25.07.2016

Transkript

25.07.2016
1
Çağdaş Erdoğan:
SÖYLEŞİ
Geleceğe kanıt
biriktiriyorum
Haftalık haber gazetesi - 2.5 TL
Sayı:111
25 - 31 Temmuz 2016
S:14
bas-haber.com
OHAL
Demokrasiyi
korumak mı,
bastırmak mı?
Türkiye’yi şok eden 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra, 21 Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı’nın yaptığı açıklama ile tüm ülkede ilan edilen OHAL süreci
toplumda yeni bir endişeye neden oldu. Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın ‘endişeye mahal yok‘ mealindeki güvencesi
ardından, Başbakan Yardımcısı Kurtulmuş’un “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldık” açıklaması kaygıların artmasına neden oldu.
15 Temmuz
MESUT YEĞEN
Darbe, OHAL ve üç açmaz
Travmayı aşmak için
s03
FERHAT KENTEL
OHAL’in sokakta her hangi bir sıkıntıya yol açmayacağını
Fransa örneği ile izah eden Cumhurbaşkanı, uygulamaların
özgürlükleri sıkıntıya sokmayacağını, sadece darbecilere
karşı bir tedbir olduğunu söylerken, uygulanacak önlemlerin kapsamının bilinmemesi belirsizliğe yol açıyor. Hükümetin darbe girişimine ve artçı dalgalara karşı ilan ettiği
OHAL koşullarını fırsata çevirip, muhalefeti bastıracağına
dair kaygılar var.
S:02 - 03 -04 - 05
s04
HAKAN TAHMAZ
s08
Belirlilik ve belirsizlikler
ABDULLUH KARABAY
s07
02
MANŞET
BasHaber
SÖYLEŞİ
25 - 31 Temmuz 22016
OHAL ilanı
Demokrasiyi korumak mı, bastırmak mı?
Yeter Polat - Ahmet Özyeter - Dilan
Almaz - M.Emin Kan - Kerem Ari
T
ürkiye’yi şok eden 15 Temmuz
askeri darbe girişiminden sonra, 21
Temmuz gecesi Cumhurbaşkanı’nın
MGK ve Bakanlar Kurulu sonrasında yaptığı
açıklama ile 81 ilde ilan edilen Olağanüstü
Hal (OHAL) uygulamaları toplumda yeni
bir endişeye neden oldu. Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın ‘endişeye mahal yok‘ mealindeki
güvencesi ardından, Başbakan Yardımcısı
Numan Kurtulmuş’un “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni askıya aldık” açıklaması ise
tansiyonun yükselmesine neden oldu.
İlan edilen OHAL’in her hangi bir sıkıntıya yol açmayacağını Fransa örneği ile izah
eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, olağanüstü
uygulamaların vatandaşa yönelik olmayacağını, günlük yaşamı ve özgürlükleri sıkıntıya
sokmayacağını sadece darbecilere karşı bir
tedbir olduğunu söylerken, uygulanacak
OHAL’in kapsamının bilinmemesi kamuoyunda belirsizliğe yol açıyor. Endişenin ana
ekseninde ise, hükümetin darbe kalkışmasına ve artçı dalgalarına karşı ilan ettiği ve
bu çerçevede meşruiyeti olan olağanüstü
hal koşullarını fırsata çevirip, bunu baskıcı
bir rejime evirerek muhalefeti bastırmaya
çalışmasına dair kaygılar. TSK ve emniyet
içerisinde tam ve mutlak kontrol sağlandığını iddia eden kesimler buna rağmen OHAL
ilan edilmesini sorguluyor. Her türlü hakkın
askıya alınması, günlük yaşamın aksamasını beraberinde getiren OHAL uygulaması
itirazlara yol açıyor. Gazetelerin toplatılması
ve 30 güne çıkarılabilecek gözaltı süreleri
en önemli meseleler arasında sıralanırken,
hükümetin ‘normal vatandaşlar OHAL’den
zarar görmeyecek’ şeklindeki açıklamaları
kaygılı kesimlerin endişesini savuşturmakta
yetersiz kaldı. Başbakan Yardımcısı Numan
Kurtulmuş’un “Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’ni askıya aldık” açıklaması ise
tansiyonun bir kez daha yükselmesine
neden oldu. Operasyonların salt darbecilere
değil muhalif tüm kesimlere yönelebileceği
endişesi ile siyasi parti temsilcileri ve sivil
toplum kuruluşları, hak ve özgürlüklerin
teminat altına alınması yönünde çağrılar
yapıyor.
Erdoğan’dan demokrasi güvencesi
Askeri darbe girişimi sonrası yapılan
Bakanlar Kurulu toplantısından ardından
MGK kararlarını açıklayan Cumhurbaşkanı
Erdoğan, ‘darbe girişiminde bulunan terör
örgütünün tüm unsurlarının süratle bertaraf
edile-bilmesi için Anayasa’nın 120. Maddesi
uyarınca 3 ay süreyle Olağanüstü Hal ilan
edildiğini’ bildirmişti. Erdoğan’ın açıklamasının satır başları ise şöyleydi: “Bu uygulama
kesinlikle demokrasiye, hukuka, özgürlüklere karşı değildir. Tam tersine bu değerleri
koruma, yükseltme, geliştirme adınadır.
Olağanüstü Hal ilanının amacı ülkemizde
demokrasiye, hukuk devletine, vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerine yönelik bu
tehdidi ortadan kaldırmak için gereken
adımları en etkin ve hızlı şekilde atabilmektir. Milletimiz devletine devletimiz
de milletimize sahip çıkmıştır. Demokrasi
konusunda hiçbir vatandaşımız ve kurumun
endişesi olmasın. OHAL bu saldırılardan
onları koruma amacı gütmektedir. OHAL
ilanının sadece ve sadece ülkemizin karşı
karşıya bulunduğu terör tehdidine karşı
gerekli önlemelerin alınmasına yönelik bir
tedbir olduğunun altını çizmek istiyorum.”
Ala: Türkiye’yi ele geçirdiğimiz hissi
vermeyeceğiz
Darbe girişimi ardından ordunun etkinliklerinin sivil irade tarafından kontrol
edilmesi bağlamında da çeşitli düzenlemeler yapılacağı da bildirildi. Genelkurmay
Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na
bağlanacağı açıklanırken, İçişleri Bakanı Efkan Ala da, “Jandarmayı kesinlikle
tamamen İçişleri Bakanlığına bağlayacağız”
dedi. Ala, Genelkurmay ve Milli Savunma
Bakanlığı’nda da düzenlemelerin değerlendirileceğini söyledi. “Bu tek başımıza verebileceğimiz bir karar değil“ diyen Bakan Ala,
“Güç temerküzünden kaynaklanan orayı ele
geçirdiğinizde bütün Türkiye’yi ele geçirdiğimiz hissini vermeyeceğiz” dedi.
Sadece Cemaat ve darbeciler mi hedefte?
Hükümet durumdan faydalanıp muhalif dernek, vakıf ve eğitim kurumlarını
hedefleyebilir mi? ‘Kurunun yanında yaş da
yanacak’ yorumları yapan köşe yazarları, kapatma ve el koyma kararlarının hukuki çerçeve gözetilerek yapılması gerektiğine dikkat
çekiyor. OHAL ilanı ardından kamuoyunda
Cemaate yakınlığı ile bilinen 35 sağlık kurumu, 1043 özel öğretim kurumu, 1229 vakıf ve
dernek, 19 sendika ve 15 vakıf yükseköğretim
kurumunun kapatıldığı açıklandı. Resmi
Gazete’de yayımlanan OHAL Kapsamında
Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde
Kararname ile milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen “Gülen Cemaati kurumlarının” mal varlıkları, hazineye bedelsiz
devredilecek, vakıfların her türlü taşınır ve
taşınmazlarıyla, alacakları, hakları, belge ve
evrakı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne bedelsiz
devredilmiş sayılacak. OHAL ilanını ve uluslararası sözleşmelerin bu bağlamda getirdiği
hukuksal zorunluluğu akademisyen, yazar,
STK temsilcileri ve siyasetçiler BasHaber’e
değerlendirdi.
Prof. Cengiz Aktar:
OHAL’in nasıl idare edileceği belirsiz
Fransa örneği doğru ancak, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin askıya alınmasını
mümkün kılan 15. Madde 2.3.4/1 ve 7. maddeleri muaf tutuyor. Yani bunlardan feragat
etmek mümkün değil. İlki hayat hakkı, diğeri işkenceyle ilgili, üçüncüsü kölelik ve zorla
çalıştırma, sonuncusu da cezanın ulusal ve
uluslararası mevzuata uyumu. Hükümetin
bunlara riayet etmesi kolay gözükmüyor.
Diğer taraftan, darbe bağlantılılara başlatılan soruşturma ile darbeyle ilgisi olmayan
konularda iktidara muhalefet edenlere,
mesela Orhan Kemal Cengiz’e yapılacak her
türlü muamele işin özünü oluşturuyor. İktidar OHAL’i toplumu tamamen kontrol altına almak için mi kullanacak? Yoksa olması
gerektiği gibi sadece darbeyi cezalandırmak
için mi, bu belli değil.
Doç. Bekir Berat Özipek:
Hassas olunursa amaca ulaşılabilinir
Hükümetin halka “meydanları terk etmeyin” çağrısı yapmasının, halkça açıkça dile
getiremediği ciddi bir tehdit algısına ilişkin
bir arka planı veya gerekçeleri olabilir. Bütün
bunları göz önüne aldığımızda, OHAL ilan
edilmesini beraberinde getiren süreci anlayabiliriz. OHAL anayasal bir kurum olarak
hem hukukidir, hem de şartları oluşmuş ise
ilkesel olarak meşrudur. Demokratik siyasi
sistemler de, Fransa’da olduğu gibi, bazen
bu yolu tercih etmek durumunda kalabilirler. Eğer OHAL uygulamasında, darbe
tehdidinin kısa sürede ve bütünüyle bertaraf
edilmesi için mücadele edilirken, aynı anda
evrensel hukuk ve anayasal güvencelerden
uzaklaşmama konusunda gerekli hassasiyet
gösterilirse, demokrasiye hasar vermeden
amaca ulaşılabilir.
Prof. Fuat Keyman:
15 Temmuz’dan ders almak gerekir
Olağanüstü bir dönemdeyiz, bir takım
kararların çok hızlı alınması lazım. 15 Temmuz’ dan, eski dönemlerdeki OHAL’lerden
dersler de alınması lazım. OHAL kararı hızlı
bir şekilde uygulamaya sokulursa, toplumun belli kesimleri bundan etkilenmezse o
zaman pek bir sorun olmayabilir. Eğer eskisi
gibi uzarsa, uzadıkça odağından kaymaya
başlarsa diğer kimlikler, diğer sorunlar yahut
hak ve özgürlükler ile ilgili kısıtlamalar
yaratmaya başlarsa o zaman sorunlu olur.
Önemli olan Türkiye’nin bu darbeden ne
ders aldığıdır. Mesela Kürd Meselesi, Alevi
Sorunu temelinde düşündüğümüz zaman
Türkiye ne kadar bu sorunların çözümünde
uzaklaşırsa o kadar kendisini bu darbelere
açık ve kırılgan hale getiriyor. Bu saptamanın doğru olduğunu da 15 Temmuz akşamı
gördük. Başkanlık Sistemi tartışmalarının
saldırı sürecinde parlamentonun darbenin
püskürtülmesinde önemli rol almasından
sonra değişik bir evreye geçtiğini düşünüyorum.
Roni Margulies (Yazar):
OHAL ile hukuken çıplağız
OHAL hepimizin tüm demokratik
haklarını engelleyen bir düzenleme. Mesele
darbecilerin geri kalanını, silahlı kuvvetlerin
içindeki darbe sevdalılarını temizlemekse,
bunu normal hukuk ve yasalar çerçevesinde
yapmak mümkün. Yakalarsın, mahkemeye sevk edersin. Devletin diğer kurumları
içinde darbecileri destekleyen, suç işlemiş
kişiler varsa, keza bunlara da hukuki yaptırımlar uygularsın. OHAL ilanıyla bir anda
hepimiz hukuki açıdan çıplak bırakılmış
oluyoruz. Sadece darbecilerle değil, düşman
gördüğü herkesle uğraşmak istiyor ve uğraşırken hiçbir hukuki engel istemiyor. Her
istediğini kolayca yapabilmek istiyor. Kürd
illerinde zaten bir yıldır hiçbir hak, hukuk
filan yok, şimdi aynı şey ülkenin tümü için
geçerli.
Abdüllatif Şener (AKP Eski
Kurucularından): Ayrışma derinleşiyor
OHAL hiç sorgusuz sualsiz hakim
olanların istediği doğrultusunda birilerinin içeri atılmasına, hiç hakim karşısına
çıkarılmadan günlerce haftalarca içeride
tutulmasına yol açacak bir uygulamadır. 12
Eylül döneminde 3 yılda hakkında adli ve
idari soruşturma yapılan memurların sayısı
18 bin civarında, şimdi bir haftada 50 bini
çoktan geçtik. Ayrışma derinleşiyor, insanların birbirlerine karşı kin ve nefret duyguları
derinleşiyor. Artık duygusal ayrışma sadece
Kürd ve Türklükten kaynaklanan bir ayrışma
olmaktan çıkmış. Yani öyle insanlar türemiş
vaziyetteki darbeci kovalamak yerine tüm
muhalefeti kılıçtan geçirmeye niyetlenmişçesine yazılan tweetler, mesajlar görüyorum.
Ben Güneydoğu’da meydana gelen hadiselerle bağlantılı operasyonlar sırasında da en
çok duygusal ayrışma yaşıyoruz diye endişe
MANŞET
BasHaber
25 - 31 Temmuz 2016
3
SÖYLEŞİ
duyuyordum. Yani öyle insanlar
türemiş vaziyetteki darbeci kovalamak yerine tüm muhalefeti kılıçtan
geçirmeye niyetlenmişçesine yazılan
tweetler, mesajlar görüyorum.
Abdurrahman Kurt (Eski AKP
Mv.): Halk iradesinin çalınmasına
karşı OHAL ilan etti
Bu sefer halk darbeye karşı olduğunu ilan etti ve iradesinin çalınmasına
karşı OHAL ilan etti. Ki o darbeciler
dediğimiz şey yerel güçler değil,
kimliklerinde TC yazsa da neticede
bağlı oldukları derin gladioların
olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu derin
gladio operasyonu içerisinde CIA’
den önemli bir kesim de bulunuyor.
Fetullah Gülen Cemaatinin öncülük
ettiği bir konsorsiyum bu ve bunlar
halkın iradesini çalmak istedi. Burayı
Suriye’ye çevirmek isteyenlere halk
bugün OHAL ilan etti. Bu sinsice
planlanmış tuzağın içerisinde hiç
beklemediğimiz insanların çıkabildiğini görüyoruz. Dolayısıyla böyle bir
OHAL’in zorunlu olduğunu hep beraber görüyoruz. Bu bir mücadele, çünkü emperyalist güçler Ortadoğu’yu
kendi iradesine bırakmak istemeyecektir ve Allah’ın izniyle bu sefer
emperyalizmin yenilecek.
Prof. Erol Katırcıoğlu:
81 ilde OHAL ilanı abartılı
OHAL yönetiminin kabul edilmiş
olması çok abartılı ve maksadı aşan
anlamlar taşıyor. Evet, bir darbe
girişiminde bulunuldu ama devlet yetkililerinin söylediğine göre,
anladığımız kadarıyla kontrol altına
alındı. Nitekim 50 bine yakın devlet
personelinin işine son verildiğinden
gidersek eğer bunlar FETÖ diye tabir
edilen örgütün üyeleri iseler zaten
burada bir temizlik yapılmış demektir. Her ne kadar iktidar partisinin
yetkilileri ifade etmeye çalışıyorlarsa
da “halka bir şey olmayacak” diye,
ama bütün bugüne kadar kazanılmış
hakların, bireysel hakların askıya
alınmasını dahi içeren uygulamanın
bizleri nereye götüreceği konusunda
kuşkular var.
Yaşar Yakış (Eski Dışişleri Bakanı):
Bu OHAL farklı
Maalesef geçmişteki OHAL
uygulamalarından Türkiye çok çekti.
Fakat bir askeri darbeden sonra gelen
OHAL uygulanmasının şaşırılacak bir
tarafı yok. Bu sefer farklı bir durum
var: Askeri hedef alan, esas muhatabı askeriye olan bir olağanüstü hal
olduğu için yetkiler daha çok sivil
yönetimde yani valilerde olacak.
Valilerin bu işi yürütüş tarzı geçmişte
askerlerin yürüttüklerinden daha iyi
olacak mı onu zamanla göreceğiz. Burada ilgi çekici şey vakti ile Ergenekon
davasında Gülencilerin gadrine uğrayıp hapis yatan generaller ile Gülenci
olduğu ileri sürülen insanlar bu askeri
darbeyi birlikte yapmışlar. Genelkurmay Başkanımızın Başyaveri’nin
söylediklerinden anlaşılıyor. Geçmişte
birbirlerine çok zararları dokunmuş
olan iki kesim bir araya gelerek bu
askeri darbeyi gerçekleştirmiş oluyor.
Avni Özgürel (Gazeteci):
Sayın Erdoğan ve Sayın
Başbakan’ın sözlerini teminat
olarak alacağız
Önemli olan bir kararım mahiyeti
değil nasıl uygulandığıdır. Bazen öyle
bir OHAL uygulanır ki herkes feraha
erer bazen öyle bir OHAL uygulanır
ki herkesin canı sıkılır. O yüzden
burada Sayın Erdoğan ve Sayın
Başbakan’ın sözlerini teminat olarak
alacağız. Ben bu OHAL durumunun 3
ayda biteceğine inanmıyorum. Fransa
bitiremedi biz nasıl bitirelim. Sonuçta bu devlet güvenliği ile ilgili o yüzden çok daha uzun sürecektir. Bizim
zihnimizde OHAL denince 90 ‘lı yıllar
canlanıyor o yüzden tedirgin oluyoruz. Ama zaten Cumhurbaşkanı da
öyle olmayacağını anlatmaya çalışıyor.
Fettullah Gülen ve ekibinin devletin
her kademesinden temizleneceğine
inanıyorum zaten o yüzden bu kadar
uzun sürer diyorum. Binlerce kişi göz
altına alındı, görevden uzaklaştırıldı
demek bir şey ifade etmiyor, çünkü
o insanlar normal şartlarda idare
mahkemesine başvurup karşı dava
açar ama OHAL ‘de böyle bir şey
yapamazlar. Zaten OHAL’in en önemli yanı, davaların hızla sonuçlanması
ve kanun hükmünde olmasıdır. Bu
bağlamda önemli olan şu, OHAL ‘in
verdiği yetkiler sulandırılıp insan
hakları ihlali ve keyfi uygulama-lar
yapılır mı? Yetkili ağızlardan çıkan
sözler var bizde bu sözlere inanmak
durumundayız.
Orhan Gazi Ertekin (Hakim):
OHAL’in Cemaatle ilgisi yok
Olağanüstü hal ilanının askeri
ayaklanmanın bastırılması ve Cemaatin kalkışması ile bir alakası yoktur.
Cemaatin “askeri ayaklanması” zaten
bastırılmış durumda. Fakat, hükümet, askeri ayaklanma sürecindeki
kurumsal zayıflığını açıkça gördü.
Böyle bir saldırı karşısında kurumsal
dinamiklerin kendi dışında ilerlediğini de fark etti. Nitekim, ayaklanma,
ordu başta olmak üzere kurumlar
içindeki milliyetçi-ulusalcı-Kemalist
grupların sayesinde başarısız olmuştur ve yeni müttefikleri karşısındaki
bu “borç” hükümeti ciddi bir gelecek
kaygısı içerisine taşımış bulunuyor.
Ayaklanma sürecinde hükümet
ordunun ulusalcı grubuna, merkez medyaya ve geleneksel siyasal
partilere olan “borcunu” gördü.
Her borç hükümeti kendi bağımsız
varlığı ve geleceği konusunda kaygıya
düşürür kuşkusuz. Özetle: Hükümet,
olağanüstü hali, zaten yenilmiş olan
Cemaatin tasfiyesi için ilan etmiyor.
Tersine, kendisini yeniden örgütlemek kurumsal zayıflığını telafi etmek
için ilan ediyor. Başka deyişle, biraz
da bugünkü milliyetçi-ulusalcı-Kemalist müttefikleri için ilan ediyor.
OHAL, geniş bir kitlesel mobilizasyon ile kurumsal bir reorganizasyonun üzerine oturuyor ve bu haliyle
de devlet içindeki müttefiklerin değil
AKP’nin çıkarlarına denk düşüyor.
Fehmi Koru:
Yine Takrir-i Sükûnu tartışıyoruz
Her ülke için kötüdür darbeler.
Darbe yapılır… Veya darbe girişiminde
bulu-nulur ve girişim akim kalırsa.
Ülkenin dengeleri her iki durumda da
bozulur. Bu işin uzmanları, “En zor
dönem, darbeye maruz kalmış ülkeler
için, hemen sonrasıdır” tespitinde
bulunuyorlar. Darbeciler ve darbe
severler, giriştikleri menfur eylemle,
birkaç on yıl geri bıraktıracak bir maceraya sürüklediler ülkemizi; buna hiç
kuşku yok. 1960’dan başlayarak 2007
yılındaki e-muhtıraya kadar geçen sürede, siyasi hayata yapılan her askeri
müdahale, Türkiye’ye çok değerli vakit kaybettirdi; ‘e-muhtıra’ya direniş
ise güzel ve yeni bir döneme kapıları
araladı. Hep ileriyi kollar ve demokrasiyi pekiştirme umutları taşırken şu
halimize bakın; döndük dolaştık yine
Takrir-i Sükûnu tartışıyoruz.
03
15 Temmuz
MESUT YEĞEN
Öncekiler kadar sinsi, öncekiler
kadar pervasızdı. Öncekiler kadar gaddar
da. Öncekilerden farklı olarak beceriksiz
ve sakildi. Siyasetçiler ve kalabalıklar
kararlı bir biçimde direnince hızla beceriksizleşip, sakilleşti, daha doğrusu. Böylece, darbeler ya gerçekten sona erdi ya
da en azından büyükçe ve süreklileşecek
bir iç çatışma riskini göze almadan darbe
yapmanın imkansız olduğu ortaya çıktı.
Her büyük siyasi olay gibi 15 Temmuz da bazı şeyleri
belirginleştirirken başka bazı şeyleri bulanıklaştırdı. 15
Temmuz’la beraber Türkiye siyasetinin kimi yanları eskisine
göre daha netken, kimi yanları eskisinden de bulanık. Belirginleşen, netleşen ilk yan cemaatin hacmi ve akıbetiyle ilgili.
17-25 Aralık’ta, HSYK seçimlerinde biraz anlaşılmıştı ama
15 Temmuz Gülen Cemaati’nin operasyonel kapasitesinin ne
kadar büyük ve ürkütücü olduğunu gösterdi. Öte yandan, 15
Temmuz cemaatin akıbetini de tayin etti. Daha doğrusu 15
Temmuz’da cemaat akıbetini kendisi tayin etti. Cemaat 15
Temmuz’da intihar etti.
15 Temmuz’un polisiye fotoğrafı henüz netleşmediğinden
kalkışmanın bütünüyle bir cemaat prodüksiyonu olup olmadığı şimdilik belirsiz. Ama bu belirsizlik halinde bile şunu tespit
etmek mümkün görünüyor: TSK’nın önemlice bir kısmı 28
Şubat havasından uzak ve darbe işlerinin akıbetine dair daha
gerçekçi bir vizyona sahip.
15 Temmuz’un netleştirdiği başka bir iş de Türkiye siyasetinin partiler ve siviller kısmına ilişkin ve hayırlı bir duruma
işaret ediyor. Kalkışmanın ilk saatlerinden itibaren hem siyasi
partilerin hem de yurttaşların bu zelil duruma itibar etmediği
belli oldu. Darbenin hedefindeki Erdoğan’ın ve Ak Parti
hükümetinin destekleyicileri aktif olarak darbeye direnirken,
darbecilerin sokağa dökülmesini umduğu kalabalıklar darbeden heyecan duymadı ve destek vermedi. Hem de sosyal
medyada yapılan onca kışkırtmaya, onca dedikoduya rağmen.
Son senelerin gerilimli havası düşünüldüğünde bu durumu
kıymetli bir gelişme olarak kaydetmek gerekiyor.
15 Temmuz’la beraber netleşenler olduğu gibi bir de
belirsizliğini koruyanlar ve yeni belirsizlikler var. Yeni belirsizliklerin ilki 15 Temmuz darbesinin yarattığı kolektif kabarma
halinin Erdoğan’ın kızıl elması başkanlığa erişmek ya da daha
otoriter bir siyasi durum tesis etmek için kullanılıp kullanılmayacağıyla ilgili. 15 Temmuz, darbeye verilmeyen toplumsal
desteğe bakılıp Türkiye siyasetinde yeni fırsatların, yeni uzlaşmaların vesilesi olarak mı kullanılacak, yoksa 15 Temmuz’a
karşı gösterilen güçlü toplumsal dirençten kuvvet alınıp, “dem
bu demdir” denilerek başkanlık ya da daha otoriter bir Türkiye işinin peşine mi düşülecek? Türkiye siyasetinin en önemli
belirsizliği de budur. Erdoğan’ın şimdiye kadarki üslubu ilk
ihtimali kuvvetli kılsa da, yaşanan tecrübenin dramatikliği
ikinci ihtimalin kıymetinin idrak edilmesine vesile olabilir.
İkinci belirsizlik Kürd meselesinin akıbetiyle ilgili.
Cemaati devletten temizlemenin verdiği güven Kürd meselesinde çözüm işlerine dönmek için vesile mi edilir, yoksa
hükümet etrafındaki desteğin büyümüş ve pekişmiş olması
Kürd meselesinde daha sert bir siyaset için araç mı kılınır?
Türkiye siyasetinin ikinci önemli belirsizliği de bu. Burada
da ilk ihtimal daha kuvvetli görünse de yaşanan tecrübenin
korkunçluğu Kürd meselesinde aklıselimin önünü açacak bir
etki de yapabilir.
Son bir belirsizlik de uluslararası siyasetle ilgili ve az
önemli değil. 15 Temmuz, kimi Ak Parti mensuplarının düşündüğü üzere bütünüyle bir Batı komplosu olarak kodlanıp
uluslararası ve bölgesel siyasette NATO ve AB harici bir
pozisyonun mu peşine düşülür, yoksa hem Türkiye’nin hem
de başkalarının gücünü kuvvetini gerçekçi bir biçimde tanıyan
dengeli bir siyasete mi meyledilir? Bir önemli belirsizlik de
bu. Ak Parti’nin kimi isimlerine bakılacak olursa Türkiye
hızla Avrasyacılığa çekilecek gibi görünürken, Erdoğan’ın ve
Başbakanın açıklamaları daha dengeli bir tutum alınacağını
gösteriyor. 15 Temmuz bir büyük siyasi olay olarak kimi siyasi
ihtimalleri tarih kılarken, yeni ihtimalleri sahneye davet etmiş
bulunuyor. Hülasa, hayat da siyaset de devam ediyor. Hepimiz
için.
04
MANŞET
Travmayı aşmak için
FERHAT KENTEL
Twitter vasıtasıyla paylaştığım ve
darbeye karşı geliştireceğimiz tavrın
barış mı yoksa otoritarizm mi olacağını
sorguladığım “Bıçak sırtı” başlıklı yazım
üzerine bir okur “Çok önemli tespitlerdi
ancak bence henüz zamanı değildi! Şu
anda bu milletin açığa çıkmış en az yüz
yıllık olan acısını yaşamaya ihtiyacı var”
demiş...
Gayet anlaşılabilir bir kaygı. Evet
bu toplum çok çekti. Zaten geriye dönüp baktığımda, neredeyse
dönüp dolaşıp en çok yazıya döktüğüm konulardan biri tam
da bu acılarımız ve travmalarımız. Bir türlü bitmeyen, daha
birisi iyileşmeden başka bir travma katmanının eklendiği bir
toplumdayız.
Katmer katmer bir yaralı hal yani..
Ama işte tam da bu sebeple, kaybedecek zamanımız yok;
bekleyecek halimiz yok. Bir an evvel iyileşmek için, biraz geriye
çekilip “ne yapıyoruz biz?” demediğimiz sürece yeni acılar
yaşayacağız... Çünkü acılar ve travmalar bu toplumdan üremeye
ve beslenmeye devam edecek.
Bu memlekette herkesin acısı var. Bütün darbeleri
tekrar hatırlatmaya gerek yok. Daha topu topu yirmi yıl önce
Güneydoğu’da Kürd vatandaşların yaşadıklarını, basılan evlerden babalarının, ağabeylerinin götürüldüğünü gören küçücük
çocuklarda yıllarca geçmeyen ve onları hayattan koparan
travmaları düşünelim.
Kürd bölgelerinde, OHAL altında, asit kuyularında kaybedilen, yemedikleri pislik, dipçik ve küfür kalmayan insanlara
bugün Boğaz köprüsünde, Çengelköy’de, Vatan caddesinde,
Acıbadem’de, Ankara’da tank, tüfek, helikopter mermilerinin
parçaladığı insanlar, üzerlerinde askeri jetlerin cayırtıları ve
patlamaları çökmüş çocuklar eklendi.
İşte bugün, memleketin geçmişten bugüne; Doğu’dan
Batı’ya; Müslüman’dan Hıristiyan’a, Sünni’den Alevi’ye, solcudan sağcıya, bagajında öfke, nefret, acı, yara bere birikmemiş
insan yok.
Yani aslında biraz düşünecek olursak, Doğu’nun acısı
Batı’ya; Batı’nın acısı Doğu’ya artık yabancı değil...
Ama gene acıklı bir şekilde, kimlikleşerek ve gücün
kuytusuna yerleşip, güvenli bölgelere yerleşenlerin ürettikleri
öfke dili, “kendiminkinden başka acı, kendiminkinden başka
kahramanlık tanımam!” diye bağırıyor.
Acıları olanlar, eğer birbirlerini dinlemezlerse, acılarının
acısını başkasından çıkarmaya devam edecekler.
Keşke hayatın bu kadar “siyah ve beyaz” diye bölünmediğine ikna olabilsek. Keşke Bolşevik devrimindeki gibi “kızıllar” ve
“beyazlar” ikilemine düşmesek... Darbecileri mahkum ederken,
“bizden olmayan insanlar”a darbeci etiketini yapıştırmasak...
Keşke darbecilere karşı mücadele eden insanlara “gerici”
etiketini yapıştırmasak...
Unutmayalım; kimse bizim gibi olmak zorunda değil. Kimseye “benim gibi konuşmak zorundasın” deme hakkımız yok.
Unutmayalım; faşizm sadece başkalarını susturma rejimi
değildir; başkalarına kendi istediğini söyletme rejimidir.
Oysa belki de ilk defa gerçekten çok önemli bir fırsat
yakaladık. Korkunç bir darbe girişimi, kendilerini feda eden
genç-yaşlı, kadın-erkek insanlar sayesinde önlendi ve hayal edemeyeceğimiz kadar başka korkunç sonuçlara gelmeden, “darbecilik” hakkında konuşabilir hale geldik. Çünkü, bundan önceki
her darbeye karşı çıkan cesur insanlara rağmen, çok büyük
çoğunlukların, korkuyla nasıl sessiz kaldıklarını hatırlayalım.
Şimdi bütün bu toplumsal birikimlerin üzerindeyiz. Bütün
tarafgirliklerimize, cemaatçiliklerimize, particiliklerimize
rağmen, hepimiz hem kendi hem de başkalarının tecrübelerinin
ürettiği bir kültürel, siyasal sermayemiz var.
Hem kendi tarafımızda, hem de başkalarının tarafında korkunç otoriter, tekçi, kimlikçi ve bağnaz demir çekirdekler var.
Ama aynı zamanda hem kendi tarafımızda, hem de başkalarının
tarafında muhteşem demokratik ve özgürlükçü bir ruh var.
İşte böylesine kıymetli bir zamandayız.
Ve şimdi toplumu kana bulayan ve travmalarını derinleştiren darbecilere gereken cezayı verip, kim olursak olalım,
içimizdeki faşizmleri kontrol altına alıp, iyi ruhları buluşturup,
iyileştirmekten başka bir çaremiz yok.
BasHaber
SÖYLEŞİ
25 - 31 Temmuz 42016
MANŞET
BasHaber
25 - 31 Temmuz 2016
5
SÖYLEŞİ
OHAL Kürdleri ezecek mi?
T-KDP Genel Başkanı M. Emin Kardaş: Bu OHAL
eskisi gibi olmayacak
Kürdler için birçok şey değişmeyecektir. 1978’lerden
2000’li yılların başlarına kadar Kürdistan’da OHAL vardı.
Biz OHAL’e alışığız, bize yabancı bir durum değil. Önemli
olan insan hakları açısından ne getireceğidir. Bu darbe girişimi başarısız olduğu için ben insan haklarının şiddetle
çiğneneceğini sanmıyorum. Halkın demokrasi taleplerini
ve toplumu baskı altına almayacaklardır. Tahminime göre
bu defa ki OHAL eskileri gibi olmayacak. Kürdler açısından bakarsak olumlu bir şey görünmüyor.
PSK Genel Başkanı Mesut Tek: OHAL’i iyi biliyoruz
OHAL ile bazı demokratik hakların önü kesiliyor.
OHAL bazı güvenlik gerekçeleri için , asayişin sağlanması
ve bazı hak ve özgürlüklerin kısıtlandırılmasıdır. OHAL’in
ne olduğunu iyi biliyoruz. Kürdlerin askeri darbeye karşı
olması iyi bir şey. Bu hükümete destek vermek değil ilkesel bir duruştu. Siyasi sorunların çözümü siyasal yollarla
olmalıdır. Darbelerle ülke
sorunları çözülemez.
Kürdler darbelere karşı
çıktılar, Kürd parti ve
örgüteri darbelerin bir
daha yaşanmaması için
Türkiye’de demokratik
bir sistemin olmasını hep
istediler. Kürd meselesi
çözülmezse Türkiye’de
militarizm güçlenecek
ve darbe riski her zaman
olacaktır.
PAK Genel Başkanı
Mustafa Özçelik:
Kazanımlar elden
gidecek
OHAL’leri yaşadık,
biliyoruz hem OHAL’lerin hem de darbelerin
esas mağdurları her
zaman Kürdlerdir. Hükümet ve Cumhurbaşkanı amaçlarının şuan sadece darbe yapanlar olduğunu, demokrasi ve
özgürlükleri engellemek olmadığını söylüyor. Maalesef
ki OHAL hayata geçirilirse tüm ka-zanımlarımız, tüm
hak ve özgürlüklerimiz elimizden gidecek. Bundan dolayı
darbelere karşıyız ve demokrasilerde bu yollarla çözümler
elde edilemez. Bu mesele hak ve özgürlükler meselesidir,
demokrasi ve özgürlüklerin arttırılması çözümdür. Kürd
meselesinin çözümü konusunda adım atılmadığı sürece
her zaman darbeler olacak ve OHAL’ler ilan edilecektir.
HAK-PAR Genel Başkanı Refik Karakoç:
OHAL sonlandırılmalı
OHAL’in hayata geçmesinden sonra insan hakları
çiğnenecektir. Günlük yaşam, rahatça sokağa çıkmalar engellenecektir. OHAL ilan edilince her şey polis kontrolüne
girer ve onlarda kendi keyiflerine göre davranabilir. Daha
15 Temmuz sonrasında
Türkiye
önceki OHAL’lerde çok kötü şeyler yaşandı, biz buna karşıyız. Uluslararası hukuka göre ve demokrasi çerçevesinde
bu darbeye kalkışanlar yargılanabilir, suçlular cezalandırılabilirdi, bunlar mümkündü. Bu karar alınmamalıydı ama
alındı. Biran önce sonlandırılmasını istiyoruz.
ÖSP Genel Başkanı Sinan Çiftyürek: Fiili OHAL
vardı
Hükümet darbeyi kim yaptı, kimler içinde yer alıyor
onu tespit etmeye çalışacak ama sonra Kürdlerin özgürlük
taleplerine, solculara ve demokratlara dönecektir. Zaten
Cizre, Sur gibi yerlerde fiili bir OHAL vardı ve devam
ediyor. Hükümete göre insan haklarına ve Kürd meselesiyle alakalı olmadığı söyleniyor, ancak bu kandırmadır.
Sonra bu OHAL Kürdlerin mücadelesine ve demokratlara
yönelecekler. Bu güne kadar her darbe Kürdlere karşı
yapılmıştır. Bu OHAL’de de bu olacaktır. Başka bir durum
da bu darbe me-selesinin, Musul Operasyonu ve Rojava
ile ilişkisi nedir, ne değildir ortaya çıkarsa o zaman herşey
daha iyi anlaşılacaktır. Devletin OHAL’i Türkiye’deki iç
siyasi meselelerde mi yoksa
sınırdışındaki gelişmeler
için mi kullanacağı ortaya
çıkacaktır.
PDK-Bakur Başkanı
Sertaç Bucak:
Darbelerden Kürdler
zarar gördü
Bu gün açıklanan OHAL
ile eski dönem OHAL’lerinin aynı olmadığını söyleyebiliriz. Bazı şeyler var ki
o dönem gibi sert ve şiddetli
değil ama yine de adı üstünde OHAL. Benim tek isteğim
bu durumda hukukun dışına
çıkılmamasıdır ve hukukun
ayaklar altına alınmamasıdır.
Bu güne kadar ben birçok
askeri darbe gördük ve hepsinden de Kürdler zarar gördü.
Şimdi hükümet “paralel yapı“ ile mücadele adıyla OHAL
ilanına başvurdu. Kürd meselesi siyasal demokratik ve
eşitlik temelinde çözülmezse her zaman askeri darbe riski
olacaktır. Bu durumda Kürdler açısından olumlu bir şey
olacağını sanmıyorum.
Azadi Genel Sekreteri Sıtkı Zilan: Kürdler için
zorluklar olacaktır
Bu tür durumlar her zaman zorlukların çıktığı dönemlerdir. Biz yine de Türkiye’nin büyük bir tehlike atlattığını
söylüyoruz. Yetkililer OHAL’in halka karşı çıkarılmadığını
belirtiyor. Bu durumun sadece darbeye yeltenenler için
geçerli olduğunu söylüyorlar. Bu tür durumlar kötüdür ancak darbelerden de yüz kat daha iyidir. Geçmişte yaşanan
tecrübeler darbelerin olduğu zamanlarda tehlikeli dönemler atlatılmıştır. Kürdler için zorluklar mutlaka olacaktır.
Mustafa Özçelik Refik Karakoç M. Emin Kardaş Sinan Çiftyürek
Sıtkı Zilan
Sertaç Bucak
Mesut Tek
05
BİLAL SAMBUR
STK’lar endişeli
Diyarbakır Barosu Başkan Vekili
Ahmet Özmen: OHAL herkesi
etkiler
Olağanüstü hal hem mevzuat gereği normal bir rejim açısından insan
haklarına dair bir sınırlamalar getirilecektir. Mevzuatın dışına da çıkılırsa
insan hakları ihlalleri gerçekleşir.
Temennimiz hukuk içerisinde hareket
edilerek bir an önce bu kaotik ortamın
sonlandırılmasını ve olağanüstü halin
kaldırılarak hayatın normalleşmesidir.
Olağanüstü bir rejim herkesi etkiler.
Bu uygulamalar mevzuat gereği tüm
Türkiye toplumunda her bir bireyi
etkileyecektir. Bu nedenle derhal
normalleşme sürecine geçilmeli ve bu
kaotik ortamın atlatılması ve olağanüstü halin kaldırılıp normal rejime
dönülmesi temennimizdir.
DİTAM Başkanı Mehmet Kaya:
Kürdler de mağdur olacak
Bugün açıklanan OHAL ile geçmişte de 90’lı yıllara benzetmemek lazım.
Mevcut OHAL’in bölgedeki çatışmalı
süreçte daha fazla hak ihlali yaratacağı endişesi yok toplumda. Bu OHAL’in
temel amacının devlet içerisinde
yapılanmış olan Cemaat’e yönelik bir
uygulama olduğunu biliyoruz. Türkiye
genelinde Cemaat ile ilgili atılacak
olan adımlarda Danıştay ve Yargıtay
gibi alanları bypass etmek için çıkarıldı. Çözümü OHAL’de aramak yerine,
sorunu hukuk çerçevesinde darbecilerin cezalandırılması, suça karışmamış
insanların ise korunması ve bir şekilde
topluma kazandırılması daha doğru
olur. OHAL Türkiye’nin genelinde
uygulansa bile, burada iki mağduriyet
çıkacak. Biri Cemaate yakın duran
ancak bu işle çok ilgisi olmayanların mağdur edilmesi, ikincisi de
Kürdistan’da özellikle sivil toplumun,
sivillerin yaşayacakları hak mağduriyetleri ön plana çıkacak. Yani Kürdler
de bu süreçte mağdur olacak-lar.
TİHV Genel Sekreteri Metin
Bakkalcı: Yasama, yargı devre dışı
Türkiye deki yasama organını
yani TBMM de devre dışı kalacak.
Bir yandan yargı bir yandan yasama
organını devre dışı bırakan bütünüyle
siyasi iktidarı sonuç olarak bütün
yetkiyi toplayan bir uygulamanın
doğası gereği demokratik bir ortamın
açılması uygun değil. Sonuç olarak
demin andığım gibi hukukun üstünlüğüne dayalı bir adil yargılama süreci
ile suçluların cezalandırılması zaten
hepimiz tarafından sadece bugün
değil bugüne kadar her zaman arzu
edilen bir şeydir. Buradaki kritik kavşak bunu olağanüstü hal kanunlarıyla
mı yapacaksınız yoksa bu ülkede barış
içinde özgürce yaşayabilme ortamını
hep beraber oluşmasını özen göstererek mi yapabilecek misiniz sorusudur.
Diyarbakır Mazlum-Der Başkanı
Ali İhsan Gültekin: İhlaller olacak
OHAL geçmişte insan hak ve hürriyetleri alanından ciddi problemler
meydana getirmiştir. Bir hassa bu
dönemde yaşanan keyfilikler hukuksuzluklar ortada dolayısıyla yeni bir
OHAL ilanı bu hukuksuzlukların
güvencesi olacaktır. Bu noktada
endişeleniyoruz. Yani OHAL’in Batı
ile Doğu arasında ciddi bir farkın olacağını düşünüyorum. Özellikle buraya
ön yargılı bakışlar OHAL’de daha da
sertleşebilir, bunu geçmişte gördük.
Dolayısıyla Kürdlerin bu anlamda
çokça ciddi sıkıntıyla karşı karşıya
kalacağını düşünüyoruz. Batı’da
malum paralel devletin uzantılarını
etkileyecek fakat bizim burada paralel
devletin uzantılarını etkilemekle kalmayacak, herkes zan altında kalacak
ve ciddi sorunlara neden olacak.
Diyarbakır İHD Başkanı Raci
Bilici: Bölgede zaten OHAL var
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini
askıya alan ve vatandaşların ciddi anlamda mağdur edileceği bir uygulama.
Kürdleri pek etkileneceğini düşünmüyorum. Kürdler zaten öteden beri
olağanüstü bir rejimle yaşıyor. Son
bir yıldayaşananlara baktığımızda
olağanüstü halin getireceği uygulamaların çok ötesini yaşamış. Ciddi
anlamda ihlaller yaşanmış, sokağa
çıkma yasakları uygulanmış, toplantı ve gösteriler yasaklanmış, ifade
özgürlüğü engellenmiş, işkence ve
kötü muamele olmuş, çok sayıda infaz
gerçekleşmiş, kadına yönelik, gençlere
yönelik, doğaya olsun bir bütün olsun
bir baskı söz konusu. Şimdi burada
olanlar olağanüstü halin çok çok
ötesinde. Dolayısıyla olağanüstü hal
rejimi bana göre bundan daha vahim
bir şey getirmeyecektir.
15 Temmuz’da Türkiye tarihinin
çok kritik bir anı yaşandı. Darbenin
başarısız olmasından sonra Türkiye’de
güvenlik, yargı, üniversite, eğitim
ve dış politika başta olmak üzere
her alanda radikal değişimlerin
gerçekleşeceğini öngörebiliriz. 15
Temmuz’dan sonra hiçbir şeyin aynı
olmayacağını, Türkiye’nin eski Türkiye olmayacağını öngörebiliriz.
15 Temmuz sonrasında ülke genelinde güvenlik sağlanıp
darbe girişimi kontrol altına alınmıştır. Hükümet, ordu dahil
bütün kurumlara ve alanlara hakim durumdadır. İlk beş gün
içinde elli bin kişinin orduyla, milli eğitimle, yargıyla, istihbaratla, polisle ve diğer kurumlarla olan ilişkisi kesilmiştir.
15 Temmuz gecesi yaşanan kabus, planlı, sistematik ve
profesyonel bir darbe girişimidir. 15 Temmuz’da yaşananların, darbe olmadığını, bunun bir tiyatro olduğunu söylemek,
bir zihin iğfalinden başka bir şey değildir. Olan bitenin
adının tam olarak darbe olarak konulması gerekmektedir.
15 Temmuz’da bütün Türkiye, darbeye karşı demokratik
direnme hakkını kullanmıştır. Türkiye ve Ortadoğu tarihinde
ilk defa kanlı bir darbe girişimi, toplumsal direniş tarafından
bastırılmıştır. 15 Temmuzla, Ortadoğu’da halksız darbe
girişimlerinin artık zorlaştığını söyleyebiliriz.
FETÖ, 1960’lı yıllardan beri toplum ve devlet içinde
sistematik olarak örgütlenmektedir. Ordu içinde oluşturduğu yapılanmanın darbe yapmak suretiyle Türkiye’yi
işgal edecek güce erişmesi, herkesi dehşete düşürmektedir.
OHAL ilanıyla FETÖ ile mücadele etmenin çok radikal bir
şekilde devam edeceğini ve FETÖ’yü tasfiye etmek için sistematik, sürekli ve planlanan bir politika ile sürdürüleceğini
öngörebiliriz. OHAL uygulamasıyla, güvenliğin her şeyin
önüne geçtiği görülmektedir. 15 Temmuz, Gülen cemaatine
altın vuruş olarak nitelenirken, toplum, bunu affedilmez ve
unutulmaz bir hainlik olarak değerlendirmektedir. FETÖ,
sadece bu ülkeye değil, bütün Ortadoğu’ya ve İslam dünyasına yabancılaşmış durumdadır.
FETÖ’nün ordu, emniyet ve istihbarat başta olmak üzere birçok devlet kurumuna yerleşmesinden dolayı, bu örgüte
paralel devlet yapısı denilmektedir. Bu yapının birçok siyasal
partiyi kontrol etmek için müdahalede bulunduğuna dair
tartışmalar sürekli olarak yapılmıştır. 15 Temmuz’dan sonra
paralel devlet yapısı denilen FETÖ’nün topluma ve siyasete
müdahale etmesinin bütün yolları kapanmış durumdadır.
15 Temmuz darbe girişimi, Türkiye’nin dış politikasında
da ciddi sorunların oluşumuna yol açmıştır. 15 Temmuz
darbe girişimi, Türkiye’de Amerika karşıtlığının gelişmesini
sağlamış, halkın önemli bölümü darbenin arkasında Amerika olduğunu, darbenin değişik biçimlerde desteklendiğini
düşünmektedir. Darbe girişiminin hemen arkasında Türkiye,
Gülen’in iadesini istemiştir. Gülen’in iadesi, TürkiyeAmerika ilişkilerinde gerilimlere neden olacaktır. Darbe
sonrasında Türkiye Rusya ile yakınlaşmış, Rus savaş uçağını
düşüren pilotlar yakalanmış ve Cumhurbaşkanı Erdoğan
ile Putin arasında görüşme ayarlanmıştı. Türkiye, Rusya ile
yakınlaşırken AB ile yeni gerilimli konuların ortaya çıktığı
görülmektedir. Mülteci krizinde terör tanımı konusunda AB
ile sorun yaşayan Türkiye, bu sefer idam uygulamasının geri
getirilmesi konusunda yeni bir tartışma yaşayabilir. Türkiye,
mevcut şartlar altında AB’nin idamın getirilmesiyle ilgili
itirazlarını dinlemeyecektir.
Kuruluşundan beri askerlerin etkin olduğu, hatta askerin devleti kurduğu söylenilerek Türkiye’nin bir askeri cumhuriyet olduğu sürekli olarak ifade edilmiştir. Kendilerini
devletin sahipleri olarak gören askerler, şimdiye kadar dört
defa darbe gerçekleştirdiler, iki defa da darbe teşebbüsünde
bulundular, bir seferde e-muhtıra verdiler. 15 Temmuz
darbe girişiminin halk tarafından başarısızlığa uğratılması,
devletin esas sahiplerinin asker olduğu anlayışını yıkmıştır.
15 Temmuz’dan sonra Türkiye, paralel cuntanın sonunu
getirdiği gibi, askeri cumhuriyetten, demokratik cumhuriyete
geçiş için önemli bir imkanın oluşmasını sağlamıştır.
06
REFERANDUM
BasHaber
25 - 31 Temmuz 2016
Hollande’den
Barzani’ye destek
mesajı
KBY Başkanı Mesud Barzani’nin, hafta
içinde Fransa Kalkınma Bakanı Andrea Vallini ve beraberindeki heyeti de Erbil’in Salahaddin kasabasında kabul ettiği bildirildi.
KBY Başkanlık Divanı ofisinden yapılan
yazılı açıklamaya göre, taraflar görüşme
sırasında IŞİD ile mücadele, radikal fikirlerin
ortadan kaldırılması ve Erbil-Bağdat arasındaki ilişkileri ele aldı.
Barzani’nin KBY halkına yardım ve desteklerinden dolayı Fransa hükümeti ve halkına teşekkür ettiği özellikle zor günlerden
geçtikleri bir dönemde Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın Erbil ziyaretinin
özel bir anlam taşıdığını ve bunu unutmayacak-larını söylediği kaydedildi. Fransa’nın
Nice kentinde meydana gelen saldırıda
hayatını kaybedenlerin yakınlarına başsağlığı dileyen Barzani, radikal grupların tüm
tarafların düşmanı olduğunu ve dünya için
tehdit oluşturmaya devam ettiğini vurguladı.
Musul Operasyonu’na da değinen Barzani,
kentin kurtarılmasından sonra bölgenin
nasıl idare edileceği ve oradaki etnik ve dini
unsurların haklarının garanti altına alınması
için siyasi bir anlaşmanın gerekliliğinin altını
çizdi. Fransa Kalkınma Bakanı Vanilli ise
Cumhurbaşkanı Hollande’ın destek mesajını
Barzani’ye iletmek için geldiğini ve ülkesinin terörle mücadele konusunda KBY’ye
yardım etmeye devam edeceklerini belirtti.
İngiltere Büyükelçisi’den Barzani’ye
ziyaret
KBY Başkanı Mesud Barzani, İngiltere’nin
Irak Büyükelçisi Frank Baker ve beraberindeki heyeti Selahaddin’deki başkanlık
konutunda kabul etti. KBY ofisinden yapılan
açıklamaya göre, görüşmede; IŞİD tehdidi,
radikal düşüncelere karşı alınması gereken
tedbirler ve son dönemlerde Irak ordusunun IŞİD’e karşı elde ettiği başarılar
gündeme geldi. Görüşmede ayrıca Musul
Operasyonu’nun ele alındığı ve bölgedeki
farklı etnik ve dini toplulukların korunması,
bir daha benzer felaketlerin yaşanmaması
için alınması gereken tedbirler ile siyasi
taraflar arasında bir anlaşma imzalanması
gerektiği konusunda hemfikir olunduğu
ifade edildi. Açıklamada görüşlerine yer
verilen İngiltere’nin Irak Büyükelçisi Frank
Baker’in, ülkesinin bu konudaki düşüncelerini ifade ettiği belirtildi.
İngiltere’nin AB’den ayrılmasının dış
politikasına yapacağı etkilerin ele alındığı
görüşmede, Irak’ın geleceği ve KBY ile ilişkileri de konuşulan konular arasındaydı. Öte
yandan görüşmede görev süresi tamamlanan İngiltere’nin Erbil Başkonsolosu An-gus
McKee, KBY Başkanı ve Hükümeti ile yaptığı
iyi çalışmalardan duyduğu memnuniyeti
dile getirdi.
KBY- ABD Protokolü
Referandum temasları hızlandı
G
Mehmed Salih Bedirxan
eçtiğimiz hafta KBY- ABD arasında
imzalanan askeri ve siyasi protokolün
bağımsızlık temaslarını hızlandırdığı
bildiriliyor. Haziran ayında bağımsızlık referandumunu görüşmeleri konusunda siyasi
partilere çağrı yapan KBY Başkanı Mesud
Barzani, Başkanlık Divanı’nın siyasi partiler
ile görüşmeler yapacağını ve siyasi partilerin
bağımsızlık referandumu için çalışmasını
istemişti. Barzani’nin çağrısı sonrasında KBY
Başkanlık Divanı Sözcüsü Fuad Hüseyin’in
Kürdistan Yurtseverler Birliği (YNK) ve Goran
Hareketi ile temaslara başladığı ifade ediliyor.
Protokolde neler var?
BasHaber’in Peşmerge Bakanlığı kaynaklarından aldığı bilgiye göre ABD-KBY Protokolü
20 yıl devam edecek. Ayrıca ABD’nin Kerkük,
Erbil Duhok, Şengal, Halepçe ile Süleymaniye’deki karargâhları genişletilecek ve yeni
askeri karargâhlar inşa edilecek. Protokole
göre, NATO ve ABD’ye ait özel kuvvetler
Peşmerge birliklerine teknik ve lojistik destek
verecek. Uzmanlar taraflar arasında Şengal
Dağı’nda da askeri bir hava alanının yapılması
konusunda anlaşmaya varıldığını ifade ediyor.
Öte yandan Bağdat’ın bütçesini kestiği Peşmerge Bakanlığı’na bağlı 35 bin Peşmerge’nin
bütçesinin de imzalanan protokol kapsamında ödenmeye başlandığı bildiriliyor. Yine
Protokole göre, KBY, Tayvan gibi NATO’da
özel bir statü ile temsil edilecek. ABD ile
imzalanan protokol sonrası, KBY’nin bölgede
caydırıcı bir askeri güç olarak ön plana çıktığı
ve bağımsızlık öncesinde askeri bir adım
attığı şeklinde yorumlanıyor.
Bağdat protokolden rahatsız
Öte yandan Irak Savunma Bakanlığı, ABD
ve KBY Protokolü’ne ilişkin yaptığı yazılı
açıklamada, protokolün sadece Peşmerge’nin
maaşlarını ödemek amaçlı imzalandığını
ileri sürdü. Açıklamada, Protokol ardından
IŞİD ile mücadele eden Peşmerge sayısının
artırıldığı belirtildi. Söz konusu protokol
gereği Irak Ordusu’nun, Musul Operasyonu
için kısa süreliğine KBY topraklarını kullanabileceği ve uluslararası koalisyon güçlerinin
de asker sayısını artıracağı ifade edildi. Bu
Protokol ile birlikte Bağdat’ın eskiye oranla
egemenliğinin kalmadığı yönünde yorumlar
yapılıyor. Özellikle Irak Ordusu’nun kısa
süreliğine Kürdistan topraklarını kullanabileceği maddesinin, ABD başta olmak üzere
uluslararası koalisyon ülkelerinin, Kürdistan’ı
ayrı bir statüde ele aldığının göstergesi
olarak yorumlanıyor. Uzmanlar Merkezi Irak
Hükümeti’nin yaşanan Şii-Sünni çatışmaları
ve Irak Parlamentosu’nun defalarca göstericiler tarafından işgal edilmesi ardından fiilen
çalışamaz hale geldiğini ve bunun da uluslararası arenada Erbil’in kendi kaderini tayin
etmesi konusundaki kararını güçlendirdiğini
ifade ediyor.
Bu arada Musul Operasyonu hazırlıkları
da devam ediyor. Peşmerge Bakanlığı’na bağlı
kaynaklar, operasyon öncesi son hazırlıkların
yapıldığını ve harekatın yakın bir zamanda
başlayacağını belirtirken, Peşmerge’nin hazırlıklarını sabote etmeye çalışan IŞİD’in Şengal
çevresinde başarısız saldırılar düzenlediği
bildiriliyor.
Fuad Hüseyin: Referandum için takvim
daralıyor
KBY Başkanlık Divanı Sözcüsü Fuad
Hüseyin, bağımsızlık referandumuna ilişkin
KBY’deki siyasi partiler ile yaptığı görüşmelere ilişkin BasHaber’e değerlendirmel-erde
bulundu. Fuad Hüseyin, KBY Başkanı Mesud
Barzani’nin siyasi partilere bağımsızlık konusunda toplanmaları üzerine yaptığı çağrıdan
sonra, kendisinin temaslarda bulunmak ve
tarafları bir araya getirmek için görüşmelere
başladığını açıkladı. Hüseyin, “Görüşmeler
devam ediyor. Şu anda detaylı bir açıklama
yapmak içi erken. En yakın bir zamanda YNK
ve Goran Hareketi ile görüşmeler yapacağım. Parlamento da grubu bulunan ve grubu
bulunmayan tüm siyasi partiler ile görüşece-
ğim. Siyasi partilerden yapılan görüşmelerden
sonrası yapılan temaslara yönelik detaylı bir
açıklama yapıp Başkan Barzani’ye sunacağım”
şeklinde konuştu. KBY’deki siyasi partilerin
bağımsızlık meselesini tarihi bir fırsat olarak
değerlendirmeleri gerektiğine vurgu yapan
Hüseyin, takvimin daraldığını, kısa zaman
içerisinde kamuoyuna detaylı bir açıklamanın
yapılacağını savundu.
Hüseyin, açıklamasının devamında tüm siyasi partilerin bağımsızlığa destek vereceğini
umduğunu ve Kürd halkının kendi kaderini
tayin etme zamanın geldiğine dikkat çekti.
Helgurd Hikmet: Peşmerge modern bir
ordu olacak
KBY Peşmerge Bakanlığı Basın Sözcüsü
Helgurd Hikmet, KBY-ABD arasında imzalanan anlaşmaya dair yaptığı değerlendirmelerde, Protokolün diplomatik bir başarı
olduğunu, bununla Peşmergenin savaşta daha
aktif olacağını ve teknik ve iktisadi destek
alacağını ifade etti.
KBY kentlerindeki askeri karargâhların
yeniden ve modern bir şekilde dizayn edileceğini de belirten Sözcü Hikmet, “Peşmerge’ye
askeri ve lojistik destekler yapılacak. Peşmerge Ordusu’nun yeniden dizayn edilmesi yönünde yeni adımlar atılacaktır. Peşmerge’nin
IŞİD terörü karşısında daha etkin olması
konusunda yeni planlar var. Bunlar zamanla
yerine getirilecek ve Peşmerge daha modern
bir askeri güç olacak” şeklinde konuştu.
Musul Operasyonu’nun da yakın zamanda
gerçekleşeceğini belirten Hikmet, Uluslararası Koalisyon ile operasyon konusunda
görüşmelerinin olduğunu ve bu görüşmelerin
kendilerini sonuca götüreceğini ifade etti.
Dr. Kemal Kerkuki: Protokol tarihi bir
öneme sahip
Kerkük Cephesi Komutanı ve KBY Eski
Parlamento Başkanı Dr. Kemal Kerkuki de
ABD-KBY arasında imzalanan Protokolü
BasHaber’e değerlendirerek, Protokolün hem
ABD hem de KBY için önemine değindi. Ker-
BasHaber
REFERANDUM
25 - 31 Temmuz 2016
kuki, “Protokol hem KBY hem de ABD
için önemlidir. Ortadoğu’da bugün ciddi sıkıntılar var, Peşmerge çok önemli
bir güçtür. ABD ile yapılan ortak
operasyonlarda da ABD bu gücü gördü.
IŞİD ile savaşta, Peşmerge’nin etkisi bir
kez daha ispatlandı. Peşmerge demokrat ilerici bir güçtür, tüm dünya bunu
gördü. IŞİD efsanesi Peşmerge’nin
müdahalesi ile son buldu. ABD hava
operasyonlarında Peşmerge’ye çok
yardım yaptı. IŞİD’in son bulması için
hava operasyonları yeterli olmuyor.
Peşmerge’nin karada IŞİD’e karşı daha
aktif olması için önemlidir. ABD ve
KBY için tarihi bir öneme sahiptir”
ifadelerini kullandı. ABD’nin KBY’nin
bağımsızlığına yeşil ışık yaktığı şeklindeki yorumlara da değinen Dr. Kerkuki,
ABD’den önce Kürdlerin bağımsızlığa
karar vermesi ve kendi kaderini tayin
etme konusunda net tavır sergilemesi
gerektiğine dikkat çekti. Kürdlerin bu
saat-ten sonra Irak ile birlikte yaşamak
gibi bir niyetinin olmadığını vurgulayan Dr. Kerkuki, “Kürdistan halkı kendi
kaderini tayin etme hususunda kararını
vermiştir. ABD’nin, AB’nin, BM’nin
milletlerin kendi kaderlerini tayin etme
konusunda kararları var. Biz kararlıyız.
ABD’de diğer dostlarımız da bu kararımız tanıyacaklar” şeklinde konuştu.
YNK’li Nezih Heme Husên:
Protokol KBY ve Peşmerge’yi
güçlendirmektedir
YNK Parlamenteri Heme Husên
ABD-KBY arasında imzalanan protokolün KBY’yi bölgede ön plana çıkardığını
ve KBY ile müttefiklerinin IŞİD ile mücadele de gösterdikleri uyumun IŞİD’i
gerilettiğini ve IŞİD’in Kürdistan’dan
çıkarılmasına zemin hazırladığını
söyledi. BasHaber’e konuşan Hüsên,
KBY ile Batı ülkeleri arasında yaşanan
diplomatik faaliyetlerin Kürd halkının
çıkarına olduğunu belirtti. Husên,
“KBY’nin Fransa, Britanya, Amerika ile
yaptığı diplomasi önemlidir. Bu diplomasi faaliyetleri artık bizim çıkarımıza
yönelik gelişmeleri kapsamaktadır.
Peşmergelerimizin demokrat ve yurtsever güç olduklarını tüm dünya kabul
ediyor. Batı ülkeleri nasıl diplomasi de
kendi çıkarlarını gözetiyorlarsa, bizim
de kendi çıkarlarımızı gözetmemiz
lazım. Bu protokol KBY’nin çıkarınadır.
Bağdat ile iyi olmayan ilişkilerimiz var,
Peşmerge’nin bütçe meselesi, petrolün satılması konusunda 140. Madde
kapsamında yer alan bölgeler temel
sorunlardır. Bu protokol Peşmerge’yi
ve KBY’yi güçlendirmektedir” şeklinde
konuştu.
KBY Başkanlık Divanı Sözcüsü Fuad
Hüseyin’in YNK’ye yapacağı ziyareti
değerlendiren konuşan Husên, ziyareti
olumlu gördüğünü ve desteklenmesi gerektiğini belirterek, “YNK ve
Goran beraber hareket edeceklerini
ifade ediyorlar. Bağımsızlık Kürdistan
halkının geleceğini ilgilendiren önemli
bir meseledir. Tüm siyasi partilerin
mutabık olmaları ve parlamentoyu
aktif bir hale getirmeleri gerekiyor” diye
konuştu. Kürdistan Demokrat Partisi
(KDP) Süleymaniye Temsilcisi Edhem
Barzani’nin Hero Talabani’ye yaptığı
ziyareti de hatırlatan Husên, siyasi
partiler arasındaki sorunların çözümü
istediklerini ve KDP ile Goran’ın uzlaşmalarının gerektiğini açıkladı.
Siyasetçi Letif Mistefa:
Bağımsızlık için çalışmalar
başlatılmalıdır
Goran Hareketi Eski Parlamenteri Letif Mistefa’da ABD-Kürdistan
arasında imzalanan protokole ilişkin
BasHaber’e yaptığı açıklamada “bağımsızlık” vurgusu yaptı. Mistefa,
Kürdistan’ın IŞİD saldırıları sonrasında
uluslararası güçler tarafından desteklendiğini ve Protokolün, bu desteğin
bir sonucu olduğunu sözlerine ekledi.
Bağımsızlık öncesi yapılan diplomatik
gelişmelerin Kürdistan halkının çıkarına olduğunu vurgulayan Mistefa, “KBY
zor bir döndemden geçiyor. Başkan
Barzani’nin huzurunda imzalanan
anlaşma Kürdistan halkının geleceği ve Peşmerge’nin güçlenmesi için
önemlidir. Peşmerge daha modern ve
daha iyi bir şekilde IŞİD ile mücadele
edecektir. ABD’den daha fazla askeri
uzman Kürdistan’a gelecek bu protokol
KBY için önemli bir dönüm noktasıdır”
şeklinde konuştu. KBY Başkanlık Divanı bağımsızlık referandumu için siyasi
partiler ile yaptığı temaslara ilişkin
de konuşan Mistefa, kendisinin 2014
yılında referandumun gerçekleşmesi
konusundan önemli bir rol oynadığını
ve siyasi partiler ile bu konuda mesai
yaptığını, çalışmalarının IŞİD’in saldırıları ile son bulduğunu siyasi partilerin
referandum için çaba göstermeleri
gerektiğini dile getirdi.
Pencwini: Protokolün
bağımsızlık öncesine denk
gelmesi manidar
Siyasetçi Mihemed Emin Pencwini
de yürütülen diplomatik ve askeri işbirliğinin sonucunda KBY-ABD arasında
Protokol imzalandığını hatırlatarak,
KBY’nin bununla hem bölgede hem
de uluslararası arenada önemli bir
prestij sağlamasının yanı sıra IŞİD ile
mücadelede de önemli destek alacağını
kaydetti. Pencwini, bu Protokolün
bağımsızlık hazırlıkları öncesine denk
gelmesinin de manidar olduğunu ve bu
tür diplomatik faaliyetlerinin devam
etmesi gerektiğini söyledi. KBY Başkanlık Divanı’nın bağımsızlık referandumunu gündeme almasına da değinen
Pencwini, siyasi partilerin uzlaşmaları
gerektiğini ve bağımsızlığın gündemde
olması gerektiğini vurguladı.
KBY Washington Temsilcisi IŞİD Zirvesinde
KBY Hükümeti Washington Temsilcisi Beyan Samî Ebdulrehman, Washington’da toplanan IŞİD karşıtı koalisyon toplantısına davet edildi. Beyan Samî Ebdulrehman Twitter’da yaptığı
açıklamada, IŞİD karşıtı toplantıya davet edildiğini açıkladı. ABD
Savunma Bakanı Ashton Carter daha önce yaptığı açıklamada,
Kürdlerin IŞİD ile mücadelede önemli bir rol üstlendiğini söylemişti. Ancak Kürdlerin söz konusu toplantıya davet edilmemesi
KBY tarafından tepkiyle karşılanmıştı.
Barzani’den Washington’a eleştiri
KBY temsilcilerinin Washington toplantısına çağrılmamalarını
yaptığı yazılı açıklama ile eleştiren KBY Başkanı Barzani, Irak Büyükelçi Yardımcısı Jonathan Cohen başkanlığındaki ABD heyetine
tereddütlerini ifade etti.
Barzani, Peşmerge’nin IŞİD ile mücadelede öncü güç olduğunu
mücadelenin sürdürüldüğü iki yıllık süreçte Peşmerge gücünün,
vatan topraklarını ve halkının çıkarlarını korumak, insanlık değerlerini savunmak adına kahramanca savaşarak canlarından oldu-
ğunu ve IŞİD’e ağır darbeler vurduğunu, üstelik bunu yaparken de
hiçbir kesim tarafından maddi destek almadığını sözlerine ekledi.
Barzani, ayrıca “Peşmerge, onlarca yıldır haklı bir davanın mücadelesini vererek vatanını korumak adına savaşıyor. Kanının bir
tek damlasının kıymeti hiçbir şey ile ölçülemez” ifadesini kullandı.
KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani, ABD yönetimini, Washington’da düzenlenen IŞİD karşıtı toplantıya Kürdleri
davet etmediği için eleştirmişti. ABD’nin başkenti Washington’da
bugün IŞİD karşıtı koalisyon ülkelerinin katıldığı bir toplantı
gerçekleşiyor. Toplantıya Kürdlerden hiçbir temsilcinin davet edilmemesi dikkat çekiyor. Kürdlerin davet edilmemesine tepki gösteren KBY Güvenlik Ajansı Müsteşarı Mesrur Barzani Twitter’dan
yaptığı açıklamada, “ABD öncülüğündeki koalisyon devletlerinin Washington’da gerçekleştirdiği toplantıya Kürdleri davet
etmemesi çok ilginç!’’ demişti. Mesud ve Mesrur Barzani’nin
sözkonusu uyarı ve eleştirileri ardından, Bağdat’ın baskısı ile
KBY’yi toplantıya davet etmeyen ABD’nin geri adım atarak KBY
Washington Temsilcisini resmi olarak davet etti.
07
Yakın gelecek:
Belirlilik ve belirsizlikler
ABDULLAH KARABAY
Başarısız darbe girişimi sonrası
şimdi temel kaygı ve temel soru nasıl
bir yakın gelecek bekliyor bizi. Yakın
gelecekle ilgili düzenleme derdi olan
en güçlü aktör hala Recep Tayyip
Erdoğan. Kürdler dışında ise çok
aktif bir taraf görünmüyor. Örneğin
CHP veya MHP yakın gelecekte
yeni bir siyasi hedef belirlemektense,
rakiplerinin başarısızlığına oynamaya
devam eden taraflar gibi görünmektedir. Genel olarak
ulusalcı/milliyetçiler muhafazakar tarafı temsil ederken,
İslamcılar ve Kürdler ayrı sebeplerle de olsa değişimci
tarafı temsil etmektedir.
Değişimci olan İslamcılar kendi içinde çoklu parçalı
olmakla birlikte yakın gelecek hedefi anlamında büyük bir
iç engeli ortadan kaldırmış gibi görünüyor. Büyük saldırıyı
büyük bir fırsata dönüştürmeyi planlayan AKP, yakın
geleceği hızlı bir şekilde belirlemeye çalışıyor. Tek sıkıntı
AKP’nin ideal/lider dengesinin nazik bir hal alması, lider
kültünün hemen bütün ideallerinin tek taşıyıcısı olması;
lider dışındaki bütün yapıların gölgelere dönmüş olması.
Böyle olunca yakın geleceğin esas davası esas olarak liderin tahkimi olacak.
Liderin tahkimi hedefi son derece net görünüyor;
liderin gücünün kurumsallaştırılması. Ama nasıl bir yolla
bunun gerçekleştirileceği ya da pratik adımlar konusunda
bazı belirsizlikler var. Herkes gibi AKP de ‘bildiği bilgiden
hareketle’ bir geleceği inşa etmek istiyor. İki tür içselleştirdiği bilgiye sahip gibi görünüyor; İslam’ın teorik kaynakları
ve ağırlıklı belediyelerde tecrübe edilerek içselleştirilen
pratik bilgi. İslam’ın teorik kaynakları lider kültünü
yüceleştimede, kutsamada epey işe yarıyor. ‘Gökten mesaj
getirilmesi’, halife, vs. etkili bilgiler.
Tayyip Erdoğan pratik bilgisinin temel kaynağı olan
İBB tecrübesi üzerinden ya da İBB suretinde ise bir yönetim/toplum kurmak istiyor. Nasıl ki belediyede tek adamdı,
nasıl ki, meclis kendisinin talimatıyla hareket ederek
mevzuat çıkarıyordu, nasıl ki ‘başkan’ ile ‘hizmet arasında’
sorun çıkaracak bir güç odağı yoktu; şu inşa etmeye çalıştığı yapı da bu tecrübenin yeni zamana uyarlanması gibi
olacak. Liderle ‘kitle(ler)’ arasında hiçbir katman kalmadı.
Tayyip Erdoğan’ın bir konuşmasında dediği gibi ‘2200 yıllık Türk devlet geleneği ve 1400 yıllık İslam birikimi’ epey
içice girmiş durumda. Artık karma ve kitlelerin seferber
edebilen bir teorik havuzu oluşmuş durumda.
Bunlar iyi kötü belirlilikler; ama bir dizi belirsizlikle de
karşı karşıyayız. Marks’ın meşhur “insanlar kendi tarihlerini kendi yapar; ama kendi belirledikleri koşullarda değil’
sözünde olduğu gibi; AKP ve Erdoğan da kendi tarihlerini
kendileri yapıyorlar ama kendi belirledikleri koşullarda
değil. Kendi güçlü koşullarına rağmen kendilerini zaman
zaman korku ve risk içinde görmelerine sebebiyet veren
ülke ve dünya koşulları içinde debeleniyorlar. Örneğin serbest piyasa ekonomisi, serbest dış piyasalar, güçlü bir Kürd
muhalefetinin varlığı, Türkiye’nin başta Suriye olmak üzere dış politikada son derece sıkışık olması, ABD ve Avrupa
gibi temel dünya aktörleri ile konjonktürel anlaşmazlıkları
belirsizlikler için yeter nedenlerdir. En temel yakın
hedef olan başkanlığı mutlaka gerçekleştirme hırsı kendi
belirlemedikleri bu koşullar AKP için birçok sürpriz başarısızlıklara ve savrulmalara da gebe görünüyor. AKP ve
Erdoğan’ın güçlü kitle desteği onları sola ve Kürdlere karşı
sinik ve alaycı kılmakla birlikte; ordu ve cemaatçilere karşı
korkusuz kılmıyor. Bu nedenle olağan halle çözemedikleri
yapı, olağandışı hallerle bertaraf etmeyi deniyorlar; ama
birçok belirsizlikler barındıran bir dönemin de kapısını
araladıkları kesin; çünkü hiçbir yapı kolay kolay yenildiğini
kabul edip gönüllü yok oluşa teslim olmaz. Yani bu kavga
uzun süre devam edecek ve ülke hak etmediği bir sanal
gündemle meşgul olmaya devam edecek, Kürd sorunu gibi
kadim ve yakıcı sorunlara bir süre daha sıra gelmeyecek
gibi görünüyor.
08
SÖYLEŞİ
Darbe, OHAL ve üç
açmaz
HAKAN TAHMAZ
Bir haftadır gördüklerimiz,
duyduklarımız ve yaşadıklarımız, 15
Temmuz darbe girişimini Başbakan
Binali Yıldırım’ın ilk açıklamasında
kullandığı “bu bir kalkışmadır” sözü
ile tanımlanabilecek bir sorundan çok
daha derin bir kriz ve kaos olduğunu
gösteriyor. Fethullah Gülen Cemaati,
Ak Parti hükümetlerinin, toplumda
ve orduda 15 yıldır biriktirdiği nefret,
huzursuzluk ve tahammülsüzlüğü kendine yedekleyerek darbe yoluyla siyaseti ve toplumu radikal bir biçimde dizaynını
amaçladığı apaçık ortada.
50 bini aşan kamu görevlisinin görevlerinden uzaklaştırılması, 11 bin kişinin gözaltına alınması ve binlerle ifade edilen
tutuklamalar, itiraflar, intihar haberleri, darbe girişiminin
siyasal, sosyal, kültürel sonuçlarının çok yönlü ve boyutlu
olacağını gösteriyor. Bunlar, aynı zamanda “darbe girişimini
tiyatro” olarak değerlendirmenin de ne derece aymazlık ve
siyasi körlük olduğunun kanıtları.
Tabi ki OHAL’in nasıl, hangi çerçevede uygulanacağı
süreci belirleyecektir. Burada keyfiyetin devreye girmemesi,
oturmuş demokratik devlet işleyişine, yerleşik hukukun
işlevli olmasına, demokratik kurum ve kuralların varlığına
bağlıdır. Bütün bunların Türkiye’de yokluğu, zayıflığı kolay ve
hoyratça hukuksuzluğun egemen kılınmasını getiriyor. Yakın
ve uzak tarihimizin hukuksuzluklarla dolu olması, doğal
olarak OHAL ilanı, demokrasi ve hukuk sorunu olanlarda
büyük ve derin kaygıya yol açtı. İlk günden darbeci temizliği
çerçevesinde, TRT’de 300, KESK’e bağlı Haber- Sen üyesi
çalışanların açığa alınması, kimi yerlerde Eğitim Sen üye ve
temsilcilerinin de açığa alınması bu fırsatın muhalifleri de
kamudan temizlemek için değerlendirme potansiyeline işaret
ediyor.
Hükümet sözcülerin ve yetkililerinin açıklamasından da
anlaşılacağı gibi OHAL sürecinde sadece darbeciler temizlenip, cezalandırılmayacak, devlet kurumları yeniden yapılandırılacak. Bu nedenle de sadece temel hakların ve özgürlüklerin
geçici olarak sınırlandırılmasından çok öte ve derin sonuçlar
üretmesi beklenen/amaçlanan bir OHAL ilan edildiğini kabul
etmek gerek. Darbe girişimini ortaya çıkaran siyasal, sosyal
sorunlar başta olmak üzere yeni anayasayla çözümü beklenen
bir dizi sorun ve konu OHAL yasasına dayalı yetki, kısıtlama
ve hukuksuzluklarla ele alınıp dizaynedilecek.
Burada üç temel sorunun yarattığı problemler karşımıza
çıkacak.
Birincisi, 12 Eylül Anayasası’nın sıkıyönetim kanununun
askere tanıdığı her alanda temel ve hak ve özgürlüklerin
kısıtlanması yetkisi, neredeyse bire bir sivil idareye vererek,
OHAL altında, keyfi, kanunsuz, denetimsiz ve itirazsız “devletin yeniden yapılandırılması” yeni bir dizi sorun yaratacak.
İkincisi, bu süreç, Türkiye’nin son bir yıl içinde Kürd illerinde bolca kötü örnekleri yaşanan kanunsuzluğun ve 1990’lı
yıllar boyunca yine Kürd illerindeki OHAL uygulamalarının,
hafızası ile alışkanlıkların çatışacağı bir süreç olacaktır. Barış
daha da zora girecek. Kürd illerinde bir nesil OHAL’in
acımasız, vahşi koşullarında büyüdü. Bugün bir parça bunun
yarattığı sorunlarla boğuşuyoruz.
Üçüncüsü, Ak Parti’nin, 15 yıllık otoriterleşme politik
pratiklerinin en azından toplumun yarısında yarattığı haklı
ve maddi temeli bulunan siyasal kaygı, korku ve çaresizlik
halinin ortaya çıkaracağı sorunlar yumağıyla karşı karşıya
kalacağız. Darbecilere yönelik temizlik, cezalandırma ve
devlet kurumlarını yeniden yapılandırma hareketi olarak
gelişecek bu süreçte, ‘ak’ devlet kurumları yaratmaya yönelik
atılacak her türlü adım ve her türden girişim mevcut krizi
derinleştirecek, kaosu büyütecektir. Bu arada Ergenekon,
Balyoz gibi yakın tarihimizin bilinir soruşturma ve davalarında yaşananlara benzer şeylerin yaşanması ülkeyi büyük bir
kaos ortamına sürükleyecektir. Bu bakımdan siyasi iktidar 15
Temmuz akşamı Meclis’te oluşan darbe karşıtı büyük ittifakı
dikkate almadan OHAL ilan ederek yeni bir tarihsel hataya
imza attı.
BasHaber
SÖYLEŞİ
25 - 31 Temmuz 82016
SÖYLEŞİ
BasHaber
25 - 31 Temmuz 2016
9
SÖYLEŞİ
Prof. Fazıl Hüsnü Erdem:
Kürd meselesi artık askere havale edilmemeli
Kürd Meselesi’nin askere havale
edildiği, askeri yöntemlerle
meselenin çözülmeye çalışıldığı
yıllarda, askerin siyaset üzerindeki etkinliği ve nüfuzunun en
güçlü olduğu dönemler olduğuna dikkat çeken Anayasa
Profesörü Fazıl Hüsnü
Erdem, “Kürd Meselesi
Yeter Polat
Darbe kalkışmasının anatomisinden başlamak istiyorum. Bu fırtına neyin nesiydi? Benzemezlerin
ittifakı olarak değerlendirilen bu
yeni yapı ordu içerisindeki cemaatçiler ve Kemalistlerin ortaklaştığını gösteriyor. Bu benzemezler
neden, nasıl bir araya geldiler?
Bunu nasıl başarabildiler?
Ben özü ve esası itibariyle bu darbenin
Fettullahçılar tarafından planlandığına inanıyorum. Fettullahçılar dışında
örgütlü yapı olarak TSK’da başka bir
yapının, onlar kadar örgütlü bir yapının
olmadığını düşünüyorum. Ergenekoncular diye tarif edilen kesimin ise
Balyoz davaları sonrasında böyle bir
şeye tek başına teşebbüs edebilmesinin
pek mümkün olmadığına inanıyorum.
Asıl belirleyici olanlar bu işi kurgulayıp
planlayanların Fettullahçılar olduğunu,
ana gövdenin bunlar olduğunu ama
bunun dışında laiklik konusunda aşırı
hassasiyeti olan Kemalistlerinde çok
az sayıda da olsa bu darbe girişiminde
yer aldıklarını, bunun dışında bir takım
askeri kariyer endişesi taşıyan çıkarcı
kesimlerinde bu cuntaya dâhil olduklarını biliyoruz. Ama bu iki kesim, gerek
laiklik konusunda aşırı hassasiyeti olan
kesim gerekse çıkarcı olan askeri kariyerist insanlar belirleyici değildir. Bunlar
sadece Fettullah tarafından planlanan
darbe girişimine bir anlamda destek
verenlerin yanında yer alan figürlerdir.
Bu darbe ittifakını Ağustos ayında
yapılacak olan Yüksek Askeri Şura’daki olası tasfiyeye bağlayanlar
da var..
Bu üçüncü grupta yer alanlar bir darbe girişiminin başarıya ulaşması halinde
ile askeri darbeler ve darbe girişimleri
arasında aslında güçlü bir ilişki mevcut.
Bu son askeri darbe teşebbüsünün Kürd
Meselesi’nin asayiş yöntemleri ile çözülmeye çalışılmasının, askerin yeniden sahaya
sürülmesinin, askerin yeni çıkarılan bir
kanunla koruma altına alınmasının hemen
akabinde gerçekleşmiş olması da tesadüf
değildir” diyor.
BasHaber’in sorularını yanıtlayan Prof. Fazıl
Hüsnü Erdem, muhalefet iktidarın uzattığı eli
geri çevirmezse, Türkiye’nin kalıcı bir barışa,
özgürlük ortamına, çoğulcu demokrasiye
kavuşabileceğini ifade ediyor.
askeri komuta kademesinin daha üst
seviyelerine ulaşma amacı içerisinde
olanlardır. Bunlara yönelik bir tasfiyenin, Yüksek Askeri Şura’da böyle bir tasfiyenin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini
bilmiyoruz. Tasfiyenin Fettullahçılara
yönelik olduğunu biliyorum. Dolayısıyla
zaten bunlar ikinci ve üçüncü grupta yer
alanlar çok da belirleyici, tayin edici değiller. Asıl tasfiye edilmesi düşünülenler
ordu içerisinde örgütlenmiş Fettullahçılardır.
15 Temmuz gecesi ve devamında
yaşanan gelişmelere bakıldığında
PKK’nin sessiz kaldığı gibi bir
intiba var. Bu olumlu bir sessizlik
midir?
Hem kişisel olarak hem de Kürdler
adına söz söyleme hakkımız, yetkimiz
yok ama Kürdler açısından da pozitif
bir gelişme olarak değerlendiriyorum.
O gece PKK bir fırsatçılık içerisinde
hareket edip bu darbe gecesi ve darbe
sonrasında eylemlerini yoğunlaştırmak
suretiyle hükümeti çok daha zor bir duruma sokabilirdi. Ama bundan kaçınıp
bir sessizliğe bürünmesi hiç şüphesiz
ilerleyen süreç içerisinde gelişebilecek
Kürt Meselesi’nin barışçıl çözümüne bir
katkı sunacaktır diye düşünüyorum.
Buna bağlı olarak Erdoğan ve hükümetinin çağrılarına, o gece yapılan çağrılarına, daha çok İslamcı
ve merkeze yakın Kürdlerin yanıt
vererek sokaklara çıktığını gördük. HDP’nin ise sessiz kaldığını,
inisiyatif almadığını hatta kitlesine sokağa çıkmamayı önerdiğine
tanık olduk. HDP neden darbeye
tavır almayı seçmedi? Sürekli
meydanlarda olmayı politik taktik
olarak uygulayan HDP darbe gece-
si neden sokaklara çıkmadı?
HDP’nin neden böyle bir tavır içerisinde olduğunu bilmiyorum. Ama ben
birkaç açıklama okudum bu konuya
dair. İstanbul’un birkaç semtinde
HDP’ye destek veren kitlelerin, darbe
teşebbüsünün yaşandığı ilk saatlerde
sokaklara döküldüğü doğrultusunda
idi. Ama bu yaygın bir şey midir onu
bilemiyorum. Bölgede ise, Diyarbakır’da
yaşayan biri olarak Diyarbakırlıların
çok güçlü bir şekilde özellikle HDP
tabanının sokaklara çıkıp darbe teşebbüsü karşısında bir pozisyon aldıklarını
söylemek mümkün değil. Ne için böyle
bir tavır içerisinde bulundular bilemiyorum. HDP’lilere sormak gerekiyor.
Herhalde bu bölgede özellikle son 1 yıl
içerisinde yaşanan çatışmalı ortamın
yarattığı travma etkisiyle sessiz kalmayı
tercih etmiş olabilirler. Özelikle bu hendek ve barikatların var olduğu il ve ilçe
merkezlerine yönelik operasyonlarda,
askerin çok yaygın bir şekilde kullanıldığı göz önüne alındığında, HDP ya da
PKK’yi destekleyen Kürdler nezdinde
askere yönelik bu negatif algı bu darbe
teşebbüsü karşısında tavır almayı belki
geciktirmiştir diye düşünüyorum.
Bu gelişmeler sonrasında Kürdlerle yeniden çözüme dönülmesi
konusunda optimist yorumlar
yapılıyor. Sizde sanırım pozitif
bakanlardansınız. Bu mümkün
müdür? Kürdlerle yeniden çözüme
dönülme konusunda yeni bir fırsat
gizli midir bu süreçte?
Evet ben iyimser bakıyorum. Henüz
bu darbe teşebbüsü yaşanmadan önceki
iki hafta içerisinde AKP hükümetinin
dış politikada bir açılımı oldu; dışarıda
düşman sayısını azaltma siyaseti. Buna
ilave olarak Başbakan Binali Yıldırım da
içeriye yönelik olarak bir takım pozitif
mesajlar verdi. Yani içeridede iç barışın
sağlanabilmesi içerdeki düşman sayısının azaltılmasına yönelik kimi dolaylı
ifadelerde bulundu. Bu hiç şüphesiz tüm
Türkiye genelinde barışın tesis edilmesi,
muhalefet ve iktidar partilerinin barışması, barıştırılması, topyekûn toplumun
barışmasını isteyen kesimler nezdinde
bir iyimser beklenti yarattı. Böyle bir
beklentinin oluştuğu ortamda darbe teşebbüsüne bütün muhalefetin topyekûn
karşı koyması ve darbenin erken saatlerinde sayın başbakanı arayarak hükümetin yanında olduklarını belirtmesi, sonra
ilerleyen saatlerde partiler adına yapılan
açıklamalarda darbe karşıtlığının altının
çizilmesi bütün bu gelişmeler ilerleyen
süreç içerisinde Türkiye’nin yaşadığı tüm
toplumsal sorunların barışçıl yöntemlerle çözülebilmesi noktasında bir umut
yarattı.
Dış politika ile başlayan ve iç politikaya yansımalarının olması beklentileri
çok daha güçlü hale geldi. Bir de askeri
darbe ile Kürd Meselesi’nin çözümü
arasındaki ilişki de dikkate alındığında
aslında hükümetinde bu açıdan da
olsa Kürd Meselesi’nini askeri ya da
güvenlikçi yöntemlerle değil de barışçı
yöntemlerle çözmesi gerektiği gerekliliğini ortaya koymakta. Hepimiz biliyoruz
ki darbelerin yaşandığı ülkelerde darbe
süreçlerinin genellikle savaş ya da iç
çatışma dönemlerinin hemen ardından
gerçekleşiyor. Yani askere ihtiyaç duyulduğu ve askerin kullanıma sokulduğu
yerleşik olmayan yani demokrasisi köklü
olmayan ülkelerde, askerler zaman içerisinde iç ya da dış politikanın bir parçası
haline geliyor. Ve bu politikalar üzerinde
söz sahibi olmaya çalışıyor. Çoğu kez
de siyasete doğrudan müdahale ederek
yönetimi ele geçiriyorlar. Türkiye’deki
darbeler ve darbe teşebbüsleri de hep
bu çerçevede gerçekleşiyor. Askerlerin
doğrudan yönetime el koymayıp siyasette etkin oldukları dönemlerde de hep iç
çatışmaların olduğu görülüyor. Yani iç
çatışmaların yaşandığı dönemlere denk
geliyor. Mesela 90’lı yıllar buna açık bir
örnektir. Yani Kürd Meselesi’nin askere
havale edildiği, askeri yöntemlerle çözülmeye çalışıldığı yıllar, askerin siyaset
üzerindeki etkinliğinin ve nüfuzunun
en güçlü olduğu dönemlerdir. 1997
yılında hepimizin bildiği 28 Şubat askeri
müdahalesi postmodern darbe gerçekleşiyor. Bu bağlamda Kürd Meselesi
ile askeri darbeler ve darbe girişimleri
arasında aslında güçlü bir ilişki mevcut.
Bu son askeri darbe teşebbüsünün Kürd
Meselesi’nin asayiş yöntemleri ile çözülmeye çalışılmasının, askerin yeniden
sahaya sürülmesinin, bu askerin yeni
çıkarılan bir kanunla koruma altına alınmasının hemen akabinde gerçekleşmiş
olması da tesadüf olmasa gerek. Asker
sistem içerisindeki kaybetmiş olduğu
gücünü yeniden kazanmaya başladı.
Asker ya da asker içindeki bir grup bunu
taçlandırmak istiyor.
AKP hükümeti darbeye karşı
OHAL ilanının gerekli olduğunu
ifade etti ancak öncesinden sıkı
tedbirler aldı, 50 bin kamu çalışanının açığa alındığını gördük,
neredeyse dokunulması imkansız
olan askere ve üst düzey bürokrata
el çektirdiler, buna rağmen OHAL
de ilan edildi. Hükümetin bunca
güçlü ve haklı olduğu bu ortamda
neden OHAL’e ihtiyaç duyuldu?
Hakikaten çok güçlü bir darbe
teşebbüsü ile karşı karşıya kaldı Türkiye.
Bu darbe teşebbüsünün yaşandığı 15
Temmuz gecesi ve sonrası günlerde
yaşananlara bakıldığında aslında başta
Cumhurbaşkanı olmak üzere hüküme-
tinde hazırlıksız yakalandığını, böylesi
bir girişime hiçbir şekilde ihtimal vermediklerini, dolayısıyla böyle bir girişimi
bertaraf etmeye yönelik bir tedbir alınmadığını görüyoruz. Dolayısıyla gelişmeleri bugünden okuduğumuzda gerçekten
o günlerde 15-16-17’sinde yani bugüne
kadar devam eden günler içerisinde
hükümette ve yönetim kademesinde yer
alan insanların bir şaşkınlık içerisinde
olduğunu, haklı bir şaşkınlık içerisinde
olduğunu ne yapıp edecekleri konusunda bir bilgi sahibi olmadıklarını, hani
aklıselim düşünüp hareket etme noktasında yeterli bir zamana sahip olmadıklarını görüyoruz. Dolayısıyla bu şaşkınlık
içerisinde aynı zamanda çok hızlı bir
şekilde hareket etme gerekliliği içerisinde adımlar atıldı. Hiç şüphesiz böyle bir
darbe teşebbüsüne karşı Türkiye’de çok
yüksek bir toplumsal konsensüs oluştu.
Bütün muhalefet partileri buna karşı
adım atmakta birleşti. Dolayısıyla alınan
kararları ve atılan adımlara yönelik güçlü
bir sosyolojik meşruiyet kazandı ama
bu sosyolojik meşruiyet hiçbir zaman
hukuki meşruiyeti temin etmez. Nitekim
bu sebepledir ki, hemen MGK toplandı
acilen. Akabinde Bakanlar Kurulu toplandı ve bundan sonra atılacak adımlara
hukuki bir meşruiyet kazandırmak adına
OHAL ilan etti.
Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor? Bu memleket ne zaman
sükûnet yüzü görecek?
Sükûnet gelecek eminim, bu konuda
optimistim. Türkiye’nin kalıcı bir barışa
kavuşabilmesi için, başta iktidar partisi
olmak üzere; istikrarlı, demokratik,
çoğulcu, özgürlükçü, bir rejime kavuşabilmesi için herkese bir takım görevler
düşüyor. Ama bu görev öncelikli olarak
iktidar partisine aittir. İktidar partisi bu
darbe teşebbüsü sonra oluşan siyasal
ve toplumsal konsensüsü şayet iyi değerlendirir ve diğer alanlara da taşımaya
çalışırsa, yeni bir Anayasa yapma noktasında muhalefet partileri ile anlaşırsa,
uzlaşma noktasına giderse, toplumda
gerginliğe ve kutuplaşmaya sebebiyet veren, üslubundan ve tavrında vazgeçerse,
daha uzlaşmacı bir dil ve siyaset geliştirir
ise, toplumun her kesimini kucaklayan,
siyaset geliştirirse, öte yandan muhalefet partileri de aynı minval üzerinden
hareket edip, iktidarın uzattığı eli geri
çevirmezse, hiç şüphesiz Türkiye kalıcı
bir barışa, özgürlük ortamına, çoğulcu
özgürlükçü bir demokrasiye kavuşabilir
diye düşünüyorum.
Söyleşinin tamamı bas-haber.
com’da
09
Mehdi, halife peşinde
taşralı komedisi
ÖZTEKİN ÇAÇAN
Müslüman’ın dünya tahayyülünde
ciddi sorunlar var. Demokrasiyi bize
emperyalistler tarafından dayatılan
“Hıristiyan kültürünün devamı” ,
kendi dinimizi de antiemperyalist,
son ve kamil din olarak görünce olay
karmaşıklaşıyor. Halbuki demokrasi,
kavram ve muhteva olarak Hıristiyanlıktan çok öncelere dayanan bir
olgu. Detayına inildiği takdirde de
kavramının muhtevasının İslam dinine uygun olmadığını
ifade etmek maalesef oldukça eksik bir yaklaşım. İslam’ın
demokrasiye uygun olabileceğini açıklayan birçok İslam
âlimi, birçok bilim insanı var ama nafile biz bu algı düzeyine toplum olarak bir türlü geçemiyoruz. Hatta daha ilginç
şeyler de oluyor vahşi kapitalizmin her türüyle, faizle, çevre
katliamlarıyla uyuşabiliyoruz ama insan haklarıyla, demokrasiyle uyuşamıyoruz. Ne ilginç değil mi?
Erbakan’ın rahle-i tedrisinden geçen arkadaşlar biraz
dürüst olsunlar lütfen. Milli görüş talebelerine yıllarca
“demokrasi maymun icadıdır” diye anlatılmadı mı? 1990’lı
yıllarda Erbakan RP’nin lideriydi ve mitinglerde demokrasi
nutukları atıyordu. Ama içeride verilen derslerde, yapılan
sohbet toplantılarında demokrasi kavramı “icat edilmiş”,
eşref-i mahlûk olan insanın inanmaması gereken bir maymun icadıdır deniliyordu. Allahın hükmüyle hükmetmek,
şeriat dururken o neyin nesiydi ki. Takkiyenin boyutlarına
bakar mısınız? Tamamen kavram karmaşası ve bir laf salatası sunulurdu. Bu salatayı yiyen bolca da insan bulunurdu
tabii ki. Demokrasiyi maymun icadı olarak gören Erbakan
tarafından yazılmış bir broşürde ortalıkta dolaşırdı.
Uzunca yıllar hatta günümüzde bile “demokrasi” Türkiye Müslümanlığının objektif olarak, bütün boyutlarıyla
tartıştığı bir kavram değil. İşi tamamen Erbakan, Erdoğan
gibi siyasilerin geliştirdiği söyleme bırakmış durumdalar.
Yolarına insan hakları, kadın hakları, çevre, kapitalizm,
nasıl bir gelecek vb. kavramlarla cebelleşmeden devam ediyorlar. Andığımız konularda çağa, akla, mantığa ve İslam’a
uygun çözüm önerileri geliştirmeden, deyim yerindeyse
“işlerine” bakıyorlar. Rant ilişkilerine bulaştılar. Bu haliyle
kalırsa Türkiye’de ki Müslümanlık biz dahil dünyadaki
hiçbir Müslüman’ın işine yaramayan, içi boş bir hal alacak
ve çok fazla yerel kalacak. Halbuki bu yeni yorumlar
konusunda nerdeyse en avantajlı ülke Türkiye. Ama nafile
çünkü “Müslüman kardeşlerimiz” bu konuda çok taşralı
kalıyorlar. Eksik demokrasimizin olanaklarından faydalanıp, taşra zihniyetli halkla yine taşra zihniyetiyle anlaşarak,
“kaleyi” ele geçirdiler. Şimdi tapusu için uğraşıyorlar. Her
açıdan çelişkilerle dolu darbe girişimini gerekçe gösterip,
“Olağanüstü Hal” ilan ederek, “demokrasimizi” sağlamlaştırıyorlar. Allah sonumuzu hayreylesin ama yıllar içerisinde
dönüşmedikleri için demokratlık konusunda hiç inandırıcı
değiller.
Herkesin Mehdisi kendine…
Türkiye’de Müslüman kesim ve İslamcılar modern ve
çağa hitap eden demokratik yorumlara ulaşabilseydiler bugün inandırıcı olabilirlerdi. Ama değiller, yıllarını takkiye
ile geçirdiler. Varsa yoksa akıncı kültürü, Alevi saldırganlığı, hamaset, her müridin kendi şeyhini “mehdi”, “halife”
yapma telaşı. Halen daha “maymun icadı” aşamasındalar.
Yalnızca İslamcılarımız mı böyle geri, hayır! Kürdler,
sosyal demokratlar, Kemalistler hepimiz aynı haldeyiz.
Taşralı kafamızla hepimiz Mehdi arıyoruz. “Modern” olma
vasfımızı çoktan yitirdik çağdaş kavramları hayatımıza
alacak şekilde yorumlayamıyoruz. Bunu yapamazsak dünya
dinamiklerinin dışında kalacağımızı anlamıyoruz. Varsa
yoksa nutuk. Peki neden böyleyiz? Bu durumu nasıl aşabiliriz? Esas soru bu. Neden böyle olmayalım ki üretmeden
yaşıyoruz, başta eğitim seviyemiz olmak üzere her şeyimiz
çok geri. Dışarıdan bakıldığında kendi sorunlarına çözüm
üretemeyen, kendini kurtarması için her kesimin “mehdi”
aradığı “taşralı” komik yaratıklar halindeyiz.
10
ROJAVA
BasHaber
25 - 31 Temmuz 2016
BasHaber
DİPLOMASİ
25 - 31 Temmuz 2016
11
Minbic’de sona doğru
M
Murat Özdemir
inbic’i kuşatan Demokratik
Suriye Güçleri (DSG), çıkış için
koridor taleb eden IŞİD’e bölgeyi
terk etmeleri için 48 saat süre verdi. Kentin
kısa süre içerisinde tümüyle SDG güçlerinin kontrolüne geçeceği bildiriliyor. Öte
yandan Rojava-Kuzey Suriye Federasyonu
anayasa hazırlıklarının yanı sıra Suriye
krizinin çözüm arayışları bağlamında
Rusya, ABD ve BM’nin İsviçre’nin Cenevre
kentinde toplanacağı bildiriliyor.
Minbic’ten sonra Bab
Minbic’de yapılan operasyonlarda sona
geliniyor. IŞİD’in direnç ve saldırı girişimlerini kıran DSG’nin öncülüğünü yaptığı
Minbic Askeri Meclisi savaşçılarının kentin
önemli bir kısmını ve stratejik noktalarını
ele geçirdiği bildiriliyor. Operasyonun çok
kısa bir süre içerisinde biteceğini vurgulayan kaynaklar, ardından Kürd güçlerinin
yönünü Bab’a çevireceğini bildiriyor.
Bölgede yaşanan gelişmeleri yakından takip eden gazeteci Mihemed Bilo
BasHaber’e, “DSG güçleri IŞİD’e ferdi
silahları ile birlikte kenti terk etmeleri için
süre verdi. Amaç sivillerin can güvenliği.
Koalisyon uçaklarının bombalaması sonucu da onlarca kişi hayatını kaybetti” dedi.
Bu arada Halep’i kuşatan rejim güçleri
ile muhalifler arasındaki çatışmalar da
tırmanarak sürüyor.
‘Kentin stratejik alanları alındı’
Kobanê Eski Dişişleri Bakanı İdris
Nassan da operasyonda sona yaklaşıldığını ve sivillerin can güvenliği için IŞİD’e
48 saat süre verildiğini hatırlattı. IŞİD’in
sivilleri canlı kalkan olarak kullandığını
söyleyen Nassan kentin temizlenmek
üzere olduğunu bildirerek, şöyle konuştu:
“Kentin en stratejik alanları Minbic Askeri
Meclisi savaşçılarının elinde. Bundan sonra
yeni bir aşamaya geçiliyor. IŞİD halkı canlı
kalkan olarak kullanıyor. Bundan dolayı
çıkışlarına izin verilecek.”
Washington’da gerçekleşen zirveyi de
hatırlatan Nassan, zirveye ilişkin şu değerlendirmede bulundu: “Amekika’da yapılan
konferansta Kürdlerin mücadelesinden söz
edildi ve bu övüldü. Bu da artık uluslararası
toplumunda Kürdlerin rolünü ve kazanımlarını kabul ettiğini gösteriyor. Askeri alanda biz ilerledikçe siyasetende güçleniyoruz
ve önümüzdeki süreçte bu alanda önemli
adımlar atılacaktır. Biz inanıyoruz ki bölgede kim savaşıp temizliyorsa, ABD Savunma
Bakanı’nın dediği gibi bölgeyi onlar
yönetecek.”
Rojava üzerindeki ambargoyla ilgili
Nassan, krizin büyüdüğüne dikkat çekerek
şunları söyledi: “Güneyden, kuzeyden ve
öteki noktalardan bir kuşatma ve ambargo
sürüyor. Rojava’ ya gönderilen yaşam malzemelerinin geçişine izin verilmiyor. Eldeki
tüm imkanları seferber etmiş durumdayız.
Ancak yetmiyor. Savaş ve karışıklık 6. yılına
giriyor. Dolayısıyla her geçen gün kriz de
büyüyor, yaşam malzemelerine acil ihtiyaç
var. Ancak biz Rojava üzerindeki bu ambargonun da kırılacağını düşünüyoruz.”
Türkiye ile Suriye arasındaki görüşme ve
yakınlaşma ile ilgili de konuşan Nassan, Kürdlerin her türlü gelişmeye hazır
olduğunu ifade ederek, “Kürdler uzun bir
süredir Rojava’da kendilerini yönetiyor ve
her türlü gelişmeye de açıklar. Farklı dini ve
mezhebi grupların bulunduğu bir bölgede
yönetimi uzun süre devam ettirmek kolay
değil” dedi.
PDKS’li İsmail: DSG siyasi anlaşma
yapmadan ittifaklar kuruyor
Suriye Kürd Ulusal Kongresi’nin (ENKS)
önemi bileşenlerinden olan Suriye Kürdistan Demokrat Partisi (PDKS) Yöneticisi
Mihemed İsmail de çarpıcı değerlendirmelerde bulundu. DSG’nin siyasi bir anlaşma olmadan ve Kürdlerin haklarını göz
önünde tutmadan ABD, Rusya ve Suriye
rejimiyle ittifaklar kurduğunu
söyleyen İsmail
sözlerini şöyle
sürdürdü:
“Türkiye
ile Suriye
yakınlaşıyor.
Bu Rojava üzerinde nasıl bir etki yapacak
daha belli değil. DSG güçleri ABD, Rusya,
rejim ve diğer güçlerle herhangi bir siyasi
anlaşma olmadan ittifaklar kuruyor. Kürd
halkının kaderi ne olacak? Ya da Kürdlerin kazanımı nedir? bu konular daha belli
değil. Amaçları Kürd haklarını elde etmek
değil. Rejimden veya Amerika’dan bu
yönde bir talepleri de olmadı. Savaşçıların
halkın talepleri doğrultusunda savaşması
gerekiyor.”
‘Esad-Rusya-Türkiye yakınlaşması
Kürdlerin çıkarına değil’
Meselenin uluslararası boyut kazandığını ve bölgesel olmaktan çıktığını
vurgulayan İsmail, Esad rejimi-Rusya ile
Türkiye’nin yakınlaşmasının Kürdlerin
çıkarına olmadığını söyledi. Rusya, Türkiye
ve diğer güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini ifade eden İsmail
şöyle konuştu: “Rusya, İran, Suriye ve diğer
güçlerin Kürd Meselesi’nin çözümüne
yönelik herhangi bir ajandaları yok. Ancak
Kürd Meselesi uluslararası bir boyut kazanmıştır. Bu da Suriye devrimi sayesinde
olmuştur. Lozan’da yaptıkları gibi artık bu
meseleyi görmezden gelemezler. Bugün
Kürd Meselesi her yerde ve her toplantıda
masadaki yerini almıştır. Kürdler Suriye toplumunun temel
bileşenidir. Artık ne
Rusya, Suriye, Türkiye ve ne de başka
bir güç Kürdleri
görmezden gelemez.”
‘130 ülke Suriye muhalefetine destek
veriyor’
Türkiye’nin son dönemde yürüttüğü
diplomasinin, Suriye muhalefeti ile olan
ilişkilerine olumsuz etkide bulunmayacağını savunan İsmail, “Türkiye, Suriye
muhalefeti ile olan ilişkilerini kesemez.
Suriye muhalefeti de sadece Türkiye’ye
dayanarak ayakta kalabilmiş değil. Dünya
çapında destek görüyor. Şuan 130 ülke Suriye muhalefetine destek veriyor. Türkiye’nin
yürüttüğü bu diplomasi büyük bir etki
yapmaz ve Türkiye’nin muhalefete olan
desteğini keseceğini de düşünmüyorum”
şeklinde konuştu.
ENKS’nin geçici Suriye hükümetinden
ayrılmasına da değinen İsmail, Suriye
muhalefeti için de Kürdlere karşı olan
kesimlerinde olduğunu vurgulayarak, “Dolayısıyla çoğu zaman çelişki ve tartışmalar
olabiliyor. Ancak Cenevre görüşmelerini
yürüten heyet geniş bir cepheyi temsil ediyor. Biz de kendi toprağımızda kendi irademizle yaşamak için mücadele ediyoruz.
Kürdlere ve haklarına saygı gösterilmesi
gerekiyor” ifadelerini kullandı.
‘Geçici hükümet tüm kesimleri temsil
etmiyor’
Suriye muhalefeti içerisinde kalacaklarını ve mücadelelerine devam edeceklerini
vurgulayan İsmail, şöyle konuştu: “Biz
muhalefetten kopmayacağız. Oluşturulan
hükümet küçük bir kesimi temsil ediyor.
Suriye’de yaşayan tüm toplulukları temsil
edebilecek bir yapıda değil. Kadınlar veya
diğer kesimler adına bir temsiliyet yok.
Sadece Sünni Müslümanlardan oluşuyor.”
Muhalefet hükümetini kuruacak güçler
içerisinde El Nusra’nın da olduğunu ve
bunu kabul etmeyeceklerini vurgulayan
İsmail, “Biz kuruculuğunu El Nusra’nın
yapacağı bir hükümette yer almayız. Siyasi
ve askeri sebeplerden dolayı katılmadık.
Ancak Suriye muhalefetinin bir parçasıyız.
Bizim için idari makamlar önemli değildir.
Kürd halkının geleceği ve haklarıdır bizim
için önemli olan. Nasıl bir Suriye perspektifine sahip olduğumuzu belirtmek için de
uzmanların katılımıyla Rojava Kürdistanı
için bir anayasa hazırlıyoruz” diye konuştu.
Ankara-Tel Aviv
Mecburların kardeşliği!
G
Ahmet Özyeter
eçtiğimiz günlerde gündeme
gelen Türkiye-İsrail yakınlaşması,
ilişkilerin her anlamda yeniden tesis
edilmesi fırsatı olarak değerlendirilse de
tarafların da beyan ettiği gibi “iki ülkenin de
menfaatine oldu.” Örneğin iki ülke arasındaki ticari ve askeri işbirliği artacak, uluslararası arenada birbirlerine destek sunacaklar.
Peki, şartların sürekli değiştiği, dost ve
düşman tanımlarının mütemadiyen değiştiği ve kaosun hâkim olduğu Ortadoğu’da
bu antlaşma ne anlama geliyor? Bu yakınlaşmanın Kürdlere etkileri neler olacak?
Türkiye’nin Suriye siyasetine karşılık İsrail
nasıl bir tutum alacak? Türkiye ile enerji
anlaşması yapan İsrail, Kürdistan Bölgesel
Yönetimi (KBY) ile yaptığı petrol ticaretinin
kaderi ne olacak?
Akademisyen Arzu Yılmaz ve Tel Aviv
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ofra Bengio
Ankara-Tel Aviv hattında meydana gelen
gelişmeleri BasHaber’e değerlendirdi.
Varşova Zirvesi ve IŞİD sonrası yeni
dengeler
Varşova’da geçtiğimiz hafta toplanan
NATO Zirvesi’nin önemine vurgu yapan
akademisyen Arzu Yılmaz, bölgeye olağanüstü bir askeri güç yığınağı yapıldığına dikkat çekti. Zirve’den çıkan sonucun, bu askeri
hareketliliğin Karadeniz’i de kapsayacak
biçimde artacağına işaret ettiğini söyleyen
Yılmaz şöyle devam etti: “Bu gelişmeleri
yalnızca IŞİD’le mücadele bağlamında okumak eksik kalır. Zira IŞİD’in giderek kontrol
ettiği alanlardan geri çekilmeye zorlandığı
bir süreçteyiz. Bu haliyle söz konusu askeri
hareketliliğin daha çok IŞİD sonrası bölgede
yeni küresel dengenin şekillenmesiyle alakalı olduğu söylenebilir.” Bu dengenin nasıl
kurulacağına ve eski ittifakların işlevselliğini
ne kadar koruyabileceğine değinen akademisyen Yılmaz, “Türkiye ve İsrail’in artık
Batı’nın, Ortadoğu’daki imtiyazlı ortakları
olmaktan çok, ABD Dışişleri Bakanı Kerry’e
‘sorun düşmanlarımız değil, müttefiklerimiz’ dedirten ülkeler kategorisinde bulunduğu unutulmamalı” dedi. Bu haliyle,
Türkiye-İsrail anlaşmasını kaçınılmaz bir
dayanışma olarak okumanın mümkün
olduğunu belirten Yılmaz, “Öyle ki İsrail, bu
süreçte ABD ile ilişkileri bozulan bir başka
müttefik, Suudi Arabistan’la bile yakınlaşır
oldu. Burada söylenebilecek şey, Ortadoğu’daki gelişmeleri bildik parametreler
üzerinden analiz etmenin artık mümkün olmadığı. Yeni bir paradigma oluşuyor ve fakat
bu yeni paradigmanın da henüz netleştiği
söylenemez” dedi.
‘İsrail, KBY’yi stratejik bir değer olarak
görüyor’
Türkiye ve İsrail arasındaki gaz projesinin
KBY’ye zarar değil fayda sağlayacağını ifade
eden Tel Aviv Üniversitesi’nden Prof. Dr.
Ofra Bengio, İsrail gaz projesinin KBY ekonomisini etkilemesinin pek olası olmadığını
belirterek, “Öncelikle, gaz ihracatının Türkiye üzerinden yapılacağı kesin değil. Öyle olduğunu varsaysak bile, bu gaz Avrupa’ya iletilecek. İkincisi, Türkiye-Rusya ilişkilerinin
gelişmesiyle birlikte, Türkiye gaz ihtiyacının
büyük bir kısmını Rusya’dan alacak” dedi.
KBY’nin bu gelişmeyle endişelenebileceğine
dikkat çeken Bengio, üçlü bir ilişkinin gelişeceği görüşünde. İsrail’in Kürd gazını satın
alacağını söyleyen Bengio, aldığı gazı da
Türkiye üzerinden ihraç edeceğini belirtti.
Kürdistan ekonomisinin bundan zarar görmekten çok fayda göreceğini kaydeden Prof.
Dr. Bengio, İsrail’in, Kürdistan’ın bağımsızlığı konusundaki tavrının değişip değişmeyeceği sorusuna ise şöyle cevap verdi: “Türkiye
ile ilişkilerin düzelmesi İsrail Hükümeti’nin
KBY’nin bağımsızlığına dönük tavrını değiştirmesi demek değildir. Çünkü bu bir prensip meselesidir. İsrail KBY’yi Ortadoğu’daki
radikal Sünni ve Şii İslam güçlerine karşı
olarak stratejik bir değer olarak görüyor.
Böylece, iki ırkın ortak paydasına ek olarak,
iki ülkenin ortak çıkarları da söz konusu. Ve
bu ortak çıkarlar İsrail’in politikasını KBY’ye
göre ayarlamasına sebep olmaktadır. Yine
de, İsrailli politikacılar konu ile ilgili olarak
biraz seslerini alçaltabilirler.”
‘Kürdler arasında iç savaş ihtimali var’
İsrail’in, bu yakınlaşmadan beklediği şeyin İran’a karşı yeni bir süreç başlatma isteği
olduğunu ifade eden akademisyen Arzu Yılmaz, “İsrail’in, Suudi Arabistan ile üstü kapalı, Türkiye ile açıktan bir işbirliği ile İran’a
karşı İsrail-Arap ilişkilerinde yeni bir süreç
başlatma niyeti taşıdığı görülüyor. Tam
da bu yüzden İsrail-Türkiye yakınlaşması
oldukça kırılgandır. Çünkü Türkiye’nin bu
tabloda Suudi Arabistan ya da İsrail kadar
İran’ı karşısına alabilecek bir gücü yok, hatta
böyle bir niyet taşıdığı bile şüpheli” dedi.
Bu yakınlaşma gerçekten işlerlik kazanırsa,
asıl o zaman Kürdler bağlamında bir iç savaş
riski olacağı yönünde tespitlerde bulunan
Yılmaz, “Güncel Kürdistan siyaseti bunun
ipuçlarını veriyor. Daha açık bir şekilde ifade
etmek gerekirse, KBY ölçeğinde KDP-Yekiti/
Goran ilişkilerinde çatışma ihtimali artar,
Rojava ölçeğinde ise PYD-PKK ilişkilerinde
kopma ihtimali doğar” dedi. PKK yöneticilerinden Bahoz Erdal’a yapılan suikast
girişimini ve bu eylemin zamanlamasının
manidar olduğunu söyleyen Yılmaz şöyle devam etti: “Bahoz Erdal, en kestirme ifadeyle,
PKK-PYD ve PYD-Esad Rejimi ilişkilerinde
kilit isimdir. Öyle anlaşılıyor ki, Bahoz
Erdal’ı ortadan kaldırma hedefi gerçekleştirilemedi. Ama mesaj hedefine ulaştı: PKK’ye
açıkça ‘Rojava’dan elini çek’ deniliyor. Bu
olayın İsrail-Türkiye Anlaşması’nın hemen
ertesinde meydana gelmesi tesadüf olmasa
gerek. Bu arada, Türkiye’nin PKK’siz bir
Rojava’yı kabulleneceği sinyalleri verdiğini
de hatırlatmakta fayda var.”
‘İsrail, Rojava’yı siper olarak görüyor’
İsrail Hükümeti’nin, Rojava ve PYD’ye
yaklaşımını yorumlayan Bengio, İsrailli
yetkililerin kamusal alanlardaki konuşmalarında, Rojava ile ilgili konuşmaktan geri
durdurduklarını vurguladı. Bunun sebebi
ise “Rojava’yı İslam devletleri ve Suriye’deki
radikal güçlere karşı en iyi siper olarak görmeleridir” diyen Bengio, “Bu anlamda, İsrail
ve ABD, Rojava’nın önemi konusunda hem
fikirler. Amerika’nın, Türkiye’nin itirazlarına
rağmen YPG’ye yaptığı aleni destek ise bu
duruşun bir kanıtıdır” ifadelerini kullandı.
İki ülkenin istihbarat paylaşımı konusundaki anlaşmasını yorumlayan Bengio, İsrail’in
YPG aleyhinde, herhangi bir bilgi aktaracağını düşünmediğini belirterek, “Tahmin
ediyorum ki İsrail, Türkiye ile istihbarat
paylaşımı yaparsa çok dikkatli davranacaktır. Özellikle PKK ve YPG hakkında bir
istihbarat paylaşımı olacağını sanmıyorum
çünkü geçmişte MİT’in İsrail’den aldığı
bilgileri, İran’a ilettiği söyleniyor. İsrail de,
Ankara’dan Hamas ile ilgili istihbarat paylaşımı beklemiyor” diye konuştu.
‘KBY’nin Lübnanlaşma ihtimali yüksek’
Suudi Arabistan’ın Lübnan’daki yatırımlarına son verdiğini ve yeni yatırımlarını
Kürdistan’a yapma ihtimalinin olduğunu
söyleyen Yılmaz, “Nihayetinde, Lübnan’dan
çekilen Suudi Arabistan yatırımları
Kürdistan’a gelecek, ‘Ortadoğu’nun bir
zamanlar parlayan yıldızı olan Beyrut’un yerine Hewler geçecek’ söylentileri haklı çıkar
mı bilinmez. Ama mevcut gelişmeler ışığında Kürdistan’ın ‘Lübnanlaşma’ ihtimalinin
de hayli yüksek olduğu bir gerçek” dedi.
‘Barış süreci açıktan olmasa da
desteklenir’
Türkiye de yaşanan savaşa ve barış sürecine değinen Bengio, “İsrailli yetkililerin bu
konudaki duruşlarını alenen belirteceklerini
düşünmüyorum. Yine de, perde arkasında
ABD ve Avrupa ile hareket edip Türkiye’nin
savaşa yönelik duruşunu yumuşatmaya çalışacaklarını ve barış sürecini destekleyeceklerini düşünüyorum” şeklinde konuştu.
12
SİYASET
Uluslararası sözleşmelerin
askıya alınması meselesi
SENNUR BAYBUĞA
Malumunuz OHAL ilan edildi ülkenin
81 ilinde birden, neşeli ülkemin insanları
OHAL’in ne olduğunu ve nasıl yaşanacağını Kürd arkadaşlara soralım diye espiri bile
yapmaya başladılar, haklılar. Zira Kürdlerin
içinde orta yaşa gelmiş ve OHAL’den
başkaca bir rejimin ne olduğunu bilmez
insanların olduğu yalan değil. Bizim ülkenin
insanı, gözaltı, kanunsuz arama, yasak sorgu yöntemleri, tutuklama
nedenleri gibi Ceza Muhakemesi Hukuku’nun temel kavramlarını
son altı yedi yılda kademe kademe öğrendi şükürler ola ki. Bugün
uluslararası hukuk alanının tarafı olduğumuz sözleşmeler bölümüne de küçük bir adım atmış bulunuyoruz. Başbakan Yardımcısı
Numan Kurtulmuş, çıkmış gazetecilerin önüne ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin 15. Maddesi’ne dayanarak, sözleşmenin bazı maddelerinin ‘askıya alınacağını’duyurmuş. AİHS’nin
1,2,3,6 gibi maddelerine yıllardır aşinayız da, bu 15. Madde ne
menem birşey merak ettik milletçek. Efendim bu 15. Madde ‘Olağanüstü hallerde yükümlülükleri askıya alma başlığını taşıyor’ ve;
“1. Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel
tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, durumun kesinlikle
gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla, bu Sözleşme’de öngörülen
yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir.
2. Yukarıdaki hüküm, meşru savaş fiilleri sonucunda meydana
gelen ölüm hali dışında 2. Madde’ye, 3. ve 4. maddeler (fıkra 1) ile
7. Madde’ye aykırı tedbirlere cevaz vermez.
3. Aykırı tedbirler alma hakkını kullanan her Yüksek
Sözleşmeci Taraf, alınan tedbirler ve bunları gerektiren nedenler
hakkında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne tam bilgi verir. Bu
Yüksek Sözleşmeci Taraf, sözü geçen tedbirlerin yürürlükten
kalktığı ve Sözleşme hükümlerinin tekrar tamamen geçerli olduğu
tarihi de Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirir.” şeklinde
düzenlenmiş.
İngiltere, “İrlanda meselesinin” çözümünde sıkça sözleşmenin
bu maddesine dayanarak hareket etmiş ve en çok da bu maddeyi
uygulayan yüksek sözleşmeci taraf olmuş. En son da Fransa hükümeti 153 kişinin öldüğü Paris Konser Salonu’ndaki patlamadan
sonra Avrupa Konseyi’ne bildirmek suretiyle, sözleşmenin kişi
özgürlükleri ile ilgili bir kısım hükümlerini askıya almış ve OHAL
ilan etmiş ülkesinde. Batı demokrasilerinde, sözleşme askıya
alınması bizimki gibi hukuk kurallarının zaten tam işlemediği eksik
demokrasilerde haber değeri bile taşımaz yazık ki. Olağanüstü
hal süresi ile sınırlı olarak yüksek sözleşmeci taraflar bu yola
başvurmuşlar. Hükümet, Konsey’e başvuru yaptı mı bilemiyorum
henüz ama en azından imzacısı bulunduğumuz uluslarası sözleşmeler iktidarın görmezden gelmeyeceği bir yasal statü olarak
karşımızda duruyor. Numan Kurtulmuş’un çıkışından anlaşılması
gereken, sözleşmenin tamamen askıya alınacağı değil, kendi metni
içinde öngörülen ve egemen devletlere tanıdığı ‘savunma alanını’
oluşturma hakkının kullanılacağıdır. Sözleşmenin uygulanmaması
gibi bir durumun sözkonusu olmayacağı belirtmek istiyorum bunu
derken. Madde metninden de anlaşılacağı üzere, askıya alınma, ne
ölüm cezasının tekrar getirilmesine izin veriyor ve ne de çatışma
dışında insan öldürmeyi meşru ve kabul edilebilir kılıyor. İşkence
ve kötü muamele, cezaların geriye yürümesi prensibinin ihlali gibi
temel insan haklarına aykırı uygulamalar da geçici askıya almanın
istisnaları arasında. Esasen olağanüstü hal rejiminin bir an önce
sonlandırılarak, rejimin hukuk kuralları içine çekilmesini ve tarafı
olduğu tüm sözleşmelere uymasını istemek en meşru hakkımızdır.
Zira OHAL uygulamasının ne topluma ve ne de hükümetin kendisine uzun vadede hiçbirşey kazandırmayacağını deneyimlemiş
bir toplumuz biz, yapılacak tek şey toplumsal kutuplaşmanın bir an
önce sonlandırılması ve barışın kurallarının hayata geçirilmesidir.
Nuh’un gemisindeyiz ve hepimizden birer çift var, birimiz düşerse
bir daha dünya dünya olmayacak.
BasHaber
SÖYLEŞİ
25 - 31 Temmuz12
2016
Prof. Anderson:
Darbe girişimi Ortadoğu ile ilgili
S
Mihraç Selahaddin
uların bir türlü durulmadığı ve şiddet sarmalından
çıkamayan Ortadoğu’nun gündemi 15 Temmuz
gecesi başarısızlıkla sonuçlanan darbe girişimi sonrasında değişti. Türkiye siyasi tarihinde bir ilk olan ve Ortadoğu halklarına da analistler tarafından örnek olarak
gösterilen darbe girişimini başarısız kılan halk direnişi
sonrasında zihinlerde farklı soru işaretleri oluştu.
Ortadoğu’daki gelişmeleri, yeniden dizayn sürecini ve
15 Temmuz gecesi hükümete yönelik düzenlenen askeri
kalkışma arasındaki bağları Prof. Tim Anderson ile
konuştuk.15 Temmuz darbe girişimi hakkında “Suriye’de
yolun sonuna gelinmiştir” yorumunda bulunan Sydney
Üniversitesi’nden Ortadoğu Uzmanı Prof. Tim Anderson,
ABD ve Rusya’nın bölgedeki durumunu, Ortadoğu’ daki
gelişmeleri BasHaber’e değerlendirdi.
‘Darbe girişimini fırsata çevirmek’
Türkiye ve Rusya’nın yeniden görüşmeye başlamasını
yorumlayan Tim Anderson, “Ahmet Davutoğlu’nun istifası ve Türkiye’nin Rusya’dan özür dilemesi hükümet içindeki gerginliklerin göstergesidir” diyerek, şunları söyledi:
“Darbe girişiminin ve İstanbul’daki havalimanı saldırısı
arasındaki zaman yakınlığı sebebiyle yaşanan olaylarının
hepsi birlikte okunmalıdır.”
15 Temmuz gecesi yaşananların Ortadoğu’daki gelişmelerden bağımsız olmadığını söyleyen Anderson, “Şu
aşamada bu girişimin ardında kimin olduğunu söyleyemem. Yine de bu girişimin ardında daha saklı ve derin
gerginlikler olduğunu gösterir” dedi. Erdoğan’ın darbe
girişiminin püskürtülmesini fırsata çevirdiğini ileri süren
Prof. Anderson, ‘bu durumun çok büyük ihtimalle Türk
toplumundaki çatışmaları derinleştireceğini ve yönetim
ile anayasanın çatışmasına sebep olacağını iddia etti.
‘Washington terörist grupları destekliyor’
Amerika’nın Suriye’deki ‘terör gruplarını’ tanımlamadaki isteksizliğinin, o gruplara yaptığı sponsorluğu örtbas etmek amaçlı olduğunu öne süren Anderson, çarpıcı
iddialarda bulundu. Amerika’nın örgütleri kullandığını
ileri süren Anderson, “Washington dünya üzerindeki
kendi hegemonik hırslarının gerçekleşmesi için terörist
grupları desteklemekte. Ortadoğu’da son zamanlarda, Amerika bu grupları Irak ve Suriye’yi zayıflatmak,
çökertmek ve bölmek için kullanmakta. 9/11 dokümanları ise Amerika’nın en yakın müttefiki olan ve terörün
ana sponsoru olan Suudi Arabistan rejimini korumakla
ilgilidir” diye konuştu.
‘ABD müttefiklerine sadık değildir’
Amerika-Türkiye gerginliğine değinen Anderson,
Amerikalı yetkililerin, 2014’te Türkiye ve bölgedeki diğer
müttefiklerin IŞİD’i desteklediği yönündeki iddiaları kabul ettiklerini hatırlatarak, şunları ekledi: “Washington,
hiçbir zaman müttefiklerine sadık olmayacak, bunun
sinyallerini hem dün hem bugün verdiler. Eğer Suriye’deki göstermelik savaş başarısız olursa, Amerika kesinlikle
Suudileri ve Türkiye’yi suçlayacaktır.”
Türkiye ve Suriye’nin ilişkilerinin normalleştireceği
hatta Ankara’nın Esad ile görüşeceği kulislerine değinen
Anderson, “Bu durum tabiki olası, ancak hayal etmesi
dahi güç. Ankara’daki yeni bir yönetimle olabilir bu
buluşma. Erdoğan, Suriye ve müttefikleriyle olan tüm
ilişkileri gerdi. Yine de bir daha görüşme olmaz diye
kesin konuşmak doğru olmaz. Ortadoğu’da dengeler sürekli değişir ve bu durum sizin ‘yüzde yüz eminim’ deme
şansınızı elinizden alır” ifadelerini kullandı.
‘Suriye ile ilgili haritalara inanmayın’
Suriye’deki güçleri ve o güçlerin sahip olduğu alanları
gösteren haritalara inanmayın diyen Anderson, “Birçok harita yanıltıcıdır çünkü boş arazileri de kalabalık
bölgelere bağlayarak bize olandan daha farklı bir senaryo
sunar. Rusya’nın hava müdahalesinden önce dahi Suriye
hükümeti neredeyse batı şehirlerinin hepsini ve Halep’in
yüzde 80’ini de içinde olmak üzere bölgenin yüzde 90’ını
kontrol etmekteydi” şeklinde konuştu.
ABD’nin Suriye’deki varlığına değinen Prof. Anderson,
Amerika tarafından yönetilen Suriye için B planının
Şam’ı zayıflatmak ve ülkede bölünmeyi amaçlamak
olduğunu iddia ederek,“Şam ve Suriye’deki tüm ulusçular
tabiî ki buna karşı çıktı. BM Güvenlik Konseyi’nin bu
duruma yönelik çözümleri de ülkenin bölünmesine karşı
çıkmaktaydı. Şu anki askeri güçler ise batı tarafından
desteklenen El Kaide gruplarına karşı bir Suriye zaferi
taraftarıdırlar” dedi.
‘Kürdler’e en çok silah veren ülke Suriye mi?’
Son yıllarda Suriye’de ciddi kazanımlar elde eden
Kürdlerin durumuna değinen Anderson, “Şam halen
daha Suriyeli Kürdlerin silah sağlamaları alanında en
büyük destekçisi. Suriye Ordusu ile koordineli çalıştılar
ve savaşmadılar” diyerek, şunları ekledi: “YPG her ne
kadar kuzey doğu Suriye’deki askeri güçlere egemen olsa
ve Amerika’dan bu konuda yardım alsa bile, nüfus olarak
o bölgedeki çoğunluk onlar değildir. Dahası, herhangi bir
ayrılık ya da federasyon için Suriye’nin onayı gereklidir;
ancak Suriyelilerin buna katılacağını hayal etmek neredeyse olanaksızdır.”
‘Suriye bölünmez, Kürdler özerk kalır’
IŞİD sonrası Suriye ile ilgili yorumlarını aktaran
Anderson, IŞİD tarafından kontrol edilen alanlar yavaş
yavaş Suriye Ordusu, müttefikleri ve YPG tarafından
yönetilen DSG’nin de bir noktaya kadar olan katkılarıyla
geri kazanılıyor. Bu bölgeler Suriye devleti tarafından yönetilmeye devam edilecek.” sözlerini kullandı. Kürdlerin
bağımsızlık veya federasyon hakkındaki düşüncelerine
değinen Anderson,“Suriyeli Kürdler federasyon hakkında
konuşuyor olabilirler ancak Suriye Hükümeti buna karşı.
Eğer seçim olursa Suriyeli insanlar hükümetin isteğine
göre oy kullanmak zorunda kalacaklar. Yine de bir tür
sınırlı özerklik verilebilir. Suriye’de herhangi bir bölünme
ya da federalleşme öngörmüyorum” diye kaydetti.
DİPLOMASİ
BasHaber
25 - 31 Temmuz 2016
13
SÖYLEŞİ
13
Moskof - Turtsiya: Al gülüm, ver gülüm!
A
Cemil Hayek
ralarında tarihi rekabet ve uzun
süren savaşların travması olan ve
Türklerin ‘Moskof’, Rusların ‘Turtsiya’ diye isimlendirdiği iki ülke ilişkileri
geçtiğimiz yıl çıktığı soğuk savaş halinden
çıkarılıp soğutulmaya çalışılıyor. Binali
Yıldırım’ın Başbakan seçilmesi ardından,
“komşularımızla sıfır sorun politikasına yeniden döneceğiz” açıklaması üzerine, önce
İsrail ile buzlar eritildi daha sonra Rusya ile
yeniden diyalog kuruldu.
Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşmasının,
İsrail yakınlaşmasından farklı ve kritik yanları var. Türkiye, Rusya’nın aksine Suriye’de
Esad’lı yönetimi ve Rojava’da bir Kürd
statüsü istemiyor.
Rusya, YPG’yi IŞİD’e karşı savaşta müttefik olarak görürken, Türkiye YPG’yi “terör
örgütü” olarak tanımlıyor. Yaklaşık 8 ayın
sonunda yeniden başlayan Rusya - Türkiye
yakınlaşması, birçok soruyu da beraberinde
getirdi.
Türkiye’nin Esad Hükümeti’ne karşı
tavrını yine Türkiye’nin Suriye’deki Kürd
gerçekliğini daha ne kadar görmezden
gelebileceğini, Rusya ve PYD ilişkisine
sessiz kalıp kalamayacağını Akademisyen
Dr. Nezir Akyeşilmen, Dr. Ekrem Önen
ve Bahçeşehir Üniversitesi’nden Prof. Dr.
Ercan Çitlioğlu’na sorduk.
‘PYD’nin güçlenmesi Türkiye’yi zora
soktu’
Türkiye’nin Rusya ile tekrar normalleşme
sürecine girme isteğini değerlendiren Nezir
Akyeşilmen, Türkiye’nin uzun bir dönemden beri Ortadoğu ve iç politik gelişmeler
sonucunda dünya ve bölge siyasetinden
izole edildiğini söyleyerek şunları aktardı;
“Bir iki ülke dışında bölge siyasetinde Türkiye yalnızlaştırılmıştı. Rusya ile yaşanan
uçak krizi ile birlikte bu izolasyon had safhaya ulaştı ve bölgedeki manevra alanı iyice
daraldı. Bir de bunun üstüne Rusya’nın
uyguladığı ekonomik yaptırımlar eklenince, Türkiye dışlanan bir ülke görüntüsüne
büründü. Bütün bu gelişmeler sonucu
bölgede ve özellikle Suriye’deki gelişmeler istemediği yönde evirilmeye başladı.
Suriye’de sınırlı da olsa uygulanan ateşkes,
PYD’nin güçlenmesi, Rusya ve Batı’nın
ve hatta bölge ülkelerinin PYD’ ye destek
vermesi Türkiye’yi iyice zora soktu.”
Türkiye’nin kısmen de olsa bu çıkmazdan
kurtulmak, manevra alanını genişletmek,
ekonomide ve özellikle turizmde yaşanan
daralmayı aşmak için önce İsrail ve sonra
da Rusya ile ilişkilerini restorasyona tabi
tuttuğunu ifade eden Akyeşilmen, “Fakat
bunun bir normalleşme olduğunu söylemek henüz mümkün değil. Normalleşme
uzun zaman alacak. Rusya yaptırımları
gevşetebilir fakat ilişkiler kolay kolay eskisi
gibi olmaz. Rusya hep temkinli olacaktır,
ve Esad’ı bulacaktır.”
‘Türkiye ve Rusya arasında güven yok’
Aylar sonra yeniden başlayan ve barışma
olarak adlandırılan görüşmeleri yorumlayan Prof. Dr. Ercan Çitlioğlu, bu görüşmelerin bir barışma ya da tekrar yakınlaşma
gibi algılamanın doğru olmadığını ileri
sürerek, “Uluslararası düzeyde, devletlerin
görüşmesi, yakınlaşması ve işbirliği yapmasının temel şartı, karşılıklı güven ilişkisine
dayalıdır. Türkiye ve Rusya arasında bir
güven yok ve doğacak gibi de görünmüyor.
İki ülke arasındaki ilişkiler bundan yaklaşık
8 ay öncesi, yani Rus uçağının düşürülmesinden önceki dönemdeki gibi değil ve öyle
olması neredeyse imkansız” diye ifade etti.
tabi Türkiye’de artık Rusya’nın tamamıyla
güvenilir bir ortak olmadığı düşüncesini
aklının bir kenarında tutacaktır” yorumunda bulunarak, iki ülke karar alıcılarında
ciddi anlamda bir güven zedelenmesi
olduğunu, bunun eski haline dönmesinin
mümkün ancak çok uzun zaman alacağını
vurguladı.
‘Rusya, Suriye’yi pazarlık konusu bile
yapmaz’
Rusya ve Türkiye yakınlaşmasının,
Suriye’ye önemli bir yansıması olmayacağını ileri süren Akyeşilmen, bu yakınlaşmanın Rusya’nın Suriye politikasını ciddi
anlamda etkilemeyeceğini, Rusya’nın bu
konuyu pazarlık konusu dahi yapmayacağını savundu.
“Burada Rusya için belirleyici olan nokta
Esad rejimiyle yaşanacak gelişmelerdir.
Rusya Suriye’de Türkiye’nin etkin olmasını
istemiyor. Ve Türkiye’yi pasifize etmek için
elinden geleni yapmaya devam edecektir.
Rusya Türkiye ile girdiği kısmi normalleş-
me sürecini ikili ilişkilerle sınırlı tutmak
isteyecektir. Suriye’yi bu işe fazla karıştırmak istemez. Türkiye bu normalleşmeyi
Suriye’ye de genişletmek için çaba sarf
edecektir” diyen Akyeşilmen, Suriye’nin
Rusya için stratejik anlamda hayati derecede önemli olduğuna vurgu yaptı.
Rojava ve Rusya ilişkisini değerlendiren
Akyeşilmen, “Çıkarları örtüştüğü ölçüde
işbirliği yaparlar. Rojava Rusya’yı göz ardı
eder ve ABD güdümünde bir bölge haline
gelirse, Rusya Türkiye ile işbirliği yaparak
oradaki yapıya zarar verir” dedi. Rusya’nın
daha çok Esad rejimiyle birlikte hareket
edeceğini söyleyen Akyeşilmen şunları
söyledi:
“Esad, Rojava’yı tehdit olarak görür ve
Rusya’dan destek isterse bu da Türkiye politikalarıyla da uyuşursa ortak hareket edebilirler. Rusya’nın Rojava politikası Türkiye
- Rusya ilişkilerinden ziyade, Rojava - Batı
ve Rojava - Esad ilişkilerine endekslidir.
Rojava Batı’ya tamamen angaje olur, Esad
ve Rusya’dan uzaklaşırsa karşısında Rusya
‘Türkiye sessiz kalmaya mecbur’
Türkiye’nin, mevcut Suriye ve Rojava
politikalarının, Rusya görüşmelerinden
sonra nasıl şekil alacağını değerlendiren
Çitlioğlu,”Türkiye’nin bu saatten sonra
Suriye’de veya Rojava’da, sürece yön verecek
bir gücü kalmadı, Rusya’nın Suriye’deki,
kazanımlarını etkileyecek bir eylem veya
davranışta bulunamaz. Rusya, bu konuda
Türkiye’yi sessiz kalmak zorunda bıraktı”
diyerek şunları ekledi: “Geldiğimiz süreçte
ne Türkiye ne Suriye bazı konularda yalnız
başlarına karar alacak durumda değiller.
Mesela Rojava konusu da bunlardan biri,
eğer egemen güçler Suriye’de bir Kürd
devleti kurmak isterlerse hem Türkiye hem
Suriye müdahale edemez. Türkiye süreç
içerisinde Rojava’ya karşı itirazlarını dile
getirir fakat etkili olamaz. “Rusya ve PYD
ilişkilerini değerlendiren Çitlioğlu devletlerin çıkar unsurunu gözeterek politikalar
ürettiğini belirterek, “Büyük devletler, kendi çıkarları için bazı örgütler ve devletler ile
görüşür işbirliği yapar hatta bazen dostane
açıklamalarda bile bulunurlar. Fakat bu
durum, büyük devletlerin çıkarlarına geldiği sürece böyledir, sonrasında yani onlarla
işleri bittiğinde durum birden farklılaşır.
İşte PYD, PKK, Nusra veya buna benzer
örgütlerin durumu da böyle olacaktır” diye
kaydetti.
‘Türkiye Kürdlerin hiçbir şeyini
hazmedemiyor’
Türkiye’nin, Suriye’de kurulacak bir Kürd
devletine izin vermeyeceğini belirten Dr.
Ekrem Önen, şöyle konuştu: “Türkiye yalnız Rojava’da bir devletleşmeye karşı değil,
dünyanın neresinde olursa olsun Kürdlerin
en ufak bir kazanımını hazmedemiyor.
Hatırlarsanız bir kaç yıl önce Türkiye’den
binlerce km uzaklıktaki İsveç’te Kürd
çocukları için bir kreş yapıldı, Türkiye
buna bile müdahale etti. Suriye’de bir Kürd
devletine nasıl razı olacak? Ama razı olmak
mecburiyetinde ve buna karşı duracak bir
gücü de yok.”
14
F
FOTOĞRAF
Mustafa Ergün
otoğrafçılık görsel sanatların en zor,
çetrefilli dallarından biri. Onlar, ev
sahiplerinin bile doğup büyüdükleri
yeri terk etmek zorunda kaldığı yörelere,
ısrarla gidiyor ve zamanın belleğine işlemek
için anları kaydediyor. Belgesel fotoğraf
sanatçısı Çağdaş Erdoğan, mesleki serüvenini
BasHaber’e anlattı.
Henri Cartier-Bresson, fotoğrafla gerçeklik
arasındaki ilişkiye dair şöyle der: “Sıklıkla
haber diye nitelendirilen olayların fotoğrafını
çekeriz, ancak bunlardan bazıları haberi bir
muhasebecinin kayıt tutması gibi adım adım
detaylı olarak aktarır. Bu tür çalışan haber ve
magazin fotoğrafçıları maalesef bir olaya en
kuru şekilde yaklaşmaktadırlar. Bu Waterloo
Savaşı’nın detaylarını bir tarihçiden okumaya
benzer: Şu kadar silah vardı, şu kadar insan
yaralandı gibi... Adeta kalemlere bölünmüş
bir muhasebe kaydı okur gibi...”
“Fotoğraf benim için bir geçim kaynağı değil bir amaç” diyen Fotoğrafçı Çağdaş Erdoğan
da; Kobanê, Cizre, Nusaybin, LGBTİ Onur
Yürüyüşü, Gezi Parkı, mücadele ve devinimin
içinden görsel hikâyeler aktarıyor.
Muş’tan Bursa’ya sürgün…
İlk fotoğraf karesini çektiğimde Kobanêli
bir çocuk bana ‘Bize kimlik çıkartmak için mi
bu fotoğrafları çekiyorsun?’ diye sorduğunu
belirten Erdoğan, “O an kendimden utandım.
Çünkü sergi amacıyla gitmiştim. Daha sonra
sergi yapmanın bile ağırlığını yaşadım” diyor.
BasHaber
Geleceğe kanıt
biriktiriyorum
Çağdaş Erdoğan, 1991 Nisan’ında Muş’ta dünyaya gelmiş. 1994’lü yıllarda, Erdoğan ailesinin
köyü boşaltılınca Bursa’ya göçmek zorunda
kalmışlar. Erdoğan, sonradan Yunan muhaciri
olduğunu öğrendiği çocukların “Sen Türk müsün, Ermeni misin” sorusundan sonra fotoğraf
çalışmalarının alt yapısının şekillendiğini
belirtiyor. Erdoğan, fotoğrafçılığa 2009’da bir
haber ajansında başlamış. 7 yıldır uluslararası
ajansların da aralarında bulunduğu pek çok
ajans ve dergi için fotoğraflar çeken fotoğraf
sanatçısı, şimdilerde freelance olarak fotohikâye çalışmaları yapıyor.
‘Geleceğe aktarmak için kanıt
biriktiriyorum’
“Belgesel fotoğrafçısıyım ve uzun soluklu
hikâyeler çekiyorum” diyor ve hikâyeleri topladığı sırada yaşanan sıcak olayları da farklı
ajanslar aracılığı ile servis ettiğini belirtiyor.
Fotoğraf çizgisinin belirlenmesinde 1990’larda Kürdistan’da yaşanan savaşın belirleyici
olduğunu söyleyen Erdoğan, “Çocukluğuma
denk gelen bu dönemde şahit olduklarım,
2000’ler sonrası yaşananları geleceğe aktarma
ve kanıt biriktirme düşüncesini meydana
getirdi” diyor.
‘Önünde birileri vuruluyor…’
Her fotoğrafçının fotoğrafa yaklaşımı
değişiklik gösteriyor, vizörden bakıldığında
hangi çerçevenin fotoğraf olduğuna nasıl
karar verdiğine dair soruya, “Çoğunlukla sıcak
alanlarda çalıştığım için bunu hesaplamaya
pek vakit kalmıyor” yanıtını veriyor. Erdoğan,
çatışma bölgelerinde fotoğraf çekme inceliğini şu cümlelerle anlatıyor: “Önünde birileri
vuruluyor veya yıkılmış bir evin önünde
anneler ağıt yakıyor ve siz de güvenliğinizi
koruyarak, insanların özel alanına saygı gösterip çok rahatsız etmeden fotoğraf çekmeye
çalışıyorsunuz. Bu da bir kaç saniyelik zamana
tekabül ediyor. Alan tecrübesi bu noktada
belirleyici oluyor, o bir kaç saniyeyi en doğru
açıdan en güvenli biçimde değerlendirmeye
çalışıyorsunuz ve o noktada sizin fotoğrafınız
ortaya çıkıyor.” Bir görüntünün fotoğraf değeri
taşıması için, fotoğrafın 5N-1K kurallarını bes-
SÖYLEŞİ
25 - 31 Temmuz14
2016
lemesinin yeterli olduğunu belirten Fotoğrafçı
Erdoğan, “Onun dışında fotoğrafta estetik ve
belli terimlerin nihai belirleyici görülmesini
doğru bulmuyorum” diyor.
‘Pamuk ipliğinde yürüyoruz’
Erdoğan, fotoğrafçılığı üretmekten çok,
şahit olma ve gösterme güdüsü ile yaptığı için
fotoğrafçı tanımının kendinde daha doğru
durduğunu ifade ediyor. Çağdaş Erdoğan,
çoğunlukla eylem ve çatışmalı ortamlarda fotoğraflar çekiyor ve kendi ifadesine göre bunları “geleceğe kanıt biriktirmek için” yapıyor.
Çatışan tarafların ortasında fotoğraf çekmekte
ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz diye
sorulduğunda, “Sayfalarca yazabilirim” diyor.
Erdoğan şöyle özetliyor durumu: “Çoğunlukla
pamuk ipliğinde yürüyoruz.”
‘Yemek yemek bile yaralayıcı olabiliyor’
Kobanê’de, Cizre’de, Nusaybin’deki
yaşananların boyutunu çekilen fotoğraf ve
videolardan öğreniyoruz. Pikselleşmiş bir
yıkım veya ölüm görüntüsünün ekranda
belirmesi, insanın vicdan duygusunu yerle
bir edebiliyor. Peki, bunun ilk elden şahitleri
ne düşünüyor? Erdoğan, “Yıkıma dokunarak
şahit olmak epey büyük bir yük” diyerek, şu
cümleleri ekliyor: “Fotoğrafı çekerken bunu
düşünmemeye özen gösteriyorum ancak
iş bitip eve döndükten sonra zor bir vicdan
savaşı ile karşı karşıya kalıyor insan. Uyumak,
yemek yemek ve benzeri rutin aktiviteler bile
yaralayıcı olabiliyor”
‘Fotoğraf yalan söylemez, ancak yalancılar
da fotoğraf çekebilir’
Çağdaş Erdoğan’ın fotoğraflarında bir
durağanlık yok, bir devinime şahit oluyoruz.
Fotoğrafa dışarıdan bakanlar için bile epey bir
hareketlilik göze çarpıyor. Ancak o hareketliliğe doğrudan şahit olan fotoğrafçı daha sonra
dönüp resmettiği ana baktığında bir eksiklik
hissediyor mu? Ya da ilkine oranla daha az bir
kırılma? Fotoğraf gerçekliği ne kadar barındırıyor içinde? Erdoğan, fotoğrafın salt duvara
asılacak bir süs eşyası veya elinde şarap kadehi
ile üzerine entelektüel analizler yapmak için
kullanılan bir araç olarak kullanıldığında,
kesinlikle gerçekliği yaraladığına ve perdelediğine inanıyor. Ünlü savaş fotoğrafçısı
Robert Capa’nın sözünü hatırlatan Erdoğan,
“Fotoğraflar yalan söylemez, ancak yalancılar
da fotoğraf çekebilir” diyor.
Yayın Yönetmeni - Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:
Faysal Dağlı
Haber Merkezi: Yeter Polat, Öztekin Çaçan,
M. Salih Batırhan, M. Emin Kan, Çimen Gümüş
Dilan Almaz, Murat Özdemir, Ahmet Özyeter,
Kerem Ari, Mustafa Erğün
İmtiyaz Sahibi: Basnews Medya Ltd. Şti. adına
Faysal Dağlı
Sahibi: Botan Tahsin
Hukuk Danışmanı: Av. Sennur Baybuğa
Görsel Yönetmen: Alp Tekin Babaç,
Hüseyin Ünal
Tel: +90 212 243 27 60
E-mail: [email protected]
www.bas-haber.com
Kuloğlu Mh. Turnacıbaşı Sk. Tuner İş Hanı, No:
39 Kat:5 Beyoğlu / İST
Baskı: İhlas Matbaası-Yenibosna/İST
BasHaber/BasNûçe Gazetesi’nde yayınlanan haber, yazı ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Basnews Medya Limited Şirketi’ne aittir.
‘Büyük hayaller kurmadan ilerlesinler’
Erdoğan, savaş fotoğrafçısı James
Nachtwey’i, kendi ifadesiyle “bu işin üstadı” olarak tanımlıyor. Salgado, Manu Brabo
ve Emin Özmen gibi fotoğrafçıları kendisi
için bir rehber olarak gördüğünü belirten
Erdoğan’ın fotoğrafa başlamak isteyenlere
de birkaç öğüdü var. Fotoğrafçılıkta orantısız
rekabet, ekonomi ve güvenlik başta olmak
üzere birçok zorluk olduğunun altını çizen
fotoğraf sanatçısı, karamsar olsa da, fotoğrafa
başlayanlar için önerebileceği en başlıca şeyin
maddi-manevi kazanım adına büyük hayaller
kurmadan ilerlemeleri. Erdoğan, “Böylelikle
daha az hayal kırıklığı ile karşı karşıya kalırlar” diyor.
SAĞLIK
BasHaber
25 - 31 Temmuz 2016
15
SÖYLEŞİ
Hacamat haşat edebilir!
G
Çaçan Amedi
enellikle iki omuz arasından, sırttan,
başın arka tarafından yahut vücudun
herhangi bir yerinden bardak veya
boynuzla deriden vakum yolu ile kan alınması
yani hacamat veya bardak çekme işlemi, ciddi
risk uyarısı yapan doktorların tepkisine rağmen toplumda yaygınlaşarak devam ediyor.
Türkiye’de 1930 yılından beri yasak olan hacamat uygulamaları halk arasında yapılmaya
devam ediyor. Ekim 2014 yılında yayımlanan
Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları
Yönetmeliği bu alanda belirli bir düzenleme
getiriyor. Yasaya ve çıkan yönetmeliklere göre
hacamat uygulaması sadece uygulama sertifikası almış tıp doktorları ile sınırlandırılmış
durumda. Uygulama sırasında ise yardımcı
personel olarak sadece temel tıp eğitimi almış
kişiler yani hemşireler bulunabiliyor.
Yasalara rağmen sosyal medyaya yansıyanlar pek iç açıcı değil. Sıradan vatandaşlara
yönelik adı “meslek edindirme” olarak dile
getirilmese de işsizliğe çare gibi sunulan
birçok hacamlık kurs ilanına rastlanıyor. Yasaya uygun olmayan bol miktarda uygulama
merkezi var ve uygulama örnekleri videolarla
servis ediliyor.
Dikkat! Hacamat edilebilirsiniz
Yönetmelik “yasak” demesine rağmen yaptığımız araştırmaya göre ilginç sonuçlara ulaşıyoruz. Örneğin hacamat kursu ilanı veren
bir sitede “dikkatle okunması gereken yasal
uyarı” başlığı altında hacamat uygulamasının
“Bu yasa gereği eş, dost ve çevre haricinde
menfaat amaçlı hacamat yapılamaz” ibaresi
yer alıyor. Yasanın içeriğinde ise buna benzer
bir yoruma gerekçe olabilecek hiçbir cümle
veya yoruma rastlanmıyor. Sitede yayımlanan uyarıyı okuyacak olan kişinin kafasında
Hacamat nedir?
Arapça’da, Hijamah veya hajamat denilen
ve genellikle iki omuz arasından, sırttan, başın arka tarafından yahut vücudun herhangi
bir yerinden bardak veya boynuzla deriden
vakum yolu ile kan alınması işlemidir. Hacamat yönteminden, Milattan önceki dönemlerden kalma Hint tıp yöntemleri olan Ayurveda
metinlerinde bahsedilmiştir. Antik dönemlerde Mezopotamya, Mısır ve Yunanistan’da
uygulanmıştır.
Hacamat derinin bir neşter yardımıyla
çizilip ağzı geniş olan bir bardak, boynuz ya
da şişe gibi aparat ile oluşturulan emme
gücüyle kanın çekilmesi şeklinde yapılır. Çay
bardağı ve yakılan bir pamuk ile aynı emici
basınç gücü de oluşturulabilir. Geleneksel
olarak ağrı, sızı veya hastalık olan organa
yakın yerlere yapılır. İlk seferde üst sırt
bölgesindeki bazı noktalara yapılması tavsiye
edilir, kafaya yapılmaz.
15
Dr. Mengüç: Safsata,
şarlatanlık!
Hacamat uygulamalarıyla ilgili olarak
görüşlerine başvurduğumuz İstanbul
Tabip Odası Genel Sekreteri Genel Cerrahi
Uzmanı Op. Dr. Samet Mengüç konuyla
ilgili sorularımıza şu yanıtları verdi:
Doktorlara göre “Kanıtlanmış hiç bir hastalığın tedavi yöntemi olmadığı gibi uygulamasının olumsuz birçok riskleri var“ denilen hacamattan 15 bin kişi geçiniyor!
Böbrek hastalıklarından, sinüzite “bin bir derde deva” olarak gösterilen hacamat
uygulamalarında ciddi bir rant dönüyor.
oluşabilecek soru işaretleri kelime oyunlarıyla
bertaraf edilmeye çalışılıyor. Yasada tıp doktoru denilmesine rağmen “eş, dost ve çevre” diye
değiştirilerek yasanın lafzı tarif ediliyor. Yani
dikkatli olmak lazım, ilanları okuyup bu tip
yasal olmayan merkezlere gidip şifa ararsanız
argodaki anlamıyla “hacamat” edilebilirsiniz.
Çünkü halk arasında “şişe” denilen uygulamalar genelde tane başı yapılıyor ve şişesi
5 ile 20 TL arasında değişiyor. Uygulandığı
vücut bölgesine göre de her uygulama 1-15 şişe
arasında değişebiliyor.
Haccamlar örgütleniyor
Sadece tedavi merkezleri değil aynı zamanda erkek hacamatçılar yani haccamlık ve
kadın hacamatçılık olan haccamelik kursları
da bol miktarda bulunmakta. Hatta yasak
olduğu halde bazı kişiler internet üzerinden
yapılan ilanlarla “Valilikten onaylı sertifikalı
haccam” olabilmek için kurs açabilmektedirler. BasHaber’e konuşan Hacamatçılar
Federasyonu Genel Sekreteri Adnan Ünnü
faaliyette bulunan yüze yakın dernek olduğunu belirterek bu derneklerin hacamat
uygulamalarıyla ilgili “bilgilendirme amaçlı”
kurs açabildiklerini, açılan kurslarda hacamat
uygulamaları konusunda ehil kişiler ve tıp
doktorları tarafından dersler düzenlenebildiğini belirtiyor. Kurs sertifikası alan kişilerin
kupa uygulaması yapamayacağını dile getiren
Ünnü, bu ve benzeri kurslarda bedel olarak
300 -500 TL arası ücret alındığını belirtiyor.
Ayda yaklaşık 200 kişinin sertifikalandırıldığını belirterek alınan bedellerle “kira ve benzeri
giderlerin karşılandığını” söylüyor.
Türkiye’de 15 bin hacamatçı var
Adnan Ünnü devamla 2014 yılında çıkarılan
yönetmeliğin bazı eksikliklerine işaret ederek,
5 bin yıldır uygulanan ve Peygamber’in
sünnetlerinden biri olan hacamatın sadece
tıp doktorları tarafından uygulanmasının gerekmediğini ileri sürüyor. Yıllardır bu yöntemi
uygulayan fakat doktor olmayan ehil kişilerin
de uygulamacı kapsamına alınmaları gerektiğini belirten Ünnü, yasal eksiklikler sonucu
kupa uygulaması yapan ama doktor olmayan
birçok kişinin mahkemelere düştüğünü ve
kendisi de dâhil olmak üzere birçok kişinin
yasal eksiklikten kaynaklı “mağdur” edildiğine vurgu yapıyor. Ünnü Türkiye’de hacamat
işleriyle uğraşan, bu uygulamayı bilen yaklaşık 15 bin kişinin olduğu bilgisini vererek,
“Sağlık Bakanlığı nezdinde girişimlerimiz var.
Bakanlıktan bu mağduriyetlerin giderilerek,
bu ehil insanların da uygulama yapabilecek
hale getirilmelerini talep ettik” dedi. Ehil
olmayan çıkarcı kişilerle ehil olanların birbirinden ayrılmaları gerektiğini belirten Ünnü,
“yaşla kuru birbirinden ayrılmalıdır” diyor.
Böbrek hastalıklarından, sinüzite “bin
bir derde deva” olarak gösterilen hacamat
uygulamalarında din, İslam, şifa soslu ciddi
bir rant dönmeye başlamış durumda. Ve
yapılması gereken en temel şey yasanın ve
yasa uygulamasının bu alanda oluşabilecek
ciddi “hasta hakkı ihlallerini“ çözen bir yapıya
kavuşturulmasıdır. Görüldüğü kadarıyla
bakanlık hacamatı geleneksel ve tamamlayıcı
tıp uygulaması olarak kabul ediyor ve doktor
tarafından uygulanacağını belirtiyor. Yani
bakanlık bu yöntem konusunda tavrını belirlemiş durumda ama sorun şurada başlıyor;
hacamat işlerinden ekmek yiyen, aile geçindiren binlerce insan var ve bu insanların bu
alanı kolay kolay terk etmeye de niyetleri yok.
Bilimden uzak safsata!
“Hacamat bilim ve kanıta dayalı tıbbın
gelişiminden önce ilkçağlardan beri
insanların geleneksel tıp yöntemlerine
başvurduğu, çaresizlik içinde bir şeyler
yapabilme düşüncesiyle başvurdukları
sağlık uygulama yöntemlerinden biridir.
Yani bilimsel ve kanıta dayalı tıp uygulama
ve tedavi yöntemleri arasında olmayan
ancak geleneksel olarak birçok toplumda
uygulana gelen ve bugün için hiçbir geçerliliği olmayan bir yöntemdir. Mistik, hiç
bir bilimsel ve ispatlanabilir yönü olmayan
geleneksel tıp, alternatif tıp, İslam tıbbı adı
altındaki uygulamaların bir yansımasıdır.
Yani hacamat ve benzeri uygulamalara
bilimsel kılıflar bulma arayışları ve bu
amaçla yapılan bilimden uzak ‘’kupa terapisi’’ gibi safsataların bilimsel tıp içinde hiç
bir yeri yoktur, olamaz.“
İspatlanmış faydası yok
“İspatlanmış, kanıtlanmış bir tek hastalığın bile tedavisinde yeri olmayan bir
safsata hacamat-kupa terapisi. Tıp uygulaması diye aklınıza hangi hastalık gelirse,
iyileştirdiğini ileri sürerek maalesef ülkede
yaygınlaşarak kullanılmaya başlanmıştır.“
Uygulayanlar şarlatan
“Kanıtlanmış hiç bir hastalığın tedavi
yöntemi olmadığı gibi uygulamasının
olumsuz birçok riskleri vardır. Netice
de invazif dediğimiz yani insan bedeni
üzerinde değişiklik ve beden bütünlüğünü
bozan bir uygulamadır. Hijyenik şartlarda yani bilimsel asepsi, mikroplardan
arındırma sağlanmayan ortamlarda
yapıldığında sepsis dediğimiz ölümlerle
sonuçlanabilecek enfeksiyon riski taşıyan
bir uygulamadır. Bunun dışında kanama ve
pıhtılaşma bozukluğu olanlarda, kanama ve pıhtılaşma faktör eksikliklerinde
gerekli bilimsel önlemler ve ek tedaviler
uygulanmadan yapıldığında hipotansiyon,
şok ve ölümlerle sonuçlanabilen riskler
taşır. Bu tıp dışı uygulamalar ‘’safsata’’,
uygulayanlarda ‘’şarlatan’’ olarak bilimsel
tıp literatüründe yer alır.“
16
SİNEMA
BasHaber
SÖYLEŞİ
25 - 31 Temmuz16
2016
Dawîya Rojê:
Sürgünün film hali
Kürdlerin tarihi bir bakıma sürgünler Kürdlerin Türkiye, İran, Suriye ve Irak’ta sonunda soluğu Fransa’da alan yazar
tarihidir. Avrupa’da sürgünde yaşayan
maruz kaldıkları kültürel, ekonomik
Xurşîd Mîrzengî’nin hayatı özelinde,
Kürdlere kamerasını çeviren yönetmen ve sosyolojik gaspa karşı çıkışı, ya yok Kürd aydınların sürgünde yaşadıkları
Mansur Tural, yerinden yurdundan edi- edilmekle burun buruna gelmelerine
sorunları ele alıyor. Kürd yönetmen
len Kürdleri, film makaralarına sarıyor. ya da yerinden yurdundan edilmelerine
Tural, daha önce de kısa ve uzun
Karnında söyleyecek bir sözü olan
neden oldu.
metrajlı filmlerinde, sürgün hayatı
ve bunu söylemekten sakınmayan her
Mansur Tural, yeni çektiği filmi
yaşan Kürdlerin yaşamlarını sinemanın
Kürd, soluğu sürgünde ya da kabirde Dawîya Rojê’de (Fin De Jour), Avrupa’da
gündemine taşımıştı.
aldı. Bu nedenle Kürdlere tarih
sürgün hayatı yaşayan ve siyasi
Yönetmen Mansur Tural’la sürgündeyazanların çoğu, bu tarihsel gö- faaliyetleri nedeniyle 1980 darbesinde ki Kürdleri ve yeni filmi Dawîya Rojê’yî
revi sürgünde yerine getirdi.
konuştuk.
tutuklanıp işkencelere maruz kalan,
Dilgeş Pirsûsî
Daha önce çektiğiniz filmlerde de
sürgün yaşamları konu edindiniz,
Kürdlerin “sürgün sinemasını” yapmak
nasıl?
Sürgünde film çekmek zor, hem de çok
zor. Yılmaz Güney’in sürgündeki filmlerine
ve ülkedeki filmlerine bakın, iki ayrı yapım
gibidir. Oysa ikisini de çeken aynı kişidir.
Örneğin ben Ew der Sar e filmini İran’da
çekmeye başladım, sonra bize verilen izni
iptal edip sınır dışı edildik. Yetmezmiş gibi,
negatiflerimize de el koydular. Sonra Fransa
Montpellier’de devam ettik. Daha sonra
Güney Kürdistan’a döndük. Çok zorluklar
yaşadık filmi bitirene kadar. Bütün bunlar
nedendi? Çünkü sürgünsün ve kendi ülkende yapamıyorsun!
ediniyorsunuz. Hikâye bulmakta ya da
bunları bir temelde oturtmakta zorlanıyor musunuz?
2000 yılında Hevî diye bir kısa film çekmiştim. O dönemde sadece o film dekoru için 20
bin Euro’ya yakın bütçe kullanmıştık. Hevî,
çok iyi, başarılı bir filmdi, ama bugün aynı
şeyi çekmem. Beni artık dış dekor ilgilendirmiyor. Şimdi beni ilgilendiren, hesaplanmamış hesaplarla karşılaşma, cesedin artık
neden o ruhu taşımadığını anlamak ve bunun filmini yaratmaktır. Bütün hikâyelerimiz
mutlaka değerlidir ve bu bizim için bir
arşivdir. Ama kendimize dönmeliyiz. Biz, biz
olmalıyız. Bir başkası olmamalıyız. Özümüze
dönüş yapmalıyız ki, bir başkasına da fayda
verebilelim.
Birçok Kürd aydını sürgünde yaşıyor.
Sürgüne gitme nedenleri başlı başına
bir hikâye iken, sürgünde yaşadıkları
da bambaşka bir hikâye. Geldikleri yerle gittikleri yer arasındaki acılar ortak
mı sizce?
Önemli bir konu bu. Gitmek, kalmak ve
artık geri dönememek. Her giden, ne sebeple olursa olsun, mutlaka dönmek için gider.
Ama gidiş nedenleri ile gittiğinde öngörülemeyen hesaplarla karşılaşman ve bunlara
hazırlıksız yakalanman, birçok kişide büyük
tahribat yaratıyor. Ve bu sadece kendini değil, bütün umudunu ve çevresindeki herkesi
etkiliyor.
Dawîya Rojê’nin çalışmaları nasıl
gidiyor? Ne zaman izleyiciyle buluşturmayı planlıyorsunuz ve nerelerde
gösterilecek?
Fransa’da veya Avrupa’da bir sinema
film tamamlandığı zaman, ilkin o ülke
sinemalarında gösterilme zorunluluğu var.
Daha sonra TV’lerde yayınlanabilir. Dawîya
Rojê’nin post prodüksiyon çalışmaları hala
devam ediyor. Film, 5 Kasım 2016’da Fransa
genelinde gösterime girecek.
Filmde yine bir sürgün hayatı konu
Mansur Tural kimdir?
Batman’da doğdu. İlk ve ortaöğrenimimi
Batman’da tamamladı. Fransa’da da sinema
okuluna gitti. 2001 yılında felsefe üzerine
yüksek lisansımı tamamladı, Ehmedê Xanî
üzerine de doktora çalışması hala devam
ediyor.
Kürd aydınları sürgünde nasıl bir hayat yaşıyor ve Dawîya Rojê’de bunun ne
kadarını görebileceğiz?
Kürd olmak başlı başına bir problem. Kürd
yazarı olmak, ikinci problem. Gerçekten
kendini devletsiz de hissediyor ve bir de
herhangi bir ideolojiye bağlı da değilse, zaten
her gün ölmüş demektir. Ama bir Kürd yazarı
o milletin kişisidir, o millettir. Hiçbir millet
yazarları olmadan millet olamaz. O milletin
yazarı, o milletin yaratıcısıdır. O her yerdedir
ve her şeydedir. Bizim dengbejlerle sözlü
edebiyatımızı, yazarlar sayesinde unutmamışız.
Dawîya Rojê’de bir yazarın iç hesaplaşmasını ortaya koymaya çalıştık. Bir başkası
olmak, bir başkasını yaşamak, o kişiyi
yaratmak veya o kişiyi öldürtmek. Kendisiyle
hesaplaşan ve kendisinin Allah’la ilişkisini
irdelemek istedik. Aslında özünde kendisi
olmanın farkına varmak ve o yükü taşımak
gibi daha çok sorgulayıcı bir temelde filmi
inşa etmeye çalıştık. Biraz da aktüel, sosyolojik güncel olayların dinle ne kadar ilgisi var,
yazar üzerinden sorguladık.
Benim önceliğim, ilkin kendimizi çekmek
ve korkmadan, provoke etmeden, gerçeklerimizle hesaplaşmak. İlkin yazarlarımıza ve
objektif aydınımıza sahip çıkarak Kürd sinemasına da yön verebiliriz. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben Kürd sinemasında bir
ilerleme göremiyorum. Kürdistan’ın doğurduğu bir yönetmenin elindeki imkânlarını
başka dillerde film çekemeye harcarsa, buna
başarı denilemez.
Avrupa’da, Türkiye’de Kürdleri konu
edinen birçok film yapılıyor. Ama bunlara
Kürd sineması diyemeyiz. Türkiye’de milli
sinemadan sonra Yılmaz Güney’in başlattığı
devrimci sinema dönemi başladı, şimdide
sancısını çektiğimiz Kürdistan’la beraber,
umarım Kürd sineması da doğar.
Filmlerinizde Kürdistani bir felsefi
bakış açısı seziliyor. Bu felsefeyle Kürd
sinemasının ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim için felsefesiz film, ruh ve ceset
gibidir. Cansız bir yapıt olur, tamamlayıcı
olamaz ve mutlak eksiktir. Kürd sinemasını
yapanların büyük sorumlulukları var. Büyük
avantajlarımız olduğu gibi, dezavantajlarımız da var. Eğer bizler kendi tarihimizle
bütünleşebilirsek, tarihimizi çekebilirsek
ki çekmek zorundayız, bir bakın Mellayê
Cizîrî’nin felsefesine, bu felsefe sinema diliyle
sadece Kürdlere değil, İslam âlemine de yön
verir. Ehmedê Xanî’nin eserindeki felsefeyi
irdeleyin, sinema diliyle nelere dönüşmez?
Parçalanmış bir ceset düşünün, bunu dörde
bölmüşler ve hiçbir parça olmadan bu bölünmüş vücut dirilemez. Ancak bunu irdeleyen
bir felsefeye ihtiyaç var. Ona ruh vermek için
bu parçaları birleştirmek gerekiyor.
Filmlerinizde genellikle amatör
oyuncularla çalışıyorsunuz. Bu da
sinema açısından hem avantaj hem de
dezavantajlar barındırıyor içinde. Bu
sinemanız için ne ifade ediyor?
Devletsizsen sineman da olmaz. Bizim
yaptığımız, Kürd filmleridir, Kürd sineması Kürdistan’la başlar. Çok iyi bir oyuncu
biliyorsun ama Kürdçe konuşamıyor veya
Kürdçe ile yaşayamıyor. Kendisini başka dillerle ifade ediyor, ama Kürdçe ile yapamıyor.
Amatör kalıyor onun için. Benim özellikle özen gösterdiğim, filmlerimi Kürdçe
çekmek. Bunu yapmaya çalışıyorum. Benim
Kürd sinemasının bugününü nasıl
oynattığım kişilerin oynadığı rolü; daha önce
değerlendiriyorsunuz peki?
defalarca kendi gerçek hayatlarında yaşayıp,
Dünya sinemasına katkı yapan çok iyi,
deneyimliyorlar. Onun için onlarla çalışmak
orijinal fikir üreten yönetmenler var. Ama
zorluğu olsa da avantajları daha çoktur.
maalesef bizler henüz kopyalamaktan veya
onun gibi olmaktan kurtulamamışız. KendiSon yıllarda Kürd sinemasında bir kıpırdanma gözleniyor. Son dönem Kürd miz olmalıyız, biz kendimiz zaten gerçeğiz.
Gerek yok gerçeği kopyalamaya ve deforme
sinemasının gidişatını nasıl değerlenetmeye.
diriyorsunuz?

Benzer belgeler