Dünden Bugüne Ankara
Transkript
Dünden Bugüne Ankara
Kontrast 37 Eylül - Ekim 2013 ) Fotog raf Dergisi Özel Sayı: “Dünden Bugüne Ankara” ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. İçindekiler 4 Dosya Konusu: Ankara 4 Ölürsem Senin Toprağına Gömülmek İsterim Ankara... Metin ALTIOK 5 Başkent Ankara’da Cumhuriyet Sonrası “Modern” Yaşam ve Mekansal Kurgu - Nuray BAYRAKTAR 9 Ankara’nın Başkentlikleri - Timur ÖZKAN 10 16 21 25 28 31 32 35 38 41 44 47 51 Ankara Fotoğrafçılık Tarihinde Kısa Bir Gezinti Erman TAMUR Othmar Ankara’sı - Uğur KAVAS Ankara Evleri - Haluk SARGIN Anıt-Kabir - Onur BİNGÖL, Nur CEMELELİOĞLU ALTIN Ankara’nın Yitirilen Değerleri Yiye Yiye Bitiremediğimiz Miras: Atatürk Orman Çiftliği - Özgür YILDIRIM Kamusallık ve Kent Meydanları: Ankara - Aydın ÖZDEMİR Kentsel Dönüşüme Karşı Kentsel Dinamizm Bülent BATUMAN Gökyüzünden Ankara - Erdal ALTIN Ankara Florası Üzerine - Şinasi YILDIRIMLI Ankara’nın Dingin Suları - Ali DÖNMEZ Ankara’nın Doğa Fotoğrafı Mekanları- Tarık YURTGEZER Portfolyo: Ustaların Gözünden Ankara 51 54 57 60 Ankara Başkentimizdir - Ozan SAĞDIÇ Kalenin Bedenleri - İbrahim DEMİREL 90. Yılında Ankara İzlenimleri - Sıtkı FIRAT Çayırhan - Necmettin KÜLAHÇI İşi 62 Usta Adnan Veli KUVANLIK - Sibel ACAR 65 f/64 67 Ve Sinema... Bir Direnişin Fotoğrafla İmtihanı - Özcan YURDALAN Eda ÇALIŞKAN 69 Okuyoruz Cumhuriyetin Başkenti - Mine HOŞGÜN SOYLU 71 Doğaçlama 73 Fotoğraf Okuma Perşembe Akşamı Bisikletçileri (PAB) Ankara - Arzu ÖZGEN İğne Deliğinden Nevizade - Tuğrul ÇAKAR Kontrast AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Mustafa ERTEKIN Merhaba, Binlerce yıllık köklü tarihinde çok sayıda uygarlığa merkezlik yapan ve Milli Mücadele’nin sembolü olan Ankara; Kurtuluş Savaşı’mızda da önemli bir konum üstlenmiş ve ülkemizin yabancı işgalinden kurtarılmasıyla birlikte, 13 Ekim 1923’te, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti ilan edilmiştir. Başkent olduktan sonra Cumhuriyet’in hemen başlarında gerçekleştirilen imar ve şehircilik uygulamaları yanında, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda yaşanan atılımlarla yüzyılların ihmali sonucu geri kalmış Anadolu şehri görünümünden hızla çıkarak dünyanın saygı duyduğu modern bir başkent niteliği kazanmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği günlerde milli birlik ve beraberliğin bozulmaması için rejimin adı konulmamıştı. Her ne kadar 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılışı ile Milli Egemenliğe dayalı yeni bir devlet kurulmuş olsa da bu yetmiyordu. Osmanlı’da saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması’nın ardından TBMM’de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin niteliği sorunuydu. Bu antlaşma ile yeni bir devletin temelleri atılmış fakat devletin yönetim biçimi henüz belirlenmemişti. Ekim 1923’te ortaya çıkan kabine bunalımı sonucunda, adı konmamış bu yönetim şeklinin kusurları daha net ortaya çıkmıştı. 29 Ekim 1923′de Atatürk ve arkadaşlarının, Anayasanın ilgili maddelerini değiştiren teklifi, TBMM’de alkışlarla ve oybirliği ile kabul edildi. Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) İmren DOĞAN PINAR Yayın Kurulu Arzu ÖZGEN Irmak SOLDAMLI Mine HOŞGÜN SOYLU Sibel ACAR Redaksiyon Mine HOŞGÜN SOYLU Grafik Tasarım Nur CEMELELİOĞLU ALTIN Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Baskı Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti. Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara Tel: 0312 433 2310 Basım Tarihi: 16.09.2013 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Uğur KAVAS “Atatürk Evi-A.O.Ç” Kızılötesi Ankara Serisi Anayasanın birinci maddesinde, “Türkiye Devletinin hükümet biçimi, Cumhuriyettir” ibaresi yer aldı. Bu karara imzasını atan Büyük Önder Atatürk ve arkadaşlarını saygıyla anıyoruz. Ankara’nın Başkent oluşunun ve Cumhuriyetin ilanının 90. yılına gelen bu günlerde pek çok farklı meslek grubuna mensup Ankara sevdalıları olarak, “Dünden Bugüne Ankara” temasıyla çıkıyoruz bu kez karşınıza. Amacımız; modern bir başkent olarak hızlı bir gelişim süreci izleyen Ankara’ya dair detaylarla bugünkü Ankara’ya doğru zaman içinde bir köprü kurabilmek. Temennimiz ise bu sayının bir belge olarak arşivinizde yerini alması. Aydınlık ve sanat dolu günlere birlikte yürüyebilmek dileğiyle. İmren DOĞAN PINAR Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Dosya Konusu Ölürsem Senin Toprağına Gömülmek İsterim Ankara... Eylül - Ekim Metin ALTIOK El Yazılarıyla Yazarların Ankara’sı, Anlar ve Anılar... Kül Sanat Yayıncılık,Kasım 2007, Ankara. Yayına Hazırlayan: Murat ÖZSOY 4 5 AFSAD Başkent Ankara’da Cumhuriyet Sonrası “Modern” Yaşam ve Mekansal Kurgu Dosya Konusu Eylül - Ekim Doç.Dr. Nuray BAYRAKTAR Başkent Üniv. Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fak. Mimarlık Bölümü Başkent Ankara, Cumhuriyetin modernleşme projesinin uygulama alanıdır. Modernleşme projesinin bir yanı doğrudan yeni yaşamsal öğretiler; diğer yanı ise toplumda yaygınlaştırılmaya çalışılan bu yeni yaşamsal öğretiler için kurgulanan yeni mekânlar ile ilişkilidir. Modern ve yeni bir yaşamın hayata geçirileceği yer olarak seçilen Ankara’da Cumhuriyet sonrası toplumsal yapıyı dönüştürecek çeşitli etkinlikler gerçekleştirilmiş, bu etkinlikler kentte büyük bir değişim başlatmıştır. Ankara’da başlayan bu değişimi en hızla benimseyen grup, çoğu İstanbul kökenli memur kitlesidir. Yeni bir yaşam biçiminin öncüsü olan ve Yeni Ankaralı olarak adlandırılan bu grup ile kentte yaşayan ve Eski Ankaralı olarak adlandırılan grup, Ankara’da kimi zaman birbirleri ile çatışan, ikili bir nüfus yapısının ortaya çıkmasına yol açmıştır (Nalbantoğlu, 1984). Eski Ankaralıların davranışını belirleyen ilke, gelenektir. Yeni Ankaralılar ise değişimi anlamaya ve uygulamaya daha açıktır (Tanrıkulu, 1985). Bu grupların bir arada olmasını sağlayan temel unsur ise yaşanan Cumhuriyet coşkusudur. Ankara Palas’ta Bir Düğün Ulus, Ankara’nın ilk merkezidir. Yeni Ankaralılar ve Eski Ankaralılar 1940’lı yıllara dek Ulus’u merkez olarak kullanmış, gündelik uğraşlarını burada sürdürmüş, çeşitli tören ve kutlamalarla Cumhuriyet coşkusunu burada birlikte yaşamışlardır. Ulus, politik ve bürokratik merkez özelliklerinin olma- Ankara’da modern ve yeni yaşama dair uygulamalar, özellikle 1950’li yıllara dek büyük önem taşımaktadır. Cumhuriyetin kurumsal ve mekansal olarak inşa edildiği bu süreçte modernleşmeyi esas alan resmi ideoloji bu etkinliklerin birer araç olarak kurgulanması konusunda -kaçınılmaz biçimde- ısrarcıdır (Gültekin ve Onsekiz, 2005). Bu açıdan bakıldığında Ankara’da önce merkez Ulus’ta ve ardından kentin gelişimine bağlı olarak merkez özellikleri kazanmaya başlayan Kızılay’da modern ve yeni bir yaşamdan söz etmek mümkündür. Ankara Palas Orkestrası sının yanı sıra süreç içinde açılan sinema, restaurant v.b mekanlar ile aynı zamanda modern ve yeni yaşamın merkezi haline gelmiştir. Ulus’un böylesi modern ve yeni yaşamın bir merkezi haline gelmesinde Taşhan’ın yanında açılan ve II.Dünya Savaşı yıllarının en lüks sineması olan Yeni Sinema büyük önem taşımaktadır. İki katlı binadaki sinemanın mavi renkte geniş koltukları, locaları ve Atatürk için ayrılmış özel bir locası vardır. 1930’larda Ankara’da bulunan üç sinemadan birisi olan Yeni Sinema’ da o dönemin en ünlü sanatçıları Marlene Dietrich, Robert Taylor, Walter Pidgeoun’un filmleri oynatılmaktadır (Tanrıkulu, 1985). Yaşlı bir madamın yer göstermekle sorumlu olduğu, haftada bir film değişen sinemada, ilk geceler Ankara’nın tüm tanınmış simalarını görmek mümkündür (Günver, 1990). Yeni sinema, tiyatro temsillerine de sahne olmuş, İlkbahar sonlarında İstanbul Şehir Tiyatrosu Darülbedayi büyük sanatçıları ile Ankara’ya turneye geldiğinde temsillerini Yeni Sinema’da vermeye başlamıştır (Canlı,1991). 1900’lerin başında bir-iki küçük konaklama yerinin bulunduğu Ankara’da, giderek bu tür mekanların çoğaldığı görülmektedir. 1928 yılında sayıları on kadar olan oteller sadece konaklama amacıyla değil, Ankara bürokratlarının ve ailelerinin bir araya geldiği, yemek yiyip sohbet ettiği, yabancıların uğradığı, resmi toplantıların yapılıp, politik kararların alındığı çok amaçlı mekanlar olarak kullanılmaktadır (Tanrıkulu, 1985). Bu mekanlardan en önemlisi Taşhan’dır. 1930 sonrası Taşhan Palas adıyla 60 yatak kapasiteli bir otel olarak kullanılmaya başlanan Taşhan, o yıllarda Ankara’nın sosyal yaşamında büyük rol oynamıştır (Çağlayangil,1990). 1928 yılında Atatürk’ün isteği ile bir Rus göçmeni olan Karpiç’e Taşhan’ın avlusunda bir lokanta açtırılmış ve Ankara ilk kez örtüleri, peçeteleri ve çatal-bıçağı her serviste değişen bir lokantaya sahip olmuştur (Baydar, 1992). Aynı yıl İstasyon Caddesi üzerinde Cumhuriyet yöneticileriyle yabancı ülke temsilcilerinin bir aradalığını sağlayacak bir yer olarak, Ankara Palas açılmış, otel bir süre sonra yönetici, bürokrat ve aydınlar için de vazgeçilmez bir mekân haline 6 7 AFSAD Taşhan gelmiştir (Ergut,2005). 1930 yılında yeni aktivitelerle Ankara Palas’ın hizmet alanı genişletilmiş, otelde periyodik konserler verilmeye, pavyonunda her gece yabancı artistlerin yer aldığı programlar sergilenmeye, bir orkestra angaje edilerek, Yeni Ankaralıların, yabancı diplomatların, nadiren de olsa Eski Ankaralı zengin tüccarların katıldığı özel eğlenceler düzenlenmeye başlanmıştır (Tanrıkulu, 1985). Cumhuriyet Baloları’nın da vazgeçilmez mekanı olarak Ankara Palas, gerek müdavimleri, gerekse hizmet üstünlüğü açısından özelleşmiştir. Mimarisi ile dönemin en önemli yapısı olan 120 yatak kapasiteli otelde her zaman sıcak su vardır ve restaurantında Avrupa mutfağının bütün yemeklerini bulmak mümkündür (Tanrıkulu, 1985). Ulus’un yanı sıra yeni gelişen merkez olarak Kızılay da, 1930 sonrası Ankara’nın modern ve yeni yaşamına ev sahipliği yapmaya başlamıştır. 1939 yılında açılan Ulus Sineması , kentin Yenişehir’de açılan ilk sinemasıdır. Işık sistemi, sıcak ve soğuk hava tesisatı gibi bir çok yeniliği barındıran sinemada dönemin en beğenilen yabancı filmlerini izlemek mümkündür. Ulus Sineması’nın açılışı Ankara’da kültürel etkinliklerin Ulus’tan Kızılay’a kayması sürecini de başlatmıştır. 1943 yılında indirimli biletleri nedeniyle özellikle üniversite öğrencileri tarafından tercih edilen Ankara Sine- ması, 1949 yılında ise Ankara’nın en önemli protokol mekanlarından birisi olan Büyük Sinema açılmıştır. Ünlü film yıldızlarının galalara katıldığı, yerleri kırmızı halı ile kaplı, özel localara sahip 1600 kişilik Büyük Sinema’da ayrıca konserler ve toplantılar da yapılmakta, sinemanın üst katında bir madam tarafından işletilen Yeni Büyük Pastane yer almaktadır (Yavuztürk, 2009). Büyük Sinema 1950’li ve 1960’lı yıllarda sahne üstündeki “Halay Çekenler” panosu ve fuayesinin asma kat konsollarını çepeçevre dolaşan yağlı boya dizisi ile Ankara seyircisini, Turgut Zaim’in stilize, büyülü dünyasında bir süre de olsa yaşatmıştır (Katoğlu, 1991). 1940-1943 yılları arasında, Ankara’nın yüksek sosyetesi için vazgeçilmez iki gece kulübünden birisi de Kızılay’dadır (Özdenoğlu,1990). Bir binanın bodrum katında yer alan Süreyya , nezih, popüler ve güzel tefriş edilmiş bir mekandır (Sümer,2011). 1942 yılında açılan ve 1963 yılına dek hizmet veren mekana ancak özel kıyafetle girilebilmektedir (Baykaler,2011). İzmir Caddesi’ne - eski adıyla Uçar Sokak- girerken solda yer alan Kutlu ve sağda yer alan Özen Pastaneleri de Kızılay’da bulunan çok sayıdaki pastanenin en önemlilerindendir. Özen’in salt pastane işlevinde olmasına karşın, Kutlu daha iddialıdır. Oldukça şık döşen- miş bu mekanda akşamları 16.3018.30 saatleri arasında, viyolonsel ve piyano eşiliğinde oda müziği yapılmaktadır. Daha çok çiftlerin geldiği Kutlu’da ayrıca ayda bir Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı Tarancı, Nurullah Ataç ve Ahmet Kutsi Tecer’in katıldığı şiir ve edebiyat tartışmaları yapılmaktadır( Sümer, 2011). Ankara’nın Cumhuriyet sonrası gelişen modern ve yeni yaşamında gazinolar da önemli bir yer tutmaktadır. Safiye Ayla, Münir Nurettin Selçuk gibi sanatçıların konserlerini izlemenin mümkün olduğu (Poyraz,2011) ve 1960’lara dek eğlence için özellikle tercih edilen Gar Gazinosu, bahçesinin güzelliği, çiçeklerin arasındaki masaları, müdavimlerinin kibarlığı ile ünlüdür ( Baykaler,2011). Yemekleri Avrupa’da bile eşine zor rastlanabilecek vasıfta olan gazinonun müdürü her gün bir köşedeki masasında ailesiyle birlikte oturmakta ve servisi kontrol etmektedir. Ankara’nın aydınlarının müdavimi olduğu gazinoya dünyanın her yanından varyete artistlerinin geldiği de bilinmektedir (Günver,1990). 1930’larda radyonun yaygınlaşması da Ankara’da modern ve yeni yaşamı renklendirmiş, radyo giderek en etkin ev içi eğlencesi haline gelmiştir. Günde sadece birkaç saat yayını olan radyonun programı klasik müzik, ajans ve fasıllardan oluşmaktadır (Tanrıkulu, 1985). Ankara Radyosu 1927 yılında Ankara Pastanesi’nin bodrum katında gürültülü bir stüdyoda yayına başladıktan ve birkaç yer değiştirdikten sonra 29 Ekim 1938 tarihinde yeni yapısında yayınlarına devam etmiştir(Baydar, 1992). Ankara’nın modern ve yeni yaşamında ilk tiyatro temsilleri 1924 yılında Sadi Fikret topluluğunun oyunlarını Türk Ocağı’nın ilk binasında sergilemesi ile başlamış, 1926 yılında ise Darülbedayi sanatçıları temsiller vermek üzere Ankara’ya gelmişlerdir. Türk Ocağı binasının 21 Mart 1927 tarihinde yapımına başlanması ile de tiyatronun gelişimi hızlanmıştır. Ankara’nın ilk tiyatro binası olarak en son ola- naklarla donatılmış, modern ve şık bir mekan olan Türk Ocağı, 1930 yılında açılışını yabancı bir grupla gerçekleştirmiş, ardından Darülbedayi’nin temsillerine ev sahipliği yapmıştır. Açılış için kadrosunda zamanın en ünlü sinema ve tiyatro oyuncularının yer aldığı “Comedié Française” davet edilmiş, sanatçıların, özellikle Marie Bell’in kente yapacakları ziyaret basında oldukça geniş yer bulmuştur (Yavuztürk, 2009). 10 Haziran 1949 tarihinde ise Devlet Tiyatrosu , Opera ve Balesi Kuruluş Kanunu yürürlüğe girmiş ve aynı yıl Ankara Sergievi, Büyük Tiyatro’ya dönüştürülmüştür. Genel Müdürlüğü’ne Muhsin Büyük Sinema Ankara Radyosu Ertuğrul’un atandığı Ankara Devlet Tiyatrosu bu binada perdelerini 1 Ekim 1949 tarihinde Ahmet Kutsi Tecer’in “Köroğlu Destanı” adlı yapıtıyla açmıştır (Canlı ,1991). Ankara Sergievi 1946-1948 yılları arasında opera binası olarak da kullanılmış, açılış 1948 yılında Cemal Reşit Rey’in Birinci Senfonisi ile gerçekleştirilmiş, solist olarak Liko Amar’ın yer aldığı programda üç eser ilk kez sahnelenmiştir. Opera binasında tümüyle sahnelenen ilk eser ise Bizet’in Carmen’idir (Yavuztürk, 2009). Atatürk’ün daha 1921 yılında açılmasından söz ettiği Devlet Konser- Kaynaklar Türk Ocağı vatuarı o zamanki adıyla Musiki Muallim Mektebi ise, Ankara’nın modern ve yeni yaşamında önemli bir kurum olarak 1924 yılında Cebeci’de birkaç eski Ankara evinde eğitime başlamıştır. Ankara’da toplanan Musiki Kongresi sonrasında, besteci Paul Hindemith, Konservatuar kurulmasında katkı vermek üzere Türkiye’ye gelmiştir. Hindemith’in “Türk Musiki Hayatını Kurmak İçin Teklifler” başlıklı raporunun ardından (Güldemir, 1990) 20 Mayıs 1940 tarihinde Devlet Konservatuarı Kanunu çıkarılarak Müzik ve Temsil Akademisi Devlet Konservatuarı adını almış, Temsil ve Müzik bölümleri olarak ikiye; temsil bölümü de Tiyatro, Opera ve Bale olarak üçe ayrılmıştır. Konservatuar öğrencileri ilk oyunlarını 11 Ocak 1940 tarihinde Cebeci’deki konservatuar sahnesinde sergilemişlerdir. 1941 yılında Devlet Konservatuarı gösterimleri Tatbikat Sahnesi adıyla profesyonel bir tiyatro kimliği kazanmış, Tatbikat Sahnesi iyi bir salona ancak 1947 yılında evkaf için yapılan tiyatro salonunun onarılarak Küçük Tiyatro adıyla kullanıma açılmasıyla sahip olabilmiştir. Türk Operası’nın kurulması yönünde ilk adım ise 1934 yılında Atatürk’ün talimatıyla “Bay Önder”, “Taş Bebek” ve “Özsoy” 8 9 AFSAD oyunlarının operalaştırılması ile atılmıştır. 1947 yılında Konservatuarın o güne dek kurulmamış olan “Bale Bölümü”nün kurulabilmesi için de Dame Viuette de Valais Türkiye’ye davet edilmiş, Valais’in 1948 yılında İstanbul’da açtığı bale okulu ile Türk Balesi’nin temelleri atılmıştır. 1950 yılında bu bale okulu Ankara’ya taşınarak Konservatuar temsil bölümünün bir dalı haline gelmiştir (Canlı,1991). Ankara, Cumhuriyetin modern ve yeni yaşama ilişkin kabullerinin hayata geçirileceği ve tüm yurda yayılacağı bir model kent olarak kurgulanmıştır. Toplumun iç dinamikleri ile gelişmediği, yukarıdan aşağıya empoze edildiği gerekçesiyle çokça eleştirilen bu durum süreç içinde evrilmiş , günümüzde yerini, farklı öğretilerin egemen olduğu yaşamsal ve mekansal bir dayatmaya bırakmıştır. Bu yazı Ankara’ya ilişkin “ nostaljik” bir hatırlatmanın ötesinde, kentte Cumhuriyetin yaşamsal ve mekansal izlerinin yok edilmeye başlanmasına ilişkin bir eleştiriyi de barındırmaktadır. Aktarılanlar bu izleri korumaya çalışmanın, dahası Cumhuriyet sonrası Ankara’da yaşanan olağanüstü değişimi minnetle anmanın bir başka yolu olarak kabul edilmelidir. -Baydar, Leyla; (1992),“Ankara- Atatürk Bulvarı”, Ankara Dergisi,C1 S.4, 45-56 -Baykaler, İlhami; (2011),“ Unutamazdınız O Güzellikleri ve Geceleri”, Bir Aşk Bir hayat Bir Şehir, Ankara’nın Mekanları, Zamanları, İnsanları, Der. Güven Tunç, 73-82 -Canlı, Gülsen; ( 1991), “Başkent Ankara ve Tiyatro, 1923-1950”, Ankara Dergisi, C1, S 2, 67, 86 -Çağlayangil, İhsan Sabri;(1990) “Geçmiş Yıllarda Ankara”, Başkent Söyleşileri, Kent-Koop Yayını. -Ergut; Elvan Altan;(2005) “Ankara Bankalar Caddesi ve Ötesi”, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bülten, S.31,2829 -Güldemir, Ufuk;(1990) “Son Yüzyıl Ankarasında İlginç Olaylar”, Başkent Söyleşileri, Kent-Koop Yayını. -Gültekin, Nevin; Onsekiz Dilşen; ( 2005), “ Ankara Kentinde Eğlence Mekanlarının Oluşumu ve Yer Seçimi”, G.Ü. Mühendislik Mimarlık Dergisi, C20, No.1, 137-144 -Günver, Semih; (1990),“2.Dünya Savaşı Yıllarında Ankara’da Diplomasi”, Başkent Söyleşileri, Kent-Koop Yayını. -Katoğlu, Murat; (1991),“Ankara ve Turgut Zaim”, Ankara Dergisi, C1.S 3, 53-107 -Nalbantoğlu, Ünal; (1984) “Cumhuriyet Dönemi Ankarasında Orta Sınıf”, Tarih İçinde Ankara, Eylül 1981 Seminer Bildirileri. -Özdenoğlu, Şinasi; (1990),“Yaşadığım Ankara”, Başkent Söyleşileri, Kent-Koop Yayını. -Poyraz, İsmail;(2011), “ Ben Bugüne Alışamadım”, Bir Aşk Bir hayat Bir Şehir, Ankara’nın Mekanları, Zamanları, İnsanları, Der. Güven Tunç, 16-25 -Sümer , Ayhan; (2011), “Ankara Bir Umuttu. Yoktan Var Edilmiş Bir Şehrin Mucizesindeki Umut”, Bir Aşk Bir hayat Bir Şehir, Ankara’nın Mekanları, Zamanları, İnsanları, Der. Güven Tunç, 29-41 -Tanrıkulu, Deniz; (1985)“Ankara’da Eğlence Yaşamı 1928-38”, Mimarlık, 85/23,22-27 -Yalım, İnci; (2002), “ Toplumsal Belleğin Ulus Meydanı Üzerinden Kurgulanma Çabası”, Ankara’nın Kamusal Yüzleri, İletişim Yayıncılık,157-214 -Yavuztürk, Gülseren Mungan; (2009), “ Atatürk Bulvarı’nda Yaşam Sanatla Akarken”, Cumhuriyet Devrimi’nin Yolu Atatürk Bulvarı, Koleksiyoncular Derneği Yayını, 89-108 Fotoğraflar:VEKAM Arşivi Ankara’nın Başkentlikleri Dosya Konusu Eylül - Ekim Timur ÖZKAN Ankara Araştırmacısı Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentliği, Ankara’nın tarihindeki ilk başkentlik deneyimi değildir. Sık sık dile getirilen bir gerçektir; Ankara, Türklerin bu coğrafyada, Konya, Bursa, Edirne ve İstanbul’dan sonra beşinci başkentidir. Ancak Ankara’nın -her nedense dikkatlerden kaçan- bir beşinciliği daha vardır ki o da Ankara’nın tarihindeki beşinci başkentliğini yaşamakta olduğudur. İlk defa Galatlar’ın üç kolundan biri olarak Ankara’ya yerleşen Tektosaglar’ın başkenti olan Ankara M.Ö.21’de Roma İmparatorluğu’na bağlı Galatya Eyaleti’nin başkenti olarak tarihindeki ikinci başkentliğine erişir. Ankara’nın üçüncü başkentlik deneyimi M.S. 7. ve 8. yüzyıldaki Bizans’a (Doğu Roma) bağlı Opsikion ve Bukellarion themalarının başkentliğidir. Dördüncü olarak, Türk tarihindeki ilk ve tek kent-devlet örneği, Ankara(Ahi) Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ankara, son defa modern Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olarak bir kez daha tarih sahnesine çıkar(Ankara’nın başkentliklerine M.Ö. Sekizinci Yüzyıl’da Polatlı yakınlarındaki Gordion’da yaşadığı Frigya başkentliği de eklenebilir). Tarih boyunca defalarca başkentlik yapmış böyle bir kenti bir kez daha başkent seçen Türkiye Cumhuriyeti için “başkentini değiştirdi” demek doğru olmasa gerekir. Öncelikle göz ardı edilmemesi gereken bir gerçek vardır ki Türkiye Cumhuriyeti, yeni bir ülkedir ve başkentini kendi coğrafyası içinde, en uygun gördüğü yerde oluşturmuştur. Dünyada başkentini değiştiren pek çok ülke vardır. Örneğin; başkentini Upsala’dan Stockholm’e taşıyan İsveç, Kyoto’dan Tokyo’ya taşıyan Japonya, İsfahan’dan Tahran’a taşıyan İran ve St. Petersburg’dan Moskova’ya taşıyan Rusya’dan başka, yakın zamanda da Almanya başkentini Bonn’dan Berlin’e, Kazakistan ise Almatı’dan Astana’ya taşıdılar. Ayrıca birer taşınma sayılmasa da dünyada, Pakistan’ın başkenti İslamabat, Brezilya’nın başkenti Brasilia, ABD’nin başkenti Washington ve Avustralya’nın başkenti Canberra gibi başkent olarak inşa edilen kentler de mevcuttur. Öte yandan Ankara’nın başkentliği pek de kolay gerçekleşmemiştir. Bu büyük kararın nedenleri hakkında görüşler farklı olsa da, hem içerde hem dışarıda Ankara’nın başkent olmasına karşı çıkanlar olmuştur. İçlerindeki payitaht özleminden vazgeçemeyen Hilafet taraftarı yerli karşıtlar gibi İstanbul’daki görece rahat yaşamlarından vazgeçmek istemeyen Batılı diplomatların öncülüğünü yaptığı yabancı karşıtlar; bu kararın Atatürk’ün geçici bir hevesi olduğunu, başkentin en kısa zamanda İstanbul’a taşınacağını düşündüler. Yanıldılar… Hilafet taraftarları, (o dönemde) bu özlemlerini içlerine gömerlerken, başını İngiltere’nin çektiği bazı ülkeler daha açık bir tavır aldılar ve büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımadılar. Bunun üzerine çıkarılan bir kanunla, Ankara’da büyükelçilik açacak ülkelere bedava arsa ve- rilmesi ve kendi arsasını satın alan ülkelerin de paralarının iade edilmesi kararlaştırıldı. İlginçtir, ilk tahsisi İngiltere aldı. Aldı ama gene de inşaata başlamayarak direnişini sürdürdü. Atatürk, işte tam da bu günlerde, Çankaya Köşkü’nün açılışı nedeniyle vereceği davet için İngiltere’nin ulusal gününe yakın gelen bir tarihi (1 Haziran 1929) seçerek bu direnişi kırdı. Bilindiği gibi diplomaside mütekabiliyet (karşılıklılık) diye bir kavram vardır, örneğin bir ülke diğerinin ulusal gününe hangi düzeyde katılmışsa, muhatap ülkenin ulusal gününde de aynı düzeyde katılım beklenir. Üstelik o devirde, böyle ulusal gün ve benzeri davetler çok önemlidir, çünkü sınırlı bir basın ve radyo dışında ülkelerin birbirleri hakkında tek bilgi alma ortamı bu davetler olup her türlü istihbarat buralarda yapılmaktadır. Ayrıca Genç Cumhuriyet ve Atatürk, Avrupa için henüz kapalı kutu olduğuna göre hiç bir diplomat, bu daveti kaçırmayacaktır. Dolayısıyla bütün protokol Ankara’da olacak ve İngiltere’nin -her zaman İstanbul’da verdiği- ulusal gününe katılım alt düzeyde kalacak, bu da İngiltere’nin prestijini kötü etkileyecektir. Sonuç olarak 1929’da İngilizler ilk kez ulusal günlerini İstanbul yerine Ankara’da kutlamak zorunda kaldılar ve Atatürk’ün bu ince planı sayesinde altı yıl süren direnişleri sona ermiş oldu. Bir kez daha görüyorum ki; Büyük Önder Atatürk’e ne çok şey borçluyuz... Dosya Konusu Ankara Fotoğrafçılık Tarihinde Kısa Bir Gezinti Eylül - Ekim Erman TAMUR İnşaat Y. Müh./Ankara Araştırmacısı Toplumsal ve bireysel yaşamdaki işlevi ve uygulayıcılarının kimliği gibi yönleriyle Ankara’da fotoğrafçılık, şehrin siyasal, toplumsal ve ekonomik değişimleriyle bağlantılı bir gelişme göstermiştir. Bu bağlamda Ankara’da fotoğrafçılığın tarihi üç zaman diliminde ele alınabilir; İlk fotoğraf ve posta kartlarının ortaya çıktığı 1890’lı yıllardan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin toplandığı 23 Nisan 1920 tarihine kadarki dönem, Meclisin açılışından, 29 Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilanına kadarki dönem ve o tarihten günümüze kadar süregelen dönem. İsimleriyle sıralayacak olursak; Osmanlı dönemi, Kurtuluş Savaşı dönemi ve Cumhuriyet dönemi. Kısa tutmak gereği nedeniyle bu yazıda, Osmanlı ve Kurtuluş Savaşı dönemleriyle Cumhuriyetin ilk 25-30 yılına, daha açık deyişle renkli fotoğrafçılığın başladığı zamana kadarki döneme genel bir bakışla yetinilmiştir. Cumhuriyet döneminin tamamı, kapsadığı sürenin uzunluğu ve bu süre içinde fotoğrafçılık teknolojisinde bir kaç aşamada ortaya çıkan büyük değişiklikler nedeniyle, ayrıca ele alınması gereken hacim ve niteliktedir. Osmanlı Dönemi Ankara’da ilk kez bir fotoğraf ne zaman ve kim tarafından çekilmiştir? Eldeki verilerle bu soruya kesin bir cevap vermek güçtür. Diğer yandan, “Bir Ankaralı ilk kez ne zaman, nerede bir fotoğraf çektirmiştir?” sorusu farklı bir sorudur ve cevabı da doğal olarak ilk sorunun cevabından farklıdır: Türkiye, birçok yenilikle olduğu gibi fotoğrafçılıkla da İstanbul’da tanışmıştır. Bu bakımdan, Anka10 11 AFSAD ra’nın da fotoğrafı ilk kez İstanbul’la ilişkisi bağlamında tanımış olması doğaldır. Nitekim 1900’lü yılların başlarında bazı Ankaralıların İstanbul’da çektirdikleri fotoğrafları çerçeveletip evlerinin duvarlarına astıkları bilinmektedir. Giderek kanıksanmış olsa da, başlangıçta bu davranışların kimi tutucu çevrelerce hoş karşılanmadığına ilişkin anekdotlar kitaplarda da yer almıştır. Ankara’da ilk kez fotoğraf çekilişi İstanbul’la bağlantılı olarak gerçekleşmiştir. 1890’lı yıllarda, Mühendishane-i Berri Hümayun’dan yetişen asker kökenli fotoğrafçılar, Sultan II. Abdülhamid tarafından görevlendirilip İmparatorluğun dört bir yanında binlerce fotoğraf çekmişlerdir. Bunlar arasında Ankara’ya ait olanlar da vardır. Yine aynı yıllarda Anadolu Bağdat Demiryolları İdaresi’nde görevli Berggren de güzergah üzerindeki Ankara’ya gelerek şehrin muhtelif fotoğraflarını çekmiştir. Ankara’yı tanıtan ilk posta kartları 1800’lü yılların sonunda İstanbullu editörler tarafından üretilmiştir. Ludwingsohn Freres’in (Ludvingson Kardeşler) dört kartla oluşturduğu panorama, büyük olasılıkla, Ankara’nın fotoğraf olarak bize ulaşan en eski görünüşleridir. En eski örneklerden bir diğeri, Max Fruchtermann’ın “Julian Sütunu”nu gösteren posta kartıdır. Bu posta kartları, fotoğraflardan klişelere aktarılıp iyi vasıfta kartonlara basılmış matbaa ürünleridir. Burada şu soru akla gelmektedir: Ludwighsohn Freres ve Fruchtermann, ya da çalıştırdıkları kişiler, posta kartlarında kullanılacak fotoğrafları çekmek üzere Ankara’ya geldiklerinde, şahıs fotoğrafları 1910’lu yılların başında, M. Moughamian’ın objektifinden Ankaralı Bir Ermeni Kadın. Posta kartları dışında, o yıllara ait bu tür fotoğraflar son derece nadirdir. da çekmişler midir? Bu soruyu cevaplamak için elimizde bir veri bulunmamaktadır. Ankaralı fotoğrafçılardan kimin ilk kez Ankara’da, açık havada ya da stüdyo ortamında, bir fotoğraf çektiği tam olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte, bu konuda birkaç ismin öne çıktığı belirtilebilir. 1890’lı yıllarda Ankaralı Ermeni Antranik Djevahirdjian (Cevahirciyan), devlet inşaatlarına ait temel atma ve açılış törenleriyle bazı resmi kutlamaların fotoğraflarını çekmiştir. 1900’lü yılların başında Moughamian Freres (Mugamyan Kardeşler) de çektikleri Ankara görünüşlerini İstanbullu editörler aracılığıyla kartpostal olarak bastırmışlardır. Ankaralı, Ermeni asıllı bu fotoğrafçılar stüdyo ortamında şahıs “Şimdiki fotoğrafçılığa alışamadım, bu dijital çıktıktan sonra fotoğraf sanatı diye bir şey kalmadı. Eskiden birkaç fotoğrafçı vardı, hepsi de birbirleri ile sanat için yarışırlardı. Şimdi para kazanmak öne çıktı. Zaten herkesin elinde bir dijital makine var, telefonla da çekiyorlar…” İsmail Baydaş fotoğrafları da çekmişler ve bu alanda da Ankara’da fotoğrafçılığın öncüleri olmuşlardır. Kurtuluş Savaşı Yılları Osmanlı Devletinin parçalanması ve çöküşü sonucunu yaratan Birinci Dünya Savaşı yılları Ankara’da fotoğrafçılığın da karanlık yıllarıdır. Nitekim elimizde 1915-18 yıllarına ait Ankara’da çekilmiş fotoğrafların sayısı son derece azdır. Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara’yı fotoğraf karelerine yansıtanlar daha ziyade, Esat Nedim (Tengizman) ve Ethem Tem gibi ordu mensubu fotoğrafçılar olmuştur. Bu arada Cevahirciyan ve Mugamyan Kardeşler nerededirler ya da akıbetleri ne olmuştur bilinmiyor. Mustafa Kemal ve Heyeti Temsiliye’nin Ankara’da karşılanışı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, savaşın gidişatına göre, bazen cephelerden gelen iyi haberlerin kutlanışı bazen protesto mitingleri, askeri geçit törenleri, komutanlar ve Ankara Hükü- meti’nin sivil kadrosu genellikle asker kökenli fotoğrafçıların objektifinden bugüne taşınmıştır. Sanatlarını kısıtlı imkanlarla, resmi görev olarak icra eden bu fotoğrafçıların o yıllarda kendilerine ait stüdyoları olmamıştır. Bu dönemde şehrin durumunu, halkın günlük yaşantısını yansıtma veya ileriye dönük bir hatıra teşkil etmesi amacıyla fotoğraf çekilmesi yaygın bir olgu değildir. Cumhuriyet Coşkusu Cumhuriyet döneminde Ankara’da ilk fotoğraf stüdyoları 1920’li yılların başında Ulus civarında açılmıştır. Hükümet Caddesi’nde Çulluzade Mehmet Adil Bey’in “Zafer Fotoğrafhanesi”, Hacı Bayram Caddesi’nde İsmail Remzi Bey’in “Hilal Fotoğrafhanesi” ve yine Hacı Bayram Caddesi’nde Türkiye Oteli binasında Mehmed Ali Bey’in “Lüks Aile Fotoğrafhanesi” bunların ilk örnekleridir. Çulluzade Adil Bey, Ankaralı birçok fotoğrafçının hocası olmuştur. Soyadı Kanu- Kurtuluş Savaşı yıllarında, Esat Nedim (Tengizman)’ın tespitiyle Taşhan’daki Meşrutiyet Oteli’nden Büyük Millet Meclisi yönüne bakış. nu’ndan sonra “Tezel” soyadını alan İsmail Remzi Bey, çektiği nefis fotoğraflarla, 1943 yılında vefat edene kadar mesleğini sürdürmüştür. Hakkında fazla bilgi sahibi olmadığımız Mehmed Ali Bey çektiği şahıs fotoğrafları yanı sıra çok başarılı Ankara posta kartları da üretmiştir. Bu dönemden günümüze belgesel niteliği yüksek çok sayıda fotoğraf kalmasını sağlayan bir başka usta da posta kartı olarak kullanılan fotoğraflarına kaşesini “M.Cemal” olarak vuran ve ileriki yıllarda Atatürk fotoğrafçısı olarak ünlenen Cemal Işıksel’dir. Ankara’nın nefis panoramik görünüşlerini çeken, resmi bir kurumda çalıştığı tahmin olunmakla birlikte kimliği hakkında bilgi sahibi olmadığımız Foto Celal ile stüdyosu İstanbul’da olan J. Weinberg’i Yıl 1928. Anne ve oğlu. Gerek kompozisyonu gerekse gölge ışık ayarıyla gerçek bir sanat eseri. (Hilal Fotoğrafhanesi, İsmail Remzi). 1930’lu yılların başında Hacı BayramYolu. Solda İsmail Remzi Bey’in Hilal Fotoğrafhanesi’nin tabelası görünüyor. 1928 Ankara Telefon Rehberi’nde, Mehmet Ali Bey’in “Lüks Aile Fotoğrafhanesi”nin reklamı. 12 13 AFSAD Taşhan altında, fotoğraf malzemeleri satan “Seyfullah ve Necip Biraderler” ticarethanesine ait film kabı. de o dönemin Ankara’sını görsel olarak belgeleyen önemli fotoğrafçılar arasında saymak gerekir. 1920’li yılların sonunda Ankara’da fotoğraf stüdyolarının ve fotoğraf malzemeleri satan dükkanların ağırlığı Ulus civarından yeni oluşan Anafartalar Caddesi’ne kaymıştır. Yukarda Ankaralı ilk Müslüman-Türk fotoğrafçılar olarak adları anılan Mehmet Adil, İsmail Remzi ve Mehmet Ali Beyler dışında, bu dönemde Ankara’nın başlıca fotoğrafçıları, Foto Aile, Foto Meraklı, Foto Ethem Tem, Foto Naim(Gören), Foto Sümer ve Foto Ar’dır. Cumhuriyet Devrimleri’nin getirdiği coşkulu ortam ve değişen toplumsal şartlar bağlamında, Başkent’te hayat renklenmiş, yeni davranış kalıpları oluşmuştur. Fotoğraf çektirmek nişan ve düğün törenlerinin zorunlu ritüelleri haline gelmiş, her vesileyle stüdyolarda aile fotoğrafları çektirmek adet olmuştur. Fotoğrafçı dükkanlarının müdavimlerinden bir grup da kılıç kuşanan, sırmalı palaska takan askerlerdir. Kadınlar da folklör kıyafetleriyle objektife poz vermeyi çok sevmişlerdir. Bu dönemde stüdyo veya kapalı mekan fotoğrafçılığı dışında, bir alt meslek dalı olarak seyyar fotoğrafçılık (şipşakçılık)da çok yaygınlaşmıştır. Heykel ve anıtlarla yeni tanışan Ankaralılar, Kızılay’da Havuzbaşı’nda, Ulus’da Zafer Anıtı ve Sıhhiye’de Gazi Paşa Heykeli önünde hatıra fotoğrafları çektirmişlerdir. Fotoğraf çektirilen yerler yalnızca buralar değildir. 1930-1960 yıllarında Ankara’da yaşamış her ailenin albümünde, Ulus’ta, Karaoğlan’da, Anafartalar’da kol kola yürüyen aile mensuplarının fotoğrafları mutlaka yer alır. 1930 -1950 Yılları 1930’lu yıllardan başlayarak Ankara’da amatör fotoğrafçılık da yaygınlaşmış, amatörlerce çekilen fotoğrafları tabetmek stüdyoların uğraşları arasına girmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı yıllarında zaman zaman fotoğraf Kompozisyonda bu ahengi yaratmak, baba ve kızının içten gülümsemelerini fotoğraf karesine böyle yansıtabilmek maharet ister. Bu fotoğraf da herhalde, Ahmet Mahir’in ismiyle müsemma bir sanatçı olduğunun kanıtıdır. Yıl 1933. Foto Rıdvan (Kırmacı)’nın başarılı bir kompozisyonu. filmi ve kağıdı temininde güçlükler yaşanmış olmakla birlikte, bu dönemde de Ankara’da fotoğrafçılık gelişmesini sürdürmüş, fotoğraf toplum hayatında giderek daha fazla yer almıştır. Aileler çocuklarının çıplak fotoğrafları- Yıl 1928. Zafer Anıtı önünde çektirilen binlerce fotoğraftan biri. Ciddi bakışlı bir delikanlı. Fotoğrafın arkasına “beni unutmamanız için” yazmış. 17 Haziran 1936. Temiz pak giyinmiş üç çocuk, Kızılay’daki Güven Anıtı önünde babalarıyla birlikte objektife poz vermişler. Gazi Paşa’nın “Çalış!” öğüdüne uyuyorlar mı acaba? nı çektirirler. Devlet memurları makamlarında gururla oturuşlarını fotoğraf karelerine yansıtmakta ihmalkar davranmazlar. Her düzeyden okullarda ve devlet dairelerinde toplu fotoğraflar çektirilir. Önceleri Türk Ocağı (veya Halkevi)’nde daha sonra Gençlik Parkı’ndaki salonda icra edilen nikah törenlerinde çekilen fotoğraflarda Ankara’nın demirbaş nikah memuru Müçteba (Yetişen) Bey yer alır. Bu bakımdan Müçteba Bey, belki de o dönemde en çok fotoğrafı çekilen Ankaralıdır. Kol kola girmek, el ele tutuşmak, böyle adetler vardı. 1944 yılında Anafartalar Caddesi’nde yürürken bir şipşakçıya yakalanmak da kaçınılmazdı. Bu dönemin fotoğrafçıları arasında sanatları ve meslek anlayışlarıyla öne çıkan iki isim olarak Ahmet Mahir(Güngör)’ü ve Foto Rıdvan(Kırmacı)’ı anmamak olmaz. İlk stüdyosunu 1926 yılında Hacı Bayram Caddesi’nde “Foto Yeni Aile” adıyla açan Ahmet Mahir Bey, işyerini 1936 yılında Samanpazarı’nda Merkez Apartmanı’nın alt katına taşımış, adını da “Foto Aile” 1950’li yıllar. Hanımefendinin güzelliği tartışılmaz ama, Foto Osman (Darcan)’ın bu güzelliği fotoğrafa aktarmadaki ustalığı da su götürmez. 14 15 AFSAD olarak değiştirmiştir. 1942’de stüdyo bu kez Anafartalar Caddesi’nde Sakarya Apartmanı’nın altına taşınmış ve 60 yılı aşkın süreyle orada hizmet vermiştir. Foto Rıdvan da Anafartalar Caddesi’ndeki stüdyosuyla, yıllar boyu aile fotoğrafları çektirmek için Ankaralıların en ziyade tercih ettikleri fotoğrafçıların başında gelmiştir. Öne çıkan bu isimler dışında, 1940’lı yılların sonunda Ankara’daki fotoğrafçıların başlıcaları, Foto Ar, Foto Ege, Foto Naim(Gören), Foto Rekor, Foto Üstün olarak sıralanabilir. Bu dönemin fotoğrafçıları arasında portre çekimlerindeki ustalığıyla kadın güzelliğini fotoğraf karelerine yansıtmayı bir sanat düzeyine yükselten Foto Osman(Darcan)’ı da özellikle anmak gerekir. 1950 Sonrası Ulus civarında başlayıp, önce Anafartalar’da sonra Bankalar Caddesi’nde konuşlanan, giderek Yenişehir’de yeni mekanlara yerleşen Ankara fotoğrafçılığı, 1950’li yıllardan sonra şehrin her bölgesine yayılmış, her mahallenin olmasa dahi her semtin çok sayıda fotoğrafçısı olmuştur. Dünyada ve ülkede fotoğrafçılık alanındaki yenilikler kısa sürelerde Ankara fotoğrafçılığında da gerçekleşmiştir. Renkli çekim fotoğrafçılıkta yeni ufuklar açmıştır. Son olarak dijital teknolojinin getirdiği büyük imkanlar ve yenilikler ise kuşkusuz bir devrim niteliğindedir. Giderek fotoğraf araç ve gereçleri görece ucuzlamış, fotoğraf çekimi yaygınlaşmıştır. Bütün bu gelişmelerin, bir meslek olarak fotoğrafçılığın uygulama alanını daraltmasa dahi onda köklü değişimlere neden olduğu ve olacağı açıktır. Yıl 1967. Foto Baydaş’ın objektifinden, günün birinde ünlü olmayı da düşleyen amatör bir müzik grubu. Ankara fotoğrafçılığının tarihinde yaptığımız bu kısa gezintiyi 1950 sonrası Ankara fotoğrafçılarından Foto Baydaş(Hüsnü Baydaş ve Oğulları)’nın öyküsüne kısaca değinerek tamamlayalım. Fotoğrafçılığı Erzincan’da bir Ermeni fotoğraf ustasından öğrenen Hüsnü Baydaş 1953 yılında Ankara’ya gelir. İki oğluyla birlikte ilk stüdyosunu Demirlibahçe’de, açar. Artistik fotoğraflar yanı sıra acele vesikalıklar da çekerler, amatör işleri de yaparlar, nişanlara, düğünlere de giderler… 1970 yılında Tuna Caddesi’nde Pikniğin karşısında ikinci stüdyolarını açarlar. Stüdyolarının bulunduğu bina yıkılınca bu kez Selanik Caddesi’ndeki son yerlerine taşınırlar. Mesleğin inceliklerini babası Hüsnü Baydaş’tan öğrenip kendi çocuklarına öğreten İsmail Baydaş günümüz fotoğrafçılığına pek de olumlu bakmıyor: “Şimdiki fotoğrafçılığa alışamadım, bu dijital çıktıktan sonra fotoğraf sanatı diye bir şey kalmadı. Eskiden birkaç fotoğrafçı vardı, hepsi de birbirleri ile sanat için yarışırlardı. Şimdi para kazanmak öne çıktı. Zaten herkesin elinde bir dijital makine var, telefonla da çekiyorlar…” Dosya Konusu Othmar Ankara’sı Eylül - Ekim Uğur KAVAS Ankara Araştırmacısı Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştır ve Anadolu toprakları düşman işgalindedir. Atatürk’ün Samsun’a ayak basması ile Ulusal Savaş başlamış olur. Yokluklar içinde başlayan mücadele, birkaç cephede birden sürmektedir. Ancak bu mücadeleyi doğru anlatacak ve yurt dışına aktaracak bir basın ku- Kağıt Paralarda Othmar Ankara’sı. 16 17 AFSAD ruluşuna ihtiyaç duyulmaktadır. TBMM açılmadan 17 gün önce, 6 Nisan 1920’de Yunus Nadi ve Halide Edip’in önderliğinde Anadolu Ajansı kurulur. Bunu, iki ay sonra 7 Haziran 1920’de Matbuat ve İstihbarat Müdüriyeti Umumiyesi’nin (Şimdiki BYEGM-Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdür- lüğü) kuruluşu takip eder. Her iki kuruluş da yurt içi ve yurt dışına doğru,hızlı haber akışını sağlarlar. 29 Ekim 1923’de dünya yeni bir devletle tanışır. Bu devlet Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Artık savaşın olumsuzluklarını silmek için çalışmalar başlamalıdır. Öyle de eleman alınır: Burhan Belge, Server İskit ve Nazlı Tektaş. Matbuat Umum Müdürlüğü kartpostalından. olur. Tüm imkansızlıklara rağmen, büyük bir bayındırlık harekatı başlar, devrimler art arda gelir. Osmanlı’nın kalıntıları silinmeye çalışılır. Yıl 1933. Türkiye Cumhuriyeti artık on yaşındadır. Cumhuriyetin ilanının ardından inanılmaz yoğunlukta geçen bir on yıldır bu. Uzun yıllar süren savaşların etkisiyle iyice yorgun düşmüş olan ulus, yepyeni bir ruh ve dinamizmle yeni Türkiye’yi kurmaya başlar. Genç Cumhuriyet, bu on yıl için- de, çok daha uzun bir sürede bile oluşturulması olanaksız görülen bir yeniden kuruluş bilançosunu arkada bırakmıştır. Artık sırada tüm bu yapılanları dünyaya tanıtma görevi vardır. Vedat Nedim Tör’ün Matbuat Umum Müdürü olduğu tarih de tam bu yıla rastlar. Görev bellidir. Ama koşullar inanılmayacak kadar kısıtlıdır. Matbuat Umum Müdürlüğü’nün kadrosunda, müdür hariç sadece iki kişi vardır ve bütçe de tüm yıl için topu topu 10.000 liradır. İlk iş olarak kadro genişletilir ve üç yeni Matbuat Umum Müdürlüğü kartpostalından. Bu dönemi Nazlı Tektaş yıllar sonra şöyle anlatıyor: “O zamanlar vekâlet binaları mevcut olmadığından, devlet daireleri eski evlerde çalışırdı. Matbuat Umum Müdürlüğü’ne de Ulus’ta, Dâhiliye Vekâleti’nin bulunduğu binada bir oda tahsis edilmişti. Bu odanın ortasında bir masa vardı ve bütün arkadaşlar etrafında çalışırdık. Odanın tavan arasında güvercinler yuva yapmışlardı. Çürük tahtalarının aralıklarından çok kere saçlarımızı ve yazılarımızı kirlettikleri olurdu. Kış sabahları tüten sobanın dumanından gözlerimiz fazla yandığı zaman pencereleri açar, içeri giren buz gibi havaya aldırış etmeden çalışmamıza devam ederdik. Bize bu çalışma aşk ve heyecanını veren Vedat Nedim Tör’dü. Sabahları herkesten evvel gelir, akşamları sekizlerde daireden çıkar, durup dinlenmeden çalışır, yeni kurulan Atatürk Türkiyesi’ni memleket içinde ve dışında tanıtabilmek için çırpınırdı.” Vedat Nedim Tör’ün Matbuat Umum Müdürü olarak ilk önemli icraatı, “La Turquie Kemaliste” dergisinin çıkarılması olur. Tör, anılarında, bu derginin çıkarılış öyküsünü ayrıntılarıyla aktarır: “O zaman, Kemalist Türkiye o kadar canlı bir ilgi odağı idi ki, dünyanın dört bir bucağından en ünlü gazeteciler, yazarlar gelir, yazılı sorular ve fotoğraf istekleri yağardı. Bir gün vekilime (Dâhiliye Vekili Şükrü Kaya): -Beyefendi, dedim, Türkiye’yi kültürü, san’atı ve devrim hareketleri ile dünyaya tanıtacak bir organa şiddetle ihtiyaç var. La Turquie Kemaliste adlı üç ayda bir yayınlanacak bir dergi çıkaralım. -Fikir fena değil... Yalnız Başvekil’e bir danışayım... Yine bir gün, Vekilim bana: -O senin La Turquie Kemaliste mecmuası meselesini Başvekil’e açtım, bana “öyle yabancılara sunacak kalitede bir dergi çıkaramayız diye korkarım” dedi, onun için şimdilik vazgeçelim. Bunun üzerine ben: -Beyefendi, sizin Başvekiliniz, sizin Matbuat Umum Müdürünüze âdemi itimat beyan etmişler. Ben yapamayacağım bir şeyi teklif etmem. Müsaade buyurunuz da bir örnek sayı çıkartalım, muvaffak olamazsam istifa ederim, dedim. Şükrü Kaya, şöyle bir an durdu ve kıpkırmızı kesildi. Sordu: -Kendine bu kadar güveniyor musun? -Evet efendim, güveniyorum. -Peki öyle ise bir dene bakalım...” Vedat Nedim, bir deneme sayısı çıkartmak iznini alınca derhal Dâhiliye Vekili’nin imzasıyla bütün valilere ve belediye reislerine birer genelge yollar. Onlardan, illerinin tarihî sanat eserleri, arkeolojik zenginlikleri, Cumhuriyetin imar işleri hakkında “artistik” fotoğraflar göndermelerini ister. Kısa bir süre sonra Türkiye’nin dört bucağından zarf zarf fotoğraflar yağar. Ama bunlar ne yazık ki son derece yetersiz görüntülerdir. Vedat Nedim’in uykuları kaçar. İşin sorumluluğunu aldığı için artık neredeyse pişmandır. Derken bir gün, İstanbul’dan büyük bir zarf gelir. İçinde birbirinden güzel, gerçekten çok zevkli fotoğraflar vardır. Altlarındaki imza ise Othmar Pferschy’dir. Tör, derhal telefonu açıp İstanbul Valisi Muhittin Üstündağ’dan bu kişiyi bulup, yataklı vagonla Ankara’ya yollamalarını ister. Othmar Ankara’sı. Othmar, o sıralarda yabancılara getirilen ticari kısıtlamalar yüzünden Foto Francaise’in sahibi Jean Wienberg’le birlikte Mısır’a doğru gitmek üzere Karaköy’de gemiye binmeyi beklemektedir. Geminin hareketi engellenir. Othmar alınır ve birkaç gün sonra Ankara’ya gelir. Tör’ün Othmar Pferschy’i ikna etmesi hiç de kolay olmaz. Genel Müdürlük maaşından daha fazlası ile Sağlık Sokak’ta bir lojman verilir. Sonuçta, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün kadrolu fotoğrafçısı(o zamanın deyimiyle propaganda fotoğrafı spesiyalisti) olmayı kabul eden Othmar, 31 Mayıs 1935‘ten30 Haziran 1940’a kadar beş yıl boyunca Türkiye’yi karış karış dolaşarak 16 bin kare fotoğraf çekecektir. Kemaliste görsellerinin neredeyse tamamı Othmar’ındır. Cumhuriyetin onbeşinci yılında devlet tarafından yayımlanan XV. Yıl Kitabı’nda, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün beş yıllık icraati sırasında 119.690 nüsha La Turquie Kemaliste dergisi dağıttığı belirtilir. Dağıtılan tüm diğer yayınların toplamından daha yüksek bir sayıdır bu. Daha önce hikayesini anlattığımız, 49 sayılık bir ömrü olan ve Devlet Matbaası’nda basılan La Turquie Matbuat Umum Müdürlüğü, 1936 da bir prestij kitabına imza atar. Yabancı devlet adamlarına dağıtıl- 18 19 AFSAD Othmar Ankara’sı. mak üzere, yurt dışında bastırılan “Fotoğraflarla Türkiye” albümü. Bu albümünde tüm fotoğrafları Othmar imzası taşımaktadır. Oldukça kapsamlı olan albümde 43 adet Ankara fotoğrafı yer almaktadır. Yine aynı yıl, bir başka ilk, Ankara’da yaşanır: Nicelik ve nitelik bakımından Türkiye’deki en görkemli fotoğraf sergisi. “Türkiye; Güzellik, Tarih ve İş Memleketi” ismini taşıyan sergi, 29 Şubat 1936 tarihinde Ankara Sergievi’nde gerçekleşmiş ve açılışını Ekonomi Bakanı, İçişle- Othmar imzalı kartpostallar. ri Bakan Vekili Celal Bayar yapmıştır. Sergide yer alan 628 fotoğrafın 500’ü Othmar’a, geriye kalan 128 tanesi ise 28 amatör ve profesyonel fotoğrafçılara aittir. O dönemlerde, Matbuat Umum Müdürlüğü, bir kartpostal serisi hazırlayarak bastırmış, bu kartpostallar oldukça rağbet görmüştür. Halâ, koleksiyonerlerin aradığı malzemeler içinde yer almaktadır. Bu kartpostalların yine büyük bir bölümü Ankara ile ilgilidir. Ayrıca Othmar’ın Ankara fotoğrafları, pullar ile bazı kağıt paraların arka yüzlerini de süslemiştir. BYEGM’de görevli iken, beni en mutlu eden olay, görüntü arşivi tasnif işinin bana verilmesi idi. Bu, Othmar’ın çektiği ve bir bölümü BYEGM’de saklanan negatifleri yakından inceleme fırsatı demekti. Bu fırsat, bana negatifler vasıtasıyla Ankara kent tarihini okumayı, düşünmeyi sağladı. Bu sayede araştırma sevgim daha da arttı. Yakında basılmasını umduğum, Ankara Atış Poligonu adlı kitabımın ana malzemesi yine Othmar’ın görüntüleriydi. Othmar, Türk fotoğrafına lirik anlayışı getiren, fotoğrafa bakmayı ve görmeyi öğreten, kendisinden sonra gelecek manzara ve belge fotoğrafçılarına öncülük eden bir usta idi. Türk fotoğrafçıları ondan çok şey öğrendi. Othmar, İkinci Dünya Savaşı yüzünden 1940 yılında ayrıldığı Türkiye’ye 1947 yılında tekrar döndü. Türk vatandaşlığına geçmek için verdiği dilekçe ne yazık ki kabul edilmedi. Başarılı işlerine bu kez İstanbul’daki stüdyosunda devam etti. Ancak, yaptığı başarılı işler, kendi imzası ile çıkan kartpostallar, fotoğrafçılıkla uğraşan diğer insanları çok rahatsız etti. Asılsız ihbarların ardı arkası kesilmedi. Amaç, onu piyasadan silmekti. Ne yazık ki bunda Ankaralı fotoğrafçıların da çok büyük rolü oldu. Çalışma izni iptal edildi. Araya giren devlet büyükleri sayesinde sadece İstanbul’da iş yapmasına izin verildi. Olaydan büyük bir üzüntü duyan Othmar, 43 yıl yaşadığı ve ikinci vatanım dediği Türkiye’den 1969 yılında sessizce ayrıldı. Münih’te yaşlılık günlerini geçiren Othmar’a, T.C. İstanbul Devlet Gü- zel Sanatlar Akademisi, Dekoratif Sanatlar Fakültesi bünyesinde, 13 Temmuz 1978’de kurulan Fotoğraf Enstitüsü tarafından “Türk fotoğraf sanatına yaptığı hizmetler ve başarılı çalışmalarından dolayı” 22.2.1980’de onur üyeliği verildi. Othmar Pferschy, 1984’te Münih’te öldü. Uzun yıllar Alanya’da yaşayan, ancak 2007 yılında tanışma fırsatı bulup uzun uzun konuştuğum ve 2010 yılında aramızdan ayrılan kızı Astrid Von Schell, 2005 Mayıs ayında, Türkiye’nin görsel tarihi sayılacak 1714 negatifi ve 1293 adet basılmış fotoğrafı güvendiği bir kurum olan İstanbul Modern’e bağışlamıştır. Ayrıca BYEGM arşivinde de Othmar negatifleri özenle saklanmaktadır. Kaynaklar -Vedat Nedim Tör, Yıllar Böyle geçti, Milliyet Yayınları, İstanbul,1976 -Ankara’dan Yükselen Işık-Eczacıbaşı Sergi Kataloğu, 2007 -BYEGM Arşivi Othmar imzalı kartpostallar. Fotoğraflar: Uğur KAVAS Arşivi 20 21 AFSAD Ankara Evleri Dosya Konusu Eylül - Ekim Haluk SARGIN Fotoğrafçı Ankara ve çevresi tarih öncesi çağlardan itibaren sürekli olarak yerleşim görmüştür. Ankara’nın bilinen tarihi, paleolitik çağa kadar uzanmaktadır. Yaklaşık 5000 yıllık uzun bir geçmişi olan Ankara’da kent yaşamının kesintisiz sürdüğü sanılmaktadır. İlkçağlardan itibaren Kral Yolu’nun üzerinde bulunmasıyla başlayan önemini, günümüz Türkiye’sinde başkent olarak sürdürmektedir. Kent merkezindeki ilk yerleşmenin Ankara Kalesi’nin bulunduğu bölge olduğu sanılmaktadır. Sırasıyla kentte Hitit, Frig, Kimmer, Lidya, Pers, Makedon, Galat, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu ve Osmanlı egemenlikleri olmuştur. Roma döneminde 100.000 nüfuslu bir kent olup en parlak günlerini yaşayan Ankara, en geniş sınırlara ulaşmış ve kentin her tarafı anıtsal yapılarla donatılmıştır. 7. yüzyıldan itibaren açık kent kimliğini yitirerek etrafı surlarla çevrilmiş ve sınır kenti işlevi kazanmıştır. Ankara ile ilgili bilgiler 16. yüzyıla kadar çok yeterli değildir. Bu yüzyıldan itibaren gelen gezginlerden ve yazım defterlerinden kent hakkında bilgi alabilmekteyiz. Ancak 13. yüzyılda Ahilerin Ankara’yı bir kent devleti gibi yönettiğini ve bu dönemde ticaretin çok geliştiğini belirtmeliyiz. Ankara, 16. ve 17. yüzyıllarda başta hayvancılık ve dericiliğe dayanan önemli bir sanayi ve ticaret kentidir. Tiftik keçisinin kılına dayanan “sof” ve “şali” kumaşı dokumacılığı konusunda dünyada tekel olmuştur. Bu yüzyıllar arası canlı bir sanayi ve ticaretin olması nedeniyle 25 000 nüfusu ile Ankara, o döneme göre yoğun nüfuslu bir kentti. Ankara’da, Selçuklular döneminden kalma dini mimariye ait yapılar bulunduğu halde, Türk sivil mimarisinde özel bir yeri bulunan Ankara’nın eski evlerini bulmak mümkün değildir. Eski evlerin en yaşlısı 250 yılı geçmez. Bu evler ağaç ve kerpiç gibi ömrü az malzemelerle yapıldıklarından dayanma güçleri bu kadardır. Türklerin yerleşik düzene geçip ev yaşamına başlamaları 14. yüzyıldan itibaren Ankara evleri kaderine terk edilmekte ve geleneksel mimari doku yok olmaktadır. Sit alanının daraltılması veya çıkarılması, tescilden düşme gibi kararlar alınması ve özellikle de bakımsız bırakılmalarının tek amacı kentin tam ortasında kalan bu çok değerli bölgenin bir an önce tamamen yıkılıp rant amaçlı işler için kullanımıdır. 150 yıllıktır. Bunlar da birtakım değişiklikler sonucu özgünlüklerini yitirerek bugünlere gelebilmiştir. 16. yüzyıldaki Celali isyanları, Samanpazarı, Karacabey ve Hamamönü ile çevresini yıkıp yakmış, kentin neredeyse 2/3’sini yok etmiştir. Eski Ankara’yı kuzeyde Ahi Yakup, doğuda Cenabi Ahmet Paşa Camisi, güneyde Hacettepe ve batıda Hacı Doğan Mahallesi ile sınırlayabiliriz. Bu alanın içerisine Kaleiçi ile Samanpazarı ve Atpazarı çevresini de dahil edebiliriz. Eski Ankara’nın sokakları belirli bir geometrik düzenin olmadığı, dar, dönemeçli, inişli ve çıkışlı olup, eni 5-6 metreyi geçmez. Bazı sokaklardan araba dahi geçemez, bunların eni 2 metreye kadar bile iner. Oğuz’ların Osmanlı Beyliği’ni kurmalarından sonra olmuştur. si’ndeki Kadınkızzade Abdülhalim Efendi Konağı’dır. Ankara’da kayıtlara geçen en eski bina 1702’de yapılan, Samanpazarı civarındaki Mururi Mahalle- Bugün özgün mimariyi taşıyan ev ne yazık ki kalmamıştır. Günümüzün yaşayan Ankara evleri en çok 22 23 AFSAD Ankara evini, iki katlı (eğer arakat olursa üç katlı), büyük boyutlu olmayan, sade, basit, orta sofalı ve cumbalı olarak tanımlayabiliriz. Daha eskiye gidecek olursak tek katlı, kerpiç ve toprak damlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu evlerin kat planı Anadolu’da görülen ve “Hilani” olarak adlandırılan eski tip evlere dayanır. Temeli taş olup duvarlar da taş örgülüdür.Taş ve kerpiç kısımlar yer yer ağaç kuşak ve hatıllarla çatkılanmıştır. Üst kat duvarlarının çoğu, ağaç çatkı hımış olarak adlandırılan şekildedir. Hımış çatkıların arası ince ve yassı tuğla veya kerpiç ile örülür. Temelde kullanılan Ankara taşı denilen taş, kireçli andezit olup, volkanik bir türdür. Alt katta taş duvarların kireç harcıyla sıvanması hem görsellik, hem de temizlik açısından tercih edilir. Kerpiç zamanla yerini ahşap karkasa bırakmıştır. Ankara evleri, kışlık ve yazlık olmak üzere iki bölümden oluşurdu. Kışlık bölümü Ankara’nın soğuğu düşünülerek alt kat ve/ veya arakatta olup taştan yapılmış kalın duvarlı, az sayıda kapı ve küçük pencereli olarak yapılır ve odaların zemini ahşap olurdu. Burada ocak, gusülhane ve gömme dolaplar bulunurdu. Kapılar çoğunlukla ahşap ve iki kanatlı olup doğrudan avluya açılırdı. Ev içine açılan kapı sayısı çok azdır. Evlerde sokaktan içeriye doğru açılan ilk alan, avludur. Avlu, daima bir bahçe ile beraberdir. Avluya, toprak veya taşlarla kaplı olmasından ötürü “taşlık” da denilir. Avluların önemli bir ögesi de, dibek taşıdır. Dibek taşları genelde devşirme kolon tamburu veya başlıklarının içi oyularak yapılmıştır. Çeşme ve hela avluda olup ana kanala yakın olması için girişte bulunurdu. Bahçe duvarları sokaktan 2 ila 2.5 m yükseklikte ve üstü kiremitle kaplı, iki yana akıntılı kerpiç bir duvardan oluşur. Ankara evlerinde bodrum katı nadiren kullanılırdı. Alt katta mutfak, kiler, mahzen, depo, samanlık, ahır ve hizmetli odası bulunurdu. Üst katlar, yazlık olarak yapılır ve buraya avludan yükselen ve ilk basamakları genelde taştan olan ahşap asma bir merdivenle çıkılırdı. Burada, ön tarafta ahşap kirişli, bir terasa benzeyen ve çatıyı destekleyen “hayat (seyirgâh,taraça)” adı verilen bir kısım vardır ki burası avlu ve sokağa hâkim durumda olup, ön tarafında direkler arasında ahşap süslü korkuluklar bulunurdu. Hayat, Ankara evlerinin en canlı parçasıdır. Hayatın bazen oturmaya ayrılmış manzaralı güzel bir köşesi olur ki, buna “köşk” veya “tahtseki” denir. Hayat kapatılırsa sofa adını alır. Eğer sofa odalarla çevrilirse hol olur. Hayatın etrafında olan yazlık odalar büyük pencereli, havadar ve ince duvarlıdır. Burada bir misafir odası, bir yatak odası ve oturma odası bulunurdu. Misafir odasına divanhane veya kabul odası adları da verilir. Misafir odası evdeki en büyük oda olup onun uzun tavanı süslüdür. Ahşap tavandaki göbek denilen süslemeler, ya geometrik, ya hayvan ya da bitki motifli olurdu. Odada ayrıca alçıdan yapılma bir ocak, dolaplar ve duvarı çeviren alçak bir sedir bulunurdu. Ankara evinde, cumbasız ve cumba olunca da bingisiz ev hemen hemen yok gibidir. Ankara evlerinin karakteristik özelliklerinden birisi de, geniş saçaklarıdır. Yatık, sade ve dengeli köşelidir. Bu geniş saçaklar duvarları kışın, yağmur ve kardan; yazın, derin gölge vererek fazla sıcaktan korur. Çatı ahşap olup üzeri kiremitle örtülür. Kiremit kullanımı 18. yüzyıldan itibaren başlamıştır. Bu işlemin önceleri varlıklı kesimde görüldüğü ve sonra giderek halk arasında yaygınlaştığı bilinmektedir. Selamlık, evin yabancı erkeklerine ayrılan bölümüdür. Evin en gösterişli ve zengin yeridir. Haremlik-Selamlık biçiminde kullanım az sayıda Ankara evinde görülmektedir. Ankara evlerinde ileri taş ve demir işçiliğine pek yer verilmez. İklimi yumuşak olmadığından evlerin hiç birinde ahşap dış kaplama yoktur. Süsleme ögesi olarak ahşap karkasta tuğla örgü kullanılır. Zikzaklı örgüsü ve üstünün sıvanmaması görsel zenginlik sağlar. Evlerin dışı sade olmasına rağmen içleri nakışlı, süslü ve zengindir. Ahşap ve nakış işçiliği çok üst düzeyde gelişmiştir. Bu işçiliği, özellikle ahşap tavanlarda ve daha sonra hayatta ve onun oturulan sedirlik yeri olan köşk kısmında görebiliriz. Çini kaplama çok nadiren kullanılmıştır. Kapların üzerinde demir veya bronzdan yapılmış kapı tokmakları ve kapı halkaları bulunur. 17. yüzyıldan itibaren pencere sayısının artışı ve bingilerle evler bir canlılık kazanır. Taş duvarlar, ahşap karkasa dönüşmüştür. Daha önceleri ahşaptan yapılan pencerelerdeki demir parmaklıklar batılılaşma döneminin ürünüdür. Kafes ve giyotin pencere kullanımı ise 19. yüzyılda yaygınlaşmıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru deprem ve yangınların sonucu kagir evler yapılmaya başlamıştır. 1872 yılında Belediye Meclisi kurulmuştur. Batılılaşma sürecinde mimaride az da olsa değişimler olmuştur. Ama yine de ahşap çerçeve içinde kerpiç veya tuğla dolgu içeren mimari tarzı çok yaygındır. 18. yüzyıl sonlarında merkezi yönetimin iyice zayıflaması ve bunun sonucunda ortaya çıkan çeteler ve kent yöneticilerinin zorbalık ve yolsuzlukları, ticaret yaşamını çok kötü etkilemiştir. Bu yüzyılda kent görünümünde çok büyük bir değişiklik olmamıştır, 19. yüzyılda ise kenti tamamen kuşatan bağ evleri ortaya çıkar. Kuzeyde Keçiören, Ayvalı, Etlik; doğuda Tuzluçayır, Mamak, Kayaş; güneyde Gaziosmanpaşa, Çankaya, Dik24 25 AFSAD men, Ayrancı ve Esat semtlerinde irili ufaklı birçok bağ evi vardı. 1878 yılında Boşnak Mahallesi olarak da bilinen Sakarya Mahallesi, Ankara’nın ilk geometrik düzenli ve düz yolları olan planlı mahallesidir. 1877 yılında Balkanlar’dan gelen göçmenlere, evler yapılmış olarak verildi. Bu mahalle ile geleneksel Ankara evi özellikleri yok edilmiştir. Ayrıca sokaklarda ilk ızgara uygulaması burada yapılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra Başkent yapılan Ankara’nın yapılandırılması için iki farklı görüş sunulur. Birincisi, tarihi dokuyu koruyarak eski kenti geliştirmek; ikincisi ise eski Ankara’ya dokunmayarak yanına yeni bir kent kurmaktır. Fakat eski Ankara evlerinde onarmadan kullanma, zamanı gelen küçük onarımların yapılmaması, işlev değiştirme (özellikle ticaret alanına dönüştürme), bölmeler, eklentiler, bingilerin altını boşaltmak gibi olumsuz etmenler tarihi dokunun sürekli tahrip olmasına yol açmıştır. Kreneker ve Schede isimli Alman arkeologlar, 1926-1928 yılları arasında Augustus Tapınağı çevresini kazmışlardır. Ankara Belediyesi, bu kazılar sırasında çevredeki evlerin bir bölümünü, 1937 yılında da Vali Nevzat Tandoğan geri kalanını yok ederek, Hacı Bayram Cami çevresindeki bugünkü açık alanı oluşturmuştur. Bunun yanında, 1955 yılında çok sayıda evin kamulaştınlarak yıkılmasını gerektiren Ulucanlar Caddesi’nin açılması, 1960’lı yıllarda Kurtuluş ve Kırgız gibi, pek çok özellikli eski Ankara evi ile anıtsal yapıların oluşturduğu iki mahalleyi yok ederek oluşturulan Hacettepe Hastanesi, ayrıca Cemal Gürsel, Talat Paşa Bulvarları, Denizciler ve Anafartalar Caddeleri eski tarihi dokuyu tahrip etmiştir. Eski Ankara’nın etrafı gecekondularla çevrilmiş ve Talat Paşa Bulvarı, Ulucanlar, Denizciler ve Anafartalar Caddeleri boyunca da çok katlı apartmanlar arasında kalmıştır. Kaleiçi ve Kalealtı mahallelerinde ekonomik nedenlerle evler değişime uğramış ve alt kattaki tiftik yıkama ve depolama yerleri kalkmıştır. Sit alanı olan bölgede kalite de düşünce ev sahipleri buraları terk ederek kentin daha gözde semtlerine taşınmışlar, bu evlere ise kente yeni göç edenler yerleşmişlerdir. Alt gelir grubunu oluşturan bu insanların evleri onaracak ekonomik güçleri yoktur. Düşük kira bedellerini bile ödemekte zorlanan bu insanlar, yaşamda kalma mücadelesini sürdürmektedirler. Bu bölge hâlâ yerel özgün mimari niteliklere sahip korunmaya değer bir kültürel alandır. Buradaki evlerin bazıları evdışı işlevlere dönüştürülmelerine rağmen hâlâ yoğunlukla ev işlevi görmektedirler. Evdışı işlevler özellikle Dışkale’de turistik amaçlar için kafe, bar, restoran, dükkan ve kültürevi şeklinde olabileceği gibi, farklı amaçlı işler için de çeşitli işyerlerini kapsayabilmektedir. Sonuç olarak Ankara’nın özgün durumunu koruyan eski evler yok denecek kadar azalmıştır.Bugüne kadar yapılan uygulama yasaklayıcı ve engelleyici biçimde pasif bir koruma anlayışı olduğundan bakımsız, terk edilmiş, mimari ve estetik değerleri kaybolmaya yüz tutmuş evlerle karşı karşıya kalmış bulunmaklayız. Dolayısıyla korunması gerekli taşınmaz kültür varlığı olarak belirlenen eski Ankara evleri kaderine terk edilmekte ve geleneksel mimari doku yok olmaktadır. Sit alanının daraltılması veya çıkarılması, tescilden düşme gibi kararlar alınması ve özellikle de bakımsız bırakılmalarının tek amacı kentin tam ortasında kalan bu çok değerli bölgenin bir an önce tamamen yıkılıp rant amaçlı işler için kullanımıdır. Geçmişine saygı göstermeyen ve sahiplenmeyen toplumların gelecek hakkında hiçbir zaman söz sahibi olamayacağını, ne yazık ki, hala öğrenemedik. Fotoğraflar: Haluk SARGIN Anıt-Kabir Dosya Konusu Eylül - Ekim Yrd. Doç.Dr. Onur BİNGÖL Dumlupınar Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Arş. Gör. Nur CEMELELİOĞLU ALTIN TOBB ETÜ, Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi f: Nur CEMELELİOĞLU ALTIN Anıtkabir “Reisicumhur Atatürk’ün umumi hallerindeki vehamet dün gece saat 24.00’de neşredilen tebliğden sonra her an artarak bugün, 10 İkinciteşrin 1938 günü perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe Büyük Şefimiz derin koma içinde terki hayat etmiştir” (Resmi Gazete, 10 Kasım 1938. Aktaran; Belgelerle Atatürk, 1999, s.77). Ancak uzun hastalık dönemine rağmen Atatürk’ün nereye defnedileceği kesinleşmemiştir. Ölümüyle birlikte “Mustafa Kemal’e layık” bir anıt-kabirin yapılması düşüncesi ortaya çıkmıştır. Dönemin hükümeti, Atatürk için bir Anıtkabir yapılacağını 13 Kasım 1938 tarihinde açıklamıştır (Ulus Gazetesi, 14 Kasım 1938). Dönemin başbakanın halka yaptığı bu açıklama, Türk halkının Atatürk’ü kaybetmesiyle yaşadığı derin üzüntünün başladığı an olmuştur. Atatürk’ün vefatının ardından Türk halkı ona karşı olan sevgisini göstermiş, onun naaşını, gerek 19 Kasım 1938’e kadar kaldığı Dolmabahçe Saray’ında, gerekse 21 Kasım 1938 tarihinden itibaren geçici kabri olan Etnografya Müzesi’nde iken yalnız bırakmamışlardır. Bu konudaki en önemli sorunlardan biri Atatürk için yapılacak olan Anıtkabir’in nerede olacağıdır. Anıtkabir’in inşa edileceği yerin tespiti için hükümet bir komisyon kurmuştur ve aralarında Çankaya, Ankara Kalesi ve Atatürk Orman Çiftliği gibi pek çok alternatif bulunmaktadır. Sonuç olarak o dönemde şehrin ortasında yer alan ve çevresi boş olan Rasattepe, bugünkü adıyla Anıttepe seçilmiş ve arazi gerçekleştirilecek proje için kamulaştırılmıştır. Anıtkabir yapılmadan önce burada, tepenin doruğunda birkaç küçük yapı vardır. Bu yapılar rasat (meteoroloji) istasyonu olarak kullanılmaktadır ve “Rasattepe” adı da bundan ötürü verilmiştir (Anıtkabir Tarihçesi,2001, s.77). Ancak Rasattepe’de tümülüsler bulunmaktadır. Bu nedenle bu alanda bir kazı çalışması başlatılmıştır. Kazıda, Anıtkabir sahasında bulunan iki tümülüs açılmıştır. Her iki tümülüs de M.Ö. 8 yüzyıla uzanan Frig döneminden kalmadır. Kazı çalışması, Anıtkabir bölgesinin Frig döneminde büyük bir nekropol alanı içinde olduğunu göstermiştir (Özgüç ve Akok, 1947, s.27-64). Bulunan eserler ise Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. 1942 tarihinde sonlanmıştır. Ardından 20 Mart 1942’de jüri değerlendirmelerini tamamlanmıştır.Jüri yarışmaya gönderilen 49 eserden 3 tanesini “Ödül Verilmeye Değer” bulmuştur. Seçilen eserlerin mimarları ise Prof. Johannes Kruger, Prof. Arnoldo Foschini ve Prof. Emin Onat ve Orhan Arda’dır. Ancak jüri bu üç eserden hiçbirini diğerinden üstün tutmamış, her biri için eleştirilerde bulunarak bazı değişlilikler yapılması gerektiğini belirtmiş ve uygulanacak projenin nihai seçimini hükümete bırakmıştır. Nöbet Tutan Asker Anıtkabir’in yerinin tespit edilmesinin ardından yapılacak olan anıtın özelliklerinin belirlenmesi amacıyla bir komisyon kurulmuştur. Daha sonra 26 Mart 1940’da dönemin Başbakanı Refik Saydam Anıtkabir proje yarışmasının açılacağını belirtmiştir (Cumhuriyet Ga26 27 AFSAD f: Onur BİNGÖL zetesi, 27 Mart 1940). Yarışma II. Dünya Savaşı’nın en çetin zamanlarında gerçekleştirilmiş, bu durum yarışmaya gerek yurt içi, gerekse yurtdışından yapılan başvuruları da etkilemiştir. Yarışma 1 Mart 1941 tarihinde açılmış ve yarışma süresinin uzatılmasının ardından 2 Mart Hükümet 9 Haziran 1942’de bir tebliğ yayınlayarak Prof. Emin Onat ve Orhan Arda’nın projelerinin uygulanacağı kararını açıklamıştır (Fotoğraf 1). Anıtkabir’in inşaatının dört aşamada tamamlanması planlanmış, yapımına 4 Ekim 1944’de başlanmış ve 1 Eylül 1953’te bitirilmiştir (Anıtkabir Tarihçesi, 2001, s.27). Anıtkabir’in inşasında “İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi”ne uygun olarak çoğunlukla anıtsal binaların duvarlarında kullanılan taş malzeme kullanılmıştır (Anıtkabir Tarihçesi,2001, s.36). Demokrat Parti hükümeti döneminde de inşaatı devam eden Anıtkabir’in projesinde radikal bir karar verilmiş, başlangıçta mozolenin yapımından tümüyle vazgeçilmesi kararlaştırılmıştır. Muhtemelen sanatçıların tepkisinin ardından proje değişikliği, Anıtkabir mimarların da yer aldığı bir uzman komisyona havale edilmiştir. Komisyon, mozole iç mimarisinde yer alan tonozlu yapının ve mozolenin üstünde yer alan kütlenin kaldırılmasına ve mozolenin üstü açık bir şekilde inşa edilmesine karar vermiştir. İnşaat sırasında ise mozolenin tavanın kapatılmasına karar verilmiştir (Boran, 2011, s.329). Anıtkabir’in yapımı istenilen duruma gelince Başbakanlıktaki komisyona bağlı yeni bir komisyon daha kurulmuştur. dakârlıktan kaçınmamıştır. 10 Kasım 1953’te Atatürk’ün naaşının buraya nakledilmesinden itibaren, Anıtkabir siyasal ve sosyal yaşamda oldukça önemli bir yere sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’nın kimliğini oluşturan öğelerden biridir Anıtkabir ve ulusal bir kahraman ve devlet kurucusuna yapılan bir kabirden çok daha fazlasıdır. Erkek Heykel Grubu Komisyon tarafından heykel, kabartma ve yazıların konuları tespit edilmiş, Anıtkabir’de bulunan on adet kulenin isimleri belirlenmiştir. Ayrıca yapının mimari özelliklerine uygun olacak şekilde heykel ve rölyeflerin yapılması amacıyla, heykel ve rölyef yarışması yapılmış, yarışma büyük ilgi görmüştür. 26 Ocak 1952’de açıklanan sonuçlarla birlikte Hüseyin Özkan, Zühtü Müridoğlu, İlhan Koman, Nusret Suman, Hakkı Atamulu, ve Kenan Yontuç gibi önemli Türk sanatçılarının eserleri uygulanmıştır (Anıtkabir Tarihçesi,2001, s.41).Bunların yanı sıra Anıtkabir’de pek çok mozaik ve fresk tekniğinde yapılmış süslemeler bulunmaktadır. Anıtkabir’de bulunan bayrak direğinin ise ilginç bir geçmişi vardır. O dönemde Amerika’da yaşayan ve sancak direği imal eden bir fabrikanın sahibi olan Nazmi Cemal adında bir Türk vatandaşı, Anıtkabir’e yerleştirilmesi için Türkiye’ye bir bayrak dire- f: Onur BİNGÖL ği göndermek istediğini belirten bir mektup göndermiştir. Bu durum hükümet tarafından memnuniyetle karşılanmış ve otuz metreyi aşan bu direk, ilerleyen tarihlerde Anıtkabir’deki yerini almıştır. Anıtkabir’de ayrıca Atatürk’ün silah arkadaşı, Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi Komutanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de kabri yer almaktadır. Ankara denince bekli de ilk akla gelen yerlerden biri olan Anıtkabir, uzun ve zorlu bir yapım süreci geçirmiş, iki farklı hükümet döneminin farklı karar ve uygulamalarından etkilenmiş, hatta projesinde bazı önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Savaştan yeni çıkmış genç Türkiye Cumhuriyeti, takip eden yıllarda, 2.Dünya Savaşının verdiği finansal buhrana rağmen, Ata’sına ebedi bir istirahatgah yapmak noktasında hiç bir fe- Sanat ve tasarım olgularının arasında bir yerlerde yer alan sinematografi teknikleri, var oluşundan günümüze değin sıra dışı bakış açılarının elde edilmeye çalışıldığı bir disiplindir. İşte bu noktada, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi istirahatgahı olan Anıtkabir’i, genelde adı “Panografi” olarak adlandırılan ancak bizlerin“Hata-Grafi” diye ifade ettiiğimiz farklı bir teknik ile izleyicinin beğenisine sunmak, hazırlanan bu yazı kapsamında başlıca gayemiz olmuştur. Kaynakça - Anıtkabir Tarihçesi.(2001). Genelkurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara, - Belgelerle Atatürk.(1999). Milli Savunma Bakanlığı Yayınları, Ankara. - Boran, Tunç. (2011). Mekân ve Siyaset İlişkisi Bağlamında Anıtkabir (1938-1973), Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmış Doktora Tezi, Ankara. - Özgüç, Tahsin veMahmut, Akok (1947).Anıt-Kabir Alanında Yapılan Tümülüs KazılarıBelleten, Cilt: XI , Sayı: 41-42-43-44, Türk Tarih Kurumu Basımevi. Gazeteler Cumhuriyet Gazetesi Ulus Gazetesi Dosya Konusu Ankara’nın Yitirilen Değerleri Eylül - Ekim Atış Poligonu 1936’da yapılan ve Ankaralıların atış yaptıkları yegane yer olan poligon,1958’de yol çalışmalarının kurbanı olarak yıkıldı. Uzun süre arazisi mezbelelik halinde kaldı. Bir ara ASKİ’nin borularının konduğu alan, bir zaman EGO otobüslerinin yeri olarak kullanıldı. Sonraları atletlerin çalışacağı çekiç atma sahasına dönüştürüldü. Şimdi orada Ankara Spor Salonu(Arena) bulunmakta. f: Aslıhan GÜNHAN 28 29 AFSAD Kızılay Genel Merkezi Binası 80’lerin başında yıkıldı. Uzun süre arsası boş kaldı. Mahkemelik olundu. Şimdi yerinde Kızılay AVM yükseldi. f: Nedim Ozan TEKİN Ulus Postanesi - Yerine yeni postane yapıldı. 1970’lerin sonunda yıkıldı. f: Burak İMİR Belvü Palas (1. Vakıf Apt.) Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılmış olan ve yerli-yabancı misafirlerin kalması için yapılan bina. 1930’larda Ankara Palas’tan sonra Ankara’nın en lüks oteli konumundaydı. 1970’de yıkıldı. Yerinde şu an Merkez Bankası Ek binası yükselmekte (Otel binanın arka tarafında idi). f: Nesrin KARACABEY Esenpark Ankara’nın bir zamanlar eğlence yerlerinden birisi olan parkın yerinde şimdi Altındağ Belediyesi Hizmet Binası yükselmekte. f: Arzu ÖZGEN Uybadin Köşkü Yerinde şimdi Gökdelen yükseliyor.(Aynı tarz binadan Ankara’da 3 adet var. İkisi ayakta, birisi, Hamburgerci, diğeri Tapu Kadastro Okulu). f: Ufuk DURUMAN 30 31 AFSAD Yiye Yiye Bitiremediğimiz Miras: Atatürk Orman Çiftliği Dosya Konusu Eylül - Ekim Özgür YILDIRIM Bir süredir Anadolu Bulvarı ile İstanbul Yolu kavşağına yaklaşırken doğuya doğru bakınca içim daralıyor, yüreğim yanıyor. Bana miras kalan bir arazinin son yağmalanışını görüyorum. Evet orası size, bana, hepimize miras kaldı. Çok ileri görüşlü bir yakınımızdan... Yine yakın zamanda, AOÇ arazisi içinde Sakıp Sabancı Bulvarı’nın kuzeyinde yer alan kayalık tepe binlerce kamyonun taşıdığı hafriyat atıklarıyla doldurulurken aynı duyguları yaşamıştım. Sonraları, daha önce yol üzerindeki sokak lambalarına tünerken gördüğüm ama bir türlü fotoğrafını çekmeyi başaramadığım kızıl şahini de göremez oldum. Olasılıkla, onun yuvası da toprak altında kaldı. Siz şahini görmüş müydünüz? Peki o tepe hiç dikkatinizi çekmiş miydi? Atatürk’ün 1925 yılında, 20 bin dekarlık bir alanda kurmaya başladığı ve zaman içinde hızla büyüttüğü çiftlik arazisi, 1937 yılında Hazine’ye bağışlandığında 56 bin dekara ulaşmıştı. Atatürk’ün ölümünden sonra ise toplam alanının %42’si Orduevi, Devlet Mezarlığı, Çimento Fabrikası gibi kurum ve kuruluşlara tahsis edilmiş. Bu tahsislerin en çarpıcı olanı ise, önce Gazi Üniversitesi’ne, sonra Üniversite tarafından TOKİ’ye devredilen ve bugün Amerikan Büyükelçiliği’ne satılması gündemde olan arazi. Gelişmiş ülkelerdeki büyük şehirlere gidip şehir ortasında, insanların hoşça vakit geçirip spor yaptıkları koca parkları görüp de iç çekmeyen var mıdır aramızda? Oysa zamanında AOÇ, amaca uygun ve etkin biçimde halkın kullanımına sunulmuş olsaydı belki bu kadar sahipsiz kalmazdı. Türkiye’nin ilk Hayvanat Bahçesi, Atatürk’ün doğduğu evin tıpkı yapımı, tarihi Gazi Tren İstasyonu, Karadeniz Havuzu, Devlet Mezarlığı, AOÇ Müze ve Sergi Salonu, gezilecek yerleri ve piknik alanları, kafeteryalar, büfeler, çay bahçeleri, mesire yerleriyle AOÇ, Ankaralıların en önemli vazgeçilmezlerinden iken bugün kaç Ankaralının bu durumdan haberi var ve kaçı bu önemli yeşil alana sahip çıkıyor? Unutulmamalıdır ki “sahipsiz kalan” yeşil alanlar her zaman kapitalizmin iştahını kabartır. Peki, hiçbir şey yapılmadan, şu anki haliyle mi kalsın? AOÇ, Atatürk’ün vasiyetine göre, halkındır. Ne var ki, AOÇ zaten yıllar önce ne yazık ki halktan koparıldı. Yakın zamana kadar Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararıyla tescilli “1. Derece Tarihi ve Doğal Sit Alanı” olan AOÇ’nin, sit derecesinin 1’den 3’e düşürülerek yapılaşmaya açılması ve ayrıca planlama yetkisinin Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmesi ile Ankara’nın bu en büyük yeşil alanının Ankaralılara tamamen kapanması gündeme geldi. Geniş bir alanda inşaatı süren Başbakanlık Sarayı’nın açılışından sonra muhtemeldir ki, güvenlik sebebiyle halk zaten buralara giremeyecek. Artık Marmara Havuzu’nu göremez, Karadeniz Havuzu’nda yüze- mezsiniz. Piknik yapacak yeri de kalmadı. İçinden sekiz şeritli bir otoban geçirildi. Mevcut hayvanat bahçesinin yerine yapılmakta olan temalı safari park, her ne kadar kamuya açık bir alan gibi görünse de bu projenin de diğerleri gibi meslek odalarının denetimi ve kamuoyunun gözlerinden uzak yürütülmesi kaygıları arttırıyor. Ankara’ya gelen yerli ve yabancı ziyaretçilerim gezilecek yerleri sorduğunda “AOÇ” demeyi çok isterdim. Tıpkı Central Park’ı gezmeden New York’u gezmiş olmayacağınız gibi. Devasa büyüklükteki yeşil alanlarıyla Ankara’nın ve Ankaralıların biraz olsun nefes alabilecekleri bir mekan olabilirdi. Ankara’nın merkezinde muhteşem bir park (içinde mutlak roller coaster olması gerekmiyor) yaratılabilir, artık dünyada birçok şehirde yaygınlaşan kent tarımının en iyi örnekleri sergilenebilirdi. Ankara tükettiği gıdanın yalnızca %5’ini üretirken, bu oran daha yukarı çekilebilir ve neden olduğumuz karbon emisyonu bir nebze olsun azaltılabilirdi. Şimdilerde AOÇ markalı süt ürünleri için bile, birçok yerden süt temin edildiğini duyuyoruz. Bunlar, hem bir vasiyetin gereğini yerine getirme, hem de yaşadığımız şehri daha yaşanabilir kılmak için gerekliydi. Gezi Parkı’nın onlarca katı büyüklüğünde ve simgesel bir alanın sessiz sedasız elden çıkarılışına dur demek gerekmiyor mu? Hani artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı..? Dosya Konusu Kamusallık ve Kent Meydanları: Ankara Eylül - Ekim Doç.Dr. Aydın ÖZDEMİR Ank.Ünv. Ziraaf Fak. Peyzaj Mimarlığı Bölümü Geçen gün Kavaklıdere’den Sıhhıye’ye kadar bulvar üzerinden yürümeye karar verdim. Sevdiğim ve beni yormayan bir güzergah. Kuğulu Parktan başlayarak eski Akün Sineması, elçilikler, Ankara Oteli, TBMM, Akay kavşağı ve Atatürk Meydanı, Bakanlıklar ve geniş kaldırımlı bulvar, Meşrutiyet üst geçidi, Metro girişleri, dükkan vitrinleri, Kızılay Meydanı ve karşıda Güvenpark. Bir zamanlar içinde Gima’nın olduğu postane önünde buluştuğumuz gökdelen, Soysal Çarşısı, karşıda eski Kızılay binası alanı üzerinde yükselen ve yıllar sonra nihayet açılan Kızılay Alışveriş Merkezi, Sakarya Caddesi girişi, çınarların gölgelediği kaldırımlar. Zafer Meydanı ve son olarak Sıhhiye Meydanı... Bu kadar çok meydanı, tarihi binayı ve hareketliliği aynı güzergah üzerinde görebilmek Ankara’ya özgü bir durum olsa gerek. Bir saatten az süren bir yürüyüştü ama şöyle bir sorun var: bu gördüklerinizi yaşayamıyorsunuz. Oturmak, bekleme yapmak ve toplanmak ne yazık ki mümkün değil. Oturma alanları yok ya da mevcut olanlar yetersiz. Bir an önce uzaklaşma isteği var. Acaba bulvarda rahatsız eden nedir? Çevreme bakıyorum herkes benim gibi davranıyor; bir telaş var. Bulvar otobüslerle dolu ve insanlar bir an önce alandan uzaklaşma isteğiyle koşturuyorlar... Adına “meydan” dediğimiz alanlar yoğunluğunu taşıtların oluşturduğu birer kavşak olmuş. Akay kavşağında bir zamanlar trafik kilitlenirdi. Şimdi trafik katlarca aşağıda akıp gidiyor 32 33 AFSAD Atatürk Meydanı, Akay Kavşağı. Uzaktan seyretmek yeterli. ama yaya olarak karşıya geçmek artık mümkün değil. Meclisin önünde çok güzel bir havuz ve açık alan var ama burada, bu kadar güvenlikli bir alanda sanırım beni bekletmezler. Hatırlıyorum da bir proje için kavşağın fotoğraflarını çekmeye gitmiştim. Anında çevremde beni uyaran ve buradan uzaklaşmamı söyleyen kişilerle karşılaştım. Sanırım burada beklemek yasak. Daha sonra “meydan” olgusunu sorguladım. Neden bizde bir meydan yok? İhtiyacımız mı yok? Yoksa meydan bize unutturuldu mu? Aynı durum Kızılay ve Güvenpark için de geçerli. Öğrencilerimle bulunduğumuz parkta ancak belli bir yere kadar gitmemize izin verildi. Kamusal bir alanda bulunmak ve dolaşmak için demek izin almak gerekli. Bir zaman Kızılay Meydanı için belediyeler birbiriyle kavga eder- di; kimin konser düzenleyeceği konusunda...Paylaşılamayan bir alan. Acaba bu alanın bir sahibi var mı? Bu sınırları koyan, yayalara geçit vermeyen düzenlemeler ile bulvarı bir otobana dönüştüren, yayayı yeraltında gezdiren ya da üstgeçitlerle ayağını yere bastırmayan, küçükte olsa bir kültür ve sanat merkezi, sinema, tiyatro binası yapmak yerine büyük bir alışveriş merkezini kentin göbeğine yerleştiren birileri mi var? Anlamsız bir şekilde oluşan ve adına “meydan” denilen alanların, kentsel yaşamı güçleştirdiğini gözlüyorum. Sıhhiyeden yukarı doğru yürümek hiç içimden gelmiyor. Ankara kamusallık konusunda sorunlu bir şehir. Daha 80 yıllık bir geçmişi var. Batıda olduğu gibi yüzyıllardır var olan me- kanları ve meydanları yok. Herşey bir bozkır kasabası üzerinde müthiş hayallerle kısa sürede gerçekleştirildi. Tandoğan Meydanının bir tayyare pisti olarak düşünüldüğü, motorlu taşıtın olmadığı bir zamanda üçer şeritli bulvarın yapıldığı bir dönemde gelişti Ankara. Kızılay ve çevresine Yenişehir denilmesinin bir nedeni var elbette. Peki bu kadar hızlı gelişen ve dünyaya örnek olması beklenen bir Başkent nasıl bu hale geldi ya da getirildi? Bunun için pek çok cevap olabilir ama biz yine kamusal alan ve kent meydanı üzerinde duralım. Kent meydanları, kentin kalbi, kentlinin sosyal ihtiyaçlarına cevap veren, kentsel yaşamın bütünleştiği, tarihi ve çağdaş özellikleri bir arada sergileyen odak noktaları olarak tanımlanabilir. Meydanlar kentin birer aynasıdır ve burada oluşabilecek sorunlar ve eksiklikler, tüm kentte bir çöküntüye neden olabilir. Uzun yıllar boyunca meydanlar, binalarla çevrelenmiş fiziksel bir mekan olarak tanımlanmaktaydı. Meydan, onu çevreleyen binaların işlevleri ile anılmakta, bu işlevler değiştikçe meydanın kulanım biçimi de değişim göstermektedir. Ancak meydanı asıl tanımlayan mekan içinde oluşan bireysel ya da toplu hareketlerdir, yani insandır. Bu alanlar sadece üzerinden geçip gidilen yerler değil, kentlilerin özel günlerde, kültürel, politik, ticari faaliyetler için birlikte olabilecekleri kentsel odak noktaları olarak karşımıza çıkmalıdır. Yakın tarihimize baktığımızda Osmanlı döneminde evin bir “mikro-kozmos” oluşu ve kadının yaşamının büyük bir bölümünü ev içinde geçirmesi gibi sosyal özellikler, yoğun kentsel kullanımlar ile kamusal alanların kullanımının yoğunluğunu düşürmüştür. Osmanlı kentinde meydan olgusu kentin yerleş- Kızılay Meydanı. Taşıt egemenliğinde ve sola dönüşler yasak Sıhhıye Meydanı. me alanının hemen kenarında yer almakta ve yapılarla kuşatılmayan, yapılaşmış alana dıştan eklenen bir düzlükten oluşmaktaydı. Bu tür bir düzenleme gösteren meydan da, idamlar ve diğer cezalandırmalar, önemli törenler ve kutlamalar, spor faaliyetleri, alışveriş (pazar yeri) yapılmaktaydı. Sonuçta, Osmanlı’ nın kapalı kent yaşamı içinde, Batılı anlamda bir meydana rastlanmamaktadır. Osmanlı hanedanlık sisteminin devamlılığının sağlanabilmesi konusunda dikkatli olduğu ve bu amaçla birer toplanma mekanı olan meydanlar oluşturulmadığı görülebilir. Günümüzde de sanki bu gelenek devam ettirilmeye çalışılıyor! Türk toplumunda meydanın oluşmaması dini nedenlere de bağlanabilir. İslam dünyasında meydan düşüncesinin, birkaç istisna dışında yok olması, toplumun içine kapalı yapısından kaynaklanmakta. Kentte sosyal yaşam, cami ve çarşıda sahne- Tandoğan Meydanının bir tayyare pisti olarak düşünüldüğü, motorlu taşıtın olmadığı bir zamanda üçer şeritli bulvarın yapıldığı bir dönemde gelişti Ankara. Kızılay ve çevresine Yenişehir denilmesinin bir nedeni var elbette. Peki bu kadar hızlı gelişen ve dünyaya örnek olması beklenen bir Başkent nasıl bu hale geldi ya da getirildi? lenmektedir. Kadınların dışlandığı politik yaşamda, erkeklerin her tür mesaj aldıkları, birbirlerini görüp buluştukları kent içinde geniş toplantı alanları bulunmaz. Cami avlusu, İslam kentlerinin forumu olarak nitelenebilir. Buna karşılık, kent dokusu içinde önemli bir işlev gören mahallelerde, yer yer mekan genişlemelerinin dışında, düzenli bir mahalle meydanı oluşmamıştır. Geçmişten günümüze, sosyal iletişimin merkezi konumunda olan kentsel meydanlar, işlevlerini kaybederek birer boş mekan karakteri kazanmıştır. Artık bu tür mekanların gereklikliliği tartışılmaktadır. Karşılıklı konuşmalar ve iletişimin sağlanabilmesi için bir arada bulunma zorunluluğu ortadan kalkmış ve bunun yerini pasif iletişim almıştır. Artık insanlar evlerinden ya da ofislerinden çıkmadan birbirleriyle iletişim kurabilmekte, uzak mesafeler yakınlaşmaktadır. Meydan olarak adlandırılan Opera, Sıhhiye, Kızılay, Tandoğan, İstasyon, Kurtuluş, Zafer Meydanı gibi alanların birer kent meydanı mı, yoksa kavşak mı olduğu tartışma konusudur. İstanbul’ da Taksim, Ankara’ da Kızılay ve Ulus, İzmir’ de Konak meydanları sadece taşıt trafiğine hizmet eden büyük birer kavşak haline gelmiştir. Meydanlarda araçlara tanınan bu tolerans, yayalardan esirgenmektedir. Güçlü bir kamu yaşamının aşınması ile birlikte ilgi duyulan özel ilişkilerde deforme olmak34 35 AFSAD tadır. Kamusal alanda yapılacak eylemlerle kişiliğin dışa vurulabileceği korkusuyla eylemden kaçınılmakta, kişi kendisini baskı altında tutarak sessiz kalmayı tercih etmektedir. Metropol kentlerin bulvar ve meydanları kentli için tam bir işkence yeridir. Karşıdan karşıya geçerken, beklerken, otururken daima tedirginlik, endişe ve huzursuzluk duyulmaktadır. Otobüslerin rotası haline dönüşen bulvarlarda insanlar sıraya girmekte ve bir an önce mekanı terk etmek istemektedir. Düğüm noktalarda trafik daima sıkışıktır. Günümüzde, şu ana kadar hiçbir uygarlığın yaşamamış olduğu hareket kolaylığı içinde olmamıza karşın, hareket günlük faaliyetlerimiz içinde en çok kaygı yaratan unsur haline gelmiştir. Yerel ve merkezi yönetimler, belirledikleri politikalar ile kent mekanının kullanımına yön vermişlerdir. Baskıcı yönetimler altında kamusal yaşam gelişemez. Yönetimlerin uzun süreler görevde kalma istekleri nedeniyle aynı görüşü paylaşan insanların bir araya gelmesi sakıncalı görülmektedir. Böylece ortak eylem girişimleri önlenecektir. Bu tür eylemlerin gerçekleştirilmesi ve büyük kalabalıkların bir arada bulunabilmesi için en uygun mekanlar meydanlardır. O halde, meydanlar ortadan kaldırılırsa başkaldırı ve protestolarda ortadan kalkacaktır. Arap Baharı ve Gezi Parkı eylemlerini halkın meydanlarda gerçekleştirdiği ve yönetim üzerinde geri dönülmez etkiler bıra- kan halk hareketleri olarak izledik. Eğer meydanlar olmasaydı bireylerin ve toplumun görüşleri bu şekilde etkili duyurulabilecek miydi? Meydanda şekillenen Arap Baharı, halkın, kentin yaşam biçimine olan müdahale isteğinin bir göstergesi olurken, birçok ülkede yeni yönetim biçimleri ortaya çıkarmıştır. Gezi Parkı eylemlerinin başlangıcı da kamusal alana müdahale sonucudur. Gezi Parkı ortasına alışveriş merkezi inşa edilmek istenmesi, kamusal alanın ticarileştirilmesi, özele tahsis edilmesi olarak algılandı. Parkı korumak isteyen toplum, fiziksel anlamda meydanını sahiplendi. Kentsel alanın tamamen bir rant alanı gibi algılandığı dönemde halkın kamu alanına nasıl sahip çıkacağının bir göstergesidir bu eylemler. Sahip çıkmanın ötesinde asıl sahibi olan halk, kamusal alanını yeniden şekillendirdi ve tarifledi; daralan, daraltılmak istenen meydanlar, parklar, açık ve yeşil alanlar koruma altına alındı. Karşımızda iki senaryo var; gelecek nesiller belki de meydan diye bir kavram bilmeden yaşamlarını sürdürecek ya da geçmişe dönük bir şekilde meydanlar kentlerimizde şekillenecek. İnsanların temel ihtiyaçlarından birisidir sosyalleşmek... Bunu ister sanal ortamlarda sağlayın, ister açık alanlarda, sesimizi duyurmaya çalışmak en doğal hakkımız...Her koşulda bu alanlara ihtiyaç olacak. Bize düşen görev gelecekte meydanların ve kamusallığın nasıl şekilleneceğine karar vermek... Kentsel Dönüşüme Karşı Kentsel Dinamizm Dosya Konusu Eylül - Ekim Doç. Dr. Bülent BATUMAN Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık Fakültesi Kentler, tarihin eski dönemlerinden beri var olan, insan eliyle üretilmiş, doğal olmayan yerleşimler. Bu yüzden de, tarihsel gelişimin kaçınılmaz sonucu olarak her dönem farklılaşan işlevleri içeren, giderek gelişip karmaşıklaşan fiziksel ve toplumsal yapıları barındırıyorlar. Özellikle 19. Yüzyıldan başlayarak modern kentlerin daha önce görülmemiş ölçüde büyüyerek nüfusu kendine çekmesi, 21. Yüzyıl başında tarihte ilk kez kentli nüfusun kırda yaşayan nüfusu aşmasıyla sonuçlanmış, kırsal yaşantının da küresel ölçekte hakimiyet kuran bir kentsel duruma tabi hale gelişi, böylece somut bir ifade Dikmen Vadisi, kazanmıştır. Kısaca ifade etmek gerekirse; kentsellik, tarihsel olarak, tanımı gereği yoğun bir dinamizmi ifade ediyor. Buna karşılık, kentsel dönüşüm dediğimiz müdahale biçimleri, çok genel olarak, kendiliğinden gelişim dinamiklerine yön vermek amacını taşıyan (politik) planlama girişimleridir. Daha özel olarak ise, kentsel dönüşüm, 1970’lerden başlayarak, sanayileşmiş Batı kentlerinde ortaya çıkan sanayisizleşme (sanayinin üçüncü dünya ülkelerine taşınması) sonucu kentlerde oluşan çöküntü alanlarının yenilenmesi ve sağlıklılaştırılması amacıyla yapılan müdahaleleri anlatır. Batı kentle- rinde ortaya çıkan bu müdahaleler, hızla sermaye odaklı ve kent mekanını sermayenin yeniden üretiminin bir aracı haline getiren bir nitelik kazanmıştır. Toplumsal yaşantıyı göz ardı eden ve insan odaklı mekansal çevreleri tahrip eden böylesi kentsel müdahaleler, kent mekanlarının mutenalaştırılması (seçkinleştirme/ soylulaştırma – gentrification) olarak tarif edilmiş ve birçok toplumsal muhalefet hareketine sebep olmuştur. Bu tarihsel çerçeve içinden baktığımızda, Türkiye kentlerinde yaklaşık on yıldır gördüğümüz kentsel dönüşüm hareketlerinin, f:Ayşe GÜLTEKİNGİL daha önce yaşanan deneyimlerden ders çıkarılmayan, en olumsuz nitelikleriyle uygulamaya konulan örnekler olduğunu söyleyebiliriz. Zira 2004 yılında ilk kez yasal bir kavram olarak mevzuatımıza giren “kentsel dönüşüm” ifadesi, o günden bugüne durmadan idarelerin yetkilerini hoyratça artıran ve bu yetkilerin de sürekli olarak daha fazla rant uğruna kullanıldığı bir uygulama aracı haline gelmiştir. Kent mekanının toplumsal ihtiyaçlar ve kentsel dinamikler gözetilmeden yatırıma açılmasının, yapı yoğunluklarının altyapı ve çevre sınırlılıkları önemsenmeden artırılmasının ve bu uğurda ekolojik ve kültürel kaygıların tamamen ihmal edilmesinin, hem kentsel hem de ekonomik açıdan oldukça dengesiz bir gelişme yarattığını görmek mümkündür. Bir kez teklemeye başlarsa bu dengesiz yapısıyla ulusal ekonomiyi sarsacağı düşünülen kentsel dönüşüm mekanizmasının uç noktası İstanbul’a yeni köprüler, yeni İstanbul’lar, hatta yeni Boğazlar eklemek demektir. Ulus 36 37 Türkiye’de son yıllarda gelişen uygulamaya biraz daha yakından baktığımızda, kentsel dönüşümün temelde üç farklı biçimde gerçekleştiğini görürüz. Bunlardan ilki, aslında henüz kentsel nitelik taşımayan, kent çeperinde bulunan arazilerin kentsel gelişime açılmasıdır. Aslında kentsel dönüşüm sayılamayacak bu yöntemin, kentsel dönüşümün sağladığı operasyonel kolaylıkları kullanabilmek adına bu biçimde tariflenmesine, hemen her belediyenin sıklıkla başvurduğu görülmektedir. İkinci biçim ise, daha önce kent çeperinde olup, kentin büyümesi sonucu kentin içinde kalmış ve arazi değeri artmış olan gecekondu alanlarında gerçekleşen dönüşümlerdir. Bu alanlarda, orta sınıfların banliyö tipi kent dışı konut alanları yerine, kent içine taşınma hareketinin ifadesi olan lüks rezidansların inşası, birkaç kuşaktır bu bölgelerin sakini olan gecekondu halkının yerinden edilmesi anlamına gelmektedir. Bu mahallelerde yaşam alanlarına sahip çıkan kentlilerin tepkileri, zaman zaman uzlaşma girişimleriyle, ama daha çokça çatışmalarla ve şiddetle karşılaşmaktadır. Böylesi durumların Ankara’daki en tipik örnekleri, birkaç kuşaktır gecekondu alanı olan Mamak ve Dikmen gibi bölgelerdir. Kentsel dönüşümün üçüncü biçimi ise, kent merkezlerinin mutenalaştırılmasına yönelik operasyonlarda ifade bulmaktadır. Özellikle tarihi merkezlerin turistikleştirilmesi, bu alanların hem kullanıcılarının hem de kullanım biçimlerinin radikal biçimde dönüşümünü gündeme getirir. Ankara’da Ulus tarihi kent merkezinden, İstanbul’da Taksim’e kadar özellikle büyük kentlerde gördüğümüz bu uygulamalar, birkaç açıdan oldukça önemli. Her şeyden önce, söz konusu alanlarda mevcut rantın yüksekliği, bu operasyonları ve onları bir an önce hayata geçirmek isteyen erk sahiplerini daha tahammülsüz kılıyor. İkincisi, bu alanların sadece doğrudan kullanıcılarını değil tüm kentlileri ilgilendiriyor olmasıdır ki bu, aslında kentin kimliğinin ve toplumsal an- f:Hatice KARA AFSAD Fransız düşünür Henri Lefebvre’in “kent hakkı” olarak tanımladığı şey, özünde kent merkezine ilişkindir; yani herkesin kent merkezi üzerinde sahip olduğu ortak bir haktır. İşte bu yüzden kent merkezini tarif eden kamusal alanların mutenalaştırılması, aslında kent hakkının sermaye tarafından gaspı anlamına gelmektedir. Dikmen Vadisi lamının tehdit altında olduğunu da göstermektedir; çünkü söz konusu olan kamusal alanların dönüşümüdür. Fransız düşünür Henri Lefebvre’in “kent hakkı” olarak tanımladığı şey, özünde kent merkezine ilişkindir; yani herkesin kent merkezi üzerinde sahip olduğu ortak bir haktır. İşte bu yüzden kent merkezini tarif eden kamusal alanların mutenalaştırılması, aslında kent hakkının sermaye tarafından gaspı anlamına gelmektedir. Sokakların, parkların ve meydanların özgürce kullanılamadığı, her hareketin kameralarla izlenip güvenlik görevlilerince terbiye edildiği, aykırı görülen kullanımların ve kullanıcıların kamusal alandan uzaklaştırıldığı ve metalaşmanın hakim olduğu kent merkezlerinin inşası, kamusal alanın açık tahribi anlamına gelmektedir. Ve 2013 yazına damgasını f: Mehmet ÖZER vuran “her yer Taksim” haykırışının bu tahribatla bir ilgisi olduğu kuşkusuz. Kentsel kamusal alanların ticarileşmesinin bir boyutunu da AVM’ler oluşturmakta. Yine hem kullanım biçimleri hem de kullancılar açısından oldukça seçici olan, teknolojik güvenlik mekanizmaları ile gözetim altında tutulan AVM’lerin bir yandan kamusal deneyimi dönüştürdüğü, bir yandan da kent merkezinde sosyal yaşantı ile ticaretin bir aradalığını zedeleyen bir boyutu olduğu muhakkak. Oysa kent merkezi, barındırdığı karmaşa ve çoğulculuk sayesinde bir özgürlük ortamı sunar. Araç ve yaya trafiğinin, ticaret ve boş zaman faaliyetlerinin, kültürel aktivite ile siyasal eylemliliğin bir aradalığı, kent merkezini kamusal niteliğe kavuşturan, kentli bireyleri de kamusal aktörlere dönüştüren dinamiği sağlar. Böyle baktığımız zaman, bugün kentlerimizde gözlediğimiz ve deneyimlediğimiz kentsel dönüşüm operasyonlarının, kentin doğası gereği barındırdığı dinamizmi iğdişlemeye, sınırlamaya ve disiplin altına almaya yarayan girişimler olduğunu görürüz. Bu yüzden de, kentsel dönüşüme karşı kentsel dinamizmi, yani kentin barındırdığı çoğulluğu, farklılıkların birlikteliğini, hoşgörüyü ve sosyal etkileşimi savunmak gerekiyor. Dahası, bu taleplerin kent siyasetinin özünü oluşturduğunu görmek ve bunları siyasal gündemin konusunu haline getirmek, tüm kentlerimiz için aciliyet taşıyor. Ulus f: Natalia EMELLANOVA Fotograflar: AFSAD Doğanay Sevindik Belgesel Fotoğraf Atölyesi, Ulus-Altındağ Çalışması AFSAD Mehmet Özer Belgesel Fotoğraf Atölyesi, Dikmen Vadisi Çalışması Dosya Konusu Gökyüzünden Ankara Eylül - Ekim Erdal ALTIN Fotoğrafçı Bir fotoğrafı izlenmeye değer kılan genellikle sahip olduğu farklı bakış açısıdır. Gündelik hayatımızda dikkatimizi çekmeyen konular veya nesneler, farklı bir bakış açısıyla bize sunulduğunda ilgimizi cezbeder. Hava fotoğrafları bu nedenle doğal bir avantaja sahiptir. Her gün sokaklarında yürüdüğümüz şehrin fotoğrafları, bir kuşun gözünden sunulduğunda her zaman daha çekici olmuştur. Bir şehri havadan fotoğraflarken beklenmeyen kareleri görür ve kaydedersiniz. Bazen, o şehir için olmazsa olmaz kareleri ise arkanızda bırakırsınız. Şehirle özdeşleşmiş, onunla anılan yapıları çevrelerindeki yapılaşma nedeniyle kaydetmekten vazgeçip, sıradan bir mahallenin sokaklarındaki kompozisyonla daha fazla ilgilenebilirsiniz. Örneğin; Anıtkabir, Kocatepe Camii veya Atakule gibi çevresinden kolaylıkla ayrılabilen yapılar, kendi başlarına çok daha güzel poz verirken, Anadolu Medeniyetleri Müzesi veya Ankara Garı gibi yapılar hava fotoğraflarına konu olmak için fazla çekingen kalırlar. Ankara gökyüzünden incelendiğinde ilk dikkati çeken oldukça yakın bir zamanda geliştiğidir. Ankara Kalesini saymazsak Cumhuriyet öncesi bir yapıyı havadan görmek neredeyse imkânsızdır. Nüfusunun yakın dönemlerde artmış olmasına rağmen Ankara’da yoğun yapılaşmamın önüne geçilememiştir. Cumhuriyetin ilk döneminde yapılan bulvarların ayırdığı mahallelerin dar sokakları,yoğun yapılaşma nedeniyle gökyüzünden Kufi yazısı gibi görülür.Ankara, yeşile küsmüş betona aşık olmuş gibidir. Beton binaların arasına sıkışmış küçük parkları saymazsak, 38 39 AFSAD AŞTİ şehre nefes aldıran yeşil alanlar yalnızca Atatürk Orman Çiftliği ve ODTÜ ormanıdır. Onlarda beton istilasının tehdidi altındadırlar. Ankara’yı havadan seyrederken dikkat çeken diğer yapılar ise kamu binalarıdır. Yoğun yapılaşmamın içinde Çankaya Köşkü ve TBMM binaları etraflarındaki yeşil alanlarla birer vahayı andırırlar. Yakın zamanda yükselen gökde- Dosya Konusu Eylül - Ekim Atakule ve Kavaklıdere Ankara, Yenimahalle Anıtkabir lenler ise görkemli kamu binalarından rol çalmak ister gibidirler. Sıra dışı mimarisi ile Atakule de ilk bakışta göze çarpan binalar arasındadır.Her boş araziye kondurulan ve artık Ankara denilince ilk akla gelen mekânlardan olan AVM’leraçıkça görülmektedir. İç mimarilerine oldukça fazla özenilen AVM’ler, ne yazık ki şehir estetiğine katkı sunmaktan çok uzaktırlar. Gökyüzünden seçilebilen yapılar arasında Anıtkabir’in ayrı bir önemi vardır. Üzerine yapıldığı Rasattepe sayesinde çevresinden yüksekte bulunur. Ayrıca içinde yükseldiği Barış Parkı’nın koyu yeşil renkleri Anıtkabir’i gün batımında altın renginde göstererek Atatürk’e layık bir istirahatgah olduğunu hatırlatır. Ümitköy, inşaat alanı Fotoğraflar: Erdal ALTIN 40 41 AFSAD Ankara binlerce yıllık tarihindeki en büyük gelişmeleri Türkiye Cumhuriyeti’ne başkent olduktan sonra yaşayan bir şehirdir.Gökyüzünden seyrederken, Ankara’nın gelişimini Ulus’tan dışarı doğru genişleyen halkalar halinde izleyebilirsiniz. Son yıllarda bu gelişim batıya doğru hızlanmıştır. Türkiye’nin göç alan diğer şehirleri gibi Ankara da hızla büyürken yeşil alanlarını feda etmiştir. Bir zamanların dereleri, bağları, pınarları (Kavaklıdere, Seyran Bağları, Akpınar) artık yalnızca semt isimlerinde kalmıştır. İç Anadolu’nun bozkırında büyüyen Ankara için, benim bir fotoğrafçı olarak gördüğüm ise daha fazla yeşil alana ihtiyacı olduğudur. Ankara Florası Üzerine Dosya Konusu Eylül - Ekim Prof.Dr. Şinasi YILDIRIMLI Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Eskişehir, Sivrihisar Kepen Köyü Açık Arazi Genel Görünüm,2013 Ankara’dan bitki toplamış olan yabancılar arasında Ogier Ghislain de Busbecq, Joseph Pitton de Tournefort, Pierre MartinRémi Aucher-Éloy, Pierre de Tchihatcheff, Joseph Friedrich Nicolaus Bornmüller, J.J. Manissadjian, Ronald Charles Lindsay, Kurt Krause, Edward Kent Balls, FriedrichMarkgraf, Otto KarlAnton Schwarz, Arthur Huber-Morath, FriederickeSorger, Peter HadlandDavis, MaxNydegger-Hügli, W. Kotte, H. Walter; Türk’lerden ise Hikmet Birand, Baki Kasaplıgil, Kâmil Karamanoğlu, Hüsnü Demiriz, Ömer Turhan Baytop, Faik Yaltırık’ı sayabiliriz. Ankara ilinden yabancıların ilk toplama kayıtlarını Osmanlı imparatorluğu florası diye adlandırabileceğimiz, Edmond Boissier’nin yazdığı ‘’Doğu Ülkeleri Florası’’ adlı eserde bulabilmekteyiz. Daha sonra P.H. Davis’in ‘’Türkiye ve Doğu Ege Adalarının Florası’’ adlı eserde hem yabancı, hem yerli araştırıcıların toplama kayıtları bulunmaktadır. Ülkemizin ilk flora çalışması sayılabilecek bir eser f:Şinasi YILDIRIMLI 1934 yılında Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsünde çalışan Kurt Krause tarafından yazılan “Ankara’nın Floru” adlı kitabıdır. Son onlu yıllarda Ankara kent içi florası (sinanturopik) ile il bazında yapılmış özellikle tez çalışmaları halinde ortaya konan floristik çalışmalar vardır. Ankara, Kırıkkale ilçesinin il olup kendisinden ayrılmasına rağmen, yüzölçümü olarak hala en büyük illerimizden birisidir. Coğrafya olarak İç Anadolu bölgesi, bitki coğrafyası olarak ise Anadolu-Turan bölgesinde yer almaktadır. Ankara, büyüklüğü ve değişik bitki yetişme ortamlarına sahip olması ile oldukça dikkati çekicidir. İlin kuzeyi Avrupa-Sibirya bitki örtüsünün etkisi altındadır. Bunu da bu bölgenin ormanlarla kaplı oluşundan (göknar: Abies nordmanniana subsp. bornmuelleriana, sarıçam: Pinus sylvestris) ve yıllık ortalama yağışın 600 mm düşmesinden anlamaktayız. İlin güneyi ise Tuz gölünün etli, tüylü, tuzcul bitkilerine sahiptir ki bunların çoğu dünyada yalnızca burada yetişmektedir. Ankara’nın batı yönüne doğru gidilecek olursa bozkır bitkileriyle (ağaçlardan karaçam: Pinus nigra, tüylü meşe: Quercus pubescens, ahlat: Pyrus elaeagnifolia, bazı alıç türleri: Crataegus, yabanıl payam: Amygdalus orientalis, çakal eriği: Prunus spinosa; çalılardan karamuk: Berberis crataegina, dağ muşmulası: Cotoneaster nummularia, karaçalı: Paliurus spina-christi, kuşburnu: Rosa canina; otsulardan bazı geven türleri: Astragalus, çoban yastığı türleri: Acantholimon, kekik türleri: Thymus, yavşan türleri: Artemisia, yumakotu: Festuca, gıvşak: Isatis) birlikte jipizli (alçıtaşlı) alanların kendine özgü bitkilerini görebiliriz. Bu son iki yerde yıllık ortalama yağışın 350 mm olduğunu görmekteyiz. Sivrihisar, her ne kadar Eskişehir iline bağlı olsa da Ankara-Polatlı ile ortak sınırlarında bu çizilebilir, beyaz, saydam alçıtaşı alanları ve bu ortama uyum sağlamış bitkileri bulabiliriz. Alçıtaşlı bozkırda Arnebia densiflora,Eskişehir, Sivrihisar Kepen Köyü f:Şinasi YILDIRIMLI Böyle zengin bir floraya sahip Ankara ilimizin bitki çeşitliliğini nasıl korumalıyız? Bunun en güzel yolu; değişik yetişme ortamlarına sahip alanlardan örneklik ve göstermelik yerler belirlemek ve buraların etrafı tel örgü ile çevrilerek koruma altına almaktır. Bir örnek vermek gerekirse; bu yazının yazarının Eskişehir ili Sivrihisar ilçesi Kepen köyleri civarından toplayıp, bilim dünyasına tanıttığı 15 kadar yeni bitki üyesinin bulunduğu alanın benzeri, komşu olduğu Ankara Polatlı sınırları içinde de oluşturulabilir. Dolayısıyla bozkırda, alçıtaşlı dar bir alanda 2 x 2 km’lik bir alan koruma altına alındığında, gelecek kuşaklara ne denli zengin bir bitki örtüsünün var olduğunu kanıtlamış ve önemli bir gen kaynağını miras bırakmış olacağız. Yine son yıllarda Tuz Gölü civarından bilim dünyası için onlarca yeni bitki üyesi betimlenmiştir. Özellikle Aksaray ilinin Eskil ilçesi tuzcul bitkileri için bir gen kaynağıdır. Buraya benzer alanlar Ankara ili sınırları içinde de vardır. Önceki örnekte 42 43 AFSAD Centaurea tchihatcheffii, Sevgi Çiçeği,Gölbaşı olduğu gibi özellikle tuza dayanıklı bitkilerin genlerinin başka bitkilere aktarımı olanaklı olduğundan, tuzcul alanlarda tarım yapılabilmesi açısından, bu tuzcul bitkilerin gen- f: Irmak SOLDAMLI lerini koruma adına böyle bir alan, Ankara ilinde düzenlenmelidir. İşin ilginç yanı, yeni bulunan bu bitkiler genelde ülkemizin, özelde o yörenin özgün bitkileri olup, dünyada Hedysarum duriae, Eskişehir, Sivrihisar Kepen Köyü f: Şinasi YILDIRIMLI yalnızca buralarda yetişmektedir ve böyle bitkilere biz “endemik” bitkiler diyoruz. Türkiye’de 12500 üye (tür+alttür+varyete), 10000’e yakın tür vardır ve bunların da üçte biri yani 3500-4000 arası tür ülkemize özgüdür. Avrupa’nın en az endemik türüne sahip ülkelerinden biri olan Bulgaristan’da 50; en çok endemik türüne sahip olan ülkelerden biri olan Yunanistan’da 800 kadar endemik tür vardır. Ankara ilinde ise Türkiye’ye özgü endemik tür sayısı yaklaşık olarak 300 (% 20) civarındadır. Yalnızca Ankara’ya özgü olanların sayısı da 25’e yaklaşmaktadır. Ankara ilinde 100 familya, 500 cins, yaklaşık 1500 tür bulunmaktadır. Yeni keşfedilen her tür potansiyel tehlike altındadır. Çünkü genellikle yeni türler yalnızca bir toplama noktasından belirtilmektedir. Doğanın kendi işlevinde bazı türler yeni olarak doğarken, bazıları da Centaurea tchihatcheffii, Sevgi Çiçeği,Gölbaşı yok olmaktadır. Bu sistem insan eli değmediği sürece doğal olarak işlemektedir. Ancak artan nüfus ve yayılma sonucu doğal alanlar yıkıma uğramaktadır. Bu önlenemez bir gelişmedir. Böyle bir durumda çok az masrafla koruma altına alınmış, küçük alanlar oluşturarak, en azından yok olma durumundaki bazı üyelerin genlerini koruyup gelecek kuşaklara aktarılmasını sağlayabiliriz. Diğer illerde de olduğu gibi Ankara ilinin henüz tam olarak florası ortaya konamadığından, yok olma durumundaki bitkilerini de belirleyebilme olanağından yoksunuz. Bazen yok oldu denilen bir tür, iyi araştırma ve toplamalar sonucu yüz yıl sonra bile karşımıza çıkabilmektedir. Üzerinde kitaplar ve makaleler yazılan, dünyada yalnızca Ankara Gölbaşı’nda yetişen Yanardöner son dönemlerdeki adıyla Sevgi Çiçeği (Centaurea tchihatcheffii) en yakın yok olma adayıdır. Burada bile birkaç dönümlük bir alanın çitle çevrilmesi ile bu türü koruma altına almak mümkündür. Ülkemiz, özelde Ankara’mız bir yandan yeni türlerin keşfini beklerken, diğer yandan keşfedilenlerin koruma altına alınmasına ihtiyaç duymaktadır. f:Hasan ATABAŞ Dosya Konusu Ankara’nın Dingin Suları Eylül - Ekim Prof.Dr. Ali DÖNMEZ Doğa Fotoğrafçısı Hacettepe Ünv. Fen Fak. Biyoloji Bölümü Düğünçiçeği Bozkırın ortasında tepeliklerden dere kenarına, kayalıklardan çayırlıklara değişen birçok farklı yaşam ortamına kurulmuştur Ankara. Hızla artan yapılaşma ve özensiz kentleşme, bu şehrin doğasından bir şeyleri silerken, yerine daha yabancı değerleri koymaktadır. Gözden kaybolan ya da yeterince değerlendirilmeyen yaşamsal zenginliklerden birisi de Ankara’nın sulak alanları ile akarsularıdır. Bir yanını Orta Karadeniz ormanlarına yaslayan Ankara’nın diğer üç tarafı bozkır ile sarılmıştır. İl sınırları içinde sulak alan diye tanımlanabilen 8 gölü vardır. Mevsimsel yağışa bağlı olarak akan, çok sayıda küçük dere ise şimdi ya kuru44 45 AFSAD muş ya da kanalizasyon sistemine katılmış, yaygın deyim ile ıslah edilmiştir. Sulak alan diye de ifade edilen yerlerin kendine özgü ekolojik değeri ve biyolojik zenginliği vardır. Doğal bir ortamda herhangi bir sulak alana gittiğinizde, sığ yerlerde sizi suda yaşayan düğün çiçeğinin binlercesi karşılar. Göl ya da akarsu içinde sumercimeği, suteresi, susümbülü gibi bitkilerin binlercesini birlikte görmek olasıdır. Bu bitkileri Ankara çevresindeki göllerde ya da akarsularda da görmek olasıdır. Ancak günümüzde şehir içinde doğal hali ile akar dere yoktur, Mogan (Gölbaşı) ve Eymir gölleri ise artık şehrin içinde kalmıştır. Mogan Gölü Ankara’nın güneyinde, Konya yoluna paralel uzanır. Sukesen, Başpınar, Gölova, Yavrucak, Çolakpınar, Tatlım, Kaldırım ve Gölcük dereleri gölü besleyen ana damarlardır. Tarım ve yerleşim alanları ile çevrilmiş olması, gölün karşı karşıya olduğu en büyük tehdittir. Ahlatlıbel’i aşınca solumuzdaki tepelerin hemen eteğinde kıvrılan Eymir Gölü ise dere yataklarını kucaklayarak uzanan ince bir göldür. Ankara Çayı ile bağlantısının üzeri örtüldüğü için Sakarya nehrine olan yolculuğu pek bilinmez. Ankara’ya haritadan bakıldığında engebeli yüzey şeklinden dolayı, çok sayıda küçük akarsuyun ve kollarının şehri Ankara’nın gölleri; oynaşan dalgaları, açılmış çiçekleri, salınan hasırotları ve süzülen kuşları ile çağırıyor insanları, alışveriş merkezlerine hapsolmuş gençleri, yapay oyuncaklarla dünyadan kopan çocukları. En çok da başkentin sanatçılarını... Göl ve Çayır hep yanyana durur serinlettiği düşünülebilir. Ancak dereler “ıslah edilmiş” ve bir zamanlar akan sular, atık sularla birleşerek bir kısmı kapalı bir sistem içinde Ayaş’tan geçip Sakarya Nehri’ne ulaşmaktadır. Acaba çevre dağlar ve tepelerden toplanıp gelen sular ile atık sular temizlenip, Ankara’yı boydan boya kat eden derede, belli yerlerine dinlence amaçlı göletler kurularak açıktan akması sağlanamaz mıydı? Eskişehir’in Porsuk Çayı örneğinde olduğu gibi. İdris Dağı’ndan doğup Hasanoğlan-Kayaş-Mamak yönünden gelip, çevre derelerden beslenen, Atatürk Orman Çiftliği’ni suladıktan sonra Sincan Ovası’ndan Sakarya Nehri’ne uzanan Ankara Çayı şehir için- de misafir edilemez miydi? Acaba Atatürk Orman Çiftliği’nin kurulmasında o zaman doğal olarak akan bu ana dere, ilham kaynağı olmuş muydu? Günümüzün egemen yaşam anlayışının sorusu, “bu sular bize ne fayda sağlar?” hemen karşılığını bulmuş; özellikle Gölbaşı’nın (Mogan) etrafı konutlar, kamu kurumlarına ait konukevleri ve benzeri yapılarla sarılmıştır. Bununla birlikte kamuya açık yürüyüş yolları ve parklar bu yararcı yaklaşımda bir nebze de olsa toplumu düşünebilmiştir. Bir gölün en tipik özelliklerinden birisi çevresindeki karasal ortamdan çok farklı bir biyoçeşitlilik örüntüsüne sahip olmasıdır. Gölün hemen kenarında adeta gölü korumaya almış ve sanki bozkırın cılız bitkilerini kıskandırmak istercesine gelişmiş hasırotu ya da sukamışı gibi bitkilerden oluşan bölge vardır. Şaşırtıcıdır ki, bu bitki kuşağı aslında göle hiç de dost değildir. Çünkü zaman içinde rüzgârın taşıdığı tozu biriktirerek gölün dolup küçülmesine neden olur. Su ile kara arasında geçiş bölgesi olmasından dolayı bir çeşit doğanın deneme alanı gibidir. Karasal ortamda yaşayan ama rüzgârın tohumlarını taşıdığı bazı bitkiler, bu geçiş bölgelerinde şanslarını denerler; acaba daha nemli ortamlarda da yaşayabilir miyim? Tersi de Nilüfer ve kurbağa Ankara içinde akan derenin göletlerinde bu görüntü neden olmasın ki geçerlidir, su içinde yaşayan bitkiler ise; acaba daha az su ile de yaşayabilir miyim? İşte bu geçiş (ekoton) bölgelerinde umutla hüzün, gidenle gelen, kazananla kaybeden yani karşıtlar birlikte bulunur. Doğanın kendi devinimi belirler sonucu, kimisi hayat bulur, kimisi yok olur. Gölün içinde ise gizemli ama bir o kadar da devingen bir yaşam vardır. Karasal ortamda toprak, yağmur, güneş ve rüzgâr yaşamı şekillendirirken, sucul ortam çok dingin görünür. Oysa daha çok karışanı vardır, sudaki canlıların ve rahat verilmez onlara. Suyun kimyasal yapısı, güneşin ulaşabildiği derinlik, göle akıtılan kirli sular, gölü besleyen dereler, yağmur, sıcaklık, rüzgâr ve diğerleri belirler gölde yaşayan canlıların miktarını, çeşitliliğini, üreme başarılarını. Bu yüzden daha duyarlı ve kırılgan olur sucul yaşam. 46 47 AFSAD Sulak alanlar daha elli yıl öncesine kadar sadece saz, hasırotu ve kamış gibi bitkileri ile belki biraz da balığından faydalanılan ama çoğunlukla sıtma ve benzeri birçok hastalığa yataklık eden, genellikle bereketli toprakların üzerini örten yararsız yerler olarak görülürdü. Yerleşik bu anlayıştan dolayı bu bölgelere, ıslah edilmesi ve tarıma açılması gereken alanlar gözüyle bakılmıştır. Öyle ki bu yaklaşım zaman zaman devlet politikası haline gelmiştir. Kurutularak tarıma açılan Amik Ovası, bunun en tipik örneklerinden biridir. Sultan Sazlığı ise büyük badireler atlattıktan sonra varlığını sürdürebilmektedir. Mogan ve Eymir gölleri bu yüzden biraz hüzünlüdür. Alıngan ve kadirbilmezlikten şikayetçi olmaları boşuna değildir. Yanıbaşındadırlar başkentin. Su ana olarak, cömertçe verseler de serinliği, temiz havayı, es- tetiği, yaşamsal çeşitliliği, çok az insan doyasıya seyreder gölün dans eden dalgalarını ve barındırdığı güzellikleri. Oysa ne kadar da çok isterlerdi başkentin sanatçılarına esin kaynağı olmayı; fotoğraflarında, tablolarında yer almayı. Ama sanatçıların çoğu İstanbul’u seçmişlerdi, bırakıp giderek Ankara’yı. Elbette boğazın güzelliği çekmiş olabilirdi onları. Ama kendileri birçok güzellik sunuyordu insanlara, hele de sakin bir köşede ruhunu dinlemek isteyenler için. Ankara’nın gölleri; oynaşan dalgaları, açılmış çiçekleri, salınan hasırotları ve süzülen kuşları ile çağırıyor insanları, alışveriş merkezlerine hapsolmuş gençleri, yapay oyuncaklarla dünyadan kopan çocukları. En çok da başkentin sanatçılarını... Fotoğraflar: Ali DÖNMEZ Ankara’nın Doğa Fotoğrafı Mekanları Dosya Konusu Eylül - Ekim Tarık YURTGEZER Fotoğrafçı Ankara çevresinde birbirinden farklı habitatların olması ve birinden diğerine çok kısa sürede geçilebilmesi avantajından dolayı, Ankaralı doğa fotoğrafçıları bu kentte yaşadıkları için şanslıdır. Kentimizin kuzeyinde Batı Karadeniz Ormanları uzanırken, güneyini tuzcul bozkırlar kaplar. Çayırhan beldesinde hiç ot bitmeyen topraklar fotoğrafçılara benzersiz manzaralar sunarken, yarım saatlik bir yolculukla Nallıhan’a ulaşır ve hemen çam ormanlarıyla kaplı dağlara çıkabilirsiniz. Ankara, farklı habitatlar, farklı flora ve faunayı da beraberinde getirir. Tuzlu ve tatlı su gölleri, akarsuları, kuş cennetleri, milli park, jeopark ve tabiat parklarının peyzaj güzellikleri ve tüm bu mekanlardaki flora ve faunasıyla doğa fotoğrafçılarına ilham vermeye devam ediyor. Bu yazının, Ankara’nın belli başlı doğa fotoğrafı mekanları konusunda sizlere rehberlik edeceğini umuyorum. Tuz Gölü Tuz Gölü Yüzölçümü bakımından Türkiye’nin ikinci büyük gölüdür. Ankara’dan bir saatlik araba yolculuğuyla rahat ulaşılabilir. Ankara dışında Konya ve Aksaray illerine de kıyısı vardır. Özellikle gün batımlarıyla ünlü gölümüzde Ankara–Aksaray yolu üzerinde durulup manzarası fotoğraflanabildiği gibi Kaldırım Tuzlası’ndaki sedde üzerinden de güzel fotoğraflar alınır. Çubuk Karagöl ve Ormanları Küçük bir doğal set gölüdür. Çevresine örülen duvar nedeniyle bir havuz görünümünü almıştır. Ancak çevresindeki ormanların sonbaharda aldığı renkler ve bunların sudaki yansımaları, ayrıca su üzerine düşen yapraklar, fotoğrafçılar için bulunmaz nimettir. Ankara’ya 75 km uzaklıktaki bu göle ulaşım kolay olduğu için Ankaralı fotoğrafseverlerin sonbaharda mutlaka ziyaret ettikleri bir me- kandır. Özellikle Ekim’in ikinci yarısı görülmeye değerdir. Çayırhan Daha çok bünyesinde barındırdığı Davutoğlan Kuş Cenneti ile anılsa da çevrenin jeomorfolojisi manzara fotoğrafçılarını da cezbetmektedir. Kuş Cenneti, Aladağ Çayı’nın Sarıyar Baraj Gölü’ne karıştığı yerde oluşan, mevsimsel bir sulak alandır. 168’den fazla kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır. Bunların bir kısmı yerli, bir kısmı geçit kuşu iken, bir kısmı da üremek için buraya gelen türlerdir. Burada kuş fotoğrafçılığının yanısıra adeta başka bir gezegene benzeyen arazide benzersiz manzaralar çekebilirsiniz. Ayrıca Sarıyar Baraj Gölü’nde yapacağınız bir tekne turu sırasında, ilginç arazi yapısının sudaki yansımalarını ve başınızın üzerinden geçen kuş gruplarını fotoğraflayabilirsiniz. Ankara’ya 130 kilometre uzaklıktadır. Işık Dağı Karagöl Ve Beşkonak Bazalt Sütunları Ankara’dan iki saatlik bir yolculukla ulaşılabilen küçük ama fotografik bir göldür. Işık Dağı’na, Kızılcahamam’ı geçip Çerkes yoluna dönülerek gidilir. Anayoldan sağa sapan yolda Karagöl levhasından dönülerek ulaşılır. Ama ondan önce yolda Beşkonak Köyü yakınlarında Sabuncu Deresi’nde durun. Burada Kızılcahamam-Çamlıdere jeoparkının bir bölümünü oluşturan Beşkonak bazalt sütun olu- Davutoğlan Kuş Cenneti 48 49 AFSAD Çubuk Karagöl Ormanı şumları vardır. Bazalt sütunların geometrik yapıları fotoğrafçılara bölgede epey zaman harcatır. Karagöl ise dağın üzerinde küçük ama biçimi itibarıyla ilginç bir göldür. Mayıs-Temmuz arası en iyi dönemidir. Mayıs ortalarında giderseniz gölde yetişen bataklık yoncalarını çiçeklenmiş halde bulabilirsiniz. Beşkonak Bazalt Sütunları Sarıçalı Dağı ve Uyuzsuyu Şelalesi Nallıhan yakınlarındaki Sarıçalı Dağı barındırdığı ormanlar, endemik bitkiler, karstik yapılar(mağaralar) ve Uyuzsuyu Şelalesi ile doğa fotoğrafçılarının olduğu kadar, doğa sporcularının da ilgisini çekmektedir. Uyuzsuyu Şelalesi de bu dağdadır ve Karacasu Köyü’nden 7 kilometrelik bir orman yoluyla çıkılmaktadır. Belli bir akarsuyun üzerinde değildir. Kaynağından çıktıktan sonra hemen biraz ilerde, milyonlarca yılda oluşturduğu travertenlerin üzerinden yaklaşık 40 metrelik bir düşüş yapar. Kirmir Vadisi ve Abacı Peri Bacaları Kızıcahamam’dan gelen Hamam Çayı, Çeltikçi’de Alicin Deresi’ni de kendine kattıktan sonra Kirmir adını alarak yoluna devam eder. Kızılcahamam ve Güdül arası hatta Uruş’a kadar çay, vadi içinde akar. Kimi zaman vadi çok derinleşerek yer yer küçük kanyonlar oluşturur. Kızılcahamam’dan sonra vadi içersindeki Abacı peri bacası oluşumları Kapadokya’dan sonra İç Anadolu’daki en önemli oluşumlardır. Ankara’dan bir buçuk saatlik bir araba yolculuğu sonunda ulaşılabilir. Uyuzsuyu Şelalesi Eğriova Tabiat Parkı Büyükçe bir gölet, çevresinde karaçam, göknar ve sarıçamlardan oluşan bir orman, gölete gelen su kuşları, yükseklerde süzülen karaakbabalar ve Mart’tan başla- Abacı Peri bacaları yarak Ağustos’a kadar açan çiçekler, yusufçukları ve kelebekleriyle doğa fotoğrafçıları için çok cazip bir alan. Ankara’ya uzaklığı 150 kilometre olduğu için rahatlıkla gidilebilecek bir yer olup, kışın ayrı güzelliktedir. Sorgun Yaylası Soğanlı bitkiler bakımından zengin bir alandır. Güdül Yeşilöz Beldesi’nden dik bir yolla çıkılır. Bu yaylada çiğdem, sümbül ve kardelenleri bir arada bulabilirsiniz. Yılın en iyi zamanı Mart sonudur. Eğriova Tabiat Parkı Benli Yaylası Fotoğraflar: Tarık YURTGEZER 50 51 AFSAD Süvari Deresi Ankara’nın Fırtına Deresi desek yeridir. Özellikle bahar aylarında çok kuvvetli akar. Bunun nedeni geçtiği vadideki yatağının dar olmasıdır. Ancak düze indiği zaman uysallaşır. Birlikte getirdiği alüvyonu bu düzlüğe bırakarak Kirmir Çayı’na karışır. Süvari deresine Güdül ve Uruş üzerinden ulaşılabilir. Benli Yaylası Çamlıdere’nin bu güzel yaylasına giderken hep yükselirsiniz. Sarıçam ve göknar ormanlarının arasından çıka çıka gittiğiniz yolun sonu sizi çok şaşırtır. Dağın üzerinde çok geniş bir düzlükle karşılaşırsınız. Nisan ayında giderseniz soğanlı bitkileri görebilirsiniz. Yaz ortalarına kadar dönemine göre çiçekler sizi karşılar. Ayrıca ağaçlar da size güzel görüntüler sunar. Ankara Başkentimizdir Her Türlü Saygı ve Sevgiyi Hak Ediyor Portfolyo Doğaçlama Eylül - Ekim Ozan SAĞDIÇ Fotoğraf Sanatçısı 1970’lerde Gençlik Parkı’nda bir akşamüstü Ben 1960 yılı başlarında İstanbul’dan Ankara’ya göç etmiş bir foto muhabiriydim. Çalıştığım basın kuruluşu Hayat ve daha sonra Ses dergilerini çıkaran kuruluştu. Daha ilk günden benim için taze olan bu kenti, sokak sokak keşfetmeye adamıştım kendimi. Bir yandan dergi için fotoğraflar çekerken bir yandan da kendi arşivimi geliştirme kaygısını taşıyarak çalıştım. Birikimim bir noktaya ulaşınca, başkentimizin bir prestij kitabı gereksinimi olduğunu düşündüm. Bir yandan da eski dokümanları ve posta kartlarını toplamaya başladım. O zamanlar beş-on liraya bile temin edilebilen kartlardan epey bir miktar topladım. Giderek bu konuda hatırı sayılır bir koleksiyonun sahibi oldum. Öyle ki, antikacılar ve efemera satıcıları benim bu merakıma bir anlam veremiyorlardı o günlerde. Oysa benim belli bir amacım vardı: Yayın yapmak. Prestij kitabı düşüncemi bir zamanlar Ankara Valisi olan Sayın Saffet Arıkan Bedük’e açtım. Kendisiyle Emniyet Genel Müdürlüğü zamanından beri tanışırdım. Teklifimi ilgiyle karşıladı. İsteği üzerine, altı sayfalık bir rapor, program ve içerik taslağı hazırladım. Her şeyiyle benim hazırlayacağım prestij kitabının bürokratik organizasyonunu, Vali bir bürokrata, zamanın Tanıtma Genel Müdürü’ne emanet etti. Ancak o sayın genel müdür, işin ruhunu kavrayamadığı için, (hadi açıkça ifade edelim, işine öyle geldiği için) bu işi kendisine veril- 1960’larda İçkale’de eşeğiyle işine giden yaşlı bir Ankaralı. miş bir görev saydı. Toplama fotoğraflarla ve acele derlenmiş derme çatma metinlerle, Ankara’ya yakışmayacak bir kitap ortaya çıkarıldı. Bu kez, elimdeki eski fotoğrafları ve kartları kullanarak “Bir Zamanlar Ankara” isimli prestij kitabını hazırladım. 52 53 AFSAD Anlayışlı bir belediye idaresi döneminde bu gerçekleşti. Çok da beğenildi. Halen temel kaynaklardan biri sayılıyor. Ancak daha sonraki bir dönemde kitap, sayfa sayfa kopyalanarak idare tarafından korsanı basıldı. Bir vatandaş da sayfalardaki fotoğrafları kaydetmiş, metinlerde de- ğişiklik yapma gereğini dahi duymadan kullanmış, kaynak göstermeden hazırlop bir belgesel(!) film hazırlamış. Ne diyelim, hayırlısı… Ankara sevdam ve arşivimi güçlendirme gayretim halen sürmekte. Bakalım nereye kadar… Bir önceki Anıtkabir resimli 5 liralıkları anımsadınız mı? O gravür benim bu fotoğrafımdan yapılmıştı 1960’larda Kızılay’da Atatürk Bulvarı’nın orta refüjünde dinlenmek üzere oturan yaşlı kadın. Geri dönülmez levhası hem insan ömrünün, hem de Ankara’nın bir daha geri dönülemeyecek zamanlarını gösterir gibi. Ankara’nın bir başka ünlü parkı: Kuğulu Park. 1960 yılında, Hükümet meydanında arzuhalciler. Onlar sadece dilekçe yazmazlardı. Halkın ilk kademe hukuk danışmanlarıydı. 1960’larda Kızılay Otobüs durağı. Ankara’nın ünlü yaz yağmurları Kırkikindiler. Eski Tabakhane Mahallesi yamacının 1980’lerdeki görüntüsü. Portfolyo Doğaçlama Kalenin Bedenleri Eylül - Ekim İbrahim DEMİREL Fotoğraf Sanatçısı Ankara, bozkırda yeni bir başkentken, henüz metropolleşmeden önce, eski Ankaralılar, Ankara Kalesi’nin çevresinde ikamet ederlerdi. Kale, Hamamönü gibi semtler, Ankara’nın en eski yerleşim yerlerindendi. Zaman içinde göçlerle sosyolojik profili değişen Ankara Kalesi’nin yeni sakinleri artık Anadolu’nun köylerinden çeşitli nedenlerle ve büyük umutlarla Başkent’e gelenlerdir. Başkent’in eskimeye yüz tutmuş, hatta eski sakinlerince terk edilmiş bu mahallelerinde çoğunluğu eski ahşap evlerde, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarında yaşam kavgası, ekmek kavgası, varoluş savaşı bütün acımasızlığıyla sürmektedir. Şehir cömert ve misafirperver değildir; onlara 54 55 AFSAD geldikleri yerlerde bıraktıkları olanakları sunmamaktadır. Eldeki, avuçtaki satılıp savılıp şehire göçülmüştür. Başını sokacak bir dam bulunsa, köydeki evlerine benzemez, yıkık, dökük de olsa kira demektir. Etinden, sütünden, yumurtasından yararlanılan hayvanlar artık yoktur. Buğdayını, ekmeğini temin ettiği tarlası geride kalmıştır. Çoluk çocuk beslenme, kira, elektrik, su, ısınma, barınma, ulaşım gibi giderlerin karşılanması köyden daha pahalıdır. Çocukların eğitimi ise şehirde ayrı bir yatırım haline gelmiştir. Yaşam oldukça maliyetlidir. Umutlar suya düşer, yaşam standardı köydekinden daha yüksek olan şehirde onlar kendi standartlarının da altına düş- müştür. Geri dönüş de söz konusu değildir. Katlanma çaresizliğe katık edilir, yaşama tutunmaya çalışılır. Kadınlar uzak semtlerde ev temizliğine giderken erkekler geçici, günlük işlerde ekmek parası kazanmaya çalışır. Eğitimleri, ilköğretimden sonra sona erdirilen çocuklara da köydeki çobanlığın yerine mendil, su, simit satmak düşer. Bazıları erken büyümüştür bu koşullarda, bir yetişkin edasıyla sigarasını tüttürerek poz verir size. Hanede çocuk sayısı çoktur, kız çocukları yine köydeki gibi kardeşlerine annelik yapmaya devam eder. Kale duvarları tarihtir, turizmdir, kültürel zenginliktir ama içinde yaşayanların yoksulluklarını sak- lamaya yetmez. Lüks restoranlar, restore edilerek sanat, kültür faaliyetleri için hizmete sunulan tarihi evler, turist grupları, meraklı konuklar arasında sonu gelmeyen bir yaşam savaşı verilir. Başkent’te yaşam standardı yüksek akranlarının olanaklarından mahrum çocuklardan bazıları, Kale’ye gelen yerli-yabancı ziyaretçilerin yolunu keser, onlara Kale’nin tarihini anlatmaya, gönüllü rehberlik yapmaya çalışırlar. Köyden göçüp büyük kentte ayakta kalmak zordur. Onları ayakta tutan tek umut, bir gün bu yaşamdan kurtulma olasılığıdır. Her şeye rağmen, çocuklar orada da çocuktur. Bir balon, bir su tabancası, bir sakız, bir simit, bir dondurma, bir pamuk helvadadır mutlulukları; arkadaşlarıyla oynadıkları oyunlardadır, sek sekte, körebede, saklambaçta.. Bir anda unutuverirler acılarını, açlıklarını, yokluklarını; yüzleri güler, siz yeter ki fotoğraflayın, ölümsüzleştirin o anlarını. Objektifinizi onlara doğrulttuğunuzu fark ettiklerinde poz verirler 56 57 AFSAD size; sevinçli, mutlu, neşeli oldukları ender anlardır bunlar, görüntüleyin, bir an kadar kısa- cık çocuklukları sonsuza uzasın karelerinizde. 90. Yılında Ankara İzlenimleri Portfolyo Doğaçlama Eylül - Ekim Sıtkı FIRAT Fotoğraf Sanatçısı Ankara ile tanışmam 1947 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü (bugün Gazi Eğitim Fakültesi olarak görev yapan Mimar Kemalettin’in yaptığı klasik dönemin seçkin ana binası) sınavlarına girmek için geldiğimde oldu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın ortaöğretime öğretmen yetiştiren yegane öğretim yuvası idi. O yıllar da Beşevler, tarlalar içinde beş gecekondudan ibaret bir yerdi. Bahçelievler yeni imara açılmış inşaat halindeyken şehrin merkezi de Ulus ve Anafartalar Caddesiydi. Fen Fakültesi inşaat halinde, Beşevler -Ulus arası ise bomboş bir araziden ibaretti. Bahçelievler’e bir otobüs çalışıyordu. Bilet on beş kuruştu. Çok kere o parayı da çoğumuz bulamaz, aramızda denkleştirerek işi acele olanlara verirdik. Onu otobüsle gönderip kalanlar yürüyerek dönerdik. Yenişehir, Kızılay henüz inşaat halinde idi. Ulus’ta Yeni Sinema ve Park Sineması vardı. En iyi filmleri Yeni Sinema getirdiğinden oraya giderdik. Okulumuz yatılı olduğu için cumartesi ve pazar izin günlerinde dışarı çıkar kapılar erken kapanacağı için de erkenden dönmek zorunda kalırdık. Güvenpark Anıtı,1962 Anıtkabir inşa halindeydi. Bazen biz de bir taş koymak için orada olurduk. Öğretmen Okulu’nda fotoğrafla tanışmıştım lakin hevesim yarım kalmıştı. Gazi Eğitim Resim Bölümü’nde Fotoğraf Bölümü’nün de oluşu beni fazlasıyla sevindirmişti. Çünkü artık fotoğrafla iç içe olabilecektim. Hocamız, Türk sanat fotoğrafının öncülerinden Şinasi Barutçu’ydu. O günler için en önemli sıkıntı, okulda tek fotoğraf 1960’lı yıllarda Samanpazarı Sokakları makinesinin oluşu ve kullanmak için hepimizin sıra beklemesiydi. Gün geçtikçe bir makine edinme ihtiyacını hissetmeye başladım. artık ağırlık kazanıyordu. Şinasi Barutçu hocamızın kurduğu ilk fotoğraf derneği olan Türkiye Amatör Foto Kulübü’ne devam ediyor, fotoğraf sohbetleri yapıyorduk. Ayın fotoğrafını da, Kızılay’da bulvar üzerinde Milli Piyango İdaresi’nin vitrininde gösterime sunuyorduk. Bu dernek Şinasi Bey İstanbul’a nakledip gittikten sonra bir müddet daha devam etti, sonra da kapandı. O gün derneğe devam edenlerden bugünlere fotoğrafa adını yazdıran kimse de yok. Seymenler Parkı’ndan Ankara’ya Bakış Hocamızın fotoğraflarından etkilenerek, resim ve grafik çalışmalarından esinlendiğimiz estetik kaygılar içinde sanatsal çalışmalar yapma sevdasında idim. Bu arada Ankara’da fotoğraf stüdyoları ve amatör fotoğrafçıların işlerini yapanlarla ilgilenmeye başladım. 1950’li yıllarda Anafartalar Caddesi’nde Stüdyosu olan Osman Darcan’ın portre fotoğrafları farkediliyordu. O yıllarda Osman Darcan, Devlet Tiyatroları’nın fotoğraflarını çekiyordu. Ulus’ta hatırladığım Foto Spor, Foto Naim amatör işleri yapıyordu. Foto Naim, Şinasi Barutçu’nun da dostu idi. İyi baskılar yaptığını hatırlıyorum. 1960’lı yıllarda portreci olarak Kızılay İzmir Caddesi’nde Hakkı Tarık Tez dikkatimi çekerdi. Rahmetli Mustafa Türkyılmaz’la tanışmamda Kızılay’da Foto Albert’in vitrininde gösterime sunduğu artistik (sanatsal) fotoğraflarından dolayı olmuştu. Fotoğrafçılar, film ve kart banyosunu aynı banyoda yapıyordu. Banyo malzemeleri tartılmadan, tahmini karıştırılarak hazırlanıyordu. Filmleri elde karanlık odada banyo küvetinde bir taraftan bir tarafa rulo yaparak ve sigara ile kontrol ederek yaparlardı. Tankta yıkama bilgileri yoktu. Film ve kağıt banyolarının ayrı olmasını ve film banyolarının derece ile ölçülerek mutlaka tankta 58 59 AFSAD yıkanması gerektiğini anlatmama ve bu işlem için gerekli formülleri vermeme rağmen fotoğrafçıların bunu böyle yapmadıklarını üzülerek görüyordum. 1951 yılında yedek subaylık için Ankara’daydım. Yedek subaylık 6 ay okul, 6 ay kıt’a hizmeti olarak bir yıldı. Okul, eski Gülhane Hastanesi’nin bulunduğu binalardı. O zamanlar bugün ki Konya Yolu’nun Ahlatlıbel’ e çıktığı yol yoktu. Bölge, “karanlık dere” dediğimiz, atış ve silah eğitimi yaptığımız ıssız bir vadi idi. Gölbaşı’na Dikmen üzerinden gidilirdi. Karanlık dere, 1970’ li yıllardan sonra gecekondulaştı, sonradan da tapu verilerek bugünkü bloklara boğuldu. O yıllarda, cumhuriyetin kuruluşu ile başkent olan Ankara, 300 bin nüfusa göre planlanmıştı. Fakat bugün 4 milyona yaklaşan nüfusu ile 30 km çapında bir alana yayılmış durumda. Pek çok gelişmeye rağmen ne yazık ki, günü kurtarma ve rant hesapları ile daha şimdiden trafik sorunu ile içinden çıkılmaz hal almış durumda. Tek katlı Bahçelievler yıkılıp çok katlı apartmanlara dönüştürülmüş. Sokaklar caddeler, parkı olmayan evler yüzünden arabalarla dolmuş. Sokaklardan geçilmez olmuş. Dünyayı dolaşmış, önemli şehirleri görmüş biri olarak oraları Ankara ile hep mukayese etmişimdir. Maalesef uzun vadeli bir programla ele alınmayan Ankara, günü kurtarma politikaları ile rastgele gelişimini sürdürmekte. Ankara’nın başkent olduğu yıllarda, Kale ve Hamamönü çevresinde toplanan kent yayılmaya devam ediyordu. Kızılay, Yenişehir, Çankaya yapılaşmaya başlamış, çarşı Anafartalar’dan Kızılay’a kaymıştı. Anıt olarak da Ankara Atatürk döneminde İtalyan ve Avusturyalı heykeltraşların yaptığı Güvenpark, Ulus ve Etnoğrafya müzesi önündeki Atatürk Anıtlarını çıkarırsak geçen uzun yıllarda Burhan Alkar’ın yaptığı Çankaya’da Seğmenler ve Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Atatürk Anıtları dışında göze çarpan anıtı maalesef yoktur ve bunu Ankara için hep bir eksiklik olarak düşünmüşümdür. Mesela, bugün ki AKM’nin olduğu alanda Türk Tarihini kronolojik bir anlayışla heykeller ve animasyonlarla bir kültür parkı olarak canlandırmak ne kadar uygun ve güzel olurdu. Birçok ülkede örnekleri var. Bu yıllarda resim çalışmalarım da vardı. Ama hayatımda fotoğraf Daha güzel bir Ankara için nice 90’lı yıllara diyelim... 1952 yılında ayrıldığım Ankara’ya, Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi ve Öğretmen Okulu’nda yaptığım 7 yıl öğretmenlikten sonra, 1959 Kasım’ında, Ankara Erkek İlköğretmen Okulu’na atanmamla geri döndüm. Ankara Kalesi Gençlik Parkı Hipodrum’da Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarından Julian Sütunu Ulus Meydanı Kocatepe Semalarından Ankara Portfolyo Doğaçlama Çayırhan Eylül - Ekim Necmettin KÜLAHÇI Fotoğraf Sanatçısı Ankara’da doğmadım ama hayatımın gençlik yılları dahil tüm yaşantımı burada geçirdim. Bu şehirde, ilk fotoğraf stüdyomu kurdum. Fotoğraf yaşamımı burada sürdürmeye karar verdim. Burada evlendim. Burada çocuklarımı kucağıma aldım. Burada yaşlandım. Yarım asrı geçirdiğim bu şehri tarihi ve doğası ile fotoğraflama şansım oldu. Tarihi yapıları ile zaten geçmişi muhteşem kentin ben doğasına da aşık oldum. Hem karasal ik- 60 61 AFSAD limi nedeniyle bozkırı, hem de coğrafi yapısı nedeniyle Karadeniz bölgesi coğrafyasını beraber barındıran eşsiz bir kent… Bozkırlarının yanısıra ormanları, nehirleri, gölleri, kuş havzaları ile eşsiz doğa güzellikleri olan başkent Ankara… Ankara’ya yakın mesafede tarihi ipek yolu üzerinde Sakarya nehri havzasında ve sulak alanlarında çok sayıda kuş türü barınmakta olan güzel ilçemiz Çayırhan’dan fotoğraflar sunmak istedim. Jeolojik yapısı ile bu bölge çökelme ortamının özelliklerini yansıtan sarı kahve ve kırmızı tabakalar ile görsel açıdan müthiş bir güzelliğe sahip. Fotoğrafçı olup bu bölgeyi görmemek büyük kayıp. Haydi bu doğa güzelliğine yani Başkentin doğasına sizlerde objektiflerinizi çevirin… Sevgilerimle. Usta İşi Doğaçlama Adnan Veli KUVANLIK Eylül - Ekim Sibel ACAR Fotoğrafın olanak ve olasılıklarının sınırlarını yoklayarak; sanatçı duyarlılığı, donanımı ve yeteneğiyle fotoğrafı bir dışavurum aracı olarak kullanmış bir fotoğraf sanatçımızdır, Adnan Veli Kuvanlık (1957-2008). Ülkemizde geniş kapsamlı ilk dijital fotoğraf ve üç boyutlu fotoğraf sergilerini açmıştır. 1980 yılında Gazi Üniversitesi’nden mezun olan Kuvanlık’ın fotoğraf çalışmaları 1983 yılından itibaren değişik kültür ve sanat ortamlarında takdir görmeye başlar. Kuvanlık’ın gerçekçi çalışmalara ilgisi çok uzun sürmez, günlük hayattan aldığı doğrudan fotoğraflarına 1990’lı yıllarla birlikte karanlık oda çalışmalarıyla ürettiği kurgusal-deneysel çalışmaları ve sayısal ortam da tasarladığı fotoğrafları eşlik eder. Aramızdan ayrıldığı yıl olan 2008’e kadar deneysel çalışmalarını bilgisayar ortamında kendi yorumuyla üreterek devam eder. 1983 yılında AFSAD Ödülü’ne layık bulunan “Tüp Geçit Kızılay” ve “Kaydıraklar, Kuğulu Park” çalışmaları, daha o zamandan üslubunun olmazsa olmazlarını barındırmaktadır: Işık, gölge, tonlama, leke, nokta, çizgi öğelerinin titizlikle tasarlanmasıyla kotarılan yetkin grafik tasarım ve yalınlık. Aynı yalınlık ve grafiksel vurgu, portre ve manzara çalışmalarında da göze çarpmaktadır. Fotoğraflarındaki yüzler ve manzaralar tanıdık olanın düşlenmesi, düşte görülmesi gibidir. Grafik öğelerin ağırlığı ve yalın aktarımı, konuları günlük bağlamların ötesinde gerçeküstü bir atmosferle sarmalamaktadır. Fotoğraflarındaki bu gerçeküstü atmosfer, kamera merceğinin gördüğünü değil, O’nun sanatçı duyarlılığıyla zihninde gördüğünü aktarabilmesindeki başarısından kaynaklanmaktadır. 62 63 AFSAD Bale Öğretmeni (1989) 1990’lı yılların başlarıyla birlikte Kuvanlık, deneysel çalışmalara yönelir. Karanlık odaya hâkimdir. Doğrudan fotoğraflarında dahi hissedilen düşsel atmosfer, bu yıllarda kullandığı farklı karanlık oda teknikleriyle daha da belirginleşir. Anlatmak istediklerine gerçek hayattan doğrudan aldığı görüntüler yetmemektedir, ışıkla çizmenin olanaklarını araştırmakta, sınırlarını zorlamaktadır. Fotoğrafik sürecin farklı aşamalarına kazıma ve boyama, fotomontaj gibi estetik ve teknik müdahalelerde bulunmak konusunda kendini özgür bırakır. 1992 yılında, “polaroid denemeler” adını verdiği; 1980’li yıllarda Şahin Kaygun’un da kullandığı, polaroid karta, görüntünün geliştiği anda Love Notes I, bilgisayar destekli çalışma 1994 Rüya. Bilgisayar destekli çalışma 1999 müdahale edilmesi tekniğiyle elde edilen bir seri fotoğraf üretir. Bu çalışmalarıyla ancak sabırsız turistlerin itibar ettiği polaroid fotoğrafı yaratıcı bir müdahale ile sanatsal aktarım ortamı haline dönüştürmüştür. lens reflex) stereo orta format makinesiyle üretmiş olduğu 3 boyutlu fotoğraflarından oluşan “3.Boyut” isimli sergisini 2000 yılında Türkİngiliz Kültür Heyeti Sanat Galerisinde açarak ülkemizde bir ilke daha imza atmıştır. Dijital fotoğrafın potansiyelini ülkemizde ilk keşfedenlerdendir. Fotoğrafın kullanıcısına özellikle yüzyılımızda gelişen teknolojiye paralel olarak sunduğu sınırsız olanakların farkındadır: “Sürekli aynı şeyleri yapmanın, aynı şeyleri çekmenin kişiyi bir süreden sonra daha fazla geliştiremediği ortadadır, kişi kendini her konuda yenilemeli, çağa ayak uydurarak yaşamalıdır,” (Ertan 2005) düşüncesindedir. 1989 yılında başladığı dijital fotoğraf çalışmalarını 1994 senesinde AFAD binasında ve Kocaeli Sanayi Fuarında, 1995 yılında ise Ankara Resim ve Heykel Müzesinde sergiler. “Love Notes” isimli bilgisayar destekli çalışması, İspanya’da yapılan bir yarışmada henüz daha 1994 yılında altın madalya ile ödüllendirilir. İlerleyen yıllarda bilgisayar destekli çalışmalarına daha da ağırlık verir, çalışmaları yurt içinde ve yurt dışında ses getirir. Üç boyutlu fotoğraf ile de ilk ilgilenenlerdendir. Sputnik marka TLR (twin Kuvanlık, “fotoğrafın belki de en önemsenmesi gereken yanı, meramını anlatmak isteyerek onu kullanana sadakatle sunabileceği olanaklarının zenginliğidir. Evet, ben de fotoğrafın bu yanını çok erken keşfetmiş olmanın haklı gururunu, mutluluğunu ve keyfini yaşamaktayım” (Ertan 2005) demektedir. Fotoğrafın kişinin kendini ifade etmesi ve bunu dünyaya sunması açısından çok önemli bir sanat olduğunun üzerinde ısrarla durur. Ansel Adams’ın “fotoğrafın bir rastlantı değil birikim ve düşüncelerin doğrultusunda ortaya çıkan bir kavram olduğu” görüşüne katılmaktadır.(Ertan 2005) Fotoğrafçı “yaşadığı çağa, düşünce ve yaratma boyutunda sadece kendisi olarak, her türlü ranttan uzak olarak tanıklık etmelidir” der ve dediği gibi de yaşar. Fotoğraf, Adnan Veli Kuvanlık için gerçek olanı saptama ya da doğrudan görüntüyü kullanarak yo- rumlama aracı değildir. Fotoğrafı, gerçeğin ayna görüntüsü olarak üretmez, fotoğrafı oluşturur. Basit bir fotoğrafik görüntüyü alır, zihninde olgunlaştırır; karanlık oda ya da sanal ortamda tasarlayarak, simgesel anlatımlar ve titiz bir grafik düzenleme içinde, dışavurumcu bir tavırla kendi düşlerini ve kaygılarını anlatma aracı haline getirir. Belki duyarlı, içine kapanık karakteri, çok uzun süren hastalığı ve geçirdiği ameliyatlar nedeniyle insanların arasına karışıp sokakta fotoğraf çekmeyi pek tercih etmez. Belki de duyarlı ve sanatçı kişiliği Onu, basitçe görüneni değil de dışarıda olanın bitenin insan ruhunun derinliğindeki izdüşümlerini aktarmaya sevk etmiş olabilir. Bir sanatçı olarak kendi iç dünyasını sunar, bu samimiyetinden dolayı çalışmaları şekilci değildir; kendini tekrar etmez; hüznü, yalnızlığı, kırgınlığı çalışmalarında hissedilir. Fotoğraflarında kullandığı teknik ve seçtiği konular her ne kadar farklı olsa da işlerinde Kuvanlık’ı hissetmek o kadar mümkündür ki Tuğrul Çakar “biz Onun fotoğraflarına bir şeyin fotoğrafı diye değil Adnan’ın fotoğrafı diye bakardık” demektedir. Çakar’ın aktardığına göre Kuvanlık, çok fotoğraf üretmek yerine her bir fotoğrafı didik- Polaroid Denemeler. 1992 Fırtına Deneysel Karanlık Oda Çalışması 1990 . leyerek, titizlikle üreten birisidir, bir fotoğrafı bitirip sunduğunda ise işine çok güvenir, anlaşılmadığı zaman üzüntü duyar. Yenilikçi ve araştırmacı yönüyle pek çok tekniği korkusuzca dener, “hayatın zorluklarından geçmek önemlidir. Fotoğraf da zordur! Onun içinden bir parçadır ve bir sanattır. Sanatta seçilen yolun vazgeçilmez olduğu düşüncesi ve bu konudaki dayatmacı tavır ise, saygıdan uzak, hoşgörüsüz ve sevgisizdir,” inancındadır. (Ertan 2005) Adnan Veli Kuvanlık, hayatını fotoğraf üretmeye adamış, yıllarca 64 65 AFSAD Sos Bilgisayar Destekli Çalışma 2004. AFSAD’da bulunmuş, FSK’nın kurulmasında görev almış, fotoğraf eğitmenliği yapmıştır, çalışmaları yurt içinde ve yurt dışında pek çok ödüle layık görülmüştür. “Başkalaşım Yalnızlık” (Ankara-1992), “Digital Images-I” (Ankara-1995), “24 Saat” (Ankara-1999), 3. Boyut (Ankara-2000), “Fotoğraflar Dün – Bugün, 1983-2005”sergi albümleri yayınlanmıştır. 1995 yılında FIAP tarafından artist-FIAP (AFIAP) unvanı ile onurlandırılmıştır. Ülkemizde dijital fotoğrafın öncüsü olan Kuvanlık, ne yazık ki dijital teknolojinin hızla geliştiği bu günleri göremeden, hastalığına yenik düşerek aramızdan ayrıldı. Saygıyla anıyoruz. Kaynakça Ertan, Güler. Türk Fotoğrafında 1960 Sonrası. İstanbul, Bileşim Yayınları, 2005 Türk Fotoğrafçıları Kütüphanesi 38. İstanbul, Antartist, 2005 Kuvanlık, Adnan Veli. Fotoğraflar. Dün/ Bugün 1983-2005. Ankara, Uzerler Matbaası, 2005 http://fotograf.net/Artist/adnanvelikuvanlik http://www.fotografya.gen.tr http://www.arsivfotoritim.com Fotoğraflar:Adnan Veli KUVANLIK Bir Direnişin Fotoğrafla İmtihanı f/64 Doğaçlama Eylül - Ekim Özcan YURDALAN Fotoğrafçı, Yazar [email protected] Aslında cümleyi tersinden kurmak daha doğru olurdu. Çünkü bu yazının meselesi başlığın işaret ettiği şey değil. Olmasına da gerek yok. Taksim Gezi Parkı Direnişi fotoğrafla imtihanını en başarılı biçimde vermiş durumda. Memlekette bu çapta ilk kez yaşanan şehir eylemleri, bir aya yakın süren Park işgali ve sokak direnişleri, hem fotoğraf ve video görüntüleriyle beslendi hem fotografçılar ve videograflar karşılarında olup bitenlerin kaydını yapmaya çalışırken aynı zamanda kendi boylarının ölçüsünü alma fırsatı buldular. “Görsel habercilik, ana akım medya dışındaki alternatif mecralarda şahikalar yarattı.” Çok sayıda ikonik görüntüyle birlikte fotografik tanıklıklar, tırnak içindeki bu tespitin destekçisi olarak hâlâ dolaşımda. Geçelim. Bu yazının ele almaya çalışacağı asıl mesele başka, tartışılacak mevzu başlıktaki cümlenin tersten kuruluşunda. “Fotoğrafçılığın bir direnişle imtihanı” dersem maksadımı daha iyi anlatmış olacağım besbelli. Taksim Gezisi’nde, Meydanı’nda,Beşiktaş, Dolmabahçe, Maçka Şişli taraflarında, bulvarlarda, mahalle aralarında, sokak başlarında kurulan barikatlar kadar Park’ta yaratılan hayat da herkes için ilkti. Demokrasi arayışında hak ve öz- gürlük mücadelesinde, adalet ve eşitlik taleplerinde memleketin batısında yaşayanların bu boyutuyla ilk kez karşılaştığı olaylardı. İlk kez karşılaşılan daha doğrusu ilk kez fark edilen bir başka durum ise medyanın olan bitenlere gözünü, kulağını, ağzını kapatarak karanlıkta ıslık çalan haliydi. Medyanın tutumuna karşı Gezi Direnişi eylemcileri yaşadıklarını görünür kılabilmek için kendi mecralarını yaratmakta, görüntü kaydeden her türlü alet vasıtasıyla tanıklıklarını doğrudan, sosyal medyalar üstünden paylaşmakta büyük maharet gösterdiler. Fotoğraf, bu topraklarda ilk kez toplumsal bir hareketlenmenin öznelerinden biri olarak gerçek anlamda hayata karıştı. Bu güne kadar kısılıp kaldığı süslemeci anlayıştan sıyrılarak doğal ve asıl işlevini gerçekleştirdi. Haber, bilgi, tanıklık, iletme yeteneklerini kullandı. En naif haliyle de olsa gerçek varlığını gösterme fırsatı buldu. Bu tespiti tam burada ve bu haliyle bırakarak “nasıl” ve “ne kadar” sorularının cevabını önümüzdeki günlerde açılması muhtemel tartışmalara havale etmekte fayda var. Ama geçerken şunu söylemek istiyorum: Mücadele etmeden, tepeden verilmiş hak benzeri imkanlarla demokrasi içinde yaşadığını sanan, özgürlükler için bedel ödemeden, adalet ve eşitlik için çaba harcamadan sunu- lanlara razı olan toplumların zihniyet dünyası, hayatın her alanında yapay anlamlar üretmeye yatkın oluyor. Fotoğrafın bu memleketteki yaygınlaşma sürecinde de benzer bir yapay anlam dünyası yaratıldığını rahatça söyleyebilirim. Fotoğrafçılık geniş halk kesimlerinde olduğu kadar memleket aydınlarında da oldum olası “güzel görüntüler kaydetmek için” yapılan hoş bir uğraş olarak anlaşıldı. Bu algı her türden fotoğrafçıların yaygın olarak örgütlendiği oluşumlarda bir ön kabul olarak yapısallaştı. Boş vakitlerini faydalı bir uğraşla geçirmek için fotoğrafla ilgilenen geniş toplumsal kesimler için kabul edilebilir olan bu yaklaşım, memleketin fotoğraf kadroları arasında, ayniyle benimsendi. Medya dahil olmak üzere tüm fotoğraf yapıları, tanıklık, haber, bilgi üreten temel işlevini ihmal ederek fotoğrafı anlamlandırmaya çalıştılar. Demokrasi, hak, adalet, özgürlük denilen kavramlar nasıl ki bu uğurda mücadelenin girdaplarına batıp çıkmadan sahici biçimde ve kalıcı değerler halinde toplumsal bünyenin bir parçası haline gelemiyorsa, fotoğraf gibi iletişim araçları da sokaktaki süreçlerin bir parçası olmadan gerçek anlamına kavuşamıyor belli ki. Fotoğraf makinesini icat eden toplumsallık, onunla yaratılan görüntüleri anlamlandırırken, öncelikle bu aletin fotoğrafçı- nın tanıklığını görünür kılma yeteneğini değerlendirdi. Bunun rasyonellerini tartıştı, teorisini yaratmaya uğraştı, hâlâ uğraşmaya devam ediyor;basit bir teknik kayıt olmanın ötesinde fotografik görüntünün hayatla, toplumla, insanla ilişkisini sorguluyor; insanlığın en büyük acılarına, tarihsel olaylara, toplumsal dönüşümlere tanık olmaları için fotoğrafçılar yetiştirdi, yetiştirmeye devam ediyor; güvenilir tanıklıklar üstünden dünyanın görsel kaydına sahip olmak için ciddi altyapı yatırımları yapıyor,kurumlar oluşturuyor. Fotoğrafın saygınlığını 66 67 AFSAD sanatsallıkta aradığı kadar, haber bilgi ve tanıklığı yansıtan dürüst, sorumluluk sahibi ve güvenilir fotoğrafçılığın ilkelerini tartışarak kurmaya ve korumaya çalışıyor. Uzun lafın kısası, Taksim Gezisi hadisesinde olup bitenler ve fotoğrafçıların süreçteki rollerini laikiyle değerlendirdiğimiz takdirde memleket fotoğrafı “bir direnişle imtihanını” alnının akıyla vermiş olacak. Belki de ondan sonra zihniyet dünyamızda fotoğraf yeni bir anlam bulacak. Toplumsal havsalamızda fotoğraflar için yeni bir alan açılacak. Gezi Di- renişi fotoğrafları belki de bu alanın ilk görüntüleri olarak saygın bir görsel tarih kaydını başlatacak. Yok değilse “Gezi Direnişi’nden sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” diyenlerin lafı havada kalacak. Bunca fotoğrafçının, aldıkları riskler ve görsel haberci olarak yarattıkları olağanüstü görüntüler, öncesi olmadığı gibi sonrası da olmayan birer kayıt olarak kalacak. Fotoğrafın bir direnişle imtihanından çakmış olacağız. Bir sonrakine kadar eski tas eski hamam, güzellemeci fotoğrafçılığa devam. "Sanat yapmak için bir suçlunun cesareti lazım. " Edgar Degas Ve Sinema... Eylül - Ekim Eda ÇALIŞKAN [email protected] Ankaralı kısa film yönetmeni Burak Koçak, bu ay konuğumuz. Sevgili Burak ile 2012 yılında çektiği kısa filmi “Buğu” hakkında konuştuk. Film, özellikle uzun sahneleri ve görüntülerindeki imgesel tavrıyla, siyah beyazın dramatik baskınlığıyla, favori festivallerde dikkatleri üzerine çekti. Sevgili Burak, bize biraz kendinden bahseder misin? Çankırı Ilgaz doğumluyum. İlkokul, ortaokul ve liseyi Ankara’da okudum. 2005’ te Ankara Üniversitesi , İletişim Fakültesi Radyo,Tv ve Sinema bölümüne girdim. Film atölyesinde asistanlık yaparak kamera ve kurgu öğrendim. Bu zamana kadar bir çok deneme yaptım ama hepsi film değeri taşımıyor elbette. Nasıl başladı sinema serüveni? Serüven kelimesi için henüz erken. Sinemacıdan çok sıkı bir sinemasever olarak görüyorum kendimi ama her iletişim öğrencisi gibi ben de yönetmen olmak isteyerek başladım okula ve bu istekle film atölyesine gittim. Teknik şeyleri az çok öğrendikten sonra başladık denemelere. Bir yandan sinema tarihinden filmler izleyip kim ne yapmış, nasıl yapmış öğrenirken, diğer yandan da kendi olanaklarımızla, öğrendiklerimizi uygulamaya çalışıyorduk. Aslında iyi filmler izleyip o filmler hakkında düşünmeye başladıysa bir insan sinemacı adayıdır zaten. Bir projeye inanıp onu çekme aşaması ise tamamen cesaret işi. Cesaret olmadan zor yani bu sinema işi. Ressam Degas’ın dediği gibi sanat yapmak için bir suçlunun cesareti lazım. Neden Kısa Film? Kısa film; sinemayı, sinemanın ögelerini öğrenmek için mikrokosmos gibi bir şey. Çünkü kısa film çekerken her şeyi düşünmek zorunda yönetmen. Senaryo, ışık, kamera, oyuncu, dekor, mekan, kurgu. Bunların çoğunu da yönetmen kendisi yapıyor kısa filmde. Bu nedenle sinemacı olmak isteyen birinin kısa film çekerek bu işe girmesi çok doğru. Ama Buğu. ben kendimi bir türlü kısa filmci olarak göremedim. Çünkü kısa film mantığı diye bir şeyden bahsederler hep, o mantık bana pek uymuyor. Hikaye anlatmaktan çok duygu ve atmosfer peşindeyim ben. Bu da kısa filme pek uymuyor ki sanırım fazla ödül alamadım . Belki bir gün uzun film yaparsam değerim anlaşılır mı acaba, ne dersiniz... Ankara’lı bir yönetmen olarak, nasıl buluyorsunuz Ankara’da sinema sektörünün gelişimini? Geçenlerde bir film vizyona girdi, Bruno Dumont’un son filmi “Camille Claudel, 1915”. Bu film İstanbul’da sadece bir salonda gösteriliyor, Ankara’da ise tahmin edebileceğiniz gibi hiç bir yerde yok. Bu açıdan baktığımızda, Ankara’daki sinemanın niceliksel olarak bir gelişimden söz edebiliriz belki ama niteliksel olarak değerli olan filmler hala azınlıkta. Nasıl azınlıkta olmasın ki, gösterilecek salon bile bulamıyorlar. Bu filmleri festivallerden takip edebiliyoruz sadece. Ticari sinema.Sanat sineması tartışmasına da girmek istemiyorum çünkü o tartışmadan da bir hayır yok. Film üretimi penceresinden bakarsak sektöre, Ankara’da bir sektörden bahsetmek çölde serap görmek gibi olacaktır. Bağımsız olarak film yapanlar var tabi ki, benim gibi, ama gerçekten “tam bağımsız”. Ankara’da özellikle sektörel bir gelişmeden bahsetmek pek gerçekçi olmaz ama, bireysel olarak kısa film, belgesel ve uzun film yapanların sayısında bir artış var. Film çekmek eskiye göre Geçenlerde bir film vizyona girdi, Bruno Dumont’un son filmi “Camille Claudel, 1915”. Bu film İstanbul’da sadece bir salonda gösteriliyor, Ankara’da ise tahmin edebileceğiniz gibi hiç bir yerde yok. Bu açıdan baktığımızda, Ankara’daki sinemanın niceliksel olarak bir gelişimden söz edebiliriz belki ama niteliksel olarak değerli olan filmler hala azınlıkta. Nasıl azınlıkta olmasın ki, gösterilecek salon bile bulamıyorlar. daha kolay olduğu için rağbet de arttı haliyle. Bir de büyük festivallerin verdiği para ödülleri iştah kabartıyor. Şan, şöhret de işin cabası olunca herkes film çekiyor. Bu da doğal olarak niceliksel bir artışa, niteliksel bir azalmaya dönüşüyor. Ankara şehrinin insanı olmanın sinema çalışmalarına ilham veren yönleri nelerdir? Ya Ankaralı izleyici ve özellikle kısa filme ilgisi? Ankara, kasaba kültürüne ve ahlakına biraz daha yakın olduğu için ilişkiler de daha samimi oluyor. Bu yazdığınız, çizdiğiniz şeylere de yansıyor. İçe dönük bir şehir olduğu kadar yabancılaşmaya da müsait Ankara. Bu da kent kültürünün tam oturmamasından kaynaklıyor. Başkent olmasına rağmen bir şehir meydanı yok mesela. Ankara’daki seyirci ise gerçekten donanımlı bir seyirci. Bunu “Ankara’da yapacak bir şey yok, o yüzden insanlar film izleyip kitap okuyor” düzeyine indirgemek istemem ama gerçekten Ankara bu konuda iyi. Festivallerden ve okulda yaptığımız kısa film gösterimlerinden deneyimlediğim kadarıyla, bir kitle var kısa filme özel olarak ilgi duyan. İletişim öğrencileri bunun başını çekiyor. Biraz da “Buğu” dan bahsedelim mi? Film 27.35 dk. Bu süre aslında bir kısa film için hatırı sayılır bir uzunlukta, ancak film tüm kareleri ile izleyicisini büyülüyor. Projenin doğuşu ve gelişimi nasıl oldu? Evet, “Buğu” uzun olduğu için bir çok festivale gönderemedik. Rüya gibi bir atmosfer ve duygu oluşturmak için çekmeye karar verdik. Çeşme sahnesini tasarladıktan sonra da inancım artmıştı filme dair. Sadece o sahne 68 69 AFSAD için çektim bu filmi bile diyebilirim, bir de arkadan takip sahnesi. Hikayeyi yazdıktan sonra bir kaç arkadaşıma okuttum fikirlerini aldım. Cesaretlendirici yorumlar gelince filmin yapımcıları ağabeyim Murat Koçak ve Haşim Kılıç’la “Teknik sorunları nasıl çözeriz?” diye konuştuk. Sağolsun ağabeyimin çok faydası oldu bu konuda. Yardımcı yönetmenim Sinan Yusufoğlu da verdiği fikirlerle çok katkıda bulundu. Görüntü yönetmenim Fatih Efe’ye ve ses ve müziği yapan Miraç Atıcı’ya da teşekkür etmeden geçmeyeyim. Bir de kurgusunu beraber yaptığımız Can Ataç’a da sabrından ve sakinliğinden dolayı ayrıca teşekkür ederim. Filmin köy sahnelerini iki günde çektik sonra Ankara’ya gelip köprü ve sandal sahnelerini çektik. Yani toplamda dört gün sürdü çekimler. Çekimleri Çankırı Ilgaz ve Orta ilçelerinin köylerinde yaptık ve yoğun bir kar fırtınası vardı, gerçekten çok zorladı bizi. Araba yolda kaldı, jimmy jip rüzgardan dolayı istediğimiz gibi hareket etmedi, neyse kimseye bir şey olmadan bitirdik çekimleri. Canon 5D Mark 2 ve Carl Zeiss prime lenslerle çektik. Jimmy jip, steadycam ve şaryo kullandık. Işık olarak da dedo light ve 2000lik vardı. Yeni projeler var mı? Destek bulursam çekmeyi düşündüğüm yeni projelerim var. Teşekkür ederim, çok keyifli bir sohbetti.Biz Ankara’dan, gelecekteki çalışmalarını da ilgi ve merakla izleyeceğiz. Sevgili “Ve Sinema...” okuyucuları, “Buğu” yakında, AFSAD’da, gösterim ve yönetmen sohbetiyle bizimle olacak, bilginize... Cumhuriyetin Başkenti Okuyoruz Eylül - Ekim Mine HOŞGÜN SOYLU “Dünden Bugüne Ankara” temalı bu sayımızın kitap tanıtım köşesinde 3 ciltlik dev bir albüm yer alıyor. Bildiğiniz gibi bu köşemizde sizlere sunacağımız kitapları belirlerken, hepimiz birer fotoğrafçı olmamıza ve görsellerle içiçe yaşamamıza rağmen,salt albüm niteliği taşımayan,ağırlıklı olarak fotoğrafın kuramına yönelik, fotograf adına üzerinde düşünülerek içselleştireceğimiz kitaplar seçmeye dikkat ediyoruz. Ancak bu sayıda Cumhuriyetin 90. yılında Ankara’yı; tarihi, sosyal yaşamı ve en önemlisi bir başkent olmanın süreciyle özetlemeye yönelik hazırlanmış, pek çoğumuzun çok da kolay ulaşamayacağı görsellerle dolu bir eser ile karşınızdayız. Cumhuriyet’le birlikte gelişen bir başkent... Atatürk’ün öncülüğünde var edilen başkentimizi, dünyanın en büyük Ankara görselleri koleksiyonundan izlemelisiniz. Yer yer yok olan binaları, park ve semtleriyle izleyeceğiniz Ankara tarihçesi, sosyal yaşamında bugün bile özlemini çektiğimiz dostluk ve eğlencesiyle sıcak, görsel şölen niteliğinde doğrudan fotoğraflarıyla bizi etkiliyor. Editörümüz Atila Cangır’ın özenle seçtiği görseller;seriler halinde düzenlenerek, nerede, hangi koşullarda çekildiklerine veya bugün ne durumda olduklarına dair bilgilendirici notlar eşliğinde, Ankara’yı tanımaya,anlamaya ve tadını çıkarmaya yönelik bir albüme temel oluşturmuşlar. Cumhuriyetin Başkenti, Uğurlu Tunalı’nın kartpostal ve fotokart koleksiyonundan, editör Atila Cangır ve ekibinin seçim ve organizasyonuyla,2007 yılında,Ankara Üniversitesi Kültür ve Sanat Yayınları arasında yerini almış.2553 görselden oluşan ciltlerde, isimleri belirlenebilen fotoğrafçıların, editörlerin fotoğrafları seriler halinde verilmiş. Ayrıca konuya bağlı olarak sıralanan kartpostallar ve kişisel arşivlerden görseller, tarihsel dizilime uyarak düzenlenmiş. Son ciltte fotoğrafçısı bilinmeyen, herhangi bir seriye dahil edilemeyen fotoğraflar ise, Ankara’nın semtlerine göre kendi içlerinde bir düzen oluşturularak sunulmuş. Bu büyük koleksiyonu sabırla günümüze taşıyan Uğurlu Tunalı, kendi Ankara’sı, burada geçen tüm yaşamı ve koleksiyonu için şunları yazıyor: “Ben doğma büyüme Ankara’lıyım. Yuva kurmam, evlatlarımı kucaklamam hep o sevdiğim şehirde oldu. Bozkırdan yaratılan bir Başkent’in varoluşunu gösteren bu görüntülü belgeler nerelerden bugünlere geldiğimizin eşsiz kanıtıdır. Çetin bir varoluş mücadelesinin sonunda, Türkiye Cumhuriyetin Başkenti/Atila Cangır/Ankara Üniveristesi Kültür ve Sanat Yayınları/3 Cilt, 2553 görsel, 1428 sayfa Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kucak açan, Ankara’nın geçirdiği evreleri seyrettikçe bize çağdaş bir ülke kazandıran, Büyük Atamız ve ideal arkadaşları ile, onları candan destekleyen Türk Ulusu’nun azim ve irade gücü önünde saygıyla eğiliyorum. “Bir ulusu ulus yapan, kendi tarihine ve o tarihi yapanlara sahip çıkmaktan geçiyor” düşüncesiyle, bu dünyada bir şeyler bırakmak istedim.Bana yaşam sevinci veren o kartları seyretmek, onları düzenlemek, koleksiyonumu zenginleştirmek gayreti emeklilik hayatımı renklendirdi.” lerini, çarşılarını, pazarlarını, eğlence ve mesire yerlerini ve günlük yaşamını tüm renkleriyle görebiliyoruz. Ayrıca Cumhuriyet ile birlikte Ankara’da yapılan kamu yapılarını, Cumhuriyet’in topluma kazandırdığı yeni yaşam biçiminin getirdiği ve onun bir parçası olan parkları bahçeleri, Atatürk Orman Çiftliği’ni, Barajı, Gençlik Parkı’nı, Stadyum ve Hipodrom tesisleri gibi Cumhuriyet’in kurucularının ve kurucu kuşaklarının inanılmaz çabaları ve alınterleriyle ortaya koydukları büyük birikimi adım adım yaşıyoruz. Bu arada yıkılarak elden çıkarılan tarihi mirası, yanlış bir şehircilik ve yeniden yapım anlayışına kurban edilen eski semtleri ve Taş Mektep (Ankara Lisesi), Öğretmen Okulu (MEB), Sarıkışla, Ankara Numune Hastanesi’ne ait ilk binalar gibi Cumhuriyet öncesi tarihi binaları fotoğrafları ile hatırlayarak üzülüyoruz. Ulus, Karaoğlan, Ulucanlar Çarşıları gibi yaşam merkezlerinin istimlaklarla yıkılışını ve bunun getirdiği kültürel yok oluşu duyar gibi oluyoruz. Bu albümler geçmişin anılarını bugüne taşıyor. Aynı zamanda genç fotoğrafçıların günümüz Ankara’sını fotoğraflamaları gereğini de bizlere hatırlatıyor.” Tarihimizi korumak ve bunları bize sağlayan önderlere saygı duymakla ilgili sözleri ne kadar doğru değil mi? Günümüz gelişmeleri doğrultusunda bu konuda bir yorum yapmaya gerek var mı sizce? Çevremize baktığımızda yok edilen, çeşitli rant odaklarına kurban verdiğimiz tarihi binalarımız, parklarımız, sosyal yaşam alanlarımızın listesini tutmak kolay değil. Giderek hızlanan tarih katliamının izlerini dergimizin diğer sayfalarında da sürebilirsiniz. Yakın geçmişimizden bir liste de Cumhuriyetin Başkenti albümlerinin sunuş yazılarından birinden yükseliyor. Ankara Üniversitesi’nin o dönemde görev yapan rektörü Prof.Dr.Nusret Aras, kitabın önsözünde düşüncelerini şöyle açıklıyor: “Fotoğraflarda Ankara’nın tarihi yapılarını, eski semt- 70 71 AFSAD A.Ü. İletişim Fakültesi Fotoğraf ve Grafik Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Atila Cangır albümlerin editörlüğünü yapmış. Bu düzenlemenin mantığını, büyük bir arşivi yayına hazırlamanın zorluğunu ve yanısıra getirdiği tatmin duygusunu önsözü içinde anlatıyor. Kendisinin de benzer bir yorumu var: “Bu fotoğrafları çekenler ve yayınlayanlar Cumhuriyet’imizin ve Başkent’imizin kuruluşunun görsel tarihini oluşturmuşlardır.” Süreç boyunca yaşadıklarını, Ankara görselleri için yapılan düzenlemenin emek ve emekçileri de yer alıyor yazısında. Fotoğrafı bir yaşam biçimi olarak kabul eden bizlerin de üzerine yüklenen görevlerden biri bu; yaşadığımız anı fotoğraflarken makinamızı zaman zaman bir çeşit ‘bellek kaydedici’ olarak kullanmak ve önem verdiklerimizin tümüyle kaybolmaması için çaba harcamak. Cumhuriyetin Başkenti albümlerine bakıp, sevgi ve hüzün duygularını bir arada hissetmemek ve bundan bir görev çıkartmamak zor. Sizlere de kolay gelsin! Perşembe Akşamı Bisikletçileri (PAB) Ankara Doğaçlama Eylül - Ekim Arzu ÖZGEN Bisiklet herkese farklı şeyler ifade eder; kimileri için eğlence, kimileri için spor, kimileri içinse bir ulaşım aracıdır. Anlamı her ne olursa olsun, bisikletin en önemli işlevi kuşkusuz çevreye sağladığı olumlu yöndeki katkılarıdır. Çevre dostu olmasından dolayı, aslında çevremizi yaşanabilir kılan tek ulaşım aracıdır. Başkent Ankara’da, büyük şehir olmasına rağmen, pek çok bisiklet grubu bulunmaktadır ama içlerinde katılımı en fazla olan grup Perşembe Akşamı Bisikletçileri’dir. Ben, bisikletle Ankara trafiğine çıkma konusunda kendime olan güvenimi bu grup sayesinde edinenlerdenim ve Perşembe Akşamı Bisikletçileri’nin Ankara için farklı yönlerden önem taşıdığını düşünüyorum. Bu nedenle, bu grubun oluşumuna en fazla katkıda bulunan sevgili Adnan Secer ile PAB Ankara üzerine yaptığımız sohbeti sizlerle paylaşmak istiyorum. Sevgili Adnan, PAB ne zaman ve nasıl oluştu? Perşembe Akşamı Bisikletçileri, sivil bir insiyatif grubu olarak ilk kez 2007 yılında, sevgili Muhlis Dilmaç öncülüğünde İzmir’de kuruldu. Bisikletseverler Göztepe vapur iskelesinde buluşarak şehir turu yapmaya başladılar. PAB Ankara ise, 2008 yılında PAB İzmir’e destek amacıyla oluşturuldu ve günümüzde Ankara’nın en fazla katılıma sahip grubu haline geldi. PAB Ankara, bir çok ilde de PAB oluşumu için destek verdi ve şimdi Türkiye genelinde 41 il ve ilçede PAB her perşembe akşamı aynı saatlerde aynı amaç ve coşkuyla pedalını döndürüyor. PAB’ın amacı nedir? Öncelikli olarak bisikletin çevreci ve karbon salınımı yapmayan, temiz bir alternatif gündelik ulaşım aracı olduğunu halkımıza göstermek ve bu konuda bilinç ve kamuoyu oluş- 350 İklim Etkinliği,2012 turmaktır. İkincil amacımız ise, gönüllü bir sosyal topluluk olarak toplumun lehine olan çevre ve insan konulu sosyal etkinliklere destek vermek ve gençlerimizi paylaşım ve dayanışmaya yönlendirmektir. PAB Ankara olarak şimdiye kadar neleri başardınız, başaramadığınız neler kaldı? Şimdiye kadar neleri başardık? Aslında oldukça fazla şey başardık. Her şeyden önce Ankara’da ilk kez ve düzenli olarak şehir turları düzenleyen bir grup olarak, bisiklet severlerin bisikletle şehir trafiğine çıkmalarını sağladık. Toplu halde sürüş becerisi kazandırdık. Yaklaşık 5 yıldır trafiğin en işlek olduğu noktalardan geçen rotalarımızla, yaz kış demeden düzenli olarak Perşembe turları düzenledik ve bu turlarımızla yavaş yavaş araç sürücülerine bisikletçilerin trafikte varlığını kabul ettirmeye başladık. Kış aylarında perişan halde olan Gölbaşı hayvan barınağına yardım amaçlı etkinlikler düzenledik ve f:PAB Arşivi katılımcılarımızla her defasında 3500 köpeği besledik. Gelenekselleştirdiğimiz, UNESCO ve Çalışma Bakanlığı önderliğinde “Çocuk İşçiliğine Hayır” etkinliği yanında Kan Bağışı etkinlikleri düzenledik. 1 Aralık Dünya Aids Günü nedeniyle bilinç ve farkındalık yaratma amacıyla etkinlik düzenledik. Yine Dünya Otizm Haftası’nda “Otizmin Farkındayız”,trafikte kaybettiğimiz bisikletçi arkadaşlarımız için anma turları düzenledik. Son olarak da 18 Ağustos 2013 tarihinde, tüm Türkiye genelinde gerçekleştirilen “Bisikletli Ölümleri Dursun” hareketine aktif olarak destek verdik. Sincan Çocuk Islahevi ziyareti ve en önemlisi geçtiğimiz yıl, bir çevre vakfı ve ilçe belediyesi sponsorluğunda, Ankara’nın ilk büyük çaplı bisiklet festivalini düzenledik. Ayrıca bir çok kez televizyon ve radyoda haber konusu olduk ve programlara katıldık. Bir çok etkinliğimiz gazetelerde yer aldı ve böylece bisikletli yaşam konusunu ve gerekliliğini çok geniş kitlelere ulaştırdık. Yeni açılan ve tüm etkinliklerin, fotoğrafların ve bilgilerin güncellemelerinin yapıldığı www.pabankara.com web sitemizden de bizleri takip edebilirsiniz. Henüz başaramadığımız şey ise, bisiklet yolları yapımında yerel yönetimleri harekete geçirme konusun- sürücü ve yayaların da sorunudur. Maalesef hala yaya geçitlerini ve trafik ışıklarını kullanamayan bir toplumuz. Bu sorun sanırım eğitim seviyesinden kaynaklanıyor. Yaya geçidi üzerinde duran araçlar, kaldırımda yayaların geçişini engelleyen park etmiş araçlar ve bu nedenle ya Bir Perşembe Akşamı Sürüşü f:PAB Arşivi da somut bir adım atamayışımız. Ne yazık ki, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı bisiklet konusunda - duyarlı davranmıyor ve yakın zamanda da Ankara’da ulaşım amaçlı bisiklet yolları göreceğimiz konusunda çok umutlu değiliz. da keyfi olarak taşıt yolunda yürüyen yayalar günlük hayatımızda hepimizin çokça karşılaştığı şeyler. Bir bisikletçi olarak karşılaştığımız başlıca sorunlara gelince: Her şeyden önce Ankara’nın bisiklet yolu olmayan çok az sayıdaki başkentlerden biri olduğunu söylemek isterim. Bu nedenle de taşıt yollarını kullanmak zorundayız. Trafik kanunu, 60. md. gereği, bisiklet yolu olmayan yerlerde bisiklet taşıt yolundan gidebilir. Ancak bu kural bir çok sürücü ve trafik yetkilisi tarafından bilinmiyor. Trafikte bisikletin kabul görmemesi ve yok sayılması bir diğer sorundur. Bisikletin güvenli bir şekilde seyredebilmesi için araçların şehir içinde en az bir; şehirlerarası yollarda ise en az birbuçuk metre uzaktan geçmesi gerekir. Bu uluslararası bir kuraldır. Ancak bizde, bırakın bir metreyi bazı sürücüler, kasıtlı olarak bisikletlileri sıkıştırmakta ve otomobillerinin sağ camını açarak yanımızdan geçerken garip sesler çıkararak bağırmakta ya da tam yanımızdan geçerken kornaya uzun süre basarak bizleri ürkütme çabası içine girmektedir- Yine PAB Ankara olarak hangi kuruluş ve örgütlerle ilişki içindesiniz, yardım alıyor musunuz? Biz gönüllü bir bisiklet topluluğuyuz ve herhangi bir kuruluş ya da örgütle ilişki içinde değiliz. Ancak toplum yararına ve çevreci olan kampanyalara, istenmesi ve de bizce uygun görülmesi durumunda destek veriyoruz. Ankara’da bir bisikletçi olarak karşılaştığınız sorunlar nelerdir? Hepimizin çok iyi bildiği gibi Ankara’da en büyük sorunlardan biri trafiktir. Türkiye geneli bir çok il gibi, bir başkent olarak da insan odaklı, yaya odaklı bir kent olmadığımızı düşünüyorum. Bu sorun sadece biz bisikletçilerin değil, aynı zamanda 72 73 AFSAD ler. Sanırım bu davranış bozukluğu bizim toplumumuza özgü bir şey. Ankara’da bisiklet kullanan herkes bu sorunla karşılaşmıştır. Başta, ne yapacaklarını pek kestiremediğimiz taksiler olmak üzere, toplu taşıma araçlarının çoğu bisikletlilerin hayatlarını tehlikeye atacak şekilde sıkıştırmalar, ani frenler yapmaktadır. Ayrıca duran araç kapılarının birden açılması var. Ayna kontrolü sonrası açılması gereken kapı, sağ şeridi kullanan bizler için yine büyük risk taşımaktadır. PAB’ın Ankara’ya katkıları olmuş mudur ve bunlar nelerdir? Taşıt odaklı bir şehircilik anlayışının hakim olduğu bir başkentte, çevreci, motorsuz bir taşıt olan bisikletin günlük hayatta kullanılabilirliğini göstermek adına, büyük katkıları olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca PAB sayesinde bir çok kişi bisikletle tanışmış ve günlük hayatta bisikleti bir ulaşım aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Bisiklet yollarının gerekliliği konusunda artan bisikletli sayısı yerel yönetimlerin dikkatini çekecektir ve bisiklet yolları yapımına daha sıcak bakmalarını sağlayacaklardır. PAB ile ilgili başka eklemek istediklerin? PAB turlarımız sayesinde bir çok yeni arkadaşla tanışıyoruz, yeni dostluklar kuruluyor ve dayanışmamız büyüyor. “Bisikletli bir hayata merhaba” demek isteyenler, belki de bu öğretiyi enine boyuna sorgulayacağınız ve cevap alacağınız yer PAB turlarıdır diyebiliriz. Bir bisiklet almadan önce bir tura katılarak bile onlarca model ve çeşit üzerinden sahiplerine danışarak bir çok bilgiye ulaşabilirsiniz. PAB Ankara, yeni bir döneme giriyor. Şehrin bisikletle yaşanabilirliği ile ilgili üstüne düşen ne var ise kollarını biraz daha sıvamak üzere. Bu hareketlenmede gönüllü komiteler oluşturmayı ve ilgili komitelerin sadece görev alanlarında çalışmalarını devam ettirmeyi düşünüyoruz. Böylece bisiklet ile ilgili çözümlenmesi gereken bir çok konuya destek vermeyi arzuluyoruz. İğne Deliğinden Nevizade Fotoğraf Okuma Doğaçlama Eylül - Ekim Tuğrul ÇAKAR Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi İzlediğiniz fotoğrafı 2011 yılının Ocak ayında Türk Amerikan Derneği galerisinde açtığım ve hastalığım nedeniyle açılışında bulunamadığım –İğne Deliği Fotoğrafları- isimli sergimden seçtim. Pinhole fotoğrafın oluşturulması hayli güç ve eziyetli bir çalışma biçimi. Serginin hazırlığı aralıklarla dört beş yıl sürmüştü sanırım. Çeşitli kanallarla kolayca edinebileceğiniz pinhole kameralar olmasına karşın, ben karanlık kutularımı elimle yapmayı tercih etmiştim. Öncelikle kullanacağım filmlerin boyutlarına uygun karanlık kutular; sonra da onları tripod üzerinde sabitleyebilmek için düzenekler hazırlamıştım. Çekim sırasında film değiştirme şansı olmadığı için, her biri bir kare çekebilen kutulardan çok sayıda yapmak gerekiyordu ve bunların taşınması da çok zor oluyordu. Kutuların vizörü olmadığı için görebileceği açıyı yaptığım testlerle buluyordum. Karanlık kutunun konuya olması gereken uzaklığını bu testlerle çözüyordum. Çekim sonrasında ise karanlık oda aşaması başlıyordu. Sanırım işin en keyif veren bölümü de buydu. Bazen şaşırtıcı sürpriz görüntüler, bazen de çöp kutusunu boylayan görüntüler çıkıyordu film banyosundan. İzlediğiniz fotoğrafın diğer çekimlerden farkı; gece çekimi olması. Nevizade’de bir akşam keyfi sırasında acaba olur mu diye düşünüp camera obscurayı oturduğum masanın yanındaki bir duvarın üzerine koydum. İğne deliğinin açık bırakıldığı süre yaklaşık 15 dakika. Sokak aslında kalabalık ama film, gelip geçen insanları, uzun süre içinde görmüyor. Pozlama süresince, masadaki hiçbir şeye dokunmadım, sadece rakı kadehinden bir yudum alıp kadehi eski yerine koydum. Ama koyamamışım işte. Rakı ka- İğne Deliği dehinde görülen hareket o yüzden. Bir de sonradan gittiğimde fotoğrafın sol üst tarafında görülen Nevizade yazısı orada yoktu. Pozlama süresinde oluşan bir ışık alışverişi olduğunu sanıyorum. Filmi yıkadığımda çıkan sonucun tam istediğim gibi olması, çok keyif verici bir andı. Pinhole fotoğraf çekimi çok emek isteyen bir çalışma biçimi. Benim iğne deliği fotoğraf çalışmalarım, günümüzde yaşanan görüntü kirli- f: Tuğrul ÇAKAR liğine bir karşı koyma olarak da değerlendirilebilir. Fotoğrafın özüne dönmek, örneğin saniyede 12 kare fotoğraf çekmek yerine, 12 saniyede bir kare çekmek gibi. Olağanüstü donanımlarla tüketime sunulan teknoloji harikalarına karşı, sadece ışıktan arındırılmış karanlık bir ortam ve küçük bir film parçası ile oynadığım küçük bir oyun. Deklanşör sesi sonrasında gözlerini ekrana kaydırma alışkanlığı olanlara pek de tavsiye edilmeyecek bir oyun. f: Tuğrul ÇAKAR Elle Renklendirme Cam Evlerin Kadınları Süreç bir gece yarısı yürüyüşünde başlamıştı. “Akşam Üstü Yine Hüzün” isimli öykü kitabımın hazırlıkları sırasında gece yarısı kendimi atölyemden dışarı atıp biraz yürümenin iyi geleceğini düşündüğüm bir gece yürüyüşünde. Tüm gün yoğun insan kalabalığı ile yaşayan Kızılay, gece saatlerinde yadırgayacağınız bir sessizliğe bürünür. Henüz ışıkları söndürülmemiş mağaza vitrinlerinin ışığı, yürüdüğünüz kaldırımları aydınlatır. Vakko mağazasının önünde, (şimdilerde Kimlik oldu sanırım) durdum. Vitrin aydınlatması yapan uzmanlardan öğreneceğimiz çok şey var diye düşünürken camın arkasında, kusursuz bir portre aydınlatması altında duran taş mankenin yüzündeki hüzün dolu ifade, (bir hüzün gecesinde bana mı öyle gelmişti bilemiyorum) uzun soluklu bir çalışmanın ilk karesi oldu. Fotoğraf, dektol küveti içinde görünür hale geldiğinde, fotoğrafta ışığın gücü bir kez daha ortaya çıkmıştı. Seriyi çoğaltmaya karar verişim de o gün oldu. 74 75 AFSAD Vitrinlerde camın arkasından fotoğraf çekebilmek, istenmeyen yansımalar nedeniyle, her zaman mümkün olmuyordu. Neyse ki bazı anlayışlı mağaza sahiplerine derdimi anlatabildim. Mağaza kapandıktan sonra vitrine girmem, ışıkları istediğim gibi düzenlemem bu sayede oldu. Yine de çekimler çoğunlukla yoldan geçen arabaların azalması ve cadde ışıklarının söndürülmesi sonrasında yapıldı. Birşeyler söyleyebilen, duygu yoğunluğu olan taş manken yüzleri bulmak projenin en zor kısmıydı sanırım. Yaptığım çekimlerin baskıları tamamlandıktan sonra, birşeylerin eksik olduğunu, çekimlerin doğrudan fotoğraf olmaktan çıkarılması gerektiğini düşündüm. Fotoğrafların içinde bana ait izler de olmalıydı. Elle renklendirme düşüncesi o günlerde oluştu. Bilgisayar marifeti ile renklendirme mümkün olsa bile başka bir teknolojiyi fotoğraflarımda kullanmak istemedim. Manken yüzlerinin boyanmadan siyah/ beyaz kalması gerektiği düşüncesi de, yine boyama çalışmaları sırasında oluştu. Üstelik elimle boyadığım bir fotoğrafı tekrar aynı biçimde renklendiremeyişim, iki boyama arasındaki farkların oluşması, fotoğrafın tek olmasını sağlayacaktı. Her fotoğrafı iki adet basarak renklendirdim. Bir baskı arşivimde kaldı, diğeri ise sergi sonucu alıcı buldu. Sergilerin açılıp kapanması sonrasında ortada bir şey kalmaması bana hep garip gelmiştir. “Cam Evlerin Kadınları” isimli albümün basılması, fotoğraflarımın iki kapak arasına girmesi ve sergi sonrasında fotoğraf severlerin kitaplıklarında yerini alması ise, bu uzun yolculuğun son durağı oldu. İğne Deliği Fotoğrafları ve Cam Evlerin Kadınları isimli fotoğraf çalışmalarının birer sanat hadisesi olduğunu savunacak değilim. Yine de fotoğrafın uzun yoluna yeni çıkmış olan arkadaşlarıma, proje çalışmalarının yararları hakkında ipuçları verebileceğini düşünüyorum. Sevgilerimle.