Tebriz Gezi Notları Bahadır Yağcı

Transkript

Tebriz Gezi Notları Bahadır Yağcı
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Şeriat ve ben...
Tebriz Gezi Notları
Bahadır Yağcı
Sayfa 1 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Korktuğum başıma geldi sonunda.
Şeriat Türkiye’ye değil ama başıma geldi geçtiğimiz haftalarda.
Çok lazımmış gibi İran’la iş yapmaya kalktık, bize de İran yolu göründü.
Aldı beni bir düşünce...
Gideriz gitmesine de...
Acaba geri dönebilir miyiz?
Malum benim o taraklarda bezim olmadığı gibi, ters yönde atıp tutuyorum bir de...
Zaman zaman duyarız; Suudi Arabistan’a aspirin bile sokmak yasakmış. Orada saçma sapan bir kabahat
yüzünden kafası kesilerek öldürülmeye hüküm giymiş Türkleri Cumhurbaşkanı Gül bile kurtaramamıştı
hatırladığım kadarıyla... Ya da sonradan insafa mı gelmişlerdi? İnsafa geleceklerini hiç sanmam ya, belki
siyasi olarak geri adım atmışlardır. Ya da kestiler mi yoksa o adamları?
İran da öyle midir acaba?
Sürekli yanımda taşıdığım ağrı kesici Panadol ya da mide ilacı Gastrosidin’i uyuşturucu kapsamında
değerlendirip de beni sonsuza kadar şeriatın içinde, hem de hapishanesinde tutmasınlar?
Peki ya kulağımdaki küpe?
“Bu ne bre kafir!?” demesinler bana?
“Bizde Müslümanlık böyledir, kulağını delmeyene ‘Allah’ın kulu’ demeyiz biz!” desem inanırlar mı ki?
“Ben Müslüman değilim gardaş, ben hiçbir dine mensup değilim.” desem daha mı kötü olur acaba?
Aldı beni bir düşünce...
İran deneyimi olan arkadaşlardan bilgi almaya çalışıyorum:
-Nedir abi bu hikaye?
-Valla Tebriz’deki arkadaşlar bizden aslında. Tahran’dakiler de fena sayılmaz ama Tebriz’dekiler hep
bizden. Türkçe anlaşıyoruz.
-Yanında ne götürebiliyorsun ya da götüremiyorsun?
-Bir kere alkol bulundurma, hemen alırlar.
-Tamam alkolsüzüz. Kanımdakileri de test edemezler herhalde değil mi?
-Onu bilemem abi, alkolün kokusunu alan DNA’sını da bulur mu bulur. Bence sen kan değiştir gitmeden.
-O kadar da değil. Başka ne götürmeyeceğiz? Sigara, tütün durumu nedir mesela?
-Valla ben giderken çantada birkaç paket sigara vardı hepsini aldılar, bir tane mi ne bıraktılar bana.
-Nasıl yani yasak mı, yoksa sakal diye mi aldılar?
-Nedenini bilmiyorum aldılar işte. Gerçi sonra onlar da satıyor galiba o sigaraları içeride.
-Sakal o zaman...
-Olabilir abi.
-Peki pipoyu da alırlar mı dersin?
-O kadarını yapmazlar herhalde.
-Yapmasınlar yani değil mi?
-Yapmazlar yapmazlar...
-Peki küpe sorun olur mu sence? Çıkarmalı mıyım dersin?
-Valla abi çıkarsan iyi olur derim ben.
-Niye? Küpe deliğinden mi asıyorlar adamı?
-Yok öyle yapmazlar ama yine de çıkarmakta fayda var derim ben abi.
-Yerine ne koycaz o zaman? Delik kulak olur mu?
-Yani o da biraz şüpheli ama...
-Delik kulak olmaz!...
-Allah kolaylık versin sana abi.
-Küpeye kıl olurlarsa “doğuştan delik vardı, deliği kapatmak için küpe taktım derim”.
-Sana iyi şanslar abi...
Bilgi almak güzel bir şey. Yakalamışım arkadaşı bırakmıyorum:
Sayfa 2 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
-Kadınlar nasıl, kara çarşaf mı?
-Öcüler de var tabi ama o kadar da değiller. Bize yakınlar. Başları örtülü hepsinin ama bazılarının göğüs
çatalı muhteşem...
-Çatal mı dedin?...
-Evet abi, öyleleri var ki çatal tam şuraya kadar.
Bilginin bu kadarı akla zarar.
Konuyu değiştiriyoruz:
-Pasaport vize durumu nedir? Vize almıyorlarmış galiba.
-Yok abi, almıyorlar. Alıyorsun pasaportunu giriyorsun içeriye. Arkadaşlar bizden. Pasaporta şöyle bir
bakıyorlar, damgalayıp “hoş geldin” diyorlar. İyiler yani o konuda.
-Damga sorun olmuyor mu? Damgalamasalar?
-Damga sorun oluyor tabi. İstersen sen yarın Vatan Caddesindeki emniyete bir uğra abi. Oradaki arkadaşlar
bir günde yeni pasaport çıkartıyorlar. Sendekini muhafaza ediyorlar. Sen yenisiyle gidip geliyorsun, sonra
dönüşte eski pasaportunu alıyorsun.
-Kadıköy’deki arkadaşlar yapmıyo mu bu işi?
-Yok abi. Bunlar muhafaza da ediyorlar ya, ondan dolayı yani... Sadece Vatanda yapıyorlar.
-Peki bu pasaportla gitsem n’olur?
-Amerika ve İngiltere için sorun olabilir abi. İran damgasını görünce irkiliyorlar. Vize vermeyebilirler yani.
-Peki damgalatmasam, bu mümkün değil mi?
-Sen istersen damgalatma abi. Ama kardeşlerimiz damgalamakta ısrar ederlerse ne olur onu bilemiyorum.
-Anladım. Peki başka ne var bilmem gereken?
-Abi istersen ben sana Persepolis CD’sini getireyim, izle. Bir fikir sahibi olursun.
-Yok sağol. Bende var o. O kısmını biliyorum.
-Tamam o zaman abi. Sorun yok senin için.
-Sağol gardaş.
-Bir şey değil abi.
Ertesi gün Vatan Caddesindeki Emniyet Müdürlüğündeyim.
İlgili birimdeki bayan polise sıra beklememek için kenardan soruyorum:
-İran için ek pasaport almak istiyordum, buradan alınıyor değil mi?
-Pasaportunuzda hangi vize var?
-Schengen.
-Yok olmaz Schengen’e vermiyoruz...
(-Yengen’e mi veriyorsunuz?... demek geldi içimden...)
-...Amerikan vizesi varsa olur.
-Ama ben yarın bir gün İngiltere’ye de gitmeyi düşünüyorum.
-İngiltere için sorun yok.
-Ben var diye duydum.
-Bakın Amerika’nın İran ile, Arap ülkelerinin İsrail ile, Yunanistan’ın Kuzey Kıbrıs ile sorunları var. Bunun
dışında hiçbir sorun yok.
-Peki benim Amerika’ya gitmem gerekirse yakında?
-Olasılıklar üzerine çalışamayız. Amerika’ya gitmeniz gerekirse o zaman gelirsiniz.
-Peki...
Vermediler...
Ofise döndüğümde İran deneyimli matrak arkadaşa yaklaştım, ki kendisi biraz kilolu bir arkadaştır:
-Benim kilomu yetersiz buldular.
-Nasıl abi?
-Vermediler bana.
-Abi biraz daha gülümseyecektin. Biraz da kıvırtsan tamamdı.
-Yapamadım işte. Senin kadar becerikli değilim ben.
-Üzüldüm bak şimdi. Bir dahaki sefere inşallah!
-İnşallah!...
Sayfa 3 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
*
Programa baktım.
Cuma akşam yirmi üç gibi uçup, sabaha karşı üç otuz gibi ordayız.
Dönüş de Pazar gecesi, yani Pazartesi sabahı dört otuz beş uçuş, yedi gibi buradayız.
Hafta sonu gitti...
Dahası iki gece de gitti.
Uykusuz mu yaşanıyo bu şeriat?
Matrak dostuma yaklaştım (artık bu kadar muhabbetten sonra biz dostuz):
-Cuma namazını kurtardık. Akşam gidiyoruz.
-Valla iyi yapmışsın abi. Orada Perşembe Cuma tatil. Cuma namazını kurtarman iyi olmuş. N’olur
n’olmaz!...
-Dönüş de Pazar gecesi, yani milletin sahura kalktığı dakikalar.
-Aman Allah korumuş abi seni. Tam zamanında geliyorsun. Maazallah ya kalsaydın oruç zamanına?
-Hiç şansım olmazdı değil mi?
-Kesin başın belaya girerdi.
-İyi organize etmişler sağ olsunlar.
-Şanslı adamsın abi sen.
-Ondan pek emin değilim ya, neyse...
-Yok yok şanslısın sen abi.
-Peki öyle diyelim. Bu arada para konusu nasıl oluyor? Ne alayım yanıma?
-Nasıl abi?
-Dolar sorun olur herhalde Euro mu almalıyım?
-Abi dolar da olur Euro da. Paranın dini olmaz biliyorsun. İkisini de alıyorlar. Ama belki doları biraz daha
kazık alıyorlardır. Malum kızıyorlar Amerika’ya. Sen en iyisi Euro al yanına.
-Sonra n’apıyoruz o Euroları? Orada kullanabiliyor muyuz yoksa bozduracak mıyız?
-Havaalanında bozduruyorsun abi. Arkadaşlar seni kırmazlar o konuda, bozarlar.
-Ne veriyorlar Euro’ya karşılık?
-Abi bunların iki türlü parası var. Birisi Riyal, resmi olanı, diğeri Tümen, on Riyale karşılık geliyor. Genelde
Tümen’i kullanıyorlar.
-Tümen alcaz yani.
-Evet abi.
-Kaç Tümen veriyorlar bir Euro’ya karşılık?
-O kadarını hatırlayamicam abi. İnternetten bulabilirsin sanıyorum.
-Peki sağol.
-Bir şey değil abi.
Dostum abi mabi diyor ama abisi olduğumdan değil, sadece biraz matrak, biraz samimi, biraz da geniş ve
çaplı biri olduğundan yani.
Akşama doğru yine yaklaştım dostuma:
-Seni kıskanıyorum.
-Niye abi? Kilolarımdan dolayı mı?
-Yok ondan değil. O konuda da komplekse giricem yakında, ama konu o değil.
-Nedir abi? Niye kıskanıyorsun? Seni kıskandıracak ne yaptım ben?
-Çift kişilikli olan benim, ama bana çift pasaport vermediler. Sen tek kişilikli hem de kişilikli birisin ama
sana çift vermişler.
-Üzülme abi, hele sen sağ salim bir git gel, bir gün senin de olur.
-Olur di mi?
-Olur abi olur, hiç merak etme sen!...
-Peki... Sağol...
-Sen de sağol abi...
*
Sayfa 4 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Tebriz uçuşu...
Ve yolculuk vakti geldi.
Uçağa binerken çevreme şöyle bir baktım.
Erkekler bizimkiler gibi, pek fark yok.
Ama kadınlar bizim Cumhuriyet dönemini andırıyor. Genci yaşlısı hepsi çağdaş, güzel ve çekici.
“Boşuna kapatmıyorlar bu güzellikleri bu adamlar.” dedim içimden. Bu tespitim daha sonra Tebriz’de daha
da kesinleşti.
Uçakta yolculuk Avrupa’ya olandan farksızdı. Tek fark bir saatlik rötardı.
Sadece biz değil, İranlılar da son şaraplarını yudumluyorlardı. Bazıları da biralarını.
Havaalanına indikten sonra dışarı çıkmadan önce kadınlar için kapanma işlemi gerçekleşecekti.
Bir anda her yer kararacak sandım. Ama hiç de öyle olmadı.
Herkes kendi zevkine göre seçtiği bir parça bezi başının üzerine öylesine serpiştiriverdi. Saçlar tamamen
kapanmadı.
Bize bu seyahatte eşlik eden bayan danışmanımız da kırmızı bir eşarp atmıştı başının üstüne. Saçının ön
bölümü açıktaydı. Sordum:
-Hepsi bu mu yani?
-Daha ne olsun? Siz kapatın bakalım başınızı bu sıcakta dayanabilecek misiniz?
-Ne bileyim ben, her şey ortada, ne anlamı var ki bir parça bezi başının üstüne koymanın?
-Eskiden daha kötüydü, tamamen kapatıyorlardı, saçın görünmesini istemiyorlardı. Ama şimdi perçem diye
bir moda çıktı da rahatladık. Saçın ön bölümü açıkta kalabiliyor artık.
Terminale girdik. İnsanlar pasaport kuyruğundalar.
Biz biraz geride durduk şöyle bir ortama adapte olalım diye.
Baktık cam kenarında sigara içenler var. Tebriz’in en güzel noktası buydu işte. Hepimiz tiryakiyiz. Biz de
sigaramızı, puromuzu, tütünümüzü yaktık, tüttürmeye başladık.
Hemen yanımızda sanayi tipi metalik buzdolabına benzer bir şey vardı. Ucu hafif çapraz şekilde yukarıya
dönük iki mini metalik boru vardı iki köşede. Dolabın üzeri lavabo gibiydi.
İçme suyu dolabıymış. Su yukarıya doğru akıyor, sen de eğilip ağzını suya karşı açıyor ve suyu içiyorsun.
Biz konuyu tam kavrayamadığımızdan havadaki suyu avucumuza düşürerek içmeye çalıştık. Doğru işlemi
daha sonra bir İranlı uygulayınca öğrendik.
Bu arada havaalanının fotoğrafını çekmek istedim ama henüz ortamı tanımadığımdan risk almak istemedim.
Fotoğraf makinesini görür görmez iki kişinin üzerime çullanmasından çekindim. Buna rağmen küçük bir risk
alarak bizimkileri içme suyu dolabından su içerken çaktırmadan çektim.
Pasaport kontrolünde görevli arkadaş damgayı vurduktan sonra “hoş gelmişsin” dedi. “Hoş bulduk” deyip
içeri girdim. İçeri dediğim de aynı hol içinde pasaport noktasından sonrası yani. Solda bagaj bantları az
ileride gümrük masaları ve onun da ilerisinde diğer duvar kenarındaki dükkanlardan önce bir geçiş kapısı.
Gümrük masasının orada da iri yarı bir arkadaş karşıladı beni. “Hoş gelmişsin” deyip pasaportumu aldı ve
sordu anlamlı anlamlı gülümseyerek:
-Numune getirmiş misin?
-Efendim?
-Numune var mıdır? Ne getirdin?
-Numune getirmedik, lokum var sadece.
Sayfa 5 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Ziyaret edeceğimiz kişilere hediye niyetine lokum almıştık İstanbul’daki duty free’den.
Arkadaş muhtemelen onun için bir şey getirip getirmediğimizi soruyordu ama anlamadım ben tabi ve
pasaportumu almak üzere elimi uzatıp yoluma devam etmeye kararlı bir görüntü verdim.
Baktı ki ona hitap edecek bir tip değilim “peki... hoş gelmişsin” diyerek pasaportumu geri verdi ve beni
sağdan devam etmek üzere yönlendirdi.
Yüzündeki tebessüm devam etmekle birlikte biraz hayal kırıklığına bürünmüş gibiydi. Bir şeyler bekliyordu
belli ki. Ama ne bekliyordu bilmiyorum doğrusu. Anlamam ben bu tür işlerden.
O ana kadar benim için en önemli nokta küpe idi. Ve kimse ilgilenmemişti.
Ne güzel!
İçeride de böyleyse tamamdır yani şeriat meriat!...
Gümrükten kazasız belasız ve pipoyu da kurtarmış olarak geçmenin sevincini yaşarken geçiş kapısı önünde
bir kalabalık dikkatimi çekti.
Kadınlı erkekli sekiz on kişilik bir grup, her birinin elinde ya fotoğraf makinesi ya video kamera, hem sarılıp
öpüşüyorlar hem de o anı filme alıyorlar.
Az önce masum bir foto bile çekemeyen ben, onları öyle görünce sanki porno film çekiyorlarmış gibi
hissettim.
Ve öylece kalakaldım.
Beni öyle donmuş vaziyette gören havaalanı görevlilerinden biri yol kapalı olduğu için geçemediğimi
düşünüp hemen kalabalığa müdahale etti:
-Hanım, yolu bağlama!...
Hanım yolu çözer gibi yaptı ama grup hala kendi havasındaydı. Aralarından güç bela geçebildik.
GM dedi ki:
-E bak bunlar çekiyorlar işte?!...
-Evet... hem de ne çekim... Biz biraz fazla kastık galiba...
*
Evet sonunda içerideyiz.
Şeriatın içinde.
Hanım danışmanımız önce taksi ve benzeri ufak tefek harcamalar için bir miktar para bozdurmamız
gerektiğini söyledi. Mesela elli Euro.
Verdik elli Euroyu. Arkadaş içeride epeyce bir uğraştıktan sonra bir deste parayı bize uzatarak...
-Altmış dokuz min Tümen.
...dedi.
Baktım altmış dokuz kağıt var. Her birinin üzerinde on bin Riyal yazıyor. Yani para tek ve Riyal, Tümen
diye bir para birimi yok. Ama arkadaşlar telaffuz ve hesaplamada güçlük çekmemek için on Riyal’e bir
Tümen demişler.
Aslında bizim orduda onluk gruplara Manga deniyor ama İran’a Tümen olarak geçmiş demek ki.
Çıktık dışarı, taksi durağındayız. Siparişimizi verdik, on bir numaralı fiş ile taksi bekliyoruz. Sordum:
-Ne zaman gelir?
-Şinci gelir.
Arada gelen taksilere bekleyen diğerleri biniyor.
Sayfa 6 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Dört beş taksi gelip gitti. Yine sordum:
-Bizimki ne zaman gelir?
-Hindi gelir.
-Yani kaç dakika?
-Şimci gelir.
Böyle yani; şinci, hindi, himdi, şimci...
Nasıl denk gelirse!
Hepsi anlaşılıyor nasılsa...
Yedi sekiz dakika sonra nihayet bizimki de geldi.
Otele doğru yol alıyoruz.
Yolda Farsça tabelalar dışında tek tük insana da rastlıyorsun sabahın o saatlerinde. Ve yanında bir erkek
olmak koşuluyla arada kara çarşaflı kadınlar da göze çarpıyor nahoş bir şekilde.
On beş yirmi dakikalık uzun bir yolculuktan sonra oteldeyiz.
Taksi ücreti altı min Tümen.
Pasaportlarımızı aldılar, form imzalattılar ve oda anahtarlarımızı verdiler. Pasaportlar sonra iade edilecekmiş.
Oda kahvaltı elli beş min (bin) Tümen.
Kahvaltı on buçuğa kadar.
Saat sabahın beşine yaklaşıyor. Danışmanımıza sordum:
-Kaçta kalkıyoruz?
-Sekizde bizi almaya gelecekler.
-Şu işi on yapsak? Saat zaten olmuş beş.
-Tamam ben sekizde arar, onda gelmelerini söylerim.
Odalarımıza çıktık.
Televizyonda ne tür kanallar olduğunu görmek için şöyle bir baktım.
Iyyyh!...
Humeyni bozması iki adam harala gürele konuşuyor.
Hemen zapladım.
İkinci kanalda da benzer bir durum.
Üçüncüye cesaret edemedim ve hemen kapama düğmesini tuşladım.
Ve orada bulunduğum sürece bir daha da kumandaya elimi sürmedim.
Pipoma Burbon viskili Borkum Riff tütünümden biraz yükleyip tüttürdüm.
Bir an irkildim. Tütünde aroma halinde bile olsa alkol bulunduğunu görüp beni götürmesinler?
O tütünü dönünceye kadar bir daha kullanmadım.
Kısa süreli uyku için yatağa uzanırken sabah ezanının okunup okunmadığını merak ettim. “Zaten vakit yok,
tam ben uykuya dalarken birden okunmaya başlamasın” dedim içimden.
Ne o sabah, ne de Tebriz’de bulunduğum iki koca gün boyunca neredeyse hiç ezan sesi duymadım.
Bırakın her mahalleyi, her sokakta birkaç ezan sesini aynı anda hem de mümkün olan en yüksek sesle
duyurma görgüsüzlüğünün sadece bize ait olduğunu anladım.
*
Sabah...
Onda kalktım, on buçukta kahvaltıya indim.
Ben kahvaltımı bitirmeye yakın danışmanımız da geldi. GM görünürde yok.
Sayfa 7 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Danışmanımızın sigarası bitmiş garsondan rica ettik bir paket sigara aldı geldi.
-Ne kadar sigara?
-Min yeddi yüz Tümen.
-Yani iki bin...
...dedim gülümseyerek.
Garson da aynı şekilde karşılık verdi.
Tümenler bende olduğundan çıkardım verdim iki bini “tamamdır” dedim.
İki dakika sonra garson üç yüz Tümen getirdi.
-Tamam demiştim ya? Sende kalsın gerisi.
-Yok biz para almayız.
-Peki...
Ben bahşiş olarak düşünmüştüm, ama burada böyle bir adet yok demek ki. Rüşvete mi giriyor ne?
Az sonra GM de kahvaltının son dakikalarında bize katıldı.
On bir küsurda taksimiz geldi.
İran’da GM’ler hatta Ahmedinecad bile kravat takmadığından biz de kravatsızız. Dahası hava çok sıcak
olduğundan ceket de giymedim ben.
Beni o halde ancak İran’da görebilirsiniz. Normal şartlar altında ya tam takım, ya tam sporumdur çünkü.
Ziyaret edeceğimiz fabrikaya doğru giderken gün ışığında Tebriz hakkında biraz daha net bir fikir sahibi
oluyoruz:
Tamamen kuru bir ortam...
Nem yok, yeşillik yok, su yok.
Taş ve beton dışında şehir dışına doğru boz renkli kuru toprak göze batıyor.
Kalabalık ortamlarda da siyah rengin hakim olduğu bir görüntü.
Başka da önemli bir şey yok gibi.
Taksi şoförümüz konuşkan. Anlattı durdu yolda.
-Abü men İstanbul’a gelmişem. Ömünönü, Sürkecü oralarda hep dolaşmışam. Sürkecü’de balık ekmek
yemişem.
-Ne güzel!
-Abü men Doğubeyazıt’a da gitmişem. Biz Doğubeyazıt’a gidiyoruk, orada viski içiyoruk, sonra geri
gelüyoruk.
-Oh ne güzel!
-Abü biz burda içemiyoruk. Humeyni bizim atalarımızın başını kesiy. Onun uçün Doğubeyazıt’a gidiyoruk,
viski içiyoruk, sonra gelüyoruk.
-Eyvallah!
-Ahmadinecad...
-Hah!... Söyle bakalım (bizim sormaya çekindiğimiz konuyu o açıyor)...
-...bizi bitirdü. Halkı fakir ettü. Bizi mahvettü.
-N’olcak peki?
-Bir dahaki seçmede Ahmadinecad kalmayacak.
-Ne olacak?
-Başkasu gelecak.
-Kim gelecek?
-Ayrı birü gelecak.
-Peki daha mı iyi olacak?
-Kim gelürse daha iyi olacak.
-Hayırlısı...
-Abi men taze evlenmişem.
-Hayırlı olsun.
-Emme bu menüm ilk değül.
-Nasıl yani, iki karı mı alıyorsun?
Sayfa 8 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
-Yok abü, ilkini boşamışam. Bu menüm ikincimün karım oluyi.
-Niye boşadın ki? Dört karı hakkın yok mu?
-Yok abü, bir tane hakkın vardur. Öbürünü boşamışem, taze almışem.
-İyi yapmışsın!...
Bu arada danışmanımıza soruyorum:
-Dört karı hikayeymiş??!!
-Yok alamıyorlar dört tane. Bir taneyle evlenebiliyorlar.
-Niye ama şeriat dört demiyo mu? Nası şeriat bu?
-Yok alamıyorlar. Şeriatdost (ziyaret edeceğimiz şirketin GM’i) “İzin verseler ben dört karı isterim aslında,
ama öyle bile olsa alamam. Karım öldürür beni!” diyor.
-Nasıl yani? Ona ne oluyo ki? Şeriat değil mi? Alırız dört tane!... Kime ne?
-İranlı kadınlar o kadar da aptal değiller aslında. Hiç taviz vermezler o konuda.
-Valla ben onu bunu anlamam! Şeriatın gelmemesi için yapabileceğim ne varsa yaparım. Ölümü bile göze
alırım. Ama diyelim şeriat geldi ve ben ölmedim. Hiç anlamam, alırım dört karı.
-Karın izin verirse alırsın.
-İsterse vermesin. Şeriat değil mi? Boşarım gider. Sonra alırım dört tane. Ben anlamam!...
Tekrar şoföre dönüyorum:
-Niye boşadın ki ilkini?
-Abü o menüm paramu sövürdi. Özümü sövmürdi.
-Yani?
-Menümle özüm içün evlenmemiş, param içün evlenmiş.
-Ha özünü sevmiyor, paranı seviyordu öyle mi?
-He abü.
-Yani paran için evlendi yani seninle öyle mi?
-He abü.
-Hımmm...
-Akşam eve gidürdüm. Menden para istürdü. Hep para, hep para. Hep ‘kaç para getürdün’ derdü?
-Sen de boşadın gitti.
-He abü. Boşamışem vallah.
-Sonra yenisini aldın.
-He abü. Taze evlenmişem.
-Ne güzel!
-Altı ay olmuş.
-Hayırlı olsun.
-Sağol abü.
Hoşsohbet şoförümüzle yolun nasıl geçtiğini anlamadık bile.
Karmakarışık, kuralsız ve teğet geçişlerle aslında heyecanlı sayılabilecek trafiğe rağmen!...
*
Trafik...
İran’da en önemli trafik kuralı şu:
Önündeki boşluk doluncaya kadar ilerle!...
İkinci kural:
Mümkünse önündeki boşluğu önce sen doldur!...
Üçüncü kural:
İkinci kuralı uygulayabilmek için yandan ve arkadan gelen diğer araç ve yayaları yok say!..
Dördüncü kural:
Önünde senin aracının geçebileceği kadar boşluk kalmamışsa dur!...
Sayfa 9 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Beşinci kural:
Dördüncü kuralı uygulayabilmek için son ana kadar, yani geçemeyeceğin noktaya birkaç milimetre kalıncaya
kadar devam et!...
Bu kuralları uygulayabilen herkes İran’da rahatlıkla araç kullanabilir.
Şeritler:
İran’da şeritleri ayıran şerit çizgilerinin anlamı tamamen farklı. Bu şeritlerin üzerinde mutlaka bir araç
bulunmalı. Ki böylece o aracın iki yanında başka araçlar da seyredebilsinler.
Diyelim iki şeritli bir yoldasınız. İki şeridi birbirinden ayıran şerit çizgisinin üzerinde bir araç seyrederken, o
aracın solunda ve sağında iki araç daha aynı hizada seyredebilir.
Böylece iki şeritli yol, olur üç şeritli!...
Diyelim üç şeritli bir yoldasınız. Üç şeridi ayıran iki şerit çizgisi üzerinde birer araç bulunmalı. Ki her iki
aracın sağında ve solunda birer araç daha seyredebilsin.
Böylece üç şeritli yol, olur dört şeritli!...
Trafik kurallarını harfiyen uygulayıp, şeritleri de doğru kullanırsanız; trafiğe açık yolların her
milimetrekaresini sonuna kadar kullanmış olursunuz.
İranlı şoförler bu konuda başarılılar. Birbirlerine o kadar teğet geçmelerine karşın hemen hiç kaza
yapmamaları onların ne kadar yetenekli olduklarını gösteriyor.
Kaldığım iki gün boyunca sayısız teğet geçiş görmeme karşın sadece günde bir, onlar da mini
diyebileceğimiz türden toplam iki kaza gördüm.
Arabalar:
İran’da genellikle iki İran markası kullanılıyor; Saipa ve İran Khodro.
Seksenli yılların Taunusuna benziyorlar, ama o kadar hantal değiller. Ön paneller genelde konuşuyor; ceviz
kaplama hepsi.
Ve günümüz teknolojisi kendini gösteriyor; tüm arabalarda CD çalar var.
CD’ler içinde en gözde olanı İbrahim Tatlıses!...
Yabancı araç çok az. Arada bir Peugeot çarpıyor göze, ki bunlar yeni.
Trafikte sağa sola dönmek için sinyal kullanılmıyor. Malum herkes önündeki boşluğu doldurmakla meşgul
olduğundan sinyali düşünecek durumları yok.
Ender olarak olası bir anlaşmazlığı önlemek için kollarını camdan dışarı çıkarıp sallayarak gidecekleri yönü
bildirenlere rastlanabiliyor.
O yeni Peugeot’lardan bazılarını fantezi olsun diye sinyallerini yakarken gördüm. Tamamen fantezi işte.
Çünkü diğer araçlar yanıp sönen bu ışığı bir oyun olarak görüyorlar.
Işık ne tarafı gösteriyorsa o taraftaki boşluğu ışıktan önce doldurma oyunu!...
*
Fabrika ziyareti...
Deneyimli şoförümüzle geçirdiğimiz yirmi, yirmi beş dakikalık başarılı bir yolculuktan sonra on bir buçuk
gibi fabrikadayız.
Bizi kapıda karşılayacak olan kişi Hanım-ı Kaşarvayzı.
Bu gizemli ad bana “Olağan Şüpheliler” filminde Kevin Spacey’in canlandırdığı Kayser Şoze’yi çağrıştırdı.
Sayfa 10 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Görüşeceğimiz GM’in soyadı ise dört dörtlük: Şeriatdost.
Şeriatın gizemini derinden hissetmeye başladım.
Ve kapıda Hanım-ı Kaşarvayzı belirdi.
Güzel siyah tam tesettür içinde beyaz tenli gülümseyen genç bir yüz.
Sanki amcamın kızını görmüş gibi hissettim kendimi bir an.
Tam tesettürden kastım; alından çene altına kadar başı tamamen örten siyah başörtüsüdür. Bedenin kalan
bölümleri yine kara çarşafla ya da daha normal sayılabilecek elbiselerle örtülebiliyor. Kara çarşaf bedenin
diğer hatlarını da gizlerken, normal sayılabilecek elbiseler bizdeki gibi normal olabildiği gibi, özellikle bel
ve kalça hatlarını açığa çıkaran türden de olabiliyor.
Danışmanımız Hanım-ı Nilay (ad uydurmadır) Hanım-ı Kaşarvayzı ile sarılıp öpüştü.
Bu beklenmedik samimi ortamda sıra bize geldi diye düşünürken Hanım-ı Nilay bize dönüp “Hanım-ı
Kaşarvayzı sizin elinizi sıkamayacak, çünkü burada kurallar böyle” dedi.
Öpüşmek bir yana el bile sıkışamadık. Hay Allah!...
Bu büyük hayal kırıklığından sonra yukarı çıkıyoruz.
Büyükçe bir toplantı odasındayız.
Az sonra Ticaret Müdürü Ağa Bilmemkim geldi.
Büyük patron Şeriatdost daha sonra katılacak bize.
Tanışma, merhabalaşma derken kapıdan elinde tepsiyle bir delikanlı girdi içeriye.
Oda boyunca boydan boya atletizm pisti gibi dönen masanın ortasındaki boş alana girdi ve herkesin önüne
birer kahve kupası bıraktı.
Deneyimli bir garson olduğu her halinden belli olan delikanlı servisi o kadar profesyonelce yaptı ki, o
kendinden emin tavrı, dik duruşu, kupaları masaya bırakışı “burada işini en iyi yapan benim” mesajı
veriyordu.
İster istemez sohbeti bırakıp bu güzelim servisi izliyorsun.
Arkadaş dışarı çıkınca biz sohbete devam ettik.
İki dakika sonra bu defa porselen demliklerle çay servisi gösterisini izledik.
Az sonra da bisküvi servisi yapıldı.
Masa boyunca herkese değilse de her iki kişiye bir kutu düşecek şekilde peçete dizilmişti.
“Temizlik imandandır” sözü anlamını Tebriz’de buluyor gerçekten.
Masanın baş köşesinde ise Humeyni ve bugünkü dini lider Hamaney’in yan yana fotoğrafları vardı.
Başkaları ne düşünür bilemem ama benim için şu hayatta görülmeye değer en son bile değil bu fotoğraflar.
Değmez ötesi!...
Bu genç ama deneyimli garsonda dikkatimi çeken bir başka önemli ayrıntı da üzerindeki giysi idi.
Gözü yormayan sarı şeritleri de olan güzel beyaz bir servis ceketi giymişti. Ceket biraz şeffaftı. Öyle ki
arkadaşın atleti az çok belli oluyordu.
Özellikle yaz aylarında tatil yörelerinde sıkça gördüğümüz o atletik yapılı arkadaşlarımızın giydiği kolsuz
ama onun da ötesinde omuz çevresindeki kürek kemiklerini de açıkta bırakan ve arkadan bakınca x harfini
andıran o seksi atletlerden giymişti kendinden emin, deneyimli ama genç garsonumuz.
“Fantezi dünyası ve gece hayatı kesin çok renklidir bu delikanlının...” dedim içimden.
Kimse duymadı...
Derken toplantı odasına açılan başka ve büyük bir kapıdan Bay Şeriatdost göründü.
Şeker gibi bir adam.
Biz çocukken mahallemizde top oynadığımız futbolcu tipli ağabeylerimizden biri gibi sanki.
Sakallıydı, ama sonradan öğrendik ki normalde sakalsızmış.
Kısa bir süre önce annesini kaybettiği için yas tutuyormuş.
Sayfa 11 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Çay ve sohbet faslını bitirdikten sonra öğle yemeği teklif ettiler.
Biz daha yeni kahvaltı ettiğimizden teşekkür edip, kendilerinin yemelerini istedik.
Ama onlar birlikte yemek istiyorlardı. Saat üç gibi hep birlikte yemeye karar verdik.
Bu arada biz fabrika turu yapmak istedik.
Turumuz biraz uzun sürdü. Saat üç buçuğa yaklaşırken Bay Şeriatdost’la ofiste kalan danışmanımız cepten
aradı.
-İşiniz uzun sürecek mi?
-Bitirmek üzereyiz.
-Bay Şeriatdost sizi yemeğe bekliyor. Daha devam edecekseniz biz başlayacağız.
-Tamam bitirdik sayılır, geliyoruz.
Adamcağızlar haklı tabi. Onlar bizim gibi on birde kahvaltı yapmadı. Açlıktan bitap düşecekler.
*
Yemek...
Yemeğe oturduk.
Önce çorba. Bizim Ezogeline benziyor, lezzetli.
Ardından iki metal servis tabağında et, tavuk ve basmati pirinç. Kendi tabağına servis yapıyorsun.
Et ve tavuk bizim Adana kebap gibi ama ondan daha uzun, daha ince ve daha yassı şekilde. Et sade, tavuk
köriye benzer sarı sosa batırılmış. İkisi de lezzetli.
Pirinç bembeyaz ve diri. Ama yağsız. Masada ayrıca tereyağı var mini paket halde. Yağı sonradan üzerine
koyup karıştırıyorsun.
“Niye yağı peşin peşin ilave etmiyorlar ki? Niye uğraştırıyorlar bizi?” diye sordum kendi kendime ve cevabı
da yine kendim verdim kendime:
Yağı peşin koyarlarsa servis anına kadar donar, lezzetini kaybeder. Yağı tam yiyeceğin anda ve yiyeceğin
kadar pilava atacaksın ki lezzetini kaybetmesin.
Evet, pilav da lezzetini buluyordu sonradan ilave edilen tereyağıyla.
Kanlıca yoğurdu gibi küçük ambalajlarda herkese birer yoğurt da vardı yanda.
Ve sürahi içinde, biraz daha su katılsa rengi rakıya çalacak şekilde ayran.
Ayranın tadı ekşinin ötesinde. İyi mi kötü mü olduğuna karar veremedim. İkinci bardaktan sonra kötü
olduğuna karar verdim.
Sanki su yerine yanlışlıkla mazot konulmuş gibi bir tat. Ekşi değil acı aslında.
Yine de iki bardak götürdüm.
Ve bu yazıyı yazabiliyorum.
Sorun yok yani...
Toplantımızın sonunda pasaportlarımızı istediler. Fotokopi çekip kayda alacaklarmış. Prosedürleri böyle.
Ama bizim pasaportlar otelde. Otelin prosedürü de o şekildeydi.
Önce “otelden fakslatalım” dedik. Ama sorun olur diye Hanım-ı Kaşarvayzı bizimle gelip fotokopileri bizzat
elden almaya karar verdi.
Hem gelmişken bizi pazara götürüp biraz gezdirmek de istemişler.
Önce pazara yöneldik.
Hanım-ı Kaşarvayzı Hanım-ı Nilay’a soruyor:
-Ne almak istersiiz?
-Valla ben çay almak istiyorum. İran çayı çok güzel, benden çay isteyen çok. Her gelişimde istiyorlar. Bu
defa biraz fazla alacağım.
Ben araya giriyorum:
-Tütün bulabilir miyiz? Pipo tütünü?
-Sigara bulunur da pipo tütünü bilmem. Sorarız.
*
Sayfa 12 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Emir Pazarı...
Emir pazarının önünde taksiden indik.
Ortam kalabalık, kadınlar siyahlar içinde. Erkekler dikkat bile çekmiyor.
Artık deneyimliyiz ya biz de fotoğraf çekiyoruz çekinmeden. Tabi hep kadınları çekmek istiyoruz, ama
direkt ve alenen çekmeye de hala çekiniyoruz.
Olur a çıkar biri “ne çekiyon lan karımı?” der falan. O nedenle çok özele inmeden geneli çeker durumdayız.
Emir pazarı bizim kapalı çarşıya benziyor. Genelde kızıl yani altın ve takı satılıyor. Caddenin diğer tarafında
da giysi pazarı varmış.
Biz kızıl tarafında epey bir dolaştık. İçeride bizim Mısır çarşısına benzer bölümlerde baharat, çay ve benzeri
gıda ürünleri de satılıyor.
Danışmanımız ve Kaşarvayzı bir baharatçıya girdiler. Çeşit çeşit çay aldılar. Bir ara yaklaştım satıcıya:
-Tütün var mıdır sizde? Pipo tütünü?
-Yoktur. Biz satmayız.
-Kim satar? Nerede bulabilirim?
-Satan var mıdır bilmem. Sorarsıız.
-Peki...
Bu arada hediyelik bir şeyler de baktık ama şöyle özel bir şey bulamadık.
Can’ım Benim için el işi yelkenli şeklinde ahşap bir kalemlik bulabildim. Eşim için ise uygun hemen hiçbir
şey yoktu. Çok cafcaflı, renkli, çiçekli aşırı şark usulü işler vardı.
Hanım-ı Kaşarvayzı sordu:
-Hanımığa bir şey almadın?
-Boşver gerek yok.
-Olur mu ama, şurdan bir şey al mesela.
-Yok boşver. Oğluma aldım yeter.
-Hanıma almadan olur mu? Bekler bir hediye.
-Boşver hanımı, beklemez hediye. Hem taze değil hanım. Yirmi küsur yıldır birlikteyiz.
Danışmanımız giriyor araya.
-Erkekler hep böyledir işte.
-Yok be ondan değil. Valla beklemez. Hem ona göre bir şey yok burada. Beğenmez o bu tür şeyleri.
Bulsam alacağım aslında ama alınabilire yaklaşabilen bile bir şey yok hanım için!...
Aynı yerde dairesel bir tahta üzerine çiçek figürleri yerleştirilmiş yanına da Farsça bir yazı yerleştirilmiş
biblo desen değil, tablo desen değil, acayip bir el işi vardı alınabilecek. GM bir şey almış olmak için aldı bir
tane. Ben sordum:
-Ne yazıyor burada?
-Bu bir Kur’an ayesi.
-Anladım...
-Al bunu hanımığa!...
-Yok bu olmaz. Hani Tebriz yazsaydı şurada belki olurdu.
-Bu Kur’an ayesi ama!...
-Tamam da... Yok bu olmaz... Tebriz yazsaydı olurdu. Tebriz hatırası yani...
Kaşarvayzı Tebriz yazanını sordu, ama yok.
Çıktık. Dolaşıyoruz.
Kaşarvayzı ısrarlı. Beni hanıma mahçup etmeyecek.
Sayfa 13 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Girdi bir tablocu dükkanına. Çeşit çeşit tablo var. Üzerinde Tebriz yazan, ama üstelik de Türkçe harflerle
Tebriz yazan bir şey arıyor.
Kocaman bir poster üzerinde sadece Tebriz yazsa olacak sanıyor!...
Oysa ben o çiçekli işlemenin bir köşesinde “Tebriz yazsaydı olabilirdi” demek istemiştim. Koskoca posterde
Tebriz yazsa n’olur yazmasa... daha mı iyi olur ne? Üstelik de Türkçe!...
Neyse ki adam bulamadı öyle bir şey ve çıktık oradan da...
*
Pastane...
Pazarda dolaşmaya devam ediyoruz.
GM danışmanımızdan Hanım-ı Kaşarvayzı’yı yemeğe davet etmesini istedi. “Şoförü de alıp hep birlikte
yemek yiyelim” dedi.
Kaşarvayzı ne dedi bilmiyoruz, dolaşmaya devam ediyoruz.
Bir ara bir pasaja girdik. Merdivenle aşağıya inerken sağda göğüsleri füze gibi fırlamaya hazır cansız
manken üzerinde tesettür giysileri sergilenen bir dükkan var.
Biz soldan pastane gibi bir yere giriyoruz. GM soruyor:
-Nereye gidiyoruz? Ne burası?
-Bilmiyorum. Pastaneye benziyor. Yemeğe davet ettik ya, restoran mı yoksa?
-Yok ya burası olmaz, gel biz başka bir restoran bulalım.
-Olur mu şimdi? Bizi buraya getirmiş, reddetmek olmaz. Biz misafiriz. Ayıp olur.
Girdik bizimkilerin peşinden.
Gerçekten de bir pastane burası.
Loş ortamdaki küçücük masalardan birine yerleştik.
Hemen yan tarafımızdaki masada başlarında sarı şeritleriyle iki şık tam tesettürlü hanım pasta ya da kek ve
dondurma yiyorlar.
Kendimizi biraz tuhaf hissettik ama yapacak bir şey yok.
Az sonra dört büyük bardakta uçuk yeşil renkli ve viskozitesi yüksek bir içecek geldi.
İçimden “sex on the beach mi yoksa bu?” dedim ama olmaması lazımdı. Burası İran’dı çünkü.
Birer yudum aldık. Herkesten aynı yorum çıktı:
-Hmmm... Çok güzel!...
-Ne bu?
Kavun suyuymuş.
İlk kez içiyoruz ama ben çocukluğumda karışık tost yanına aldığım muzlu sütü hatırladım bu lezzetle.
Nasıl yapıldığını öğrenmek istedik. Çok basit; kavunun kabuğunu soyup, çekirdeklerini çıkardıktan sonra
bildiğimiz miksere atıyoruz. Biraz şeker (çok değil), biraz da parça buz atıyoruz ve karıştırıyoruz.
Güzel bir içecek. Biz istersek evde içine biraz da alkol atarız daha da güzel olur mu olur!...
Çıktık devam ediyoruz.
Sağlı sollu işportacılar ve yoğun kalabalık arasında yürüyüşümüzü sürdürüyoruz.
İşportacılardan birinde Can’ım Benim için bir hediye daha buldum. Üzerinde yukarıya tırmanan üç
kaplumbağa figürü bulunan bir metrelik kalın bir ip.
Ninja kaplumbağa hayranı için güzel bir hediye olsa gerek. Onu da aldım.
Ama hanıma hala bir şey yok!...
İki saatten fazla süren bir pazar gezmesinden sonra şoförümüzü bıraktığımız yere geldik.
Şoför caddenin karşısına geçmiş, orada bekliyor.
Biz de caddenin karşısına geçtik. Trafik çok yoğun olmasına karşın şoförümüz köşede duracak bir yer
bulabilmiş.
Hanım-ı Kaşarvayzı önde, biz arkada arabaya yaklaştık. Binecek miyiz binmeyecek miyiz bir karışıklık oldu.
Kaşarvayzı binmedi. Şoför aniden hareket etti. Birkaç metre ötede yine durdu.
Ortada kaldık. Ne olduğunu anlayamadım bir anda. “Bizim araba değil miymiş?” dedim ama kimse cevap
vermedi.
Sayfa 14 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Ben bir kaç adım daha yaklaştım arabaya. Tamam bizimki işte.
Kolumu hemen yanımdaki Hanım-ı Kaşarvayzı’nın omzuna doğru (tabi dokunmadan) ve onu arabanın
kapısına yönlendirecek şekilde açıp “İşte bu bizim araba, binmiyor muyuz?” dedim.
Gözüm arabadaydı. Hanım-ı Kaşarvayzı bana tuhaf tuhaf bakıyordu. Hatta “N’apıyo bu adam yav?” der
gibiydi.
Bize tüm gün boyunca o kadar samimi davranan Kaşarvayzı’nın bu davranışı bana çok tuhaf geldi.
Bakışımı ona doğru yöneltip “Binmeyecek miyiz?” diye sorduğumda az önceki tuhaf bakışın yerini alan bir
gülümsemeyle, ama başka bir yüzle karşı karşıya kaldım.
Benim konuştuğum ve arabaya bindirmeye çalıştığım kişi Hanım-ı Kaşarvayzı değilmiş!...
Yoldan geçen biriymiş.
Ben “pardon” derken o yarı tesettürlü genç esmer güzeliyle bir an ayaküstü karşılıklı gülümsedik birbirimize.
Bir anlık afallamadan sonra ben arkama dönüp bizimkileri bulmaya çalışırken arkadan danışmanımızın sesini
duydum:
-Bahadır Bey hayırdır?
-Kaşarvayzı değilmiş ya... Hay Allah!...
-Valla bravo!... İran’da bile genç kadınlarla kısa sürede anlaşabiliyorsunuz. Ama dikkat edin burası İran!...
Danışmana da makara olduk bir anda.
Bu arada o esmer güzeliyle son kez bakışıp gülüştük uzaklaşırken.
GM dedi ki:
-Valla burada arkadaşını kaybedenin işi zor. Kadınların hepsi birbirine benziyor.
-İşin kötüsü kendi karın sanıp da başkasının karısına sarkarsan hiç şansın yok. Direkt öte taraftasın!...
Bu ilginç enstantaneden sonra otele doğru yola çıkıyoruz.
Az ileride bir benzin istasyonunun önünde yine durduk.
Kaşarvayzı indi. Onu beklerken şoföre sorduk:
-Benzin kaç para burada? Pahalı mı?
-Yüz Tümen.
-Çok ucuz.
-Evet öyle.
-Ücretler ne kadar burada?
-Üç yüz Euro.
-Yani kaç Tümen?
-İki yüz on min Tümen. (*)
-Peki araba kaç para burada? Benzin ucuz da herkes araba alabiliyor mu bakalım?
-Arabalar yeddi milyon.
-Herkes alamaz o zaman.
-Yok alabiliyor.
-İki yüz on bin Tümenle hem geçinip hem de araba alınabilir mi?
-Alınur.
-Biraz zor ama!...
-Yok yok yetiyor o para. İsteyen biriktirebilür.
-İyi o zaman. Benzin de ucuz. Onun için trafik çok yoğun böyle. Hem araba alabiliyorlar, hem de benzin
bedava.
(*) Bu hesapta bir hata var. Biz elli Euroya altmış dokuz bin Tümen almıştık. De yetmiş... İki yüz on bin
Tümen, olur yüz elli Euro. Demek ki asgari ücret yüz elli Euro İran’da.
*
Akşam...
Sonunda otele geldik.
Kaşarvayzı ve danışmanımız resepsiyona yöneldiler.
Sayfa 15 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Resepsiyonda iki öcü. Yani tam tesettürlü iki kadın. Sabah geldiğimizde genç bir delikanlı vardı. Şimdi
bunlar var.
Bizimkiler pasaportların fotokopisi ile ilgilenirken biz GM ile lobide oturduk bekliyoruz.
Resepsiyondakilerin aksine otelin konukları daha modernler. Çarşaf giymiyorlar. Tüm bedenlerini örtecek
şekilde giysiler giyiyorlar ama başlarına saçlarını tam örtmeyecek şekilde bir örtü koyuyorlar.
Çocuklar ise bizden farksız. Tamamen modern giyimliler.
Hele bir minik kız çocuğu gördüm ki şeker mi şeker. Pembe ayakkabıları, mini kot eteği, askılı pembe tişörtü
ve sağa sola özgürce savrulan uzun saçlarıyla minik bir prenses sanki.
O sıcak havada tamamen kapatıldığı için terleyen, bunalan annesi, kendi yaşayamadığı özgürlüğü kısmen de
olsa kızına yaşatarak avunuyor belli ki.
Bir kez daha zorla dayatılan sahte hayatların bazıları için nasıl kutsal bir inanç olabildiğini sordum kendi
kendime.
Az sonra Kaşarvayzı hızla dışarı yöneldi. Danışmanımız da yanımıza geldi. Sordum:
-N’oldu? Kaşarvayzı nereye gitti?
-Pasaportların fotokopisini çektirmeye gitti.
GM girdi araya?
-Burda yok mu fotokopi?
-Yokmuş. Dışarıda çektirip gelecek.
-Ne biçim iş ya? Nasıl otel bu böyle?
-Burası İran. Galiba bu otel de devlete bağlı. Yoksa burada da fotokopi olması lazım normalde.
On dakika kadar sonra Kaşarvayzı geldi.
Fotokopi çekilememiş. Elektrik yokmuş! Yarın sabah yine gelecek ya da birini gönderecek ya da biz
fakslatacağız. Ya da...
Tekrar yemek teklif ettik ama kabul etmedi.
-Evde anam bekler, atam bekler. İsterseniz siz de gelin hep beraber evde ev yemeği yiyelim.
-Yok canım olmaz öyle.
-Niye olmasın? Konak olursuuz bize. Ev yemeği ne güzel. Hep beraber yeriz.
-Yok yok o olmaz. Ama sen bizimle yiyebilirsin. Evdekilere söyle yemeğe beklemesinler, sonra gidersin.
-Yok olmaz beni beklerler.
Daha fazla ısrar etmedik. Ne de olsa bir düzenleri var. Zaten bütün gün bizimle ilgilendi, pazarı dolaştırdı
falan. Her şey için teşekkür edip vedalaştık.
*
Otelde içkili restoran...
Yemeği otelde yiyoruz.
Dışarıda havuzlu bahçenin locası sayılabilecek bir noktadaki masamıza yerleştik.
Menü’ye bakıyoruz. Ortaya sordum:
-Yemeği seçeriz de ne içeceğiz?
-Ne istersen? Su var, kola var, fanta, gazoz hepsi var işte.
-Yok mu şarap falan? Bari bira olsaydı?
-Üzgünüm burası İran!
-Bakın bira varmış burada!...
-Nasıl? Var mı gerçekten?
-Evet bakın, bira yazıyor şurada. Bira değil mi bu?
-Evet bira valla...
-Ama alkolsüz!...
-Hadi be! N’apcaz şimdi?
Sayfa 16 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Biri su, biri yanlışlıkla gazoz sipariş etti. Ben çaresiz alkolsüz bira söyledim.
Yemeklerden biftek dışındakilerin ne olduklarını anlayamadık. Chello Kebap ilgimizi çekti. Garsona sorduk.
Gündüz ziyaret ettiğimiz fabrikada yediğimiz etin aynısıymış. Biz beğenmiştik yine yeriz dedik.
Danışmanımız mantar soslu biftek tercih etti, ama nedense beğenmedi.
Alkolsüz bira işi daha da kötü yaptı.
-Bu saçmalık!... Alkol yoksa bu şey içilmez ki!...
-O kadar kötü mü?
-Yani işi beyinde bitirmeye çalışıyorum, ama olmuyor. İğrenç bir şey bu!...
Yemekten sonra biraz kararsız kalmakla birlikte tatlıyı da halledip öyle yatalım dedik.
Tatlı da nedir, ne değildir belli değil. “Görebilir miyiz?” dedik. “Yok” dediler. Ya gerçekten yok ya da
sipariş üzerine yapıldığından gösteremediler. Dondurma olduğu belli olan birkaçı dışında seçenek
kalmamıştı.
Çikolatalı bir şeyi gözümüze kestirip sipariş ettik. Gelen yine büyük bir dondurmaydı. Zar zor bitirdik,
aslında bitiremedik, hepimiz yarım bıraktık ve hemen yatağa koştuk.
Sabah erken kalkmayacaktık. Hepimizin iyi bir uykuya ihtiyacı vardı. Buluşma saatini kahvaltının son
dakikalarına göre ayarladık.
*
Kambiyo...
Bugün başka bir fabrikayı ziyaret edeceğiz.
Kahvaltımızı bitirmeye yakın danışmanımız kalkmaya hazırlandı.
-Ben gidip şu pasaportların fotokopi işini halletmişler mi bir kontrol edeyim. Siz kahvenizi içtikten sonra
lobiye gelin, sonra çıkarız.
-Valla ben yıllardır pasaportumu görmüyorum ha!... Hatta İran damgasını bile görmedim. Nasıl bir şey
acaba?
Az sonra lobideyiz.
Danışmanımız geldi.
-Pasaport işini halletmişler. Şimdi para bozdurmamız lazım. Caddenin karşısındaki bankada
bozduruluyormuş.
-Bunlar Euro kabul etmiyorlar mıymış?
-Kabul ediyorlar ama kur çok düşük. Hem bize dışarıda kullanmak için de lazım para.
-Peki gidelim o zaman.
GM lobide beklemeyi tercih etti. Biz danışmanımızla caddenin önce bu tarafındaki bankaya girdik.
Koltuklarda oturmuş sıra bekleyen bir kadın iki erkek üç kişi var.
Sıra numarası mı alınıyor diye şöyle bir bakındım. Sanki var gibi ama makine gözüme ilişmedi bir türlü.
“Boşuna beklememek için önce bir sorsak mı?” dedim.
İyi ki demişim. Sorduk, özel bankaymış, döviz bozmuyorlarmış. Karşıda devlet bankası varmış. Onlar
bozuyormuş.
Karşıya geçtik. Devlet bankasına girdik.
Acayip kalabalık.
Beş yüz Euro bozduracağız ama elimizde fazla para ile görünmeyelim diye bir adet yüzlükle gişelerden
birine sorduk yandan.
-Euro bozdurmak istiyoruz.
-Yukarıya çıkın. Orda alırlar.
Sayfa 17 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Yukarı çıktık.
Tam tesettürlü güzel bir hanımefendi oturuyor. Elimizdeki yüz Euro’yu göstererek sorduk:
-Biz Euro bozdurmak istiyoruz.
Sağ yanda başka bir masada oturmakta olan başka bir güzel tam tesettürlü hanımefendi cevap verdi bize. Ne
dediğini tam anlayamadık ama belli ki bozduramayacağız. Sorduk:
-Bize burada bozdurabileceğimizi söylemişlerdi. Siz almıyor musunuz?
-Alıyoruz ama şimdi kasa haraptır. Biraz ötede başka bir banka var, orada bozdurursuuz.
-Hangi banka? Başka banka mı?
-Bu bankanın başka şubesi vardır, orda bozdurursuuz.
-Çok uzak mı?
-Yok yüz metre ötede.
-Peki sağolasın.
Kasa harapmış. Yani kasada para yok.
Yüz metre ötedeki bankayı arıyoruz. Bize biraz uzun geldi ama çaresiz gidiyoruz.
Sonunda bulduk. Girdik. Aynı şekilde ilk gördüğümüz gişeye elimizdeki yüz Euroyu göstererek soruyoruz:
-Euro bozdurmak istiyoruz.
Adam sanki Euroyu ilk kez görüyormuş gibi baktıktan sonra iç tarafa yönelip başka birine anlamadığımız bir
şeyler söylüyor.
Sonra içeriden görece yakışıklı, modern görünümlü, bize yakın bir adam çıkıp geliyor.
-Burada almayız. Az ileride başka banka var orada alırlar.
-Ama biz oradan geliyoruz. Onlar da size gönderdi bizi.
-Yok biz almayız, onlar alır. Neden almadılar onlar?
-Kasa harapmış. Bizi buraya gönderdiler.
-O zaman şu tarafa gidin, orada başka banka var orada alırlar.
-Başka banka mı? Bu bankanın başka şubesi mi?
-Milli Bank da alır, o da devlet bankasıdır. Onun yanında bizim bankanın başka şubesi vardır onlar da alır.
-Çok uzak mı?
-Yok yakındır. Beş dakka yürürsüüz.
-Ya onlar da almazsa? Boşuna gitmeyelim?
-Onlar alırlar.
Biz kararsız ve çaresiz görünürken yandan bir adam geldi.
-Gelin ben sizi götüreyim. Ben de oraya gidiyorum.
-Peki. Çok uzak mı? Boşuna yürümeyelim?
-Yok yakındır. Beş dakka.
-Peki.
Biz adamla sohbet ederek yürüyoruz.
Ortama çok çabuk ayak uydurduğumun farkında bile değilim. Danışmanımız birkaç metre arkamızdan bizi
takip ediyor.
Adam mobilyacıymış Çin’e iş yapıyormuş. Türkiye’den de bağlantıları varmış. Bazen Türkiye’de yaptırıp
Çin’e satıyormuş.
-Çin’e nasıl satıyorsunuz? Pahalı değil mi?
-Yok değildir. Çin o kadar da ucuz değildir. Fiyatımız onlara uygun gelir.
-Ama Türkiye’den alıp satıyorsun. Türkiye’nin fiyatı Çin’e nasıl uygun gelir?
-Uygun gelir. Sandığın gibi değildir, Çin de pahalıdır.
Biz sohbete kaptırmışken arkadan bir ses duydum:
-Bahadır Bey!...
-Efendim Nilay Hanım?
-Daha çok var mı? Yüz metre demişlerdi.
-Geldik geldik. Az ilerideymiş.
Sayfa 18 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Az ileriden caddenin karşısına geçtik.
Önce Milli Bank’a girip kapıdan sorduk. Almıyorlarmış.
Artık danışmanımız pes etmek üzere:
-Dönelim artık. Bozduramayacağız anlaşıldı.
-Şuna da bakalım, olmazsa döneriz.
-Gitmeyelim artık ben çok yoruldum.
-Hemen şurası işte, yan kapı. Buraya kadar gelmişken bir soralım. Yoksa zaten dönmekten başka yapacak bir
şey kalmıyor.
-Peki.
Girdik yine aynı devlet bankasının üçüncü şubesine.
Elimizde yüz Euro ile sorduk:
-Biz Euro bozdurmak istiyoruz.
-Kaç bozduracaksınız?
-Beş yüz Euro.
-Alayım.
Nihayet!...
-Oldu galiba sonunda.
-Geldiğimize değdi neyse ki.
Adam beş yüz Euroyu aldı. Soldaki tam tesettürlü güzel hanımefendinin masasına doğru bir gitti geldi.
-Pasaport.
-Pasaport otelde.
-Başka identifikeyşın.
-Kimlik mi?
-Tamam onu ver.
Verdim kimliğimi de.
Yine yandaki tam tesettürlü güzel hanımefendinin masasına doğru bir gitti geldi.
-Kusura bakmayın şimdi alamıyoruz.
-Nasıl? Niye?
-Fotokopi lazım.
-E çekin o zaman. Yok mu burada fotokopi?
-Var emme berk yok.
-Anlamadım.
-Berk getti.
-Berk ne ya?
Yandan bir adam daha çıktı ortaya.
-Abü elektrik getmiştür. Fotokopi çekemiylar.
-Elektrik var burada? Lamba yanıyor?
-O emercensidir. Nasıl diyorsunuz acil durum.
İlk adam tekrar devreye giriyor:
-İsterseğiz siz fotokopi çektirin getirin alırız.
-Nerde çektireceğiz?
-Caddede karşıda çektirin getirin, alırız.
-Nerde bulcaz fotokopiyi şimdi canım. Ya orda da yoksa elektrik?
İkinci adam devreye giriyor:
-Onlarda da yoktur. Burası böyle abü. Her gün iki saat berk kesilür burda.
Sayfa 19 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
-O da bize denk geldi öyle mi? Valla bu beşinci banka birinde kasa harap, biri almıyor, birinde elektrik yok.
N’apcaz biz?
-Abü bekleyeceksiiz. İki saat sonra gelür elektrik. İsterseğiz bekleyin, isterseğiz iki saat sonra gelin.
-Bekleyemeyiz, işimiz gücümüz var. İki saat sonra buraya gelebilir miyiz bilmiyorum.
-Abü maalesef burası böyle. Türkiye nasıl? Heral onlar da burası gibi olmak isteermiş?
-Olmak isteyen var ama olması mümkün değil.
-Olmaz değil mi abü?
-Biz varken olmaz. Merak etme sen!...
Bu arada soldaki masada oturan tam tesettürlü güzel hanımefendi girdi araya:
-İsterseez biz parayı verelim, kimliği burada bırakın, biz elektrik gelince fotokopi çekeriz, siz iki saat sonra
gelir kimliği alırsığız.
-Olur mu?
-Olur.
Danışmana dönüyorum:
-Olur mu?
-Valla burada kimlik bırakılır mı onu bilemem. Ben bırakmazdım.
Döndüm arkadaşlara:
-Sağolun. Biz iki saat sonra gelebilirsek geliriz, gelemezsek başımızın çaresine başka türlü bakmak zorunda
kalacağız.
Ve çıktık...
*
Tebriz’de Tahtakale...
On dakikalık bir geri dönüş yürüyüşünden sonra oteldeyiz.
Taksi çağırdık.
Danışmanımız taksiciye gideceğimiz fabrikanın adresini verdi.
-Ama önce Euro bozdurabileceğimiz bir banka bulmamız lazım.
-Banka mı yoksa dışarıda mı bozduracaksıız?
-Banka zor galiba. Bizim için önemli olan Euro bozdurabileceğimiz herhangi bir yer. Nerede olursa.
-Tamam.
Ben araya giriyorum:
-Bir de tütün bulabileceğimiz bir yer. Pipo tütünü nerede satılıyor biliyor musun?
-Bilmem ama buluruz.
Yolda birini görüyor taksici. Kenara çekiyor:
-Arkadaşlar Türkiyeli. Para bozduracaklar sonra da tütün alacaklar. Tütün nerde buluruz?
-Pazarda da vardır ama esas Çardah Sarrah’ta vardır.
-Tamam.
Az sonra merkezi bir yerde bir bankanın önündeyiz. Köşedeki bankanın önünde cadde üzerinde bir adam.
Taksici adama yanaşıyor:
-Arkadaşlar Türkiyeli. Euro bozduracaklar.
-Tamam, şuraya dur.
Hemen sağa çekiyoruz. Arkadaş yanımıza geliyor:
-Kaç para bozduracaksığız abi?
-Beş yüz Euro.
-Tamam abi.
-Kaç Tümen yapıyor?
Sayfa 20 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Elinde hesap makinesi hesaplıyor.
-Abi bir Euro min dört yüz beş Tümen. Beş yüz Euro yeddi yüz iki min beş yüz Tümen eder.
-Tamam.
Beş yüzü alıyor bize üç deste para veriyor. Her biri yüz adetlik iki bin Tümen, yani yirmi bin Riyal. Yani altı
yüz bin Tümen veriyor.
-N’apcaz saycak mıyız desteleri?
-Sayalım n’olur n’olmaz.
Üç kişi birer deste aldık, sayıyoruz. Hepsi tamam; yüzerli üç deste iki binlik, eder altı yüz bin Tümen.
-Devamı?
Arkadaş bir deste daha veriyor. Bu defaki yüzlük değil. Sayıyorum seksen bin Tümen.
-Etti altı yüz seksen bin Tümen. Hepsi bu mu?
-Evet abi.
-Ama hani yedi yüz küsur yapıyordu?
-Abi kalanı bizim ücretimizdir.
-Ha o senin komisyonun yani öyle mi?
-Evet abi.
-Peki. Teşekkür ederiz.
-Sağol abi.
Tam hareket ederken arkadan arkadaş elini kaldırarak bağırdı:
-Atatürk’e selam söyle!...
-Olur söylerim... Baş üstüne!...
Hepimizin yüzünde bir gülümseme...
*
İkinci fabrika ziyareti...
Yolumuza devam ediyoruz. Ziyaret edeceğimiz fabrikaya geldik.
Büyük bir fabrika.
Dış kapısında bir bekçi kulübesi. Kulübenin dışında kulübenin gölgesinin düştüğü yerde bir sandalye.
Sandalyede bacak bacak üstüne atmış vaziyette oturan ve arkası bize dönük bir adam.
Şoförümüz adama bir şeyler söyledi. Danışmanımız fabrikanın Genel Müdürünün adını söyleyip onunla
görüşeceğimizi belirtti. Şoförümüz adama durumu anlattı.
Adam istifini hiç bozmadan, sadece başını biraz bize döndürerek gideceğimiz yeri tarif etti.
Şoförümüz teşekkür edip hareket ederken adam pozisyonunu hiç bozmadan seslendi:
-Hanım gedemez!...
Şoförümüz cevap verdi. Ne dedi anlamadım ama yola devam ettik.
-“Hanım gedemez” mi dedi?
-Evet öyle dedi.
Hanım araya girdi:
-Ne demek ya? Ben hep gelir giderim buraya.
Ben şoföre açıklıyorum:
-Üstelik randevuyu alan da Hanım yani. Genel Müdür Hanım’a verdi randevuyu, biz de arada görüşeceğiz
işte.
Şoförümüz sanki hiçbir şey olmamış gibi gülümseyerek ve “tamam” dercesine başını sallayarak yoluna
devam etti.
Sayfa 21 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
“Boşverin siz o salağı” der gibiydi.
Biz, Hanım başta olmak üzere sinirlendik biraz.
Görüşeceğimiz kişilerin bulunduğu ofise ulaştık.
Taksicimize on min Tümen verdik ve gönderdik.
İçeride görüşmemizi yaptık.
Aynı odada başka bir masada Türkiye’den başka bir şirketin Satış Müdürü de başka bir konuda görüşme
yapıyordu.
Sonra hep birlikte yemeğe davet edildik.
Benzer yemek burada da vardı. Bu defa et yoktu, sadece tavuk vardı.
Yemek odası ilginçti.
Odaya ayakkabılarımızı çıkarıp girdik. Doğal olarak ortada yemek masası vardı.
Ama doğal olmayanı, cam kenarında yan yana duran iki adet tek kişilik yataktı.
Yemek odasında kimin için ve neden yatak vardı anlayamadık.
Ayıp olmasın diye soramadık da.
Yemekten sonra taksimize binip otelimize geri dönmek üzere yola çıktık.
Yolda önce inek yüklü bir kamyonet, birkaç dakika sonra da tam tesettürlü kadın yüklü başka bir kamyonet
gördük. İlkinin fotoğrafını çektim gülümseyerek, ama ikinciye elim varmadı her nedense...
Henüz şehir merkezine gelmeden yolda uzun bir araç kuyruğu gördük. Neredeyse bir kilometreyi bulan
kuyruğun ucunda bir oto gaz istasyonu olduğunu gördük.
Şoförümüze sorduk:
-Gaz sıkıntısı mı var?
-Evet.
-Nasıl olur? İran’ın doğal kaynakları çoktur. Petrol, benzin, doğal gaz bol bol olması gerekir?
-Onlar var, amma pompa yoktur. Amarika bize pompa satmiir. Onun uçün pompa azdır. Sıra çoktur.
Otelimize geri döndük.
Resepsiyonda iki tam tesettürlü afet!...
Abartmıyorum cidden iki afet vardı bu defa.
İki genç esmer güzeli. Sürmeli, zeytin gözlü, kırmızı rujlu, can alıcı bakışlı iki genç esmer güzeli.
Öcülerin üzerinde korkunç görünen, hatta mide bulandıran o iğrenç kara çarşaflar bu afetlerin üzerinde
dünyanın en güzel fonu gibiydi sanki.
Anahtarlarımızı alırken akşam geç saatte çıkış yapacağımızı belirtip, ödemeyi en geç kaçta yapmamız
gerektiği gibi çok gereksiz birkaç soru sorarak bu güzelliklerle birkaç saniye olsun muhabbet etmeye çalıştık.
Odalarımıza çekilirken, hangi ortamda olursa olsun ağırlığından asla taviz vermeyen GM bile yelkenleri
indirivermişti:
-Gerçek esmer güzeli bunlar işte!... Türkiye’de bulamazsın böylelerini!...
*
Ben bir pipolistim...
Asla popülist biri olamadığımdan sonunda ona yakın olabileceğim bir sıfat buldum kendime:
Artık ben bir pipolistim...
Geçen yıl Ekim Devrimi yaparak sigarayı bırakmış ve elektronik sigaraya başlamıştım.
Ne yazık ki sadece bir ay sonra, yakalandığım bir soğuk algınlığı sırasında öksürmekten içemez hale
geldiğim elektronik sigaradan uzaklaşıp, beklenmedik bir şekilde o halde bile beni öksürtmeyen mini
purolara başlamıştım. Saf tütünden yapıldığı için sigaraya göre daha az kimyasal içermesine ve daha az
zararlı olmasına karşın purolar daha fazla kokutuyordu beni. Üstelik dumanının içe çekilmemesi gerektiğini
bilmediğimden puroları da sigara gibi içmeye alışmıştım.
Sayfa 22 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
İş arkadaşlarım neyse de eşim de “leş gibi kokuyorsun” demeye başlayınca çaresiz başka bir çare aramaya
başlamıştım.
Ve sonunda buldum...
Pipo hem içe çekilmeden içiliyor ve sağlık sorunu yaşanmıyor, hem de çok güzel bir koku yayıyor...
Bu iki güzel özelliğinin ötesinde içerken anladım ki nikotini dilden ve damaktan alırken tütünün kendine has
lezzetini de hissediyorsun.
Yıllarca zevkle içtiğimi sandığım ama aslında bağımlılıkla içtiğimi anladığım sigaradan sonra, pipo ile
birlikte ilk kez tütünün gerçek tadını da alabiliyorum.
Yeni başladığım için de her gittiğim yerde değişik tat ve kokularda tütün arıyorum.
Tebriz’de bile...
*
Kırk beş dakikalık dinlenmeden sonra tekrar lobide buluştuk.
Bu defa kendi başımıza alışverişe çıkacağız.
Ve bu defa mutlaka tütün de alacağız. Kararlıyım o konuda.
Taksimiz geldi.
-Pazara gideceğiz. Bu arada tütün bulabileceğimiz bir yer biliyor musun?
-Bilmem. Amma pazarda vardır.
-Pazarda yoktu. Bize başka yerden söz ettiler ama neresi bilmiyoruz.
-Pazarda da olması lazım amma...
-Neyse yine sorarız pazarda birilerine.
Az sonra şoförümüz sordu:
-Sen şey de içer misin?
-Ney?
-Şey... Nasıl diyorsunuz?
Farsça bir şeyler söyledi ama anlamadık. Danışmanımıza sordum:
-Ne diye bu ya?
-Bilmem. Anlamadım.
Arkadaş epey kasınca ben tahminlerde bulunmaya çalışıyorum.
-Esrar mı?.. Haşhaş mı?..
Şoför gülümserken arkadan danışmanımız irkiliyor:
-Bahadır Bey neler soruyorsunuz adama? Allah aşkına burası İran, başımız belaya girecek!
-Niye girsin canım? Arkadaş bir şey soruyor ben ne sorduğunu anlamaya çalışıyorum. Ben zaten içmiyorum
ki onları.
-Olsun yine de o konulara girmeyin!
-Bir şey olmaz canım. Arkadaşla sohbet ediyoruz işte. İçmiyoruz ki!...
-Belki sivil polistir falan alırlar içeri sonra bizi.
-Polis olsa n’olur ki? Ben içmiyorum sadece soruyorum. Bana ne sorduğunu bulmaya çalışıyorum.
Şoförümüzün yüzünde bir gülümseme. Sonunda söylemek istediği şeyi hatırlıyor.
-Tömbeki de içiyor musun?
-Ha nargile diyo bu. Yok içmiyorum. Ama bu gidişle onu da test edeceğim galiba.
Danışmanımıza dönüyorum:
-Bakın işte tömbekiymiş. Uyuşturucudan söz etmiyormuş. Zaten olmaz ki onlar burada.
Şoförümüz itiraz edercesine araya giriyor:
-Vaaar... vaaar...
-Var mı? Neyse bana lazım değil. Ben kullanmıyorum. Hem burada hiç olmaz. Kurallara uymak lazım değil
mi sivil arkadaşım?
Sayfa 23 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Arkadaş gülümserken danışmanımız sertleşiyor:
-Bahadır Bey bu konuyu kapatın artık!
-Peki kapattım...
Şoförümüze dönüyorum:
-Tömbeki var mı peki burada?
-Vaaar...
-Bir gün başlarsam ona da bakarız. Yasak değil değil mi?
-Yasak değildir.
-Güzel... Şimdi biz pipo tütünü bulalım. Şimdi bize lazım olan o.
-Hindiye mi lazım?
-Anlamadım!
-Hindiye mi istersin?
-Ne demek o?
-Hindiye mi lazım, başka zaman mı istersin?
-Ha “şimdi mi lazım?” diyorsun. Yolumuzun üstündeyse şimdi de olur. Değilse pazardan sonra da olur...
Hele biz yerini bir öğrenelim de...
-Tamam, buluruz...
Yine Emir pazarındayız. Arkadaşa bin Tümen verdik.
Bir önceki gün Kaşarvayzı’nın gezdirdiği yerleri hızlıca bir daha dolaşıp caddenin karşısına giysi
mağazalarının bulunduğu bölüme geçtik.
Mankenler süper... Göğüsler ateşlenmeye hazır füze gibi. Kot pantolon giydirilmiş kalçalar gerçeküstü
güzellikte yuvarlak hatlara sahip.
Ama kafalar yarım!...
Tam bir ironi bu!...
Kadınların kafası yarım!...
“Yarım kafaya başörtüsü atınca daha şık göründüğünden mi öyle yapıyorlar?” diye düşündüm bir an.
Ama daha sonra daha gerçekçi bir yoruma ulaştım:
Cansız manken de olsa başörtüsü değiştirilirken saç görünmesin diye kafalar yarım yapılmış olmalı.
Bu amaçla yapılmış olsa da aslında acı gerçeği yansıtıyordu o yarım kafalar...
Bizimkiler birkaç mini alışveriş yaptılar.
Bu arada biraz pazarlık da yapmaya çalıştık. Satıcı pazarlıktan hoşlanmadı:
-Konak olun hiç almayayım. Amma yirmi beş mine olmaz.
Danışmanımıza sorduk:
-Ne demek istedi? Ne demek “konak olun”?
-Yani “konuk olun, hediyemiz olsun” demek istiyor.
-Yok canım olmaz öyle... Ama biraz indirsin bari!...
Orada işimiz bittiğinde son dükkandaki arkadaşlara sordum:
-Tütün nerede bulabiliriz? Pipo tütünü?
-Burada yoktur. Ama bir sorayım.
Sonra aldı beni birkaç dükkan öteye götürdü. Oradaki arkadaşlarda varmış ama kendi tütünleriymiş. Captain
Black Gold. Bir içimlik teklif ettiler bana.
-Yok sağol. Bende var tütün. Ben satın almak için arıyorum. Nereden alabilirim? Bir kağıda yazar mısınız
adresini?
Adresi yazdılar. Yukarıdan caddenin karşısına geçip bir taksiye binerek gidebileceğimizi söylediler.
-Taksi dört yüz Tümen alır. Fazla vermeyin.
-Peki sağol. Bu arada kaç para bu tütünler orada?
Sayfa 24 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
-İki min Tümen.
-Sağolasın.
Farklı değil ama ucuz. Türkiye’de dört, duty free’de üç Euro’ya aldığımız tütün burada iki bin Tümen. Yani
bir buçuk Euro...
Caddeye çıkıp bir taksiye bindik.
Taksici şehir içinde bir süre gittikten sonra cadde üzerinde bir yerde bıraktı bizi.
-Burası.
-Burası mı? Peki tütün nerede?
-Adres burası, tütünü bilmem. Buralara bakarsın.
-Peki kaç para vercez?
-Min beş yüz Tümen.
-Min beş yüz mü?
-Evet.
-Arkadaş bize dört yüz Tümen demişti?
-Dört yüz Tümen mi? Kim alır dört yüz Tümeni?
-Peki al sana beş yüz Tümen. Tamam mı?
-Yok yok ver min beş yüz Tümen.
-Dört yüz Tümen dediler ama?
-Kim dedi sana?
-Pazardaki arkadaş.
-Olmaz dört yüz, ver min beş yüz.
-Hadi o zaman bin vereyim madem. Bu kadar yeter sana.
-Yok, ver beş yüz daha.
Yok anlaşamadık. Mecbur verdik bin beş yüzü.
Arkadaş o kadar kararlıydı ki bu işte bir yanlışlık olduğunu düşünmeye başladım.
Yoksa bizi kazıklamaya çalışmış olsa, en kötü ihtimalle bin Tümen teklif ettiğimde “tamam” derdi. Ama o
noktada bile kararlıydı.
Daha sonra otele dönerken takside biz olmamıza karşın binmek için el kaldıran, gideceği yerin adını
söyleyen başkalarını görünce düşündüm ki aslında mağazadaki arkadaş dolmuş ücreti olarak yani kişi başı
dört yüz Tümen demek istemiş olmalı. Böylece dört kişilik dolmuş bin altı yüz Tümen yapar ki taksicinin
bizden istediği bin beş yüz normal sayılır.
Neyse biz bir anda cadde kenarında ortada buluverdik kendimizi.
Hemen ilk dükkanın önünde sandalyesini yeni koymuş ve henüz oturmuş olan bir amcaya sorduk:
-Tütün nerde bulabiliriz amca?
Amca aslında sandalyede uyumaya hazırlanıyor olmalıydı ki sorumuz biraz rahatsız etti onu.
“Ben bilmem” dedi.
Bense ısrarcıyım, elimdeki adresi gösterip “Burada satılıyormuş tütün, adres burası değil mi?” dedim.
Adam yine anlamıyor. Bilmiyorum dercesine bizi başından savmak istiyor.
O anda yoldan geçen başka biri yanaşıyor yanımıza. Ve cadde üzerinde geldiğimiz tarafı tarif ediyor.
Ben emin olmak için soruyorum:
-Hangi dükkan? Solda mı, sağda mı?
-Bu yol üstünde. Dükkan değil, yolda satarlar.
-Ha işporta diyorsunuz siz. Yani tezgahta mı satıyorlar?
-He abi. Yolda satarlar.
Yürüyoruz.
Baktık solda bir mini dükkan ve vitrinde birkaç pipo. İçeri giriyoruz:
-Pipo tütünü var mı?
-Var abi.
-Kaç para?
Sayfa 25 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
-İki min beş yüz Tümen.
-Çok değil mi? Biz iki bin Tümen diye biliyorduk?
-Yok abi iki min beş yüz.
Bu arada pipolara da şöyle bir bakalım dedik.
Elime aldığım ilk piponun ağızlığı da, ağızlıktaki metal bilezik de dağılıp yere düşüverdi. O kadar adi bir şey
yani.
-Kaç para bu?
-Dört min Tümen.
-Daha kalitelisi yok mu bunun?
-Yakşi? Var abi...
Bir tane daha çıkardı. Ağacı fena görünmüyor, ama ağızlık sorun olacak gibi.
-Bu kaç para?
-Sekiz min Tümen.
-Peki biz biraz bakalım.
-Abi bu yakşidir.
-Anladım yakşi ama biz biraz daha bakalım. Sağol.
Sekiz bin Tümen beş buçuk altı Euro gibi bir şey. Yani dokuz on milyon. Pipo için bedava. Ama riskli.
Devam ettik.
Çeşit çeşit ürün satan işportacı var yolda.
Bir tanesi çok ilginçti. Yere serdiği çuvalın üzerinde sarı ve açık kahverenginin hakim olduğu klasik çapraz
çizgileri bulunan kravatlar sergiliyordu arkadaşın biri.
Danışmanımız:
-Hiç kimsenin kullanmadığı bir şeyi satmanın mantığı nedir ki?
-Valla her şeyin bir alıcısı vardır. Ve bence arkadaş burada boşuna durmuyordur. Özellikle hiç kimsenin
satmadığı bir şeyin satıcısı olmak bir ayrıcalıktır. Kim alır bilmem ama kesin iş yapıyordur bu arkadaş.
Kendine yetecek kadar müşterisi vardır mutlaka. Yoksa kravat sergilemezdi burada.
-İyi de kim alır ki? Deli olması lazım burada kravat alanın.
-Olabilir. Dünyanın her yerinde manyak vardır. Burada da gizli fantezileri bulunan birileri vardır mutlaka!..
Ve belli ki buradakilerin sayısı bu arkadaş için yeterli!...
Devam ediyoruz...
Yüz metre kadar ileride sağda bir tezgah gördük.
Tütünleri bulduk sonunda. Captain Black, Borkum Riff ve benzeri tütünler var. Farklı tütün aradım ama
bulamadım.
-Kaç para tütün?
-İki min Tümen.
GM beğendi.
-Ben on paket alayım.
-Bir dakika. Ben de alacağım, indirim isteyelim.
Arkadaşa dönüyorum:
-On arkadaş alacak on ben. Kaç yaparsın?
-Yapamam abi. Çok kazanmıyorum zaten.
-Yaparsın yaparsın. Kaç yaparsın?
-Abi min dokuz yüz yaparım.
-Bin sekiz yüz yap alalım yirmi paket.
-Yok abi zaten min sekiz yüze ben alıyorum. Yüz Tümen bana kalacak.
-Yok be fazladır senin kazancın. İstesen bin beş yüz bile yaparsın. Yap bin sekiz yüz işte!.
-Yok abi yapamam. Min dokuz yüz.
Sayfa 26 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Beceremedik yine. GM peşinen sipariş etmeseydi olurdu belki ama artık çok geç. Yine de yüz tümen
indirebilmiş olmak başarıdır bu noktada...
Bin dokuz yüzden on paket GM, değişik aromalardan yirmi paket ben aldık.
Yolumuza devam ediyoruz.
Yüz metre sonra bir tezgah daha. Daha fazla çeşit var:
-Kaç para tütünler?
-Bu min sekiz yüz (bizim az önce pazarlıkla bin dokuz yüze aldıklarımız), bu iki min, bu iki min beşyüz, bu
üç min beşyüz.
-Şu bin sekiz yüzlükleri bin beş yüz yap da onar paket alalım.
-Yok olmaz, kazanmam.
-Kaç yaparsın?
-Min sekiz yüz.
-Biraz indir be!
-İndiremem.
-Yüz Tümen indir bari.
-İndiremem. Min sekiz yüz.
İndirtemedik. Onar paket de buradan aldık.
Ben değişiklerden de birer paket aldım. Hepsini denemek istiyorum.
Yolumuza devam ettik.
Az ileride bir tezgah daha. GM bana sesleniyor:
-Bak burada bin yedi yüze düşüyor!...
-Muhtemelen öyledir. Sorayım mı?
-Yok artık yeter!... Bir daha tütün sormayalım!...
*
Kafe...
Bu arada oturup kahve içebileceğimiz, tütün tüttürebileceğimiz kafe tarzı bir yer arıyoruz.
Bir önceki gün kavun suyu içtiğimiz pastaneye benzer yerler var.
Kahve makinesi de gördüğümüz birine oturduk, kahve istedik. “Yok” dediler. Sadece soğuk içecek varmış.
Sanırım yine elektrikler kesik o nedenle kahve yapamıyorlar.
Kalktık, yola devam ettik.
Az sonra bir ana kavşağa geldik. Sol tarafa giden yol üzerinde biraz ötede bir tezgah daha. GM’e
dönüyorum:
-Bunların asıl yeri burasıymış işte. Bize Çardah Sarrah dediler ya. İşte çardah, yani kavşak burası. Ve burada
bin beş yüz Tümen tütünler.
-Tütün konusunu kapattık artık. Bedava verseler almam. Hadi geçelim karşıya.
Geçtik karşıya.
Sola doğru devam ettik.
Yüz metre ilerledikten sonra baktık ki yol gittikçe tenhalaşıyor, geri dönmeye karar verdik.
Döndüğümüz noktada çeşitli ürünler satan başka işportacılar vardı. Birine sordum:
-Affedersin. Buralarda kahve içebileceğimiz pastane gibi bir yer var mı acaba?
-Pastane mi abi?
-Evet, nerede bulabiliriz?
-Abi buradan düz gider misiniz? Çardahtan sağa döner misiniz? Abi oradan doğru gider misiniz? Biraz
ileride sağda var... mıdır?
-Biz oradan geliyoruz. Orada kahve yoktu. Başka yer yok mudur buralarda?
-Abi o zaman buradan düz gider misiniz? Çardahtan sola döner misiniz? Abi sola döndükten sonra düz gider
misiniz? Sonra sağa döner misiniz? Sağa döndükten sonra düz gider misiniz abi? Abi orada da var... mıdır?
-Orada da var yani?
Sayfa 27 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
-He abi. Orada da var... mıdır?
-Sağolasın.
-Sen de sağol abi.
Geri dönüyoruz. Danışmanımıza soruyorum:
-Niye böyle soru kipiyle konuşuyor bunlar?
-Bu onların aksanı işte. Böyle öğrenmişler.
-İlginç...
Sola döndük, düz gittik, sağa döneceğiz ama küçük ve sakin bir sokak görüntüsü var.
Vazgeçtik. Aynı caddede biraz daha yürüdük.
Az ileride sağda yine benzer bir pastane bulduk. Oturduk.
Kahve sorduk, yok. Kavun suyu ya da diğer meyve sularından var.
Bizi açmadı. Yine kalktık.
Ve otele dönmeye karar verdik.
*
Taksi...
Taksi bakınıyoruz.
Bir taksi geldi önümüzde durdu. İçinden bir kadın, biri kız, iki çocuk indi.
Taksi boşaldı zannedip yaklaştım. O anda taksinin şoförü de indi.
-Taksi müsait değil mi?
...derken taksicinin ailesiyle birlikte gelip park ettiğini anladım.
Arkadaş yine de ilgilendi benimle.
-Nereye gideceksiniz?
-International Otel’e.
-Gel ben sana bir taksi bulayım. Kusura bakma uşakları getirmişem. Ben götüremeyecem.
-Tabi canım. Ben sonradan fark ettim. Biz başka taksi buluruz, istersen sen git ailenle.
-Yok yok ben sana bir taksi bulayım ondan sonra.
Sağ olsun arkadaş yoldan bir taksi çevirdi. Diğer taksiciye iki çift laf etti, bizi taksiye bindirdi.
Diğer taksici sanki itiraz edecek gibiydi. Bizimki ısrar edip “şuradan gider, şuradan dönersin” diyerek ikna
etti diğerini. Yoksa almayacaktı sanki bizi.
Yol boyunca sağlı sollu tüm cadde kenarları müthiş kalabalıktı. Her yerde insanlar araç bekliyordu.
İçinde biz olduğumuz halde bizim taksiye bile her adımda birileri el uzatıp gideceği yerin adını sesleniyordu.
Şoförümüze sordum:
-Bunlar ne diyorlar?
-Buranın adını söylüyorlar.
-Peki niye söylüyorlar.
-İşte buranın adını söylüyorlar.
Anlaşamadık şoförle. “Neden söylüyorlar? İçinde biz varken niye sesleniyorlar?” demek istemiştim. Ama
anlamadı.
Anladığım kadarıyla dolmuş işi olarak görüp, gideceği yerin adını söyleyerek araçta bulunan son bir kişilik
yere onu da alabileceğimizi umuyorlardı herhalde.
Bir ara GM şoförümüze sordu:
-Ahmedinecad hakkında ne düşünüyorsun? Memnun musun?
-Amarika, İngilizya, Fransiya Şah’ı istemediler. Humeyni’yi getirdiler. Onların istediği oldu. Amarika,
İngilizya, Fransiya’nın istediği oldu.
Sayfa 28 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Evet işin özeti bu:
ABD ve AB, beceremese de Atatürk’ü örnek almaya çalışan Şah’tan kurtulmak için İslamcı Humeyni’yi
getirmişlerdi. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. Şimdi Ahmedinecad’la uğraşıp duruyorlar.
Benzer senaryoyu Türkiye için de düşünen emperyalistler, sütten ağızları yandığı için yoğurdu üfleyerek
yemeye çalışıyor, yani bizde “Ilımlı İslam” fantezisini deniyor.
İranlı taksici bile bunun farkında.
Ya bizim halkımız?...
*
Otelimize yaklaşırken şoförümüz anlatıyor:
-Emil Sayan biliyorsun?
-Efendim?
-Sizin Emil Sayan... Şarkı okur hani?
-Ha Emel Sayın mı?
-He işte o. Sizin şarkıcı. Şah zamanında sizin otelde okudu.
-Yani bizim otelde konser verdi öyle mi?
-He öyle işte. Şah zamanı.
-Yani biz bir otuz sene falan geç kaldık diyosun.
-Evet. Ben dinlemişem Emel Sayan’ı Şah zamanı.
-Ne güzel!... Biz göremedik işte o günleri...
Otelimize geldik.
Arkadaşa iki bin Tümen verip odalarımıza çekildik.
Resepsiyondaki afetler yoktu. Mesailerini bitirmişler anlaşılan. Dün geceki delikanlı vardı yine.
Bir saatlik bir dinlenmeden sonra yemek için restoranda buluştuk.
Menü yine aynı, seçimimiz yine Chello Kebap.
İçki seçimimiz değişti bu defa. Bizimkiler su ben kola sipariş ettik.
Az sonra danışmanımız kendinden geçti:
-Ayy.. Birden beynim döndü.
-Hayırdır? N’oldu?
-Bir an şu karşı masadaki şişeyi şarap zannettim.
-Evet doğru. O bir şarap şişesi. Ama alkolsüz!... Burada her şey var. Bira da, şarap da... İşte böyle sahte bir
hayat yaşıyor bu zavallı insancıklar. Alkolsüz şarap mı olur? Ama alkollüsünü bulamayınca kendilerini
kandırıyorlar işte böyle. Yazık!... Ama ben alıştım aslında be şeriata!... İki gündür hep aynı şeyleri yaşayınca
kanıksıyor insan ortamı. Ben bile iki günde adapte olabildiğime göre düşünsenize bu ortamda doğmuş ve
başka hiçbir şey görmemiş insanları. Nasıl sahte bir hayat yaşadıklarının, yaşatıldıklarının farkında bile
değiller. Onlar hayatın ve gerçeğin bu olduğunu sanıyorlar. Başka hayatları onlara anlatıldığı gibi çarpık
hayatlarmış gibi düşünüyorlar. Ne yazık!...
Yemeğimizi yedik. Tatlıyı düşünmeden hemen odalarımıza çekildik. Çünkü uyumak için üç dört saatlik bir
vaktimiz kalmıştı. İki buçukta yola çıkacağız. Uçağımız dört buçukta.
*
Dönüş...
İki buçukta çıkış yapıyoruz. Ödemeyi destelerle yaptık.
Kaldı yetmiş küsur bin Tümen. Bizimkiler taksi için yeterli paramız olup olmadığını sordular. “Fazlasıyla
var” dedim. Emin olmak için otel görevlisine sordular:
-Buradan havaalanına taksi kaça para tutar?
-Üç min belki...
-Tamam o zaman sorun yok.
Sayfa 29 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Atladık taksiye havaalanına geldik.
Ücret beş min Tümen.
İçeri giriyoruz. Check in kontuarını arıyoruz.
İçeri nereden gireceğimizi anlamaya çalışırken gündüz ziyaret ettiğimiz fabrikada karşılaştığımız başka
firmanın Satış Müdürü sesleniyor bize:
-Buradan!...
-A... siz de mi buradasınız?
-Evet ben girdim çıktım. Sigara içmek için dışarı çıkmıştım. Bu güvenlikten yine geçmek ölüm, ama sigara
için mecburen çıktım işte.
-A... niye çıktınız ki? Sigara içiliyor içeride.
-İçiliyor mu? Nerede?
-İçeride içilecek yerler var. Biz geldiğimizde içmiştik, gidişte de vardır mutlaka.
Bir yandan o kadar zahmete boşuna katlandığına üzülürken, diğer yandan az sonra bir daha dışarı çıkmak
zorunda kalmayacağına sevinen Satış Müdürü’nün yüzünden şaşkın ve çelişkili bir ifade yansıdı bir an.
Check in kontuarlarının önündeyiz. Ciddi bir kalabalık var.
Ama biz rahatız. Çünkü dönüşte yer bulamadığımızdan business sınıf almışız biletleri.
Business kontuarına gidiyoruz. Kimse yok.
Danışmanımız yandaki kalabalık kontuardaki sırayı atlayıp “Biz business uçuyoruz, business kontuarında
neden kimse yok?” diyor.
Kontuar görevlisi tam tesettürlü hanım bizi araya alıyor. Sırada bekleyenlerin önünden işimizi hallediyor.
Biniş kartlarımızı aldık içeri devam ediyoruz.
Bu arada koltuk numaralarımıza baktık. Hepimizin sırası farklı.
Danışmanımız:
-Bak söylemeyi unuttuk. Aklıma da gelmişti böyle bir şey yapacakları. Ben yabancıların yanında asla
uyuyamam.
-N’olcak canım? Sonuçta başka bir erkeğin yanına oturtmazlar. Güzel tesettürlü bir hanımefendiyle yolculuk
sorun olmasa gerek.
-Konu kadın ya da erkek olması değil. Ben tanımadığım insanın yanında uyuyamam.
Pasaporttan geçmeden önce içerideki kafe restorana oturup bir şeyler yiyip içmek ve tütünlerimizi tüttürmek
istiyoruz.
Bir masaya oturduk. Garsona sorduk:
-Burada sigara içebiliriz değil mi?
-İçersiğiz abi.
-Küllük alabilir miyiz?
-Olur mu abi? Hemen getirirüm.
Az sonra tezgaha gidip ne yiyebileceğimize bakıyoruz. Jambonlu sandviç ve kahve söylüyoruz.
-Oldu mu abi? Sen otur, ben getirirüm.
-Peki sağol.
-Sen de sağol abi.
Az sonra birer kahve daha istiyoruz:
-Oldu mu abi? Sen otur, ben getirirüm.
-Peki sağol.
-Sen de sağol abi.
İkinciler biraz gecikti. Ben kalktım hatırlatmaya gidiyordum ki beni görüp uzaktan işaretle birlikte:
-Tamam mı abi? Hemen getirirüm.
...dediğini anladım.
Sayfa 30 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Garson ikinci kahvelerimizi getirdi:
-Bağışlayın abi, geç geldim.
-Tamam, önemli değil.
Sonra hesabı istiyoruz.
Yine geciktiler. Kalktım tezgaha gittim:
-Hesabı alabilir miyim?
-Konak olun abi?
-Efendim?
-Konak olun abi? Bizden olsun?
-Olur mu canım? Söyle ne kadar?
Ben henüz ikinci cümlemi bitirmeden:
-On altı min beşyüz abi.
Bu “konak olun” hikayesi de bir acayip hikaye. “Konuğumuz olun, bizden olsun” anlamına geliyor.
Yani “Peki konak olalım o zaman... Sağol!...” desem suratını asacak belli ki, ama nedense bu blöfü
yapıyorlar hep.
*
İade...
Elde kalan elli bin beş yüz Tümen’i geri verip Euro almak istiyoruz.
Geldiğimiz gün Euro bozdurduğumuz gişeye yöneliyoruz.
Aslında Tümenleri iade etmek bir yana, dönüş yolculuğunda o gişede birini bulmaktan bile şüpheliyim ben.
-Bu adamlar kesin almazlar bu paraları geri!...
-Niye canım? Geldiğimizde bozduklarına göre şimdi de geri alırlar herhalde.
-Sanmam!... Bulmuş adam Euroyu bırakır mı? Beş para etmez Tümen’i geri alıp da n’apcak?
Gişeye geldik.
Düşündüğüm gibi kimsek yok.
Biraz bakındım, sağa sola gidip geldim. Civarı gözlerimle tarayarak bir görevli arıyorum.
Tam vazgeçip dönüyorduk ki, duvar dibinden biri göründü.
-Buyur abi!...
-Biz Tümen’leri iade edecektik. Buraya kim bakıyor?
-Himdi gelir abi, bekleyin biraz.
-Ama uçak kalkacak, bekleyemeyiz ki. Tam uçuş saatinde niye yerinde durmuyor bu adamlar?
-Abi bir yere getmiştir gelir şimdi. Ama ben bakayım istersen.
-Ha sen bakabiliyor musun? Bak o zaman abi, lütfen yani!...
-Kaç Euro vereceksin abi?
-Euro vermeyeceğim. Tümen vereceğim, Euro alacağım.
-Abi Euro yoktur burada.
-Tamam dolar ver o zaman fark etmez!...
-Abi dolar da yoktur burada.
-Ne var peki?
-Tümen vardır.
-N’apcam ben Tümen’i Türkiye’ye giderken yav? Ben bendeki Tümenleri vermek istiyorum.
-Abi Tümen versen sana verecek Euro yoktur.
-Nasıl olmaz? Gelişte verdiğimiz Eurolar nereye gidiyor?
-Abi onlar bankaya gider. Burada sadece Tümen kalır.
-Ben şimdi Türkiye’ye gidiyorum. Elimde bu Tümenler. N’apıcam ben bu Tümenleri İstanbul’da?
-Abi istanbul’da da verebilirsin bankaya?
-Hangi bankaya?
-İstanbul’daki bankalar alır abi Tümeni!...
-Peki, sağol...
-Sen de sağol abi.
Sayfa 31 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Evet düşündüğüm gibi. Almadılar geri.
İran’da para bozduracaksanız tam ihtiyacınız kadar bozdurun.
Yoksa harcamadıklarınız elde kalıyor ve kısa sürede yok oluyor.
Demedi demeyin!...
Dönüşte TCMB’den kontrol ettim. Döviz alım satım yok. Efektif değerler; alış 980 satış 1480.
Makasa bakar mısınız? Yüzde elliden fazla!...
Normalde döviz alım satım farkı yüzde bir, bilemedin ikidir.
Elde kaldı Tümenler...
*
Pasaport polisi...
Pasaporttan geçiyoruz.
Görevli pasaportumuza şöyle bir bakıp soruyor:
-Adın ne?
-Bahadır.
-Soyadın?
-Yağcı.
Pasaporta damgayı vuruyor ve “güle güle” diyor.
Sanki pasaportta adımız yazmıyormuş gibi...
Sonra düşündüm de...
Yoksa adam Latince mi öğreniyor?
Herkese aynı soru.
GM ilk soruda adını soyadını birlikte söylediğinden tek soruyla kurtuluyor.
Ama o da fotoğraf nedeniyle zorlanıyor. Çok eski, saçlı bıyıklı bir fotoğraf var pasaportunda.
Şimdiki hali ise içler acısı: Ne saç var ne sakal!...
O kadar da değilse de benim gibi işte...
Epey bir uğraştan sonra görevli fotoğrafa ikna olup bırakıyor.
On metre yürüyüp köşeyi döndükten sonra bu defa asker kıyafetli bir görevli daha. Bu defaki sandalyeye
oturmuş, bacak bacak üstüne atmış. Haki renkli kıyafetinin içinde gri renkli çorapları burnumuza girecek
neredeyse. Pasaportu inceleyip “tamam” diyor.
Ben güvenlikten geçtim. GM ve danışmanımız güvenlikten önce sandalyede oturmakta olan polisin
yanındalar. Görevli aynı şekilde bacak bacak üstüne ve arkaya yaslanmış şekilde oturmuş, dikkatle pasaporta
bakıyor. Bizimkiler biri bir yanında, diğeri diğer yanında polise doğru eğilmişler hep birlikte pasaporta
bakıyorlar.
O anı kayda almak istedim. Fotoğraf makinemi çıkardım. Ama benim de hemen yanımda başka bir
sandalyeye oturmuş başka bir polis var. Elimle makineyi ve arkadaşları gösterip “çekebilir miyim?” dedim.
“Olmaz” şeklinde elini kaldırıp, kafasını iki yana salladı.
Gülümseyip makinemi geri koydum.
Sormasam belki de bir şey demeyecekti. Sorunca yetkisini kullandı. Ama ben sormadan edemiyorum işte.
Neyse az sonra bizimkiler diğer arkadaşı da ikna etmişler fotoğraf konusunda ve geldiler.
GM biraz bozulmuş gibiydi:
-Ben pasaporttaki adamın yerinde olsam o polisi döverdim.
-Niye?
-“Ulan hıyar!... Ben kontrol ettim, onayladım. Sen benim onayıma güvenmiyor musun?” der girişirdim!...
Çok kızmış anlaşılan...
Sayfa 32 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
*
Uçuşu beklerken biz yine tütünlerimizi tüttürdük.
Tebriz’de dikkatimizi çeken bir başka nokta da bizden başka sigara ya da tütün içen hemen hiç kimseye
rastlamayışımızdı. Ekonomik nedenle mi, yoksa imandan mı bilinmez, ama böyle de bir gözlemimiz oldu.
Bu arada uçuş saati yaklaşmıştı.
Doğru yerde olup olmadığımızdan emin olmak için güvenliğin bu tarafındaki sandalyede oturan polise
yaklaşıp sordum:
-Burası İstanbul uçağı için değil mi?
-Beş dakka sonra çağırırlar.
-Tamam sağol.
Yarım saat kadar sonra, ki uçuş saatinin de yarım sat sonrasıdır o dakikalar, başka biri aynı polise uçağın
durumunu sordu.
İşittiğim şuydu:
-Beş dakka sonra çağırırlar.
Bizimkilere döndüm:
-Yarım saat önce ben sorduğumda da aynı şeyi söylemişti; “beş dakka sonra...”. Burada cevaplar hep standart
galiba. İşin kolayını bulmuş arkadaşlar. Şeri bir ülkede olduğumuzdan soruyu soran da tepki göstermeye
cesaret edemiyor. Neyle karşılaşacağını bilmiyorsun sonuçta. Ve arkadaşlar da bunun farkında olmalılar ki
standart cevaplarla püskürtüyorlar olası tepkileri...
*
Tebriz’de son tango...
Gelirken olduğu gibi dönüşte de bir saatlik bir rötardan sonra uçağa binmek üzere kapıdan geçiyoruz.
Buradakinden farklı olarak uçağa biniş için körük ya da dışarıda bizi bekleyen bir otobüs yok.
Dışarı çıktıktan sonra yaklaşık yüz metre ötedeki uçağa doğru yürüyoruz diğer yolcuların arkasından.
Yürürken danışmanımız başörtüsünü hafiften ensesine doğru indirir gibi oldu.
Uyardım:
-Henüz dışarı çıkmadık. Tam uçağa binerken alıp götürebilirler içeri. Ona göre!
-Bu noktadan sonra beni kimse durduramaz. Çıktık artık!...
Biz uçağa doğru ilerlerken uçağın merdivenleri dolduğu gibi yerde de uzayan bir kuyruk görünüyordu.
Uçağın kapısını henüz açmamışlar:
-Madem uçak hazır değil, bizi niye dışarı aldılar ki? Önce uçağı hazırla, sonra terminal kapısını aç!.. Hiç
olmazsa koltuklarda oturuyordu insanlar içeride beklerken...
Ben söylenirken biz de artık kuyruğun yerdeki bölümünün sonuna ulaştık. Bekliyoruz...
Öteki taraftan uçağa doğru bir minibüs yaklaştı.
-Bak geldiler işte!... Başı açıkları toplayacaklar!...
Minibüs tam uçağın merdivenlerinin önünde durdu. İçinden şoför dışında resmi kıyafetli iki asker ya da polis
indi. Uçağa binenleri seyrediyorlar.
Az sonra uçağı gözlemekte olan polislerden birinin gözü bir an bizim arkamızdaki bir noktaya odaklandı.
Şöyle bir baktım.
Terminal binası ile uçak arasındaki mesafenin ortasında bir yerde, duvara yakın bir noktada bir çift
sarılmışlar. Öpüşüyorlar mıydı bilmiyorum ama birbirlerine sarılmışlardı.
Sayfa 33 / 34
Şeriat ve ben... / Bahadır Yağcı
Bakışlarımı tekrar o noktaya odaklanmış olan polise çevirdiğim anda polisin birden o tarafa doğru koşmaya
başladığını ve kollarını iki yana sallayarak “ayrılın” işareti verdiğini gördüm.
Tekrar çifte döndüm.
Bir yandan koşarken, bir yandan “Hanım, ayrılın!...” diye bağırdığını işittiğim polisin sesini duyup ona
dönen kadın sarıldığı adamdan ayrılıp polise “dur tamam” dercesine iki elini öne uzattı.
Çiftin ayrıldığını gören polis durdu ama “yapmayın” dercesine bir bakış attıktan sonra geri döndü.
Geri döndü ama arada bir tekrar arkasını dönüp durumun normal olup olmadığını kontrol etti.
O ana kadar dalga geçen ben danışmanımıza döndüm:
-Şaka yapıyordum ama gördüğünüz gibi bu işin şakası yok!...
Durumun farkında değildi ama ben olayı kısaca anlatınca hemen yarı düşmüş eşarbını düzeltti danışmanımız
söylene söylene:
-Valla hiç uğraşamayacağım bu adamlarla. Şuradan da geri çevrilme riskini göze alamam yani.
Birkaç dakika sonra nihayet uçağımıza bindik ve özgürlüğe kavuştuk.
Uçağa adımını atan kadınlar, başlarından da örtülerini atıyordu...
Az sonra havalanıp sabahın o saatinde, üstelik kahvaltının yanında, birkaç gün zorunlu olarak uzak kaldığım
o güzelim alkollü şaraplara saldıracaktım.
Şarabımı içtikten sonra kısa süreli de olsa derin bir uykuya daldım.
Ve ülkeme döndüğümde; benim güzel ülkemin az önce zor kaçtığım ülkeye benzememesi için ne
gerekiyorsa yapacağıma dair kendime söz verdim.
Bu çalışmamı; aydınlanmama ışık tutan önemli yapıtlardan “Şeriat ve Kadın” (Kaynak Yayınları)
kitabının yazarı değerli insan Prof. Dr. İlhan Arsel’e adıyorum.
© www.byagci.cjb.net J
Sayfa 34 / 34

Benzer belgeler