Ankara sokaklarında da. Mehmet,
Fareli Köyün Kavalcısı gibi çala çala
ilerler, arkasında ise şehirdeki fareler
yerine yalnızca tek müridi vardır: Oğlu.
İkisi birlikte değişmeyecek düzene
ve ağlanacak hallerine karşın, inatla
ve neşeli notalarla ilerleyerek gözden
kaybolurlar.
‘80’li yıllardaki Türk sineması,
özellikle bu dönemin ikinci yarısından
itibaren toplumcu bir yapıya kavuşmaya başlar ve toplumdaki birçok değişik
sınıfa, yapılan filmlerle ayna tutar. Bu
dönemde Yavuz Turgul, Atıf Yılmaz,
Nesli Çölgeçen ve Zeki Ökten gibi
isimler ön plana çıkar. Bu yönetmenlerin ortak özelliği, kahramanlarının
“kaybedenler” grubuna dâhil olmasıdır.
Yavuz Turgul’un Şener Şen ile olan iş
birliği, “Muhsin Bey” (1987), “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni” (1990) ve
“Gölge Oyunu” (1992) gibi önemli filmlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Şener Şen bu filmlerde çoğunlukla;
hayata bir şekilde
tutunmaya çalışan, ama özellikle
‘80’li yılların son
derece kapital ve
liberal, bir o kadar
da “insanı ve
insani değerleri”
sa fdışı bırakan
sistemine göğüs
geremeyip “öteki-
leşen”, gerçek şehir insanını canlandırır.
Düttürü Dünya’daki Kemal Sunal da, bir
bakıma, Zeki Ökten’in “Şener Şen”idir;
Kemal Sunal’la daha önce Kapıcılar Kralı
(1976), Çöpçüler Kralı (1977), Davacı
(1986), Yoksul (1987) gibi filmlerde çalışmıştır. Bu filmler de yine Düttürü Dünya
gibi toplumsal içerikli yapımlardır.
‘80’li yılların ekonomik ve bireysel
acımasızlığı, birçok insanın yaşamını
olumsuz etkilemiştir. Zeki Ökten bu durumu gözlemlemekte ne denli başarılı
olduğunu bir başka önemli filmi, Faize
Hücum’da (1982) da ortaya koyar. Genco Erkal’ın başrolünü üstlendiği filmde,
80’lerin yine önemli bir sorunu olan
“banker” konusu irdelenir. Bu filmde
de son sahne, Düttürü Dünya’daki gibi
son derece semboliktir; koltuk değnekli engelli insanlar boşluğa doğru
birbirleriyle yarışırlar. Ellerinde olmayan
şeylerle, olduramayacakları dualara
âmin demektedirler.
‘80’lerin özeti, 1980 Darbesi’yle
ifade edilebilir. Apolitizasyon süreci;
“dışa açılma” adı altında batı dünyasının
pazarı haline gelme; arabesk kültürün
iyice yayılması; hemen her türdeki
melezleşme ve magazinleşme, on yılın
başındaki bu olaya dayandırılabilir.
Neyse ki hakiki sinemacılar ölmemiştir;
film yapmaya devam ederek, hem
bulundukları çağın daha iyi anlaşılmasını sağlamış, hem de 1990 sonrası Türk
sinemasının müstakbel yönetmenlerinin yetişmesine vesile olmuşlardır. ‘80
kuşağının sinemasal etkileri, günümüzde hâlâ önemli bir yer işgal etmektedir.
GÜZ 2014
37
GÜNDEM EGE
e Araş. Gör. Mikail BOZ
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
Sinemayla geçen bir ömür:
Atıf Yılmaz Batıbeki
Atıf Yılmaz Batıbeki’nin 81 yıllık
yaşamını sinemaya vakfettiğini söylemek mümkündür. Zira 1951’den
itibaren, yönetmenlik, senaristlik ve
yapımcılık koltuğuna oturmuş ve bu
süreçte 119 filmin yönetmenliğini,
53 filmin senaristliğini ve 28 filmin
yapımcılığını üstlenmiştir. Atıf Yılmaz,
Türk Sineması’nın en üretken yönetmenlerinden birisi olmasının yanı sıra,
sinema tarihine iz bırakan filmlerin de
üretim sürecinde yer almıştır.
Atıf Yılmaz Batıbeki, 1925’te, aslen
Elazığlı Kürt bir ailenin çocuğu olarak,
Mersin’de doğmuştur. Daha ortaokul
yıllarında “rejisör” lakabı takılan Yılmaz, kendisini “tembel” diye tanımlar.
Pek çok okul dolaştıktan sonra lise
öğrenimini Mersin’de tamamlar. Hukuk Fakültesi’ni okumak için geldiği
İstanbul’da resme ilgi duyar ve Güzel
Sanatlar Akademisi’nde ders alır. Bu
yıllar, aynı zamanda sinemaya
38
ilgi duyduğu bir dönem olacaktır.
Atıf Yılmaz’ın yönettiği ilk film,
1951 tarihli Kanlı Feryat filmidir.
Yönetmenin ilk dönem filmleri, Kanlı
Feryat’ta olduğu gibi, ağdalı melodramlardır. Yönetmen, sonraları, piyasa
romanlarından uyarlama filmler çeker.
Türk Sineması’nda daha önce de uyarlama filmler yapılmış olmakla birlikte,
Atıf Yılmaz’ın bu konudaki başarı ve
ısrarı, onun, denemeci ve yeniliklere
açık bir yönetmen olarak tanınmasını
sağlar. Yılmaz’ın genel olarak ilk dönem filmleri ise, biçime önem verdiği,
ancak içeriğin görece zayıf kaldığı
piyasa filmleri olmuştur.
Atıf Yılmaz, 1957 yılında Gelinin
Muradı filmiyle gerçekçi bir üsluba
yönelir. Kemal Bilbaşar’ın iki farklı
öyküsü birleştirilerek çekilen bu film,
edebiyat ile sinema arasındaki ilişkiyi,
sinemanın edebiyattan yararlanması
yanında, edebiyatın da sinemadan
yararlandığı bir karşılıklı ilişki sürecine dönüştürür. Zira Bilbaşar, Atıf
Yılmaz’ın senaryosunu çok beğenir
ve eserini, bu senaryo çerçevesinde
romanlaştırır. Film, kasaba gerçeğini,
kasabadaki çıkar ilişkilerini beyazperdede gerçekçi bir şekilde işlerken,
zenginlerin gösteriş merakına yönelik
toplumsal eleştiride de bulunmuştur.
Atıf Yılmaz sonraki filmlerinde
pek çok konuyu perdeye aktarır ve
dönemin furya filmlerini yapmaktan
da uzak kalmaz. Bu Vatanın Çocukları
(1958) filmiyle Kurtuluş Savaşı’nda
Gaziantep’ten Ankara’ya önemli
belgeler getiren iki çocuğun karşılaştığı güçlükler üzerinden cephe
gerisini gösterirken, Alageyik ve
Karacaoğlan’ın Kara Sevdası filmleriyle, halk efsanelerini, Yörüklerin yaşamlarını anlatır. Suçlu (1960) filmiyle
toplumsal gerçekçiliği dener. Ancak
Orhan Kemal’in eserinden uyarlanan
bu film, sansüre uğrar. Ölüm Perdesi
(1960) filmi ise, yönetmenin, erotizmi
kendine özgü bir şekilde, cinsel sömürü yapmadan ele aldığı ilk filmidir.
Yılmaz, 1960 darbesinden sonra
Orhan Günşiray’la Yerli Film oluşumunu kurup özgürce filmler çekmek
ister. İkilinin ilk filmi, Dolandırıcıların
Şahı’dır (1961). Bu dönemde, yine
kasaba gerçeğini, çıkar çatışmalarını ele aldığı Yarın Bizimdir (1963),
erotizme yeni bir boyut getiren Erkek
Ali (1963) ve Toprağın Kanı (1966)
filmlerini çeker. Toprağın Kanı, toplumsal gerçekçi bir şekilde yapılmış,
petrolün ulusallaştırılması meselesine
eğilen bir filmdir. Yılmaz, 1965’ten
sonra Ulusal Sinema görüşlerinin
doğruluğuna inanarak, bu yönde
denemelere girişir. Örneğin Türk
resminin iki boyutlu olmasından yola
çıkarak, iki boyutlu filmler çekmeye
çalışır. Ancak çok başarılı olamaz. Bu
denemelere bir örnek 1971 tarihli Yedi
Kocalı Hürmüz’dür. Film, iki boyutlu,
minyatür özelliklerden yararlanılan,
kuklaların kullanıldığı bir eserdir. Yönetmenin Cemo (1972) filmindeyse,
görüntüler üzerinde oynanıp doğanın
renkleri değiştirilerek anlam yaratılmaya çalışılmıştır.
Atıf Yılmaz, Utanç (1972) filminde,
kadının toplumdaki yerini ele alır.
Kuma (1974) ile kuma geleneğini
eleştirir. Selvi Boylum Al Yazmalım
(1977) ile sevgi ve emek arasında ilişki
kurar. Bu filmler, 1980 darbesi sonrası
çekeceği ve bir açıdan ona “Kadın
filmlerinin yönetmeni” denmesine
yol açacak filmlerin de öncülleridir.
Mine (1982) filmi bu açıdan yankı
uyandıran önemli bir filmdir. Yönetmen, filmde, cinselliğin erkek egemen
toplumlarda kadın için adeta bir
eziyet hale gelişini sergiler. Mine’nin,
kendisini ezen kasabadaki erkeklere
başkaldırısı, onun bir başka erkeğe
bağlanmasıyla son bulsa da, kadınerkek arasındaki ilişkinin eski biçimde sürmesinin olanakları ortadan
kaldırılmış olur. Bu film aynı zamanda
Türkan Şoray’ın “Şoray Kanunları”nı
yıkıp kamera önünde seviştiği bir film
olarak sinema tarihine geçer. Ancak
bu gösterimin simgesel bir anlamı
vardır. Zira cinselliğin kendisi, kadın
hakları açısından bir protesto biçimi
olarak ele alınmaya başlanmıştır. ‘80
sonrası dönem, dünyada da kadın hareketlerinin ivme kazandığı, kadının
özgürleşmesi için kadın sorunlarının
ağırlıklı olarak gündeme taşındığı
yıllar olmuştur.
Sinemada bu tür konuların ele
alınmasında, ülkenin “gerçek” siyasi
konularının irdelenmesinin getireceği sakıncalar ve sansür korkusunun
bulunduğu unutulmamalıdır. Atıf Yılmaz bu dönemde Adı Vasfiye (1985),
Dağınık Yatak (1985), Ahh Belinda
(1986) ve Asiye Nasıl Kurtulur (1986)
gibi kadını merkeze alan, fantastik
öğelerden yararlanan filmler çeker.
Dağınık Yatak’ta kadın erkek ilişkisini
tersine çevirip bir erkeği kendisine
“metres” yapan orta yaşlı bir hayat
kadınının durumunu ve giderek
kaybolan masumiyetini anlatırken,
Adı Vasfiye’de, Vasfiye’yi, yaşamına
giren dört erkeğin eril ve bencil bakış
açısını göstererek anlatır. Hayallerim,
Aşkım ve Sen (1988) filmiyse, Türk
Sineması’nda işlenen kadın tiplemelerinin eleştirildiği bir filmdir.
‘90’lı yıllar Türk Sineması için
oldukça zor bir dönemi işaret eder. Bu
yıllar, sinema yapım ve gösteriminin
dış rekabete açıldığı, çok az sayıda çekilen Türk filmlerinin salonlarda gösterim şansı bulamadığı yıllardır. Atıf
Yılmaz bu dönemde de film çekmiş,
Yıldırım Türker’in senaryosunu yazdığı
Gece, Melek ve Bizim Çocuklar’la
(1994) Beyoğlu’nun arka sokaklarında süregiden gerçekleri ele almıştır.
1999 yılında Eylül Fırtınası filmiyle, 12
Eylül’ün yarattığı sorunları anımsatmaya çalışır. Son filmiyse, 2004 tarihli,
kendisini evliliğe hazırlayan eğreti
gelinine âşık olan bir genci konu alan
Eğreti Gelin’dir.
Atıf Yılmaz belli bir düzeyin altına
düşmeden hemen her türde film yapmıştır. Sürekli kendini yenilemiş, gençlerle çalışmaya özel bir önem vermiştir. Çektiği her filmin hem sanatsal
kalitesini önemsemiş, hem de ticari
niteliği üzerinde durmuştur. Çünkü
film ne kadar çok sayıda kişi tarafından izlenirse, bu onun yeniden üretim
olanaklarını arttıracaktır. Yılmaz, hem
baskıların yoğunlaştığı, hem de kriz
zamanlarında az da olsa film üretip
kendini ‘görünür’ kılmış, Lütfi Ömer
Akad, Metin Erksan ve Halit Refiğ gibi
ustaların sinemaya küskünce tutumunu takınmamıştır. Toplumsal konulara
duyarlı olmuş, işçilerin, kadınların ve
genel olarak Anadolu coğrafyasındaki
insanların sorunlarına eğilip bu sorunlara sinemasında yer vermiştir.
Halit Refiğ, Atıf Yılmaz’ı, “çevresiyle ve konularıyla barışık”, Atilla Dorsay
“kendine özgü bir kişilik”, Sami Şekeroğlu “birkaç ömrü bir arada yaşayan
bir insan”, Fikret Hakan ise “maratoncu” olarak tanımlar. Bu tanımlamalar,
onun uzun sanatsal yaşamını nasıl
dolu dolu geçirdiğinin de ifadeleridir.
GÜZ 2014
39
GÜNDEM EGE
e Yiğit MERCAN
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Bütünleşik Doktora Öğrencisi
Egemen sistemin ahlak anlayışından
ASİYE NASIL KURTULUR?
1980 Darbesi, siyasal ve ekonomik değişimlerin yanında,
kültürel ve sanatsal alanlarda da
farklılaşmalara neden olmuştur. Doğan ve arkadaşlarının
ifadesine göre, darbe sonrası,
sinemada, sıkıyönetimden dolayı ideolojik söylemli filmlerden
daha çok, kadın konulu filmlere
ağırlık verilmiştir (2002: 50).
Kadınların yalnızlıkları, bunalımları, direnişleri, kıskançlıkları,
beraberlikleri, sevgileri, cinsel
kimlik arayışları bu filmlerde
yansıtılmaktadır.
Darbe öncesi filmlere
bakıldığında, kadının yerinin
ataerkil sistem yapısı içinde
konumlandırıldığı görülür. Kadın,
sadece özel alanında sınırlandırılmakta, kamusal alanda var olmak
isteyen kadın, yok olmaya mahkûm
edilmektedir. Darbe sonrasında,
değişen ekonomik yapıyla beraber
Türkiye’de aydın, bakımlı, kendi
ayakları üzerinde duran kadınların
da hayatları anlatılmaya çalışılmıştır.
Atıf Yılmaz, kadınları ataerkil sistem
içinde olsalar da ayakları üzerinde
durabilen bireyler olarak sunan yönetmenlerden birisidir. Yine Doğan
ve arkadaşlarının aktarmasıyla Atıf
Yılmaz, kadın filmlerine yönelmesinin nedenini şöyle açıklamaktadır:
40
“(…) Kadın kahramanların seçiminin
nedeni, Türkiyeli kadınların erkeklere
göre, daha aktif ve dram kişisi olmalarından kaynaklanıyor. Erkeklerimiz
örfler, adetler, gelenekler ve yasalarla
belirlenen, korunan çeşitli haklarla
dünyaya gelmektedir. Kadınlarımızsa ya bu haklardan yoksun olmaya
razı oluyor, hayatı boyunca bunun
acısını çekiyor ya da bu hakları elde
etmek için kadın hakları elde etmek,
kadınlık onuruna sahiplik çıkmak
mücadelesine girişiyor. Kesin kastlar
oluşmadığı için, insanlar bir yerden
başka bir yere sürükleniyor, sürüklendiği yerdeki, işlevim ne sorularını, bilinçli ya da bilinçsiz, kendine
sormaya başlıyor. Her kesimde
insanımız, özellikle kadınlarımız
bir kimlik arayışına giriyor”.
Atıf Yılmaz 1980 sonrasında
yöneldiği kadın sorununu, sınıfsal temelli sorunlar üzerinden
ele alarak anlatmıştır. Yönetmen,
Asiye Nasıl Kurtulur filminde
olduğu gibi, geneleve “düşen”
kadınların, bu duruma gelmelerini, sosyo-ekonomik olarak,
iki sınıf bakış açısı ile epik tarzda
incelemektedir. “Fuhuşla Mücadele Derneği Başkanı” Senniye
Hanım’ın temsil ettiği üst sınıfın,
“kurtarıcı” sıfatlı bireyleri, hayat
kadınlarının (seks işçisi-kölesi)
yaşadıkları hayattan “kurtulmaları” için, yol aramaya çalışırlar.
Senniye Hanım, bunu yaparken,
“kurtarmaya” çalıştığı kadınların yaşamlarını, basmakalıp sözcüklerden
öteye geçmeden inceleyip çözüm
yolu arar.
Senniye Hanım, genelevde
sergilenen oyunun içinde Asiye’ye
kurtuluş yolu bulmaya çalışır. Bunu
yaparken, genelevde çalışan Selahattin anlatıcı görevi görür. Selahattin,
hikâyeyi ve karakterleri tanımlamakta ve Senniye Hanım ile beraber
hikâyeye yön vermektedir. Senniye
Hanım’a ve bunun üzerinden izleyiciye sorular yöneltir ve izleyiciyi
de film içine katılır. Atıf Yılmaz’ın
benimsediği bu yöntem ile izleyici,
konu hakkında düşünmeye zorlanır, yönlendirici bir akışın içine
bırakılmaz.
Bu filmde, özellikle karakterle
özdeşleşme yaşanmamaktadır.
Genelevde sergilenen oyunun ilk
sahnesinde, Asiye ile annesi görülür. Anneyi oynayan Zehra’nın, bir
hayat kadını olarak tek isteği, para
kazanmaktır. Annede duygusal
olarak bir yaklaşım gözlemlenmez.
Annenin davranışları, yabancılaştırma sağlayıp izleyicinin filme
mesafeli yaklaşmasına aracı olur.
Bununla birlikte, sahnelerin
sonunda sorulan “Şimdi Asiye hangi yolu seçmeli?” sorusu, Senniye
Hanım aracılığı ile izleyiciye yöneltilmektedir. Senniye Hanım, sorusunun ardından, bu duruma, toplumun ahlak anlayışı çerçevesinde
cevap verir. “Namuslu” yolu seçmesi
konusunda, Asiye’nin hareketlerine
yön verdiğini düşünür. Fakat ahlak
çerçevesi içinde aldığı kararlar, çok
yüzeysel kalmaktadır. Asiye’nin
içinde bulunduğu durumlardan
kurtulmasını, sadece Asiye’nin
eline bırakmaktadır ve Asiye bunu
yaparken de, ahlak çerçevesi dışına
çıkmamasını istemektedir. Fakat
filmin sonuna doğru, Asiye’nin kendine ait olmayan parayı almasını
ve bunu bildiği yoldan işletmesini
ister. Bu durumda, Senniye Hanım, ahlaken doğru yola sokmaya
çalıştığı Asiye’nin kurtuluşunu yine
ahlaksızlığa bağlamış olur. Burada,
toplumun ahlak kavramının ikiyüzlülüğüne dikkat çekilmektedir.
Senniye Hanım, burjuvazinin,
alt sınıftan olana nasıl baktığı
gösteren bir örnek olarak ortaya
çıkmaktadır. Yaşamlarını sorgulamadan, zorluklarını değerlendirmeden, başkalarını ahlaklı olup
olmamakla suçlamak ne derece
doğrudur? Aslında Senniye Hanım,
Asiye’nin parayı almasını isterken,
kendi sınıfını var eden dinamikleri savunur ve Asiye’nin bildiği işi
yapmasını önerirken, başından beri
karşı olduğu yeni “Asiyeler” yaratma
sürecini destekler.
Çünkü Senniye Hanım için,
hayatta yakalanan bütün fırsatlar de-
ğerlendirilmelidir. Aynı şekilde, filmdeki fabrika sahibi, müdürüne, hak
ve namustan daha önce, hedeflenmesi gerekilenin sadece kâr olduğunu söyler. Burada kapitalizmin temel
amacı ortaya konulmaktadır. Herkes
için bir fırsat bulunur, herkes başarıyı
yakalayabilir. Fakat bunu yaparken,
toplumun yararı değil, bireysel çıkar-
lar ön plana konmaktadır. Senniye
Hanım da burada sistemin temsilcisi
konumundadır. Aslında onun savunduğu ahlak anlayışına göre “ahlaksız”
olarak nitelendirdiği Asiye ile filmin
sonunda aynı kıyafetlere bürünmesi,
asıl ahlaksız olanın, egemen sistemin
kendisinin olduğunu göstermektedir.
GÜZ 2014
41
GÜNDEM EGE
GÜNDEM EGE
e Nino EDISHERASHVILI
e Araş. Gör. Neslim Cansu ÇAVUŞOĞLU
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
Klişelere karşı: Cahil Periler
1980 Sonrası
Türk Sinemasında
Kadın Ses(Sizlik)Leri
Türk sinemasına kadınlar açısından bakıldığında söylenebilecekleri
sıralamadan önce, kamera arkasındaki
kadın yönetmenlerin sayısının azlığını
vurgulamak gerekir. Üretilen filmler
ve Türk sinemasının yüz yıllık tarihine
bakıldığında, sinemamızı “erkekler
sineması” olarak nitelendirmek yanlış
olmayacaktır. Peki, sinemamızda erkek yönetmenler, kadın temsilini nasıl
ve ne şekilde gerçekleştirmiştir? Cinsiyet politikası üzerinden incelendiğinde kimi filmlerde “kadınların yokluğu”
dikkat çekerken, bir başka taraftan
kadınlara doğrudan bakan, ataerkil
kültürü yeniden üretme girişiminde
bulunmuş filmler mevcuttur. Buna en
güzel örnek, kuşkusuz Atıf Yılmaz’ın
1985 yapımı filmi Adı Vasfiye’dir. Adı
Vasfiye, sinemasal özellikleriyle Türk
sinemasının en ilginç filmlerinden biri
olmanın yanı sıra, ortaya koyduğu
cinsiyet politikası açısından da son
derece dikkate değerdir.
Filmi incelemeye başlamadan
önce Atıf Yılmaz’ın 1980 öncesi çektiği
filmlerdeki kadın temsillerine bakmak
faydalı olabilir. Atıf Yılmaz, sinemasında, ‘80’lere kadar kadını, ataerkil yapı
içerisinde yaşamaya çalışan anne ve
eş olarak ele almıştır. Yılmaz’ın 1980
öncesi filmlerinde, kadını ele alış
biçiminin, 1980 sonrası “kadın filmleri”
olarak değerlendirilen filmlerinden
farklı olduğu görülmektedir. Seksen
öncesi çektiği filmlerin çoğunda
kadını mağdur ve çaresiz gösterirken,
’80 sonrası çektiği filmlerde kadınları,
42
ayakları üzerinde duran, toplumsal
baskılara direnen ve başkaldıran, tam
özgür olamasalar da bu amaç uğruna
mücadele veren güçlü bireyler olarak
göstermeye çalışmıştır.
Adı Vasfiye filminde, dört erkeğin
anlattığı hikâyelerden yola çıkarak,
beşinci erkeğin bu hikâyelerin zihninde oluşturduğu halini görürüz. Kısaca
Adı Vasfiye filminde farklı sınıflardaki
beş erkeğin bir kadın ile ilgili zihinlerinde oluşturdukları kadın imgesini
izleriz. Filmde erkek yönetmenin
kamerası ile erkeklerin bir kadın
hakkında anlattıkları hikâyeye tanık
oluruz. Bu durum, filme eril bir bakış
açısı verir. Erkek kahramanlar, bir kadının onları nasıl cezbettiğini anlatmaktadırlar. Filmde Yazar, gerçek Vasfiye’yi
arar; onun üzerindeki sır perdesini
aralamaya çalışır. Film sokakta arkadaşına bir şey yazamamaktan şikâyet
eden bu Yazar ile başlar. Arkadaşı film
posterlerinin ve ilanların üzerine yapıştırılmış Sevim Suna posterini göstererek, ona, “Al işte konu!” der; Yazar,
postere dikkatlice bakar. Duvarlarda
asılı duran Sevim Suna posterlerinde
Vasfiye, arzu uyandıracak şekilde poz
vermiştir.
Adı Vasfiye filmindeki kadın temsili, Atıf Yılmaz’ın ’80 sonrasında çektiği
filmlerdeki “özgür kadın” temsillerinden farklıdır. Film, farklı sınıflardan
beş erkeğin aynı kadın hakkında
anlattığı birbirinden farklı öykülerden oluşmaktadır (Yazar, karakteri
filmde bir hikâye anlatmasa da filmin
“Sürekli bekliyorum.
Sabrımın adına ‘aşk’ diyebilir
miyim?
Senin Cahil Perin…”
onun hikâyesi olduğu düşünülmektedir). Filmin tüm anlatıcıları erkektir.
Üzerinde epeyce tartışılan ve feminist
eleştirmenler tarafından yinelenen bir
nokta olarak Adı Vasfiye filminde de,
sinema perdesine yansıyan kadın imgelerinin gerçek kadınlara ait imgeler
olarak değil, erkeğin bilinçaltındaki
kadına yönelik duygu ve düşüncelerinin, arzu ve korkularının bir tür
yansıması olarak okunması gerekir.
Özden’e göre, feminist film eleştirisi,
sinema perdesindeki kadın imgelerinin doğal bir kadınlık durumunun
değil, ataerkil ideolojilere uygunluk içinde kullanılan filmsel anlatı
stratejilerinin inşa ettiği toplumsal
kimliklerin yansıması olduğunun göz
önüne serilmesine yardımcı olmuştur.
Atıf Yılmaz’ın filmi bu açıdan okunduğunda, filmdeki kadın temsillerinin,
sinema tarihinde yönetmenden önce
gelen ve daha sonraki temsillere de
işaret eden bir kolaj olduğu dikkat
çeker. Sinemamızdaki kadın temsilleri,
günümüzde giderek farklılaşsa da,
hikâyelerin çoğu halen eril bir dille
anlatılmaktadır. Pek çok sinemacı,
kadınlık olgusu hakkında farklı şeyler
söylemeye çalışsa da, sonuçta ortaya
çıkan, bu söylemlerin dilinin eril olduğudur. Tıpkı Vasfiye’nin hikâyesi gibi,
erkekler hikâyesini anlatırken, kadın
susar. Üzerine haklı haksız konuşulan
her kadın gibi, Asiye de, sembolik
düzenin dışında kalan kadınların
sessizliğini bu şekilde ifade etmeye
çalışır.
2001 yılında çekilen Cahil Periler
(Le Fate Ignoranti) filmi, Ferzan
Özpetek tarafından yönetilmiştir.
Senaryosu Ferzan Özpetek ve Gianni
Romoli’ya ait olan film, Avrupa’da
özellikle de İtalya’da büyük bir
başarı yakalamıştır. İtalyan-Türk
ortak yapımı olan film on yılı aşkın
süredir evli olan Antonia’nın (Margherita Buy) kocasının ölümünden
sonra hayatının nasıl değiştiğini
anlatmaktadır. Antonia ve Massimo
(Andrea Renzi), Roma yakınlarındaki
bir sayfiyede normal bir hayat süren,
evli bir çifttir. Massimo’nun araba
kazası sonucu ölmesi ile Antonia için
her şey bir anda altüst olur. Massimo
ölümünün ardından çok sayıda anı
ve bir de şüphe bırakmıştır. Acaba
Massimo’nun, evlilikleri süresince bir
başka kadınla ilişkisi olmuş mudur?
Antonia bu merakla kocasının geçmişini araştırmaya başlar. Sonuçta
tahmin ettiğinden farklı bir sonuçla
karşılaşır.
Cahil Periler filmi içerdiği öğeler
aracılığıyla Yeni Queer Sinema ile
bağdaştırılmaktadır. Queer kavramı
B. Ruby Rich tarafından 1992 yılında
ortaya atılmıştır ve “eşcinsel” ya da
“gey” ve “lezbiyen” gibi tanımların insan cinselliğinin karmaşıklığını ve çeşitliliğini anlamak ve açıklamak için
yeterli olmadığı görüşünü temeline
almaktadır. Ulusay’a göre, aşağılayıcı
bir kavram olan queer, 1960’larda siyah aktivistlerin beyazlar tarafından
aşağılayıcı amaçla kullanılan ‘zenci’yi
(negro) eşitlik
mücadelelerinde
benimsemelerine benzer
biçimde, eşcinsel
ve diğer toplumsal cinsiyet
kimliklerince
meydan okuyan
bir anlam yüklenerek sahiplenilmiştir. Birçok
kişi için yalnızca
eşcinselleri
tanımlamak
üzere kullanıldığı düşünülen
queer kavramı,
insan cinselliğini
yeni baştan ele
alan kuramsal
bir yaklaşım
olmakla birlikte, kalıplaşmış
formları yıkıp
yeni formlar
yarattığı için de
sinema alanında büyük bir
öneme sahiptir.
Cahil Periler filmi, eşcinsellik ile ilgili
klişe haline gelen kalıpları yıkarak ve
yeni bir algı oluşturarak, Yeni Queer
Sinema’nın bir örneği olarak kabul
edilebilir.
Aaron’a göre, Yeni Queer
Sineması’nın bir özelliği, karakterlerin yaptığı hatalardan pişman
olmaması ve bu hataların hayatın
bir parçası olarak algılanmasıdır.
Bu özellik Cahil Periler filminde de
görülmektedir. Filmdeki hiçbir karakter hatalarından pişman değildir,
çünkü yapılan hataların onlar için
büyük önem teşkil eden nedenleri
vardır. Ernesto’nun (Gabriel Garko)
bilerek ve isteyerek AIDS olması bu
duruma örnektir. Hastalığı kaptığı
tarihi tam olarak bilmesi üzerine
Antonia, Ernesto’ya; “Tarihini bile
hatırlıyorsun!” der. Ernesto da, “Tabii;
çünkü bunu bilerek yaptım. Ona ait
her şeyi istiyordum. Hastalığını bile
…” diyerek yanıt verir. Filmdeki tüm
karakterler hataları ile kabul edilir,
tıpkı Michelle’nin (Stefano Accorsi)
yaşadığı yasak aşktan dolayı dışlanGÜZ 2014
43
GÜNDEM EGE
e Araş. Gör. Kadriye Töre ÖZEL
Ege Üniversitesi
Radyo Televizyon Sinema Bölümü
Yüksek Lisans Öğrencisi
Kuşaklar ve kültürler kavşağında;
DUVARA KARŞI
mak yerine, arkadaşları tarafından
kabul görüp terasında kendilerine
özel bir dünya yaratması gibi.
Yeni Queer Sinema, Hollywood
filmlerinde gösterilen kalıplaşmış
erkek ve kadın tiplemelerine karşı çıkar ve erkek-kadın ilişkilerini hayatın
içindeki örneklere daha çok benzeyen şekillerde ele alır. Anaakım
Amerikan sinemasında eşcinsellik
“sapkın” olarak değerlendirilip uzun
süre korku ve gerilim unsuru olarak
kullanılmasına rağmen, Yeni Queer
Sinema’da eşcinsellik, insan ilişkilerinin bir parçası olarak ele alınır. Cahil
Periler filminde yer alan eşcinsellik
de hayatın akışı içerisinde doğal bir
ilişki biçimidir. Ferzan Özpetek, karakterlerin tensel birlikteliklerinden
çok ruhani birlikteliğini ön planda
44
tuttuğu için eşcinselliği anlatan
filmlere karşı duyulan yargıları yıkan
bir yönetmen olmuştur. Zorlamaya
dayanmayan, doğal gelişen ilişkiler,
izleyiciler üzerinde anaakım sinemadan farklı bir etki bırakır.
Yine Aaron’a göre, Yeni Queer
Sineması ölüm de dâhil olmak
üzere, hayatın tüm zorluklarına
ve kötü yanlarına meydan okumaktadır. Cahil Periler filminde ise
bu yön karakterlerin hayata karşı
duruşlarında gizlenmektedir. Film,
tüm zorluk ve sorunlara rağmen
karakterlerin duruşlarının gücünün
vurgulanmasını içerir. Türkiye’den
politik nedenlerle kaçmış bir kadın
(Serra; Serra Yılmaz), ölmek üzere
olan bir adam (Ernesto; Gabriel
Garko), parasını erkeklere yedirip bir
süpermarkette tezgâhtarlık yapan
bir kadın (Veronica; Erica Blanc)
biraraya gelince, hayatın yüklerinden kurtulup oldukları gibi mutlu
olurlar. Hayata karşı gösterilen tavır,
tüm karakterlere mahsus klişeleri
yıkan bir olgudur. Örneğin; Serra’ya
bir haber gelir; ona işkence eden,
sevgilisini işkence ederek öldüren
polis tutuklanmıştır. Serra haber
karşısında çok duygulanır, gidip
bir yerde ağlar. Ancak sonra gözyaşlarını silip gülümseyerek, tekrar
arkadaşlarının yanına, içeriye gider.
Böylelikle sıkıntılar yok sayılmadan,
izleyicinin dikkati, karakterlerin acı
dolu hayatlarından çok birlikte oluşturdukları terastaki mutlu dünyaya
çekilir. Cahil Periler filminin hayata
karşı tavrı, tüm olumsuzluklara rağmen mutlu olmaya çabalamayı över
niteliktedir.
Sonuç olarak; 2001 yılında
çekilen Cahil Periler filmi içerdiği
öğelerle, klişelere karşı duruşuyla ve
karakterlerin hayata yönelik tavırlarıyla Yeni Queer Sinema’nın bir
örneği olarak kabul edilebilir. Film,
tüm zorluklara rağmen mutlu olmayı başaran karakterleri ile yaşamın
birden çok alternatifinin olduğunu
ortaya koyar.
“Dünyayı değiştiremiyorsan, dünyanı değiştir...”
Fatih Akın, Almanya’da doğup büyümüş, ikinci kuşağa dâhil bir sinema
yönetmenidir. Genel olarak filmlerinin
ana karakterlerini ikinci kuşak göçmen
Türkler oluşturur. Birinci kuşak, bu kişilerin ebeveynleri ya da görünmeyen
ancak, anılarla (fotoğraflar, göçe dair
paylaşılan sıkıntılar), gündelik yaşam
biçimleri ve korunmaya ve aktarılmaya
çalışılan geleneklerle, bu ana karakterlerin kişiliklerinde temsilleri görülen
kişilerdir. Fatih Akın, filmlerinde
genellikle; farklı dilleri, hibrit kimlikleri
ve kuşaklar arası çatışmayı gerçekçi
bir biçimde sunarak, çok kültürlülüğü
vurgular.
Duvara Karşı filminde Cahit (Birol
Ünel), Hamburg’ta yaşayan, boş bira
şişelerini satarak para kazanan alkol ve
uyuşturucu bağımlısı bir Türk’tür ve bir
gece arabasını duvara karşı sürerek intihar girişiminde bulunur. Gönderildiği
klinikte kendisi gibi intihar girişiminde
bulunmuş olan Sibel (Sibel Kekilli)
ile karşılaşır. Sibel, aile baskısından
bunalmış ve bileklerini kesmiştir. Kur-
tuluş olarak evlenmeye karar verir ve
Cahit’in Türk olduğunu anlar anlamaz,
ailesinin onayını alacağını düşünerek onu kendisiyle evlenmeye ikna
etmeye çalışır. Cahit birine yardımda
bulunarak, var olduğunu hissetmek
için, evlenmek isteyen Sibel’in teklifini
kabul eder. Bir süre sonra Cahit ve Sibel
birbirlerine âşık olur, ancak Cahit’in,
Sibel’in daha önce birlikte olduğu
bir erkeği kıskanması sonucu cinayet
işlemesi, hem yollarını ayırır, hem de
Sibel’in ailesi tarafından öldürülmemeGÜZ 2014
45
si için Türkiye’ye kaçmasına sebep olur.
Sibel, Türkiye’de de hayata tutunamaz
ve neredeyse ölmek üzereyken bir taksici tarafından kurtarılır. Cahit hapisten
çıktığında Türkiye’ye gelir, Sibel evlenmiştir ve bir kızı vardır. Cahit, Sibel’in,
onunla kendi memleketine, Mersin’e
gelmesini ister. Sibel, İstanbul’da ailesiyle kalmaya karar verir.
Filmin öyküsü, Sibel ve Cahit karakterlerinin aşkı ekseninde döner. Fatih
Akın’ın “Punk Opera” olarak tanımladığı
filmin, olayların ve yarattığı duyguların
başlangıç ve bitişlerine denk düşen bölümleri, Haliç kıyısında Nejat Ulusay’ın
deyimiyle; “tragedyadaki koronun
işlevini gören” bir fasıl grubunun
müzikleri ile birbirlerinden ayrılmıştır.
Müzik seçimindeki çeşitlilik, etnik ve
kültürel çeşitliliği simgelemesinin yanı
sıra, karakterlerin ruhsal durumunu
yansıtan bir araç olarak kullanılmıştır.
Öyle ki müziklerin çoğu Fatih Akın
tarafından, karakterler üzerinden
saptanmıştır. Örneğin; Sibel dolma
yaparken görüldüğünde çalan Sezen
Aksu şarkısı, tam da hareketteki Türk
motifleriyle, duygularla örtüşür. Bu
46
anlamda, seslerin ve müziğin filmde
kültürlerarası entegrasyonu temsil
ettiği söylenebilir.
Sibel’in ailesi filmin başında tanıtılır; bu geleneksel bir Müslüman-Türk
ailesidir. Babası, ağabeyi ve annesi onu
ziyarete geldiklerinde, Sibel’in üzerinde günlük hayatında giymek istediğinden daha kapalı giysiler vardır, saçı
toplanmıştır ve başı eğik konumda,
sessizlik içindedir. Babası Sibel’e, ona
verilmiş olan yaşam gibi bir armağanı
reddetmesi –ki İslam dininde intihar
günahtır- nedeniyle kızar. Ağabeyi
Sibel ile Almanca konuşur, ikisi de
ikinci kuşaktır ve dil aracılığıyla ağabeyin Sibel’e babasından bir kademe
daha yakın olduğu anlaşılır. Annesiyle
baş başa kaldığında ise, ona en yakın
kişinin annesi olduğu görülür. Çünkü
Sibel, annesinin yanında hemen ayak
ayak üstüne atar, tokasını çıkarır ve bir
sigara yakar. Bambaşka iki farklı kişiyi
tek bünyede toplamış gibidir; ilki köklerine, geleneklerine ve aile değerlerine bağlı Türk kızı Sibel, diğeriyse özgür,
birey olarak yalnızca kendi istekleriyle
hareket eden Avrupalı Sibel’dir.
Cahit karakteri, yaşama dönüşünü
Sibel’e yardım etme duygusuyla tatmin
eder. Aslında bu, klinikte doktorun
önerdiği iyileşme metodunun ta kendisidir. Bu yöntem, bireye dönük, Batılı
olandır. Sibel ise dini telkinlerle, yani
doğuya dair bir yöntemle karşılaşmıştır. İki karakter de farklı biçimlerde
kendilerine zarar vermektedir; Cahit
alkoliktir ve Sibel bedenini kesmektedir. Kimlik ve karakter çatışmasının yol
açtığı kıstırılmışlık duygusu, Sibel karakterinde daha çok gözlemlense de,
Cahit’in, ilk sekansta arkadaşına Türkçe
olarak “Ben hayvan değilim!” demesiyle
başlayan, Sibel’e “Nerelisin?” diye sorması ile devam eden ve en nihayetinde
karısını kıskandığı için cinayet işleyen
“Türk koca”ya dönüşmesi, onun da
bilinçaltında kıstırılmışlığı yaşadığını
göstermektedir. Sibel de Cahit de bir
alt kültüre aittirler ancak bu alt kültür
aslında ulusaşırı nitelikteki kimliklerden oluşan ikinci kuşak gençlerin
kültürüdür. Aslında bu, istemeden de
olsa, birinci kuşağın kültürel değerlerine saygı duyan, bunları benimsemiş
fakat aynı zamanda, şiddetle geleneksele ait olan her şeyi reddetmek ve
farklı bir hayat yaşamak isteyen, fakat
bunun nasıl olacağına dair çerçeveyi
belirleyemeyecek kadar güçsüz kalmış
bireylerden oluşan bir topluluktur.
Birinci kuşak ailelerin, Türkiye’de
yaşıyormuş gibi –çünkü bilinçaltında
buraya geçici olarak yerleşmiş olduklarına dair bir his taşırlar- gündelik
hayatlarında Türk gazetesi okumaları,
Türk televizyon kanallarını izlemeleri,
Sibel’in geleneklere uygun bir biçimde
bir Türk’le evlenmesine onay vermeleri, yukarıda belirtilen kişilik çatışmasının nedenlerindendir. Dışarısı ve
içerisi; ev ve kamusal alan birbirinden
farklı kurallara sahiptir. Aile içi ilişkiler
mesafelidir ve bireyler arasında iletişim
kopukluğu vardır. Baba karakteri,
otorite figürü olarak kuralları koyan,
muhafazakâr Türk aile yapısını yansıtır.
Bu aile yapısı içinde ‘onur’ kavramı
erkek çocuğun cesareti, kız çocuğun
ise sessizliği ve ‘namusu’ üzerinden
değerlendirilir.
Cahit, Sibel’i ailesinden istemeye
gittiğinde, Sibel’in ağabeyine Türkçesini çöpe attığını söyleyerek, Türk kimliğini reddettiğini ortaya koyar. Ölmüş
karısı ve yeni sevgilisi, Türk değildir.
Ancak sonlara doğru Sibel’i memleketi
olan Mersin’e götürmek istemesi, bu
reddedişin altında, köklerine sığınma
ihtiyacı olduğunu, aslında bir şekilde
birinci kuşağın kültürel belleğinde
yer etmiş ‘yuvaya dönüş’ olgusunun
yattığını gösterir. Sibel’in gelenekselin
dışına çıkmaya çalışarak evlenmesi, ardından bir Avrupa ülkesi olan
Almanya’daki ailesinden, ölmemek
adına, aslında birinci kuşağın ‘ora’nın
değerlerini yurt dışındaki evlerinde,
bir cam fanusta korurcasına sabitleştirmeye çalıştığı anavatan Türkiye’ye
kaçması oldukça ironiktir. Bu, kimliğini
diğer kimliklerin niteliklerinden farklı
olması yoluyla ayırt etme dürtüsünden
kaynaklanır. Şöyle ki; dini değerler
Türkiye’de kanıksanmış ve olağan iken,
Almanya’da Türkler için kültürel kimlik
inşasında en önemli faktördür. Her
şeyden önce dinler farklıdır ve göçen
topluluğun en belirgin farklılık üzerine
kimliğini inşa etmesi kaçınılmazdır.
İkinci kuşağın yaşadığı kişilik-kimlik
çatışması karakterlerin ve dolayısıyla
Duvara Karşı filminde olay örgüsünün
ta kendisini oluşturur. Karakterler, kaybolmuşluk, mutsuzluk, amaçsızlık duygusu içindedirler. Burada birebir kuşak
çatışmasından ya
da iki farklı ülkenin
etnik, kültürel
kimlikleri arasında
sıkıştırılmışlıktan
kaynaklanan aidiyetsizlik duygusu
işaret edilmekle
birlikte, Nelson’ın
da belirttiği gibi,
Akın’ın karakterleri,
kültürel normların
bulanıklaştığı, ülke
sınırları arasındaki
geçişlerin yeni ve
kesin bir hibritlik ve
mobilite yarattığı
ulusüstü kimliklerdir. Bu doğrultuda,
“Akın, belirgin
kökenlerimizi tamamen bir kenara
bırakmamızı değil,
onların ötesindeki
imkânların ayırdına
varmamızı ister ve burada, ulusaşırı bir
kimliğe ait olmanın, gerçek bir olasılık
olduğuna işaret eder” (Nelson, 2010).
Sibel’in bir geceliğine birlikte olduğu Alman asıllı erkekten uzaklaşmaya
çalışırken “Ben evli bir Türk kadınıyım,
benden uzak dur yoksa kocam seni
öldürür!” demesi, kimlikler arası gelgitlere iyi bir örnektir. Cahit, cinayet
işledikten sonra İstanbul’a Selma’nın
yanına giden Sibel, buradaki yorucu ve
monoton iş temposundan bunalır ve
aile baskısının yerini, ekonomik özgürlüğe sahip, hırslı, sisteme ayak uyduran
Selma’nın aldığını fark eder. İzleyici
tarafından, Sibel’in çaresizce güç
toplayıp, ayakta kalmaya çalıştığı,
televizyonda halter şampiyonasını
izlerken “Hadi Sibel!” demesiyle
anlaşılır.
Sibel kapitalist düzenin gündelik yaşam biçimini, işkolikliğiyle
karakterize edilen Selma üzerinde
somutlaştırır ve ondan nefret eder,
evi terk ettikten sonraysa yeniden
ölümle yüzleşir. Film, Cahit ve Sibel’in
yeniden doğuşlarını, farklı mekânlara
gidiş gelişleriyle paralel olarak sunar.
Filmin sonunda da, bu yeniden doğuşların en başına, ‘sılaya’ dönüş eklenir.
Sılaya dönüş, hem sorunun kendisini,
hem de ikinci kuşağın sorunlarının
bitişini gördüğü yeri temsil etmektedir.
GÜZ 2014
47
MAKALE
e Ulaş IŞIKLAR
Nuri Bilge Ceylan Filmlerinde
Nihilist Karakterlerin Son Durağı:
Kış Uykusu
“Son dönem Türk Sineması’nda
en önemli yönetmen kim?” sorusuna
birçok kişinin yanıtının Nuri Bilge
Ceylan olacağını tahmin etmek pek
de güç değildir. Nesnel bir ölçüt koymak gerekirse, en azından Nuri Bilge
filmlerinin aldığı uluslararası ödüller bağlamında bu büyük ölçüde
doğrudur da. Söyleşilerinde sinemayla ilgilenmeye başladığı dönemi,
Türkiye’de bireyin sosyal anlamda
giderek yalnızlaştırıldığı 1980’ler
olarak belirten Ceylan, “yalnızlığı bir
kader gibi kabullenmiş durumdayım”
48
sözleri ile, o yılların kişiliğinde kalıcı
bir tek başınalık durumu bıraktığını
vurgulamaktadır. Söz konusu süreçte
toplumun büyük kesimi gibi yabancılaşarak kendi bireyselliğine gömüldüğünü belirten Nuri Bilge Ceylan,
sinema öncesi yıllarında manevi
bir çıkışsızlık içine düştüğünü şöyle
aktarmaktadır: “İçimdeki boşluk ve
anlamsızlık duygusu iyice büyümüş
durumdaydı. Çok yalnızdım. İnsan
ilişkileri çok zor gelmeye başlamıştı.”
Bireyin çevresini, yaşamını ve dünyayı anlamlandırırken kültürel değer
şemalarını kullandığı düşünüldüğünde, Nuri Bilge Ceylan’ın bu psikolojik
halinin toplumsal değişimlerden ayrı
düşünülemeyeceği açıktır.
Hiçbir şeye anlam yüklemeyen,
karamsar, yalnız ve toplum dışı bireyin duyumsadığı manevi boşluk hali
ise, ‘nihilizm’ kavramının anlamsal
içeriği ile paralellik taşımaktadır. Bireysel yabancılaşmanın en uç biçimi
olan ve Nietzsche’nin, “Nihilizm ne
anlama gelir? En yüksek değerlerin,
kendi öz değerlerini düşürmesi.
Hedef eksik; ‘neden?’ sorusuna
cevap bulunamıyor” şeklinde
tanımladığı nihilizm, toplumsal
dönüşümlerin değerleri yeniden
biçimlendirdiği dönemlerde
bireyin psikolojik durumunu
ortaya koymak için elverişli bir
kavramdır. Nietzsche’nin ‘en
yüksek değerler’ sözü ile kastettiği, bireyin kendisiyle ve hayatla
ilgili tanımlamalar yaparken
başvurduğu anlam örüntüleridir. Bu örüntülerin toplumsal
alandaki dönüşümlerle değişikliğe uğraması, bireyin psikolojik
durumunu da doğrudan etkiler.
Nuri Bilge Ceylan özelinde, sinema yapmadan önce üniversite
öğrenciliği dönemini yaşadığı
80’li yıllara denk gelen bu değer
krizi, yoğun olarak bağlandığı
Batılı değerlerin kendi nezdinde
değerden düşmesiyle kendini
belli etmiştir. Bu krizi, “Bir yandan
içimde oluşan anlamsızlık duygusu giderek büyümeye başlamıştı. Batı’nın değerleri yavaş
yavaş ruhuma uymayan değerler
olarak görünmeye başladı,”
biçiminde dile getiren Ceylan,
yaşamına anlam verecek yeni
değerler bulmak için Batı’nın tam
tersi yönüne, Himalayalar’a bir
seyahat gerçekleştirmiştir. Ancak
burada da ‘aradığı anlamı bir türlü bulamadığını’ dile getirmiştir.
Büyük oranda söz konusu
anlam arayışının bir tezahürü
olarak sinema ile ilgilenmeye
başlayan Nuri Bilge Ceylan, Mehmet Eryılmaz’ın sözleriyle, “Her
şeyin anlamını yitirdiği, içindeki
boşluğun büyüdükçe büyüdüğü
bir zamanda, ‘kendini fırlatır gibi’
başlamış film çekmeye.” İlk kısa
filmi “Koza”yı 1995’te, ilk uzun
metrajı “Kasaba”yı ise 1997’de
çeken Ceylan, zamansal olarak
kendisine benzer şartlarda ilk
filmlerini çekmeye girişen Zeki
Demirkubuz, Derviş Zaim, Semih
Kaplanoğlu ve Serdar Akar
gibi isimlerin oluşturduğu bir
yönetmen grubuna dâhil kabul
edilmektedir. Bu kabule göre,
1980’ler Türkiye’sindeki dönüşümlerden benzer şekilde etkilenerek sinema yapmaya soyunan
ve 1990’ların ortalarından itiba-
ren film üreten bu yönetmenler,
Türk Sineması’nda ‘auteur’ özellikleri gösteren yeni bir sinemacı
kuşağını oluştururlar. Fellini’nin,
‘Dilbalığı filetosu üzerine bir film
yapsam bile, bu benimle ilgili bir
film olacaktır,’ deyişinde kristalleşen ‘auteur’ kuram, sinemada
yaratıcı yönetmen kavramını ön
plana çıkarır. Bu bağlamda, 80
ve 90’larda Türkiye’de yaşanan
değer dönüşümlerinden kişisel
olarak nasibini alan ve belli
oranda içsel bir yabancılaşma
yaşayan bu yönetmenler, bu içe
kapanma sürecini filmlerindeki
nihilist denebilecek bazı karakter
temsillerine yansıtmışlardır.
“Koza”, “Kasaba” ve “Mayıs
Sıkıntısı” (1999) filmlerinde belirli
bir pastoral gerçekçiliğin izini süren Nuri Bilge Ceylan sinemasında, özellikle “Uzak” (2002) filmiyle
başlayan ve sonrasında hemen
her filmde tutarlılık gösterecek
biçimde devam eden nihilist
nitelikteki karakterlere rastlanmaktadır. Mehmet Eryılmaz’ın
ifadesiyle, “Bilge’nin filmlerinde nihilistik eğilimleri olan bir
karakter genellikle yer bulur. Bu
hem çevresinde gözlemlediği,
hem de kendi içinde yakaladığı
bir duygunun tezahürü olarak
ortaya çıkar. Evrensel değer sisteminin çöküşüyle birlikte dünya
artık, anlam ve amaçtan yoksun
hale gelmiştir. İşte bu noktada Bilge’nin de çok sevdiğini
bildiğim Alman düşünür Nietzsche nihilizmi ‘patalojik bir geçiş
evresi olarak görmüştür. İnsanlığın deneyimlemesi ve başına
gelmesi gereken bir şeydir. Yani
nihilizm, sancılı insanın mecburi
yol arkadaşıdır. Hakikat arayışının
zorunlu uğrak yeridir.”
Bununla birlikte, Nuri Bilge
Ceylan filmlerinde karakterler
nihilizmi bir geçiş aşaması olarak
kullanmaktan ziyade, içine düştükleri ruhsal boşluğun yarattığı
krizde hapsolmuş görünürler.
Örneğin, Nuri Bilge Ceylan ‘en
otobiyografik filmim’ dediği
“Uzak”taki Mahmut karakteri
ile ilgili olarak, “Büyük kentlerde yaşayan ve özellikle benim
GÜZ 2014
49
yaşlarımda olan bireylerin önemli bir
şeyleri kaybettiği duygusu ve kaygısı
var. Artık çoğumuzun yüce amaçları,
uğruna ölmeye değecek bir şeyimiz kalmadı. Mahmut karakteriyle
Nietzsche’nin deyişiyle ‘acınacak
rahatlıkları’ dışında hayattan hiçbir
beklentisi kalmamış insanlardan birini anlatmaya çalıştım” demektedir.
Bir sonraki filmi “İklimler”de de
(2006) benzer bir karakter inşası
kuran Ceylan, yaptığı şeye inancını
yitirdiği için tezini tamamlayamayan
İsa adlı öğretim üyesi üzerinden
amaçsız ve melankolik bir tipin
portresini çizer. Amaçlar göründüğü şeyi hayata geçirememesinin
yanında, hayattaki tüm ilişkilerinde bir motivasyon eksikliğinden
muzdarip İsa, sevgilisi Bahar ile olan
ilişkisinde de dibe vurur. Filmin bu
yanı ile ilgili olarak, “İnsanlar yalnız
hayatlar yaşıyorlar ve kadın erkek
ilişkilerinde bunu daha da güçlü
hissediyorsunuz. Bu melankoli, yaşamın en hüzünlü taraflarından biri;
bazen başka hiçbir şey hakkında film
yapmaya değmez gibi bile geliyor,”
diyen Ceylan, auteur bir yönetmenin
karakterlerini yapılandırırken kendi
önemsediği durumlardan hareket
etmesinin tipik bir örneğini sunmaktadır.
2008’de çektiği “Üç Maymun” ile
melodram kalıplarını barındıran bir
senaryoyu kendi sinemasal vizyonu
ile harmanlayan Nuri Bilge Ceylan,
50
2011’de ise o zamana kadarki en
büyük ölçekli çalışması “Bir Zamanlar
Anadolu”yu çekmiştir. Neredeyse
gerçek zamanlı bir biçimde, bozkırda
geceden sabaha dek süren bir ceset
bulma öyküsünü aktaran Ceylan,
kalabalık karakterlerinin zaman
zaman kırılma noktasına gelen gerilimli ilişkileri üzerinden Çehov’dan
Dostoyevski’ye ve Nietzsche’ye dek
birçok okumaya imkân veren bir
yapıta imza atmıştır. Filmin ortak
senaryo yazarı ve oyuncusu Ercan
Kesal’ın “Bir Zamanlar Anadolu”nun
çekildiği mekânlar hakkındaki
sözleriyle; “Bozkır… Belki de Çehov’u
bu kadar sevmemin arkasında da bu
yatıyor. Çünkü yeşil değil, ağaçlık değil, orman ya da deniz de yok zaten.
Bir Orta Anadolu kasabası. O tuhaf
jeolojik yapı, bir çeşit efsunlu ülkede,
büyülü bir coğrafyada yaşıyormuş
hissi yaratıyor, insanın içine bir hiçlik
duygusu veriyor. Çöl gezileri yapanlar
da aynı şeyi söylerler. Kendinizle farklı
bir yüzleşme yaşıyorsunuz, enteresan
bir hesaplaşmaya giriyorsunuz.”
Nuri Bilge Ceylan’ın şimdilik son
filmi, önceki filmlerinin aldığı birçok
prestijli ödülden sonra nihayet
Cannes’da Altın Palmiye’ye layık görülen “Kış Uykusu” (2014) dur. Filmin
ana karakteri olan ve önceki Ceylan
filmlerindeki karakterlerle birçok
yönden benzerlikler içeren Aydın ile
ilgili pek çok yorum yapıldı. Örneğin,
“Fatih Özgüven ‘tuzu kuru ve özenti
cumhuriyet bohemi’ olarak tanımlamış Aydın’ı. Evrim Kaya ise, 80 sonrasının filmlerindeki ‘darbeden sonra
derin bir bunalım içinde halkına
yabancılaşan’ solcu aydın karakterlerin uzantısı olduğunu düşünüyor:
Darbe sonrasının hayal kırıklığını,
yarı yolda kalmış/bırakılmış olma
duygusunu değil de – tıpkı İklimler
ve Uzak’ta olduğu gibi – derin bir
varoluş bunalımını temsil eden, halktan bir beklentisi kalmamış, boşlukta
sallanan, daha az idealist bir figür.”
Gerçekten de, aynen “Uzak”taki Mahmut ya da “İklimler”deki İsa gibi, “Kış
Uykusu”ndaki Aydın da ‘dünyanın en
güvenli yeri’ olarak gördüğü kendi
merkezinde yaşamaktadır. Ancak
“Uzak”ta evine akrabasının gelmesiyle bu güvenliğin ne kadar kırılgan olduğu ortaya çıkan Mahmut
gibi, Kapadokya’daki oteline gelen
kendinden daha genç bir oyuncu
ile karşılaşınca Aydın’ın da rahatı
kaçar. Veya, “İklim”lerdeki İsa’nın
sevgilisi Bahar ile arası bozulunca ne
yapacağını bilememesi gibi, Aydın
da kendinden çok daha genç eşi
Nihal ile gerilim yaşadığında belli
bir güçsüzlük içine düşer. Aslında,
“Kış Uykusu”nda ne Aydın, ne kız
kardeşi Necla ne de eşi Nihal gerçek
bir ‘eylemlilik’ içindedirler. Dışarıdan
bakıldığında sürekli bir koşturmaca
içinde meşgul gibi görünürken, esasen yaratıcı olmayan içi boş eylemler
içinde durmadan devinmektedirler.
Bu durum, amaçlı ve güçlü görünme
zorunluluğu nedeniyle kendilerine
dahi itiraf edemedikleri amaçsızlık
ve güçsüzlükten ileri gelir. Her yeni
güne bir proje ile başlayan Aydın, aslında gayet sıradan ve yaratıcılıktan
yoksun eylemlerle gününü öldürür.
Aynı şekilde kız kardeşi Necla, biten
evliliği ile hesaplaşma kisvesi altında
anlamsızlaşmış bir nefret içinde
dövünür durur. Hem ekonomik hem
de sosyal anlamda Aydın’ın iktidarı
altında edilgenleşmiş Nihal ise, çevre
okullara yardım etmek gibi projelerle
bu edilgenlikten sıyrılmaya çalışır
ama başaramaz. İçsel olarak pasifleşmiş, birbirlerine karşı sürekli bir misilleme olanağı arayarak nefretlerini
kusmak isteyen bu psikotik karakterler, bitimsiz bir didişme içinde ve bir
tür ‘asılı kalma’ hali içerisinde devinir
dururlar.
Şu ana dek yedi adet uzun metraj
film çeken Nuri Bilge Ceylan’ın, modern çağdaki dönüşümlerin sürekli
değiştirdiği değerlerin yabancılaştırdığı ve nihilist eğilimler taşıyan
karakterleri filmlerinde tutarlı bir
süreklilikle kullandığı rahatlıkla söylenebilir. Buna dayanarak, Ceylan’ın
toplumsal gözlemlerini kendi kişiliğinden süzülen fikirlerle harmanlayıp bugünün Türkiye’sindeki belirli
bir tipe denk düşen karakterlere
hayat vermeyi önümüzdeki yıllarda
da sürdüreceği öngörülebilir.
GÜZ 2014
51
KAMPÜSTE SÖYLEŞİ
e Gamze KARADEMİR EROL
İzmirli filmin
İzmirli yönetmeni:
Bahadır Abşin
Ege Üniversitesi İletişim
Fakültesi mezunu Bahadır
Abşin, yapımcının da verdiği
destekle İzmir’den bir film
yapmış olmanın heyecanı
içerisinde. Ancak Abşin,
oyunculuklar, yapımcılık,
senaryo yazımı, kurgu gibi tüm
işlerin İzmir’den
52
yürütüldüğü filmine İzmirli
kurum kuruluşlardan
sponsorluk desteği alamamış
olmaktan dolayı da üzüntü
duyuyor. Genç yönetmen
ile ilk uzun metrajlı filmi ve
sinema endüstrisinden uzakta
işleri yürütmenin zorlukları
hakkında sohbet etttik.
Onuncu Köy Teyatora’nın macerası nasıl başladı?
İzmir’de, Varyant’ta bir özel oyunculuk ve sinema televizyon okulu var,
“Boyoz Akademi”. Oradan bir arkadaş vasıtasıyla hocalık teklifi geldi;
“Siz kamera önü oyunculuk dersine
girebilir misiniz?” diye. Bu ders dünya
genelinde bir oyunculuk hocası bir
yönetmenle verilir zaten. İzmir Devlet
Tiyatrosu’ndan oyunculuk hocaları
varmış. Onunla birlikte kamera önü
oyunculuk dersi, ayrıca
sinema televizyon dersi
vermemi istediler. Böylece
Boyoz Akademi’ye başladım ve sahibiyle tanıştım.
Kafalarımız birbirine uydu.
“Hocam bir film yapamaz
mıyız” dedi. Ben de “Neden
olmasın yaparız tabii”
dedim. Bütçeye göre her
şey yapılabilir. Çok büyük
bütçelere yıldız oyuncular
ve olağanüstü bir prodüksiyona sahip olunabiliyor.
Ama diğer taraftan dünya
sinema tarihinde de pek
çok örneği var; çok daha
düşük bütçelerle inanılmaz
filmler de yapılabiliyor.
Önemli olan biraz ayağa kalkmak, fikir vs... Bu
anlamda o da benimle
aynı düşüncedeydi. Sağ
olsun, okulun gelirini
biriktirip işin içerisine dahil
ederek bir alt yapı kurduk;
ekipmanlar aldık, film çekebileceğimiz en alt seviye
ekipmanlardan bahsediyoruz. Bir iki sponsorluk
desteği aldık. Çok uğraşmamıza rağmen İzmir’den herhangi
bir sponsorluk desteği gelmedi. Denizli
bize sahip çıktı, özellikle Çal Belediyesi
Başkanı.
Çal Belediyesi’nden sponsorluk almanıza ne vesile oldu? Filmi
Denizli’de çekmeyi mi düşünüyordunuz?
Filmin Denizli’de çekileceği sponsorluk görüşmelerinin ardından ortaya
çıktı. Sonrasında senaryoya Dionysos’u
yerleştirdik. Biliyorsunuz Dionysos, Çallı
bir tanrıdır. Çal’ın bize verdiği desteklere teşekkür etmek istedik. Örneğin
Seferihisar’da Teos’ta çekseydik filmi
bambaşka bir şey çıkabilirdi ortaya. İlle
de antik, mitolojik bir arka planı olması
gerekmiyordu. Bizim hikayemiz yalan
söylenmeyen köyün hikayesiydi. 10.
Köy, yalanın bilinmediği bir köy. Senaryonun nedensellik ilkesi yoktu. Neden
yalan söylenmediği belli değildi. Biz de
Çal’a gidince bu nedeni Dionysos’un
orda bulunması ve insanları büyülemiş olması biçiminde ortaya koyduk.
Dionysos, milattan sonra 3. yüzyılda
Zeus’a ve Zeus’un yalanlarına sinirle-
nerek bölgeye geliyor ve o dönemde
rivayet edilene göre “burada bundan
sonra yalan söylenmeyecek” diyor. O
tarihten itibaren yalan söylenmiyor ve
Dionysos köylülerin arasında yaşamaya
devam ediyor. Hikaye böyle.
O halde senaryonun yazım aşamasında sponsorluk araştırmalarına
başladınız ve gelişmelere göre senaryo da şekillendi diyebilir miyiz?
Evet, senaryo sonradan gelişti.
Zaten pek çok filmde böyle eklemeler
olur. Büyük bir prodüksiyonda bile
örneğin bir petrol şirketi sahibi sponsorluk yaparken kendi istasyonunda
çekim yapılmasını koşul olarak öne
sürebilir. Filmle hiçbir alakası olmasa
da oyunculardan birine o benzinlikte
durup benzin alma sahnesi yazılabilir.
Burada her şeye Denizli Çal sahip çıktığı
için yalan söylenmeyen bir köyü, orada
koymaya ve yalansızlık gerekçesini
de Çallı Dionysos’a bağlayalım diye
düşündük.
Neden 10. Köy?
O yapımcının fikriydi, “Doğrucu
adamların toplandığı, patavatsız, içinden geldiği gibi konuşan
köylülerin olduğu bir film
yapalım” dedi, “Doğru
söyleyenin dokuz köyden kovulduğu bir köy
olarak düşledim bunu”.
Böylece filmin adı 10. Köy
oldu. Teyatora da tabii
tiyatro anlamında. İsim
bence başarılı; ama birçok
beklentiyi karşılamadı.
“Filmde yalan işlenmemiş”
yorumunu yapanlar oldu
örneğin. Oysa ben yalanın
üzerinde durmaktansa,
Dionysos’un yalansızlığı
kurma sebepleri, gerçekten erdemli olabileceğimiz
gibi iyi niyetli ve biraz
idealist başka bir tarafıyla
ilgilendim. Ama anladım ki
seyircinin beklentisi baştan
sona yalan söylenen,
yalansızlık üzerine durum
komikliklerinin yaşandığı,
doğru söyleyenin dokuz
köyden kovulduğu klasik
bir komedi imiş.
Filminiz, kadınların
varlık gösterdikleri bir
film.
Kesinlikle. Kocası tarafından terk
edilmiş ve çocuğuyla ortada kalmış bir
kadının sanat yapma aşkıyla parasız
kalma uğruna verdiği savaşı izliyoruz
İnci karakterinde. Bütün tiyatro grubu
pes ederken, İnci onları ayağa kaldırıyor. Aslında çok güzel bir model,
kadın-erkekten ziyade, her insanda
olması gereken çalışkanlık ve idealistlik
anlamında güzel bir örnek. Filmde
kadın karakterlerin hiç birini karikatür
gibi kullanmadık. Bizim filmimizde bir
de gay var, ama onu da komiklik olsun
diye koymadık, onun üzerinden de çok
fazla şey anlatmaya gayret ettik. Yazar
GÜZ 2014
53
arkadaşların da çok fazla katkısı
var. Fahişeyi fahişe, travestiyi
travesti olarak kullanmak, hayatın
içinden karakterler olarak yerleştirmek, karikatürize etmemek temel
amacımızdı.
10. Köy Teyatora fantastik
bir film. Ancak Türk Sinemasında böyle pek fazla örnek yok.
Zor oldu mu fantastik bir film
yapmak?
Benim esas alanım postprodüksiyon, kendimi bu alan
üzerine geliştirdim. Görsel efekt,
3D uygulamalar, after effects gibi...
Ama bunlar hep kendi eğlence
alanımdı tabii. Bir komedi skeci
yapalım, şuradan metro düşsün
biz parçalanalım gibi. Ancak bunu
sinema için yapmak çok üst düzey
donanımlar gerektiriyor. Film için
bu tip işlerin yapılacağı bilgisayar
bir sene sonra alındı mesela. O
geldikten sonra yapabileceklerim
doğrultusunda senaryo şekillendi.
Çünkü biliyorum ki eğer bu işe
kalkışırsam, İzmir koşullarında,
100 bin lira harcayacağın bir ekip
kurman lazım. Öyle bir para yok;
fakat ben bu sahneleri yerleştirmeyi istiyorum. Yani o tanrılar,
kadınlar, Dionysos gelsin, Apollo
yayını fırlatsın, gece gündüze
dönsün vs. Hem fantastik unsurların tamamını görsel efektlerle
destekleyerek yerleştireyim hem
de içime sinecek şekilde yapayım;
ama tek kişiyim. Bu anlamda zor
oldu. Türkiye’deki iyi prodüksiyon
sanatçılarına, tasarımcılarına para
verip böyle bir ekip toplanabilseydi; daha fazla içime sinecek şekilde
olurdu. Keşke daha fazla fantastik
bölümlere yüklenseydin denildi
ama tek başıma gücüm bu kadar
yetebildi.
İzleyici fantastik Türk sinemasına nasıl bir tepki verdi?
Ben bilimkurgu aşığıyım hem
de fantastiği çok seviyorum...
Biz bu filmi özellikle Halikarnas
Balıkçısı ekseninde anlattık. Anadolu tanrıları, Anadolu efsaneleri
ekseninde bir film olsun istedik. Bu
topraklarda yaşadılarsa bu tanrılar
bizim de bir parçamızdır. Bu bir
kültürel süreklilik kavramı aslında.
Kültürel sürekliliği reddedemeyiz.
54
Var olan, bu güne kadar anlatılmadı. Hep gavurun taşı, Yunan tanrısı
dendi. Hayır, Halikarnas Balıkçısı
söylemişse biz de yapalım. Cevat
Şakir’de fantastiğe gidişin arka
planı, alt metni, bütün argümanları
var. “Bunu kullanalım” düşüncesinden benim ağzım sulandı. Yapabildiğim kadarını yaptım. Ama
vizyondan sonra gördüm ki, çok
fazla itibar edilmedi. Birkaç festivale gidecek İtalya’da, Yunanistan’da.
Oralarda itibar görecek şeyler
bunlar. Ben isterdim ki biraz daha
“bunlar bizim topraktan...” diye
düşünülsün, algılansın. Filmde de
açık açık Halikarnas Balıkçısı’nın
ağzından söyledik: “Bu toraklara
ve taşa bu insanların hikayeleri
sinmiştir, bunlar bizim aramızda
yaşamaktadır”. Buna benzer pek
çok anlatım ve tasvir var. Bizim
camiadan, edebiyat dünyamızdan,
tiyatrocularımızdan daha çok ilgi
görmesini isterdim. Ama üç beş
akademisyen ve birkaç kişinin
“umarım böyle idealist devam
ederseniz” gibi teşekkür mesajını
aldım. Onun dışında pek fazla geri
dönüş olmadı. Fantastik unsurları özellikle bize, kültürümüzün
uzantısı olan yerlerde kullandım.
Kalkıp Gandalf’ın yerli versiyonunu
yerleştirmedim filme. Tamamen
bize ait, bizim kültürel sürekliliğimizin argümanlarını kullanarak
yerleştirmeme rağmen olmadı.
Film, içinde bir sürü şey
barındırıyor. Bir yanda mitoloji
var, bir yandan bir köy var, yalan
söylenmiyor vs. Hem fantastik
öğeler, hem Denizli şivesi; hepsi
birlikte zor oldu mu?
Biraz tabii deneysel oldu, zor
oldu. Şu zor oldu, bir hocam da
aynı yorumu yapmıştı “Çok fazla
karakter kullanmışsın” dedi. Evet,
çok fazla karakter kullandık. Çünkü
bu film bir oyunculuk okulunun
bütçesiyle gerçekleştirildi. Boyoz
Akademi’nin sahibi, “Biz kendi
öğrencilerimizle bir film çekemez
miyiz?” sorusuyla bana geldi. Ben
dedim ki; “Çekeriz ama tabii ki
profesyonel oyuncu da kullanmak
zorundayız”. Senaryoda ilk aşama
oyunculuk okulundan kimlere şans
verebiliriz biçiminde şekillendi. Hal
böyle olunca çok sayıda yeni oyuncuya
yer vermek için çok sayıda karakter
kullandık.
Başka bir deyişle, bu filmle oyuncular sizin ilk filminize, siz de onların
oyunculuklarına katkıda bulunmuş
oldunuz.
Projenin amacı buydu zaten.
Türkiye’de ilk ama, dünyada örnekleri
var mı bilmiyorum, bir oyunculuk okulu
kendi öğrencileriyle vizyona çıkacak,
uzun metraj bir film çekmek istiyor
ve bunu gerçekleştiriyor. Projenin asıl
amacı buydu. O yüzden çok fazla sayıda oyuncu, amatör oyuncu, çok fazla
sayıda karakter vardı; bu çok büyük
bir handikap oldu. Filmde mitolojik,
arkeolojik arka plan, Halikarnas Balıkçısı
ekseninde kültürel sürekliliğin anlatımı,
aynı zamanda komedi unsurları-Ege
şivesiyle- orada da yalan söylenmeyen köyde, yalan söylemeyi bilmeyen
köylüler vardı. Bütün bunların yanında
asıl anlatılmak istenen “teyatora” idi.
Tiyatronun o dönem üzerinde var olan
ve bugün hala devam eden baskı ekseninde tiyatronun önemine değinmekti
asıl isteğim. Tiyatrocuların derdine
dikkat çekmek istedim. Ama baştan
destek olacaklarını söyleyen tiyatro camiası, bir kısmı da arkadaşım, sonradan
sırtını döndü. Hepsi değil tabii ki ama
büyük bir çoğunluğu.
Boyoz Akademi dışındaki oyuncu
seçimlerini nasıl yaptınız?
O tamamen bizim çevremiz. Benim
ve yapımcının devlet tiyatrosundan
ve sektörden arkadaşlarımız, ağabeylerimiz, eşimiz, dostumuz oynadı.
Necmi Yapıcı var, Tanju Tuncel, Selçuk
Uluergüven var bunlar bizim sevdiğimiz, tanıdığımız kişiler. Zaten sinema
söz konusu olduğunda oyuncuların bir
bölümü diziden beklediği parayı da
beklemiyor.
Yazım süreci Boyoz Akademi ile
beraber mi gerçekleşti?
Film, Boyoz Akademi’nin öğrencileri, yazarlık hocası, sinema televizyon
hocası, oyunculuk hocası ve oyuncu
koçuyla yapılmış, tümüyle okuldan
çıkmış bir projedir. Senaryo yazarı Neslihan Yalman, kendisinin kitapları da var
bu alanda, daha çok kadın üzerine yazan bir arkadaşımız, şair aynı zamanda.
Ama senaryonun film senaryosu haline
gelmesine benim de katkım oldu. Ben
daha çok çevirim senaryosu haline gel-
Bahadır Abşin kimdir?
2000 yılında Ege Üniversitesi
İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nü
kazanan Bahadır Abşin, 2005
yılında üniversite eğitimini tamamlamıştır. Bu süreçte 20’nin
üzerinde kısa film ve orta metraj
çalışmalar gerçekleştirmiş ve
çeşitli festivallerden ödüller
kazanmıştır.
Sektördeki iş deneyimleri
öğrencilik hayatından itibaren
radyoculuk, yerel televizyonlara
jenerik hazırlamak ve reklam
sektöründe basılı ve görsel tasarımlar ortaya koymak suretiyle
başlayıp devam etmiştir. Akademik eğitimini tamamladıktan
sonra reklam sektöründe önemli
çalışmalara imza atmış, 2008
yılında kendi reklam ajansını
kurmuş ve bu ajans bünyesinde
İzmir, İstanbul ve Ankara’nın
önemli firmalarının kurumsal
kimlik tasarımı ve çeşitli reklam
çalışmalarını yürütmüştür. Son
5 yıldır Photoshop, video edit
ve görsel efekt programlarında
uzmanlaşmış olup Türkiye’de
bir ilk niteliğinde olan, kendine
ait Absürd Tv İnternet kanalını
yürütmektedir.
Ayrıca, 2009 -2011 yılları
arasında TRT’ye, bireysel olarak,
görsel efekt yönetmenliği,
Motion Graphic Design ve grafik
tasarım konularında hizmet
vermiştir. 2011-2013 yılları arasında Boyoz Akademi bünyesinde Fotoğrafçılık, Sinema Tv ve
Dijital Filmcilik ve Kamera Önü
Oyunculuk dersleri vermiştir.
2012 yılında 10. Köy Teyatora
adlı uzun metraj vizyon filminin
yönetmenliğini, görüntü yönetmenliğini, filmin görsel efektlerini ve kurgusunu yapmıştır. Aynı
sene içerisinde Muğla Valiliği ve
Turizm Bakanlığı için Muğla’nın
resmi Destinasyon Tanıtım filmini çekmiş ve post prodüksiyon
işlemlerini gerçekleştirmiştir.
Sinema, Tv ve reklam sektöründeki deneyimlerinin yanında
ürün, model fotoğrafçılığı ve
grafik çalışmaları 2005’ten
itibaren devam etmektedir. Şu
anda İzmir Devlet Tiyatrosu için
“Sheakspear in Tempest” oyununa multimedia görsel efekt
hazırlamaktadır ve kendisinin
2. uzun metraj film projesinin
pre-production aşamasındadır.
Sosyal sorumluluk projeleri
kapsamında Kızılay ve Trafik
Müdürlüğüne çeşitli mecralar
için reklam, film ve görseller
hazırlamıştır.
GÜZ 2014
55
mesi ile ilgili çalıştım. Sinemaya uyarlayınca çıkacak olan sonuç bana aitti
senaryo kısmında. Boyoz Akademi’nin
yazarlık hocasının da katkıları var.
Çekimler ne kadar sürdü?
Normalde 25 gün içerisinde bitecek
bir senaryoydu ama çok ciddi aksilikler
yaşadık. Parasız kaldık, peynir ekmek
yedik, çok zor durumlarda çektik filmi
gerçekten. Ama zaten öyle olması da
çok iyiydi. Hepimize ciddi deneyimler kazandırdı. Amiyane bir tabirle
söyleyecek olursam “babam da çeker
5 milyon dolarlık setle filmi”. Şunu da
eklemek istiyorum, köylüler bize çok
yardım etti. Boom sopası yoktu, köylü
ağaçtan boom yaptı; tahterevalliden
Jimmy Jip yaptılar. Işık ve benzeri
ekipmanlarımız vardı ancak sektörün
kullanıp eskittiği bizim tamir ettirdiğimiz ekipmanlardı çoğu. Çünkü bunlara
düşük bir bütçe ayırmak zorundaydık.
Allahtan yol, yemek gibi giderlerimizi
Denizli Çal Belediyesi karşılıyordu. Bu
açıdan zorluklar yaşamadık. Teknik anlamda yaşadığımız alt yapı ve donanım
zorlukları da tabii ki filme yansıdı. Bu
nedenlerle öyle çok abartı bir kamera
hareketi göremezsiniz filmde.
10. Köy İzmir kökenli bir film, değil
mi?
Amacımız aslında tam anlamıyla
bir İzmir filmi yapmaktı. Eğer çekimlerini de İzmir’de yapabileydik, yüzde
yüz İzmir filmi olacaktı. Çünkü yapım
firması İzmir, oyuncuları İzmir’den,
İstanbul’dan gelen medyatik isimlerin
bile bazıları İzmir doğumlu. Ancak ne
yazık ki İzmir’den hiç destek alamadık.
Hem Ticaret hem de Sanayi Odasına bağlı özel girişimcilerinden yerel
yönetimlerine kadar İzmir’in hiçbir
kurum kuruluşundan destek alamadı
projemiz. Buna rağmen yapım olarak
İzmir’den çıktı. Yapımcının en büyük
hayali burada bir şeyler yapmaktı, hala
aynı kafada. “İstanbul buraya gelsin”
istiyor, “Sinema yapmak isteyen gelsin,
burada da firma kursunlar. Kiralar
düşük, burada da insanlar yaşıyor,
sanatçılarımız var. Burada bir şeyler
yapalım, buraya sinemayı taşıyalım”
diye bir niyeti var.
Ama henüz bu koşullar sağlanamamışken burada film yapmanın da
birtakım zorlukları var değil mi?
Ticari olarak zorlukları var. Yoksa bugün dünyanın öbür ucundan teknik alt
yapıların tamamını anında İstanbul’a
getirir gibi buraya getirebiliyorsunuz,
kamerasından ekipmanlarına kadar.
Oyuncu deseniz, oyuncular zaten Türkiye genelinde dağılıyor, istediğin yere
istediğin zaman gelebiliyorlar. Yerleşik
yapım firması yok sadece burada. İşin
işleyişine, işgücüne ulaşım zorluğu ve
maddi olarak kaynak zorluğu var. Ama
büyük firmalar gelirse rahatlıkla yapabilir. Sponsorluk çok büyük problem
İzmir’de. Çünkü bu alanda sponsorluk
yapmak isteyen İzmirli firmalar ne yazık
ki paralarını İstanbul’a yatırıyor.
Sponsorluk yanında yaşanan bir
diğer zorluk da filmin dağıtımı oldu
sanırım. Nasıl gelişti bu süreç, film ne
kadar izlendi, kaç salona gitti?
Buradaki problem dağıtım şirketleri
değil, burada problem salon sahipleri.
Cinemaximum gibi Hollywood sinemaları gibi, alışveriş merkezlerinde en çok
sinema biletinin tüketildiği, satıldığı
yerlerde salon sahibi olan firmalar.
Bu işin devi, tekel haline gelmiş olan
cinemaximum. Öyle bir dikey tekelleşme var ki... En değerli filmi çek, onları
ikna edemezsen, Türkiye’de vizyona
sokamazsın, o film çöpe gider, vizyona
giremez. İlişkiler de kurtarmıyor. İlişkiler
sadece reklam anlamında, filme sahip
çıkılması, eleştirmenler vs. anlamında
çok önemli. Filmi göklere de çıkarabilirler, yerin dibine de sokabilirler. Dağıtım
ayağında dağıtım firması filmi alıyor,
ama filmin kaderi salon sahiplerinin
filmi izledikten sonra vereceği kararla
alakalı. Diyor ki 35 mm ye basarsanız
10. Köy ”Teyatora” filmi; tiyatronun temsilcisi Dionysos’un (sağdaki) yaşadığı masum ve temiz kalpli insanların yaşadığı, şirin, komik ve henüz yalanın keşfedilmediği
bir köyü anlatmaktadır. Yüzyıllardır ‘’10. Köy’’de insanlarla birlikte yaşayan ve burada yalan söylenmesini yasaklayan Dionysos’un varlığından köylülerin haberi yoktur.
56
olur, 100 küsur tane salonum var diyor.
Eylül aynın sonunda hemen hemen
bütün sinemalar DCP teknolojisine
geçecek büyük ihtimalle. Orada salon
kirası problemi var. Filminiz izlense de
izlenmese de salon kirası alıyorlar sizden. Kopya sayısı arttıkça harcayacağımız para peşin olarak artmaya başlıyor;
sıkıntı orada çıkıyor zaten. Oradan
sonrası şansa kalmış bir şey zaten. Hem
şans hem iyi reklam. En iyi filmi de
çeksen reklamını yapamadıktan sonra,
Türkiye’de gişe yapması imkansız. En
berbat filmin reklamını yap olağanüstü
gişe yapar. Bunun örnekleri var zaten
biliyorsunuz. Bizim film 33-35 kopya ile
gösterime girdi. Bunların yaklaşık 15
tanesi çok iyi salonlarda girdi, diğerleri
ara mahalle, yazlık sinema gibi kötü
diyebileceğimiz salonlardı. Mayıs ayı
biliyorsunuz sinemanın bittiği bir ay.
Çok ısrar edildi Mayıs konusunda,
biraz daha beklenemedi. Yapımcı
da sıkışmıştı. Özer film de ısrar etti.
Mayısta en yüksek bütçeli, çok büyük
filmlerin bütçesi dahi 30 bin ile 50 bin
arasını zorluyor. Bu filmler ise ortalama
yüz 150 kopyayla vizyona giren filmler.
Biz 33 kopyayla 10 binde kaldık. Ama
aynı dönemde rakiplerimiz şunlardı;
Spider-Man 2, Nuh Efsanesi, Recep
İvedik, Mandıra Filozofu. Bunların
arasına girdik. Bunlar zaten o dönemim
inanılmaz gişe yapan filmleri. Ama onların içerisinden 33 kopyayla çok iyi iş
yaptı ortalama olarak. Spider-Man’in iki
haftada kopya sayısına göre salon ortalaması yetmiş beş kişiydi, bizim kopya
sayısına göre salon ortalamamız 120
kişiydi. Eğer bizim de 150 kopyamız
olsaydı... Başka bir sorun da şu, Warner
Bross diyor ki “ben sana bu filmi veririm, ama şu filmi de gösterime sokman
şartıyla”. Mecburen bir filmi daha sokmak zorunda kalıyorsun. Örneğin diyor
ki “spider-man’i üç salonda sokacaksın.
Alt yazılı, üç boyutlu. Bunları kesinlikle
şu tarihe kadar çıkartmayacaksın en
büyük salonlarından, yoksa seninle sözleşmem biter, bir daha film vermem”.
12 salonu olan sinemada sözleşme
gereği 8 salonu Amerikan filmlerine
ayırıyorlar. Geri kalan salonlar da 35
mm teknolojisine sahip oluyor. Onda
da kopya almak daha masraflı... Türk
sineması bu anlamda çok sıkıntı çekiyor. Tabii eğer Şahan’la, Şafak Sezer’le,
Kıvanç Tatlıtuğ ile çalışmıyorsan; ya da
Yılmaz Erdoğan yoksa geniş bir dağıtım
yapamıyorsun. Çünkü bunlar da Amerikan Sinemasından kalan boşukları
bloke etmiş durumda. Dolayısıyla tüm
bunlara rağmen filmimizin azımsanmayacak bir başarı sağladığını düşünüyorum. Kültür Bakanlığı, en azından kendi
destek verdiği filmler için bununla
ilgili bir kota getirebilir bence. Futbol
Fedarasyonunun yabancı oyuncu sayısı
kotasını indirmiş olması gibi.
Sonuç olarak sinemada 10 bin
kişi filmini izledi. İnternete düşünce
izlenim daha da artacak. Ayrıca
televizyonda da yayınlanacak ki,
televizyon Türk seyircisi ile buluşmak
için oldukça önemli bir mecra.
Zaten en iyi şekilde algılamasını
beklediğim kitle itibar etmedi filme.
Varsın zaten eleştirilsin artık. Değişen
bir şey yok çünkü. Gereken yerlerden
destek alamamış bir filmden bahsediyoruz. Birçok film var böyle ülkemizde.
Örneğin, “Büyük Yalan” diye bir film
var. Türkmen bir kızın Türkiye’ye olan
yolculuğu, tecavüze uğraması… Bence
mükemmel bir film, gişesi yaklaşık
bin. Oysa dünya kadar ödül aldı film,
televizyona satılamadı, kimse itibar
etmedi. Böyle o kadar çok film var ki o
yüzden artık gocunmuyorum. Tamam
mesela benim annem zaten sinemasal
perspektifle bakamıyor, onların istedikleri belli Necmi Yapıcı geyik yaparken…
Diğer taraftaki kitle zaten ben iyisini
yapmaya çalıştığımda da itibar etmiyor,
saygı duymuyor. En iyisini televizyonda
görse de görmese de benim için çok
büyük bir kayıp yok artık.
İkinci film yolda. O da fantastik
türde mi olacak?
Kesinlikle devam etmek istiyorum.
Bu filmde çektiğim sıkıntılar yüzünden,
ancak gerçekten iyi bir ödenek ayırıp
bir ekip kurabilecek şekilde çalışmak
istiyorum.
Yeni senaryodan biraz bahsedebilir misiniz?
İlk film, 10. Köy Teyatora’ydı.
Bir kumpanyanın Dionysos ile ilgili
oyunlarını yalan söylenmeyen köyde
sergileme çabasıydı konusu da. İkinci
filmde tiyatro yerine bu sefer 10. Köye
sektörde başarısız olmuş, yaptığı ilk
filmi pek anlaşılmamış bir yönetmen
geliyor.
Senaryo biraz otobiyografik
galiba.
Evet biraz. Bana ne senin derdinden
dedirtmeden, biraz yaşadıklarımızdan
esinlenerek anlatıyoruz tabii ki. İkinci
filmdeki yönetmen, birinci filminde yapmış olduğu hatayı yapımcısı
açısından telafi edebilmek adına Ege
şivesiyle korku-komedi türünde bir film
yapmaya kalkışıyor. Ama korku-komedi
diye bir tür yok biliyorsunuz. İşte film
orada başlıyor. 10. Köyde zaten eski
muhtar tiyatroda başarısız olunca yeni
muhtar ben sinema yaparım kardeşim
diye film çektirmek istiyor. Bu yönetmeni buluyor. Yönetmende orada kendi
hikayesini, korku komedi hikayesini
kabul ettiriyor. İlk film tiyaro ile ilgiliydi,
ikincisi sinema olacak. Üçüncüsünü
yaparsak konu müzik olabilir neden
olmasın?
Bir de Absürt Tv’niz var.
Absürt Tv gençliğimizin çok önemli
bir projesi. İnteraktif internet kanalı
projesiydi, durdurduk. Umarım Eylül
ayında hayata geçireceğiz. Şimdi
çok çok daha ileri seviyelere geldik o
anlamda. Çürümüş medya içeriklerini,
çürümüş olan bütün içeriği hicveden, yeren bir anlatı şekli. Reklamcılık
alanından tutun da, televizyon- medya
içeriklerine kadar hicvedilecek, kara
mizahın göbeğine yerleştirilecek çok
fazla şey var. Biraz da bu popüler kültürün kodlarını kullanmak gerekiyor. Esas
amacımız; beton dökülmüş vicdanlara
çivi çakmak ya da onları biraz aydınlatmak, uyarmak. Zaten kimse üzerine
alınmayacak ama biz yine de bir şekilde
savaşmamız gerektiğini düşünüyoruz.
Absürt Tv benim rahatlama alanım,
çünkü konuşamadığım pek çok şeyi
orada çok rahat anlatabiliyorum. Ama
para kazanmak amacıyla değil, rahatlamak amacıyla sürdürüyoruz.
100. yılı olması sebebiyle, düzenlenen bir anketle, Türk Sineması’nın
en iyi filmi seçilecek. Sizin tercihiniz
hangisi?
Aslında pek çok film var ama benim
ilk aklıma gelen, “Züğürt Ağa”.
Bundan sonraki planlarınız neler?
En büyük hayalim istediğim filmi
çekmek değil; okullu sinemacıların
amacına uygun bir şekilde bir arada
toplandığı ve iş yaptığı bir oluşuma gitmek. En büyük hayalim bu benim. Bir
dernek, bir vakıf vs. Çünkü, birbirimizi
tutmamız, birbirimize tutunmamız;
egoları, didişmeleri bir kenara bırakmamız lazım.
GÜZ 2014
57
FOTO-RÖPORTAJ
Ali İhsan MİMTAŞ
35 mm’lik Bir Hikâye:
VAZİFE
58
GÜZ 2014
59
Çevremde fotoğrafçı
olarak tanınıyordum. İyi
cümlelerim fotoğraflarım
da vardı ama bunları yan
yana getirdiğim zaman
elimde ne yazık ki bir öykü
oluşmuyordu. Bir süre
sonra uzak diyarlardaki
öyküler üzerine düşünüp
hiçbir şey yapmadığımı ve
yakınımdaki öyküleri de bu
nedenle kaçırdığımı fark
ederek kendi mahalleme
yönelmeye karar verdim.
Ege Üniversitesi Kampüsü’nde bulunan Sinema Kampüs’ün işletmeciliğini yapan
Tayfun Kepsutlu, o zamanlar dikkatimi çekti. Sinemanın önünde etrafında
kedilerle oturan bu sakin adam, nedenini şimdi de bilmiyorum Ingar Bergman’ı
hatırlatmıştı bana. Portre fotoğraf çekimi için iyi bir yüz diye düşünmüştüm...
Geçtiğimiz yıl katıldığım, Bornova
Belediyesi “Yaratıcı Belgesel Film
Yapım Atölyesi” tarafından Bornova
ile ilgili bir film çalışması yapmamız
istendi. Aklıma hemen Tayfun Abi geldi.
Kendisine atölye için filmini çekmeyi
teklif ettim. Beni kırmayarak birkaç
hafta sonu Sinema Kampüs’te misafir
etti.
Böylece bu sakin adamın, hayatta
kalmak ve her gün yeni bir amaçla
uyanmak için oluşturduğu dünyaya
konuk oldum. Öyle ki İzmir’de 1-2
sinema dışında ilk kez gösterilecek
festival filmlerini oynatmanın
heyecanını yaşıyordu. Seçtiği filmlerin
izleyiciler tarafından beğenilmesi
filmleri kendisi yönetmiş kadar
gururlandırıyordu onu. Kısacası film
oynatma işini büyük ve aksatılmaması
gereken bir vazife olarak görüyordu;
Yaptığı işe bakışını ise şöyle özetlemişti:
“Bu iş bir kültür sanat işi; bir insanları
eğitiyorsun, iki insanlara dünyanın dört
bir yanında ama Çin’de, Japonya’da
veya Rusya’da yaşayan insanların kültür
ve sanatını aktarmaktasın. Bundan
daha iyi bir vazife olur mu? Olmaz.
Maddi bir zararın da yok. Ve ne yazık
ki İzmir’de bu türlü kültür filmleriyle
ilgilenen 1000-1500 kişi var…”
Tayfun Abi’nin filmini çekmek üzere
konuk olduğum zaman diliminde
saniyede 24 kare ve bu karelerde
hatalı olanların jiletle nasıl kesilerek
çıkarıldığını, sürekli duyduğumuz 35
mm filmin makineye nasıl takıldığını,
nasıl başa sarıldığını ve makina
dairesinin kendine özgü kokusunu
tanımış oldum. Bir insanın sinemanın
makinisti, biletçisi, yer göstericisi,
afişçisi olup hayatına nasıl değer
kattığını ve oluşturduğu döngüden
nasıl keyif aldığını gözlemledim.
Ancak festival filmlerini
gösteren bir sinema olma
ideali piyasa koşullarında
çok da bir şey ifade
etmiyordu. Değişen
teknolojik şartlara ne
kadar istemese de Tayfun
Abi de uyum sağlamak
zorundaydı. Gözlemlediğim
bu bir yılın sonunda Tayfun
Abi, üretimi gittikçe azalan
35 mm filmler yerine film
endüstrisinin yeni gözdesi
2D ve 3D’ye geçebilmek için
girişimlere başladı. Yakın
zamanda vizyon filmlerini
diğer sinemalarla aynı anda
gösterecek ve 35 mm film
oynatıcısını diğer sinemalar
gibi ne yazık ki hurdaya
ayıracak.
SANAT
e Yrd. Doç. Dr. Mehmet KAHYAOĞLU
Yaşar Üniversitesi
Sanat ve Tasarım Fakültesi
Grafik Tasarım Bölümü
Hieronymos Bosch, “Dünya Zevkleri Bahçesi”
Yemek masasındaki sanat tarihi
Modern zamanlara kadar sanat
dinin ve otoritenin topluma mesajlarını ileten bir araç işlevini görmüştür. Bu bağlamda sanat eserlerinde
yüzyılları, hatta binyılları aşarak
günümüze gelmiş görsel kodlar, söz
konusu eserlerin yapıldığı dönemlere ilişkin bize ışık tutarlar. Özellikle
Batı sanatı söz konusu olduğunda
neredeyse iki bin yıllık bir süreci
kapsayan bu mesajlar kilisenin resmi
dogmalarını içeren net bir çerçeve
çizerler.
Tanrı’nın yarattığı kullar olarak
üzerinde yaşanılan dünyada zevkten
çok acı çekilmesi gerektiğinin yoğun
bir şekilde işlendiği Hıristiyan dogmasında yaşamı zevkli kılan ögelere
66
hep mesafeli yaklaşılmıştır. Bu zevk
araçlarından birisi de yeme-içmedir.
Yeme edimi Tevrat’ın daha ilk
başında sonraki kuşakları etkileyecek kadar kötü sonuçlara
yol açmıştır. Yaratıldıktan sonra
Cennet Bahçesi’nde yaşamalarına
izin verilen Adem ve Havva’nın
yaklaşılması bile yasak olan Bilgi
Ağacı’nın meyvesini, yılanın (şeytan)
yönlendirmesiyle yemeleri sonunda
Cennet’ten kovuluşu getirecek bir
olaylar zincirini başlatacaktır. Çıplaklıklarının farkında olmayan Adem ve
Havva bu meyveyi yedikten sonra,
giysisizliklerini görecek ve utanacaklardır. Bu utanma anlatımı aslında
üstü kapalı bir şekilde cinselliğe de
Doğrudan yemek ile ilgili olmasa
da yine Tevrat’tan gelen bir öykü
çok tanrılı inanç sistemlerinde
tanrıları mutlu etmeye yönelik bazı
ritüellerin devamına işaret eder.
Adem ve Havva’nın çocukları Habil
ile Kabil arasında ortaya çıkan ve sonucunda Kabil’in kardeşini öldürmesine kadar varan husumet Tanrı’ya
yapılan sunuyla ilgilidir. Hayvancılığı
seçen Habil ile tarımı seçen Kabil’in
yaptıkları sunuda etlerden oluşan ve
sunağın üzerinde yakılan etler kabul
görürken tahıllar kabul görmemiş,
kabul görmemenin verdiği kızgınlık,
kıskançlıkla daha da alevlenince Kabil, kardeşini öldürmüştür. Tanrıların
anthropomorh (insan şekilli) ancak
ölümsüz olarak tanımlandığı pagan
dinlerdeki tanrıların da doyurulması
gerektiği inancı, Habil ve Kabil’in sunularında da ortaya çıkan bir motif
olarak dikkati çeker.
Batı sanatında Tevrat sunduğu zengin öykülerle başlıca esin
kaynaklarından birisi olmuştur. Buna
bir örnek de Kuzey Rönesans’ının
eksantrik ve gizem dolu ressamı Hieronymos Bosch’un, Dünya Zevkleri
Bahçesi (1503-4) adlı tablosudur.
Neredeyse gerçeküstü olarak
tanımlanabilecek tabloda çıplak insanlar, hayvanlar, fantastik yaratıklar
ve dev boyutlu meyve ve sebzeler
görülür. Kanatlı bir pano (triptik)
olarak üretilen eserin kapakları
kapatıldığında görülen resim ise bir
küre içinde bir kara parçası ve üzerinde belirli belirsiz bir gökkuşağıdır.
Tevrat’taki öyküye göre Tanrı, yarattığından pişman olduğu günahkar
insanları yok etmek istemiş ancak
sadık bir kulu olan Nuh ve ailesi
bu gazaptan muaf tutulmuştur. Bir
şekilde dünya üzerindeki yaşamın
devam etmesini de arzulayan Tanrı,
Nuh’tan bir gemi yapmasını ve içine
de yeryüzünde yaşayan varlıklardan
birer çift almasını istemiştir. Tufanla birlikte başlayan su üzerindeki
yaşam mücadelesi uzun bir zaman
sonra sonlanmış ve gemi Ağrı
Dağı’nda karaya oturmuştur. Hayatta kaldıkları için Tanrı’ya şükranlarını
sunmak isteyen Nuh da “temiz” hayvanlardan kurbanlar seçerek Tanrı’ya
sunmuştur. Duruma memnun olan
Tanrı da Nuh’a artık sadece meyve
sebze ile değil, temiz hayvanlarla da
beslenebileceklerini bildirmiştir. Ayrıca bir daha bu çapta bir cezalandırma yapmayacağına dair Nuh ile bir
antlaşma yapmış, bunun göstergesi
olarak da gökyüzüne yayını asmıştır
ki bu yay da gökkuşağıdır. Bosch’un
resmini yorumlayan E. Gombrich de
bu tabloyu aslında insanların Nuh
tufanı öncesi yaşamlarını, sapkınlıklarını anlattığı yorumunu getirmiştir.
İsa’nın çarmıha gerilmesiyle
sonlanacak ‘çile’ sürecinin başlangıcı
olan Son Akşam Yemeği, dini ritüelin
önemli bir parçası olan ekmek ve
şarap ayine kaynaklık etmiştir. Buna
göre bir Musevi bayramı olan Fısıh
Bayramı’nın yemeği olan bu akşam
yemeğinde Zeytin Dağı’nda bir araya geldiklerinde İsa, eliyle ekmeği
bölerek havarilerine dağıtmış ve bunun kendi eti olduğunu, kadehlere
koyduğu şarabı da kendi kanı olarak
nitelemiştir. Bu da özellikle şarabın
Hıristiyan inancındaki önemli yerini
açıklar. Bu olay Hıristiyan resim
programında başat konulardan birisi
haline gelmiş, gerek tablolarda, gerekse kiliselerin duvarlarını süsleyen
resimlerde ayrıcalıklı bir yere sahip
olmuştur. Leonardo da Vinci’nin
Milano’daki Santa Maria delle Grazie
Manastırı’nın yemekhanesinin duvarına yaptığı ünlü Son Akşam Yemeği
tablosu, bu eserler arasında en çok
tanınanlarındandır.
17. yüzyılda Hollanda’da çok
revaçta olan ölü doğa resimlerinde
ise Katolik inancının ağdalı anlatımının aksine gerçekçi bir anlatımın
arkasına gizlenmiş, yine dinsel
motiflerle süslenmiş yoğun bir
sembolizm vardır. Örneğin Abraham
Mignon’un 17. yüzyılın ikinci yarısında boyadığı Sincaplı ve Saka Kuşlu
Ölü Doğa adlı tablosunda bir masa
üzerinden meyveler ve zincirlerinden kurtulmuş bir sincap ve bir saka
kuşu görülmektedir. Burada sincap
şeytani güçleri temsil ederken, ceviz
İsa ve öğretisini temsil etmektedir.
Cevizin sert kabuğu İsa’nın gerildiği
çarmıhı, kabuğu kırıldığında ortaya
gönderme yapar. Tevrat’ta yenilen
meyvenin ismi verilmese de ilerleyen zamanda bu meyve elma olarak
tanımlanacaktır.
Elmanın, temelinde cinsellik
yatan bu öykünün aktörlerinden
birisi haline gelmesiyse insanoğlunun kültür ve inanç sistemindeki
devamlılığı, etkileşimi ve dönüşüme
dair güzel bir örnektir. Elma, antik
Yunan mitolojisinde aşk tanrıçası
Afrodite ile ilintilidir. Sonucunda
Troya Savaşı’na kadar varacak olan
dünyanın ilk güzellik yarışmasında
ödül olan altın elmayı alan, Troya
prensi Paris’in Zeus’un karısı Hera, ve
yine Zeus’ın kızı Athena karşısında
en güzel bulduğu Afrodite’dir.
GÜZ 2014
67
GÜNDEM EGE
e Doç. Dr. Hatice ŞAHİN
EÜ Engelsiz Ege Birimi
Prof. Dr. Kazım ÇAPACI
Engelli Çocuklar Rehabilitasyon
ve Eğitim Parkı Uygulama ve
Araştırma Merkezi
Doç. Dr. Funda ÇALIŞ
Doç. Dr. Hale KARAPOLAT
Doç. Dr. Sibel EYİGÖR
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon
Anabilim Dalı
Ege Üniversitesi engelli
haklarından yararlandırmada
fark yaratıyor
çıkan meyveyi örten acımsı tatlı zar
İsa’nın çilesini, zarlar soyulunca ortaya çıkan lezzetli meyve ise İsa’nın
öğretilerini temsil etmektedir.
Sanayileşme ve onunla birlikte başlayan modern zamanlarda
sanat, din ve otoritenin zincirinden
kurtulmuş, sanatçılar özgür bir
şekilde kendi dünya görüşlerini
tuvallerine aktarmaya başlamışlardır. Endüstrileşmenin getirdiği yeni
yaşam koşullarında zenginleşen
grupların yanı sıra zor koşullarda
yaşam mücadelesi veren alt tabaka
da sanata konu olmaya başlamıştır.
19. yüzyılın ortalarında Fransa’da
ortaya çıkan Gerçekçilik akımına
mensup Jean-François Millet’nin
Angelus adlı tablosu (1857-9) tarlalarında patates hasadı yapan bir
köylü çiftin, uzaklarda belli belirsiz
68
seçilen kilisenin çanından gelen çan
seslerini duyduklarında, Angelus
duasını okumalarını resmetmektedir. Yüzleri seçilemeyen bu köylü
çift dingin ve saygılı bir şekilde
ellerindeki nimetler için şükretmektedirler. Patates, Yeni Dünya’dan
Eski Dünya’ya ulaştıktan sonra uzun
bir süre rağbet görmemiş, ancak 17.
yüzyılda Versailles Sarayı’nın bahçelerinde üretilmeye başladıktan
sonra hızla yaygınlaşmış ve Avrupa
köylülerinin başlıca besin maddelerinden birisi haline gelmiştir. Vincent
Van Gogh’un Patates Yiyenler (1885)
adlı tablosu, mütevazı evlerinde
patates yiyen köylüleri gösterirken,
bu besinin kırsal kesim yaşamındaki
öneminin de altını çizmektedir.
Benzer bir şekilde, Millet’nin
resminden yaklaşık 80 yıl sonra
ünlü Meksikalı ressam Diego Rivera,
Şeker Kamışı Hasadı adlı resminde
ağzımızı tatlandıran şekerin acılarla
dolu tarihine gönderme yapmaktadır. Burada büyük arazi sahiplerinin
geniş arazilerinde üretilen şeker
kamışının hasadını yapan yerli
insanlar ve hatta köleler ağır çalışma
koşullarıyla tanımlanmışlardır.
Yemek masasından, sanatın
tarihine uzanan bir konuyu böylesine kısa bir yazıda kapsamlı bir
şekilde ele almak maalesef mümkün
değildir. Ancak genel bir çerçevenin
çizildiği bu yazı, karşımıza çıkan
herhangi bir sanat eserindeki ögelerin kendilerinin dışında üzerlerine
yüklenmiş anlamları da bizlere
aktardığını unutmamız gerektiğine
dair ufak ipuçları vermeyi amaçlamaktadır.
Toplumları oluşturan temel
öğe ortak bir coğrafi mekânda
birlikte yaşayan, ortak kültürel değer ve normlara sahip
ve birbirleri ile karşılıklı ilişki
içinde olan bireylerdir. Bireyler;
toplumsal yaşam içinde hem
kendi neslinin hem de sosyal
normların idamesinden sorumludur. Neslin sürdürülmesi
konusunda birey öncelikle
beden algısını kullanır. Böylece
toplumsal yaşamda “sağlıklı
nesiller için sağlıklı bedenlerin olması gerekliliği” anlayışı ortaya
çıkmaktadır. Klasik toplum yapısında
bedensel yapıda “normalin dışında”
bir durumun varlığı neslin devamı
bakımdan tehlikedir, hatta Allah
tarafından bir cezalandırmadır ve bir
an önce ortadan kaldırılması gereken,
toplum içinde görünmemesi gereken
bir durumdur. Bu bakış açısının temel
olarak yansıdığı alanlardan birinin
“engellilik” kavramı olduğu görülmektedir. Engelliliği oluşturan ana neden
bireyin bedeninde diğer bireylerde
veya “normalde” görülmeyen bir tıbbi
sorunun olmasıdır. Tıbbi sorun eğer
bireyin toplumsal yaşamda normal
olarak algılanmasını engelliyorsa, o
zaman ortaya bedenlerindeki farklılık
nedeniyle dışlanan, istenmeyen, cezalandırılan birey ortaya çıkacaktır.
2001 yılında DSÖ tarafından
engellilik kavramında bir değişim yapılarak, bireyin yeti yitimi, yetersizlik,
fonksiyon kaybı nedeniyle toplumsal
yaşama katılımda dezavantaj yaşadığı
durumları ifade etmek için kullanımı
önerilmektedir. Engellilik kavramında
sorumlu toplumdur, dil ile zihin de
buna göre değişmektedir. Engellilik
kavramı artık bireyin tıbbi sorununa
değil gereksinimlerin farklılığına ve
bunların karşılanması ile toplumda
FARKLILIKLARLA BİRLİKTE YAŞAMA
anlayışı ön plana çıkmıştır.
Ege Üniversitesi’nde 2008
yılında kurulan Engelsiz Ege Birimi
ile üniversitemiz engellilik politikası
belirlemiştir. Buna göre kurumumuzda “engelli bireylere karşı acıma ve
ayrımcılık duygusuna dayanmadan,
engelli bireylerin toplumda bağımsız
yaşayabilmelerinde önemli
bir aşama olan eğitim
öğretim yaşantılarını başarıyla tamamlamaları için
gereksinimlerin saptanması
ve karşılanması, engelliengelsiz tüm personel ve
öğrencilerimizde engellilik
bilinci oluşturulması” temel
amaçtır ve engellilikle ilgili
yapılacak tüm faaliyetlerin
bu politikaya uygun olması
öngörülmüştür.
Ege Üniversitesi ve Eğitim Hakkı
Eğitim hakkı temel insan haklarından biridir. Her bireyin herhangi
bir engelle karşılaşmadan bu haktan
yararlanması için ülkemizde yasal
durum uygundur. Ancak yasaların
varlığına rağmen engelli bireylerin
eğitim hakkından yararlanmasında
hala sorunlar yaşandığı görülmektedir. Türkiye Özürlülük Araştırması’na
(2002) göre engelli bireylerin %
36,3’ü okuryazar değil, % 40,9’u ilkokul, % 2,4’ü ise yükseköğrenimi tamamlamış durumda. TUİK Özürlülerin
Sorun ve Beklentileri Araştırması’na
(2010) göre engelli bireylerin %
41,6’sı okur-yazar değil, % 18,2’si
okur-yazar olup bir okul bitirmeyen,
% 22,3’ü ilkokul, % 10,3’ü ilköğretim/
ortaokul, % 7,7’si ise lise ve üstü bir
GÜZ 2014
69
Ege Üniversitesi ve Sağlık Hakkı
Ege Üniversitesi hem donanımlı
hastanesi hem de Engelli Çocuklar Rehabilitasyon ve Eğitim Parkı
Uygulama ve Araştırma Merkezi ile
engelli bireylerin sağlık hakkından
yararlanması konusunda da fark
yaratmaktadır.
Engelli Çocuklar Rehabilitasyon ve
Eğitim Parkı Uygulama ve Araştırma Merkezi
okuldan mezun. Görüldüğü üzere
okullaşma oranları oldukça düşük,
okullaşan engelli bireylerin ise çok
küçük bir kısmı ancak yükseköğrenimi tamamlayarak nitelikli bir istihdam
olanağına kavuşabilmektedir. Eğitimdeki oranların bu olumsuz durumuna
bir de eğitim kurumlarındaki en başta
fiziksel mekanların uygunsuzluğu ve
olumsuz tutumlar eklenince yükseköğrenimde okul bırakma oranları
diğer öğrencilere göre çok daha fazla
(6 kat) olabilmektedir.
Engelsiz Ege Birimi
Yükseköğrenimde karşılaşılan bu sorunları aşmak üzere Ege
Üniversitesi’nde Engelsiz Ege Birimi
kurulmuştur. Engelli bireylere henüz
tercih aşamasındayken danışmanlık
hizmeti sunma ile başlayan birim işlevleri, bireyin gereksinimlerini saptama, öğrenmesini etkileme boyutunu
değerlendirme ve engelleri ortadan
kaldırmak üzere kurum için iş birliğini
kurma görevini üstlenmiştir. Engelsiz
Ege Biriminin çalışma alanları kampüs
fiziksel yapı erişilebilirliğini değerlendirme, engelli öğrenciye uygun
öğrenim ortamı oluşturma (sınavlar,
asistan hizmeti, okuma kaynakları),
engelli öğrencilerin sosyal yaşama
entegrasyonu, engelli öğrencilerin
kişisel gelişim planı oluşturmalarına
katkı, engellilikle ilgili farkındalık eğitimleri, öğrencileri burs ve psikolojik
destek olanaklarına yönlendirme ve
engellilikle ilgili akademik çalışmalardır. Ege Üniversitesinde 2009, 2011 ve
2014 yıllarında merkez kampüste 73
70
binanın engelli bireyler için uygunluğu değerlendirilmiş ve tuvalet,
rampa ve asansör başta olmak üzere
gerekli düzenlemelerin yapılabilmesi
için ilgili birimlere bilgi aktarılmıştır.
Merkez kütüphanede oluşturulan
sesli kitap okuma birimi sayesinde
görme engelli öğrenciler için sesli
kitap okuması yapılmıştır. Halen 90’ın
üzerinde sesli kitap kullanımdadır.
Engelsiz Ege Birimi’nin çalışmalarının
her bir fakülte-yüksekokul ve meslek
yüksekokulu ile idari birimlerde
etkin biçimde sürdürülebilmesi için
rektörümüz Prof. Dr. Candeğer Yılmaz
tarafından 2014 yılı başında Engelsiz
Ege Danışma Komisyonları oluşturulmuştur. 2014 yılı boyunca Ege Meslek
Yüksek Okulu, Yabancı Diller Yüksek
Okulu, Tıp Fakültesi ve Diş Hekimliği
Fakültesinde toplantılar yapılmıştır.
Toplantıların diğer okullarda da yapılması planlanmıştır.
2014 yılından itibaren Ege Üniversitesi Televizyonu’nda yapılan bir
programda üniversitemizde engellilikle ilgili yapılan çalışmalar ve önemli
konular işlenmektedir.
Engelsiz Ege Birimi eğitim
hakkından yararlanma için yürüttüğü çalışmalarını ve deneyimlerini
kurum dışı ile de paylaşmaktadır. Türk
Üniversitelerinde Engelli Öğrenci
Danışmanları İletişim Platformu (Engelsiz Üniversiteler Platformu), İzmir
Üniversiteleri Platformu, YÖK Özürlü
Öğrenci Komisyonu, İzmir Kent
Konseyi Engelli Meclisi ve İzmir İl Milli
Eğitim Müdürlüğü başlıca iş birliği
içinde olduğumuz paydaşlardır.
Ege Üniversitesi Engelli Çocuklar
Rehabilitasyon ve Eğitim Parkı Araştırma Uygulama Merkezi Nisan 2010’da
kurulmuş olup, başta nörolojik ve ortopedik engelli hastalar olmak üzere,
pek çok hastalık grubundan engelli
çocuklara tedavi hizmeti vermektedir.
Merkezimizde müdür (Prof. Dr. Yeşim
Kirazlı), iki müdür yardımcısı, sekreter,
psikolog, üç fizyoterapist, fizyoterapi
teknikeri ve yardımcı personel görev
yapmaktadır.
Merkezimize müracaat eden hastalar merkez Müdür Yardımcıları Prof.
Dr. Kazım Çapacı ve Doç. Dr. Funda
Çalış tarafından düzenli olarak muayene edilmekte ve tedavileri planlanmaktadır. Çocuklar, hastalıklarına
özgü muayene ve izlem formlarıyla
izlenmektedir. Ayda bir kez yapılan
FTR-Ortopedi Konseyi sırasında fizik
tedavi ve rehabilitasyon ile ortopedi uzmanlarının ortak muayene ve
kararları doğrultusunda tedavileri
yönlendirilmektedir. Rehabilitasyon
sırasında hastanın hidroterapi ve
elektroterapi de dahil olmak üzere
gerekli fizik tedavisi yapılmakta, gerektiğinde yardımcı cihazları planlanmaktadır.
Hastaların uygun rehabilitasyon
programlarının yanı sıra değişik
aktivitelere katılma şansları da
bulunmaktadır. İş uğraşı programı,
müzik, seramik, bahçe, balık, Boccia
aktiviteleri bunlar arasındadır. Bu
aktiviteler sırasında üniversitemizin
değişik merkezleri (Atatürk Sağlık
Hizmetleri MYO Çocuk Gelişimi,
Konservatuvar, Botanik Bahçesi
Herbaryum Araştırma Uygulama Merkezi, Sualtı Araştırma ve Uygulama
Merkezi, EÜ Konservatuvarı)’nın katkı
ve desteklerinden yararlanılmaktadır.
Bu kapsamda düzenli olarak müzik,
resim, ebru, seramik çalışmaları yapılmakta, çocuklar oluşturulan bitki ve
balık havuzunda zaman geçirmekte,
fanuslarda balıklarıyla ilgilenmekte,
bahçeye çiçek dikmektedirler. İzmir
Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle
Boccia engelli sporcu çalışmaları da
merkezimizde yürütülmektedir. Yılda
birkaç kez düzenlenen şenliklerde
engelli çocuklar müzik, dans gösterileri yapmakta, etkinlikler sırasında
ürettikleri eserler sergilenmektedir.
Aynı zamanda Ege Üniversitesi
Engelsiz Ege Birimi’nin danışma komisyonlarından biri olan merkezimiz
Atatürk Sağlık Hizmetleri MYO Çocuk
Gelişimi’nin uygulama alanı olarak da
faaliyet göstermekte, bölüm öğrencileri merkezimizde staj yapmaktadır.
Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Anabilim Dalı
Hastanemiz Fizik Tedavi ve
Rehabilitasyon Anabilim Dalımızda
afazi (konuşamama) tanı ve tedavisi,
iş uğraşı tedavisi, vestibüler rehabilitasyon, bilişsel rehabilitasyon, yutma
bozukluğu tanı ve tedavisi, lenfödem
tedavisi hizmeti verilmektedir.
• Afazi tanı ve tedavisi: İnme ve
kafa travması gibi beyni etkileyen
birtakım sağlık problemlerinde
ortaya çıkan sakatlıklardan biri de
konuşma bozukluğudur. Konuşma
bozukluğu sadece kişinin günlük
yaşam aktivitelerini etkilemekle kalmaz, aynı zamanda anlama yetisinin
bozulması ile yürüme bozukluğu
(felç) gibi diğer özürlülük nedenlerinin tedavisini de güçleştirmektedir. Bu nedenle bu bozuklukların
tedavisi oldukça önemlidir. Beyin
hastalıkları ve travmalarında ortaya
çıkan konuşma bozukluklarının en
önemli tipi “afazi” adıyla bilinmektedir. Bu tedavinin yapılabilmesi için
öncelikle dilin ve konuşmanın çok
ayrıntılı incelenmesi gerekmekte,
çıkan sonuçlara göre tedavi düzenlemesi yapılmaktadır. Kliniğimizce geliştirilen “Ege Afazi Testi” bu amaçla
geliştirilmiş, uluslararası platformda
kabul görmüş ve yayımlanmış bir inceleme testidir. Afazi tanı ve tedavisi
2004 yılından bu yana kliniğimizde
aktif olarak yürütülmekte, 500’den
fazla hastaya hizmet vermiş bulunmaktadır.
• İş Uğraşı Tedavi
Birimi: Birim tarafından yürütülen iş uğraşı tedavisi, kişinin
hastalıklarına bağlı
bozulan yeteneklerini ortaya çıkarmak,
geliştirmek ve kişinin
bu yeteneklerini
günlük yaşamında
kullanılmasını öğretmek için uygulanan
amaca yönelik hareketlerdir.
• Vestibüler Rehabilitasyon: Vestibüler rehabilitasyon laboratuvarında
yürütülen faaliyetler ile kulaktaki
denge organı, beyin ve propiyoseptif
sistemde oluşan bozukluk sonucu
oluşan baş dönmesi, sersemlik ve
denge bozuklukların azaltılması,
kişinin kendini güvende hissetmesi,
günlük aktif yaşama katılmada sıkıntı
yaşamaması, düşme ve yaralanmaların engellenmesi ve toplumdan
soyutlanarak psikolojik rahatsızlıklardan uzaklaşması amaçlanmaktadır.
Bilişsel (kognitif) rehabilitasyonda
hastalarda hastalıklarına bağlı gelişen
dikkat, bellek, algı, hesaplama, yönelim, yapılandırma, muhakeme etme,
görsel-mekansal algılama alanında
bozukluklarını saptayarak kişiye özgü
bilgisayar destekli kognitif egzersizler
verilmektedir.
• Yutma Tanı ve Tedavi Laboratuvarı: Yutma güçlüğü nedeniyle farklı
bölümlere başvuran hastalara tanı ve
tedavi olanaklarını sunmaya çalışılan
laboratuarda yer alan cihaz ülkemizde sadece üniversitemizde yer almakta ve solunum, dil kas gücü, akustik
sinyal, dil kas yüzeyel EMG’si, manometri ve endoskopi ile değerlendirme
olanağı vardır. Hastalar; Fiziksel Tıp ve
Rehabilitasyon, KBB, Nöroloji ve Gastroenteroloji AD üyelerinin yer aldığı
bir ekiple birlikte değerlendirilmektedir. Farklı nedenlerle ortaya çıkmış
olan yutma güçlüğü sorunu, verilen
rehabilitasyon programı ile ortadan
kaldırılmaya çalışılmaktadır. Rehabilitasyon programı sonrası hastalarda
belirgin düzelme ile yutma bozukluğu engelinin ortadan kaldırılması
mümkün olabilmektedir. Ülkemizde
bu derece organize bir “Yutma Tanı
ve Tedavi Laboratuvarı” olmadığı ve
“Yutma Rehabilitasyonu” çok az merkezde yapılabildiği için üniversitemiz
pek çok farklı coğrafi bölgeden hasta
sevki almaya devam etmektedir.
• Lenfödem Merkezi: Merkezde
oldukça yüksek sayıda hasta için
lenfödem tanı ve tedavi hizmeti
yapılmaktadır. Lenfödem; gerek doğuştan gerekse hastalık ve tedavilere
ikincil ortaya çıkabilen önemli bir
komplikasyondur. Medikal onkoloji,
radyasyon onkolojisi, genel cerrahi,
plastik cerrahi bölümlerinin de ekipte
yer alması hasta memnuniyetini
arttırmaktadır. Bu sorunun, hastanın
günlük yaşam aktivitelerini ve kalitesini etkilemesi, ek komplikasyonlara
neden olması nedeniyle önem arz
etmektedir. Özellikle kanser hastalığının kendisi veya tedavisi sonucu
gelişen lenfödem, merkezin hasta
çoğunluğunu oluşturmaktadır. Ancak
doğuştan olan lenfödem nedeniyle
de pek çok bebek ve çocuk hasta
bu merkeze sevk edilmektedir. Bu
hastalar için uygulanan farklı tedavi
programları ile tedavi başarısının
oldukça yüksek olduğu ve 2000’e yakın hasta arşivi ile de dünyanın sayılı
merkezlerinden olduğu söylenebilir.
Lenfödem hastaları için hazırlanan
bilgilendirme kitapçığı ve onlara özel
hazırlanan egzersiz grup terapileri de
oldukça rağbet görmektedir.
60 yıllık köklü bir geçmişi olan Ege
Üniversitesi diğer alanlarda olduğu
gibi engellilik konusunda yürüttüğü
çalışmalar ile farkını ortaya kaymaktadır. Duygu temelli bir yaklaşım yerine
gereksinimi olan bireylerin haklarından yararlanması anlayışının hakim
olduğu kurumumuzda yürütülen
çalışmalar diğer üniversitelere örnek
olacak niteliktedir.
GÜZ 2014
71
TOPLULUKLARDAN
EBİT Başkanı İbrahim Kolay:
“Asya’dan Avrupa’ya
bisiklet ile geçmek tarifsiz bir duygu”
Egeli bisikletçiler
6 bin km için pedal çevirdi
Ege Üniversitesi Bisiklet Topluluğu (EBİT), 2015 yılında Ege Üniversitesinin kuruluşunun 60. Yılı kutlama
etkinlikleri kapsamında, gerçekleştirdiği Türkiye Bisiklet Turu’nun
üçüncü etabını tamamladı. Accel Bisiklet-Carraro sponsorluğunda akademisyen ve öğrencilerden oluşan
27 kişilik ekiple gerçekleştirilen bu
etapta Sinop’tan başlayarak sırasıyla
Türkeli, Doğanyurt, Cide, Amasra,
Zonguldak, Akçakoca, Sapanca,
İstanbul, Çorlu ve Edirne istikametini
takip eden bisikletçiler, 12 günde
bin seksen yedi km yol kat etti ve 16
bin metre tırmanış yaptı. Gelişimin
ileriye doğru ve tek yönlü olduğu
gerçeğine dayanarak planlanan tur,
EBİT tarafından Ege Üniversitesi’nin
60. yılına adandı. “Ege Üniversitesi
60. Yıl Türkiye Bisiklet Turu”, bay
ve bayan öğrenci ve
akademisyenlerden
oluşacak bir ekiple, her
etabı yaklaşık bir 7-10
gün sürecek 8 etaptan
oluşuyor. 2015 yılı
sonuna kadar tamamlanması düşünülen tur
kapsamında, toplam 8
etapta, 61 gün süreyle,
72
37 ilin sınırları içinde, yaklaşık 6000
km yolun aşılması hedefleniyor.
EBİT’in Türkiye turu öncekilerden daha kapsamlı, ölçeği ve
olası sonuçları düşünüldüğünde
Türkiye’de düzenlenmiş en yaygın
izlenebilecek, en uzun mesafeli ve
en geniş katılımlı bisiklet etkinliği
olmaya aday. Türkiye’nin 2 bin 875
km uzunluğundaki kara sınırları ve 8
bin 333 km’lik sahil uzunluğu olmak
üzere toplam çevresi 11 bin 208
km’dir. Ülkenin haritada belirtilen,
kara ve deniz sınırlarına en yakın ve
güvenli rotayı izleyerek tamamının
kat edilmesi planlanıyor. Bu denli büyük sınırları olan bir ülkenin çevresini
bir seferde dolaşabilmek; tur süresi,
devam etmek zorunda olan eğitim ve lojistik ihtiyaçlar gibi teknik
nedenlerden ötürü oldukça güç. Bu
nedenle Ekvator üzerinden dünya
çevresinin 1/7’si kadarlık bir mesafeye denk gelen bu parkurun, sekiz
etapta tamamlanmasının uygun
olacağı öngörülüyor.
Bu tur ile bisikletin çevreye ve
insana değer veren, temiz, sağlıklı,
çağdaş, uzun ve kaliteli bir yaşam
için yalnızca bir ulaşım aracı değil
aynı zamanda bir yaşam tarzı olabileceğini ve kendinden beklenenden
çok daha fazlasını sunabileceğinin
de gösterilmesi amaçlanıyor. Etkinlik
süresince güzergah üzerinde araçlarıyla seyreden insanların etkinliği
izleyebilmesinin yanı sıra, yol üzerindeki il, ilçe, belde ve köylerdeki
insanlar, Ege Üniversitesi ve destekçi
firmalarının adıyla Türkiye’nin geleceği olan gençlerin, zoru başarma
azmine şahit oluyorlar.
Bisiklet Topluluğu Başkanı İbrahim
Kolay, denetimlerini şöyle anlattı:
“İlk 4-5 gün boyunca sürekli yokuş
tırmandık ve indik. Karadeniz’in yapısı
gereği akarsu vadilerine kurulan küçük
küçük balıkçı köylerine, kıyıdan yol
olmadığı için sürekli olarak ortalama
200-300 metre yüksekliğe çıkıp tekrar
deniz seviyesine iniyorduk. Artık “%10
eğim” tabelasını görmekten gına
gelmişti. Zorluydu ama Karadeniz’in
diğer kısımlarına göre daha bakir kalan
yeşillikleri ve temiz havası eşliğinde yol
almak bir o kadar da keyifliydi. Hele
günün sonunda o zorlu tırmanışları
tamamlayıp da mis gibi temiz havada,
çadırında uyumak gibisi yoktu.
Zorlu günlerin ardından 4. gün
benim gördüğüm en güzel koylardan
biri olan Cide-Gideros Koyu’nda gündüz konaklaması yaptık. Denize girdik,
mangal yaktık, en önemlisi de sabah
geç kalktık. Bizim için tur arasında çok
güzel bir tatil oldu ama bunu kesinlikle
hak etmiştik. Tatil gününün ardından
sabah sanki tura yeni çıkıyormuşuz gibi
herkes dinçti. Akşamında Amasra’ya
vardık. 4 gündür çadırda konaklamanın
ardından burada uygulama otelinde
kaldık ve anladık ki sıcak su ve temiz bir
yatak büyük nimetmiş.
İstanbul’a girdiğimiz andan
itibaren trafikle başımız dertteydi
ama eskort polisler sayesinde rahatça
hedefimize ulaştık. Ertesi gün Boğaziçi
Köprüsü’nden geçtik. Bu hepimiz için
heyecan verici, güzel bir tecrübeydi.
Trafik yoğun olduğu
için metrobüs yolunu
kullandık ve rahatça köprüye girdik.
Asya’dan Avrupa’ya
bisiklet ile geçmek
tarif edilemez bir
duyguydu. Sonradan
öğrendim ki köprüden geçerken birçok
arkadaşımın gözleri
dolmuş.
Etabın bitiş
noktası Kapıkule Sınır
Kapısı idi. Başlarken
biteceğine inanamadığımız, “Bu bin km
nasıl bitecek” diye kendi kendimize
sorup durduğumuz tur artık bitmişti.
Fotoğraf merasiminin ardından malzemelerimizi ve eşyalarımızı otobüse
yükledik ve dönüş yolculuğuna başladık ama herkesin sanki sabah tekrar
bisiklet sürecekmiş gibi bir hali vardı.
Sinop-Edirne turunun bittiğini topluluk
odasının önünde gözlerimizi açtığımızda idrak edebildik.”
En zor etap Ege’ye adanan
Türkiye’nin en uzun ve en geniş katılımlı bisiklet
etkinliği niteliğini taşıyan organizasyonla ilgili Prof. Dr.
Yılmaz, “Bugün yaptığımız şey, bisikletle sağlıklı yaşamı, gençliğin enerjisiyle çok farklı mesajları bu turla
Türkiye’ye duyurmaya çalışmak. İlk etapta EBİT “Temiz,
Sağlıklı ve Kaliteli Yaşama Yolculuk” diyerek kendine bir
misyon edinmişti. EBİT; güzel, uzun ve geniş katılımlı bir
turla, ülkede bir ilki gerçekleştirdi. Daha sonra gerçekleştirdikleri bir başka turda da 10 Avrupa başkentindeki anlaşmalı olduğumuz üniversiteleri ziyaret edip ve EÜ’nün
sesini bisikletlerle Atlas Okyanusu’na kadar ulaştırmıştır”
dedi.
Prof. Dr. Yılmaz, “Bu üçüncü etap Batı Karadeniz,
Edirne Kapıkule’ye kadar olan bölümü içeriyor. Zannediyorum 60. yıla adanan bu etap en zorlu etap. Bornova Belediye Başkanımızla birlikte desteklediğimiz bu
projede ben üniversitenin annesi olarak sizleri bir anne
duygusuyla daha farklı izledim” dedi. Üçüncü etabı
gerçekleştirecek olan EBİT için Prof. Dr. Yılmaz, “Gittiğiniz
yerlerde halka Ege Üniversitesi’nin mesajını taşıyacak
olmanız çok önemli. Bisikletin sağlıklı yaşamın bir parçası olduğunu, çevre kirliliği ve peyzaj bakımından bir
mesajının olduğunu; bisikletler
için yolların şehir planlamasında yerini alması gerektiğinin
ne kadar önemli olduğunu
anlatmaya çalışacaksınız” dedi.
Bisiklet topluluğunun değişik
fakültelerin öğretim elemanları
ve öğrencilerinden oluştuğuna
vurgu yapan Prof. Dr. Yılmaz, “Bu
bizim ne kadar birlikte çalışma,
birlikte üretme potansiyelimiz
olduğunu gösteriyor” dedi.
GÜZ 2014
73
KISA KISA
Özgener, gelecek nesillere sürdürülebilir
yaşam sunmak için çalışıyor
EÜ Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Önder
Özgener,
“TÜBİTAK Teşvik
Ödülü”ne layık
görülen 14 bilim insanı
arasında yer aldı
Ege Üniversitesi Güneş Enerjisi
Enstitüsü Güneş Enerjisi Bölümü Enerji
Teknolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Önder Özgener TÜBİTAK Teşvik
Ödülü’ne layık görüldü. Aldığı ödül ile
yaptığı çalışmalarla bilime gelecekte
uluslararası düzeyde önemli katkılarda
bulunabilecek niteliklere sahip olduğu
TÜBİTAK tarafından kabul edilen Doç.
Dr. Özgener, Makine Mühendisliği alanında yenilenebilir enerji teknolojileri
ve termodinamik araştırmalar yapıyor.
Ödül sonrası duygularını açıklayan
Doç. Dr. Özgener, “Yaptıklarından dolayı onure edilmek her insanı mutlu eder.
Asıl marifet bundan sonra başlıyor. Bu
ödüle layık olacak devam çalışmalarını
yapmak gerekiyor. Bu ödül ile bizim
için çıta biraz daha yükseldi” diye
konuştu.
Yurt dışında bu tür çalışmalar için
milyon dolarlık bütçeler ayrıldığını
ifade eden Doç. Dr. Özgener, “Yurt
dışında çok geniş, çok büyük araştırma
ekipleri kuruyorlar. Türkiye’de ise oldukça küçük bütçelerle çalışmalar yapılıyor.
Ancak kaynağımız yok diye yerimizde
oturmamalıyız. Siz çalıştığınız zaman,
ürettiğiniz sürece bir şekilde takdir
ediliyorsunuz. Çalışmalarımızın temel
amacı, kendi insanımıza, dünya vatandaşlarına faydalı olabilmektir. Biz şu
an klimalı odalarımızda oturabiliyoruz.
Bizden sonraki nesil oturabilecek mi?
Bunun kaygısını yaşayarak çalışmalarımızı yürütüyoruz” dedi.
Doç. Dr. Özgener, “Amacımız yaşam
standardından ödün vermeden, her
şeye rahatlıkla ulaşabilecek, sürdürülebilir bir çevre için enerji kaynakları
konusunda çalışmalar yaparak; bizden
sonraki nesillere sürdürülebilir bir
yaşam sunabilmektir. Bunu da kendi
çalışmalarımla yaptığımı düşünüyorum” diye konuştu. Günümüzde üniversitelerin bu tür başarılarının, öğrencile-
rin tercihinde oldukça etkili olduğunu
söyleyen Doç. Dr. Özgener, kazanılan
ödüllerin, üniversitenin tanıtımı için
daha fazla kullanılması gerektiğini
sözlerine ekledi.
Türkiye Bilimsel ve Teknolojik
Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), 2014 yılı
Teşvik Ödülü kazanan bilim insanları
arasında yer alan Doç. Dr. Özgener’e
“Makine Mühendisliği alanında
yenilenebilir enerji teknolojileri ve
termodinamik konularındaki uluslararası düzeyde üstün nitelikli çalışmaları”
nedeniyle Teşvik Ödülü verildi. TÜBİTAK
Teşvik Ödülüne Ege Üniversitesi’nden
Doç. Dr. Önder Özgener ile birlikte
temel bilimler (3), mühendislik bilimleri
(6), sağlık bilimleri (3) ve sosyal bilimler
(2) alanında toplam 14 bilim insanı
layık görüldü.
Ödül
Teşvik Ödülü yaptığı çalışmalarla
bilime gelecekte uluslararası düzeyde önemli katkılarda bulunabilecek
niteliklere sahip olduğunu kanıtlamış,
ödülün verildiği yılın ilk gününde 40
yaşını geçmemiş bilim insanlarına veriliyor. Ödül, 20 bin lira, gümüş plaket ve
ödül beratından oluşuyor.
Doç. Dr. Önder Özgener kimdir?
2 Şubat 1975’te İzmir’de doğan Doç. Dr. Özgener, 1997 yılında
Celal Bayar Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Makine Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. 1997-1999 yılları arasında yedek subaylık
hizmetini yerine getiren Doç, Dr. Özgener; daha sonra İzmir’de özel
bir firmada bakım onarım müdürü olarak çalışırken yüksek lisans
eğitimine Ege Üniversitesi(EÜ) Makine Mühendisliği Enerji Anabilim
Dalı’nda başladı. Aynı yıl EÜ Güneş Enerjisi Enstitüsü’ne Araştırma
Görevlisi olarak atandı. 2002 yılında Makine Yüksek Mühendis unvanı alan Doç, Dr. Özgener; 2005 yılında EÜ Güneş Enerjisi Enstitüsü’ne
Doçent olarak atandı. O tarihten bu yana aynı bölümde öğretim
üyeliği yapıyor.
Cornell Enerji Enstitüsü’nün direktörü Prof. Dr. Jefferson W.
Tester’ın davetlisi olarak Cornell School of Chemical & Biomolecular
Engineering, Cornell Energy Institute, Cornel University, New York,
ABD’de (Mayıs 2012-Mayıs2013) ziyaretçi doçent öğretim üyesi olarak görev yaptı. Prof. Dr. Tester ile jeotermal kaynakların değerlen-
74
dirilmesine yönelik Cornell Üniversitesi’nde çalışmalar yürüten Doç,
Dr. Özgener; araştırma ekibi ile University of South Florida’dan temiz
enerji eş direktörü, Prof. Dr. D. Yogi Goswami ile de toprak hava ısı
değiştirgeçleri üzerine araştırmalarda bulundu. Söz konusu sistemin
Türkiye’deki ilk kurulum deneysel uygulamalarını 2009 yılında başlatan ve deneysel çalışmalarını araştırma ekibi ile halen sürdürüyor.
Termodinamik, yenilenebilir enerjiler, ısı transferi, enerji konularında
çok sayıda uluslararası yüksek etki faktörlü dergide hakemli araştırma makalesi ve konferans bildirisi bulunan Doç, Dr. Özgener’in 2009
ve 2012 yıllarında yayınlanan uluslararası iki kitap bölümü de mevcut. Doç. Dr. Özgener’in söz konusu akademik çalışmaları 1400’ün
üstünde atıf aldı. Halen termodinamik, yenilenebilir enerjiler, ısı
transferi, enerji konularında faaliyet gösteren 6 uluslararası derginin
editörler (yayın) kurulu üyeleri arasında bulunan Doç, Dr. Özgener;
benzer konularda faaliyet gösteren etki faktörü yüksek 20’den fazla
derginin hakemlik görevini yürütüyor.
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz:
“Kadın olmadan gelişemeyiz”
Ege’de “Toplum için Teknik Eğitim ve Kadın İstihdamının
Desteklenmesi Projesi” törenle imzalandı
Ege Üniversitesi Ege Meslek
Yüksekokulu (EMYO) ile Cummins Sınai
ve Otomotiv Ürünleri Sanayi ve Tic.
Ltd.Şti. (Cummins) tarafından hayata
geçirilen “Toplum için Teknik Eğitim
ve Kadın İstihdamının Desteklenmesi
Projesi” ortaklık sözleşmesi törenle
imzalandı. Ege Üniversitesi Rektörlüğü
Yeni senato Salonu’nda gerçekleştirilen tören de İzmir Kalkınma Ajansı’nın
desteklediği, Cummins ve Schneider
Elektrik, Gates Powertrain, ÇİMSTONE,
Delphi Otomotiv Sistemleri, Fokker
Elmo Havacılık ile Mahle Motor Parçaları Hizmetler’in gönüllü destek verdiği
proje ile kız öğrencilerin istihdamında
öncelik kazanması sağlanacak.
EÜ Rektörü Prof. Dr. Yılmaz, “Bugün sanıyorum Türkiye’de ilk kez bir
toplumsal duyarlılık projesi bu kadar
kalabalık bir törenle imzalanıyor. Biz
bilimsel araştırmanın, eğitim ve öğretimin çağdaşlaşma modelini benimseyen bir üniversiteyiz. Eğitim, öğretim,
bilimsel araştırma Ege’nin genetik
kodlaması ve sorumluluğudur. Ancak
önemli sorumluluklarımızdan bir tane-
si de toplumsal duyarlılığa önem veren
eğitim ve öğrenim modelidir. Üniversite sanayi işbirliğini de kalkınma modeli
olarak çok önemli bir hedef seçiyoruz”
dedi.
Projenin önemini vurgulayan Prof.
Dr. Yılmaz, “Türkiye’yi ileriki aşamalarda
görmek istiyorsak, geliştirmek istiyorsak bu kadının katkısı olmadan düşünülemez. Ben bu projeyi bu yönünden
çok önemsiyorum. Ege Üniversitesi’nin
ilk Bayan Rektörü olarak da bunun
sorumluluğunu hissediyorum. Ege
Üniversitesi ailesi olarak bizler çok
mutluyuz. Bu tören üniversitemiz,
bölgemiz ve şehrimiz adına da çok
önemli. Protokoller, imzalar ve sözler
anlık işlerdir. Önemli olan sürdürebilirliktir. Ege, canlı, yaşayan bir üniversitedir, toplumun üniversitesidir. Bugün
bu tören için emeği geçen herkese ve
kızlarımıza teşekkür ediyorum” dedi.
Proje hakkında bilgiler veren Ege
Meslek Yüksek Okulu (EMYO) Müdürü
Prof.Dr. H. Semih Güneş projenin kuruluş aşamaları ve devamında destek
veren EÜ Rektörü Prof. Dr. Candeğer
Yılmaz ve diğer firmaların yetkililerine
teşekkür etti.
İmza töreninde EÜ EMYO Mekatronik Programını 2014 yılında kazanan
öğrenciler yaşadıkları mutlulukları dile
getirdiler.
Proje; Mekatronik laboratuvarlarının alt yapısının kurulması, Mekatronik
alanında sanayinin gereksinimleri dikkate alınarak teknik eleman yerleştirilmesi ve sanayide kadın istihdamının
arttırılmasını hedefliyor. Yeniliklerin
üniversitesi olan EÜ, EMYO Mekatronik
Programı 2013-2014 eğitim öğretim yılında 1 kız 29 erkek öğrenci ile eğitime
başladı. Mekatronik Programı kontenjanın 2014 yılında yüzde 50’sinin
kız olması için YÖK’e başvuruldu. İstek
kabul edildi. ÖSYM tarafından yapılan
yerleştirmede bu yıl 15 kız 15 erkek
öğrenci eğitime başladı.
İmza töreninin sonunda bu yıl
Ege Meslek Yüksekokulu Mekatronik
Programına yerleşen 15 kız öğrenciye
tablet bilgisayar hediye edildi. Ayrıca
akademik başarıları esas alınarak kız
öğrencilere burs verilecek.
GÜZ 2014
75
KISA KISA
Hem
öğrenciye
hem esnafa
“dost” kart
“Dost Kart” uygulaması
ile kampüsleri Bornova’da
bulunan Ege, Yaşar ve Şifa
Üniversitelerinin öğrencilerine Bornova esnafının indirim
yapması sağlanıyor.
Bornova’da üniversite öğrencilerinin esnaftan indirimli
alışveriş yapmasını sağlayacak Dost Kart uygulaması
başladı. Bornova Belediyesi
öncülüğünde, İzmir Esnaf ve
Sanatkârlar Odaları Birliği, Ege
Üniversitesi, Şifa Üniversitesi
ve Yaşar Üniversitesi’nin işbirliğiyle başlatılan projenin protokolü imzalandı. Bornova’da
üniversiteli öğrenciler uygulama kapsamında ‘Dostkart’
amblemini gördüğü işyerlerinden yüzde 10’dan başlayan
oranlarda indirimli alışveriş
yapma imkânı bulacak.
Öğrencilerin daha ekonomik
koşullarda alışveriş yapmasını
sağlayan Dost Kart, esnafın da
daha çok müşteriye ulaşmasını sağlayacak. Büyükpark’taki
Gençlik Merkezi’ne başvuru
yapabilecek.
Esnafla öğrencinin kaynaşmasının hedeflendiği uygulamadan yararlanmak isteyenler
üniversite öğrencilerinin 1
Eylül’den itibaren Büyükpark
içindeki Gençlik Merkezi’nde
başvuruları kabul edilmeye
başlandı.
Yüzde 10’dan başlayan
indirimlerle Dost Kart projesine katılan esnaf da Eylül ayı
içinde amblemlerini işyerlerine yapıştırmaya başladı.
76
“3. Ege Ar-Ge ve Teknoloji
Günleri” 11-12 Aralık’ta…
Ege Üniversitesi, Ar-Ge, inovasyon ve gelişen
teknolojiler konusunda öncülük misyonunu
düzenlediği dev organizasyonlarla yerine
getiriyor.
Ege Üniversitesi (EÜ) tarafından
düzenlenen 3. Ege Ar-Ge ve Teknoloji Günleri “Üniversite Patentlerinin
Değere Dönüştürülmesi” ana temasıyla İzmirlilerle buluşacak.
Ege Üniversitesi’nin koordinatörlüğünde, Elginkan Vakfı’nın desteği
ve Üniversite- Sanayi İşbirliği Merkezleri Platformu (ÜSİMP) işbirliği ile
11-12 Aralık 2014 tarihleri arasında
Ege Üniversitesi Atatürk Kültür
Merkezi’nde düzenlenecek olan “3.
Ege Ar-Ge ve Teknoloji Günleri”nde
(AreGE3) üniversite patentleri yarışacak ve buluşlar yatırımcılara tanıtılacak. Etkinlikte üniversite-sanayi
arasında ikili görüşmeleri yapılarak,
farklı konularda söyleşiler, paneller
ve sergiler yer alacak.
Buluştan değere patent
“3. Ege Ar-Ge ve Teknoloji
Günleri”nin üniversiteler, sanayiciler,
araştırmacılar ve yatırımcıların yanı
sıra toplumun bilime ilgi duyan farklı
kesimlerini de bir araya getirmesi
bekleniyor.
AreGE3’ ün temel amacı, ArGe, bilim, teknoloji, inovasyon ve
sınai mülkiyet hakları konularında
farkındalık yaratmak ve sosyo-ekonomik gelişimde üniversite-sanayi
işbirliğinin önemini vurgulamak.
Geleceğe dönük stratejik ortaklıklar
için ortamların hazırlanacağı etkinlik
yoluyla Türkiye’nin geleceğinde üniversitelerin yeri ve katkıları sergilenmeye çalışılacak.
40 bin TL ödül
“3. Ege Ar-Ge ve Teknoloji Günleri” kapsamında Elginkan Vakfı’nın
desteği ve Üniversite- Sanayi İşbirliği
Merkezleri Platformu (ÜSİMP) işbirliği ile üniversite patentlerinin yarışacağı “2. Üniversite Patentleri Sanayi
ile Buluşuyor Patent Pazarı” etkinliği
ve 40 bin TL ödüllü bir yarışma
yapılacak. Elginkan Vakfı desteği ile
düzenlenecek patent yarışmasına
üniversite kaynaklı bilimsel çalışmalardan patent almış veya başvurusu
kabul edilerek incelemesi devam
eden tüm proje sahipleri, lisans,
lisansüstü öğrenciler ve üniversitelerdeki tüm araştırmacılar başvurabilecek.
AreGE3 kapsamında Patent Pazarı ve Patent Yarışması ile bütünleşik
olarak tasarlanan “Üniversite-Sanayi
İkili Görüşmeleri”nde akademisyenler uzmanlık alanlarını, patentlerini,
projelerini ve yeni fikirlerini sanayiye
aktarma, sanayiciler ise projelerini
hayata geçirmek için akademisyenler ile birebir görüşme imkanı
yakalayacak.
Tüm etkinlikler halkın katılımına açık
Etkinlikte ayrıca farklı konularda
söyleşiler, paneller ve sergiler yer
alacak. Konusunda söz sahibi konukların katılacağı söyleşi ve panellerde,
“Ulusal İnovasyon Modelleri”, “Kuluçka Merkezlerinin Yerli Teknoloji
Üretimine Katkısı”, “Fikirden Ürüne
Teknoloji Serüveni” ve “Geleceğin
Teknolojileri” gibi konular tartışılacak.
Halkın katılımına açık olacak
“3. Ege Ar-Ge ve Teknoloji Günleri–AreGE3” hakkında detaylı bilgiye
www.arege.ege.edu.tr adresinden
ulaşılabiliyor.
Engelli dostu kütüphaneye
“Kırmızı Bayrak”
Ege Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, fiziksel
özelliklerinin yanı sıra verdiği hizmetlerle engelli kullanıcıların hayatını kolaylaştıran bir kurum
olarak tescillendi.
Türkiye’de ilk kez engelli bireylerin yaşamlarını daha kolay ve eşit
şartlarda geçirebilmeleri amacıyla
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin hayata geçirmiş olduğu ‘Kırmızı Bayrak’
uygulamasında Ege Üniversitesi Kütüphane ve Dokümantasyon Daire
Başkanlığı yapılan denetlemeler ve
değerlendirmeler sonucunda ‘Kırmızı Bayrak’ almaya hak kazandı.
Engellilerin erişimine uygun
mekanların sayısını artırmayı, engellilerin yaşamını kolaylaştırmayı
amaçlayan uygulamada, Ege Üniversitesi “Kırmızı Bayrak” almak için
İzmir Büyükşehir Belediyesi Sosyal
Projeler Daire Başkanlığı’na yazılı
olarak başvuru yaparak, yapılan
denetlemeler sonucunda İzmir Büyükşehir Belediyesi Meclisi Denetim
Ekibi’nin değerlendirmesi sonucunda Ege
Üniversitesi Merkez
Kütüphanesi’ne “Kırmızı Bayrak” verildi.
Ege Üniversitesi
Merkez Kütüphanesi,
ulaşım kolaylığı, giriş
rampası, geniş asansörleri, engelli tuvaletleri
gibi fiziksel özellikler
bakımından ve gönüllü
öğrencilerle yürütülen
sesli kitap, betimlenmiş film gibi verdiği
hizmetlerle engelli
kullanıcıların hayatını
kolaylaştıran bir kurum
olmaya hak kazandığı
‘Kırmızı Bayrak’ ile
tescillendi.
Daire Başkanı Orhan Çetinkalp, “Rektörümüz Sayın Prof.
Dr.Candeğer Yılmaz’ın
da arzusu, engelli
öğrencilerimize de
rahatça yararlanabilecekleri kütüphane hizmeti sunmaktı. Şimdi
rektörümüz de mutlu,
biz de mutluyuz dedi.
Merkezi
Laboratuvar
Yönetmeliği
Resmi
Gazete’de
Ege Üniversitesi Merkezi Araştırma Test ve Analiz
Laboratuvarı Uygulama ve
Araştırma Merkezi Yönetmeliği Resmi Gazete’nin 29120
nolu sayısında yayınlandı.
Yönetmelik; Ege Üniversitesi
Merkezi Araştırma Test ve
Analiz Laboratuvarı Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin
amaçlarını, faaliyet alanlarını,
yönetim organları ile çalışma
usul ve esaslarını düzenliyor.
Merkez; üniversite bünyesinde mevcut araştırma
laboratuvarları, araştırma uygulama merkezleri ve benzer
birimler ile iş birliği içerisinde
hareket ederek merkeze ait
AR-GE imkânlarının birimler
arası ortak kullanıma açılmasını sağlamayı; üniversite
bünyesindeki ilgili birimler
arasındaki test-analiz ve laboratuvar iş birliği faaliyetlerinin
geliştirilmesi ve güçlendirilmesi yoluyla disiplinler arası
çalışma ortamını oluşturarak,
yürütülen araştırma-geliştirme faaliyetlerin kalitesinin
artırılmasına destek olmayı
amaçlıyor.
Ayrıca bu yönetmelikle
üniversiteler, araştırma merkezleri, sanayi, kamu kurum
ve kuruluşları ile üçüncü şahıslardan gelecek test-analiz
ve laboratuvar kullanımı
taleplerinin karşılanmasına
yönelik teknik ve danışmanlık
hizmetleri verebilecek.
GÜZ 2014
77
KISA KISA
Prof. Dr. Yılmaz: “Bekle bizi Kilimanjaro”
Ege Üniversitesi’nin bayrağı ve 60. Yıl logosu
Afrika’nın zirvelerinde dalgalanacak
“Yuvasız Leylek Kalmasın ve Leylekler Yanmasın” sloganıyla başlatılan
proje ile leyleklere özel tasarımlı yuvalar yapılıyor
Leyleklere özel ve güzel yuva
Orman ve Su İşleri Bakanlığı
Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel
Müdürlüğü ile Ege Üniversitesi
işbirliğinde leyleklerin korunması
için başlatılan çalışmalarda leyleklere
yuvalar yapılıyor.
Leylekleri koruma projesi; Ege
Üniversitesi Tabiat Tarihi Uygulama
ve Araştırma Merkezi Müdür Yardımcısı Prof.Dr.Mehmet Sıkı’nın bilimsel danışmanlığında yürütülüyor.
Prof.Dr. Sıkı; “Merkezimiz öğretim
elemanları tarafından geliştirilen
metal yuvalar Doğa Koruma ve Milli
Parklar Genel Müdürlüğü tarafından
kabul edilmiştir. Türkiye’ye yaygınlaştırılması düşünülen tip model
leylek yuvaları İzmir Gediz Elektrik
Dağıtım A.Ş. (GEDAŞ) tarafından
yapılmakta ve yeni yuvaların elektrik
direkleri üzerine montajı da Sistem
İşletme Uzman Mühendisi Mehtap
Çiftçi sorumluluğunda aynı kurum
elemanları tarafından gerçekleşmektedir” dedi.
78
Orman ve Su İşleri Bakanlığı
Doğa Koruma ve Milli Parklar Genel
Müdürlüğü ile Ege Üniversitesi
arasında 2013 yılında imzalanarak
yürürlüğe giren “Türkiye’de Üreyen
Leylek Populasyonunun Tespiti
ve Elektrik Direkleri Üzerine Yuva
Platformu Yerleştirme Çalışmaları”
protokolü kapsamında Orman ve Su
İşleri Bakanlığı 4. Bölge Müdürlüğü
sorumluluk alanında bulunan İzmir
ve Manisa illerinde elektrik direkleri
üzerindeki eski leylek yuvalarının
değiştirilmesine başlandı.
Prof.Dr. Sıkı; “İlk etapta İzmir ve
Manisa’da elektrik telleri üzerinde
bulunan 60 leylek yuvası platform
yuva haline getirilecek olup bu yuva
yenileme çalışması 2015 yılı Şubat
ayının sonuna kadar devam edecektir. Manisa ve İzmir’de uygulamaya
konan bu pilot proje ile ilk etapta
leylek yavruları yanmaktan, yavruların tellere çarparak kanat ve bacak
kırıkları nedeniyle yaralanmaktan,
hatta yavrular ölmekten kurtarılacaktır. Diğer taraftan kısa devre
nedeniyle elektrik trafo patlamaları,
elektronik aletlerin yanmaları, ev
yangınları ile can ve mal kayıplarının önlenmesinden başka İtfaiye
ve TEDAŞ’ın iş gücü kaybı önlenmiş
olacaktır. Hedefimiz leylekleri koruma projesini yaygınlaştırarak tüm
Türkiye’de uygulanmasını sağlamaktır” diye konuştu.
“Yuvasız Leylek Kalmasın ve Leylekler Yanmasın” sloganıyla başlatılan
çalışmaların çok önemli olduğunu
ifade eden Prof.Dr. Sıkı; “Orman ve
Su İşleri Bakanlığı 4. Bölge Müdürü
Rahmi Bayrak’ın leylekleri korumak
için Gediz Elektrik Dağıtım A.Ş. ile
yaptığı işbirliğinin, protokolün diğer
ortağı olan Orman ve Su İşleri Bakanlığı 5. Bölge Müdürü Mehmet KUŞÇU
tarafından da başlatıldığını görmek
leylekleri, biz bilim çevrelerini ve
gelecek kuşakları son derece mutlu
edecektir” dedi.
Ege Üniversitesi(EÜ) Tıp
Fakültesi Ortopedi
ve Travmatoloji Anabilim Dalı Başkanı
Prof. Dr. Semih Aydoğdu ve öğrencisi
Bekir Karakılıç Ege
Üniversitesi’nin 60.
yıl logulu bayrağını
Afrika’nın Kilimanjaro Dağı’na dikmek
üzere EÜ Rektörlüğünden uğurlandı.
Yolculuk öncesi
Prof. Dr. Semih
Aydoğdu, Bekir
Karakılıç, EÜ Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Rektör Yardımcısı Prof. Dr.
Yeşim Kirazlı, Genel Sekreter Prof. Dr.
M.Bülent Özkan, Tıp Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Kamil Kumanlıoğlu ve Tıp
Fakültesi Hastanesi Başhekimi Prof. Dr.
Mehmet Özkahya bir toplantı düzenledi.
EÜ 60.Yıl kutlama çalışmaları kapsamında gerçekleştirilecek 5 bin 895
metre yüksekliğindeki Afrika Kilimanjaro Dağı tırmanışı ile Prof. Dr. Aydoğdu,
ülkesine ve insanlığa yararlı olmak için
çaba sarf eden ve özgün bir özgeçmişe
sahip EÜ’nün bayrağını ve logosunu
zirveye taşıyarak 60. Yıl coşkusunu
taçlandıracak.
Zirvenin yeni adı “Ege Üniversitesi”
Toplam 8 farklı tırmanış rotasından
oluşan yolculuk, 29 Eylül 2014 Pazartesi
başlayıp 6 Ekim 2014 Pazartesi günü
tamamlanacak. Yolculuğun 6. Günü
Kilimanjaro’nun üç tepesinden biri
olan ‘Uhuru Peak’e ulaşılacak böylece
zirveye tırmanış gerçekleştirilecek.
Tüm doğa severlerin hayallerini
süsleyen Doğu Afrika’nın zengin coğrafyasında yapılacak bu tırmanış Afrika
yerlilerinden olan Masaailerin ‘Beyaz
Dağ’ olarak isimlendirdikleri dünyanın
tek başına ayakta duran en büyük volkanik dağında gerçekleşecek ve Prof.
Dr. Aydoğdu yüksek bir dağın üzerinde
olmanın özgürlüğünü yaşamanın yanı
sıra Egelilerin 60. Yılı heyecanına yeni
bir soluk getirecek.
Prof. Dr. Aydoğdu, “ Geçen yıl itibariyle Türkiye’nin en yüksek zirvesi olan
Ağrı Dağı zirvesine ulaşma başarısını
gösterdim. Oraya üniversitemizin
fakültemizin bayrağını taşımak bana
büyük bir gurur vermişti. Ondan sonraki hedef olarak Kilimanjaro’yu seçtim.
Orası beni hep çeken bir yer. Bu benim
için büyük bir zevk, onur ve görev
olacak. İnşallah hava, yol ve sağlık
koşulları herhangi bir zorluk oluşturmaz. Bayramın ilk günü sabahı 4 Ekim
sabahı zirvede Bekir kardeşimle birlikte
ülkemizden giden iki kişi olacağız. Temennimiz sağ salim geri dönüp sizlere
deneyimlerimizi aktarma şansına sahip
oluruz” diye konuştu.
“EÜ, yüksek bir bellektir”
Prof. Dr. Yılmaz, “Bugün Ege Üniversitesi için çok özel günlerden birisi.
Çok özel çünkü 60. Yıl heyecanımızın
doruğa bayrak dikilerek taçlandığı
bir projenin bugün
tanıtımını yapıyoruz.
Ege Üniversitesi
60 yıllık yüksek bir
bellektir. Bu etkinlik
Ege Üniversitesi ailesi
olmanın ne kadar
yüksek bir hedefi
amaçladığını gösteriyor. İçimizden birisi
bugün EÜ bayrağını
zirveye taşıyacak.
Hocamız bunu ülkemizde yapabilirdi
ama kendisi bunu
uluslararası boyuta
taşımayı tercih etti.
Bu olay EÜ değerini ne kadar yükseğe
ne kadar marka değerine odaklandığını gösteriyor. Bekle bizi Kilimanjaro”
diye konuştu.
Ege ruhunu yaşatan Prof. Dr. Semih
Aydoğdu ve Bekir Karakılıç’a teşekkür
eden Prof. Dr. Yılmaz, “Yolları açık olsun
şimdiden geri dönüşlerinin coşkusunu
hissediyorum. Ben öncelikle Semih ve
Bekir arkadaşımızı canı gönülden tebrik etmek istiyorum. Böyle bir düşünceyi böyle bir hayali biz kuramazdık ama
onlar kurdu ve gerçekleştirmek için her
şeyi hazırladılar. Bayrağın dikildiği gün
biz de onlarla beraber aynı heyecanı
yaşamış olacağız” dedi.
Heyecan dorukta
Prof. Dr. Kirazlı, “Ege Üniversitesi,
1955 yılında kurulduktan sonra tıpkı
Kilimanjaro dağına tırmanış gibi çok
zorlu yollardan geçerek dünyanın
ilk 500 üniversitesi, Türkiye’nin de 4.
Üniversitesi olarak yerini aldı. Semih
hocamız da yapmış olduğu bilimsel
çalışmalarla üniversitemizi çok iyi
temsil etti. Bu konuda hocamızın
üniversitemize katkısı da çok büyük. Bu
zorlu yolculukta kendilerine başarılar
diliyorum” diye konuştu.
GÜZ 2014
79
Ali İhsan MİMTAŞ
80

Benzer belgeler