Dünden Bugüne Ankara

Transkript

Dünden Bugüne Ankara
Kontrast
37
Eylül - Ekim 2013
)
Fotog raf Dergisi
Özel Sayı: “Dünden Bugüne Ankara”
ana sponsorluğunda
yayımlanmaktadır.
İçindekiler
4
Dosya Konusu: Ankara
4
Ölürsem Senin Toprağına Gömülmek İsterim Ankara...
Metin ALTIOK
5
Başkent Ankara’da Cumhuriyet Sonrası “Modern”
Yaşam ve Mekansal Kurgu - Nuray BAYRAKTAR
9
Ankara’nın Başkentlikleri - Timur ÖZKAN
10
16
21
25
28
31
32
35
38
41
44
47
51
Ankara Fotoğrafçılık Tarihinde Kısa Bir Gezinti
Erman TAMUR
Othmar Ankara’sı - Uğur KAVAS
Ankara Evleri - Haluk SARGIN
Anıt-Kabir - Onur BİNGÖL, Nur CEMELELİOĞLU ALTIN
Ankara’nın Yitirilen Değerleri
Yiye Yiye Bitiremediğimiz Miras: Atatürk Orman
Çiftliği - Özgür YILDIRIM
Kamusallık ve Kent Meydanları: Ankara - Aydın ÖZDEMİR
Kentsel Dönüşüme Karşı Kentsel Dinamizm
Bülent BATUMAN
Gökyüzünden Ankara - Erdal ALTIN
Ankara Florası Üzerine - Şinasi YILDIRIMLI
Ankara’nın Dingin Suları - Ali DÖNMEZ
Ankara’nın Doğa Fotoğrafı Mekanları- Tarık YURTGEZER
Portfolyo: Ustaların Gözünden Ankara
51
54
57
60
Ankara Başkentimizdir - Ozan SAĞDIÇ
Kalenin Bedenleri - İbrahim DEMİREL
90. Yılında Ankara İzlenimleri - Sıtkı FIRAT
Çayırhan - Necmettin KÜLAHÇI
İşi
62 Usta
Adnan Veli KUVANLIK - Sibel ACAR
65
f/64
67
Ve Sinema...
Bir Direnişin Fotoğrafla İmtihanı - Özcan YURDALAN
Eda ÇALIŞKAN
69 Okuyoruz
Cumhuriyetin Başkenti - Mine HOŞGÜN SOYLU
71
Doğaçlama
73
Fotoğraf Okuma
Perşembe Akşamı Bisikletçileri (PAB) Ankara - Arzu ÖZGEN
İğne Deliğinden Nevizade - Tuğrul ÇAKAR
Kontrast
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Mustafa ERTEKIN
Merhaba,
Binlerce yıllık köklü tarihinde çok sayıda uygarlığa
merkezlik yapan ve Milli Mücadele’nin sembolü olan
Ankara; Kurtuluş Savaşı’mızda da önemli bir konum
üstlenmiş ve ülkemizin yabancı işgalinden kurtarılmasıyla birlikte, 13 Ekim 1923’te, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başkenti ilan edilmiştir.
Başkent olduktan sonra Cumhuriyet’in hemen başlarında gerçekleştirilen imar ve şehircilik uygulamaları
yanında, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda yaşanan atılımlarla yüzyılların ihmali sonucu geri kalmış
Anadolu şehri görünümünden hızla çıkarak dünyanın
saygı duyduğu modern bir başkent niteliği kazanmıştır.
Kurtuluş Savaşı’nın devam ettiği günlerde milli birlik
ve beraberliğin bozulmaması için rejimin adı konulmamıştı. Her ne kadar 23 Nisan 1920’de TBMM’nin
açılışı ile Milli Egemenliğe dayalı yeni bir devlet kurulmuş olsa da bu yetmiyordu. Osmanlı’da saltanatın kaldırılmasının ve Lozan Antlaşması’nın ardından
TBMM’de en çok tartışılan konulardan biri, yeni devletin niteliği sorunuydu. Bu antlaşma ile yeni bir devletin temelleri atılmış fakat devletin yönetim biçimi
henüz belirlenmemişti.
Ekim 1923’te ortaya çıkan kabine bunalımı sonucunda, adı konmamış bu yönetim şeklinin kusurları daha
net ortaya çıkmıştı. 29 Ekim 1923′de Atatürk ve arkadaşlarının, Anayasanın ilgili maddelerini değiştiren teklifi, TBMM’de alkışlarla ve oybirliği ile kabul
edildi.
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
İmren DOĞAN PINAR
Yayın Kurulu
Arzu ÖZGEN
Irmak SOLDAMLI
Mine HOŞGÜN SOYLU
Sibel ACAR
Redaksiyon
Mine HOŞGÜN SOYLU
Grafik Tasarım
Nur CEMELELİOĞLU ALTIN
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Baskı
Mattek Matbaacılık Basım
Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti.
Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara
Tel: 0312 433 2310
Basım Tarihi: 16.09.2013
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Kapak Fotoğrafı: Uğur KAVAS
“Atatürk Evi-A.O.Ç” Kızılötesi Ankara Serisi
Anayasanın birinci maddesinde, “Türkiye Devletinin
hükümet biçimi, Cumhuriyettir” ibaresi yer aldı. Bu
karara imzasını atan Büyük Önder Atatürk ve arkadaşlarını saygıyla anıyoruz.
Ankara’nın Başkent oluşunun ve Cumhuriyetin ilanının 90. yılına gelen bu günlerde pek çok farklı meslek
grubuna mensup Ankara sevdalıları olarak, “Dünden
Bugüne Ankara” temasıyla çıkıyoruz bu kez karşınıza.
Amacımız; modern bir başkent olarak hızlı bir gelişim süreci izleyen Ankara’ya dair detaylarla bugünkü
Ankara’ya doğru zaman içinde bir köprü kurabilmek.
Temennimiz ise bu sayının bir belge olarak arşivinizde yerini alması.
Aydınlık ve sanat dolu günlere birlikte yürüyebilmek
dileğiyle.
İmren DOĞAN PINAR
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde
ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin
tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır.
Dergide yer alan yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
Dosya
Konusu
Ölürsem Senin Toprağına
Gömülmek İsterim Ankara...
Eylül - Ekim
Metin ALTIOK
El Yazılarıyla Yazarların Ankara’sı, Anlar ve Anılar...
Kül Sanat Yayıncılık,Kasım 2007, Ankara. Yayına Hazırlayan: Murat ÖZSOY
4
5
AFSAD
Başkent Ankara’da Cumhuriyet Sonrası
“Modern” Yaşam ve Mekansal Kurgu
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Doç.Dr. Nuray BAYRAKTAR
Başkent Üniv. Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fak.
Mimarlık Bölümü
Başkent Ankara, Cumhuriyetin
modernleşme projesinin uygulama
alanıdır. Modernleşme projesinin
bir yanı doğrudan yeni yaşamsal
öğretiler; diğer yanı ise toplumda yaygınlaştırılmaya çalışılan bu
yeni yaşamsal öğretiler için kurgulanan yeni mekânlar ile ilişkilidir.
Modern ve yeni bir yaşamın hayata
geçirileceği yer olarak seçilen Ankara’da Cumhuriyet sonrası toplumsal yapıyı dönüştürecek çeşitli
etkinlikler gerçekleştirilmiş, bu etkinlikler kentte büyük bir değişim
başlatmıştır. Ankara’da başlayan
bu değişimi en hızla benimseyen
grup, çoğu İstanbul kökenli memur
kitlesidir. Yeni bir yaşam biçiminin
öncüsü olan ve Yeni Ankaralı olarak adlandırılan bu grup ile kentte yaşayan ve Eski Ankaralı olarak
adlandırılan grup, Ankara’da kimi
zaman birbirleri ile çatışan, ikili bir
nüfus yapısının ortaya çıkmasına
yol açmıştır (Nalbantoğlu, 1984).
Eski Ankaralıların davranışını belirleyen ilke, gelenektir. Yeni Ankaralılar ise değişimi anlamaya ve
uygulamaya daha açıktır (Tanrıkulu, 1985). Bu grupların bir arada
olmasını sağlayan temel unsur ise
yaşanan Cumhuriyet coşkusudur.
Ankara Palas’ta Bir Düğün Ulus, Ankara’nın ilk merkezidir.
Yeni Ankaralılar ve Eski Ankaralılar 1940’lı yıllara dek Ulus’u merkez olarak kullanmış, gündelik uğraşlarını burada sürdürmüş, çeşitli
tören ve kutlamalarla Cumhuriyet
coşkusunu burada birlikte yaşamışlardır. Ulus, politik ve bürokratik merkez özelliklerinin olma-
Ankara’da modern ve yeni yaşama
dair uygulamalar, özellikle 1950’li
yıllara dek büyük önem taşımaktadır. Cumhuriyetin kurumsal ve
mekansal olarak inşa edildiği bu
süreçte modernleşmeyi esas alan
resmi ideoloji bu etkinliklerin birer
araç olarak kurgulanması konusunda -kaçınılmaz biçimde- ısrarcıdır (Gültekin ve Onsekiz, 2005).
Bu açıdan bakıldığında Ankara’da
önce merkez Ulus’ta ve ardından
kentin gelişimine bağlı olarak merkez özellikleri kazanmaya başlayan
Kızılay’da modern ve yeni bir yaşamdan söz etmek mümkündür.
Ankara Palas Orkestrası sının yanı sıra süreç içinde açılan
sinema, restaurant v.b mekanlar
ile aynı zamanda modern ve yeni
yaşamın merkezi haline gelmiştir.
Ulus’un böylesi modern ve yeni
yaşamın bir merkezi haline gelmesinde Taşhan’ın yanında açılan ve
II.Dünya Savaşı yıllarının en lüks
sineması olan Yeni Sinema büyük
önem taşımaktadır. İki katlı binadaki sinemanın mavi renkte geniş koltukları, locaları ve Atatürk
için ayrılmış özel bir locası vardır.
1930’larda Ankara’da bulunan üç
sinemadan birisi olan Yeni Sinema’ da o dönemin en ünlü sanatçıları Marlene Dietrich, Robert Taylor, Walter Pidgeoun’un filmleri
oynatılmaktadır (Tanrıkulu, 1985).
Yaşlı bir madamın yer göstermekle
sorumlu olduğu, haftada bir film
değişen sinemada, ilk geceler Ankara’nın tüm tanınmış simalarını görmek mümkündür (Günver,
1990). Yeni sinema, tiyatro temsillerine de sahne olmuş, İlkbahar
sonlarında İstanbul Şehir Tiyatrosu Darülbedayi büyük sanatçıları
ile Ankara’ya turneye geldiğinde
temsillerini Yeni Sinema’da vermeye başlamıştır (Canlı,1991).
1900’lerin başında bir-iki küçük
konaklama yerinin bulunduğu Ankara’da, giderek bu tür mekanların
çoğaldığı görülmektedir. 1928 yılında sayıları on kadar olan oteller
sadece konaklama amacıyla değil,
Ankara bürokratlarının ve ailelerinin bir araya geldiği, yemek yiyip
sohbet ettiği, yabancıların uğradığı, resmi toplantıların yapılıp, politik kararların alındığı çok amaçlı
mekanlar olarak kullanılmaktadır
(Tanrıkulu, 1985).
Bu mekanlardan en önemlisi Taşhan’dır. 1930 sonrası Taşhan Palas
adıyla 60 yatak kapasiteli bir otel
olarak kullanılmaya başlanan Taşhan, o yıllarda Ankara’nın sosyal
yaşamında büyük rol oynamıştır
(Çağlayangil,1990). 1928 yılında
Atatürk’ün isteği ile bir Rus göçmeni olan Karpiç’e Taşhan’ın avlusunda bir lokanta açtırılmış ve Ankara ilk kez örtüleri, peçeteleri ve
çatal-bıçağı her serviste değişen bir
lokantaya sahip olmuştur (Baydar,
1992).
Aynı yıl İstasyon Caddesi üzerinde
Cumhuriyet yöneticileriyle yabancı
ülke temsilcilerinin bir aradalığını
sağlayacak bir yer olarak, Ankara
Palas açılmış, otel bir süre sonra
yönetici, bürokrat ve aydınlar için
de vazgeçilmez bir mekân haline
6
7
AFSAD
Taşhan gelmiştir (Ergut,2005). 1930 yılında yeni aktivitelerle Ankara Palas’ın hizmet alanı genişletilmiş,
otelde periyodik konserler verilmeye, pavyonunda her gece yabancı
artistlerin yer aldığı programlar
sergilenmeye, bir orkestra angaje
edilerek, Yeni Ankaralıların, yabancı diplomatların, nadiren de
olsa Eski Ankaralı zengin tüccarların katıldığı özel eğlenceler düzenlenmeye başlanmıştır (Tanrıkulu,
1985). Cumhuriyet Baloları’nın da
vazgeçilmez mekanı olarak Ankara
Palas, gerek müdavimleri, gerekse
hizmet üstünlüğü açısından özelleşmiştir. Mimarisi ile dönemin en
önemli yapısı olan 120 yatak kapasiteli otelde her zaman sıcak su vardır ve restaurantında Avrupa mutfağının bütün yemeklerini bulmak
mümkündür (Tanrıkulu, 1985).
Ulus’un yanı sıra yeni gelişen merkez olarak Kızılay da, 1930 sonrası
Ankara’nın modern ve yeni yaşamına ev sahipliği yapmaya başlamıştır. 1939 yılında açılan Ulus Sineması , kentin Yenişehir’de açılan
ilk sinemasıdır. Işık sistemi, sıcak
ve soğuk hava tesisatı gibi bir çok
yeniliği barındıran sinemada dönemin en beğenilen yabancı filmlerini
izlemek mümkündür. Ulus Sineması’nın açılışı Ankara’da kültürel
etkinliklerin Ulus’tan Kızılay’a kayması sürecini de başlatmıştır. 1943
yılında indirimli biletleri nedeniyle
özellikle üniversite öğrencileri tarafından tercih edilen Ankara Sine-
ması, 1949 yılında ise Ankara’nın
en önemli protokol mekanlarından
birisi olan Büyük Sinema açılmıştır. Ünlü film yıldızlarının galalara katıldığı, yerleri kırmızı halı ile
kaplı, özel localara sahip 1600 kişilik Büyük Sinema’da ayrıca konserler ve toplantılar da yapılmakta,
sinemanın üst katında bir madam
tarafından işletilen Yeni Büyük
Pastane yer almaktadır (Yavuztürk, 2009). Büyük Sinema 1950’li
ve 1960’lı yıllarda sahne üstündeki
“Halay Çekenler” panosu ve fuayesinin asma kat konsollarını çepeçevre dolaşan yağlı boya dizisi ile
Ankara seyircisini, Turgut Zaim’in
stilize, büyülü dünyasında bir süre
de olsa yaşatmıştır (Katoğlu, 1991).
1940-1943 yılları arasında, Ankara’nın yüksek sosyetesi için vazgeçilmez iki gece kulübünden birisi
de Kızılay’dadır (Özdenoğlu,1990).
Bir binanın bodrum katında yer
alan Süreyya , nezih, popüler ve
güzel tefriş edilmiş bir mekandır
(Sümer,2011). 1942 yılında açılan
ve 1963 yılına dek hizmet veren
mekana ancak özel kıyafetle girilebilmektedir (Baykaler,2011).
İzmir Caddesi’ne - eski adıyla Uçar
Sokak- girerken solda yer alan
Kutlu ve sağda yer alan Özen Pastaneleri de Kızılay’da bulunan çok
sayıdaki pastanenin en önemlilerindendir. Özen’in salt pastane
işlevinde olmasına karşın, Kutlu
daha iddialıdır. Oldukça şık döşen-
miş bu mekanda akşamları 16.3018.30 saatleri arasında, viyolonsel
ve piyano eşiliğinde oda müziği yapılmaktadır. Daha çok çiftlerin geldiği Kutlu’da ayrıca ayda bir Ahmet
Muhip, Cahit Sıtkı Tarancı, Nurullah Ataç ve Ahmet Kutsi Tecer’in
katıldığı şiir ve edebiyat tartışmaları yapılmaktadır( Sümer, 2011).
Ankara’nın Cumhuriyet sonrası
gelişen modern ve yeni yaşamında gazinolar da önemli bir yer
tutmaktadır. Safiye Ayla, Münir
Nurettin Selçuk gibi sanatçıların
konserlerini izlemenin mümkün
olduğu (Poyraz,2011) ve 1960’lara
dek eğlence için özellikle tercih
edilen Gar Gazinosu, bahçesinin
güzelliği, çiçeklerin arasındaki masaları, müdavimlerinin kibarlığı ile
ünlüdür ( Baykaler,2011). Yemekleri Avrupa’da bile eşine zor rastlanabilecek vasıfta olan gazinonun
müdürü her gün bir köşedeki masasında ailesiyle birlikte oturmakta
ve servisi kontrol etmektedir. Ankara’nın aydınlarının müdavimi
olduğu gazinoya dünyanın her yanından varyete artistlerinin geldiği
de bilinmektedir (Günver,1990).
1930’larda radyonun yaygınlaşması da Ankara’da modern ve yeni
yaşamı renklendirmiş, radyo giderek en etkin ev içi eğlencesi haline
gelmiştir. Günde sadece birkaç saat
yayını olan radyonun programı
klasik müzik, ajans ve fasıllardan
oluşmaktadır (Tanrıkulu, 1985).
Ankara Radyosu 1927 yılında Ankara Pastanesi’nin bodrum katında
gürültülü bir stüdyoda yayına başladıktan ve birkaç yer değiştirdikten sonra 29 Ekim 1938 tarihinde
yeni yapısında yayınlarına devam
etmiştir(Baydar, 1992).
Ankara’nın modern ve yeni yaşamında ilk tiyatro temsilleri 1924
yılında Sadi Fikret topluluğunun
oyunlarını Türk Ocağı’nın ilk binasında sergilemesi ile başlamış, 1926
yılında ise Darülbedayi sanatçıları
temsiller vermek üzere Ankara’ya
gelmişlerdir. Türk Ocağı binasının
21 Mart 1927 tarihinde yapımına
başlanması ile de tiyatronun gelişimi hızlanmıştır. Ankara’nın ilk
tiyatro binası olarak en son ola-
naklarla donatılmış, modern ve şık
bir mekan olan Türk Ocağı, 1930
yılında açılışını yabancı bir grupla
gerçekleştirmiş, ardından Darülbedayi’nin temsillerine ev sahipliği
yapmıştır. Açılış için kadrosunda
zamanın en ünlü sinema ve tiyatro
oyuncularının yer aldığı “Comedié
Française” davet edilmiş, sanatçıların, özellikle Marie Bell’in kente
yapacakları ziyaret basında oldukça geniş yer bulmuştur (Yavuztürk,
2009). 10 Haziran 1949 tarihinde ise Devlet Tiyatrosu , Opera ve
Balesi Kuruluş Kanunu yürürlüğe
girmiş ve aynı yıl Ankara Sergievi,
Büyük Tiyatro’ya dönüştürülmüştür. Genel Müdürlüğü’ne Muhsin
Büyük Sinema Ankara Radyosu Ertuğrul’un atandığı Ankara Devlet Tiyatrosu bu binada perdelerini
1 Ekim 1949 tarihinde Ahmet Kutsi Tecer’in “Köroğlu Destanı” adlı
yapıtıyla açmıştır (Canlı ,1991).
Ankara Sergievi 1946-1948 yılları arasında opera binası olarak da
kullanılmış, açılış 1948 yılında Cemal Reşit Rey’in Birinci Senfonisi
ile gerçekleştirilmiş, solist olarak
Liko Amar’ın yer aldığı programda üç eser ilk kez sahnelenmiştir.
Opera binasında tümüyle sahnelenen ilk eser ise Bizet’in Carmen’idir
(Yavuztürk, 2009).
Atatürk’ün daha 1921 yılında açılmasından söz ettiği Devlet Konser-
Kaynaklar
Türk Ocağı
vatuarı o zamanki adıyla Musiki
Muallim Mektebi ise, Ankara’nın
modern ve yeni yaşamında
önemli bir kurum olarak 1924
yılında Cebeci’de birkaç eski Ankara evinde eğitime başlamıştır. Ankara’da toplanan Musiki
Kongresi sonrasında, besteci
Paul Hindemith, Konservatuar
kurulmasında katkı vermek üzere Türkiye’ye gelmiştir. Hindemith’in “Türk Musiki Hayatını
Kurmak İçin Teklifler” başlıklı
raporunun ardından (Güldemir,
1990) 20 Mayıs 1940 tarihinde Devlet Konservatuarı Kanunu çıkarılarak Müzik ve Temsil
Akademisi Devlet Konservatuarı
adını almış, Temsil ve Müzik bölümleri olarak ikiye; temsil bölümü de Tiyatro, Opera ve Bale
olarak üçe ayrılmıştır. Konservatuar öğrencileri ilk oyunlarını 11
Ocak 1940 tarihinde Cebeci’deki
konservatuar sahnesinde sergilemişlerdir. 1941 yılında Devlet
Konservatuarı gösterimleri Tatbikat Sahnesi adıyla profesyonel
bir tiyatro kimliği kazanmış, Tatbikat Sahnesi iyi bir salona ancak 1947 yılında evkaf için yapılan tiyatro salonunun onarılarak
Küçük Tiyatro adıyla kullanıma
açılmasıyla sahip olabilmiştir.
Türk Operası’nın kurulması yönünde ilk adım ise 1934 yılında Atatürk’ün talimatıyla “Bay
Önder”, “Taş Bebek” ve “Özsoy”
8
9
AFSAD
oyunlarının operalaştırılması ile
atılmıştır. 1947 yılında Konservatuarın o güne dek kurulmamış
olan “Bale Bölümü”nün kurulabilmesi için de Dame Viuette de
Valais Türkiye’ye davet edilmiş,
Valais’in 1948 yılında İstanbul’da
açtığı bale okulu ile Türk Balesi’nin temelleri atılmıştır. 1950
yılında bu bale okulu Ankara’ya
taşınarak Konservatuar temsil
bölümünün bir dalı haline gelmiştir (Canlı,1991).
Ankara, Cumhuriyetin modern ve
yeni yaşama ilişkin kabullerinin
hayata geçirileceği ve tüm yurda
yayılacağı bir model kent olarak
kurgulanmıştır. Toplumun iç
dinamikleri ile gelişmediği, yukarıdan aşağıya empoze edildiği gerekçesiyle çokça eleştirilen
bu durum süreç içinde evrilmiş
, günümüzde yerini, farklı öğretilerin egemen olduğu yaşamsal
ve mekansal bir dayatmaya bırakmıştır. Bu yazı Ankara’ya ilişkin “ nostaljik” bir hatırlatmanın
ötesinde, kentte Cumhuriyetin
yaşamsal ve mekansal izlerinin yok edilmeye başlanmasına
ilişkin bir eleştiriyi de barındırmaktadır. Aktarılanlar bu izleri korumaya çalışmanın, dahası
Cumhuriyet sonrası Ankara’da
yaşanan olağanüstü değişimi
minnetle anmanın bir başka yolu
olarak kabul edilmelidir.
-Baydar, Leyla; (1992),“Ankara- Atatürk
Bulvarı”, Ankara Dergisi,C1 S.4, 45-56
-Baykaler, İlhami; (2011),“ Unutamazdınız O Güzellikleri ve Geceleri”, Bir Aşk Bir
hayat Bir Şehir, Ankara’nın Mekanları,
Zamanları, İnsanları, Der. Güven Tunç,
73-82
-Canlı, Gülsen; ( 1991), “Başkent Ankara
ve Tiyatro, 1923-1950”, Ankara Dergisi,
C1, S 2, 67, 86
-Çağlayangil, İhsan Sabri;(1990) “Geçmiş
Yıllarda Ankara”, Başkent Söyleşileri,
Kent-Koop Yayını.
-Ergut; Elvan Altan;(2005) “Ankara Bankalar Caddesi ve Ötesi”, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Bülten, S.31,2829
-Güldemir, Ufuk;(1990) “Son Yüzyıl Ankarasında İlginç Olaylar”, Başkent Söyleşileri, Kent-Koop Yayını.
-Gültekin, Nevin; Onsekiz Dilşen; (
2005), “ Ankara Kentinde Eğlence Mekanlarının Oluşumu ve Yer Seçimi”, G.Ü.
Mühendislik Mimarlık Dergisi, C20,
No.1, 137-144
-Günver, Semih; (1990),“2.Dünya Savaşı
Yıllarında Ankara’da Diplomasi”, Başkent Söyleşileri, Kent-Koop Yayını.
-Katoğlu, Murat; (1991),“Ankara ve Turgut Zaim”, Ankara Dergisi, C1.S 3, 53-107
-Nalbantoğlu, Ünal; (1984) “Cumhuriyet
Dönemi Ankarasında Orta Sınıf”, Tarih
İçinde Ankara, Eylül 1981 Seminer Bildirileri.
-Özdenoğlu, Şinasi; (1990),“Yaşadığım
Ankara”, Başkent Söyleşileri, Kent-Koop
Yayını.
-Poyraz, İsmail;(2011), “ Ben Bugüne
Alışamadım”, Bir Aşk Bir hayat Bir Şehir,
Ankara’nın Mekanları, Zamanları, İnsanları, Der. Güven Tunç, 16-25
-Sümer , Ayhan; (2011), “Ankara Bir
Umuttu. Yoktan Var Edilmiş Bir Şehrin
Mucizesindeki Umut”, Bir Aşk Bir hayat
Bir Şehir, Ankara’nın Mekanları, Zamanları, İnsanları, Der. Güven Tunç, 29-41
-Tanrıkulu, Deniz; (1985)“Ankara’da Eğlence Yaşamı 1928-38”, Mimarlık, 85/23,22-27
-Yalım, İnci; (2002), “ Toplumsal Belleğin Ulus Meydanı Üzerinden Kurgulanma Çabası”, Ankara’nın Kamusal Yüzleri, İletişim Yayıncılık,157-214
-Yavuztürk, Gülseren Mungan; (2009),
“ Atatürk Bulvarı’nda Yaşam Sanatla
Akarken”, Cumhuriyet Devrimi’nin Yolu
Atatürk Bulvarı, Koleksiyoncular Derneği
Yayını, 89-108
Fotoğraflar:VEKAM Arşivi
Ankara’nın Başkentlikleri
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Timur ÖZKAN
Ankara Araştırmacısı
Türkiye Cumhuriyeti’nin başkentliği, Ankara’nın tarihindeki ilk başkentlik deneyimi değildir. Sık sık dile getirilen bir
gerçektir; Ankara, Türklerin
bu coğrafyada, Konya, Bursa,
Edirne ve İstanbul’dan sonra
beşinci başkentidir. Ancak Ankara’nın -her nedense dikkatlerden kaçan- bir beşinciliği
daha vardır ki o da Ankara’nın
tarihindeki beşinci başkentliğini yaşamakta olduğudur.
İlk defa Galatlar’ın üç kolundan
biri olarak Ankara’ya yerleşen
Tektosaglar’ın başkenti olan
Ankara M.Ö.21’de Roma İmparatorluğu’na bağlı Galatya Eyaleti’nin başkenti olarak tarihindeki ikinci başkentliğine erişir.
Ankara’nın üçüncü başkentlik
deneyimi M.S. 7. ve 8. yüzyıldaki Bizans’a (Doğu Roma)
bağlı Opsikion ve Bukellarion
themalarının
başkentliğidir.
Dördüncü olarak, Türk tarihindeki ilk ve tek kent-devlet
örneği, Ankara(Ahi) Cumhuriyeti’nin başkenti olan Ankara,
son defa modern Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti olarak
bir kez daha tarih sahnesine
çıkar(Ankara’nın başkentliklerine M.Ö. Sekizinci Yüzyıl’da
Polatlı yakınlarındaki Gordion’da yaşadığı Frigya başkentliği de eklenebilir).
Tarih boyunca defalarca başkentlik yapmış böyle bir kenti bir kez daha başkent seçen
Türkiye Cumhuriyeti için “başkentini değiştirdi” demek doğru olmasa gerekir. Öncelikle
göz ardı edilmemesi gereken
bir gerçek vardır ki Türkiye
Cumhuriyeti, yeni bir ülkedir
ve başkentini kendi coğrafyası
içinde, en uygun gördüğü yerde
oluşturmuştur.
Dünyada başkentini değiştiren
pek çok ülke vardır. Örneğin;
başkentini Upsala’dan Stockholm’e taşıyan İsveç, Kyoto’dan
Tokyo’ya taşıyan Japonya, İsfahan’dan Tahran’a taşıyan İran
ve St. Petersburg’dan Moskova’ya taşıyan Rusya’dan başka, yakın zamanda da Almanya
başkentini Bonn’dan Berlin’e,
Kazakistan ise Almatı’dan Astana’ya taşıdılar. Ayrıca birer
taşınma sayılmasa da dünyada,
Pakistan’ın başkenti İslamabat,
Brezilya’nın başkenti Brasilia,
ABD’nin başkenti Washington ve Avustralya’nın başkenti
Canberra gibi başkent olarak
inşa edilen kentler de mevcuttur.
Öte yandan Ankara’nın başkentliği pek de kolay gerçekleşmemiştir. Bu büyük kararın nedenleri hakkında görüşler farklı
olsa da, hem içerde hem dışarıda Ankara’nın başkent olmasına karşı çıkanlar olmuştur. İçlerindeki payitaht özleminden
vazgeçemeyen Hilafet taraftarı
yerli karşıtlar gibi İstanbul’daki görece rahat yaşamlarından
vazgeçmek istemeyen Batılı
diplomatların öncülüğünü yaptığı yabancı karşıtlar; bu kararın Atatürk’ün geçici bir hevesi olduğunu, başkentin en kısa
zamanda İstanbul’a taşınacağını düşündüler.
Yanıldılar…
Hilafet taraftarları, (o dönemde) bu özlemlerini içlerine gömerlerken, başını İngiltere’nin
çektiği bazı ülkeler daha açık
bir tavır aldılar ve büyükelçiliklerini Ankara’ya taşımadılar.
Bunun üzerine çıkarılan bir kanunla, Ankara’da büyükelçilik
açacak ülkelere bedava arsa ve-
rilmesi ve kendi arsasını satın
alan ülkelerin de paralarının
iade edilmesi kararlaştırıldı.
İlginçtir, ilk tahsisi İngiltere
aldı. Aldı ama gene de inşaata
başlamayarak direnişini sürdürdü. Atatürk, işte tam da bu
günlerde, Çankaya Köşkü’nün
açılışı nedeniyle vereceği davet
için İngiltere’nin ulusal gününe
yakın gelen bir tarihi (1 Haziran 1929) seçerek bu direnişi
kırdı.
Bilindiği gibi diplomaside mütekabiliyet (karşılıklılık) diye
bir kavram vardır, örneğin bir
ülke diğerinin ulusal gününe
hangi düzeyde katılmışsa, muhatap ülkenin ulusal gününde
de aynı düzeyde katılım beklenir. Üstelik o devirde, böyle
ulusal gün ve benzeri davetler
çok önemlidir, çünkü sınırlı bir
basın ve radyo dışında ülkelerin birbirleri hakkında tek bilgi
alma ortamı bu davetler olup
her türlü istihbarat buralarda yapılmaktadır. Ayrıca Genç
Cumhuriyet ve Atatürk, Avrupa
için henüz kapalı kutu olduğuna göre hiç bir diplomat, bu
daveti kaçırmayacaktır. Dolayısıyla bütün protokol Ankara’da
olacak ve İngiltere’nin -her zaman İstanbul’da verdiği- ulusal
gününe katılım alt düzeyde kalacak, bu da İngiltere’nin prestijini kötü etkileyecektir. Sonuç
olarak 1929’da İngilizler ilk kez
ulusal günlerini İstanbul yerine
Ankara’da kutlamak zorunda
kaldılar ve Atatürk’ün bu ince
planı sayesinde altı yıl süren
direnişleri sona ermiş oldu.
Bir kez daha görüyorum ki;
Büyük Önder Atatürk’e ne
çok şey borçluyuz...
Dosya
Konusu
Ankara Fotoğrafçılık
Tarihinde Kısa Bir Gezinti
Eylül - Ekim
Erman TAMUR
İnşaat Y. Müh./Ankara Araştırmacısı
Toplumsal ve bireysel yaşamdaki
işlevi ve uygulayıcılarının kimliği
gibi yönleriyle Ankara’da fotoğrafçılık, şehrin siyasal, toplumsal
ve ekonomik değişimleriyle bağlantılı bir gelişme göstermiştir.
Bu bağlamda Ankara’da fotoğrafçılığın tarihi üç zaman diliminde ele alınabilir; İlk fotoğraf ve
posta kartlarının ortaya çıktığı
1890’lı yıllardan Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin toplandığı 23
Nisan 1920 tarihine kadarki dönem, Meclisin açılışından, 29
Ekim 1923’de Cumhuriyetin ilanına kadarki dönem ve o tarihten günümüze kadar süregelen
dönem. İsimleriyle sıralayacak
olursak; Osmanlı dönemi, Kurtuluş Savaşı dönemi ve Cumhuriyet
dönemi.
Kısa tutmak gereği nedeniyle bu
yazıda, Osmanlı ve Kurtuluş Savaşı dönemleriyle Cumhuriyetin
ilk 25-30 yılına, daha açık deyişle renkli fotoğrafçılığın başladığı
zamana kadarki döneme genel
bir bakışla yetinilmiştir. Cumhuriyet döneminin tamamı, kapsadığı sürenin uzunluğu ve bu süre
içinde fotoğrafçılık teknolojisinde bir kaç aşamada ortaya çıkan
büyük değişiklikler nedeniyle,
ayrıca ele alınması gereken hacim ve niteliktedir.
Osmanlı Dönemi
Ankara’da ilk kez bir fotoğraf ne
zaman ve kim tarafından çekilmiştir? Eldeki verilerle bu soruya
kesin bir cevap vermek güçtür.
Diğer yandan, “Bir Ankaralı ilk
kez ne zaman, nerede bir fotoğraf
çektirmiştir?” sorusu farklı bir
sorudur ve cevabı da doğal olarak
ilk sorunun cevabından farklıdır:
Türkiye, birçok yenilikle olduğu
gibi fotoğrafçılıkla da İstanbul’da
tanışmıştır. Bu bakımdan, Anka10 11
AFSAD
ra’nın da fotoğrafı ilk kez İstanbul’la ilişkisi bağlamında tanımış
olması doğaldır. Nitekim 1900’lü
yılların başlarında bazı Ankaralıların İstanbul’da çektirdikleri fotoğrafları çerçeveletip evlerinin
duvarlarına astıkları bilinmektedir. Giderek kanıksanmış olsa
da, başlangıçta bu davranışların
kimi tutucu çevrelerce hoş karşılanmadığına ilişkin anekdotlar
kitaplarda da yer almıştır.
Ankara’da ilk kez fotoğraf çekilişi İstanbul’la bağlantılı olarak
gerçekleşmiştir. 1890’lı yıllarda,
Mühendishane-i Berri Hümayun’dan yetişen asker kökenli
fotoğrafçılar, Sultan II. Abdülhamid tarafından görevlendirilip
İmparatorluğun dört bir yanında
binlerce fotoğraf çekmişlerdir.
Bunlar arasında Ankara’ya ait
olanlar da vardır. Yine aynı yıllarda Anadolu Bağdat Demiryolları İdaresi’nde görevli Berggren
de güzergah üzerindeki Ankara’ya gelerek şehrin muhtelif fotoğraflarını çekmiştir. Ankara’yı
tanıtan ilk posta kartları 1800’lü
yılların sonunda İstanbullu editörler tarafından üretilmiştir.
Ludwingsohn Freres’in (Ludvingson Kardeşler) dört kartla
oluşturduğu panorama, büyük
olasılıkla, Ankara’nın fotoğraf
olarak bize ulaşan en eski görünüşleridir. En eski örneklerden
bir diğeri, Max Fruchtermann’ın
“Julian Sütunu”nu gösteren posta kartıdır. Bu posta kartları, fotoğraflardan klişelere aktarılıp
iyi vasıfta kartonlara basılmış
matbaa ürünleridir. Burada şu
soru akla gelmektedir: Ludwighsohn Freres ve Fruchtermann,
ya da çalıştırdıkları kişiler, posta
kartlarında kullanılacak fotoğrafları çekmek üzere Ankara’ya
geldiklerinde, şahıs fotoğrafları
1910’lu yılların başında, M.
Moughamian’ın objektifinden
Ankaralı Bir Ermeni Kadın.
Posta kartları dışında, o yıllara
ait bu tür fotoğraflar son derece
nadirdir.
da çekmişler midir? Bu soruyu
cevaplamak için elimizde bir veri
bulunmamaktadır.
Ankaralı fotoğrafçılardan kimin
ilk kez Ankara’da, açık havada ya
da stüdyo ortamında, bir fotoğraf
çektiği tam olarak bilinmemektedir. Bununla birlikte, bu konuda
birkaç ismin öne çıktığı belirtilebilir. 1890’lı yıllarda Ankaralı
Ermeni Antranik Djevahirdjian
(Cevahirciyan), devlet inşaatlarına ait temel atma ve açılış törenleriyle bazı resmi kutlamaların
fotoğraflarını çekmiştir. 1900’lü
yılların başında Moughamian
Freres (Mugamyan Kardeşler) de
çektikleri Ankara görünüşlerini
İstanbullu editörler aracılığıyla
kartpostal olarak bastırmışlardır.
Ankaralı, Ermeni asıllı bu fotoğrafçılar stüdyo ortamında şahıs
“Şimdiki fotoğrafçılığa alışamadım, bu dijital çıktıktan sonra fotoğraf sanatı
diye bir şey kalmadı. Eskiden birkaç fotoğrafçı vardı, hepsi de birbirleri ile sanat için yarışırlardı. Şimdi para kazanmak öne çıktı. Zaten herkesin elinde bir
dijital makine var, telefonla da çekiyorlar…”
İsmail Baydaş
fotoğrafları da çekmişler ve bu
alanda da Ankara’da fotoğrafçılığın öncüleri olmuşlardır.
Kurtuluş Savaşı Yılları
Osmanlı Devletinin parçalanması ve çöküşü sonucunu yaratan
Birinci Dünya Savaşı yılları Ankara’da fotoğrafçılığın da karanlık yıllarıdır. Nitekim elimizde
1915-18 yıllarına ait Ankara’da
çekilmiş fotoğrafların sayısı son
derece azdır. Kurtuluş Savaşı
yıllarında Ankara’yı fotoğraf karelerine yansıtanlar daha ziyade, Esat Nedim (Tengizman) ve
Ethem Tem gibi ordu mensubu
fotoğrafçılar olmuştur. Bu arada Cevahirciyan ve Mugamyan
Kardeşler nerededirler ya da akıbetleri ne olmuştur bilinmiyor.
Mustafa Kemal ve Heyeti Temsiliye’nin Ankara’da karşılanışı,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin
açılışı, savaşın gidişatına göre,
bazen cephelerden gelen iyi haberlerin kutlanışı bazen protesto
mitingleri, askeri geçit törenleri,
komutanlar ve Ankara Hükü-
meti’nin sivil kadrosu genellikle
asker kökenli fotoğrafçıların objektifinden bugüne taşınmıştır.
Sanatlarını kısıtlı imkanlarla,
resmi görev olarak icra eden bu
fotoğrafçıların o yıllarda kendilerine ait stüdyoları olmamıştır. Bu
dönemde şehrin durumunu, halkın günlük yaşantısını yansıtma
veya ileriye dönük bir hatıra teşkil etmesi amacıyla fotoğraf çekilmesi yaygın bir olgu değildir.
Cumhuriyet Coşkusu
Cumhuriyet döneminde Ankara’da ilk fotoğraf stüdyoları 1920’li yılların başında Ulus
civarında açılmıştır. Hükümet
Caddesi’nde Çulluzade Mehmet
Adil Bey’in “Zafer Fotoğrafhanesi”, Hacı Bayram Caddesi’nde İsmail Remzi Bey’in “Hilal Fotoğrafhanesi” ve yine Hacı Bayram
Caddesi’nde Türkiye Oteli binasında Mehmed Ali Bey’in “Lüks
Aile Fotoğrafhanesi” bunların ilk
örnekleridir. Çulluzade Adil Bey,
Ankaralı birçok fotoğrafçının
hocası olmuştur. Soyadı Kanu-
Kurtuluş Savaşı yıllarında, Esat Nedim (Tengizman)’ın tespitiyle
Taşhan’daki Meşrutiyet Oteli’nden Büyük Millet Meclisi yönüne bakış.
nu’ndan sonra “Tezel” soyadını
alan İsmail Remzi Bey, çektiği
nefis fotoğraflarla, 1943 yılında
vefat edene kadar mesleğini sürdürmüştür. Hakkında fazla bilgi
sahibi olmadığımız Mehmed Ali
Bey çektiği şahıs fotoğrafları yanı
sıra çok başarılı Ankara posta
kartları da üretmiştir. Bu dönemden günümüze belgesel niteliği
yüksek çok sayıda fotoğraf kalmasını sağlayan bir başka usta da
posta kartı olarak kullanılan fotoğraflarına kaşesini “M.Cemal”
olarak vuran ve ileriki yıllarda
Atatürk fotoğrafçısı olarak ünlenen Cemal Işıksel’dir. Ankara’nın
nefis panoramik görünüşlerini
çeken, resmi bir kurumda çalıştığı tahmin olunmakla birlikte
kimliği hakkında bilgi sahibi olmadığımız Foto Celal ile stüdyosu İstanbul’da olan J. Weinberg’i
Yıl 1928. Anne ve oğlu. Gerek
kompozisyonu gerekse gölge ışık
ayarıyla gerçek bir sanat eseri.
(Hilal Fotoğrafhanesi, İsmail
Remzi).
1930’lu yılların başında Hacı BayramYolu. Solda İsmail Remzi Bey’in Hilal Fotoğrafhanesi’nin tabelası
görünüyor.
1928 Ankara Telefon Rehberi’nde, Mehmet Ali Bey’in “Lüks Aile
Fotoğrafhanesi”nin reklamı.
12 13
AFSAD
Taşhan altında, fotoğraf malzemeleri
satan “Seyfullah ve Necip Biraderler”
ticarethanesine ait film kabı.
de o dönemin Ankara’sını görsel
olarak belgeleyen önemli fotoğrafçılar arasında saymak gerekir.
1920’li yılların sonunda Ankara’da fotoğraf stüdyolarının ve
fotoğraf malzemeleri satan dükkanların ağırlığı Ulus civarından
yeni oluşan Anafartalar Caddesi’ne kaymıştır. Yukarda Ankaralı ilk Müslüman-Türk fotoğrafçılar olarak adları anılan Mehmet
Adil, İsmail Remzi ve Mehmet
Ali Beyler dışında, bu dönemde
Ankara’nın başlıca fotoğrafçıları, Foto Aile, Foto Meraklı, Foto
Ethem Tem, Foto Naim(Gören),
Foto Sümer ve Foto Ar’dır. Cumhuriyet Devrimleri’nin getirdiği
coşkulu ortam ve değişen toplumsal şartlar bağlamında, Başkent’te hayat renklenmiş, yeni
davranış kalıpları oluşmuştur.
Fotoğraf çektirmek nişan ve düğün törenlerinin zorunlu ritüelleri haline gelmiş, her vesileyle
stüdyolarda aile fotoğrafları çektirmek adet olmuştur. Fotoğrafçı
dükkanlarının müdavimlerinden
bir grup da kılıç kuşanan, sırmalı
palaska takan askerlerdir. Kadınlar da folklör kıyafetleriyle objektife poz vermeyi çok sevmişlerdir.
Bu dönemde stüdyo veya kapalı mekan fotoğrafçılığı dışında,
bir alt meslek dalı olarak seyyar fotoğrafçılık (şipşakçılık)da
çok yaygınlaşmıştır. Heykel ve
anıtlarla yeni tanışan Ankaralılar, Kızılay’da Havuzbaşı’nda,
Ulus’da Zafer Anıtı ve Sıhhiye’de
Gazi Paşa Heykeli önünde hatıra
fotoğrafları çektirmişlerdir. Fotoğraf çektirilen yerler yalnızca
buralar değildir. 1930-1960 yıllarında Ankara’da yaşamış her
ailenin albümünde, Ulus’ta, Karaoğlan’da, Anafartalar’da kol
kola yürüyen aile mensuplarının
fotoğrafları mutlaka yer alır.
1930 -1950 Yılları
1930’lu yıllardan başlayarak Ankara’da amatör fotoğrafçılık da
yaygınlaşmış, amatörlerce çekilen fotoğrafları tabetmek stüdyoların uğraşları arasına girmiştir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı
yıllarında zaman zaman fotoğraf
Kompozisyonda bu ahengi yaratmak,
baba ve kızının içten gülümsemelerini
fotoğraf karesine böyle yansıtabilmek
maharet ister. Bu fotoğraf da herhalde,
Ahmet Mahir’in ismiyle müsemma
bir sanatçı olduğunun kanıtıdır.
Yıl 1933. Foto Rıdvan (Kırmacı)’nın
başarılı bir kompozisyonu.
filmi ve kağıdı temininde güçlükler yaşanmış olmakla birlikte, bu
dönemde de Ankara’da fotoğrafçılık gelişmesini sürdürmüş, fotoğraf toplum hayatında giderek
daha fazla yer almıştır. Aileler
çocuklarının çıplak fotoğrafları-
Yıl 1928. Zafer Anıtı önünde
çektirilen binlerce fotoğraftan biri.
Ciddi bakışlı bir delikanlı. Fotoğrafın
arkasına “beni unutmamanız için”
yazmış.
17 Haziran 1936. Temiz pak
giyinmiş üç çocuk, Kızılay’daki
Güven Anıtı önünde babalarıyla
birlikte objektife poz vermişler.
Gazi Paşa’nın “Çalış!” öğüdüne
uyuyorlar mı acaba?
nı çektirirler. Devlet memurları
makamlarında gururla oturuşlarını fotoğraf karelerine yansıtmakta ihmalkar davranmazlar.
Her düzeyden okullarda ve devlet dairelerinde toplu fotoğraflar
çektirilir. Önceleri Türk Ocağı
(veya Halkevi)’nde daha sonra
Gençlik Parkı’ndaki salonda icra
edilen nikah törenlerinde çekilen fotoğraflarda Ankara’nın demirbaş nikah memuru Müçteba
(Yetişen) Bey yer alır. Bu bakımdan Müçteba Bey, belki de o dönemde en çok fotoğrafı çekilen
Ankaralıdır.
Kol kola girmek, el ele tutuşmak, böyle
adetler vardı. 1944 yılında Anafartalar
Caddesi’nde yürürken bir şipşakçıya
yakalanmak da kaçınılmazdı.
Bu dönemin fotoğrafçıları arasında sanatları ve meslek anlayışlarıyla öne çıkan iki isim
olarak Ahmet Mahir(Güngör)’ü
ve Foto Rıdvan(Kırmacı)’ı anmamak olmaz. İlk stüdyosunu
1926 yılında Hacı Bayram Caddesi’nde “Foto Yeni Aile” adıyla
açan Ahmet Mahir Bey, işyerini
1936 yılında Samanpazarı’nda
Merkez Apartmanı’nın alt katına taşımış, adını da “Foto Aile”
1950’li yıllar. Hanımefendinin güzelliği tartışılmaz ama, Foto Osman
(Darcan)’ın bu güzelliği fotoğrafa aktarmadaki ustalığı da su götürmez.
14 15
AFSAD
olarak değiştirmiştir. 1942’de
stüdyo bu kez Anafartalar Caddesi’nde Sakarya Apartmanı’nın
altına taşınmış ve 60 yılı aşkın
süreyle orada hizmet vermiştir.
Foto Rıdvan da Anafartalar Caddesi’ndeki stüdyosuyla, yıllar
boyu aile fotoğrafları çektirmek
için Ankaralıların en ziyade tercih ettikleri fotoğrafçıların başında gelmiştir.
Öne çıkan bu isimler dışında,
1940’lı yılların sonunda Ankara’daki fotoğrafçıların başlıcaları, Foto Ar, Foto Ege, Foto
Naim(Gören), Foto Rekor, Foto
Üstün olarak sıralanabilir. Bu
dönemin fotoğrafçıları arasında portre çekimlerindeki ustalığıyla kadın güzelliğini fotoğraf karelerine yansıtmayı bir
sanat düzeyine yükselten Foto
Osman(Darcan)’ı da özellikle
anmak gerekir.
1950 Sonrası
Ulus civarında başlayıp, önce
Anafartalar’da sonra Bankalar
Caddesi’nde konuşlanan, giderek Yenişehir’de yeni mekanlara yerleşen Ankara fotoğrafçılığı, 1950’li yıllardan sonra
şehrin her bölgesine yayılmış,
her mahallenin olmasa dahi her
semtin çok sayıda fotoğrafçısı
olmuştur. Dünyada ve ülkede
fotoğrafçılık alanındaki yenilikler kısa sürelerde Ankara fotoğrafçılığında da gerçekleşmiştir.
Renkli çekim fotoğrafçılıkta
yeni ufuklar açmıştır. Son olarak dijital teknolojinin getirdiği
büyük imkanlar ve yenilikler ise
kuşkusuz bir devrim niteliğindedir. Giderek fotoğraf araç ve
gereçleri görece ucuzlamış, fotoğraf çekimi yaygınlaşmıştır.
Bütün bu gelişmelerin, bir meslek olarak fotoğrafçılığın uygulama alanını daraltmasa dahi
onda köklü değişimlere neden
olduğu ve olacağı açıktır.
Yıl 1967. Foto Baydaş’ın objektifinden,
günün birinde ünlü olmayı da
düşleyen amatör bir müzik grubu.
Ankara fotoğrafçılığının tarihinde yaptığımız bu kısa gezintiyi 1950 sonrası Ankara fotoğrafçılarından Foto Baydaş(Hüsnü
Baydaş ve Oğulları)’nın öyküsüne kısaca değinerek tamamlayalım. Fotoğrafçılığı Erzincan’da
bir Ermeni fotoğraf ustasından
öğrenen Hüsnü Baydaş 1953
yılında Ankara’ya gelir. İki oğluyla birlikte ilk stüdyosunu
Demirlibahçe’de, açar. Artistik
fotoğraflar yanı sıra acele vesikalıklar da çekerler, amatör işleri de yaparlar, nişanlara, düğünlere de giderler…
1970 yılında Tuna Caddesi’nde
Pikniğin karşısında ikinci stüdyolarını açarlar. Stüdyolarının
bulunduğu bina yıkılınca bu
kez Selanik Caddesi’ndeki son
yerlerine taşınırlar. Mesleğin
inceliklerini babası Hüsnü Baydaş’tan öğrenip kendi çocuklarına öğreten İsmail Baydaş günümüz fotoğrafçılığına pek de
olumlu bakmıyor:
“Şimdiki fotoğrafçılığa alışamadım, bu dijital çıktıktan
sonra fotoğraf sanatı diye bir
şey kalmadı. Eskiden birkaç fotoğrafçı vardı, hepsi de birbirleri ile sanat için yarışırlardı.
Şimdi para kazanmak öne çıktı.
Zaten herkesin elinde bir dijital
makine var, telefonla da çekiyorlar…”
Dosya
Konusu
Othmar Ankara’sı
Eylül - Ekim
Uğur KAVAS
Ankara Araştırmacısı
Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştır ve Anadolu toprakları düşman
işgalindedir. Atatürk’ün Samsun’a
ayak basması ile Ulusal Savaş
başlamış olur. Yokluklar içinde
başlayan mücadele, birkaç cephede birden sürmektedir. Ancak bu
mücadeleyi doğru anlatacak ve
yurt dışına aktaracak bir basın ku-
Kağıt Paralarda Othmar Ankara’sı.
16 17
AFSAD
ruluşuna ihtiyaç duyulmaktadır.
TBMM açılmadan 17 gün önce, 6
Nisan 1920’de Yunus Nadi ve Halide Edip’in önderliğinde Anadolu
Ajansı kurulur. Bunu, iki ay sonra 7 Haziran 1920’de Matbuat ve
İstihbarat Müdüriyeti Umumiyesi’nin (Şimdiki BYEGM-Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdür-
lüğü) kuruluşu takip eder. Her iki
kuruluş da yurt içi ve yurt dışına
doğru,hızlı haber akışını sağlarlar.
29 Ekim 1923’de dünya yeni bir
devletle tanışır. Bu devlet Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’dir. Artık savaşın olumsuzluklarını silmek için
çalışmalar başlamalıdır. Öyle de
eleman alınır: Burhan Belge, Server İskit ve Nazlı Tektaş.
Matbuat Umum Müdürlüğü kartpostalından.
olur. Tüm imkansızlıklara rağmen,
büyük bir bayındırlık harekatı
başlar, devrimler art arda gelir.
Osmanlı’nın kalıntıları silinmeye
çalışılır.
Yıl 1933. Türkiye Cumhuriyeti artık on yaşındadır. Cumhuriyetin
ilanının ardından inanılmaz yoğunlukta geçen bir on yıldır bu.
Uzun yıllar süren savaşların etkisiyle iyice yorgun düşmüş olan
ulus, yepyeni bir ruh ve dinamizmle yeni Türkiye’yi kurmaya başlar.
Genç Cumhuriyet, bu on yıl için-
de, çok daha uzun bir sürede bile
oluşturulması olanaksız görülen
bir yeniden kuruluş bilançosunu
arkada bırakmıştır. Artık sırada
tüm bu yapılanları dünyaya tanıtma görevi vardır. Vedat Nedim
Tör’ün Matbuat Umum Müdürü
olduğu tarih de tam bu yıla rastlar. Görev bellidir. Ama koşullar
inanılmayacak kadar kısıtlıdır.
Matbuat Umum Müdürlüğü’nün
kadrosunda, müdür hariç sadece
iki kişi vardır ve bütçe de tüm yıl
için topu topu 10.000 liradır. İlk iş
olarak kadro genişletilir ve üç yeni
Matbuat Umum Müdürlüğü kartpostalından. Bu dönemi Nazlı Tektaş yıllar sonra şöyle anlatıyor: “O zamanlar
vekâlet binaları mevcut olmadığından, devlet daireleri eski evlerde
çalışırdı. Matbuat Umum Müdürlüğü’ne de Ulus’ta, Dâhiliye Vekâleti’nin bulunduğu binada bir oda
tahsis edilmişti. Bu odanın ortasında bir masa vardı ve bütün arkadaşlar etrafında çalışırdık. Odanın
tavan arasında güvercinler yuva
yapmışlardı. Çürük tahtalarının
aralıklarından çok kere saçlarımızı
ve yazılarımızı kirlettikleri olurdu.
Kış sabahları tüten sobanın dumanından gözlerimiz fazla yandığı
zaman pencereleri açar, içeri giren
buz gibi havaya aldırış etmeden
çalışmamıza devam ederdik. Bize
bu çalışma aşk ve heyecanını veren Vedat Nedim Tör’dü. Sabahları herkesten evvel gelir, akşamları
sekizlerde daireden çıkar, durup
dinlenmeden çalışır, yeni kurulan Atatürk Türkiyesi’ni memleket
içinde ve dışında tanıtabilmek için
çırpınırdı.” Vedat Nedim Tör’ün
Matbuat Umum Müdürü olarak ilk
önemli icraatı, “La Turquie Kemaliste” dergisinin çıkarılması olur.
Tör, anılarında, bu derginin çıkarılış öyküsünü ayrıntılarıyla aktarır:
“O zaman, Kemalist Türkiye o kadar canlı bir ilgi odağı idi ki, dünyanın dört bir bucağından en ünlü
gazeteciler, yazarlar gelir, yazılı sorular ve fotoğraf istekleri yağardı.
Bir gün vekilime (Dâhiliye Vekili
Şükrü Kaya): -Beyefendi, dedim,
Türkiye’yi kültürü, san’atı ve devrim hareketleri ile dünyaya tanıtacak bir organa şiddetle ihtiyaç var.
La Turquie Kemaliste adlı üç ayda
bir yayınlanacak bir dergi çıkaralım. -Fikir fena değil... Yalnız Başvekil’e bir danışayım... Yine bir gün,
Vekilim bana: -O senin La Turquie
Kemaliste mecmuası meselesini
Başvekil’e açtım, bana “öyle yabancılara sunacak kalitede bir dergi
çıkaramayız diye korkarım” dedi,
onun için şimdilik vazgeçelim. Bunun üzerine ben: -Beyefendi, sizin
Başvekiliniz, sizin Matbuat Umum
Müdürünüze âdemi itimat beyan
etmişler. Ben yapamayacağım bir
şeyi teklif etmem. Müsaade buyurunuz da bir örnek sayı çıkartalım,
muvaffak olamazsam istifa ederim,
dedim.
Şükrü Kaya, şöyle bir an durdu ve
kıpkırmızı kesildi. Sordu: -Kendine
bu kadar güveniyor musun? -Evet
efendim, güveniyorum. -Peki öyle
ise bir dene bakalım...”
Vedat Nedim, bir deneme sayısı
çıkartmak iznini alınca derhal Dâhiliye Vekili’nin imzasıyla bütün
valilere ve belediye reislerine birer
genelge yollar. Onlardan, illerinin
tarihî sanat eserleri, arkeolojik
zenginlikleri, Cumhuriyetin imar
işleri hakkında “artistik” fotoğraflar göndermelerini ister. Kısa bir
süre sonra Türkiye’nin dört bucağından zarf zarf fotoğraflar yağar.
Ama bunlar ne yazık ki son derece
yetersiz görüntülerdir. Vedat Nedim’in uykuları kaçar. İşin sorumluluğunu aldığı için artık neredeyse
pişmandır. Derken bir gün, İstanbul’dan büyük bir zarf gelir. İçinde
birbirinden güzel, gerçekten çok
zevkli fotoğraflar vardır. Altlarındaki imza ise Othmar Pferschy’dir.
Tör, derhal telefonu açıp İstanbul
Valisi Muhittin Üstündağ’dan bu
kişiyi bulup, yataklı vagonla Ankara’ya yollamalarını ister.
Othmar Ankara’sı.
Othmar, o sıralarda yabancılara
getirilen ticari kısıtlamalar yüzünden Foto Francaise’in sahibi Jean
Wienberg’le birlikte Mısır’a doğru
gitmek üzere Karaköy’de gemiye
binmeyi beklemektedir. Geminin
hareketi engellenir. Othmar alınır
ve birkaç gün sonra Ankara’ya gelir. Tör’ün Othmar Pferschy’i ikna
etmesi hiç de kolay olmaz. Genel
Müdürlük maaşından daha fazlası
ile Sağlık Sokak’ta bir lojman verilir. Sonuçta, Matbuat Umum Müdürlüğü’nün kadrolu fotoğrafçısı(o
zamanın deyimiyle propaganda
fotoğrafı spesiyalisti) olmayı kabul
eden Othmar, 31 Mayıs 1935‘ten30 Haziran 1940’a kadar beş yıl boyunca Türkiye’yi karış karış dolaşarak 16 bin kare fotoğraf çekecektir.
Kemaliste görsellerinin neredeyse
tamamı Othmar’ındır. Cumhuriyetin onbeşinci yılında devlet tarafından yayımlanan XV. Yıl Kitabı’nda,
Matbuat Umum Müdürlüğü’nün
beş yıllık icraati sırasında 119.690
nüsha La Turquie Kemaliste dergisi dağıttığı belirtilir. Dağıtılan tüm
diğer yayınların toplamından daha
yüksek bir sayıdır bu.
Daha önce hikayesini anlattığımız,
49 sayılık bir ömrü olan ve Devlet
Matbaası’nda basılan La Turquie
Matbuat Umum Müdürlüğü, 1936
da bir prestij kitabına imza atar.
Yabancı devlet adamlarına dağıtıl-
18 19
AFSAD
Othmar Ankara’sı.
mak üzere, yurt dışında bastırılan
“Fotoğraflarla Türkiye” albümü.
Bu albümünde tüm fotoğrafları Othmar imzası taşımaktadır. Oldukça kapsamlı olan albümde 43 adet
Ankara fotoğrafı yer almaktadır.
Yine aynı yıl, bir başka ilk, Ankara’da yaşanır: Nicelik ve nitelik bakımından Türkiye’deki en görkemli
fotoğraf sergisi. “Türkiye; Güzellik,
Tarih ve İş Memleketi” ismini taşıyan sergi, 29 Şubat 1936 tarihinde
Ankara Sergievi’nde gerçekleşmiş
ve açılışını Ekonomi Bakanı, İçişle-
Othmar imzalı kartpostallar.
ri Bakan Vekili Celal Bayar yapmıştır. Sergide yer alan 628 fotoğrafın
500’ü Othmar’a, geriye kalan 128
tanesi ise 28 amatör ve profesyonel
fotoğrafçılara aittir.
O dönemlerde, Matbuat Umum
Müdürlüğü, bir kartpostal serisi
hazırlayarak bastırmış, bu kartpostallar oldukça rağbet görmüştür.
Halâ, koleksiyonerlerin aradığı
malzemeler içinde yer almaktadır.
Bu kartpostalların yine büyük bir
bölümü Ankara ile ilgilidir. Ayrıca Othmar’ın Ankara fotoğrafları,
pullar ile bazı kağıt paraların arka
yüzlerini de süslemiştir.
BYEGM’de görevli iken, beni en
mutlu eden olay, görüntü arşivi
tasnif işinin bana verilmesi idi. Bu,
Othmar’ın çektiği ve bir bölümü
BYEGM’de saklanan negatifleri
yakından inceleme fırsatı demekti.
Bu fırsat, bana negatifler vasıtasıyla Ankara kent tarihini okumayı, düşünmeyi sağladı. Bu sayede
araştırma sevgim daha da arttı.
Yakında basılmasını umduğum,
Ankara Atış Poligonu adlı kitabımın ana malzemesi yine Othmar’ın
görüntüleriydi.
Othmar, Türk fotoğrafına lirik anlayışı getiren, fotoğrafa bakmayı
ve görmeyi öğreten, kendisinden
sonra gelecek manzara ve belge
fotoğrafçılarına öncülük eden bir
usta idi. Türk fotoğrafçıları ondan
çok şey öğrendi.
Othmar, İkinci Dünya Savaşı yüzünden 1940 yılında ayrıldığı Türkiye’ye 1947 yılında tekrar döndü.
Türk vatandaşlığına geçmek için
verdiği dilekçe ne yazık ki kabul
edilmedi. Başarılı işlerine bu kez
İstanbul’daki stüdyosunda devam
etti. Ancak, yaptığı başarılı işler,
kendi imzası ile çıkan kartpostallar, fotoğrafçılıkla uğraşan diğer
insanları çok rahatsız etti. Asılsız
ihbarların ardı arkası kesilmedi.
Amaç, onu piyasadan silmekti. Ne
yazık ki bunda Ankaralı fotoğrafçıların da çok büyük rolü oldu. Çalışma izni iptal edildi. Araya giren
devlet büyükleri sayesinde sadece
İstanbul’da iş yapmasına izin verildi. Olaydan büyük bir üzüntü
duyan Othmar, 43 yıl yaşadığı ve
ikinci vatanım dediği Türkiye’den
1969 yılında sessizce ayrıldı. Münih’te yaşlılık günlerini geçiren
Othmar’a, T.C. İstanbul Devlet Gü-
zel Sanatlar Akademisi, Dekoratif
Sanatlar Fakültesi bünyesinde, 13
Temmuz 1978’de kurulan Fotoğraf
Enstitüsü tarafından “Türk fotoğraf sanatına yaptığı hizmetler ve
başarılı çalışmalarından dolayı”
22.2.1980’de onur üyeliği verildi.
Othmar Pferschy, 1984’te Münih’te
öldü.
Uzun yıllar Alanya’da yaşayan,
ancak 2007 yılında tanışma fırsatı bulup uzun uzun konuştuğum
ve 2010 yılında aramızdan ayrılan
kızı Astrid Von Schell, 2005 Mayıs ayında, Türkiye’nin görsel tarihi sayılacak 1714 negatifi ve 1293
adet basılmış fotoğrafı güvendiği
bir kurum olan İstanbul Modern’e
bağışlamıştır. Ayrıca BYEGM arşivinde de Othmar negatifleri özenle
saklanmaktadır.
Kaynaklar
-Vedat Nedim Tör, Yıllar Böyle geçti, Milliyet Yayınları, İstanbul,1976
-Ankara’dan Yükselen Işık-Eczacıbaşı Sergi Kataloğu, 2007
-BYEGM Arşivi
Othmar imzalı kartpostallar.
Fotoğraflar: Uğur KAVAS Arşivi
20 21
AFSAD
Ankara Evleri
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Haluk SARGIN
Fotoğrafçı
Ankara ve çevresi tarih öncesi
çağlardan itibaren sürekli olarak
yerleşim görmüştür. Ankara’nın
bilinen tarihi, paleolitik çağa kadar uzanmaktadır. Yaklaşık 5000
yıllık uzun bir geçmişi olan Ankara’da kent yaşamının kesintisiz sürdüğü sanılmaktadır. İlkçağlardan itibaren Kral Yolu’nun
üzerinde bulunmasıyla başlayan
önemini, günümüz Türkiye’sinde
başkent olarak sürdürmektedir.
Kent merkezindeki ilk yerleşmenin
Ankara Kalesi’nin bulunduğu bölge olduğu sanılmaktadır. Sırasıyla
kentte Hitit, Frig, Kimmer, Lidya,
Pers, Makedon, Galat, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu ve Osmanlı
egemenlikleri olmuştur.
Roma döneminde 100.000 nüfuslu bir kent olup en parlak günlerini
yaşayan Ankara, en geniş sınırlara
ulaşmış ve kentin her tarafı anıtsal
yapılarla donatılmıştır. 7. yüzyıldan itibaren açık kent kimliğini
yitirerek etrafı surlarla çevrilmiş
ve sınır kenti işlevi kazanmıştır.
Ankara ile ilgili bilgiler 16. yüzyıla
kadar çok yeterli değildir. Bu yüzyıldan itibaren gelen gezginlerden
ve yazım defterlerinden kent hakkında bilgi alabilmekteyiz. Ancak
13. yüzyılda Ahilerin Ankara’yı
bir kent devleti gibi yönettiğini ve
bu dönemde ticaretin çok geliştiğini belirtmeliyiz. Ankara, 16. ve
17. yüzyıllarda başta hayvancılık
ve dericiliğe dayanan önemli bir
sanayi ve ticaret kentidir. Tiftik
keçisinin kılına dayanan “sof” ve
“şali” kumaşı dokumacılığı konusunda dünyada tekel olmuştur. Bu
yüzyıllar arası canlı bir sanayi ve
ticaretin olması nedeniyle 25 000
nüfusu ile Ankara, o döneme göre
yoğun nüfuslu bir kentti.
Ankara’da, Selçuklular döneminden kalma dini mimariye ait yapılar bulunduğu halde, Türk sivil
mimarisinde özel bir yeri bulunan
Ankara’nın eski evlerini bulmak
mümkün değildir. Eski evlerin en
yaşlısı 250 yılı geçmez. Bu evler
ağaç ve kerpiç gibi ömrü az malzemelerle yapıldıklarından dayanma güçleri bu kadardır. Türklerin
yerleşik düzene geçip ev yaşamına
başlamaları 14. yüzyıldan itibaren
Ankara evleri kaderine terk edilmekte ve geleneksel mimari doku yok olmaktadır. Sit alanının daraltılması veya çıkarılması, tescilden düşme gibi
kararlar alınması ve özellikle de bakımsız bırakılmalarının tek amacı kentin
tam ortasında kalan bu çok değerli bölgenin bir an önce tamamen yıkılıp
rant amaçlı işler için kullanımıdır.
150 yıllıktır. Bunlar da birtakım
değişiklikler sonucu özgünlüklerini yitirerek bugünlere gelebilmiştir.
16. yüzyıldaki Celali isyanları, Samanpazarı, Karacabey ve Hamamönü ile çevresini yıkıp yakmış,
kentin neredeyse 2/3’sini yok
etmiştir. Eski Ankara’yı kuzeyde
Ahi Yakup, doğuda Cenabi Ahmet
Paşa Camisi, güneyde Hacettepe
ve batıda Hacı Doğan Mahallesi ile
sınırlayabiliriz. Bu alanın içerisine
Kaleiçi ile Samanpazarı ve Atpazarı çevresini de dahil edebiliriz.
Eski Ankara’nın sokakları belirli
bir geometrik düzenin olmadığı, dar, dönemeçli, inişli ve çıkışlı
olup, eni 5-6 metreyi geçmez. Bazı
sokaklardan araba dahi geçemez,
bunların eni 2 metreye kadar bile
iner.
Oğuz’ların Osmanlı Beyliği’ni kurmalarından sonra olmuştur.
si’ndeki Kadınkızzade Abdülhalim
Efendi Konağı’dır.
Ankara’da kayıtlara geçen en eski
bina 1702’de yapılan, Samanpazarı civarındaki Mururi Mahalle-
Bugün özgün mimariyi taşıyan ev
ne yazık ki kalmamıştır. Günümüzün yaşayan Ankara evleri en çok
22 23
AFSAD
Ankara evini, iki katlı (eğer arakat
olursa üç katlı), büyük boyutlu olmayan, sade, basit, orta sofalı ve
cumbalı olarak tanımlayabiliriz.
Daha eskiye gidecek olursak tek
katlı, kerpiç ve toprak damlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu evlerin
kat planı Anadolu’da görülen ve
“Hilani” olarak adlandırılan eski
tip evlere dayanır. Temeli taş olup
duvarlar da taş örgülüdür.Taş ve
kerpiç kısımlar yer yer ağaç kuşak
ve hatıllarla çatkılanmıştır. Üst kat
duvarlarının çoğu, ağaç çatkı hımış olarak adlandırılan şekildedir.
Hımış çatkıların arası ince ve yassı
tuğla veya kerpiç ile örülür. Temelde kullanılan Ankara taşı denilen
taş, kireçli andezit olup, volkanik
bir türdür. Alt katta taş duvarların
kireç harcıyla sıvanması hem görsellik, hem de temizlik açısından
tercih edilir. Kerpiç zamanla yerini
ahşap karkasa bırakmıştır.
Ankara evleri, kışlık ve yazlık olmak üzere iki bölümden oluşurdu. Kışlık bölümü Ankara’nın
soğuğu düşünülerek alt kat ve/
veya arakatta olup taştan yapılmış kalın duvarlı, az sayıda kapı
ve küçük pencereli olarak yapılır
ve odaların zemini ahşap olurdu.
Burada ocak, gusülhane ve gömme dolaplar bulunurdu. Kapılar
çoğunlukla ahşap ve iki kanatlı
olup doğrudan avluya açılırdı. Ev
içine açılan kapı sayısı çok azdır.
Evlerde sokaktan içeriye doğru açılan ilk alan, avludur. Avlu,
daima bir bahçe ile beraberdir.
Avluya, toprak veya taşlarla kaplı olmasından ötürü “taşlık” da
denilir. Avluların önemli bir ögesi de, dibek taşıdır. Dibek taşları
genelde devşirme kolon tamburu
veya başlıklarının içi oyularak yapılmıştır. Çeşme ve hela avluda
olup ana kanala yakın olması için
girişte bulunurdu. Bahçe duvarları sokaktan 2 ila 2.5 m yükseklikte ve üstü kiremitle kaplı, iki
yana akıntılı kerpiç bir duvardan
oluşur. Ankara evlerinde bodrum
katı nadiren kullanılırdı. Alt katta mutfak, kiler, mahzen, depo,
samanlık, ahır ve hizmetli odası
bulunurdu.
Üst katlar, yazlık olarak yapılır ve
buraya avludan yükselen ve ilk basamakları genelde taştan olan ahşap asma bir merdivenle çıkılırdı.
Burada, ön tarafta ahşap kirişli,
bir terasa benzeyen ve çatıyı destekleyen “hayat (seyirgâh,taraça)”
adı verilen bir kısım vardır ki
burası avlu ve sokağa hâkim durumda olup, ön tarafında direkler
arasında ahşap süslü korkuluklar
bulunurdu. Hayat, Ankara evlerinin en canlı parçasıdır. Hayatın
bazen oturmaya ayrılmış manzaralı güzel bir köşesi olur ki, buna
“köşk” veya “tahtseki” denir. Hayat kapatılırsa sofa adını alır. Eğer
sofa odalarla çevrilirse hol olur.
Hayatın etrafında olan yazlık odalar büyük pencereli, havadar ve
ince duvarlıdır. Burada bir misafir
odası, bir yatak odası ve oturma
odası bulunurdu. Misafir odasına
divanhane veya kabul odası adları
da verilir. Misafir odası evdeki en
büyük oda olup onun uzun tavanı
süslüdür. Ahşap tavandaki göbek
denilen süslemeler, ya geometrik,
ya hayvan ya da bitki motifli olurdu. Odada ayrıca alçıdan yapılma
bir ocak, dolaplar ve duvarı çeviren alçak bir sedir bulunurdu.
Ankara evinde, cumbasız ve cumba olunca da bingisiz ev hemen
hemen yok gibidir.
Ankara evlerinin karakteristik
özelliklerinden birisi de, geniş saçaklarıdır. Yatık, sade ve dengeli
köşelidir. Bu geniş saçaklar duvarları kışın, yağmur ve kardan;
yazın, derin gölge vererek fazla
sıcaktan korur. Çatı ahşap olup
üzeri kiremitle örtülür. Kiremit
kullanımı 18. yüzyıldan itibaren
başlamıştır. Bu işlemin önceleri varlıklı kesimde görüldüğü ve
sonra giderek halk arasında yaygınlaştığı bilinmektedir.
Selamlık, evin yabancı erkeklerine ayrılan bölümüdür. Evin en
gösterişli ve zengin yeridir. Haremlik-Selamlık biçiminde kullanım az sayıda Ankara evinde görülmektedir.
Ankara evlerinde ileri taş ve demir işçiliğine pek yer verilmez. İklimi yumuşak olmadığından evlerin hiç birinde ahşap dış kaplama
yoktur. Süsleme ögesi olarak ahşap karkasta tuğla örgü kullanılır.
Zikzaklı örgüsü ve üstünün sıvanmaması görsel zenginlik sağlar.
Evlerin dışı sade olmasına rağmen içleri nakışlı, süslü ve zengindir. Ahşap ve nakış işçiliği çok
üst düzeyde gelişmiştir. Bu işçiliği, özellikle ahşap tavanlarda ve
daha sonra hayatta ve onun oturulan sedirlik yeri olan köşk kısmında görebiliriz. Çini kaplama
çok nadiren kullanılmıştır. Kapların üzerinde demir veya bronzdan
yapılmış kapı tokmakları ve kapı
halkaları bulunur.
17. yüzyıldan itibaren pencere sayısının artışı ve bingilerle evler bir
canlılık kazanır. Taş duvarlar, ahşap karkasa dönüşmüştür. Daha
önceleri ahşaptan yapılan pencerelerdeki demir parmaklıklar
batılılaşma döneminin ürünüdür.
Kafes ve giyotin pencere kullanımı ise 19. yüzyılda yaygınlaşmıştır. 19. yüzyılın sonlarına doğru
deprem ve yangınların sonucu
kagir evler yapılmaya başlamıştır.
1872 yılında Belediye Meclisi kurulmuştur. Batılılaşma sürecinde
mimaride az da olsa değişimler olmuştur. Ama yine de ahşap çerçeve içinde kerpiç veya tuğla dolgu
içeren mimari tarzı çok yaygındır.
18. yüzyıl sonlarında merkezi yönetimin iyice zayıflaması ve bunun sonucunda ortaya çıkan çeteler ve kent yöneticilerinin zorbalık
ve yolsuzlukları, ticaret yaşamını
çok kötü etkilemiştir. Bu yüzyılda
kent görünümünde çok büyük bir
değişiklik olmamıştır, 19. yüzyılda ise kenti tamamen kuşatan bağ
evleri ortaya çıkar. Kuzeyde Keçiören, Ayvalı, Etlik; doğuda Tuzluçayır, Mamak, Kayaş; güneyde
Gaziosmanpaşa, Çankaya, Dik24 25
AFSAD
men, Ayrancı ve Esat semtlerinde
irili ufaklı birçok bağ evi vardı.
1878 yılında Boşnak Mahallesi
olarak da bilinen Sakarya Mahallesi, Ankara’nın ilk geometrik
düzenli ve düz yolları olan planlı
mahallesidir. 1877 yılında Balkanlar’dan gelen göçmenlere,
evler yapılmış olarak verildi. Bu
mahalle ile geleneksel Ankara evi
özellikleri yok edilmiştir. Ayrıca
sokaklarda ilk ızgara uygulaması
burada yapılmıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra
Başkent yapılan Ankara’nın yapılandırılması için iki farklı görüş
sunulur. Birincisi, tarihi dokuyu
koruyarak eski kenti geliştirmek;
ikincisi ise eski Ankara’ya dokunmayarak yanına yeni bir kent kurmaktır. Fakat eski Ankara evlerinde onarmadan kullanma, zamanı
gelen küçük onarımların yapılmaması, işlev değiştirme (özellikle
ticaret alanına dönüştürme), bölmeler, eklentiler, bingilerin altını
boşaltmak gibi olumsuz etmenler
tarihi dokunun sürekli tahrip olmasına yol açmıştır.
Kreneker ve Schede isimli Alman
arkeologlar, 1926-1928 yılları arasında Augustus Tapınağı çevresini kazmışlardır. Ankara Belediyesi, bu kazılar sırasında çevredeki
evlerin bir bölümünü, 1937 yılında da Vali Nevzat Tandoğan geri
kalanını yok ederek, Hacı Bayram Cami çevresindeki bugünkü
açık alanı oluşturmuştur. Bunun
yanında, 1955 yılında çok sayıda
evin kamulaştınlarak yıkılmasını
gerektiren Ulucanlar Caddesi’nin
açılması, 1960’lı yıllarda Kurtuluş ve Kırgız gibi, pek çok özellikli
eski Ankara evi ile anıtsal yapıların oluşturduğu iki mahalleyi
yok ederek oluşturulan Hacettepe
Hastanesi, ayrıca Cemal Gürsel,
Talat Paşa Bulvarları, Denizciler
ve Anafartalar Caddeleri eski tarihi dokuyu tahrip etmiştir.
Eski Ankara’nın etrafı gecekondularla çevrilmiş ve Talat Paşa
Bulvarı, Ulucanlar, Denizciler ve
Anafartalar Caddeleri boyunca da
çok katlı apartmanlar arasında
kalmıştır. Kaleiçi ve Kalealtı mahallelerinde ekonomik nedenlerle evler değişime uğramış ve alt
kattaki tiftik yıkama ve depolama
yerleri kalkmıştır. Sit alanı olan
bölgede kalite de düşünce ev sahipleri buraları terk ederek kentin
daha gözde semtlerine taşınmışlar, bu evlere ise kente yeni göç
edenler yerleşmişlerdir. Alt gelir
grubunu oluşturan bu insanların
evleri onaracak ekonomik güçleri yoktur. Düşük kira bedellerini
bile ödemekte zorlanan bu insanlar, yaşamda kalma mücadelesini
sürdürmektedirler.
Bu bölge hâlâ yerel özgün mimari
niteliklere sahip korunmaya değer bir kültürel alandır. Buradaki evlerin bazıları evdışı işlevlere
dönüştürülmelerine rağmen hâlâ
yoğunlukla ev işlevi görmektedirler. Evdışı işlevler özellikle Dışkale’de turistik amaçlar için kafe,
bar, restoran, dükkan ve kültürevi şeklinde olabileceği gibi, farklı
amaçlı işler için de çeşitli işyerlerini kapsayabilmektedir.
Sonuç olarak Ankara’nın özgün
durumunu koruyan eski evler yok
denecek kadar azalmıştır.Bugüne
kadar yapılan uygulama yasaklayıcı ve engelleyici biçimde pasif
bir koruma anlayışı olduğundan
bakımsız, terk edilmiş, mimari
ve estetik değerleri kaybolmaya
yüz tutmuş evlerle karşı karşıya
kalmış bulunmaklayız. Dolayısıyla korunması gerekli taşınmaz
kültür varlığı olarak belirlenen
eski Ankara evleri kaderine terk
edilmekte ve geleneksel mimari
doku yok olmaktadır. Sit alanının daraltılması veya çıkarılması, tescilden düşme gibi kararlar
alınması ve özellikle de bakımsız
bırakılmalarının tek amacı kentin
tam ortasında kalan bu çok değerli bölgenin bir an önce tamamen
yıkılıp rant amaçlı işler için kullanımıdır.
Geçmişine saygı göstermeyen ve
sahiplenmeyen toplumların gelecek hakkında hiçbir zaman söz
sahibi olamayacağını, ne yazık ki,
hala öğrenemedik.
Fotoğraflar: Haluk SARGIN
Anıt-Kabir
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Yrd. Doç.Dr. Onur BİNGÖL
Dumlupınar Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi
Arş. Gör. Nur CEMELELİOĞLU ALTIN
TOBB ETÜ, Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi
f: Nur CEMELELİOĞLU ALTIN
Anıtkabir “Reisicumhur Atatürk’ün umumi hallerindeki vehamet dün
gece saat 24.00’de neşredilen
tebliğden sonra her an artarak
bugün, 10 İkinciteşrin 1938
günü perşembe sabahı saat dokuzu beş geçe Büyük Şefimiz
derin koma içinde terki hayat
etmiştir” (Resmi Gazete, 10 Kasım 1938. Aktaran; Belgelerle
Atatürk, 1999, s.77).
Ancak uzun hastalık dönemine rağmen Atatürk’ün nereye
defnedileceği kesinleşmemiştir. Ölümüyle birlikte “Mustafa
Kemal’e layık” bir anıt-kabirin yapılması düşüncesi ortaya
çıkmıştır. Dönemin hükümeti,
Atatürk için bir Anıtkabir yapılacağını 13 Kasım 1938 tarihinde açıklamıştır (Ulus Gazetesi,
14 Kasım 1938).
Dönemin başbakanın halka yaptığı bu açıklama, Türk halkının
Atatürk’ü kaybetmesiyle yaşadığı derin üzüntünün başladığı an
olmuştur. Atatürk’ün vefatının
ardından Türk halkı ona karşı
olan sevgisini göstermiş, onun
naaşını, gerek 19 Kasım 1938’e
kadar kaldığı Dolmabahçe Saray’ında, gerekse 21 Kasım 1938
tarihinden itibaren geçici kabri olan Etnografya Müzesi’nde
iken yalnız bırakmamışlardır.
Bu konudaki en önemli sorunlardan biri Atatürk için yapılacak olan Anıtkabir’in nerede
olacağıdır. Anıtkabir’in inşa
edileceği yerin tespiti için hükümet bir komisyon kurmuştur
ve aralarında Çankaya, Ankara
Kalesi ve Atatürk Orman Çiftliği gibi pek çok alternatif bulunmaktadır. Sonuç olarak o
dönemde şehrin ortasında yer
alan ve çevresi boş olan Rasattepe, bugünkü adıyla Anıttepe
seçilmiş ve arazi gerçekleştirilecek proje için kamulaştırılmıştır. Anıtkabir yapılmadan
önce burada, tepenin doruğunda birkaç küçük yapı vardır. Bu
yapılar rasat (meteoroloji) istasyonu olarak kullanılmaktadır ve “Rasattepe” adı da bundan ötürü verilmiştir (Anıtkabir
Tarihçesi,2001, s.77). Ancak
Rasattepe’de tümülüsler bulunmaktadır. Bu nedenle bu alanda
bir kazı çalışması başlatılmıştır. Kazıda, Anıtkabir sahasında
bulunan iki tümülüs açılmıştır.
Her iki tümülüs de M.Ö. 8 yüzyıla uzanan Frig döneminden
kalmadır. Kazı çalışması, Anıtkabir bölgesinin Frig döneminde büyük bir nekropol alanı
içinde olduğunu göstermiştir
(Özgüç ve Akok, 1947, s.27-64).
Bulunan eserler ise Anadolu
Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir.
1942 tarihinde sonlanmıştır.
Ardından 20 Mart 1942’de jüri
değerlendirmelerini tamamlanmıştır.Jüri yarışmaya gönderilen 49 eserden 3 tanesini “Ödül
Verilmeye Değer” bulmuştur.
Seçilen eserlerin mimarları ise
Prof. Johannes Kruger, Prof.
Arnoldo Foschini ve Prof. Emin
Onat ve Orhan Arda’dır. Ancak
jüri bu üç eserden hiçbirini diğerinden üstün tutmamış, her
biri için eleştirilerde bulunarak
bazı değişlilikler yapılması gerektiğini belirtmiş ve uygulanacak projenin nihai seçimini
hükümete bırakmıştır.
Nöbet Tutan Asker Anıtkabir’in yerinin tespit edilmesinin ardından yapılacak
olan anıtın özelliklerinin belirlenmesi amacıyla bir komisyon
kurulmuştur. Daha sonra 26
Mart 1940’da dönemin Başbakanı Refik Saydam Anıtkabir
proje yarışmasının açılacağını
belirtmiştir (Cumhuriyet Ga26 27
AFSAD
f: Onur BİNGÖL
zetesi, 27 Mart 1940). Yarışma
II. Dünya Savaşı’nın en çetin
zamanlarında gerçekleştirilmiş,
bu durum yarışmaya gerek yurt
içi, gerekse yurtdışından yapılan başvuruları da etkilemiştir.
Yarışma 1 Mart 1941 tarihinde
açılmış ve yarışma süresinin
uzatılmasının ardından 2 Mart
Hükümet 9 Haziran 1942’de bir
tebliğ yayınlayarak Prof. Emin
Onat ve Orhan Arda’nın projelerinin uygulanacağı kararını
açıklamıştır (Fotoğraf 1). Anıtkabir’in inşaatının dört aşamada tamamlanması planlanmış,
yapımına 4 Ekim 1944’de başlanmış ve 1 Eylül 1953’te bitirilmiştir (Anıtkabir Tarihçesi,
2001, s.27). Anıtkabir’in inşasında “İkinci Ulusal Mimarlık
Dönemi”ne uygun olarak çoğunlukla anıtsal binaların duvarlarında kullanılan taş malzeme kullanılmıştır (Anıtkabir
Tarihçesi,2001, s.36). Demokrat Parti hükümeti döneminde
de inşaatı devam eden Anıtkabir’in projesinde radikal bir
karar verilmiş, başlangıçta mozolenin yapımından tümüyle
vazgeçilmesi kararlaştırılmıştır.
Muhtemelen sanatçıların tepkisinin ardından proje değişikliği,
Anıtkabir mimarların da yer aldığı bir uzman komisyona havale edilmiştir. Komisyon, mozole
iç mimarisinde yer alan tonozlu
yapının ve mozolenin üstünde
yer alan kütlenin kaldırılmasına ve mozolenin üstü açık bir
şekilde inşa edilmesine karar
vermiştir. İnşaat sırasında ise
mozolenin tavanın kapatılmasına karar verilmiştir (Boran,
2011, s.329).
Anıtkabir’in yapımı istenilen
duruma gelince Başbakanlıktaki komisyona bağlı yeni bir
komisyon daha kurulmuştur.
dakârlıktan kaçınmamıştır. 10
Kasım 1953’te Atatürk’ün naaşının buraya nakledilmesinden
itibaren, Anıtkabir siyasal ve
sosyal yaşamda oldukça önemli bir yere sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti
Ankara’nın kimliğini oluşturan
öğelerden biridir Anıtkabir ve
ulusal bir kahraman ve devlet
kurucusuna yapılan bir kabirden çok daha fazlasıdır.
Erkek Heykel Grubu
Komisyon tarafından heykel,
kabartma ve yazıların konuları
tespit edilmiş, Anıtkabir’de bulunan on adet kulenin isimleri
belirlenmiştir. Ayrıca yapının
mimari özelliklerine uygun olacak şekilde heykel ve rölyeflerin
yapılması amacıyla, heykel ve
rölyef yarışması yapılmış, yarışma büyük ilgi görmüştür. 26
Ocak 1952’de açıklanan sonuçlarla birlikte Hüseyin Özkan,
Zühtü Müridoğlu, İlhan Koman,
Nusret Suman, Hakkı Atamulu,
ve Kenan Yontuç gibi önemli
Türk sanatçılarının eserleri uygulanmıştır (Anıtkabir Tarihçesi,2001, s.41).Bunların yanı sıra
Anıtkabir’de pek çok mozaik ve
fresk tekniğinde yapılmış süslemeler bulunmaktadır. Anıtkabir’de bulunan bayrak direğinin
ise ilginç bir geçmişi vardır. O
dönemde Amerika’da yaşayan
ve sancak direği imal eden bir
fabrikanın sahibi olan Nazmi
Cemal adında bir Türk vatandaşı, Anıtkabir’e yerleştirilmesi
için Türkiye’ye bir bayrak dire-
f: Onur BİNGÖL
ği göndermek istediğini belirten bir mektup göndermiştir.
Bu durum hükümet tarafından
memnuniyetle karşılanmış ve
otuz metreyi aşan bu direk, ilerleyen tarihlerde Anıtkabir’deki
yerini almıştır.
Anıtkabir’de ayrıca Atatürk’ün
silah arkadaşı, Kurtuluş Savaşı’nın Batı Cephesi Komutanı ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün de kabri yer almaktadır.
Ankara denince bekli de ilk akla
gelen yerlerden biri olan Anıtkabir, uzun ve zorlu bir yapım
süreci geçirmiş, iki farklı hükümet döneminin farklı karar ve
uygulamalarından etkilenmiş,
hatta projesinde bazı önemli değişiklikler gerçekleştirilmiştir.
Savaştan yeni çıkmış genç Türkiye Cumhuriyeti, takip eden
yıllarda, 2.Dünya Savaşının verdiği finansal buhrana rağmen,
Ata’sına ebedi bir istirahatgah
yapmak noktasında hiç bir fe-
Sanat ve tasarım olgularının
arasında bir yerlerde yer alan
sinematografi teknikleri, var
oluşundan günümüze değin sıra
dışı bakış açılarının elde edilmeye çalışıldığı bir disiplindir.
İşte bu noktada, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu
Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün ebedi istirahatgahı olan
Anıtkabir’i, genelde adı “Panografi” olarak adlandırılan ancak
bizlerin“Hata-Grafi” diye ifade
ettiiğimiz farklı bir teknik ile
izleyicinin beğenisine sunmak,
hazırlanan bu yazı kapsamında
başlıca gayemiz olmuştur.
Kaynakça
- Anıtkabir Tarihçesi.(2001). Genelkurmay Başkanlığı Basımevi, Ankara,
- Belgelerle Atatürk.(1999). Milli Savunma Bakanlığı Yayınları, Ankara.
- Boran, Tunç. (2011). Mekân ve Siyaset İlişkisi Bağlamında Anıtkabir
(1938-1973), Ankara Üniversitesi
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmış Doktora Tezi, Ankara.
- Özgüç, Tahsin veMahmut, Akok
(1947).Anıt-Kabir Alanında Yapılan
Tümülüs KazılarıBelleten, Cilt: XI ,
Sayı: 41-42-43-44, Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Gazeteler
Cumhuriyet Gazetesi
Ulus Gazetesi
Dosya
Konusu
Ankara’nın Yitirilen Değerleri
Eylül - Ekim
Atış Poligonu
1936’da yapılan ve Ankaralıların atış yaptıkları yegane yer olan poligon,1958’de
yol çalışmalarının kurbanı
olarak yıkıldı. Uzun süre
arazisi mezbelelik halinde
kaldı. Bir ara ASKİ’nin borularının konduğu alan, bir
zaman EGO otobüslerinin
yeri olarak kullanıldı. Sonraları atletlerin çalışacağı
çekiç atma sahasına dönüştürüldü.
Şimdi orada Ankara Spor
Salonu(Arena) bulunmakta.
f: Aslıhan GÜNHAN
28 29
AFSAD
Kızılay Genel Merkezi Binası
80’lerin başında yıkıldı. Uzun süre
arsası boş kaldı. Mahkemelik olundu.
Şimdi yerinde Kızılay AVM yükseldi.
f: Nedim Ozan TEKİN
Ulus Postanesi - Yerine yeni postane yapıldı. 1970’lerin sonunda yıkıldı.
f: Burak İMİR
Belvü Palas (1. Vakıf Apt.)
Mimar Kemalettin Bey tarafından yapılmış olan ve yerli-yabancı misafirlerin kalması için yapılan bina. 1930’larda
Ankara Palas’tan sonra Ankara’nın en lüks oteli konumundaydı. 1970’de yıkıldı. Yerinde şu an Merkez Bankası Ek
binası yükselmekte (Otel binanın arka tarafında idi).
f: Nesrin KARACABEY
Esenpark
Ankara’nın bir zamanlar eğlence yerlerinden birisi olan parkın yerinde şimdi Altındağ Belediyesi Hizmet
Binası yükselmekte.
f: Arzu ÖZGEN
Uybadin Köşkü
Yerinde şimdi Gökdelen yükseliyor.(Aynı tarz binadan Ankara’da 3 adet var. İkisi ayakta, birisi,
Hamburgerci, diğeri Tapu Kadastro Okulu).
f: Ufuk DURUMAN
30 31
AFSAD
Yiye Yiye Bitiremediğimiz Miras:
Atatürk Orman Çiftliği
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Özgür YILDIRIM
Bir süredir Anadolu Bulvarı ile
İstanbul Yolu kavşağına yaklaşırken doğuya doğru bakınca
içim daralıyor, yüreğim yanıyor.
Bana miras kalan bir arazinin
son yağmalanışını görüyorum.
Evet orası size, bana, hepimize
miras kaldı. Çok ileri görüşlü bir
yakınımızdan...
Yine yakın zamanda, AOÇ arazisi
içinde Sakıp Sabancı Bulvarı’nın
kuzeyinde yer alan kayalık tepe
binlerce kamyonun taşıdığı hafriyat atıklarıyla doldurulurken
aynı duyguları yaşamıştım. Sonraları, daha önce yol üzerindeki
sokak lambalarına tünerken gördüğüm ama bir türlü fotoğrafını
çekmeyi başaramadığım kızıl şahini de göremez oldum. Olasılıkla, onun yuvası da toprak altında
kaldı.
Siz şahini görmüş müydünüz?
Peki o tepe hiç dikkatinizi çekmiş miydi?
Atatürk’ün 1925 yılında, 20 bin
dekarlık bir alanda kurmaya
başladığı ve zaman içinde hızla
büyüttüğü çiftlik arazisi, 1937
yılında Hazine’ye bağışlandığında 56 bin dekara ulaşmıştı.
Atatürk’ün ölümünden sonra ise
toplam alanının %42’si Orduevi,
Devlet Mezarlığı, Çimento Fabrikası gibi kurum ve kuruluşlara
tahsis edilmiş. Bu tahsislerin en
çarpıcı olanı ise, önce Gazi Üniversitesi’ne, sonra Üniversite
tarafından TOKİ’ye devredilen
ve bugün Amerikan Büyükelçiliği’ne satılması gündemde olan
arazi.
Gelişmiş ülkelerdeki büyük şehirlere gidip şehir ortasında, insanların hoşça vakit geçirip spor
yaptıkları koca parkları görüp de
iç çekmeyen var mıdır aramızda? Oysa zamanında AOÇ, amaca uygun ve etkin biçimde halkın
kullanımına sunulmuş olsaydı
belki bu kadar sahipsiz kalmazdı.
Türkiye’nin ilk Hayvanat Bahçesi, Atatürk’ün doğduğu evin
tıpkı yapımı, tarihi Gazi Tren
İstasyonu, Karadeniz Havuzu,
Devlet Mezarlığı, AOÇ Müze ve
Sergi Salonu, gezilecek yerleri
ve piknik alanları, kafeteryalar,
büfeler, çay bahçeleri, mesire
yerleriyle AOÇ, Ankaralıların
en önemli vazgeçilmezlerinden
iken bugün kaç Ankaralının bu
durumdan haberi var ve kaçı bu
önemli yeşil alana sahip çıkıyor?
Unutulmamalıdır ki “sahipsiz
kalan” yeşil alanlar her zaman
kapitalizmin iştahını kabartır.
Peki, hiçbir şey yapılmadan, şu
anki haliyle mi kalsın?
AOÇ, Atatürk’ün vasiyetine göre,
halkındır. Ne var ki, AOÇ zaten
yıllar önce ne yazık ki halktan
koparıldı. Yakın zamana kadar
Ankara Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu kararıyla
tescilli “1. Derece Tarihi ve Doğal Sit Alanı” olan AOÇ’nin, sit
derecesinin 1’den 3’e düşürülerek yapılaşmaya açılması ve ayrıca planlama yetkisinin Ankara
Büyükşehir Belediyesi’ne devredilmesi ile Ankara’nın bu en büyük yeşil alanının Ankaralılara
tamamen kapanması gündeme
geldi. Geniş bir alanda inşaatı süren Başbakanlık Sarayı’nın
açılışından sonra muhtemeldir
ki, güvenlik sebebiyle halk zaten buralara giremeyecek. Artık
Marmara Havuzu’nu göremez,
Karadeniz Havuzu’nda yüze-
mezsiniz. Piknik yapacak yeri de
kalmadı. İçinden sekiz şeritli bir
otoban geçirildi. Mevcut hayvanat bahçesinin yerine yapılmakta olan temalı safari park, her ne
kadar kamuya açık bir alan gibi
görünse de bu projenin de diğerleri gibi meslek odalarının denetimi ve kamuoyunun gözlerinden uzak yürütülmesi kaygıları
arttırıyor.
Ankara’ya gelen yerli ve yabancı
ziyaretçilerim gezilecek yerleri
sorduğunda “AOÇ” demeyi çok
isterdim. Tıpkı Central Park’ı
gezmeden New York’u gezmiş
olmayacağınız gibi. Devasa büyüklükteki yeşil alanlarıyla Ankara’nın ve Ankaralıların biraz
olsun nefes alabilecekleri bir
mekan olabilirdi.
Ankara’nın merkezinde muhteşem bir park (içinde mutlak
roller coaster olması gerekmiyor) yaratılabilir, artık dünyada
birçok şehirde yaygınlaşan kent
tarımının en iyi örnekleri sergilenebilirdi. Ankara tükettiği gıdanın yalnızca %5’ini üretirken,
bu oran daha yukarı çekilebilir ve neden olduğumuz karbon
emisyonu bir nebze olsun azaltılabilirdi. Şimdilerde AOÇ markalı süt ürünleri için bile, birçok
yerden süt temin edildiğini duyuyoruz.
Bunlar, hem bir vasiyetin gereğini yerine getirme, hem de yaşadığımız şehri daha yaşanabilir
kılmak için gerekliydi. Gezi Parkı’nın onlarca katı büyüklüğünde ve simgesel bir alanın sessiz
sedasız elden çıkarılışına dur demek gerekmiyor mu?
Hani artık hiçbir şey eskisi gibi
olmayacaktı..?
Dosya
Konusu
Kamusallık ve Kent Meydanları:
Ankara
Eylül - Ekim
Doç.Dr. Aydın ÖZDEMİR
Ank.Ünv. Ziraaf Fak. Peyzaj Mimarlığı Bölümü
Geçen gün Kavaklıdere’den Sıhhıye’ye kadar bulvar üzerinden
yürümeye karar verdim. Sevdiğim ve beni yormayan bir güzergah. Kuğulu Parktan başlayarak
eski Akün Sineması, elçilikler,
Ankara Oteli, TBMM, Akay kavşağı ve Atatürk Meydanı, Bakanlıklar ve geniş kaldırımlı
bulvar, Meşrutiyet üst geçidi,
Metro girişleri, dükkan vitrinleri, Kızılay Meydanı ve karşıda
Güvenpark. Bir zamanlar içinde Gima’nın olduğu postane
önünde buluştuğumuz gökdelen, Soysal Çarşısı, karşıda eski
Kızılay binası alanı üzerinde
yükselen ve yıllar sonra nihayet
açılan Kızılay Alışveriş Merkezi,
Sakarya Caddesi girişi, çınarların gölgelediği kaldırımlar. Zafer Meydanı ve son olarak Sıhhiye Meydanı...
Bu kadar çok meydanı, tarihi binayı ve hareketliliği aynı
güzergah üzerinde görebilmek
Ankara’ya özgü bir durum olsa
gerek. Bir saatten az süren bir
yürüyüştü ama şöyle bir sorun
var: bu gördüklerinizi yaşayamıyorsunuz. Oturmak, bekleme
yapmak ve toplanmak ne yazık
ki mümkün değil. Oturma alanları yok ya da mevcut olanlar
yetersiz. Bir an önce uzaklaşma isteği var. Acaba bulvarda
rahatsız eden nedir? Çevreme
bakıyorum herkes benim gibi
davranıyor; bir telaş var. Bulvar otobüslerle dolu ve insanlar
bir an önce alandan uzaklaşma
isteğiyle koşturuyorlar... Adına
“meydan” dediğimiz alanlar yoğunluğunu taşıtların oluşturduğu birer kavşak olmuş.
Akay kavşağında bir zamanlar
trafik kilitlenirdi. Şimdi trafik
katlarca aşağıda akıp gidiyor
32 33
AFSAD
Atatürk Meydanı, Akay Kavşağı. Uzaktan seyretmek yeterli.
ama yaya olarak karşıya geçmek artık mümkün değil. Meclisin önünde çok güzel bir havuz
ve açık alan var ama burada,
bu kadar güvenlikli bir alanda sanırım beni bekletmezler.
Hatırlıyorum da bir proje için
kavşağın fotoğraflarını çekmeye gitmiştim. Anında çevremde beni uyaran ve buradan
uzaklaşmamı söyleyen kişilerle karşılaştım. Sanırım burada
beklemek yasak. Daha sonra
“meydan” olgusunu sorguladım.
Neden bizde bir meydan yok?
İhtiyacımız mı yok? Yoksa meydan bize unutturuldu mu? Aynı
durum Kızılay ve Güvenpark
için de geçerli. Öğrencilerimle bulunduğumuz parkta ancak
belli bir yere kadar gitmemize
izin verildi. Kamusal bir alanda bulunmak ve dolaşmak için
demek izin almak gerekli. Bir
zaman Kızılay Meydanı için belediyeler birbiriyle kavga eder-
di; kimin konser düzenleyeceği
konusunda...Paylaşılamayan
bir alan. Acaba bu alanın bir sahibi var mı? Bu sınırları koyan,
yayalara geçit vermeyen düzenlemeler ile bulvarı bir otobana
dönüştüren, yayayı yeraltında
gezdiren ya da üstgeçitlerle ayağını yere bastırmayan, küçükte
olsa bir kültür ve sanat merkezi,
sinema, tiyatro binası yapmak
yerine büyük bir alışveriş merkezini kentin göbeğine yerleştiren birileri mi var?
Anlamsız bir şekilde oluşan ve
adına “meydan” denilen alanların, kentsel yaşamı güçleştirdiğini gözlüyorum. Sıhhiyeden
yukarı doğru yürümek hiç içimden gelmiyor.
Ankara kamusallık konusunda
sorunlu bir şehir. Daha 80 yıllık
bir geçmişi var. Batıda olduğu
gibi yüzyıllardır var olan me-
kanları ve meydanları yok. Herşey bir bozkır kasabası üzerinde
müthiş hayallerle kısa sürede
gerçekleştirildi. Tandoğan Meydanının bir tayyare pisti olarak
düşünüldüğü, motorlu taşıtın
olmadığı bir zamanda üçer şeritli bulvarın yapıldığı bir dönemde gelişti Ankara. Kızılay
ve çevresine Yenişehir denilmesinin bir nedeni var elbette.
Peki bu kadar hızlı gelişen ve
dünyaya örnek olması beklenen
bir Başkent nasıl bu hale geldi
ya da getirildi? Bunun için pek
çok cevap olabilir ama biz yine
kamusal alan ve kent meydanı
üzerinde duralım.
Kent meydanları, kentin kalbi,
kentlinin sosyal ihtiyaçlarına
cevap veren, kentsel yaşamın
bütünleştiği, tarihi ve çağdaş
özellikleri bir arada sergileyen
odak noktaları olarak tanımlanabilir. Meydanlar kentin birer
aynasıdır ve burada oluşabilecek sorunlar ve eksiklikler, tüm
kentte bir çöküntüye neden olabilir.
Uzun yıllar boyunca meydanlar,
binalarla çevrelenmiş fiziksel
bir mekan olarak tanımlanmaktaydı. Meydan, onu çevreleyen
binaların işlevleri ile anılmakta,
bu işlevler değiştikçe meydanın kulanım biçimi de değişim
göstermektedir. Ancak meydanı
asıl tanımlayan mekan içinde
oluşan bireysel ya da toplu hareketlerdir, yani insandır. Bu
alanlar sadece üzerinden geçip
gidilen yerler değil, kentlilerin
özel günlerde, kültürel, politik,
ticari faaliyetler için birlikte
olabilecekleri kentsel odak noktaları olarak karşımıza çıkmalıdır.
Yakın tarihimize baktığımızda
Osmanlı döneminde evin bir
“mikro-kozmos” oluşu ve kadının yaşamının büyük bir bölümünü ev içinde geçirmesi gibi
sosyal özellikler, yoğun kentsel
kullanımlar ile kamusal alanların kullanımının yoğunluğunu
düşürmüştür. Osmanlı kentinde
meydan olgusu kentin yerleş-
Kızılay Meydanı. Taşıt egemenliğinde ve sola dönüşler yasak
Sıhhıye Meydanı.
me alanının hemen kenarında
yer almakta ve yapılarla kuşatılmayan, yapılaşmış alana dıştan eklenen bir düzlükten oluşmaktaydı. Bu tür bir düzenleme
gösteren meydan da, idamlar ve
diğer cezalandırmalar, önemli törenler ve kutlamalar, spor
faaliyetleri, alışveriş (pazar
yeri) yapılmaktaydı. Sonuçta,
Osmanlı’ nın kapalı kent yaşamı içinde, Batılı anlamda bir
meydana rastlanmamaktadır.
Osmanlı hanedanlık sisteminin
devamlılığının sağlanabilmesi
konusunda dikkatli olduğu ve
bu amaçla birer toplanma mekanı olan meydanlar oluşturulmadığı görülebilir. Günümüzde
de sanki bu gelenek devam ettirilmeye çalışılıyor!
Türk toplumunda meydanın
oluşmaması dini nedenlere de
bağlanabilir. İslam dünyasında
meydan düşüncesinin, birkaç
istisna dışında yok olması, toplumun içine kapalı yapısından
kaynaklanmakta. Kentte sosyal
yaşam, cami ve çarşıda sahne-
Tandoğan Meydanının bir tayyare pisti olarak düşünüldüğü, motorlu taşıtın
olmadığı bir zamanda üçer şeritli bulvarın yapıldığı bir dönemde gelişti
Ankara. Kızılay ve çevresine Yenişehir denilmesinin bir nedeni var elbette.
Peki bu kadar hızlı gelişen ve dünyaya örnek olması beklenen bir Başkent
nasıl bu hale geldi ya da getirildi?
lenmektedir. Kadınların dışlandığı politik yaşamda, erkeklerin
her tür mesaj aldıkları, birbirlerini görüp buluştukları kent
içinde geniş toplantı alanları
bulunmaz. Cami avlusu, İslam
kentlerinin forumu olarak nitelenebilir. Buna karşılık, kent
dokusu içinde önemli bir işlev
gören mahallelerde, yer yer mekan genişlemelerinin dışında,
düzenli bir mahalle meydanı
oluşmamıştır.
Geçmişten günümüze, sosyal
iletişimin merkezi konumunda olan kentsel meydanlar, işlevlerini kaybederek birer boş
mekan karakteri kazanmıştır.
Artık bu tür mekanların gereklikliliği tartışılmaktadır. Karşılıklı konuşmalar ve iletişimin
sağlanabilmesi için bir arada
bulunma zorunluluğu ortadan
kalkmış ve bunun yerini pasif
iletişim almıştır. Artık insanlar
evlerinden ya da ofislerinden
çıkmadan birbirleriyle iletişim
kurabilmekte, uzak mesafeler
yakınlaşmaktadır.
Meydan olarak adlandırılan
Opera, Sıhhiye, Kızılay, Tandoğan, İstasyon, Kurtuluş, Zafer
Meydanı gibi alanların birer
kent meydanı mı, yoksa kavşak
mı olduğu tartışma konusudur.
İstanbul’ da Taksim, Ankara’ da
Kızılay ve Ulus, İzmir’ de Konak
meydanları sadece taşıt trafiğine hizmet eden büyük birer
kavşak haline gelmiştir. Meydanlarda araçlara tanınan bu
tolerans, yayalardan esirgenmektedir.
Güçlü bir kamu yaşamının aşınması ile birlikte ilgi duyulan
özel ilişkilerde deforme olmak34 35
AFSAD
tadır. Kamusal alanda yapılacak
eylemlerle kişiliğin dışa vurulabileceği korkusuyla eylemden
kaçınılmakta, kişi kendisini
baskı altında tutarak sessiz kalmayı tercih etmektedir.
Metropol kentlerin bulvar ve
meydanları kentli için tam bir
işkence yeridir. Karşıdan karşıya geçerken, beklerken, otururken daima tedirginlik, endişe
ve huzursuzluk duyulmaktadır.
Otobüslerin rotası haline dönüşen bulvarlarda insanlar sıraya
girmekte ve bir an önce mekanı
terk etmek istemektedir. Düğüm noktalarda trafik daima
sıkışıktır. Günümüzde, şu ana
kadar hiçbir uygarlığın yaşamamış olduğu hareket kolaylığı
içinde olmamıza karşın, hareket
günlük faaliyetlerimiz içinde en
çok kaygı yaratan unsur haline
gelmiştir.
Yerel ve merkezi yönetimler,
belirledikleri politikalar ile kent
mekanının kullanımına yön vermişlerdir. Baskıcı yönetimler altında kamusal yaşam gelişemez.
Yönetimlerin uzun süreler görevde kalma istekleri nedeniyle
aynı görüşü paylaşan insanların bir araya gelmesi sakıncalı
görülmektedir. Böylece ortak
eylem girişimleri önlenecektir.
Bu tür eylemlerin gerçekleştirilmesi ve büyük kalabalıkların bir
arada bulunabilmesi için en uygun mekanlar meydanlardır. O
halde, meydanlar ortadan kaldırılırsa başkaldırı ve protestolarda ortadan kalkacaktır.
Arap Baharı ve Gezi Parkı eylemlerini halkın meydanlarda
gerçekleştirdiği ve yönetim üzerinde geri dönülmez etkiler bıra-
kan halk hareketleri olarak izledik. Eğer meydanlar olmasaydı
bireylerin ve toplumun görüşleri bu şekilde etkili duyurulabilecek miydi? Meydanda şekillenen Arap Baharı, halkın, kentin
yaşam biçimine olan müdahale
isteğinin bir göstergesi olurken,
birçok ülkede yeni yönetim biçimleri ortaya çıkarmıştır. Gezi
Parkı eylemlerinin başlangıcı da kamusal alana müdahale
sonucudur. Gezi Parkı ortasına alışveriş merkezi inşa edilmek istenmesi, kamusal alanın
ticarileştirilmesi, özele tahsis
edilmesi olarak algılandı. Parkı
korumak isteyen toplum, fiziksel anlamda meydanını sahiplendi. Kentsel alanın tamamen
bir rant alanı gibi algılandığı
dönemde halkın kamu alanına
nasıl sahip çıkacağının bir göstergesidir bu eylemler. Sahip
çıkmanın ötesinde asıl sahibi
olan halk, kamusal alanını yeniden şekillendirdi ve tarifledi;
daralan, daraltılmak istenen
meydanlar, parklar, açık ve yeşil alanlar koruma altına alındı.
Karşımızda iki senaryo var;
gelecek nesiller belki de meydan diye bir kavram bilmeden
yaşamlarını sürdürecek ya da
geçmişe dönük bir şekilde meydanlar kentlerimizde şekillenecek. İnsanların temel ihtiyaçlarından birisidir sosyalleşmek...
Bunu ister sanal ortamlarda
sağlayın, ister açık alanlarda,
sesimizi duyurmaya çalışmak
en doğal hakkımız...Her koşulda bu alanlara ihtiyaç olacak.
Bize düşen görev gelecekte meydanların ve kamusallığın nasıl
şekilleneceğine karar vermek...
Kentsel Dönüşüme Karşı Kentsel
Dinamizm
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Doç. Dr. Bülent BATUMAN
Bilkent Üniversitesi Güzel Sanatlar, Tasarım ve
Mimarlık Fakültesi
Kentler, tarihin eski dönemlerinden beri var olan, insan eliyle
üretilmiş, doğal olmayan yerleşimler. Bu yüzden de, tarihsel gelişimin kaçınılmaz sonucu olarak
her dönem farklılaşan işlevleri
içeren, giderek gelişip karmaşıklaşan fiziksel ve toplumsal yapıları barındırıyorlar. Özellikle 19.
Yüzyıldan başlayarak modern
kentlerin daha önce görülmemiş
ölçüde büyüyerek nüfusu kendine çekmesi, 21. Yüzyıl başında tarihte ilk kez kentli nüfusun
kırda yaşayan nüfusu aşmasıyla
sonuçlanmış, kırsal yaşantının
da küresel ölçekte hakimiyet kuran bir kentsel duruma tabi hale
gelişi, böylece somut bir ifade
Dikmen Vadisi, kazanmıştır. Kısaca ifade etmek
gerekirse; kentsellik, tarihsel
olarak, tanımı gereği yoğun bir
dinamizmi ifade ediyor. Buna
karşılık, kentsel dönüşüm dediğimiz müdahale biçimleri, çok genel olarak, kendiliğinden gelişim
dinamiklerine yön vermek amacını taşıyan (politik) planlama
girişimleridir. Daha özel olarak
ise, kentsel dönüşüm, 1970’lerden başlayarak, sanayileşmiş
Batı kentlerinde ortaya çıkan sanayisizleşme (sanayinin üçüncü
dünya ülkelerine taşınması) sonucu kentlerde oluşan çöküntü
alanlarının yenilenmesi ve sağlıklılaştırılması amacıyla yapılan
müdahaleleri anlatır. Batı kentle-
rinde ortaya çıkan bu müdahaleler, hızla sermaye odaklı ve kent
mekanını sermayenin yeniden
üretiminin bir aracı haline getiren bir nitelik kazanmıştır. Toplumsal yaşantıyı göz ardı eden
ve insan odaklı mekansal çevreleri tahrip eden böylesi kentsel
müdahaleler, kent mekanlarının
mutenalaştırılması (seçkinleştirme/ soylulaştırma – gentrification) olarak tarif edilmiş ve birçok
toplumsal muhalefet hareketine
sebep olmuştur.
Bu tarihsel çerçeve içinden baktığımızda, Türkiye kentlerinde
yaklaşık on yıldır gördüğümüz
kentsel dönüşüm hareketlerinin,
f:Ayşe GÜLTEKİNGİL
daha önce yaşanan deneyimlerden
ders çıkarılmayan, en olumsuz nitelikleriyle uygulamaya konulan
örnekler olduğunu söyleyebiliriz.
Zira 2004 yılında ilk kez yasal bir
kavram olarak mevzuatımıza giren “kentsel dönüşüm” ifadesi, o
günden bugüne durmadan idarelerin yetkilerini hoyratça artıran
ve bu yetkilerin de sürekli olarak
daha fazla rant uğruna kullanıldığı bir uygulama aracı haline gelmiştir. Kent mekanının toplumsal
ihtiyaçlar ve kentsel dinamikler
gözetilmeden yatırıma açılmasının, yapı yoğunluklarının altyapı
ve çevre sınırlılıkları önemsenmeden artırılmasının ve bu uğurda ekolojik ve kültürel kaygıların
tamamen ihmal edilmesinin, hem
kentsel hem de ekonomik açıdan
oldukça dengesiz bir gelişme yarattığını görmek mümkündür.
Bir kez teklemeye başlarsa bu
dengesiz yapısıyla ulusal ekonomiyi sarsacağı düşünülen kentsel dönüşüm mekanizmasının uç
noktası İstanbul’a yeni köprüler,
yeni İstanbul’lar, hatta yeni Boğazlar eklemek demektir.
Ulus
36 37
Türkiye’de son yıllarda gelişen
uygulamaya biraz daha yakından
baktığımızda, kentsel dönüşümün
temelde üç farklı biçimde gerçekleştiğini görürüz. Bunlardan ilki,
aslında henüz kentsel nitelik taşımayan, kent çeperinde bulunan
arazilerin kentsel gelişime açılmasıdır. Aslında kentsel dönüşüm sayılamayacak bu yöntemin, kentsel
dönüşümün sağladığı operasyonel
kolaylıkları kullanabilmek adına
bu biçimde tariflenmesine, hemen
her belediyenin sıklıkla başvurduğu görülmektedir. İkinci biçim ise,
daha önce kent çeperinde olup,
kentin büyümesi sonucu kentin
içinde kalmış ve arazi değeri artmış olan gecekondu alanlarında
gerçekleşen dönüşümlerdir. Bu
alanlarda, orta sınıfların banliyö
tipi kent dışı konut alanları yerine, kent içine taşınma hareketinin
ifadesi olan lüks rezidansların inşası, birkaç kuşaktır bu bölgelerin
sakini olan gecekondu halkının
yerinden edilmesi anlamına gelmektedir. Bu mahallelerde yaşam
alanlarına sahip çıkan kentlilerin
tepkileri, zaman zaman uzlaşma
girişimleriyle, ama daha çokça
çatışmalarla ve şiddetle karşılaşmaktadır. Böylesi durumların Ankara’daki en tipik örnekleri, birkaç
kuşaktır gecekondu alanı olan Mamak ve Dikmen gibi bölgelerdir.
Kentsel dönüşümün üçüncü biçimi
ise, kent merkezlerinin mutenalaştırılmasına yönelik operasyonlarda ifade bulmaktadır. Özellikle
tarihi merkezlerin turistikleştirilmesi, bu alanların hem kullanıcılarının hem de kullanım biçimlerinin radikal biçimde dönüşümünü
gündeme getirir. Ankara’da Ulus
tarihi kent merkezinden, İstanbul’da Taksim’e kadar özellikle
büyük kentlerde gördüğümüz bu
uygulamalar, birkaç açıdan oldukça önemli. Her şeyden önce, söz
konusu alanlarda mevcut rantın
yüksekliği, bu operasyonları ve
onları bir an önce hayata geçirmek isteyen erk sahiplerini daha
tahammülsüz kılıyor. İkincisi, bu
alanların sadece doğrudan kullanıcılarını değil tüm kentlileri ilgilendiriyor olmasıdır ki bu, aslında
kentin kimliğinin ve toplumsal an-
f:Hatice KARA
AFSAD
Fransız düşünür Henri Lefebvre’in “kent hakkı” olarak tanımladığı şey,
özünde kent merkezine ilişkindir; yani herkesin kent merkezi üzerinde sahip
olduğu ortak bir haktır. İşte bu yüzden kent merkezini tarif eden kamusal
alanların mutenalaştırılması, aslında kent hakkının sermaye tarafından
gaspı anlamına gelmektedir.
Dikmen Vadisi
lamının tehdit altında olduğunu da göstermektedir;
çünkü söz konusu olan kamusal alanların dönüşümüdür. Fransız düşünür Henri Lefebvre’in “kent hakkı”
olarak tanımladığı şey, özünde kent merkezine ilişkindir; yani herkesin kent merkezi üzerinde sahip olduğu ortak bir haktır. İşte bu yüzden kent merkezini
tarif eden kamusal alanların mutenalaştırılması, aslında kent hakkının sermaye tarafından gaspı anlamına gelmektedir. Sokakların, parkların ve meydanların
özgürce kullanılamadığı, her hareketin kameralarla
izlenip güvenlik görevlilerince terbiye edildiği, aykırı
görülen kullanımların ve kullanıcıların kamusal alandan uzaklaştırıldığı ve metalaşmanın hakim olduğu
kent merkezlerinin inşası, kamusal alanın açık tahribi anlamına gelmektedir. Ve 2013 yazına damgasını
f: Mehmet ÖZER
vuran “her yer Taksim” haykırışının bu tahribatla bir
ilgisi olduğu kuşkusuz.
Kentsel kamusal alanların ticarileşmesinin bir boyutunu da AVM’ler oluşturmakta. Yine hem kullanım
biçimleri hem de kullancılar açısından oldukça seçici
olan, teknolojik güvenlik mekanizmaları ile gözetim
altında tutulan AVM’lerin bir yandan kamusal deneyimi dönüştürdüğü, bir yandan da kent merkezinde
sosyal yaşantı ile ticaretin bir aradalığını zedeleyen
bir boyutu olduğu muhakkak. Oysa kent merkezi,
barındırdığı karmaşa ve çoğulculuk sayesinde bir
özgürlük ortamı sunar. Araç ve yaya trafiğinin, ticaret ve boş zaman faaliyetlerinin, kültürel aktivite
ile siyasal eylemliliğin bir aradalığı, kent merkezini
kamusal niteliğe kavuşturan, kentli bireyleri de kamusal aktörlere dönüştüren dinamiği sağlar. Böyle
baktığımız zaman, bugün kentlerimizde gözlediğimiz
ve deneyimlediğimiz kentsel dönüşüm operasyonlarının, kentin doğası gereği barındırdığı dinamizmi
iğdişlemeye, sınırlamaya ve disiplin altına almaya
yarayan girişimler olduğunu görürüz. Bu yüzden de,
kentsel dönüşüme karşı kentsel dinamizmi, yani kentin barındırdığı çoğulluğu, farklılıkların birlikteliğini,
hoşgörüyü ve sosyal etkileşimi savunmak gerekiyor.
Dahası, bu taleplerin kent siyasetinin özünü oluşturduğunu görmek ve bunları siyasal gündemin konusunu haline getirmek, tüm kentlerimiz için aciliyet
taşıyor.
Ulus
f: Natalia EMELLANOVA
Fotograflar:
AFSAD Doğanay Sevindik Belgesel Fotoğraf Atölyesi,
Ulus-Altındağ Çalışması
AFSAD Mehmet Özer Belgesel Fotoğraf Atölyesi,
Dikmen Vadisi Çalışması
Dosya
Konusu
Gökyüzünden Ankara
Eylül - Ekim
Erdal ALTIN
Fotoğrafçı
Bir fotoğrafı izlenmeye değer kılan
genellikle sahip olduğu farklı bakış açısıdır. Gündelik hayatımızda dikkatimizi çekmeyen konular
veya nesneler, farklı bir bakış açısıyla bize sunulduğunda ilgimizi
cezbeder. Hava fotoğrafları bu nedenle doğal bir avantaja sahiptir.
Her gün sokaklarında yürüdüğümüz şehrin fotoğrafları, bir kuşun
gözünden sunulduğunda her zaman daha çekici olmuştur.
Bir şehri havadan fotoğraflarken
beklenmeyen kareleri görür ve
kaydedersiniz. Bazen, o şehir için
olmazsa olmaz kareleri ise arkanızda bırakırsınız. Şehirle özdeşleşmiş, onunla anılan yapıları çevrelerindeki yapılaşma nedeniyle
kaydetmekten vazgeçip, sıradan
bir mahallenin sokaklarındaki
kompozisyonla daha fazla ilgilenebilirsiniz. Örneğin; Anıtkabir,
Kocatepe Camii veya Atakule gibi
çevresinden kolaylıkla ayrılabilen
yapılar, kendi başlarına çok daha
güzel poz verirken, Anadolu Medeniyetleri Müzesi veya Ankara
Garı gibi yapılar hava fotoğraflarına konu olmak için fazla çekingen
kalırlar.
Ankara gökyüzünden incelendiğinde ilk dikkati çeken oldukça
yakın bir zamanda geliştiğidir.
Ankara Kalesini saymazsak Cumhuriyet öncesi bir yapıyı havadan
görmek neredeyse imkânsızdır.
Nüfusunun yakın dönemlerde artmış olmasına rağmen Ankara’da
yoğun yapılaşmamın önüne geçilememiştir. Cumhuriyetin ilk döneminde yapılan bulvarların ayırdığı
mahallelerin dar sokakları,yoğun
yapılaşma nedeniyle gökyüzünden
Kufi yazısı gibi görülür.Ankara,
yeşile küsmüş betona aşık olmuş
gibidir. Beton binaların arasına sıkışmış küçük parkları saymazsak,
38 39
AFSAD
AŞTİ
şehre nefes aldıran yeşil alanlar
yalnızca Atatürk Orman Çiftliği ve
ODTÜ ormanıdır. Onlarda beton
istilasının tehdidi altındadırlar.
Ankara’yı havadan seyrederken
dikkat çeken diğer yapılar ise
kamu binalarıdır. Yoğun yapılaşmamın içinde Çankaya Köşkü ve
TBMM binaları etraflarındaki yeşil
alanlarla birer vahayı andırırlar.
Yakın zamanda yükselen gökde-
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Atakule ve Kavaklıdere
Ankara, Yenimahalle
Anıtkabir
lenler ise görkemli kamu binalarından rol çalmak ister gibidirler. Sıra dışı mimarisi ile Atakule de ilk bakışta göze çarpan binalar arasındadır.Her boş araziye
kondurulan ve artık Ankara denilince ilk akla gelen
mekânlardan olan AVM’leraçıkça görülmektedir. İç
mimarilerine oldukça fazla özenilen AVM’ler, ne yazık ki şehir estetiğine katkı sunmaktan çok uzaktırlar.
Gökyüzünden seçilebilen yapılar arasında Anıtkabir’in ayrı bir önemi vardır. Üzerine yapıldığı Rasattepe sayesinde çevresinden yüksekte bulunur. Ayrıca
içinde yükseldiği Barış Parkı’nın koyu yeşil renkleri
Anıtkabir’i gün batımında altın renginde göstererek
Atatürk’e layık bir istirahatgah olduğunu hatırlatır.
Ümitköy, inşaat alanı
Fotoğraflar: Erdal ALTIN
40 41
AFSAD
Ankara binlerce yıllık tarihindeki en büyük gelişmeleri Türkiye Cumhuriyeti’ne başkent olduktan sonra
yaşayan bir şehirdir.Gökyüzünden seyrederken, Ankara’nın gelişimini Ulus’tan dışarı doğru genişleyen
halkalar halinde izleyebilirsiniz. Son yıllarda bu gelişim batıya doğru hızlanmıştır. Türkiye’nin göç alan
diğer şehirleri gibi Ankara da hızla büyürken yeşil
alanlarını feda etmiştir. Bir zamanların dereleri, bağları, pınarları (Kavaklıdere, Seyran Bağları, Akpınar)
artık yalnızca semt isimlerinde kalmıştır. İç Anadolu’nun bozkırında büyüyen Ankara için, benim bir
fotoğrafçı olarak gördüğüm ise daha fazla yeşil alana
ihtiyacı olduğudur.
Ankara Florası Üzerine
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Prof.Dr. Şinasi YILDIRIMLI
Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi
Biyoloji Bölümü
Eskişehir, Sivrihisar Kepen Köyü Açık Arazi Genel Görünüm,2013
Ankara’dan bitki toplamış olan yabancılar arasında
Ogier Ghislain de Busbecq, Joseph Pitton de Tournefort, Pierre MartinRémi Aucher-Éloy, Pierre de Tchihatcheff, Joseph Friedrich Nicolaus Bornmüller, J.J.
Manissadjian, Ronald Charles Lindsay, Kurt Krause,
Edward Kent Balls, FriedrichMarkgraf, Otto KarlAnton Schwarz, Arthur Huber-Morath, FriederickeSorger, Peter HadlandDavis, MaxNydegger-Hügli, W.
Kotte, H. Walter; Türk’lerden ise Hikmet Birand, Baki
Kasaplıgil, Kâmil Karamanoğlu, Hüsnü Demiriz, Ömer
Turhan Baytop, Faik Yaltırık’ı sayabiliriz. Ankara ilinden yabancıların ilk toplama kayıtlarını Osmanlı imparatorluğu florası diye adlandırabileceğimiz, Edmond
Boissier’nin yazdığı ‘’Doğu Ülkeleri Florası’’ adlı eserde
bulabilmekteyiz. Daha sonra P.H. Davis’in ‘’Türkiye ve
Doğu Ege Adalarının Florası’’ adlı eserde hem yabancı,
hem yerli araştırıcıların toplama kayıtları bulunmaktadır. Ülkemizin ilk flora çalışması sayılabilecek bir eser
f:Şinasi YILDIRIMLI
1934 yılında Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsünde çalışan Kurt Krause tarafından yazılan “Ankara’nın Floru”
adlı kitabıdır. Son onlu yıllarda Ankara kent içi florası
(sinanturopik) ile il bazında yapılmış özellikle tez çalışmaları halinde ortaya konan floristik çalışmalar vardır.
Ankara, Kırıkkale ilçesinin il olup kendisinden ayrılmasına rağmen, yüzölçümü olarak hala en büyük illerimizden birisidir. Coğrafya olarak İç Anadolu bölgesi,
bitki coğrafyası olarak ise Anadolu-Turan bölgesinde
yer almaktadır. Ankara, büyüklüğü ve değişik bitki
yetişme ortamlarına sahip olması ile oldukça dikkati
çekicidir. İlin kuzeyi Avrupa-Sibirya bitki örtüsünün
etkisi altındadır. Bunu da bu bölgenin ormanlarla kaplı oluşundan (göknar: Abies nordmanniana subsp.
bornmuelleriana, sarıçam: Pinus sylvestris) ve yıllık
ortalama yağışın 600 mm düşmesinden anlamaktayız.
İlin güneyi ise Tuz gölünün etli, tüylü, tuzcul bitkilerine
sahiptir ki bunların çoğu dünyada
yalnızca burada yetişmektedir. Ankara’nın batı yönüne doğru gidilecek olursa bozkır bitkileriyle (ağaçlardan karaçam: Pinus nigra, tüylü
meşe: Quercus pubescens, ahlat:
Pyrus elaeagnifolia, bazı alıç türleri: Crataegus, yabanıl payam: Amygdalus orientalis, çakal eriği: Prunus spinosa; çalılardan karamuk:
Berberis crataegina, dağ muşmulası: Cotoneaster nummularia,
karaçalı: Paliurus spina-christi,
kuşburnu: Rosa canina; otsulardan
bazı geven türleri: Astragalus, çoban yastığı türleri: Acantholimon,
kekik türleri: Thymus, yavşan türleri: Artemisia, yumakotu: Festuca,
gıvşak: Isatis) birlikte jipizli (alçıtaşlı) alanların kendine özgü bitkilerini görebiliriz. Bu son iki yerde
yıllık ortalama yağışın 350 mm
olduğunu görmekteyiz. Sivrihisar,
her ne kadar Eskişehir iline bağlı
olsa da Ankara-Polatlı ile ortak sınırlarında bu çizilebilir, beyaz, saydam alçıtaşı alanları ve bu ortama
uyum sağlamış bitkileri bulabiliriz.
Alçıtaşlı bozkırda Arnebia densiflora,Eskişehir, Sivrihisar Kepen Köyü
f:Şinasi YILDIRIMLI
Böyle zengin bir floraya sahip Ankara ilimizin bitki çeşitliliğini nasıl
korumalıyız?
Bunun en güzel yolu; değişik yetişme ortamlarına sahip alanlardan
örneklik ve göstermelik yerler belirlemek ve buraların etrafı tel örgü ile
çevrilerek koruma altına almaktır.
Bir örnek vermek gerekirse; bu yazının yazarının Eskişehir ili Sivrihisar ilçesi Kepen köyleri civarından
toplayıp, bilim dünyasına tanıttığı
15 kadar yeni bitki üyesinin bulunduğu alanın benzeri, komşu olduğu
Ankara Polatlı sınırları içinde de
oluşturulabilir. Dolayısıyla bozkırda, alçıtaşlı dar bir alanda 2 x 2
km’lik bir alan koruma altına alındığında, gelecek kuşaklara ne denli
zengin bir bitki örtüsünün var olduğunu kanıtlamış ve önemli bir gen
kaynağını miras bırakmış olacağız.
Yine son yıllarda Tuz Gölü civarından bilim dünyası için onlarca yeni
bitki üyesi betimlenmiştir. Özellikle
Aksaray ilinin Eskil ilçesi tuzcul bitkileri için bir gen kaynağıdır. Buraya benzer alanlar Ankara ili sınırları içinde de vardır. Önceki örnekte
42 43
AFSAD
Centaurea tchihatcheffii, Sevgi Çiçeği,Gölbaşı
olduğu gibi özellikle tuza dayanıklı
bitkilerin genlerinin başka bitkilere
aktarımı olanaklı olduğundan, tuzcul alanlarda tarım yapılabilmesi
açısından, bu tuzcul bitkilerin gen-
f: Irmak SOLDAMLI
lerini koruma adına böyle bir alan,
Ankara ilinde düzenlenmelidir. İşin
ilginç yanı, yeni bulunan bu bitkiler
genelde ülkemizin, özelde o yörenin özgün bitkileri olup, dünyada
Hedysarum duriae, Eskişehir, Sivrihisar Kepen Köyü f: Şinasi YILDIRIMLI
yalnızca buralarda yetişmektedir
ve böyle bitkilere biz “endemik”
bitkiler diyoruz. Türkiye’de 12500
üye (tür+alttür+varyete), 10000’e
yakın tür vardır ve bunların da üçte
biri yani 3500-4000 arası tür ülkemize özgüdür. Avrupa’nın en az
endemik türüne sahip ülkelerinden
biri olan Bulgaristan’da 50; en çok
endemik türüne sahip olan ülkelerden biri olan Yunanistan’da 800
kadar endemik tür vardır. Ankara
ilinde ise Türkiye’ye özgü endemik
tür sayısı yaklaşık olarak 300 (%
20) civarındadır. Yalnızca Ankara’ya özgü olanların sayısı da 25’e
yaklaşmaktadır. Ankara ilinde 100
familya, 500 cins, yaklaşık 1500 tür
bulunmaktadır. Yeni keşfedilen her
tür potansiyel tehlike altındadır.
Çünkü genellikle yeni türler yalnızca bir toplama noktasından belirtilmektedir.
Doğanın kendi işlevinde bazı türler
yeni olarak doğarken, bazıları da
Centaurea tchihatcheffii, Sevgi Çiçeği,Gölbaşı yok olmaktadır. Bu sistem insan eli
değmediği sürece doğal olarak işlemektedir. Ancak artan nüfus ve yayılma sonucu doğal alanlar yıkıma
uğramaktadır. Bu önlenemez bir
gelişmedir. Böyle bir durumda çok
az masrafla koruma altına alınmış,
küçük alanlar oluşturarak, en azından yok olma durumundaki bazı
üyelerin genlerini koruyup gelecek
kuşaklara aktarılmasını sağlayabiliriz. Diğer illerde de olduğu gibi Ankara ilinin henüz tam olarak florası
ortaya konamadığından, yok olma
durumundaki bitkilerini de belirleyebilme olanağından yoksunuz.
Bazen yok oldu denilen bir tür, iyi
araştırma ve toplamalar sonucu yüz
yıl sonra bile karşımıza çıkabilmektedir. Üzerinde kitaplar ve makaleler yazılan, dünyada yalnızca Ankara Gölbaşı’nda yetişen Yanardöner
son dönemlerdeki adıyla Sevgi Çiçeği (Centaurea tchihatcheffii) en
yakın yok olma adayıdır. Burada
bile birkaç dönümlük bir alanın
çitle çevrilmesi ile bu türü koruma
altına almak mümkündür. Ülkemiz, özelde Ankara’mız bir yandan
yeni türlerin keşfini beklerken, diğer yandan keşfedilenlerin koruma
altına alınmasına ihtiyaç duymaktadır.
f:Hasan ATABAŞ
Dosya
Konusu
Ankara’nın Dingin Suları
Eylül - Ekim
Prof.Dr. Ali DÖNMEZ
Doğa Fotoğrafçısı
Hacettepe Ünv. Fen Fak. Biyoloji Bölümü
Düğünçiçeği Bozkırın ortasında tepeliklerden dere kenarına, kayalıklardan çayırlıklara değişen birçok
farklı yaşam ortamına kurulmuştur Ankara. Hızla artan
yapılaşma ve özensiz kentleşme, bu şehrin doğasından bir
şeyleri silerken, yerine daha
yabancı değerleri koymaktadır. Gözden kaybolan ya da
yeterince değerlendirilmeyen
yaşamsal zenginliklerden birisi de Ankara’nın sulak alanları
ile akarsularıdır.
Bir yanını Orta Karadeniz ormanlarına yaslayan Ankara’nın
diğer üç tarafı bozkır ile sarılmıştır. İl sınırları içinde sulak alan diye tanımlanabilen 8
gölü vardır. Mevsimsel yağışa
bağlı olarak akan, çok sayıda
küçük dere ise şimdi ya kuru44 45
AFSAD
muş ya da kanalizasyon sistemine katılmış, yaygın deyim ile
ıslah edilmiştir.
Sulak alan diye de ifade edilen
yerlerin kendine özgü ekolojik
değeri ve biyolojik zenginliği
vardır. Doğal bir ortamda herhangi bir sulak alana gittiğinizde, sığ yerlerde sizi suda yaşayan düğün çiçeğinin binlercesi
karşılar. Göl ya da akarsu içinde sumercimeği, suteresi, susümbülü gibi bitkilerin binlercesini birlikte görmek olasıdır.
Bu bitkileri Ankara çevresindeki göllerde ya da akarsularda da görmek olasıdır. Ancak
günümüzde şehir içinde doğal
hali ile akar dere yoktur, Mogan (Gölbaşı) ve Eymir gölleri
ise artık şehrin içinde kalmıştır.
Mogan Gölü Ankara’nın güneyinde, Konya yoluna paralel uzanır. Sukesen, Başpınar,
Gölova, Yavrucak, Çolakpınar,
Tatlım, Kaldırım ve Gölcük
dereleri gölü besleyen ana damarlardır. Tarım ve yerleşim
alanları ile çevrilmiş olması,
gölün karşı karşıya olduğu en
büyük tehdittir. Ahlatlıbel’i
aşınca solumuzdaki tepelerin
hemen eteğinde kıvrılan Eymir Gölü ise dere yataklarını
kucaklayarak uzanan ince bir
göldür. Ankara Çayı ile bağlantısının üzeri örtüldüğü için Sakarya nehrine olan yolculuğu
pek bilinmez.
Ankara’ya haritadan bakıldığında engebeli yüzey şeklinden dolayı, çok sayıda küçük
akarsuyun ve kollarının şehri
Ankara’nın gölleri; oynaşan dalgaları, açılmış çiçekleri, salınan
hasırotları ve süzülen kuşları ile çağırıyor insanları, alışveriş merkezlerine
hapsolmuş gençleri, yapay oyuncaklarla dünyadan kopan çocukları. En
çok da başkentin sanatçılarını...
Göl ve Çayır hep yanyana durur serinlettiği düşünülebilir. Ancak dereler “ıslah edilmiş” ve
bir zamanlar akan sular, atık
sularla birleşerek bir kısmı kapalı bir sistem içinde Ayaş’tan
geçip Sakarya Nehri’ne ulaşmaktadır. Acaba çevre dağlar
ve tepelerden toplanıp gelen
sular ile atık sular temizlenip, Ankara’yı boydan boya
kat eden derede, belli yerlerine dinlence amaçlı göletler
kurularak açıktan akması sağlanamaz mıydı? Eskişehir’in
Porsuk Çayı örneğinde olduğu
gibi. İdris Dağı’ndan doğup
Hasanoğlan-Kayaş-Mamak yönünden gelip, çevre derelerden
beslenen, Atatürk Orman Çiftliği’ni suladıktan sonra Sincan
Ovası’ndan Sakarya Nehri’ne
uzanan Ankara Çayı şehir için-
de misafir edilemez miydi?
Acaba Atatürk Orman Çiftliği’nin kurulmasında o zaman
doğal olarak akan bu ana dere,
ilham kaynağı olmuş muydu?
Günümüzün egemen yaşam
anlayışının sorusu, “bu sular
bize ne fayda sağlar?” hemen
karşılığını bulmuş; özellikle
Gölbaşı’nın (Mogan) etrafı konutlar, kamu kurumlarına ait
konukevleri ve benzeri yapılarla sarılmıştır. Bununla birlikte
kamuya açık yürüyüş yolları ve
parklar bu yararcı yaklaşımda
bir nebze de olsa toplumu düşünebilmiştir.
Bir gölün en tipik özelliklerinden birisi çevresindeki karasal ortamdan çok farklı bir
biyoçeşitlilik örüntüsüne sahip olmasıdır. Gölün hemen
kenarında adeta gölü korumaya almış ve sanki bozkırın cılız
bitkilerini kıskandırmak istercesine gelişmiş hasırotu ya da
sukamışı gibi bitkilerden oluşan bölge vardır. Şaşırtıcıdır
ki, bu bitki kuşağı aslında göle
hiç de dost değildir. Çünkü zaman içinde rüzgârın taşıdığı
tozu biriktirerek gölün dolup
küçülmesine neden olur. Su
ile kara arasında geçiş bölgesi olmasından dolayı bir çeşit
doğanın deneme alanı gibidir.
Karasal ortamda yaşayan ama
rüzgârın tohumlarını taşıdığı
bazı bitkiler, bu geçiş bölgelerinde şanslarını denerler;
acaba daha nemli ortamlarda
da yaşayabilir miyim? Tersi de
Nilüfer ve kurbağa Ankara içinde akan derenin göletlerinde bu görüntü neden olmasın ki geçerlidir, su içinde yaşayan
bitkiler ise; acaba daha az su
ile de yaşayabilir miyim? İşte
bu geçiş (ekoton) bölgelerinde umutla hüzün, gidenle gelen, kazananla kaybeden yani
karşıtlar birlikte bulunur. Doğanın kendi devinimi belirler
sonucu, kimisi hayat bulur, kimisi yok olur.
Gölün içinde ise gizemli ama
bir o kadar da devingen bir
yaşam vardır. Karasal ortamda toprak, yağmur, güneş ve
rüzgâr yaşamı şekillendirirken, sucul ortam çok dingin
görünür. Oysa daha çok karışanı vardır, sudaki canlıların
ve rahat verilmez onlara. Suyun kimyasal yapısı, güneşin
ulaşabildiği derinlik, göle akıtılan kirli sular, gölü besleyen
dereler, yağmur, sıcaklık, rüzgâr ve diğerleri belirler gölde
yaşayan canlıların miktarını,
çeşitliliğini, üreme başarılarını. Bu yüzden daha duyarlı ve
kırılgan olur sucul yaşam.
46 47
AFSAD
Sulak alanlar daha elli yıl öncesine kadar sadece saz, hasırotu ve kamış gibi bitkileri
ile belki biraz da balığından
faydalanılan ama çoğunlukla
sıtma ve benzeri birçok hastalığa yataklık eden, genellikle
bereketli toprakların üzerini
örten yararsız yerler olarak görülürdü. Yerleşik bu anlayıştan
dolayı bu bölgelere, ıslah edilmesi ve tarıma açılması gereken alanlar gözüyle bakılmıştır. Öyle ki bu yaklaşım zaman
zaman devlet politikası haline
gelmiştir. Kurutularak tarıma açılan Amik Ovası, bunun
en tipik örneklerinden biridir.
Sultan Sazlığı ise büyük badireler atlattıktan sonra varlığını
sürdürebilmektedir.
Mogan ve Eymir gölleri bu yüzden biraz hüzünlüdür. Alıngan
ve kadirbilmezlikten şikayetçi
olmaları boşuna değildir. Yanıbaşındadırlar başkentin. Su
ana olarak, cömertçe verseler
de serinliği, temiz havayı, es-
tetiği, yaşamsal çeşitliliği, çok
az insan doyasıya seyreder gölün dans eden dalgalarını ve
barındırdığı güzellikleri. Oysa
ne kadar da çok isterlerdi başkentin sanatçılarına esin kaynağı olmayı; fotoğraflarında,
tablolarında yer almayı. Ama
sanatçıların çoğu İstanbul’u
seçmişlerdi, bırakıp giderek
Ankara’yı. Elbette boğazın güzelliği çekmiş olabilirdi onları.
Ama kendileri birçok güzellik
sunuyordu insanlara, hele de
sakin bir köşede ruhunu dinlemek isteyenler için.
Ankara’nın gölleri; oynaşan
dalgaları, açılmış çiçekleri,
salınan hasırotları ve süzülen kuşları ile çağırıyor insanları, alışveriş merkezlerine hapsolmuş gençleri, yapay
oyuncaklarla dünyadan kopan
çocukları. En çok da başkentin
sanatçılarını...
Fotoğraflar: Ali DÖNMEZ
Ankara’nın Doğa Fotoğrafı
Mekanları
Dosya
Konusu
Eylül - Ekim
Tarık YURTGEZER
Fotoğrafçı
Ankara çevresinde birbirinden farklı habitatların
olması ve birinden diğerine çok kısa sürede geçilebilmesi avantajından dolayı, Ankaralı doğa fotoğrafçıları bu kentte yaşadıkları için şanslıdır.
Kentimizin kuzeyinde Batı Karadeniz Ormanları
uzanırken, güneyini tuzcul bozkırlar kaplar. Çayırhan beldesinde hiç ot bitmeyen topraklar fotoğrafçılara benzersiz manzaralar sunarken, yarım saatlik bir yolculukla Nallıhan’a ulaşır ve hemen çam
ormanlarıyla kaplı dağlara çıkabilirsiniz. Ankara,
farklı habitatlar, farklı flora ve faunayı da beraberinde getirir. Tuzlu ve tatlı su gölleri, akarsuları,
kuş cennetleri, milli park, jeopark ve tabiat parklarının peyzaj güzellikleri ve tüm bu mekanlardaki
flora ve faunasıyla doğa fotoğrafçılarına ilham vermeye devam ediyor.
Bu yazının, Ankara’nın belli başlı doğa fotoğrafı
mekanları konusunda sizlere rehberlik edeceğini
umuyorum.
Tuz Gölü
Tuz Gölü
Yüzölçümü bakımından Türkiye’nin ikinci büyük
gölüdür. Ankara’dan bir saatlik araba yolculuğuyla
rahat ulaşılabilir. Ankara dışında Konya ve Aksaray
illerine de kıyısı vardır. Özellikle gün batımlarıyla ünlü gölümüzde Ankara–Aksaray yolu üzerinde
durulup manzarası fotoğraflanabildiği gibi Kaldırım Tuzlası’ndaki sedde üzerinden de güzel fotoğraflar alınır.
Çubuk Karagöl ve Ormanları
Küçük bir doğal set gölüdür. Çevresine örülen
duvar nedeniyle bir havuz görünümünü almıştır.
Ancak çevresindeki ormanların sonbaharda aldığı
renkler ve bunların sudaki yansımaları, ayrıca su
üzerine düşen yapraklar, fotoğrafçılar için bulunmaz nimettir. Ankara’ya 75 km uzaklıktaki bu göle
ulaşım kolay olduğu için Ankaralı fotoğrafseverlerin sonbaharda mutlaka ziyaret ettikleri bir me-
kandır. Özellikle Ekim’in ikinci yarısı görülmeye
değerdir.
Çayırhan
Daha çok bünyesinde barındırdığı Davutoğlan Kuş
Cenneti ile anılsa da çevrenin jeomorfolojisi manzara fotoğrafçılarını da cezbetmektedir. Kuş Cenneti, Aladağ Çayı’nın Sarıyar Baraj Gölü’ne karıştığı
yerde oluşan, mevsimsel bir sulak alandır. 168’den
fazla kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır. Bunların
bir kısmı yerli, bir kısmı geçit kuşu iken, bir kısmı
da üremek için buraya gelen türlerdir.
Burada kuş fotoğrafçılığının yanısıra adeta başka
bir gezegene benzeyen arazide benzersiz manzaralar çekebilirsiniz. Ayrıca Sarıyar Baraj Gölü’nde
yapacağınız bir tekne turu sırasında, ilginç arazi yapısının sudaki yansımalarını ve başınızın üzerinden
geçen kuş gruplarını fotoğraflayabilirsiniz. Ankara’ya 130 kilometre uzaklıktadır.
Işık Dağı Karagöl Ve Beşkonak Bazalt Sütunları
Ankara’dan iki saatlik bir yolculukla ulaşılabilen
küçük ama fotografik bir göldür. Işık Dağı’na, Kızılcahamam’ı geçip Çerkes yoluna dönülerek gidilir.
Anayoldan sağa sapan yolda Karagöl levhasından
dönülerek ulaşılır. Ama ondan önce yolda Beşkonak Köyü yakınlarında Sabuncu Deresi’nde durun.
Burada Kızılcahamam-Çamlıdere jeoparkının bir
bölümünü oluşturan Beşkonak bazalt sütun olu-
Davutoğlan Kuş Cenneti
48 49
AFSAD
Çubuk Karagöl Ormanı
şumları vardır. Bazalt sütunların
geometrik yapıları fotoğrafçılara
bölgede epey zaman harcatır.
Karagöl ise dağın üzerinde küçük
ama biçimi itibarıyla ilginç bir
göldür. Mayıs-Temmuz arası en
iyi dönemidir. Mayıs ortalarında
giderseniz gölde yetişen bataklık
yoncalarını çiçeklenmiş halde bulabilirsiniz.
Beşkonak Bazalt Sütunları
Sarıçalı Dağı ve Uyuzsuyu
Şelalesi
Nallıhan yakınlarındaki Sarıçalı Dağı barındırdığı ormanlar, endemik bitkiler, karstik
yapılar(mağaralar) ve Uyuzsuyu
Şelalesi ile doğa fotoğrafçılarının
olduğu kadar, doğa sporcularının
da ilgisini çekmektedir.
Uyuzsuyu Şelalesi de bu dağdadır ve Karacasu Köyü’nden 7 kilometrelik bir orman yoluyla çıkılmaktadır. Belli bir akarsuyun
üzerinde değildir. Kaynağından
çıktıktan sonra hemen biraz ilerde, milyonlarca yılda oluşturduğu
travertenlerin üzerinden yaklaşık
40 metrelik bir düşüş yapar.
Kirmir Vadisi ve Abacı Peri
Bacaları
Kızıcahamam’dan gelen Hamam
Çayı, Çeltikçi’de Alicin Deresi’ni
de kendine kattıktan sonra Kirmir adını alarak yoluna devam
eder. Kızılcahamam ve Güdül
arası hatta Uruş’a kadar çay, vadi
içinde akar. Kimi zaman vadi çok
derinleşerek yer yer küçük kanyonlar oluşturur.
Kızılcahamam’dan sonra vadi
içersindeki Abacı peri bacası oluşumları Kapadokya’dan sonra İç
Anadolu’daki en önemli oluşumlardır.
Ankara’dan bir buçuk saatlik bir
araba yolculuğu sonunda ulaşılabilir.
Uyuzsuyu Şelalesi
Eğriova Tabiat Parkı
Büyükçe bir gölet, çevresinde karaçam, göknar ve sarıçamlardan
oluşan bir orman, gölete gelen
su kuşları, yükseklerde süzülen
karaakbabalar ve Mart’tan başla-
Abacı Peri bacaları
yarak Ağustos’a kadar açan çiçekler, yusufçukları ve kelebekleriyle
doğa fotoğrafçıları için çok cazip
bir alan. Ankara’ya uzaklığı 150
kilometre olduğu için rahatlıkla
gidilebilecek bir yer olup, kışın
ayrı güzelliktedir.
Sorgun Yaylası
Soğanlı bitkiler bakımından zengin bir alandır. Güdül Yeşilöz Beldesi’nden dik bir yolla çıkılır. Bu
yaylada çiğdem, sümbül ve kardelenleri bir arada bulabilirsiniz.
Yılın en iyi zamanı Mart sonudur.
Eğriova Tabiat Parkı
Benli Yaylası
Fotoğraflar: Tarık YURTGEZER
50 51
AFSAD
Süvari Deresi
Ankara’nın Fırtına Deresi desek
yeridir. Özellikle bahar aylarında
çok kuvvetli akar. Bunun nedeni
geçtiği vadideki yatağının dar olmasıdır. Ancak düze indiği zaman
uysallaşır. Birlikte getirdiği alüvyonu bu düzlüğe bırakarak Kirmir
Çayı’na karışır. Süvari deresine
Güdül ve Uruş üzerinden ulaşılabilir.
Benli Yaylası
Çamlıdere’nin bu güzel yaylasına
giderken hep yükselirsiniz. Sarıçam ve göknar ormanlarının arasından çıka çıka gittiğiniz yolun
sonu sizi çok şaşırtır. Dağın üzerinde çok geniş bir düzlükle karşılaşırsınız. Nisan ayında giderseniz soğanlı bitkileri görebilirsiniz.
Yaz ortalarına kadar dönemine
göre çiçekler sizi karşılar. Ayrıca
ağaçlar da size güzel görüntüler
sunar.
Ankara Başkentimizdir
Her Türlü Saygı ve Sevgiyi Hak Ediyor
Portfolyo
Doğaçlama
Eylül - Ekim
Ozan SAĞDIÇ
Fotoğraf Sanatçısı
1970’lerde Gençlik Parkı’nda bir akşamüstü
Ben 1960 yılı başlarında İstanbul’dan Ankara’ya göç etmiş
bir foto muhabiriydim. Çalıştığım basın kuruluşu Hayat
ve daha sonra Ses dergilerini
çıkaran kuruluştu. Daha ilk
günden benim için taze olan
bu kenti, sokak sokak keşfetmeye adamıştım kendimi. Bir
yandan dergi için fotoğraflar
çekerken bir yandan da kendi
arşivimi geliştirme kaygısını
taşıyarak çalıştım.
Birikimim bir noktaya ulaşınca, başkentimizin bir prestij
kitabı gereksinimi olduğunu
düşündüm. Bir yandan da eski
dokümanları ve posta kartlarını toplamaya başladım. O
zamanlar beş-on liraya bile
temin edilebilen kartlardan
epey bir miktar topladım. Giderek bu konuda hatırı sayılır
bir koleksiyonun sahibi oldum. Öyle ki, antikacılar ve
efemera satıcıları benim bu
merakıma bir anlam veremiyorlardı o günlerde. Oysa benim belli bir amacım vardı:
Yayın yapmak.
Prestij kitabı düşüncemi bir
zamanlar Ankara Valisi olan
Sayın Saffet Arıkan Bedük’e
açtım. Kendisiyle Emniyet
Genel Müdürlüğü zamanından
beri tanışırdım. Teklifimi ilgiyle karşıladı. İsteği üzerine,
altı sayfalık bir rapor, program ve içerik taslağı hazırladım. Her şeyiyle benim hazırlayacağım prestij kitabının
bürokratik organizasyonunu,
Vali bir bürokrata, zamanın
Tanıtma Genel Müdürü’ne
emanet etti. Ancak o sayın
genel müdür, işin ruhunu kavrayamadığı için, (hadi açıkça
ifade edelim, işine öyle geldiği için) bu işi kendisine veril-
1960’larda İçkale’de eşeğiyle işine giden yaşlı bir Ankaralı.
miş bir görev saydı. Toplama
fotoğraflarla ve acele derlenmiş derme çatma metinlerle,
Ankara’ya yakışmayacak bir
kitap ortaya çıkarıldı.
Bu kez, elimdeki eski fotoğrafları ve kartları kullanarak
“Bir Zamanlar Ankara” isimli prestij kitabını hazırladım.
52 53
AFSAD
Anlayışlı bir belediye idaresi döneminde bu gerçekleşti.
Çok da beğenildi. Halen temel kaynaklardan biri sayılıyor. Ancak daha sonraki bir
dönemde kitap, sayfa sayfa
kopyalanarak idare tarafından
korsanı basıldı. Bir vatandaş
da sayfalardaki fotoğrafları
kaydetmiş, metinlerde
de-
ğişiklik yapma gereğini dahi
duymadan kullanmış, kaynak
göstermeden hazırlop bir belgesel(!) film hazırlamış. Ne
diyelim, hayırlısı…
Ankara sevdam ve arşivimi
güçlendirme gayretim halen
sürmekte. Bakalım nereye kadar…
Bir önceki Anıtkabir resimli 5 liralıkları anımsadınız mı? O gravür benim bu fotoğrafımdan yapılmıştı
1960’larda Kızılay’da Atatürk Bulvarı’nın orta refüjünde dinlenmek üzere oturan yaşlı kadın. Geri dönülmez
levhası hem insan ömrünün, hem de Ankara’nın bir
daha geri dönülemeyecek zamanlarını gösterir gibi.
Ankara’nın bir başka ünlü parkı: Kuğulu Park.
1960 yılında, Hükümet meydanında arzuhalciler.
Onlar sadece dilekçe yazmazlardı. Halkın ilk kademe
hukuk danışmanlarıydı.
1960’larda Kızılay Otobüs durağı. Ankara’nın ünlü yaz yağmurları Kırkikindiler.
Eski Tabakhane Mahallesi yamacının 1980’lerdeki görüntüsü.
Portfolyo
Doğaçlama
Kalenin Bedenleri
Eylül - Ekim
İbrahim DEMİREL
Fotoğraf Sanatçısı
Ankara, bozkırda yeni bir başkentken, henüz metropolleşmeden önce, eski Ankaralılar, Ankara Kalesi’nin çevresinde ikamet
ederlerdi. Kale, Hamamönü gibi
semtler, Ankara’nın en eski yerleşim yerlerindendi. Zaman içinde
göçlerle sosyolojik profili değişen
Ankara Kalesi’nin yeni sakinleri artık Anadolu’nun köylerinden çeşitli nedenlerle ve büyük
umutlarla Başkent’e gelenlerdir.
Başkent’in eskimeye yüz tutmuş,
hatta eski sakinlerince terk edilmiş bu mahallelerinde çoğunluğu eski ahşap evlerde, Arnavut
kaldırımlı daracık sokaklarında
yaşam kavgası, ekmek kavgası,
varoluş savaşı bütün acımasızlığıyla sürmektedir. Şehir cömert
ve misafirperver değildir; onlara
54 55
AFSAD
geldikleri yerlerde bıraktıkları
olanakları sunmamaktadır. Eldeki, avuçtaki satılıp savılıp şehire
göçülmüştür. Başını sokacak bir
dam bulunsa, köydeki evlerine
benzemez, yıkık, dökük de olsa
kira demektir. Etinden, sütünden, yumurtasından yararlanılan
hayvanlar artık yoktur. Buğdayını, ekmeğini temin ettiği tarlası geride kalmıştır. Çoluk çocuk
beslenme, kira, elektrik, su, ısınma, barınma, ulaşım gibi giderlerin karşılanması köyden daha
pahalıdır. Çocukların eğitimi ise
şehirde ayrı bir yatırım haline
gelmiştir. Yaşam oldukça maliyetlidir. Umutlar suya düşer, yaşam standardı köydekinden daha
yüksek olan şehirde onlar kendi
standartlarının da altına düş-
müştür. Geri dönüş de söz konusu değildir. Katlanma çaresizliğe
katık edilir, yaşama tutunmaya
çalışılır. Kadınlar uzak semtlerde
ev temizliğine giderken erkekler
geçici, günlük işlerde ekmek parası kazanmaya çalışır. Eğitimleri, ilköğretimden sonra sona
erdirilen çocuklara da köydeki
çobanlığın yerine mendil, su, simit satmak düşer. Bazıları erken
büyümüştür bu koşullarda, bir
yetişkin edasıyla sigarasını tüttürerek poz verir size. Hanede
çocuk sayısı çoktur, kız çocukları yine köydeki gibi kardeşlerine
annelik yapmaya devam eder.
Kale duvarları tarihtir, turizmdir,
kültürel zenginliktir ama içinde
yaşayanların yoksulluklarını sak-
lamaya yetmez. Lüks restoranlar, restore edilerek sanat, kültür
faaliyetleri için hizmete sunulan
tarihi evler, turist grupları, meraklı konuklar arasında sonu gelmeyen bir yaşam savaşı verilir.
Başkent’te yaşam standardı yüksek akranlarının olanaklarından
mahrum çocuklardan bazıları,
Kale’ye gelen yerli-yabancı ziyaretçilerin yolunu keser, onlara
Kale’nin tarihini anlatmaya, gönüllü rehberlik yapmaya çalışırlar. Köyden göçüp büyük kentte
ayakta kalmak zordur. Onları
ayakta tutan tek umut, bir gün
bu yaşamdan kurtulma olasılığıdır. Her şeye rağmen, çocuklar
orada da çocuktur. Bir balon, bir
su tabancası, bir sakız, bir simit,
bir dondurma, bir pamuk helvadadır mutlulukları; arkadaşlarıyla oynadıkları oyunlardadır, sek
sekte, körebede, saklambaçta..
Bir anda unutuverirler acılarını,
açlıklarını, yokluklarını; yüzleri
güler, siz yeter ki fotoğraflayın,
ölümsüzleştirin o anlarını. Objektifinizi onlara doğrulttuğunuzu fark ettiklerinde poz verirler
56 57
AFSAD
size; sevinçli, mutlu, neşeli oldukları ender anlardır bunlar,
görüntüleyin, bir an kadar kısa-
cık çocuklukları sonsuza uzasın
karelerinizde.
90. Yılında Ankara İzlenimleri
Portfolyo
Doğaçlama
Eylül - Ekim
Sıtkı FIRAT
Fotoğraf Sanatçısı
Ankara ile tanışmam 1947 yılında
Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş
Bölümü (bugün Gazi Eğitim Fakültesi olarak görev yapan Mimar
Kemalettin’in yaptığı klasik dönemin seçkin ana binası) sınavlarına
girmek için geldiğimde oldu. Milli
Eğitim Bakanlığı’nın ortaöğretime
öğretmen yetiştiren yegane öğretim yuvası idi. O yıllar da Beşevler,
tarlalar içinde beş gecekondudan
ibaret bir yerdi. Bahçelievler yeni
imara açılmış inşaat halindeyken
şehrin merkezi de Ulus ve Anafartalar Caddesiydi. Fen Fakültesi inşaat halinde, Beşevler -Ulus arası
ise bomboş bir araziden ibaretti.
Bahçelievler’e bir otobüs çalışıyordu. Bilet on beş kuruştu. Çok kere
o parayı da çoğumuz bulamaz,
aramızda denkleştirerek işi acele
olanlara verirdik. Onu otobüsle
gönderip kalanlar yürüyerek dönerdik.
Yenişehir, Kızılay henüz inşaat halinde idi. Ulus’ta Yeni Sinema ve
Park Sineması vardı. En iyi filmleri Yeni Sinema getirdiğinden
oraya giderdik. Okulumuz yatılı
olduğu için cumartesi ve pazar
izin günlerinde dışarı çıkar kapılar
erken kapanacağı için de erkenden
dönmek zorunda kalırdık.
Güvenpark Anıtı,1962
Anıtkabir inşa halindeydi. Bazen
biz de bir taş koymak için orada
olurduk.
Öğretmen Okulu’nda fotoğrafla
tanışmıştım lakin hevesim yarım
kalmıştı. Gazi Eğitim Resim Bölümü’nde Fotoğraf Bölümü’nün
de oluşu beni fazlasıyla sevindirmişti. Çünkü artık fotoğrafla iç içe
olabilecektim. Hocamız, Türk sanat fotoğrafının öncülerinden Şinasi Barutçu’ydu. O günler için en
önemli sıkıntı, okulda tek fotoğraf
1960’lı yıllarda Samanpazarı Sokakları
makinesinin oluşu ve kullanmak
için hepimizin sıra beklemesiydi.
Gün geçtikçe bir makine edinme
ihtiyacını hissetmeye başladım.
artık ağırlık kazanıyordu. Şinasi
Barutçu hocamızın kurduğu ilk fotoğraf derneği olan Türkiye Amatör Foto Kulübü’ne devam ediyor,
fotoğraf sohbetleri yapıyorduk.
Ayın fotoğrafını da, Kızılay’da bulvar üzerinde Milli Piyango İdaresi’nin vitrininde gösterime sunuyorduk. Bu dernek Şinasi Bey
İstanbul’a nakledip gittikten sonra
bir müddet daha devam etti, sonra
da kapandı. O gün derneğe devam
edenlerden bugünlere fotoğrafa
adını yazdıran kimse de yok.
Seymenler Parkı’ndan Ankara’ya Bakış
Hocamızın fotoğraflarından etkilenerek, resim ve grafik çalışmalarından esinlendiğimiz estetik
kaygılar içinde sanatsal çalışmalar
yapma sevdasında idim. Bu arada Ankara’da fotoğraf stüdyoları
ve amatör fotoğrafçıların işlerini
yapanlarla ilgilenmeye başladım.
1950’li yıllarda Anafartalar Caddesi’nde Stüdyosu olan Osman Darcan’ın portre fotoğrafları farkediliyordu. O yıllarda Osman Darcan,
Devlet Tiyatroları’nın fotoğraflarını çekiyordu. Ulus’ta hatırladığım
Foto Spor, Foto Naim amatör işleri
yapıyordu. Foto Naim, Şinasi Barutçu’nun da dostu idi. İyi baskılar yaptığını hatırlıyorum. 1960’lı
yıllarda portreci olarak Kızılay
İzmir Caddesi’nde Hakkı Tarık
Tez dikkatimi çekerdi. Rahmetli
Mustafa Türkyılmaz’la tanışmamda Kızılay’da Foto Albert’in vitrininde gösterime sunduğu artistik
(sanatsal) fotoğraflarından dolayı
olmuştu.
Fotoğrafçılar, film ve kart banyosunu aynı banyoda yapıyordu.
Banyo malzemeleri tartılmadan,
tahmini karıştırılarak hazırlanıyordu. Filmleri elde karanlık odada banyo küvetinde bir taraftan bir
tarafa rulo yaparak ve sigara ile
kontrol ederek yaparlardı. Tankta
yıkama bilgileri yoktu.
Film ve kağıt banyolarının ayrı
olmasını ve film banyolarının derece ile ölçülerek mutlaka tankta
58 59
AFSAD
yıkanması gerektiğini anlatmama
ve bu işlem için gerekli formülleri
vermeme rağmen fotoğrafçıların
bunu böyle yapmadıklarını üzülerek görüyordum.
1951 yılında yedek subaylık için
Ankara’daydım. Yedek subaylık
6 ay okul, 6 ay kıt’a hizmeti olarak bir yıldı. Okul, eski Gülhane
Hastanesi’nin bulunduğu binalardı. O zamanlar bugün ki Konya
Yolu’nun Ahlatlıbel’ e çıktığı yol
yoktu. Bölge, “karanlık dere” dediğimiz, atış ve silah eğitimi yaptığımız ıssız bir vadi idi. Gölbaşı’na Dikmen üzerinden gidilirdi.
Karanlık dere, 1970’ li yıllardan
sonra gecekondulaştı, sonradan
da tapu verilerek bugünkü bloklara boğuldu.
O yıllarda, cumhuriyetin kuruluşu
ile başkent olan Ankara, 300 bin
nüfusa göre planlanmıştı. Fakat
bugün 4 milyona yaklaşan nüfusu
ile 30 km çapında bir alana yayılmış durumda. Pek çok gelişmeye
rağmen ne yazık ki, günü kurtarma ve rant hesapları ile daha
şimdiden trafik sorunu ile içinden
çıkılmaz hal almış durumda. Tek
katlı Bahçelievler yıkılıp çok katlı apartmanlara dönüştürülmüş.
Sokaklar caddeler, parkı olmayan
evler yüzünden arabalarla dolmuş. Sokaklardan geçilmez olmuş.
Dünyayı dolaşmış, önemli şehirleri görmüş biri olarak oraları Ankara ile hep mukayese etmişimdir.
Maalesef uzun vadeli bir programla ele alınmayan Ankara, günü
kurtarma politikaları ile rastgele
gelişimini sürdürmekte.
Ankara’nın başkent olduğu yıllarda, Kale ve Hamamönü çevresinde
toplanan kent yayılmaya devam
ediyordu. Kızılay, Yenişehir, Çankaya yapılaşmaya başlamış, çarşı
Anafartalar’dan Kızılay’a kaymıştı.
Anıt olarak da Ankara Atatürk
döneminde İtalyan ve Avusturyalı heykeltraşların yaptığı Güvenpark, Ulus ve Etnoğrafya müzesi
önündeki Atatürk Anıtlarını çıkarırsak geçen uzun yıllarda Burhan
Alkar’ın yaptığı Çankaya’da Seğmenler ve Atatürk Orman Çiftliği’ndeki Atatürk Anıtları dışında
göze çarpan anıtı maalesef yoktur
ve bunu Ankara için hep bir eksiklik olarak düşünmüşümdür.
Mesela, bugün ki AKM’nin olduğu
alanda Türk Tarihini kronolojik
bir anlayışla heykeller ve animasyonlarla bir kültür parkı olarak
canlandırmak ne kadar uygun ve
güzel olurdu. Birçok ülkede örnekleri var.
Bu yıllarda resim çalışmalarım
da vardı. Ama hayatımda fotoğraf
Daha güzel bir Ankara için nice
90’lı yıllara diyelim...
1952 yılında ayrıldığım Ankara’ya,
Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesi ve
Öğretmen Okulu’nda yaptığım
7 yıl öğretmenlikten sonra, 1959
Kasım’ında, Ankara Erkek İlköğretmen Okulu’na atanmamla geri
döndüm.
Ankara Kalesi
Gençlik Parkı
Hipodrum’da Cumhuriyet Bayramı Kutlamalarından
Julian Sütunu
Ulus Meydanı
Kocatepe Semalarından Ankara
Portfolyo
Doğaçlama
Çayırhan
Eylül - Ekim
Necmettin KÜLAHÇI
Fotoğraf Sanatçısı
Ankara’da doğmadım ama hayatımın gençlik yılları dahil
tüm yaşantımı burada geçirdim.
Bu şehirde, ilk fotoğraf stüdyomu kurdum. Fotoğraf yaşamımı
burada sürdürmeye karar verdim. Burada evlendim. Burada
çocuklarımı kucağıma aldım.
Burada yaşlandım. Yarım asrı
geçirdiğim bu şehri tarihi ve
doğası ile fotoğraflama şansım
oldu.
Tarihi yapıları ile zaten geçmişi
muhteşem kentin ben doğasına
da aşık oldum. Hem karasal ik-
60 61
AFSAD
limi nedeniyle bozkırı, hem de
coğrafi yapısı nedeniyle Karadeniz bölgesi coğrafyasını beraber barındıran eşsiz bir kent…
Bozkırlarının yanısıra ormanları, nehirleri, gölleri, kuş havzaları ile eşsiz doğa güzellikleri
olan başkent Ankara…
Ankara’ya yakın mesafede tarihi ipek yolu üzerinde Sakarya
nehri havzasında ve sulak alanlarında çok sayıda kuş türü barınmakta olan güzel ilçemiz Çayırhan’dan fotoğraflar sunmak
istedim.
Jeolojik yapısı ile bu bölge çökelme ortamının özelliklerini
yansıtan sarı kahve ve kırmızı
tabakalar ile görsel açıdan müthiş bir güzelliğe sahip. Fotoğrafçı olup bu bölgeyi görmemek
büyük kayıp.
Haydi bu doğa güzelliğine yani
Başkentin doğasına sizlerde objektiflerinizi çevirin…
Sevgilerimle.
Usta
İşi
Doğaçlama
Adnan Veli KUVANLIK
Eylül - Ekim
Sibel ACAR
Fotoğrafın olanak ve olasılıklarının sınırlarını yoklayarak; sanatçı
duyarlılığı, donanımı ve yeteneğiyle fotoğrafı bir dışavurum aracı
olarak kullanmış bir fotoğraf sanatçımızdır, Adnan Veli Kuvanlık (1957-2008). Ülkemizde geniş
kapsamlı ilk dijital fotoğraf ve üç
boyutlu fotoğraf sergilerini açmıştır. 1980 yılında Gazi Üniversitesi’nden mezun olan Kuvanlık’ın
fotoğraf çalışmaları 1983 yılından
itibaren değişik kültür ve sanat ortamlarında takdir görmeye başlar.
Kuvanlık’ın gerçekçi çalışmalara
ilgisi çok uzun sürmez, günlük hayattan aldığı doğrudan fotoğraflarına 1990’lı yıllarla birlikte karanlık oda çalışmalarıyla ürettiği
kurgusal-deneysel çalışmaları ve
sayısal ortam da tasarladığı fotoğrafları eşlik eder. Aramızdan ayrıldığı yıl olan 2008’e kadar deneysel
çalışmalarını bilgisayar ortamında
kendi yorumuyla üreterek devam
eder.
1983 yılında AFSAD Ödülü’ne layık bulunan “Tüp Geçit Kızılay”
ve “Kaydıraklar, Kuğulu Park”
çalışmaları, daha o zamandan üslubunun olmazsa olmazlarını barındırmaktadır: Işık, gölge, tonlama, leke, nokta, çizgi öğelerinin
titizlikle tasarlanmasıyla kotarılan
yetkin grafik tasarım ve yalınlık.
Aynı yalınlık ve grafiksel vurgu,
portre ve manzara çalışmalarında da göze çarpmaktadır. Fotoğraflarındaki yüzler ve manzaralar
tanıdık olanın düşlenmesi, düşte
görülmesi gibidir. Grafik öğelerin
ağırlığı ve yalın aktarımı, konuları günlük bağlamların ötesinde
gerçeküstü bir atmosferle sarmalamaktadır. Fotoğraflarındaki bu
gerçeküstü atmosfer, kamera merceğinin gördüğünü değil, O’nun
sanatçı duyarlılığıyla zihninde
gördüğünü
aktarabilmesindeki
başarısından kaynaklanmaktadır.
62 63 AFSAD
Bale Öğretmeni (1989)
1990’lı yılların başlarıyla birlikte Kuvanlık, deneysel çalışmalara
yönelir. Karanlık odaya hâkimdir.
Doğrudan fotoğraflarında dahi
hissedilen düşsel atmosfer, bu yıllarda kullandığı farklı karanlık oda
teknikleriyle daha da belirginleşir.
Anlatmak istediklerine gerçek hayattan doğrudan aldığı görüntüler
yetmemektedir, ışıkla çizmenin
olanaklarını araştırmakta, sınırlarını zorlamaktadır. Fotoğrafik sürecin farklı aşamalarına kazıma ve
boyama, fotomontaj gibi estetik ve
teknik müdahalelerde bulunmak
konusunda kendini özgür bırakır.
1992 yılında, “polaroid denemeler”
adını verdiği; 1980’li yıllarda Şahin
Kaygun’un da kullandığı, polaroid
karta, görüntünün geliştiği anda
Love Notes I, bilgisayar destekli çalışma
1994
Rüya. Bilgisayar destekli çalışma 1999
müdahale edilmesi tekniğiyle elde
edilen bir seri fotoğraf üretir. Bu
çalışmalarıyla ancak sabırsız turistlerin itibar ettiği polaroid fotoğrafı yaratıcı bir müdahale ile
sanatsal aktarım ortamı haline dönüştürmüştür.
lens reflex) stereo orta format makinesiyle üretmiş olduğu 3 boyutlu
fotoğraflarından oluşan “3.Boyut”
isimli sergisini 2000 yılında Türkİngiliz Kültür Heyeti Sanat Galerisinde açarak ülkemizde bir ilke
daha imza atmıştır.
Dijital fotoğrafın potansiyelini ülkemizde ilk keşfedenlerdendir.
Fotoğrafın kullanıcısına özellikle
yüzyılımızda gelişen teknolojiye
paralel olarak sunduğu sınırsız olanakların farkındadır: “Sürekli aynı
şeyleri yapmanın, aynı şeyleri çekmenin kişiyi bir süreden sonra daha
fazla geliştiremediği ortadadır, kişi
kendini her konuda yenilemeli,
çağa ayak uydurarak yaşamalıdır,”
(Ertan 2005) düşüncesindedir.
1989 yılında başladığı dijital fotoğraf çalışmalarını 1994 senesinde
AFAD binasında ve Kocaeli Sanayi
Fuarında, 1995 yılında ise Ankara
Resim ve Heykel Müzesinde sergiler. “Love Notes” isimli bilgisayar destekli çalışması, İspanya’da
yapılan bir yarışmada henüz daha
1994 yılında altın madalya ile ödüllendirilir. İlerleyen yıllarda bilgisayar destekli çalışmalarına daha da
ağırlık verir, çalışmaları yurt içinde
ve yurt dışında ses getirir. Üç boyutlu fotoğraf ile de ilk ilgilenenlerdendir. Sputnik marka TLR (twin
Kuvanlık, “fotoğrafın belki de en
önemsenmesi gereken yanı, meramını anlatmak isteyerek onu kullanana sadakatle sunabileceği olanaklarının zenginliğidir. Evet, ben
de fotoğrafın bu yanını çok erken
keşfetmiş olmanın haklı gururunu,
mutluluğunu ve keyfini yaşamaktayım” (Ertan 2005) demektedir.
Fotoğrafın kişinin kendini ifade
etmesi ve bunu dünyaya sunması
açısından çok önemli bir sanat olduğunun üzerinde ısrarla durur.
Ansel Adams’ın “fotoğrafın bir
rastlantı değil birikim ve düşüncelerin doğrultusunda ortaya çıkan
bir kavram olduğu” görüşüne katılmaktadır.(Ertan 2005) Fotoğrafçı
“yaşadığı çağa, düşünce ve yaratma
boyutunda sadece kendisi olarak,
her türlü ranttan uzak olarak tanıklık etmelidir” der ve dediği gibi
de yaşar.
Fotoğraf, Adnan Veli Kuvanlık için
gerçek olanı saptama ya da doğrudan görüntüyü kullanarak yo-
rumlama aracı değildir. Fotoğrafı,
gerçeğin ayna görüntüsü olarak
üretmez, fotoğrafı oluşturur. Basit
bir fotoğrafik görüntüyü alır, zihninde olgunlaştırır; karanlık oda
ya da sanal ortamda tasarlayarak,
simgesel anlatımlar ve titiz bir
grafik düzenleme içinde, dışavurumcu bir tavırla kendi düşlerini
ve kaygılarını anlatma aracı haline
getirir. Belki duyarlı, içine kapanık
karakteri, çok uzun süren hastalığı
ve geçirdiği ameliyatlar nedeniyle
insanların arasına karışıp sokakta
fotoğraf çekmeyi pek tercih etmez.
Belki de duyarlı ve sanatçı kişiliği
Onu, basitçe görüneni değil de dışarıda olanın bitenin insan ruhunun derinliğindeki izdüşümlerini
aktarmaya sevk etmiş olabilir. Bir
sanatçı olarak kendi iç dünyasını
sunar, bu samimiyetinden dolayı
çalışmaları şekilci değildir; kendini tekrar etmez; hüznü, yalnızlığı,
kırgınlığı çalışmalarında hissedilir. Fotoğraflarında kullandığı teknik ve seçtiği konular her ne kadar
farklı olsa da işlerinde Kuvanlık’ı
hissetmek o kadar mümkündür ki
Tuğrul Çakar “biz Onun fotoğraflarına bir şeyin fotoğrafı diye değil
Adnan’ın fotoğrafı diye bakardık”
demektedir. Çakar’ın aktardığına
göre Kuvanlık, çok fotoğraf üretmek yerine her bir fotoğrafı didik-
Polaroid Denemeler. 1992
Fırtına Deneysel Karanlık Oda Çalışması 1990 .
leyerek, titizlikle üreten birisidir,
bir fotoğrafı bitirip sunduğunda
ise işine çok güvenir, anlaşılmadığı
zaman üzüntü duyar. Yenilikçi ve
araştırmacı yönüyle pek çok tekniği korkusuzca dener, “hayatın
zorluklarından geçmek önemlidir.
Fotoğraf da zordur! Onun içinden
bir parçadır ve bir sanattır. Sanatta
seçilen yolun vazgeçilmez olduğu
düşüncesi ve bu konudaki dayatmacı tavır ise, saygıdan uzak, hoşgörüsüz ve sevgisizdir,” inancındadır. (Ertan 2005)
Adnan Veli Kuvanlık, hayatını fotoğraf üretmeye adamış, yıllarca
64 65
AFSAD
Sos Bilgisayar Destekli Çalışma 2004.
AFSAD’da bulunmuş, FSK’nın kurulmasında görev almış, fotoğraf
eğitmenliği yapmıştır, çalışmaları
yurt içinde ve yurt dışında pek çok
ödüle layık görülmüştür. “Başkalaşım Yalnızlık” (Ankara-1992),
“Digital Images-I” (Ankara-1995),
“24 Saat” (Ankara-1999), 3. Boyut
(Ankara-2000), “Fotoğraflar Dün
– Bugün, 1983-2005”sergi albümleri yayınlanmıştır. 1995 yılında
FIAP tarafından artist-FIAP (AFIAP) unvanı ile onurlandırılmıştır.
Ülkemizde dijital fotoğrafın öncüsü olan Kuvanlık, ne yazık ki dijital
teknolojinin hızla geliştiği bu günleri göremeden, hastalığına yenik
düşerek aramızdan ayrıldı. Saygıyla anıyoruz.
Kaynakça
Ertan, Güler. Türk Fotoğrafında 1960
Sonrası. İstanbul, Bileşim Yayınları,
2005
Türk Fotoğrafçıları Kütüphanesi 38. İstanbul, Antartist, 2005
Kuvanlık, Adnan Veli. Fotoğraflar. Dün/
Bugün 1983-2005. Ankara, Uzerler Matbaası, 2005
http://fotograf.net/Artist/adnanvelikuvanlik
http://www.fotografya.gen.tr
http://www.arsivfotoritim.com
Fotoğraflar:Adnan Veli KUVANLIK
Bir Direnişin Fotoğrafla İmtihanı
f/64
Doğaçlama
Eylül - Ekim
Özcan YURDALAN
Fotoğrafçı, Yazar
[email protected]
Aslında cümleyi tersinden kurmak daha doğru olurdu. Çünkü
bu yazının meselesi başlığın
işaret ettiği şey değil. Olmasına da gerek yok. Taksim Gezi
Parkı Direnişi fotoğrafla imtihanını en başarılı biçimde vermiş durumda.
Memlekette bu çapta ilk kez
yaşanan şehir eylemleri, bir
aya yakın süren Park işgali
ve sokak direnişleri, hem fotoğraf ve video görüntüleriyle
beslendi hem fotografçılar ve
videograflar karşılarında olup
bitenlerin kaydını yapmaya
çalışırken aynı zamanda kendi
boylarının ölçüsünü alma fırsatı buldular.
“Görsel habercilik, ana akım
medya dışındaki alternatif
mecralarda şahikalar yarattı.”
Çok sayıda ikonik görüntüyle
birlikte fotografik tanıklıklar,
tırnak içindeki bu tespitin destekçisi olarak hâlâ dolaşımda.
Geçelim.
Bu yazının ele almaya çalışacağı asıl mesele başka, tartışılacak mevzu başlıktaki cümlenin
tersten kuruluşunda. “Fotoğrafçılığın bir direnişle imtihanı” dersem maksadımı daha iyi
anlatmış olacağım besbelli.
Taksim Gezisi’nde, Meydanı’nda,Beşiktaş, Dolmabahçe,
Maçka Şişli taraflarında, bulvarlarda, mahalle aralarında,
sokak başlarında kurulan barikatlar kadar Park’ta yaratılan
hayat da herkes için ilkti. Demokrasi arayışında hak ve öz-
gürlük mücadelesinde, adalet
ve eşitlik taleplerinde memleketin batısında yaşayanların
bu boyutuyla ilk kez karşılaştığı olaylardı.
İlk kez karşılaşılan daha doğrusu ilk kez fark edilen bir
başka durum ise medyanın
olan bitenlere gözünü, kulağını, ağzını kapatarak karanlıkta
ıslık çalan haliydi. Medyanın
tutumuna karşı Gezi Direnişi
eylemcileri yaşadıklarını görünür kılabilmek için kendi mecralarını yaratmakta, görüntü
kaydeden her türlü alet vasıtasıyla tanıklıklarını doğrudan,
sosyal medyalar üstünden paylaşmakta büyük maharet gösterdiler.
Fotoğraf, bu topraklarda ilk
kez toplumsal bir hareketlenmenin öznelerinden biri olarak gerçek anlamda hayata
karıştı. Bu güne kadar kısılıp
kaldığı süslemeci anlayıştan
sıyrılarak doğal ve asıl işlevini gerçekleştirdi. Haber, bilgi,
tanıklık, iletme yeteneklerini kullandı. En naif haliyle de
olsa gerçek varlığını gösterme
fırsatı buldu.
Bu tespiti tam burada ve bu
haliyle bırakarak “nasıl” ve “ne
kadar” sorularının cevabını
önümüzdeki günlerde açılması
muhtemel tartışmalara havale
etmekte fayda var. Ama geçerken şunu söylemek istiyorum:
Mücadele etmeden, tepeden
verilmiş hak benzeri imkanlarla demokrasi içinde yaşadığını
sanan, özgürlükler için bedel
ödemeden, adalet ve eşitlik
için çaba harcamadan sunu-
lanlara razı olan toplumların
zihniyet dünyası, hayatın her
alanında yapay anlamlar üretmeye yatkın oluyor.
Fotoğrafın bu memleketteki
yaygınlaşma sürecinde de benzer bir yapay anlam dünyası
yaratıldığını rahatça söyleyebilirim. Fotoğrafçılık geniş
halk kesimlerinde olduğu kadar memleket aydınlarında da
oldum olası “güzel görüntüler
kaydetmek için” yapılan hoş
bir uğraş olarak anlaşıldı.
Bu algı her türden fotoğrafçıların yaygın olarak örgütlendiği
oluşumlarda bir ön kabul olarak yapısallaştı. Boş vakitlerini faydalı bir uğraşla geçirmek
için fotoğrafla ilgilenen geniş
toplumsal kesimler için kabul
edilebilir olan bu yaklaşım,
memleketin fotoğraf kadroları
arasında, ayniyle benimsendi.
Medya dahil olmak üzere tüm
fotoğraf yapıları, tanıklık, haber, bilgi üreten temel işlevini
ihmal ederek fotoğrafı anlamlandırmaya çalıştılar.
Demokrasi, hak, adalet, özgürlük denilen kavramlar nasıl ki
bu uğurda mücadelenin girdaplarına batıp çıkmadan sahici biçimde ve kalıcı değerler
halinde toplumsal bünyenin
bir parçası haline gelemiyorsa,
fotoğraf gibi iletişim araçları da sokaktaki süreçlerin bir
parçası olmadan gerçek anlamına kavuşamıyor belli ki.
Fotoğraf makinesini icat eden
toplumsallık, onunla yaratılan
görüntüleri anlamlandırırken,
öncelikle bu aletin fotoğrafçı-
nın tanıklığını görünür kılma
yeteneğini değerlendirdi. Bunun rasyonellerini tartıştı, teorisini yaratmaya uğraştı, hâlâ
uğraşmaya devam ediyor;basit
bir teknik kayıt olmanın ötesinde fotografik görüntünün
hayatla, toplumla, insanla ilişkisini sorguluyor; insanlığın
en büyük acılarına, tarihsel
olaylara, toplumsal dönüşümlere tanık olmaları için fotoğrafçılar yetiştirdi, yetiştirmeye
devam ediyor; güvenilir tanıklıklar üstünden dünyanın
görsel kaydına sahip olmak
için ciddi altyapı yatırımları
yapıyor,kurumlar
oluşturuyor. Fotoğrafın saygınlığını
66 67
AFSAD
sanatsallıkta aradığı kadar,
haber bilgi ve tanıklığı yansıtan dürüst, sorumluluk sahibi
ve güvenilir fotoğrafçılığın ilkelerini tartışarak kurmaya ve
korumaya çalışıyor.
Uzun lafın kısası, Taksim Gezisi hadisesinde olup bitenler ve
fotoğrafçıların süreçteki rollerini laikiyle değerlendirdiğimiz takdirde memleket fotoğrafı “bir direnişle imtihanını”
alnının akıyla vermiş olacak.
Belki de ondan sonra zihniyet dünyamızda fotoğraf yeni
bir anlam bulacak. Toplumsal
havsalamızda fotoğraflar için
yeni bir alan açılacak. Gezi Di-
renişi fotoğrafları belki de bu
alanın ilk görüntüleri olarak
saygın bir görsel tarih kaydını
başlatacak.
Yok değilse “Gezi Direnişi’nden sonra hiç bir şey eskisi
gibi olmayacak” diyenlerin lafı
havada kalacak. Bunca fotoğrafçının, aldıkları riskler ve
görsel haberci olarak yarattıkları olağanüstü görüntüler,
öncesi olmadığı gibi sonrası da
olmayan birer kayıt olarak kalacak. Fotoğrafın bir direnişle
imtihanından çakmış olacağız.
Bir sonrakine kadar eski tas
eski hamam, güzellemeci fotoğrafçılığa devam.
"Sanat yapmak için bir suçlunun cesareti lazım. "
Edgar Degas
Ve
Sinema...
Eylül - Ekim
Eda ÇALIŞKAN
[email protected]
Ankaralı kısa film yönetmeni Burak Koçak, bu ay konuğumuz. Sevgili Burak ile
2012 yılında çektiği kısa filmi “Buğu”
hakkında konuştuk. Film, özellikle
uzun sahneleri ve görüntülerindeki imgesel tavrıyla, siyah beyazın dramatik
baskınlığıyla, favori festivallerde dikkatleri üzerine çekti.
Sevgili Burak, bize biraz kendinden
bahseder misin?
Çankırı Ilgaz doğumluyum. İlkokul, ortaokul
ve liseyi Ankara’da okudum. 2005’ te Ankara
Üniversitesi , İletişim Fakültesi Radyo,Tv ve
Sinema bölümüne girdim. Film atölyesinde
asistanlık yaparak kamera ve kurgu öğrendim. Bu zamana kadar bir çok deneme yaptım
ama hepsi film değeri taşımıyor elbette.
Nasıl başladı sinema serüveni?
Serüven kelimesi için henüz erken. Sinemacıdan çok sıkı bir sinemasever olarak görüyorum kendimi ama her iletişim öğrencisi
gibi ben de yönetmen olmak isteyerek başladım okula ve bu istekle film atölyesine gittim. Teknik şeyleri az çok öğrendikten sonra
başladık denemelere. Bir yandan sinema tarihinden filmler izleyip kim ne yapmış, nasıl yapmış öğrenirken, diğer yandan da kendi
olanaklarımızla, öğrendiklerimizi uygulamaya çalışıyorduk. Aslında iyi filmler izleyip o
filmler hakkında düşünmeye başladıysa bir
insan sinemacı adayıdır zaten. Bir projeye
inanıp onu çekme aşaması ise tamamen cesaret işi. Cesaret olmadan zor yani bu sinema
işi. Ressam Degas’ın dediği gibi sanat yapmak için bir suçlunun cesareti lazım.
Neden Kısa Film?
Kısa film; sinemayı, sinemanın ögelerini öğrenmek için mikrokosmos gibi bir şey. Çünkü
kısa film çekerken her şeyi düşünmek zorunda yönetmen. Senaryo, ışık, kamera, oyuncu, dekor, mekan, kurgu. Bunların çoğunu
da yönetmen kendisi yapıyor kısa filmde. Bu
nedenle sinemacı olmak isteyen birinin kısa
film çekerek bu işe girmesi çok doğru. Ama
Buğu.
ben kendimi bir türlü kısa filmci olarak göremedim. Çünkü kısa film mantığı diye bir
şeyden bahsederler hep, o mantık bana pek
uymuyor. Hikaye anlatmaktan çok duygu ve
atmosfer peşindeyim ben. Bu da kısa filme
pek uymuyor ki sanırım fazla ödül alamadım
. Belki bir gün uzun film yaparsam değerim
anlaşılır mı acaba, ne dersiniz...
Ankara’lı bir yönetmen olarak, nasıl
buluyorsunuz Ankara’da sinema sektörünün gelişimini?
Geçenlerde bir film vizyona girdi, Bruno Dumont’un son filmi “Camille Claudel, 1915”.
Bu film İstanbul’da sadece bir salonda gösteriliyor, Ankara’da ise tahmin edebileceğiniz
gibi hiç bir yerde yok. Bu açıdan baktığımızda, Ankara’daki sinemanın niceliksel olarak
bir gelişimden söz edebiliriz belki ama niteliksel olarak değerli olan filmler hala azınlıkta. Nasıl azınlıkta olmasın ki, gösterilecek
salon bile bulamıyorlar. Bu filmleri festivallerden takip edebiliyoruz sadece. Ticari sinema.Sanat sineması tartışmasına da girmek
istemiyorum çünkü o tartışmadan da bir hayır yok. Film üretimi penceresinden bakarsak
sektöre, Ankara’da bir sektörden bahsetmek
çölde serap görmek gibi olacaktır. Bağımsız
olarak film yapanlar var tabi ki, benim gibi,
ama gerçekten “tam bağımsız”. Ankara’da
özellikle sektörel bir gelişmeden bahsetmek
pek gerçekçi olmaz ama, bireysel olarak kısa
film, belgesel ve uzun film yapanların sayısında bir artış var. Film çekmek eskiye göre
Geçenlerde bir film vizyona girdi, Bruno Dumont’un son filmi “Camille
Claudel, 1915”. Bu film İstanbul’da sadece bir salonda gösteriliyor,
Ankara’da ise tahmin edebileceğiniz gibi hiç bir yerde yok. Bu açıdan
baktığımızda, Ankara’daki sinemanın niceliksel olarak bir gelişimden
söz edebiliriz belki ama niteliksel olarak değerli olan filmler hala
azınlıkta. Nasıl azınlıkta olmasın ki, gösterilecek salon bile bulamıyorlar.
daha kolay olduğu için rağbet de arttı haliyle. Bir de büyük festivallerin verdiği para
ödülleri iştah kabartıyor. Şan, şöhret de işin
cabası olunca herkes film çekiyor. Bu da doğal olarak niceliksel bir artışa, niteliksel bir
azalmaya dönüşüyor.
Ankara şehrinin insanı olmanın sinema çalışmalarına ilham veren yönleri
nelerdir? Ya Ankaralı izleyici ve özellikle kısa filme ilgisi?
Ankara, kasaba kültürüne ve ahlakına biraz
daha yakın olduğu için ilişkiler de daha samimi oluyor. Bu yazdığınız, çizdiğiniz şeylere
de yansıyor. İçe dönük bir şehir olduğu kadar yabancılaşmaya da müsait Ankara. Bu da
kent kültürünün tam oturmamasından kaynaklıyor. Başkent olmasına rağmen bir şehir
meydanı yok mesela. Ankara’daki seyirci ise
gerçekten donanımlı bir seyirci. Bunu “Ankara’da yapacak bir şey yok, o yüzden insanlar
film izleyip kitap okuyor” düzeyine indirgemek istemem ama gerçekten Ankara bu konuda iyi. Festivallerden ve okulda yaptığımız
kısa film gösterimlerinden deneyimlediğim
kadarıyla, bir kitle var kısa filme özel olarak
ilgi duyan. İletişim öğrencileri bunun başını
çekiyor.
Biraz da “Buğu” dan bahsedelim mi?
Film 27.35 dk. Bu süre aslında bir kısa
film için hatırı sayılır bir uzunlukta,
ancak film tüm kareleri ile izleyicisini
büyülüyor. Projenin doğuşu ve gelişimi
nasıl oldu?
Evet, “Buğu” uzun olduğu için bir çok festivale gönderemedik. Rüya gibi bir atmosfer
ve duygu oluşturmak için çekmeye karar verdik. Çeşme sahnesini tasarladıktan sonra da
inancım artmıştı filme dair. Sadece o sahne
68 69
AFSAD
için çektim bu filmi bile diyebilirim, bir de
arkadan takip sahnesi. Hikayeyi yazdıktan
sonra bir kaç arkadaşıma okuttum fikirlerini aldım. Cesaretlendirici yorumlar gelince
filmin yapımcıları ağabeyim Murat Koçak ve
Haşim Kılıç’la “Teknik sorunları nasıl çözeriz?” diye konuştuk. Sağolsun ağabeyimin çok
faydası oldu bu konuda. Yardımcı yönetmenim Sinan Yusufoğlu da verdiği fikirlerle çok
katkıda bulundu. Görüntü yönetmenim Fatih
Efe’ye ve ses ve müziği yapan Miraç Atıcı’ya
da teşekkür etmeden geçmeyeyim. Bir de kurgusunu beraber yaptığımız Can Ataç’a da sabrından ve sakinliğinden dolayı ayrıca teşekkür ederim. Filmin köy sahnelerini iki günde
çektik sonra Ankara’ya gelip köprü ve sandal
sahnelerini çektik. Yani toplamda dört gün
sürdü çekimler. Çekimleri Çankırı Ilgaz ve
Orta ilçelerinin köylerinde yaptık ve yoğun
bir kar fırtınası vardı, gerçekten çok zorladı
bizi. Araba yolda kaldı, jimmy jip rüzgardan
dolayı istediğimiz gibi hareket etmedi, neyse
kimseye bir şey olmadan bitirdik çekimleri.
Canon 5D Mark 2 ve Carl Zeiss prime lenslerle çektik. Jimmy jip, steadycam ve şaryo kullandık. Işık olarak da dedo light ve 2000lik
vardı.
Yeni projeler var mı?
Destek bulursam çekmeyi düşündüğüm yeni
projelerim var.
Teşekkür ederim, çok keyifli bir sohbetti.Biz Ankara’dan, gelecekteki çalışmalarını da ilgi ve merakla izleyeceğiz.
Sevgili “Ve Sinema...” okuyucuları,
“Buğu” yakında, AFSAD’da, gösterim
ve yönetmen sohbetiyle bizimle olacak,
bilginize...
Cumhuriyetin Başkenti
Okuyoruz
Eylül - Ekim
Mine HOŞGÜN SOYLU
“Dünden Bugüne Ankara” temalı bu sayımızın kitap
tanıtım köşesinde 3 ciltlik dev bir albüm yer alıyor. Bildiğiniz gibi bu köşemizde sizlere sunacağımız kitapları
belirlerken, hepimiz birer fotoğrafçı olmamıza ve görsellerle içiçe yaşamamıza rağmen,salt albüm niteliği
taşımayan,ağırlıklı olarak fotoğrafın kuramına yönelik,
fotograf adına üzerinde düşünülerek içselleştireceğimiz kitaplar seçmeye dikkat ediyoruz. Ancak bu sayıda Cumhuriyetin 90. yılında Ankara’yı; tarihi, sosyal
yaşamı ve en önemlisi bir başkent olmanın süreciyle
özetlemeye yönelik hazırlanmış, pek çoğumuzun çok
da kolay ulaşamayacağı görsellerle dolu bir eser ile karşınızdayız.
Cumhuriyet’le birlikte gelişen bir başkent... Atatürk’ün
öncülüğünde var edilen başkentimizi, dünyanın en
büyük Ankara görselleri koleksiyonundan izlemelisiniz. Yer yer yok olan binaları, park ve semtleriyle izleyeceğiniz Ankara tarihçesi, sosyal yaşamında bugün
bile özlemini çektiğimiz dostluk ve eğlencesiyle sıcak,
görsel şölen niteliğinde doğrudan fotoğraflarıyla bizi
etkiliyor. Editörümüz Atila Cangır’ın özenle seçtiği
görseller;seriler halinde düzenlenerek, nerede, hangi
koşullarda çekildiklerine veya bugün ne durumda olduklarına dair bilgilendirici notlar eşliğinde, Ankara’yı
tanımaya,anlamaya ve tadını çıkarmaya yönelik bir albüme temel oluşturmuşlar.
Cumhuriyetin Başkenti, Uğurlu Tunalı’nın kartpostal
ve fotokart koleksiyonundan, editör Atila Cangır ve ekibinin seçim ve organizasyonuyla,2007 yılında,Ankara
Üniversitesi Kültür ve Sanat Yayınları arasında yerini
almış.2553 görselden oluşan ciltlerde, isimleri belirlenebilen fotoğrafçıların, editörlerin fotoğrafları seriler
halinde verilmiş. Ayrıca konuya bağlı olarak sıralanan
kartpostallar ve kişisel arşivlerden görseller, tarihsel dizilime uyarak düzenlenmiş. Son ciltte fotoğrafçısı bilinmeyen, herhangi bir seriye dahil edilemeyen fotoğraflar ise, Ankara’nın semtlerine göre kendi içlerinde bir
düzen oluşturularak sunulmuş.
Bu büyük koleksiyonu sabırla günümüze taşıyan Uğurlu Tunalı, kendi Ankara’sı, burada geçen tüm yaşamı ve
koleksiyonu için şunları yazıyor: “Ben doğma büyüme
Ankara’lıyım. Yuva kurmam, evlatlarımı kucaklamam
hep o sevdiğim şehirde oldu. Bozkırdan yaratılan bir
Başkent’in varoluşunu gösteren bu görüntülü belgeler
nerelerden bugünlere geldiğimizin eşsiz kanıtıdır.
Çetin bir varoluş mücadelesinin sonunda, Türkiye
Cumhuriyetin Başkenti/Atila Cangır/Ankara Üniveristesi Kültür ve Sanat Yayınları/3 Cilt, 2553 görsel, 1428
sayfa
Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kucak açan, Ankara’nın
geçirdiği evreleri seyrettikçe bize çağdaş bir ülke kazandıran, Büyük Atamız ve ideal arkadaşları ile, onları
candan destekleyen Türk Ulusu’nun azim ve irade gücü
önünde saygıyla eğiliyorum.
“Bir ulusu ulus yapan, kendi tarihine ve o tarihi yapanlara sahip çıkmaktan geçiyor” düşüncesiyle, bu dünyada bir şeyler bırakmak istedim.Bana yaşam sevinci
veren o kartları seyretmek, onları düzenlemek, koleksiyonumu zenginleştirmek gayreti emeklilik hayatımı
renklendirdi.”
lerini, çarşılarını, pazarlarını, eğlence ve mesire yerlerini ve günlük yaşamını tüm renkleriyle görebiliyoruz.
Ayrıca Cumhuriyet ile birlikte Ankara’da yapılan kamu
yapılarını, Cumhuriyet’in topluma kazandırdığı yeni
yaşam biçiminin getirdiği ve onun bir parçası olan
parkları bahçeleri, Atatürk Orman Çiftliği’ni, Barajı,
Gençlik Parkı’nı, Stadyum ve Hipodrom tesisleri gibi
Cumhuriyet’in kurucularının ve kurucu kuşaklarının
inanılmaz çabaları ve alınterleriyle ortaya koydukları
büyük birikimi adım adım yaşıyoruz.
Bu arada yıkılarak elden çıkarılan tarihi mirası, yanlış
bir şehircilik ve yeniden yapım anlayışına kurban edilen
eski semtleri ve Taş Mektep (Ankara Lisesi), Öğretmen
Okulu (MEB), Sarıkışla, Ankara Numune Hastanesi’ne
ait ilk binalar gibi Cumhuriyet öncesi tarihi binaları fotoğrafları ile hatırlayarak üzülüyoruz. Ulus, Karaoğlan,
Ulucanlar Çarşıları gibi yaşam merkezlerinin istimlaklarla yıkılışını ve bunun getirdiği kültürel yok oluşu duyar gibi oluyoruz.
Bu albümler geçmişin anılarını bugüne taşıyor. Aynı
zamanda genç fotoğrafçıların günümüz Ankara’sını fotoğraflamaları gereğini de bizlere hatırlatıyor.”
Tarihimizi korumak ve bunları bize sağlayan önderlere
saygı duymakla ilgili sözleri ne kadar doğru değil mi?
Günümüz gelişmeleri doğrultusunda bu konuda bir
yorum yapmaya gerek var mı sizce? Çevremize baktığımızda yok edilen, çeşitli rant odaklarına kurban verdiğimiz tarihi binalarımız, parklarımız, sosyal yaşam
alanlarımızın listesini tutmak kolay değil. Giderek hızlanan tarih katliamının izlerini dergimizin diğer sayfalarında da sürebilirsiniz.
Yakın geçmişimizden bir liste de Cumhuriyetin Başkenti albümlerinin sunuş yazılarından birinden yükseliyor. Ankara Üniversitesi’nin o dönemde görev yapan
rektörü Prof.Dr.Nusret Aras, kitabın önsözünde düşüncelerini şöyle açıklıyor:
“Fotoğraflarda Ankara’nın tarihi yapılarını, eski semt-
70 71
AFSAD
A.Ü. İletişim Fakültesi Fotoğraf ve Grafik Ana Bilim
Dalı öğretim üyesi Atila Cangır albümlerin editörlüğünü yapmış. Bu düzenlemenin mantığını, büyük bir arşivi yayına hazırlamanın zorluğunu ve yanısıra getirdiği
tatmin duygusunu önsözü içinde anlatıyor. Kendisinin
de benzer bir yorumu var: “Bu fotoğrafları çekenler ve
yayınlayanlar Cumhuriyet’imizin ve Başkent’imizin kuruluşunun görsel tarihini oluşturmuşlardır.” Süreç boyunca yaşadıklarını, Ankara görselleri için yapılan düzenlemenin emek ve emekçileri de yer alıyor yazısında.
Fotoğrafı bir yaşam biçimi olarak kabul eden bizlerin
de üzerine yüklenen görevlerden biri bu; yaşadığımız
anı fotoğraflarken makinamızı zaman zaman bir çeşit
‘bellek kaydedici’ olarak kullanmak ve önem verdiklerimizin tümüyle kaybolmaması için çaba harcamak.
Cumhuriyetin Başkenti albümlerine bakıp, sevgi ve hüzün duygularını bir arada hissetmemek ve bundan bir
görev çıkartmamak zor.
Sizlere de kolay gelsin!
Perşembe Akşamı Bisikletçileri
(PAB) Ankara
Doğaçlama
Eylül - Ekim
Arzu ÖZGEN
Bisiklet herkese farklı şeyler ifade
eder; kimileri için eğlence, kimileri için spor, kimileri içinse bir ulaşım aracıdır. Anlamı her ne olursa
olsun, bisikletin en önemli işlevi
kuşkusuz çevreye sağladığı olumlu
yöndeki katkılarıdır. Çevre dostu olmasından dolayı, aslında çevremizi
yaşanabilir kılan tek ulaşım aracıdır. Başkent Ankara’da, büyük şehir
olmasına rağmen, pek çok bisiklet
grubu bulunmaktadır ama içlerinde
katılımı en fazla olan grup Perşembe Akşamı Bisikletçileri’dir. Ben,
bisikletle Ankara trafiğine çıkma
konusunda kendime olan güvenimi
bu grup sayesinde edinenlerdenim
ve Perşembe Akşamı Bisikletçileri’nin Ankara için farklı yönlerden
önem taşıdığını düşünüyorum. Bu
nedenle, bu grubun oluşumuna en
fazla katkıda bulunan sevgili Adnan Secer ile PAB Ankara üzerine
yaptığımız sohbeti sizlerle paylaşmak istiyorum.
Sevgili Adnan, PAB ne zaman
ve nasıl oluştu?
Perşembe Akşamı Bisikletçileri, sivil bir insiyatif grubu olarak ilk kez
2007 yılında, sevgili Muhlis Dilmaç
öncülüğünde İzmir’de kuruldu. Bisikletseverler Göztepe vapur iskelesinde buluşarak şehir turu yapmaya
başladılar. PAB Ankara ise, 2008
yılında PAB İzmir’e destek amacıyla oluşturuldu ve günümüzde
Ankara’nın en fazla katılıma sahip
grubu haline geldi. PAB Ankara, bir
çok ilde de PAB oluşumu için destek verdi ve şimdi Türkiye genelinde 41 il ve ilçede PAB her perşembe
akşamı aynı saatlerde aynı amaç ve
coşkuyla pedalını döndürüyor.
PAB’ın amacı nedir?
Öncelikli olarak bisikletin çevreci ve
karbon salınımı yapmayan, temiz
bir alternatif gündelik ulaşım aracı
olduğunu halkımıza göstermek ve
bu konuda bilinç ve kamuoyu oluş-
350 İklim Etkinliği,2012 turmaktır. İkincil amacımız ise, gönüllü bir sosyal topluluk olarak toplumun lehine olan çevre ve insan
konulu sosyal etkinliklere destek
vermek ve gençlerimizi paylaşım ve
dayanışmaya yönlendirmektir.
PAB Ankara olarak şimdiye
kadar neleri başardınız, başaramadığınız neler kaldı?
Şimdiye kadar neleri başardık? Aslında oldukça fazla şey başardık.
Her şeyden önce Ankara’da ilk kez
ve düzenli olarak şehir turları düzenleyen bir grup olarak, bisiklet
severlerin bisikletle şehir trafiğine
çıkmalarını sağladık. Toplu halde
sürüş becerisi kazandırdık. Yaklaşık 5 yıldır trafiğin en işlek olduğu
noktalardan geçen rotalarımızla,
yaz kış demeden düzenli olarak
Perşembe turları düzenledik ve bu
turlarımızla yavaş yavaş araç sürücülerine bisikletçilerin trafikte
varlığını kabul ettirmeye başladık.
Kış aylarında perişan halde olan
Gölbaşı hayvan barınağına yardım
amaçlı etkinlikler düzenledik ve
f:PAB Arşivi
katılımcılarımızla her defasında
3500 köpeği besledik. Gelenekselleştirdiğimiz, UNESCO ve Çalışma Bakanlığı önderliğinde “Çocuk
İşçiliğine Hayır” etkinliği yanında
Kan Bağışı etkinlikleri düzenledik.
1 Aralık Dünya Aids Günü nedeniyle bilinç ve farkındalık yaratma
amacıyla etkinlik düzenledik. Yine
Dünya Otizm Haftası’nda “Otizmin
Farkındayız”,trafikte kaybettiğimiz
bisikletçi arkadaşlarımız için anma
turları düzenledik. Son olarak da 18
Ağustos 2013 tarihinde, tüm Türkiye genelinde gerçekleştirilen “Bisikletli Ölümleri Dursun” hareketine
aktif olarak destek verdik. Sincan
Çocuk Islahevi ziyareti ve en önemlisi geçtiğimiz yıl, bir çevre vakfı
ve ilçe belediyesi sponsorluğunda,
Ankara’nın ilk büyük çaplı bisiklet
festivalini düzenledik. Ayrıca bir
çok kez televizyon ve radyoda haber
konusu olduk ve programlara katıldık. Bir çok etkinliğimiz gazetelerde
yer aldı ve böylece bisikletli yaşam
konusunu ve gerekliliğini çok geniş kitlelere ulaştırdık. Yeni açılan
ve tüm etkinliklerin, fotoğrafların
ve bilgilerin güncellemelerinin yapıldığı www.pabankara.com web
sitemizden de bizleri takip edebilirsiniz.
Henüz başaramadığımız şey ise, bisiklet yolları yapımında yerel yönetimleri harekete geçirme konusun-
sürücü ve yayaların da sorunudur.
Maalesef hala yaya geçitlerini ve
trafik ışıklarını kullanamayan bir
toplumuz. Bu sorun sanırım eğitim
seviyesinden kaynaklanıyor. Yaya
geçidi üzerinde duran araçlar, kaldırımda yayaların geçişini engelleyen
park etmiş araçlar ve bu nedenle ya
Bir Perşembe Akşamı Sürüşü f:PAB Arşivi
da somut bir adım atamayışımız.
Ne yazık ki, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı bisiklet konusunda
- duyarlı davranmıyor ve yakın zamanda da Ankara’da ulaşım amaçlı
bisiklet yolları göreceğimiz konusunda çok umutlu değiliz.
da keyfi olarak taşıt yolunda yürüyen yayalar günlük hayatımızda hepimizin çokça karşılaştığı şeyler. Bir
bisikletçi olarak karşılaştığımız başlıca sorunlara gelince: Her şeyden
önce Ankara’nın bisiklet yolu olmayan çok az sayıdaki başkentlerden
biri olduğunu söylemek isterim. Bu
nedenle de taşıt yollarını kullanmak
zorundayız. Trafik kanunu, 60. md.
gereği, bisiklet yolu olmayan yerlerde bisiklet taşıt yolundan gidebilir.
Ancak bu kural bir çok sürücü ve
trafik yetkilisi tarafından bilinmiyor. Trafikte bisikletin kabul görmemesi ve yok sayılması bir diğer
sorundur. Bisikletin güvenli bir şekilde seyredebilmesi için araçların
şehir içinde en az bir; şehirlerarası
yollarda ise en az birbuçuk metre
uzaktan geçmesi gerekir. Bu uluslararası bir kuraldır. Ancak bizde,
bırakın bir metreyi bazı sürücüler,
kasıtlı olarak bisikletlileri sıkıştırmakta ve otomobillerinin sağ camını açarak yanımızdan geçerken
garip sesler çıkararak bağırmakta
ya da tam yanımızdan geçerken
kornaya uzun süre basarak bizleri
ürkütme çabası içine girmektedir-
Yine PAB Ankara olarak hangi kuruluş ve örgütlerle ilişki
içindesiniz, yardım alıyor musunuz?
Biz gönüllü bir bisiklet topluluğuyuz ve herhangi bir kuruluş ya da
örgütle ilişki içinde değiliz. Ancak
toplum yararına ve çevreci olan
kampanyalara, istenmesi ve de bizce uygun görülmesi durumunda
destek veriyoruz.
Ankara’da bir bisikletçi olarak
karşılaştığınız sorunlar nelerdir?
Hepimizin çok iyi bildiği gibi Ankara’da en büyük sorunlardan biri trafiktir. Türkiye geneli bir çok il gibi,
bir başkent olarak da insan odaklı,
yaya odaklı bir kent olmadığımızı
düşünüyorum. Bu sorun sadece biz
bisikletçilerin değil, aynı zamanda
72 73
AFSAD
ler. Sanırım bu davranış bozukluğu
bizim toplumumuza özgü bir şey.
Ankara’da bisiklet kullanan herkes
bu sorunla karşılaşmıştır. Başta, ne
yapacaklarını pek kestiremediğimiz
taksiler olmak üzere, toplu taşıma
araçlarının çoğu bisikletlilerin hayatlarını tehlikeye atacak şekilde
sıkıştırmalar, ani frenler yapmaktadır. Ayrıca duran araç kapılarının
birden açılması var. Ayna kontrolü
sonrası açılması gereken kapı, sağ
şeridi kullanan bizler için yine büyük risk taşımaktadır.
PAB’ın Ankara’ya katkıları olmuş mudur ve bunlar nelerdir?
Taşıt odaklı bir şehircilik anlayışının hakim olduğu bir başkentte,
çevreci, motorsuz bir taşıt olan bisikletin günlük hayatta kullanılabilirliğini göstermek adına, büyük
katkıları olduğu yadsınamaz bir
gerçektir. Ayrıca PAB sayesinde
bir çok kişi bisikletle tanışmış ve
günlük hayatta bisikleti bir ulaşım
aracı olarak kullanmaya başlamıştır. Bisiklet yollarının gerekliliği konusunda artan bisikletli sayısı yerel
yönetimlerin dikkatini çekecektir
ve bisiklet yolları yapımına daha
sıcak bakmalarını sağlayacaklardır.
PAB ile ilgili başka eklemek istediklerin?
PAB turlarımız sayesinde bir çok
yeni arkadaşla tanışıyoruz, yeni
dostluklar kuruluyor ve dayanışmamız büyüyor. “Bisikletli bir hayata
merhaba” demek isteyenler, belki
de bu öğretiyi enine boyuna sorgulayacağınız ve cevap alacağınız yer
PAB turlarıdır diyebiliriz. Bir bisiklet almadan önce bir tura katılarak
bile onlarca model ve çeşit üzerinden sahiplerine danışarak bir çok
bilgiye ulaşabilirsiniz. PAB Ankara,
yeni bir döneme giriyor. Şehrin bisikletle yaşanabilirliği ile ilgili üstüne düşen ne var ise kollarını biraz
daha sıvamak üzere. Bu hareketlenmede gönüllü komiteler oluşturmayı ve ilgili komitelerin sadece görev
alanlarında çalışmalarını devam
ettirmeyi düşünüyoruz. Böylece bisiklet ile ilgili çözümlenmesi gereken bir çok konuya destek vermeyi
arzuluyoruz.
İğne Deliğinden Nevizade
Fotoğraf
Okuma
Doğaçlama
Eylül - Ekim
Tuğrul ÇAKAR
Başkent Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi
İzlediğiniz fotoğrafı 2011 yılının
Ocak ayında Türk Amerikan Derneği galerisinde açtığım ve hastalığım
nedeniyle açılışında bulunamadığım –İğne Deliği Fotoğrafları- isimli sergimden seçtim. Pinhole fotoğrafın oluşturulması hayli güç ve
eziyetli bir çalışma biçimi. Serginin
hazırlığı aralıklarla dört beş yıl sürmüştü sanırım. Çeşitli kanallarla
kolayca edinebileceğiniz pinhole
kameralar olmasına karşın, ben karanlık kutularımı elimle yapmayı
tercih etmiştim. Öncelikle kullanacağım filmlerin boyutlarına uygun
karanlık kutular; sonra da onları
tripod üzerinde sabitleyebilmek
için düzenekler hazırlamıştım. Çekim sırasında film değiştirme şansı
olmadığı için, her biri bir kare çekebilen kutulardan çok sayıda yapmak gerekiyordu ve bunların taşınması da çok zor oluyordu. Kutuların
vizörü olmadığı için görebileceği
açıyı yaptığım testlerle buluyordum. Karanlık kutunun konuya olması gereken uzaklığını bu testlerle
çözüyordum. Çekim sonrasında ise
karanlık oda aşaması başlıyordu.
Sanırım işin en keyif veren bölümü
de buydu. Bazen şaşırtıcı sürpriz
görüntüler, bazen de çöp kutusunu
boylayan görüntüler çıkıyordu film
banyosundan.
İzlediğiniz fotoğrafın diğer çekimlerden farkı; gece çekimi olması.
Nevizade’de bir akşam keyfi sırasında acaba olur mu diye düşünüp
camera obscurayı oturduğum masanın yanındaki bir duvarın üzerine
koydum. İğne deliğinin açık bırakıldığı süre yaklaşık 15 dakika. Sokak
aslında kalabalık ama film, gelip
geçen insanları, uzun süre içinde
görmüyor. Pozlama süresince, masadaki hiçbir şeye dokunmadım,
sadece rakı kadehinden bir yudum
alıp kadehi eski yerine koydum.
Ama koyamamışım işte. Rakı ka-
İğne Deliği dehinde görülen hareket o yüzden.
Bir de sonradan gittiğimde fotoğrafın sol üst tarafında görülen Nevizade yazısı orada yoktu. Pozlama
süresinde oluşan bir ışık alışverişi
olduğunu sanıyorum. Filmi yıkadığımda çıkan sonucun tam istediğim
gibi olması, çok keyif verici bir andı.
Pinhole fotoğraf çekimi çok emek
isteyen bir çalışma biçimi. Benim
iğne deliği fotoğraf çalışmalarım,
günümüzde yaşanan görüntü kirli-
f: Tuğrul ÇAKAR
liğine bir karşı koyma olarak da değerlendirilebilir. Fotoğrafın özüne
dönmek, örneğin saniyede 12 kare
fotoğraf çekmek yerine, 12 saniyede bir kare çekmek gibi. Olağanüstü donanımlarla tüketime sunulan
teknoloji harikalarına karşı, sadece ışıktan arındırılmış karanlık bir
ortam ve küçük bir film parçası ile
oynadığım küçük bir oyun. Deklanşör sesi sonrasında gözlerini ekrana
kaydırma alışkanlığı olanlara pek
de tavsiye edilmeyecek bir oyun.
f: Tuğrul ÇAKAR
Elle Renklendirme Cam Evlerin Kadınları
Süreç bir gece yarısı yürüyüşünde başlamıştı. “Akşam Üstü Yine
Hüzün” isimli öykü kitabımın
hazırlıkları sırasında gece yarısı
kendimi atölyemden dışarı atıp
biraz yürümenin iyi geleceğini düşündüğüm bir gece yürüyüşünde.
Tüm gün yoğun insan kalabalığı
ile yaşayan Kızılay, gece saatlerinde yadırgayacağınız bir sessizliğe
bürünür. Henüz ışıkları söndürülmemiş mağaza vitrinlerinin ışığı,
yürüdüğünüz kaldırımları aydınlatır. Vakko mağazasının önünde,
(şimdilerde Kimlik oldu sanırım)
durdum. Vitrin aydınlatması yapan uzmanlardan öğreneceğimiz
çok şey var diye düşünürken camın arkasında, kusursuz bir portre aydınlatması altında duran taş
mankenin yüzündeki hüzün dolu
ifade, (bir hüzün gecesinde bana
mı öyle gelmişti bilemiyorum)
uzun soluklu bir çalışmanın ilk
karesi oldu.
Fotoğraf, dektol küveti içinde görünür hale geldiğinde, fotoğrafta
ışığın gücü bir kez daha ortaya
çıkmıştı. Seriyi çoğaltmaya karar
verişim de o gün oldu.
74 75
AFSAD
Vitrinlerde camın arkasından fotoğraf çekebilmek, istenmeyen
yansımalar nedeniyle, her zaman
mümkün olmuyordu. Neyse ki
bazı anlayışlı mağaza sahiplerine
derdimi anlatabildim. Mağaza kapandıktan sonra vitrine girmem,
ışıkları istediğim gibi düzenlemem
bu sayede oldu. Yine de çekimler
çoğunlukla yoldan geçen arabaların azalması ve cadde ışıklarının
söndürülmesi sonrasında yapıldı.
Birşeyler söyleyebilen, duygu yoğunluğu olan taş manken yüzleri
bulmak projenin en zor kısmıydı
sanırım.
Yaptığım çekimlerin baskıları tamamlandıktan sonra, birşeylerin
eksik olduğunu, çekimlerin doğrudan fotoğraf olmaktan çıkarılması gerektiğini düşündüm. Fotoğrafların içinde bana ait izler
de olmalıydı. Elle renklendirme
düşüncesi o günlerde oluştu. Bilgisayar marifeti ile renklendirme
mümkün olsa bile başka bir teknolojiyi fotoğraflarımda kullanmak istemedim. Manken yüzlerinin boyanmadan siyah/ beyaz
kalması gerektiği düşüncesi de,
yine boyama çalışmaları sırasında
oluştu. Üstelik elimle boyadığım
bir fotoğrafı tekrar aynı biçimde
renklendiremeyişim, iki boyama
arasındaki farkların oluşması, fotoğrafın tek olmasını sağlayacaktı. Her fotoğrafı iki adet basarak
renklendirdim. Bir baskı arşivimde kaldı, diğeri ise sergi sonucu
alıcı buldu.
Sergilerin açılıp kapanması sonrasında ortada bir şey kalmaması
bana hep garip gelmiştir. “Cam
Evlerin Kadınları” isimli albümün basılması, fotoğraflarımın
iki kapak arasına girmesi ve sergi
sonrasında fotoğraf severlerin kitaplıklarında yerini alması ise, bu
uzun yolculuğun son durağı oldu.
İğne Deliği Fotoğrafları ve Cam
Evlerin Kadınları isimli fotoğraf
çalışmalarının birer sanat hadisesi
olduğunu savunacak değilim. Yine
de fotoğrafın uzun yoluna yeni
çıkmış olan arkadaşlarıma, proje
çalışmalarının yararları hakkında
ipuçları verebileceğini düşünüyorum.
Sevgilerimle.

Benzer belgeler