Yavaş Şehir - Ege-book

Transkript

Yavaş Şehir - Ege-book
Merhaba,
Çağımız kent çağı. Kentlerin, kentte yaşayanların sayısı artıyor. Kentler büyüyor, artık nüfusun çoğu büyük kentlerde yaşıyor. Kentler büyüdükçe sorunları
da büyüyor ve biz kente sığamıyoruz giderek. Kalabalık, trafik, gürültü, kirlilik ve
kalabalık içinde yalnızlık… Onun için yaşanabilir kentler arıyoruz. Kentleri nasıl
yaşanabilir hale getireceğimizi tartışıyoruz. Kimisi ütopya ve hayal. Kimisi ise
gerçek. İşte iki örnek. Yavaş şehir modeli ve Seferihisar’ın hayalini kapak konusu
yaptık. Onunla yetinmedik; bugün yaşanabilir kent denince, kenti güzelleştirmek
ve marka haline getirmek denince herkesin aklına gelen Eskişehir’i ve “işte böyle de belediye
başkanlığı yapılabilir”in örneği olarak Yılmaz Büyükerşen’e sayfalarımızı açtık.
Cumhuriyet ve Atatürk Günleri’ni farklı bir anlayışla ve çok geniş yelpazedeki etkinliklerle
üniversite ve kentin gündemine taşıyan Üniversitemiz öncülüğündeki etkinliklerin bir bölümünün ilginizi çekeceğini umduk. Türkiye’nin önde gelen felsefecilerinden Prof. Dr. Ahmet
Arslan’ın bu kapsamda sunduğu konferanstan kısaltılarak sunduğumuz makalenin, sıradan
tören konuşmalarından oldukça farklı ve derin bir içeriğe sahip olduğunu düşünüyoruz.
Filiz ve Fikret Otyam’ın üniversitemizde gerçekleştirdikleri söyleşi ve sergileri büyük beğeni
gördü. Oytam çifti ile arkadaşlarımızın röportajları bu sayımızı zenginleştiren ve renklendiren
bir bölümü oluşturdu.
Şu anda halen görev yapan en eski çalışanımız, Adem Alakoç röportajı, adeta Üniversitemizin tarihine bir yolculuk oldu. Dile kolay, 44 yıl, sekiz rektör.
İzmir’in en renkli ve mistik ilçelerinden biri Tire. Yeteri kadar popüler olmamasına üzülmeli
mi sevinmeli mi bilmiyoruz. Çünkü gizli gibi duran, tanıdıkça hayran kalacağınız özellikleri, çok
tanınırsa yozlaşır mı acaba? Hele gezerken size başkan Tayfur Çiçek rehberlik etmişse, Tire’ye
âşık olmamanız çok zor.
Ünlü romancımız ve aynı zamanda felsefe bölümü öğretim üyesi İhsan Oktay Anar, yine
bizi kırmayıp bir yazısını paylaştı. Sözlüklerde kaybolmuş bir kelimeyi ve bir ustayı, sürprizlerle
dolu yazısına konu etmiş.
İnsan ilişkilerindeki kriz aşka da yansıyor. Aşk yeni bir döneme mi girdi? Niçin en çok aşk
kitapları satılıyor ve aşk yeni dönemi şarkı sözlerine nasıl yansıyor? Bu konuda sosyolojik bir
denemeye yer verdik.
Elli beşinci yılına girmekte olan üniversitemiz, çeşitli sanatsal faaliyetlere ağırlık vermeyi
sürdürecektir. Uluslararası nitelikteki EgeArt Sanat Günleri’nin üçüncüsü şu sıra gerçekleştirilmektedir. Elli beş yıllık üniversite kampüsü ilk kez heykellerle buluştu. Bu önemli bir boşluğun
doldurulması anlamına geliyordu. Alternatif enerji kaynakları, Şifa Eczanesi Müzesi, botanik
bahçesi ve daha çok sayıda haber bu sayımızda yer almaktadır.
Daha iyi sayılarımızın eleştiri ve önerilerinizle gerçekleşebileceğini umuyoruz.
Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından yayınlanır.
İÇİNDEKİLER
Ege Üniversitesi Adına
İmtiyaz Sahibi
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz
Yayın Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Atilla Silkü
Sorumlu Müdür
Prof. Dr. M. Bülent Özkan
Genel Yayın Yönetmenleri
Yrd. Doç. Dr. Engin Önen
Yrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı
Yayın Kurulu Üyeleri
Prof. Dr. Şevket Toker, Uzm. Dr. E. Figen İnan
Özlem Arınık Topuz, Ali İhsan Mimtaş,
Demet Altuntaş, Gamze Karademir Erol, Özlem Aktaş
Muhabir ve Fotoğrafçılar
Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş, Gamze Karademir Erol, Özlem Aktaş,
Erhan Çukurlu, Duygu Öztürk, Ümit Mutlu, Petek Durgeç,
Güldeniz Fırat, Muhammet Ali Edebali, Evren Bozkurt,
Eray Aydın, Doğan Erbaç, Ekrem Durul, Cihan Durak
Konuk Yazarlar
Prof. Dr. Ahmet Arslan, Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu,
Prof. Dr. A. Çağrı Büke, Prof. Dr. Ümit Erdem,
Doç. Dr. Lale Kabadayı, Yrd. Doç. Dr. Engin Önen,
Dr. Hüseyin Günerhan, Uz. Sibel Ağı Günerhan, Mehmet Gökyayla
ve İhsan Oktay Anar
Redaksiyon
Prof. Dr. Şevket Toker
Öğr. Gör. Dr. Bahar Dervişcemaloğlu, Arş. Gör. Göksu Çiçekli Koç
Kapak Fotoğrafı
Ümit Mutlu
Kapak İllüstrasyonu
Sinan Kutlu
Tasarım
Gamze Karademir Erol, Erhan Çukurlu, Ümit Mutlu
Reklam Sorumlusu
EÜ Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü
Reklam Rezervasyon
Ege Üniversitesi Rektörlüğü
Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne
(0 232) 342 59 72 numaralı telefon numarasından veya
[email protected] e-posta adresinden ulaşabilirsiniz.
Yönetim Yeri
Ege Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir
Tel: (0 232) 388 01 10
www.egeburada.ege.edu.tr
Basım Yeri
Arkadaş Matbaacılık Ltd. Şti.
1258 Sokak No:22 Kahramanlar/İzmir
Tel: (0 232) 425 08 71
Basım Tarihi: 28 Eylül 2009
Yayın Türü
Yerel, Süreli, Üç Aylık
60
04
34
04
Gündem Ege
Yavaş Şehirler
48
27
38
43
08
19
48
Bir Başarı Öyküsü
Yılmaz Büyükerşen
08
15
Bir Egeli’nin
Portresi
Adem Alakoç
Ege’den Bir Köşe
Botanik Bahçesi ve
Herbaryum
Tarih
Cumhuriyet ve
Atatürk Günleri
34
52
62
62
Makale
Aşk
54
66
70
Sanat
EgeArt
54
57
Spor
Deep Water Soloing
Kampüste Söyleşi
Filiz ve
Fikret Otyam
Seyir Defteri
Tadıyla, Tarihiyle,
Dokusuyla Tire
38
Araştırma
İnceleme
Alternatif Enerji
Kaynakları
Üniversitemiz
Kazıları
Van - Ayanis
Konuk Yazar
İhsan Oktay Anar
Müzelerimiz
Merkezlerimiz
Şifa Eczanesi
Tıp Dünyasından
Dünya Tarihinde
Grip Salgınları
66
BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ
Büyükerşen:
“Bir şehir yalnızca
yatırım, alt yapı, asfalt
demek değildir”
E
Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü
skişehir Belediye Başkanı ve
Anadolu Üniversitesi eski
rektörlerinden Prof. Dr. Yılmaz
Büyükerşen, “Üniversite ve Kent Yaşamı”
konulu söyleşi ile 20 Ekim’de Ege
Üniversitesi’ndeydi. EÜ Basın ve Halkla
İlişkiler Müdürlüğü’nün düzenlediği
“Kampüste Konuk Var” etkinlikleri kapsamında Prof. Dr. Yusuf Vardar- MÖTBE
Kültür Merkezi’nde gerçekleşen söyleşide Prof. Dr. Büyükerşen, hem akademi dünyası hem de kent yönetimine
dair deneyimlerini Egelilerle paylaştı.
”Üniversitelerde şehirler de yaralı” diyen
Büyükerşen “Üniversitelerin ve şehirlerin tarihleri paralellik gösterir. Şehir
olmayan yerde üniversite olmaz ve üniversite olmayan bir yerleşim yerine de
şehir diyemeyiz” diyerek üniversitelerin
şehircilik anlayışındaki önemli yerini
kaydetti. Eskişehir’den “benim şehrim”
diye bahseden Büyükerşen, Belediye
Başkanlığı’nı yaptığı bu şehir hakkında
“Güzel şehriniz İzmir gibi Eskişehir’de
de tüccarlar buluşuyordu. Bu sebeple
birbirinden farklı insanları tanıdı bu
şehir. Yaşayanların kendilerine benzemeyen insanları dışlama lüksü yoktu”
dedi. Eskişehir konusunun sosyolojik
anlamda bir “olay” olduğunu belirten
Büyükerşen bu olayın tarihini aktarırken
şunları söyledi: “Eskişehirlilerde üniversite hareketi bir başkaldırıdır. İkinci
başkaldırı ilk öne çıkan Anadolu takımı
olan Eskişehirspor ve üçüncü başkaldırı
ise belediyecilik anlayışıdır. Öğrencilerin
iyi yetişebilmesi için şehir gibi bir şehre
ihtiyacı vardı”.
Söyleşinin ardından Rektör Danışmanı ve EÜ Edebiyat Fakültesi Sosyoloji
Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr.
Engin Önen, “Yılmaz Hoca” ile kısa bir
söyleşi gerçekleştirdi. İkisi söyleşirken
biz de Egeden okurları için bunları
kaydettik ve sizlerle paylaşıyoruz:
Eskişehir son zamanlarda kent yönetimi anlayışıyla öne çıktı ve diğer
kentlerden farklılaştı. Bunu siz gerekçeleriyle de ifade ettiniz ama benim
dikkatimi çeken bir şey var burada.
Klasik belediyecilikten farklı olarak,
“Çok hizmet ediyoruz, çok alt yapı yapıyoruz, imar değişikliği yapıyoruz”un
yanı sıra bir de kent estetiğini dikkate
alan; yani kenti kent yapan değerleri
önemseyen bir anlayış da var. Diğer
birçok şehirde görmediğimiz bir anlayış bu bana göre, yani diğer şehirlerde
yatırım yaptıkça şehir güzellikleri
kaybedilebiliyor. Bunda sizin sanatçı
kişiliğinizin etkili olduğunu düşünüyorum. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz, gözlemleriniz bu yönde mi?
Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben
sanatçı değilim. Ben maliyeciyim. Ama
yaptığımız işlerden dolayı galiba, sanata
yönelik hizmet veririz. Türkiye’deki açlığa karşılık çok önemli görüldüğü için,
algılama yarattığı için heykelle falan
uğraşıyorum. Hepsini hobi olarak yapıyorum yoksa sanatçı değilim maalesef.
Sanat eğitimi de almadım, alamadım
ama almak isterdim. Ancak bir şey var,
eğer bir işe belediye olarak veya herhangi bir kamu görevlisi olarak bırakın
kamu görevlisini özel sektörde bir
görevli olarak bile eğer insan bir maddi
yatırım yapıyorsa; bu parayı harcarken o
ihtiyacı karşılayacak harcamanın ortaya
çıkaracağı sonucun mutlaka insanların gözüne hoş gözükmesi gerekecek
biçimde olması, diğer bir deyişle güzel
olması lazım. Yani yatırım için faydayı
ararken güzelliği de arayan bir hareket
biçimim var benim. Mutlak suretle her
şeyde bir estetik arıyorum, mükemmellik arıyorum. Para harcadığımız işin
mutlak suretle estetik tarafına da aynı
özeni göstermeliyiz. Ondan beklediğimiz faydayı ararken onun bir başka
faydasını da göze hoş görünüyor olması
olarak görüyorum ve insanlara güzellik
duygusu, beğeni duygusu veriyor olmasını daima önemsiyorum.
Belediye yönetimi, kent yönetimi,
kentte bir takım düzenlemeler yaparken aslında yeni bir yaşam biçimi
öneriyor; yani o kadar hızla gelişen
kentlerimiz ya da semtlerimiz var ki
bazılarının meydanları bile yok. Meydanı olmayan, ortak kullanım alanları
çok sınırlı olan yerler... Dolayısıyla
kentteki yaşam kalitesini arttırmada
hatta onlarda ortaklık duygusu yaratmada siyaset çok önemli diye düşünüyorum. Yaşanabilir kentler listesindeki
tırmanışından da anlaşıldığı gibi
Eskişehir’de yaşamaktan memnuniyet artıyor galiba bu ortak yatırımlar
sayesinde.
Şehirlerin, insanların çalıştığı ve
yaşadığı yerler olarak yine o şehirdeki
insanların işleriyle evleri arasında gidip
geldikleri bir yer olmaktan çıkarılması lazım. Kuşkusuz işine de gidecek,
işinden çıkacak evi de olacak –yatacağı,
oturacağı, dinleneceği mekan olarak
barınacağı yer olarak- ama insanların işlerinden çıktıklarında evlerine giderken
evlerine gidip akşam yemeğini yedikten
sonra yatma zamanına kadar olan süre,
hafta sonları; bunları mutlak suretle
dışarıda geçirmelerinde büyük bir fayda
var. Aksi takdirde robot bir hayat biçimi
olur bu. Şehirde tiyatroya gideceksiniz,
lokantaya gideceksiniz, parkları gezeceksiniz, yürüyüş yapacaksınız, sergileri
gezeceksiniz, müzeleri gezeceksiniz…
Yaşamı monotonluktan ve sıkıcılıktan
kurtarmak durumundasınız. İnsanların
he türlü toplumsal ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olan belediyerin şehir
planlarını yaparken bunları da dikkate
Büyükerşen, 20 Ekim’de “Üniversite ve Kent”
konulu bir söyleşi ile Ege Üniversitesi’ne
konuk oldu.
almasaı gerekir. Bir şehir yalnızca
yatırım, alt yapı, asfalt demek değildir.
Kültürel yaşam son derece önemlidir
ve şehirler değişik kültürlerde, değişik
dinlerde, değişik düşüncelerde, değişik
dillerde insanların bir araya gelmesinden oluşmuştur; dolayısıyla birbirlerinden etkilenmişlerdir. Birbirlerine
temasla orta yere çıkan güzellikleri de
paylaşmayı da öğretmek lazım. Şehirli
olmak son derece önemlidir.
Zaten etimolojik olarak da şehirli ve
yurttaş İngilizce’de özdeş kavramlar.
Medeniyet sözcüğünün kökünde Medine vardır biliyorsunuz. Medine Mekke’ye
göre uygar insanların, hoşgörülü
insanların olduğu herkesin düşüncesine inancına saygı gösterdiği bir kent
olarak yola çıkmıştır. Biliyorsunuz Hz.
Muhammed’e hep karşı çıkmışlardır,
aşağılamışlar, kötülemişlerdir. Onun
üzerine Medine’ye göç etmişlerdir.
Medine’deki insanlar ise onları büyük bir
olgunlukla, sevgiyle, şefkatle, saygıyla
karşılamışlar. Hoşgörü içersinde... Yani
şehirlerin uygar olabilmesi için şehirde
yaşayan insanların da belediyelerin
yaptıkları hizmetlerle eğitilmeleri lazım.
Bu farkına varılmadan yapılan eğitimdir.
Yani şehirleri temiz tutarsanız insanlar
oraları kirletmekten kaçınırlar bu bir
davranış biçimidir. Hatta bir anlamda
içgüdüseldir. Bakın çok temiz bir yerde
insanlar orayı kirletmekten kaçınırlar;
çekinirler. Ellerindeki bir şeyi atmazlar
ama nerde kirletilmiş bir yer var, her şey
yerlere atılmış, kişi de pekala ağzındaki
sakızı çıkarır atar, cebindeki kağıda
sarmaktansa… Sigara izmaritini atar,
elindeki kağıdı atar, poşeti atar; zaten
kirletilmiş bir yer olarak gördüğü için
orayı kirletme hareketine devam eder.
Bugünkü konuşmanızdan şunu çıkarıyoruz. Şehircilik ya da belediyecilik
veya kent yönetimi sadece hizmetle
sınırlı bir şey değil bir yaşam da
tasarlıyorsunuz, insan ilişkilerini de
tasarlıyorsunuz .
Şehir yaşamında kurallar vardır. Şehri
yönetenlerin, insanları bu kurallara
uymaya yönlendirmesi lazım.
Ama “kent yönetim isyanı” diye bir
şey tanımladınız onu diğerlerinden
ayırmak için…
O kent yönetim isyanı değil, kent yönetimsizliği isyanıdır. Eğer kent yönetimsizse, iyi değilse, bir arada yaşayan
insanların ortak menfaatlerini sağlayan
kent yönetimi bunu beceremiyorsa,
Eskişehir, denize de kavuştu.
ona karşı da isyan ederler, yani şikayetçi
olurlar, isyancı olurlar. Bu sürekli şikayetler şeklinde ortaya da çıkar.
Kenti yönetmek teknik bir iş olduğu kadar siyasi bir tasarım işi. Ama siyasetin
bir de pratik yönü var ki, maalesef o,
kentlerin iyi yönetilmesini engelleyen
bir şey. Profesyonel siyasetin de etkili
olduğu güçlü partilerde ve kent yönetimlerinde siyaset biraz ayak bağı gibi;
siyasi ilişkiler, rant ilişkileri himayecilik
ilişkileri devreye giriyor. Siz bu konuda
DSP’den aday olmakla bir avantaja
sahip misiniz bilemiyorum.
DSP’nin politikasında parti çıkarlarında
partizanca çıkarlardan ziyade kamuya
doğrudan doğruya hizmete çok ağırlık
veren bir parti.
Teorik olarak bütün partiler öyle
ama…
Ama maalesef o öyle olmuyor. Mesela
eğer bütün partilerde oluyor derseniz o
zaman DSP’de en az oluyor diye cevap
vermem gerekir. Hakikaten mesela
ben 3. dönem belediye başkanıyım,
seçim zamanı bütün DSP’liler etrafımda
halka olurlar. Benimle birlikte seçim
mücadelesi verirler. Ama 3 dönemdir
seçiliyorum ve 3 dönemdir seçimden
sonra o meydanlarda size destek veren,
sizin seçimi kazanabilmeniz için canla
başla çalışan insanlar seçimden sonra
çıkıp gelip de “Ben size çalıştım bunun
karşılığında bunu istiyorum şunu istiyorum” demez. Bu büyük bir avantaj, sizin
için çalışan partililerin veya partinize
sempati duyanların özdeki belediyecilik anlayışı açısından inançlarını ve
değer yargılarını ortaya koyuyor. Benim
belediyemden içeriye 3 yıldır “Ben sizin
partinizdenim sizin için çalıştım şunu
istiyorum, şu imar rantını istiyorum, şu
plan değişikliğini istiyorum, şu işi istiyorum, şu ihaleyi istiyorum” diye kimsenin
girdiğine şahit olmadım.
Bu çok önemli. Çünkü ben yeni seçilmiş arkadaşları ziyarete gittiğimde şu
an hala kapının önünde bu anlamda
yığılmalar olduğunu görüyorum.
Sosyal demokrat belediyecilik anlayışını diğer bazı belediyelerde, partilerde “partili dayanışması” gibi algılıyoruz ama sizin bu konudaki projeniz
sosyal demokrat ya da demokratik sol
belediyeciliğin modern bir tanımı olsa
gerek. Böyle partiliyi, hemşeriyi, etnik
grubu kayıran değil de bu eşitsizliklerde, yoksulluk ve işsizlik açısından
belediyelerin nasıl bir rolü olabilir?
Solun ana felsefesinin temelinde sosyal
adalet yatıyor; yani siz herkese eşit
hizmeti vermek zorundasınız ya da sizin
yapacağınız hizmetlerden bir kent halkının birbirinden farklı katmanlarındakilerin her birisinin eşit şekilde istifade
etmesi lazım. Projeleriniz eğer buna
yönelikse o zaman işte sosyal adaleti
sağlamış oluyorsunuz. Verdiğim örneği
biliyorsunuz, neden şimdi plaj yaptık?
Düşünün ki insan yaşamının bir parçası
da yürümeyi bilmek, koşmayı bilmek
kadar çeşitli sporları bilmek; dolayısıyla
yüzmek de son derece hayati fonksiyonu olan bir şey. Bir insanın yüzme
öğrenmesi lazım. Hatta bana sorarsanız
üç tarafı denizle çevrili bir ülkedeki tüm
insanların sadece yüzmeyi değil suda
can kurtarmayı da bilmesi lazım. Bu da
bir eğitimdir. Büyük ihtiyaçtır, nerede ne
zaman lâzım olacağı belli olmaz. Evvela
yüzmek bir spordur. Nasıl semtlerde
top oynayan çocuklara mutlaka bir
yeşil saha, bir meydan; yetişkinlere halı
sahalar yapma ihtiyacı duyuyorsanız,
pekala onlara yüzmeyi öğretecek ve
yüzebilmelerini sağlayacak imkanları
da sağlarsınız. Yaz aylarında varlıklı
aileler veya deniz kenarında oturan
şanslı nüfus dışındakiler için o sıcak yaz
günlerinde suya girmek, denize girmek
bir ihtiyaç değil midir? Onlar oralardan
yararlanamıyorsa siz onlara bunu sağlayabilecek hizmeti götürmek zorundasınız belediye olarak. Sahil kentlerinde
belediyeler plajları düzenleyebiliyorsa
kara şehirlerinde de bunu yapmak
mümkün. Bunu gösterdik yaptığımız
işlerde.
Eskişehir özel bir örnek tabii. Acaba
Anadolu kentlerinde demokratik
solun ya da bu sosyal demokratların
kent yönetimlerine gelme şansları
konusunda iyimser misiniz ya da bu
tecrübeden hareketle öneriniz var mı?
Eskişehir bir örnek demek. Eskişehir’de
oluyorsa diğer şehirlerde de olabilir.
“Niye olamıyor?”a gelirsek bunun sebepleri çok farklı. Bir kere bu anlayıştaki
parti biliyorsunuz kasıtlı olarak parçalandı. Ecevit hükümeti yok edilmedi
ama nasıl parçalandığını, küçültüldüğünü herkes biliyor. O günleri yaşayanlar
biliyor, kasıtlı olarak bölünmüş parçalanmış.
Anadolu’da DSP de zayıftı.
Eskişehir’de DSP kuvvetli mi?
Değil.
Değil ama üç belediyeden ikisi DSP’nin
elinde. ‘99 seçimlerinde yüzde 44; 2004
seçimlerinde yüzde 45, bu seçimlerde
yüzde 52 oy aldı. Bu biraz halkın bilincine de bağlı olabilir. Halkın iyi görmesi
lazım, adayları iyi belirlemesi lazım.
Parti liderleri de önemli.
Gerektiğinde partinin, uygun adayları
kendinin mi bulması gerekiyor?
Aslında Türkiye’de sistem bozuk.
Şimdi partinin seçmesi için delegelerin seçmesi lazım, ama sistem öyle
ki mevcut sistem maalesef o sonucu
doğuruyor. Yerel başkan kendine
bağlı delegeleri seçiyor, dolayısıyla
delegelerin seçtiği adamlar da olsa
onlar da genel başkanın isteğine
göre seçiliyor.
Bir özgür seçmenin tam iradesini
yansıtan seçim sistemi lazım. Evvela
seçim sisteminin değişmesi lazım,
halkın tercihlerinin yansıtabildiği bir
seçim sistemi getirmek lazım.
Porsuk Çayı, içinde geziler düzeenlenen turistik bir yer haline geldi.
Yılmaz Büyükerşen Kimdir?
1936 yılında Eskişehir’de dünyaya gelen Yılmaz Büyükerşen, 1962 yılında Eskişehir İktisadi ve
Ticari İlimler Akademisi’nin ilk mezunları arasında yer aldı. Öğrencilik yıllarında çeşitli gazetelerde
muhabirlik, yazarlık, karikatüristlik ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Mezun olduğu yıl Akademinin
Maliye Kürsüsüne asistan oldu. 1973 yılında profesörlüğe yükseltilen Büyükerşen, 1976 yılında
Eskişehir İktisadi ve İdari İlimler Akademisi Başkanlığı’na seçildi. 1971’de iletişim teknolojisinin
eğitimde kullanılmasına ve uzaktan öğretim ile bununla ilişkili, yöntemlerin açıköğretim modeli
şeklinde, Türk eğitim sisteminde yer almasına ilişkin olarak başlattığı çalışmalar ve 1973 yılında
eğitimin yaygınlaştırılması amacıyla hazırladığı “Türkiye için açıköğretim modeli” projesi YÖK Kanunu ile Açıköğretim Fakültesi olarak ülke çapında ve Batı Avrupa’nın 6 ülkesi ile Kuzey Kıbrıs’taki
Türkler için uygulamaya konuldu. 1982 yılında Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü’ne getirilen Prof.
Dr. Yılmaz Büyükerşen, döneminin bitiminde 1987 yılında ikinci kez rektörlüğe atandı. Üniversite
kampüsünün peyzaj mimarisine de önem veren Büyükerşen, aynı zamanda bizzat heykel sanatı
ile uğraşmaktadır. Ayrıca, Gaziantep vilayet binası önündeki bronz Atatürk heykelini de yapan
Büyükerşen, Türkiye’de “balmumu mumya heykel” yapımında tek isim olup, Anıtkabir Müzesi’nde
sergilenen Atatürk mumya heykeli ile 2. TBMM binasındaki mumya heykeller ve Makedonya
Manastır Askeri İdadi Müzesi’ndeki “17 yaşında Atatürk” mumyasının da sanatkâdır. Büyükşehir
Belediye Başkanı olarak Eskişehir’de “Kentsel Gelişim Projeleri” paketini uygulamaya koyan Büyükerşen, kente hizmetleri ile ilgili çeşitli ödüller almıştır. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde yine DSP
adayı olarak oyların %51’ini alarak üçüncü kez Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçilen Prof. Dr.
Yılmaz Büyükerşen evli ve iki çocuk, iki torun sahibidir.
GÜNDEM EGE
Yaşanası kentler
Sibel AĞI GÜNERHAN
Çevre Uzmanı
Prof. Dr. Ümit ERDEM
Ege Üniversitesi
Çevre Sorunları Uygulama
ve Araştırma Merkezi
G
ünlük yaşamın koşturmacasından, gürültüsünden ve
yapaylığından sıyırın kendinizi
bir süreliğine. Kapayın gözlerinizi ve
hayal edin. Öyle bir kent düşleyin ki;
şehrin merkezinde araba olmasın.
Onun yerine yürüyen, selamlaşan
insanlar olsun. Bisikletle dolaşsın
gençler, yaşlılar. Başınızı kaldırıp
baktığınızda metal yığını araçlardan,
beton yığını binalardan başka şeyler
görsün gözleriniz. Ağaç görsün, çiçek
görsün. Bol bol oksijen solusun ciğerleriniz. Geleneksel değerler korunsun,
üst seviyede yer bulsun. Yerel ürünler
üretilsin, pazar bulsun. Hızlı yemek
(fast food) zincirleri bulunmasın,
sindire sindire yensin yemekler; hayat
da öyle sindirilerek yaşansın. Bir kere
Böyle yaşanan yerler var mı peki?
giyilip atılmasın giysiler! “Eski”mesin
öyle kolayca her şey. Parlak reklam
ışıklarının arabeskliği bozmasın kent
estetiğini! Tek gürültü kuş sesi olsun,
hadi bir de insan sesi. Karbondioksit
dolmasın gökyüzü.
Çevre dostu olsun her şey, yeşil
olsun her yer. Enerji doğru tüketilsin
ki; zehirlenmesin mavi gökyüzü. Gıdalarımızın genetiği değişmemiş olsun.
Domatesin tadı domates, mısırın tadı
mısır gibi olsun. Çocuklar dalında görsün-öğrensin meyveyi, sebzeyi. Kimyasal maddeler girmesin bünyemizden
içeri. Olduğu gibi olsun elma, varsın
kurtlu olsun ama zehirli olmasın.
Yağmur; sel ve ölümle özdeşleşmesin.
İnsana, doğaya ve tüm canlılara saygı,
yaşamın temel unsuru olsun.
İşte Avrupa; 50’li yıllarda
İngiltere’de başlayan toplu ölümler
ilk uyarı oldu diyebiliriz Avrupalı toplumda. Daha sonra 60’lı yıllar ve Ruhr
Havzası’ndaki hastalanmalar yeni bir
olguyu gündeme taşıdı: Çevre (Environment). Böylece 1972 Stockholm
Konferansı’na gelindi. İlk kez çevre
konusu bilimsel biçimde ele alındı.
İşte bu milattır ki; Avrupalı’nın yaşam
biçiminde yeniliklere doğru zorunluluklar ortaya çıkardı. “Daha dikkatli
tüketmeliyiz” dedi kimileri; “Bizim
madenlere dokunmayalım, başka
madenlerden alalım” dedi diğerleri;
biraz sömürü biraz rant kavgasıyla bu
günlere gelindi. Yetmedi bütün bunlar! Çünkü giderek nüfus artıyordu. Bu
nüfusa ev gerekliydi, iş gerekliydi ve
kısır döngü devam etmek zorundaydı. Parasız olan kıtalar kullanıldı bu
yolda. Afrika’dan maden, elmas, altın;
Asya’dan birçok tüketim maddesi.
Böylece başkalarını bitirerek yaşama
yolu seçildi bir müddet. Görüldü
ki; bu bir işe yaramıyor. Çevre öyle
bir olgu ki; bir yerde bitmeye başlayan bir şeyler başka yerleri de hızla
bitirmeye başlıyor. İşte bu yüzden,
Avrupa’da bazı kentlerde şimdilerde
yeni bir kentsel politika yayılıyor.
Öncelerde “hızlı yemeğe (fast food)”
tepki olsun diye başlatılan “yavaş
yemek” hareketinden sonra, şimdi
de “yavaş şehir” hareketi. İlk olarak
İtalya’da, Toskana’nın Chianti şehrinde
başlayan hareket; adının aksine hızla
yayıldı ve Bra, Positano ve Orvieto
ile devam etti. Ardından İngiltere,
İspanya, Portekiz, Avusturya, Polonya, Norveç ve Almanya’da da birçok
yavaş şehir var artık.
Yavaş şehir olmanın bazı koşulları
var elbette. “Yavaş Şehir” bildirisi,
gürültü kirliliğini önlemek ve trafiği
azaltmak, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan
çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan
ve lokantaları desteklemek ve yerel
estetik öğeleri korumak gibi 50’den
fazla kural içeriyor. “Yavaş şehir” olarak
adlandırılmak ve yavaş şehir logosu
olan “salyangoz”u kullanabilmek için
şehrin kontrol edilmesi, belirli aralıklarla da görevliler tarafından denetlenmesi gerekiyor. Bu hareketin en
önemli etkenlerinden biri de, kentsel
yaşamdaki yoğun tempoyla mücadeleye “hız” kazandırıyor olması.
Kasım 1999’da Orvieto’da hazırlanan sözleşmeye göre “Yavaş
Şehirler”in aşağıda verilen koşulları
sağlaması gerekiyor:
1. Etrafını çevreleyen bölgenin ve
kentsel düzenin niteliklerini korumak
ve geliştirmek için, yeniden kullanma
tekniklerini araştırarak çevre dostu
politikalar uygulanması,
2. Toprağın işgali değil, kullanımının geliştirilmesi için işlevsel bir
altyapı politikası yürütülmesi,
3. Çevrenin ve kent düzeninin
kalitesini geliştirmek için çevre dostu
teknolojinin kullanımının teşvik
edilmesi,
4. Çevreye uyumlu ve doğal nitelikli tekniklerin kullanımıyla üretilen
yiyecek maddelerinin tüketiminin
desteklenmesi, genetik yapısıyla
oynanmış ürünler dışında yaşam için
zorunlu ürünlere yönelinmesi,
5. Bir bölgenin gelenek ve kültürünün korunarak simgeselleşmesine
katkıda bulunup yerli üretimin teşvik
edilmesi ve tüketici ile üreticinin doğrudan temas kurabileceği mekanların
oluşturulması,
6. Konukseverlik kapsamında
yerel toplumun belirli özellikleri öne
çıkarılarak güçlü bir dostluk bağının
kurulmasının desteklenmesi, bir
kentin kaynaklarının dengeli ve eşit
olarak kullanımını önleyen fiziksel ve
kültürel engellerin kaldırılması,
7. Gençlerin ve okulların sistematik bir biçimde lezzet eğitimi ile
tanışmasına özel bir dikkat göstererek yalnızca işletmecilerin değil,
bütün vatandaşların “Yavaş Şehir”de
yaşadıklarına dair farkındalıkların
sağlanması.
Görüyorsunuz; sağlıklı gıda, temiz
hava, mutlu bir yaşam!…Tüm bunlara
kim hayır diyebilir ki?
O halde hep beraber yavaşlamaya
hazır mısınız?
Hazırsanız eğer “Yavaş Şehir” öykümüzü daha da genişleterek sizlerle
paylaşalım.
Cittaslow (Yavaş Şehir)
Cittaslow Sözleşmesi, 15 Ekim
1999’da İtalya’nın Orvieto kentinde
imzalanmıştır. Cittaslow Derneği’nin
simgesi turuncu renkli salyangoz
böceğidir. Merkezi Orvieto (İtalya)
kentindedir. Amacı, kaliteli yaşam
kültürünü desteklemek ve yaygınlaştırmaktır. Dernek kurallarına göre
Cittaslow ismi başka bir dile çevrilemez. Cittaslow olabilmek için şehir/
kasabanın nüfusu 50 binden fazla
olmamalıdır. Başvurusu kabul edilen
şehir/kasaba, derneğin kurallarına
uymakla yükümlüdür ve derneğin
imajını zedeleyecek davranışlardan
kaçınmalıdır. Aksi durumda komite
üyeleri söz konusu şehir ya da kasabanın üyelikten ihracını isteyebilir.
Derneğin bileşenleri
aşağıda verildiği gibidir:
1. Uluslararası genel kurul,
2. Uluslararası koordinasyon kurulu,
3. Uluslararası konsey başkanı,
4. Konsey başkanı,
5. Garantörler kurulu,
6. Uluslararası bilim kurulu,
7. Denetmenler.
Her bileşen, 3 yıllığına seçilir. Harekete katılan şehirler, hareketin yaygınlaşmasını ve halkın bu hareketin
amaçlarını yerine getirmesi konusunda bilinçlenmesini sağlamak ve aşağıda verilen ilkeleri yerine getirmek için
çalışmak zorundadır.
merkezler açmak,
10. Friendly shop’lar oluşturmak
(mağaza sahipleri ile anlaşarak halkın
mutlu alışveriş yapmasını sağlamak),
11. Bozulan kentsel alanları yeniden
düzenleyerek kentin kullanımına
sunmak,
12. Kenti yeniden şekillendirmek ve
geliştirmek,
13. Semt danışma ofisleri açmak
ve Cittaslow bilgilendirme bölümü
oluşturmak.
Altyapı politikaları
Kent kalitesini
geliştirmede teknoloji
ve özgün kurumlar
oluşturmak
1. Tarihi ve kültürel değerleri korumak, geliştirmek ve tarihi mekanları
yeniden kullanılabilir hale getirmek,
2. Hareketliliği ve trafiği güvenli
kılmak,
3. Okul ve kamu binalarına ulaşımda
bisikleti yaygınlaştırmak, bunun için
yollar yapmak,
4. Toplu ulaşımı ve yaya ulaşımını
desteklemek,
5. Mimari uygulamaları, engellileri de
dikkate alarak yapmak,
6. Aile yaşamını ve yerel etkinlikleri
desteklemek, rekreasyon alanları,
spor alanları yapmak, kronik hastalara
ve yaşlılara yardım etmek, ailelerle
okullar arasında çeşitli etkinlikler
düzenlemek,
7. Tıbbi yardım merkezleri açmak,
8. Yeşil alanlar ve oyun sahaları oluşturmak,
9. Doğal ürünlerin satılabileceği ticari
Çevre politikaları
1. Hava, su, toprak kalitesini yasalarla belirlenmiş standart
seviyelerde tutmak,
2. Endüstriyel ve evsel atıklardan kompost gübre elde
edilmesini desteklemek ve yaygınlaştırmak,
3. Atıkları kaynağında ayırma programları oluşturmak,
4. Kanalizasyon atıklarının arıtılmasını sağlamak,
5. Enerji verimliliğini ve alternatif enerji kullanımlarını
yaygınlaştırmak,
6. Ticari reklamlar ve trafik işaretlerinde düzenleme
yapmak,
7. Elektromanyetik kirliliği önlemek,
8. Gürültü kirliliğini önlemek,
9. Işık kirliliğini önlemek,
10. ISO 9001 ve ISO 14000 gibi Çevre Yönetim
Standartları’nı benimsemek.
10
1. Biyomimarlığı öğretmek ve geliştirmek,
2. Kenti fiber optik ve kablosuz sistemle donatmak,
3. Elektromanyetik alanları belirleyecek sistemler oluşturmak,
4. Belirlenmiş bir program dahilinde
peyzaj ve çevre atıklarını konteynırlarda toplamak,
5. Açık alanlara (kamu-özel) yöreye uygun, özellikle de yerli bitkiler
dikmek,
6. Vatandaşların internet yoluyla
bilgilenmesini sağlamak için sistemler
geliştirmek,
7. Gürültülü alanlarda gürültü kirliliğini önlemek,
8. İnsan davranışlarına yönelik olarak
renklerle planlamalar yapmak,
9. Evden çalışmayı desteklemek (telework-homeofice).
Yerli üretimi koruma ve destekleme
1. Organik çiftçiliği geliştirmek,
2. El sanatlarını ve zanaatkarları desteklemek, yok olmalarını önlemek,
3. Yerel üretimi yaygınlaştırmak, okul
kantinleri ve restoranlarda kullanılmalarını teşvik etmek,
4. Okullarda “yavaş yemek” akımını
yaygınlaştırmak ve lezzet eğitimi
vermek,
5. Yöreye özgü ürünlerin ticarileşmesini sağlamak ve yok olmalarını
önlemek,
6. Şehirde bulunan yaşlı ve tarihi
özellik taşıyan ağaçları koruma altına
almak,
7. Yerel kültürel etkinlikleri desteklemek.
Konukseverlik
1.Turistlere karşı konukseverlik için
halkı ve çalışanları eğitmek,
2. Tarihi ve turistik mekanlara turistler
için uluslararası yönlendirme levhaları
yerleştirmek,
3. Mağazalarda ürün etiketlerinin
açık, anlaşılır bir şekilde yazılması konusunda mağaza sahiplerini uyarmak,
4. “Slow” gezi programları için gerekli
hazırlıkları yapmak (broşür, web
sayfası…)
Farkındalık
1.Slow City nedir, Slow City olmak
için neler yapılmalıdır gibi konularda
bilgilendirme kampanyaları düzenlemek,
2. Tohum bankası, eğitim parkları vb.
oluşturarak “slow” felsefesini anlatmak,
3. Slow City ve Slow Food’u yaygınlaştırmak için etkinlikler düzenlemek.
Bütün bunları gerçekleştirmek hiç
de kolay değil. Kolay olmayan daha
önemli şey ise; bu olguyu sürdürüle-
bilir kılmak. Her şeyden önce özveri
gerektiriyor. Ele ele tutuşmayı gerektiriyor. Eğitim, bilim, vatandaşlık bilinci
gerektiriyor. Bütün bu kavramların
iç içe olması gerekiyor. Bu kapsamda her türlü denetimi göze almak
gerekiyor. Biliyorsunuz mavi bayrak
projelerimiz de var ülkemizde. Birçok
kıyı bölgemizde mavi bayraklar asılmış durumda. Ama ne yazık ki bazıları
da geri verilmek durumunda kalınabiliyor. O belki yalnızca plajlarımızı
ilgilendiriyor ama; yavaş şehir olgusu
öyle değil. Daha fazla dik duruş; daha
fazla inanç ve daha fazla birliktelik ve
kararlılık gerektiriyor.
Şöyle bir bakalım kentlerimize,
çocuklarımızın geleceğini düşünelim. Ruhsal yapımızı, artan depresif durumları, agresif davranışları
düşünelim. Kendimiz için ne yapıyoruz? Kendimizi tanıyabiliyor muyuz?
Kendimize, çocuklarımıza ne kadar
zaman ayırabiliyoruz?
Bütün bunlar yavaşlayarak çağı
“yaşayabilmeyi” zorunlu kılıyor gibi
geliyor bize.
Bu düşüncelerimizi paylaşmanızı
diliyoruz. Daha kalıcı bir yaşam için
hem kendimizle hem kentimizle barışalım diyoruz.
“Yavaş Şehir”ler, hem estetiği
hem de çevreyi önemseyen
bir yaklaşımı benimsiyor ve
bu doğrultuda da biyomimarlığı öğretmek ve geliştirmek
hedefini taşıyor.
Yararlanılan Kaynaklar
1.Hızla Yayılan Yavaş Şehirler: http://www.arkitera.com, 2009.
2.Cittaslow: http://www.cittaslow.com, 2009.
3.Cittaslow Derneği ile yapılan yazılı görüşmeler, 2009.
11
Türkiye’nin ilk, dünyanın 121.
yavaş şehri Seferihisar oldu
Yavaş Şehir projeleri kapsamında Seferihisar’ın üstte görünen yapı dokusunun önümüzdeki yıllarda alttaki görünüme kavuşması planlanıyor.
Demet ALTUNTAŞ
E
geden’in “Yavaş Şehirler”
dosyasında ayrıntılarını paylaştığımız “Yavaş Şehirler”in
Ege’den bir adayı vardı: İzmir’in
güneybatısında, kent merkezine 45
kilometre uzaklıktaki, 35 bin nüfuslu,
49 kilometre sahili ile Türkiye’nin en
uzun sahil şeridine sahip ilçelerinden biri olan Seferihisar. Seferihisar
Belediyesi, “Yavaş Şehir’” olmak için
merkezi İtalya’da bulunan Yavaş
Şehirler Birliği’ne başvurdu ve Seferihisar Türkiye’nin ilk Cittaslow’u oldu.
İtalya’da toplanan Cittaslow Uluslararası Koordinasyon Komitesi toplantısına giden ve başvuru dosyasını sunan
Seferihisar Belediye Başkanı Tunç
Soyer, ilçenin Cittaslow başvurusunun
kabul edildiğini ifade etti.
Prosedüre göre komitenin ilçede
inceleme yapması gerektiğini dile
getiren Soyer, “Ancak ilk kez yaşanan
12
bir durumla, komite yerinde inceleme
yapmadan bir ilçenin başvurusunu
onayladı” diye konuştu. Konu ile ilgili
görüştüğümüz Seferihisar Belediye
Başkanı Tunç Soyer ve ekibi “Sakin
Şehirler” demeyi tercih ediyor.
Seferihisar Belediyesi olarak, Yavaş
Şehirler Projesi’ne başvurdunuz ve
kabul edildiniz. Bu projeye başvurmanızın nedeni ve Seferihisar’ın
buna uygun olduğunu size düşündüren şey nedir?
İnsanlar büyükşehirlerin yaşam
ritminden muzdarip. Bundan şikâyetçi. Gürültüsünden, pisliğinden,
ritminden, telaşından, paniğinden, her
şeyinden şikâyetçi. Hepimiz büyükşehirlerden mümkün olduğunca kaçmak
istiyoruz. Ya daha temiz, sessiz, huzurlu yerlerde yaşamak istiyoruz; ya da
öyle bir imkanımız yoksa hiç olmazsa
öyle yerlerde tatil yapmak istiyoruz.
İnsanlık böyle bir arayışın içinde
zaten. O nedenle bu çok çağdaş ve
Seferihisar için doğru bir proje. Ayrıca,
“Yavaş Şehir” hareketi, hem doğayı,
çevreyi korumanızı; hem de gelişmeyi
sağlamanızı mümkün kılıyor. Çünkü
getirilen kriterlerin büyük bölümü
kentteki organik besinlerin öne çıkartılması, çöplerin ayrıştırılarak toplanması, alternatif enerji kaynaklarının
kullanılması gibi, bir yandan yaşam
kalitesini yükseltecek diğer yandan da
doğayı ve çevreyi koruyarak bunu başarabilecek kriterler. Bir başka deyişle
proje hem yaşam kalitesini yükseltme
aygıtı olarak kullanılabilir hem de yeni
bir turizm potansiyeli anlamına gelir.
Çünkü insanlar yavaş şehirlere gidip
tatillerini geçirmek istiyorlar.
Seferihisar bütün Ege-Akdeniz sahillerinde en az tahrip olmuş ve çarpık
yapılaşmanın en az olduğu ilçelerden
biri. Çünkü çok fazla askeri bölgesi ve
çok fazla doğal arkeolojik sit alanı var.
Bu nedenlerden dolayı yapılaşmamış
hali dezavantaj gibi görünen bir durum aslında sakin şehirler için avantaj
teşkil ediyor. Dolayısıyla Seferihisar’ın
geçmişiyle bugün bulunduğu durum
sakin şehir olmaya çok müsait. Bunun
Seferihisar Belediye Başkanı
Tunç Soyer
üzerine bizim Seferihisar’a yapmak
istediklerimiz de eklenince sakin şehir
ortaya çıkıyor. Biz de zaten bunları
yapmak istiyorduk. Bu kentin bir kimlik arayışı vardı; bu kent bir Bodrum,
Çeşme, Kuşadası, Ayvalık olsun mu
olmasın mı, olursa nasıl olur bunlar
tartışılıyordu. Baktık ki bunların olması
mümkün değil, mümkün olsa bile
“keşke olmasa” noktasına geliyoruz
ve baktık ki bu kumaştan en güzel
çıkacak elbise budur. O nedenle böyle
bir şeyi tercih ettik ve o nedenle yola
çıktık.
Peki, Seferihisar halkı bu konuda
neler düşünüyor?
Bu proje için yoğun bir tanıtım
çalışması başlatmıştık. Tüm mahallelerimizdeki kahvehanelerde akşam toplantıları yaptık. İnsanların bu konudaki
sorularını cevaplandırmaya çalıştık ve
olumsuz bir tepkiyle hiç karşılaşmadık.
Başlangıçta “Zaten yavaş şehir değil
miyiz, Müslüman mahallesinde salyangoz mu satacaksınız? “ gibi çok değişik
tepkiler vardı. Ancak konuştukça, anlattıkça insanlar ikna olmaya başladılar. İtalya’dan döndüğümüzde müthiş
bir sevinçle, davul zurnalarla karşıladılar ekibimizi. Halkın bu desteği de bize
cesaret veriyor. Bu bir kitle hareketi değil ama halk hareketi olmak zorunda.
Çünkü bu sadece belediyenin kendi
olanaklarıyla gerçekleştirebileceği bir
şey değil. Bu bir kültür ve yaşam tarzı.
Bunun için sadece fiziki yapıyı değiştirmeniz yetmiyor, insanların kafalarını
da değiştirmeniz gerekiyor. Görünen o
ki Seferihisar halkı da projeyi destekliyor ve sahip çıkıyor.
Seferihisar olarak başvurdunuz.
Peki, bunun yaygınlaşması söz
konusu mu?
Bizim ardımızdan 50 kent daha başvuru yaptı. Bu proje o kentin bilinirliğini artırıyor, markalaşmasını güçlendiriyor ve bunun için çok büyük yatırımlar
finansman kaynakları gerekmiyor.
Seferihisar “Yavaş Şehir” olmaya
hak kazandı. Şimdi nasıl bir süreç
başlayacak?
İş asıl şimdi başlıyor. Öncelikle hizmet kalitesini her sektörde arttırmaya
yönelik çalışmalara giriştik. Buraya
dışardan gelenleri karşılama biçimleri
üzerinde duruyoruz. Hizmet kalitesini
arttırmaya yönelik eğitimler başlatıyoruz. Bizim avantajımız hem Türkiye’de
ilk olmak hem de Müslüman nüfusu
çok olan ilk kent olmak. Böylece
Cittaslow hareletini Müslüman nüfusla
da tanıştırmak için fırsat doğmuş oldu.
Takvim anlamında, ne zaman
Seferihisar’a “Yavaş Şehir” olarak
gidebileceğiz?
Aslında biz şu andan itibaren bir
yavaş şehiriz. Bunu çok erken kazandık, bunun dezavantajları da var. Artık
gelenlerin beklentileri yavaş şehir
düzeyinde. Bu sebeple çalışmalarımızı
hızlandırdık, hem hizmet kalitesini
yükseltmeye yönelik eğitimleri sürdürürken hem de fiziki dokuyu yeniliyoruz. Nisan-mayıs aylarına kadar bu
çalışmaların sonuçlanması için çalışıyoruz. Kabul edilmeden önce süren
hazırlıklarımız vardı ve kabul edilmesek de biz bu projeye devam edecektik. Çünkü bu proje zaten Seferihisar’a
uygulanmak istediğimiz bir şeydi. Biz
Türkiye’nin sakin şehri olmak istiyorduk. Türkiye’de huzurlu yaşanan, sessiz
sakin yaşanan, kirliğinin kontrol altına
alındığı bir kent yaratmak istiyoruz.
Beklediğiniz destekler neler peki?
İlk önce Turizm Bakanlığından
destek bekliyoruz. Çünkü bu bir
turizm projesi aslında ve Türkiye bir
yavaş şehirler ülkesi olabilir. Türkiye
bu projeye sahildeki ilçeleriyle, diğer
güzelliklerle dolu ilçeleriyle uygun bir
ülke. Biz artık bisiklet, fayton garajları
yapmaya başlayacağız çünkü araç
sokmayı istemiyoruz sadece belli
saatlerde girilmesine izin vereceğiz. Bu
proje ve başarı sadece Seferihisar’ın
projesi değil Türkiye’nin projesi. Turizm
Bakanlığı’nın bürokratları da bize destek veriyor. Biz artık kendi omzumuzda
taşıdığımız yükün Seferihisar’la sınırlı
olmadığını görüyoruz.
Seferihisar’a ani bir göç bekliyor
musunuz?
İmar planlarımız nedeniyle bu
mümkün değil. Ama günü birlik ziyaretçilerin artacağını öngörüyoruz.
Seferihisar’dan bir görünüm
13
BOTANİK BAHÇESİ VE HERBARYUM UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ
Dr. Hüseyin GÜNERHAN
Ege Üniversitesi
Çevre Sorunları Uygulama ve
Araştırma Merkezi
OTOMOBİL VE…
Oktay Ekinci, 30.11.2008 tarihli Cumhuriyet
Gazetesi’ndeki köşesinde İtalya’da ortaya çıkan
“Yavaş Şehirler” hareketini ele alıyor ve “şehir merkezlerinde otomobil kullanımı yasaklanarak yaşanır
kentler oluşturulmalı, insanlar sadece yerel ürünleri
tüketmeli ve sürdürülebilir enerji kullanmalıdır”
görüşünü dile getiriyor. Yavaş şehir bildirisinin,
gürültü kirliliğini ve trafiği kesmek, yeşil alanları
ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan
çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan ve lokantaları
desteklemek gibi elliden fazla “taahhüt” içerdiğini
vurguluyor.
Yavaş şehir bildirgesinde de yer aldığı gibi
otomobil kullanımı, hem otomobil sahibini, hem
de çevresindeki tüm canlı ve cansız varlıkları
olumsuz yönde etkiliyor. Öncelikle otomobil satın
alınırken ve satın alındıktan sonra yüksek vergiler
ile karşılaşılıyor. Türkiye’de benzin, mazot ve LPG
fiyatlarının da çok yüksek değerlerde olduğu
biliniyor. Otomobillerin bakım ve sigorta masrafları
da satın alan kişiyi ekonomik olarak olumsuz
yönde etkiliyor. Bunun yanında park sorunu, park
yerlerinden resmi olarak alınan veya değnekçiler
tarafından zorla istenen ücretler de diğer sorunları
içeriyor. Otomobil sahibinin psikolojik sağlığını ve
ekonomik durumunu etkileyen sorunların başında
ise trafik karmaşası, trafik kazaları, yüksek orandaki trafik cezaları ve otomobil güvenliği geliyor.
Otomobillere bazı kişiler tarafından çizerek veya
yakarak zarar verilmesi büyük bir güvenlik sorunu
olarak ortaya çıkıyor.
Sürücü açısından otomobil iç güvenliğinde
ilerleme kaydedilmiş olmasına rağmen, herhangi
bir kaza durumunda yine de büyük risklerin olduğu
göz ardı edilmemelidir. Bunun yanında otomobil
14
motor verimlerinin %40 oranının altında olması,
yani alınan 100 birim yakıtın en iyi durumda
ancak 40 biriminin otomobili hareket ettirmede
kullanılabilmesi de büyük bir ekonomik sorundur.
Kullanılamayan 60 birim yakıt otomobilden dışarı
atılmakta ve bu durum çevre sorunu yaratmaktadır.
Otomobil üretimi sırasında yüksek miktarda
enerji kullanılmakta olduğu bilinmektedir. Bunun
yanında bir otomobil üretiminde ortalama olarak
300-400 ton civarında su
da kullanılmaktadır. Ayrıca
işçi sağlığı açısından da
çeşitli sorunlar olabilmektedir. Üretimden sonra
ise birçok çevre sorunu ile
karşılaşılmaktadır. Otomobil
lastikleri, fren düzenekleri
ve otomobillerin temizlenmesi sırasında oluşan çevre
sorunları yanında, benzen
ve formaldehit gibi yüzlerce
element ve bileşikler otomobil motorlarından çevreye
yayılmaktadır.
Hava kirliliğinin en
büyük nedenlerinden
birisi motorlu araçlardır.
Araçlardan çevreye verilen
kirleticiler genellikle, hidrokarbonlar, azotoksitler ve karbonmonoksitler
olarak gruplandırılmaktadır. Motorlu araçlar ayrıca
kükürtdioksit emisyonları da oluşturmaktadır
çünkü benzin ve dizel yakıtı az miktarda kükürt
içermektedir.
Kükürtoksit ve nitrikoksit, atmosferdeki gün
ışığının artması ile su buharı ve diğer kimyasallarla tepkimeye girerek sülfürikasit ve nitrikasit
oluşturur. Oluşan asit çözülmeden bulut ve sis
içerisindeki su damlalarına asılı olarak kalır. Limon
suyu gibi asitli olan asit yüklü bu damlalar gökyü-
zünden yağmur ve kar ile toprağa düşer. Bu olay
asit yağmurunu oluşturur.
Karbondioksit, su buharı, metan ve azotoksit
gibi gazların artması ve atmosferde birikmesi,
sera etkisini oluşturmaktadır. Atmosferde biriken
bu gazlar, dünya yüzeyinden yansıyan ışınların
atmosfer dışına çıkmasını büyük oranda engeller ve
dünya sıcaklığının artmasına neden olurlar. Bu da
küresel ısınma ve iklim değişikliği olarak karşımıza
çıkar.
Hava kirliliğine neden olan kirleticilerden etkilenenlerin başında çocuklar gelmektedir. Çocuklar
çok daha hareketli oldukları için daha hızlı solunum
yaparlar ve kirleticilere karşı çok daha korumasızdırlar. Astım gibi akciğer ve kalp rahatsızlıkları
olan insanların da havayı kirleten maddelerden
çok daha fazla şekilde etkilendiği bilinmektedir.
Yani otomobil kullanımı hem çevreyi hem de insan
Doğanın ilmi ve
güzelliğinin buluştuğu yer
Demet ALTUNTAŞ, Özlem AKTAŞ
D
sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir.
Çözüm önerileri olarak öncelikle, “yavaş şehir”
bildirgesinde de yer aldığı gibi otomobil kullanımının giderek azaltılması bunun yerine mümkünse
yaya olarak bir yerden başka bir yere gidilmesi
ya da toplu ulaşımın, bisikletlerin kullanılması
sıralanabilir. Böylece hem ekonomik olarak hem
sağlık açısından hem de çevre açısından büyük
kazanımlar sağlanabilecektir. Otomobil teknolojisinde de çevreyi daha az kirleten yeni enerjilere
yönelmek kaçınılmaz olacaktır.
ünya doğal kaynaklarının
önemli bir bölümünü bitkiler
oluşturuyor. Bu kaynakları tespit etmek, değerlendirmek ve zarar
görmelerini önlemek için tüm dünyada yapılan çalışmalardan bir kısmı
da Botanik Bahçeleri ve Herbaryum
Merkezleri kurularak gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin bitki zenginliğini ve
dünyadaki bitki çeşitliliğini tanıtmak,
araştırma ve öğretim hizmetlerine
katkıda bulunmak amacı ile 1962
yılında Ege Üniveristesi Fen Fakültesi
bünyesinde bir Botanik Bahçesi ve
Herbaryum Merkezi kuruldu. Botanik
Bahçesi 48 bin 750 metrekarelik bir
alan üzerine kurulu. Bin 300 metre-
karelik kısmında 13 adet araştırma,
öğretim ve süs bitkileri serası bulunuyor. Bu seralarda tropik, kserofit,
ekzotik, alpinik bitkiler halka ve
öğrencilere tanıtılıyor. Türkiye’nin değişik bölgelerinden toplanan, çeşitli
doğal bitkilerin kurutularak belli bir
düzen içinde saklandığı herbaryum
binasında da 39 binden fazla herbaryum örneği bulunuyor. Herbaryum,
çeşitli konularda bilimsel araştırmalar
yapan araştırıcılara, bitki ihracat ve
ithalatçılarına, doğadaki bitkileri
tanımak isteyenlere, bitkileri tanıtma,
yayılış alanları ile ilgili bilgileri vermek
amacı ile hizmet veriyor. Merkezde 4
öğretim elemanı, 5 idari eleman ve 5
işçi ile çalışmalar yürütülüyor.
Türkiye’de önemli bir yeri olan Ege
Üniversitesi Botanik Bahçesi ve Herbaryum Uygulama ve Araştırma Mer-
15
kezi Müdürü Prof. Dr. Özcan Seçmen
sorularımızı cevaplayarak, bilimsel
niteliğinin dışında, İzmir’de mutlaka
görülmesi gereken yerler arasında
olan bir bahçeyi içinde barındıran
Merkezi, Egeden okurlarına anlattı.
Merkezin bahçesi, burada çalışmanın ne kadar büyük bir şans olduğu
izlenimi veriyordu: Rengarenk bitkiler,
başta yeşil olmak üzere doğanın her
tonuyla sarmalanmış küçük ve eski
binalar, nilüferle bezenmiş, balıkların
yüzdüğü havuzlar… Prof. Dr. Seçmen
ile sohbet derinleştikçe bu güzelliği
korumanın ne kadar zor olduğunu
ve bu güzel bahçenin altında yatan
emeği gördük.
Botanik Bahçesi ve Herbaryum Uygulama Araştırma Merkezi hakkında bize biraz bilgi verir misiniz?
Merkezimizin isminde hem botanik bahçesi hem de herbaryum geçiyor. Dolayısıyla burası sadece bahçe
bazında düşünülmemeli, bahçe ve
herbaryum bir bütün. Bizim canlı bitki
koleksiyonumuz var, yani yaşayan
bitkilerle dolu bir bahçemiz. Bunun
yanında herbaryumda da cansız yani
kurutulmuş bitki koleksiyonumuz
var. Bahçede, dünyanın farklı yerlerinden ve Türkiye’den yaşayan bitki
örneklerini barındırıyoruz. Dünyanın
diğer süs kültür bitkilerinden ilginç
olanlarını örnekliyoruz çünkü zaten
Türkiye bitkileri doğada var. Elimizde
16
bulunanlar Türkiye’nin çok değişik
yerlerinden de çeşitli projelerle, çalışmalarla, araştırmalarla toplanmış ve
burada muhafaza edilmiş örneklerdir.
Burası halka açık bir yer, hafta içi mesai saatlerinde herkes gelip gezebilir.
Botanik Bahçesi, Biyoloji Bölümü’nün
Botanik Anabilim Dalı ile çok sıkı ilişkidedir. Botanik bitki bilimidir, bütün
bitkilerle uğraşır ama biz burada daha
çok bitki çeşitliliğini, bitki zenginliğini
ön planda tutarak çalışıyoruz. Bizim
çalışmalarımız bio çeşitlilik yani flora
çalışmalarıdır. Flora bitki çeşitliliği demektir ve ülkemiz flora açısından çok
zengindir. Türkiye’de 11 bine yakın
bitki çeşidi var. Tüm Avrupa’nın bitki
çeşitliliği bu sayının biraz üzerindedir.
Botanik bahçesi İzmir’deki bitki
çeşitliliğini ve daha fazlasını mı
barındırıyor?
Sizin park bahçelerde göreceğiniz
bitkilerin çoğu burada vardır. Bazen
vatandaşlar tanımlayamadıkları bitkileri bize getirir. Mesela ABD’ye gitmiş
ve ordan bitki getirmiş birisi bunu bize
getirir ve farklılık gösteren bir bitki ise
biz de bahçemize katarız. Genelde egzotik bitki dediğimiz yani dıştan gelen
bitkiler ağırlık olarak botanik bahçesi
çalışmaları kapsamındadır. Herbaryum ise daha çok doğal bitkilerle
uğraşır, kuru örnekler daha çok doğal
bitkilerdir. Egzotik bitkiler veya kültür
bitkileri Herbaryumun ilgi alanında
pek bulunmaz. Evinizde yetiştirdiğiniz
bitkilerin çoğu seralarımızda vardır.
Hatta evinizde olmayan bitkilerin de
çok farklı olanları burada vardır. Mesela
evinizde hiçbir zaman karabiber ağacı
yoktur. Sizin bildiğiniz karabiber ağacı
zaten karabiber değildir. Diğer taraftan
kahve bitkisi vardır. Evinizde kahve yetişmez. Evinizde bir çeşit kauçuk yetişir
ama bizde 10 çeşit kauçuk yetişir.
İzmir doğal ortamında yetişemeyen
yani İzmir bitki örtüsüne uygun olmayan bitkiler burada sera ortamında yetişiyor değil mi?
Tabii ki, zaten amaç o, sera olmasa
buradakilerin çoğu yetişemez. Bizim
aşağı yukarı 10-13 tane seramız var.
Tropik sera var, kaktüs seramız var,
ılıman olan bitkilerin yetiştiği seralar
var, orkide serası var… Bunları evde
yetiştiremezsiniz.
Merkezin Botanik Anabilim Dalı ile
bağından söz ettiniz. Burada gerçekleştirilen eğitim amaçlı faaliyetlerden bahseder misiniz?
Burası ilk olarak biyoloji öğrencilerine laboratuvar ya da uygulama
alanı sağlamak amacıyla kurulmuş. İlk
yeri de Bornova Metrosu’nun karşısındaki şimdi Bilgisayar Mühendisiği
Bölümü’nün olduğu binadaymış.
Orada bir balkonda başlamış botanik bahçesinin kurulumu. Ders için
gereken materyali burada yetiştirmişler. Daha sonra alınan kararla şimdiki
yerinde bir botanik bahçesi kurulmuş.
Bizim bahçemizin ayırıcı özelliği
şudur: Kurulurken bölümden ayrı bir
birim olarak tasarlanıp, herbaryumla
bahçesi birlikte düşünülerek yapılmış.
Bugün üniversitelerin bir çoğunda
herbaryum vardır bahçe yoktur.
Bazılarında bahçe vardır ama herbaryumu bölümün içindedir. Türkiye’de
bu konumda bahçe kurma çalışmaları
var, ama en eskisi biziz. Ülkemizde bu
amaçla ilk kurulan, İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesi’dir. Ancak
herbaryumu ile bahçesi birlikte
aynı alanda ve ayrı bir birim olarak
ülkemizde ilk kurulan bahçe, bizim
bahçemizdir. Zamanında oradan
hocalarımız gelmiş, orda gördüklerini burada uygulamışlar, daha iyisini
yapmaya çalışmışlar. Bunların içinde
İstanbul, Çukurova, Süleyman Demirel ve diğer üniversitelerdeki bahçeler sayılabilir. Ülkemizin üniversiteler
dışındaki ilk önemli özel bahçesi de
Karaca Arboretumu’dur. Son yıllar-
da buna İstanbul Nezahat Gökyiğit
Botanik Bahçesi ile Köyceğiz Palmiye
Merkezi eklenmiştir. Ayrıca İstanbul
Atatürk Arboretumu da önemli bahçelerdendir.
Eğitim çalışmalarımız sadece anabilim dalıyla sınırlı değil. Her sene 100
üzerinde okulla randevulu şekilde
çalışarak onlara bitkileri tanıtıyoruz.
İzmir ve civar il ve ilçelerden ilköğretim, lise ve üniversite öğrencileri
buraya geliyor. Anaokullarından da
buraya eğitim amaçlı geziler düzenleniyor. İzmir okullarının hepsi geliyor.
Eğitim-öğretim yılının başında randevu alıyorlar. Bunun dışında halktan da
ilgi duyanlar var. Bizim yetiştirdiğimiz
öğrenciler genelde rehberlik ediyor.
Bir botanik ve herbaryum merkezi
kurmak neden zor bir iş?
Büyük yatırım isteyen bir iş bu.
Büyük yatırım da bitkiyle insan gücü
arasında bazen tercih yapma durumunda bırakıyor yöneticileri. Yatırımı
acaba bitkiye mi yatıralım insana mı?
Büyük kaynaklar gerekiyor. Mesela
bizim seralar yapımı ‘67-‘68 yıllarında
gerçekleşti. 40 sene tekrar bunların
bakımı, onarımı için bütçe gerekiyordu. Yağmur suyunu alıyor, orkideler
için kullanıyorduk, ama onlar zaman
içinde işlevini yitirdiler. Hele öyle bir
zaman oldu ki kaynak sıkıntısı üniversitelerde hat safhalardaydı. O süreçte
bir şey yapılmadı. Dolayısıyla kolay bir
şey değil böylesi bir merkezi kurmak
ve çalışmaları sürdürmek, büyük
yatırımlar istiyor.
Merkezin geliri var mı?
Çok sınırlı bir gelirimiz var. Döner
sermayemiz var. Döner sermayede
kendi işimizi, saksımızı, toprağımızı,
gübremizi alabilecek bir kaynağımız
var. Bitki satışımız ve ayrıca bir ders
kitabı satışımız var. Büyük işler değil
ama kendi küçük ihtiyaçlarımızı
gideriyor. Büyük ihtiyaçlarımız tabi
Rektörlük tarafından karşılanıyor.
Buradan herkes bitki satın alabiliyor mu?
Tabii kesinlikle herkes alabiliyor.
Ama orda da şöyle bir sorun yaşıyoruz: Ticari amaç güden bir işletme
olmadığımız için müşterilerle pazarlama odaklı iletişim kurmıyoruz, ayrıca
burada öğrenim amacıyla üretilmiş
materyalleri satışa sunarak değerlendiriyoruz. Ama tüm İzmirliler buradan
gelip bitki alabilirler. Son zamanlarda
seralarımızın dolmuş olması sebebiyle sadece çok ilginç olan şeyleri
üretme kararı aldık.
Projelerinizden bahseder misiniz?
Dünya botanik bahçeleri artık
nesli tehdit altında olan, korunması
gereken bitkileri koruma çalışmaları
yapıyor. Merkez bünyesinde 2000
yılına kadar ağırlıklı olarak ülkemiz
bitki zenginliğinin ortaya konmasına yönelik projeler yürütüldü. 2000
yılından sonra bu zenginlik içerisinde
nesli tehlikede dar yayılışlı endemik
türlerin korunmasına yönelik çalışmalara ağırlık verildi. Geçen 9 yıllık
sürede 3 BAP ve 1 TÜBİTAK projesi
tamamlanmış ve projeler kapsamında İzmir çevresinde yayılışa sahip 5
türün dar yayılışının nedenleri, hayat
döngüleri ve koruma stratejileri ortaya konmuştur. 2009 yılı başında ise
yeni alınan “Bozdağ’a Özgü Endemik
Bitkilerin Koruma Biyolojisi” başlıklı
TÜBİTAK projesi ile İzmir, Bozdağ’da
endemik 4 türün koruma biyolojisi çalışılmaya başlandı. Bugün bu projeler
ile ülkemizde bu alanda ilklere imza
Merkezin elemanlarınca
Türkiye’de ve dünyada ilk kez bulunan bitkiler
Herbaryum’da çoğunluğu Batı
Anadolu, Ege Bölgesi’nden
toplanmış, kurutularak ve
arşivlenmek üzere işlemden
geçirilmiş 30 bini aşkın örnek
bulunuyor.
Merkezin eski çalışanlarından Uzman Erkuter Leblebici emekli olduktan
sonra seramik sanatına yöneldi. Eserleri
pek çok ödül alan sanatçı, İzmir’in antik
çağdan günümüze kadar olan tarihini
betimleyen motiflerle bezeli 3 parça
halindeki seramik eserini merkezin
bahçesine hediye etti.
Ege Üniversitesi Botanik Bahçesi ve Herbaryum Uygulama ve Araştırma Merkezinde çalışan öğretim
elemanları tarafından çeşitli tarihlerde yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda Türkiye ve bilim
dünyası için 15 yeni bitki türü bulunup onlara yeni isimler verilmiştir. Bunlardan bazı örnekler;
Acinos troodi (Post) Leblebici subsp. vardarianus Leblebici; Flueggea anatolica Gemici;
Erodium olympicum Gemici&Leblebici; Hypericum kazdaghensis Gemici& Leblebici;
Lythrum anatolicum Leblebici& Seçmen; Helichrysum unicapitatum Şenol, Seçmen&Öztürk
17
atılmış ve elde edilen sonuçlar, bu
yönü ile gerek yurtiçinde gerekse yurt
dışında ses getirir olmuştur.
Şu anda Bozdağ’da 2005’den
beri devam eden çalışmalarımız var.
Orda çok sayıda endemik bitki var
çünkü. Endemik ile sadece belli bir
bölgede yetişen bitkileri kastediyoruz. Bunlardan dünyanın başka bir
yerinde yok. 2008 yılında ÖdemişBozdağ-Gölcük’te bulunan 6500
m2‘lik taşınmaz, Dr. Turan Bengisu
tarafından merkeze bağışlandı. Bu
alanda Botanik bahçesi, uydu bahçesi
oluşturulması çalışmaları başlatıldı.
Özellikle yüksek dağda yayılış
gösteren endemik türlerin korunması
çalışmalarında bu bahçenin kullanılması planlanıyor. Bu proje önemli
çünkü botanik bahçelerini koruma
çalışmalarının gerçekleştirilebilmesi
için yerinde koruma da çok önemli.
O bölgedeki bitkileri toplayıp orada
korumaya çalışacağız. 2000 metrede
yaşayan bitkileri bahçemize, yani
deniz seviyesine taşıyarak çalışmayı 20-25 sene denedik ve yerinde
korumanın daha anlamlı bir çalışma
olduğunu gördük.
Botanik bilimi halkı nasıl etkiyor,
yani halkın bu bilimle bağlantısı ne?
Mesleki açıdan yaklaşırsam şunu
söyleyebilirim: Bitkiler olmasa burada
olmazdık, ilk planda biz bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Derste çocuklara
şunu derim “her yediğiniz et bir ottur”.
Çünkü besin zincirinin ilk basamağıdır yeşil. Ayrıca algler de vardır, yeşil
bakteriler de vardır ama en çok gözle
18
görünür birebir olduğumuz “yeşil”
bitkilerdir. Son dönemde bir alternatif
tıp konusu var. Artık halk bitkilere
daha çok yöneldi. Medya da bitkilerle
daha çok ilgileniyor.
Buna mecbur kaldılar galiba hocam,
siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Şimdi biz bitkilerden vazgeçemeyiz eğer bitkiler doğru tanınır doğru
kullanırlarsa alternatif tıp doğru iştir.
Ama orda doğru tanınması lazım.
Sizin kekik dediğiniz şey gerçekten
kekik midir? Ankara’da kullanılan kekik türü İzmir’de aynı değil, hatta aynı
kekik cinsi bile değil.
Bu ayrımlara dair bilgilerin popülerleşmesi gerekmez mi?
O eğitimin kısmen alınması lazım.
Halkın anlayabileceği basit şekilde
anlatılması lazım. Bizim programımızda bu var. Eleman sıkıntımızı
çözersek ilerde halkı bitkilerin
kullanımı konusunda ustalaştırmayı
düşünüyoruz.
Herbaryum çalışmaları nasıl yürütülüyor?
Biz özellikle yaz aylarında araziye
çıkarız. Mesela Konya’ya Afyon’a gider
bitki toplarız. Topladığımız bitkileri
kuruturuz, yani işlemden geçiririz.
O işlem sonucunda bitki artık zarar
görmeyecek bir hale gelir. Burada kuruttuğumuz bitkileri koleksiyonlarız.
Hem bilgisayarda hem de arşiv olarak.
Biz yerel, yani batı Anadolu, Ege
Bölgesi ağırlıklı çalışma yapıyoruz.
Batı Anadolu’dan bir bitki getirseniz
yanılma payımız çok az olur Toroslar
da buna dahil. Herbaryumumuzda 30
bin örnek bulunuyor.
Uluslararası çalışmalarınız var mı?
Bizim botanik bahçemiz dünyanın
diğer botanik bahçeleriyle tohum
değişimi yapıyor. Gelen tohumları
biz burada çimlendiriyoruz. Uyum
sağlıyorsa burada yaşamaya devam
ediyor. Uluslararası tohum alış verişi
örnek açısından oluyor. Herbaryumda
da aynı şekilde örnek alışverişi söz
konusu. Zaten biz uluslararası Botanik
Bahçeleri Koruma Birliği’nin üyesiyiz.
Türkiye’den 5 üye üniversite var, ama
içlerinde en köklü organizasyonu
olan biziz.
Cumhuriyet ve
Atatürk Günleri
Ege Üniversitesi 23 Ekim - 13 Kasım tarihleri arasında, Cumhuriyet’i kutlamak ve
Atatürk’ü anmak üzere 70’i aşkın etkinlik gerçekleştirdi. Kampüsün hemen her
noktasına yayılan etkinliklerden bazıları da Atatürk Kültür Merkezi’ne taştı.
19
TARİHTEN SAYFALAR
larından Latif Daşdemir tarafından
Bergama Meslek Yüksekokulu’nda
verilen konferansta Mustafa Kemal’in
İzmir’e gerçekleştirdiği ve az bilinen
ziyaretleri anlatıldı.
Ümit MUTLU
Erhan ÇUKURLU
Duygu ÖZTÜRK
Gazi Basın’ın başarıları
Ege Üniversitesi ve Ege Orman Vakfı
işbirliğiyle, “50 bin eğitim fidanından, 50 bin
orman fidanına” sloganıyla başlatılan Ege Cumhuriyet Ormanı’nın ilk zeytin fidanları, öğrencilerle de birlikte “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri”
kapsamında sembolik olarak Ege Üniversitesi
Lojmanları sahasına dikildi.
E
ge Üniversitesi tarafından
düzenlenen “Cumhuriyet ve
Atatürk Günleri” etkinlikleri 23
Ekim – 13 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleşti. Etkinlikler kapsamında
20 konferans, 15 sergi, 5’i belgesel
olmak üzere toplam 12 film gösterimi,
5 konser, 4 tören, 4 panel, 4 söyleşi,
3 dinleti, 2 tiyatro oyunu, 2 gösteri, 1
bale gösterisi gerçekleştirildi. Toplam
22 gün süren etkinlikler boyunca
ayrıca Doğa ve Dağcılık Topluluğu
tarafından tırmanış faaliyeti, Bisiklet
Topluluğu tarafından da bisiklet
etkinliği gerçekleştirildi. Ayrıca Ege
Cumhuriyet Ormanı’nın sembolik
Fidan dikimi de bu etkinlikler arasında yerini aldı.
Düzenlenen ilk etkinlik 23
Ekim’deki “Atatürk’ün İzinde Tarihin
İçinde Yolculuk” adlı konferans oldu.
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü emekli öğretim üyesi
Prof. Dr. Ahmet Özgiray’ın konuşmacı
olarak katıldığı konferansta savaş
yıllarından başlanarak Cumhuriyet’in
kurulması ve sonraki süreçte Atatürk
ile ilgili anekdotlara yer verildi.
26 Ekim’de Edebiyat Fakültesi
ile Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi
Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin
ortaklaşa düzenlediği “Cumhuriyetin Kazandırdıkları” konulu panel
gerçekleştirildi. Panel konuşmacıları, “Geçmişin değerlendirmesini
yaparak bugünümüzün kıymetini
bilmeliyiz. Cumhuriyetimize sımsıkı
sarılmalıyız” mesajını verdiler. Panelin
konuşmacılarından Edebiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hasan
Mert, Ortadoğu ülkeleri ile Türkiye
Cumhuriyeti’ni karşılaştırarak Ortadoğu ekseninde Türkiye Cumhuriyeti’ni
değerlendirdi. Yrd. Doç. Dr. Mert,
“Mustafa Kemal o dönemin liderleri arasında hem donanım hem de
Doğa ve Dağcılık Topluluğu üyeleri Cumhuriyet Bayramı için Erciyes Dağı’na tırmandı.
20
ileri görüşlülük adına çok öndeydi.
Atatürk’ün kimliği, kişiliği ve tutumu
Türkiye’nin bağımsızlığını korumasını sağlayan en önemli etkenlerden
biridir” dedi.
Yine 26 Ekim’de düzenlenen “Her
Yönüyle İnsan Atatürk” isimli konferans, Araştırmacı Yazar Dr. İlknur
Güntürkün Kalıpçı’nın sunumuyla
gerçekleştirildi. Kalıpçı, Atatürk
üzerine 27 yıldır yaptığı arşiv çalışmalarından edindiği pek çok örnekle
Atatürk’ün tek kelimeyle “dahi” olduğunu vurguladı.
“Atatürk, çok okurdu”
26 Ekim’deki konferansların bir
diğeri de “Az Bilinen Yönleriyle Atatürk” isimli etkinlik oldu. Doç. Dr. Ali
Güler, Atatürk’ün öğrencilik yıllarına
değinerek, şunları söyledi: “Çok çalışkan bir öğrenci değil ama çok okuyan
ve araştıran bir öğrenciydi. Okumayı
hastalık derecesinde seven biriydi.
Örnek olarak iki gün hiç uyumadan
kitap okuduğu hatta cephede 49
günde 7 kitap bitirdiği hakkında bilgiler bulunmaktadır” dedi. Konferansta
Atatürk’ün doğduğu evden başlayarak ölüm süreci ve cenaze törenlerini
kapsayan fotoğraflar gösteren Doç.
Dr. Güler, “Atatürk aslında yapılan
belgeselde gösterildiği gibi yalnız
bir adam değildi. Fotoğraflardan da
gördüğünüz üzere Atatürk’ün cenaze
törenine yurt içinden binlerce vatandaşımızın katıldığını görebilirsiniz”
diyerek sözlerini sonlandırdı.
27 Ekim Salı günü “Atatürk’ün
İzmir Ziyaretleri” konulu konferans
gerçekleştirildi. E.Ü. Atatürk İlkeleri
ve İnkılap Tarihi Bölümü Okutman-
28 Ekim Çarşamba günü gerçekleştirilen “Cumhuriyet ve Basın”
panelinde “Gazi Basın”ın bugüne
gelmemizdeki katkıları anlatıldı. Ege
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Emekli
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Arıkan,
İletişim Fakültesi Basın Yayın Tekniği
Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr.
Oğuzhan Kavaklı ve Gazeteci Yaşar
Aksoy’un konuşmacı olarak katıldığı
paneli Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti
Başkanı Atilla Sertel yönetti. Panelde
Milli Mücadele yıllarında sansür baskısı altında görev yapmakta zorlanan
İstanbul basınına karşın, birçok olanaksızlıklar içinde çırpınan Anadolu
basınının, halkın Ata’sıyla bütünleşmesinde ve moralini yükseltmede
önemli görevler yaptığı ifade edildi.
Ulusal direnişle birlikte Atatürk’ün
çeşitli vesilelerle çektiği telgraflar incelendiğinde Genç Türkiye
Cumhuriyeti’nin iç politika ve dış siyasetinin temel taşlarını da belirlediğini
ifade eden Yrd.Doç.Dr.Kavaklı, “Yurtta
Sulh, Cihanda Sulh” prensibini Atanın
telgraflarının satır aralarında okumak
mümkün” diye konuştu. Basının bir
ulusu aydınlatmada önemli işleve
sahip olduğu söyleyen Yaşar Aksoy,
“Basın halkı aydınlatmada önemli
rollere sahiptir. Atatürk de buna
inanmaktaydı ve basını halkın okulu
olarak görmekteydi. Kurtuluş Savaşı
gerçekleşirken Mustafa Kemal çeşitli
basın organlarıyla bağımsızlık fikrini
halka yaymayı amaçlamıştı. O dönemde gazeteler teknik imkanlardan
yoksun olarak yayına hazırlansalar da
özgürlük düşüncesini halka aşılamada başarılı olmuşlardır” dedi.
Konferanslar, 2 Kasım Pazartesi
günü gerçekleştirilen Prof. Dr. Ergün
Aybars tarafından verilen “20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türkiye Cumhuriyeti”
başlıklı konuşma ile devam etti. Prof.
Dr. Aybars, Türkiye Cumhuriyet’nin
temellerinin nasıl atıldığına ve
Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne
kazandırdıklarına değindi.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda
devrimlerin çok zor şartlarda yeşertildiğini söyleyen Prof. Dr. Aybars, “ Bir
ülke düşünün 13 milyonluk bir nüfusa
sahipken sadece bir üniversitesi var.
Hammaddesi ve işleyecek toprağı
olmasına rağmen teknolojisi ve
fabrikaları olmayan bir ülke. Eğitim ve
ekonomik açıdan yıpranmış durumda
bir ülke ile devrimler yapılıyor. Halkla
birlikte yokluktan bir Cumhuriyet yaratılıyor. Bu Cumhuriyet 1938 yılında
Atatürk öldüğünde Türk Devrimleriyle
temelleri sağlam bir Türkiye Cumhuriyeti halini almıştır” dedi.
4 Kasım Çarşamba günü Yrd.
Doç. Dr. Suavi Tuncay’ın düzenlediği “Atatürk’ün Dil, Tarih ve Kültür
Üçgeninde Cumhuriyete Bakışı” isimli
konferansta da Atatürk’ün cumhuriyet ve dış politika ilişkisini, gerçekçilik, bağımsızlık, barışçılık, güvenlik
ve akılcılık esaslarına bağladığını
vurgulayan Yrd. Doç. Dr. Suavi Tuncay
şunları söyledi: “Siyaset adamı olmak
değil, devlet adamı olmak, ulusal
Doç. Dr. Ali Güler (üstteki),
Atatürk’ün öğrencilik yıllarından
itibaren çok okuyan ve çok araştıran
bir insan olduğunu anlatarak,
cephede bile kitap okuyan Atatürk’ün
orada 49 günde 7 kitap bitirdiğini söyledi.
“Cumhuriyet ve Basın” panelinde (alttaki)
“Gazi Basın”ın bugüne gelmemizdeki katkıları
anlatıldı. Paneli, Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla
Sertel (sağdan 2.) yönetti. Ege Üniversitesi
İletişim Fakültesi Basın Yayın Tekniği Anabilim
Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Kavaklı (en
soldaki), Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Zeki Arıkan (soldan ikinci) ve
Gazeteci Yaşar Aksoy’un (en sağdaki) panele
konuşmacı olarak katıldı. Kurtuluş Savaşı
Dönemi’ne ait gazetelerden örnekler sunan
Aksoy, İzmir’de yayınlanan “Köylü” Gazetesi’nin
ilk sayısını izleyenlere gösterdi.
21
Yrd. Doç. Dr. Eren Akçiçek,
“Atatük Dönemi ve Sağlık
Devrimi” konulu konferansta,
Atatürk’ün çalışmalarıyla
dünya üzerinde Sağlık Bakanlığı kurulan ilk üç devletten
birinin Türkiye olduğunu dile
getirdi.
“Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” konulu
konferansta ise Atatürk’ün
tedavisinde dönem
şartlarının büyük bir engel
oluşturduğunu anlattı.
gücümüzün unsurlarına dayanmak ve
buna göre politika yürütmek, ulusal
mensubiyet bilinciyle mümkündür.
Bunun bir tek yolu vardır. Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe
üretmektir. Ayrıca siyasal sistemin
önünü açmak sisteme katılımı sağlamak, Türk diline ve kültürüne yakışır
siyasal kültür oluşturabilmektir”.
Cumhuriyetin fazilet olduğunun altını
çizen Yrd. Doç. Dr. Tuncay “Atatürk bu
nedenlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin
geleceğini azimli ve kararlı Türk örf ve
adetlerine, Türk kültürüne bağlı olan
gençlere emanet etmiştir” dedi.
5 Kasım’da düzenlenen “Atatürk ve
Atatürk’ten Sonra Türkiye Cumhuriyeti” konulu söyleşide Prof. Dr. Ergün
Aybars Diş Hekimliği Fakültesi öğrencileriyle buluştu. Prof. Dr. Aybars,
söyleşide Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadarki süreç, Doğu sorunu,
Avrupa’nın Anadolu’ya ve Türkler’e
bakışı, Atatürk’ün düşünce yapısı,
Cumhuriyetin kuruluş, devrimler ve
medenileşme aşamaları konuları
hakkında konuştu.
6 Kasım Cuma günü “Cumhuriyet
ve Atatürk” adlı bir konferans düzenlendi. Ege Meslek Yüksekokulu’nda
gerçekleştirilen konferansta,
Atatürk’ün Cumhuriyet’e bakış açısı,
ileri görüşlülüğü ve Cumhuriyet’in
22
kuruluş mücadelesi ile ilgili bilgileri
eğitimci Fulya İzci konuklara aktardı.
İzci, “Azmin ve milletin gücünün yardımıyla Cumhuriyet hayata geçirilmiştir. Cumhuriyet, Türk Milleti’nin asırlar
boyunca çektiği çilenin eseridir. Cumhuriyet bir erdemdir, onu anlamak ve
özümsemek gerekir. Bize düşen görev
Cumhuriyete sahip çıkarak onun
devamını getirebilmektir” şeklinde
konuştu.
9 Kasım’da gerçekleştirilen “Atatürk Devrimleri’nde Kadının Yeri ve
Rolü” adlı konferansta Okt. Dr. Şule
Sevinç Kişi, “Türk kadınlarımıza Milli
Mücadele yıllarında verilen değer günümüzde ne yazık ki verilmiyor” dedi.
Dr. Kişi çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırılmaya çalışılan ülkemizde
kadının sosyal ve ekonomik hayatta
daha fazla aktif hale gelip hak ettiği
yeri alacağını belirtti.
Sağlık Bakanlığı kurulan
ilk üç devletten biriyiz
11 Kasım’da ise Atatürk Sağlık
Meslek Yüksek Okulu Konferans Salonunda düzenlenen “Atatürk Dönemi
ve Sağlık Devrimi” konulu konferansa
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Eren Akçiçek
konuşmacı olarak katıldı. 1. Dünya
Savaşı sırasında mevcut olan tıbbi
yetersizlikler sonucunda, trahom, verem, sıtma gibi hastalıkların sebep
olduğu ölümlerden bahseden Yrd.
Doç. Dr. Akçiçek “Hastalık sonucu
ölümler silahlı çatışma sonucu meydana gelen ölümlerden daha fazla
olmuştur” dedi. Atatürk’ün çalışmalarıyla dünya üzerinde Sağlık Bakanlığı kurulan ilk üç devletten birinin
Türkiye olduğuna değinen Yrd.
Doç. Dr. Akçiçek “Sağlık Bakanlığı
bünyesinde yürütülen çalışmalarla
verem, sifilis ve frengi, çiçek, barsak
paraziti, kuduz gibi sağlık sorunları
neticesinde meydana gelen ölümler
azaltılmış, bu suretle hızlı olarak
nüfus artışı sağlanmıştır” dedi.
Dönem şartları
Atatürk’ün tedavisinde
engel oluşturdu
Aynı gün Tıp Fakültesi Muhittin
Erel Amfisi’nde “Atatürk’ün Sağlığı,
Hastalıkları ve Ölümü” konulu bir konferans daha veren Yrd. Doç. Dr. Akçiçek, Atatürk’ün sağlığı ve hastalıkları
hakkında kamuoyunda bilinenlerin
çoğunluğunun kulaktan dolma bilgiler olduğunun ve bilimsel olmadığının altını çizdi. Sunuma Atatürk’ün
aile bireylerinin geçirdiği hastalıklar
ve ölüm nedenleri ile başlayan Yrd.
Doç. Dr. Akçiçek, Atatürk’ün bilinenin
aksine güçlü bir bağışıklık sistemine
sahip olduğunu ve zor yaşam şartlarına rağmen birçok hastalıkla başaçıkabildiğini belirtti. Yrd. Doç. Dr. Akçiçek,
Atatürk’ün hastalığının tedavisinde
dönem şartlarının önemli bir engel
olduğunu vurguladı.
10 Kasım Salı günü, Ege Üniversitesi ve İzmir Valiliği tarafından
düzenlenen Atatürk’ün ölümünün
71. Yıldönümü Anma Programı’nda
konuşan Ege Üniversitesi Rektörü
Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Atatürk’ün
sadece bir savaş kahramanı olarak değil karizmatik bir lider olarak da tarihe
geçtiğini söyledi. Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet’in büyük
bir modernleşme projesi olduğunu
belirten Prof. Dr. Yılmaz, “Atatürk’ün
karizmatik bir lider olmasının iki boyutu vardır. Birincisi dönemin sosyal
siyasal ve kültürel ortamıdır. Diğeri ise
kişisel olarak sahip olduğu özellikleri
ve vizyonudur. Atatürk’ün hedeflediği
toplumsal dönüşüm projesi dönemin koşulları dikkate alındığında
küçümsenmeyecek bir hedeftir. Onun
karizmatik kişiliği bu hedefin gerçekleştirilmesinde büyük rol oynamıştır”
diye konuştu.
Günümüzde bazı kesimlerin
Atatürk önderliğindeki devrim ve
projeleri küçümseyip eleştirdiklerini
ifade eden Prof. Dr. Yılmaz, bugün
Atatürk’ün liderliğine ilişkin farklı değerlendirmelerin yapılmakta olduğunu belirterek şöyle konuştu:
“Bazıları onun devrim ve reformlarını, çağdaşlaşma hedefinden ayırarak
belli bir döneme sıkıştırmaktadırlar.
Diğer bazıları ise dönemin koşullarını
dikkate almadan devrimleri küçümseyen eleştirilerde bulunmaktadır. Bütün bu değerlendirmelere düşünce
özgürlüğü çerçevesinde
saygı duymak gerekir.
Ama biraz daha duygusallıktan ve ideolojik
eğilimlerden uzak kalıp,
objektif değerlendirme
yapıldığında, bu devrim
ve reformların nasıl olup
da başarılı olduğuna şaşmamak çok zordur.”
Atatürk Günleri
kapsamında Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından
İzmir’de bulunan tüm
üniversitelerin katılımıyla 1
Kasım’da bir bisiklet etkinliği gerçekleştirildi. “Gençlikten Cumhuriyet’e” ismi
verilen etkinlik saat 11.00’de
İnciraltı Gençlik Merkezi, saat
11.15’te Engelliler Merkezi-Üçkuyular İskelesi, 11.30’da Mustafa Kemal
Sahil Bulvarı-Cumhuriyet Bulvarı ve
12.00’de Cumhuriyet Meydanı’nda
gerçekleştirildi. Yağan yağmura
rağmen Ege Üniversitesi Bisiklet
Topluluğu üyeleri ve az sayıdaki diğer
katılımcılar İnciraltı – Konak arasında
pedal çevirdiler.
İzmir Atatürk Sağlık
Yüksekokulu’nda “Atatürk ve
Cumhuriyet” Makale,Resim, Fotoğraf ve Poster Sergisi; Emel Akın
Yüksekokulu’nda “Atatürk ve Moda”
Fotoğraf Sergisi; Tire Kutsan Meslek
Yüksekokulu’nda “Atatürk ve Kadın”
Fotoğraf Sergisi; Bayındır Meslek
Yüksekokulu’nda “Atatürk Fotoğrafları” Fotoğraf Sergisi, Ziraat Fakültesi
Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nde “Atatürk
ve Rekreasyonel Etkinlikleri” Fotoğraf
10 Kasım’da Atatürk
Kültür Merkezi’nde
düzenlenen törenin
ardından davetliler
fotoğraf sergisini de
gezdi.
23
“Dilden Dile Atatürk” adlı dinleti ve dans
gösterisinde Türk Halk Dansları Topluluğu
Atatürk’ü canlandırdı.
Deva Music Project
Carmina Burana
Sergisi, Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı’nda “Atatürk
ve Cumhuriyet” Yayınlar Sergisi, Ege
Meslek Yüksekokulu’nda “Gülen
Atatürk” Fotoğraf Sergisi ,Tıp Fakültesi Hastanesi’nde “Atatürk İzmir’de”
Fotoğraf Sergisi, Tıp Fakültesi Çocuk
Hastanesi’nde “Atatürk ve Çocuk”
Fotoğraf Sergisi, EÜ Prof.Dr.Yusuf
VARDAR-MÖTBE-Kültür Merkezi’nde
“Cumhuriyet ve Kadın”Fotoğraf
Sergisi, Prof.Dr.Yusuf VARDAR-MÖTBEKültür Merkezi’nde “Cumhuriyet’in
İlk Yılları Kostüm ve Fotoğraf Sergisi“,
Bornova Belediyesi Uğur Mumcu
Kültür Merkezi’nde “Atattürk ve
İzmir Fotoğrafları” Sergisi, Eğitim
Fakültesi’nde “Atatürk ve Cumhuriyet” Fotoğraf Sergisi, Atatürk Kültür
Merkezi Sergi Salonu’nda “Atatürk’e
Saygı” Fotoğraf Sergisi, Diş Hekimliği
Fakültesi Sergi Alanı’nda “Atatürk ve
Devrimlerine Yeniden Bakmak” Fotoğraf Sergisi düzenlendi.
Görsel şölen
“Cumhuriyet ve Atatürk Günleri”,
görsel açıdan da oldukça zengindi.
Konferans ve panellerin yanı sıra
tiyatrolar, konserler, dans gösterileri ve
hatta bale gösterisi de sergilendi.
26 Ekim Pazartesi günü sahnelenen
24
“Hoş Gelişler Ola”
isimli tiyatro oyunu
ilgiyle karşılandı.
Adını, Mustafa
Kemal’in 1924’teki
Kars ziyareti sırasında
halk tarafından söylenen “Hoş gelişler ola,
Mustafa Kemal Paşa”
adlı türküden alan
oyunda, Cumhuriyet’e
giden yolda Anadolu
insanının her türlü düşmanlığa rağmen gösterdiği
kahramanlıklar anlatıldı.
3 Kasım’da İzmir
Devlet Opera ve Balesi’nin
sergilediği “Carmina
Burana” isimli bale
gösterisi Prof. Dr. Yusuf Vardar -MÖTBEKültür Merkezi’nde
sergilendi. Büyük bir
katılımın gerçekleştiği gösteride
izleyiciler yaklaşık
bir saat boyunca
müziğin ve dansın
büyüsüyle sarıldı.
Bir diğer
tiyatro gösterisi
de 5 Kasım’daki
“Kordon’da Nal Sesleri” isimli oyun
oldu. İzmir’e ilk giren ve hükümet
konağının gönderine bayrağı çeken
Süvari Yüzbaşı Şerafettin’in hikayesini
anlatan oyun, Han Tiyatrosu tarafından sergilendi.
10 Kasım’daki ilk konser etkinliği
Devlet Tiyatrosu, Opera ve Balesi
Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBAV)
tarafından gerçekleştirilen konser
oldu. Amacı tiyatro, opera ve bale sanatlarının yurt düzeyinde geliştirilmesini ve yaygınlaştırılmasını sağlamak
olan TOBAV’ın verdiği konserde ilk ve
orta öğretim düzeyindeki öğrencilere,
İzmir Devlet Opera ve Balesi solistleri
eşlik etti. 10 Kasım’da düzenlenen
diğer etkinlik de AKM’deki DEVA Music
Project tarafından sunulan “Ata’ya
Ağıt” konseri oldu. Araş. Gör. Serdar
Kastelli, Araş. Gör. Dr. Barbaros Bozkır,
Araş. Gör. Özgür Çelik, Bayram Karadeniz, Hüseyin Özdoğan, Fırat Duyulur
ve Erdal Kara’nın oluşturduğu orkestra
dünyanın çeşitli bölgelerinden etnik
müzikleri Türk tınılarıyla birleştiren
farklı tarzda bir yorum sergiledi.
Bir öğrenci Atatürk’ü
canlandırdı
11 Kasım Çarşamba günü ise “Dilden Dile Atatürk” adlı dinleti ve dans
gösterisi sunuldu. Geceye konuk olan
usta tiyatro sanatçısı Müşfik Kenter
Atatürk’e yazılmış şiirlerden bazılarını
seslendirdi. Ayrıca Türk Halk Dansları
Topluluğu üyeleri Atatürk dönemine
dair bir canlandırma gerçekleştirdiler.
Atatürk’ün, Zeybek dansının da bir salon dansı haline getirilmesi ve her toplantıda oynanır olması konusundaki
isteğinin anlatıldığı canlandırmada asıl
süpriz bir öğrencinin Atatürk kılığında
sahneye çıkması oldu. Uzun yıllardır
Konservatuvar Öğretim Görevlisi Abdurrahim Karademir tarafından canlandırılan Atatürk, Ege Üniversitesi’nde
artık bir öğrenci tarafından da canlandırılır oldu. Bunun yanı sıra Devlet Türk
Musikisi Konservatuvarı Ses Eğitimi
Lisans 4 ve Temel Birimler Bölümü
Öğrencileri, Ses Eğitimi Bölümü Araş.
Gör. Zeynel Demir’in müzik yönetmenliğinde Atatürk’ün doğduğu ve
yaşadığı bölgeden derlenmiş şarkılar
ve türküler sundular. TRT Sanatçısı, Ses
Eğitimi Bölümü’nden Öğr. Gör. Dilek
Şafak Çakar da bu eserlerden birkaçını
seslendirdi. Bir halk ozanı Âşık Ali Rıza
Ezgi de Ata’ya yazdığı eserleri dinleyenlerle paylaştı.
12 Kasım’da ise Akademisyenler
Orkestrası tarafından “Cumhuriyet’in
Üniversitesinde Cumhuriyet’in Akademisyenleri” konseri düzenlendi. Bünyesinde Ege Üniversitesinden profesör,
doçent, araştırma görevlisi gibi akademisyenlerin yer aldığı on bir kişiden
oluşan orkestranın verdiği konserde
Atatürk’ün sevdiği parçaların yanı sıra
cumhuriyet şarkıları seslendirildi.
Etkinlikler çerçevesinde belgesel
ve film gösterimleri de yapıldı. Cumhuriyet ve Atatürk’ü anlatan “Kurtuluş”
ve “Cumhuriyet” ;, Can Dündar’ın “Sarı
Zeybek”, Tolga Örnek’in “Atatürk” ve
Enis Rıza Sakızlı’nın “Gazi’nin İzmir
Günleri” isimli belgeselleri yerleşkenin
çeşitli alanlarında gösterildi.
25
Yaşanmışlıkların
tarihi
Ümit MUTLU
Erhan ÇUKURLU
E
mekli bir öğretmen. Bingül
Adalığ. Ege’nin bir ilçesinde.
Tam bir cumhuriyet kadını,
üstelik de emekli öğretmenliğin
yakıştığı insanlardan.. Emekli, ama
hâlâ çalışıyor. Eğitim görevinden
ayrılamamış bir türlü. Yirmi yedi yıl
çocukları eğitmiş, şimdi ise “büyükleri” eğitmeye çalışıyor, kendini adamış
bu yola. Çünkü o da biliyor onları
eğitmenin daha zor olduğunu. Uzun
yıllar severek yaptığı mesleği, onu
hiç yormamış sanki. İlk günkü enerjisiyle çalışmayı sürdürüyor. Birçok
kişinin kolayca sahip olamayacağı
bir koleksiyonu var mesela. Onu
insanlarla paylaşmayı, onlara yeni
şeyler öğretmeyi amaçlamış, bir de
günümüz Türkiye’sinin geldiği noktayı fark ettirmeyi... Bunu başardığını
söylemek de gayet mümkün...
Bingül Hoca, Güzelbahçe Rotary
Kulübü katkılarıyla, “Cumhuriyet ve
Atatürk Günleri” kapsamında ziyaret
etti üniversitemizi. İyi ki de etti, kendisiyle bir röportaj yapma fırsatını sundu
bize.
26
Koleksiyonculuk işine nasıl merak
saldınız? Eğiliminiz yalnızca bu tür
eşyalara özel mi yoksa genel bir
toplayıcılık var mı?
Çocukluğumda bazı taşlar, peçeteler gibi şeyleri toplama, her çocukta
olduğu gibi bende de vardı. Ama
yine çocukluğumdan beri de bu tür
‘geçmişi koruma’ adına, küçük çaplı
da olsa çalışmalarım oldu.
Aslında bazı olaylar silsilesi beni
bu çalışmalara itti. 80’li yıllarda
Sultanhisar’da görev yapıyordum,
orada eşimin ailesi köklü bir aileydi.
Bana Kurtuluş Savaşı yıllarındaki ve
savaş sonrası dönemdeki birçok şeyi
anlattılar. Öyle başladı bu birikim.
Bugüne kadar toplam kaç serginiz
oldu?
Bu 30. sergim, ancak bu sergilerin
amacı, sadece elbise modeli göstermek değil. Cumhuriyetin ilk yıllarında
bu giysileri giyen kişilerin, fotoğraflarla da destekleyerek, o günkü düşüncelerini yansıtmayı amaçlıyorum.
Gençlerimizin o günleri incelerken,
günümüzle karşılaştırmalarını istiyorum. Nereden nerelere geldiğimizi
görmelerini istiyorum.
Arşivinizde başka ne tür parçalar
mevcut?
Elimde bir Aydın evini yansıtabilecek Cumhuriyet yıllarına dair her
şey var. Yatağıyla, yorganıyla, oturma
odasındaki eşyalarıyla, her türlü şey
mevcut.
Buradaki giysiler ise 20’li, 30’lu ve
40’lı yıllara dayanıyor. Fotoğraflarda
da bu giysileri o yıllarda giyen kişiler
ve bu kişilerin yapmış olduğu ilkler
mevcut. Mesela 25 Kasım 1925’te şapka devrimi oluyor, ertesi gün çocuk
şapkalarını giyerek fesleri atıp cumhuriyete ayak uyduran bir grup var. Ya
da çarşaf giyen bir hanım daha sonra
şapka, manto giyiyor. Bu şekilde koşar
adım cumhuriyete ayak uydurduklarını görüyoruz. Bu fotoğraflar da onların kanıtları mahiyetinde. Fotoğraflar
yalan söylemez! (Gülüşmeler)
Koleksiyonunuzdaki en eski parça
hangisi?
Buradaki en eski parça 20’li
yıllarda giyilen iki adet parça. (Siyah
bir manto ve …. işaret ediyor...) Bu
parçaların tamamı orijinal. Hepsi o
yıllarda giyilmiş. Giyen kişilerin de fotoğrafları mevcut. Zaten bu, ailemden
başlayarak derlediğim bir çalışma.
Giyen kişileri de tanıyorum, yaşamlarını biliyorum.
En sevdiğiniz parça hangisi?
Hepsinin ayrı bir yeri var. Hangisini
söylesem. Mesela ben bir fotoğraf
bulduğum zaman, fotoğrafın sadece
ön yüzü değil, arkasındaki yaşam
nedir, ne tür giysiler vardır, sokak nasıl
görünmektedir, hepsine bakarım. En
küçük ayrıntıyı keşfetsem bile, benim
için bir hazine değeri taşıyor. Giysiler
de öyle, geçmişi günümüze getirdiği
için hepsini ayrı seviyorum..
Bir Ege insanısınız ve uzun yıllar
Ege’de çalıştınız. Ege’den bakınca
Türkiye’nin durumunu nasıl görüyorsunuz? Arada bir fark var mı?
Ege batıya en yakın bölgemiz,
onun için batıdan en çok etkilenen
yer olmuştur. Bunun faydaları olduğu
gibi, özellikle günümüzde zararları da
oluyor. Batının iyi taraflarını aldığımız gibi kötü taraflarını da alıyoruz.
Dolayısıyla ben Ege’yi en çabuk da
yozlaşan yer olarak görüyorum. Bazı
değerlerimizi daha çabuk yitirdik. Türkiyemiz çok güzel, her yönüyle. Sosyal
hayatıyla, kültürüyle, folkloruyla, her
şeyiyle özel. Doğuya doğru gidildikçe
bu değerlerin daha az yitirildiğini
görüyoruz..
Emekli bir öğretmen olarak, bugünkü eğitim sistemi için ne düşünüyorsunuz? Özellikle müzecilik oldukça
ihmal ediliyor sanki...
Müzecilik gerçekten çok ihmal
ediliyor. Buna çok karşıyım. Mesela
bazı Avrupa ülkelerinde gördüğüm
üzere, öğrenciler belli günlerde, belli
gruplar halinde müzelere götürülüyor. Bu, o günün dersi oluyor. Ama
bizde öyle bir şey yok. Ana sınıfından
başlamalı diye düşünüyorum müze
gezileri. Çocuk gelip dokunabilmeli, yerinde görebilmeli.. Çünkü çok
okuyan mı, yoksa çok gören mi bilir,
bunlar hep beraber olursa güzel. Ama
bence, yaşayarak, görerek daha çok
öğreniyoruz.. Onun için müzeciliğin
de yeni yeni anlayış değiştirdiğini
görüyorum. Eskiden sadece belli objeleri sıralayıp sergilemek vardı. Şimdi
onları bir anlam taşıyacak şekilde
yerleştirip o günkü ortamında sergilemek en güzeli. Şimdi birçok müzede
bunu görüyorum. Bu da sevindirici
bir olay. Ben de burada bu giysilerin
öykülerini anlatıyorum, böylece daha
kalıcı olduğunu düşünüyorum.
Günümüzde bir tüketim çılgınlığı
var. Siz de bu koleksiyonu bu kadar
iyi saklamış birisi olarak, günümüzle geçmişi karşılaştırdığınızda ne
görüyorsunuz?
Geçmişte pamuk üretiliyordu,
sevgiyle toplanıp sevgiyle işleniyordu.
Nazilli’de 1937’de kurulan Sümerbank
Basma Fabrikası’nda genç kızlarımızın,
erkeklerimizin çizdiği desenlerle de
ilmik ilmik dokunuyordu. O sevgi ile
beraber o basmaları, başka birçok
değişik kumaşı gözümüz gibi bakarak
giyiyorduk. Benden daha büyükler de
böyleydi, benim çocukluğumda da...
Ama şimdi o kadar çabuk elimize ulaşıyor ve o kadar da çabuk tüketiyoruz
ki... Mesela dün gelen bir bey şunları
söyledi: “Babamın
bir takımı vardı,
babam uzun yıllar
giydi. Sonra da
ben giydim uzun
yıllar, üniversitede okurken...
Hâlâ onu çok
severim.” Demek
ki o yıllar ekonomi
açısından da çok
dikkatli olunması
gereken yıllardı..
Savaşlar görülmüş
ve kıymet biliniyordu. Şimdi bunu
çocuklarımıza anlatmak biraz zor.
Tüketici bir toplum olduk, oldurulduk.
Üretmekten çok tüketici bir toplum
oldurulduk. Dolayısıyla da birçok kişiyi
tanıyorum, gardırobunu açtığı zaman
‘hiçbir şeyim yok’ diyebilen.. Ama
önceki dönemlerde, insanların günlük
bir basması aynı zamanda bayramlık
elbisesi de olabiliyordu ve ondan çok
mutluydu. Zaman ve teknoloji bizi
bu günlere getirdi. Bilmiyorum suçlu
kim...
Son olarak söylemek istedikleriniz
nelerdir?
Ben 27 yıl öğretmenlik yaptım. Çok
güzel çocuklar yetiştirdiğimi düşünüyorum, benim için en büyük mutluluk
bu… Yirmi yıldır da, emekli olmamış
gibi bu çalışmaları sürdürüyorum.
İnşallah arkamdan gelen olur, bütün
dileğim o.
27
Atatürk ve Cumhuriyet
Prof. Dr. Ahmet ARSLAN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Felsefe Bölümü
Daha 19. yüzyılın başlarında 1822’de daha
sonra Reisül Küttab olacak olan Akif Efendi,
Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden tehlikeleri
ve önünde bulunan üç seçeneği, yazmış olduğu
bir tezkiresinde ortaya koymuştur: Buna göre
Müslümanlar ya Allah’ın emrine ve Muhammed’in
kanununa bağlı olarak ellerinde bulunan
eyaletleri, mülk ve can kaybına önem vermeksizin,
sonuna kadar savunacaklardır ya onları terk etmeyi
ve küçülmeyi göze alıp Anadolu’ya çekileceklerdir veya Kırım, Hindistan ve Kazan halklarının
örneğini izleyip kölelik mevkiine ineceklerdir. Akif
Efendi’nin bu seçenekler arasında teklif ettiği şey,
hiç şüphesiz birinci seçenek, yani neye mal olursa
olsun Hrıstiyan devletlerle vuruşmaktır. Üçüncü
seçeneğin kabul edilemez olduğunu söylememize
gerek yoktur. Ancak onun bu sınıflamasından mantıki olarak eğer birinci seçenek muvaffak olmazsa,
diğer alternatifin Anadolu’ya çekilme olduğu da
ortaya çıkmaktadır. Nitekim de öyle olacaktır:
Bernard Lewis’in söylediği gibi Osmanlılar bundan
sonraki yüzyılda bu seçeneklerden birincisine
başarısızca çalıştılar, üçüncüsünden, yani sömürge
olmaktan başarıyla korundular ve sonunda, fikirlerden çok olayların baskısı altında ikincisini, yani
Anadolu’ya çekilip orada ulusal bir devlet kurmayı
gerçekleştirdiler.
Aslına bakılırsa Cumhuriyet öncesi dönemde
Akif Efendi’nin analizine benzer bir analizi yapan,
ancak Akif Efendi’den farklı hatta ona zıt olarak bu
son seçeneği, yani Anadolu’da ulusal bir devlet
kurma seçeneğini doğru seçenek olarak teklif
eden biri vardır. Bu, bilindiği gibi Yusuf Akçura’dır.
Akçura ünlü Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde
Osmanlı imparatorluğunun önünde bulunan üç
mümkün hareket tarzını Osmanlıcılık, İslamcılık
ve Türkçülük olarak belirtir. Ona göre Osmanlılık,
artık herkesin yavaş yavaş görmeye başladığı gibi
bir siyasal bağlılıktır, fakat ortada bir Osmanlı ulusu
veya milleti yoktur. Onu yaratmaya çalışmak da
boşuna bir çabadır. İslamcılık gerçekleştirilmesi
hemen hemen imkansız olan bir idealdir. Böylece
geriye gerçekleştirilmesi gereken tek bir seçenek
28
Atatürk’ün halka seslenişi
kalmaktadır: Türk ırkına dayanan ulusal bir Türk
politikası.
Akçura bu makaleyi yazdığında ortada henüz
ne Arnavut isyanı ne de Arap isyanı vardır. Bundan
dolayı Akçura İslam halklarının birliği hedefini güden bir Panislamcılık politikasının fazla iç engelle
karşılaşmayacağını, ama Hıristiyan devletlerce ona
şiddetle karşı konacağını düşünür. Ama bu politikanın sadece Hristiyan devletlerin engellemeleri
yüzünden değil, basit olarak çağın ruhuna aykırı
olduğu için herhangi bir işe yaramayacağı kısa bir
zaman sonra görülecektir .
Osmanlı imparatorluğunun son dönemi
ile ilgili çizmeye çalıştığım bu tablodan Türkiye
Cumhuriyeti’ne geçmeden önce son olarak ünlü
sosyolog Ernest Gellner’in bir görüşünden söz
etmek istiyorum. Gellner modern çağda ortaya
çıkan ulus devletlerin uluslaşma süreçlerini ve
bunların farklı türlerini ele aldığı bir makalesinde
ilginç bir metafordan yararlanır. Bu gelin-damat
metaforudur. Gellner’in damattan kastettiği
devlet, gelinden kastettiği ise devletin kendisine
dayandığı, onun maddesini teşkil eden halktır.
Ona göre modern çağda ulus devletlerin ortaya
çıkış sürecinin üç farklı tipinden söz etmek mümkündür. I) Damat ile gelinin, yani devletle ulusal
toplum ve kültürün birlikte var oldukları veya
ortaya çıktıkları birinci tip; II) gelinin, yani ulusu
meydana getiren halkın, onu ulusal bir topluluk, bir
ulus yapan ulusal dilin, ulusal edebiyatın, ulusal
kültürün yavaş yavaş ortaya çıktığı, fakat damadın,
yani siyasal birliğin ve onun ifadesi olan devletin
henüz var olmadığı, ancak uzun bir süre sonunda
ortaya çıktığı ikinci tip ve nihayet III) bu ikincinin
tersine damadın yani siyasal birlik ve egemenliğe
sahip devletin var olduğu, gelinin ise henüz ortada
olmadığı, üçüncü tip.
Gellner birinci tipe örnek olarak İngiltere ve
Fransa’yı verir. Bunlar Yeni Çağ’ın başlarından bu
yana bir ulus toplum olarak gelişen ve bu gelişmeye uygun olarak da erken bir tarihten itibaren
ulus-devlet olarak ortaya çıkan ülkelerdir. İkinci,
yani ulusal bir kültüre dayalı ulusal bir toplum
veya halkın erken bir tarihte ortaya çıktığı, ama bu
toplumun devletini uzun bir süre bulamadığı türün
örneği ise İtalya ve Almanya’dır. Çünkü İtalyanların
Fransa ve İngiltere’den çok daha önceden ulusal bir
dile, edebiyata, sanata, kısaca ulusal bir topluluğu
meydana getiren hemen hemen bütün öğelere
sahip olmalarına karşın 19. yüzyılın ikinci yarısına,
yani Garibaldi sayesinde siyasal birliklerini elde
edinceye kadar İtalya’nın bir ulus devlet olmadığını
biliyoruz. Aynı durum Almanya için de söz konusudur. Alman dili, edebiyatı, felsefesi aracılığıyla
Alman ulusunun en azından 18. yüzyılın ikinci
yarısından bu yana son derecede açık bir şekilde
ortaya çıkmasına karşılık Almanya’nın siyasal
birliğini kurmak ancak bu yüzyılın ikinci yarısında
Prusya şansölyesi Bismark’ın çabalarıyla mümkün
olacaktır.
Gellner üçüncü tip uluslaşma sürecinin en iyi
örneği olarak modern Türkiye’yi vermektedir. Çünkü
Gellner’e göre Türkiye Cumhuriyeti ilan edilinceye
kadar Osmanlı Türklerinin siyasal birlikleri ve
devletleri vardır, ancak bu devlet bir hanedan
devleti, bir imparatorluk devleti olduğu, ulusal
bir devlet olmadığı gibi onun arkasında da bir
ulusal toplum yoktur. Bunun sonucu olarak modern
Türk Devleti’nin, cumhuriyetin önünde bulunan
en önemli görev, bu tür bir toplumu, yani ulusu
yaratmak olacaktır.
Ben de Gellner’le aynı görüşteyim. Bence de
Türkiye Cumhuriyeti, özü itibariyle o zamana kadar
bir hanedan devleti olan Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırarak yerine bir halk devleti, ulus devleti
geçirmek ve bu yeni devletin yaşayabilmesi, varlığını devam ettirebilmesi için onunla uyumlu bir Türk
ulusu yaratma projesidir. Bunun da nedeni başta
hiç şüphesiz Atatürk olmak üzere Türkiye cumhuriyetinin Kurucu Babalarının modern dünyayı ulusal
topluluklardan ve ulusal devletlerden meydana
gelen bir dünya olarak görmüş olmalarıdır. Böylece
Atatürk ve bu konuda onunla aynı görüşte olanlar,
çağdaş veya batı uygarlığı diye adlandırılan uygarlığı ulusların, ulusal kültürlerin meydana getirdiği
bir uygarlık olarak tanımladıkları gibi Türk halkının
ve devletinin de varlıklarını koruma ve devam ettirmelerinin zorunlu şartının bir ulus-devlet olarak
örgütlenme ve yaşama biçimini benimsemesinden
geçeceğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyet’in bütün
düzenlemelerinin, bütün devrimlerinin geri planında yatan ana motif, böylece uygar batı toplumları
tarzında bir ulus-devlet meydana getirmek, bu
sürece bir engel teşkil ettiği düşünülen veya görülen ulus / modernlik öncesi (premodern) yapıları,
kurumları ortadan kaldırmak, bu amacın yerine
getirilmesine imkan verecek yasal- kurumsal
değişiklikleri gerçekleştirmek, bütün bunları geniş
kapsamlı bir eğitim programıyla destekleyerek
kökleşmelerini sağlamak, kısaca duyuş, düşünüş ve
değerleriyle yeni bir insan tipi yaratmak olacaktır.
Cumhuriyet’in ilanının kendisi, yani devletin veya
rejimin yapısının kendisinde gerçekleştirilen bu
ilk ve en önemli değişiklik, gerçekte bu hedefe
varmak için düşünülen ve uygulamaya konulan
en önemli devrim, en önemli kurumsal-yapısal
düzenlemeyi temsil etmektedir.
Cumhuriyet’i kuranların bu ana hedef ve
amaçları dışında başka bazı ikincil amaçları,
olup olmadığını tartışmayacağım. Cumhuriyet’in
modern bir ulus yaratma yönündeki bu projesini
tam olarak gerçekleştirip gerçekleştirmediği konusuna da girmeyeceğim (ancak hemen
söyleyeyim: Düşüncem bu projenin büyük ölçüde
başarılmış olduğu yönündedir). Daha basit bir
soruyu, bu projenin yukarda işaret ettiğim üzere
neden cumhuriyet aracılığıyla veya cumhuriyet
üzerinden gerçekleştirilmeye çalışıldığını kendime
soracağım. Bu sorunun cevabını vermeye çalışırken
de cumhuriyete, özellikle çok partili demokratik
hayata geçtikten sonra çeşitli çevrelerden ve
farklı gerekçelerle yöneltilen bazı eleştirileri, bu
eleştirilere cevap olarak yapılan bazı savunmaları
kısaca ele alacağım
Önce ana sorumu daha açık olarak ortaya
koyayım: Bağımsızlık savaşını başarıya eriştirenler
bu savaş boyunca savundukları bütün amaçlarına
büyük ölçüde erişip Misak- Milli’nin sınırları içinde
yeni ve bağımsız bir ülkenin varlığını gerçekleştirdiklerinde neden Vahideddin’in yerine aynı
aileden birini geçirmekle yetinmemişlerdir? Neden
bir süredir anayasal bir monarşi olarak devam
eden Osmanlı Devleti’nin yapısını ufak tefek
değişikliklerle devam ettirmek yoluna gitmemişlerdir de son derece radikal bir kararla Gellner’in
deyimiyle sadece damadın kendisini değil, onun
tipini de değiştirmişlerdir? Aslında bağımsızlık
savaşının önderleri, hatta Atatürk’ün en yakınları
arasında bu ilk türden bir değişikliğin doğru ve
yeterli olacağını düşünenler olduğunu biliyoruz.
Dönemin aydınlarının büyük bir kısmının, İstanbul
basınının önde gelen isimlerinin de bu ilk görüşe
son derece yakın durmuş olduklarını da biliyoruz.
Nihayet bağımsızlık savaşı boyunca bize maddi ve
manevi destekte bulunan diğer Müslüman ülke
halklarının, onların sözcüsü durumunda bulunan
aydınlarının arasında da benzeri bir görüşün yaygın
bir durumda olduğunu biliyoruz. O halde bu radikal
değişikliği, Atatürk’ün kendisinin başlattığı bu yeni
düzende kendisine bir yer bulamayacağı yönündeki
kaygılarıyla, yani kişisel ihtirası ve kaprisiyle mi
açıklamalıyız? Bunun son derece basit bir açıklama
olacağı açıktır.
Bu sorunun yanıtı daha temelde yatan bir
şeyde, anayasal bir demokrasiyle cumhuriyet
rejimi arasındaki farklılıkta; anayasal bir demokrasinin ulus temelli bir toplumu ve bu toplumu
gerçekleştirmenin itici gücü, aracı, manivelası olacak ulusal bir devleti meydana getirme yönündeki
güçsüzlük veya imkansızlığında bulunmaktadır.
Modern Türkiye’nin kurucuları bunun tersine
kafalarındaki bu toplumu yukardan aşağıya bütün
yapısıyla, kurumlarıyla, değerleriyle inşa etmenin
veya yaratmanın ancak Cumhuriyet denen yeni bir
rejim aracılığıyla gerçekleştirilmesinin mümkün
olduğunu düşünmüşlerdir. Böylece bu olayın daha
gerisinde yatan asıl problem günümüzde de bu
konudaki tartışmaların arka planında varlığını
gösteren cumhuriyet ile demokrasi arasındaki derin
yapısal farklılıklarda yatmaktadır.
Aslına bakılırsa cumhuriyet ile demokrasi
arasında teknik olarak fazla bir ilişki yoktur. Çünkü
cumhuriyet teknik olarak monarşik olmayan bir
yönetim biçiminden fazla bir şey değildir. Siyasal
terminolojide esas olarak iki yönetim biçimi
mevcuttur: Monarşi ve Cumhuriyet. Egemenliği
elinde tutan kişinin, yani devlet başkanının belirli
bir süre için halk tarafından doğrudan veya dolaylı
olarak seçildiği yönetim biçimi cumhuriyet, onun
doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından
seçilmediği, bir hanedanlığa ait olup soyla
tevarüs edildiği yönetim biçimi ise monarşidir.
Buna karşılık demokrasi yönetim biçimiyle değil,
yönetimin içeriği, işleme tarzıyla ile ilgili bir şeydir.
Dolayısıyla bu içeriğe sahip olan bir yönetim biçimi
monarşik olmakla birlikte demokratik olabilir
(örneğin İngiltere ve monarşiyle idare edilen
Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç). Buna karşılık
bir cumhuriyet, egemenliği elinde tutan kişi veya
grup, bir seçimle gelse bile demokratik olmayabilir
(örneğin eski Sovyet Cumhuriyeti veya günümüzün
İran İslam Cumhuriyeti).
Bu sözlerimle şüphesiz bir cumhuriyetin mutlaka demokratik olmayacağını veya olamayacağını
ileri sürüyor değilim. Tersine tarihsel uygulamalarının da gösterdiği gibi bir cumhuriyet demokratik
olabileceği gibi bir demokrasi de temelinde
yatan ilkelere göre otoriter, hatta totaliter olabilir.
Örneğin Rousseau’nun teorisini yaptığı anti- liberal
demokrasi kuramı böyledir. Vurgulamak istediğim
cumhuriyetle demokrasi arasında hareket noktalarından, ilkelerinden ve amaçlarından kaynaklanan
bazı farkların bulunduğu ve bu farklılıkların yeni
bir toplum yaratma yönündeki bir projeyle, kısaca
toplum mühendisliği diye adlandırılan şeyle ilgili
olarak büyük bir önem taşıdığıdır. Daha basit olarak söylemem gerekirse bir demokrasinin herhangi
bir türden (islami, komünist) toplum mühendisliğine uygun olmamasına karşılık cumhuriyet bunun
için biçilmiş kaftandır
Bu farklılıkların ne olduğunu göstermek için
en uygunu olmasa da anlaşılması en kolay olan
bir örnekten yararlanmak istiyorum: Bu, Yunan
dünyasında Platon ile Perikles, Platon’un Devlet
adlı kitabında ortaya koyduğu cumhuriyetçi devlet
kuramıyla Perikles’in Thukydides’in Peloponez
Savaşı adlı eserinde Perikles’e atfettiği ünlü
nutukta ortaya koyduğu demokratik devlet kuramı
arasındaki çatışmayla su yüzüne çıkan farklılık
örneğidir. Platon’un Devlet adlı diyalogunu hepiniz duymuşsunuzdur. Bu diyalogun Batı dillerine
yapılan çevirilerindeki asıl ve daha doğru adı,
Cumhuriyet’tir. Daha doğru adı diyorum, çünkü
bu kitapta Platon genel olarak bir devletten değil,
özü itibariyle cumhuriyetçi bir devletten söz eder
29
Bu makale Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın “Cumhuriyet
ve Atatürk Günleri” kapsamında sunduğu
konferastan kısaltılarak alınmıştır.
ve böyle bir devlet modeli geliştirir . Platon’un
bu kitapta savunduğu devlet, büyük ölçüde bir
cumhuriyettir ve Platon bu cumhuriyeti o dönemde
Perikles tarafından gerçekleştirilen Atina demokrasinin karşısına yerleştirir.
Platon’un Atina demokrasisine ana eleştirisi
onun insan doğası hakkında hatalı bir görüşe
dayanması, insanı özü itibariyle bir arzu veya
iştah sahibi varlık olarak görmesi, bir toplumun
bireylerin salt arzu veya iradelerine dayanan
özgür tercihleri sonucunda ortaya çıkacak yasalarla
idare edilmesinin doğru olacağıdır. Buna karşılık
Platon’a göre cumhuriyet, insan doğası hakkında doğru bir görüşe dayanan, insanı arzu veya
istek değil de akıl sahibi bir varlık olarak gören,
dolayısıyla doğru yasaların insanın akıllı yanından
kaynaklanması gereken yasalar olduğunu savunan
bir rejimdir. Platon siyasal yönetimin insanların
salt istek veya arzularına, iradelerine bırakılamayacak ciddi bir iş olduğunu düşünür. Siyaset Platon’a
göre doğal bir olay değil, bir bilim, sanat, kısaca
uzmanlık meselesidir. Dolayısıyla yasaların bu bilime ve uzmanlığa sahip olmayan sıradan insanlar,
halk tarafından değil, aydınlatılmış akla ve bilgiye
sahip olan seçkinler, aydınlar tarafından yapılması
gerekir. Demokrasiyi böylece ilkesiz, iddiasız, herhangi bir yüksek hedefi olmayan, insanların keyfi
arzu ve isteklerine dayanan erdemsiz bir rejim
olarak gören Platon buna karşılık cumhuriyeti
doğru yasaların doğru, erdemli insanları meydana
getirmesi gerektiğini savunan ilkeli, iddialı, keyfi
olmayan bir yönetim biçimi olarak tanımlar.
Platon’un siyaset felsefesi üzerine yaptığımız
bu basit analiz demokrasi ile cumhuriyet arasında
var olan çatışmanın temellerini, onların nasıl farklı
ilkelerden hareket eden iki yönetim biçimi olduğunu kabaca da olsa ortaya koymaktadır. Demek ki
demokrasinin dayanağı irade, bu iradeye dayanan
30
özgür, yani hesap vermek zorunda olmayan keyfi
tercihtir; buna karşılık cumhuriyetin ilkesi insan
eylemleri, tercihleriyle ilgili olarak kendisinden
açıklama istenmesi, meşrulaştırma talebinde bulunulması mümkün olan akıl, akılsal temellendirmedir. Demokrasinin siyasal yönetimi doğal bir süreç
olarak görmek istemesine karşılık cumhuriyet için
o akla ve onun yasalarına dayandırılması gereken
felsefi bir inşa sürecidir. Demokraside yasaların
toplum tarafından yapılmasının doğru ve yeterli
olduğunun düşünülmesine karşılık cumhuriyet
doğru yasalarla doğru, adil bir toplum meydana
getirmek hedefi peşinde koşar. Demokraside
özgürlük insanların insan olmak bakımından sahip
oldukları doğal bir yetenek olmasına karşılık
cumhuriyette özgürlük insanların akılla, bilgiyle
kazanmaları, hakketmeleri gereken bir imtiyazdır.
Yani cumhuriyete göre özgürlük aklın bir fethidir
ve inanmanın öğrenilmemesine karşılık akıl yürütmek öğrenilebilir. Böylece cumhuriyet özgürlüğü
reddetmez ama onu akılla belirlemek, keyfilikten
kurtarmak ister.
Platon’dan hareketle cumhuriyetle demokrasi arasındaki farklılıklar ile ilgili olarak ortaya
koymaya çalıştığım basit belirlemelerin başta
Atatürk olmak üzere modern Türkiye’nin kurucu
babalarının yeni Türk Devleti’ni ve onun siyasal
rejimini neden bir demokrasi olarak değil de bir
cumhuriyet olarak ortaya koymak ihtiyacı veya
gereğini duyduklarını gösterdiğini umuyorum.
Bu belirlemeler öte yandan çok partili demokratik hayata geçtiğimiz günden bu yana gerek
içerde gerekse dışarıda cumhuriyete yöneltilen
itirazların, eleştirilerin de özünü vermektedir. Bu
itirazların başlıcalarını biliyorsunuz: Cumhuriyet,
Türk toplumunun doğal-tarihsel gelişim sürecine
aykırı bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet
devrimleri Türk toplumunun geleneksel kurum-
larını, değerlerini, alışageldiği hayat tarzını yok
saymış, geçmiş kültürüyle olan bütün bağlarını
koparmış, ancak onların yerine tatmin edici yeni
bir hayat tarzı, iyi ve güzel hakkında doyurucu yeni
kavramlar, değerler koyamamıştır. Cumhuriyet bir
avuç Batı hayranı, Batıcı aydının toplumun genel
istek ve arzularına aykırı top yekun bir inşa projesi
olarak ortaya çıkmış, dolayısıyla doğal olarak halka
inememiş, halk tarafından benimsenmemiştir.
Cumhuriyet toplumun alt yapısında önemli değişiklikler gerçekleştirmemiş, bütünüyle üst yapıya
ait şekilsel birtakım düzenlemeler, bir kılık kıyafet
devrimciliği olmaktan daha ileri gidememiştir.
Sonuç olarak yapılması gereken cumhuriyetin kendisini ortadan kaldırmak değilse bile onun kurucu
ilkelerini yeniden ele almak, bu ilkeler ve onlara
uygun olarak yapılan cumhuriyetçi uygulamaları
eleştirmek, bu ilkeleri koruma görevini üzerine alan
kurumları etkisizleştirmek, yeni ve demokrasiye
uygun bir anayasa yapmak, böylece devleti halkla
veya milletle yeniden barıştırmaktır.
İlk olarak şunu söylemek istiyorum: demokrasi
ile cumhuriyeti birbirine özdeşleştirmek ne kadar
tarih ve gerçek dışı ise onların farklı insan ve
doğru yönetim anlayışlarından hareket eden iki
ayrı siyaset teorisi, hatta dünya görüşü olduğunu
belirtmekle yetinmeyip birbirlerine tümüyle zıt
olduklarını söylemek de o kadar yanlıştır. Çünkü
her aklı başında demokraside bazı cumhuriyetçi
unsurların olması gerektiği ve fiilen de olduğu ne
kadar gerçekse her aklı başında cumhuriyetin de
demokrasinin bazı temel kavram ve değerlerini
tümüyle göz ardı etmediği ve edemeyeceği de o
kadar gerçektir.
Örneğin günümüzün en büyük demokrasisi
olarak kabul edilen ve dünyanın geri kalan ülkelerine onun değerlerini benimsetme görevini üzerine almış gibi görünen Amerika Birleşik Devletlerini
ele alalım. Onda bazı önemli cumhuriyetçi ilkelerin
demokrasinin ana değerleri ve uygulamalarıyla bir
arada bulunduğunu görmekteyiz. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin anayasal bir demokrasi
olduğuna kimse itiraz etmeyecektir. İşte bence
anayasa kavramının kendisi gerçekte son derece
önemli cumhuriyetçi bir unsurdur. Çünkü bir anayasa, ilkeler düzeyinde bireylerin hak ve özgürlüklerinin sınırlarını belirleyen bir hukuki sözleşmedir.
O, a priori olarak bireylerin arzu ve tercihleriyle
belirlenemeyen daha yüksek bir alanın, bir haklar
ve sorumluluklar alanın varlığına işaret eder. Bu
anayasanın örneğin dinsel görüş ve tercihlerle
dünyevi siyasal yönetimin ilkelerini birbirinden
kalın duvarlarla ayıran laiklik ilkesi böyle bir ilkedir.
Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nda laikliğin
Fransız Anayasası’ndan farklı bir şekilde, devletin
bireylerin dini kanaatleri üzerinde baskı uygulama
hakkının olmadığı şeklinde, formüle edilmiş
olduğu doğrudur. Ama bu olgu, biri demokrasinin,
diğeri cumhuriyetin veya cumhuriyetçiliğin kalesi
olarak görülen bu iki ülkede laikliğin, aynı ölçüde
korunması gereken temel bir değer olarak karşımıza çıktığı gerçeğini değiştirmemektedir. Başka bir
ifadeyle her iki ülkede ve anayasada laiklik ilkesi
hiç de doğal veya sosyolojik bir süreç sonunda
kendisine erişilen bir ilke olarak değil; iyi ve barışçı
bir hayatın, toplumsal siyasal hayatın mümkün
olması için yaratılmış felsefi-teorik bir inşa ilkesi
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bir örnek daha: 1960’larda Alabama
Eyaleti’nde siyahların beyazlarla aynı otobüse binmeleri, aynı okullara devam etmelerini yasaklayan
kararlar eyalet meclisinde demokratik bir süreç
içinde alınmış kararlardı. Bu kararlara başta Başkan
olmak üzere federal meclislerin karşı çıkması ve
federal güçler aracılığıyla siyahlara karşı uygulanan
ayrımcılığın sona erdirilmesi demokratik değil
yine cumhuriyetçi bir ilkenin hayata geçirilmesini
temsil etmektedir.
Bugünkü Batı demokrasilerinin zannedildiği
gibi doğal, sosyolojik, yani demokratik süreçler
sonunda ortaya çıkmış olmadığını hatırlamamızda
yarar vardır. Amerikan demokrasisi de içinde olmak
üzere modern demokrasilere demokrasi teorisini
ve uygulamalarını hediye ettiğini söylememiz
mümkün olan İngiliz demokrasisini düşünelim.
İngilizler modern çağda demokrasiye 17. yüzyılda
biri kanlı diğeri kansız iki devrimle, 1648 ve 1688
devrimleri sonucu geçmişlerdir. Kralın kafasının
kesilmesiyle sonuçlanan ilki, yani Cromwell’in
devrimi onun bizzat kendisi tarafından da nitelendirilmış olduğu gibi cumhuriyetçi bir devrimdir.
Bugünkü Fransız demokrasisinin temelinde
bulunan en büyük olayın, bu kez bir başka kralın
kafasının kesilmesiyle sonuçlanan Fransız devriminin ise cumhuriyetçi bir devrim olduğunu hepimiz
bilmekteyiz..
Bu son tespit bir başka şeye geçmeme imkan
vermektedir. Modern çağ tarihçileri tarafından bu
iki devrimin bir burjuva devrimi olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Daha ileri giderek modern
denen çağın tümüyle burjuvazinin eseri olduğunu
söyleyenler de vardır. Bu bağlamda Antik Yunan
dünyasında demokrasiye geçiş süreciyle ilgili olarak
da burjuvazinin belirleyici rolüne işaret edilmektedir. Bu çerçevede, Platon’un siyaset teorisinin
Atina’da burjuvazinin ortaya çıkışını takip eden
demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışan bir karşı
devrimi temsil ettiğini söyleyenler vardır. Gerçekten
de Platon’un toplumu yönetenler ve üretenler
olarak ikiye ayırması, çiftçi, işçi, tüccar ve her türlü
meslek sahibini içine alan üreticiler grubuna yönetimden hiçbir pay vermek istememesi, yönetim
yetkisine sadece koruyucular yani askerler ve her
türlü idarecilerden meydana gelen bir azınlığın
sahip olması gerektiğini savunması gerçekten de
karşı devrimci bir hava taşımaktadır.
Ancak bu açıklama tarzının veya tarihsel
gelişim şemasının bize fazla uymadığı da açıktır.
Cumhuriyet Osmanlı toplumunda ortaya çıkan
yeni ve güçlü bir burjuva sınıfına karşı bir devrim
olarak yapılmamıştır. O, yukarda kısaca belirtmeye
çalıştığım gibi, kurucuları tarafından modern
öncesi bir toplumdan, modern olduğu düşünülen
bir ulus-devlet formuna geçmek amacıyla tasarlanmış ve uygulamaya geçirilmiştir. Öte yandan o,
Fransız devrimi gibi burjuvazinin kendi haklarını
Cumhuriyet kavramı altında ortaya koyarak eski
düzeni ortadan kaldırma girişimi olarak da değerlendirilemez. Yakın tarihimizde Fransa’nınkinin
tersi bir süreç işlemiş, cumhuriyet rejimi altında
bildiğimiz gelişmeler sonucunda bir burjuvazi
ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte bu burjuvazinin
öte yandan Batı’daki tarihsel sürece benzer şekilde
demokrasinin palazlanmasına imkan verdiğini de
kabul etmek zorundayız.
Bugün içinde bulunduğumuz durumda bir
tarafta demokrasinin kendisini bir karşı devrim,
cumhuriyete karşı bir ihanet olarak görüp şu veya
bu biçimde cumhuriyete bir tür nostaljik geri
dönüşü, demokrasinin restorasyonunu isteyenler
vardır. Diğer tarafta buna tamamen ters bir söylemi benimseyerek çok partili demokratik düzeni ve
hayatı milletin, halkın tarihi bir kurtuluşu olarak
niteleyip çok partili siyasal hayata geçmeden
önceki bütün cumhuriyet uygulamalarını, hatta
daha ileri giderek ruhunda bir halk düşmanlığının,
totalitarizmin yattığını ileri sürerek cumhuriyetçilik
fikrinin, ideasının kendisini mahkum etmek
isteyenler vardır.
İtiraf ederim ki ben kendimi bu her iki grup
içinde de görmemekteyim. Bu iki grubun da olaya
soğuk kanlı ve adil bir şekilde bakmadığını, dünyayı
iyi ve kötünün, hak ile batılın mücadele alanı olarak
gören ikici bir bakış açısının etkisi altında olduğunu
düşünmekteyim.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisini ve modernleşme projesini bütün zamanlar için
değişmeyecek bazı yasal düzenlemeler aracılığıyla
bir toplumun hayatının her alanını ve ebedi olarak
düzenleme veya inşa etme iddia ve amacında olan
topyekun bir ideoloji, totaliter bir uygulamalar
bütünü olarak düşünüyorsak böyle bir projenin
gerçeklemez olması bir yana gerçekleşmesinin de
söz konusu toplumun pek hayrına olmayacağını
söyleyebilirim.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nden bunun tersine
tarihinin belli bir anında içinde bulunduğu buhranlı
bir durumda Türk toplumunu bir ulus-devlet olarak
yeniden şekillendirmek yoluyla modern dünyanın
gerekliliklerine uygun bir hale getirme, bunun
için eski ve artık işe yaramadığı görülen yasalar,
kurum ve uygulamaları ortadan kaldırıp onların
yerine yeni, işlevsel ve pratik olarak yararlı bazı
düzenlemeleri gerçekleştirme yönünde akılcı,
bilinçli ve iradi bir projeyi anlıyorsak cumhuriyetin
bu amacına büyük ölçüde erişmiş olduğunu ve bu
yolda ilerlemeye devam ettiğini söyleyebilirim.
Benim görüşüme göre Türk toplumu bugün
modernleşmenin birçok ana kriteri bakımından
modern bir toplumdur Modern bir toplumu modern yapan şeyler nelerdir? Hiç şüphesiz modern
bir ekonomi, modern bir demokrasi, modern
hukuk düzeni, modern bir eğitim düzeni, modern
bir basın sistemi, modern üniversiteler vb. Şimdi
bütün bunlar Türkiye’de hiç şüphesiz arzu edebileceğimiz bir mükemmellikte olmamakla birlikte
büyük ölçüde mevcuttur. Bazılarımız bunu yeterli
görmeyebilir; bazılarımız bu başarıyı Cumhuriyet’in
kendisine değil onun karşısına koymanın daha
doğru olacağını düşündüğü çok partili, serbest seçimli demokrasimize mal edebilir. Ama bu ikinciler
gözlerini Türkiye ile benzer bir geçmişten, benzer
kültürel- tarihsel gelenekten gelen diğer Müslüman ülkelere çevirirlerse onlarda ne cumhuriyetin
ne de demokrasinin olmadığını göreceklerdir. Onlar
bu ülkelerin bazısında var olan cumhuriyetin, örneğin bir İran İslam Cumhuriyeti’nin neden Türkiye’nin
yakın geçmişinde ortaya çıktığını gördüğümüz bu
tür modern kurum veya gelişmelere imkan veya
geçit vermediğini de kendilerine sorabilirler ve
sormalıdırlar.
Çok partili demokratik düzene geçtiğimizden
bu yana toplumsal-kültürel hayatımızda meydana
gelen önemli değişikliklere bir bütün olarak
olumsuz gözle bakan karamsar aydınlarımıza
içinde bulunduğumuz ortamda sormak istediğim
birkaç soru var: İlk olarak Cumhuriyet’i ne olarak
düşünüyorsunuz? Makul derecede uzun bir
süre için toplumsal hayatımıza yön vermesi, ışık
tutması mümkün olan temel bazı kurucu ilkeler,
değerler ve kavramlar bütünü olarak mı, yoksa
bunların yanında ve onlardan daha önemli olarak
ilk döneminde gerçekleştirdiği her türlü somut,
tarihsel, konjonktürel uygulamaların bütünü
olarak mı? Basit bir örnek vereyim: Cumhuriyet
çağdaş bir hukuk sistemi, ulusal bir ekonomi idesi
midir, yoksa aynı zamanda İstiklal Mahkemeleri,
ekonomi alanında devletçilik uygulaması mıdır?
Cumhuriyet’i ne olarak düşünüyorsunuz? Bir defaya mahsus olarak bütün zamanlar için konulmuş
ve içinde daha sonra ortaya çıkacak olan her türlü
problemin çözümünün bulunduğu değişmez, kutsal bir doğrular, doğru çözümler deposu mu, yoksa
insana, topluma, yönetime ilişkin bazı temel ilke ve
değerlerden hareketle zamanın, zeminin getirdiği
değişmelere, ortaya koyduğu problemlere uygun
çözümler getirme amacına sahip akılcı, tecrübi bir
pratik bilgelik öğretisi mi? Nihayet bence en kritik
değer taşıyan şu soru: Türk halkının modernleşme projesi içindeki yerinin ne olduğunu veya ne
olabileceğini, ne olması gerektiği görüşündesiniz?
Son tahlilde onu modernleşmenin nesnesi mi,
yoksa öznesi olarak mı almanın doğru olduğuna
inanıyorsunuz? O ebedi olarak modernleşmenin
kendisine uygulanacağı, kendi katkısı veya
çabası olmaksızın modernleştirilecek edilgin bir
ham madde, malzeme midir veya hep öyle mi
kalacaktır, yoksa modernleşmenin ancak kendisi
vasıtasıyla, kendisinin katılımı, katkısı, üretkenliği
ile gerçekleştirilebileceği itici bir güç, bir motor
mudur? Özellikle bu son sorunun cevabının birinci
şık olduğunu düşünüyorsanız size modernleşme
rüyanızdan tümüyle vazgeçmeniz gerektiğini
söylemek zorundayım. Çünkü ben şahsen tarihte
böyle bir projenin başarılı olduğunun herhangi
bir örneğini bilmiyorum. Sorunun cevabının ikinci
şık olduğunu, olması gerektiğine inanıyorsak,
bünyesinden diğer birçok modern kurumlarımız
ve değerlerimiz gibi modern Türk demokrasisinin
de çıkmasına, fışkırmasına izin ve imkan veren
Cumhuriyet’imizin başta Atatürk olmak üzere kurucu babalarını bilinçli bir sevgi ve saygıyla analım.
31
GENÇ EGE
Dansa davet
Latin Dansları Topluluğu tarafından
bu yıl 4. kez ve uluslararsı nitelikte
gerçekleştirilen Dansa Davet
Festivali’ne
Latin Danslarının
2009 Dünya Şampiyonu olan çift
Andrej Skufca ve
Melinda Törökgyörgy katıldı.
Karma temsilde sahne alan çift,
muhteşem daslarıyla
izleyenleri büyüledi.
Duygu ÖZTÜRK
Erhan ÇUKURLU
E
ge Üniversitesi Latin Dansları
topluluğu tarafından bu yıl dördüncü kez düzenlenen Dansa
Davet Festivali ilk kez bu yıl Uluslararası olarak gerçekleştirildi. Fotoğraf
sergileri, film gösterimleri, paneller,
çalıştaylar ve dans gösterilerinin yer
aldığı Festival 17-20 Kasım tarihleri
arasında izleyicileriyle buluştu.
Uluslararası Dansa Davet
Festivali’ni gerçekleştiren Latin Dansları Topluluğu, Türkiye’de eşi benzeri
bulunmayan bir etkinliğe imza atmış
oldu. Bir üniversite topluluğu tarafından dans alanında düzenlenen ilk
uluslararası festival olma özelliğini
taşıyan etkinliğe Zeynep Tanbay, İzmir
32
Opera ve Balesi Modern Dans Topluluğu sanatçıları ile ünlü sanatçılar Mustafa Kaplan ve Filiz Sızanlı ikilisi katıldı.
Festivale karma temsilde, uluslararası
yarışmalarda birçok kez birincilik kazanmış ve 2009’da dünya şampiyonu
olan Latin danslarının ünlü çifti Andrej
Skufca ve Melinda Törökgyörgy renk
kattı. Karma temsilde Latin dansından
klasik baleye kadar geniş bir çeşitlilik içeren programda İzmir’in dans
okulları ve üniversitemizin çeşitli dans
toplulukları aynı sahneyi paylaştı.
Başladığı yıllarda az sayıda katılımla seminerler dizisi olarak gerçekleşen festival, yıllar içinde ivmesini artırarak uluslararası bir boyut kazanmış.
Daha büyük kademelere taşınarak
devam etmesi planlanan festival bünyesine daha nice önemli dansçıları ve
projeleri ekleyerek dansın her dalını
kucaklamayı hedeflemekte.
2003 yılının Aralık ayında kurulan Ege Üniversitesi Latin Dansları
Topluluğu (ELADA) çalışmalarına
hız kesmeden devam ediyor. ELADA
kurulduğu günden bu güne popülerliği hızla artan, Ege Üniversitesi’nin
en tercih edilen topluluklarından biri.
Topluluk, insanlara dansı tanıtmak ve
sevdirmek amacıyla yola çıkmış. Dansı
insanlara doğru tanıtmak, sevdirmek,
Türkiye’den önemli dansçılar çıkmasını sağlamak ELADA’nın başlıca
amaçlarından. Topluluk sene sonunda
hazırladıkları dans geceleriyle dansa
ilgisi olsun olmasın herkesi heyecana
sürüklüyor, farklı repertuvar ve şovlarla insanlara renkli geceler yaşatıyor.
Bünyesinde tango, salsa, çaça gibi
bir çok dal bulunduran topluluk üye
alımlarına Kasım ayının 2. haftasında
başlıyor. Ancak bu sürenin ardındaki iki hafta boyunca da üye alımları
devam ediyor. Çalışmalara gelen
gönüllüler bu süre zarfında topluluğa
üye olabilir, çalışmalara ara vermeden
katılabiliyor. Topluluğa kayıt yaptıran
üyeler ilk olarak gruplara ayrılıyor,
yetenekleri doğrultusunda belirlenen
gruplarda kendilerine verilen koreografiyi çalışıyorlar. Dolayısıyla sayı
konusunda belli bir sınır söz konusu
değil. Dikkat edilen diğer önemli
konu da üyelerin uygun oldukları
çalışma günleri. En önemli nokta
ise üyelerin topluluk bilincine sahip
olmaları. Üyeler yalnızca tek branşta değil birçok branşta dans etme
imkanını da elde edebilirler. Ortak
dans aşkına sahip insanları bir araya
getirmek amacıyla yola çıkan ELADA dansa gönül vermiş, öğrenmeye
açık, uyumlu insanları bir çatı altında
toplamak amacını güdüyor. Aynı
zamanda “Erkekler dans etmez “ gibi
toplumda yaygın bulunan tabuları da
ortadan kaldırmayı hedefliyor. Topluluk çalışmaları hakkında bilgi veren
ELADA Başkanı ve Yönetim Kurulu
Üyesi Sema Karakurt; ”Aslında bilinenin aksine Latin danslarına oldukça
erkeksi. Bakıldığında Latin erkekleri
insana oldukça çekici geliyor. İşte o
çekiciliğin sırrı da Latin erkeklerinin
iyi dans etmesinde yatıyor. Biz de
buradan hareketle toplumumuzdaki
yanlış görüşleri yok etmeye çalışıyoruz. Dansa çok yatkın olan ancak
toplumun baskısından çekinen bir
çok arkadaşımız var. Bu arkadaşlar var
olan bu önyargıları kırabildiklerinde
Karma temsilde
Dokuz Eylül Üniversitesi
Devlet Konservatuvarı öğrencileri de
bir bale gösterisi sundular.
sergiledikleri performanslarla izleyenleri kendilerine hayran bırakabiliyorlar” dedi.
Özellikle topluluk üyelerinin
kaynaşması için yıl içinde diğer
topluluklar gibi birçok organizasyon düzenliyor. Topluluk her sene
sonunda gerçekleştirilen “Dünya
Dans Günü“kutlamaları çerçevesinde, büyük sahne şovları ve gösteriler
düzenleyerek çalışmalarını izleyicilere
sunma fırsatı yakalıyor. Diğer üniversitelerle de işbirliği içinde olan ELADA
geçtiğimiz yıl Uludağ, Pamukkale gibi
üniversitelerin festivallerinde de yer
aldı.
Dans konusunda yazılı kaynakların
görsele oranla çok daha az bulunduğunu belirten topluluk çıkartmayı
planladıkları bir dergiyle bu eksiği
azaltmak görüşünde.
Dansın insanlar için bir tutku olduğunun savunan Sema Karakurt şunLatin Dansları Topluluğu’nun
çeşitli kogeografiler sergilediği
gösteride topluluk başkanı
Sema Karakurt (en sağdaki)
de sahne aldı.
ları söyledi: ”İnsanların dansa bakışını
biraz olsun değiştirebilmek bile bizim
için büyük bir mutluluk. Tüm çabalarımız bu yönde. Dans insana her
anlamda çok şey katıyor. Beden dilini
kullanma, sosyalleşme, arkadaş çevresi oluşturma gibi faydalar sağladığından, herkesin yaşamına katkıda bulunacağından eminim. Dansın keyfini
bir kez yaşayan bir daha bırakamıyor.
Dans okyanus gibi. Yıllardır dansla iç
içe olmama rağmen her şeyi bildiğimi
asla söyleyemem. Bu iş kişinin dansa
bakış açısıyla da değişir tabii ki. Kişi
dansa, birkaç figür bilmek olarak bakıyorsa bu açığı 2-3 aylık kurslarla da
giderebilir. Ama bence dans bir ömür
sürecek bir tutku. Bunun için ömrümü
vermeye hazırım, gece gündüz dans
için yaşıyorum. Okyanusta bir damla
olabilirsem ne mutlu bana. Bu yüzden
küçük büyük herkesi dansın büyülü
dünyasına davet ediyoruz”.
Ege Üniversitesi öğrenci ve personeli dışında üye alımının yapılmadığı
toplulukta çalışma saatleri Perşembe,
Cuma 20.00-22.00, Cumartesi günleri
ise 15.00-17.00 saatleri arasında
değişmekte. Tüm üye alımları tamamlandıktan sonra diğer üniversiteler
arası yarışmalarda üniversitemizi
temsil etmek üzere enternasyonal
ve club stil kategorilerinde oluşturulacak grup seçmeleri yapılacak.
Oluşturulan grup yalnızca yarışma
bazlı çalışacak,üniversitemize derece
getirmek için uğraşacak. Ortak bir dili
konuşan,aynı dans aşkını paylaşan
herkes ELADA’ya üye olabilir, kendini
dansın keyifli dünyası içinde bulabilir.
33
Üniversite tarihinin tanığı
bir emektar
Demet ALTUNTAŞ
İ
nce uzun boylu, sessiz ve daima
düzgün giyimli bir adam, her
sabah 7 gibi Ege Üniversitesi
Rektörlüğü binasının Rektör ve Rektör
Yardımcılarının odalarının bulunduğu
üst katına gelir. Bütün kapıların kilitlerini tek tek açar. Çiçekleri sular, odaları
havalandırır. Çayı demler. 2 Şubat
1966’dan beri Ege Üniversitesi’nde
çalışan Adem Alakoç 36 yılı aşkın
süredir Rektörlük katına en erken gelen ve genellikle de en geç buradan
ayrılan insan. Kendisini ilk görenlerde
sert ve ketum bir izlenim uyandırır.
Takım elbisesi ve bond çantasıyla
gizemli de bir imajı olan Adem Abi’yi
görenler ne iş yaptığını pek çıkaramaz
herhalde. Diğer birimlerde çalışanlar ve onu yakından tanımayanlar
kendisinden çekinir. Bir üniversitenin en yüksek makamına bu kadar
uzun süredir hem hizmet hem de
tanıklık eden “Adem Abi”, işini ciddiye
34
almanın çok iyi bir örneği. Ülkenin zor
zamanlarında üniversite yönetimi de
zorlanırken “Onların gece yarılarına
kadar çalıştığını, özverilerini görünce
bize de elimizden geleni yapmak düştü” diyor. Çalışma arkadaşları, Adem
Abilerinin dürüstlüğünü ve işine olan
bağlılığını şöyle anlatıyorlar: “Rektörlük binasına kendi eviymiş gibi sahip
çıkar, üniversitenin çıkarını kendi
çıkarıymış gibi gözetir (çay kaşıklarını
sayıyla ödünç verip sayıyla teslim alıyor mesela). Asla kimseye kırıcı bir söz
söylemez ve yardımseverdir. Çok çok
dürüst bir insandır ve sert görünse
de muzip bir tarafı vardır”. Gerçekten de Adem Abi gülünce çok güzel
gülüyor. Kendisiyle röportaj yapacağımızı önceden haber verdiğimiz için
hazırlık yapmış; özgeçmişini, çalıştığı
rektörlerin listesini hazırlamış; yani iş
disiplinini burada da göstermiş. İşteki
düzeninin kaynağı olan düzenli kişili-
ğini, olayları aktarırken günü gününe
verdiği tarihlerden de anlıyoruz, hatta
bazen yıllarca önce olmuş bir olayın
saatini bile hatırlıyor, şaşırıyoruz.
Her sayımızda bir Ege
Üniversiteli’ye yer verdiğimiz “Bir
Egeli” köşemizde bu sayıda, yaşamının üçte ikisini üniversiteye emek
vermekle geçmiş Adem Abi’yi sizlerle
buluşturmak istedik. Adem Abi’nin
Engin Önen ile karşılıklı çaylarını yudumlarken yaptıkları söyleştiklerine
hemen biz de katılıyoruz.
E. Önen: Kaç yılında bu işe başladınız? Herhalde üniversitemizin
en eski çalışanlarından birisisiniz,
örneğin kaç rektörle çalıştınız?
40 yılı geçti. 1966 yılının ikinci
ayında Ziraat Fakültesi’nde çalışmaya başladım. 1967’nin on birinci
ayında asker oldum. 44 yıldır Ege
Üniversitesi’ndeyim. Ben Ziraat
Fakültesi’nde çalışırken Vehbi Göksel
Hoca rektördü fakat o’nunla çalışmadım. İlk olarak Rektörlükte Yusuf
Vardar’la çalışmaya başladım. 1973
senesinin beşinci ayının 2’sinde. 44
yılda toplam 8 Rektörle çalıştım.
E. Önen: Ege Üniversitesi tarihinin
çok büyük bir bölümünde yer aldınız. Bu üniversitenin tarihinin yakın
bir tanığısınız. Siz Yusuf Hocayla
çalışmaya başladığınızda üniversite
daha küçüktü.
Evet ilk başta sadece Ziraat, Tıp,
Fen, Mühendislik ve Diş Hekimliği
Fakülteleri vardı.
E. Önen: Her rektörün kendi kişilik
özelliklerinden kaynaklanan çalışma farklılıkları vardır. Aklınızda
kalan tipik özellikleri neler? Örneğin
en erken kim çıkardı, en sert kimdi,
en erken kim gelirdi gibi…
Yusuf Vardar Hocayla çalışırken
askerden yeni gelmiştim. 22-23 yaşındaydım. Komutan gibi görüyordum
kendisini. Sert bir imajı vardı, o çatık
kaşları insana ürkeklik veriyordu. O
sert tabiatının altında ayrıca babacan bir kişiliği bulunmaktaydı. Onun
döneminde 2 yıl kadar çalıştım. Yusuf
Hoca biraz aceleciydi, verdiği bir görevin hemen yapılmasını isterdi. Tabii
o zaman bilgisayar yoktu. Şimdiki
gibi hemen yerine getirmek zordu
görevleri. Memura verirdin, o daktiloda yazardı. Kağıtların arasına karbon
koyardın çoğaltmak için. Fahrettin
Kovancı öğrenci işlerine bakıyordu;
o dönemlerde yukarı geldiğinde
heyecandan düğmesini bir aşağı bir
yukarı iliklediği olurdu. Yusuf Hoca bir
gün merdivenlerden çıktı, bulunduğumuz salondan geçerken fakültelerin birinden gelen, elinde evrak olan
personeli gördü. Elindeki evrağı aldı
ve o evrağı vereni çağırmamı istedi. O zamanın Zat İşlerinde görevli
Perihan Boralı Hanımı çağırdım.
Rektör ona elden evrak verdiği için
kızmıştı. Çünkü elden evrak takibine
karşıydı. Bir Senato toplantısı günü
saat 09.30’da Hocamız tam saatinde
toplantı salonuna girdi. Ancak içeri
girmesiyle çıkması bir oldu. Toplantı
çoğunluk sağlanamadığı için aynı
gün saat 13.30’e ertelendi. 13.30’daki
toplantıya herkes zamanından önce
geldi. Hoca bu kadar disiplinliydi.
Görev süresi sona erince emekli
oldu. Yusuf Hoca’nın ardından Necati
Hoca’yla çalıştım. Yusuf Hoca kadar
sert değildi. Yusuf Hoca saat 8’de
gelir 5’te çıkardı. Necati Hoca saat
bakımından daha esnekti. Benim
gözümde en sert Yusuf Vardar kaldı.
Necati Akgün Hocamızla 3 yıl beraber
çalıştık. Hocanın en göze çarpan özelliği bisküviyi çok sevmesiydi, o kadar
ki 3 yıl boyunca toplantılarda bisküvi
ikram ettik. Hocamızın görevli olduğu
dönemde üniversitede olaylar, hep
sorunlar yaşandı.
Necati Hocanın ardından Hakkı
Bilgehan Hoca geldi. Onun döneminde çok naçar bir dönem yaşadık.
O dönem çok korkulan bir dönemdi,
kampüste olaylar işgaller birbirini
izledi. Suçlu ya da suçsuz birçok kişi
gözaltına alındı. Gecenin geç saatlerine kadar Alsancak Stadı’nda tutulan
öğrencilere kumanya dağıtmıştık.
Tüm öğrenciler perişan olmuşlardı.
Aralarında o dönem dekanlık yapan
Hocalarımızın çocukları da vardı.
Rektör Hocamız onları kurtarmak için
çok çaba harcadı. Sıkıntıdan yerinde
duramaz sürekli dolaşırdı. Bütün bu
olaylar yaşanırken çok zor şartlar altında kampüs içerisinde kreş açılması
ve eğitime başlamasını sağlamıştı. O
günlerde Hürriyet gazetesinde kendi
işini kendin yap diye bir dizi maket
35
şekilleri ve krokisi yayınlanıyordu.
Gazeteden konu şekilleri keserek Hocamıza veriyorduk, kendisi de konu
şekilleri marangoz atölyesinde imal
ettirerek kreşin tamamlanması için
çalışıyordu. Hakkı Bilgehan o karışık
dönemde devlete yük olmamak için
çektiği telgrafların parasını kendi
cebinden karşılardı. Makam arabasını
kullanmazdı, kendisinin wolksvagen
bir arabası vardı, Hatay’dan onla gidip
geliyordu. Kreşin kurulması için ona
buna boyun büktü.
İbrahim Karaca Hoca 1980
döneminde 2 yılını tamamlayamadı. Sermet Akgün Hocayla beş yılın
ardından beş artı iki atama geldi. Saat
tam 5’te giderdi. Sermet Akgün döneminde olaylar da yoktu, o yüzden
çok rahat çalıştı, kimseyle bir sorunu
yoktu. Refet (Saygılı) Hoca rektör
yardımcısıydı. Sermet Hoca giderdi, o
işler bitene kadar kalırdı.
Ülkü Hocayla iki dört yıllık dönem
boyunca yani 8 yıl çalıştık. Buradaysa
7-8’e kadar kalırdık. Eğer Rektörlük
binası dışındaysa örneğin bir konferanstaysa “6 gibi gidebilirsiniz” derdi.
Rahat bir çalışma dönemimiz oldu
onunla.
Refet Bey zamanında
Azerbaycan’a gitmişlerdi bir ziyaret
36
için. Orda zengin bir ikramla karşılaşmışlar. Bu sebeple Azerbaycan’dan
buraya ziyaretçiler geldiğinde biz de
ülkemizde ne yetişiyorsa hepsinden
oluşan bir ikram sunmuştuk.
D. Altuntaş: En çok kiminle çalışmayı
sevdin?
Birbirini aratmıyorlar. En serti bile
bizlere kol kanat gerdi. Kimseden
kötü bir laf işitmedim.
D. Altuntaş: Bunun sırrı ne; yani
neden bir sonra gelen “Adem öncekilerin adamıdır” diye göndermedi?
Ben de her zaman bunu düşünmüşümdür. ‘99 yılının 10. ayında ben
emekli oldum, 30 yıl 6 ay üzerinden.
Gelen Rektör Hoca gideni hiç aratmadı.
Ben Ziraat Fakültesi’nde çalışırken
geçici işçiydim. Daha sonra imtihan
açıldı, 5 soru sordular. Aşağı yukarı
100 kişi hariç girenlerin hepsini
aldılar. Beni Rektörlüğe atadıklarında gelmek istemedim. İlk buranın
danışmasında görev yaptım (şu anda
Rektörlük binasının girişinde güvenlik
masasının olduğu yer). Daha sonra
“yukarı çıkacaksın” dediklerinde bir
korku hissettim. Yusuf Vardar Hoca
var, genel sekreter var… “Amir ne derse o olur” dediler ve o gün bugündür
buradayım.
D. Altuntaş: Bir çalışma günün nasıl
geçiyor?
Sabah temizliğimizi yaptıktan
sonra Rektör ve yardımcılarının
gelmelerini bekliyoruz. Sermet Hoca
sabah kahve içerdi, Yusuf Hoca pek
içmezdi. Necati Bey de açık çay ve
bisküvi severdi. Hakkı Bilgehan Hoca
çok tasarrufçu bir Hocaydı. Buraya
çok malzeme gelmesini istemezdi.
Bizim ağlama duvarımız yok, burada
rektör hareketlerimizi, o sebeple her
zaman düzgün tutmaya çalışıyoruz..
Rahmetli Erdal İnönü Başbakan olarak
gelmişti. Süleyman Demirel’e de ıhlamur ikramım vardır. Turgut Özal’ı da
başbakan olarak ağırladık. Kenan Evren Paşa konsey üyesi olarak gelmişti.
Yağmurlu bir günde geldiler. O kadar
kalabalıklardı ki, paltolarını nereye
koyacağımızı şaşırdık. Senato salonunda adım atacak yer kalmamıştı.
Daha sonraki dönemlerde de birkaç
kez geldi. Kenan Evren ziyaretinde,
bir Beyefendi geldi mutfağa, ikram
hazırlıklarımızı sabahtan ziyaret sonuna kadar izledi. Zehirleme tehlikesine
karşı kontrol ediyormuş. Bizim Güneş
Enerjisi Enstitüsü’nü rahmetli Özal
açmıştı. O açılışta elektrik direklerine
40 bayrak astım iki saate 22 bayrak
çaldırdım. Çok üzülmüştüm.
Demet ALTUNTAŞ
Engin ÖNEN
Demet ALTUNTAŞ
Gamze KARAEMİR EROL
Tadıyla, dokusuyla, tarihiyle
Huzurlu ve Yeşil Tire
Sevan Nişanyan’ın Etimolojik Sözlüğü’ne göre
“Tire” sözcüğü pamuk ipliği anlamına geliyor. Pamuk, Tireliler için uzun bir dönem önemli bir gelir
kaynağıymış zaten, ayrıca ip, urgan halat üretimi de
Tire’nin karakteristiklerinden. Ancak, Tire’nin isminin Lidya dilinde “şehir” anlamına gelen Teira’dan
aldığına dair de bilgiler bulunuyor. İzmir’in güneydoğusunda, şehre yaklaşık 80 km uzaklıkta yer alan
ve “Yeşil Tire” diye bilinen bu güzel ilçe, çağlar boyu
bereketli topraklarının avantajlarıyla belki de; Hitit,
Frigya, Lidya, Pers, Helen, Roma ve Bizans uyguarlıklarına sahne olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’na en
son katılan beylik olan Aydınoğulları Beyliği’nin bir
dönem merkezi olan Tire, tarihçi Pachmeres’in deyimi ile “Keşişler Yöresi”, Şerafeddin Zafernamesi’nde
“Rum’un Meşhur Kenti”, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde “Şeh-ri Muaz-zam Tire” olarak adlan-
38
dırılmış. Katip Çelebi (1608-1656) Tire’yi “Eski Taht
Şehri” olarak nitelendirirken, 1908 Aydın Vilayeti
Salnamesi’nde ilçe “Ulemalar Yatağı” olarak geçiyor.
1426 yılında kesin olarak Osmanlı Devleti’ne bağlanan Tire, gerek siyasi gerek ekonomik ve gerekse
kültürel varlığı nedeniyle Osmanlıların bu kente
daha ciddi eğilmelerini sağlamış. Bu dönemde yeni
kurulan Aydın vilayetinin sancağı da Tire olmuş.
Özellikle II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde girişilen imar hareketleri kenti kısa sürede
imparatorluk sınırları içinde birinci dereceden kent
konumuna sokmuş. Tire tarih boyunca bir sayfiye
yerleşimi olarak ön plana çıkmış ve bazı kaynaklara göre de Kanuni Sultan Süleyman ve Timur gibi
isimleri konuk etmiş. Hatta Tire Belediye Başkanı
Tayfur Çiçek’in dediğine göre Meryem Ana da bir
süre Tire’de yaşamış.
İ
şte, pazarı ve köftesi ile ünlü
Tire’yi gezerken, bu tarihin izlerini
hemen her adımda görürsünüz.
Yeşilliklerin ortasındaki yerleşimlerin
arasından hanlar, kervansaraylar göz
kırpar. Biz, Türkiye’nin en büyük pazarının kurulduğu bir salı günü gittik
Tire’ye. Böylesi ilçelerin halkından
genelde bir sıcaklık beklenir misafire veya turiste karşı ve bazı küçük
yerleşimlerde bu beklenti gerçekten
karşılanır. Ancak Tire’de yaşayanlar,
misafirperverlik ve samimiyet açısından pek çok yöre halkından farklı ve
bunu her giden hissediyor. Mutlak
bir samimiyet, yardımseverlik ve açık
gönüllülükle karşılanıyoruz “yabancılar” olarak. Sadece Tire Köftesi’nden
ve karadut reçelinden tatmak için bile
günübirlik ziyaret etmeye değecek
olan Tire’nin bir turiste de, bir fotoğrafçıya da, evinin alışverişini yapmak
isteyen bir ev hanımına da verecek
çok şeyi var. Ayrıca Tire’yi geçmişiyle
tanıyan, seven ve gelecek vizyonunda
Tire’nin turizmini geliştirmek de yer
alan bir Belediye Başkanı var: Tayfur
Çiçek. İzlenimimiz o ki, Tireliler Tire’yi
de, Başkanlarını da çok seviyor.
Evlerin teraslarında kanaryalar,
güvercinler ve çiçekler göze çarpıyor.
Rivayete göre, lale de Avrupa’ya Tire
üzerinden yayılmış. Ülkemizin başka
ilçelerine nazaran çok daha iyi korunmuş olmakla beraber, bazı ufak tefek
şehirleşme hataları da tüm bu güzellik içerisinde göze batabiliyor. Mesela
bir hamamın ana kısmı şu anda bir
giysi mağazası olarak kullanılıyor.
Tire’de mutlaka görülmesi gereken bir
yer olan Derekahve’ye doğru çıkarken ara sokaklardan da dolaşırsanız
1950’lerden kalma modern üslubun
çok zarif ve karakteristik izlerini taşıyan müstakil evler görülmeye değer.
Başkan Çiçek’ten aldığımız bilgiye
göre bunların çoğu Rumlar’a aitmiş.
İlçe merkezinden yürüme mesafesindeki önemli yerlerden biri de
İbn-i Melek’in mezarı. Hemen dibinde
de Aydınoğlu Beyliğinin kurucusu
Süleyman Şah’ın Türbesi bulunuyor.
Müze statüsündeki, 850 yıllık kitapları
bünyesinde barındıran Necip Paşa
Kütüphanesi… Mimari açıdan da
Tire köftesinin sırrı
Tire’nin en popüler restoranlarından birinin ustası Tire köftesinin taze dananın ön kol ve kaburga
etlerinden yapıldığını söylüyor. Köftenin her kilogramında sadece 10 gram tuz bulunuyor. Bir
gün öncesinden hazırlanan ve terbiye edilen kıyma, ertesi gün bir daha kıyılıyor. Sol elde demir
şiş, sağ elde kıyma olacak şekilde biçim veriliyor ve pişiriliyor ve şişten sıyrılıyor. Tavada tereyağda ikinci kez pişirilerek ve arzuya göre yoğurtlu, domatesli, karışık ya da sade olarak servis
ediliyor. Bunun yanında keşkeği de Tire’nin ünlü yemeklerinden. Tire çeşitli ot yemeklerinin
yaygın olarak yapıldığı bir ilçe: Karışık iç karması, karışık ot kavurması, sarmaşık kavurması hem
evlerde sıçka yapılıyor hem de restoranlarda bulunabiliyor. Kabak çiçeği dolması da Tire’de çok
sık yapılan yemeklerden. Ayrıca heybeli çorba da Tire’ye has yemeklerden. Hamur işlerine örnek
olarak da lalengi (gıylangı) verilebilir. Lalengi yöresel olarak pisi pisi ve patlıcan balığı olarak
anılıyor. Mustafa çorbası da yöreye ait başka bir tat. Her Tirelinin faydalarının bilincinde olduğu
karadutlu peynir tatlısı da yöreye özgü sağlıklı ve harika bir lezzet.
Tire pazarı
Tire köylüsü ürettiği malları birinci elden buraya getiriyor. Çökelek, çamur peynir gibi süt ürünleri,
köy yumurtası, dağda yetişen otlar, çeşitli şifalı bitkiler, kadınların el işleri... Pazardaki her şey pırıl
pırıl parlıyor, ıspanak şehirdeki ıspanaktan daha yeşil, elmalar daha kırmızı ve diri sanki; ve herşey
tertemiz.
39
Necippaşa
Kütüphanesi
özgün tarihi bir bina olan Necippaşa
Kütüphanesi, çiçek ve ağaçların yer
aldığı küçük bir bahçe içinde klasik
bir Osmanlı yapısı. Üzeri kubbe ile
örtülü kare bir mekanın önündeki
revak kısmı da camekânla kapatılarak
kütüphaneye ilave edilmiş. Kitapların
bölgenin nemli toprağından etkilenmemesi için yerden yükseltilerek yapılmış olan binaya yarım daire şeklindeki bir merdivenle giriliyor ve revak
bölümü geçildikten sonra kitapların
bulunduğu odaya ulaşılıyor. Nadide
bir el yazması koleksiyonuna sahip
Necippaşa Kütüphanesi sorumlusu Ali
İhsan Bey, Tire’yle alakası olmamakla
beraber, Tire’ye bir sevgisi olduğu
bilenen Necip Paşa’nın, kendi sahip
olduğu kitaplarla birlikte bunu biraz
daha geliştirterek 1826’da bu kütüphaneyi kurup buraya vakfettiğini
söylüyor. Bölgedeki medreselerden,
bilim adamlarından gelen eserlerle
beraber, Osmanlı dönemine ait yaklaşık 3 bin adet eser mevcut. Yaklaşık
2500 tanesi el yazması olan eserlerin
arasında İbni Sina’nın “Kitabüş-Şifa”sı,
Kâtip Çelebi’nin “Cihannüma”sı, Şeyh
Bedreddin’in “Cami’u’l-Fusuleyn”i de
bulunuyor. Kütüphanede daha çok bilim adamları ve uzmanlara hizmet veriliyor. Özenle korunan eserlerle ilgili
araştırma yapmak isteyenlerin kısa
incelemelerine izin veriliyor, derin bir
araştırma söz konusu olduğunda ise
eserlerin dijital fotoğrafları sunuluyor.
Verimli topraklar ve el
zanaatları
Tire’yi geçmişiyle tanıyan, seven ve gelecek vizyonunda Tire’nin turizmini geliştirmek de
yer alan bir Belediye Başkanı var: Tayfur Çiçek.
İzlenimimiz o ki, Tireliler Tire’yi de, başkanlarını da çok seviyor.
40
Tire’nin hemen her türlü bitkinin
yetişmesine olanak sağlayan verimli
toprakları var. Şeftali üretiminde Balıkesir ile yarışıyor Tire. Erikten şeftaliye,
kividen kestaneye, cevizden pepinaya çok geniş bir çeşitlilik alanında
neredeyse her şey yetişiyor. Özellikle
Akyurt – Başköy’deki bir havzanın
inciri alfatoksininün düşük olması ve
ince kabuklu olması sebebiyle çok ilgi
görüyor. Bir zamanlar önemli bir gelir
kaynağı olan pamuk ise hükümet politikaları sonucunda artık yetiştirilmez
olmuş. Oysa dünyanın en ince lifli
pamuğu bu topraklarda yetişiyordu.
Kendir ve 14 ay boyunca üretimi
yapılabilen tütün üretimi de benzer
sebeplerle bırakılmış. Bir zamanlar
Tire’de ipek böcekçiliği, ipek dokuma
yaygınmış. İpek böcekçiliğinin temeli
olduğu için zamanında bolca dut
ağacı dikilmiş. Şimdi ipek dokuma
o kadar yaygın değil ama o dutlardan yapılan Tire’nin meşhur karadut
reçeli ve tatlısı ipekçiliğin alternatif bir
sonucu olmuş.
El zanaatlarının hayli yaygın olduğu Tire’de Osmanlı döneminde bereli
dokuma yapılırmış ve sarayın bütün
çamaşır ve kumaş ihtiyacı Tire’den
karşılanırmış. Bu zanaat şu anda
Belediye’nin çabaları ile tek tezgahta
yaşatılmaya çalışılıyor ve sipariş üzerine üretim yapılıyor.
Tire’nin ünlü zanaatlarından biri
olan keçecilik de devam ediyor. Bu
alanda, Tire’de nesillerdir keçecilikle
uğraşan Cön ailesinden Arif Cön’ün
çalışmaları öne çıkıyor. Keçe sanatçısı
Filiz Otyam’ın da keçelerini Tire’den
aldığını öğreniyoruz. Bunun dışında pek çok tezgahta da, bere, şal,
kepenek ve ayakkabı keçesi sağlayan
bu geleneksel zanaat yaşatılıyor.
Urgan ve halat üretimi de Tire için
çok önemli. Eskiden kendir dikilirmiş
Tire’de. Kendirler bağlar halinde o
zamanlar tertemiz akan Menderes’e
çürümeye bırakılırmış. Çürüyen o
bağlar develere yüklenir, evlere
getirilir, bağlaçlar kendir kısmından
ayrılırmış, bunlar sicim haline getirilir,
urgan halat yapılırmış. Tire’de deniz
olmamasına rağmen Osmanlı donanmasının halatları burada üretilirmiş.
Halen çalışan bir modern urgan halat
fabrikası var. Yaklaşık 25 ülkeye Çin’e
kadar ihracat yapılıyor. Türkiye’deki
bütün büyük limanlara halat halen
buradan gidiyor.
Semercilerden de son bir kaç
usta kalmış. Belediye de bu zanaatin
sürmesi için onlara sembolik hediyelik siparişler veriyor. Yöreye özgü
takunyalar, daha doğrusu “nalınlar”
üreten nalıncılardan şu anda üretim
yapan bir kişi kalmış.
Sokak sağlıklılaştırma projesi kapsamında Tire’de tamamlanan ve süren
çalışmalar var. Belediye tarafından
restore ettirilerek butik otele dönüştürülen ve çok ilgi gördüğü için erken
rezervasyonun şart olduğu “Gülcüoğlu Konakları” oldukça güzel ve huzurlu
bir konaklama ortamı sunarken, ilçenin birkaç büyük oteli daha var.
Tire Pazarı
Tire Salı pazarı Türkiye’nin en
büyük açık pazarı. İstanbul’da dahi bu
büyüklükte bir Pazar yok. En büyük
Pazar olması dışındaki önemli bir
özelliği de buranın aynı zamanda
bir üretici pazarı olması. Tire köylüsü
ürettiği malları birinci elden buraya
getiriyor. Çökelek, çamur peynir gibi
süt ürünleri, köy yumurtası, dağda
yetişen otlar, çeşitli şifalı bitkiler,
kadınların el işleri... Pazardaki her şey
pırıl pırıl parlıyor, ıspanak şehirdeki
ıspanaktan daha yeşil, elmalar daha
kırmızı ve diri sanki; ve her şey tertemiz. Geçmişte bu pazarın bölümleri
varmış, portakal pazarı, kavun pazarı,
çıra pazarı, dokumacılar pazarı, kadınlar pazarı gibi bölüm bölüm adlandırılırmış. Pazarın ana sokağı meyve
sebze ağırlıklıyken ara sokaklara
girdikçe karşımıza keçeciler, semerciler de çıkıyor. Yokuş yukarı gidince ise
el işi örtülerin, oyaların bulunduğu bir
bölüme varıyoruz. Yeni üretimler de
var, sandıktan çıkanlar da.. Pazardaki
her ürün Tirelilerin zevk sahibi bir halk
olduğu izlenimini uyandırıyor. İzmir’in
çeşitli semtlerinden Salı günleri
Tire’ye ücretsiz otobüsler kalkması
için Büyükşehir Belediyesi ile Tire
Belediyesi çalışmalarını sürdürüyor.
41
SANAT
Tarihi mekanlar
İbn-i Melek’in mezarı
Tire Müzesi
Theos Mozolesi
Kayıstiros Kaya Mezarları
Necippaşa Kütüphanesi
Kutu Han
Abdüsselam (Ali Efe) Hanı
Yeni (Mathius) Han
Kurşunluhan (Bakırhan)
Çanakçı Mescidi
Ali Han Mescidi
Kurt ve Doğancıyan Zaviyesi
Ulu Camii
Kara Hasan Camii
Gucur Camii (Zaviye)
Tahtakale Çarşısı
Tahtakale Camii
Karakadı Mecdettin Camii
Yahşibey (Yeşil İmaret) Camii
Yoğurtluoğlu Külliyesi
Şemsi Mescid ve Ayazma
Yalınayak Camii
Yeni Camii
Molla Arap Camii
Mehmet Bey Camii
Hafsa Hatun Camii
Paşa Camii
İbn-i Melek ve Süleyman Şah
Türbesi
Ali Baba Tekkesi
Balım Sultan Türbesi
Buğday Dede Mescidi
Sire (Sır) Hatunlar Mescidi
Alamadan Dede Türbesi
Tahtakale Hamamı
Eski Yeni Hamam
Yalınayak Hamamı
Sanatın İzmir’deki zirvesi
EgeArt
Demet ALTUNTAŞ
Manzara, sağlık ve damak tadı
Tire deyince, akla ilk gelen taptaze sebzeler ve otlar ile
başka bir yerde aynı kalitede bulamayacağımız meşhur
ot yemekleri olmalı. Tire’nin Kaplan Köyü’ndeki Kaplan
Restoran da bu lezzetlerin öne çıkan duraklarından
biri. Tire Ovası’na hakim yüksek bir yamaçta kurulmuş,
Lütfü Çakır ve eşi Hürmüz Hanım’ın işlettiği bu
restoran, hem manzarası, hem ahşap ağırlıklı samimi
dekorasyonu, hem de ot yemekleriyle misafirlerine “iyi
ki gelmişim” dedirtiyor. Büyükşehirlerde bulunması
zor olan doğallıktaki zeytinyağı, sarmısak, limon ile
lezzetlendirilmiş soğuk ya da sıcak her çeşit ot yemeği
bulunuyor. Her mevsim yenebilse de bunların, en ideal
zamanı, doğanın coştuğu ilkbahar ayları. Restoranın
et yemekleri ve incir gibi meyvelerle yapılmış tatlıları
da özenli ve lezzetli. Her haliyle özel bir yer olduğunu
hissettiren bu mekanın, sahibinden dinleyebileceğiniz
pek çok hikayesi var. Kaplan, Tire’deki restoranlardan
en öne çıkanı, en bilineni. Kaplan Köyü’nde ve Tire’nin
merkezinde bu lezzetlerin bulunabileceği, 10’un
üzerinde mekan daha var.
42
E
ge
Üniversitesi’nin
2005 yılında
başlatmış olduğu “EgeArt Sanat
Günleri”nin üçüncüsü, Kültür Bakanı
Ertuğrul Günay, sanat eleştirmeniyazar Doğan Hızlan, İzmir Valisi Cahit
Kıraç, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ve pek çok sanatçının
katıldığı tören ile 11 Aralık’ta başladı.
İzmir halkının, sanatçıların ve sanat
severlerin büyük ilgi gösterdiği 3.
EgeArt Sanat Günleri, İzmir’in 13 farklı
noktasında sanat ile halkı buluşturdu.
Usta sanatçıların seçkin eserlerinin
yer aldığı sergiler ve programlanan
söyleşiler, paneller, canlı performanslar, dinletiler ve sahne etkinlikleri ile
zenginleştirilmiş olarak, sanatçı ve
sanatseverlerden gelen yoğun talep
üzerine iki yılda bir organize edilerek
geleneksel hale gelen EgeArt Sanat
Günleri’nin ilkini 15 – 18 Aralık 2005
tarihleri arasında 25.000
sanatsever, 5 – 9 Aralık 2007 tarihleri
arasındaki 2. EgeArt Sanat Günleri’ni
ise 57.000 sanatsever izlemişti.
11-15 Aralık 2009 tarihleri arasında EÜ Atatürk Kültür Merkezi ile 12
paralel sergi alanında gerçekleştirilen
3. EgeArt Sanat günleri, 11-25 Aralık
2009 tarihleri arasında 12 paralel sergi
alanında devam etti. Sadece ulusal
değil, uluslararası önemli sanatçıları
da sanatseverlerle buluşturan olan 3.
EgeArt Sanat Günleri’nde 400’ü aşan
seçkin sanatçı, 2000’i aşan eseriyle yer
aldı. TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın
önemli katkıları ile, İzmir Valiliği, İzmir
Büyükşehir Belediyesi, Konak Belediyesi, TRT, Endonezya Fahri Başkonsolosluğu, Goethe Institut, Hırvatistan
Fahri Başkonsolosluğu, Japonya
İstanbul Konsolosluğu, EBSO, İzmir
Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği,
İZTO, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası
ve İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin
desteklediği bu büyük sanat etkinliğine AnadoluJet, Anemon Hotels, EgeTv,
Ermaş Mermer, Feast, Garanti Bankası, Hürriyet, İzmir Life, Mermertay,
Milliyet, Mopak, Özgörkey, Sony, Sony
Centre, Türk Hava Yolları, Vakıfbank,
Yeni Asır ve Yurtiçi Kargo da sponsor
olarak destek verdi.
Usta sanatçılar EgeArt’ta
Etkinliğin “Usta Sanatçılar”
bölümünde sanatseverler; fotoğraf
alanında Ara Güler, seramik alanında
Hamiye Çolakoğlu, resim alanında
Neşe Erdok ve baskı resim alanında
Mustafa Aslıer başta olmak üzere pek
çok ustanın sanatını yakından izleme
olanağı buldu.
Her yönüyle sanat
Dünyaca ünlü seramik sanatçısı
Alev Ebüzziya Siesbye’nin de bir söyleşi ile katıldığı 3. EgeArt Sanat Günleri
43
Heykel Çalıştayı’ndan doğan
eserler kampüsü süslüyor
Devran Mursaloğlu
Adnan Varınca
kapsamında onur sanatçılarının ve
usta sanatçıların tanıtıldığı söyleşilerin yanında “Güncel Sanat – Sınırları”,
“Sanat ve Piyasa”, “Sanatta Sahtecilik”
konulu 3 önemli panel gerçekleştirildi.
Onur ödülleri
Türk resim sanatına yaptığı
katkılardan dolayı Adnan Varınca’ya,
sanata bilimsel katkılarından dolayı
Prof. Dr. Gönül Öney’e ve İzmir Sanat
oluşumuna kurumsal katkılarından
dolayı da İzmir Kültür Sanat ve Eğitim
Vakfı’na (İKSEV) onur ödülü verildi.
Üniversitelerin Güzel
Sanatlar Fakültelerinin
akademisyen sanatçıları
buluşuyor
Ara Güler
Türkiye’de Güzel Sanatlar Fakülteleri bulunan üniversitelerden; Anadolu, Afyon Kocatepe, Ankara, Akdeniz,
Atatürk, Beykent, Bilkent, Dokuz
Eylül, Hacettepe, Kadir Has, Marmara, Erciyes, Işık, İzzet Baysal, Mimar
Alev Ebuzziya Siesbye
44
Sinan, Yaşar, Yedi Tepe, Yüzüncü Yıl,
Gazi, Adnan Menderes, Mersin, Trakya
ve Okan Üniversitesi olmak üzere
toplam 23 üniversite çeşitli performanslarla 3. EgeArt Sanat Günleri’nde
yerlerini aldı.
Uluslararası katılım
3. EgeArt Sanat Günleri kapsamında
bu yıl ilk kez “Yarışmalı Heykel Çalıştayı”
düzenlendi. Heykeltıraşlar Malik Bulut,
Özgür Turhan, Yıldız-Güner Turhan ve
Ali Dirier, “Doğada ritim, sanatta ritim”
temasıyla tasarladıkları eserleri kampüste kendilerine ayrılan alanda tamamladı
ve eserler kampüsün belirli alanlarına
yerleştirildi. Vakıfbank’ın ana sponsorluğunda Cahit Doğan, Ermaş Mermer AŞ
ve Mermertay AŞ’nin sağladığı katkılar
ile yapılan heykellerin yapım aşamasında bu sanata ilgi duyanlar, sanatçıları
ve çalışmalarını yakından izleme şansı
buldu. Çalıştaya başvuran 22 eserden
12’sinin maketleri de EgeArt Sanat Günleri süresince EÜ Prof. Dr. Yusuf VardarMÖTBE Kültür Merkezi’nde sergilenecek.
Heykeltıraş Ali Dirier:
EgeArt Heykel Çalıştayı’nın ilk bu sene yapılmış olması
önemli bir başlangıç. Ege Üniversitesi’nin üçüncüsünü
düzenlediği EgeArt Sanat Günleri, sanatın birçok dalını bünyesinde barındırmış olması, öğrenciler ile paylaşma azmi ve
isteği açısından bir heykeltıraş olarak benim için çok anlamlı. Bir ay boyunca bizim için hazırlanan çalışma alanında bizi
ziyaret eden öğrencilere ve izleyicilere sunabildiğimiz bir
heykeltıraşın nasıl çalıştığı ve nasıl sonuca ulaştığını gösterme şansına sahip olduk. Anadolu’nun geçmiş tarihine
baktığımızda bu topraklarda binlerce yıldır heykel
okullarının olduğunu düşünürsek, heykel eğitiminde cumhuriyet öncesinde ne kadar geri
kaldığımızı açıkça görürüz. Cumhuriyet
sonrasındaki dönemde ise kurulmaya
başlanan güzel sanatlar okullarının
çoğalması ve heykel eğitimine verilen
önemin artması çok anlamlı fakat bu
okullardaki eğitim düzeyinin ilerlemesi
gerekirken gerilemesi de düşündürücüdür.
Almanya Konsolosluğu - Goethe
Institute, Japonya İstanbul Başkonsolosluğu ve Hırvatistan İzmir Fahri
Konsolosluğu da 3. EgeArt Sanat
Günleri’ne katılırken; Almanya, Bulgaristan, Belçika, Fransa, Hırvatistan,
İngiltere, Yunanistan, Romanya, İsrail,
Japonya, Macaristan ve Kore’den
gelen 20 yabancı sanatçı da eserlerini
sergiledi.
Heykeltıraş Özgür Turhan:
Heykel çalıştaylarının Türkiye’de heykel
sanatının yaygınlaşmasına önemli katkıları
olacağını düşünüyorum. Ege Üniversitesi’nin
birincisini düzenlemiş olduğu “heykel çalıştayı”
da bu anlamda çok önemlidir.
Bu ilk organizasyonun başarısı bence ilerleyen yıllarda çalıştayın uluslararası bir nitelik
kazanacağının da habercisidir.
Sanatın farklı dalları
Lif sanatı, keçe sanatı gibi az
bilinen sanat dallarının da yer aldığı 3.
EgeArt Sanat Günleri sahne sanatlarıyla da zengin bir program sundu.
Muhittin Yıldız & Sunshine Band
Orkestrası’nın “50’lerden Günümüze
Caz & Latin & Pop & Oldies Konseri”,
“İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Konseri”, İzmir Devlet Opera ve Balesi ve
DEÜ Devlet Konservatuvarı iş birliği
ile düzenlenen “Fourtissimo ve Sihirli
Flutler Konseri”, Özgen Akçagül ve
Blue Note Orkestrası’nın “Müzikte
Dünya Turu Konseri”nin yer aldığı ve
büyük ilgi gördüğü program kapsamında Ali Poyrazoğlu da “İçimdeki
Timsah” adlı tiyatro oyununu sahneledi. Endonezya İzmir Fahri Konsolosluğu iş birliği ile gerçekleşen “Kalebendu Kukla Gösterileri” de EgeArt’a renk
kattı.
Heykeltıraş Malik Bulut:
EgeArt ülkemizde nadir olarak yapılan sanatsal
etkinliklerden bir tanesi. Sanat eserleriyle toplumu bir
araya getirmek, bu birikimleri paylaşmak bir kültürdür, değerdir. Bu tür etkinliklerin sayısının artması ve
sürekliliği ülkemizde sanat ortamlarının yaratılmasına ve
bu değerlerin paylaşımına katkıda bulunacaktır. EgeArt
etkinliği dolayısıyla İzmir’de yaşayan sanatsever, Türk
sanatının önemli isimleriyle, yapıtlarıyla karşılaşma olanağı bulacaktır. Heykel çalıştayı Ege
Üniversitesi’nde bir ilkti. Kampüs içinde gerçekleşen böyle bir çalışmanın amacı, doğada bir
kaya parçası olarak duran malzeme hangi aşamalardan geçerek sanat yapıtı halini alıyor, bunu
paylaşmaktı, bunun için sürece kampüsteki izleyiciler de dahil oldu. Kanımca bu eylem sanata
daha yakınlaştıracaktır onları, bir yapıtla karşılaştıkları zaman bir fikirleri oluşacaktır, bir yorum
yapabileceklerdir. Umuyoruz ki Ege Üniversitesi bu çalıştayın sürekliliğini sağlayacaktır ve
gelecek yıllarda çağdaş sanat yapıtlarıyla donatılmış bir açık hava heykel müzesine kavuşacaktır.
45
“Bu bir reçeteyi arama
yolculuğu”
EgeArt Sanat Danışma Kurulu
Başkanı ve seramik sanatçısı
Tüzüm Kızılcan
EgeArt’ın ruhunu anlattı:
“EgeArt’ın hedefleri neler veya
nasıl bir düşünceyle yola çıktık” sorusunun cevabını aradığımız zaman
çok geniş bir soru kümesiyle karşılaşmamız mümkün. İzmir sanat ortamına dair birtakım okumaları doğru
yapmayı “sokaktaki insanla” birlikte
öğrenmek, normal hayatımızın içine
sanatla ilgili bir alışverişi sokmak
EgeArt’ın hedefleri arasında. Günümüzün ekonomik şartlarıyla düşünülen tek şey günü geçirmek veyahut o
günü atlatmak. Dolayısıyla toplumun
kültür alışverişiyle ilgili sorgulamaları
hep gerilerde kalıyor; yani hepimizin
yaşadığı çok ciddi zorluklar sanatla
yaşamamızı kolaylaştırmıyor. Sanatla
yaşayabilmek için sadece sanat eseri
almak veya sanatsal aktivitelere katılmak yetmez. Kentin yaşam kültürü
var. Yaşam kültürünün içine sanatı
46
sokabilmeyi başarırsak, insanlar
bu keşmekeşin
içinde yaşarken
kendilerine vakit
ayırabilirlerse
sanat, yaşamlarına
girebilir. 50 yıl
önce bizim ortamdan aldığımız
eğitim çok zengindi. Biz sergilere
de gidebiliyorduk,
müzelere de
gidebiliyorduk ve
bunları yaparken gördüğümüz her
şeyi bilgi dağarcığımıza sokmayı
öğrendik. Düşünmeyi öğrendik,
yaptığımızı sorgulamayı öğrendik.
Şu anda yaşanan bu eksiğin çözümü
çok kısa süreli bir çözüm değil. Bir
EgeArt’la iki EgeArt’la olacak bir şey
değil. Biz birtakım doğru değerleri
sunmak amacıyla yola çıktık. Bir rol
modeli oluşturabilirsek, hem şehrin
yaşam kültürü açısından hem sanat
kültürü açısından bir artı kazanabiliriz diye düşünüyoruz. Bu değerleri,
bu zenginliği, fazla ayrım yapmadan
yansıtma gayretindeyiz.
Bugün acaba güncel sanat
etkinliklerinin varlığından kaç kişi
haberdar? Biz sanat kavramı içinde
güncelleşmekte olan birtakım olguları EgeArt vasıtasıyla sunmak istiyoruz.
3. EgeArt Sanat Günleri kapsamında
cam sanatı da var, lif sanatı da var.
Zanaat ve sanat arasında çok hassas
bir ayrım var. Bu ayrımları sorgulamak sadece akademik çözümlerle
mümkün değil, içinde yaşayabilmek,
onu algılayabilmek gerekiyor. Sanatı
sokaktaki insanın hayatının içine
sokabilmek gerekiyor. Sanat, yaşamın
içinde kendiliğinden var olan ama bunun yanında belli bir disiplini, belli bir
eğitimi, belli bir yolu ve yöntemi olan
bir olgu. İnsanlar anlamadığı şeyleri
itme, reddetme eğilimindedir. Oysa
sorgulanması gereken yapılan üretim
midir, onu anlayamayan mı? Biz bir
şeyi kavrama açısını ne kadar çok
açabilirsek, ne kadar onlarla insanları
tanıştırabilirsek; insanlar o kadar analiz etme ve ardından anlama sürecine
girer. İnsanları bilgilendirerek ve özendirerek böyle bir noktaya getirebiliriz.
3. EgeArt Sanat Günleri böyle bir
donanıma ihtiyaç duyan herkesin başvuru adresi olabilecek. Yani açlığını
hisseden kişinin iştahını kabartan bir
yer diye düşünün, her şey var içinde;
müzik var, edebiyat var, yani bu sene
bu kadarı yapılabildi. Seneye ve öbür
senelere daha çok şey yapılabilir. Bu
bir hazır reçete değil, buna reçeteyi
arama yolculuğu diyebiliriz. Hedefe
ulaşmak için bir kere daha bir kere
daha denememiz lazım, sunmamız
lazım. Bu sene 13 noktada aktivite var
ama gönül istiyor ki İzmir için 3 gün
değil de 15 gün sürsün.
Tüm kente yayılan sanat etkinlikleri
3. EgeArt Sanat Günleri Ege Üniversitesi Atatürk
Kültür Merkezi başta olmak üzere 13 kültür merkezinde açılacak sergiler ile İzmir’e yayılacak. Paralel
sergi alanları ve buralarda gerçekleştirilecek sanat
etkinlikleri:
• T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzesi
Ege’de Sanat Yaşamı Karma Sergisi
Yaşar Cengiz ÇINAR “Keçe - Sanat” Sergisi
ve Workshop Sunumu
T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı
İzmir Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu
• İzmir Büyükşehir Belediyesi
Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi Sanat
Galerisi
Gülsün ERBİL “Sufi’nin Yaşamı” Sergisi “Murat Ali ÇELİK Anısına” Heykel Sergisi • İzmir Büyükşehir Belediyesi Tarihî Havagazı Fabrikası
Vitra Seramik Sanat Atölyesi
“Kişisel İzler 7” Karma Seramik Sergisi
İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi “İMOGA”
Koleksiyonundan Seçmeler
• Konak Belediyesi Güzelyalı Kültür Merkezi Sanat
Galerisi Genç Sanat Resim Yarışması Sergisi
• TCDD Alsancak Garı Sanat Galerisi
Devran MURSALOĞLU
“Şuursuz Dönüş” Kağıt Sanatı
• Türkiye İş Bankası İzmir Sanat Galerisi
“Lif Sanatı” Karma Sergisi
• İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı
Kalebendu Kukla Sanatı Gösterileri
Endonezya İzmir Fahri Konsolosluğu İşbirliği ile...
• EÜ Prof. Dr. Yusuf Vardar MÖTBE Kültür Merkezi
“Doğada Ritim, Sanatta Ritim”
1. Ödüllü Heykel Çalıştayı Sergisi
• EÜ 50. Yıl Köşkü Sanat Galerisi
İFOD “İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği”
Karma Sergisi
• İTK Gazi Mustafa Kemal Paşa
Kültür Merkezi - Sanat Galerisi
“Çağdaş Türk Baskı Resminden Bir Kesit” Karma
Sergisi
• Adnan Franko Sanat Galerisi
Ali Arif ERSEN Fotoğraf Sergisi
• K2 Güncel Sanat Merkezi
“Görüntünün Melankolisi”
Resim, Fotoğraf, Video, Enstalasyon, Performans
Karma Sergisi
47
KAMPÜSTE SÖYLEŞİ
Sanata ve Anadolu’ya
aşık bir çift
Gamze KARADEMİR EROL
Duygu ÖZTÜRK
Filiz ve Fikret Otyam,
sanatın sadece bir değil,
birkaç türünü birden
icra edebilen
usta sanatçılar...
Üstelik her ikisi de
Anadolu’dan ilham alıyor.
48
E
ge Üniversitesi 2009-2010 akademik yılının açılış töreninde büyük
fotoğraf, yazı ve resim üstadı
Fikret Otyam ile eşi, fotoğraf ve keçe
sanatçısı Filiz Otyam konuk oldular
üniversitemize. Eserleri, yaklaşık bir ay
Prof. Dr. Yusuf Vardar -MÖTBE- Kültür
Merkezi’nde sergilendi iki büyük sanatçının. Filiz Hanım, keçeyle çalışmasından ve ürettiklerinden de anlaşılabileceği gibi doğal, doğa tutkunu,
Anadolu’dan beslenen, Anadolu’nun
tadını, kokusunu ve dokusunu bilen bir
sanatçı. Fikret Bey ise bir başka can...
Açılışımıza konuk olmaları vesilesiyle
büyük röportaj ustası Fikret Otyam
ile karşılıklı söyleşme imkanı buldum.
Röportajlarıyla ünlenmiş birine soru
sormak benim için dünyanın hem
en zor hem de heyecan ve mutluluk
verici işlerinden biri oldu. Çok öyküsü
vardı büyük üstadın anlatacak… Çok
görmüş, çok yaşamış…
Fikret Bey, Anadolu’ya olan sevdanızla tanınıyorsunuz? Sizi
Anadolu’da en çok ne etkiledi?
Ben 1926 Aksaray doğumluyum.
O zaman Aksaray’da tek eczane vardı,
babamın eczanesi. Tek olduğu için de
oradaki hastaları, ölümleri, yoklukları ve 2. Dünya Savaşı’nı yaşadım.
Derdim ki kendi kendime eğer büyük
bir adam olursam, bu halka hizmet
edeceğim. Doktor olmak istemem,
dişçi olmak istemem, onlar başka bir
şey, bu başka bir şey gazetecilik ve
sanatkarlık. 1950’de gazeteciliğe başladım. 1953’te Falih Rıfkı Atay, Dünya
Gazetesi Yazı İşleri Müdürü oldu. Ben
de Dünya Gazetesi Yazı İşleri Müdür
Yardımcısı olarak çalıştım. Falih Rıfkı
Atay, “Otyam” diyemezdi, “Otyat Bey”
derdi bana hep. Birgün “Kuzum çok
yoruldun” dedi, “bir bilet al Hopa’ya
kadar gidip gel” dedi. Ben kara çocuğuyum. Aklım doğuda, ilk defa izin
verdiler kendimi doğuda buldum.
Çok insanlar gördüm, çok hikayeler
dinledim… Hepsi beni ayrı ayrı etkiledi. O yıldan beri doğu halkının gözü
kulağı oldum.
Filiz hanım, Anadolu’dan beslenen
bir sanat icra ediyorsunuz: Keçe
dokuma sanatı...
Burada benim bir avantajım var;
25 yıldır, eski yıllardan kalma bir
tezgahta dokuma yapıyorum. Şimdi
o dokumalarımı keçeyle birleştirip
keçenin içine dokuma gömüp yeni
bir çalışma düzeni tutturdum. Birkaç
tane de kendi desenlerimi kullandım.
Kendi desenlerim de yine Anadolu
kaynaklı. Sergide bir yeşil çalışma
vardı. Bir Anadolu evinin duvarını
boyamışlar. Duvarın üzerine de belki
bir oraktan belki bir ay yıldızdan esinlenmiş bilmiyorum. Onun desenini
çizmiş. Ben de fotoğrafını çekmiştim,
onu burada uyguladım. Yine kaynak
Anadolu ama çeşitli araçlar silsilesinde sonunda keçeye geçebildim.
Fikret Bey, “Dünya” Gazetesi’nde,
“Ulus”ta, “Cumhuriyet”te yazılar
yazdınız. Şimdilerdeyse “Aydınlık”ta
okurlarınızla buluşuyorsunuz...
Bakın iki gazeteye şükran borcum
vardır. Birisi Dünya Gazetesi, mesleğe
başladığım yer…İkincisi de Cumhuriyet. Çünkü doğuya ve güneydoğuya
ait röportajlarımı –dönem dönem
aksaklıklar olsa da- en iyi şekilde verdi, bu nedenle halkım adına şükran
borcum var her ikisine de. Hasan
Cemal benim arkadaşım. Fakat bence
çok kötü bir kitap oldu “Cumhuriyet’i
Çok Sevmiştim”. Ben bunu yapmadım.
Cumhuriyet benden de bunu bekledi.
Bense “Aydınlık” dergisinde “Hasan
Cemal Bu Nasıl Sevgi” diye yazı yazdım. Hatta Cumhuriyet bunu yayın-
ladı. Ben ekmek yediğim yere ihanet
eder miyim? Cumhuriyet’teyken iki
çocuğum oldu. Bana ihanet ettiler,
çekildim gittim. “Demokrat” diye bir
gazete çıkarttık. Savaşım bir de orda
devam etti.12 Eylül gördüm, 12 Mart
geldi dağıldık… Ama hiç bir zaman
ekmek yediğim yere ihanet etmedim.
Aydınlık’ın yeri de benim için bir
başkadır. Çok seviyorum Aydınlık’ı…
Yazımın asla bir virgülünü bile değiştirmez, aynen yayınlarlar.
Teknoloji çağın vazgeçilmezi oldu.
Hızla gelişiyor ve her alanda yeni
imkanlar yaratıyor. Özellikle fotoğraf alanında gelişmelere yol açıyor.
Sizce bu gelişmeler fotoğrafı nasıl
etkiliyor, Fikret Bey?
Bakınız fotoğraf en büyük tanıktır.
İnkarı kabul etmez. Şimdi şu sahtekar
makinalar çıktı. Her türlü şey yapılır
oldu. Benim zamanımda, ben bir
olayı gördüm mü önemli olan yazıma
tanıklık etmesiydi. Ama korkarak
basardım denklanşöre... Niye? Çünkü
film 12 tane basardı. Bazen tanıklıklarım yazıda kaldı… Bazen filmlerime
el koyulmak istendi… Zordu benim
zamanımda fotoğrafçılık…
İlk makinenizi ne zaman aldınız?
İlk fotoğraf makinemi, ilk kez
Roma’ya gittiğimde 1957 yılında
aldım, Ferrania marka. Param ancak
ona yetti. Tepeden bakılırdı 6 x 9 film
çekerdi, 12 kare. Bu makinayla 7 yıl
röportajlarımın fotoğraflarını çektim.
Bununla ödül de aldım. Makineyi ilk
aldığımda 3.Napolyon Caddesi’nde
kralın heykeli var atın üstünde, bir
baloncu da balon satıyor orada. Öyle
bir denk düşmüş ki sanki kral elinde
tutmuş da balon satıyormuş gibi…
O kareyle ödül aldım ilk makinemle.
Makineye film takmak, çekimlerden
sonra filmleri yıkamak…
Ben o zevki yaşadım,
onun tadı bambaşka.
Evlendikten sonra Filiz
de kursa gitti. Sonra o
da başladı fotoğrafları
yıkamaya, o yıkıyordu
ben basıyordum…
Böyle fotoğraflarla geçti
ömrümüz. Tabi bu dijital
makine çıktı -ben ona
sahtekar makinesi diyorum- Filiz’in yeğeni meraklıymış bu makinelere,
“Dubai’ye gidiyorum, bir
şey ister misin” diye sordu. Bize oradan sahtekar
makinesi aldı geldi. 6 ay
elimi sürmedim. Bir gün
gidiyorum, komşunun evinin altında
tahtalarla çakılmış çitin içinde 20-30
tane keçi gördüm. Çıldırdım görünce;
o kadar güzel keçiler. Geri geldim,
“Filiz” dedim “Şu sahtekar makineyi
bana bir öğret”. Keçilerin kuyruğunu
burnunu kulağını her yanını çektim.
Baktım hepsi var. Bir de bastırdık
onları. Böylece tanışmış olduk dijital
makineyle. Filiz’in elinde en güzel
kameralar var, şimdi usta o. Yakında
Adnan Polat, Filiz, yeğeni ve benim
fotoğraflarımdan oluşan “4 objektif,
4 yürek” isimli bir sergi açacağız.
Tuvale gerilmiş baskılar. 24 Kasım’da
Çırağan’da sergilenmeye başlayacak.
Sergi ondan sonra Ankara’da sergilenmeye devam edecek.
Filiz Hanım, siz fotoğraflarınızı dijital mi çekiyorsunuz?
Evet ben uzun zaman önce
geçtim. Fikret de yavaş yavaş benim
makinemi kullanıyor.
Fikret Bey, resimlerinizde doğa ve
insan uyumu ön planda… Doğayı
daha iyi tanımak ve anlatmak için
mi metropolden kaçıp yaşamak için
Antalya’da Geyikbayırı Köyü’nü
seçtiniz?
Ben çocuk yaşlarda başladım babamın eczanesinde çalışmaya. Eczanede çalışırken bana köylüler hayvan
getirirdi. Hayvan meraklısıydım; tilki,
sansar, ördek yavrusu, kaz yavrusu,
sincap yavrusu, kurt yavrusu, tilki
yavrusu... Ben evimde onları beslerdim, onlar tüyer giderlerdi. Yani çocuk
yaşlarda başladı hayvan sevgisi. Sonra
sonra da bir keçi sevgisi başladı. Evimin önünden geçerken yem verirdim
onlara. Biz “keçi ormanın en büyük
düşmanıdır” laflarıyla büyüdük.
Antalya’da 4 köylüyle ev yaptık.
Hemen bahçe yaptık, çünkü ikimiz
de çiçek hastasıyız. Akşamları evin
etrafına keçi sürü geliyor. Akşam suya
inerler, ben de akşamları çiçeklerimi
sularım. O dönem henüz çit yaptıramamıştık, her yan açık olduğu halde
o keçiler, bir gün olsun bizim bir
çiçeğimizi yemedi. 7-8 sürü keçiden
bir tanesi ağzını sürüp yeseydi o
çiçeklerimi namussuz, şerefsizdi. Ama
yemedi. Bende de böyle başladı keçi
sevdası. Şimdiyse uzmanlar diyor ki;
“Keçiler ormandan çıktığı için, keçiler
o yenmesi gereken şeyleri yemediği
için, mesela kurumuş otları yemediği
için yangınlar iki kat daha felaket
haline geldi”. Onların ne kadar vefalı
olduklarını, zararsız olduklarını gördükçe daha bir keçi sevdalısı oldum.
Adana’da, Urfa’da, Mersin’de binlerce
49
kare fotoğraf çektim. Bu keçi sevdam
yüzünden de Ege Üniversitesi’nde
Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü
Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı
beni baş çoban ilan etti. Kepeneği
de giydirdi, keçi yarenliği yaptım üniversitede. Elime de bir kızcağız verdi.
Maalesef kaybettik onu… Şimdi 6 yıllık kızımız var Nimetçik. Onun sütünü
içiyoruz, kaymağını yiyoruz. En vefalı
yavru, 3 aylıktı aldığımda.
Peki Filiz Hanım, Anadolu’dan beslenmek için mi Toroslar’da yaşayışınız ve şehirden uzak oluşunuz.....
Bu bir plan proje dahilinde
olmadı. Çünkü biz Fikret’le 35 yıldır
birlikteyiz ve birlikte Anadolu’yu
gezdik. Fotoğraf çektik bol miktarda,
yaşadık. Onlardan biri olduk. Bir kadın
hamileydi biz röportaja gittiğimizde
Muş’un yaylalarında. Çocukları doğdu
benim adımı verdiler. Beraber büyüdük, beraber yaşadık. Yıllar içinde özledik, görüştük, haberleştik, ilişkimizi
hiç koparmadık. Onlar bizim belleğimize yerleşti. Bu birikimlerin sonunda
da en iyi bildiğimiz şeyi yaptık. Evimize döndüğümüzde bu hatıramızda
kalan fotoğrafları değerlendirdik,
ben keçe yaptım, Fikret resimlerini
yaptı.Yani Anadolu’da yaşayalım diye
bir plan yapmadık, çünkü yaşam
tarzımız zaten oydu. Bizim için çok
daha verimli oldu. Çok daha büyük
bir kentte çalışsanız yolda çok zaman
kaybediyorsunuz, ama bu şekilde en
azından eş dostla çok daha fazla birlikte oluyorsunuz. İlişkiler çok önemli
merkezlerde. O ilişkileri sağlayacağım
derken vaktinizi kaybediyorsunuz.
Öbür türlü ilişkiler bizim umrumuzda
olmadı. Bir dağ eteğinde yaşadık,
sağlıklı yaşadık, sağlıklı beslendik.
Bizim için ilişkiler önemliydi. Her şey
birbirine denk geldi yani.
Fikret Bey, İbrahim Çallı’nın ve Bedri
Rahmi’nin öğrencisi oldunuz…
Çallı, nur içinde yatsın çok değerli
biriydi. Akademideki hocaların hocasıydı. Şimdi ben terbiyesizlik yaptım,
geldim Anadolu’dan bir atölyeye
girdim. Oradaki hoca hiç benim
resmime bakmıyor. O zaman orası
saraydı, sonra yandı. Bir gün “Hocam
benim resmime bakar mısın?” deyince
“Vay küstah sen bana nasıl işimi
hatırlatırsın.” dedi, o kadar kişinin
içerisinde beni kapı dışarı attı. Çıkınca
da yakamdan tuttu, sarıldı biz sarayın
ikinci katından birinci katına yuvarlana yuvarlana indik. Herhalde padişah
bunu önceden bildiği için böyle
büyük yaptırmış kırmızı halıları. Aşağı
düştük, ama bu arada da hoca bana
50
bağırıyor. Gözümün önünde bir parlak ayakkabı belirdi. Kafamı kaldırdım,
müdürümüz Burhan Toprak; Fevzi
Çakmak’ın damadı... Hocanın sinirden
ağzından köpükler çıkıyor, “Kovun
bunu, gidecek buradan.” falan diyor.
Neyse bana bir hafta geçici çıkarma
verdiler. O da bir müdür muavini ölen
ağabeyimin ahbabıymış, o sayede.
Beni hiçbir atölye almıyor... Sonra
Çallı “O hergeleyi bana geri gönderin.”
demiş, ben de gittim Çallı’nın atölyesine. Kapıdan girmemle beraber,
nutkum tutuldu, geri çekilecektim çekilemedim; karşımda çırılçıplak bir kadın duruyor. Büyük ağabeyler, ablalar
resim yapıyor. Ağabey, ablalar bana
sehpa, kağıt verdiler. Ben de başladım
onlar gibi çizmeye. Çallı geldi baktı;
“ulen” dedi “Sana kim dedi burada
çalış diye. Dön arkanı.” dedi. “Buna bir
ayak, bir kafa getirin” dedi. Bana bir
roma başı geldi, bir de ayak. Ben 7 ay
o ayağın ve kafanın resmini yaptım,
desen çizdim; desenin önemine bak.
Artık kusmak geliyordu içimden…
Babam Kuruçeşmeli, ben de
Ortaköy’de kalıyorum. Ben de aldım
sehpamı gittim. Bir kahve var orada.
Orada kahvede şöyle yağlıboya bir
resim yaptım, getirdim ağabeylere
ablalara. Çallı da haftada 2 gün gelir,
bakar resimlere… O gün geldi, bakıyor resimlere şöyle perdenin arasından bir Atatürk gördü. “Açın perdeyi”
dedi. Açtılar. “Kim yaptı bunu?” dedi.
Besim ağabey, vardı, “Hocam ben
yaptım.” dedi, “Sipariş”. Çallı, “Ulan”
dedi, “Atatürk’ü biliyordum ama
kömürcü çıraklığı yaptığını bilmiyordum.” dedi. Böyle tenkitleri vardı….
Derken sıra benim resme geldi. Ben
hiçbir şey demiyorum. “Yahu ne güzel
resim, hanginizin?” dedi. “Küçüğün.”
dediler, bana hep “küçük” derlerdi.
Bana bir kızdı: “Ulan, sana kim söyledi
yağlıboya yap
diye, bir daha
yapmayacaksın.”
O aralar da
benim aklım
fikrim Bedri
Rahmi’de.
Büyük ressam
Cevat Dereli
de Çallı’nın
asistanıydı o
zaman. İkinci
yılımda, Cevat
Hoca bana dedi
ki: “Hoca seni
evladı gibi seviyor, Bedri Rahmi
ile çalışmak
istediğini ben söyleyemem, sıkıysa
sen kendin söyle”. Hiç unutmuyorum
bir yaz günü, Çallı, üstünde beyaz
gömlek, şöyle duvara dayanmış
duruyor. Ben gittim, elini öpeceğim,
konuşacağım, “Bedri Rahmi’nin öğrencisi olmak istiyorum.” diyeceğim. O
meğer duymuş bunu daha önceden,
ben “hocam” dedim, “defol git” dedi. O
meğer izin verme şekliymiş, böylelikle
Bedri Rahmi’nin de öğrencisi oldum.
Filiz Hanım, iki sanatçı bir arada
yaşamanın zorlukları mı daha fazla
avantajları mı?
İkisi de var. Fakat bütün dünyada
olduğu gibi kadınlar her zaman daha
fedakar olmak zorunda oluyorlar.Ben
de bu kuralı bozmuyorum, dengeyi
kurmaya çalışıyorum. Hırslı bir insan
olmadığım için çok önemli değil, “ben
mi yaptım sen mi yaptın” tartışmasına
girmek. Birbirimizi eleştirebiliyoruz tabii, yakında olmanın o avantajı oluyor.
Gün boyu çalışırız. Akşamları yemek
masasında karşılıklı birbirimizin işlerini eleştiririz. Tabii o eleştirileri o an
kabul etmeyiz. Fakat o bize bir kapı
açar. Onun üzerinden başka şeyler
düşünürüz. Bir de şu var: Biz ikimiz de
ayrı mesleklerde eğitim aldık. Fikret
resim öğrendi, uzun yıllar gazetecilik
yaptı. Anadolu’ya yerleştiğimizde
fiilen hala gazeteciydi. Daha az resim
yapıyordu. Bense yurt dışında iç
mimarlık eğitimi aldım. Biz ikimiz
de kendi mesleklerimizin dışında
en sevdiğimiz işleri yapmayı seçtik.
Onda da yaklaşık 35 yıl oluyor, galiba
başarılıyız. Ve mutluyuz. Önemli olan
da o. Elimizden geleninde en iyisini
yaptığımıza da inanıyoruz.
Fikret Bey, resimlerinizde en çok
kadınlar ve gözleri dikkatimizi
çekiyor...
Doğada 3 tane güzel göz vardır.
Eşek sıpası gözü, ceylan gözü, bir
de Doğu Anadolu kadınının gözü.
Genleri nasılsa, onların gözleri çok
sürmeli. Bir de üstüne kendileri sürme
çekerler. Bir gün Filiz’le Yemen’e gittik.
Nereye gitsek herkes sürmeli, erkekler
bile... Babamın silah arkadaşının oğlu
Avni Bey bizi gezdiriyor. Benim de
gözümde arpacık çıktı. “Avni Bey” dedim, “Bir eczaneye gidelim de bir ilaç
alayım”. “Yok efendim, ben ona mil
çekeceğim.” dedi. Penisilin şişesinin
içinde siyah bir toz getirdi. Fil dişine
batırılmış mili “Bismillah” diyerek
sürdü gözüme: “Yarına mümkün değil
kalmaz.” dedi. Hakikaten sabaha baktım hiçbir şey kalmamış. Orada berber
dükkanının önünde fotoğraf çektirdik
Filiz’le. 4 metreden benim gözlerimin
sürmeli olduğu belli oluyor. Çıkmadı
da günlerce...
Anadolu kadının gözleri zaten sürmeli, bir de ben onları biraz abarttım.
Benim imzam gibi oldu. Bir de Nazım
şiirinde diyor ya: “bizim kadınlarımız”...
Benim dikkatimi “bizim kadınlarımız”
çekti. Anadolu’da hep kadınlar çalışır,
erkekler yan gelir yatar, çay, kahve...
Kadınlar, sabahın köründe kalkar,
ekmeği yapar, aşı hazırlar, çoluğunu
çocuğunu doyurur, hayvanları besler,
tarlada bağda bahçede çalışır, kadınların hayatı bu. Sonra bir çocuk, oğlan
olmadı mı bir çocuk daha, olmadı mı
bir çocuk daha... Bizim Urfa’dan canımız ciğerimiz bir Haticemiz vardı, iki
kız çocuğu vardı. Birgün ta Urfa’dan
mektup gönderdiler bana “Hatice
nihayet erkek doğurdu.” diye...
1950’lerde gazeteciliğe başladığınızdan beri Anadolu’da neler
değişti?....
Neler olmadı ki... Ne fotoğraflar
çektim... Neler gördüm, geçirdim...
Hepsi kitaplarımda ayrı ayrı anlatılıyor, özetlemek çok zor. Mesela yıllar
önce Antakya tarafında bir adam yamaçta keçi sürüyordu, yanına gittim
baktım yakasında istiklal madalyası
var... Güneydoğuda bazı yerlere arabayla gidemezsin, vasıta yok. Köyde
evler Fırat’ın kenarında. Ben 6 traktör
iş lastiğiyle yapılmış salla, köyleri
dolaşıp röportaj yapıyordum. Bir yere
geldik tarla sürüyor karı koca, bazen
öküzle beraber kadın çekiyor bazen
adam. Kadınların ellerinin fotoğraflarını çektim, hep çapadan çalışmaktan
yara olmuş, kına sürmüşler yaraları
iyileştirsin diye. Bunları yaşadım gördüm, dolayısıyla tercihim o kadınlar
olacaktı ve oldu da...
25 Mayıs 2005’te yapılan “Süt Keçiciliği Ulusal Kongresi’nde, Fikret
Otyam, dönemin Ziraat Fakültesi Zootekni Bölüm Başkanı Prof. Dr.
Mustafa Kaymakçı (ortadaki) tarafından “Başçoban” ilan edildi.
51
MAKALE
Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Sosyoloji Bölümü
Elif Şafak’ın “Aşk” romanı neden bu kadar tuttu?
Bu soruya kısaca “reklam” şeklinde yanıt verenler de
edebi gücünün bunda rol oynadığını ileri sürenler de
oldu. Ancak ne tek başına reklam ne de edebi gücü,
Aşk romanının, tüm zamanların en çok satan (veya
okunan) kitabı haline gelmesini tek başına açıklayıcı
olabilir. Çünkü hem edebi yönden çok önemli ve/
veya reklamı bol bazı kitapların bu denli tutmadığı gerçeği ortada. Aşk sayesinde, neredeyse,
hep imrendiğimiz ecnebiler gibi plajlarda bile
kitap okumaya başlamış olmamızın açıklaması
daha karmaşık ve çok faktörlü analizlere muhtaç
gözükmektedir.
Kitapların çok satması bazen dönemin
toplumsal ruhuna, ihtiyaç ve arayışlarına denk
düşmesinden de kaynaklanabilir. Örneğin, Turgut
Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabının popülerleşmesinde de bu gerçeğin payı vardır. Yani
bizi hayata bağlayan, tutunma ihtiyacımızı
karşılayan, yön gösterip, davranışlarımızı
kontrol eden bazı değerlerin ortadan kalkmakta
olduğu veya en azından tehdit altında olduğu algısı,
güvenlik ve sığınma ihtiyacına yol açar. O zaman
bazı değerlere sığınma ve onları yeniden üretme
ihtiyacı duyarız. Bu bir kriz veya anomi halidir. Aşk’ı
da bizim hayata tutunma ihtiyacımızı karşılayan
ve onu anlamlı kılan değerlerden biri olarak
görüyorsak, o halde, onu yitirme kaygısının,
bizi aşk arayışına, hatta ona evrensel temeller
bulma çabasına yönelttiğini düşünmek, konuya
ilişkin açıklama biçimlerinden biri olabilir. Yani Elif
Şafak’ın romanı bize, aşk’ı zamandan (13. yüzyıldan
21. yüzyıla) ve mekândan (Doğu Batı ekseninde)
bağımsız ortak bir duygu ve değer olarak sunuşuyla,
bir ölçüde bu arayışımıza yanıt veriyor, yüreğimize
su serpiyor olabilir mi?
Zamandan ve mekândan bağımsız, evrensel
bir duygu veya değer olamayacağı varsayımından
Aşkın
postmodern çağı
hareket ederek, aşkın tamamen yok olup gittiğinden
değil ama belki başka bir çağa girdiğinden söz
etmek mümkün gözüküyor.
Tüketim toplumunun eskitme ve bir an önce
tüketmeye yönelik değerleri (kullan at, yenisini
al), iletişim ve ulaşım
teknolojilerinin
mekânsal mesafeyi
ortadan kaldırması,
büyük kentlerdeki
yaşamın ritmi, bütün
sosyal ilişkilerimizi
alt üst etmedi mi?
Evimizle, sokağımızla,
kentimizle ve işimizle
kurduğumuz bağ eskisi
kadar anlamlı mı? Büyüdükçe bize dar gelen
şehirlerimizin duygusal
dünyamıza etkileri
kaçınılmazdır. Çağımızda kök salma
sorunu
sadece mekânla olan ilişkimizde ortaya çıkmıyor.
Kök salmama/salamama aynı zamanda bütün sosyal
ilişkilerimizde; dostluk, akrabalık, komşuluk ve
arkadaşlık ilişkilerimizde de net bir şekilde kendini
gösteriyor.
Öte yandan, üretim dünyasına giderek egemen
olan esnek üretimin duygularımızı da esnetmesi
Aşk evrensel bir duygu mu?
İnsanların büyük bölümü kendi gençliklerinden beri aşkın nasıl bir
şey olduğunu bilirler. Aşk ve romantizm, çoğumuz için, yaşadığımız en yoğun duyguları ortaya çıkarırlar. İnsanlar neden aşık olur? Bunun yanıtı ilk
bakışta apaçık görülebilir. Aşk, iki insanın birbirleri için duyduğu karşılıklı
fiziksel ve kişisel bir bağlanmayı dile getirir. Bugünlerde, aşkın ‘sonsuza
kadar’ süreceği düşüncesine kuşkuyla bakabiliriz. Aşık olmanın evrensel
insan duygularından doğan bir deneyim olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. Birbirine aşık olan bir çiftin ilişkilerinde kişisel ve cinsel doyumu,
belki de evlilik biçiminde istemeleri doğal görünmektedir.
Yine de, bugün bize apaçık görünen bu durum aslında sıra dışıdır.
Aşık olmak, dünya üzerindeki insanların büyük bölümünün yaşadığı
52
şaşırtıcı olmayacaktır. O halde, bedene bu denli
hareket şansı tanıyan koşulların, bu olanağı ruhumuzdan da esirgemeyeceğini düşündüğümüzde,
yeni bir aşk türü için gerekli altyapının ortaya
çıktığından söz edebiliriz.
Çok fazla genellemeye elverişli olmasa da bu
yeni aşk türünün, metropol insanının zihniyet ve duygu dünyasının ürünü olduğu söylenebilir. Önce Georg
Simmel’in metropol insanına yönelik değerlendirmesini hatırlayalım: “…metropol insanı, dar kalıplarla
ve önyargılarla sınırlanmış kasaba insanına karşılık,
maneviyatının ve beğenilerinin gelişmiş olması anlamında ‘özgür’dür. Birey geniş çevrelerdeki zihinsel
hayat koşullarını, karşılıklı mesafe ve kayıtsızlığı, kendi bağımsızlığı üzerindeki etkisi bağlamında en çok,
büyük kentin kalabalığında hisseder.” Burada anahtar
kavramlar mesafe ve kayıtsızlıktır. Ayrıca derinlik
duygusunun yitirilmesi anlamında yüzeyselliği de
bunlara ekleyebiliriz.
Doğal olarak böyle bir çağda kendini gösterecek
yeni bir aşk türü, gelip geçicilik, yüzeysellik ve
dayanıksızlık gibi özellikler taşıyacaktır. Bunun sayısız
örneklerini çevremizdeki ilişkilerde görebiliriz. Ayrıca
her bir dönemin sevgi ve aşklarını az çok temsil
edebilecek ürünler olarak, şarkı sözlerinde
de bunun izlerine rastlayabiliriz.
Doğa üzerindeki egemenliğimiz
arttıkça ve kendimizi, aslında bir parçası
olduğumuz, doğadan ayrı düşündüğümüz ölçüde, doğa, aşkımızın ilham kaynağı olmaktan
da uzaklaşıyor. Örneğin doğa, şarkı sözlerini önemli
ölçüde terk etti bile. Başı dumanlı ve sıra dağlar,
gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, telli turnalar,
kınalı keklikler ayrılıkların, aşkımızın, hasretimizin
sembolleri değil bir süredir. Aşk, çağrışımlarını
doğadan almaz oldu. Sevgili, papatya gibi beyaz
ve ince değil bir süredir, ceylan gözlü olduğu da
söylenemez. Yağmurun sesi çok zamandır aşka davet
bir deneyim değildir…Romantik aşk düşüncesi toplumumuzda, yakın
zamanlara kadar yaygınlaşmamıştı; diğer kültürlerin büyük bölümünde
hiç var olmamıştı.
Aşk ve cinsellik, sadece modern zamanlarda birbiriyle yakından
bağlantılı görülür oldu. …Ortaçağ Avrupa’sında hemen hemen hiç kimse
aşık olduğu için evlenmemişti. “Kişinin karısını duygusal olarak sevmesi,
zinadır.” bir Ortaçağ deyişidir. O günlerde ve daha sonraki yüzyıllarda, erkekler ve kadınlar, esas olarak mülkiyeti elinde tutabilmek veya çiftliğinde
çalışacak çocuklar yetiştirmek için evlenirlerdi. Evlendiklerinde birbirlerine
yakın olabilirlerdi, ancak bu evlilikten sonra olabilirdi, önce değil…Romantik aşk en iyi ihtimalle bir zayıflık, en kötüsüyle de bir tür hastalık diye
görülmekteydi. (Anthony Giddens, Sosyoloji, Ayraç Yayınevi, 2000)
etmiyor. İletişim ve ulaşım teknolojilerinin bu denli
yoğun kullanıldığı bir dönemde, dağlar hasrete
gerekçe gösterilebilir mi? Şarkı sözlerini terk eden
hasret, sıla ve gurbet gibi kavramlar da bize yeni
dönem aşk türü hakkında ipuçları vermektedir. Daha
da önemlisi aşka derinlik katan ve onu besleyen
özlem, ayrılık acısı, unutamama, acı çekme yeni
dönem aşkın başat duyguları gibi gözükmüyor.
Aşk’ı kara sevda olarak tanımlamak pek mümkün
olamasa gerek. Yeni aşkın rengi olsa olsa tozpembe
olabilir. Kara’ya göre daha dayanıksız olan pembe de
kolay solabiliyor ve geriye tozu kalıyor çaresiz.
Postmodern dönemin aşkına, gelip geçicilik,
bağlılığın zayıflaması, vazgeçmenin ve unutmanın
kolaylaşması ve duygulardaki derinlik yitimi de eşlik
etmektedir. Bu aşk türünde, ayrılık sevdaya dâhil
değil. Çünkü Atilla İlhan’ın sözlerinde olduğu gibi,
ayrılanlar artık sevgili değil. Doğal olarak ayrılığı,
“ölümden beter” diye veya terk edilmeyi “beni kör
kuyularda merdivensiz bıraktın” yoğunluğunda bir
çaresizlik olarak tanımlamak gerekmiyor. Onun
yerine, “hemen yeni bir aşk bulunur, yerin çok çabuk
doldurulur” dönemin ruhunu daha iyi yansıtan
sözlere dönüşüveriyor.
Kalbimizin de dünyanın hızına ayak uydurmaya
çalıştığı bu çağda, “bir şarkısın sen ömür boyu sürecek” veya “beklerim yolunu aylar boyunca, yeter ki gel
bana, senede bir gün” sözleri âşıklara hitap edebilir
mi? Yüreğinin (ki bu yüreğin yerinde duramayan bir
yürek olduğu malum) götürdüğü yere git kuşağı,
aylarca bekleyemez ve senede bir gelmeye hiç razı
olamaz. Onun yerine yeni şarkı sözleri ortaya çıkıyor
zaten. “Keyfini bekleyemem, söyle senin anan güzel
mi” gibi. Bu sevgiliye “ben nasıl unuturum seni, can
bedenden çıkmayınca” sözleri de hitap edemeyecektir.
Bekleyemeyen, sabredemeyen ve sıkılgan sevgili
ne yapar? Sıkılgan sevgili böyle durumlarda az önce
tekrarlandığı gibi, bu durumu “yerin çok çabuk
doldurulur” veya “sende kaybettiklerimi başkasında
ararım” şeklinde karşılayacaktır. Yani postmodern
âşık, sıkıntıya gelemeyen ve sıkılan bir kişiliktir. Kolay
kazanır, kolay harcar. Kolay elde eder, kolay terk eder.
Postmodern aşkın temposu ve gelip geçiciliği
içinde, hatıra biriktirmeye ve hayaller kurmaya da
fırsat yoktur. Çünkü çoğu zaman aşkın bunları başarabilecek kadar geleceği yoktur. Onun için hatıra
ve hayaller aşkı besleyemez oldu. Son kullanma
tarihleri giderek kısalan aşklar, ayrılık acısı çekmek
yerine, genellikle hemen yenisine geçmeyi tercih
eder olmuştur. “Ayrılık, ölümden beter” olmadığı
gibi, yeni sevgiliyi koluna takma ve Bebek’te üç beş
tur atma ve hatta bir de sinema yaparak unutkanlığını gösterme fırsatı bile veriyor. Sevgili serisinin
son halkasını meşrulaştırmak da bazen çağa uygun
benzetmelerle yapılabiliyor: “Yazılır bu kalp sana alo,
senden öncekiler demo.”
Postmodern aşk (ilişki), girişi çıkışı kolaylaştıran
bir yapıya sahiptir. Tüketim toplumunun “kullan at”
anlayışının başat olduğu bu ilişki türü, anlık tatmin,
hızla bitirme ve yeniden başlamayı kolaylaştıran bir
özellik taşımaktadır. Aşkla ilgili deneyim sayısının
artmasını çapkınlıkla ve özellikle kadınların da
çapkınlaşması ile açıklayanlar bulunmaktadır. Ancak
söz konusu ilişki bolluğu ve aşkın kısa süreli cinsel
ilişkilere, sevişmelere indirgenmesi çapkınlığın
artışı ile açıklanamaz. Çünkü çapkınlık, belli norm
Aşkın iki evresi
Marcel Proust aşkın iki evresi olduğunu söylemişti. Ona göre, aşkın ilk evresi, yaygın
biçimde ‘aşka düşme’ olarak adlandırılan evredir. Bu evrede aşk bir yazgı gibi yaşanır. Burada
‘Öteki’nin büyüsü altındayızdır. Karşımızdakinin ‘gerçekliği’nin, ‘gizemi’nin etkisi altındayızdır.
‘İlk bakışta aşk’ da diyebiliriz buna. Doğal olarak, daha sonra aşk da, biz de ‘olgunlaşırız’. Gözlerimizdeki perdeler yavaş yavaş kalkar. Yanılsamalar teker teker açığa çıkar. Zamanla ‘Öteki’nin
erdemi olarak gördüğümüz şeylerin gerçek kaynağının kendimiz olduğunu fark ederiz. Bizde
aşka sebep olan şeyler, fark ederiz ki, aslında bizim yarattığımız yanılsamalardır. Aşkın ‘dışsal
bir gerçekliğe’ sahip sahici bir şey olmaktan uzak, salt ‘öznel bir haz’ olduğunu öğreniriz. Aslında kendimizi sevmişizdir. Gözlerimizi ‘karartan’ aşk gitmiş, olgunlaşmış, ‘aydınlanmış’ızdır.
Proust’a göre, bu ‘kalıp’ aşkın her halinde tekrarlanır. Hem de aşkın özel tarihinde, hem de
bir kişinin hayatının farklı evrelerinde yaşadığı aşkların genel tarihinde tekrar eden bir ‘kalıp’tır
bu: Kapılırız ve kurtuluruz; aldanırız ve ayrılırız. Ancak şu eklenmelidir: Gençliğimizde-yani,
Aydınlanma öncesinde aşk daima ilk evresinden başlar. Aldanırız ve ayrılırız. Büyüleniriz ve
uyanırız. Bu evrede aşık defineciye benzer. Gerçek bir hazinenin peşine düşmüştür. Bu hazinenin izlerine rastladığını düşündüğü her yeri inançla ve inatla kazar. Kaderi boşluktur elbette.
Ancak asla heyecanını yitirmez. Derhal başka izlerin peşine düşer. Hatta denebilir ki, zamanla
hazineden çok, onun izlerine meftun olmuş gibi dolanıp durur ortalıkta. Bulur, kazar. Bulur,
kazar. “Bu da değil!”“Bu da değil!”
Defineciyi umutsuzluğa iten bir yakınma değil, umuda kışkırtan bir yaklaşma hissidir bu.
Ancak olgunlaştığımızda, yani aşkın kendimizden kaynaklanan bir yanılsama olduğunu fark
ettiğimizde, aşkın ilk evresinin bu ‘ebedi’ tekrarı imkânsızlaşır. Yine tekrar tekrar aşık olabiliriz
elbette; ancak aşkın ilk evresini atlayarak… Proust’un ‘ikinci evre’ dediği yerden başlamak
kaydıyla…
Bu evrede, aşk tutkusunun ateşi sönmüş; ancak, aşk arzusu’nun alevleri yükselmiştir. Kısacası, bu evre derin bir paradoksla damgalanmıştır. Beyhude olduğunu bildiğimiz bir umudun
peşine düşmüşüzdür. Daha doğrusu, aşkta bizi çeken şeyin gerçek değil de, beyhude bir hazine
olduğunu fark etmişizdir. Hazine gitmiş, ancak cazibesi kalmıştır. Boşluğun kendisine kapılmışızdır kısacası. Melankolinin temelinde de bu yaralı bilinç vardır zaten. Artık bir defineci gibi
değil de, bir koleksiyoncu gibi düşünmeye ve davranmaya başlarız. Şimdi aşkı bir bütün olarak
‘Öteki’nde bulmak ve yaşamak değildir amacımız. Bunun beyhude bir tutku olduğunu nihayet
anlamışızdır. Tek amacımız, aşk ihtimallerini değerlendirmek; farklı kişilerden aşkın türlü
hallerini derlemek toplamaktır sadece: “O da!”“Bu da!” Deneyimlerini, aşklarını olumsuzlayan,
ancak aşkı teyit eden definecinin yerini; deneyimlerini, yani aşklarını teyit eden, ancak aşkı
olumsuzlayan koleksiyoncu almıştır.
(Şükrü Argın, “Beyhude Hüzün, Biçare Melankoli”, Mesele Dergisi, sayı 1)
ve değerlerin hakim olduğu koşullarda, bir sapma
durumudur. Oysa postmodern koşullarda söz konusu
olan çok sayıda ilişki bir sapma sayılamaz. Daha
çok norm ve değerlerin ilişkilerimizi denetim altına
almakta zorlandığı anomik bir ortamdan söz edebiliriz belki de. Onun için çapkınlığın, mevcut ilişki
bolluğunu açıklamak şöyle dursun, bu dönemde
anlamını yitiren bir kavram olduğunu ileri sürmek
bile mümkündür.
Toplumsal kontrol mekanizmalarının aşk ve
sevişme koşullarını denetlemekte zorlandığının
göstergelerinden biri de, artık film ve şarkılarda sık
sık karşımıza çıkan kader ve kahpe feleğin devre
dışı kalmasıdır. Kavuşamamanın önündeki engeller
arasında sayılan kötüler, töre, gelenek vb. sosyal engeller, postmodern aşkta, engel değil artık. Kısacası
kader ve kahpe feleğin işlemediği bir aşk türünden
söz ediyoruz. Postmodern aşk, kader ve kahpe
feleğin müdahalelerinden muaf bir aşktır. Bu aşkın
çok inişli çıkışlı bir duygu olduğundan söz edilebilir
ama bir değer olduğunu söylemek güçtür.
Bütün bunlardan hareketle yepyeni ve homojen
bir aşk çağında olduğumuzdan söz edemeyiz.
Bütün bu gelip geçicililik, yüzeysellik, yönsüzlük
ve eskitmeye dayalı ilişkiler, yeni bir döneme
girdiğimizi göstermekle birlikte, eş zamanlı olarak
kara sevdaların ve büyük hasretlerin de tamamını
henüz ortadan kaldırmış sayılmaz. Şüphesiz, “ateş
et ve unut, arkanı dön ve çık” türü aşkların yanında
halen “hafife alma, aşk vurur insana, delikanlım”
aşklara da bu çağda rastlamak mümkün. Kaldı ki,
giderek yaygınlaşan ve bizim burada postmodern
şeklinde tanımladığımız aşk türünü de tam olarak
kategorize etmek, bunun üzerinden genellemelere
gitmek oldukça güç gözüküyor. Çünkü devreye çok
farklı değişkenler girmekte ve ortaya çok karmaşık
bir tablo çıkmaktadır. Üstelik henüz, olaya 3G de
dâhil olmadı.
Belki de son sözü yine bir şarkıya bırakmakta
yarar olabilir. “Aşk seni bulabilir de, uzakta durabilir
de, samimi oluyor derken mesafe koyabilir de,
(artık) bu böyle.”
53
2005 yılından beri kazılan “evsel mekânlar”
tapınak alanının etrafını çeviren kerpiç duvarın
hemen batısında başlamaktadır. Urartu kale
kazılarında genellikle tapınak ve payeli salonlar
gibi anıtsal yapıların kazılmış oluşu ve bu alanlardan elde edilen buluntuların dikkate alınarak
Urartu sanatı ile ilgili sonuçlara varılmak istendiği
bilinmektedir. Kaleler içinde yaşayan seçkin sınıfa
hizmet eden daha alt derecedeki sosyal sınıflara
ait kişilerin buluntuları ve bu buluntulardan elde
edilen veriler, Urartu sanatının daha farklı bir
açıdan değerlendirilmesini sağlamıştır. Ayanis evsel
mekânlarından elde edilen veriler kale içlerinde
sadece kralın eşyalarının olmadığını, günlük
işlerde kullanılan çok farklı işleve sahip eşyaların
da bulunduğunu göstermiştir. 2005–2009 kazı
sezonunda ortaya çıkartıldığı kadarı ile şimdilik
dokuz adet mekân burada yer alan yapının bazı
bölümlerini oluşturmaktadır. Kare veya dikdörtgen
planlı mekânların bazıları birbirleri ile kapılar veya
açıklıklar ile ilişkilendirilmiştir.
Evsel mekânların tabanı üzerinde tüm kaplar
ve içinde akdarı bulunan örme bir sepet, tunç ve
demirden yapılmış iki adet kılıç bir kale kazısında
ortaya çıkartılan ilk örneklerdir. Demir kılıcın yanında bulunan kemikten yapılmış ve üzerinde “hayvan
üslubu” özellikleri taşıyan bir at betimlemesinin
bulunduğu yuvarlak biçimli eser kılıcın kabzasını
sonlandırmış olmalıdır. Kılıçların ve bunlarla birlikte dağınık halde bulunan çekiç, mobilya parçaları,
mobilyayı süslediğine inanılan mavi renkli küçük
taşların olasılıkla yıkılan üst kattan aşağıya düşmüş
olması mümkündür. Evsel mekânlar içinde ortaya
Ayanis Kazıları
Prof. Dr. Altan ÇİLİNGİROĞLU
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi
Arkeoloji Bölümü
Van Ayanis Kalesi kazıları 1989 yılından beri
Ege Üniversitesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi
Anabilim Dalı elemanları tarafınca yürütülmektedir. Kazı ekibi içinde ABD ve İtalya’dan gelen
meslektaşlarımız da görev almaktadır. 150X400
m.lik bir alanı kaplayan kalenin etrafını taş temel
üzerine inşa edilen kerpiç sur duvarları çevirir.
Kalenin güneydoğusundaki anıtsal kapı yapısının
önünde bulunan çivi yazılı kitabede, kalenin
Argişti oğlu Rusa tarafından (II. Rusa) inşa edildiği,
kale içinde hangi yapıların var olduğu ve kentin
adının da “ Rusahinili Eiduru-kai” (Süphan Dağı
karşısındaki Rusa Kenti) olduğu belirtmiştir. Rusa
kenti kale ve kale çevresinde inşa edilmiş 80 hektar
büyüklüğündeki Dış Kent’ten oluşur.
Yazıtta E-BARA olarak sözü edilen yapı kalenin
en yüksek noktasında yer alan “tapınak alanı”
olmalıdır. 1987 yılında bu alan içinde bulunan kare
planlı çekirdek tapınak bu yapı bütününe aittir.
Çekirdek tapınağın ön cephesinde bulunan toplam
86 satırdan oluşan çivi yazılı yazıt, Urartu’nun en
uzun tapınak yazıtı olmasının yanında, kral II.
Rusa dönemi ile ilgili tarihi, sosyal ve dini açıdan
bilgi vermesi açısından da önemlidir. Yazıtta farklı
ülkelerden Urartu topraklarına nakledilen insanlar
için bu kentin kurulduğu, kale ve dış kent dışında
bağlar ve bahçelerin hizmete açıldığı vurgulanmaktadır. Nüfus aktarımının yapıldığı ülkeler
arasında Hate (Hitit ülkesi), Muşki (Frig ülkesi), Etiu
(Kafkasya bölgesi) ve Asur ülkesi başta gelmektedir. Tapınak alanından ve tapınak depo odalarından
elde edilen kalkan, sadak, miğfer, kılıç, mızrak ve
ok ucu gibi yüzlerce adak silahları ve diğer buluntular Urartu sanatı ve dini gelenekleri ile ilgili etraflı
bilgi sunmaktadır.
54
Ayanis kazılarında ortaya çıkan depo odaları ve küpler
çıkartılan kolye, cımbız, rastık kalemi ve kilitli iğne
gibi eşyalar bu mekânlarda yaşayan kadınlara ait
olmalıdır.
Herhangi bir Urartu kalesinde yaşayan veya
görev yapan insanların dini nitelikli yapıların yanında evsel yapı veya mekânlara ihtiyaçları olması
gereklidir. Bir kale içinde din adamlarının dışında
yöneticiler, askerler ve hizmetlilerin yaşamış
olduğu gerçeği bu insanlara hizmet edecek evsel
mekânların var olmasını zorunlu kılmaktadır. Bir
başka deyişle kaleler sadece görkemli tapınak veya
salonlardan, anıtsal büyüklükteki depo odalarından
ve bu alanlar içinde yar alan saygınlık mallarından
ibaret değildir. Kalelerin bazı bölümlerinde evsel
nitelikli yapıların ve bu yapılar içinden çıkan evsel
buluntuların var olması kaçınılmazdır. Ayanis
Kalesi’nde Tapınak Alanı’nın batısında kazılan ve
ortaya çıkartılmaya başlanan mekânlar yukarıda
sözü edilen evsel mekânlardır. Bu mekânlardan
elde edilen veriler Urartu arkeolojisinde pek fazla
kazılmayan ve buna bağlı olarak irdelenmeyen
günlük yaşam ve bu yaşamın geçtiği mekânlar ile
ilgili bilgi sunmaktadır.
Evsel mekânlar ile organik bir bağı bulunmayan “merasim koridoru” son yıllarda Urartu sanatı
ile ilgili “ünik” eserlerin bulunduğu alandır. Korido-
2005 yılından beri kazılan “evsel mekânlar” tapınak alanının etrafını çeviren
kerpiç duvarın hemen batısında başlamaktadır. Elde edilen veriler, kale içlerinde sadece
kralın eşyalarının olmadığını, günlük işlerde kullanılan çok farklı işleve
sahip eşyaların da bulunduğunu göstermiştir.
Kale içinde kazısı yıllardan beri devam eden
bir başka alan “Batı Depo Mekânları” olarak
adlandırılan bölümdür. Kalenin batısında yer alan
ve doğu-batı yönünde uzanan bir anıtsal duvarın
iki yanında (kuzey ve güney) duvarın ana destek
duvarı olarak kullanılması ile inşa edilen, en az iki
katlı bir yapının bodrum katında günümüzdeki
sayıları ile 9 adet dikdörtgen planlı mekân ortaya
çıkmıştır. Bugüne kadar toplam 246 adet anıtsal
küp ve yüzlerde depo kabının bulunduğu mekânlar
kalenin ekonomik yapısı ile ilgili bilgi veren verileri
ortaya çıkarmıştır. Üzerlerinde çivi yazısı ile kapasiteleri belirtilen küplerin sadece bu alanda 250000
litre yiyeceği depo ettiği anlaşılmaktadır. Depo
küpleri yanında bulunan çivi yazıtlı mühür baskıları
(bullalar) malların kimler tarafından ve hangi
bölgelerden gönderildiklerini göstermektedir.
Kalenin doğusunda yer alan ve “Doğu payeli
salonu” olarak adlandırılan anıtsal yapı tapınak
kompleksi ile ilişkilidir. Ortaya çıkan ve kuzeygüney doğrultusunda uzanan beş adet paye
(2.56X2.56 m.) bu alanda çatısı payelerle taşınan
bir yapının varlığını kanıtlamıştır. Yapı olasılıkla
rahip ve rahibelerin ikamet ettiği bir alandır ve
bodrum katları farklı formdaki binlerce çanak
çömleklerin depolanması için kullanılmıştır. Bu yapı
Ayanis Kalesi’nde bulunan bir bulla üzerinde adı
geçen “aşihusi” binası olmalıdır. Yazıtta bu binanın
yapıldığı yıl ilgili yıla adını vermiş ve söz konusu yıl
“aşihusi binasının inşa edildiği yıl” olarak adlandırılmıştır. “Aşihusi” yapısının ne anlama geldiği
kesinlik kazanmamış olsa da depo mekânları da
olan dinsel içerikli bir yapı bütününü ifade ettiğine
inanılır.
Kalenin batısında yer alan
ve doğu-batı yönünde uzanan bir anıtsal duvarın iki
yanında (kuzey ve güney)
duvarın ana destek duvarı
olarak kullanılması ile inşa
edilen, en az iki katlı bir
yapının bodrum katında
günümüzdeki sayıları ile
9 adet dikdörtgen planlı
mekân ortaya çıkmıştır.
55
Yirmi yıldan
beri arkeolojik
kazıları devam
eden Van ili
sınırları
içindeki
Ayanis Kalesi
araştırmaları
Urartu tarihi
ve sanatının
anlaşılmasında
ve yeniden
yorumlanmasında önemli
bir paya
sahiptir.
56
run kerpiç duvarları boyandıktan sonra altın rozetler ve taş
mozaikler ile süslenmiştir. Rozetlerin arkalarındaki iğneler
duvarlara monte edilmesini sağlamakta idi. Koridor içinde
bulunan som altından yapılmış bezemeli bir asa üzerinde
bir Urartu kraliçesinin adı ilk kez karşımıza çıkmaktadır. Yazıtta asanın II. Rusa’nın eşi kraliçe Kakuli’ye ait olduğu
belirtilmiştir. Kakuli adı Urartu yazıtlarında,
kral Menua’nın karısı Tariri’den sonra,
adı geçen ikinci kadın adıdır.
Koridorun güneyinde
2009 kazı sezonunda kazılan
alanda gün ışığına çıkartılan
keramik eserler Urartu
çanak çömlek sanatını
yeniden değerlendirmemizi gerekli kılacaktır.
Birçoğu kırılmamış durumda bulunan yüzlerce kırmızı
perdahlı kabın yanında çok
sayıda krem renkli kap detaylı
araştırmayı beklemektedir.
Urartu kralı Argişti oğlu Rusa
(II. Rusa) M.Ö.685 yılında Urartu tahtına
geçmiştir. Saltanatı sırasında krallığın farklı
bölgelerine beş kale (Karmir-blur, Bastam, Kef Kalesi,
Toprakkale ve Ayanis) inşa etmiştir. M.Ö.673 yılında inşa
edilen Ayanis Kalesi kralın inşa ettirdiği son kaledir. Ayanis
Kalesi’nde Urartu egemenliği yaklaşık olarak M.Ö.650 yılları
arasında sona ermiş ve bu tarihten sonra kale Urartulular
tarafından bir daha kullanılmamıştır. Kalenin yıkılışı ile
ilgili kesin veriler yoktur. Yıkılışın göçebe kavimler (İskitler)
tarafından gerçekleştirilen bir saldırı ile olabileceğini
savunanlar vardır. Kazılardan elde edilen veriler yıkılışın
deprem gibi bir felaketin sonunda gerçekleşen bir yangın
ile olabileceği konusunda bilgi vermiştir. Olasılıkla kale
bu deprem ve yangın sonrasında Dış Kent’te oturan halk
tarafından yağma edilmiştir. Kalenin farklı sektörlerinde
yürütülen kazılar kalenin Orta Çağ’da (MS
10–11 yüzyıl) tekrar iskân edildiğini
kanıtlamıştır.
Yirmi yıldan beri arkeolojik kazıları devam eden Van
ili sınırları içindeki Ayanis
Kalesi araştırmaları
Urartu tarihi ve sanatının anlaşılmasında ve
yeniden yorumlanmasında önemli bir paya
sahiptir. Urartu sanatı
ile ilgili yapılmış ve bilim
dünyasında uzun yıllar
kabul gören birçok önerinin
yeniden değerlendirilmesinin yapılmasında ve bu önerilerin düzeltilmesinde önemli katkısı
vardır. Kalenin sadece bir tek kral tarafından
kullanılmış oluşu Urartu sanatını daha iyi anlamamıza
yardımcı olmuştur. Arkeolojik kazılarda teknolojinin ve yeni
yöntemlerin yoğun olarak kullanılması bilgilerin derlenmesini ve yorumlanmasını daha kolay duruma getirmiştir.
Ayanis kazıları arkeolojik bir kazı olmasının yanında bir okul
olarak da görev üstlenmiştir. Ayanis kazılarına katılan yerli
ve yabancı birçok öğrencinin günümüzde önemli bilimsel
görevler üstlenmesi bunun kanıtıdır.
Yrd. Doç. Dr. İhsan Oktay ANAR
Ege Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü
Sözlüklerde Kaybolmuş Bir Kelime: Lütiye
Karabağlarda Kaybolmuş Bir Lütiye: Çetin Usta
Venedikli serüvenci Casanova (eğer bir
evlilik yapsaydı) karısına “sadık” olur muydu?
Ama sadakat sadece aşkta değil, elektronikte de
önemlidir. Bir müzik setinde “high fidelty” (yüksek
sadakat, yahut yaygın terimle, “Hi-Fi”özelliği)
aranır. Size müziği dinleten aygıtın, kaydettiği
sese sadık olması gerekir. Müzik tutkunuysanız,
Sony, Tecnics, Sanyo, Premium, JVC, VS… gibi
Hi-Fi markalarına aşina olabilirsiniz. Ya Suna Kan,
ya Nigel Kennedy, ya Yehudi Menuhin, ya David
Oischtrach? Duymuşsunuzdur: Hepsi keman sanatçılarıdır. Ya Nicolo Amati, ya Antonio Stradivari, ya
Gioseppe Guarneri, ya Jabob Stainer? Genellikle
bilinmeyen bu ustaların hepsi de birer lütiye, yani
çalgı yapımcısıdır.
Suna Kan’ın müziğini elektronik bir medium
olmadan hiç dinlediniz mi? Media müziği evinize,
koltuğunuzun karşısındaki televizyona kadar getirir. Bu anlamda media bir “tedarik edici”, İngilizce
karşılığıyla bir “procurer’dır” (Sözcüğün İngilizce
argodaki anlamını yazmak istemiyorum.) Erkekseniz karınızın, kadınsanız kocanızın “sadakatinden”
belki emin olabilirsiniz. Fakat masum görünüşlü
televizyonunuz yahut radyonuz sizi aldatabilir. Bu
yüzden, sözünü ettiğim kemancıları dinlemek için
konser salonuna gitmenizi öneririm.
Orada aracısız, doğrudan, saf ve sadık “müziği”
bulacaksınız. En önemlisi, sanatçının elinde bir
“Strad” göreceksiniz: Bu Antonio Stradivari’nin
yaptığı bir kemandır. Koskoca bir caddeyi son
model arabasının radyosundan yükselen “Çıs-tak!
Çıs-tak!” gürültüsüne boğan bir lumpen burjuva,
Stradivari’nin atölyesini görünce onu bir marangoz
sanabilir ve hatta bazen ona bir hamam taburesi
bile ısmarlayabilir. Oysa Stradivari’nin yaptığı
kemanlardan (belki en dürüst insanın bile bir fiyatı
vardır, ama bir Stradivarius kemanının bir fiyatı
yoktur, çünkü hiçbirine paha biçilemiyor) birkaçına
sahipseniz, Bill Gates’ten Microsoft’u satın alabilirsiniz. Şimdi, o anda ne söylüyor olursa olsun, en
sevdiğiniz insanın sesini, sadece sesini hatırlayın.
Bu ses size dünyanın en güzel sesi gibi görünür.
Aynı şekilde Stradivari’nin yaptığı şey, tahtadan bir
çalgı değil, “var olan en güzel sesin” ta kendisidir.
Besteci nasıl bir kompozisyon üretir ve virtüöz de
bir müzik üretirse, lütiye de “ses” üretir.
Benim için müzik dinlemek, Milo Venüs’ünü
seyretmek gibidir. Ama âşık olmayı, seyretmektense bu heykele modellik eden kadının eline (büyük
ihtimalle bana her ne kadar “yüz vermeyecek”
idiyse de) dokunmayı, yani müzik yapmayı tercih
ederim. Geçen ay bir antikacıda, ses tahtası içeri
göçmüş, berbat durumda bir Neapolitan mandoline dokundum ve borç harç satın aldım. Amacım,
tamir ettirdikten sonra onu çalmaktı. Tamir için bir
lütiyeye ihtiyacım vardı. Nihayet Çetin Denizci’nin
telefon numarasına eriştim.
İzmir’de “sanat” sözcüğüyle ilintili semtler ve
yerler, genellikle, AKM’nin bulunduğu Konak, çok
sayıda kitapçının ve edebiyat-müzik mamulleri
tüketicilerinin olduğu Alsancak’ın yanı sıra, ya
(oksimoron olacak şekilde) muhafazakar bir
dadaist şairin ya da 14. dereceden bir belediye
memurunun vermiş olabileceği ismi kullanmak
gerekirse, “İzmir Sanat” denilen kurumun yer
aldığı Fuar’dır. Çetin Usta’nın atölyesi buralarda
değildi. Genellikle mobilya mağazalarının bulunduğu Karabağlar’daydı. Bu semte daha önce de
gitmiştim. Ama kitaplığımdaki, Mobilyacılık Tarihi
adlı kitapta bulunan, mesela XIV. Louis üslubunda
yapılmış bir sandalyeye yahut Maraş tarzı ahşap
oyma bir paravana rastlayamamıştım. Piyasa,
üslupsuz, ne çirkin ne de güzel, sanat açısından
birer olan mobilyalar satan mağazaları büyütmüş,
caddenin her iki yanına da, Artemis Tapınağı’nı yapan mimarın midesini bulandırıp onu kusturacak
kadar çirkin, devasa ve cafcaflı binalar dikmişti.
Reel olan her şey rasyonel, haklı, doğruysa,
piyasada olan her şeyin rasyonel, haklı, doğru
(ve ekleyelim) “güzel” olduğunu söylemeye dilim
varmıyor. Piyasa Çetin Usta’ya pek varlık hakkı
tanımıyor gibiydi: Telefonda konuştuğumuz
gibi, ara sokaklara saptım. Sokaklar labirent gibi
olduğu için beni belli bir yerde bekleyip atölyesine
götürecekti. “Üstümde lacivert bir önlük olacak,”
demişti. Hiçbir kadına rastlayamadığım (her
kadının girmeye çekineceği) dar ve gürültülü
sokaklardan birinde, kararlaştırdığımız yerde, ufak
tefek, yıpranmış giysili bir adama rastladım. Bir
önlüğü vardı ama beklediğimin tersine, lacivert
değildi; daha çok, acemi yazarların tabiriyle, “bir
zamanlar lacivert olması gereken,” bir önlüktü
bu. Çetin Usta’yı önlüğünden değil, gözlerinden
tanıdım: Bir şairin gözleriydi, ama o bir lütiyeydi.
Arada ne fark var!
İlk atölyesi Buca’daydı ve komşuları tarafından,
“Burası sanayi bölgesi değil!” diye şikayet edilmiş, o
da Karabağlar’a göçmek zorunda kalmıştı. Arapçada “Sanat,”“Suni,”“Sanayi” aynı kökten (SN) gelir ve
“insan eliyle yapılmış şey” demektir. Antonio Stradivari eğer İzmir’de yaşasaydı, İzmirlilerin oylarıyla
işbaşına gelen, yüksek bir kültüre sahip belediye
başkanı ve ondan çok daha yüksek bir kültüre sahip
meclis üyeleri, bu sanatçıyı da muhtemel ki kovacak ve ona Organize Sanayi Bölgesi’nde bir dükkan
tutmasını tavsiye edeceklerdi. Belediye başkanlarının ruhsat verdiği camilerde vox dei’yi (Lt. Tanrı’nın
sesi) dinliyoruz. Çetin Usta’yı kovan vox populi’yi
(Lt. Halkın sesi.) Kuran gibi dinleyen “yerel yönetimlerdir.” İşte bu yüzden İzmir’de vox stradivarii’yi
(bir Stradivarius’un sesini) işitemiyoruz. Ama 2500
yıl kadar önce, demokrasinin olduğu Atina şehrinin
yurttaşları hiç de böyle düşünmemişler, Perikles’ten
sonra Kleophon’u “başkan” yapmışlardı. Hem
strategos (başkomutan) hem de autokrator (Atina
şehrinin “başkanı”) olan Kleophon’un mesleği ne
idi? İnşaat müteahhidi miydi, bir zamanlar valilik
mi yapmıştı, yoksa emekli bir general miydi? Hayır.
Kleophon bir çalgı yapımcısı, bir lütiye idi!
Atölyesine dar bir merdivenle girilen ve ucuza
gelsin diye bu dar mekanı bir marangozla paylaşan,
maaş almak şöyle dursun devlete vergi veren Çetin
Usta’nın yeni yaptığı iki kemanın sesini dinleyince
hayran oldum. Ancak Çetin Usta’nın hiç de o kadar
talihsiz olduğunu söyleyemeyeceğim: Besteci
ve virtüöz Paganini’nin konserlerinde kullandığı
kemanı, büyük lütiye Guarneri, 1743 yılında, varoşlardaki izbe bir atölyede değil, gardiyanın getirdiği
malzeme ve araç gereçlerle, zindanda yapmıştı.
Bir müzik sorusu: Devlet malı makam arabasından inip kırmızı halı üzerinde yürüyen bir valiye
mi daha çok saygı gösteriyorsunuz, yoksa üzerinde
kirli bir iş önlüğüyle izbe atölyesinde keman
yapıp ödediği vergiyle bu valinin maaşına katkıda
bulunan bir ustaya mı?
İlkini seçtiyseniz prozodisi bozuk bir millî
marşı, ikincisini seçtiyseniz Mendelsohn’un keman
konçertosunu dinlemenizi öneririm.
57
Karikatür: Muharrem Akten
SİNEMA
Yönetmen
Halit Refiğ’in
ardından...
Doç. Dr. Lâle KABADAYI
Ege Üniversitesi
İletişim Fakültesi
Radyo, TV, Sinema Bölümü
Mehmet GÖKYAYLA
Turgutlu Belediyesi
Başkanlık Danışmanı
Türk sineması Ekim Ayı’nda çok önemli bir
yönetmenini kaybetti. Halit Refiğ, 75 yaşında, bir
süredir devam eden rahatsızlığı nedeniyle yaşama
veda etti.
Halit Refiğ’in bir yönetmen, aynı zamanda bir
aydın olarak Türk sinemasına yaptığı en büyük katkı, hiç şüphesiz onun “Ulusal Sinema” tartışmalarını
sinema tarihimizde ilk kez gündeme getirmesidir.
Halit Refiğ, sanayici bir ailenin çocuğu olarak
1934 yılında İzmir’de doğar. Ancak yaşamı boyunca
kendini İstanbul’lu olarak tanımlar. Robert Kolej’de
mühendislik eğitimine başlasa da sinema sevgisi
ağır basar ve yaşamının geri kalanını bu sevginin
biçimlendirmesine izin verir.
Askerliğini Kore’de yapan Halit Refiğ, ilk film
kamerasını burada satın alır. Kore’deki günlerini,
hem fikir dünyasını genişletmeye, hem de sinema
sanatı açısından geniş bir perspektife sahip olmaya
başladığı önemli bir deneyim olarak tanımlamıştır.
Askerlikten önce gittiği İngiltere’deki gençlik kampında sinema üzerine çok sayıda kaynak edinmiş,
askerlikle birlikte okumaları, Freud’dan, Marx’a ve
Buda’ya kadar genişlemiştir. Refiğ, kendini, henüz
yirmili yaşlarına gelmeden bir anlamda akademik
olarak yetiştirmeye başlamıştır.
Halit Refiğ’in sinemaya girişi ise, Kore dönüşünden bir süre sonra yazmaya
başladığı eleştiri yazılarıyla
gerçekleşir. Metin Toker’le tanışan ve Akis Dergisi’nde film
eleştirileri yazmaya başlayan
Refiğ, bu sayede ünlü sinema
yazarı Nijat Özön’le tanışır. Halit
Refiğ, Özön’le birlikte Türkiye’de
sinemaya sanat olarak yaklaşan
ilk dergi olan “Sinema Dergisi”nin
kadrosunda yer alır. Refiğ’in
ifadesine göre o dönemde dergiyi
çıkaran ekibin amacı “Daha iyi
58
ve daha güzel bir Türk sinemasına yol açabilecek
bir sinema sevgisi yaratabilmek” olmuştur (Refiğ,
1971: 18).
Yurt dışında edindiği kuramsal bilgileri
eleştirilerine taşıyarak, bugün “akademik eleştiri”
dediğimiz biçimi ilk kez Türkiye’de
gerçekleştiren Halit Refiğ’in,
yazılarında Türk filmlerini ön
plana çıkarması, bu yapımları
küçümseyen, dönemin bazı yazarlarının tepkisini çeker. Ancak
Refiğ, Türk sineması üzerine
eğilmenin bir eleştirmenin
temel amacı olması gerektiğini
önemle vurgular. Bu düşüncesi
nedeniyle sinema eleştirmenleri arasından çoğu zaman
dışlanır. Ancak yıllar sonra,
1960’larda Türk sinemasının
güçlenmesi ve yurt dışında
kazanılan ödüller, eleştirmenlerin Halit Refiğ’in
dikkat çektiği doğruları kabul etmesine yol açacaktır. Bu durum aynı zamanda Refiğ’in, bir yönetmen
olarak “Ulusal Sinema” kavramı çerçevesinde
filmler
çekme çabasının temellerinin,
henüz eleştirmenlik döneminde
atıldığının göstergesi olarak kabul
edilmelidir. “Ben memleketin genelinin, çoğunluğunun benden ve
ailemden farklı olduğunu idrak
etmeye başladığım andan itibaren bu çoğunluğa karşı olmak,
küsmek, sırtımı dönmek yerine,
bu çoğunluğun bir parçası nasıl
olunur sorusunun cevabını, yolunu aradım hep. Bu bilhassa
askerden döndükten sonra
oldu” (Akt. Türk, 2001: 18)
der ve ekler; “Başından beri benim meselem Türk
sineması idi” (Akt. Hristidis, 2007: 64).
Eleştiri yazıları sayesinde tanıştığı yönetmenlerin ilki, 1957 yılında “Yaşamak Hakkımdır” filminde
asistanlığını yaptığı Atıf Yılmaz olur. Ardından ikinci
asistanlık deneyimi olan “Alageyik” gelir. Bu
filmle, Türkiye’ye özgü şartlarda ve sinema alanındaki
tüm olumsuzluğa rağmen
nasıl film çekileceğini
öğrenir. Atıf Yılmaz’ın
ardından Memduh Ün’ün
asistanlığını yapmaya başlar.
Memduh Ün’ün ilk filminin
yapımcısı olmasıyla da ilk kez
yönetmenlik koltuğuna oturur.
Memduh Ün’le çalışmak Refiğ’e
piyasa koşullarının işleyişi
konusunda önemli dersler
vermiştir. Ticari sinemanın
gereklerinin yerine getirilmesiyle
elde edilen gelirin, kendisi için
özelliği olan filmleri çekme olanağını
sunacak olması, ileriki yıllarda Halit Refiğ’in sinema
yaşamını belirleyecektir. 1960 yılında çektiği ilk filmi
“Yasak Aşk”, eleştirmenliği bırakarak tamamen aktif
sinemaya yönelmesini sağlar.
Halit Refiğ’in yazar Kemal Tahir ile tanışması
da yaşamının önemli dönüm noktalarından
biridir. Bu tanışma, yönetmenin en başından beri
amaçladığı, gerçekçiliğe dayalı ulusal sinemanın
yaratılması düşüncesinin sağlam temellere oturtulmasına olanak sağlar.
1960’lı yılların ortalarında Ulusal Sinema kavramı çevresinde yaşanmaya başlanan tartışmalar,
Halit Refiğ, Metin Erksan, zaman zaman da Lütfi
Ömer Akad, Duygu Sağıroğlu gibi yönetmenleri
içine alan bir harekettir. Halit Refiğ, ‘Türk sinemasında bir şey yapılamaz çünkü sinemacılar cahil ve
beceriksizdir’ denilen bir ortamda özelikle Metin
Erksan’la birlikte eleştirilerin odağında olmasına
rağmen, sinemamız için ancak Türk sinemasının çözüm olacağı düşüncesini büyük bir güçle
savunmaya devam eder. Ulusal Sinema kavramının
çıkış noktası, Türk sinema sektörünün seyircinin
talepleri ile şekillenmesine dayanmaktadır. Halit
Refiğ’e göre, Türk sineması sosyal ve ekonomik
olarak tamamen halka dayanan bir sinemadır.
Sistem, bölge işletmeciliği ile Anadolu’nun her
yanından seyircilerin beklentileri doğrultusunda
belirlenen filmlerin yapımcılara sipariş edilmesine
dayanmaktadır. Sipariş verilen filmler peşin parayla
çekilmemekte, gişe başarısından elde edilecek para
ile bozdurulacak “bono”lar yönetmen ve oyunculara dağıtılmaktadır. Bonolar, gişe gelirinin belirli
kısmı salon sahibinden yapımcıya aktarıldığında
bozdurulmakta ve ekip üyelerine paraları ödenmektedir. Halit Refiğ, dünya üzerinde başka örneği
bulunmayan bono sisteminin, halkı aslında filmin
yapımcısı konumuna getirdiğini savunmuştur. Refiğ, Türk sinemasında büyük sermaye ya da devlet
eliyle desteklenen bir sinemanın olmamasından
dolayı, Türk sinemasının bir halk sineması olduğu
tezini öne sürer. Bununla birlikte halk sinemasının ulusal sinema niteliği kazanabilmesi ancak,
halkın yaşadıklarının ve çektiği sıkıntıların perdeye
taşınmasıyla mümkün olabilir. Yönetmen Ulusal
Sinema kavramı konusunda önemli olan noktayı
1971’de çıkardığı “Ulusal Sinema Kavgası” kitabında
şöyle açıklamaktadır: “Türkiye’de ne yapılacaksa
bunu kendi aramızda, kendi yağımızla kavrularak
yapmak zorundaydık. İşe yabancıları karıştırmaya
kalkınca insanın kendi görüşlerinden, inançlarından feragat etmesi gerekiyor, etmezse ortaya tatsız
durumlar çıkıyordu” (Refiğ, 1971: 20).
Halit Refiğ, ulusal sinema anlayışının
temelinde yatan toplumsal gerçekçilik anlayışını ise şu sözleriyle vurgular. “Ulusal sinema,
halkın temel değerlerine karşı olmadan, içinde
bulunduğu durum konusunda bir bilinçlendirme,
bir bilgilendirme, yani belli bir bilincin sineması
olma iddiasında idi (...) Ülke gerçeklerinin seyirciler
tarafından bilinmesinin sinema yoluyla sağlanmasının yararına inanıyordum. Ve buna inanırken,
bu gerçeklerin bizim çoğu zaman kopyalamak
istediğimiz Batı ülkelerinin gerçeklerinden farklı
olduğu inancındaydım. Ki, şu konuştuğumuz anda
bu inancım çok daha keskinleşmiş durumdadır””
(Akt. Hristidis, 2007: 184-185).
Halit Refiğ’in ulusal sinemayı gerçekleştirme
çabası, film yapımındaki güçlüklerden etkilenen
yapımcıların, popülerlik ve ticari başarı kazanma
kaygısını dayatması nedeniyle yarım kalır. Seyircilerin ödediği bilet ücretleriyle varolan bir sinemada
halka hizmet edilmesi gerektiği düşüncesi, halkın
eğlenme isteği karşısında, yönetmenin, “Kızın Var
Mı Derdin Var”, “Yedi Evlat, İki Damat”, “Karakolda
Ayna Var” gibi filmler çevirmesine ve giderek ticarî
sinemanın kıskacına girmesine neden olur. O dönemde çektiği filmler hakkında Halit Refiğ kendini
şu ifadelerle savunmuştur: “Bir yönetmenin 60’lı
yıllar itibariyle bir yıllık geçimini, yani çok bolluk
olmadan, ama mübrem ihtiyaçlarını karşılayacak
şekilde sağlaması iki film yapmasıyla mümkündü.
Bana ‘her sene düşündüğün gibi iki film yap’ deseler yapamam zaten. Diyelim ki prodüktörler bana
inanmış, her yaptığım film de tutuyor. Onu farz
etsek bile, ben her sene iki tane düşündüğüm gibi
film yapamazdım. Ondan ötürü burada, ‘ben, bana
yapımı ters gelmeyecek, çok aykırı, benim yapmakta çok zorlanacağım şeyler olmadıkça, prodüktörleri memnun edeceğim tabii. Bunları yaparım ama
önüme fırsat çıktığı zaman, kendi düşündüğüm
tasarıları da gerçekleştirebilirim’ diye hesap yaptım”
(Türk, 2001: 111-112). Yönetmen, gerçekten de,
pek çoğu aynı zamanda gişe başarısı da kazanan,
“Şafak Bekçileri”, “Gurbet Kuşları”, “Kırık Hayatlar”,
“Şehirdeki Yabancı”, “Haremde Dört Kadın”, “Bir
Türk’e Gönül Verdim” ve üçüncü kez perdeye taşınan
“Vurun Kahpeye” filmleri gibi, ulusal sinemanın
bire bir manifestosunu işaret eden ya da ondan
izler taşıyan filmler yapma şansını bu ticari filmler
sayesinde bulmuştur. 1975 yılında İsmail Cem’in
TRT Genel Müdürü olması ile televizyon için çektiği
ilk çalışması, Halit Ziya Uşaklıgil’in romanından
uyarlanan “Aşk-ı Memnu” ise, tek televizyon kanalının verdiği güvenle, ticari kaygıdan uzak şekilde
gerçekleştirilen, sosyolojik çözümlemelerin çok
net şekilde yapılabildiği, yozlaşan aile kurumunun
eleştirisiyle dolu bir yapımdır.
Halit Refiğ’in televizyon ile ilişkisi ise her
zaman olumlu gelişmemiştir. 1983 yılında yine
TRT için Kemal Tahir’in romanından uyarlanan
“Yorgun Savaşçı” büyük tartışmalara yol açar.
Gerçekleri saptırmakla suçlanan dizinin orijinalinin
yakıldığı açıklanır. İleriki yıllarda ise bir kopyasının
saklandığı ortaya çıkar. Türkiye’de özel televizyon
kanallarının yasal olmayan şekilde yayına başladığı
dönemde, özel bir kanal için çekilen yeni Aşk-ı
Memnu versiyonuna karşıt olarak, saklanan bu
video kaydı TRT’de yayınlanır.
İleriki yıllarda senaryosunu Ümit Ünal’ın
yazdığı “Teyzem” filmi gelir. 1989’da “Hanım” ve
1990’da yine bir Kemal Tahir uyarlaması olan
“Karılar Koğuşu” filmlerinin herbiri, bir önceki
filminden daha ileriye giden, sosyal yapıya uygun
yansımaların yer aldığı, aynı zamanda Halit Refiğ’in
sinemasının üstünlüğünün tüm çevreler tarafından
kabul edildiği filmler olmuştur.
Yetmiş beş yıllık yaşamına yurt içi ve yurt
dışında çekilmiş toplam 64 kurmaca film, belgesel,
TV dizisi ve TV filmi sığdıran Halit Refiğ, en başında
sinema üzerine eleştiriler yazarken yola çıktığı
“Türkiye’de sinema sevgisini yaratma amacı”ndan
hiç vazgeçmemiştir. Halit Refiğ, yazıları ve filmleriyle olduğu kadar, Mimar Sinan Üniversitesi’nde
akademisyenliğe başladıktan sonra da deneyim
ve bilgilerini genç nesillere aktararak, bu amacına
ulaşma çabasını sürdürmüştür. Her ne çeşit eleştiriyle karşılaşırsa karşılaşsın Refiğ, sadece vatanını
seven ve onu yüceltmeyi kendine hedef edinen bir
sanat insanı olmuştur. Kendisinin de bu sevgi ile
ürettiği filmler, diğer birçok yönetmenle birlikte,
ardından gelen genç nesiller ve sinemaseverler
için sinema sevgisini yaratma amacına ulaşmış
görünmektedir.
59
Dünya alternatif enerji
kaynaklarına yöneliyor
G
Petek DURGEÇ
60
ünümüzde enerji üretmek
amacıyla kulanılmakta olan
petrol ve kömür gibi yakıtlar,
içinde bulunduğumuz yüzyıl sona
ermeden tükenecek. Bu yakıtlara
alternatif olabilecek kaynaklara ise yenilenebilir enerji deniyor. Söz konusu
kaynakların başında güneş ve rüzgar
enerjisi yer alıyor. Jeotermal, Hidrojen, Hidro-elektrik, Biyokütle ve dalga
enerjisi ise diğer alternatif enerji
kaynakları.
Güneş yüzyıllardır dünyadaki
bütün yaşamın kaynağı. Bugün güneş
enerjisi dünyamızı bir çevre felaketinin eşiğine getiren fosil yakıtlara alternatif olacak güce erişmiş durumda.
Güneş enerjisi güneş ışığından enerji
elde edilmesine dayalı bir teknoloji.
Güneş enerjisinden yararlanma
konusundaki çalışmalar özellikle
1970’lerden sonra hız kazandı ve
güneş enerjisi sistemleri teknolojik
olarak ilerleme ve maliyet bakımın-
dan düşme gösterdi. Günümüzde ise
güneş enerjisi çevresel olarak temiz
bir enerji kaynağı olarak kendini
kabul ettirmiş durumda.
Ülkemiz dünyada yararlanılan en
eski enerji kaynağı olan güneş enerjisi
açısından diğer ülkelere nazaran daha
şanslı. Türkiye düşen güneş enerjisi
miktarı tüm Avrupa ülkelerine düşen
enerjinin toplamına eşit.
Devlet Meteoroloji İşleri Genel
Müdürlüğü’nde (DMİ) mevcut bulunan
1966-1982 yıllarında ölçülen güneşlenme süresi ve ışınım şiddeti verilerinden yararlanılarak yapılan bir çalışmaya göre Türkiye’nin ortalama yıllık
toplam güneşlenme süresi 2640 saat
(günlük toplam 7,2 saat), ortalama
toplam ışınım şiddeti ise 1311 kWh/
m²-yıl (günlük toplam 3,6 kWh/m²).
Çeşitli kaynaklara göre ülkemizin yılda
almış olduğu güneş enerjisi bilinen
kömür rezervimizin 32, bilinen petrol
rezervimizin ise 2200 katı.
EÜ Güneş Enerjisi Enstitüsü
Müdürü Prof. Dr. Sıddık İçli
Ses ve atık kirliliği yaratmayan bir
diğer enerji kaynağı ise güneş pilleri.
Bilimsel olarak son derece ileri bir teknolojiyi gerektiren güneş pili üretimini
Türkiye’de gerçekleştiren tek kurum
ise Ege Üniversitesi (EÜ) Güneş Enerjisi
Enstitüsü. Alanında önder bir kurum
olarak dünyada büyük bir saygınlığa
sahip olan enstitü yurt içi ve yurt dışındaki akademik-endüstriyel kuruluşlarla araştırma ve eğitim konularında
iş birliği ile proje destekleri sağlıyor,
araştırmacı, uzman, uygulayıcı mühendis, teknik elemanların eğitim ve gelişmesini sağlıyor, çalışma konularında
ulusal ve uluslararası sempozyumlar,
paneller ve toplantılar düzenliyor,
dokümantasyon ve nitelikli yayınlar
(SCI) sunuyor, patentler gerçekleştiriyor, enerji konularında ilgili kamu
kurumlarına ve endüstriyel kurumlara
yönlendirici ve uyarıcı bilgiler veriyor.
Doğa dostu güneş pilleri
Güneş pillerinin yakıtı güneş ışığı
olan, doğa dostu ve ülkemizde her
yerde yüksek verimlilikle kullanılabilecek elektrik üreticileri durumunda
olduğunu belirten EÜ Güneş Enerjisi
Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Sıdık İçli,
güneş pillerinin işlevlerini şöyle ifade
ediyor: “Güneş pilleri çevre dostudur
ve tükenmez enerji kaynağı olan güneşten, insan ömrü boyunca elektrik
üretirler. Türkiye güneş enerjisinden
ekonomik olarak yararlanabilinen
bir ülke. Özellikle elektrik şebekesi
olmayan bölgelerde güneş pilleriyle aydınlatmayı sağlamak oldukça
ekonomik. Güneş pillerinin kullanım
alanlarından biri de haberleşme. Piller
yerleşim merkezlerine uzak yerlerdeki
GSM yansıtıcıları ve radyo istasyonlarının enerjilerini karşılamak için
ideal çözüm. Kullanıcıları
şebeke bağımlılığından,
jeneratörlerin bakım ve
işletme masraflarından
kurtarıyor. Piller, güneş
ışığı hariç herhangi bir
yakıta veya şebeke bağlantısına gerek kalmadan
elektrik üretebiliyorlar
ve sıcaklık değişimlerine
dayanıklılar.”
Enerji gereksinimi
doğanın sonsuz rüzgar gücüyle
de karşılanabiliyor. Faaliyetleri
arasında biyokütleden biyogazbiyodizel üretimi gerçekleştirmek, sanayide enerji tasarrufuenerji verimliliği sağlamak,
solar termal teknolojiler
ve solar fotoelektronik
(Güneş Pilleri, OLED,
OFET) teknolojiler
geliştirmek olan
EÜ Güneş Enerjisi
Enstitüsü, rüzgar
türbini üretimini
de başarmış durumda.
Rüzgar türbinlerinin
dünyada hızla yaygınlaştığını
belirten Prof. Dr. İçli, “Elektrik üretilmek istenilen her yerde, rüzgar
jeneratörlerini kullanmak olasıdır.
Rüzgar jeneratörü elektrik üretim
sistemi, akülerle birlikte dizayn
edilip, üretilen elektriği depolayabiliyor. Böylece, rüzgar hızının yeterli
olmadığı anlarda, sistem, akülerde
depolanan enerjiyi kullanıyor. Rüzgar jeneratörleri, çevreyi kirletmeyen enerji üretim araçları. Rüzgar
jeneratörünün üreteceği elektrik
gücü, rüzgar hızıyla orantılı. Rüzgar
hızı attıkça, üretilen elektrik miktarı
da artıyor.” diye konuştu
Jeotermal enerji ucuz
ve güvenli
Jeotermal enerji ise yeni, yenilenebilir, sürdürülebilir, tükenmez,
ucuz, güvenilir, çevre dostu, yerli
ve yeşil bir enerji türü. Jeotermal
Enerji jeotermal kaynaklardan ve
bunların oluşturduğu enerjiden
doğrudan veya dolaylı yollardan
faydalanma imkanı sunuyor. Tüm
dünyadaki jeotermal potansiyelin
%8’ini bulunduran
ülkemiz bu kaynaklar
yönünden dünyanın
en zengin 7. ülkesi
konumunda.
EÜ Güneş Enerjisi
Enstitüsü’nde jeotermal enerjiler hakkında
da başarılı çalışmalar
gerçekleştirildiğini belirten Prof. Dr. İçli, “Sıcak su
ve buhar, diğer yer altı ve
yer üstü sulara göre daha
fazla erimiş madde ve
gaz içeriyor, oluşumundaki süreklilik
nedeni ile yenilenebilir
özellikte. Jeotermal
kaynaklar ile elektrik
enerjisi üretimi,
merkezi ısıtma,
merkezi soğutma, sera ısıtması
uygulamaları,
termal turizmde kaplıca
amaçlı kullanım ve mineraller içeren içme suyu
üretimi gibi uygulamalar
gerçekleştirilebiliyor. Türkiye’de
jeotermal enerji tüketimi büyük
oranda ısıtma amaçlı gerçekleştiriliyor.” dedi.
Alternatif Enerji iş
imkanı sağlıyor
Alternatif enerji kaynaklarının
kullanımının yaygınlaşması yeni
iş kollarının da önünü açıyor.
Birleşmiş Milletler’in bu yılın
Mayıs ayında hazırladığı rapora
göre, alternatif enerji kaynaklarına yönelim 2030 yılına kadar 20
milyon yeni iş imkanı sağlayabilir.
Rapora göre, dünyada iki milyon
300 bin dolayında kişi şimdiden
alternatif enerji sektöründe
çalışıyor.
Rapora göre, güneş enerjisinden faydalanmak için güneş panelleri üretimi ve sistem kurma
çalışmaları önümüzdeki 22 yılda
altı milyon 300 bin yeni iş açılmasını sağlayabilir. Rüzgar enerjisi
için ise bu rakam iki milyondan
fazla.
61
Heyecanı sevenler için yeni bir spor dalı
Deep Water Soloing
Duygu ÖZTÜRK
Henüz yeni yeni
yaygınlaşmaya başlayan
bu spor, deniz
üstündeki bir yamaca,
sadece kayalara
tutunarak iple emniyet
alınmadan tırmanmayı
kapsıyor.
62
B
urcu Günay, Ege Üniversitesi
Fen Fakültesi, Kimya Bölümü
2004 mezunu ve Sağlık, Kültür
ve Spor Daire Başkanlığı Spor Hizmetleri Bürosu personeli. Tırmanış
sevdasına öğrencilik yıllarında Doğa
ve Dağcılık Topluluğu’nda başlamış olan Günay, hala bu sevdanın
peşinden koşuyor. Yaklaşık 3 yıl önce
ülkemizden yola çıkarak İran-Pakistan-Hindistan üzerinden karayoluyla
gittiği Nepal’de, Himayalar’ın Everest
Bölgesi’nde 3 zirveye üniversitemizin bayrağını taşıyan, Günay,
yeni heyecan arayışlarının sonunda
geçtiğimiz yaz Tayland’a “Deep Water
Soloing” olarak bilinen spor için
gitti. Son yıllarda gelişen, pek çok
tırmanıcıyı Tayland’a çeken, ve “Deep
Water Soloing” derin su solosu ya da
“Psicobloc” olarak bilinen bu spor,
solo kaya tırmanmanın bir değişik
çeşidi. Henüz yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan bu spor deniz üstündeki
bir uçuruma iple bağlanmadan,
sadece kayalara tutunarak tırmanmayı kapsıyor. Bu spora “Psicobloc” da
deniyor çünkü, “Psico” yani zihin, esasen zihnin dingin bir şekilde kalarak
tüm riskleri ve gerilimi kontrol altında
tuttuğunu, “Bloc” da blok veya iri
kaya parçasını ifade ediyor.
Normal koşullarda kaya tırmanıcılığında tırmanıcılar düştüğü taktirde
onları koruyan ipli emniyet sistemi
veya özel bir altlık, kaza altlığı vardır.
“Psicobloc”ta kaza altlığı sudur. İp
veya tırmanma takımları yoktur:
sadece bir çift tırmanma ayakkabısı
ve... aşağıda, işler kötüye gittiğinde
atlanması gereken (bazen, 20 metreye varan yükseklikte) harika bir deniz.
İşte bu merakla ve Tayland’a dair
gördükleri fotoğrafların güzelliği
ile yola koyulmuş Burcu Günay ve 3
arkadaşı. Bölgede spor tırmanışlar
yapan ekip, “Deep Water Soloing”i
de denemiş. Günay, bu deneyimle
ilgili şunları söylüyor: “Bu tırmanma
şeklinde tırmanıcının emniyeti için ip
kullanılmaz. Bunun yerine tırmanışçı
tırmanamadığı noktada kayadan
ayrılıp suya düşer. İngilizce adından
da anlaşıldığı gibi güvenlik için suyun öncelikle yeterince derin olması
gerekir. Ayrıca tırmanılan kayaların
düşerken çarpma riski oluşturmayacak bir yapıda olması da şart. Ancak
bu şartlar sağlandığında bile suya
düzgün düşülmediği takdirde sakatlanma riski oldukça yüksek bir spor
türü. Spor tırmanıştan farklı olarak,
yükseldikçe bir emniyet noktasına
ulaşmak yerine düşeceğiniz mesafe yani tehlike de artmış oluyor.
Herhangi bir tehlikenin olmadığı
durumda bile suya düşmek oldukça
heyecanlı. Su sıcaklığı da 25 santigrat derece civarında olduğundan
üşümek söz konusu değil. Ancak
ıslaklık kayganlığı arttırdığı için
tırmanırken tedirgin edici bir etken
olabiliyor. Tırmanış sporu yerli halkın
para kazandığı bir sektör haline
geldiğinden, paranıza göre ayarladığınız tekne sizi ıslanmadan kayalara
yanaştıracak hizmeti de verebiliyor.
Ancak tabi oraya kadar gitmişken,
kayalara birkaç kez tırmanmak ve
tekrar tekrar suya düşmek lazım. Bu
noktada her şeyi bir sonraki tırmanış
için kuru temin etmek de gerçekten
zor. İşte bu ıslaklık ve kayganlık da
işin zor yanı.”
Tayland’ı ziyaret eden bir çok
turist, ülkenin doğusunda bulunan,
iyi hava şartlarının olduğu sahillere
ve su sporları cenneti olarak bilinen
Ko Samui’ye giderken, ekip “Deep
Water Soloing” için ülkenin batısında
yer alan ve kaya tırmanışı için çok
talep görmekle birlikte yağışlı bir
iklime sahip Krabi sahillerine gitmeyi
seçiyor. Yürüdükleri yol hemen denizin kenarında kayalıkların arasında
yer alıyor ve gelgit bölgede günün
yalnızca belirli saatlerinde geçişe izin
veriyor. Zaten Tayland’ın bu spora
zemin oluşturan ilginç kaya yapısının oluşmasında da bu gelgitler rol
oynuyor.
Günay yaşadıkları bu ilginç
deneyimi şöyle anlatıyor: “Tayland’da
bütün bir gün boyunca Deep Water
Soloing yaptık. İlk kez denemenin
verdiği heyecanla ve bu sporun
olmazsa olmazı ıslaklıkla mücadele
ederek ancak 8-10 metre yükselebildik. Tayland’da bu spora uygun belirli
tırmanış rotaları var. Kiraladığınız
teknenin kaptanı sizi tırmanıcının
yapısına, tecrübesine ve tırmanabileceği maksimum yüksekliğe göre
belirlediği rotalara götürüyor. Ancak
belirlenmiş rotalar birbirine oldukça
benzer ve iki rota arasındaki mesafe
tekneyle en fazla yarım saat alıyor.”
Günay heyecanını anlatmaya
şöyle devam ediyor: “Aslına bakarsanız yüksekten korkan biriyim.
Dolayısıyla fiziksel olarak daha da
yükseğe tırmanabilecekken aşağı düşme tehlikesi yüzünden çok
yükselemedim. Islak malzemeyle
tırmanmaya alışkın değildik. Dolayısıyla ıslaklık ve kayganlık yüzünden
bastığımız ve tuttuğumuz yerlere
çok fazla güvenemedik. Ama ne
olursa olsun en güzeli suyla buluşma
anıydı. Yine de bu tırmanış bize çok
farklı bir deneyim kazandırdı.”
Tabii kaya tırmanışı bahanesiyle gittikleri Tayland’ı ve ardından
Kamboçya’yı da geziyor Günay ve
arkadaşları. Kaya tırmanışına ayrılmış
olan zamanın sonuna gelindiğinde Kamboçya’ya gidebilmek için
Bangkok’a dönüş yoluna koyuluyorlar. Dönüş yolunu “The Beach” filminin
çekimlerinin yapıldığı ve buraya
gelen sırt çantalı genç Avrupalı
turistler tarafından filmin ruhunun
hala yaşatıldığı Phi Phi Adası’ndan ve
Tayland’ın turizm açısından en önemli
yerlerinden olan Phuket Adası’ndan
geçirerek farklı bir rota çiziyorlar.
Phi Phi Adası Tayland’ın tsunami
felaketinden en çok zarar görmüş
yerlerinden biri, aynı zamanda tropik
koyları ve billur suları ile tam bir
dalış cenneti. Tayland’da motosiklet
(scooter) kullanımının çok yaygın
olduğunu ifade ediyor Günay ve şöyle
devam ediyor: “Yaşlı-genç, kadın-erkek herkesin motosikleti var. Yağmur
ise zaten yılın büyük bir döneminde
ılık ılık yağıyor. Bu nedenle Tayland’da
yağmur altında pembe motosikletiyle
okula giden küçük kız çocuklarına ya
da motosikletiyle dolaşan yaşlı bayanlara rastlamak olağan bir durum.”
63
2006 yılında Himalayalar’da biri
Everest Dağı’nın -zirvesine değil ama5 bin 400 metre yüksekliğindeki ana
kampına olmak üzere iki 5 bin, bir 6
bin metre üzere; tırmanış gerçekleştiren Burcu Günay: “Everest yolculuğu
benim için çok farklı bir tecrübeydi.
Yolculuk boyunca inanılmaz tecrübeler kazandık. Ancak her ne kadar
birbirlerine benzer gibi algılansa da
dağcılık ve kaya tırmanışı birbirinden
çok farklı disiplinler. Sportif kaya
tırmanışını normal koşullar altında
sağlık sorunları olmayan herkes deneyebilir. Ancak yüksek irtifa tırmanışları
hem çok zorlu çevre koşullarında
gerçekleştirilir hem de çok ciddi bir
eğitim ve ön çalışma gerektirir. Belirli
tekniklerin ve ekipmanların olmazsa olmaz olduğu unutulmamalıdır.
Dağcılık yapabilmek için ayrıca belirli
bir düzeyde kaya tırmanış tekniği
ve becerisi de gerekir. Genel olarak
kaya tırmanışında da gerekli emniyet
önlemleri olmadığı taktirde küçük bir
hata hayatınıza mal olabilir.”
Yolculuklarına başkent Bangkok’tan başladılar. İlk gün Büyük Saray’ı ve
tek parça zümrütten yapılmış Buda heykelinin bulunduğu
Wat Phra Kaew’i ile Wat Saket’i gezdiler.
Sonrasında Wat Pho’ya giderek 46 m uzunluğunda olan
ve yerde yatar şekilde meditasyon yaparken
tasvir edilen Buda heykelini gördüler. (Aşağıdakiler)
Son gün Bangkok’ta tropik ormanlarda yaşayan türleri görmek umuduyla
hayvanat bahçesi ve timsah çiftliğini ziyaret ettik. Burada yetiştirilen
timsahların etinden ve derisinden faydalanıldığı gibi; süs eşyası
yapımında da tırnakları ve dişlerinden hatta yumurtalarından bile
faydalanılıyor. Ayrıca günün belirli saatlerinde timsahlarla gösteriler
yapılmakta. Yine günün belirli saatlerinde ipte yürüyen, resim yapan,
bowling oynayan fillerin gösterisini izlemek mümkün.
Ekip, dünya kültür mirası olarak UNESCO’nun koruması altında olan ve güneydoğu
Asya’da 400 kilometrekare alana yayılmış en önemli arkeolojik bölgelerden biri olma
özelliğine sahip Angkor şehrini de ziyaret ediyor. Kamboçya bayrağında yer alan ünlü Angkor
Wat tapınağı burada yer alıyor. Tapınak 12. yüzyılda yapılmış ve 200 hektarlık alanı kaplıyor.
Çevresinde içi su dolu 200 metre genişliğinde bir hendek var, çevresi 3.6 kilometrelik kalın bir
duvarla çevrili. Büyük Khmer İmparatorluğu’nun son başkenti olan Angkor Thom’un kalıntıları 50 kulesiyle toplam 216 tane dev insan yüzü figürü içeren ünlü Bayon Tapınağı’nı ve yine
Angkor’un en büyük yapılarından biri olan Baphuon’u içeriyor. Şehrin tamamını yürüyerek
gezmek çok zor olduğundan araç kiralamak gerekiyor. Girişte 1, 2 ve 3 günlük ziyaret biletleri
alınabiliyor, tamamını gezmek için de 3 gün gerekiyor. Dünyanın ilk dev kenti sayılan ve 1
milyon insanın yaşadığı tahmin edilen Angkor 15. yüzyıldan sonra terk edilmiş. 1860 yılında
Fransız bir misyonerin şehri keşfetmesi ile yeniden yapılandırma çalışmalarına başlanmış ve
1968 yılında Vietnam Savaşı ile çalışmalar durmuş ve şehir unutulmuş. 1991 yılında kayıp
şehrin dev tapınakları tekrar bulunmuş ve çalışmalara başlanmış. Yüzyıllardır doğaya ve
en çok da ormana direnen şehrin büyük bir bölümü günümüzde hala büyük bir yapbozun
parçaları olarak tekrar birleştirilmeyi bekliyor.
64
Yiyecekler ve kokuları Bangkok’ta her yerde…
Yenilebilir her türlü şeyi kızartıp sokaklarda satılıyorlar denebilir.
Bunlar arasında en ilginci kızartılmış böceklerdi.
65
İzmir’in ilk
eczanelerinden
biriydi...
Duygu ÖZTÜRK
Erhan ÇUKURLU
Ümit MUTLU
İ
Süleyman Ferit Eczacıbaşı
66
zmir, Osmanlı döneminde hastane ve eczane bakımından
İstanbul’dan sonra imparatorluğun
en önemli vilayeti ve aynı zamanda
en önemli bitkisel ilaç ticaret merkeziydi. İzmir’de bugünkü ilk eczaneler
19. yy’dan itibaren açılmaya başlanmıştı ve ilk eczane sahiplerinin tamamı gayri-müslimlerden oluşmaktaydı.
1890 yılında İzmir’de tümü azınlık
kökenli olmak üzere 40 kadar diplomalı eczacı bulunuyordu. Bu dönemde İzmir’in nüfusu 500.000 civarındaydı. Türk eczacılar ise 1900’lü yılların
başından itibaren İzmir’de eczane
açmaya başlamışlardı. Süleyman Ferit
Eczacıbaşı, Eczacılık Mektebi’ni 1903
yılında bitirip, yine aynı yıl İzmir’de
Guruba-i Müslimin (Garip Müslümanlar) Hastanesi’nde görev aldığı zaman,
hastanenin ilk ve tek Türk eczacısı idi.
1922 yılına gelindiğinde İzmir’de
50 eczane bulunuyordu. Bunlardan
yalnızca dördü Türk eczacılara aitti.
İşte o eczanelerden biri de Süleyman
Ferit Bey’in Şifa Eczanesi’ydi.
Süleyman Ferit Bey, 1909 yılında
Tilkilik semtinde bulunan Eczane-i
Umumi’yi 215 altın Lira’ya satın alarak
serbest eczacılığa başladığında ne
fahri “Eczacıbaşılık “payesinin kendisine verileceğini, ne bu unvanı daha
sonra soyadı olarak alacağını, ne de
İzmir’in yakın tarihinde izler bırakıp
İzmir çocuklarının “Ferit Dede’si “olarak anılacağından habersizdi.
“Ferit Dede” sayesinde dönemin
belki de en önemli sağlık merkezi
olmuş, İzmir’in tıp tarihinde, sosyal
yaşamında, hayırseverlikte, sembol
haline gelmiş Şifa Eczanesi, binlerce
İzmirli’nin çocukluk hatıralarında
başköşeye yerleşmiştir. Süleyman
Ferit, sağlık hizmetlerinin ve ilaç imalatının yanı sıra; diş macunu, diş suyu,
saç suyu, tuvalet ve çocuk pudraları,
Altın Damlası, Unutma Beni, Yasemin, Leylak, Manolya, Yaz Yağmuru,
Limon Çiçeği gibi ün salmış, isimlerini
Şifa Eczanesi’nin müdavimleri olan
Celal Sahir, Ahmet Haşim, Orhan
Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy gibi
edebiyatçıların koyduğu, hafızalardan
silinmeyen kolonyalar ve benzeri
kozmetik ürünlerinin de imalatını
yapmıştır. Öyle ki, imal ettiği Altın
Damla Kolonyası İzmir’in sembolü
haline gelmiş, İzmir’i ziyaret eden
hemen herkes bir şişe Altın Damla
Kolonyası almadan evine dönmez
olmuştur. İzmir’in en önemli tıp, tarih
ve hayırseverlik portreleri arasında
önemli bir yeri olan Süleyman Ferit
Eczacıbaşı’nın sembol olmuş Şifa
Eczanesi adeta geçmişten geri getirilip, geleceğe, yani genç kuşaklara
emanet edilmek üzere 26 Haziran
2009 tarihinde Ege Üniversitesi’ne
bağışlandı.
Eczacıbaşı Ailesi’nin Ege
Üniversitesi’ne ‘’Müze Eczane’’ olarak
bağışladığı Şifa Eczanesi’nde döneminin ilaç-eczacılık tarihinin tüm özelliklerini yansıtan toplam 3000’den fazla
tarihi materyal bulunmakta. Ayrıca
Müze Eczane’de orijinal ilaçlar, tahta,
metal, karton ve cam ilaç ve produi
kutuları ve şişeleri, döneminin ünlü
Altın Damla’sı ve diğer kolonya ve
parfüm şişeleri, porselen ilaç ve drog
kavanozları, gözlük cam ve çerçeveleri, optik cam kesme makinesi, terazi
ve diğer tartı aletleri, ilaç imalatında
kullanılan çok sayıda porselen havan
ve eczacılık levazımatı, etiketler, tahta
kaşe ve mühürler, çok sayıda yayın,
defterler ve dönemin önemli Fransızca ve Osmanlıca yazılmış ilaç Farmakope kitapları, tıbbi formül kitapları
ve çok sayıda broşür bulmak ve bu
tarihi eczaneyi hayallerde yeniden
canlandırmak mümkün.
Ferit Dede’nin “Şifa Eczanesi”,
içinden Eczacıbaşı Topluluğu’nu
doğurmuş, geçmişten gelip geleceğe
uzanan bir tarih, tıp, bilim ve sanat
öyküsü olarak Ege Üniversitesi çatısı
altında binlerce öğrenciyle buluşacak,
Ege Üniversitesi’nde canlanacak.
Gelecek nesillere geçmişi yaşatabilmek amacıyla Ege Üniversitesi
Eczacılık Fakültesi’nde sergilenmeye
başlayan, eczacılığın yakın geçmişine ışık tutan Şifa Eczanesi Cuma
günleri 10.00–12.00 saatleri arasında
Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi
Koridoru’nda ziyaretçilerini bekliyor.
Şifa Eczanesi’ne Cuma günleri
yapılabilen normal ziyaretler Eczacılık Fakültesi araştırma görevlilerinin
nezaretinde gerçekleştirilmekte,
ancak akademik araştırma ve incelemelerde bulunmak isteyenlerin
Eczacılık Fakültesi Dekanlığı’na yazılı
müracaat ederek özel izin almaları gerekmekte. Ferit Dede’nin İzmirliler’in
hafızalarında büyük yer kaplayan Şifa
Eczanesi’ni görme şansını yakalamış
olanlar eczanenin geçmiş kokan
havasını tekrar soluyarak nostaljik
bir yolculuğa çıkabilir, kendilerini
yeniden Şifa Eczanesi’nin büyülü
dünyası içinde bulabilirler. Ancak Şifa
Eczanesi’nin gizemli dünyasını görme
şansını kaçırmış olsanız da biraz
hayal gücüyle kendinizi Altın Damla
Kolonyası koklarken bulabilir, kendinizi Ferit Dede’nin ilaç kavanozları
arasında kaybedebilirsiniz.
68
Botanik bahçesinden evladiyelik bitkiler
Petek DURGEÇ
E
Şifa Eczanesi müze oldu
Özlem AKTAŞ
İzmir’in en önemli tarihi değerlerinden
biri olan ve Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın sahibi
olduğu Şifa Eczanesi’nin, Ege Üniversitesi Eczacılık
Fakültesi’nde “Müze Eczane” olarak yeniden hayata geçirilmesi adına düzenlenen açılış töreninde
konuşan Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz “Bugün Ege Üniversitesi olarak kültür,
sanat ve sosyal sorumlulukları barındırmasıyla
beraber geçmişi hatırlama adına çok onurlu günlerinden birini yaşıyoruz. Eczacıbaşı desteğiyle bu
projenin hayata geçirilmesinden dolayı bize bir
miras bıraktıklarını düşünüyorum. Öncelikle Eczacıbaşı ailesi olmak üzere emeği geçen herkese çok
teşekkür ederim.” diye konuştu.
Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı
Bülent Eczacıbaşı “ Bu tarihi yapıtın doğduğu
kente, Ege Üniversitesi’ne bağışlanarak nakledilmesinin doğru bir karar olduğuna inandım.
Daha önce yapımını tamamladığımız Eczacıbaşı
Toplantı ve Sergi Salonu’nun hemen bitişiğinde
Şifa Eczanesi’nin açılışını gerçekleştirmekten
mutluluk duyuyoruz.” dedi.
Törende konuşan Ege Üniversitesi Eczacılık
Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Varol Pabuççuoğlu
“İzmir’in en önemli tarihi değerlerinden biri
olan Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın sahibi
olduğu Şifa Eczanesi’nin şehrimizle yeniden
buluşmasının mutluluğunu yaşıyoruz. Topluma
sunulan eczacılık hizmetinin, ülke sevgisi ve
toplumsal sorumluluk ile yoğrulduğu Şifa
Eczanesi, tarihi kimliği ve bu kimlik içerisinde
mesleğimize, ülkemize ve şehrimize kazandırdıklarıyla toplum önderi olacak genç eczacı
adaylarına ve genç İzmirlilere önemli mesajlar
taşımaktadır.” diye konuştu.
ge Üniversitesi (EÜ) bünyesindeki fakülteler ile araştırma
uygulama merkezlerindeki
uygulama sahalarında üretilip satışa
sunulan ürünler çeşitlilikleriyle dikkat
çekiyor. EÜ Botanik ve Herberyum
Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin
seralarında üretilen bitkiler dayanıklılıkları ve uygun fiyatlarıyla meraklılarının ilgi odağı oluyor. Ege Bölgesi’nin
tek, Türkiye’nin ise sayılı botanik bahçelerinden birine sahip olan merkez
değişik türlerdeki binlerce bitkinin
ahenkli uyumuna tanıklık eden bir
cennet görünümünde.
Merkezin seralarında yetiştirilen
bitkilerin dışarıdaki çiçekçilerde satılanlardan farklı olduğunu belirten EÜ
Botanik ve Herberyum Araştırma ve
Uygulama Merkezi İdari işler Sorumlusu Jeomorfolog Ayşe Bilgin, “Bizim
seralarımızda yetiştirilen ürünler uzun
ömürlü olmalarıyla dikkat çekmektedir. Bunun nedeni toprak karışımlarının uygun şartlarda özenle hazırlanmasıdır. Buradan bitki alan insanlar
aldıkları bitkinin bakımları konusunda
da bilgilendirilirler. Ürettiğimiz ve
sattığımız bitkiler uygun yetişme
koşullarında büyürlerse evladiyelik
olmaktadır.” diye konuştu.
Bitkilerin üretildiği seraların
öğrenciler tarafından sık sık ziyaret
edildiğini ifade eden Bilgin, “Anaokullarından, ilköğretimokullarından,
liselerden ve üniversitelerden öğrenci
grupları seralarımızı ziyaret ediyor.
Dünyada ortalama 260 üniversite ile
tohum alışverişi gerçekleştiriyoruz.
Böylelikle ülkemizde bulunmayan
bitkileri de yetiştirme şansımız oluyor.
Halka açık olan botanik bahçemizden
hergün mesai saatleri içinde alışveriş
yapılabilmekte. Elimizde çok fazla
olan bitkileri senenin belli dönemlerinde düzenlediğimiz dampinglerle
çok uygun fiyata meraklılarıyla buluşturuyoruz.” şeklinde konuştu.
BOTANİK VE HERBERYUM
ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ
SATIŞ YERİ FİYAT LİSTESİ
Türü
Gül
Fiyatı
2.5-3 TL
Sardunya
2 TL
Yasemin
5 TL
Begonvil
5-10 TL
Limon servi
5-10-12.5 TL
Taflan
2.5-5 TL
Mine
5-10 TL
Fenix palmiye
Sikas
25-30 TL
25-250 TL
69
TIP DÜNYASINDAN
Tarihte grip salgınları
Prof. Dr. A. Çağrı BÜKE
Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi
Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik
Mikrobiyoloji Anabilim Dalı
Grip çok eskiden beri bilinen bir
enfeksiyon hastalığıdır. 1870’li yıllarda
İtalyanlar hastalığı soğuğun etkisi
ile ortaya çıkan ve kutsal bedenleri
etkileyen bir hastalık olarak tanımlamışlardır. 1889– 1990 yıllarında Rus
gribi adı altında bir salgın oluşturduğu ve tüm dünyada bir milyon kişinin
ölümüne yol açtığı bildirilse de grip
hastalığının tam olarak ne olduğu ve
oluşturabileceği etkileri konusundaki
ilk ve kötü deneyim 1918 yılında tüm
dünyayı hızla saran bir salgın sonucu yaşanarak anlaşılmıştır. İspanyol
gribi olarak adlandırılan ve İnfluenza
A H1N1 virüsüne bağlı gelişen bu
salgının 1918-1919 yıllarında Amerika
Birleşik Devletleri’nden (ABD) tüm
dünyaya yayılarak toplam nüfusunun
70
ortalama %50’sinde gribe neden
olduğu bilinmektedir. Bu salgın tüm
dünyada pnömoni komplikasyonuna
bağlı olarak bazı kaynaklara göre 30
milyon kişinin, bazı kaynaklara göre
de 100 milyon kişinin ölümüne neden
olmuştur. Bu konudaki genel kabul
tüm dünyada 60 milyon kişinin öldüğü şeklindedir. Bu salgına İspanyol
gribi adı, İspanyol Kraliyet ailesine ait
fertlerin hastalığa yakalanmış olmalarından dolayı verilmiştir. İspanyol
gribi salgınına yol açan İnfluenza A
H1N1 virüsünün asıl kaynağının yeşil
başlı ördekler olduğu ve bazı kaynaklara göre önce domuzlara ve sonra
da onlardan insanlara bulaştığı, bazı
kaynaklara göre ise direkt olarak yeşil
başlı ördeklerden insanlara bulaşarak
sonrasında insandan insana yayıldığı
belirtilmektedir. Bu salgın öncesinde İspanyol grip salgınına neden
olan İnfluenza A H1N1 virüsünün
1917-1918 kış döneminde Çin’de
hafif seyirli bir grip tablosuna neden
olduğu, ancak sonrasında mutasyon
ile değişime uğrayarak çok bulaşıcı
ve hastalandırıcılık yeteneği çok fazla
olan bir virüs haline dönüştüğü ve
salgına yol açtığı kaynaklarda belirtilmektedir.
1918–1919 grip salgınından sonra
tüm dünyayı etkisi altına alan bir diğer grip salgını 1957-1958’de yaşanan
Asya gribi salgınıdır. İnfluenza A H2N2
virüsüne bağlı olarak gelişen bu
salgının tüm dünya nüfusunun %40%50’sinde grip hastalığına yol açtığı
ve yine gribin oluşturduğu pnömoni
komplikasyonu nedeniyle bir milyon
ile bir buçuk milyon kişinin öldüğü
bilinmektedir. Asya grip salgınına
neden olan İnfluenza A virüsünün
kaynağı yeşil başlı ördeklerin grip virüsü ile insan grip virüsü karışımından
oluşan influenza A H2N2 dir.
1957-1958 grip salgınından sonra
üçüncü pandemi 1968-1969 yıllarında
gelişen ve Hong Kong grip salgını adı
verilen salgındır. Tüm dünya nüfusunun %30’unun hastalığa yakalandığı
ve bir ile dört milyon kişinin pnömoni
nedeniyle öldüğü bilinmektedir.
Salgına neden olan İnfluenza A H3N2
virüsüdür.
2004 Ocak ayında Asya’dan
başlayan ve Kuş gribi adı verilen ve
İnfluenza A H5N1’e bağlı gelişen gripte ise durum diğerlerinden farklıdır.
Zira henüz insandan insana bulaştığı gösterilen bir kuş gribi olgusu
yoktur. 2004 ile 2008 yılları arasındaki
olgu sayısı 385 olup bunların hepsi
kuşlardan ve kümes hayvanlarından
insanlara doğrudan bulaşan kuş gribi
olgularıdır. Ancak hastalık
çok daha ciddi ve ağır seyirlidir. Söz konusu tarihler
arasında 385 olgunun
243’ü kaybedilmiştir. Mortalite oranı %63 olup bu
oran diğer grip türlerinden
çok daha yüksektir.
2009 yılı Nisan ayında
Meksika’da domuz çiftliğindeki domuzlar arasında
gribe neden olan İnfluenza
A H1N1’in bu domuzlara
bakım veren kişilerde de
hastalığa neden olduğu
saptanmıştır. İnsanlarda daha önce hiç gribe
neden olmadığı saptanan
başlangıçta domuz gribi
şimdilerde ise İnfluenza A
H1N1 virüsü gribi ya da A
gribi olarak adlandırılan
bu hastalık hızla insandan
insana yayılmıştır. Hastalık
Haziran ayı ortasında tüm
kıtalara ulaşmış ve 5. ve sonra da 6.
derece pandemi düzeyine ulaştığı
Dünya Sağlık Örgütü tarafından bildirilmiştir. Nisan ayı ortasından 9 Ekim
2009 tarihine kadar 378.000 sayısına
ulaşan yeni bir İnfluenza A virüsünün
oluşturduğu (İnfluenza A H1N1 2009)
grip salgınının bugüne kadarki grip
salgınları içerisinde en hızlı yayılan
iki salgından birisi, belki de ilki olma
özelliğine sahip olduğu bildirilmektedir. Hastalık; her sene karşılaşılan
mevsimsel gripteki belirtilerden
farklı olmamakla birlikte olguların
büyük bölümünde daha hafif seyretmektedir. Olguların büyük kısmı en
geç bir hafta içinde iyileşmektedir.
Ancak mevsimsel gripten farklı olarak
doğrudan alt solunum yollarına da
yerleşebildiği ve çok daha ciddi ve
ağır seyredebildiği de görülmektedir.
Mortalite oranı mevsimsel gripten
daha düşük olmakla birlikte hamileler, çocuklar, kronik kalp, akciğer
hastalığı ile şeker hastalığı olan
olgular, bağışıklık sistemi baskılanmış olgular dışında normal sağlıklı
kişilerde ve özellikle genç erişkinlerde
de ölüme neden olabilmektedir. 25
kasım 2009 tarihi itibarı ile İnfluenza
A H1N1 nedeniyle ölen 123 olgunun
60’ında altta yatan herhangi bir hasta-
lık mevcut olmayıp bunların çoğunu
genç erişkin yaş grubundaki kişiler
oluşturmaktadır.
Domuz gribi ile mücadelede en
etkili yöntem şu an için aşı ile korunmadır. Aşı için risk grubu terimi
kalmamış olup 6 aydan itibaren 55
yaşına kadar olan herkesin aşılanması
hem hastalığa karşı korunmada hem
de hastalığın bir an önce önüne geçilmesinde etkili bir yöntemdir.
20 Kasım 2009 tarihinde Norveç
Sağlık otoriteleri üç İnfluenza A H1N1
2009 (domuz gribi) virüsünde mütasyon geliştiğini ve mütasyon saptanan
olgularda hastalığın daha ağır seyrettiğini bildirmişlerdir. Ancak bu virüslerin
ülkede yayıldığını gösteren bir kanıta
rastlamamışlardır. Yine salgının başla-
dığı Nisan ayından bugüne kadar Brezilya, Çin, Japonya, Meksika, Ukrayna
ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de
mütasyona uğramış influenza A H1N1
virüsleri bildirilmiştir.
Tüm bu olgular ile ilgili veriler
tam olarak elde mevcut olmamakla
birlikte hafif seyreden olgulardan da
ağır seyreden olgulardan da mütasyon saptandığı Dünya Sağlık Örgütü
tarafından bildirilmiştir. Ancak şu
an için mütasyon gelişen virüslerde
tedavide kullanılan grip ilaçlarına
(antiviral) (oseltamivir ve
zanamivir) karşı direnç
saptanmamıştır.
Yine şu an uygulanmakta olan domuz gribi
aşısının mütasyon geliştiği
saptanan İnfluenza A H1N1
virüslerine karşı da etkili
olduğu ve koruma sağladığı Dünya Sağlık Örgütü
tarafından bildirilmektedir.
Kanada’ya Glaxo SmithKlein aşı üretici firmasının
gönderdiği aşılardan bir
kısmında (yaklaşık 7.5
milyon dozdan 172.000
dozluk parti) alışılmış oranların üzerinde bir alerjik
reaksiyon gelişmesi üzerine bunlar toplatılmıştır.
Türkiye’de de bu firmanın
ürettiği aşılar kullanılacak
olup Kanada’daki seri ile
Türkiye’deki üretim serilerinin birbirinden farklı olduğu ve benzer etkinin beklenmediği
yetkililer tarafından bildirilmektedir.
Şu an için hastalıktan korunmada en
etkili yol aşılanmadır.
Hastalığa karşı bağışıklık sistemi
güçlendirmek amacıyla yapılması gerekenler; mümkün olduğunca vücudu
dinlendirmek, dengeli beslenmek ve
başta su olmak üzere bol sıvı tüketmektir. Bu bağlamda piyasada önerilen birtakım ot karışımları olan; kabuk
tarçın, zencefil, kuşburnu, karanfil,
havlucan ve ıhlamur gibi bitkiler tek
tek ya da karışımları ancak Tarım ve
Köy İşleri Bakanlığından onaylı olmak
koşulu ile ve sıvı alımı niyetine kullanılabilecek bitkilerdir. Yoksa virüsün
vücuda girmesini önleyici etkileri söz
konusu değildir.
71
Demet ALTUNTAŞ
Atamalara devam..
“İnsan Kaynakları Sayfası” Ege Üniversitesi’nin tüm
çalışanlarını ilgilendiren konular hakkında her sayımızda
güncel bilgileri aktarmak amacıyla hazırlandı. Bu sayıda
EÜ Personel Daire Başkanlığı’ndan aldığımız bilgiler ışığında yönetmelikteki değişikler, kadroların durumu,
atamalar, mali işlerle ilgili bilgilere köşemizde yer verdik.
Her sayımızda bu bilgileri güncellemeye devam edeceğiz.
10.07.2009 tarih ve 9099
sayılı yazı ile YÖK’ten talep
edilen kullanma izinlerinin gelmesinin ardından, 3.10.2009
tarihli Sabah Gazetesi’nde, 52
Profesör, 57 Doçent, 52 Yardımcı Doçent kadrosu ilana verildi.
Atama işlemleri devam ediyor.
Öğretim Elemanı
atamaları
19 Eylül 2009 tarih ve 27354
sayılı Resmi Gazete’de öğretim
üyesi dışındaki öğretim elemanı kadrolarına naklen veya
açıktan yapılacak atamalarda
uygulanacak merkezi sınav ile
giriş sınavlarına ilişkin usul ve
esaslar hakkında yönetmelikte değişiklik yapıldığına dair
yazı yayımlanmıştır. Yüksek
Öğretim Kurulu Başkanlığı’nın
12.11.2009 tarih 37058 ve
37059 sayılı yazıları ile kullanım izni verilen 9 Öğretim
Görevlisi, 33 Araştırma Görevlisi, 2 Okutman, 8 Uzman
kadrolarının ilanı 2.12.2009
tarihinde YÖK web sayfasında
yayınlanacak.
Yeni atamalar
02.10.2009 tarihinde
Yükseköğretim Kurulu’nun
web sayfasında 27 Araştırma
Görevlisi, 2 Öğretim Görevlisi,
2 Okutman kadrosu ilana verilmiş, ön değerlendirme ve sınav
sonuçları EÜ web sayfasında
yayımlanmıştır. Sınavı kazanan
adayların atama evrakı Personel Daire Başkanlığı’na ulaştığında atamaları yapılacak.
72
Memurların hazırlayıcı
eğitim ders programı
Aralık’ta
5.10.2009 – 27.10.2009 tarihleri
arasında 99 aday memurun katıldığı
Temel Eğitimler tamamlandı. Aday
memurların Hazırlayıcı Eğitim Ders
Programı, 8.11.2009 tarihinde başlatılıp Aralık ayında tamamlanacak.
Hazırlayıcı eğitim için Personel Daire
Başkanlığınca eğitim için hazırlanan
yeni kitap aday memurlara ders
sırasında CD olarak dağıtılacak. Yeni
kitabın içeriği ağırlıklı olarak üniversitenin tanımı, yapılan işlemler ve
memurların bilmesi gereken kanun,
yönetmelik ve tebliğden oluşuyor.
Kimlik kartları hazırlanıyor
Üniversite çalışanlarının elektronik ortama uygun kimlik kartlarının
hazırlanabilmesi için tüm birim çalışanlarından son altı ay içinde çekilmiş
fotoğrafları istendi. Kimlikler Vakıflar
Bankası tarafından temin edilecek.
İki idari birimin yeri
değişti
Maaş İşleri Şube Müdürlüğü Hukuk Müşavirliği’nin boşalttığı binaya
taşınarak Personel Daire Başkanlığı
ile daha yakın bir çalışma ortamı
oluşturuldu.
Hukuk Müşavirliği ise, şu anda
Uluslararası Bilgisayar Enstitüsü’nde
hizmet evren Bilgi İşlem Daire
Başkanlığı’nın boşalttığı Rektörlük
Bahçesi’ndeki binaya taşınmıştı.
Görevde yükselme eğitimi
2010 yılında yapılacak olan Görevde Yükselme Eğitimi için üniversitemiz birimlerinin memur taleplerinin
değerlendirilmesi işlemleri başlatıldı.
Maaş işlemleri
2010 Ocak ayından itibaren başlatılmak üzere, Fen ve Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün maaş, ek ders ve
mesai ücretleri enstitüler tarafından
yapılacak.
Karagöz Ege’de
çocuklarla buluşuyor
Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü (TDAE) tarafından UNESCO ve
Kültür Bakanlığı’nın da katkılarıyla
düzenlenen “Karagöz Öğreniyorum”
projesi halka tanıtıldı. Enstitü Müdürü
Prof. Dr. Fikret Türkmen, çocukların kendi kültürleriyle yoğrularak
büyümesi gerektiğini belirterek “Bu
amaçla hazırladığımız kitaplar ve çizgi filmlerle çocuklarımıza ulaşacağız.
Eğitime en büyük katkı işe çocuklardan başlamak olur.” dedi. Kendi
kültürümüzü başkalarının ele geçirdiğini vurgulayan
Prof. Dr. Türkmen
“Yunanistan’da
Karagöz’ü gördüm. İsimleri
“Karagözis” ve “Hacivatis” olmuş... Biz
sahip çıkmazsak,
başkaları sahip
çıkacak.” diye
konuştu.
Daha sonra söz
alan proje yöneticisi Prof. Dr. Metin
Ekici ise, Karagöz oyununun tarihçesinden bahsetti. Çocukların proje
süresi boyunca çok kazanım sağlayacaklarını belirten Prof. Dr. Ekici,
“Mayıs ayında çocukların
kendi yaptığı figürler ve
kendi hazırladıkları oyunları
göstereceği bir sergi olacak.
Genç kuşaklar bu yola daha
çok girmeli.” dedi.
Proje kapsamında yapılacak çalışmaları anlatan
Yrd. Doç. Dr. Pınar Fedakar
da, çocukların sürece dahil
olmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Yrd. Doç.
Dr. Fedakar, çocukların bu sayede yaratıcılık, kabiliyet,
okuma ve yazma
alışkanlıkları ile
sunum yeteneklerinin gelişeceğini
ifade etti.
Ardından
sahneye çıkan
Karagöz eğitmeni
Deniz Özgökbel,
çocuklara kısaca
çeşitli malzemeleri ve onlarla nasıl
Karagöz yapıldığını ve oynandığını
anlattı. Özgökbel daha sonra da kısa
bir Karagöz gösterisi yaparak sunumunu tamamladı.
Led ekranla duyuru
Ege Üniversitesi bundan böyle
kampüs içi etkinlik duyurularını bez
afişlerle değil, led ekran aracılığıyla
yapacak. Belli noktalarda toplanan
afişlerin yol açtığı çevre ve görüntü
kirliliğini ortadan kaldırmak amacıyla
uygulamaya konan led ekran, kampüsün ana girişi ile , Yeşil Köşk girişinin
kesiştiği noktada yer alıyor.
Türkiye’deki diğer üniversitelerin
ekranlarıyla kıyaslandığında oldukça
iyi bir görüntü kalitesine sahip bu ekrandan aynı zamanda gerçekleştirilen
ektinliklere dair videolar da izlemek
mümkün.
En önemli
öğün en uygun
şartlarla
Ege Üniversitesi Sağlık,
Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Beslenme Hizmetleri Şube
Müdürlüğü tarafından 14 Aralık 2009 tarihinden itibaren
öğrencilere yönelik kahvaltı
hizmeti başlatıldı. Her sabah
07.30-08.30 saatleri arasında
çorba ve kahvaltı tabağı olmak üzere iki seçenek halinde
verilecek hizmetten öğrenciler yararlanabilecek. Çorba
seçeneği için ücret 0.50 TL,
kahvaltı tabağı seçeneği için
ise 1.50 TL olarak belirlendi.
73
Bilginin önündeki engeller
sesli kitaplarla kalkıyor
E
ge Üniversitesi Kütüphanesi
bünyesindeki “Görsel-İşitsel
Materyaller Servisi” yeniden
yapılandırıldı. 2009-2010 eğitim-öğretim yılı itibariyle üniversite, İzmir
ve Ege Bölgesi’ne hizmet vermek
amacıyla “Görme Engelli Öğrencilerin
Yabancı Menşeli Yazılı Kaynaklardan Yararlanması” projesi başlatıldı.
Kentte ve bölgede ilk ve uzun soluklu
bir sosyal sorumluluk projesinin
sonucu olan bu çalışmalar ile görme
engellilerin kütüphaneden herhangi
bir kaynağa sesli kitap olarak ulaşabilmesi ve böylelikle öğrencilerin bilgiye
ulaşmasının önündeki engellerin
kaldırılması hedefleniyor. Sesli kitap
servisi talep halinde diğer üniversitelere de hizmet veriyor.
Proje kapsamında, kütüphanenin
görsel-işitsel salonu kütüphane içerisinde daha büyük bir alana taşındı.
Fiziksel ve teknolojik altyapı uygun
hale getirildi ve alınan dijital ekran
okuma kayıt cihazı görme engelli
öğrencilerin yararlanması amacı ile
hizmete sunuldu. Sesli kitap iki aşamada oluşturuluyor. Birinci aşamada
seçilmiş olan kitaplar ilgili personel
tarafından tarayıcılar yardımıyla elektronik ortama aktarılıyor. Daha sonra
bu kitaplar ses dönüştürme programları kullanılarak sese dönüştürülüyor.
Böylelikle hedef okuyucu kitlesi
genişletilerek sadece görme engelliler değil aynı zamanda hasta, yaşlı ya
da okuma bilmeyen kullanıcıların da
yararlanabileceği bir
74
sesli kitap koleksiyonu
oluşuyor. Sesli kitaplar
sadece bilgisayar ile
değil, mobil telefon,
mp3 player gibi aygıtlarla da uyumlu.
“Görme Engelli Öğrencilerin Yabancı Menşeli
Yazılı Kaynaklardan
Yararlanması” projesini
seçmiş öğrencilere öncelikle kütüphanecilik
alanında kısa bilgiler
veriliyor. Düzenlenen bilgilendirme
toplantılarında öğrencilere diksiyon
ve sesli okuma çalışmaları yaptırılarak
hem kişisel gelişimlerine katkıda
sağlanıyor, hem de projenin
verimliliğini arttırıcı koşullar oluşturuluyor.
Öğrenim süreci sonunda öğrenciler
belirlenmiş olan
kitapları yine sesli
kitap oluşturma
programı aracılığı
ile dijital ortama
kaydediyor. Projenin
Mezunlar Derneği’nin
desteği ile sürdüğünü
belirten EÜ Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Orhan Çetinkalp “Mezunlar Derneği üyeleriniz,
öğrencilerimiz, akademisyenlerimiz
ve personelimizin gönüllülüğü ile sürdürülmekte olan çalışmalarımız kapsamında bilgiye erişim bağlamında
“engelsiz üniversite”, “engelsiz kent”
ve giderek “engelsiz Ege Bölgesi”ne
doğru değerli bir adım atmanın şevki
ile çalışmalarımızı sürdürmekteyiz.
Çalışmalarımız sonunda görme engelliler, yaşlılar ve hastalar için önemli
bir değer yaratmanın yanında kütüphanemiz aracılığı ile üniversitemize
zengin koleksiyonu ve altyapısı olan
bir görsel-işitsel salon bırakacağımızı
düşünmekteyiz.” diye konuştu.
Sürekli
Eğitim
Merkezi
Avrupa’da
Ege Üniversitesi Sürekli
Eğitim Merkezi (EGESEM)
Avrupa Üniversiteleri
Sürekli Eğitim Derneği
(EUCEN)’ne (The European
Association for Lifelong
Learning) üye oldu. Sürekli
eğitimde Avrupa’daki en
büyük dernek olan EUCEN’in
amacı, yüksek öğrenim
kurumlarında sürekli eğitimi
geliştirmek ve böylelikle ülkelerin ekonomik ve kültürel
yaşamına katkıda bulunmak. Yılda iki kez konferans
düzenleyerek sürekli eğitim
merkezlerinin temsilcilerini
bir araya getiren EUCEN’in
‘Sürekli Eğitim Merkezlerinde Kalite ve Yenilik: Bireysel
Talepleri Karşılama’ konulu
38. konferansı İsveç’in Jönköping kentinde 5-7 Kasım
2009 tarihinde yapıldı. Konferansta EGESEM Yönetim
Kurulu üyesi Prof.Dr.Konca
Yumlu tarafından bir
posterle temsil edilen Ege
Üniversitesi Sürekli Eğitim
Merkezi’nin üyeliği Genel
Kurul toplantısında tüm
üyelere duyuruldu. Avrupa
Üniversiteleri Sürekli Eğitim
Ağına katılan EGESEM’ in
EUCEN üyeliği ile birlikte
uluslararası platformda da
aktif olması amaçlanıyor.
Uluslararası pencere
fuarlarla büyüyor
E
ge Üniversitesi Dış İlişkiler ve
Avrupa Birliği Şube Müdürlüğü
Erasmus Programı çerçevesinde
Eylül, Ekim ve Kasım aylarında 3 ulusal
ve uluslararası fuara katıldı. Uluslararası alanda öğrenci-öğretim elemanı değişimi gerçekleştiren, bilimsel işbirliği
faaliyetinde bulunan üniversitelerin
temsilcilerinin bir araya getirilmesini
amaçlayan 21. Annual EAIE Conference, Connecting Continents isimli fuara
Ege Üniversitesi’ni temsilen katılan
Prof. Dr. Süheyda Atalay, Uzman Sinem
Çınarlı ve Elif Çobanoğlu, üniversiteler
arası yeni iş birliği fırsatları yaratılması, Avrupa üniversitelerinin yanı sıra
Avrupa dışındaki üniversitelerin eğitim
sistemlerinin tanıtımı ile ilgili çalışmalarda bulunarak, Avrupa Kredi Transfer
Sistemi (ECTS) ile ilgili seminerlere
katıldı.
15-18 Ekim 2009 tarihinde
İtalya’nın Floransa kentinde düzenlenen “Festival of Creativity –Yaratıcılık Fuarına” Ulusal Ajansın davetlisi
olarak katılan Dış İlişkiler ve Avrupa
Birliği Şube Müdürlüğü, fuar bünyesinde “Ege Üniversitesi standı” açtı.
Bu sene dördüncüsü düzenlenen
ve geçen yıl dört yüz binden fazla
kişinin ziyaret ettiği Avrupa’nın önde
gelen organizasyonları arasında
gösterilen bu fuardaki standda; çeşitli
yaş ve meslek gruplarındaki ziyaretçilere Ege Üniversitesi’ni tanıtıcı
materyaller de dağıtılarak üniversite
hakkında bilgilendirme çalışmaları
yapıldı. Fuar bünyesinde düzenlenen çalışma grupları ve tanışma
toplantılarına aktif olarak katılan Ege
Üniversitesi ekibi, Avrupa’nın önde
gelen eğitim, bilişim ve iş dünyası
sektörlerinin temsilcileri ile karşılıklı
temaslar kurarak, üniversitenin yer
alabileceği projeler ve girebileceği
ortaklıklar üzerinde fikir alışverişlerinde bulundu.
Ulusal Ajans koordinatörlüğünde
ve İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin ev
sahipliğinde gerçekleştirilen Hayatboyu Öğrenme Günleri kapsamında
projeler gerçekleştiren kurumlar, bu
projelerini ve deneyimlerini paylaşma
fırsatı buldu. Akdeniz Üniversitesi,
Gazi Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, Milli Eğitim Vakfı, Keçiören Eğitim
ve Araştırma Hastanesi, Turhal Teknik
ve Eğitim Meslek Lisesi, Kuşadası İlçe
Milli Eğitim Müdürlüğü, Tekirdağ Anadolu Lisesi, Etiler Otelcilik ve Turizm
Meslek Lisesi, İzmir Özel Türk Koleji,
Temizel Ünlü Teknik ve Endüstri
Meslek Lisesi, Salihli Halk Eğitim Merkezi, Erbil Proje Müşavirlik Müh. Ltd.
Şti, Ege İhracatçılar Birliği de fuarda
yer aldı. Ege Üniversitesi Dış İlişkiler
ve Avrupa Birliği Şube Müdürlüğü,
Erasmus programı ile ilgili deneyimlerini proje fuarında ve gerçekleştirdiği
seminerde izleyenlere aktardı.
75
Sanayi Bakanlığı’dan
takdir plaketi
“1’likten Kuvvet Doğar”
Ege Üniversitesi Mezunlar Derneği, Ege Üniversitesi’nde fakülte hatta
bölüm bazında yürütülen eğitime katkı
çalışmalarına yardımcı olmak ve yine
üniversitenin tüm çalışanlarının katkısı
ile fon oluşturarak mevcut yürütülen
çalışmalara da destek vermek amacıyla “1’likten Kuvvet Doğar” sloganlı
bir kampanya başlattı. Her fakültede
derneğin kampanyayla ilgili gönüllüsü
aracılığıyla tüm Ege Üniversiteliler katılabilecek. Kampanyaya sadece 1 lira ile
katılınabiliyor. Bu kampanya, derneğin
kuruluşundan bu yana her yıl ihtiyaçlı
öğrencilerin eğitimlerine katkıda bulunmak için sürdürdüğü çalışmaların bir
uzantısı. Şimdiye kadar 32 bin 500 lira
katkıda bulunan derneğin çalışmaları
kapsamında bu eğitim döneminde de
Diş Hekimliği Fakültesi, Emel Akın Meslek Yüksekokulu, Ödemiş Meslek Yüksekokulu, Ziraat Fakültesi, Tire Kutsan
Meslek Yüksekokulu, İletişim Fakültesi,
Atatürk Sağlık Meslek Yüksekokulu,
Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Su Ürünleri Fakültesi ve Devlet Türk Musikisi
Konservatuvarı son sınıfta okuyan 10
öğrenciye daha katkıda bulunulacak.
Egeden uluslararası coğrafyaya
bir katkı ve bir başarı
Her yıl Fransa’nın SaintDié-Des-Vosges kentinde
yapılan ve bu yıl 1-4 Ekim
2009 tarihleri arasında yirmincisi düzenlenen Uluslararası
Coğrafya Festivali’ne (Festival
International de Géographie/
FIG) Ege Üniversitesi Coğrafya
Bölümü’den Prof. Dr. Füsun
Baykal, Doç.Dr. Gözde Emekli ve
3. sınıf öğrencisi Senem Yıldız,
“Bilimsel Poster Sergisi’nde sergilenmek üzere 3 poster ile katıldı. Bilimsel Poster Yarışması’na
sundukları “Türkiye’nin Ege
Denizi Kıyılarındaki Bazı Antik
Yerleşmelerde Yaşanan Değişimler” başlığını taşıyan posterleri,
49 poster arasından ikinciliği
kazanarak 500 Euro ödül aldı.
Türkiye’nin Ege
kıyılarındaki bazı
antik yerleşmelerde
(Troya, Efes, Milet)
yaşanan değişimler
Türkiye’nin Ege kıyılarında, geçmişten bugüne fonksiyonlarını yitiren
antik liman kentlerinden Troya, Efes ve
Milet, bu postere konu olmuşlardır.
Sözgelimi ilk üç yerleşim katında
(5000-4300 BP) bir kıyı kenti olan Troya, daha sonra deniz seviyesi değişme-
76
leri ve alüvyal dolgu nedeniyle kıyıdan
uzak kalmış ve önemini yitirmiştir.
Troya, UNESCO’nun Dünya Miras Alanları listesinde yer alan bir Milli Parktır.
Bir kültür turizmi destinasyonu olarak
yılda yaklaşık 200 bin ziyaretçisi vardır.
Efes kenti ise; son buzul çağı
sonrasında (son 10.000 yıl) yükselen denizin sokulduğu Küçük
Menderes ırmağı ağzında oluşan körfez kıyılarında kurulmuş,
körfezin alüvyonlarla dolması
ve kıyı çizgisinin batıya doğru
çekilmesi sonucunda yer değiştirmiştir. Bugün gezilen Efes
liman kenti Büyük İskender’in
komutanlarından Lysimachus
tarafından günümüzden 2300
yılönce kurulmuş olup, bugün
Ege kıyılarından 5 km kadar
içeridedir. Efes, Türkiye’nin en
önemli kültür turizmi destinasyonlarından biridir ve yılda
1 milyonun üzerinde turist
almaktadır.
Milet’e gelince; günümüzden 5000 yıl öncesine inen
yerleşim tarihine sahiptir. Kentin
kenarında yer aldığı delta, yavaş
ilerlediği için Milet yer değiştirmemiştir. Günümüzde yörede,
“Uygarlıklar Deltası Meandros”
adlı altında festival ve sanatsal
etkinliklerle tarih canlandırılmaktadır.
Troya, Efes ve Milet’in tarih içinde
hem güçlenmelerinde hem de yok
olmalarında deniz önemli bir faktör
olurken, günümüzde yine deniz ve bu
kentlerin kültürel zenginlikleri turizmin gelişmesine fırsat tanımıştır.
Toplantıda Sanayi Bakanı Nihat Ergün,
Avrupa İşletmeler ağına katkıda bulunan Türk
üniversitelerini temsilen ve Ar-Ge, inovasyon
ve teknoloji transferlerine yaptığı katkıdan
dolayı Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer YILMAZ’a ve Sanayi ve Ticaret Odaları
adına TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na
birer plaket sundu.
KOBİ’lerin uluslararası pazarlara
açılmasını, ticari iş birliklerinin artırılmasını ve teknoloji transferi sağlanmasını öngören Avrupa İşletmeler
Ağı’nın Tanıtım Toplantısı, Sanayi ve
Ticaret Bakanı Nihat Ergün, Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer
Yılmaz, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ve KOSGEB Başkanı Mustafa
Kaplan’nın da aralarında bulunduğu
34 katılımcıyla Ankara’da yapıldı.
Avrupa İşletmeler Ağı’nın Türkiye
bütçesinin 2008-2010 yılları için
yaklaşık 13.7 milyon Euro olduğunu
belirten KOSGEB Başkanı Mustafa
Kaplan şunları söyledi: “Ülkemizde
7 konsorsiyum tarafından Türkiye
çapında hizmet veriliyor. Avrupa İşletmeler Ağı kapsamında Ege Bilgi ve
Yenilik Merkezi(EBIC-Ege) adı ile kurulan Ege Bölgesi Konsorsiyumu, Ege
Üniversitesi Bilim Teknoloji Araştırma
ve Uygulama Merkezi’nin Koordinatörlüğünde, Denizli Ticaret Odası ve
Ege İhracatçı Birliklerinin ortaklığında
yürütülmektedir. Ege Üniversitesi’nin
Koordinatörlüğündeki EBIC-Ege,
bugüne kadar organize ettiği 142 bilgilendirme günü ile 8 binin üzerinde
sanayiciyi Ar-Ge, inovasyon, teknoloji
transferi ve AB projeleri konularında
bilgilendirmiştir. Türk firmalar ile AB
firmalarını bir araya getirerek iş birliği
zemini yaratmak amacı ile EBIC-Ege
49 adet eşleştirme etkinliği düzenlemiş ve bu kapsamda 187 Türk firması
ile Avrupalı firmalar arasında 810 yüz
yüze görüşme organize etmiştir. Tüm
bu faaliyetlerin sonucu olarak Türk firmalar ile Avrupalı firmalar arasında 18
adet işbirliğine imza atan EBIC-Ege,
Bölge firmalarımızın teknoloji ve ticari
iş birliklerinde bir adım öne çıkmasını
sağlamıştır.”
Konukevi için “HAYDİ”
Ege Üniversitesi Rektörlüğü ve
KİT-VAK (Kemik İliği Transplantasyon ve Onkoloji Hastanesi Kurma ve
Geliştirme Vakfı) tarafından hasta ve
hasta yakınlarının barınma sorunlarına çözüm getirebilmek için kısa adı
HAYDİ olan “Hasta ve Hasta Yakınları
İçin Destek” projesini başlattı.
Proje, Türkiye’nin dört bir yanından şifa bulmak için gelen, Ege
Üniversitesi Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi’nde kanser tedavisi
gören çocuklar ve aileler ile yine EÜ
Hastanesi’nin değişik kliniklerinde
tedavi gören ekonomik yetersizlikleri
yüzünden günü ve geceyi, sıcakta
soğukta, yağmurda çamurda hastane
bahçesinde geçirmek zorunda kalan
hasta ve hasta yakınlarını bu çileli
konaklamadan kurtarmayı hedefliyor.
Konukevi, yardımcı
hastane modeli olacak
Tarihi Havagazı Fabrikası’nda
düzenlenen toplantıda konuşan Ege
Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Can-
değer Yılmaz, “Ayakta tedavilerde
hastalar, yakınlarına seslenebilecek
mesafede olmak isterler.” diyerek
hasta yakınlarının da hastalar kadar
önemli olduğunu belirtti. Konukevi
projesi, tetkik ve tedavi gerektiren,
birkaç günde sonuç alınabilecek
hastalıklarda, hekimlerin hastalarına
kolayca ulaşmalarını da sağlayacaktır, adeta yardımcı hastane modeli
olacaktır.” şeklinde konuşan Prof. Dr.
Candeğer Yılmaz, projenin sosyal
tesis konumunda olacağını ve işin
bilimsel yönü kadar sosyal yönünün
de önemli olduğunu ifade etti.
Konukevi projesiyle ilgili, gazetecilerin sorularını yanıtlayan KİT-VAK’ın
kurucularından, Kültür Eski Bakanı
Prof. Dr. Suat Çağlayan ise konuşmasında, her şeyin yolunda gitmesi
halinde projenin 2012 yılı ortalarında
tamamlanacağını söyledi. “Şu an iyi
gidiyoruz, bize gösterilen her kanaldan kaynak almaya çalışacağız ancak
daha çok yardıma ihtiyacımız var.”
diyen Prof. Dr. Çağlayan, tüm gönüllülerden maddi manevi her türlü
desteği beklediklerinin altını çizdi.
77
Nuri Çolakoğlu: “Su uygarlığın
başlama noktasıdır”
Güldeniz FIRAT
Muhammet Ali EDEBALİ
Evren BOZKURT
Ege Üniversitesi Su Ürünleri
Fakültesi Su Kaynakları ve Su Ürünleri
Araştırma Topluluğu(EGESKUT)’nun
düzenlediği Ege Su Forumu’09 başladı. “Geleceğimizin Güvencesi: Su”
sloganıyla hazırlanan Ege Su Forumu’09 Sempozyumu, Ege Üniversitesi
Prof.Dr. Yusuf Vardar (MÖTBE)Kültür
Merkezi’nde gerçekleşti.
Ege Su Forumu’09 sempozyumu
açılış konuşmasında Ege Üniversitesi
Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Süer Anaç
suyun dünyanın en önemli sorunlarından biri olduğu üzerinde durdu.
Suyun farklı özellikleri üzerinde duran
Prof. Dr. Anaç “Sulanan alanlar tarımsal alanların yüzde 15’ini oluşturur.
Gıda güvenliğinin en önemli unsuru
sudur. Dünyada 2.5 milyon kişi hijyenik sudan uzaktır. Dolayısıyla sudan
kaynaklanan hastalıklar artmıştır.”
dedi.
Suların kalitesi üzerinde bilimsel
açıklamalar yapılarak devam eden
sempozyumda Ege Üniversitesi Su
Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr.
Ahmet Kocataş “Suların kalitesi çok
önemlidir ancak son yıllarda tatlı suların savurganca kullanılması son derece üzücüdür. Kullandığımız suyun
değerini bilmeliyiz. Tatlı sular yüzlerce
metre derinlikte bulunmaktadır. Bu
suları kaliteli bir şekilde size ulaştırmak için çalışmalarımız sürmektedir.”
dedi.
Konuşmasına suyun önemine ilişkin mısralarla başlayan Dogan Yayın
Holding Yönetim Kurulu Üyesi Nuri
Çolakoğlu ise su olmadan hayatın bir
anlamının olmadığı üzerinde durdu.
Suyun önemi üzerinde duran Çolakoğlu şunları söyledi: “Yeryüzünün
yüzde 71’i suyla kaplıdır. İnsan vücu-
dunun yüzde 58 ila yüzde 78’i sudur.
Günde 7 litre sıvıya ihtiyacı olan vücudumuz için su vazgeçilmezdir. Günde
en az 7 bardak su içilmelidir”
Suyun kutsal dinlerdeki öneminin
de altını çizen Çolakoğlu “Su uygarlığın başlama noktasıdır.” dedi.
EGESKUT Yönetim Kurulu ve
Ege Su Forumu Başkanı Arda Bibika
EGESKUT hakkında bilgi verdi. Bu
organizasyonu sadece bir başlangıç
olarak gördüğünü belirten Bibika
şunları söyledi: “EGESKUT’un öncelikli
amacı; canlılığın ve doğal hayatın
değişmez varlığı olan su ve su kaynakları konusunda, bilimsel verilere
dayanan, tarafsız, tartışmaya açık, her
türlü araştırma ve geliştirme faaliyetlerini yürütmektir. Bu forumdan
elde edeceğimiz tüm veriler, bundan
sonra yine çevre üzerine yapacağımız
sosyal sorumluluk projelerinin temeli
olacaktır.”
Açılış töreni katılımcılara plaket
verilmesiyle son buldu.
Su ürünlerine akvaryum
tesisi kuruldu
Eray AYDIN
Doğan ERBAÇ
Ege Üniversitesi Su Ürünleri
Fakültesi bünyesinde öğrencilerin
uygulama çalışmalarında kullanılmak
üzere yeni bir akvaryum yapıldı. İzmir
Büyükşehir Belediyesi’nin katkısıyla
yapılan dev akvaryumla dünyanın
çeşitli bölgelerinden getirilen balıklar
öğrenciler tarafından yakından incelenebilecek.
Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Kocataş,
78
fakültelerinin ihtiyacı olan akvaryum sayesinde öğrencilerine daha
iyi bir eğitim vereceklerini söyledi.
Akvaryumculuğun ülkemizde her
geçen gün geliştiğini belirten Prof.
Dr. Kocataş, Türkiye’de her yıl milyonlarca balık ve akvaryumun satıldığını
vurguladı.
İzmir Büyükşehir Belediyesi
İzbeton Genel Müdürü Tufan Eken,
belediye olarak eğitime büyük
önem verdiklerini dile getirdi. Aziz
Kocaoğlu’nun eğitim konusunda cömert ve yardımsever olduğunu ifade
eden Eken, akvaryumun öğrenciler
için faydalı olmasını diledi.
Ulusal Müzik Sempozyumu
konserle sona erdi
Ekrem DURUL
Ege Üniversitesi’nin öncülüğünde Yaşar Üniversitesi ve Dokuz Eylül
Üniversitesi’nin iş birliğiyle düzenlenen Ulusal Müzik Sempozyumu’nda
oturumların ardından kapanış konseri
düzenlendi.
Sempozyumda başkanlığını Prof.
Dr. Taranç’ın yaptığı oturumda Yrd.
Doç. Dr. Yener “Ustalar çıraklarını
hayata hazırlarken belli kayıtları ve
notaları dikkate almalıdırlar” dedi. Ayrıca Yrd. Doç. Dr. Yener bireylere bire
bir müzik eğitimi vermenin önemine
ve müzik sevgisine de değindi. Yener,
üç üniversitenin birlikte hareket
etmesinin iletişim adına öğrenciler
ve akademik kadro açısından önemli
olduğunu söyledi.
Kapanış konserinde üç farklı yönetmen tarafından hazırlanan ve konservatuvar öğretim üyeleri ile öğrencilerinin yer aldığı bir program sunuldu.
Programda ilk olarak, yönetmenliğini
Okt. Fikret Döğücü’nün yaptığı “Efelerin Tezenesi” adlı dinleti sunulurken,
daha sonra sırasıyla Arş. Gör. Zeynel
Demir yönetmenliğinde “Erzurum Âşık
Müziğinden Örnekler” ve Öğr. Gör.
Atabey Aydın yönetimindeki “Kırşehir
ve Keskin Türküleri” dinletileri, izleyicilerden büyük alkış aldı.
E.Ü. Ziraat Fakültesi’nde
müze açıldı
Ege Üniversitesi Ziraat
Fakültesi’nde açılan müze, fakültenin
geçmişini yeni nesillere aktaracak.
Müzede Ziraat Fakültesinin 54 yıllık
tarihi boyunca laboratuvarlarında
ve araştırmalarında kullanılan tarım
aletleri, etkinlikler boyunca çekilen
fotoğraflar ile tutulan notlar, yıllar
içinde çıkartılan yayınlar, daktilolar ve
fotoğraf makineleri sergileniyor.
Müzenin fakültenin geçmişiyle
gelecek arasında bir köprü kuracağını
belirten Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Semih Erkan, “Hazırladığımız müzede nostaljik bir hava
olmasına özen gösterdik. Bundan
sonraki yönetimlerin müzeyi daha
da genişleteceğini umut ediyoruz.
Yeni gelen genç öğrenciler bu müzeyi
gezerek fakültemizin 54 yıl boyunca
geçirdiği süreci anlayabilecekler.
Böylece geçmiş ve gelecek arasında
bir bağlantı kurulmuş olacak.” diye
konuştu.
TRT ve Ege Üniversitesi
sağlık için el ele verdi
TRT İzmir Bölge Müdürlüğü ve Ege
Üniversitesi’nin iş birliği ile hazırlanan sağlık programı “Pusulamız
Sağlık” TRT 2 televizyonunda izleyicilerden büyük ilgi gördü.
“Çalışarak kazanılamayacak tek
şey Sağlıktır’’ felsefesiyle yola çıkan
Pusulamız Sağlık programı bundan
böyle her Pazar saat 17:25’te halk sağlığını yakından ilgilendiren konularıyla Ege Üniversitesi’nin bu konudaki
uzman doktorlarını ağırlayacak. Programda uzmanlara izleyicilerin merak
ettiği sorular da yöneltilecek.
Pusulamız Sağlığın yayınlanan ilk
bölümünde konu Türkiye gündeminin en çok tartışılan konusu “domuz
gribi” oldu. İlk programın konukları
Prof. Dr. Çağrı Büke, Doç. Dr. Candan
Çiçek ve Prof. Dr. Fazıl Apaydın’dı. 1
Kasım tarihinde yayınlanan ikinci bölümde ise yine sağlığımızı yakından
ilgilendiren “Obezite” konusu Prof.
Dr. Candeğer Yılmaz, Prof. Dr. Rasih
Yılmaz, Yard. Doç. Dr. Şevki Çetinkalp
tarafından ele alındı.
Ege Üniversitesi
Amerikan
üniversiteleri ile iş
birliğini arttıracak
Ege Üniversitesi, Dış
İlişkilerden sorumlu Rektör Yardımcısı Profesör Dr.
Atilla Silkü, Amerika’nın
en seçkin üniversitelerinin
oluşturduğu Global UCEA
Delegasyonunu ağırladı.
Ege Üniversitesi’nde eğitim
ve araştırma ortaklıkları
konusunda aktif çalışma ve
projeleri bulunan öğretim
üyelerinin de katılımıyla düzenlenen toplantıda konuşan Prof. Dr. Silkü, Amerikan
Üniversiteleri ile eğitim iş
birliklerinin kurumsal hedefleri olduğunu söyledi.
Ege Üniversitesi ile muhtemel eğitim ortaklıkları konusunda görüşmeler yapan
Columbia, La Sella, California
State , Syracuse, Kansas State, Missisippi, Massachusetts
Boston Üniversitelerinden
gelen Rektör Yardımcısı ve
Dekan düzeyinde üniversitelerini temsil eden 12 akademisyen, Ege Üniversitesi
Rektörlüğü’nde E.Ü. Rektör
Yardımcısı Prof. Dr. Atilla
Silkü’nün başkanlığında Ege
Üniversitesi’nden öğretim
üyelerinin de katıldığı bir
toplantıda bir araya geldi.
UCEA heyet başkanı Prof.
Dr. Kristine Billmyer ziyaretlerinin çok faydalı geçtiğini
belirtti. Ege Üniversitesi’nin
kuruluşundan bu yana, en
geniş Amerikan Üniversitesi
grubunu ağırlamaktan büyük memnuniyet duyduğunu
ifade eden Prof. Dr. Atilla
Silkü ise, Amerikan Üniversiteleri ile eğitim iş birliklerini
arttırmanın üniversite yönetiminin kurumsal hedefleri
arasında olduğunu ifade etti.
79
AYIN FOTOĞRAFI
Yaşama eşlik eden ölüm
Y
eşillikler
eşillikler içerisinde
içerisinde bir
bir ev.
ev.
Trabzon’un
Trabzon’un yamacında.
yamacında. TrabzonTrabzonluların
luların yadırgamadığı
yadırgamadığı bir
bir manmanzara
zara belki.
belki. Ama
Ama bu
bu görüntüyü
görüntüyü hemen
hemen
kaydetmek
kaydetmek istiyoruz.
istiyoruz. Önce
Önce minibüsü
minibüsü
durduruyoruz.
durduruyoruz. Şoförün
Şoförün şaşırmasına
şaşırmasına
aldırmadan
aldırmadan Gül’e,
Gül’e, hemen
hemen “deklanşöre
“deklanşöre
bas”
bas” diyorum.
diyorum. Çünkü
Çünkü görüntü
görüntü bizim
bizim için
için
çok
çok çarpıcı.
çarpıcı.
Evin
Evin bahçesinde
bahçesinde bir
bir mezar.
mezar. BabasıBabasının,
nın, annesinin
annesinin veya
veya başka
başka bir
bir yakınıyakınının…Başka
nın…Başka bölgelerde,
bölgelerde, ölen
ölen kişi
kişi bir
bir an
an
önce
önce mezarlığa
mezarlığa defnedilmek
defnedilmek istenir.
istenir.
Ölümün
Ölümün soğukluğu
soğukluğu ve
ve ölüm
ölüm gerçeği,
gerçeği,
evden,
evden, yaşam
yaşam alanından
alanından uzaklaşır.
uzaklaşır.
Bayramlarda,
Bayramlarda, ölüm
ölüm yıl
yıldönümlerinde
dönümlerinde
mezarlığa
mezarlığa ziyarete
ziyarete gidilir.
gidilir. Ölüm
Ölüm hatırlahatırlanır
nır ama
ama daha
daha sonra
sonra mezarlık
mezarlık terk
terk edilir.
edilir.
80
Ölümden
Ölümden uzaklaşmak
uzaklaşmak isteriz.
isteriz.
Ölen
Ölen yakınınızla
yakınınızla bu
bu kadar
kadar yakın
yakın
olmak,
olmak, ölümü
ölümü sürekli
sürekli hatırlamak,
hatırlamak,
yaşamla
yaşamla ölümü
ölümü bu
bu kadar
kadar yakınlaştıryakınlaştırmak
mak Karadeniz’e
Karadeniz’e özgü
özgü bir
bir manzara.Bu
manzara.Bu
manzara,
manzara, bir
bir tercih
tercih ve
ve inancın
inancın ürünü
ürünü
olmaktan
olmaktan çok,
çok, coğrafyanın
coğrafyanın dayatması
dayatması
gibi
gibi duruyor.
duruyor. Dik
Dik arazi
arazi ve
ve dağınık
dağınık yapıyapılaşma
laşma başka
başka yerlerdeki
yerlerdeki gibi,
gibi, bir
bir ortak
ortak
alan
alan olarak
olarak mezarlığa
mezarlığa olanak
olanak tanımıyor.
tanımıyor.
Onun
Onun için
için Karadeniz’in
Karadeniz’in bazı
bazı yaylalarınyaylalarında,
da, köylerinde
köylerinde ölümle
ölümle yaşam
yaşam bu
bu kadar
kadar
yakın
yakın olabiliyor.
olabiliyor.
Bu
Bu fotoğraf
fotoğraf sizde
sizde nasıl
nasıl bir
bir etki
etki yaptı
yaptı
bilmiyorum.
bilmiyorum. Bu
Bu görüntü
görüntü karşısında
karşısında
biz
biz Karadeniz’in
Karadeniz’in mizahını
mizahını ve
ve neşesini
neşesini
değil,
değil, hüznünü
hüznünü ve
ve hüzünlü
hüzünlü türkülerini
türkülerini
hatırladık.
hatırladık.
81

Benzer belgeler