56.sayıya ulaşmak için tıklayınız

Transkript

56.sayıya ulaşmak için tıklayınız
CMYK
CMYK
www.kurtulusyolu.org
ISS 1305-8975
Hikmet Kıvılcımlı,
devrim kıvılcımları
saçmaya devam ediyor...
YIL: 6 • SAYI: 56 19 KASIM 2011
H
15 GÜNLÜK SİYASİ GAZETE
FİYATI: 50 Kr
Hikmet Kıvılcımlı’nın Düşünce Oğulları ve Kızları, Bedence Aramızdan Ayrılışının
40’ıncı Yıldönümünde Ustalarının mezarı başındaydılar
Kurtuluş Yolu/İstanbul
ikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğulları
ve kızları bedence aramızdan ayrılışının
40’ıncı yıldönümünde Ustalarının me-
zarı başındaydılar. Hikmet Kıvılcımlı’yı anlamanın, anlatmanın, savaştırmanın her geçen
gün daha da önemli olduğu şu günlerde yapılan anma için Kurtuluş Partililer saat
10.30’dan itibaren Topkapı Mezarlığı’nda toplanmaya başladılar ve “Kızıl Savaş Bayrağı
Hikmet Kıvılcımlı”, “Hikmet Kıvılcımlı
Ölümsüzdür” sloganlarıyla mezarlığa doğru
yürüyüşe geçtiler.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Mezarı başında İstanbul İl Yöneticisi Halil Arabulan’ın açış konuşmasıyla Anma Programı başladı; saygı duruşuyla devam etti.
Saygı duruşunun ardından Hikmet Kıvılcımlı’nın öğrencilerinden Av. Ayhan Erkan
bir konuşma yaptı.
Erkan hitabında, emperyalizmin ülkemiz ve
dünya üzerindeki kirli politikalarını anlatarak,
birçok sol grubun bu politikalardan etkilenip
savrulduğunu ancak Kurtuluş Partisi’nin Hikmet Kıvılcımlı’nın teori ve pratiğini günümüze
uyarlayarak dimdik ayakta durduğunu örnekleriyle anlattı.
Kurtuluş Partisi’nin, Hikmet Kıvılcımlı’nın
düşünce oğulları, düşünce kızları olarak devDevamı sayfa 5’te
“Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP)
kapsamında Suriye’de kaos ve yıkım
gerçekleştirmeye çalışan ABD ve AB
Emperyalistleri ve bu kaos ve yıkımda
koçbaşı rolü verilen Tayyipgiller
Suriye Büyükelçiliği önünde protesto
edildi
A
BD ve AB (AB-D)
Emperyalist Haçlı Ordularının Irak işgalinin
ardından, şimdi de Suriye’yi
işgal hazırlıklarına girişmesini ve bu işgalde Türkiye’ye
koçbaşı görevi verilmek istenmesini, AB-D Emperyalistlerinin sözünü yerine getirmeyi görev kabul eden Tayyipgiller’in ülkemizi bataklığa sürüklemesini protesto etmek ve Suriye Halkının yanında olduğumuzu göstermek
için Suriye Büyükelçiliği
önünde, 26 Ağustos’ta bir basın açıklaması gerçekleştirdik.
Ankara İl Sekreteri Av.
Doğan Erkan’ın yaptığı basın
açıklamasında, Halkın Kurtuluş Partisi’nin Arap Halklarının dostu, AB-D Emperyalizmi ve yerli uşaklarının düşmanı olduğu, Arap Halklarına
karşı AB-D Emperyalistlerince oynanan hain oyunu bozmanın görev olduğu sloganlar
eşliğinde vurgulandı.
Basın açıklaması sonrası
Genel Başkan Yardımcısı Metin BAYYAR’ın Başkanlığında bir heyetle Suriye Büyükelçiliği Maslahatgüzarı Mounzer Mounzer ile bir görüşme gerçekleştirildi.
Yapılan görüşmede, Halkın
Devamı sayfa 2’de
Ernesto Che Guevara:
Doğru inanç, doğru bilinç, doğru
amaç, doğru söz, doğru davranış,
doğru çaba demektir
İ
Venezüella Büyükelçi Raúl José Betancourt Seeland, HKP Ankara İl Başkanı
Sait Kıran Yoldaş ve Küba Büyükelçi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş
nsanı insan yapan en temel
özellikler bunlar. Kahraman Gerilla Che bu en temel insanî özelliklere sahip olduğu için bugün Dünya Halklarının Devrimci Mücadelesinde yol göstermeye devam ediyor.
Kahraman Gerilla Che,
kendini insanlığın kurtuluşu
mücadelesine adadığı için, insanlığından başka her şeyini
insanlığın hizmetine sunduğu
için, Mustafa Kemal’in söylediği “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” ilkesini mücadelesinin merkezine koyduğu
için, Usta’mız Hikmet Kıvıl-
cımlı’nın dediği “Vatan aşkının söylemekten korkar hale
gelmektense ölmek yeğdir” ilkesini tüm yaşamının olmazsa
olmazı haline getirdiği için ve
bu uğurda “Ölüm hoş geldi sefa geldi” diyerek ölümü hiçe
saydığı için 44 yıldır unutulmadı.
Che, 44 yıldır Dünya Halklarının özgürlük mücadelesinde en ön saflarda yerini almaya
devam ediyor.
Che, 44 yıldır mazlum dünya halklarına güven, dünyayı
cehenneme çevirmeye çalışan
egemenlere korku salmaya devam ediyor.
Devamı sayfa 8’de
Salon Toplantısı:
Yer: Türkan Saylan Kültür Merkezi-Maltepe-İstanbul
Tarih: 27.11.2011 Saat: 12:00
Başyazı
Satarsın sen satarsın; bütün
insanî değerlerini satarsın!..
D
“‘O kadar geçimsizdi ki, gölgesi bile
kendisini beş-on adım kadar arkadan izliyordu. (…)’”
“Buraya kadar şikâyet yok.
Aşk dediğin mendil mi?
“(…)
Buruşturup bir kenara atılır mı?
“Bundan sonrasından alınmış ve
VEFA bu kadar basit mi? Alınır üzülmüş, onun için benden 50 milyar
mı? Satılır mı?
istiyor:
“‘Sırt sıvazlıyorsa
Tayyipgiller ve özeldikkatli olunması gerelikle de onların başaktökir. Çünkü bıçağı saprü Tayyip için bu sorulalayacağı yeri bulmaya
rın cevabı hep evettir.
çalışıyordur. Sırtınıza
Tayyip’in bu özelliğini
bıçağı saplamakla da
Ergün Poyraz’ın şu sakalmaz, bir de ‘bıçak
tırları çok güzel anlatır:
taşıyor’ diye sizi polise
“‘Takunyalı Fühihbar ederdi!’
rer’ adlı kitabımda
“Çünkü,
Tayyip ile ilgili bazı
“En önemli özelliktespitlerde bulunmuşlerinde biri; tavuk kütum. Bunların hemen
mesindeki tilki kadar
hemen hiçbirinden şivicdan sahibi olmasıykâyetçi olmayan Taydı.”
yip, nedense bıçak sap“25 Temmuz 2010
lama
bölümünden
tarihli
Sözcü gazeteRecep Tayyip Erdoğan
alınmış.
sinde, Tayyip’in 8.
“Şimdi o bölümü bir daha hatırla- Kolordu Komutanı korgeneral Korkut
yalım ve arkasından iki olayı inceleye- Özarslan’a sarılıyor iken çekilmiş folim ve sonuçta kim haklı görelim:
toğrafı yayımlanıyordu.
“‘Tayyip hakkında, Akıncılar Derne“Tayyip bu fotoğrafta, sağ eliyle
ği’nde yerleri paspasladığı dönemlerde Özarslan’ın sırtına hem sarılıyor hem
şu tanımlamalar yapılıyordu:
Devamı sayfa 16’da
eğerli halkçı şairimiz rahmetli
Yusuf Hayaloğlu, şöyle der mısralarında:
2
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi’nden
“Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) kapsamında Suriye’de kaos ve yıkım gerçekleştirmeye
çalışan ABD ve AB Emperyalistleri ve bu kaos ve yıkımda koçbaşı rolü verilen Tayyipgiller
Suriye Büyükelçiliği önünde protesto edildi
Sen de hemen olur diyeceksin! Üstelik de
Libya’yı vuracak NATO Ordusu’nun Komuta
Merkezi İzmir olacak” dedi. Sen anında fır
döndün. “Olur tabiî yâ, Komuta Merkezi de
İzmir olsun, iyi olur” dedin.
Suriye’ye yönelik bu komplo ve fitnenin eskiye dayandığını,
Baştarafı sayfa 1’de
İnsanda omurga olur, sözün de bir namusu
bunun nedeninin de Suriye’nin bölgede üstlendiği rol olduğunu olur, desek yine gereksiz konuşmuş oluruz.
Kurtuluş Partisi’nin Suriye Halkıyla dayanışma içerisinde olacağı,
belirten Maslahatgüzar, Suriye’nin ABD ve İsrail’in işine gelecek Çünkü sen o işleri çoktan bıraktın…
Ortadoğu Halkları üzerinde AB-D Emperyalistlerince oynanan
şekilde bir iç savaşa sürüklenmek istediğini ama Suriye Halkı taYine Batılı ve Batıcı gözlemcilerin ifadeleoyunun ve tetikçi rolüne boylu boyunca atılan Tayyipgiller’in teşrafından bu komplonun boşa çıkartılacağını, Halkın reformları sa- rine göre Libya’da Haçlı Saldırısı başlayalı behir edildiği ve AB-D Emperyalistlerinin ve yerli ortaklarının ülkehiplendiğini ve her zamankinden çok daha fazla dayanışma, huzur ri 1500 civarında sivil (bir bölümü kadın ve çomizi bir kaosa sürüklediği vurgulandı.
cuklardan oluşmak üzere), hayatını kaybetmişve güven içerisinde olduklarını vurguladı.
Suriye Maslahatgüzarı Mounzer Mounzer de; Partimizin
AB-D Emperyalistleriyle el ele, kol kola “demokrasi ve özgür- tir. Daha ne kadarı kaybedecek, o da belli deSuriye Halkıyla dayanışma içerisinde olmasından ve olayları tek
ğil…
lük mücadelesi” verilemez.
gözle değil dört gözle görüyor olmamızdan dolayı teşekkürle başOysa sen, Kaddafi’yi kardeş ilan etmiştin.
A-D Emperyalistleri, dünyayı bin devletli bir hale getirme alladı konuşmasına.
Elinden
“İnsan Hakları Ödülü” almıştın.
çakça emellerine asla ulaşamayacak, halklar emperyalistlerin bu
Halkın Kurtuluş Partisi’yle aynı bakış açısına sahip olduklarıNe
oldu?
oyunlarını mutlaka bozacaktır.
nı, ABD ve AB Emperyalistlerinin amacının bölgeyi küçük küçük
Efendin Obama, sat dedi, sattın. Satarsın
Gün Suriye Halkıyla, Libya Halkıyla dayanışma günüdür.
sen!
Hani vakti zamanında hocan, velinimetin
ülkelere bölerek tümden değiştirmek olduğunu, bu durumun da
Necmettin Erbakan’ı da AB-D’li efendilerin
ABD ve İsrail’in işine geldiğini belirtti.
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
sat, dediği için, hiç tereddüt etmeden, satıp geçmiştin. Oysa N. Erbakan olmasa sen, İETT’de
üçüncü kalite bir topçu, sonra da İETT çalışanı
ve emeklisi olarak kalıp gidecektin. Sen şu anki her şeyini yarı yarıya Erbakan’a borçlusun.
Diğer yarısını da efendin ABD’ye. Çünkü seni
Mart 2003 Tezkeresi’ni, efendilerinden biline…
aldatıyorsun.” Ve aldatmaların en alçakçası kolundan tutup onlar getirdiler, o koltuklara, o
aldığın emir üzerine, hazırlayan ve
Irak’ta, en Batı yanlısı gözlemcilerin bile olan bu yöntemle, saf, bilinçsiz, cahil insanları- makamlara. Tabiî bunu yapmadan önce de seni
Meclise getiren sendin. Çok iyi bildiğin itirafına göre, bir buçuk milyon insan, tabiî mızı, Kur’an’ın söylemiyle: “Sürüleştirerek” önlerinde diz çöktürdüler; biat ettirdiler kendigibi, kıl payı denen bir durumla takıldı, Müslüman, katledildi, savaştan bu yana. On oyunu alıyorsun. Diğer yandan da: lerine: Kâben artık Washington, ulan, anladın
Tezkere Mecliste. Geçmedi. Eğer geçseydi, binlerce Müslüman kadınının ırzına geçildi. “Kahraman Amerikan askerlerinin sağ sa- mı? Bundan sonra dilin falan sürçmeye hâ…
dünyanın başhaydutu ABD Emperyalistlerinin Birkaç milyon insan, evini yurdunu terk edip lim ülkelerine, evlerine dönmeleri için dediler. Yani insanlığını, namusunu satın aldıHaçlı Orduları, İskenderun Limanı’ndan, yüz canını kurtarmak için başka yerlere, ülkelere Allah’ıma dua ediyorum.” diye, ABD medya lar. Sattın sen onları da…
binlerce şehidin kanıyla sulanmış vatan toprak- gitti. Bizim tahminimize göreyse beş milyon organlarına demeçler veriyorsun.
AB-D Emperyalistlerinin, dediğimiz gibi,
larımıza çıkacaklar, doğuya doğru o toprakları- civarında masum Irak insanı hayatını kaybetti,
Yaptığına bak, behey hain! Müslüman kanı
iştihaları fena kabarmıştı. Müslüman kanı
mızı kirleterek kat edecekler ve dost, kardeş, bu Haçlı Seferi süiçtikçe kuduzlaşıyorlar, azgınlaşıyorlardı.
Müslüman, mazlum Irak Halkının üzerine, resince. Irak’ın ekoBu kez de gözlerini komşu, Müslüman
dünyanın en gelişkin silahlarından ateş, kan ve nomik
altyapısı
Suriye’ye diktiler. Ama bu kez; her sefeölüm kusacaklardı. Tabiî o devasa silahlar da tümden imha edildi.
rinde bizim vurmamız pek göze batar oldu.
geçecekti, beraberlerinde. Hani onların geçme- Zengin petrol yatakSen de bize katılıyorsun ama bu işte öldüsine elverişli hale getirmek için yollar, köprüler larına
AB-D
rücü vuruşları hep biz yapıyoruz. Yani seyeniden ele alınıp düzenlenmiş, güçlendiril- Emperyalistleri el
ninki biraz Amigoluk düzeyinde kalıyor.
mişti. Hem de Tezkere öncesinde… Çünkü sen, koydu.
Kanlı oyunu biz oynuyoruz. Bu durum,
Bush denen efendine söz vermiştin, ben bu işi
Batılı sağlık ördünya
halklarının,
özellikle
de
kesin hallederim, diye.
gütlerinin verilerine
Müslümanların, gözüne pek batar oldu. Bu
Tezkere geçseydi, 70.000 yarı sapık, yarı göre bile, savaş önsefer biz geride duralım. Sana silah veresarhoş ABD askeri de topraklarımıza konuşla- cesinde
Irak
lim, sen vur, Suriye’yi. Bizim silahlarımız
nacaktı. Bunların ülkemizden ne zaman gide- Devletinin halka
ve Türkiye’nin Ordusu’yla bu iş hallolur.
cekleri sorulunca da sen aynen şu cevabı veri- verdiği sağlık hizHadi göreyim seni. Üstelik sen, BOP’un
yordun: “Vallahi onu ben de bilmiyorum.” meti,
şu
anki
Eşbaşkanlarından birisin. Kürsülerde sana
Müslüman kanı dökmeye susamış emperyalist- Türkiye’nin sağlık Halkın Kurtuluş Partisi Heyeti Suriye Maslahatgüzarı Mounzer Mounzer’le makamında. verdiğimiz bu unvanla övünmedin mi?
lerin bu zalim askerleri, kadınlarımıza, kızları- hizmetinden bile daHadi bakalım, bu da BOP işi işte. Bu savaşmıza sarkacaklar, caddeleri, pazarları doldura- ha iyiymiş. Enteresandır, Suriye’nin şu an hal- döken, Müslüman kadınların namusunu kirle- lar sonunda BOP’u uygulamaya koyacağız biz.
caklar, olmadık ahlâksızlıklar yapacaklardı.
kına verdiği sağlık hizmeti de bizdekinden da- ten, zalim, sapık emperyalist orduyu, hem kahBöyle emretti efendilerin sana. Sen de heVe sen de bundan, zahir, zevk alacaktın, de- ha iyiymiş. Yani emperyalist efendilerinin ve raman yapıyorsun hem de Müslümanın men davrandın. “Suriye’deki olaylar bizim iç
ğil mi?
onların ağzıyla konuşan senin, diktatörlükler Allah’ından onları korumasını istiyorsun.
işimizdir. Sabrımızın sonuna geldik”, diyeYazık!.. Yazık!..
Tezkere takılınca, sen eşekten, pardon attan dediğin bu ülkelerin devletlerinin halklarına
rek, Suriye Yönetimine gözdağını verdin.
Biraz utan, arlan desek, boşuna konuşmuş
düşmüş gibi oldun. Hemen efendini aradın: verdiği sağlık hizmetleri bile sizlerinkinden daEfendinin hoşuna gitti, bu. Sana, afferim oğ“Bana biraz süre tanıyın, yenisini hazırlayaca- ha iyiymiş… Yani onlar bile halklarını senden oluruz. Çünkü sende o his çoktan bitmiş…
lum, iyi ettin bak! dedi.
AB-D Emperyalistleri, Irak, Afganistan;
ğım ve bu sefer yüzde yüz Meclisten geçirece- çok daha fazla düşünüyorlarmış. Geçen haftaSırıtkan Dışişleri Bakanın da Suriye’ye giğim.” dedin.
nın gazetelerinde çıktı, sağlıkla ilgili bu haber. İsrail maşasını kullanarak Filistin ve derek, Beşar Esad’a benzer tehditleri Şam’da,
Fakat efendin bunu kabul etmedi: “Artık ihIrak, şu anda AB-D Emperyalist Haçlı Lübnan’da içtikleri Müslüman kanıyla kanma- makamında savurdu.
tiyaç yok, kalsın” dedi. Çünkü o da bisikletten Ordularının işgali altındadır. Halk işsizlikten dılar. Tersine, iştahları daha da arttı. Gözlerini
Hizmet kervanına Abdullah Gül de gecikdüşmüş gibi olmuştu, Tezkere geçmeyince.
kırılmaktadır. İnsanlar, açlıktan, hastalıklardan, başka Müslüman ülkelere diktiler.
meden katıldı. O da; “Bir gün geriye baktığıİlkin Libya’ya yöneldiler. Burada halkın
Yine de sen, efendine karşı, “bizde hizmet- doktorsuzluktan, ilaçsızlıktan, kırana uğramış
nızda yaptıklarınızın çok geç ve çok az kalhoşnutsuzluğunu,
alçakça sömürdüler. Her zate sınır yoktur” diyerek, elinden geleni yaptın. gibi, ölüp ölüp gitmektedirler.
dığı şeklinde hayıflandığınızı görmek istemanki aşağılık oyunlarını oynadılar: Mazlumu
ABD uçakları, İncirlik’ten kalkarak, Irak
Peki sen ne yapıyorsun?
mem.” diyerek, Tayyipgiller’in diğer temsilciHalkının üzerine her gün bomba yağdırmayı
Bir yandan en hayâsız biçimde din alıp sa- koruyormuş numarasıyla, Libya’nın üzerine lerinin söylediklerini tekrarladı, kendi üslubunsürdürdü, savaş süresince. ABD hafif silahları tıyorsun,
din
sömürüsü
yapıyorsun, çullandılar. Sen ilkin: “ATO’nun Libya’da ca.
da, sanki Tezkere geçmiş gibi, İskenderun üze- Pensilvanya’daki “Büyük Aldatıcı” İblis ne işi var yahu! Böyle bir şey olabilir mi?”
Bu söylenenlerin aslında ABD’nin sözleri
rinden Irak’a geçirildi. Kanunsuz olduğu biline Fethullah Gülen’le birlikte insanları “Allah’la dedin. Efendin Obama, bozuldu buna: “Gak olduğunu AB-D’ye 1965’ten bu yana hizmet
guk etme ulan! Olur! Biz olur dedik mi, olur.
1
Emperyalist AB-D Haçlı Ordularının uşaklığını yapmaktan
bıkıp usanmadın mı, bre hain?
etmiş, Kontrgerillanın özel partisi olan
MHP’nin Genel Başkanı Devlet Bahçeli bile
açıkça dile getirdi. Ege limanlarında ABD savaş gemilerini protesto etti diye ilçe yöneticilerini partisinden atan Amerikancı Devlet
Bahçeli bile Tayyipgiller’in yaptığı bu hayâsızca ihanet karşısında sessiz kalamadı.
Kaldı ki sen, çok değil bir yıl kadar önce,
Suriye’yi kardeş ülke; lideri Beşar Esad’ı kardeş ilan etmiştin. Esad’ı, Ankara ve İstanbul’da
ağırlamıştın.
Boğaziçi’ni
gezdirmiştin.
Bakanlarını Suriye’ye götürerek Suriyeli mevkidaşlarıyla ortak bakanlar kurulu toplantıları
yapmıştın.
Antlaşmalar
imzalamıştın.
“Komşularla Sıfır Sorun” politikasını işte
böyle hayata geçiriyoruz diye övünmüştün.
Ne oldu?
Efendinin bir emriyle her şey bitti, öyle mi?
Sat, dedi Obama, H. Clinton, sattın geçtin,
Suriye’yi de Esad’ı da…
Sevimli sanatçımız rahmetli Ahmet
Kaya’nın bir şarkısında dedikleri geliyor aklımıza:
Vurur hançerini şah damardan ihanet
Satarsın ulan satarsın
Açılmamış gonca gülünü
Tüm bu yaptıkların uyar sana aslında. Hiç
yadırgamayız biz.
Fakat bizi endişelendiren, senin yaptıklarını
Müslüman Arap Halkı, Türkiye’den bilecek.
Türkiye Halklarına mal edecek. Ve bize kırılıp
küsecek. Bizi asıl kaygılandıran bu…
Hani senin, öncümüz, diye sahiplendiğin,
övgüler düzdüğün Bayar-Menderes iktidarı
var ya… İşte o da 1950’li yıllarda emperyalist,
sömürgeci, işgalci Fransa’ya karşı, Ulusal
Kurtuluş Savaşı verirken, mazlum Cezayir
Halkı’nı değil de sömürgeci Fransa’yı desteklemişti, Birleşmiş Milletler’de. Cezayir Halkı
da bu AB-D işbirlikçisi Demokrat Parti
İktidarının yaptığı ihaneti, Türkiye’ye mal ederek bize on yıllarca dargın kalmıştı. Hâlâ da o
kırgınlığın, dargınlığın izleri vardır.
Burada, dost ve kardeş Arap Halklarına diyoruz ki biz; Türkiye Halkları sizin yanınızdadır. Size karşı hiçbir düşmanlıkları yoktur.
Sizin içişleriniz sadece sizin işinizdir.
Emperyalistlerin yani AB-D haydutlarının buna müdahale etmeye hiçbir hakları yoktur.
Onların derdi, sömürü, yağma ve çapuldur.
Müslüman kanı içmektir. Haçlı Seferleri düzenlemektir. Yoksa onların demokrasiyle de,
özgürlükle de, insanlıkla da uzaktan yakından
ilgileri yoktur.
Ve son olarak da şunu diyoruz:
Tayyipgiller’in yaptıklarının Türkiye
Halklarıyla bir ilgisi yoktur. Tayyipgiller, ABD Emperyalistlerinin işbirlikçisidir. Onlar sadece size değil, Türkiye Halklarına da ihanet
etmişlerdir ve düşmandırlar.
Siz, bizi-Türkiye Halklarını, sizin kardeşleriniz olarak bilin. Ortadoğu Halkları, tüm halklar gibi, kardeştir. Ortak düşmanımızsa AB-D
Emperyalistleridir.
Eninde sonunda AB-D Emperyalistleri yenilecek; mazlum dünya halkları kazanacak!..
19.08.2011
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
Selam Olsun Bizden Önce Geçene!
Selam Olsun Savaşırken Düşene!
İbrahim Uzun
(1957-1978)
Engin
Yüzbaşıoğlu
(1963-1970)
Mahmut Çal
(1960-1978)
Sadi Okçuoğlu
(1960-1978)
Fethi Demir
Yol ver ölüm
Çök yıkıl ey mezar
Bak Devrim dev gibi dimdik
İnsan ateştir, yanarken yakar
Bomba patlarsa açılır gedik
Hasan Semerci
(1961-2006
Mehmet Köroğlu
(1951-2009)
(1956-1978)
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: M. Cihan Çakır Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Otohan No: 43/129 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
3
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
B
Türkiye ekonomisinin hali pür melali ya da
“Atma Recep” Din Kardeşiyiz!
ilinen hikâyedir. Karadenizli bir vatandaşımız hasta olduğunu söylüyor ama ailesini, yakınlarını bir türlü inandıramıyormuş.
Kısa süre sonra da adam ölmüş. Ölmeden önce
de mezar taşına şöyle yazılmasını vasiyet etmiş:
“Hastayım, hastayım dedim inanmadınız. Ne
oldi şimdi?”
Türkiye ekonomisi de aynen böyle şu anda.
Tayyipgiller, büyük bürokratlar ve yandaş medya,
son yıllarda ve aylarda sürekli olarak, Türkiye
ekonomisinin gelişip güçlendiğini, dünyanın
16”ncı büyük ve en hızlı büyüyen ikinci ekonomisi olduğunu, ekonominin iç ve dış şoklara karşı dayanıklı hale geldiğini, 2001 kriziyle birlikte bankacılık sektörünün arınıp güçlendiğini ve dış etkenlerden etkilenmediğini, ihracatın, milli gelirin,
bilmem neyin şu kadar arttığını ve bunun da kendi
iktidarları zamanında ve sayesinde olduğunu söylüyorlardı, yazıp duruyorlardı övünerek. Hatta
geçtiğimiz günlerde, ihracatın ilk kez 111 milyar
doları aştığını söyleyerek bir kez daha övündüler.
Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan, daha 11
Temmuz tarihinde, “(…) Cari açık şu an için bir
tehdit oluşturacak bir unsur olmak durumunda
değil” diyordu.
Başbakan Erdoğan da 28 Temmuz tarihinde
Azerbaycan ziyaretinden önce düzenlediği basın
toplantısında gazetecilerin sorularına karşılık aynen şöyle diyordu:
“Avrupa ve Amerika’da yaşanan ekonomik
sıkıntıların Türkiye’yi krize sürükleyeceği tartışmalarına Başbakan Tayyip Erdoğan noktayı
koydu. Erdoğan, “Daha önce ‘teğet geçecek’ dedim. Bu defa pek teğet geçeceğe de benzemiyor.
Hiç endişeniz olmasın.” dedi. (…) Dün Azerbaycan’a hareketinden önce konuyla ilgili soruları cevaplandıran Başbakan Erdoğan ise Türkiye’nin yere çok sağlam bastığını ifade etti.
Bunu kamu harcamalarında yapılan tasarrufa
borçlu olduklarını belirten Erdoğan, “Eğer israf ekonomisiyle hareket etmezsek, verim ekonomisinin safında yer alırsak hiç endişeniz olmasın. Harcamanı da buna göre yapmaya devam et.” şeklinde konuştu. Başbakan’a iş dünyası da destek verdi. Türkiye’nin kriz sürecinde başarılı bir sınav verdiğine işaret eden iş
dünyasının temsilcileri, alınan tedbirler sayesinde ekonominin her türlü dış etkiye hazırlıklı
hale geldiğini ifade etti.” (Bayram Kaya, Ercan
Baysal, Zaman, 28.07.2011)
Başbakan “noktayı koy”muş, iş dünyasının
temsilcileri de test edildi onaylandı diyerek, kabul
buyurmuşlar.
Peki ne demişler bu burunlarının önünü görmekten aciz anlı şanlı “iş dünyasının temsilcileri”?
Parababaları ve Tayyipgiller
ekonomik gidişatı halklarımızdan
saklamaya çalışmaktadır
Bunlar ki, Türkiye ekonomisinin belli bir büyüklüğe sahip odalarının, derneklerinin, birliklerinin, işletmelerinin yöneticileri, sahipleridirler…
“TUSKO! Başkanı Rızanur Meral: Başbakan, Türkiye’nin kaptanı konumunda. Bu açıdan bir işadamı ve bir konfederasyonun başkanı olarak kendisine sonuna kadar güveniyoruz. Erdoğan’ın önceki yıllarda ‘kriz Türkiye’ye, teğet geçecek’ açıklaması doğru çıktı.
Şimdi de kendileri böyle bir açıklama yapıyorsa bildiği bir şey vardır. Zaten şu anda Türkiye’de hem kamu hem de özel sektör altyapı olarak çok iyi durumda. Piyasada herhangi bir
kriz ihtimali görmüyoruz.
“MÜSİAD Başkanı Ömer Cihad Vardan:
Hâlâ ABD ve AB ülkeleri küresel krizle boğuşurken, Türkiye, yılın ilk çeyreğinde dünyanın en hızlı büyüyen ekonomisi oldu. Makro
ekonomik göstergeleri ile AB tanımlı birçok
kriteri üst düzeyde yerine getirmiş olan Türkiye’yi başka ülkelerle karıştırmamak gerekir.
Tabii ki AB’deki durum, ihracatının yarıya
yakınını AB’ye yapan Türkiye için önemlidir ve
dikkatle takip edilmesi gereken bir durumdur.
Ama bunu izlemek ve o bölgede oluşabileceklere karşı tedbir almak başka, krize girmek başka.
“Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) Başkanı Rona Yırcalı: Başbakan bu tarz bir açıklama yaptığına göre hükümet kriz için gerekli
tedbirleri almış demektir. Türk ekonomisinin
çok güçlü olduğu kanaatindeyim. Siyasi istikrarın sürüyor olması da Türk ekonomisi için
çok önemli.
“(…)
“Kayseri Ticaret Borsası Başkanı Şaban
Ünlü: Başbakan’ın yaptığı açıklama, piyasalar
açısından çok önemli. Bir oda başkanı olarak
Başbakan’ın söylemlerine güveniyorum. Çünkü daha önce ne söylemişse doğru olduğu ortaya çıkmıştır.
“Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği Başkanı Cem !egrin: Bazı siyasetçilerin krizle ilgili gereksiz açıklamaları piyasalarda paniğe
yol açtı. Ülkemizde krizle ilgili sorun olduğu
kanaatinde değilim. Asıl sorun Batı’da görülüyor. Erdoğan’ın bu noktada söylemlerini çok
önemsiyoruz.
“İTO Başkan Yardımcısı Dursun Topçu:
Bazı hükümet yetkilileri geçtiğimiz günlerde
her ne kadar olumsuz beyanlarda bulunsalar
da bu söylemleri de tamamen piyasaları soğutmak için atılan adımlar olarak görüyorum. Biz
İTO olarak Başbakan’ın söylemlerine sonuna
kadar katılıyoruz ve açıklamanın da zamanlamasını çok önemli buluyoruz.
“Akfen Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Hamdi Akın: Başbakan’ın krize ilişkin açıklamaları malumun ilanı. Ülkemize ilişkin bir kriz
riski görmüyoruz. Yatırımlarımız sürüyor. Sadece harcamalara dikkat edilmesi yönünde
uyarı var. Yoksa Türkiye’de krizin olacağına
dair bir durum ortada yok.
“Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Abdülkadir Konukoğlu: Türkiye’de kriz olacağına yönelik değerlendirmeler yersizdi. Havada
görülen bulut sonrasında mutlaka yağmur yağacak diye bir durum yok. Türkiye’ye ilişkin
Penguen’den
bir risk yok. Ekonominin temelleri kuvvetli.
Avrupa’daki gelişmeler Türkiye üzerinde hasar
oluşturmaz.
“TOBB Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa
Yardımcı: Şu anda geçici bir durum söz konusu. Bizim için önemli olan, kredi faizlerinin artmaması. Yüzde 7,5 ile kredi faizi bulunurken
şimdi bu oran yüzde 12-13 seviyesine çıktı. Dövizde de büyük bir sıkıntı olacağını düşünmüyorum, dolar 1,60; Euro ise 2,20-2,30 bandına
oturacaktır.
“İstanbul Sanayi Odası (İSO) Başkanı Tanıl
Küçük: Kriz ifadesi kullanmak için çok erken.
Türkiye ekonomisi eskiye göre çok güçlü. Bunun devamı için kalıcı reformlar yapılmalı. Hükümet ve özel sektör, temkini elden bırakmamalı.” (agy)
Gördüğümüz gibi burunlarının ucunu görememekte, ekonominin “e” sinden anlamamakta ve de
yağcılıkta sınır tanımamaktadır bu işverenler…
Ekonomik gelişmeleri göremedikleri-kavrayamadıkları-anlayamadıkları gibi, Tayyip’e de her türlü
övgüyü düzmektedirler. Daha doğrusu, bilmesine
bilirler de, iğrenç sınıf çıkarları böyle gerektirdiği
için bu davranış içinde olurlar.
Yani böylece Tefeci-Bezirgân Sermayenin siyasi plandaki temsilcileriyle ekonomik plandaki
temsilcileri, elbirliğiyle halklarımızı kandırmakuyutmak, ekonomi başta olmak üzere her şeyin
güllük gülistanlık olduğu yalanıyla kendi aşağılık
vurgun ve sömürü düzenlerinin aynen devam etmesini sağlamak istiyorlardı.
Sadece Tefeci-Bezirgân Sermaye sınıfının
temsilcileri mi övüyordu Tayyip’i?
Hayır. Sadece bir örnek verelim. Yerli FinansKapitalin en büyüklerinden Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı, eski TÜSİAD Başkanı Güler Sabancı, “Türkiye ekonomisinin çok iyi gittiğini belirt”iyor:
“Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği
(TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Toplantısı’na verilen arada gazetecilerin sorularını
cevaplayan Güler Sabancı, ekonomiye dair şu
değerlendirmelerde bulundu:
“Şu an itibari ile Türkiye ekonomisi çok iyi
gidiyor ancak ABD ve Avrupa ekonomilerinde
sorunlar var. Bunun üzerimize getireceği sıkıntılar olabilir. Dolayısıyla temkinli bir iyimserlikle ekonomide ilerlerken, cari açığa deva olacak, kalıcı çare getirecek politika ve çalışmalar
yapılıyor. Bunları bekliyoruz. Bunlara güveniyoruz. Mevcut hükümetin bundan önceki başarıları var. Dolayısıyla bundan sonraki başarılarını da bekliyoruz.” (06.10.2011, Gazeteler)
Peki gerçekten Türkiye ekonomisinin durumu
böyle miydi?
Hayır, böyle değildi. Gören göz için her şey
ayan beyan bütün çıplaklığıyla ortadaydı. Ama gel
ki, görmek, göstermek ve önlem almak isteyen
kimdi?..
Gün, halklarımızın sırtından vurgun vurma zamanıydı. Bir avuç Parababası milyar dolarlarına
milyar dolarlar katmanın, Tayyipgilller de bir yandan dünyalıklarını doğrulturken bir yandan da makam-koltuk, şan-şöhret peşindeydiler…
Dünyaca ünlü ekonomi dergilerinden “The
Economist, “Bazıları Sıcak Sever” başlığı ile
yayımladığı analizde “Yükselen Piyasaların
Aşırı Isınma Endeksi”ne dayanarak aşırı ısın-
melerinden usandım. Dayanacak gücüm kalmadı. Şimdi de 11 bin kadro gibi öyle komik bir
rakam verdiler ki, hangi adalete sığar bu kandırmaca? Seçim var diye onca sözleşmeliye bir
günde kadro veren devlet, 250 bin öğretmene
bu sayıyı verirken hiç mi düşünmedi? Artık anma riski olan 7 yükselen ekonomi arasında nemi gözü yaşlı görmek istemiyorum. İnsan içiTürkiye’yi de saydı.” diye yazıyordu tâ Temmuz ne çıkamaz olduk.”
başında Cumhuriyet Gazetesi.
“88 puanla açıkta kaldım”
“FT: Türkiye’nin yüzde 11 büyümesi endi“9 yıldır atanmak için çırpınan bir fizik öğşelendiriyor” diye yazıyordu, 02 Temmuz’daki retmeniyim, bu sene 55 bin umuduyla çocuğuMilliyet’in haberine göre:
mu bir kenara bırakarak varımı yoğumu orta“(…) fazla ısınan ekonominin karar verici- ya koyarak sınava hazırlandım. 88.343 puan aller için bir kutlama nedeni olmaktan daha çok, dım ve sevincim yine kursağımda kaldı. Şimdi
bir baş ağrısı olduğunu belirtti.”
atanabilecek miyim diye kara kara düşünüyo22 Temmuz’da ise ABD’li derecelendirme ku- rum. Bazı insanların maddi olanakları aylarca
ruluşu “Fitch’in Türkiye’yle ilgili “ısınma sin- beklemeye elvermeyebilir, ben de onlardanım.”
yalleri görülüyor, cari açık riski var, not artışı (Abbas Güçlü, Milliyet, 06 Ağustos Cumartesi
belirsiz” şeklindeki çıkışı dün piyasaları alt üst 2011)
etti. Bakan Çağlayan sert çıktı. Fitch geri adım
İnsanlarımız kobay oluyorsa en tehlikeli ilaç
attı” başlıklı haber yer alıyordu Milliyet’te.
deneylerinde, hem de gönüllü, hem de koşa ko“Goldman Sachs: Krize karşı en kırılgan şa… Yeter ki bir parça iş bulayım, bir parça ücret
Türkiye” diyor ve yayımladığı raporda, “dış kay- alabileyim diyorsa nasıl söz edilebilir işsizliğin
naklı bir finansal kriz durumunda, Türkiye’nin azaldığından, ekonominin güçlendiğinden:
cari açığını kontrol altına almak için ani ön“Ölümcül ilaç deneyleri için Türk kobay
lemler almak durumunda kalacağı, bunun da
“(…)
üretim gücünü düşüreceği, lirayı aşağı çekeceği
“ABD”deki birçok ilaç şirketinin yasalarve döviz rezervlerini azaltabileceği yorumu dile dan kaçınmak ve araştırma maliyetini düşürgetirildi.” deniyordu 27 Ağustos’taki Milliyet’in mek için, insanlarla yapılan deneyleri fakir ülhaberinde.
kelere taşıdığı ve bunlardan Türkiye”nin 6”ncı
Gördüğümüz gibi, dünya ekonomik çevreleri- sırada yer aldığı açıklandı.
nin yayım organları bu gidişi görüyor ve kendi ya“(…)
tırımcılarını uyarıyorlardı, “kriz geliyor, pozisyon“Birkaç dolara denek var
önlem alın” diye. Yoksa Türkiye Halkını düşün“İlaç şirketleri düşük gelirli nüfusun çok oldüklerinden değil…
duğu bu ülkelerde günde birkaç dolar karşılığında deneylere katılacak insan bulabiliyor. Bu
Tayyipgiller ne kadar mutluysa
kişilerin bazıları okuma yazma bilmediği için
parmak basarak sözleşme imzalıyor. Üzerlerinhalklarımız o kadar mutsuzdur
Yerli-yabancı İblisler tarafından ve Allahla al- de hangi ilaçların denediğini bilmeyen insanlar
datılmış halklarımız da ne yazık ki bu iğrenç oyu- çoğu zaman tedavi gördüklerini düşünüyor.”
nun farkında olamıyordu. Bu yüzden de Haziran (Milliyet, 06 Aralık 2010)
Dünyanın en çok büyüyen ikinci ve en büyük
seçimlerinde Tayyipgiller”i yüzde 50”yle bir kez
16’ncı
ekonomisi Türkiye’nin(!) içler acısı haline
daha iktidara getirdiler.
birkaç
örnek
daha vermek istiyoruz:
Bir ülkede ekonominin büyümesi, gelişip güç“Eğitimde
acı tablo
lenmesi neyle sağlanır?
“U!ESCO’nun
araştırmasına göre, AvruÜretimle…
pa’da
en
fazla
okuma
yazma bilmeyen nüfus
Üretim neyle sağlanır?
Türkiye’de.”
(Milliyet,
27.10.2011)
Üretimi gerçekleştirecek fabrikalarla, işletmeÇünkü:
lerle…
“Okuldan kaçan kaçana
Peki bizim ülkemizde üretim yapacak yeni
“Her gün 2 bin öğrenci okulu terk ediyor
fabrikalar açılıyor mu?
“Eğitimde kara tablo” diyerek devam ediyor
Nerede?.. Değil yeni fabrika açmak, var olanlar ya kapatıldı ya da kapatılıyor. Var olan fabrika- haber birçok olumsuzluğu sayarak… (Milliyet, 27
ların bir kısmı da üretimlerini ucuz işgücü, vergi Eylül 2011)
Kaçınılmazca şöyle bir gerçeklik çıkıyor ortaindirimleri vb. nedenlerle başka ülkelere kaydırıya,
yukarıda
söylediklerimizin toplamından:
yorlar.
“OECD’nin
40 ülkede yaptığı ‘Hayat !asıl’
Açılan ne ha bire?
araştırması”na
göre
“Türkler hayatından memYaşam ve Alışveriş Merkezleri: Kanyonlar,
nun
değil”miş.
Akmerkezler, İstinye Parklar, Galerialar, vb. vb…
Nasıl memnun olsun halklarımız?..
İstihdam (işe yerleştirilen insan) sayısı artıyorGerçek işsizlik rakamlarının yüzde 20’den aşamuş, İşsizlik rakamları düşüyormuş…
ğı
düşmediği,
özellikle üniversite mezunlarının
Hadi canım sen de!
Rakam oyunlarıyla kâğıt üstünde işsizliği düş- yüzde 30’unun işsiz olduğu bir ülkede insanlarımüş gibi gösterebilirsiniz. Ya hayatta? İşte o ol- mız nasıl mutlu olabilir? Mutlu olmalarına imkân
maz. Bir işçi alımı için binlerce işsiz saatlerce kuy- var mı?
Ki bu gerçek, yukarıda örnek verdiğimiz Zirarukta bekleyip başvuru yapıyorsa işsizlik nasıl düat
Bankası’nda
işe alınacak 1.545 kişilik kadroya
şüyor olabilir, böyle bir ekonominin neresi güçlü
88.206
üniversite
mezununun başvurmasıyla da
ekonomi olur?
kanıtlanmaktadır.
İşte Türkiye’den işsizlik
Parababalarının ve onların siyasi iktidarlarının
manzaraları
demagojilerinden birisi de Türkiye’de çalışma saÖrneğin, “Ziraat”te 1.545 kişilik kadroya atlerinin azlığı, tatillerin çok olduğudur. Oysa
OECD’nin aynı araştırması kanıtlıyor ki: “Ülkeler
88.206 başvuru” olur.
“(…) Ziraat Bankası”ndan yapılan yazılı arasındaki çalışma saatleri karşılaştırıldığında
açıklamada, bankanın çeşitli unvanlarda alaca- en fazla çalışan ülke Türkiye” insanıymış…
ğı 1545 kişilik kadroya “rekor sayıda” başvuru (Milliyet, 14.10.2011)
UNESCO’nun yukarıda aktardığımız aynı
gerçekleştiği, bankanın açmış olduğu pozisyonlar için toplamda 88 bin 206 üniversite mezu- araştırmasında bir gerçek daha saptanmış. O da:
“Kalitenin bir türlü yakalanamadığı ülkemizde öğretmen maaşları da Avrupa’nın çok altında…”ymış.
Öğretmeni çok düşük maaşla
çalışan, bu düşük maaşa rağmen
okuyup öğretmen olmak isteyenin
öğretmen olamadığı, diğer üniversite mezunlarının iş bulamadığı bir
ülkede nasıl mutlu olunabilir?..
Böyle bir ülke nasıl ekonomice
dünyanın 16’ncı büyük ekonomisi
olabilir? Olsa ne yazar?..
Ekonomimiz gerçekten dünyanın 16”ncı büyük ekonomisi mi?
Ne gezer… Rakamlar gerçekliği bütün çıplaklığıyla ortaya koyveriyorlar:
Ataması Yapılmayan Öğretmenler isyan ediyor...
Tamam, kâğıt üstünde 111 milnunun başvuruda bulunduğu bildirildi.” (Milliyar dolarlık ihracat yapmış görünüyoruz. Ama neyet, 25 Haziran 2011)
yin karşılığında?
Yüz binlerce Ataması Yapılmayan Öğretmen
190-200 milyar dolarlık ithalatın karşılığında!
varsa ve gepegenç insanlarımızın gelecekleri, haYani neredeyse, bir ihraç etmişsek iki ithal etyalleri çalınıyorsa işsizliğin düşmesinden nasıl söz
mişiz. Bir satmışsak iki almışız. Bunun ekonomik
edilebilir?
anlamı, Cari Açık, bizim anlayacağımız anlamı
“Eminim size günde binlerce mail geliyorise Dış Borç demektir.
dur. Belki benim yazdıklarımı okumayacaksıKamu ve özel sektör elbirliğiyle yabancılara
nız ama ben çevremde kimseye derdimi anlataborçlanmışlar. Döviz almışlar.
madığım için size yazıyorum. Ailem de haklı, ne
Peki bu aldıkları dövizi nerede, üretimde mi,
bilsinler, nasıl anlasınlar kızlarının bir türlü
tüketimde mi kullanmışlar?
atanamadığını. 2008 Türkçe öğretmenliği meTabiî ki tüketimde…
zunuyum. 4 senedir atanamıyorum. Bu 4 sene
Ülkeye giren ya da ithal edilen ürünlerin büiçinde her şeyimi kaybettim. Umudumu, inancıyük çoğunluğu tüketim hem de lüks tüketim ürünmı, neşemi, her şeyimi. En son 83.4 ile atanaleri…
mayınca nişanlımı da kaybettim.”
Neler örneğin?
“İnsan içine çıkamıyorum”
Ultra lüks yatlar, lüksün lüksü otomobiller,
“İnsanların yüzüme acıyarak bakmasından,
lüks saatler, pırlantalar, vb. vb…
yine mi olmadı tüh tüh deyip bıyık altından gül-
Kanıt mı? Örnek mi?..
O kadar çok ki hangi birisini sayalım...
Böyle zenginlerin bulunduğu yere kaçınılmazca, bokun bok böceğini çekmesi gibi, yeni ve lüks
tüketim ürünleri üreten-satan şirketler gelir. Örneğin dünyanın en pahalı ve en lüks araçları gelir:
“Lüks araçlar yok sattı, otomotiv 2011’de
sıçrama yaptı.
“Geçtiğimiz beş ay içinde yaklaşık 340 bin
otomobil satıldı. Bu geçen yılın neredeyse iki
katı. Sadece lüks otomobil satışı yapan Ali Dikili satışların geçen yıla göre iki kat arttığını
söylüyor. 2010 Mayıs ayında 2 Ferrari satılırken 2011 Mayısında bu rakam 4’e, 25 olan
Porsche satışı ise 48’e çıktı. Sadece lüks otomobillerin satışında değil diğer araçların satışında
da artış var. Otomobil ve hafif ticari araç pazarı yüzde 122 büyüdü. (Kuretv, 07.06.2011)
Para, emek harcanmadan kazanılınca, halkımızın alın terlerinden gelince rahat harcanır. Rekorlar kırılır harcamada:
“Dünya rekorunu Bebek’te kırdı
“Türkiye’de lüks tüketim sınır tanımıyor.
Fransızlar’ın en ünlü pastanesi Laduree dünya
satış rekorunu İstanbul Bebek’te açtığı şubesinde kırdı. Tanesi 3.25 lira olan makaronlardan 3
haftada 60 bin adet satıldı.” (Sinan Özedincik,
Sabah, 25.12.2010)
Türkiye’deki konutlarıyla yetinmeyen ve zamanlarının büyük bir bölümünü Avrupalarda,
Amerikalarda geçiren zenginlerimize ev satmak
üzere yabancı şirketler gelir…
“Londra’daki lüks konutlar 25 zengin
Türk’ü bekliyor”muş. Ve “İngiltere’nin en büyük ikinci gayrimenkul şirketi Berkeley, yeni
projesini Londra’dan önce Türkiye’de satışa çıkar”mış. Ve bu konutlar “Türkiye’deki tüm konutlardan daha pahalı”ymış. (Milliyet,
22.10,2011)
Ne gam!
Onlar da biliyorlar ki, Türkiye’de kolay yoldan
para kazanan çok. Vurguncu, soyguncu çok… Elbette alırlar. O yüzden de dükkânı iyi yerde açıyor
Berkeley şirketi. Akıllı şirket, iyi tüccar yani…
Ünlü aktris Elizabet Taylor’un mücevher koleksiyonu satışa çıkınca, “dünyayı gezerek varlıklı ailelere koleksiyonu anlat”n ünlü müzayede
evi Christie’s Mücevher Bölümü Direktörü David
Warren Türkiye’ye de gelmiş Londra, Paris, Cenevre, Dubai, Tokyo, Los Angeles, Hong Kong’la
birlikte. “Paha biçilmez elmaslar için Türkler
ciddi alıcı”ymış. Çünkü “Müzayedelere gelen
çok ciddi bir Türk alıcı kitlesi var”mış. (Milliyet, 05.11.2011)
Özelleştirmede (satışta) gelinen
son nokta
İletişimden bankalara, limanlardan madenlere,
bilmem neye kadar Kamu malı özelleştirilmişken,
belediyelerin de dörtnala bu özelleştirme sürecine
katıldığı bir ortamda, satılacak bir şeyi kalmamış
bir ülkenin ekonomisi, dünyanın en büyük ekonomisi diye yutturulmaya çalışılsa ne yazar…
Dedik ya Kamu malları yağmalanıyor diye.
“Gelirleriyle iştah kabartan köprü ve otoyollara yabancı talip de çok” diye yazıyor ve “Yabancıların gözü Türkiye’de” diyor, Milliyet, 26
Ağustos tarihinde.
“İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), iştiraklerinden İDO’nun 861 milyon dolara özelleştirilmesinin ardından, Metrobüs için çalışma
başlatı”yor. (Milliyet, 27.08.2011)
Birleşmiş Markalar Derneği (BMD) Başkanı
Yılmaz Yılmaz açıklıyor ki; perakende sektöründe
faaliyet gösteren “markaların yüzde 20’si uygun
teklif gelirse hemen satmayı/ortak almayı planlıyor”. (Milliyet Perakende Eki, 19.10.2011)
Şirket avcısı özel sermaye fonu Actera, bebek
ve çocuklara yönelik faaliyet gösteren Joker mağaza zincirini satın almak için ATM Şirketler Grubu ile masaya oturmuş.
Niye oturmasın?..
Satan olduktan sonra alıcı elbet çıkar…
“ABD’li eBay 2001’de kurulan Gittigidiyor’u (…) 217 milyon dolara al”ıvermiş fırsat bu
fırsat diye…
Her şey satılır da eğitim ve sağlık satılmaz
mı?..
Bizzat YÖK Başkanı, Tayyipgiller’den Y. Ziya
Özcan dememiş miydi eğitim paralı olmalıdır, diye?..
O yüzden de “Bahçeşehir Koleji’ni ABD’li
Caryle al”mış.
“Dünyanın en büyük yatırım fonlarından
ABD’li Caryle Group, Türkiye’deki yatırımlarına eğitimle devam ediyor. Caryle, işadamı
Enver Yücel’in eğitim portföyünde yer alan
Bahçeşehir Koleji’ni satın aldı.
“Özel sermaye fonu Turkven’in Doğa Koleji’ne yaptığı yatırımdan sonrası eğitimde gerçekleşen bu alımın sektörün gelecek potansiyeline işaret ettiği belirtiliyor. Bahçeşehir Koleji’ne yatırım yapan Caryle grubu, Türkiye’de
daha önce Medical park’ın yüzde 40’ını da almıştı
“Şirketin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yönelik 500 milyon dolarlık fonunu yöneten Türkiye yöneticisi Can Deldağ, daha önce yaptığı
açıklamada Türkiye’nin öncelikli pazarlardan
biri olduğunu söylemişti.”
“Şu anda bünyesinde tüm yurt genelinde 34
anaokulu, 19 ilköğretim ve 9 lisesi
bulunuyor”muş Bahçeşehir Koleji’nin.
4
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Bütün ekonomik mal varlıkları, kamu-özel demeden yabancı Parababalarının eline geçmiş bir
ekonominin neresi güçlü olur?
Satışlar yetmedi,
sıra vatan topraklarında...
Bütün bu özelleştirmeler, satmalar yetmezmiş
gibi Tayyipgiller bir de ve ısrarla yabancılara toprak satışının önünü açmak için kan teri döküyor:
“Çevre ve Şehircilik Bakanı (hani ilk Van
Depremi’nden sonra, evlere girilebilir, korkmadan
oturabilirsiniz, diyerek, gerçekleşen ikinci depremde ölen 39 canımızın sorumlusu katil. – K. Y.)
Erdoğan Bayraktar, “Mütekabiliyet (karşılık)
esası aramadan yabancılara mülk satışının
önünü açacağız. Yabancılara daha rahat satış
yapılabilecek.
“(…)
“Çanakkale’den İskenderun Körfezi’ne kadar buralarda mülk almak, daire almak isteyenlerin engellerini kaldıracağız.” Demiş Kahramanmaraş’ta. (Milliyet, 18.09.2011)
İngiliz vatandaşı da olduğu ortaya çıkan ve bu
yüzden de kamuoyunda “İngiliz Mehmet” olarak
adlandırılan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek de bu
konuyla ilgili bir açıklama yaparak, pişkince şöyle
söylüyor:
“Hükümet yabancılara konut satışını zorlaştıran mütekabiliyet şartını kaldırmak için
düğmeye basarken, Maliye Bakanı Mehmet
Şimşek, yabancıların Türkiye’de mülk edinebilmesiyle ilgili olarak yaptığı değerlendirmede
“Ben hiç havaalanında sırtına bir ev, daire yüklenmiş ülkeden çıkan kimseyle karşılaşmadım”
dedi.” (Milliyet Emlak, 16.11.2011)
Bunlar vatansız, bunlarda ulusal değerlerin
zerresi yok! Bunlar halk ve vatan düşmanı derken
boşuna demiyoruz, hakaret olsun diye demiyoruz,
işte bu yüzden diyoruz.
Bakın Devrimci Ozan Âşık İhsani böylelerine
nasıl sesleniyordu yıllar önce:
Bu memleket bunca emek
Bizim bizim hepsi bizim
Yabancıya yer ne demek
Bizim bizim hepsi bizim
İş arayan açlar bizim
Yaban ele göçler bizim
Alınacak öçler bizim
Bizim bizim, hepsi bizim
Aracının aldığı fark
Gürül gürül işleyen çark
Hırsından çatlayan toprak
Bizim bizim, hepsi bizim
Düzenin ezdiği beller
Kilide vurulan diller
Kazmayı kavrayan eller
Bizim bizim, hepsi bizim
Meydanlara doluş bizim
El ele bir oluş bizim
Dayanış, kurtuluş bizim
Bizim bizim, hepsi bizim
Tayyipgiller ekonomisi= zam,
zulüm, işkence...
Cari açık konusuna tekrar dönelim.
Cari açık nedir?
Bir ülkenin ihraç ettiği mal ve hizmetlerden elde ettiği gelirin, ülkenin yurt dışından ithal ettiği
mal ve hizmetlere yaptığı ödemelerden az olmasıdır.
Oysa yukarıda da aktardığımız gibi bir ihraç
ediyorsak iki ithal ediyoruz. Yani ha bire Dolar,
Euro, Yen, vb. cinsinden dövizle borçlanıyoruz.
Yani borçla alıyoruz aldıklarımızı. Ama bizim
Tayyipgiller işin bu yanına hiç girmiyorlar. Onlar
medyada ha bire, ihracat rakamlarını öne sürüyorlar… Bakın Güngör Uras nasıl isyan ediyor ihracat
rakamlarının ha bire önümüze büyük bir başarıymış gibi sürülmesine:
“Bıktık bu ‘ihracat rekoru’ palavrasından
“Yeter... #e olur her ay başı bu milleti uyutmaktan/kandırmaktan vazgeçiniz. Ekonomi
Bakanı, TİM Başkanı aylık mutad “rekor”
açıklamasını yaptı. “Cumhuriyet tarihinin ihracat rekorunu kırmışız!” Yapmayınız. Ayıp
oluyor. İhracat değil ithalat rekoru kırıyoruz.
Dış ticaret açığı, cari açık rekoru kırıyoruz.
Derdimiz bu.
“Cumhurbaşkanı açıkladı 100 dolarlık ihracatın 82 doları kadar ithalat yapıyoruz.
Ocak-eylül aylarında (rekor kıran) ihracat yüzde 21 artarken (adı anılmayan) ithalat yüzde 39
arttı. Her ay yaklaşık 11 milyar dolar ihracat
yaparken 21 milyar dolar ithalat yapıyoruz. İhracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 54’e düştü. İhracatta, kur etkisi ile patlama falan (henüz yok). TİM’in “rekor” dediği ekim ihracatı
11.8 milyar dolar. #isan, mayıs ve temmuzda
bu rakamın üzerinde ihracat gerçekleşmişti.”
(Güngör Uras, milliyet, 03.11.2011)
İşte gerçek bu!
TL, son üç ay içinde, ABD Doları karşısında
yüzde 20’den fazla değer kaybetti. Yani eski deyişle yüzde 20 develüasyon oldu.
Böyle mi?
Böyle!
Mayıs ayında 150 kuruş 1 dolar ederken, şimdi (Kasım ayında) 181 kuruş 1 dolar ediyor…
Kaldı ki geçtiğimiz yaz aylarında 190 kuruşu bile
gördü 1 dolar.
Gidiş nereye?
2 TL’ye… kimi ekonomistlere göre 2.5
TL’ye…
Neresi güçlü ekonomi bunun?..
TL’nin bu kadar büyük oranlarda değer kaybettiği, Doların bu kadar büyük oranlarda değer
kazandığı bir ülkede, ekonominin dış şoklar
karşısında güçlü olduğu, bir krizden ve ihtimalinden söz edilemeyeceğini, “krizin teğet bile geçmeyeceğini” söyleyerek “noktayı koy”an Başbakan
ve Bakanları, “iş dünyasının temsilcileri” bu gerçekler karşısında ne diyorlar acaba?..
Bu gerçeğin günlük hayatımıza yansımalarını
ise kısaca sayalım:
Doğalgaza;
konutta
yüzde 12.28-14.35 zam, sanayide ise 13.17-14.30,
Elektriğe; konutta yüzde 9.57, sanayide ise yüzde
9.26,
Ulaşıma; İstanbul’da
toplu taşımaya yüzde 16,7
oranında, Ankara’da yüzde 5 oranında zam yapıldı.
Sigara, içki, otomobil ve
cep telefonundaki ÖTV
oranları büyük oranda
arttırıldı. Yani Zam, pardon
“güncelleme”(!) yapıldı.
Bildiğimiz gibi Maliye
Bakanı Mehmet Şimşek,
yaptıkları zamlar için utanmadan arlanmadan, “(…)
Bu artışları bir vergi artışı
ve bir zam olarak görmemek lazım. Tamamen güncelleme” diyerek pişkince
savundu.
Bunların hepsi aynı soydan… Hatırlayacaksınız,
bundan önceki Maliye Bakanı Kemal Unakıtan da
aynen bunun gibi yüzsüzün, utanmazın tekiydi. O
da Kamu Mallarının satışı için “Babalar gibi satarız” diyerek övünüyordu…
Cep telefonu vergisinde dünyada birinciyiz.
Yani dünyadaki en çok cep telefonu vergisini biz
ödüyoruz.
Oranı?
Yüzde 48.2.
En yakın rakibimiz Gabon’la aramızdaki fark
ise yüzde 11.
ÖTV zamlarının etkilediği kesimler kimlerdir,
diye bir araştırdığımızda ortaya çıkan tablo şu oluyor:
Hatırlayacağımız gibi, Tayyip, ÖTV güncellemeleri(!) eleştirilince: “Kardeşim sigarayı içmezsin olur biter. #e olacak? Alkolü biraz daha
az tüketirsin olur biter. #e olacak? Kalkıp da
Porsche kullanacağına gel Fiat, Wolswagen
kullan ne olacak? (…) “Bunları kullan, biraz
daha düşür harcamayı. Bunu düşürdüğün zaman olur biter. Ve ülkenin cari açık sorunu var.
(…)” dedi.
Sigara, içki içme, lüks arabalara binme, tüketime harcama, diyor yani Tayyip sözde. İçki ve sigarayı da lüks tüketimden sayıyor ve bunları kullanmayarak lüks tüketimi azaltalım böylece de cari açığı azaltalım, diyor. Bu ÖTV artışları bunun
için yapılmış oluyor. Kısacası ÖTV artışını zenginlerden alarak, halkı korumuş oluyor… Adam
kandırıyor. Ya da kandırdığını sanıyor…
O zaman soralım Tayyip’e:
Yat, kotra, kristal avize, kürk, uçak, helikopter,
pırlanta, elmasta niye ÖTV artışı yapmadınız? Onlar lüks tüketim değil mi?.. Sigara, içki, cep telefonu bunların yanında çok masum kalmıyor mu?
Ve bunları tüketenlerin çok büyük çoğunluğu halkımızdan insanlar değil mi?
Lüks tüketim ürünlerinin vergisi
de halklarımızın cebinden çıkar
Bir de Tayyip şu kandırmacayı yapıyor. Sanki
lüks araçları sadece bir avuç zengin alıyor. Oysa
lüks araçları alanların (belki de) en büyük alıcısı
bizzat devletin kendisidir. Başta A. Gül, Tayyip’in
kendisi, bakanları, bürokratları hangi arabalara biniyorlar? Fiat’a mı, Mercedes’e mi? Konvoylarındaki sıra sıra Ciplere ne demeli ya?..
Halkımız bu gibi durumlar için, âleme verir
talkını kendi yutar salkımı, der. Tayyip gerçekten
de tam anlamıyla bu deyimin kapsamındadır. Bakın Güngör Uras, Tayyip’in yalanlarını nasıl ortaya çıkartıyor:
“Lüks otomobillerin vergisini de bedelini de
Ayşe Teyzem ödüyor
“Lüks otomobillerin vergisini de bedelini
de bunları satın alanlar ödemez. Önce Maliye
öder. Sonra Ayşe Hanım Teyzem’den tahsil
eder. #asıl olur? Anlatacağım.
“Sayın Erdoğan halkımıza “Porsche’ye binmeyin. Fiat’a binin” diyor. Çok haklıdır. Söylediklerine aynen katılıyorum. Sayın Erdoğan’ı
alkışlıyorum. Rahmetli babaannem ele güne
muhtaç iken, düşünmeden gereksiz harcama
yapanları eleştirirken “Ayranları yok içmeye,
faytonla gidiyorlar def-i hacet etmeye” der idi.
“Umarım ki Sayın Erdoğan, ”Halka verir
talkını, kendi yutar salkımı” durumuna düşmemek için halka yaptığı “uyarıyı”, kamu kesiminde “uygulamaya dönüştürür.” Bakanların,
valilerin, cümle genel müdürlerin ve kumandanların gıcır gıcır son model Mercedes’lerle
dolaşmalarına son verir. Öyle ya Büyük Devlet
Büyüklerinin bindikleri o gıcır Mercedes’lerin
her birinin fiyatı Porsche otomobil fiyatından
daha fazla. Vergileri daha yüksek. (Kendileri
her türlü lüksün lüksü aracı kullanırken, iş Kamu
Çalışanına gelince, hemen tutumları değişiyor. Zalim yüzleri açıkça sırıtıveriyor. Kamu Çalışanlarının işe gidip gelirken kullandıkları servis araçlarını, “Katılım Payı” diyerek paralı hale getiriyorlar. Hatırlarsak daha önce de Kamu Çalışanlarının yemeklerini paralı hale getirmişlerdi. 6 bin
yıllık Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının temsilcileri bunlar. Bunlarda hile, dümen bitmez. Şeytanın
aklına gelmeyecek şeytanlıklar yapar bunlar… K. Y.)
“Ve de bu gıcır Mercedes’lerin bedeli de
vergisi de Maliye’den çıkıyor. Sonunda Ayşe
Hanım Teyzem maydanoz alırken, simit yerken
KDV kesintisi ile bunların faturasını ödüyor.
Gelelim sokaklarda dolanan belli kesimin kullandığı Porsche’lerin lüks arazi araçlarının,
dört çekerlerin, jeeplerin durumuna.
“(…)
“Ammmmaaaa ve lâkin... Türkiye’de devlet
tarafından yanlış yola sevk edilen iki farklı kesim var:
“(1) Kayıt dışı para kazananlar ile devlet tarafından kendilerine sağlanan arazi rantı ile
zengin olanlar. Bu nedenle haydan gelen oluk
oluk parayı huya harcayanlar.
“(2) Kanunların kendilerine tanıdıkları imkânlarla kendilerinin ve aile fertlerinin tüm
araçlarının bedelini ve vergisini ve de benzin
parasını Maliye’ye ödetenler.
“Bizim vergi kanunlarımıza göre gelir ve
kurumlar vergisi mükellefleri, kendileri ve aileleri için satın aldıkları araçlar ne kadar lüks ne
kadar pahalı olur ise olsun, araç bedelini ve bu
araçlar için ödedikleri vergi ile benzin masraflarını vergiden düşebiliyor. Satın almayıp da kiralama şirketinden bu araçları kiralasalar kira
bedelini ve benzin parasını düşebiliyor.
“Ayşe Hanım ve damadının işi zor
“Araç fiyatlarının artması, verginin artması
onlar için dert değil. Onlar zam geldikçe gülüyorlar... Araç bedeli artıkça, vergi ve benzin parası arttıkça Maliye’ye daha az vergi ödüyorlar.
Olan Maliye’ye oluyor. Maliye onlardan vergi
alamayınca Ayşe Hanım Teyzem’den daha fazla KDV alarak onların vergi açığını kapatmaya
çalışıyor.
“Gelelim Ayşe Hanım Teyzem’in damadına
alacağı 1.400 litrelik yerli malı Fiat otomobilin
vergisine.
“Şükrü Kızılot yazdı. En düşük KDV ve
ÖTV 1.600 litrelikten düşük araçlarda. Bu
araçların bedelinin yüzde 61.66’sı oranında
vergi alınıyor.
“Fiat’ın fabrika çıkışı 20.000 TL. Bu araçların KDV+ÖTV vergisi yüzde 61.66. Demek ki
damat bey 20.000 TL’lık araç için 12.332 TL
vergi ödeyecek. Araç alırken toplam 32.332 TL
ödeme yapacak. İyi de... Damat (maalesef) saf
ve bakir bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı.
32.332 TL birikimi yapıncaya kadar gelirinden
yüzde 35 oranında 11.316 TL gelir vergisi ödedi.
“Demek ki, damat beyin 20.000 TL fabrika
çıkışlı yerli otomobili almak için ödediği toplam
vergiler (11.316 TL. gelir vergisi + 12.332 TL
KDV+ÖTV) 23.648 TL. Sakın çok ödedi diye
acımayınız. O çok ödeyecek ki, Büyük Türk
Büyüklerinin bindikleri Mercedes’lerin araç
bedeli, vergisi ve benzini ve de araç bedellerini
vergiden düşen sermaye sahiplerinin kendilerinin ve ailelerinin araç bedelleri, vergileri ve
benzin paraları karşılanabilsin.
“#e yapalım?.. Burası Türkiye A’bicim!”
(Güngör Uras, Milliyet, 24.10.2011)
Gördüğümüz gibi, zengin arabasını dağdan
aşırır, züğürt düz ovada yolunu şaşırır, atasözüne
birebir uyuyor yukarıda anlatılanlar. Tayyip de
halklarımızı kandırıyor, halkçı geçinerek…
Sömürünün vurgunun diğer adı
halkın ödediği vergilerdir
Bildiğimiz gibi bu zamlar (güncellemeler),
Dolaylı Vergilerdir.
Ve Dolaylı Vergilerin oranı ABD ve AB’de
yüzde 35 iken, Türkiye’de yüzde 67’dir. Yani ABD’nin iki katıdır.
Kurumlar Vergisi yani işverenlerin vergisinin
toplam vergi gelirleri içindeki oranı ise yüzde
kaçtır bilir misiniz?
Sadece yüzde 10!
Yani siz şimdi hangi kesimlere güncelleme(!)
yapmış oluyorsunuz?
Halkımıza. Zenginlere değil!
Evet, zengin de fakir de (patronlar Koç da, Sabancı da, Özyeğin de, Zorlu da, Boydak da, Konukoğlu da; işçi Ahmet de, köylü Hasan da, Kamu
Çalışanı Mehmet de) Dolaylı Vergiyi kâğıt üstünde eşit olarak öder. Yani örneğin bir paket sigara-
ya Koç da, işçi Ahmet de diyelim ki 4 TL vergi
öder. Yani görünüşte eşit vergi öder. Ama patron
Koç’un geliriyle işçi Ahmet’in geliri eşit olmadığı
için bu vergi biçimi en adaletsiz vergidir. Türkiye
Milli Gelirinin büyük bir kısmına el koyan Modern ve Antika Parababaları sayıca 2500-3000 kişi
kadardır. Tümü sigara içse, örneğimizle devam
edelim, bir günde ödeyecekleri Dolaylı Vergi ancak 1200 TL olur. Oysa Halklarımız milyonlarcadır. Ve her gün on milyonlarca TL Dolaylı Vergi
öderler sadece sigara aracılığıyla. Bu yüzden de
tüm dünyada Dolaylı Vergiler, “adil olmayan”
vergiler olarak adlandırılır yukarıda saydığımız
nedenlerden ötürü.
Peki benzinde durum nedir?
Dünyanın en pahalı benzini Türkiye’de. Ve bu
en pahalı benzindeki ve diğer akaryakıt ürünleriyle otogazdaki vergi oranları da yine dünyanın en
yüksek oranları. Ve bu vergiler de Dolaylı Vergiler
kapsamındadır.
Petrol Sanayi Derneği (PETDER)’in, 2011 yılı
Ocak-Haziran dönemi sektör raporundaki bilgilere
göre:
“(…) 2011 yılı Ocak-Haziran döneminde
akaryakıt tüketiminden sağlanan dolaylı vergiler (KDV ve ÖTV) (…) 17,6 milyar liraya ulaştı.
“Bu dönemde LPG tüketiminden elde edilen dolaylı vergiler toplamı yüzde 6 oranında
artarak 3,4 milyar liraya çıkarken, böylece
akaryakıt ve LPG sektörlerinden sağlanan dolaylı vergi gelirleri geçen yıla göre yüzde 6,8 artarak 20,9 milyar liraya yükseldi.
“Rapora göre petrol sektöründen 2005
yılından bugüne kadar sağlanan altı yıllık toplam dolaylı vergi gelirinin 210 milyar lira olduğu hesaplandı.” (Sabah, 29.07.2011)
Yani yine vur abalıya!.. Yine alavere dalavere
Halk Mehmet nöbete…
Bir ülkede Dolaylı Vergi oranı ne kadar yüksekse, bu durum “yolunacak kaz” olarak en kolay
halkın görülmesi demektir. İşverenlerden vergi
alamayan-toplayamayan Parababaları devleti, vergiyi emekçi halk kesimlerinin sınıfından elde eder.
Ya bizzat çalışanların maaş ve ücretlerinden direkt
olarak kestiği Gelir Vergileri yoluyla ya da ÖTVKDV ve diğer Dolaylı Vergiler yoluyla…
“#e kadar köfte o kadar ekmek
“(#e kadar vergi o kadar hizmet)
“#e kadar vergi, o kadar hizmet... Vergi
toplanamaz ise, hizmet de artırılamaz. Hele hele bütçe disiplini varsa. Bütçe disiplini harcamaları vergiye göre sınırlamaktır. Bütçe açığına mani olmaktır. Bütçe disiplini başarıdır.
Denk bütçe yapmak başarıdır. Fakat marifet
ülkede geliri olandan geliri ölçüsünde vergi alarak bütçe gelirlerini artırmaktır. Bu yapılamaz
ise KDV ve ÖTV gibi dolaylı vergiler ile zengin
fakir farkı olmadan vergi toplanması zorunluluğu ortaya çıkar. O zaman bütçe harcamaları
Güngör Uras
KDV ve ÖTV gibi halkın yaygın ödediği verginin geliri ile sınırlandırılır. Bütçe gelirini artırmak için devamlı olarak KDV ve ÖTV artırılır.
Hükümetlerin hizmeti büyümez. Maliye
Bakanı’nın dün açıkladığı 2012 Bütçesi vergi
geliri tahminine göre, (çoğu memur ve ücretlilerden kaynakta kesilen vergilerden oluşan) gelir vergisinden 53 milyar TL, (çoğu bankalardan alınan) kurumlar (şirketler) vergisinden 27
milyar TL gelir bekleniyor. Geçen yılın bütçesine göre vergi geliri artış tahmini gelir vergisinde yüzde 13, kurumlar vergisinde yüzde 18 dolayında. Varlıklı kesimden, gelirleri ölçüsünde
alınan bu vergilerin oranını artıramayan ve de
vergi vermeyenleri kümese sokamayan Hükümet, KDV ve ÖTV ile halkı yolmak zorunda.
2011 bütçesine göre 2012 yılında dahilde alınan
KDV gelirinde yüzde 26, ithalde alınanda yüzde 31, özel tüketim vergisi gelirinde yüzde 15
artış bekleniyor. Fabrikatör, banker, müteahhit
Recep Beylerin ödeyeceği gelir ve kurumlar
vergisinden gelecek toplam vergi geliri tahmini
81 milyar TL iken Ayşe Hanım Teyzemlerin ve
Ali Rıza Bey Amcamların ödeyecekleri toplam
KDV ve ÖTV geliri tahmini 158 milyar TL. Bunu artırmak (pardon güncelleştirmek) için önümüzdeki aylarda KDV ve ÖTV oranları daha
da artırılacaktır. (Müjde!)” (Güngör Uras, Milliyet, 19.10.2011)
İşte ÖTV oranlarının “güncellenme”sinin arkasında yatan gerçek nedenler bunlardır. Ama
Tayyip, hep yaptığı gibi, burada da yalan söylemekte, halkımızı kandırmaktadır. Kendilerini
halktan yana iktidar olarak göstermektedir. Oysa
söylediklerinin hepsi yalandır. Tayyip yalancıdır!
Aşık İhsani’yi bir kez daha dinleyelim mi?
İş yoğmuş, dert çoğmuş kim anlar
Yürüsün sefalet, çürüsün canlar...
Hiç durmadan dinlenmeden yalanlar
Atın beyler, atın devran sizindir.
Düzenbazlar ellediler devleti
Talan var ha beyler, talan var talan!
Demokrasi türküleri söylenir
Yalan var ha beyler, yalan var yalan
***
Cari açığın artmasının diğer sonuçları ne oluyor diye baktığımızda görüyoruz ki enflasyon canavarı almış başını gidiyor:
Milliyet Gazetesi, 04 Kasım tarihinde “Enflasyonda 9 yılın rekoru” kırıldı başlığını atıyor.
Fethullah’ın Zaman Gazetesi; “Vergi ve enerji
zamları tetikledi ekim enflasyonu 9 yılın zirvesinde” demek zorunda kalıyor:
“Tüketici fiyatları (TÜFE) ekim ayında
yüzde 3,27 artarak 2002 yılından bu yana en
yüksek seviyesine tırmandı. Tahminlerin üzerindeki yükselişte sigara ve alkoldeki vergi artışları ile döviz kurlarındaki yüksek seyir etkili
oldu. Uzmanlar, “Elektrik ve doğalgaz ile gıdagiyim zamları da enflasyonun tuzu biberi.” yorumunu yaptı.
“(…)
“Sigara-alkoldeki vergi artışları ile TL’deki
değer kaybına elektrik ve doğalgaz zamları ile
gıda ve giyim fiyatlarındaki yükseliş eklenince
enflasyon canavarı uyandı. Tüketici fiyatları
(TÜFE) ekim ayında yüzde 3,27 artarak Ekim
2002’den beri en yüksek değerini aldı. Ekonomistler, enflasyondaki yükselişin kasımda da
süreceğini, ekimde yüzde 7,66 olan yıllık enflasyonun yıl sonunda yüzde 9 civarında şekilleneceğini belirtiyor.” (Zaman, 04.11.2011)
Faiz oranları tekrar yüzde onların üstüne
çıkıyor.
Ve domino!
“Cari açıkta yıllık rekor kırıldı: 77.5 milyar
dolar” (Milliyet, 16.11.2011)
Yaptığı bu kadar dış borç, vergi artışı, zam yetmezmiş gibi Tayyipgiller, yerli-yabancı Parababalarına bir kıyak daha geçmek istiyorlar. İşçi
Sınıfımızın onlarca yıllık kazanımı olan Kıdem
Tazminatına da göz dikiyorlar:
“Sıra “kıdem tazminatı fonu”nda…
“Devlet her ay işçiden, işverenden para toplayarak “Kıdem Tazminatı Fonu” kuracak.
İşçiye emekliliğinde fondan para ödenecek.
“Devlet bundan önce çalışanlar için “Zorunlu Tasarruf Fonu” ve “Konut Edindirme
Fonu” adı ile fonlar kurdu. Fonlar çalışmadı.
Toplanan paraların dağıtılmasına karar verildi.
Ücretlerinden para kesilenler yıllar boyu paralarını geri alamadı.
“Kıdem Tazminatı Fonu oluşturma arayışı
“İşçiyi Kolay al-Kolay çıkar” düzenleme
arayışının bir ayağıdır. Dünya Bankası ve IMF
uzmanları yıllardır Türkiye için hazırladıkları
raporlarda İngilizcesi “Easy hire-Easy fire”
(Kolay al-Kolay çıkar) olan bu tür bir düzenlemenin yapılmasını öneriyorlar.
“Kolay al-kolay çıkar uygulamasına geçilmesi ile, “Esnek Çalışma Şartları”nın sağlanacağı işverenin rekabet gücünü artıracağı ileri
sürülüyor.
“Esnek Çalışma Şartları düzenlemesi 3
farklı alanda değişikliği hedef alıyor.
““1) Kıdem tazminatı uygulaması değiştirilecektir. Kıdem tazminatında işverenin yükümlülükleri kaldırılacaktır.
“2) Bölgesel asgari ücret uygulamasına geçilecektir.
“3) İşverenin ücrete bağlı sigorta ve vergi
mükellefiyetleri
azaltılacaktır.
Kıdem Tazminatı uygulaması 1936 yılında başlamıştır. 1975 yılından bu yana süren uygulamaya göre (basit anlatımı ile) işvereni 1 yıldan
fazla süredir işyerinde çalıştırdığı işçiyi (sebepsiz olarak) işten çıkardığında veya işçinin
emeklilik süresi dolduğunda, işçinin çalıştığı
her bir yıl için 30 günlük giydirilmiş bürüt ücreti tazminat olarak öder. Yıllık tazminat ödemesinin her yıl tavanı değişir. Bu yılın tavanı
2.623 TL’dir.
“Kıdem Tazminatı işçi için 2 yönlü güvencedir.
“(1) İşveren, sebepsiz yere işçileri işten
çıkarmakta zorlanır.
“(2) İşçi sebepsiz yere işini kaybeder ise ve
emekliliği geldiğinde eline bir miktar birikmiş
para geçer.” (Güngör Uras, Milliyet, 20.09.2011)
İşte gerçekler bunlar!
“Başbakan noktayı koy”muş, işverenler test
edildi, onaylandı, demişler ama, hayat onları doğrulamamış her zaman olduğu gibi. Zaten onlar da
söylediklerinin doğru olmadığını biliyorlar. Ama
halklarımızı kandırmaları, aldatmaları gerekiyor
aşağılık soygun ve vurgun düzenlerinin devamı
için. Allahla aldatacaklar, “İleri Demokrasi” yalanlarıyla aldatacaklar, yalanla dolanla aldatacaklar, aldatacak oğlu aldatacaklar…
Nereye kadar?..
Ya aldanmayanlar varsa?..
Onlar da her türlü baskı ve zulümle susturulacaklar. Söyledikleri gerçeklerin duyulmaması için
Parababaları medyası tarafından ablukalara uğratılacaklar, olmadı cezalarla korkutmaya çalışacaklar… Antiemperyalistler, yurtseverler, halkseverler zindanlara doldurulacak. Vatanı savunmak suç
durumuna gelecek…
Nereye kadar?.. Ne zamana kadar?..
Yerli-yabancı Parababaları yenilecek, İkinci
Kurtuluş Savaşı’mız mutlak zafer kazanacak,
Halklarımız Demokratik Halk İktidarını kuracaklardır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın!
Ve o zaman Halklarımızı Allahla aldatan bu
İblislerden yaptıkları zalimliklerin hesabı sorulacaktır.
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
5
Hikmet Kıvılcımlı, devrim kıvılcımları saçmaya devam ediyor...
Baştarafı sayfa 1’de
rimle muştulanmış biricik siyaset olduğunu
belirten Erkan, “Türkiye’de Demokratik
Halk Devrimini ya biz yapacağız! Ya biz
yapacağız! Başka şık yok!” diyerek görevlerinin büyüklüğünü göze batırdı.
Ayhan Erkan’ın günümüze ışık tutan;
coşkulu, heyecan dolu konuşması sık sık;
“Kahrolsun ABD-AB Emperyalizmi”,
“Yeni Sevr’e Karşı Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşı’mız”, “Kahrolsun Emperyalizm Yaşasın Sosyalizm”, “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganlarıyla kesildi.
Hikmet Kıvılcımlı’nın Mezarbaşı Anmasından sonra onun öğrencisi olan ve
devrimci sendikal mücadelenin öncülerinden İsmet Demir’in mezarbaşına gidildi.
Saygı duruşunun ardından, Sancaktepe
İlçe Sekreteri Deniz Bin, İsmet Demir’in
hayatı ve mücadelesini anlatan bir konuşma
yaptı.
Buradaki anmanın ardından Kurtuluş
Partililer geldikleri gibi sloganlarla mezarlığı terk ettiler.
Anmaya çok sayıda Kurtuluş Partilinin
dışında, Halkın Sanatçıları Birliği’nden
Fevzi Kurtuluş, Taşkın Aşan, İsmail Aydoğmuş, Hanife Yılman, Süleyman Zaman, Kazım Çağın, Cafer Arat, Arabali
Gülşen gibi şair, müzisyen ve yazarlar da
katıldı.
Ankara:
Türkiye Devrimi’nin Teorik ve Pratik
Önderi Hikmet Kıvılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının 40’ıncı yılında, Ankara’da
Sakarya Caddesi’nde, saat: 18.00’da gerçekleştirilen ve Ankara İl Yöneticisi Kubilay Akçay’ın okuduğu bir basın açıklamasıyla anıldı.
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
İzmir:
Türkiye Devriminin Önderi Hikmet Kıvılcımlı, bedence aramızdan ayrılışının
40’ıncı yılında İzmir’de de anıldı.
İzmir’deki basın açıklaması, Konak
YKM önünde yapıldı. Basın açıklamasını İl
Başkanı Tacettin Çolak okudu.
İzmir’den Kurtuluş Partililer
Görev: Daha çok Devrimcilik...
Av. Ayhan Erkan Yoldaş’ın Mezarbaşı konuşması:
Yoldaşlar!
Usta’mızı mezarbaşında ilk olarak1980’li yıllarda andık. Çünkü 80 öncesi
“Devrimci Derlenişçiler” olarak İstanbul’da yok denecek kadar azdık.
80 sonrasının o ilk anmalarında “Devrimci Mücadeleciler” olarak sayımız 2030 civarlarındaydı.
Giderek 200’e ulaştık, hatta aştık da
“Kurtuluş Partililer” olarak.
Bu bir gelişme miydi?
Elbette ki bir gelişmeydi.
Yeterli bir gelişme miydi? Hedeflediğimiz bir gelişme miydi?
Elbette ki hayır. Hedeflediğimiz bir gelişme değildi elbette ki…
Hedeflediğimiz; Proletarya Partisini
Yeniden Örgütleyerek Devrim yolunda
hızla ilerlemek için Devrimci Derlenişi
filli sorunlarını bile hemen gün gibi aydınlatıyoruz teorinin gücüyle.
Usta’mızın bedence aramızdan ayrılışı
üzerine, O’ndan Bayrağı devraldığımız
günden bugüne kadar ister sol içi, ister ülke
geneli, ister dünya ölçeğindeki gelişmelerde, en doğru düşünce ve davranışı sergilemeyi başardık hep.
Ama burjuva-küçükburjuva solları, en
basit sorun karşısında bile tökezledi. Daha
çetrefil sorunlar karşısında ise yerlerde sürünür hale geldi. Zaten köklü bir teorileri
olmadığından, eklektik, bütünlüklü olmayan, her gün, her an, her cümlede birbiriyle
çelişen düşünce yapıları artık tamamen çökmüş durumda. İdeolojik olarak tam bir iflası yaşıyorlar. Siyaseten emperyalist politikaların yedeğine düşerek acılı ve acınası bir
şekilde can çekişiyorlar.
gerçekleştirmekti. Devrimci Derlenişi başarmak için de Öncü Grup seviyesine yükselmemiz gerekiyordu. İşte bu hedeflerimize hâlâ ulaşabilmiş değiliz. Bu yüzden kaydettiğimiz gelişmeyi yeterli bulmuyoruz.
Ama burjuva-küçükburjuva solları günden güne erirken biz yeterli bulmasak da bir
gelişme yakalamış bulunuyoruz Yoldaşlar.
Kurtuluş Partililer olarak, Proletarya Sosyalistleri olarak bu gelişmemizi hızlandırmalı,
ivmelendirmeli, beşe, ona, hatta yüzlere,
binlere katlamalıyız.
Buna mecburuz!
Buna görevliyiz!
Bunu hak ediyoruz!
Çünkü biz, Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğulları, düşünce kızları devrimle
muştulanmış biricik siyasetiz.
Türkiye’de Demokratik Halk Devrimini
ya biz yapacağız! Ya biz yapacağız! Başka
şık yok!
Neden?
Çünkü sadece Bizim Teorimiz Türkiye
Devrimi’nin Yolunu aydınlatıyor!
Çünkü sadece Bizim Pratiğimiz Türkiye’de Devrime giden Yolu döşüyor!
İşte bu yüzden burjuva-küçükburjuva
solları günden güne erirken, biz (asla yeterli bulmasak da), bir gelişme içindeyiz.
Yeterli bulmadığımız bu gelişmemiz Nicelikçe bir gelişmedir.
Ama itelikçe yani Teorice ve İdeolojik olarak tam bir gelişim içindeyiz. Burjuva-küçükburjuva sollarıyla kıyaslar isek devasa bir gelişme içindeyiz...
Usta’mız sayesinde, O’nun eşsiz teorik
hazinesinin ışığında, günümüzün en çetre-
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı’yı zaten hiç
anlamadılar. Anlamak için hiç çaba sarf etmediler. Usta’mıza düşmanlık yapmayı,
O’nu karalamayı “keskin” devrimcilik sandılar.
Bu yüzden devamcıları olduklarını iddia
ettikleri Mahirler’i, Denizler’i de yeteri
kadar anlamadılar.
Mahirler’le, Denizler’le, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı, 27 Mayıs Politik
Devrimi, Türk Ordusu, Şeriat Tehlikesi ve
Laiklik gibi konularda aynı düşünceleri
paylaşıyoruz. Fakat Onlar’ın devamcısı olduklarını iddia edenler bu konularda Onlar’ı reddettiler. Mahirler’in, Denizler’in
“Öncü Savaşı” gibi ayrı düştüğümüz noktalardaki düşünce ve davranışlarını da terk ettiler zaten.
Kıvılcımlı’ya düşmanlıkları yetmezmiş
gibi Mahirler’den, Denizler’den de koptular. Sadece Onlar’ın kahramanlıklarını riyakârca sömürüyorlar şimdi. Bu da onları bulundukları bataklığın daha da derinliklerine
itiyor sadece.
Nitelikçe gösterdiğimiz gelişmelerin
başlıcaları şunlardır:
- “İnsan Hakları” Mücadelesinde egemen olan sınıflarüstü (yani Burjuvaca) anlayışa karşı sınıfsal (yani Proleter) anlayışın
bayrağını dalgalandırdık yıllarca.
Burjuva-küçükburjuva solları hem teori
hem pratikçe, hep bize karşı, burjuvaca bakışın yanında yer aldı, birkaç istisnai ve tekil durumlar dışında.
- Sendikal Mücadele alanında Gangster-Sarı Sendikacılığın karşısında Devrimci
Sınıf Sendikacılığının bayrağını dalgalan-
dırdık yıllarca ve halen dalgalandırmaya devam ediyoruz.
Türkiye İşçi Sınıfı Tarihine altın harflerle kazınacak onlarca Örgütlenme-İşgalGrev-Direniş armağan ettik. Bu şanlı İşgalGrev-Direnişlerimiz slogan oldu alanlarda
haykırıldı: “İşgal-Grev-Direniş! Yaşasın
Kurtuluş Partimiz!” olarak.
Burjuva-küçükburjuva solları ise bize
karşı sarıların koltuk değnekliğini tercih ettiler çoğunlukla. Bazen bizzat sarılaşmayı
tercih ettiler, bazen de bizle birlikte davranacakları yerde, küçükburjuva katırlıkları
depreşerek, sırf bizi gölgelemek amacıyla,
bizden ayrı olarak sarıların karşısına çıkar
gibi yaptılar. DİSK’in 1997 genel kurulunda olduğu gibi...
- Biz Proletarya Sosyalistleri, “Sosyalist
Kamp’ın” çökmesinden sonra ABD ve AB
Emperyalistlerinin dünyayı 1000 devlete
bölme planı olan “Project Democracy”yi
teşhir ve ona karşı cepheden mücadele bayrağını açarken;
Burjuva-küçükburjuva solları “Project
Democracy”nin “azınlık hakları”, “mezhep
ve inanç hakları”, “kadın hakları”, “çevre
hakları”, “cinsel tercih hakları” gibi dolmalarını yutarak emperyalizmle enternasyonalizmi karıştırdılar.
“Project Demokrasi” ile, emperyalizmin
eskiden en büyük tehlike olarak gördüğü
Komünizm yerine artık “Ulusal Devlet”i
geçirmesini, en terörist hareketler olarak da
“Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri”ni görmesini gafilce paylaşır oldular.
“Dünyayı 1000 devlete” bölmeye yönelik bu emperyalist planının ülkemizin payına düşen en az üç parçaya bölme yönündeki Yeni Sevrci emperyalist girişimlerine
“Faşist TC dağılsa kötü mü olur?” solcu palavrasıyla yandaşlık yapar hale geldiler.
“Ergenekon”, “Balyoz” adlı sözde yargılamaların bir CIA operasyonu olduğunu,
Yeni Sevrci saldırı karşısında duracak en
güçlü direnç noktası olan Ordu Gençliği’ni
etkisizleştirmeyi hedeflediğini göremediler.
Yargılanan hiçbir darbecinin olmamasına,
Kontrgerillacı olarak bilinen bir iki kişinin
dışında Antiamerikancı, Yurtsever, Kemalist subayların, aydınların esir edilmelerini
sevinç gösterileriyle alkışladılar.
Emperyalistlerin, Fethullahçıların, Tayyipgiller’in “darbeciler yargılanıyor, Kontrgerilla yargılanıyor” korosuna katılmalarını
eleştirince bize hakaretler yağdırdılar.
Hrant Dink’in cenazesinde ABD ve AB
Emperyalistlerinin arkasında saf tutmalarını
eleştirmemize hakaretlerle karşılık verdiler.
Emperyalist çakallar tarafından “umut
kaynağı” olarak nitelendirilmekten utanacaklarına;
CIA güdümlü Fethullahçı yargıyı alkışlayarak CIA operasyonuna yandaşlık yapmaktan vazgeçeceklerine;
Bizi “Ulusalcı”, “İP”çi ilan ettiler. Üstelik, dışımızdaki tüm siyasetler 1992 1 Mayısı’nda İP’in (o zamanki SP’nin) kuyruğunda seyretmelerine ve bizim hiçbir koşulda, hiçbir zaman bunlarla bir araya gelmememize rağmen bize bu iftirayı atabiliyorlar.
Bazıları daha da ileri giderek geçmişte
ve günümüzde, bulunduğumuz her alanda,
antifaşist mücadelede en ön safta savaşmamıza, bu uğurda onlarca şehit vermemize ve
bunu bilmelerine rağmen, utanmadan bizleri “faşitlikle, MHP’lilikle” itham ettiler.
- Biz Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye
Sınıfına, onun ideolojisi Şeriata ve şeriatın
simgesi olan Türbana karşı mücadele
ederken; onlar, türbanı “kıyafet ve inanç özgürlüğü” olarak değerlendirip Tefeci-Bezirgân Sermayenin yedeğine düştüler.
Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının örgütleri Mazlum-Der, Özgür-Der gibi örgütlerle ortak paneller, eylemler düzenlediler.
Sivas Katliamı’nın yıldönümünde düzenlenecek protesto gösterisine onları (yani katliamcıların örgütlerini de) çağırdılar.
Kendilerini eleştirince, Şeriatın bir tehlike olmadığını savunarak, bizi “Kemalistlikle”, demokrasisinin olmazsa olmazlarından
olan laiklik bir suçmuş gibi “laiklikle” suçlamaya kalktılar.
Referandum’da “yetmez ama evet”çilikle ve aynı kapıya çıkan “boykot”çulukla,
Emniyet, Milli Eğitim, Medyadan sonra
Yargının da Ilımlı İslam’ın (yani Şeriatın,
yani Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının)
eline geçmesine hizmet ettiler.
Kısacası;
Biz İşçi Sınıfı Sosyalistleri,
Biz Hikmet Kıvılcımlı’nın Düşünce
Oğulları-Düşünce Kızları
Üç Temel İlkemizi:
ATİEMPERYALİZM
ATİFEODALİZM
ATİŞOVEİZM İlkelerimizi,
Günümüzdeki Sınıflar Kavgasının aldığı
hâle göre biçimlendirirken;
Biz, Antiemperyalizmin, sadece ABD
Emperyalizmi değil, Irak, Afganistan, Libya gibi ülkelerde onunla tüm canavarlıklara
ortak olan AB Emperyalizmine de, Japon
Emperyalizmine de karşı çıkmaktan geçtiğini;
Kürt Sorunu’nda Amerikancı ve AB’ci
çözüme karşı çıkmaktan geçtiğini savunurken;
Onların bir kısmı “Emeğin Avrupası”
palavrasıyla AB’cilik yapmakta, bir kısmı
da Kürt Sorunu’nun Amerikancı ve AB’ci
çözümünün yanında yer almaktadır.
Biz, Antifeodalizmin, Tefeci-Bezirgân
Sermayeye, onun ideolojisi Ilımlı İslam’a
(yani ülkemizi Ortaçağ karanlığına götürecek olan Şeriata) ve onun simgesi Türbana,
Mazlum-Der gibi onun tüm örgütlerine karşı mücadele ederek tümünü tasfiye etmekten geçtiğini savunurken;
Onlar “Şeriat diye bir tehlike yoktur, laiklerin abartmasıdır, türban özgür olmalıdır” diyerek Tefeci-Bezirgân Sermeyenin
ideolojisine destek olmakta, irtica örgütleriyle eylem birlikleri yapmaktadırlar.
Biz, Antişovenizmin, tam bir eşitlik temelinde Edirne’den Çin Sınırına uzanacak
Kürt-Türk Federasyonunu (Halk Cumhuriyeti’ni) savunurken, Kürt Halkının Kendi
Kaderini Tayin Hakkına da sonuna kadar
saygı duymaktan geçtiğini savunurken;
Onların bir kısmı Kürt düşmanlığı,
Bir kısmı da Emperyalist çözümün yedeğine düşerek Türk ve Arap düşmanlığına,
yani bölge halklarının kardeşliği yerine onların boğazlaşmasına çanak tutmuş olmaktadır.
Geçmişte birçok eyleme birlikte imza attığımız, faşizm zindanlarında birlikte direndiğimiz, yeri geldiğinde birlikte ölümü göze aldığımız ve öldüğümüz bu burjuva-küçükburjuva sollarının, Devrimci Derlenişin
bu potansiyel bileşenlerinin bugün içinde
bulundukları bu batak, bu Sevrci Solculuk
bizleri elbette ki derinden yaralamaktadır.
Çünkü bu ideolojik ve pratik çöküşleri,
Devrim Cephesini zayıflatıp Karşıdevrim
Cephesini güçlendirmektedir ne yazık ki.
Onları bu bataktan kurtarmak için teorinin kurtarıcı ışığını üzerlerine yollarken,
ideolojinin acımasız kızgın kılıcıyla da irinleşen yaralarını dağlamaktan başka bir şey
elimizden gelmez.
Ama aslolan;
Biz Proletarya Sosyalistlerinin, biz Kıvılcımlı’nın Düşünce Oğulları-Düşünce
Kızlarının, biz Kurtuluş Partililerin, vazgeçilemez, ertelenemez, kotarılması mutlak
bir zorunluluk, bir hayat-memat meselesi
olan görevlerimizin üstesinden gelmektir.
Daha çok Örgütlenme!
Daha çok İşgal-Grev-Direniş!
Daha çok Kavga!
Daha çok Örgütlenme!
Daha çok Devrimcilik!
Daha çok Devrimcilik!
Daha çok Devrimcilik!
Proletarya Partisinin Yeniden Örgütlenmesi için Devrimci Derleniş’i sağlayacak
Öncü Grup olmak!
Ülkemizde Devrim yapmakla muştulu
biricik grup olarak, başta İşçi Sınıfımız gelmek üzere tüm emekçileri, gençliğimizi, kadınlarımızı bu müjdeye göre ordulaştırmak;
Tarihin omuzlarımıza yüklediği Demokratik Halk Devrimini başarmak!..
Kürt’üyle-Türk’üyle tüm çilekeş insanlarımızı sömürünün, yalanın, yoksulluğun,
yolsuzluğun, zorbalığın olmadığı, eşit kardeşlerden oluşan Sosyalist bir aileye kavuşturmak...
Ustalarımız Marks-Engels’in, Lenin’in,
Kıvılcımlı’nın hayatlarını feda ettikleri Yüce Davayı zafere ulaştırmak için, onların
açtığı yoldan yürüyerek onlara layık Devrimciler olmak...
Aslolan işte bu görevlerin üstesinden
gelmektir Yoldaşlar!..
Konuşmamı bitirirken, Usta’mızı, bedence aramızdan ayrılan tüm Yoldaşlarımızı en derin ve içten saygıyla anar;
Hepinizi Yoldaşlığın tertemiz, sımsıcak
duygularıyla kucaklarım.
6
D
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
evrimci 78’liler Federasyonu ve Elektrik Mühendisleri Odası Ankara Şubesi,
12 Eylül 2011 tarihinde, “Türkiye’de
Toplumcu Düşünceye Özgün Katkılar” başlıklı bir panel düzenledi.
Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde gerçekleşen
ve Haşim Aydıncak’ın yönettiği Panelde,
“Pratiğe Adanmış Teori; Mahir Çayan” başlıklı sunumu Mehmet Ali Yılmaz, “Devrimci
Kararlılık; Deniz Gezmiş” sunumunu Aydın
Çubukçu, “Gelenekten ve Resmi İdeolojiden
Kopuş; İbrahim Kaypakkaya” sunumunu
Erşat Akyazılı ve “Sosyalist Mücadelenin
Çınarı; Hikmet Kıvılcımlı” sunumunu ise
Partimiz Merkez Komite Üyesi ve Ankara İl
Başkanı Sait Kıran yaptı.
Mehmet Ali Yılmaz, Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim-I ve II’deki düşüncelerini özetledi.
Mahir Çayan’ın Örgütlülük, Emperyalizm
12 Eylül Etkinlikleri Kapsamında Ankara’da
“Türkiye’de Toplumcu Düşünceye Özgün Katkılar”
başlıklı panel yapıldı
ve Devrim anlayışının 1970 başlarında ve sonrasında gençlik içerisinde bir etki uyandırdığını
belirten Mehmet Ali Yılmaz, Marksist-Leninist
anlayışı Türkiye koşullarına Çayan’ın uyarladığını belirtti. 1972’de katledilen Mahir Çayan’ın
düşüncelerinin orada bitmediğini, sonrası kuşağı da etkilemeye devam ettiğini belirten Yılmaz, Çayan’ın düşüncelerinin 1970’lerde kendini yeniden yarattığını vurguladı.
Aydın Çubukçu; Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Behice Boran ve
Hikmet Kıvılcımlı’nın düşüncelerinin uyuşmadığını, strateji ve taktiklerinin birbirlerine ters
olduğunu ve aynı örgütte bir araya gelemeyeceklerini belirtti.
Teoride Mahir’in orijinalitenin zirvelerinde
olduğunu, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın kendi zamanında bir orijinalite, bir özgünlük temsilcisi
olduğunu vurguladı. Kaypakkaya’nın ise geleneksel solun teorik, örgütsel birikimlerinden ve
mücadele biçimlerinden kopuşun temsilcisi olduğunu aktardı. Deniz Gezmiş’in özgün bir
teorisinin olmadığını, kitapsız devrimcilerden
olduğunu, Deniz’i ayırt eden unsurun eylemciliği olduğu vurgusunu yaptı.
Mahir Çayan Kesintisiz Devrim broşürleri-
saflarında mücadele etmektedir.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneğinde mücadele etti. İnsan Hakları
Derneği Ankara Şube Yöneticiliği yaptı. Uzun
yıllar Çağdaş Hukukçular Derneği Ankara Şube
Başkanlığı görevini yürüttü.
Halkın Kurtuluş Partisi kurucusu oldu. Hâlâ
Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komite Üyesi
ve Ankara İl Başkanı olarak devrimci mücadelesini sürdürmektedir. Buyurun Sayın Sait Kıran:
yaşantım boyunca, bu kara toprağın kuru
öküzü gibi bu topraklarda mücadele ettim,
bir an bile devrim cephemi terk etmeyi göze
alamadım” der.
Hikmet Kıvılcımlı, böylesine pratik mücadele içerisinde yer alan bir insandır.
Yine dost düşman, yani devrimciler de, düşman olan burjuvaların da teslim ettiği bir şey
vardır ki, Hikmet Kıvılcımlı 50 yıllık Devrimci
Mücadelesi boyunca sayısız defa, kendi deyimiyle çoğu insanın aklından bile geçiremeyeceği işkence tezgâhlarına yatırılmış, işkencelerden
geçirilmiş, fakat hiçbir zaman çözülmemiş, hiçbir örgütünü, hiçbir yoldaşını teslim etmemiş
bir insandır.
Yine yargılandığı sayısız mahkemeleri, bir
devrimci mücadele alanı olarak görmüş, kürsüyü, sanık kürsüsünü, devrim propagandasının,
devrimci ajitasyonun yapıldığı kürsüler haline
getirmiştir.
1929’da, biraz önce arkadaşımız anlattı,
1929 TKP Yargılaması’nda, 4,5 yıla mahkûm
edildiğini açıklayan Mahkeme Heyetine karşı
“4,5 yıl Kızıl Bir Profesör olmak için iyi bir
süredir” demiştir.
Ve gerçekten de bunu bir ajitasyon, kuru bir
laf olsun diye yapmamış Hikmet Kıvılcımlı.
22,5 yıllık cezaevi yaşantısını yatılıp kalkılan
bir süreç olarak algılamamış. Katlanılan, Devrim uğruna göze alınan bir basit cezaevi yaşantısı olarak görmemiş, burayı kendi deyimiyle
“üniversite”lere çevirmiş, kendisini her türlü
Devrimci Teori ile donatmış, kendisiyle birlikte
bulunan yoldaşlarını da bu doğrultuda donatmış
bir Devrim Önderidir. Ve bu çerçevede de sayısız teorik eser yaratmış bir önderdir.
Yine kendisi de hep söylediği için belirtmek
gereğini duyuyorum, bu teorik eserleri de “ya
bende bir eser yazayım, ben de bir kitap yazayım, benim de namım yürüsün, benim de adım
duyulsun” kaygısıyla, küçükburjuvaca kaygılarla diyelim ya da, yaratmış bir insan değil.
Her eseri, Türkiye’deki Devrim Mücadelesinin somut bir problemine çözümdür. Bu somut
problemleri çözmek için yapılan araştırmaların,
mücadelelerin bir ürünüdür.
Örneğin, çokça ismini duyduğunuz (ama
maalesef bu da Türkiye Devrimci Hareketlerine
bir eleştirimizdir), çoğunuzun belki kıyısından,
kapağından baktığınız ama sonuna kadar inceleme, bir devrimci eseri etüt eder gibi inceleme
zahmetine katlanmadığınız, “Tarih Devrim
Sosyalizm” yani “Tarih Tezi” eseri de tamamen bu kaygılarla yola çıkılarak yazılmıştırüretilmiştir.
Diyor ki; “4,5 yıllık Elazığ Üniversitesi yani cezaevi sürecimde Marksizm-Leninizmi,
Lenin Usta’nın önerisiyle alfabesinden cebri
alasına kadar etüt ettim.”
Yine Lenin Usta’nın önerisiyle (çünkü biliyorsunuz uluslararası Marksist Literatür Devrimci Teorinin ya da Devrimci Mücadelenin sadece bir kanadıdır. Kendi ülkenizin somut Tarihi, Ekonomik, Sosyal, Siyasal konjonktürüne,
koşullarına bunu uyarlayamazsanız hiçbir şey
yapma şansınız yoktur) bu bakış açısıyla Türkiye’yi incelemeye başladım, Türkiye’yi inceleyince Osmanlı’ya gitmek gerektiğini gördüm.
Osmanlı’yı inceleyince onun Bizans’ın ve İslamiyet’in bir Rönesansı olduğunu gördüm. Bu
süreç tâ İlk Medeniyetten, Sınıfsız Toplumdan
ilk Sınıflı Topluma geçiş süreci olan Sümer’e
kadar uzandı; Sümer’e kadar gitmemi, araştırmamı gerekli kıldı. Bu tez böyle ortaya çıktı.
Tamamen pratik bir amaçla, diyor.
Ve değerli arkadaşlar, bu Tarih Tezi (bizim
iddiamız elbette büyük ama her devrimci hareket, parti gibi bu iddiamızın arkasında duruyo-
Türkiye’de Hikmet Kıvılcımlı’yla hesaplaşmadan
devrimcilik yapılamaz
Haşim Aydıncak:
Şimdi, kelimenin tam anlamıyla bir başka
çınarımıza geçiyoruz: Doktor Hikmet Kıvılcımlı.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı 1902 yılında Priştine’de doğdu. Daha 17 yaşındayken gönüllü olarak Kurtuluş Savaşı’na katıldı. Kuvayimilliye
gönüllüsü oldu, Köyceğiz Kuvayimilliye Askerî Kumandanlığı’na kadar yükseldi.
Liseyi Vefa Lisesi’nde okuduktan sonra sınavla İstanbul Tıp Fakültesi’ne girdi. Öğrencilik
süresince
direniş
faaliyetlerini
sürdürdü, Kurtuluş, Aydınlık gibi TKP yayınları yoluyla giderek Komünist fikirlerle tanıştı ve
1920’lerin başında Türkiye Komünist Partisi
(TKP) üyesi oldu.
1925’de TKP’nin Beşiktaş Akaretler’de gerçekleştirdiği 2. Kongre’de TKP Merkez Komitesi’ne seçildi. Merkez Komite içerisinde görev
aldı. Aynı yıl Aydınlık Gazetesi’nde ilk yazıları
yayınlanmaya başladı. 1925’ten hayatının sonuna kadar sürekli kovuşturmalara, işkencelere
maruz kaldı ve toplam 22,5 yıl hapis yattı.
1925 yılında Kürt ayaklanmaları ile
çıkan Takrir-i Sükûn Kanunu çıktıktan sonra İstiklal Mahkemesi’nde yargılandı ve 10 yıl kürek
cezası aldı. 1 yıl hapis yattıktan sonra çıkan afla serbest kaldı.
1927 yılında Vedat Nedim Tör ve Şevket
Süreyya Aydemir’in parti listelerini emniyete
vermesine bağlı olarak tutuklandı. 3 ay tutuklu
kaldı. Daha sonra başka bir tutuklamada 4,5 yıl
yeni bir mahkûmiyet aldı.
1938 yılında Nazım Hikmet’le birlikte yargılandığı Donanma Davası’nda 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı, 12 yıl yattıktan sonra tahliye
oldu.
1954 yılında legal Vatan Partisi’ni kurdu.
1965 yılında Tarihsel Maddecilik Yayınları’nı kurdu ve yönetti,
Marx, Engels ve Lenin’in eserlerinden birçok çeviriler yaptı ve yayınladı. Das Kapital’in
bir bölümünü çevirdi.
1967’de İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’ni (İPSD) kurdu.
İktisattan Antropolojiye, Marksist düşüncenin tarihsel ve kuramsal gelişiminin açıklanmasına ve Türkiye’de bir İşçi Sınıfı devriminin
strateji ve taktik sorunlarına kadar çeşitli konularda çok sayıda telif eseri var. Aydınlık, Türk
Solu, (kendisinin kurduğu) Sosyalist, Ant gibi
dergilerde makaleleri yayınlandı.
En önemli eserleri olan Tarih Tezi kitabını 1965, Yol: TKP’nin Eleştirel Tarihi kitabını
da 1932 yılında yayınladı.
1971 yılında ağır hasta olduğu için yoldaşları tarafından tedavi için yurt dışına çıkarıldı. 11
Ekim 1971’de Belgrad’da yaşamını yitirdi.
Yani Türkiye’deki sosyalizm literatürüne
kazandırdığı, pek çok yazdığı eserleri var. Onları şimdi okumak istemiyorum. Gerçekten uzunca bir liste. Her aşamada sürekli yazan, üreten
bir insan olduğunun ve kendine özgü diliyle yazan bir insan olduğunun birer örnekleri bunlar.
Şimdi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı bize Avukat
Sait Kıran anlatacak.
1964 yılında Adıyaman İli Besni İlçesi Sarıkaya Köyün’de doğdu Sait Kıran. İlk, orta, lise
öğrenimini Besni’de tamamladı. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni 1988 yılında bitirdi.
1989 yılından bu yana yürüttüğü mesleki yaşantısında özellikle işçi ve sendika avukatlığı
yapmaktadır. Öğrencilik döneminde devrimci
hareketle tanıştı ve o zamandan bu tarafa Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın görüşlerini savunan
Devrimci Mücadele, Halkın Kurtuluş Partisi
Sait Kıran Yoldaş:
Sevgi ve saygıdeğer arkadaşlar,
Sağ olsun Başkan Hikmet Kıvılcımlı Usta’nın hayatından kısa başlıklar aktararak benim
yükümü biraz hafifletti. Yoksa ben onlara da
girmek durumunda kalacaktım…
Dikkatinizi çekmiştir. Hikmet Kıvılcımlı sol
ortamda kendisini çok da reddetmeyen, etmek
istemeyen, göz ardı etmek istemeyenlerin de
ileri sürdüğü gibi, sadece çok eser üretmiş, bol
miktarda eseri olan bir teori adamı değil.
Hikmet Kıvılcımlı, tüm devrimci yaşantısı
boyunca Teorik-Pratik devrimci mücadele içerisinde yer almış, bir an bile bu Devrim Cephesini terk etmemiş bir insan. Arkadaşımız anlattı;
Hikmet Kıvılcımlı için Antiemperyalist Ulusal
Kurtuluş Savaşı, bir teori sorunu değil. Teorik
olarak tartışmış da böyle bir sonuca varmış değil. Kendi deyimiyle; Halkımızın o dönemde
yaşadığı gibi, etinde kemiğinde Emperyalist İşgali yaşamış, buna karşı 17 yaşında, henüz Komünist İdeoloji ile dahi tanışmadan, emperyalizmin halklara nasıl zulüm getirdiğini, emperyalist işgalin ne demek olduğunu etinde, kanında hissetmiş 17 yaşında genç bir delikanlı iken,
devrimci silahlı mücadelenin teorisini vesairesini de yapmamış, elde silah Yörük Ali Efe Çetesi’nde işgale karşı mücadele etmiş.
Yine “Kendi Kaleminden Hayatı”nda anlattığı gibi, bu mücadele sırasında da ilk kurşunu
işgalci düşmana karşı değil, bu işgalcileri el altından ülkeye çağıran Aydın-Çine tarafındaki
yerli Mutasarrıfa atmak durumunda kalmış. Yani henüz Komünizm İdeolojisiyle, MarksizmLeninizmle tanışmadan Antiemperyalist bir mücadelede yer almış, fiilen Antiemperyalist bir
devrimci olmuş. Teori arkadan gelmiş…
Henüz 19 yaşında, yani bugün çoğumuzun
yeni kuşak gençlik diye adlandırdığı gençler
için lay lay lom çağı olan bir yaşta, Hikmet Kıvılcımlı Komünizm İdeolojisini benimsemiş,
Türkiye Komünist Partisi’nde yer almıştır. Biraz önce arkadaşımızın anlattığı, Akaret’lerdeki
2’inci Kongre’de (aslında TKP’nin gerçek anlamda Kuruluş Kongresi’dir) “En Genç Kurucu” olarak yer almıştır. Ve Merkez Komite’de
görevlendirilmiştir, Genç Komünistler Birliği
Başkanı olarak Merkez Komite’de görev verilmiştir.
Hikmet Kıvılcımlı, bütün yaşantısı boyunca,
bu çerçevede örgütlü mücadele içerisinde yer
almış, mücadele etmiş bir insandır, son nefesini
verene kadar… Son nefesinde bile (biliyorsunuz 12 Mart Faşist Darbesinden sonra ülkesinde
tedavi olanağı kalmayınca, kanser hastası kendisi aynı zamanda, 13 ameliyat geçiriyor, artık
burada bir çare yok, diyorlar. Acaba Sosyalist
Kamp’ta tedavi imkanı bulabilir miyim diye gidiyor. Orada bir sürü ihanetle karşılaşıyor,
onunla zamanınızı almayayım ama son nefesini
verirken bile), idamla yargılandığı İstanbul’daki
Sıkıyönetim Mahkemesine, “ben kendi toprağımda mücadele etmek üzere geleceğim, geliyorum” diyor.
Yine kendisinin bir söylemidir: “ben bütün
ni yazarken, Deniz ve arkadaşlarının silah elde,
kent ve kır gerillasını başlatmaya karar verdiklerini belirten Çubukçu, siyasete bakışları birbirinden farklı dört devrimci Hikmet Kıvılcımlı, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve Deniz
Gezmiş’in sahip oldukları devrimci ahlâka dikkat çekti ve “bu dört devrimciyi ölümsüz yapan
devrimci mücadeleye son ana kadar bağlı kalmaları, devrimci kararlılıklarıdır” diye konuştu.
Erşat Akyazılı ise İbrahim Kaypakkaya’nın
geleneksel ve resmi ideolojiden kopuşun simgesi olduğunu, yarım asırlık resmi ideolojiyi
ruz ve tersinin de elbette bu netlikte, gerçekten
devrimci teori, devrimci mücadele, devrimci
ideolojik mücadele kuralları çerçevesinde gündeme getirilmesinden de her zaman zevk alırız,
saygı duyarız), bu teori, Tarih Tezi, bizce uluslararası Marksist-Leninist literatüre bir katkıdır.
Marks-Engels, Marksizmin temellerini kurmuştur. Lenin Usta buna, özellikle Emperyalizm teorisiyle katkı yapmış; 20’nci Yüzyılın
Marksizmini inşa etmiştir. Bu nedenle bu üç önder Usta’dır.
Hikmet Kıvılcımlı, Marks-Engels Ustaların,
kendi dönemlerinde zaman ve yeterli kaynak
bulamadıkları; Lenin Usta’nın ise Ekim Devrimi’nin teorik-pratik mücadele sürecinde ilgilenmeye zaman bulamadığı sınıfsız toplumlardan
sınıflı topluma geçişin, Antika toplumlardaki
yani Kapitalizm öncesi toplumlardaki geçiş yasalarını bulmuştur. Bu nedenle bu, Uluslararası
Devrimci Teoriye bir katkı olduğundan, bizce
Hikmet Kıvılcımlı dünya çapında, Marks-Engels-Lenin’den sonra gelen bir Usta’dır.
İddiamız büyük. Bunun farkındayız. Ama
diyoruz ki; bu bir Devrimci Hareketin tezi. Karşıtlarımız bunu kabul etmek zorunda değil. Ama
şunu, ne diyelim, istemek hakkına sahibiz; 50
yıllık kan kusturucu koşullarda Devrimci Mücadelesini yürütmüş bir önderin, yine yaklaşık 50
yıllık bir çabasının ürünü olan bu eser, hiç değilse çoğunuzun incelediği burjuva bilim adamlarının eserleri kadar incelenmeyi hak ediyor.
Bu, Hikmet Kıvılcımlı’ya bir şey kazandırmaz,
değerli arkadaşlar. Halkın Kurtuluş Partisine de
bir şey kazandırmaz. Biz zaten olayın ne olduğunu biliyoruz. Bu doğrultuda yıllardır mücadelemizi yürütüyoruz. Yürütmeye de devam edeceğiz.
Ama
inanıyoruz
ki,
Hikmet
Kıvılcımlı’nın başta Tarih Tezi olmak üzere,
Milli Mesele konusunda; şimdi Devrim konusundaki, “Devrim edir?” diye kitabı var Hikmet Kıvılcımlı’nın, Devrimin adım adım nasıl
inşa edileceği, Uluslararası teorik-pratik mücadeleden dersler alarak, kendi özgün katkılarıyla
da teorik eser yazmış, bu konuda eseri var
“Devrim Nedir?” diye.
Yine Marks-Engels-Lenin Ustaların, bütün
teorik eserlerinde, pratik mücadelelerinde uyguladıkları, fakat kitap olarak, teori olarak yazma
zamanı bulamadıkları Diyalektik Materyalizm
konusunda temel bir eser yazmış: “Diyalektik
Materyalizm nedir? Diyalektik Materyalizm
asıl Kullanılır? Diyalektik Materyalizm e
Değildir?” diye.
Bunları incelediğinizde, bunu yıllardır Devrim Mücadelesinde yer almış bir aydın arkadaşınızın önerisi olarak algılayın, eminim çok şey
kazanacaksınız, eminim Türkiye Devrimci Hareketi de çok şey kazanacak…
Değerli arkadaşlar,
Hikmet Kıvılcımlı’nın teorik-pratik uyarıları hep göz ardı edildiği için, kulaktan duyma,
sağdan soldan, eserlerinden birer cımbızlama
yöntemiyle cümleler alınarak yüzeysel olarak
incelendiği için (aynen gerçeği söylüyorum,
cımbızlama yöntemiyle alınan 1-2 cümleyle de-
bertaraf ettiğini, Kaypakkaya’nın Mao Ze
Dung’dan etkilendiğini ve Ze Dung’un fikirlerini Türkiye’ye uyarladığını söyledi.
Sosyoekonomik tahliller yapan Kaypakkaya’nın dönemin siyasi tartışmalarına da katıldığını belirten Akyazılı, Kaypakkaya’nın kendinden önce gelen Türkiyeli Komünistlere göre
Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkını savunduğunu, Kürt Halkının Ulus olduğunu vurguladığını, Kürtlerin ayrılma hakkını kayıtsız şartsız kabul ettiğini ve Kaypakkaya’nın Kemalist
Gericiliği teşhir ederek kendinden önceki sosyalistlerden bu noktada ayrıldığını belirtti.
Panel’in “Sosyalist Mücadelenin Çınarı;
Hikmet Kıvılcımlı” bölümünde Haşim Aydıncak’ın yaptığı tanıtımı ve sunumu yapan Partimiz Merkez Komite Üyesi ve Ankara İl Başkanı Sait Kıran’ın yaptığı konuşmayı ise aşağıda
yayımlıyoruz.
ğerlendirilip) teorik-pratik uyarıları dikkate
alınmadığı için, 12 Mart Faşizmini yaşadık, 12
Eylül Faşizmini yaşadık. Bugün Devrimci Hareket, büyük bir açmaz içerisindedir ve bu açmaz devam ediyor. Bu nedenle, biz bu açmazdan kurtulmanın yolu Hikmet Kıvılcımlı’yla hesaplaşmaktan geçer, diyoruz. Buna inanıyoruz.
Devrimci temelde hesaplaşmanın yöntemi
nedir? Hesaplaşmayı nasıl anlıyoruz biz?
Mahir
Yoldaş,
12
Mart
öncesi
Cerrahpaşa’da Hikmet Kıvılcımlı Usta’yla görüşmesinde, (Kıvılcımlı, bir ameliyat sonrası
Cerrahpaşa’da yatarken görüşmesinde) bunu
ileri sürmüştü. Bunu şöyle dile getirmişti:
İnceleyeceğim. Şu an görüşleriniz bana yanlış gelmiyor, eserlerinizi inceleyeceğim, doğru
bulursam sizin saflarınızda yer alacağım.
Ama, biraz önce Aydın Çubukçu Arkadaş
anlattı, o genç yoldaşlarımız 15 gün sonra Halk
Savaşı başlamıştır, dediler. 15 gün arkadaşlar,
bu konuşmayla bu sözünü ettiğim olayın arası
15 gün… En azından ben algılayamıyorum, hiç
kimse de algılayamaz: yüzlerce teorik-pratik
eser var, nasıl bir hesaplaşma oldu bu 15 güne
sığan? Pratikte olmadığını biliyoruz, çünkü pratikte tamamen farklı bir noktaya varıldı. Bunun
sonuçlarını da hep beraber yaşadık. Deniz, Mahir Yoldaşlar’ın, bizce 12 Mart Faşizmiyle, 12
Eylül Faşizmiyle, mücadele hatlarının doğru olmadığı kanıtlandı, değerli arkadaşlar.
Yaşayan özellikleri ne?
Devrimci mücadelede kararlılıkları…
Deniz Yoldaş’ın da Mahir Yoldaş’ın da hep
söylediği gibi, ABD Emperyalizmine ve Avrupa
Birliği Emperyalizmine karşı kararlı Antiemperyalist tutumları…
Her ikisinin de eserleri, gerekirse okuruz
hep beraber, savunmaları var, eserleri var, döne
döne belirtirler, Birinci Antiemperyalist Ulusal
Kurtuluş Savaşı’na sonuna kadar sahip çıkarlar,
biz bu ülkenin ikinci Kurtuluş Savaşçılarıyız,
derler döne döne.
Türkiye’nin İkinci Kurtuluş Savaşı esprisini yani Demokratik Halk Devriminin, Türkiye
Halkının anlayabileceği biçime büründürülmüş
biçimi demek olan İkinci Kurtuluş Savaşı kavramını da Türkiye’de ilk kullanan, Türkiye
Devrimci Hareketinde ilk kullanan, Hikmet Kıvılcımlı’dır. Bu yoldaşlar da ondan almışlardır.
Devrimci Hareket bir bütündür. Karşılıklı
birbirlerinden etkilenmeleri, teorik-pratik etkilenmeleri yanlış değil. Önemli olan bunu, hep
söylediğimiz gibi, Devrimci temelde, Devrimci
kurallara uygun almak ve bu doğrultuda davranmaktır.
Şark toplumuyuz. En büyük sıkıntımız, toplantıyı yöneten arkadaş, başkan, Hikmet Kıvılcımlı en eski Sosyalizm vesaire anlatır der,
Eneski Sosyalistler, Eski Sosyalistler, Yeni Sosyalistler, Enyeni Sosyalistler diye. Kıvılcımlı da
bunu şu gerekçeyle söylüyor, değerli arkadaşlar.
Bu toplumdayız. Doğu Toplumunda her gelen,
ne diyelim, iktidar, her gelen kuşak, Tarihi kendiyle başlatır. Benden öncesi tukaka, ben geldim
Devrim zuhur etti, benden öncesi yok...
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Hikmet Kıvılcımlı Ölümsüzdür...
Bundan bugüne kadar devrimci hareket bir
şey kazandı mı?
Hâlbuki bizim Marksizm-Leninizmden ve
Hikmet Kıvılcımlı’dan öğrendiğimiz, bir uluslararası Devrimci Hareketin de temel kuralı var,
değerli arkadaşlar. Bir ülkenin Tarihi boyunca
yapılmış bütün mücadeleleri Devrimci temelde
değerlendireceksiniz, Diyalektik Materyalist
yönteme göre eleştirel değerlendireceksiniz. Artıları alacaksınız. Eksileri aşacaksınız. İnkâr,
devrimci bir yöntem değil. Hikmet Kıvılcımlı
Demokratik Halk Devrimini savunmuş
1920’lerden bu yana. Ve O’nun devamcıları
1920’lerden bu yana söylenenlerin altına imza
atmakla övünürler.
Bu körü körüne bir bağlılık mı? Tanrısal
ayetler değişmez; biz tabulara dokunmayız, düşüncesi mi?
Hayır. Çünkü Marksizm-Leninizme, Diyalektik Materyalist yönteme göre üretilmiş teorik-pratik temel prensipler değişmez. Dönemlerinin koşullarında var olan geçerliliklerini aynen sürdürürler. Ama biz biliyoruz, bazı siyasetlerin tarihinde her 5 yılda bir temel değişiklikler oldu, oluyor. Bu dediğimi de abartı olarak
algılamayın, somutlayabilirim, 5 yılda bir söylediklerinin 180 derece zıddını söylerler.
Nerede kaldı Devrimci Teori, uyanıklık?
Devrimci Öngörürlük? Marksizm-Leninizmin
bilim olduğu nerede kaldı?
O yüzden bu çağrımız, aynı zamanda bir
devrimci çığlık, değerli arkadaşlar.
Sosyalist Blok’un yıkılışından bu yana dünya genelinde devrimci hareket alabildiğine, İşçi
Sınıfı hareketi alabildiğine geriledi. Bayır aşağı
bir gidiş var. Bunun doğrudan ülkemize yansıması, devrimci harekette teorik-pratik büyük sağa savrulmalar var. Bugün ABD’nin NDA’da
üretilen “Project Democracy”yi, Devrimci Demokrasi olarak savunan siyasetlerimiz var. Sorosçuluğun devrimcilik olduğunu düşünerek savunan siyasetlerimiz var. Bunlar Mahirler’in
döneminde, Denizler’in döneminde, Hikmet Kıvılcımlı’nın döneminde düşünülemez şeylerdi,
değerli arkadaşlar. O yüzden biz, aynı zamanda
bu gelenekten gelen bütün yoldaşlar, bir kez daha bunu devrimci bir görev olarak görüyoruz,
Mahir’in, Deniz’in savunmaları, eserleri, ürünleri ortada, değerli arkadaşlar. Bir kez daha bakın Ulusal Kurtuluş Savaşı’na nasıl yaklaşmışlar, 27 Mayısa nasıl yaklaşmışlar, Mustafa Kemal’e nasıl yaklaşmışlar…
Hikmet Kıvılcımlı’nın bu eseri “İhtiyat
Kuvvet-Yedek Güç”, Kürt Meselesi üzerine,
1933’de üretilmiş. “Yol Serisi” denilen, 7 ciltlik serinin bir parçasıdır. Bu Yol eseri de o dönem içinde yer aldığı örgütsel yapının gerekli
kıldığı, yine tamamen devrimci görevlerle ilgilidir. Ele aldığı konular ise içinde bulunduğu
TKP Merkez Komitesi’ne, kendi deyimiyle 10
yıllık devrim mücadelesinin, artılarının eksilerinin değerlendirilmesini ve çıkan dersler ışığında
gelecek mücadelenin önünün aydınlatılmasını
içerir. Türkiye’deki sınıfsal ilişki ve çelişkileri,
düşmanımız olan Burjuvanın niteliğini, müttefik olan Köylülüğün niteliğini ve Parti içerisindeki mücadelelerin niteliğini değerlendirmiştir.
Bu çerçevede yine yanı başımızda olan, Kürt
Meselesi’ni de değerlendirmiş ve Partiye sunmuştur. Yani bu da bir eser yaratayım kaygısıyla değil, devrimci mücadelenin yolunu aydınlatmak için kaleme alınmıştır.
Bu eserlerin yazılış tarihi ise 1930’lardır, arkadaşlar; dikkatinizi çekerim.
Şimdi biraz önce bir arkadaşımız dedi ki,
Kemalizmle 70’lerde Kaypakkaya kopuştu, daha öncesi yok.
Bu eserlerde ve Hikmet Kıvılcımlı’nın
65’ten 70’e, 12 Mart’a kadar çıkan tüm eserlerini inceleyin, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın niteliği
konusunda hiçbir bulanıklık yok, arkadaşlar.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız, Antiemperyalist
bir Kurtuluş Savaşı’dır, önderliği Anadolu Burjuvazisidir. Mustafa Kemal de bu Kurtuluş Savaşı’nın önderidir. Kıvılcımlı’nın hiçbir eserinde, hiçbir yerinde, örneğin küçükburjuvazinin
en devrimci kanadının vesaire diye bir şey bulamazsınız. Ama sonuçta Emperyalizme karşı verilmiş, Dünyanın Devrim Önderi, Devrimler
Kartalı Lenin’in silahıyla, parasıyla, her türlü
ilişkileriyle desteklediği bir Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın Antiemperyalist niteliğini görmek, bunu gündeme getirmek devrimci harekete niye
zarar versin, değerli arkadaşlar?
Bizim görevimiz ne?
Burjuvazi önderliğindeki Ulusal Kurtuluş
Savaşları, Burjuva Devrimleri dünyanın neresinde sonuna kadar gitti ki, Dünyanın neresinde
Komünizme vardı ki Türkiye’de varsın?
Bizim görevimiz, Burjuvazinin bıraktığı
yerden başlamak. Yani Demokratik Halk Devrimini Proletarya önderliğinde, gerçek sonucuna
ulaştırmak, oradan Sosyalist Devrime ulaşmak.
Devrimcilerin görevi geçmişlerini inkâr etmek
değil, değerli arkadaşlar (Toparlayacağım Başkan.)
Şimdi benzer olaylar aslında gözümüzün
önünde şu an dünyada gelişiyor. Ve çoğunuz da
bunlara alkış tutuyorsunuz. Örneğin Küba Devrimi’ni, Devrimciliğini sorgulayacak arkadaşı-
mız bulunmaz herhalde. Şu en gerici koşullarda
bile neler yaptığını, Sosyalizmin bayraktarlığını
nasıl yaptığını görüyoruz.
Onların önderleri olarak, geçmiş tarihsel önderleri olarak gördükleri Jose Marti, Sosyalist
mi? Jose Marti’nin görüşleri Burjuva Devrimci
Görüşler değil mi?
Yakın tarihe gelelim. Bugün ABD’nin Latin
Amerika’da kâbusu olan, elbette Küba’daki
Devrimci İktidarın da büyük etkisiyle, Latin
Amerika’yı ABD’nin arka bahçesi olmaktan çıkaran, ikinci en önemli adımı atan Hugo Chavez’in, teorik-pratik önderi olarak kabul ettiği,
kendi devrimine Bolivarcı Devrim diyerek,
onun adıyla adlandırdığı Simon Bolivar Komünist mi? Sosyalist mi?
Değil arkadaşlar. Hatta sınıfsal konumu Mustafa Kemal’den bile geri. Mustafa Kemal halk çocuğu. Bolivar bir
aristokrat. Görüşlerini, siyasi
görüşlerini, ülkenin, Latin
Amerika’nın sömürge kurtuluşu noktasındaki görüşlerini bir
kenara bırakırsanız, iktidar anlamında getirdiği görüşleri, tamamen Aristokrat görüşler. En
fazla Burjuva çerçevede bir
devlet kurmak istiyor.
Ama yapılan ne?
O dönemki Portekiz ve İspanyol Sömürgecilerine karşı
bir Ulusal Kurtuluş Mücadelesi
vermiş, konumu itibariyle bu
bir Antiemperyalist mücadele
ve Venezüella’daki Devrimciler de bu geleneğe
sahip çıkıyorlar. Bu geleneğe sahip çıkmak demek, bunu tümüyle kabul etmek demek değil.
Bizim
literatürümüzü,
Hikmet
Kıvılcımlı’nın literatürünü alın inceleyin. Halkın Kurtuluş Partisi’nin bu konuda onlarca, yüzlerce yayını var, alın inceleyin, bunun dışında
tek bir tarif, laf bulamazsınız.
Biz hep deriz ki, Kemalizm Burjuvazinin
ideolojisidir. Burjuvazi kendi sınıfsal çıkarlarını, Kemalizm adı altında gündeme getiriyor.
Mustafa Kemal’in kendisi bile Kemalizmin ne
olduğunu bilmez. Biliyorsunuz, Ulusal Kurtuluş
Savaşı’ndan sonra Çankaya’ya tıkadılar. Etrafı
tamamen sarıldı burjuva güçler tarafından ve
çok erken yaşta da, özünde bakarsanız, pratikte
öldürüldü.
O yüzden biz bu Tarihimizi alacağız. Çünkü
değerli arkadaşlar bu da Uluslararası Devrimci
Hareketin bir değerlendirmesi. Dünyada ilk
Ulusal Kurtuluş Savaşı biliyorsunuz Çin’deki
Sun Yat Sen önderliğindeki Çin Ulusal Kurtuluş
Savaşı. Fakat Dünyada ilk başarıya ulaşmış
Ulusal Kurtuluş Savaşı, Türk Ulusal Kurtuluş
Savaşı.
Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı diyoruz ama,
bu o dönem sadece Türkler tarafından mı verildi?
Elbette değil. Biliyoruz, Türkler, Kürtler o
dönem bu topraklarda yaşayan insanlar hep birlikte Emperyalist İşgale karşı mücadele ettiler.
Sonrasında gelişen süreç, burjuva iktidarların
doğal tarihsel süreci. Dünyanın her tarafında
böyle… Biz bunu değerlendireceğiz bundan yararlanacağız.
Değerli arkadaşlar
Kısaca, bugün büyük bir sağa savruluş var
Türkiye Devrimci Hareketinde. Bundan kopmak gerekir, bundan kurtulmak gerekir. Bundan
kurtulmadığımız sürece, Devrimciler olarak
doğru hatta, doğru devrimci hatta gelmediğimiz
sürece, Türkiye Halkına karşı, bu topraklarda
yaşayan Halklara karşı görevimizi yerine getirme şansımız yok.
Türkiye Halkı bugün bu koşullardaysa,
ABD, AB Emperyalizminin neredeyse açık işgali altındaysa, yerli yabancı Parababalarının
doğrudan zulmü altındaysa, ülke neredeyse
1919’lardaki gibi yeniden tümüyle emperyalistlerin Yeni Sevr Planı doğrultusunda emperyalist
amaçlar için (değerli arkadaşlar, bunları önemseyin), yeniden şekillendirilmek cesaretini gösterebiliyorsa bunun en büyük sorumlusu biz
devrimcileriz
Bugün bu topraklara Yeni Sevr sürecini dayatıyorsa (bunu açık söylüyor adamlar, haritasını yayınlıyor, Condoleezza Rice de hatırlarsanız
açıkladı, “Ortadoğu’ya yeni bir şekil vermenin
zamanı geldi”, diye), ne bu o zaman?
24 tane yeni devletçik çıkaracağız, diyorlar.
Bu Bölge Halklarını çok sevdikleri için mi?
Somut konuşalım. Ben bir Kürdüm, değerli
arkadaşlar şeyimizden, konuşmamızdan da anladığınız gibi. Adıyaman doğumluyum. Bir
Kürdüm. Şimdi bunların haritaları var: “Free
Kürdistan” diye. Okudunuz mu? Görmüşsünüzdür mutlaka. Şimdi emperyalistler bu “Özgür
Kürdistan”ı, kendi mantıkları içerisinde, Kürdü
çok sevdikleri için mi gündeme getiriyorlar?
Kürt Ulusu gerçekten kurtulsun, biraz da hak ve
özgürlüklere onlar sahip olsun diye mi yapıyorlar? Buna inanabilir miyiz?
Elbette hayır.
Arap Ulusu’nu, tek bir Arap Ulusu’nu nasıl
22 parçaya böldülerse, Kürt Ulusu’nu (yine bunu yapan emperyalistler), nasıl 4’e böldülerse,
bugün Ortadoğu’yu yeniden 24 parçaya daha
bölüp, “böl parçala yönet” mantığıyla tümüyle
ele geçirmek için yapıyorlar.
Buna karşı mücadele etmek her devrimcinin
görevi.
Biz Kürt Sorunu konusunda (Hikmet Kıvılcımlı’nın bu eserini inceleyin, değerli arkadaşlar. Bu büyük bir iddia gibi geliyor, biliyorum
size bugün, 1933’de yazılmış bir eser bu), biz
iddia ediyoruz ki, bırakın Türk Solu’nu, Kürt
Solu halen buradaki düzeye ulaşmış değil. Keşke ulaşsa… Keşke, artık zamanca ve olayca bu
eser aşıldı, şimdi daha doğru devrimci bir hat
var, diyebilsek...
Yönetici: Teşekkür edebilir miyiz?
Sait Kıran Yoldaş: Tek cümle Başkan.
Hikmet Kıvılcımlı, bir Kızıl Savaş Bayrağı,
değerli arkadaşlar. Bugün Türkiye Halklarının
içerisine düşürüldüğü bu olumsuz durumdan
kurtuluş yolunu gösteren bir Kızıl Deniz Feneri.
Bu Fenerin ışığı tüm Devrimci hareketin kullanımına hazır. Yeter ki bu konuda gerekenleri yapalım.
Hikmet Kıvılcımlı, iddia edildiğinin aksine,
tüm Türkiye Devrimci Hareketinin, (bir yoldaşımız “Tüm Türkiye Devrimci Hareketinin birlikte yer almaları mümkün değil” dedi.) tek bir
parti çatısı altında örgütlenebileceğine inanıyor,
bütün yaşantısı boyunca bunun mücadelesini
verdi,
Halkın Kurtuluş Partisi olarak da biz de bunun mücadelesini veriyoruz. Türkiye Devrimci
hareketi tek bir parti altında, gerçek bir Marksist-Leninist Parti çatısı altında birleşmediği sürece yenilgiden kurtulma şansına sahip değil…
Uzun zamanınızı aldım. Sabırlarınızı zorladım. Teşekkür ederim.
Soru 1- Merhaba Arkadaşlar. Bu toplantıyı
düzenleyenlere teşekkür ediyorum. Ben biraz
geç kaldım. TMMOB’un etkinliği vardı. Mücadele günü nedeniyle oradan gelmiştik. İlk konuşmacıyı kaçırdım ama diğerlerini izledim.
Ama sondan başlayayım. Sondaki arkadaşımın
konuşma tarzı öyle bir şeydi ki, buradaki herkesi bir fırçaladı, dövecekti falan… Böyle yaparak
sanıyorum Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı tanıtmadınız. Tanıtmasının önüne engel oldunuz.
Evet, böyle bir realite var Kıvılcımlı’yla ilgili.
Yeteri kadar tanınmamıştır ama keşke bu zamanında, onda Tarih Tezi’nin, Tarih Tezi’nin arkasındaki, işte Marksizm-Leninizm, işte Batı Toplumlarındaki çıkış koşullarıyla, bunun analiz
noktasındaki farklılıklarını anlatsaydınız çok
daha yararlı olurdu.
Soru 2- Ben Üstün Erdoğan. Doktorcu zemindeyim. Gerçekten arkadaşımız, bize, Doktorculara da yani, 40 yıldır bunun içindeyim, başımıza vura vura yani, ben size öğretirimi eğer
yapmasaydı daha iyi olurdu, buradaki herkes
için daha anlamlı olabilirdi Hikmet Kıvılcımlı,
biçim açısından bu.
Ama özce Kıvılcımlı’yı taktik meselelere,
yani örneğin İhtiyat-Yedek Güç meselesine çekmek yerine, Kıvılcımlı’nın Marksizme katkısını, Üretici Güçler Teorisini, Toplum Biçimlerinin Gelişimini, üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkisini, birlikte gidişini, bunu Ortaçağdaki Devrimlerin, kölelerin Devrim yapamayışının, işlevlerini yapamayışının, dıştan nasıl
devrimsel süreç işletişini anlatsaydı, bugün Kürt
Meselesine kendisinin tam da karşı durduğu
yerden, daha Devrimci bir bakış olmaz mıydı?
İki, Kapitalizme geçiş veya geçemeyiş, sınıflı toplumlara geçiş veya geçemeyiş açısından, İngiltere ilk Kapitalizme geçiş örneği, Japonya komün güçlerinin son Kapitalizme geçiş
örneği, Bilimsel Sosyalimin Doğuşu, Toplum
Biçimlerinin Gelişimi açısından, bu meseleleri,
Kıvılcımlı’nın Marksizm’e, emek sermaye çelişkisi açısından, tamamlamış olarak ve yine
Marksizm’i bir metot olarak, bütünlüklü kavranışı tarih bilinci olarak, kavranış olarak varsa
bir tezi eğer, anlatmış olsaydı daha değerli, bu
polemikler yüzünden, pratik kötü polemikler
yüzünden eğer bir teori insanıysa ve bu komünizme uluslar, tüm kapitalizme karşı bir cevapsa, daha değerli, daha anlamlı bir katkı olmaz
mıydı?
Sait Kıran Yoldaş: Değerli arkadaşlar, şimdi, derdi çok olanlar, ister istemez biraz, ne diyelim, çok bağırırlar. Hikmet Kıvılcımlı’nın, 12
Mart sonrası bir yazısının başlığı öyledir: “Kimin ağrır o bağırır”.
Biraz önce söyledim; biz Türkiye Devrimci
Hareketinin çok büyük bir açmaz içinde olduğunu görüyoruz ve bunun başlıca sorumlularının Türkiye Devrimcileri olduğunu görüyoruz,
kendimizi de içine katıyoruz. Türkiye Devrimci
Hareketinin kendi birliğini sağlamadığı sürece,
gerçekten kendi tarihinde var olan bütün değerlerini, devrimci ideolojik mücadeleyi bir an bile
elbette aksatmadan, bütün boyutlarıyla değerlendirip bir potada eritmediği sürece, başarıya
ulaşamayacağına inanıyoruz ve bunun Türkiye
Halkları karşısında Devrimcilerin omzunda büyük bir sorumluluk olduğuna inanıyoruz. O
yüzden meramımızı anlatmaya çalışıyoruz.
Yoksa şöyle bir derdimiz yok, değerli arkadaşlar, bu benim samimi görüşüm; kimseye ders
vermek, yok böyle üst perdeden konuşmak vesaire, böyle bir kaygımız yok. Üslubumuz bu,
tarzımız bu...
Lütfen bir kez de şöyle algılayın, yahu şu dinine yandığım Hikmet Kıvılcımlı’nın mücadele
tarihinde hep bunu yaptınız; Kurtuluş Partililere, Devrimci Mücadelecilere hep bunu dediniz;
bir kez de bu üslubu bir kenara bırakın da bu
adamlar ne diyor, bir kez bunu bir dinleyin yahu. Bunu bir anlamaya çalışın... Niye söylüyorum bunu? Yıllardır hep aynı problem, esasa gelelim, değerli arkadaşlar.
Şimdi bir arkadaşım söyledi, biz de Doktorcu gelenekteniz, dedi. Ben kendisini tanımıyorum, tanımamak benim eksikliğimdir. Kendisi
de bugüne kadar kendisini bize tanıtmadı, bilmiyoruz. Ama bizim tam da kaçındığımız bu:
Hikmet Kıvılcımlı’yı sadece bir teori adamı
noktasına indirgemek!
Hayır, Hikmet Kıvılcımlı, ben başta konuş-
B
mamda döne döne söyledim, Türkiye Devrimi’nin teorik pratik önderidir. Sadece teori adamı değildir. O nedenle burada, el insaf, 20 dakika hatta zamanımızı da aştık, değerli arkadaşlar,
Tarih Tezi 50 yıllık bir araştırma ürünü, öyle 20
dakikada verilecek bir şey mi? Versem, ancak
şu an sizi uyutmaktan başka olaya yol açmazdı.
Benim meramım o değil ki, ben üzüm yemek istiyorum, bağcı dövmek istemiyorum.
Değerli arkadaşlar,
Hikmet Kıvılcımlı, “Ben insanın hayvan
yerine konmasına karşı olduğum için Sosyalistim” diyor ve bütün tarihi boyunca, bu yine
bütün Devrim Ustaları için kendisinin de söylediği bir şeydir, İnsanlığın kurtuluşu için insanlığından başka her şeyini vermiş bir devrimci önderdir.
Bu bakışla bir kez daha söylüyorum; Hikmet
Kıvılcımlı sadece bir şey bekliyor, kendisinin
yine söylemiyle:
“Ben kimseden kendim için bir şey istemedim. Proletarya yoldaşlığı ve dürüstlüğü
dışında hiç bir şey istemedim. Kimsenin de
benden başka bir şey istemesine izin vermedim. Görev yapıyorduk, muhallebi değil. Görev yapmakta çok iyi biliyoruz vurmak da
var vurulmak da.”
Bu devrim önderini bu şekilde algılayıp gereğini yaparsak, hep beraber, tüm Türkiye Devrimcilerini gerçek Proletarya Partisi altında birleştirirsek, Türkiye Halkına karşı görevimizi yerine getirmiş oluruz. Yoksa bu masa başlarındaki konuşmalarla, başka yerlerde herkesin kendi
küçük, büyük yapılarında yaptığı konuşmalarla,
tartışmalarla biz devrimcilik yaptığımızı sanırız.
Fakat Türkiye Halkına karşı görevimizi yerine
getirmiş olmayız. Bütün devrimcileri, demokratları göreve çağırıyoruz, yaptığımız bu. Teşekkür ederim.
Cumhuriyet: Birinci Antiemperyalist Kurtuluş
Savaşı’mızın Kazanımıdır
irinci Antiemperyalist Ulusal Kurtuluş
Savaşı’mız zaferle sonuçlanınca, 29
Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edildi.
Cumhuriyet’in niteliğini bize en iyi anlatan,
Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda Yörük
Ali Efe Çetesi’nde savaşan, Köyceğiz Kuvayimilliye Komutanlığına kadar yükselen, İkinci
Kurtuluş Savaşı’mızın stratejisini de çizen,
Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’dır:
“Bunu, bize en iyi özetleyen kişi,
Cumhuriyet’in ölümsüz kurucusudur.
“Mustafa Kemal, Türkiye’yi yüzyıllardan beri iki büyük kahredici gücün, iki
büyük lanetleme gücün ezdiğini haykırdığı
gün, Türkiye Büyük Millet Meclisinin gönderesine ilk Cumhuriyet bayrağını çekmişti.
“Bu iki kahredici, lanetleme, baş belası
güç neydi?
“Mustafa Kemal’e göre; birisi Emperyalizm, öteki Saltanat’tı.
“(…)
“Onun için Türkiye’de Cumhuriyet demek, Türk Milletinin bağrına oturmuş olan
Emperyalizmle Saltanat’a karşı kurduğu
bir savunma kalesi demektir. (…)
“Cumhuriyet Saltanat kazanını devirip,
emperyalizmin
ateşini
Türkiye’de
söndürdüğü için, bir Millî Kurtuluş yarattı.
“Cumhuriyet emperyalizme, yani Cihan
Finans-Kapitalizmine ve Saltanat’a, yani
Osmanlı
Tefeci-Bezirgânlığına
karşı
savaşarak doğdu.
“Türkiye’de Cumhuriyet’in anlamını
yücelten ve kutsallaştıran, Mustafa Kemal’in hiç hayale kapılmaksızın pek açık
belirttiği, o her iki irtica cephesinde, her iki
gericilik cephesinde başardığı savaştır.
“(…)
“Cumhuriyetin
başlıca
“hikmeti
vücudu”: Birincisi, saltanatı (Türkçesi:
DOĞU GERİCİLİĞİİ), İkincisi Emperyalizmi (Türkçesi: BATI GERİCİLİĞİİ) yok etmekti.” (Hikmet Kıvılcımlı, Cumhuriyet Bayramı Nedir? 29 Ekim 1968)
Çok büyük bedeller ödeyerek inlerine gönderdiğimiz Emperyalistler bugün ülkemizi
yerli satılmışlar eliyle Yeni Sevr’e doğru götürüyorlar. Kapıdan kovduk kan dökerek, önce
bacalarımızdan girdiler, bugün Yerli Satılmışlar eliyle ellerini kollarını sallayarak kapıdan
7
içeri giriyorlar. Ülkemizin Kuvayimilliye yadigârı kamu kurumları, ağır sanayi tesisleri,
madenleri, limanları, iletişim sistemleri, bankaları, toprakları, vatan tanımaz, halk düşmanı
bu ümmetçi kafa tarafından, yangından mal
kaçırırcasına, haraç mezat yerli-yabancı Parababalarına, Özelleştirme adı altında peşkeş çekilmekte.
88 yıl önce Emperyalistlerle işbirliği yapıp
vatanı Sevr’e götürdü Ortaçağcı İrticacılar.
Günümüzde de ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleriyle elbirliği edip ülkemizi Yeni
Sevr’e doğru götürüyorlar Ortaçağcı Tayyipgiller. Mustafa Kemal ve
Arkadaşlarının bizlere emaneti olan
bütün kurumların başına Ortaçağcılar çöreklenmiş durumda. AB-D
Emperyalistleri, Tayyipgiller maşasıyla Halklarımızı, “Ilımlı İslam”
adını verdikleri Ortaçağ karanlığına
doğru sürüklüyorlar. 88 yıl önce
Türk ve Kürt Halkı ortak mücadele
ederek gerçekleştirdik Ulusal Kurtuluşu. Bugünlerde bin yıllık bu
kardeşliğin temellerine dinamitler
döşenmekte…
“Birinci Kuvayimilliyecilik:
SİLÂHLI, askercil, sıcak savaştı. Bu
savaşın bütün yokluklarına rağmen cephesi
açıkça belirliydi. Stratejisi ve taktiği az çok
genel kurallara göre basitti. Hedefi ise
olağanüstü kolay anlaşılırdı.” (Hikmet Kıvılcımlı, agy)
88 yıl öncekine göre durum daha vahim.
Karşıdevrimci cephe daha da genişlemiş durumda. (AB-D) Emperyalist canavarlarının
yanında yerli Parababaları (TÜSİAD, TİSK,
TOBB, MÜSİAD), Ortaçağcı-Şeriatçı Tayyipgiller, pezevenkleşmiş medya kalemşorları,
gafilliğinden AB-D yolunu savunan, farkında
olmadan solculuk yaptığını sanıp bu cephenin
içinde yer alan Sahte Solcular, hainliğinden
AB-D kucağında gönüllü yer alan Sorosçu
uşaklarla…
Genişlemiş bu Yeni Sevrci Cepheyle adım
adım bataklığa sürüklüyorlar ülkemizi. Ama
bu acılı günler gelip geçici.
Son duruşmada ya da son muharebede kazanan yiğit devrimci halklar olacaktır. İnsanlığın başbelası, alçak emperyalist haydutlara bel
bağlayanlar, onlardan medet umanlar, onlarla
ittifaka girenler ve AB-D yolunu çözüm diyerek savunanlar, sonunda hüsrana uğrayacaktır.
İşçi Sınıfımız, üretmen halkımız, esnafımız, namuslu aydınlarımız, Sivil-Asker
Gençliğimiz ve Kürt kardeşlerimizle omuz
omuza vererek, hainlerin-işbirlikçilerin egemen olduğu bu soygun ve vurgun düzenini,
yerli-yabancı Parababaları düzenini yıkacağız.
Demokratik Halk İktidarını kuracağız. 29
Ekim 2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
8
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kahraman Gerilla Che halkların devrimci mücadelesinde yaşıyor...
Ernesto Che Guevara:
Doğru inanç, doğru bilinç, doğru amaç, doğru söz,
doğru davranış, doğru çaba demektir
Baştarafı sayfa 1’de
Ve Che yüzyıllar boyu unutulmayacak.
Ancak doğru bir dava uğruna mücadele
eden ve bu dava uğruna her zorluğu, her
acıyı seve seve kabullenen bir insanın sahip
olabileceği o kararlı gözler, yüzyıllar boyunca dosta güven, düşmana korku salmaya devam edecek.
Recep Vurmuş Yoldaş’ımızın düzenlemesi olan Che Afişleriyle donattık Ankara
sokaklarını, caddelerini ve mahallelerini...
Gericilere, insanlık düşmanlarına o kadar
korku salmış Devrimci Önder Che Yoldaş’ın gözlerini boyayla kapatmaya çalıştılar. Ama nafile. O kararlı gözler boyamayla
ortadan kaldırılamaz. O gözler 44 yıldır insanlık düşmanlarına kâbus oldu bundan
sonra da olmaya devam edecek.
Sadece gericilere korku salmıyor Gerçek Devrimci Che’nin gözleri. Sevr’ci Soytarıların en paçavra bileşeni ESP-Atılım siyasetine korku salıyor O gözler. O kararlı
gözlerden ürküntüye kapılıyor ESP. Kendilerinde olmayınca Devrimci Kararlılık,
Devrimci Bilinç ve Devrimci İnanç, Kararlılığın, Bilimin, Bilincin ve İnancın temsili
o gözlerin bulunduğu Partimizin afişlerine
saldırıyor ve yırtmaya kalkıyorlar 8
Ekim’deki Ankara Mitinginde. Gerçek
Devrimciler Halkın Kurtuluş Partililer ve
Nakliyat-İş’li İşçilerden alınca cevaplarını
topuklayıp gidiyorlar. Sonrasında kortejlerimiz geçince, Kurtuluş Partililerin olmadığı bir ortamdan “cesaret” alarak afişlerimizi yırtıyorlar Sevrci Soytarılar. Yürekleri de
bu kadar hainlerin. Zaten hep dememiş
miydik “Hain korkak olur” diye…
Bilimli, bilinçli, inançlı ve kararlı mücadelenin temsilcileri, Hikmet Kıvılcımlı’nın
öğrencileri Kurtuluş Partililer, Kahraman
Gerilla Che Yoldaş’ı bedence aramızdan
ayrılışının 44’üncü yılında ülkemizde yaşatmaya devam ediyorlar.
Sosyalizmin dünyada bayraktarlığını
yapan Küba’nın Temsilcisi Büyükelçi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş, Latin
Amerika’dan sol rüzgârları estiren Chavez
Yoldaş’ın ülkesi Venezüella Bolivar
Cihan Çakır Yoldaş’ın Açış Konuşması
Kurtuluş Partililer ve saygıdeğer misafirlerimiz,
Hepiniz bir Kahraman Gerilla Che Guevara
anmasına daha hoş geldiniz.
Türkiye’nin Eneski Sosyalistlerinin, gerçek
Devrimcilerinin bulunduğu bu ortamda, hakkına yaraşır bir şekilde Kahraman Gerillayı anacağımıza, hep beraber anacağımıza inanıyorum.
Latin Amerikalı Devrimci Şair, Che için, o
ünlü fotoğrafını bildiğimiz, daha doğrusu ünlü
fotoğrafında belki ilk defa tanıdığımız Che için
şu yorumu yapıyordu: “İnsan kendisini yüce
bir davaya adarsa öyle bakabilir. Böyle içtenlikle ve saf bakabilir.”
Hangi davaydı o?
O, insanlığın tek bir Sosyalist Aile olabileceğine inanmış bir adamın davasıydı. Ve buna
inandığı andan itibaren bütün yaşamını, o davayı gerçek kılmak için biçimlendirdi ve ona adadı bütün bedenini ve ruhunu.
karşı bir savaş çağrısı ve insan soyunun en
büyük düşmanı Kuzey Amerika Birleşik
Devletleri’ne karşı halklara yapılan bir yoklama çağrısıdır. Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin, silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve
de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize
ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi.”
Evet arkadaşlar, yoldaşlar, misafirlerimiz,
“ölüm hoş geldi sefa geldi” diyen bu Devrimcinin anısı önünde tüm Devrim Şehitlerini anmak
için sizleri saygı duruşuna davet ediyorum.
Che kimdir?
Ben birkaç tane kelime sıralayacağım arka
arkaya, sanırım hiçbirimiz, “hayır O değildir,
O’nda cisimleşmemiştir bu kelimelerin anlamı”
diyemez.
Che cesarettir, ilham kaynağıdır. Heyecandır. İnsan sevgisidir Che. Yaratıcılıktır,
kararlılıktır, hoşgörüdür Che. Alçakgönüllülüktür, gerçeğe bağlılıktır, dürüstlüktür, çalışkanlıktır, yiğitliktir, düşmana korku, dosta
güvendir Che. Adalettir ve savaşçılıktır. Che
hepimizin onurudur.
“Che Guevara Ölümsüzdür”
Che’nin “Küba’da Sosyalizm ve İnsan”
eserinden birkaç cümle aktarmak istiyorum sizlere. O’nu anlamak için herhalde önümüzü açacaktır bu cümlelerin anlamı.
“Herkes, her birimiz, ödülün tamamlanmış bir görevden başka birşey olmadığının ve
ufukta görünen yeni insana doğru birlikte
ilerlenmesi gerektiğinin bilincinde olarak, titizlikle payımıza düşen fedakarlıkta bulunuyoruz.”
“İnsana duyulan bu sevgiyi, somut bir şeye, harekete geçirici bir örneğe dönüştürmek
için hergün mücadele etmek gerekir.”
İşte Che bunun için bir mücadele adamıydı.
İnsana duyduğu sevgiyi gerçek kılmak için.
Ve ünlü mektubunda hepimize, kendisinden
sonra gelecek, aynı dava için mücadele edecek
herkese şöyle sesleniyordu Che:
“Eylemlerimizin her biri emperyalizme
Türkiye’deki temsilcisi Küba Büyükelçisi Jorge
Quesada Concepciòn Yoldaş’ı konuşmacı olarak davet ediyorum.
Selam olsun bizden önce geçene
Selam olsun savaşırken düşene.
Anısı mücadelemize önderlik ediyor.
Sosyalimin onurlu bayrağını hiç düşürmeden hâlâ dimdik ayakta tutan Küba Halkının
(Sloganlar… Viva Küba Viva Sosyalizmo.
Alkışlar…)
Latin Amerika’nın, artık Başhaydut
ABD’nin arka bahçesi olmadığını en açık şekilde kanıtlayan, Venezüella Halkının Yiğit Temsilcisi, Chavez Yoldaş’ın Türkiye’deki temsilcisi Raúl Betancourt Seeland Yoldaş’ı, Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Temsilcisini çağırıyorum.
(Alkışlar… Sloganlar… Viva Chavez Viva Venezüella…)
Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komite
Üyesi ve Ankara il Başkanımız Sait Kıran Yoldaş’ı çağırıyorum.
(Sloganlar… Yaşasın Halkın Kurtuluş
Partisi… Alkışlar…)
Etkinliğimiz boyunca Sülünay Çakır Hanım
da, İspanyolca yapılan konuşmaları bizim anlayabilmemiz için çevirerek bize yardımcı olacak.
Şimdiden kendisine de teşekkür ediyoruz.
(Sloganlar… El Pueblo Unido Jamás Será
Vencido…)
Cumhuriyeti’nin temsilcisi Büyükelçi
Raúl José BETACOURT SEELAD ve
Halkın Kurtuluş Partisi Merkez Komite
Üyesi Sait Kıran Yoldaşlar, Kahraman
Gerilla Che’yi adına yaraşır bir şekilde anmak için bir araya geldiler.
Che’yi Anma Etkinliği, Türk Hukuk
Kurumu’nda 09 Ekim Pazar saat 14.00’da
MYK Üyesi Cihan Çakır’ın sunumuyla
başladı. Ardından sinevizyon gösterimi
gerçekleştirildi.
Küba Büyükelçisi Jorge Yoldaş, toplumsal bilincin yönlendirilmesinde ve uyanışında elzem rol oynayan büyük insan
Che’yi anlattı.
Che Yodaş’ı Dünya Halklarının neden
efsaneleştirdiğini; Che’nin, düşündüğü gibi hareket eden ve inançlarına sadık bir insan olduğunu,
yılmaz mücadelesiyle
Che’nin daha adil, eşitlikçi, dayanışmacı
daha iyi bir dünyanın mümkün olduğunu
gösterdiğini, Che’nin tüm dünyaya büyük
bir miras bıraktığını ve devrimcilerin de bırakılan bu mirasın devamcıları olduklarını,
Che’nin yaşamının örnek olduğunu ve bu
örneği izlemeye çalışmanın da; büyük hegemonyacı güçlerin elinde tuttuğu pazarın
dayattığı güçsüzleşen topluma bugün bir alternatif yaratmaya çalışan bizlere düşen görev olduğunu aktardı, Fidel ve Raul Yoldaş-
ların, Küba Halkının Temsilcisi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş.
Venezuela Bolivar Cumhuriyetinin temsilcisi Raúl Yoldaş, her zamanki dost sıcaklığı ve samimiyetiyle Halkın Kurtuluş
Partilileri selamlayarak başladı konuşmasına.
Che’nin Enternasyonalist bir devrimci
önder olduğunu, Latin Amerika’nın kurtuluşuna kendini adadığını ve O’nun olumlu
bütün sıfatları hak ettiğini vurguladı.
Che için Devrimciliğin, her insanın varmayı hedefleyeceği en üst basamağı temsil
ettiğini, bir devrimci olarak örneğinin geçerliliğini bugün de koruduğunu ve Che gibi insanların boş yere yaşamadıklarını ve
tarihi değiştire geldiklerini aktardı. Ve “Bu
yüzden her zaman hatırlamalıyız ki:
Devrim, hayatı idame ettirmek için dilde
yaşanmaz o, ruhumuzda taşıdığımızdır’”
diyerek, Che’ye yönelik sözlerini tamamladı.
Raul Yoldaş, Venezüella’da Sosyalizmin
Halka neler getirdiğini ve Chavez Yoldaş’ın
sağlığı hakkında katılımcıları bilgilendirdi.
HKP Merkez Komite Üyesi Sait Kıran
Yoldaş, Che Yoldaş’ın bütün yaşamını gözler önüne serdi kısa süre içinde.
Che Yoldaş’ın İnsan sevgisini, nasıl
Devrimcileştiğini, Fidel ve Raul ile nasıl ta-
nıştığını, Küba Devrimi’ni başarıya ulaştırmak için nasıl mücadele ettiğini, Devrimden sonraki çalışmalarını ve Dünya Halklarının kendisinin “Mütevazı” çabalarına gereksinimi nedeniyle kendini Halkların kurtuluşuna nasıl feda ettiğini didaktik bir şekilde aktardı Sait Yoldaş.
Sonrasında da, bulunduğumuz süreçte
yaşanılan bütün olaylara teorimizin ışığını
düşürerek, ülkemizde yaşanan sorunlara
Partimizin nasıl bir çözüm sunduğunu anlattı. Ve konuşmasını “Zafere Kadar Daima”, “Venceremos” diyerek tamamladı.
Dosta da düşmana da Kahraman Gerilla
Che’nin nasıl anılacağını göstermiş oldu
Kurtuluş Partililer. Bundan sonra da göstermeye devam edeceğiz.
Hikmet Kıvılcımlı’nın düşünce oğulları,
düşünce kızları dünya döndükçe Halkların
Kurtuluş Mücadelesinde yol gösteren Devrimci Önderleri anmaya devam edecek.
Ve Halklara, eninde sonunda “Tek Bir
Sosyalist Aile Olacak” dünyayı hediye edeceğiz.
Anma etkinliğinde yapılan konuşmaları
aşağıda aynen yayımlıyoruz. (Sait Kıran
Yoldaş’ın Konuşmasını gelecek sayımızda
yayımlayacağız.)
Saygıdeğer Dostlar,
Hepimizin bildiği üzere; Tarihi, halklar yazar, ama halklara rehberlik etmekte, toplumsal
bilincin yönlendirilmesinde ve uyanışında elzem rol oynayanlar büyük insanlardır ve ben
de bugün bu insanlardan birinden bahsedeceğim.
Che’den bahsetmek kolay olduğu kadar
zor bir iştir.
Kolaydır, çünkü biz Kübalılara çok yakın
ve daima örneğine sadık kalmaya çalışarak
büyüdüğümüz biridir.
Che, anne babalarımızın onun gibi olmamızı istedikleri ve bizim de çocuklarımızdan
onun gibi olmalarını istediğimiz biridir. Ondan büyük bir heyecan duymaksızın bahsetmek de bir o kadar zordur.
Hayatından bahsetmek de epey zordur,
çünkü Che hakkından çok şey bilinmektedir.
Ayrıca hepimizde bu kadar derin izler bırakan bir insanın yaptıklarını ve kişiliğini basit
bir konuşmaya sıkıştırmak da büyük iştir.
Hayatını sadece bir cümleyle özetlememiz
gerekirse, Bolivya’ya gitmeden önce çocuklarına yazdığı cümlelerini sarf etmem en uygunu olacaktır: “Babanız, düşündüğü gibi hareket eden ve inançlarına sadık bir insan
oldu”.
İnsanlara ve insanlığa sonsuz inanca ve
olağanüstü insani özelliklere sahip bir insandı
Che.
“Örnek ilim” olarak gördüğü ve “örneğin
erdemler yarattığına” inandığı Sosyalizmi savunuyordu.
Eşsiz bir eylem adamı, ama aynı zamanda
da derin düşüncesi, ileriyi gören zekâsıyla bir
kültür adamı olarak da tanınmıştır.
Bir devrimcinin en önemli erdemlerini taşımaktaydı: sorumluluğu bilen, tam bir içtenlik ve üstün dürüstlük insanıydı.
Yıllar geçtikçe Che’nin timsali efsaneleşti.
Che, bir kahramana, haksızlığa karşı ve
daha iyi bir dünya için verilen mücadelenin ve
en iyi evrensel değerlerin örneğine dönüştü.
Hatta kendisini metalaştırmak isteyenler bile
vardır.
Eğer bir kahraman, yaptıklarıyla ve somut
Tarihî bir anda gerçekleştirdiği günlük eylemleriyle diğerlerinden farklı biriyse, o zaman
Che gerçek bir kahramandır, ama etten kemikten bir kahraman, kelimenin en insanî tabiriyle bir insandır.
Che, tüm dünyaya büyük bir miras bırakmıştır ve biz devrimciler de bıraktığı bu mirasın mirasçılarıyız.
Yaşamı, örnektir ve bu örneği izlemeye çalışmak da; büyük hegemonyacı güçlerin elinde tuttuğu pazarın dayattığı güçsüzleşen topluma bugün bir alternatif yaratmaya çalışan
bizlere düşen görevdir.
Yılmaz mücadelesiyle Che, daha adil, eşitlikçi, dayanışmacı daha iyi bir dünyanın
mümkün olduğunu göstermiştir.
Biz Kübalılar için Che, değiştirilmesi ge-
reken her şeyi değiştirerek ve siyasi, ekonomik ve toplumsal sistemimizin değerlerini
güçlendirerek, Devrimi ayakta tutmak üzere
zorlu bir mücadeleyle karşı karşıya kaldığımız
özellikle bugünlerde harekete geçmek üzere
bir rehber olmaya devam etmektedir.
Dünya nüfusunun üçte ikisinden fazlasını
vuran dışlama ve eşitsizlik gibi sorunların daha da gün yüzüne çıktığı şu zamanlarda bunu
yapmaktayız.
Ülkelerin gayrimeşru işgali ve saldırısı, sivillere bombalı saldırılar ve işkence, gün be
gün yapılmaya devam edilmektedir.
Özgürlük ve demokrasi palavralarıyla,
Üçüncü Dünyanın doğal kaynaklarını yağmalamaya ve jeostratejik öneme haiz bölgeleri
kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadırlar.
Dünyamızın en kuvvetli askeri gücü, kan
ve ateşi kabul ettirmeye çalışmaktadır, ki bu
da emperyal hakimiyet projesinden başka bir
şey değildir.
Eğer bugün küçük bir ülke kendi bağımsızlık hakkını savunuyorsa, soysuz bir ülke olmakla suçlanmaktadır. Ama eğer büyük bir
güç, başka bir ülkeye saldırırsa, “özgürlük getirmekte” denilmektedir.
Yabancı saldırılara karşı savaşan kişi, teröristken; saldırı düzenleyen asker özgürlük savaşçısıdır.
Bu medyatik bir savaştır, gerçeklerin saptırılması, küreselleştirilmiş bir dünyada tek bir
fikrin zorbalığıdır.
Bugün bir milyar yüz milyonu aşkın insan
içebilir su bulamamaktadır.
2 milyar 600 milyon kişi sağlık hizmetlerinden mahrumdur.
tir, bu yüzden de örneği o kadar gereklidir.
Çoğu zaman bizlere uzak gözükse de bunca haksızlık karşısında biz devrimcilere doğru
yolu göstermesi için onu daima yaşatmalıyız.
Bu yüzden de onu burada, Türkiye’de,
gözlerinizde görmekten gurur duyuyoruz; sokaklarda, üniversitelerde, sade ve mütevazı
insanlarda, halkın yüzünde onu görüyoruz.
Küba’da “Che gibi olacağız” diyerek her
sabah and içen çocukların gülüşünde onu görüyoruz.
Latin Amerika ve Afrika’da onun örneğini
izleyerek, hiçbir karşılık beklemeksizin çalışan binlerce doktorda onu görüyoruz.
Che’nin asla kabul etmeyeceği, Amerika
Birleşik Devletleri’nde haksızca hapse mahkûm edilen Beş Kübalı yurtseverde de onu
görüyoruz.
Che’nin 1964 yılında emperyalizmi lanetlediği ve “bu yüce insanlık artık yeter dedi
ve yürümeye koyuldu” dediği, New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun aynı
salonunda önümüzdeki 25 Ekim günü, Amerika Birleşik Devletleri’nin uyguladığı ve ekonomimizi 85 milyar doları aşkın zarara uğratan ekonomik savaşı duyurmak üzere bir kez
daha Küba’nın sesini duyurduğunda onu göreceğiz.
Aramızdan ayrılışının 44’üncü yılında
eğer Che adına bir mesaj vererek sözlerime
son vermem gerekirse, Bolivya’ya gitmeden
önce çocuklarına yazdığı sözlerini tekrar etmenin uygun olacağını düşünüyorum:
“İyi birer devrimci olarak büyüyün.
“Doğaya hükmetmemizi mümkün kılacak tekniğe hakim olabilmeniz için çok ça-
800 milyonu aşkın kişi okuryazar değildir
ve 115 milyon çocuk ilkokula dahi gidememektedir.
850 milyon kişi ise her gün aç yatmaktadır.
Dünya nüfusunun % 50’si yüzde birine bile sahip değilken, dünyanın en zenginlerinin
% 1’i, zenginliklerin % 40’na sahiptir.
Tüm bunlar da; bir milyar doların silaha ve
bir o kadarının da reklama harcandığı bir dünyada olmaktadır.
Che, tüm bu kötülüklerle mücadele etmiş-
lışın.
“Devrimin en önemli husus olduğunu ve
her birinizin tek başına bir şey yapamayacağını unutmayın.
“Öncelikle dünyanın herhangi bir yerinde işlenen her türlü haksızlığı daima
kalbinizin derinliğinde hissedebilin. Bu, bir
devrimcinin en hoş özelliğidir.”
Ankara’dan Kurtuluş Partililer
Küba Büyükelçisi Jorge Quesada Concepciòn Yoldaş’ın
Konuşması
Daima zafere doğru!
Çok teşekkürler.
9
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kahraman Gerilla Che halkların devrimci mücadelesinde yaşıyor...
Venezüella Bolivar Cumhuriyeti Büyükelçisi Raúl José
Betancourt Seeland Yoldaş’ın konuşması
Hazır mıyız?
İzin verirseniz burada oturmak istiyorum,
çok çok da teşekkür ediyorum. İzninizi almış
kabul ediyorum kendimi. Çünkü burada çok
çok rahatım.
Herkese iyi günler!
Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Devlet
Başkanı Komutan Hugo Chavez Frias, Bolivarcı Hükümetimiz, Türkiye’deki Venezuela
Büyükelçiliği ile Venezuelalıların çoğunluğunun desteğiyle göreve geldiği 02 Şubat
1999’dan bu yana Devlet Başkanımız ve Büyük Lider Hugo Chavez Frias’ın liderliğini
yaptığı, siyasi ve sosyal sürecimizi savunmayı
daima bilmiş cesur Venezüella Halkı adına her
birinizi içten ve samimi duygularla selamlarım.
Halkın Kurtuluş Partisi, Ankara İl Başkanı, sevgili dostum Avukat Sait Kıran başta olmak üzere, partinin diğer üyelerine, kardeş
Küba Cumhuriyeti Büyükelçisi JorgeQuesadaConcepcion’un da katıldığı ve Kahraman
Komutan Ernesto “Che” Guevara’nın vahşi,
zalim, korkakça katledilişinin 44’üncü yıldönümü vesilesiyle düzenlenen bu konferansa
bizleri davet ettikleri için şükranlarımı sunarım.
Bu bağlamda, sayın Prof. Dr. Nurullah Ankut’u, Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı’nı da buradan selamlamak istiyorum. Umarım en kısa zamanda aramıza tekrar dönerler.
Şimdi bu konuşmanın başlarında ben kişileri selamlamaktan çok hoşlanıyorum, daha
sonrasında konumuza geleceğiz zaten. Hazır
selamlamaya başlamışken ben bu arada Küba
Büyükelçiliği’nin değerli diplomatlarını da
selamlamak istiyorum; bilhassa yeni gelen
müsteşar beyefendiyi de. Her zaman Venezuela’ya güvenebileceklerini ve bir savaşta Venezuela’nın onlara destek olacağını bir kez daha
belirtmek isterim. Son olarak bir kişiyi daha
selamlamak istiyorum selamlama faslını bitirmeden önce: Sayın Maria Del Carmen Hanımefendi, Küba Büyükelçisi’nin eşini de saygıyla selamlıyorum.
Bugün, dünya üzerindeki ilerici yoldaşların birçoğu Komutan Ernesto “Che” Guevara’nın Bolivya’da katledilişini hatırlayacaklardır; bu sebeple günümüzde de Bravo Nehri’nin güneyindeki insanların ve halkların geleceğine karar veren ve gerek pratikte gerekse
teoride onu uzun süre meşgul eden Latin
Amerika devrimci görüşüne, güzel benzetmelere ve sıfatlara değinmek gerektiğine inanıyorum.
Che’nin mücadele ile geçen hayatında ve
sonrasında Arjantin-Küba-Bolivya’dan oluşan
betimleyici üçgen, genç yaşta arkadaşı Alberto Granado ile tehlikeli koşullarda gerçekleştirdiği ve bölgedeki sorunları daha iyi kavramasına, devrimci ideallerini ortaya koymasına
imkan sağlayan Latin Amerika seyahati, onun
bu yoldaki özverisini çok öncesinde özetlemektedir. Sonrasında Meksika’da bulunması,
Granma seferine katılması ve Kübalı tavrı çok
iyi bilinen hususlardır; ancak bir Martici olarak “Che”, kıtanın hiçbir ulusunu kendi vatan
görüşünün dışında bırakmamıştır.
Her zaman bütün ezilmiş halkların özgürlüğü için çalışarak, gerçek devrimcide öne
çıkması gereken ahlâkî değerleri kendi içerisinde çok iyi harmanlamış bir söz ve hareket
adamına ve de dünyanın devrim simgesi haline dönüşen Ernesto “Che” Guevara, “Ben bir
kurtarıcı değilim. Kurtarıcı diye bir şey yoktur. Halklar kendilerini kurtarır.” demiştir.
Yalnızca tek bir ülkede devrim yapmanın
verdiği memnuniyetsizlik ona güç vermiştir.
Küba devrimci hükümetinde, ufkunu genişleten, sosyalizmin devrim teorisi üzerine çalışmasına ve bu görüşü yaymasına fırsat tanıyan
önemli görevler üstlenmiştir. Ancak bu, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bünyesinde bulunan ülkelerde gözlemlediği gibi, doğrudan bir kabulleniş ya da amaca yönelik eleştiriden yoksun bir tutum olmamıştır.
Komutan Guevara, önlerindeki özgürlük
savaşının kıtasal bir karakter taşıdığını düşünmüştür. Başkomutan Fidel Castro’nun,
And Sıradağları’nın Amerika’nın Sierra Maestrası olarak anıldığını söylediği cümleyi hatırlayarak, devrimin stratejik öğesinin, çoğunluğun istikbalini hedeflemek olduğunu görmüştür. Bu fikir, ölümünden kırk yıl sonra dahi
birçok Latin Amerika ülkesinin devrim sürecini cesaretlendirmektedir.
Che için devrim ve onunla birlikte sosyalizm, hissedilir ve yaşanır, her etap geçilerek
ve eski devlet yapısında var olan ekonomik ve
sosyal eşitsizliklerin ortadan kalktığı yeni bir
toplum yapısı olan komünist topluma ulaşana
dek sona ermeyen bir sürece ulaşılarak tamamıyla halka ait bir güç tesis edilir.
Bu devrimcinin vasiyeti, değişmez bir hazine ya da bir kayaya kazınmış bir yazıt olarak
anlaşılmamalıdır. Bu, sergilenecek en az Guevaracı hareket olur. Kahraman Savaşçı, barışçıl yollarla gerçekleştirilecek devrim zaferi
varlığına imkân tanımasına rağmen, bu seçenek günümüz devrimci süreçlerinde kendiliğinden güçlenmektedir.
Ne var ki Devlet Başkanı Komutan Hugo
Chavez’e yapılan darbeyi, Evo Morales’e gelen tehditleri, Rafael Correa’ya yapılan baskıları, tümüne yönelik yapılan medya savaşlarını ve özerkliğini kaybetmeyi reddeden bölgesel ve ulusal oligarşinin sert izlerini taşıyan
ALBA ülkelerine karşı gerçekleştirilen kuşatmaları kim inkâr edebilir?
“Che” bu bağlam değişikliğini, birçoklarından önce vizyon ve açıklıkla açıklayabilir
ve yorumlayabilirdi.
Che, hiçbir zaman ne eleştiriden, ne özeleştiriden kaçınmıştır. Davranışları her zaman
sosyalist idealleriyle bütünleşmiştir. Onun
için devrimcilik, her insanın varmayı hedefleyeceği en üst basamağı temsil etmiştir. Bu,
ondaki sosyalist ve devrimci itikatın parçası
olmuştur ve bu nedenle her zaman olduğu gibi bir devrimci olarak geçerliliğini korumaktadır.
Latin Amerika’da günümüzde yaşananlar,
öncesinde kendi geleceğini duyuran ahlâklı
bir adamın keskin siyasi vizyonunu doğrulamaktadır: “Savaş sloganlarımız kulaktan
kulağa yayılacaksa, ölüm nereden ve nasıl
gelirse gelsin, hoş geldi, safa geldi…”
“Che” gibi insanlar boş yere yaşamazlar ve
Tarihi değiştire gelirler. Bu yüzden her zaman
hatırlamalıyız ki: “Devrim, hayat idame ettirmek için dilde yaşanmaz o, ruhumuzda
taşıdığımızdır.”
Bu Konferanstan önce sayın Av. Sait Kıran
Beyefendiyle Büyükelçilikte yapmış olduğumuz toplantıda kendisinden izin istemiştim,
burada her ne kadar Ernesto Che Guevara’yı
anmak için toplansak da, bir iki şeye temas etmek istemiştim.
Hiçbir zaman olmadığım kadar kısa konuşacağım inanamayacaksınız bana. Bugün sözümü de tutacağım.
Venezuela, Filistin Devletini
tanıyor, destekliyor
Sizlere Filistin konusuyla ilgili olarak Venezuela Hükümeti’nin muhalif duruşuyla ilgili bir şeyler aktarmak istiyorum.
Bu noktada sizlere Birleşmiş Milletler 66.
Genel Kurulu münasebetiyle Cumhurbaşkanı
Hugo Chavez Frias’ın, Birleşmiş Milletler
Genel Sekreteri’ne yazmış oldukları bir mektuptan bir bölüm okumak istiyorum.
“Mira Flores 17 eylül 2011,
“Ekselansları Ban Ki-Moon Birleşmiş
Milletler Genel Sekreteri,
“Sayın Genel Sekreter, dünya halklarının saygıdeğer temsilcileri;
“Yeryüzünde bulunan tüm dünya halklarının temsil edildiği büyük bir camia olan
Birleşmiş Milletler Genel Meclisi’ne yönelttiğim bu sözler, Filistin Devleti’nin tanınması ve Filistin’in özgür, egemen, bağımsız
bir ülkeye dönüşmesi haklı hususlarında ve
Venezuela’nın vermiş olduğu tam desteği
bugün burada tasdik etmektedir. Çok uzun
zamandan bu yana içinde acı ve ızdırap barındıran bir halkla ilgili tarihi bir adalet tecellisi söz konusudur.
“(…)
“(…) Bu bağlamda büyük İspanyol yazar Juan Goytisolo etkili bir biçimde yaptığı şu belirlemelerle ne kadar da haklıdır:
İsrail kavimlerine Batı Şeria Bölgesi’nin
(Judea ve Samaria) Kitab-ı Mukaddes’te
vaad edilmiş olması, bu topraklarda doğan
ve yaşayanları tahliye etme hakkı tanıyan,
noter önünde güvence altına alınmış bir
mukavele değildir.
“İşte bu sebepten ötürü, Ortadoğu sorununun çözümü, kati olarak, Filistin Halkına adil davranmaktan geçer; bu, barış elde
etmenin yegâne yoludur.
“(…)
“(…) Filistin’in güvenliği, Ürdün’ün batı sınırı ve Gazze Şeridi tecrit edilerek, bir
çırpıda yerel yönetim ve yerel polis kontrolü seviyesine indirgenemez. Bu, Filistin
Devletinin, başkent olarak Batı Kudüs’ü de
kapsayan 1967 öncesi sınırlarını, vatandaşlarının haklarını ve halk olarak kendi isteklerini göz ardı etmek demektir. Bu da
194 sayılı kararda aynen ifade edildiği üzere % 50’si dünya üzerinde dağınık bulunan
Filistin vatandaşlarının tazmin edilmesinin
ve sonrasında anavatana dönmelerinin göz
ardı edilmesidir.”
Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias, mektubuna şu sözlerle son vermekte:
“Filistin denilmeye devam edecek. Filistin yaşayacak ve kazanacak. Çok yaşa özgür egemen ve bağımsız Filistin.”
Bolivarcı Devrim’in
kazınımları-
Az önce söylediğim konuşmalarda iki nokta daha eksik kaldı, onları da tamamlayacağım. Ben bu gibi aktivitelerde, Bolivarcı Devrim’in kazanımlarını aktarıyorum dinleyicilere genel olarak. Bu seferkinde de sadece bir
tanesini aktarmak istiyorum.
Cumhurbaşkanı Hugo Chavez Frias, kısa
bir zaman önce Venezuela’da büyük Konut
Projesi Misyonunu açıkladı. Bu da, Venezuela’da konut sorunu problemini kaldırmasını
planladığı bir misyondur, 2011- 2017 yılları
arasında 2 milyon konut inşasını içermektedir.
Bu yeni misyonun amacı, Venezuela’da
yaşanan konut dramını ortadan kaldırmaktır.
Bu da nasıl olacak?
Elbette ki özel sektör ve kamu sektörünün
bir araya gelip çalışmasıyla…
İçinde bulunduğumuz 2011 yılı çerçevesinde de 150.000 konut inşa edilmektedir. Günümüzde Venezuela’da gecekondu olarak tabir edilen yerleri, halkın saygınlığına yaraşır
konutlarla değiştirmeyi hedefliyoruz.
Venezuela’da Seçimleri yine
halk kazanacak
Şimdi ise 2012 yılında yapılacak olan seçimlerle ilgili konuşmak istiyorum. Seçimlerden konuşmuşken de sizlerin de bildiği üzere
benim defalarca tekrar ettiğim şu şeyi de tekrar ifade etmek istiyorum: “Chavez no se
va!”
Venezuela Yüksek Seçim Kurulu, 2012
Aralık ayında yapılması planlanan seçimleri
iki ay öne alarak, 2012’nin Ekim ayına çekmiştir.
Venezuela’da muhalif kesim artık Cha-
vez’e deli olmakta. Şimdi artık o kadar şaşırmış ve paniklemiş durumdalar ki bu bütün
muhalif partiler, on muhalif parti, bir araya
gelip Chavez karşısında tek bir aday çıkarmayı düşünüyorlar.
Bu kişilerden bir tanesi de Başkan Chavez’e darbe girişimi yapıldığı zaman Venezuela’da Küba Büyükelçiliği’nin araçlarının
yakılmasını salık veren, Küba Büyükelçiliği’nin elektriklerinin kesilmesini halka öğütleyen kişidir.
Halklar maalesef kimi zaman kendisine
yapılan, bilhassa kendisine yapılan haksızlıkları unutuyorlar. Umuyorum ki bu gelecek seçimlerde Venezuela Halkı, kendi kardeş cumhuriyet güçleriyle yapılmış bu saldırıyı unutmasın. Bunun faturasını bir dahaki seçimlerde
bu insanlara kessin.
Şu an bulunduğumuz tarihten bakacak
olursak, tam bir sene var Venezuela seçimlerinin gerçekleşmesine. Benim sizlerden ricam,
bu seçim sürecini yakından takip etmenizdir.
Biliyorsunuz az önce de ifade ettim, muhalif
partiler kendi aralarında birleşip, tabiri yerindeyse imkânsız bir göreve soyundular. Bunun
yakından takipçisi olmanızı diliyorum.
Cumhuriyet tarihinde ilk defa halkı için
çalışan bir cumhurbaşkanı hâlihazırda görevdedir ve inanıyorum ki Venezuela Halkı bu
cumhurbaşkanını unutmayacaktır, yanında
olacaktır.
Bu zamana kadar ilk kez üniversite çağındaki öğrenciler, maddi koşulların yetersizliğinden okuyamamış gençler üniversiteye girmektedir. Ülkenin her yerinde Bolivarcı üniversiteler kurulmaktadır bu gençler için.
Çok değerli kardeş cumhuriyetimiz Küba
sayesinde de 2005 yılında Venezuela, UNESCO tarafından okuma yazma oranı en yüksek
ülkelerden bir tanesi ilan edildi.
Küba
Cumhuriyeti
sayesinde
Venezuela’da bol miktarda ilaç bulunmaktadır.
Yine aynı şekilde kendilerine, göstermiş
oldukları sağlık hizmetleri için de ayrıca teşekkür ediyoruz. Ve bir dahaki seçimlerde
Chavez’i oylamayı unutmayın.
Chavez Yoldaş’ın sağlık
durumu-
Son olarak da size Cumhurbaşkanımız Hugo Chavez Frias’ın sağlık durumu hakkında
bilgi vermek istiyorum. Bundan sonra bitireceğim sözlerimi.
Şimdi Venezuela’da sürdürülmekte olan
medyatik kampanyalardan bir tanesinde dile
getirilen şey, Cumhurbaşkanı Hugo Chavez
Frias’ın sağlık durumunun çok çok kötü oldu-
İ
ğu.
Yalnız bizler, cumhurbaşkanına ulaşabilen
kişiler, yakınında, etrafında olan kişiler, kendisinin tamamen iyileştiğini biliyoruz.
Cumhurbaşkanımız Chavez, Brezilya, Ekvador ve şu an hatırlayamadığım bir diğer ülkeye seyahat düzenlemişti, bu ülkeleri kapsayan.
Bunların bir durağı olarak Küba’ya indiği
zaman, Sayın Fidel Castro’yla oturup sohbet
ederlerken diyor ki Chavez’e; “kendini iyi
hissetmiyormuşsun.”
O da diyor ki; “Evet pek iyi hissetmiyorum.”
Ve o an, Fidel Castro kendi özel sağlık ekibini, Cumhurbaşkanı Chavez’in sağlık tetkiklerinin yapılması için seferber ediyor. Bu yapılan tetkikler sonucunda bir tümöre rastlanıyor Cumhurbaşkanının vücudunda. Bu zamana kadar kendisi dört kemoterapi gördü, üç tanesi Küba’da, bir tanesi Venezuela’da olmak
üzere.
Sonuç olarak Cumhurbaşkanımızın iyileştiğini ben söyleyebilirim.
Tabiî bir taraftan muhalefetin bu karşı
kampanyalarla bu kadar insanlık dışı, vicdansız bir şekilde hastalığını yanlış şekillerde aksettiriyor olması bizi çok çok üzüyor. Bu kadar vicdansız, bu kadar kötü niyetli olmasınlar. Chavez daha uzun süre bizimle olacak, insanlar istedikleri kadar onu göz ardı edebilirler, ederlerse etsinler...
Evet, bu sefer bitiriyorum konuşmamı.
Sizlere burada bizimle bu anlamlı günde
bizlere eşlik ettiğiniz için çok çok teşekkür
ediyorum; sayın Küba Büyükelçisi’ne ve diğer katılımcı herkese.
Aynı zaman da şunu da belirtmek istiyorum; değerli asistanım Berna Talun Üğüten’e
de, bu zamana kadar bana her alanda koşulsuz
destek olmuştur, bundan sonraki kariyerinde
de başarılar diliyorum ve bilhassa hamileliğinde geri kalan iki ayın da güzel geçmesini
diliyorum.
Sülünay’a da çok çok teşekkür etmek istiyorum. Bugün buraya geldi ve bana eşlik etti.
Kendisi zaten izindeydi, balayından döndü.
Bunu da söylemek zorundayım mesleğim gereği. Balayından kalktı geldi sonrasında balayına devam edecek. Tekrar teşekkür ederim.
Yaşasın Türkiye!
Yaşasın Küba!
Yaşasın Venezüella!
Yaşasın Filistin!
Ve Sizler de Yaşayın!
Zafere Kadar, Daima!
Bedence Aramızdan Ayrılan Mihri Belli’nin
Anısı Önünde Saygıyla Eğiliyoruz...
nanmış bir Devrimci daha bedence aramızdan ayrıldı.
Ne mutlu ona ki yaşadığı 95 yıl boyunca hep
Sosyalist olarak kaldı ve
bir Sosyalist, bir Devrimci
olarak son nefesini verdi.
Ondan genç veya yaşlı
nice “anlı şanlı” sosyalist,
birçoğu da gencecik yaşta
teslimiyet batağını boylayarak dönekleşirken, O
hiç sarsılmadan kavgasını sürdürdü.
27 Mayıs 1960 Politik Devriminin
öncesi zor yıllarda da, 12 Mart ve 12
Eylül Faşist Darbelerinin zorlu yıllarında
da O bir İnanç Adamı olarak tökezlemedi,
faşist baskılara, dönekler ordusunun ihanetlerine inat.
İnsanlığın bayıraşağı yuvarlandığı bu
zorlu günler ilelebet böyle devam etmeyecek ve bu rezil çember elbet
bir gün kırılacaktır.
Sosyalizmi eninde sonunda zafere ulaştırarak tüm
insanların kardeşçe yaşayacağı bir Dünya kuracağımıza
olan inancımızdan zerre
kadar tereddüt duymamaktayız.
Mihri Belli’yi sonsuzluğa
uğurlarken, mücadelesinin asla boşa gitmeyeceğini ve bir gün zafere ulaşacağını
belirterek anısı önünde saygıyla eğiliyoruz... 17.08.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
10
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi’nden
Kübalı 5 Kahraman, ABD Emperyalizmince Bir Hukuk Skandalıyla Mahkûm Edildiler
E
vet, bugün 12 Eylül. Bu tarih
ABD’nin bir alçaklığına tekabül ediyor. Bundan tam on üç yıl önce, 12
Eylül 1998 tarihinde Kübalı beş Kahraman, ABD’de Miami’de tutuklandı… Ve o
zamandan beri, ABD zindanlarında tutulmaktadırlar.
ABD Emperyalistleri, 52 yıldan beri yiğit Küba Halkına ve önderlerine karşı onlarca aşağılık saldırıda bulundular.
Küba’nın gemilerini batırdılar, uçaklarını
düşürdüler. Binlerce masum Küba insanının kanına girdiler. Milyarlarca dolarlık
Küba malını tahrip ettiler. ABD Emperyalistleri, Küba’ya yönelik terör saldırılarının
hemen tümünde, kukla olarak, ABD’nin
Miami şehrinde ve civarında üslenmiş olan
hainleri, insanlıklarını-ruhlarını emperyalistlere satan insan sefaletlerini kullandı.
12 Eylül 1998’de Miami’de tutuklanan
5 Kübalı Yurtsever, işte bu vatan hainlerinin alçakça saldırılarını, daha hazırlık aşamasındayken öğrenip, Küba’ya bildiriyorlar, Küba Halkının ve Hükümetinin önlem
almasını sağlıyorlardı. Bu Beş Yurtseverin
çalışması sayesinde, ABD’nin emrindeki
hainler aracılığıyla tertiplediği onlarca terör saldırısı boşa çıkarılmıştı. Bu kahra-
manlar, ABD Halkına ve ülkesine hiçbir
zaman en küçük bir zarar vermemiştir. Zaten böyle bir amaçları da yoktur. Onların
bütün çabaları, vatanları Küba’ya ve yiğit
halkına zarar verilmesini önlemek, etkisiz
hale getirmekti. Gerçeğin böyle olmasına
ve bunun ABD yasalarında bile suç kapsamına girmemesine rağmen, ABD Emperyalistleri, Kübalı 5 Kahramanı on üç yıldan
beri zindanda tutmuş, sonunda düzmece
bir mahkemeyle yargılatarak da mahkum
ettirmiştir. Beş Kahraman aleyhine, ABD
yasalarında daha önce bulunmayan bir suç
uydurularak verilen mahkûmiyet, geçtiğimiz günlerde şeklî hukuk açısından kesinleşmiştir. Yine ABD yasalarına göre, devlet başkanına tanınan mahkûmiyetin kaldırılması yetkisi dışında bir yol kalmamıştır.
Bu nedenle, Küba Halkının gönülden
dostu olan biz Kurtuluş Partililer Obama’ya sesleniyoruz:
“Sen, başhaydudun başkanısın! Devletinin genelde insanlığa, özelde ise Küba Halkına karşı işlediği suçların hesabından bir zerre olsun kurtulmak, günahlarını bir dirhem azaltmak için bu
yetkini kullan! Böylece senin ve devletinin zaten yüzlerce-binlerce kez ayaklar
Çelikten İrade
P
artinin yayını olan Granma’da ve gençlik dergisi Juventud Rebelde’de iki gün
önce 14 Ekim Cuma günü Küba Cumhuriyeti Kahramanı Rene Gonzalez’in Küba
Halkına hitaben yazmış olduğu mesaj yer aldı. Rene, diğer dört yoldaşından yüzlerce kilometre uzaklıktaki hapishanede yıllarca
haksız yere tutulduktan 13 yıl sonra salıverildi.
Hiçbir suç işlememiş olmalarına ve
aleyhlerine delil bulunmamasına rağmen
Yanki adaleti tarafından kendilerine layık görülen ve aslında birer mezardan farksız olan
hücrelerinde inançlarından hiçbir kaybetmeden direndiler. Küba Beşlisi, oldukları tarafta
oldukları için cezalandırıldılar, tek yanlışları
buydu.
Rene, hapisten salıverilmesine rağmen üç
yıl boyunca ailesine ve halkına kavuşamayacak. Kendisine dayatılan zalimce kararın verildiği ülke topraklarından ayrılamayacak.
Ülkemizin son dönemde içinden geçmekte olduğu tarihsel dönemin önemini kavrayanlar için Rene’nin sözleri çok anlamlıydı:
“Benim için şimdi yaşamakta olduğum
mutluluk, korkunç bir adaletsizlikler silsilesinde açılmış bir parantez sadece. Benim
şu anda hapisten dışarı salıverilmem sadece beni yasal yollardan adaletsizce bu şekilde istismar etmelerinin başka yolunun
kalmamış olmasındandır. Ancak hâlâ hapiste olan dört kardeşim bulunuyor, onları da kurtarmalı, onların da ailelerine kavuşmasını sağlamalıyız. Onlara şu anda
bulundukları, her gün uyandıkları yerden
kurtarmalı, ait oldukları yere geri getirmeliyiz, bunun için canımızı dişimize takmalıyız.
“Şu anda bulunduğum yer sadece bir
ileri siper benim için. Tam adalet sağlanıp
diğer kardeşlerimle beraber Küba’ya dönünceye kadar savaşmayı sürdüreceğim
bir mevzi.
“Tüm halkımıza, bizi yıllardır savunmayı sürdüren insanlara, üzerimizdeki
bilgi ablukasını milim milim ilerleyerek
kırmayı başaran binlerce, on binlerce insana, boyalı basını susturanlara Küba
Beşlisi adına şükranlarımı sunarım. Beni
en çok bahtiyar eden şey Küba Beşlisi olarak sizi hak ettiğiniz şekilde temsil etmiş
olduğumuzdur. Biz aslında Küba Beşlisi
değil 50 yıldır direnen Küba Halkıyız. Sizin bu görkemli direnişinizdi bize ilham
veren, sizi temsil ettiğimizin farkındaydık
ve sizi yüzüstü bırakmadan hak ettiğiniz
yere taşımaktı amacımız.”
13 yıl boyunca vahşice ve haksızca uygulanan bir cezaya kahramanca direnen savaşçı
Rene’nin samimi ve onurlu sözleri gerçekten
Prensa Latina’dan
çok etkileyici.
İmparatorluğun
zorbalığı,
Küba
Beşlisi’ne karşı işlenen haksızlığı artık yalanlarla sürdüremez. Ellerindeki satılmış basın organları istedikleri kadar kahramanlarımızı ABD güvenliğini istismar eden ajanlar
olarak tanıtlamaya çalışsın.
Aklıma Elian Gonzalez’in ailesine ve evine dönmesi için halkımızın verdiği ve zaferle sonuçlanan kavga geliyor. Miami’deki Küba karşıtı karşıdevrimci mafyanın baskısına
rağmen dönemin ABD Başkanı Bill Clinton
yasaları uygulamak için güvenlik güçlerini
göreve çağırmak zorunda kalmıştı. Bu grup
içinde bulunan vahşi kurtlardan Ileana Ros,
bugün ABD Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler
Komitesi Başkanıdır!
Kararlılığı ve her türlü zorluğa karşı takındığı kahramanca tavırla Rene Gonzelez’in
Küba Halkına verdiği mesaj, Küba
Beşlisi’nin ABD tarafından asla teslim alınamadığının en büyük delilidir. Ayrıca bu asil
tavır, ülkemize karşı cezalandırma
amacıyla uygulanan yasadışı ablukanın teşhir edilmesinin de en
önemli yansımasıdır.
Bu sıra dışı vahşice abluka politikası ABD ve İsrail dışındaki
tüm Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerin oy birliğine rağmen uygulanmaya devam edilmektedir.
Günümüzde Yanki İmparatorluğu’nun kurduğu çatı altında küreselleşen dünyamızda artık hiçbir
ülkenin egemenliği ve güvenliği
garanti altında değildir. Birleşmiş
Milletler üyesi ülkeler oy birliğiyle Küba’ya karşı uygulanan ablukaya karşı bin kere red oyu verseler veya Filistin Halkının devlet
olmasına yönelik bir fikir birliği
içinde olsalar da eğer bu kararlar
İmparatorluğun kararlarıyla uyumlu değilse hiçbir hüküm taşımamaktadır.
Ancak ülkemiz ve Devrimimiz siyasetin
prensipler üzerinde yapılması durumunda
küçük bir egemen ülkenin bile neler yapabileceğinin canlı bir örneğidir. Tüm bilimsel
gelişmeler, teknolojik patentler ve zenginliklerin birkaç gelişmiş ülkenin elinde toplanıyor. Eskiden sömürgeci olan bu devletler, diğer devletlerde yağma ve yoksulluğun yayılmasını istemekte.
İmparatorluğa karşı verdikleri uzun mücadelede kahraman Küba Halkı iki kez nükleer silahların tehdidini üzerinde hissetti: birincisi 1962 Ekim ayında, ikincisi ise 1988
yılı ortalarında. 1962 yılında Yankilerin topraklarımızı nükleer silahlar için denetleme
tehdidine pabuç bırakmadı. 1988 yılında ise
Angola’da Güney Afrika ırkçı rejimine karşı
yapılan Cuito Cuanavale Muharebesi’nden
sonra Batı tarafından beslenen Güney Afrika
Ordusu’nu püskürttü. İlerleyen Küba ve Angola birliklerine karşı aman dilemek zorunda
kalan Batı, Namibya’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı, sonrasında da ırkçı rejimin çöküşü geldi.
altına aldığı hukuk ilkelerini bir kez olsun hatırlamış olursun ve Dünya Halkları bunu sen ve temsil ettiğin sınıf için
ileride cezadan indirim sebebi sayar!
ABD Emperyalizminin onca şerefsizliğinin yükü altında kalan kişiliğin için küçük bir olumluluk olur bu olay! Fırsatın
varken, kendine bu iyiliği yap deriz!”
AB-D Emperyalizmi Yenilecek!
Halklar Kazanacak!
ABD; dünyanın en büyük terör örgütüdür. Faşist darbeler tertipleyen odur. Mazlum ülkelere saldıran, işgallerde bulunan
odur. Atom bombası kullanarak iki şehri,
insanlarıyla birlikte, yok eden yine odur…
En insanlık dışı işkence yöntemlerini uygulayan odur. Şu anda işgali altında bulundurduğu Irak’ta, son on beş yıldan bu yana
ortalama bir buçuk milyon masum insanın
ölümüne neden olan odur. Son olarak Libya’ya saldıran, Suriye’ye saldırı hazırlıkları yapan yine odur.
ABD, 1945’ten bu yana, yaptığı-yaptırttığı faşist darbeler sebebiyle, üç milyon
insanın hayatını yok etmiş veya ettirmiştir.
Kore, Vietnam, Irak, Yugoslavya, Afganistan gibi mazlum ülkelere karşı yaptığı emÜçüncü Dünya halkları Küba Halkının
sağlık ve eğitim alanlarındaki özverili dayanışmasının da farkındadır.
Bu durumda Küba’nın terörizme destek
verdiği yalanına kim inanır ki?
Bunlar olsa olsa kendi sınırlarından sadece 140 km uzakta olan küçük bir ülkeye abluka uygulamanın yanı sıra terör saldırıları
düzenleyen bir ülkenin ortaya attığı yalanlar
olabilir. Okullarda, parklarda, alışveriş merkezlerinde çıkartılan yangınlar, şeker kamışı
tarlalarına atılan fosfor bombaları, fabrikalara atılan patlayıcılar, limanlara, balıkçı teknelerine düzenlenen korsan saldırılar, ülke içine
paralı askerlerin çıkartılması bu terör saldırılarının sadece bazılarıdır.
Havaalanlarımızın bombalanmasından
sonra Domuzlar Körfezi’ne paralı askerlerin
çıkartılması, bunların kıyıda bekleyen ABD
Deniz Kuvvetleri’ne ait gemiler tarafından
desteklenmesi ve saldırı sonucu ölen sayısız
Kübalı… ABD bu gerçekleri yalanlayabilir
mi?
ABD
gizli
servislerince
Küba
Devrimi’nin liderine karşı düzenlenen sayısız suikast girişimi, tarımda ve hayvancılıkta
ülke ekonomisine darbe vurmak için yayılan
virüs ve bakteriler, kıtamızda bulunmayan,
sadece Küba’da görülen esrarengiz hastalıklar! Yüz binlerce Latin Amerikalıyı etkileyen
ve binlerce masum çocuğun ölmesine yol
açan ateşli hastalıklar.
ABD tarafından halklarımıza karşı işlenen suçlar saymakla bitmez.
Yarın devam edeceğim.
Çelikten İrade
(2. ve son kısım)
1976 yılında Küba’ya karşı en ciddi terör
eylemi gerçekleşti. Barbados’dan kalkan Küba Havayolları’na ait yolcu uçağı, 73 yolcu
ve özveriyle görevlerini yapan pilotlar ve kabin görevlileri hayatlarını kaybettiler. Uçakta
Orta Amerika ve Karayipler Eskrim Şampiyonası’nda tüm altın madalyaları kazanmış
olan Kübalı genç sporcular ile Küba’dan ve
başka ülkelerden yolcular vardı. Terör olayını lanetlemek ve bu insanlarla son kez vedalaşmak için Devrim Meydanı’nı dolduran
halk kitleleri o güne kadar gördüğüm en olağanüstü görüntüydü. İnsanların yüzlerindeki
acı hâlâ silinemez düzeyde. Belki hiçbir
Arşiv
peryalist savaş, işgal ve uyguladığı ekonomik ablukalar nedeniyle ortalama yedi milyon masum insanın canına kıymıştır. Yani
toplam on milyon insanın hayatını yok etmiştir ABD, emperyalist planlarını uygulayabilmek, pis sömürüsünü, yağmasını yapabilmek için…
Fakat gün gelecek insanlık, yüzüne tükürecektir ABD’nin. İnsanlık, bu zulme
sürgit boyun eğmeyecek, şahlanacaktır
AB-D Emperyalistlerine karşı. Ve işte o
zaman, örgütlü halkları hiçbir güç yeneme-
ABD lideri onların yüzlerindeki acıyı göremedi. Belki de terörizme karşı neden bu şekilde kahramanca mücadele ettiğimizi öğrenmek için bu tür görüntüler basın kurumlarında yayınlanmalı.
Küba’da karşıdevrimci faaliyetlere başlamak için talimat verildiğinde, Bush ABD
gizli servislerinde önemli bir kişi konumundaydı. CIA, Florida’daki yapılanmasıyla bölgedeki en önemli askeri üssü kurmuş oldu.
Burası Küba rejimine karşı her türlü saldırının kaynağı haline geldi. Saldırılar arasında
Devrimin önderlerine karşı suikast girişimleri de vardı. Ancak Domuzlar Körfezi örneğinde de görüldüğü gibi Küba Halkı düşmana karşı kanının son damlasına kadar savaşacağını gösterdi. Devrime karşı yapılan saldırıların başarısız olması ve Küba’nın zaferi,
hem ABD hem de Kübalıların hayatlarını
kurtarmıştır. Bush bunu hiç anlamadı.
Barbados vahşeti Bush CIA’nın başındayken yaşandı, olayın sorumluluğu Başkan Gerald Ford’da olduğu kadar onun da omuzlarındadır.
1976 yılının Haziran ayında Dominik
Cumhuriyeti’nin Bonao kentinde CIA Başkan Yardımcısı Vernon Walters’ın
himayesinde Birleşik Devrimci
Örgütler Koordinasyon toplantısı
yapıldı. İsme dikkatinizi çekerim;
“Birleşik Devrimci Örgütler”.
Bu dönemde aktif olan Orlando Bosch ve Posada Carriles bu
örgütün liderleri konumuna yükseldiler. Böylelikle Küba’ya yönelik bir dizi terör saldırısı başlamış
oldu. 6 Ekim 1976 günü Orlando
Bosch ve Posada Carriles havadaki Küba Havayolları uçağına karşı
bizzat kendileri sabotaj eyleminde
bulundular.
Yetkililerce olayda adı geçen
kişiler yakalanarak Venezuela’ya
gönderildi.
Skandal o kadar büyük çaptaydı ki, o yıllarda ABD müttefiki
olan ve bu ülkenin suçlarına ortak
olan Venezuela bile sanıkları mahkemeye çıkartmak zorunda kaldı.
Temmuz 1979’da Sandinista Devrimi zafer kazandı. Nikaragua’da, ABD tarafından
derhal bir kirli savaş başlatıldı. Reagan ABD
Başkanı oldu.
Gerald Ford, Nixon’un yerine geldiği zaman daha önce skandallar sonucu açığa çıkan
ABD yetkililerinin yabancı liderlere suikast
düzenlenmesi yasaklandı. ABD Kongresi ise
Nikaragua’daki kirli savaşa desteğini kesti.
Posada Carriles’e ihtiyaç duyuluyordu. Küba-Amerika Ulusal Derneği aracılığıyla CIA,
Carriles’i hapishane yönetimine verilen rüşvetler sayesinde kaçırdı. Derhal El Salvador’daki Ilopango’ya getirilen Carriles görevine başladı. Yeni görevinde Nikaragua’daki karşıdevrimci Kontralara silah sağlayarak
binlerce devrimcinin ölüme sebep olurken,
bir yandan da CIA ile işbirliği içinde uyuşturucu ticareti yapıyordu.
Yerimiz sınırlı olduğundan dolayı acımasız tarihimizle ilgili çok sayıda ayrıntıyı atlayacağım.
ABD Hükümeti tarafından ev sahipliği
yapılan Nobel Ödülü’nün neden Küba’nın te-
yecektir.
Dünya Halkları zafer kazanacak, AB-D
çakalları yenilecektir.
Fidel Yoldaş’ın dediği gibi, bu çakal
sürüsü, Nürnberg benzeri bir mahkemede
yargılanacak ve insanlığa karşı işlediği
suçların hesabını verecektir… Bundan
kimsenin kuşkusu olmasın. 12 Eylül 2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
rörist bir ülke olduğuna dair aptalca bir fikri
yineleyip durduğunu anlayamıyoruz. ABD
Hükümeti tam tersine bu küçük ada ülkesini
abluka altına almış, 4 Kübalı antiteröristi
hapse atıp insanlık dışı koşullarda tutmaktadır. Rene’nin evine ve ailesine dönmesi,
ABD Silahlı Kuvvetleri için ne gibi bir tehdit
unsuru olabilir?
9 Ekim günü Rene, kahraman Küba Halkına hitap ederken “Fidel ve Raul’a mesaj”
adlı bir konuşma kaydı daha yaptı. Küba
Meclis Başkanı Ricardo Alarcon’un da önerisiyle Florida Federal Mahkemesinin kararı
açıklanmadan bu mesaj yayınlanmadı.
Bu aşama geçildiği için Küba Halkına artık rahatlıkla onurlu bir şekilde çelik gibi bir
irade sergileyen kahramanlarımızın mesajını
sunabilirim:
“Sevgili komutanım
“Öncelikle sizi kucaklarım, bize gösterdiğiniz destek için tüm Küba ulusunu ayağa kaldırdığınız, uluslararası dayanışma
hareketini yarattığınız için ama en çok da
son 13 yıl boyunca takip edebileceğimiz
bir öncü ve örnek olduğunuz için teşekkürler.
“Bizim için bu görev sizin yaptığınız
her şeyin bir devamı niteliğindeydi. Sizin
neslinizin Küba Halkı ve insanlık için yaptıklarının bir devamı.
“Bu mesajı size göndermek beni çok
mutlu ediyor, geçici de olsa bir kucaklaşma göndermek beni sevindiriyor. Ancak
düşmanlar gerçekten kucaklaşmamızı ne
kadar engellemeye çalışırlarsa çalışsınlar
başarısız olacaklar. Siz söz verdiğiniz için
Küba Beşlisi’nin geri döneceğini düşünüyorum. Sözünüzün dışında Küba Halkı ortaya koyduğu enerjiyle insanlığın iyiliği
için kavga etmeye devam ediyor.
Küba Halkına ilham veren davana hizmet
ediyor olmak bizim için büyük bir onurdur. Senin ve Raul’un açtığı yolda ilerlemeye devam ediyoruz, hiçbir zaman gözünüz arkada kalmasın.
“Sizler, Fidel ve Raul, bize artık bu
yepyeni tehlikelerle dolu aşamada önderlik ediyorsunuz. Karmaşık bir ekonomik
bağımsızlık savaşında hayal ettiğimiz toplumu yaratmaya çalışıyoruz. Sizlere Beşli’den birer kucaklama getirdim, size her
zaman güvendik. Hücrede tek başımızayken bizi tamamen dış dünyadan yalıttılar.
Hiçbir şeyden haberimiz yoktu, ama sizin
devrimin yolundan ayrılmayacağınıza
inancımız tamdı. Devrimin onu koruyanları koruyacağından emindik, bu yüzden
de o hep korunacak.
“Ayrıca bize atfedilen tüm onurlu eylemleri yapmadığımızı belirtsem de hayatımızın geriye kalan kısmı sizin de verdiğiniz ilhamla davaya adanacaktır. Bize nasıl
davranmamız gerektiğini öğrettiniz, bize
duyduğunuz güveni boşa çıkartmayacağız.
“Şu anda bulunduğum yer kavgaya devam edeceğim yeni bir mevzi sadece ve
adalet yerine gelinceye kadar kavgaya devam edeceğim.
“Ve Fidel ve Raul son sözüm sizlere;
emredin komutanlarım!”
16-17 Ekim 2011
11
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi’nden
KÜBA KOMÜİST PARTİSİ MERKEZ KOMİTESİ’E
Halkların Kurtuluş Mücadelesinde Düşenler Ölümsüzdürler!
K
Yoldaşlar;
üba, Küba Komünist Partisi’nin kurucularından, Politbüro Üyesi, Devrimci Silahlı Kuvvetler Bakanı ve Devlet Konseyi Başkan Yardımcısı Korgeneral Julio Casas Regueiro’yu yitirdi.
Acınız büyük, acımız büyük.
Ama biz devrimciler biliriz ki; İnsanlığın
kurtuluş mücadelesinde düşenler sadece bedence aramızdan ayrılırlar. İnsanlığın kurtuluş mücadelesine tüm yaşamlarını adayanlar, insanlığın gönlünde ölümsüzleşirler. Bedence aramızdan ayrıldıklarında bile insanlığa yol göstermeye, ışık olmaya devam ederler.
Julio Casas Regueiro Yoldaş, 10 Mart 1952
yılındaki karşıdevrimci darbeden itibaren devrimci mücadeleye katılmıştır. 1957 yılında Fidel Yoldaş’ın önderliğindeki 26 Temmuz Hareketi ile temasa geçerek devrimci mücadelesini
Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Hugo Chávez’in, Filistin Devleti’nin tanınması konusunda
Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’a yazdığı mektup:
Ekselansları Ban Ki-Moon Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri
Sayın Genel Sekreter,
Dünya Halklarının Saygıdeğer Temsilcileri,
Yeryüzünde bulunan tüm dünya halklarının
temsil edildiği büyük bir camia olan Birleşmiş
Milletler Genel Meclisi’ne yönelttiğim bu sözler, Filistin Devleti’nin tanınması; Filistin’in özgür, egemen ve bağımsız bir ülkeye dönüşme
hakkı hususlarında Venezuela’nın vermiş olduğu tam desteği bugün ve burada tasdik etmektedir. Çok uzun zamandan bu yana içinde büyük
acı ve ızdırap büyüten bir halkla ilgili tarihi bir
adalet tecellisi söz konusudur.
Ünlü Fransız düşünür, Gilles
Deleuze’nin “Arafat’ın Büyüklüğü” adlı unutulmaz eserinde de
vurguladığı gerçeklik, Filistin sorununun her şeyden önce, bu
halkın kendine yapılan haksızlıkları çekmiş ve çekmeye devam ediyor olmasıdır. Aynı şekilde, bu daimi ve yılmaz direniş
isteğidir ki insanlığın kahramanlık
sayfalarına yazılmıştır. Bu direnme isteği, dünyaya duyulan derin
sevgiden doğmuştur. Filistin’in
yorulmak bilmez sesi Mahmut
Derviş, bu sevgiden ve bu hissiyatın bilincinden şöyle bahseder:
Hatırlatmaya gerek yok
çünkü Carmel Dağı içimizde
Kirpiklerim üzerinde uçmakta Galilee’nin tozu
Ona doğru bir nehir gibi
akarım deme
Ülkemiz iliklerimizdedir/ülkemiz canımızın canı.
Filistin Halkının başına gelenin bir soykırım olmadığını yalan
yere savunanlara karşı yine Deleuze en güzel açıklamayı yapmıştır:
“Her durumda, sadece Filistin Halkının var olmaması gerektiğini değil hiç var olmadığı
ortaya konulmaya çalışılmaktadır.”
Bu, tabiri caizse, soykırımın sıfır noktasıdır:
bir halkın var olmadığını açıklamaktır; onun var
olma hakkını inkâr etmektir. Bu bağlamda, büyük İspanyol yazar Juan Goytisolo, etkili bir
biçimde yaptığı şu belirlemelerde ne kadar da
haklıdır:
“İsrail kavimlerine Batı Şeria Bölgesi’nin
(Judea ve Samaria) Kitab-ı Mukaddes’te vaad edilmiş olması, bu topraklarda doğan ve
yaşayanları tahliye etme hakkı tanıyan, noter
önünde güvence altına alınmış bir mukavele
değildir.”
İşte bu sebepten ötürü, Ortadoğu sorununun
çözümü, kati olarak, Filistin Halkına adil davranmaktan geçer; bu, barış elde etmenin yegâne
yoludur. Tarihin en kötü soykırımlarından birine
maruz kalanların Filistin Halkının cellâdına
dönüştüklerini görmek acıtıyor ve öfkelendiriyor: Holokost’un mirasının Nakba olması acıtıyor ve öfkelendiriyor. Ve Siyonizmin, kendi rezaletlerine ve suçlarına direnenlere karşı antisemitizm şantajını kullanmaya devam etmesi ise
öfkelendiriyor. İsrail kurbanların hatırasını yüzsüz ve aşağılık bir şekilde araç haline dönüştürmüştür ve dönüştürmektedir. Ve bunu, tüm
ceza muafiyetiyle, Filistin’e karşı kullanmaktadır. Bu arada, antisemitizmin Arapların dahil olmadığı, batılı ve Avrupalı bir sefillik olduğunu
vurgulamak boşuna olmayacaktır.
Unutmayalım ki, tüm bunların yanı sıra semitik Filistin Halkı, sömürgeci İsrail
Devleti’nin yaptığı etnik temizlikten mağdurdur. Şu noktada beni anlamanızı istiyorum: antisemitizmi reddetmek bir şeydir ve diğer başka
bir şey ise Siyonist barbarlığın Filistin halkına
apartheid (ayrılık) rejimi uygulamasını pasif
bir şekilde kabul etmektir. Ahlaki bir bakış açısı, ilkini reddedenin ikincisini kınamasını gerektirir. Bu noktada konudan saparsak, Siyonizmi Yahudilikle karıştırmak sınırı aşan bir
yaklaşım olacaktır; Albert Einstein ve Erich
Fromm gibi birçok Yahudi entellektüel bize bu
gerçeği zaman içinde hatırlatmayı görev edinmiştir. Ve her geçen gün İsrail’de Siyonizme ve
onun terör ve suç eylemlerine karşı çıkan bilinçli kişi sayısı artmaktadır. Bunu tüm hatlarıyla
söylemek gerekir: bir dünya görüşü olarak Si-
yonizm, kesinlikle ırkçıdır. Golda Meir’in şu
sözleri bunun açık bir kanıtıdır:
“İşgal edilmiş toprakları nasıl geri veririz? Kimse bunları kimseye geri vermez. Filistinli diye bir şey yoktur. İnsanların düşündüğü gibi Filistin adlı bir halkın var olduğu,
ki onlar kendilerine Filistinli diyor, ve bizim
gelip onları topraklarından atıp ülkelerini
ele geçirdiğimiz diye bir şey yoktur. Onlar
yoktular.”
Hafızalarımızı biraz yoklayalım: 19’uncu
Yüzyıl sonlarından bu yana Siyonizm Yahudi
Halkının Filistin’e geri dönüşünü ve burada
kendi milli Devletlerini kurmasını planlamaktadır. Bu, öncesinde Fransız ve İngiliz Emperyalizmi ve sonrasında da Yanki Emperyalizmi için
işlevsel bir plandır. Batı daima, Filistin’in askeri yollarla Siyonist işgalini cesaretlendirmiş ve
desteklemiştir.
Tarihte Balfour Açıklaması olarak bilinen,
1917 tarihli belgeyi okuyun ve tekrar okuyun:
İngiliz Hükümeti, Yahudilere Filistin topraklarında bir milli yurt sözü verirken gücünü kullanır ve orada yaşayan insanların varlığını ve taleplerini göz ardı eder. Siyonizmin gelip de kendi özel taşınmaz mülkü ilan etmesinden önce,
yüzyıllardır Hıristiyanların ve Müslümanların
Kutsal Topraklarda barış içinde, bir arada yaşadıklarını unutmamak gerekir.
20’nci Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren,
Siyonizm, Filistin’deki İngiliz işgalini fırsat bilerek, yayılmacı projesini geliştirmeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşının sona ermesinin
ardından, topraklarının ve tarihinin sömürülmesi ile Filistin Halkının trajedisi ciddi bir hal al-
mıştır. 1947’de Birleşmiş Milletler’in 181 sayılı uğursuz ve yasadışı kararı, Filistin’in bir Yahudi devleti, bir Arap devleti ve uluslararası
kontrol altındaki bölge (Kudüs ve Beytüllahim)
olarak paylaştırılmasını tavsiye etmektedir.
Yüzsüz bir şekilde bu toprakların % 56’sı kendi
devletini kurabilsin diye Siyonizme tahsis edilmiştir. Gerçekte bu karar, uluslararası hukuku
ihlal etmiştir ve büyük Arap topluluklarının isteklerini açıkça tanımamıştır. Halkların kendilerini ifade etme hakları bir kara deliğe dönüşmüştü. 1948’den günümüze dek Siyonist devlet,
Filistin Halkına karşı işlediği suç stratejisini
sürdürmektedir. Bunun için koşulsuz müttefiki olan Kuzey
Amerika Birleşik Devletleri’ne
güvenmiştir. Bu koşulsuzluk,
çok açık bir olayla ortaya konulmaktadır: Amerika Birleşik
Devletleri Ortadoğu Uluslararası Polis Kuvvetlerini yönlendiren ve belirleyen İsrail’dir. Filistin’in ve evrenin bilinci ile Edward Said, Amerika Birleşik
Devletleri’nin
müttefikliği
üzerine inşa edilecek bir barış
anlaşmasının, Siyonizmle yüzleşmektense onun gücünü kabullenmek olduğunu savunmakta son derece haklıdır. İsrail ve Amerika Birleşik Devletleri’nin tüm dünyayı inandırmak
için yaptıklarının aksine, uluslararası iletişim ile Said’in de
söylediği gibi Filistin’de yaşanmış olan ve yaşanan bir inanç
sorunu değildir: sömürgeci ve
emperyalist mühür taşıyan siyasi bir sorundur; milenyumun değil günümüzün sorunudur; Ortadoğu’da doğan değil Avrupa’da
doğan bir sorundur.
Sorunun özü neydi ve ne olmaya devam ediyor?
İsrail’in güvenliği dikkate
alınıp tartışılırken Filistin için
hiçbir şey yapılmıyor. Bunu, yakın tarihle de teyit edebiliriz:
Gazze’de İsrail tarafından yeni bir soykırım
tekrarı olarak gerçekleştirilen “Dökme Kurşun”
operasyonunu hatırlamak yeterli olacaktır. Filistin’in güvenliği, Ürdün’ün batı sınırı ve Gazze şeridi tecrit edilerek, bir çırpıda yerel yönetim ve yerel polis kontrolü seviyesine indirgenemez. Bu, Filistin Devletinin, Başkent olarak
Batı Kudüs’ü de kapsayan 1967 öncesi sınırlarını, vatandaşlarının haklarını ve halk olarak kendi isteklerini göz ardı etmek demektir. Bu da
194 sayılı kararda aynen ifade edildiği üzere %
50’si dünya üzerinde dağınık halde bulunan Filistin Vatandaşlarının tazmin edilmesinin ve
sonrasında Ana Vatan’a dönmelerinin göz ardı
edilmesidir. Peder Miguel D’Escoto’nun 2008
sonlarında ve 2009 başlarında Gazze Halkına
yönelik katliamın durdurulmasını isterken söylediği gibi, bir ülkenin (İsrail) varlığını, Birleşmiş Milletler’in çıkardığı küçümseyici olabilecek kararnamelerden biri olan Genel Kurul kararnamesine borçlu olması inanılmaz
bir şeydir.
Sayın Genel Sekreter ve Dünya Halklarının Saygıdeğer Temsilcileri,
Birleşmiş Milletler krizini göz ardı etmek
imkânsızdır. 2005 yılında, yine böyle bir Genel
Kurul’da, Birleşmiş Milletler modelinin tüketildiğini savunduk. Filistin üzerine yapılan tartışmanın gecikmiş ve açıkça sabote ediliyor olması bunu doğrulamaktadır. Birkaç günden bu yana, Washington, Filistin’in Birleşmiş Milletler
Daimi Üyesi olarak tanınması durumunda, Genel Kurul çoğunluk kararını Güvenlik Konse-
sürdürmüş, bu nedenle iki kez tutuklanmıştır.
Mart 1958’de “Frank Pais” İkinci Doğu Cephesi kurulunca, Kumandanı Raul Castro’nun emrinde savaştı. Devrimden sonra da önemli görevler yerine getirdi. Küba, 1978 yılında Etiyopya’ya enternasyonalist yardımda bulunduğunda, bu ülkede Askeri Misyon Başkan Vekilliği görevini yerine getirmiştir. Önemli başarılarından dolayı ulusal ve uluslararası birçok nişan ve şeref madalyaları almıştır. En önemlileri Domuzlar Körfezi Şeref Madalyası ve Küba
Cumhuriyeti
Kahramanlık
Madalyası’dır.
Kübalı Yoldaşlar, Julio Casas Regueiro Yoldaş için “Partiye, Halkına, Devrime, Başkumandanı ve Genelkurmay Başkanı Raul
Castro Ruz’a bağlılığıyla tanınmıştır.” demekteler. Ne mutlu O’na…
Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı’nın; “Görev yapmada vurmak da
vardır, vurulmak da... Hepsi vız geldi ve de
gelmelidir.” dediği ve gösterdiği gibi, vurmayı
da vurulmayı da göze alarak atıldı mücadeleye.
yi’nde veto edeceğini söylemektedir. Filistin
Devleti’nin Tanınması Beyanatında, Venezuela,
Amerika’mız Halkları için Bolivarcı İttifaka
(ALBA) üye kardeş halklarla birlikte, böylesine
adil bir gayenin ancak bu şekilde durdurulacağını bildirmiştir. Bildiğimiz üzere, İmparatorluk,
bu ve diğer durumlarda, dünya sahnesine ikili
standart getirmeye çalışmaktadır: Libya’da
uluslararası hukuku ihlal eden ikili Yanki standardıdır, ancak İsrail’in aynı şeyi canının istediği gibi yapmasına da izin vermektedir. Böylece
Siyonist barbarlığın ellerinde tecelli eden Filistin soykırımının baş yardakçısı haline gelmiştir.
Said’in, yaraya tuz basan şu sözlerini hatırlayalım:
“İsrail’in
Amerika
Birleşik
Devletleri’ndeki çıkarlarına bağlı olarak
Amerika Birleşik Devletleri’nin ülkenin Ortadoğu siyaseti İsrail merkezli olmuştur.”
Sözlerimi Mahmut Derviş’in unutulmaz
İki Venezuela
D
ünkü yazımda İmparatorluk ile müttefik olan, Posada Carriles ve Orlando
Bosch’un Küba Havayolları’na bağlı
bir yolcu uçağına yönelik düzenledikleri terör
saldırısının gerçekleştirildiği Venezuela’dan
bahsetmiştim. Bu saldırı uçaktaki tüm yolcuların hayatını kaybetmesine neden olmuştu.
Hayatını kaybedenler arasında, ne yazık ki
şimdi Pan Amerikan Oyunları olarak yeniden
adlandırılan, o zamanki adıyla Orta Amerika
ve Karayipler Şampiyonası’nda tüm altın madalyaları kazanmış Küba genç eskrim takımının oyuncuları da yer alıyordu.
Bu dönemdeki Venezuela, edebiyatçı ve siyasetçi Rómulo Gallegos ve Andrés Eloy
Blanco’nun Venezuelası değildi. O Venezuela,
Küba Devrimi’nin düşmanı, emperyalistlerin
işbirlikçisi ve vatanımıza saldıranlarla yüzde
yüz işbirliği içerisinde olan hain, dönek, satılık Rómulo Betancourt’un Venezuelası’ydı.
Miami’den sonra, o dönemde ABD’nin bir diğer petrol deposu haline gelmiş olan Venezuela, Küba karşıtı terör saldırılarının merkezi haline gelmişti. Tarihsel olarak Eski Venezuela;
Domuzlar Körfezi emperyalist macerasının,
halkımıza karşı uygulanan vahşice ablukanın
ve terör saldırılarının önemli bir bölümünden
sorumludur. Bu karanlık dönem, Hugo Chávez’in “ölmekte olan anayasa” üzerine yemin
edip görevi Rafael Caldera’nın titreyen ellerinden almasıyla sona erdi.
Küba Devriminin zaferinin üzerinden 40
yıl, Venezuela’nın petrol başta olmak üzere
doğal kaynaklarının ve Venezuelalıların alın
terinin ABD tarafından yağmalanmaya başlanmasının üzerinden 100 yıl geçmişti.
Venezuelalıların çoğu, ABD ve Avrupalı
savaş gemilerinin umursamazlığı ve yine onlar
tarafından dayatılan sefalet nedeniyle hayatını
kaybetti.
Ne mutlu ki şimdi, gerçekleşmesi uğruna
yarım yüzyıldan fazla bir zamandır süren baskı ve ablukalara göğüs gerdiğimiz ve kendimizi bir parçası olarak hissettiğimiz Büyük Latin
Amerika Vatanını tahayyül etmiş Bolivar’ın,
Miranda’nın, Sucre’nin ve birçok dahi askeri
liderin ve düşünürün yeni Venezuela’sı var artık.
Bağımsızlık kahramanımız Jose Marti, şehit düşmeden bir gün önce şöyle demişti:
“Küba’nın bağımsızlığıyla birlikte, Birleşik
Devletler’in şimdiye kadar olduğundan daha güçlü bir şekilde Latin Amerika’ya ve
Yılmadı. Geri durmadı. Hep en önlerde yer aldı. Taviz vermedi uğruna yaşamını adadığı Sosyalizm mücadelesinden.
Bütün insanlar insan olarak doğar, ancak
insan olarak ölmezler. Bir kısmı kendi bencil
çıkarları için, mal-mülk, şan-şöhret için insancıl değerlerden uzaklaşırlar. Sonuçta insanlıktan çıkmış, adeta hayvanlaşmış olarak ölürler.
Bazıları da Julio Casas Regueiro Yoldaş gibi
son nefeslerine kadar insanlığın kurtuluşu, insancıl değerlerin yüceltilmesi için mücadele
ederler. Yani insan olarak geldikleri dünyadan
insan olarak giderler sonsuzluğa.
İnsanlığın kurtuluş mücadelesinde düşenler
ölümsüzdürler.
Bu nedenle, Julio Casas Regueiro Yoldaş
ölümsüzdür!
Küba Halkının ve Dünya Halklarının kavgasında, yüreğinde sonsuza kadar yaşayacaktır!
Tüm gerçek devrimcilerin başı sağ olsun.
06 Eylül 2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Merkez Komitesi
şiirinin şu dizeleriyle sonlandırmak isterim:
Bu topraklar üzerinde:
Bu topraklar üzerinde yaşamaya değecek
bir şeyler var:
Bu topraklar üzerinde, Doğa Ana var
tüm başlangıçların anası var
tüm sonların anası. Onun adı Filistin’di.
Ve hâlâ Filistin.
Doğa Ana: ben bunu hak ediyorum, çünkü sen benim kadınımsın, ben yaşamayı hak
ediyorum.
Filistin denilmeye devam edecek! Filistin
yaşayacak ve kazanacak!
Çok yaşa özgür, egemen ve bağımsız Filistin!
Miraflores, 17 Eylül 2011
Hugo Chávez Frías
Venezuela Bolivar Cumhuriyeti Devlet
Başkanı
Antiller Bölgesi’ne yayılmasını zamanında
engellemek… Yaptığım ve yapacağım her
şey bu ideale yöneliktir”.
Bugünlerde aramızda, Simon Bolivar’ın
tasavvur ettiği Büyük Latin Amerika ve Karayipler Vatanı’nın bir misafiri olarak Hugo
Chavez var. O, Marti’nin; “Bolivar’ın yapamadığı şeyler, bugüne kadar yapılamadı:
onun hâlâ Amerika’da yapacağı şeyler var”
sözünü en iyi anlayan kişi.
Dün ve bugün onunla uzun görüşmeler
yaptım. Ona artık geriye kalan enerjimi daha
güzel ve adil bir dünyanın düşleri için sarf ettiğimden bahsettim.
İmparatorluk ölümcül hastalığının emarelerini çoktan göstermeye başlamışken Bolivarcı liderle hayallerimizi paylaşmak hiç de zor
değil.
Bugünlerde, İnsanlığı geri dönülmez bir
felaketten kurtarmak, son yıllarda Amerika’yı
yöneten vasat başkanların, hatta İmparatorluğun kaderini belirleyen askeri-endüstriyel bileşimin birbirinden güçlü liderlerinin ahmaklığına bağlı gibi gözükebilir.
Bu ideali, küresel ekonomide ve teknolojide kapladıkları yer gittikçe artan, Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi’nde kalıcı üye
olan Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu ile Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki
meşhur tanımıyla Üçüncü Dünya Halkları başarabilir. Kendi mali oligarşileri tarafından her
geçen gün daha fazla sömürülen gelişmiş ülkelerin halkları da insanlığın kurtuluş mücadelesinde rollerini oynamaya başlıyor.
Bu sırada Venezuela’nın Bolivarcı Halkı
direnerek, emperyalizmin hizmetinde olan ve
bir kez daha iktidarı ele geçirme fırsatı kollayan tiksindirici oligarşiyi yenmek için örgütleniyor.
Olağanüstü gelişmiş düzeydeki eğitim,
kültür, sosyal ilerleme ile muazzam miktarda
enerji ve doğal kaynaklara sahip olan Venezuela, dünya halkları için bir devrimci örnek
olma yolunda ilerliyor.
Venezuela Ordusu’nun saflarından gelmiş
olan Chavez, çok planlı ve yorulmak nedir bilmiyor. İlk kez Küba’ya geldiğinden bu yana
onu 17 yıldır gözlemliyorum. Son derece insancıl ve kurallara bağlı birisi, kimseden intikam alma peşinde koşmuyor. Ülkedeki en çok
unutulmuş ve aşağılanmış kişiler, hayallerindeki sosyal adaleti Tarihte ilk kez tesis ettiği
için ona müteşekkir.
Ona şunu söyledim: “Çok açık bir şekilde
görüyorum Hugo. Bolivarcı Devrim çok kısa
bir sürede Sadece Venezuelalılar için değil,
bugün yüzde kırkı yoksul olan, önemli bir kısmı da aşırı yoksulluk içinde kıvranan ve geçmişte sizinle birlikte Amerika’nın bağımsızlığı için mücadele etmiş çalışkan Kolombiyalı
kardeşleri için de çok sayıda iş olanağı yaratabilir”.
Bu ve diğer konularda, artık yeni Venezuela’nın simgesi haline gelmiş olan onurlu konuğumuzla konuşma onuru yaşadım.
18 Ekim 2011
12
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
NATO Soykırımı
Havana, (Prensa Latina)
Bu askeri ittifak, artık, insanlık tarihi boyunca görülen en vahşi baskı aracı haline gelmiştir.
Sovyetler Birliği’nin var olduğu dönemde kurulması için türlü bahaneler yaratılan NATO, artık tam anlamıyla dünya halklarının gardiyanı
haline gelmiş durumda. II. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgaline kahramanca direnen Sırp
halkına yapılan saldırılarda bu özelliği açıkça
gözler önüne serilmişti.
Hatırlanacağı gibi, Tito’nun ölümünün ardından Yugoslavya’yı parçalamaya niyet eden
NATO, 1999 yılı Mart ayında ayrılıkçı Kosovalıları destekleme kararı alınca, Yugoslav Halkının direnişiyle karşılaştı.
Yanki yönetimi, o dönem iktidarda bulunan
sağcı İspanyol Jose Maria Aznar hükümetinin
desteğiyle Sırbistan’daki televizyon istasyonlarına saldırmış, Tuna Nehri üzerindeki köprüleri
yıkmış, Belgrad’ı bombalamıştı. Bombardıman
sırasında Çin Halk Cumhuriyeti elçilik binası
vurulmuş, çok sayıda elçilik personeli hayatını
kaybetmişti. Saldırının kaza olmadığı açıktı.
Saldırılar sırasında çok sayıda Sırp yurtsever
hayatını kaybetmiş, Cumhurbaşkanı Slobodan
Miloşeviç saldırganların gücüne boyun eğmek
zorunda kalarak, Birleşmiş Milletler denetiminde Kosova’ya NATO askerlerinin girmesine razı olmuştu. Sonunda siyasi olarak da yenilen
Miloşeviç, Lahey Mahkemelerindeki yanlı yargılama sonucu suçlu bulunmuştu. Ülkesi tarafından Lahey’e gönderilen Miloşeviç’in şüpheli
bir şekilde hapiste öldüğünü de hatırlatalım.
Sırp lideri, eğer NATO saldırılarına bir süre
daha dayanabilmiş olsaydı, NATO ittifakının artık çatlaklar vermeye başlayabileceğine dair yorumlar bulunmaktadır. İnsanlık dışı saldırılar sırasında baskıcı kimliğini saklamayan ittifak, yaşanan dram karşısında üye ülkeleri bile bir arada tutmakta zorlanmıştı.
Bu yıl 21 Şubat ile 27 Nisan tarihleri arasında, Cubadebate internet sitesinde, özellikle NATO’nun Libya’da yaptıklarını ayrıntılarıyla ele
alıp olacaklara dair görüşlerimi sizlerle paylaşmıştım. Güncel gelişmelerin ışığında bu yazılarda ortaya koyduğum düşüncelerimi yeniden ele
alma aşamasına geldim. Özellikle tarihe mal olmuş Libya lideri Muammer Kaddafi’nin son
NATO hava saldırısı sonucunda ağır yaralı olarak ele geçirilip NATO tarafından silahlandırılmış olan çapulcular tarafından linç edilmesinden sonra.
Cesedinin bir savaş ganimeti gibi gezdirilerek teşhir edilmesiyle hem İslami inançlar hem
de temel insan hakları ayaklar altına alınmıştır.
Libya’nın bundan sonra demokratik ve insan
haklarına saygılı olacağının açıklanması da mânidardır.
Bu önemli konu hakkında yazmaya devam
edeceğim.
23 Ekim 2011
NATO Soykırımı-2
Sekiz ay kadar önce, 21 Şubat günkü yazımda şöyle yazmıştım: “NATO’nun planı Libya’yı
işgal etmektir”
O dönemde kuruntu veya hayal gücü eseri
olarak görülebilecek bir değerlendirmeydi.
Libya’da yaşananlar, beni aşağıda alıntılayacağım zorunlu sonuçlara sevk etmişti.
“Petrol, artık devasa Yanki İmparatorluğunun en önemli zenginlik kaynağı ve dünyada siyasi iktidarı elinde tutması için en önemli aracı
haline gelmiştir.
“Mevcut uygarlık bu güç üzerine kurulmuş
durumdadır. Yarıküremizde bu yüzden en ağır
bedel ödemiş olan ülke muhtemelen Venzuela’dır. Bu kardeş ulusa bahşedilen doğal kaynaklar ABD tarafından ele geçirilmiştir.
“II. Dünya Savaşı’nın ardından petrol artık
İran, Suudi Arabistan, Irak ve diğer bölge ülkelerinden sağlanmaya başlanmış, Arap ülkeleri
asıl petrol sağlayıcısı konumuna gelmiştir. Dünya çapında petrol tüketim seviyeleri muazzam
şekilde artarak, günde 80 milyon varil düzeyine
çıkmıştır.
“Petrol ve doğalgaz üzerine dayalı sanayiler
ise insanlığın henüz çözülememiş olan trajedisine dönüşmüştür, bugün buna küresel ısınma diyoruz.
“1951 yılında, Libya II. Dünya Savaşı’ndan
sonra bağımsızlığını kazanan ilk Afrika ülkesi
oldu. Libya toprakları savaş sırasında Nazi Almanyası ile İngiltere arasında şiddetli muharebelere sahne olmuştu…
“Libya topraklarının % 95’i çölden oluşmaktadır. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte
Libya’da çok kaliteli petrol yatakları bulunmuş,
günde 1 milyon varilin üzerinde üretim yapılırken geniş doğalgaz rezervleri de keşfedilmiştir.
(…) Çöl topraklarının altında Küba’nın yüzöl-
çümünün üç misli büyüklüğünde tatlı su kaynakları olduğu bulunduğunda, ülke çapında tarım yapılabilmesi için altyapı kurulmaya başlanmıştır.
“Libya Devrimi 1969 yılı Eylül ayında
gerçekleşti. Devrimin lideri, Bedevi bir aileden gelen asker kökenli Muammer Kaddafi,
gençliğinde Mısırlı lider Cemal Nasır’dan etkilenmişti. Libya’daki yozlaşmış hanedan devrildiğinde Mısır’daki değişimi örnek alması çok
doğaldı.
“Kaddafi’yi beğenelim beğenmeyelim dünya kamuoyu yoğun bir haber bombardımanı altında. Libya ile ilgili olarak hangisinin yalan
hangisinin doğru olduğu bilinmeyen kesintisiz
bir bilgi kirliliği kaosu içindeyiz. Benim için
çok açık olan konu ise Libya’nın barış içinde
olup olmamasının ABD için hiçbir önem taşımadığıdır. Hatta bu zengin ülkeyi işgal etmek
için NATO’ya doğrudan emir vermekten bir an
olsun çekinmeyecektir bile.
“20 Şubat Pazar akşamı yapılan yalan yayında, Kaddafi’nin Venezuela’ya doğru kaçmakta olduğu haberi, aynı gün Venezuela Dışişleri Bakanı Nicolas Maduro tarafından sert bir
dille yalanlanmıştır…
“Libya liderinin doğru veya yalan bir takım
suçlamalar sonucunda ülkesini bırakıp kaçacağını şahsen düşünmüyorum.
“Dürüst insan, sürekli olarak, dünyanın neresinde olursa olsun yapılan adaletsizliğe karşı
çıkmalıdır. Bugün yapılabilecek en büyük yanlış, NATO’nun Libya Halkına karşı başlattığı
katliama ses çıkartmamaktır.
“Yavuz hırsız konumundaki NATO derhal
şiddetle kınanmalıdır!
Bu yazıları yazdığım erken sayılabilecek
günlerde durumun bu kadar açık olduğunu sanmıyordum. Yarın, 25 Ekim günü, Küba Dışişleri Bakanımız Bruno Rodriguez Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD tarafından ülkemize karşı uygulanan yasadışı ablukaya karşı
söz alacak.
Sadece ablukanın sorumlusu olmasından dolayı değil dünyadaki tüm adaletsizliklerin sorumlusu olmasından dolayı, insanlığı ve dünyayı tehdit etmesinden dolayı İmparatorluğa karşı
kavgaya devam edeceğiz. Küba’nın ortaya koyduğu suçlamalara dikkatinizi çekerim.
26 Ekim günü devam edeceğim.
24 Ekim 2011
NATO Soykırımı-3
23 Şubat günkü makalemin başlığı, “İkiyüzlülüğün dehşetli dansı” idi. Bu yazıda şunları yazmıştım.
“ABD ve NATO’lu müttefiklerinin Ortadoğu’da uyguladıkları yağma politikası krize giriyor.
“Enver
Sedat’ın,
Camp
David
Antlaşması’ndaki hainliği yüzünden Filistin
Devleti var olamamıştır. 1947 yılı Kasım ayında
Birleşmiş Milletler tarafından tanınan İsrail ise
ABD ve NATO ile ittifak içinde nükleer bir güç
haline gelmiştir.
“ABD’deki askeri sanayi kompleksi, her yıl
İsrail’e ve boyun eğmiş Arap devletlerine milyarlarca dolar kaynak sağlamakta.
“Cin lambadan çıkmış durumda ve NATO
bu durumu nasıl kontrol altına alacağını bilemiyor.
“Şimdi Libya’daki üzücü olayları olabildiğince sömürmeye çalışacaklar. Kimse şu anda
orada neler olduğunu kesin olarak bilemiyor.
Her türlü bilgi ne kadar imkansız da olsa bize
doğru olarak yansıtılıyor, imparatorluk ve yardakçısı basın kurumları dezenformasyon bombardımanı yapıyor.
“Artık Libya’da bir iç savaş ortamının olduğu açık. Böyle bir durum nasıl ve neden ortaya
çıktı?
“Bu olayların sorumlusu kim?
“Reuters Ajansı, bilinen Japon Bankacısının
yorumlarını yineleyerek, petrol fiyatlarının sınırsız oranda artacağı kehanetinde bulunuyor.
“Kriz artınca bunun sonuçları ne olacak?
“NATO’nun başlıca liderleri coşmuştu bir
kere. Britanya Başbakanı David Cameron Kuveyt’te yaptığı konuşmada, Batılı ülkelerin
Arap dünyasındaki demokratik olmayan ülkelere yardım ederek yanılgıya düştüğünü açıklayacaktır.
“Fransız Başbakanı Nicolas Sarkozy ise
Libya sivil nüfusunun maruz kaldığı baskıcı ve
kanlı düzenin iğrenç olduğunu söylüyordu.
“İtalyan Başbakanı Franco Frattini, Trablus’da bin kişinin hayatını kaybetmiş olacağına
inanıyor ve bu trajik kan gölünün durması yönünde çağrı yapıyordu.
“Hillary Clinton ise dökülen kanın kesinlikle kabul edilemez olduğunu belirterek, çatışmaların kesinlikle durması gerektiğini açıklıyordu.
“Ban Ki-moon ise şöyle diyordu: Bu ülkede
şiddetin kullanılması kesinlikle kabul edilemez.
“Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi,
uluslararası kamuoyunun vereceği kararla
uyumlu olarak harekete geçecektir.
“Bir takım seçenekleri değerlendiriyoruz.
“Ban Ki-moon’un beklediği şey aslında
Obama’nın söyleyeceği son sözdü.
“ABD Başkanı, bu Çarşamba öğleden sonra
beklenen konuşmayı yaptı, Dışişleri Bakanının
Avrupa’ya giderek, NATO’lu müttefiklerle atılacak adımlar konusunda mutabakat arayışında
olacağını belirtti. Aşırı sağcı Cumhuriyetçi lider
John McCain, İsrail yanlısı Connecticut senatö-
rü Joseph Liebermann ve Çay Partisi liderleri ile
başa çıkabileceğine dair bir yüz ifadesi takınmıştı.
“Taraflı basın yayınlarıyla müdahaleye olanak sağladı. Libya’ya silahlı müdahale etmek
artık hiç garip gelmiyordu, hele bir de Kaddafi
diktatörlüğüne son verilip veya Kaddafi öldürülüp Avrupa’ya neredeyse 2 milyon varil ham
petrol sağlanacaksa…
“Ne olursa olsun Obama’nın verdiği mesaj
oldukça karmaşıktı. Bu askeri macera sırasında
kan oluk oluk akarsa Arap ve Müslüman dünyasının tepkisi nasıl olur? Mısır’da başlayan Arap
Baharı Libya’daki NATO müdahalesiyle kesilecek mi?
“Irak, yalan yanlış gerekçelerle işgal edildiğinde bir milyondan fazla masum Arap’ın kanı
akmıştı.
“Dünyada hiç kimse, Libya’daki veya başka
bir yerdeki savunmasız sivillerin ölümlerini
olumlayamaz. O zaman ben de soruyorum: Afganistan ve Pakistan’da her gün savunmasız insanları insansız hava araçlarıyla ve Yanki askerleriyle öldüren ABD ve NATO bu prensibe uymakta mıdır?
“Yapılan ikiyüzlülüğün dehşetli dansıdır.
Ben bu konularla ilgili düşünmeye çalışırken, dün yani 25 Ekim günü, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun gündemine “ABD tarafından Küba’ya uygulanan mali ve ticari ablukaya son verilmesine dair karar” önerisi
geldi. Bu konu son 20 yıldır uluslararası kamuoyunun gündemine geliyor ve çoğunluk tarafından onaylanıyor.
Bu seferki oylamada sonuçlar hiç olmadığı
kadar açık ve netti (bu rakamların ABD için hiçbir değeri olmadığını da belirteyim). Tüm zamanların en güçlü İmparatorluğunun başındaki
oligarşinin çıkarları ve iktidarı kendi halkları
dahil olmak üzere tüm dünya halklarına dayatılmış durumdadır ve bu iktidarın adaletsiz ve ahlâksızlığı aşikar durumdadır.
ABD despotluğu, tüm dünyada siyasi, ekonomik, teknolojik ve askeri alanlarda hissedilmektedir.
Bu gerçeklik, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu bünyesinde son 20 yıl boyunca yapılan samimi konuşmalarla sabittir.
Dışişleri Bakanımız Bruno’dan önce, çok
sayıda ülke bağlı bulunduğu örgütler adına konuşmalar yaptı: Grup 77 ve Çin adına Arjantin,
Mısır NOAL adına, Kenya Afrika Birliği adına
Belize CARICOM adına, Kazakistan İslam İşbirliği Örgütü adına ve Uruguay da MERCOSUR adına görüş bildirdi.
Bu örgütlerdeki kolektif kararlara paralel şekilde bağımsız kararlarını açıklayan güçlü ekonomiye sahip büyük ülkeler Çin, Hindistan ve
Endonezya, elçileri aracılığıyla karara verdikleri destekle 2.7 milyar insanın görüşünü temsil
etmiş oldular. Benzer şekilde Rusya Federasyonu, Belarus, Güney Afrika, Cezayir, Venezuela
ve Meksika da karara onay verdi. Bu ülkeler
arasında Karayipler’deki en yoksul ülkelerden
olan Belize ile San Vincent yer alırken ülkemizle kardeşçe dayanışma içinde olan Bolivya da
50 yıldır sürdürülen ablukaya karşı oy kullandı.
Oylamadan önce söz alan Nikaragua elçisi,
ablukaya karşı olma gerekçelerini büyük bir
kahramanlıkla dile getirdi.
Söz alanlar arasında ABD temsilcisi de vardı. Ondan açıklanamaz olanı açıklaması istenmiş. Ona acıdım, o sadece okuması için verilen
kâğıdı okudu.
Sıra oy vermeye geldiğinde iki ülke yoktu;
Libya ve İsveç, üç ülke çekimser kaldı: Marşal
Adaları, Mikronezya ve Palau; iki ülke karşı oy
kullandı: ABD ve İsrail. Çekimser veya karşı oy
kullananları özetlersek: 313 milyon vatandaşıyla ABD, 7.4 milyon nüfusuyla İsrail; 9.1 mil-
NATO Soykırımı-4
2 Mart günkü “ATO’nun Engellenemez
Savaşı” adlı makalemde şöyle demiştim:
“Mısır ve Tunus’tan farklı olarak Libya, Afrika’daki insani gelişmişlik endeksinde ilk sırada yer almaktadır ve Afrika kıtasındaki en yüksek yaşam beklentisi seviyelerine sahiptir. Eğitim ve sağlık gibi hizmetler devlet tarafından
özel olarak ele alınmaktadır. Toplumun kültür
seviyesi tartışmasız bir şekilde yüksektir. Ülkedeki sorunların karakteri farklıdır (…) Ülke çok
büyük üretim ve sosyal gelişim projeleri için
çok miktarda yabancı işgücüne ihtiyaç duymaktadır.
“Ülkenin zengin doğal kaynakları sayesinde
elde edilmiş olan para büyük oranda gelişmiş
ülke bankalarındadır, bu sayede ülke tüketicilere yönelik her türlü ürüne sahip olmuş, hatta bugün insan hakları adına kendisini işgal etmek isteyen ülkelerden gelişmiş silahlar satın almıştır.
“Bilgi bombardımanı altında gerçekleştirilen muazzam bir yalan kampanyası dünya kamuoyunda kafa karışıklığına yol açtı. Libya’da
aslında neler yaşandığına dair gerçekleri öğrenmemiz için uzun bir zaman geçmesi gerekecek,
yalanla gerçek ancak o zaman birbirinden ayrılabilecek.
“İmparatorluk ve müttefikleri bilgileri çarpıtmak için çok gelişmiş uygulamalar geliştirirken, gerçekleri tanınmayacak hale gelinceye kadar deforme ettiler.
“Emperyalizm ve NATO kendi zengin ülkeleri için gerekli petrolün çoğunu elde ettiği Arap
dünyasındaki altüst oluş döneminden ciddi şekilde endişeye düşmüşken, Libya’da ortaya çıkan iç karışıklığı bu ülkeye askeri müdahale
gerçekleştirmek için kullanmamazlık edemezdi.
“Yaratılan karmaşa ve bilgi kirliliğine rağmen ABD Libya’ya askeri müdahale edilmesi
için gerekli kararı Çin ve Rusya’nın muhalefeti
nedeniyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden geçiremedi. Buna rağmen İnsan Hakları
Konseyinden benzer bir onay almayı başardı.
“Aslında olan Libya’da gerçek bir iç savaşın
başlamasına destek verilmesi oldu, beklediğimiz gibi Birleşmiş Milletler bünyesinde hiç
kimse bir şey yapmadı, Genel Sekreter bile.
“Beklenmedik bir sorun da isyancı liderlerin
yabancı askeri müdahale istemedikleri yönündeki açıklamalarıyla oluşmuş oldu.
“İsyancı liderlerden Abdelhafız Ghoga, 28
Şubat günü gazetecilere yaptığı açıklamada, istediklerinin sadece istihbarat olduğunu, hiçbir
şekilde hava, kara veya denizde egemenliklerini
1999 yılında ATO’nun Yugoslavya’yı bombalamasından bir kare
yonluk İsveç, 6.5 milyonluk Libya, 67 bin nüfuslu Marşal Adaları, 106 bin nüfuslu Mikronezya, 20 bin nüfusluk Palau; toplamda 336
milyon yapar, o da 7 milyarlık dünya nüfusunun
% 4.82üne karşılık gelir.
Oylamanın ardından, oy verme gerekçesini
Avrupa Birliği adına açıklamak için söz alan
Polonya elçisi, ABD ile müttefik olmasına rağmen bu yasadışı ablukaya karşı çıkmış olduklarını belirtti.
Böylelikle 17 Avrupa ülkesinin ablukaya neden karşı çıktığını kesin bir dille açıklamış oldu.
28 Ekim günü devam edeceğim.
26 Ekim 2011
zedeleyecek bir durumla karşılaşmak istemediklerini belirtti.
“İsyancıların egemenlik konusundaki bu uzlaşmaz tutumu, Bingazi’de bulunan başta AFP
olmak üzere yabancı gazeteciler tarafından da
doğrulanıyor.
“Aynı gün Kaddafi’ye muhalif olduğu bilinen Bingazi Üniversite Siyaset Bilimi öğretim
üyesi Abeir Imneina şöyle demiş:
“Libya’da çok kuvvetli bir milliyetçi duygu
var.
“Dahası, Irak’ta yaşananlar Arap dünyasında korkuya yol açıyor. Burada uzman, 2003 yılında ülkeye demokrasi getirme bahanesiyle yapılanlardan ve söylenen yalanlardan bahsediyor.
“Irak’ta neler olup bittiğini biliyoruz, burada
genel bir istikrarsızlık hâkim, biz de aynı kaderi paylaşmak istemiyoruz. Kaddafi rejiminin sona erdiğine lanet ettirecek şekilde ABD’nin gelmesini istemiyoruz, diye devam ediyordu öğretim üyesi.
“Bu makaleyi kaleme aldığım sabahın erken
saatlerinde ABD’nin önde gelen iki basın kuruluşu The New York Times ile The Washington
Post konuyla ilgili DPA kaynaklı 1 Mart tarihli
yeni haberler veriyordu: ‘Libya muhalefeti, Batılı ülkelerin Kaddafi’ye bağlı birliklerin stratejik bombardıman edilmesini talep edebilir.’
“İki gazete internet sayfalarındaki haberlerde Libya Devrimci Konseyi’nin bu konuyu görüşmekte olduğunu yazıyor.
“The New York Times’a konuşan bir konsey
yetkilisi hava saldırılarının Birleşmiş Milletler
bünyesinde düzenlenmesinin konsey tarafından
yabancı müdahale olarak değerlendirilmemesi
için yeterli olacağını belirtti.
“The Washington Post haberine göre, temas
kurulan isyancılar, Batının yardımı olmaksızın
Kaddafi birliklerinin daha uzun süre ayakta kalacağını ve can kaybının artmasına yola açacağını söylemişler.
Bunun ardından makalede şunu soruyorum:
“İsyancıları toplumun en yüksek seviyesindeki temsilcileri olarak görüp onların ağzından
daha fazla Libyalının öldürülmesi için ABD ve
NATO saldırıları talep etmekteki ısrarınız nedendir?
“Bir gün gerçekler ortaya çıkacak, Bingazi’deki öğretim üyesi örneğinde olduğu gibi;
Irak’ta gerçekte nasıl bir katliam gerçekleştirildiği, evlerin nasıl yakıp yıkıldığı, milyonlarca
insanın nasıl işsiz bırakılarak göç etmeye zorlandığı ortaya çıkacak.
“Bugün Mart ayının ikisi, EFE Ajansı isyancıların sözcüsünü konuşturuyor, daha Pazartesi
günü söylediklerini kendisi yalanlamış oluyor:
2 Mart Bingazi, Libya. İsyancıların merkezi
Birleşmiş Milletler Güvenli Konseyinden Muammer Kaddafi rejimine bağlı paralı askerlerin
havadan bombardıman edilmesini talep ediyor.
“Bu hangi emperyalist savaşa benziyor acaba?
“1936 yılındaki İspanya iç savaşına, 1935
yılında Mussolini İtalyası’nın Etiyopya’ya saldırmasına, 2003 yılında George W. Bush’un
Irak’a saldırmasına veya ABD’nin 1846 yılında
Meksika’ya saldırısından 1982 yılında Falklands Savaşına kadarki dönemde Latin Amerika
Halklarına kan kusturduğu sayısız savaşa benziyor.
“Unuttuğumuz sanılmasın, aynı zamanda
paralı askerlerin Domuzlar Körfezi işgal girişimine benziyor, ülkemize karşı yürütülen kirli
savaşa, son 50 yıldır yürütülen haksız ablukaya
benziyor.
“Bütün bu savaşlarda, Vietnam örneğinde
olduğu gibi saçma gerekçelerin, yalanların ardından milyonlarca insan hayatına son verildi.
“Askeri müdahaleye dair kafalarında hâlâ
bazı soru işareti olanlara her zaman iyi istihbarata sahip olan AP tarafından yapılan haberi
sunmak isterim: NATO üye ülkeleri 1990’lı yıllarda Balkan ülkelerine karşı uygulanan uçuşa
kapalı bölge uygulamasını yürürlüğe koyma
planları yapıyor. Libya üzerinde bir ambargo
uygulanması durumunda planın yürürlüğe konabileceği diplomatlar tarafından dile getiriliyor.”
Gelişmeleri tarafsız bir şekilde gözlemleyebilen ve doğruları söyleyebilecek dürüstlükte
olan bir kişi, ABD’nin gütmekte olduğu yalancı
ve ikiyüzlü politikanın tehlikelerini görebilir.
Aynı tehlike bu ülkenin Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Küba’ya karşı sürdürülmekte
olan ekonomik ve ticari ablukanın sürmesi yönünde bu ülke tarafından yürütülen çalışmada
da görülebilir.
Yürütmekte olduğum çalışmaların yanı sıra
Guadalajara’da yapılmakta olan 2011 Panamerikan Oyunları’nı da takip etmeye çalışıyorum.
Bütün dünyaya bireycilikten uzak ve dayanışma duyguları içinde nasıl mücadele edileceğini gösteren bu onur kaynağımız gençlerle ne
kadar övünsek azdır. Hepinizi hararetle selamlarım, kimse kazanmış olduğunuz onuru elinizden
alamaz.
30 Ekim günü devam edeceğim.
28 Ekim 2011
13
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi’nden
Dört yıldan beri AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçi satılmışlar
tarafından maddi-manevi hayâsızca saldırılara uğratılan Türk Silahlı
Kuvvetleri’nden nihayet korkakça da olsa bir tepki geldi
A
B-D Emperyalistleri ve yerli hainler Türkiye’yi, hep söylediğimiz gibi, Yeni
Sevr’e sürükleyebilmek için karşılarında
en büyük engel olarak gördükleri Türk Ordusu’na 2007 Haziranından bu yana durup dinlenmeden en alçakça, en namussuzca oyunlara, düzenlere başvurarak saldırmaktadırlar, ordunun
haysiyetini, onurunu kırmak, bozmak, itibarsızlaştırmak için ellerinden ne geliyorsa yapmaktadırlar.
Bundan amaçları bir: Ordunun sürekli darbelere maruz bırakılarak hırpalanması, böylece
de özgüvenini yitirmesidir.
İkincisi de: Halkın gözünde orduyu itibarsızlaştırmak, onu neredeyse bir çakal örgütü görünümüne sokmaktır.
Özgüveni bitmiş ve halkın gözünde saygınlığı kalmamış bir ordu ne yapabilir?
Hiç.
İç ve dış saldırılar karşısında ne etkinlik gösterebilir?
Hiç.
İşte orduya saldırılarla varılmak istenen hedef budur.
Dört yıldan beri şuraya buraya askeri açıdan
pek bir işe yaramayan bombalar vb. askeri malzemeler gömülerek, işte bunlar darbecilerin darbe hazırlıklarının bir kanıtıdır, dendi. Oysa o
beş para etmez sözde silahları oralara gömenler
de sonra yine “kimliği meçhul” kişilere ihbar ettirtenler de ve en sonunda da onları gömdükleri
yerden kazıp, bulup, çıkarıp emniyet birimlerinde çarşaflar üzerinde sergileyenler de hep kendileriydi. Yani bu işleri yapanların tümü aynı
vatan millet düşmanı, AB-D işbirlikçisi çetenin
elamanlarıydı.
Bunlar yine ordunun resmi, yasal prosedürlere uygun plan ve seminerinin belirli bölümlerine suç unsuru teşkil edecek namussuzca hazırlanmış metinleri ekleyerek; bakın, işte generaller Balyoz, İnternet Andıcı türünden hükümeti
devirmeye yönelik darbe planları yapmışlardır,
seminerler düzenlemişlerdir, diye orduyu sürekli en iğrenç, en hayâsızca yöntemlerle suçlamışlardır.
Tabiî bu suçlamaların her birinin sonrasında
Türk Ordusu’nun en yiğit, Mustafa Kemalci,
vatansever, laik subayları gece yarısı operasyonlarıyla baskına uğratılmışlar, kümesten tavuk çalarken suçüstü yakalanan tavuk hırsızları
gibi polis komiserlerinin kollarında yaka paça
minibüslere tıkılmışlar sonra da Hasdal ve Silivri Zindanına doldurulmuşlardır.
Işık Koşaner’in Türk Ordusu’na hitaben
yazdığı veda mesajında dile getirdiği gibi şu anda böyle namuslu iki yüz elli general, amiral ve
daha alt rütbelerden subay bu zindanlarda yatmaktadır.
Beşiktaş ve Silivri’deki Nemrut Mustafa Paşa’nın torunlarından oluşan divanların hakla da,
hukukla da, adaletle de, vicdanla da, yasayla da
hiçbir ilgisinin bulunmadığını biz dört yıldan
beri yani saldırının ilk anından beri söylemekteyiz. Bu saldırganlar, AB-D Emperyalistlerinin,
onların en azgın casus örgütü CIA’nın ipleriyle
oynamaktadırlar. Onların normal hukukçu kimlikleri yoktur. Onlar, on yıldan beri AB-D Pensilvanya’da oturan, insanları Kur’an’ın söyleyişiyle “Allah’la aldatan büyük aldatıcı”nın yani
İblis’in Fethullahçılar denen cemaatinin müritleridir. Dolayısıyla da emri hukuktan, yasalardan değil cemaatin imamlarından almaktadırlar.
Bu saldırının Türkiye’deki diğer ayağını
oluşturan en önemli güç ise Tayyipgiller iktidarıdır. Bu iki Ortaçağcı, vatan millet düşmanı,
AB-D hizmetkârı hain güç çıkar birliği etmiştir.
Bunlara uzun yıllar Kanal 7 televizyonunda hizmet etmiş olan Ahmet Hakan bile bugün artık
Fethullah Gülen Cemaati’yle Tayyipgiller’in
kaynaşık olduğunu itiraf etmektedir. Ayrıca
Türkiye’de bulunan Fethullahçılardan daha küçük çaplı tüm tarikatlar da Tayyipgiller’le kaynaşmıştır artık. Özellikle son iki genel seçimde
ve 12 Eylül Referandumu’nda bunların tümü
birlikte davranmıştır.
Bu demokrasi filan değildir. Uzaktan yakından ilgisi yoktur demokrasiyle. Yine bizim yıllardan beri dile getirdiğimiz bu tezi bugün pek
çok namuslu bilim insanı savunur duruma gelmiştir. Daha geçende, dünya çapında saygınlığa
sahip yerbilimcimiz Profesör Celal Şengör de
oynanmakta olan bu seçim oyununun-bu sandık
oyununun, demokrasiyle bir ilgisi olmadığını
Cumhuriyet Gazetesi’nin Bilim Teknik Eki’nde
açıkça yazmıştır. Şengör Hoca’nın da söylediği
gibi, yapılanın demokrasi olabilmesi için her
şeyden önce insanların objektif bilgiyle donatılması, bilinçlendirilmesi gerekir. Tabiî bunun yapılabilmesi için de insanların özgürce düşünebilen, aydınlık düşünebilen bir düşünce sistemine,
kafa yapısına sahip olması gerekir. Fakat ne yazık ki, insanlarımızın büyük çoğunluğu bu im-
kândan yoksun. İnsanlarımız, cemaatlerin elinde tutsak. Manevi anlamda ve maddi anlamda
tutsak…
Bugün Türkiye’de İmam Hatip Liselerinde
ve İlahiyat Fakültelerinde tabiî Kur’an Kursları’nda da öğretilen din, 120 bin İmamın cami
hutbelerinde anlattığı din, gerçek İslamiyet değil. Bunu namuslu ilahiyatçı Profesör Yaşar
uri Öztürk de “Allah’la aldatmak” adlı kitabında ve ayrıca geçen haftalarda haber programlarına konu olan ve gazetelerde kendisiyle
yapılmış röportajı yayımlanan Malatya Şeker
Camii’nin sevimli Şeker Hoca’sı Celal Tilgen
de açıkça ortaya koymaktadır.
Yaşar Nuri Hoca, Türkiye’de öğretilen din
İslamın gerçeği değil, Arap-Emevi yorumudur,
diyor. Bu yorumda İslamın ruhu yoktur, diyor.
Bozulmuş, çarpıtılmış, şeklî bir İslam vardır, diyor. İşte bu gerçek dışı İslamla da insanlarımız
Allah’la aldatılmaktadır,
diyor. Ve aldatmaların en
alçakçası “Allah’la aldatmaktır”, diyor.
Malatya’nın Şeker
Hoca’sı ise “Dinin genleriyle oynadık. Şu anda
uygulanmakta olan dinin
gerçek İslamiyetle bir
alakası yoktur”, diyor.
Tayyipgiller, Fethullahçılar ve diğer tüm Ortaçağcı güçler bilinçsiz,
geçim derdindeki zavallı
kara halk yığınlarımızı
işte böyle tuzağa düşürerek Allah’la aldatmaktadırlar. Ve onları bu dünya için değil de sadece
öbür dünya için yani ölümden sonrası için yaşamaya zorlamaktadırlar. Buna inandırmaktadırlar.
Bu şekilde kandırılmış insanlarımız artık
normal insanlar gibi düşünemez, sağlıklı akıl
yürütemez hale geliyor. Şeyhin, cemaatin imamının söylediği, emrettiği, Tanrı buyruğunun
yerini alıyor. Ve cemaat ne emir verirse tereddüt
etmeden, duraksamadan o yapılıyor. Yedi yüz
İmam Hatip Lisesinde, ki bu liseler her yıl 60
binin üzerinde mezun vermektedir, işte gerçek
İslamiyetle alakası olmayan bu sahte din öğretiliyor. Resmisi ve resmi olmayanı 10 bin civarında olan ve hemen tümü de cemaatlerin yönetimi altında bulunan Kur’an Kurslarında küçücük çocuklarımıza yine gerçek İslamla ilgisi olmayan bu bozulmuş, çarpıtılmış İslam anlayışı
öğretiliyor. İlahiyat Fakültelerimizde yine aynı
şey yapılıyor… 120 bin imam, aynı şeyi anlatıyor. Ve hemen her mahallede örgütlenmiş bulunan cemaatler aynı şeyi yapıyor.
ABD’nin 1945 sonrası başlattığı “Yeşil Kuşak Projesi” adı verilen “İslam ülkelerini Ortaçağcılaştırma Projesi”nin bir ürünü ya da sonucudur, Türkiye’nin şu an içine düşürüldüğü durum. Türkiye Halkları bugün 65 yıl öncesinin,
ne yazık ki, daha gerisine düşürülmüş bulunmaktadır.
İşte Tayyipgiller’in 12 Haziran 2011 Seçimlerinde aldıkları yüzde 50 oy oranı bu 65 yıllık
çalışmanın, daha doğrusu Türkiye Halklarına
uygulanan psikolojik harekâtın sonucunda elde
edilmiş bir orandır. Dolayısıyla da böyle bir seçim oyununun adı demokrasi olamaz. En fazlasından bir demokrasicilik oyunu olabilir. Bu
kandırmacadır, düzenbazlıktır, insanların Allah’la aldatılmasıdır…
Tayyipgiller ve cemaatler Antika çağların
egemen sınıfı olan asalak, sömürgen, vurguncu,
vatan millet düşmanı Tefeci-Bezirgân Sermayenin temsilcileri oldukları için bunlarda ulusal
değerler bulunmaz. Vatan ve halk sevgisi bulunmaz. Bunlar Ortaçağın ümmetçilik konağında
yaşamaktadırlar ruhen. Bunlar bencildir-çıkarcıdır, vurguncudur, sömürücüdür, soyguncudur.
Bunlar nefislerinden başka hiç kimseyi düşünmezler. Bunların namazları, oruçları, sarıkları,
cübbeleri, tespihleri, çarşafları, türbanları da sadece Cennet’ten iyi bir arsa kapalım diyedir.
Başka hiçbir şey için değildir.
Hz. Muhammed’in “İnsanların hayırlısı
insanlara faydalı olandır. İslamiyet güzel ahlaktan ibarettir. Komşusu aç iken tok yatan
bizden değildir.” diye buyuran Hadisleri, bunlara hiçbir şey söylemez. Anlatmaz. Bunlar için
hiçbir anlam ve değer ifade etmez. O nedenle
bunların gerçek İslamı anlamaları da mümkün
değildir. Kur’an’ın diliyle söylersek; bunlar,
gerçek İslama karşı yani Hz. Muhammed’in ve
Dört Halife’nin savunduğu ve yaşayışlarıyla da
örnek oldukları İslamiyete karşı “Kör ve sağırdırlar.”
Bunların, AB-D Emperyalistlerinin ortalama yüz yıldan bu yana hiç akıllarından çıkarmamış oldukları Yeni Sevr planıyla da hemen
uyum sağlamaları işte bu vatansız ve milletsiz
oluşlarından dolayıdır.
Bunlar, Türkiye Halklarına ve vatanına düşmandır…
Bunlar, namusa, onura, eşitliğe, kardeşliğe,
adalete, hakkaniyete düşmandır…
Bunlar, gerçek İslamiyete düşmandır…
Bunlar, antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaşı’mızın önderi Mustafa Kemal’e ve diğer komutanlarına düşmandır…
Bunlar,
Devrimci
Gelenekli
Türk
Ordusu’nun Gençliğine düşmandır…
Bunlar, tam bağımsızlığa, laikliğe, gerçek
demokrasiye ve özgürlüğe düşmandır…
Bunlar, vicdana ve bütün insancıl değerlere,
duygulara düşmandır…
Bunlar, namuslu, yurtsever, antiemperyalist,
Mustafa Kemalci yargıya, medyaya, bilim insanlarına düşmandır…
Bunlar, hep söylediğimiz gibi, sürekli Yeni
Sevr rüyası gören ve projeleri üreten AB-D Emperyalistlerine dosttur, onların işbirlikçisidir, çıkar ortağıdır…
Bu sebeple onların Türkiye’deki tüm namuslulara olduğu gibi, Ordu’daki namuslu,
yurtsever unsurlara karşı saldırıları bundan sonra da olacaktır.
Türk Ordusu’nun komuta kesimi, ne yazık
ki, bu hayâsızca saldırılar karşısında acziyet ifadesinden başka bir anlama gelmeyen birkaç yakınmanın dışında bir tepki ortaya koyamamıştı.
AB-D’ye güvenen ve onların ipiyle oynayan
yerli hainler güruhu da bu suskunluktan, tepkisizlikten de güç alarak azdıkça azmıştı. Hainane
saldırılarını rutine bağlamıştı. Seçimler, referandumlar, YAŞ toplantıları gibi önemli siyasi
olaylar öncesinde hemen bir mizansen hazırlanıp yeni bir saldırı yapılıyordu. İşte nitekim bu
YAŞ Toplantısı öncesinde de Türk Ordusu’nun,
içinde Ege Ordu Komutanının da bulunduğu,
7’si general ve amiral toplam 22 subayı hakkında Beşiktaş’taki Nemrut Mustafa Paşa Divanları tarafından yakalama kararları çıkarılmıştı. Bu
divanlardan biri, Zekeriya Özgiller’den olan
savcı Cihan Kansız tarafından hazırlanan ve sözünü ettiğimiz subaylar hakkında birkaç kez
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları istemini
içeren iddianamesini kabul etmişti.
AB-D, CIA, Tayyipgiller, Cemaat ve bunların Beşiktaş-Silivri’deki hukukçu maskeli personeli bir kez daha şöyle demişti, Türk Ordusu’na:
“Biz sizin, orgeneralleriniz de dahil olmak
üzere, ordu komutanlarınız da dahil olmak üzere, en büyüğünüzü bile istediğimiz zaman çizeriz. Sizi, torbacılar gibi, yaka paça yakalar, sürükler, minibüslere tıkar, Hasdal zindanına atarız. Sizi istediğimiz gibi tokatlarız. Bize artık
son zamanlarda yaptığınız gibi, hep topuk selamı vereceksiniz. Bizimle konuşmaya öyle başlayacaksınız. Siz bizim gözümüzde sadece “site
güvenlikçisi” statüsündesiniz. Kendinizi asla
farklı yerlerde hayal etmeyeceksiniz. Biz size
konuşun demedikçe konuşmayacaksınız. Hele
siyasi konularda hiç ağzınızı açmayacaksınız.
Sizin işiniz de, göreviniz de bu değil. O alan bizim. “Site güvenlikçisi” siyasetten ne anlar? Ne
aklı erer? Geçmişi, içinde Mustafa Kemal de
bulunmak üzere, unutacaksınız. O dönem bitti.
Bak, biz ne dedik en önde gelen siyasi temsilcimiz Tayyip’in ağzından (kasetinde) Mustafa
Kemal’i kastederek “Ölmüş İnektir”… CIA’nın
Türkiye ve Ortadoğu Masası Eski Şefi Graham
Fuller, daha diplomatik bir dil kullanarak “Kemalizm çağını doldurmuştur.” dedi. Siz farklı
dillerden söylenen bu sözü hiç anlamadınız. Hâlâ Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk diyorsunuz. Biz de size işte böyle, söz anlamayanın hakkı budur, diyerek anlatmaya çalışıyoruz.”
4 yıldan bu yana sürekli bunu diyor, bunu
yapıyor AB-D ve yerli hainler.
İşte bu hayâsızca darbelere karşı, korkakça
da olsa, ilk tepki-artık yeter sözü Genelkurmay
Başkanı Işık Koşaner ve Kara, Hava ve Deniz
Komutanı Paşalardan geldi. Ne yazık ki Jan-
darma Genel Komutanı, bu onurlu tavrın içinde
yer almadı. O, AB-D ve işbirlikçileriyle birlikte
olmayı tercih etti. Demek ki, Ali Nadir Paşaların (Vahdettin ve Damat Ferit’ten aldığı emir
üzerine İzmir’i işgalci Yunan Ordusu’na hiç
karşı koymaksızın teslim eden, askerin kışladan
çıkmasına izin vermeyen kolordu komutanı)
neslindenmiş. Yazık…
Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner, kendisiyle birlikte davranan namuslu kuvvet komutanı silah arkadaşlarını da temsilen şu açıklamayı
yaptı:
“Şu anda 173’ü muvazzaf, 77’si emekli olmak üzere 250 general-amiral, subay, astsubay ve uzman jandarma çavuş, hürriyetlerinden yoksun olarak tutuklu bulunmaktadır. Tutuklamaların evrensel hukuk kaidelerine, hakka, adalete ve vicdani değerlere uygun olarak yapıldığını kabul etmek, birçok
hukukçunun da ifade ettiği gibi, mümkün değildir.
“Bu durum, birçok defa yetkili makamlara iletilmesine, anlatılmasına ve takip edilmesine rağmen soruna yasal çerçevede bir
çözüm bulunması mümkün olmamıştır.
“Haklarında henüz hiç bir kesin
yargı kararı olmamasına rağmen tutuklu bulunan 14
general-amiral ile
58 albay, hürriyetlerinin tehdit edilmesinin yanı sıra mevcut yasalarımız gereğince bu yıl yapılacak Yüksek Askeri Şura’da değerlendirmeye girme hakkını kaybetmiş ve
peşinen cezalandırılmıştır.
“Soruşturma ve uzun süreli tutuklamaların bir amacının da TSK’nın sürekli gündemde tutularak kamuoyunda bir suç teşkilatı olduğu izleniminin yaratılmaya çalışıldığı, bunu fırsat bilen yanlı medyanın da her
türlü yalan haber, iftira ve suçlamalarla yüce
ulusumuzu kendi silahlı kuvvetlerine karşı
tavır almaya teşvik ettiği dikkatlerden kaçmamaktadır.
“Bu durumun önlenememesi ve yetkili
makamlar nezdinde yapılan girişimlerin dikkate alınmaması Genelkurmay Başkanı olarak personelimin hak ve hukukunu koruma
sorumluluğumu yerine getirmeme engel olduğundan, işgal ettiğim bu yüce makamda
göreve devam etme imkânını ortadan kaldırmıştır.” (Vatan Gazetesi, 30 Temmuz 2011)
Koşaner Paşa’nın burada dile getirdiği haksızlıkların, hukuksuzlukların, vicdansızlıkların
Ş
tamamı yapılmış mıdır?
Kat be kat fazlasıyla yapılmıştır…
Pekiyi bunlarla karşılaşan bir kurumun temsilcisi olan insanlar ne yapar?
Şu üç şeyden birini:
1- Sessiz kalır, yapılan her saldırı ve zulmü
sineye çeker. Sıra kendisine gelinceye kadar susar. Bu konuda en yiğit, en halkçı Halife olan
Hz. Ali şöyle der: “Haksızlık karşısında boyun eğerseniz hakkınızla birlikte şerefinizi de
yitirirsiniz.”
Ne yazık ki, bugüne kadar, 4 yıldan bu yana
TSK’nin komutanları böyle davranmıştır…
2- Koşaner Paşaların yaptığını yapar. Haksızlığa karşı dur diyemez. Kaçar… İstifa eder.
Karşı koymaya cesaret edemez. Ona yüreği yetmez. Ama hiç değilse; ben yapamadım, yapacak
olanlar gelsin, yapsın, der. O bakımdan bu davranış da, cesaretsiz olmakla birlikte, dürüstçe bir
davranıştır. Namusluca bir davranıştır. Öyle ya
her insanın yüreği her şeye yetmeyebilir.
Demek ki, biz Mustafa Kemalciyiz demekle
Mustafa Kemal olunmuyor.
3) Mustafa Kemal gibi davranır… Mustafa
Kemal’in 1919’da yaptığı gibi yapar. Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yok etmek
isteyen kapitalizme ve onların işbirlikçisi, hain
Vahdettin’e, Damat Ferit’e (İstanbul Hükümetlerine) karşı davrandığı gibi davranır. Zalimin,
saldırganın karşısına geçer ve “Ey, hain zalim,
seni yeneceğim” der. “Geldikleri gibi gidecekler”, der.
Onu diyecekler de gelecektir, ileride… Devrimci Gelenekli Ordu Gençliğimizin “yiğitlik
yarışı” olarak askerliği kavrayan Mustafa Kemal Gelenekli Halk Çocukları onu da mutlaka
yapacaklardır…
Tabiî bu kısa sürede olmayacaktır. Yukarıda
da söylediğimiz gibi, halklarımızın ne yazık ki,
şu anda yarısı, Ortaçağcı güçlerin “Allah’la aldattığı” tutsakları durumundadır.
Biz gerçek devrimciler, başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere, köylülerimizle, esnaflarımızla,
Kürt kardeşlerimizle, aydınlarımızla, kamu
emekçilerimizle, bilim insanlarımızla ve Ordu
Gençliği’mizle, el ele vererek tıpkı Birinci Kuvayimilliye’de olduğu gibi, İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı da zaferle sonuçlandıracağız. Bize Yeni Sevr’i dayatan AB-D Emperyalistlerinin alçakça hevesleri yine kursaklarında kalacaktır.
Yerli Hainler de ihanetlerinin bedelini ödeyeceklerdir. Yaptıkları yanlarına kalmayacaktır.
Ve adları da “Ulu Hakan Vahidüddin Han” dedikleri Vahdettin’le, Damat Ferit’le, Sait Molla’yla, Filozof Rıza’yla, Ali Kemal’le birlikte
yazılacaktır, Tarihin defterine… Birlikte anılacaklardır… 30 Temmuz 2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Tayyipgiller’den yeni Ramazan Vurgunu:
İETT ZAMMI
ehr-i İstanbul, halkımızın kutsal aylarından Ramazan’da kazık üstüne
kazık yiyor. Önce Ramazan sofralarına vurdular darbeyi. Yediğimiz içtiğimiz
gıdalar zamlanıverdi. Şimdi de ulaşıma
zam yaptılar. İstanbul’da toplu taşımaya
yüzde 16,7 oranında zam yapıldı. Yine
Ankara’da da toplu ulaşım zamlandı.
İstanbul’da 15 Ağustos’tan itibaren geçerli olan zamma göre tam bilet 1 lira 65
kuruştan 1 lira 75 kuruşa, öğrenci bileti 85 kuruştan 1 liraya çıktı. Mavi kartta
da artış yapıldı. Tam mavi kart 120 lirayken 140 lira, indirimli mavi kart da
60 lirayken 70 lira oldu. Metrobüste ise
iki kademeli fiyat uygulanıyor. Halkımızın üç durağa kadar ödeyeceği tam bilet
1 lira 45 kuruş, öğrenci bileti 85 kuruş
oldu. Tam tarife ile aktarma 1 liraya,
indirimli tarife 40 kuruşa yükseldi.
Vurun abalıya. Zam zam zam... Tayyipgiller, Halkımızın mübarek ayıymış,
dinlemez. Onlar vurduğu vurguna bakar.
Vurgun hangi dönemde daha gizli saklı,
çaktırmadan yapılabiliyor, halk başka
dertlerle, gündemlerle ilgilenirken, biz
onlara zokayı yutturalım, derdindedir
bunlar.
4 kişilik bir aile için Temmuz ayı Açlık Sınırının 981 Lira, Yoksulluk Sınırının 2 bin 693 Lira olduğu bir dönemde,
2011 yılının ikinci yarısı için belirlenen
Asgari Ücret, 16 yaşından büyükler için
net 655,57 Lira. İşçi Sınıfımızın büyük
çoğunluğu günde 10-12 saat çalışmasının
karşılığında bu ücreti alıyor mu?
Alıyor!
Asgari Ücretle geçinen bir aile, İstanbul gibi bir büyük şehirde hem kira verip
hem ailenin yeme içme ve giyim masraf-
larını karşılamaya çalışıyor. Bir de bunun
üstüne gizli-açık gelen zamlarla ulaşım el
yakıyor. Halkımız cehennem ateşinde yanıyor.
Özellikle Asgari Ücretli binlerce insanımızı, emeklilerimizi ve onların okutmaya çalıştıkları çocuklarını-öğrencileri etkileyen İETT zammı haksız, hukuksuz ve
vicdansızdır.
Halkın Kurtuluş Partisi Tüzük ve
Programı’nda der ki:
“Hayatın pahalanması, fiyat rakamının şu ya da bu olması değil, insanımızın geliri ile alım gücünün düşük,
yerli-yabancı Parababalarının sömürü
ve vurgunlarıyla iratçılık ve devlet
masraflarının yüksek olmasıdır.
“(...) İnsanlarımızın ihtiyaçlarından
hangi kısmının, en az gelirinden ne kadarı ile karşılanacağı, barometrenin ibresi gibi, göz önünde tutulacak. Mesela:
Kira, ısıtma, aydınlatma, su ve iletişim
masraflarını içine alan barınma giderleri, kişi gelirinin en çok 10’da birini;
yiyecek, içecek masrafları en çok 5’te
birini; devlet masrafları ve vergiler en
çok 10’da birini geçmeyecek.” (İkinci
Ayrım Pahalılık, s. 63)
Demek ki, ulaşım gibi giderlerin kişi
geliriyle orantılı olması gerekir. Çok cüzî
miktarlarda, hiç kimsenin yaşam kalitesini engellemeyecek düzeylerde olmalıdır
ve Demokratik Halk İktidarı’nda Kurtuluş
Partisi’nin tüzüğünde netçe ortaya koyduğu gibi gerçekleştirilecektir. 17.08.2011
Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
14
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi’nden
Tayyipgiller İçin Vurgunda, Yağmada, Adaletsizlikte “Durmak Yok Yola Devam”…
Yargıda engel istemeyen Tayyipgiller,
hukuk maskeli yeni bir saldırıyla Yargı-Sen’i kapattı!
T
ayyipgiller’in geçtiğimiz seçim dönemindeki şiarlarıydı “durmak yok yola devam”. Aynen dediklerini uygulayarak yollarına devam ediyorlar. Tabiî arkalarındaki emperyalist güç AB-D’nin büyük desteği ile… Devletin
tüm kurumlarını bir bir ele geçiren Tayyipgiller, önlerindeki
en önemli engellerden bir olan Yargıyı kendi hukuk bürolarına dönüştürüyorlar bildiğimiz gibi. Önce Anayasa değişikliği için Referandum yapılması; sonrasında HSYK’nin yapısının değiştirilmesi, Danıştay, Yargıtay Başkanlarının değiştirilmesi, sonra düzmece “Ergenekon Davası”nda namuslu
davranan ancak onların çıkarlarına göre hareket etmeyen
Köksal Şengün gibi namuslu Yargıçların cezalandırılırcasına görevden alınıp sürgün edilmesi, böylece Beşiktaş ve Silivri’nin tam anlamıyla Nemrut Mustafa Paşa Divanı’na çevrilmesi…
Bu sefer de 28 Temmuz’da Ankara 15. İş Mahkemesi,
Yargıçlar ve Savcılar Sendikası’nın (YARGI-SE!), kapatılmasına karar verdi.
İşte Tayyipgiller’in “İleri Demokrasi” Anlayışı
Yargı-Sen bildiğimiz gibi ülkemizdeki Ortaçağcı gidişe;
özellikle de Tayyipgiller’in yargıyı kendi hukuk bürolarına
çevirme çalışmalarına karşı onurluca karşı duran, mücadele
eden, hukuk alanındaki haksızlıklara karşı hâkim ve savcıların da örgütlenmesi amacıyla kurulan bir Sendikadır. Bu sendikanın antiemperyalist, Mustafa Kemalci, dürüst, namuslu
ve onurlu Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu; AB-D Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in, Fethullahçıların ortak
operasyonu olan “Ergenekon Davası”nın gerçek yüzünü ortaya çıkartmak için Ergenekon savcıları hakkında şikâyette
bulunmuştur. Bu yüzden kendisi hakkında soruşturmalar, davalar açılmış, türlü baskılara maruz kalmıştır... Son olarak
da kendisinin herhangi bir talebi olmadan, yasaya aykırı bir
biçimde Yargıtay Savcılığı’ndan alınıp hukuk hâkimliği görevi verilmiştir. Eş durumu bile gözetilmeden İstanbul’a sürülmüştür. İşte Fethullahçı Yargı, böylesine keyfi, hukuk tanımaz ve vicdansızdır. Ama Eminağaoğlu yılmadan mücadelesine devam etmiştir. Nitekim Kapatılma Davasının çıkışında yaptığı açıklama da olayın gerçek yüzünü ortaya çıkartır
niteliktedir.
“Duruşmanın ardından, Ankara Adalet Sarayı önünde açıklama yapan Eminağaoğlu, bu davanın açılmasının
nasıl bir sürecin kendilerini beklediğini ortaya koyduğunu belirterek, “Türkiye’de örgütlenemeyen, kendisini
ifade edemeyen, hakkını arayamayan bir yargının varlığı amaçlanıyor ve böyle bir yargıdan adalet dağıtması
bekleniyor” dedi.
“Eminağaoğlu, bu tabloya, yargıçlar ve savcılar olarak seyirci kalmamak için sendikal örgütlenerek karşı
koymak amacıyla yola çıktıklarını ancak önlerine tamamen bir siyasi baskıyı yansıtırcasına bu dava açılarak çıkıldığını; YARGI-SE!’in Yönetim Kurulu Üyelerinin,
Ankara dışına atanarak, sendikanın etkin bir şekilde çalışmasının engellendiğini ileri sürdü.”
A
YARSAV Yönetim Kurulu’ndan yapılan yazılı açıklamada, “Yargı-Sen’in, Ankara Valiliğinin başlattığı yargısal süreç sonunda, dar bir hukuki siyasi yorumla kapatıldığı” ifade
edildi:
“Siyasi irade, gerek Anayasa değişiklikleri gerekse
HSYK’sının kararnameleri ve kararları yoluyla yargıyı
hizaya sokma, kendi yargısını oluşturma çabalarının
önünde en büyük engel olarak gördüğü örgütlenmiş yargıç ve savcıları tasfiye sürecine girmiştir. Aynı zamanda
YARSAV Kurucu Başkanı olan Sendika Kurucu Başkanı
Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, YARSAV, Demokrat
Yargı ve Sendika yöneticileri, üyelerinin görevlerini yapmalarına engel olacak şekilde sürgün edilmelerinin açıklaması da budur. Örgütlenme öncüsü olan yargıç ve savcılar cezalandırılarak ve tıpkı YARSAV’a kuruluş aşamasında yapıldığı gibi Yargı-Sen için de kapatma davası
açılarak ülkemizin aydın hakim ve savcılarına gözdağı
verilmiş, örgütlenme özgürlüğü engellenerek, hukukun
özgür sesi kısılmak ist e n m i ş t i r . ”
(cnntürk.com,
28.07.2011)
Olayın bir diğer
boyutu da sendikal
cepheden…
Aslında Anayasal
bir hak olan, Uluslararası Sözleşmelerle de
güvence altına alınan
Sendikalaşma Hakkı,
ülkemizde ne yazık ki
en zor kullanılan haklardandır.
Son günlerde, var
olan sendikalardan nasıl rahatsız olduklarını
gizlemeyen Tayyipgiller, örgütlenme barajını
bahane ederek, birçok sendikanın bu barajın altında kalabileceğinden bahisle bu alanda da önündeki engelleri bir bir kaldırmayı, birçok sendikayı kapatmayı planladığının sinyallerini veriyor. Sonuçta İşverenler nasıl örgütlü, bilinçli işçi istemiyorlarsa siyasi iktidar da hukuk alanındaki haksızlıklarla mücadele eden, siyasi iktidara tabi olmayan, verilen emirlere boyun eğmeyen bir Yargıyı istemiyor. İşte bu yüzden kapatıyor Yargı-Sen’i.
Bugün Adliyelere gittiğimizde gözümüze her yerde
“Adalet Mülkün Temelidir” yazısı ilişir. Adalet demek
hakka, hukuka uygunluk, doğruluk demektir. Ama ülkemizde adalet sistemi AB-D Emperyalistleri, onların yerli uşakları Tayyipgiller, Fethullahçılar tarafından her geçen gün yandaşlaştırılmakta, çürümekte, çürütülmektedir. Temeli çürüyen bir binanın ayakta durması nasıl mümkün değilse; temeli çürüyen bir düzenin ayakta durması hiç mümkün değildir.
Bizler Kurtuluş Partili Hukukçular olarak Yargı-Sen’in
kapatılmasını şiddetle protesto ediyoruz. Bu gidişe karşı verdiğiniz mücadelenizde yalnız değilsiniz.
Bugün AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgiller “durmadan
yollarına devam ediyor” olabilirler. Biz o yolun ne yolu olduğunu ve halkımızı nerelere götürdüğünü çok iyi biliyoruz.
Bizler Yargı-Sen Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ve
YARSAV’ın da kararlı duruşu gibi kararlı mücadelemize devam edecek ve asla halk için adalet mücadelesinden vazgeçmeyeceğiz. Tabiî hayatın her alanında mücadeleye devam
edeceğiz. Ülkemizin Yeni Sevr’e ve Ortaçağ karanlıklarına
sürülmesine izin vermeyeceğiz. Onlar şunu iyi bilsinler ki
karanlığın en koyu olduğu an, aydınlığın en yakın olduğu zamandır. Bugünlerde ülkemizin üzerine koyu bir karanlık
çökse de eninde sonunda aydınlık günlere kavuşacağız.
30.07.2011
Zam halka zulümdür!..
Zam yapan zalimdir!..
B-D Emperyalistleri ve Parababaları
medyası tarafından son zamanlarda yere göğe sığdırılamayan Tayyipgiller,
gerçek yüzlerini halklarımıza uyguladıkları
zam, zulüm politikalarıyla gösteriyorlar. ABD’nin kucağında, onun denetiminde, kürsülerden İsrail, Ortadoğu, Kıbrıs gibi konularda yaptıkları koftiden, samimiyetsiz açıklamaları, Parababaları medyası ve Ortaçağcı medya tarafından günlerce ekranlara taşınırken, Tayyipgiller’in uyguladıkları halk düşmanı politikalar
ise sessizce hayata geçiriliyor.
İçinde bulunduğumuz işsizlik, pahalılık,
zam, zulüm cehenneminde nefes alamaz hale
gelişimiz yetmezmiş gibi, devletin kendi tespit
ettiği açlık sınırının, yine devletin kendi tespit
ettiği asgari ücretin çok üzerinde olması yet-
Kurtuluş Partili Hukukçular
mezmiş gibi, yeni başlayan eğitim öğretim yılında yine çocuklarımızı parasızlıktan, kıyafetsizlikten, deftersizlikten, kalemsizlikten okula
gönderemememiz yetmezmiş gibi bir de elektriğe ve doğalgaza zam yaptı Tayyipgiller.
Halk düşmanı politikalarda gemi iyice azıya alan Tayyipgiller, bu kez öyle az zam oranlarıyla da yetinmediler. Elektriğe yapılan zam
oranı yaklaşık yüzde 10. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) yaptığı açıklamada;
elektrik tarifesinin konutta yüzde 9.57, sanayide ise yüzde 9.26 oranında zamlandığını duyurdu. Yapılan zamma gerekçe olarak da son zamanlarda döviz kurlarında meydana gelen artış
gösterildi.
Tayyipgiller, elektrik zammını yeterli görmemiş olacaklar ki, bir gün sonra da doğalgaza
Puştluğu, kahpeliği en geçerli siyasi ahlâk sayan ESP (Atılım),
Partimizin üyesi iki İşçi Yoldaşımıza Sancaktepe’de yine saldırdı
Geçen yılki saldırısı sonrasında şöyle demiştik:
“Bizim diyeceğimiz budur.
“Anlarsınız ya da anlamazsınız.
“Anlarsanız çok seviniriz. Sizinle dost, Yoldaş oluruz.
Onun için çabalarız…
“Eğer anlamazsanız, küçükburjuva gururunuza ve
önyargılarınıza yenilirseniz?..
“O zaman bizden uzak durun, bizimle uğraşmayın,
bize bulaşmayın…
“Lütfen!..
“Biz de kendi işimize bakalım. Dünya kadar işimiz
var. Yoldaşlarımızın başını kaşıyacak zamanı yok.
“AB-D Emperyalistlerinin ve yerli işbirlikçilerinin
vurgun, sömürü ve talan düzenine karşı tek başımıza da
olsa cepheden mücadele edelim…
“Keşke dostlukla diyebilseydik!..”
Lafı insan olan anlar. O sözlerdeki içtenliği, dürüstlüğü,
mertliği, devrimci heyecan ve namusu tam olarak anlayabilmesi için insanın, hani derler ya; “insan gibi insan” olması
lazım… Bunlarda ne gezer bu… Bırakalım kaliteyi, sıradanlık bile yok bunlarda. Bunlar, yukarıda da söylediğimiz gibi,
puştluğu, kahpeliği, düzenbazlığı, kandırmacayı ve her türden namussuzluğu yani paçavralığı siyasi ahlâk edinmişler.
Hiç bunların, düzgün sözleri anlamasına imkân var mı?
Bok böceği pislik yuvarlamayı en başarılı iş ve gıda sayar.
O, gül bahçesinden ne anlar?..
05 Ağustos 2011 akşamı saat 21:15 sıralarında gerçekleştiriyorlar, alçakça saldırılarını.
İki İşçi Yoldaşımız, o gün iş çıkışı Partimizin Sancaktepe
İlçe’sinde buluşuyorlar. Bir süre sohbet ediyorlar. Bir işçi
arkadaşımızın çıkardığı yeni bir ilişkiyle, yani devrimciliğe
sempatizan yeni bir işçiyle, buluşulup sohbet edilecek. Buluşma yeri olarak, tarifi ve bulunması daha kolay olduğu
için, Sancaktepe Demokrasi Meydanı’ndaki … Kitapçısı belirleniyor. Buluşma saati gelince Yoldaşlarımız beraberce,
Partimizden çıkıp yürüyerek, zaten de tanış da olunan, kitapçıya geliyorlar. Dükkân, yüksek giriş tabir edilen bir konuma sahiptir. O nedenle de 5-6 basamak merdivenle çıkılır
bu dükkâna. Arkadaşlarımız merdiven başına gelip kapıdan
işçinin olmadığını görünce; belki biraz gecikti, şöyle bir
dolaşıp gelelim, diyerek, merdivenden zemine iniyorlar. Tam
o anda en az 6 kişiden oluşan bir grup, “Kahrolsun HKP’li
faşistler! Sancaktepe’de size yer yok! Geçen yıl yaptığınızın
intikamını alacağız!” haykırışlarıyla arkadaşlarımıza
saldırıyorlar. Birinin elinde keser, diğerlerinin ise sopalar
vardır. Keserli olan, arkadaşlarımızın her ikisinin de arkadan
kafalarına keseri gücünün yettiğince vuruyor. Bu darbeler
sonucunda arkadaşlarımızdan birinin kafatasında çökme
kırığı oluşuyor. Diğerinin de yarılıyor kafası. Kafatasında
çökme oluşan yoldaşımız, keseri yumruğuyla ve koluyla
karşılamak istediğinden; sağ elinin tarak kemikleri kırılıyor,
sol kolunun dirseği eziliyor. Vücudunun birkaç bölgesinde
de keser çizikleri oluşuyor.
Yoldaşlarımız, sopalılara karşı kendilerini savunurken
keserli olan, ilk saldırısını, arkadan alçakça, namussuzca
yapıyor. Tabiî Yoldaşlarımız, anında kavgayı kabullenip nefis savunmasına geçiyorlar. Bu durum karşısında saldırganlardan dördü yine anında topukluyor. Kaçıp gidiyor… İkiye
iki kalınca; bu kandırılmış, manyatılmış; devrimcilikle de,
insanlıkla da uzaktan yakından ilişkisi kalmamış zavallılar,
çareyi yine her zamanki gibi, kaçmakta buluyorlar… Yani
Yoldaşlarımız da bunların anlayacakları dilden konuşmuş
oluyorlar.
Bu şerefsizliğe tanık olan kitapçı ve diğer esnaflar,
dükkânları önüne çıkarak, Yoldaşlarımıza sahip çıkıyorlar.
“Yahu bu kadar da olmaz ki, keserle, sopalarla filan; böylesine kalabalık bir sayıyla iki kişiye saldırılmaz ki”, diyerek,
alçaklığa tepkilerini dile getiriyorlar. Sonra da; “Bunlardan
zam yaptı. BOTAŞ’tan yapılan açıklamaya göre doğalgaz fiyatları konutta yüzde 12.2814.35, sanayide ise 13.17-14.30 arasında değişen oranlarda zamlandı. Bu zamma gerekçe
olarak ise ham petrol fiyatlarında meydana gelen artış gösterildi.
Her zaman söylediğimiz gibi, Tayyipgiller
için yalan söylemek, halkı kandırmak, nefes almak kadar doğal ve olağan bir durumdur. Başta bizzat Tayyip olmak üzere ekonomiden sorumlu bakanı, yetkilileri, bürokratları ve yandaş medya muhtemel krizlerden etkilenmeyeceğimizi, meşhur tabirle “krizin teğet geçeceğini” söylemişlerdi. Oysa şimdi uluslararası planda Parababalarının yarattığı ekonomik buhranlar gerekçe gösterilerek halkımızın en temel ihtiyaçlarına yönelik zamlar yapılıyor. Yani Tayyipgiller halkımızı kandırmaya devam ediyor.
Parababaları medyası ekonomimizin iyiye gittiğini, günden güne büyüdüğünü söyleyedursun,
biz de bıktık! Bunların işi gücü serserilik, böyle pis, adi
işler” diyerek, bu şerefsizlerden şikâyetçi olduklarını da belirtiyorlar.
Tabiî böyle adi çakal sürüsünü, lümpen takımını kim sever? Kim bunlarla bir arada bulunmak ister? Böyle insan
görünümündeki paçavraların semtlerinde, mahallelerinde
bulunmasını, barınmasını ister?..
Bunların, halka ve bize yaptığını, ancak mafya denen
çakal örgütleri ve Tayyipgiller yapar... Parababalarının
ekonomik ve siyasi örgütleri yapar… Fakat onlar bile bunların yanında dürüst kalır. Şundan: Bunlar, bir de devrimcilik gibi yüce bir kavramı kullanıyorlar. Kendilerini bununla
adlandırıyorlar. Böylece de bu yüce kavramın içini boşaltmış
ve onu kirletmiş oluyorlar.
Sözümüz, aslında, saldırıyı yapan bu zavallılara değildir.
Bunlar, aslında ne yaptıklarını bilmeyen; kandırılmış hayvan
sürüsünden bile aşağıya düşürülmüş, acınası yaratıklardır.
Bizim muhatabımız ve sözümüz, onları bu hale getiren ESP
denen paçavra örgütün şeflerinedir. Çünkü puştluğu, namussuzluğu düstur edinen ve bu genç insanlara onu bulaştıran bu
şeflerdir. Bu alçaklarda insan sevgisinden de, vicdandan da,
namustan da eser bulunmaz.
Bunların savunduğu siyasi tezler, devrim açısından çoktan iflas etmiştir.
Bunların şu anda yazıp çizdiklerini CIA’nın “Taraf”ı da,
Aydın Doğan Medyası da, Fethullah Gülen Cemaati de
yayımlayabilir. Siyasi tezleri açısında bir rahatsızlık duymazlar, yayımlamaktan. Fakat bunlarda düşünce-fikir ve
Türkçe bakımından yetersizlik vardır. O bakımdan bunların
yazılarını ilkel ve yetersiz bulurlar. Sadece o nedenle bunların yazıp çizdiğine itibar etmezler.
Ne demişti, CIA’nın “Taraf”ının yazarı Rasim Ozan Kütahyalı, birkaç yıl önce bunlara?
“Şu anda geldiğiniz, bulunduğunuz yer, iyi bir yer. Fakat
68’in değerlerini-Deniz’lerin, Mahir’lerin değerlerini savunmakla hem çelişkiye düşüyorsunuz, hem de büyük yanlış
yapıyorsunuz. Böylece de davranışınız etik olmuyor. 68’in
değerleri, savunulacak şeyler değildir. Onlar milliyetçi tezlerdir.”
Bakın, CIA’nın bu insan sefaleti bile sizden daha namuslu. O hiç değilse namussuzluğunda namuslu. Sizse namussuzluğunuzda da namussuzsunuz…
Bu bitmiş, tükenmiş, ölüsü kokmuş sözde sol siyaset,
yani ESP (Atılım) paçavrası, yandaşları ve müttefikleri,
dostları arasında da beş para etmez duruma düşmüş siyasi
itibarını, yükseltebilmek ve o ortamda kendinden söz ettirebilmek için belirli periyotlarla biz gerçek devrimcileregerçek Marksist-Leninistlere, alçakça, namussuzca, puştça
saldırılar düzenlemektedir. Beşincisidir, bu son saldırısı…
Demek ki, “Puşt puştluğunu, kış kışlığını yap”maktan
geri duramıyor…
Bu alçaklara son söz olarak şunu diyoruz:
Eğer bizden ya da sizden ölümlü bir saldırıya yol
açarsanız, gencecik insanların ölümüne sebep olursanız,
bunun hesabını mutlaka vereceksiniz. İki yüzlü oynayarak,
yüzümüze gülüp arkamızdan böyle şerefsizce saldırılar tertipleyerek yakanızı kurtaracağınızı sanıyorsanız, fena halde
yanılıyorsunuz!.. Fare deliğine de girseniz, bulup hesabını
soracağız. Bunu bilin!..
Türkiye Sol Ortamınaysa şunu diyoruz:
Yahu, bu rezilleri, bu insan suratlı madrabazları, görün,
tanıyın artık…
Başka ne diyelim… 07.08.2011
halkımızın sırtındaki yük gittikçe ağırlaşıyor.
Ekonomik krizden en çok etkilenen ülke olduğu söylenen Yunanistan’da dahi bu oranda bir
zam yapılmadı, bildiğimiz gibi. 2011 bütçe
planlamasında Yunanistan’da elektrik zammı,
KDV’de yapılan yüzde iki-üç oranıyla sınırlı
kaldı.
Kış mevsimi öncesi Tayyipgiller’in yaptığı
elektrik ve doğalgaz zammı, halkımıza yapılan
bir zulümdür ve ihanettir. Başta ısınma ihtiyacından kaynaklanmak üzere kış aylarında elektrik ve doğalgaz ihtiyacı artacak olan halkımız,
bu yüksek oranlı zamları karşılayabilmek için
sofradaki zaten küçük olan kuru ekmeğini daha
da küçültmek zorunda kalacaktır. Kısacası Tayyipgiller bir kez daha halkımızın ekmeğine göz
dikmektedirler.
Ne var ki bir noktada Tayyipgiller doğruyu
söylemektedir. Hatırlayacağımız gibi Tayyip,
AB-D Emperyalistlerinden aldığı direktifler-
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
den sonra, bir zamanlar “kardeşim” diye hitap
ettiği liderlere yönelik olarak “Kendi halkına
zulmeden iktidarlar yok olmaya mahkûmdur” demişti.
Evet, biz de aynen bunu söylüyoruz, bunun
mücadelesini veriyoruz. Halkımıza işsizlik,
pahalılık, zam, zulüm cehenneminde zulmeden Tayyipgiller İktidarı da yok olmaya
mahkûmdur. Bu soygun ve vurgun düzeninin
sonunu ise Demokratik Halk İktidarı getirecektir.
Gün birleşme, örgütlenme ve mücadele etme günüdür. 01.10.2011
Elektrik ve Doğalgaz Zammı Geri Alınsın!
İşsizliğe, Pahalılığa, Zamma, Zulme Son!
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
15
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
“Guguk Devleti”nden
“Gak-Guk Devleti”ne5
Kurtuluş Partisi’nden
Deniz Feneri Soruşturmasının Savcılarının Dosyadan Alınması ve Yargıtay ile
Danıştayın Yapısını Değiştiren Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’ler ile Yasama-Yürütme-Yargı Tümüyle AKP’de Birleşmiş, Anayasa Rafa Kalkmıştır!
B
iz devrimci hukukçular, sınıflı toplumlarda hukukun sömürülen alt sınıfları boyunduruk altında tutmaya yarayan bir
baskı aracı olduğunu bilir ve ifade ederiz. Ancak, sınıflar savaşının kaçınılmaz sonucu olarak, “burjuva hukuku” yalnızca “burjuvazinin
hukuku” olamaz. İçerisinde yer yer, emekçi sınıfların mücadeleleri veya politik devrimlerin
zaferleri sonucunda egemen sınıflardan koparılıp alınmış kısmi edinimlerin de bağıtlandığı,
Engels’in deyişiyle “sınıflar arasında denge”
kuran kazanılmış haklar, reformlar vardır. Bir
de burjuvazinin sosyal devrimlere öncülük ettiği ve derebeyliğe karşı kazanılmış 18-19’uncu
Yüzyıllardan kalma “temel haklar” vardır. Bunlar da emekçi sınıfların çıkarına sonuçlar verebildiği ya da devrim mücadelesine bazı olanaklar sağlayabildiği oranda, devrimciler tarafından
savunulacak, sahip çıkılacak noktadadırlar. Örneğin Yargı Bağımsızlığı (lafta da kalsa) ve Yasama Ayrılığı (kanunların hükümetin dışında bir
meclis tarafından yapılması) böyledir.
Zahid Akman
Sonuç olarak hukuk, burjuvazi elinde baskı
ve sömürüsüne “yasallık” sağlayan bir avadanlık, bir oyuncak; emekçiler-devrimciler açısından ise savaşılacak bir alandır.
Somut gündemimize gelirsek, bizim başından beri söylediğimiz gibi, Tayyipgiller, ne burjuva hukukunun demokratik kırıntılarını/kalıntılarını, ne de emekçilerin kazanımlarını tanımazlar, bilakis en ufak demokratik gelişime düşmandırlar. Onlar; genelde insanlığın, özelde ise
emekçi halkların ileriye doğru gelişmesini istemezler. Çünkü onlar Antika Tefeci-Bezirgân
Sermaye Sınıfının temsilcisidirler. Gericidirler,
toplumu geriye, Ümmet Düzenine götürmek isterler. Bu anlamda, eğer adına hukuk diyebilirsek, onlar “Şerri Hukuk” ister. Despotizmi-Mutlak Monarşiyi, Din Devletini arzularlar. Ellerinden gelse Parlamentoyu (Meclisi) de, Anayasayı da tamamen kaldırmak isterler. Tayyip’in
(yani AB-D Emperyalistlerinin) her söylediğinin kanun gücünde olmasını dilerler.
Bu anlamda, son Anayasa değişiklikleri (12
Eylül 2010 tarihli Anayasa değişikliği) ile
HSYK’nin ele geçirilmesi sonucunda Yargı
AKP’nin hukuk bürosuna dönüştürülmüştür.
Biz bu nedenle son Anayasa değişikliklerine net
ve etkin bir şekilde karşı çıkmıştık. Ne yazık ki
gücümüz bu değişikliği ve sonuçlarını engellemeye yetmedi. Şimdilik!
İşte bu süreçte, ülkemiz açısından zaten hiç
gerçekleşmeyen hukuk devleti, iyiden iyiye guguk devletine dönüşmüştü.
Ancak Tayipgiller, bir kez gemi azıya almışlardı. Karşılarına bir set oluşturabilecek OrduYargı-Üniversite-Medya içindeki Yurtsever-Laik-Mustafa Kemalci güçler Ergenekon-Balyoz
vb. uydurma CIA-Cemaat ortak patentli operasyonlarıyla sindirilmiş ya da yıldırılmıştı. Üçüncü kez sandık aldatmacısından da üstün çıkmışlardı. Artık taşlar bağlanmıştı, özgürce dolaşma
imkânı doğmuştu. Bu süreçte Tayyipgiller, ABD’li efendilerinin verdiği görevler olan “Ilımlı
İslam” ve “Yeni Sevr” yolunda en küçük bir engel olabilecek, istemedikleri, beğenmedikleri,
hatta hizaya gelmekte geciken tüm subaylarıkomutanları emrindeki CIA güdümlü Fettullahçı “özel” mahkemeler aracılığıyla tutuklatabilecek ve yine aynı nitelikteki savcıları-hâkimleri
sürgün edebilecek, tenzil-i rütbe yapabilecek,
görevden alabilecekti. Yani artık AKP elindeki
“hukuk”, “gak-guk etmeyin biz ne dersek o
olur” derekesine düşmüştü.
İşte
Almanya’daki
Deniz
Feneri
Derneği’nin, saf, masum üstelik de dindar insanları kandırarak, duygularını-inançlarını sömürerek topladıkları paraların Tayyipgiller’in
has adamlarınca iç edilmesinden ve bu durumun
Almanya’daki mahkemelerce kesin olarak tescil
edilmesinden yola çıkarak, bu davanın Türkiye’deki izlerini sürerek soruşturma yürüten
Savcılar Nadi Türkaslan, Mehmet Tamöz ve
Abdulvahap Yaren’in, AKP’nin HSYK’since
daha önce tayin edilen Ankara Cumhuriyet Başsavcısı İbrahim Ethem Kuriş tarafından bu dosyadaki görevlerinden alınmaları tam da bu
“gak-guk etmeyin” halidir. Zira Nadi Türkaslan
başkanlığında yürütülen (diğer iki savcı ona
yardımcı olarak atanmıştı) bu soruşturmada cesurca bir adım atılmış, Tayyipgiller’in has yandaşları olan RTÜK eski başkanı Zahid Akman
ve Kanal 7 Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya
Karaman’ın da aralarında bulunduğu 9 kişi tutuklanmıştı. Ayrıca, savcılık tarafından Kanal
7’de yapılacak aramanın haberi, yargı içindeki
cemaat ajanlarınca Kanal 7’ye uçurulmuş ve bazı delillerin yok edilmesi sağlanmıştı. Söylentiye göre görevden alınan savcılar, bu Fettullahçı
“köstebekleri” de tespit etmişti ve mahkemeden
tutuklanmalarını isteyecekti. Tayyipgiller’in
“başsavcı”sı bu cesur savcılara, yalnızca görevlerini yaptıkları için “gak-guk etmeyin” demiştir. Öyle ya, dolandırıcılığı-hırsızlığı-namussuzluğu yapanlar kendi adamlarıdır. Sen ne cüretle
“bizimkileri” tutuklarsın? “Ancak bizim istediğimiz adamlar, biz istediğimiz zaman tutuklanırlar!”
Belirtmeden geçmeyelim, biz savcı Nadi
Türkaslan’ı, üniversitedeki genç yoldaşlarımızın sıradan bir öğrenci eylemine rağmen Jandarmanın müdahalesi ve gözaltısıyla karşılaşmalarının sonrasında, yaralı da olmalarına karşın tutuklamaya sevk etmesiyle bizzat tanıyoruz. Dolayısıyla demokratlığı tartışılmaz değildir bizce… Ancak buradaki amacımız eski defterleri
açmak değil, Tayyipgiller’in operasyonuna maruz kalmak için demokrat falan olmak gerekmediğini göstermektir. Görevini şekli olarak bile
sürdürürken attığın adımlara dikkat etmemek,
haddinden fazla cesur davranmak yeterlidir
“gak-guk” sopası görmek için.
Diğer yandan, bu gelişmeyle aynı günlerde
AKP jet hızıyla çıkardığı KHK (Kanun Hükmünde Kararname) ile Yargıtay ve Danıştay Kanunları başta gelmek üzere bir dizi kanunda değişiklik yaptı. Hukukçuları ilgilendirecek teknik
ayrıntıları bir kenara bırakırsak, sonuç olarak
Yargıtay ve Danıştay’da daire başkanı ya da
başsavcı olabilmek için aranan 8 yıllık üyelik
şartı 4 yıla indirildi. Yargıtayda tetkik hâkim
olabilmek için 5 yılı doldurma şartı da kaldırıldı. Ve yargıya yeni hâkim ve savcı alımları kolaylaştırıldı.
Buradaki temel amaç, son Anayasa değişikliğinden sonra Şubat 2011’de AKP’nin
HSYK’since Yüksek Yargıya atanan 200’den
fazla üyenin (Cemaatin sözde hukukçularının)
önemli pozisyonlara hızla yükseltilebilmesidir.
Daha da önemlisi, bu değişikliğin KHK yoluyla
yapılmasının Anayasayı da rafa kaldırmış olmasıdır. Zira Anayasa’nın 91. maddesine göre
KHK, Bakanlar Kurulu’nca ancak TBMM’den
alınmış bir Yetki Kanunu’na dayanarak, sınırları ve amacı TBMM tarafından belirlenmiş bir
konuda çıkarılabilir. Ayrıca, daha önce
TBMM’ce yapılmış bir Kanunun, KHK ile değiştirilebileceğine ilişkin bir hüküm de Anayasada bulunmamaktadır. Yani AKP hem
TBMM’yi, hem de Anayasayı yok saymış, Yasama (kanun yapma) gücünü de kendi üzerine
almıştır.
Denilebilir ki, zaten Meclisteki çoğunluk
gücüyle AKP istediği yasayı çıkarıyordu. Bu
uygulamaya neden ihtiyaç duydu?
Şundan: Meclis tatildedir ve bu düzenlemenin herhangi bir muhalefetle-tartışmayla zaman
kaybetmeden hemen çıkarılması gerekmektedir.
“Gak-guk” saldırısının pervasızlığı işte bu
boyutlara ulaşmıştır.
Bu arada, aynı KHK ile daha önce Danıştay
tarafından iptal edilen, tabiplerimiz ve sağlık
hizmeti açısından can alıcı bir konu olan “Tam
gün” düzenlemesi de geri getirilmiştir. Danıştayın iptal kararını kim takar, devir “gak-guk”
devri!
Biz bu süreci tam olarak görüyor ve yapılanların hukuksal analiziyle yetinmenin nasıl bir
toyluk olacağını biliyoruz. Ama Tayyipgiller’in
bu gidişinin bir de dönüşü vardır. Rüzgâr, er-geç
bizden, gerçek devrimcilerden yana dönecektir.
İnsanlık sağmal sürü değildir, sürgit güdülemez.
Olayları görür, çıkarının nerede olduğunu kavrar, tavır alır, örgütlenir ve isyana geçer. Türkiye Halkları Birinci Kurtuluş Savaşı’mızda bunu
gerçekleştirmiş ve yedi cihana ders vermiştir.
İkinci Kurtuluşumuz Savaşı’mızla daha da fazlası gerçekleştirilecektir. 29.08.2011
Kurtuluş Partili Hukukçular
BASI EMEKÇİLERİE ve HALK ÖRGÜTLERİE
G
Afganistan’da Taliban Buda Heykellerini Yıkmıştı,
ülkemizdeki devamcıları Ortaçağcılar da
Sevimli Devrimci Şairimiz Can Yücel’in mezarını tahrip ettiler
erçi bu, onların ilk saldırısı değil… İlkin
“tükürürüm böyle sanata” diyerek Ankara’nın Hititler’den kalma simgesine
saldırdılar… Daha sonra Heykeltıraş Mehmet
Aksoy’un, Kars’ta, daha tamamlanmamış
(yapım aşamasında) olan İnsanlık Anıtı’na
“ucube” diyerek “kaldırın” emrini verdiler...
“Allahüekber” naralarıyla insanlık anıtını yerle
bir ettiler… Geçtiğimiz aylarda Ressam Bedri
Baykam’a da öldürmek kastıyla saldırdılar bir
de bildiğimiz gibi.
Son olarak, bir Cuma günü (19 Ağustos
2011) devrimci şairimiz Can Yücel’in
Datça’daki (yine heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılan) mezarını tahrip ettiler. Cuma
günleri, bu Ortaçağcı irticacıların, sözde toplu
“ibadet” yaparken, birbirlerini kışkırtarak insanlığa ve insanlığın değerlerine saldırdığı günler
olmuştur. Aynı Ortaçağcı güruhun bundan 18 yıl
önce (2 Temmuz 1993’te) Madımak’ta ilericidevrimci-yurtsever sanatçıları, şairleri, aydınları “Allah Allah” naralarıyla diri diri yaktıkları
gün de yine bir Cuma idi...
Bildiğimiz gibi Ortaçağın egemen sınıfı Tefeci-Bezirgân Sermayedir. Üretimle hiçbir ilgisi
bulunmayan gerici-asalak bu sınıfın ideolojisi
ise Şeriattır. Amaçları, tüm toplumsal yaşamın
Din (Şeriat) kurallarına göre biçimlendirilmesidir. Bu ise toplumsal yaşamda aklın, bilimin, sanatın dışlanmasıdır. Bu nedenle onlar sanata ve
sanatçıya düşmandırlar. Kendi gerici-Ortaçağcı
emellerini yansıtmayan şiire ve şaire de, yayına
ve yazara da, müziğe de düşmandırlar. Velhasıl
tüm pozitif bilimlere düşmandırlar.
AB-D Emperyalizmi ve yerli işbirlikçileri
Tayyipgiller’in ülkemizdeki “Ilımlı İslam” projesi çerçevesinde toplum hızla Ortaçağcı bir anlayışla biçimlendirilmektedir. 12 Haziran Seçimlerinde “Allah’la kandırılmış”, meczuplaştırılmış kitlelerin oylarını da aldıktan sonra
bu gidiş daha bir pervasızlaşmıştır. Ramazanda
oruç yiyenlere, belediye otobüsüne şortla binen
genç kızlarımıza saldırmaya kadar işi vardırmışlardır.
Tabiî bunların Müslümanlıkları sahte olduğundan ya da dini kitleleri kandırmanın bir aracı
olarak kullandıklarından, İslamiyetin insancıl
yönünden fersah fersah uzaktadırlar. Onlar için
İslamiyetin en insancıl yönlerinden birisi olan;
“Ölülerinizi hayırla yad ediniz” kuralının bir
önemi yoktur. Bu nedenle şiirleriyle Parababaları düzenine ve Ortaçağcı gericiliğe karşı
mücadele vermiş olan
devrimci Şairimiz Can
Yücel’e sağlığında kusamadıkları kinlerini,
mezar taşlarını tahrip
ederek kusmaktadırlar.
Can Yücel’in ölüm
yıldönümünde her yıl
mezarı başında yapılan
anmalardan iyice rahatsız olmuşlardır. Bu yılki anmadan sonra
AKP Datça İlçe Başkanı’nın kışkırtıcı açıklamalar yapması da yukarıda belirttiğimiz, AB-D
Emperyalizmi ve Tayyipgiller eliyle ülkemizin
hızla Ortaçağın karanlıklarına çekilmekte olduğunun yeni bir kanıtıdır.
Partimizin önceki birçok açıklamasında da
ısrarla vurgulandığı gibi; bunların Müslümanlığı kadar Demokratlıkları da sahtedir. Bunların “özgürlük, eşitlik, adalet, ileri demokrasi
vb.” söylemlerinin hepsi; kendileri için vardır.
Bu söylemler, kendilerinden olmayanlar, hele
hele kendilerine karşı olanları sahte “belge”lerle gözaltına alma, tutuklama ve Silivri zindanına tıkılmanın aracıdır.
Bir de bu hainane gidişe demokratik değişim
diye çanak tutan hainler vardır. Bunların da ülkemizin Ortaçağın karanlığına sürüklenmesinde
en az Tayyipgiller kadar suçu vardır. Onlara ise
Şan olsun bağımsızlığın müjdecisi 30 Ağustos Zaferi’ne!
Şan olsun 30 Ağustos Zafedi’ni yaratanlara!
B
ugün 30 Ağustos Dumlupınar (Başkomutanlık)
Meydan
Savaşı’nınZaferi’nin 89’uncu yıldönümünü kutluyoruz.
26 Ağustos 1922 tarihinde başlayıp 30
Ağustos’ta Mustafa Kemal’in Başkomutanlığı’nda kazanılan bu zafer sonrasında işgalci
Batılı Emperyalistler ve onların kuklası-maşası Yunanlılar topraklarımızdan defedilmiş ve
bağımsız Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur.
İşte bu yüzden 30 Ağustos, birlikte savaşmış Türk ve Kürt Halkının kutlamakta haklı ve
gururlu olduğu bir zaferdir.
Şan olsun bu zaferi yaratanlara!
Şan olsun Mustafa Kemal’e ve Türk ve
Kürt Halkının yiğit, fedakâr evlatlarına!
Ancak ne yazık ki, bu şanlı zaferin sonucunda kazanılan bağımsızlığımız elden gidiyor… Laiklik elden gidiyor… Cumhuriyet elden gidiyor…
Mustafa Kemal’in Gençliğe Hitabe’sinde
söylediği gibi, bugün: “Cebren ve hile ile aziz
vatanın” cumhurbaşkanlığı, başbakanlık,
meclis başkanlığı, yargı kurumları, üniversite
kürsüleri yani “bütün kaleleri zaptedilmiş,
bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları”(“Ergenekon Davası”, “Balyoz Davası”
Saldırılarıyla yurtsever, Mustafa Kemalci unsurlar bertaraf edilerek) “dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş”tir.
Hatta “Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet”
değil ama külliyen “hıyanet içinde”dirler.
“Millet, fakr ü zaruret (fakirlik ve sıkıntı-çok
sıkıntılı günler) içinde harap ve bîtap düşmüş”tür.
Ortaçağcı Tayyipgiller, Şeriatçı örgütler,
yılan yuvası Tarikatlar, en ücra köylere, büyük
şehirlerin neredeyse bütün mahallelerine kadar
halkımızı kıskaca almıştır. Bu yüzden halkımızın, son seçimlerden çıkarsadığımız kadarıyla
neredeyse yarısı kafadan gayrı müsellah (kafaca düşünmekten-değerlendirmekten alıkonul-
muş) hale getirilmiştir.
İşte böyle bir ortamda, Tayyipgiller, aslında
düşmanı oldukları Mustafa Kemal’i ve onun
önderliğinde kazanılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı ve bu savaşın kazanılmasının birer adımı
olan İnönü, Sakarya Savaşlarını ve Dumlupınar (Başkomutanlık) Meydan Savaşı’nı
kutlar görünmektedirler. Onların kutlamaları
sadece halkımızın gözünü boyamak içindir.
Aslında onlar 30 Ağustos’a karşıdırlar. Yeni
“seçtikleri” Genel Kurmay Başkanı’nın her sene verilen 30 Ağustos Resepsiyonunu kaldırması, Orduyu etkisizleştirmenin ve süreç içinde 30 Ağustos Bayramını kaldırmanın, 30
Ağustos’u etkisizleştirmenin ön girişimleridir.
Ellerinden gelse hemen şimdi bu kutlamaları
yasaklayıverirler. Çünkü bu zaferler sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’yle, onların
sevdalısı olduğu Ortaçağ kalıntısı Hilafet ve
Saltanat ortadan kaldırılmıştır. Laiklik kabul
edilmiştir.
İşte bu yüzden, 30 Ağustos Başkomutanlık
Meydan Savaşı Zaferi’ni özüne uygun kutlamak, halkımızın bilincini canlı tutmak da biz
gerçek sosyalistlerin, Kurtuluş Partililerin
omuzlarındadır.
Osmanlı’yı işgal eden Batılı Emperyalistler
amaçlarına ulaştıklarını sandılar. 10 Ağustos
1920’de Osmanlı’yı bölüp parçalama ve yutma
planları olan Sevr Anlaşması imzalandı. Ancak ülkesine, halkına, ulusal değerlerine, bağımsızlığına sahip çıkan, 1000 yıldır bu topraklarda birlikte kardeşçe yaşayan Türk ve
Kürt Halkı, Mustafa Kemal önderliğinde
aynı Emperyalistleri topraklarımızdan defetti.
O yüzden erken bayram etmek yaramıyor
bayram edene. Bugün yine Batılı Emperyalistler (AB-D Emperyalistleri) Sevr’in intikamını
almak istiyorlar. Ülkemizi en az üçe bölme
planları yapıyorlar. Kardeşi kardeşe kırdırarak
ülkemizi tıpkı Irak, Yugoslavya, Afganistan,
Libya gibi mahşer yerine çevirmek istiyorlar.
Bu planlarını gerçekleştirecekleri maşa bu kez
Vahdettinler değil belki ismen, ama onların de-
Can Baba’nın kendi şiiri ile yanıt vermek istiyoruz:
DÖMEYELER
öyle keyifli yazıyorum ki
bu adamlar hem üniversitede var
hem gastede yazar
hem de bozarlar
asaf savaş sakat
ve belgeli murat
bu murat belgeli murat
çok ingilizce bilir
ama hel’sinkiyle güvey girer
bu özel üniversite randevucuları
aydın doğan solcuları
dünyaya bir şey öğreteceklerini
sanırlar
ekonomi ekonomi diye
kendilerini unuttukları gibi
bizleri de unuturlar
bu adamların listesi
asaf savaş sakat
belgeli murat
ekonomist mete tuncer
turker alkan, fisun özbilgen
başlangıç celal
laçiner’i sayıyorum
adları lazım değil esasında
kendileri lazımlık
Ancak bu Ortaçağcılar ve yerli-yabancı Parababaları ile onların dönekleştirdiği hainler bilsinler ki, yaşadığımız günler çok acı da olsa, her
geçen gün yeni bedeller ödeniyorsa da bu geriye savrulma geçicidir. Eninde sonunda bu gerici rüzgâr dağıtılacak, AB-D Emperyalistleri ve
yerli işbirlikçileri Türkiye Halklarından hak ettikleri dersi alacaktır.
Ve Kurtuluş Partisi’nin gerçekleştireceği
Demokratik Halk İktidarında; bilime, sanata,
tarihe, doğaya, çevreye, toplumumuzun yüz akı
bilim insanları ve sanatçılara gereken önem verilecek, onların eserlerini gönül rahatlığıyla
üretmelerinin önündeki bütün engeller ortadan
kaldırılacaktır. 29.08.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
İzmir İl Örgütü
vamcısı olan Tayyipgiller var iktidarda.
BOP’un eşbaşkanı olan Tayyip, içinde bolca
Arapça kelimeler geçen cümleler kullanarak
halkımıza sempatik ve dini bütün görünmeye
çalışır. Diğer yandan da Libya ve Suriye gibi
ağırlıklı olarak Müslüman halkın yaşadığı ülkelere karşı AB-D Emperyalistlerinin yaptığı
saldırıları destekler. Hatta AB-D uşaklığı öyle
ağır basar ki, masum Libya Halkını bombalayacak hava operasyonunun komuta merkezi İzmir olur. AB-D Emperyalistlerinin zor örgütü NATO’nun Libya operasyonuna Türkiye’nin asker göndermesini içeren tezkere,
Meclis’te AKP, MHP ve CHP’nin oylarıyla
gizli oturumda kabul edilir. İşte gerçek Müslümanlar…
Kimin safındalar? Libya’daki masum halkın mı? Yoksa Müslüman kanı içmek için, onların petrol ve diğer zenginliklerine sahip olmak için Libya’yı mahşer yerine çeviren AB-D
Emperyalistlerinin mi?
Tayyipgiller, kuzu postuna bürünmüş kurttur. Kurt yavaş yavaş kendini açık ediyor. Bugün rüzgâr onlardan yana esmekte. Ama dedik
ya, erken bayram etmesinler. Rüzgâr elbet terse dönecektir. Türk ve Kürt Halkından yana
esecektir.
Kurtuluş Partisi İkinci Kurtuluş Savaşı
veriyor. Tam Bağımsızlığın, Laikliğin savunucusuyuz. Halkımızı uyandıracağız, örgütleyeceğiz. Bu kez Mustafa Kemal’in zaferini mantıki sonucuna ulaştıracağız, Sosyal Devrimle
taçlandıracağız. Türk ve Kürt Halkının gerçekten Demokratik, Laik, Tam Bağımsız
Halk İktidarını kuracağız. 30.08.2011
Dumlupınar Zaferi, Sevr’in İnkârıdır!
Dumlupınar Zaferi, Sevr’in Parçalanıp
Atılmasıdır!
Dumlupınar Zaferi, Mazlum Türk ve
Kürt Halklarının Batılı Emperyalistlere
Karşı Zaferidir!
Yaşasın Yeni Sevr’e Karşı İkinci Kurtuluş Savaşı’mız!
HALKIN KURTULUŞ PARTİSİ
GENEL MERKEZİ
16
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Başyazı
Satarsın sen satarsın; bütün insanî değerlerini satarsın!..
Baştarafı sayfa 1’de
de sıvazlıyordu.
“Çok geçmedi;
“Balyoz operasyonu ile sırtı sıvazlanan
Korgeneral gözaltına alındı, ardından tutuklandı. Tutuklandığı gece bu acıya dayanamayan annesi hayatını kaybetti.
“(…)
“AKP Genel Başkan Yardımcısı evzat
Yalçıntaş ile Tayyip ailesi çok yakındı.
“Tayyip’ler ve Yalçıntaş’lar birbirlerine o
denli yakındılar ki, evzat Yalçıntaş’ın eşi
Meliha Hanım, Tayyip’in küçük oğlu Bilal ile
Reyyan Uzuner’in evlenmesinde en önemli
pay sahibiydi.
“Öyle ki, çocukların tanışmasından kızın
ailesinden istenmesinden düğüne kadar geçen süreçte hep Meliha Hanım önayak oldu.
“
evzat Yalçıntaş’ın oğlu Murat, referandumda Tayyip’i destekliyor, “yetmez ama
evet “diyerek destekte herkesi geride bırakıyordu.
“e olduysa oldu. Araya Ceyda Erem Girdi.
“Murat Yalçıntaş;
“Ceyda ile anlaşmazlığa düştü.
“Ceyda, Remzi Gür ile görüştü. Tayyip ile
konuştu.
“Ve;
“Murat Yalçıntaş tutuklandı.
“Bir süre sonra tahliye olunca, Tayyip’le
görüşmek istedi. Hatta AKP Genel Merkezinin karşısında bulunan ve Tayyip’in cumaları reklam amaçlı gittiği camiye gitti ki, barışsınlar.
“e çare!..
“Tayyip bu defa Murat’la karşılaşmamak
için başka camiye yöneldi.
“Tayyip, Ankara havaalanında Papa ile
görüşürken, Emine de Kürşat Tüzmen’in
evinde görüşmeler yapıyordu. Erdoğan’lar
ve Tüzmen’ler sıkı dost idi.
“Ancak;
“AKP Başkan Yardımcısı Tüzmen; “
evruz’da Türk bayrağı olmaması zoruma gidiyor” deyince kıyamet kopuyor. Tayyip onu
görevden alarak yerine Kürt kökenli Ömer
Çelik’i getiriyordu.
“eyse biz devam edelim bir zamanlar
Tayyip dostu olan insanlara;
“Turhan Çömez, Tayyip’in özel doktoruydu. Onu milletvekili yaptı. Yanından hiç
ayırmıyordu. e zaman ki yolsuzluklar hakkında gık diyecek oldu, hemen Ergenekoncu
ilan edildi.
“Abdüllatif Şener; AKP’nin kurucularındandı. Tayyip ile MSP dönemlerinden beri
beraberdi. Özelleştirmeden Sorumlu Bakan
oldu.
“Özelleştirilen kaynakların Yahudilere
peşkeş çekilmesine karşı çıktı.
“Önce bakanlıktan ayrılmak zorunda
kaldı.
“Ardından;
“O da Ergenekoncu damgası yedi.” (Ergün Poyraz, Kalpazan, s. 308-312)
Demek ki, dostum dediklerini, davadaşım
dediklerini, yakınım dediklerini ve sırtını sıvazladıklarını; çıkarı gerektirdiği anda duraksamadan satmak Tayyip’in belirleyici karakter özelliklerinden biridir. Onun için yakın, dost vb. diye bir şey yoktur. Sadece aşağılık, pis çıkarı için
kullanılacak, faydalanılacak, gerektiğinde de
satılacak insanlar vardır.
İyi bilindiği gibi, Tayyip, ilkin kendi velinimeti, hocam diyerek önünde diz çöküp elini öptüğü Necmettin Erbakan’ı sattı.
Tayyip’in ABD tarafından iktidara
getiriliş süreci
AB-D Ankara Büyükelçisi Morton Isaac
Abramowitz, Tayyip’i bu özellikleriyle tanımıştı. Ve “İşte kişicil çıkarı uğruna her türlü ihanet ve satışı gözünü kırpmadan yapabilecek bir
adam; tam da bizim aradığımız kişi” demişti.
Zaten o yıllarda Necmettin Erbakan’ın kullanım
süresi dolmak üzereydi ABD için. Sonra Erbakan’ın ufak tefek de olsa ABD’yi rahatsız eden
söylemleri oluyordu. Bunlar yalnız söylemde
kalmış olsa bile ABD’yi rahatsız etmeye yetiyordu. O nedenle Ilımlı İslamcı, Laiklik ve
Mustafa Kemal düşmanı; her türden hainliği yapabilecek biriyle Erbakan’ı değiştirmek o günlerdeki uğraşları arasındaydı, ABD Emperyalizminin Türkiye’yle ilgili temsilcilerinin. Böyle
bir arayış içinde oldukları için, Tayyip’i tanır tanımaz gözleri tuttu. Bunu hemen devşirmeliyiz,
dediler ve öyle de yaptılar. Ondan sonra ABD,
Tayyip’e “Yürü ya uşağum!” dedi. Önü açıldı.
Hızla yükselişe geçti.
Milletvekili adayı yapıldı. Seçimlere girdi.
Fakat takıldı. Sonunda 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. ABD elinden tutmuştu bir kez. İşte ileride hükümet olarak Türkiye’nin yönetim taşeronluğu verildiği zaman
her türlü ihaneti, bir saat intizamıyla, yapacak
kadrolar da burada devşirildi ve yetiştirildi.
İBB’nin Bütçesi neredeyse bir küçük ülke
bütçesidir. Türkiye Bütçesi’nin 16’da biridir.
(2010 yılı Türkiye Bütçesi 286 milyar TL, İBB
Bütçesi de 18 milyar TL’dir.) Yandaşlara verilen ihaleler ve bunlardan alınan komisyonlar
milyarları bulur. Ayrıca İstanbul’da her yıl neredeyse bin kez imar değişikliği yapılmaktadır.
Bu değişiklikler kişiye özeldir. “Taşı toprağı altın” diye nitelenen İstanbul’un arazileri bu değişikliklerle hep yandaşlara peşkeş çekilmekte,
yedirilmektedir. Tabiî bunlardan da büyük yüzdelerle komisyonlar alınmaktadır. Yani vurgun
Tayyipgiller’le yandaşları arasında pay edilmektedir. İstanbul’u yediler! Büyük ve orta ölçekli şehirlerimizi yediler bu yöntemlerle.
İstanbul Belediyesinde yapılan vurgunlarda
Tayyip ve ihanet kadrosu (şürekâsı), o dönemin
İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım’ın tespitine göre, 1 milyar dolarlık vurgun
yaptı, İstanbul’da. Sırf Tayyip hakkında bu vurgunlarla ilgili “KALPAZAN”lıktan zimmetçiliğe, ihaleye fesat karıştırmaktan görevi kötüye
kullanmaya kadar uzanan ve hepsi de yüzkızartıcı suçlar kapsamına giren altı tane dava açıldı.
Fakat ne çare?.. ABD, dünyanın başhaydut devleti arkasındaydı bir kere…
Tayyip’e AKP kurdurtuldu. Tayyip’in
AKP’si 2002 seçimlerinde tek başına iktidara
getirildi. Anayasada değişiklikler yaptırılarak
Tayyip’in milletvekili olmasının önündeki yasal
engeller de kaldırtıldı. Ki, bunlar da şeytanın bile aklına gelmeyecek türden manevralarla, düzenbazlıklarla yapıldı. Önündeki yasal engellerin kaldırtılmasından sonra Tayyip Siirt’ten milletvekili seçtirildi. Deniz Baykal alçağı da bu
süreçte Tayyipgiller’le suç ortaklığı etti. Tayyipgiller o günden beri 9 yıldır iktidardadırlar,
bildiğimiz gibi. Öyle görünüyor ki daha da bir
süre kalacaklar orada.
Tayyip, işte bu süreçte ilk ihanetini hocası
Erbakan’a yaptı. Duraksamadan satıp geçti. İktidarı süresince de, yine bilindiği gibi, 55 milyar
dolar karşılığında bir yığın kamu malını sattı,
yerli-yabancı Parababalarına. Aslında bunlara
satış bile denemez. Peşkeştir, yağmalatmadır
bunlar. Bu kamu malları birkaç yıllık gelirleri
karşılığında satıldılar hep. Alan vurguncular,
bazısından bire on, bazısından bire yüz, bazısından da bire bin kazandı. Satışa da devam ediyor
Tayyipgiller halen. Nitekim geçenlerde bir temsilcileri, önümüzdeki yıl “Özelleştirme”den 16
milyar TL gelir bekliyoruz, demişti. Satacaklar
hainler, semtleri, mahalleleri, köprüleri, yolları,
her şeyi… Bıkıp usanmıyorlar ihanetten. Uzatmayalım sözü…
Hatırlanacağı gibi Tayyip, geçen yılın 29
Kasımı’nda Libya’ya giderek Kaddafi’nin elinden 250.000 dolar maddi değeri olan “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü Uluslararası Komitesi”nin ödülünü almıştı. Bu konuya ilişkin o tarihlerdeki medyadan kısa bir haber indirelim:
“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a,
“Kaddafi İnsan Hakları” Ödülü verildi.
“Erdoğan, Radison Sas Oteli’nde gerçekleştirilen ödül töreninde yaptığı konuşmada,
“Kaddafi İnsan Hakları Ödülü”nü almaktan
büyük memnuniyet duyduğu ifade etti.
“1989 yılından bu yana her sene dünyanın dört bir yanından çeşitli şahsiyet, grup ve
kuruluşlara verilen “Kaddafi İnsan Hakları
Ödülü”ne bu yıl kendisinin layık görülmüş
olmasından dolayı Uluslararası Komiteye de
şükranlarını sunan Başbakan Erdoğan, şunları söyledi:
“Şahsımdan ziyade, ülkem ve milletim
adına teslim aldığım bu ödülün, bölgesel ve
küresel ölçekte, insan hakları noktasındaki
mücadelemizi teşvik edeceğinden emin olabilirsiniz. Bu vesileyle bölgesel ve küresel ölçekte işbirliğinin geliştirilmesi yönünde gösterdiği gayretlerden ötürü Libya Lideri Muammer Kaddafi’ye şükran ve takdirlerimi
ifade etmek isterim. Bu Ödül Töreni ve Avrupa Birliği-Afrika Zirvesi vesilesiyle bulunduğumuz Libya’da, bizlere gösterilen sıcak
misafirperverlik için ayrıca müteşekkirim.
“(…)
“KOMŞUSU AÇ İKE TOK YATA
BİZDE DEĞİLDİR”
“Başbakan Erdoğan, Suriye, Ürdün ve
Lübnan ile Libya ile de vizeleri kaldırarak,
adeta ülkeler arasındaki 100 yıllık hasrete
son verdiklerini belirterek, şunları kaydetti:
“Şu anda, Libyalı kardeşlerimiz diledikleri gibi Türkiye’yi ziyaret ediyor, bizim vatandaşlarımız da serbestçe Libya’ya gelebiliyor. İş adamlarımız, ceplerine pasaportlarını
koyarak, iki ülke arasında rahatça seyahat
edebiliyor. Hafta içinde, resmi temaslarda
bulunmak üzere Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirdik. Lübnan’ın başkenti Beyrut’un
yanısıra, kuzeyde Aydamun bölgesinde ve
güneyde Sayda kentinde açılışlara iştirak ettik. Lübnan Başbakanı değerli kardeşim Saad Hariri ile birlikte katıldığımız bu açılışlarda, Lübnan halkının çok yoğun teveccühüne mazhar olduk. Aynı manzarayı geçtiğimiz ay içinde Kosova’da yaşadık. Aynı coşkuyu, aynı heyecanı Suriye’de yaşadık. Ziyaret ettiğimiz ülkelerde gördüğümüz coşku ve
heyecan, esasen ülkelerimiz ve halklarımız
arasındaki hasretin izharından başka bir şey
değildir.
“Anlamsız sorunlarla, yapay gerilimlerle,
dünya gerçeklerinden uzak meselelerle ülkelerimizin birbirine uzak kalması, kardeşliğin, dayanışmanın, paylaşmanın adeta derin
dondurucuya yerleştirilmiş olması çok büyük haksızlıktır, halklarımıza yönelik çok
büyük adaletsizliktir. Biz, bütün bu coğrafyada tarihi hep birlikte yazdık, hep birlikte
şekillendirdik. Bütün bu coğrafyada ortak
bir kaderi paylaştık. Her zaman söylüyorum.
Bizi, tarih birbirimize kardeş kıldı. Bizi, ortak medeniyetimiz, ortak inançlarımız birbirimize kardeş eyledi. Biz, birbirimizin sorunlarına bigâne kalamayız değerli kardeşlerim.
Biz birbirimize sırtımızı dönemeyiz, birbirimizden habersiz, birbirimizden ilgisiz, alakasız yaşayamayız. Bizim medeniyetimiz bize
şunu emrediyor, ‘Komşusu aç iken tok yatan
bizden değildir.’ Biz Ankara’da, İstanbul’da,
İzmir’de, Adana’da, Konya’da bu emre ne
kadar muhatap isek hiç kuşkusuz sizler de
burada, Trablus’ta, Bingazi’de, Tobruk’ta,
Sirte’de aynı emre muhatapsınız. Biz, Türkçe olarak, ‘ev alma komşu al’ derken sizler,
Arapça olarak ‘el caarr, kabled daar’ diyorsunuz ve aslında aynı şeyi söylüyoruz. Bizler,
bir vücudun azaları gibiyiz. Vücudumuzun
bir parçasında sorun olduğunda bütün bir
vücudumuz sorun yaşıyor. Bu yerküre gemisinde ortak bir kaderle hareket ediyoruz. Barış, adalet, kardeşlik, dayanışma hepimizin
ortak menfaatidir.” (Haber Türk, 29 Kasım
2010)
AB-D, katlederek dünya halklarına
gözdağı vermek istemiştir
Bu konuşmandan birkaç ay sonra efendilerin
Kaddafi’ye savaş ilan ettiler. Bu konuşmalar senin belleğinde canlılığını koruduğu için, sen il-
Tayyip “Kaddafi İnsan Hakları Ödülü Uluslararası Komitesi”nden ödülünü aldığı gün
Kaddafi ile sarmaş dolaş...
kin korumaya çalıştın Kaddafi’yi: “NATO’nun
Libya’da ne işi var yahu?” diye tepki gösterdin.
Efendilerin, NATO olarak vuralım Libya’yı demişlerdi ya… sen buna sert şekilde karşı çıktın.
Onun üzerine başefendin Obama da sana
kızdı: “Hele şu taşerona bak! Daha birkaç yıl
önce elçilerini gönderip önümüzde diz çöküyordu. “Beni kuburdan aşağı süpürmeyin. Kullanın.” diye yalvarıyordu. Zaten elinden tutup onu
Türkiye’nin başına getiren biziz. İstediğimiz anda alaşağı ediveririz. Bu nasıl böyle laflar eder.
Hele şunun kulağını bir çekivereyim”, dedi ve
telefonu çevirtti adamlarına:
“Hafız, sen kendinde misin? Ağzından çıkanı kulağın duydu mu senin? Efendi ol kendine
gel! Söz dinle! Bak ne diyeceksin bundan sonra: Kaddafi diktatördür. Halkına zulmediyor.
Teröristtir de… Acilen iktidardan uzaklaştırılması gerekir. Bu işi NATO olarak hep beraber
yapmalıyız. Biz de savaş gemilerimiz ve uçaklarımızla bu operasyona katılacağız. Bu operasyonun komuta heyetinin de İzmir’de olmasını
istiyoruz. Anlaşıldı mı?”
Tayyip derhal kendine geldi: “Tabiî sayın
Obama. Artık ben de tamamen sizin gibi düşünüyorum. Söylediğim o saçma sözlerden dolayı
üzgünüm. Bir an gaflete düştüm. Bundan sonra
hep sizin emrinizi tekrarlayacağım.”
Aynen de öyle yaptı Tayyip ve şürekâsı. Saldırının merkez üssü de ne acı ki İzmir oldu. Batılı yağmacılar bin yıldan beri yaptıkları gibi,
Müslüman kanı içtikçe zevkten kendilerinden
geçiyor ve iştahları daha da kabarıyordu. NATO’nun hava ve deniz gücü ortalama 8 ay vurdu Libya’yı. Bununla da yetinmedi emperyalistler. Muhalifler adı verilen emperyalizm yandaşlarını silahlandırdı ve eğitti. Ayrıca yüz milyonlarca dolar vererek paraca da doyurdu. Sonunda
Kaddafi’yi savunan Libya güçleri yenildi, 8 aylık bir savaşın sonunda. Yine emperyalistlerin
emriyle insanlıktan çıkmış Ortaçağcı emperyalizmin uşağı çapulcular sürüsü, Kaddafi’yi linç
etti. Ve bu linç görüntüleri, kayda aldırtılarak
tüm dünya halklarına izlettirildi. Hatırlayacağımız gibi, emperyalistler Saddam’ın üvey kardeşinin ve sadık kadrolarının idamlarını da aynı
şekilde izlettirmişlerdi. Amaç, başta İslam dünyasının halkları olmak üzere, tüm dünya halklarını terörize etmekti. Bakın bize karşı çıkanların
sonu işte böyle olur; herkes ders alsın, demek
istiyorlardı aslında. Biz uluslararası hukuk, ülkelerin bağımsızlığı gibi şeyler dinlemeyiz.
Dünya bizim çiftliğimizdir. Biz o çiftlikte gönlümüzce at koştururuz. Gık diyenin de sonunu
böyle yaparız, diyorlardı.
Kaddafi’nin linç görüntüleri, şunu bir kez
daha kesin biçimde gösterdi ki, emperyalist
haydutlarda ve onların Tayyipgiller gibi uşaklarında demokrasiden de, hukuktan da, vicdandan
da, merhametten de, insanlıktan da eser yoktur.
Onlar her türden zalimliği ve hainliği, çıkarları
gerektirdiği anda, yapmaktan hiç çekinmezler.
Kaddafi’nin linç anında bedeninden fışkıran
kanlar, başta Obama ve Sarkozy olmak üzere,
tüm emperyalist haydutların ve Tayyipgiller gibi taşeronların ellerini ve yüzlerini boyamıştır.
Ve o ellerle o yüzleri okyanusların bütün suları
yıkamaya yetmez…
Libya Halkı, İslam Dünyasının ekonomik
refah açısından en iyi durumda olanlarındandı.
Libya’da eğitim, sağlık, elektrik ve doğalgaz
parasızdı. Libya bankaları ihtiyaç içinde olan
insanlara faizsiz kredi veriyordu. Ve Kaddafi,
uzun yıllar uğraşını verdiği Arap Birliği’ni sağlayamayacağını anlayınca Afrika’ya çevirmişti
yüzünü. Afrika ülkelerinin birliğini sağlamaya
çalışıyordu. Ve ABD dolarının yerine altın ölçekli Dinar’ın Afrika ülkeleri için ortak para bi-
rimi olmasını öneriyordu. Yani Kaddafi, emperyalistlerin uluslararası finans sisteminden ve para birimlerinden çıkılmasını savunuyordu. İşte
bundan dolayı emperyalist haydutlar Kaddafi
için ölüm kararı verdiler. Ve kararlarını uyguladılar…
Tayyipgiller Suriye’yi nasıl sattı?
Gelelim Suriye’ye…
Tayyipgiller’in uyurken bile sırıtan Dışişleri
Bakanı, güya hocası, Ahmet Davutoğlu’nun
“komşularla sıfır problem” doktrini uyarınca,
Tayyipgiller hezimetle sonuçlanan Ermeni, Kıbrıs ve Yunanistan açılımları üzerine, bari İslam
ülkeleriyle ilişkileri sıcaklaştıralım; aramızdaki
sorunları sıfırlayalım, diyerek Suriye’ye de yaklaştılar. Bir uçak dolusu işadamıyla birlikte Tayyip 2 kez, Eylül ve Aralık 2009’da, Suriye’ye
gitti. 13 Ekim 2009’da da Halep ve Gaziantep’te
Türkiye ve Suriyeli bakanların katılımıyla Ortak Bakanlar Kurulu toplantısı düzenlendi. Tayyip, sözü edilen ziyaretlerin birinde Beşar Esad
için “Kardeşten de öte” nitelemesinde bulundu. Bir yığın anlaşma imzalandı. İki ülke arasındaki vizeler kaldırıldı. Daha sonra da (Mayıs
2010’da) Beşar Esad Türkiye’ye davet edilerek
Ankara ve İstanbul’da ağırlanmıştı. Çırağan Sarayı’nda da Esad ve Gül görüşmüş ve karşılıklı
övgüler düzmüşlerdi.
Şimdi bu konuya ilişkin o günlerin medyasından bir iki haber aktaralım:
“Çırağan Sarayı’nda gerçekleşen GülEsad ikili görüşmesinin ardından düzenlenen
basın toplantısında görüşmenin içeriği ile ilgili her iki cumhurbaşkanı ortak açıklama
yaptı. Esad ile yaptıkları görüşmenin çok yararlı geçtiğini belirten Gül, “Bölgedeki ikili
ilişkilerimizi gözden geçirme fırsatı bulduk.
İki ülke arasında vizelerin kaldırılmış olması
büyük yankı yaptı. Bu, bütün diğer çevre ülkeler tarafından da ilgiyle takip edildi. Yine
iki ülke arasında serbest ticaret anlaşmasının
imzalanmış olması ticaretimizi giderek güçlendirmekte ve karşılıklı yatırımları giderek
hızlandırmaktadır. Bunu çok önemsiyoruz.
Çünkü inanıyoruz ki artık bu bölge birbirine
entegre olmaktadır ve ekonomik kalkınma
topyekûn bu bölgede gerçekleşmektedir. Siyasi istikrar, siyasi ilişkilerdeki karşılıklı güven ve itimat, bunun üzerinde de ekonomik
kalkınma ve refah gerçekleşecektir. Bölge
halkları da bu refahtan en iyi şekilde yararlanacaktır.” diye konuştu.
“Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad
ise yaptığı açıklamada İsrail’in barışı istemediğini savundu. İsrail’in arabuluculuğa hazır olmadığını aktaran Esad, ‘‘İsrail, başarılı bir arabuluculuğa hazır değildir. Çünkü bilindiği üzere başarılı bir
arabuluculuk barışı getirir ve barış İsrailliler tarafından istenmemektedir. Sayın
Gül’e, Suriye’nin Türkiye’nin arabuluculuğuna bağlı olduğunu vurguladım.
Biz aynı zamanda arabuluculuğu da vurguluyoruz, Türkiye’nin rolünü vurguluyoruz, ama şunu da vurguluyoruz; İsrail
bir ortak değildir, daha önceki dönemde
de ortak değildi. Olmert’in yaptığını bölgede kimse unutamaz. Başbakan Erdoğan’ın çağrısına Gazze’ye saldırı ile cevap verdi. Bunu unutamayız. Türkiye’ye
Gazze’ye yardımları ve ambargonun ortadan kalkması için gösterdiği çabalardan dolayı teşekkür ediyoruz.” ifadelerini kullandı.” (Cihan Haber Ajansı, 08 Mayıs 2010)
17
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Suriye’yle Türkiye arasındaki ilişkiler son
derece iyi gitti, bir süreliğine. Bu süreçte iki ülke arasında hiçbir olumsuz olay yaşanmadı.
Tam tersine her şey güzeldi. Ne zaman ki dünyanın başhaydut devleti ABD ve onun Başkanı
Obama, AB ile birlikte, Suriye’yi de hedef tahtasına oturttu o zaman Tayyipgiller, Libya’dan
çıkardıkları dersle, bu kez hiç ters köşeye yatmadılar, Suriye’ye karşı cephe aldılar. Hiç çalkalamadılar. Efendileri Obama’nın emrini anında kavradılar ve Beşar Esad Yönetimini Ortadoğu’nun en büyük diktatörlüklerinden biri olarak
ilan ettiler. Ve en kısa sürede alaşağı edilmesi
“Suriye konusunu dış sorun olarak görmüyoruz. Suriye meselesi bizim bir iç meselemizdir. Çünkü Suriye ile 850 kilometre sınırımız var. Akrabalık, tarih, kültür bağlarımız var. Dolayısıyla burada olanlar, bitenler
asla bizim seyirci kalmamıza fırsat vermez.
Tam aksine oradaki sesleri duymak zorundayız, duyuyoruz ve gereğini yapmak zorundayız.” (Hürriyet, 07 Ağustos 2011)
Tayyipgiller’deki bu ani dönüş karşısında
şaşkınlığa düşen Beşar Esad’ın siyasi danışmanı Buteyna Şaban, geçen günlerde şöyle bir
açıklama yaptı:
Tayyip, Beşar Esad’la el ele kol kola günlerinde
gerektiğini belirttiler. Tayyipgiller’in şefi Tayyip, Suriye sanki Türkiye’ye bir şey yapıyormuş
gibi,
“Suriye’de sabrın sonuna geldik
“Başbakan Tayyip Erdoğan, dün Birlik
Vakfı’nın iftarına katıldı. Vakfın Kurucular
Kurulu Başkanı eski Kültür Bakanı İsmail
Kahraman tarafından karşılanan Başbakan
Erdoğan’la birlikte iftarda İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu da bulundu.
“Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğ-lu’nun
salı günü Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad
ile görüşmeye gideceğini belirten Erdoğan
yaptığı konuşmada şunları söyledi: “Halkınızın üzerine kurşun yağdırarak kimi sevindiriyorsunuz? Bunları söylemek, bu soruları
sormak zorundayım. Bugüne kadar birçok
şeyi acaba halledebilir miyiz, söylenenler yerini bulur mu diye çok sabrettik. Artık burada da sabrın son anlarına geldik. Bunun için
de bu süreç içinde salı günü Dışişleri Bakanımı Suriye’ye gönderiyorum. Mesajlarımız
kendilerine kararlı bir şekilde iletilecek.
Bundan sonraki süreç verilecek cevap ve uygulamaya göre şekillenecek.
“Türkiye’yi kızdıracak ne yaptık?
“Suriye lideri Esad’ın siyasi danışmanı
Buteyna Şaban, Türkiye ile aralarının niye bozulduğu sorusuna şu yanıtı verdi:
“Türkiye’nin duruşu esrarengiz. Arapların kapısını Türklere açan Suriye’ydi. Başka büyük
nedenler olmalı. Türkiye’yi bu pozisyona itecek herhangi bir provokasyonda bulunmadık.”
“DEVLET Başkanı Beşar Esad’ın siyasi
danışmanı Buteyna Şaban, Türkiye’yi eleştirdi. İngiltere’de yayın yapan Independent
gazetesine konuşan Şaban, Türkiye’nin kendileri hakkında takındığı sert tavra anlam
veremediğini vurgulayarak, “Türkiye’nin
duruşunu esrarengiz buluyorum. İyi bir arkadaşınız olduğunda -ki Arapların ön kapısını Türklere açan Suriye’ydi, Türklerin buraya vizesiz gelmelerine izin verdik, Suriye
Türk ürünleriyle dolup taştı- başkalarının
politikalarına ayak uydurmak zorunda hissetmezsiniz” dedi.
“Türk Dışişleri’nin Suriye konusundaki
yaklaşımının arkasında daha büyük bir neden aranması gerektiğinin altını çizen Şaban,
“Türkiye’ye bir füze kalkanı konulacak,
Türkiye ATO üyesi... Artık bilemiyorum,
Türkiye hangi pastaya oynuyor. Dün bir
Türk yetkilisinin bizim hakkımızda yaptığı
açıklamaları duyunca, sanki o öğretmenmiş
de biz de öğrencileriymişiz gibi hissettim.
Türkiye’yi bu pozisyona itecek herhangi bir
provokasyonda bulunmadık” şeklinde konuştu.
“Dini ayrım başladı
“ABD’nin kişisel yaptırım listesinde bulunan altı Suriyeliden biri olan Buteyna Şaban’ın yazar Robert Fisk’e söyledikleri özetle şöyle:
“— Kitaplarım Amerika’da satıştayken, ABD’nin yaptırım listesinde olmam gerçekten de biraz ironik bir durum.
“— Humus’taki güvenlik durumu çok kötü. Ordu tüm ülkede saldırıya uğruyor. Bugün, annemin ölümünün ikinci yıldönümü.
Takdir edersiniz ki insan böyle bir günde aile kabristanını ziyaret etmek ister. Gidemedim. Humus’ta öldürülmekten korkuyorum.
“— Geçen gün, Şam’ın en iyi fırıncısı olan
kadını görmeye gittim. Ağlıyordu. Bana, bazı adamların gelip, ‘Sen Hıristiyansın ve ekmeğin içine viski koyuyorsun’ dediklerini
söyledi. Bu insanlar Suriye’yi yıkmak istiyor.
Şimdi ilk kez komşunun dini konuşulmaya
başlandı. Bu daha önce hiç olmamıştı.” (Hürriyet, 29 Ekim 2011)
Suriyeli danışman yukarıdaki satırlarında dile getirdiği düşüncelerinde tümüyle haklı. Aslında o da biliyor, Tayyipgiller’in davranışının
arkasındaki nedeni. Böyle akıllı ve bilgili bir
kadınının bilmemesi imkansız. Nitekim Cüneyt
Özdemir’le söyleşisinde bunu ortaya koyuyor:
“Buteyna Şaban’dan Davutoğlu’na uyarı:
‘ABD iyi adam kullanır’
“Türkiye için durum net; ya Esad gidecek
ya da gidecek...
Buteyna Şaban
“Esad’ın basın danışmanı Buteyna Şaban
ise Türkiye’ye kızgın. Off the record başlayıp
söyleşi sonrasında on the record’a dönüşen
görüşmemizde Şaban, sözcüklerini, ilişkileri
daha da germemek için dikkatle seçiyordu
ama kızgınlığı belliydi. “Arap dünyasının kapılarını Türkiye’ye biz açtık. Ama şimdi birdenbire Türkiye bizi dışlamaya başladı. Her
gün bir Erdoğan, bir Davutoğlu bizim hakkımızda açıklamalar yapıp duruyor. Bizden hiç
bir şey duydunuz mu? Biz hep sessizliğimizi
koruduk. Çünkü Türkiye bizim arkadaşımız,
dostumuz ve bir gün doğruyu göreceğine inanıyoruz. Çünkü Erdoğan ve Davutoğlu tüm
Türkiye demek değil. Biz inanıyoruz ki Erdoğan gibi düşünmeyen, Suriye’nin yanında
olan Türkler de var” diyordu... En büyük
alınganlığı ise Ahmet Davutoğlu’na karşıydı.
“Davutoğlu bilmiyor mu ki Amerika çok iyi
adam kullanır. Bakın Mübarek’e, bakın Saddam’a... Amerika onların en yakın arkada-
Tayyip ve İstanbul Valisi Birlik Vakfı’nın iftarında.
“27 Mayıs denilince akla gelen sözcükler: Demokrasi, özgürlük, özerklik, plan, sanayileşme, sol,
12 Eylül denilince akla gelen: Antidemokratik yasalar, serbest piyasa, ticaret ve sağdır.”
B
u kadar güzel ve sade tanımlanabilir 27
Mayıs. Ancak bu kadar net sözcüklerle
ortaya konabilir 27 Mayıs Politik Devrimi ile 12 Eylül Faşist Darbesinin farkı. 27 Mayıs’ın mimarlarından Kurmay Albay Sami Küçük, “Rumeli’den 27 Mayıs’a-İhtilalin Kaderini Belirleyen Köşk Harekâtı” adlı kitabında yapıyor bu tanımlamayı. Kendi komutasındaki güçleri, direnme belirtisi gösteren
Köşk’e yöneltme cesaretini gösterip 27 Mayıs’ın başarıya ulaşmasını sağlayan bir yiğit asker Sami Küçük.
“Ülkemin ve Türk Halkının yararına
olabilecek olaylar karşısında “Yıkılası hanede evlad ü ıyal var” deyip bir kenara çekilmek yerine, ölümü dahi göze alarak inandığım yolda yürümeye devam ettim. Çözemediğim sorunları unutmayıp bir gün güç sahibi olduğumda çözmek üzere belleğimin bir
köşesinde canlı olarak sakladım ve günü geldiğinde çözümüne yardımcı oldum.” (age, s.
11)
İşte böylesine davasına, vatanına kendisini
adamış bir insan. O, “Söz konusu vatansa gerisi teferruattır” diyen Mustafa Kemal’in askerlerinden. Koftiden bir tören paşası değil. Ülkesine karşı duyduğu görev ve sorumluluğunun farkında bir yurtsever subay. Kurtuluş
Savaşı’ndan, Birinci Kuvayimilliye’den sonra
Birinci Kurtuluşun getirdiği kazanımları yok
etmek isteyen ve geleceğini ABD Emperyalistlerine bağlamış olan Demokrat Parti İktidarına
karşı ikirciksiz atılıyor mücadeleye. Sonunu
düşünmüyor ve kahraman oluyor 27 Mayısçı
Sami Küçük.
Ve 8 Eylül 2011 tarihinde kaybettik Sami
Küçük’ü. Gafilliliklerinden yön duygusunu
kaybeden Sevrci Solcularla, her daim hainliği
tescilli yerli yabancı Parababalarının, yerli ortaklarının ve Ortaçağcıların el ele kol kola 27
Mayıs’a küfrettikleri günlerde kaybettik, bu
gözüpek subayı. Bir zamanlar herkesin göğsünü gere gere savunduğu, “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutladığı 27 Mayıs’a,
O’nun topluma kazandırdıklarına sahip çıkmak
günümüzde neredeyse kahramanlık yapmakla
eş anlamlı hale gelmiştir. Kurmay Albay Sami
Küçük, 27 Mayıs’ı son nefesine dek savunup
kahraman olarak ayrıldı aramızdan.
27 Mayıs’ın ne olduğunu, 12 Mart ve 12
Eylül Faşist Darbeleriyle akla kara kadar zıt ol-
duklarını, 27 Mayıs’ın kazanımlarının ne olduğunu görelim Yurtsever Subayımız Sami Küçük’ten.
“27 Mayıs, üye ve sempatizanları milyonları bulan tüm DP mensuplarına karşı yapılmış bir hareket değildir. 27 Mayıs, partinin
antidemokratik icraatını hazırlayan ve onu
uygulayanlar ile partinin bu antidemokratik
ve hukuk dışı icraatlarını körü körüne destekleyen komuta üst kademesine karşı olmuştur.” (age, s. )
“27 Mayıs ama 27 Mayıs’ın getirdiği özgür düşünce, birtakım yerli–yabancı insanların, Türkiye üzerinde emeli olan yabancı
devletlerin, Türkiye’yi bir sömürge halinde
kullanmaları, diğerlerinin de yabancılarla
işbirliği yaparak keselerini doldurma amaçlarıyla diğerlerinin de buna karşı çıkma mücadelesiydi.” (age, s. 226-227)
“12 Mart ve 12 Eylül, her ikisi de birer
karşıdevrimdir. Ancak 12 Mart, 27 Mayıs
binasını yıkmak yerine bazı yerlerini kendi
zevkine göre düzeltti. 12 Eylül, binayı yıkarak yerle bir etti, arsa üzerine kendi binasını yaptı.” (age, s. 152)
“12 Mart ve 12 Eylül, küçük bir zenginler grubu dışında, Türk halkı için yanlı ve
yalnız gözyaşı kan, hapis, işkence ve işlerinden çıkarıp aileleriyle birlikte onların tümünü açlığa mahkûm etmek, yurdu terk etmeye zorlamak, faili meçhul cinayetler ve
idamlardır.” (age, s. 152)
“12 Mart’tan hemen sonra Başbakan ihat Erim’in başlattığı Balyoz Harekâtı’yla
tutuklanarak hapse atılan, işkence gören
gençler kimlerdi? Onlar pazarda ve çarşıda
işportacılık yapan, kahvelerde kâğıt oynayan, kırsal bölgelerde yazın cami gölgesinde,
kışın da güneşin altında vakit öldürenler değildi. Onlar, beyinlerini çalıştırarak fikir
üreten, Türkiye’nin sorunlarını ve çözüm
yollarını araştıran ve bulduğu sonuçları söz
ve yazıyla toplumun bilgisine sunan, Türkiye’nin mimarları olacak aydınlardı.” (age, s.
142)
“27 Mayıs, iktidarının daha ilk gününde,
28 Mayıs’ta, Ankara ve İstanbul üniversiteleri anayasa profesörlerini davet ederek onlardan, bütün kurum ve kurallarıyla demokratik, laik, sosyal ve hukuk devleti kuracak
bir anayasa hazırlamalarını istemiş ve ayrı-
ca dinin politikada kullanılmasını önleyecek
tedbirlerin de bu anayasada bulunmasını istemiştir.”
“27 Mayıs’ın en büyük eseri 1961 Anayasası’dır. Bu anayasa, dinci ve muhafazakâr parti ve kişiler ile tarikat, cemaat ve aşiret mensupları hariç, herkesin ittifakla kabul ettiği en demokratik anayasadır.”
“(…) Çıkarılan 97 Sayılı Kanunla yedek
subay öğretmenlik ile ilgili hem Milli Eğitim
Bakanlığı’nın bir ölçüde öğretmen ihtiyacı
karşılandı hem de yedek subaylık için kaynakta yıllarca bekleme problemi kaldırıldı.
Yüksek Öğretim Kredi ve Yurtlar Kurumu
Kanunu çıkarıldı. Türk Standartları Enstitüsü Kanunu, Türkiye Bilimsel ve Teknik
Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Kanunu çıkarıldı. Fen Lisesinin temelleri atıldı. ODTÜ, üç barakada eğitim görmekten kurtarılarak modern tesislere sahip olarak 1962 öğretim yılına yeni kampusunda başladı. Dünyanın çeşitli ülkelerinde çalışan bilim adamları, öğretim üyeliği için davet edildi ve hemen hepsi daveti kabul ederek geldi. Kampus içinde öğrenci yurtları açıldı. Fakir öğrencilere kefilsiz krediler sağlandı.” (age, s.
138-139)
Kurmay Albay Sami Küçük, 27 Mayıs Po-
litik Devrimi’nin halkımıza kazandırdıklarının
birçoğunda katkı sunmuş, bilfiil içerisinde yer
almış bir yurtsever. Görev yaptığı Midyat’a su
getirme, Silivri Balıkçı Barınağı’nın yapılmasını sağlamış bir halk çocuğu. Harp Okulunda
“Zottirik” lakaplı faşist Goril Kenan Evren gibi, 27 Mayıs’ı ve 61 Anayasası’nı ortadan kaldırmaya yeminli Sorospu Çocukları gibi Halk
Düşmanı değil. Gafilliği artık hainliğe doğru
yol alan “Sosyalistler” gibi şaşkın değil 27 Mayıs’ın yiğit subayı Sami Küçük ve diğer yol arkadaşları.
Denizler’in ve Mahirler’in kahramanlığını
utanmazca ve namussuzca sömüren Sevrci
Soytarı Sahte Sol, bugün geldiği aşamada ne
yazık ki, Denizler’in ve Mahirler’in bütün tezlerini olduğu gibi 27 Mayıs’ı savunmalarını da
görmezlikten gelerek yok saymaktadır. 27 Mayıs’ı, onun getirdiği demokrasi ve özgürlüğü
yok etmek için ve o kültürde yetişen sosyalist
kuşağı imha etmek için CIA yönetiminde yapılmış 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleriyle aynı kefeye koymaktadırlar.
Bununla bitmiyor 27 Mayıs Politik Devrimi’nin kazanımları. 27 Mayıs, halka sınırlı da
olsa özgürlük ve demokrasi getirdi. Düşünce ve
örgütlenmenin önündeki engelleri, yasakları bir
ölçüde de olsa kaldırdı.
Sosyalizm serbest bırakıldı. Suç olmaktan
çıkartıldı. Hatta 27 Mayıs’ın lideri sevimli, babacan, asker babası Cemal Ağa yani Cemal
Gürsel, 27 Mayıs’tan 32 gün sonra (29 Haziran
1960’ta) gazetecilere şöyle bir açıklama yapar:
“Bir Sosyalist Parti’nin lüzumuna inanıyorum. Memlekette meselelerin halline yardımcı olacağını tahmin ediyorum.”
Cemal Gürsel’den başka hangi Cumhurbaşkanı böyle bir gereklilikten bahsetti?..
İşte böylesine demokrattı 27 Mayıs’ın lideri.
27 Mayıs, Sosyalizmi özgür kıldı… Sosyalist düşünce ve örgütlenmeyi… 1963’te Türkiye İşçi Partisi (TİP) kuruldu. Marksist klasikler
Türkçeye çevrildi, geniş kitlelerce okundu, benimsendi… Sosyalist Gençlik, sosyalist aydınlar, işçiler yetişti. Sosyalist Güçler hızla gelişmeye başladı…
1963’te yeni, demokrat bir İş Kanunu, buna
uygun Grev ve Toplu Sözleşme Kanunları kabul edildi. Gerçek Sınıf Sendikacılığının yolu
açıldı. İşçi Sınıfımız örgütlenme ve hak arama
şıydı bir zamanlar, biz bu insanların yanlış
yaptığını, halkına zulüm ettiğini söylüyorduk. Ama Amerika ne yaptı, onları kullandı
kullandı, işi bitince de en kötü şekilde cezalandırdı. Halkının önünde astı, zindanlara
koydu. Türkiye de adeta Amerika’nın kopyası oldu. Üzülüyoruz eski dostumuzun bu
durumuna. Ama biz sessizce bekleyeceğiz eski dostumuzun doğruları görmesi için.”
“Türkiye’nin Arap açılımında işte geldiğimiz nokta; ‘Eski dost!’
“Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun
Suriye politikasında bazı soruları sormanın
tam zamanı. Mesela Türkiye, Suriye ile beraber Bakanlar Kurulu toplantıları yaparken,
vizeyi kaldırırken, Arap açılımını Suriye kapısından yaparken aklına hiç bu düştüğümüz
durum gelmemiş miydi? Suriye’nin, Şam’ın,
Esad’ın durumunu bilmiyor muydu? Doğru
ya, Esad o koltukta 10 yıldır oturuyor.
“Esad hiç değişmediğine göre Türkiye’de
dün ne değişmişti, bugün ne değişti?” (Radikal, Cüneyt Özdemir, 01.11.2011)
Tayyipgiller, ne acı ki, sahibinin sesidir. Sahipleri de başhaydut ABD’nin başkanlarıdır.
Dün Bush’tu, bugün Obama’dır. Sahipleri ne
derse bunlar onu tekrarlar. Çünkü Tayyipgiller’i
iktidara getiren de orada tutan da ABD’dir.
Bunlar boşuna mı yalvarıyorlar zaman zaman
ABD’ye? “Bizi kanalizasyon deliğinden süpürme, kullan” diye. Süpürmedi. Kullanıyor işte…
Hikâyenin özeti bu…
Hey Türkiye hey!.. Hey Halklarımız hey!..
Ne hallere düştün?.. Kimlerin peşinden sürükleniyorsun. Bir gün anlayacaksın, bileceksin her
şeyi ama o günler daha uzakta…
Yiğit şairimiz Hasan Hüseyin’in dediği gibi:
Bir gün bu kandırmacalar, bu puştluklar,
bu kahpelikler bitecek elbet…
özgürlüğüne kavuştu. Medya emekçileri için
basın kanunu çıkartıldı bizzat Sami Küçük’ün
de çabalarıyla. Velev ki, yukarıda saydığımız
yasaların çıkartılmasında da çok emekleri vardır Sami Küçük’ün. O yüzden Sami Küçük
halklarımızca unutulmayacak, 27 Mayıs gibi
halklarımızın gönlünde yaşayacaktır.
Türkiye Devrimi’nin Önderi Hikmet Kıvılcımlı Usta’mız da daha 28 Mayıs sabahı, Türk
Ordusu’na yayınladığı Açık Mektup’la, 38
genç subayı, Milli Birlik Komitesi’ni kutluyor
ve bu kutsal mücadelelerinde başarılar diliyordu.
Bugüne geldiğimizde:
Hikmet Kıvılcımlı kırk yıl önce, “FinansKapital kanlı bir öç almak istiyor. 27 Mayıs’ı
yaralayanlar onu öldürmek istiyor.” demişti.
Bu öngörüsü gerçekleşti ne yazık ki… AB-D
uşağı satılmış yerli Parababaları ve onların siyasi temsilcileri, 27 Mayıs’ın izini tozunu silmek için iki faşist darbe yaptırdılar, hain generallere… Bugün de Tefeci-Bezirgân Sermaye
Sınıfının siyasi plandaki temsilcisi ve AB-D
uşağı Tayyipgiller eliyle “Ergenekon Davası”
adlı, hukuk maskeli saldırılarıyla Devrimci Gelenekli, yurtsever, Mustafa Kemalci, antiemperyalist asker ve sivil aydınlara son ölüm vuruşunu yapmak istiyorlar…
AB-D ve yerli uşakları, “Birinci Kuvayımilliye’nin ve 27 Mayıs’ın öcünü almak istiyorlar Türk Ordusu’ndan, Yargı’sından, Üniversite’sinden ve namuslu Basın’ından.
Şimdilik başarıya da ulaşmış durumdalar.
Ama boşuna sevinmesinler egemenler.
“Egemenlik tutsaklarının aklı, bizi yok
ederlerse, insanın iyiliğiyle, doğruluk ve güzelliğini yok edeceğini sanıyor. Yanılıyor!..
İnsanı… Onun içinin içindeki iyiliği…
Oradan dışa vuran güzelliği… Ve emekle
üretilen doğruyu asla yok edemezler.
Bir süre bastırırlar… Bir açmaza saptırırlar. Hatta bir zaman durdururlar. e var
ki, insan yüreği attıkça, bastırılanı besler.
Saptırılanı düzeltir. Durdurulanı taşırır. Ve
sonunda bütün engelleri, seline katarak sürükler. O yüzden iyi de, doğru ve güzel de insan varoldukça ya gerçekleşecek… Ya özlemin isyanına dönüşecektir.” (Erol Toy, Obadan Ulusa, c. 1)
İkinci Kuvayimilliye Hareketi’nin Partisi
olan Halkın Kurtuluş Partisi özlemin isyanını örgütleyip, er ya da geç insanlığın kurtuluş
davasını başarıya ulaştıracaktır. 23.09.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
18
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi’nden
AB-D Emperyalistlerinin Füze Kalkanını
ülkemize yerleştirmek, 89 yıl önce bugün
aynı emperyalistleri denize döken
Ulusal Kurtuluş Savaşı Kahramanlarına ihanettir
HKP İzmir İl Örgütü adına İl Başkanı Av.Tacettin ÇOLAK tarafından “9 Eylül
İzmir’in Kurtuluşu” ve “AB-D Emperyalistlerinin Füze Kalkanını ülkemize yerleştirme” ihaneti için İzmir Fuarı 9 Eylül Meydanı’nda yaptığı basın açıklaması:
Batılı Emperyalistler, bu yüzyılın başında,
Paris Konferansı’nda aldıkları karar üzerine
topraklarımızı işgal ettiler. Güzel yurdumuzu
kendi aralarında parsel parsel taksim edip,
yüzlerine taktıkları Yunan maskeleri ile ilk
işgali bu topraklarda başlattılar. Emperyalistler
aynı Konferans’ta Yunanlılara da Ermenilere de
ülkemizdeki yağmadan pay vermeyi kararlaştırmışlardı.
Ancak evdeki (Paris’teki) hesapları çarşıya
(Cephe’ye) uymadı... Mustafa Kemal önderliğindeki Türkiye Halkları, yaklaşık dört yıl süren
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Batılı Emperyalistleri dize getirdi. Zamanın yerli satılmışları olan
Osmanlı’ya kabul ettirdikleri Sevr Antlaşması
suratlarında patlatıldı, 9 Eylül 1922’de güzel İzmir’imizden denize dökülerek hevesleri kursaklarında bırakıldı.
Dünyada emperyalizme karşı başarı ile sonuçlanmış ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zafere
ulaştıran atalarımız, o zamana kadar emperyalist boyunduruk altında inletilen tüm Mazlum
Halklara da umut kaynağı oldular. Tabiî bu
zaferde, Lenin önderliğinde Rus Çarlığı’nı
devirerek Sovyetler Birliği’ni kuran Ekim
Devrimi yöneticilerinin para, silah, cephane
vb. yardımlarını da unutmamamız gerekir.
Partimiz, işte bunun için Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi ile En Büyük Müttefikini tek pankartta bir araya getirmiştir.
Fakat kapıdan kovduğumuz emperyalistler
bacadan tekrar içimize girmişler, IMF’leri,
Dünya Bankaları, DTÖ’leri, NATO’ları, CENTO’ları ile ülkemizin ekonomisine, politikasına,
kültürüne, sanatına vb. hâkim olmuşlardır. Artık
günümüzde AB-D Emperyalizminden icazet almayan hiçbir parti iktidar olamamaktadır, ülkemizde. Tıpkı AKP hükümeti gibi…
Geçmişte Menderes’in DP’si, bakanlarını
dahi ABD’den onay almadan atayamazdı. Şimdi ise dünyayı bin parçalı minik devletçiklere
bölerek yönetme planının bir parçası olan BOP
ya da GOP Projesi’nin Eşbaşkanlığı’nı yapmaktalar. Emperyalist sırtlanların Ortadoğu’nun petrol ve doğal kaynaklarını ele geçirmek için döktüğü Müslüman kanına ortak olmaktalar. Batılı
Emperyalistlerin NATO eliyle Libya’yı işgal
planına ilkin karşı çıkarmış gibi yapıp ardından
işgalcilerin arasına katılmaktan çekinmemekteler. Üstelik de Libya operasyonunun merkezini
de İzmir’imizde oluşturdular.
AB-D Emperyalistleri öyle emrettiği için
kapı komşumuz Suriye’ye de efelenmektedir
Tayyipgiller. “Suriye bizim iç işimiz” diyerek,
Suriye Halkına ve yönetimine gözdağı vermekteler.
Dışarıda milyonlarca Müslüman Arap insanının yok yere katledilmesinde suç ortaklığı yapan Tayyipgiller, içeride ise Halkımızı Allah’la
aldatarak prim yapmaktadır. Böylece AB-D
Emperyalistleri önünde kişiliksiz, onursuz bir
duruş sergilediğini gizleyebilmektedir.
AB-D Emperyalistlerinin, olası bir İran saldırısında ilk kapışma alanı olarak tutmak istedikleri ülkemiz topraklarına NATO eliyle yerleştirilecek olan Füze Kalkanı olayında da aynı
bezirgânlığı yapmaktalar... Bizzat Dışişleri
Bakanlığı Sözcüsü Selçuk Ünal geçtiğimiz
günlerde gazetecilere yaptığı açıklamada; “Bu
projenin
ATO’nun
2010
Lizbon
Zirvesi’nde kabul edilen ‘yeni stratejik konsept’in bir devamı olduğunu ve ABD tarafından ATO’ya tahsis edilen erken uyarı
radarının ülkemizde konuşlandırılmasının
öngörüldüğünü” belirtmiştir.
Görüldüğü gibi Tayyipgiller öylesine ikiyüzlü ve hainane bir tutum içindedir ki, bir yıl
önce kabul ettiği Füze Kalkanı’nın ülkemize
yerleştirilmesi aşamasında, CIA tarafından bası-
na sızdırılan BM Mavi Marmara saldırısı raporundan sonra yapay bir İsrail gerilimi yaratarak,
yine zavallı halkımızın gözünü boyamaktadır.
Dahası bu Füze Kalkanı aynı zamanda İsrail’in
güvenliğini de sağlayacak. Tayyipgiller, olayın
bu yönüne hiç girmeden geçiştirmektedirler…
İsrail’e karşı çapsız bir külhanbeyi edasıyla
esip gürleyen başbakan, insanlık dışı bu Mavi
Marmara saldırısının ardından geçen 15 aydan
beri niçin bu tepkiyi vermemiştir? Yine İsrail’le
yapılan ekonomik-askeri anlaşmalar niçin iptal
edilmemiş, İsrail’den aldıkları insansız savaş
uçaklarını (HERON’ları) niye iade etmemiştir?
Ya da Siyonist İsrail’den aldığı “Yahudi Cesaret Ödülü”nü niye hâlâ iade etmemektedir?
Bu sorular daha da çoğaltılabilinir…
Verilen tepki, BM Komisyon kararının basına sızdırılmasından sonra olmuştur. Fakat bu
komisyonun kuruluşunu isteyen de, komisyona
büyükelçi düzeyinde temsilci veren de kendileridir. Komisyon raporu ile İsrail, dünyanın gözü
önünde yaptığı alçakça saldırıyı ve 9 insanımızın ölmesini meşrulaştırmış oldu, maalesef...
Zaten olaydan hemen sonra da Dünya Kamuoyu’nun bu saldırıya karşı kayıtsızlığı da bilinen
bir gerçektir. Öyleyse bu kabadayılık niye?..
Bunların İsrail karşısındaki kabadayılıkları
AB-D Emperyalistlerinin çizdiği sınırlar kadardır. Zira biliyoruz ki; İsrail ABD’dir. Bu nedenle daha dün “Beni delikten aşağıya
süpürmeyin, kullanın” diye yalvaranların bugün “efelenmeleri”nin kofluğunu çok iyi bilir
emperyalistler. Amaç hâsıl olup Türkiye Halklarının gözü boyanınca AB-D Emperyalizmi
“Yeter artık!” emrini verecek ve İsrail’le “Stratejik Müttefik”liğe devam edecekler… Kaldı ki,
ABD Büyükelçisi dün emir kipi ile yaptığı bir
açıklamayla; “Türkiye İsrail ilişkileri normalleşecek” diyerek bu müdahaleyi yapmıştır
bile...
Oysa Birinci Kuvvayi Milliyeci atalarımız
böyle mi yapmıştı?
Atalarımızı bunlarla karşılaştırmak bile onlara zül olur… Çünkü onlar, içinde bulundukları olumsuzlukların hiçbirine teslim olmadan yedi düvele karşı ikirciksiz vatan savunmasına atılan, yiğitlik yarışında hep en önde olmak isteyen onurlu insanlardı. Onun için emperyalistlerin açık işgali başladığı anda; “Geldikleri gibi
gidecekler” diyerek, düşman karşısında hiçbir
zaman yalpalamadılar. Bu emperyalist çakalları
yurdumuzdan temizleyene kadar tam dört yıl dişe diş bir savaş vermek durumunda kaldılar. Sonuçta bu güzel yurdu bizlere bıraktılar.
Ama Tayyipgiller’de ulusal onur ya da ulusal değerlerin zerresi bulunmadığı için, İsrail’in
alçakça saldırılarına karşı vereceği cevap ancak
Büyükelçilerin geri çekilmesi ile sınırlı kalmaktadır. Oysa gerçek Halk İktidarında İsrail’e,
döktüğü kanın hesabı mutlaka sorulur.
Halkın Kurtuluş Partisi, başta İşçi Sınıfımız
gelmek üzere tüm emekçi Halklarımızın özlediği bu Demokratik Halk İktidarı’nı onlarla birlikte kuracaktır. İşte o zaman AB-D Emperyalistleri ve onların Ortadoğu’daki kaması Siyonist
İsrail’in zulümlerinin ve döktükleri kanın hesabı mutlaka sorulacaktır. 09/09/2011
Selam Olsun 89 Yıl Önce Bugün Emperyalist İşgalcileri Denize Döken Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşçılarına!
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi ile Onların Maşası ve Ortadoğu’daki Petrol Bekçisi
Siyonist İsrail!
Yaşasın Direnen Mazlum Halkların Emperyalizme Karşı Mücadelesi!
Halkın Kurtuluş Partisi
İzmir İl Örgütü
Ankara Kumrular Sokak’ta insanlıktan nasibini almamış
canavarlar tarafından yapılan saldırıyı lanetliyoruz
A
nkara’da Kızılay’ın göbeğinde Kumrular Sokak. Ankara’nın insan ve taşıt trafiğinin en yoğun olduğu yerlerden.
Çankaya Kaymakamlığı, kütüphane, ilkokul,
kreş ve dar gelirli halkımızın, öğrencilerin yemek ihtiyaçlarını karşıladığı birçok lokanta bu
sokak üzerinde.
Bu sokak 20 Eylül 2011 Salı günü saat
11:05’te sadece sureti insan olan, gözlerini
kan bürümüş insanlık düşmanları tarafından
kana bulandı. Asgari ücretle geçimini sağlamaya çalışan 2 genç, yeni emekli olup eski
mesai arkadaşlarını ziyarete gelen bir emekçi
kadın yaşamlarını kaybetti bu hain saldırıda.
İnsanlık dışı bu eylem, siyasi amaçları ne
olursa olsun, insanlıktan uzak, alçakça ve korkakça yapılan bir eylemdir. Ne adına yapılırsa
yapılsın, kim için yapılırsa yapılsın bu eylem
insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamına giren
bir eylemdir. Bu eylemi yapanlar, isimlerinin
önüne hangi örgütü koyarlarsa koysunlar, halk
düşmanıdır, canavardır ve bin yılı aşkın süredir bir arada yaşamış Halklarımızın arasına nifak tohumları ekmeye yarayan bu tür eylemleriyle halklarınıza karşı ihanet içerisindedirler.
Ankara’nın göbeğinde 3 masum, yoksul
halk insanını katleden 34’ünü yaralayan bu insanlık dışı eylemi yapanlar, AB-D Emperyalistleri ve Siyonist İsrail Devletiyle aynı kategoridendir. İnsan değildir, canavardır… Başka
ne denilebilir?..
Halkımıza ve katledilen insanlarımızın yakınlarına başsağlığı diler; acılarını yüreğimizde duyarak paylaşır ve yaralı kardeşlerimize
şifalar dileriz. 24.09.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
“Biz Asla Teslim Olmayız. Ya Kazanırız, Ya Ölürüz.
Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız.
Bana gelince, ben, cellâtlarımdan daha uzun yaşayacağım.”
B
öyle haykırmıştı ülkesini işgal eden İtalyan Emperyalistlerine, Libya’daki Emperyalizme karşı direnişin öncüsü ve
sembolü “Çöl Aslanı” lakaplı Ömer Muhtar.
Kendisine, İtalyanlara teslim olmasının tek
çıkar yol olduğunu söyleyen korkaklara karşı
“Vallahi, ya zafer veya şahadete ermeden bu
dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara
karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım. Mısır’a gitmek isteyenler buyurup
gitsinler, İtalyanlara teslim olup ölümden
kurtulmak isteyenler de teslim olsunlar, hiç
kimse onları tutmuş değildir.” diye haykırarak ölümsüzleşen, sonunu düşünmeyen bir kahramandır Ömer Muhtar.
Ömer Muhtar’ın katledildiği 1931 yılından
80 yıl sonra “Ya zafer kazanırım ya da şehit
olurum” sözleriyle hiçbir zaman teslim olmayacağını haykıran Libya lideri Albay Muammer Kaddafi, ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleri ve yerli işbirlikçiler tarafından acımasızca katledildi.
Katliam emri; Trablus’un, AB-D Emperyalistlerinin askeri gücünü arkasına alan ve onların güdümüne giren muhaliflerce ele geçirilmesinden sonra bölgeye giden, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından, “Kaddafi’yi
ölü ya da diri ele geçirin” diyerek verilmişti.
Kaddafi’nin işkence edilmiş, yüzü ve vücudunu kanlar içinde gösteren ve yürek burkan
fotoğrafları, basına ve kamuoyuna servis edilmiş durumda. Özellikle vurguluyorlar, Arap
Kültüründe büyük bir hakaret kabul edilen, iki
ayağına sıkılan kurşunları… Amaçları, Direnen
Halkları ve AB-D Emperyalistlerine karşı direnişi kendilerinde cisimleştiren halk önderlerinin gözünü korkutmak. Dünyanın jandarması
bizleriz, bize biat edin. Yoksa sonunuz Saddam, Bin Laden ve Kaddafi gibi olur, diyorlar.
AB-D Emperyalistleri, bir Saddam örneğinin yaşanma olasılığına bile izin vermiyorlar
artık. Yargılayan değil yargılanan olma olasılığı bile ürkütmekte onları. Bir liderin, bir zamanlar halkına zulüm etmiş bile olsa, bir kahraman olarak, direnen bir lider olarak toplumsal belleğe kazınması olasılığı emperyalistleri
ve yerli işbirlikçileri korkutmakta.
O yüzden, AB-D Emperyalistleri, sevinç
naraları atıyorlar Kaddafi’nin katledilmesine.
Obama, Sarkozy, Merkel, Berlusconi ve Cameron, aynı teraneyi dillendiriyorlar: “Libya’da
uzun ve acılı bir sayfa kapandı.”, “Şimdi demokratik ve hoşgörülü bir ulus inşa etme zamanı.”, “İşte dünyanın ihtişamı böyle geçiyor.”, “Libya Halkı güçlü ve demokratik bir ülke olma şansı yakaladı.”, “Libya’da despotluk
ve baskı dönemi sona erdi.”
AB-D Emperyalistleri dünyanın hangi ülkesine adım attılar da, gözyaşı, kan, acılar, yokluklar ve ölümler o ülkenin kaderi olmadı? Bu
alçak emperyalistlerin Tarihleri insanlık dışı
eylemlerin yüzlerce, binlerce örneğiyle dolu
değil midir? Daha düne kadar, kardeşçe yaşayan halkları birbirine kırdıran ve bugüne kadar
200 milyon masum insanın canına kıyanlar hep
AB-D Emperyalistleri değil midir? Dünyayı
babasından miras kalan bir çiftlik olarak gördüğü için, kendisine karşı olan herkesi cani, terörist, insan hakkı düşmanı olarak gören ve gös-
teren, AB-D Emperyalistleri değil midir? ABD Emperyalistlerinin koruması, kollaması ve
yönetiminde olan ve adlarına “özgürlük savaşçısı” dedikleri yerli satılmışların, her türden insanlık dışı saldırılarını, masum sivillere yönelik
katliamlarını “demokrasi hareketi” olarak gösteren AB-D Emperyalistleri değil midir?..
Peki, daha bir yıl öncesine kadar canciğer
kuzu sarması oldukları Kaddafi’ye birdenbire
neden düşman kesildiler AB-D Emperyalistleri?
Libya lideri Kaddafi, bir zamanlar (Sosyalist Kamp ayaktayken), antiemperyalist söylemlerle AB-D Emperyalizmine kafa tutuyordu.
Genç bir vatansever, halksever subay olarak, ülkesinin zenginliklerinin emperyalistlerce
yağmalanmasına karşı çıktı ve 1969 yılında arkadaşlarıyla gerçekleştirdiği bir devrimle, Kral
İdris’i devirerek Libya Arap Cemahiriyesi’ni
kurdu. Mısır lideri antiemperyalist Cemal Abdülnasır’ın etkisiyle onun ideallerini savunuyor, Arap Birliği’ni kurmak istiyordu. “Arap
ki:
Ömer Muhtar
halklarını bölmek için sömürge güçlerinin belirlediği sınırları” ortadan kaldırmak için çalıştı. Bu uğurda mücadele verdi. Mısır, Suriye ve
Libya’nın tek bir ülke olması için uğraştı. Emperyalizme karşı mücadele eden, özellikle Afrika’daki, devrimci hareketleri destekledi.
Ne zaman ki Sosyalist Kamp yıkıldı ve
dünya AB-D Emperyalizminin babasının çiftliğine döndü, Irak işgal edildi, Saddam ortadan
kaldırıldı, Kaddafi de eski antiemperyalist söylemlerinden vazgeçip, emperyalistlerle iyi geçinmeye başladı. Onların seçim harcamalarını
dahi finanse ederek, kişicil ilişkiler kurarak,
emperyalistlerle dost oldu. Emperyalistler,
Kaddafi ve oğullarıyla her türlü beraberdiler,
içli dışlıydılar. Ancak emperyalistler için dostluk da arkadaşlık da hep bir çıkara dayanır. Son
programsız Arap Halk hareketlerinden sonra
Libya’nın kaliteli petrol yataklarının kayıtsız
şartsız ele geçirilmesinin fırsatı doğar doğmaz,
Kaddafi’yi bir anda gözden çıkardılar. Kaddafi,
çaresizce bu saldırganlığa karşı çıktığı için bir
anda düşmanları oldu.
Artık ne insan hakları, ne savaş hukuku on-
6 EKİM 1923’TE OLDUĞU GİBİ
EMPERYALİSTLER YİNE GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER!
B
ugün 6 Ekim. İstanbul’un emperyalist işgalden kurtuluşunun 88’inci yıldönümü.
Bugün, resmi törenlerle, içi boşaltılarak,
birçok yerde sözde kutlanıyor.
Biz gerçek sosyalistler de İstanbul’un emperyalist işgalden kurtuluşunu kutluyoruz ve sahip çıkıyoruz.
Peki neden?
Çünkü emperyalistlerin fiili işgaline karşı örgütlenen halkımız, onları ülkemizden göndererek
bağımsızlığını kazanmıştı. Antiemperyalist bir
savaş yürütülmüş ve zafere ulaşılmıştır.
Ayrıca tüm imkânsızlıklara, yoksulluklara
rağmen kendinden kat be kat güçlü bir düşmana
karşı inanmış ve örgütlenmiş bir halkın mutlaka
zafere ulaşacağının somut bir kanıtıdır. Gerçek
sosyalistler, böyle Antiemperyalist mücadeleleri
sahiplenmelidirler.
Bugün, yeniden, her alanda emperyalistlerin
boyunduruğu altına girmiş olan ülkemizde, bu
nedenle bu zaferi kutlamak, ona sahip çıkmak daha bir önemlidir.
O yıllara kısaca bir göz atacak olursak; Osmanlı, emperyalistlerin oyuncağı olmuş ve özellikle Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasıyla karanlık bir sürece girmişti. Emperyalistler kendi
aralarında ülkeyi paylaşarak fiilen işgale başlamışlardı.
Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı yıllarında sıkıntılı günler yaşayan İstanbul da, yenilginin
ve mütarekenin ardından 13 Kasım 1918’de İtilaf
Devletleri tarafından fiilen işgal edildi.
İşgal Ordusu Kumandanı İngiliz Generali
ları bağlardı. Yağmadan pay kapmak için kendi
savaş örgütleri NATO kararını dahi beklemeden Libya’yı bombalamaya başladılar. Giderek
sivillere yöneldiler, Kaddafi’nin oğlunu ve torunlarını öldürdüler. Pis amaçlarına ulaşana kadar da dünyanın gözü önünde benzer katliamlarını yapmaya devam ediyorlar. Kaddafi’yi ortadan kaldırdılar, bütün taraftarlarını da yok etmek istiyorlar…
Sadece AB-D Emperyalistlerinin düşmanlığını mı kazandı Kaddafi?
Düne kadar “kardeşim” diye hitap ettiği,
aralarından su sızmayan bizim Tayyipgiller tarafından da, Obama’nın bir telefonuyla düşman
ilan edildi Kaddafi. Çünkü AB- D Emperyalistleri öyle buyurdular. Emir yerine getirilmezse
biliyor ki Tayyipgiller, “lağım deliğinden süpürülecek”ler.
Ne acıdır ki, Kaddafi’yi vuran NATO uçaklarının komuta merkezi, İzmir’deki NATO Karargâhı’dır. Kaddafi’nin, eşinin, çocuklarının
ve torunlarının, masum Libya Halkının kanı,
bu modern Haçlılar Seferi’ne ev sahipliğine
gönüllü soyunan Tayyipgiller’in de üzerindedir.
Emperyalistlerin alçakça saldırılarına ve
yerli işbirlikçilerin ihanetlerine karşı direnen
Kaddafi’yi bu süreçte bir tek Komünistler,
Devrimciler terk etmedi. Küba ve Venezüella
başta olmak üzere dünyanın neresinde gerçek
devrimciler varsa onlar Kaddafi’nin AB-D Emperyalistlerine ve yerli hainlere karşı yürüttüğü
direnişin sonuna kadar yanında oldular. Bundan sonra da direnen Libya Halkının yanında
olacaklardır.
Wilson’un yayınladığı bildiride, “İstanbul’da
örfi idare ilan olunduğu, emirlere aykırı veya
düzeni bozacak bir harekete girişenlerin Divanı Harb tarafından muhakeme edilerek idam
edileceği” bildiriliyordu.
Yine bu bildiride, Kuvayimilliye’nin birtakım
ittihatçı ve soygunculardan ibaret olduğu yazılıydı. Padişah Vahdettin ve Osmanlı hükümetiyse,
bu durum karşısında, tam bir teslimiyet içindeydi.
Birinci Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın Önderi Mustafa Kemal, işgal olayı üzerine İstanbul’daki İtilaf Devletleri’nin temsilcilerine, tarafsız bütün devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına
protesto telgrafları yolladı. Bu telgraflarda:
“(…) Biz hakkımızı ve istiklalimizi korumak için girdiğimiz kavganın kutsallığına ve
hiçbir kuvvetin bir milleti yaşamak hakkından
mahrum edemeyeceğine inanmış bulunuyoruz…” diyordu.
Emperyalist haydutların savaş gemilerinin
Haydarpaşa önlerinde demirleyerek İstanbul’u işgale başladıkları günlerde, Haydarpaşa’da Adana’dan gelen trenden inerken “GELDİKLERİ
GİBİ GİDERLER” demişti.
Ve de geldikleri gibi gittiler. Tabiî tam da geldikleri gibi gitmediler. Gururla, küstahça geldiler,
ama utanarak gittiler emperyalistler. 13 Kasım
1918’de fiilen başlattıkları işgalden 5 yıl sonra, 6
Ekim 1923’de Dolmabahçe Meydanı’nda, törenle Birinci Kurtuluş Savaşçılarımızı selamlayarak
gittiler. İstanbul yeniden özgürlüğüne kavuştu.
Tabiî yalnızca İstanbul’dan değil tüm ülkeden
gittiler…
Halkın Kurtuluş Partisi olarak diyoruz
AB-D Emperyalistleri, halkların üzerinden
kanlı ellerinizi çekin!
Halklar, kendi sorunlarını kendileri hallederler. Başlarına musallat olan, acılar çektiren
yöneticilerden de hesap soracak olan halklardır.
Siz emperyalist çakallar, tarihiniz boyunca sorun çözmek bir yana hep sorun yaratan oldunuz. Diktatörleri de halkların başına sizler musallat ettiniz. Siz yarattınız o canavarları…
Ama sizin devriniz de elbet sona erecek. Bu
acı dolu günler de geçecek. Bizler şunu çok iyi
bilmekteyiz; İnsanlık sürgit hayvan yerine konulamaz. Eninde sonunda insanlık hayvanlığa
isyan edecek. İnanacak insanlığın kurtuluşuna;
örgütlenecek emperyalist saldırganlığa karşı.
İşte o zaman emperyalist güçler darmadağın olacak, inanmış ve örgütlenmiş insanlar
karşısında. Tek kalmış dişi de sökülüp atılacak
emperyalist canavarların ağzından.
Ömer Muhtar, “Şayet Bingazi’den Cebel’ül Ahdar’a doğru gürleyen bir aslan sesi
işitirseniz, sakın korkmayın. Zira olaylar ve
zafer dolu günler size aslan kürkü içinde yatan bir eşşeğin olduğunu gösterecektir.” diyordu.
Dünya Halkları da emperyalist musibetleri
başlarından defettiği o güzel günlerde, emperyalistlerin aslında birer kâğıttan kaplan olduğunu görecektir.
Ve Libya Halkı da bütün yanlışlarına rağmen, ömrünün sonuna kadar başka bir ülkede
rahat bir yaşam sürmeyi değil, ülkesini işgal
eden AB-D Emperyalistlerine ve onların yönetimine girmiş işbirlikçilere karşı savaşarak ölmeyi tercih eden Kaddafi’yi unutmayacaktır.
21.10.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Ancak o günlerde kapıdan kovduğumuz emperyalistler bugün bacadan tekrar ülkemize girdiler ve ülkemiz yarısömürge durumuna getirildi.
Türkiye’yi on yıllardır Türkiye yönetmiyor artık.
ABD ve AB Emperyalistleri, onların IMF’leri,
Dünya Bankaları yönetiyor…
Bugün ülkemiz İstanbul’un işgalinde yaşandığı sürece benzer günlerden geçiyor. Halklarımız her yandan ABD ve AB (AB-D) Emperyalistleri tarafından kuşatılmış durumda. Siyasi
planda bir yandan halklarımızın arasına düşmanlık tohumlarının ekilmesiyle gidilen Yeni Sevr,
bir yandan da Ortaçağ karanlığı var Tayyipgiller
eliyle uygulanan. Ekonomik planda ise, yaptıkları onlarca önemli hak gaspı yetmezmiş gibi şimdi
de İşçi Sınıfımızın önemli kazanımlarından Kıdem Tazminatı gasp edilmeye çalışılıyor. Diğer
bir yandan da zaten işsizlikten, pahalılıktan bunalan halklarımıza ardı arkası kesilmeyen zamlarla
zulmediyorlar.
Ama bu düzen bu şekilde devam etmeyecektir. Tarih boyunca hiçbir zorbanın hükümranlığı
sonsuza kadar devam etmemiştir. Birinci Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi halklarımız,
uyanacak, bilinçlenerek örgütlenecek ve İkinci
Kurtuluş Savaşı’nı ve Sosyal Kurtuluşu, İşçi
Sınıfı Partisi-Kurtuluş Partisi öncülüğünde mutlaka başarıya ulaştıracaktır. 6 Ekim 2011
Halkız, Haklıyız, Kazanacağız!
Yeni Sevr’e Karşı, Yaşasın İkinci Kurtuluş Savaşımız!
Yaşasın Antiemperyalist, Antifeodal, Antişovenist Halk Kurtuluş Savaşı’mız!
Halkın Kurtuluş Partisi
İstanbul İl Örgütü
19
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Somali’deki açlığın yaratıcısı kimlerdir?
AB-D Emperyalistleri ve onların yerli uşakları Tayyipgiller halklarımızı Allah ile aldatarak Somali’deki
soygun ve sömürülerini gizleyemezler!
Bilmem dikkatinizi çekti mi? Müslümanlarca kutsal sayılan Ramazan ayına günler kala
Temmuz ayı ortalarından itibaren Parababalarının “Hür basın”ında ve dinci gazetelerde düğmeye aynı anda basılmışçasına başta Somali olmak üzere Afrika ülkelerine yönelik haberler
yoğunlaştı. Kara Kıta’da yaşanan kuraklık ve
açlık üzerinden insanların dini duyguları sömürülmeye başlandı. İnsanlarımız yine Allah’la aldatıldı. Günlerce Somali’de yaşananlar üzerinden kendi karanlık propagandalarını yaptılar.
Medya yoğun bir şekilde halkımıza bilgi kirliliği yaşattı. Tayyipgiller’in de (Kılıçdaroğlu’nun
Somali’ye gideceğini öğrenmesiyle) apar topar
Somali’ye yaptıkları gezinin de etkisiyle insanımızda bir iyilik furyası başladı. Öyle ki TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB, TUSKON gibi Modern
ve Antika Parababalarının temsilcileri başta
Fethullah’ın NGO’ları olmak üzere çeşitli “sivil
toplum kuruluşları”yla aynı potada eriyip Somali’ye aktılar.
Hiçbiri de Somali’deki açlığın ve kuraklığın
gerçek nedenini halkımıza anlatmadı. Nasıl diyebilirlerdi ki tüm bu acıların sebebi başta ABD Emperyalistleri olmak üzere onların yerli ve
yabancı uşaklarıdır. Bunları tabiî ki anlatamazlardı. Yoksa kendi varlıklarını inkâr etmiş olurlar ve maazallah halkımız uyanır da gerçekleri
anlarsa kendi sonları gelirdi. Amaçları yine insanların saf dini duygularını ve vicdani değerlerini sömürüp parsayı toplamaktı.
Yukarıda Parababaları medyasının hem bilgi
bombardımanından hem de bilgi kirliliğinden
bahsettik. Bizler de bu toplumda yaşıyoruz. Doğal olarak bu durumun etkilerini bizler de yaşadık. Fakat bizim için durum farklıydı. Bizler
olayların arkasındaki gerçekleri olduğu gibi nasılsa öylece görenlerdeniz. Yaşamın her alanında olaylara sınıf ilişki ve çelişkileri açısından
bakar; İşçi Sınıfı Biliminin Ustalarının binbir
emekle işledikleri gerçekler ışığında olayları
yorumlarız. İşte olayın mihenk noktası burasıydı. Meseleyi açalım.
Afrika denince bizim gözlerimizin önüne
gelen ilk görüntü Kevin Carter adlı gazetecinin
çektiği açlıktan ölmek üzere olan Afrikalı bir
çocuğun tepesinde onun ölümünü bekleyen bir
akbaba fotoğrafıdır. Bu fotoğraf sahibine ödül
de kazandırmıştı. Şunu da belirtelim, fotoğraf
çekmek yerine çocuğu akbabadan korumadığı
için çok eleştirilen gazeteci, kendisinin profesyonel fotoğrafçı olduğunu, yardım görevlisi olmadığını savunmuş ve birkaç yıl sonra da park
ettiği kamyonetinin içinde egzoz gazıyla intihar
etmişti. Ardında bıraktığı notta ölmek üzere
olan çocukların peşini bırakmadığı yazılıydı. İşte bu ilk acı görüntünün ardından insanı insanlığından utandıran diğer kareler gelir:
Bir yudum su içebilmek için saatlerce kuyrukta bekleyen çocuklar, açlığa dayanamayıp
ölen minicik bedenler, bir deri bir kemik kalmış
bebeler, üzerinde sineklerin uçuştuğu küçük bedenler, ellerinde yiyecek kaplarıyla tel örgüler
ardında bekleşen insanlar… Ve tabiî ki insanı
kahreden bu görüntülerin nedenini kısa ve net
şekilde ifade eden Kenya’nın kurucu Devlet
Başkanı ve ilk Başbakanı Jomo Kenyatta’nın
şu sözüdür: “Beyaz adam geldiğinde, bizim
topraklarımız, onların ellerinde İncil vardı.
İncil’i verip bizi uyuttular. Gözlerimizi açtığımızda İncil bizim elimizde, topraklarımız
onlardaydı.”
21’inci Yüzyıldaydık ama beyaz adamın sömürüsü tüm hızıyla devam ediyordu. Değişen
sadece aktörlerdi. Emperyalistin biri gidip diğeri gelmişti. Dün İngiltere, Almanya idi; bugün
dünya halklarının baş haydudu ABD ve onun
emrindeki AB Emperyalistleri. Bir zamanlar insanların eşit, kardeşçe yaşadıkları Afrika topraklarında halklar huzur içinde yaşarken ve
ürettikleri kendilerine yeterken şimdi bu topraklarda sefalet, açlık, kuraklık, kan, gözyaşı ve
kardeşin kardeşi boğazlaması kol geziyor.
Neden mi?
Şu yalın gerçekler her şeyi nasıl da güzel
açıklıyor.
Afrika, petrolün dışında yeraltı kaynakları
ve mineraller yönünden de hâlâ bakir bir alandır. Şu anda Afrika’nın doğal kaynakları için en
yoğun kavga Batı ve Orta Afrika’da verilmektedir. Bölgede 60 milyon varil tespit edilmiş olup;
petrol
rezervleri
itibariyle
bölgenin
Ortadoğu’ya ciddi bir alternatif olacağı öngörülmektedir. Buradaki ülkeler içinde hem zenginlik hem de büyüklük açısından en önde geleni Angola’dır. Kurtuluşunda 40 bin Kübalının
görev aldığı bu ülke, ne yazık ki, şimdi
ABD’nin en yakın müttefikidir.
Devam edersek, dünya genelinde altın, gümüş, demir ve platin gibi değerli metallere olan
ihtiyacın artacağı göz önünde bulundurulduğunda Afrika toprakları uluslararası Parababalarının iştahını daha da kabartıyor. Örneğin madencilik alanından somut bir örnek verelim. 2003
yılı sonunda Tanzanya-Kenya sınırında Avusturyalı bir madencilik firması dünyada şimdiye
kadar çıkartılan en saf altın madenlerinden birisine ulaştı ve işletim haklarını da aldı. Mücevher sektörüne yönelik olarak birçok değerli taşın
Afrika’da yüksek oranlarda bulunduğunu da belirtelim.
Ayrıca, Afrika toprakları dünyada tarıma el-
verişli toprakların yaklaşık 1/3’üne sahiptir. Tarım, Afrika kıtasının GSMH’nin % 30’unu karşılayan en büyük gelir kaynaklarından birisidir.
Bu gerçekleri de göz önünde tutarak koskoca bir kıtanın bu noktaya geliş hikâyesini gelin
Somali gerçeğinden yola çıkarak izleyelim.
Somali, Kızıldeniz’in Aden çıkışında yer
alır ve Afrika Boynuzu olarak adlandırılmaktadır. Ülke 19’uncu Yüzyılda İngiltere ve İtalya
tarafından sömürgeleştirilir; çünkü Somali Afrika’ya yayılma yoludur. Her sömürge ülkenin
başına gelen acı durum Somali için de gerçekleşir. Uzun yıllar sömürge olarak yönetilir ve nihayet ülke, 1969 yılında Siyad Barre’nin öncülüğünde bağımsızlığına kavuşur. Siyad Barre,
ülkede tek partili bir Cumhuriyet kurar. Ülkenin
tek partisi Somali Devrimci Sosyalist
Partisi’dir. Barre, hem Parti Genel Sekreteri
hem de Cumhurbaşkanı olur. Uygulanan sosyalist politikalar 1977’lere kadar devam eder.
1975 yılında, Etiyopya’daki ABD ve Siyonizm güdümündeki feodal Haile Selassie rejimi
Devrimci Subaylar tarafından yıkılınca, Sovyetler bu rejime diğer ulusalcı güçlere olduğu
gibi yardım elini uzatır. Somali rejimi, ülkedeki
karışıklıklardan yararlanmak istercesine üzerinde hak iddia ettiği Güney Etiyopya’yı işgal eder.
Sovyetler bu işgale karşı Etiyopya hükümetine
destek verince Somali de müttefik değiştirip
ABD’ye döner. Bu komşu kavgası, sonunda
hem Somali’yi hem de Etiyopya’yı parçalar.
Eritre, Etiyopya’dan koparken Somali aşiretler
arası iç savaş alanına döner. ABD, BM Barış
Gücü kisvesiyle ülkeyi işgal etmek ister. Fakat
büyük bir direnişle karşılaşır. Direnişçiler öldürdükleri ABD askerlerinin cesetlerini sokaklarda
sürükleyerek teşhir edince, ABD askerleri savaşamaz hale ve ABD halkı bu savaşı istemez konuma gelir. Kuyruğunu kıstırarak terk etmek zorunda kalır, Somali’yi. Ancak maden zengini ve
Kızıl Deniz üzerindeki kontrol açısından son
derece önemli stratejik değere sahip bu ülke
üzerinde ABD’nin ihtirası ortadan kalkmaz. Şu
anda ABD, oluşturduğu Uluslararası Deniz Gücü ile bu bölgeyi korsanlara karşı koruma bahanesi ile kontrol etmektedir ve bu gücün içinde
Türk donanmasından gemiler de vardır.
Dediğimiz gibi dış politikada Sovyetlerden
yana tavır alan Barre yönetimi, 1977 yılındaki
Somali-Etiyopya
arasındaki
Ogaden
Savaşı’ndan sonra Sovyetler’le ilişkilerini asgari düzeye indirir ve ABD ve Avrupa ülkelerine
yaklaşmaya başlar. Batılı Emperyalistler kendi
iğrenç, aşağılık çıkarlarından vazgeçmezler. Bu
politika ve müttefik değişimi henüz bağımsızlığını pekiştirememiş ve gerçek bir ulus devlet olma sürecini tamamlamamış olan Somali’de emperyalistlerin işini kolaylaştırır. Ülkede karışıklıklar yeniden başlar. Çünkü Kızıldeniz’in Hint
Okyanusu’na açıldığı Aden Körfezi’nin kapısındaki Somali, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu
birbirine bağlayan kapının bekçisi konumundadır. 1977’de IMF ile anlaşma yapılır. Dolayısıyla ABD, Somali’nin var olan yeraltı ve yerüstü
kaynaklarını kullanma ayrıcalığına sahip olur.
Diğer Batılı Emperyalistlerin de kışkırtmasıyla
Somali’de iç savaş başlar. “Birleşik Somali
Kongresi’’ne bağlı güçler 1991 yılında Siyad
Barre yönetimine bağlı güçleri yenerek yönetimi ele geçirir. Ülkedeki etkin aşiretler arasında
iç savaş çıkartılır. Sonucunda demokrat(!), insan hakları savunucusu(!) ABD iç savaşa müdahale eder ve Somali 7 eyalete bölünür-parçalanır.
Acı olan şu ki; Somali Sovyetler Birliği’ne
sırt dönüp, Batı’yla yeniden ilişkilere girip, IMF
ile anlaşma imzalayarak, ABD’ye kaynaklarını
kullanma ayrıcalığını verdiği 1977 yılına kadar
kendi kendisini besleyebilen yani kendi kendine
yetebilen bir Afrika ülkesiydi. İşte kanıtları:
*Nüfusunun % 20’si tarımla uğraşıyordu. O
yıllarda da Somali’de her zaman kuraklıklar olmaktaydı ama ülke halkı kurak iklime alışkın
olduğu için yağmurlu ve yağmursuz ayları kendi ölçüleri içinde plânlayarak idare etmeyi başarmıştı. Çeşitli tahıl ürünleri, çay, kahve, kakao, fındık, büyük ölçüde muz ekimi yaparak
kendi kendine yetebiliyordu. Çünkü Afrika’nın
diğer verimli toprakları gibi Somali’nin toprakları da verimliydi. Somali’nin beslenme ve gelir
elde etmede çok önemli kaynaklarından bir diğeri de hayvancılıktı. Özellikle dünyanın en değerli koyun derisini üreten Somali, bunları dünyanın her yerine satıyordu.
*Ama 1977 yılına gelindiğinde işler tersine
döner. Hele 1982’de Dünya Bankası’nın dayattığı programı hayata geçirme anlaşması yapmalarıyla birlikte gelecek felâketlerin kapısı sonu-
na kadar açılır. Kapitalist-emperyalist Batı’nın
tarım tekelleri Somali’ye dalarlar. Önce ürün
çeşitliliğini azaltırlar. Kendi istedikleri üretim
tekniklerini, kendi sattıkları tohumları Somalili
çiftçilere dayatırlar. Somalili çiftçiler eskiden
olduğu gibi özgürce ekip biçemez olurlar. Tarım
tekellerinin Somali’deki etkinliği giderek büyür.
Tekelleşmenin sağladığı ucuz ürünleri Somali
piyasalarına sürerler. Somalili çiftçiler, kaynakları kullanma ayrıcalığını ele geçiren ve piyasayı ucuz tarım ürünleriyle dolduran tarım tekelleriyle rekabet edemeyerek hızla tarım üretiminden çekilirler. İşsizlik büyümeye başlar.
*1983 yılına gelindiğinde Somali bir diğer
felâketle karşılaşır. “Sığır vebası” gerekçesiyle
Batılılar tarafından Somali’nin canlı hayvan ihracatına ambargo konur. Böylece hayvancılık da
hızla biter. Hayvancılıkla geçimini sağlayanlar
da işsiz kalırlar. Kaynakları kullanma ayrıcalığına sahip Batılı tekeller ormanlara da müdahalelere başlarlar. Ormanlar tahrip edilir, kuraklığın
boyutu artar.
Uygulanan-dayatılan bu politikaların sonucunda Somali artık dış dünyaya muhtaç hale getirilir. Yıllarca yeraltı ve yerüstü
kaynakları sömürülen, üretim gücü elinden alınan Somali Halkı
işsizliğe ve fakirliğe mahkûm
olur. Üretimi ve ihracatı olmayan
Somali’ye Batılı Parababaları
çok ucuza mal getirir ama bu çok
ucuz malları almak için bile hiç
para bulamayan işsiz Somali Halkı açlığa teslim olur. Açlık nedeniyle bütün dünyanın gözleri
önünde ölümler başlar. (Somali
tarihi için Selma Soyak’ın “Somali Neden Aç Kaldı?” yazısından yararlanıldı.)
Bugün ise gelinen nokta şöyle:
*Somali şu anda son 60 yılın en susuz yılını
geçiriyor. Kuraklık sadece insanları değil hayvanları ve bitkileri de vurmuş durumda.
*Somali nüfusu 7.5 milyon ve 3.7 milyonu
açlıkla boğuşuyor. Ülkenin güneyinde açlık yüzünden son 90 günde (5 Ağustos itibariyle) 5
yaşın altında 29 binden fazla çocuk öldü. 1.3
milyon çocuğun durumu ise kritik. BM’nin çocuk fonu UNICEF’in verilerine göre ise her 6
dakikada bir çocuk ölüyor.
*Somali’nin kıtlıktan kurtulması için gereken yardım miktarı 1.4 milyar dolar. (Aynı günlerde 47 milyardan fazla servetle dünyanın
3’üncü zengini olan ABD’li Warren Buffett’ın
ilginç bir o kadar da ibret verici itiraflarına tanık
olduk. Washington’un süper zenginleri kollamaktan, korumaktan ve kendilerine aşırı özen
göstermekten vazgeçmesi gerektiğini belirten
Buffett daha fazla vergi ödemeleri gerektiğini
ve kendilerinin benekli baykuş veya nesli tükenmekte olan bir tür olmadıklarını bir makalesinde yazıyordu. Düşünebiliyor musunuz bir
Parababasının servetinin küçük bir bölümüyle
7,5 milyon Somali’nin hayatı kurtulabiliyor. İşte sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığı ve sosyalizmin gerekliliği bunun içindir…)
*Dünya Bankası gıda fiyatlarının Temmuz’da % 33 arttığını bildirdi. Somali’de ise un
ve kırmızı darı fiyatı % 30 - % 240 arasında arttı. (DB, Afrika Boynuzu ülkelerine 686 milyon
dolar sağlıyormuş. Dünya halklarını bu duruma
getiren sanki kendileri değil…)
İşte yukarıda vermeye çalıştığımız Somali
tarihi ve bugün ülkenin içinde bulunduğu durum
Parababaları medyasının halkımıza anlatmadığı
gerçeklerdi. Onlar sadece Ramazan ayı dolayısıyla insanların dini duygularını istismar edip
din sömürüsü yaparak kendi küplerini doldurma
derdindeydiler. Her zamanki gibi emperyalistler
ve yerli uşakları kendi pis, aşağılık, iğrenç sınıfsal çıkarları için dini bir araç olarak kullanıyorlardı. Başta ABD olmak üzere AB Emperyalistleri dünya halklarına kan, gözyaşı ve acıdan
başka bir şey vermedi ve veremez de. İşte Somali’de iyice yıprandıklarını çok iyi bilen Batılı Emperyalistler açıkça ortaya çıkmaya cesaret
edemiyorlar. Şimdilik halkların nezdinde yıpranmamış yeni uşaklar aracılığıyla sömürülerini
devam ettirmeliydiler. Bu noktada iş Tayyipgiller’e ve tabiî ki Fethullah’a düştü.
Bir zamanlar Batılı Emperyalistlerin kendileri, ellerinde İncil ile nasıl Afrika’yı sömürdülerse bugün de aynı toprakları İslam dinini sözde Müslümanlar eliyle kullanarak sömürüyor ve
sömürecek. Her şey bir plan, proje dâhilinde işliyor. Bu noktada işin dini-ruhani bölümünü
Fethullah Gülen yürütürken, Tayyipgiller ise
daha çok politik arenada boy gösteriyor.
Batılı Parababalarının böyle davranmaları
doğaları gereği. Bizler ne diyorduk? Hatırlayınız Kurtuluş Yolu’nun 31’inci sayısından itibaren emperyalizmin “Ilımlı İslam”ı BOP bağlamında nasıl kullandığı ve RAND Corporation
adlı kuruluşun yayınladığı kitapta dini kullanarak nasıl örgütlendikleri kendi belgeleriyle ortaya konulmuştu. Tekrar edelim:
“Emperyalizm her yerde en gerici sınıflarla ittifak kurar. İslamcılar bu iş için biçilmiş kaftandır. Çünkü geri ülkelerde Antika
sömürgen Tefeci-Bezirgân Sınıfı temsil ederler. ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliş-
tirdiği “Yeşil Kuşak” bu ittifakın ürünüdür.
Sosyalist Kamp’ın çöküşüyle birlikte emperyalizm artık “Yeşil Kuşak” yerine daha ehlileştirilmiş İslamcılık anlamına gelen “Ilımlı
İslam” istemektedir. Ilımlı İslam, ABD’nin
“Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) için gereklidir. BOP ile; Ortadoğu halklarının dinle afyonlanarak, emperyalist sömürüyü göremez
hale getirilmesi ya da sömürüye karşı duyarsız kalışlarının sağlanması amaçlanmaktadır.
Tabiî bu sırada zaten bölünmüş olan Ortadoğu Halkları daha da bölünerek emperyalizme kolay lokma haline getirilecektir. Üstelik
bütün bunlar belgeleriyle, hatta haritalarıyla
sabittir. (Tayyip’se bu projenin (BOP’un)
“Eşbaşkanı”dır.)” (Kurtuluş Yolu, Sayı: 31, s.
16)
Şunu da belirtmeden geçmeyelim; Parababalarının Somali’de kendi sınıf çıkarları için
besleyip büyüttüğü radikal İslamcı El Kaide
bağlantılı Eşşebap örgütünün işi bitirilmiştir.
Bir süreliğine kullanılıp bir kenara atılacaktır.
Çünkü devir Ilımlı İslamcılarındır. Sahnede onlar vardır.
BOP’un kapsama alanında Afrika ülkelerinin de bulunduğunu hatırlatalım. Özellikle Tayyipgiller’in AB-D Emperyalistlerince iktidara
getirilmesinden sonra Afrika’ya yönelik faaliyetlerindeki yoğunluğu bu minvalde ele almalıyız. Tayyipgiller kendi deyimleriyle “Afrika
açılımı” yapmıştı. Örneğin 2005 yılını “Afrika
Yılı” ilan ettiler ve Tayyip Erdoğan bu bağlamda Etiyopya ve Güney Afrika’yı ziyaret etti.
Şimdiye kadar Afrika kıtasındaki büyükelçilik
sayısı 12 iken bu sayı şimdilerde 18 oldu. Siyasî ilişkiler, cumhurbaşkanı ve başbakan düzeyinde karşılıklı ziyaretlerle yapılmaya başlandı.
Mesela Abdullah Gül görevi esnasında Kenya,
Tanzanya, Gana, Kongo Demokratik Cumhuriyeti, Kamerun, Nijerya ve Gabon’a ardında birçok işadamıyla resmi ziyaretlerde bulundu.
Cumhurbaşkanlığı sitesine girdiğinizde bu gezilerde kendisinin çektiği fotoğrafları da görebilirsiniz.
Askeri alanda da işbirliğine gidildi. Gelen
talep üzerine Genelkurmay Başkanlığı da, Afrika Birliği bünyesinde barışı koruma amacıyla
kurulan birimleri eğitmek üzere Etiyopya’nın
başkenti Addis Ababa’ya üst rütbeli subaylar
göndermeye başladı.
Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) da bölge ülkelerinde başta sulama ve
tarım alanında olmak üzere Afrika Halkına eğitimler veriyor.
Afrika Birliği ise, Ocak 2008’deki zirvesinde, Türkiye’yi “stratejik ortak” ilan etti. İlişkiler
ticari boyutta da devam etmekte. Batılı ağababaları Afrika’da yatırım yapar da bizim yerli Parababalarımız bundan geri mi kalır? Birçok Afrika ülkesinde başta inşaat, ev aletleri, tekstil,
mobilya, deri ve cam olmak üzere birçok alanda
yatırımlar yapılmaktadır. 2003’te 5 milyar 400
milyon dolar olan ticaret hacmi, 2006 sonunda
12 milyar dolar olarak gerçekleşti. Hedef, 5 yılda 30 milyar doları yakalamak. Ankara, Afrika
Kalkınma Bankası’na hissedar olmak için de çalışmalarını sürdürüyor. Üyeliğin sağlanması durumunda Türk işadamları, Afrika yatırımlarında, buradan kredi kullanabilecek.
Uluslararası Parababalarının genelde Afrika
ve özelde Somali üzerindeki oyunları sadece
Tayyipgiller eliyle siyasi, askeri ve ekonomik
alanda değil Fethullah Gülen aracılığıyla da devam etmektedir. Aslında Tayyipgiller’den önce
emperyalistler sivil örümcek ağlarını Fethullahçılar eliyle örmeye başlamıştı.
Kurtuluş Yolu okuyucuları çok iyi biliyor ki,
ABD Emperyalizmi ile Fethullahçılar arasından
su sızmıyor. ABD’nin Pensilvanya eyaletinde
137 dönüm içindeki 8 villalık malikânesinde,
CIA korumasında yaşamını sürdüren Fethullah
Gülen’in Afrika kıtasının birçok ülkesinde
okulları bulunmaktadır. Yerli ve yabancı Parababalarımız, bu okullar vasıtasıyla kıtayı ekonomik olarak sömürmektedir. Bu okullarda okuyan binlerce Afrikalı çocuk ve gençlerin kafaları dinle afyonlanmaktadır. Dahası “dünyanın
dümeninde” olan ABD’nin emperyalist ideolojisiyle endoktrine edilmektedir. Meseleyi biraz
açalım.
Hatırlıyorsanız Milliyetçi Hareket Partisi
(MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bir
ara “Cemaat faaliyetlerini askıya alsın” diye bir
çıkışı olmuştu. Buna en fazla tepki verenler de
Finans-Kapitalistler ve onların temsilcileri olmuştu.
Örnekler verelim: Türkiye İşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) Başkanı
Rızanur Meral, Türk okullarının, işadamlarıyla
bulundukları ülkelerin müteşebbisleri arasında
irtibat sağlama görevi de ifa ettiğini belirtmişti.
Bunun en çok ihracata fayda sağladığını kaydeden Meral, “2023 yılında yaklaşık 500 milyar
dolarlık ihracat hedefi belirlendi. Bu rakama
ulaşılması için Türk okulları binlerce ihracatçımıza büyük bir katkı sağlayacaktır.
Çünkü okullar hem bize hem de Türkiye’ye
büyük bir güç katıyor.” demişti. (Nasıl da asıl
“hizmetin” kendi çıkarları olduğunu itiraf ediyor.)
İkinci örnek İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Hikmet
Tanrıverdi’den. O da ihracatçıların yeni pazarlara açılmasında Türk okullarının olumlu rol oynadığına işaret ediyor. İhracatın son 10 yılda aldığı mesafede bu okulların sağladığı altyapının
büyük katkısı olduğunu belirten Tanrıverdi,
“Ayrıca hem bu okullardaki öğretmenler
hem de öğrencilerin bulundukları bölge ile ilgili tecrübelerini işadamlarımızla paylaşırken, bir nevi girişimcilerimizin nitelikli elemana ulaşması noktasında da destek veriyorlar. Bu açıdan ben Türk okullarının faaliyetlerini çok yerinde buluyorum.” şeklinde konuşuyor. Yani bu okullar sonuç olarak Parababalarının sınıf çıkarlarına hizmet ediyor. Bunu
kendileri belirtiyor.
Ankara Sanayi Odası Başkanı Nurettin Özdebir ise yurtdışındaki Türk okullarıyla ilgili şu
değerlendirmeyi yapıyor: “Ülkemizi bulundukları ülkelerde gayet güzel temsil ediyorlar. Türkiye adına lobi faaliyeti yapıyorlar.
Dış ilişkilerimizde ciddi bir açığı kapatıyorlar.” (Lobi faaliyetleri halkımızın çıkarları için
değil bir avuç Parababasının çıkarları için yapılıyor.)
Sonuç olarak bütün yerli Parababalarımız bu
okulları birer ticari ataşe gibi görüp, kendilerinin o ülkedeki gözü kulağı olduğunu belirtiyorlar.
İsterseniz bir de Parababalarının gözü kulağı olan, o kadar övdükleri Fethullah Gülen’in
Afrika’daki okullarının dökümüne bakalım.
2010 itibariyle 30 Afrika ülkesinde 60 okul var.
İşte bulabildiğimiz okul sayıları ve hangi ülkede oldukları: Fas 5, Moritanya 1, Mali 1, Nijer
1, Çad 1, Etiyopya 1, Sudan 2, Senegal 1, Gambiya 1, Gine Bissau 1, Gine 1, Burkina Faso 1,
Gana 1, Togo 1, Nijerya 4, Kamerun 1, Orta Afrika Cumhuriyeti 1, Kongo 1, Uganda 1, Kenya
4, Tanzanya 3, Malavi 1, Mozambik 1, Madagaskar 1, Güney Afrika 4, Benin 1, Liberya 1,
Fildişi Sahili 1, Angola 1.
Batılı eğitim sisteminin verildiği bu okullarda, Türkiye’de kendi okullarındaki sistem nasılsa aynı şekilde çalışıyorlar. Dini eğitim yine veriliyor. (Tabiî ki AB-D Emperyalistlerinin çıkarlarını ve sömürülerini devam ettirebilecekleri
şekilde). Bu okullarda özellikle öğretmen olarak
çalışanların CIA ajanları olduğunu da unutmayalım. Ülke yönetiminde söz sahibi olan birçok
kimsenin çocukları da bu okullarda eğitilmektedir. Örneğin Somali asıllı siyasetçi, Kenya Meclis Başkan Yardımcısı Farah Maalim kendi çocuklarının Türk okulunda öğrenim gördüğünü
belirtip Fethullah Gülen’in birçok kitabını okuduğunu ve fikirlerini desteklediğini de vurgulamış ve bu zatın kitaplarını bütün milletvekillerine dağıttığını söylemişti. (Gülenle ilgili internet
sitesi)
Emperyalistler ağlarını nasıl da örüyor…
Görüldüğü gibi emperyalistler kendi sınıf çıkarları için başta Türkiye olmak üzere, tüm İslam Âlemi için Ilımlı İslam Projesi’ni hayata
geçirmiş durumda. Tayyipgiller ve Fethullah’ın
uşaklığında emin adımlarla ilerliyorlar. Tabiî ki
başta İslam dinini de kullanarak.
Yazımızın başında Ramazan ayı dolayısıyla
insanlarımızın saf dini duygularının sömürüldüğünü söylemiştik. Tayyipgiller, Fethullahçı
NGO’lar, neredeyse tüm devlet kurumları, belediyeler, Modern ve Antika Parababalarının temsilcileri ve bilumum sözde hayır kurumlarımız
Somali başta olmak üzere Afrika ülkelerine çeşitli yardım kampanyaları düzenlediler bu süre
zarfında. Beş yıldızlı otellerde timsah gözyaşları dökerek yardımlar topladılar. Adına ise Sosyal Yardım, Allah Rızası İçin dediler. Aslında
bu da bir oyundu. Çünkü sosyal yardım oyunu,
bir yandan “Sivil” Ilımlı İslam ağlarının inşası
ve yaygınlaşması için gerekli. Böylece din bezirgânlığı daha etkili oluyor, halk içinde dinci
örgütlenme daha da güçleniyor. Bir yandan da,
din bezirgânlığı yoluyla, halkın saf dini duyguları sömürülerek söğüşlenmesi sağlanıyor. Böylece akan paracıklar Tefeci-Bezirgân Sermayeye yem oluyor. (Deniz Feneri olayını hatırlayınız. Şu tesadüfe bakın ki, Deniz Feneri Davası’ndan tutuklanmaların olduğu dönemde, Fethullahçı “Kimse Yok mu?” Derneği ve “İHH”
gibi sivil toplum kuruluşları bu dönemde sıkça
gündem edilerek halkımızın beynine kazınmaya
çalışıldı). Önümüzdeki günlerde halkımızdan
söğüşlenen büyük paraların miktarı ortaya çıkacaktır. İşte o zaman hayat yine bizi doğrulayacaktır.
Tüm bu yaşananlara rağmen yani yabancı
Parababaları ve onların yerli uşaklarının dini
kullanarak halkımızı sömürmelerine rağmen bu
durum sürgit devam edemez. Biz İşçi Sınıfı Bilimine inanıyoruz. Dolayısıyla bu gericilik rüzgârının yerini devrimci rüzgârların alacağına
inancımız tamdır. Yeter ki çalışan, emekçi halk
yığınlarımızı Kurtuluş Partisi saflarında örgütleyip Demokratik Halk İktidarını kurabilelim. İşte o zaman binbir parçaya bölünmüş halklar kardeşçe bir araya gelebilsin. İşte o zaman Che
Guevera’nın “Afrika Rüyası” gerçek olsun.
Fidel’in deyimiyle insanlık kocaman büyük bir
aile olabilsin.
Bursa’dan Bir Yoldaş
20
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Milli Eğitim’de neler oluyor?
P
roblemin kökleri epeyce geçmişe
gidiyor. Ulusal Kurtuluş Savaşı
ile kazanılan bağımsızlık ne yazık
ki kalıcı olamadı. Bilindiği gibi Türk
Ulusal Kurtuluş Savaşı, Burjuvazinin
devrimci barutunu bitirdiği, devrimden
(Proletaryanın Sosyalist Devrimlerinden) korktuğu emperyalizm çağında
burjuvazinin önderliğinde gerçekleşti.
Bu yüzden feodal sistemin sınıf ve tabakaları tam olarak tasfiye edilemedi.
Dolayısıyla devrimler çoğunlukla üstyapıda kaldı, altyapıda yani üretim ilişkilerinde Tefeci-Bezirgânlık ve toprak
ağalığı tam olarak tasfiye edilemedi.
Tersine bu sınıf ve tabakalarla hemen
ittifaka gidildi. Altyapı-üstyapı ilişkisinde son duruşmada altyapının belirleyici olduğunu, Marks Usta yaklaşık yüz
elli yıl önce tespit etmişti. Eğitimin bir
üstyapı kurumu olduğu dikkate alındığında bu determinizm hükmünü veriyor, üretim ilişkileri eğitimin yapısını
belirliyor. Türkiye’de Birinci Kurtuluştaki burjuva devrim altyapıda gerçek
bir değişim yapamadığı için, toprak sorununu çözemediği için yenilmeye
mahkûmdu, nitekim öyle de oldu. Finans-Kapitalistler, Antika çağ yadigârı
Tefeci-Bezirgân Sermaye ile canciğer
kuzu sarması olup devlet fideliğinde
palazlanarak “güneşin altındaki” yerlerini aldılar. Ve kısa sürede tahakkümlerini kurdular.
Türkiye ölçeğinde tahakkümlerini
kuran Finans-Kapital+Tefeci-Bezirgân
ittifakı dünya ölçeğinde kendisi gibi en
gerici, asalak sınıfla, yani ağababaları
uluslararası emperyalizmle ilişkiye
geçtiler. Onların yerli acentesi, uşağı
olmayı sınıfsal yapıları gereği gönüllü
olarak kabullendiler.
Kaldı ki Türkiye Cumhuriyeti’nin
bağımsızlık senedi sayılan Lozan’da
daha görüşmeler devam ederken İngiliz
temsilcisi Lord Curzon, İsmet
İnönü’ye; “Müzakerelerde sizden istediklerimizi alamıyoruz. Ama unutmayın, bugün reddettiklerinizi yarın
cebimizden çıkarıp önünüze koyacağız!” demişti.
Yine dönemin İngiliz New Conventional
gazetesi
de
Lozan
Anlaşması’ndan bir gün sonra şu yoruma yer vermişti: “Türkiye teoride bağımsız ülke oldu. Ancak sanayi ve ticarette yeteneksiz ve sermayeden
yoksun olan bu toplumu tanıyanlar
bilirler ki, bu bağımsızlığın ömrü çok
kısa olacak ve eski durum bir başkasının egemenliğinde geri gelecektir.”
Emperyalistlerin bu söyledikleri zaman içinde bir bir gerçekleşti. Bu “egemenlik”, Birinci Paylaşım Savaşı’na
kadar İngilizlerin elindeydi. Birinci
Paylaşım Savaşı sonrası süreçte İngilizler yerlerini kerte kerte ABD’lilere bıraktılar. ABD Emperyalizmi İkinci
Paylaşım Savaşı’ndan da aslan payını
kapıp çıkınca gereğini yapmaya başladı.
ABD Emperyalistleri, 1945 yılından başlayarak İkili Antlaşmalar’la,
Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlığını kazanan Türkiye’yi; iktisadi, askeri ve siyasi olarak kuşatarak hem altyapısını
hem de üstyapısını ele geçirmeye başladı.
Biz özellikle konumuz açısından ele
alacağımız ve 27 Aralık 1949’da imzalanan “Türkiye ABD Hükümetleri
Arasında Eğitim Komisyonu Kurulması Hakkındaki Antlaşma”ya değineceğiz. (Bu ikili antlaşmalar ile ilgili
ayrıntılı bilgiyi 27 Mayıs Politik Devrimi önderlerinden Milli Birlik Komitesi
(MBK) üyesi Hava Kurmay Albay
Haydar Tunçkanat’ın “İkili Antlaşmaların İçyüzü” kitabında bulabilirsiniz.)
Antlaşmanın beşinci maddesinde
komisyonun kuruluşu ile ilgili olarak,
“komisyon dördü TC vatandaşı dördü ABD vatandaşı olmak üzere sekiz
aza (üye)’dan müteşekkil bulunacaktır. Bunlara ilaveten ABD’nin Türkiye’deki diplomatik heyetinin başı
(Büyükelçi - Kurtuluş Yolu) komisyonun fahri başkanı olacaktır. Misyon
şefi komisyonda reylerin tesavisi
(eşitliği) halinde kati reyi verecek ve
komisyon başkanını tayin edecektir.”
deniliyordu. (Haydar Tunçkanat, İkili
Antlaşmaların İçyüzü, s. 36, Kaynak
Yayınları, 2006)
On maddeden oluşan antlaşmayla
ABD, Türkiye’de, “Birleşik Devletler
Eğitim Komisyonu” adı altında bir organ kurmaktadır. Bu Komisyon’un sekiz üyesinden dördü Amerikalı, dördü
de Türk olacaktır. Amerika’nın Türkiye’deki büyükelçisi bu Komisyonun
Fahri Başkanıdır. Oyların eşit olduğu
hallerde başkan oyunu kullanarak anlaşmazlığı çözecektir. Komisyon, her
türlü davranışından ABD Dışişleri Bakanlığına karşı sorumlu olacak, bütçesini orası vize edecek ve isterse Komisyon’un her husustaki kararlarını gözden geçirerek değiştirebilecektir. Komisyon, Amerika Birleşik Devletleri
Dışişleri Bakanının
ve Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi ile
elçilikte görevli iki
memurun kontrol ve
denetiminde olacak
ve yine Amerikalı
müdür ve yardımcılarını da antlaşmaya
göre Amerika Dışişleri Bakanı tayin edecektir.
Ne yazık ki, o gün
bu gündür Türk Milli
Eğitimi ABD Emperyalistlerinin kontrolünde ve ABD Emperyalizmine hizmet
etmek amacıyla planlanıp programlanmıştır. Bilim her şeyden önce olayları
oldukları gibi görmek ve tarihsel süreçleri içerisinde değerlendirmek demektir. Dolayısıyla bugünün eğitim sorunlarından söz edeceksek onu geçmişiyle
birlikte ele almak, tüm sınıf ilişki ve çelişkileriyle açıklamak durumundayız.
Türkiye’de eğitim konu edildiğinde, 1949 yılında yapılan bu antlaşma
milat olarak kabul edilmelidir. Dönem
dikkatle incelendiğinde, bugün haklı
olarak övgüyle andığımız ve on iki yıl
gibi kısa bir sürede adeta eğitimde devrim niteliği taşıyan çalışmalar yapan
Köy Enstitülerinin kapatılması da bu
tarihlere denk düşmektedir. Ne ilginç
tesadüf değil mi?..
27 Mayıs Politik Devrimi sonrası
bu durumu aşmak için girişimler olmuşsa da, başka alanlarda olduğu gibi,
kalıcı sonuçlar elde edilememiş, geçici
bazı uygulamalara gidilmiştir.
1990’lı yıllarda dünyadaki karşıdevrimci, gerici gelişmelere paralel
(Sovyetler Birliği’nin yıkılması vb.),
Türkiye’de de benzer gerici süreçler izlemiştir. Bu dönemde, “köpeksiz köyde değneksiz gezmek” misali, emperyalistler ve onların yerli uşakları, başta
İşçi Sınıfımız gelmek üzere halklarımızın yüzyıldır elde ettiği kazanımlara
göz dikmişlerdir. Özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma sonucu
Kurtuluş Savaşı sonrası çok zor koşullarda kurulan Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) Parababalarına bazen arazisi
fiyatına, bazen yok pahasına peşkeş çekilmiştir.
Bu dönemde, İkinci Emperyalist
Paylaşım Savaşı sonucu ortaya çıkan
Sosyal Devlet ortadan kaldırılarak; eğitim, sağlık, sosyal hizmetler yerli ve
yabancı Parababalarının sömürü, soygun ve talanına açık hale getirilmiştir.
Kaldı ki ABD-AB Emperyalistleri, sosyal devleti, İkinci Paylaşım Savaşı sonrası yükselen Sosyalizme karşı bir bent
olarak öne sürmek zorunda kalmışlardı.
1990’lı yıllardan sonra sosyalizm kendileri için yakın tehlike olmaktan çıktığı için yetmiş yılın gönüllerince soygun
ve sömürü yapamama hırsı, öfkesi ile
saldırdılar sosyal devlete ve onun kazanımlarına…
Bu gerici gidişe, ülkemizde 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilen Faşist darbenin yaptıkları da eklenince, yerli ve
yabancı Parababaları için bekledikleri
fırsat ortaya çıkmıştı. ABD’nin “bizim
oğlan”lar dediği Evrengillerle başlayan
süreç, Özal ve Çiller’le devam ederek
Tayyipgiller’le zirve noktasına ulaşacaktı.
1980’li yılların sonlarına doğru
yüksek öğretimdeki paralı eğitime tepkiler üzerine dönemin başbakanı Özal;
bana yılda bin üniversite mezunu yeter,
diğerleri okulculuk oynasınlar; devlet
halk çocuklarını okutmak zorunda değil, anlamında açıklamalarda bulunmuştu. Parababaları ve onların hükü-
metleri bu amaçlarına -eğitimi aşama
aşama paralı hale getirme amaçlarınada ulaşmaktadırlar. Yıldan yıla üniversite eğitimi, hatta ilk ve orta öğretim
paralı hale getirildi. Eğitimin müfredatı
ve içeriği hızla gericileştirildi. Tayyipgiller’le birlikte Ortaçağcı, Şeriatçı düşünceler eğitime hâkim hale getirilmeye başlandı. Binlerce imam camilerden
alınarak bakanlık birimlerine ve okullara öğretmen/yönetici olarak atandı.
Eğitim hızla laik yapısından ve bilimden arındırıldı, içi metafizik düşüncelerle, hurafelerle doldurularak halk
meczuplaştırılmaya, tepkisizleştirilmeye, kullaştırılmaya başlandı.
Tayyipgiller’in köklerinin, Sümer
Damgar (Bezirgân) ve Tefecilerine kadar gittiğini biliyoruz. Tefeci-Bezirgân
sınıf yapısı gereği üretimde yer almıyor, ancak üretilene çeşitli biçimlerde
ortak oluyor, el koyuyor. Dolayısıyla
bu sınıf asalak, hazır yiyici bir sınıf ve
bu özelliğini devam ettirebilmek, halkları kandırmak için yapamayacağı hile,
entrika, sahtekârlık yoktur ve olmamıştır. Tarih bunun örnekleriyle doludur.
Bu konumu onu; halkı aldatma, sömürme, hile ve yöntemlerinde de ustalaştırmıştır. Tefeci-Bezirgân sınıfta çok ince
hile ve kandırma taktiklerinin bini bin
paradır. Bu asalak sınıfın günümüzdeki
hileleri sürgit devam etmektedir Tayyipgiller örneğinde yaşadığımız gibi…
Konumuz açısından ele aldığımızda
Tayyipgiller iktidarında bu hileler şöyle
bir seyir izlemiştir: Önce ANAP kökenli Erkan Mumcu ve sonrasında DYP
kökenli, göreceli liberal Köksal Toptan
bakan olarak atanmış, yavaş yavaş intihalci/bilim hırsızı Ömer Dinçer’e gelinmiştir.
“Milli Eğitim Bakanlığına, bu
makamın yeni dönemde en çok tartışılmasına neden olabilecek isimlerden biri getirildi. İntihal yaptığı
mahkeme kararıyla kesinleşen, ancak yürürlükteki yasalar yok sayılarak YÖK tarafından 23 Aralık
2010’da cezası kaldırılan, laikliğe
ilişkin 1995 konuşması günlerce tartışılan son olarak Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı sırasında ölen
madencilerin acı çekmeden öldüklerini anlatmak amacıyla “güzel öldüler” dediği için manşetlere çıkan
Ömer Dinçer, imet Çubukçu’dan
boşalan koltuğa Milli Eğitim Bakanı
olarak oturtuldu.” (6 Temmuz 2011,
Gazeteler)
Kimdi Ömer Dinçer?
Ömer Dinçer’in 1995’te Sivas’taki
bir sempozyuma sunduğu tebliğde şunları söylediği ortaya çıkmıştı:
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti
kurulduğu sırada ortaya atılan Cumhuriyet ilkesinin zayıfladığını ve işlevini kaybettiğini görüyoruz. Halk
için ve halk adına yönetim diye tabir
edilen Cumhuriyet kavramının aslında artık bizim için çok fazla bir mana ifade etmediğini söylememiz de
mümkündür. Türkiye’de Cumhuriyet ilkesinin, yerini katılımcı bir yönetime devretmesi gerektiği ve nihayet laiklik ilkesinin yerinin İslam ile
bütünleşmesinin gerekli olduğu kanaatini taşıyorum. Böylece Türkiye
Cumhuriyeti’nin başlangıçta ortaya
koyduğu bütün temel ilkelerin laiklik, cumhuriyet ve milliyetçilik gibi
birçok temel ilkenin yerine; daha çok
katılımcı, daha ademi merkezi, daha
Müslüman bir yapıya devretmesi sorumluluğu ve artık bunun zamanının
geldiği düşüncesini taşıyorum.” (Milliyet, 23 Aralık 2003)
Ömer Dinçer, Cumhuriyet düşmanı,
laiklik ve dolayısıyla bilim düşmanı bir
mürteciden başkası değildir. Pardon!..
Bu meziyetlerine bir de iyi bir intihalci/bilim hırsızı olduğunu eklemeliyiz.
Milli Eğitim Bakanı Dinçer, hakkında 2005 yılında YÖK’ün verdiği öğretim üyeliğinden çıkarılma kararını
yargıya taşımış, bunun sonucunda Dinçer’in temyiz istemi reddedilerek mahkeme kararıyla intihal suçu kesinleşmişti. YÖK’ün 5 yıl sonra bu konuda
hiçbir yargı süreci işlememiş gibi Dinçer’i aklaması, Ankara 1. İdare Mahkemesinin kesinleşen kararıyla da çelişti.
Ayrıca Yükseköğretim Kurumları Yönetici, Öğretim Elemanı ve Memurları
Disiplin Yönetmeliğinin, “Madde 47 (Değişik fıkra: 18/9/1996-22761) Disiplin amirleri veya disiplin kurulları
tarafından verilen disiplin cezalarına
karşı itiraz bir üst disiplin amirine
veya disiplin kurullarına yapılabilir”
hükmüne rağmen, YÖK’ün bu hükmü
hiçe sayarak Dinçer’in yaptığı itiraz
başvurusunu 5 yıl sonra kabul etmesi
de Milli Eğitim’in hangi ellere teslim
edildiğinin göstergesi olmuştur.
Bu Ömer Dinçer, 2011-2012 Eğitim-Öğretim yılı başında yaptığı açıklamayla Türk eğitimine, öğretmenlerine
yeni saldırı ve soygunlarının sinyalini
verdi;
“Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer, öğretmenlerin artık yazın 3 ay
tatil yapmayacaklarını belirterek
“İhtiyaç duydukları kadar tatil için
zaman ayıracağız. Ama onun dışında
bir eğitim programı uygulayacağız”
dedi. TRT Haber’e konuşan Dinçer,
öğretmenleri, bütün masrafları bakanlığın karşılayacağı bir eğitimden
geçireceklerini dile getirerek “En az
bir ay süre ile öğretmenlerimizi eğitime tabi tutacağız. Bunu her öğretmeni değişik illere, tatil beldelerine taşıyarak yapmayacağız. Herkesin kendi
ilinde, ilçesinde olacak” ifadelerini
kullandı. (18 Eylül 2011 tarihli gazeteler)
Öğretmen düşmanı “hırsız” Bakan
ne diyor?
Öğretmenler 3 ay tatil yapamaya-
Raporda, OECD’nin geçtiğimiz ay
açıkladığı “Bir Bakışta Eğitim Raporu 2011” belgesinden yararlanılırken,
ülkelere göre öğretmenlerin toplam zorunlu çalışma saatleri (yıllık bazda)
karşılaştırıldığında, öğretmenlerin az
çalıştığı yönündeki iddiaların ne kadar
gerçek dışı olduğu ortaya çıkıyor. Verilen rakamlara göre Türkiye’de öğretmenler, yıllık ortalama 1808 saatlik çalışma saati ile OECD ortalaması olan
1663’ün yaklaşık 150 saat üzerine çıkarken, birçok ülkeyi de geride bırakıyor. Verilen istatistiğe göre öğretmenler, örneğin İspanya’da 1425, Çek
Cumhuriyeti’nde 1664, Şili’de 1760,
Portekiz’de 1464 saat çalışıyor. Raporda, Türkiye’de öğretmenlerin OECD
ortalamasından her yıl 145 saat daha
fazla çalışmakta olduğu, söz konusu
fazla çalışmaya karşılık olarak ise ücretlerin çok düşük olduğu belirtiliyor.
Burada bir konuya daha açıklık getirelim; Öğretmenler sadece derse mi
giriyor? Yani bu okuldaki çalışma
dışında başka çalışması yok mu öğretmenlerin?
MEB’in bir diğer aldatmacası da
burada karşımıza çıkıyor.
MEB, Türkiye’de öğretmenlerin sadece girdiği ders saati üzerinden iş yüklerine ilişkin değerlendirmelerde bulunuyor. Öğretmenlerin “çalışma saati”
ile girdiği “ders saati” arasındaki farklılığa dikkat çekmek istiyoruz. Öğretmenler girdiği derslerin yanında ders
hazırlığı, sınavlar için hazırlık yapılması, sınav kâğıtlarının hazırlanması ve
okunması, öğrencilere danışmanlık, velilerle görüşme, okulla ilgili genel görevler ve personel toplantısı gibi faaliyetleri de yapıyor.
Tayyipgiller’in ve Ömer Dinçer’in
ellerinde, üstlerinde, başlarında, her
yerlerinde, ataması yapılmadığı için canına kıyan 27 öğretmenimizin kanı var.
Halkımıza, öğretmenlerimize bunun
hesabını vermeleri gerekirken yedikleri
herzelere bakın. İntihalci Bakanın bizzat
kendi
açıklamasına
göre,
Türkiye’de 160 bin öğretmen açığı var.
Gerçekte ise ülkemizde bugün itibariyle, bilimsel normlar temel alındığında,
300 bini aşkın öğretmene ihtiyaç var.
Bu büyük öğretmen açığı ortada dururken, ataması yapılmayan 400 bin öğretmenimiz Tayyipgiller Hükümeti tarafından açlığa ve işsizliğe mahkûm edilmektedir. Durum bu kadar acil ve can
yakıcı iken bakandan eğitim adına
olumlu bir davranış beklemek mümkün
müdür? Ya da böyle bir hükümetten ve
onun bakanından eğitim adına olumlu
herhangi bir davranış beklenebilir mi?
Elbette ki hayır!..
Tabiî daha sonra anlaşıldı vehbinin
kerrakesi… Tüm o açıklamaların, zemin hazırlamaların nedeni Meclisten
kaçırılarak alelacele çıkarılan KHK’de
ortaya çıktı.
Kanun Hükmünde
Kararname ile ne
yapılmak isteniyor?
Ömer Dinçer
caklar.
Bakan Dinçer gericilik, şeriatçılık,
intihalcilik/hırsızlık meziyetlerine(!)
bir de yalancılık ekliyor, öğretmenlere
iftira atıyor. Öğretmenleri demagoji ve
yalanlarla halkın gözünde küçük düşürmek istiyor. Önce bir düzeltme yapalım; öğretmenler 3 ay değil 1,5-2 ay civarında tatil yapıyorlar. Ömer
Dinçer’in bunu bilmemesi mümkün
mü?
Asla.
Peki, bunu söylemesindeki amaç
ne?
Açıklayalım; yukarıda Tayyipgiller
için halkı kandırma, hile, entrika ustası
demiştik. Bakanın bu açıklaması, bu
düşüncemizi bir kez daha doğruluyor.
Kara halk yığınlarını öğretmenlerimize
karşı kışkırtıyor. Yapacağı saldırılara
kamuoyu-halk desteği bulmaya, zemin
hazırlamaya çalışıyor.
Eğitim Sen’in 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü dolayısıyla hazırladığı rapor, Ömer Dinçer’in iddialarının aksine, Türkiye’de öğretmenlerin çok çalışıp az kazandığını ortaya koyuyor.
Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat
Ve Görevleri Hakkında Kanun adı altında Millî Eğitim Bakanlığının yeniden yapılandırılması amacıyla bir Kanun Hükmünde Kararname çıkarılmıştır. Kararname 6/4/2011 Bakanlar Kurulunca 25/8/2011 tarihinde kararlaştırılmıştır.
“Bakanlık merkez teşkilatında;
Müsteşar, Müsteşar Yardımcısı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkan ve
Üyesi, Genel Müdür, Rehberlik ve
Denetim Başkanı, Strateji Geliştirme
Başkanı, Bakanlık Müşaviri, I. Hukuk Müşaviri, Grup Başkanı, Basın
ve Halkla İlişkiler Müşaviri, Özel
Kalem Müdürü, Millî Eğitim Uzmanı, Hukuk Müşaviri ve Millî Eğitim
Uzman Yardımcısı kadrolarına atananlar, kadroları karşılık gösterilmek suretiyle, 657 sayılı Kanun ve
diğer kanunların sözleşmeli personel
çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın sözleşmeli olarak
çalıştırılabilir.
“Bu şekilde çalıştırılacak personele, bu Kanun Hükmünde Kararnameye ekli (II) sayılı cetvelde unvanlar itibarıyla yer alan taban ve tavan
ücretleri arasında kalmak üzere, Bakanın onayı ile belirlenecek tutarda
aylık brüt sözleşme ücreti ödenir. Söz
konusu personele çalıştıkları günlerle orantılı olarak, hastalık ve yıllık
izinler dâhil, Ocak, isan, Temmuz
ve Ekim aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarında ikramiye ödenir.
Bunlardan üstün gayret ve çalışmaları sonucunda emsallerine göre başarılı çalışmalar yaptıkları tespit edilenlere (Tayyipgillere hizmette kusur
etmeyenlere olarak okunabilir - Kurtuluş Yolu), Bakanın onayı ile Haziran
ve Aralık aylarında birer aylık sözleşme ücreti tutarına kadar teşvik ikramiyesi ödenebilir. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usûl ve esaslar ile
bu fıkra kapsamındaki personele yapılacak diğer ödemeler Bakanlar Kurulunca belirlenir.” denilerek, Bakanlık merkez üst düzey yöneticilerini sözleşmeli yapıyor. Ve bu yöneticiler de 6
aylık maaşının tutarına kadar ikramiye
ile yemlenmek isteniyorlar!..
Peki, bunu yapmaktaki amaçları nedir?
Bizce göze çarpan en önemli üç
amaç;
* Yukarıda açıkladığımız gibi bu
alanı Parababalarının soygun ve sömürüsüne açmak,
* Bizzat Tayyip’in ağzına sakız ettiği Erzurum Milli Eğitim Müdürü Fevzi
Budak’ın 13 defa görevden alınması ve
yargı kararıyla görevine dönmesi gibi
uygulamaları ortadan kaldırılarak, yargının yine Tayyip’in söylediği gibi
“ayak bağı” olmasına son vermek,
* Bu kadrolara bir dediklerini iki etmeyen emir kulu, parti militanı gibi hareket edecek şeriatçıları atamak, şeriatçı yandaşlarına ikbal kapısı açmaktır.
İlgili Kanun Hükmünde Kararnamedeki açıklamadan da anlaşılacağı üzere bu
kadroların ücretleri çok daha yüksek tutulacaktır.
Arapça Seçmeli Ders
olarak İlköğretime kadar
indi
Milli Eğitim Bakanlığı, ilk kez geçtiğimiz yıl liselerde seçmeli ders olarak
okutulmaya başlanan Arapçanın önümüzdeki yıl, yani 2012-2013 yılından
itibaren 4’üncü ve 5’inci sınıflara,
2013-2014 eğitim/öğretim yılından itibaren ise 6, 7 ve 8’inci sınıflara okutulabilmesi için çalışma başlattı.
Milli Eğitim Bakanlığının 24 Mart
2010 tarihli yazısı üzerine Bakanlar
Kurulunun 8 Nisan 2010 tarihinde aldığı kararla, Arapça dili liselerde seçmeli
dil haline getirilmişti. 2002 seçimleri
sonucunda iktidara gelen Tayyipgiller,
Milli Eğitimde başlattığı özelleştirme
ve şeriatçılaştırma projesine bugün hızlı bir şekilde devam etmektedir. Okullarda verilen İngilizce, Fransızca ve Almanca derslerini okutacak branş öğretmeni bulamayan Milli Eğitim Bakanlığının, Arapça öğretmeni bulmak amacıyla hangi kadrolara başvuracağını anlamak zor değildir. Diyanet İşleri Başkanlığında görevli imamları öğretmen/yönetici yapan anlayışın, Arapça
öğretmeni ataması konusunda zorlanmayacağı açıktır. Bu amaçla kimle işbirliği yapacaklarını da şöyle açıklamışlardır:
“Arapça dersinin programını
oluşturmak üzere Talim ve Terbiye
Kurulu Başkanlığı koordinesinde
Din Öğretimi Genel Müdürlüğünde
kurulacak olan Program Geliştirme
Komisyonu ile birlikte veya koordineli
(italikler bizim - Kurtuluş Yolu) olarak
ortaöğretim kurumlarının 9, 10, 11
ve 12. sınıflarında yabancı dil dersi
olarak okutulacak Arapça dersi öğretim programının eğitimdeki yeni
yaklaşımlar ve stratejiler doğrultusunda hazırlanacak.” (Talim Terbiye
Kurulu Başkanı Merdan Tufan’ın açıklaması, http://gundem.milliyet.com.tr,
03.10.2011)
Cami İmamları EğitimÖğretimde doğrudan
devreye sokuluyor
Diyanetten binlerce kadroyu Milli
Eğitime öğretmen/yönetici atamaları,
seçmeli Arapça dersini koymaları yetmezmiş gibi bir de mahalle ve köylerdeki cami imamları devreye sokuluyor.
MEB Aşamalı Devamsızlık Yönetimi
(ADEY) sistemi adı altında bir proje
oluşturuyor. UNICEF ve AB’nin desteklediği projede, Anne Çocuk Eğitim
Vakfı (AÇEV)’den de katkı alınıyor.
Destekleyenlerden ve parayı verenlerden de anlaşılacağına göre, projenin bir
“sivil örümcek” projesi olduğu ortaya
21
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
çıkıyor. MEB, bu projenin uygulamasını içeren
bir genelge ile bir de kılavuz yayınlıyor.
MEB’in yayınladığı 2011/47 nolu Genelgede
gerekçe şöyle ifade ediliyor:
“İlköğretim çağındaki çocukların okula
devamları ve okulu zamanında diploma alarak tamamlamaları Anayasa ve Çocuk Hakları Sözleşmesi ile güvence altına alınmıştır.
Bu doğrultuda 1739 sayılı Milli Eğitim Temel
Kanunu, 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinde okula erişim ve devamın sağlanmasında, uygulamaya ilişkin düzenlemeler yapılmıştır.”
“Bu kılavuz Avrupa Birliği tarafından finanse edilmiştir” alt başlığının yer aldığı Kılavuzda, okullarda devamsızlık ve diğer riskli durumları tespit etmek ve çözüm üretmek amacıyla Risk Takip Kurulu (RİTA) oluşturuluyor. İşte
ne oluyorsa burada oluyor: Öğrencilerin devamsızlık ve riskli durumlarla ilgili olarak velilerle
görüşmek için ihtiyaç duyulursa cami imamlarının da RİTA’ya katılacağı belirtiliyor.
Kurtuluş Partili Eğitim Emekçileri olarak,
eğitim sorunlarının devasa boyutlara ulaştığını
biliyoruz. Çocuklarımız için belli başlı riskler;
öğrenci devamsızlıkları, başarısızlıkları, hızla
yaygınlaşan ve ilköğretim okullarına kadar inen
madde kullanımı, suçlu çocuklar, okul çeteleri,
açlık, yoksulluk…
Tüm bu riskler, yaşananlar bir sonuç, çocuk-
larımız bu riskli, travmatik yaşantılarla karşı karşıya nasıl, neden ve nereden geldi, onlara bu yaşamı kim yaşanmaz hale
getirdi?
Bu çocuklar doğuştan
suçlu, problemli olamayacaklarına göre!.. Gelmiş geçmiş tüm Parababaları hükümetleri, bir
avuç vurguncu TefeciBezirgân ve Finans-Kapital diktatörlüğü bu duruma getirdi çocuklarımızı.
Eğitim biliminin en
temel unsurlarından bir
tanesi Maslow’un ihtiyaçlar piramididir. Bunu
Bay Dinçer’in bilmemesi
mümkün değildir.
Görüldüğü üzere Piramidin en altında, insanların yaşamlarını devam
ettirebilmeleri için zorunlu olan birincil ihtiyaçlar dediğimiz, Fizyolojik İhtiyaçlar yer almaktadır. Sırasıyla ikincil
ihtiyaçlar Güvenlik İhtiyaçları, üçüncü Ait
Olma ve Sevgi İhtiyaçları, dördüncü Değer
İhtiyaçları ve beşinci ise Kendini Gerçekleştirme İhtiyaçlarıdır. Dolayısıyla çocukların bi-
Din(i)dar mısınız?
Din, genellikle doğaüstü, kutsal ve ahlâkî
öğeler taşıyan, çeşitli ayin, uygulama, değer ve
kurumlara sahip inançlar ve ibadetler bütünüdür. Zaman zaman inanç sözcüğünün yerine
kullanıldığı gibi, bazen de inanç sözcüğü din
sözcüğünün yerinde kullanılır. Dinler tarihine
bakıldığında, birçok farklı kültür, topluluk ve
bireyde din kavramının farklı biçimlere sahip
olduğu görülür. Arapça kökenli bir sözcük olan
din sözcüğü, köken itibariyle yol, hüküm, mükâfat gibi anlamlara sahiptir.
Sizi gidi takiyyeci ikiyüzlüler sizi. Sizler bu
tanımlamanın neresindesiniz?
Ahlâkî öğelerden başlayalım. Din denilince
sizler, kendinizi Müslüman, Muhammedi yani
Kur’ani diye tanımlıyorsunuz. Yani halkımızın
inançlarına uygun insanlarmış gibi görünmektesiniz. İlk bakışta, yaptığınız takiyyeyi kamufle
etmekte, ustalarınız gibi gerçek yüzünüzü, amacınızı gizlemekte, halkları oy davarı gibi kullanmakta, dini uyuşturucu olarak kullanmakta bayağı başarılısınız. Kürsülerden de bu yönde halkımızı mesaj bombardımanına tutmaktasınız satılmış medya ve yandaş medya vasıtası ile. Kutsal değerler bakımından kendinizi bu yönde halka oldukça başarılı pazarlamaktasınız. Sizin gibi gösterişte Müslim olanlara İslamın kitabı
Kur’an bakın ne demektedir?
“Ya eyyuhen nasu inne vadallahi hakkun
fe la tegurrennekumul hayatud dünya ve la
yegurrennekum billahil garuru.
“(...) Ey insanlar! Allah’ın vaadi haktır
doğrudur. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın. Hilekâr insanlar ve şeytan da Allah’ı öne
sürerek Allah adına sizi kandırmasın.” diyor
Fatır suresi 5. ayette.
Bu çerçevede Tayyipgiller ve Pensilvanya’daki sözde İslami tarikat lideri İblis Fethullah alçakları ve şürekâsı, soruyorum size!
Öldüğünde, zırhı borcu karşılığı bir Yahudi
bezirgânda rehin olan Peygamberden daha mı
değerlisiniz ki, Müslüman halklar işsizlik ve hayat pahalılığı cehenneminde boğulurken saltanat içinde yüzüyorsunuz? Peygamber istese
acaba sizden daha şatafatlı, krallara layık bir hayat yaşayamaz mıydı? Keza Dört Halife tek bir
yetimden, yoksuldan kendilerini sorumlu bilip
gece gündüz durmadan, duraksamadan halkı
adına, hak ve adalet adına çalışmak, didinmek
yerine isteseler saltanat süremezler miydi?
Bakın yine ne diyor inandığınızı söylediğiniz Kur’an…
“Onlar Allah’ın ahdini yerine getirirler
ve verdikleri kesin sözü bozmazlar. Ve onlar
Allah’ın ulaştırılmasını emrettiği şeye ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer kötü
hesaptan korkarlar. Ve onlar Rablerinin hoşnutluğunu isteyerek sabrederler namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler ve
kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu dünyanın güzel sonucu ahret mutluluğu onlar
içindir.” (Rad Suresi, 20-22 ayet.)
Wikileaks belgeleri sonucu ortaya çıktığı gibi, sekiz on milyar doları halktan çalıp çırpıp
hortumlayın, İsviçre bankalarına, ecnebi kâfir
memleketine uçurun, demiyor.
Tüyü bitmemiş yetimin hakkını gasp edin,
demiyor.
Ülke ve halkın zararına devlet malını haraç
mezat, rüşvetlerle satıp savurun, yandaşlara
peşkeş çekin, demiyor.
İnsanları aptal yerine koyarak gözlerinin içine baka baka yalan konuşun, takiyye yapın, demiyor.
Ne diyor?
Kötü hesaptan korkarlar, diyor. Halkın hoşnutluğunu isteyerek sabrederler, diyor. İbadeti
gizli ve doğru yaparlar, diyor.
Keza, açık ve gizli infak ederler, kötülüğü
iyilikle savarlar, deniliyor.
Bakın yine Tevbe süresi 101’inci ayette ne
diyor ikiyüzlü davranan sizin gibi münafıklara:
“(…) Çevrenizdeki bedeviler içinde ikiyüzlüler ve Medineliler içinde de ikiyüzlülükte direnenler vardır. Onları siz değil ancak
biz biliriz. Kendilerine iki defa azap edeceğiz,
onlar sonra da büyük bir azaba uğratılırlar”,
diyor.
Buradan yırttınız(!) İkiyüzlüsünüz, ikiyüzlülükte direniyorsunuz da ama Medineli ve Bedevi değilsiniz(!)
Türkiye’de; “Hem laik, hem Müslüman
olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik.
İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma
yapar. Mümkün değil ikisi bir arada olamaz.” diyorsun.
“Türkiye kendisine din olarak Kemalizmi almış, başka hiçbir dine hayat hakkı
tanımayarak kitlelere zorla dikte ettirmiştir. Oysa en üst belirleyici İslam’ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” diyorsun.
“Tutturmuşlar laiklik elden gidiyor
diye. Yahu millet istedikten sonra laiklik
tabiî elden gidecek.” diyorsun.
Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta ise halka
hitaben laiklik övgüleri yapıyorsun...
Kaldı ki, tıpkı sizin, Amerikan Emperyalizminin “Yeşil Kuşak Projesi” çerçevesinde,
onlarca yıl süren sinsi çalışmalarla, cuntalar
eliyle kerte kerte iktidara getirilişiniz gibi, Müslüman Kardeşler örgütü de bu topraklarda yani
Kuzey Afrika ülkelerinde iktidara getirildi.
Bu ülkelerdeki bir kısım devrimci aydın
gençliğin, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının,
emperyalizme karşı başarıya ulaştırdıkları Ulusal Kurtuluş Savaşı’mıza ve birinci milli demokratik devrimimize olan saygılarından ve senin
göstermelik de olsa, danışıklı da olsa İsrail’e
“one munite” çıkışlarından dolayı, Türkiye’ye
ve Türkiye’nin başbakanı olarak sana sempati
duymaktadırlar. Oysa sen, aynı dönemde, İsrail’i de koruma kalkanı içine alacak Füze Savunma Sisteminin ilk adımı olan Radar Üssünü
Malatya’ya kurduruyorsun.
Türkiye Halkları yetmedi oradaki masum
halkların kanına giriyorsun, emir aldığın, uşaklığını yaptığın emperyalistlerin çıkarları için…
Yani iki yüzlülük yapmaya devam ediyorsun.
“Ne alakası var? İsrail, NATO ülkesi mi ki
bu radar üssünden faydalanacak?” diyorsun bir
basın toplantısında sorulan soruya. Aynı gün
ABD dışişlerinden, hem de en yetkili ağızlardan
yalanlanıyorsun. Direkt Obama alçağı bile yalanlıyor seni.
Şimdi söyle, hanginiz yalancı, hanginiz sahtekâr... Emrinde gık demediğin diyemediğin
yaçlarını karşılamak yerine, onların beyinlerini Ortaçağ hurafeleri ile doldurmakta, yetmedi kendi Şeriatçı militanları
haline getirdiği imamları da eğitimin bileşenleri içine katarak soygun, sömürü ve
vurgun peşinde koşmakta ve halkımızı
Allah ile aldatmaktadırlar.
Kişisel Tatmin,
Ancak ne yaparlarsa yapsınlar, TariKişisel Başarı,
5- Kendini Gerçekleştirme İhtiyaçları hin gidişini geriye çeviremeyeceklerdir.
Kişinin Potansiyelini
Tarih hükmünü vermiştir: Gelecek, ülkeOrtaya Çıkarması
mizi ve dünyayı cehenneme çeviren emperyalizm ve onun pis kenefi faşizmin olPrestij, BaşarıYeterli Olmak ve
4- Diğer İhtiyaçlar mayacaktır!..
Başkalarınca Benimsenip Tanınmak
Gelecek, halklarımıza dünyamızı cennete çevirecek, insanın insanı ezemeyeBaşkaları ile İlişki Kurmak,
3- Ait Olma ve Sevgi İhtiyaçları ceği, horlayıp aşağılayamayacağı, tüm insanlığın tek bir aile gibi yaşayacağı yüce
Kabul Edilmek ve bir yere ait olmak
Sosyalizmin olacaktır!..
Kendini, Ailesini, Toplumu Güven ve
Halklarımız, başta İşçi Sınıfımız gel2- Güvenlik İhtiyaçları
Emniyet İçinde ve Tehlikeden Uzak Hissetmek
mek üzere, üretmen köylülüğümüz, esnafımız, Genç Türk gelenekli yıldırılamaz
efes Alma, Yeme, İçme, Uyuma, Sevişme
1- Fizyolojik İhtiyaçlar sivil-asker gençliğimiz, aydınlarımız ile
el ele vererek, bu yüce davayı başaracaktır.
Bu yüce davanın öncü, derleyici gürincil temel ihtiyaçları karşılanamaz ise ikincil, mektedir, onların midelerine sıcak bir çorba, gücü; Usta’mız HİKMET Kıvılcımlı’nın düşünceüçüncül, dördüncül ve beşincil ihtiyaçlar onlar venle yaşayabilecekleri bir ev ve güvenli öğre- si-davranışı rehberliğinde Partimiz-Halkın Kuriçin hiçbir anlam ifade etmemektedir. Yani önce nim görecekleri bina, derslik ihtiyaçlarının ön- tuluş Partisi olacaktır.
onların karnının doyması ve başlarını güvenle celikli olarak karşılanması gerekmektedir.
Ne mutlu Kurtuluş Partisi saflarında dövüşenlere!..
koyacakları sıcak bir yastığa ihtiyaçları var. ÇoYığınla sorun varken, Tayyipgiller, halkımıcuklarımıza öncelikle bunun sağlanması gerek-
zın ve onların çocuklarının temel-öncelikli ihti-
Amerikan Emperyalizmi mi, sen mi?..
Dünyanın hayranlık duyduğu Birinci Ulusal
Kurtuluş Savaşı Önderimize “ölmüş inek” diyecek kadar da ileri gitmiş, gerçek yüzünü gizleyememiş bir kişisin.
“Türkiye’nin yarınında artık Kemalizme
ve Kemalizm benzeri rejimlere yer yoktur.
Kemalizmin yeniden kendini üretmesi söz
konusu değildir. Bizim için en üst belirleyici,
İslam’ın ilkeleridir. Her şey ona göre belirlenir.” diyorsun.
Oysa kuzey Afrika ülkelerinde Birinci Kurtuluş Savaşı’nın, Birinci Milli Demokratik Devrimimizin kazanımı olan Laiklikten övgü ile ve
bu devrimin önderi Mustafa Kemal’den de övgüyle bahsediyorsun. Utanmadan, sıkılmadan…
Burada Kemalizmden kastın da, Cumhuriyet. Ama Ortadoğu ülkeleri halklarına seslenirken kürsülerde ağababalarından aldığın emir
doğrultusunda, burjuva demokrasisinden, cumhuriyetten dem vurup tavsiyelerde bulunuyorsun. Yani ikiyüzlü davranmaya devam ediyorsun…
Türkiye’de “Demokrasi bir tramvaydır,
gideceğiniz yere kadar gider orada inersiniz.” diyorsun, Birleşmiş Milletler kürsüsünden
tüm dünya önünde, tüm dünya halklarına demokrasi dersi verdiğini sanıyorsun.
Bakın yine halkımızı Allah ile kandırdığınız
Müslümandır, dindardır. Davranışı eksik olan
ise eksik Müslüman’dır. Fısk daha çok yaptığı
işlerle ilgili bir kavramdır. Fasık, kişinin dinin
emir ve yasaklarını hafife alacak derecede kötülüklere dalar, gizlenemeyecek şekilde kötülüğe
düşmesidir. Böyle bir kimse İslam dinine göre
kâfir olur. İmam hatip lisesi mezunu olarak dindar olduğunu iddia eden bir kişi olarak biliyorsundur bunları.
“Allah din konusunda sizinle savaşmayan
ve sizi yurdunuzdan çıkarmayan kimselere
iyilik etmenizi ve değer vermenizi yasaklamaz. Allah değer bilenleri sever. Allah sadece
sizinle savaşmış, sizi yurdunuzdan çıkarmış
ve çıkarılmanıza destek vermiş kimselere yakınlık göstermenizi yasaklar. Onlara yakınlık gösterenler zalimlik etmiş olurlar.” diyor,
Mumtahane 8.9 ayetlerde.
Peki bu durumda din adına alim geçinen İblisin başı Fethullah Gülen “sahtekar hoca efendi
hazretleri”, Pensilvanya’dan Amerikan Emperyalizmi çıkarları doğrultusunda Müslüman coğrafyanın dizayn edilmesine hizmet etmek nedir?
Libya’da, Mısır’da, Tunus’ta olanlar o halkın kendi iç işleri değil mi? Dinine, ülkene bir
saldırı söz konusu mu? Bu ülkelerden, bu halklardan ülkene, şahsınıza bir tehdit var, savaş halindeyiz, topraklarımızı işgal ettiler de bizim haberimiz mi yok?
Hedef tahtasına Suriye’yi oturttunuz, aldığınız emir ve direktifler sonucu, ihtimal,
emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı vermiş ordumuzu da Suriye Halkına karşı kullanacaksınız. Mensubu gibi görünüp aslında
olmadığınız din ne diyor oysa yukarıda gördünüz. Acaba din adına sahtekârlık yapmasanız, ikiyüzlülüğünüzü gizlemeyi başaramasanız, dini afyon olarak kullanma becerisinde usta olmasanız, halkımızın yüzde kaçı
size oy verir, arkanızdan yürür?
Bugün Irak Halkının durumunu Suriye
Halkına yaşatmak için elinizden geleni ardınıza koymuyorsunuz. Kaynaklara göre 5-6
milyon Müslüman Irak insanı katledilmiş ve
yüz binlerce Iraklı kadının, kızın namusu, sarhoş Amerikan askerlerince kirletilmiştir. Hem
dindar geçinip hem de bundan acaba nasıl utanç
duymamayı başarıyorsunuz? Başkasının yaptığı
ahlâksızlıktan zevk alana dilimizde ne denir bilginiz var mı?
“Hartford Seminary’e (Papaz-Misyoner
Okulu), Müslüman bir cemaatten, Modern
İslam üzerine araştırma yapılması için $2
milyon dolarlık bir para bağışı yapıldı. Hartford Seminary Halkla İlişkiler Müdürü David S. Barrett yaptığı açıklamada, “Hartford
Seminary tarihinde ilk defa Müslüman bir
cemaatten bu kadar büyük bir bağış” aldıklarını söyledi. Alınan en büyük bağış ise
1997de 6 milyon dolardı”, diyor. (Gazeteler,
14 Kasım 2006)
Söyle İblis, hiç mi utanmadın arlanmadın,
bunca açlık, işsizlik, hayat pahalılığı altında
Müslüman halklar inim inim inlerken, hem de
emperyalizm eliyle insanlar bu hale getirilmişken, emperyalizmin kolu kanadı altında timsah
gözyaşları dökmeye hiç mi utanmıyorsun, hiç
mi ar damarın kalmadı? İnsanların dini inançlarını kullanarak cami kapılarında Müslümanlardan topladığınız paraları misyoner okuluna bağışlamak ne zamandan beri dindarlık oldu? Ne
zamandan beri bağış paralarını iç edip çalmak
çırpmak dindarlık oldu? Dinin tek yazılı kayna-
Kur’an ne diyor sizin gibilere:
“Şüphesiz Allah sivrisinek ve ondan daha
büyüğü ile hakkı açıklamak için örnek getirmekten çekinmez. İman edenler böyle örneklerin Rablerinden gelen hak ve gerçek olduğunu bilirler. Kâfir olanlara gelince, ‘Allah
böyle örnek vermekle ne murad eder?’ derler. Allah onunla birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru yola yöneltir. Verdiği örneklerle Allah ancak fasıkları saptırır. Çünkü bunlar birer imtihandır.” (Bakara Suresi,
26’ncı ayet)
Yani genel kanı, fasığın iman çerçevesi içinde olduğu merkezindedir. Yalnız unutulmamalıdır ki, fasık olan Müslüman, eksik inançlı, yeterli olmayan bir Müslümandır. Böyle bir kişiye
dindar, yeterince dini inançlı insan gibi sıfatlar
verilemez diyor. Fısk ile fasık arasında bir yakınlık vardır.
Fısk; Yoldan çıkma, doğru yoldan sapma,
iyilik ve güzellikten çıkma, kötülüğe batma, kötülüğe iyice dalma anlamlarına gelir.
Büyük kötülükleri işlemek veya küçük kötülüklere devam etmek suretiyle dine itaat etmekten çıkmaya Fısk denir. Fısk işleyene, bu tür
davranışları gerçekleştirene, Kâfir denir İslam
literatüründe.
Dini kurallar, düşünce ve davranış olmak
üzere ikiye ayrıldığına göre ikisine de uyan
ğı Kur’an’ın neresinde var: çalın çırpın, şahsi
menfaatler için gerekirse vatanı, ülkeni, dindaşlarını sat, peşkeş çek, dolandır, sıvış; gavur, kafir memleketlerinde krallar gibi yaşa, diye bir
ayet ya da bu anlamda sözcük?..
Mustafa Kemal’e dil uzatıp “piç” diyecek
kadar ileri gidebiliyorsun. “Deccal” diyebilecek
kadar cesaretlisiniz. Be hain, alçak, satılmış,
acaba Kurtuluş Savaşı Devrimcileri olmasa sen
ve senin gibilerin elinde halk emperyalizme teslim edilmemiş miydi? Hain, utanmaz, arlanmaz,
Irak Halkının, Afgan Halkının durumu hiç mi
yüreğinizi sızlatmıyor? İnsan değil misiniz? desek, sizde insanlık kaldı mı ki?..
Bakın ne diyor alıp sattığınız din sizin gibilere:
“Bu şundandır. Onlar önce inandılar sonra kâfir oldular. Sonra kalplerinde yeni bir
yapı oluştu artık anlamazlar. Onları gördüğün zaman kalıpları seni imrendirir. Konuşurlarsa konuşmalarını dinlersin. Sanki dayalı kütükler gibidirler. Her gürültüyü aleyhlerine sayarlar. İşte düşman onlardır. Onlara
karşı dikkatli ol. Allah canlarını alsın nasıl
da yalana sürükleniyorlar!
“Onlara gelin Allah’ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin dendiği zaman, başlarını çevirirler. Bakarsın ki kendilerini büyük görerek geri çekiliyorlar. İster bağışlanmalarını
dile ister dileme sonuç değişmez. Allah onları bağışlayacak değildir. Çünkü Allah karıştırıcılar takımını yola getirmez.”
Munafikun Suresi’nde tam da sizlerden bahsediyor değil mi?
Gel gör ki 1945-50’lerden bu yana, dini tekrar elinize geçirmeyi başardınız. Halkımızı
uyutma adına başarılı da oldunuz bunda. Acaba
halkımız bütün bu bilgileri kendisi okuyup görebilse gerçek yüzünüzü nasıl gizleyeceksiniz…
Bakın Mustafa Kemal ve arkadaşlarına düşmanlığınızın, kininizin nedeni nereden geliyor:
“Efendiler! İçinde bulunduğumuz şartlara rağmen safsatayla, münakaşayla, nazariyatla vakit geçirdiğimizi görüyorum. Hâkimiyet ve saltanat hiç kimseye ilim icabıdır diye münakaşa ile mugalâta ile verilmez. Hâkimiyet ve saltanat kuvvetle, kudretle, zorla
alınır. Türk milleti de hâkimiyet ve saltanatı
bil fiil isyan ederek kendi eline almıştır. Bu
olmuş bitmiş bir durumdur. Mesele, ‘hâkimiyet ve saltanatı bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız’ meselesi değildir. Mesele bu zaten
olmuş bitmiş durumu ifade etmektir. Bu herhalde ve mutlaka olacaktır. Burada toplananlar meclis ve herkes, meseleyi bu şekilde
görürlerse fikrimce uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Şimdi kendinize bakın din(i)dar mısınız?
Halkımızı daha nereye kadar uyutabileceksiniz? Kandırabileceksiniz?
Emin olunuz ki Kuvayimilliye ruhu yeniden
canlanacak ve satılmış uşaklardan, vatan hainlerinden hesap sorulacak!
Emin olunuz ki, sizleri, emrinde esas duruş
durduğunuz emperyalist ağababalarınızla birlikte elbette sürüp çıkaracağız yurdumuzdan!
Halkın Yolu Halkın Kurtuluş Yolu!
Seydişehir’den bir Yoldaş
22
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kadın Cinayetlerinin sebebi Tayyipgiller Hükümetidir!
T
oplumsal cinsiyet eşitliği toplumun temel
taşıdır. Bu da kadın ve erkeklerin, yaşamın her alanında eşit fırsatlara, eşit hak ve
yükümlülüklere sahip oldukları anlamına gelmektedir. Kadın ve erkeklerin çalışarak geçimlerini sağlayabilmeleri, meslek ile aile hayatlarını bir arada yürütebilmeleri ve bir ilişki içinde
yaşayan kadınların şiddete maruz kalma gibi endişeleri olmaması demektir. Her şeyin eşitçe
paylaşıldığı kadın ve erkeklerden oluşan sınıfsız
bir toplumda, her şey daha adil ve demokratik
olacaktır. Gelişmiş bir refah sistemiyle iki cinsiyetin iş ve aile hayatı arasındaki dengeyi sağlayacaktır ve kadınlar çifte sömürüye, şiddete, öldürülmeye maruz kalmayacaktır.
Ama ne yazık ki ülkemiz için bunlardan söz
etmek mümkün değil. Kadın cinayetlerinde son
8 yılda büyük artışlar oldu. Bu artışlarda Tayipgiller İktidarının büyük bir etkisi oldu. Çünkü
Tayipgiller, 9 yıllık iktidarları boyunca, halklarımıza işsizlik, yoksulluk, acı ve gözyaşı getirdi.
Bu 9 yıllık sürede, kadına yönelik şiddet yüzde
1400 arttı. 2002 yılında 66 kadın öldürülürken,
2009 yılında bu sayı 1126’ya yükselerek, %
1400’lük bir artışla rekor sayıya yükseldi.
Adalet Bakanlığı raporuna göre; Ülkemizde,
2002 ile 2011’in ilk altı ayı arasında 4410 kadın
öldürüldü. 2011 yılının ilk altı ayında ülke genelinde 130 kadın cinayete kurban gitti. Bu kadınların katilleri ise, ya kocaları, ya babaları, ya
kardeşleri, ya da sevgilileri oldu.
Bundan 10 bin yıl öncesine kadar kadın, toplumu yöneten cinsiyet idi, bir insanın diğer bir
insanı ezmesi, sömürmesi ve öldürmesi, o zamanki insanın aklının alacağı bir şey değildi.
Yine o dönemde her şey eşit paylaşılırdı ve hiçbir kimsenin diğerinden bir üstünlüğü yoktu.
Ama ne zaman ki Çobanlık yapan erkek ihtiyacından fazla sürüye ulaştı ve ekonomik olarak
kadını alt etti, işte o günden bugüne kadının da
ikinci sınıf insan olarak görülmesi, ezilmesi,
aşağılanması, köle gibi alınıp satılması hatta öldürülmesi süreci de başlamış oldu.
Sınıflı toplumlar var olduğu sürece de kadının ezilmesi ve sömürülmesi artarak devam edecek ne yazık ki. İçinde yaşadığımız Ataerkil
toplumun bakış açısına Tayipgiller’in Şeriatçı
bakış açısı da eklenince, kadının ikinci sınıf insan olarak görülmesi, çifte sömürüye tabi tutulması, bir meta gibi alınıp satılması da artarak
devam edecek ve bu korkunç tabloya her gün
yeni kadın ölümleri de eklenecek
ne yazık ki…
Ekonomik şiddet, kadın cinayetlerinin ve kadına şiddetin en
önemli nedenlerinden biridir. Yine, kültürel ve siyasal koşullar,
şiddeti meşrulaştıran zihinsel altyapıyı da şiddeti artıran sebepler
olarak sıralayabiliriz.
Yapılan araştırmalarda, öldürülen kadınların katillerinin çoğunlukla aile üyelerinden birisi
olması dikkat çekicidir. Yine bu
cinayeti işleyen eş ya da babanın
durumunu irdelediğimizde bunun
altında o kişinin işsiz olması ve
bu nedenle bunalıma girmiş olmasının yattığını görebiliyoruz.
Ya da çok düşük ücretlerle çalışan bir işçi olduğunu, ailesini geçindirmekte çok zorlandığını,
patronuna yöneltemediği öfkesini eşine ya da
çocuklarına yönelttiğini vb. nedenleri baş sebep
olarak sayabiliriz.
Ayrıca kadının ekonomik bağımsızlığının
olmaması ya da gelirin çok düşük olması, şiddete maruz kalma olasılığını arttırmaktadır.
Hong Kong’da bir bölge hastanesi acil servisine
bir yıl boyunca başvuran tüm kadınlarda yapılan
bir araştırmada kadının işsiz olmasıyla aile içinde şiddet görmesi arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Yine Ankara’da 1995 yılında gecekondularda yaşayanlarla yürütülen bir araştırmada kadına yönelik şiddet % 97 olarak saptanırken,
1996’da yine Ankara’da orta ve üst gelir gruplardan gelen kadınlarda % 23-71 arasında saptanmıştır.
Yine kadın cinayetlerinin önemli bir faktörü
de namus anlayışının, kadınlara indirgenmiş olmasında yatar. Buna özellikle ülkemizin Kürt illerinde sıkça rastlamaktayız. 15 yaşındaki bir
genç kız erkek arkadaşıyla telefonda konuştu
diye dedesi ve babası tarafından diri diri toprağa
Silivri Zindanı yıkılacak,
Yurtseverler Özgür
kalacak!
Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü, 11
Ekim
Salı
günü
Vardiya
Bizde
Platformu’nun Silivri’de açmış olduğu Çadır
Direnişi’ne bir destek ziyareti-eylemi gerçekleştirdi.
ABD-AB (AB-D) Emperyalistleri, Birinci
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’mızın rövanşını almak istiyor ve ülkemize Yeni Sevr’i da-
gömülüp öldürülüyor… Kendilerinden çok büyük erkeklerle ve üstelik o erkeğin ikinci ya da
üçüncü eşi olarak başlık parası için evlendirilen
kızların buna karşı çıkması ve kaçması vb. nedenlerden dolayı bunu namus meselesi haline
getirip aile meclisinin kararı ile öldürülmesi, artık son yıllarda çokça duyduğumuz bir durum
haline gelmiştir.
Ayrıca “ya benimsin ya da kara toprağın”
anlayışı da ülkemizde hâkimdir. Yani erkek bu
anlayış ile kadın üzerinde hak sahibi olduğunu
düşünür ve bunu hayata geçirir. Kendini kadından üstün gören erkek, kadın isteğini yerine getirmediği takdirde buna tahammül edemez ve
bunu da şiddet kullanarak halletmek ister. Yani
erkek egemen bir toplumda, erkek, isteğinin yerine gelmemesine tahammül edememektedir. O
yüzden de atalarımızın “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin” sözü
eksiksiz olarak uygulanır. Şiddete maruz kalan
kadın, eşinden ayrılmak istediğinde ise bu erkek
ve toplum açısından çok yanlış bir şey gibi görülmekte ve kadın öldürülerek cezalandırılmaktadır.
Kadın cinayetlerinin her geçen gün daha da
artmasının önüne geçmek için Tayyipgiller İktidarı yasalarda bazı değişiklikler yapma arayışlarına girdi. Ama bize göre, Tayipgiller, Şeriat
anlayışı ile donatılmış zihinlerini boşaltmadıkça, yasalarda yapacakları değişiklikler ne olursa
olsun bu sorunu çözemezler. Daha doğrusu çözmek istemezler. Onlar, bu sorunu ancak göstermelik yasalar çıkartarak, çözüyormuş gibi gösterirler o kadar. Çünkü onlar, kadınları Ortaçağ
karanlıklarına götürmek istiyorlar. Bir erkeğin
dört eşinden birisi olmasını savunuyorlar. Kadının yeri evidir, kadın yanında erkek olmadan dışarı çıkamaz, okuması da yasaktır, çalışması da.
Yani kadın erkeğin kölesi ve hizmetçisidir.
AKP’li Fatih ve Eyüp Belediyelerine danışmanlık yapan Sibel Üresin, çok eşliliğin dinde olduğunu savunarak, “Çok eşlilik yasal olmalı” diyerek Tayipgiller’in kadına gerçek bakışını da
ortaya koyuyor. Onların zihinleri bu düşünceler
ile doluyken onların kadın sorunu ve cinayetleri konusunda gerçekçi çözümler getirmesini
beklemek saflık olur.
Ayrıca; fiziksel, duygusal, cinsel ve ekonomik şiddete maruz kalan kadınlar için geçici bir
çözüm olan Sığınma Evleri, kadınların faal yönünü kendilerinin belirleyeceği bir hayat sürme
yeteneklerini geliştirebilecekleri bir model sağlamalarına ve kadınların bağımsız olmalarına ve
hür iradelerini kazanmalarına destek vermeyi
amaçlamasına rağmen, bu görevini yapmıyor ne
yazık ki. Ve mağdur kadınların sığınabilecekleri, kendilerini güvende hissedip, yaşamlarını
sürdürebilecekleri yeterli sayıda kadın sığınma
evleri de yok.
Hasbelkader devletin bir Sığınma Evi’ne
yerleşen kadınlar ise üç ay sonra normal hayatlarına döndüklerinde sudan çıkmış balığa dönüyorlar. Çünkü bu sığınma evleri sosyal devlet
anlayışı ile işletilmiyor. Barınma ve beslenme
gibi yaşamsal ihtiyaçlarını giderip, hukuksal
yoldan hak arama sürecini başlatana kadar mağdur kadın için, sığınma evlerinin devreye girmesi gerekirken, bu görevlerini yapmıyorlar ne
yazık ki. Sadece görev savma mantığı ile hareket ediyorlar.
Şiddet gören kadınlara hizmet veren ancak
sayıları yetersiz olduğu için birçok kadının sokakta kalmasına neden olan Sığınma Evleri için
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin,
“Şiddet gören kadına kalkan olacağız, nüfuyatıyor. Bu alçakça planı gerçekleştirmelerinin
önünde bir engel olarak gördükleri antiemperyalist, Mustafa Kemalci, yurtsever unsurları
sindirmek için Tayyipgiller eliyle, sayıları gittikçe kabaran, ortaya delil diye konan dokümanlara ve iddialara eşeklerin bile güleceği
denli uydurma “Ergenekon ve Balyoz Saldırıları”nı düzenlediler, bildiğimiz gibi.
Bu saldırılardan dolayı Silivri Zindanı’nda
tutsak bulunan yurtsever subay ve aydınların
aileleriyle yakınlarının başını çektiği “Vardiya
Bizde Platformu” 32 gündür Silivri’de Cezaevi karşısında açtıkları çadırlarda direnişte.
su 50 binin üzerinde olan belediyeler için kadın sığınma evi açmalarını zorunlu hale getireceğiz” açıklaması yaptı.
Ama biz biliyoruz ki Tayipgiller İktidarı bu
konuda da samimi değildir. Kadın cinayetlerine
gelen tepkilerden dolayı göstermelik yapılacak
bir şey bu da. Çünkü biz bunların özünde bu konuda da gerçekte ne düşündüklerini biliyoruz.
AKP’li Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı
Melih Gökçek 2003 yılındaki bir açıklamasında
aynen şu sözcükleri söylüyor: “Sığınma evleri
açıldıktan sonra neye dönüştü biliyor
musunuz? Bunu burada açıklayamam,
çünkü burada hanımlar var”.
Koskoca belediye başkanı, üstelik bu tarz sığınma evlerini destekleyeceği yerde kötüleyen
bir insan... Oysa, 5393 Sayılı Belediye Kanunun
14. maddesi, “Büyükşehir Belediyeleri ile nüfusu 50.000’i geçen belediyelere Kadınlar ve
Çocuklar için koruma evi açar” ifadesi ile belediyelere bu görevi vermiştir. Melih Gökçek,
bu sığınma evlerinin gerektiği gibi hizmet vermesi ve daha da çoğalması için emek sarf edeceğine, söylemi ile bu evleri fuhuş yuvası olarak
görmekte! Bu zihniyet mi çözecek kadın cinayetlerini, kadına şiddeti vb?..
Kadın sorunu ancak, Sosyalist bir düzende
çözülebilir. Bunun en iyi örneğini Sosyalizm ile
yönetilen Küba’da görebiliyoruz. Küba’da Kadınlar, eşit birer yurttaş olarak yaşamakta. Küba’da kadınlar, yasalar önünde eğitimden çalışma yaşamına bütün haklarda ve özgürlüklerde
erkekle eşit. Devrimden önce fahişelik yapan ya
da hizmetçi olarak çalışan kadın, bugün, siyasetten sanata her alanda erkeklerle eşit fırsat ve
olanaklarla çalışmakta.
* Küba çalışanlarının % 66′sı kadın,
* Küba Komünist Partisi’nin % 42′si kadın,
* Ülke bazında yöneticilerin % 39′u kadın,
* Ülkedeki doktorların % 60′ı kadın,
* Üniversitedeki hocaların % 53′ü kadın,
* Yargıçların % 74′ü kadın,
* Anayasa mahkemesinin %47′si kadın,
* Aynı işi yapan kadın ve erkekler aynı maaşı alıyorlar,
* Kadınlara mesleklerinde ilerlemeleri için
eğitim desteği veriliyor,
* Küba’da aile içi şiddet yok denecek kadar
az.
Kadınlara uygulanan ayrımcılık, şiddet ve
cinayetler, ancak ve ancak bizler iktidara geldiğimizde Demokratik Halk İktidarını kurduğumuzda çözülmesi mümkün olacak.
“Bu insanlık dışı duruma son vermenin ilk adımı; Kadının sosyal hayatın her
alanında en aktif biçimde rol almasını
sağlamaktır. Kadın, ekonomik hayatta da,
siyasi ve entelektüel hayatta da erkeğe
eşdeğer bir görev alacaktır. Yani ekonomik hayatta erkeğin hâkimiyetine son verilecektir. Kadınla erkek eşitlenecektir.
Böylece de kadının aşağılanmasına yol
açan (onu aşağılayan şartları devamlı
üreten) mekanizma kırılmış-ortadan kaldırılmış olacaktır. Erkek egemen düzen,
temeli ortadan kaldırılmış olduğu için yıkılmaya; kadın da hakkı olan saygınlığı
yeniden kazanmaya başlayacaktır.
“Kafaları en çağdaş bilimle, demokratik ve laik kültürle donatılan Kadınlarımız,
elbette sosyal hayatın her alanında aktif bir biçimde çalışmak isteyecek ve toplumda hak ettikleri yeri alacaklardır. Tabiî bu iş siyaset yapmayı da kendiliğinden içerir. Doğaldır ki bu
alanda da erkeklerle yarışacaklardır. Böylelikle
kurtarılmayı, yardım edilmeyi bekleyen ve
uman; zayıf, güvensiz insanlar olmaktan çıkacaklar, en insancıl ideoloji sahibi kurtarıcılar,
topluma yön vericiler de olacaklardır.
“Kadının Kurtuluşunun ikinci ve son aşaması da; toplumda on bin yıldan beri kökleşmiş
olan, kadını aşağılayan geleneklerin, kültürün
ve alışkanlıkların bütünüyle ortadan kaldırılması-silinmesiyle gerçekleşecektir.
“Kurtuluş Partisi ve Kadın Örgütleri; Kadınlarımızın bu duruma yükseltilmesi için ne gerekiyorsa duraksamadan, kararlıca yapacaktır.”
(Halkın Kurtuluş Partisi Programı’ndan)
İzmir’den
Bir Kadın Yoldaş
Hem içerideki yakınlarına, Mustafa Kemalci,
antiemperyalist, yurtsever insanlara moral vermek, hem de bu haksız, hukuksuz saldırıya karşı mücadele etmek için buradalar.
Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü, Hikmet
Kıvılcımlı Usta’nın bedence aramızdan ayrılışının 40’ıncı yılında, her yıl olduğu gibi Topkapı’daki mezarıbaşında bir anma düzenledikten sonra Silivri’ye giderek Çadır Direnişi’ne
destek oldu.
Partililer, çadırların bulunduğu alana kadar
yaklaşık 500 metre sloganlarla yürüdüler. Yürüyüş sırasında, “Silivri Zindanı Yıkılacak!”,
Dünyanın güzelim gıdaları herkese yetecekken
insanlığın büyük bölümü niçin aç?
16 Ekim Dünya Gıda Günü:
B
irleşmiş Milletler (BM) yoksulluğa, ölüme mahkûm en halk düşmanı ve AB-D’ye
Gıda ve Tarım Örgütü ederler. Bunda da en ufak bir en sadık olan Tayyipgiller ya(FAO) tarafından 1981 tereddüt göstermezler. Yeter pıyor bu görevi.
tarihinde 16 Ekim, Dünya Gı- ki, çıkarları onu gerektirsin…
Peki ya üreticimizin hali ne
da Günü olarak ilan edilmiştir.
Ülkemize baktığımızda, durumda?
Kendisi de emperyalist bir bir- Türkiye İstatistik Kurumu
3.5 milyon köylümüz,
lik olan BM, böyle günlerde (TÜİK) verileri, Türkiye’de ürettiğinin karşılığını alamadıyaptığı “Dünyada Açlığı Nasıl açlık sınırı altında 550 bin, ğı, yeterince devlet desteği alÖnleyebiliriz?” konulu toplan- yoksulluk sınırı altında ise 16 madığı için her geçen gün
tılarla dünya halklarına şirin milyon kişinin (% 22) yaşa- borçlanmış ve yerinden, yurgörünmeye çalışır. Çünkü şirin dığını göstermektedir.
dundan ve toprağından koolan iler tutar bir yanı yoktur.
Peki Açlık Sınırı nedir?
parılmıştır.
Dünyanın başhaydudu ABD,
Dört kişilik bir ailenin
2.5 milyon hektar tarım
onun “fino köpeği” İngiltere, sağlıklı, dengeli ve yeterli arazisi üretimde kullanılmaFransa, Rusya gibi dünya halk- beslenebilmesi için yapması makta, boş durmaktadır.
larını açlığa, yoksulluğa mah- gereken gıda harcaması tutaHayvancılık sektörü öldükûm eden, kan ve gözyaşına rıdır.
rülmüş, büyükbaş ve küçükbaş
boğan emperyalist devletler
Türk-İş’in Eylül ayı için hayvan sayısı hızla azalmış, et
başı çeker BM’de. İşte bu yüz- açıkladığı açlık sınırı 902,41 fiyatları tavan yapmış ve sağden en azından “şirin” görün- liradır. Gıda harcaması ile bir- lıksız, denetimsiz bir şekilde
mek isterler halkların gözünde. likte giyim, konut (kira, elek- önü açılan et ithalatıyla hem
Güya amaçları dünyadaki açlı- trik, su, yakıt), ulaşım, eğitim, üreticiye hem de tüketiciye bir
ğı ortadan kaldırmak ya da en sağlık ve benzeri ihtiyaçlar darbe indirilmiştir.
azından azaltmaktır…
için yapılması zorunlu diğer
Destekleyici, koruyucu ve
Ancak ne acıdır ki, 16 harcamaların toplam tutarı da sübvanse edici bir kurumdan
Ekim Dünya Gıda Günü’nün Yoksulluk Sınırı olur ki, o da yoksun bırakılan süt üreticileri
ilan edildiği 1981’den bugüne aynı dönem için 2.939,45 lira girdi maliyetlerinin altında ezigerek dünyada gerekse ülke- olarak açıklanmıştır. 2011 yı- lerek süt üretiminden koparılmizde açlık, bırakın ortadan lının ikinci yarısı için ülkemiz- mıştır.
kalkmayı, bir nebze olsun azal- de geçerli olan et Asgari ÜcDuyarlı meslek örgütlerimak yerine daha da artmıştır. ret (Asgari Geçim İndirimi nin tüm uyarılarına rağmen,
Bunun dünyadaki en somut ör- hariç) 600 TL’dir. İşçi Sınıfı- yerli-yabancı Parababalarının
neğini son günlerde Ortaçağcı- mızın büyük çoğunluğu Asgari istekleri doğrultusunda, halkıgericilerin de demagoji malze- Ücretle çalıştığı ve bu, ailele- mızın yeterli, güvenli, kaliteli
mesi olarak pek iyi kullandık- riyle birlikte milyonlarca insan ve denetlenebilir gıdaya erişiları Somali’de görebiliriz. Du- demek olduğu için gerçek sa- mini engelleyecek, binlerce
rumun vahametini BM Gıda ve yıların TÜİK’in verilerinin çok (yaklaşık 25 bin) Ziraat, Gıda
Tarım Örgütü
ve Kimya Mü(FAO)’nun
hendisini işsiz
kendi verileri
bırakacak kaortaya koyununlar, yönetyor.
melikler (Gıda,
FAO’nun
Biyogüvenlik,
2010 yılı veriTohum gibi) çılerine
göre,
karılmıştır.
dünya nüfusuİşte tarım ve
nu oluşturan
hayvancılığımı6.5 milyar inzın Tayyipgiller
sandan 1 mileliyle çökertiliyar 20 bini yaşi, Dünya Gıda
ni dünya üzeGünü’nün
rindeki her 6 ki- Türk ve Amerikalı işadamları, iftar sofrasında buluştu 30’uncu yılında
şiden 1’i açlığa
köylümüzün hal-i
üstünde olduğunu tahmin edimahkûmdur. 5 yaş altındaki yoruz.
pür melali (acınası hali)…
195 milyon çocuk yeterince
BM Gıda ve Tarım Örgütü,
Yine TÜİK verilerine göre,
beslenememektedir. 1 yıl içe- Türkiye’de kişi başı yıllık et her yıl olduğu gibi dünyada açrisinde ölen 10 milyon çocuk- tüketim miktarı 6 kilogra- lığı yok etmek için, açlıkla mütan 5 milyonu yeterince bes- mın altındadır. Kişibaşı süt cadelenin hükümetlerin birinlenememe veya yanlış beslen- tüketimi 25 litrenin altında- cil görevi olabilmesi için açlıme sonucu ölmüştür. Ayrıca dır. Bu yüzden gözümüzün be- ğa karşı kampanyalar düzenliFAO’nun raporunda, Dünyada beği çocuklarımızın yüzde yor. 30 yıldır düzenlediği kam1 milyar aç insana karşılık, 27.4’ü kronik beslenme ye- panyalarla gelinen nokta yukayaklaşık 760 bin obez olduğu, tersizliği yaşamaktadır. Do- rıdaki manzaraları ortaya çıAvrupa’da yiyeceklerin orta- ğurganlık çağındaki kadınla- kartmış görünüyor. Çünkü bu
lama yüzde 40’ının israf edil- rın yüzde 27’si yetersiz bes- düzende, kapitalist düzende
diği açıklanmıştır.
lenmektedir ve 0-12 yaş ara- açlığı yok etmek mümkün deFAO, raporlarında, dünya lığındaki çocuk nüfusun yüz- ğildir. Çünkü kapitalizm açlıkgıda arzının son 1 yılda yüzde de 71’i yetersiz beslenmeden tan beslenir. Kan emicidir.
17 arttığını belirtmektedir. An- dolayı vücut dirençleri yeterÇözüm Demokratik Halk
cak diğer taraftan Ekonomik li olamadığı için salgın hasta- İktidarı’nda, herkesin denKalkınma ve İşbirliği Örgütü lıklara açık durumdadır. İşte geli, sağlıklı ve en ucuz şekil(OECD)’nin
raporlarıysa, 16 Ekim Dünya Gıda de tüm gıdalara erişebildiği,
dünya gıda arzının yaklaşık Günü’nün 30’uncu yılında ül- israfın önlendiği, hele hele
yarısının (% 49), dünya nü- kemizden açlık manzaraları.
çocukların yaşlarının gerekfusunun yüzde 12’sini oluştuBir zamanlar iyi kötü tarım tirdiği her türlü besine mümran 780 milyonluk azınlık ta- ve hayvancılığıyla kendi ken- künse ücretsiz ulaşabildiği
rafından tüketildiğini ortaya dine yetebilen Türkiye’den bu- bir düzendedir. Tarımsal ürekoymaktadır.
gün eser kalmadı. Tüketici ya- timde kendi kendine yeterlilik
Bu veriler, yetersiz beslen- ni halkımız, adı tüketici ama başta gelir. Üreticiye gereken
me ve açlığın, kafatasçı Malt- tüketebildiği bir şey yok. Kro- her türlü destek sağlanır. Ürehusçuların iddia ettiği gibi nik beslenme yetersizliğinin tici örgütleri en ücra köylere
dünya nüfusunun geometrik pençesinde kıvranıyor çoluk dek kurulur. Üreticiyle tükeolarak artmasından değil, em- çocuk.
tici arasındaki asalaklar-tüm
peryalizmin bir sonucu olan
engeller kaldırılır. Üreticiden
Peki neden?
yoksulluktan, adaletsiz paylaABD ve AB (AB-D) Em- tüketiciye doğrudan bir zincir
şımdan kaynaklandığını gös- peryalistlerinin ve onların eko- kurulur. Halktan yana, üreticitermektedir. Asıl neden insanın nomik zor örgütleri IMF, Dün- den yana, ulusal bir tarım ve
insanı ezdiği, sömürdüğü bu ya Bankası’nın ülkemizi iğne- hayvancılık politikası uygulaParababaları düzenidir. Bu dü- den ipliğe dışa bağımlı hale ge- nır. İşte böyle günlerde Dünzende emperyalist tekeller sa- tirmesinden, üretemeyen, AB- ya Gıda Günü gerçekten kutdece kârlarına bakarlar, dünya- D Emperyalistlerine göbekten lamaya şayan bir gün olacak
nın bütün yeraltı, yerüstü kay- bağımlı bir ülke haline getiri- tır.
naklarını yağmalarlar ve kendi şinden, satılık iktidarlar eliyle.
çıkarları için dünya halklarını Bugün bunların içinde en hain,
açlığa, susuzluğa, işsizliğe,
“Yurtseverler Özgür Kalacak!”, “Ergenekon Yalanı AB-D’nin Planı!”, “Kahrolsun
ABD, AB Emperyalizmi!” sloganları atıldı.
Coşkulu, heyecanlı, hüzünlü bir buluşmanın
yaşandığı ziyaret bir eyleme dönüştü.
Parti adına İstanbul İl Başkanı Av. Pınar
Akbina, Silivri tutsaklarının aileleriyle yakınlarına hitap etti. Akbina konuşmasında, Ergenekon Oyunu’nun AB-D Emperyalistlerinin
bir planı olduğunu ve İkinci bir Kurtuluş Savaşı’yla bu oyunun bozulacağını, emperyalistler ve onların yerli uşakları Tayyipgiller’in de
tası tarağıyla ülkemizden defedileceğini belirt-
ti.
Orada bulunan tutsak aileleri adına Silivri’de tutuklu bulunan Çetin Doğan Paşa’nın
eşi ilgün Doğan bir konuşma yaptı.
Nilgün Doğan, bu planın nasıl tezgâhlandığı konusunda Kurtuluş Partililerle aynı
görüşleri paylaşarak, bu ziyaretten büyük
moral aldıklarını da sözlerine ekledi.
Program, kapalı alanda yapılan sohbetler ve
çadırların ziyaret edilmesiyle sonlandı.
11.10.2011
İstanbul’dan Kurtuluş Partililer
23
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Emperyalistler ödülleri kimlere verirler?
E
ğer onlara hizmet ettiysen, onların çıkarlarını ülke ve toplum çıkarlarının önüne
koyduysan yani onlara uşaklık ediyorsan
sen mutlaka onların gözdesisin. Bu nedenle sana ödül vereceklerdir. Tabiî Siyonistler de, karşılığını alacakları kimselere ödül verirler.
Medyada okuduk. Tayyip Erdoğan’a,
Abdullah Gül’e, Ahmet Davutoğlu’na, Çevik
Bir’e ödül verilmiş. Ödül veren kurumları incelersek, ismi geçen kişilerin kimlere hizmet ettiğini anlarız. Ona göre değerlendiririz.
Tayyip ve Emine Erdoğan’a “Crans
Mantana Forumu”, “kadının itibarını güçlendirdikleri” için ödül verdi. Tayyip’e Araplar
ödül üzerine ödül verdiler. 10 Ocak’ta, Kuveyt
“Üstün Müslüman Şahsiyet” ödülü verdi.
Suudi Arabistan’ın verdiği ödül, Ortadoğu’da
verilen en büyük ödül olan “Kral Faysal
İslam’a Hizmet” ödülüdür. Bu ödül, Nobel
ödülü ayarında olup şimdiye dek bu ödülü alan
5 kişi Nobel Ödülü de aldı.
Tayyip çok iyi Müslüman olduğu için
“AJC” isimli Yahudi kuruluşundan Ocak
2004’te Amerika gezisi sırasında “Cesaret
Karakteri Ödülü ” aldı.
Ne iştir ki aynı ödülü Türkiye’den bir de Çevik Bir Paşa almıştı. Emperyalizme ve
Siyonizme hizmet edenlere madalya üzerine
madalya
verilir.
Orada
laikliğe
ve
Müslümanlığa değil hizmette kusursuz olmaya
önem verilir.
Tayyip, Amerikan beslemesi Fethullah
Gülen’le de iyi anlaşır. Fethullah Gülen de ABD
süzgecinden geçen ve orada yaşayan, oradan
fetvalar vererek “Ilımlı İslam Cumhuriyeti”ne
doğru giden yolda Türkiye’deki yandaşlarını
yönlendiren bir kişidir. Bu konuda da başarılıdır. Devletin en üst kademesine kadar kadroları
yükseldi, ordu ve poliste etkinlikleri arttı, yargıda söz sahibi olmaya başladılar. Tayyip’e bir
ödül de Fethullah Gülen yanlısı kuruluş tarafından verildi:
“Washington Rumi Forum’da Fethullah
Gülen’in 2007 iftar yemeğine Washington
Büyükelçisi "abi Şensoy’da katıldı. 2006 yılı
iftar yemeğine aynı zamanda TESEV raporcularından
olan
Büyükelçilik
Maslahatgüzarı Burak Akçapar katılmıştı.
Rumi Forum, 13 Mart 2007’de R. Tayyip
Erdoğan’a verilen “2007 Uygarlıklararası
Diyalog Ödülü”nü Başbakan adına Egemen
Bağış aldı.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları, s. 86)
Tayyip ve Çevik Bir’den önce rahmetli
Bülent Ecevit de İsrail-ABD süzgecinden başarıyla geçmişti:
“Başarılı çalışmalar sonucunda Türk hükümetleri de ekonomik bunalımları aşmada
ve özellikle Amerikan Kongresini ve devlet
yönetimini etkilemede İsrail destekçisi örgütlerin önemine inandılar. Yahudi dernekleriyle ilişkiler yoğunlaştı. İlk üst düzey ilişki
Bülent Ecevit’in 1 Şubat 2002’de ‘Ahit’in
Çocukları’ ADL B’nai B’rith’e konuk olmasıydı. Ecevit’i “uluslararası devlet adamı”
olarak niteleyen örgüt ona, Tevrat’ın cihat
borusu ‘şofar’ı verdi.” (Mustafa Yıldırım, agy,
s. 31)
ABD, Tayyip’i yetiştiren Nakşibendî tarikatından olup bir zamanlar Başbakan, TC’nin
mümtaz hırsızı Necmettin Erbakan’ı da unutmadı:
“Şikago, 5 Eylül 1998, Çarşamba günü
IS"A
(İslamic
Society
of
"orth
America/Kuzey
Amerika
İslami
Cemaati)’nin kongresinin yapıldığı binanın 4
numaralı salonunda toplananlar, önemli bir
olaya tanık oldular. Bu olay, aynı kongrede
Beşir Atalay’ın “Civil Society: An Islamic
Perspective” başlığı altında Allah’ın rehberliğinde ‘sivil’ toplumun nasıl kurulacağını
anlatmasından ve Yusuf Ziya Kavakçı’nın
“Living with Dignity in Muslim Families”
başlıklı tebliği sunarak evlilik ve boşanma
konusunda aydınlık getirmesinden daha
önemliydi.
“Türkiye Cumhuriyeti Milli Güvenlik
Kurulu’nun kararlarının ardından başbakanlıktan istifa etmiş olan "ecmettin
Erbakan’a bir ödül verilecektir. Türkiye’de
kimi çevrelerce, demokrasi karşıtı, şeriatçı
gibi yakışıksız suçlamalarla karşılaşan
Erbakan’a layık görülen “IS"A Human
Dignity Award” yani ‘İnsanlık Onuru Ödülü’nün gerekçesi şöyle açıklanıyordu:
“"ecmettin Erbakan, şimdi yasaklanmış
olan Refah Partisi’ne bir seçim zaferi kazandırmış, laik askeri cunta tarafından görevin-
den uzaklaştırılmadan önce Türkiye’ye
İslami demokrasiyi tattırmıştır. IS"A ödülü
"ecmettin Erbakan’a İslam’a ve Türkiye’ye
yapmış olduğu hizmetler nedeniyle verilmektedir” (Mustafa Yıldırım, şifre çözücü “project
democracy -Sivil Örümceğin Ağında, s. 416)
İşte yeni kaybettiğimiz Erbakan Hoca da budur. Yüz binlerin ardından gözyaşı döktüğü,
Tören Paşalarının “ değerli bilim adamı ve siyasetçiydi” dediği bu adam, ABD İslam cemaatlerinden ödül alan, devlet hazinesinin altınlarını Abdullah Gül ile birlikte iç eden kişidir.
Başbakanlık konutunda tarikat yöneticilerini ve
şeyhleri konuk eden Erbakan’dır. “Adil Düzen”
diyerek halkı aldatan Tayyipgiller’in akıl hocası gene odur.
Bir de liboş var. O da ödüllendirilen uşaklardan birisidir; Atilla Yayla:
“MPS’nin ABD’deki merkezi Atlas
Foundation, bağlı 42 şubesiyle tüm dünyada
örgütlenmişlerdir. “Türkiye’den Atilla
Yayla, Atlas’ın bir üyesi olduktan sonra,
Ankara’da Hacettepe Üniversitesi’nde
ALT(Association of Liberal Thought) derneğini kurdu. Halifax’da Atlas merkezindeki
görevinden ayrılarak
Türkiye’ye gelen Prof.
A. Yayla, Gazi Üniversitesi’ne
“İnterdisciplinary
Course of Freedom)
dersi koydurdu. Bu
başarısıyla Atlas’ın
yan
örgütü
International Freedom
Project ve Temple
Foundation’dan ödül
almaya hak kazandı.
“Prof.
Yayla,
“Islam, Civil Society
and
Market
Economy–2000” adlı
kitabıyla da, 2000 yılında da 5.000 dolarlık
‘Antony Fisher ödülü’ne layık görülmüştür.
Türkiye bilim dünyasına “açık toplum” liberalliğinin yerleşmesi adına olumlu gelişmelerdir bunlar.” (Mustafa Yıldırım, agy, s.113)
Bu adam Mustafa Kemal düşmanı bir liboştur. Liberal Enternasyonali demek olan MPS,
kendisini değerli bularak ödül verdi. Kim ki bu
toprakların emperyalistler tarafından sömürülmesine göz yumar ya da onların çıkarını savunur, işte o gibi hainlere ödül verilir.
Bir ödül de Mesut Barzani’ye verildi.
“Welcome USA” yazarak Kürdistan’a ABD askerlerini davet eden Barzani, uşaklığının karşılığını “ödül” olarak aldı:
“Süleymaniye’de geçen hafta başlayan ve
giderek yayılan olaylardan önce bölgeden ayrılarak Avrupa’ya giden bölgesel Kürt yönetimi başkanı Mesut Barzani, dün akşam
İtalyan Senatosu’nda bulunan "ATO işlerinden sorumlu üyesi Sergio De Gregorio’dan
‘"ATO Barış Ödülü’nü aldı.
“Gregorio, Irak’taki Kürt bölgesindeki
siyasi ve demokratik deneyimin Irak ve
Ortadoğu için çok iyi bir örnek oluşturduğunu, burada farklı grup, düşüncelere ve dinlere karşı büyük bir saygı gösterildiğini, yeni
Irak hükümetinin kurulmasına yönelik
Barzani’nin küçümsenemez katkıları olduğunu söyledi.
“Gregorio,
Barzani’nin
bölgedeki
Hırıstiyanlar’a kucak açtığını onlara sığınma
olanağı sağlayarak yardımlarda bulunduğunu bildirirken, ayrıca Kürt, Arap, Türkmen,
Süryani, Keldani, Ermeni, Müslüman ve
Hıristiyan ve Yezidi ayrımı yapmadan Kuzey
Irak’ta hoşgörü ve barış içinde birlikte yaşamayı sağlamaya çalıştıklarını anlattı.
Barzani’nin İtalya’nın Dışişleri Bakanı
Franco Frattini ve Papa Benedict XVI, hem
de diğer İtalyan yetkilileri ile görüşeceği ifade edildi.” (www.ufkumuz.com, 23.02. 2011)
Cumhurbaşkanımız(!) Abdullah Gül’ü unutabilir miyiz hiç? Tayyipgiller’in en has adamının, Dışişleri Bakanı iken ABD askerleri için
söylediği sözleri hangi vatansever unutabilir
ki?..
“Abdullah Gül, “Dünya barışı için son 50
senede dünyada en çok Amerikalılar kendi
çocuklarını feda etmişlerdir” dedi.
“(…) Takvim gazetesine açıklamalarda
bulunan Gül’ün mesajlarının satırbaşları
şöyle: Dünya barışı için, barışı korumak, barışı yapmak için, son 50 senede dünyada en
çok Amerikalılar kendi çocuklarını feda etmişlerdir.” (Milliyet internet. www. akpgercegi.com)
İşte böyle diyor Gül, ABD için Dışişleri
Bakanı iken. Tabiî ki kendisini ABD ve
İngiltere’den ödül almadan Türkiye’de cumhurbaşkanı yaparak ödüllendiriyorlar. Ama kendi
partisinde bile bu söylediklerini hazmedemeyenler oluyor:
“AKP’den tepki: ABD bir yalan imparatorluğu
“Gül’e AKP’den şu tepki geldi:
“Abdullah Çalışkan (Adana): ABD’liler
barışı korumadı, barış havariliğine soyundu.
Kaybedilen askerler, barış uğrunda ölen askerler mi? Yoksa dünya hegemonyası, ABD
imparatorluğu için ölen askerler mi? ABD
için barış anıtı dikilen bir ülke yok. Bu, ABD
için utanç verici bir durum. ABD bir yalan
imparatorluğu üzerine kuruldu. Bu yalanına
devam ediyor. ABD’nin barışına dünyanın
ihtiyacı yok. Kıtasına çekilirse o zaman dünya barışı sağlanır.” ( Haber: Milliyet internet.
www.akpgercegi.com)
Önce 2008’de ABD’de bir sivil örümcek
olan “FPA (Dış İşleri Derneği)”den ödül olarak altın madalya aldı A. Gül.
FPA nedir:
“1918’de aralarında ünlü işadamlarının
da bulunduğu 141 Amerikalı tarafından
“League of Free "ations Association” adıyla
kuruldu. İlan edilen amacı, Amerikan toplumunu, özellikle gençleri iç-dış politika alanında eğitmekti. Bu tür, özellikle şirketlerin
oluşturduğu örgütlerin temel amacı, devlet
politikasını
etkilemektir.
II.
Dünya
Savaşından sonra dünyanın yeniden düzenlendiği dönemde League of Free "ations
Association kendisini yeniledi ve 1923’te adını FPA olarak değiştirdi.
“Kamuoyu yoklamaları yaptıran FPA,
raporlarını ABD Başkanı’na, Dışişleri ve
Savunma bakanlıklarına, Kongre üyelerine
ve medyaya vererek politikayı yönlendiriyor.
Yayınlarıyla, eğitim programlarıyla toplumu
etkileyen dernek, konferanslar, özel toplantılar düzenliyor.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın
Çocukları s. 106)
İşte FPA (Dış İşleri Derneği) budur.
Abdullah Gül’e altın madalya verilişinin kısa öyküsü:
“FPA her yıl “Dünya Liderlik Forumu”
adı altında çeşitli ülkelerin yöneticilerini topluyor. 25 Eylül 2003’te Dışişleri Bakanı
Abdullah C. Gül, toplantıya çağrıldı ve bu
tür toplantılarda yaptığı gibi ayrıntılı bilgiler
verdi. Gül, Merrill Lynch İkinci Başkanı
Brian Henderson’un sunuş konuşmasının ardından Amerikan yayınlarını izlediğini belli
eden sözlerle konuya girdi ve Türkiye’nin yeni rejimini tanımlayan “Ilımlı İslam” kavramından söz etti:
“AB Dış İlişkiler Komiseri Mr Chris
Patent, Foreign Policy Quarterly’deki son
yazısında Türkiye’yi ‘Demokratik gelişmenin ılımlı İslam ile nasıl bağdaşabileceğinin
açık uygulaması’ olarak anlatmaktadır.
“Abdullah C. Gül FPA’nın konukseverliğini boşa çıkarmadı ve Amerika’ya bağlılığı,
“en güçlü terimlerle vurgulamak isterim ki
Türkiye’nin Birleşik Devletler ile çok yönlü
konularda ve çeşitli coğrafyalarda ortaklığı
ve müttefikliği güçlü, sağlam ve etkilidir ” diyerek dile getirdi.
“Gül, Türkiye-ABD ilişkisinin belirli ortaklık konularıyla sınırlı olmadığını, felsefi
bir temele dayandığını, “Ortak değerlere;
hürriyet, insan hakları ve piyasa ekonomisi
değerlerine dayanmaktadır” diyerek vurguladı. Gül, ABD ile birlikteliğin ne kadar geniş
olduğunu da “Kafkaslarda bölgesel ortaklığı,
Orta Asya’da bağımsızlığın ve güvenliğin
güçlendirilmesi” diyerek belirtti.
“2003’te Ermeni Dışişleri Bakanı ile görüştüğünü, gelecekte de görüşeceklerini;
Azerbaycan-Ermenistan ilişkilerinde rol oynayacaklarını anlatan Gül, müttefiklik için
önemli girişimlerde bulunduğunu ayrıntılarıyla anlatırken, daha yakınlarda bir kalkışma sonucu rejimi değiştirilen Gürcistan’a da
gittiğini ve bu devlete “çok yardım ettiklerini” açıkladı. Abdullah C. Gül, müttefikleri ve
ABD’nin kol kanat gerdiği devletleri sevindirecek bu konuşmasıyla özetlediği açılım politikasının karşılığını 5 yıl sonra aldı. BM 63.
Genel
Kurulu’na
katılmak
üzere
Amerika’ya giden Cumhurbaşkanı Gül,
Fethullah Gülen yakınlarınca kurulan
‘Turkish Cultural Center’ın 3. yıl yemeğine
katıldı. 24 Eylül 2008’de FPA’ya yeni
Cumhurbaşkanı olarak konuk oldu ve
“Ortadoğu’da Barışa Katkısı” gerekçe gösterilerek bir altın madalyayla ödüllendirildi.
“FPA’nın altın madalyası daha önceleri
CIA eski Başkanı Tuğ. Tansfield Turner’a,
Kofi Annan’a, Bill Clinton’a, Richard
Holbrooke’a, Dünya Bankası Başkanı James
D. Wolfenson’a, Senatör George Mitchell’e,
HSBC Başkanı George Mitchell’e verilmişti.”
ABD sivil örümceklerinden altın madalya
alan Gül’e, taptığı Para Tanrısı yürü ya kulum
dedi. Sıra İngiltere’deydi. İngiltere de, ABD gibi kendisini beğendi. İki ödül birden verdi.
İngiltere’den Birinci ödül:
“Kraliçe Elizabeth de Abdullah C. Gül’ü
14 Mayıs 2008’de “Birleşik Krallık Büyük
Haç Şövalyelik” ödülüyle onurlandırdı. Bu
onun 2007’de aldığı Suudi Arabistan’ın
‘Kral Abdülaziz’ nişanından sonraki ikinci
kraliyet ödülü oldu.” (Mustafa Yıldırım,
Ortağın Çocukları, s. 236)
Gelelim ikinci ödüle. Bakalım kimler aracı
oluyor Gül’e ödül verilmesinde?
Suzan Sabancı Dinçer. Sabancı Holding’in
ortaklarından, 2011 Bilderberg katılımcısı, Dış
Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) bünyesindeki Türk-İngiliz İş Konseyi Başkanı olup dünyanın en zenginler listesinin 1057’nci sırasında
olup serveti 1,1 milyar dolardır.
Finans-Kapitalistler kullanabilecekleri kişileri ödüllendirirler. Abdullah Gül de bunlardan
birisidir. Chantam House’ın 90. kuruluş yıldönümünde yapılan ödül töreninde İngiltere
Kraliçesi’nden ödül aldı:
“İngiltere Kraliyet Uluslararası İlişkiler
Enstitüsü (Chatham House) üyeleri tarafından yıl içinde uluslararası ilişkilerin gelişmesine en önemli katkıyı yapan devlet adamı seçilen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ödülünü dün Londra’da düzenlenen bir törenle
Chatham
House
hamisi
İngiltere
Kraliçesi’nden
aldı.
Bu
ödülün
Cumhurbaşkanı
Gül’e
verilmesinde,
Akbank Yönetim Kurulu Başkanı Suzan
Sabancı Dinçer’in Gül’ü önererek adaylar
alınmasını sağlaması önemli bir rol oynadı.”
(Vatan, 10 Kasım 2010)
“Kuruluşun üyesi Avrupa ve Ortadoğu
Araştırmaları Direktörü Fadi Hakura,
Cumhurbaşkanı Gül’ün alacağı ödülle ilgili
açıklamasında, Türkiye’de son 5–6 yılda
“Chatham House”da ön plana çıktığını belirterek “Türkiye, şu anda hem bölgesel, hem
de uluslararası anlamda büyük rol üstlenen
önemli bir ülke. Dolayısıyla Türkiye
Chatham House için öncelik olmaya başladı”
dedi.” (Cumhuriyet, 02 Kasım 2010)
Burada tarihi açıdan dikkat edilmesi gereken
bir nokta var. 09 Kasım 1918’de İngiliz
Emperyalistleri Çanakkale’yi işgale kalktılar.
Çanakkale Boğazı’nın iki yakası, İngilizlerce işgal edildi. Çanakkale’ye bir İngiliz müfrezesi
çıktı. 09 Kasım 1918’de İngilizler, İskenderun
ve Antakya’ya asker çıkardı. İşte böyle bir günün yıldönümünde Cumhurbaşkanı Gül’e ödül
verilmesi anlamlıdır. Mustafa Kemal’in ve Çanakkale Şehitlerinin kemiklerinin sızlayacağı
bir gündür. İngiliz Emperyalistlerini defeden
Mustafa Kemal’in koltuğunda oturan kişi,
İngiliz Emperyalistlerinin Kraliçesinden
Anadolu’ya asker çıkardıkları günde ödül alıyor.
Hiç mi Tarihimize saygın yok diye sormazlar mı adama?
Ama adam değil ki? Onlar için Mustafa
Kemal kim oluyor? Çanakkale işgal edilmiş,
İskenderun ve Antakya’ya çıkılmış, kim düşünür bunu?..
Şimdi gelelim Abdullah Gül’ün halefi
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’na. Sırıtkan
gülüşüyle dünyaya nam salmış bu şahsiyete de
“ödül” verilmiş. Henüz Dışişleri Bakanı olmadan büyükelçilerin giremediği toplantılarda
Gül’e eşlik eden Davutoğlu da “ödül” furyasından nasbini almıştır.
“Aktif dış politika” ustası olarak Batı’dan
övgüler alan Ahmet Davutoğlu 2010 başlarında Woodrow Wilson Center tarafından
ödüllendirildi.” (Mustafa Yıldırım- Ortağın
Çocukları, s. 236)
Emperyalizme yaranmalarının Türkiye’deki
ödülünü de Tayyipgiller’in Dışişleri Bakanı olarak aldı. 1742 yılında kurulan ABD’nin CIA
bağlantılı üniversitesi Princeton Üniversitesi
mütevelli heyetinde ödül veren merkezin finansörü ve danışmanı Cleveland H. Dodge bulunuyordu. ABD’nin sivil örümceklerinden biri olan
merkez, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi
(P"AC)” bildirisini imzalayan kuruluşlardan
birisidir.
“Birçok ünlü tutucunun ve İsrail yandaşının imzaladığı bildiride P"AC amacını
“ABD’nin geçen yüzyılda gösterdiği başarısını, güvenliğimizi ve büyüklüğümüzü güvence
altına alarak yaşatmak gereklidir ” diyerek
açıkladı ve temel görevlerini belirledi:
“Amerika’nın küresel önderliğini desteklemek için yürüyeceğiz.
“Savunma giderleri yükseltilmelidir.
“Demokrasi müttefikleriyle bağlar güçlendirilmelidir.
“Yurtdışında siyasal ve ekonomik özgürlük geliştirilmelidir.
“Uluslararası düzenin, güvenliğimize,
zenginliğimize uygun olmasını sağlamalıyız.”
“P"AC’nin bildirilerini imzalayanlar,
"ED, IRI, "DI, Hudson Institute, ADL, AİPAC,
AEI, JI"SA, CFR, CPD, CSİS, WI"EP,
RA"D, Heritage Foundation, American
Alliance of Jews and Christians, Jerusalem
Summit, Woodrow Wilson Center, GMF,
Freedom House, Radio Free Europe ve CIA
gibi kuruluşların yöneticileri ya da görevlileridirler.” (Mustafa Yıldırım, Ortağın Çocukları
s. 69-70)
İşte amacı ABD Emperyalizminin dünya çapında egemenliğini sağlamak olan bir kuruluştan ödül alan Davutoğlu, onurlu bir dış politika
izleyebilir mi?
Bu arada bildiriyi imzalayan kuruluşlardan
da ödül alan Başbakana, generallere de yazımızda
yer
verdiğimizi
görürsünüz.
Emperyalistler çıkarlarını savunanlara ödül verirler derken, haksız olmadığımızı göstermiyor
mu ABD’nin küresel önderliğini savunmaları?
ABD’de verilen bir ödül de Robert Kennedy
İnsan Hakları Ödülü’dür. Şimdi de bu ödülü almaya “hak kazananları” görelim.
“Ödüller 21 Kasım 1997’de Diyarbakır
Barosu’na kayıtlı Av. Sezgin Tanrıkulu ile insan hakları savunucusu Şenal Saruhan’a
Senatör Edward Kennedy tarafından verilecekti.” (Yılmaz Polat, CIA Pençesinde Açılım,
s. 104)
1997’de Edward Kennedy’den “İnsan
Hakları Ödülü” alan Sezgin Tanrıkulu,
Türkiye’deki
ödülünü
ise
Kemal
Kılıçdaroğlu’nun Yeni CHP’sinin Yepyeni Parti
Meclisi’ne girerek aldı. Evet, bu sivil örümceğin hukuk bürosunda “Bill Clinton ve eşi”nin
resminin asılı olduğu basına yansımıştı. Bu derece Amerikancı bir hukukçu ve siyasetçiden
herhalde Kürt Sorunu ve İnsan Hakları
Sorunu’nda halkların yararına (ki bu emperyalizmin çıkarlarına ters olacaktır) çözüm bulmasını beklemek gülünç olur.
Ödüllendirmeyi hak edenler arasında
Tayyipgiller’in
yeni
prensi Egemen Bağış olmasa eksiklik olurdu:
“ABD’den Bağış’a
dört ödül birden” başlıklı haberde şöyle deniyor:
“Devlet Bakanı ve
Başmüzakereci
Egemen Bağış, "ew
Jersey’in "ewark kentinde,
Amerikan
Müslümanları Ticaret
Odası ile merhum
İmam
W.
D.
Muhammed’in liderliğindeki Kuzey Doğu
Bölgesel Müslüman
Topluluğunun düzenlediği geceye katıldı.”
“Gecede Bakan Bağış’a 4 ayrı ödül, takdir belgeleri şeklinde sunuldu. Bağış’ın onuruna verilen ödül programında 2008 yılında
vefat eden İmam Warth Deen Muhammed’in
eşi Khediah Saddeeg Muhammed de katıldı.”
(www.stargazete.com, 20.03.2011)
Emperyalistler sadece ödüllerini siyasetçilere,
yazarlara
vermezler.
ABD
Emperyalistlerinin çıkarlarına hizmette kusur
göstermeyen kurumlara da farklı ödüller verirler. İşte o mümtaz kurumlardan bir örnek:
Yüksel İnşaat.
Milliyet
gazetesinden
“Amerikan
Ordusundan Yüksel İnşaat’a iki ödül” başlıklı yazıyı okuyalım:
“Afganistan Müteahhitler Birliği’nin bu
yıl ilk kez düzenlediği “2010 İnşaat
Firmaları” ödül töreninde ‘Yılın En İyi
Askeri İnşaatlar Müteahhitlik Firması’ ve
‘İnşaatta Mükemmellik’ ödüllerini Yüksel
İnşaat aldı.”
“Afganistan’da Amerikan Ordusu ile çalışmakta olan dünyanın dört bir yanından 31
uluslararası firmanın yarıştığı törende konuşma yapan Yüksel İnşaat Yönetim Kurulu
Başkan Yardımcısı Emin Sazak, şöyle konuştu:
“‘Amerikan Ordusu ile Yüksel İnşaat yıllardır yürütmekte oldukları başarılı işbirliğiyle kalite ve güvene dayalı bir takım projelere imza attı. Hizmet bilincimizle iş yaptığımız tüm bölgelerde daima en iyiyi sunmayı
görev edindi. Bir Türk firması olarak bu anlayışla yürüttüğümüz hizmetlerimizin
Amerikan Ordusu Mühendisler Birliği ve
Afganistan Müteahhitler Birliği tarafından
verilen bu iki ödül ile onurlandırılmasının
gururunu yaşıyoruz” dedi.” (Milliyet,
12.03.2011)
Yüksel İnşaat, Pentagon’a yaptığı kusursuz
hizmetlerden dolayı ödül alırken acaba hiç düşündü mü, ABD ve yandaşları, Afganistan’ı
bombalarken, halka zulmederken benim yaptığım inşaatlardaki kaliteden nasıl yararlanıyor,
diye?
Bu suça ben de ortağım düşüncesi yerine,
kapitalistlerde ben nasıl daha çok kâr ederim
düşüncesi hâkim olunca, firmalarına mükemmellik ödülü de veriliyor doğal olarak…
Emperyalistler, düşmanlarını katleden demokrat maskeli hainlere de ödül verdirirler.
Hele bu hain, zamanında kendilerine uşaklık
eden, kirli amaçları için kullandıkları Usame
Bin Laden gibi onlara göre “en büyük
terörist”in haince katledilişini canlı yayından izleyerek tatmin olduysa, o katillere nişan vermek
onun hakkıdır. Hem de ne nişan: “Başkanlık
Birlik Savaş "işanı”… Usame Bin Laden’in
katillerine verilen ödül, Barack Obama tarafından verilmiştir. Gördüğümüz gibi emperyalistler, uydu ülkelerdeki işbirlikçilerine ve kendilerinin düşmanı olarak belirledikleri kişileri acımasızca katleden elemanlarına ödül vermekten
büyük bir haz duyarlar. Çünkü bu kategorideki
insanlar aynı babanın hizmette kusur etmeyen
evlatlarıdır.
Demek ki, emperyalistlerin “ödül” verdikleri kişiler, ülke çıkarlarını emperyalistlerin çıkarlarının üstünde tutan kişilerdir. Bu aşağılık insanlar vatan satıcılarıdır. Bu kişiler kuracağımız
Halk İktidarında ödül almak yerine halk tarafından cezalandırılacaklardır. Çünkü Halk
İktidarında zamanaşımı işlemez. Halkın adaleti
gerçekleşir. Onlara ödül verenler de hainleri
kurtaramaz. 06.08.2011
İzmir’den Bir Yoldaş
24
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi Gençliği’nden
Neden Parasız Eğitim için Mücadele Etmeliyiz?
E
ğitim en temel “insan” hakkıdır. Devlet Üniversitelerini kazanabilenlere ve
dolayısıyla ailelerine yüklenen kayıt ücretleri, har(a)çlar, zorunlu “bağışlar”, ulaşım, beslenme ve barınma masraflarının toplamı asgari ücretin üzerindedir. O zaman
“eğitim”, paran varsa kullanılabilen ve harcadığın kadar genişleyen bir haktır. Demek
oluyor ki Eğitim; “insanlığın” hakkı olamadığı müddetçe; toplum içindeki bireyin hakkı
korunamaz.
Kurtuluş Partisi Gençliği; toplumun geleceği olan gençlerimizin ezici bir çoğunluğunun
hiç edildiği, ailelerinin çocuklarını okutmak için
acı çektiği bir düzenin halkımıza ve vatanımıza yarar sağlayamacağını açıkça ifade ediyor.
Kurtuluş Partisi Gençliği diyor ki; harç
adı altında toplanan paralar (bugün yüzlerce
lira olan harçlar ilk alınmaya başlandığında kır-
Kurtuluş Partisi Gençliği 4. Geleneksel Gençlik Kampı’nı gerçekleştirdi
K
Toplum ve Doğa
birbirinden ayrılmaz bir bütündür
urtuluş Partisi Gençliği’nin 5-6-7
Ağustos 2011’de düzenlediği 4. Geleneksel
Gençlik
Kampı’nda,
Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden gelen birçok
Kurtuluş Partili buluştu.
Ankara’nın Çamkoru Ormanları’nda gerçekleştirilen kampta doğayla nasıl mücadele
edeceklerini öğrenen partililer, bunun yanında
tiyatro, müzik, sportif faaliyetler ve siyasi eği-
tim seminerleriyle hem bedence hem kafaca
kendilerini geliştirmenin mutluluğunu yaşadılar.
Güne yapılan sporla başlayan Kurtuluş Partililer, kurmuş oldukları ekiplerle hem ekip çalışmasının ruhunu yakaladılar hem de yoldaşları için su taşıdılar, odun topladılar, ateş yaktılar, yemek pişirdiler. Sergilenen tiyatro oyunları ve sportif faaliyetlerde ekip halinde
kazanmanın ve kaybetmenin tatlı hüznünü ve sevincini
birlikte yaşadılar.
Doğa yürüyüşlerinde
yoldaşlarıyla birlik
oldular. Gece yapılan yürüyüşte korkularıyla yüzleştiler.
Karanlık bir ormanda gece tek başlarına
yolunu bulmaya çalışarak yön duygularını geliştirdiler.
Yoldaşça rekabet
ettiler, yoldaşça dayanıştılar. Her görevde herkes yer aldı. Tıpkı ilkel komünal atalarımız gibi,
doğada her iş ortaktı,
her ürün de eşit paylaşıldı. Her komün
üyesi aynı zamanda
sanatçıydı, tüm ekipler hazırladıkları parodileri-oyunları
tasiye masrafı olarak adlandırılıyordu), üniversite kapılarını halk çocuklarına kapatmanın
alıştırmasıdır. Uluslararası sermaye AKP eli ile
Eğitim masraflarını, tümüyle adı öğrenci olan
“müşterilerin” üstüne yıkmak istemektedir.
Bu yıl başında “yanlışlık oldu” bahanesiyle geri çekilen zamlı harç uygulaması, önümüzdeki
yıllarda hayata geçirilmek istenen üniversiteleri tamamen paralı hale getirme politikasının adımlarından başka birşey değildir. Bu
politika hayata geçerse bankalardan kredi
almaksızın üniversite okumak mümkün olmayacak. Bankalara binlerce lira borçlu olarak okullarımızdan mezun olacağız. Resmi
rakamlara göre genç işsiz oranın en yüksek olduğu OECD ülkesi Türkiye’dir. Gençlik içinde de işsizlik oranının en yüksek olduğu kesim üniversite mezunlarıdır. Bu da demek
oluyor ki mezun olduğumuzda sadece işsizlikle
değil, bir de aldığımız kredilerle boğuşacağız.
Öğrenciyken alınan YURTKUR kredilerini
dahi geri ödemekte zorlanırken, varın siz düşünün tüm eğitim süreci paralı olduğunda
yaşanacakları.
AKP hükumetinin boylu boyunca içinde
olduğu süreç; bugün çoğu avrupa ülkesinde
gençliği, ailelerini, üniversite hocalarını sokaklara döken, eğitimin paralı hale getirilmesi sürecidir. Bundan uluslararası sermaye ve
bu sermayenin yerli ortakları dışında hiçkimseye fayda gelmez. Halkımızın nice mücadelelerle elde ettiği demokratik hakların sistematik bir şekilde elinden alındığı bu dönemde,
parasız eğitim mücadelesi bu kazanımları
elimizde tutabilmek adına yapılacak bir görevdir. Gelin bu sürece birlikte karşı duralım.
Üniversitelerimizin tamamen parasız olması
için mücadele edelim. Eğitim sürecimizden koparılamayacak; barınma, ulaşım, beslenme
hakkımız için mücadele edelim. İnsanlığın
haklarını, daha da geliştirmek için birlikte savunalım.
Eğitim Haktır Satılamaz!
YURTKUR Uyuma, Yurt Kur!
Kredi Değil, Burs İstiyoruz!
Müşteri Değil Öğrenciyiz!
Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde
Eğitim Mücadelemiz!
Kurtuluş Partisi Gençliği
sundular “ateş gecesi” etkinliğinde. AB-D Emperyalistleri ve Tayyipgillerin ülkemize ve halkımıza ihanetleri, mizah üslubunun keskin diliyle sahnelendi genç yoldaşlarımız tarafından.
Ve ilkel insanın en büyük keşfi olan ateş,
kampımızın da simgesiydi. Yalnızca ışık vermesiyle değil, yüreklerimizdeki devrimci ateşi
pekiştirmesiyle de… Öyle ya, bu kadar çok
genç yoldaşı üç gün boyunca başında toplamıştı, halayla, müzikle, sohbetle, yemekle…
Komünün bu ilkel provasının bir nebze yaşanması ve bugünden yarına giden yoldaki ortaklaşma, böylesine gözle görülür, elle tutulur
olmuştu…
HKP İzmir İl Başkanı Tacettin Çolak’ın
verdiği “Sosyalizm” konulu seminer, HKP
Ankara İl Başkanı Sait Kıran’ın verdiği
“Kürt Sorunu” konulu seminer ve DİSK Örgütlenme Daire Başkanı ve akliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küzüçükosmanoğlu’nun verdiği “İşçi Sınıfının Güncel
Sorunları, Sınıf Mücadelesi ve Gençlik” konulu seminerlerle de teorik açlıklarını gidererek emperyalistlere ve onların ülkemizdeki
yerli uşaklarına olan hınçlarını bir kez daha bilediler.
Kampın değerlendirmesi de kendisi gibi oldu: Samimi, mütevazi, heyecan dolu… Kurtuluş Partili Gençler mücadele aşkıyla yanıp tutuşarak döndükleri şehirlerinde bir an durmaksızın başladılar mücadeleye. Çünkü biliyorlardı ki Emperyalistler boş durmayacaklar, devrimcilerin boş bıraktığı alanları kendi karşıdevrimci güçleriyle dolduracaklar. Bunun için, bir
an bile kaybedecek zaman yok diyerek başladılar karşı devrim cephesiyle mücadeleye…
Yüreklerinde devrimci ateşin bir parçası da
2011 Gençlik Kampı’nın ateşiydi artık…
Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi
Kurtuluş Partisi Gençliği
Liseliyiz, Haklıyız, Başaracağız!
Sevgili Liseli arkadaşlarımız, değerli
Velilerimiz;
Bir eğitim yılı daha başladı. Her birimiz,
hedeflerimize bir adım daha yaklaşmayı umduğumuz yeni öğretim yılına heyecanla,
umutla ve biraz da endişeyle başladık.
Neden mi endişeliyiz?
Çünkü bu yıl diğerlerinden biraz farklı.
Üniversiteye girişte uygulanan iki aşamalı sınavdan ilki olan YGS’de yaşanan şifre yolsuzluğu herkes tarafından bilinmektedir. Yıllarca
kendini bu sınava hazırlayan, binbir emek verip dershanelere binlerce lira para harcayan
öğrenciler, yaşanan bu yolsuzlukla büyük bir
yara aldı. Biz öğrencilerin ve ailelerin psikolojileri çok derinden etkilendi. Öyle ki bu strese
dayanamayan Kars, Mersin ve Iğdır’da 3 genç
yaşamına son verdi.
Biliyoruz ki yaşanan kopya olayı ilk değildi. Ama eğitim sistemini baştan sona iğdiş eden Tayyipgiller
son sınavda mızrağı
çuvala sığdıramadı.
Bu yüzden biz liseliler geleceğimizi belirleyen üniversite sınavının güvenilirliği
konusunda endişeliyiz. Elbette ki tek sorunumuz bu değil.
Liseye kayıt sürecinden üniversite sınavına kadar türlü eziyetlere katlanmamız gerektiğini biliyoruz.
Anayasanın 42. Maddesinde belirtildiği gibi;
“Ülke çapında eğitim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur. Ve devlet
okullarında PARASIZDIR.”
Oysa bugün anayasada belirtilenin aksine
okullarda, aidat, kayıt parası, vb. vb… gibi gerekçelerle el altından paralar toplanmaktadır.
Biz “Halk Kurtuluşçu Liseliler” olarak bu
gibi haksız yere toplanan paralarla halkımızın
soyulmasına karşıyız. Anayasada belirtildiği
gibi PARASIZ eğitim istiyoruz!
Hayata yeni yeni atılan, ülkesine ve halkına yararlı bir insan olmak için çaba harcayan
biz liseliler, derin bir girdabın içindeyiz. Yıllardır bizlere dayatılan gerici, ezberci eğitim
sistemi yetmezmiş gibi bir de liseye girerken,
Bir Kitap:
D
evrimci eserler arasında çok farklı bir yeri
olan bu romanın daktiloyla yazılmış metni,
romanda sözü edilen kişilerin fırtınalı yaşamının, bu tür olayların geçtiği yıllarda derlenen bir
arşivde, başka belgelerin arasında bulunur. Romanın yazarının kim olduğu bilinmiyor. Bulunan tek
kopyada imza yok. Sadece iliştirilmiş bir kâğıt
parçasının üstünde aceleci bir elin yazdığı bir ad
güçlükle seçilir: Manuel Tiago. Bu, büyük bir olasılıkla, takma bir ad. Romanın sayfalarındaki kişiler gibi, yazar da bizler için “bilinmeyen bir kahraman” olarak kalıyor.
Bu romanda yaşananlar Salazar Faşizmi altında yaşamaya itilmiş Portekiz’de geçiyor. Portekiz’de Salazar Faşizmine karşı savaşan Komünist
Parti’nin kırsaldaki bir yerel örgütünün yaşadıkları anlatılıyor. Zor şartlar altında mücadele veren
parti üyelerinin, bir yanda devrimci mücadeleleri,
bir yanda da özel-şahsi yaşamları gibi bir durum
yok. Kişilikleri devrimci mücadele ile iç içe geçmiş, devrimcilikle bütünleşmiş, her şeyi göze alabilen insanlar. Romandaki kahramanlar arasında
bazen kişisel sorunlar çıksa da herkesin temel düşüncesi ve hedefi aynı. Hangi devrimciyi ele alırsak alalım, roman bize şunu hissettiriyor: Devrimle yatıp devrimle kalkan, bu uğurda bir an bile
tereddüt etmeden hayatını ortaya koymuş kişilerdir devrimciler.
kayıt parası, aidat gibi soygun yöntemleriyle
uğraşıyoruz. Mevcut eğitim sistemi bizi dershanelerin kucağına itmektedir. İyi bir üniversiteyi kazanmanın temel koşulu dershanelere
binlerce lira para ödemektir.
Bunların dışında farklı lise türlerinde okuyan arkadaşlarımız da çok farklı problemlerle
yüz yüze gelmektedir. Örneğin meslek liseli
arkadaşlarımızla diğer farklı tür liselerde okuyan arkadaşlarımız arasında da bariz bir fırsat
eşitsizliği söz konusudur. Gün geçtikçe daha
da gericileşen, AB-D Emperyalistlerinin Türkiye’ye biçtiği ve Tayyipgiller’in de harfiyen
uyguladığı Ilımlı İslam modeli uyarınca “abdest almanın vücudumuzdaki alyuvar sayısını arttırması” gibi safsatalarla doldurulan
MEB müfredatı da genelde tüm gençliği özelde ise biz liselileri kafadan silahsız hale getirmektedir.
Yıldırılamaz
Gençlik!
Bizler Halk
Kurtuluşçu Liseliler olarak; Lise
öğrencilerini ilgilendiren hiçbir soruna kayıtsız kalmadık. Liseli gençliğin başındaki en
büyük belalardan
biri olan MEB’e
karşı, öğrenci gençliğin aidat sorununa karşı, kayıt
parası sorununa
karşı, Şeriatçı-Gerici- Ezberci eğitime karşı
her zaman mücadele verdik.
Öyle ki 2011 yılında yürüttüğümüz
“EMEK HIRSIZI ÖSYM” kampanyamız
bizim haklı mücadelemizi gözler önüne seren
eylemlerimizden biridir. Bizler Aydın Gençliğiz. Hiçbir şey bizi yıldıramaz. Biliyoruz ki
problemlerimizin çözümü, mücadelemizle
katkı sağlayacağımız Demokratik Halk İktidarının kurulmasıyla mümkün olacaktır. Bu
uğurda mücadelemize yılmadan devam edeceğiz.
Paralı Eğitime Hayır!
Yaşasın Parasız, Bilimsel, Demokratik,
Laik, Anadilde Eğitim Mücadelemiz!
Halk Kurtuluşçu Liseliler
Romanın geçtiği mekân olan Vale da E’gua adlı bölgede, kapitalist üretim yordamının bütün çelişkileri yaşanmaktadır. İnsanların elinde bulunan
toprakları, zaman içerisinde üretimleri artmasına
rağmen aynı toprak olup, artık üzerindeki insanları doyuracak kadar bile değildir:
“Herkesin toprağı var, ama karın doyuramayacak kadar küçük. Fazlasıyla küçük, başkalarının durumu da bizden daha iyi değil. Bu
nedenle hemen hemen herkes dışarıda iş buluyor. Kimi yol onarımında çalışıyor, kimi de varlıklıların yanına ırgat olarak giriyor. Ama bütün işler geçici, üstelik az para veriyorlar. Ve
gündelikçiliğin de ne demek olduğunu bilmeyen ev yok.”
Roman kahramanlarından Manuel Rato, bölgeye bilgi almak için gelen Yoldaş Vaz’ a kırsalın
durumunu böyle anlatır.
Bu bölgede yaşayan insanlar içerisinde, özellikle İşçi Sınıfı içinde gerçekleştirilen örgütlenmeler, zor şartlar altında yapılmaktadır. İllegalitenin
getirdiği zorluklar, harfiyen uyulması gereken kurallar, adeta ders verir nitelikte anlatılıyor.
İllegalite şartlarında gerçekleştirilen çalışmalar sonucu yapılan Genel Grev yenilgiye uğramış,
örgüt ağır bir darbe yemiştir. Faşist rejim tarafından yapılan operasyonlarla işkenceli sorgulardan
geçmişlerdir. Örgüt darbeler almış ama yok olmamıştır. Geçirdiği büyük sarsıntıya karşın, romanın
sonunda, örgütün geleceğe güvenini hiç yitirmeden toparlanışı, hem öğretici, hem düşündürücü
biçimde yansıtılmaktadır.
“Yarın Bizimdir Yoldaşlar” romanı, gerek teorik anlamda, gerek deneyimsel aktarım anlamında
birçok önemli öğeler içeriyor. Örneğin, roman
kahramanlarından Manuel Rato, yoksul köylülerin
çıkmazını ve içinde bulundukları zor durumu şu
şekilde ifade eder:
“Anlayacağın dostum, bu toprağı cehennemin dibine yollayıp buradan gitmeyi bin kez
aklımdan geçirdim. Bazen gündelikçiliğe çıktığımda aldığım para sadece vergileri ödemeye,
borçları kapatmaya ve karıma babasından kalan bu toprağı elde tutmaya yetiyordu. Öyle ki
bugünkü durumda bu toprak bizi daha çok köleleştiriyor.”
Herkes tarafından mutlaka okunması gereken
ve birçok bilgi edinmemizi sağlayacak bu kitabı
okurken, Fidel Castro’nun şu güzel sözlerini hatırlıyoruz:
“Bir tür kahramanlığa karşı büyük hayranlık duyuyorum: Sessiz kahramanlık, adsız kahramanlık, sessiz erdem, adsız erdem.”
Konya’dan Kurtuluş Partisi Gençliği
25
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi Gençliği’nden
Ü
Üniversitelerdeki gericiliğe ve baskılara hayır!
Merhaba Arkadaş,
niversitelerde yeni bir öğretim yılı daha
başladı. Bu yıl diğerlerinden biraz farklı.
Çünkü üniversiteye girişte uygulanan iki
aşamalı sınavdan ilki olan YGS’de yaşanan şifre yolsuzluğu herkes tarafından bilinmektedir.
Yıllarca kendini bu sınava hazırlayan, binbir
emek döken, dershanelere milyarlarca lira para
harcayan öğrenciler yaşanan bu yolsuzlukla büyük bir yara aldı. Öğrencilerin ve ailelerin psikolojileri çok derinden etkilendi. Öyle ki bu
strese dayanamayan, Kars, Mersin ve Iğdır’da 3
genç yaşamına son verdi.
Bunların sorumlusu din yobazı Fethullah ve
müritleri, Tayyipgiller Hükümeti ve onun kuklası durumunda olan ÖSYM’dir.
YGS’de yaşanan şifre yolsuzluğunun ardından ikinci aşama olan LYS’ye girip üniversiteye
yerleşen öğrencisiyle, okuluna alışmış bir durumda olup derslerine girip çıkan “bu yıl da bitse” diyen ara sınıflarıyla ve içinde iş bulma korkusu taşıyan son sınıf öğrencisiyle üniversiteler
yeni bir öğretim yılına daha başladı.
Üniversiteleri bundan sonraki süreçte
daha da zor günler bekliyor.
"eden mi?
Üniversite denince akla bilim gelir, bilgi gelir. İnsanın çevresini, bağlı bulunduğu toplumu
ve bu toplumda meydana gelen olayları anlaması, yorumlayabilmesi ve
araştırması gelir.
Ama ne yazık ki gelinen
noktada durum hiç de öyle değildir. Bilim yuvası olması gereken üniversiteler bilimden uzaklaştırılmış, halkımızın temiz din
duyguları sömürülerek siyasi
sembol haline gelmiş olan Türban üniversitelere sokulmuştur.
Bununla da kalmayıp üniversitelerdeki öğretim görevlisinden
rektörüne varıncaya kadar her
türlü devrimci-demokrat unsur
tasfiye edilmiştir. Tasfiye edilen
bu unsurların yerine AB-D’nin
kucağında dincilik oynayan İblis
Fethullah’ın kadroları getirilmiştir.
AB-D Emperyalistleri ve
CIA’nın “Bizim Oğlanları” tarafından gerçekleştirilen 12 Eylül Faşizminin ardından yaratılan
apolitik gençlik içinde yeşeren devrimci-demokrat öğrenciler ise en ufak bir hak arama eyleminde, en ufak bir itirazda bulunduğu zaman
baskılara, soruşturmalara, davalara maruz
bırakılmaktadır. Bunda yine 12 Eylül’ün bir
ürünü olan YÖK’ün de payı bulunmaktadır.
Ülkemizi Yeni Sevr’e götürme projesi
adım adım uygulanmaktadır
Bilindiği üzere bir CIA tezgâhı olan ve ülkedeki Mustafa Kemalci, Laik, Yurtsever unsurları yıldırma ve tasfiye operasyonu olan “Ergenekon” başladığında CIA’nın sesi olan Taraf
Gazetesi’nin paşalar ve subaylar tutuklandığında, bilim adamları, aydınlar tutuklandığında,
attığı başlık şuydu:
“1923’te kuruldu 2008’de arınıyor.”
1923 ne?
Cumhuriyet’ in kuruluş tarihi.
Yani Cumhuriyet ne yapmış?
“Ergenekon” diye “darbeci” bir örgüt kurmuş. Dolayısıyla 2008’de AKP İktidarı ve ABD Emperyalistleri, 1923’te kurulan “Ergenekon” örgütünü 2008’de temizliyor, arındırıyorlarmış. Yani bütün dert ve dava, Amerika da dahil Batılı Emperyalist devletlerin ülkemizden
kovulduğu, dünyanın zaferle sonuçlanmış ilk
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kötülemek, ülkenin
bağımsızlığa, onura, özgüvenine kavuştuğu
1923’ü kötülemek ve karalamak. 1923’te kurul-
muş Ergenekon. Gülerler buna... Ama ne yazık
ki bunu bilinçli bir şekilde, düzenli bir şekilde
sürdürüyorlar. Ülkemizi “Yeni Sevr”e götürme
yolunda kendisine verilen her türlü emri hiç aksatmadan yerine getiren Tayyipgiller Hükümeti
ise tek tek devlet kurumlarını ele geçirmiş bulunmaktadır. Bilindiği üzere 12 Eylül’le hesaplaşma yalanıyla yapılan 12 Eylül Referandumuyla Yargıyı da artık kendi hukuk bürolarına
dönüştürmüş bulunmaktadırlar.
Paralı Eğitime HAYIR!
Hayata yeni yeni atılan, ülkesine ve halkına
yararlı bir insan olmak için çaba harcayan biz
üniversiteliler ise daha derin bir girdabın içindeyiz. Yıllardır bizlere dayatılan gerici, ezberci
eğitim sistemi yetmezmiş gibi bir de üniversiteye yerleşince har(a)ç, barınma vb. sorunlarla
uğraşıyoruz. Paran varsa oku mantığını artık
dillerinden düşürmüyorlar. Tayyipgiller’in sözcüsü YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın, “Özel
Üniversiteler Yetmez. Devlet üniversitelerini
de paralı hale getirmek gerekir” ifadesini
unutmuş değiliz.
Gazete manşetlerine düşen, “Harçlığı için
okul inşaatında çalışan Muğla Üniversitesi
Fen-Edebiyat Fakültesi Çağdaş Türk Edebiyatı ikinci sınıf öğrencisi Ömer Çetin, dördüncü kattan düşerek yaşamını yitirdi.” haberini de unutmuş değiliz…
Yıldırılamaz Gençlik!
Bizler Kurtuluş Partisi Gençliği olarak;
Üniversite öğrencilerini ilgilendiren hiçbir soruna kayıtsız kalmadık. Öğrenci gençliğin başındaki en büyük belalardan YÖK’e karşı, öğrenci
gençliğin har(a)ç sorununa karşı, burs sorununa
karşı, barınma sorununa karşı her zaman mücadele verdik. Öyle ki 2009 yılında yürüttüğümüz
“"e Cemaat Yurdu "e Tarikat Evi YURTKUR Uyuma Öğrenciye YURT KUR!” kampanyamız bizim haklı mücadelemizi ortaya
çıkaran eylemlerimizden biridir. Bu eylem
sırasında gözaltına alınan 43 arkadaşımız
hakkında dava açılarak yıldırılmaya çalışıldık.
Ama bizler Aydın Gençliğiz. Hiçbir şey bizi
yıldıramaz. Aydın Gençliği teorik ve pratik önderimiz, Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı şöyle ifade eder:
“Aydın genç Antika çağın ezik cahil köylüsü değildir. Aydın genç, hiçbir zulmün sindiremeyeceği MODER" İŞÇİ SI"IFI gibi
bir yenilmez devrimci özgücün müttefikidir.
Üstelik gençliğimizin tükenmez “GE"Ç
TÜRKLER” devrimci geleneği vardır.
Yıldırılamaz Gençlik.”
Aydın Gençliğe karşı ve emekçi halkımıza
karşı yapılan her türlü zulmün, her türlü
saldırının çözümü birlik olmakta, örgütlü mücadele etmektedir. Tek görevimizin ders çalışmak
olmadığının bilincine varıp okulumuzdaki ve
ülkemizdeki sorunlara duyarsız kalmamalıyız.
Çözüm Demokratik Halk İktidarındadır.
Eskişehir’de YÖK
Protestosu
K
Çözüm Sosyalizmdedir.
Peki, biz Kurtuluş Partililerin
savunduğu eğitim sistemi nedir?
Parti Programı’mız bu konuyu net olarak
şöyle belirtir:
“15- ÖĞRETİM SİSTEMİ: Özellikle kol
işiyle kafa işi arasındaki uçurumu doldurma
hedefini güdecek.
“İLKÖĞRETİM: Çevre üretimlerinin
tarla ya da fabrika vb. sistemine göre,
“TEK"İK ve ORTAÖĞRE"İM: Memleket sanayi plânında ayrılmış o yerin pratik
ekonomik ihtiyaçlarına göre programlanacak.
“YÜKSEK ÖĞRE"İM: yabancı yayınları aşırmalarla rızıklanan kürsü ötülgenliği
yerine, memleketimizin yerüstü, yeraltı, insan, hayvan bütün varlıklarını inceleyerek,
Ekonomi ve üretim şartlarımızı geliştirmeye
fiilen yarar ORİJİ"AL emeği geçirecek; lâboratuarını tarlalarımıza ve atölyelerimize
bağlayarak BİLİM YAPMA görevini endüstriyel kalkınma hamlemizle taçlandıracak.
“16- Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında
çözüm yolları bulma, yani bellek yerine zekâyı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin baş
prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye özel, el
yapımı ayakkabı üretir gibi, her öğrencinin
kişiliğini ezmeyen eğitim
güdülecek.
““Fazla diplomalı bize
gerekmez” kaygısı ile, SI"AV’lar öğrenci “turnikesi”, ya da salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline
sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci oranı;
öğretmenin, öğretim sisteminin ve öğretim araçlarının nitelikleriyle kıyaslanacak ve başarının yükseltilmesi için, saptanan
eksiklikler ya da yanlışlıklar hızla giderilecek.
“Öğretimin her kademesine her yaş ve cinsiyetten herkes sınav vermek
şartı ile girip belge alabilecek.
“Her yerde HALK Ü"İVERSİTELERİ
kurulacak.
“17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle LAİKLEŞTİRİLECEK.
“18- Anadilde eğitim serbest olacak. Devlet ve diğer kamu yönetimleri bu konuda
üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek.
“19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak.
“20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi
olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak. Herkese eşit, parasız eğitim imkânı sunulacak.”
Yürüttüğümüz bu mücadelede sana da ihtiyacımız var. Sen de bize katıl. Sen de Kurtuluş
Partisi saflarında örgütlen.
Tarih mutlaka bizi haklı çıkaracak. Buna
inancımız tamdır.
Y
YÖK’ü Tarihe Gömeceğiz!
YÖK nedir? Ne işe yarar?
üksek Öğrenim Kurumu, 1980 Faşist
Darbesi sonrası üniversitelerdeki devrimci, yurtsever geleneğin önünü kesmek, üniversiteleri ticarethanelere, biz öğrencileri de müşterilere çevirmek için kurulmuştur.
Kurulduğu günden bugüne kadar “paran
varsa oku” şiarıyla işleyen, laiklik, bilim ve
demokrasi karşıtı uygulamalarına her gün bir
yenisini ekleyerek halk çocuklarına ne kadar
düşman olduğunu açıkça belli eden YÖK, halkın değil Parababalarının kurumudur. Şeriatçı
Tayipgiller Hükümetinin YÖK’ün başına
getirdiği, kendileri gibi bilim, demokrasi düşmanı Yusuf Ziya Özcan, geçtiğimiz yıllarda
bunu kendi ağzıyla itiraf etmiştir. Gaziantep’te
bir öğrencinin, “Herkes üniversite mezunu
olmalı mı?” sorusuna şu cevabı vermiştir:
“Hayır olmamalı. Okullar bedava.
Hiçbir yerde görülmemiştir. Şunu yapmak
istiyoruz: Üniversiteleri paralı yapalım,
ihtiyacı olana burs verelim. Hiç olmazsa
üniversiteler ayağının üzerinde dursun.
Sonra insanlar çalışınca bu parayı geri
ödesin.
Aynı
Kredi
ve
Yurtlar
Kurumu’ndan alınan kredi gibi. ABD’de
olduğu gibi mezuniyetten sonra ödesin.”
Bu cevap, YÖK’ün ne kadar halk düşmanı
bir kurum olduğunu, üniversiteleri bilim yuvaları olarak değil, holding olarak kullanmak
amacında olduğunu kanıtlamıştır. Tayipgiller
Hükümeti, onca kamu kuruluşu yetmiyormuş
gibi, üniversiteleri de özelleştirmek istemektedir. Ülkesini “pazarlamakla mükellef” olduğunu açıkça, utanmadan söyleyen Tayipgiller’in halk düşmanı Ortaçağcı zihniyetinden
de ancak bu beklenir zaten. Temel bir hak olan
miştir.
Biz Kurtuluş Partisi Gençliği olarak, bilimin, demokrasinin kalesi üniversitelerin,
Parababalarının holdinglerine dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz. Bu konuda
Parti’mizin Programı’nda şöyle denmektedir:
“16-Eğitim DEMOKRATLAŞTIRILACAK. Ezberciliğe değil, güçlükler karşısında çözüm yolları bulma, yani bellek yerine
zekâyı işletme prensibi, öğretim ve eğitimin
baş prensibi olacak. Ölçü alınarak, kişiye
özel, el yapımı ayakkabı üretir gibi, her
öğrencinin kişiliğini ezmeyen eğitim
güdülecek.
“Fazla diplomalı bize gerekmez” kaygısı
ile, SI"AV’lar öğrenci “turnikesi”, ya da
salhanesi (mezbahası, kesimevi) haline
sokulmayacak. Dönen (başarısız) öğrenci
oranı; öğretmenin, öğretim sisteminin ve
öğretim
araçlarının
nitelikleriyle
kıyaslanacak ve başarının yükseltilmesi
için, saptanan eksiklikler ya da yanlışlıklar
hızla giderilecek.
“Öğretimin her kademesine her yaş ve
cinsiyetten herkes sınav vermek şartı ile
girip belge alabilecek.
“Her yerde HALK Ü"İVERSİTELERİ
kurulacak.
“17- Öğretim ve Eğitim, biçimi ve içeriğiyle LAİKLEŞTİRİLECEK.
“18- Anadilde eğitim serbest olacak.
Devlet ve diğer kamu yönetimleri bu konuda üzerlerine düşen yükümlülükleri eksiksiz yerine getirecek.
“19- Yabancı dilde eğitim yasaklanacak.
“20- Eğitim bütünüyle bir kamu görevi
olacak. Eğitimden para kazanma yasaklanacak. Herkese eşit, parasız eğitim
eğitimi bile halkımıza satmak istiyorlar. Ve
tüm bu demokrasi, bilim karşıtı uygulamalara
karşı en ufak bir hak arama çabasında da,
uzaklaştırmalarla, soruşturmalarla saldırıyorlar öğrencilere. Ulaşım, barınma, beslenme
sorunlarını, yüzlerce lirayı bulan harçlar sorununu çözmedikleri yetmiyormuş gibi, eğitimi
ticarete dönüştürdükleri yetmiyormuş gibi, bir
de demokratik yollarla hakkını arayan öğrencilere saldırarak, halk düşmanı yüzlerini bir
kez daha göstermiş oluyorlar. Son zamanlarda,
okullarda polis noktaları kurulmasını getirdiler gündeme. Halk çocuklarından o kadar korkuyorlar ki, polislerini okulda da salmak istiyorlar devrimci-yurtsever gençlerin üzerine.
Öğrencileri terörize edip, tüm bu alçaklıklara
rağmen haklarını aramalarını engellemek,
kafaca silahsızlandırarak koyun sürüsüne
çevirmek istiyorlar.
Üniversiteler her zaman, aydın, toplumsal
sorunlara duyarlı gençlerin yetiştiği, Ortaçağcılığa, Faşizme, Emperyalizme karşı mücadelenin yükseldiği kaleler olmuştur. Bunlara
karşı en kuvvetli direnci üniversiteler göster-
imkânı sunulacak.”
Bizler de, bulunduğumuz okullarda AB-D
Emperyalistleri ve satılmış uşaklarına karşı
Laik, Demokratik, Bilimsel, Parasız, Anadilde Eğitim için her türlü mücadeleyi vermeye devam edeceğiz. Vatanımızı AB-D
Emperyalistlerinden ve yerli satılmışlardan
temizleyecek ve Demokratik Halk Devrimi’ni
gerçekleştireceğiz.
İşte
o
zaman
gerçek
“Demokratik
Halk
Üniversiteleri” ile halkımız, bilime ve
eğitime sınırsızca ve parasız olarak kavuşacaktır. 05.11.2011
Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde
Eğitim Mücadelemiz!
Yaşasın Demokratik Halk Üniversiteleri
Mücadelemiz!
Yaşasın Eşit; Parasız Bilimsel Eğitim
Mücadelemiz!
Gün Gelecek Devran Dönecek Tayipgiller Halka Hesap Verecek!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
Kahrolsun AB-D Emperyalizmi ve
Yerli Satılmışlar Cephesi!
Yaşasın Halkın Kurtuluş Partisi!
Yaşasın Demokratik, Laik, Anadilde
Eğitim Mücadelemiz!
Yaşasın Halk Üniversiteleri Mücadelemiz!
Yaşasın Sosyalizm!
Kurtuluş Partisi Gençliği
urtuluş Partisi Gençliği, Eskişehir Adalar’da 03 Kasım Cuma günü yaptığı basın açıklamasıyla YÖK’ü protesto etti.
Açıklamada üniversite öğrencileri, 1980 Faşizminin çocuğu
olan ve kurulduğu günden beri bilim, demokrasi karşıtı uygulamalarıyla halk çocuklarına düşman olduğunu her fırsatta açığa
vuran YÖK’e karşı, bulundukları her okulda mücadeleye çağırıldı.
Açıklamada, “Üniversiteler her zaman, aydın, toplumsal sorunlara duyarlı gençlerin yetiştiği, Ortaçağcılığa, Faşizme, Emperyalizme karşı mücadelenin kaleleri olmuştur. Bunlara karşı
en kuvvetli direnci üniversiteler göstermiştir. Biz Kurtuluş Partisi Gençliği olarak, bilimin, demokrasinin kalesi üniversitelerin, parababalarının holdinglerine dönüştürülmesine izin vermeyeceğiz.” denildi.
Sık sık “YÖK’ü Tarihe Gömeceğiz”, “Üniversiteler Holding Yusuf Ziya Patron”, “YÖK-Polis-ÖGB Üniversiteden
Defol”, “Üniversiteler Karakol Olmayacak”, “Yaşasın Gençliğin Devrimci Mücadelesi” sloganlarının atıldığı açıklama
Eskişehir Halkı tarafından yoğun ilgiyle karşılandı.
Eskişehir’den
Kurtuluş Partisi Gençliği
Kurtuluş Partisi Gençliği
26
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi İstanbul/Bakırköy İlçe Örgütü
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Günü Açıldı
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nın en
büyük kazanımı olan Cumhuriyetin kuruluşu Halkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü tarafından anlamlı bir şekilde kutlandı.
29 Ekim 2011 günü Bakırköy Özgürlük
Meydan’ında bir basın açıklaması gerçek-
leştirildi. Basın açıklamasını İstanbul İl
Sekreteri Ramazan Kap yaptı.
Eylem sırasında sık sık; “Kahrolsun
ABD, AB Emperyalizmi, Yaşasın II.
Kurtuluş Savaşımız”, “Emperyalistler,
İşbirlikçiler, Geldikleri Gibi Gidecek-
ler”, “Gün Gelecek, Devran Dönecek
Tayyipgiller Halka Hesap Verecek” sloganları atıldı.
Açıklamanın ardından Kurtuluş Partililer Bakırköy İlçe Örgütünün açılışı için İlçe
binasına geldiler.
Burada öncelikle Kurtuluş Partisi Bakırköy İlçe Temsilcisi Halil Arabulan bir konuşma yaptı. Ardından Partimizin verdiği
mücadelelerden kesitler içeren bir sinevizyon gösterimi yapıldı.
Açılış etkinliğimiz, Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut’un ve genç bir
yoldaşımızın konuşmaları ile devam etti.
Konuşmalarda, İstanbul için önemli bir
bölge olan Bakırköy’de yeni bir mevzi açılmasının çok olumlu olduğu ve böylece mücadelenin daha da büyüyeceği vurgulandı.
Açılış etkinliği Bakırköy Gençliği tarafından hazırlanan müzik dinletisi ile son
buldu.
Derleniş Yayınları-Kurtuluş Yolu Gazetesi’nden TÜYAP’ta:
“BOP-İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller”
Konferansı
K
ıvılcımlı Usta’mızın eşsiz teorik mirasını ve Partimizin güncel meselelere
bakışını içeren kitaplarımızı halkımıza
tanıtmak için bir fırsat olarak değerlendirdiğimiz İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı bu yıl 12-20
Kasım tarihleri arasında yapılıyor.
Otuzuncusu düzenlenen TÜYAP Kitap
Fuarı’na bu yıl da Derleniş Yayınları- Kurtuluş Yolu olarak katıldık ve kitaplarımızın yer
aldığı kızıl standımızı açtık. Fuar çerçevesinde
13 Kasım Pazar günü Partimiz Başkanlık Kurulu Üyesi Gürdal Çıngı Yoldaş tarafından,
“BOP-İsrail-Kıbrıs ve Tayyipgiller” başlıklı, kalabalık bir izleyici kitlesinin katıldığı bir
de Konferans gerçekleştirildi.
Konferansa, Van’da meydana gelen depremden dolayı halkımıza baş sağlığı dileyerek
dırıların eninde sonunda hesabının sorulacağını, İsrail Devleti’nin meşru bir devlet olmadığını, Halkın Kurtuluş Partisi olarak İsrail gibi
bir devleti tanımadığımızı vurguladı.
Kıbrıs’ın stratejik önemini ve AB-D emperyalistlerinin Kıbrıs üzerindeki emellerini
dile getiren Çıngı, Kıbrıs sorunundaki Devrimci çözümün, adanın Türk ve Rum Halkına
taksim edilerek egemen devletler olan Türkiye
ve Yunanistan’a bağlanması ile gerçekleşeceğini vurguladı.
Libya ve Suriye’deki olayları da değerlendiren Gürdal Yoldaş, Libya lideri Kaddafi’nin,
genç bir subay olarak asker arkadaşlarıyla birlikte gerici krallığı devirerek iktidara geliş ve
Libya Cumhuriyetini kurma süreçlerini anlatarak, zaman zaman zikzaklar çizse de Kadad-
ve ölümlerin sorumluluğunun Parababaları iktidarlarına ait olduğunu belirterek başlayan
konferans yöneticisi İstanbul İl Sekreteri Ramazan Kap Yoldaş, ana konuşmayı yapmak
üzere sözü Gürdal Çıngı Yoldaş’a bıraktı.
Yoldaşımız ilk olarak ABD Emperyalizminin dünyayı bin devletli hale getirme planı
olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin halk düşmanı yüzünü anlattı. Ortadoğu’da yaşanan “Arap
Baharı”nın bugün itibariyle ne yazık ki emperyalistlerin yörüngesine girdiğini belirtti.
Emperyalistlerin Büyük Ortadoğu Projesi’ni
adım adım hayata geçirdiğini belirten Çıngı,
Tayyipgiller’in de bu aşağılık projede Eşbaşkanlık yaparak hem Türkiye hem de Ortadoğu
Halklarına ihanet ettiğini belirtti.
Konuşmasına İsrail’in, ABD’nin Ortadoğu’daki bekçi köpekliğini yaptığını ifade ederek devam eden Çıngı, bu devletin Filistin
Halkına uyguladığı baskı ve insanlık dışı sal-
fi’nin AB-D Emperyalistlerine sonuna kadar
direndiğini ve bu yüzden de vahşice katlettirildiğini anlattı. Libya’daki satılmış işbirlikçilerin iktidarlarının kalıcı olamayacağını vurguladı.
Suriye’de son dönemde yaşanan olayları
da değerlendiren Gürdal Yoldaş, Tayyipgiller’in, AB-D Emperyalistlerinin emirleri doğrultusunda davrandığını, yani BOP’un Eşbaşkanlığı misyonunu yerine getirdiğinin altını
çizdi. Yapılanların uluslararası hukukla hiç ilgisinin olmadığını somut olaylarla kanıtladı.
Gürdal Çıngı Yoldaş konuşmasını, Halkın
Kurtuluş Partisi’nin mücadelesini, insanı hayvan yerine koyan Parababaları düzenini yıkmak için kararlıca sürdüreceğini belirterek tamamladı.
Bakırköy’den
Kurtuluş Partililer
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
1
936 yılında yürürlüğe giren İş Yasasıyla
birlikte işçilerin yaşamında yer alan ve
özellikle yetmişli yıllarda DİSK’ in önderliğinde verilen mücadelelerle genişleyerek
önemli bir güvence haline gelen Kıdem Tazminatı Hakkı, AKP Hükümetinin hazırladığı Hükümet Programıyla tehlikeye girmiştir. Türkiye İşçi Sınıfının 75 yıllık hakkına göz dikilmektedir.
DİSK Konya İl Temsilciliği ve Nakliyat-İş
Sendikası Bölge Temsilciliği olarak 22 Eylül
Perşembe günü, DİSK/Birleşik Metal-İş Sen-
dikası ile birlikte bu durumu protesto eden bir
yürüyüş ve basın açıklaması gerçekleştirdik.
İlk olarak sendika binamızın önünden kortej halinde yürüyüşle başlayan eylemimiz, saat:14.00’da Zafer Meydanı’nda yaptığımız basın açıklamasıyla devam etti.
Basın açıklamasının açılış konuşmasını
DİSK Konya İl Temsilcisi ve akliyat-İş
Bölge Temsilcisi Ali Özçelik yaptı.
Ardından söz alan Birleşik Metal-İş Sendikası Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ise
konuyla ilgili olarak; Kıdem tazminatı, işçinin
emek gücünün ve işteki yıpranmasının karşılığı olarak her bir yıl için aldığı 30 günlük ücretinin karşılığıdır. Dolayısıyla işverenin keyfi
işten çıkarması için bir engeldir. İşverenlerin
sürekli yakındıkları Kıdem Tazminatı gibi bir
yükümlülükleri olmasına rağmen bunca işten
çıkarmanın yaşandığı ülkemizde, Kıdem Tazminatı olmadığı takdirde yaşanacak kıyımı düşünmek bile istemiyoruz. İşçiler için böylesine
anlamlı ve artık gelenekselleşmiş bir hak olan
Kıdem Tazminatının işverenlerin baskılarıyla
Fon adı altında “hiç” edilmek istenmesi çalışma yaşamı adına büyük bir talihsizliktir, diyerek tepkilerini dile getirdi.
Ambar İşçilerinin ve Mahle Mopisan İşçilerinin yoğun katılımıyla beraber yaklaşık 120
kişilik bir kitleyle gerçekleştirilen eyleme Sosyal-İş ve Eğitim-İş de destek verdi. Eylem sırasında sık sık “Tazminat Hakkımız Gasp
Edilemez”, “Tazminat Hakkımız Engellenemez”, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz” sloganları atıldı.
Eylemimizi basın açıklamasının ardından
kortej halinde sendika binamıza kadar yürüyerek tamamladık.
Konya’dan
Kurtuluş Partili İşçiler
Kıdem Tazminatı Hakkımız Gasp Edilemez!
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
Sendikamız, AKP Hükümetinin “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde belirtilen ve işçilerin, emekçilerin yıllardır kanları, canları pahasına kazanıp korudukları haklarına yönelik saldırılarının başında gelen Kıdem Tazminatı Fonu, Bölgesel Asgari Ücret, Özel İstihdam
Büroları ile ilgili olarak eylemler yapmaya devam ediyor. Bunlardan birisi de Gebze Şubemizin Gebze’de yapmış olduğu basın açıklamasıdır.
Basın açıklamamız, Topkapı Ambarlarından, Demtarns’tan, Adapazarı, Kocaeli ve yakın bölgelerden gelen üyelerimizin katılımı ile
yapıldı. Coşkulu ve kararlı eylemimize Gebze’de bulunan sendikaların temsilcileri de destek verdi. Basın açıklaması akliyat-İş Sendikası Gebze Şube Başkanı Erdal Kopal tarafından yapıldı. Erdal Kopal’ın yapmış olduğu konuşma metni aşağıdadır.
A
KP iktidarı, yerli-yabancı Parababaları
ve onların IMF, DÜYA BAKASI,
DÜYA TİCARET ÖRGÜTÜ gibi finans örgütlerinin direktifleri ile “Ulusal İstihdam Stratejisi” adı altında Kıdem Tazminatı,
Bölgesel Asgari Ücret, Özel İstihdam Büroları uygulamalarıyla İşçi Sınıfımız ve emekçi halkımızın kanı canı pahasına kazandıkları haklarını bir bir ortadan kaldırmaya, gasp etmeye çalışmaktadırlar.
12 Eylül Faşizminin dahi doğacak tepkilerden dolayı gasp edemediği, Vehbi Koç’un 12
Eylülcülere gönderdiği mektupta, ‘‘Kıdem
tazminatının kendilerine yük olduğunu, bunun bir fona devredilmesi gerektiğini’’ belirtmesine rağmen yapılamayanı, AKP iktidarı
yapmaya çalışmaktadır.
Kıdem Tazminatı 1936 yılından beri uygulana gelen bir kazanımdır. Dönemlere göre değişik oranlarda uygulanmıştır. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nden sonra kabul edilen 1961
Anayasası’yla çalışanlara önemli EkonomikDemokratik haklar getirilmişti. Kıdem Tazminatı Hakkı bu dönemde daha da genişlemişti. O
zamanki iş yasalarında, kıdem tazminatında tavan üst sınır uygulaması yoktu. Böylece sendikalar yaptıkları toplusözleşmelerle bu hakkı genişletiyorlardı. Yani kıdem tazminatı, işverenlerin işçileri kolayca kapı dışarı etmesinin önünde
kısmi de olsa bir engel teşkil etmekteydi. Ancak
12 Eylül Faşist Darbesiyle bu kazanımlarımız,
her yıl için ‘‘en yüksek devlet memuru maaşını geçemez’’ şeklinde sınırlandırıldı. Yani İşçi
Sınıfımızın sendikal mücadeleyle bileğinin hakkına elde ettiği hakları tırpanlanmış oldu. Şimdi
de Tayyipgiller, hem yasadaki ‘‘her yıl için 30
günlük ücret’’ düzenlemesini kaldırmakta
hem de ‘‘Fon’’ aldatmacasıyla en az 10 yıl çalışmadan işçilerin bu haktan yararlanmasını
engellemek istemektedirler. Oysa Kıdem Tazminatı, çalışanların yıllarca çalışmaları sonucu
biriktirdiği alın terleridir. Her ne kadar tavan sınırı getirilmişse de çalışanlar emekli olduğu zaman eline geçen bu toplu parayı az da olsa bir
yarasına merhem yapmaktadır.
Tayyipgiller’in hazırladığı Kıdem Tazminatı
Fonu düzenlemesiyle yerli-yabancı Parababaları ve onların ekonomik örgütleri, Kıdem Tazminatını ortadan kaldırarak ülkemizi ‘‘ucuz işgücü
cenneti’’ne, dikensiz gül bahçesine çevirmenin
hesabını yapmaktadırlar. Çalışma yaşamının esnekleştirilmesinin bir parçası olarak kolay işçi
alıp kolayca çıkarmak; insanları işsizlik, pahalılık cehennemine atmak istemektedirler. Ücret
ve sosyal hakların toplamından oluşan Kıdem
Tazminatı hesabını, çıplak ücrete indirgeyerek
ve Fona devrederek, 20 yıl çalışan işçi 6 maaş
tutarında kıdem tazminatı alsın, demektedirler.
Kıdem Tazminatı, çalışanın ücretinin ileride
ödenmek üzere ayrılmış bir parçasıdır. Bu nedenle, Kıdem Tazminatı, ücret dışı işgücü maliyetinin bir unsuru şeklinde görülemez ve reka-
bet gücünü arttırmak amacıyla azaltılması düşünülen bir ödeme türü olarak ele alınamaz.
İşveren örgütlerinin yıllardır öne sürdüğü,
AKP iktidarının da benimsediği bir başka gerçek dışı değerlendirme de Kıdem Tazminatının
iş güvencesi ve işsizlik sigortasının yerine geçtiğidir. Bu nedenle ülkemizde işsizlik sigortasının ve iş güvencesinin var edilmesinden sonra
Kıdem Tazminatına gerek olmadığı iddia edilmektedir. Oysa yaygın örneklerden de görüleceği gibi, hiçbir ülkede Kıdem Tazminatı iş güvencesi ya da işsizlik sigortası yerine düzenlenmiş değildir.
Ayrıca bu “uydurulmuş” gerekçe temelden
yanlıştır. Çünkü Kıdem Tazminatı ödeme durumu, iş güvencesinin olduğu yerde değil; iş güvencesinin bittiği yerde başlamaktadır. Bu anlamda iş güvencesi ile Kıdem Tazminatı birbirinin yerine geçen değil, güvenceli ve insanca bir
çalışma yaşamı için birlikte bulunması gereken
iki ayrı düzenleme niteliği taşımaktadır.
Aynı durum, İşsizlik Sigortası ile Kıdem
Tazminatı ilişkisi açısından da söz konusudur.
İşsizlik Sigortası, işçinin, işsiz kalma tehlikesine karşı güvence sağlamak amacıyla, çalışırken,
diğer sigorta türleri gibi prim ödeyerek sahip olduğu bir kazanımdır. Kıdem Tazminatı ise herhangi bir karşılık ödemeksizin, işyerinde yıpranmışlığının bir bedeli olarak, işten ayrılırken
aldığı, “ertelenmiş kazancıdır.” Her ikisinin de
çalışanın işten ayrılması koşuluna bağlı olması,
İşsizlik Sigortası ile Kıdem Tazminatını birbirinin yerine geçirmek için gerekçe olamaz.
Başta Avusturya olmak üzere kıdem tazminatının en yerleşik olduğu ülkelerde gelişmiş
sendikal örgütlenme, etkin toplu İş sözleşmesi
ve güçlü bir iş güvencesi düzeni vardır. İşveren
tarafından iş akdi fesh edilen işçi, işe son verme
nedeni ne olursa olsun, Kıdem Tazminatı’na
hak kazanır.
Emekçi, cefakâr, yiğit halklarımız;
Tayyipgiller’in; IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi Emperyalistlerin ekonomik örgütleri eliyle yaptıkları ihanetler saymakla bitmez. ‘‘Sağlıkta Reform’’ adı altında sağlığı paralı hale getirdiler. Özelleştirme adı altında
Cumhuriyetin kazanımlarını yerli-yabancı Parababalarına peşkeş çektiler. Emeklilik yaşını ve
prim gün sayısını yükselterek yeni nesil için
emekliliği hayale dönüştürdüler; Mezarda
Emekliliği dayattılar. 4857 Sayılı İş Yasasıyla
Esnek Çalışma modelini getirdiler. İşsizliği büyüttüler. Sınavlarda emek hırsızlığı yaparak ço-
cuklarımızın geleceğini çaldılar. Son olarak da
Kürecik’te kurulacak olan NATO Füze Savunma Sistemi ile Ülkemizi Emperyalistler için
yolgeçen hanı yaptılar.
İşçi Sınıfımız ve emekçi halkımızla birlikte,
kazanılmış haklarımızı gasp etmeye yönelik çıkarılmak istenen Kıdem Tazminatı Fonuna,
Bölgesel Asgari Ücret Uygulamalarına, Özel İstihdam Bürolarına, vb. antidemokratik saldırılara, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da
karşı çıkacağız. Yüzlerce yıllık mücadeleyle elde edilmiş ve uğruna büyük bedeller ödenmiş
olan haklarımıza sahip çıkacak ve daha da geliştirmek için mücadele edeceğiz.
İşçi Sınıfı ve emekçi halklarımızı, tüm demokratik kitle örgütlerini birlikte mücadele etmeye çağırıyoruz. 10.10.2011
Kıdem Tazminatı Hakkımız Gasp Edilemez!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek!
Nakliyat-İş Sendikası
Gebze Şubesi
27
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Yaşasın Birnak Direnişimiz!
Direnen ve Direnişlerini zaferle sonuçlandıran BİRAK İşçileriyle
Direniş sırasında ve zafer sonrasında konuştuk
Kurtuluş Yolu/Konya
Kurtuluş Yolu: Kaç senedir Birnak’ta
çalışıyorsunuz?
Hüseyin: 1 senedir çalışıyorum.
Münir: 1,5 senedir buradayım.
Ömer: 1,5 seneden beri Birnak’tayım.
Halil: 2 senedir Birnak’tayım.
Tahsin: 5 yıldır Birnak’tayım.
ecati: 3,5–4 yıldan beri Birnak’tayım.
Kurtuluş Yolu: Birnak’taki çalışma
şartlarınızdan biraz bahseder misiniz?
Çalışma koşullarınız nasıl?
Tahsin: Önceden ağırdı. Sendikaya geçmeden önce saatler belirli değildi, iş ne zaman biterse önü açıktı yani. Gece saat bir
veya ikiye kadar çalışma sürüyordu. İşverene karşı çıktığın anda direk kapıyı gösteriyordu. Ambarda iki tane kapı var hangisinden çıkmak istersen serbestsin, çalışan kalır
çalışmayan gider, diyordu. Bu şekildeydi.
Sendikaya geçtikten sonra bu saatler düzeldi. Saat beş buçukta veya altıda göndermeye başladı. Ve işten çık da diyemiyordu.
Kurtuluş Yolu: Daha önce fazla çalıştığınız zaman mesai ücreti alıyor muydunuz?
Tahsin: Hayır mesai yok. Dediğim gibi,
çalışırsan iş burada, çalışmayan olduğu anda, itiraz eden biri oldukça zaten, toplu şekilde itiraz etme yoktu herkes şahsına.
Kurtuluş Yolu: Şu anda daha düzenli
saatler değil mi?
Tahsin: Tabiî şu anda daha düzenli. Yani daha düne kadar iş bitmeden gidemiyorduk. Biri benim işim var, çalışmayacağım,
dediği anda kapı orada, diyordu, yarın gelme veya şimdi git, diyordu.
Ömer: Sendika gelinceye kadar maaşlarımızı 45–50 günde zor alıyorduk. Sendikaya üye olduktan sonra düzenli maaş almaya
başladık. Ondan önce hep parça parça, 50
lira veya 100 lira şeklinde alıyorduk, hiçbirimiz daha toplu maaş aldığımızı hatırlamıyoruz. Önden bir de karşılıksız senet aldı ve
onu da sendika geldikten sonra geri aldık.
Sendikaya üye olmayacaksınız, diyerek
bizden karşılıksız senet aldı. Ve ben dedim
ki, getir sana ben bir senet daha vereyim,
dedim. Benimle dalga mı geçiyorsun, dedi.
Senedin geçersiz olduğunu bildiğimiz halde
biz bile bile verdik.
Hüseyin: İstirahat yoktu doğru dürüst.
Çay ve yemek konusunda, karşı taraftan bize karşı, sendikaya geçtikten sonra aşırı değişmeler oldu. Allah razı olsun sendikadan.
Sendika geleli saatimiz belli, çoluk çocuğumuzu görüyoruz, misafirlerimizi ağırlıyoruz. Sendikaya üye olmadan önce saat da
yoktu, çoluk çocuk da yoktu bizim için, misafir de yoktu. Bu kadar açıktır yani… Allah’ın izniyle oturtmaya karar verdik biz bu
işi, işimizi geri istiyoruz yani.
Kurtuluş Yolu: akliyat-İş Sendikası’na ne zaman ve neden üye oldunuz?
Örgütlenme sürecinden biraz bahseder
misiniz?
ecati: Örgütlenme sürecimiz şöyle
başladı; Ayhan Ağabey ile ben bir pazar günü görüşme yaptım. Ayhan Ağabeyinin sayesinde Ali Ağabeyi (Nakliyat-İş Bölge
Temsilcisi Ali Özçelik. – Kurtuluş Yolu) ile
tanıştık o gün ve benim evimde bir toplantı
yaptık. Ali Ağabeyin anlattıkları bize çok
güzel ve olumlu geldi. İlk süreçte Münir ve
Hüseyin Arkadaşımızı yanımıza almak istedik ve onlarla Tahsin Arkadaşımız bir görüşme yapmak istedi. Ali Ağabeyimize de
aynı o şekilde anlattık. Ve nitekim 12 saat
sonra bu görüşme başarıyla sonuçlandı. Ve
bu süreç içinde Halil Ağabeyimizle de görüşmek istiyorduk. Halil Ağabeyi en son sıraya bıraktık. Bu süreci kimseye duyurmadan tamamlamak istiyorduk. Ondan sonra,
3–4 gün geçtikten sonra, bizim patron bu
süreci duymuş, biz üyelikleri yaptıktan sonra… Ve nitekim, ben uzun yol şoförüyüm,
ben yoldayken Hüseyin Arkadaşımız beni
aradı, durumu anlattı. Sağ olsun arkadaş
benden sonra Ali Ağabeyimizi aramış.
Hüseyin: Bana para teklif etti. 1 senedir
maaş vermeyen, sendikayı duyunca bana
para teklif etti! Ardından, burada bizim yeğen var, onu göndermiş, gelsin vazgeçerse
ne isterse yapacağız, demiş.
Tahsin: Maaşı 700 liradan 1200 liraya
çıkarttı. Sendikadan vazgeçersen maaşın
1200 lira, dedi. Yani birden 500 lira zam
yaptı.
ecati: Ve nitekim o gün ben sabah yoldan geldim. Ben yoldayken, Tahsin Arka-
daşımız sürecin işlemesi için sabah 1 saatlik bir grev uyguladı, tabiî Ali Başkanımıza
da bilgi vermek şartıyla. Yoksa cumartesi
günü ben yoldan geldiğimde Tahsin Arkadaşım, Münir Arkadaşım ve Hüseyin Arkadaşım o gün işten çıkartılıyordu. Sağ olsunlar diğer arkadaşlar da bize destek çıktılar.
Diğer, içeride şu anda bize ihanet eden iki
arkadaşımız var, onlar ,da bu grevin içindeydiler ama parayla satın alındılar. Cumartesi günü ben yoldan geldikten sonra bana
burada büyük bir baskı yapıldı içeride. En
son ben içeriden çıkmıyordum, Tahsin Arkadaşım bana dedi ki, sen git, biz burayı
hallederiz. Ve nitekim gitmedim, Ali Başkanımla bir aradaydık. Bizi işten çıkartacak
patron dördümüzü bir anda işten çıkartamadı. Sağ olsunlar arkadaşların desteğiyle birlikte.. Benim söyleyeceklerim bu kadar.
Kurtuluş Yolu: İşveren sendikayı öğrenince tepkisi ne oldu?
ecati: Ersan Bina yönetiminden Selçuk Bey diye biri geldi. Akşam bu Selçuk
Bey bizi topladı ve şöyle iyileştirme yapacağız, sendika doğal hakkınız, saatleri düzelteceğiz, falan dedi. Tabiî sendikanın
onunla yaptığı görüşmeden sonra bunları
yapma kararı alıyor. Sendika görüştükten
sonra söylüyor bunları… Ömer ve Mustafa
Arkadaşın senetlerini o gün akşam arkadaşlara teslim etti. Bazı konuşmalar yaptı. Dediği sözlerin ancak yüzde 70’ini tutabildi.
Servisimizi aldırmıştı servisimizi verdirdi,
saatlerimizde düzenleme yaptı, maaşlar zamanında verildi, arkadaşların senetleri verildi bu kadar yani.
Hüseyin: Bizi dövsün diye buraya özel
korumalar getiriyor.
Tahsin: Gözdağı versin diye adam tutuyorlar işçi olarak, aslında işçi değil ama işçi olarak aldı. Hiç de bir iş yapmazlar, otururlar.
Hüseyin: İş bizim dedikçe o tam tersini
yapıyor yani. Biz işin yürümesini istedikçe
o adam getiriyor, aklı sıra bizi korkutacak.
Ama bu ekmek davası ve hiçbir zaman dönmeyeceğiz.
Kurtuluş Yolu: İşverenin sendikaya
üye olmadan önceki süreçte sendikaya
karşı tutumu nasıldı? eler yapıyordu
sendikaya üye olmamanız için?
Münir: 15 günde bir toplardı bizi. Sendikaya girmeyin şöyle güzelleştireceğim,
böyle güzelleştireceğim derdi. Yani açıkça
bir nevi tehdit ederdi bizi, engellemek için
bunu yapardı.
Tahsin: Engellemek için. Birnak’ta sigortalıydık biz, Ersan Bina Yönetimine geçirdi. Sendikadan kaçış için bir önlem buldu, kesin çözüm değil ama sadece önlem. Çalışacak olan
varsa Ersan Bina yönetimine geçecek.
Çalışmayacak varsa
kapı burada, çıkıp gidebilir, dedi. Sendikanın da “S”sini duyarsam o adamı işten
atarım, dedi. Önlem
olarak bizi taşerona
geçirdi. Maaşlarınızı
vereceğim, sizi sendikalı gibi bir duruma getireceğim, derdi. Tabiî parasal olarak, sadece eşit olmasa dahi yaklaştıracağım, derdi. Sosyal haklardan bahsetme yok! Onun tek derdi para
olduğu için paradan bahsederdi. Ben kazandıkça size de para vereceğim, sendikalı gibi
para alacaksınız, derdi. Birden değil tabiî
bir kaç sene içinde… Sonra da bana 1,5
milyar vereceğini açıkladı, sendikaya geçtikten baya bir zaman sonra, toplantılardan
sonra…
Kurtuluş Yolu: Öncesinde kaç para
alıyordun?
Tahsin: 1050 alıyordum. Aslında 1 milyar ama 50 avanta. O öyle veriyordu. Sonra
1500 lira verecektim, dedi. Senin çalışman
şöyledir böyledir falan, sen bu parayı hak
etmiyordun, yani anlamış, vazgeçersen, geriye dönersen bu parayı vereceğim. Arkadaşlarınla da görüş, geriye dönsünler maaşlarını yükselteceğim, diyerek böyle bir şey
yaptı. Biz de geriye dönmedik.
Kurtuluş Yolu: Peki patron size sendikayla ilgili neler söyledi?
ecati: Şimdi patronun konuştuğu şu;
sendika yiyici, kalleş, sizi ortalıkta bırakır
gibi sözler. Patron kısmını anlatmaya gerek
yok, kaba tabirli her türlü lafı konuşur…
Tahsin: Sendikayı övse sen zaten gider
sendikalı olursun, sendikayı karalayacak ki
sendikadan uzak duracaksın…
ecati: Orucun 2’nci günüydü. Mehmet
Emin Bey, beni saat iki buçuk suları yukarıya çağırdı. O gün zaten son toplantıyı yaptık, Hüseyin Arkadaşımızın çıkışı verildi o
gün. Aba altından sopa göstermeler, kimisi
iyi niyet gösteriyor, kimisi sopa gösteriyor,
bu şekilde tehditler… Bunları da yaptılar.
Kurtuluş Yolu: Bu süreçte akliyatİş’in sizlere karşı yaklaşımı ve tavrı nasıldı? asıl değerlendiriyorsunuz?
ecati: Nakliyat-İş’ten de, Ali Başkanımızdan da, diğer sendika temsilcisi arkadaşlardan da Allah razı olsun diyoruz.
Tahsin: Sürecin nasıl gittiğini anlatmaya gerek yok, bak hep beraber buradayız.
Yani söylenecek bir şey yok, durum her şeyi anlatıyor zaten!
ecati: Direnişi anlatalım. Çarşamba
günü, yetkisi olmayan bir sekreterimiz var,
Hüseyin’e karşı bu çıkış dosyasını okumuş.
Daha doğrusu, akşamüzeri, Hasan Yumurtaş diye bir yetkisiz, kendini bilmez, ukala,
işverenin yanında olan bir kişi, arkadaşımıza sen yarın gelmeyeceksin, demiş. Biz de
Ali
Başkan’ımızla
görüştük.
Ali
Başkan’ımız, götürürüz biz seni yarın sabah, dedi. Ve nitekim sabah oldu Hüseyin
Arkadaşımızla birlikte geldik, Konya Sürat
Ambarı sahibinin oğlu Arif Toksöz var, Genel Müdürümüz şu anda, onun yanına vardım, Hüseyin Arkadaşımızın işe başlayıp
başlamayacağını sordum. Sigortası durdurulduğu için işe başlamayacağını söyledi.
Ve o dakikadan itibaren ben kendisine genel açıklamayı yaptım. Dedim ki; Hüseyin
Arkadaşımız yoksa biz şu anda grevi başlatıyoruz. Biz de yokuz, dedim. Ve nitekim
arkadaşlar elbiselerini değiştiriyordu. Dedim, arkadaşlar dışarıya çıkıyoruz… Sağ
olsun arkadaşların hepsi geldi. Ve işte Direniş de bu şekilde başladı.
Tahsin: Aradan yarım saat geçmeden
telefon geldi. Hepimizin çıkışının verildiği
söylendi Ersan Bina yönetimi tarafından.
ecati: Evet, Selçuk Bey aradı Ersan
Bina yönetiminden. Dedi ki, bir Hüseyin
için değer mi?
Bir Hüseyin için dünyalar değer!
Ve ikinci gün bir daha telefon açtı. Dedi
ki, geriye dönmenizi istiyoruz Hüseyin harici.
Yine aynı lafı konuştuk. Bir Hüseyin
için dünyalar değer. O varsa biz varız, o
yoksa biz hiçbir yerde yokuz!
Hüseyin: Bizim için de sizler varsınız
arkadaşlar, bu dava hepimizin davası!
Kurtuluş Yolu: Şu an Direniştesiniz.
Haklı bir mücadele veriyorsunuz. Bu kararı alırken herhangi bir tereddüdünüz
oldu mu? Endişe ettiniz mi?
ecati: Hayır, hayır… Arkadaşlar namına da söylüyorum bu lafı, kendi namıma
da söylüyorum, hiç tereddüt etmeden çıktık
bu yola.
Tahsin: Buranın sendikalı olacağına
inanıyoruz bu gerçekleşecek. Hep beraber
göreceğiz.
Kurtuluş Yolu: Bu kararınıza uymayan arkadaşlarınız oldu mu?
ecati: Evet. Onları da söyleyelim. Birisinin yakın bir süreçte düğünü olmuştu.
Babası ve dedeleri, Konya Sürat Ambarının
sahipleri. Arif Toksöz oğlu olduğu için çocuğu resmen Birnak’ın sahibi Mehmet
Emin Sarı’ya peşkeş çektiler. Bizim üyemizdi. Maddi anlamda da bu çocuk biraz sıkıntıdaydı. Yeni düğün yapıyordu, ne baba
desteği var, ne ana desteği var, ne dede des-
teği var. Hâlbuki Konya Sürat Ambarı küçük bir ambar değil. Çocuğu, 5 milyarlık
bir mobilya karşılığı sattılar. O da bizi satmış oldu. Ahmet diye bir arkadaşımız var,
ilk greve başladığımız gün belirli bir süre
yanımıza gelmedi. Ve geldi burada, biraz
sorunları vardı, o sorunları öne sürdü, biz
de dedik, git sorunlarını hallet, biz buradayız. Ve nitekim Ali Başkan’ımızın da haberi var bundan. Kalleşliğin en büyüğünü Ahmet yaptı bize. Diğer arkadaşın yaptığı hiç
gözümüzde yoktu ama Ahmet’in yaptığını
bize hiç kimse yapmaz.
Ömer: Burada konuştuğumuzu götürüp
işverene kadar ileten biri. Sürekli ikiyüzlülük yapan, gammazlayan biri oldu yani. Burada oturduk konuştuk, bir bardak çayı, suyu beraber içtik. Ama bizi sırtımızdan kalleşçe hançerleyen biri olmuş.
ecati: Ve nitekim, Birnak’ın sahibi
Mehmet Emin Sarı’ya bunu yetiştiren, bu
örgütlenme sürecinde en büyük kalleşliği
yapanın Ahmet olduğuna şu an eminim.
Buna kanaat getirmiş durumdayız. Ve patrona bunu ilk süreçte, diğer arkadaşları da
örgütlemeden, örgütleyemeden patrona ileten kişinin bu olduğunu öğrendik. Nitekim
biz Tahsin Arkadaşımla beraber, ben yoldan geldikten sonra pazartesi günü arkadaşlarla görüşüp ikimiz Birnak’ın sahibi Mehmet Emin Sarı’nın karşısına çıkıp yüz yüze
ve açık sözle beyan edecektik. İşten çıkartırdı veya çıkartmazdı, o onun bileceği iş.
Yani başkasından duymasın istedik, biz
kendimiz açıklayalım istedik.
Kurtuluş Yolu: İlk sendika fikri nasıl
ortaya çıktı? e zaman karar verdiniz
sendikalı olmaya? akliyat-İş’ten önce
başka bir sendikayla görüşmeniz oldu
mu? iye akliyat-İş?
ecati: Niye Nakliyat-İş?
Konya’da şu anda en büyük örgütlenme
Nakliyat-İş’tedir. Birincisi bunu öğrendik.
İkincisi, az önce de söyledim, iki saat içinde bu süreç oluştu. İlk Ayhan Ağabey ile
görüştük, telefonda
Ayhan Ağabey Ali
Ağabey ile tanıştırdı
bizi. Ve bu ilk görüşme nitekim benim
evimde oldu. Adem
Ağabeyimiz vardı,
Metin Başkan vardı,
Mehmet Başkan vardı ilk görüşmemizde.
Tahsin: Patrona
dur demenin zamanıydı.
ecati: Patrona
bu süreçte dur demenin zamanı gelmişti.
Artık arkadaşlar gece
saat on ikiye ve bire
kadar hafta içi çalışıp Çarşamba ve Cumartesi günleri gece saat ikilere, dörtlere kadar
çalışıyordu.
Ömer: İşe sabah saat sekiz buçukta başlardık sabah ezanıyla bırakırdık. Bazı arkadaşlarımız harçlık isterdi yarın pazara gideceğiz diyerek, para yok, der gönderirdi.
Kurtuluş Yolu: Bu mücadele süresince ailenizin sizlere karşı tavrı nasıl? Sizleri destekliyorlar mı?
Tahsin: Ailelerimiz destekliyorlar bizi
tabiî. Normalde arkadaş az önce de söyledi,
çocukları gördüğümüz yoktu. Eve en erken
gittiğimiz, gece saat 10, en geç gittiğimiz
saat gece 02 veya 04. Saat 10’da vardığımızda çocuklar uyumuş oluyorlar zaten, sabah da 7’de veya 8’de kalkıyorsun çocuklar
yatıyor. Sadece bir tek Pazar günü görebiliyoruz onda da biz yorgun oluyoruz, biz yatıyoruz…
Ömer: Sosyal hayat yok…
Münir: Zaten bakarsan, ambarcı adamın hastası olmaz, misafiri olmaz, ölüsü ol-
maz, dirisi olmaz… Şu 2–3 aydır rahatladık. Çoluğumuzun çocuğumuzun yüzünü
görür olduk. Sağa sola gider olduk.
Hüseyin: Eşlerimiz de her zaman arkamızda. Derler ya, Türk kadınları cesaretli
olur diye, gerçekten cesaretleriyle arkamızdalar.
Kurtuluş Yolu: akliyat-İş Genel
Başkanı Ali Rıza Başkan ile de bir görüşmeniz oldu. O görüşmeyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
ecati: Başkanla görüşmemiz çok güzel
geçti ve Başkanı biz ilk o gün gördük. Başkan gerçekten Allah razı olsun kendisinden,
bize güvendiğini söyledi.
Hüseyin: Baba adam.
ecati: Babaların babası. Allah razı olsun…
Kurtuluş Yolu: Peki Ali Rıza Başkanla görüşmeden önce aklınızda hiç soru
işareti var mıydı? Görüştükten sonra değişen bir şey oldu mu?
Tahsin: Hayır.
ecati: Hayır, hayır… Ali Başkan’ımız
olduğu sürece bizim hiçbir şeyde şüphemiz
yoktur.
Kurtuluş Yolu: Son olarak Kurtuluş
Yolu okuyucularına, Türkiye’deki işçi ve
emekçi insanlara söylemek istediğiniz bir
şey var mı?
Tahsin: Herkes sendikaya geçsin. Bizim
önceki şartlarda çalışıyorsa herkes hiç durmasın sendikaya geçsin.
ecati: Bizim Mehmet Amca’mızın
meşhur bir lafı var: “Ali geldi hak geldi”.
Ali Başkan’ımız geldi hak geldi. Allah razı
olsun kendisinden.
Kurtuluş Yolu/Konya
Direnişlerini Zaferle sonuçlandıran
Birnak İşçileri anlatıyor:
Örgütsüz İşçi Köle İşçidir Örgütlü
İşçi Yenilmez!
Kurtuluş Yolu: Sendikaya üye olduktan sonra işten atıldınız ve başarılı bir direniş sürecinden sonra başka bir ambarda işbaşı yaptınız. Süreci bize anlatabilir
misiniz?
Tahsin: Birnak’ta işten atıldıktan sonra
1 ay Direniş yaptık. Sendikanın isteği doğrultusunda başka bir ambarda işe başladık.15–20 gündür çalışıyoruz, düzen iyi,
çalışıyoruz.
Hüseyin: Rahatız. Özellikle saat yönünden iyi, önceden rahat değildik.
Halil: 15–20 gündür çalışıyoruz ama
resmiyetimiz (SSK primi) başlamadığı için,
sabah 09.30’da başlıyoruz akşam iş bitimine kadar. İşyerinde sendikalı çalışan arkadaşlar saat 19.00 oldu mu bırakıp gidiyorlar. Resmiyetimiz başlamadığı için işveren
bizi kullanıyor. Sendikaya üyeyiz ama resmiyette sigortamızın bir an önce başlaması
lazım. Maaşımız 5 lira da olsa en önemlisi
bizim sosyal hakkımız. Bir hastamız olsa ne
yapacağız? Hadi çocuklar görünüyor da biz
eşimle ne olacağız? Birnak’tan işi bırakalı 2
ay oldu, bir kaza olsa hastaneye nasıl gideceğiz?
Kurtuluş Yolu: Anlattığınız durumun
sebebi nedir?
Halil: Biz şimdi sendikanın üyesiyiz.
Sendikanın buna bir çözüm bulması lazım,
bir an evvel başlatması lazım. Benim için
en önemli şey sigorta. İlk önce önem verdiğim sigorta. Herkes aynı düşünür. 4 milyar
da verse benim için bir değeri yok. Sendika
üyesiyiz, memnunuz işimizden ama resmiyetimiz başlamadığı için psikolojik sorunumuz var. Acaba evimizde bir çocuğumuz
hastalanır da hastaneye gittiğimizde sıkıntı
yaşar mıyız? Herkes bunu düşünüyor.
28
Kurtuluş Yolu: Direnişten önceki çalışma
koşulları ile şimdiki çalışma koşulları arasında ne gibi farklar var, bahsedebilir misiniz?
Halil: Sendikaya üye olduk. HAS Konya’da
olsun Birnak’ta olsun farklı tabiî... Biz sendikanın üyesiyiz, başka olur tabiî ki… Patron bizi
kullanıyor. Diğer sendikalılar saat 7 oldu mu tak
kesiyor, bizi iş bitimine kadar kullanıyor. Dağıtalım, yükleyelim ama saat 7’ye gelmiş, filan
yerde mal var… Arkadaş bunun prosedürünü
çiz, saat 7’den sonra beni niye mal toplamaya
gönderiyorsun? 5’de toplamayı kes. Yükleyecek yüklesin, arabası varsa sarsın, gene canla
başla çalışalım. İmkân elimde diyerekten kullanıyor, bu kadar da olmaz. İşçiysek bu kadar köle mi olduk?..
Kurtuluş Yolu: Bu Direnişin size ne gibi
kazanımları ne oldu? Yani neler kattı sizlere?
Tahsin: Direnişten önce sendikayı bize yanlış tanıtıyordu işveren. Sendika işçinin hakkını
yiyen, işçiden para alan, o şekilde yansıtıyordu.
Gerçek durum öyle değil aksine sendika birbirine destek çıkan, sahiplenen bir kurum. Daha önce bize farklı yansıtıyorlardı. İşte sendikaya geçerseniz sizden para alır, maaşınızı alır gibi uydurma bir şeyler yapıyorlardı. Öyle olmadığını
gördük aksine bir birine sahiplenme, kardeşlik
var.
Münir: Örgütlü olma var bir nevi.
Halil: Bir tutkunluk var.
Tahsin: Sahiplenme var. Önceden olsa bütün ambarlar durup konuşmazlardı bizimle, yaklaşamazdık. Ama şimdi gördüğü yerde durup,
kaynaşma oldu sendikalı arkadaşlarla, gördüğü
yerde selamlaşıp konuşup o şekil de.
Halil: Bir hasbıhal ediliyor yani.
Ömer: Bir kardeşlik, arkadaşlık var yani
sendikaya gireli, diğer ambarlarla bizlerin arasında kardeş bağı oldu.
Tahsin: İşveren sendikasızlara kötülüyor
sendikayı, işte sizi götürür kavga ettirir, adam
dövdürür gibicesinden sendikadan uzak tutmaya çalışıyor ama söylediklerinin tam tersiymiş.
Hüseyin: Bilseydik önceden girerdik sendikaya. Bence çok iyi bir şey. En ufak bir sorun
oldu mu hem birlikte konuşuluyor, hem sendikaya geliniyor, söylüyoruz hallediyorlar. Maaşımız da iyi Allaha şükür, şimdilik memnunuz…
Kurtuluş Yolu: !akliyat-İş önderlerinin
bu mücadelenizde, Direnişinizin kazanılmasında ne gibi katkıları oldu?
Hüseyin: Temsilci arkadaşlar ve Ali Başkan
gece gündüz demediler Direniştelerdi, ellerinden geleni yaptılar şimdi inkâr etmeyelim, bera-
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
ber yiyip içtik, beraber mücadele ettik. Harçlıklarımızı da verdiler yani desteklediler arkadaşlar, ellerinden geleni yaptılar.
Halil: Manevi bir bağ oluştu yani bunu gördük.
Hüseyin: Sendika bir aileymiş.
Tahsin: Önceden bahsettikleri gibi bir şey
değil sendika, daha doğrusu işverenlerin bahsettiği gibi bir şey değil sendika. Sendikasız işçilere baskı yapılıyor, bir de sendika kötüleniyor…
İşçi de eğer sendikanın böyle olacağını bilse;
sendikanın kendisini sahipleneceğini, destek çıkacağını, her yer sendikalı olur. Ama tam tersine, işveren, sendika sizi ortada bırakır, ben sizi
kabullenmem, sizi sahiplenmez işsiz kalırsınız,
aç kalırsınız, ben de geriye almam, gibi sözlerle
işçileri korkutuyor. Aynısı bize de uygulandı
ama biz tam tersini gördük.
Hüseyin: Bizim gibi bilmeyenler veyahut
kötüleyenlere veya karşılaştığım arkadaşlara
her yer sendika gibi olsun diyorum.
Tahsin: İşverenin işine gelmediği için…
Ama şimdi bir şey olduğunda sana çık git diyemiyor, saati geldiğinde; bırakma, çalış, gibi bir
şey yok. Ama önceden olsa, sendikasız adamı
çalıştırıyor, tehdit ediyor; çalışmazsan işine son,
bırak git… O da iş bulamam korkusuyla devam
ediyor.
Cahit: Sendikalı işçiye, işi bırak git, deme
şansı yok işverenin. Yani yüz kızartıcı bir suç
olmadıktan sonra, hırsızlık yapmadıktan sonra
çık diyemiyor. İşçi istediği zaman çıkabiliyor.
Patronun işten atma gibi bir lüksü yok.
Hüseyin: Ben mesela Birnak’ta 700 liraya
çalıştım, benim dolmuş parama, kira parama
yetmiyordu. 1 yıldır söylediğim halde bir fayda
görmedim. Ama sendikalı olduk, Allah razı olsun, başka da bir şey demiyorum. Biz çok memnunuz, bizim gibi bilmeyenlerin de inşallah
gözleri açılır herkes üye olur.
Kurtuluş Yolu: Direnişinize destek veren
kurumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Görüşleriniz nelerdir?
Hüseyin: Valla her gelenden memnunuz:
Kurtuluş Partisi’nden, Birleşik Metal üyesi işçilerden.
Ömer: Herkese ayrı ayrı teşekkür ederiz.
Metro Baştemsilcisi Cihan Başkan’a da teşekkür ederiz.
Hüseyin: Yani bizimle ilgilendiler iki aydır,
sağ olsunlar her şeyi yaptılar. Saatimiz de belli
maaşımız da belli, şükür yetiyor, şu an çok rahatız…
Kurtuluş Yolu: Bundan sonraki süreçte
Tayipgiller’in Kıdem Tazminatı ile tehlikeli oyunu
B
ildiğimiz gibi 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile birlikte aklımıza gelen
her alanda büyük hak gaspları yaşanmış,
çıkartılan yasalarla özellikle işçi, emekçi halkımıza zulüm üzerine zulüm yapılmıştır.
AKP’nin gelir gelmez en büyük icraatlarında birisi 4857 Sayılı Yasa olmuştur. Bu yasa İle
Esnek Çalışma modellerinin bir kısmını yasalaştırmıştır. Diğer bir icraatı ise Sosyal Güvenlik Yasası ile olmuştur. Bu yasada da özelikle
emeklilik yaşı yükseltilerek 65’e çıkartılmış,
SSK prim gün sayısı artırılmış, çalışanlar açısından bu çok büyük bir hak kaybı olmuştur. Yine 2011’de çıkardıkları Torba Yasa ile yaklaşık
50 bin belediye çalışanını ülkenin değişik bölgelerine güvencesiz bir şekilde sürgünlere göndermeyi hedeflemişlerdir. Şimdi de “Ulusal İstihdam Stratejisi” ile işçileri daha fazla köleleştirmek ve güvencesiz, düşük ücretlerle çalıştırarak patronların kârına kâr katmak ve yeni işçi simsarları yaratmak istiyorlar. Buna Ulusal
İşçi Simsarlığı diyebiliriz. Bu strateji içinde Kıdem Tazminatı Fonu, Esnek Çalışma, Özel İstihdam Büroları, Bölgesel Asgari Ücret var.
Şu an ülkemizin gündemine oturan Kıdem
Tazminatı Fonunu ele alacak olursak.
Kıdem Tazminatı, bir işçinin çalıştığı işyerindeki yıpranması karşılığında işveren tarafından ödenen tazminattır. Aslında ücretin geç
ödenen bir parçasıdır.
Kıdem tazminatı 1936 yılından itibaren
başlayan bir uygulamadır. İlk yıllarda işçiler beş
yıllık çalışma süresini tamamladıktan sonra her
yıl için 15 günlük ücretleri tutarında kıdem
tazminatı alıyorlardı. 1950 yılında 5 yıllık süre
üç yıla düşürüldü. 1952 yılında ise emekli olunduğunda da kıdem tazminatı alma hakkı getirildi. 27 Mayıs 1960 Politik Devrimi’nden sonra kabul edilen 1961 Anayasası’yla çalışanlara önemli ekonomik-demokratik haklar getirilmiştir. Kıdem Tazminatı Hakkı bu dönemde daha da genişlemiştir. Bunun devamında da
1967 yılında kıdem tazminatının işçi öldüğünde
mirasçılarına ödenmesi maddesi getirildi. 1975
yılında 15 günlük ücret 30 günlük ücrete
çıkartılmış, 3 yıllık süre de 1 yıla indirilmiştir.
12 Eylül Faşist Darbesinden sonra ise kıdem
tazminatına tavan ücret getirilerek alınacak
ücret için bir sınırlama konulmuştur.
Günümüzdeki uygulama ise şöyledir; çalışan bir işçinin iş yasasında belirtilen haklı nedenlerle iş sözleşmesinin sona ermesi durumunda, bu işyerinde bir yıldan fazla çalıştıysa çalıştığı her yıl için 30 günlük brüt maaşı üzerinden
bu tazminata hak kazanır. Ayrıca yaşlılık, emek-
lilik, malullük ve askerlik durumlarında, kadın
işçiler için ise evlendiklerinde kıdem tazminatı
alınıyor. İşçinin ölümü durumunda ise yasal mirasçılarına ödeniyor. Tavan ücret uygulaması
devam ediyor.
İşçi Sınıfının vermiş olduğu mücadeleler sonucunda da bazı kazanımlar elde edilmiş, işçiler
bu mücadeleyi verirken işverenler-Parababaları
da kıdem tazminatını yok etmek, yükümlülüklerinden kurtulmak için bütün hükümetlere baskılar yapmışlardır.
Örneğin 12 Eylül Faşist Darbesinin olduğu
yıl, Vehbi Koç 2 Ekim 1980’de Kenan Evren’e yazdığı mektupta şöyle diyor: “Kıdem
Tazminatı Karşılıkları bir fonda toplanmalı
ve kalan kısım özel sektör yatırımları için düşük faiz ile kullandırılmalıdır.”
12 Eylül Faşizmi ise doğacak
tepkileri göze alamadığı için buna
cesaret edememiştir.
Ve o günden bugüne Koç’ların,
Sabancı’ların, Eczacıbaşı’nın bu
isteklerini şimdi AKP Hükümeti
yerine getiriyor. Tayyipgiller’in sayesinde Parababalarına da gün
doğdu. Bütün istediklerini, tasarladıklarını hatta hayal bile edemediklerini bu hükümete çok kolay
yaptırır oldular. İlk hedeflerinden
biri de sırtlarında ağır bir yük olarak gördükleri kıdem tazminatından kurtulmak olacak.
Peki AKP’nin Kıdem Tazminatında yapmak istediği nedir?
Peki işveren üzerindeki yük nasıl kalkacak ve işçi nasıl köle yapılacak?
Kıdem Tazminatı Fonu tasarısına göre kıdem tazminatı için bir fon kurulacak. Fon yönetimi Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanlığı
(ÇSGB) tarafından atanacak bir temsilci, en
fazla işvereni temsil eden işveren konfederasyonu tarafından seçilen iki ve en fazla işçiyi temsil eden işçi konfederasyonunca seçilen bir üyeden oluşacak. Fona başlangıç ise şöyle belirleniyor: kanun kapsamına girenler kanunun yürürlük tarihinden itibaren, yeni işe alınanlar ise
işe başladıkları tarihten itibaren kendiliğinden
fona tabi olacaklar. Ödenecek kıdem tazminatına hak kazanmak için en önemli şart 10 yılı (bu
süre 3 yıl, 5 yıl ve 10 yıl olarak tartışılmaktadır)
doldurmak. Kıdem tazminatının miktarı ise fona
prim ödenmiş olan her tam yıl için prim hesabına esas olan ücretin otuz günü tutarındaki miktar olarak tanımlanıyor. Kıdem tazminatına esas
neler yapmayı düşünüyorsunuz? Örgütlenme ve mücadele açısından?
Hüseyin: Davamız ekmek davası olduğu
için biz her yere gideriz; ölüme de olsa ölüme
de gideceğim, kimseye ekmeğimizi kaptırmayız, ekmeği paylaşmaya girdiği anda onları da
desteklemeye hazırız. Bu ekmek davası… Üç
beş kuruşla geçinemeyeceğimiz ama sendikanın
sayesinde yetiyor da artıyor bile. Bilmeyenlere
de söylüyorum herkes sendikalı olmalı.
Tahsin: Bu süreçte size de iş düşüyor. Kurtuluş Yolu olarak sendikanın ne yaptığını gösterirseniz, diğer arkadaşlar da bilgi sahibi olur,
daha rahat olur bu işler. Sendika hiçbir gazetede, medyada geçmiyor. Herhangi bir yazı görmüyoruz. Diğer işçiler bilinçsiz, sendikanın ne
olduğunu bilmiyor, sadece duyuyor sendikalı 2
milyar maaş alıyor… Girebilir miyim, nasıl ulaşırım bilmiyor. İşveren de diyor sendikaya geçersen ortada kalırsın, sendika sizin paranızı almak için, sizi kullanmak için üye yapıyor.
Ömer: Benim bir arkadaşım var berber, geçenlerde yanına gittiğimde; Ömer, uzun zamandır görüşemiyoruz, diye sordu. Ben de grevdeydik, direnişteydik, sendika üye oldum, dedim.
Bu arkadaş bir zamanlar gazeteciydi Yeni Meram’da, sendikaya üye olmakla hiç iyi etmemişsiniz, yarın görürsün, dedi. Ya biz bu adamlarla
bir ay beraber oturduk, yemeğini yedik. Önceki
yıllarda ambarlarda sendika yoktu rezillerdi, şu
saatlerde (akşam 10) eve gidiyorduk. Yani bu
arkadaş sendikayı kötülemeye kalktı. Yani basın
olarak en büyük olay size düşüyor. Sendikanın
iyi bir şey olduğunu anlatmak size düşüyor. Dışarıda bir arkadaşıma söylediğim zaman, o orada kalır, o gidip başkasına anlatmaz. Gazeteyi 1
kişi değil 100 kişi, 150 kişi okuyor.
Kurtuluş Yolu: Son olarak, bu Örgütlenme ve Direnişte her an işçilerle beraber olan,
ekmeği, suyu, mücadeleyi, direnişi, coşkuyu
ve heyecanı paylaşan, onların Mücadelesinin
ve Direnişinin zaferle sonuçlanması için gece
gündüz uğraş veren DİSK Konya İl Temsilcisi ve !akliyat-İş Bölge Temsilcisi Ali Özçelik’in değerlendirmesini aldık:
Ali Özçelik: Birnak örgütlenmesi, başta Genel Başkan’ımız Ali Rıza Küçükosmanoğlu’nun
da bize yol açıcı olarak söylediği gibi, aslında
İstanbul’da Yöntem ve Tempo Kargo’nun, Konya ayağı olarak da Birnak’ın gerçek anlamda
sendikaya, sendikasızlaştırmaya karşı kurulan
bir işyeri idi. Yöntem Kargo’nun Topkapı’dan
kaçıp da dışarıda çalışma yapması karşılıkları
olan işyerlerinin sendikasız olması, İzmir’de
alınacak ücret ise işçinin çalıştığı ve adına prim
yatırılan son takvim yılının ortalamasıdır. Bu
Fon tasarısına göre “prime esas alınacak ücret” ise “Kıdem tazminatı fonuna ödenecek
aylık prim miktarı hesaplanacak aylık kazancın % 3’ünü geçmemek” koşulu var. Ancak bu kazancın net mi brüt mü olduğu belli değil. Ayrıca “Bir yıllık çalışma karşılığında verilen kıdem tazminatı miktarı, uzun vadede
OECD ortalamasına çekilecektir.” deniliyor.
Yani 20 yıllık bir çalışma için 6 aylık kıdem
tazminatı ödenmesi hedefleniyor.
Yapılacak değişiklikler böyle ifade ediliyor.
Biz çalışanlar için vahim olan maddelere şöyle
bir baktığımızda çok kötü bir tabloyla karşılaşıyoruz. Eğer bu fon yasalaşırsa, ki buna en fazla
desteği veren Parababaları bunun bir an önce
hayata geçmesini istiyorlar, İşçilerin yaşayacakları hak kayıplarını ve gasp edilecek haklarını
şöyle sıralayabiliriz.
1- Fon Tasarısı hayata geçtiğinde işveren
primleri bu fona ödeyecek. Fakat ödememesi
durumunda, işçinin hak kaybına uğramaması
için mahkeme yolu ile buna müdahale etmesi
gerekecek. Tabiî işten atılmayı ve mahkeme
masraflarını göze alabilirse…
2- Şu anki uygulamaya göre, işçi bir işyerinde 1 yıllık çalışma süresini doldurunca kıdem
tazminatı için hak kazanmaktadır. Ve haklı nedenlerle iş akdinin feshi durumunda bu parayı
alma hakkı vardır. Ama bu fon tasarısına göre,
işçi 10 yılını doldurmadan bu fondaki parayı
alamayacak. İşyerinden her ne şekilde ayrılırsa
ayrılsın, bu süreyi doldurmadan alamayacak. 10
yılın sonunda alacağı para ise fondaki paranın
bir kısmı olacak. Sadece ölüm, emeklilik ve malullük durumunda tamamını alabilecek.
3- Bugünkü uygulamada, işçi bir yıllık çalış-
daha önceki yıllarda NAK Kargo’nun sendikalara karşı, sendikalı örgütlülüğe karşı yapılan
girişimlerdi. Bu amca hizmet eden kuruluşlardı.
Genel itibarı ile bu konuyu toparlayacak olursak, bu işyerleri işçileri sendikasızlaştırmak için
kurulmuş iş yerleri idi.
2011 Şubat ayında Birnak örgütlenmesini,
özünde Yöntem ve Tempo örgütlenmesini kararlaştırdık Genel Başkanımız Ali Rıza Küçükosmanoğlu önderliğinde. Onun önerisi ile karar verilmiş ve başlanmış oldu.
Burada bizim tutumumuzdan çok, Birnak İşçilerinin sınıf bilinci ile hareket ederek, yer almaları gereken yerde olmaya karar vermeleriyle gerçekleşmiş oldu. Burada işçi önderi arkadaşların çok büyük katkısı var. Necati ve Tahsin’in çok büyük katkıları var, büyük etkisi var.
Sendika olarak bizim de girişimlerimiz oldu tabiî ki, ikisi birbirini desteklemiş oldu…
Konya’da Nakliyat-İş Sendikası olarak, sendika önderlerimizden gördüğümüz şekilde, onlardan aldığımız sınıf bilinci ile hareket etmeye
çalışıyoruz 2003 yılından beri. Burada, Türkiye
ölçeğinde baktığımız zaman, sendikal anlamda
güçlü bir örgütlülüğümüz olduğu görülür. Olayca da bu Direniş ve Zaferle de kendini göstermiş oluyor. Genel anlamda Nakliyat-İş Sendikası olarak değerlendirdiğimizde, gerek HAK-İŞ
gibi, gerek TÜRK-İŞ gibi konfederasyonların
dışında DİSK içinde bile kriz dönemini de değerlendirerek söylüyorum, birçok sendikanın
örgütlü olduğu işyerlerinde üye sayısında düşmeler olmasına, toplusözleşmelerinde gerilemeler olmasına rağmen, Genel Merkez düzeyinde
de, Nakliyat-İş Sendikası olarak, 2 yıllık sürede
üye sayısını yüzde 100 arttırmış tek sendikayız.
ması karşılığı olarak 30 günlük brüt ücreti tutarında tazminat almaktadır.
Bu fon yasalaşırsa, işveren bir işçi için aylık
kazancının sadece % 3’ü tutarında prim yatıracak. Bu bir aylık kazancın da net mi yoksa brüt
mü olduğu belli değil.
Örneğin bir işçinin brüt 1.000 TL maaş
aldığını varsayalım. İşveren bu işçi için her
ay aylık (% 3) 30 TL prim yatıracak. Bir yıl
sonunda fonda biriken parası 360 TL olacak.
Şu anki uygulamada işten ayrıldığında
1.000 TL alacakken, Fon Tasarısına göre 360
TL hak etmiş olacak.
Geriye kalan miktarın ne şekilde bir ödeme ile tamamlanacağı belli değil. Gördüğümüz gibi, burada büyük bir hak gaspı söz konusudur. Ülkemizde ücret artışlarını da düşündüğümüzde, 10 yıl primi biriken bir işçinin alabileceği tazminat çok az olacaktır. Yaklaşık, şu
anda alması gereken kıdem tazminatının ancak üçte birini alabilecek.
4- Fon Tasarısında belirtildiğine
göre, tazminat ödemelerinin çalışılan
son yılın ortalama ücreti üzerinden
hesaplanacağı ve 30 günlük ücreti
karşılığı olacağı belirtiliyor. Bu da
kıdem tazminatına esas alınacak
miktarı düşürmektedir. Kıdem tazminatı miktarının uzun vadede OECD
ortalamasına çekileceği belirtiliyor.
Yani daha da düşürülecek. 20 yıl için
6 aylık tazminat ödenecek.
5- Ayrıca bu Fon Tasarısının yasalaşmasından önce çalışanların hak
etmiş oldukları tazminatların kim tarafından nasıl ödeneceği de bir açıklığa kavuşturulmamıştır.
6- Eski yasada Kadın çalışanlar
evlilikle birlikte çalışmayacaklarsa
bir yıl içerisinde kıdem tazminatlarını alabiliyorlardı. Bu fon tasarısıyla bu durum
ortadan kaldırılıyor. Keza Erkeklere askerlik
dolayısı ile yapılan ödemeler de kaldırılıyor.
7- Fon iyi yönetilmezse mağduriyetler çoğalacaktır. Tıpkı İşsizlik Fonunda olduğu gibi…
8- En önemlisi de iş güvencesi diye bir şey
kalmayacak.
Milliyet’in ekonomi yazarı Güngör Uras,
20.09.2011 tarihinde “Sıra kıdem tazminatı
fonu”nda...” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“(…) Devlet, bundan önce çalışanlar için
“Zorunlu Tasarruf Fonu” ve “Konut Edindirme Fonu” adı ile fonlar kurdu. Fonlar çalışmadı. Toplanan paraların dağıtılmasına
karar verildi. Ücretlerinden para kesilenler
yıllar boyu paralarını geri alamadı.
“Kıdem Tazminatı Fonu oluşturma arayışı “İşçiyi Kolay al-Kolay çıkar” düzenleme
Her şey başta başlıyor aslında. Yani bir tren
katarı olarak değerlendirecek olursak, örneği o
şekilde alırsak, lokomotif nereye giderse vagonlar da oraya gider. Burada doğru önderlik her
şeyin cevabı oluyor, bunu net bir şekilde söyleyebiliriz. Attığımız her adımda, aldığımız her
kararda önderlerimizin çok büyük etkisi var.
Hayat görüşümüzün çok büyük etkisi var. Sınıf
ve Kitle sendikacılığı, Devrimci Sendikacılık
yapmaya çalışıyoruz. Sarı sendikalarla aramıza
fark koymaya çalışıyoruz. Bunu da Nakliyat-İş
olarak yapabildiğimizi düşünüyorum. Genel
olarak söylemek istediğim bunlar.
Sonuç olarak, Birnak ve Yöntem örgütlenmesi, başarılmış, zaferle sonuçlanmış bir örgütlenmedir. Bütün sendikasızlaştırma çabalarına
rağmen sermayedarlara vurulmuş darbedir. Birçok Sarı sendikanın da örnek alması gereken bir
örgütlenmedir.
Özelde Konya İşçi Sınıfına, genelde Türkiye
İşçi Sınıfına hayırlı olsun. Arkadaşların onurlu,
kararlı duruşları sayesinde Nakliyat-İş Sendikası’nın doğru önderliğiyle başarıya ulaşmıştır.
Herkese hayırlı olsun.
Nakliyat-İş Sendikası, yeni örgütlenmelere
hem Konya’da hem de tüm Türkiye’de devam
edecektir.
İşgal, Grev, Direniş, Yaşasın Nakliyat-İş!
Kurtuluş Yolu: Biz de İşçi Sınıfının hak ve
çıkarlarını savunan bir gazete olarak Direnişinizi ve Zaferinizi kutluyoruz. Bu Direnişte ve diğer direnişlerinizde olduğu gibi bundan sonra da
sizlerin yanında olmaya, elimizden gelen her
türlü desteği sunmaya devam edeceğiz. Mücadelenizde bir kez daha başarılar diliyoruz.
arayışının bir ayağıdır. Dünya Bankası ve
IMF uzmanları yıllardır Türkiye için hazırladıkları raporlarda İngilizcesi “Easy hireEasy fire” (Kolay al-Kolay çıkar) olan bu tür
bir düzenlemenin yapılmasını öneriyorlar.”
Evet AKP hükümetinin yapmak istediği tam
da budur. Görüldüğü gibi işverenin üzerindeki
yük tamamen kaldırılıyor. Artık işveren çalıştırdığı işçiyi çok kolay bir şekilde işten çıkartacak,
işçiye ödemesi gereken kıdem tazminatını ödemeyecek, ödemesi gereken % 3’lük payı da
ödeyip ödememek insafına kalmış olacak. Yine
AKP Hükümeti, yasalaştırmak istediği Özel İstihdam Büroları ile kiralık işçi olayını da yasalaştırırsa işveren SGK primini yatırmaktan da
kurtulacak. Böylece yaptığı her şey cebine kâr
olarak girecektir.
Kıdem tazminatının gaspına yönelik bu saldırı ile birlikte AKP esnek çalışma saatleri ile de
işçileri başka bir yerden daha vurmaya çalışıyor.
Özel İstihdam Büroları ile Bölgesel Asgari Ücretle tüm emekçi halkımıza yönelik hak gaspları söz konusu.
Tayyipgiller hükümetinin yaptığı bütün yasalarda işçiler için bir toplu iğne başı kadar bile
iyi bir şey yok. Amaç tamamen Parababalarını
korumak ve onların üzerindeki işçi maliyetlerini ellerinden gelse sıfırlayarak onlar için dikensiz bir gül bahçesi yaratmaktır.
AKP seçim çalışmalarında hep 2023 yılını
hedef gösterdi. Evet, bu yasa tasarıları yasalaşırsa 2023 yılına kadar işçiler, emekçiler resmen
devlet eli ile köle olacaklar. Düşük bir ücret karşılığında bir meta gibi kiralanacaklar ve işverenin canı istemezse bir anda işyerinin kapısının
önünde bulacaklar kendilerini.
İşçi simsarlarının elinde inim inim inleyecek. Çünkü ne onu koruyacak bir yasa olacak,
ne de sığınacağı, örgütleneceği bir sendikası kalacak.
Bu nedenle geleceğimizi, ekmeğimizi, güvenceli iş hakkımızı, kıdem tazminatımızı korumak için bu gidişe dur demek zorundayız. Bu da
örgütlü ve tek yumruk olmaktan geçer. “Örgütsüz Halk Köle Halktır. Örgütlü Halk Yenilmez.”
Bu, tarihin her döneminde defalarca kanıtlanmıştır. Şimdi sıra ülkemiz emekçilerindedir.
Kazanılmış haklarımızı vermeyeceğiz.
Kazanılmış haklarımızı korumak için susmayacağız.
Mücadelede yılmayacağız.
AKP zihniyetine teslim olmayacağız.
İstanbul’dan
Bir İşçi Yoldaş
29
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Kurtuluş Partisi Direnişteki GEA Klima İşçileriyle
Omuz Omuza!
GEA Klima’da Alman İşverenin ve Polisin her türlü baskısına rağmen mücadele devam ediyor
Gebze Organize Sanayi Bölgesi’nde Kurulu bulunan yüzde yüz Alman sermayeli GEA
Klima’da DİSK’e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası 3 yıldır örgütlü bulunmaktaydı. Yeni
Toplu İş Sözleşmesi zamanı geldiğinde Alman
işveren önce 1 Haziran 2011’de 4 işçiyi ardından da 19 Temmuz’da bütün işçileri işten attı.
İlk çıkarılan işçilerden 3’ü 1 Haziran itibarıyla fabrika önünde direnişe başladılar. İçerideki arkadaşları da onlara destek verdi.
Ancak Anayasa ve yasalara aykırı olarak
19 Temmuz 2011’de kanunsuz lokavt uygulayan işveren, işyerinde üretimi durdurmuş,
işçilerin hiçbirini fabrikaya almamış (bütün
işçileri tazminatsız olarak işten atmıştır) ve
işyerini polisin kontrolüne bırakmıştır. İşverenin polisle ilişkisi sonrasında da artarak devam
etmiş, iş Çayırova Emniyet Müdürlüğüne
10.312 TL’lik elektronik cihaz hibe etmeye
kadar varmıştır. Polis bir kez daha işçilerinhalkın değil, Parababalarının polisi olduğunu
göstermiştir. Bu yazının yazıldığı, direnişin
161’inci gününe gelinceye kadar polis, GEA
İşçilerinin tamamen haklı olduğu bu onurlu
mücadelede her zaman Alman işverenden yana
tavır almış, bunun da ötesinde onun kapı bekçiliği görevine soyunmuştur. İşçilerin çadırlarını birkaç kez yıkmış, işçileri gözaltına almış,
mücadeleyi bitirmek için işçilere sürekli baskı
ve zor uygulamıştır.
Kurtuluş Partisi de direnişlerinde işçileri yalnız bırakmamış, gerek yöneticiler
gerekse kitlesel bazda ziyaretler yapmıştır
(1 Haziran’da başlayan direnişin ilk
günlerinden beri ziyaretlerini sürdüren HKP, direnişin 100’üncü gününde kitlesel bir ziyaret de gerçekleştirmiştir). Halen de zaman zaman bu
ziyaretlerini devam ettirerek GEA
İşçilerinin mücadelesinde yanlarında
olduğunu göstermektedir.
Kurtuluş Yolu gazetesi olarak
direnişin 115’inci gününde direnişteki işçilerle bir röportaj yapmıştık. Aradan geçen sürede direnişin seyrinde neler yaşandığına ilişkin Birleşik Metal-İş Gebze Şube
Sekreteri ecmettin Aydın’dan
bilgi aldık. Necmettin Aydın’ın verdiği bilgiye göre;
Bayram dolayısıyla direnişe birkaç gün ara veren işçiler, 14
Ekim’de yeniden fabrika önünde
Birleşik Metal-İş Gebze Şube Sekreteri ecmettin Aydın
olacaklar.
Şu ana kadar işverenden bir görüşme talebi
16 Ekim’de Birleşik Metal-İş Gebze
olmadığını
bu yüzden daha çok yurtdışı sendiŞube’nin Kongresi’ne katılan işçiler, burada
ka
ilişkilerini
kullanarak
GEA’nın
yaşadıkları süreci anlatan bir konuşma yaptılar.
Kongre’den sonra 21 Ekim Cuma günü Almanya’daki merkeziyle görüşmeye çalıştıkGEA İşçileriyle birlikte fabrika önünde zor larını ifade etti. 18 Kasım’da uluslararası bir
kullanılarak gözaltına alındıklarını belirten sendika heyetinin GEA Direnişini ziyaret edeAydın, polis tarafından çadırlarının yıkıldığını ceğini belirten Aydın, havaların soğumasıyla
ve direniş yerinde kullandıkları malzemelere direniş de zorlaşacak, ancak haklı olduğumuz
polisin el koyduğunu belirtti. Gece saat bir konuda eylemimize devam edeceğiz, dedi.
10.00’da serbest bırakıldıklarını ve 24 Ekim
Pazartesi yeniden fabrika önünde direnişe
devam ettiklerini söyledi.
Gebze’den Kurtuluş Partililer
GEA Klima’da Alman İşverenin ve Polisin her türlü baskısına rağmen
mücadele devam ediyor
G
ebze
Organize
Sanayi
Bölgesi
(GOSB)’ta kurulu bulunan, yüzde yüz
Alman sermayeli GEA Klima’da Birleşik Metal-İş Sendikası’nda örgütlü oldukları
için işten atılan 60 işçi arkadaşımızın Direnişleri 115’inci güne ulaştı. Kurtuluş Yolu Gazetesi
olarak işçi arkadaşların kendi ağzından Örgütlenme ve Direniş sürecini okurlarımıza aktarıyoruz:
Kurtuluş Yolu: Direnişinizde 115 gündür
mücadeleye devam ediyorsunuz. Bize örgütlenme sürecini, bu direnişe gelene kadarki süreci
kısaca anlatır mısınız? Nasıl sendikalaştınız?
Niye işten atıldınız? Bugün niye direniştesiniz?
Ali Şengül (Baştemsilci): Bu örgütlenme
sürecimiz yaklaşık 4 yıl önceye dayanıyor.
Daha önce firma bir İngiliz firmasıydı. Denko
adlı bir firmaydı. O süreçte koşulların kötü
olması, işkoşullarının kötü olması, ücretlerin
çok düşük olmasından kaynaklı Birleşik Metalİş Sendikası Gebze Şubesi’yle görüşmeler başladı. Kısa sürede biz bütün arkadaşları, yaklaşık 81 kişiydik, sendikaya üye yaptık. Örgütlenme sürecinden sonra 1 yıl mahkeme süreci
devam etti. Bir yıl sonra yetkilendiğimizde İngiliz patrondan Alman patrona geçtik. Üç yıllık
bir toplu sözleşme imzaladık.
Ama bu dönemde esnek çalışma ve telafi
çalışması saldırıları söz konusuydu. İş yokluğu
gerekçeleriyle yaklaşık 35-40 arkadaşımız işten
çıkarıldı peyderpey. Az adamla çok iş çıkarmak istemeleri ve esnek çalışma dayatmasını
kabul etmememizden dolayı.
En son bu saldırılar, baskılar devam ederken
bu yılın haziran ayında iş yokluğu gerekçesiyle
7 arkadaşımız daha işten çıkarıldı. 4 arkadaşımız bu haksız çıkışı kabul etmediler ve kapıda
eylem kararı aldılar. Biz o süreçte içeride üretimde bulunan arkadaşların tamamı firesiz bir
şekilde yemek ve çay molalarımızda, dinlenme
saatlerimizde bu arkadaşlarımızın sürekli yanında olduk, sürekli yemeğimizi, ekmeğimizi,
çayımızı paylaştık. Ve dolayısıyla bundan işveren ciddi anlamda rahatsızlık duydu.
Asıl neden sendikaya dönük bir saldırıydı. Çünkü 2012’de bir toplu iş sözleşmesi süreci başlayacaktı. Ayrıca esnek çalışma ve telafi
çalışmasını burada hayata geçirmek istiyorlardı,
bundan vazgeçmemişlerdi.
Bizim bu arkadaşlarımızın yanına geliş gidişlerimiz işvereni rahatsız etti. Temmuz ayının
on ikisinde de 17 arkadaşımız işten çıkarıldı,
içinde temsilcilerin de olduğu. Bu ara fabrikaya badigardlar getirildi. Badigardlar temsilcilere saldırdı. Sağ olsun arkadaşlar durumu fark
ettikten sonra müdahale ettiler. Dolayısıyla bu
tür ciddi saldırı ve sıkıntılar yaşandı.
Ayın on ikisinden sonra içeride kalan arkadaşlar bizim bu aldığımız kararı devam ettirdiler. Yine çay ve yemek molalarında yanımıza
geliyorlardı. Dayanışmalarını, ekmeklerini
bizimle paylaşıyorlardı. İşveren bundan da
rahatsız oldu. En son 19 Temmuz sabahı çalışan
arkadaşların servisleri onları almaya gelmedi.
Fabrikanın önüne geldiğimizde fabrika tamamen kuşatılmıştı. Çok sayıda polis vardı, sanki
bir savaş ortamındaydık. Emniyet güçleri bizi
içeri almadı. Hiçbir muhatap da yoktu.
Hemen noter tespiti ve mahkeme tespitleri
yapıldı. Birkaç gün sonra fabrikadan araçların
çıktığını gördük. Bunun üzerine kapıda eylem
yapıldı, tekrar mahkemeden bir bilirkişi geldi ve
tedbir kararı koydurduk. Makineler şu an taşınmazda, çıkarılamıyor.
Organize’den Gebze’ye bir yürüyüş düzenledik. Hukukun her yerde aynı olması gerekir,
gerçekten Almanya’da bu işler böyle mi yürüyor, diyerek Alman Konsolosluğu’na gittik.
Orada yaptığımız basın açıklaması sonucunda
Genel Merkez yöneticilerimizin yaptığı görüşmeler oldu. Tabii malum, takip edecekler, bakacaklar…
Bunların yanı sıra biz sürekli kapıda duruyoruz. Kapıda eylem yapıyoruz.
Yasin Bak: Ben 4-4,5 yıldır çalışıyorum.
İşverenin buradaki en büyük baskısı tamamen
sendikal süreç... Böyle bir sendikayı burada
istememesi, esnek çalışmayı kabul etmememiz,
daha fazla çalışmamızı istemesi, az kişiyle daha
çok iş çıkartmamızı istemesi... Asıl işten çıkarılma gerekçelerimiz de bunlar. Esnek çalışmayı kabul etmememiz. Aslında GEA’nın işçileri
hepsi kalifiye elemanlar. Şurada 10 bin metrekarelik yeri 40 bin metrekare yapmış olan insanlar. Bu da işçilerin emeğiyle, işçilerin özverisiyle yapılmıştır. Ama buraya gelince daha farklı
şeyler istediler. Sendikayla geldik biz buraya.
Sendikayı istemediler. Biz de sendikasız çalışmak istemedik. Bu süreçteki çatışmada da bizi
dışarı koydular. Tazminatsız, kıdemsiz. İşsizlik
sigortasından da yararlanamıyoruz.
Kurtuluş Yolu: Direniş boyunca işverenin
baskı ve saldırıları oldu mu, oluyor mu?
Y.B.: Oldu tabii. Polis tarafından devamlı
bir baskı altındayız. Bir işçiye 3 polis düşüyordu ilk direnişe başladığımız günlerde. Sürekli
buradalar zaten. Bizden çok, onların bize tahrikleriyle karşı karşıya kaldık burada. Görüyorsunuz işte karşı kaldırıma geçemiyoruz. Burada
boştaki arazide duruyoruz. Bizi buralara sürüyorlar. Güç uyguluyorlar.
Ali Binboğa: Bizi o kaldırımdan o kaldırıma sürüyorlar boyuna. Çadırımızı da söktüler.
Polisler rüşvet yiyor. Ben komiserle yaka paça
oldum oruç ağız. Ben, dedi, seni de koruyorum,
onu da koruyorum. Sen bana bir tas çorba mı
veriyorsun, dedi, kaldırdı attı beni dışarıya.
Zaten şu anda içeriye alınan işçileri de çeviğin
başı-polis getiriyor. Buraya gelen işçiler ne ilandan geliyor, ne gazeteden. İçeride çalışanlara,
komiserler güvence veriyorlar dışarıda tehdit
var, diye. Öbür işçi arkadaşlar zaten geliyorlar
bakıyorlar, siz buradayken biz buraya girmeyiz,
diyorlar. Ama komiser güvencesi olanlar giriyor
içeri.
A. Ş.: Bize siz kanunsuz grev yaptınız
diyorlar. Normalde işçi işi aksatmışsa, işyerine
zarar veren bir şey yapmışsa bir takım kurullar
vardır, yapılan faaliyet değerlendirilir, buna
göre bir karar verilir. Bunların hiçbiri yapılmadan direk 25/2’nci madde uygulandı. Tebligatlar
dahi düzgün yapılmadı. Tebligatları on gün
sonra alan arkadaşlarımız var.
Polis özellikle üstümüze çok kışkırtıldı. En
son bunun nedeni de açığa çıktı zaten. Bir belge
yayınlandı. Orada da aslında emniyet güçlerinin
hiç de tarafsız olmadığını gördük. Bu belgeye
göre işverenle emniyet güçleri arasında bir alışveriş olmuş, rüşvet alınmış. GEA, Çayırova
Emniyetine 10 bin 312 TL’lik telsiz hibe etmiş.
Bu belgelendi. Artık bunun takdiri bu ülkenin
mahkemeleri var, onlara kalmış. Ama ciddi baskılar sürekli oluyor.
Mesela Zihni arkadaşımız var burada, arkadaşımız koşulları çok ağır olduğu için iş bakmak zorunda kaldı. Gemak adlı bir fabrikaya
başlamıştı. Ama yarım gün tutmuşlar. Buranın
tedarikçi firması… GEA’nın emriyle işine son
vermişler.
Zihni Tükenmez: Ben geçen hafta
Gemak’ta işbaşı yaptım. Öğle arasından sonra
beni tekrar çağırdılar, sizin işinize son vermek
zorundayız, bizim GEA’yla alışverişimiz var,
eğer biz sizi burada çalıştırırsak GEA bizimle
alışverişi kesecek, bize gelen talimata göre işinize son vermek zorundayız, dediler.
Kurtuluş Yolu: İçinde bulunduğumuz günlerde İşçi Sınıfına ve Emekçi Halkımıza yönelik
saldırılar sürekli artıyor. Şu anda en güncel ve
önemlisi, İşçi Sınıfımızın mücadelelerle bileğinin hakkına kazandığı haklardan biri olan kıdem
tazminatlarını Tayyipgiller gasp etmek istiyor.
Sizin ve devam eden diğer direnişlerdeki İşçi
arkadaşlarımızın mücadelesi bunlara karşı da
bir mücadele oluyor aslında.
A. Ş.: Seçimlerle birlikte AKP’nin oy oranını artırmasının verdiği cesaretle herhalde bugün
artık kıdem tazminatı fonu ciddi ciddi konuşulur
hale geldi. Bugüne kadar patronların elini zayıflatan, kolayca işçi çıkartılmasını engelleyen bir
unsurdu. İşçiler için de işsiz kaldıklarında
yaşamlarını geçici bir süre de olsa idame ettirebildikleri bir gelir kapısıydı. Kıdem tazminatı
hakkından sanki sınırlı sayıda insan yararlanıyor, biz bunu genele yayacağız aldatmacasıyla
ortaya çıkardılar Kıdem Tazminatı Fonunu.
Ama tam tersine bugün yaklaşık 600 bin kişinin
yararlanabildiği kıdem tazminatı hakkı daha da
düşecek. Bugün her yıl için 1 ay olarak hesaplanan kıdem tazminatı zaman içerisinde 10
güne kadar gerileyecek. Bu ülkede fonların
nasıl kuşa çevrildiğini biliyoruz.
Kıdem tazminatının gasp edilmesi sermayenin İşçilere çok daha kolay saldırması için bir
araç olacak. İşverenin primleri ödemede bir
zaman sınırı kalmayacak, fona devredildiğinde
primleri de zamana yayacak.
GEA İşçileri olarak şunun bilincindeyiz,
buradaki saldırı sadece GEA İşçilerine yapılmış bir saldırı değil, sermayenin sendikal
hayata, örgütlü hayata vurduğu bir darbe.
Bu yüzden burada bizim bir kazanımımız İşçi
Sınıfı hanesine eklenecek bir tuğla taşıdır. Kaybımız da sermayeye kazandıracaktır. O yüzden
kamuoyunun bu mücadeleye destek olması,
sahip çıkması dileğimiz. Sınıf dostlarımızın
duyarlılığı olursa kazanırız, başarılı oluruz.
Kurtuluş Yolu: Daha önce böyle bir mücadele içinde yer almış mıydınız? 115 günlük
direniş süreci size neler kazandırdı?
Emre İlgiz: 4,5 yıldır burada çalışıyorum.
Burada zaten en az çalışan 4,5-5 senedir. Ben
işten çıkarıldığımda senelik izindeydim. Bu fabrika daha önce atölye gibiydi, Tuzla’daydı.
Arkadaşlar sayesinde bu hale geldi fabrika. Bu
duruma geldikten sonra bize yol verdiler.
İlk defa böyle bir mücadele içinde yer aldım.
Genelde zaten çalışan arkadaşların mücadele
anlamında ilk tecrübesi… Tabii 115 gündür
burada birlikte olmak, arkadaşlığımızı daha çok
pekiştirdi. İşçi kesimle dayanışmayı arttırdı.
İnsanlar burada birbirine daha çok bağlanmaya
başladı. Evden çok burada birlikte zaman geçiriyoruz.
Y. B.: Benim de ilk eylemim bu. Bu sendikayla, DİSK’le tanışmadan önce vardı bazı sarı
sendikalarla muhataplığımız. 25 sene boşuna
yaşamışız gibi bir şey. Türkiye’deki İşçi Sınıfının halini ve İşçi Sınıfına bu işveren dediğimiz,
benim faşist olarak algıladığım insanların bize
olan tepkilerini daha iyi anlıyorum. Bizim de
İşçi Sınıfı olarak neler yapmamız gerektiğini,
80’den önceki ağabeylerimizden duyuyoruz da,
çok gerideyiz. 80’de gerçekten çok büyük darbe
yemişiz İşçi Sınıfı olarak, çok geriye gitmişiz.
Resmen ülke olarak bastırılmışız. Belli bir kalıba sokulmuşuz. Ayaklanıp kalkmamız lazım.
Görüyoruz sermaye devamlı saldırıyor bize. Biz
emek harcıyoruz, onlar zengin oluyor. Tamam,
olsunlar diyoruz ama hakkımızı da alalım. Emeğimizin karşılığını da alalım. Standartlarımız
olsun, bizi ezmesinler daha fazla. Yasalara bile
uymuyorlar.
Biz burada arkadaşlarla yokluğu paylaşıyoruz. Biliyorsunuz 25/2’den atıldığımız için
işsizlik ödeneğinden, devletin verdiği hiçbir
şeyden yararlanamıyoruz. Yokluğu paylaşıyoruz. Sivil toplum örgütlerinin, sendikanın getirmiş olduğu yardımlarla, desteklerle ayakta durmaya çalışıyoruz. Yeterli mi derseniz, bence
yetersiz... Çünkü buradaki bir kazanım sadece buradaki insanların bir kazanımı değil,
bütün İşçi Sınıfının kazanımı olacak. Burada
Organize Sanayi içindeyiz. Yüzlerce fabrika
çorba yap diyorsun.
Bu AKP’ye oy veren arkadaşların emin ol ki
görüşleri hep değişti. Bana verdiği bir şey yok
devletin, sadece alıyor. Polis korumuyor beni.
İşten atılmışım, diyor ki mahkemeden al hakkını, burada bekleme. Mahkeme daha 5 ay sonra.
4 ayda bitmesi gerekiyor benim mahkemenin, 5 ay sonra benim duruşmam başlıyor.
Mahkeme süreçleri uzun tabii, polis de ondan
git hakkını mahkemede ara diyor. Karşı kaldırıma geçirmiyor. 4 kişiden fazla kişi bu tarafa
(fabrikanın önündeki kaldırıma) geçmeyecek
diyor.
Reşat Gedik: Gerçekten arkadaşlarla ortamımız başka oldu. İçeride çalışıyorduk beraber
ama pek fazla birbirimizi tanıyamamıştık.
Mesela Yasin olsun, Emre olsun. İnsan mücadele içinde daha çok yakınlaşıyor.
Kurtuluş Yolu: Büyük Ustalardan birinin
bir sözü vardır, hiçbir şey insanları kavgayı
paylaşmak kadar yakınlaştıramaz, diye.
R. G.: Evet, bu tamamıyla doğru. Biz çalışıyorduk burada, televizyonda görüyorduk, yolda
görüyorduk eylem yapan insanları, bilmediğimiz için yadırgıyorduk. Ama işin içine girince
anladık, bazı şeyleri yaşamak, görmek gerekiyormuş. İnsan yaşayınca anlıyor her şeyi.
Biz burada direnişteyiz, çok insan geldi bize
destek olmaya. Bu da bize ders oldu, biz de
mücadele edenlerin yanındayız bundan sonra.
var. Bizim burada yaptığımız her şey, her eylem
buradaki bütün fabrikalara, bütün patronlara
örnek olacak. Burada biz 60 kişiyiz ama bence
2000-3000 kişinin hakkını koruyoruz. Onların
ileride yapacağı şeylerin sinyallerini veriyoruz.
Patronlar belki düşünecek, bakın GEA’da
böyle bir olay oldu, adamlar dışarıda 150 gün,
200 gün direndiler. Biz böyle bir şey yapsak
acaba gücümüz var mı?
Ama diğer yandan da bakıyorum, iki tane
yanımızda sendikalı fabrika var, bir tane işçisi
çıkıp da bunlar burada ne yapıyor diye merak
edip gelmemiştir. Sendikalı çalışmayı, bir yere
sırtını dayamak olarak görüyorlar. Benimsemiyorlar.
A. B.: Daha önce sendikalı işyerinde çalıştım ama böyle bir direniş içerisinde hiç bulunmadım. Tayyip’e olan düşüncelerim değişiyor
mesela. Tayyip’i İstanbul Belediye Başkanlığı’ndan beri sevmiyorum. Burada birçok arkadaşımız da hakikaten kapıdayken Tayyip’e oy
verdiler. Onların görüşü bile değişti yani. Kapı
zor. Buraya geliyorsun, birisi getiriyor bir
bardak kola içiyorsun da evdekiler içmiyor.
Benim 2 çocuğum var. İkisi de okula gidiyor,
kirada oturuyorum. Bunlar zor şeyler. Öyle her
babayiğidin harcı değil. Ama bir türlü idare ediyorsun. Hanıma diyorsun, ben oraya gidiyorum
karnım doyuyor, sen de köyden bulgur geldi,
güzel gidiyordu. Şu an eşim 7,5 aylık hamile ve
çalışmıyor, evim kira. Ne yapacağımızı bilmiyoruz. Bugün yarın kızım olacak. Benden birçok şey isteyecek, onun masraflarını nasıl karşılayacağım?
Sabah haberleri seyrediyordum. On dört
tane ufak yavru köpek dışarıda kalmış, bunları
sahiplenelim, diye haber yapıyorlar. Tamam,
sonuçta yazık onlar da can taşıyor ama burada
da bu kadar insan sokakta. Orada köpekler için
haber yapıyorlar, buradaki 60 insan da aç ama
televizyonlarda onlara ayrılan yerin yarısı
kadar yer bulamıyoruz. Biz 60 kişi dışarıdayız
ama bu nereden baksan aileleriyle birlikte 250300 kişi aç kaldı demektir.
Biz elbette burada direnişe devam edeceğiz.
Şu an mahkeme süreci devam ediyor, onun
sonucunu da bekliyoruz. Kazanana kadar
buradayız. Geri dönüş yok, buradayız. Sonuçta bu fabrikayı biz var ettik. Bizim sayemizde
var oldu. Şu an bizim ekmeğimizi yiyorlar içeride. Biz ekmeğimize, onurumuza sahip çıkacağız.
A.B.: Kanımızın son damlasına kadar
mücadeleye devam... Hakikaten bir baktığın
zaman, bir işe başlamak için giden arkadaşlarımızı da attırtıyorlar. Demek ki bu çevrede biz iş
bulamayacağız. Bu kapıdan da gitmeyeceğiz.
Ya onlar gidecek ya biz gideceğiz. 22.09.2011
KY: Tayyip Somali’den döndükten sonra
alçakça bir demagojiyle halinize şükredin dedi.
E.İ.: Demagojiyi bizim üstümüzden yapıyor
tabii. Bizim ne yaşadığımızı AKP hükümeti
göremez, görmek de istemez.
Y.B.: İnsanlar niye aç? Bunda bizim de katkımız var mı? Bence var. Bütün dünyanın katkısı var. Kapitalist bir düzende mümkün değil o
insanların tok kalması. Ne kadar yardım olacak,
bir ay tok yaşarlar, ondan sonra yine aynısı.
Başka bir çözüm bulmak şart. Dünyanın farklı
bir sistemde, farklı bir yolda gitmesi gerekiyor.
Kurtuluş Yolu: Bundan sonrası için neler
söylersiniz?
Y.B.: İşçi olduğumuz sürece mücadele bitmez. 65 yaş emekliliğin olduğu bir yerde hep
işçi kalacağım ve sonuna kadar mücadeleye
devam edeceğim. İşbaşı da yapsak, biz belli bir
örgütlülük içinde, belli bir çerçeve içinde o
mücadeleyi sürdürmek zorundayız. Olmayanı
teşvik etmek zorundayız. Bu şekilde ancak
büyürüz, bu şekilde güç bizim elimize geçer.
Başka türlü mümkün değil.
Direnişimize de elimizden geldiği sürece
devam edeceğiz. Baskılara göğüs gerdik, bundan sonra da germeye çalışacağız.
R.G.: Ben 6 yıldır çalışıyorum. 2 yıl önce
evlendim. Eşim de çalışıyordu. Her şey çok
30
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Cerrahlar işbaşında!
Baştarafı sayfa 32’de
PKK’nin silahlı gücünün tasfiyesi için TayyipGül’ün uzun süredir Apo ile ve Oslo’da PKK
yetkilileriyle gizli görüşmeler yaptığı ortaya
çıktı. Ne var ki, Habur sonrasında gelişen tepki,
PKK yöneticileri ve militanları için af ilanını önledi. Fiili Kürt Devleti
konumundaki KBY ile
zaten Irak’ta Federalizm sağlanmıştı, şimdi
güçlendiriliyor. Oslo görüşmeleri, Türkiye’nin
kendi
topraklarındaki
Kürt sorununu “çözme”(!) girişimlerine yapılan “katkı”yı(!) da kanıtlıyor.
Ya Yeni Anayasa?
Yeni Sevr’e doğru!
sitesine dayanmasını değiştir, kültürel ve politik haklar üzerindeki önlemleri kaldır, yönetimdeki aşırı merkeziliği azalt. Önceki
anayasaların Kürt Sorunu üzerine etkilerini
analiz ettiğimizde, biz bu üç değişim grubuna
odaklandık.” (H. Barkey, Kadioglu D., agy.)
Makalede daha sonra 1982 Anayasasının bu
talepleri karşılayamayacağı öne çıkarılarak, şu
anki Anayasanın Türkiye tarafından imzalanan
1990 Paris Şartı’nı karşılamadığı, Paris Şartı’nda “(…) ulusal azınlıkların etnik, kültürel,
dilsel ve dinsel kimliği korunacaktır ve ulusal
azınlıklara mensup kişiler hiçbir ayrım yapılmaksızın ve kanunlar önünde mutlak eşitlik ile korunacaktır” ifadesinin yer aldığı vurgulanmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin “Batı’daki
en merkezi devlet olarak kaldığı”na da dikkat
çekilmektedir. Bütün bunları verdikten sonra
halkımızdaki bölünme korkusunun yersiz olduğu belirtilmektedir:
“Desantraslizasyon çabasının önündeki
başlıca engel, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde olduğu gibi bölgesel otonomi, hatta
Kürt bağımsızlığı korkusudur… Siyasi gücün dağıtılmasıyla ilgili korkular anlaşılabilirse de, daha iyi yönetim ve hizmetlerin dağıtılması, Ankara’nın kontrolü sürdürme isteğini zayıflatacak küresel bir eğilimdir. Ayrıca, dünyada merkez ve bölgeler arasında
tartışmalara rağmen özerkliğin bağımsızlığa
varmaksızın iyi çalıştığı pek çok örnek vardır.” (H. Barkey, D. Kadioglu, agy.)
Bugün emperyalistlerin neredeyse bütün
gayreti, halkımızdaki bölünme endişesinin azaltılmasına veya yok edilmesine dayanmaktadır.
Yandaş Medya, Liboşlar, Sorospu Çocukları bu
gayret içindedirler.
Makalenin sonuç bölümünde Yeni Anayasa
olmadan Türkiye’nin başından belanın eksik olmayacağı, ancak sabırlı olunması gerektiği belirtilmektedir.
“Türk anayasaları, ömrü kısa süren 1921
anayasası dışında, Kürtlerin Türkiye’de eşit
vatandaş olmasını önlemiştir. Yeni anayasa
ilk adımdır ve yeni anayasa olmadan Türkiye daima iç gerilim, şiddet ve istikrarsızlıkla
iç içe yaşayacaktır. Dahası, Kürt siyasi gruplarının artık hükümetle anlaşma
için beklemeyecekleri açıktır. Kürt
siyasi grupları, yeni düzenlemeler
tasarlayarak (demokratik özerklik), özel istekler dile getirerek
(Kürt dilinde eğitim) ve politik hareketle (BDP) inandıkları hakları
için mücadele edeceklerdir.
“Yeni anayasanın yazımı, ama
özellikle de konuşulması ve onaylanması zaman alacaktır. Yeni
anayasa onaylandıktan sonra, tüm
yasaların yeni anayasaya uygun
dönüştürülme görevi de uzun zaman alacaktır. Aynı zamanda, var
olan anayasal kurumların –Anayasa Mahkemesi dahil– ve var
olan sistemde yer alan paydaşların, sivil olsun, asker olsun, direnme eğilimi gösterme olasılığı vardır.” (H. Barkey, D. Kadioglu, agy.)
Yeni Anayasa, eğer TayyipGül’ün ve dolayısıyla emperyalizmin dilediği şekilde çıkarsa, bu Yeni Sevr için atılmış en büyük adım
olacaktır. Emperyalizm çok yönlü
saldırıdadır: Barzanisiyle, Türkiye’deki burjuva Kürt milliyetçileriyle, yandaş medyasıyla, Liboş
Sorospu çocuklarıyla, ekonomik
ilişkilerle, “Akil Adamları” ile vb.
CIA Ajanının dikkat
çektiği bir diğer nokta ise
Anayasa Sorunu. Şöyle
yazıyor:
“Çok sayıda ve çok
farklı politik kesimlerden Kürt ile yapılan son
röportajlar (bu röportajları 2008 yazında ben
yaptım – H. Barkey;
a.b.ç. – Kurtuluş Yolu)
taleplerin üç noktada
Resim 3. Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde 2006’da yayımlanan ve emperyalistlerin niyetlerini ortaya koyan harita.
birleştiğini gösteriyor:
Türk Devleti tarafından
alanındaki teorisyenlerinden. Sürekli bu konuyu iter, aynı zamanda affı da içeren kapsamlı bir
inceliyor, taraflara (TayyipGül, ABD, PKK) in- politik strateji, PKK üyelerinin ABD gözetim Türkiye’nin multietnik (çok sayıda etnik topce ayarlar veriyor. Barkey iki yıl önce bir kitap ve yardımıyla tek tek Irak Kürt otoritelerine luluk içeren) bir devlet olduğunun (Kürtleri
da yayımladı bu konuda: Kürdistan’da Anlaş- teslim olması için teşvik edici bir ilk adım doğrudan ayrı bir varlık olarak belirtmeden)
teslim edilmesi; kültürel haklar, özellikle
mazlığın Önlenmesi (Preventing Conflict olabilir.” (H. Barkey, agy., s. 20-27)
Görünürdeki hedef, gerek Türkiye’nin, ge- Kürt dilini kullanım özgürlüğü konusunda
Over Kurdistan) adıyla. Kitap CIA’nın yan kuruluşu diyebileceğimiz “sivil örümcek ağların- rekse Türkiye Kürtlerinin Barzani ile sıkı işbir- ısrarcı olunması; ve gücün (kastedilen siyasi
dan” Carnegie Endowment for International liği yapması ve PKK’nın silah bırakmasının güçtür – K. Y.) tüm Türkiye’de vilayetlere
Peace adlı kuruluş tarafından yayımlandı. ABD sağlanmasıdır. Geçen yıl Habur görüntüleri ile devredilmesi. Bu talepler zamanın askeri
Emperyalizminin Kürt Sorunu’na yönelik plan- biten süreç burada yazılanlara uyulduğunu gös- cuntası tarafından hazırlanan 1982 Anayasası’nın esaslı bir revizyonu kapsamına girebillarını belirtmesi açısından önemli bir kitap. (Re- termektedir.
se de, tüm reform paketi bu değişikliğin içine
sim 4).
ABD
Emperyalizmine
uyarı:
Fincancı
sığmaz ve yakın zamanda başarıya ulaşması
Kitapta CIA ajanı, Irak’ın işgalinden bu yaKatırlarını
Ürkütme!
olası değildir.” (H. Barkey, agy., s. 28)
na olan gelişmelerle birlikte altyapıyı şöyle koABD’ye de bir bakıma böyle diyor CIA ajaBuradan anlaşılan Yeni Anayasa önerisidir.
yuyor:
“ABD’nin 2003’te Irak’ı işgalinin sonuç- nı. Kitapta “ABD Politika Yapıcıları İçin Öneları kuşkusuz yıllarca tartışılacaktır. Bunun- riler” başlığı altında Obama Yönetimine önce
la birlikte, sonuçlardan biri epeyden beri şöyle bir uyarı derlemesi yapıyor:
“ABD başı çekmeli çünkü hatalarına rağaçıktır: Savaştan beri Kürt halkının uzun süredir baskılanmış milliyetçi tutkuları şimdi men hâlâ gerekli razı edici, ikna edici, hüküdört ülkeye –Irak, Türkiye, İran ve Suriye– metleri ve grupları baskı altına alma kapasibelki de geri dönülmez şekilde yayılıp can- tesinde olan tek güçtür. Kendi donanımları
lanmıştır. Saddam Hüseyin’in tasfiyesinden ile taraflardan hiçbiri, doğru fikirler ve çöyararlanan Kürt bölgeleri, durumlarını fede- zümleri olsa da veya daha önce elde edilen
ral bir bölge halinde sağlamlaştırmışlardır. ilerlemeyi sürdürse bile, ileri gitme yeteneği
Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KBY) bir ger- gösterememiştir. ABD olaylar arasındaki
çekliktir ve petrol zengini Kerkük de dahil bağlarla ilgili daha geniş bakış ve vizyon ile
diğer Kürt çoğunluğu olan bölgeleri birleştir- konuya yaklaşabilir, ki yerel taraflar bunu
me arayışındaki Kürtleri daha da güçlendir- genellikle atlamaktadırlar.
“Yeni yönetim bölge devletleri dışındaki
mektedir. KBY’nin varlığı ve talepleri
Irak’ın komşularını ve Bağdat hükümetini aktörlerin işbirliğini de sağlamalıdır. Bu coşşimdiden telaşlandırmaktadır. Bu durum kulu politika Birleşmiş Milletler, AB ve Arap
eğer ihmal edilir veya kötü yönetilirse, Kürt- Birliği’nin aktif katılımını gerektirir. Kerkük
lerin talepleri Irak’ta, özellikle de nazik bir sorunundan PKK’nın dağıtılmasına, petrol
zamanda, kararsızlık ve şiddete yol açma po- sanayiinden eğitim sistemine kadar, bu aktörler ABD’ye büyük yarar sağlayabilir.
tansiyeline sahiptir.” (H. Barkey, agy., s. ix)
“Bu süreç yavaş ilerleyen ve tekrarlayan
Kısaca, az zamanda çok işler başardık, gübir
gidiş gösterecektir; çarpıcı bir sıçrama oldümümüzde bir Kürdistan için ortamı hazırladık ama gene de çok dikkatli davranmalı, diyor mayacaktır. Politik adımları dikkatle, birbiCIA ajanı. Türkiye içinse şöyle çiziyor strateji- rini karşılıklı güçlendirme yönünde, özenle
işlenerek atılmalıdır. Eş zamanlı olarak ABD
yi:
“Evindeki meydan okumayı barışçı yol- Ankara–KBY anlaşması üzerine çalışmalıdır,
dan çözemediğinden içine kapanan bir Tür- çünkü Ankara ve KBY birbirini güçlendirekiye’nin Ortadoğu’da yapıcı bir rol oynama- cektir ve bunun yararlı sonuçları da görülesı veya ABD’nin de 20 yılı aşkındır partizan- cektir. ABD çözümleri doğrudan dayatma
ca savunduğu AB’ye girme başarısını göster- durumunda değildir; tüm aktörlerin etkin
Akil Adamlar = Cerrahlar
Resim 4. Henri Barkey’in “Kürdistan’da Anlaşmazlığın
olduğu yerel kesimler vardır. Washington dimesi olası değildir.” (H. Barkey, agy., s. 2)
ğer
aktörlerin
kırmızı
politik
çizgilerine
Kürt Sorunu’nun çözümünde bir
Önlenmesi” başlıklı kitabı.
Kürt Sorunu’nu bizim istediğimiz şekilde
“Akil Adamlar”dır gidiyor. Emperçözemezsen ne Ortadoğu’da iş yapabilirsin, ne uyum göstermeli ve tüm diplomatik mahareTayyipGül mesajı çok önceden almıştır. İki bin
yalist oyunun bir ayağını da bu akil adamlar
de AB’ye girebilirsin, ona göre, diyor CIA ajanı tini kullanmalıdır” (H. Barkey, agy., s. 31-32)
yediden beri Yeni Anayasa çalışmaları içindeGörüldüğü gibi, ABD’ye yavaş, usul usul,
oluşturuyor. Bu sözde “akil” (akıllı) adamlar
Türkiye’ye. Türkiye’nin Kürt Sorunu’nu “barışdir. “Analar ağlamasın”, “Barışçıl çözüm”,
dikkatli
hareket
et,
tüm
diplomatik
gücünü,
dimasaya oturup, emperyalizmin yönlendirdiği
çı yoldan”(!) çözebilmesi için taraflara, başta
“Demokratik açılım”, “İleri demokrasi” sloğer
tüm
etkenleri
kullan
ve
Türkiye
ile
Barzaşekilde tarafları (Türkiye Cumhuriyeti ve KürtTürkiye ve ABD olmak üzere, KBY ve PKK’ya
ganları yeni anayasa için altyapı hazırlık çalışni’nin arasını yap, diyor CIA Ajanı. Bu uyarıdan
ler) uzlaştıracaklar. Başka deyişle, Türk ve Kürt
da, önerileri şöyle:
malarıdır. H. Barkey, bu konuda da temkinli olHalklarını birbirinden koparacaklar, Türkiye’yi
“Türkiye ve KBY işbirliğinin desteklen- sonra hedefleri şu başlıklar altında derliyor:
mayı tavsiye ediyor. Aynı CIA kuruluşu (Carne*Birinci öncelik: Kerkük Sorunu’nun
bölecekler.
mesi ABD’nin başarısı için son derece önemgie Endowment) için hazırladığı yeni tarihli
alevlenmesini
önle.
Geçen yıl, referandumdan hemen sonra bu
lidir. Türkiye ve KBY, ABD’nin yakın mütte(Ağustos 2011) makalesinde şunları yazıyor:
*Türkiye–KBY
ilişkilerini
geliştir.
amaçla Türkiye’ye, Diyarbakır’a damlayan ekip
fikidir, gerçek jeopolitik çıkarları ortaktır ve
“Anayasanın yeniden yazılması ve Kürt
*PKK’yi terhis et.
böyledir: Eski Finlandiya Cumhurbaşkanı
aslında ortak çıkarları istediklerinin çok dataleplerinin karşılanması pek çok iniş çıkış
*Irak’ta federalizmi güçlendir.
Martti Ahtisaari, İspanya Dışişleri Bakanı
ha üstündedir.
gösterecektir. Biz reformların çıplak esasları*Türkiye’nin kendi Kürt Sorunu’nu çözOreja Aguirre, eski Hollanda Dışişleri Baka“… Türkiye Kürtleri Türkiye’nin KBY
nı veriyoruz. Bu ne ayrıntılı bir liste anlamımesine
yardımcı
ol.
nı Hans van Broek, eski Avusturya Dışişleri
ile ilişkilerini geliştirmesini şiddetle istemekna gelir, ne de biz Kürt Sorunu veya TürkiBu
kapsamda,
yapılan
öneriler
ne
ölçüde
Müsteşarı Albert Rohan. Geldiler, “incelemetedirler. Türkiye Kürtlerine göre Türk devleye’de demokrasinin gelişmesi ile ilgili tüm soler” yapıp ayrıldılar. Oslo görüşmelerini de bütinin KBY’yi tanıması, Türkiye Kürtlerinin gerçekleşiyor, bakılırsa: ABD Emperyalizmi,
runlar için çözüm sağlamayı amaçlıyoruz.
yük olasılıkla bu akil adamlar koordine ediyorfarklılığının kabullenilmesidir. Bu sorun, iştah kabartan petrol zengini Kerkük konusunda
Şunu iddia etmek mümkün: Türkiye’nin dedu, ediyor. Adlarına “Bağımsız Türkiye Kokaybolmak üzere olan bir sorun değildir: Barzani’yi geçici olarak susturdu. Böylece Barvam eden demokratikleşmesi Kürt sorunuzani’nin
hem
Türkiye’yi,
hem
de
Irak
Araplarımisyonu” dediler, 2004’te kurarken. (Ne kadar
Küreselleşme çağında, bir azınlığın özellikle
nun nihai çözümünün en iyi garantisidir. Binı
kışkırtmasını
önledi.
Türkiye–Barzani
ilişkimasum!) Türkiye’nin sözde AB üyeliğini teşvik
de zor altında, kendi kimliklerinden ve külzim yapmak istediğimiz şu andaki Anayasaamacıyla kuruldu bu komisyon.
türel gereçlerinden kolayca vazgeçmesi lerini geliştirdi. Eskiden Genelkurmay’ın tehdit
nın sorunlu kısımlarını yeni doküman için
sıralamasında baş sırayı alan Kürt Yönetimi,
Kim tarafından mı?
mümkün değildir.
rehber olması amacıyla saptamaktır.” (H.
Açık Toplum Enstütü’sü ve British Coun“… ABD’nin, KYB ve Türkiye Kürtleri AKP sayesinde tehdit olmaktan çıktı. Yetmedi,
Barkey, Kadioglu D. The Turkish Constitution
ekonomik
yemlerle
Türkiye–Barzani
bağını
cil’in
girişimleriyle! (Açık Toplum Enstitüsü’nü
arasından daha rahat, yüz yüze ilişkilerin
and Kurdish Question. Carnegie Endowment,
güçlendirdi.
Hatta,
tıpkı
CIA
ajanının
önerdiği
iyi biliyoruz. British Council’in ne olduğunu
sağlanması konusunda AKP’yi teşvik etmeAugust 2011)
anlamak için kullandıkları “Kapıları
sinden çıkarı büyüktür… ABD aynı zaman- gibi Türkiye’nin Erbil’de bir konsolosluk açmaPekiyi, reformların esasları ne denecek. Onu
açıyor–Ufukları Genişletiyor” sloganı yeterda Irak Kürtleri ile birlikte Irak’taki PKK sını sağladı (7 Kasım 2010’da Davidoğlu bu
da veriyor H. Barkey:
li). Bunlardan Martti Ahtisaari, İrlanda’da,
kadrolarına silah bırakmaları konusunda konsolosluğun açılışını yaptı). CIA Ajanı, Tür“Değişim gelip çattığında, Kürtler üç
kiye–Barzani
ilişkilerinin
güçlendirilmesinde
Endonezya’da ve Kosova’da da “akil adam”lık
baskı yapabilir. Türkiye’nin sürekli hava salgrup talepte bulunur: Anayasanın Türk etniAB’yi
de
kullan
diyordu,
bu
da
yapıldı.
yaptı. Hizmetlerinin karşılığında da emperyadırıları PKK’yı Kuzey Irak’ta savunmaya
lizm tarafından ödüllendirildi: 2008 obel Barış Ödülü bu zata verildi.
Gazeteciler Ahtisaari’ye, AB üyeliği ile
Kürt Sorunu’nun ne ilgisi var, diye soruverince
de baklayı ağzından çıkardı ve “Sizi daha yakından tanıyınca tam üyeliğin Türkiye’nin
olduğu kadar Avrupa’nın da yararına olduğuna inandık. Kürt sorunu, üyeliğinizin
önünü tıkayan bir engel... Sorunu anlamak
için ilgilileri dinlemeye geldik”, deyiverdi.
Hep dediğimiz gibi, emperyalizm AB üyeliği
yemini de kullanıyor Kürt Sorunu’nun emperyalist çözümünde.
Bu saydıklarımız yabancı akil adamlardı.
Yerlilerinin de adı telaffuz ediliyor. Hasan Cemal gibi, Cengiz Çandar gibi döneklerin örneğin. Asıl önemlisi, 12 Haziran seçimlerinin hemen arkasından, “kedisi bile olmayan adam”ı
(Kemal Burkay’ı) getirdiler. Yumuşaklığıyla
ikna edici gücünü doruğa çıkaran bir akil adam
Kemal Burkay. Uzlaştırma oyunu için biçilmiş
kaftan! Geliş nedenini ve sürecini şöyle açıklıyor kendileri:
“Türkiye’ye dönme fikri bende açılım süreci ile birlikte doğdu. Elbette daha önce de
düşünüyordum ama koşulları uygun görmüyordum. Başbakan Sayın Erdoğan, benim de
ismimi vererek bazı kişilerin yurtdışından
dönmelerinin önünde bir engel olmadığını
söyledi. İçişleri Bakanı Beşir Atalay da telefon açtı bana.
“Seçimler olmasaydı nisan veya mayıs aylarında dönecektim. Seçimler araya girince,
ona yönelik spekülasyonları da düşünerek
erteledim.” (Milliyet, 30 Temmuz 2011)
Görüldüğü gibi, gelişi TayyipGül’ün aracılığıyla ve onlara da teşne… Din Bezirgânları seçimi alır almaz damlıyor Türkiye’ye komutla.
AKP hakkında tek bir olumsuz lafı yok bu sözde sosyalistin. ABD Emperyalizmi hakkında
da… Amacı Kürt Sorunu’na emperyalist çözümün halk yığınlarına kabul ettirilmesi. Şöyle
devam ediyor K. Burkay:
“Geldiğimiz aşamada değişimden ve özgürlüklerden yana olan kesimlerin bu değişim sürecine destek vermesi gerekiyor. Eski
önyargılardan kurtulmalıyız. Ekmeğinin daha da büyümesini isteyen kitleler, baskı gören Kürtler, inanç özgürlüğünü her bakımdan isteyen Aleviler, belli durumlarda birçok
engelle karşılaşan İslami kesimler... Bütün
bu toplumsal kesimlerin sürece destek vermesi gerekir.
“Kürtlerin bir kesimi ‘devletten ve hükümetten gelecek her şey Kürtlerin zararınadır’ diye düşünüyor. Daha çok politize olan
ve iddia sahibi olan Kürtleri kastediyorum
tabii. PKK çevresi, BDP falan... Ben bunu
çok yanlış buldum. Bir Ergenekon davasını
bile desteklemediler. Halbuki bu dava Türkiye için bir şans. Çetelerden kurtulmak için
bir fırsat. Alevi kesimi örneğin, AK Parti’nin
İslamcı bir gelenekten geldiğini söyleyerek
destek vermediler. ‘Bunlar İslamcı, Sünni’
diye düşündüler. O halde bizim için tehlikeli
olabilir önyargısıyla yaklaştılar. Böylesi önyargılarla olmaz. Birtakım liberal aydınlar
daha sağlıklı yaklaşabildiler. Değişimden yana olan herkesin el ele vermesi lazım. Bu sol
olur, emekçiler olur, işçi kesimi olur, Kürtler
ve Aleviler, Müslüman inancı ağır basanlar
olur herkes el ele vermeli.” (Milliyet, 30 Temmuz 2011)
Kedisi olmayan adam, bu sözlerle emperyalizmin yüzde yüz güdümünde olduğunu belgelemiş oluyor.
Sonuç
Sonuç olarak, emperyalizm bugüne dek yol
haritasını tutturmuş gözüküyor. Ama bu durum
emperyalizmin hep böyle başarılı olacağı anlamına gelmez. Emperyalizm, kokuşmuş kapitalizmin son aşamasıdır. Çelişkileri had safhadadır. Emperyalist kapitalist sistem yıllardan beri
onmaz ekonomik bunalım içindedir. Dolayısıyla her istediğini yapamaz. Bugün güzel ülkemizde TayyipGül eliyle her istediğini yapıyor
olsa da, bunun bir sonunun olması kaçınılmazdır.
Emperyalizm dünya üzerinde hiçbir yerde
ulusal sorunlara çözüm getirmemiştir. Tersine,
her girdiği yerde kan, gözyaşı, ateş, açlık, yoksulluk, kıtlık doruğa çıkmıştır. Bugün ülkemizde bütün oyunlarına rağmen Türk ve Kürt
Halklarını birbirine düşürememesi emperyalizmin başarısızlığıdır.
Türk ve Kürt Halkları yaklaşık 1000 yıldır kardeştir. Bütün halklar kardeştir özünde. Sorunun çözümü de buradadır. Türk ve
Kürt Halklarının kardeşliği; Enternasyonalizm ve Yurtseverlik. Bu temelde Kürt ve
Türk Halklarının, yani halkımızın sosyalizm
temelinde birliği şarttır. Üstelik, genel olarak
büyük ülkeler emperyalistlerin oyunlarına
daha dirençlidir, daha güçlüdür. Bunu halkımız hissetmektedir. Halkımız, emperyalizmin bulanık suda balık avlama çabalarını
boşa çıkaracaktır.
31
Yıl: 6 • Sayı: 56 / 19 Kasım 2011
Basına ve Kamuoyuna
Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Coca-Cola Davası’nda
verdiği haksız ve hukuksuz kararla “Tayyipgiller Yargısı”
Baştarafı sayfa 32’de
tir.
olduğunu ispatlamıştır
Erkan’a 1’er yıl 15’er gün hapis cezası vermiş-
Mahkemenin, bütün tanık ifadeleri ve delillerin
aksi yönde olmasına rağmen bu kararı vermesi, Tayyipgiller’in Anayasa Referandumuyla önünü açtıkları
ve adım adım uygulamaya koydukları, Yargıyı Tayyipgiller Yargısına dönüştürmelerinin bir sonucudur.
Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, neresinden baksak
dökülen, Türk Hukuk Tarihine geçecek bir hukuksuzluğa imza atmıştır.
Nakliyat-İş Sendikası, 2005 yılının Mayıs ayında
Coca-Cola’nın taşeronlarından Trakya Nakliyat Şirketi’nde örgütlenmişti. İşveren, işçilerin sendikalaştığını öğrenir öğrenmez işçilerin tümünü işten çıkartmıştı. Bunun üzerine işçiler, sendikaları öncülüğünde
meşru direnme hakkını kullanmış, işyeri önünde haklarını alana kadar beklemeye başlamıştı. Coca-Cola
Direnişi, sadece işyeri önünde bekleyerek geçmemiş,
İstanbul’un cadde ve alanlarına taşınmış; Coca-Cola’nın İşgali dahil çeşitli militan eylemler gerçekleştirilmişti.
Aylarca süren eylemler sonucunda Nakliyat-İş’in
bu Direnişi başarıyla sonuçlanmış; işçilerin İhbar ve
Kıdem Tazminatları alınmıştır. Ayrıca açılan İşe
İade Davaları sonuçlanmadan 4+14 aylık ücretleri
tutarında Sendikal Tazminat alınmıştır.
Coca-Cola ve Trakya Nakliyat avukatları ile onlara desteğe gelen (avukat olduğunu da sonradan öğrendiğimiz) bir bayan, işe iade davalarında meydana
gelen gerginlikler üzerine akliyat-İş Avukatlarından ve Partimiz Üyesi Ayhan Erkan ile İstanbul İl
Başkanı’mız Pınar Akbina’yı, kendilerine hakaret
ettikleri ve saçlarını çekerek darp ettikleri iddialarıyla; olay günü yanlarında getirdikleri üç-beş avukatla bir tutanak düzenleyerek şikâyet etmişlerdi.
Yargılama sürecinde şikâyetçiler şikâyetlerinden
vazgeçmiş, tanıkları, arkadaşlarımız hakkında iddia
edilen suçlamalara tanık olmadıklarını, hakaretamiz
sözcüklerin işçiler tarafından sarf edildiğini beyan etmişlerdi. Arkadaşlarımızın tanıkları da, olay anında
yanlarında olan arkadaşlarımızın, isnat edilen suçları
işlemediğini net ve açık şekilde beyan etmişlerdi.
Dosyada aleyhe başkaca bir delil de yoktu.
İsnat edilen suç, şikâyete bağlı suçlardandı. Müştekiler şikâyetlerinden vazgeçtikleri anda davanın
düşmesi gerekirdi. Ayrıca, davaya konu olayın, duruşma bittikten sonra duruşma salonunun dışında
meydana geldiği, hem dosyada mevcut Savcılık
Halklarımızın
Başı Sağ olsun
Baştarafı sayfa 32’de
dayanıklı yapılmayan, zemin etüdü yapılmayan tam tersine fay hattı üzerine, yumuşak zemin üzerine yapılan binalar öldürür.
Peki Tayyipgiller mi uygulayacak bu
kriterleri? Hani şu Türkiye Bilimler Akademisini (TÜBA) özerk olmaktan çıkarıp
kendilerine bağlamak isteyen Tayyipgiller
mi? Hani şu “Ulemaya soralım onlar bilir”
diyen Tayyipgiller mi? Halklarımızı Ortaçağın karanlığına götürmeye yeminli, ülkemizi AB-D Emperyalistlerinin hizmetine
sokmaya ant içmiş Tayyipgiller mi? Gölcük
depreminden sonra, “Allah 28 Şubatın intikamını aldı” diyen Tayyipgiller mi uygulayacak bilimsel kriterleri? İstanbul’un İmar
Planını günde 2-3 kez değiştiren Tayyipgiller mi yaşama geçirecek Bilimsel Kriterleri?
Bunlar Halklarımız için bir şey yapamazlar. Çünkü bunların tanrısı Para Tanrısı.
Bunların yapmış olduğu her işin merkezinde daha fazla para, daha fazla sömürü, daha
fazla kamu mallarını lüpleme, daha fazla
yandaşı zengin etme var. Parababalarının
siyasi iktidar olma görevini verdikleri Tayyipgiller’in siyasetinin merkezinde insan
yok. Olamaz da zaten. 7 bin yıllık asalak bir
sınıfın temsilcisi olan Tayyipgiller’in sınıf
“Dosya İnceleme Tutanağı” hem de tüm sanık ve şikâyetçi beyanlarıyla sabitken, Üsküdar 1. Ağır Ceza
Mahkemesi, suçun görev nedeniyle işlenen suçlardan
olduğunu iddia ederek davayı düşürmemiştir.
Üstelik Şikâyetçiler, yani Coca-Cola bile, yani
Amerika bile ayıplanacaklarını düşünerek şikâyetten
vazgeçmişlerdi! Tüm tanıklar (şikâyetçi tanıklarının
tümü de AVUKATTI) suça tanık olmadıklarını, arkadaşlarımızın isnat edilen suçu işlemediklerini beyan
etmişlerdi. Ama buna rağmen Üsküdar 1. Ağır Ceza
Mahkemesi, Coca-Cola’nın, namı diğer ABD’nin
kılına dokunanı yakarım diyor.
Kurtuluş Partili Avukatlar, sadece adil ve bağımsız
bir yargılama istiyordu. Ama ABD’nin, tüm takım
taklavatlarıyla “lağıma süpür”üp atıvermemesi
için çabalayan Tayyipgiller’e, 12 Eylül Referandumu sonrasında onların hukuk bürosuna dönüşmüş
olan yargı sistemi de, onun Üsküdar 1. Ağır Ceza
Mahkemesindeki yargıçları da, her türden desteği
gözü kapalı vermeyi aslî görevlerinden addediyorlardı. Durum böyle olunca bu mahkemelerin ve
yargıçların ABD’ye ve onun tekelci şirketlerine en
küçük bir zarar vereni “af”fetmemesi şaşılacak bir
durum değildi. ABD ve onun emperyalist, sömürgen
şirketlerini savunmak, böylesi yargıçların artık temel
görevleri arasına girmişti. Onlardan artık adil ve bağımsız bir yargılama beklemek ölü gözünden yaş beklemek olurdu.
Ama Tayyipgiller de onların ABD’ci yargısı da erken bayram etmesin. Bu gidişe er geç dur diyeceğiz.
Böylesi “cezalar” bizim haklı ve onurlu davamızı, İşçi Sınıfı Mücadelemizi engelleyemez. Tam
tersine Tayyipgiller ve onların şürekâsından gelen bu
tür cezalar, bizler için onurdur ve doğru yolda olduğumuzun bir kanıtıdır. Biz, eninde sonunda dünya
halklarının başdüşmanı olan ve şu anda da Ortadoğu’yu, Afganistan’ı, Afrika’yı kana bulayan dünyanın
başhaydut devletini yani ABD Emperyalistlerini ve
onların vurguncu, sömürücü şirketlerini, Türkiye’deki yerli hainlerden oluşan işbirlikçileriyle birlikte ülkemizden kovacağız. Halklarımızı bunların tahakküm, zulüm ve sömürüsünden kurtaracağız. Herkes
alın terinin karşılığını alacak. Bunun adı: Demokratik Halk İktidarıdır. 24.10.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
karakteri de buna izin vermez.
İşte bu yüzden diyoruz ki, Deprem öldürmez, öldüren Parababalarının ve onların hükümeti Tayyipgiller’in azgınca
sömürüsüdür. Onların kâr hırsıdır insanlarımızı öldüren. Tayyipgiller’in lağım deliğine süpürülmemek için bu ülke topraklarını AB-D Emperyalistlerine peşkeş çekmesidir, ölümlerin, acıların Halklarımız için
kader haline gelmesi.
Acıları, yoklukları, yoksullukları ve
ölümleri Halklarımız için çıkartmanın yolu
Demokratik Halk İktidarından geçmekte.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak kader olmaktan Parababalarının iktidarlarına son verip
acıları, yoklukları, yoksullukları ve ölümleri kader olmaktan çıkaracağız.
İşte o zaman Programımızda belirtildiği
gibi:
“Konut Sorunu: Bir zamanlar büyük
şehirlerimizde yangına karşı zengin fakir
herkesin katıldığı gönüllü örgütler nasıl
vardıysa, tıpkı öyle, evsizlere imece yoluyla inşaat seferberliği bir çeşit gönüllü
ulusal spor derecesine çıkarılacak. Maliyeti çok, ömrü az, sağlıksız gecekondu ve
izbecikler yerine, nazım imar planına uygun, ucuz, konforlu, depreme ve diğer
doğal afetlere dayanıklı, güvenli çok katlı blok inşaat; halk örgütleri, belediyeler
ve devletçe desteklenecek.” 24.10.2011
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Basına ve Kamuoyuna
Van-Erciş’te meydana gelen doğa afeti depremde yüzlerce vatandaşımızı yitirdik.
Yüzlercesi yaralı ve sakat. Binlerce vatandaşımız ise evsiz-barksız halde acılar ve çaresizlik içerisinde.
Ülkemizde bir doğa afeti daha, kâr hırsına doymayan Parababaları düzeni, deprem
bölgesinde olmamıza karşın yeterli önlemleri almayan siyasi iktidarların sorumsuzluğu, insanî değerlerden yoksun olması nedeniyle Van’da-Erciş’te yoksul insanlarımızı
acılara boğmuştur.
Başta Van-Erciş Halkı olmak üzere halkımıza başsağlığı diliyoruz. Üyelerimizi,
Konfederasyonumuz DİSK’in başlatmış olduğu depremzedelerle dayanışma kampanyasına katılmaya çağırıyoruz. 26.10.2011
Nakliyat-İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu
BASIA ve KAMUOYUA
Coca-Cola Avukatlarına “Amerikan uşakları” dedikleri iddiasıyla
Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi Sendikamız Avukatlarından
Ayhan Erkan ile Pınar Akbina’ya 1’er Yıl 15’er gün hapis cezası
verdi
*Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin bu kararı, Ülkemiz yargıçlarının bir kısmının nasıl bir
adalet=ceza anlayışına sahip olunduğunun Türk
Hukuk Tarihine geçecek çarpıcı bir örneğidir.
*Bu aynı zamanda Amerika’nın kılına bile dokunanı yakarız zihniyetinin de çarpıcı bir örneğidir.
Sendikamız 2005 yılının Mayıs ayında Coca Cola’nın taşeronlarından Trakya Nakliyat Şirketinde örgütlenmişti. Daha üyelik kayıtlarının mürekkebi kurumadan tümünün işten çıkartılması üzerine üyelerimiz Sendikamız öncülüğünde meşru direnme hakkını
kullanmış, işyeri önünde haklarını alana kadar beklemeye başlamıştı. Direnişimiz sadece işyeri önünde
bekleyerek geçmemiş, İstanbul’un cadde ve alanlarına taşınmış; Coca Cola’nın işgali dâhil çeşitli militan
eylemler gerçekleştirilmişti.
Aylarca süren direniş başarıyla sonuçlanmış; ihbar
ve kıdem tazminatlarını alamayan üyelerimizin bu
tazminatları alınmış, ayrıca açılan işe iade davaları
sonuçlanmadan 4+14 ay ücretleri tutarında sendikal
tazminat alınmıştı.
Coca Cola ve Trakya Nakliyat avukatları ile onları desteğe gelen (avukat olduğunu da sonradan öğrendiğimiz) bir bayan, işe iade davalarında meydana gelen gerginlikler üzerine sendikamız avukatlarından
Ayhan Erkan ile Pınar Akbina’yı kendilerine hakaret
ettikleri ve saçlarını çekerek darp ettikleri iddialarıyla, olay günü yanlarında getirdikleri üç-beş avukatla
bir tutanak düzenleyerek şikâyet etmişlerdi.
Yargılama sürecinde şikâyetçiler şikâyetlerinden
vazgeçmiş, tanıkları avukatlarımız hakkında iddia
edilen suçlamalara tanık olmadıklarını, hakaretamiz
sözcüklerin işçiler tarafından sarf edildiğini beyan etmişlerdi. Avukatlarımızın tanıkları da, olay anında
yanlarında olan avukatlarımızın isnat edilen suçları
işlemediğini net ve açık şekilde beyan etmişlerdi.
Dosyada aleyhe başkaca bir delil de yoktu.
İsnat edilen suç şikâyete bağlı suçlardandı. Müştekilerin şikâyetlerinden vazgeçtikleri anda
davanın düşmesi gerekirdi. Suçun görev nedeniyle işlenen suçlardan olduğunu düşünen
Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, davayı
düşürmedi. Oysa olayın duruşma bittikten
sonra duruşma salonunun dışında meydana
geldiği, hem dosyada mevcut Savcılık
“Dosya İnceleme Tutanağı” hem de tüm sanık ve şikâyetçi beyanlarıyla sabitti.
Ama Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi,
davayı düşürmedi.
Avukatlarımızın atfedilen suçu işlemediği tüm tanık beyanlarıyla da sabitti.
Ama Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi,
Beraat vermedi.
Üstelik suçlananlar AVUKATTI. Yani
tıpkı Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi heyeti gibi
HUKUKÇUYDU!
Üstelik Şikayetçiler, yani Coca Cola bile, yani
Amerika bile ayıplanacaklarını düşünerek şikayetten
vazgeçmişlerdi!
Üstelik tüm tanıklar (ki şikâyetçi tanıklarının tümü
de AVUKATTI) suça tanık olmadıklarını, Avukatlarımızın isnat edilen suçu işlemediklerini beyan etmişlerdi.
Ama Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, Amerika’nın kılına dokunanı “affetmem” diyordu.
Ne sendika olarak ne de vekillerimiz asla bir “af”
istemiyorduk, beklemiyorduk.
Sadece adil ve bağımsız bir yargılama bekliyorduk.
Dost da düşman da bilsin ki bu tür “cezalar” bizler
için de, avukatlarımız için de birer onur madalyasıdır.
Bizler ekmek kavgası veriyoruz! Bizler Demokrasi kavgası veriyoruz! Bizler onur kavgası veriyoruz! Gerisi vız gelir tırıs gider! 21.10.2011
Nakliyat-İş Sendikası
Genel Merkezi
Basın Açıklaması
Araç Muayene İstasyonlarında Sendikamız Nakliyat-İş Üyelerine
“İş Takipçisi” “Muameleciler” tarafından yapılan tacizleri, baskıları
protesto ediyoruz
İ
stanbul Araç Muayene İstasyonlarında
çalışanlar, Sendikamız Nakliyat-İş üyesidirler. İşyerinde işverenle yapılan
toplu iş sözleşmesi yürürlüktedir.
İstanbul Araç Muayene İstasyonlarında
kamu adına araç muayene hizmeti yasal
olarak belirlenen kurallar çerçevesinde
yapılmaktadır.
Araç Muayene İstasyonlarında çalışan
sendikamız üyeleri işlerini yasal mevzuat
çerçevesinde, ahlaki dürüst çalışanlar olarak yerine getirmektedir.
İstasyon dışarısında hiçbir yasal statüsü
olmayan “iş takipçileri”, “muameleciler”
vb. isimler altında faaliyet gösteren kişi ya
da kişiler tarafından çalışanları bazen ahlaki olmayan ilişkilerle ve
bazen de şiddete varan
tacizlerle çalışma ortamına zarar veren sonuçlar
doğmasına neden olmaktadırlar. Bazen de bu işi
yapanlar kendi aralarında
çatışmaya da varan gerginlikler yaşanmasına yol
açmaktadırlar.
Geçtiğimiz günlerde
Sultanbeyli İstasyonunda
böylesi bir gerginlik
yaşanmış ve sendikamız
üyelerimiz
huzursuz
Birnak Direnişçileri Direndi ve Kazandı
Baştarafı sayfa 32’de
na çalışır gözükmekte idi. Yani tamamıyla
Birnak, Yöntem Kargo ile birlikte sendika
karşıtı olarak kurgulanmıştı.
İşten çıkartılan işçiler, 17 Ağustos’tan
itibaren işyeri önünde Direnişe başladılar.
Konya’da emniyet güçlerinin, işverenlerin
baskılarına karşın kararlıca direnişlerine
devam ettiler. Topkapı Konya Nakliyat
Ambarlarının Sınıf Dayanışmaları ile Direniş daha etkileyici bir biçimde devam etti.
Üst işveren konumundaki Yöntem
Kargo ile yapılan görüşmeler sonucunda
sendikamız üyeleri sendikalı, toplu iş sözleşmeli bir şekilde aynı işlerini yapmak
üzere Barış Nakliyat işyerinde işbaşı yaptılar.
Birnak Direnişinin zaferle sonuçlanması
ile Nakliyat Ambarlarındaki İşverenlerin
Sendikasızlaştırma politikalarına karşı Sendikamız önemli bir kazanım elde etmiş
oldu.
Saygılarımızla…
olmuşlardır. Geçtiğimiz aylarda da farklı
istasyonlarda benzer olaylar yaşanmıştır.
Bu durum bazen çalışma güvenliğini de
tehdit eder hale gelmektedir. Bu durum
kabul edilemez.
Konfederasyon olarak üyelerimize
yönelik bu türden baskıları, tacizleri protesto ediyoruz. Bu tür tacizlerde ahlaki
olmayan bir takım ilişkilerde bulunanlar
karşılarında Konfederasyonumuzu DİSK’i
ve Nakliyat-İş’i bulacaklardır.
Sendikamız üyeleri işlerini dürüst iş
ahlakına ve yasal mevzuata uygun şekilde
yapmaya devam edeceklerdir.
Ayrıca bu saldırılarla ilgili başta Ulaştırma Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’nı
gerekli önlemleri alması, yasal düzenlemelerin yapılması için göreve çağırıyoruz.
Saygılarımızla…11.08.2011
DİSK Örgütlenme Daire Başkanı
ve Nakliyat-İş Sendikası
Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu
Yaşasın Birnak İşçilerinin Zaferi!
Direne Direne Kazandık!
Yaşasın akliyat-İş Yaşasın DİSK!
26.09.2011
NAKLİYAT-İŞ SENDİKASI
GENEL MERKEZİ
Birnak İşçileriyle
Kurtuluş Yolu olarak yaptığımız röportaj sayfa 27’dedir.
CMYK
CMYK
O
K
Halklarımızın
Başı Sağ olsun
ürt İllerimizden Van’ı vurdu bu sefer
Deprem. Depremin şiddeti 7,2. Ölü sayısının bini bulacağı söylenmekte bilim
insanlarınca. Enkaz altında kalanların yardım
çığlıkları, ölen insanlarımızın görüntüleri, insan yüreğini acıtmakta.
Halkın Kurtuluş Partisi olarak yakınları
ölenlere başsağlığı ve sabır diliyoruz. Acınız
acımızdır.
Peki, kim bu ölümlerin sorumlusu? Deprem
kuşağında bir ülke olduğu artık herkes tarafından bilinen ülkemizde depremlerde ölen binlerin hesabını kim verecek?
Acıyı, gözyaşını, ölümleri, Kürt ve Türk
Halklarının kaderi haline getirdiler Parababaları ve onların hükümeti Tayyipgiller. Acının,
gözyaşının ve ölümlerin adını da “doğal afet”
koydular. “Mukadderat” dediler, “ağlamaklı”
gözlerle. Kendi sorumsuzluklarını Allah’a ha-
Sevda Yoldaş, Devrime Olan İnancı, Bilinci ve Kararlı Duruşuyla
İnsanlığın Kurtuluş Mücadelesinde Yaşamaya Devam Edecek
Partimize, Usta’mıza, Önderliğimize ve Pratiğimize “Sevda”lı bir yürek artık atmıyor. O gülen gözler bizlere artık sadece resimlerden bakacak.
O yüreğin, o gözlerin sahibi Sevda Ceylan Yoldaş’ı 29 Eylül 2011 Perşembe sabahı ölümsüzlüğe uğurladık.
Çorum’da mücadele eden Yoldaş’ımızın daha yapacak çok işleri vardı. 6 yıl
önce, kanser illetine yakalanmadan önce, başlamıştı mahalle çalışmalarına. 1
Mayıs’lara, Usta’mızı Anma Etkinliklerine insan taşımaya, yakınında kim varsa Teorimizin ışığını ve sıcaklığını yansıtmaya başlamıştı.
ABD ve AB Emperyalistlerinin, onların yerli ortaklarının yarattığı Kanser
düzenine karşı başlattığı örgütlü mücadele, Yoldaş’ımızın vücudunu saran kanser illetine rağmen kesintiye uğramadı. Sevda Yoldaş’ımız, insanlığın kurtuluş
mücadelesinde düşen yoldaşlar kervanına katıldı. İnancını ve kararlılığını son
nefesine dek yitirmedi.
Bu yüzdendir ki, anısı devrimci mücadelemizde yol göstermeye devam edecek.
Sevda Yoldaş, sana ant olsun ki, mücadeleni zaferle taçlandıracağız.
vale edip işin işinden sıyrılmanın peşinde bu
sömürgen sürüleri. Böyle acı bir olayda bile
Halklarımızı Allah’la aldatmaya devam ediyorlar.
Ama söylemiyorlar 3 katlı olması gereken
binalara nasıl 6-7 kat imar izni verildiğini. Saklıyorlar insanlarımızdan fay hatlarının geçtiği
yerlere, sırf kendi adamları vurgunlar vursun
diye verdikleri imar izinlerini. “Deprem Vergisi” adı altında Halklarımızdan toplanan 40 milyar liranın nerelere harcandığını, kimlere aktarıldığını anlatmıyorlar.
Bilim diyor ki; deprem öldürmez, depreme
Devamı sayfa 31’de
Cerrahlar işbaşında!
nbir Eylül’den bu yana tam 10 yıl
geçti. Emperyalizm 2001’de başlattığı Haçlı Seferi kapsamında
ameliyatlarına hız verdi; 11 Eylül’ün hemen ardından Büyük Ortadoğu Projesini (BOP)’u uygulamaya koydu. Önce
Afganistan, sonra Irak, Gürcistan, derken “Arap Baharı”nı kendi yörüngesine çekerek zaten paramparça olan Arap
Halkını daha da küçük parçalara doğrama yolunda. Böylece bu toprakların petrol, doğalgaz, uranyum, bor vb. madenlerine, su kaynaklarına, stratejik coğrafyasına hükmetme peşinde. Sanki bir
Üçüncü Paylaşım Savaşı yaşıyor dünya. Bizim “BOP Eşbaşkanı” Tayyip ise
ikide bir “Türkiye’de ameliyat yaptırmam” diyor ama bizatihi Eşbaşkanlık
zaten Türkiye’de ameliyat anlamına geliyor. Emperyalizm zamana yayarak,
alıştıra alıştıra Yeni Sevr’e doğru sürüklüyor Türkiye’yi, TayyipGül’ü
kullanarak… Önce açılım dediler, gizli
ateşkes anlaşmalarıyla sürdürdüler. Zaten Irak Kürtlerini daha önceden göreve
hazırlamışlardı. Gidiş büyük ameliyata
doğru! Yani, Kürt Sorunu’nda emperyalist “çözüm”e doğru. Önceden hazırlanıp 2007’den beri uygulamaya konulan
“Ergenekon” Tertibiyle Orduya yapılan
saldırı da ameliyat hazırlıklarının bir
parçası aslında. Bu ameliyat için “Akil
Adamlar”, CIA Başkanı, ABD senatörleri ardı ardına ülkemize girip çıkıyorlar.
lendireceği(!) belirtiliyor. (Resim 2)
Denecek ki, Füze Kalkanı, Suriye Sorunu, İran Sorunu için gelmiştir! Ortadoğu’daki emperyalist paylaşım ve Kürt
Sorunu birbirinden bağımsız değildir
ki… Hatta en önemli parçasını oluştur-
Resim 2. James Clapper. ODI Başkanı.
maktadır emperyalist paylaşımın. Çünkü, 2006’da Amerikan Silahlı Kuvvetler
Dergisi’nde yayımlanan bir makalede
yer alan Ortadoğu haritası gerçeği tüm
açıklığıyla göstermektedir. En köklü değişim bu topraklar için planlanmıştır, en
büyük lokma bu topraklardır, en stratejik
coğrafyayı da bu topraklar oluşturmaktadır. (Resim 3)
Ameliyatın Teorisini CIA
Ajanları yapıyor
En son Işık Koşaner Paşa ve Kuvvet
Komutanlarının eşzamanlı istifası karşısında, Ortadoğu ve Türkiye ama özellikle Türkiye’nin Kürt Sorunu konusunda
uzman CIA Ajanı Henri Barkey’in dedikleri aktarıldı Washington Post adlı Amerikan gazetesinde. “Bu bir dönüm
noktasıdır.
Ordunun
havlu attığı gündür” diyerek kutladı H. Barkey
askerlerin onurlu davranışını. Haber şöyle devam
ediyor:
“Barkey, generallerin
mevzilenmek yerine teslim olmaları, son on yıldaki askeri baskınlığın
yitip gitmesinin işaretidir, dedi.
‘Eskiden ordu aba altından sopa gösterirdi.
Bunu artık yapamazlar’
dedi.” (The Washington
Resim 1. DI’nin koordinasyonunu sağladığı ABD kuruluşları.
Post, 31 Temmuz 2011)
Bu sözler “on yılda orEn son gelişme olarak, gazetelerde 16
duyu
hallettik”
böbürlenmesidir
bir bakıayrı saldırgan ABD biriminin bağlı olduğu (Resim 1) Ulusal İstihbarat Başka- ma. Böbürlenmeleri yersiz de değil!
Henri Barkey, ABD’nin Kürt Sorunu
nı (Director of ational Intellegence:
DI) James Clapper’in ülkemizi şerefDevamı sayfa 30’da
Coca-Cola Davası’nda “Tayyipgiller Yargısı”ndan
Avukatlara ceza
Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi
Coca-Cola Davası’nda
verdiği haksız ve hukuksuz kararla
“Tayyipgiller Yargısı” olduğunu
ispatlamıştır.
Ü
Devamı s. 31’de
I
T
K
onya’da sendikamıza üye oldukları
için işten atılan ve 17 Ağustos’tan
bu yana işyeri önünde Direnişte
olan Birnak İşçilerinin mücadelesi başarı
ile sonuçlandı. Sendikamız üyeleri sendikalı, toplu iş sözleşmesi kapsamında çalışmak üzere işbaşı yaptılar.
Konya’da bulunan Birnak İşyeri, Konya Ambarları başta olmak üzere tüm Nakliyat Ambarlarında sendikasız, toplu iş
sözleşmesiz kölece işçi çalıştırmak amacıyla faaliyet göstermek üzere kurulan bir
işyeri idi.
Sendikamız örgütlenme programı çerçevesinde gündeme aldığımız bu işyerinde
çalışan işçiler, sendikamıza üye olduktan
sonra 10 üyemiz işten çıkarılmıştır. İşyeri
Birnak, Yöntem Kargo’nun işini yapmakta, Birnak’ta çalışan işçiler ise İstanbul’da
Ersan Bina Yönetimi-Güvenlik işyeri adı-
IK
Birnak Direnişçileri Direndi ve Kazandı
Devamı sayfa 31’de
Ç
Coca Cola İşgal ve Direnişi’ nden
sküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi, ABD
Emperyalizminin simgesi Coca-Cola
avukatlarına “Amerikan Uşakları” dedikleri iddiasıyla, akliyat-İş Sendikası Avukatlarından ve Partimiz MYK Üyesi ve İstanbul İl
Başkanı’mız Pınar Akbina’yla yine akliyatİş Sendikası Avukatı ve Partimiz Üyesi Ayhan

Benzer belgeler

82. sayıya ulaşmak için tıklayın

82. sayıya ulaşmak için tıklayın AB-D Emperyalistleri, Irak, Afganistan; ğım ve bu sefer yüzde yüz Meclisten geçirece- çok daha fazla düşünüyorlarmış. Geçen haftaSırıtkan Dışişleri Bakanın da Suriye’ye giğim.” dedin. nın gazeteler...

Detaylı