Yavaş Şehir - Ege-book
Transkript
Yavaş Şehir - Ege-book
Merhaba, Çağımız kent çağı. Kentlerin, kentte yaşayanların sayısı artıyor. Kentler büyüyor, artık nüfusun çoğu büyük kentlerde yaşıyor. Kentler büyüdükçe sorunları da büyüyor ve biz kente sığamıyoruz giderek. Kalabalık, trafik, gürültü, kirlilik ve kalabalık içinde yalnızlık… Onun için yaşanabilir kentler arıyoruz. Kentleri nasıl yaşanabilir hale getireceğimizi tartışıyoruz. Kimisi ütopya ve hayal. Kimisi ise gerçek. İşte iki örnek. Yavaş şehir modeli ve Seferihisar’ın hayalini kapak konusu yaptık. Onunla yetinmedik; bugün yaşanabilir kent denince, kenti güzelleştirmek ve marka haline getirmek denince herkesin aklına gelen Eskişehir’i ve “işte böyle de belediye başkanlığı yapılabilir”in örneği olarak Yılmaz Büyükerşen’e sayfalarımızı açtık. Cumhuriyet ve Atatürk Günleri’ni farklı bir anlayışla ve çok geniş yelpazedeki etkinliklerle üniversite ve kentin gündemine taşıyan Üniversitemiz öncülüğündeki etkinliklerin bir bölümünün ilginizi çekeceğini umduk. Türkiye’nin önde gelen felsefecilerinden Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın bu kapsamda sunduğu konferanstan kısaltılarak sunduğumuz makalenin, sıradan tören konuşmalarından oldukça farklı ve derin bir içeriğe sahip olduğunu düşünüyoruz. Filiz ve Fikret Otyam’ın üniversitemizde gerçekleştirdikleri söyleşi ve sergileri büyük beğeni gördü. Oytam çifti ile arkadaşlarımızın röportajları bu sayımızı zenginleştiren ve renklendiren bir bölümü oluşturdu. Şu anda halen görev yapan en eski çalışanımız, Adem Alakoç röportajı, adeta Üniversitemizin tarihine bir yolculuk oldu. Dile kolay, 44 yıl, sekiz rektör. İzmir’in en renkli ve mistik ilçelerinden biri Tire. Yeteri kadar popüler olmamasına üzülmeli mi sevinmeli mi bilmiyoruz. Çünkü gizli gibi duran, tanıdıkça hayran kalacağınız özellikleri, çok tanınırsa yozlaşır mı acaba? Hele gezerken size başkan Tayfur Çiçek rehberlik etmişse, Tire’ye âşık olmamanız çok zor. Ünlü romancımız ve aynı zamanda felsefe bölümü öğretim üyesi İhsan Oktay Anar, yine bizi kırmayıp bir yazısını paylaştı. Sözlüklerde kaybolmuş bir kelimeyi ve bir ustayı, sürprizlerle dolu yazısına konu etmiş. İnsan ilişkilerindeki kriz aşka da yansıyor. Aşk yeni bir döneme mi girdi? Niçin en çok aşk kitapları satılıyor ve aşk yeni dönemi şarkı sözlerine nasıl yansıyor? Bu konuda sosyolojik bir denemeye yer verdik. Elli beşinci yılına girmekte olan üniversitemiz, çeşitli sanatsal faaliyetlere ağırlık vermeyi sürdürecektir. Uluslararası nitelikteki EgeArt Sanat Günleri’nin üçüncüsü şu sıra gerçekleştirilmektedir. Elli beş yıllık üniversite kampüsü ilk kez heykellerle buluştu. Bu önemli bir boşluğun doldurulması anlamına geliyordu. Alternatif enerji kaynakları, Şifa Eczanesi Müzesi, botanik bahçesi ve daha çok sayıda haber bu sayımızda yer almaktadır. Daha iyi sayılarımızın eleştiri ve önerilerinizle gerçekleşebileceğini umuyoruz. Egeden Dergisi, Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından yayınlanır. İÇİNDEKİLER Ege Üniversitesi Adına İmtiyaz Sahibi Prof. Dr. Candeğer Yılmaz Yayın Kurulu Başkanı Prof. Dr. Atilla Silkü Sorumlu Müdür Prof. Dr. M. Bülent Özkan Genel Yayın Yönetmenleri Yrd. Doç. Dr. Engin Önen Yrd. Doç. Dr. A. Oğuzhan Kavaklı Yayın Kurulu Üyeleri Prof. Dr. Şevket Toker, Uzm. Dr. E. Figen İnan Özlem Arınık Topuz, Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş, Gamze Karademir Erol, Özlem Aktaş Muhabir ve Fotoğrafçılar Ali İhsan Mimtaş, Demet Altuntaş, Gamze Karademir Erol, Özlem Aktaş, Erhan Çukurlu, Duygu Öztürk, Ümit Mutlu, Petek Durgeç, Güldeniz Fırat, Muhammet Ali Edebali, Evren Bozkurt, Eray Aydın, Doğan Erbaç, Ekrem Durul, Cihan Durak Konuk Yazarlar Prof. Dr. Ahmet Arslan, Prof. Dr. Altan Çilingiroğlu, Prof. Dr. A. Çağrı Büke, Prof. Dr. Ümit Erdem, Doç. Dr. Lale Kabadayı, Yrd. Doç. Dr. Engin Önen, Dr. Hüseyin Günerhan, Uz. Sibel Ağı Günerhan, Mehmet Gökyayla ve İhsan Oktay Anar Redaksiyon Prof. Dr. Şevket Toker Öğr. Gör. Dr. Bahar Dervişcemaloğlu, Arş. Gör. Göksu Çiçekli Koç Kapak Fotoğrafı Ümit Mutlu Kapak İllüstrasyonu Sinan Kutlu Tasarım Gamze Karademir Erol, Erhan Çukurlu, Ümit Mutlu Reklam Sorumlusu EÜ Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Reklam Rezervasyon Ege Üniversitesi Rektörlüğü Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne (0 232) 342 59 72 numaralı telefon numarasından veya [email protected] e-posta adresinden ulaşabilirsiniz. Yönetim Yeri Ege Üniversitesi Rektörlüğü Bornova/İzmir Tel: (0 232) 388 01 10 www.egeburada.ege.edu.tr Basım Yeri Arkadaş Matbaacılık Ltd. Şti. 1258 Sokak No:22 Kahramanlar/İzmir Tel: (0 232) 425 08 71 Basım Tarihi: 28 Eylül 2009 Yayın Türü Yerel, Süreli, Üç Aylık 60 04 34 04 Gündem Ege Yavaş Şehirler 48 27 38 43 08 19 48 Bir Başarı Öyküsü Yılmaz Büyükerşen 08 15 Bir Egeli’nin Portresi Adem Alakoç Ege’den Bir Köşe Botanik Bahçesi ve Herbaryum Tarih Cumhuriyet ve Atatürk Günleri 34 52 62 62 Makale Aşk 54 66 70 Sanat EgeArt 54 57 Spor Deep Water Soloing Kampüste Söyleşi Filiz ve Fikret Otyam Seyir Defteri Tadıyla, Tarihiyle, Dokusuyla Tire 38 Araştırma İnceleme Alternatif Enerji Kaynakları Üniversitemiz Kazıları Van - Ayanis Konuk Yazar İhsan Oktay Anar Müzelerimiz Merkezlerimiz Şifa Eczanesi Tıp Dünyasından Dünya Tarihinde Grip Salgınları 66 BİR BAŞARI ÖYKÜSÜ Büyükerşen: “Bir şehir yalnızca yatırım, alt yapı, asfalt demek değildir” E Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü skişehir Belediye Başkanı ve Anadolu Üniversitesi eski rektörlerinden Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, “Üniversite ve Kent Yaşamı” konulu söyleşi ile 20 Ekim’de Ege Üniversitesi’ndeydi. EÜ Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nün düzenlediği “Kampüste Konuk Var” etkinlikleri kapsamında Prof. Dr. Yusuf Vardar- MÖTBE Kültür Merkezi’nde gerçekleşen söyleşide Prof. Dr. Büyükerşen, hem akademi dünyası hem de kent yönetimine dair deneyimlerini Egelilerle paylaştı. ”Üniversitelerde şehirler de yaralı” diyen Büyükerşen “Üniversitelerin ve şehirlerin tarihleri paralellik gösterir. Şehir olmayan yerde üniversite olmaz ve üniversite olmayan bir yerleşim yerine de şehir diyemeyiz” diyerek üniversitelerin şehircilik anlayışındaki önemli yerini kaydetti. Eskişehir’den “benim şehrim” diye bahseden Büyükerşen, Belediye Başkanlığı’nı yaptığı bu şehir hakkında “Güzel şehriniz İzmir gibi Eskişehir’de de tüccarlar buluşuyordu. Bu sebeple birbirinden farklı insanları tanıdı bu şehir. Yaşayanların kendilerine benzemeyen insanları dışlama lüksü yoktu” dedi. Eskişehir konusunun sosyolojik anlamda bir “olay” olduğunu belirten Büyükerşen bu olayın tarihini aktarırken şunları söyledi: “Eskişehirlilerde üniversite hareketi bir başkaldırıdır. İkinci başkaldırı ilk öne çıkan Anadolu takımı olan Eskişehirspor ve üçüncü başkaldırı ise belediyecilik anlayışıdır. Öğrencilerin iyi yetişebilmesi için şehir gibi bir şehre ihtiyacı vardı”. Söyleşinin ardından Rektör Danışmanı ve EÜ Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Engin Önen, “Yılmaz Hoca” ile kısa bir söyleşi gerçekleştirdi. İkisi söyleşirken biz de Egeden okurları için bunları kaydettik ve sizlerle paylaşıyoruz: Eskişehir son zamanlarda kent yönetimi anlayışıyla öne çıktı ve diğer kentlerden farklılaştı. Bunu siz gerekçeleriyle de ifade ettiniz ama benim dikkatimi çeken bir şey var burada. Klasik belediyecilikten farklı olarak, “Çok hizmet ediyoruz, çok alt yapı yapıyoruz, imar değişikliği yapıyoruz”un yanı sıra bir de kent estetiğini dikkate alan; yani kenti kent yapan değerleri önemseyen bir anlayış da var. Diğer birçok şehirde görmediğimiz bir anlayış bu bana göre, yani diğer şehirlerde yatırım yaptıkça şehir güzellikleri kaybedilebiliyor. Bunda sizin sanatçı kişiliğinizin etkili olduğunu düşünüyorum. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz, gözlemleriniz bu yönde mi? Öncelikle şunu söyleyeyim: Ben sanatçı değilim. Ben maliyeciyim. Ama yaptığımız işlerden dolayı galiba, sanata yönelik hizmet veririz. Türkiye’deki açlığa karşılık çok önemli görüldüğü için, algılama yarattığı için heykelle falan uğraşıyorum. Hepsini hobi olarak yapıyorum yoksa sanatçı değilim maalesef. Sanat eğitimi de almadım, alamadım ama almak isterdim. Ancak bir şey var, eğer bir işe belediye olarak veya herhangi bir kamu görevlisi olarak bırakın kamu görevlisini özel sektörde bir görevli olarak bile eğer insan bir maddi yatırım yapıyorsa; bu parayı harcarken o ihtiyacı karşılayacak harcamanın ortaya çıkaracağı sonucun mutlaka insanların gözüne hoş gözükmesi gerekecek biçimde olması, diğer bir deyişle güzel olması lazım. Yani yatırım için faydayı ararken güzelliği de arayan bir hareket biçimim var benim. Mutlak suretle her şeyde bir estetik arıyorum, mükemmellik arıyorum. Para harcadığımız işin mutlak suretle estetik tarafına da aynı özeni göstermeliyiz. Ondan beklediğimiz faydayı ararken onun bir başka faydasını da göze hoş görünüyor olması olarak görüyorum ve insanlara güzellik duygusu, beğeni duygusu veriyor olmasını daima önemsiyorum. Belediye yönetimi, kent yönetimi, kentte bir takım düzenlemeler yaparken aslında yeni bir yaşam biçimi öneriyor; yani o kadar hızla gelişen kentlerimiz ya da semtlerimiz var ki bazılarının meydanları bile yok. Meydanı olmayan, ortak kullanım alanları çok sınırlı olan yerler... Dolayısıyla kentteki yaşam kalitesini arttırmada hatta onlarda ortaklık duygusu yaratmada siyaset çok önemli diye düşünüyorum. Yaşanabilir kentler listesindeki tırmanışından da anlaşıldığı gibi Eskişehir’de yaşamaktan memnuniyet artıyor galiba bu ortak yatırımlar sayesinde. Şehirlerin, insanların çalıştığı ve yaşadığı yerler olarak yine o şehirdeki insanların işleriyle evleri arasında gidip geldikleri bir yer olmaktan çıkarılması lazım. Kuşkusuz işine de gidecek, işinden çıkacak evi de olacak –yatacağı, oturacağı, dinleneceği mekan olarak barınacağı yer olarak- ama insanların işlerinden çıktıklarında evlerine giderken evlerine gidip akşam yemeğini yedikten sonra yatma zamanına kadar olan süre, hafta sonları; bunları mutlak suretle dışarıda geçirmelerinde büyük bir fayda var. Aksi takdirde robot bir hayat biçimi olur bu. Şehirde tiyatroya gideceksiniz, lokantaya gideceksiniz, parkları gezeceksiniz, yürüyüş yapacaksınız, sergileri gezeceksiniz, müzeleri gezeceksiniz… Yaşamı monotonluktan ve sıkıcılıktan kurtarmak durumundasınız. İnsanların he türlü toplumsal ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olan belediyerin şehir planlarını yaparken bunları da dikkate Büyükerşen, 20 Ekim’de “Üniversite ve Kent” konulu bir söyleşi ile Ege Üniversitesi’ne konuk oldu. almasaı gerekir. Bir şehir yalnızca yatırım, alt yapı, asfalt demek değildir. Kültürel yaşam son derece önemlidir ve şehirler değişik kültürlerde, değişik dinlerde, değişik düşüncelerde, değişik dillerde insanların bir araya gelmesinden oluşmuştur; dolayısıyla birbirlerinden etkilenmişlerdir. Birbirlerine temasla orta yere çıkan güzellikleri de paylaşmayı da öğretmek lazım. Şehirli olmak son derece önemlidir. Zaten etimolojik olarak da şehirli ve yurttaş İngilizce’de özdeş kavramlar. Medeniyet sözcüğünün kökünde Medine vardır biliyorsunuz. Medine Mekke’ye göre uygar insanların, hoşgörülü insanların olduğu herkesin düşüncesine inancına saygı gösterdiği bir kent olarak yola çıkmıştır. Biliyorsunuz Hz. Muhammed’e hep karşı çıkmışlardır, aşağılamışlar, kötülemişlerdir. Onun üzerine Medine’ye göç etmişlerdir. Medine’deki insanlar ise onları büyük bir olgunlukla, sevgiyle, şefkatle, saygıyla karşılamışlar. Hoşgörü içersinde... Yani şehirlerin uygar olabilmesi için şehirde yaşayan insanların da belediyelerin yaptıkları hizmetlerle eğitilmeleri lazım. Bu farkına varılmadan yapılan eğitimdir. Yani şehirleri temiz tutarsanız insanlar oraları kirletmekten kaçınırlar bu bir davranış biçimidir. Hatta bir anlamda içgüdüseldir. Bakın çok temiz bir yerde insanlar orayı kirletmekten kaçınırlar; çekinirler. Ellerindeki bir şeyi atmazlar ama nerde kirletilmiş bir yer var, her şey yerlere atılmış, kişi de pekala ağzındaki sakızı çıkarır atar, cebindeki kağıda sarmaktansa… Sigara izmaritini atar, elindeki kağıdı atar, poşeti atar; zaten kirletilmiş bir yer olarak gördüğü için orayı kirletme hareketine devam eder. Bugünkü konuşmanızdan şunu çıkarıyoruz. Şehircilik ya da belediyecilik veya kent yönetimi sadece hizmetle sınırlı bir şey değil bir yaşam da tasarlıyorsunuz, insan ilişkilerini de tasarlıyorsunuz . Şehir yaşamında kurallar vardır. Şehri yönetenlerin, insanları bu kurallara uymaya yönlendirmesi lazım. Ama “kent yönetim isyanı” diye bir şey tanımladınız onu diğerlerinden ayırmak için… O kent yönetim isyanı değil, kent yönetimsizliği isyanıdır. Eğer kent yönetimsizse, iyi değilse, bir arada yaşayan insanların ortak menfaatlerini sağlayan kent yönetimi bunu beceremiyorsa, Eskişehir, denize de kavuştu. ona karşı da isyan ederler, yani şikayetçi olurlar, isyancı olurlar. Bu sürekli şikayetler şeklinde ortaya da çıkar. Kenti yönetmek teknik bir iş olduğu kadar siyasi bir tasarım işi. Ama siyasetin bir de pratik yönü var ki, maalesef o, kentlerin iyi yönetilmesini engelleyen bir şey. Profesyonel siyasetin de etkili olduğu güçlü partilerde ve kent yönetimlerinde siyaset biraz ayak bağı gibi; siyasi ilişkiler, rant ilişkileri himayecilik ilişkileri devreye giriyor. Siz bu konuda DSP’den aday olmakla bir avantaja sahip misiniz bilemiyorum. DSP’nin politikasında parti çıkarlarında partizanca çıkarlardan ziyade kamuya doğrudan doğruya hizmete çok ağırlık veren bir parti. Teorik olarak bütün partiler öyle ama… Ama maalesef o öyle olmuyor. Mesela eğer bütün partilerde oluyor derseniz o zaman DSP’de en az oluyor diye cevap vermem gerekir. Hakikaten mesela ben 3. dönem belediye başkanıyım, seçim zamanı bütün DSP’liler etrafımda halka olurlar. Benimle birlikte seçim mücadelesi verirler. Ama 3 dönemdir seçiliyorum ve 3 dönemdir seçimden sonra o meydanlarda size destek veren, sizin seçimi kazanabilmeniz için canla başla çalışan insanlar seçimden sonra çıkıp gelip de “Ben size çalıştım bunun karşılığında bunu istiyorum şunu istiyorum” demez. Bu büyük bir avantaj, sizin için çalışan partililerin veya partinize sempati duyanların özdeki belediyecilik anlayışı açısından inançlarını ve değer yargılarını ortaya koyuyor. Benim belediyemden içeriye 3 yıldır “Ben sizin partinizdenim sizin için çalıştım şunu istiyorum, şu imar rantını istiyorum, şu plan değişikliğini istiyorum, şu işi istiyorum, şu ihaleyi istiyorum” diye kimsenin girdiğine şahit olmadım. Bu çok önemli. Çünkü ben yeni seçilmiş arkadaşları ziyarete gittiğimde şu an hala kapının önünde bu anlamda yığılmalar olduğunu görüyorum. Sosyal demokrat belediyecilik anlayışını diğer bazı belediyelerde, partilerde “partili dayanışması” gibi algılıyoruz ama sizin bu konudaki projeniz sosyal demokrat ya da demokratik sol belediyeciliğin modern bir tanımı olsa gerek. Böyle partiliyi, hemşeriyi, etnik grubu kayıran değil de bu eşitsizliklerde, yoksulluk ve işsizlik açısından belediyelerin nasıl bir rolü olabilir? Solun ana felsefesinin temelinde sosyal adalet yatıyor; yani siz herkese eşit hizmeti vermek zorundasınız ya da sizin yapacağınız hizmetlerden bir kent halkının birbirinden farklı katmanlarındakilerin her birisinin eşit şekilde istifade etmesi lazım. Projeleriniz eğer buna yönelikse o zaman işte sosyal adaleti sağlamış oluyorsunuz. Verdiğim örneği biliyorsunuz, neden şimdi plaj yaptık? Düşünün ki insan yaşamının bir parçası da yürümeyi bilmek, koşmayı bilmek kadar çeşitli sporları bilmek; dolayısıyla yüzmek de son derece hayati fonksiyonu olan bir şey. Bir insanın yüzme öğrenmesi lazım. Hatta bana sorarsanız üç tarafı denizle çevrili bir ülkedeki tüm insanların sadece yüzmeyi değil suda can kurtarmayı da bilmesi lazım. Bu da bir eğitimdir. Büyük ihtiyaçtır, nerede ne zaman lâzım olacağı belli olmaz. Evvela yüzmek bir spordur. Nasıl semtlerde top oynayan çocuklara mutlaka bir yeşil saha, bir meydan; yetişkinlere halı sahalar yapma ihtiyacı duyuyorsanız, pekala onlara yüzmeyi öğretecek ve yüzebilmelerini sağlayacak imkanları da sağlarsınız. Yaz aylarında varlıklı aileler veya deniz kenarında oturan şanslı nüfus dışındakiler için o sıcak yaz günlerinde suya girmek, denize girmek bir ihtiyaç değil midir? Onlar oralardan yararlanamıyorsa siz onlara bunu sağlayabilecek hizmeti götürmek zorundasınız belediye olarak. Sahil kentlerinde belediyeler plajları düzenleyebiliyorsa kara şehirlerinde de bunu yapmak mümkün. Bunu gösterdik yaptığımız işlerde. Eskişehir özel bir örnek tabii. Acaba Anadolu kentlerinde demokratik solun ya da bu sosyal demokratların kent yönetimlerine gelme şansları konusunda iyimser misiniz ya da bu tecrübeden hareketle öneriniz var mı? Eskişehir bir örnek demek. Eskişehir’de oluyorsa diğer şehirlerde de olabilir. “Niye olamıyor?”a gelirsek bunun sebepleri çok farklı. Bir kere bu anlayıştaki parti biliyorsunuz kasıtlı olarak parçalandı. Ecevit hükümeti yok edilmedi ama nasıl parçalandığını, küçültüldüğünü herkes biliyor. O günleri yaşayanlar biliyor, kasıtlı olarak bölünmüş parçalanmış. Anadolu’da DSP de zayıftı. Eskişehir’de DSP kuvvetli mi? Değil. Değil ama üç belediyeden ikisi DSP’nin elinde. ‘99 seçimlerinde yüzde 44; 2004 seçimlerinde yüzde 45, bu seçimlerde yüzde 52 oy aldı. Bu biraz halkın bilincine de bağlı olabilir. Halkın iyi görmesi lazım, adayları iyi belirlemesi lazım. Parti liderleri de önemli. Gerektiğinde partinin, uygun adayları kendinin mi bulması gerekiyor? Aslında Türkiye’de sistem bozuk. Şimdi partinin seçmesi için delegelerin seçmesi lazım, ama sistem öyle ki mevcut sistem maalesef o sonucu doğuruyor. Yerel başkan kendine bağlı delegeleri seçiyor, dolayısıyla delegelerin seçtiği adamlar da olsa onlar da genel başkanın isteğine göre seçiliyor. Bir özgür seçmenin tam iradesini yansıtan seçim sistemi lazım. Evvela seçim sisteminin değişmesi lazım, halkın tercihlerinin yansıtabildiği bir seçim sistemi getirmek lazım. Porsuk Çayı, içinde geziler düzeenlenen turistik bir yer haline geldi. Yılmaz Büyükerşen Kimdir? 1936 yılında Eskişehir’de dünyaya gelen Yılmaz Büyükerşen, 1962 yılında Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nin ilk mezunları arasında yer aldı. Öğrencilik yıllarında çeşitli gazetelerde muhabirlik, yazarlık, karikatüristlik ve yazı işleri müdürlüğü yaptı. Mezun olduğu yıl Akademinin Maliye Kürsüsüne asistan oldu. 1973 yılında profesörlüğe yükseltilen Büyükerşen, 1976 yılında Eskişehir İktisadi ve İdari İlimler Akademisi Başkanlığı’na seçildi. 1971’de iletişim teknolojisinin eğitimde kullanılmasına ve uzaktan öğretim ile bununla ilişkili, yöntemlerin açıköğretim modeli şeklinde, Türk eğitim sisteminde yer almasına ilişkin olarak başlattığı çalışmalar ve 1973 yılında eğitimin yaygınlaştırılması amacıyla hazırladığı “Türkiye için açıköğretim modeli” projesi YÖK Kanunu ile Açıköğretim Fakültesi olarak ülke çapında ve Batı Avrupa’nın 6 ülkesi ile Kuzey Kıbrıs’taki Türkler için uygulamaya konuldu. 1982 yılında Anadolu Üniversitesi Rektörlüğü’ne getirilen Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen, döneminin bitiminde 1987 yılında ikinci kez rektörlüğe atandı. Üniversite kampüsünün peyzaj mimarisine de önem veren Büyükerşen, aynı zamanda bizzat heykel sanatı ile uğraşmaktadır. Ayrıca, Gaziantep vilayet binası önündeki bronz Atatürk heykelini de yapan Büyükerşen, Türkiye’de “balmumu mumya heykel” yapımında tek isim olup, Anıtkabir Müzesi’nde sergilenen Atatürk mumya heykeli ile 2. TBMM binasındaki mumya heykeller ve Makedonya Manastır Askeri İdadi Müzesi’ndeki “17 yaşında Atatürk” mumyasının da sanatkâdır. Büyükşehir Belediye Başkanı olarak Eskişehir’de “Kentsel Gelişim Projeleri” paketini uygulamaya koyan Büyükerşen, kente hizmetleri ile ilgili çeşitli ödüller almıştır. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde yine DSP adayı olarak oyların %51’ini alarak üçüncü kez Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçilen Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen evli ve iki çocuk, iki torun sahibidir. GÜNDEM EGE Yaşanası kentler Sibel AĞI GÜNERHAN Çevre Uzmanı Prof. Dr. Ümit ERDEM Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi G ünlük yaşamın koşturmacasından, gürültüsünden ve yapaylığından sıyırın kendinizi bir süreliğine. Kapayın gözlerinizi ve hayal edin. Öyle bir kent düşleyin ki; şehrin merkezinde araba olmasın. Onun yerine yürüyen, selamlaşan insanlar olsun. Bisikletle dolaşsın gençler, yaşlılar. Başınızı kaldırıp baktığınızda metal yığını araçlardan, beton yığını binalardan başka şeyler görsün gözleriniz. Ağaç görsün, çiçek görsün. Bol bol oksijen solusun ciğerleriniz. Geleneksel değerler korunsun, üst seviyede yer bulsun. Yerel ürünler üretilsin, pazar bulsun. Hızlı yemek (fast food) zincirleri bulunmasın, sindire sindire yensin yemekler; hayat da öyle sindirilerek yaşansın. Bir kere Böyle yaşanan yerler var mı peki? giyilip atılmasın giysiler! “Eski”mesin öyle kolayca her şey. Parlak reklam ışıklarının arabeskliği bozmasın kent estetiğini! Tek gürültü kuş sesi olsun, hadi bir de insan sesi. Karbondioksit dolmasın gökyüzü. Çevre dostu olsun her şey, yeşil olsun her yer. Enerji doğru tüketilsin ki; zehirlenmesin mavi gökyüzü. Gıdalarımızın genetiği değişmemiş olsun. Domatesin tadı domates, mısırın tadı mısır gibi olsun. Çocuklar dalında görsün-öğrensin meyveyi, sebzeyi. Kimyasal maddeler girmesin bünyemizden içeri. Olduğu gibi olsun elma, varsın kurtlu olsun ama zehirli olmasın. Yağmur; sel ve ölümle özdeşleşmesin. İnsana, doğaya ve tüm canlılara saygı, yaşamın temel unsuru olsun. İşte Avrupa; 50’li yıllarda İngiltere’de başlayan toplu ölümler ilk uyarı oldu diyebiliriz Avrupalı toplumda. Daha sonra 60’lı yıllar ve Ruhr Havzası’ndaki hastalanmalar yeni bir olguyu gündeme taşıdı: Çevre (Environment). Böylece 1972 Stockholm Konferansı’na gelindi. İlk kez çevre konusu bilimsel biçimde ele alındı. İşte bu milattır ki; Avrupalı’nın yaşam biçiminde yeniliklere doğru zorunluluklar ortaya çıkardı. “Daha dikkatli tüketmeliyiz” dedi kimileri; “Bizim madenlere dokunmayalım, başka madenlerden alalım” dedi diğerleri; biraz sömürü biraz rant kavgasıyla bu günlere gelindi. Yetmedi bütün bunlar! Çünkü giderek nüfus artıyordu. Bu nüfusa ev gerekliydi, iş gerekliydi ve kısır döngü devam etmek zorundaydı. Parasız olan kıtalar kullanıldı bu yolda. Afrika’dan maden, elmas, altın; Asya’dan birçok tüketim maddesi. Böylece başkalarını bitirerek yaşama yolu seçildi bir müddet. Görüldü ki; bu bir işe yaramıyor. Çevre öyle bir olgu ki; bir yerde bitmeye başlayan bir şeyler başka yerleri de hızla bitirmeye başlıyor. İşte bu yüzden, Avrupa’da bazı kentlerde şimdilerde yeni bir kentsel politika yayılıyor. Öncelerde “hızlı yemeğe (fast food)” tepki olsun diye başlatılan “yavaş yemek” hareketinden sonra, şimdi de “yavaş şehir” hareketi. İlk olarak İtalya’da, Toskana’nın Chianti şehrinde başlayan hareket; adının aksine hızla yayıldı ve Bra, Positano ve Orvieto ile devam etti. Ardından İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Polonya, Norveç ve Almanya’da da birçok yavaş şehir var artık. Yavaş şehir olmanın bazı koşulları var elbette. “Yavaş Şehir” bildirisi, gürültü kirliliğini önlemek ve trafiği azaltmak, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan ve lokantaları desteklemek ve yerel estetik öğeleri korumak gibi 50’den fazla kural içeriyor. “Yavaş şehir” olarak adlandırılmak ve yavaş şehir logosu olan “salyangoz”u kullanabilmek için şehrin kontrol edilmesi, belirli aralıklarla da görevliler tarafından denetlenmesi gerekiyor. Bu hareketin en önemli etkenlerinden biri de, kentsel yaşamdaki yoğun tempoyla mücadeleye “hız” kazandırıyor olması. Kasım 1999’da Orvieto’da hazırlanan sözleşmeye göre “Yavaş Şehirler”in aşağıda verilen koşulları sağlaması gerekiyor: 1. Etrafını çevreleyen bölgenin ve kentsel düzenin niteliklerini korumak ve geliştirmek için, yeniden kullanma tekniklerini araştırarak çevre dostu politikalar uygulanması, 2. Toprağın işgali değil, kullanımının geliştirilmesi için işlevsel bir altyapı politikası yürütülmesi, 3. Çevrenin ve kent düzeninin kalitesini geliştirmek için çevre dostu teknolojinin kullanımının teşvik edilmesi, 4. Çevreye uyumlu ve doğal nitelikli tekniklerin kullanımıyla üretilen yiyecek maddelerinin tüketiminin desteklenmesi, genetik yapısıyla oynanmış ürünler dışında yaşam için zorunlu ürünlere yönelinmesi, 5. Bir bölgenin gelenek ve kültürünün korunarak simgeselleşmesine katkıda bulunup yerli üretimin teşvik edilmesi ve tüketici ile üreticinin doğrudan temas kurabileceği mekanların oluşturulması, 6. Konukseverlik kapsamında yerel toplumun belirli özellikleri öne çıkarılarak güçlü bir dostluk bağının kurulmasının desteklenmesi, bir kentin kaynaklarının dengeli ve eşit olarak kullanımını önleyen fiziksel ve kültürel engellerin kaldırılması, 7. Gençlerin ve okulların sistematik bir biçimde lezzet eğitimi ile tanışmasına özel bir dikkat göstererek yalnızca işletmecilerin değil, bütün vatandaşların “Yavaş Şehir”de yaşadıklarına dair farkındalıkların sağlanması. Görüyorsunuz; sağlıklı gıda, temiz hava, mutlu bir yaşam!…Tüm bunlara kim hayır diyebilir ki? O halde hep beraber yavaşlamaya hazır mısınız? Hazırsanız eğer “Yavaş Şehir” öykümüzü daha da genişleterek sizlerle paylaşalım. Cittaslow (Yavaş Şehir) Cittaslow Sözleşmesi, 15 Ekim 1999’da İtalya’nın Orvieto kentinde imzalanmıştır. Cittaslow Derneği’nin simgesi turuncu renkli salyangoz böceğidir. Merkezi Orvieto (İtalya) kentindedir. Amacı, kaliteli yaşam kültürünü desteklemek ve yaygınlaştırmaktır. Dernek kurallarına göre Cittaslow ismi başka bir dile çevrilemez. Cittaslow olabilmek için şehir/ kasabanın nüfusu 50 binden fazla olmamalıdır. Başvurusu kabul edilen şehir/kasaba, derneğin kurallarına uymakla yükümlüdür ve derneğin imajını zedeleyecek davranışlardan kaçınmalıdır. Aksi durumda komite üyeleri söz konusu şehir ya da kasabanın üyelikten ihracını isteyebilir. Derneğin bileşenleri aşağıda verildiği gibidir: 1. Uluslararası genel kurul, 2. Uluslararası koordinasyon kurulu, 3. Uluslararası konsey başkanı, 4. Konsey başkanı, 5. Garantörler kurulu, 6. Uluslararası bilim kurulu, 7. Denetmenler. Her bileşen, 3 yıllığına seçilir. Harekete katılan şehirler, hareketin yaygınlaşmasını ve halkın bu hareketin amaçlarını yerine getirmesi konusunda bilinçlenmesini sağlamak ve aşağıda verilen ilkeleri yerine getirmek için çalışmak zorundadır. merkezler açmak, 10. Friendly shop’lar oluşturmak (mağaza sahipleri ile anlaşarak halkın mutlu alışveriş yapmasını sağlamak), 11. Bozulan kentsel alanları yeniden düzenleyerek kentin kullanımına sunmak, 12. Kenti yeniden şekillendirmek ve geliştirmek, 13. Semt danışma ofisleri açmak ve Cittaslow bilgilendirme bölümü oluşturmak. Altyapı politikaları Kent kalitesini geliştirmede teknoloji ve özgün kurumlar oluşturmak 1. Tarihi ve kültürel değerleri korumak, geliştirmek ve tarihi mekanları yeniden kullanılabilir hale getirmek, 2. Hareketliliği ve trafiği güvenli kılmak, 3. Okul ve kamu binalarına ulaşımda bisikleti yaygınlaştırmak, bunun için yollar yapmak, 4. Toplu ulaşımı ve yaya ulaşımını desteklemek, 5. Mimari uygulamaları, engellileri de dikkate alarak yapmak, 6. Aile yaşamını ve yerel etkinlikleri desteklemek, rekreasyon alanları, spor alanları yapmak, kronik hastalara ve yaşlılara yardım etmek, ailelerle okullar arasında çeşitli etkinlikler düzenlemek, 7. Tıbbi yardım merkezleri açmak, 8. Yeşil alanlar ve oyun sahaları oluşturmak, 9. Doğal ürünlerin satılabileceği ticari Çevre politikaları 1. Hava, su, toprak kalitesini yasalarla belirlenmiş standart seviyelerde tutmak, 2. Endüstriyel ve evsel atıklardan kompost gübre elde edilmesini desteklemek ve yaygınlaştırmak, 3. Atıkları kaynağında ayırma programları oluşturmak, 4. Kanalizasyon atıklarının arıtılmasını sağlamak, 5. Enerji verimliliğini ve alternatif enerji kullanımlarını yaygınlaştırmak, 6. Ticari reklamlar ve trafik işaretlerinde düzenleme yapmak, 7. Elektromanyetik kirliliği önlemek, 8. Gürültü kirliliğini önlemek, 9. Işık kirliliğini önlemek, 10. ISO 9001 ve ISO 14000 gibi Çevre Yönetim Standartları’nı benimsemek. 10 1. Biyomimarlığı öğretmek ve geliştirmek, 2. Kenti fiber optik ve kablosuz sistemle donatmak, 3. Elektromanyetik alanları belirleyecek sistemler oluşturmak, 4. Belirlenmiş bir program dahilinde peyzaj ve çevre atıklarını konteynırlarda toplamak, 5. Açık alanlara (kamu-özel) yöreye uygun, özellikle de yerli bitkiler dikmek, 6. Vatandaşların internet yoluyla bilgilenmesini sağlamak için sistemler geliştirmek, 7. Gürültülü alanlarda gürültü kirliliğini önlemek, 8. İnsan davranışlarına yönelik olarak renklerle planlamalar yapmak, 9. Evden çalışmayı desteklemek (telework-homeofice). Yerli üretimi koruma ve destekleme 1. Organik çiftçiliği geliştirmek, 2. El sanatlarını ve zanaatkarları desteklemek, yok olmalarını önlemek, 3. Yerel üretimi yaygınlaştırmak, okul kantinleri ve restoranlarda kullanılmalarını teşvik etmek, 4. Okullarda “yavaş yemek” akımını yaygınlaştırmak ve lezzet eğitimi vermek, 5. Yöreye özgü ürünlerin ticarileşmesini sağlamak ve yok olmalarını önlemek, 6. Şehirde bulunan yaşlı ve tarihi özellik taşıyan ağaçları koruma altına almak, 7. Yerel kültürel etkinlikleri desteklemek. Konukseverlik 1.Turistlere karşı konukseverlik için halkı ve çalışanları eğitmek, 2. Tarihi ve turistik mekanlara turistler için uluslararası yönlendirme levhaları yerleştirmek, 3. Mağazalarda ürün etiketlerinin açık, anlaşılır bir şekilde yazılması konusunda mağaza sahiplerini uyarmak, 4. “Slow” gezi programları için gerekli hazırlıkları yapmak (broşür, web sayfası…) Farkındalık 1.Slow City nedir, Slow City olmak için neler yapılmalıdır gibi konularda bilgilendirme kampanyaları düzenlemek, 2. Tohum bankası, eğitim parkları vb. oluşturarak “slow” felsefesini anlatmak, 3. Slow City ve Slow Food’u yaygınlaştırmak için etkinlikler düzenlemek. Bütün bunları gerçekleştirmek hiç de kolay değil. Kolay olmayan daha önemli şey ise; bu olguyu sürdürüle- bilir kılmak. Her şeyden önce özveri gerektiriyor. Ele ele tutuşmayı gerektiriyor. Eğitim, bilim, vatandaşlık bilinci gerektiriyor. Bütün bu kavramların iç içe olması gerekiyor. Bu kapsamda her türlü denetimi göze almak gerekiyor. Biliyorsunuz mavi bayrak projelerimiz de var ülkemizde. Birçok kıyı bölgemizde mavi bayraklar asılmış durumda. Ama ne yazık ki bazıları da geri verilmek durumunda kalınabiliyor. O belki yalnızca plajlarımızı ilgilendiriyor ama; yavaş şehir olgusu öyle değil. Daha fazla dik duruş; daha fazla inanç ve daha fazla birliktelik ve kararlılık gerektiriyor. Şöyle bir bakalım kentlerimize, çocuklarımızın geleceğini düşünelim. Ruhsal yapımızı, artan depresif durumları, agresif davranışları düşünelim. Kendimiz için ne yapıyoruz? Kendimizi tanıyabiliyor muyuz? Kendimize, çocuklarımıza ne kadar zaman ayırabiliyoruz? Bütün bunlar yavaşlayarak çağı “yaşayabilmeyi” zorunlu kılıyor gibi geliyor bize. Bu düşüncelerimizi paylaşmanızı diliyoruz. Daha kalıcı bir yaşam için hem kendimizle hem kentimizle barışalım diyoruz. “Yavaş Şehir”ler, hem estetiği hem de çevreyi önemseyen bir yaklaşımı benimsiyor ve bu doğrultuda da biyomimarlığı öğretmek ve geliştirmek hedefini taşıyor. Yararlanılan Kaynaklar 1.Hızla Yayılan Yavaş Şehirler: http://www.arkitera.com, 2009. 2.Cittaslow: http://www.cittaslow.com, 2009. 3.Cittaslow Derneği ile yapılan yazılı görüşmeler, 2009. 11 Türkiye’nin ilk, dünyanın 121. yavaş şehri Seferihisar oldu Yavaş Şehir projeleri kapsamında Seferihisar’ın üstte görünen yapı dokusunun önümüzdeki yıllarda alttaki görünüme kavuşması planlanıyor. Demet ALTUNTAŞ E geden’in “Yavaş Şehirler” dosyasında ayrıntılarını paylaştığımız “Yavaş Şehirler”in Ege’den bir adayı vardı: İzmir’in güneybatısında, kent merkezine 45 kilometre uzaklıktaki, 35 bin nüfuslu, 49 kilometre sahili ile Türkiye’nin en uzun sahil şeridine sahip ilçelerinden biri olan Seferihisar. Seferihisar Belediyesi, “Yavaş Şehir’” olmak için merkezi İtalya’da bulunan Yavaş Şehirler Birliği’ne başvurdu ve Seferihisar Türkiye’nin ilk Cittaslow’u oldu. İtalya’da toplanan Cittaslow Uluslararası Koordinasyon Komitesi toplantısına giden ve başvuru dosyasını sunan Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer, ilçenin Cittaslow başvurusunun kabul edildiğini ifade etti. Prosedüre göre komitenin ilçede inceleme yapması gerektiğini dile getiren Soyer, “Ancak ilk kez yaşanan 12 bir durumla, komite yerinde inceleme yapmadan bir ilçenin başvurusunu onayladı” diye konuştu. Konu ile ilgili görüştüğümüz Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer ve ekibi “Sakin Şehirler” demeyi tercih ediyor. Seferihisar Belediyesi olarak, Yavaş Şehirler Projesi’ne başvurdunuz ve kabul edildiniz. Bu projeye başvurmanızın nedeni ve Seferihisar’ın buna uygun olduğunu size düşündüren şey nedir? İnsanlar büyükşehirlerin yaşam ritminden muzdarip. Bundan şikâyetçi. Gürültüsünden, pisliğinden, ritminden, telaşından, paniğinden, her şeyinden şikâyetçi. Hepimiz büyükşehirlerden mümkün olduğunca kaçmak istiyoruz. Ya daha temiz, sessiz, huzurlu yerlerde yaşamak istiyoruz; ya da öyle bir imkanımız yoksa hiç olmazsa öyle yerlerde tatil yapmak istiyoruz. İnsanlık böyle bir arayışın içinde zaten. O nedenle bu çok çağdaş ve Seferihisar için doğru bir proje. Ayrıca, “Yavaş Şehir” hareketi, hem doğayı, çevreyi korumanızı; hem de gelişmeyi sağlamanızı mümkün kılıyor. Çünkü getirilen kriterlerin büyük bölümü kentteki organik besinlerin öne çıkartılması, çöplerin ayrıştırılarak toplanması, alternatif enerji kaynaklarının kullanılması gibi, bir yandan yaşam kalitesini yükseltecek diğer yandan da doğayı ve çevreyi koruyarak bunu başarabilecek kriterler. Bir başka deyişle proje hem yaşam kalitesini yükseltme aygıtı olarak kullanılabilir hem de yeni bir turizm potansiyeli anlamına gelir. Çünkü insanlar yavaş şehirlere gidip tatillerini geçirmek istiyorlar. Seferihisar bütün Ege-Akdeniz sahillerinde en az tahrip olmuş ve çarpık yapılaşmanın en az olduğu ilçelerden biri. Çünkü çok fazla askeri bölgesi ve çok fazla doğal arkeolojik sit alanı var. Bu nedenlerden dolayı yapılaşmamış hali dezavantaj gibi görünen bir durum aslında sakin şehirler için avantaj teşkil ediyor. Dolayısıyla Seferihisar’ın geçmişiyle bugün bulunduğu durum sakin şehir olmaya çok müsait. Bunun Seferihisar Belediye Başkanı Tunç Soyer üzerine bizim Seferihisar’a yapmak istediklerimiz de eklenince sakin şehir ortaya çıkıyor. Biz de zaten bunları yapmak istiyorduk. Bu kentin bir kimlik arayışı vardı; bu kent bir Bodrum, Çeşme, Kuşadası, Ayvalık olsun mu olmasın mı, olursa nasıl olur bunlar tartışılıyordu. Baktık ki bunların olması mümkün değil, mümkün olsa bile “keşke olmasa” noktasına geliyoruz ve baktık ki bu kumaştan en güzel çıkacak elbise budur. O nedenle böyle bir şeyi tercih ettik ve o nedenle yola çıktık. Peki, Seferihisar halkı bu konuda neler düşünüyor? Bu proje için yoğun bir tanıtım çalışması başlatmıştık. Tüm mahallelerimizdeki kahvehanelerde akşam toplantıları yaptık. İnsanların bu konudaki sorularını cevaplandırmaya çalıştık ve olumsuz bir tepkiyle hiç karşılaşmadık. Başlangıçta “Zaten yavaş şehir değil miyiz, Müslüman mahallesinde salyangoz mu satacaksınız? “ gibi çok değişik tepkiler vardı. Ancak konuştukça, anlattıkça insanlar ikna olmaya başladılar. İtalya’dan döndüğümüzde müthiş bir sevinçle, davul zurnalarla karşıladılar ekibimizi. Halkın bu desteği de bize cesaret veriyor. Bu bir kitle hareketi değil ama halk hareketi olmak zorunda. Çünkü bu sadece belediyenin kendi olanaklarıyla gerçekleştirebileceği bir şey değil. Bu bir kültür ve yaşam tarzı. Bunun için sadece fiziki yapıyı değiştirmeniz yetmiyor, insanların kafalarını da değiştirmeniz gerekiyor. Görünen o ki Seferihisar halkı da projeyi destekliyor ve sahip çıkıyor. Seferihisar olarak başvurdunuz. Peki, bunun yaygınlaşması söz konusu mu? Bizim ardımızdan 50 kent daha başvuru yaptı. Bu proje o kentin bilinirliğini artırıyor, markalaşmasını güçlendiriyor ve bunun için çok büyük yatırımlar finansman kaynakları gerekmiyor. Seferihisar “Yavaş Şehir” olmaya hak kazandı. Şimdi nasıl bir süreç başlayacak? İş asıl şimdi başlıyor. Öncelikle hizmet kalitesini her sektörde arttırmaya yönelik çalışmalara giriştik. Buraya dışardan gelenleri karşılama biçimleri üzerinde duruyoruz. Hizmet kalitesini arttırmaya yönelik eğitimler başlatıyoruz. Bizim avantajımız hem Türkiye’de ilk olmak hem de Müslüman nüfusu çok olan ilk kent olmak. Böylece Cittaslow hareletini Müslüman nüfusla da tanıştırmak için fırsat doğmuş oldu. Takvim anlamında, ne zaman Seferihisar’a “Yavaş Şehir” olarak gidebileceğiz? Aslında biz şu andan itibaren bir yavaş şehiriz. Bunu çok erken kazandık, bunun dezavantajları da var. Artık gelenlerin beklentileri yavaş şehir düzeyinde. Bu sebeple çalışmalarımızı hızlandırdık, hem hizmet kalitesini yükseltmeye yönelik eğitimleri sürdürürken hem de fiziki dokuyu yeniliyoruz. Nisan-mayıs aylarına kadar bu çalışmaların sonuçlanması için çalışıyoruz. Kabul edilmeden önce süren hazırlıklarımız vardı ve kabul edilmesek de biz bu projeye devam edecektik. Çünkü bu proje zaten Seferihisar’a uygulanmak istediğimiz bir şeydi. Biz Türkiye’nin sakin şehri olmak istiyorduk. Türkiye’de huzurlu yaşanan, sessiz sakin yaşanan, kirliğinin kontrol altına alındığı bir kent yaratmak istiyoruz. Beklediğiniz destekler neler peki? İlk önce Turizm Bakanlığından destek bekliyoruz. Çünkü bu bir turizm projesi aslında ve Türkiye bir yavaş şehirler ülkesi olabilir. Türkiye bu projeye sahildeki ilçeleriyle, diğer güzelliklerle dolu ilçeleriyle uygun bir ülke. Biz artık bisiklet, fayton garajları yapmaya başlayacağız çünkü araç sokmayı istemiyoruz sadece belli saatlerde girilmesine izin vereceğiz. Bu proje ve başarı sadece Seferihisar’ın projesi değil Türkiye’nin projesi. Turizm Bakanlığı’nın bürokratları da bize destek veriyor. Biz artık kendi omzumuzda taşıdığımız yükün Seferihisar’la sınırlı olmadığını görüyoruz. Seferihisar’a ani bir göç bekliyor musunuz? İmar planlarımız nedeniyle bu mümkün değil. Ama günü birlik ziyaretçilerin artacağını öngörüyoruz. Seferihisar’dan bir görünüm 13 BOTANİK BAHÇESİ VE HERBARYUM UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ Dr. Hüseyin GÜNERHAN Ege Üniversitesi Çevre Sorunları Uygulama ve Araştırma Merkezi OTOMOBİL VE… Oktay Ekinci, 30.11.2008 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesinde İtalya’da ortaya çıkan “Yavaş Şehirler” hareketini ele alıyor ve “şehir merkezlerinde otomobil kullanımı yasaklanarak yaşanır kentler oluşturulmalı, insanlar sadece yerel ürünleri tüketmeli ve sürdürülebilir enerji kullanmalıdır” görüşünü dile getiriyor. Yavaş şehir bildirisinin, gürültü kirliliğini ve trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan ve lokantaları desteklemek gibi elliden fazla “taahhüt” içerdiğini vurguluyor. Yavaş şehir bildirgesinde de yer aldığı gibi otomobil kullanımı, hem otomobil sahibini, hem de çevresindeki tüm canlı ve cansız varlıkları olumsuz yönde etkiliyor. Öncelikle otomobil satın alınırken ve satın alındıktan sonra yüksek vergiler ile karşılaşılıyor. Türkiye’de benzin, mazot ve LPG fiyatlarının da çok yüksek değerlerde olduğu biliniyor. Otomobillerin bakım ve sigorta masrafları da satın alan kişiyi ekonomik olarak olumsuz yönde etkiliyor. Bunun yanında park sorunu, park yerlerinden resmi olarak alınan veya değnekçiler tarafından zorla istenen ücretler de diğer sorunları içeriyor. Otomobil sahibinin psikolojik sağlığını ve ekonomik durumunu etkileyen sorunların başında ise trafik karmaşası, trafik kazaları, yüksek orandaki trafik cezaları ve otomobil güvenliği geliyor. Otomobillere bazı kişiler tarafından çizerek veya yakarak zarar verilmesi büyük bir güvenlik sorunu olarak ortaya çıkıyor. Sürücü açısından otomobil iç güvenliğinde ilerleme kaydedilmiş olmasına rağmen, herhangi bir kaza durumunda yine de büyük risklerin olduğu göz ardı edilmemelidir. Bunun yanında otomobil 14 motor verimlerinin %40 oranının altında olması, yani alınan 100 birim yakıtın en iyi durumda ancak 40 biriminin otomobili hareket ettirmede kullanılabilmesi de büyük bir ekonomik sorundur. Kullanılamayan 60 birim yakıt otomobilden dışarı atılmakta ve bu durum çevre sorunu yaratmaktadır. Otomobil üretimi sırasında yüksek miktarda enerji kullanılmakta olduğu bilinmektedir. Bunun yanında bir otomobil üretiminde ortalama olarak 300-400 ton civarında su da kullanılmaktadır. Ayrıca işçi sağlığı açısından da çeşitli sorunlar olabilmektedir. Üretimden sonra ise birçok çevre sorunu ile karşılaşılmaktadır. Otomobil lastikleri, fren düzenekleri ve otomobillerin temizlenmesi sırasında oluşan çevre sorunları yanında, benzen ve formaldehit gibi yüzlerce element ve bileşikler otomobil motorlarından çevreye yayılmaktadır. Hava kirliliğinin en büyük nedenlerinden birisi motorlu araçlardır. Araçlardan çevreye verilen kirleticiler genellikle, hidrokarbonlar, azotoksitler ve karbonmonoksitler olarak gruplandırılmaktadır. Motorlu araçlar ayrıca kükürtdioksit emisyonları da oluşturmaktadır çünkü benzin ve dizel yakıtı az miktarda kükürt içermektedir. Kükürtoksit ve nitrikoksit, atmosferdeki gün ışığının artması ile su buharı ve diğer kimyasallarla tepkimeye girerek sülfürikasit ve nitrikasit oluşturur. Oluşan asit çözülmeden bulut ve sis içerisindeki su damlalarına asılı olarak kalır. Limon suyu gibi asitli olan asit yüklü bu damlalar gökyü- zünden yağmur ve kar ile toprağa düşer. Bu olay asit yağmurunu oluşturur. Karbondioksit, su buharı, metan ve azotoksit gibi gazların artması ve atmosferde birikmesi, sera etkisini oluşturmaktadır. Atmosferde biriken bu gazlar, dünya yüzeyinden yansıyan ışınların atmosfer dışına çıkmasını büyük oranda engeller ve dünya sıcaklığının artmasına neden olurlar. Bu da küresel ısınma ve iklim değişikliği olarak karşımıza çıkar. Hava kirliliğine neden olan kirleticilerden etkilenenlerin başında çocuklar gelmektedir. Çocuklar çok daha hareketli oldukları için daha hızlı solunum yaparlar ve kirleticilere karşı çok daha korumasızdırlar. Astım gibi akciğer ve kalp rahatsızlıkları olan insanların da havayı kirleten maddelerden çok daha fazla şekilde etkilendiği bilinmektedir. Yani otomobil kullanımı hem çevreyi hem de insan Doğanın ilmi ve güzelliğinin buluştuğu yer Demet ALTUNTAŞ, Özlem AKTAŞ D sağlığını olumsuz yönde etkilemektedir. Çözüm önerileri olarak öncelikle, “yavaş şehir” bildirgesinde de yer aldığı gibi otomobil kullanımının giderek azaltılması bunun yerine mümkünse yaya olarak bir yerden başka bir yere gidilmesi ya da toplu ulaşımın, bisikletlerin kullanılması sıralanabilir. Böylece hem ekonomik olarak hem sağlık açısından hem de çevre açısından büyük kazanımlar sağlanabilecektir. Otomobil teknolojisinde de çevreyi daha az kirleten yeni enerjilere yönelmek kaçınılmaz olacaktır. ünya doğal kaynaklarının önemli bir bölümünü bitkiler oluşturuyor. Bu kaynakları tespit etmek, değerlendirmek ve zarar görmelerini önlemek için tüm dünyada yapılan çalışmalardan bir kısmı da Botanik Bahçeleri ve Herbaryum Merkezleri kurularak gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin bitki zenginliğini ve dünyadaki bitki çeşitliliğini tanıtmak, araştırma ve öğretim hizmetlerine katkıda bulunmak amacı ile 1962 yılında Ege Üniveristesi Fen Fakültesi bünyesinde bir Botanik Bahçesi ve Herbaryum Merkezi kuruldu. Botanik Bahçesi 48 bin 750 metrekarelik bir alan üzerine kurulu. Bin 300 metre- karelik kısmında 13 adet araştırma, öğretim ve süs bitkileri serası bulunuyor. Bu seralarda tropik, kserofit, ekzotik, alpinik bitkiler halka ve öğrencilere tanıtılıyor. Türkiye’nin değişik bölgelerinden toplanan, çeşitli doğal bitkilerin kurutularak belli bir düzen içinde saklandığı herbaryum binasında da 39 binden fazla herbaryum örneği bulunuyor. Herbaryum, çeşitli konularda bilimsel araştırmalar yapan araştırıcılara, bitki ihracat ve ithalatçılarına, doğadaki bitkileri tanımak isteyenlere, bitkileri tanıtma, yayılış alanları ile ilgili bilgileri vermek amacı ile hizmet veriyor. Merkezde 4 öğretim elemanı, 5 idari eleman ve 5 işçi ile çalışmalar yürütülüyor. Türkiye’de önemli bir yeri olan Ege Üniversitesi Botanik Bahçesi ve Herbaryum Uygulama ve Araştırma Mer- 15 kezi Müdürü Prof. Dr. Özcan Seçmen sorularımızı cevaplayarak, bilimsel niteliğinin dışında, İzmir’de mutlaka görülmesi gereken yerler arasında olan bir bahçeyi içinde barındıran Merkezi, Egeden okurlarına anlattı. Merkezin bahçesi, burada çalışmanın ne kadar büyük bir şans olduğu izlenimi veriyordu: Rengarenk bitkiler, başta yeşil olmak üzere doğanın her tonuyla sarmalanmış küçük ve eski binalar, nilüferle bezenmiş, balıkların yüzdüğü havuzlar… Prof. Dr. Seçmen ile sohbet derinleştikçe bu güzelliği korumanın ne kadar zor olduğunu ve bu güzel bahçenin altında yatan emeği gördük. Botanik Bahçesi ve Herbaryum Uygulama Araştırma Merkezi hakkında bize biraz bilgi verir misiniz? Merkezimizin isminde hem botanik bahçesi hem de herbaryum geçiyor. Dolayısıyla burası sadece bahçe bazında düşünülmemeli, bahçe ve herbaryum bir bütün. Bizim canlı bitki koleksiyonumuz var, yani yaşayan bitkilerle dolu bir bahçemiz. Bunun yanında herbaryumda da cansız yani kurutulmuş bitki koleksiyonumuz var. Bahçede, dünyanın farklı yerlerinden ve Türkiye’den yaşayan bitki örneklerini barındırıyoruz. Dünyanın diğer süs kültür bitkilerinden ilginç olanlarını örnekliyoruz çünkü zaten Türkiye bitkileri doğada var. Elimizde 16 bulunanlar Türkiye’nin çok değişik yerlerinden de çeşitli projelerle, çalışmalarla, araştırmalarla toplanmış ve burada muhafaza edilmiş örneklerdir. Burası halka açık bir yer, hafta içi mesai saatlerinde herkes gelip gezebilir. Botanik Bahçesi, Biyoloji Bölümü’nün Botanik Anabilim Dalı ile çok sıkı ilişkidedir. Botanik bitki bilimidir, bütün bitkilerle uğraşır ama biz burada daha çok bitki çeşitliliğini, bitki zenginliğini ön planda tutarak çalışıyoruz. Bizim çalışmalarımız bio çeşitlilik yani flora çalışmalarıdır. Flora bitki çeşitliliği demektir ve ülkemiz flora açısından çok zengindir. Türkiye’de 11 bine yakın bitki çeşidi var. Tüm Avrupa’nın bitki çeşitliliği bu sayının biraz üzerindedir. Botanik bahçesi İzmir’deki bitki çeşitliliğini ve daha fazlasını mı barındırıyor? Sizin park bahçelerde göreceğiniz bitkilerin çoğu burada vardır. Bazen vatandaşlar tanımlayamadıkları bitkileri bize getirir. Mesela ABD’ye gitmiş ve ordan bitki getirmiş birisi bunu bize getirir ve farklılık gösteren bir bitki ise biz de bahçemize katarız. Genelde egzotik bitki dediğimiz yani dıştan gelen bitkiler ağırlık olarak botanik bahçesi çalışmaları kapsamındadır. Herbaryum ise daha çok doğal bitkilerle uğraşır, kuru örnekler daha çok doğal bitkilerdir. Egzotik bitkiler veya kültür bitkileri Herbaryumun ilgi alanında pek bulunmaz. Evinizde yetiştirdiğiniz bitkilerin çoğu seralarımızda vardır. Hatta evinizde olmayan bitkilerin de çok farklı olanları burada vardır. Mesela evinizde hiçbir zaman karabiber ağacı yoktur. Sizin bildiğiniz karabiber ağacı zaten karabiber değildir. Diğer taraftan kahve bitkisi vardır. Evinizde kahve yetişmez. Evinizde bir çeşit kauçuk yetişir ama bizde 10 çeşit kauçuk yetişir. İzmir doğal ortamında yetişemeyen yani İzmir bitki örtüsüne uygun olmayan bitkiler burada sera ortamında yetişiyor değil mi? Tabii ki, zaten amaç o, sera olmasa buradakilerin çoğu yetişemez. Bizim aşağı yukarı 10-13 tane seramız var. Tropik sera var, kaktüs seramız var, ılıman olan bitkilerin yetiştiği seralar var, orkide serası var… Bunları evde yetiştiremezsiniz. Merkezin Botanik Anabilim Dalı ile bağından söz ettiniz. Burada gerçekleştirilen eğitim amaçlı faaliyetlerden bahseder misiniz? Burası ilk olarak biyoloji öğrencilerine laboratuvar ya da uygulama alanı sağlamak amacıyla kurulmuş. İlk yeri de Bornova Metrosu’nun karşısındaki şimdi Bilgisayar Mühendisiği Bölümü’nün olduğu binadaymış. Orada bir balkonda başlamış botanik bahçesinin kurulumu. Ders için gereken materyali burada yetiştirmişler. Daha sonra alınan kararla şimdiki yerinde bir botanik bahçesi kurulmuş. Bizim bahçemizin ayırıcı özelliği şudur: Kurulurken bölümden ayrı bir birim olarak tasarlanıp, herbaryumla bahçesi birlikte düşünülerek yapılmış. Bugün üniversitelerin bir çoğunda herbaryum vardır bahçe yoktur. Bazılarında bahçe vardır ama herbaryumu bölümün içindedir. Türkiye’de bu konumda bahçe kurma çalışmaları var, ama en eskisi biziz. Ülkemizde bu amaçla ilk kurulan, İstanbul Üniversitesi Botanik Bahçesi’dir. Ancak herbaryumu ile bahçesi birlikte aynı alanda ve ayrı bir birim olarak ülkemizde ilk kurulan bahçe, bizim bahçemizdir. Zamanında oradan hocalarımız gelmiş, orda gördüklerini burada uygulamışlar, daha iyisini yapmaya çalışmışlar. Bunların içinde İstanbul, Çukurova, Süleyman Demirel ve diğer üniversitelerdeki bahçeler sayılabilir. Ülkemizin üniversiteler dışındaki ilk önemli özel bahçesi de Karaca Arboretumu’dur. Son yıllar- da buna İstanbul Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi ile Köyceğiz Palmiye Merkezi eklenmiştir. Ayrıca İstanbul Atatürk Arboretumu da önemli bahçelerdendir. Eğitim çalışmalarımız sadece anabilim dalıyla sınırlı değil. Her sene 100 üzerinde okulla randevulu şekilde çalışarak onlara bitkileri tanıtıyoruz. İzmir ve civar il ve ilçelerden ilköğretim, lise ve üniversite öğrencileri buraya geliyor. Anaokullarından da buraya eğitim amaçlı geziler düzenleniyor. İzmir okullarının hepsi geliyor. Eğitim-öğretim yılının başında randevu alıyorlar. Bunun dışında halktan da ilgi duyanlar var. Bizim yetiştirdiğimiz öğrenciler genelde rehberlik ediyor. Bir botanik ve herbaryum merkezi kurmak neden zor bir iş? Büyük yatırım isteyen bir iş bu. Büyük yatırım da bitkiyle insan gücü arasında bazen tercih yapma durumunda bırakıyor yöneticileri. Yatırımı acaba bitkiye mi yatıralım insana mı? Büyük kaynaklar gerekiyor. Mesela bizim seralar yapımı ‘67-‘68 yıllarında gerçekleşti. 40 sene tekrar bunların bakımı, onarımı için bütçe gerekiyordu. Yağmur suyunu alıyor, orkideler için kullanıyorduk, ama onlar zaman içinde işlevini yitirdiler. Hele öyle bir zaman oldu ki kaynak sıkıntısı üniversitelerde hat safhalardaydı. O süreçte bir şey yapılmadı. Dolayısıyla kolay bir şey değil böylesi bir merkezi kurmak ve çalışmaları sürdürmek, büyük yatırımlar istiyor. Merkezin geliri var mı? Çok sınırlı bir gelirimiz var. Döner sermayemiz var. Döner sermayede kendi işimizi, saksımızı, toprağımızı, gübremizi alabilecek bir kaynağımız var. Bitki satışımız ve ayrıca bir ders kitabı satışımız var. Büyük işler değil ama kendi küçük ihtiyaçlarımızı gideriyor. Büyük ihtiyaçlarımız tabi Rektörlük tarafından karşılanıyor. Buradan herkes bitki satın alabiliyor mu? Tabii kesinlikle herkes alabiliyor. Ama orda da şöyle bir sorun yaşıyoruz: Ticari amaç güden bir işletme olmadığımız için müşterilerle pazarlama odaklı iletişim kurmıyoruz, ayrıca burada öğrenim amacıyla üretilmiş materyalleri satışa sunarak değerlendiriyoruz. Ama tüm İzmirliler buradan gelip bitki alabilirler. Son zamanlarda seralarımızın dolmuş olması sebebiyle sadece çok ilginç olan şeyleri üretme kararı aldık. Projelerinizden bahseder misiniz? Dünya botanik bahçeleri artık nesli tehdit altında olan, korunması gereken bitkileri koruma çalışmaları yapıyor. Merkez bünyesinde 2000 yılına kadar ağırlıklı olarak ülkemiz bitki zenginliğinin ortaya konmasına yönelik projeler yürütüldü. 2000 yılından sonra bu zenginlik içerisinde nesli tehlikede dar yayılışlı endemik türlerin korunmasına yönelik çalışmalara ağırlık verildi. Geçen 9 yıllık sürede 3 BAP ve 1 TÜBİTAK projesi tamamlanmış ve projeler kapsamında İzmir çevresinde yayılışa sahip 5 türün dar yayılışının nedenleri, hayat döngüleri ve koruma stratejileri ortaya konmuştur. 2009 yılı başında ise yeni alınan “Bozdağ’a Özgü Endemik Bitkilerin Koruma Biyolojisi” başlıklı TÜBİTAK projesi ile İzmir, Bozdağ’da endemik 4 türün koruma biyolojisi çalışılmaya başlandı. Bugün bu projeler ile ülkemizde bu alanda ilklere imza Merkezin elemanlarınca Türkiye’de ve dünyada ilk kez bulunan bitkiler Herbaryum’da çoğunluğu Batı Anadolu, Ege Bölgesi’nden toplanmış, kurutularak ve arşivlenmek üzere işlemden geçirilmiş 30 bini aşkın örnek bulunuyor. Merkezin eski çalışanlarından Uzman Erkuter Leblebici emekli olduktan sonra seramik sanatına yöneldi. Eserleri pek çok ödül alan sanatçı, İzmir’in antik çağdan günümüze kadar olan tarihini betimleyen motiflerle bezeli 3 parça halindeki seramik eserini merkezin bahçesine hediye etti. Ege Üniversitesi Botanik Bahçesi ve Herbaryum Uygulama ve Araştırma Merkezinde çalışan öğretim elemanları tarafından çeşitli tarihlerde yapılan bilimsel çalışmalar sonucunda Türkiye ve bilim dünyası için 15 yeni bitki türü bulunup onlara yeni isimler verilmiştir. Bunlardan bazı örnekler; Acinos troodi (Post) Leblebici subsp. vardarianus Leblebici; Flueggea anatolica Gemici; Erodium olympicum Gemici&Leblebici; Hypericum kazdaghensis Gemici& Leblebici; Lythrum anatolicum Leblebici& Seçmen; Helichrysum unicapitatum Şenol, Seçmen&Öztürk 17 atılmış ve elde edilen sonuçlar, bu yönü ile gerek yurtiçinde gerekse yurt dışında ses getirir olmuştur. Şu anda Bozdağ’da 2005’den beri devam eden çalışmalarımız var. Orda çok sayıda endemik bitki var çünkü. Endemik ile sadece belli bir bölgede yetişen bitkileri kastediyoruz. Bunlardan dünyanın başka bir yerinde yok. 2008 yılında ÖdemişBozdağ-Gölcük’te bulunan 6500 m2‘lik taşınmaz, Dr. Turan Bengisu tarafından merkeze bağışlandı. Bu alanda Botanik bahçesi, uydu bahçesi oluşturulması çalışmaları başlatıldı. Özellikle yüksek dağda yayılış gösteren endemik türlerin korunması çalışmalarında bu bahçenin kullanılması planlanıyor. Bu proje önemli çünkü botanik bahçelerini koruma çalışmalarının gerçekleştirilebilmesi için yerinde koruma da çok önemli. O bölgedeki bitkileri toplayıp orada korumaya çalışacağız. 2000 metrede yaşayan bitkileri bahçemize, yani deniz seviyesine taşıyarak çalışmayı 20-25 sene denedik ve yerinde korumanın daha anlamlı bir çalışma olduğunu gördük. Botanik bilimi halkı nasıl etkiyor, yani halkın bu bilimle bağlantısı ne? Mesleki açıdan yaklaşırsam şunu söyleyebilirim: Bitkiler olmasa burada olmazdık, ilk planda biz bunu vurgulamaya çalışıyoruz. Derste çocuklara şunu derim “her yediğiniz et bir ottur”. Çünkü besin zincirinin ilk basamağıdır yeşil. Ayrıca algler de vardır, yeşil bakteriler de vardır ama en çok gözle 18 görünür birebir olduğumuz “yeşil” bitkilerdir. Son dönemde bir alternatif tıp konusu var. Artık halk bitkilere daha çok yöneldi. Medya da bitkilerle daha çok ilgileniyor. Buna mecbur kaldılar galiba hocam, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Şimdi biz bitkilerden vazgeçemeyiz eğer bitkiler doğru tanınır doğru kullanırlarsa alternatif tıp doğru iştir. Ama orda doğru tanınması lazım. Sizin kekik dediğiniz şey gerçekten kekik midir? Ankara’da kullanılan kekik türü İzmir’de aynı değil, hatta aynı kekik cinsi bile değil. Bu ayrımlara dair bilgilerin popülerleşmesi gerekmez mi? O eğitimin kısmen alınması lazım. Halkın anlayabileceği basit şekilde anlatılması lazım. Bizim programımızda bu var. Eleman sıkıntımızı çözersek ilerde halkı bitkilerin kullanımı konusunda ustalaştırmayı düşünüyoruz. Herbaryum çalışmaları nasıl yürütülüyor? Biz özellikle yaz aylarında araziye çıkarız. Mesela Konya’ya Afyon’a gider bitki toplarız. Topladığımız bitkileri kuruturuz, yani işlemden geçiririz. O işlem sonucunda bitki artık zarar görmeyecek bir hale gelir. Burada kuruttuğumuz bitkileri koleksiyonlarız. Hem bilgisayarda hem de arşiv olarak. Biz yerel, yani batı Anadolu, Ege Bölgesi ağırlıklı çalışma yapıyoruz. Batı Anadolu’dan bir bitki getirseniz yanılma payımız çok az olur Toroslar da buna dahil. Herbaryumumuzda 30 bin örnek bulunuyor. Uluslararası çalışmalarınız var mı? Bizim botanik bahçemiz dünyanın diğer botanik bahçeleriyle tohum değişimi yapıyor. Gelen tohumları biz burada çimlendiriyoruz. Uyum sağlıyorsa burada yaşamaya devam ediyor. Uluslararası tohum alış verişi örnek açısından oluyor. Herbaryumda da aynı şekilde örnek alışverişi söz konusu. Zaten biz uluslararası Botanik Bahçeleri Koruma Birliği’nin üyesiyiz. Türkiye’den 5 üye üniversite var, ama içlerinde en köklü organizasyonu olan biziz. Cumhuriyet ve Atatürk Günleri Ege Üniversitesi 23 Ekim - 13 Kasım tarihleri arasında, Cumhuriyet’i kutlamak ve Atatürk’ü anmak üzere 70’i aşkın etkinlik gerçekleştirdi. Kampüsün hemen her noktasına yayılan etkinliklerden bazıları da Atatürk Kültür Merkezi’ne taştı. 19 TARİHTEN SAYFALAR larından Latif Daşdemir tarafından Bergama Meslek Yüksekokulu’nda verilen konferansta Mustafa Kemal’in İzmir’e gerçekleştirdiği ve az bilinen ziyaretleri anlatıldı. Ümit MUTLU Erhan ÇUKURLU Duygu ÖZTÜRK Gazi Basın’ın başarıları Ege Üniversitesi ve Ege Orman Vakfı işbirliğiyle, “50 bin eğitim fidanından, 50 bin orman fidanına” sloganıyla başlatılan Ege Cumhuriyet Ormanı’nın ilk zeytin fidanları, öğrencilerle de birlikte “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” kapsamında sembolik olarak Ege Üniversitesi Lojmanları sahasına dikildi. E ge Üniversitesi tarafından düzenlenen “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” etkinlikleri 23 Ekim – 13 Kasım 2009 tarihleri arasında gerçekleşti. Etkinlikler kapsamında 20 konferans, 15 sergi, 5’i belgesel olmak üzere toplam 12 film gösterimi, 5 konser, 4 tören, 4 panel, 4 söyleşi, 3 dinleti, 2 tiyatro oyunu, 2 gösteri, 1 bale gösterisi gerçekleştirildi. Toplam 22 gün süren etkinlikler boyunca ayrıca Doğa ve Dağcılık Topluluğu tarafından tırmanış faaliyeti, Bisiklet Topluluğu tarafından da bisiklet etkinliği gerçekleştirildi. Ayrıca Ege Cumhuriyet Ormanı’nın sembolik Fidan dikimi de bu etkinlikler arasında yerini aldı. Düzenlenen ilk etkinlik 23 Ekim’deki “Atatürk’ün İzinde Tarihin İçinde Yolculuk” adlı konferans oldu. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Ahmet Özgiray’ın konuşmacı olarak katıldığı konferansta savaş yıllarından başlanarak Cumhuriyet’in kurulması ve sonraki süreçte Atatürk ile ilgili anekdotlara yer verildi. 26 Ekim’de Edebiyat Fakültesi ile Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin ortaklaşa düzenlediği “Cumhuriyetin Kazandırdıkları” konulu panel gerçekleştirildi. Panel konuşmacıları, “Geçmişin değerlendirmesini yaparak bugünümüzün kıymetini bilmeliyiz. Cumhuriyetimize sımsıkı sarılmalıyız” mesajını verdiler. Panelin konuşmacılarından Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hasan Mert, Ortadoğu ülkeleri ile Türkiye Cumhuriyeti’ni karşılaştırarak Ortadoğu ekseninde Türkiye Cumhuriyeti’ni değerlendirdi. Yrd. Doç. Dr. Mert, “Mustafa Kemal o dönemin liderleri arasında hem donanım hem de Doğa ve Dağcılık Topluluğu üyeleri Cumhuriyet Bayramı için Erciyes Dağı’na tırmandı. 20 ileri görüşlülük adına çok öndeydi. Atatürk’ün kimliği, kişiliği ve tutumu Türkiye’nin bağımsızlığını korumasını sağlayan en önemli etkenlerden biridir” dedi. Yine 26 Ekim’de düzenlenen “Her Yönüyle İnsan Atatürk” isimli konferans, Araştırmacı Yazar Dr. İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın sunumuyla gerçekleştirildi. Kalıpçı, Atatürk üzerine 27 yıldır yaptığı arşiv çalışmalarından edindiği pek çok örnekle Atatürk’ün tek kelimeyle “dahi” olduğunu vurguladı. “Atatürk, çok okurdu” 26 Ekim’deki konferansların bir diğeri de “Az Bilinen Yönleriyle Atatürk” isimli etkinlik oldu. Doç. Dr. Ali Güler, Atatürk’ün öğrencilik yıllarına değinerek, şunları söyledi: “Çok çalışkan bir öğrenci değil ama çok okuyan ve araştıran bir öğrenciydi. Okumayı hastalık derecesinde seven biriydi. Örnek olarak iki gün hiç uyumadan kitap okuduğu hatta cephede 49 günde 7 kitap bitirdiği hakkında bilgiler bulunmaktadır” dedi. Konferansta Atatürk’ün doğduğu evden başlayarak ölüm süreci ve cenaze törenlerini kapsayan fotoğraflar gösteren Doç. Dr. Güler, “Atatürk aslında yapılan belgeselde gösterildiği gibi yalnız bir adam değildi. Fotoğraflardan da gördüğünüz üzere Atatürk’ün cenaze törenine yurt içinden binlerce vatandaşımızın katıldığını görebilirsiniz” diyerek sözlerini sonlandırdı. 27 Ekim Salı günü “Atatürk’ün İzmir Ziyaretleri” konulu konferans gerçekleştirildi. E.Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Bölümü Okutman- 28 Ekim Çarşamba günü gerçekleştirilen “Cumhuriyet ve Basın” panelinde “Gazi Basın”ın bugüne gelmemizdeki katkıları anlatıldı. Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Arıkan, İletişim Fakültesi Basın Yayın Tekniği Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Kavaklı ve Gazeteci Yaşar Aksoy’un konuşmacı olarak katıldığı paneli Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla Sertel yönetti. Panelde Milli Mücadele yıllarında sansür baskısı altında görev yapmakta zorlanan İstanbul basınına karşın, birçok olanaksızlıklar içinde çırpınan Anadolu basınının, halkın Ata’sıyla bütünleşmesinde ve moralini yükseltmede önemli görevler yaptığı ifade edildi. Ulusal direnişle birlikte Atatürk’ün çeşitli vesilelerle çektiği telgraflar incelendiğinde Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin iç politika ve dış siyasetinin temel taşlarını da belirlediğini ifade eden Yrd.Doç.Dr.Kavaklı, “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” prensibini Atanın telgraflarının satır aralarında okumak mümkün” diye konuştu. Basının bir ulusu aydınlatmada önemli işleve sahip olduğu söyleyen Yaşar Aksoy, “Basın halkı aydınlatmada önemli rollere sahiptir. Atatürk de buna inanmaktaydı ve basını halkın okulu olarak görmekteydi. Kurtuluş Savaşı gerçekleşirken Mustafa Kemal çeşitli basın organlarıyla bağımsızlık fikrini halka yaymayı amaçlamıştı. O dönemde gazeteler teknik imkanlardan yoksun olarak yayına hazırlansalar da özgürlük düşüncesini halka aşılamada başarılı olmuşlardır” dedi. Konferanslar, 2 Kasım Pazartesi günü gerçekleştirilen Prof. Dr. Ergün Aybars tarafından verilen “20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla Türkiye Cumhuriyeti” başlıklı konuşma ile devam etti. Prof. Dr. Aybars, Türkiye Cumhuriyet’nin temellerinin nasıl atıldığına ve Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ne kazandırdıklarına değindi. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda devrimlerin çok zor şartlarda yeşertildiğini söyleyen Prof. Dr. Aybars, “ Bir ülke düşünün 13 milyonluk bir nüfusa sahipken sadece bir üniversitesi var. Hammaddesi ve işleyecek toprağı olmasına rağmen teknolojisi ve fabrikaları olmayan bir ülke. Eğitim ve ekonomik açıdan yıpranmış durumda bir ülke ile devrimler yapılıyor. Halkla birlikte yokluktan bir Cumhuriyet yaratılıyor. Bu Cumhuriyet 1938 yılında Atatürk öldüğünde Türk Devrimleriyle temelleri sağlam bir Türkiye Cumhuriyeti halini almıştır” dedi. 4 Kasım Çarşamba günü Yrd. Doç. Dr. Suavi Tuncay’ın düzenlediği “Atatürk’ün Dil, Tarih ve Kültür Üçgeninde Cumhuriyete Bakışı” isimli konferansta da Atatürk’ün cumhuriyet ve dış politika ilişkisini, gerçekçilik, bağımsızlık, barışçılık, güvenlik ve akılcılık esaslarına bağladığını vurgulayan Yrd. Doç. Dr. Suavi Tuncay şunları söyledi: “Siyaset adamı olmak değil, devlet adamı olmak, ulusal Doç. Dr. Ali Güler (üstteki), Atatürk’ün öğrencilik yıllarından itibaren çok okuyan ve çok araştıran bir insan olduğunu anlatarak, cephede bile kitap okuyan Atatürk’ün orada 49 günde 7 kitap bitirdiğini söyledi. “Cumhuriyet ve Basın” panelinde (alttaki) “Gazi Basın”ın bugüne gelmemizdeki katkıları anlatıldı. Paneli, Türkiye Gazeteciler Federasyonu ve İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Atilla Sertel (sağdan 2.) yönetti. Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Basın Yayın Tekniği Anabilim Dalı Başkanı Yrd. Doç. Dr. Oğuzhan Kavaklı (en soldaki), Edebiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Zeki Arıkan (soldan ikinci) ve Gazeteci Yaşar Aksoy’un (en sağdaki) panele konuşmacı olarak katıldı. Kurtuluş Savaşı Dönemi’ne ait gazetelerden örnekler sunan Aksoy, İzmir’de yayınlanan “Köylü” Gazetesi’nin ilk sayısını izleyenlere gösterdi. 21 Yrd. Doç. Dr. Eren Akçiçek, “Atatük Dönemi ve Sağlık Devrimi” konulu konferansta, Atatürk’ün çalışmalarıyla dünya üzerinde Sağlık Bakanlığı kurulan ilk üç devletten birinin Türkiye olduğunu dile getirdi. “Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” konulu konferansta ise Atatürk’ün tedavisinde dönem şartlarının büyük bir engel oluşturduğunu anlattı. gücümüzün unsurlarına dayanmak ve buna göre politika yürütmek, ulusal mensubiyet bilinciyle mümkündür. Bunun bir tek yolu vardır. Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe üretmektir. Ayrıca siyasal sistemin önünü açmak sisteme katılımı sağlamak, Türk diline ve kültürüne yakışır siyasal kültür oluşturabilmektir”. Cumhuriyetin fazilet olduğunun altını çizen Yrd. Doç. Dr. Tuncay “Atatürk bu nedenlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini azimli ve kararlı Türk örf ve adetlerine, Türk kültürüne bağlı olan gençlere emanet etmiştir” dedi. 5 Kasım’da düzenlenen “Atatürk ve Atatürk’ten Sonra Türkiye Cumhuriyeti” konulu söyleşide Prof. Dr. Ergün Aybars Diş Hekimliği Fakültesi öğrencileriyle buluştu. Prof. Dr. Aybars, söyleşide Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadarki süreç, Doğu sorunu, Avrupa’nın Anadolu’ya ve Türkler’e bakışı, Atatürk’ün düşünce yapısı, Cumhuriyetin kuruluş, devrimler ve medenileşme aşamaları konuları hakkında konuştu. 6 Kasım Cuma günü “Cumhuriyet ve Atatürk” adlı bir konferans düzenlendi. Ege Meslek Yüksekokulu’nda gerçekleştirilen konferansta, Atatürk’ün Cumhuriyet’e bakış açısı, ileri görüşlülüğü ve Cumhuriyet’in 22 kuruluş mücadelesi ile ilgili bilgileri eğitimci Fulya İzci konuklara aktardı. İzci, “Azmin ve milletin gücünün yardımıyla Cumhuriyet hayata geçirilmiştir. Cumhuriyet, Türk Milleti’nin asırlar boyunca çektiği çilenin eseridir. Cumhuriyet bir erdemdir, onu anlamak ve özümsemek gerekir. Bize düşen görev Cumhuriyete sahip çıkarak onun devamını getirebilmektir” şeklinde konuştu. 9 Kasım’da gerçekleştirilen “Atatürk Devrimleri’nde Kadının Yeri ve Rolü” adlı konferansta Okt. Dr. Şule Sevinç Kişi, “Türk kadınlarımıza Milli Mücadele yıllarında verilen değer günümüzde ne yazık ki verilmiyor” dedi. Dr. Kişi çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırılmaya çalışılan ülkemizde kadının sosyal ve ekonomik hayatta daha fazla aktif hale gelip hak ettiği yeri alacağını belirtti. Sağlık Bakanlığı kurulan ilk üç devletten biriyiz 11 Kasım’da ise Atatürk Sağlık Meslek Yüksek Okulu Konferans Salonunda düzenlenen “Atatürk Dönemi ve Sağlık Devrimi” konulu konferansa Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Eren Akçiçek konuşmacı olarak katıldı. 1. Dünya Savaşı sırasında mevcut olan tıbbi yetersizlikler sonucunda, trahom, verem, sıtma gibi hastalıkların sebep olduğu ölümlerden bahseden Yrd. Doç. Dr. Akçiçek “Hastalık sonucu ölümler silahlı çatışma sonucu meydana gelen ölümlerden daha fazla olmuştur” dedi. Atatürk’ün çalışmalarıyla dünya üzerinde Sağlık Bakanlığı kurulan ilk üç devletten birinin Türkiye olduğuna değinen Yrd. Doç. Dr. Akçiçek “Sağlık Bakanlığı bünyesinde yürütülen çalışmalarla verem, sifilis ve frengi, çiçek, barsak paraziti, kuduz gibi sağlık sorunları neticesinde meydana gelen ölümler azaltılmış, bu suretle hızlı olarak nüfus artışı sağlanmıştır” dedi. Dönem şartları Atatürk’ün tedavisinde engel oluşturdu Aynı gün Tıp Fakültesi Muhittin Erel Amfisi’nde “Atatürk’ün Sağlığı, Hastalıkları ve Ölümü” konulu bir konferans daha veren Yrd. Doç. Dr. Akçiçek, Atatürk’ün sağlığı ve hastalıkları hakkında kamuoyunda bilinenlerin çoğunluğunun kulaktan dolma bilgiler olduğunun ve bilimsel olmadığının altını çizdi. Sunuma Atatürk’ün aile bireylerinin geçirdiği hastalıklar ve ölüm nedenleri ile başlayan Yrd. Doç. Dr. Akçiçek, Atatürk’ün bilinenin aksine güçlü bir bağışıklık sistemine sahip olduğunu ve zor yaşam şartlarına rağmen birçok hastalıkla başaçıkabildiğini belirtti. Yrd. Doç. Dr. Akçiçek, Atatürk’ün hastalığının tedavisinde dönem şartlarının önemli bir engel olduğunu vurguladı. 10 Kasım Salı günü, Ege Üniversitesi ve İzmir Valiliği tarafından düzenlenen Atatürk’ün ölümünün 71. Yıldönümü Anma Programı’nda konuşan Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Atatürk’ün sadece bir savaş kahramanı olarak değil karizmatik bir lider olarak da tarihe geçtiğini söyledi. Atatürk’ün önderliğinde kurulan Cumhuriyet’in büyük bir modernleşme projesi olduğunu belirten Prof. Dr. Yılmaz, “Atatürk’ün karizmatik bir lider olmasının iki boyutu vardır. Birincisi dönemin sosyal siyasal ve kültürel ortamıdır. Diğeri ise kişisel olarak sahip olduğu özellikleri ve vizyonudur. Atatürk’ün hedeflediği toplumsal dönüşüm projesi dönemin koşulları dikkate alındığında küçümsenmeyecek bir hedeftir. Onun karizmatik kişiliği bu hedefin gerçekleştirilmesinde büyük rol oynamıştır” diye konuştu. Günümüzde bazı kesimlerin Atatürk önderliğindeki devrim ve projeleri küçümseyip eleştirdiklerini ifade eden Prof. Dr. Yılmaz, bugün Atatürk’ün liderliğine ilişkin farklı değerlendirmelerin yapılmakta olduğunu belirterek şöyle konuştu: “Bazıları onun devrim ve reformlarını, çağdaşlaşma hedefinden ayırarak belli bir döneme sıkıştırmaktadırlar. Diğer bazıları ise dönemin koşullarını dikkate almadan devrimleri küçümseyen eleştirilerde bulunmaktadır. Bütün bu değerlendirmelere düşünce özgürlüğü çerçevesinde saygı duymak gerekir. Ama biraz daha duygusallıktan ve ideolojik eğilimlerden uzak kalıp, objektif değerlendirme yapıldığında, bu devrim ve reformların nasıl olup da başarılı olduğuna şaşmamak çok zordur.” Atatürk Günleri kapsamında Ege Üniversitesi Rektörlüğü tarafından İzmir’de bulunan tüm üniversitelerin katılımıyla 1 Kasım’da bir bisiklet etkinliği gerçekleştirildi. “Gençlikten Cumhuriyet’e” ismi verilen etkinlik saat 11.00’de İnciraltı Gençlik Merkezi, saat 11.15’te Engelliler Merkezi-Üçkuyular İskelesi, 11.30’da Mustafa Kemal Sahil Bulvarı-Cumhuriyet Bulvarı ve 12.00’de Cumhuriyet Meydanı’nda gerçekleştirildi. Yağan yağmura rağmen Ege Üniversitesi Bisiklet Topluluğu üyeleri ve az sayıdaki diğer katılımcılar İnciraltı – Konak arasında pedal çevirdiler. İzmir Atatürk Sağlık Yüksekokulu’nda “Atatürk ve Cumhuriyet” Makale,Resim, Fotoğraf ve Poster Sergisi; Emel Akın Yüksekokulu’nda “Atatürk ve Moda” Fotoğraf Sergisi; Tire Kutsan Meslek Yüksekokulu’nda “Atatürk ve Kadın” Fotoğraf Sergisi; Bayındır Meslek Yüksekokulu’nda “Atatürk Fotoğrafları” Fotoğraf Sergisi, Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nde “Atatürk ve Rekreasyonel Etkinlikleri” Fotoğraf 10 Kasım’da Atatürk Kültür Merkezi’nde düzenlenen törenin ardından davetliler fotoğraf sergisini de gezdi. 23 “Dilden Dile Atatürk” adlı dinleti ve dans gösterisinde Türk Halk Dansları Topluluğu Atatürk’ü canlandırdı. Deva Music Project Carmina Burana Sergisi, Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanlığı’nda “Atatürk ve Cumhuriyet” Yayınlar Sergisi, Ege Meslek Yüksekokulu’nda “Gülen Atatürk” Fotoğraf Sergisi ,Tıp Fakültesi Hastanesi’nde “Atatürk İzmir’de” Fotoğraf Sergisi, Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi’nde “Atatürk ve Çocuk” Fotoğraf Sergisi, EÜ Prof.Dr.Yusuf VARDAR-MÖTBE-Kültür Merkezi’nde “Cumhuriyet ve Kadın”Fotoğraf Sergisi, Prof.Dr.Yusuf VARDAR-MÖTBEKültür Merkezi’nde “Cumhuriyet’in İlk Yılları Kostüm ve Fotoğraf Sergisi“, Bornova Belediyesi Uğur Mumcu Kültür Merkezi’nde “Atattürk ve İzmir Fotoğrafları” Sergisi, Eğitim Fakültesi’nde “Atatürk ve Cumhuriyet” Fotoğraf Sergisi, Atatürk Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda “Atatürk’e Saygı” Fotoğraf Sergisi, Diş Hekimliği Fakültesi Sergi Alanı’nda “Atatürk ve Devrimlerine Yeniden Bakmak” Fotoğraf Sergisi düzenlendi. Görsel şölen “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri”, görsel açıdan da oldukça zengindi. Konferans ve panellerin yanı sıra tiyatrolar, konserler, dans gösterileri ve hatta bale gösterisi de sergilendi. 26 Ekim Pazartesi günü sahnelenen 24 “Hoş Gelişler Ola” isimli tiyatro oyunu ilgiyle karşılandı. Adını, Mustafa Kemal’in 1924’teki Kars ziyareti sırasında halk tarafından söylenen “Hoş gelişler ola, Mustafa Kemal Paşa” adlı türküden alan oyunda, Cumhuriyet’e giden yolda Anadolu insanının her türlü düşmanlığa rağmen gösterdiği kahramanlıklar anlatıldı. 3 Kasım’da İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin sergilediği “Carmina Burana” isimli bale gösterisi Prof. Dr. Yusuf Vardar -MÖTBEKültür Merkezi’nde sergilendi. Büyük bir katılımın gerçekleştiği gösteride izleyiciler yaklaşık bir saat boyunca müziğin ve dansın büyüsüyle sarıldı. Bir diğer tiyatro gösterisi de 5 Kasım’daki “Kordon’da Nal Sesleri” isimli oyun oldu. İzmir’e ilk giren ve hükümet konağının gönderine bayrağı çeken Süvari Yüzbaşı Şerafettin’in hikayesini anlatan oyun, Han Tiyatrosu tarafından sergilendi. 10 Kasım’daki ilk konser etkinliği Devlet Tiyatrosu, Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı (TOBAV) tarafından gerçekleştirilen konser oldu. Amacı tiyatro, opera ve bale sanatlarının yurt düzeyinde geliştirilmesini ve yaygınlaştırılmasını sağlamak olan TOBAV’ın verdiği konserde ilk ve orta öğretim düzeyindeki öğrencilere, İzmir Devlet Opera ve Balesi solistleri eşlik etti. 10 Kasım’da düzenlenen diğer etkinlik de AKM’deki DEVA Music Project tarafından sunulan “Ata’ya Ağıt” konseri oldu. Araş. Gör. Serdar Kastelli, Araş. Gör. Dr. Barbaros Bozkır, Araş. Gör. Özgür Çelik, Bayram Karadeniz, Hüseyin Özdoğan, Fırat Duyulur ve Erdal Kara’nın oluşturduğu orkestra dünyanın çeşitli bölgelerinden etnik müzikleri Türk tınılarıyla birleştiren farklı tarzda bir yorum sergiledi. Bir öğrenci Atatürk’ü canlandırdı 11 Kasım Çarşamba günü ise “Dilden Dile Atatürk” adlı dinleti ve dans gösterisi sunuldu. Geceye konuk olan usta tiyatro sanatçısı Müşfik Kenter Atatürk’e yazılmış şiirlerden bazılarını seslendirdi. Ayrıca Türk Halk Dansları Topluluğu üyeleri Atatürk dönemine dair bir canlandırma gerçekleştirdiler. Atatürk’ün, Zeybek dansının da bir salon dansı haline getirilmesi ve her toplantıda oynanır olması konusundaki isteğinin anlatıldığı canlandırmada asıl süpriz bir öğrencinin Atatürk kılığında sahneye çıkması oldu. Uzun yıllardır Konservatuvar Öğretim Görevlisi Abdurrahim Karademir tarafından canlandırılan Atatürk, Ege Üniversitesi’nde artık bir öğrenci tarafından da canlandırılır oldu. Bunun yanı sıra Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı Ses Eğitimi Lisans 4 ve Temel Birimler Bölümü Öğrencileri, Ses Eğitimi Bölümü Araş. Gör. Zeynel Demir’in müzik yönetmenliğinde Atatürk’ün doğduğu ve yaşadığı bölgeden derlenmiş şarkılar ve türküler sundular. TRT Sanatçısı, Ses Eğitimi Bölümü’nden Öğr. Gör. Dilek Şafak Çakar da bu eserlerden birkaçını seslendirdi. Bir halk ozanı Âşık Ali Rıza Ezgi de Ata’ya yazdığı eserleri dinleyenlerle paylaştı. 12 Kasım’da ise Akademisyenler Orkestrası tarafından “Cumhuriyet’in Üniversitesinde Cumhuriyet’in Akademisyenleri” konseri düzenlendi. Bünyesinde Ege Üniversitesinden profesör, doçent, araştırma görevlisi gibi akademisyenlerin yer aldığı on bir kişiden oluşan orkestranın verdiği konserde Atatürk’ün sevdiği parçaların yanı sıra cumhuriyet şarkıları seslendirildi. Etkinlikler çerçevesinde belgesel ve film gösterimleri de yapıldı. Cumhuriyet ve Atatürk’ü anlatan “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” ;, Can Dündar’ın “Sarı Zeybek”, Tolga Örnek’in “Atatürk” ve Enis Rıza Sakızlı’nın “Gazi’nin İzmir Günleri” isimli belgeselleri yerleşkenin çeşitli alanlarında gösterildi. 25 Yaşanmışlıkların tarihi Ümit MUTLU Erhan ÇUKURLU E mekli bir öğretmen. Bingül Adalığ. Ege’nin bir ilçesinde. Tam bir cumhuriyet kadını, üstelik de emekli öğretmenliğin yakıştığı insanlardan.. Emekli, ama hâlâ çalışıyor. Eğitim görevinden ayrılamamış bir türlü. Yirmi yedi yıl çocukları eğitmiş, şimdi ise “büyükleri” eğitmeye çalışıyor, kendini adamış bu yola. Çünkü o da biliyor onları eğitmenin daha zor olduğunu. Uzun yıllar severek yaptığı mesleği, onu hiç yormamış sanki. İlk günkü enerjisiyle çalışmayı sürdürüyor. Birçok kişinin kolayca sahip olamayacağı bir koleksiyonu var mesela. Onu insanlarla paylaşmayı, onlara yeni şeyler öğretmeyi amaçlamış, bir de günümüz Türkiye’sinin geldiği noktayı fark ettirmeyi... Bunu başardığını söylemek de gayet mümkün... Bingül Hoca, Güzelbahçe Rotary Kulübü katkılarıyla, “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” kapsamında ziyaret etti üniversitemizi. İyi ki de etti, kendisiyle bir röportaj yapma fırsatını sundu bize. 26 Koleksiyonculuk işine nasıl merak saldınız? Eğiliminiz yalnızca bu tür eşyalara özel mi yoksa genel bir toplayıcılık var mı? Çocukluğumda bazı taşlar, peçeteler gibi şeyleri toplama, her çocukta olduğu gibi bende de vardı. Ama yine çocukluğumdan beri de bu tür ‘geçmişi koruma’ adına, küçük çaplı da olsa çalışmalarım oldu. Aslında bazı olaylar silsilesi beni bu çalışmalara itti. 80’li yıllarda Sultanhisar’da görev yapıyordum, orada eşimin ailesi köklü bir aileydi. Bana Kurtuluş Savaşı yıllarındaki ve savaş sonrası dönemdeki birçok şeyi anlattılar. Öyle başladı bu birikim. Bugüne kadar toplam kaç serginiz oldu? Bu 30. sergim, ancak bu sergilerin amacı, sadece elbise modeli göstermek değil. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu giysileri giyen kişilerin, fotoğraflarla da destekleyerek, o günkü düşüncelerini yansıtmayı amaçlıyorum. Gençlerimizin o günleri incelerken, günümüzle karşılaştırmalarını istiyorum. Nereden nerelere geldiğimizi görmelerini istiyorum. Arşivinizde başka ne tür parçalar mevcut? Elimde bir Aydın evini yansıtabilecek Cumhuriyet yıllarına dair her şey var. Yatağıyla, yorganıyla, oturma odasındaki eşyalarıyla, her türlü şey mevcut. Buradaki giysiler ise 20’li, 30’lu ve 40’lı yıllara dayanıyor. Fotoğraflarda da bu giysileri o yıllarda giyen kişiler ve bu kişilerin yapmış olduğu ilkler mevcut. Mesela 25 Kasım 1925’te şapka devrimi oluyor, ertesi gün çocuk şapkalarını giyerek fesleri atıp cumhuriyete ayak uyduran bir grup var. Ya da çarşaf giyen bir hanım daha sonra şapka, manto giyiyor. Bu şekilde koşar adım cumhuriyete ayak uydurduklarını görüyoruz. Bu fotoğraflar da onların kanıtları mahiyetinde. Fotoğraflar yalan söylemez! (Gülüşmeler) Koleksiyonunuzdaki en eski parça hangisi? Buradaki en eski parça 20’li yıllarda giyilen iki adet parça. (Siyah bir manto ve …. işaret ediyor...) Bu parçaların tamamı orijinal. Hepsi o yıllarda giyilmiş. Giyen kişilerin de fotoğrafları mevcut. Zaten bu, ailemden başlayarak derlediğim bir çalışma. Giyen kişileri de tanıyorum, yaşamlarını biliyorum. En sevdiğiniz parça hangisi? Hepsinin ayrı bir yeri var. Hangisini söylesem. Mesela ben bir fotoğraf bulduğum zaman, fotoğrafın sadece ön yüzü değil, arkasındaki yaşam nedir, ne tür giysiler vardır, sokak nasıl görünmektedir, hepsine bakarım. En küçük ayrıntıyı keşfetsem bile, benim için bir hazine değeri taşıyor. Giysiler de öyle, geçmişi günümüze getirdiği için hepsini ayrı seviyorum.. Bir Ege insanısınız ve uzun yıllar Ege’de çalıştınız. Ege’den bakınca Türkiye’nin durumunu nasıl görüyorsunuz? Arada bir fark var mı? Ege batıya en yakın bölgemiz, onun için batıdan en çok etkilenen yer olmuştur. Bunun faydaları olduğu gibi, özellikle günümüzde zararları da oluyor. Batının iyi taraflarını aldığımız gibi kötü taraflarını da alıyoruz. Dolayısıyla ben Ege’yi en çabuk da yozlaşan yer olarak görüyorum. Bazı değerlerimizi daha çabuk yitirdik. Türkiyemiz çok güzel, her yönüyle. Sosyal hayatıyla, kültürüyle, folkloruyla, her şeyiyle özel. Doğuya doğru gidildikçe bu değerlerin daha az yitirildiğini görüyoruz.. Emekli bir öğretmen olarak, bugünkü eğitim sistemi için ne düşünüyorsunuz? Özellikle müzecilik oldukça ihmal ediliyor sanki... Müzecilik gerçekten çok ihmal ediliyor. Buna çok karşıyım. Mesela bazı Avrupa ülkelerinde gördüğüm üzere, öğrenciler belli günlerde, belli gruplar halinde müzelere götürülüyor. Bu, o günün dersi oluyor. Ama bizde öyle bir şey yok. Ana sınıfından başlamalı diye düşünüyorum müze gezileri. Çocuk gelip dokunabilmeli, yerinde görebilmeli.. Çünkü çok okuyan mı, yoksa çok gören mi bilir, bunlar hep beraber olursa güzel. Ama bence, yaşayarak, görerek daha çok öğreniyoruz.. Onun için müzeciliğin de yeni yeni anlayış değiştirdiğini görüyorum. Eskiden sadece belli objeleri sıralayıp sergilemek vardı. Şimdi onları bir anlam taşıyacak şekilde yerleştirip o günkü ortamında sergilemek en güzeli. Şimdi birçok müzede bunu görüyorum. Bu da sevindirici bir olay. Ben de burada bu giysilerin öykülerini anlatıyorum, böylece daha kalıcı olduğunu düşünüyorum. Günümüzde bir tüketim çılgınlığı var. Siz de bu koleksiyonu bu kadar iyi saklamış birisi olarak, günümüzle geçmişi karşılaştırdığınızda ne görüyorsunuz? Geçmişte pamuk üretiliyordu, sevgiyle toplanıp sevgiyle işleniyordu. Nazilli’de 1937’de kurulan Sümerbank Basma Fabrikası’nda genç kızlarımızın, erkeklerimizin çizdiği desenlerle de ilmik ilmik dokunuyordu. O sevgi ile beraber o basmaları, başka birçok değişik kumaşı gözümüz gibi bakarak giyiyorduk. Benden daha büyükler de böyleydi, benim çocukluğumda da... Ama şimdi o kadar çabuk elimize ulaşıyor ve o kadar da çabuk tüketiyoruz ki... Mesela dün gelen bir bey şunları söyledi: “Babamın bir takımı vardı, babam uzun yıllar giydi. Sonra da ben giydim uzun yıllar, üniversitede okurken... Hâlâ onu çok severim.” Demek ki o yıllar ekonomi açısından da çok dikkatli olunması gereken yıllardı.. Savaşlar görülmüş ve kıymet biliniyordu. Şimdi bunu çocuklarımıza anlatmak biraz zor. Tüketici bir toplum olduk, oldurulduk. Üretmekten çok tüketici bir toplum oldurulduk. Dolayısıyla da birçok kişiyi tanıyorum, gardırobunu açtığı zaman ‘hiçbir şeyim yok’ diyebilen.. Ama önceki dönemlerde, insanların günlük bir basması aynı zamanda bayramlık elbisesi de olabiliyordu ve ondan çok mutluydu. Zaman ve teknoloji bizi bu günlere getirdi. Bilmiyorum suçlu kim... Son olarak söylemek istedikleriniz nelerdir? Ben 27 yıl öğretmenlik yaptım. Çok güzel çocuklar yetiştirdiğimi düşünüyorum, benim için en büyük mutluluk bu… Yirmi yıldır da, emekli olmamış gibi bu çalışmaları sürdürüyorum. İnşallah arkamdan gelen olur, bütün dileğim o. 27 Atatürk ve Cumhuriyet Prof. Dr. Ahmet ARSLAN Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Daha 19. yüzyılın başlarında 1822’de daha sonra Reisül Küttab olacak olan Akif Efendi, Osmanlı İmparatorluğu’nu tehdit eden tehlikeleri ve önünde bulunan üç seçeneği, yazmış olduğu bir tezkiresinde ortaya koymuştur: Buna göre Müslümanlar ya Allah’ın emrine ve Muhammed’in kanununa bağlı olarak ellerinde bulunan eyaletleri, mülk ve can kaybına önem vermeksizin, sonuna kadar savunacaklardır ya onları terk etmeyi ve küçülmeyi göze alıp Anadolu’ya çekileceklerdir veya Kırım, Hindistan ve Kazan halklarının örneğini izleyip kölelik mevkiine ineceklerdir. Akif Efendi’nin bu seçenekler arasında teklif ettiği şey, hiç şüphesiz birinci seçenek, yani neye mal olursa olsun Hrıstiyan devletlerle vuruşmaktır. Üçüncü seçeneğin kabul edilemez olduğunu söylememize gerek yoktur. Ancak onun bu sınıflamasından mantıki olarak eğer birinci seçenek muvaffak olmazsa, diğer alternatifin Anadolu’ya çekilme olduğu da ortaya çıkmaktadır. Nitekim de öyle olacaktır: Bernard Lewis’in söylediği gibi Osmanlılar bundan sonraki yüzyılda bu seçeneklerden birincisine başarısızca çalıştılar, üçüncüsünden, yani sömürge olmaktan başarıyla korundular ve sonunda, fikirlerden çok olayların baskısı altında ikincisini, yani Anadolu’ya çekilip orada ulusal bir devlet kurmayı gerçekleştirdiler. Aslına bakılırsa Cumhuriyet öncesi dönemde Akif Efendi’nin analizine benzer bir analizi yapan, ancak Akif Efendi’den farklı hatta ona zıt olarak bu son seçeneği, yani Anadolu’da ulusal bir devlet kurma seçeneğini doğru seçenek olarak teklif eden biri vardır. Bu, bilindiği gibi Yusuf Akçura’dır. Akçura ünlü Üç Tarz-ı Siyaset adlı makalesinde Osmanlı imparatorluğunun önünde bulunan üç mümkün hareket tarzını Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olarak belirtir. Ona göre Osmanlılık, artık herkesin yavaş yavaş görmeye başladığı gibi bir siyasal bağlılıktır, fakat ortada bir Osmanlı ulusu veya milleti yoktur. Onu yaratmaya çalışmak da boşuna bir çabadır. İslamcılık gerçekleştirilmesi hemen hemen imkansız olan bir idealdir. Böylece geriye gerçekleştirilmesi gereken tek bir seçenek 28 Atatürk’ün halka seslenişi kalmaktadır: Türk ırkına dayanan ulusal bir Türk politikası. Akçura bu makaleyi yazdığında ortada henüz ne Arnavut isyanı ne de Arap isyanı vardır. Bundan dolayı Akçura İslam halklarının birliği hedefini güden bir Panislamcılık politikasının fazla iç engelle karşılaşmayacağını, ama Hıristiyan devletlerce ona şiddetle karşı konacağını düşünür. Ama bu politikanın sadece Hristiyan devletlerin engellemeleri yüzünden değil, basit olarak çağın ruhuna aykırı olduğu için herhangi bir işe yaramayacağı kısa bir zaman sonra görülecektir . Osmanlı imparatorluğunun son dönemi ile ilgili çizmeye çalıştığım bu tablodan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçmeden önce son olarak ünlü sosyolog Ernest Gellner’in bir görüşünden söz etmek istiyorum. Gellner modern çağda ortaya çıkan ulus devletlerin uluslaşma süreçlerini ve bunların farklı türlerini ele aldığı bir makalesinde ilginç bir metafordan yararlanır. Bu gelin-damat metaforudur. Gellner’in damattan kastettiği devlet, gelinden kastettiği ise devletin kendisine dayandığı, onun maddesini teşkil eden halktır. Ona göre modern çağda ulus devletlerin ortaya çıkış sürecinin üç farklı tipinden söz etmek mümkündür. I) Damat ile gelinin, yani devletle ulusal toplum ve kültürün birlikte var oldukları veya ortaya çıktıkları birinci tip; II) gelinin, yani ulusu meydana getiren halkın, onu ulusal bir topluluk, bir ulus yapan ulusal dilin, ulusal edebiyatın, ulusal kültürün yavaş yavaş ortaya çıktığı, fakat damadın, yani siyasal birliğin ve onun ifadesi olan devletin henüz var olmadığı, ancak uzun bir süre sonunda ortaya çıktığı ikinci tip ve nihayet III) bu ikincinin tersine damadın yani siyasal birlik ve egemenliğe sahip devletin var olduğu, gelinin ise henüz ortada olmadığı, üçüncü tip. Gellner birinci tipe örnek olarak İngiltere ve Fransa’yı verir. Bunlar Yeni Çağ’ın başlarından bu yana bir ulus toplum olarak gelişen ve bu gelişmeye uygun olarak da erken bir tarihten itibaren ulus-devlet olarak ortaya çıkan ülkelerdir. İkinci, yani ulusal bir kültüre dayalı ulusal bir toplum veya halkın erken bir tarihte ortaya çıktığı, ama bu toplumun devletini uzun bir süre bulamadığı türün örneği ise İtalya ve Almanya’dır. Çünkü İtalyanların Fransa ve İngiltere’den çok daha önceden ulusal bir dile, edebiyata, sanata, kısaca ulusal bir topluluğu meydana getiren hemen hemen bütün öğelere sahip olmalarına karşın 19. yüzyılın ikinci yarısına, yani Garibaldi sayesinde siyasal birliklerini elde edinceye kadar İtalya’nın bir ulus devlet olmadığını biliyoruz. Aynı durum Almanya için de söz konusudur. Alman dili, edebiyatı, felsefesi aracılığıyla Alman ulusunun en azından 18. yüzyılın ikinci yarısından bu yana son derecede açık bir şekilde ortaya çıkmasına karşılık Almanya’nın siyasal birliğini kurmak ancak bu yüzyılın ikinci yarısında Prusya şansölyesi Bismark’ın çabalarıyla mümkün olacaktır. Gellner üçüncü tip uluslaşma sürecinin en iyi örneği olarak modern Türkiye’yi vermektedir. Çünkü Gellner’e göre Türkiye Cumhuriyeti ilan edilinceye kadar Osmanlı Türklerinin siyasal birlikleri ve devletleri vardır, ancak bu devlet bir hanedan devleti, bir imparatorluk devleti olduğu, ulusal bir devlet olmadığı gibi onun arkasında da bir ulusal toplum yoktur. Bunun sonucu olarak modern Türk Devleti’nin, cumhuriyetin önünde bulunan en önemli görev, bu tür bir toplumu, yani ulusu yaratmak olacaktır. Ben de Gellner’le aynı görüşteyim. Bence de Türkiye Cumhuriyeti, özü itibariyle o zamana kadar bir hanedan devleti olan Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırarak yerine bir halk devleti, ulus devleti geçirmek ve bu yeni devletin yaşayabilmesi, varlığını devam ettirebilmesi için onunla uyumlu bir Türk ulusu yaratma projesidir. Bunun da nedeni başta hiç şüphesiz Atatürk olmak üzere Türkiye cumhuriyetinin Kurucu Babalarının modern dünyayı ulusal topluluklardan ve ulusal devletlerden meydana gelen bir dünya olarak görmüş olmalarıdır. Böylece Atatürk ve bu konuda onunla aynı görüşte olanlar, çağdaş veya batı uygarlığı diye adlandırılan uygarlığı ulusların, ulusal kültürlerin meydana getirdiği bir uygarlık olarak tanımladıkları gibi Türk halkının ve devletinin de varlıklarını koruma ve devam ettirmelerinin zorunlu şartının bir ulus-devlet olarak örgütlenme ve yaşama biçimini benimsemesinden geçeceğini düşünmüşlerdir. Cumhuriyet’in bütün düzenlemelerinin, bütün devrimlerinin geri planında yatan ana motif, böylece uygar batı toplumları tarzında bir ulus-devlet meydana getirmek, bu sürece bir engel teşkil ettiği düşünülen veya görülen ulus / modernlik öncesi (premodern) yapıları, kurumları ortadan kaldırmak, bu amacın yerine getirilmesine imkan verecek yasal- kurumsal değişiklikleri gerçekleştirmek, bütün bunları geniş kapsamlı bir eğitim programıyla destekleyerek kökleşmelerini sağlamak, kısaca duyuş, düşünüş ve değerleriyle yeni bir insan tipi yaratmak olacaktır. Cumhuriyet’in ilanının kendisi, yani devletin veya rejimin yapısının kendisinde gerçekleştirilen bu ilk ve en önemli değişiklik, gerçekte bu hedefe varmak için düşünülen ve uygulamaya konulan en önemli devrim, en önemli kurumsal-yapısal düzenlemeyi temsil etmektedir. Cumhuriyet’i kuranların bu ana hedef ve amaçları dışında başka bazı ikincil amaçları, olup olmadığını tartışmayacağım. Cumhuriyet’in modern bir ulus yaratma yönündeki bu projesini tam olarak gerçekleştirip gerçekleştirmediği konusuna da girmeyeceğim (ancak hemen söyleyeyim: Düşüncem bu projenin büyük ölçüde başarılmış olduğu yönündedir). Daha basit bir soruyu, bu projenin yukarda işaret ettiğim üzere neden cumhuriyet aracılığıyla veya cumhuriyet üzerinden gerçekleştirilmeye çalışıldığını kendime soracağım. Bu sorunun cevabını vermeye çalışırken de cumhuriyete, özellikle çok partili demokratik hayata geçtikten sonra çeşitli çevrelerden ve farklı gerekçelerle yöneltilen bazı eleştirileri, bu eleştirilere cevap olarak yapılan bazı savunmaları kısaca ele alacağım Önce ana sorumu daha açık olarak ortaya koyayım: Bağımsızlık savaşını başarıya eriştirenler bu savaş boyunca savundukları bütün amaçlarına büyük ölçüde erişip Misak- Milli’nin sınırları içinde yeni ve bağımsız bir ülkenin varlığını gerçekleştirdiklerinde neden Vahideddin’in yerine aynı aileden birini geçirmekle yetinmemişlerdir? Neden bir süredir anayasal bir monarşi olarak devam eden Osmanlı Devleti’nin yapısını ufak tefek değişikliklerle devam ettirmek yoluna gitmemişlerdir de son derece radikal bir kararla Gellner’in deyimiyle sadece damadın kendisini değil, onun tipini de değiştirmişlerdir? Aslında bağımsızlık savaşının önderleri, hatta Atatürk’ün en yakınları arasında bu ilk türden bir değişikliğin doğru ve yeterli olacağını düşünenler olduğunu biliyoruz. Dönemin aydınlarının büyük bir kısmının, İstanbul basınının önde gelen isimlerinin de bu ilk görüşe son derece yakın durmuş olduklarını da biliyoruz. Nihayet bağımsızlık savaşı boyunca bize maddi ve manevi destekte bulunan diğer Müslüman ülke halklarının, onların sözcüsü durumunda bulunan aydınlarının arasında da benzeri bir görüşün yaygın bir durumda olduğunu biliyoruz. O halde bu radikal değişikliği, Atatürk’ün kendisinin başlattığı bu yeni düzende kendisine bir yer bulamayacağı yönündeki kaygılarıyla, yani kişisel ihtirası ve kaprisiyle mi açıklamalıyız? Bunun son derece basit bir açıklama olacağı açıktır. Bu sorunun yanıtı daha temelde yatan bir şeyde, anayasal bir demokrasiyle cumhuriyet rejimi arasındaki farklılıkta; anayasal bir demokrasinin ulus temelli bir toplumu ve bu toplumu gerçekleştirmenin itici gücü, aracı, manivelası olacak ulusal bir devleti meydana getirme yönündeki güçsüzlük veya imkansızlığında bulunmaktadır. Modern Türkiye’nin kurucuları bunun tersine kafalarındaki bu toplumu yukardan aşağıya bütün yapısıyla, kurumlarıyla, değerleriyle inşa etmenin veya yaratmanın ancak Cumhuriyet denen yeni bir rejim aracılığıyla gerçekleştirilmesinin mümkün olduğunu düşünmüşlerdir. Böylece bu olayın daha gerisinde yatan asıl problem günümüzde de bu konudaki tartışmaların arka planında varlığını gösteren cumhuriyet ile demokrasi arasındaki derin yapısal farklılıklarda yatmaktadır. Aslına bakılırsa cumhuriyet ile demokrasi arasında teknik olarak fazla bir ilişki yoktur. Çünkü cumhuriyet teknik olarak monarşik olmayan bir yönetim biçiminden fazla bir şey değildir. Siyasal terminolojide esas olarak iki yönetim biçimi mevcuttur: Monarşi ve Cumhuriyet. Egemenliği elinde tutan kişinin, yani devlet başkanının belirli bir süre için halk tarafından doğrudan veya dolaylı olarak seçildiği yönetim biçimi cumhuriyet, onun doğrudan veya dolaylı olarak halk tarafından seçilmediği, bir hanedanlığa ait olup soyla tevarüs edildiği yönetim biçimi ise monarşidir. Buna karşılık demokrasi yönetim biçimiyle değil, yönetimin içeriği, işleme tarzıyla ile ilgili bir şeydir. Dolayısıyla bu içeriğe sahip olan bir yönetim biçimi monarşik olmakla birlikte demokratik olabilir (örneğin İngiltere ve monarşiyle idare edilen Hollanda, Danimarka, İsveç, Norveç). Buna karşılık bir cumhuriyet, egemenliği elinde tutan kişi veya grup, bir seçimle gelse bile demokratik olmayabilir (örneğin eski Sovyet Cumhuriyeti veya günümüzün İran İslam Cumhuriyeti). Bu sözlerimle şüphesiz bir cumhuriyetin mutlaka demokratik olmayacağını veya olamayacağını ileri sürüyor değilim. Tersine tarihsel uygulamalarının da gösterdiği gibi bir cumhuriyet demokratik olabileceği gibi bir demokrasi de temelinde yatan ilkelere göre otoriter, hatta totaliter olabilir. Örneğin Rousseau’nun teorisini yaptığı anti- liberal demokrasi kuramı böyledir. Vurgulamak istediğim cumhuriyetle demokrasi arasında hareket noktalarından, ilkelerinden ve amaçlarından kaynaklanan bazı farkların bulunduğu ve bu farklılıkların yeni bir toplum yaratma yönündeki bir projeyle, kısaca toplum mühendisliği diye adlandırılan şeyle ilgili olarak büyük bir önem taşıdığıdır. Daha basit olarak söylemem gerekirse bir demokrasinin herhangi bir türden (islami, komünist) toplum mühendisliğine uygun olmamasına karşılık cumhuriyet bunun için biçilmiş kaftandır Bu farklılıkların ne olduğunu göstermek için en uygunu olmasa da anlaşılması en kolay olan bir örnekten yararlanmak istiyorum: Bu, Yunan dünyasında Platon ile Perikles, Platon’un Devlet adlı kitabında ortaya koyduğu cumhuriyetçi devlet kuramıyla Perikles’in Thukydides’in Peloponez Savaşı adlı eserinde Perikles’e atfettiği ünlü nutukta ortaya koyduğu demokratik devlet kuramı arasındaki çatışmayla su yüzüne çıkan farklılık örneğidir. Platon’un Devlet adlı diyalogunu hepiniz duymuşsunuzdur. Bu diyalogun Batı dillerine yapılan çevirilerindeki asıl ve daha doğru adı, Cumhuriyet’tir. Daha doğru adı diyorum, çünkü bu kitapta Platon genel olarak bir devletten değil, özü itibariyle cumhuriyetçi bir devletten söz eder 29 Bu makale Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın “Cumhuriyet ve Atatürk Günleri” kapsamında sunduğu konferastan kısaltılarak alınmıştır. ve böyle bir devlet modeli geliştirir . Platon’un bu kitapta savunduğu devlet, büyük ölçüde bir cumhuriyettir ve Platon bu cumhuriyeti o dönemde Perikles tarafından gerçekleştirilen Atina demokrasinin karşısına yerleştirir. Platon’un Atina demokrasisine ana eleştirisi onun insan doğası hakkında hatalı bir görüşe dayanması, insanı özü itibariyle bir arzu veya iştah sahibi varlık olarak görmesi, bir toplumun bireylerin salt arzu veya iradelerine dayanan özgür tercihleri sonucunda ortaya çıkacak yasalarla idare edilmesinin doğru olacağıdır. Buna karşılık Platon’a göre cumhuriyet, insan doğası hakkında doğru bir görüşe dayanan, insanı arzu veya istek değil de akıl sahibi bir varlık olarak gören, dolayısıyla doğru yasaların insanın akıllı yanından kaynaklanması gereken yasalar olduğunu savunan bir rejimdir. Platon siyasal yönetimin insanların salt istek veya arzularına, iradelerine bırakılamayacak ciddi bir iş olduğunu düşünür. Siyaset Platon’a göre doğal bir olay değil, bir bilim, sanat, kısaca uzmanlık meselesidir. Dolayısıyla yasaların bu bilime ve uzmanlığa sahip olmayan sıradan insanlar, halk tarafından değil, aydınlatılmış akla ve bilgiye sahip olan seçkinler, aydınlar tarafından yapılması gerekir. Demokrasiyi böylece ilkesiz, iddiasız, herhangi bir yüksek hedefi olmayan, insanların keyfi arzu ve isteklerine dayanan erdemsiz bir rejim olarak gören Platon buna karşılık cumhuriyeti doğru yasaların doğru, erdemli insanları meydana getirmesi gerektiğini savunan ilkeli, iddialı, keyfi olmayan bir yönetim biçimi olarak tanımlar. Platon’un siyaset felsefesi üzerine yaptığımız bu basit analiz demokrasi ile cumhuriyet arasında var olan çatışmanın temellerini, onların nasıl farklı ilkelerden hareket eden iki yönetim biçimi olduğunu kabaca da olsa ortaya koymaktadır. Demek ki demokrasinin dayanağı irade, bu iradeye dayanan 30 özgür, yani hesap vermek zorunda olmayan keyfi tercihtir; buna karşılık cumhuriyetin ilkesi insan eylemleri, tercihleriyle ilgili olarak kendisinden açıklama istenmesi, meşrulaştırma talebinde bulunulması mümkün olan akıl, akılsal temellendirmedir. Demokrasinin siyasal yönetimi doğal bir süreç olarak görmek istemesine karşılık cumhuriyet için o akla ve onun yasalarına dayandırılması gereken felsefi bir inşa sürecidir. Demokraside yasaların toplum tarafından yapılmasının doğru ve yeterli olduğunun düşünülmesine karşılık cumhuriyet doğru yasalarla doğru, adil bir toplum meydana getirmek hedefi peşinde koşar. Demokraside özgürlük insanların insan olmak bakımından sahip oldukları doğal bir yetenek olmasına karşılık cumhuriyette özgürlük insanların akılla, bilgiyle kazanmaları, hakketmeleri gereken bir imtiyazdır. Yani cumhuriyete göre özgürlük aklın bir fethidir ve inanmanın öğrenilmemesine karşılık akıl yürütmek öğrenilebilir. Böylece cumhuriyet özgürlüğü reddetmez ama onu akılla belirlemek, keyfilikten kurtarmak ister. Platon’dan hareketle cumhuriyetle demokrasi arasındaki farklılıklar ile ilgili olarak ortaya koymaya çalıştığım basit belirlemelerin başta Atatürk olmak üzere modern Türkiye’nin kurucu babalarının yeni Türk Devleti’ni ve onun siyasal rejimini neden bir demokrasi olarak değil de bir cumhuriyet olarak ortaya koymak ihtiyacı veya gereğini duyduklarını gösterdiğini umuyorum. Bu belirlemeler öte yandan çok partili demokratik hayata geçtiğimiz günden bu yana gerek içerde gerekse dışarıda cumhuriyete yöneltilen itirazların, eleştirilerin de özünü vermektedir. Bu itirazların başlıcalarını biliyorsunuz: Cumhuriyet, Türk toplumunun doğal-tarihsel gelişim sürecine aykırı bir proje olarak ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet devrimleri Türk toplumunun geleneksel kurum- larını, değerlerini, alışageldiği hayat tarzını yok saymış, geçmiş kültürüyle olan bütün bağlarını koparmış, ancak onların yerine tatmin edici yeni bir hayat tarzı, iyi ve güzel hakkında doyurucu yeni kavramlar, değerler koyamamıştır. Cumhuriyet bir avuç Batı hayranı, Batıcı aydının toplumun genel istek ve arzularına aykırı top yekun bir inşa projesi olarak ortaya çıkmış, dolayısıyla doğal olarak halka inememiş, halk tarafından benimsenmemiştir. Cumhuriyet toplumun alt yapısında önemli değişiklikler gerçekleştirmemiş, bütünüyle üst yapıya ait şekilsel birtakım düzenlemeler, bir kılık kıyafet devrimciliği olmaktan daha ileri gidememiştir. Sonuç olarak yapılması gereken cumhuriyetin kendisini ortadan kaldırmak değilse bile onun kurucu ilkelerini yeniden ele almak, bu ilkeler ve onlara uygun olarak yapılan cumhuriyetçi uygulamaları eleştirmek, bu ilkeleri koruma görevini üzerine alan kurumları etkisizleştirmek, yeni ve demokrasiye uygun bir anayasa yapmak, böylece devleti halkla veya milletle yeniden barıştırmaktır. İlk olarak şunu söylemek istiyorum: demokrasi ile cumhuriyeti birbirine özdeşleştirmek ne kadar tarih ve gerçek dışı ise onların farklı insan ve doğru yönetim anlayışlarından hareket eden iki ayrı siyaset teorisi, hatta dünya görüşü olduğunu belirtmekle yetinmeyip birbirlerine tümüyle zıt olduklarını söylemek de o kadar yanlıştır. Çünkü her aklı başında demokraside bazı cumhuriyetçi unsurların olması gerektiği ve fiilen de olduğu ne kadar gerçekse her aklı başında cumhuriyetin de demokrasinin bazı temel kavram ve değerlerini tümüyle göz ardı etmediği ve edemeyeceği de o kadar gerçektir. Örneğin günümüzün en büyük demokrasisi olarak kabul edilen ve dünyanın geri kalan ülkelerine onun değerlerini benimsetme görevini üzerine almış gibi görünen Amerika Birleşik Devletlerini ele alalım. Onda bazı önemli cumhuriyetçi ilkelerin demokrasinin ana değerleri ve uygulamalarıyla bir arada bulunduğunu görmekteyiz. İlk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin anayasal bir demokrasi olduğuna kimse itiraz etmeyecektir. İşte bence anayasa kavramının kendisi gerçekte son derece önemli cumhuriyetçi bir unsurdur. Çünkü bir anayasa, ilkeler düzeyinde bireylerin hak ve özgürlüklerinin sınırlarını belirleyen bir hukuki sözleşmedir. O, a priori olarak bireylerin arzu ve tercihleriyle belirlenemeyen daha yüksek bir alanın, bir haklar ve sorumluluklar alanın varlığına işaret eder. Bu anayasanın örneğin dinsel görüş ve tercihlerle dünyevi siyasal yönetimin ilkelerini birbirinden kalın duvarlarla ayıran laiklik ilkesi böyle bir ilkedir. Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nda laikliğin Fransız Anayasası’ndan farklı bir şekilde, devletin bireylerin dini kanaatleri üzerinde baskı uygulama hakkının olmadığı şeklinde, formüle edilmiş olduğu doğrudur. Ama bu olgu, biri demokrasinin, diğeri cumhuriyetin veya cumhuriyetçiliğin kalesi olarak görülen bu iki ülkede laikliğin, aynı ölçüde korunması gereken temel bir değer olarak karşımıza çıktığı gerçeğini değiştirmemektedir. Başka bir ifadeyle her iki ülkede ve anayasada laiklik ilkesi hiç de doğal veya sosyolojik bir süreç sonunda kendisine erişilen bir ilke olarak değil; iyi ve barışçı bir hayatın, toplumsal siyasal hayatın mümkün olması için yaratılmış felsefi-teorik bir inşa ilkesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir örnek daha: 1960’larda Alabama Eyaleti’nde siyahların beyazlarla aynı otobüse binmeleri, aynı okullara devam etmelerini yasaklayan kararlar eyalet meclisinde demokratik bir süreç içinde alınmış kararlardı. Bu kararlara başta Başkan olmak üzere federal meclislerin karşı çıkması ve federal güçler aracılığıyla siyahlara karşı uygulanan ayrımcılığın sona erdirilmesi demokratik değil yine cumhuriyetçi bir ilkenin hayata geçirilmesini temsil etmektedir. Bugünkü Batı demokrasilerinin zannedildiği gibi doğal, sosyolojik, yani demokratik süreçler sonunda ortaya çıkmış olmadığını hatırlamamızda yarar vardır. Amerikan demokrasisi de içinde olmak üzere modern demokrasilere demokrasi teorisini ve uygulamalarını hediye ettiğini söylememiz mümkün olan İngiliz demokrasisini düşünelim. İngilizler modern çağda demokrasiye 17. yüzyılda biri kanlı diğeri kansız iki devrimle, 1648 ve 1688 devrimleri sonucu geçmişlerdir. Kralın kafasının kesilmesiyle sonuçlanan ilki, yani Cromwell’in devrimi onun bizzat kendisi tarafından da nitelendirilmış olduğu gibi cumhuriyetçi bir devrimdir. Bugünkü Fransız demokrasisinin temelinde bulunan en büyük olayın, bu kez bir başka kralın kafasının kesilmesiyle sonuçlanan Fransız devriminin ise cumhuriyetçi bir devrim olduğunu hepimiz bilmekteyiz.. Bu son tespit bir başka şeye geçmeme imkan vermektedir. Modern çağ tarihçileri tarafından bu iki devrimin bir burjuva devrimi olarak nitelendirildiğini biliyoruz. Daha ileri giderek modern denen çağın tümüyle burjuvazinin eseri olduğunu söyleyenler de vardır. Bu bağlamda Antik Yunan dünyasında demokrasiye geçiş süreciyle ilgili olarak da burjuvazinin belirleyici rolüne işaret edilmektedir. Bu çerçevede, Platon’un siyaset teorisinin Atina’da burjuvazinin ortaya çıkışını takip eden demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışan bir karşı devrimi temsil ettiğini söyleyenler vardır. Gerçekten de Platon’un toplumu yönetenler ve üretenler olarak ikiye ayırması, çiftçi, işçi, tüccar ve her türlü meslek sahibini içine alan üreticiler grubuna yönetimden hiçbir pay vermek istememesi, yönetim yetkisine sadece koruyucular yani askerler ve her türlü idarecilerden meydana gelen bir azınlığın sahip olması gerektiğini savunması gerçekten de karşı devrimci bir hava taşımaktadır. Ancak bu açıklama tarzının veya tarihsel gelişim şemasının bize fazla uymadığı da açıktır. Cumhuriyet Osmanlı toplumunda ortaya çıkan yeni ve güçlü bir burjuva sınıfına karşı bir devrim olarak yapılmamıştır. O, yukarda kısaca belirtmeye çalıştığım gibi, kurucuları tarafından modern öncesi bir toplumdan, modern olduğu düşünülen bir ulus-devlet formuna geçmek amacıyla tasarlanmış ve uygulamaya geçirilmiştir. Öte yandan o, Fransız devrimi gibi burjuvazinin kendi haklarını Cumhuriyet kavramı altında ortaya koyarak eski düzeni ortadan kaldırma girişimi olarak da değerlendirilemez. Yakın tarihimizde Fransa’nınkinin tersi bir süreç işlemiş, cumhuriyet rejimi altında bildiğimiz gelişmeler sonucunda bir burjuvazi ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte bu burjuvazinin öte yandan Batı’daki tarihsel sürece benzer şekilde demokrasinin palazlanmasına imkan verdiğini de kabul etmek zorundayız. Bugün içinde bulunduğumuz durumda bir tarafta demokrasinin kendisini bir karşı devrim, cumhuriyete karşı bir ihanet olarak görüp şu veya bu biçimde cumhuriyete bir tür nostaljik geri dönüşü, demokrasinin restorasyonunu isteyenler vardır. Diğer tarafta buna tamamen ters bir söylemi benimseyerek çok partili demokratik düzeni ve hayatı milletin, halkın tarihi bir kurtuluşu olarak niteleyip çok partili siyasal hayata geçmeden önceki bütün cumhuriyet uygulamalarını, hatta daha ileri giderek ruhunda bir halk düşmanlığının, totalitarizmin yattığını ileri sürerek cumhuriyetçilik fikrinin, ideasının kendisini mahkum etmek isteyenler vardır. İtiraf ederim ki ben kendimi bu her iki grup içinde de görmemekteyim. Bu iki grubun da olaya soğuk kanlı ve adil bir şekilde bakmadığını, dünyayı iyi ve kötünün, hak ile batılın mücadele alanı olarak gören ikici bir bakış açısının etkisi altında olduğunu düşünmekteyim. Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisini ve modernleşme projesini bütün zamanlar için değişmeyecek bazı yasal düzenlemeler aracılığıyla bir toplumun hayatının her alanını ve ebedi olarak düzenleme veya inşa etme iddia ve amacında olan topyekun bir ideoloji, totaliter bir uygulamalar bütünü olarak düşünüyorsak böyle bir projenin gerçeklemez olması bir yana gerçekleşmesinin de söz konusu toplumun pek hayrına olmayacağını söyleyebilirim. Eğer Türkiye Cumhuriyeti’nden bunun tersine tarihinin belli bir anında içinde bulunduğu buhranlı bir durumda Türk toplumunu bir ulus-devlet olarak yeniden şekillendirmek yoluyla modern dünyanın gerekliliklerine uygun bir hale getirme, bunun için eski ve artık işe yaramadığı görülen yasalar, kurum ve uygulamaları ortadan kaldırıp onların yerine yeni, işlevsel ve pratik olarak yararlı bazı düzenlemeleri gerçekleştirme yönünde akılcı, bilinçli ve iradi bir projeyi anlıyorsak cumhuriyetin bu amacına büyük ölçüde erişmiş olduğunu ve bu yolda ilerlemeye devam ettiğini söyleyebilirim. Benim görüşüme göre Türk toplumu bugün modernleşmenin birçok ana kriteri bakımından modern bir toplumdur Modern bir toplumu modern yapan şeyler nelerdir? Hiç şüphesiz modern bir ekonomi, modern bir demokrasi, modern hukuk düzeni, modern bir eğitim düzeni, modern bir basın sistemi, modern üniversiteler vb. Şimdi bütün bunlar Türkiye’de hiç şüphesiz arzu edebileceğimiz bir mükemmellikte olmamakla birlikte büyük ölçüde mevcuttur. Bazılarımız bunu yeterli görmeyebilir; bazılarımız bu başarıyı Cumhuriyet’in kendisine değil onun karşısına koymanın daha doğru olacağını düşündüğü çok partili, serbest seçimli demokrasimize mal edebilir. Ama bu ikinciler gözlerini Türkiye ile benzer bir geçmişten, benzer kültürel- tarihsel gelenekten gelen diğer Müslüman ülkelere çevirirlerse onlarda ne cumhuriyetin ne de demokrasinin olmadığını göreceklerdir. Onlar bu ülkelerin bazısında var olan cumhuriyetin, örneğin bir İran İslam Cumhuriyeti’nin neden Türkiye’nin yakın geçmişinde ortaya çıktığını gördüğümüz bu tür modern kurum veya gelişmelere imkan veya geçit vermediğini de kendilerine sorabilirler ve sormalıdırlar. Çok partili demokratik düzene geçtiğimizden bu yana toplumsal-kültürel hayatımızda meydana gelen önemli değişikliklere bir bütün olarak olumsuz gözle bakan karamsar aydınlarımıza içinde bulunduğumuz ortamda sormak istediğim birkaç soru var: İlk olarak Cumhuriyet’i ne olarak düşünüyorsunuz? Makul derecede uzun bir süre için toplumsal hayatımıza yön vermesi, ışık tutması mümkün olan temel bazı kurucu ilkeler, değerler ve kavramlar bütünü olarak mı, yoksa bunların yanında ve onlardan daha önemli olarak ilk döneminde gerçekleştirdiği her türlü somut, tarihsel, konjonktürel uygulamaların bütünü olarak mı? Basit bir örnek vereyim: Cumhuriyet çağdaş bir hukuk sistemi, ulusal bir ekonomi idesi midir, yoksa aynı zamanda İstiklal Mahkemeleri, ekonomi alanında devletçilik uygulaması mıdır? Cumhuriyet’i ne olarak düşünüyorsunuz? Bir defaya mahsus olarak bütün zamanlar için konulmuş ve içinde daha sonra ortaya çıkacak olan her türlü problemin çözümünün bulunduğu değişmez, kutsal bir doğrular, doğru çözümler deposu mu, yoksa insana, topluma, yönetime ilişkin bazı temel ilke ve değerlerden hareketle zamanın, zeminin getirdiği değişmelere, ortaya koyduğu problemlere uygun çözümler getirme amacına sahip akılcı, tecrübi bir pratik bilgelik öğretisi mi? Nihayet bence en kritik değer taşıyan şu soru: Türk halkının modernleşme projesi içindeki yerinin ne olduğunu veya ne olabileceğini, ne olması gerektiği görüşündesiniz? Son tahlilde onu modernleşmenin nesnesi mi, yoksa öznesi olarak mı almanın doğru olduğuna inanıyorsunuz? O ebedi olarak modernleşmenin kendisine uygulanacağı, kendi katkısı veya çabası olmaksızın modernleştirilecek edilgin bir ham madde, malzeme midir veya hep öyle mi kalacaktır, yoksa modernleşmenin ancak kendisi vasıtasıyla, kendisinin katılımı, katkısı, üretkenliği ile gerçekleştirilebileceği itici bir güç, bir motor mudur? Özellikle bu son sorunun cevabının birinci şık olduğunu düşünüyorsanız size modernleşme rüyanızdan tümüyle vazgeçmeniz gerektiğini söylemek zorundayım. Çünkü ben şahsen tarihte böyle bir projenin başarılı olduğunun herhangi bir örneğini bilmiyorum. Sorunun cevabının ikinci şık olduğunu, olması gerektiğine inanıyorsak, bünyesinden diğer birçok modern kurumlarımız ve değerlerimiz gibi modern Türk demokrasisinin de çıkmasına, fışkırmasına izin ve imkan veren Cumhuriyet’imizin başta Atatürk olmak üzere kurucu babalarını bilinçli bir sevgi ve saygıyla analım. 31 GENÇ EGE Dansa davet Latin Dansları Topluluğu tarafından bu yıl 4. kez ve uluslararsı nitelikte gerçekleştirilen Dansa Davet Festivali’ne Latin Danslarının 2009 Dünya Şampiyonu olan çift Andrej Skufca ve Melinda Törökgyörgy katıldı. Karma temsilde sahne alan çift, muhteşem daslarıyla izleyenleri büyüledi. Duygu ÖZTÜRK Erhan ÇUKURLU E ge Üniversitesi Latin Dansları topluluğu tarafından bu yıl dördüncü kez düzenlenen Dansa Davet Festivali ilk kez bu yıl Uluslararası olarak gerçekleştirildi. Fotoğraf sergileri, film gösterimleri, paneller, çalıştaylar ve dans gösterilerinin yer aldığı Festival 17-20 Kasım tarihleri arasında izleyicileriyle buluştu. Uluslararası Dansa Davet Festivali’ni gerçekleştiren Latin Dansları Topluluğu, Türkiye’de eşi benzeri bulunmayan bir etkinliğe imza atmış oldu. Bir üniversite topluluğu tarafından dans alanında düzenlenen ilk uluslararası festival olma özelliğini taşıyan etkinliğe Zeynep Tanbay, İzmir 32 Opera ve Balesi Modern Dans Topluluğu sanatçıları ile ünlü sanatçılar Mustafa Kaplan ve Filiz Sızanlı ikilisi katıldı. Festivale karma temsilde, uluslararası yarışmalarda birçok kez birincilik kazanmış ve 2009’da dünya şampiyonu olan Latin danslarının ünlü çifti Andrej Skufca ve Melinda Törökgyörgy renk kattı. Karma temsilde Latin dansından klasik baleye kadar geniş bir çeşitlilik içeren programda İzmir’in dans okulları ve üniversitemizin çeşitli dans toplulukları aynı sahneyi paylaştı. Başladığı yıllarda az sayıda katılımla seminerler dizisi olarak gerçekleşen festival, yıllar içinde ivmesini artırarak uluslararası bir boyut kazanmış. Daha büyük kademelere taşınarak devam etmesi planlanan festival bünyesine daha nice önemli dansçıları ve projeleri ekleyerek dansın her dalını kucaklamayı hedeflemekte. 2003 yılının Aralık ayında kurulan Ege Üniversitesi Latin Dansları Topluluğu (ELADA) çalışmalarına hız kesmeden devam ediyor. ELADA kurulduğu günden bu güne popülerliği hızla artan, Ege Üniversitesi’nin en tercih edilen topluluklarından biri. Topluluk, insanlara dansı tanıtmak ve sevdirmek amacıyla yola çıkmış. Dansı insanlara doğru tanıtmak, sevdirmek, Türkiye’den önemli dansçılar çıkmasını sağlamak ELADA’nın başlıca amaçlarından. Topluluk sene sonunda hazırladıkları dans geceleriyle dansa ilgisi olsun olmasın herkesi heyecana sürüklüyor, farklı repertuvar ve şovlarla insanlara renkli geceler yaşatıyor. Bünyesinde tango, salsa, çaça gibi bir çok dal bulunduran topluluk üye alımlarına Kasım ayının 2. haftasında başlıyor. Ancak bu sürenin ardındaki iki hafta boyunca da üye alımları devam ediyor. Çalışmalara gelen gönüllüler bu süre zarfında topluluğa üye olabilir, çalışmalara ara vermeden katılabiliyor. Topluluğa kayıt yaptıran üyeler ilk olarak gruplara ayrılıyor, yetenekleri doğrultusunda belirlenen gruplarda kendilerine verilen koreografiyi çalışıyorlar. Dolayısıyla sayı konusunda belli bir sınır söz konusu değil. Dikkat edilen diğer önemli konu da üyelerin uygun oldukları çalışma günleri. En önemli nokta ise üyelerin topluluk bilincine sahip olmaları. Üyeler yalnızca tek branşta değil birçok branşta dans etme imkanını da elde edebilirler. Ortak dans aşkına sahip insanları bir araya getirmek amacıyla yola çıkan ELADA dansa gönül vermiş, öğrenmeye açık, uyumlu insanları bir çatı altında toplamak amacını güdüyor. Aynı zamanda “Erkekler dans etmez “ gibi toplumda yaygın bulunan tabuları da ortadan kaldırmayı hedefliyor. Topluluk çalışmaları hakkında bilgi veren ELADA Başkanı ve Yönetim Kurulu Üyesi Sema Karakurt; ”Aslında bilinenin aksine Latin danslarına oldukça erkeksi. Bakıldığında Latin erkekleri insana oldukça çekici geliyor. İşte o çekiciliğin sırrı da Latin erkeklerinin iyi dans etmesinde yatıyor. Biz de buradan hareketle toplumumuzdaki yanlış görüşleri yok etmeye çalışıyoruz. Dansa çok yatkın olan ancak toplumun baskısından çekinen bir çok arkadaşımız var. Bu arkadaşlar var olan bu önyargıları kırabildiklerinde Karma temsilde Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğrencileri de bir bale gösterisi sundular. sergiledikleri performanslarla izleyenleri kendilerine hayran bırakabiliyorlar” dedi. Özellikle topluluk üyelerinin kaynaşması için yıl içinde diğer topluluklar gibi birçok organizasyon düzenliyor. Topluluk her sene sonunda gerçekleştirilen “Dünya Dans Günü“kutlamaları çerçevesinde, büyük sahne şovları ve gösteriler düzenleyerek çalışmalarını izleyicilere sunma fırsatı yakalıyor. Diğer üniversitelerle de işbirliği içinde olan ELADA geçtiğimiz yıl Uludağ, Pamukkale gibi üniversitelerin festivallerinde de yer aldı. Dans konusunda yazılı kaynakların görsele oranla çok daha az bulunduğunu belirten topluluk çıkartmayı planladıkları bir dergiyle bu eksiği azaltmak görüşünde. Dansın insanlar için bir tutku olduğunun savunan Sema Karakurt şunLatin Dansları Topluluğu’nun çeşitli kogeografiler sergilediği gösteride topluluk başkanı Sema Karakurt (en sağdaki) de sahne aldı. ları söyledi: ”İnsanların dansa bakışını biraz olsun değiştirebilmek bile bizim için büyük bir mutluluk. Tüm çabalarımız bu yönde. Dans insana her anlamda çok şey katıyor. Beden dilini kullanma, sosyalleşme, arkadaş çevresi oluşturma gibi faydalar sağladığından, herkesin yaşamına katkıda bulunacağından eminim. Dansın keyfini bir kez yaşayan bir daha bırakamıyor. Dans okyanus gibi. Yıllardır dansla iç içe olmama rağmen her şeyi bildiğimi asla söyleyemem. Bu iş kişinin dansa bakış açısıyla da değişir tabii ki. Kişi dansa, birkaç figür bilmek olarak bakıyorsa bu açığı 2-3 aylık kurslarla da giderebilir. Ama bence dans bir ömür sürecek bir tutku. Bunun için ömrümü vermeye hazırım, gece gündüz dans için yaşıyorum. Okyanusta bir damla olabilirsem ne mutlu bana. Bu yüzden küçük büyük herkesi dansın büyülü dünyasına davet ediyoruz”. Ege Üniversitesi öğrenci ve personeli dışında üye alımının yapılmadığı toplulukta çalışma saatleri Perşembe, Cuma 20.00-22.00, Cumartesi günleri ise 15.00-17.00 saatleri arasında değişmekte. Tüm üye alımları tamamlandıktan sonra diğer üniversiteler arası yarışmalarda üniversitemizi temsil etmek üzere enternasyonal ve club stil kategorilerinde oluşturulacak grup seçmeleri yapılacak. Oluşturulan grup yalnızca yarışma bazlı çalışacak,üniversitemize derece getirmek için uğraşacak. Ortak bir dili konuşan,aynı dans aşkını paylaşan herkes ELADA’ya üye olabilir, kendini dansın keyifli dünyası içinde bulabilir. 33 Üniversite tarihinin tanığı bir emektar Demet ALTUNTAŞ İ nce uzun boylu, sessiz ve daima düzgün giyimli bir adam, her sabah 7 gibi Ege Üniversitesi Rektörlüğü binasının Rektör ve Rektör Yardımcılarının odalarının bulunduğu üst katına gelir. Bütün kapıların kilitlerini tek tek açar. Çiçekleri sular, odaları havalandırır. Çayı demler. 2 Şubat 1966’dan beri Ege Üniversitesi’nde çalışan Adem Alakoç 36 yılı aşkın süredir Rektörlük katına en erken gelen ve genellikle de en geç buradan ayrılan insan. Kendisini ilk görenlerde sert ve ketum bir izlenim uyandırır. Takım elbisesi ve bond çantasıyla gizemli de bir imajı olan Adem Abi’yi görenler ne iş yaptığını pek çıkaramaz herhalde. Diğer birimlerde çalışanlar ve onu yakından tanımayanlar kendisinden çekinir. Bir üniversitenin en yüksek makamına bu kadar uzun süredir hem hizmet hem de tanıklık eden “Adem Abi”, işini ciddiye 34 almanın çok iyi bir örneği. Ülkenin zor zamanlarında üniversite yönetimi de zorlanırken “Onların gece yarılarına kadar çalıştığını, özverilerini görünce bize de elimizden geleni yapmak düştü” diyor. Çalışma arkadaşları, Adem Abilerinin dürüstlüğünü ve işine olan bağlılığını şöyle anlatıyorlar: “Rektörlük binasına kendi eviymiş gibi sahip çıkar, üniversitenin çıkarını kendi çıkarıymış gibi gözetir (çay kaşıklarını sayıyla ödünç verip sayıyla teslim alıyor mesela). Asla kimseye kırıcı bir söz söylemez ve yardımseverdir. Çok çok dürüst bir insandır ve sert görünse de muzip bir tarafı vardır”. Gerçekten de Adem Abi gülünce çok güzel gülüyor. Kendisiyle röportaj yapacağımızı önceden haber verdiğimiz için hazırlık yapmış; özgeçmişini, çalıştığı rektörlerin listesini hazırlamış; yani iş disiplinini burada da göstermiş. İşteki düzeninin kaynağı olan düzenli kişili- ğini, olayları aktarırken günü gününe verdiği tarihlerden de anlıyoruz, hatta bazen yıllarca önce olmuş bir olayın saatini bile hatırlıyor, şaşırıyoruz. Her sayımızda bir Ege Üniversiteli’ye yer verdiğimiz “Bir Egeli” köşemizde bu sayıda, yaşamının üçte ikisini üniversiteye emek vermekle geçmiş Adem Abi’yi sizlerle buluşturmak istedik. Adem Abi’nin Engin Önen ile karşılıklı çaylarını yudumlarken yaptıkları söyleştiklerine hemen biz de katılıyoruz. E. Önen: Kaç yılında bu işe başladınız? Herhalde üniversitemizin en eski çalışanlarından birisisiniz, örneğin kaç rektörle çalıştınız? 40 yılı geçti. 1966 yılının ikinci ayında Ziraat Fakültesi’nde çalışmaya başladım. 1967’nin on birinci ayında asker oldum. 44 yıldır Ege Üniversitesi’ndeyim. Ben Ziraat Fakültesi’nde çalışırken Vehbi Göksel Hoca rektördü fakat o’nunla çalışmadım. İlk olarak Rektörlükte Yusuf Vardar’la çalışmaya başladım. 1973 senesinin beşinci ayının 2’sinde. 44 yılda toplam 8 Rektörle çalıştım. E. Önen: Ege Üniversitesi tarihinin çok büyük bir bölümünde yer aldınız. Bu üniversitenin tarihinin yakın bir tanığısınız. Siz Yusuf Hocayla çalışmaya başladığınızda üniversite daha küçüktü. Evet ilk başta sadece Ziraat, Tıp, Fen, Mühendislik ve Diş Hekimliği Fakülteleri vardı. E. Önen: Her rektörün kendi kişilik özelliklerinden kaynaklanan çalışma farklılıkları vardır. Aklınızda kalan tipik özellikleri neler? Örneğin en erken kim çıkardı, en sert kimdi, en erken kim gelirdi gibi… Yusuf Vardar Hocayla çalışırken askerden yeni gelmiştim. 22-23 yaşındaydım. Komutan gibi görüyordum kendisini. Sert bir imajı vardı, o çatık kaşları insana ürkeklik veriyordu. O sert tabiatının altında ayrıca babacan bir kişiliği bulunmaktaydı. Onun döneminde 2 yıl kadar çalıştım. Yusuf Hoca biraz aceleciydi, verdiği bir görevin hemen yapılmasını isterdi. Tabii o zaman bilgisayar yoktu. Şimdiki gibi hemen yerine getirmek zordu görevleri. Memura verirdin, o daktiloda yazardı. Kağıtların arasına karbon koyardın çoğaltmak için. Fahrettin Kovancı öğrenci işlerine bakıyordu; o dönemlerde yukarı geldiğinde heyecandan düğmesini bir aşağı bir yukarı iliklediği olurdu. Yusuf Hoca bir gün merdivenlerden çıktı, bulunduğumuz salondan geçerken fakültelerin birinden gelen, elinde evrak olan personeli gördü. Elindeki evrağı aldı ve o evrağı vereni çağırmamı istedi. O zamanın Zat İşlerinde görevli Perihan Boralı Hanımı çağırdım. Rektör ona elden evrak verdiği için kızmıştı. Çünkü elden evrak takibine karşıydı. Bir Senato toplantısı günü saat 09.30’da Hocamız tam saatinde toplantı salonuna girdi. Ancak içeri girmesiyle çıkması bir oldu. Toplantı çoğunluk sağlanamadığı için aynı gün saat 13.30’e ertelendi. 13.30’daki toplantıya herkes zamanından önce geldi. Hoca bu kadar disiplinliydi. Görev süresi sona erince emekli oldu. Yusuf Hoca’nın ardından Necati Hoca’yla çalıştım. Yusuf Hoca kadar sert değildi. Yusuf Hoca saat 8’de gelir 5’te çıkardı. Necati Hoca saat bakımından daha esnekti. Benim gözümde en sert Yusuf Vardar kaldı. Necati Akgün Hocamızla 3 yıl beraber çalıştık. Hocanın en göze çarpan özelliği bisküviyi çok sevmesiydi, o kadar ki 3 yıl boyunca toplantılarda bisküvi ikram ettik. Hocamızın görevli olduğu dönemde üniversitede olaylar, hep sorunlar yaşandı. Necati Hocanın ardından Hakkı Bilgehan Hoca geldi. Onun döneminde çok naçar bir dönem yaşadık. O dönem çok korkulan bir dönemdi, kampüste olaylar işgaller birbirini izledi. Suçlu ya da suçsuz birçok kişi gözaltına alındı. Gecenin geç saatlerine kadar Alsancak Stadı’nda tutulan öğrencilere kumanya dağıtmıştık. Tüm öğrenciler perişan olmuşlardı. Aralarında o dönem dekanlık yapan Hocalarımızın çocukları da vardı. Rektör Hocamız onları kurtarmak için çok çaba harcadı. Sıkıntıdan yerinde duramaz sürekli dolaşırdı. Bütün bu olaylar yaşanırken çok zor şartlar altında kampüs içerisinde kreş açılması ve eğitime başlamasını sağlamıştı. O günlerde Hürriyet gazetesinde kendi işini kendin yap diye bir dizi maket 35 şekilleri ve krokisi yayınlanıyordu. Gazeteden konu şekilleri keserek Hocamıza veriyorduk, kendisi de konu şekilleri marangoz atölyesinde imal ettirerek kreşin tamamlanması için çalışıyordu. Hakkı Bilgehan o karışık dönemde devlete yük olmamak için çektiği telgrafların parasını kendi cebinden karşılardı. Makam arabasını kullanmazdı, kendisinin wolksvagen bir arabası vardı, Hatay’dan onla gidip geliyordu. Kreşin kurulması için ona buna boyun büktü. İbrahim Karaca Hoca 1980 döneminde 2 yılını tamamlayamadı. Sermet Akgün Hocayla beş yılın ardından beş artı iki atama geldi. Saat tam 5’te giderdi. Sermet Akgün döneminde olaylar da yoktu, o yüzden çok rahat çalıştı, kimseyle bir sorunu yoktu. Refet (Saygılı) Hoca rektör yardımcısıydı. Sermet Hoca giderdi, o işler bitene kadar kalırdı. Ülkü Hocayla iki dört yıllık dönem boyunca yani 8 yıl çalıştık. Buradaysa 7-8’e kadar kalırdık. Eğer Rektörlük binası dışındaysa örneğin bir konferanstaysa “6 gibi gidebilirsiniz” derdi. Rahat bir çalışma dönemimiz oldu onunla. Refet Bey zamanında Azerbaycan’a gitmişlerdi bir ziyaret 36 için. Orda zengin bir ikramla karşılaşmışlar. Bu sebeple Azerbaycan’dan buraya ziyaretçiler geldiğinde biz de ülkemizde ne yetişiyorsa hepsinden oluşan bir ikram sunmuştuk. D. Altuntaş: En çok kiminle çalışmayı sevdin? Birbirini aratmıyorlar. En serti bile bizlere kol kanat gerdi. Kimseden kötü bir laf işitmedim. D. Altuntaş: Bunun sırrı ne; yani neden bir sonra gelen “Adem öncekilerin adamıdır” diye göndermedi? Ben de her zaman bunu düşünmüşümdür. ‘99 yılının 10. ayında ben emekli oldum, 30 yıl 6 ay üzerinden. Gelen Rektör Hoca gideni hiç aratmadı. Ben Ziraat Fakültesi’nde çalışırken geçici işçiydim. Daha sonra imtihan açıldı, 5 soru sordular. Aşağı yukarı 100 kişi hariç girenlerin hepsini aldılar. Beni Rektörlüğe atadıklarında gelmek istemedim. İlk buranın danışmasında görev yaptım (şu anda Rektörlük binasının girişinde güvenlik masasının olduğu yer). Daha sonra “yukarı çıkacaksın” dediklerinde bir korku hissettim. Yusuf Vardar Hoca var, genel sekreter var… “Amir ne derse o olur” dediler ve o gün bugündür buradayım. D. Altuntaş: Bir çalışma günün nasıl geçiyor? Sabah temizliğimizi yaptıktan sonra Rektör ve yardımcılarının gelmelerini bekliyoruz. Sermet Hoca sabah kahve içerdi, Yusuf Hoca pek içmezdi. Necati Bey de açık çay ve bisküvi severdi. Hakkı Bilgehan Hoca çok tasarrufçu bir Hocaydı. Buraya çok malzeme gelmesini istemezdi. Bizim ağlama duvarımız yok, burada rektör hareketlerimizi, o sebeple her zaman düzgün tutmaya çalışıyoruz.. Rahmetli Erdal İnönü Başbakan olarak gelmişti. Süleyman Demirel’e de ıhlamur ikramım vardır. Turgut Özal’ı da başbakan olarak ağırladık. Kenan Evren Paşa konsey üyesi olarak gelmişti. Yağmurlu bir günde geldiler. O kadar kalabalıklardı ki, paltolarını nereye koyacağımızı şaşırdık. Senato salonunda adım atacak yer kalmamıştı. Daha sonraki dönemlerde de birkaç kez geldi. Kenan Evren ziyaretinde, bir Beyefendi geldi mutfağa, ikram hazırlıklarımızı sabahtan ziyaret sonuna kadar izledi. Zehirleme tehlikesine karşı kontrol ediyormuş. Bizim Güneş Enerjisi Enstitüsü’nü rahmetli Özal açmıştı. O açılışta elektrik direklerine 40 bayrak astım iki saate 22 bayrak çaldırdım. Çok üzülmüştüm. Demet ALTUNTAŞ Engin ÖNEN Demet ALTUNTAŞ Gamze KARAEMİR EROL Tadıyla, dokusuyla, tarihiyle Huzurlu ve Yeşil Tire Sevan Nişanyan’ın Etimolojik Sözlüğü’ne göre “Tire” sözcüğü pamuk ipliği anlamına geliyor. Pamuk, Tireliler için uzun bir dönem önemli bir gelir kaynağıymış zaten, ayrıca ip, urgan halat üretimi de Tire’nin karakteristiklerinden. Ancak, Tire’nin isminin Lidya dilinde “şehir” anlamına gelen Teira’dan aldığına dair de bilgiler bulunuyor. İzmir’in güneydoğusunda, şehre yaklaşık 80 km uzaklıkta yer alan ve “Yeşil Tire” diye bilinen bu güzel ilçe, çağlar boyu bereketli topraklarının avantajlarıyla belki de; Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Helen, Roma ve Bizans uyguarlıklarına sahne olmuş. Osmanlı İmparatorluğu’na en son katılan beylik olan Aydınoğulları Beyliği’nin bir dönem merkezi olan Tire, tarihçi Pachmeres’in deyimi ile “Keşişler Yöresi”, Şerafeddin Zafernamesi’nde “Rum’un Meşhur Kenti”, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde “Şeh-ri Muaz-zam Tire” olarak adlan- 38 dırılmış. Katip Çelebi (1608-1656) Tire’yi “Eski Taht Şehri” olarak nitelendirirken, 1908 Aydın Vilayeti Salnamesi’nde ilçe “Ulemalar Yatağı” olarak geçiyor. 1426 yılında kesin olarak Osmanlı Devleti’ne bağlanan Tire, gerek siyasi gerek ekonomik ve gerekse kültürel varlığı nedeniyle Osmanlıların bu kente daha ciddi eğilmelerini sağlamış. Bu dönemde yeni kurulan Aydın vilayetinin sancağı da Tire olmuş. Özellikle II. Murat ve Fatih Sultan Mehmet dönemlerinde girişilen imar hareketleri kenti kısa sürede imparatorluk sınırları içinde birinci dereceden kent konumuna sokmuş. Tire tarih boyunca bir sayfiye yerleşimi olarak ön plana çıkmış ve bazı kaynaklara göre de Kanuni Sultan Süleyman ve Timur gibi isimleri konuk etmiş. Hatta Tire Belediye Başkanı Tayfur Çiçek’in dediğine göre Meryem Ana da bir süre Tire’de yaşamış. İ şte, pazarı ve köftesi ile ünlü Tire’yi gezerken, bu tarihin izlerini hemen her adımda görürsünüz. Yeşilliklerin ortasındaki yerleşimlerin arasından hanlar, kervansaraylar göz kırpar. Biz, Türkiye’nin en büyük pazarının kurulduğu bir salı günü gittik Tire’ye. Böylesi ilçelerin halkından genelde bir sıcaklık beklenir misafire veya turiste karşı ve bazı küçük yerleşimlerde bu beklenti gerçekten karşılanır. Ancak Tire’de yaşayanlar, misafirperverlik ve samimiyet açısından pek çok yöre halkından farklı ve bunu her giden hissediyor. Mutlak bir samimiyet, yardımseverlik ve açık gönüllülükle karşılanıyoruz “yabancılar” olarak. Sadece Tire Köftesi’nden ve karadut reçelinden tatmak için bile günübirlik ziyaret etmeye değecek olan Tire’nin bir turiste de, bir fotoğrafçıya da, evinin alışverişini yapmak isteyen bir ev hanımına da verecek çok şeyi var. Ayrıca Tire’yi geçmişiyle tanıyan, seven ve gelecek vizyonunda Tire’nin turizmini geliştirmek de yer alan bir Belediye Başkanı var: Tayfur Çiçek. İzlenimimiz o ki, Tireliler Tire’yi de, Başkanlarını da çok seviyor. Evlerin teraslarında kanaryalar, güvercinler ve çiçekler göze çarpıyor. Rivayete göre, lale de Avrupa’ya Tire üzerinden yayılmış. Ülkemizin başka ilçelerine nazaran çok daha iyi korunmuş olmakla beraber, bazı ufak tefek şehirleşme hataları da tüm bu güzellik içerisinde göze batabiliyor. Mesela bir hamamın ana kısmı şu anda bir giysi mağazası olarak kullanılıyor. Tire’de mutlaka görülmesi gereken bir yer olan Derekahve’ye doğru çıkarken ara sokaklardan da dolaşırsanız 1950’lerden kalma modern üslubun çok zarif ve karakteristik izlerini taşıyan müstakil evler görülmeye değer. Başkan Çiçek’ten aldığımız bilgiye göre bunların çoğu Rumlar’a aitmiş. İlçe merkezinden yürüme mesafesindeki önemli yerlerden biri de İbn-i Melek’in mezarı. Hemen dibinde de Aydınoğlu Beyliğinin kurucusu Süleyman Şah’ın Türbesi bulunuyor. Müze statüsündeki, 850 yıllık kitapları bünyesinde barındıran Necip Paşa Kütüphanesi… Mimari açıdan da Tire köftesinin sırrı Tire’nin en popüler restoranlarından birinin ustası Tire köftesinin taze dananın ön kol ve kaburga etlerinden yapıldığını söylüyor. Köftenin her kilogramında sadece 10 gram tuz bulunuyor. Bir gün öncesinden hazırlanan ve terbiye edilen kıyma, ertesi gün bir daha kıyılıyor. Sol elde demir şiş, sağ elde kıyma olacak şekilde biçim veriliyor ve pişiriliyor ve şişten sıyrılıyor. Tavada tereyağda ikinci kez pişirilerek ve arzuya göre yoğurtlu, domatesli, karışık ya da sade olarak servis ediliyor. Bunun yanında keşkeği de Tire’nin ünlü yemeklerinden. Tire çeşitli ot yemeklerinin yaygın olarak yapıldığı bir ilçe: Karışık iç karması, karışık ot kavurması, sarmaşık kavurması hem evlerde sıçka yapılıyor hem de restoranlarda bulunabiliyor. Kabak çiçeği dolması da Tire’de çok sık yapılan yemeklerden. Ayrıca heybeli çorba da Tire’ye has yemeklerden. Hamur işlerine örnek olarak da lalengi (gıylangı) verilebilir. Lalengi yöresel olarak pisi pisi ve patlıcan balığı olarak anılıyor. Mustafa çorbası da yöreye ait başka bir tat. Her Tirelinin faydalarının bilincinde olduğu karadutlu peynir tatlısı da yöreye özgü sağlıklı ve harika bir lezzet. Tire pazarı Tire köylüsü ürettiği malları birinci elden buraya getiriyor. Çökelek, çamur peynir gibi süt ürünleri, köy yumurtası, dağda yetişen otlar, çeşitli şifalı bitkiler, kadınların el işleri... Pazardaki her şey pırıl pırıl parlıyor, ıspanak şehirdeki ıspanaktan daha yeşil, elmalar daha kırmızı ve diri sanki; ve herşey tertemiz. 39 Necippaşa Kütüphanesi özgün tarihi bir bina olan Necippaşa Kütüphanesi, çiçek ve ağaçların yer aldığı küçük bir bahçe içinde klasik bir Osmanlı yapısı. Üzeri kubbe ile örtülü kare bir mekanın önündeki revak kısmı da camekânla kapatılarak kütüphaneye ilave edilmiş. Kitapların bölgenin nemli toprağından etkilenmemesi için yerden yükseltilerek yapılmış olan binaya yarım daire şeklindeki bir merdivenle giriliyor ve revak bölümü geçildikten sonra kitapların bulunduğu odaya ulaşılıyor. Nadide bir el yazması koleksiyonuna sahip Necippaşa Kütüphanesi sorumlusu Ali İhsan Bey, Tire’yle alakası olmamakla beraber, Tire’ye bir sevgisi olduğu bilenen Necip Paşa’nın, kendi sahip olduğu kitaplarla birlikte bunu biraz daha geliştirterek 1826’da bu kütüphaneyi kurup buraya vakfettiğini söylüyor. Bölgedeki medreselerden, bilim adamlarından gelen eserlerle beraber, Osmanlı dönemine ait yaklaşık 3 bin adet eser mevcut. Yaklaşık 2500 tanesi el yazması olan eserlerin arasında İbni Sina’nın “Kitabüş-Şifa”sı, Kâtip Çelebi’nin “Cihannüma”sı, Şeyh Bedreddin’in “Cami’u’l-Fusuleyn”i de bulunuyor. Kütüphanede daha çok bilim adamları ve uzmanlara hizmet veriliyor. Özenle korunan eserlerle ilgili araştırma yapmak isteyenlerin kısa incelemelerine izin veriliyor, derin bir araştırma söz konusu olduğunda ise eserlerin dijital fotoğrafları sunuluyor. Verimli topraklar ve el zanaatları Tire’yi geçmişiyle tanıyan, seven ve gelecek vizyonunda Tire’nin turizmini geliştirmek de yer alan bir Belediye Başkanı var: Tayfur Çiçek. İzlenimimiz o ki, Tireliler Tire’yi de, başkanlarını da çok seviyor. 40 Tire’nin hemen her türlü bitkinin yetişmesine olanak sağlayan verimli toprakları var. Şeftali üretiminde Balıkesir ile yarışıyor Tire. Erikten şeftaliye, kividen kestaneye, cevizden pepinaya çok geniş bir çeşitlilik alanında neredeyse her şey yetişiyor. Özellikle Akyurt – Başköy’deki bir havzanın inciri alfatoksininün düşük olması ve ince kabuklu olması sebebiyle çok ilgi görüyor. Bir zamanlar önemli bir gelir kaynağı olan pamuk ise hükümet politikaları sonucunda artık yetiştirilmez olmuş. Oysa dünyanın en ince lifli pamuğu bu topraklarda yetişiyordu. Kendir ve 14 ay boyunca üretimi yapılabilen tütün üretimi de benzer sebeplerle bırakılmış. Bir zamanlar Tire’de ipek böcekçiliği, ipek dokuma yaygınmış. İpek böcekçiliğinin temeli olduğu için zamanında bolca dut ağacı dikilmiş. Şimdi ipek dokuma o kadar yaygın değil ama o dutlardan yapılan Tire’nin meşhur karadut reçeli ve tatlısı ipekçiliğin alternatif bir sonucu olmuş. El zanaatlarının hayli yaygın olduğu Tire’de Osmanlı döneminde bereli dokuma yapılırmış ve sarayın bütün çamaşır ve kumaş ihtiyacı Tire’den karşılanırmış. Bu zanaat şu anda Belediye’nin çabaları ile tek tezgahta yaşatılmaya çalışılıyor ve sipariş üzerine üretim yapılıyor. Tire’nin ünlü zanaatlarından biri olan keçecilik de devam ediyor. Bu alanda, Tire’de nesillerdir keçecilikle uğraşan Cön ailesinden Arif Cön’ün çalışmaları öne çıkıyor. Keçe sanatçısı Filiz Otyam’ın da keçelerini Tire’den aldığını öğreniyoruz. Bunun dışında pek çok tezgahta da, bere, şal, kepenek ve ayakkabı keçesi sağlayan bu geleneksel zanaat yaşatılıyor. Urgan ve halat üretimi de Tire için çok önemli. Eskiden kendir dikilirmiş Tire’de. Kendirler bağlar halinde o zamanlar tertemiz akan Menderes’e çürümeye bırakılırmış. Çürüyen o bağlar develere yüklenir, evlere getirilir, bağlaçlar kendir kısmından ayrılırmış, bunlar sicim haline getirilir, urgan halat yapılırmış. Tire’de deniz olmamasına rağmen Osmanlı donanmasının halatları burada üretilirmiş. Halen çalışan bir modern urgan halat fabrikası var. Yaklaşık 25 ülkeye Çin’e kadar ihracat yapılıyor. Türkiye’deki bütün büyük limanlara halat halen buradan gidiyor. Semercilerden de son bir kaç usta kalmış. Belediye de bu zanaatin sürmesi için onlara sembolik hediyelik siparişler veriyor. Yöreye özgü takunyalar, daha doğrusu “nalınlar” üreten nalıncılardan şu anda üretim yapan bir kişi kalmış. Sokak sağlıklılaştırma projesi kapsamında Tire’de tamamlanan ve süren çalışmalar var. Belediye tarafından restore ettirilerek butik otele dönüştürülen ve çok ilgi gördüğü için erken rezervasyonun şart olduğu “Gülcüoğlu Konakları” oldukça güzel ve huzurlu bir konaklama ortamı sunarken, ilçenin birkaç büyük oteli daha var. Tire Pazarı Tire Salı pazarı Türkiye’nin en büyük açık pazarı. İstanbul’da dahi bu büyüklükte bir Pazar yok. En büyük Pazar olması dışındaki önemli bir özelliği de buranın aynı zamanda bir üretici pazarı olması. Tire köylüsü ürettiği malları birinci elden buraya getiriyor. Çökelek, çamur peynir gibi süt ürünleri, köy yumurtası, dağda yetişen otlar, çeşitli şifalı bitkiler, kadınların el işleri... Pazardaki her şey pırıl pırıl parlıyor, ıspanak şehirdeki ıspanaktan daha yeşil, elmalar daha kırmızı ve diri sanki; ve her şey tertemiz. Geçmişte bu pazarın bölümleri varmış, portakal pazarı, kavun pazarı, çıra pazarı, dokumacılar pazarı, kadınlar pazarı gibi bölüm bölüm adlandırılırmış. Pazarın ana sokağı meyve sebze ağırlıklıyken ara sokaklara girdikçe karşımıza keçeciler, semerciler de çıkıyor. Yokuş yukarı gidince ise el işi örtülerin, oyaların bulunduğu bir bölüme varıyoruz. Yeni üretimler de var, sandıktan çıkanlar da.. Pazardaki her ürün Tirelilerin zevk sahibi bir halk olduğu izlenimini uyandırıyor. İzmir’in çeşitli semtlerinden Salı günleri Tire’ye ücretsiz otobüsler kalkması için Büyükşehir Belediyesi ile Tire Belediyesi çalışmalarını sürdürüyor. 41 SANAT Tarihi mekanlar İbn-i Melek’in mezarı Tire Müzesi Theos Mozolesi Kayıstiros Kaya Mezarları Necippaşa Kütüphanesi Kutu Han Abdüsselam (Ali Efe) Hanı Yeni (Mathius) Han Kurşunluhan (Bakırhan) Çanakçı Mescidi Ali Han Mescidi Kurt ve Doğancıyan Zaviyesi Ulu Camii Kara Hasan Camii Gucur Camii (Zaviye) Tahtakale Çarşısı Tahtakale Camii Karakadı Mecdettin Camii Yahşibey (Yeşil İmaret) Camii Yoğurtluoğlu Külliyesi Şemsi Mescid ve Ayazma Yalınayak Camii Yeni Camii Molla Arap Camii Mehmet Bey Camii Hafsa Hatun Camii Paşa Camii İbn-i Melek ve Süleyman Şah Türbesi Ali Baba Tekkesi Balım Sultan Türbesi Buğday Dede Mescidi Sire (Sır) Hatunlar Mescidi Alamadan Dede Türbesi Tahtakale Hamamı Eski Yeni Hamam Yalınayak Hamamı Sanatın İzmir’deki zirvesi EgeArt Demet ALTUNTAŞ Manzara, sağlık ve damak tadı Tire deyince, akla ilk gelen taptaze sebzeler ve otlar ile başka bir yerde aynı kalitede bulamayacağımız meşhur ot yemekleri olmalı. Tire’nin Kaplan Köyü’ndeki Kaplan Restoran da bu lezzetlerin öne çıkan duraklarından biri. Tire Ovası’na hakim yüksek bir yamaçta kurulmuş, Lütfü Çakır ve eşi Hürmüz Hanım’ın işlettiği bu restoran, hem manzarası, hem ahşap ağırlıklı samimi dekorasyonu, hem de ot yemekleriyle misafirlerine “iyi ki gelmişim” dedirtiyor. Büyükşehirlerde bulunması zor olan doğallıktaki zeytinyağı, sarmısak, limon ile lezzetlendirilmiş soğuk ya da sıcak her çeşit ot yemeği bulunuyor. Her mevsim yenebilse de bunların, en ideal zamanı, doğanın coştuğu ilkbahar ayları. Restoranın et yemekleri ve incir gibi meyvelerle yapılmış tatlıları da özenli ve lezzetli. Her haliyle özel bir yer olduğunu hissettiren bu mekanın, sahibinden dinleyebileceğiniz pek çok hikayesi var. Kaplan, Tire’deki restoranlardan en öne çıkanı, en bilineni. Kaplan Köyü’nde ve Tire’nin merkezinde bu lezzetlerin bulunabileceği, 10’un üzerinde mekan daha var. 42 E ge Üniversitesi’nin 2005 yılında başlatmış olduğu “EgeArt Sanat Günleri”nin üçüncüsü, Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, sanat eleştirmeniyazar Doğan Hızlan, İzmir Valisi Cahit Kıraç, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu ve pek çok sanatçının katıldığı tören ile 11 Aralık’ta başladı. İzmir halkının, sanatçıların ve sanat severlerin büyük ilgi gösterdiği 3. EgeArt Sanat Günleri, İzmir’in 13 farklı noktasında sanat ile halkı buluşturdu. Usta sanatçıların seçkin eserlerinin yer aldığı sergiler ve programlanan söyleşiler, paneller, canlı performanslar, dinletiler ve sahne etkinlikleri ile zenginleştirilmiş olarak, sanatçı ve sanatseverlerden gelen yoğun talep üzerine iki yılda bir organize edilerek geleneksel hale gelen EgeArt Sanat Günleri’nin ilkini 15 – 18 Aralık 2005 tarihleri arasında 25.000 sanatsever, 5 – 9 Aralık 2007 tarihleri arasındaki 2. EgeArt Sanat Günleri’ni ise 57.000 sanatsever izlemişti. 11-15 Aralık 2009 tarihleri arasında EÜ Atatürk Kültür Merkezi ile 12 paralel sergi alanında gerçekleştirilen 3. EgeArt Sanat günleri, 11-25 Aralık 2009 tarihleri arasında 12 paralel sergi alanında devam etti. Sadece ulusal değil, uluslararası önemli sanatçıları da sanatseverlerle buluşturan olan 3. EgeArt Sanat Günleri’nde 400’ü aşan seçkin sanatçı, 2000’i aşan eseriyle yer aldı. TC Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın önemli katkıları ile, İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Konak Belediyesi, TRT, Endonezya Fahri Başkonsolosluğu, Goethe Institut, Hırvatistan Fahri Başkonsolosluğu, Japonya İstanbul Konsolosluğu, EBSO, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği, İZTO, İzmir Devlet Senfoni Orkestrası ve İzmir Devlet Opera ve Balesi’nin desteklediği bu büyük sanat etkinliğine AnadoluJet, Anemon Hotels, EgeTv, Ermaş Mermer, Feast, Garanti Bankası, Hürriyet, İzmir Life, Mermertay, Milliyet, Mopak, Özgörkey, Sony, Sony Centre, Türk Hava Yolları, Vakıfbank, Yeni Asır ve Yurtiçi Kargo da sponsor olarak destek verdi. Usta sanatçılar EgeArt’ta Etkinliğin “Usta Sanatçılar” bölümünde sanatseverler; fotoğraf alanında Ara Güler, seramik alanında Hamiye Çolakoğlu, resim alanında Neşe Erdok ve baskı resim alanında Mustafa Aslıer başta olmak üzere pek çok ustanın sanatını yakından izleme olanağı buldu. Her yönüyle sanat Dünyaca ünlü seramik sanatçısı Alev Ebüzziya Siesbye’nin de bir söyleşi ile katıldığı 3. EgeArt Sanat Günleri 43 Heykel Çalıştayı’ndan doğan eserler kampüsü süslüyor Devran Mursaloğlu Adnan Varınca kapsamında onur sanatçılarının ve usta sanatçıların tanıtıldığı söyleşilerin yanında “Güncel Sanat – Sınırları”, “Sanat ve Piyasa”, “Sanatta Sahtecilik” konulu 3 önemli panel gerçekleştirildi. Onur ödülleri Türk resim sanatına yaptığı katkılardan dolayı Adnan Varınca’ya, sanata bilimsel katkılarından dolayı Prof. Dr. Gönül Öney’e ve İzmir Sanat oluşumuna kurumsal katkılarından dolayı da İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’na (İKSEV) onur ödülü verildi. Üniversitelerin Güzel Sanatlar Fakültelerinin akademisyen sanatçıları buluşuyor Ara Güler Türkiye’de Güzel Sanatlar Fakülteleri bulunan üniversitelerden; Anadolu, Afyon Kocatepe, Ankara, Akdeniz, Atatürk, Beykent, Bilkent, Dokuz Eylül, Hacettepe, Kadir Has, Marmara, Erciyes, Işık, İzzet Baysal, Mimar Alev Ebuzziya Siesbye 44 Sinan, Yaşar, Yedi Tepe, Yüzüncü Yıl, Gazi, Adnan Menderes, Mersin, Trakya ve Okan Üniversitesi olmak üzere toplam 23 üniversite çeşitli performanslarla 3. EgeArt Sanat Günleri’nde yerlerini aldı. Uluslararası katılım 3. EgeArt Sanat Günleri kapsamında bu yıl ilk kez “Yarışmalı Heykel Çalıştayı” düzenlendi. Heykeltıraşlar Malik Bulut, Özgür Turhan, Yıldız-Güner Turhan ve Ali Dirier, “Doğada ritim, sanatta ritim” temasıyla tasarladıkları eserleri kampüste kendilerine ayrılan alanda tamamladı ve eserler kampüsün belirli alanlarına yerleştirildi. Vakıfbank’ın ana sponsorluğunda Cahit Doğan, Ermaş Mermer AŞ ve Mermertay AŞ’nin sağladığı katkılar ile yapılan heykellerin yapım aşamasında bu sanata ilgi duyanlar, sanatçıları ve çalışmalarını yakından izleme şansı buldu. Çalıştaya başvuran 22 eserden 12’sinin maketleri de EgeArt Sanat Günleri süresince EÜ Prof. Dr. Yusuf VardarMÖTBE Kültür Merkezi’nde sergilenecek. Heykeltıraş Ali Dirier: EgeArt Heykel Çalıştayı’nın ilk bu sene yapılmış olması önemli bir başlangıç. Ege Üniversitesi’nin üçüncüsünü düzenlediği EgeArt Sanat Günleri, sanatın birçok dalını bünyesinde barındırmış olması, öğrenciler ile paylaşma azmi ve isteği açısından bir heykeltıraş olarak benim için çok anlamlı. Bir ay boyunca bizim için hazırlanan çalışma alanında bizi ziyaret eden öğrencilere ve izleyicilere sunabildiğimiz bir heykeltıraşın nasıl çalıştığı ve nasıl sonuca ulaştığını gösterme şansına sahip olduk. Anadolu’nun geçmiş tarihine baktığımızda bu topraklarda binlerce yıldır heykel okullarının olduğunu düşünürsek, heykel eğitiminde cumhuriyet öncesinde ne kadar geri kaldığımızı açıkça görürüz. Cumhuriyet sonrasındaki dönemde ise kurulmaya başlanan güzel sanatlar okullarının çoğalması ve heykel eğitimine verilen önemin artması çok anlamlı fakat bu okullardaki eğitim düzeyinin ilerlemesi gerekirken gerilemesi de düşündürücüdür. Almanya Konsolosluğu - Goethe Institute, Japonya İstanbul Başkonsolosluğu ve Hırvatistan İzmir Fahri Konsolosluğu da 3. EgeArt Sanat Günleri’ne katılırken; Almanya, Bulgaristan, Belçika, Fransa, Hırvatistan, İngiltere, Yunanistan, Romanya, İsrail, Japonya, Macaristan ve Kore’den gelen 20 yabancı sanatçı da eserlerini sergiledi. Heykeltıraş Özgür Turhan: Heykel çalıştaylarının Türkiye’de heykel sanatının yaygınlaşmasına önemli katkıları olacağını düşünüyorum. Ege Üniversitesi’nin birincisini düzenlemiş olduğu “heykel çalıştayı” da bu anlamda çok önemlidir. Bu ilk organizasyonun başarısı bence ilerleyen yıllarda çalıştayın uluslararası bir nitelik kazanacağının da habercisidir. Sanatın farklı dalları Lif sanatı, keçe sanatı gibi az bilinen sanat dallarının da yer aldığı 3. EgeArt Sanat Günleri sahne sanatlarıyla da zengin bir program sundu. Muhittin Yıldız & Sunshine Band Orkestrası’nın “50’lerden Günümüze Caz & Latin & Pop & Oldies Konseri”, “İzmir Devlet Senfoni Orkestrası Konseri”, İzmir Devlet Opera ve Balesi ve DEÜ Devlet Konservatuvarı iş birliği ile düzenlenen “Fourtissimo ve Sihirli Flutler Konseri”, Özgen Akçagül ve Blue Note Orkestrası’nın “Müzikte Dünya Turu Konseri”nin yer aldığı ve büyük ilgi gördüğü program kapsamında Ali Poyrazoğlu da “İçimdeki Timsah” adlı tiyatro oyununu sahneledi. Endonezya İzmir Fahri Konsolosluğu iş birliği ile gerçekleşen “Kalebendu Kukla Gösterileri” de EgeArt’a renk kattı. Heykeltıraş Malik Bulut: EgeArt ülkemizde nadir olarak yapılan sanatsal etkinliklerden bir tanesi. Sanat eserleriyle toplumu bir araya getirmek, bu birikimleri paylaşmak bir kültürdür, değerdir. Bu tür etkinliklerin sayısının artması ve sürekliliği ülkemizde sanat ortamlarının yaratılmasına ve bu değerlerin paylaşımına katkıda bulunacaktır. EgeArt etkinliği dolayısıyla İzmir’de yaşayan sanatsever, Türk sanatının önemli isimleriyle, yapıtlarıyla karşılaşma olanağı bulacaktır. Heykel çalıştayı Ege Üniversitesi’nde bir ilkti. Kampüs içinde gerçekleşen böyle bir çalışmanın amacı, doğada bir kaya parçası olarak duran malzeme hangi aşamalardan geçerek sanat yapıtı halini alıyor, bunu paylaşmaktı, bunun için sürece kampüsteki izleyiciler de dahil oldu. Kanımca bu eylem sanata daha yakınlaştıracaktır onları, bir yapıtla karşılaştıkları zaman bir fikirleri oluşacaktır, bir yorum yapabileceklerdir. Umuyoruz ki Ege Üniversitesi bu çalıştayın sürekliliğini sağlayacaktır ve gelecek yıllarda çağdaş sanat yapıtlarıyla donatılmış bir açık hava heykel müzesine kavuşacaktır. 45 “Bu bir reçeteyi arama yolculuğu” EgeArt Sanat Danışma Kurulu Başkanı ve seramik sanatçısı Tüzüm Kızılcan EgeArt’ın ruhunu anlattı: “EgeArt’ın hedefleri neler veya nasıl bir düşünceyle yola çıktık” sorusunun cevabını aradığımız zaman çok geniş bir soru kümesiyle karşılaşmamız mümkün. İzmir sanat ortamına dair birtakım okumaları doğru yapmayı “sokaktaki insanla” birlikte öğrenmek, normal hayatımızın içine sanatla ilgili bir alışverişi sokmak EgeArt’ın hedefleri arasında. Günümüzün ekonomik şartlarıyla düşünülen tek şey günü geçirmek veyahut o günü atlatmak. Dolayısıyla toplumun kültür alışverişiyle ilgili sorgulamaları hep gerilerde kalıyor; yani hepimizin yaşadığı çok ciddi zorluklar sanatla yaşamamızı kolaylaştırmıyor. Sanatla yaşayabilmek için sadece sanat eseri almak veya sanatsal aktivitelere katılmak yetmez. Kentin yaşam kültürü var. Yaşam kültürünün içine sanatı 46 sokabilmeyi başarırsak, insanlar bu keşmekeşin içinde yaşarken kendilerine vakit ayırabilirlerse sanat, yaşamlarına girebilir. 50 yıl önce bizim ortamdan aldığımız eğitim çok zengindi. Biz sergilere de gidebiliyorduk, müzelere de gidebiliyorduk ve bunları yaparken gördüğümüz her şeyi bilgi dağarcığımıza sokmayı öğrendik. Düşünmeyi öğrendik, yaptığımızı sorgulamayı öğrendik. Şu anda yaşanan bu eksiğin çözümü çok kısa süreli bir çözüm değil. Bir EgeArt’la iki EgeArt’la olacak bir şey değil. Biz birtakım doğru değerleri sunmak amacıyla yola çıktık. Bir rol modeli oluşturabilirsek, hem şehrin yaşam kültürü açısından hem sanat kültürü açısından bir artı kazanabiliriz diye düşünüyoruz. Bu değerleri, bu zenginliği, fazla ayrım yapmadan yansıtma gayretindeyiz. Bugün acaba güncel sanat etkinliklerinin varlığından kaç kişi haberdar? Biz sanat kavramı içinde güncelleşmekte olan birtakım olguları EgeArt vasıtasıyla sunmak istiyoruz. 3. EgeArt Sanat Günleri kapsamında cam sanatı da var, lif sanatı da var. Zanaat ve sanat arasında çok hassas bir ayrım var. Bu ayrımları sorgulamak sadece akademik çözümlerle mümkün değil, içinde yaşayabilmek, onu algılayabilmek gerekiyor. Sanatı sokaktaki insanın hayatının içine sokabilmek gerekiyor. Sanat, yaşamın içinde kendiliğinden var olan ama bunun yanında belli bir disiplini, belli bir eğitimi, belli bir yolu ve yöntemi olan bir olgu. İnsanlar anlamadığı şeyleri itme, reddetme eğilimindedir. Oysa sorgulanması gereken yapılan üretim midir, onu anlayamayan mı? Biz bir şeyi kavrama açısını ne kadar çok açabilirsek, ne kadar onlarla insanları tanıştırabilirsek; insanlar o kadar analiz etme ve ardından anlama sürecine girer. İnsanları bilgilendirerek ve özendirerek böyle bir noktaya getirebiliriz. 3. EgeArt Sanat Günleri böyle bir donanıma ihtiyaç duyan herkesin başvuru adresi olabilecek. Yani açlığını hisseden kişinin iştahını kabartan bir yer diye düşünün, her şey var içinde; müzik var, edebiyat var, yani bu sene bu kadarı yapılabildi. Seneye ve öbür senelere daha çok şey yapılabilir. Bu bir hazır reçete değil, buna reçeteyi arama yolculuğu diyebiliriz. Hedefe ulaşmak için bir kere daha bir kere daha denememiz lazım, sunmamız lazım. Bu sene 13 noktada aktivite var ama gönül istiyor ki İzmir için 3 gün değil de 15 gün sürsün. Tüm kente yayılan sanat etkinlikleri 3. EgeArt Sanat Günleri Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi başta olmak üzere 13 kültür merkezinde açılacak sergiler ile İzmir’e yayılacak. Paralel sergi alanları ve buralarda gerçekleştirilecek sanat etkinlikleri: • T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İzmir Devlet Resim ve Heykel Müzesi Ege’de Sanat Yaşamı Karma Sergisi Yaşar Cengiz ÇINAR “Keçe - Sanat” Sergisi ve Workshop Sunumu T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İzmir Resim ve Heykel Müzesi Koleksiyonu • İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi Sanat Galerisi Gülsün ERBİL “Sufi’nin Yaşamı” Sergisi “Murat Ali ÇELİK Anısına” Heykel Sergisi • İzmir Büyükşehir Belediyesi Tarihî Havagazı Fabrikası Vitra Seramik Sanat Atölyesi “Kişisel İzler 7” Karma Seramik Sergisi İstanbul Grafik Sanatlar Müzesi “İMOGA” Koleksiyonundan Seçmeler • Konak Belediyesi Güzelyalı Kültür Merkezi Sanat Galerisi Genç Sanat Resim Yarışması Sergisi • TCDD Alsancak Garı Sanat Galerisi Devran MURSALOĞLU “Şuursuz Dönüş” Kağıt Sanatı • Türkiye İş Bankası İzmir Sanat Galerisi “Lif Sanatı” Karma Sergisi • İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı Kalebendu Kukla Sanatı Gösterileri Endonezya İzmir Fahri Konsolosluğu İşbirliği ile... • EÜ Prof. Dr. Yusuf Vardar MÖTBE Kültür Merkezi “Doğada Ritim, Sanatta Ritim” 1. Ödüllü Heykel Çalıştayı Sergisi • EÜ 50. Yıl Köşkü Sanat Galerisi İFOD “İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği” Karma Sergisi • İTK Gazi Mustafa Kemal Paşa Kültür Merkezi - Sanat Galerisi “Çağdaş Türk Baskı Resminden Bir Kesit” Karma Sergisi • Adnan Franko Sanat Galerisi Ali Arif ERSEN Fotoğraf Sergisi • K2 Güncel Sanat Merkezi “Görüntünün Melankolisi” Resim, Fotoğraf, Video, Enstalasyon, Performans Karma Sergisi 47 KAMPÜSTE SÖYLEŞİ Sanata ve Anadolu’ya aşık bir çift Gamze KARADEMİR EROL Duygu ÖZTÜRK Filiz ve Fikret Otyam, sanatın sadece bir değil, birkaç türünü birden icra edebilen usta sanatçılar... Üstelik her ikisi de Anadolu’dan ilham alıyor. 48 E ge Üniversitesi 2009-2010 akademik yılının açılış töreninde büyük fotoğraf, yazı ve resim üstadı Fikret Otyam ile eşi, fotoğraf ve keçe sanatçısı Filiz Otyam konuk oldular üniversitemize. Eserleri, yaklaşık bir ay Prof. Dr. Yusuf Vardar -MÖTBE- Kültür Merkezi’nde sergilendi iki büyük sanatçının. Filiz Hanım, keçeyle çalışmasından ve ürettiklerinden de anlaşılabileceği gibi doğal, doğa tutkunu, Anadolu’dan beslenen, Anadolu’nun tadını, kokusunu ve dokusunu bilen bir sanatçı. Fikret Bey ise bir başka can... Açılışımıza konuk olmaları vesilesiyle büyük röportaj ustası Fikret Otyam ile karşılıklı söyleşme imkanı buldum. Röportajlarıyla ünlenmiş birine soru sormak benim için dünyanın hem en zor hem de heyecan ve mutluluk verici işlerinden biri oldu. Çok öyküsü vardı büyük üstadın anlatacak… Çok görmüş, çok yaşamış… Fikret Bey, Anadolu’ya olan sevdanızla tanınıyorsunuz? Sizi Anadolu’da en çok ne etkiledi? Ben 1926 Aksaray doğumluyum. O zaman Aksaray’da tek eczane vardı, babamın eczanesi. Tek olduğu için de oradaki hastaları, ölümleri, yoklukları ve 2. Dünya Savaşı’nı yaşadım. Derdim ki kendi kendime eğer büyük bir adam olursam, bu halka hizmet edeceğim. Doktor olmak istemem, dişçi olmak istemem, onlar başka bir şey, bu başka bir şey gazetecilik ve sanatkarlık. 1950’de gazeteciliğe başladım. 1953’te Falih Rıfkı Atay, Dünya Gazetesi Yazı İşleri Müdürü oldu. Ben de Dünya Gazetesi Yazı İşleri Müdür Yardımcısı olarak çalıştım. Falih Rıfkı Atay, “Otyam” diyemezdi, “Otyat Bey” derdi bana hep. Birgün “Kuzum çok yoruldun” dedi, “bir bilet al Hopa’ya kadar gidip gel” dedi. Ben kara çocuğuyum. Aklım doğuda, ilk defa izin verdiler kendimi doğuda buldum. Çok insanlar gördüm, çok hikayeler dinledim… Hepsi beni ayrı ayrı etkiledi. O yıldan beri doğu halkının gözü kulağı oldum. Filiz hanım, Anadolu’dan beslenen bir sanat icra ediyorsunuz: Keçe dokuma sanatı... Burada benim bir avantajım var; 25 yıldır, eski yıllardan kalma bir tezgahta dokuma yapıyorum. Şimdi o dokumalarımı keçeyle birleştirip keçenin içine dokuma gömüp yeni bir çalışma düzeni tutturdum. Birkaç tane de kendi desenlerimi kullandım. Kendi desenlerim de yine Anadolu kaynaklı. Sergide bir yeşil çalışma vardı. Bir Anadolu evinin duvarını boyamışlar. Duvarın üzerine de belki bir oraktan belki bir ay yıldızdan esinlenmiş bilmiyorum. Onun desenini çizmiş. Ben de fotoğrafını çekmiştim, onu burada uyguladım. Yine kaynak Anadolu ama çeşitli araçlar silsilesinde sonunda keçeye geçebildim. Fikret Bey, “Dünya” Gazetesi’nde, “Ulus”ta, “Cumhuriyet”te yazılar yazdınız. Şimdilerdeyse “Aydınlık”ta okurlarınızla buluşuyorsunuz... Bakın iki gazeteye şükran borcum vardır. Birisi Dünya Gazetesi, mesleğe başladığım yer…İkincisi de Cumhuriyet. Çünkü doğuya ve güneydoğuya ait röportajlarımı –dönem dönem aksaklıklar olsa da- en iyi şekilde verdi, bu nedenle halkım adına şükran borcum var her ikisine de. Hasan Cemal benim arkadaşım. Fakat bence çok kötü bir kitap oldu “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim”. Ben bunu yapmadım. Cumhuriyet benden de bunu bekledi. Bense “Aydınlık” dergisinde “Hasan Cemal Bu Nasıl Sevgi” diye yazı yazdım. Hatta Cumhuriyet bunu yayın- ladı. Ben ekmek yediğim yere ihanet eder miyim? Cumhuriyet’teyken iki çocuğum oldu. Bana ihanet ettiler, çekildim gittim. “Demokrat” diye bir gazete çıkarttık. Savaşım bir de orda devam etti.12 Eylül gördüm, 12 Mart geldi dağıldık… Ama hiç bir zaman ekmek yediğim yere ihanet etmedim. Aydınlık’ın yeri de benim için bir başkadır. Çok seviyorum Aydınlık’ı… Yazımın asla bir virgülünü bile değiştirmez, aynen yayınlarlar. Teknoloji çağın vazgeçilmezi oldu. Hızla gelişiyor ve her alanda yeni imkanlar yaratıyor. Özellikle fotoğraf alanında gelişmelere yol açıyor. Sizce bu gelişmeler fotoğrafı nasıl etkiliyor, Fikret Bey? Bakınız fotoğraf en büyük tanıktır. İnkarı kabul etmez. Şimdi şu sahtekar makinalar çıktı. Her türlü şey yapılır oldu. Benim zamanımda, ben bir olayı gördüm mü önemli olan yazıma tanıklık etmesiydi. Ama korkarak basardım denklanşöre... Niye? Çünkü film 12 tane basardı. Bazen tanıklıklarım yazıda kaldı… Bazen filmlerime el koyulmak istendi… Zordu benim zamanımda fotoğrafçılık… İlk makinenizi ne zaman aldınız? İlk fotoğraf makinemi, ilk kez Roma’ya gittiğimde 1957 yılında aldım, Ferrania marka. Param ancak ona yetti. Tepeden bakılırdı 6 x 9 film çekerdi, 12 kare. Bu makinayla 7 yıl röportajlarımın fotoğraflarını çektim. Bununla ödül de aldım. Makineyi ilk aldığımda 3.Napolyon Caddesi’nde kralın heykeli var atın üstünde, bir baloncu da balon satıyor orada. Öyle bir denk düşmüş ki sanki kral elinde tutmuş da balon satıyormuş gibi… O kareyle ödül aldım ilk makinemle. Makineye film takmak, çekimlerden sonra filmleri yıkamak… Ben o zevki yaşadım, onun tadı bambaşka. Evlendikten sonra Filiz de kursa gitti. Sonra o da başladı fotoğrafları yıkamaya, o yıkıyordu ben basıyordum… Böyle fotoğraflarla geçti ömrümüz. Tabi bu dijital makine çıktı -ben ona sahtekar makinesi diyorum- Filiz’in yeğeni meraklıymış bu makinelere, “Dubai’ye gidiyorum, bir şey ister misin” diye sordu. Bize oradan sahtekar makinesi aldı geldi. 6 ay elimi sürmedim. Bir gün gidiyorum, komşunun evinin altında tahtalarla çakılmış çitin içinde 20-30 tane keçi gördüm. Çıldırdım görünce; o kadar güzel keçiler. Geri geldim, “Filiz” dedim “Şu sahtekar makineyi bana bir öğret”. Keçilerin kuyruğunu burnunu kulağını her yanını çektim. Baktım hepsi var. Bir de bastırdık onları. Böylece tanışmış olduk dijital makineyle. Filiz’in elinde en güzel kameralar var, şimdi usta o. Yakında Adnan Polat, Filiz, yeğeni ve benim fotoğraflarımdan oluşan “4 objektif, 4 yürek” isimli bir sergi açacağız. Tuvale gerilmiş baskılar. 24 Kasım’da Çırağan’da sergilenmeye başlayacak. Sergi ondan sonra Ankara’da sergilenmeye devam edecek. Filiz Hanım, siz fotoğraflarınızı dijital mi çekiyorsunuz? Evet ben uzun zaman önce geçtim. Fikret de yavaş yavaş benim makinemi kullanıyor. Fikret Bey, resimlerinizde doğa ve insan uyumu ön planda… Doğayı daha iyi tanımak ve anlatmak için mi metropolden kaçıp yaşamak için Antalya’da Geyikbayırı Köyü’nü seçtiniz? Ben çocuk yaşlarda başladım babamın eczanesinde çalışmaya. Eczanede çalışırken bana köylüler hayvan getirirdi. Hayvan meraklısıydım; tilki, sansar, ördek yavrusu, kaz yavrusu, sincap yavrusu, kurt yavrusu, tilki yavrusu... Ben evimde onları beslerdim, onlar tüyer giderlerdi. Yani çocuk yaşlarda başladı hayvan sevgisi. Sonra sonra da bir keçi sevgisi başladı. Evimin önünden geçerken yem verirdim onlara. Biz “keçi ormanın en büyük düşmanıdır” laflarıyla büyüdük. Antalya’da 4 köylüyle ev yaptık. Hemen bahçe yaptık, çünkü ikimiz de çiçek hastasıyız. Akşamları evin etrafına keçi sürü geliyor. Akşam suya inerler, ben de akşamları çiçeklerimi sularım. O dönem henüz çit yaptıramamıştık, her yan açık olduğu halde o keçiler, bir gün olsun bizim bir çiçeğimizi yemedi. 7-8 sürü keçiden bir tanesi ağzını sürüp yeseydi o çiçeklerimi namussuz, şerefsizdi. Ama yemedi. Bende de böyle başladı keçi sevdası. Şimdiyse uzmanlar diyor ki; “Keçiler ormandan çıktığı için, keçiler o yenmesi gereken şeyleri yemediği için, mesela kurumuş otları yemediği için yangınlar iki kat daha felaket haline geldi”. Onların ne kadar vefalı olduklarını, zararsız olduklarını gördükçe daha bir keçi sevdalısı oldum. Adana’da, Urfa’da, Mersin’de binlerce 49 kare fotoğraf çektim. Bu keçi sevdam yüzünden de Ege Üniversitesi’nde Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı beni baş çoban ilan etti. Kepeneği de giydirdi, keçi yarenliği yaptım üniversitede. Elime de bir kızcağız verdi. Maalesef kaybettik onu… Şimdi 6 yıllık kızımız var Nimetçik. Onun sütünü içiyoruz, kaymağını yiyoruz. En vefalı yavru, 3 aylıktı aldığımda. Peki Filiz Hanım, Anadolu’dan beslenmek için mi Toroslar’da yaşayışınız ve şehirden uzak oluşunuz..... Bu bir plan proje dahilinde olmadı. Çünkü biz Fikret’le 35 yıldır birlikteyiz ve birlikte Anadolu’yu gezdik. Fotoğraf çektik bol miktarda, yaşadık. Onlardan biri olduk. Bir kadın hamileydi biz röportaja gittiğimizde Muş’un yaylalarında. Çocukları doğdu benim adımı verdiler. Beraber büyüdük, beraber yaşadık. Yıllar içinde özledik, görüştük, haberleştik, ilişkimizi hiç koparmadık. Onlar bizim belleğimize yerleşti. Bu birikimlerin sonunda da en iyi bildiğimiz şeyi yaptık. Evimize döndüğümüzde bu hatıramızda kalan fotoğrafları değerlendirdik, ben keçe yaptım, Fikret resimlerini yaptı.Yani Anadolu’da yaşayalım diye bir plan yapmadık, çünkü yaşam tarzımız zaten oydu. Bizim için çok daha verimli oldu. Çok daha büyük bir kentte çalışsanız yolda çok zaman kaybediyorsunuz, ama bu şekilde en azından eş dostla çok daha fazla birlikte oluyorsunuz. İlişkiler çok önemli merkezlerde. O ilişkileri sağlayacağım derken vaktinizi kaybediyorsunuz. Öbür türlü ilişkiler bizim umrumuzda olmadı. Bir dağ eteğinde yaşadık, sağlıklı yaşadık, sağlıklı beslendik. Bizim için ilişkiler önemliydi. Her şey birbirine denk geldi yani. Fikret Bey, İbrahim Çallı’nın ve Bedri Rahmi’nin öğrencisi oldunuz… Çallı, nur içinde yatsın çok değerli biriydi. Akademideki hocaların hocasıydı. Şimdi ben terbiyesizlik yaptım, geldim Anadolu’dan bir atölyeye girdim. Oradaki hoca hiç benim resmime bakmıyor. O zaman orası saraydı, sonra yandı. Bir gün “Hocam benim resmime bakar mısın?” deyince “Vay küstah sen bana nasıl işimi hatırlatırsın.” dedi, o kadar kişinin içerisinde beni kapı dışarı attı. Çıkınca da yakamdan tuttu, sarıldı biz sarayın ikinci katından birinci katına yuvarlana yuvarlana indik. Herhalde padişah bunu önceden bildiği için böyle büyük yaptırmış kırmızı halıları. Aşağı düştük, ama bu arada da hoca bana 50 bağırıyor. Gözümün önünde bir parlak ayakkabı belirdi. Kafamı kaldırdım, müdürümüz Burhan Toprak; Fevzi Çakmak’ın damadı... Hocanın sinirden ağzından köpükler çıkıyor, “Kovun bunu, gidecek buradan.” falan diyor. Neyse bana bir hafta geçici çıkarma verdiler. O da bir müdür muavini ölen ağabeyimin ahbabıymış, o sayede. Beni hiçbir atölye almıyor... Sonra Çallı “O hergeleyi bana geri gönderin.” demiş, ben de gittim Çallı’nın atölyesine. Kapıdan girmemle beraber, nutkum tutuldu, geri çekilecektim çekilemedim; karşımda çırılçıplak bir kadın duruyor. Büyük ağabeyler, ablalar resim yapıyor. Ağabey, ablalar bana sehpa, kağıt verdiler. Ben de başladım onlar gibi çizmeye. Çallı geldi baktı; “ulen” dedi “Sana kim dedi burada çalış diye. Dön arkanı.” dedi. “Buna bir ayak, bir kafa getirin” dedi. Bana bir roma başı geldi, bir de ayak. Ben 7 ay o ayağın ve kafanın resmini yaptım, desen çizdim; desenin önemine bak. Artık kusmak geliyordu içimden… Babam Kuruçeşmeli, ben de Ortaköy’de kalıyorum. Ben de aldım sehpamı gittim. Bir kahve var orada. Orada kahvede şöyle yağlıboya bir resim yaptım, getirdim ağabeylere ablalara. Çallı da haftada 2 gün gelir, bakar resimlere… O gün geldi, bakıyor resimlere şöyle perdenin arasından bir Atatürk gördü. “Açın perdeyi” dedi. Açtılar. “Kim yaptı bunu?” dedi. Besim ağabey, vardı, “Hocam ben yaptım.” dedi, “Sipariş”. Çallı, “Ulan” dedi, “Atatürk’ü biliyordum ama kömürcü çıraklığı yaptığını bilmiyordum.” dedi. Böyle tenkitleri vardı…. Derken sıra benim resme geldi. Ben hiçbir şey demiyorum. “Yahu ne güzel resim, hanginizin?” dedi. “Küçüğün.” dediler, bana hep “küçük” derlerdi. Bana bir kızdı: “Ulan, sana kim söyledi yağlıboya yap diye, bir daha yapmayacaksın.” O aralar da benim aklım fikrim Bedri Rahmi’de. Büyük ressam Cevat Dereli de Çallı’nın asistanıydı o zaman. İkinci yılımda, Cevat Hoca bana dedi ki: “Hoca seni evladı gibi seviyor, Bedri Rahmi ile çalışmak istediğini ben söyleyemem, sıkıysa sen kendin söyle”. Hiç unutmuyorum bir yaz günü, Çallı, üstünde beyaz gömlek, şöyle duvara dayanmış duruyor. Ben gittim, elini öpeceğim, konuşacağım, “Bedri Rahmi’nin öğrencisi olmak istiyorum.” diyeceğim. O meğer duymuş bunu daha önceden, ben “hocam” dedim, “defol git” dedi. O meğer izin verme şekliymiş, böylelikle Bedri Rahmi’nin de öğrencisi oldum. Filiz Hanım, iki sanatçı bir arada yaşamanın zorlukları mı daha fazla avantajları mı? İkisi de var. Fakat bütün dünyada olduğu gibi kadınlar her zaman daha fedakar olmak zorunda oluyorlar.Ben de bu kuralı bozmuyorum, dengeyi kurmaya çalışıyorum. Hırslı bir insan olmadığım için çok önemli değil, “ben mi yaptım sen mi yaptın” tartışmasına girmek. Birbirimizi eleştirebiliyoruz tabii, yakında olmanın o avantajı oluyor. Gün boyu çalışırız. Akşamları yemek masasında karşılıklı birbirimizin işlerini eleştiririz. Tabii o eleştirileri o an kabul etmeyiz. Fakat o bize bir kapı açar. Onun üzerinden başka şeyler düşünürüz. Bir de şu var: Biz ikimiz de ayrı mesleklerde eğitim aldık. Fikret resim öğrendi, uzun yıllar gazetecilik yaptı. Anadolu’ya yerleştiğimizde fiilen hala gazeteciydi. Daha az resim yapıyordu. Bense yurt dışında iç mimarlık eğitimi aldım. Biz ikimiz de kendi mesleklerimizin dışında en sevdiğimiz işleri yapmayı seçtik. Onda da yaklaşık 35 yıl oluyor, galiba başarılıyız. Ve mutluyuz. Önemli olan da o. Elimizden geleninde en iyisini yaptığımıza da inanıyoruz. Fikret Bey, resimlerinizde en çok kadınlar ve gözleri dikkatimizi çekiyor... Doğada 3 tane güzel göz vardır. Eşek sıpası gözü, ceylan gözü, bir de Doğu Anadolu kadınının gözü. Genleri nasılsa, onların gözleri çok sürmeli. Bir de üstüne kendileri sürme çekerler. Bir gün Filiz’le Yemen’e gittik. Nereye gitsek herkes sürmeli, erkekler bile... Babamın silah arkadaşının oğlu Avni Bey bizi gezdiriyor. Benim de gözümde arpacık çıktı. “Avni Bey” dedim, “Bir eczaneye gidelim de bir ilaç alayım”. “Yok efendim, ben ona mil çekeceğim.” dedi. Penisilin şişesinin içinde siyah bir toz getirdi. Fil dişine batırılmış mili “Bismillah” diyerek sürdü gözüme: “Yarına mümkün değil kalmaz.” dedi. Hakikaten sabaha baktım hiçbir şey kalmamış. Orada berber dükkanının önünde fotoğraf çektirdik Filiz’le. 4 metreden benim gözlerimin sürmeli olduğu belli oluyor. Çıkmadı da günlerce... Anadolu kadının gözleri zaten sürmeli, bir de ben onları biraz abarttım. Benim imzam gibi oldu. Bir de Nazım şiirinde diyor ya: “bizim kadınlarımız”... Benim dikkatimi “bizim kadınlarımız” çekti. Anadolu’da hep kadınlar çalışır, erkekler yan gelir yatar, çay, kahve... Kadınlar, sabahın köründe kalkar, ekmeği yapar, aşı hazırlar, çoluğunu çocuğunu doyurur, hayvanları besler, tarlada bağda bahçede çalışır, kadınların hayatı bu. Sonra bir çocuk, oğlan olmadı mı bir çocuk daha, olmadı mı bir çocuk daha... Bizim Urfa’dan canımız ciğerimiz bir Haticemiz vardı, iki kız çocuğu vardı. Birgün ta Urfa’dan mektup gönderdiler bana “Hatice nihayet erkek doğurdu.” diye... 1950’lerde gazeteciliğe başladığınızdan beri Anadolu’da neler değişti?.... Neler olmadı ki... Ne fotoğraflar çektim... Neler gördüm, geçirdim... Hepsi kitaplarımda ayrı ayrı anlatılıyor, özetlemek çok zor. Mesela yıllar önce Antakya tarafında bir adam yamaçta keçi sürüyordu, yanına gittim baktım yakasında istiklal madalyası var... Güneydoğuda bazı yerlere arabayla gidemezsin, vasıta yok. Köyde evler Fırat’ın kenarında. Ben 6 traktör iş lastiğiyle yapılmış salla, köyleri dolaşıp röportaj yapıyordum. Bir yere geldik tarla sürüyor karı koca, bazen öküzle beraber kadın çekiyor bazen adam. Kadınların ellerinin fotoğraflarını çektim, hep çapadan çalışmaktan yara olmuş, kına sürmüşler yaraları iyileştirsin diye. Bunları yaşadım gördüm, dolayısıyla tercihim o kadınlar olacaktı ve oldu da... 25 Mayıs 2005’te yapılan “Süt Keçiciliği Ulusal Kongresi’nde, Fikret Otyam, dönemin Ziraat Fakültesi Zootekni Bölüm Başkanı Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı (ortadaki) tarafından “Başçoban” ilan edildi. 51 MAKALE Yrd. Doç. Dr. Engin ÖNEN Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Elif Şafak’ın “Aşk” romanı neden bu kadar tuttu? Bu soruya kısaca “reklam” şeklinde yanıt verenler de edebi gücünün bunda rol oynadığını ileri sürenler de oldu. Ancak ne tek başına reklam ne de edebi gücü, Aşk romanının, tüm zamanların en çok satan (veya okunan) kitabı haline gelmesini tek başına açıklayıcı olabilir. Çünkü hem edebi yönden çok önemli ve/ veya reklamı bol bazı kitapların bu denli tutmadığı gerçeği ortada. Aşk sayesinde, neredeyse, hep imrendiğimiz ecnebiler gibi plajlarda bile kitap okumaya başlamış olmamızın açıklaması daha karmaşık ve çok faktörlü analizlere muhtaç gözükmektedir. Kitapların çok satması bazen dönemin toplumsal ruhuna, ihtiyaç ve arayışlarına denk düşmesinden de kaynaklanabilir. Örneğin, Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkler” kitabının popülerleşmesinde de bu gerçeğin payı vardır. Yani bizi hayata bağlayan, tutunma ihtiyacımızı karşılayan, yön gösterip, davranışlarımızı kontrol eden bazı değerlerin ortadan kalkmakta olduğu veya en azından tehdit altında olduğu algısı, güvenlik ve sığınma ihtiyacına yol açar. O zaman bazı değerlere sığınma ve onları yeniden üretme ihtiyacı duyarız. Bu bir kriz veya anomi halidir. Aşk’ı da bizim hayata tutunma ihtiyacımızı karşılayan ve onu anlamlı kılan değerlerden biri olarak görüyorsak, o halde, onu yitirme kaygısının, bizi aşk arayışına, hatta ona evrensel temeller bulma çabasına yönelttiğini düşünmek, konuya ilişkin açıklama biçimlerinden biri olabilir. Yani Elif Şafak’ın romanı bize, aşk’ı zamandan (13. yüzyıldan 21. yüzyıla) ve mekândan (Doğu Batı ekseninde) bağımsız ortak bir duygu ve değer olarak sunuşuyla, bir ölçüde bu arayışımıza yanıt veriyor, yüreğimize su serpiyor olabilir mi? Zamandan ve mekândan bağımsız, evrensel bir duygu veya değer olamayacağı varsayımından Aşkın postmodern çağı hareket ederek, aşkın tamamen yok olup gittiğinden değil ama belki başka bir çağa girdiğinden söz etmek mümkün gözüküyor. Tüketim toplumunun eskitme ve bir an önce tüketmeye yönelik değerleri (kullan at, yenisini al), iletişim ve ulaşım teknolojilerinin mekânsal mesafeyi ortadan kaldırması, büyük kentlerdeki yaşamın ritmi, bütün sosyal ilişkilerimizi alt üst etmedi mi? Evimizle, sokağımızla, kentimizle ve işimizle kurduğumuz bağ eskisi kadar anlamlı mı? Büyüdükçe bize dar gelen şehirlerimizin duygusal dünyamıza etkileri kaçınılmazdır. Çağımızda kök salma sorunu sadece mekânla olan ilişkimizde ortaya çıkmıyor. Kök salmama/salamama aynı zamanda bütün sosyal ilişkilerimizde; dostluk, akrabalık, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerimizde de net bir şekilde kendini gösteriyor. Öte yandan, üretim dünyasına giderek egemen olan esnek üretimin duygularımızı da esnetmesi Aşk evrensel bir duygu mu? İnsanların büyük bölümü kendi gençliklerinden beri aşkın nasıl bir şey olduğunu bilirler. Aşk ve romantizm, çoğumuz için, yaşadığımız en yoğun duyguları ortaya çıkarırlar. İnsanlar neden aşık olur? Bunun yanıtı ilk bakışta apaçık görülebilir. Aşk, iki insanın birbirleri için duyduğu karşılıklı fiziksel ve kişisel bir bağlanmayı dile getirir. Bugünlerde, aşkın ‘sonsuza kadar’ süreceği düşüncesine kuşkuyla bakabiliriz. Aşık olmanın evrensel insan duygularından doğan bir deneyim olduğunu düşünme eğilimindeyizdir. Birbirine aşık olan bir çiftin ilişkilerinde kişisel ve cinsel doyumu, belki de evlilik biçiminde istemeleri doğal görünmektedir. Yine de, bugün bize apaçık görünen bu durum aslında sıra dışıdır. Aşık olmak, dünya üzerindeki insanların büyük bölümünün yaşadığı 52 şaşırtıcı olmayacaktır. O halde, bedene bu denli hareket şansı tanıyan koşulların, bu olanağı ruhumuzdan da esirgemeyeceğini düşündüğümüzde, yeni bir aşk türü için gerekli altyapının ortaya çıktığından söz edebiliriz. Çok fazla genellemeye elverişli olmasa da bu yeni aşk türünün, metropol insanının zihniyet ve duygu dünyasının ürünü olduğu söylenebilir. Önce Georg Simmel’in metropol insanına yönelik değerlendirmesini hatırlayalım: “…metropol insanı, dar kalıplarla ve önyargılarla sınırlanmış kasaba insanına karşılık, maneviyatının ve beğenilerinin gelişmiş olması anlamında ‘özgür’dür. Birey geniş çevrelerdeki zihinsel hayat koşullarını, karşılıklı mesafe ve kayıtsızlığı, kendi bağımsızlığı üzerindeki etkisi bağlamında en çok, büyük kentin kalabalığında hisseder.” Burada anahtar kavramlar mesafe ve kayıtsızlıktır. Ayrıca derinlik duygusunun yitirilmesi anlamında yüzeyselliği de bunlara ekleyebiliriz. Doğal olarak böyle bir çağda kendini gösterecek yeni bir aşk türü, gelip geçicilik, yüzeysellik ve dayanıksızlık gibi özellikler taşıyacaktır. Bunun sayısız örneklerini çevremizdeki ilişkilerde görebiliriz. Ayrıca her bir dönemin sevgi ve aşklarını az çok temsil edebilecek ürünler olarak, şarkı sözlerinde de bunun izlerine rastlayabiliriz. Doğa üzerindeki egemenliğimiz arttıkça ve kendimizi, aslında bir parçası olduğumuz, doğadan ayrı düşündüğümüz ölçüde, doğa, aşkımızın ilham kaynağı olmaktan da uzaklaşıyor. Örneğin doğa, şarkı sözlerini önemli ölçüde terk etti bile. Başı dumanlı ve sıra dağlar, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, telli turnalar, kınalı keklikler ayrılıkların, aşkımızın, hasretimizin sembolleri değil bir süredir. Aşk, çağrışımlarını doğadan almaz oldu. Sevgili, papatya gibi beyaz ve ince değil bir süredir, ceylan gözlü olduğu da söylenemez. Yağmurun sesi çok zamandır aşka davet bir deneyim değildir…Romantik aşk düşüncesi toplumumuzda, yakın zamanlara kadar yaygınlaşmamıştı; diğer kültürlerin büyük bölümünde hiç var olmamıştı. Aşk ve cinsellik, sadece modern zamanlarda birbiriyle yakından bağlantılı görülür oldu. …Ortaçağ Avrupa’sında hemen hemen hiç kimse aşık olduğu için evlenmemişti. “Kişinin karısını duygusal olarak sevmesi, zinadır.” bir Ortaçağ deyişidir. O günlerde ve daha sonraki yüzyıllarda, erkekler ve kadınlar, esas olarak mülkiyeti elinde tutabilmek veya çiftliğinde çalışacak çocuklar yetiştirmek için evlenirlerdi. Evlendiklerinde birbirlerine yakın olabilirlerdi, ancak bu evlilikten sonra olabilirdi, önce değil…Romantik aşk en iyi ihtimalle bir zayıflık, en kötüsüyle de bir tür hastalık diye görülmekteydi. (Anthony Giddens, Sosyoloji, Ayraç Yayınevi, 2000) etmiyor. İletişim ve ulaşım teknolojilerinin bu denli yoğun kullanıldığı bir dönemde, dağlar hasrete gerekçe gösterilebilir mi? Şarkı sözlerini terk eden hasret, sıla ve gurbet gibi kavramlar da bize yeni dönem aşk türü hakkında ipuçları vermektedir. Daha da önemlisi aşka derinlik katan ve onu besleyen özlem, ayrılık acısı, unutamama, acı çekme yeni dönem aşkın başat duyguları gibi gözükmüyor. Aşk’ı kara sevda olarak tanımlamak pek mümkün olamasa gerek. Yeni aşkın rengi olsa olsa tozpembe olabilir. Kara’ya göre daha dayanıksız olan pembe de kolay solabiliyor ve geriye tozu kalıyor çaresiz. Postmodern dönemin aşkına, gelip geçicilik, bağlılığın zayıflaması, vazgeçmenin ve unutmanın kolaylaşması ve duygulardaki derinlik yitimi de eşlik etmektedir. Bu aşk türünde, ayrılık sevdaya dâhil değil. Çünkü Atilla İlhan’ın sözlerinde olduğu gibi, ayrılanlar artık sevgili değil. Doğal olarak ayrılığı, “ölümden beter” diye veya terk edilmeyi “beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” yoğunluğunda bir çaresizlik olarak tanımlamak gerekmiyor. Onun yerine, “hemen yeni bir aşk bulunur, yerin çok çabuk doldurulur” dönemin ruhunu daha iyi yansıtan sözlere dönüşüveriyor. Kalbimizin de dünyanın hızına ayak uydurmaya çalıştığı bu çağda, “bir şarkısın sen ömür boyu sürecek” veya “beklerim yolunu aylar boyunca, yeter ki gel bana, senede bir gün” sözleri âşıklara hitap edebilir mi? Yüreğinin (ki bu yüreğin yerinde duramayan bir yürek olduğu malum) götürdüğü yere git kuşağı, aylarca bekleyemez ve senede bir gelmeye hiç razı olamaz. Onun yerine yeni şarkı sözleri ortaya çıkıyor zaten. “Keyfini bekleyemem, söyle senin anan güzel mi” gibi. Bu sevgiliye “ben nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca” sözleri de hitap edemeyecektir. Bekleyemeyen, sabredemeyen ve sıkılgan sevgili ne yapar? Sıkılgan sevgili böyle durumlarda az önce tekrarlandığı gibi, bu durumu “yerin çok çabuk doldurulur” veya “sende kaybettiklerimi başkasında ararım” şeklinde karşılayacaktır. Yani postmodern âşık, sıkıntıya gelemeyen ve sıkılan bir kişiliktir. Kolay kazanır, kolay harcar. Kolay elde eder, kolay terk eder. Postmodern aşkın temposu ve gelip geçiciliği içinde, hatıra biriktirmeye ve hayaller kurmaya da fırsat yoktur. Çünkü çoğu zaman aşkın bunları başarabilecek kadar geleceği yoktur. Onun için hatıra ve hayaller aşkı besleyemez oldu. Son kullanma tarihleri giderek kısalan aşklar, ayrılık acısı çekmek yerine, genellikle hemen yenisine geçmeyi tercih eder olmuştur. “Ayrılık, ölümden beter” olmadığı gibi, yeni sevgiliyi koluna takma ve Bebek’te üç beş tur atma ve hatta bir de sinema yaparak unutkanlığını gösterme fırsatı bile veriyor. Sevgili serisinin son halkasını meşrulaştırmak da bazen çağa uygun benzetmelerle yapılabiliyor: “Yazılır bu kalp sana alo, senden öncekiler demo.” Postmodern aşk (ilişki), girişi çıkışı kolaylaştıran bir yapıya sahiptir. Tüketim toplumunun “kullan at” anlayışının başat olduğu bu ilişki türü, anlık tatmin, hızla bitirme ve yeniden başlamayı kolaylaştıran bir özellik taşımaktadır. Aşkla ilgili deneyim sayısının artmasını çapkınlıkla ve özellikle kadınların da çapkınlaşması ile açıklayanlar bulunmaktadır. Ancak söz konusu ilişki bolluğu ve aşkın kısa süreli cinsel ilişkilere, sevişmelere indirgenmesi çapkınlığın artışı ile açıklanamaz. Çünkü çapkınlık, belli norm Aşkın iki evresi Marcel Proust aşkın iki evresi olduğunu söylemişti. Ona göre, aşkın ilk evresi, yaygın biçimde ‘aşka düşme’ olarak adlandırılan evredir. Bu evrede aşk bir yazgı gibi yaşanır. Burada ‘Öteki’nin büyüsü altındayızdır. Karşımızdakinin ‘gerçekliği’nin, ‘gizemi’nin etkisi altındayızdır. ‘İlk bakışta aşk’ da diyebiliriz buna. Doğal olarak, daha sonra aşk da, biz de ‘olgunlaşırız’. Gözlerimizdeki perdeler yavaş yavaş kalkar. Yanılsamalar teker teker açığa çıkar. Zamanla ‘Öteki’nin erdemi olarak gördüğümüz şeylerin gerçek kaynağının kendimiz olduğunu fark ederiz. Bizde aşka sebep olan şeyler, fark ederiz ki, aslında bizim yarattığımız yanılsamalardır. Aşkın ‘dışsal bir gerçekliğe’ sahip sahici bir şey olmaktan uzak, salt ‘öznel bir haz’ olduğunu öğreniriz. Aslında kendimizi sevmişizdir. Gözlerimizi ‘karartan’ aşk gitmiş, olgunlaşmış, ‘aydınlanmış’ızdır. Proust’a göre, bu ‘kalıp’ aşkın her halinde tekrarlanır. Hem de aşkın özel tarihinde, hem de bir kişinin hayatının farklı evrelerinde yaşadığı aşkların genel tarihinde tekrar eden bir ‘kalıp’tır bu: Kapılırız ve kurtuluruz; aldanırız ve ayrılırız. Ancak şu eklenmelidir: Gençliğimizde-yani, Aydınlanma öncesinde aşk daima ilk evresinden başlar. Aldanırız ve ayrılırız. Büyüleniriz ve uyanırız. Bu evrede aşık defineciye benzer. Gerçek bir hazinenin peşine düşmüştür. Bu hazinenin izlerine rastladığını düşündüğü her yeri inançla ve inatla kazar. Kaderi boşluktur elbette. Ancak asla heyecanını yitirmez. Derhal başka izlerin peşine düşer. Hatta denebilir ki, zamanla hazineden çok, onun izlerine meftun olmuş gibi dolanıp durur ortalıkta. Bulur, kazar. Bulur, kazar. “Bu da değil!”“Bu da değil!” Defineciyi umutsuzluğa iten bir yakınma değil, umuda kışkırtan bir yaklaşma hissidir bu. Ancak olgunlaştığımızda, yani aşkın kendimizden kaynaklanan bir yanılsama olduğunu fark ettiğimizde, aşkın ilk evresinin bu ‘ebedi’ tekrarı imkânsızlaşır. Yine tekrar tekrar aşık olabiliriz elbette; ancak aşkın ilk evresini atlayarak… Proust’un ‘ikinci evre’ dediği yerden başlamak kaydıyla… Bu evrede, aşk tutkusunun ateşi sönmüş; ancak, aşk arzusu’nun alevleri yükselmiştir. Kısacası, bu evre derin bir paradoksla damgalanmıştır. Beyhude olduğunu bildiğimiz bir umudun peşine düşmüşüzdür. Daha doğrusu, aşkta bizi çeken şeyin gerçek değil de, beyhude bir hazine olduğunu fark etmişizdir. Hazine gitmiş, ancak cazibesi kalmıştır. Boşluğun kendisine kapılmışızdır kısacası. Melankolinin temelinde de bu yaralı bilinç vardır zaten. Artık bir defineci gibi değil de, bir koleksiyoncu gibi düşünmeye ve davranmaya başlarız. Şimdi aşkı bir bütün olarak ‘Öteki’nde bulmak ve yaşamak değildir amacımız. Bunun beyhude bir tutku olduğunu nihayet anlamışızdır. Tek amacımız, aşk ihtimallerini değerlendirmek; farklı kişilerden aşkın türlü hallerini derlemek toplamaktır sadece: “O da!”“Bu da!” Deneyimlerini, aşklarını olumsuzlayan, ancak aşkı teyit eden definecinin yerini; deneyimlerini, yani aşklarını teyit eden, ancak aşkı olumsuzlayan koleksiyoncu almıştır. (Şükrü Argın, “Beyhude Hüzün, Biçare Melankoli”, Mesele Dergisi, sayı 1) ve değerlerin hakim olduğu koşullarda, bir sapma durumudur. Oysa postmodern koşullarda söz konusu olan çok sayıda ilişki bir sapma sayılamaz. Daha çok norm ve değerlerin ilişkilerimizi denetim altına almakta zorlandığı anomik bir ortamdan söz edebiliriz belki de. Onun için çapkınlığın, mevcut ilişki bolluğunu açıklamak şöyle dursun, bu dönemde anlamını yitiren bir kavram olduğunu ileri sürmek bile mümkündür. Toplumsal kontrol mekanizmalarının aşk ve sevişme koşullarını denetlemekte zorlandığının göstergelerinden biri de, artık film ve şarkılarda sık sık karşımıza çıkan kader ve kahpe feleğin devre dışı kalmasıdır. Kavuşamamanın önündeki engeller arasında sayılan kötüler, töre, gelenek vb. sosyal engeller, postmodern aşkta, engel değil artık. Kısacası kader ve kahpe feleğin işlemediği bir aşk türünden söz ediyoruz. Postmodern aşk, kader ve kahpe feleğin müdahalelerinden muaf bir aşktır. Bu aşkın çok inişli çıkışlı bir duygu olduğundan söz edilebilir ama bir değer olduğunu söylemek güçtür. Bütün bunlardan hareketle yepyeni ve homojen bir aşk çağında olduğumuzdan söz edemeyiz. Bütün bu gelip geçicililik, yüzeysellik, yönsüzlük ve eskitmeye dayalı ilişkiler, yeni bir döneme girdiğimizi göstermekle birlikte, eş zamanlı olarak kara sevdaların ve büyük hasretlerin de tamamını henüz ortadan kaldırmış sayılmaz. Şüphesiz, “ateş et ve unut, arkanı dön ve çık” türü aşkların yanında halen “hafife alma, aşk vurur insana, delikanlım” aşklara da bu çağda rastlamak mümkün. Kaldı ki, giderek yaygınlaşan ve bizim burada postmodern şeklinde tanımladığımız aşk türünü de tam olarak kategorize etmek, bunun üzerinden genellemelere gitmek oldukça güç gözüküyor. Çünkü devreye çok farklı değişkenler girmekte ve ortaya çok karmaşık bir tablo çıkmaktadır. Üstelik henüz, olaya 3G de dâhil olmadı. Belki de son sözü yine bir şarkıya bırakmakta yarar olabilir. “Aşk seni bulabilir de, uzakta durabilir de, samimi oluyor derken mesafe koyabilir de, (artık) bu böyle.” 53 2005 yılından beri kazılan “evsel mekânlar” tapınak alanının etrafını çeviren kerpiç duvarın hemen batısında başlamaktadır. Urartu kale kazılarında genellikle tapınak ve payeli salonlar gibi anıtsal yapıların kazılmış oluşu ve bu alanlardan elde edilen buluntuların dikkate alınarak Urartu sanatı ile ilgili sonuçlara varılmak istendiği bilinmektedir. Kaleler içinde yaşayan seçkin sınıfa hizmet eden daha alt derecedeki sosyal sınıflara ait kişilerin buluntuları ve bu buluntulardan elde edilen veriler, Urartu sanatının daha farklı bir açıdan değerlendirilmesini sağlamıştır. Ayanis evsel mekânlarından elde edilen veriler kale içlerinde sadece kralın eşyalarının olmadığını, günlük işlerde kullanılan çok farklı işleve sahip eşyaların da bulunduğunu göstermiştir. 2005–2009 kazı sezonunda ortaya çıkartıldığı kadarı ile şimdilik dokuz adet mekân burada yer alan yapının bazı bölümlerini oluşturmaktadır. Kare veya dikdörtgen planlı mekânların bazıları birbirleri ile kapılar veya açıklıklar ile ilişkilendirilmiştir. Evsel mekânların tabanı üzerinde tüm kaplar ve içinde akdarı bulunan örme bir sepet, tunç ve demirden yapılmış iki adet kılıç bir kale kazısında ortaya çıkartılan ilk örneklerdir. Demir kılıcın yanında bulunan kemikten yapılmış ve üzerinde “hayvan üslubu” özellikleri taşıyan bir at betimlemesinin bulunduğu yuvarlak biçimli eser kılıcın kabzasını sonlandırmış olmalıdır. Kılıçların ve bunlarla birlikte dağınık halde bulunan çekiç, mobilya parçaları, mobilyayı süslediğine inanılan mavi renkli küçük taşların olasılıkla yıkılan üst kattan aşağıya düşmüş olması mümkündür. Evsel mekânlar içinde ortaya Ayanis Kazıları Prof. Dr. Altan ÇİLİNGİROĞLU Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Van Ayanis Kalesi kazıları 1989 yılından beri Ege Üniversitesi Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi Anabilim Dalı elemanları tarafınca yürütülmektedir. Kazı ekibi içinde ABD ve İtalya’dan gelen meslektaşlarımız da görev almaktadır. 150X400 m.lik bir alanı kaplayan kalenin etrafını taş temel üzerine inşa edilen kerpiç sur duvarları çevirir. Kalenin güneydoğusundaki anıtsal kapı yapısının önünde bulunan çivi yazılı kitabede, kalenin Argişti oğlu Rusa tarafından (II. Rusa) inşa edildiği, kale içinde hangi yapıların var olduğu ve kentin adının da “ Rusahinili Eiduru-kai” (Süphan Dağı karşısındaki Rusa Kenti) olduğu belirtmiştir. Rusa kenti kale ve kale çevresinde inşa edilmiş 80 hektar büyüklüğündeki Dış Kent’ten oluşur. Yazıtta E-BARA olarak sözü edilen yapı kalenin en yüksek noktasında yer alan “tapınak alanı” olmalıdır. 1987 yılında bu alan içinde bulunan kare planlı çekirdek tapınak bu yapı bütününe aittir. Çekirdek tapınağın ön cephesinde bulunan toplam 86 satırdan oluşan çivi yazılı yazıt, Urartu’nun en uzun tapınak yazıtı olmasının yanında, kral II. Rusa dönemi ile ilgili tarihi, sosyal ve dini açıdan bilgi vermesi açısından da önemlidir. Yazıtta farklı ülkelerden Urartu topraklarına nakledilen insanlar için bu kentin kurulduğu, kale ve dış kent dışında bağlar ve bahçelerin hizmete açıldığı vurgulanmaktadır. Nüfus aktarımının yapıldığı ülkeler arasında Hate (Hitit ülkesi), Muşki (Frig ülkesi), Etiu (Kafkasya bölgesi) ve Asur ülkesi başta gelmektedir. Tapınak alanından ve tapınak depo odalarından elde edilen kalkan, sadak, miğfer, kılıç, mızrak ve ok ucu gibi yüzlerce adak silahları ve diğer buluntular Urartu sanatı ve dini gelenekleri ile ilgili etraflı bilgi sunmaktadır. 54 Ayanis kazılarında ortaya çıkan depo odaları ve küpler çıkartılan kolye, cımbız, rastık kalemi ve kilitli iğne gibi eşyalar bu mekânlarda yaşayan kadınlara ait olmalıdır. Herhangi bir Urartu kalesinde yaşayan veya görev yapan insanların dini nitelikli yapıların yanında evsel yapı veya mekânlara ihtiyaçları olması gereklidir. Bir kale içinde din adamlarının dışında yöneticiler, askerler ve hizmetlilerin yaşamış olduğu gerçeği bu insanlara hizmet edecek evsel mekânların var olmasını zorunlu kılmaktadır. Bir başka deyişle kaleler sadece görkemli tapınak veya salonlardan, anıtsal büyüklükteki depo odalarından ve bu alanlar içinde yar alan saygınlık mallarından ibaret değildir. Kalelerin bazı bölümlerinde evsel nitelikli yapıların ve bu yapılar içinden çıkan evsel buluntuların var olması kaçınılmazdır. Ayanis Kalesi’nde Tapınak Alanı’nın batısında kazılan ve ortaya çıkartılmaya başlanan mekânlar yukarıda sözü edilen evsel mekânlardır. Bu mekânlardan elde edilen veriler Urartu arkeolojisinde pek fazla kazılmayan ve buna bağlı olarak irdelenmeyen günlük yaşam ve bu yaşamın geçtiği mekânlar ile ilgili bilgi sunmaktadır. Evsel mekânlar ile organik bir bağı bulunmayan “merasim koridoru” son yıllarda Urartu sanatı ile ilgili “ünik” eserlerin bulunduğu alandır. Korido- 2005 yılından beri kazılan “evsel mekânlar” tapınak alanının etrafını çeviren kerpiç duvarın hemen batısında başlamaktadır. Elde edilen veriler, kale içlerinde sadece kralın eşyalarının olmadığını, günlük işlerde kullanılan çok farklı işleve sahip eşyaların da bulunduğunu göstermiştir. Kale içinde kazısı yıllardan beri devam eden bir başka alan “Batı Depo Mekânları” olarak adlandırılan bölümdür. Kalenin batısında yer alan ve doğu-batı yönünde uzanan bir anıtsal duvarın iki yanında (kuzey ve güney) duvarın ana destek duvarı olarak kullanılması ile inşa edilen, en az iki katlı bir yapının bodrum katında günümüzdeki sayıları ile 9 adet dikdörtgen planlı mekân ortaya çıkmıştır. Bugüne kadar toplam 246 adet anıtsal küp ve yüzlerde depo kabının bulunduğu mekânlar kalenin ekonomik yapısı ile ilgili bilgi veren verileri ortaya çıkarmıştır. Üzerlerinde çivi yazısı ile kapasiteleri belirtilen küplerin sadece bu alanda 250000 litre yiyeceği depo ettiği anlaşılmaktadır. Depo küpleri yanında bulunan çivi yazıtlı mühür baskıları (bullalar) malların kimler tarafından ve hangi bölgelerden gönderildiklerini göstermektedir. Kalenin doğusunda yer alan ve “Doğu payeli salonu” olarak adlandırılan anıtsal yapı tapınak kompleksi ile ilişkilidir. Ortaya çıkan ve kuzeygüney doğrultusunda uzanan beş adet paye (2.56X2.56 m.) bu alanda çatısı payelerle taşınan bir yapının varlığını kanıtlamıştır. Yapı olasılıkla rahip ve rahibelerin ikamet ettiği bir alandır ve bodrum katları farklı formdaki binlerce çanak çömleklerin depolanması için kullanılmıştır. Bu yapı Ayanis Kalesi’nde bulunan bir bulla üzerinde adı geçen “aşihusi” binası olmalıdır. Yazıtta bu binanın yapıldığı yıl ilgili yıla adını vermiş ve söz konusu yıl “aşihusi binasının inşa edildiği yıl” olarak adlandırılmıştır. “Aşihusi” yapısının ne anlama geldiği kesinlik kazanmamış olsa da depo mekânları da olan dinsel içerikli bir yapı bütününü ifade ettiğine inanılır. Kalenin batısında yer alan ve doğu-batı yönünde uzanan bir anıtsal duvarın iki yanında (kuzey ve güney) duvarın ana destek duvarı olarak kullanılması ile inşa edilen, en az iki katlı bir yapının bodrum katında günümüzdeki sayıları ile 9 adet dikdörtgen planlı mekân ortaya çıkmıştır. 55 Yirmi yıldan beri arkeolojik kazıları devam eden Van ili sınırları içindeki Ayanis Kalesi araştırmaları Urartu tarihi ve sanatının anlaşılmasında ve yeniden yorumlanmasında önemli bir paya sahiptir. 56 run kerpiç duvarları boyandıktan sonra altın rozetler ve taş mozaikler ile süslenmiştir. Rozetlerin arkalarındaki iğneler duvarlara monte edilmesini sağlamakta idi. Koridor içinde bulunan som altından yapılmış bezemeli bir asa üzerinde bir Urartu kraliçesinin adı ilk kez karşımıza çıkmaktadır. Yazıtta asanın II. Rusa’nın eşi kraliçe Kakuli’ye ait olduğu belirtilmiştir. Kakuli adı Urartu yazıtlarında, kral Menua’nın karısı Tariri’den sonra, adı geçen ikinci kadın adıdır. Koridorun güneyinde 2009 kazı sezonunda kazılan alanda gün ışığına çıkartılan keramik eserler Urartu çanak çömlek sanatını yeniden değerlendirmemizi gerekli kılacaktır. Birçoğu kırılmamış durumda bulunan yüzlerce kırmızı perdahlı kabın yanında çok sayıda krem renkli kap detaylı araştırmayı beklemektedir. Urartu kralı Argişti oğlu Rusa (II. Rusa) M.Ö.685 yılında Urartu tahtına geçmiştir. Saltanatı sırasında krallığın farklı bölgelerine beş kale (Karmir-blur, Bastam, Kef Kalesi, Toprakkale ve Ayanis) inşa etmiştir. M.Ö.673 yılında inşa edilen Ayanis Kalesi kralın inşa ettirdiği son kaledir. Ayanis Kalesi’nde Urartu egemenliği yaklaşık olarak M.Ö.650 yılları arasında sona ermiş ve bu tarihten sonra kale Urartulular tarafından bir daha kullanılmamıştır. Kalenin yıkılışı ile ilgili kesin veriler yoktur. Yıkılışın göçebe kavimler (İskitler) tarafından gerçekleştirilen bir saldırı ile olabileceğini savunanlar vardır. Kazılardan elde edilen veriler yıkılışın deprem gibi bir felaketin sonunda gerçekleşen bir yangın ile olabileceği konusunda bilgi vermiştir. Olasılıkla kale bu deprem ve yangın sonrasında Dış Kent’te oturan halk tarafından yağma edilmiştir. Kalenin farklı sektörlerinde yürütülen kazılar kalenin Orta Çağ’da (MS 10–11 yüzyıl) tekrar iskân edildiğini kanıtlamıştır. Yirmi yıldan beri arkeolojik kazıları devam eden Van ili sınırları içindeki Ayanis Kalesi araştırmaları Urartu tarihi ve sanatının anlaşılmasında ve yeniden yorumlanmasında önemli bir paya sahiptir. Urartu sanatı ile ilgili yapılmış ve bilim dünyasında uzun yıllar kabul gören birçok önerinin yeniden değerlendirilmesinin yapılmasında ve bu önerilerin düzeltilmesinde önemli katkısı vardır. Kalenin sadece bir tek kral tarafından kullanılmış oluşu Urartu sanatını daha iyi anlamamıza yardımcı olmuştur. Arkeolojik kazılarda teknolojinin ve yeni yöntemlerin yoğun olarak kullanılması bilgilerin derlenmesini ve yorumlanmasını daha kolay duruma getirmiştir. Ayanis kazıları arkeolojik bir kazı olmasının yanında bir okul olarak da görev üstlenmiştir. Ayanis kazılarına katılan yerli ve yabancı birçok öğrencinin günümüzde önemli bilimsel görevler üstlenmesi bunun kanıtıdır. Yrd. Doç. Dr. İhsan Oktay ANAR Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Sözlüklerde Kaybolmuş Bir Kelime: Lütiye Karabağlarda Kaybolmuş Bir Lütiye: Çetin Usta Venedikli serüvenci Casanova (eğer bir evlilik yapsaydı) karısına “sadık” olur muydu? Ama sadakat sadece aşkta değil, elektronikte de önemlidir. Bir müzik setinde “high fidelty” (yüksek sadakat, yahut yaygın terimle, “Hi-Fi”özelliği) aranır. Size müziği dinleten aygıtın, kaydettiği sese sadık olması gerekir. Müzik tutkunuysanız, Sony, Tecnics, Sanyo, Premium, JVC, VS… gibi Hi-Fi markalarına aşina olabilirsiniz. Ya Suna Kan, ya Nigel Kennedy, ya Yehudi Menuhin, ya David Oischtrach? Duymuşsunuzdur: Hepsi keman sanatçılarıdır. Ya Nicolo Amati, ya Antonio Stradivari, ya Gioseppe Guarneri, ya Jabob Stainer? Genellikle bilinmeyen bu ustaların hepsi de birer lütiye, yani çalgı yapımcısıdır. Suna Kan’ın müziğini elektronik bir medium olmadan hiç dinlediniz mi? Media müziği evinize, koltuğunuzun karşısındaki televizyona kadar getirir. Bu anlamda media bir “tedarik edici”, İngilizce karşılığıyla bir “procurer’dır” (Sözcüğün İngilizce argodaki anlamını yazmak istemiyorum.) Erkekseniz karınızın, kadınsanız kocanızın “sadakatinden” belki emin olabilirsiniz. Fakat masum görünüşlü televizyonunuz yahut radyonuz sizi aldatabilir. Bu yüzden, sözünü ettiğim kemancıları dinlemek için konser salonuna gitmenizi öneririm. Orada aracısız, doğrudan, saf ve sadık “müziği” bulacaksınız. En önemlisi, sanatçının elinde bir “Strad” göreceksiniz: Bu Antonio Stradivari’nin yaptığı bir kemandır. Koskoca bir caddeyi son model arabasının radyosundan yükselen “Çıs-tak! Çıs-tak!” gürültüsüne boğan bir lumpen burjuva, Stradivari’nin atölyesini görünce onu bir marangoz sanabilir ve hatta bazen ona bir hamam taburesi bile ısmarlayabilir. Oysa Stradivari’nin yaptığı kemanlardan (belki en dürüst insanın bile bir fiyatı vardır, ama bir Stradivarius kemanının bir fiyatı yoktur, çünkü hiçbirine paha biçilemiyor) birkaçına sahipseniz, Bill Gates’ten Microsoft’u satın alabilirsiniz. Şimdi, o anda ne söylüyor olursa olsun, en sevdiğiniz insanın sesini, sadece sesini hatırlayın. Bu ses size dünyanın en güzel sesi gibi görünür. Aynı şekilde Stradivari’nin yaptığı şey, tahtadan bir çalgı değil, “var olan en güzel sesin” ta kendisidir. Besteci nasıl bir kompozisyon üretir ve virtüöz de bir müzik üretirse, lütiye de “ses” üretir. Benim için müzik dinlemek, Milo Venüs’ünü seyretmek gibidir. Ama âşık olmayı, seyretmektense bu heykele modellik eden kadının eline (büyük ihtimalle bana her ne kadar “yüz vermeyecek” idiyse de) dokunmayı, yani müzik yapmayı tercih ederim. Geçen ay bir antikacıda, ses tahtası içeri göçmüş, berbat durumda bir Neapolitan mandoline dokundum ve borç harç satın aldım. Amacım, tamir ettirdikten sonra onu çalmaktı. Tamir için bir lütiyeye ihtiyacım vardı. Nihayet Çetin Denizci’nin telefon numarasına eriştim. İzmir’de “sanat” sözcüğüyle ilintili semtler ve yerler, genellikle, AKM’nin bulunduğu Konak, çok sayıda kitapçının ve edebiyat-müzik mamulleri tüketicilerinin olduğu Alsancak’ın yanı sıra, ya (oksimoron olacak şekilde) muhafazakar bir dadaist şairin ya da 14. dereceden bir belediye memurunun vermiş olabileceği ismi kullanmak gerekirse, “İzmir Sanat” denilen kurumun yer aldığı Fuar’dır. Çetin Usta’nın atölyesi buralarda değildi. Genellikle mobilya mağazalarının bulunduğu Karabağlar’daydı. Bu semte daha önce de gitmiştim. Ama kitaplığımdaki, Mobilyacılık Tarihi adlı kitapta bulunan, mesela XIV. Louis üslubunda yapılmış bir sandalyeye yahut Maraş tarzı ahşap oyma bir paravana rastlayamamıştım. Piyasa, üslupsuz, ne çirkin ne de güzel, sanat açısından birer olan mobilyalar satan mağazaları büyütmüş, caddenin her iki yanına da, Artemis Tapınağı’nı yapan mimarın midesini bulandırıp onu kusturacak kadar çirkin, devasa ve cafcaflı binalar dikmişti. Reel olan her şey rasyonel, haklı, doğruysa, piyasada olan her şeyin rasyonel, haklı, doğru (ve ekleyelim) “güzel” olduğunu söylemeye dilim varmıyor. Piyasa Çetin Usta’ya pek varlık hakkı tanımıyor gibiydi: Telefonda konuştuğumuz gibi, ara sokaklara saptım. Sokaklar labirent gibi olduğu için beni belli bir yerde bekleyip atölyesine götürecekti. “Üstümde lacivert bir önlük olacak,” demişti. Hiçbir kadına rastlayamadığım (her kadının girmeye çekineceği) dar ve gürültülü sokaklardan birinde, kararlaştırdığımız yerde, ufak tefek, yıpranmış giysili bir adama rastladım. Bir önlüğü vardı ama beklediğimin tersine, lacivert değildi; daha çok, acemi yazarların tabiriyle, “bir zamanlar lacivert olması gereken,” bir önlüktü bu. Çetin Usta’yı önlüğünden değil, gözlerinden tanıdım: Bir şairin gözleriydi, ama o bir lütiyeydi. Arada ne fark var! İlk atölyesi Buca’daydı ve komşuları tarafından, “Burası sanayi bölgesi değil!” diye şikayet edilmiş, o da Karabağlar’a göçmek zorunda kalmıştı. Arapçada “Sanat,”“Suni,”“Sanayi” aynı kökten (SN) gelir ve “insan eliyle yapılmış şey” demektir. Antonio Stradivari eğer İzmir’de yaşasaydı, İzmirlilerin oylarıyla işbaşına gelen, yüksek bir kültüre sahip belediye başkanı ve ondan çok daha yüksek bir kültüre sahip meclis üyeleri, bu sanatçıyı da muhtemel ki kovacak ve ona Organize Sanayi Bölgesi’nde bir dükkan tutmasını tavsiye edeceklerdi. Belediye başkanlarının ruhsat verdiği camilerde vox dei’yi (Lt. Tanrı’nın sesi) dinliyoruz. Çetin Usta’yı kovan vox populi’yi (Lt. Halkın sesi.) Kuran gibi dinleyen “yerel yönetimlerdir.” İşte bu yüzden İzmir’de vox stradivarii’yi (bir Stradivarius’un sesini) işitemiyoruz. Ama 2500 yıl kadar önce, demokrasinin olduğu Atina şehrinin yurttaşları hiç de böyle düşünmemişler, Perikles’ten sonra Kleophon’u “başkan” yapmışlardı. Hem strategos (başkomutan) hem de autokrator (Atina şehrinin “başkanı”) olan Kleophon’un mesleği ne idi? İnşaat müteahhidi miydi, bir zamanlar valilik mi yapmıştı, yoksa emekli bir general miydi? Hayır. Kleophon bir çalgı yapımcısı, bir lütiye idi! Atölyesine dar bir merdivenle girilen ve ucuza gelsin diye bu dar mekanı bir marangozla paylaşan, maaş almak şöyle dursun devlete vergi veren Çetin Usta’nın yeni yaptığı iki kemanın sesini dinleyince hayran oldum. Ancak Çetin Usta’nın hiç de o kadar talihsiz olduğunu söyleyemeyeceğim: Besteci ve virtüöz Paganini’nin konserlerinde kullandığı kemanı, büyük lütiye Guarneri, 1743 yılında, varoşlardaki izbe bir atölyede değil, gardiyanın getirdiği malzeme ve araç gereçlerle, zindanda yapmıştı. Bir müzik sorusu: Devlet malı makam arabasından inip kırmızı halı üzerinde yürüyen bir valiye mi daha çok saygı gösteriyorsunuz, yoksa üzerinde kirli bir iş önlüğüyle izbe atölyesinde keman yapıp ödediği vergiyle bu valinin maaşına katkıda bulunan bir ustaya mı? İlkini seçtiyseniz prozodisi bozuk bir millî marşı, ikincisini seçtiyseniz Mendelsohn’un keman konçertosunu dinlemenizi öneririm. 57 Karikatür: Muharrem Akten SİNEMA Yönetmen Halit Refiğ’in ardından... Doç. Dr. Lâle KABADAYI Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, TV, Sinema Bölümü Mehmet GÖKYAYLA Turgutlu Belediyesi Başkanlık Danışmanı Türk sineması Ekim Ayı’nda çok önemli bir yönetmenini kaybetti. Halit Refiğ, 75 yaşında, bir süredir devam eden rahatsızlığı nedeniyle yaşama veda etti. Halit Refiğ’in bir yönetmen, aynı zamanda bir aydın olarak Türk sinemasına yaptığı en büyük katkı, hiç şüphesiz onun “Ulusal Sinema” tartışmalarını sinema tarihimizde ilk kez gündeme getirmesidir. Halit Refiğ, sanayici bir ailenin çocuğu olarak 1934 yılında İzmir’de doğar. Ancak yaşamı boyunca kendini İstanbul’lu olarak tanımlar. Robert Kolej’de mühendislik eğitimine başlasa da sinema sevgisi ağır basar ve yaşamının geri kalanını bu sevginin biçimlendirmesine izin verir. Askerliğini Kore’de yapan Halit Refiğ, ilk film kamerasını burada satın alır. Kore’deki günlerini, hem fikir dünyasını genişletmeye, hem de sinema sanatı açısından geniş bir perspektife sahip olmaya başladığı önemli bir deneyim olarak tanımlamıştır. Askerlikten önce gittiği İngiltere’deki gençlik kampında sinema üzerine çok sayıda kaynak edinmiş, askerlikle birlikte okumaları, Freud’dan, Marx’a ve Buda’ya kadar genişlemiştir. Refiğ, kendini, henüz yirmili yaşlarına gelmeden bir anlamda akademik olarak yetiştirmeye başlamıştır. Halit Refiğ’in sinemaya girişi ise, Kore dönüşünden bir süre sonra yazmaya başladığı eleştiri yazılarıyla gerçekleşir. Metin Toker’le tanışan ve Akis Dergisi’nde film eleştirileri yazmaya başlayan Refiğ, bu sayede ünlü sinema yazarı Nijat Özön’le tanışır. Halit Refiğ, Özön’le birlikte Türkiye’de sinemaya sanat olarak yaklaşan ilk dergi olan “Sinema Dergisi”nin kadrosunda yer alır. Refiğ’in ifadesine göre o dönemde dergiyi çıkaran ekibin amacı “Daha iyi 58 ve daha güzel bir Türk sinemasına yol açabilecek bir sinema sevgisi yaratabilmek” olmuştur (Refiğ, 1971: 18). Yurt dışında edindiği kuramsal bilgileri eleştirilerine taşıyarak, bugün “akademik eleştiri” dediğimiz biçimi ilk kez Türkiye’de gerçekleştiren Halit Refiğ’in, yazılarında Türk filmlerini ön plana çıkarması, bu yapımları küçümseyen, dönemin bazı yazarlarının tepkisini çeker. Ancak Refiğ, Türk sineması üzerine eğilmenin bir eleştirmenin temel amacı olması gerektiğini önemle vurgular. Bu düşüncesi nedeniyle sinema eleştirmenleri arasından çoğu zaman dışlanır. Ancak yıllar sonra, 1960’larda Türk sinemasının güçlenmesi ve yurt dışında kazanılan ödüller, eleştirmenlerin Halit Refiğ’in dikkat çektiği doğruları kabul etmesine yol açacaktır. Bu durum aynı zamanda Refiğ’in, bir yönetmen olarak “Ulusal Sinema” kavramı çerçevesinde filmler çekme çabasının temellerinin, henüz eleştirmenlik döneminde atıldığının göstergesi olarak kabul edilmelidir. “Ben memleketin genelinin, çoğunluğunun benden ve ailemden farklı olduğunu idrak etmeye başladığım andan itibaren bu çoğunluğa karşı olmak, küsmek, sırtımı dönmek yerine, bu çoğunluğun bir parçası nasıl olunur sorusunun cevabını, yolunu aradım hep. Bu bilhassa askerden döndükten sonra oldu” (Akt. Türk, 2001: 18) der ve ekler; “Başından beri benim meselem Türk sineması idi” (Akt. Hristidis, 2007: 64). Eleştiri yazıları sayesinde tanıştığı yönetmenlerin ilki, 1957 yılında “Yaşamak Hakkımdır” filminde asistanlığını yaptığı Atıf Yılmaz olur. Ardından ikinci asistanlık deneyimi olan “Alageyik” gelir. Bu filmle, Türkiye’ye özgü şartlarda ve sinema alanındaki tüm olumsuzluğa rağmen nasıl film çekileceğini öğrenir. Atıf Yılmaz’ın ardından Memduh Ün’ün asistanlığını yapmaya başlar. Memduh Ün’ün ilk filminin yapımcısı olmasıyla da ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturur. Memduh Ün’le çalışmak Refiğ’e piyasa koşullarının işleyişi konusunda önemli dersler vermiştir. Ticari sinemanın gereklerinin yerine getirilmesiyle elde edilen gelirin, kendisi için özelliği olan filmleri çekme olanağını sunacak olması, ileriki yıllarda Halit Refiğ’in sinema yaşamını belirleyecektir. 1960 yılında çektiği ilk filmi “Yasak Aşk”, eleştirmenliği bırakarak tamamen aktif sinemaya yönelmesini sağlar. Halit Refiğ’in yazar Kemal Tahir ile tanışması da yaşamının önemli dönüm noktalarından biridir. Bu tanışma, yönetmenin en başından beri amaçladığı, gerçekçiliğe dayalı ulusal sinemanın yaratılması düşüncesinin sağlam temellere oturtulmasına olanak sağlar. 1960’lı yılların ortalarında Ulusal Sinema kavramı çevresinde yaşanmaya başlanan tartışmalar, Halit Refiğ, Metin Erksan, zaman zaman da Lütfi Ömer Akad, Duygu Sağıroğlu gibi yönetmenleri içine alan bir harekettir. Halit Refiğ, ‘Türk sinemasında bir şey yapılamaz çünkü sinemacılar cahil ve beceriksizdir’ denilen bir ortamda özelikle Metin Erksan’la birlikte eleştirilerin odağında olmasına rağmen, sinemamız için ancak Türk sinemasının çözüm olacağı düşüncesini büyük bir güçle savunmaya devam eder. Ulusal Sinema kavramının çıkış noktası, Türk sinema sektörünün seyircinin talepleri ile şekillenmesine dayanmaktadır. Halit Refiğ’e göre, Türk sineması sosyal ve ekonomik olarak tamamen halka dayanan bir sinemadır. Sistem, bölge işletmeciliği ile Anadolu’nun her yanından seyircilerin beklentileri doğrultusunda belirlenen filmlerin yapımcılara sipariş edilmesine dayanmaktadır. Sipariş verilen filmler peşin parayla çekilmemekte, gişe başarısından elde edilecek para ile bozdurulacak “bono”lar yönetmen ve oyunculara dağıtılmaktadır. Bonolar, gişe gelirinin belirli kısmı salon sahibinden yapımcıya aktarıldığında bozdurulmakta ve ekip üyelerine paraları ödenmektedir. Halit Refiğ, dünya üzerinde başka örneği bulunmayan bono sisteminin, halkı aslında filmin yapımcısı konumuna getirdiğini savunmuştur. Refiğ, Türk sinemasında büyük sermaye ya da devlet eliyle desteklenen bir sinemanın olmamasından dolayı, Türk sinemasının bir halk sineması olduğu tezini öne sürer. Bununla birlikte halk sinemasının ulusal sinema niteliği kazanabilmesi ancak, halkın yaşadıklarının ve çektiği sıkıntıların perdeye taşınmasıyla mümkün olabilir. Yönetmen Ulusal Sinema kavramı konusunda önemli olan noktayı 1971’de çıkardığı “Ulusal Sinema Kavgası” kitabında şöyle açıklamaktadır: “Türkiye’de ne yapılacaksa bunu kendi aramızda, kendi yağımızla kavrularak yapmak zorundaydık. İşe yabancıları karıştırmaya kalkınca insanın kendi görüşlerinden, inançlarından feragat etmesi gerekiyor, etmezse ortaya tatsız durumlar çıkıyordu” (Refiğ, 1971: 20). Halit Refiğ, ulusal sinema anlayışının temelinde yatan toplumsal gerçekçilik anlayışını ise şu sözleriyle vurgular. “Ulusal sinema, halkın temel değerlerine karşı olmadan, içinde bulunduğu durum konusunda bir bilinçlendirme, bir bilgilendirme, yani belli bir bilincin sineması olma iddiasında idi (...) Ülke gerçeklerinin seyirciler tarafından bilinmesinin sinema yoluyla sağlanmasının yararına inanıyordum. Ve buna inanırken, bu gerçeklerin bizim çoğu zaman kopyalamak istediğimiz Batı ülkelerinin gerçeklerinden farklı olduğu inancındaydım. Ki, şu konuştuğumuz anda bu inancım çok daha keskinleşmiş durumdadır”” (Akt. Hristidis, 2007: 184-185). Halit Refiğ’in ulusal sinemayı gerçekleştirme çabası, film yapımındaki güçlüklerden etkilenen yapımcıların, popülerlik ve ticari başarı kazanma kaygısını dayatması nedeniyle yarım kalır. Seyircilerin ödediği bilet ücretleriyle varolan bir sinemada halka hizmet edilmesi gerektiği düşüncesi, halkın eğlenme isteği karşısında, yönetmenin, “Kızın Var Mı Derdin Var”, “Yedi Evlat, İki Damat”, “Karakolda Ayna Var” gibi filmler çevirmesine ve giderek ticarî sinemanın kıskacına girmesine neden olur. O dönemde çektiği filmler hakkında Halit Refiğ kendini şu ifadelerle savunmuştur: “Bir yönetmenin 60’lı yıllar itibariyle bir yıllık geçimini, yani çok bolluk olmadan, ama mübrem ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde sağlaması iki film yapmasıyla mümkündü. Bana ‘her sene düşündüğün gibi iki film yap’ deseler yapamam zaten. Diyelim ki prodüktörler bana inanmış, her yaptığım film de tutuyor. Onu farz etsek bile, ben her sene iki tane düşündüğüm gibi film yapamazdım. Ondan ötürü burada, ‘ben, bana yapımı ters gelmeyecek, çok aykırı, benim yapmakta çok zorlanacağım şeyler olmadıkça, prodüktörleri memnun edeceğim tabii. Bunları yaparım ama önüme fırsat çıktığı zaman, kendi düşündüğüm tasarıları da gerçekleştirebilirim’ diye hesap yaptım” (Türk, 2001: 111-112). Yönetmen, gerçekten de, pek çoğu aynı zamanda gişe başarısı da kazanan, “Şafak Bekçileri”, “Gurbet Kuşları”, “Kırık Hayatlar”, “Şehirdeki Yabancı”, “Haremde Dört Kadın”, “Bir Türk’e Gönül Verdim” ve üçüncü kez perdeye taşınan “Vurun Kahpeye” filmleri gibi, ulusal sinemanın bire bir manifestosunu işaret eden ya da ondan izler taşıyan filmler yapma şansını bu ticari filmler sayesinde bulmuştur. 1975 yılında İsmail Cem’in TRT Genel Müdürü olması ile televizyon için çektiği ilk çalışması, Halit Ziya Uşaklıgil’in romanından uyarlanan “Aşk-ı Memnu” ise, tek televizyon kanalının verdiği güvenle, ticari kaygıdan uzak şekilde gerçekleştirilen, sosyolojik çözümlemelerin çok net şekilde yapılabildiği, yozlaşan aile kurumunun eleştirisiyle dolu bir yapımdır. Halit Refiğ’in televizyon ile ilişkisi ise her zaman olumlu gelişmemiştir. 1983 yılında yine TRT için Kemal Tahir’in romanından uyarlanan “Yorgun Savaşçı” büyük tartışmalara yol açar. Gerçekleri saptırmakla suçlanan dizinin orijinalinin yakıldığı açıklanır. İleriki yıllarda ise bir kopyasının saklandığı ortaya çıkar. Türkiye’de özel televizyon kanallarının yasal olmayan şekilde yayına başladığı dönemde, özel bir kanal için çekilen yeni Aşk-ı Memnu versiyonuna karşıt olarak, saklanan bu video kaydı TRT’de yayınlanır. İleriki yıllarda senaryosunu Ümit Ünal’ın yazdığı “Teyzem” filmi gelir. 1989’da “Hanım” ve 1990’da yine bir Kemal Tahir uyarlaması olan “Karılar Koğuşu” filmlerinin herbiri, bir önceki filminden daha ileriye giden, sosyal yapıya uygun yansımaların yer aldığı, aynı zamanda Halit Refiğ’in sinemasının üstünlüğünün tüm çevreler tarafından kabul edildiği filmler olmuştur. Yetmiş beş yıllık yaşamına yurt içi ve yurt dışında çekilmiş toplam 64 kurmaca film, belgesel, TV dizisi ve TV filmi sığdıran Halit Refiğ, en başında sinema üzerine eleştiriler yazarken yola çıktığı “Türkiye’de sinema sevgisini yaratma amacı”ndan hiç vazgeçmemiştir. Halit Refiğ, yazıları ve filmleriyle olduğu kadar, Mimar Sinan Üniversitesi’nde akademisyenliğe başladıktan sonra da deneyim ve bilgilerini genç nesillere aktararak, bu amacına ulaşma çabasını sürdürmüştür. Her ne çeşit eleştiriyle karşılaşırsa karşılaşsın Refiğ, sadece vatanını seven ve onu yüceltmeyi kendine hedef edinen bir sanat insanı olmuştur. Kendisinin de bu sevgi ile ürettiği filmler, diğer birçok yönetmenle birlikte, ardından gelen genç nesiller ve sinemaseverler için sinema sevgisini yaratma amacına ulaşmış görünmektedir. 59 Dünya alternatif enerji kaynaklarına yöneliyor G Petek DURGEÇ 60 ünümüzde enerji üretmek amacıyla kulanılmakta olan petrol ve kömür gibi yakıtlar, içinde bulunduğumuz yüzyıl sona ermeden tükenecek. Bu yakıtlara alternatif olabilecek kaynaklara ise yenilenebilir enerji deniyor. Söz konusu kaynakların başında güneş ve rüzgar enerjisi yer alıyor. Jeotermal, Hidrojen, Hidro-elektrik, Biyokütle ve dalga enerjisi ise diğer alternatif enerji kaynakları. Güneş yüzyıllardır dünyadaki bütün yaşamın kaynağı. Bugün güneş enerjisi dünyamızı bir çevre felaketinin eşiğine getiren fosil yakıtlara alternatif olacak güce erişmiş durumda. Güneş enerjisi güneş ışığından enerji elde edilmesine dayalı bir teknoloji. Güneş enerjisinden yararlanma konusundaki çalışmalar özellikle 1970’lerden sonra hız kazandı ve güneş enerjisi sistemleri teknolojik olarak ilerleme ve maliyet bakımın- dan düşme gösterdi. Günümüzde ise güneş enerjisi çevresel olarak temiz bir enerji kaynağı olarak kendini kabul ettirmiş durumda. Ülkemiz dünyada yararlanılan en eski enerji kaynağı olan güneş enerjisi açısından diğer ülkelere nazaran daha şanslı. Türkiye düşen güneş enerjisi miktarı tüm Avrupa ülkelerine düşen enerjinin toplamına eşit. Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü’nde (DMİ) mevcut bulunan 1966-1982 yıllarında ölçülen güneşlenme süresi ve ışınım şiddeti verilerinden yararlanılarak yapılan bir çalışmaya göre Türkiye’nin ortalama yıllık toplam güneşlenme süresi 2640 saat (günlük toplam 7,2 saat), ortalama toplam ışınım şiddeti ise 1311 kWh/ m²-yıl (günlük toplam 3,6 kWh/m²). Çeşitli kaynaklara göre ülkemizin yılda almış olduğu güneş enerjisi bilinen kömür rezervimizin 32, bilinen petrol rezervimizin ise 2200 katı. EÜ Güneş Enerjisi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Sıddık İçli Ses ve atık kirliliği yaratmayan bir diğer enerji kaynağı ise güneş pilleri. Bilimsel olarak son derece ileri bir teknolojiyi gerektiren güneş pili üretimini Türkiye’de gerçekleştiren tek kurum ise Ege Üniversitesi (EÜ) Güneş Enerjisi Enstitüsü. Alanında önder bir kurum olarak dünyada büyük bir saygınlığa sahip olan enstitü yurt içi ve yurt dışındaki akademik-endüstriyel kuruluşlarla araştırma ve eğitim konularında iş birliği ile proje destekleri sağlıyor, araştırmacı, uzman, uygulayıcı mühendis, teknik elemanların eğitim ve gelişmesini sağlıyor, çalışma konularında ulusal ve uluslararası sempozyumlar, paneller ve toplantılar düzenliyor, dokümantasyon ve nitelikli yayınlar (SCI) sunuyor, patentler gerçekleştiriyor, enerji konularında ilgili kamu kurumlarına ve endüstriyel kurumlara yönlendirici ve uyarıcı bilgiler veriyor. Doğa dostu güneş pilleri Güneş pillerinin yakıtı güneş ışığı olan, doğa dostu ve ülkemizde her yerde yüksek verimlilikle kullanılabilecek elektrik üreticileri durumunda olduğunu belirten EÜ Güneş Enerjisi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Sıdık İçli, güneş pillerinin işlevlerini şöyle ifade ediyor: “Güneş pilleri çevre dostudur ve tükenmez enerji kaynağı olan güneşten, insan ömrü boyunca elektrik üretirler. Türkiye güneş enerjisinden ekonomik olarak yararlanabilinen bir ülke. Özellikle elektrik şebekesi olmayan bölgelerde güneş pilleriyle aydınlatmayı sağlamak oldukça ekonomik. Güneş pillerinin kullanım alanlarından biri de haberleşme. Piller yerleşim merkezlerine uzak yerlerdeki GSM yansıtıcıları ve radyo istasyonlarının enerjilerini karşılamak için ideal çözüm. Kullanıcıları şebeke bağımlılığından, jeneratörlerin bakım ve işletme masraflarından kurtarıyor. Piller, güneş ışığı hariç herhangi bir yakıta veya şebeke bağlantısına gerek kalmadan elektrik üretebiliyorlar ve sıcaklık değişimlerine dayanıklılar.” Enerji gereksinimi doğanın sonsuz rüzgar gücüyle de karşılanabiliyor. Faaliyetleri arasında biyokütleden biyogazbiyodizel üretimi gerçekleştirmek, sanayide enerji tasarrufuenerji verimliliği sağlamak, solar termal teknolojiler ve solar fotoelektronik (Güneş Pilleri, OLED, OFET) teknolojiler geliştirmek olan EÜ Güneş Enerjisi Enstitüsü, rüzgar türbini üretimini de başarmış durumda. Rüzgar türbinlerinin dünyada hızla yaygınlaştığını belirten Prof. Dr. İçli, “Elektrik üretilmek istenilen her yerde, rüzgar jeneratörlerini kullanmak olasıdır. Rüzgar jeneratörü elektrik üretim sistemi, akülerle birlikte dizayn edilip, üretilen elektriği depolayabiliyor. Böylece, rüzgar hızının yeterli olmadığı anlarda, sistem, akülerde depolanan enerjiyi kullanıyor. Rüzgar jeneratörleri, çevreyi kirletmeyen enerji üretim araçları. Rüzgar jeneratörünün üreteceği elektrik gücü, rüzgar hızıyla orantılı. Rüzgar hızı attıkça, üretilen elektrik miktarı da artıyor.” diye konuştu Jeotermal enerji ucuz ve güvenli Jeotermal enerji ise yeni, yenilenebilir, sürdürülebilir, tükenmez, ucuz, güvenilir, çevre dostu, yerli ve yeşil bir enerji türü. Jeotermal Enerji jeotermal kaynaklardan ve bunların oluşturduğu enerjiden doğrudan veya dolaylı yollardan faydalanma imkanı sunuyor. Tüm dünyadaki jeotermal potansiyelin %8’ini bulunduran ülkemiz bu kaynaklar yönünden dünyanın en zengin 7. ülkesi konumunda. EÜ Güneş Enerjisi Enstitüsü’nde jeotermal enerjiler hakkında da başarılı çalışmalar gerçekleştirildiğini belirten Prof. Dr. İçli, “Sıcak su ve buhar, diğer yer altı ve yer üstü sulara göre daha fazla erimiş madde ve gaz içeriyor, oluşumundaki süreklilik nedeni ile yenilenebilir özellikte. Jeotermal kaynaklar ile elektrik enerjisi üretimi, merkezi ısıtma, merkezi soğutma, sera ısıtması uygulamaları, termal turizmde kaplıca amaçlı kullanım ve mineraller içeren içme suyu üretimi gibi uygulamalar gerçekleştirilebiliyor. Türkiye’de jeotermal enerji tüketimi büyük oranda ısıtma amaçlı gerçekleştiriliyor.” dedi. Alternatif Enerji iş imkanı sağlıyor Alternatif enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaşması yeni iş kollarının da önünü açıyor. Birleşmiş Milletler’in bu yılın Mayıs ayında hazırladığı rapora göre, alternatif enerji kaynaklarına yönelim 2030 yılına kadar 20 milyon yeni iş imkanı sağlayabilir. Rapora göre, dünyada iki milyon 300 bin dolayında kişi şimdiden alternatif enerji sektöründe çalışıyor. Rapora göre, güneş enerjisinden faydalanmak için güneş panelleri üretimi ve sistem kurma çalışmaları önümüzdeki 22 yılda altı milyon 300 bin yeni iş açılmasını sağlayabilir. Rüzgar enerjisi için ise bu rakam iki milyondan fazla. 61 Heyecanı sevenler için yeni bir spor dalı Deep Water Soloing Duygu ÖZTÜRK Henüz yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan bu spor, deniz üstündeki bir yamaca, sadece kayalara tutunarak iple emniyet alınmadan tırmanmayı kapsıyor. 62 B urcu Günay, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi, Kimya Bölümü 2004 mezunu ve Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Spor Hizmetleri Bürosu personeli. Tırmanış sevdasına öğrencilik yıllarında Doğa ve Dağcılık Topluluğu’nda başlamış olan Günay, hala bu sevdanın peşinden koşuyor. Yaklaşık 3 yıl önce ülkemizden yola çıkarak İran-Pakistan-Hindistan üzerinden karayoluyla gittiği Nepal’de, Himayalar’ın Everest Bölgesi’nde 3 zirveye üniversitemizin bayrağını taşıyan, Günay, yeni heyecan arayışlarının sonunda geçtiğimiz yaz Tayland’a “Deep Water Soloing” olarak bilinen spor için gitti. Son yıllarda gelişen, pek çok tırmanıcıyı Tayland’a çeken, ve “Deep Water Soloing” derin su solosu ya da “Psicobloc” olarak bilinen bu spor, solo kaya tırmanmanın bir değişik çeşidi. Henüz yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan bu spor deniz üstündeki bir uçuruma iple bağlanmadan, sadece kayalara tutunarak tırmanmayı kapsıyor. Bu spora “Psicobloc” da deniyor çünkü, “Psico” yani zihin, esasen zihnin dingin bir şekilde kalarak tüm riskleri ve gerilimi kontrol altında tuttuğunu, “Bloc” da blok veya iri kaya parçasını ifade ediyor. Normal koşullarda kaya tırmanıcılığında tırmanıcılar düştüğü taktirde onları koruyan ipli emniyet sistemi veya özel bir altlık, kaza altlığı vardır. “Psicobloc”ta kaza altlığı sudur. İp veya tırmanma takımları yoktur: sadece bir çift tırmanma ayakkabısı ve... aşağıda, işler kötüye gittiğinde atlanması gereken (bazen, 20 metreye varan yükseklikte) harika bir deniz. İşte bu merakla ve Tayland’a dair gördükleri fotoğrafların güzelliği ile yola koyulmuş Burcu Günay ve 3 arkadaşı. Bölgede spor tırmanışlar yapan ekip, “Deep Water Soloing”i de denemiş. Günay, bu deneyimle ilgili şunları söylüyor: “Bu tırmanma şeklinde tırmanıcının emniyeti için ip kullanılmaz. Bunun yerine tırmanışçı tırmanamadığı noktada kayadan ayrılıp suya düşer. İngilizce adından da anlaşıldığı gibi güvenlik için suyun öncelikle yeterince derin olması gerekir. Ayrıca tırmanılan kayaların düşerken çarpma riski oluşturmayacak bir yapıda olması da şart. Ancak bu şartlar sağlandığında bile suya düzgün düşülmediği takdirde sakatlanma riski oldukça yüksek bir spor türü. Spor tırmanıştan farklı olarak, yükseldikçe bir emniyet noktasına ulaşmak yerine düşeceğiniz mesafe yani tehlike de artmış oluyor. Herhangi bir tehlikenin olmadığı durumda bile suya düşmek oldukça heyecanlı. Su sıcaklığı da 25 santigrat derece civarında olduğundan üşümek söz konusu değil. Ancak ıslaklık kayganlığı arttırdığı için tırmanırken tedirgin edici bir etken olabiliyor. Tırmanış sporu yerli halkın para kazandığı bir sektör haline geldiğinden, paranıza göre ayarladığınız tekne sizi ıslanmadan kayalara yanaştıracak hizmeti de verebiliyor. Ancak tabi oraya kadar gitmişken, kayalara birkaç kez tırmanmak ve tekrar tekrar suya düşmek lazım. Bu noktada her şeyi bir sonraki tırmanış için kuru temin etmek de gerçekten zor. İşte bu ıslaklık ve kayganlık da işin zor yanı.” Tayland’ı ziyaret eden bir çok turist, ülkenin doğusunda bulunan, iyi hava şartlarının olduğu sahillere ve su sporları cenneti olarak bilinen Ko Samui’ye giderken, ekip “Deep Water Soloing” için ülkenin batısında yer alan ve kaya tırmanışı için çok talep görmekle birlikte yağışlı bir iklime sahip Krabi sahillerine gitmeyi seçiyor. Yürüdükleri yol hemen denizin kenarında kayalıkların arasında yer alıyor ve gelgit bölgede günün yalnızca belirli saatlerinde geçişe izin veriyor. Zaten Tayland’ın bu spora zemin oluşturan ilginç kaya yapısının oluşmasında da bu gelgitler rol oynuyor. Günay yaşadıkları bu ilginç deneyimi şöyle anlatıyor: “Tayland’da bütün bir gün boyunca Deep Water Soloing yaptık. İlk kez denemenin verdiği heyecanla ve bu sporun olmazsa olmazı ıslaklıkla mücadele ederek ancak 8-10 metre yükselebildik. Tayland’da bu spora uygun belirli tırmanış rotaları var. Kiraladığınız teknenin kaptanı sizi tırmanıcının yapısına, tecrübesine ve tırmanabileceği maksimum yüksekliğe göre belirlediği rotalara götürüyor. Ancak belirlenmiş rotalar birbirine oldukça benzer ve iki rota arasındaki mesafe tekneyle en fazla yarım saat alıyor.” Günay heyecanını anlatmaya şöyle devam ediyor: “Aslına bakarsanız yüksekten korkan biriyim. Dolayısıyla fiziksel olarak daha da yükseğe tırmanabilecekken aşağı düşme tehlikesi yüzünden çok yükselemedim. Islak malzemeyle tırmanmaya alışkın değildik. Dolayısıyla ıslaklık ve kayganlık yüzünden bastığımız ve tuttuğumuz yerlere çok fazla güvenemedik. Ama ne olursa olsun en güzeli suyla buluşma anıydı. Yine de bu tırmanış bize çok farklı bir deneyim kazandırdı.” Tabii kaya tırmanışı bahanesiyle gittikleri Tayland’ı ve ardından Kamboçya’yı da geziyor Günay ve arkadaşları. Kaya tırmanışına ayrılmış olan zamanın sonuna gelindiğinde Kamboçya’ya gidebilmek için Bangkok’a dönüş yoluna koyuluyorlar. Dönüş yolunu “The Beach” filminin çekimlerinin yapıldığı ve buraya gelen sırt çantalı genç Avrupalı turistler tarafından filmin ruhunun hala yaşatıldığı Phi Phi Adası’ndan ve Tayland’ın turizm açısından en önemli yerlerinden olan Phuket Adası’ndan geçirerek farklı bir rota çiziyorlar. Phi Phi Adası Tayland’ın tsunami felaketinden en çok zarar görmüş yerlerinden biri, aynı zamanda tropik koyları ve billur suları ile tam bir dalış cenneti. Tayland’da motosiklet (scooter) kullanımının çok yaygın olduğunu ifade ediyor Günay ve şöyle devam ediyor: “Yaşlı-genç, kadın-erkek herkesin motosikleti var. Yağmur ise zaten yılın büyük bir döneminde ılık ılık yağıyor. Bu nedenle Tayland’da yağmur altında pembe motosikletiyle okula giden küçük kız çocuklarına ya da motosikletiyle dolaşan yaşlı bayanlara rastlamak olağan bir durum.” 63 2006 yılında Himalayalar’da biri Everest Dağı’nın -zirvesine değil ama5 bin 400 metre yüksekliğindeki ana kampına olmak üzere iki 5 bin, bir 6 bin metre üzere; tırmanış gerçekleştiren Burcu Günay: “Everest yolculuğu benim için çok farklı bir tecrübeydi. Yolculuk boyunca inanılmaz tecrübeler kazandık. Ancak her ne kadar birbirlerine benzer gibi algılansa da dağcılık ve kaya tırmanışı birbirinden çok farklı disiplinler. Sportif kaya tırmanışını normal koşullar altında sağlık sorunları olmayan herkes deneyebilir. Ancak yüksek irtifa tırmanışları hem çok zorlu çevre koşullarında gerçekleştirilir hem de çok ciddi bir eğitim ve ön çalışma gerektirir. Belirli tekniklerin ve ekipmanların olmazsa olmaz olduğu unutulmamalıdır. Dağcılık yapabilmek için ayrıca belirli bir düzeyde kaya tırmanış tekniği ve becerisi de gerekir. Genel olarak kaya tırmanışında da gerekli emniyet önlemleri olmadığı taktirde küçük bir hata hayatınıza mal olabilir.” Yolculuklarına başkent Bangkok’tan başladılar. İlk gün Büyük Saray’ı ve tek parça zümrütten yapılmış Buda heykelinin bulunduğu Wat Phra Kaew’i ile Wat Saket’i gezdiler. Sonrasında Wat Pho’ya giderek 46 m uzunluğunda olan ve yerde yatar şekilde meditasyon yaparken tasvir edilen Buda heykelini gördüler. (Aşağıdakiler) Son gün Bangkok’ta tropik ormanlarda yaşayan türleri görmek umuduyla hayvanat bahçesi ve timsah çiftliğini ziyaret ettik. Burada yetiştirilen timsahların etinden ve derisinden faydalanıldığı gibi; süs eşyası yapımında da tırnakları ve dişlerinden hatta yumurtalarından bile faydalanılıyor. Ayrıca günün belirli saatlerinde timsahlarla gösteriler yapılmakta. Yine günün belirli saatlerinde ipte yürüyen, resim yapan, bowling oynayan fillerin gösterisini izlemek mümkün. Ekip, dünya kültür mirası olarak UNESCO’nun koruması altında olan ve güneydoğu Asya’da 400 kilometrekare alana yayılmış en önemli arkeolojik bölgelerden biri olma özelliğine sahip Angkor şehrini de ziyaret ediyor. Kamboçya bayrağında yer alan ünlü Angkor Wat tapınağı burada yer alıyor. Tapınak 12. yüzyılda yapılmış ve 200 hektarlık alanı kaplıyor. Çevresinde içi su dolu 200 metre genişliğinde bir hendek var, çevresi 3.6 kilometrelik kalın bir duvarla çevrili. Büyük Khmer İmparatorluğu’nun son başkenti olan Angkor Thom’un kalıntıları 50 kulesiyle toplam 216 tane dev insan yüzü figürü içeren ünlü Bayon Tapınağı’nı ve yine Angkor’un en büyük yapılarından biri olan Baphuon’u içeriyor. Şehrin tamamını yürüyerek gezmek çok zor olduğundan araç kiralamak gerekiyor. Girişte 1, 2 ve 3 günlük ziyaret biletleri alınabiliyor, tamamını gezmek için de 3 gün gerekiyor. Dünyanın ilk dev kenti sayılan ve 1 milyon insanın yaşadığı tahmin edilen Angkor 15. yüzyıldan sonra terk edilmiş. 1860 yılında Fransız bir misyonerin şehri keşfetmesi ile yeniden yapılandırma çalışmalarına başlanmış ve 1968 yılında Vietnam Savaşı ile çalışmalar durmuş ve şehir unutulmuş. 1991 yılında kayıp şehrin dev tapınakları tekrar bulunmuş ve çalışmalara başlanmış. Yüzyıllardır doğaya ve en çok da ormana direnen şehrin büyük bir bölümü günümüzde hala büyük bir yapbozun parçaları olarak tekrar birleştirilmeyi bekliyor. 64 Yiyecekler ve kokuları Bangkok’ta her yerde… Yenilebilir her türlü şeyi kızartıp sokaklarda satılıyorlar denebilir. Bunlar arasında en ilginci kızartılmış böceklerdi. 65 İzmir’in ilk eczanelerinden biriydi... Duygu ÖZTÜRK Erhan ÇUKURLU Ümit MUTLU İ Süleyman Ferit Eczacıbaşı 66 zmir, Osmanlı döneminde hastane ve eczane bakımından İstanbul’dan sonra imparatorluğun en önemli vilayeti ve aynı zamanda en önemli bitkisel ilaç ticaret merkeziydi. İzmir’de bugünkü ilk eczaneler 19. yy’dan itibaren açılmaya başlanmıştı ve ilk eczane sahiplerinin tamamı gayri-müslimlerden oluşmaktaydı. 1890 yılında İzmir’de tümü azınlık kökenli olmak üzere 40 kadar diplomalı eczacı bulunuyordu. Bu dönemde İzmir’in nüfusu 500.000 civarındaydı. Türk eczacılar ise 1900’lü yılların başından itibaren İzmir’de eczane açmaya başlamışlardı. Süleyman Ferit Eczacıbaşı, Eczacılık Mektebi’ni 1903 yılında bitirip, yine aynı yıl İzmir’de Guruba-i Müslimin (Garip Müslümanlar) Hastanesi’nde görev aldığı zaman, hastanenin ilk ve tek Türk eczacısı idi. 1922 yılına gelindiğinde İzmir’de 50 eczane bulunuyordu. Bunlardan yalnızca dördü Türk eczacılara aitti. İşte o eczanelerden biri de Süleyman Ferit Bey’in Şifa Eczanesi’ydi. Süleyman Ferit Bey, 1909 yılında Tilkilik semtinde bulunan Eczane-i Umumi’yi 215 altın Lira’ya satın alarak serbest eczacılığa başladığında ne fahri “Eczacıbaşılık “payesinin kendisine verileceğini, ne bu unvanı daha sonra soyadı olarak alacağını, ne de İzmir’in yakın tarihinde izler bırakıp İzmir çocuklarının “Ferit Dede’si “olarak anılacağından habersizdi. “Ferit Dede” sayesinde dönemin belki de en önemli sağlık merkezi olmuş, İzmir’in tıp tarihinde, sosyal yaşamında, hayırseverlikte, sembol haline gelmiş Şifa Eczanesi, binlerce İzmirli’nin çocukluk hatıralarında başköşeye yerleşmiştir. Süleyman Ferit, sağlık hizmetlerinin ve ilaç imalatının yanı sıra; diş macunu, diş suyu, saç suyu, tuvalet ve çocuk pudraları, Altın Damlası, Unutma Beni, Yasemin, Leylak, Manolya, Yaz Yağmuru, Limon Çiçeği gibi ün salmış, isimlerini Şifa Eczanesi’nin müdavimleri olan Celal Sahir, Ahmet Haşim, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy gibi edebiyatçıların koyduğu, hafızalardan silinmeyen kolonyalar ve benzeri kozmetik ürünlerinin de imalatını yapmıştır. Öyle ki, imal ettiği Altın Damla Kolonyası İzmir’in sembolü haline gelmiş, İzmir’i ziyaret eden hemen herkes bir şişe Altın Damla Kolonyası almadan evine dönmez olmuştur. İzmir’in en önemli tıp, tarih ve hayırseverlik portreleri arasında önemli bir yeri olan Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın sembol olmuş Şifa Eczanesi adeta geçmişten geri getirilip, geleceğe, yani genç kuşaklara emanet edilmek üzere 26 Haziran 2009 tarihinde Ege Üniversitesi’ne bağışlandı. Eczacıbaşı Ailesi’nin Ege Üniversitesi’ne ‘’Müze Eczane’’ olarak bağışladığı Şifa Eczanesi’nde döneminin ilaç-eczacılık tarihinin tüm özelliklerini yansıtan toplam 3000’den fazla tarihi materyal bulunmakta. Ayrıca Müze Eczane’de orijinal ilaçlar, tahta, metal, karton ve cam ilaç ve produi kutuları ve şişeleri, döneminin ünlü Altın Damla’sı ve diğer kolonya ve parfüm şişeleri, porselen ilaç ve drog kavanozları, gözlük cam ve çerçeveleri, optik cam kesme makinesi, terazi ve diğer tartı aletleri, ilaç imalatında kullanılan çok sayıda porselen havan ve eczacılık levazımatı, etiketler, tahta kaşe ve mühürler, çok sayıda yayın, defterler ve dönemin önemli Fransızca ve Osmanlıca yazılmış ilaç Farmakope kitapları, tıbbi formül kitapları ve çok sayıda broşür bulmak ve bu tarihi eczaneyi hayallerde yeniden canlandırmak mümkün. Ferit Dede’nin “Şifa Eczanesi”, içinden Eczacıbaşı Topluluğu’nu doğurmuş, geçmişten gelip geleceğe uzanan bir tarih, tıp, bilim ve sanat öyküsü olarak Ege Üniversitesi çatısı altında binlerce öğrenciyle buluşacak, Ege Üniversitesi’nde canlanacak. Gelecek nesillere geçmişi yaşatabilmek amacıyla Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde sergilenmeye başlayan, eczacılığın yakın geçmişine ışık tutan Şifa Eczanesi Cuma günleri 10.00–12.00 saatleri arasında Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Koridoru’nda ziyaretçilerini bekliyor. Şifa Eczanesi’ne Cuma günleri yapılabilen normal ziyaretler Eczacılık Fakültesi araştırma görevlilerinin nezaretinde gerçekleştirilmekte, ancak akademik araştırma ve incelemelerde bulunmak isteyenlerin Eczacılık Fakültesi Dekanlığı’na yazılı müracaat ederek özel izin almaları gerekmekte. Ferit Dede’nin İzmirliler’in hafızalarında büyük yer kaplayan Şifa Eczanesi’ni görme şansını yakalamış olanlar eczanenin geçmiş kokan havasını tekrar soluyarak nostaljik bir yolculuğa çıkabilir, kendilerini yeniden Şifa Eczanesi’nin büyülü dünyası içinde bulabilirler. Ancak Şifa Eczanesi’nin gizemli dünyasını görme şansını kaçırmış olsanız da biraz hayal gücüyle kendinizi Altın Damla Kolonyası koklarken bulabilir, kendinizi Ferit Dede’nin ilaç kavanozları arasında kaybedebilirsiniz. 68 Botanik bahçesinden evladiyelik bitkiler Petek DURGEÇ E Şifa Eczanesi müze oldu Özlem AKTAŞ İzmir’in en önemli tarihi değerlerinden biri olan ve Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın sahibi olduğu Şifa Eczanesi’nin, Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nde “Müze Eczane” olarak yeniden hayata geçirilmesi adına düzenlenen açılış töreninde konuşan Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz “Bugün Ege Üniversitesi olarak kültür, sanat ve sosyal sorumlulukları barındırmasıyla beraber geçmişi hatırlama adına çok onurlu günlerinden birini yaşıyoruz. Eczacıbaşı desteğiyle bu projenin hayata geçirilmesinden dolayı bize bir miras bıraktıklarını düşünüyorum. Öncelikle Eczacıbaşı ailesi olmak üzere emeği geçen herkese çok teşekkür ederim.” diye konuştu. Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı “ Bu tarihi yapıtın doğduğu kente, Ege Üniversitesi’ne bağışlanarak nakledilmesinin doğru bir karar olduğuna inandım. Daha önce yapımını tamamladığımız Eczacıbaşı Toplantı ve Sergi Salonu’nun hemen bitişiğinde Şifa Eczanesi’nin açılışını gerçekleştirmekten mutluluk duyuyoruz.” dedi. Törende konuşan Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Varol Pabuççuoğlu “İzmir’in en önemli tarihi değerlerinden biri olan Süleyman Ferit Eczacıbaşı’nın sahibi olduğu Şifa Eczanesi’nin şehrimizle yeniden buluşmasının mutluluğunu yaşıyoruz. Topluma sunulan eczacılık hizmetinin, ülke sevgisi ve toplumsal sorumluluk ile yoğrulduğu Şifa Eczanesi, tarihi kimliği ve bu kimlik içerisinde mesleğimize, ülkemize ve şehrimize kazandırdıklarıyla toplum önderi olacak genç eczacı adaylarına ve genç İzmirlilere önemli mesajlar taşımaktadır.” diye konuştu. ge Üniversitesi (EÜ) bünyesindeki fakülteler ile araştırma uygulama merkezlerindeki uygulama sahalarında üretilip satışa sunulan ürünler çeşitlilikleriyle dikkat çekiyor. EÜ Botanik ve Herberyum Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin seralarında üretilen bitkiler dayanıklılıkları ve uygun fiyatlarıyla meraklılarının ilgi odağı oluyor. Ege Bölgesi’nin tek, Türkiye’nin ise sayılı botanik bahçelerinden birine sahip olan merkez değişik türlerdeki binlerce bitkinin ahenkli uyumuna tanıklık eden bir cennet görünümünde. Merkezin seralarında yetiştirilen bitkilerin dışarıdaki çiçekçilerde satılanlardan farklı olduğunu belirten EÜ Botanik ve Herberyum Araştırma ve Uygulama Merkezi İdari işler Sorumlusu Jeomorfolog Ayşe Bilgin, “Bizim seralarımızda yetiştirilen ürünler uzun ömürlü olmalarıyla dikkat çekmektedir. Bunun nedeni toprak karışımlarının uygun şartlarda özenle hazırlanmasıdır. Buradan bitki alan insanlar aldıkları bitkinin bakımları konusunda da bilgilendirilirler. Ürettiğimiz ve sattığımız bitkiler uygun yetişme koşullarında büyürlerse evladiyelik olmaktadır.” diye konuştu. Bitkilerin üretildiği seraların öğrenciler tarafından sık sık ziyaret edildiğini ifade eden Bilgin, “Anaokullarından, ilköğretimokullarından, liselerden ve üniversitelerden öğrenci grupları seralarımızı ziyaret ediyor. Dünyada ortalama 260 üniversite ile tohum alışverişi gerçekleştiriyoruz. Böylelikle ülkemizde bulunmayan bitkileri de yetiştirme şansımız oluyor. Halka açık olan botanik bahçemizden hergün mesai saatleri içinde alışveriş yapılabilmekte. Elimizde çok fazla olan bitkileri senenin belli dönemlerinde düzenlediğimiz dampinglerle çok uygun fiyata meraklılarıyla buluşturuyoruz.” şeklinde konuştu. BOTANİK VE HERBERYUM ARAŞTIRMA VE UYGULAMA MERKEZİ SATIŞ YERİ FİYAT LİSTESİ Türü Gül Fiyatı 2.5-3 TL Sardunya 2 TL Yasemin 5 TL Begonvil 5-10 TL Limon servi 5-10-12.5 TL Taflan 2.5-5 TL Mine 5-10 TL Fenix palmiye Sikas 25-30 TL 25-250 TL 69 TIP DÜNYASINDAN Tarihte grip salgınları Prof. Dr. A. Çağrı BÜKE Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Grip çok eskiden beri bilinen bir enfeksiyon hastalığıdır. 1870’li yıllarda İtalyanlar hastalığı soğuğun etkisi ile ortaya çıkan ve kutsal bedenleri etkileyen bir hastalık olarak tanımlamışlardır. 1889– 1990 yıllarında Rus gribi adı altında bir salgın oluşturduğu ve tüm dünyada bir milyon kişinin ölümüne yol açtığı bildirilse de grip hastalığının tam olarak ne olduğu ve oluşturabileceği etkileri konusundaki ilk ve kötü deneyim 1918 yılında tüm dünyayı hızla saran bir salgın sonucu yaşanarak anlaşılmıştır. İspanyol gribi olarak adlandırılan ve İnfluenza A H1N1 virüsüne bağlı gelişen bu salgının 1918-1919 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri’nden (ABD) tüm dünyaya yayılarak toplam nüfusunun 70 ortalama %50’sinde gribe neden olduğu bilinmektedir. Bu salgın tüm dünyada pnömoni komplikasyonuna bağlı olarak bazı kaynaklara göre 30 milyon kişinin, bazı kaynaklara göre de 100 milyon kişinin ölümüne neden olmuştur. Bu konudaki genel kabul tüm dünyada 60 milyon kişinin öldüğü şeklindedir. Bu salgına İspanyol gribi adı, İspanyol Kraliyet ailesine ait fertlerin hastalığa yakalanmış olmalarından dolayı verilmiştir. İspanyol gribi salgınına yol açan İnfluenza A H1N1 virüsünün asıl kaynağının yeşil başlı ördekler olduğu ve bazı kaynaklara göre önce domuzlara ve sonra da onlardan insanlara bulaştığı, bazı kaynaklara göre ise direkt olarak yeşil başlı ördeklerden insanlara bulaşarak sonrasında insandan insana yayıldığı belirtilmektedir. Bu salgın öncesinde İspanyol grip salgınına neden olan İnfluenza A H1N1 virüsünün 1917-1918 kış döneminde Çin’de hafif seyirli bir grip tablosuna neden olduğu, ancak sonrasında mutasyon ile değişime uğrayarak çok bulaşıcı ve hastalandırıcılık yeteneği çok fazla olan bir virüs haline dönüştüğü ve salgına yol açtığı kaynaklarda belirtilmektedir. 1918–1919 grip salgınından sonra tüm dünyayı etkisi altına alan bir diğer grip salgını 1957-1958’de yaşanan Asya gribi salgınıdır. İnfluenza A H2N2 virüsüne bağlı olarak gelişen bu salgının tüm dünya nüfusunun %40%50’sinde grip hastalığına yol açtığı ve yine gribin oluşturduğu pnömoni komplikasyonu nedeniyle bir milyon ile bir buçuk milyon kişinin öldüğü bilinmektedir. Asya grip salgınına neden olan İnfluenza A virüsünün kaynağı yeşil başlı ördeklerin grip virüsü ile insan grip virüsü karışımından oluşan influenza A H2N2 dir. 1957-1958 grip salgınından sonra üçüncü pandemi 1968-1969 yıllarında gelişen ve Hong Kong grip salgını adı verilen salgındır. Tüm dünya nüfusunun %30’unun hastalığa yakalandığı ve bir ile dört milyon kişinin pnömoni nedeniyle öldüğü bilinmektedir. Salgına neden olan İnfluenza A H3N2 virüsüdür. 2004 Ocak ayında Asya’dan başlayan ve Kuş gribi adı verilen ve İnfluenza A H5N1’e bağlı gelişen gripte ise durum diğerlerinden farklıdır. Zira henüz insandan insana bulaştığı gösterilen bir kuş gribi olgusu yoktur. 2004 ile 2008 yılları arasındaki olgu sayısı 385 olup bunların hepsi kuşlardan ve kümes hayvanlarından insanlara doğrudan bulaşan kuş gribi olgularıdır. Ancak hastalık çok daha ciddi ve ağır seyirlidir. Söz konusu tarihler arasında 385 olgunun 243’ü kaybedilmiştir. Mortalite oranı %63 olup bu oran diğer grip türlerinden çok daha yüksektir. 2009 yılı Nisan ayında Meksika’da domuz çiftliğindeki domuzlar arasında gribe neden olan İnfluenza A H1N1’in bu domuzlara bakım veren kişilerde de hastalığa neden olduğu saptanmıştır. İnsanlarda daha önce hiç gribe neden olmadığı saptanan başlangıçta domuz gribi şimdilerde ise İnfluenza A H1N1 virüsü gribi ya da A gribi olarak adlandırılan bu hastalık hızla insandan insana yayılmıştır. Hastalık Haziran ayı ortasında tüm kıtalara ulaşmış ve 5. ve sonra da 6. derece pandemi düzeyine ulaştığı Dünya Sağlık Örgütü tarafından bildirilmiştir. Nisan ayı ortasından 9 Ekim 2009 tarihine kadar 378.000 sayısına ulaşan yeni bir İnfluenza A virüsünün oluşturduğu (İnfluenza A H1N1 2009) grip salgınının bugüne kadarki grip salgınları içerisinde en hızlı yayılan iki salgından birisi, belki de ilki olma özelliğine sahip olduğu bildirilmektedir. Hastalık; her sene karşılaşılan mevsimsel gripteki belirtilerden farklı olmamakla birlikte olguların büyük bölümünde daha hafif seyretmektedir. Olguların büyük kısmı en geç bir hafta içinde iyileşmektedir. Ancak mevsimsel gripten farklı olarak doğrudan alt solunum yollarına da yerleşebildiği ve çok daha ciddi ve ağır seyredebildiği de görülmektedir. Mortalite oranı mevsimsel gripten daha düşük olmakla birlikte hamileler, çocuklar, kronik kalp, akciğer hastalığı ile şeker hastalığı olan olgular, bağışıklık sistemi baskılanmış olgular dışında normal sağlıklı kişilerde ve özellikle genç erişkinlerde de ölüme neden olabilmektedir. 25 kasım 2009 tarihi itibarı ile İnfluenza A H1N1 nedeniyle ölen 123 olgunun 60’ında altta yatan herhangi bir hasta- lık mevcut olmayıp bunların çoğunu genç erişkin yaş grubundaki kişiler oluşturmaktadır. Domuz gribi ile mücadelede en etkili yöntem şu an için aşı ile korunmadır. Aşı için risk grubu terimi kalmamış olup 6 aydan itibaren 55 yaşına kadar olan herkesin aşılanması hem hastalığa karşı korunmada hem de hastalığın bir an önce önüne geçilmesinde etkili bir yöntemdir. 20 Kasım 2009 tarihinde Norveç Sağlık otoriteleri üç İnfluenza A H1N1 2009 (domuz gribi) virüsünde mütasyon geliştiğini ve mütasyon saptanan olgularda hastalığın daha ağır seyrettiğini bildirmişlerdir. Ancak bu virüslerin ülkede yayıldığını gösteren bir kanıta rastlamamışlardır. Yine salgının başla- dığı Nisan ayından bugüne kadar Brezilya, Çin, Japonya, Meksika, Ukrayna ve Amerika Birleşik Devletleri’nde de mütasyona uğramış influenza A H1N1 virüsleri bildirilmiştir. Tüm bu olgular ile ilgili veriler tam olarak elde mevcut olmamakla birlikte hafif seyreden olgulardan da ağır seyreden olgulardan da mütasyon saptandığı Dünya Sağlık Örgütü tarafından bildirilmiştir. Ancak şu an için mütasyon gelişen virüslerde tedavide kullanılan grip ilaçlarına (antiviral) (oseltamivir ve zanamivir) karşı direnç saptanmamıştır. Yine şu an uygulanmakta olan domuz gribi aşısının mütasyon geliştiği saptanan İnfluenza A H1N1 virüslerine karşı da etkili olduğu ve koruma sağladığı Dünya Sağlık Örgütü tarafından bildirilmektedir. Kanada’ya Glaxo SmithKlein aşı üretici firmasının gönderdiği aşılardan bir kısmında (yaklaşık 7.5 milyon dozdan 172.000 dozluk parti) alışılmış oranların üzerinde bir alerjik reaksiyon gelişmesi üzerine bunlar toplatılmıştır. Türkiye’de de bu firmanın ürettiği aşılar kullanılacak olup Kanada’daki seri ile Türkiye’deki üretim serilerinin birbirinden farklı olduğu ve benzer etkinin beklenmediği yetkililer tarafından bildirilmektedir. Şu an için hastalıktan korunmada en etkili yol aşılanmadır. Hastalığa karşı bağışıklık sistemi güçlendirmek amacıyla yapılması gerekenler; mümkün olduğunca vücudu dinlendirmek, dengeli beslenmek ve başta su olmak üzere bol sıvı tüketmektir. Bu bağlamda piyasada önerilen birtakım ot karışımları olan; kabuk tarçın, zencefil, kuşburnu, karanfil, havlucan ve ıhlamur gibi bitkiler tek tek ya da karışımları ancak Tarım ve Köy İşleri Bakanlığından onaylı olmak koşulu ile ve sıvı alımı niyetine kullanılabilecek bitkilerdir. Yoksa virüsün vücuda girmesini önleyici etkileri söz konusu değildir. 71 Demet ALTUNTAŞ Atamalara devam.. “İnsan Kaynakları Sayfası” Ege Üniversitesi’nin tüm çalışanlarını ilgilendiren konular hakkında her sayımızda güncel bilgileri aktarmak amacıyla hazırlandı. Bu sayıda EÜ Personel Daire Başkanlığı’ndan aldığımız bilgiler ışığında yönetmelikteki değişikler, kadroların durumu, atamalar, mali işlerle ilgili bilgilere köşemizde yer verdik. Her sayımızda bu bilgileri güncellemeye devam edeceğiz. 10.07.2009 tarih ve 9099 sayılı yazı ile YÖK’ten talep edilen kullanma izinlerinin gelmesinin ardından, 3.10.2009 tarihli Sabah Gazetesi’nde, 52 Profesör, 57 Doçent, 52 Yardımcı Doçent kadrosu ilana verildi. Atama işlemleri devam ediyor. Öğretim Elemanı atamaları 19 Eylül 2009 tarih ve 27354 sayılı Resmi Gazete’de öğretim üyesi dışındaki öğretim elemanı kadrolarına naklen veya açıktan yapılacak atamalarda uygulanacak merkezi sınav ile giriş sınavlarına ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmelikte değişiklik yapıldığına dair yazı yayımlanmıştır. Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı’nın 12.11.2009 tarih 37058 ve 37059 sayılı yazıları ile kullanım izni verilen 9 Öğretim Görevlisi, 33 Araştırma Görevlisi, 2 Okutman, 8 Uzman kadrolarının ilanı 2.12.2009 tarihinde YÖK web sayfasında yayınlanacak. Yeni atamalar 02.10.2009 tarihinde Yükseköğretim Kurulu’nun web sayfasında 27 Araştırma Görevlisi, 2 Öğretim Görevlisi, 2 Okutman kadrosu ilana verilmiş, ön değerlendirme ve sınav sonuçları EÜ web sayfasında yayımlanmıştır. Sınavı kazanan adayların atama evrakı Personel Daire Başkanlığı’na ulaştığında atamaları yapılacak. 72 Memurların hazırlayıcı eğitim ders programı Aralık’ta 5.10.2009 – 27.10.2009 tarihleri arasında 99 aday memurun katıldığı Temel Eğitimler tamamlandı. Aday memurların Hazırlayıcı Eğitim Ders Programı, 8.11.2009 tarihinde başlatılıp Aralık ayında tamamlanacak. Hazırlayıcı eğitim için Personel Daire Başkanlığınca eğitim için hazırlanan yeni kitap aday memurlara ders sırasında CD olarak dağıtılacak. Yeni kitabın içeriği ağırlıklı olarak üniversitenin tanımı, yapılan işlemler ve memurların bilmesi gereken kanun, yönetmelik ve tebliğden oluşuyor. Kimlik kartları hazırlanıyor Üniversite çalışanlarının elektronik ortama uygun kimlik kartlarının hazırlanabilmesi için tüm birim çalışanlarından son altı ay içinde çekilmiş fotoğrafları istendi. Kimlikler Vakıflar Bankası tarafından temin edilecek. İki idari birimin yeri değişti Maaş İşleri Şube Müdürlüğü Hukuk Müşavirliği’nin boşalttığı binaya taşınarak Personel Daire Başkanlığı ile daha yakın bir çalışma ortamı oluşturuldu. Hukuk Müşavirliği ise, şu anda Uluslararası Bilgisayar Enstitüsü’nde hizmet evren Bilgi İşlem Daire Başkanlığı’nın boşalttığı Rektörlük Bahçesi’ndeki binaya taşınmıştı. Görevde yükselme eğitimi 2010 yılında yapılacak olan Görevde Yükselme Eğitimi için üniversitemiz birimlerinin memur taleplerinin değerlendirilmesi işlemleri başlatıldı. Maaş işlemleri 2010 Ocak ayından itibaren başlatılmak üzere, Fen ve Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün maaş, ek ders ve mesai ücretleri enstitüler tarafından yapılacak. Karagöz Ege’de çocuklarla buluşuyor Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü (TDAE) tarafından UNESCO ve Kültür Bakanlığı’nın da katkılarıyla düzenlenen “Karagöz Öğreniyorum” projesi halka tanıtıldı. Enstitü Müdürü Prof. Dr. Fikret Türkmen, çocukların kendi kültürleriyle yoğrularak büyümesi gerektiğini belirterek “Bu amaçla hazırladığımız kitaplar ve çizgi filmlerle çocuklarımıza ulaşacağız. Eğitime en büyük katkı işe çocuklardan başlamak olur.” dedi. Kendi kültürümüzü başkalarının ele geçirdiğini vurgulayan Prof. Dr. Türkmen “Yunanistan’da Karagöz’ü gördüm. İsimleri “Karagözis” ve “Hacivatis” olmuş... Biz sahip çıkmazsak, başkaları sahip çıkacak.” diye konuştu. Daha sonra söz alan proje yöneticisi Prof. Dr. Metin Ekici ise, Karagöz oyununun tarihçesinden bahsetti. Çocukların proje süresi boyunca çok kazanım sağlayacaklarını belirten Prof. Dr. Ekici, “Mayıs ayında çocukların kendi yaptığı figürler ve kendi hazırladıkları oyunları göstereceği bir sergi olacak. Genç kuşaklar bu yola daha çok girmeli.” dedi. Proje kapsamında yapılacak çalışmaları anlatan Yrd. Doç. Dr. Pınar Fedakar da, çocukların sürece dahil olmasından duyduğu mutluluğu dile getirdi. Yrd. Doç. Dr. Fedakar, çocukların bu sayede yaratıcılık, kabiliyet, okuma ve yazma alışkanlıkları ile sunum yeteneklerinin gelişeceğini ifade etti. Ardından sahneye çıkan Karagöz eğitmeni Deniz Özgökbel, çocuklara kısaca çeşitli malzemeleri ve onlarla nasıl Karagöz yapıldığını ve oynandığını anlattı. Özgökbel daha sonra da kısa bir Karagöz gösterisi yaparak sunumunu tamamladı. Led ekranla duyuru Ege Üniversitesi bundan böyle kampüs içi etkinlik duyurularını bez afişlerle değil, led ekran aracılığıyla yapacak. Belli noktalarda toplanan afişlerin yol açtığı çevre ve görüntü kirliliğini ortadan kaldırmak amacıyla uygulamaya konan led ekran, kampüsün ana girişi ile , Yeşil Köşk girişinin kesiştiği noktada yer alıyor. Türkiye’deki diğer üniversitelerin ekranlarıyla kıyaslandığında oldukça iyi bir görüntü kalitesine sahip bu ekrandan aynı zamanda gerçekleştirilen ektinliklere dair videolar da izlemek mümkün. En önemli öğün en uygun şartlarla Ege Üniversitesi Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlığı Beslenme Hizmetleri Şube Müdürlüğü tarafından 14 Aralık 2009 tarihinden itibaren öğrencilere yönelik kahvaltı hizmeti başlatıldı. Her sabah 07.30-08.30 saatleri arasında çorba ve kahvaltı tabağı olmak üzere iki seçenek halinde verilecek hizmetten öğrenciler yararlanabilecek. Çorba seçeneği için ücret 0.50 TL, kahvaltı tabağı seçeneği için ise 1.50 TL olarak belirlendi. 73 Bilginin önündeki engeller sesli kitaplarla kalkıyor E ge Üniversitesi Kütüphanesi bünyesindeki “Görsel-İşitsel Materyaller Servisi” yeniden yapılandırıldı. 2009-2010 eğitim-öğretim yılı itibariyle üniversite, İzmir ve Ege Bölgesi’ne hizmet vermek amacıyla “Görme Engelli Öğrencilerin Yabancı Menşeli Yazılı Kaynaklardan Yararlanması” projesi başlatıldı. Kentte ve bölgede ilk ve uzun soluklu bir sosyal sorumluluk projesinin sonucu olan bu çalışmalar ile görme engellilerin kütüphaneden herhangi bir kaynağa sesli kitap olarak ulaşabilmesi ve böylelikle öğrencilerin bilgiye ulaşmasının önündeki engellerin kaldırılması hedefleniyor. Sesli kitap servisi talep halinde diğer üniversitelere de hizmet veriyor. Proje kapsamında, kütüphanenin görsel-işitsel salonu kütüphane içerisinde daha büyük bir alana taşındı. Fiziksel ve teknolojik altyapı uygun hale getirildi ve alınan dijital ekran okuma kayıt cihazı görme engelli öğrencilerin yararlanması amacı ile hizmete sunuldu. Sesli kitap iki aşamada oluşturuluyor. Birinci aşamada seçilmiş olan kitaplar ilgili personel tarafından tarayıcılar yardımıyla elektronik ortama aktarılıyor. Daha sonra bu kitaplar ses dönüştürme programları kullanılarak sese dönüştürülüyor. Böylelikle hedef okuyucu kitlesi genişletilerek sadece görme engelliler değil aynı zamanda hasta, yaşlı ya da okuma bilmeyen kullanıcıların da yararlanabileceği bir 74 sesli kitap koleksiyonu oluşuyor. Sesli kitaplar sadece bilgisayar ile değil, mobil telefon, mp3 player gibi aygıtlarla da uyumlu. “Görme Engelli Öğrencilerin Yabancı Menşeli Yazılı Kaynaklardan Yararlanması” projesini seçmiş öğrencilere öncelikle kütüphanecilik alanında kısa bilgiler veriliyor. Düzenlenen bilgilendirme toplantılarında öğrencilere diksiyon ve sesli okuma çalışmaları yaptırılarak hem kişisel gelişimlerine katkıda sağlanıyor, hem de projenin verimliliğini arttırıcı koşullar oluşturuluyor. Öğrenim süreci sonunda öğrenciler belirlenmiş olan kitapları yine sesli kitap oluşturma programı aracılığı ile dijital ortama kaydediyor. Projenin Mezunlar Derneği’nin desteği ile sürdüğünü belirten EÜ Kütüphane ve Dokümantasyon Daire Başkanı Orhan Çetinkalp “Mezunlar Derneği üyeleriniz, öğrencilerimiz, akademisyenlerimiz ve personelimizin gönüllülüğü ile sürdürülmekte olan çalışmalarımız kapsamında bilgiye erişim bağlamında “engelsiz üniversite”, “engelsiz kent” ve giderek “engelsiz Ege Bölgesi”ne doğru değerli bir adım atmanın şevki ile çalışmalarımızı sürdürmekteyiz. Çalışmalarımız sonunda görme engelliler, yaşlılar ve hastalar için önemli bir değer yaratmanın yanında kütüphanemiz aracılığı ile üniversitemize zengin koleksiyonu ve altyapısı olan bir görsel-işitsel salon bırakacağımızı düşünmekteyiz.” diye konuştu. Sürekli Eğitim Merkezi Avrupa’da Ege Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi (EGESEM) Avrupa Üniversiteleri Sürekli Eğitim Derneği (EUCEN)’ne (The European Association for Lifelong Learning) üye oldu. Sürekli eğitimde Avrupa’daki en büyük dernek olan EUCEN’in amacı, yüksek öğrenim kurumlarında sürekli eğitimi geliştirmek ve böylelikle ülkelerin ekonomik ve kültürel yaşamına katkıda bulunmak. Yılda iki kez konferans düzenleyerek sürekli eğitim merkezlerinin temsilcilerini bir araya getiren EUCEN’in ‘Sürekli Eğitim Merkezlerinde Kalite ve Yenilik: Bireysel Talepleri Karşılama’ konulu 38. konferansı İsveç’in Jönköping kentinde 5-7 Kasım 2009 tarihinde yapıldı. Konferansta EGESEM Yönetim Kurulu üyesi Prof.Dr.Konca Yumlu tarafından bir posterle temsil edilen Ege Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi’nin üyeliği Genel Kurul toplantısında tüm üyelere duyuruldu. Avrupa Üniversiteleri Sürekli Eğitim Ağına katılan EGESEM’ in EUCEN üyeliği ile birlikte uluslararası platformda da aktif olması amaçlanıyor. Uluslararası pencere fuarlarla büyüyor E ge Üniversitesi Dış İlişkiler ve Avrupa Birliği Şube Müdürlüğü Erasmus Programı çerçevesinde Eylül, Ekim ve Kasım aylarında 3 ulusal ve uluslararası fuara katıldı. Uluslararası alanda öğrenci-öğretim elemanı değişimi gerçekleştiren, bilimsel işbirliği faaliyetinde bulunan üniversitelerin temsilcilerinin bir araya getirilmesini amaçlayan 21. Annual EAIE Conference, Connecting Continents isimli fuara Ege Üniversitesi’ni temsilen katılan Prof. Dr. Süheyda Atalay, Uzman Sinem Çınarlı ve Elif Çobanoğlu, üniversiteler arası yeni iş birliği fırsatları yaratılması, Avrupa üniversitelerinin yanı sıra Avrupa dışındaki üniversitelerin eğitim sistemlerinin tanıtımı ile ilgili çalışmalarda bulunarak, Avrupa Kredi Transfer Sistemi (ECTS) ile ilgili seminerlere katıldı. 15-18 Ekim 2009 tarihinde İtalya’nın Floransa kentinde düzenlenen “Festival of Creativity –Yaratıcılık Fuarına” Ulusal Ajansın davetlisi olarak katılan Dış İlişkiler ve Avrupa Birliği Şube Müdürlüğü, fuar bünyesinde “Ege Üniversitesi standı” açtı. Bu sene dördüncüsü düzenlenen ve geçen yıl dört yüz binden fazla kişinin ziyaret ettiği Avrupa’nın önde gelen organizasyonları arasında gösterilen bu fuardaki standda; çeşitli yaş ve meslek gruplarındaki ziyaretçilere Ege Üniversitesi’ni tanıtıcı materyaller de dağıtılarak üniversite hakkında bilgilendirme çalışmaları yapıldı. Fuar bünyesinde düzenlenen çalışma grupları ve tanışma toplantılarına aktif olarak katılan Ege Üniversitesi ekibi, Avrupa’nın önde gelen eğitim, bilişim ve iş dünyası sektörlerinin temsilcileri ile karşılıklı temaslar kurarak, üniversitenin yer alabileceği projeler ve girebileceği ortaklıklar üzerinde fikir alışverişlerinde bulundu. Ulusal Ajans koordinatörlüğünde ve İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin ev sahipliğinde gerçekleştirilen Hayatboyu Öğrenme Günleri kapsamında projeler gerçekleştiren kurumlar, bu projelerini ve deneyimlerini paylaşma fırsatı buldu. Akdeniz Üniversitesi, Gazi Üniversitesi, Sabancı Üniversitesi, Milli Eğitim Vakfı, Keçiören Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Turhal Teknik ve Eğitim Meslek Lisesi, Kuşadası İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, Tekirdağ Anadolu Lisesi, Etiler Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi, İzmir Özel Türk Koleji, Temizel Ünlü Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi, Salihli Halk Eğitim Merkezi, Erbil Proje Müşavirlik Müh. Ltd. Şti, Ege İhracatçılar Birliği de fuarda yer aldı. Ege Üniversitesi Dış İlişkiler ve Avrupa Birliği Şube Müdürlüğü, Erasmus programı ile ilgili deneyimlerini proje fuarında ve gerçekleştirdiği seminerde izleyenlere aktardı. 75 Sanayi Bakanlığı’dan takdir plaketi “1’likten Kuvvet Doğar” Ege Üniversitesi Mezunlar Derneği, Ege Üniversitesi’nde fakülte hatta bölüm bazında yürütülen eğitime katkı çalışmalarına yardımcı olmak ve yine üniversitenin tüm çalışanlarının katkısı ile fon oluşturarak mevcut yürütülen çalışmalara da destek vermek amacıyla “1’likten Kuvvet Doğar” sloganlı bir kampanya başlattı. Her fakültede derneğin kampanyayla ilgili gönüllüsü aracılığıyla tüm Ege Üniversiteliler katılabilecek. Kampanyaya sadece 1 lira ile katılınabiliyor. Bu kampanya, derneğin kuruluşundan bu yana her yıl ihtiyaçlı öğrencilerin eğitimlerine katkıda bulunmak için sürdürdüğü çalışmaların bir uzantısı. Şimdiye kadar 32 bin 500 lira katkıda bulunan derneğin çalışmaları kapsamında bu eğitim döneminde de Diş Hekimliği Fakültesi, Emel Akın Meslek Yüksekokulu, Ödemiş Meslek Yüksekokulu, Ziraat Fakültesi, Tire Kutsan Meslek Yüksekokulu, İletişim Fakültesi, Atatürk Sağlık Meslek Yüksekokulu, Ödemiş Sağlık Yüksekokulu, Su Ürünleri Fakültesi ve Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı son sınıfta okuyan 10 öğrenciye daha katkıda bulunulacak. Egeden uluslararası coğrafyaya bir katkı ve bir başarı Her yıl Fransa’nın SaintDié-Des-Vosges kentinde yapılan ve bu yıl 1-4 Ekim 2009 tarihleri arasında yirmincisi düzenlenen Uluslararası Coğrafya Festivali’ne (Festival International de Géographie/ FIG) Ege Üniversitesi Coğrafya Bölümü’den Prof. Dr. Füsun Baykal, Doç.Dr. Gözde Emekli ve 3. sınıf öğrencisi Senem Yıldız, “Bilimsel Poster Sergisi’nde sergilenmek üzere 3 poster ile katıldı. Bilimsel Poster Yarışması’na sundukları “Türkiye’nin Ege Denizi Kıyılarındaki Bazı Antik Yerleşmelerde Yaşanan Değişimler” başlığını taşıyan posterleri, 49 poster arasından ikinciliği kazanarak 500 Euro ödül aldı. Türkiye’nin Ege kıyılarındaki bazı antik yerleşmelerde (Troya, Efes, Milet) yaşanan değişimler Türkiye’nin Ege kıyılarında, geçmişten bugüne fonksiyonlarını yitiren antik liman kentlerinden Troya, Efes ve Milet, bu postere konu olmuşlardır. Sözgelimi ilk üç yerleşim katında (5000-4300 BP) bir kıyı kenti olan Troya, daha sonra deniz seviyesi değişme- 76 leri ve alüvyal dolgu nedeniyle kıyıdan uzak kalmış ve önemini yitirmiştir. Troya, UNESCO’nun Dünya Miras Alanları listesinde yer alan bir Milli Parktır. Bir kültür turizmi destinasyonu olarak yılda yaklaşık 200 bin ziyaretçisi vardır. Efes kenti ise; son buzul çağı sonrasında (son 10.000 yıl) yükselen denizin sokulduğu Küçük Menderes ırmağı ağzında oluşan körfez kıyılarında kurulmuş, körfezin alüvyonlarla dolması ve kıyı çizgisinin batıya doğru çekilmesi sonucunda yer değiştirmiştir. Bugün gezilen Efes liman kenti Büyük İskender’in komutanlarından Lysimachus tarafından günümüzden 2300 yılönce kurulmuş olup, bugün Ege kıyılarından 5 km kadar içeridedir. Efes, Türkiye’nin en önemli kültür turizmi destinasyonlarından biridir ve yılda 1 milyonun üzerinde turist almaktadır. Milet’e gelince; günümüzden 5000 yıl öncesine inen yerleşim tarihine sahiptir. Kentin kenarında yer aldığı delta, yavaş ilerlediği için Milet yer değiştirmemiştir. Günümüzde yörede, “Uygarlıklar Deltası Meandros” adlı altında festival ve sanatsal etkinliklerle tarih canlandırılmaktadır. Troya, Efes ve Milet’in tarih içinde hem güçlenmelerinde hem de yok olmalarında deniz önemli bir faktör olurken, günümüzde yine deniz ve bu kentlerin kültürel zenginlikleri turizmin gelişmesine fırsat tanımıştır. Toplantıda Sanayi Bakanı Nihat Ergün, Avrupa İşletmeler ağına katkıda bulunan Türk üniversitelerini temsilen ve Ar-Ge, inovasyon ve teknoloji transferlerine yaptığı katkıdan dolayı Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer YILMAZ’a ve Sanayi ve Ticaret Odaları adına TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’na birer plaket sundu. KOBİ’lerin uluslararası pazarlara açılmasını, ticari iş birliklerinin artırılmasını ve teknoloji transferi sağlanmasını öngören Avrupa İşletmeler Ağı’nın Tanıtım Toplantısı, Sanayi ve Ticaret Bakanı Nihat Ergün, Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ve KOSGEB Başkanı Mustafa Kaplan’nın da aralarında bulunduğu 34 katılımcıyla Ankara’da yapıldı. Avrupa İşletmeler Ağı’nın Türkiye bütçesinin 2008-2010 yılları için yaklaşık 13.7 milyon Euro olduğunu belirten KOSGEB Başkanı Mustafa Kaplan şunları söyledi: “Ülkemizde 7 konsorsiyum tarafından Türkiye çapında hizmet veriliyor. Avrupa İşletmeler Ağı kapsamında Ege Bilgi ve Yenilik Merkezi(EBIC-Ege) adı ile kurulan Ege Bölgesi Konsorsiyumu, Ege Üniversitesi Bilim Teknoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin Koordinatörlüğünde, Denizli Ticaret Odası ve Ege İhracatçı Birliklerinin ortaklığında yürütülmektedir. Ege Üniversitesi’nin Koordinatörlüğündeki EBIC-Ege, bugüne kadar organize ettiği 142 bilgilendirme günü ile 8 binin üzerinde sanayiciyi Ar-Ge, inovasyon, teknoloji transferi ve AB projeleri konularında bilgilendirmiştir. Türk firmalar ile AB firmalarını bir araya getirerek iş birliği zemini yaratmak amacı ile EBIC-Ege 49 adet eşleştirme etkinliği düzenlemiş ve bu kapsamda 187 Türk firması ile Avrupalı firmalar arasında 810 yüz yüze görüşme organize etmiştir. Tüm bu faaliyetlerin sonucu olarak Türk firmalar ile Avrupalı firmalar arasında 18 adet işbirliğine imza atan EBIC-Ege, Bölge firmalarımızın teknoloji ve ticari iş birliklerinde bir adım öne çıkmasını sağlamıştır.” Konukevi için “HAYDİ” Ege Üniversitesi Rektörlüğü ve KİT-VAK (Kemik İliği Transplantasyon ve Onkoloji Hastanesi Kurma ve Geliştirme Vakfı) tarafından hasta ve hasta yakınlarının barınma sorunlarına çözüm getirebilmek için kısa adı HAYDİ olan “Hasta ve Hasta Yakınları İçin Destek” projesini başlattı. Proje, Türkiye’nin dört bir yanından şifa bulmak için gelen, Ege Üniversitesi Tülay Aktaş Onkoloji Hastanesi’nde kanser tedavisi gören çocuklar ve aileler ile yine EÜ Hastanesi’nin değişik kliniklerinde tedavi gören ekonomik yetersizlikleri yüzünden günü ve geceyi, sıcakta soğukta, yağmurda çamurda hastane bahçesinde geçirmek zorunda kalan hasta ve hasta yakınlarını bu çileli konaklamadan kurtarmayı hedefliyor. Konukevi, yardımcı hastane modeli olacak Tarihi Havagazı Fabrikası’nda düzenlenen toplantıda konuşan Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Can- değer Yılmaz, “Ayakta tedavilerde hastalar, yakınlarına seslenebilecek mesafede olmak isterler.” diyerek hasta yakınlarının da hastalar kadar önemli olduğunu belirtti. Konukevi projesi, tetkik ve tedavi gerektiren, birkaç günde sonuç alınabilecek hastalıklarda, hekimlerin hastalarına kolayca ulaşmalarını da sağlayacaktır, adeta yardımcı hastane modeli olacaktır.” şeklinde konuşan Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, projenin sosyal tesis konumunda olacağını ve işin bilimsel yönü kadar sosyal yönünün de önemli olduğunu ifade etti. Konukevi projesiyle ilgili, gazetecilerin sorularını yanıtlayan KİT-VAK’ın kurucularından, Kültür Eski Bakanı Prof. Dr. Suat Çağlayan ise konuşmasında, her şeyin yolunda gitmesi halinde projenin 2012 yılı ortalarında tamamlanacağını söyledi. “Şu an iyi gidiyoruz, bize gösterilen her kanaldan kaynak almaya çalışacağız ancak daha çok yardıma ihtiyacımız var.” diyen Prof. Dr. Çağlayan, tüm gönüllülerden maddi manevi her türlü desteği beklediklerinin altını çizdi. 77 Nuri Çolakoğlu: “Su uygarlığın başlama noktasıdır” Güldeniz FIRAT Muhammet Ali EDEBALİ Evren BOZKURT Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Su Kaynakları ve Su Ürünleri Araştırma Topluluğu(EGESKUT)’nun düzenlediği Ege Su Forumu’09 başladı. “Geleceğimizin Güvencesi: Su” sloganıyla hazırlanan Ege Su Forumu’09 Sempozyumu, Ege Üniversitesi Prof.Dr. Yusuf Vardar (MÖTBE)Kültür Merkezi’nde gerçekleşti. Ege Su Forumu’09 sempozyumu açılış konuşmasında Ege Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Süer Anaç suyun dünyanın en önemli sorunlarından biri olduğu üzerinde durdu. Suyun farklı özellikleri üzerinde duran Prof. Dr. Anaç “Sulanan alanlar tarımsal alanların yüzde 15’ini oluşturur. Gıda güvenliğinin en önemli unsuru sudur. Dünyada 2.5 milyon kişi hijyenik sudan uzaktır. Dolayısıyla sudan kaynaklanan hastalıklar artmıştır.” dedi. Suların kalitesi üzerinde bilimsel açıklamalar yapılarak devam eden sempozyumda Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Kocataş “Suların kalitesi çok önemlidir ancak son yıllarda tatlı suların savurganca kullanılması son derece üzücüdür. Kullandığımız suyun değerini bilmeliyiz. Tatlı sular yüzlerce metre derinlikte bulunmaktadır. Bu suları kaliteli bir şekilde size ulaştırmak için çalışmalarımız sürmektedir.” dedi. Konuşmasına suyun önemine ilişkin mısralarla başlayan Dogan Yayın Holding Yönetim Kurulu Üyesi Nuri Çolakoğlu ise su olmadan hayatın bir anlamının olmadığı üzerinde durdu. Suyun önemi üzerinde duran Çolakoğlu şunları söyledi: “Yeryüzünün yüzde 71’i suyla kaplıdır. İnsan vücu- dunun yüzde 58 ila yüzde 78’i sudur. Günde 7 litre sıvıya ihtiyacı olan vücudumuz için su vazgeçilmezdir. Günde en az 7 bardak su içilmelidir” Suyun kutsal dinlerdeki öneminin de altını çizen Çolakoğlu “Su uygarlığın başlama noktasıdır.” dedi. EGESKUT Yönetim Kurulu ve Ege Su Forumu Başkanı Arda Bibika EGESKUT hakkında bilgi verdi. Bu organizasyonu sadece bir başlangıç olarak gördüğünü belirten Bibika şunları söyledi: “EGESKUT’un öncelikli amacı; canlılığın ve doğal hayatın değişmez varlığı olan su ve su kaynakları konusunda, bilimsel verilere dayanan, tarafsız, tartışmaya açık, her türlü araştırma ve geliştirme faaliyetlerini yürütmektir. Bu forumdan elde edeceğimiz tüm veriler, bundan sonra yine çevre üzerine yapacağımız sosyal sorumluluk projelerinin temeli olacaktır.” Açılış töreni katılımcılara plaket verilmesiyle son buldu. Su ürünlerine akvaryum tesisi kuruldu Eray AYDIN Doğan ERBAÇ Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi bünyesinde öğrencilerin uygulama çalışmalarında kullanılmak üzere yeni bir akvaryum yapıldı. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin katkısıyla yapılan dev akvaryumla dünyanın çeşitli bölgelerinden getirilen balıklar öğrenciler tarafından yakından incelenebilecek. Ege Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Kocataş, 78 fakültelerinin ihtiyacı olan akvaryum sayesinde öğrencilerine daha iyi bir eğitim vereceklerini söyledi. Akvaryumculuğun ülkemizde her geçen gün geliştiğini belirten Prof. Dr. Kocataş, Türkiye’de her yıl milyonlarca balık ve akvaryumun satıldığını vurguladı. İzmir Büyükşehir Belediyesi İzbeton Genel Müdürü Tufan Eken, belediye olarak eğitime büyük önem verdiklerini dile getirdi. Aziz Kocaoğlu’nun eğitim konusunda cömert ve yardımsever olduğunu ifade eden Eken, akvaryumun öğrenciler için faydalı olmasını diledi. Ulusal Müzik Sempozyumu konserle sona erdi Ekrem DURUL Ege Üniversitesi’nin öncülüğünde Yaşar Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nin iş birliğiyle düzenlenen Ulusal Müzik Sempozyumu’nda oturumların ardından kapanış konseri düzenlendi. Sempozyumda başkanlığını Prof. Dr. Taranç’ın yaptığı oturumda Yrd. Doç. Dr. Yener “Ustalar çıraklarını hayata hazırlarken belli kayıtları ve notaları dikkate almalıdırlar” dedi. Ayrıca Yrd. Doç. Dr. Yener bireylere bire bir müzik eğitimi vermenin önemine ve müzik sevgisine de değindi. Yener, üç üniversitenin birlikte hareket etmesinin iletişim adına öğrenciler ve akademik kadro açısından önemli olduğunu söyledi. Kapanış konserinde üç farklı yönetmen tarafından hazırlanan ve konservatuvar öğretim üyeleri ile öğrencilerinin yer aldığı bir program sunuldu. Programda ilk olarak, yönetmenliğini Okt. Fikret Döğücü’nün yaptığı “Efelerin Tezenesi” adlı dinleti sunulurken, daha sonra sırasıyla Arş. Gör. Zeynel Demir yönetmenliğinde “Erzurum Âşık Müziğinden Örnekler” ve Öğr. Gör. Atabey Aydın yönetimindeki “Kırşehir ve Keskin Türküleri” dinletileri, izleyicilerden büyük alkış aldı. E.Ü. Ziraat Fakültesi’nde müze açıldı Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde açılan müze, fakültenin geçmişini yeni nesillere aktaracak. Müzede Ziraat Fakültesinin 54 yıllık tarihi boyunca laboratuvarlarında ve araştırmalarında kullanılan tarım aletleri, etkinlikler boyunca çekilen fotoğraflar ile tutulan notlar, yıllar içinde çıkartılan yayınlar, daktilolar ve fotoğraf makineleri sergileniyor. Müzenin fakültenin geçmişiyle gelecek arasında bir köprü kuracağını belirten Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Semih Erkan, “Hazırladığımız müzede nostaljik bir hava olmasına özen gösterdik. Bundan sonraki yönetimlerin müzeyi daha da genişleteceğini umut ediyoruz. Yeni gelen genç öğrenciler bu müzeyi gezerek fakültemizin 54 yıl boyunca geçirdiği süreci anlayabilecekler. Böylece geçmiş ve gelecek arasında bir bağlantı kurulmuş olacak.” diye konuştu. TRT ve Ege Üniversitesi sağlık için el ele verdi TRT İzmir Bölge Müdürlüğü ve Ege Üniversitesi’nin iş birliği ile hazırlanan sağlık programı “Pusulamız Sağlık” TRT 2 televizyonunda izleyicilerden büyük ilgi gördü. “Çalışarak kazanılamayacak tek şey Sağlıktır’’ felsefesiyle yola çıkan Pusulamız Sağlık programı bundan böyle her Pazar saat 17:25’te halk sağlığını yakından ilgilendiren konularıyla Ege Üniversitesi’nin bu konudaki uzman doktorlarını ağırlayacak. Programda uzmanlara izleyicilerin merak ettiği sorular da yöneltilecek. Pusulamız Sağlığın yayınlanan ilk bölümünde konu Türkiye gündeminin en çok tartışılan konusu “domuz gribi” oldu. İlk programın konukları Prof. Dr. Çağrı Büke, Doç. Dr. Candan Çiçek ve Prof. Dr. Fazıl Apaydın’dı. 1 Kasım tarihinde yayınlanan ikinci bölümde ise yine sağlığımızı yakından ilgilendiren “Obezite” konusu Prof. Dr. Candeğer Yılmaz, Prof. Dr. Rasih Yılmaz, Yard. Doç. Dr. Şevki Çetinkalp tarafından ele alındı. Ege Üniversitesi Amerikan üniversiteleri ile iş birliğini arttıracak Ege Üniversitesi, Dış İlişkilerden sorumlu Rektör Yardımcısı Profesör Dr. Atilla Silkü, Amerika’nın en seçkin üniversitelerinin oluşturduğu Global UCEA Delegasyonunu ağırladı. Ege Üniversitesi’nde eğitim ve araştırma ortaklıkları konusunda aktif çalışma ve projeleri bulunan öğretim üyelerinin de katılımıyla düzenlenen toplantıda konuşan Prof. Dr. Silkü, Amerikan Üniversiteleri ile eğitim iş birliklerinin kurumsal hedefleri olduğunu söyledi. Ege Üniversitesi ile muhtemel eğitim ortaklıkları konusunda görüşmeler yapan Columbia, La Sella, California State , Syracuse, Kansas State, Missisippi, Massachusetts Boston Üniversitelerinden gelen Rektör Yardımcısı ve Dekan düzeyinde üniversitelerini temsil eden 12 akademisyen, Ege Üniversitesi Rektörlüğü’nde E.Ü. Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Atilla Silkü’nün başkanlığında Ege Üniversitesi’nden öğretim üyelerinin de katıldığı bir toplantıda bir araya geldi. UCEA heyet başkanı Prof. Dr. Kristine Billmyer ziyaretlerinin çok faydalı geçtiğini belirtti. Ege Üniversitesi’nin kuruluşundan bu yana, en geniş Amerikan Üniversitesi grubunu ağırlamaktan büyük memnuniyet duyduğunu ifade eden Prof. Dr. Atilla Silkü ise, Amerikan Üniversiteleri ile eğitim iş birliklerini arttırmanın üniversite yönetiminin kurumsal hedefleri arasında olduğunu ifade etti. 79 AYIN FOTOĞRAFI Yaşama eşlik eden ölüm Y eşillikler eşillikler içerisinde içerisinde bir bir ev. ev. Trabzon’un Trabzon’un yamacında. yamacında. TrabzonTrabzonluların luların yadırgamadığı yadırgamadığı bir bir manmanzara zara belki. belki. Ama Ama bu bu görüntüyü görüntüyü hemen hemen kaydetmek kaydetmek istiyoruz. istiyoruz. Önce Önce minibüsü minibüsü durduruyoruz. durduruyoruz. Şoförün Şoförün şaşırmasına şaşırmasına aldırmadan aldırmadan Gül’e, Gül’e, hemen hemen “deklanşöre “deklanşöre bas” bas” diyorum. diyorum. Çünkü Çünkü görüntü görüntü bizim bizim için için çok çok çarpıcı. çarpıcı. Evin Evin bahçesinde bahçesinde bir bir mezar. mezar. BabasıBabasının, nın, annesinin annesinin veya veya başka başka bir bir yakınıyakınının…Başka nın…Başka bölgelerde, bölgelerde, ölen ölen kişi kişi bir bir an an önce önce mezarlığa mezarlığa defnedilmek defnedilmek istenir. istenir. Ölümün Ölümün soğukluğu soğukluğu ve ve ölüm ölüm gerçeği, gerçeği, evden, evden, yaşam yaşam alanından alanından uzaklaşır. uzaklaşır. Bayramlarda, Bayramlarda, ölüm ölüm yıl yıldönümlerinde dönümlerinde mezarlığa mezarlığa ziyarete ziyarete gidilir. gidilir. Ölüm Ölüm hatırlahatırlanır nır ama ama daha daha sonra sonra mezarlık mezarlık terk terk edilir. edilir. 80 Ölümden Ölümden uzaklaşmak uzaklaşmak isteriz. isteriz. Ölen Ölen yakınınızla yakınınızla bu bu kadar kadar yakın yakın olmak, olmak, ölümü ölümü sürekli sürekli hatırlamak, hatırlamak, yaşamla yaşamla ölümü ölümü bu bu kadar kadar yakınlaştıryakınlaştırmak mak Karadeniz’e Karadeniz’e özgü özgü bir bir manzara.Bu manzara.Bu manzara, manzara, bir bir tercih tercih ve ve inancın inancın ürünü ürünü olmaktan olmaktan çok, çok, coğrafyanın coğrafyanın dayatması dayatması gibi gibi duruyor. duruyor. Dik Dik arazi arazi ve ve dağınık dağınık yapıyapılaşma laşma başka başka yerlerdeki yerlerdeki gibi, gibi, bir bir ortak ortak alan alan olarak olarak mezarlığa mezarlığa olanak olanak tanımıyor. tanımıyor. Onun Onun için için Karadeniz’in Karadeniz’in bazı bazı yaylalarınyaylalarında, da, köylerinde köylerinde ölümle ölümle yaşam yaşam bu bu kadar kadar yakın yakın olabiliyor. olabiliyor. Bu Bu fotoğraf fotoğraf sizde sizde nasıl nasıl bir bir etki etki yaptı yaptı bilmiyorum. bilmiyorum. Bu Bu görüntü görüntü karşısında karşısında biz biz Karadeniz’in Karadeniz’in mizahını mizahını ve ve neşesini neşesini değil, değil, hüznünü hüznünü ve ve hüzünlü hüzünlü türkülerini türkülerini hatırladık. hatırladık. 81