Vatan Haini - Yeni Dünya İçin Çağrı

Transkript

Vatan Haini - Yeni Dünya İçin Çağrı
Vatan Haini
“Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Bir Ankara gazetesinde çıktı bunlar, üç sütun üstüne,
kapkara haykıran puntolarla,
bir Ankara gazetesinde, fotoğrafı yanında Amiral Vilyamson’un
66 santimetre karede gülüyor, ağzı kulaklarında, Amerikan amirali
Amerika, bütçemize 120 milyon lira hibe etti, 120 milyon lira.
“Amerikan emperyalizminin yarı sömürgesiyiz dedi Hikmet.
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.”
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz,
ben yurt hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası,
Amerikan donanması, topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla:
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Nazım Hikmet (28.7.962)
AYLIK
SİYASİ
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
SAY
Haziran 2009/06 • FİYATI 2,00 TL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X134
E
I l H JM
AR
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
•
editörden - içindekiler
Editörden...
İçindekiler
Değerli Okuyucu,
yeni sayımızla -Haziran sayımızlatekrar beraberiz.
Haziran ayında işçi sınıfı açısından akla
gelen iki önemli olay vardır:
1963 yılının Haziran ayında Türkiye
ve dünya işçi sınıfının en büyük
şairlerinden birisi, NAZIM HİKMET,
yaşama gözlerini yumdu.
Geride bıraktığı eseri ise birkaç nesil
güncelliğini koruyacak, işçi sınıfının,
emekçilerin, ezilenlerin yeni dünya
mücadelelerinde yaşayacak ve onlara
ışık tutacaktır.
İkinci büyük olay ise, 15-16 Haziran
1970'de gerçekleşen, Türkiye işçi
sınıfının mücadele tarihinde her zaman
özel yerini koruyacak olan Büyük İşçi
Direnişidir.
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişini bu
sayımızın kapağına, Nazım Hikmet'i ise
arka kapağa koyduk.
Bu sayımızda gündemi oluşturan
konulardaki haber ve yorumlarımızı
ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Gündem bölümünde son dönemin
önemli gelişmelerini irdeledik.
Güncel sayfalarımızda özellikle
devrimcilerin anmasına ilişkin yazılara
yer verdik.
Yeni İşçi Dünyası sayfalarımızda
krizin kimi sonuçlarına ilişkin ve
sınıfın mücadelelerine ilişkin yazıları
okuyabilirsiniz.
Halkların Kardeşliği sayfalarında
özellikle son dönemde bizzat hükümet ve
Cumhurbaşkanı tarafından Türkiye'nin
en önemli sorunu olduğu ifade edilen
Kürt Sorunu'na ilişkin yazıları ilgiyle
okuyacağınızı düşünüyoruz.
Panorama sayfalarında Nepal ve Sri
Lanka'daki son gelişmeleri mercek
altına aldık. Ayrıca son günlerde
gündemi belirleyen Türkiye- Ermenistan
arasındaki ilişkilerin perde arkasını sizin
için inceledik.
Yeni Kadın Dünyası, Yeni Dünya
Gençliği ve Okur Mektubu
sayfalarındaki yazıları da ilgiyle
okuyacağınızı umuyoruz.
Değerli Okurlar,
birkaç sayıdan beri H. Yeşil'in
kaleminden çıkan yeni kitabı
"Nereden Nereye Türkiye, Türkiye'nin
Sosyo-Ekonomik Yapı Araştırması"
proletaryanın bilimsel dünya görüşü
temelinde yapılan titiz çalışmanın
tanıtımını yapıyoruz.
Bütün okurlarımızı bu kitabı incelemeye
ve ondaki bilgileri işçi sınıfının pratik
mücadelesiyle birleştirmeye çağırıyoruz.
Yeni sayımızda tekrar görüşmek üzere...
6.6.2009, Yeni Dünya İçin Çağrı❧
Türkiye'nin SosyoEkonomik Yapısı
- kitapçılarda -
GÜNDEM
“Faşizm var” Günaydın! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Anayasa değişikliği rafa kaldırıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Yargının fotoğrafı, hali pür meali. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Genel Kurmay’dan yeni balans ayarları. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Basın özgürlüğü ve Türkiye. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti ve Türkiye- Ermenistan . . . . . . . . .
3
4
4
5
7
7
GÜNCEL
İbrahim’i andık . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8
Orhan Yılmazkaya katledildi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
Kaypakkaya Adana’da anıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
“Fırat suyu kan akıyor baksana". . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
Esenyurt’ta Denizler anıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10
YENİ İŞÇİ DÜNYASI
15-16 Haziran: Yeniden Mümkün…. . . . . . . . . . . . . . . . . .
1 Mayıs’ın ardından…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
IMF’in yeni öngörüsü gerçekleşecek mi?. . . . . . . . . . . . . . .
Nasıl geçiniliyor? . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
2008 yılı işsizlik rakamları açıklandı. . . . . . . . . . . . . . . . . .
Okuyun sıkılmayacaksınız! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Mersin Limanında işçiler kazandı. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Kriz paneli üzerine notlar. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Toros Gübre'de 6. Grev de Anlaşma ile Sonuçlandı . . . . . . . . . .
Adana'da kriz ve işçi sınıfı paneli. . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Eğitim-Sen yürüyüşüne polis saldırısı. . . . . . . . . . . . . . . . .
Denizli’de 1 Mayıs . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
EK:1
EK:2
EK:3
EK:4
EK:4
EK:5
EK:6
EK:7
EK:7
EK:7
EK:8
EK:8
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“Kürt sorunu”nda güzel şeyler mi olacak? . . . . . . . . . . . . . . . .
DTP’den en kitlesel . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
süreli açlık grevi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Güney Kürdistan’a yönelik askeri operasyon . . . . . . . . . . . . . .
“İyi şeyler olmuyor” . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
İsmi değiştirilen köy sayısı: 12 bin 211 . . . . . . . . . . . . . . . . . .
11
12
12
12
13
13
YENİ KADIN DÜNYASI
Emine Arslan direnişe devam ediyor . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
PANORAMA
İktidar mücadelesini kim kazanacak? - NEPAL - . . . . . . . . . . . . . 15
Katliamların hesabı bir gün mutlaka sorulacak! - SRİ LANKA -. . . . . . 16
Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde gelişmeler…. . . . . . . . . . . . . . 17
OKUR MEKTUBU
Dokunulmayanlara bir örnek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ
ÖSS Duvarını Yıkalım etkinliği yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . 19
• ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer
• Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi:
Hüseyin Ağa Mah., Balo Sok. No: 29/5 Beyoğlu - İstanbul
• Tel. /Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap:
Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654
• Sayı: 134 · Haziran 2009 • ISSN 1301-692X134
• Fiyatı: Türkiye: 2,00 TL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro
• Baskı: Uğur Matbaacılık · Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2.
Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul
• Yayın Türü: Yaygın Süreli
[email protected]
www.ydicagri.org
2
gündem
“Faşizm var”
Günaydın!
Kürt sorunu için tarihi fırsat açıklamaları yapılıyor,
diğer taraftan yasalar çerçevesinde kurulan sendikalar
basılıyor, operasyonlarla sorunun “çözülmesine” gayret
ediliyor, savaş tırmandırılıyor. vb. vb. Son noktada
insanlar trübin sloganlarına zorlanıyor: “Burası
Türkiye! Buradan çıkış yok!” Oysa tarih çıkış yolunu
berrak bir şekilde gösteriyor.
U
luslararası ekonomik kriz
sürüyor ve sürdükçe işçileri,
emekçileri vurmaya devam
ediyor. Buna karşı alınan önlemler
ise sadece patronlar tarafını sevindiriyor, işçi ve emekçiler lehine krizin etkilerini azaltmıyor. Örneğin
otomotiv ve mobilya sektöründeki
stokların eritilmesi için yapılan KDV
indirimlerine rağmen satışlarda beklenen artış olmadı. Ama patronlar
bu indirimleri fırsata çevirmek için,
kar oranlarını arttırdılar. Yine bu
dönemde işçilerin işten atılmasında
veya büyük bir kısmının kazanılmış
haklarına saldırılarda bir azalma olmadı. Hatta bazı şirketler işçi çıkararak, kalan işçilerin daha fazla çalıştırılması ile karlarına kar kattılar, kriz
döneminde büyüdüler. Kısaca işçi
sınıfı geçtiğimiz ayda da patronların yaratmış olduğu krizin faturasını
ödemeye devam etti.
Son olarak patronlar ve kendi üyelerinin bile taleplerine kulak tıkayan bazı sendikalar birleşerek işçi ve
emekçilere “evine kapanma pazara
çık” dediler. Aslında işten atılan, ücretleri düşürülen milyonlarca işçi ve
emekçi ile dalga geçtiler. Eğer kendilerine güveniyorlarsa evlerinde karlarını hesaplayan patronlar ve onların
işbirlikçisi olan sendika bürokratları
pazara çıksınlar. Pazarda esnafın,
işçinin, emekçinin, işsizin onlara
diyeceklerini dinlesinler. Gerçi yüksek karlar elde eden patronlar ile bu
karlardan nemalanan işbirlikçi sendikacıların insanları pazara çıkmaya
davet etmeleri de olağan. Çünkü onlar tüm insanların kendi gittikleri
büyük alışveriş merkezlerine gittiklerini sanıyorlar. Durumları İngiltere
kraliçesinden farksız. Kraliçe, halkın
çok yoksul olduğunu, ekmek bulamadıklarını söyleyenlere cevabı tarihe geçer: “Ekmek bulamıyorlarsa
pasta yesinler”.
Krize karşı hükümet cephesinde
de durum farklı değil. Tuzları kuru
olanlar ne anlasınlar yoksulun halinden. Şimdi yeni ekonomik paketler
açıklama arifesindeler. Yıllarca devletin elini ekonomiden çekmesini,
üretim ve ticaret yapmamasını savunanlar şimdi tersi bir durumdalar.
Devletin her ekonomik müdahalesinde yaygara koparan patronlarda
“her şeyi devletten beklemeye” başladılar. Patronlar adeta birbirleri ile
yarışarak hükümetten yardım talep
ediyorlar. Eee tabi ki “devletin malı
deniz yemeyen keriz”.
Demokrasi, faşizm ve
adaletsizlik…
Geçtiğimiz günlerde Hükümetin
AB’den sorumlu bakanı AB ile uyum
sürecinde “vites büyüteceklerini”
açıkladı. Cumhurbaşkanı Gül “Kürt
sorunu Türkiye’nin birincil sorunudur” dedi. Öncesinde ise Kürt sorununun çözümü için tarihi bir fırsat
olduğu ve iyi şeyler olacağı açıklamaları yapıldı. Bir anda olumlu bir
hava esti. Merakla neler olacağını
beklemeye başlamışken KESK Genel
Merkezi ile birlikte eş zamanlı olarak
Van, İstanbul, Manisa ve İzmir’de
KESK’e bağlı sendikalar polis tarafından basıldı. Çok sayıda sendikacı
gözaltına alındı. Gerekçe ise KESK’in
PKK ile bağlantılı olduğu iddiası.
Yine İçişlerine bağlı olan polis DTP
milletvekillerini ifade vermeye ve
eğer gelmezlerse zorla götürüleceklerini açıkladı. Bunun üzerine yeni
bir gerginlik dönemi yaşandı. Tüm
milletvekilleri gibi dokunulmazlıkları olan ve bu nedenle de yargılanamayacak olan DTP milletvekilleri
haklı olarak ifade vermeye gitmeyeceklerini açıkladılar. Meclis başkanı
başta olmak üzere birçok milletvekili
DTP’nin gerginliği arttırmaması gerektiğini, yani kısaca ifade vermeye
gitmelerini istedi. Ama söz konusu
Cumhurbaşkanı Gül olduğunda tersini savunmaya başladılar.
Ama tüm bunlara rağmen geçtiğimiz aya damgasını vuran açıklama
Başbakan Erdoğan’dan geldi: “Farklı
etnik kimliklerin kovulması faşistlikti. Bu hatalara zaman içerisinde,
zaman zaman biz de düştük”. Bir
taraftan böyle bir açıklamaya kadar
gelinmesi elbette sevindirici. Ama
yıllarca bu ülkenin faşizmle yönetildiğini söyleyen, Türk ulusu dışındaki
ulus ve milliyetlere baskı uygulandığını, katledildiklerini, soykırıma
uğradıklarını söyleyen devrimcilere,
komünistlere kulaklarını tıkayanların, tersine bunları açıklayanları
bölücülükle suçlayanların bu açıklamayı yapmaları şaşırtıcı. Oysa aynı
Erdoğan zaman zaman “ya sev, ya
terk et” söylemini de kullanıyordu.
Şimdi ise bunu “zaman zaman bizde
aynı hatalara düştük” diyerek geçiştirmeye çalışıyor. Biz yıllardır söylüyoruz, bu ülke faşizmle yönetildi, yönetiliyor. İktidar dalaşı çerçevesinde
AKP Hükümeti ile bazı şeylerin değişmeye başlaması sorunun esasını
değiştirmedi. Örneğin bir taraftan
böyle açıklamalar yapılırken, diğer
taraftan KESK’e olduğu gibi birçok
kurum, Temel Demirer’e olduğu gibi
bir çok insan faşizmin soğuk yüzü ile
tekrar karşılaşıyor. İnsanlar “bölücülük” suçlaması ile yargılanıyor, hapse
atılıyor.
Başbakanın bu açıklaması üzerine
ise CHP’liler ayağa kalktı. CHP’li
Canan Arıtman TBMM’ye Başbakan
Erdoğan’ın yanıtlaması istemiyle
“Türkiye Cumhuriyeti Devleti faşist bir
devlet midir? Hangi etnik kimlikten kaç
kişi kovulmuştur?” sorusunu yöneltti.
Başbakanın daha önceleri de olduğu
gibi açıklamasını ilerletmeyeceğini,
çark edeceğini tahmin edebiliriz.
Ancak biz bu konuda hem Erdoğan’a
hem de CHP’lilere “Günaydın” dedikten sonra Arıtman’ın sorusuna
olumlu cevap veriyoruz. Yaklaşık
bir milyon Ermeni sürgün edilerek
soykırıma uğramıştır. Yıllardır Kürt
halkına baskı uygulanmış, insanlar katledilmiş, binlerce Kürt yerini,
yurdunu terk etmeye zorlanmıştır.
Zorunlu mübadele yasalarıyla, yaratılan provokasyonlarla, katliamlarla
Rumlar, Süryaniler, dini farklılıkları nedeniyle Aleviler yok edilmeye
çalışılmış, asimilasyona uğratılmış,
kovulmuşlardır.
Buradan çıkış yolu…
Zaman zaman söylenir “Burası
Türkiye!”. Gerçekten de yaşanan
gariplikleri açıklamak için bazen
kelimeler yetersiz kalıyor ve “Burası
Türkiye!” diyoruz. İç dinamikleri,
karmaşıklıkları, çelişkileri kendine
özgü bir yol izliyor. Bir taraftan demokratikleşiyoruz, bir taraftan son
birkaç yıldır nispi olarak uzaklaşılan
faşizme dönüyoruz. Bir taraftan 301.
madde değiştiriliyor, diğer taraftan
insanların yargılanmaları hız kesmiyor. Gül’ün dokunulmazlığı var
yargılanamaz deniyor, diğer taraftan
DTP’liler ifade vermeye zorlanıyor.
Kürt sorunu için tarihi fırsat açıklamaları yapılıyor, diğer taraftan yasalar çerçevesinde kurulan sendikalar
basılıyor, operasyonlarla sorunun
“çözülmesine” gayret ediliyor, savaş
tırmandırılıyor. vb. vb. Son noktada
insanlar trübin sloganlarına zorlanıyor: “Burası Türkiye! Buradan çıkış
yok!” Oysa tarih çıkış yolunu berrak
bir şekilde gösteriyor.
15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi
Direnişi bize çıkış yolunu gösteriyor. Sendikalar yasasında yapılacak
bir değişiklik ile DİSK’in tasfiyesini
amaçlayan hakim sınıflara, işçi sınıfı büyük bir cevap verdi. İstanbul
ve İzmir’de 150 bin işçinin direnişini
durdurmaya, fabrika bölgelerinden
gelen işçilerin birleşmesini engellemeye çalışan asker ve polis barikatları dağıtıldı. Silahsız işçilere karşı
silah kullanan güvenlik güçleri üç
işçiyi katletti. Yine de eylemi durduramadılar. İşçi sınıfı bu mücadelesi
ile yasanın değiştirilmesini engelledi.
İşte bu ders bugünkü sorunların çözümünün biricik yolunu gösteriyor:
İşçi sınıfının, egemenleri iktidardan
alarak kendi iktidarını kurmasının
yolunu. Halklar arasında gerçek barışın olacağı, ekonomik krizlerin, yoksulluğun, adaletsizliğin son bulacağı
yeni bir dünya işçi sınıfının mücadelesi ile kazanılabilir. İşçi sınıfı önderliğindeki emekçilerden, ezilenlerden
başka güçlerden medet ummak bizi
başladığımız noktaya getirir. İşçi sınıfı önderliğinde devrim olmadan,
buradan çıkış yok!
31.05.2009 √
3
gündem
Anayasa değişikliği rafa kaldırıldı
A
4
KP bilindiği gibi seçim kampanyası sırasında Anayasa
değişikliği sorununu yeniden
gündeme getireceğini ve Anayasa
değişikliği için partiler arasında
anlaşma sağlamaya çalışacağını
açıklamıştı.
Yine bilindiği gibi, AKP programında 1982 Anayasasında değişiklikler değil, yeni bir Anayasa
öngörüyordu.
Yeni Anayasa taslağı üzerine tartışmaların bir mutabakat sağlamaya
izin vermediğinin görüldüğü noktada, AKP, AB’ye uyum yasaları çerçevesinde kendisinden önceki hükümetler döneminde başlanmış olan
mevcut Anayasa’da bazı maddelerin
değiştirilmesi yönünde adımlar atmaya başladı ve AKP hükümeti döneminde bir dizi maddede CHP’nin
de katılmasıyla bir dizi değişiklik
yapıldı.
Şimdi yerel seçimler sonrasında
Anayasa değişikliği yine gündeme
geldi. Başbakan Erdoğan'ın Meclis
Başkanı Köksal Toptan ile görüşmesi
tartışmaları alevlendirdi.
Anayasa'nın tümden değiştirilmesi için tüm partilerin katılımıyla
uzlaşma komisyonu kurulması
gerekiyor.
CHP bu komisyona üye vermediği
için, yeni bir anayasa için kapılar şu
anda kapalı. O yüzden şimdi, birkaç
maddelik yeni bir paket gündeme
geldi.
Bu yeni “mini paket”te Avrupa
Birliği'nin ev ödevi olarak dayattığı
ombudsmanlık yani kamu denetçiliği kurumu, parti kapatmaların, sadece şiddete yönelen partiler için uygulanması, onun dışında parti yasağı
olmaması, Anayasa Mahkemesi'nin
yeniden yapılandırılması, Yüksek
Askeri Şura'ya, Hakimler ve Savcılar
Yüksek Kurulu'na ilişkin düzenlemeler öngörülüyor. Yüksek Askeri Şura
kararlarının yargı denetimine açılması öngörülüyor.
Aslında CHP’nin (ve Anayasa
Mahkemesinin)
on ay l a m a d ı ğ ı
bir Anayasa değişikliğinin geçmesi mümkün
değil. CHP’nin
on ay l a m a d ı ğ ı
bir A nayasa
değişikliği,
bu nd a n önc e
Anayasa’nın 10.
ve 42. maddesinde yapı la n
değişiklikte
yaşandığı gibi,
Anayasa mahkemesi ne göt ü r ü lüp ipt a l
ettirilme tehdidi altındadır.
Anayasa mahkemesi söz konusu
değişikliği iptal kararıyla aslında
kendisinin Anayasa yapıcı kurum
olduğunu göstermiştir. Bu yüzden
CHP’nin Anayasa değişikliği önerileri konusunda tavrı belirleyicidir.
CHP’nin andaki tavrı ise, AKP ile
hiçbir Anayasa değişikliği yapmamak tavrıdır.
Bu bağlamda Oktay Ekşi’nin 8
Mayıs’ta Hürriyet’teki köşesinde yayınlanan yazısı, CHP zihniyetinin
nasıl işlediğini göstermesi açısından
ilginçtir. Şöyle diyor Oktay Ekşi:
“ (…) Gerçi yeni projenin asıl karakteri henüz belli değil. Ama hiç değilse
"Anayasa Mahkemesi'nin üye sayısını
11'den 17 veya 21'e çıkartalım. Bu sayı
17 olursa 9'unu, eğer 21 olursa 12'sini
TBMM seçsin. Hatta iktidar bütün
üyeleri kendi adayları arasından
seçmesin diyorsanız, aynen Radyo
Televizyon Üst Kurulu Yönetimi'nde
olduğu gibi burada da iktidara ve muhalefete kontenjan ayıralım" dediklerini biliyoruz.
Bir de "siyasi partileri kapatm ay ı z orl a ş tır m a" niye tin d e n
söz ediliyor ama onu -yer darlığı
nedeniyle- erteleyelim.
Elbet ihtiyaç varsa Anaya sa
Mahkemesi'nin yapısı da ele alınabilir, işlevleri de konuşulabilir.
Ama in saf edil sin , Anaya sa
Mahkemesi'nin daha bundan 12 gün
önce yapılan 47'nci kuruluş yıldönümü töreninde yanılmıyorsak en az
bir saat konuşan Anayasa Mahkemesi
Başkanı Haşim Kılıç'ın bir tek kelimeyle olsun değinmediği bir "üye yapısını değiştirme önerisi"nin mahkemenin ihtiyacından doğduğunu kim
söyleyebilir?
Buradaki ihtiyaç, AKP iktidarının karambole getirip Anayasa
Mahkemesi'ni kendi yörüngesine
sokma -ele geçirme demiyoruz- planından doğmaktadır.
"Sen bu partiyi kapatmaya gücünün yettiğini mi sanıyorsun? Kimin
gücü kime yetermiş görürsün" hesabı-
dır bu.
Ve o kararda verilen bir "son damla"
mesajı vardı ya... Hani "AKP aslında
Anayasanın temel ilkelerine aykırı eylemlerin odağı haline gelmiştir. Bunun
bir adım sonrası kapatılmaktır. Ama
şimdilik para cezasıyla yetinmekteyiz"
anlamındaki hüküm...
AKP bu sonucu engellemek için
Anayasa'ya uymayı değil, Anayasa'yı
kendine uydurmayı tercih ediyor.
Bardağı taşıracak o son damlayı tartışmaya gerek kalmadan, "kapatılma"
ihtimalinin önünü kesmeye çalışıyor.
Hele bir de " kapatılma yerine
şunu şunu yapmaya mecbur edilme"
veya "partiyi değil, ilgili kişiyi cezalandırma" gibi yaptırımlar getirilirse, artık AKP'ye karada ölüm yok
diyebilirsiniz.
O zaman liseler medrese olmuş ne
yazar? Kamu çalışanları arasında
türban egemen hale gelmiş, hiç sorun
olmaz.
Sonra sıra "erkek hastaya erkek,
kadın hastaya kadın doktor"a gelir,
"kızlarla erkek öğrenciler ayrı sınıflarda ders görsün"le devam eder... Ve
Türkiye, "menzil-i maksuda" yani istenen adrese tıpış tıpış yürür gider.
"Abartıyorsun" diyenler çok değil 10
sene önceki Türkiye ile bugünkünü kıyaslasın yeter.”
Yani kısacası: Anayasadaki Parti
Kapatılması ile ilgili hükümler kalmalıdır. Bunlar kaldırılırsa şeriata gideceğizdir. Parti kapatılması ve diğer
konulardaki Anayasa değişiklik önerilerinin arkasındaki niyet Türkiye’yi
şeriata götürmektir! vs.
B u k a f a d a o l a n l a r ı n 19 8 2
Anayasasını demokrasi savunma
adına savunmalarından doğal bir şey
olamaz.
Bu yüzden de şimdi yürüyen
Anayasa değişikliği tartışmaları
şimdilik nafile tartışmalar olarak
yürüyor.
9 Mayıs 2009 √
Yargının fotoğrafı,
hali pür meali
T
ürkiye Ekonomik ve Sosyal
Etütler Vakfı’nın (TESEV)
adına Ankara Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat
Sancar ve araştırmacı Süavi Aydın
tarafından gerçekleştirilen ‘Algılar
ve Zihniyet Yapıları’ adlı proje, iki
kitap haline getirildi. Kitaplardan
birinde farklı illerde yüz yüze görüşülen 70 vatandaşın, diğerindeyse 51
hâkim ve savcının görüşleri yer alıyor. Araştırmaya göre halk da yargı
mensupları da yargıdan çok ümitli
değil. Bu bağlamda
görüşülen kişilerin
yargı hakkında kimi
düşünceleri şöyle :
Vat a nd a ş ı n
gözünden
* Arabam soyuldu. Yüzde 100
ha k l ı oldu ğ u nu z
konuda polisler rapor tutuncaya kadar
göbeğimiz çatladı.
Yok sigara al, yok
kola al, yok bilmem
ne! Nerede ka ldı
ha k, ada let , hukuk.. Yanlış mıyım?
(Bursa)
* Yargı devletin
kendisi... (Kars)
* Allah kimseyi
mahkemeye salmasın (düşürmesin).
(Karslı bir kadın)
* Ağ ı r cez a ma h kemesi deyince suratsız hâkim ve savcılar
hatırlıyorum.
* Düşünce suçundan yargılandığınızda daha tedirgin oluyorsunuz. ...
Adi suçlarda insanlar kendini biraz
daha rahat hissediyor. (Diyarbakır)
* Adliyeye girdiğin zaman ilk başta
korku hissediyorsun. Güvende hissetmiyorum. (Denizli)
* Yıllardır bizde mahkeme fobisi
var. Çünkü işkenceler baskılar vs.
çok olmuş. (Diyarbakır)
gündem
Arabam soyuldu. Yüzde 100 haklı
olduğunuz konuda polisler rapor tutuncaya
kadar göbeğimiz çatladı. Yok sigara al, yok
kola al, yok bilmem ne! Nerede kaldı hak,
adalet, hukuk.. Yanlış mıyım? (Bursa)
* Adalet demek bir görgü demektir,
iyi insanlara, iyi adamlara adalet denir. (Erzurum)
* (İdeal hâkim) Sosyal yaşantıya
sahip olabilmeli. Günde iki farklı gazete okumalı. Kahveye, diskoya gitmeli. Plaja inmeli. Her yerin nabzını
tutup aksaklığı da kafasında bir sentez etme yetisine sahip olmalı. Onun
için iyi bir akla sahip olması gerek.
(Samsun)
* Mahkemelerden biraz adaletli olmasını beklerim yani. (Kars)
* Siz ifade veriyorsunuz, hırsızı
salıyorlar. ‘Yine çağırabiliriz sizi’
diyorlar. Hiç olmadık bir zamanda
çağırıyorlar, o zaman işinizi gücünü
bırakmak zorunda kalıyorsunuz.
(Bursa)
* Hâkimin verdiği karara herkes
saygı duymalı. Ama valla yüzde 60’ı
adil karar verse, yüzde 40’ının verdiğini sanmıyorum.
* Ben bir olay yaşadım, savcının
bana direkt dediği laf şu: Para mafyada, mafya da iş yaparsa olacağı bu.
Yani boşuna gelme diyor.
* Mafya babaları takım elbiseyle
mahkemeye çıkınca, iyi halden cezaları epey indirilebiliyor. Siyasi tutuklulara bu tür ayrıcalıklar tanınmıyor.
Bu etkisi var ama bence yanlıştır.
(Diyarbakır)
Hâkim ve savcı gözünden
* Gerçekten yargı bağımsız değil
bana göre. Ya Türkiye bir kere hukuk
devleti değil ki yargı bağımsız olsun.
* ... Ferhat Sarıkaya (Şemdinli
iddianamesini yazan) arkadaşımız! Meslekten ihraç edilmesi, çok
yanlış...
* Yargı etki altına alınmak isteniyor, yargıya baskı var bugün diyebilirsiniz, baskı altına alınmak
isteniyor...
* Vallahi biz hâlâ bir adım ileri gidiyoruz, iki adım geri gidiyoruz... Dur
deyip durmayana ateş edilmez, önce
başka tedbirleri almak lazım. Kolluk
güçleri yerini bilecek, yani hâkim
yerine, savcı yerine geçmeyecek; ona
izin vermemek lazım.
Araştırmanın daha önce basına
yansıyan yargıdaki devletçi ve ulusalcı zihniyeti ortaya koyan sonuçlarının da ayrıntıları kitapta dikkat
çekiyor. Yargıç ve savcıların Avrupa
Birliği uyum süreci, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi ve Anayasa’nın
uluslararası antlaşmaları mevcut yasaların üstünde gören 90. maddesinin uygulanması ilgili söyledikleri.
Araştırmada insan haklarının önemini vurgulayan yargıç ve savcıların
bile bu konulara milliyetçi, izolasyonist ve hatta ırkçı kalıplarla baktıkları tespiti yapılıyor.
Özellikle AB uyum sürecinde 90.
maddede yapılan değişiklikle Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin mahkemelerde hâkimler tarafından dikkate
alınıp alınmadığı konusunda verilen
cevaplar dikkat çekici.
Adları verilmeyen bazı üst düzey
hâkimlerin verdiği cevaplardan kimi
örnekler:
- “Bence yanlış. Niye yanlış?
Türkiye Cumhuriyeti bu yetkiyi tanımakla Meclis’in egemenliğini hiçe
saymıştır bence. O zaman nerede
kaldı egemenlik.”
- “Uluslararası antlaşmalarda ilk
aklıma AB ile yaptığımız o absürd
anlaşmalar geliyor. Tabii ki ben dünyada insanların eşit olmasından yanayım. Ama ben Türkiye Cumhuriyeti
savcısıyım benim iç hukuk kurallarım vardır.”
- “Önce onuru gelir, ülkemin
onuru, bağımsızlığı, saygınlığı, yani
onurlu bir ulusun mensubu olmayalım. Ben biraz dışarıya kapalıyım
herhalde. Ben bir ay maaş almam.
Bir ay maaşımı ülkeme bağışlarım.
Bağımlı yaşatmasın beni.”
- (AİHM kararıyla yargılanmanın
yenilenmesi için) “Çok çirkin buluyorum, yani Türkiye’de bir hukuk
sistemi vardır. O kişi yargılanıyor,
Yargıtay’a gidiyor, kesinleşiyor, gidiyor başka bir ülkeye ben beğenmedim diyor. Bir ülkeyi ülke yapan
bağımsız yargısı.”
TESEV araştırması aslında malumu bir kez daha ilan ediyor. TESEV
söylemiyor ama biz sonucu söyleyelim: Türkiye Hukuk değil, Guguk
devletidir.
Bu arada fakat bir şeyin de bilince
çıkartılması lazım: Bir ülke ancak
vatandaşları haklarının ne olduğunu
bildiğinde ve bu haklara sonuna kadar sahip çıktığında, hakkı için sonuna kadar mücadele ettiğinde hukuk devleti olur. Bu bağlamda, araştırma “vatandaş“ın aslında hukukun
işleyişinden memnun olmadığını
gösteriyor. Hukuksuzluğun hüküm
sürdüğünü biliyor vatandaş. Fakat
bundan çıkardığı sonuç -genelde“Allah Mahkemeye düşürmesin“ sonucu. Bu yanlış. Türkiye’de bu genel
yaklaşım değişmedikçe, insanlar
hakkını aramayı en temel hak ve görevlerden biri olarak kavramadıkça
ve buna uygun davranmadıkça, bu
sistem böyle sürüp gidecektir.
14 Mayıs 2009 √
Genelkurmay’dan
yeni balans ayarları
G
enel Kurmay Başkanı İlker
Başbuğ Harp Akademisinde
yaptığı 200’e yakın medya
temsilcisinin de çağrılı olarak katıldığı toplantıdan iki hafta sonra
bu kez Genel Kurmay karargahında
yalnızca çağrılı medya mensuplarının katıldığı bir “İletişim Toplantısı”
gerçekleştirdi. Bu toplantıda Genel
Kurmay başkanı, bir parti başkanı
gibi güncel siyasi gelişmeler konusunda, bir savcı gibi yürüyen bir
dava konusunda açıklamalarda bulundu, her kurumun görevleri hakkında ordunun görüşlerini anlattı.
Yaptığı aslında kağıt üzerinde yapmaya hakkı olmadığı bir şeydi. Fakat
burası Türkiye. Ve konuşan devletin
gerçek başı !
İşte devletin gerçek başına bu toplantıda sorulan (bazılarını kendi
kendine sorup/cevap veriyor!) bazı
sorular ve cevapları :
“Murat Çelik: Obama’nın ziyaretinde TBMM’de locadaki yerinizi almanız farklı yorumlara neden oldu.
(…)
Başbuğ: Biz TSK olarak ne TBMM’yi
ne de Meclis’teki partileri protesto
etme durumumuz olmaz. Ancak
Meclis içinde yer alan bir grup siyasi
parti olarak gözüküyor. Bu siyasi parti
terör örgütü ile olan ilişkisini ve bakışını açıklığa kavuşturmadan onlarla
aynı ortamda olmamız söz konusu
değil. Ben bu sabah 9 şehit veren bir
kurumun komutanıyım. Her şey ifade
edilince olay daha karmaşık hale geliyor. Terör örgütü ile arasına mesafe
koyamayan bir grupla aynı yerde bulunmamaya özen göstermemizi bütün
Türk halkının anlayışla karşılayacağını düşünüyorum. İşte bu parti terör
örgütü ile hala mesafe koyamıyor. Bu
terör örgütü bu sabah 9 tane personelimizin canını aldı.”
Görüldüğü gibi Başbuğ burada
Meclise seçilip gelmiş DTP’yi açıkça
hedef gösteriyor. DTP’ye yönelik saldırılar göz önüne alındığında, bu
saldırıların arkasında duran gerçek
gücün adının konmasıdır bu. Burada
Başbuğ’un bu sözlerinden şu anda kapatılma davasının beklediği Anayasa
mahkemesinde görev çıkartacak yeter sayıda yargıç vardır.
“Uğur Dündar: Savunma el bombalarından söz ettiniz. Poyrazköy'deki
kazılarda bulunan el bombalarının
kafile numaralarını taşıyan benzeri
mühimmat Emniyet’e verilmiş olabilir mi?”
Doğan Medya’dan Ergenekon sulandırıcılarının başında gelen Uğur
Dündar, buradaki çanak soruyla silahları Emniyet’teki Fettullahcılar
Atatürkçü güçleri en başta orduyu
karalamak için koydu tezine destek
arıyor.
“Başbuğ: Daha ilk raporlar gelmedi. Size bir şey söylemeyeceğim.
Bu konuyu inceleyip söyleyelim. Dolu
bulunan lav var orda. O lavların bir
tanesinde bir stok numarası olan SAT
komandolarının envanterinde yok.
MKE tarafından üretilen lav silahları sadece Türkiye içinde üretilmiyor.
Yabancı ülkelere de satılıyor. Her lavın
üzerine stok numarasını vurduğumuz
zaman bu sorun ortadan kalkacak.”
Başbuğ, el bombalarıyla ilgili somut soruya cevap vermeyip, LAW
silahı tartışması içinde boğuyor sorunu. El bombalarının gösterdiği adres bellidir!
“SORU: Eski Genelkurmay Başkanı
Özkök tanıklık yaptı geçen hafta.
Genel olarak yaklaşımınız nedir bu
davaya? Sizin kanaatiniz nedir?
Başbuğ: İsim zikrediyorsunuz. Bu
yanlış. Dava ile ilgili özel isim olmadığı yönünde mahkemenin kararı var.
Bu davanın özel isimle anılmayacağı
yönünde mahkeme kararı var. Hukuk
devletiyiz, saygı göstereceğiz. İşimize
gelince evet, işimize gelmeyince hayır.
TSK olarak demokratik rejime bağlıyız ve saygılıyız. Bunda da kimsenin
en ufak tereddütte olmaması lazım.
Gerçekten bugün her ülke için ana-
5
gündem
6
yasal düzen ve hukuk düzeni çok
önemli. Biz yargıya ve hukuk sürecine
dikkatle hareket etmeye azami ölçüde
dikkat ediyoruz. Biz her zaman hukuka her zaman güvenilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Ben bu konuda
devam etmekte olan yargı süreçleriyle
ilgili bunları söyleyince benim bu konuda yorum yapmamı beklemezsiniz.
Burada sizlerle paylaşacağım düşünceler TSK’yı kurum olarak ilgilendiren konular. Mahkeme kesin karar
verinceye kadar herkes suçsuzdur. Bu
uluslararası bir hukuk kuralıdır. Bu
yürütülen soruşturma kapsamında
masumiyet ilkesine uyuluyor mu? Ben
soruyorum cevap da vermeyeceğim.”
Başbuğ, görünürde gayet ilkeli tavırlarla, Ergenekon Terör Örgütü’nün
isminin bile anılmasına karşı çıkıyor.
Sonra “yürüyen yargı süreçleriyle
ilgili konuşmayacağını” söylüyor.
Ama aslında yürüyen davada “masumiyet ilkesi”nin çiğnenmiş olduğunu “söylemeden” söylüyor! Burada
yapılan balans ayarının içeriği şu :
Ergenekon davasında yargılananları
katiyen teşhir etmeyin. Onları teşhir
eden belgeleri yayınlamayın! Suç işlemiş olursunuz!
Bunları söyleyen Başbuğ fakat “yürüyen dava”yı değerlendirmekten de
vaz geçemiyor. Şöyle devam ediyor:
“Medya bu konuda sağlıklı hareket
etse, bu konuda sorun olmaz. Medya
olarak lütfen siz de kendinizi sorgulayın. Soruşturmanın gizliliği ilkesi
Türkiye’de gerçekten var mı yok mu?
En önemli olan noktadan bir tanesi
bu soruşturmaların veya yargılamaların yapılırken kurumların saygınlığına da zarar verilmemesi lazım.
Mecbur kaldım örnek vereceğim.
Poyrazköy’ de bulunan mühimmat
ve silahlar bir TV’de kaç dakika gösterildi? 50 dakika. Sürekli gösterildi.
Gösterilen bant herhalde 6-7 dakika.
Haberi 10 sefer geçiyorsunuz. Orada
bulunduğu için bir SAT ilişkisi kuruluyor, bir iki kişiyle bağlandırılıyor. Bu
haberdir. Kamuoyuna verilmelidir. 50
dakika verilmesinin amacı nedir? 50
dakika bu kazıların gösterilmesi defalarca gerçekten bir habercilik midir?
Yoksa acaba kamuoyuna korku ve
karamsarlık vermek midir? Medyanın
da haber verme ile verilen haberle karamsarlık yaratıyor muyuz? Bu sorgulanmalı. Bir itirafçı çıkıyor. Bir gazete
bu itirafçının konuşmalarını 5 gün
yayınlıyor. Bu bir haberdir. Bir yerde
kurumsal bağ ilişkisi kurulmaya çalışıyor. Bu elbette bizi rahatsız ediyor.
Haber elbette verilecektir. Ama elbette bu haberin süresi ve kamuoyu
üzerinde yaratacağı etki de düşünülmeli. (Medya’da bir haberin kaç dakika verileceğine, kaç kere döndürüleceğine kararı bundan böyle Genel
Kurmay versin bari! BN) Türkiye her
sabah kalktığınızda acaba kimin ses
bandıyla karşılaşacağınız bir ortama
geldi. Bunlar legal yollarla mı oluyor?
(Ergenekon dava dosyasında yer alan
tüm konuşmalar mahkeme kararıyla
dinleme sonucu ! Yani legal yolla ol-
muş ! Başbuğ bütün dinlemeleri bir
kaba atıp, hepsini illegal ilan ederek
Ergenekon’da delil olanları da sulandırıyor. BN) Hayır. Peki o ses kayıtları
doğru mu? Değil. (Başbuğ kesin karara varmış ! Mahkemeye de direktifi
veriyor. BN) İddianamelere bakıyoruz. İddianamede yer alan öyle konular var ki. İkinci iddianamede 1993’de
Bingöl’de meydana gelen olayla ilgili
bir gizli tanığın ifadesi var. Gizli tanık
kimdir, ne kadar güvenilir? Buna ne
kadar güvenilir? Olay var ama suçlanan kişilerle organik bağı yok. O zaman neden koydunuz? Ortada delil de
yok. Madem bir şey koydunuz iddianameye ismi geçen kişi ve olaylarla bir
ilişkisi olsun ki bir anlam ifade etsin.
(Başbuğ askerliği bırakmış, yargıya
geçmiş, savcılara iddianamenin nasıl
hazırlanacağı konusunda ders veriyor. Başbakanın savcılığına, ana muhalefet partisi başkanının da avukatlığına soyunduğu bir davada, TC’nin
aynen ifade ediyorum.
SORU: Günlükler yok mu, yoksa
günlüklerde yer alan iddialarla ilgili
mi yok diyorsunuz?
Başbuğ: Resmi bir şey kavramında
herhangi bir belge bizde mevcut değil. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı
ikinci iddianamede bu konuyu tefrik
etti. O süreci bekleyeceğiz. Özden
Örnek de bu günlüklerin kendisine ait
olmadığını ifade ediyor. Bu ifadelerin
büyük bir kısmı bu sürecin kamuoyuna yansımasıyla ilgili tespitlerimizi
ifade ettim. Bunlar yeni değil. Daha
önce de ifade ettim. Konuyla ilgili düşüncelerimizi gerekli yerlerde ilgililerle
de paylaşıyoruz.”
Demek ki neymiş? Genel Kurmay’ın
elinde “Resmi bir şey kavramında herhangi bir belge “mevcut değil”miş. Eh
Genel Kurmay belgeleri arasında resmen darbe notları belge olarak yoksa,
o zaman darbe günlükleri de yoktur!
Mantık bu. Neyse ki, şimdi bilirkişi
Başbuğ, görünürde gayet ilkeli tavırlarla, Ergenekon
Terör Örgütü’nün isminin bile anılmasına
karşı çıkıyor. Sonra “yürüyen yargı süreçleriyle
ilgili konuşmayacağını” söylüyor. Ama aslında
yürüyen davada “masumiyet ilkesi”nin çiğnenmiş
olduğunu “söylemeden” söylüyor! Burada yapılan
balans ayarının içeriği şu : Ergenekon davasında
yargılananları katiyen teşhir etmeyin. Onları teşhir
eden belgeleri yayınlamayın! Suç işlemiş olursunuz!
başı Genel Kurmay Başkanı’nın da
söyleyecek sözü olması yadırgatıcı
değil tabii. Burası Türkiye nihayet!
BN) Tabi bir de iddianamelere bakınca bazı olayların gizli tanık ve itirafçılara dayandığını görüyorsunuz.
Tüm yan dosyaları incelemedik ama
sadece itirafçı ve gizli tanıklara dayanması olayların insanı bir noktada
düşünmeye zorluyor. (Evet, Genel
Kurmay Başkanına göre bütün dava
“sadece!!!” evet sadece !!! itirafçı ve
gizli tanıklara dayanıyor!!! Aynen
böyle söylüyor! Böylece davaya ne
kadar vakıf olduklarını da söylemiş
oluyor. Onun gözünde “yerden fışkıran” silahlar, bombalar, mühimmat;
paşa eskilerinin ordu evinde kurduğu
karargahlardaki dolaplarından çıkan
belgeler, maddi deliller aslında hiç !!!
BN) Yargı süreci devam ediyor. Yargı
sürecine saygılıyız.” (Bu da alay etme
babından söylenen bir söz herhalde,
bunca açıklama ertesinde. BN)
Başbuğ Darbe Günlükleri konusunda da şu ilkeli açıklamayı
yapıyor:
“Medyada çıkan günlükler konusu ile ilgili olarak 12 Nisan
2007’ de Büyükanıt’a bu soru soruldu. Büyükanıt’ın verdiği cevabı
hatırlatmak isterim: Genelkurmay
Başkanlığı’nın elinde bu konu ile ilgili
hiçbir belge yoktur. Bunu açıkça ifade
ediyorum. Ben de 29 Nisan’da bunu
raporu yayınlandı ve Örnek’in “bana
ait değil” dediği notların ona ait olduğu belgelendi.
Başbuğ konuşmasının bir bölümünde Ergenekonculardan gelen
askeriyenin kendilerine yeterli sahip çıkmadığı, askerin denetimindeki mekanlarda arama yapılmasına
göz yumulduğu, hükümetle Genel
Kurmay arasında Ergenekoncuların
tasfiyesi bağlamında zımni bir anlaşma olduğu vb. değerlendirmelerinden rahatsızlığını dile getiren şu
tespitleri de yapıyor:
“Kamuoyunda çok yanlış yansıtılan
bir konu. Bu süreçle ilgili olarak deniliyor ki soruşturma sürecine Gen.
Kurm. Başkanlığı izin veriyor, destek
veriyor. Hukuk devletinde (Guguk
devleti aslında. Hukuk devletinde bu
Genel Kurmay Başkanı bu demecin
ertesi günü kapı önüne konur! BN)
herhangi bir kurumun yürütülmekte
olan bir yargı sürecine destek vermesi ya da vermemesi gibi bir şeyin
düşünülmesi kadar ayıp bir şey yoktur. Önemli olan bu sürecin yasalar
çerçevesinde yürütülüp yürütülmemesi. (Fakat bu soruşturma sadece
gizli tanık ve itirafçı ifadelerine dayanılarak yürütülmüyor muydu???!!!
BN) Özel yetkili ağır ceza mahkemelerinin yetki ve görevlerini iyi anlamalısınız. Bunların yetkilerini iyi
anlamak lazım. Ceza Muhakemeleri
Kanunu’nun 11. madde 5. fıkrasında
askeri mahallerde nasıl arama yapılacağı belli. Cumhuriyet savcılarının
istem ve katılımıyla askeri makamlar
tarafından yerine getirilir. Bu arama
askerin müsaadesi ile yapıldı. Hayır
efendim böyle bir şey yok. Madde
çok açık. Bu bazen bu aramaya asker müsaade etti diye yorumlanıyor.
Savcılık Merkez Komutanlığına bilgi
verir. Merkez Komutanlığı’na gelinir
ve arama neyse yapılır.”
Başbuğ kimi paşa eskilerinin
GATA’ya sevkedilip, Gata raporlu
tahliye edilmeleri konusunda medyanın bir bölümünde çıkan yorumlardan rahatsızlığını da sorulmadan
dile getirip şöyle diyor:
“Sormadınız ama açıklayacağım.
GATA ile ilgili yazılan çizilen konuşmalar. Tutuklu statüsünde olan muvazzaf veya emekli askerlerin askeri
hastanelere sevki mevcut mevzuat
çerçevesinde ve Adalet Bakanlığı’nın
dahilinde yapılır. Bizim hiçbir dahilimiz yoktur. Adalet Bakanı bu konuyla
ilgili açıklama da yaptı. Sanki sevkleri
biz yapıyoruz gibi gösteriliyor. Bu yalan ve iftira GATA Haydarpaşa’ya yapılan sevkler İstanbul Tabip Odası tarafından incelendi ve rapor da yayınlandı. Sevk ve Hekimlik konusunda
sorun yoktur dendi. Siz kalkıp sistemli
bir şekilde bu kişiler hasta değil, bilerek sevkedildi derseniz. Bu sevkler
Bakanlık dahilinde oluyor. (Adalet
Bakanlığı bu konuda açıklama yaptı
ve bakanlığın GATA’ya havale konusunda hiçbir dahli olmadığını açıkladı. Birileri yalan söylüyor yani. BN)
Tedaviler asılsız derseniz ne biliyorsunuz denir. Bazı tutukluların nakli asker tarafından yapıldı. Tutukluluktan
serbest kalan bir kişi söyleyin. GATA
Haydarpaşa’da yapılan her şey hukuk
ve kanun neyse ona göre yapılmaktadır. Bu konuyu böyle yalanlarla gündeme getirmek ahlaksızlıktır.”
Başbuğ darbe konusunda TSK’nin
kendi bünyesinde bir soruşturma
yürütüp yürütmediği sorusuna da şu
cevabı veriyor:
“Burada bu kelimelerin tartışılması
bile bizi rahatsız ediyor. TSK olarak
demokrasiye bağlıyız. TSK’nın bünyesinde mevcut rejime aykırı faaliyette
bulunan kimse bulunamaz ve barınamaz. Biz hukuk devletine bağlı ve
saygılıyız. TSK bünyesinde farklı düşüncede olan kimse barınamaz. Buna
müsaade etmeyiz. Böyle bir durum
söz konusu değil. Bu konulara ilişkin
olarak TSK bünyesinde böyle bir araştırma ihtiyacı da yoktur.”
Bunu söyleyen 86 yıllık cumhuriyet tarihinde resmi ve açık ve üstü
örtülü darbeler gerçekleştirmiş olan
kurumun başı! Mevcut rejim içinde
seçilmiş bir başbakanı asan/astıran kurumun başı! Tabii ki darbeciliği rejimin koruyuculuğu olarak
kavrayan bir kurumun bünyesinde
darbecilik konusunda bir araştırma
ihtiyacı yoktur. Darbecilik TSK’nin
genlerinde mevcuttur.
30 Nisan 2009 √
gündem
Basın özgürlüğü
ve Türkiye
Erdoğan’ın Azerbaycan
ziyareti ve TürkiyeErmenistan
Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti ile böylece Türkiye/
Azerbaycan arasında esen soğuk rüzgarlar dindirilmiş
oldu. Fakat bu Türkiye/Ermenistan arasında sınırın
açılmasının – ki bu Ermenistan Türkiye ilişkileri
açısından en önemli konu- çok net bir biçimde dağlık
Karabağ bölgesi üzerinden Ermenistan işgalinin
kaldırılması şartına bağlanmasının kategorik olarak
yinelenmesi pahasına oldu.
T
A
merika'daki Freedom House
(Özgürlük Evi) adlı sivil toplum kuruluşu (ki bu kuruluşun en önemli finansörünün CIA
olduğu bilinen bir “giz”) “2009 Basın
Özgürlüğü Raporu”nu yayınladı.
Washington’daki Basın Müzesi’nde
Özgürlük Evi tarafından açıklanan
raporda 2009 yılında basın özgürlüğü açısından "kaygı verici" gelişmeler yaşandığı belirtildi. Kuruluşa
göre dünya nüfusunun sadece yüzde
17’si basının tamamen özgür olduğu ülkelerde yaşıyor. Özgürlük
Evi Raporunda 64 ülkede basın özgürlüğü olmadığı; 61 ülkede kısmen
özgür bir basın bulunduğunu, 70 ülkede ise basının "özgür" olduğu belirtildi. Basın Özgürlüğü açısından
en iyi puana sahip üç ülke, İzlanda,
Finlandiya ve Norveç oldu. Basın özgürlüğü açısından en sorunlu ülkeler
Kuzey Kore, Türkmenistan, Burma,
Libya, Eritre, Küba, Özbekistan ve
Beyaz Rusya olarak sıralandı.
Basın özgürlüğünde en özgür kıta
Avrupa oldu. Avrupa’daki 25 ülkeden 23’ü, Freedom House’ın kriterlerine göre özgür basına sahip. Avrupa
kıtasında “kısmen özgür basına sahip” iki ülke İtalya ve Türkiye olarak
açıklandı. İtalya, medya patronu olan
Silvio Berlusconi’nin iktidara dönmesi ve gazetecilere hakaret davaları açılması nedeniyle 2009 yılında
"kısmen özgür" sınıfına geriledi.
Türkiye’de kısmi bir iyileşme olsa da
belli başlı sorunlar devam ederken,
raporun yazarlarından Özgürlük
Evi uzmanı Karin Deutch Karlekar,
Amerika’nın Sesi Radyosu’na, şu değerlendirmeyi yaptı:
“Türkiye’deki basın özgürlüğüne
ilişkin birtakım endişelerimiz var.
Örneğin, 301’nci madde, basına ve
yazarlara yönelik baskı gibi konulardaki kaygımız sürüyor. Asıl sorun
301’nci maddede hala gerekli düzenlemenin yapılamamış olması. Aynı
zamanda basına yönelik sindirme ve
yıldırma politikaları da sürüyor. Yani
genel anlamda Türkiye’de basın özgürlüğünün geçen yıldan biraz daha
iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz
ama bu bahsettiğim sorunların hala
sürmesi endişe verici. Son birkaç yıl
içinde hükümet yetkililerinin basına
yönelik olumsuz tutumlarının arttığını görüyoruz. Bazı medya kuruluşlarına uygulanan yasal ya da ekonomik baskılar da var. Türk medyasının bazı medya gruplarının tekelinde
olduğunu biliyoruz. Kimi zaman
hükümetle bazı medya grupları arasında konuların kişiselleştiğini de
görüyoruz. Bu da resmi bir baskıya
benziyor.”
Türk iye, basın özgürlüğ ünde
Arnavutluk, Komor Adaları ve
Tanzanya’yla 101’inci sırayı paylaştı.
Kuşkusuz bu tespitleri yaptıranların derdi gerçek anlamda basın özgürlüğünün savunulması vb. değil.
Onların özgür basından anladığı
devrimci basın vb. de değil. Devrimci
basına yönelik saldırılar, Freedom
House gibi kuruluşlar açısından da
demokrasinin kendini savunması
için gerekli tedbirler çerçevesinde
değerlendiriliyor. Sözünü ettikleri
ve kınadıkları baskılar bizzat burjuva basının bir bölümüne yönelen
baskılar. Bunun bilincinde değerlendirilmeli bu tespitler. Böyle bakıldığında bile Türkiye’nin 101. sırada yer
alması, basın özgürlüğü konusunda
ülkelerimizin durumunu göstermesi
açısından ilginçtir.
2 Mayıs 2009 √
ürkiye- Ermenistan ilişkilerindeki görünürdeki yumuşama, sorunların çözümü
için bir “yol haritası”nın ilanı Bakü
ile Ankara arasında soğuk rüzgarlar esmesine neden olmuştu. Gerek
Türkiye’de hükümet karşıtı medyanın bir bölümü, gerekse Azerbaycan
medyası, Türkiye’nin “ Azerbaycan’ı
sattığı” içerikli bir kampanya başlatmışlardı. Türkiye ile Ermenistan
arasındaki diplomatik yakınlaşmanın hemen ertesinde, Azerbaycan ile
Rusya arasında, Azerbaycan gazının
belli bir bölümünün Rusya tarafından satın alınacağını öngören bir
anlaşma imzalanmıştı. Azerbaycan
bu tavrı ile “kardeş Türkiye”yi uyarıyor, Ermenistan’a karşı eski uzlaşmaz tavrını, örneğin Ermenistan
Türkiye sınırının açılmasını Dağlık
Karabağ bölgesinde Ermenistan işgalinin kalkmasına bağlı ele alan
tavrını sürdürmesi için adeta şantaj
yapıyordu. Aksi taktirde Nabucco
projesinde Azeri gazı’nın garanti olmadığı mesajı veriliyordu. Bu şantaj
aynı zamanda duygusal ve demagojik
bir “bir millet/iki devlet”, “özel ilişkiler”, “kardeş devlet” vb. kampanyası
ile destekleniyordu.
Gelişmeler üzerine apar topar bir
Bakü ziyareti gündeme getirildi. 13
Mayıs’ta Erdoğan içinde Dışişleri
Bakanı Ahmet Davutoğlu, Devlet
Bakanı Zafer Çağlayan, Ulaştırma
Bakanı Binali Yıldırım, Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız
ve Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul
Günay’ın da yer aldığı bir heyetle
Azerbaycan’ı ziyaret etti. Bu ziyarette Azerbaycan Başkanı E. AliyevErdoğan arasında ikili görüşme dışında, heyetler arası görüşmeler yapıldı. Ayrıca Azerbaycan meclisinde
Erdoğan bir konuşma yaptı.
Erdoğan gerek ikili görüşme ertesinde yaptığı açıklamalarda, gerekse
Meclis’te yaptığı konuşmada aslında
Azerbaycan’ın istekleri doğrultusunda açıklamalar yaptı. İkili görüşme ertesinde yapılan basın toplantısında söyledikleri özet olarak
şöyle:
- İkili ilişkiler yanında tek millet
iki devlet anlayışımız devam ediyor.
Karabağ konusunda Azerbaycan’ın
hassasiyeti neyse Türkiye’nin de
odur.
- Karabağ ile ilgili şu anki durum
kabul edilemez ve asla kabul edilmeyecek. Çünkü burada bir sebep var.
- Karabağ’ın işgali bir sebeptir.
Sınırın kapanması sonuçtur. Bir kez
daha açık bir şekilde ifade etmek istiyorum. İşgal sona ermeden sınır kapıları açılmayacaktır.
Bu bağlamda gazetecilerden gelen soru lara verdi k leri cevaplarda da Erdoğan ve Aliyev aslında
Türkiye’nin siyasetinde bir değişiklik
olmadığı, algılamadaki yanlışlığın
iletişimsizlik ve yanlış anlamalardan
kaynaklandığı tavrını takındı. Şöyle:
“Azeri gazeteci: Niye sınırın açılması konusunda Türkiye tarafı bizi
şüpheye düşürdü?
Erdoğan: Eğer benim Londra’daki
konuşmamı dinleseydiniz. Bu konuda bir şüpheye yer bırakmadığımı
anlardınız. Meclis’teki ve televizyonlardaki konuşmalarımda da aynı
noktayı vurguladım.
Türk gazeteci: Dağlık Karabağ konusunda somut bir açıklama bekliyoruz demiştiniz. Cevabınızı aldınız
mı?
Aliyev: Bundan daha açık bir cevap
olamaz.
Türk gazeteci: Hiçbir şüphe kalmadı dediniz. Ancak Türk tarafı defalarca kapı açılmayacak dediği halde
bu şüpheler neden devam etti.
Aliyev: Ermeni basınında Şubat
ayında sınır kapısı açılacak yönünde
haberler çıktı. Bir süre bunlar muhatapsız kaldı. Nisan ayının sonunda
bu şüpheler sona erdi.”
Bu ziyarette üzerine konuşulan konulardan biri de doğal gaz fiyatları
idi. Azerbaycan tarafı uzun süredir
“kardeşlik” adına Türkiye’nin aldığı
Azeri gazının fiyatının düşüklüğünden yakınıyordu. Ve Ermenistan/
Türkiye arasındaki diplomatik yakınlaşma ertesinde fiyatı yükselteceğini açıklamıştı. Ortak basın toplantısında bu konuda bir Azeri gazeteci-
7
gündem
8
nin sorusu ve ona Erdoğan’ın verdiği
cevap şöyle idi:
“Azeri gazeteci: Türkiye Rusya’dan
doğal gazı 400-450, Cezayir’den 300350 ve Azerbaycan’dan da 100-150
dolara alıyor bu adaletli bir fiyat mı?
Erdoğan: Bu noktada fiyatların adil
olduğunu söyleyemem.”
Sonra anlaşıldı ki, ikili görüşmelerde taraflar Azeri gazının fiyatının
yükseltilmesi konusunda (yine de
Rusya gazının fiyatından daha ucuz)
anlaşmışlar.
Erdoğan’ın Azerbaycan ziyareti ile
böylece Türkiye/Azerbaycan arasında
esen soğuk rüzgarlar dindirilmiş
oldu. Fakat bu Türkiye/Ermenistan
arasında sınırın açılmasının – ki bu
Ermenistan Türkiye ilişkileri açısından en önemli konu- çok net bir
biçimde dağlık Karabağ bölgesi üzerinden Ermenistan işgalinin kaldırılması şartına bağlanmasının kategorik olarak yinelenmesi pahasına
oldu. Bu ise Türkiye/Ermenistan
arasındaki ilişkilerin düzeltilmesinin Azerbaycan ipoteğine alınması
anlamına geliyor. Eğer bu arada başlayan Ermenistan/ Azerbaycan görüşmelerinde tarafların tavrında bir
değişiklik olmaz ise; eğer Türkiye,
Rusya ve Ermenistan ile görüşmelerinde Karabağ sorununun -işgalin
bir biçimde kalkması ile- çözümleneceği konusunda garanti almadı
ise, Erdoğan’ın Azerbaycan’daki
açıklamaları Ermenistan konusunda
Türkiye’de son dönemde oluşan
olumlu havanın yanıltıcı olduğunu,
sınırın açılmasının çıkmaz ayın son
çarşambasına kaldığını gösteriyor.
Diğer yandan bu gelişme gerek
batılı emperyalist güçler açısından,
gerekse Türkiye açısından Nabucco
projesinin ne kadar önemli olduğunu
da gösteriyor.
Önemli ölçüde Azeri gazının da
ondan akacağı hesabı üzerine kurulu
olan Nabucco projesinde gelinen durum şöyle:
-Anlaşma metninde çok büyük
ilerleme kaydedildi ancak müzakereler daha tamamlanmadı. Bununla
birlikte metin üzerindeki son pürüzlerin Mayıs sonuna kadar giderilmesi
bekleniyor. Böylece, imza töreninin
Haziran sonuna yetiştirilmesi hedefleniyor. Ancak imza töreni ile ilgili
olarak kesin bir tarih belirlenmedi.
50 yıl süreli anlaşmanın hükümleri
arasında, geçiş hakkı veren ülkelerin
tanıyacağı vergi kolaylığı, ayrımcılık yapılmayacağı, devletleştirilmeyeceğine dair taahhütler yer alıyor.
Andaki uzlaşmazlık noktası ise gelir
vergilerinin nasıl paylaşılacağı konusu. Bu konuda çok sıkı pazarlıklar
yürüyor.
Anlaşma, boru hattının geçeceği
Türkiye, Bulgaristan, Romanya,
Macaristan ve Avusturya tarafından
imzalanacak. İmza törenine devlet
ve hükümet başkanları düzeyinde
katılımda bulunulması hedefleniyor.
Hatta Avrupa Komisyonu Başkanı
Jose Manuel Barroso'nun da gelmesi
söz konusu. Barroso Cumhurbaşkanı
Abdullah Gül'le yaptığı görüşmede,
imza törenine katılmak istediğini
belirtti.
Üst düzeyde katılım tarafların ciddiyetini göstermesi açısından önem
taşıyor; zira, imzayı takiben, boru
hattının inşasını gerçekleştirecek
olan konsorsiyum, uluslararası kuruluşlardan finansman arayışına
çıkacak.
Anlaşmanın imza aşamasına gelinmesinde, Türkiye'nin bazı taleplerinden geri adım atması etkili oldu.
Türkiye'nin hattan geçecek gazın
yüzde 15'lik bölümünün kendisine
ayrılması, üstelik bu gazın daha düşük bir fiyattan kendisine satılması
talebi, Nabucco projesini en az bir
yıl geciktirdi. Enerji Bakanlığı'nın
bu talepler konusundaki ısrarından
vazgeçmesiyle ve geçen Ocak ayında
müzakerelerde sorumluluğun tamamen Dışişleri'ne geçmesiyle müzakerelerde önemli bir mesafe kat edildi.
Abartılı taleplerden vazgeçilmiş olmakla birlikte, Türkiye'nin enerji arz
güvenliği ihtiyacını dikkate alan bazı
hükümlerin anlaşmaya sokulduğu
belirtiliyor.
Bu arada uluslararası piyasalarda
doğalgaz 300-400 dolardan satılırken Azerbaycan'dan 120 dolara alınan gaz fiyatına fazla zam yapmaya
yanaşmayan Enerji Bakanlığı’nın bu
tavrı da son Azerbaycan ziyareti sırasında resmen değişti, Azeri gazı da
zamlandı.
Böylece Nabucco projesinde ilerlemenin önündeki bir engel daha kalkmış oldu.
Fakat bu artık bütün sorunların aşıldığı anlamına gelmiyor.
Azerbaycan Türkiye'yle ikili bazda
doğalgaz alım satım anlaşmasında
uzlaşsa da geri kalan doğalgazını
Nabucco hattına tahsis etme konusunda sıkı pazarlıkları sürdürecek, elindeki kozu en iyi biçimde
kullanmaya çalışacaktır. Batının
ve Türkiye’nin Rus gazına bağımlılıktan kurtulma konusundaki istek
ve planları, Azerbaycan için önemli
bir kozdur. Azerbaycan’ın Nabucco
projesine gaz verme konusundaki çekinceleri, Haziran’da projenin sahibi
ülkeler anlaşymayı imzalasalar bile,
imzalar atıldıktan sonra finansman
arayışına çıkacak olan Nabucco konsorsiyumunun işini zorlaştıracaktır.
Yani kısacası gelinen aşamada
Yukarı Karabağ sorununun çözümü
hem Nabucco hem de Türk-Ermeni
ilişkileri açısından anahtar konumunda. Bu sorunun çözümü için
Nabucco projesinin bütün tarafları
önümüzdeki dönemde çok yoğun
bir diplomasi trafiği işleteceklerdir.
Ancak bu trafiğin nafile bir trafik
olarak kalması da olasıdır. Gerek
Ermenistan, gerek Azerbaycan, gerekse Türkiye’de çözümsüzlükten
nemalanan ulusalcı güçler oldukça
yoğundur.
15 Mayıs 2009 √
İbrahim bir
piknikle anıldı
Proletarya diktatörlüğünü savunmak her
dönemde komünist olmanın tek kıstası değildir.
Güncel alanda çeşitli dönemlerde öne çıkan
noktalarda doğru tavır takınmak komünist
olmanın kıstası/kıstasları haline gelebilir.
3
6 yıl önce faşist katillerce işkencede katledilen komünist önder
İbrahim Kaypakkaya’yı düzenlediğimiz bir piknik ile andık.
Piknik yerine vardıktan sonra
kahvaltı edildi. Kahvaltıdan sonra
bir yoldaş sunum yaptı. Yoldaş yaptığı sunumda; İbrahim ile Deniz ve
Mahir arasındaki temel ideolojik
farklılıkların neler olduğunu anlattı.
Deniz ve Mahir’in küçük burjuva
devrimcisi olduklarını, İbrahim’in
komünist olduğunu, İbrahim’in
60’lı yıllarda modern revizyonizme
karşı mücadelede, tüm hata ve sapmalarına rağmen Marksizmin devrimci özünü savunan Mao Zedung
Düşüncesi’nden yana saf tuttuğunu,
açıkça proletarya diktatörlüğünü savunduğunu, Mahir ve Deniz’in proletarya diktatörlüğünü savunmadıklarını, modern revizyonizme karşı
mücadelede ortada bir tavır takındıklarını anlattı. Kemalizm ve ulusal
sorunda, İbrahim ile Deniz ve Mahir
arasındaki farklılıkların neler olduğunu örnekleri ile anlattı.
Su nu md a n son r a su nu m ve
İbrahim hakkında çeşitli sorular soruldu. İbrahim hatalarına rağmen
ortaya koyduğu siyasi çizgi komünisttir. İbrahim’i savunduklarını
söyleyen siyasi yapıların siyasi çizgisi komünist midir? Proletaryanın
ideolojik önderliği ne demektir?
Marksizmin özü olan proletarya diktatörlüğünü savunmak, her dönemde
komünist olmanın tek kıstası mıdır?
İbrahim’in yaşadığı dönemde yarıfeodal tespiti doğru mudur? Sosyoekonomik yapı nedir? İbrahim ülkelerimizin sosyo-ekonomik yapılarını
araştırdı mı? vb.
Bu sorulara sunum yapan arkadaş
tarafından cevap verildi. İbrahim’i
savunduğunu söyleyen yapıların
siyasi çizgileri komünist olarak adlandırılamaz. Bu yapılar esas olarak
İbrahim’in hatalarını sistemleştirme
yolunda ilerleyerek revizyonizme
vardılar.
Proletarya diktatörlüğünü savunmak her dönemde komünist olmanın
tek kıstası değildir. Güncel alanda
çeşitli dönemlerde öne çıkan noktalarda doğru tavır takınmak komünist olmanın kıstası/kıstasları haline
gelebilir.
İbrahim’in yaşadığı dönemde de
yarı-feodal tespiti doğru değildi.
İbrahim’in Çorum ve Kürecik bölgesini kapsayan araştırması ve
Kemalizm değerlendirmesinde kısmen sosyo ekonomik değerlendirmeleri olmasına rağmen, o esas olarak
MZD’den etkilendiği için Çin’deki
devrimin gelişme sürecini birebir aynen ülkelerimize uygulamıştır.
Gün boyunca birlikte oyunlar
oynandı. Şiirler okundu. Türküler,
marşlar söylendi. Genç arkadaşlar
hazırladıkları iki tiyatro oyununu
oynadılar.
Dönüş yolunda otobüs içinde türküler, marşlar söylenmeye devam
edildi. Piknik hakkında değerlendirme yapıldı. Piknik esas olarak
olumlu olmasına rağmen, ayrı sofralar kurulup, ayrı yemek yenilmesinin
ve genç arkadaşların tartışmalara
katılmamalarının, soru sormamaların olumsuz olarak değerlendirildi.
Özellikle de İbrahim’i andığımız bir
piknikte ortak sofraların kurulmasının önemli olduğuna vurgu yapıldı.
İbrahim Kaypakkaya mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak!
18 Mayıs 2009 √
gündem
Orhan Yılmazkaya
katledildi
Orhan Yılmazkaya, devrimci kararlılığın,
direnmenin, teslim olmamanın bir örneğini
sergiledi. Diğer yandan fakat onun
direnişi, savunduğu çizginin yanlışlığını
da, bu çizginin eleştirilmesi gerekliliğini de
ortadan kaldırmaz, kaldırmamalıdır.
P
olis 1 Mayıs’a üç gün kala
“Devrimci Karargah” isimli
örgüte karşı bir saldırı gerçekleştirdi. Aynı gün Kürt illerinde de
“Vasat” isimli İslamcı bir örgüte karşı
geniş çaplı bir operasyon gerçekleştirildi. Vasat operasyonunda önemli
bir direnme/çatışma yaşanmazken,
İsta nbu l ’ da
Bostancı’daki
bir evde polis yoğun bir
direnişle karşılaştı. Polis
telsizinden isminin Orhan
Yı l m a z k a y a
olduğunu
söyleyen ve
Devrimci
Karargah örgütü savaşçısı
olduğunu,
sonuna kadar
direneceğini,
ölse de devrimin süreceğini belirten
kişi, tek başına 6 saat boyunca etrafını çeviren
polise karşı direndi. Teslim olmadı.
6 saat süren çatışma ertesi polis tarafından evin içine atılan bombalarla
öldürüldü.
Çatışma sırasında bir polis ve olay
yerinden geçerken seken bir kurşunla başından yaralanan 16 yaşında
bir Kürt genci de öldü. 6 polis ve bir
NTV muhabiri gazeteci yaralandı.
Çatışmanın bir gün ertesinde
Orhan Yılmazkaya’nın PKK kamplarında askeri eğitimde çekilmiş
görüntüleri, eğitim ertesinde yapılmış bir söyleşisi internette Devrimci
Karargah adına yayınlandı.
Bu r juva medyada da Orha n
Yılmazkaya’nın İstanbul Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra bazı gazete ve
dergilerde çalıştığı, “Türk Hamamı”
isimli bir de kitap yazdığı bilgileri
yayınlandı.
Yine burjuva medyanın bir bölümünde, Yılmazkaya’nın Ergenekon
soruşturması kapsamında dinlenen
bazı kişilerle görüşmelerinin kayıtları
olduğu haberleri yayınlandı. Milliyet
internet sitesinde operasyonun
Ergenekon savcılarının isteği üzerine gerçekleştirildiği haberi de çıktı.
Bunlar gerçek mi, yoksa Yılmazkaya
ve örgütünü karalamak için dezenformasyon mu ilerde göreceğiz.
Devrimci Karargah adlı örgütün adı
da ha önce
E m n i y e t ’e
karşı girişilen ve fakat
başarısız
ola n L AW
si la h l ı bir
sa ldırıda,
daha sonra
da İstanbul
A
K
P
Merke z i ne
karşı girişi len bir
bombalı saldırıda duy u l mu ş t u .
Örgüt açıklamalarında
“Türkiye
Solu” tarafından yalnız bırakılan PKK’nin silahlı mücadelesine, Türkiye ayağından destek vereceğini duyurmuştu.
İşçi sınıfı ve emekçi hareketinden
bağımsız ve fakat onlar adına silahlı
mücadele yürütme iddiasında tipik
küçük burjuva devrimci anlayışının
ifadesi olan bir çizginin savunucusu
idi. Bu çizgi her zaman egemenlerin
iktidar dalaşında, o dalaşın taraflarının manipülasyonuna açık olan bir
çizgidir. Bu o çizginin savunucularının iyi niyetli, devrimci isteklerinden,
sübjektif devrimciliklerinden, devrim
için canlarını gözlerini kırpmadan
verecek kadar özverili olmalarından
vs. bağımsız bir olgudur. Kimin elinin kimin cebinde olduğunun çok
zor okunabildiği bu dönem, işçi sınıfı
ve emekçi hareketinin devrim için
silahlı mücadeleden çok uzak olduğu
bu dönemde, devrimcilerin işçi sınıfı
ve emekçi yığınlar adına gerçekleştirdiklerini düşündükleri silahlı eylemler, o eylemlerin gerçekleştiricilerinin
isteğinden bağımsız olarak, egemen
sınıfların iktidar dalaşının kullanı-
lır parçaları haline gelebilmekte, işçi
ve emekçi kitlelerini devrime yaklaştıracak yerde, devrimci mücadeleden uzak durmaya götürmektedir.
Bunun yanında devrim için canını
vermeye hazır olan, yetişmesi güç
olan devrimcilerin enerjisi de yanlış bir mücadele çizgisi temelinde
heba olmakta, devrimci enerji yanlış
kullanılmaktadır.
Orhan Yılmazkaya, devrimci kararlılığın, direnmenin, teslim olmamanın bir örneğini sergiledi.Diğer yandan fakat onun direnişi, savunduğu
çizginin yanlışlığını da, bu çizginin
eleştirilmesi gerekliliğini de ortadan
K
kaldırmaz, kaldırmamalıdır.
Bu bağlamda Devrimci Karargah
adına yapılan açıklama, direnişi güzellerken bu direnişi yanlış çizgilerini
savunma ve sürdürme çağrısı olarak
da kavrıyor. Orhan Yılmazkaya evet
tavrıyla kavganın süreceğini gösterdi. Sorun “nasıl” sorusuna verilen
cevapta yatıyor. Küçük burjuvazinin
öncü savaş çizgisi ile sürecek kavga
işçi sınıfını ve emekçi yığınları devrime götürmez. Devrim ve sosyalizm, ya örgütlü işçi sınıfı ve emekçi
yığınların eseri olacaktır, ya da hiç
olmayacaktır!
30 Nisan 2009 √
Kaypakkaya
Adana’da anıldı
omünist Önder İbra him
Kaypakkaya Adana’da yapılan bir yürüyüş ile anıldı. 18
Mayıs Pazartesi günü saat 18.00’de
Beşocak Meydanında bir araya gelen
yaklaşık 100 kişi sloganlarla İnönü
Parkı’na kadar yürüdü. Yol boyunca
“Vartinik’te bir ses, Kaypakkaya ölmez”, “Mahir, İbo, Deniz, sürüyor
mücadelemiz”, “Yaşasın devrimci
dayanışma”, “Faşizme karşı omuz
omuza”, “İbrahim yoldaş kavgamızda yaşıyor”, “Biji bratiya gelan”
sloganları atıldı.
İnönü Parkı’nda basın açıklamasından önce bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu.
Yapılan açıklamada “Bu toprakların güneşlerinden biri olan İbrahim
Kaypakkaya aradan geçen onca yıla
rağmen, hala bu ülkenin işçileri,
köylüleri ve ezilen milyonları tarafından hatırlanmakta ve kavgası yaşatılmaktadır. Deniz Gezmiş, Mahir
Çayan ve İbrahim Kaypakkaya 1971
devrimci çıkışının mimarlarından
olup, bugünde devam eden sınıf mücadelesinin devrimci ve komünist
önderleridir. Kuşkusuz Kaypakkaya
öne sürdüğü düşüncelerle çok farklı
bir yerde durmakta ve özel bir ilgi
çekmektedir. O dönemlerin ve hala
bugünün iki tabusu olan Kemalizm
ve Kürt ulusal sorunu üzerine yaptığı
teorik açılımlar, bu genç komünistin
ideolojik ve politik aydınlığını haykırmaktadır adeta.” denilerek İbrahim
Kaypakkaya’nın komünist bir önder
olduğuna ve diğer devrimci önderlerden ayrıldığına vurgu yapıldı.
Açıklama “… bizlere bıraktıkları
kavga bayrağını dalgalandırma şerefine layık olma görevine sahip çıkıyoruz. Onlara sözümüz devrim yeminimizdir. Şan olsun devrim kavgasında ölümsüzleşenlere… İbrahim
Kaypakkaya Ölümsüzdür.” denilerek
sona erdi.
Eyleme BDSP, DHF, DİP-Girişimi,
Devrimci Gençlik, ESP, Gençlik
Muhalefeti, İHD, Liseli Genç Umut,
ÖDP, Öğrenci Kollektif i, SDP,
Sosyalist Parti, Tahy-Der, Türkiye
Gerçeği ve Ydi Çağrı katılarak destek
verdi.
Anma etkinliği:
16 Mayıs tarihinde ise DHF tarafından bir anma etkinliği gerçekleştirildi. Anma etkinliğinde İbrahim
Kaypakkaya’nın Kemalizm, Kürt
Ulusal sorunu ve Halk Savaşı konusundaki düşünceleri sunuldu.
Yapılan sunumun ardından bu konular üzerinde tartışmaya geçildi.
Tartışma esasta etkinliğe katılan Ydi
Çağrı okurları ile DHF adına sunum
yapan arkadaş arasında yürüdü.
Bunun dışında iki arkadaş daha söz
alarak düşüncelerini söyledi.
Ydi Çağrı adına katılan bir arkadaş İbrahim Kaypakkaya’nın bir komünist olduğunu ve ancak özellikle
“Mao Zedung Düşüncesinden” etkilenmesi üzerinden bazı hataları olduğunu örnekleri ile birlikte açıkladı.
Daha sonra Mao Zedung’un da birçok konuda hataları olduğunu ve büyük bir M-L olmasına rağmen Dünya
Komünist Hareketini yönlendirmede
yetersiz kaldığını, revizyonizmin
gelişmesine karşı yeterli derecede
açık ideolojik bir mücadele yürütemediğini, bu nedenle de bir klasik
sayılamayacağını belirtti. Ayrıca
Mao Zedung’un düşüncelerinin onu
savunduklarını iddia edenler tarafından farklı yorumlanarak hatalar
yaptıklarını açıkladı. Bu eleştirilere
karşılık DHF temsilcisi Türkiye/
Kuzey Kürdistan’ı yarı-feodal, yarısömürge olarak değerlendirdiklerini, böyle ülkelerde Halk Savaşının
geçerli olduğunu, bu nedenle ne
İbrahim Kaypakkaya’ya ne de Mao
Zedung’a getirilen eleştirilen doğru
olmadığını söyledi. Mao Zedung’un
M-L’me katkılarından dolayı bir usta
olduğunu belirtti.
19.09.2009
Ydi Çağrı/Adana √
9
gündem
“Fırat suyu kan akıyor baksana"
M
10
ersin de demokratik kitle
örgütleri sendikalar ve
partiler “Türkiye’nin demokratikleşmesi” talebiyle saat 12.30
da IHD’nin çağrısıyla, Ergenekon
sürecine toplumsal muhalefet cephesinden müdahale etmek için halkta
duyarlılık yaratılması amacıyla İHD
önünde bir araya geldi.
Katılımcılar “FIRAT SUYU KAN
AKIYOR” u tek tek harflerini boyunlarına asarak zincir oluşturdular. İHD
önünde önce bir basın açıklaması yapıldı. Yapılan açıklamadan, “Yazar
cezaevlerinde katliamların, Kürtlere
karşı suç işleyenlerin” engellendiği
vurgulandı.
Hükümetin bir taraftan darbeye
karşı çıkma izlenimi vermeye çalıştığını ve diğer tarafta 12 Eylül darbecilerine dokunmadıkları belirtildi. Bu hükümetin de darbecileri
koruduğunu, “anayasanın geçici 15.
Maddesine dokunamadığı belirtildi.
Açıklamada hükümet yetkililerine şu
soru yöneltildi; “siz her türlü darbeye
mi, yoksa sadece size karşı olan darbeye mi karşısınız?”
Yaşar Kemal’in Fırat’ın doğusunda,
1. Dünya savaşı sonrasında, Türkler,
Ermeniler, Kürtler, Rumların kısaca
tüm Anadolu halklarının yaşadığı
acıları konu edinen romanında yola
çıkarak, bugün Fırat’ın doğusunda
yaşananları Türkiyenin görmesi, sadece görmesi için değil sorumlularının da yargılanması için buradayız”
denildi.
Ergenekon sürecine de değinilen
açıklamada, bu sürecin “Türkiye’de
derin-gizli bir çok gerçeği ortaya
çıkardığı”nı ve fakat, çıkarılan bu
gerçeğin, “Henüz buz dağının görünen yüzüdür. Gerçekler buz dağının altındadır.” denildi. Hükümetin
Ergenekon süreci ile yalnızca kendisine karşı suç işleyenleri açığa çıkararak yargılamak isteyerek bu süreci
sulandırmaya çalıştığı belirtilen açıklamada; buz dağının görünmeyen
kısmı olan, “faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, köy boşaltmaların,
Basın açıklamasının ardından,
Tevfik Sırrı Gür Lisesi önü ve karşı
sokakta insan zinciri oluşturularak
Mersin kamuoyunun dikkati çekildi.
Sloganlar atıldı.
“İnsan zinciri” eylemin hemen arkasında aynı kitle KESK şubelerinin
bulunduğu binanın önünde bir araya
geldi.
Bu r a d a “K E SK ’ E YÖN E L İ K
SA L DI R I L A R DE R H A L S ON
BULSUN, GÖZALTILAR DERHAL
SER BEST BIR AKILSIN” Kesk
Şubeler Platformu adına hazırlanan
pankartın ardında kitle taş binaya
doğru yürüyüşe geçti. “Baskılar bizi
yıldıramaz!” KESK’e yönelik baskılara son!” sloganları ile yüründü.
Yürüyüş güzergâhında çevredekilere
baskılara sessiz kalmamaları çağrısı
yapıldı.
Taş bina önünde de polis yoğun
güvenlik önlemi almıştı. Taş bina
önünde yapılan basın açıklamasını
KESK Şubeler Platformu dönem sözcüsü Yılmaz Bozkurt yaptı. Basın
açıklamasını kitle oturarak dinledi.
“KESK’e yönelik operasyon emek ve
demokrasiye yönelik bir saldırıdır!”
diye başlanan basın açıklamasında,
KESK yönetici ve üyelerine yönelik
gerçekleştirilen bu operasyonların,
“Türkiye toplumsal mücadele tarihine kara bir leke olarak düşecektir.”
denildi. Sabahın erken saatlerinde
Kesk yöneticilerinin evleri basılmış,
resmi yazışmalar, dergi ve takvimlere
kadar her şey alt üst edilerek aranmış ve el konulmuş, Cunta dönemini
aratmayan bu uygulamalar ile 250
bin üyesi bulunan bir kitle örgütü
aranırken, savcının bulunmamasının “Anayasa’nın 13. ve 90. maddeleri açıkça ihlal edilmiştir.” denildi.
Başbakanın geçmiş dönemdeki
kimi uygulamaları “faşizan baskı”
olarak eleştirmeden önce, “bizzat
kendi sorumluluğu dönemindeki bu
uygulamanın faşizan karakteri üzerine düşünmelidir.” denildi.
Açıklama sık sık, “Baskılar bizi yıldıramaz!, İnadına sendika inadına
Kesk!, Gözaltılar serbest bırakılsın!,
Yaşasın onurlu mücadelemiz!” sloganları ile kesildi.
Açıklama da; “Ancak bilinmelidir ki KESK yalnız değildir. Ulusal
ve uluslar arası demokrasi güçleri
KESK’in yanındadır. Tüm Türkiye
emekçileri KESK’in yanındadır.
Özgürlük, eşitlik ve barışa inananlar
KESK’in yanındadır. Tüm demokratik kamuoyunu, siyasi parti ve çevreleri, sendika ve konfederasyonları,
meslek örgütlerini ve duyarlı yurttaşlarımızı KESK’le dayanışmaya çağırıyoruz. Sürecin başından bu yana
bizlerle dayanışma içerisinde olan
kurum ve kuruluşlara şükranlarımızı sunuyoruz” denildi.
Gözaltına alınan 35 kişiden 6’sının
serbest bırakıldığı ve diğerlerinin
de derhal serbest bırakılması çağrısı
yapıldı.
Ydi çağrı Mersin
31.05.2009 √
Esenyurt’ta Denizler anıldı
3
7 yıl önce 6 Mayıs 1972 yılında
idam edilen Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan, Hüseyin İnan
Esenyurt’ta düzenlenen basın açıklaması ile anıldı.
Deniz, Yusuf, Hüseyin üç yiğit devrimci, baş eğmemenin, direnmenin
sembolleri, idam sehpasında devrim
davasına sahip çıktılar. Baş eğmediler. Emperyalizme karşı mücadeleyi,
halkların kardeşliğini savundular.
ESP, BDSP, İLGP, GKM, ÖDP,
Gençlik Muhalefeti, Proletaryanın
Kurtuluşu, KÖZ tarafından ortak
örgütlenen anma, 7 Mayıs Perşembe
günü saat 19:00’da depo durağında
yapıldı. Kapalı caddede gerçekleşti-
Kısa yürüyüş ve basın açıklaması
sırasında önceden belirlenen ortak
sloganlar atıldı. “Emperyalistler, işbirlikçiler, 6. Filo’yu unutmayın!,
Faşizme karşı omuz omuza!, Krizin
bedeli patronlara!, Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz!, Yaşasın devrim ve
sosyalizm!, Gençlik gelecek, gelecek
sosyalizm!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Yaşasın halkların kardeşliği!
atılan sloganlardı.
Etkinlik Denizleri anma etkinliği
olsa da, Mazlum Doğan, İbrahim
Kaypakkaya ve Orhan Yılmazkaya’da
anıldı.
Toprağa düşen devrimcilerin mücadele ettiği emperyalist sistemin
rilen kısa yürüyüş ve ardından basın
açıklaması yapıldı.
En önde “Deniz, Yusuf, Hüseyin
kavgamızda yaşıyorlar!” ortak pankartı taşındı. Çeşitli ortak dövizler
taşındı.
günümüzde yaşadığı ekonomik krize
karşı da vurgu yapıldı. İşçiler, emekçiler krize karşı mücadele etmeye
çağrıldı.
7 Mayıs 2009 √
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
15-16 Haziran: Yeniden Mümkün…
dikensiz gül bahçesi yaratılacaktı.
Bu yasanın çıkarılmasını engellemek için 15 Haziran’da İstanbul
ve İzmir’de işçiler yürüyüşe geçtiler. Yürüyüşe 70 bin işçi katıldı. 16
Haziran’da ise yapılan yürüyüşlere
150 bin işçi katılmıştı. DİSK yöneticilerinin hesaplamadığı, beklemediği
bir şekilde birçok fabrikada işçiler
üretimi kendiliğinden durdurmuş,
sanayi bölgelerinden yürüyen işçi
kolları bir araya gelmeye başlamışlardı. Polisin yetersiz kalması ve işçilerin daha da çoğalması üzerine ordu
devreye sokuldu. İşçilerin önüne barikatlar kuruldu. Silahsız olan işçilere
ateş açılarak 3 işçi katledildi. Buna
rağmen direnişi sürdüren işçiler barikatları aştılar. Anadolu ve Avrupa
yakasından işçilerin birleşmemesi
için vapur seferleri iptal edildi, köprü
geçişleri engellendi. Devletin durduramadığı direnişi, DİSK yöneticileri
“direnişin başarılı olduğu ve amacına
ulaştığı” gerekçesi ile durdurdular.
Ardından sıkıyönetim ilan edildi.
15-16 Haziran direnişi işçi sınıfının
büyük gücünü göstermesi açısından
önemliydi. Bu direniş ile devrimin
mutlaka şiddete dayanacağı, halkın
274 ve 275 sayılı yasalarda değişiklik
yapmaya hazırlandılar. Bu değişiklikler ile bir işyerinde toplu sözleşme
yapma hakkı işyerinin dahil olduğu
iş kolunda en çok üyeye sahip olan
sendikaya veriliyordu. Bu değişiklik
DİSK’in toplu sözleşme yapma hakkını alıyor ve böylece zorunlu olarak
tasfiyesini getiriyordu. DİSK yanında
birçok küçük sendika da tasfiye edilmiş olacaktı. Böylece Türk-İş’in kesin
egemenliği sağlanacak, patronlar için
gerçek kurtuluşunu sağlayacak sonuna kadar tek devrimci sınıfın işçi
sınıfı olduğunu, küçük-burjuva unsurlardan veya ordudan bir şeyler
beklemenin hayal olduğunu gösterdi.
Aynı zamanda direniş MarksistLeninistlerin tüm güçlerini işçi sınıfı
içerisine yoğunlaştırmaları için açık
bir çağrı niteliğindeydi.
15-16 Haziran bundan 39 yıl önce
yaşandı. O günden sonra da işçi sınıfının bu gücü tekrar ortaya çık-
madı, çıkamadı. Tüm halk darbeler,
işkenceler, hapis cezaları ile sindirildi, insanlar katledildi. Ancak bu
gerçek 15-16 Haziran’ın yeniden
gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Bunun gerçekleşmesi için dev-
ortaya çıkardığında kazanamayacağı
bir şey yoktur.
Bugünde sürdürülen birçok eylem,
grev işçi sınıfının mücadele azmini
göstermektedir. Örneğin aylarca,
yıllarca sürdürülen Novamed, SCT
15-16 Haziran bundan 39 yıl önce yaşandı.
O günden sonra da işçi sınıfının bu gücü
tekrar ortaya çıkmadı, çıkamadı. Tüm
halk darbeler, işkenceler, hapis cezaları
ile sindirildi, insanlar katledildi. Ancak
bu gerçek 15-16 Haziran’ın yeniden
gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez.
rimciler/komünistler işçi sınıfını bilinçlendirmek, örgütlemek için tüm
güçleri ile çalışmalıdırlar. İşçi sınıfı
burjuvazinin ideolojik etkisinden,
sendikalar işbirlikçi bürokratlardan
temizlenmelidir.
Bunun için işçi sınıfının her grevi,
her eylemi desteklenmelidir. Ancak
bugün sıkça yapıldığı gibi işçi sınıfı ile
bağ sadece eylemlerde, direnişlerde,
grevlerde değil, öncesinde ve sonrasında da sürdürülmelidir. İşçi sınıfı
gücünü bağrında taşımaktadır. Onu
Turbo, Akan-Sel, Sinter Metal direnişleri, grevleri işçi sınıfının azmini
ve başarısını göstermektedir.
15-16 Haziran yeniden mümkün.
İşçiler, emekçiler bu karanlık günlerden kendi güçleri ile çıkabilirler.
Tek sorun bu gücün bilincine ve
farkına varmak, örgütlenmektir. Bu
görev sınıf bilinçli işçilerin, işçi sınıfının çıkarlarını savunan mücadeleci sendikacıların, devrimcilerin
omuzlarındadır.
31.05.2009 √
Bu broşürleri isteyin, okuyun...
T
ürkiye işçi sınıfı hareketinin
en önemli olaylarından biri
15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişidir. Hakim sınıf ların işçi
sınıfı içerisinde gücü iyice artmaya
başlayan ve birçok yerde Türk-İş’e rakip olan DİSK’i tasfiye yasasına karşı
verilen bir cevaptır bu direniş.
1963 yılında çıkarılan yasa ile grev
hakkını yasal olarak elde eden işçi sınıfı, bu silahı yıllar içerisinde kullanmayı öğrendi. 1970 yılına kadar hak
alma mücadelesinde grev ile önemli
mevziler kazandı. Ancak bu mücadele süreci içerisinde ilerici, devrimci
işçiler, Türk-İş’in başında bulunan
sendika bürokratlarının işçi sınıfına
ihanet ettiklerini, patronlarla işbirliği
içerisinde olduklarını gördüler. Bu
ortamda Devrimci İşçi Sendikaları
Konfederasyonu kuruldu ve kısa zamanda güçlendi. DİSK işçi sınıfının
güvenini kazanmaya, önemli grevler
ve eylemler ile güçlenmeye başladı.
Kısa zaman içerisinde Türk-İş’e rakip
olmaya, patronlara da korku vermeye
başladı.
Bu durumdan rahatsız olan hakim
sınıflar ve onların temsilcileri 1970
yılında DİSK’i tasfiye etmek için
EK:1
İ
1 Mayıs’ın ardından…
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
lginç bir 1 Mayıs yaşadık bu
yıl. En önemlisi tabii bu yılki 1
Mayıs’ın Türkiye tarihinde ilk
kez resmen “emek ve dayanışma
günü” olarak kabul edilmiş olduğu,
tatil günü ilan edildiği 1 Mayıs olmasıydı. Bunun yanında uluslararası alanda olduğu gibi Türkiye’de
de bütün şiddeti ile yaşanan bir
ekonomik kriz ortamında yaşanan
bir 1 Mayıs. Emekçilerin milyonlarla sokağa dökülmesi için her
türlü nedenin olduğu bir 1 Mayıs.
Çeşitli şehirlerde 1 Mayıs gösterileri yapıldı. Ve bu yıl -Taksim yasağı dışında- emekçileri gösterilere
katılmaktan alıkoyacak fazla engel
de yoktu. Her yanda katılanlar açısından oldukça coşkulu gösteriler
yaşadık. Fakat bir bütün olarak ele
alındığında katılım
-olması gerekenle, mümkün
olanla karşılaştırıldığında- oldukça düşüktü. Bir kez daha aslında hem sendikaların, hem genel
olarak “sol” ve devrimci hareketin
gücü/güçsüzlüğü görüldü. Aslında
1 Mayıs değerlendirmesinde kendi
kendimize gaz verecek yerde, durumu objektif ve gerçekçi olarak
değerlendirip, işçi ve emekçi hareketinin ve devrimcilerin bu hareketle olan bağlarının zayıflığının
nedenlerini tartışıp, bunu nasıl
aşacağımız üzerine kafa yormamız
gerekli.
Bu yıl 1 Mayıs öncesinde sendikalar ve sol içinde tartışmanın kilitlendiği noktalardan biri,
İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarının nerede yapılacağı sorusu
idi. Sonuçta Türk-İş ve Hak İş,
valiliğin güya güvenlik gerekçesiyle Taksim’de kutlamaya izin
vermeyeceğini açıklaması üzerine
Kadıköy’de kutlama yapacaklarını ilan ettiler. DİSK ve KESK ise
EK:2
Taksim’de ısrarlı olduklarını açıkladılar. 1 Mayıs’ın bir gün öncesine
kadar süren pazarlıklarda, Valilik/
Emniyet Müdürlüğü ile DİSK/
KESK temsilcileri arasında yapılan
pazarlıklardan, DİSK ve KESK’in
ve onlarla birlikte hareket eden 75
Sivil Toplum Örgütünün “makul
bir sayıyla” Taksim’de anma yapacakları, buna izin olduğu sonucu
çıktı. Hem DİSK ve KESK temsilcileri, hem de Valilik adına konuşanlar yalnızca “makul sayı”dan
söz ettiler, fakat her iki taraf ta bu
makul sayının ne olduğu konusunda somut bir rakam vermedi.
Her halde valiliğin İstanbul’da
Taksim inadı için yığdığı “makul
sayı”yı belirleme aracının görünümü 25.000 civarında polisti!!!
Sonuçta DİSK ve KESK’in çağrısı
üzerine Pangaltı’da toplanan ve
giderek katılmalarla sayısı 4000’e
ulaşan bir kitle iki tarafı polis duvarıyla çevrili olarak polis tarafın-
İÇİNDEKİLER
15-16 Haziran: Yeniden Mümkün…
EK:1
1 Mayıs’ın ardından…
EK:2
IMF’in yeni öngörüsü gerçekleşecek mi?
EK:3
Nasıl geçiniliyor?
EK:4
2008 yılı işsizlik rakamları açıklandı
EK:4
Okuyun sıkılmayacaksınız!
EK:5
Mersin Limanında işçiler kazandı
EK:6
Kriz paneli üzerine notlar
EK:7
Toros Gübre'de 6. Grev de Anlaşma ile Sonuçlandı
EK:7
Adana'da kriz ve işçi sınıfı paneli
EK:7
Eğitim-Sen yürüyüşüne polis saldırısı
EK:8
Denizli’de 1 Mayıs
EK:8
dan abluka altına alınan Taksim
alanına “güvenlikli”! bir biçimde
ulaştırıldı. Bu kitle polis kordonu
altında Taksim’e doğru ilerlerken,
ara sokaklardan gelerek bu yürüyüş koluyla birleşmek isteyenlere
karşı polisin tavrı gayet haşindi.
Ne de olsa “makul sayı” konusunda
anlaşılmıştı ve o makul sayının
ne olduğu konusunda belirleyen
polis olacaktı. Ve de makul sayı
Pangaltı’da toplananlar ve onlara
katılmayı becerenler olarak belirlendi polis tarafından. Ara sokaklardan gelenlere polis gaz bombalarıyla, yer yer polis arabalarından
yükselen “gelin ulan kaçmayın”
naralarıyla, coplarla, gazlı tazyikli
suyla saldırdı. “Makul sayı”nın
çoğalması polis açısından “başarıyla” engellendi. Bu “başarı”nın
1 Mayıs Taksim gösterisine katılmak isteyen devrimci güçler
açısından ödenen bedeli onlarca
yaralı, yüzlerce gözaltı oldu. Ana
yürüyüş kolu yer yer ara ve arka
sokaklarda yaşananları protesto
için yürümesine ara vermesine
rağmen, sonuçta “makul sayı”yı
oluşturan “makul”ler olarak polis
denetiminde polis işgali altındaki
Taksim’e yürümesini sürdürdü. “1
Mayıs’ta, 1 Mayıs Alanındayız”,
“İşte Taksim-İşte 1 Mayıs” temel
sloganları eşliğinde Taksim’e girildi. DİSK başkanının ve KESK
başkanının konuştuğu bir miting
gerçekleştirildi. Taksim’de birçok
katılımcı için, en başta 1977’yi
yaşayanlar için duygulu anlar yaşandı. 1977 1 Mayısında taşınmış
olan büyük bir 1 Mayıs afişi açıldı.
Sonuçta yıllar sonra sınırını devletin belirlediği “makul sayıyla”
da olsa Taksim’e resmen çıkılmış,
devlet bir geri adım atmak durumunda kalmıştı.
Bundan sonrası için, hele hele
1 Mayıs’ın resmi tatil günü ilan
edilmiş olduğu şartlarda, devle-
tin Taksim inadını sürdürmesi
oldukça zor olacaktır. Taksim
eninde sonunda sınırı devlet tarafından belirlenen “makul sayı”da
temsilci-göstericiye değil, geniş
emekçi yığınların katılımına da
açılacaktır. Bu yılki “makul”ler
eylemi, devletin Taksim konusundaki inadının saçmalığını gösteren
bir eylem oldu. Görmek isteyen
herkes aslında polisle arka/yan
sokak çatışmalarının temel nedeninin de polisin “Taksim’e çıkanı
biz belirleriz” inadı olduğunu net
olarak gördü.
Bu yılki Taksim eylemi, devletin reformist güçleri (“makuller”),
devrimci güçlerden (“makul dışındakiler”) ayırmak siyasetinde
de oldukça başarılı olduğunu da
gösterdi. Bunda reformcuların işbirlikçi tavırları yanında, devrimci
grupların taktik yanlışları da rol
oynadı, oynuyor.
KESK, DİSK, TMMOB ve TTB
5 Mayıs’ta İstanbul'da düzenlenen
bir basın toplantısıyla 1 Mayıs'a
ilişkin ortak değerlendirmelerini
açıkladılar. Ortak açıklamanın bir
bölümü şöyle:
“Tartışmanın “Taksim Alanı”nda
yapılacak kutlamalara kilitlenmesi, sürdürdüğümüz mücadelenin
muhtevasının anlaşılmamasından
kaynaklanmaktadır. 32 yıldır sürdürülen bu mücadelenin bütünlüğü içerisinde Taksim Alanı’nın
inatla emekçilere kapatılması başlı
başına bir demokrasi sorunu haline
gelmişti. 12 Eylül askeri darbesine
uzanan ortamın yaratılmasında “1
Mayıs 1977 katliamı” önemli bir kilometre taşıdır. Bugüne kadar katliamdan sorumlu olanların açığa
çıkarılması yolunda hiçbir çaba
gösterilmemiş, hiçbir soruşturma
yapılmamış, hiçbir dava açılmamış, aksine olayın üzeri örtülmeye
ve toplumsal bellekten silinmeye
çalışılmıştır.
Türkiye, yaşadığı siyasi travmaların en önemlilerinden biri olan
1977 1 Mayıs katliamıyla yüzleşmediği sürece, ülkemizde demokrasi ve
özgürlükler sorunu hiçbir zaman
tam olarak çözülemeyecektir. İşte
bu nedenle 1 Mayıs’ın Taksim’de
kutlanması bir demokrasi sorunudur. Dolayısıyla bu basit bir yer
tartışması değildir. Siyasi iktidarlar sorunun farkındadır. Aslında
yasaklanan Taksim değil demokrasi mücadelesidir. İşte bu nedenle
emek örgütlerinin birlikte tutum
alması çok önemliydi.
4- 2009 1 Mayıs’ı bütün olumsuzluklara ve engellemelere rağmen,
Taksim’ de kutlanmıştır. Burada
emeği geçen, katkı veren, bizlerle
dayanışma içerisinde olan uluslararası sendikal harekete ve bizzat
katılan temsilcilerine, 1 Mayıs kutlamalarında canla başla çalışan
70’e yakın meslek örgütü ve demokratik kitle örgütü temsilcilerine,
siyasi partilerimizin temsilcilerine,
milletvekillerine, aydınlara, sanat-
En büyük çabayı biz gösterdik.
Taksim'e konfederasyonların sırayla girmesi önerisini biz yaptık''
diye konuştu.
Aslında Hak İş’in Taksim’e çıkışı ile DİSK’in Taksim’e çıkışı
arasında çok fark yok. Her ikisi de
polis denetiminde ve gözetiminde
çıktılar Taksim’e; çelenklerini koyup, mitinglerini yapıp, polisin
belirlediği şartlarda kutlamalarını
yapıp dağıldılar.
DİSK eylemini diğerinden ayıran, devrimci grupların bu yürüyüşe katılmaya çalışmaları,
1 Mayıs’ı kendilerine daha ya-
kın gördükleri DİSK ile birlikte
Taksim’de kutlama istekleri idi.
Polis buna izin vermedi. Yaşanan
çatışmaların nedeni budur. Ve bu
bağlamda DİSK-KESK-TMMOB
-TTB için “makul sayıyla” Taksim’e
çıkmak, devrimci gruplara yönelen polis saldırısına karşı onlarla
dayanışma içinde olmaktan daha
önemli olmuştur.
Bu arada tabii aslında sayıları
on bini aşan devrimci grupların
neden DİSK gibi örgütlere güvendikleri, neden kendilerini DİSK
gibi örgütlere göre ayarladıkları
da sorgulanmalıdır. Örneğin bu
1 Mayıs’ta bizim de içinde yer
aldığımız, Devrimci 1 Mayıs
Platformunu oluşturan örgütler,
enerjilerini Taksim’e çıkma konusu
üzerine yoğunlaştıracak yerde, birlikte işçi semtlerinde eylemler düzenlemeye yoğunlaştırsalardı; ya
da merkezi bir eylem daha doğru
bulunuyorduysa, merkezi izinli bir
eylemi bizzat düzenlemeye yoğunlaşsalardı, bu işçilerle birleşme,
onlara devrimci bilinci taşıma açısından daha yararlı olmaz mıydı?
Bu sorular sorulmalı, üzerine
tartışılmalıdır.
6 Mayıs 2009 √
IMF’in yeni öngörüsü
gerçekleşecek mi?
Avro bölgesi ekonomilerinin
bu yıl yüzde 4,2, 2010 yılında da
yüzde 0,4 oranlarında küçüleceği
öngörülüyor. Yani kriz’in en yoğun vurduğu alan Avrupa.
Özellikle Avrupa'nın finansal sisteminin inşasına ilişkin sorunların çözümü için koordine edilmiş
finansal politikaya ihtiyaç duyulduğu belirtilen raporda, ekonomik
durgunluğun İrlanda'da “şiddetli”,
İngiltere'de “epeyce şiddetli” olduğu, gelişmiş Avrupa ekonomilerinde işsizliğin, 2009'un sonunda
yüzde 10'un üzerine çıkacağı ve
2011 yılına kadar da tırmanacağı
ifade ediliyor.
Gelişmekte olan Avrupa ekonomilerinin 2009'da yüzde 3,75 daralacağı, gelecek yıl yüzde 1 büyüyeceği belirtilen raporda, eski SSCB
ülkelerinin bu yıl 5,1 küçüleceği ve
gelecek yıl yüzde 1,2 büyüyeceği
kaydediliyor.
Rapora göre, Rusya'nın ekonomisi bu yıl yüze 6, Almanya'nın
yüzde 5,6, İngiltere'nin yüzde
4,1, Meksika'nın yüzde 3,7 ve
Kanada'nın yüzde 2,5 küçülmesi
bekleniyor.
Gelişmekte olan ülkelerden Çin
ve Hindistan'ın ekonomik büyümeleri yavaşlarken, Çin’in bu yıl
yüzde 6,5 ve Hindistan’ın yüzde
4,5 büyüyeceği öngörülüyor.
2010 yılında Almanya'nın ekonomisinin yüzde 1 ve İngiltere'nin
ekonomisinin yüzde 0,4 küçüleceği öngörülüyor.
IMF Japonya'nın bu yılki ekonomik küçülmesini revize ederek yüzde 2,6'dan yüzde 6,2 oranına çıkarttı. Bu İkinci Dünya
Savaşı’ndan bu yana en büyük
küçülme.
Japonya, Rusya, Kanada ve
Meksika'nın ise 2010 yılında tekrar
büyüyeceği, Çin ve Hindistan'ın
büyümesinin ise hız kazanacağı
ifade ediliyor.
IMF'ye göre, ABD'de işsizlik
oranı bu yıl yüzde 8,9 ve gelecek
yıl yüzde 10,1 olacak. Almanya'da
işsizlik bu yıl yüzde 9 ve gelecek
yıl yüzde 10,8, İngiltere'de bu yıl
yüzde 7,4 ve 2010 yılında yüzde
9,2 olacak.
I
MF her ay dünya ekonomisi ile
ilgili aylık raporlar, her yıl ise
yıllık bir öngörü raporu yayınlıyor. Aylık ve üç aylık raporlarda
öngörüler son dönemde revize
edilmekten bir hal oldu. Revize de
hep aşağıya doğru yapıldı. Şimdi
2008 verileri temelinde “Dünyanın
Ekonomik Görünümü” Raporu
yayınlandı.
IMF'nin yayımladığı Dünyanın
Ekonomik Görünümü raporunda,
Türkiye'nin ekonomisinin, bu yıl
yüzde 5,1 küçülmesi bekleniyor.
Türkiye'de tüketici enf lasyonu,
yıllık ortalamalara göre, bu yıl
için yüzde 6,9, 2010 için de yüzde
6,8 olarak tahmin ediliyor. Bu %
10’un altında bir enflasyon olarak
olumlu görünüyor, fakat temelinde
tüketimin, dolayısı ile pazarın daralması yatıyor.
Türkiye'de cari açık beklentisi
de bu yıl için gayrisafi yurtiçi hasılanın yüzde 1,2'si, gelecek yıl da
yüzde 1,6'sı olarak verildi. Bu da
şimdiye kadar olanlarla karşılaştırıldığında oldukça düşük rakamlar
ve yine olumlu görünüyor. Fakat
bunun da temelinde üretimin daralması, dolayısı ile ara mal ithalatında gerileme, bir bütün olarak
ithalatta gerileme sonucu, ihracat
ithalat dengesinde açığın kapanması yatıyor.
Raporda küresel ekonominin,
büyük bir finans krizi ve güven
kaybından dolayı derin bir durgunluktan geçmekte olduğuna
işaret ediliyor. Burjuva ekonomistleri devrevi aşırı üretim krizini gözlerden gizlemeye devam
ediyorlar. Kriz “finans krizi”
olarak görülüyor, “güven kaybı”
giderildiğinde krizden çıkılacağı masalları yayılıyor.
Raporda dünya ülkelerinin
küresel krize karşı aldığı çeşitli
önlemler sayesinde, finans piyasalarının istikrara kavuşturulması
yönünde bir ölçüde ilerleme sağlandığı belirtiliyor ki “güven krizini” aşma yönünde moral takviyesi babında bir açıklama.
Bu açıklama ardından, “fakat”
geliyor. Alınan tedbirlerin henüz
güveni yeniden sağlayamadığı ve
zayıf ekonomik aktiviteyle finansal sıkıntıların negatif etkileşimini
ortadan kaldıramadığı kaydediliyor. Bu da herkesin gözü önünde
söylenen moral verme yalanını biraz relative etme operasyonu.
Raporda küresel ekonomik küçülmenin, bu yılın ikinci çeyreğinden
sonra yavaşlayacağı ve bu yılki küresel küçülmenin yüzde 1,3 olarak
gerçekleşeceği tahmin edildi. Buna
ancak IMF denir. Yani İnşallah,
Maşallah, Fesuphanallah!
Gelecek yıl ise mütevazı ölçülerde büyüme beklendiği, ancak
bu büyümenin, ülkelerin finans
makamlarının alacağı önlemlerin
başarısına bağlı olacağı dile getiriliyor. Burada da devletlere “pamuk
eller cebe” siyasetinin devamı öneriliyor. Tabii temel soru kimin cebine sorusu. Ve bu sorunun cevabı
net: Emekçilerin cebine!
Raporda, 2010 yılı için küresel
ekonominin yüzde 1,9 civarında
büyümesi beklentisi dile getiriliyor. Bu da IMF.
Raporda, ABD ekonomisinin bu
yıl yüzde 2,8 oranında küçüleceği,
2010 yılında da 0 büyüme olacağı
öngörülüyor.
5 Mayıs 2009 √
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
çılara teşekkür ediyoruz. Taksim’de
32 yıl sonra yeniden 1 Mayıs’ı kutlamanın heyecanını taşıyan bizler,
konuyu bir “zafer kazanılması” ya
da “bir alanın fethedilmesi” gibi
ifadelendirmek istemiyoruz. Olay,
demokrasi güçlerinin kararlı ve direngen tutum göstermesi sonucu,
emeğin 1 Mayıs kürsüsünün Taksim
Meydanı’na yeniden kurulmasıdır.
Emniyet güçlerinin saldırgan tutumu bu 1 Mayıs’ta da gerginliği ve
çatışmaları büyütmüş ve istenmeyen bazı aşırılıklara yol açmıştır.
Alana giremeyen ve girmeleri engellenen onbinlerce insana yönelik
“orantısız güç” kullanan anlayışı
bir kez daha kınıyoruz.”
Bu ortak açıklamada dikkat çekmek istediğimiz yan Taksim’e polis kontrolünde çıkartılan “makul
sayı”cıların, onlar Taksim’de kutlama yaparken polisin saldırısına
uğrayan binlerce 1 Mayıs göstericisi konusunda takındığı tavır. Bu
tavrı belirleyen şey “orantısız güç
kullanan anlayışa” yönelik eleştiri.
Yani “makul sayı”cılar için polisin güç kullanarak 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenleri engellemesinde
sorun yok. Sorun kullanılan gücün “orantısız” olmasında! Burada
tabii oranı kim belirleyecek sorusu
var. Eğer polisin 1 Mayıs’ı kutlamak isteyenleri güç kullanarak
engellenmesi meşru ise, hak ise, o
zaman tabii ki bu hakkı gerçekleştirmek için kullanılacak şiddetin
dozunu belirleme de onun işi olacaktır. Nitekim oldu da.
Reformizmin bir türlü içinden
çıkamadığı kısır döngü de buradadır. Reformistler düzenin kimi
aşırılıklarının törpülenmesi gerektiğini savunurlar, bunun için
mücadele ederler. Sonuçta düzeni
iyileştirme mücadelesidir mücadeleleri. Mücadeleleri hastalığı değil, hastalığın kimi görüntülerini
hedef alır. Sistemin hatalarını düzeltmeye çalışırlar. Anlamadıkları
bizzat sistemin kendisinin hata
olduğudur.
Bu arada Hak İş Başkanı Salim
Uslu da bir açıklama yaparak Bir
Mayıs Tabu’sunu yıkanın Hak İş
olduğunu iddia etti. Onun yaptığı
değerlendirme de şöyle:
''İki bin işçiyle Taksim'e çıkmak
ve Taksim tabusunu yıkmak sadece
ve sadece bizim başarımızdır. İki
bin üyemiz Taksim'e çıkmıştır. 50
dakika orada kalmışlardır ve bizim
açtığımız yoldan diğer sendikalar
da Taksim'e girmiş ve yıllardır süren özlemlerini gidermişlerdir.''
Hem mülki idarenin, hem de
bazı sendika ve sivil toplum örgütlerinin ''Taksim inadını'' abartılı
bulduklarını belirten Uslu, kendileri için doğru olanın, bu Taksim
inadını kırmak olduğunu söyledi.
Uslu, akıl ve sağduyuyla hareket
ettiklerini belirterek, ''Bu sayede
Taksim fenomeni, Taksim tabusu
aşılmış oldu. Taksim'in emeğe açılmasındaki en büyük pay bizimdir.
EK:3
Nasıl geçiniliyor?
2008 yılı işsizlik
rakamları açıklandı
2008 yılında Türkiye genelinde işsiz sayısı bir
önceki yıla göre 235 bin kişi artarak 2 milyon 611
bin kişiye yükseldi. Bu bağlamda işsiz sayısının
artmasında çalışma çağındaki nüfusun 778 kişilik
bir artış gösterdiği bilindiğinde, artışın öncelikle
bununla bağıntılı olduğu ortadadır.
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
K
EK:4
endi kendimize hep sorduğumuz, cevaplandırılmasında zorlandığımız
bir soru var: Nasıl oluyor da insanlarımız açlık sınırının altında
gelirle yaşamlarını sürdürebiliyorlar? Bunun cevabının bir yanında
kuşkusuz kayıt dışı ekonomi var.
Diğer yanında da yardımlar var.
Özellikle seçim dönemlerinde
çokça dile getirilen yardımlar.
Bununla ilgili olarak TÜİK’in bir
araştırması yayınlandı. İlginç veriler var, yukarıdaki soruya cevabın
bir yanının resmi istatistiki görünüşü bu veriler:
TÜİK’in 2008 yılı Ekim ayında
2 bin 878 örnek hanede, 6 bin 465
kişiyle gerçekleştirdiği "Yaşam
Memnuniyeti Araştırması" kapsamında, hane halkı yaşam koşulları
da değerlendirildi.
Araştırma sonucundan derlenen
verilere göre, 2008 yılında ayni
veya nakdi yardım alan toplam
hane halkı oranı yüzde 14,6 olarak
belirlendi.
Bu hane halk larının y üzde
36,1’ini aylık geliri 450 lira ve altında olanlar oluşturdu.
Gelir dilimlerine göre 451-700
lira arasında aylık geliri bulunanlar, yardım alanların yüzde
29,4’ünü, 701-900 lira arasındakiler yüzde 13,4’ünü, 901-1.500 lira
arasındakiler yüzde 16’sını, 1.5012.500 lira arasında geliri olanlar da
yüzde 3,7’sini oluşturdu. Yardım
alanların yüzde 1,5’inin ise aylık
geliri 2 bin 500 liranın üzerinde.
TÜİK yayımladığı araştırmada,
2003-2008 dönemine ilişkin verilere de yer verdi. Yardım kaynağına
bakıldığında, akraba, eş-dost yardımının başta geldiği görülüyor.
Belediye ile Sosyal Yardımlaşma
ve Dayanışmayı Teşvik Fonundaki
(SYDTF) artış ise dikkati çekiyor.
Bu çerçevede, nakdi veya ayni
yardım alan hane halkları içinde
2003 yılında belediyeden yardım
temin eden hane halklarının oranı
yüzde 8,8 düzeyindeydi. Bu oran,
2004’te yüzde 14,4’e, 2005’te 15,3’e
yükseldi. 2006’da yüzde 13,1 olarak belirlenen yardım alanların
oranı, 2007’de yüzde 20,3, 2008’de
yüzde 21,4 oldu.
Yardım alanlar içinde, Sosyal
Yardımlaşma ve Dayanışmayı
Teşvik Fonundan yardım sağlayanların oranı da 2003’te yüzde
16,2 idi. Bu grupta, 2004’te 9 puan
artışla yüzde 25,5’e çıkan yardım
alanların oranı, 2005’te yüzde
22,6, 2006’da yüzde 24,3, 2007’de
29,1 ve 2008’de de yüzde 29,8 olarak tespit edildi.
Hane ha l k larından yardım
alanlar içinde, gönüllü kişi ve
kuruluşlardan yardım alanların
oranı 2004 yılında, 2003’e kıyasla
9,9 puan artış gösterdi ve yüzde
12,8’e çıktı. Ancak daha sonra
2005’te yüzde 2,5, 2006’da yüzde
5,4, 2007’de yüzde 6,3 ve 2008’de
yüzde 3,7 oldu.
Hane halklarının son bir yılda
aldığı yardımların türüne bakıldığında da nakit yardımı öne
çıkıyor.
2003 yılında yardım alanların
yüzde 38,7’si nakit para aldığını
belirtti. Nakdi yardım alanların
oranı 2004’de yüzde 59,1’e yükseldi.
2005’te yüzde 47,8, 2006’da yüzde
49,7, 2007’de yüzde 51, 2008’de
yüzde 52,2 olarak belirlendi.
2003-2008 döneminde yiyecek,
giyecek yardımı alanların oranında fazla bir oynama görülmüyor. Ancak yakacak yardımında
2003’e kıyasla artış göze çarpıyor.
Yardım alanlar içinde yakacak
yardımından faydalananların
oranı 2003’te yüzde 8,5 olarak tespit edildi. Söz konusu oran, 2004’te
yüzde 31’e yükseldi. Yıllar itibariyle de 2005’te yüzde 23,9, 2006’da
yüzde 22,5, 2007’de yüzde 34,5,
2008’de yüzde 30,8 oldu.
Bir bütün olarak ele alındığında
bu istatistikler aile ve çevre yardımının hala belirleyici olduğunu ve
fakat bunun giderek gerilediğini,
devlet ve belediye yardımlarının
giderek arttığını gösteriyor.
28 Nisan 2009 √
T
ürkiye İstatistik Kurumu,
Hanehalkı İşgücü
Araştırması 2008 Yıllık
Sonuçlarını açıkladı. Buna göre;
2008 yılında Türkiye'de kurumsal olmayan nüfus bir önceki yıla
göre 823 bin kişilik bir artış ile 69
milyon 724 bin kişiye, kurumsal
olmayan çalışma çağındaki nüfus
ise 778 bin kişilik artış ile 50 milyon 772 bin kişiye ulaştı.
2008 yılında istihdam edilenlerin sayısı, bir önceki yıla göre 456
bin kişi artarak, 21 milyon 194 bin
kişiye ulaştı. 2008 yılında tarım
sektöründe çalışan sayısı 149 bin
kişi, tarım dışı sektörlerde çalışan
sayısı ise 307 bin kişi arttı.
2008 yılında istihdam edilenlerin yüzde 23.7'si
tarım, yüzde 21'i
sa nay i, y ü zde
5.9'u inşaat, yüzde
49.5'i ise hizmetler sektöründe yer
aldı. Bir önceki
yıl ile karşılaştırıldığında, tarım
ve sanayi sektörlerinin istihdam
edilenler içindeki
pay l a r ı n ı n 0. 2
puan arttığı, buna
karşılık hizmetler
sektörünün payının 0.3 puan azaldığı, inşaat sektörünün payının
ise değişmediği
görüldü.
2 0 0 8 y ı l ı nd a
Türkiye genelinde işsiz sayısı bir
önceki yıla göre 235 bin kişi artarak 2 milyon 611 bin kişiye yükseldi. Bu bağlamda işsiz sayısının
artmasında çalışma çağındaki nüfusun 778 kişilik bir artış gösterdiği bilindiğinde, artışın öncelikle
bununla bağıntılı olduğu ortadadır. Yani 2008 yılında ekonomik
krizin işsizlik alanındaki yansımalara henüz tam yaşanmamıştır.
Bu bağlamda dramatik gelişmeler
bu yıl içinde yaşanıyor. İşsizlik
oranı ise 0.7 puanlık artış ile yüzde
11 seviyesinde gerçekleşti. Kentsel
yerlerde işsizlik oranı 0.8 puanlık
artışla yüzde 12.8, kırsal yerlerde
ise 0.4 puanlık artışla yüzde 7.2
oldu. Türkiye'de tarım dışı işsizlik
oranı bir önceki yıla göre 1 puanlık artışla yüzde 13.6 seviyesinde
gerçekleşti. Bu oran erkeklerde geçen yılın aynı dönemine göre 0.9
puanlık artışla yüzde 12.3, kadınlarda ise 0.8 puanlık artışla yüzde
18.1 oldu.
Çalışanların yüzde 43,5'i kayıt
dışı
Yaptığı işten ötürü herhangi bir
sosyal güvenlik kuruluşuna kayıtlı
olmadan çalışanların oranı, bir önceki yıla göre 1.9 puanlık azalışla
yüzde 43.5 olarak gerçekleşti. 2008
yılında bir önceki yıla göre tarım
sektöründe sosyal güvenlikten
yoksun çalışanların oranı yüzde
88.1'den yüzde 87.8'e, tarım dışı
sektörlerde yüzde 32.3'ten yüzde
29.8'e düştü. Bu hala çok büyük bir
oran.
2008 yılında Türkiye genelinde
işgücüne katılma oranı, bir önceki
yıla göre 0.7 puanlık artışla yüzde
46.9 olarak gerçekleşti. Erkeklerde
işgücüne katılma oranı bir önceki
yıla göre 0.3 puanlık artışla yüzde
70.1, kadınlarda ise 0.9 puanlık
artışla yüzde 24.5 oldu. Kentsel
yerlerde işgücüne katılma oranı
0.7 puanlık artışla yüzde 45, kırsal yerlerde ise 0.6 puanlık artışla
yüzde 51.4 seviyesinde gerçekleşti.
2008 yılında işgücüne katılma
oranının en yüksek olduğu bölge
yüzde 61.1 ile Doğu Karadeniz
oldu. İşgücüne katılma oranının
erkeklerde (yüzde 74.5) ve kadınlarda (yüzde 48.2) en yüksek olduğu bölge yine Doğu Karadeniz
oldu. 2008 yılında en yüksek istihdam artışı 120 bin kişi ile Batı
Anadolu bölgesinde gerçekleşti.
Buna karşılık en fazla istihdam
azalışının yaşandığı bölge Orta
Anadolu bölgesi oldu. Bu bölgede toplam istihdam 54 bin kişi
azaldı, bu azalışın yüzde 79.6'sı
tarım istihdamının azalışından
kaynaklandı. Bölgelerdeki istihdamın sektörel dağılımına bakıldığında, tarım sektörünün payının
en yüksek olduğu bölge yüzde 60
ile Kuzeydoğu Anadolu, sanayi
sektörünün payının en yüksek olduğu bölge yüzde 40.1 ile İstanbul
ve yüzde 39.2 ile Doğu Marmara,
hizmetler sektörünün payının en
yüksek olduğu bölge ise yüzde 62.5
ile Batı Anadolu bölgesi oldu.
İşsizliğin en yoğun olduğu
bölge Kürt coğrafyası
7 Mayıs 2009 √
E
vet, sevgili YDİ Çağrı okurları sizlere değerli patronumuz Emektar Mustafa
Özbek' in veda mektubundan bazı
bölümlerini ve biz metal işçileri
olarak verdiğimiz cevabı satır satır
sizlerle paylaşacağız. Bu yazımızda
Türk Metal sendikasının aylık dergisinden yararlanılmıştır.
Mustafa Özbek (M.Ö.):
Değerli Genel Kurul Delegeleri,
benim sevgili işçi kardeşlerim,
arkadaşlarım, Metal işçilerinin
değerli eşleri, kız kardeşlerim, bacılarım, değerli misafirler, değerli
basın mensupları... Hepinizi en
derin duygularla, saygıyla selamlıyorum... Sizlere bu mektubu haksız ithamlar neticesi gönderildiğim
Silivri' den yazıyorum.. Dört duvar
arasında mektuplarınızla, mesajlarınızla 71 gündür beni yalnızlığa
mahkûm etmediğiniz Silivri'den...
Biz Metal İşçileri (BMİ):
Sen haksızsan neden tutuklanırken hiç bir itiraz yapmadın ve
neden evinde ve kanalında (ART)
yapılan araştırmada proje planlar
ele geçirildi. Sonra bizler sana ne
mektup nede mesaj yazdık. Sana
yazsa yazsa yine senin parayla tuttuğun sahtekâr yandaşlarındır.
isminin hatırından çok 34 yıllık
bir kara lekesi kaldı. Sonra biz
işçi sınıfının senin gibi işbirlikçi,
şoven, ırkçı ve sermaye dostu bir
şahsiyetin vasiyetine hiç ihtiyacımız yok...
M.Ö.: Önce hepimizin şunu çok
iyi bilmesi gerekiyor.Türk Metal
sendikası, sıradan bir sendika
değil...45 yıl boyunca , onurla,
gururla, haysiyetle metal işçilerinin ekmek kavgasına damgasını
vurmuş bir sendika...Bugüne kadar işçilerin ekmek kavgasında bir
kuruş da olsa taviz vermemiş bir
sendika...
BMİ: Deliye sorsalar güler yahu.
Hangi ekmek davasında yanında
oldun. Destek olacağına daha çok
ki padişahlık tahtını kurdu ve
oturdu.
M.Ö. : Değerli Metal İşçileri,
Türk Metal , Metal işçilerinin
Türkiye' ye kazandırdığı büyük bir
eserdir.. Bu eserin altında sadece
benim imzam yok..bu hepimizin
eseri..Şimdi bu esere sahip çıkma
zamanı..Çünkü bu sendika metal
işçilerinin sığınacağı tek liman...
Güvendiği tek dağ... Bu dağlara
kar yağdırmayın...
BMİ: Biz metal işçilerinin güvendiği tek dağ vardır, sığınacağımız tek liman vardır, güvendiğimiz tek saf vardır. O da proletarya
diktatörlüğünde kurulmuş olacak
sosyalist, bolşevik saflardır.
M.Ö.: Değerli Arkadaşlarım,
ben, Genel Başkan olarak olmasam da Türk işçi hareketinin ve
Türk Metal' in bir neferi olarak
yine sizlerle birlikte olacağım...
BMİ: Evet sen olmayacaksın
başta, ama yine de sen sana düşen
karı paylaşacaksın. Bizler buna
eminiz.
M.Ö.: Yüce Allahım ve Türk adaleti o günleri elbet gösterecek. Ben
buna inanıyorum sizlerde inanın.
BMİ: O Yüce Allahın gösterir mi
bilmeyiz ama bu Türk Adaleti 86
yıldır adaletini bir türlü gösteremedi gitti. Bizler hangisinin adaletine inanalım.
M.Ö.: Değerli Arkadaşlarım,
sendikacılık hayatımın her döneminde sizlere evlatlarım ve kardeşlerim gibi sahip çıktım... Sizleri
eşimden ve çocuklarımdan ayrı
tutmadım.
BMİ: Evet 34 yıl boyunca sömürdüğün bizler, krallar gibi yaşayan
senin eşin ve çocukların oldu. Ne
zaman kimlere sahip çıktın?
M.Ö.: Eğer Mustafa Özbek isminin sizlerin yüreğinde birazcık
hatırı kalmış ise bu yazdıklarımı
vasiyet olarak kabul edin.
BMİ: Bizlerde Mustafa Özbek
köstek oldun. Hep kaşığın arkasıyla aldın kepçeyle geri verdin.
M.Ö. : Bayrağımıza, bağımsızlığımıza, millete, cumhuriyete ve
demokrasiye kendini adamış bir
sendika.. Ulu önder Mustafa Kemal
Atatürk' ü, davasını ve ilkelerini
her zaman aklında ve sırtında taşımış bir sendika... Böyle olduğu
için metal işçileri, bu sendikayı, 14
binlerden 350 binlere taşıdı.. Böyle
olduğu için Türk Metal, Türk milletinin gönlünde taht kurdu.
BMİ: Kurduğu Cumhuriyet ve
demokratik yaşam şüpheli olan
Mustafa Kemal Atatürk' le sadece
isim benzerliğinden başka bir ortak yönü olmayan Mustafa Özbek
sendika üye sayısını 14 binlerden
350 binlere acaba saymakla bitiremeyeceğimiz hangi sahtekarlıkla
ve zorbalıklarla ulaştırdı. Evet o
kadar işçiyi sömürdü o kadar çaldı
M.Ö. : Bu sendikayı kısır tartışma lara kurban etmey in ..
Siyasetçilerin arka bahçesi olmasına izin vermeyin... Kişisel tartışmaların odağı haline getirmeyin...
BMİ: Bu ne perhiz bu ne lahana
turşusu Musyafa bey, Ülkü ocaklarına paraları yağdırıp işçilere
gözdağı verdiren, korkmayanları
dövdüren Mustafa bey sonra bir siyasi oluşum için parti kurma aşamasına kadar gelen Mustafa bey
... Siz mi söylüyorsunuz bunları
.. Bırak eğer inanıyorsan Allahını
seversen...
M.Ö.: Değerli dava arkadaşlarım, Metal iş kolu, Türk sanayinin
can damarı... Sendika olarak bu
damarlardan akan kanın durmasına asla izin vermeyin... Bu konuda işverenler ve sanayiciler ile
sendikal hedeflerden uzaklaşmadan uzlaşma içinde olun...
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
İşsizlik oranının en yüksek olduğu
bölge yüzde 15.8 ile Kürt illeri
olurken, en düşük olduğu bölge
yüzde 5.8 ile Doğu Karadeniz
bölgesi olarak belirlendi. 2008 yılında erkeklerin işsizlik oranının
en yüksek olduğu bölge yüzde 17.3
ile yine Kürt coğrafyası bölgesi
iken, kadınlar için yüzde 15.6 ile
Batı Anadolu ve Akdeniz bölgeleri
oldu.
İşgücüne katılma oranının en
düşük olduğu kentler ise yüzde
30.7 ile Mardin, Batman, Şırnak,
Siirt ve yüzde 31.8 ile Şanlıurfa,
Diyarbakır olarak belirlendi.
15 ve daha yukarı yaştaki nüfusun yüzde 18.7'sini barındıran
İstanbul, toplam istihdamın da
yüzde 18.5'ine sahip oldu. Toplam
çalışma çağındaki nüfus içindeki
payı yüzde 6.7 olan Ankara bölgesi
toplam istihdamın yüzde 6.4'üne
sahip bulundu. Antalya, Isparta,
Burdur bölgesinin ise toplam çalışma çağındaki nüfus içindeki
payı yüzde 3.6 iken, toplam istihdamın yüzde 4.4'üne sahip olduğu
belirlendi. Buna karşılık, çalışma
çağındaki nüfusun yüzde 3.3'üne
sahip olan Şanlıurfa, Diyarbakır
bölgesinin toplam istihdam içindeki payı yüzde 2.2 oldu.
2008 yılında işsizlik oranının en
yüksek olduğu iller yüzde 17.4 ile
Mardin, Batman, Şırnak, Siirt olurken, bunu yüzde 16.8 ile Adana,
Mersin izledi. İşsizlik oranının en
düşük olduğu bölge ise yüzde 5.6
ile Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan bölgesi oldu.
O k uy u n
s ı k ı l m ayac a k s ı n ı z !
EK:5
BM İ: Di k k at! A ld ı n ı z m ı
mesajı?
M.Ö. : Pevrul Kavrak kardeşiniz
Makine Kimya' dan Çerkezköy'e
oradan Ankara' ya uzanan yolda
şimdi Genel Başkan Yardımcımız
olarak hem de Türk-İş yöneticisi
olarak yaşamına devam ediyor..
BMİ: Diyerek atama işlemini
gerçekleştirmiş bulunmaktadadır.
Hani insan birde kardeşlerinin istediğini sormaz mı, bu nasıl kardeşlik.Bu nasıl adalet bu nasıl demokrasi.Böyle sendikacılık olmaz
bizde reddediyoruz.
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
M.Ö.: Birbirinize olan inancınızı, birbirinizle dayanışmanızı
her zaman koruyun. Birbirinizden
kopmayın, ayrı durmayın... Önce
Allah' a sonra da sendikanıza
inanacaksınız... Bunu yaparsanız
büyüklüğünüzü ve gücünüz de devam edecektir..
BMİ: Başlarken güzel başladın da
devamını niye getirmedin be birader . Onun senin sendikandan ne
farkı var ki.. Pardon sen biraz daha
barbar ve şovensin unutmayalım.
M.Ö.: Mustafa Özbek olarak ,
mensup olduğum Türk milletiyle
ve sahip olduğum milli kimliğimle
onur duydum , gurur duydum...
Devletimi ,milletimi sevdim,ü
saydım.Cumhuriyetimizi ve demokrasimiziyaşatmak uğruna
mücadele ettim... Bir türk milliyetçisi olarak, Türkçülüğe sahip
çıktım.Türkçülüğü savundum..
Ömrüm oldukça da bu ülküden
asla vazgeçmeyeceğim...
EK:6
BMİ : Ulan Mustafa Ağa bu topraklarda sadece Türk yaşamıyor.
Bu sendikanın üyeleri içinde hiç
mi kürt vatandaşı, hiç mi ermeni
vatandaşı, hiç mi rum vatandaşı
yok.Her birinden birer tane dahi
olsa onları asümile etmeye hakkın
yok.Emin ol onlarda kendi kimlikleriyle gurur duyuyordur ama
senin gibi bu şekilde ırkçi söylemlerde bulunmuyorlar.
M.Ö.: A ma şu na ina nı n...
Düşüncelerimin içinde hiçbir zaman kalleşliği, haramı, ihaneti
koymadım.
BM İ: İ ş te bu r ad a a k l ı ma
Mahsuni' nin türküsü aklıma geldi
" Bak ite hele". Bizce eksik bir şeyler daha var ama utanıp söylemedi
herhalde…
Evet, sevgili YDİ Çağrı okurları
umarım sıkılmamışınızdır. İşte,
sevgili eski patron Mustafa Özbek
Paşanın son mektubumu dersiniz,
son vasiyetimi dersiniz ne derseniz
deyin. Fakat biz son veda hutbesine benzettik…
Gelecek Ekimlerde, yeni Ekimler
gelmesi dileğiyle. Hoşçakalın.
Dostça kalın.
Bursa’dan bir YDİ Çağrı okuru
Mayıs 2009 √
Mersin Limanında işçiler kazandı
M
ersin Limanı’nda 128
gündür işlerine dönme
mücadelesi veren liman
işçilerinin direnişi başarıyla sonuçlandı. TÜMTİS yöneticileriyle
liman ana işleticisi MIP ve Taşeron
firma MPO arasında yapılan görüşme sonucu prensip anlaşmasına
varıldı. Prensip anlaşmasına göre
ilk etapta 141 işçi işbaşı yaptı. Geri
kalan 49 işçi ise en geç bir ay içinde
işlerine başlayacak. Ancak işçiler,
diğer 49 işçi de işe alınana kadar
direnişi sürdürme kararı aldılar.
Yapılan anlaşmaya göre işçilere
bir defaya mahsus olmak üzere
1000TL verilecek. İşçilerin yeni
taşeron firma olan MPO’da da
sendikaya üye olmalarının önüne
engel çıkarılmayacak. TÜMTİS bu
yeni işyerinin kendi işkollarında
olup olmadığı temelinde durum
tespiti yaptırdıktan sonra işçiler
sendikaya kayıtlarını yaptıracaklar. Akansel’in attığı 19 şoför de
tekrar işbaşı yaptı.
Varılan bu anlaşmanın hemen
ardından TÜMTİS Genel Başkanı
Kenan Öztürk ile sürece ilişkin bir
söyleşi yaptık.
YDİ Çağrı: Direnişteki son süreci bize bir anlatır mısınız?
Kenan Öztürk: Buradaki son
süreç ilk aşamada 121 işçi arkadaşımız işten çıkarılmıştı. 127
gündür direniş devam ediyordu.
İşveren asıl işçilerin daha önce çalıştığı taşeronun işyerini feshetti
ve yeni bir şirket kurdu. Bu arada
içerde çalışan 72 işçinin daha işine
son verildi. Bu yeni şirkete yeni
işçi alarak sendikalı işçiyi burada
tamamen tasfiye etmek istediler.
Fakat bu 72 arkadaşında atılması,
mücadeleyi daha da yükselti. Her
gün gösteriler, basın açıklamaları, dışarıda getirilen kaçak işçiye
karşı işçilerin tepkisi ve öfkesini
gördüler. Ana firmanın oyunlarına karşı tepkiler yoğunlaşınca,
Mersin Vali yardımcısı araya girerek görüşme talebinde bulundular.
Biz başta ana firma ile görüşme
talebinde bulunduk. Burada asıl,
sendika düşmanlığını tezgâhlayan
ana firma IMP’dir. Dışarıda getirilen işçiler, buradaki işçilerin haklı
mücadelesini ve tepkileri görünce
kendiliğinden vazgeçti gitti. Bu
tepkiler sonucu işverende görüşme
önerisi geldi. Bu öneri üzerine biz,
IMP yetkilileri ile görüştük.
Gelen öneri; ilk görüşmelerimizde tabi işveren önce, 10 kişi
alalım, 20 kişi alalım, en son çıktıkları rakam 34 kişi alalım dedi.
Biz hayır ya işçinin tamamı ya
da biz görüşmeyeceğiz dedik. Bu
tavrımız üzerine sonra tekrar görüşme önerileri geldi. Daha sonra
görüşmelerimizde 72 işçinin hemen işbaşı yapması, 127 gün direnişteki 19 şoför işçinin hemen
başlatılması, yine normal işçi olarak çalışan 50 işçinin de hemen
işbaşı yapması idi. Geriye kalan 49
işçi kalıyor. Bu 49 işçiyi de bir ay
içerisinde işbaşı yaptıracaklarına
dair taahhütleri oldu En son gelinen aşama buydu.
YDİ Çağrı: Bu görüşmeleriniz
ile ilgili işçileri bilgilendirdiniz
mi?
Kenan Öztürk: Biz işverenlerle
görüşmelerimiz ertesinde işçi arkadaşlarımızla görüşüp ona göre
bir karar vereceğimizi söyledik.
Direnişe katılan bütün işçi arkadaşlarla uzun bir toplantı yaparak
işverenin önerisini anlattık. Bu konuda tamamen kendi özgür iradeleri ile karar vermeleri gerektiğini
söyledik. İşverenlere bu toplantıya kadar verilmiş bir söz ve imzalanmış bir yazının olmadığını,
işçi arkadaşların karar vereceğini
söyledik. Bütün işçi arkadaşlar bu
önerinin makul olduğunu, sendikanın bunu onaylaması gerektiğini
oybirliği ile karar verdi. İşçilerin
onayı üzerine işverenler ile görüşerek öneriyi kabul ettik.
YDİ Çağrı: Bu yeni taşeron firmaya geçildiğinde işçilerin sendikalı durumu devam edecek mi?
Patronun herhangi bir talebi oldu
mu?
Kenan Öztürk: Hayır, IMP yetkililerinden direk böyle bir talep
gelmedi. Biz işverenle görüşmelerimizde sendikal faaliyetin devam
edeceğini söyledik. Sendikadan
istifa edilmesi gibi bazı sözler sarf
edildi. Biz buna sert tepki göster-
diğimizde işveren bu önerisinden
vazgeçti. İşbaşı yapan işçiler sendikalı olarak çalışabilir, burada
bir problem yok. Türkiye’de son
dönemde örgütsüz yerlerde birçok direniş yaşandı. Bu ülkede
her sendikalı örgütlenme talebine
kıyımla cevap veriliyor. Mevcut
siyasi iktidarın demokrasinin geliştiğine dair sözlerinin ne kadar
palavra olduğunu, emekçiler her
gün yaşamında görüyor. Son sürece baktığımızda atılan işçilerin
direnerek geri döndükleri çok az
örneği var. Tabii ki bu o direnen işçinin suçu değil. Sendikal hareketin içinde bulunduğu kötü durum
ve sınıf dayanışmasının yoksunluğundan kaynaklanıyor. Mersinde
gerçekte onurlu bir mücadele verildi. Mersin’deki emek örgütleri, sendikalar, demokratik kitle
örgütleri, direnişin başından bu
yana direnen işçilerle omuz omuza
oldular. İşçiler her türlü baskıya,
polis baskısına rağmen yılmadılar bilakis daha da kararlı direndiler. İki defa arkadaşlarımız gaz
bombalı, coplu saldırıya uğradılar.
Bütün bu baskılara rağmen işçi arkadaşlarımızın kararlı ve onurlu
tutumu, demokratik kitle örgütleri
ve sendikaların aktif dayanışması,
bu mücadeleyi buraya taşımıştır.
Dolayısı ile her şey bitmiş de değil.
İçerde sendikalaşma faaliyetimiz
devam ediyor. Yasal yetki ile ilgili prosedür süreci devam ediyor.
Sendika hedefimiz bu işyerinde
sendikasız işçi bırakmama. Toplu
iş sözleşmeli düzene geçmektir.
Burada mücadele devam ediyor. Bu kazanım sınıf hareketi ve
emekçiler açısında önemli bir kazanımdır. Bugüne kadar dayanışmadan bulunan bütün kurumlara,
bütün demokratik kitle örgütlerine, emekten yana bütün siyasi
oluşumlara ve partilere çok teşekkür ediyoruz. Çok büyük katkıları
olmuştur.
YDİ Çağrı: Burada sendika olarak gerçekte örnek bir mücadele
sergilediniz. Sınıf sendikacılığı
açısından örnek oldunuz ve işçilere çok şey öğrettiniz. İşçilerle
yattı, işçilerle kalktınız. Sizleri
kutluyorum.
Kenan Öztürk: Ben de size çok
teşekkür ediyorum. Özellikle şahsınıza. Direnişin ilk gününden
itibaren işçilerle beraber oldunuz.
Hep işçiye moral verdiniz, motife
ettiniz, kararlı olmaları, birliklerini bozmamaları konusunda
telkinde bulundunuz, direnişin
önünü açmaya çalıştınız. Direnişte
büyük katkınız oldu. Teşekkür
ediyorum.
YDİ Çağrı: Bende teşekkür ediyorum. Yapılması gerekeni yaptık
12 Mayıs 2009 √
Kriz paneli üzerine notlar Toros Gübre'de 6. Grev de
Anlaşma ile Sonuçlandı
M
1
sınıfının örgütsüzlüğü, sendikaların güçsüzlüğü ve en önemlisi
devrimci-komünist hareketin zayıflığının önemli bir etken olduğu
vurgulandı.
Panelin ikinci bölümünde, dile
getirilen görüşlerde esas olarak
krize karşı nasıl bir mücadelenin
yürütülmesi gerektiği üzerinde
duruldu. Tartışmaya geçmeden
önce gelen soruların bazıları şunlardı: Mali/finansal kriz, borsa
krizi ve aşırı üretim krizi arasındaki fark nedir, birbiriyle ilişkisi
nedir? Ekonominin giderek merkezileştiği bugünkü emperyalist
sistemde yerel krizler mümkün
mü? Sosyalizmde kriz olur mu ya
da sosyalist bir ülkenin varlığında
yaşanacak bir kapitalist ekonomik
krizin sosyalist ülkeye etkileri ne
olur? 1929 dünya krizi ile bugünkü
kriz arasında ne gibi farklar var?
Ekonominin militarizasyonu ne
demek? vs.
Sorulara verilen cevapların ardından tartışma bölümüne geçildi.
Panele katılanların söz alarak katkıda bulunduğu etkinlikte esas
tartışma ekonomik krize rağmen
işçi sınıfının suskunluğu, devrimcilerin alternatif olamaması, güçlü
bir işçi sınıfı partisinin yoksunluğu
üzerinde yoğunlaştı. Yoğunlaşılan
bir diğer nokta ise oportünist
reformist hareketlerin krize yaklaşımı idi. Bu çevrelerin hemen
hemen hepsinin, bir bütün olarak
kapitalist sistemi karşısına almak
yerine sistemin aksayan yanları ile
uğraştıkları ve reformist anlayışların bu konuda da hakim olduğu
belirtildi.
Krize karşı sınıf bilinçli işçiler
ne yapmalı? Sorusuna ise, kriz
dönemlerinin işçi sınıfı içerisinde
çalışma açısından elverişli koşullar yarattığı, sınıf bilinçli işçilerin
bunu uygun araçlarla en iyi şekilde
değerlendirerek işçi sınıfına gitmesi ve işçi sınıfının bilinçlenmesi
mücadelesine daha sıkı bir şekilde
sarılması gerektiği dile getirildi.
Mayıs 2009 √
imzalandığını belirtti.
Üzerinde anlaşmaya varılan
toplu iş sözleşmesine göre, işçilerin
ücretlerine ilk yıl 100 TL zam ve
sosyal haklarda %6’lık artış yapılması, ikinci yılda ise, ücret ve sosyal hakların enflasyon oranın da
artırılması kararlaştırıldı. Tekfen
Holding yönetimi ilk görüşmelerde
Toplu İş Sözleşmesi Anlaşmasında
yer alan greve çıkış nedeni olan
kapsam maddesi; "Sendikasız çalışanların sayısı, toplam çalışan
sayısının 44/1'ini geçemez."kabul
oturulduğunu ve kriz bahanesiyle
ödettirilmek istenen faturaya hayır
dedik” dedi. Alaybeyoğlu yapılan
toplu iş sözleşmesinin aynı zamanda işçilerin de onayı alınarak
edilmeyerek kazanılmış olan bir
hak korundu.
2
18.05.2009
YDİ Çağrı Mersin √
Adana'da kriz ve
işçi sınıfı paneli
4 M ay ı s Pa z a r g ü nü
Adana’da “Ekonomik Kriz
ve İşçi Sınıfı” konulu bir
panel düzenledi. Yeni Dünya
İçin Çağrı okurlarının düzenlediği panelde krizin ne olduğu,
ekonomik krizin nasıl gerçekleştiği, devrevi kriz, krizin aşamaları vb. sunuldu.
Yapılan sunumda ekonomik
krizlerin kapitalizmin yapısı
gereği ortaya çıktığı ve aşırı
üretimden kaynaklandığı, kapitalizmde krizlerin kaçınılmaz
olduğu, kriz döneminde işçi ve
emekçilerin kazanılmış haklarının gasp edildiği, insanların
daha fazla yoksulluğa itildiği
anlatıldı. Krizin nedeni örnekle-
riyle açıklandı.
Sunumun ardından soru-cevap
bölümünde kapitalizm bir devrimle yıkılmadan işçi ve emekçilerin mutluluğunun olamayacağı, sosyalist ekonomiden üretimin planlı yapılmasından dolayı
krizlerin olmayacağı belirtildi.
Panel az sayıda insanın katılmasına rağmen canlı bir atmosferde geçti. Özellikle genç katılımcılar konuyu anlayabilmek
için dikkatle dinlediler. Panel
ardından yapılan sohbetlerde sunumun ve tartışmaların verimli
geçtiği belirtildi.
26.05.2009
Ydi Çağrı / Adana √
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
0 May ıs Pa z a r g ü nü
Güney Kültür Merkezi’nde
“Ekonomik Kriz ve Sonuçları.
Krize karşı ne yapmalı? Konulu bir
panel düzenlendi.
Panelin konusu iki bölümden
oluşuyordu. Birinci bölümde genel
olarak krizin ne olduğu, nereden
kaynaklandığı, hangi evrelerden
geçtiği üzerine duruldu. Kapitalist
dünyanın ayrılmaz bir parçası olan
ekonomik krizlerin her 8-12 yıllık
sürelerle tekrarlandığı ve krizin
bunalım, durgunluk, canlanma ve
kalkınma olmak üzere toplam dört
devreden geçtiği belirtilerek bu evrelerin her birinde yaşanan gelişmenin ne olduğu somut örneklerle
ortaya konuldu. Her ekonomik
krizin, bir sonraki krizin önkoşullarını yarattığı ifade edildi.
Kapitalist ekonomik krizlerin
son tahlilde aşırı üretimden kaynaklandığı vurgulanarak kapitalizmin emek-sermaye çelişkisinin
ekonomik krizlerin temelini oluşturduğu dile getirildi. Daha fazla
kar amacıyla aşırı boyutlarda üretilen malların, geniş emekçi kesimin alım gücünün sınırlı olması
nedeniyle elde kalması, bunun
sonucu olarak işçilerin işten çıkarılması, emeğin daha yoğun bir
şekilde sömürülmesi, işsiz kalan
kitlelerin alım gücünün daha da
düşmesi ve yoksulluk, ekonomik
kriz dönemlerinin tipik göstergeleri olduğu belirtildi.
Panelist arkadaş konuşmasının
devamında içinde bulunduğumuz
ekonomik krizin ortaya çıkışı üzerinde detaylı bir şekilde durdu.
ABD’den başlayan ve tüm dünyaya
yayılan krizi ve yaşanan çöküntünün boyutlarını ortaya koydu.
Ekonomik krizin geniş işçi
ve emekçiler açısından ne anlama geldiğini yine dünyadan ve
Türkiye’den verdiği örneklerle
detaylandırdı.
Ekonomik kriz, işçi ve emekçi
yığınları derinden etkilemiş olmasına karşın ciddi bir karşı duruşun gösterilmediği, gösterilemediği üzerinde durulurken, işçi
ersin ve Adana Ceyhan
da Tek fen Holding’e
bağlı Toros Tarım işletmesinde patronun sıfır zam
dayatması sonucu 115 işçiyle 7
Nisan da çıkılan grev 32. gününde
anlaşma ile sonuçlandı. Patronun
krizi bahane ederek işçilerin kazanılmış haklarını geri almak istediğini belirten Petrol-İş Mersin
Şube Başkanı Adil Alaybeyoğlu,
“İki yıl gibi bir süre için sıfır zam
talebi kabul edilemezdi. Patronun
geri adım atması sonucu masaya
EK:7
Eğitim-Sen yürüyüşüne polis saldırısı
dir sürdürdüğü şiddeti şimdi de
eğitimcilere uyguladığını belirtti.
KESK’e ve Eğitim- Sen’e yapılan
operasyonların karşısında hala
sokakta olduklarını vurgulayan
Şimşek, tüm emek kesimleriyle,
Eğitim emekçileri, polis saldırısı sonrası
yaklaşık bir saat boyunca oturma
eylemi yaptılar. Barikatın kaldırılmasını
ve yürüyüşün başlamasını isteyen
eğitimciler saat 16.30'da yürüyüşe
başladılar.
Haziran 2009 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ
S
EK:8
aat 13.00'da Atatürk Bulvarı
üzerinde bulunan Danıştay
park ında biraraya gelen
Eğitim Sen’lilerin önüne polis barikat kurdu. Polisin yürüyüşü yaptırmayacağını söylemesi üzerine
yürümekte ısrar eden eğitimciler
yolu kapattılar.
Yolu tarafiğe kapatan eğitim
emekçilerine polis coplarla, gazla
ve tazyikli suyla saldırdı. Polis saldırısı nedeniyle 10'u aşkın emekçi
yaralandı.
Polis gazı ile dağıtılmak istenen Eğitim-Sen üyeleri ve onlara
destek veren kurum temsilcileri,
Atatürk Bulvarı üzerinde toplanarak oturma eylemi yaptılar. Saldırı
sonrası bir açıklama yapan Eğitim
Sen Genel Başkanı Zübeyde Kılıç,
sendikalarının günlerdir maruz
kaldığı polis saldırısına bir yenisinin daha eklendiğini ifade ederek, barikat açılarak Milli Eğitim
Bakanlığı'na yürüyene kadar eylemlerinin süreceğini ifade etti.
Eğitim emekçileri, polis saldırısı
sonrası yaklaşık bir saat boyunca
oturma eylemi yaptılar. Barikatın
kaldırılmasını ve yürüyüşün başlamasını isteyen eğitimciler saat
16.30'da yürüyüşe başladılar.
Eylem boyunca “Barikat açılsın,
yürüyüş başlasın”, “Zafer direnen
emekçinin olacak”, “Söz, yetki,
karar çalışanlara”, “Eğitim haktır satılamaz”, “İşte sendika işte
KESK”, “Parasız eğitim, parasız
sağlık”, “Toplu sözleşme hakkımız
grev silahımız”, “KESK’e kalkan
eller kırılır”, İnsanca yaşam demokratik Türkiye” sloganları atan
eğitim emekçileri, toplu sözleşme
taleplerini içeren pankartlarıyla
yürüdüler.
Milli Eğitim Bakanlığı’na gelindiğinde burada bir açıklama
yapan Eğitim-Sen Genel Başkanı
Zübeyde Kılıç; 3 Haziran’da başlayan Eğitim-Sen yürüyüşünün
her türlü saldırı ve baskıya karşın
sürdüğünü, fakat aynı saldırıya
Ankara’da uğradıklarını ve bu
faşizan uygulamaların emekçileri yıldıramayacağını ifade etti.
Eğitim emekçilerinin haklı taleplerle yürüdüğünü söyleyen Kılıç,
bu talepleri görmezden gelenlere
grevle yanıt verileceğini hatırlattı.
KESK Genel Sekreteri Emirali
Şimşek ise konuşmasında, KESK’in
TİS talepleri için sokaklarda olduğunu ve Eğitim-Sen’in de bu
talepler için yürüdüğünü söyledi.
Eğitimcilerin yürüyüşe başladıkları ilk günden bu yana her türlü
saldırıya maruz kaldığını söyleyen
Şimşek, Ankara polisinin günler-
1
işsizlerle, yoksullarla birlikte mücadele yürütecekleri toplu sözleşme sürecinin başladığını ve 20
Haziran’da Ankara’da olacaklarını söyledi.
Haziran 2009 √
Denizli’de 1 Mayıs
Mayıs Emek ve Dayanışma
günü, Denizli’de yürüyüş ve
mitingle kutlandı. Denizli
Belediye binası önünde siyasi partilerin basın açıklamalarıyla başladı. Katılanlar İstiklal Caddesi
önünde toplanma yeri olan Tarım
İl Müdürlüğü önüne hareket ettiler. Toplanma yerinde herkesin
üzeri arandı.
Yürüyüşe katılan örgütler: KESK,
Eğitim-Sen, İP, ÖDP, TMMOB,
Alınteri, SDP, SP, Teksif, CHP.
Öne çıkan sloganlar: Yaşasın
halkların kardeşliği!, AKP’nin
imamı, kaça sattın vatanı!, Yaşasın
1 Mayıs!, ve zaman zaman atılan faşizme ölüm, tek yol devrim!
İçerik olarak düzeni sorgulamayan
sloganlar hakimdi.
Bu yıl 1 Mayıs’a ortalama 3 bin
kişi katıldı. Bu sayı Denizli’nin
somutunda yüksek bir katılımın
ifadesiydi. Bunun nedeni teğet geçmeyen ekonomik kriz, 1 Mayıs gününün tatil olması ve katılan örgütlerin niteliğine bakılmamasıydı.
Miting alanında ilk konuşmayı
Tertip Komitesi sözcülerinden
Teksif Başkanı Recep Okay yaptı.
Konuşmasında; birlik ve beraberlik
mesajı verdi. Emekçilerin yaşanan
olumsuzluklara karşı mücadelenin
gerektiğini belirtti. KESK dönem
sözcüsü Şenol Akyol da sınıf da-
yanışması içinde tüm emekçilerin
omuz omuza mücadele vermesini,
demokratik mücadelelerinin başarısının, toplumun demokratikleşmesine katkı sunduğu unutulmamalı dedi.
Miting alanında İP’nin bulunması diğer örgütler tarafından
protesto edildi. “Ergenekon çetesi
1 Mayıs’ı terk et!” sloganı atıldı.
Ortam iyice gerilmişti. Ortam miting görevlileri ve emniyet güçleri
tarafından sakinleştirildi. İP’liler
pişkinlikle kendilerine yapılan
itirazları halay çekerek karşılık
verdiler. Bu olumsuz durumdan
sonra olay çıkmaması için örgütlerin yarıya yakını miting alanını
terk etti. Yarım saat sonra da diğerleri alandan ayrıldılar. Sanatçı
Hakan Akmaz türkülerini bitirmeden 1 Mayıs etkinlikleri sona
erdi. Güvenlik nedeniyle İP tüm
gruplar dağılıncaya kadar emniyet güçlerince alanda tutuldu. Bu
tür olumsuzlukların yaşanmaması
için Tertip Komitesi başından itibaren İP’ni dışlamaları gerekirdi.
İlkesizlik 1 Mayıs kutlamalarını
bu haliyle de zarar verdi.
Yaşasın devrimci 1 Mayıs!
Yaşasın ulusların ayrılıp ayrı
devlet kurma hakkı!
Faşizme ölüm, tek yol devrim!
Denizli’den YDİ Çağrı okuru √
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Hüseyin Ağa Mah. Balo Sok. No:
29/5 Beyoğlu - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 • e-mail: [email protected] • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş
Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • SAYI 134’ün İşçi Eki ·Haziran 2009 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) Litros
Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yaygın Süreli
halkların kardeşliği için
“Kürt sorunu”nda güzel şeyler mi olacak?
T
ürkiye’nin siyaseti ilginç.
Birçok halde en önemli mesajlar yurtdışında veya yurtdışına seyahatlerde veriliyor. Bu kez
de Kürt sorununda böyle oldu.
Mart ayında İran'a giderken "Kürt
sorununda iyi şeyler olacağını" söyleyen Cumhurbaşkanı Abdullah Gül,
Mayıs ayında Prag dönüşü de önemli
mesajlar verdi. Gül, "İster terör, ister
Güneydoğu, ister Kürt meselesi deyin, bu Türkiye'nin birinci sorunudur. Halledilmesi lazımdır" dedi.
Çek Cumhuriyeti'ndeki Prag zirvesinden dönerken uçakta aralarında Murat Yetkin'in de bulunduğu bir grup gazeteciye konuşan
Cumhurbaşkanı Gül, şöyle dedi:
"İyi gelişmeler olması lazım ve olabilir. Herkes işin çok daha farkında.
Önce böyle bir çalışma anlayışının
olması lazımdı. Devletin içinde herkes birbiriyle çok daha açık seçik
konuşuyor.
Herkes derken, asker, sivil, istihbarat, hepsi için söylüyorum. Böyle bir
ortamda iyi şeyler olur. O yüzden iyi
şeyler olacak diyorum. Bir fırsat var,
fırsatın kaçmaması lazım."
Abdullah Gül’ün bunları söylediği
dönemde Türkiye’de Milliyet gazetesinde Hasan Cemal’in Kandil’de
yaptığı bir röportaj yayınlanıyordu.
Röportaj yapılanlar arasında PKK
yöneticilerinden Murat Karayılan da
vardı. Murat Karayılan röportajda
PKK’nin değiştiğini ve silah bırakmak için devletten beklentilerini
anlatıyordu.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral
İlker Başbuğ da, Nisan ayında “dağdan inmeyi sağlayacak yasal düzenlemelere gidilmesi” gerektiğini söylemiş, bu af tartışmalarına neden
olmuştu.
Kü r t
S or u nu’nu n
Cu m hu rba ş k a n ı’n ı n a ğ z ı nd a n
“Türkiye’nin en önemli sorunu” olarak adlandırılmış olması ve bu sorunun çözümü için fırsatlardan söz
edilmesi, Genel Kurmay Başkanının
“dağdan inmeyi sağlayacak yasal
düzenlemelere gidilmesi”nden yana
tavır koyması, devletin değişik -ve
başka konularda pek de barışık olmayan- kurumlarının, PKK’yi silahsızlandırmak ve silahlı kuruluş olarak devreden çıkarmak konusunda
belirli bir planda mutabakatı olduğunun işaretini veriyor. Bu mutabakatın
geri planında tabii en başta PKK’nin
salt savaşla bitirilemeyeceğinin görülmesi yatıyor. PKK’nin de zaten
yıllardan beri açıkça bağımsız bir
Kürdistan talebinden geri çekilmiş
olması ve bugünkü taleplerinin elde
edilmesi açısından silahlı eylemlerin
amaca uygun olmamasını görmesi,
silahları bırakmak için devletten kimi
adımlar beklemesi de bu gelişmenin
bir diğer yanı. İşin bir de uluslararası
boyutu var: Irak’taki ABD askeri iş-
Görünen yaz aylarında bir yandan savaş
boyutlandırılırken, diğer yandan dağ kadrosunu
dağdan indirmek için ismi af olmayan bir takım yasal
düzenlemelere gidileceği; bu arada Güney Kürdistan
yönetimi ile ilişkilerin daha da iyileştirilmesi ve “üçlü
koordinasyon” (ABD - IRAK (+Güney Kürdistan
Yönetimi) -Türkiye) yoluyla PKK’nin silah bırakmaya
zorlanacağı;
gali kaldırıldıktan sonra, Türkiye ile
Irak ve öncelikle de Güney Kürdistan
(Kürdistan Bölgesi Özerk Yönetimi)
arasında iyi ilişkiler ve Türkiye’nin
bir çeşit hami/koruyucu rolü üzerlenmesi planlanıyor. Bunun için Güney
Kürdistan’da PKK’nin Türkiye’ye
yönelik bir silahlı tehdit unsuru olmaktan çıkartılması, tasfiyesi gerekiyor. ABD bu bağlamda açık tavır
takınmış durumda. Şimdi Güney
Kürdistan yönetimi bunun gerçekleştirilmesi için baskı altına alınıyor.
Şu anda PKK’nin arkasında açıkça
duran herhangi bir emperyalist güç
yok. Güney Kürdistan yönetimi de
açıkça destekleme durumunda değil.
Bu arada İran da PKK’nin İran’daki
yapılanması PJAK’a karşı acımasız
savaşını sertleştiriyor ve Kandil’i
bombalıyor. Burada da Türkiye ile
İran arasında PKK’ye karşı savaş
bağlamında de fakto bir ittifak söz
konusu. Büyük olasılıkla bu konuda
anlaşma da var. Bu anlamda PKK sıkışmış durumda. İşte bu uluslararası
ortam da, hem Genel Kurmay, hem
Cumhurbaşkanı tarafından “kaçırılmaması gereken tarihi fırsat” olarak
adlandırılan şeyin arka planının bir
parçası.
Görünen yaz aylarında bir yandan savaş boyutlandırılırken, diğer
yandan dağ kadrosunu dağdan indirmek için ismi af olmayan bir takım yasal düzenlemelere gidileceği;
bu arada Güney Kürdistan yönetimi
ile ilişkilerin daha da iyileştirilmesi
ve “üçlü koordinasyon” (ABD IRAK (+Güney Kürdistan Yönetimi)
-Türkiye) yoluyla PKK’nin silah bırakmaya zorlanacağı; bunun için planlanan “Kürdistan Konferansının” (bu
şimdilik en azından Irak’taki yerel
seçimler sonrasına ertelendi) da kullanılacağı anlaşılıyor. Planın Kuzey
boyutunda DTP’ye yapılan baskıların arttırılması yoluyla DTP’nin
kendini PKK’den açıkça ayırmaya
zorlanması var. DTP’ye yapılan baskıların amaca götürmemesi şartlarında DTP’nin başı üzerinde kapatılma kılıcı zaten sallanıyor. Olası bir
kapatılma ertesi DTP’nin bölünmesi,
ılımlıların ayrı bir parti olarak ortaya çıkması da kuşkusuz “siyaset
mühendisleri”nin planları içinde var.
Fakat bilinen başka bir şey daha var:
Siyaset, mühendislik işi değil. Bazen
ince eleyip sık dokunan planlara hiç
uymayan gelişmeler yaşanıyor. İşte
AKP’nin durumu.
Hükümetin ve genelde AKP’nin
yerel seçimler ertesinde -biraz da
bu seçim sonuçlarının gösterdiği
kimi gerçekler temelinde - Kürt
meselesinde yeniden inisiyatif almaya, sorunun adını açıkça koyarak,
emperyalistlerin de istekleri doğrultusunda çözüm için adımlar atmaya
hazır olduğunu açıklaması - sadece
açıklama, atılan bir adım filan yokve hükümetle andaki ordu yönetimi
arasında da bugün bir anlayış birliği
sağlanmış/varmış gibi görünmesi,
muhalefeti çileden çıkarmaya yetti.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal,
"Cumhurbaşkanı tarihi fırsattan
söz ediyor. Bu konuda bir açıklama bekliyorum. Nedir bu tarihi
fırsat? Cumhurbaşkanı şifreli konuşuyor, ne diyorsa açık söylemeli.
Açık konuşsun ki biz de anlayalım.
Anayasayı mı değiştireceğiz. Af mı
çıkartacağız" diyerek esip gürledi.
Hürriyet gazetesinin 14 Mayıs sayısında Fatih Çekirge'nin haberine göre
Baykal, "Öğrenmemiz gereken şudur:
Terörün bitmesi konusunda ciddi bir
tablo mu var. Umut yaratmak için
birtakım adımların atılmasını mı istiyorlar. Bunun karşılığında bizden
istenen nedir?" diyerek aslında kapalı
kapılar ardında satış yapıldığı anlamına gelen sözler etti.
Baykal’ın ağzında gevelediğini aynı
gün partisinin grup toplantısında
çok daha açık ifade etti. Şöyle dedi:
“Sayın Cumhurbaşkanı'nın, 'Kürt
sorunu Türkiye'nin birinci sorunudur' tanımlaması çok dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı vatanın
bölünmez bütünlüğünü koruyacağına yemin etmiştir. '2009 yılının
fırsat yılı olduğu' açıklamaları izaha
muhtaçtır.(…) Başbakan'ın sutre gerisine çekilerek kamuoyunun psikolojik olarak hazırlanması sürecini
izlediği bugünkü ortamda, Sayın
Cumhurbaşkanı'nın ön safta yer alarak Türk toplumuna şifreli mesajlar
vermesi, bu konuda bir rol paylaşımının yapıldığını da akla getirmektedir. (…) MHP'den sözde barışa katkı
adına ne bekleniyor? İmralı canisine
kadar uzanacak PKK affına göz yumulması mı? Federatif bir yapılanmanın yürürlüğe konulmasına alkış
tutulması mı? Hangi rezalete hangi
ihanete katkıda bulunmamız için
servis yapmamız isteniyor?
Cumhurbaşkanı Gül'ün umut dağıttığı bir dönemde kimlerle anlaşılmıştır? Kiminle müzakere edilmiş,
kimler muhatap alınmıştır? Gül ve
Erdoğan 'kaçırılmaması gereken
fırsat'ın ne olduğunu açıklamalıdır.
Bir savaşın tarafıymışız gibi 'Barıştan
başka yol kalmamıştır' sözü sinsi bir
oyunun parçasıdır.”
Görüldüğü gibi muhalefet partileri
gelinen yerde ordudan da şahin kesilmiş durumda, Kürt meselesinde
çözümsüzlük bunların gıda kaynaklarından biri. Reaksiyonları bunu
gösteriyor. Kendilerine yakışanı
yapıyorlar.
Gelinen yerde Cumhurbaşkanı
ve Hükümet bu konuda 2005’de de
yaptığı gibi çözümün adresi olabilirmiş gibi umut dağıtıyor. Bu umudun bundan öncekiler gibi boş olup
olmadığını, AKP’nin bu konuda pratikte ezber bozan bir tavır içinde olup
olmayacağını önümüzdeki süreçte
göreceğiz.
12 Mayıs 2009
11
halkların kardeşliği için
DTP’den en kitlesel
süreli açlık grevi
D
12
emokratik Toplum Partisi
(DTP), 14 Nisan'da parti
üyelerine yönelik yapılan
operasyonu protesto etmek için 3
Mayıs’ta Diyarbakır'da 2 gün sürecek açlık grevi başlattı. Koşuyolu
Parkı'nda yaklaşık 10 bin kişinin
katıldığı açlık grevine, DTP Genel
Başkanı Ahmet Türk, partinin milletvekilleri, belediye başkanları ve
PM üyeleri katıldı. Bu Türkiye tarihinin en büyük kitle katılımlı açlık
grevi eylemi. DTP Genel Başkanı
Ahmet Türk, partilerine yönelik operasyonlarla ‘adeta dağa çıkmanın teşvik edildiğini’ belirtti.
Açlık grevi için 3 Mayıs sabahından itibaren kitleler Koşuyolu
Parkı'na gelmeye başladı. Çevre il ve
ilçelerden gelen DTP'liler için park
içerisinde ayrı bölümler oluşturuldu.
Polisin sadece parka uzak dış tarafta
önlem aldığı eylem Ahmet Türk'ün
milletvekilleri ve Belediye Başkanları
ile birlikte parka gelmesi ile başladı.
Açlık grevinin yapılacağı çadıra geçen DTP Genel Başkanı Ahmet Türk
ve milletvekilleri Kürtçe ‘Biji Serok
Apo’, ‘Dişe diş, kana kan seninleyiz
Öcalan’ ve ‘Baskılar bizi yıldıramaz’
sloganları ile karşılandı. Oluşturulan
platformun üzerine milletvekilleri ile
çıkan Genel Başkan Ahmet Türk, 29
Mart yerel seçimlerinin üzerinden
1 ayı aşkın süre geçtiğini hatırlatırken, “Seçim öncesi kamuoyunda
halkın tercihlerinin esas alınacağı
siyasal zemin oluşturulabileceği beklentisi mevcuttu. Kürt sorununun
demokratik ve barışçıl çözümünün
bu zeminde gelişebileceği noktasında duyarlılık vardı. Halkımızın
ve Türkiye’de demokrasi yanlısı tüm
dinamiklerin haklı olarak beklentisi
de bu yöndeydi” dedi. Türk, şöyle devam etti:
“Yerel seçimlerinde, DTP esas aldığı demokratik siyaset, yönetim an-
layışı ve örgütlenme modeli, içerik
olarak halkımızın tüm dinamiklerini dikkate alan ve bu dinamikleri
iradeleştiren tarzı ile ciddi başarı elde
etmiştir. 14 Nisan'daki operasyon bu
demokratik yönetim anlayışına karşı
geliştirilmiştir. Bu operasyon siyasal
çizgimize, halkımızın iradeleşmesine, barışçıl özlemlerine karşı girişilen ve siyasal ahlaka sığmayan saldırıdır. Yakalanan yüzlerce yönetici ve
üyemizin şahsında, 18 yıllık siyasal
geleceğimizin yarattığı siyasal değerlerimizi tasfiye etmeye yöneliktir.
Son yıllarda Türkiye demokrasisinin
gelişim ya da gerileme ölçüsü olan
Kürt sorununun çözümü ve muhatabı tartışmalarında adres olarak ortaya çıkan partimiz DTP’ye yönelik
bu darbenin doğru okunması halkların özgür geleceği açısından belirleyici olacaktır. Bu sorun özü itibariyle
Türkiye’nin demokrasi ve Kürt halkının özgürlük sorunudur.”
Genel Başkan Ahmet Türk, hükümet ve Genelkurmay'ın dağdaki
silahlı grupları indirme amacıyla politikaların gerekliliğine vurgu yaptığını, ‘Darbe’ olarak nitelendirdiği
DTP'ye yönelik operasyonla çatışmalı sürecin derinleşmesine hizmet
eden politik yaklaşımında ısrarcı olduğunun görüldüğünü söyledi. Türk,
“Bu tür toplumsal sorunlarda köklü
çözüm gelişebilmesi ve bu çözümün
demokratik bütünlük içinde gerçekleşebilmesi, halkın tercihi ile açığa
çıkan siyasal iradenin dikkate alınması ile sağlanır. Kürt sorunu da bu
yaklaşımla ele alındığı taktirde hiç
de çözülemeyecek karaktere sahip
değildir” dedi.
DTP'ye yöneli k operasyonun
‘Özgür Kürd’ün, demokratik özerkliği esas alan demokratik siyaset yönetim anlayışına karşı bir saldırı'
olduğunu öne süren Ahmet Türk,
demokrasisini yaratan ve iradeleşen
Kürt siyasetine olduğu kadar, Türk
halkının barışçıl ve demokratik özelliğini dirilten umutlarına, demokrasi dinamiklerine bunların talep
ve özlemlerine vurulan bir darbe
olduğunu anlattı. DTP lideri Ahmet
Türk, şöyle dedi:
“Bu seçimde açığa çıkan demokratik siyasetin başarısını barışçıl
zemine dönüştürme şansı veren
PKK'nın 1 Haziran'a kadar sürdüreceğini açıkladığı çatışmasızlık kararı
ve bu süreçte gelişebilecek diyalog
ve uzlaşıya karşı ağır darbedir. Bu
temelde Hükümet, Kürt sorununun
demokratik ve barışçıl çözümünden
yana olanlara cevap vermiştir. Bu
cevap sorunu çatışmasızlık ortamı
içerisinde ve diyalog yoluyla çözme
yerine bastırma, inkar ve tasfiye politikaları ile geçmişte uygulanan ve
sonucu belli yöntemlere mahkum
etmenin ısrarı ve itirafıdır. 2 günlük açlık greviyle demokratik siyaset
yönetim anlayışımızda ısrarlı olacağımızı hem de demokratik siyasetin
birer öncüsü neferi ve yürütücüsü
olacağımızı bir kez daha belirtiyoruz. Ayrıca bu seçimde açığa çıkan
başarı ve 1 Haziran'a kadar oluşan
çatışmasızlık kararının yarattığı barış havasının heba olmaması için demokratik siyasi direnişimizde ısrarcı
olduğumuzu belirtiyor ve diyoruz ki;
‘DTP'yi susturma silahları sustur,
Barış için diyalogun önünü aç, iradesiz ve siyasetsiz bir Kürt olmayı asla
kabul etmeyeceğiz.”
Bu kitlesel açlık grevi eylemi gerçekte Kürt ulusunun önemli bir bölümünün legal temsilcisi olarak ortaya
çıkan DTP’nin sorunun barışçı çözümünde muhatap olarak alınmasına
yapılan bir çağrı. Görünen ne yazık
ki bu çağrının da cevapsız kalacağı.
Çünkü sorunun barışçı çözümünde
savaştan elde ettikleri rantı kaybedecek olan geniş ve güçlü bir çevre var
Türk egemenleri içinde. Onlar savaştan, kandan besleniyorlar. Onlar için
DTP’nin barışçıl kitlesel eylemleri,
en az PKK’nin silahlı eylemleri kadar
tehlikeli ve istenmeyen bir şey.
5 Mayıs 2009
Güney Kürdistan’a yönelik
askeri operasyon
G
enel Ku rmay Ba şk a nı
Orgeneral İlker Başbuğ’un
“İletişim Toplantısı”nın ağırlıklı konularından biri de Kuzey Irak/
Güney Kürdistan konusu idi. Bu bağlamda toplantının yapıldığı 29 Nisan
günü Lice’de bir mayının patlaması
sonucu zırhlı araçta ölen dokuz asker
toplantıda Güney Kürdistan’a yönelik
bir askeri saldırının da gerekliliğinin
gerekçesi olarak kullanıldı.
Başbuğ toplantıda Kuzey Irak'la ilgili olarak şunları söyledi:
"Irak'ın kuzeyinde yer alan PKK bölücü terör örgütünün elimine edilmesi,
tasfiye edilmesi bizim için önemli.
Türkiye 2009 yılında belki de 84 yılından beri sahip olamadığı bir şans, bir
an yakalamıştır. Bölücü terör örgütünün tasfiye edilmesi, elimine edilmesi
açısından bir şansı, bir fırsatı yakaladık. O halde bizim bu fırsatı en iyi
şekilde kullanmamız lazım. Burada
sorumluluk kime ait? Irak'ın kuzeyindeki PKK terör örgütünün varlığıyla
ilgili, merkezi Irak yönetimine aittir.
BM Güvenlik Konseyi kararı bu görevi onlara vermiş. Elbette bir de güç
olarak, de facto olarak Irak'ın kuzeyindeki yerel yönetime ait peşmerge
gücü var. Bunların da bu işe dahil
olması lazım. Çünkü TSK olarak biz
bunun farkındayız. Irak'ın kuzeyindeki PKK terör örgütünün varlığının
ortadan kaldırılması için Irak kuzeyindeki yerel yönetimin de bu işe aktif
olarak dahil olması zorunludur. Ve
her zaman söylüyoruz; bu yıl içinde
bu konuda artık somut sonuçlar almak mecburiyetindeyiz. Bu nasıl
olur? Tabii değişik hareket tarzları
olabilir. Biz bunları kendileriyle açık
olarak konuştuk."
Burada net olarak T.C.’nin ABD/
Irak Merkezi Yönetimi/ve Güney
Kürdistan Kürt Yönetimi ile ittifak
içinde PKK’nin askeri olarak tasfiyesine yönelik bir büyük harekatın hazırlıkları içinde olduğu görülüyor.
Bu arada İran’ın Kandil'i bombardımanını yoğunlaştırması ve Suriye
ile sınırda yapılan askeri tatbikat,
İran ve Suriye’nin bu ittifak içinde
yer aldığını gösteriyor.
Başbuğ'un sözlerinden önümüzdeki dönemde PKK kamplarına yönelik kapsamlı bir harekâtın hazırlıklarının yapıldığı ve son günlerde
“Türkiye ziyaretleri” gerçekleştiren
ABD Genelkurmay Başkanı Oramiral
Michael Mullen'ın yanı sıra ABD
Başkanı Obama'nın Ulusal Güvenlik
Danışmanı James Jones ile de bu konunun görüşüldüğü anlaşılıyor.
PKK da bu planın ve hazırlıkların
farkında.
Son dönemde DTP’ye yönelik eylemler, Güney Kürdistan’a yönelik
geniş çaplı bir askeri operasyonun
Türkiye ayağında hazırlıkları olarak
da görülmek zorunda.
Bu planlar kuşkusuz halkları birbirine karşı kışkırtan, düşman etmeye
yarayan planlar. Bunlara dur demek
gerçekte işçi sınıfının, bütün ezilenlerin görevi.
29 Nisan 2009 √
halkların kardeşliği için
“İyi şeyler olmuyor”
Egemenlerin bu politikasına karşı anda Kürt ulusunun
ulusal demokratik hakları uğruna mücadele yürüten
başta DTP olmak üzere tüm dostlarımızın yanındayız.
Ancak sermaye düzeninin en demokratik olanında
bile Kürt ulusunun bu demokratik talepleri karşılansa
bile bu hakların bir güvencesi olamayacağı gibi Kürt
ulusunun gerçek özgürlüğü olmayacaktır.
D
TP, 24 Mayıs 2009 Pazar
günü İstanbul – Çağlayan’da
“DTP’yi Susturma, Silahları
sustur!” mitingi düzenledi.
Sabahın erken saatlerinde Çağlayan
Meydanına açılan caddelerden kortejler halinde alana gelen -çoğu gençonbinlerce her yaştan kadın erkek;
polisin yoğun provakatif tavırlarına
rağmen ciddi bir sorun yaşanmadan
alanda toplandı.
Taşınan döviz ve pankartlar, kadınların çoğunun yöresel kürt giysileriyle katılımı ilkbaharı yaşayan
doğada varolan baskın renklerden
sarı, kırmızı, yeşili ile canlı doğayla
güzel bir uyum sergiliyor, büyük insanlığın geleceğine dair coşku veren,
umutlandıran bir manzara ortaya
koyuyordu.
Bir tarafta bu güzel tablo hemen
göze çarparken diğer tarafta buna
aykırılık ve çirkinlik gösteren bir
tablo daha vardı. Bu da egemenlerin
yüksek binaların çatılarına yerleştirilen keskin nişancıların ve binlerce
polisi savaşa gidiyormuş gibi tehçizatlandırarak her tarafı ablukaya alması durumu idi.
Tüm kitle alana gelene kadar
programa başlanmadı. Bu bekleyiş
boyunca sık sık “DTP’yi suturma,
silahları sustur!” , “Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız!” ve “Güneşin
özgürlüğü bizim özgürlüğümüzdür!”
sloganları atıldı.
Bazı gençlerin tesbit edilen sloganlar dışında sloganlar atması Tertip
Komitesi tarafından engellenmeye
çalışıldı. Yürüyüş ve miting boyunca
başka sloganlar da atıldı. En çok atılan sloganlar; “AKP şaşırma bizi dağa
taşırma!”, “Baskılar bizi yıldıramaz!”,
“Direniş, isyan serhıldan,önderimiz
Öcalan!”, “Kürdistan faşizme mezar
olacak!”, “Selam selam İmralı’ya bin
selam!”, “Yaşasın halkların kardeşliği!” vb.
İlk konuşmayı Tertip Komitesi adına
Emrullah Bingöl yaptı. Ardından sırayla DTP İstanbul İl Başkanı Halil
Aksoy, DTP İstanbul Milletvekili
Sebahat Tuncel, EMEP Genel Başkanı
Levent Tüzel ve EHP Genel Başkanı
kısa birer konuşma yaptılar. AKP’yi
CHP’yi ve hükümeti eleştiren; hükümete Kürt sorununun “barışçıl
çözümü” için çağrılarda bulunan
DTP Eş Başkanı, Cumhurbaşkanı ve
Başbakanın “iyi şeyler olacak” söy-
lemlerinin tersine iyi şeylerin olmadığına özellikle vurgu yapan oldukça
uzun bir konuşma yaptı.
Tüm konuşmacıların belirttikleri
ortak şey egemenlerin PKK tarafından ilan edilen çatışmazlık ortamının
Kürt sorununun barışçıl demokratik
çözümü için iyi değerlendirmediğini
tersine savaştan yana olduğunu pratikte gösterdiğini ve bundan vazgeçilmesini istediler. DTP’ye yönelik
operasyonlara derhal son verilmesini, siyasi bir genel af çıkarılması
sorunun muhatabları ile çözmek için
görüşülmesini demokratik bir anayasa ve yasalar çıkarılarak Kürtlerin
ulusal – demokratik hakları anadilde
eğitim vb. haklarının hukuksal güvenceye kavuşturulmasını istediler.
DTP’li bazı Belediye Başkanları,
Ufuk Uras, EMEP, SDP, EHP, ÖDP,
DSİP, SP, SODAP, ESP, TÖP, UİDER,
Pa r t i z a n, Köz , P role t a r y a n ı n
Kurtuluşu, 78’liler Girişimi yer aldığı
miting kısa bir müzik dinletisinin ardından sona erdi.
Egemenlerin Kürt sorununda bugünkü pratikleri ve onyıllardır süren
bunca mücadele ve bedele rağmen
imha ve inkar politakalarından vazgeçmediklerini görmek isteyen herkese gösteriyorlar.
Egemenlerin bu politikasına karşı
anda Kürt ulusunun ulusal demokratik hakları uğruna mücadele yürüten başta DTP olmak üzere tüm
dostlarımızın yanındayız. Ancak
sermaye düzeninin en demokratik
olanında bile Kürt ulusunun bu demokratik talepleri karşılansa bile bu
hakların bir güvencesi olamayacağı
gibi Kürt ulusunun gerçek özgürlüğü
olmayacaktır.
Gerçek özgürlük; Kürt ulusunun
kendi kaderini özgürce tayin etme
hakkını elde ettiği, diğer halklarla
özgür bir irade ile gönüllü eşit temelde bir arada kardeşçe yaşadığı
koşullarda sağlanır. Bu koşullar da
ancak işçi sınıfı önderliğinde devrim
ve sosyalizmle kazanılır.
O yüzden ezilen ve sömürülenlere
çağrımız; anda acil taleplerimiz uğruna mücadelemizi sınıfsal, ulusal,
cinsel vb. hiçbir sömürü baskı ve zülmün olmadığı yeni bir dünya kurma
mücadelesini güçlendirecek şekilde
verelim. Devrim ve sosyalizm için
örgütlenelim!
Mayıs 2009 √
İsmi değiştirilen köy sayısı:
12 bin 211
İsimleri değiştirilen köyler tüm Türkiye’ye yayılmış.
Ancak, Doğu Karadeniz ile Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerinde belirgin bir yoğunlaşma var.
Köylerin yeni isimleri henüz, halk tarafından tümüyle
benimsenmedi. Özellikle orta yaştakiler ile yaşlılar
hâlâ eski isimleri tercih ediyor.
C
umhurbaşkanı A. Gül tarafından yapılan Kürt sorununun
Türkiye’nin en önemli sorunu
olduğu tespiti, bu konuyu bu konuda
çözüm sorunu konusunu gündemin
baş köşesine oturttu. (Hadi haksızlık
etmeyelim: Hadise’nin giydiği elbisenin uygun olup olmadığı tartışmasından sonra ikinci gündem maddesi
!!!) Bu tartışmalar içinde hükümetin,
isimleri değiştirilen Kürtçe köylerin
eski isimlerine kavuşabileceğinin
mesajını vermesi dikkatleri bu yöne
çekti. Ve bu tartışma içinde şu gerçek
bir kez daha görüldü:
Fırat Üniversitesi Beşeri ve İktisadi
Coğrafya Anabilim Dalı Başkanı
Doç. Dr. Harun Tunçel’in araştırmasına göre; 1940-2000 yılları arasında 12 bin 211 köyün, yani tüm
ülkedeki köylerin yüzde 35’inin ismi
değiştirildi. İsim değiştirme furyasından en çok Doğu Karadeniz,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu etkilendi. Erzurum’un 653, Mardin’in
647, Diyarbakır’ın 555, Van’ın 415,
Sivas’ın 406, Kars’ın ise 398 köyü
bir gecede haritadan silindi. Kürtçe,
Gürcüce, Lazca ve Ermenice olarak
bilinen köy isimleri büyük ölçüde
değiştirilirken, içinde ‘kızıl’, ‘çan’ ve
‘kilise’ sözcüğü geçen ‘sakıncalı’ bazı
köylere de yeni isimler verildi. Kürtçe
sanılan bir ismin aslında Sümerce,
Türkçe sanılan bir köy isminin de
Ermenice olabileceğine dikkat çeken
Tunçel, “Dilbilimcilerin incelemesi
sonucu Sümer, Akad, Urartu gibi uygarlıkların dillerinden izlere de rastlanabilir” dedi.
Tunçel’in verdiği bilgiye göre köy
isimlerine değişiklik tablosu şöyle:
* İsimleri değiştirilen köyler tüm
Türkiye’ye yayılmış. Ancak, Doğu
Karadeniz ile Doğu ve Güneydoğu
Anadolu bölgelerinde belirgin bir
yoğunlaşma var. Köylerin yeni isimleri henüz, halk tarafından tümüyle
benimsenmedi. Özellikle orta yaştakiler ile yaşlılar hâlâ eski isimleri
tercih ediyor.
* Türkiye’de yer adlarının değiştirilmesi işlemleri Cumhuriyet’in ilk
yıllarından beri yapılıyor. Örneğin
Artvin ilinde büyük kısmı Gürcüce
olan yerleşim adları ‘Meclis- i
Umûmiy ye -i Vilâyet’ (İl Genel
Meclisi) kararıyla 1925 yılında tümüyle değiştirildi.
1940 dönüm noktası oldu.
* Ad değiştirme işlemleri İçişleri
Bakanlığı’nın 1940 yılı sonlarında
hazırladığı 8589 sayılı genelgeyle
resmileşti ve ‘yabancı dil ve köklerden gelen ve kullanılmasında büyük
karışıklığa yol açan yerleşme yerleri
ile tabii yer adlarının Türkçe adlarla
degiştirilmesi’ başlatıldı. Genelgenin
ardından valilikler tarafından yabancı dil ve köklerden gelen yer adlarına ilişkin dosyalar hazırlanarak
bakanlığa gönderildi. Ancak bu çalışmalar 2. Dünya Savaşı nedeniyle
uzun süre aksadı. 1949 yılında 5442
sayılı İl İdaresi Kanunu’yla isim değiştirme işlemleri yasal bir dayanağa
kavuştu. 1957’de ‘Ad Değiştirme
İhtisas Kurulu’ kuruldu. Bu kurulun
çalışmaları, çeşitli kesintiler olmakla
birlikte 1978 yılında ‘tarihi değeri
olan yer adlarının da’ değiştirildiği
gerekçesiyle işlemlere son verilinceye
kadar sürdü.
* Türkiye’de ismi değiştirilen köylerin sayısı 12 binden fazla. Bir başka
ifadeyle köylerin yaklaşık yüzde
35’inin ismi değiştirildi. İsim değiştirme işlemlerinde en çok dikkat
13
yeni kadın dünyası
edilen özellik Türkçe olmayan veya
olmadığı düşünülenler ile karışıklığa sebep olan isimlerin öncelikle ele
alınması.
Bütün etnik grupları vurdu
14
* Apt a ld a m, At k a f a sı , C ad ı ,
Çürük, Deliler, Domuzağı, Dönek,
Hırsızpınar, Hıyar, Kaltaklı, Keçi,
Kıllı, Komik, Kötüköy, Kuduzlar,
Sinir gibi anlamları güzel çağrışımlar uyandırmayan isimler ile içinde
‘kızıl’, ‘çan’, ‘kilise’ kelimesi olan
köylerin isimleri de değiştirildi. Kürt,
Gürcü, Tatar, Çerkez, Laz, Arap,
muhacir gibi kelimeler içeren köy
isimleri de ‘bulundukları ortamda
bölücülüğe meydan vermemek’ için
tarihe gömüldü.
* Karadeniz bölgesinde en çok dikkati çeken özellik Trabzon ile Rize
arasındaki yoğunlaşma. Trabzon ve
Rize’de toplam 495 köyün ismi değiştirildi. 20’si Türkçe’yken, diğerleri
Rumca, Lazca, Ermenice, Gürcüce
olduk ları için silindi. Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da da yok olan
isimler çoğunlukla Ermenice, Kürtçe
veya Arapça kökenliydi.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın memleketi Rize’nin Güneysu ilçesinin eski
ve halen halk arasında yaygın olan
ismi ise ‘Potomya’. Doç. Dr. Tunçel’in
araştırmasına göre 2000 yılı itibarıyla
ismi değiştirilen köylerin illere göre
dağılımı şöyle:
Adana (169), Adıyaman (224),
Afyonkarahisar (88), Ağrı (374),
Amasya (99), Ankara (193), Antalya
(168), Artvin (101), Aydın (69),
Balıkesir (110), Bilecik (32), Bingöl
(247), Bitlis (236), Bolu (182), Burdur
(49), Bursa (136), Çanakkale (53),
Çankırı (76), Çorum (103), Denizli
(53), Diyarbakır (555), Edirne (20),
Elazığ (383), Erzincan (366), Erzurum
(653), Eskişehir (70), Gaziantep (279),
Giresun (167), Gümüşhane (343),
Hakkâri (128), Hatay (117), Isparta
(46), İçel (112), İstanbul (21), İzmir
(68), Kars (398), Kastamonu (295),
Kayseri (86), Kırklareli (35), Kırşehir
(39), Kocaeli (26), Konya (236),
Kütahya (93), Malatya (217), Manisa
(83), Kahramanmaraş (105), Muğla
(70), Muş (297), Nevşehir (24), Niğde
(48), Ordu (134), Rize (105), Sakarya
(117), Samsun (185), Siirt (392), Sinop
(59), Sivas (406), Tekirdağ (19), Tokat
(245), Trabzon (390), Tunceli (273),
Şanlıurfa (389), Uşak (47), Van (415),
Yozgat (90), Zonguldak (156).
İsim değiştirme kuşkusuz yalnızca
Türkiye’ye ait bir olgu değil. Fakat
isim değişikliğinin yoğunluğu konusunda Türkiye kuşkusuz ön sıralardadır. İsim değiştirme ile ismi değiştirilen şeyin değişeceğini düşünenler
yanılıyor. Dersim, ona Tunceli deseniz de Dersim’liğini koruyor. Amed’e
zorla Diyarbakır gömleği giydirmeye
çalışsanız bile, sonunda o gömleğin
altında çıplak vücudunda Amed olmaya devam ediyor.
13 Mayıs 2009 √
Emine Arslan direnişe devam ediyor
E
mine Arslan sekiz yıldır çalıştığı DESA'nın Sefaköy'deki
fabrikasından sendikalı olduğu ve diğer işçileri örgütlediği için
işten çıkarıldı. Bugünlerde direnişinin 1. yılını geride bırakmak üzere.
Hergün sabahın erken saatlerinden
akşam saat 7’ye kadar fabrikanın
önünde bekleyerek direnişini duyurmaya çalışıyor. Hem kadın hem de
hakkını arayan bir işçi olarak yaşadığı zorluklara rağmen kararlılığı
ve direngenliği sayesinde mücadelesini kamuoyuna duyurmayı başardı.
Türkiye’nin değişik illerinde, DESA
direnişiyle dayanınşma kadın platformları oluşturuldu. Bu platformlar
yaptıkları çeşitli eylemlerle Emine
Arslan’ın bu onurlu mücadelesinde
yalnız olmadığını göstermeye çalışıyorlar. Bu platformlardan bir tanesi
olan DESA Direnişiyle Dayanışma
İstanbul Kadın Platformu da her
fırsatta çeşitli etkinlikler düzenleyerek, Taksim Beyoğlundaki DESA
mağazası önünde protesto eylemleri
gerçekleştirerek Emine Arslan ile
dayanışmasını sürdürmeye devam
ediyor. Çoğunluğunu İstanbul Kadın
Platformunun bileşenlerinin oluşturduğu bu platformun, kadınların
sadece kadın olmalarından kaynaklı
yaşadığı baskı ve şiddete karşı değil
aynı zamanda işçi kadınların sorunları ve mücadelelerinin de yanında
yer alması oldukça sevindiricidir.
Emine Arslan’ın direnişinin başlangıcından itibaren onun yanında yer
alan kadın platformunun istikrarlı
bir şekilde desteğini devam ettirmesi,
bu tür platformların çoğu zaman bir
kaç eylemle sınırlı kalması gözönünde bulundurulduğunda özellikle
dikkate değerdir.
Türkiye’de kadın sendikalılık oranının oldukça düşük olduğu bilindiğinde Emine Arslan’ın mücadelesi
işçi ve emekçi kadınlar açısından
önemli bir yere sahiptir.
Tüm okurlarımızı, özellikle kadın okurlarımızı Emine Arslan’ın
sendikalı olarak işe geri alınması
mücadelesinin yanında yer almaya, DESA Direnişiyle Dayanışma
İstanbul Kadın Platformu’nun etkinliklerine aktif bir şekilde katılmaya
çağırıyoruz.
Aşağıda Emine Arslan ile yapılan
kısa bir söyleşiyi, direniş ile ilgili
hafızalarımızı tazelemek amacıyla
yayınlıyoruz:
"Bazen, öğlen yemeğinde hazır
malları yüklemek zorunda bırakıldığımızdan yemek yiyemiyorduk.
Solvent ve ağır yapıştırıcı maddelerle
çalışıyoruz ama bunlardan bizi koruyucu bir önlem yoktu.Ancak patron,
bütün bunlara rağmen DESA’nın
anlaşmalı olduğu bir marka ziyarete
geldiğinde bütün uluslar arası stan-
dartları uyguluyormuş gibi fabrikada
düzenleme yapıyordu, daha doğrusu
bunu bile bize yaptırıyordu. Eğer talep ettiği bir şeye karşı çıkarsak, hepimizi kapının önüne koymakla tehdit
ediyordu. Anlaşmalı markalar gelmeden önce; yangın merdivenin hep
kapalı olan kapısının önü açılır, çocuk odaları yapılırdı. Onlar gittikten
sonra her şey eski haline getirilirdi.
Kendi hastalığımızda veya çocuğumuz hasta olduğunda elimizdeki iş
bitene kadar işten izin alamazdık; bırakıp gidersek işten atmakla korkutuluyordu. Tırlardan yükleri indirme
işini kadınlara da yaptırırlardı. Bir
arkadaşımız hamile kaldığı için işten
çıkarıldı mesela. Yaptığımız mesaileri gerçek saati ile yazdırmazdı. 12
saat mesai yapıyorsak 6 saat imzalatırdı. Bütün bu kötü çalışma koşulları beni sendikalaşmaya götürdü.
Arkadaşlarımı da eve çağırıp, onlarla
sendikalaşma üzerine konuşmaya
başladık. Sonra Deri_İş sendikasına
üye olduk. Patron bizim sendikaya
üye olduğumuzu duyunca çok sinirlendi. “DESA 36 yıldır sendikasızdı
ve öyle de kalacak”, dedi. Ama onun
demesiyle olmaz. Biz cumartesi ve
Pazar çalışmak istemiyoruz. Fazla
mesailerimizin karşılığını almak istiyoruz. Asgari ücretle çalışmak istemiyoruz.Sendikalı olduğumuzu ve işçilerin benim evimde örgütlendiğini
öğrendiklerinde bana iş aksattığım
iddiasıyla iki kez ihtarda bulundular
ve ihtar tutanağını imzalamamı istediler. İmzalamayacağımı, bunun tuzak olduğunu söylediğimde de aynı
günün akşamı işten çıkarıldığımı
söylediler. Tazminatımı istediğimde
de vermediler. İşten çıkarıldığımı
sendikama ilettim, sendika DESA’ya
baskı yapmaya başladı. Ben ve sendikadan görevli arkadaşlar fabrikanın önünde beklemeye başladık. Bu
arada polisler de bize baskı yapmaya
başladı. Kaldırım işgal cezası kestiler,
gözaltına aldılar. Bizi işçilerle buluş-
turmamak için her gün çevik kuvvet
polisleri aramızda etten duvar ördü.
Fabrika içinde de patron, işçi arkadaşlarımın bana selam vermesini bile
onları tehdit ederek engelledi.
Direnişe başlarken ve sonrasında
ev içinde bir sorunla karşılaştın mı?
Ben DESA’daki haklarımı almak
için direnişe başladığımda eşim beni
destekledi. Fakat direnişimi desteklemeseydi ve karşı çıksaydı da ben haklarımı almak için direnişi seçerdim.
Zaten çalışırken daha zor bir hayatım
vardı. İki gün eve gidemiyordum. En
azından şimdi evime akşam 7’de gidebiliyorum. İşten çıkarılıp eve erken
gittiğimde oğlum çok şaşırmıştı.
Direnişe geçtikten sonra hayatında ne değişti?
Hayata ba k ışı m değ işt i.
Fabrikadayken nefes alacak zamanımız yoktu. Direnişe geçmekle
birlikte kendime güvenim arttı.
Sevdiklerimle daha çok vakit geçirme şansı buldum. Kadınlarla dayanışmanın gücünü fark ettim.
Çalışırken ya da direnişteyken erkek egemenliğinin sana yansıyan taraflarını gözlemledin mi?
Erkek egemenliği, aynı işi yaptığımız erkek arkadaşımın, ondan önce
işe alınmış olmama rağmen, benden
daha fazla maaş almasını sağlıyor.
Kadının emeğime değer verilmiyor.
Aynı şeyi polis de yaptı. Direnişe
başladığımda, “Git evine çamaşırını,
bulaşığını yıka” dedi. Karşısındaki
erkek olsaydı bunu diyemezdi. “Git
başka yerde iş bul” derdi. Beni eve
kapatıyor, git çamaşırını yıka diyor.
Sendikalarda da fabrikalarda da kadınlar çoğalmalı.
Gelecek umudun ne?
İşçi hakları açısından daha iyi durumda olabileceğimiz, insanca yaşayabileceğimiz bir dünya.
Söyleşi sosyalistfeministkolektif.
org sitesinden alınmıştır.
Haziran 2009 √
panorama
PANOR AM A
İktidar
mücadelesini kim
kazanacak?
- NEPAL -
N
epal’de iktidar mücadelesi
Mayıs ayı başındaki gelişmelerle yeniden kızıştı. Fakat
iktidar mücadelesi, NKP(M)’nin silahlı mücadele sürecini saymazsak
ve gelişmeleri 21 Kasım 2006 tarihli
barış anlaşmasıyla başlatsak bile sürekli var olmuştur. Şimdi gündeme
gelen mücadele de esas olarak bu barış anlaşmasının ön gördüğü sürecin
doğrudan bir parçasıdır.
NKP(M)’nin yürüttüğü silahlı mücadele açıkça Kral’ın iktidarına, yönetimine karşıydı. Bu dönemde esas
olarak iktidar mücadelesi de bu iki
güç arasında yürüyordu. Kral’ın 1
Şubat 2005 tarihinde bir nevi “darbe”
gerçekleştirerek hükümeti lağvetmesi ve yüzlerce siyasetçiyi gözaltına aldırması ve sözkonusu partileri
yasaklaması, iktidar mücadelesinde
“üçüncü” bir gücün ortaya çıkmasına yol açtı. Kral’ın bu adımı bir
başka açıdan bakıldığında kendisinin sonunu hazırlama adımlarından
biriydi.
Kral’ın iktidarı ve NKP(M)’nin yanısıra, ufku burjuva demokrasisi ile
sınırlı bir “burjuva demokratik hareketin” ortaya çıkması ile birlikte iktidar mücadelesi de başka bir mecraya
girdi.
Daha önce Kralcı olan veya Kralcı
olmayan ama yine de NKP(M)’nin
silahlı mücadelesine karşı olan kimi
partiler (7 parti) “Birleşik Cephe”
kurdu. Sözkonusu cephe ilk başta
NKP(M)’nin cepheye destek verme
yönlü tavrını kabul etmedi. Ama
NKP(M)’nin desteğini almadan başarıya ulaşamayacaklarını kabul etmeleriyle birlikte NKP(M) ile ortak
davranmayı da kabul etmek zorundaydılar, kabul ettiler.
Bunların işbirliği temelinde gerçekleşen mücadele Nisan 2006 ortalarında milyonlarca insanı harekete
geçirmişti. Doğru bir siyasetin egemen olması durumunda Kral’ı de-
virmek mümkündü. Fakat “Birleşik
Cephe”nin yanlış siyaseti kitlelerin
mücadelesinin daha ileriye gitmesini engelliyordu. Buna rağmen Kral
geri adım atmak zorunda kaldı ve
parlamentonun açılacağını ilan etti.
Parlamento açıldı ama Kral koltuğunda kaldı. Mutlakiyetçi monarşik
yönetim, yerini meşruti monarşik
yönetime bırakıyordu. Kral’ın kimi
yetkileri parlamento tarafından
törpüleniyordu…
Bu gelişmelerin yaşandığı dönemde takındığımız tavırda şunları
da söylemiştik:
“Bu bağlamda Krala geri attırılan
adımların halk demokrasisi iktidarını gerçekleştirebilecek demokratik
devrime kadar götürebilecek mücadele, esas olarak NKP(M)’nin tavrına,
siyasetine bağlıdır.” (Çağrı, sayı 101,
sayfa 6)
NKP(M)’nin tavrı ve siyaseti
“Birleşik Cephe” ile görüşmeler sürecinde hızlı bir biçimde değişikliğe
uğradı. Temeli önceden varolan, ama
silahlı mücadele sürecinde geri planda
kalan reformcu yol, 2005-2006 yıllarında iyice öne çıkmaya başladı. Bu
süreçte NKP(M)’nin devrimci mücadelesi de reformist temele oturdu.
Bu temel üzerinde de “Birleşik
Cephe” ile “barış süreci” görüşmeleri
başladı. 21 Kasım 2006 tarihinde 7
partinin birliği olan “Birleşik Cephe”
ile NKP(M) arasında 10 yıldan fazla
süren savaşı sonlandıran “Barış
Anlaşması” imzalandı. Bu anlaşmadan sonraki süreçte NKP(M) silahlı
mücadeleye son verdiğini pratiğiyle
de gösterdi. Bunun da ötesinde
NKP(M) kurulan hükümete bakanlık düzeyinde katılıyordu.
NKP(M) legal siyasete çekilmişti
ama “Birleşik Cephe” içinde yer alan
partilerin NKP(M)’ye karşı tavırları
değişmemişti. Bunlar arasındaki
iktidar mücadelesi bu sefer “Barış
Anlaşması”nın uygulanması teme-
linde yürümeye başlamıştı.
“Barış Anlaşması”nın temel köşe
taşları şunlardı: Monarşinin kaldırılması, barışçıl yolla bir cumhuriyetin
kurulması, Kurucu Meclis için seçimlerin yapılması, Başkan ve yardımcısının seçilmesi, özgür ve adil seçimlerin sonucunda hükümetin kurulması
ve tüm partilerin içinde yer aldığı
bir çalışma ile yeni bir Anayasa’nın
oluşturulması. Bunlar dışında tabii
ki NKP(M)’nin silahlı mücadeleyi
bırakması ve 19.000’den fazla gerillanın Nepal Ordusu içine entegre edilmesi gibi noktalar da vardı. Tüm bu
noktalar esasında geçici anayasada
da yer alan noktalardır.
Burada sayılan tüm adımlarda
şimdiye kadar öyle ya da böyle iktidar mücadelesi, çelişkiler ve dalaş
kendisini gösterdi. Hemen hiç bir
şey öngörülen zaman içinde gerçekleştirilemedi. 2007’de planlanan
Kurucu Meclis için seçimler ancak
10 Nisan 2008 tarihinde yapılabildi.
Seçimlerde NKP(M) 601 milletvekiliden 220’sini kazanarak birinci parti
oldu. 28 Mayıs 2008 tarihinde toplanan Kurucu Meclis (Anayasa oluşturulana ve yeni seçimler yapılana
kadar parlamento görevini de yerine
getiriyor) Monarşiye son vererek
Nepal’i “Demokratik Cumhuriyet”
ve 29 Mayıs gününü “Cumhuriyet
Günü” olarak ilan etti.
21 Temmuz 2008 tarihinde Başkan
ve yardımcısı seçildi. NKP(M) ve
KPN(Birleşik ML) adaylar üzerine
anlaşamayınca Nepal Kongre Partisi
(NC) adayı Ram Baran Yadav başkanlık seçimlerini kazandı.
Uzun görüşmeler ve pazarlıklar
sonrasında ise 15 Ağustos 2008 tarihinde NKP(M) Lideri Pushpa Kamal
Dahal (Prachanda) Başbakanlığa
seçildi. Prachanda’nın başbakanlığındaki hükümet ancak seçimlerden
dört ay sonra kurulabiliyordu.
Bu gelişmelerden sonra iki senelik
zaman süreci öngörülen yeni Anayasa
oluşturma ve NKP(M)’nin gerilla gücünün orduya entegre edilmesi vb.
sorunların çözülmesi gerekiyordu.
Anayasa taslağı bağlamındaki çalışmalar çok yavaş yürüyor. Kurucu
Meclis’in oluşmasının üzerinde bir
seneden fazla zaman geçti, ama bu
konuda elle tutulur bir sonuç yok. Bu
konuda herhangi bir gelişmeden bahsedilecekse, kimi partilerin, kendilerinin tartışmaya sunduğu Anayasa
taslaklarını Meclise sunmalarıdır.
Mayıs ayı başında iktidar mücadelesinin yeniden kızışmasına yol açan
esas mesele ise NKP(M)’nin gerilla
gücünün orduya entegre edilmesi
meselesidir.
Yeni hükümetin kurulduğu bu süreçte Genelkurmay Başkanı Katawal
NKP(M) gerillalarının orduya entegre edilmesi için hiç bir somut adım
atmadığı gibi, hükümetin, somutta
da Savunma Bakanlığı’nın kararlarını da hiçe sayan bir tutum sergiledi.
Bu tavır esasında sivil yönetimin de
hiçe sayılmasıydı. Buna karşı hükümetin tavrı, burjuva demokrasisinin
ülkeye yerleştirilmesi bağlamında
önemliydi.
Başbakan Prachanda hem koalisyon ortakları ile hem de koalisyon
dışındaki partilerden Genelkurmay
Başkanı’nı görevden almak için destek aradı, ama aradığı desteği bulamadı. Bunun üzerine Prachanda
(Ocak ayından beri Maşal ile birleşme ile adı Birleşik NKP(M) olarak
değiştirilen) BNKP(M) çoğunluğuna
dayanarak Genelkurmay Başkanı
Katawal’ı görevden alma ve yerine
Bahadur Katka’yı atama kararı aldı.
Bu karara koalisyon ortakları karşı
çıktı. KPN (Birleşik ML) sadece bu
karara karşı çıkmakla yetinmedi, koalisyondan çekildiğini de açıkladı.
Nepal Kongre Partisi 3 Mayıs tarihinde Katawal’a destek için “bütün
partiler buluşması” adı altında bir
15
panorama
platform oluşturarak Başkan Yadav’a,
Genelkurmay Başkanı Katawal’ın
görevden alınması kararını onaylamaması için bir muhtıra/ mektup
gönderdi. Başkan Yadav da, sözkonusu muhtırayı gerekçe göstererek
Katawal’ın azil kararını “anayasaya
aykırı” olarak değerlendirip, sözkonusu kararı onaylamadı.
Bunun üzerine de Başba ka n
Prachanda 4 Nisan’da “ulusa sesleniş” konuşması yaparak görevinden
istifa ettiğini açıkladı. Prachanda
hükümetinin halkın beklentilerine
cevap veremediğini, ne koalisyon ortaklarının ne de muhalefetin sorunların çözümü için destek olmadığını,
tersine hep önlerine engel konduğunu
da anlatarak halkın desteğini istedi.
Prachanda’nın istifası ile Nepal
Kongre Partisi, KPN (Birleşik ML) ve
bunlarla hareket eden diğer partilere
BNKP(M)’siz bir hükümet kurma ortam ve imkanı doğdu. Sonuçta, sözkonusu partiler arasında yapılan görüşmeler kısa sürede ürününü verdi:
KPN (Birleşik ML) eski lideri Madhav
Kumar Nepal 23 Mayıs’ta kurucu
Meclis’te yapılan oylama ile ve 359
oyla Başbakanlığa seçildi. BNKP(M)
bu oylamayı boykot etti ve Prachanda
taraftarlarını uyanık davranmaya
çağırdı. Buna göre Monarşiye karşı
savaş daha bitmemiş, sadece strateji
değişmişti. Yakın zamandaki siyasi
değişiklikler “devrimi tamamlamanın” imkanlarını yaratmış mış…
Kuşkusuz ki Nepal’de iktidar mücadelesi bazen dinip bazen kızışarak
sürüyor. Anda yürüyen iktidar mücadelesi ama devrim ile karşıdevrim
arasındaki bir mücadele değildir.
Monarşiye son verilmesi ile iktidar mücadelesi tümüyle bir burjuva
cumhuriyet yönetiminin sağlamlaştırılması çerçevesindeki bir mücadeleye dönüşmüştür. Bu ise esas olarak
sözkonusu burjuva cumhuriyetin
monarşik yönetimden ne kadar kopacağı, hangi partinin ülkenin kaderini belirleyeceği vb. sorunlar çerçevesinde yürümektedir.
Şimdi hükümette yer almayan
BNKP(M)’nin iktidar mücadelesinde
nasıl bir muhalefet yürüteceği, hükümetin Maoist gerillaları orduya entegre etme sorununu nasıl çözeceği
ve yeni Anayasa taslağının Kurucu
Meclis’te nasıl ve hangi süreçte ortaya konacağı gibi sorun ve sorular
iktidar mücadelesinin gelişmesini
de belirleyecektir. Sonuçta yazımızın
başlığında sorduğumuz sorunun cevabı, yani iktidarı kimin kazanacağı
da cevaplanmış olacaktır.
Kim kazanırsa kazansın, iktidar en
iyi halde burjuva demokratik bir iktidar olacaktır. Bu iktidar ise, monarşik yönetime göre ileri de olsa, halkın
iktidarı olmayacaktır.
Nepal’de de halk demokrasisi ve
iktidarı ancak ve ancak devrimle elde
edilebilir!
16
26 Mayıs 2009 √
Katliamların hesabı
bir gün mutlaka
sorulacak!
- SRİ LANKA -
S
ri Lanka’daki gelişmeler ve devletin Tamillere karşı işlediği cürüm, katliam hakkında en son
dergimizin 132. sayısında, 25 Mart
tarihli yazımızda tavır takınmıştık.
O tarihten bugüne kadar geçen iki
aylık zaman sürecinde de gerçekleştirilen katliamlar soykırıma benzer
biçimlere büründü. Sri Lanka devletinin barbarlığını –ki gerçekte yaşananların, yani barbarlığın gerçek
düzeyi, sözkonusu bölgeye gazetecilerin bırakılmaması sonucu tam olarak bilinmemektedir– yazmak, tarif
etmek bile zor.
Uluslararası Kızıl Haç Örgütü çalışanlarının ifadelerine göre yaşananlar “akıl almayacak düzeyde insani
bir felaket”tir.
Katledilen sivil insan sayısı düşük
gösterilse bile, BM verilerine göre
Ocak 2009 tarihinden Mayıs ayı ortalarına kadar 10.000 civarında sivil
insan katledilmiştir. Yüzbinlercesi
göç yollarında… Resmi açıklamalara
göre 280.000 insan “toplama kamplarında” toplatılmış ve “potansiyel
terörist olma” suçlamasıyla her an
devletin terörüne maruz kalma durumundadır. Göç yollarındaki tüm
bu insanların yaşama koşulları her
an açlıkla, ölümle yüz yüze kalınan
bir ortamdır.
Tüm bu barbarlık “terörizme karşı
mücadele” adına Sri Lanka devletinin Tamil Elam Kurtuluş Kaplanları
(LTTE) örgütüne karşı başlattığı yok
etme yönlü savaşının ürünü.
LTTE 2002 yılında hem de devletle
karşılıklı anlaşma temelinde ateşkes
ilan etmiş ve 2008 yılı başına kadar,
devletin ateşkesi tek yanlı olarak sonlandırmasına kadar da esasında bu
karara uymuştu. Ateşkesi bitiren devletin başkanıydı. Mahinda Rajapakse
özellikle LTTE’nin önder kadrosunu
elimine etmeye kararlıydı. Bu hedefini açıkça da ilan etmişti. 2008 yılı
ortalarında gerçekleştiremediği bu
hedefine 2009 yılının Nisan ayı ortalarına kadar varmak için elinden ne
geldiyse yaptı.
Sonuçta, dünyanın gözü önünde
katliamlar gerçekleştire gerçekleştire
LTTE’yi askeri olarak Mayıs ayı ortasında yenilgiye uğratıp çoğu önde
gelen yönetici kesimi de katlettiler. 17
Mayıs’a gelindiğinde LTTE silahları
bıraktığını ilan etti. LTTE sözcüsü
Pathmanathan sözkonusu kararı
şöyle açıkladı:
“Halkımızın desteği ile aleyhteki koşullara rağmen gelişen Sri Lanka ordusuna karşı durduk. Şu anda bombardıman, hastalık ve açlıkta ölenler
bizim halkımızdır. Biz halkımıza
daha fazla zarar verilmesine izin vermeyiz. Elimizde son bir seçeneğimiz
kaldı, düşmanın insanlarımızı katletme gerekçesini ortadan kaldırmak.
Biz silahlarımızı susturma kararı verdik. Tek üzüntümüz kaybedilen masum yaşamlar ve daha fazla direniş
göstermeyişimizdir.” (18 Mayıs tarihli
medyadan)
Böylece LTTE silahları susturma temelinde mücadeleyi durdurduklarını
ilan ediyordu. Bu tavır silahıyla düşmana teslim olma biçiminde olmasa
da, gerçekte teslim olmayı başka bi-
çimde ilan etme tavrıydı. LTTE’nin
gerçekten de ya teslim olma ya da
toplu ihtihar dışında bir seçeneği kalmamıştı. Bunun bilincinde olan devlet güçleri, “barış görüşmeleri başlatılsın” yönlü LTTE’nin çağrısına yeni
bir katliamla cevap verdi. 250-300 civarında LTTE gerillasını, silahlarını
bıraktıkları halde katletti. Bunlar
arasında örgütün beyin takımı da
vardı. Örneğin LTTE’nin siyasi kolu
lideri olan B. Nadesan ile yine liderlerden biri olan Puleedevan’ın katledilmesi olayı Pathmanathan’ın açıklamasına göre şöyle gerçekleşmiştir:
“LTTE’nin ‘silahın sesini kısma’ kararını açıkladıktan hemen sonra uluslararası toplumun bazı üye devletleri,
Sri Lanka ordusu ile savaşın sona erdirilmesi yönünde tartışmaların yapılması için anlaşmaların yapıldığını
ilettiler.
Bize, silahsız bir şekilde ve elimizde
beyaz bayraklar taşıyarak savaş bölgesine gidip, Sri Lanka ordusunun
58’inci bölüğü ile görüşmemiz söylendi. siyasi kolumuzun başı olan B.
Nadesan ile Puleedevan 58’inci bölük
yetkilileri tarafından çağrıldılar ve
silahsız bir şekilde, ellerinde beyaz
bayraklarla görüşmek üzere belirtilen
yere gittiler. Ancak katledildiler. Bu
olayı şiddetle kınıyoruz.” (22 Mayıs,
Yeni Özgür Politika)
Pathmanathan burada sözkonusu
devletlerin adını vermiyor ama başta
BM olmak üzere ABD, AB içindeki
emperyalistler, Rusya, Çin, Japonya
gibi güçlerin Sri Lanka devletinin katliamlarına destek verdiği aşikardır.
LTTE’nin silahları bırakma kararını açıklamasının ardında LTTE’nin
baş lideri Prabhakaran’ın öldürüldüğü haberi de medyaya yansıdı.
İlk başta liderlerinin hâlâ yaşadığı
yönlü açıklama yapan LTTE, sonraki günlerde: “Bugün, anlatılmaz
bir üzüntü ve ağır bir yürekle eşsiz
liderimizi, Tamil Eelam Özgürlük
Kaplanları (LTTE) yüksek komutanının, Sri Lanka hükümetinin askeri
operasyonuna karşı savaşarak şehit
düştüğünü ilan ediyoruz.” (26 Mayıs
tarihli medyadan) yönlü açıklamayı
yaptı.
Sri Lanka ordusunun LTTE yöneticilerini elimine etme yönlü amacına
ulaştığını, ülkeyi “teröristlerden temizlediğini” açıklaması ve evet bu
kadar cinayeti, katliamları kutlaması;
egemenlerin iktidarlarını korumak
için ezilenlere karşı her tür barbarlığa
başvurabileceğinin yeni bir ispatıdır.
Bunlar ölüsevicidir. Ne kadar insan
katlettiklerine göre sevinç nidaları
da yükselmektedir.
Sri Lanka egemenleri şimdilik
zafer naraları atıp duruyor. Fakat
LTTE’nin askeri yenilgisi, önderlerinin büyük bölümünün katledilmesi
gerçeği de, ezilenlerin kurtuluş için
mücadelesini bitirmeye yetmeyecektir. Baskının, zulmün olduğu her
yerde, buna karşı direniş ve mücadele
de olacaktır.
Kuşkusuz ki LTTE büyük bir ye-
panorama
nilgi almıştır. Özellikle de örgütün
beyin takımının çoğu katledilmiştir. Fakat buna rağmen LTTE güçleri
tümüyle yok olmamıştır. Hem ülke
içinde hem de yurtdışında Tamil
halkının özgürlüğü için mücadeleyi
sürdürecekler vardır, olacaktır. Sri
Lanka devletinin Tamil halkına yönelik katliamlarının hesabı bir gün
mutlaka sorulacaktır.
Emperyalistlerin sahtekarlığı…
Sri Lanka devletinin ateşkesi tek yanlı
olarak sonlandırdığı 2008 yılı Ocak
ayından beri LTTE’ye yönelik yoğun
biçimde sürdürdüğü savaş, kelimenin gerçek anlamıyla çoğu emperyalist devletin de savaşıydı. Bu açıdan
Tamil halkına yönelik katliamlardan,
Sri Lanka devletine destek veren tüm
güçler sorumludur, suçludur.
LTTE Avrupalı arabulucularla görüşmeler sonucunda devletle birlikte
ateşkes ilan edip bu karara uyduğu
halde ABD ve AB LTTE’yi “terörist
örgütler listesi”ne aldılar. Mali kaynaklarını kurutmaya çalıştılar. Sri
Lanka devletini mali ve askeri olarak
destekleyip ordusunu modernize etmesini sağladılar.
Mahinda Rajapakse devlet başkanı
olarak ateşkese son verip saldırıya
geçtiğinde seslerini çıkarmadılar.
LTTE gerçekte saldırıya karşı kendisini koruma çabası içindeyken,
LTTE’yi savaşın sorumlusu ve suçlusu ilan ettiler. Tüm tavırları aslında
Sri Lanka devletine ve ordusuna
“LTTE’yi elimine et ama sivillere
fazla zarar verme” biçimindeki bir
tavırdı. Kuşkusuz ki sivillerin durumu gerçekte bunların umurunda
değildi, değildir.
Gerçek durumun böyle olduğunu
son üç-dört aylık süreçte yeniden yaşadık, gördük. BM Güvenlik Konseyi
Sri Lanka’daki durumu ilk kez Mayıs
ayı başlarında resmi olarak gündemine aldı ve Tamillere yönelik katliam gerçekleştiren Sri Lanka devletini değil, LTTE güçlerini suçladı,
yargıladı. Aynı biçimde yaptığı çağrıda LTTE güçlerinin teslim olmasını
ve sözkonusu çatışma alanındaki sivilleri “serbest bırakmasını” talep
etti. Ne kadar büyük bir yüzsüzlük
ve sahtekârlık!
LTTE hep yeniden ateşkesten yana
olduğunu ilan ettiği halde, Sri Lanka
yönetiminin tüm uluslararası kurum
ve kuruluşların ve emperyalistlerin
cılız çağrılarına açıkça hayır cevabını
verdiği; ne olursa olsun LTTE’yi yenilgiye uğratana kadar savaşılacaktır
yönlü açıklamalara rağmen, savaşın
suçlusu ve sorumlusu olarak LTTE
yargılanıyor!
Emperyalistlerin sahtekârlıklarına
uzun uzun örnekler verilebilir. Ama
bu kadarı yeter! Sri Lanka’daki gelişmeler ve LTTE’ye karşı takınılan tavırlar, bir kez daha emperyalistlerin
halkların düşmanı olduğunu, ezilen
ulus ve milliyetlerin özgürlüğü, kurtuluşu için mücadelede sömürücülere
güvenilemeyeceğini belgelemiştir.
Sözkonusu gelişmeler ezilen ulusun
temsilcilerinin ezen ulus, devletin
temsilcileriyle pazarlıklar yürüterek
kurtuluşa varamayacağını da bir kez
daha göstermiştir.
Emperyalistlerin Tamillere ve milli
azınlıklara daha fazla hak verilmesi,
çatışmalara son verilmesi yönlü
çağrıları da gerçekte sahtekârlıktan
başka bir şey değildir. Sri Lanka yönetimi daha şimdiden ordusunun sayısını 200 binden 300 bine çıkarmayı
planlamış ve Tamillerin özgürlüğü
için gelişebilecek yeni bir mücadeleyi
başından bastırma ve sözkonusu güçleri yok etmenin önlemlerini almaya
yönelmiştir.
Sri Lanka ordusunun komutanlarından Sarath Fonseka ordunun
asker sayısını yükseltme kararının,
Tamil gerillalarının yeni bir lider
önderliğinde yeniden silahlı mücadeleye başlayabileceği ihtimaline karşı
alındığını açıkladı.
Egemenler önlemlerini alıyor.
Ezilen millet ve milliyetler için esas
mesele, doğru bir siyaset temelinde
Türkiye-Ermenistan
ilişkilerinde
gelişmeler…
Karşılıklı resmi diplomatik ilişkilerin olmaması,
Türkiye’nin 1993’te Ermenistan’a kara sınır kapısını
kapatması gibi durumların sürmesi hem ABD, AB
içindeki emperyalistlerin istemediği bir durumdu; hem
de bu durum ne Türkiye’nin ne de Ermenistan’ın işine
yarıyordu. Kısacası öyle ya da böyle değişmesi gereken
bir durumdu bu.
T
ü rk i ye -E r men i s t a n a r asındaki ilişkilerin genelde
Ermenilere yönelik soykırım
ve Ermenistan’ın Dağlık Karabağ
meselesine endekslendiği biliniyor.
Son döneme kadar da taraflar arasında resmi görüşmeler bile yapılmıyordu ya da yapılan görüşmeler genelde gizli tutuluyordu. Avrupa’nın
şu ya da bu ülkesinde planlanan kimi
gereken bir durumdu bu.
Bu durumun değişmesi kuşkusuz
ki tarafların isteğinden bağımsız şu
zorlukların da aşılmasını gerektiriyor: Türkiye’nin Cumhuriyet tarihinde sürekli olarak kışkırttığı,
ama özellikle 1980’li yıllardan sonra
ayyuka çıkardığı Ermenilere yönelik düşmanlığın; Ermenistan’da da
Ermenilere yönelik yapılan soykırım
görüşmeler ise çoğunlukla erken ve
sonuçsuz bitiyordu.
Karşılıklı resmi diplomatik ilişkilerin olmaması, Türkiye’nin 1993’te
Ermenistan’a kara sınır kapısını kapatması gibi durumların sürmesi hem
ABD, AB içindeki emperyalistlerin
istemediği bir durumdu; hem de
bu durum ne Türkiye’nin ne de
Ermenistan’ın işine yarıyordu.
Kısacası öyle ya da böyle değişmesi
ve bu soykırımın tarihi bir gerçeklik
olarak Türk devleti tarafından inkar edilmesinin Ermeniler arasında
Türklere karşı oluşturduğu tepki ve
düşmanlığın aşılması.
Bu zorlukları aşmak kuşkusuz ki
bir anda, ya da hemen mümkün değil. Ama aşılmayacak zorluklar da
değildir bunlar. Türkiye Cumhuriyeti
egemenlerinin tarihi şovenizmle, katliamlarla, Ermenilere yönelik tavırda
özgürlük için mücadeleyi geliştirmektir. Bunun için alınan yenilgiden
ders çıkarmak zorunludur.
Tamil milletinin gerçek kurtuluşu
Sri Lanka egemenleriyle pazarlıklarla değil, ancak ve ancak onların
egemenliğinin devrimle yıkılmasıyla
kazanılabilir.
Bir kez daha Tamil halkına yönelik
katliamları lanetliyor ve Tamil ulusuna özgürlük şiarını haykırıyoruz.
Dayanışmamız Tamil ulusunun özgürlük için mücadelesiyledir!
27 Mayıs 2009 √
da Osmanlı /Türk devletinin soykırımıyla belirlenen bir tarih olmuştur.
Şimdi Ermenistan ile görüşmelere
başlanmış olması bu özden bir şey
değiştirmiyor. Fakat kendi çıkarlarını düşünmeleri ve buna uygun davranma durumunda da Ermenistan ile
ilişkilerde kimi önemli değişiklikler
gündeme geliyor.
Medyaya yansıdığı kadarıyla 2007
yaz aylarından bu yana Türkiye ve
Ermenistan İsviçre aracılığıyla görüşmeler yapmaktadır. Bu görüşmelerin kamuoyuna yönelik ilk meyvesi,
Cumhurbaşkanı Gül’ün ErmenistanTürkiye futbol maçını izlemek için,
Ermenistan Başkanı Serj Sarkisyan’ın
davetini kabul edip Erivan’a gitmesi
oldu. Sarkisyan’ın Gül’ü davet etmesiyle birlikte medyada –8 Temmuz
2008 tarihinde– Türkiye-Ermenistan
arasında gizli görüşmelerin yapıldığına yönelik haberler de yayınlandı.
Gül’ün Erivan’ı ziyaret etmesiyle
sözkonusu bu görüşmeler kamuoyuna
karşı da resmen Dışişleri Bakanlıkları
düzeyine çıkarıldı. İsviçre’nin arabuluculuğuyla başlayan görüşmeler,
dışişleri bakanlarının ve başbakan
ya da cumhurbaşkanı düzeyindeki
görüşmelerle paralel yürümektedir. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde
Ermenistan ile hiç bir dönem bu kadar sıkı ilişkiler, görüşmeler yaşanmamıştır. Biz iki devlet arasındaki
bu gelişmeleri, Gül’ün Erivan’ı ziyareti bağlamında 25 Eylül 2008 tarihinde yazdığımız “Maç diplomasisidiplomasi maçı” başlıklı yazımızda
şöyle değerlendirmiştik:
“Buna rağmen ama Sarkisyan’ın
Gül’ ü davet etmesi ve Gül’ ün de
Erivan’a gitmesi ve bu dönemde ortaya çıkan atmosfer, Türk-Ermeni ilişkileri bağlamında yeni bir gelişmedir.
Bu gelişme, her iki devletin yöneticilerinin hesaplarından, siyasi tavırlarından bağımsız olarak, pratikte Ermeni
ve Türk halkının birbiriyle ilişkilerini
geliştirmesi için önemlidir. Aradaki
setler, duvarlar, tabular yıkıldıkça
halkların kardeşliğine biraz daha
yaklaşılmış olacaktır.”
Gül’ün Erivan’a gitmesi sonrasındaki dönemde ortaya çıkan bu
atmosfer, taraflar arasındaki ilişkilerin düzelmeye doğru gideceğine
işaret eden bir atmosferdi. Örneğin
Kayseri’de daha önceleri soykırımın
17
okuyucu mektubu
18
tarihi gerçeklik olduğunu reddeden
yaklaşımlar üniversite, bilimsel çalışma vb. adı altında yaygınlaştırılırken ve böylesi tavırlar öne çıkarken;
bu atmosfer çerçevesinde Kayseri
Belediye Başkanı Cumhurbaşkanı
Gül’e Türkiye-Ermenistan milli maçının Kayseri’de yapılması yönünde
çağrıda bulundu. Hem de “bu şehirde kültürel, tarihi bir bağ” olduğu,
Ermenilerin en eski kiliselerinin
Kayseri’de olduğu biçimindeki açıklamalar eşliğinde…
Soykırım bağlamındaki resmi devlet siyaseti ve yaklaşımın değişmediği
bilinçte tutularak böylesi tavırların
halklar arasındaki düşmanlığın azalmasına hizmet ettiğini teslim etmek
gerekiyor.
Türkiye-Ermenistan arasındaki
görüşmelerin sürdüğü ve artık “gizli”
olmadığı düşünülerek sözkonusu görüşmelerin numaralanmaya başladığı bir ortamda, soykırımın yıldönümü tarihi olan 24 Nisan’a gelindi.
ABD Başkanı Obama’nın soykırım
kavramını kullanıp kullanmayacağına odaklanmış olunsa da, bu aradaki süreçte basına yansıyan haberler taraflar arasında bir mutabakatın
sağlandığına işaret ediyordu. Hatta
kimileri 24 Nisan’da Türkiye’nin
Ermenistan’a kara yolunu açacağını
bile yazıyordu.
22 Nisan’ı 23 Nisan’a bağlayan
gece Türk Dışişleri Bakanlığı’nın
–Ermenistan ve İsviçre ile eşzamanlı,
ortak– bir açıklaması yayınlandı.
Obama’ya mesaj niteliğindeki bu
açıklamaya göre:
“Türkiye ve Ermenistan, İsviçre’nin
arabuluculuğunda, ikili ilişkilerini
normalleştirmek; iyi komşuluk ve karşılıklı saygı çerçevesinde geliştirmek ve
bu suretle tüm bölgede barış, güvenlik
ve istikrarı ileri götürmek amacıyla
yoğun çaba göstermektedirler. İki taraf, bu süreçte somut ilerleme ve karşılıklı anlayış sağlamış ve ikili ilişkilerinin her iki tarafı da tatmin edecek
şekilde normalizasyonu için kapsamlı
bir çerçeve üzerinde mutabık kalmışlardır. Bu çerçevede yol haritası belirlenmiştir. Üzerinde mutabık kalınan
bu zemin, devam eden bu süreç için
olumlu bir perspektif sağlamaktadır.”
(internetten)
Bu açıklamada yol haritası hakkında somut bir bilgi yok. Fakat
medyada üzerinde hemfikir olunan kimi konular dile getirilmektedir. Karşılıklı büyükelçilerin açılması, tarih komisyonu kurulması,
Ermenistan’ın SSCB-Türkiye arasındaki 1921 tarihli anlaşmayı kabul etmesi, Türkiye’nin kara sınır kapısını
açması vb. noktalar öne çıkanlarıdır.
Sözkonusu yol haritasının gerçekte
neyi içerdiği, nasıl ve hangi hızda
gerçekleşeceğinden bağımsız olarak
yapılan açıklamanın önemi, esas
olarak iki devletin resmi olarak bir
mutabakat sağlamış oldukları yönlü
ortak açıklamasıdır. Bu açıklama
Gül’ün Erivan’ı ziyaretiyle resmen
başlatılan yeni sürecin daha da iler-
letilmesi adımıdır. Gizli görüşmeler
resmi açıklamalara dönüşmüştür.
Bundan sonraki gelişmelerin hangi
yönde olacağı konusunda kesin belirlemeler yapmak zordur. Fakat andaki durumda varolan gelişmenin
Türkiye-Azerbaycan ilişkilerine de
bağlı olduğu açıktır.
Azerbaycan-Türkiye ve
Ermenistan…
“Yol Haritası”nın bu biçimde açıklanması ve açık lamada Dağlık
Karabağ sorunundan bahsedilmemesi Azerbaycan’ın ve açık milliyetçi kesimlerin tepkisine yol açtı.
Mutabakatta sınırın açılması bağlamında önkoşul falan yoktu. Oysa
Türkiye’nin kara sınır kapısını 1993’te
kapatmasının resmi gerekçesi Dağlık
Karabağ sorunuydu. Sınır kapısının
açılması da bu sorunun çözümüne
bağlı ele alınıyordu.
Dağlık Karabağ sorunundan bahsedilmeden ve önkoşul olarak bu
sorunun çözümü dayatılmadan
Türkiye’nin Ermenistan ile yakınlaşma görüntüsü Azerbaycan-Türkiye
ilişkilerinde belli bir gerginliğin yaşanmasına yol açtı.
Aliyev Türkiye’ye misilleme gibi
bir tavırla Rusya ile doğalgaz bağlamında kimi anlaşmalar imzaladı
ve Türkiye’nin çok önem verdiği
Nabucco Projesi’ni riskli hale getirdi. Türkiye’nin çok yönlü hesap
ve çıkarları bir an önce Azerbaycan
ile ilişkileri yeniden rayına oturtmayı dayatıyordu. Sıkı bir diplomatik çaba gösterildi ve en sonunda
Erdoğan’ın 13 Mayıs’ta Azerbaycan’a
yaptığı ziyaretle, sözkonusu gerginlik
sonlandırıldı.
Erdoğan Azerbaycan’da Türk devletinin Ermenistan’la kara sınır kapısını açma yönlü tavrını yineledi ve
bunun önkoşulunun Dağlık Karabağ
meselesinin çözümü olduğunu açıkladı. Erdoğan: “Yukarı Karabağ’ın işgali bir sebeptir, kapıların kapanması
bir neticedir. Orası işgal edildiği için
Türkiye kapıları kapatmıştır. İşgal
ortadan kalkmadıktan sonra kapıların açılması da mümkün değildir.”
(Hürriyet, 14 Mayıs 2009) biçiminde
tavır takındı.
Böylece Türkiye-Ermenistan arasındaki ilişkilerin geleceği yeniden
Dağlık Karabağ ya da AzerbaycanErmenistan ilişkilerine de endeksleniyordu. Bu durumda TürkiyeErmenistan ilişkilerindeki gelişmelerin belli bir dönem sürüncemede
kalma ihtimali yüksektir.
Bu sürecin uzunluğu kısalığı aslında Azerbaycan-Ermenistan arasındaki görüşmelerde Dağlık Karabağ
meselesinin çözümü konusunda
anlaşmalarına da bağlıdır. ABD,
Rusya ve Fransa AGİT çerçevesinde
oluşturulan “Minsk Grubu” çerçevesinde Ermenistan ve Azerbaycan
Başkanlarını bir araya getirerek sorunun çözümü için diplomatik çabayı yoğunlaştırmış durumdalar.
7 Mayıs tarihinde Prag’da ABD
Büyükelçiliği’nde bir araya getirilen
Aliyev ve Sarkisyan arasında sorunun çözümü hakkında belli bir mutabakatın sağlandığı ABD, Rusya ve
Fransa temsilcileri tarafından açıklandı. (Hürriyet, 8 Mayıs 2009)
Haziran ayında St. Petersburg’ta
yeniden bir araya geleceklermiş.
Buna göre yapılan tahminler, Dağlık
Karabağ meselesinin yakın bir zamanda çözülebileceği yönündedir.
Çözüm için Azerbaycan tarafından
öne sürülen konu, beş (5) “rayon”un
(i lç e) E r men i s t a n t a r a f ı nd a n
boşaltılmasıdır.
Türkiye-Ermenistan, Azerbaycan-
Ermenistan arasındaki ilişkilerde görüşmeler ayrı ayrı yürütülse de birbirini etkileyen, ya da birbirine bağlı
ilişkilerdir. Karabağ meselesinin
çözümüne bağlı olarak Türkiye’nin
kara sınır kapısını açmasının önünde
görünürde de herhangi bir engel kalmayacaktır. Sancılı da olsa gelişmeler
bu temeldeki bir çözümün mümkün
olduğunu gösteriyor. Anda bilinmeyen bunun ne zamana sarkacağı ve
bu yolda ilerlerken hangi engellerle
karşılanacağıdır.
Gelişmelerin hangi yönde seyredeceğini birlikte göreceğiz…
28 Mayıs 2009 √
Dokunulmayanlara
bir örnek
İki ayrı kurul iki ayrı karar! Tire İlçe İnsan
Hakları Kurulu, kadınların tüm giysilerinin
çıkartılması, çömelip kalkmaları, saç
tokalarının çıkartılması ve saçlarının içinin
kontrol edilmesini “kanun ve yönetmeliklere”
uygun olduğunu söylüyor. İzmir İl İnsan
Hakları Kurulu da, insan hakları yönünden
bir ihlalin olduğunu tespit ediyor.
T
ürkiye’de dokunulmayanların
sayısı giderek artıyor. Devletin
bekası için, hukuk ve insanlık
dışı uygulamaya imza atanlar, yasalar ile korunuyor. Yıllardır hukukun
herkese eşit olduğu masalı anlatılıyor. Bir yandan yargının bağımsız olduğu masalı anlatılırken, öte yandan
AKP hükümeti dokunulmayanlarla
ilgili yasal düzenleme yapma gereği
duymuyor. İktidar mücadelesinde
kendilerine dokunulmazlık zırhı
sağladıkları gibi, « Türkiye’nin bekası » için insanlık dışı uygulama yapanlara da göz yumuyor. Hukukun
üstünlüğü ve demokrasinin olmazsa
olmazı olarak nitelendirilen "herkese
dokunma" faslında bir grup var ki,
onların bu kapsama alınması akıllara bile gelmiyor. Türkiye, sürekli
olarak gözaltında kayıplar, işkenceler, polis ablukaları ve polis şiddeti
ile gündeme gelen bir ülke. Ancak,
bu Türkiye gerçekliğine rağmen,
"polisler" asla dokunulmayanlar listesinin başında geliyor. Türkiye’nin
imajı için bazı polislerin yargı karsısına çıkartılması, Türkiye gerçeğini değiştirmiyor. Türkiye'de polisin etrafındaki kalkanlar, yalnızca
polislere tanınan yasal yetkilerle
sınırlı değil. Polislerin soruşturul-
masına karşı yasal kalkanlar örülmüş. 4483 Sayılı Memurlar ve Diğer
Kamu Görevlilerinin Yargılanması
Hakkında Kanun, bu konuda önemli
zırhlardan biri olarak işlev görüyor.
Diğer memurlar gibi, polisin de, amirinin izni olmadan yargılanmasının
önüne engeller var. Polisin görev sırasında işlediği bir suçtan dolayı yargılanabilmesi için, en yetkili mülki
amirin izin vermesi gerekir. Polisleri
etkileyen ikinci türden yasal düzenlemeler ise, yargılanmalarının önüne
fiili engeller koymanın yanı sıra, polisin etkisi ve yetkileri de artırılıyor.
Bir bayan polis memuru hakkında
soruşturma izni verilmemesi bağlamındaki gelişmeleri anlatmak istiyorum. Ama bunun için de önce bir
olayı hatırlamakta fayda var.1 ve 4
Temmuz 2008 tarihinde, Tire B Tipi
Kapalı Cezaevi Jandarma nizamiye
kapısında, mahkumlari ziyarete gelen 48 kadına, insanlık onurunu
zedeleyen, aşağılayan ve hakarete
varan bir uygulama yapılmıştı. Bu
uygulamaya imza atan, Tire İlçe
Emniyet Müdürlüğünde görevli bir
bayan polis memuru idi. Bu olayın
10 Temmuz 2008 tarihinde basına
yansıması sonucu, Tire Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından soruşturma
yeni dünya gençliği
başlatılmıştı. Tire Cumhuriyet
Başsavcılığı, 25.07.2008 tarihinde,
Tire Kaymakamlığına bir yazı yazarak bayan polis memuru hakkında
soruşturma izni verilmesini talep
etmişti. Tire Kaymakamlığı, “dosya
muhteviyatı gereğince suçlamaların
sübuta ermediği” sonucuna vararak, bayan polis memuru hakkında
soruşturma açılmasına izin vermemişti. Yapılan on incelemede 26
kadının ifadesine başvurulmuştu.
Kaymakamlık ifadesi alınan kadınların büyük çoğunluğunun şikayetçi
olmamasını neden göstererek, bayan
polis memuru hakkında soruşturma
açılmasına izin vermemişti.
Tire Kaymakamlığı, bayan polis
memurunun arama adı altında yaptığı üst arama şeklinin “Cumhuriyet
Başsavcılığının talimatları ile kanun
ve yönetmelikler çerçevesinde” yapıldığını belirtiyordu. Kaymakamlık,
kadınların tüm giysilerinin çıkartılması, çömelip kalkmaları, saç tokalarının çıkartılması ve saçlarının
içinin kontrol edilmesini “kanun ve
yönetmeliklere” uygun olduğunu
söylüyordu!
Tire Kapalı Cezaevi Jandarma
Nizamiye Kapısında, yaşanan insanlık dışı uygulamaların basına yansıması sonucu, Başbakanlık İnsan
Hakları Başkanlığı, İzmir Valiliği’ne
bir yazı yazarak sorunun araştırılmasını istemişti. İzmir Valiliği de Tire
Kaymakamlığından araştırma yapılmasını talep etmişti. Yasa gereği tüm
il ve ilçelerde İnsan Hakları Kurulları
var. Bu kurulların işlevi ve içeriği
sürekli tartışılıyor. Tire İlçe İnsan
Hakları Kurulu yaptığı araştırma
sonucunda “insan hakları yönünden bir ihlalin olmadığı” sonucuna
vardı!! Kurulda yer alan katılımcıların insan hakları alanında bilgi ve
birikimleri var mı? Sorusunu sormak
gerekiyor. Kurulda kaymakam dışında, tüm partilerin ilçe başkanları,
mahalle muhtarı, Yardim Sevenler
Derneği, Ticaret Odası, Okul Aile
Birliği, Atatürkçü Düşünce Derneği,
Ziraat Odası ve Baro temsilcisi var.
Kurul, raporunu İzmir Valiliği
İnsan Hakları İl Kuruluna gönderiyor. İzmir Valiliği İnsan Hakları İl
Kurulu su tespitleri yapıyordu:
“Tire İlçe İnsan Hakları Kurulu
tarafından yapılan araştırmanın çok
taraflı bilgi alarak yapılmış olması
olumlu bir özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Ancak rapor içeriğinde olduğu gibi başvurucu ile benzer iddiaları taşıyan kişilerin de bulunduğu
ortadadır: Diğer kişilerin beyanları
da başvurucunun beyanlarını doğrular nitelikte olup, olguya ilişkin detaylar benzerdir: Diğer taraftan polis
memurunun beyanları soyma eylemine ilişkin olarak ayrılmaktadır.
Mevzuat, duyarlı kapının olmaması
veya duyarlı kapıdan sinyal alınması
gibi durumlarda elle arama yapılmasına izin vermektedir. Ancak elle
arama mahrem yerlerin görülmesi
gibi bir arama yöntemi olmayıp, sa-
dece elle yoklama seklinde gerçekleştirilen bir arama turudur. Raporda,
kişilerin iç çamaşırlarının sıyrılarak
bakıldığının tespiti konusunda kesin bir ibare komisyon üyeleri tarafından belirtilmiştir. Bu durumda,
insan hakları yönünden bir ihlalin
olmadığı konusunda bir tespitin yapılmış olması İzmir Valiliği İl İnsan
Hakları Kurulu üyelerince şaşırtıcı
bulunmuştur.”
İki ayrı kurul iki ayrı karar! Tire
İlçe İnsan Hakları Kurulu, kadınların tüm giysilerinin çıkartılması,
çömelip kalkmaları, saç tokalarının çıkartılması ve saçlarının içinin
kontrol edilmesini “kanun ve yönetmeliklere” uygun olduğunu söylüyor.
İzmir İl İnsan Hakları Kurulu da,
insan hakları yönünden bir ihlalin
olduğunu tespit ediyor.
Bayan polis memuru hakkında
soruşturma açılmasına izin verilmemesi sonucu, bu kararın kaldırılması
için İzmir Bölge İdare Mahkemesine
başvuru yaptım. İzmir Bölge İdare
Mahkemesi Eylül 2008 tarihinde,
kaymakamlığın verdiği kararı onayladı. Bölge İdare Mahkemesinin kararında hiç bir gerekçe yoktur. Bölge
İdare mahkemesi tek bir cümle ile,
kaymakamlığın kararının bozulması için öne sürülen talebin reddine
karar vermiştir! İlginç olan durum
sudur. İdare mahkemesi, kararı adresime tebliğ etme gereği duymuyor.
İdare Mahkemesine başvuran ve
kaymakamlığın kararının bozulmasını talep eden benim. Bu anlamda
ben bir tarafım. Dosyayı takip etmem sonucu, idare mahkemesinin
verdiği kararı öğrendim ve Tire
Kaymakamlığı’ndan kararın bir örneğini avukatım aracılığıyla aldım.
İç hukukta izlenecek başka bir yol
kalmadığından dolayı, AIHM’e başvuru yapacağım.
1 ve 4 Temmuz 2008 tarihinde,
48 kadın mahkumları ziyarete geliyor. Kadınların tümü insanlık dışı
uygulamaya tabi tutuluyor. Yapılan
on inceleme de sadece 26 kadının
ifadesi alınıyor. İfadesi alınan kadınlardan 21 kişi şikayetçi olmadıklarını beyan ediyor. Sadece 5 kadın
yapılan uygulamadan şikayetçi olduğunu soyluyor. Kaymakamlık, bu
durumu soruşturmaya izin verilmemesine dayanak olarak gösteriyor.
Bu bağlamda Türkiye’nin acı bir
gerçeği ortaya çıkıyor. Toplumun
büyük bölümü hak arama mücadelesini yürütmüyor. Topluma dayatılan
her uygulama sineye çekiliyor. Hak
arama mücadelesinin yükseltilmesi
sonucu, egemenlerin geri adim atacakları sorunu kavranmıyor. Uzun
söze, ayrıca yoruma hacet yok, burası Türkiye! Mücadele yürütülmeden, bedel ödenmeden kazanımlar
elde edilemiyor. O halde korkmadan,
bıkmadan yasamın her alanında mücadeleyi yükseltmek gerekiyor.
22 Mayıs 2009
Mehmet DESDE √
ÖSS Duvarını Yıkalım
etkinliği yapıldı
Ö
SS sınavına sayılı günler
kaldı. Her yıl yüz binlerce
kişiyi eleyen, yalnızca sınava
girenleri değil toplumun büyük bir
kesimini etkisi altına alan ÖSS bir
eleme mekanizmasıdır. Her yıl 1.5
milyon insan bu sınava giriyor. Fakat
yalnızca 500 bin kişi yerleştiriliyor.
Toplumun sadece ayrıcalıklı bir kesimi bu sınavdan “alnı ak” olarak çıkıyor. Çünkü eğitim sistemini paralı
hale getirerek yalnızca parası olanın
okuduğu, emekçi gençlerin ise sadece
bir hayali olarak kalıyor üniversite
kapılarından girmek. Sistem kendi
elleriyle özel dershaneler açıyor ve
bin bir çeşit kampanyalarla gençleri
bu dershanelere gitmeye zorluyor.
Adaletsiz eğitim sistemiyle küçük bir
azınlık özel dersler alarak, kolejlerde
okuyarak dershanelere milyarlarca
para dökerek bu sınava hazırlanırken, emekçi çoğunluk ise sadece devlet okullarında okuyarak ve çoğu bir
işte çalışmak zorunda kalarak bu sınava hazırlanıyor.
Milliyetçi ve ırkçı eğitim sistemi,
anadilde eğitimi reddettiğinden
kendi dilleri dışında eğitime zorlanan Türk olmayan gençler, daha baştan bu eleme mekanizmasından bir
sıfır geride başlıyor. Yine sınava bir
sıfır geriden başlayan erkek egemen
sistemden kaynaklanan pederşahi
yaklaşımlar nedeniyle zaten çok az
kısmi okula yollanan genç emekçi
kadınlar, bu eleme mekanizmasından nasiplerine düşeni alıyorlar.
ÖSS ve diğer sınav sistemleri birer
eleme aracıdır. Çok açıktır ki sınavlar
emekçilerle zenginleri birbirlerinden
ayıran ve kafa kol emeğini derinleştiren birer mekanizmadırlar.
ÖSS’ye karşı birlikte örgütlenmek,
bu mücadeleyi sınıf mücadelesine taşımayı görev bilmeliyiz.
ÖSS’ye karşı çeşitli etkinlikler yapılmaktadır. Mitingler, basın açıklamaları, toplantılar ve paneller.
Bizlerde Esenyurt’ta 24 Mayıs Pazar
günü, Güney Kültür Merkezi’nde,
Yeni Dünya Gençliği, Gençli k
Muhalefeti, Esenyurt Kolektifi ve
Serinkuyu Köyü İnisiyatifi olarak,
ÖSS Duvarını Yıkalım adı altında,
ortak bir panel düzenledik.
Panel dört kurumun ortak bildirisinin okunması ile başladı. Ardından
ÖSS’nin ne olduğu, kimleri elediği,
kitle örgütlerinin ÖSS’ye karşı ortak etkinliklerinin gösterildiği bir
slayt gösterisi ile devam etti. Panele
Mayısta Yaşam Kooperatifi’nden
genç bir arkadaş ile Eğitim-Sen 7
No’lu Şube’den Öğretmen bir kadın
arkadaş katılarak sunum yaptılar.
Mayısta Yaşam Kooperatifi’nden
genç arkadaş; ÖSS’nin ne olduğunu,
kimleri nasıl elediğini ve buna karşı
nasıl örgütlenmek gerektiğini anlattı. Sunumunda AOBP’yla ilgili
kısa bir slayt göstererek anlatımını
güçlendirdi.
Da ha son r a E ğ it i m-S en’ den
Öğretmen arkadaş soruna temelden
yaklaşmak gerektiğini ve tarihsel olarak eğitim sisteminin nasıl geliştiğini
ve nasıl mücadele edildiği ile ilgili bir
sunum yaptı. Konuşmasında sık sık
ÖSS sınavının kaldırılmasıyla, sorunun aşılamayacağı, sorunun bir sistem sorunu olduğunu ve ancak sınıf
mücadelesi ile birleştirilirse çözüme
gidileceğine vurgu yaptı.
Panel daha sonra soru-cevap ve
tartışma bölümü ile devam etti.
Panelde sınava hazırlanan liseli arkadaşlarımız çoğunluktaydı.
Katılımın 45 kişi olması olumlu idi.
Panel Tiyatro Güney’in kendilerinin yazdığı ÖSS Kabusu adlı kısa
skeçin oynanması ve ardından verilen müzik dinletisi ile sona erdi.
Bizler diğer devrimci kurumlarla
ortak etkinlik yapmayı önemsiyoruz.
Bu tür etkinliklerin gelecekte de yapılması gerektiğini düşünüyoruz.
27 Mayıs 2009
YDG/Esenyurt √
19