EŞ İŞTEN GEÇMEDEN Yonca Eldener

Transkript

EŞ İŞTEN GEÇMEDEN Yonca Eldener
EŞ İŞTEN GEÇMEDEN
Yonca Eldener
.
Es, Isten
,
Geçmeden
Yonca Eldener
Printed in Türkiye
Edited by Foxit Reader
Copyright(C) by Foxit Corporation,2005-2009
For Evaluation Only.
Dr. Yonca Boyacı Eldener
1972’de Ankara’da doğdu.
1990 yılında TED Ankara Koleji’nden, 1994’te ODTÜ Mimarlık
Fakültesi Şehir Planlama Bölümü’nden mezun oldu. 1995 yılında
Avrupa Birliği “Jean Monnet Bursu” ile Univeristy College LondonBartlett Mimarlık Okulu’nda mastır yaptı.
1996-2002 ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir Planlama bölümünde, perakende coğrafyası alanındaki tezi ile doktora derecesini
aldı.
Amerika’da basılmış, perakende ve dağıtım zinciri üzerine
makaleleri bulunmaktadır. Bunlardan ikisi 1998’de Ford Vakfı
Kahire - Orta Doğu Araştırma Yarışması Ödülü’nü aldı.
1997’de Hızlı Tüketim Mamulleri sektöründe pazar ölçümleme
alanında kariyerine başladı. Uluslararası bir perakende şirketinde
1999-2002 yılları arasında mağaza açılışlarından sorumlu Geliştirme Müdürü, 2002-2009 yılları arasında mağaza açılışlarından
ve teknik yatırımlardan sorumlu Geliştirme Direktörü, 2008-2010
yılları arasında satınalma, pazarlama, reklam, tedarik planlama,
market markaları ve kalite birimlerinden sorumlu Kıdemli Ticaret
Direktörü olarak çalıştı. 2010 -2011 yılları arasında aynı görev
kapsamı ile ev-dışı tüketim sektöründe lider bir firmada Ticaret
Direktörü olarak çalıştı.
Evli ve iki kız çocuk annesidir.
www.yoncaeldener.com
9
Sevgili eşim Emre Eldener’e, arkadaşım Feray Akın’a ve
tüm sevdiklerime sonsuz teşekkürler…
9
Güzel annemin anısına…
1
Mustafa bulundukları plazanın en üst katındaki, tüm
Maslak’a hakim ofisinde her sabah kendine taze kahve hazırlar, ceketini çıkarıp astıktan sonra sırtını deri koltuğuna
yaslayıp saat 9.00’a kadar rahatsız edilmeden sabah gazetelerine göz gezdirirdi. Saat tam 9.00 olduğunda asistanı
odasına günlük programını bildirmek için girer, önemli
notlarını aktarırdı.
Bugün de tam vaktinde, kahve kokusu sinmiş lüks ofis
odasına giren asistanı onaylanması için fatura dosyasını
masasına bırakmış ve bugünün son gün olduğunu hatırlatmıştı. Faturaları sırayla incelerken ihtiyacı olduğunda
bilgi almak için ilgili müdürünü arıyor, sorular soruyordu.
Eline aldığı son faturayı dikkatlice incelemiş, soru sormak
için müdürlerini tek tek, defalarca telefonla aramak yerine
hepsini odaya çağırmaya karar vermişti.
“Feray günaydın, ben Mustafa.”
“Günaydın.”
“Pazarlama bölümü faturaları için aradım. Anlamadığım birkaç nokta var. Zeynep’i de alıp odama gelir
misiniz?”
“Tabii, hemen geliyoruz.”
Müdürlerini beklerken camdan süzülen güneş ışığı
9
Mustafa’nın koyu lacivert gözlerine vuruyordu. Hafif kır
saçları alnına dökülmüş, parmaklarını açarak birleştirdiği
ellerini, dümdüz burnuna dayamıştı. Olağanüstü zevkli
giyinen Mustafa’nın gömlek manşetlerine işlenmiş isim ve
soyadının baş harflerine eşlik eden lüks kol düğmelerine
düşkünlüğünü herkes bilirdi. Amerika’nın en saygın üniversitelerinden birinde mühendislik okumuş ve üzerine
biri Amerika’dan, diğeri Londra’dan olmak üzere iki yüksek
lisans derecesi almıştı. Herkesle son derece mesafeli bu
adamın ne düşündüğünü bilmek imkânsızdı, bu nedenle
ne kadar kızgın olduğunu anlamak da mümkün değildi. Biraz önce eline aldığı faturanın dip rakamının yüksekliğini
görünce gözlerine inanamamış, rakamı doğru gördüğünden emin olmak için faturaya tekrar tekrar bakmış, doğru
olduğunu anlayınca da müdürlerini çağırmıştı.
İçeriye giren Feray ve Zeynep, masasının karşısındaki
siyah deri koltuğa oturur oturmaz Mustafa konuya girdi.
“Arkadaşlar, elimdeki faturanın ne olduğunu öğrenebilir miyim?”
“Yeni kozmetik ürünlerimizin masrafları Mustafa Bey.”
“Bu harcamanın ön onayını görebilir miyim Feray?”
“Ürünün kârlılık çalışmalarına bakılmak kaydıyla satışa uygun olduğuna dair onayım var Mustafa Bey. Ama
kârlılık onayı benim değil. Kârlılık onayını takip etmek
Zeynep’in görevi.”
Lafa giren Zeynep, “Kârlılık için finans bölümünden
tüm verileri aldım ve ilgili birimlere gönderdim Mustafa
Bey. Hepsiyle ilgili siz de elektronik postalarda ektesiniz.”
“Ürünü getirmek ne kadar pahalıya gelmiş, bilmem
farkında mıyız?” dedi Mustafa.
“Pazarlama bölümü olarak genel merkezin istediği
raporlarda bize talimat verildiği üzere ithalat ve diğer maliyetlere bakmıyoruz. Biz sadece alış fiyatına onay verdik
ama diğer maliyetlerden sorumlu Ayşe’ye bildirdim.”
Mustafa faturayı saplantı haline getirmişti, Ayşe’yi
çağırdı. Telaşla odaya dalan Ayşe açıklamaya başladı,
“Mustafa Bey, o maliyetlerin içinde depolama da var
sanırım, çünkü benim onayladığım kısım bu rakamdan
daha düşüktü.”
“Ayşe Hanım, depo maliyetini eklesek dahi bu kadar
tutmaz ki.”
“Anlıyorum ancak depolama lojistik müdürünün işi
olduğu için ben sadece işin depo teslimine kadar ki kısmına onay verdim.”
Lojistik müdürü Ahmet’i odaya çağıran Ayşe, ilk defa
Mustafa’nın bu kadar sinirli olduğunu hissetmişti. Ahmet
de gelip oda kalabalıklaşınca koltuklarda yer kalmamış,
ilave bir ofis sandalyesi getirmişlerdi. Ahmet yerleşince
durumu açıkladı, “Mustafa Bey, çift ödeme yaptık depolamayla ilgili. İthalatçı firmayı değiştirirken hem eskisine
hem yenisine ödedik.”
“İşte dört müdürümü toplayınca net bir cevap geldi.
Cevabı beğenmemiş olabilirim ama en azından net. Çift
ödemeden dolayı bu kadar yüksek bir fatura söz konusu.
Gelelim ‘nasıl’ sorusundan sonra ‘neden’ sorusuna. Neden
çift ödedik, sorabilir miyim?”
“Avukatımız Selma Hanım öyle önerdi.”
“Selma Hanım’ın imzaladığı formu alabilir miyim?”
“Selma Hanım form imzalamıyor, kendisine ulaşabildiğimizde kurşunkalemle paraf atıyor.”
“Ahmet, kurşunkalemle mi tükenmezle mi diye sormuyorum. Sen onaysız yaptın bu işi o zaman!”
10
11
“Hayır, olur mu Mustafa Bey? Önce genel merkeze
bildirdim ama oradaki sorumlu kişi yetkilerin değiştiğini,
onaylayacak kişinin belli olmadığını ve durum acilse bizim
lokal avukatımızın onayını almamızı söyledi. Ben de çok
pratik bir yol denedim. Aynen şöyle oldu: Selma Hanım’ı
kahve makinesinin yanında gördüm. Kahve makinesi
bölgesi şirketin ‘köy meydanı’ konumunda ve normalde
toplantıda olduklarından bir arada yakalayamadığımız
konuyla ilgili diğer kişileri de etrafta bulabiliyorsunuz.
Konumuzla alakası yok ama giriş kapısından kahve meydanına kadar koridor boyunca ‘Centrum’ tabelası asabiliriz
diye bir önerim de ayrıca olacaktı.”
Mustafa gülümsemedi. Lojistik müdürü yerinde toparlandı ve ciddileşerek devam etti.
“Selma Hanım’a çok basit bir soru sordum. Yeni parfümümüz için ithalatçı firmayı değiştirmek istiyoruz, ancak
henüz yenisi ile anlaşma yapamadık. Anlaşma yaparsak
yüklü bir miktarı peşin talep ediyorlar. Yani aynı dönem
için hem eskisine hem yenisine ödeme yapmış olmayalım.
Hukuken kimle çalışılmalı: a) Eskisi, b) Yenisi, dedim.
Selma Hanım, ‘Biliyorsunuz hukuk öyle siyah beyaz değil,’
diye cevapladı. Önce esastan incelemesi lazımmış. ‘Durum
biraz acil olduğu için genel bir fikir almak istemiştim.
Mesela hangisiyle çalışmak daha az riskli, o kadarını
bile bilmem yeter,’ diye ısrar ettim ama bana, ‘İkisiyle de
çalışıp ödeyin; sonra duruma istinaden dava açar, geri
almaya çalışırız,’ dedi. ‘Ben de tam bunu soruyordum
zaten çift ödeme yapmayalım derken,’ diye espri yaptım.
Hani laf soktum anlasın iş çözülmedi diye ama Selma
Hanım teşekkür edip kurşunkalemle parafladı. İsterseniz
getirebilirim,” dedi.
Mustafa sabit gözlerle dinliyor ve elindeki lüks dolmakalemin arkasını masanın üzerine vuruyordu. Ortalık
sessizleşti ve lojistik müdürü bu sinir bozucu sessizliği
bozmak için gereksiz yere devam etti konuşmasına.
“Biliyor musunuz Mustafa Bey ne düşünüyorum?
Günlük hayatınızda tanışsanız arkadaş olmayı kesinlikle
düşünmeyeceğiniz insanlarla işyerinde yıllarınızı geçirmek
zorunda kalıyorsunuz. Selma Hanım evinde de böyle top
çeviren biri midir, hep merak etmişimdir. Mesela kızı ‘Anne
bak ipi boynuma geçirdim, intihar ediyorum’ diye seslense
‘Şekil yönünden neye sıkıldıysan esastan inceleyince durum farklı olabilir kızım’ mı diyecek? ‘Anne çekiyorum ipi!’,
‘O zaman sen ipi çek sonra Yargıtay’a götürürüz kızım…’
Ha ha hah ha!”
Mustafa ayağa kalktı ve, “Herkes çıksın,” dedi. Müdürler
ordusu odayı bir salise içinde boşalttı.
Sonra kendi kendine, “Birazdan son durumu açıkladığımda şirket nasıl bu hale geldi anlamadık, diyeceksiniz.
Hâlbuki herkes lanet olası kendi işini yapmış değil mi!”
diye söylendi. “Genel merkez de ay üssü Alfa. Durumun
ciddiyetini herkes umarım anlar.”
12
13
2
Hiç beklemediği bir anda karanlıkta duyulan “çıtttt” sesi
ile gözünün kenarına sert bir cismin çarpması bir oldu.
Acıyla elini gözüne götürdü ve kısık bir çığlık atıverdi.
Bir saniye öncesine kadar büyük toplantı odasında bulunan herkes son derece dikkatli bir biçimde konuşmasını
dinliyor ve notlar alıyordu. “Önümüzdeki çeyrekte, özellikle parfüm satışlarımızın arttırılması için güçlü tanıtım
kampanyaları düzenlememiz gerekiyor,” demişti Zeynep,
genel müdürü Mustafa’ya ve diğer müdür arkadaşlarına.
Kahve kokusuyla dolmuş yarı loş toplantı odasında
duvara projektör ile yansıtılmış sunumunu anlatıyorken,
elindeki kırmızı lazer ışığı duvara yansıyan rakamların
üzerinde gezdiriyordu. Son üç aydır aralıksız üzerinde
çalıştığı projesini sunmaya ilk başladığında sesi ve elleri
titremiş, toplantıya girdiğinden beri defalarca titreyen cep
telefonu da dikkatini dağıtmıştı. Çok geçmeden heyecanını
yenmeyi başarmış, en can alıcı bölüme geldiğinde projektörden duvara yansıyan ışık huzmesine Zeynep’in Hacivat
misali ikiye katlanmış gölgesi girmişti.
14
Zeynep’in müdürü Mustafa, içtiği kahvenin plastik
karıştırıcısını Zeynep sunuma başladığından beri eliyle
eğip büküyordu. Sonunda kırılan karıştırıcının parçası
kontrolsüz biçimde fırlamıştı. Karanlıkta parçanın nereye uçtuğunu göremeyen Mustafa, Zeynep’in çığlığıyla
parçanın kime çarptığını anlamıştı. Telaşla ayağa fırlamış,
sunumu iyi görebilmek için kapatılmış elektrik düğmesini
açmıştı.
“Zeynep, iyi misin? Nerene geldi?” diye sordu telaşla.
“İyiyim Mustafa Bey, gözümün kenarına geldi. Küçük
bir parça! Bir şey olmadı merak etmeyin,” dedi sesi titreyerek.
“Hay Allah! Ne saçma kaza, kusura bakma Zeynep, ara
verelim de yüzünü yıka istersen.”
“Mustafa Bey haklı Zeynep, tuvalete gidip aynada bir
bak istersen,” dedi iş arkadaşı Feray. “Bu arada madem konuşma bölündü söyleyeyim. Cep telefonun sürekli çalıyor.
Önemli gibi geldi.”
Tüm bunların olma olasılığı milyarda bir olmasa Feray
ayarladı diyecekti. Bir de telefonu uzatmıştı yardım etmeye
çalışır gibi. Herkesin çoktan dikkati dağılmış ve odadan
çıkmaya başlamışlardı. Zeynep canının yanması bir yana,
Mustafa’nın ilgisizliğine çok içerlemişti. Günlerdir hazırlandığı projesini müdürünün bu şekilde dinlemesine çok
bozulmuştu.
Cep telefonunu Feray’ın elinden alıp annesinden altı
cevapsız arama geldiğini görünce afallamıştı. Koridora
çıkarak annesini aramış ve annesi açar açmaz, “Efendim
anne!” diye öyle bir çıkışmıştı ki Hülya Hanım karşı tarafta
yerinden sıçradı.
“Kızım görmüyor musun kaç kere aradım. Niye açmı15
yorsun Allah aşkına!” dedi sinirle.
“Anne, toplantıda proje sunuyorum. Şu anda bu telefona
bakıyor olmam bir mucize. Ara verdik, çabuk söyle lütfen.
Ne oldu, niye bu kadar ısrarlı aradın?”
“Ben Zeliha’yı hastaneye getirdim. Şimdi acildeyiz,”
dedi Hülya Hanım telaşla.
“Ne hastanesi?”
“Zeliha’ya test yapıyorlar şimdi. Birazdan belli olacak
durumu. Yine kafasına göre ilaç almış deli kadın!”
“Çocuğa kim bakıyor o zaman?” diye sordu Zeynep
telaşlanarak.
“Karşı komşu Cavidan Hanım’a emanet ettik mecburen.
Cem’e ulaşamadım bir türlü. Müsait olursan hastaneye gel
bizi almaya,” dedi Hülya Hanım iç çekerek.
“Anne, Tonguç’u arasaydın ya bir kere de.”
“Aşk olsun Zeynep, kardeşinin bu saatte uyuduğunu
bilmiyorsun sanki. Müsaitsen dedim zaten. Olmazsan
ben hallederim.”
“Diyelim ki Cem’e ulaşamadığın için en önem verdiğim toplantıdan çıktım ve hastaneye geldim. Gelmekle
bitmiyor ki! Cavidan Hanım’ın izlerini çocuğun üzerinden
silmek yıllar alabilir. Zeliha’ya ise ne diyeceğimi bilemiyorum, bence intihar girişimi olabilir. Zira yetişkin bir
insanın son iki ayda üçüncü kez kafasına göre ilaç alıp
hastanelik olmayacağını kabul ediyoruz bizler. Yani artık
emekliliğe ayrılmak, çocuk bakmak istemiyorsa daha
doğrudan söyleyebilir değil mi? Haa, aklıma gelmişken
hastanede babam ve kardeşimin durumunu da sor! Yıllardır yan yatarak televizyon izlemekten sol omuzları
sağ omuzlarından daha çıkıklaşınca ne yapılmalıymış?
Eminim şu an yanlamasına uzanıp üzüm yiyen Romalı
tarzında televizyon izliyorlardır. Benim de vaktim bolmuşçasına olanlarla bizzat ilgilenmek görevim. Gözümün çok
acıması da hiç önemli değil. Biliyor musun anne, gözüm
çok acıyor!” diyerek telefonu kapattı Zeynep.
Telefonun diğer tarafında Hülya Hanım duyduklarına
bir anlam veremedi. Aslında işin gerçeği çocuklarının
konuşmalarına genel olarak anlam veremiyordu. Ancak
ne dediklerini anlayıp nedenine anlam verememekle, ne
dediklerini hiç anlayamamak arasında fark vardı. Zeynep
giderek daha da gerginleşiyor ve anlaşılmaz oluyordu.
Hülya Hanım Zeynep’i tekrar aradı ve ilk çalışta açtığı
telefona, “Eminim plastik karıştırıcıların Mustafa Bey
tarafında olanlarını önceden eğip büktüler ve direncini
zayıflattılar anne. Ama benim direncimi asla zayıflatamayacaklar!” dedi Zeynep ve tekrar annesinin yüzüne kapattı.
Hülya Hanım tam tekrar geri arayacaktı ki elinde kâğıtlarla
kendine yaklaşan doktoru görüp vazgeçti.
Zeynep, topukları ahşap parkeyi delercesine, toplantı
odasına doğru mağrur bakışlarıyla yürüdü. Eliyle sildiği
gözünün kenarındaki ince sıyrıktan hafifçe sızan kan,
mendiliyle bastırınca durmuştu. Maslak insanı ölçülerinde
epeyce kan dökmüş sayılırdı ve döktüğü kan yerde kalmayacaktı. Kaldığı yerden sunuma devam edecekti.
İçeri girdiğinde Mustafa’nın toplantı odasında pencereden dışarıya bakarak telefonuyla konuştuğunu gördü.
‘İnşallah bundan sonrasını adam gibi dinler,’ diye geçirdi
içinden. Ayakta, diğerlerinin de toparlanmasını bekliyordu
devam etmek için. Mustafa ise telefonu kapamış ve yerine
oturmuştu ama oldukça keyifsiz gözüküyordu. Herkes
toparlanınca ayağa kalktı ve eliyle işaret ettiği Zeynep’i
yerine oturttu. “Zeynep, toplantıya sonra devam edeceğiz,”
16
17
dedi. Diğer katılımcılara döndü, “Arkadaşlar, bugün için
bu kadar. Zeynep, Feray, Turgut, Ayşe, Ahmet, Nilgün, siz
kalın. Diğerleri çıkabilirler. Teşekkür ederim.”
Herkes kaş göz işaretleriyle diğerinin ne olduğunu bilip
bilmediğini anlamaya çalışırken odada kalan müdürler tedirginleşmişti. Ciddi bir şeyler olduğu kesindi, zira şirketin
çaycısı Kadir’in, aldığı titreşimlerden saçları dikilmişti. Bu
iyiye alamet değildi.
“Arkadaşlar, haberler tatsız,” dedi Mustafa. “Bir süredir şirket sonuçlarımız istediğimiz gibi gitmiyor. Genel
merkezde de yeniden yapılanma sonucu bir belirsizlik
var biliyorsunuz. Hangi konuyu kime raporladığımız
dahi karışmış durumda. Bu dönemden kazasız çıkmamız için bundan sonraki üç ay ne olursa olsun sonuçları
düzelteceğiz. Aksi durumda şirket küçülmeye gider ve
birçok arkadaşımız işini kaybeder. Sizden tek ricam bu
konuştuklarımızın aramızda kalması. Altını çiziyorum,
işten çıkarma yapılacak demiyorum ama, risk büyük. Bu
nedenle hiç olmadığı kadar çok çalışacağız. Hafta başı
tekrar toplanacağız, size bir süredir üzerinde çalıştığım
aksiyon planlarımı anlatacağım ve fikirlerinizi alacağım.”
Müdürler sessizlik ve endişe içinde eşyalarını toplayıp
odadan çıktılar. O sırada Zeynep’in kızı Ece karşı komşuları Cavidan Hanım’la oturuyordu.
“Uslu uslu otur bakalım anneannen gelene kadar. Niye
bu kadar çok soru soruyorsun ki sen bakiiim?” dedi Cavidan Hanım.
“Cavidan teyze DVD nerede bu evde? Göremedim,”
diye sordu Ece.
“Çikolata al.”
“İstemem.”
“Aaaal, sonra yersin, kolonya? Aç avucunu.”
“İstemiyoruuum, niye kafama döktün teyze? İstememek
hakkım.”
“Ne hakkı, el kadar çocuk!”
“Aneeeeeeee!”
18
19
3
Zeynep 30 yaşında, elâ gözlü, düz siyah saçlı, oldukça
zayıf bir kadındı. Titiz ve hayatın kontrolünü elinde tutmaya ant içmiş Zeynep, düzenini bozacak ve kontrolüne
müdahale anlamına gelecek her türlü girişime set çekerek
bedelini stresle ödediği hayatı sonucunda istediği başarıya,
yani unvana ve lüks bir sitedeki bir eve ulaşmayı hayal
ediyordu.
Büyük ve saygın bir holding olan Zorius Capital,
Avrupa’daki birçok kozmetik markasının sahibiydi.
Zeynep Zorius Capital’in Türkiye iştirakinde, altı yıldır
aynı pozisyonda, terfi bekleyerek çalışmaktaydı. Terfi
onayı şimdiye dek iki kez ana merkezdeki onay verecek
kişilerin yer değiştirmesi sonucu son anda ertelenmişti.
Haksızlıklarla şanssızlıklar el ele vermişti son dönemde
kariyerinde. Diğer pazarlama müdürü Feray’ın türlü oyunlarla sorumluluğunu ona yüklediği ve kimsenin yönetmek
istemediği ‘vebalı’ parfümün satılması imkânsızı başarması
demekti. Kendine verilen hiçbir sorumluluktan kaçmamış
olduğu için parfüm üzerinde bir süredir çok çalışıyordu ve
yapması gerekenlerin başında Türkçede oldukça ayıp bir
20
kelimeyi çağrıştıran parfüm ismini değiştirmek geliyordu.
Bugün isim değişikliğini de önereceği proje sunumunu
günlerdir dört gözle beklemişti. Günün geride bıraktığı
sönük etkiden dolayı yaşadığı hayal kırıklığına bir de tatsız
küçülme haberi eklenmişti. Toplantı bittiğinde haber ışık
hızıyla yayılmış, Mustafa’nın mesajı şirket içinde bir dönem
çok özveriyle çalışılması gerektiği yönünde değil, birçok
kişinin işten çıkarılacağı şeklinde algılanmıştı. Bir ‘işten
çıkarılacaklar listesi’ aniden elektronik postasına düşünce, Zeynep spekülasyon çarklarının dönmeye başladığını
anlamış, bakmadan bilgisayarını kapamıştı. Daha fazla
şirkette kalmak istemiyordu.
Zeynep o ana kadar terfi etmediği için kızgınlık duyarken, birden içini korku kapladı. Bir sürü taksit, çocuğun
okul masrafları, bakıcı parası derken evin dönmesi için
gereken parayı düşününce böyle bir olasılık korkunç gözükmüştü gözüne. Eşi Cem’in işinde ilerlemek veya daha
çok kazanmak için en ufak bir isteği ve gayreti olmadığı
gibi, son bir yıldır dozu artan çevreci eylemleri yüzünden
vurdumduymazlığı da had safhadaydı. Evin iyi çocuğu
olarak annesine de parasal destek oluyor, bu, Zeynep’in
üzerindeki stresi daha da artırıyordu.
“Allah korusun,” dedi kendi kendine. Daha da çok
çalışması gerekecekti.
21
4
Annesi Hülya Hanım Zeliha’yı hastaneden, Ece’yi de
komşudan alıp kendi evine götürdüğünü haber vermişti.
Rahatlayan Zeynep çocuğunu almaya annesine gidecekti.
Cem’e ise ulaşamıyordu.
Binanın bodrum katındaki otoparka inmişti. Arabasına binmek üzereyken sileceğe sıkıştırılmış kartviziti fark
etti. Kartın arkasında arabasına çarptığı için özür dileyen
ve kendisi ile irtibata geçmesini rica eden birinin notu
vardı. Kartı çevirdiğinde Tülay isimli birinin arabasına
çarpmış olduğunu anlamış, kartı cebine koymuştu. Arabanın neresine çarpıldığını görmek için aracın etrafında
dolaşıp tamponun yamulmuş olduğunu görünce yüzünü
buruşturmuştu.
Hasarın çok olmadığını düşünmüştü ama yerine oturup motoru çalıştırmak istediğinde panelde yanan uyarı
işaretlerini gördü. Bu halde eve gidip gidemeyeceğini anlaması gerekiyordu. Arabanın torpido gözünden yardım
servisinin telefonunu buldu ve çevirdi. Çalan telefonun
açılmasını beklerken, “Tam gününü buldun arabama
çarpacak,” diye söylendi.
Telefona cevap veren görevli, Zeynep’in kendisiyle
konuştuğunu sandı.
22
“Kimi aramıştınız hanımefendi?” diye sordu.
“Merhaba, arabamın arızasıyla ilgili aramıştım.”
“Peki, öncelikle güvenliğiniz için tüm konuşmalarımız
kaydedilmektedir. Annenizin kızlık soyadının ilk ve üçüncü harfini rica edebilir miyim?”
Müşteri hizmetlerinde çalışan bayanların ezberletilmiş
metinler üzerinden konuşmaları hep sinirine dokunmuştu.
Cevap verdi: “Neden? Arızayla ne alakası var?”
“Sistemimiz bu şekilde. Almadan işlem yapamıyoruz.”
“Bire üçe gerek yok. Tamamını söyleyeyim, zira herkes
sorduğu için deşifre oldu zaten. Annemin kızlık soyadı
Güzel, şimdiki soyadıysa Hörgüç. Canım kızlık soyadını
bırakmak zorunda kalmış evlenince. Zamanında babamın
dedesi tek hörgüçlü deve güreştirip bahis topladığı için
kendisine takılan Hörgüç lakabına istinaden verilmiş.
Ben evlenince bu soyadından kurtuldum ama annemle
kardeşim Tonguç Hörgüç hâlâ aynı durumdalar.”
“Kusura bakmayın. Soyadının tamamını alamıyoruz.
Güvenliğiniz için kapatıyorum. Yeniden aramanız gerekiyor. Bizi seçtiğiniz için teşekkürler.”
Zeynep itiraz etti ama telefon kapanmıştı bile. Sonunda
arabanın ön panelinde yanan ışıkları tarif edip sorunu
anlatabileceği birini bulmuştu.
“Aracı kullanmayın,” demişti görevli.
Sinir içinde telefonu kapatan Zeynep, çantasını ve bilgisayarını alıp binanın önündeki ana caddeye çıktı, otobüs
duraklarına doğru yürüdü. Durağa vardığında, saatte bir
geçen otobüsü kaçırdığını anlayıp dolmuşa binmeye karar verdi. Yanına yaklaşarak yavaşlayan ve kornaya basan
taksiye de sinir olmuştu. Taksiye binecek olsa kendisi elini
havaya kaldırırdı. Şöyle bir şey hiç olmuş muydu?
23
Taksi şoförü yavaşlar ve başını eğerek Zeynep’e doğru
kornaya basar “dııııııt!”
“Hay Allah iyiliğini versin, hiç taksiye bineceğim yoktu.
E dur bineyim hadi!”
“Nereye abla?”
“Ver elini Çamlıca!”
Yol kenarında beklerken uzaktan dolmuşu gördü ve
elini kaldırdı. Dolmuş eli havada gördü ve anında içindeki
yolcuları kafa topuna çıkar vaziyette sarsıp orta şeritte durdu. Zeynep de orta sıraya, yaşlı bir teyzenin yanına oturdu.
Oturur oturmaz eline arkadan bir “Levent” parası,
öne iletmek üzere tutuşturuldu. Zeynep de öndekinin
omzunu azıcık dürtüp “1 Levent” uzattı ama adamcağız
“Sorry (Pardon)” deyince turist olduğunu anladı. Genzini
temizleyerek:
“1, 4 Levent please, (1, 4 Levent lütfen)” dedi Zeynep.
“Sorry, 1 for what? (Pardon, ne için 1?)” diye sordu
turist.
Yanında oturan yaşlı teyze de bir yandan, “Ne istiyormuş kızım?” diye Zeynep’e soruyordu.
Zeynep turiste, “Please pass it to the driver,” deyip
teyzeye döndü ve “Şoföre uzatır mısın dedim teyze. Böyle
yabancı dillerde bazen tam karşılığı olmuyor ya söyleyeceklerinin,” dedi.
“Nereliymiş ki bunlar?” diye sordu yaşlı teyze.
Zeynep devam etti açıklamasına, “Mesela şu Koçtaş
falan var ya, yapı market. Onların İngilizcesi ne biliyor
musun teyze, DIY (do-it-yourself) yani ‘git kendin yap’
demek. Türkçede öyle dense yemin ederim kimse gitmez.”
“Türkiye’yi sevmişler mi?” diye sordu yaşlı teyze.
“Başka dilde kötü şeyleri çağrıştıran isimleri de önem-
semiyorlar. Ben mesela bir parfümün pazarlama müdürüyüm ve ismi ayıp bir kelimeyi çağrıştırıyor Türkçede.”
Zeynep 4. Levent Mahallesi’ne yaklaştıklarını fark
edince, yolun karşı sırasındaki Emniyetevler Mahallesi
girişinde inmek için parolayı söyledi: “Müsait bir yerde
inecek vaaar!” Cep telefonuyla sohbet halindeki şoför,
bedava kontörler sayesinde sosyalleşmekle meşguldü ve
de durağı atlamıştı. Telefonu kapatıp Zeynep’in sesini
duyduğunda bir sonraki kavşağa gelmişti bile. Zeynep’in
itirazı boşunaydı.
İnerken dolmuş sadece yavaşlamakla yetinip tam
durmadığı için tek ayağı havada kalınca tökezleyerek düşmekten zor kurtuldu. Çantasının sapını çekerek minibüsün
kapısından kurtarmaya çalışırken sağa sola savrularak zorlukla dengesini buldu ve topuğunun teki çıktı. Tek ayağıyla
sıçraya sıçraya dayanacak bir direk buldu ve ayakkabısını
eline alıp topuğunu düzeltmeye çalıştı.
Minibüsten aşağıya itilmiş görünümü veren inişi yolda
duran mahalleli gençlerin pek komiğine gittiği için ayrıca yıprandı. Etraftakilerle göz teması kurmamaya gayret
ederek caddeden karşı kaldırıma, Notre Dame’ın kamburu
tarzında, topallaya topallaya yürüdü. Utanmaz şoför bir
de minibüsün arka camına “Hatalıysam: 053....” diye bir
telefon numarası yazmıştı, trafiğe çıkması topyekûn hata
olan biri için çok iddialı geldi Zeynep’e.
Annesinin evine çok yaklaşmıştı. Kaldırımda yürürken
fırından gelen taze ekmek kokusunu duyunca dayanamayıp içeri girmiş, cama dizilmiş nar gibi kızarmış taze
ekmekleri görünce kendine gelmişti. Parayı ödemek için
sekerek tezgâha yürüdüğü sırada cep telefonu çalmaya
başlamış, çantasında birkaç dakikalık sondaj yaptıktan
24
25
sonra telefonu ancak bulabilmişti. Telefonu açtı ve kulağıyla omzu arasına sıkıştırarak, “Cem? Sonunda! Nerdesin
bu saate kadar?” dedi.
“20 kuruş,” dedi fırıncı.
“Yani 2 milyon mu oluyor eski parayla?” dedi Zeynep.
Kendisiyle konuştuğunu sanan Cem, “Bilmem! Kefalet
sistemine mi geçtik ki?” diye sordu.
“Sana demedim Cem,” dedi Zeynep.
“Yani iki tane bundan vereceksin abla,” dedi fırıncı
elindeki bozuk paraları gösterip.
“Benim kızım küçükken bozuk para verince ben çalışan
para istiyorum diyordu biliyor musunuz?” diye, sormadığı
halde fırıncıyla zamansız da olsa bir anısını paylaşmıştı.
Fırıncı gülümsemedi.
Cem’in boğuk sesi geliyordu telefondan, “Anlamadım
Zeynep?”
“Zeliha için mi arıyorsun Cem?”
“Ne Zeliha’sı?”
“Tamam anlaşıldı, haberin yok! Sonra arar mısın Cem?”
deyip fırıncıya döndü, “Kaç dediniz?” diye sordu.
Elini tekrar çantasına soktu, güzelce bir çevirdi kazanda kepçe çevirir gibi çantanın dibinde, ancak köşesinden
tutup yüzeye çıkardığı eşyalardan üçüncüsünde de isabet
yoktu, cüzdanını bulamıyordu. Cep telefonunu kapatmadan tezgâha bıraktı ve çantasının içindekileri tek tek
tezgâhın üzerine çıkarmaya başladı. Cep telefonundan
Cem’in boğuk sesi geliyordu. Giderek artan telaşıyla cevap
veremeyeceğini anlayınca telefonun kapatma tuşuna bastı.
Cüzdanı çantasında son bir kez daha aradı ama nafile;
düşürmüş olmalıydı.
Telaşla dükkânın girişinden başlayarak minibüsten
indiği yere kadar geri yürümeye başladı. Fırıncı arkasından, “Sonra ödersin abla,” diye seslenirken o çoktan köşeyi
dönmüştü bile. Yok, yok, yok! İnanamıyordu. Cep telefonu
tekrar çaldı ve tüm hıncını telefondan çıkarırcasına “Ceeem!” diye kükredi.
“Zeynep çok acele gelmen lazım. Tarlabaşı’ndayım,”
diye yalvardı Cem.
“Niye ben gelecekmişim? Kendin gelsene.”
“Gelemem, zincirliyim.”
“Bana ne Cem? Zinciri nasıl bağladıysan öyle aç canım.
Anlaşıldı neden sana ulaşamadığımız. Zaten de gelemem,
çünkü cüzdanımı kaybettim.”
“Polis kelepçenin anahtarını aldı. Sen gelmezsen anahtarı geri almaya ikna edemem. Normalde gece salıyorlar
ama bu sefer gece de tutabilirler!”
“Çürü orada inşallah! Kahretsin Cem, çocuk komşuda
rehin, Zeliha hastanede, şu yaptığına bak! Çok şanslısın
ki annem halletmiş.”
“Geliyorsun o zaman.”
“Önce eve gidip para bulmam lazım. Biraz bekleyeceksin.”
26
27
Zeynep aynı yolu iki defa yürüdü ama cüzdanını bulamadı. Umudu kalmayınca daha da gecikmeden önce eve
uğrayıp para bulmaya, sonra gidip Cem’i almaya karar
verdi. Annesine de Ece’yi akşam geç saatte alacağını haber
verdi. Evde nerede nakit para vardı, hatırlamaya çalıştı.
Ayrıca kimliği de cüzdanı ile kaybolduğu için pasaportunu bulması lazımdı. Nakit arayışına başladığı mutfak
kavanozu boş çıkmış, sırayla ayakkabılık, elbise cepleri
ve çantaların fermuarlı gözlerine geçmişti. Yatağın kenarına oturup elindeki çantanın ucundan tutmuş baş aşağı
sallıyordu. Bu son çanta da umulanı vermezse korkulan
olacak ve karşı komşu Cavidan Hanım’ın ziline basıp para
dilenecekti. Bu yüzden son çantayı astarı sökülesiye salladı
ama sonuç alamadı.
Yaşlı komşu Cavidan Hanım, Zeynep zile iki kere bastıktan sonra bekâr, sigaradan sesi kalınlaşmış, kara kuru
haliyle kapıyı açtı. Zeynep genzini temizleyip konuştu,
“Cavidan teyze rahatsız ediyorum. Öncelikle Ece’ye baktığınız için teşekkür ederim. Şimdi ne istiyorsun derseniz
cüzdanımı kaybettim. Akşam geri verilmek üzere sizden
biraz ödünç almak istiyordum mümkünse.”
“O çöpleri zamanında kapıya koymuyorsunuz, bekleyince kokuyor.”
“Tamam Cavidan teyze, acelem var, verebilecek misiniz?”
Cavidan Hanım bir yandan ağzında sigara tüterken
konuşmaya devam ediyor, bir yandan da içeriye yürüyordu.
Zeynep cüzdanını almaya gittiğini ümit etti ve bu duruma
düştüğü için gözü seğirmeye başladı.
Cavidan Hanım geri geldiğinde, “Gece geç geliyorsunuz. Geç kalmayın evladım, burası aile apartmanı,” dedi
elindeki parayı uzatırken.
“Çok teşekkürler Cavidan teyze. Ben hemen veririm
eşim gelince. Ece için tekrar teşekkürler.”
Kapıyı çarparak çıktı apartmandan ve dolmuşa bindi.
Cem’i almaya Tarlabaşı’na gidiyordu.
Cem, National Geographic okur, belgesel izler ve organik gıda yerdi. Greenpeace üyesi olan Cem dağcılık, dalgıçlık, paraşüt, parasailing, yelken ve binicilik öğrenirken, 30
yaşına kadar işe girip para kazanma safhasına gelememişti.
Bir ara çöpten plastik şişe ve kâğıt toplayarak geri dönüşüme ve aile bütçesine katkı yapmak istemiş ama çöpleri
toplayan Çingene çocuk kulağını ısırınca vazgeçmişti.
Çingene çocuğun çöp bölgesi, belgesellerde egemenlik
bölgesini koruyan erkek geyiklerinkine benzetilebilirdi.
Zeynep’le lisede tanışmışlardı. Üniversite yıllarında
çevrecilikle ilgilenmeye başlayan Cem, Hindistan ve
Nepal’e uzun süren yolculuklar yaparken okulunu yedi
yılda bitirebilmişti. En kısası üç ay süren ruhsal arınmaların ardından her sefer farklı yolculuklara çıkmanın
hayaliyle annesine gözükmeye ve para almaya İstanbul’a
28
29
5
geri dönmüş, babasının harçlığını kesmesi bile onu durduramamıştı. En son Hindistan gezisinden döndüğünde uzun
sakalları ve keçeleşmiş, kokan saçlarından ötürü sınırdan
üç saatlik polis sorgusuyla geçebilmişti.
Cem o kadar yakışıklıydı ki, yüzlerce kızın arasında
onu elde edenin kendisi olması Zeynep’in aklını başından
almıştı. Atletik bir vücudu, upuzun kirpikleri, dümdüz
bir burnu ve muhteşem bir gülüşü vardı. O kadar uzun
zamandır birliktelerdi ki ondan başka bir eş seçeneğini
düşünmemiş olan Zeynep, mezun olunca ülkeye döner
dönmez nikâh masasına oturttuğu Cem’i, birçok kadının
düştüğü hataya düşerek, düzelteceğini sanmıştı. Cem süpermen misali gündüz bankada, akşam çevreci hareket için
dernekte çalışıyordu. Aralarında giderek su yüzüne çıkan
hayat görüşü farkı, çocuk olunca daha da belirginleşmişti.
Zeynep çocuktan sonra daha tedirgin ve hayat endişesi
taşır oldukça, Cem de giderek parasal tatminden uzaklaşıyordu. İkisi de ilişkilerinin iyi gitmediğinin farkındaydı.
Zeynep dolmuşta Cem’i kaçıncı keredir kurtarmaya
gittiğini düşünerek sinirlendi. Niye daha normal bir eşi
olmadığına hayıflandı içinden. Bugün ona şirkette yaşadıklarını anlatıp içini dökmeyi beklerken, hiç de istemediği
bir işe müdahil oluyordu yine.
Taksim’e geldiğini herkesin inmesiyle dolmuşta tek
kalınca fark etti ve telaşla ayağa kalkıp indi. Beş dakika
kadar yürüyünce doğru yere geldiğini kalabalık sayesinde
anlamıştı. Polis arabası, mahalleli ve atölye çalışanlarının
kalabalığını yararak işyeri girişine doğru yöneldi. Cem tek
eli giriş parmaklıklarına zincirlenmiş halde, yerde oturuyordu. Kocasının yanına gelince çömeldi. Biraz utanıyordu
ve herkesin bakışları altında olmaktan hiç memnun de-
ğildi. Derin bir iç çekti. Yarın öbür gün ünlü bir yönetici
olsa basına nasıl açıklardı bu durumu?
Cem hiçbir şey olmamış gibi hatır sordu, “Ne haber
Zeynep?”
“Bir de soruyor musun!”
Yanlarındaki yaşlı teyze, Cem ile Zeynep’in arasında,
elleri arkasında kavuşmuş, öne eğilerek ilgiyle konuşmaları
dinliyordu.
“Bu doğa hepimizin tamam mı? Sen dünya kaynaklarını
düşünmeden tüketirken her gün buzullar eriyor. Şu an,
şu saniye bile! Bak cümlemi bitirdiğimde eridi bir tane.”
“Ne olmuş evladım?” dedi teyze merakla.
“Kutup ayıları tutunacak buz parçası kalmadığı için
yüze yüze yorgunluktan ölüyor teyze. Acil tedbir almazsak
bu insanlık suçuna seyirci kalacağız.”
“O kutup ayılarının sorunu evladım. Çok uzak, onu
diyorum.”
Zeynep araya girdi, “Gidip polisi bulayım. Para var mı
üstünde Cem?”
“Ben de ilk görünce sizi, bedava bir şey dağıtıyorsunuz
sandım,” diye ısrar etti teyze.
Sabrı taşan Zeynep teyzeye diklenerek, “Yok teyze yok!
Bize bir müsaade eder misiniz?” dedi.
“Biz emekliyiz evladım. Dağıtsanız iyi olurdu.”
Zeynep kalabalığın arasından polise doğru yöneldi.
Atölye çalışanlarından bir kişi Zeynep’e, “Yuuuh!” diye
bağırmaya başladığında yerin dibine geçti. Cem de sanki
yerde zincirlenmiş duruyor değil de, kendi sahasındaki
tribün taraftarıymış gibi “Katilleeer!” diye adamlara laf
yetiştirmeye başlamıştı. Buna mukabil, “Ulan züppe katil
senin babandır,” diye kendini öne atan bir işçiyi diğerleri
30
31
kolundan ve gömleğinden tutmaya çalışıyordu.
Cem, denim atölyesinin kullandığı kimyasalların insan
sağlığına zararlarına dikkat çekmek için kendini zincirlemişti ancak atölye çalışanları sadece işlerini kaybetmemek
derdindeydi.
Polis arabasının yanına güçlükle varan Zeynep, “Eşimin kelepçesinin anahtarını alabilir miyim?” diye sordu.
Memurun telsizinden gelen garip ve kesik sesler Zeynep’in
dikkatini dağıtıyordu.
“Maalesef.”
Cevabı duyunca yüzüne ateş basan Zeynep, tahmin
ettiğinden daha çok uğraşacağını anlayınca korkmuştu. O
sırada mahalleden birkaç çocuk Zeynep’in etrafını sarmış,
içinde bulunduğu üzüntülü durum umurlarında olmadan
bir şeyler satmaya çalışıyorlardı. Yüzü gözü kir içinde kara
bir oğlan, arsız bir ses tonuyla, “Abla mendil lazım mı abla?
N’oolur al be abla. Abla n’oolur abla,” diye vızıldıyordu.
“Kimlik,” dedi polis ruhsuzca.
“Eşiminki mi?”
“Hayır sizinki. Eşinizi yakinen tanıyoruz maalesef.”
“Cüzdanım yanımda değil, kartvizit versem olur mu?
Yanımda sadece o var.”
Kartviziti eline alan polis okuyunca sırtlan gibi sırıttı
ve sordu: “Kukuzia! Aksaray’daki gece kulübü değil mi
bu yer?”
“Ne münasebet! Avrupalı bir parfüm markası o. Ben
pazarlama müdürüyüm,” dedi Zeynep sinirli sinirli. Polis
damarına basmıştı.
“Geçenlerde ben gördüm buranın adını. Elektrik direğindeki ilanda yazılıydı,” diye ısrar etti polis memuru
sırıtarak.
Zeynep utançtan mosmor kesilerek, “Yabancı şirket
olunca anlamıyor adamlar memur bey. Ben de söylemeye
çalıştım kaç kere bu ismin Türk pazarında tuhaf kaçacağını. Geçen gün bir proje sunumu yapıyordum ismi
değiştirelim diye. Anlatmaya çalışırken gözüme plastik
karıştırıcı parçası kaçtı aksilik ve yarım kaldı. Bir dahaki
sefere başaracağım inşallah,” dedi sıkılarak.
Zeynep konuşurken polis telsizini dinliyordu. “Evraklar!” diye sordu kafasını sallayarak. İnanmamıştı belli ki.
Sümüklü oğlan çocuğu, “Abla, mendil mmmmm neee,”
diye mırıldanarak ısrarla elindeki mendilleri satmak için
Zeynep’in paçasına yapışmış çekiştirmeye devam ediyordu.
“Oğlum, almayacağım!” dedi Zeynep. Sonra da polise
döndü “Ne sordunuz memur bey?” diye sordu kaşlarını
kaldırarak.
“Aaablaa nooooluurrrr aaaa…”
Çocuğa hışımla dönerek, “Oğlum anlamıyorum adamın
dediğini. Ben bilmiyor muyum Bim’den mendil almayı da
senden alacağım? Hadi bakiiim!” diye çıkıştı.
Burnundaki sümüğü tişörtünün koluna silen çocuk,
“İttir g.. k. ko…” diye küfrede küfrede uzaklaştı. Sonra
koşarak, Zeynep fark etmeden arkasından küçük elleriyle
bir yumruk indirip uzaklaştı. Canı yanmasa da siniri bozulan Zeynep ağlamaklı olmuştu.
“Evraklar nerede bayan?” diye yineledi polis.
Titreyen sesiyle, “Hangi evraklar?” diyebildi Zeynep.
“Muhtardan ikametgâh ilmühaberi, nüfus cüzdan tasdiki, arkası beyaz fonlu 2 adet vesikalık fotoğraf, sabıka
kaydı, vergi numarası ve vatandaşlık numarasını, burcunun yükseleni ile birlikte getirip şu formu imzalıyorsunuz,”
diye formu Zeynep’in yüzüne bile bakmadan uzattı polis.
32
33
“Ayıp be ayıp! Kapattırceniz zaten ekmek kapısını el
âlemin. Bari mendil alaydın el kadar çocuktan,” diye atıldı
teyze.
“Daha önce sadece form ile salmışlardı memur bey.
Şimdi de öyle yapabiliyor muyuz? Evde çocuğumuz bekliyor,” diye sordu Zeynep telaşla.
“Ben de meraklısı değilim bayan. Anahtarı sana teslim
edeyim, gidin evinize. Eksikleri sonra tamamlarsınız. Başka problem yok gibi saçmalıklarla uğraştırıyorsunuz. Şurayı imzalayın, hadi,” dedikten sonra “Gerçekten Aksaray’da
değil yani şu yer?” diye son kere şansını denedi.
Zeynep, Cem’in zincirini çözüp koluna girdiğinde mahalleli ve işçiler hep birlikte, “Kahrolsun anarşik, kahrolsun
anarşik!” diye tempo tutmaya başlamışlardı. Kimisi Cem’in
kafasını, kimisi Zeynep’in omzunu ittirirken Zeynep bir
elinde form, diğer elinde Cem, kalabalığı yara yara caddeye
çıkmaya çalışıyordu. Zeynep yaşlı teyzelerden kendini iten
birini dişine göre bulunca, “Ne itiyorsun teyze ya?” dedi iki
arada bir derede. Kadın “Anarşikler geldi dediler koştuk
geldik. Gözün çıksın inşallah!” diye bir de çimdik attı.
Çimdiğin acısıyla gözleri dolan Zeynep, en son mahallede
çocukken bu kadar itilip kakılmıştı.
Cem’le beraber Dolapdere’ye inip oradan da minibüse
bindiler ve yol boyunca tek kelime konuşmadılar. Cem eve
gitmek için bir durak önce inmiş, Zeynep de kızını almaya
annesine gitmişti. O kadar yorgun gözüküyordu ki annesi
yemek yedirmeden bırakmadı.
“Bu nasıl çalışmak anlamıyorum ki? Bitap düştün kızım. Senin üzerinde nazar da var, ben Eyüp Sultan’a gider
okurum size yavrum,” dedi kızıyla torununu kapıdan
uğurlarken.
Cem, Zeynep’in anahtar sesini duyunca kapıyı açmıştı.
Elinde patlamış mısır kabı ile dikildi.
“Neredesin güzelim? Ece’yi alıp hemen geleceğim
demiştin,” diye sordu. Salonda televizyonun sesi sonuna
kadar açıktı ve maçı sunan spiker her pozisyonu gol olmuşçasına heyecanlanarak naklediyordu. Cem durmadan
ağzına mısır tıkıyor ve gözünü de televizyondan ayırmıyorken telaşlı olduğuna inanmak zordu.
Zeynep, “Akşam yemeğini yiyip geldik,” dedi.
“Hmmmm.”
“Cem, bugün beynimden bir tel koptu sanki. Artık
dayanamıyorum. Bir daha bu eylem saçmalığını ne duymak, ne dahil olmak istiyorum. Çok ciddiyim. Kendine
gel lütfen!”
“Hımmmm.”
“Sadece senin sorunların yok hayatımızda. Sormadın
ama söyleyeyim. Bugün arabama çarptılar, cüzdanımı
kaybettim, iş yerinde de yarımızı işten çıkaracaklarını
öğrendim.”
“Hımmmmm.”
34
35
6
“Seni almaya geldiğimde polis asıldı ve yaşlı bir teyze
beni çimdikledi haberin var mı?”
“Hımmmmm.”
“Topuğum da kırıldı, söylemiş miydim?”
“Söylemedin.”
“Demek söylemedim! Senin başına gelse böyle dinlemezdin zaten!”
“Ne dedim ki ben şimdi?”
“Hiçbir şey demedin, sorun da bu. Sadece hmmmlıyorsun.”
“Dedim ya, söylemedin dedim ya.”
“Ya Cem gerçekten inanmıyorum ve seni görmek bile
istemiyorum. Yani çıkıp gideceğim şimdi ama param yok.”
Cem, kadınlarla erkeklerin, genleri itibarı ile aynı canlı
türü olmadığına emindi. Ya Zeynep homosapiens değildi,
ya kendi. Evliliklerinin başında neyi yapamadığını anlamaya çalışmıştı ancak şimdi tecrübenin de vermiş olduğu
rahatlıkla işin anlama kısmını atlayıp, doğrudan çözüm
kısmına geçebiliyordu.
“Zeynep, gel sana ayakkabı almaya, kapanmadan İstinye
Park’a gidelim.”
“Peki tamam. Hemen üstümü değiştireyim…” dedi
yumuşayan Zeynep. Her kurtarma sonunda ayakkabı alına
alına ayakkabılık dolup taşmıştı.
Ve içeriden seslendi, “Ceeem, öbür çantamı gördün
mü, siyah olanı? Zeliha kaldırmış galiba, bulamıyorum…”
Cem yerinden kıpırdamamıştı ve Zeynep’in üst baş
seçme ile harcayacağı zamanı televizyon izleyerek kazanma
derdindeydi.
“Görmedim canım. Sen çabuk giyinirsin değil mi?”
36
7
Mustafa odasına kapanmış, insan kaynakları müdüründen aldığı dosyanın üzerinde çalışıyordu. Olası bir
durumda kimleri işten çıkaracağını önceden çalışmak
istemişti. İnsan kaynakları müdürü dosyayı hazırlamak
için saatler harcamış, onlarca farklı senaryo hazırlamıştı.
Dosyalara çalışanların kıdemi, yaşı, cinsiyeti, medeni hali
gibi bilgileri de koyarak bu iş en adil şekilde planlanabilsin
istemişti. Önce evlileri bırakacak bir liste yapmış, sonra
bekâr bayanları eklemiş, sonra yaşlıları tutmuş ve gençleri
çıkarmıştı. Sonra gençlere acıyıp zaten tecrübesiz olup zor
iş bulan gençleri eklemiş, yaşlıları çıkarmıştı. Sonra yaş
itibarıyla zor iş bulacakları için yaşlıların yerine kadınları
çıkarılacaklar listesine koymuştu ama bekâr kadınlardan
boşanmış ve çocuğu olanlar var ise onlar en önce korunmalıydı belki de. Ancak eşine yüklü nafaka veren boşanmış
erkekler de korunmalıydı. Bir de maaşı yüksekleri çıkarıp
denemiş ama bu sefer de şirkette yönetici kalmamıştı.
Birden önemli bir rahatsızlığı olanların bilgisini eklemediğini fark etmiş ve hastalığı olanlara anlayış gösterilmesi
gerektiğini mesaj ile bildirmişti. Aklına kıstas geldikçe
37
Excel dosyasında yeni bir sayfa açarak senaryo eklemiş,
ve dosya uzayıp gitmişti. Bu işin adil olması konusunda
yitirdiği heyecanına Mustafa’nın koyduğu zaman kısıtlaması eklenince olduğu haliyle genel müdürüne yollamıştı.
‘Gizli’ olarak gönderdiği dosyanın şifresini “Schindler’in
Listesi” koymuştu.
Mustafa insan kaynakları müdürünün saatler harcayıp
en önemli kıstası eklemediğini gördü. Listedeki isimlerin yanına çalışanların kimi tanıdığını ekledi ve baştan
aşağıya listeye göz gezdirdi. Mustafa işten çıkarılacaklar
olmasından çok itibar kaybına uğramaktan ve sonuçlardan
sorumlu tutulmaktan çekiniyordu. Bu konuyla ilgili üst
düzey tanıdıklarını devreye sokup genel merkezin nabzını
tutmuş, faturanın kendine çıkarılmaması konusunda lobi
yapmıştı.
Kapının çalınmasıyla çalışması bölünen Mustafa başını kaldırdı ve Zeynep’in geldiğini gördü. Ofis kapısında
konuşmaya başlayarak içeriye giren Zeynep, rahatsız
edilmek istemeyen Mustafa’nın canını sıkmıştı. “Mustafa
Bey beni bilirsiniz, öyle mevkide falan değilimdir. Kadir
kim oluyor da, Turgut da kimmiş? Yani Feray kendini ne
sanıyor da ben ne sanıyorum, anlatabildim mi? Kısacası
ve fakat özetlemek gerekirse ben kartıma ‘executive (üst
düzey yönetici)’ yazmak istiyorum. Feray’da yazıyor!” dedi
bir çırpıda. “Unvan için her Türk gibi canımı seve seve feda
edeceğimi bilmenizi isterim. Altımda bana raporlayan tek
bir çalışan insan evladı olmamasına bile razıyım diyorum
yani,” diye ekledi.
“Zeynep, bu mitoz bölünerek türemiş ara kademe
sarmalını ciddiye alıyor musun gerçekten? Sorumlu, süpervizör, şef, yönetmen, müdür yardımcısı hangisi hangi-
sinin üstünde veya altında belli değil. Genel merkez kendi
yaptığı uluslararası ücret ve unvan sisteminin altından
kalkmak için uzay bilimci çağırmak durumunda kaldı.
Şu anda onaylatamayacağımız işlere ilgimizi vermeyelim.”
“Ben sadece kendimi gösterebilmek için bir şans istiyorum. Parfüm çok iyi, kalitesi de öyle! Ancak adı Kukuzia!
Türkiye’de bu isimle nasıl satış yapacağız? İsim değişmediği
için de benim kredi notum düşüyor.”
“Ne kredi notu?”
“Kredilendirme listesini görmediniz mi? Her personelin isminin yanında kredi notu var. Benimki pozitiften
durağana çevrildi parfümün adı değişmeyince!”
“Bu listeyi kim yapıyorsa helâl olsun. Bir kopya da bana
at şimdi çıkınca. İnsan kaynakları özet bir dosya hazırlamalarını istediğimde iki hafta süre istedi biliyor musun?
Parfümün ismine gelince, koca markanın adını mı değiştireceğiz diyor genel merkez. Keşke ithal etmeden önce
bu konuyu çözmeyi bekleseydik. Şimdi stoklar elinizde
yığıldı. Onları eritmen lazım.”
“Yalnız Mustafa Bey, onayı ürünler bana devredilmeden önce Feray vermişti. Ben bu konuya açıklık getirmek
isterim”
“Neticede ürün sana bağlı ve stok konusunu çözmen
gerek. Başka bir şey var mıydı?”
“Bu işleri atlatırsak terfi beklentimi paylaşmak istedim.
Bu olmazsa kendimi başarılı olmamış sayacağım,” dedi
Zeynep.
Mustafa gerilmişti. İğneleyici bir tonla sordu “Başarılı
olmak ne demek sence Zeynep?” dedi koltuğunda geri
yaslanarak.
“Bence başarılı olmak genel müdür olmak, büyük bir
38
39
odanın olması, kahve makinesinden kahve almaya gitmek
yerine odamda Nespresso makinesi olması falan. Gazetede
haber olmak da çok harika olurdu. Benim kardeşim mesela, yıllardır gündüz uyuyup gece bir barda şarkı söylüyor.
Güneş yüzü görmemekten cildinde pigment kalmamış
ve hareket eden nesneleri gece görüş dürbününden bakarmışçasına yeşil bir siluet olarak görebiliyormuş. İyice
zayıflamış ve saçı sakalı birbirine karışmış. Ben kendisiyle gündüzleri karşılaşmadığım için annemin anlattığı
kadarıyla aktarıyorum. Babam bile ona bağırmak için
gece saatin alarmını kurup kalkıyormuş ve söylenip geri
yatıyormuş. Bence sesi de iyi değil. Biraz ayağı yere basar
şeyler yapmak lazım hayatta,” dedi Zeynep. Kollarını kavuşturup kaşlarını çatmıştı.
“Peki, burada bırakalım. Yarın görüşmek üzere,” diye
cevap verdi Mustafa defterini kaparken. Zeynep’in bu
yersiz konuşması canını sıkmıştı.
Maslak’taki ofisleri “medeni bölge”, insanlar “medeni
insanlar”, ofis binaları “plaza” sınıfına giriyordu. Konfor
düzeyi yüksek Maslak insanı omzuna vurulup “Pardon”
denmeyince, sırada önüne geçilince veya “Lütfen” denmeyince şaşırır, özellikle kariyer kadını payesini taşıyan Zeynep gibiler için kocasından dayak yememenin dayanılmaz
hafifliğini mutluluktan saymak akla bile gelmezdi. Bu grup
için hayat varoş insanından daha mutsuz geçerdi, çünkü
beklenti düzeyi kopup gitmişti. Zeynep de bu nedenle
böyle davranıyordu ancak dün ile bugün çalıştıkları şirketin aynı olmadığını algılamamış gözüküyordu. Şu anda
unvan savaşı yerini mevcudiyet savaşına bırakmıştı ki bu
da çok kaygan bir zeminde oynayacaklar, istihbaratlara
güvenilemeyecek, dengeler anlık değişecek demekti.
Mustafa ise bu günlere gelmeyi, stratejisini değişen
dengelere göre her düzeyde ve her gün yeniden kurarak
başarmıştı. Zorius Capital, birlikte olmayı seçmemiş bir
grup insanın hava kararana kadar birlikte yaşadığı habitatıydı. İnsanlar ezelden beri ne dürtülerle birlikte yaşıyor
veya yaşayamıyorsa, bu şirkette de aynı dürtüler hâkimdi.
Çalışanlar birbirlerini kazanda pişirip yemesin, isyanlar
çıkmasın, yönetime suikast veya rejim değişikliği denemeleri yapılmasın diye örgütlenmeler kurulmuştu. Şirketlerin
büyüklüğüne göre değişen örgütlenme biçimi “kabile”den
başlayarak sırasıyla “şeflik” ve “devlet” düzeyi kadar karmaşık olabiliyordu. Çokuluslu bir dev holdingin Türkiye
Ofisi olan Zorius Capital ise Avrupa Birliği statüsüne
benzemişti ve karışıp düğümlenmiş ip yumağı halindeki
ilişkiler sarmalı çözülemez haldeydi. Bu nedenle Mustafa
merkezde ve kendi ofisinde olan biten her şeyi inanılmaz
bir detayda takip ediyordu. Çok sağlam kurduğu istihbarat
ağını kullanır ama asla çapraz sorgu yapmadan güvenmezdi. Feray’ın parfüm stoklarıyla ilgili verdiği bilgiyi kontrol
etmek için konuyu Zeynep’e de açması bu yüzdendi.
Aldığı duyumlara göre işten çıkarma virüsü şirkette yayıldıkça akıl dışılıkların sınırları zorlanmaya başlanmıştı.
Kulağını kahve bardağıyla cam ayraca dayayıp yan odayı
dinlemeler, kendisi yokken çekmece karıştırmalar, birbirlerinin elektronik postalarını açmalar, masasında oturmayanların evraklarının -su faturaları dahil- delil amaçlı
fotokopisini çekmeler diz boyuydu. Son toplantıda dolapta
dinleme yaparken yakalanan genç stajyerin yaptığını itiraf
etmesi de üstüne tuz biber olmuş, işten çıkarmalar stajyer
düzeyine kadar düştü endişesiyle kredilendirme notları
yeniden gözden geçirilmişti.
40
41
Zeynep, Mustafa’nın odasından çıkınca içini çekti. ‘Zor
devirler bunlar,’ diye düşündü.
Neredeydi o insanların doğurganlığın kadından kaynaklandığını düşünüp Tanrıçalarına taptıkları zamanlar?
Ne zaman ki neslin devamını Bereket Tanrıça’sının tek
başına yapma kudreti olmadığı meydana çıkmış, 1 erkek
4 kadına denkleştirilmişti toplumda. Kadınlar birden 24
ayar altından tenekeye dönüşüvermişti. O zamandan bu
yana Zeynep ve hemcinsleri klonlanmadan sperm bankasına kadar türlü icatlara bel bağlamış durumda, yeniden
tanrıça olmanın savaşını veriyordu. Çünkü ne diyordu
reklam: “Kariyer de yaparım, çocuk da!” Zeynep de aynen
böyle yapmıştı.
Evde de mükemmel olmaya çabalayan Zeynep, eksik
kalan bir şey olur da çocuğu ileride başarısız olur korkusuyla Ece doğduğu günden bu yana son eğilimler neyse
uyguluyordu. Ece bebekken onu her gün bebek jimnastiğine götürmüş, titanyum tabanlı polar kılıflı fiber kapsüler sistemli araç koltuğu ile taşımıştı. Uyuturken önce
organik tulumunu giydirmiş, boyası zararsız karyolasında
yatırırken de Baby Mozart dinletmişti. Tüylü oyuncaklara,
halılara, anneannelere, kucakta uyutmaya ve çocuğun kişisel gelişimine darbe vuracak daha nice faktörlere karşı
durmuştu. Yaşı geldiğinde liste dışı kalmasın diye hamileyken Ece’yi Milföy Koleji müracaat listesine yazdırmıştı.
Her şeyi planlamıştı.
Ancak tüm bu çabalara karşın çalıştığı için ideal eğitimi
veremiyordu kızına. Zeliha istenileni anlamadığı ve kendi
bildiğini yaptığı için Zeynep’in eğitim hayalleri suya düşmüştü. Ne kadar direktif verse de istediği gibi olmuyordu.
Zeliha Zeyneplerin evine Ece yedi aylıkken gelmiş ve o
günden sonra da onlardan ayrılmamıştı. ‘Kapı gibi’ olup,
tek eliyle çift kişilik yatak, üçlü koltuk takımı veya kriko
takmadan dört kapılı arabayı havaya kaldırabilmekteydi.
Bir kez cam silerken camdan düşmüştü. Tansiyon ilacı
dahil sık sık kullandığı ilaçları etrafındakilere tavsiye
eder, harika yemekler yapar, dar gelirli yaşamına rağmen
huzurlu olmayı başarırdı.
Zeliha’dan önce Zeynep Kafkaslar ve Balkanlara mensup bakıcıları birer birer denemiş, en uzun kalan bakıcı
Katya, Ece’ye dört ay bakmıştı. Ayrılışı da hafızalarda iz
bırakır şekilde olmuş, sonra annesinin Zeliha’yı Zeyneplere
yerleştirip ağırlığını koymasıyla konu çok uzun bir süre
kapanmıştı.
Ece yedi aylıkken bir sabah Zeynep erkenden annesini
gelip kahvaltıya oturmuş görünce şaşırmıştı.
Zeynep, “Aa, anne! Günaydın!” demişti biraz iğneleyici
bir tonla.
Hülya Hanım, “Günaydın çocuğum,” diye cevap vermişti.
“Erkenden seni görmek ne güzel anne. Hayırdır?”
42
43
8
“Dün aradım evi, bütün gün dışarıdaymışsın. Öyle tüm
gün dışarıda çalışacağın zaman haberim olsun kızım, gelir
ilgilenirim torunumla.”
“Sağ ol anne. Rahatsız etmek istemem. Zaten Katya
benim talimatlarımı harfiyen uyguluyor. Her gün yazılı talimat veriyorum Katya’ya. Yaptıklarının yanına çek atıyor.
İnternetten de evi izliyorum zaten, ne neden yapılmıyor
konusunu yakından takip edebiliyorum böylece.”
Zeynep planlarını çocuğunun kaç aylık olduğuna
bakarak üst ölçekli makro plan olarak hazırlıyor, sonra
onları haftalık ve nihayetinde de günlük aksiyon planları
haline getiriyordu. Her sabah Katya’dan bir önceki günün
doldurulmuş formunu teslim alıyor, kontrol ediyor ve
Katya’ya o gününkini teslim ediyordu.
O sabah da kahvaltı masasına oturmadan Katya’dan bir
önceki günün formunu istemişti. Masadan telaşla kalkan
Katya formu getirip, Zeynep’in oturması için annesinin
yanına boş bir sandalye koymuştu. Sandalyeye oturan Zeynep aldığı formu tek kaşını havaya kaldırarak ve kalemin
arkası ağzında okumuş; bir takım notlar almıştı. Zavallı
Katya her gün sınava giriyor gibi hissediyordu kendini.
Ve Zeynep dikte etmişti “Katya, çocuğa perşembe günü
obua dinletecektin. Yapamadıysan bileyim ve bugüne
kaydırayım.”
Katya, “Zeynep Hanım, ne zaman denesem korkup
ağlamaya başlıyor. Ben de üzülüyorum.”
“Çocuğun gelişimi için değişik müzik aletlerini dinlemesi gerekiyor. Zamanla ağlamayı bırakıp zevk alacak.
Bebekler bu haftalarında müziğe bayılırlar.”
“Zeynep Hanım denedim çok. Ağlayınca kucağıma
almadan susturamıyorum. Kucağa almamı istemediği-
niz için yatağına koyunca kıyameti koparıyor. Emzik de
veremediğimiz için çok kızarıyor ağlarken. Çatlayacak
kadar ağlıyor.”
“Zeynepçiğim sen bilirsin ancak bu yaşta bebekler
kucak ister,” diye araya girmişti Hülya Hanım.
Zeynep yanıtladı, “Anne dört aylıktan başlayarak öğreniyorlar şımarmayı. Sakinleştirmek üzere renkleri öğreten
bir kitap gösterilmesi en doğru olanıdır. Hem çocuğun
zihinsel gelişimine dinlettiğimiz müzikle birlikte ritim
duygusu da katılmış oluyor. Verdiğim günlük profanatik
bakterilerden oluşmuş vitaminle duygusal titreşimlerin
eşzamanlı alımı çok önemli.”
“Anlıyorum seni, çocuğunu mükemmel yetiştirmek
istiyorsun. Daha çok uzun süreler var kızım çocuğun
önünde. Okula başladı mı yirmi yıl devam edecek. Biraz
erken değil mi şimdiden kitaplar için?”
“Yedi çok geç.”
“Yedi aylık mı çok geç? Tabii kendi kararın yavrucuğum; ben sana üzülüyorum. Bu kadar sıkma kendini.”
“Ben ileride çocuğum için endişelenmeyeceğim. Benim
yaşıma gelmiş bir birey olduğunda bilinçli olarak yetiştirildiği için başarılı olacak. Bu tohumları şimdiden ekmezsem
ileride hiçbir şey planladığımız gibi olmaz.”
“Biz demodeyiz tabii. Sizler her şeyleri biliyorsunuz
artık bu çağda. Sadece şunu diyeyim ki, çocuk yetiştirmek
kimya laboratuarında deney yapmak gibi bir iş değildir;
insanla uğraşmak farklıdır. Bu dediğim hep aklında olsun.
Eşinle, çocuğunla ve hatta benimle ilişkinde her şey kontrolünde olabilecekmiş gibi düşünme. İnsanoğlu sadece
aklıyla değil kalbiyle de düşünür. Biraz daha kontrolü
gevşet kızım, çok gerginsin. Hadi ben annenim ve sana
44
45
anlayış gösterdim. Ya el! Hiç anlar mı adamı? Neyse, ben
müsaade isteyeyim. Her şey mükemmel gidiyor anlaşılan.
Ben merak ettiğim için uğramıştım.” Sandalyenin sırtına
astığı hırkasını giyen Hülya Hanım kapıya yürümüştü.
Annesine sinir olan Zeynep akşam işten gelince Katya’yı
üzerinde montuyla bavulları elinde kapıda görünce şaşırmıştı.
“Katya? Ne oldu?”
Elinde tuttuğu anahtarı Zeynep’e veren Katya tek bir
söz bile etmeden bavulunu alıp kapıdan çıkmış, Zeynep’in
arkasından seslenmesini ve sorular sormasını hiç duymuyormuşçasına çıkıp gitmişti.
Telaşla Ece’nin odasına koşan Zeynep yüksek sesle
çalan Orhan Gencebay CD’sini çıkartmıştı. Obuayı çöp
kutusuna atılmış, yerlerde 10 tane emzik sağa sola serpilmiş, yaptığı haftalık planı ortasından dart oku ile duvarda
asılmış halde bulunca şaşırıp kalmıştı. Ece’nin her şeyden
habersiz mışıl mışıl uyuduğunu görünce biraz rahatlasa
da şok içindeydi. Hemen Hülya Hanım’ı arayan Zeynep
annesinin olaya el koymasıyla bakıcı olayını ömür boyu
rafa kaldırmıştı. O günden sonra Ece’ye annesine yıllarca
temizliğe gelmiş Zeliha bakmıştı ve konu tartışmaya dahi
açılamamıştı. Zeynep de hafta sonu anneliği yapabildiği
kızıyla ilgili tüm hayallerini hap uygulama olarak bu kısa
süreye sığdırmaya çalışıyordu.
Bu hafta sonu da Zeynep planlarına başlamıştı. Hafta
içi Zeliha ve annesi ikilisi ileyken genleşen Ece’yi hafta
sonu büzerek kıvamına getirmesi gerekiyordu. Sabah
erkenden kalkmış, kahvaltıyı hazırlamak üzere mutfağa
girmiş ve omlet yapmaya koyulmuştu. Cem uyanmadan
sabah gazetelerini bile almıştı.
Zeynep kahvaltı hazır olunca Cem’e haber vermiş, sonra
da Ece’yi öperek uyandırmıştı. Ece’nin uyku mahmurluğu geçinceye kadar sarılmış, sonra da banyoya giderek
yüz yıkama, tuvaletini yaptırma ve benzeri hazırlıklar
tamamlamıştı.
Kahvaltı masasına oturduklarında ise Zeynep için en
çetin bölüm başlıyordu. Yemeklerin yenmesi konusu… Bu
konu kızı ile arasında Avrupa Birliği Müzakereleri kadar
çetin geçiyordu.
Zeynep en ikna edici sesiyle Ece’ye seslendi, “Canım,
sana omlet yedireceğim, tamam mı?”
“Böö!”
“Tamam biraz ye, yanına da tost yapayım azıcık.”
“Böööö!”
“Kızım azar azar tadına bak. İstersen portakal suyu
sıkayım taze taze?”
“Bööööö!”
Cem araya girdi, “Zeynep tamam üstüne gitme de
tatsızlık çıkmasın sabah sabah. Aç kalıp ölmez nasılsa.
Acıkırsa yer.”
Zeynep atıldı, “Cem, bir müzakere başlığı kapanmadan diğerini açarak hiçbir zaman AB’ye girilmez, anlıyor
musun?”
“Nasıl?”
“Yani yemek bitecek ki giyinme işine geçelim. Daha
orada da giyilmesi gereken ile giyilmek istenen müzakere
edilecek.”
“Ak Merkez’e gidip ikinize de ayakkabı alalım mı?”
Zeynep tam o sırada mutfaktan odasına kaçmış olan
Ece’nin feryadını duymasaydı gevşeyecekti. Elindeki tabağı
fırlatıp içeriye koştuğunda kızının oyuncağını almaya ça-
46
47
lışırken kafasına düşürmüş olduğunu görüp avazı çıktığı
kadar Cem’e bağırmaya başladı.
“Cem ne biçim koyuyorsun oyuncağı? Nasıl düşer kafasına anlamıyorum ki?” dedi ve kucağında sakinleştirmeye
çalıştığı Ece’nin başını kontrol etti.
“Zeynep, çocuk bu, düşe kalka büyüyecek. Oyuncağı
ben ellemedim. Artık odasını da kendi toplayabilir bence.”
“Cem, arabayı hazırla, acile gidiyoruz.”
O sırada kucağında ağlayan kızını teselli etmeye çalışıyordu “That’s Ok darling (bir şey yok tatlım),” dedi.
“Zeynep çocuk iyi gözüküyor. Acilde hafta sonu sadece
nöbetçi doktorlar var. İstersen yarını bekleyelim. Evde de
İngilizce konuşma artık çocukla. Okulda öğretiyorlar ya.”
“Ya akşam uyur kalır da sabaha uyanmazsa Cem! Çocuğun eğitimine de karışma lütfen.”
Cem, Zeynep isterse hastaneye götürmemekle ilgili hiç
şansı olmadığını bildiği için içeride giyinmeye gitmişti.
Pantolonunu giyerken seslendi, “Sakınan göze çöp batar.
Titizlendikçe çocuğun başına gelmedik kalmadı. Geçen de
üstüne sıcak su döktük. Biraz gevşemezsen kıza gerçekten
bir şey olacak.”
Cem tam kazağını da kafasına geçirmişti ki kapanan
sokak kapısının sesini duydu. Zeynep yine kendi bildiğini
yapıp kızını kaptığı gibi arabaya götürmüştü bile. Cem’in
giyinmesini dahi beklemeyen Zeynep arkadan yetişmesi
için Cem’e hangi acile gittiğini kısa mesaj atarak bildirmeyi
ihmal etmedi.
Hastanede Ece’nin hiçbir şeyi olmadığını anında anlayıp pimpiriklenen annelerden para koparmaya alışkın
sosyete doktoru muayene sonuçlarını açıklayacakken
Cem yetişti.
“Günaydın doktor bey.”
“Madem buralara kadar geldiniz, sizi boş göndermeyelim. Aşağıda yazılı ve servet tutarındaki testleri de yaptırın
ki içiniz rahatlasın!”
Doktorun uzattığı kâğıdı eline alan Zeynep, uzun
hastane koridorunda kan alma bölümüne doğru yürürken Ece feryadı basıyordu. Kesinlikle sakin durup kan
aldırmaya müsaade edecek gözükmüyordu. Cem Ece’yi
Zeynep’in kucağından kaptığı gibi burnundan soluyarak
uzaklaştı kapıdan. “Yürü Zeynep gidiyoruz. Testi falan
yaptırmıyoruz. Okudun mu bilmiyorum ama prostat
kanseri kontrolü istemiş doktor!” diyerek sert adımlarla
önden uzaklaştı. Cem’in elini tutan Ece seke seke koridorda babasının yanında yürüyordu. Zeynep de arkadan
yetişmeye çalışıyordu.
Hemşire arkalarından muayene kâğıdına not düştü:
“Hasta koopere değil, babası da öyle!”
48
49
9
Zorius Capital ofisinde pazartesi günü, gelecek üç ay
içinde neleri yapmaları gerektiğiyle ilgili beyin fırtınası
yapacakları toplantıya girmişlerdi. Tüm müdürler toplantı
odasında Mustafa’yı beklerken, bir yandan sabah sohbetleri, bir yandan son toplantı hazırlıkları devam ediyordu.
Zeynep hafta sonu ne yapabileceğiyle ilgili düşünmüş
ve bir fikir bulmuştu. Genel merkezdeki pazarlamadan
sorumlu direktör Hint asıllı İngiliz bir kadındı ve aklına
Hint felsefesini parfüm satışıyla birleştirebileceği gelmişti.
Sonuçta hem mistisizmin moda olması hem de birimleri
ile ilgili nihai kararı verecek en üst düzey yöneticinin bu
kültürden gelmesi bir taşla iki kuş vurmak olabilirdi. Hindistan ile ilgili en ufak bir fikri olmadığı için işin uzmanı
olan Cem’e danışmıştı ama pek destek göremediği için
fikir ham haldeydi.
“Hindistan’ın Afrika’dan kopup Asya’ya yapıştığını ve
Himalayalar’ın da çarpışmada oluştuğunu biliyor muydun?” diye sormuştu Cem, Zeynep fikrini açtığında.
“Hayır Cem, önemli mi?”
“Bence önemli. Sence ne önemli Zeynep? Her şeyi para
harcatmak için araç olarak kullanmak istiyorsun ama ko50
nuştuğun ülkeyi hiç tanımıyorsun. Bu parayı harcamasın
insanlar, ceplerinde kalsın. Böylece harcamak için doğal
kaynakları sömürmeye de gerek kalmasın!” demişti Cem.
Zeynep diğerleri gibi odada toplantının başlamasını
beklerken bir yandan notlarını toparlamaya çalışıyordu.
Göz ucuyla Feray’a bir bakış fırlatmış, göz göze gelince de
samimiyetsiz bir gülümseme takınmıştı.
Geçen yıl aralarında başlayan gerginlik giderek büyüyordu. Feray, Kukuzia’ın da içinde olduğu ürün grubunun
sorumluluğunun Zeynep’e ve satışı en başarılı grubun da
kendine kaydırılması için elinden geleni ardına koymamıştı. Önceleri bu durumu basit bir rekabet girişimi olarak
gören Zeynep, bütçeler dağıtılırken yapılan haksızlıkla
afallamıştı. Feray Kukuzia’nın yurt dışında satışının çok
yüksek olduğunu öne sürmüş, yüksek bütçe hedefini
Zeynep’e kaydırması için Mustafa’ya baskı yaparak istediğini koparmıştı. Bununla da yetinmeyen Feray’ın son üç
aydır pazarlama biriminde iki müdür olmasının gereksiz
olduğunu ve kendine bağlanmasını istediğini açıkça söylemesi, Zeynep’in savunmadan çıkıp saldırıya geçmesi
gerektiğini anlamasında dönüm noktası olmuştu. Her
şeye rağmen yılmayacaktı. Zoru başarırsa Feray da dahil
kimse bileğini bükemezdi ne de olsa. Onunla çarpışmaya
hazırdı ve ihtiyaç duyduğu kudret ona duyduğu kızgınlıkta
mevcuttu.
Odaya hızlı adımlarla giren Mustafa, herkese olağan
sabah selamı verdikten sonra toplantıyı başlatmıştı. Herkes kendi sorumlu olduğu gündem maddelerine gelince
bilgi aktarıyordu. Parfüm markalarının pazarlama planları
gündemine gelindiğinde Zeynep konuşmaya başlayacağı
an Feray sözünü kesmişti.
51
Feray, “Bence Kukuzia için Doğu mistisizminden
esinlenerek bir kampanya içeriği oluşturmak enteresan
olabilir,” dedi. Ağzı bir karış açık kalan Zeynep afallamış,
Feray’ın daha fikir aşamasında olan hafta sonu hazırladığı
planı nereden duymuş olabileceğine şaşmıştı. Sonra aklına
sabah kahve alırkenki minik sohbet geldi. İlk defa bu sabah
kahve alırken arkadaşlarına bugün Hint rüzgârları estireceği şakasını yapmasının ardından geçen yirmi dakika
içinde, kendi fikri tedavüle başkası tarafından sokulmuştu
bile. Anlaşılan şirket çalışanları şirketten çıkarılmayacağını
gözüne kestirdikleri yöneticilere yardıma ve yandaşlığa
başlamış, her olan biteni yetiştiriyorlardı. Doğu esintileri
derken Hint temasını açamamıştı henüz Feray. Kulaktan
kulağa aktarımda sorun vardı şükür. Acilen duruma
müdahale etmek için hafifçe doğrularak, “Bir dakika,”
diye atılan Zeynep can havliyle devam etti. “Mustafa
Bey, etnik modasının rüzgârını da arkamıza alıp gizemli
bir kampanya yapalım diyorum parfüm için. Hindistan
mesela. Mistik yönüyle parfümün kavramsal çerçevesine
oturtulabilir,” dedi.
“Biraz daha açar mısın Zeynep?”
“Hindistan’ın Asya kıtasına sonradan yapıştığını, çarpışmada Himalayalar’ın oluştuğunu biliyor muydunuz?”
“Elbette, ancak konumuzla ilişkisini kuramadım.”
“Ben de ama bu konuyu bir süredir derinlemesine
inceliyorum demek istiyorum. Yani ben bu konuda çok
faydalı olabilirim Mustafa Bey,” diye atıldı Zeynep, araya
giren Feray ile aynı anda konuşarak.
“İkiniz de aynı fikirdesiniz diye anlıyorum. O zaman
takım kuralım. Beraber çalışın!” dedi Mustafa.
Yerinden sıçrayan Zeynep, “Sizinle doğrudan çalışsam,
en azından bir süreliğine,” diye rica etti Mustafa’ya yalvarır
bakışlarla bakarak.
“Zeynep, senin düzeyinde bir çalışana bunu tekrarlamaya lüzum olmaması gerekir diye düşünüyorum. Ne kadar
aklımız ve gücümüz varsa birleştirsek iyi olur. Unutma,
şirket sonuçlarını düzeltmek için zamanımız çok az. İki
hafta sonra ikinizden bir sunum daha istiyorum. İyi gitmediğini düşündüğüm an keseceğim, bilgin olsun,” deyip
toplantıyı bitirdi.
Koşar adımlarla Mustafa’ya yetişen Zeynep, son kararının Feray ile birlikte çalışması olduğunu anlayınca takip
etmekten vazgeçti. Arkasından seslenirken artık olduğu
yerde duruyordu “Mustafa Bey bu arada cüzdanımı kaybettiğim için kimliklerim kayıp. Yarın için izin isteyecektim.”
“Oluuur!” diye seslendi Mustafa arkasına bile dönmeden.
52
53
10
Zeynep, Feray ile birlikte çalışması gerektiğini duyunca
aklını yitirmiş, bayanlar tuvaletinde sinirden ağlamıştı.
İşin bütün satış sonuçlarının sorumluluğu onda olacak
ama karar alırken onu içten çökertmek isteyen bu kadınla
beraber çalışması gerekecekti. Üstelik tam olarak aklındakini uygulayabilmek için kendi işini başkasına elletmeyen
biriydi ve bu nedenle rakibiyle takım kurmak onun için çok
ağır bir darbe olmuştu. Kendini konuşurken ağlamayacak
kadar teselli edebildiğinde odasına dönmüş, geldiğinde
Feray’ın odasını basmak için siper almıştı. Bekleme süresince Zeynep’in yaydığı negatif enerjiden vazosundaki
çiçekler solmuş, duvar sıvaları dökülmüş, hava bulutlanmış ve çay bardağı ortasından çatlamıştı. Yerkabuğunun
çatlamasına ramak kala Feray odasına girmişti ve Zeynep
kendi odasından fırladığı gibi Feray’a koşmuştu. Feray,
odasına almak için girdiği çantasını omzuna asmışken,
Zeynep kollarını kavuşturup kapıya dayanmıştı.
“Feray, birlikte çalışma konusunu unut! Nasıl başkalarının fikrini bu kadar kolay sahiplenip için rahat edebiliyor
şaşıyorum!” dedi Zeynep.
54
“Zeynep! Pazarlama direktörünün Hint asıllı olduğunu
ve bu temanın yükselen eğilim olduğunu söylemeseydim
bu fikrin aklına geleceği yoktu. Üç aydır aynı ürünü
pazarlamak için birçok kez düşünmüş olmalısın. Doğu
esintileri o zaman da vardı. Bu nedenle buna başkalarının
fikri demeyelim senin için de uygunsa.”
Feray’ın olayları bu kadar iyi birleştirmesine bozuldu.
Kadının kıvrak zekâsından çekinmemek elde değildi. “Geç
düşünmüş olmam arkasını muhteşem doldurmayacağım
anlamına gelmiyor. Sen de hazırlıklı ol istersen, ben hızlı
başlıyorum. Sadece iki haftam var ve oyalanmaya hiç tahammülüm yok,” dedi kapıdan omzunu çekerken.
“Koordineli gitmezsek üzülürüm. Takım paylaşmak
demektir. İlk defa toplantıda duyduğum fikirlerin olursa
Mustafa Bey’i uyarmak durumundayım maalesef,” dedi
odadan çıkarken.
Zeynep arkasını döndüğünde, alenen odayı dinlemeye
gelmiş kalabalıklar kendi aralarında bahsi açtılar.
“Zeynep 1’e 10.”
“Uçma abi, Feray 1’e 20. Kimden bahsediyoruz!”
Feray kendine oynayan gence göz kırpıp odasından
çıktı.
55
11
Zeynep Feray’la birlikte çalışma fikrini ciddiye dahi
almamış, kendi yolunda ilerlemeye devam ediyordu.
Mustafa’nın verdiği süre o kadar kısaydı ki zaman kaybetmek istemeyen Zeynep fikirlerini bir kâğıda dökerek
hayata geçirmek üzere harekete geçmişti. Artık ser verip sır
vermemek konusunda da akıllanmıştı ve evde çalışacaktı.
Kâğıda hızlıca not ettiği fikirleri büyük bir bina cephesine
reklam giydirmek, önemli bir televizyon programında
ürünün tanıtımı ve güzel bir reklam filmi çektirmekti. Her
şey istediği gibi giderse basın toplantısı da düşünüyordu.
Böylece pazarlama planının baştan aşağı tüm adımları
tamamlamış oluyordu. Bina cephesine reklam giydirmekle
ilgili Unkapanı’nda yoldan görünen büyük bir duvarı
gözüne kestirmişti. Bina yönetimi ile görüşmeyi düşünüyordu. Reklam filmi için de Hintli bir reklam yönetmeni
fikri vardı. Henüz kimseyle paylaşmamıştı ve böyle biri
nereden bulunur fikri dahi yoktu. Ayrıca parfümün ismini
değiştirmek için de kendince bir kâğıda öneriler listesi
oluşturmuştu. Televizyon programının hangisi olacağı
konusundaysa etrafına danışmıştı. Cem, ‘National Geographic Wild’, babası, ‘Maç Kaç?’ adlı futbol programını
56
önermişti. Annesi ise evdeyken Zeliha ile izleyip durdukları ‘İncir Çekirdeği’ni önermişti.
Akşam eve geldiğinde programı izleyebilmek için kaydettiği programı Zeynep mutlaka Cem’le birlikte izlemekte
ısrar ettiği için Cem dernekte yiyeceği yemeği iptal etmiş
ve eve erken gelmişti. Televizyonu açıp ellerinde salata
kâselerinin olduğu tepsilerle birlikte televizyon karşısına
geçip izlemeye koyulmuşlardı. Büyük jüri olarak programı
değerlendireceklerdi.
Cem içeriden bira almaya giderken göz ucuyla oturumu
sarışın bir bayanın sunduğunu görünce duraksamış, etek
boyunu görünce ise iç çekmişti. Hızlıca mutfağa gidip
elinde şişeyle geri geldi.
“Bayan sunucu ha! Etek de kısacık! Güzel! Amacıyla
tutarlı.”
Programın izledikleri oturumuna katılan konuk, rahmetli Ecevit’in berberiydi ve yeni bir parti kurmuştu. Türk
siyaset tarihinde Samanyolu’ndaki yıldızların sayısı kadar
parti olduğunu görmezden gelip nasıl seçilme olasılığı
üzerine umutlanmış olabileceği bilinmiyordu. Yüzünde
kendinden emin bir tavır vardı ve program sunucusunun
sorularını cevaplıyordu.
Spiker tiz sesiyle sordu, “Başkanlık sistemiyle ile ilgili
ne düşünüyorsunuz?”
Başkan, “Karmaşık ama karışık değil aslında; çözümlenebilir bence,” diye cevap verdi.
Spiker farklı kameraya bakarak, başkasıyla konuşuyormuş gibi devam etti, “İnsan klonlanmasına ne demeli?” “Bu konu önümüzdeki yıllarda su sorunu kadar etkili
olacak uluslararası ilişkilerde.” 57
“Canlı bir telefon bağlantımız var İstanbul’dan.
Dudullu’dan Kadriye Hanım hattımızda. Kadriye
Hanım televizyonunuzun sesini kısın lütfen. Duyabiliyor
musunuz?”
Kadriye Hanım bağırdı, “Duydum!”
“İsviçre’nin CERN laboratuarında yapılan proton
parçacıklarının hızlandırılması deneyiyle ilgili sorunuzu
alalım Kadriye Hanım.”
Kadriye Hanım boğazını temizledi ve sordu, “Benim
sorum başkana şöyle. İsviçre bankalarında kimlerin paraları ile böyle deneyler yapılıyor? Kendileri başa geçerse ne
yapacaklar? İSKİ’de tanıdık lazım, var mı?”
“Çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Protonlar bence
hareket etmezler, etseler de çarpışacaklarını sanmıyorum.
Son sorunuzla ilgili olarak iş takibi bizim asli vazifemiz
efendim. Benim tanıdığım yok ama sorarız,” dedi önünü
ilikleyerek oturduğu koltukta doğrulurken.
Spiker yine diğer kameraya bakarak gülümsedi, “Hem
hoşça vakit geçirdik, hem öğrendik ve bir programın daha
sonuna geldik. Bir dahaki programımızda görüşmek üzere
hoşçakalın.”
Programın yapım ekibi ve diğer tüm yazılı bilgileri
jet hızıyla ekrandan kayarken eteğinin kısalığı nedeniyle
yerinden kalkamayan spikeri tekerlekli ofis sandalyesiyle
beraber sürüyerek masadan uzaklaştırdılar.
Zeynep Cem’e döndü, “Ne düşünüyorsun? İyi değil mi?”
Cem, “Spikeri görünce magazin sandım ve magazinse
de konuyla uyumlu diye düşündüm. Ama program konularını görünce fikrim değişti.”
“Ne demek istediğini anlamadım.”
“Hayatım protonların çarpışması gibi bilimsel bir ko-
nuda kabul günü gibi program yapmışlar,” dedi gülmekten
ağzındaki salatayı püskürtürken.
“Eğlendirici olmazsa kimse izlemiyor. Halkı eğitmek
için magazini mecburen katıyorlar. Sanki babamla durmadan izlediğiniz Maç Kaç magazin değil.”
“İyi de Maç Kaç bilimsel olma iddiasında değil. Fikrimi
sordun ben de söyledim. Kararını verdiysen beraber izlemeseydik. Fikir değil onay istiyorsun belli ki.”
“Cem, seninle tek bir şeyi dahi ihtilafa düşmeden konuşamıyoruz. Sana akıl danışmam hata zaten.” Hayal kırıklığı
içerisinde yatak odasına gidip kapıyı kapattı.
Cem, Zeynep’in çok alındığını görünce arkasından
yatak odasına gidip son kez sordu, “Zeynep, gerçekten bu
programın ana fikri kaçırdığını düşünüyorum.”
Bir an duraksayan Zeynep, “Program onaylanmıştır,”
deyip yorganı başına çekti.
Sinirden sabaha kadar uyuyamayan Zeynep, bütün gece
kurdu da kurdu. Gece yarısı saat 1.00’e doğru dayanamayarak yatakta doğruldu ve ışığı yaktı.
“Cem kalk, konuşmamız lazım.”
Parlak ışığa bakamayan Cem koluyla gözünü kapatarak
zorlukla cevap verebildi, “Ne, ne oldu Zeynep?”
“Ana fikir ne biliyor musun Cem? Parfümü pazarlayamazsam evimizin kuruma riski taşıyan geçim kaynaklarına
ne olacak?”
Cem diğer tarafa döndü ve horlamaya devam etti.
Dinlemesi önemli de değildi. Önemli olan Zeynep’in
söylemesiydi. Rahatladı ve uykuya daldı. Rüyasında sular
kesilmişti. Cem kuyular kuruduğu için olduğunu düşünse
de sebebi faturayı yatıramamalarıydı.
58
59
12
Zeynep cüzdanıyla birlikte ehliyetini de kaybettiği için
sabah onu işe Cem bırakacaktı. Geç kalktıkları için kahvaltı
edemeden evden hızlıca çıkarlarken terliklerle apartmana
fırlayan Zeliha ayakkabılıktaki torbayı arkalarından yetiştirmişti. Bir gün önce Hülya Hanım Zeynep’e bir bluz almış
ve onu göremeyince Zeliha’ya vermişti.
Zeynep, “Neymiş o Zeliha?” diye sordu.
“Annen sana gönderdi Zeynep Hanım. Söylemişti ama
tam olarak hatırlamıyorum,” dedi.
Zeynep torbanın içine baktı. İçindeki mor penye kumaş
üstüne pullarla işlenmiş son derece frapan bluzu torbadan
çıkarıp omuzlarından havada tuttu ve yüzünü buruşturdu.
Hiçbir zaman giyilmeyecek ama annesi soracağı için de
atılamayacak, yıllarca göze girmeyi bekleyen ama nafile
bekleyen harem cariyesi gibi dolabı bekleyecekti zavallı
bluz!
“Sağ ol Zeliha. Sen bunu içeriye koy, elimde kalmasın.”
Arabaya bindiklerinde, “Bluz mu?” diye sordu Cem.
“Evet,” diye cevap verdi Zeynep. “Hiç bana göre değil
ama annem bir şeyler alıp duruyor.”
Yolda giderken, işe gidince yoğunluktan unutmamak
60
için annesini aramıştı. “Günaydın anne, bluz için aramıştım. Zeliha verdi sabah. Teşekkürler diyecektim.”
“Bizim oradaki sosyete pazarından aldım. Kadınlar
kapış kapış alıyordu, ben de sen seversin diye düşündüm,”
dedi Hülya Hanım.
Zeynep ilgisizliğini saklamaya çalışarak, “Evet, gerçekten değişik,” derken kendini Mustafa’ya benzetti.
“Beğenmedin değil mi?”
“Anne ne alakası var! Kötü demedim, değişik dedim
sadece!”
Hülya Hanım iyice alınmıştı ve sesi titreyerek, “Tamam
tamam kızım, sen bizi de, aldıklarımızı da beğenmezsin,”
dedi.
“Ay anne ufak tefek şeyler nerelere varıyor pes doğrusu.
Ne diyeyim, alma o zaman.”
“Olur almam.”
Zeynep telefonu kapadığında aradığına iyi mi kötü
mü etmişti bilemedi. Akşam annesini görünce gönlünü
alması gerekiyordu. Anneler en çok tartışılan ancak en
çok sevilen kişilerdi ne de olsa. Şu konuşmalarının yarı
dozunu bir arkadaşıyla yapsa sonsuza dek konuşmayacak
noktaya gelirlerdi ve gelince de sonsuza dek konuşmamak
o kadar acı vermezdi.
Zeynep, annesini toplum içinde yeri olan ve çalışan bir
kadın olmadığı için biraz aşağı görüyordu kendi fark etmese de. Annesi hemşirelik okulu mezunuydu ancak çok kısa
bir süre çalışabilmişti. Zeynep’in doğumundan sonra ona
bakacak kimsesi olmadığı için işini bırakmış olduğundan
yakınır dururdu. Zeynep annesinin çok enerjik bir kadın
olduğu için çalışamamanın verdiği boşluğu doldurmakta
zorlandığını ve işin en kötüsünün babasından para istemek
61
olduğunu düşünmüştü. Yaşları küçükken annelerinin nüfuz alanındaydılar ama büyüdükçe annelerine ihtiyaçları
azalmıştı ve anneleri de nüfuz alanını kaybettikçe altından
mevcudiyet zemini çekiliyordu. O yüzden de bir bluz için
değil, genel konumuna sitem ediyordu annesi.
“Cem, ben ne dedim Allah aşkına? Sen yanımdaydın.
Hiç beğenmedim lafı çıktı mı ağzımdan?”
“Çıkmadı. Biraz heyecanlı söylemeni bekliyordu annen
herhalde. Neyse, akşam gönlünü alırsın.”
“Konuşmalar nerelere varıyor inanamıyorum. İyice
alınganlaştı annem.”
“Bu bluzlar Çin malı ve tekstil boyası kanserojen. Bu
nedenle giymiyorum falan desen!”
“Eskiden de kazak örüp dururdu. Şimdi örme kazak
mı giyiliyor Allah aşkına? Giymiyoruz diye şimdi de böyle
şeyler almaya başladı. Keşke bana karışmasa da kendine
harcasa. İkimiz de mutsuz oluyoruz.”
Zeynep, Hülya Hanım’ın hayatının yarısını vicdan
azabı, diğerini endişe ile geçiren tüm Türk anneleri gibi,
kardeşi evlenene, kendi de yorulmayana kadar içinin rahat
etmeyeceğini biliyordu. Babası devletten emekliydi. O
dönemin tüm babaları gibi çocuklarla ilgili hiçbir karara
müdahil olmamış, çocuklar büyüdükçe ortaya çıkan sorunlardan da Hülya Hanım’ın yetiştirme biçimini sorumlu
tutmuştu. Çocuklar büyürken seyrek de olsa koridorda
babaları ile karşılaşacak olsalar annelerinin bacağına yapışıyor, böyle zamanlarda “Anne bu adam kim?” ve “O senin
baban yavrum,” diyalogları cereyan ediyordu. Hastanede
ilk defa babası dokunduktan sonra Zeynep’e ikinci kere
dokunan erkek kişi onu gelinliğiyle evin eşiğinden geçiren
Cem olmuştu. Babasına göre Zeynep iyi bir evlilik yapmıştı
ama kariyerine fazla sardırdığı için çalışmanın dozunu
iyice kaçırmıştı. Gül gibi kocasını kaçıracaktı çalışma hırsıyla. Kardeşinin de bu serkeş yaşam tarzının sorumluluğu
annesinindi. Şımartmıştı çocuğu ve böyle serseri olmuştu.
Zavallı Hülya Hanım elinden geleni yapıyor, gelmeyen
içinse Eyüp Sultan’a dua etmeye gidiyordu sık sık. Hülya
Hanım’a hayatını sorsanız, “Şimdi bana kaybolan yıllarımı
verseler…” şarkısıyla özetleyebilirdi.
Annesi ve babası evliliklerinin 40. yılını devirmişlerdi.
Babasının iç çamaşırı dahil tüm giyeceklerini annesi aldığı
için kendisi bedenini dahi bilmezdi. Her gün gazete okuyup tuttuğu futbol takımının o dönemki başkanı kimse
ona söverdi. Futbol fanatiğiydi ve maçları hiç kaçırmazdı.
Hülya Hanım da kendine aldırdığı ikinci televizyon sayesinde istediği dizileri seyrederdi. Yıllardır söylenmekle
beraber hayatın sabitliği ve olağanlığı annesini oldukça
güvende hissettiriyordu. Zeynep ise çocukluğundan beri
bu durgunluktan çok sıkılırdı.
‘Hukukçular Sitesi’nde kışlıkları, ‘Gazeteciler Sitesi’nde
yazlıkları, ‘Doktorlar Sitesi’nde de ahbapları vardı. Yazları
kırk yıldır Ayvalık’a gidiyorlardı. Aile çay bahçelerinin
beyaz flüoresan ışığında, tüplü televizyonda erkekler
maç izlerken bayanlar da dondurma yiyordu. Pötikareli
pamuklu masa örtülerinin bir kenarı sigara ateşinden
yanmıştı, plastik küllükleri kapkaraydı ve boş yağ tenekelerinde yetişen fesleğenleri çok güzel kokardı. Kişi başına
tüketilen en çok ayçekirdeği Türk yazlıklarında yenmekte
olabilirdi ve Ayvalık da aynen böyle bir yerdi. Tüm çocukluğunun yazları burada geçmişti.
Annesi yazlığının balkonunda bir yandan akşam kahvesini yudumlar, bir yandan da Zeynep’e kazak, şapka
62
63
veya hırka örerdi. Hayatının en huzurlu anlarını balkonda
geçiriyor olurdu. Arada bir sahil kenarına konuşlanan kör
şarkıcılar orglarıyla yeri göğü inletip rahatlarını kaçırırsa,
“Kes kardeşim, kes birader! Dinlenmeye geldik buraya!”
diye bağırırdı Rahmi Bey. Kör şarkıcı orguyla ritim tutarak, “sevgili Ayvalıklılar. Bazı müzikten anlamayan site
sakinlerimiz, C bloktaki balkonda oturan beyefendi gibi,
müziğimize çirkin saldırılar yapmaktadır. Ekmek paramıza yapılan bu saldırıyı kınıyorum. Evet efendim, yandan
yandaaaan…” derdi. Böyle zamanlarda Zeynep, seyircinin
tiyatro sahnesini görecek bir yerden oyunu izlemek için
koltuk seçmesi misali, içeriden sürüklediği sandalyeyi en
öne getirip balkondan sarkarak olayı hiçbir detayı kaçırmadan seyreder, çitlediği çekirdekleri balkondan aşağıya
tükürürdü. Bu ücretsiz tiyatrodan çok eğlenirdi.
“Ulan başlarım ekmek parana. Jandarmayı arıyorum!”
diye telefona sarılan Rahmi Bey’i annesi, “Bırak telefonu
Rahmi, uğraşma adamla, zaten kör,” diye avuturdu.
Kış gelip de evlere kapanınca hayat sıradanlaşır, aynı
rutin takvim sayfaları boyunca sürer giderdi. Zeynep ise
ideal hayat standardını yakalamak için kariyer yemini
etmişti. Bir kere yazlık alıp tüm yazı çay bahçesinde okey
oynayarak geçiren bir eşi olmayacaktı. Yazlık alırsa zaten
Ayvalık değil Bodrum’da alacaktı, çünkü artık Kuzey Ege
moda değildi. Çekirdek evine dahi girmeyecek, abur cubur
olarak mikrodalga fırında patlatılmak için mısıra müsaade
edilecekti. Ece de tüm gününü plajda geçirmeyecek, onun
yerine il sınırlarındaki bütün kurslar denetilerek yeteneği
olan konu varsa atlanmamış olacaktı. Bütün bunları da çok
çalışarak elde edebilirdi ancak. Cem’le vedalaştı, arabadan
indi ve işyerinin kapısından içeri girdi.
64
13
Zeynep daha Feray ile ortak sunumlarına on gün
olmasına rağmen, bir reklam filmi çekmek konusunda
Mustafa’yı her bulduğu yer ve ortamda sıkboğaz edip
sonunda “Bakarız”ı koparmıştı. Zeynep’in emrivaki biçimde ortaya attığı reklam filmi işi Mustafa’nın hoşuna
gitmemişti. Feray’ı Kukuzia’nın satışlarını içeriden takip
edebilmek için Zeynep’in peşine takmış, olası bir kötü gidişatı önceden görerek tedbir almayı planlamıştı. Zeynep
ise kendisi ile bu konuda durmadan doğrudan yazışıyordu.
Mesai bitimine yarım saat kala Mustafa durumu anlamak
için iki kadını bir araya getirmişti. Bir araya geldiklerinde
Zeynep reklam filmi, televizyon programı ve ürünün yeni
isim önerisini de içeren pazarlama planını anlattı.
“Önce isim konusundaki çalışmalarımdan bahsetmek
istiyorum,” dedi ve göz ucuyla Feray’a baktı. Oturduğu
yerde dikleşen Feray, Zeynep’in ne diyeceğini dikkatle
dinliyordu.
“Benim önerim ‘Mıstık’. Şimdi bu parfümü 20 yaş grubu
kullanacak, yani ‘fıstık’lar. Değillerse de sürünce olacağını taahhüt ediyoruz. Hint temasının ‘mistik’i ile tüketici
kitlenin ‘fıstık’ının bir karışımı.”
65
O sırada kahvesini yudumlamış olan Feray kahveyi püskürtünce bluzuna damlamış ve gayriihtiyari sandalyesini
geri itmişti. Masanın üzerinde duran peçeteyle hem ağzını
hem bluzunu kuruladı ve şaşkınlık içinde Mustafa’ya baktı.
“Zeynep, gerçekten bu ismi öneriyor musun?” diye
sordu gülmemek için kendini zor tutarak.
“Elbette,” dedi Zeynep.
“Zeynep, bu işler ciddi profesyonel firmaların uzun
analizleri ve deneyimleri sonucu oluşuyor. Bu isme güzel
veya değil demiyorum ancak marka isimden ibaret değildir. Gerçekten arkasındaki çalışmayı çok görmek isterim.”
Zeynep isim önerisinin onaylanmasını beklemiyordu.
Daha çok Mustafa’yı merkezle isim değişikliği konusunda
yeniden konuşması için sıkıştırmaya çalışıyordu. Konuyu
istediği yere çekmek üzere olduğunu düşündü ve gülümsedi.
“İlle de bu isim olmak zorunda değil elbette. Bu benim önerim. Başka isim önerilerine de açığım,” dedi ve
Mustafa’ya dönerek, “Mustafa Bey, birçok fikir geliştirdim
ama desteğe ihtiyacım var. Vizyon çok önemli. Cesur
olmalı ve doğruyu genel merkez anlayana kadar tekrar
tekrar, yılmadan anlatmalıyız.”
Mustafa devreye girdi, “Sonuçta zaman kısa ve bütçe
yok. Markayla ilgili kararı şimdi vermek istemiyorum.
İsim değiştirmek için merkezden onay alabileceğimizi hiç
sanmıyorum ve onay gelse dahi isim değişikliğini merkezin
önerdiği bir profesyonel ajans olmadan yapmayacağım.
Maalesef harcamaları kıstığımız için ajans ile çalışmayı
istesem de iki kere düşünmem gerek. Çinli üretici ek
ücret talep etmeden yeni isimle ambalaj basabiliyor mu
bilmiyoruz. İthalat izinlerinde de yeni düzenleme yapıldı
biliyorsunuz, bu bize nasıl yansır anlamamız için kararnameyi beklememiz gerekecek. Bu iş yıl sonuna yetişmez
ama yeniden bir konuşayım merkezle. Tamam mı?”
O sırada içeriye giren çaycı Kadir, Mustafa’nın ortaya
sorduğu soruya atladı ve araya girerek cevap verdi.
“İnsanları ileri götüren de geri götüren de ileri görüşlü
olmaktır. Örnek vermek gerekirse 16. yüzyılda Çinliler, vizyonsuz bir İmparatorları donanmanın tamamını
yakmamış olsaydı, az kaldı dünyayı İngilizlerden önce
fethediyorlardı. Velev ki öyle olsaydı dünyanın egemen
kültürü beyaz Anglosaksonlar değil sarı Çinliler olacak,
hepimiz gözlerimizi çektirmek için estetik ameliyat olacak
ve güneşten yanmamak için tahta şemsiye kullanacaktık.
Dört çocuğumla ben, tek çocuktan fazlasına sahip olmaları
yasak Çinlilere kıyasla Karun kadar zengin sayılacaktım.
Dünyanın başlangıcı Greenwich’deki 0 meridyen çizgisi
değil, Yasak Şehrin giriş kapısı olacaktı.
Lakin hepimiz şu kehaneti biliyoruz ki Çin’den sonra
Türkler dünyaya egemen olacak. Şimdi üretimi ele geçirmiş
olsalar da, 25 kuşak sonra torunlarımız rahat edecekler,
tüm dünya Türkçe öğrenmek için dil okullarımızın kapısını zorlarken İngilizlere vize vermek için dışkı tahlili
isteyeceğiz. Bu nedenle ana merkezi sıkıştırıp tüm inancımızla Türklerin yarattığı fikirleri savunmalı ve liderliğe
hazırlanmalıyız,” dedi. Odadaki herkesin şaşkın bakışları
altında kapıyı kapatıp çıktı.
Mustafa, Feray ile göz göze geldi ve, “Burada keselim.
Hepinize teşekkürler,” dedi. Feray, Zeynep odadan çıktıktan sonra yeniden Mustafa’nın odasına gitmiş ve çıkmıyorsa biraz daha kalmak istediğini söylemişti. Mustafa
içeri girmesini işaret edince de masaya yeniden oturmuştu.
66
67
Feray duyduğu pazarlama planına oldukça direnç göstermişti ve bu planın başarılı olma olasılığını çok düşük
gördüğünü söylemişti. Sürenin kısa oluşundan ve işin iyi
kurgulanmamış olduğundan bahsetti.
“Reklam filmi, TV programı ve basın toplantısı bir
bütün olarak ele alınmamış, parça parça ve birbirinden
kopuk fikirler olarak önümüze kondu,” dedi ve devam etti,
“Tüketiciye ne mesaj verileceği dahi net değilken nasıl bir
reklam filmi çekilecek anlamadım. Zeynep planları sana
sunmadan önce benimle paylaşsaydı şimdiye daha çok
ilerlemiş olurduk. Bu planlarla ilgili sen ne düşünüyorsunuz Mustafa?”
“Fikirler enteresan ama süre kısa. Sen de destek olsan
yapabilir misiniz? Ama gerçekten destek olmaktan bahsediyorum.”
“Nesini beğendin anlamadım.”
“Hindistan temalı reklam filmi enteresan olabilir.”
“Hint teması benim fikrim biliyorsun. Ona yardım
ederim. Aklımda reklam filmi çekimi için Hintli bir yönetmen ile temasa geçmek var. İngiltere’de okurken ev
arkadaşım olan Ravi’yi arayabilirim diye düşünüyorum.
Tanıştığımızın üzerinden çok geçti ama hâlâ görüşüyoruz.
Ravi şu anda oldukça tanınan bir yönetmen.”
“Senden korkulur Feray. Gel şöyle otur kucağıma,” dedi
Mustafa gülerek.
Mustafa çocukluğundan beri tanıdığı Tülay ile evlenmiş, çok zengin ve nüfuzlu bir aileden gelen karısının
sayesinde işinde hızla yükselerek uluslararası bir şirketin
tepe yöneticisi olarak Türkiye ofisinin başına geçmişti. Elde
ettiği sosyete ve iş çevresinden sonuna kadar faydalanan
Mustafa, sık sık Boğaz sırtlarındaki villalarında verdikleri
davetlerle ilişkilerini sıcak tutmaya çalışırdı. Çocuğunun
olmamasından duyduğu boşluğu ise arada yaptığı kaçamaklarla doldururdu.
Mustafa’nın odası Feray’ın odasının bulunduğu koridorun sonundaydı ve eğilince kapısını görebiliyordu.
Sabahtan beri Feray’ın koridorun sonundan her hareketini
takip ettiğini kaçırmamış, mesafeli durarak onda daha da
artan bir arzu yaratmaktan son derece tatmin olmuştu.
Akşam kimse yokken ofisine geleceğini adı gibi biliyordu.
Ve Feray’ı hırslandırıp Zeynep’in fikirlerinden beğendiklerinin üzerinde çalıştırmayı da biliyordu.
Ertesi gün Feray, Zeynep’e Mustafa ile onun isteği üzerine konuyu teke tek görüştüğü ve projenin onaylandığı bilgisini vermiş, sadece İncir Çekirdeği’ni uygun bulmadığını
söylemişti. Zeynep bir yandan fikrinin kabul görmesine
sevinirken diğer yandan kendi olmadan Mustafa’nın Feray
ile toplanmasına içerlemişti. Dün iş çıkış saatine kadar beraberlerdi ve ne zaman ayrıca toplanmışlardı anlayamadı,
ancak ne olursa olsun iki hafta dolmadan planlarından
çoğu hayata geçecek hale gelmişti ya, daha ne olsundu.
Biraz bilgi toplamak için elbette çay ocağına yürüdü
ve içeriye eğildi, “Kadir, bugün çok çok yoğun olacağım.
Bana arada bir çay getir olur mu?”
“Yoğun olacaksan bunun anlamı açık. Senin fikir akşam yapılan baş başa toplantıda onaylanmış. Hintliler de
Masala çayı içer. Senin yönetmen için aldırdım marketten.”
“Ne yönetmeni?”
“Ravi. Reklam yönetmenin.”
“Benim haberim yok!”
“Reklam filmi için Hintli yönetmen bulundu.”
“Kadir pes doğrusu!”
68
69
“Dur Zeynep Hanım ne pesi? Sen esas şunu dinle. Mustafa Bey’in eşinin galeri açılışı bir hafta sonra ve İstinye
Park’ta. İlk sergi kimsesiz çocuklar yararına. Lazım olursa
diye söylüyorum.”
“Kadir sen dinleme yapıyorsun. Artık eminim.”
“Yok be abla, dinleme yapsam bu kadarcık şey mi bilirdim? Senin için söylüyorum.”
“Benim hakkımda neler biliyorsun benim bilmediğim?”
“Kocanda peygamber sabrı var, onu diyeyim,” deyince
Zeynep şok oldu.
Zeynep tam cevap verecekti ki Feray yanından geçti
gitti. Zeynep Hintli yönetmen işini sormak için arkasından ofisine girdi ancak Feray telefonda konuşurken fark
etmemişti.
Kapıda konuşarak içeri daldı “Feray, yönetmen mi bulundu?” Feray başını kaldırıp anlamsız bir ifadeyle cevap
verdi, “Evet Zeynep. Benim tanıdığım bir arkadaşım. O
işi hallettik.”
Zeynep ağzı kulaklarında sekerek odasına gitmişti. İşler
yoluna giriyordu. Cem’i kurtarma operasyonunda çimdiklenince moraran cildi sarıya dönmüş, neredeyse iyileşmişti.
Arabası tamirden gelmiş, projesi de beklemediği kadar
hızlanmıştı. Sadece çalınan cüzdanı kalmıştı çözülmedik
ama onu bulmayı dilemek imkânsızı istemekti.
Eve giderken mutluluktan, her zaman aklını yitirdiği
trafik sıkışıklığına canı sıkılmamıştı. Maslak bile gözüne
güzel gelmişti. Yüksek ve yeni binalarla giderek dolan
bölgede yollar genişletildikçe geliş-gidiş yönünü ayıran
refüjde dikili ağaçlar, 2 cm’e kadar daraltılmış toprakta
cambazın ip üstünde durduğundan farksız duruyordu.
Ağaçlar intihar edemediği, belediye de son kalan ağaçları
kesemediği için karşılıklı bekleyiş devam edip gidiyordu.
Durumdan habersiz kalabalıklar trafik ışıklarında bekleşiyor, yeşil yanınca yaya geçidinden karşı kaldırıma geçerek
duraklara doğru akıyordu.
Zeynep kalabalıkları izlerken diline takılan reklam
cıngılını mırıldanıyor ve direksiyonda ritim tutuyordu.
Beklediği süre boyunca cıngıldan kurtulamayınca radyoyu
açan Zeynep, düzgün çekmeyen kanaldan ekolu ve dokunaklı erkek sesini zorlukla duyabiliyordu.
“Değil mi ki onlar görmezler. De ki onlara o her şeyi
bilendir...”
Kanalı değiştiren Zeynep önce elektrosaz eşliğinde
çalan bir türküye, sonra da bilinen tüm deyim ve tekerlemeleri tüketen Türk popunun feci örneklerinden birine
rastladı.
“Çevir kadayıfı yanmasın, yemezler oğlum, pişt, pist,
ensem kalın…”
Sonunda radyoyu kapayan Zeynep’in gözü yan koltukta
duran özgeçmişlerle dolu dosyaya takıldı. Parfüm satışları
artınca işler yoğunlaşacağı için elemana ihtiyacı olacağını
düşünmüş, personel azaltılması yönündeki açıklamadan
çok önce asistan aday randevularını ayarladığı için de iptal
etmemişti. Ertesi sabah pozisyon için görüşme yapacağı
adaylara neler soracağını aklından geçiriyordu.
“Aşağıdaki kelimeleri sırayla tekrar edin, “şarj, deşarj
ve şarjör” der Zeynep içinden.
Hayali aday “şarz, dezarz ve zarzor” diye cevaplayınca
Zeynep “Sıradaki…” diyerek ayağa kalkar ve adaya kapıyı
açarak görüşmeyi bitirir.
O sırada tanımadığı birine ait bir numaradan gelen telefon, hayalini bölmüştü. Merakla cevap verdiği telefondan
70
71
gelen boğuk, yaşlı bir kadın sesi, “Kızım merhaba,” demişti.
“Hatırladın mı beni, dolmuşta yan yana oturmuştuk? Ecnebilerin arkasında.”
Zeynep şaşkınlıkla, “Aaa evet. Hatırladım tabii. Buyurun teyze?
Yaşlı teyze, “Yavrum cüzdanını düşürmüşsün dolmuşta.
Yerde görünce aldım ve arkandan seslendim ama dolmuş
durmadan devam edince duyuramadım. İçini açtım kusura bakma evladım,” deyince Zeynep çantasının içini
yan koltuğun üstüne boşaltıp bir kalem aradı. Heyecanla
konuşmaya devam etti, “Aaa buldunuz mu? İnanmıyorum.
Ay teyze nasıl teşekkür etsem!”
“Ne demek evladım! Kartından ulaşmaya çalıştım ama
zor oldu biraz. Önce Aksaray’da bir yer söylediler. Edepsiz
edepsiz tipler telefona çıktı falan. Neyse çocuğum sonunda
ulaştım işte; gel benden al e mi kızım?” dedi yaşlı teyze.
Duyduklarına inanamayan Zeynep telaşla bir kağıt
ve kalem buldu “Ay teyze zahmet oldu. Nereden alayım
cüzdanı? Adresi verirsen yazıyorum,” dedi.
Adresi not eden Zeynep mutluluktan ve heyecandan
havalara uçtu. Bir an önce gidip almak istiyordu cüzdanını.
İnanamıyordu koskoca şehirde cüzdanının gelip kendini
yeniden bulduğuna. Hayriye teyze gibi dürüst insanlar da
çıkıyordu hayatta insanın karşısına. Teyzeye kesin çiçek
alacaktı giderken.
72
14
Feray, Mustafa’nın isteği üzerine birkaç gündür o kadar
yardımcı oluyordu ki Zeynep onunla uğraşıp tepki alamadığı için boşlukta hissetti kendini. Hiç yapmadığı bir biçimde Zeynep’ten gelen ısırıcı mesajlara cevap vermiyordu.
Gece yarılarına kadar çalışıp Mustafa’ya atılan pazarlama
çalışmaları havalarda uçuşmuyordu ve projeler kapışılmıyordu. Tek başına yarışan atlet gibi hissetti kendini.
Feray’ın odasına gidip kendi gözüyle durumu kolaçan
etmeye karar verdi. Reddedilen televizyon programının
konusunu açarak Feray’la biraz uğraşmak istiyordu. “İncir Çekirdeği programını kime sorsam çok beğendiğini
söylüyor. Yazık oldu bu fikre!”
Önce Zeynep’e sonra saatine bakan Feray, yarın şirket
eğitiminde yalnız yakalamayı planladığı Mustafa’ya yazıyor
olduğu kısa mesajı bitirerek yolladıktan sonra hiçbir şey
söylemeden odadan çıktı. Omzunu silken Zeynep, bu hafta
cüzdanı dahi bulunduğu için hiçbir şeyi sorgulamayacak
kadar keyifliydi.
73
“Sizin şirket küçülmeye gitmiyor mu?” diye sordu Cem.
“Evet,” dedi Zeynep küpesini aynanın karşısında kulağına takarken.
“Belki eğitimi iptal ederler demiştin diye sordum.”
Zeynep cep telefonunu açtı ve gece 3.00’te güncellenmiş dosyayı indirerek konuştu, “Son anketlere göre %38,
hayatın devam ettiğini ve şirketin çalışanına değer verdiği için bu ve benzeri masrafları kesmemesi gerektiğini
düşünüyor. Yani ‘hak eden kalsın ve adam gibi muamele
görsün’ diyenler %38. %42 de ‘masraf yaparken dikkatli
olunsaydı personel çıkarmaya gerek kalmazdı’ diyor. Kalan
%20 çekimser.”
Cem ‘Hey Allahım!’ der gibi başını sallayıp içeriye gitti.
Geç kalan Zeynep jet hızıyla hazırlanıp fırladı evden. Akşamdan hazırladığı beyaz gömleğini ve kot pantolonunu
giymiş, kırmızı kemerini bağlamıştı. Geçen yaz genetiği
değiştirilmiş organizmaları protesto ederken kurtarması
sonrasında Cem’in aldığı gıcır gıcır parlayan cilalı ayakkabılarını da giydikten sonra kapıdan çıkmadan önce aynada
kendine baktı ve sonra da koşturmaya başladı.
Eğitim bir otelin konferans salonunda olacaktı. Şehir
merkezinin epey dışındaki bir otel seçilmiş, personelin
günlük kargaşadan uzaklaşarak hem havasının değişmesi,
hem de eğitime odaklanması hedeflenmişti. Zeynep son
hızla gelmesine rağmen eğitime en geç kalan olmuştu
yine. Otoparkta gözleri, otomotiv fabrikasının üretim
hattı gibi yan yana dizili aynı renk şirket araçları arasından
Mustafa’nınkini aradı. Büyük Mercedes maalesef orada
duruyordu. Koşarak konferans odasına girdiğinde eğitim
çoktan başlamıştı.
U şeklindeki masanın etrafında oturan herkes kendi
isminin yazılı olduğu bir isim kartını önüne koymuştu.
Beyaz saçlı, orta boylu ve oldukça kilolu Fahri boynundaki fuları ve konuşma tarzıyla odaya son derece hakim
gözüküyordu. Odaya girince başıyla Zeynep’i selamlayarak ismini sordu. Tüm gözler Zeynep’e çevrilmişti. Geç
kaldığını ne kadar sümen altı etmeye çalıştıysa o kadar
gürültü yapıp dikkat çekti. En son oturmak için çektiği
sandalyenin üzerinde olduğunu fark etmediği dizüstü
bilgisayar çantasını yere devirdi. Utandığı için kısık bir
sesle kendini tanıttıktan sonra oturduğu yerde küçüldü.
Zeynep eğitim konusunda son derece isteksizdi. Bunun
yerine kendi ürün grubunun pazarlamasıyla ilgili ofiste
kalıp çalışmayı tercih ederdi. Şirketi adı ağza alınmayacak
markayla parfüm pazarlamaya çalışırken, çalışanlarına
içinde pazarlama da olan eğitim aldırması çok tezattı.
Elindeki markörle ayaklı yazı panosuna kıstırılmış beyaz sayfaya terimleri yazarken, “Hukukta çok temel birkaç
terimi bilmeniz şimdilik yeterli,” dedi Fahri. Eğitimin temel
bilgileri içermesi hedeflenmiş, bu nedenle temel hukuk,
finans, pazarlama ve organizasyon bilgilerinin verilmesi
74
75
15
planlanmıştı. ‘Gayri kabili rucu’, ‘zımni kabilinden’ gibi
terimleri yazmaya başlayan Fahri, hukuk dalına giriş için
Arapça bilmek gerektiğinden, bu bölümü simültane tercüman eşliğinde yapıyordu. Suratlarındaki boş ve tepkisiz
ifadeyle bakakalan personele dönerek, “Tamam o zaman,”
dedi ve yazılı sayfayı çevirdi. Tercüman da müsaade alarak
odadan çıktı.
“Çok kısaca temel finans göstergelerinden de bahsedeyim.” Tahtaya çizdiği grafikleri görünce kendine güveni
sarsılan katılımcıları kısık gözlerle süzen Fahri devam etti,
“Sorunuz olursa lütfen çekinmeyin.” Elini soru sormak
için kaldıran Ayşe’yi dikkate bile almayan Fahri, cebinden başlığı gözüken piposuyla boynuna taktığı fularının
tamamladığı entel havası sayesinde, eğitime katılanlara
mahalle baskısı yaparak ne kadar bilgisiz olduklarının
mesajını vermiş, salonda sorulabilecek soruların büyük
kısmını baştan engellemişti. Böyle arada kaçan soruları
da umursamayarak işi çözmüştü ve en az yorulacak şekilde hap eğitimler veriyordu. Böylece yemeğe erkenden
çıkabiliyor, uzun uzun şarap ve yemek keyfi yapabiliyordu.
Personelin bir kısmı tahtadaki grafiği çizmeye çalışıyor
ve doğru yapıp yapmadığını yandaki arkadaşının kâğıdına
bakarak kontrol ediyordu; diğer bir kısmı da kaşlarını çatarak anlamaya çalışıyordu. Zeynep daha grafiğin ancak
eksenini çizmişken Fahri yine sayfayı değiştirdi ve, “Hızlı
geçiyorum ki yemekten önce bitirelim,” dedi.
“Pazarlamada size söyleyeceğim altın kuralı bilseniz
yeter. Cinsellik sattırır, budur! Siz yine de yeni eğilimlerin
adını bilin. İngilizce bir şeylerin kısaltılmışıyla anılan son
eğilimleri müdürünüze sunun ve durup bekleyin. Bir hafta
önce herhangi bir gurudan duymuş ise açılımını sizle bir-
likte tekrar edecektir. Söylemediyse 1-0; hemen bastırın.
WOM: word of mouth¸ yani ağızdan ağza pazarlama,
XOM: Xanadu of Mandrake, Mandrake’nin Evi gibi” diye
sözünü bitirdi Fahri. “Şimdi öğle yemeği için ara vereceğiz.
Saat tam 13.30’da yeniden başlıyoruz. Teşekkürler.”
Odadakiler toparlanırken anlatılanları anlayan varsa
kendine de anlatmasını rica ederek yemek salonuna doğru
yürümeye başlamışlardı. Tamamen aklı karışmış paralize
şirket çalışanları yemek boyunca Fahri’nin uydurduklarını
aralarında tartışarak öğle yemeğini yemişlerdi. Mustafa’yı
kollayan Fahri ise hemen onunla aynı masaya oturmuş ve
daha fazla iş kapmak için Mustafa’yı kafa kola almaya çalışmıştı. Bütün yemek boyunca sadece Fahri konuşmuştu.
Mustafa aslında eğitimi iptal etmek istemişti, ancak insan
kaynakları müdürü eğitimci ve otel masraflarının yarısını
peşin ödediğini söyleyince eğitimi onaylamaya mecbur
kalmıştı. Üstüne bir de Fahri’den hiç hoşlanmayışı eklenince keyfi kaçmıştı.
Feray odadan çıkmadan önce mesajlarını kontrol
etmiş, gece attığı mesaja cevap gelmediğini görünce yüzünü asmıştı. Mustafa’yı yemekte yakalamak için eğitim
odasından hızla çıkarak kalabalığın önüne geçmiş, kendince Mustafa’ya yer tutmuştu. Yemek salonunda, Fahri
ile birlikte giren Mustafa’nın eğitmenle yalnız olarak ayrı
bir masaya oturduğunu görünce bir hafta önce başladığı
rejimi bozarak garsonların sırayla getirdiği tabakları silip
süpürmüş, yemekten sonra kahve içmek üzere bahçeye
çıkan kalabalıktan mümkün olan en uzak köşeye sessizce
oturmuştu. Mustafa’nın kendini ağırdan sattığını bile bile
tuzağa düştüğüne kızıyordu.
Zeynep ise yemek salonuna girdiğinde çantasını ya-
76
77
nına almadığını fark edip eğitim salonuna geri döndü.
Sandalyesine doğru yürürken bir titreme sesi duymuş,
nereden geldiğini anlayamamıştı. Önce dikkate almadığı
ses ısrarla devam edince kaynağını bulmaya çalışmış,
masayla duvarın arasına dik olarak düşmüş bir cep telefonu görmüştü. Eğilip eline aldı ama kimin olduğunu
anlayamamıştı. Odada tam bir sessizlik olmasa telefonu
duymak ve bulmak imkânsız olurdu. ‘Düşüren şanslıymış,’
diye geçirdi içinden. Telefonu yanına alıp yemek salonuna
götürerek kime ait olduğunu anlamaya çalışacaktı. Sonra
aklına numaradan kendi telefonunu çaldırmak geldi.
Neticede şirketteki birçok kişinin telefonu kendinde kayıtlıydı ve kendini aradığında telefonun ekranında gözüken
isimden anlardı kime ait olduğunu. Bir yandan yürüyor
bir yandan da telefonunun ekranına bakıyordu. Hızlıca
yürürken ekranda ismin belirmesiyle duraksadı. Telefon
Feray’ındı. Ağır ağır yürümeye başladığında düşünüyordu.
Uzaktan yemek odasında Feray’ı gördü ve bir an bakıştılar
gibi geldi Zeynep’e. Ve ani bir dönüşle bayanlar tuvaletine
gidip kapıyı kapadı.
Telefonu karıştırıp karıştırmamayı rahat rahat düşünmek istiyordu. Feray olsa onunkini karıştırır mıydı
acaba? Feray karıştırsa da Zeynep’in karıştırması doğru
olur muydu? Feray can düşmanı değil miydi? Hayatta da
böyle fırsatlar az ele geçmez miydi? Karıştırırsa pişman
olur muydu? Nadir çıkan fırsatları değerlendirmezse pişman olmaz mıydı? Tersi olsa ona acıyan olur muydu? Bir
saniye içinde birbirine tamamen zıt fikirler aklında uçuştu,
çarpıştı ve çatıştı. Çizgi filmlerdeki şeytan ve meleğin film
kahramanının aklını kendi tarafına çelmek için çekiştiği
sahne gibi çelişkiler yaşadı.
Elinde telefonla klozetin üzerine oturmuş düşünüyorken, tuvaletin seramik döşemeleri topuk sesleriyle
yankılandı. Zeynep irkilince telefonu elinden düşürmüş,
yaklaşan topuk sesi kapının dar aralığından tuvalet kapısının önüne kayan telefonun yanında durmuştu. Gelen
kadın telefonu fark edip eline almış, “Pardon, telefonunuzu
düşürdünüz,” demişti. Tanınmamak için sesini çıkarmayan
Zeynep kıpkırmızı kesilmişti. Yanaklarına ateş basmış,
hırsızlık için Feray’ın evine girmişken basılmış gibi hissetmişti kendini. “Pardoon,” diye ısrar eden kadın kapıya
vurup kilidini sağa sola zorlamıştı. Zeynep ağzının içinde
“Hıhııı,” diye geveledi ve ayakkabıları görünmesin diye
klozetin üstüne oturup dizlerini karnına çekti. Telefonu
içeriye geri ittiren kadının, “İttirdim, aldınız mıı?” sorusuna cevap vermeyince şaşıran kadın “Allah Allah,” dedi.
Biraz bekledikten sonra Zeynep’in yanındaki tuvalete girdi,
yere eğilip yan tarafta kimse var mı diye baktı ama göremeyince tuvaletten çıktığı kapanan kapı sesiyle anlaşıldı.
Zeynep elleri titreyerek kesin kararını vermişti. Ya hiç
buraya getirmeyecekti telefonu ya da sonuna kadar gidip
karıştıracaktı. Ve karıştırmaya başladı.
Önce elektronik postalara göz gezdirdi. Mustafa’dan
ve yönetimden gelen tüm mesajları açıp ilk paragrafını
okuyup kapadı. Sonra kısa mesajları karıştırmaya başladı.
Mustafa’ya atılmış son mesajı açtı ve okudu.
“Konuşmamız gerek. Beni arar mısın?”
Mesajı kapatıp diğerlerini açtı, aceleyle okudu ve telefonu kapattı. Epey zaman harcamıştı ancak ilginç bir şey
görememişti. En son telefondan kendini aramış olduğunu
hatırlayıp hafızayı sildi ve tuvaletten çıktı. Cebine koyup
sakladığı telefonu eğitim odasına gidip aceleyle, kimseye
78
79
göstermeden bulduğu yere geri koydu ve çoktan yemeğini
yiyip bahçeye çıkan gruba katıldı. Tüm zamanını tuvalette
geçirip yemeği kaçırmıştı. Açlıktan eğitimin geri kalanında
salona konan kuru pastaları ve nane şekerlerini yemek
zorunda kaldı. Feray ise yeniden mesajlarını kontrol
etmek istediğinde telefonunun yanında olmadığını fark
edip eğitim odasına doğru yürüdü. Düşürdüğü telefonunu
zorlukla bulabildi.
Öğle yemeği bitince katılımcılar teker teker odaya
girip yerlerini almış, aralarında sohbet ediyorlardı. Fahri
öğleden sonraki bölüme başlamak üzere, katılımcıların
dikkatini toplamak için genzini temizlemişti. Mustafa ise
öğleden sonraki kısma kalmayarak, kimseye görünmeden
erkenden ayrılmıştı.
Herkes sessizleşince Fahri, “Ve son olarak organizasyondan bahsedip bitirelim,” diye başladı konuşmasına.
Bir yandan yürüyor, bir yandan konuşuyordu etkileyici
bir ses tonuyla.
“Aslında personel seçimi karpuz seçmeye benzer. Öyle
yarım saatlik mülakatlarla anlaşılmaz kimin ne olduğu.
Ofise getirip kesmeden kelek mi olgun mu çıkacağı anlaşılamaz. Çalışınca çıkar ne mal olduğu demek istiyorum.”
El kaldırarak söz alan şirket çalışanlarından Selin sordu,
“Bizim sorunumuz -ki tüm şirket adına konuşuyorum şu
an- daha çok işimizi kaybetmemekle ilgili. Küçülmeye
giden bir şirkette hayatta kalmak için ne yapmalıyız?”
Fahri Bey “Esas itibarıyla ‘kelek’ olmayan bir personelin taleplerini tam anlamıyla karşılayan bir şirkette nihai
son şöyle olur; herkes müdür olmuştur ve genel müdüre
doğrudan raporlamaya başlamıştır. Bu yüzden de şirket
maaşları kaldıramaz hale gelmiştir. Söyleyin bana şirkette
kaç müdür, kaç idari çalışan var?” diye insan kaynakları
müdürüne döndü.
“Toplam 200 kişiyiz. 168 müdür ve 32 idari personel
var. 168 müdürden 45’i de kıdemli müdür.”
“Gördünüz mü? Demek ki şirketinizde akıllı insanlar
çalışıyor. Diğerlerinden daha da ‘üstün’ olmak için farklılaşmaya çalışmışsınız ve yöneticilerinizi zorlamışsınız arkadaşlar.” Zeynep başını sallayarak onayladı ve anlatılanları
harfiyen not aldı. “Sayılara bakınca tecrübeme dayanarak
şirkette çöküş devri başlamış diyebilirim; hemen yeni bir
iş aramak akıllıca olur.” Panoda asılı ideal organizasyon
şemasının anlaşılıp anlaşılmadığını görmek için herkesin
gözünün içine tek tek baktı ve, “Sorunuz var mı?” diye
bitirdi konuşmasını.
İnsan kaynakları müdürü, “Benim endişem, bu panik
ortamında iyilerin iş bulup, iş bulamayacakların şirkette
kalmasıyla gerçekleşecek doğal seleksiyon.”
Şirket çalışanlarından biri söz aldı ve, “İnsan kaynakları
müdürü şirkette çalışanları iyiler ve kötüler diye ayırıyorsa
başka söze ne gerek var? Biz motive olsak şirket çalışırdı.
Bizi motive etmeliydiniz.”
“Bu eğitim motivasyon değil mi o zaman? Haksızlık
etmeyelim. Elimizden geleni yaptık personel motivasyonu
için,” dedi alınan insan kaynakları müdürü.
Başka bir çalışan ayağa fırlayıp, “Birçoğumuzu işten
çıkarmayı konuşuyoruz ama hayati olmayan masraflar yapıyoruz. Bu eğitim yerine bir arkadaşımız işsiz kalmasaydı
daha adil olurdu,” dedi sinirle.
Başını iki yana sallayarak itiraz eden bir diğeri de,
“Olur mu canım. Çok kişi çalışsın diye en asgari düzeyde
imkânlarla yerimizde mi sayalım? Şartları geri çekersek bir
80
81
daha yerine gelmez. Önümüzdeki 10 yıla ipotek koymak
demek bu.”
Söz alan bir diğeri lafa girdi: “Şirket personelini tanımak
için çabalamalıydı. Hangimizin ne konuda yeteneği var
bilinmediği gibi kariyer planı da yapılmıyor. Örneğin ben
lojistik birimine geçmek istemiştim ama finans kökenli
olduğum için merkez tarafından izin verilmemişti.”
“Evet, güzel bir noktaya değindiniz,” dedi insan kaynakları müdürüne dönerek. “Bu duruma gelmemek veya
gelmişseniz de durdurmak için personeli iyi anlayacaksınız.” Boğazını temizleyip konuşmaya devam etti, ortamı
yatıştırması gerekiyordu. “Nasıl olacak bu? İyi gözlemci
olarak! Bir personelin odanıza istifa, zam, şikâyet, intikam
vb duygulardan hangisi için geldiğini içeri girişinden anlamak mümkündür. Örneğin çalışma arkadaşını şikâyet
etmek için odaya yürüyenler topuklarıyla döşemeyi delercesine sert basar. Maaş zammı isteyenlerinse alt dudağı
titrer, zira başkalarına ne maaş verildiğini duyunca odanızı
basmışlardır. Yengeç gibi yan yan yürüyenler istifa için
gelmişlerdir. Kapının yanında buldukları ilk sandalyeye
oturup kapıyı kaparlar. Önce müdürlerini ve şirketi ne kadar sevdiklerini, sonra da iş aramadıkları halde yakalarını
bırakmayan fırsatları anlatırlar. Bu davranışları analiz edip,
insan kaynaklarını buna göre tedbir alıp yöneteceksiniz.”
İnsan kaynakları müdürü cevap verdi, “Gerçekten doğru söylüyorsunuz, ancak birim değişikliği önerdiklerimiz
de kabul etmeyebiliyor.”
Turgay bir süredir havada bekleyen kolunu diğer eliyle
destekleyerek havada tutmaktan sıkıldı ve Fahri söz vermese de lafa girdi: “Fahri Bey, en adil işten çıkarma nasıl
olmalı? Dünya örnekleri var mı sizde?”
Bir diğeri atıldı, “Yönetimler işlerin bu noktaya gelmesine nasıl müsaade ediyor, onu da anlamak isteriz? Eğitim
verdiğiniz diğer şirketlerde bizim durumumuzda olanlar
var mı? Ne yapmışlar?”
Sakalını ovuşturan Fahri yere bakarak konuşurken ağır
ağır yürüyordu, “Var tabii. Bir işten çıkarılacak personeli
seçme metodu var. Yemek arasında genel müdürünüze bu
metodu satmaya çalışıyordum. Ama ona gelmeden önce
size sorayım. Şirketin kağıt üstündeki sonuçları nasıl?”
Feray cevapladı, “Bütçenin çok gerisindeyiz ve de zarar
gözüküyor.”
Fahri devam etti, “O zaman kâğıttaki rakamları düzeltin. Bunun için daha önceleri gösterdiğiniz performans
düzeyini çok yukarıya taşımalısınız çünkü çark durmuş.
Hepinizin iyiliği için çarkın dişlilerini dişlemeyi bırakın
ve takım oyunu oynayın.”
İnsan kaynakları müdürü atıldı, “Selma Hanım, tüm
faturaların fotokopisini alıyorsunuz. Size gönderilmemiş
bir faturayı çoğaltmak doğru mu?”
Selin de söze girdi, “Bilgi işlem müdürünün elektronik
postaların tamamına ulaşma yetkisi var. Bunu kullanması
etik mi? Onlar bana ait mesajlar.”
Bilgi işlem müdürü kendini savundu, “Ben açmadım.
Kelime aratarak, içinde aradığım kelimeleri olan postaları
açmadan arşivledim. Selma Hanım da bir kere bir dava için
ayrılan birinin elektronik postalarını açtırmıştı.”
Selma Hanım sinirlendi, “Onu insan kaynakları müdürü istemişti.”
Zeynep de bir kez odasına girdiğinde çekmecesinin
açık olduğunu görmüştü ama kendisi de Feray’ın cep telefonunu karıştırdığı için söz almaya yüzü yoktu. Sessizce
82
83
bir köşede atışmaları dinlerken sonunda dayanamayarak
ayağa kalktı, “Arkadaşlar lütfen kendimize karşı dürüst
olalım. Birbirimizi dinlemedik mi? Projelerimizi engelledik, gruplaştık ve gizliliği ihlal ettik. Artık sadece çok
çalışmaya yoğunlaşalım.”
Ayşe atıldı, “Ne yani, biz mi suçluyuz tüm bu olanlardan? Daha neler Zeynep! Biz karar verici miyiz Allah
aşkına! Denileni yapıyoruz sadece.”
“Değiliz tabii. Ben sadece zamanımız az kalmışken
şimdiye kadar yaptığımız hataları sürdürmeyelim diyorum Ayşe.”
“Ben hatalı görmüyorum kendimi. Ne yaptım ki ben?
Sadece sabahlara kadar çalıştım ve gayret ettim. Sonucunda
elimizde olmayan birçok aksilik oldu. Benim verilmeyecek
bir hesabım yok. Olanlar düşünsün,” dedi Feray’a dönerek.
Ayşe Feray’ın Mustafa ile olan ilişkisi nedeniyle yönetim
yanlısı olduğunu ima etmişti ama bu konuyu bilen hiç
kimse olmadığı için diğerleri anlamamıştı. Kendi de kimseden duymamıştı ama doğru olduğuna adı gibi emindi.
Kendi başının yanmayacağını bilse Zeynep’e söyleyip onu
şöyle bir sarsmak isterdi. Onun azmini ve çalışkanlığını
çok takdir ediyor ama saflığına inanamıyordu.
Şirketin küçülme kararından en çok rahatsızlık duyan
ve etkilenen insan kaynakları müdürü dayanamayarak
araya girdi, “Hiç birlik olup gücümüzü birleştirmeyi denedik mi?” dedi. “Zeynep haklı. Son bir gayretle mücadele
edelim.”
“Ya ben takımla uğraşırken diğeri kendini garantiye
alırsa ve ben açıkta kalırsam? Enayi yerine düşmüş olmaz
mıyım?” dedi Pelin.
“Evet! Diyelim sen takıma çalıştın, arkadaşın çalışmadı
ve o şirkette kaldı. Sen çıkarıldın. Kararından pişmanlık
mı duyarsın, gurur mu?” dedi Bengü.
Konu kontrolden çıkmış ve işten çıkarmaların bu şekilde tartışmaya açılması Pandora’nın Kutusu’nu açmıştı.
Kontrolü tamamen elinden kaçıran Fahri ellerini çırparak
araya girdi, “Arkadaşlar, burada bırakalım artık. Karar
sizin. Hepinize kolay gelsin.”
Eğitim dağılırken birlik olmak isteyenlerle birbirinin
yerine oynamak isteyenler cepheleşmesi iyice gün yüzüne
çıkmıştı. Muhalif gruplar eğitimden sonra toplanıp konuşmak için kendilerine birer köşe seçmişlerdi. Zeynep hiçbir
gruba müdahil olmak istemediği için en önden odayı terk
etmişti. O kendi planlarını yapmış ve işine yoğunlaşmıştı.
Ayşe odaya girince gözleri Zeynep’i aradı. Göremeyince
arkadaşına, “Zeynep’e haber verdiniz mi?” diye sordu.
“Parfümden başka bir şeyle vakit kaybetmek istemiyormuş.”
“Anladım! Zorius Capital dün de sonuç odaklı bir yer
değildi ama bugün hiç değil. Hala çalışarak sonuç alınabileceğini düşünüyor yani. Üzüldüm,” dedi.
84
85
Pazar günü Zeynep ile Cem, bulunan cüzdanı almaya gideceklerdi. Ece’yi Hülya Hanım’a bırakmak üzere
kapıdan çıkıyorlardı. Cavidan Hanım da kapıyı açmış
fırsat kolluyordu her zamanki gibi. Zamanlamayı yine
mükemmel tutturmuştu.
“Anahtarla kapıyı kilitlerken sürekli anahtarlığınız kapıya çarpıyor. Dünyanın sesi geliyor. Çıkarır mısın kızım
süsleri, ucunda anahtardan daha çok süs var ayol.”
Ece elindeki lazer ışığını Cavidan teyzenin kahverengi
ev terliğinden başlayarak örgü hırkasının düğmelerine
doğru daireler çize çize gezdiriyordu.
“Ne o elindeki zamane? Kör edeceksin gözümüzü!”
“Bu arada Cavidan teyze, sizden aldığım ödünç parayı
vermek için biz de zile basacaktık zaten,” dedi Zeynep,
Cem’in kolunu parayı vermesi için dürterken.
“Bozuk yok, 100 TL bozabilir misiniz?” diye sordu Cem.
“Sonra ver,” deyip kapıyı suratlarına kapadı Cavidan
Hanım.
Asansör dördüncü kata gelene kadar Ece, Zeynep’in
kalan son beyin hücrelerini de sömürmüştü.
“Anne, larda yüzen al sancak ne demek?”
Zeynep, “Şafaklarda kızım o,” diye düzeltti ama Ece
devam etti.
“Munüstünde tüten ne demek?”
“Kızım hece bölünmüş işte. Yurdumun üstünde.”
“Anne lav niye love diye yazılıyor?”
Hülya Hanım’ın evine vardıklarında Ece anneannesinin
kucağına atlamış ve Zeynep annesine merhaba bile diyemeden kapı yüzlerine kapanmıştı. Hülya Hanım Ece’yi kucağına almış, öpe öpe seviyordu. İçeriden sesleri geliyordu.
“Kraliçe kızım benim, canım!”
Zeynep annesinin yüzüne bile bakmamasına ve torununa saldırmasına alışmıştı. Ece’yi bırakır bırakmaz yol
tarifi almak üzere Hayriye teyzeyi aradılar. Üçüncü çalıştan
sonra telefona Türkçesi bozuk genç bir kadın cevap verdi.
“Merhaba, Hayriye Hanım’la görüşebilir miyim?” dedi
Zeynep.
“Hastadır o. Yatyor”
“Ne zaman arayalım o zaman?”
“Bilmiyor. Hasta o.”
“Akşamüstü arasak müsait olur mu acaba?”
“Yok. Doktor gidecek. Hasta. Kim arıyor?”
“Zeynep aradı der misiniz? Cüzdanını alacakmış derseniz hatırlar. Teşekkürler.”
Cüzdanı alma işi yatınca Zeynep biraz tedirgin olmuştu.
Cüzdan bulunmuş ama bir türlü eline alamamıştı.
“Hazır Ece annemdeyken biz de kahve içelim mi
Ortaköy’de Cem?” diye sordu Zeynep.
“Olur, gidelim hadi. Ne zamandır gitmedik,” dedi Cem.
“Beş yıl olmuş mudur Cem? Zaman akıp gidiyor gerçekten.”
86
87
16
Ece doğmadan önce Cem’le Zeynep Ortaköy’e çok
giderlerdi. Ortaköy’de eğlence seçenekleri çoktu. Denizde
dizili balonlara nişan alıp patlatarak eğlenmek, güvercinlere yem atmak, çığırtkan garsonları gıcık etmek için üç
kez daire çizerek önlerinden tekrar tekrar geçmek, küpe
almak, kumpircilerin arasından yürümek ve daha niceleri.
Çocuk olduktan sonra gidecekleri yerleri ona göre seçmeye
başladıklarından, daha çok alışveriş merkezlerine gider
olmuşlardı. Oysa Boğaz kıyısı onlara İstanbul’da olduklarını hissettiriyordu.
Ortaköy’e varınca son moda House Cafe’ye oturdular.
Yanlarına göğsündeki isim kartından adının Deniz olduğunu okudukları garson kız yanaştı. Tercihler o kadar
fazla, kız da o kadar havalıydı ki sipariş verirken yanlış
yapmamak için devre arası antrenörden taktik alan basketbol oyuncuları gibi kapanıp tartışıyorlar ve Cem açılıp
nihai kararı takım kaptanı olarak iletiyordu.
Garson kız sordu, “İçecek bir şey alır mıydınız?”
Cem ile Zeynep kapandılar, Cem doğruldu ve bu çok
kolay ilk soruya hemen cevap verdi.
“Kahve”
“Sütlü mü sütsüz mü?”
Yine kapanıp açıldılar.
Cem yanıtladı: “Sütlü.”
“Diyet sütlü mü normal sütlü mü?”
Ve sorular devam ettikçe zaman akıp gidiyordu; kafeinsiz mi kafeinli mi, kahvelerinizi aynı anda mı getireyim
ayrı ayrı mı, şekeriniz kahverengi mi olsun beyaz mı? Hatta
bir soruda ne sorulduğunu anlayamadıkları için cep telefonundan internete bile girmişlerdi. Üstüne zortini mantarı
sosu ister misiniz? Zortini zortini hah! Buldum. İtalyan dişi
dağ keçisi dışkısıyla fermente edilmiş marine tuz!
“Çok kolay, istemiyoruz!”
Garson kız siparişin uzamasından rahatsız olmuştu
ancak seçenek bombardımanı ile tüketiciyi bitiren dünyayı yaratan onlar değildi. Cem küçükken kahve denince
sorulan tek soru orta, şekerli ve az şekerli olurdu. Sipariş
nihayet sona erdiğinde garson kız ceylan gibi sekerek
mutfağa doğru yöneldi. Zeynep arkasından kızı düşündü
elinde olmadan. Bayrak kırmızısı kısacık saçları diken
gibiydi. Kolunda da Uzakdoğu dillerinden birinde yazılmış
dövme vardı. Kızcağız nerede oturur, ne yer ne içerdi?
Maddi durumu hallice olsa garsonlukla ne işi olurdu?
Varoşlara da bu saçlarla adımını atsa mahallede sosyal
ayaklanma çıkardı.
Deniz siparişleri getirdiği tepsinin altına koyduğu broşürü hiç konuşmadan masalarına bıraktı. Broşürü eline
alıp okumaya dalan Cem, Zeynep’in “Neymiş o?” sorusuna
kafasını kaldırmadan cevap verdi “Boğaz’dan geçecek tankeri protesto gösterisi düzenliyorlarmış.” Zeynep de barın
yanında duran gazetelikten bir iki gazete seçti ve masaya
oturdu. Bir sayfa yazıya karşılık üç sayfa ilan vardı gazetelerde. Özellikle konut reklamları dikkatini çekti. “Dikkat!
Konut alana yaşam tarzı bedava!” Gülümseyerek çocuğunu
havaya kaldırmış, yeşilliklerin içinde oynaşan sarışın çifte
bakıp, kendinizi ilk bulduğunuz banka şubesine atarak
gırtlağınıza kadar borçlanmanız an meselesiydi. Zeynep
de iş durumu belli olur olmaz aynen böyle yapacak, gelen
misafirlerin giriş izni aldığı güvenlikli sitedeki evinde ayrıcalıklı bir yaşama sahip olacaktı. Böyle bir sitenin satış
ofisinden çıkıp bankaya gittiğini hayal etti.
Zeynep hayali banka şubesinde müdür odasında por-
88
89
selen fincanda çay yudumlarken sorar: “Merhaba. Zodiac
Park Residence için kredi kullanacaktık ancak önce bir
gezmek isteriz.”
Banka müdürü evrak imzalamakla meşguldür ve kafasını kaldırmadan cevaplar: “Tabii, sitenin son teknoloji
donanımlı bilgisayarlı otopark kapısına gelmek için Dudullu köy içinden ilk sağa sapıp toprak yolu takip edin.
Sağdaki ahırları geçince satış ofisinden Jale Hanım sizi
Rolce Royce’la gezdirecek. Çok akıllı bir yatırıma imza
atıyorsunuz.”
“Terasta golf sahası var mı bu projede de?”
“Top aşağı caddeye kaçınca telef olan vatandaşlar olabiliyor diye iptal ettik ama beyzbol sahası koyduk. Beyzbol
sporu Türkiye’de hak ettiği yerde değil maalesef. Artık
sizler hakkını verirsiniz. Mersi.”
“Biz size mersi. Kredi kartına 1000 taksit de yapıyor
musunuz? Veya taksit atlayıcı, hava bükücü, bade süzücü
vb. de var mı?”
“Kadınlara yönelik geliştirdiğimiz son kredi kartımızı
alırsanız mümkün. Üstelik epilasyon kremi spatulası şeklinde olduğu için tüylerinizi de kazıyabiliyorsunuz.”
“Ayna şeklinde kredi kartı duymuştum Garanti
Bankası’nın ama bunu duymamıştım! Bu da güzel!”
Zeynep gazetenin diğer sayfalarını da karıştırdı. Sonra
Cem’in elindeki gezi dergisine göz attı. Cem, “Bu sene tatil
köyüne gitmeyelim de neresi olursa razıyım,” dedi.
“Aa Cem bak burada süper bir tane otel var, koya tam
tepeden bakıyor, Assos’ta,” dedi Zeynep eliyle reklamı
işaret ederek.
“O merdivenlerden kim indirip çıkaracak her gün
çocuk arabasını? Kaz Dağlarına ne dersin?” dedi Cem.
Zeynep atıldı, “Çocuk düşer.”
“Karadeniz yaylaları?”
“Çocuk yürümez. Butik otel?”
“Çocuk kabul edilmiyor.
“Antalya?”
“Yanar, biter, kül oluruz.”
Yanlarına yaklaşan garson sözlerini böldü, “Başka bir
isteğiniz var mıydı?”
“Ben cam bardakta siyah Türk çayı alacağım demleme.
Yeterli açıklama oldu mu?” dedi Cem.
“Peki, ben hallederim kalan detayları kendime göre,
OK? Ya siz?” dedi Zeynep’e dönerek.
“Ben yeşil çay istiyorum.”
“Tamam,” dedi garson kız masanın üzerine bıraktığı
broşürü geri almak için eğilirken. Eliyle broşürün kalmasını
işaret eden Cem, garsona orada yazanlarla ilgili birkaç soru
sormakla meşgul olduğu için Zeynep’in dalgınlaştığını fark
etmemişti. Garson kız uzaklaşınca Zeynep lafa girdi.
“Cem, sana bir şey soracağım.” Biraz buruktu sesi.
“Sor Zeynep!”
“Sana ait olmayan bir şey bulsan karıştırır mıydın?”
“Yani kimin olduğunu anlamak için içine bakardım
kastın buysa. Bir şey mi bulup karıştırdın?”
“Aslında sayılır.”
Biraz sessizlik oldu ve Zeynep devam etti. “Ben yerde
bir cep telefonu buldum ve kime ait olduğunu anlamak
için baktım.”
“Kiminmiş?”
“Feray’ın.”
“Vaaay! Benim bildiğim Zeynep tamamını kopyalamıştır.”
90
91
“Nereden çıkarıyorsun Cem? Sence ben böyle biri
miyim?”
“Karıştırdın mı?”
“Evet.”
“O zaman öyle birisin Zeynep.”
“Feray olmasa yapmazdım.”
“İşte vicdanını kusur işlemek için rahatlatan insan
egosu.”
“Cem ben ciddiyim. Gerçekten soruyorum.”
“Hayriye teyze senin cüzdanı karıştırsa hoşuna gider
mi?”
“Karıştırmış zaten. Beni öyle bulmuş.”
“Acaba senin olduğunu anlayınca devam etmiş mi
karıştırmaya?”
“Bakmamıştır canım. Kadın bana düşman mı Feray gibi?”
“Bir şey bulamadın galiba?”
“Yok, bulamadım. Nereden anladın?”
“Bulsan kusuruna hak verecektin iyi ki yapmışım diye.
Bulamadığın için sorguluyorsun diye düşündüm.”
“Bingo!”
“Zaten ne bulacaktın ki?”
“Ne bileyim, belli mi olur? Günlük yazışmalar vardı. Bir
kısa mesaj vardı, gece Mustafa Bey’e yazılmış. Kadın gece
de çalışıyor. Beni ara falan gibi bir şey diyordu.”
“Feray Mustafa Bey’e sen diye mi hitap ediyor?”
Zeynep bir an duraksadı. “Yani evet, öyle yazmış. Dikkat etmedim. Normalde siz diyor ama beni ara yazmış diye
hatırlıyorum. Hakikaten, niye öyle yazmış acaba?”
“Sen Mustafa Bey’e sen diye mi hitap ediyorsun?”
“Olur mu canım? ‘Siz’ diyorum. Belki yalnızken Feray’a
müsaade ediyordur, ne bileyim.”
“Hmmm.”
“Aslında doğru söylüyorsun. Geçen de akşam geç saatte bitirdiğimiz toplantının sonrasında baş başa yeniden
toplantı yapmışlar. Niye yalnız toplantı yapsınlar ki gece
gece?”
“Gece baş başa toplantı mı yapmışlar?”
“Ben de ayakta uyuyorum ya! Bunların arasında bir şey
mi var yoksa Cem?”
“Bilemeyiz.”
“Aldatıyor demek. Ben sana söylemiştim bu kadın çok
kötü diye. Şimdi de evli bir erkekle ilişki ha! Vay canına!
Hakikaten ayakta uyuyorum ben.”
“Neyse Zeynep seni ilgilendirmez kimsenin özel konusu.”
“Ne demek ilgilendirmez! Bana rakip bir kadın benim
müdürümle ilişki yaşarsa bu her şeyi değiştirir. Benim projeme Feray’ı yamamasının sebebi belli oldu. Başarımdan
pay alacak. Bundan emin olmam lazım.”
“Diyelim ki oldun, ne yapacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“Hayatta bir davan olması önemli tabii. Ama aksi bir
durumda bir çıkış planın olsa iyi olurdu. İyi bakalım,
kolay gelsin.”
92
93
Cem sabah ofise geldiğinde Ortaköy’de masaya bıraktığı
broşür ilgili sorular sormak için Deniz’e telefon etmişti.
Deniz, detaylı bilgi vermek için akşamüstü izne çıkarken
House Cafe’ye çok yakın olan ofisine uğrayabileceğini söylemiş, saat 18.00 için randevulaşmışlardı. Akşam Cem’in
ofisteki işi neredeyse bitmişti ve misafiriyle tanker protesto
eylemini rahat rahat konuşabilecekti. Son müşteri bankadan çıkıp güvenlik görevlisi şubenin kapısını kapadığında
sohbete başlamışlardı. Cem, Deniz’in bahsettiği eylem organizasyonunda bazı konuların atlanmış olduğuna dikkat
çekip, geçmiş tecrübelerinden örnekler veriyordu. Konuştukça laf lafı açmış, konu geçmişte yaptıkları eylemlerden
gittikleri ülkelere atlamıştı.
“Hindistan’da mı yaşadın?” diye sordu Cem heyecanlanarak.
“Evet. Bir yıl kaldım Hindistan’da. Geçen yıl döndüm
ama yeniden gitmeyi dört gözle bekliyorum.” “Gerçekten
mi? Ben de uzun süreler kaldım Hindistan’da. Benimki
çok oldu tabii,” dedi gülerek ve devam etti, “Senden yaşım
büyük, epey öncedir, ama tesadüfe bak.”
“Beni olduğumdan genç sandığın için teşekkür ederim
ama maalesef 32 yaşındayım.”
Günün yorgunluğu üstlerine çökmüş olarak başladıkları konuşma sonunda ortak konuların çoğalmasıyla keyifleri
yerine gelmişti. Yarım saat kadar sonra Cem aniden Deniz’e
döndü ve, “Gel sana bir yemek ısmarlayayım işin yoksa.
Şu protesto planını adam gibi şekillendirelim,” deyiverdi.
“Olur Cem Bey. O zaman bir eve uğramak isterim
sorun olmazsa. Hemen gider gelirim, evim çok yakında,”
dedi. Cem’in onun fikrine bu derece değer vermesi çok
hoşuna gitmişti. Bıkmıştı ideallerini anlamayan içi boş
erkeklerden.
“Sorun yok. Buradan beraber çıkarız. Bu arada bana
Cem diyebilirsin.”
“Tamam Cem. Ne giyeyim, kot giysem sorun olur mu?”
“Olmaz. Doğal Yaşamı Destekleme Derneği’nin bir
restoranı var Beyoğlu’nda. Uygun mudur?”
Cem görüşmenin arkasından biraz daha çalıştı. İşiyle
ilgili elektronik postaları okudukça canı sıkılıyordu. Yöneticisi bütçe hedeflerini tutturabilmeleri için yıl sonuna
kadar mesaiye kalacaklarını bildirmiş, akşamları derneğe
giden Cem’in izin taleplerini reddetmeye başlamıştı.
İstanbul düşerken Türklerin surlara dayandığı sırada Bizanslıların meleklerin cinsiyeti erkek midir kadın mıdır
tartışmasını yapması misali, küresel ısınma tehdidi kapıya
dayanmışken dünyevi işleri tartışmakla meşguldü şirketi.
Ne yapılacaksa kendileri gibi bir avuç insanın yapması
gerekiyordu.
Çok yoğun düşüncelerle doluydu Cem’in kafası. İşini
sevmiyordu ve gerçekten yapmak istediği şey bu değildi.
Yola çıkıp Deniz’i alıncaya kadar da aklı işteydi. Arabanın
94
95
17
kapısını açan Deniz’in gülümsemesini görünce tüm stresi
uçtu gitti.
Cem, Deniz’i Beyoğlu’na götürdü. Protesto eylemini
konuşmakla başlayan yemeğin ortalarına gelindiğinde
insanların bu konuyla ilgili duyarlılığını arttırmak için
fikir üstüne fikir geliştirme noktasına gelmişlerdi. Cem
ile Deniz’in elektriği tutmuş, uzun sohbet boyunca lafı
birbirlerinin ağzından almışlardı. Deniz’in tesadüfen
Hindistan’da yaşaması nedeniyle çok fazla ortak konu
çıkınca ortam çok içtenleşmişti. İlk gördüğünde mesafeli
ve sakin bulduğu Cem’in bu işe duyduğu heyecan Deniz’in
çok hoşuna gitmişti.
Cem de yemekten öyle keyif almıştı ki saatler su gibi
geçti. Yemek bitmiş, organik şaraplar içilmiş ve restoranda ikisinden başka kimse kalmayana kadar oturulmuştu.
Hesap ödenince Boğaz’da yürüyüşe gidilmiş, dondurma
yenmiş ve sohbet bitmek tükenmek bilmemişti. Deniz’le
içten içe flört eden Cem, suçu kadeh kadeh içtiği şaraba
atarken, aslında bilincinin son derece açık olduğunun
farkındaydı. Zeynep’in cep telefonundaki son aramasına
göz ucuyla baktı ve telefonu cebine atıp arkadaşına gülümsemeye devam etti. Haşlanmış mısır yemek dışında
aktivite kalmamıştı yapılacak. Cem sınırları zorlayarak
arabada çay içme işine dahi girişmişti.
Arabada bir süre sessiz oturdular. Deniz gitme zamanının geldiğini hissettirmek için saatine baktı. “Saat on iki
olmuş,” dedi. Buna karşılık Cem hiç beklenmeyecek bir şey
yaptı ve Deniz’in elini avucunun içine aldı. Gözlerini bu
zarif ellerden ayırmadan bir süre bekleyen Cem, anı içine
sindirdikten sonra elini çekti ve arabayı çalıştırdı. O bile
gitme vaktinin geldiğini fark etmişti.
Sonunda pazartesi günü Hayriye teyzeyi arayıp evin
tam adresini almış ve işten biraz erken çıkıp cüzdanı
almaya gitmişti Zeynep. Tesadüfen evleri çok yakındı.
Hayriye teyzenin oturduğu Emniyet Evler ile 4. Levent’i
büyük bir bulvar ayırıyordu. Bulvarda her daim yoğun
trafik olur, yayalar karşıya geçebilmek için yolun altındaki
tüp geçidi kullanırdı.
Hayriye teyzenin evi yakın olmasına yakındı ancak
4. Levent ile Emniyet Evler’i ayıran yol Amerika ile
Meksika’yı ayıran sınır, tüp geçit de sınırdan kaçmak için
kazılmış tünel gibiydi. Yolun Levent tarafı İstanbul’un
eğitimli ve geliri yüksek kişilerinin oturduğu bir semtken,
karşısı şehre sonradan gelenlerin yaptığı gecekondulardan
dönüşmüştü. Gerçi Amerikan sınırındaki gibi kalın dikenli
teller yoktu ortada ama herkes görünmez sınırı bilirdi.
Mesela 4. Levent tarafında bir apartman penceresinden
içeri zumlayınca elinde şarap kadehi, mutfak kapısına dayanmış döpiyesli kadının mutfak önlüğü giymiş ve gömlek
kollarını sıvamış kocasını soğan doğrarken gülümseyerek
izlediğini ve arkadan kocasına sarılıp öpünce kocasının
96
97
18
irkilip kahkaha attığını duyardınız. Yolun Emniyet Evler
tarafında bir pencereye zumlarsanız pijama üstüne beyaz
atlet giymiş kocanın soğanı yumruğuyla bölünce irkilen
karısına elinin tersi işareti yaptığını görürdünüz. Bu nedenle Hayriye teyzenin çiçeğini Emniyet Evler tarafından
almıştı Zeynep. Aynı çiçeğe üç kat fazla ödemeye hiç niyeti
yoktu.
Akşam altıda Zeynep elinde çiçekçiden aldığı buketle
binanın önüne gelmişti. Apartman girişindeki mavi mozaik taşlarla yazılı “Maşallah”, girişi hizalayamamış halde
içerideki tüm hizasız ve şakülü kayık inşaat işlerinin habercisiydi. Apartmanın önündeki ahşap direğin üstünden
apartmana doğru bağlanan siyah elektrik kabloları arapsaçı
olmuştu ve bu nedenle hiçbir devlet yetkilisi ellemeye
yanaşmıyordu. Hayriye teyze babasından kalan iki katlı
binada maaile oturuyorken, zamanla akrabalar daireleri
müteahhide satmış, geride bir tek o kalmıştı. Ancak Zeynep binaya girdiğinde daire kapısının önünde birikmiş bir
kalabalık gördüğünden binada tek dolu dairenin Hayriye
teyzeninki olduğunu fark etmemişti.
Binaya ağlaşan, dizlerini döven, gözyaşını beyaz oyalı
tülbendinin ucuyla silen kadınların doluşmuş olmasına anlam veremedi.. Elinde kırmızı karanfiller ile merdivenlerden ikinci kata çıktı. Üç numaraya geldiğinde kapının açık
olduğunu, eşikte de başı önünde ağlaşan kadınları görünce
girip girmeme konusunda tereddüt etti. Hayriye teyzenin
yakını olduğu belli olan bir kadın, “Başın sağolsun kızım,
Hayriye teyze sizlere ömür. Ben karşı komşusuydum,” dedi
sessizce. Zeynep’i öptü ve sırtını sıvazladı, sonra da eliyle
içeriye buyur etti.
Ayakkabısını diğerleri gibi kapının önünde çıkaran
Zeynep, kadını takip edip açık kapıdan salona girmiş,
içerideki kederli ve meraklı kalabalığın her hareketini göz
ucuyla takip ettiğini fark edip rahatsız olmuştu. Sarışın,
Türk olmadığı her halinden belli bir genç kadın çay servisi
yapıyordu misafirlere. Ortaköy’e gittikleri gün telefonu
açan kadın olmalı diye düşünmüştü Zeynep. Elindeki
kırmızı karanfillerle kalabalığın ortasında eğreti biçimde
oturmuş, ekmek kemiren sümüklü oğlan çocuğunun ısrarlı
bakışları altında elini nereye koyacağını şaşırmıştı. Komşu,
ortalıktaki rahatsız edici sessizliği bozmak için giriş yaptı:
“Hoş geldiniz,” dedi Karadenizli şivesiyle.
Zeynep cevap verdi, “Hoş bulduk; başınız sağolsun.”
“Sağolun kızım. Hepimizin hepimizin. Bir şey içer
miydin?”
“Teşekkür ederim. Hiç zahmet etmeyin. Arabayı çok
kötü yere park ettim. Çok kalmayacağım zaten.”
“Siz nereden tanıyordunuz Hayriye teyzeyi?”
“Aslında tanıyorum sayılmaz. Yani tesadüf dolmuşta
yan yana oturduk geçen gün. Dolmuşta düşürdüğüm
cüzdanımı bulunca aramıştı rahmetli gel al diye. Tuhaf
oldu şimdi. Sizin nerede olabileceğinden haberiniz var
mı? Alıp bir an önce gideyim de kalabalık yapmayayım.
Daha sonra tekrar taziyeye geliriz eşimle.”
“Ne bilin kızım. Nasu bişiydi? Gidip bir odasına bakıverek.”
“Benim cüzdanım siyah, önden çıtçıtlı, arkasında bozuk para gözü olan deri bir cüzdandı. Çok pahalıydı ama
indirimden çok ucuza almıştım. İçinde çok para yoktu.
Olsa da önemli değil de içinde kimliklerim var. Ehliyet
çıkarmak çok zor oluyor biliyorsunuz.”
98
99
Zeynep’e ters bir bakış fırlatan komşu cüzdanı aramak
için söylenerek ayağa kalktı, “Münasebetsiz,” diye mırıldandıktan sonra salon kapısından içeri seslendi, “Elena,
cüzdan görmüş müydün buralarda?” diye seslendi mutfaktaki kadına.
Son altı ayında Hayriye teyzeye bakan Elena mutfaktan
salona geldi. Emin hareketlerle doğrudan büfeye yürüdü.
Büfeden bir naylon poşet çıkardı ve Zeynep’e verdi. Zeynep
poşeti açıp da cüzdanı görünce hızla çantasına koydu.
“Çok teşekkürler,” diyerek ayağa kalkıp kapıya yöneldi.
Elena bozuk Türkçesiyle arkasından seslendi, “Sorması
ayip siz ne taraf gidiyorsun?”
“Levent tarafına, niye?”
“Arabayla geldiyeseniz beni de birakabilir?” diye sordu
Elena.
Zeynep istemeye istemeye, “Hemen çıkabilecek durumdaysanız olur tabii,” dedi. Hiç hoşuna gitmemişti kadının
ona takılması.
“Ben hazırım. Ayakkap ve montum giyip geliyor,” diye
içeri koştu Elena.
Zeynep önde Elena arkada, kimseyle göz teması kurmadan hızlıca merdivenden indiler. Zeynep apartmanın
hem yamuk hem de aşırı kavisli merdiven basamaklarını
ikişer ikişer inmeye çalışırken son anda tırabzanlara tutunmasaydı az kalsın tökezleyip aşağı düşüyordu. Yerleri
ahşap desenli muşamba ile kaplı, nem kokusu içine sinmiş
apartmanın siyah demir kapısını yüklenerek açtı ve dışarı
çıktı.
O sırada gelen cenaze arabası tek tekerleğiyle kaldırımın üzerine çıkıp apartman kapısına olabildiğince
yanaşmaya çalışıyordu. Beklenen hüzünlü an gelmiş, son
yolculuk başlamıştı. Zeynep, Hayriye teyzenin vefatına çok
şaşırmış ve çok etkilenmişti.
Gazetelerde öyle haberler vardı ki, gerçek hayatta
böyle şeylerin olabileceğine ihtimal bile vermek zordu:
“Kocasını yedi ve eline mum dikti”. Ölüm veya felaketler
sadece tanımadığınız insanların -başkalarının- başına
gelirmiş refleksiyle sayfaları çevirirken, yakınlarınızdan
birini kaybetme korkunuz bilinçaltına itiverirdi okuduğunuz haberin vahametini. Ancak ölen kişiyi bir kez
dahi görmüşseniz, sarsıntısını derinden hissederdiniz. Ve
hemen pişmanlık duyacağınız ne yaptığınızı geçirirdiniz
aklınızdan, öleni doğru dürüst tanımasanız bile. Zeynep de
Ortaköy’e gittikleri gün aradığı kadının hasta olduğunu öğrendiği halde cüzdanı almak için gitseydi bir şey yapabilir
miydi diye anlamsızca geçirdi içinden. Elena’nın ‘Hazırım’
demesiyle daldığı düşüncelerden çıkıp arabayı çalıştırdı.
10 0
101
Hülya Hanım üfleyerek başını bir sağa bir sola çevirdi,
elleriyle yüzünü kapattı, yavaşça ellerini geri çekti ve namazını bitirdi. Diz üstü oturduğu yerden doğrulmak için
sağ elinden destek aldı. Ayağa kalkınca yerdeki çantasını
alıp omzuna astı. Çoraplarıyla parmak ucuna basarak
caminin dış kapısına gidip ayakkabılarını buldu ve giydi.
Eyüp Sultan’a çocuklarına dua etmeye gelmişti yine.
Çocukları için çok endişeleniyordu. Kızının çok yorulmamasını diledi. Tonguç içinse kendi bile inanmayarak
iyi bir eş ve iş diledi. Belki de Rahmi haklıydı Tonguç’u
şımarttığını söylerken. Başka nasıl çocuk yetiştirilir bilmiyordu ki! Bildiğinin en iyisini yapmaya çalışmıştı yıllarca
ama sonuç pek hayal ettiği gibi olmamıştı. Zorla bitirdiği
liseden sonra Açık Öğretim’e girdiği için şükürler eden
Hülya Hanım, tehdit, teşvik, rüşvet, ültimatom ve benzeri
yöntemlerin tamamını sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyerek oğluna üniversiteyi bitirtmişti. Tonguç ile uğraştığı zamanlarda kızı sağolsun ne okulda ne özel hayatında
hiç sorun çıkarmamıştı. Tonguç okulu bitirdiğinde Zeynep
zaten evlenmiş ve çalışma hayatına göbekten daldığından
yüzünü kimse göremez hale gelmişti.
Camiden çıkıp dolmuş durağına doğru yürürken hay-
li düşünceliydi. O sırada Boğaz’dan geçen dev tankerin
düdüğü Eyüp’e kadar ulaştı ve Hülya Hanım irkildi. Türk
bakanın damadının satıp Rus devlet başkanının damadının
aldığı Rus bandıralı tanker Boğaz’dan geçiyordu. Hülya
Hanım dolmuş durağında, damadı Cem’in Sarayburnu’nda
bağlı duran tekneye binecek protestocular arasında olduğunu bilmeden bekliyordu.
Cem başına bağladığı beyaz bez parçasındaki yamulan
“Defol” yazısını düzeltmeye çalıştı. Can yeleklerini giymiş
ve başlarına yazılar takmış diğer protestocularla tekneye
binmek için kuyruğa girmişti. Sıra Cem’e geldiğinde Deniz, elini uzatıp tekneye çıkmasına yardım etti. Cem’in
başındaki “Defol” yazılı bezi düzeltti ve gülümseyerek,
“Merhaba Cem,” dedi. Cem ne takarsa taksın o kadar
yakışıklı gözüküyordu ki kalbi yerinden hopladı Deniz’in.
Teknede yaklaşık 20 kişi kadardılar. Grup liderleri
elindeki megafonu açıp ses kontrolü yapmış, çalıştığından
emin olunca arkadaşlarına dönerek, “Arkadaşlar eksik var
mı?” diye sormuştu. Herkesin orada olduğunu anlayınca
da motoru çalıştırıp tankere doğru hızla yol almaya başlamışlardı.
Cem ve diğer protestocular liderlerinin konuşması
sırasında, söylediklerini desteklemek için alkışlıyorlardı.
Tekne son sürat yol alırken helikopterdeki gazetecilerin
yakın takibini gördükçe daha da havaya giriyorlardı.
Teknenin akşamdan kalma kaptanı en fazla havaya giren
kişi olmalıydı, zira hızını o kadar geç yavaşlattı ki tekne
kıç tarafından tankere çarptı. Sarsıntının hızıyla yere
devrilen protestocular sersemlemişti. Cem’in düşerken
demire çarpan kafası kanamıştı ancak gazetecilerin hâlâ
çekim yaptığını görünce sürünerek liderine ulaşmıştı.
10 2
103
19
Yere düşmüş grup lideri elinden düşürdüğü megafonun
açık olduğunu unutmuş kaptana ana avrat söverken, tüm
Boğaz ve de basın tankere bu kadar da kızılmayacağı
fikrindeydi. Cem megafonu alarak, “Bu işin faili, çevre
katili!” diye bağırmaya başlamış, coştukça coşan Cem’in
yanına gelen Deniz elindeki ilk yardım çantasıyla Cem’in
kanayan alnını temizlemeye çalışmıştı. Tekneye yaklaşan
Sahil Güvenlik anons yapmaya başlamıştı.
“Derhal tekneyi boşaltın. Zorluk çıkarmayın. Bu bir
emirdir!” diye bağırdı bir asker. Teknede sersemlemiş
protestocular zorlukla ayağa kalkıp ıslık çalmaya ve alkışlarla sahil güvenlik ekibini protestoya başladılar. Yanaşan
gemiden tekneye atlayan görevliler protestocuları yaka
paça tekneden indirdiler. 20 kişinin teker teker T.C. kimlik
numarasını alan sahil güvenlik, protesto ekibinin liderini
gözaltına aldı. Üzerlerinde uçarak çekim yapan basına
şov yapan Cem de son dakikada liderle birlikte gözaltına
alınanlar kervanına katıldı arkadaşlarının isyanları altında.
Bu arada arkadaşları telefonlara sarılarak nereye götürüldüklerini öğrenmeye çalışıyorlardı.
Elleri kelepçeli Cem’i karada teslim alan polis, kafasını
eliyle bastırarak polis aracına bindirdi. O sırada Deniz de
karaya çıkmış, ilk bulduğu taksiye binerek şoföre, “Öndeki
polis aracını takip et!” diye bağırıyordu. Patinaj yapıp hızla
takibe koyulan taksi Serbent karakolunda park eden polis
aracından 100 metre ileride durmuştu. Deniz telefonla
arkadaşlarına Cem’i nereye götürdüklerini bildirdi ve
arkadaşlarından liderlerinin durum bilgisini aldı.
“Ben şimdi indim Serbent karakolunun önünde. Gelen olursa diye on dakika bekliyorum, sonra tek de olsa
gireceğim içeriye.”
Elena, Zeynep’in peşinden binip arabanın arka koltuğuna oturdu. Zeynep şaşırdı ve öne oturabileceğini
söyledi ama Elena teşekkür edip arkada oturmaya devam
etti. Yol kısa olduğu için bir an önce Elena’dan kurtulmaya
bakan Zeynep, lafı çok uzatmayıp arabayı çalıştırmıştı.
Ana caddeye çıkmış, trafikte ağır ağır ilerleyip köprünün
altından 4. Levent tarafına geçmişti. Sabancı Kulelerini
geçtikten hemen sonra sağda polis kontrolüne takıldı. Ona
doğru yürüyen polis memurunu görünce camını indirip
iyi akşamlar dileyen Zeynep, elinde hazır ettiği ehliyet ve
ruhsatını memura uzattı. Memur ehliyet ve ruhsat kontrolü
yaptıktan sonra aracın içine doğru eğilerek Elena’nın da
kimliğini sordu. İşin uzamasından sıkılan Zeynep Elena’ya
doğru dönerek kafasıyla hadi işareti yaptı ve, “Kimliğini
soruyor,” diye tekrar etti. Elena bozuk Türkçesi ile kimliğinin yanında olmadığını söyleyince giderek sinirlenmeye
başlayan Zeynep, “Ne demek yanımda yok?” diye çıkıştı,
“Ev şuracıkta, gidip getir o zaman.”
Arka koltuğa başını uzatıp cips kırıntıları, çocuk oto
koltuğu ve McDonalds oyuncakları benzeri ipuçlarını gö-
10 4
105
20
ren polis Zeynep’in çocuğu olduğunu anlayınca, “Yabancı
hanım bakıcınız mı?” diye sordu.
O ana kadar böyle bir şey aklına bile gelmeyen Zeynep,
“Hayır. Tanışalı 10 dakika ya oldu olmadı daha. Yol üstünde geçerken bırakmamı rica etti,” diye cevap verdi polise.
Benzer durumları her gün yaşayan polis memuru,
“Hanım izinsiz çalışıyor olabilir mi?” diye sorgusuna
devam etti.
Soruların uzamasından öyle kolayca kurtulamayacağını
anlayan Zeynep iyice telaşlanmıştı. “Bilmiyorum ki. Gerçekten tanımıyorum. Aldığım ev çok yakın, gidip kimliğini
getirse olur mu?” diye yalvardı polise.
Polis memuru, “Bayanın kimlik taşıması mecburidir.
Nerede çalışıyor o zaman?” diye sordu.
Zeynep hikâyesini en acıklı ses tonuyla anlatırken
kendi de inandırıcı olmaktan ne kadar uzak olduğunun
farkındaydı. Olay baştan sona saçmaydı. “Geçen hafta
benim arabama çarptılar. Ben de işe gitmek için dolmuşa
bindim. Cüzdanım düşmüş, yan koltukta oturan teyze düşürdüğüm cüzdanı bulmuş. Beni aradı buldum gel al diye
sağolsun. Ben de Emniyet Evler’e cüzdanımı almaya evine
gittiğimde vefat ettiğini öğrendim. Bu bayan da o evdeydi
ve gelenlere çay servisi yapıyordu. Cüzdanımı da hatta o
geri verdi. Serbent’e bırakmamı rica ettiği için ben de onu
bırakıp evime gidecektim ki siz durdurdunuz. Anlatırken
biraz saçma geliyor ama gerçekten böyle oldu.”
Zeynep’in evraklarıyla arabadan uzaklaşıp ekip otosunun yanına giden polis memuru amiriyle geri gelerek
karakola kadar gideceklerini söyleyince Zeynep şok geçirdi. İtiraz edecek gibi oldu ama polisin ciddi ifadesini
görünce vazgeçti.
Polis aracına binip Elena ile birlikte karakola gittiler.
İfadeleri alınmak üzere bilgisayarın başında çalışan görevli
bir memurenin yanına oturdular. Karakolun eski ve kirli
odaları buz gibiydi ve memurlar kalın hırkayla oturup çay
içerek ısınmaya çalışıyordu. Polis telsizinden sürekli ihbar
ve aranan kişilerin anonsları yapılıyordu. Sıraları gelince
önce Zeynep sonra da Elena ifade verdiler.
Serbent karakolunda geçen bir saat içinde Elena’nın
kaçak çalıştığı kesinleşmişti ancak Zeynep ile ilişkisinin
olmadığının tespit edilmesi gerekiyordu. Polis Ece’nin de
karakola gelmesini istemişti.
“Neden kızım da gelecek memure hanım?” diye sordu
kaşlarını çatarak Zeynep.
“Adım Refika. Yabancı kadın yanınızda çalışıyorsa
kızından anlarız. Getiriyorlar mı kızını?” diye ciddileşti
Refika. “Yabancı bakıcı çalıştırmak ciddi suç.”
Elena ifade verirken Zeynep Cem’i defalarca aramış
ama ulaşamamış, sonunda Zeliha’yı aramıştı.
“Zeliha, ben Zeynep. Şimdi senden bir şey isteyeceğim
ama anneme çaktırmayacağına söz ver ve dediğimi duyunca sessiz kal. Anladın mı?”
“Hiii Zeynep Hanım, ne oldu?”
“Ya Zeliha, telaş etme diyorum sen ne yapıyorsun!
Yalnız mısın?”
“Tamam Zeynep Hanım. Arka odaya geçtim. Ne oldu?”
“Bir aksilik oldu ve Serbent karakolundayım. Önemli
bir şey yok, sakın telaşlanma. Sadece Ece ile birlikte acil
bir bahane bulup buraya gelmen gerekiyor.”
“Ne diyeyim Hülya Hanım’a gece gece?”
“Zeliha uyduracaksın bir şey artık. Çabuk gel gözünü
seveyim.”
10 6
107
“Tamam! Bir şey bulurum.”
Rahatlayan Zeynep, Refika Hanım’a, “Böylesi daha iyi.
Gerçek ortaya çıkar bir an önce,” dedi ve, “Geldiklerinde
size mi haber vereceğim? Nasıl yapacağız?” diye sordu.
“Benim odama geçelim, oradan kapıdan girenler görünüyor. Bir çay ikram edeyim sana,” dedi. Odaya gittiklerinde Refika Hanım’ın eliyle işaret ettiği sandalyeye çökmüştü.
“Çalışıyor musunuz?” diye sordu Refika Hanım.
“Evet, bir kozmetik firmasında çalışıyorum. Sizin işler
yoğun mu hep böyle?”
“Gördüğünüz gibi. Ne uzar ne kısalırız, gün geçiriyoruz
işte. Haydi beklerken işlemlere başlayayım da sizi geçe
bırakmayalım. Nüfus cüzdanınızı alayım.”
Zeynep Refika Hanım’la sohbet ederken kapıdan
karakola girenleri görebiliyordu. Zeliha ile Ece’nin içeri
girmesini beklerken polisin yaka paça Cem’i kapıdan
soktuğunu gören Zeynep bir çığlık atıverdi. Elleri arkadan
kelepçelenmiş Cem, Zeynep’in yanındaki sandalyeye oturup ifadesi alınmak üzere aynı polis memuresine teslim
edilince şoka girmişti.
“Cem???”
“Zeynep? Ne işin var burada?”
Zeynep, Cem’in yine bir olaya karıştığını anlamış,
Cem’e cevap vermeden sinirle Refika Hanım’a dönerek,
“Tanıştırayım Süpermen, polis; polis, Süpermen!” dedi.
“Ben Cem Bey’i tanımaz mıyım Zeynep Hanım. Sadece
eşiniz olduğunu bilmiyordum,” dedi Refika Hanım.
“Merhaba Refika Hanım,” dedi Cem.
“Merhaba Cem Bey. Kızınız da geldi,” dedi Refika
Hanım kapıyı işaret ederek. Zeynep Ece’nin Zeliha’nın
elinden tutarak seke seke karakoldan içeri girdiğini gö-
rünce konuşmayı kesip odadan çıkmıştı. Cem ve Refika
Hanım da Zeynep’in arkasından karakol girişine gittiler.
Ece annesini gördü ama Zeliha’nın elini bırakıp bağırarak
“Elenaaa!” diye girişte oturan kadının boynuna sarıldı.
Zeynep küçük dilini yutmuştu. Olanlarla ilgili en ufak
bir fikri olmayan Cem de ailecek karakolda ne yapıyor
olduklarına anlam verememişti.
İmalı imalı bakan Refika Hanım’a, “Haydaaa, ne oluyor
ya?” dedi Zeynep.
“Sizin kız bakıcıyı seviyor anlaşılan,” dedi Refika Hanım.
Zeliha araya girdi, “Polis hanım, yedi aylıktan beri kızın
bakıcısı benim.” dedi.
“Madem bakıcınız değil, kim bu kadın? Ne oluyor
anlamadım!” diye isyan etti polis. “Doğruyu söyleyin bayanlar. Yoksa sizi bu gece bırakamayabiliriz. Bunun cezası
var,” diye hatırlattı.
“Nasıl yani? Geceyi burada mı geçirecek Zeynep Hanım?” diye sıçradı gözleri faltaşı gibi büyüyen Zeliha. Sonra
da dönüp, “Cem Bey, benden önce yetmişsiniz valla,” dedi
saf saf.
Zeynep yere çömeldi, Ece’nin omuzlarından tutarak
şefkatle sordu, “Ececim merhaba. Nereden tanıyorsun
kızım bu kadını?”
Ece, “Anne, okulumda çalışıyordu ya!” diye cevap verdi.
Zeliha araya girdi, “Zeynep Hanım bilmez. Çocuğu
okuldan alıp bıraktığım saatte o işte oluyordu. Ben hatırladım kadını eski anaokulundan. Saçı o zaman kumraldı.”
Zeynep Refika Hanım’a dönerek, “Gördünüz mü?
Okuldan tanıyormuş kadını! Bizde çalışmıyor, yemin
ediyorum size. Zeliha bizde çalışıyor,” diyebildi sesi titre-
10 8
109
yerek. “Sorun çocuğa ona kim bakıyor diye Allah aşkına
da gidelim evimize,” dedi.
Ece, “Sen bakıyorsun,” diye cevapladı annesine dönüp.
Zeynep iyice sinirlenmişti “Kızım ben çalışıyorum,
nereden ben bakıyormuşum sana? Zeliha teyzen bakıyor
ya? İyice saçmaladın yani.”
Ece, “Ama bana bakıyorsun. Yüzün bana dönük, gözlerin bana bakıyor.”
Cem bu cevaba kahkahayı patlatınca Zeynep öyle bir
bakış fırlattı ki en son çocukken annesi ‘ben sana evde
gösteririm’ bakışı attığında bu kadar sinmişti.
Refika Hanım’a döndü ve, “İnanabiliyor musun olanlara?” diye yüzünü ovuşturdu çaresizce.
Duruma gülmemek için kendini zor tutan Refika Hanım, “Üzülmeyin Zeynep Hanım. Ben amirimle konuşurum, sizi uzun tutmayız. Anlaşıldı durum, merak etmeyin,”
diye teselli etmeye çalıştı Zeynep’i. Bakıcı sorununu çözen
Zeynep’in Cem için telaşlanma sırası gelmişti. Sakin olmaya çalışıyordu ama korkudan ağlamak üzereydi.
“Ya eşim ne olacak?” diye sordu sesi titreyerek.
O sırada karakolun dışında Deniz, çantasından çıkardığı sakızı sinirli sinirli çiğneyip sakinleşmeye çalışıyordu.
Ayağına sürünen tekir sokak kedisini eğilip sevdi. Saatine
baktığında sadece beş dakika geçmiş olduğunu gördü.
Yeniden arkadaşlarını aradı.
“Geliyor musunuz? Biraz daha gecikirsek Cem’i içeride iyice benzetirler,” dedi endişeyle. Telefondan gelen
tiz ses, “Biz biraz trafiğe takıldık. Sen beklemeden gir o
zaman,” dedi. Telefonu kapatıp çantasına koyan Deniz’in
kalbi hızla çarpmaya başladı. Kelepçeyi çantanın içinde
kavradı ve hızlı adımlarla karakoldan içeri daldı. Böyle bir
şeyi beklemeyen polis şaşkınlıkla, “Duuur!” diye bağırdı
ama Deniz çoktan içeri girmiş ve karakol kapısının demir
parmaklıklarına kendini kelepçelemişti.
“Bu Allahın belası çevreciler değil mi yine? Tam baş
belası bunlar. Ara amiri sor ne yapalım diye,” dedi polislerden biri.
“Abi kızın kaçıncı karakol basışı. Her yeri bizden iyi
biliyor. Bunu tahmin etmemiz lazımdı biliyor musun?
Faka bastık Allah kahretsin!” dedi diğer polis. “Şimdi
bunun kılına bile dokunamayız,” dedi ellerini pişmanlıkla
birbirine çarpan üçüncüsü.
Cem Deniz’in yanına çömeldi. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpan Deniz soluk soluğaydı. “İyi misin Cem?”
diye sordu elini Cem’in omzuna koyarken.
“Merhaba Deniz, iyiyim.” dedi Cem. O da şaşırmıştı
Deniz’i görünce. Çömeldiği yerden ayağa kalkınca elini
çekmek zorunda kalan Deniz, Zeynep’i o an fark etti.
“Tanıştırayım, eşim Zeynep,” dedi Cem.
“Merhaba,” dedi Deniz şaşkınlık içinde.
Zeynep yanlarına geldi ve, “Cem, seni bu akşam burada
tutacaklar gibi gözüküyor. Zeliha Ece’yi bize götürecek ve
akşam bizde kalacak. Şimdi onları taksiye bindirip eve
göndereceğim ve arkasından da dayını arayıp yardım isteyeceğim. Sen de arkadaşlarını ara ve buraya gelip olayı
büyütmemelerini söyle.” Deniz’e dönerek, “Siz de ailemizin
iyiliği için kelepçenizi çözüp ayrılın lütfen,” dedi.
110
111
21
Kendini karakolun dışına zor atan Zeynep hıçkırarak
ağlamaya başladı. Hayal kırıklığını ifade edecek kelime
bulamıyordu. Kadının Cem’e hayranlığını görmemek
imkânsızdı. Böyle bir karşılaşmayı son derece küçük düşürücü bulmuştu ve Cem yüzünden içine girmek zorunda
olduğu sıra dışı durumlara kocasının tuhaf hayranlarıyla
karşılaşmalarının eklenmesine iyice tepesi atmıştı. Karakoldaki işleri bitirip eve döndüklerinde ne olup bittiğini
iyice bir anlayacaktı. Sakinleşip Cem’in dayısını araması
gerekiyordu ama bir türlü kendine gelemiyordu. Sinirleri
iyice yıpranmıştı ve gözünden akan yaşlara hakim olamıyordu. Daha fazla beklemeden telefon numarasını çevirdi. Gözlerinde biriken yaşlardan tam karşısında polisin
karakola getirdiği ayaklarını yere sürüye sürüye yürüyen
küçük bir oğlan çocuğunun siluetini gördü. Yaşları sildiğinde yüzü simsiyah, üstü başı dökülen, gözleri pırıl pırıl
erkek çocuğun Tarlabaşı’nda ona mendil satmaya çalışan
Çingene oğlan olduğunu seçebildi. Polisin oğlanı içeri
sokuşunu izlerken dayısı telefonu açmıştı.
“İhsan dayı merhaba, Zeynep. Müsait misiniz?”
“Zeynepcim kızım merhaba. Ne oldu senin sesin titriyor güzelim?”
Zeynep, “Öyle mi? Farkında değilim,” dedi gözyaş112
larını silerken. “Dayı, küçük bir sorunumuz var. “Cem
şu Boğaz’dan geçen tankeri protesto gösterisi yapanların
arasındaymış. Basın da orada olunca olay büyümüş ve
protestocuları gözaltına almışlar. Cem karakolda, ben de
yanındayım. Aklıma sen geldin. Yardım eder misin bize?
Kimseye söylemek istemiyorum,” diye devam etti.
“Hangi karakoldasınız?” diye sordu İhsan dayı.
“Serbent’teyiz. Dayı ne yapabiliriz sence?” diye sordu
Zeynep.
“Üzülme kızım. Dur birkaç telefon edeyim. Seni geri
ararım. Çekiyor mu telefonun?” diye sordu dayısı. Endişelenmiş ve sesi ciddileşmişti.
Zeynep, “Evet çekiyor. Ben mi seni arayayım sen mi
ararsın dayı?”
“Ben ararım kızım,” deyip ekledi, “Bu arada biz yarın
akşam yemeğe gelemeyeceğiz yengenle. Annene söylersin,
tamam mı kızım?”
Zeynep ne yemeği olduğunu anlamadı ama üzerinde
de durmadı bu telaşenin içinde. O sırada Hülya Hanım
da Zeynep’i hatırlamadığı yemekle ilgili aramış, meşgul
olunca da Cem’e ulaşmıştı. Hülya Hanım o kadar çok
çaldırmıştı ki Cem açmak zorunda kaldı.
“Hülya anne, sizi sonra arayayım mı? Uygunsuz bir
yerdeyim.”
“Sadece yarın akşam yemeğine gelirken salatalık alın
diyecektim. Dayınlara da sorar mısın geliyorlar mı diye
oğlum?” Cem konuşma uzamasın diye soru sormadı ama
hiçbirşey de anlamadı.
Zeynep içeri girdiğinde Deniz’in gitmiş olduğunu gördü ve alt dudağını ısırdı yeniden ağlamaya başlamamak
için. Cem’in yanında durmamak için de karşıda oturan
113
oğlan çocuğuna doğru yürüdü. Çocuğa, “Ben Zeynep.
Adın ne senin?” dedi elini uzatarak.
Oğlan çocuğu, “Hasan,” diye cevap verdi Zeynep’in
elini sıkarak.
“Ne için getirdiler seni Hasan? Büyüğün yok mu başında?” diye sordu.
Yüzü pislikten kapkara ama gözleri de bir o kadar parlak
oğlan çocuğu ellerini sallayarak, “Yok!” dedi.
Refika Hanım araya girdi, “Çingeneler çalıştırıyor onu.
Yaşı küçük olduğu için yurda göndereceğiz şimdi. Orada
yemek yiyip yatıyor. Sonra süresi dolunca geri dönüyor.”
Zeynep’in içi burkulmuştu. Ece’ye aldığı şekerleri cebinden çıkarıp Hasan’a verdi, çocuğun başını okşarken İhsan
dayının aramasıyla dışarıya çıktı.
“Kızım merhaba. Aradım birkaç yeri. Birazdan telefon
ederler; zaten sizi bırakacaklar suç durumu olmadığı için.
Ciddi bir durum yok,” dedi.
“Çok sağol dayı. Saçmalık geldi başımıza.”
“Olsun kızım herşey insanlar için. Haydi iyi akşamlar.”
Yarım saat sonra işleri bitmişti ve karakoldan ayrılmaya
hazırdılar. Zeynep önce Hasan’la, sonra Refika Hanım’la
vedalaştı.
“Teşekkürler Refika Hanım. Biz alışkın değiliz tabii ama
siz her gece çekiyorsunuz bu olayları,” dedi burnunu çekerek. Elindeki kağıt mendil parça parça olmuştu ıslanınca.
“Ne demek, işimiz,” dedi Refika Hanım. Zeynep’e acımıştı.
Zeynepler yoldayken polis karşı komşu Cavidan
Hanım’a Ece’nin bakıcısı hakkında sorular sormuş ve
suratına üflenen sigara dumanı altında eşkâli verilen
Zeliha’nın Elena olmadığına emin olmuştu. Cem’in de
bankada çalışan beyefendi bir komşu olduğunu söylemişti
Cavidan Hanım.
Yol boyunca Cem ile Zeynep birbirleriyle ne konuştular
ne de yüz yüze baktılar. Cem evlerinin kapısını açarken
Cavidan Hanım anında kapıyı açmış ve konuşmaya başlamıştı, “Polis geldi, aradı sizi. Apartmanımıza hiç yakışmıyor. Niye aradılar sizi?” diye hesap sordu.
“Yabancı bir kadını bakıcımız sanmışlar da Cavidan
Hanım teyze, yanlışlıkla,” dedi Zeynep. “Kusura bakmayın,
sizi de mi rahatsız ettiler?”
Cavidan Hanım, “Zeliha televizyonun sesini çok açıyor
çalışırken. Söyle kıssın. Durulmuyor gürültüden,” deyip
kapıyı suratlarına çarptı. Zeynep de yatak odası kapısını
Cem’in suratına çarptı ve içeriye almadı. Zeliha da televizyonu kapadı ve gölge gibi Ece’nin odasına çekildi.
114
115
22
Deniz de kendini karakoldan dışarı atmıştı. Eve yürüyerek gidecekti. Gözlerinden süzülen yaşlar soğuk havada
yanaklarını dondurmuştu. Cem’e sırılsıklam âşık olmuştu.
Kendini bütün gün Cem ile yediği akşam yemeğini düşünürken bulmuş, geçen her an kalbi defalarca uçurumdan
aşağı atlıyormuşçasına hoplamıştı. Fiziksel olarak nerede
bulunursa bulunsun aklı Cem’de olmuştu. Onun yanında
olmak için dayanılmaz bir arzu duymuş, akşam olmasını
ve onu dernekte görmeyi beklerken geçirdiği sürenin uzun
mu kısa mı olduğunu algılayamayacak kadar uyuşmuştu.
House Cafe’de sabahı internette arama yaparak, Cem ile
bilgi bulmaya çalışarak ve karısını içten içe kıskanarak
geçirmişti. Bir temasın dün yabancı birini bugün merak
edilen, kıskanılan, hoşlanılan, kısacası içselleştirilen bir
kişi haline getirmesine hayret etmişti. Bu kadar kısa bir
sürede nasıl bu hale geldiğine inanamıyordu. Sırf bir kere
eline değdiği için birinin eşini kıskanır hale gelmesi, düşünmemeye çalıştıkça aklından ondan gelecek telefonu
hayal etmek dışında bir şey geçmemesi yalnızlığın çaresizliğinden mi, yoksa kadınlara özgü duygusallıktan mı
kaynaklanıyor bilmiyordu.
116
Mutlak bir akıl tutulması yaşıyordu. Sabah böyle bir ilişkinin sonunu, olabilecekleri, yani ona bu kadar tutulmuş
olmasının kadınsal endişelerini düşünecek halde değildi.
Teknede Cem yanındayken varlığını hissetmek için sokulmuş, protesto bitip Cem’i götürdüklerinde düşünmeden
arkasından koşmuştu. Kontrolünü tamamen kaybetmişti
ve Cem ile uzaklara kaçmak gibi en çılgın şeyleri yapmak
mümkün ve doğru gelmeye başlamıştı. Ancak biraz önce
olanlardan sonra utanmıştı. Cem’in evli olduğunu bilse
de karısıyla bu şekilde karşı karşıya gelmek, bilmekle
yaşamak arasındaki farkı derinden hissettirmişti. Aynı
zamanda bir an önce Cem’i dernekte görüp bundan sonra
nasıl davranacağına dair bir sinyal almayı umarak kendiyle
çelişiyordu. Utanmak, aşık olmak ve cevabı öğrenmek
arasında sıkışmıştı. Çok canı sıkılıyordu.
Cem ise kendine geldiğinde yaptığına pişman olmuştu.
Deniz’den çok hoşlanmıştı ama bu kadar kontrolsüz davranmak son dönemde işinde yaşadığı strese ve yıllardır
evliliğindeki tatminsizliğine rağmen ona hiç yakışmamıştı.
Cem, değerlerine her şeyden çok önem vererek büyütülmüş, kendi de bu değerlere sıkı sıkıya sarılmıştı ama şimdi
görüyordu ki Zeynep ile hayat görüşlerinin giderek daha
da farklılaşmasından doğan boşluk kendini dahi şaşırtacak
davranışlara sürüklüyordu onu. Deniz’e de tamiri imkânsız
bir haksızlık ettiğini düşünerek kahrolmuş, teknede her
hareketini takip ettiğini gördükçe utançtan yerin dibine
geçmişti. Deniz’le konuşması gerekiyordu ama öncelikle
karısıyla olan sorununu halledecekti.
117
Sabaha kadar gözünü kırpmayan Zeynep, saat altı
buçuk olunca daha fazla bekleyemeyip her zaman erken
kalkan annesini aradı. Acilen candan biriyle konuşmaya
ihtiyacı vardı. Sabahın erken saatinde gelen telefona şaşıran
Hülya Hanım telaşlandı.
“Anne, günaydın. Uyandırmadım kimseyi inşallah!”
“Yok kızım, günaydın. Erkekler kütük gibi uyuyor.
Hayrola sabah sabah?”
“İşe gitmeden arayayım dedim. Anne çok garip bir olay
yaşadık dün. Biraz sinirim bozuldu.”
“Öyle mi? Anlat bakayım?”
“Cüzdanım bulunmuştu ya, dün almaya yaşlı bir teyzenin evine gittim. Vardığımda teyze ölmüştü. Cüzdanı
bakıcısı bulmuş ve o verdi.”
“Ay kızım tek başına İstanbul’da tanımadığın evlere
gidiyorsun. Her türlü pislik var bu şehirde. İnsan hiç tek
başına gider mi?”
“Cem müsait değildi anne.”
Zeynep hikâyenin Cem ile ilgili kısmına değinmeden
kalanını annesine bir çırpıda anlatıverdi. Diğer tarafta
endişeyle Zeynep’i dinleyen Hülya Hanım, “Allah korumuş
yavrum. Canım benim, yorgunluktan sinirlerin de bozulmuştur. İstersen al seninkileri gel bize, kahvaltıyı beraber
yapalım, öyle gidin işe,” dedi.
“Yetişemeyiz anne. Zeliha da gelmedi daha.”
“Zeliha’yı ararız buraya gelir. Ece’yi de getir. Bir gün geç
gitse bir şey olmaz. Biz götürürüz babanla okula. Akşama
kalabalıkta konuşamayız, iki kelime ederdik.”
“Ne kalabalığı?”
“Akşam sizde yemek var ya?”
“Bu akşam mı? Bizde mi?”
“Kızım kaç gündür söylüyorum. Aşk olsun. Hatta
Cem’in dayısını da karısıyla çağırdım. Gelecekler mi sorsana bir Cem’e?”
“Bana söylemiş miydin anne?”
“İşteyken söylediklerimi hiç akıl verip dinlemiyorsun
Zeynep! Kaç kere söyledim çocuğum.”
“Gerçekten çok yoğun oluyorum gün içinde anne,
cidden söyledin mi?”
“Allah Allah, ilk defa duyuyormuşsun gibi konuşunca
garip oluyor.”
“Aaa şimdi anladım neden bahsettiğini. Tamam tamam!
İhsan dayıyla konuştuk dün, gelemiyorlar.”
“Bak gördün mü? Ben de uğraşmasam koptun gittin
sen, kimseyle bir araya gelemeyeceğiz. Neyse Cem’e gelirken salatalık malzeme alın demiştim dün gece, sizin
köşedeki markette güzel salatalık oluyor.”
“Ne salatalığı anne, dün akşam canımız çok sıkıldı diye
anlatıyorum bir saattir. Ne ara salatalık al diye söyledin
Cem’e, inanılır gibi değil!”
“Dün akşam konuştum. Haberi var Cem’in.”
“Anne, ben bu akşam evde uzanıp yatmak istiyordum.
118
119
23
İptal etsek olmuyor mu?”
“Her şeyi ben hazırlıyorum zaten. Senin bir şey yapmana gerek yok ki. Bir tek salatalık alsın Cem o kadar?”
“Ay başlayacağım salatalığına anne! Tonguç’a söyle bir
kere de. Hem gündüzleri çalışmadığı için daha kolay olur.
O da senin çocuğun değil mi de bizden istiyorsun her şeyi!”
“Zeynep aynı şeyleri konuşup durmayalım. Akşama görüşürüz. Kafan dağılır, iyi de olur. Geç çıkma işten sakın!”
“Tamam anne, tamam. Yetişmeye çalışırız.”
Akşam Cem ile etraflıca durumlarını konuşmayı planlayan Zeynep bu organizasyona inanılmaz bozuldu. Annesi kafasına göre durmadan planlar yapar, bu planlardan
Zeynep’in son dakikada haberi olurdu. Yemek hazırlamak
üzere Zeyneplere gitmeden önce evde Rahmi Bey ve
Tonguç’un önüne kahvaltıyı koyar, boğazlarına dizdirip
yedirtirdi. Zeyneplere varınca da hazırlıklara başlamadan
önce televizyonun karşısına geçer, ayağını sehpanın üzerine uzatır, yarım pantolon çorap lastiğinin bacağındaki izi
geçene kadar çay keyfi sürerdi. Sonra da Zeliha’ya seslenir,
iş bölümleri dahilinde hazırlığa dalarlardı. Normal bir gün
olsa, en azından annesinin yemek yetmez diye elletmediği
tüm yiyeceklerle misafirlerin gidişi sonrası çekilen ziyafetle
avunuyor olur, hazırlık için çok emek harcayan annesinin
hatırı için bu kadar itiraz etmezdi. Ama bu gece yemek
olması gerçekten çok kötü olmuştu. İkinci gece de Cem’le
konuşmazsa sabaha kadar uyuyamayacağı için ertesi gün
ayakta duracak hali kalmayacaktı. Üstelik kurmaya da
başlamıştı. Deniz’in Cem’e olan hayranlığı aşikârdı ama
Cem’in durumunu bilmiyordu. Konuşmaları ertelendikçe
olasılıklarla ilgili kaç senaryo yazmış ve her birine uygun
suçlama ve savunma hazırlamış olacağından korkuyordu.
Ancak annesine yemeği neden iptal etmesini istediğini
anlatmak daha da zor olacağından yapacak bir şey yoktu.
Annesi hazırlık için o kadar çok uğraşıyordu ki, misafirleri uğurladıktan sonra uyurken yorgunluktan silkinip babasını da kendini de birkaç kez uyandırıyordu. Sarsıntıları
artçı deprem zanneden babası tavana sıçrayıp söyleniyor,
rövanşını horlayarak alıyordu.
O günkü akşam yemeği için Hülya Hanım iki gün
önceden ne pişireceğini titizlikle planlamıştı. Yemek vereceği evin durumundan habersiz, hazırlığa başlamak için
yerinden doğruldu.
“Zeliha, şu Zeynep’in beğenmediği mor bluzu da getir
kızım, çantama koyayım. Nasılsa giymeyecek, alayım da
dua edecek başka birine hediye edeyim. Dua da eder belki.
Bizim nankörlerden iyidir,” dedi yerinden kalkarken.
Zeliha içeriye bluzu almaya gittiğinde seslendi, “Hülya abla, başlayalım mı yemeğe? Ben o yemeği daha önce
denemedim.”
“Saat kaç oldu? Saati görmüyorum, uzağı seçemiyorum
artık.”
Akşamüstü olduğunda nefes almadan yaptıkları hazırlık bitmek üzereydi. Cem uykusuzluktan çalışacak hali
kalmadığı için eve erken gelmiş, ancak eli boş gelmişti.
“Cem oğlum nerde salatalıklar? Unuttun mu?” diye
seslendi Hülya Hanım.
“Almadım Hülya anne,” dedi Cem.
“Oğlum seni bekliyorum getir salatalıkları da salata
yapalım diye. Sen de Zeynep gibi işe kaptırıp unuttun
değil mi? Aşk olsun!”
“Yok, unutmadım Hülya anne.”
“O zaman git al oğlum.”
12 0
121
“Hülya anne, ben alamam o marketten. Poşetleri geri
dönüşümlü değil, biraz tartıştık.”
“Cem oğlum salatalıklar…” dedi eli belinde.
“Tamam Hülya anne, diğerine gidiyorum...”
Hülya Hanım ağzının içinde geveleyerek damadının
başından beri alışamadığı bu hallerine söylendi. Topu
topu bir salatalık istemişti Allah kahretmesin! Damadı
nesini bu kadar olay haline getiriyordu anlamadı. Kızına
acıdı gerçekten. Zaten işinde bu kadar yorulurken evde
de en ufak konuyu dünyamızın gidişatına dayandırarak
konuşmak yorucu olmalıydı. Her şeyin anlamını bu kadar
didiklemenin alemi var mıydı? Cem iyiydi, hoştu ama tuhaf olduğu tartışılmazdı. Keşke kızına daha iyi bir kısmet
çıksaydı diye üzüldü ara sıra aklından geçirdiği gibi.
Cem ise çaresizce yeniden sokağa çıktı. Tartıştığı marketin sahibiyle karşılaşmamak için montunun yakalarını
havaya kaldırıp yüzünü iyice gömerek hızlı adımlarla diğer
markete yürüdü. Eli cebinde, tezgâhındaki meyve sebzeleri düzelten diğer market sahibine sordu, “Abi, sağlıklı
mı bunlar?”
Satıcı eline aldığı kese kağıdını bir yandan doldurmaya
başladı, “Olmaz mı abi? Kaç kilo?”
Cem kaşını havaya kaldırarak sordu, “Ben organik
sebze meyve dışında almıyorum. Nereden geldi bunlar?”
“Abi organik valla. Taze dalından sabah koptu.”
“Nereden geliyor ki sabah topladın şimdi satıyorsun
İstanbul’un göbeğinde? Ben iki saatte karşıya geçemiyorum.”
Kese kâğıdının yarısını doldurmuş satıcı daha ne kadar
koyacağını kestirmeye çalışarak sordu, “Buranın malı abi,
yerli salatalık. Kaç kilo tartiim?”
“Mesela tarlada ilaçlama yapılmış mı? Kimyasal böcek
ilacı kullanılmış mı? Hatta kimyasal ilaçlanmış başka
sebzelere dokunmuş mu?”
“Abi tarlam Surdibi’nde, orda sürüyorum. Ellerimle
topladım, kendi imkânlarımca organik diyebilirim.”
“Topkapı’da otoyol dibinde ne organiği anlayamadım?
Toprakta yetişen her sebze organik mi oluyor! Şehirde
tarım mı olur zaten? Bir kere tanım itibarı ile şehir tarım
yapılmayan yer demek. Ne cüretle bir de organik diyebiliyorsun düpedüz halk sağlığını tehdit ederken!”
“Sabahtan beri iki gram bişey alıcan diye dil döküyorum. Bas git Allahını abi valla; almazsan alma. K…..
organiği ...”
“Ne dürtüyorsun kardeşim, seni tarım bakanlığına şi...
aaah! Tamam gidiyorum.”
Yürürken ayağına takılan torbayı bir tekmeyle savuran
Cem, dayanamayıp arkasından koşarak, rüzgârla havalanan poşeti yakalayıp çöpe atmak üzere cebine koydu. Eve
ikinci kez eli boş gitme riskini göze alamadığı için kapıcı
çocuğu çağırıp eline para sıkıştırdı. Apartman girişinde
çocuğun salatalık almasını beklerken markete söyleniyor, boş girişte yankılanan kendi sesinden etkilendikçe
efkârlanıyordu. Kimse konunun önemini nasıl oluyor da
göremiyor, aklı almıyordu.
Akşam yemek saati zamanında evde olmaları için
talimat alan Tonguç da, Rahmi Bey de arka arkaya içeri
girmişlerdi. Cem’in anne ve babası da arkalarından gelmiş, salona geçmişlerdi. Annesinin korkusuyla salonda
bir süre geçirmek zorunda kalan Tonguç, zorla dayandığı
yarım saatin sonunda aniden fenalık geçirerek ayağa fırlamıştı. Arkadaşlarıyla takılmak için kaçmaya çalışırken
12 2
123
ayakkabılıkta neden bu kadar erken kaçtığının hesabını
soran annesine, binlerce kere gördüğü insanlara neden
Hawaii’ye inmiş boynuna çiçek takılacak turist muamelesi
yapılıyor olduğunu anlamadığını söyleyince ceza olarak
harçlığından olmuştu.
Deniz de aynı saatlerde dışarıdaydı. Hiç istemediği
halde akşam iş çıkışı arkadaşlarıyla kahve içmeye gitmişti.
Arkadaşları yine ondan habersiz, tanıştırmak için birini
çağırmışlardı. Arkadaşlarının iyi niyetine rağmen bu duruma hep sinir olmakla utanmak arası hisler duymuştu. Bir
kadının ciddi bir ilişkisi yoksa bu onun değerini düşürüyordu sanki. Beğenilmemiş, istenmemiş, yani ‘seçilmemiş’
oluyordu. Üzerindeki sosyal baskı her kadını ister istemez
etkiliyordu. Tanıştırdıkları kişi de o derece zevzekti ki Deniz utancından yerin dibine geçti. Yaşı ilerlediği için bütün
iyi ve düzgün adamların bittiğini, ona bu seçeneklerin
kaldığını düşündü. Eve girerken gözyaşlarını tutamıyordu.
Kendini yatağa atıp ağlamaya başladı. Bir süre sonra da
gönül yorgunluğuyla ayağa kalktı ve Cem’e mesaj yazmaya
karar verdi. Bir şekilde Cem’i yalnız yakalamayı ve iyi de
olsa, kötü de olsa durumu netleştirmeyi düşünüyordu.
Elini tutarak bu işi başlatan o değil miydi? Gözyaşlarını
silerek Cem’in cep telefonuna mesaj attı.
O sırada kapıdan içeri giren Zeynep hâlâ cep telefonunda işle ilgili bir sorunu çözmeye çalışıyordu ve unuttuğu
akşam yemeğini eve girince hatırladı. Misafirleri tek tek
öperken Cem’i atlamış ve içeriye üstünü değiştirmeye gitmişti. Gelip masaya oturunca yemek masasının altından
telefonundaki mesajları kontrol etmeye devam etmişti.
Ertesi gün duvar reklamı için gideceği Unkapanı randevusunun onayını da yemek sırasında almıştı.
Cem’in gözü bir yandan sesini kıstığı ve oturduğu yerden izlediği maçta, diğer yandan yemek boyunca yazıştığı
Deniz’den gelen mesajlardaydı. Zeynep, Cem’in de Deniz’e
duyduğu ilgi olarak yorumladığı mesajlaşmaları gözünün
ucuyla takip ediyordu. Arada bir mesajları okurken gülümsediğini gördükçe sinirlerini hoplatmıştı. Adam düpedüz
flört ediyordu karşısında. Misafirlerin ise bu durum çok da
umurunda değildi. Annelerle babalar kahkahalarla sohbet
etmiş, akşam yemeği oldukça samimi geçmişti.
Anne ve babası ayrılır ayrılmaz Cem en arka odaya
geçip kapıyı kapamıştı. Hülya Hanım ve Zeliha’ysa ortalığı
topluyorlardı. Zeynep, Cem ile bir türlü yalnız kalıp konuşamamanın -en azından yemek boyunca Deniz’le yazışıp
durmalarından dolayı laf sokamamanın- verdiği sıkıntı
ile mutfağa girerken sırada kapıda Zeliha ve annesinin
kahkahalarını duyunca şaşırdı. Hülya Hanım ile Zeliha
mutfakta oturmuş gözlerinden yaş gelene kadar gülüyorlardı. Gergin Zeynep zoraki bir gülümsemeyle annesine
ve hâlâ evde olan Zeliha’ya döndü.
“Anne, siz daha fazla yorulmayın. Ellerinize sağlık ama
gerisini ben hallederim,” dedi.
“Olur mu çocuğum! Canın çıkıyor bütün gün. Zaten
bitti sayılır. Zeliha bizde kalacak bu akşam.”
Zeynep, “Bir sorun yok inşallah,” dedi.
“Zeliha’nın kocası Rıza abin biraz hastalanmış,” dedi
Hülya Hanım.
“Hayırdır Zeliha, neyi var Rıza abinin?”
“Ateşi çıktı, zatürreeydi bence,” dedi Zeliha kaşlarını
kaldırarak.
“Zeliha öyle yine kafana göre teşhis koyma adama.
Gittiniz mi doktora?”
12 4
125
“Yok gerek kalmadı.”
“Hadi bakalım. Ben de siz ortalığı toparlarken bir duşa
girsem ayıp olmaz inşallah?” diye bir kaçış uydurdu. Kendini koyuvermemek için zor tutuyordu. Kapıdan çıkarken
durakladı ve sordu, “Neye gülüyorsunuz bu kadar?”
“Sen duşa gir çık, anlatırız Zeynep Hanım,” dedi Zeliha
gülümseyerek.
“Tamam o zaman,” dedi Zeynep içeri giderken. Evde
yalnız olmamak daha iyiydi belki de. “Ne çekti kadın bu
adamdan da hâlâ bıkmadan bakıyor, üstelik şikâyet de
etmiyor halinden. Ben ise bıktım ve şikâyetçiyim,” dedi
kendi kendine.
Zeliha’nın kocası Rıza, Hopdediks’in küçükken iksir
kazanına düşüp hayatının geri dönülmez biçimde değişmesi misali, küçükken babasının sattığı kaynayan mısır
kazanına düşmüştü. Yüzü haşlanan ve ömür boyu izi
yüzünde kalan Rıza haşlanınca çok ağlamış, hem susması
için hem de kazana düştüğü için annesinden yediği tokadı
hiç unutamamıştı. Ne olduysa bu tokat yüzünden olmuştu.
Küçüklüğünde zaten canı yanmışken bir de “Sus!” diye
atılan tokatla ikinci dalga travma geçiren nice dimağlar,
bu yüzden büyüyünce karılarını döver olmuşlardı. Uslu
durmadığı için polis amcalara verilmiş, annesini mi
babasını mı daha çok sevdiği sorusuyla arada kalmış,
yıllarca arkadan ağlayan tabakta kalmış yarım lokmalara
üzülmüşlerdi. Sonuçta Rıza diye bir tür çıkmıştı ortaya.
Zeliha, Zeynep içeri girdiğinde sabah başına gelenleri
anlatıyordu Hülya Hanım’a. Sabah Rıza’ya koyduğu zatürree teşhisine istinaden ilaç vermişti. Zeliha’nın avucunun
içindeki hap kadının kürek kadar büyük ellerinin içinde
küçük dursa da kanuni sınırların müsaade ettiği en büyük
haptı. Rıza kocaman hapı ağzına atmış ama yutamamıştı.
Hap boğazında takılıp kalınca kısık sesle Zeliha’dan su
istemeye çalışırken bir yandan da öksürmüştü. Zeliha
telaşla mutfağa koşup, kızaran Rıza’ya su getirmişti. Rıza
yere oturup dizlerinin üzerinde öksürürken morarmaya
başlayınca, Zeliha panikle adamın sırtına yumruğu geçirmişti. Zeyna’dan aşağı kalmaz Zeliha demir yumruğunu
sırtına indirince Rıza dengesini kaybetmiş ve öksürürken
yüzüstü yere düşmüştü. Telaştan çığlığı basan Zeliha, Kırkpınar güreşlerinde yağlı elleriyle rakip güreşçinin kispetine
elini daldırıp silkeleyen pehlivanlar gibi, perişan haldeki
Rıza’yı, yakasından elini soktuğu gibi yerden kaldırmıştı.
Ön dişi kırılmış Rıza elinde hem hapı hem dişini tutarken,
“Anam anam!” diye bağırmıştı. Rıza küfrederek ayağa
kalkınca Zeliha başına gelecekleri anlayıp kapıdan dışarı
atmıştı kendini. Rıza da arkasından eline aldığı terliği
fırlatmış ve kapanan kapıya çarpan terlik gecekondunun
girişinde yuvarlanmıştı. Rıza o kadar sinirlenmişti ki, evde
yakıcı ve delici ne kadar alet varsa taarruza hazır durumda
elinin altında bulundurarak Zeliha’nın gelmesini pusuda
beklemişti.
Zeliha kendini sokağa atmış, başka gidecek yeri olmadığı için Hülya Hanımlara gitmişti. Yolda telaşı yerini
gülmeye bırakmış, ağzını tülbendiyle kapatarak kıkır kıkır
gülmüştü. Ateşten yanarken terlik fırlatacak gücü varsa
kendine de bakacak gücü var demekti Rıza’nın. Zeliha
hayatında ilk defa, istemeden de olsa, yediği dayakların
rövanşını almıştı.
Zeynep banyoya girmeye gidince Zeliha devam etti.
“Abla işte karşı komşudan Rıza’nın ne durumda olduğunu ve eve gelip gelemeyeceğimi kontrol etmesini rica
12 6
127
ettim. Komşu sağolsun bizim evin ziline basmış da, basmasıyla kapının açılıp tekmeyi yemesi bir olmuş. Benim
Rıza gözetleme deliğinden bakmış ama komşuyu benimle
karıştırmış. Biliyorsun o camlar lunaparklardaki aynalar
gibi yamuk gösteriyor.”
“Zeliha karnım ağrıdı gülmekten. Kızım ara ver gözünü
seveyim,” dedi Hülya Hanım kahkahalar atarken.
“Bitti abla. Sonra da zaten karşı komşu topallayarak
kendini eve atınca oğlu Hakan babasına da haber verip
bizim evi basmış, nasıl anama bacıma vurursun diye!”
Hülya Hanım içtiği çayı püskürtmüş, dizlerini dövüyordu.
“Şimdi durum iyiceymiş. Mahalleli Rıza’yı evire çevire dövmüş ve bana dokunmamasını da tembih etmiş.
Benimki durmaz bilirim. Bu gece kalsam ne olacak? Yine
aynı tas aynı hamam. Ne yapacaksın ki başka Hülya abla?
Sabah ola hayrola.”
“Kızım bizim evimiz senin de evin sayılır. Ne zaman
sıkılırsan gel. Rahmi baban Rıza ile de konuşur yavrum.
Sen sıkma canını. Akşam akşam güldürdün beni. Hadi kalk
işi bitirelim bari.” Zeliha her zamanki gibi ayağa kalktı,
günlük işlerine devam etti.
Zeynep ise banyonun kapısını kapar kapamaz ağlamaya başlamıştı. Büyük bir telaşa kapılmış, kalbi hızla
atmaya başlamıştı. Deniz, Cem’in kadın haliydi sanki.
Hayat görüşleri ve davaları bu kadar aynıyken Zeynep’in
aralarına girme şansı ne kadar olabilirdi? Evlilikleri ve
çocuklarının oluşu Cem’i durduracak kadar önemli yer
tutacak olsa kızıyla bu kadar az zaman geçirmezdi. Zeynep
ile her konuda düştükleri ihtilaf mı galip gelecekti aynı
frekansta oluşla girilen bilek güreşinden? Cem ile Deniz’i
kendine sorsa ‘Ying-Yang,’ annesine sorsa ‘tencere-kapak’
diye tanımlardı. Kocasının ona göre ‘tuhaf ’ hayat tarzını
ilişkileri açısından şanssızlık olarak görür, tercih edilen
erkekler listesine gireceğini aklına bile getirmezdi. Bu
yüzden içine girdiği rehavet ve güven onun ne kadar yakışıklı olduğunu unutturmuştu. Şu anda yüzüne bakınca
yakışıklı olduğunu bile fark edemiyordu alışmışlıktan. Bu
yüzden onu ilk gördüğünde ayaklarının yerden kesildiğini
hatırlaması gerekti çekiciliğini tartabilmek için.
Ne yapacağına ve nasıl davranması gerektiğine karar
veremiyordu. Cem’i yeniden baştan çıkarmaya çalışsa küçük düşeceğinden korktu. Konuyu açmazsa Cem Zeynep’in
umurunda olmadığını sanabilirdi. Veya suskunluğun üstüne yatıp yeni sevgilisiyle birlikte olmaya devam ederken
Zeynep ona hak etmediği bir huzur hediye etmiş olurdu.
Konuyu açar ve Cem’den Deniz ile birlikte olmaya karar
verdiğini duyarsa bunu kaldırmasının çok zor olduğunu
biliyordu. Yanlış anlamış olma olasılığı var mı diye geçirdi
içinden ama Deniz’in gözlerindeki bakışı kaçırmayacak
kadar tecrübesi vardı maalesef.
Zeynep ağlamaktan, annesiyle Zeliha da içeride gülmekten sarsılıyorlardı. Gören olsa evi tımarhane sanırdı.
Ağladığını anlarsa annesinden bir torba nasihat dinleyeceği için Zeynep banyo işini uzatmıştı, ancak gelen seslere
bakılırsa hâlâ annesi de, Zeliha da evdeydiler.
Bir saat geçince banyo küvetinden çıkmıştı. Başına
sardığı havluyla aynaya bakmış, omuzlarını dikleştirmiş
ve saçlarını düzeltmişti. O azimli ve çalışkan bir kadındı
ve sorumluluğu olan işlerden hiçbirini şimdiye kadar aksatmamıştı. Kendini aynada süzdü ve mağrur bir bakışla
motive etmeye çalıştı. Banyodan çıkacak ve teker teker
12 8
129
işlerini yoluna sokacaktı. Ancak tam çıkarken yerdeki
ıslak karoya basınca ayağındaki terlik ters döndü ve bileği
burkuldu. Dengesini kuramadan hızla kapı koluna kafasını çarptı ve aradan beş saniye bile geçmeden kafasında
ceviz büyüklüğünde bir şiş oluştu. Sekerek aynaya gidip
alnına baktı ve yıllardır ilk defa ağız dolusu bir küfür patlattı. O kadar sinirlendi ki daha da yüksek sesle bir küfür
daha etti kahkaha sesleri hazır onun sesini bastırıyorken.
“Allah belasını versin Deniz gibi kırmızı saçlı çatlağın…
Tüm evli adamlara takan yılan kadınların… Senin gibi
kocaya da…” Biraz önce tesis ettiği güven ve nezaket dolu
duruş televizyonda gördüğü dinamitle yıkılan binalar gibi
yerle bir oldu. Kafasından bir tel atmıştı ve mekanizması
bozulmuştu sanki. Annesi merak edip seslenince de tabii
ki küfretti.
Banyodan çıkınca Hülya Hanım Zeynep’i salona çağırmıştı. Zeliha mutfaktayken Zeynep ile biraz konuşmak
istediği belliydi. Zeynep ise kaçıyordu.
“Anne aslında ben de yardım edeyim Zeliha’ya.”
“Gel otur, yapar Zeliha,” dedi koltuğa otururken. “Sen
iyi misin? Berbat gözüküyorsun da Zeliha’nın yanında
sormayayım dedim.”
“Yok bir şey anne. Bildiğin şeyler.”
“Kafana ne oldu? Şişmiş alnın.”
“Çarptım.”
“Kızım neyin var senin?”
“İşlere canım sıkıldı anne. Şirkette çalışanların yarısını
işten çıkaracaklar.”
“Üzülme! Her şey olacağına varır.”
“Ben sabahlara kadar uğraşıyorum ekmek paramız için
ama Feray ne yapıyor? Patronla ilişkiye giriyor. Bu yollara
girmeyenlerinse sonu meçhul,” dedi gözleri dolarak
“Feray kim?”
“Pazarlamadaki diğer müdür. Neyse ya anne, boşver.”
“Herkesin günahı boynuna kızım! Sen doğru bildiğin
yolda devam et. Başka ne yapacaksın?” dedi Hülya Hanım.
“Anne, birinin kocasını aldattığını duysan ne yapardın?”
“Sevdiğim biriyse üzülürdüm herhalde. Niye sordun?”
“Benim içimden ne yapmak geliyor biliyor musun?
Şeytan Mustafa Bey’in karısına git her şeyi anlat diyor.”
“Aa Zeynep, kendine gel. Kızım seni ne ilgilendiriyor
elalemin ne yaptığı? Söylenir mi hiç kadına böyle şey!”
Gözleri hayretten faltaşı gibi açılmıştı.
“Söylenir.”
“Canım benim, sinirlerin bozulmuş senin. Başka şeye
mi canın sıkıldı evladım?” diye sordu ellerini avucuna
alırken.
“Şu anda çok mantıklı geliyor. Evet, çok mutlu olurum
karısına söylersem ve hepsini perişan görürsem.”
“Yazık değil mi kadına? Sen olsan duymak ister miydin?”
“Yalanla yaşayacağıma elbette duymak isterdim.”
“Kadının bilmediğini nereden çıkardın?”
“Bilse ayrılırdı.”
“Öyle koca boşamak dile kolay.”
Duraksayan Zeynep, “Ben öyle düşünmüyorum. Devir değişti artık. Koca eline bakmıyorum şükür. Kimseye
ihtiyacım yok. Olmuyorsa zorla olmaz.”
“Bak Zeynep. Devir değişti evet, kadının yükü daha da
ağırlaştı. Hem evde hem işte dünyanın sorumluluğu var
omuzlarında.”
130
13 1
“Kadınlık gururu ne olacak peki?” diye sordu Zeynep
tüm kırgınlığıyla. Daha fazla lafı uzatmak istemeyen Hülya
Hanım konuya girdi. “Cem seni aldatıyor mu Zeynep?”
Bu kadar doğrudan bir soru beklemeyen Zeynep sarsıldı ve çözüldü. “Bilmiyorum anne,” diye hıçkırıklarla
ağlamaya başladı. “Deniz diye birinden şüpheleniyorum,”
diye devam etti. “Yani kadın Cem’e kesin aşık ama Cem
ona aşık mı bilmiyorum. Yazışıp durdular yemek boyunca, görmedin mi? Öyle de tuhaf ki görsen.” Zeynep sanki
karşısında Deniz varmışçasına sinirleniyor, anlatırken
ayağa kalkıp oturuyor ve elleri kolları havada kadını tarif
ediyordu.
Hülya Hanım duyduklarına perişan olmuştu. Onun için
çocuklarından birinin boşanması olasılığı başına gelebilecek en kötü felaketti. Yüzü berbat gözüküyordu dinlerken.
“Cılız, kirpi gibi kırmızı saçlı, kollarında dövmeler var.
Göbeğine de pirsing1 yaptırmış…”
“Ah Zeynep, ben sana başında söylemiştim Cem sana
göre değil diye. Neyse şimdi artık olan oldu. Kocanı elinde
tutmaya bak.”
Zeynep biliyordu annesinin böyle diyeceğini. Aklı
gençliğine gitmişti. Evlenmeye karar verdiklerinde Cem’i
annesiyle tanıştırmış, tanışma yemeğinde annesinin suratına çöken sahte gülümseme aklından hiç çıkmamıştı.
Annesi ne kadar ciddi oldukları ve evlenmeye niyetleri
olup olmadığını bütün gece çıkarmaya çalışmış ve gecenin sonunda gerginlikten titreyen elleriyle su bardağını
kırmıştı. İlk gördüğünden beri içine sinmemişti Cem. Bir
kere koca olmak için aşırı yakışıklıydı. Eninde sonunda
(1)
Cildin ve altındaki yağ tabakasının ya da kıkırdağın delinmesi ve takı
ya da iğne takılması usulü ile gerçekleştirilen vücut süsleme sanatı
132
başka bir kadın kancasını takacaktı Cem’e. Bir de çok tuhaf şeyleri önemsiyordu. Hülya Hanım çoğunlukla neden
bahsettiğini anlayamıyordu.
“Biliyordum böyle diyeceğini anne. Aradan yıllar geçmiş, şimdi yine aynı yere mi döndük?”
“Kızım Cem iyi çocuk da farklı olduğunu baştan beri
biliyorduk. Sen de biraz işlerini hafiflet Zeynep. Kadın
dediğin bu kadar çalışır mı Allah aşkına? Evini ihmal ediyorsun bak. Karıştırmamak için yardım da istemezsin. Bu
kadar yükün altında ezildin ama kabul etmiyorsun işte?”
“Benim çalışmamla ne alakası var şimdi? Yine bana
döndü konu. Para kazanmasam boşanmam bile mümkün
değil. Özgürlüğüm o benim.”
“Kızım, para nasılsa kazanılır. Önce kocanı kaybetmemeye bak. Niye ayrılasın durduk yerde? Ben şimdi size dua
ederim. Nazar değdi size. Kızın adı Deniz mi demiştin?”
“Evet, niye?”
“Türkan’dan doğma Cem’i Deniz musibetinden defedeceğiz dua ederken, onun için ismini sordum.”
“Of anne, ya suçluyorsun ya dua ediyorsun. Hiçbiri
gerçekten bana yardımcı olmuyor. Anlattığıma pişman
ettiriyorsun gerçekten.”
“Daha iyi ne çözüm olacakmış, lafa bak! Öyle bir halledeceğiz ki bu işi şaşıracaksın. Sen şimdi ağlamayı bırak.
Kocanın yanına git ve anla bakalım durumu. Bir çare
bulacağız ancak öyle ayrılmak, kadına meydanı bırakmak
falan yok. Haydi kalk toparlan ve elini yüzünü yıka. Akşam
Cem’den ayrı yatma sakın.”
“Biliyor musun, ben çok şanssızım anne.”
“Zeynep! Ne şanssızı Allah aşkına! Şu Zeliha kadar
olamadın gitti. Kadının her gün sırtında kötek ama bir
13 3
kere yıkıldığını görmedim. Senden de az çalışmıyor. Sabah yedi dedin mi bizde. Ev, çocuk, yemek, akşama kadar
ayakta çalışıp sonra üstüne bir de evde çalışıyor. Bak bir
gün evde yemek olmasın Rıza ne yapıyor kadına. Şanssızım
falan diye bir şey yok hayatta. Mücadele edeceksin. Durum
değişti, ne yapalım? Oturalım mı yani? Haydi görüşürüz.”
Herkes çekilince Zeynep yatak odasına giderek hemen
yatağına girdi ve yorganı üzerine çekti. Bütün günün yorgunluğunu üstünde hissediyordu. Gözleri bir süre sonra
odanın karanlığına alışınca gözlerini tavana dikti. Cavidan
Hanım’ın çöpü kapının önüne çıkardıktan sonra sinirle
çarptığı apartman kapısının yankısı duyuldu. Ardından
gecenin karanlığı ve sessizliği çöktü her yere. Perde aralığından süzülen sokak lambasının ışığını izleyerek uykuya
daldı. Derinden nefes alıyor, gözbebekleri hızlı hızlı hareket ediyordu. Rüya başlamış, sınırlar kalkmıştı.
Rüyasında Zeynep hurdalığa bakan bir tepenin üzerinde Hayriye teyze ile oturuyordu. Çöpler etrafa yayılmış,
aç martılar tepelerinde daireler çizerek tur atıyorlardı. Denizden esen ayazdan korunmak için montunun yakalarını
havaya kaldırıp gözleriyle alanı taradı.
Zeynep, “Hayriye teyze, konuşamadık sen ölünce. Nerede şimdi benim cüzdanım?” diye sordu.
Hayriye teyze gülümseyerek hurdalığı işaret etti, “Şurada Zeynep. Kendin al evladım sana zahmet. Ne zamandır
orada duruyor. Öldükten sonra kullanmıyoruz eşyaları,”
dedi.
“Ay bu dünyada çok lazım eşya, hele de cüzdan. İyi ki
buldun gerçekten. Her şeyim içinde.”
“Kısmet!”
“Hayriye teyze, öbür dünya nasıl?”
“Niye sordun?”
“Annem ölürse ona ne olacağını merak ettim sadece.”
“Kızım, her şeyin sonunu bilsen yaşamak istemezdin.
Bu arada sözünü unutma; mezar taşımı sen yaptıracaktın,
yaptırdın mı?”
“Aklımda da seninle konuşmadan yaptırmadım. Ne
yazacağım unvanına? Merhume mi?”
“Düz Hayriye yazacaksın. O kadar. Kalmıyor ki unvan
munvan… Sen de taktın unvana kızım.”
134
13 5
“Zeynep, iki dakika otur biraz konuşalım,” dedi Cem.
Sabah yatak odasında giyinmeye çalışan Zeynep’le konuşmaya çalışıyordu. “O akşamdan beri hiç konuşmadık.
İşe biraz geç gitsen olmaz mı? İstersen seni kahve içmeye
götüreyim.”
Başını kaldırmadan konuştu Zeynep. “Cem gelemem.
Sabah Unkapanı’nda randevum var. Hintli yönetmen de
cuma günü geliyor. Bu hafta benim için çok önemli. Başarılı geçirirsem şeytanın bacağını kırabilirim. Başka bir
şeyle kafamı karıştırmak istemiyorum.”
“Zeynep, böyle bir konuyu dahi işin için erteleyecek
misin gerçekten? Bu seninki para kazanmak değil, başka
bir şey. Önem listende kaçıncı sıradayım dur tahmin edeyim! Zorius Capital, Ece, İstinye Park, annen, rezidanslar,
tamam buldum. Sonuncuyum!”
“Cem sen farklı mısın sanki? Ben kaçıncı sıradayım?
Tekstil kimyasalları ile tankerlerin arasında olabilir miyim?
Esas sen başka bir şey düşünmez ve yapmaz oldun. Bilmem
farkında mısın ama sorumsuzluk noktasına geldi birçok
şey. Her neyse, bir günde bu hale gelmediğimize göre bir
hafta daha bekleyebiliriz diye düşünüyorum. Şimdi çıkmam lazım, çok geç kaldım.”
Zeynep bir gece önce Cem ile konuşmasına engel olduğu için annesine kızarken birden korkuya kapılmıştı.
Düşündükçe bu ilişkiyi engellemenin imkânsız olduğuna
karar vermiş, yüzleşmeyi ertelemek istemişti. Annesine
bahsettiği kadınlık gururu ile kendini kandırmanın cazibesi birleşince bir süreliğine kaçmak istedi kötü haber
almaktan. Ancak konuyu Cem’in açması iyi olmamış, onu
önemsemediği izlenimi yaratmıştı. İşinde de en kritik dönemeçteyken özel hayatındaki sorunlarla asla uyumayan
Feray’ı ihmal etmesi çifte kayıp yaşamasına neden olabilirdi. Aklını işle dağıtmak ona iyi bir fikir gibi gelmişti.
Evden çıkıp Unkapanı’ndan geçerken gözüne kestirdiği
binanın yan cephesine reklam giydirme işini konuşmak
üzere akşam yemekte aldığı randevuya gitti. Bu sefer duyulmasın diye işler belli bir noktaya gelene kadar kimseye
söylemeyecekti. İşin olup olmayacağını anlamak istediği
için de binanın hem kullanıcısı hem de sahibi konumundaki Dilim Kıyma Vakfı’yla görüşecekti.
Vakıf İstanbul Manifaturacılar Çarşısına yakındı. Ünlü
olma hayaliyle plak doldurmak için kuyruğa girenlerden
tutun, yeni evlenip perde almaya gelenlere kadar her çeşit
insan vardı ortalıkta. Askılı mini etek giyenden iki gözü
hariç başka bir yeri görünmeyen çarşaflı kadınlara kadar
geniş bir yelpazede vatandaş akıyordu caddelerden. Şuracıkta durup da bu duruma bakan bir aklıselim olsaydı, Türk
Standartları Enstitüsü adlı kurumun neden var olduğunu
ve hangi standardı baz aldığını anlayamazdı.
Zeynep vakıf binasının önünde durmuştu. Güzelim tarihi yapı çok bakımsız gözüküyordu. Zile basmıştı ve kapıyı
136
13 7
24
bir bayan açmıştı. Binanın kapı eşiğinde son derece nazik
bir ses tonuyla sordu, “Pardon, bir kozmetik firmasından
geliyorum. Saat 9.00’a bir reklam işi için randevu almıştım.
Vakıf müdürüne geldiğimi haber verebilir misiniz acaba?”
diye sordu.
Zayıf kız sordu, “Biraz bekletebilir miyim?”
Kız Zeynep’i içeri almamış, kapının önünde bekletmişti.
İçeri giderken kapıyı örttü ama tam kapatmadı. Birkaç dakika sonra geri gelerek içeriye girmesi için Zeynep’e eliyle
yol gösterdi. Masasının başında günlük gazetelere göz
gezdiren yetkili Şükrettin Bey’in odasına yönlenmişlerdi.
Şükrettin Bey gözlüğü burnunun üstünde incecik bir
şerit gibi duran, ince bıyıklı, nur yüzlü bir adamdı. Eliyle
işaret ederek konuştu, “Buyurun içeri. Seniyye kızım çay
koy hanıma.”
Zeynep bir yandan otururken bir yandan da aceleyle
konuya girmişti, “Biz bir reklam kampanyası tasarlıyoruz
yurt çapında. Otoyoldan gözükeceğini düşünerek sizin
binanızın yan cephesine parfüm reklamı giydirelim istiyoruz.”
Şükrettin Bey, “Olur Allahın izniyle. Kısmet değilse
şu kapıdan dışarı çıkamaz insan! Seniyye, Hümmüniye
nerde?” dedi.
“Umarım kısmet olur Şükrü Bey,” diye devam etti
Zeynep.
“Şükrettin yavrum, canın sağolsun. Allah bilir kimin
içi iyi, kimin değil.”
“Şükrettin Bey, yani genel olarak bu fikre nasıl bakıyorsunuz? Olabilir mi sizce?”
“Hayırlısı ne ise o olsun Zeynep Hanım.”
“Peki, nasıl anlayabiliriz hayırlı mı değil mi diye? Bence
öyle olacak inşallah da siz nasıl düşünürsünüz?”
“Ben dosyayı alayım, bir efendiye sorar danışırım
Zeynep Hanım.”
“Efendi kim? Müdürünüz mü?”
“Efendim?”
“Anlayamadın pardon, efendi mi dediniz, efendim mi?”
Şükrettin Bey kaşlarını kaldırıp Zeynep’i süzdü ve, “Siz
reklamın bir kopyasını dosyaya koyduysanız, bakalım,”
diyebildi şaşkınlıkla.
“Koydum tabii, müdürünüze ben de gerekirse anlatırım
detayları.”
Şükrettin Bey ayağa kalktı ve, “Siz bana bırakırsınız
ben hallederim Zeynep Hanım. Hayırlısı olsun inşallah,”
diyerek, Zeynep’in elini sıkmadan uzaktan selamladı.
Zeynep tam kapıdan çıkmak üzereydi ki Şükrettin Bey
koşar adımlarla arkasından yetişti.
“Zeynep Hanım, bu ürün inancımızca sakıncalı muhteviyata sahip değil inşallah?”
“Yok canım, bildiğimiz sıradan bir ürün, merak etmeyin.”
Kapıdan çıkarken sorunun ne anlama geldiğini düşündü. Yine de gelmekle çok iyi etmişti. Sonuç alır mı
bilmiyordu ama dosyayı içeri aldırmıştı. Vakfın hızlı cevap vermesini umuyordu çünkü yıl sonuna çok az zaman
kalmıştı.
Ofise döndüğünde koridorda Kadir ile karşılaşmış
ve üzerinde görüşme yaptığı vakfın logosu olan dosyayı
gayriihtiyarî ters çevirmişti.
“Merhaba Kadir,” dedi Zeynep.
“Merhaba Zeynep Hanım. Çok şıksınız bu sabah.”
“Çok naziksin Kadir. Ne güzel karşılama bu, sağol.”
138
13 9
“Feray Hanım da şık ama geçen sezonun elbisesini
giymiş diye duydum. Bu da indirim mağazasından almış
demektir, çünkü geçen sene giyse bilirdik diyor bayanlar.
Seninkinin durumunu ben anlamam erkek olduğum için
ama öğlene gelir haberi.”
Zeynep ‘Hay Allahım’ der gibi başını iki yana salladı
ve, “Çay alabilir miyim Kadir?” dedi.
“Mustafa Bey’e papatya çayı verdim gevşesin diye. Eşinin kafesi açılmış bugün. Galerisi de haftaya açılıyormuş.
Sana nasıl bir çay getireyim?”
“Ben çok moralliyim şükür. Yeşil çay içerim Kadir.”
Bir kere de masaya gidip normal bir şekilde olanları
duysa şaşıracaktı. Ancak bazen bu durumun avantaj sağladığını da kabul ediyordu Zeynep. Örneğin Tülay’ın kafesinin bütün detaylarını öğrenmişti. Feray ile Mustafa’nın
ilişkisini anladığından beri Zeynep patronunun karısıyla
tanışmanın yararlı olabileceğini düşünmeye başlamıştı.
Elle tutulur bir planı yoktu ama takmıştı Tülay’la tanışmaya. İsteğinin derinlerde yatan sebebi ise, Mustafa’nın
nasıl birini beğenmemiş ve aldatıyor olduğunu görme
merakıydı. Galeri açılışında kimsesiz çocuklar yararına
bağış toplanacağını öğrendiğinde tanışma fırsatını nasıl
yaratacağını bulmuştu. Karakolda tanıştığı küçük Hasan
için bir şeyler yapılabilir mi diye sormak için Tülay ile tanışacaktı. Hasan’a Refika Hanım’dan ulaşması ise çok kolaydı.
140
25
Zeynep öğle arasında Maslak’taki işyerine çok yakın
İstinye Park’taki Tülay’ın kafesine doğru yürüyordu. Kafeye
yaklaştığında içeride Tülay olduğunu tahmin ettiği bir
kadının oturduğunu fark etmişti. Kadının beklenmedik
düzeydeki güzelliği ve zarafeti oldukça şaşırtıcıydı. ‘Güzellik, zenginlik ve seçkinlik! Mustafa Bey daha ne istiyor
acaba?’ diye geçirdi içinden.
Zeynep içeriye girmiş, başıyla Tülay’ı selamlamıştı.
“Merhaba, rahatsız etmiyorum umarım?”
Tülay nezaketle gülümsedi “Buyurun, kafemiz açık
ancak galerimiz henüz açılmadı.”
“Tülay Hanım aslında sizinle iki dakikanız varsa
görüşmek istiyordum. İsmim Zeynep. Eşinizin yanında
çalışıyorum.”
Kaşlarını kaldıran ve durumdan hoşlanmayan Tülay
sahte bir gülümsemeyle, “Öyle mi? Geleceğinizden haberim yoktu. Memnun oldum ancak çok kısa bir süre
içinde basın burada olacak. Bu nedenle zamanım inanın
çok kısıtlı.”
“Sadece iki dakika yeterli Tülay Hanım. Kimsesiz bir
çocukla ilgili.”
14 1
O sırada ardı ardına kafeye gelip giden arkadaşları
Tülay’ı yanlarındaki arkadaşlarıyla tanıştırıyorlardı ve
Zeynep gerçekten kötü zamanda gelmişti. Ayakta duran
Tülay kalkmak üzere olan bir grup arkadaşını yolculamak
üzereydi. Zeynep’in Tülay’ın yanında dikildiğini fark edenlerden biri, onu Tülay’ın arkadaşı sanarak, “Merhaba, siz de
oturun Allah aşkına, zaten biz kalkıyoruz,” dedi. Zeynep,
“Çok az kalacağım, hiç rahatsız olmayın,” diye cevapladı.
Zeynep, Tülay ve arkadaşları aralarında konuşurken
onları baştan aşağı süzüyordu. Marka tespit edebilen hassas
koku alıcıları devreye girmiş, istemsiz biçimde kadınların
tek tek üstlerini tarıyordu. Zenginlerde, süslense de onda
olmayan bir hava vardı ve bu da kendini kötü hissettiriyordu Zeynep’e. O da giyimine elinden geldiğince özenmesine
rağmen onlar gibi gözükmüyordu. Bronz tenleri mi, ciltleri
mi söylemek zordu. Cep telefonlarının kılıflarına kadar
en pahalısını taşıyan kadınların sahip olduğu her şey ona
kendini çok kötü hissettirdi ama hiçbiri marka ayakkabı ve
çanta kadar yüreğine hançer saplamadı. Bunlar söz konusu
olduğunda mücbir sebepler dahi onu alışveriş yapmaktan
durduramaz, gerekirse evlerini ipotek ettirme pahasına
marka çanta alırdı. Kriz bile çıksa, iç kaynaklı, dış kaynaklı, döviz kur grafiği U şeklinde, V şeklinde dinlemez,
bu konuda tüketici güven endeksini asla düşüremezdi.
“Tülay kültür ve sanat hayatımızın duayenlerindendir.
Kişiliği ve çizgisi ile mükemmel bir hanımefendi değil mi
Zeynepçim,” dedi oturan kadınlardan biri. Bir sandalyeyi
geriye çekip Zeynep’i oturtmuştu bile. “Siz ne iş yapıyorsunuz?”
Zeynep, “Tülay Hanım’ın eşi Mustafa Bey genel müdürüm. Ben pazarlama müdürüyüm. Feray diye bir müdür
daha var ve aynı seviyedeyiz aslında. Sadece geçenlerde
Feray’a bir ‘executive’ pozisyonu verildi ama ben de Mustafa Bey’le son konuştuğuma göre...” derken bir diğeri
araya girdi.
“Canım benim, hepsi olur inşallah.” Tek eliyle Zeynep’in
elini tutmuş, sağ orta parmağındaki yüzüğünün dev taşı
kendi ağırlığından yana devrilmişti.
Zeynep, “İnşallah,” dedi. Kadın elini çeker çekmez de
çantasından hemen parfüm eşantiyonu çıkarıp masada
oturan kadınlara birer tane verdi.
“Bu yöneticisi olduğum parfüm. Size de bir tane vereyim,” deyiverdi.
“Bunu mu satıyorsun canım? Ne kadar?” dedi en sonda
oturan kadın.
Zeynep’in yüzü asılmıştı. “Yok canım, yöneticiyim
dedim ya,” dedi sinirle.
“Öyle mi canım, ne hoş!” dedi kadın büyük porselen
dişleri parlarken.
Zeynep biraz bozulmuştu. O da kadının canını biraz
sıkmak istedi. “Siz çalışıyor muydunuz, yoksa eşinizin
finanse ettiği bir butik mi işletiyorsunuz?”
“Tülay da dahil bu masadaki herkes dört kuşaktır İstanbullu ailelerden geliyor. Endemik tür sayılırız yani,” dedi
kahkaha atarken ve devam etti. “Ne eşimin finanse etmesi,
biz finanse ediyoruz onları ayol. Allah iyiliğini versin.”
Zeynep zengin olmanın çalışmamak için bahane olamayacağında kararlıydı ve ısrarla sordu “Ev kadını mısınız
yani?”
“Köpek çantası tasarımcısıyım.”
Afallayan Zeynep bir yaşına daha girdi kadının ne iş
yaptığını duyduğunda.“İlginç. Memnun musunuz peki?”
142
14 3
“Evet, Türkiye’de bu bir ilk canım benim.”
Zeynep’in önemsiz bir işte çalıştığı için imada bulunduğunu sandığı kadın, para kazanma derdi olmadığı
için konuşmanın üzerinde bile durmadı. O sırada, Tülay
yanlarına oturmuş, arkadaşlarıyla ilgilenmeye çalışıyordu.
Zeynep de yanlarına oturan Tülay’ı yakalamışken sohbet
açabilmek için kadına dönerek, “Tibet soluk kesici olmalı,”
dedi.
Tülay hiç gitmediği halde kendine verilen tavsiyelere
uyarak kafenin cam vitrinine uluslararası şubeli bir zincir
imaj vermek üzere, “Milano, İstanbul, Tibet” yazmıştı ve
soruyu duyunca lafı değiştirmek istedi. Masanın üzerinde
Zeynep’in hazırladığı, Hasan’a ait bir dosya duruyordu.
Şeffaf dosya kapağının altından fotoğrafı görünen Hasan’a
baktı ve, “Çocuk sizin mi Zeynep Hanım?” diye sordu.
Soruyu duyunca Zeynep inanılmaz bozulmuştu. Her
halinden sokak çocuğu olduğu belli Hasan’ı Zeynep’in
çocuğu sanmak, onu kenar mahalle kızı yerine koymaktı.
“Yok canım, benim kızım var ve evde. Bunlar kimsesiz
çocuklar. Ben de bu konuyla ilgili sizinle görüşecektim.
Yani bunun için buradayım.”
“Öyle mi, siz de mi hayır işleriyle uğraşıyorsunuz?”
diye sordu Tülay. O sırada yanında oturan arkadaşının
hesabı ödemiş gitmeye hazırlandığını fark edince ona
dönerek, “Canım, eğer vaktin varsa biraz oyalan alışveriş
merkezinde de çıkışta beni de al. Arabamı çarptım geçen
hafta, maalesef tamirde. Beni eve senin bırakmanı istirham
edeceğim,” dedi.
Kadın, “Ay ne demek! Elbette hayatım. Bir kahve ziyaretine daha gideceğim Sabancı Müzesi’nde ama daha
çok vakit var. Biraz çarşı gezeyim, dönünce alırım seni.
Kaçta geleyim canım?” diye sordu. Toparlanıp kalkmaya
çalışıyordu ki Zeynep lafa girdi.
“Ya inanmayacaksınız hanımefendi, bana da kadının
biri çarpmış geçen hafta. Dikkatli kullanmıyorlar. Şu ‘kadın
şoför’ olayı gerçek. Arabam mahvolunca dolmuşa binmek zorunda kaldım ve cüzdanımı düşürdüm dolmuşta.
Allahtan yaşlı bir teyze bulmuş da beni aradı gel al diye.
Elalemin dikkatsizliği bana patladı ya inanamıyorum.
Aklıma gelmişken şu kadını bir arayayım. Kartını bırakmış
sileceğe,” diye mırıldandı.
Tülay Zeynep’in sohbetinden başından beri hoşlanmamış, röportaj için gelecek gazetecinin girmesine çok az
kaldığı için gözü kapıda kalmıştı. Nezaketinden Zeynep’i
bölmek istemediği için garson ile göz teması kurup hızlı
servis yapmasını istediğini anlatmaya çalışıyordu. Zeynep
de kadınlar vedalaşana ve Tülay ile baş başa kalana kadar,
aklına gelmişken sabah arabasının sileceğine sıkıştırılan
kartvizitteki cep telefonunu çevirdi. Telefon çalarken bir
yandan da elinde tuttuğu menüden içecek seçmeye çalışıyordu.
O sırada Tülay’ın da telefonu çaldı. Yolcu etmek için
arkadaşları ile meşgul olan Tülay çantasını karıştırmaya
başladı telefonu bulmak için. Zeynep kulağına sıkıştırdığı
telefonu karşı tarafı çaldırırken, “Yeşil çay lütfen,” dedi
garsona. Tülay da telefonunu bulmuş ve çağrıya cevap
vermek üzere, “Alo,” demişti. Zeynep’in çaldırdığı telefon
açılmış, karşıdan gelen, “Alo?” sesine cevaben, “Merhaba,
Tülay Hanım’la görüşmek istemiştim” diye cevap vermişti.
Tülay ve telefondan gelen ses aynı anda, “Buyurun benim,”
deyince Zeynep de, Tülay da mosmor oldular. Tülay arabasına çarptığı kişinin Zeynep olduğunu anlayınca ortalık
144
14 5
elektriklendi. Zeynep biraz önce söylediklerinden yerin
dibine geçmiş, Tülay da kendi hakkında söylenenlere bozulmuştu. Araya giren arkadaşı olayı toparladı.
“Ay ne tesadüf, çok hoş canım benim. Sen Mustafa’nın
iş yerinde çarptın herhalde. Hayat sürprizlerle dolu gerçekten. Tülaycım cana gelmemiş boşver. Ben seni kaçta alayım
şimdi?” deyip diğerleriyle birlikte ayağa kalktı.
“Üçte al canım,” dedi Tülay zorlukla.
Zeynep çok utanmış ve kendini sınıf zincirinin en
alttaki halkası gibi hissetmişti. Arabasına çarpan Tülay
değilmiş gibi bir de suçlu çıkmıştı söyledikleri yüzünden.
Tülay saatine bakarak buz gibi bir ifadeyle sordu, “Tam
olarak ne için uğradım demiştiniz Zeynep Hanım?” Açıkça
gitmesini tercih ettiğini belli ediyordu her hareketiyle.
Zeynep aynı tepkiyle karşılık verecek konumda değildi ve
işi toparlayıp derhal buradan ayrılması şarttı.
“Hasan diye kimsesiz bir çocukla tanıştım. Dosyada
gördüğünüz çocuk. Annesiz babasız o kadar sefil koşullarda yaşıyor ki, eğitimi için belki sizin yardımınız olur
diye düşündüm.”
Dosyayı eline alan Tülay zoraki gülümsedi, “Çok
düşüncelisiniz Zeynep Hanım. Ben dosyayı inceleyeyim
müsaadeniz olursa. Galeri açılışımda yardım toplanacak,
dosyayı getirmeniz zamanlı olmuş. Aracınız için de eşim
hemen birini tayin edip yaptıracaktır,” dedi. Ayağa kalkıp
elini uzattı, “Gerçekten özür dilerim.”
“Ne demek Tülay Hanım, siz kusura bakmayın. Benim
de daha anlayışlı olmam gerekirdi. Hepimizin başına her
an gelebilecek bir şey.”
Tülay kimsesiz çocukla ilgili dosyayı eline alınca ters
davrandığı için biraz utandı. Sevmediyse de iyi bir iş için
kalkıp buralara kadar gelmişti. Zeynep kapıdan çıkarken
yerinden fırlayıp arkasından seslendi, “Hasan’ı biz aldırırız
ve açılışa o da katılır Zeynep Hanım.”
“Çok teşekkür ederim Tülay Hanım. Çok naziksiniz,”
dedi Zeynep. Sesi titriyordu.
Zeynep galeri açılışına davet edilmemişti. Tülay Hanım araba konusunu Mustafa’ya açınca galeriye gittiği de
ortaya çıkacaktı. Tülay’ı merak ediyorsa uzaktan bakması
veya kafeye gitse de tanışmaması daha yerinde olurdu
ama yapmıştı bir kere. Daha da kötüsü Zeynep, Tülay ve
arkadaşlarından özellikle yapmadıkları halde alt tabaka
muamelesi görmüştü.
Eski Türk filmlerinde 1970’lerin İstanbul’unda partiler
olurdu. Afro peruklu ve İspanyol paça pantolonlu tüm
davetliler köylü kızın salona girmesiyle kafalarını ona
çevirir ve alay etmeye başlarlardı. Tecavüzcü Coşkun kızı
bir daire içine alır, arkadaş topluluğundaki en yakın adi
arkadaşına iterek paslardı. Voleybol paslaşması esnasında
herkes kızı itip dalga geçmeye ve, “Görgüsüz!” diyerek şuh
kahkahalar atmaya başlardı. Kızın partiye gelirken elinde
getirdiği plak kendisine olduğu gibi hediyesine de önem
vermeyen ruhsuz İstanbul sosyetesi tarafından kırılırdı
ve kız plağın yerdeki kırıklarında aksini görürdü. Bir
misafire bu şekilde davranılması akıl alacak şey değildi ve
Hindistan’da bile böyle bir kast sistemi nadir görülürdü.
Yalnızlığına paralel hiçliği yüzüne vurulurken, kız koşarak
partiden kaçardı. Sanki fazlaca abartılı Türk filmlerinin bu
acıklı köylü kızının sosyete karşılaşması sahnesi, Zeynep’in
şahsında bu kafede vücut bulmuştu.
Kendi gibi aldatılan Tülay’ın neye benzediğini merakından gelmişti ve öğrenmişti. Güzelim seçkin ve zengin
146
14 7
kadınlar bile aldatılabiliyor diye ders mi çıkaracaktı? Yoksa
bu tabakaya sıçramak için çalışarak elde edilen mevkiden
fazlasının, en az birkaç kuşak geriye giden bir soyağacının
olması gerektiğini mi?
26
Eğitimden sonra kurulmuş muhalif bir grup, Feray’ın
yönetim yanlısı oluşuna sinir olduğu için çayına ilaç katmıştı. Kadir olayla ilgisi olmadığına yeminler etmiş, ishali
geçince geçmiş olsun ziyaretine odasına uğrayacağına ve
kimden şüphelenmesi gerektiğine dair bilgi vereceğine
söz vermişti. Son iki günü tuvalette geçiren Feray halsizlikten ne çekim setiyle uğraşabilmiş ne de o sabah gelecek
olan arkadaşı Ravi’yi havaalanından almaya gidebilmişti.
Hintli yönetmen İstanbul’a geldiğinde oyuncu mankenlerle birlikte yönetmene şehri gezdirmek ve çekimlerde
refakat etme görevini Zeynep üstlenmişti, Feray’ın işe
gelemeyişine çok memnun olmuştu. Normal koşullarda
Mustafa, Feray’dan bağımsız çalışmasına oldukça ters
tepki veriyordu. Bu nedenle de Feray’ın hastalanması
ekmeğine yağ sürmüştü. Zeynep Mustafa’ya tek başına
bir şeyleri başarabileceğini göstermek için çekimlerin
her detayıyla saatler harcayarak strese girmişti. Duyduğu
kadarıyla oldukça ünlü bu yönetmende şöhret hastalığı
kapsamında kapris diz boyuydu. Bu nedenle de sorun
çıkmaması için hassasiyet gerekiyordu.
148
14 9
Bir gün önce çekim setini kurmak için ölçü almak üzere gelen marangozla arka panonun rengini tartışıyordu.
“Abla, panoyu kırmızı yaptın, setin tabanını da aynı
renk yapalım,” diye önermişti marangoz.
“Sabit usta, istemiyorum. Sen bana birkaç renk
kartelâsı daha getir, tam karar veremedim zaten.”
“Başka kalmadı bende, hepsine baktık. Arkadaştan
sorayım o zaman. Yalnız pazartesinden önce getiremem.”
“Neden? Olur mu öyle şey! Hemen getir de hızlanalım
Sabit usta. Yetişmeyecek.”
“Abla başka işlerim de var, bu akşam gelemem.”
“Gecikecek bütün işler! Sabit usta biraz hızlanman
lazım! Bu böyle olmuyor!” demişti göz ucuyla marangoza
bakarak.
Zeynep’in attığı iğneleyici laf el aletlerini toplayan
Sabit ustanın umurunda olmamıştı. Kendi istediği renk
ve biçimlerdeki birtakım eşyaları kendi istediği takvimde getirmişti. Gözü kapıda onu bekleyen Zeynep’i hayal
kırıklığına uğratarak zamanında gelmemiş, ancak ansızın
haber vermeden elinde pano parçalarıyla sette bitmişti.
Baskına Anadolu yakasında yakalanan Zeynep koşarak
yetişmeye çalışmış, setin kilitli kapısını ustalara açmak
için Üsküdar’dan kanat takıp Galata Kulesi’ne uçmak zorunda kalmış, gelen panonun renginin kendi tarif ettiği
olduğu konusunda iftiraya uğramış ve istemediği renk
ile gecikmek arasında seçim yapmak zorunda kalmıştı.
Aslında panonun cilasının tonu Zeynep’ten başka kimsenin umurunda olmamıştı ama düğün hazırlığı yapan
gergin gelin misali Zeynep her detaya kafayı takıp perişan
olmuştu. İşleri ucu ucuna yetiştirebilmişti.
Zeynep, üzerinde ‘Ravi Kumar Köri’ yazılı pankartla,
sabah 7.00’de Atatürk Havalimanı yolcu karşılama bölümünde beklemeye başladı. 10 Kasım’dı ve hava buz gibiydi.
Bir süre sonra başında siyah türbanı ve beyaz giysileriyle
Ravi, eşi ve beş kişilik model ekibi geldiler. Eşi yeşil bir
Hint giysisinin altına terlik giymiş ve altın, işlemeli, uzun
sallantılı bir küpe takmıştı. Burnunun yanı parlak taşlarla
süslüydü. Tek omzunun üzerinden atkı gibi geriye sarkıttığı bir kumaşa dolanmış kadın, halıya sarılıp kaçırılmak üzere paketlenmiş gibiydi ve sırtı da açıktı. Zeynep
mevsime pek de uygun giyinmemiş kadını en geç iki gün
içinde soğuk algınlığından doktora götüreceğine emindi.
Türkiye’nin ‘güneş ve plaj’ imajı insanlara her daim sıcak
olduğunu düşündürse de internette hava durumu kontrol
etmemek bu devirde affedilemezdi. Zeynep ülkemizde
yabancı milletlere karşı duyulan meraktan henüz habersiz
olan misafirlerini kapıda bekleyen minibüse bindirmek
üzere götürürken, havaalanında bekleyen ziyaretçilerin
tamamı birer birer misafirleri süzüyordu. Hatta ellerini arkada kavuşturmuş bir grubun oluşturduğu insan
koridorunun arasından yürüyerek geçerken “Aç kapıyı
bezirgan başı”nı söyleyesi gelmişti.
Bayanları otele bırakacak, Ravi’yi de doğruca ofise götürecekti. Yönetmen Mustafa ile bir saat görüştürecek, otele dönerek bayanları alıp özel izin aldıkları İstinye Park’ta
çekime gideceklerdi. Her şey bitince Boğaz kenarında bir
balık lokantasına gidilerek Hindistan’ın Türkçede ‘Hindi’
ülkesi anlamına gelip İngilizcede Türkiye’nin ‘hindi’ anlamına gelmesi nasıl bir karışıklık sonucu olmuş olabilir
teması işlenecekti. Her şey planlanmıştı.
On beş dakika sonra Ravi kadınları odalarına yerleş-
15 0
15 1
tirip lobide göründü. Ardından yola çıktılar. Binaya vardıklarında güvenlikten bir kimlik de Ravi için alıp ofisin
olduğu en üst kata çıktılar. Kartlarını okutup ofise girdiler.
Ravi Zeynep’in arkasından ofise girmişti ki sirenler
çalmaya başladı. Zeynep 10 Kasım olduğunu hatırladı ve
dokuzu beş geçe birden sireni duyup saygı duruşuna geçince başı önüne eğik yürüyen Ravi Zeynep’e çarptı. Özür
diledi ancak Zeynep taş kesmiş, ayakta, cevap vermeden
dikiliyordu. Ravi ne olduğunu anlamak için etrafa baktı.
Montunun tek kolunu çıkarıp tekini çıkarmamış halde
Turgut’u, kahve makinesinin yanında elinde kahveyle
Kaan’ı, tuvaletin kapı kolunu tutar halde Mustafa’yı, öksürüğünü tutmaktan morarmış Ayşe’yi ve benzerlerini
ayakta, hareketsiz ve yere bakarak dikilir halde görünce
şaşkınlıktan ağzı beş karış açık kaldı. Bir dakika sonra
tüm ofis çalışanlar sanki hiçbir şey olmamış gibi günlük
işlerine döndüler. Turgut montunun diğer kolunu çıkardı,
Kaan kahveden eli yandığı için bağırdı, Mustafa tuvalete
girdi ve Ayşe de öksürdü. Ravi sanki film izliyordu da
mutfağa giderken dondurduğu filmi kumandaya basıp
yeniden başlatmıştı. Zeynep şaşkın adama olayı açıklamaya çalıştı. Ravi çok şaşırdığını söylediğinde Zeynep
küçüklüğünden beri yapageldiği bu normal olayın nesinin
garipsendiğini anlayamadı.
Zeynep afallamış adamı Mustafa’nın odasına götürdü.
Mustafa, Ravi daha yerine oturmadan sohbete başlarken
kapıyı Zeynep’in yüzüne kapadı. Bir saat sonra ofisten
çıkana kadar birkaç öncelikli işini bitirmek üzere odasına
giden Zeynep, bilgisayarının başında Mustafa’dan haber
gelene kadar çalışmayı planlıyordu. Tam o sırada telefonu
çaldı. Arayan Dilim Kıyma Vakfı’ndan Şükrettin Bey’di.
Heyecanla telefona cevap verdi Zeynep.
“Alo?”
“Selamünaleyküm Zeynep Hanım.”
“Şükrettin Bey merhaba. Nasılsınız?”
“Hamdolsun Zeynep Hanım, sizin reklam isteğinizi
efendiye aktardık şükür. Kendileri ‘Ala’ diye zikrettiler.
Sizden bir ricam ürünün tam muhteviyatını bir dosya ile
bize göndermeniz. Ben de size talep ettiğimiz bağış miktarını bildireceğim inşallah. Hayırlı olsun.”
“Bu kadar hızlı geri dönüş beklemiyordum, çok sevindim. Dosya bugün elinizde olur merak etmeyin. Hayırlı
olsun gerçekten.” Zeynep’in yüzü aydınlanmıştı. Şu çekimi
de atlatırsa işleri yoluna koymuş olacaktı.
Saat 10.30 olunca Zeynep Mustafa’yı telefonla arayarak
saati hatırlatmak zorunda kaldı. Çekim yapmak üzere
İstinye Park’a gideceklerdi ve zar zor aldıkları özel çekim
izni saat 11.00-12.30 arasındaydı. Daha Ravi Bey’in eşini
ve modelleri alacaklardı otelden.
Aceleyle ofisten çıkıp otele varmış, hızla ekibi toplayıp
çekim yerinin yolunu tutmuşlardı. Planlarına göre alışveriş
merkezinin üst katında çekim ekibi onları bekliyor olacaktı.
Ravi’nin eşi de alışverişle oyalanacaktı. Zeynep kadına acıdı
ve hayatta koca parasıyla alışverişte kendini kaybeden tüm
kadınların adına kariyerinde ek bir basamak çıkmaya ant
içti. Kendisi gibiler hem anne, hem eş, hem evlat, hem abla,
hem yönetici olabiliyorlardı da diğerleri neden bu mücadeleden kaçıyorlardı? Zeynep’e göre bu inanılmaz bir zayıflıktı.
Kadınların çalışmamasını son derece kabul edilemez bulur,
çalışılmıyorsa mecburiyetten olduğunu sanırdı. Kendi isteği ve tercihi ile evde oturan ve huzur ve mutluluğu evde
yakalayan kadınların yanlış yapıyor olduğundan son derece
15 2
15 3
emindi. Bu nedenle de herkesin ona özendiğini zannederdi.
Kısacası çalışmamak bir seçim değil mecburiyet olabilirdi
ancak. Ravi’nin elinde limitsiz kredi kartlarıyla üst kattaki
en lüks giyim mağazalarının olduğu bölüme çıkan ‘acınası’
eşinden ayrılıp çekim alanına gitti.
Ravi çoktan çekim ekibinin yanına gidip tanışmış,
kendinden emin ve yaptığı işe son derece hâkim biçimde
direktifler vermeye başlamıştı. Ravi tam bir maestroydu ve
etraftaki herkesi öyle bir etkisine almıştı ki Zeynep adamı
hayranlıkla izlemeye koyulmuştu. 20 dakika içinde tüm
ekip çekime başlamış, kızlar elleriyle saçlarını atarak poz
vermeye ve gülümsemeye koyulmuşlardı. Model kızlar
birbirinden renkli uçuşan tüllerle Hint müziği eşliğinde
son derece ilginç bir atmosfer oluşturmuşlardı. Her şey
çok iyi gidiyordu ve çekim bitmek üzereydi. Kendini işe
kaptırmış olan Ravi, mükemmel olması için mankenlerin
nerede duracağını, ışığı ve müziği aynı anda yönetiyordu.
Bir iki kere çalan telefonunu kapasa da ısrarlı arama eşinden geldiği için çekime eliyle işaret yaparak ara vermiş ve
telefonunu açmıştı. Konuşurken yüzü birden değişen Ravi
bir yukarı bir aşağı yürümeye başlamıştı ve ne konuştuğunu anlamasalar da bir terslik olduğu belliydi.
Ravi telefonu kapatınca, “Zeynep, çok acil üst kata
çıkalım. Eşim bir problem yaşıyormuş,” dedi öfkeyle.
Zeynep koşar adımlarla yukarı kata çıktığında gördüğü
kalabalığın hayra alamet olmasını diledi ve Ravi’nin eşinin bayıldığını düşündü. Tek anlamadığı neden kadının
başında doktor değil de kameraman olduğuydu.
Kalabalığı yararak kocasına koşan kadın hıçkırıklar
içinde konuşmaya başlamış, Zeynep Hintçe konuşmaları
anlayamadığı için durumu Ravi’nin yüzüne bakarak kes-
tirmeye çalışmıştı. Ravi Zeynep’e döndü ve konuşmalarını
İngilizceye çevirdi.
“Üst kata açıklık alana çıkmış, her yerde bir sürü inek
heykeli görmüş. Burada da ineklere önem veriyorlar
diye sevinerek her zamanki gibi diz üstü yere çömelip
dua etmeye başlamış. Etrafını kalabalık sarmış; ne oldu
anlamadım diyor.”
“Hangi inekler? Dekor olarak konan süs ineklerini mi
diyorsunuz?” dedi Zeynep.
Alışveriş merkezine uğrayan ünlüleri çekmek üzere
muhabirler her daim ortalıkta oldukları için maalesef olayı
kaçırmamışlardı. Ravi’nin eşi ne olduğunu anlayamadan
bir kameramanın çekime başladığını anlatmıştı ağlayarak. Etrafta toplananlar kadının etrafını sarıp birbirlerini
dürtüp gülmeye, Ravi’nin eşinin cep telefonu ile resmini
çekmeye, “Hello mö mö!” diye laf atmaya başlamış da
bitirmişlerdi bile. Ravi’nin uzaylı muamelesi gören eşinin
giysisini elleyen bir çocuğu annesi zorlukla kucağına alıp
uzaklaştırmıştı. Çekimi engellemeye çalışan Zeynep zar
zor araya girdi ve Ravi’yi ve karısını uzaklaştırmaya çalıştı.
Zeynep, “Ravi Bey, emin olun kimsenin niyeti kötü
değil. İnsanlara tuhaf gelmiştir,” dedi kızgınlıktan köpüren
adamı sakinleştirebilmek ümidiyle.
“Biz tuhafız siz normalsiniz öyle mi? Hele de sabahki
donup kalma olayından sonra…” diye iyice köpürerek
önden hızlı adımlarla yürümeye başladı.
Ravi o kadar sinirlenmişti ki, Zeynep’in otele bırakmasına bile müsaade etmeden ekibini ve eşini alıp bir
taksiye binip gitti. Zeynep de, “Atamıza saygı duruşumuza
tuhaf diyemezsiniz! Ayrıca saygı duruşu donup kalma da
değildir,” diye arkasından bağırdı. Adam taksiyle yanından
15 4
15 5
geçerken, “Ben de karının burnundaki parlak boncuğa
gıcık oldum, anladın mı!” diye bağırıyordu Türkçe.
Daha akşama kalmadan, öğlen haberlerinde bir alışveriş merkezindeki dekoratif ineklere tapan Hintli misafirler
konusunda alevli bir tartışma başladı. Bunların put sayılması ve derhal yok edilmesinden, Hindistan Büyükelçisinin Hint vatandaşlarına gösterilen saygısızlığa tepkisine
kadar bir dizi olay çıktı. Ülkücü gençler rövanşın kurban
bayramında olacağını kameralara bağıra bağıra ve elleriyle boğaz kesme işareti yapa yapa anlatırken Şükrettin
Bey Zeynep’i arayıp reklam projesini iptal ettiğini haber
verdi. Kös kös ofise dönen Zeynep mümkün olan en az
kişiyle karşılaşmayı diliyordu ama aksi gibi bordroda
kayıtlı tüm personel suratlarındaki arsız ve malumata aç
gülümsemeyle Zeynep’i karşıladı.
Turgut öne fırladı, “Vay be Zeynep Hanım. Yüzyılın
olayı yani…” dedi
Ayşe de bir adım geri çekilerek, “Mustafa Bey seni bekliyor Zeynep, gelir gelmez odama gelsin dedi,” diye ekledi.
Mustafa, Feray’ı ve Zeynep’i durum değerlendirmesi
yapmak üzere ofisine çağırmıştı. Zeynep odaya yürürken
yer yarılsa da içine girse diye diledi ama maalesef yer
yarılmadı. Feray ofise yeni gelebilmiş, karnı ağrıdığı için
odada sessizce oturuyor, Zeynep’le Mustafa’nın gelmesini
bekliyordu. Mustafa odaya koşar adımlarla girince arkasından odaya giren asistanı elindeki ünlü bir gazetenin
internet çıktısını masaya koyup, “Mustafa Bey, gazeteyi
de görmeniz iyi olur!” deyip odadan çıktı.
“Ne yazmış?” diye sordu çıktıyı eline alıp okumaya
başlayan Feray’a.
“Söz konusu Zorius Capital olunca şaşırmak olağan
bir durum halini aldı. Parfümün tuhaf adından şirket
içi huzursuzluklara kadar akıl almaz olayları anlamaya
çalışalım derken bu olay pes dedirtti!”
Mustafa şaşırdı, “Bayağı sert yazmış her kimse. Şirket
detaylarını bilmesi tuhaf. Yarın tekzip yayınlattıralım.
Adamı tanıyor muyuz?”
“Adamı hepimizi tanıyoruz. Eğitime gelen Fahri Bey!”
“Anladım! İş istedi vermedik diyedir. Arar iş veririz,
biter! Başka bilgi var mı bana vereceğiniz? Bir durum
değerlendirmesi yapıp hepsini toparlayayım,” derken
kartvizit defterini çıkarmıştı tanıdıklarını aramak için.
Zeynep suratı kıpkırmızı, sandalyeden düşmek üzere,
zar zor dinliyordu konuşulanları. Elinde mendili, kısık
kısık ağlıyordu.
Mustafa, “Basınla ilgili tüm konuları üst yönetime bildirmek zorundayım. Merkezde rapor edeceğimiz halkla
ilişkiler direktörünü yakından tanıyorum ve konuyu aktarırken yumuşatacağım. Ancak açık konuşmak gerekirse
bugünkü olayın hoş karşılanmayacağını düşünüyorum.
Zeynep, basın toplantısını iptal etme. Durumu toparlamak
için kullanacağım.”
Zeynep ağlamaya başladı ve hıçkırıklardan zor duyulan
sesiyle, “Ben çıkabilir miyim müsaadenizle? Kendimi çok
kötü hissediyorum,” diyebildi.
“Peki, erken çıkabilirsin. Git eve dinlen biraz. Haftaya
da izin kullan. Biraz gözden uzak olman iyi olur her şey
yatışana kadar. Sana doğrudan ulaşmaya çalışan olursa
konuşmayıp asistanıma yönlendireceksin. Anlaşıldı değil
mi?” dedi suratı asılarak.
Zeynep ortalığı karıştırıp duruyordu. Eşini ne diye ziyarete gittiğini de anlamamıştı. Zeynep ortalıkta oldukça
15 6
15 7
durumun kontrolü zorlaşıyor, her taşın altından başlatılmış
bir girişim veya yapılmış bir görüşme çıkıyordu. Dilim
Kıyma Vakfı ayrıca onu da aramış, durumu sert bir dille
eleştirerek isimlerini karıştırmamalarını bildirmişti.
27
“Anneeeee!” diye ağlayarak telefonu açtı Zeynep.
“Zeynep? Ne oldu? Ece’ye mi bir şey oldu?”
“Yok anne, hepimiz iyiyiz. İşle ilgili, gerçekten bu sefer
bir felaket oldu. Haberleri izlemedin mi?”
“Yoo.”
“Başıma gelmedik kalmadı. Televizyonlara, gazetelere
çıktık. Mustafa Bey de beni olaylar yatışana kadar sürgüne
gönderiyor.”
“Kızım, yavaş anlat. Anlamadım, kim neye gönderiyor?”
“Parfüm hakkında olabilecek en kötü yazılar çıktı
gazetede, reklam filmi sorun oldu. Bir sürü şey. Sonuçta
buradan gitmem lazım bir süre. Kimsenin yüzüne bakmak
istemiyorum. Anne beni bir yere götür.”
“Bir yere mi? Ne bileyim kızım kışın ortasında. Ben
geleyim de yüz yüze konuşuruz. Bekle.”
“Cem’i de görmek istemiyorum. Başka kimi arayacağımı bilemedim. Burada kalmayalım, söz ver anne.”
“Kızım öyle deme. Ölüm yok ucunda. Hallederiz tamam mı? Kapat şimdi de çanta hazırlayayım o zaman.”
15 8
15 9
“Nereye gitsek?”
“Ben seni nereye götüreceğimi biliyorum ama bir arayayım kadını evde mi diye. Evdedir gerçi nereye gidecek
yaşlı kadıncağız ama ne olur ne olmaz. Nazar değdi size,
ben hep söylüyorum.”
“Nereye gidelim diyorsun?
“Eşme’ye.”
“Orası ne ya?”
“Zeynep, madem götür diyorsun soru sorma bari.
Tanıdığım bir yaşlı teyze var. Ona gidiyoruz. Haydi, topla
sen de eşyalarını. Ben basit bir çanta yapacağım zaten.
Zeliha’yı da ararım Ece için.”
“Yok! Sakın arama anne! Ona Cem bakacak hafta sonu.
Bir kez de o baksın! Ekmek pişirsin, yoğurt mayalasın,
masal okusun, banyodan sonra kremini sürsün, sabah
şurubunu ve vitamini versin. Aman Tanrım, hepsini ben
yapıyorum bunların!”
“Zeynep sakin ol! Kaçta geliyor Cem? Ne diyeceğiz
adama? İki kadın gece gece çıkıp gitmek çok garip olmaz
mı kızım?”
“Olmaz! Sen onun ne gariplikler yaptığını bilsen ‘bu
ne ki’ dersin! Akşam sekiz gibi geliyor, Ece’yi teslim eder
çıkarız.”
“Tövbe yarabbim, sen büyüksün! Geldim o zaman.
Otobüsle mi gideceğiz?”
“Yok anne, ben arabayı alırım. Düştüğünde yanında
araban olacak ki özgürce kaçasın, annen olacak ki güvende
olasın. Saat sekize geliyor. Bütün gün bir şey yemedim.
Hem bir şeyler atıştırayım hem de çanta hazırlayayım.
Daha Cem’e ben yokken neler yapması gerektiğinin notunu
yazacağım. Bu arada Eşme nerede?”
“İzmit’i geçince.”
Zeynep telefonu kapatınca hızlıca bir şeyler atıştırmak
için mutfağa gitti. Mutfak ev yapımı mayalanmış yoğurt
kokuyordu. Ece doğduğundan beri yoğurdu kendi yapıyordu Zeynep. Ekmeği de kendi pişiriyordu. Kendine bir
sandviç yaptıktan sonra yanına yolluk olarak Aydın’dan
getirttiği organik meyvelerden aldı. Kızı sağlıklı beslensin diye saatlerini harcıyordu işten geldikten sonra. Evin
düzeni için de durum aynıydı.
Sandviçiyle yatak odasına gidip bir yandan yerken diğer
yandan çantasını hazırlamaya koyuldu. Giyinme odasında
gözüne ayakkabılar ilişmişti. Lostra salonundan getirdiği
cilalanmış ayakkabıları renklerine göre yan yana dizmek
için ne çok zaman harcamıştı. Gözü özenle katlanmış
çoraplara, asılmış kravatlara, tek tek dizilmiş kol düğmelerine gitti. Zeynep bu işlerle uğraşırken Cem evdeki eş
değil, ayakaltında dolanan ve ayağına sürtündükçe tekme
yiyen sokak kedisi muamelesi görürdü. Böyle zamanlarda
Cem gazetesini eline alıp uzanırken Zeynep hiç oturmaz,
nereye oturursa oranın altını temizlemek için Cem’i defalarca yerinden kaldırırdı. Çöpleri ayrıştırmak, Ece’nin
çantasını hazırlamak ve diğer tüm hazırlıklarla uğraştığı
zaman boyunca Zeynep Cem’in ona anlattığı veya okuduğu
hiçbir haberi dinlemezdi. Cem de Zeynep’in neyi nasıl
dizdiği veya nereye koyduğunu anlattığı zaman dinlemez
ve ihtiyacı olduğunda bulamazdı.
Zeynep dolaptan çıkardığı bir çantaya eşyaları yerleştirmeye başladı. Giysilerini, diş fırçası ve macununu yanına
aldıktan sonra kütüphaneden kitap seçmeye gitti. Kitaplığa bakınırken gözü dalmıştı ve birden kendini eşyaları
karıştırırken buldu. Kütüphanenin altındaki fotoğrafların
16 0
161
olduğu dolabı açarak en üstten birkaç albüm alıp karıştırdı.
Sonra raflarda duran resim çerçevelerini tek tek eline alıp
baktıktan sonra yerine koydu. Ece’nin okuldan getirdiği
babalar günü kartını öptü. Eşyaları eline aldıkça yüzünde
bir tebessüm belirip yok oluyordu. Yıllardır tanıyordu
Cem’i ve en kendine ait olduğunu düşündüğü eşyada bile o
vardı. Şimdiyse ilişkileri nereye gideceğini dahi bilmediği
bir döneme girmişti. Daha üniversite yıllarından biliyordu
Cem’in dünya görüşünü ama Zeynep de tüm diğerleri gibi
eşinin değişeceğini ve kendine benzediğinde de düzelmiş
olacağını sanmıştı. Cem de sınıf birincisi olmak için sabahlara kadar çalışıp, olamadığında ağladığını biliyordu
Zeynep’in. Üniversite sınavında istediği bölümü kazanamadığında, burs alamadığında, işe girmek için yüzlerce
yerden ret cevabı dahi alamadığında yanındaydı. O zamanlar farklılıklarına katlanmak, birbirlerini düzeltmek
ümitlerini canlı tutabildikleri için mümkün gözüküyordu.
Şimdiyse yıllar içinde ikisi de diğerinin istediği biçimde
değişmediği gibi, bir de tahammülsüzleşmişlerdi.
Evlilik resimlerini, davetiyelerini, düğünü düşündü.
İşler ayrılmaya giderse Cem’den kopmak tahmininden
daha zor olacaktı. Bu yüzden kızgınlığı yerini korkuya
bırakınca ertelemek istemişti konuşmalarını. Yoksa işleri
yoğun olduğu için değil. İlişkileri bu hale yavaş yavaş geldiği için gidişatın adı konana, yani Deniz ortaya çıkana
kadar sorunlar olabildiğince dile getirilmemişti. Şimdiyse
zaten yüzleşmeden kaçış yolu kalmamıştı. İşin kötü tarafı,
işinde de yüzleşmeden kaçış yolu kalmamıştı. Kendince
yapmaya çalıştığı projelerle kimse ilgilenmiyordu ama her
seferinde yeni birini bularak ümit yaratıyordu kendine.
Oysa takdir gösterilse çoktan terfi etmiş olur, onay verecek
kişilerin değişimine kurban gitmezdi.
Zeynep bir yerlerde hata yapıyordu. Çocukluğundan
beri kimsenin başına yeni icatlar çıkarmamış, herkesin
bildiği ‘doğru’ yoldan çıkmamıştı. Her zaman çok planlı
olmuş, hiçbir işini tesadüfe bırakmamak için çok gayret
göstermişti. Azimliydi ve bıkmadan usanmadan çalışırdı
hedefine ulaşmak için. Terfi ederse güzel bir sitede ev
alabilecekler, çocuğu apartman dairesinden kurtulup yeşilliklerde oynayabileceği için daha mutlu olacaktı. Daha
çok kazanacağı için hayatları iyileşecek, özellikle kızına
en iyi imkanları sunacağı için ileride sıkıntı çekmesini
engellemiş olacaktı. Kısacası bunlar olunca herkes mutlu
olacak, ailesini de gururlandıracaktı. Bugün annesinin
yüreğini ağzına getirerek, onu gururlandırma yolunda ne
kadar kötü durumda olduğunu görünceyse çok utanmıştı.
Banyoda başını çarptığı gün küfredince çok iyi geldiğini
hatırlayıp yüksek sesle koca bir küfür patlattı evde kimse
yokken. Bu sanki onu iyi çocuk olmaktan kurtarıyor ve
omuzlarındaki yükü hafifletiyordu.
Cem’in anahtarlarının sesiyle kendine geldi ve elinde
tuttuğu resim çerçevesini yerine koyup hazırladığı çantanın fermuarını kapadı. Sırtına astığı çantayla Cem’i
antrede karşıladı. Cem Zeynep’i elinde çanta ile görünce
dehşete kapıldı ve gayriihtiyari bileğinden tutarak sordu,
“Nereye Zeynep?”
“Korkma Cem, bir çantayla kayıplara karışmayacağım.
İşten uzaklaştırıldım,” dedi elini çekerek. “Bu hafta şeytanın bacağını kıracağıma kendi bacağımı kırdım. Allah
belasını versin!”
“Zeynep, nereye gittiğini söyler misin? Ne oldu işte
tam olarak?”
16 2
163
“Parfüm reklamı tam bir skandal oldu. Allah belalarını
versin topunun!”
“Okudum gazetede. Aradım ama ulaşamadım.”
“Mustafa Bey skandal basına düşünce bir süre ortadan
kaybolmamı istedi. Pis herif!”
“Sen küfür mü etmeye başladın?”
“Ben de söz dinleyip ortadan yok oluyorum. Beni ararsan Mustafa Bey’in asistanına yönlendirmek zorundayım
haberin olsun. Konuşmam yasak!”
“Onun demesiyle mi karar vereceğiz nerede olacağımıza Zeynep? Bırak çantanı da otur Allah aşkına!”
“Annem gelecek birazdan ve yola çıkacağız. Sorunların
kaynağı benmişim meğer. Biraz ortadan kaybolursam ben
yokken bütün işler yoluna sokulur herhalde! Dünya daha
temiz bir yer olur, Zorius’a da para yağar falan.”
“Zeynep böyle konuşma. Kimsenin seni sorumlu tuttuğu yok. Madem hafta sonu işe gitmeyeceksin, Ece’yi
annene bıraksaydın da baş başa kalsaydık.”
Zeynep antredeki pufa oturdu ve, “Deniz ile aranda
ne var Cem? Onu mu seviyorsun? ” diye sordu. Gözleri
dolmuştu, “Ben neyi yanlış yapıyorum?”
Cem de yanına çömeldi. Yıllardır üzülmesin diye yüzüne söyleyemediği gerçek fikirlerini söylemenin zamanının
geldiğini düşündü. Konuşurken sesi titremeye başladı.
“Zeynep, aramızda bir şey yok. Zaten sorun Deniz değil.
O ortaya çıkınca sorunumuzdan kaçacak yerimiz kalmadı
sadece. Seni üzmek istemem ama söylemek zorundayım,
ben bu halimizden mutlu değilim. Ben bir proje değilim
Zeynep, Ece de öyle. Bizimle ilgili planlar yapıyor ve istediğin gibi olmamıza çalışıyorsun.”
“Bunun için mi terk edeceksin bizi?”
“Zeynep, o kadar sınırlıyorsun ki kendini, bize de sana
da yazık oluyor. Terfi edemedin diye evde tadımız tuzumuz
kalmadı. Olmazsa ne olacak? O şirkette başarılı olmak ne
demek ki ayrıca? Tanıdığı olan terfi ediyor zaten. Benim
gözümde hiçbir değer yok.”
“Senin gözünde yok ama başkalarının gözünde var.
Şirkette terfi etmenin bir anlamı ve değeri var. Bunun
getirdiği yan avantajlar ve saygınlık var. Hiç önemi yok
mu bunların?”
“Zeynep, bunların seni mutlu ettiği açık ve bunlara
önem vermeni eleştirmiyorum. Marka çanta bile sevebilirsin, sorun yok. Sadece olmazsa ne yapacaksın onu
soruyorum. Planların işlemiyor, hiç beklemediğin şeyler
oluyor. Böyle gergin devam mı edeceğiz yoksa şirketinle
ilgili bir karar alacak mısın? Ve benimle ilgili?”
“Ben sorumluluk sahibiyim. Bu iş bana uygun değil
deyip bırakmak kolay. Üstelik işimi de seviyorum. Geçindirmemiz gereken bir ev varken gönlümün her istediğini
nasıl yapayım? Seninle ilgili alacağım karar senin de ne
yapacağına bağlı değil mi? Ben seni tamamen olduğun
gibi kabul edersem işler düzelecek sanıyorsun ama senin de yapman gerekenler yok mu? Sen ideallerine bağlı
yaşamaktan istedin, ideallerinden başka bir şey yapmaz
oldun. Bana yardımcı olmuyorsun ve giderek daha da
çok korkuyorum, güvencesiz hissediyorum kendimi. Kendini karakolluk ederken iş siciline işlendiğini ve bunun
Türkiye’de ne demek olduğunu bilmiyor olamazsın ama
yapıyorsun işte. Sen bu haldeyken hayatımızı garantiye
almak için daha çok çalışmam ve çabalamam gerektiğini
görmüyor musun?”
“Zeynep, ne garantiye alması gözünü seveyim! Neyi
16 4
165
öngörebildin şu son bir aydır? Hangi planın işe yaradı?
Hangi iş istediğin gibi gitti? Yaşadıkça görebileceğin şeyleri
önden planlamaya çalışıyorsun! Hayat akıyor bize sormadan, onunla beraber gitmeliyiz.”
“Sen hep akıntının tersine gidersin ama!”
“Ben bankacılığı sevmiyorum. Bugüne kadar çalıştıysam da sorumluluk baskısıyla çalıştım ve aslında çok
mutsuzum.”
“Sana acımıyordum ruhuna ters işi yaptığın için. Senin
çoğunluğa ters düşmeni kastetmiştim.”
“Çoğunluk bir zaman sonra benim tarafımda akacak
ama ben çok önce hareket ettim. Zamanlamam yanlış
farkındayım. Ama ben de şanslıyım. Yeşiller Partisi’nden
teklif aldım. Kabul etmeyi düşünüyorum.”
“Sana teklif mi geldi?”
“Evet, bu hafta başı teklif yaptılar ama konuşamadığımız için söyleyemedim.”
“İyi bakalım, paketi iyi mi bari?”
“Huzur payını da koyunca hiç fena değil.”
“Anladım. Yeter ki sen mutlu ol diye aradaki maaş
farkını kapatmam gerekecek çünkü paramız ucu ucuna
yetiyor. Ama ben de senin gibi yapmayı denemeliyim
belki de. “Carpe Diem2” başlıklı iş başvuru mektubumun
arkasına özgeçmişimi ekleyip salayım internete.”
“Dalga geçme Zeynep. Beraber karar veririz ne yapacaksak. Henüz evet demedim. İkimizin de yardıma ihtiyacı
var. Biliyorum, ben de sana yeterince yardımcı olmadım
bugüne kadar. Beni karıştırır mısın bilmem ama sana
destek olmak istiyorum. Sen de bana ol lütfen.”
(2)
“Bilmiyorum Cem. Nasıl bu hale geldim ve göremedim
ben de anlamıyorum. Bütün bunlar bir günde olmadı ama
birden işimi ve seni kaybetme tehdidi ortaya çıkana kadar
normalde nasıl davranıyorsam öyle davranmaya devam
ettim. İşlerin kötü gideceğine ihtimal vermedim herhalde.
İşte de Feray’ın ne yapmaya çalıştığını ve Mustafa Bey’in
nasıl biri olduğunu bile bile normalde nasıl çalışıyorsam
öyle devam ettim. Ben de farkındayım böyle yürümeyeceğinin. Biraz düşünmek istiyorum.”
“Ben de sizinle geliyorum Zeynep.”
“Şimdi gelme Cem. Biraz yalnız kalayım.”
“O zaman pazar günü dönüşte almaya gelirim.”
O sırada kapı zilinin çalınmasıyla konuşmaları bölündü. Ayağa kalkan Zeynep otomata basarak giriş kapısını
açtı. Daire kapısını açıp dışarıya adımını attı, birden aklına
bir şey gelince geri girdi ve, “Madem özgür ruh olacaktın
neden evlendik Cem? Hem de çocuk yaptık. Bana yardım
etmek istiyorsan sen de bunu düşün ben yokken. Biliyor
musun, yarın Ece’nin ara yıl müsameresi var. Gelemediğim için ne kadar üzgün olduğumu söyle,” deyip yoluna
devam etti.
Cem arkadan seslendi, “Nereye gittiğinizi söylemedin.”
“İzmit yakınında Eşme diye bir yere.”
“Varınca ara.”
‘Gününü gün et, zamanın tadını çıkar, günü yakala, günü yaşa’ gibi
anlamlardaki özdeyiş.
16 6
167
28
Hülya Hanım’ı apartman girişinde yakalayan Zeynep
doğrudan arabaya yönlendirmişti. Çantalarını bagaja koyarken Cem’in her zaman özlediği azlıkta eşya ile seyahat
ediyor olduklarını görüp gülümsedi. Normalde tatile giderken ağzına kadar dolan bagaj bir kez yerleşti mi, içinden
bir şey almak veya eklemek, anayasanın, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez üç maddesi halini alırdı. Aksi gibi
mutlaka bavullardan bir şey almak gerekir, amansız bir
tartışma çıkardı Cem ile Zeynep’in arasında.
“Hazır mısın anne?” diye sordu Zeynep. Hülya Hanım
başıyla onaylayınca arabaya oturdular ve yola çıktılar.
Yolda aralıksız konuşan Hülya Hanım köprü trafiğinde
sıkışmış oturuyor olmasalar çoktan Zeynep’in dikkatini
dağıtıp kazaya sebebiyet vermişti.
İstanbul il sınırını geçip İzmit’e varmaları üç saat almıştı ve Zeynep de yorulmaya başlamıştı. Hülya Hanım
ise bütün enerjisiyle bir yandan kızıyor, bir yandan üzülüyor, bir yandan da dua ediyordu. Zeynep telaşla, “Allah
kahretsin!” deyiverdi.
Annesi, “Aşk olsun Zeynep,” deyince, “Sana demiyorum
anne,” dedi endişeyle. “Arabanın yağ lambası yanıyor.”
16 8
Önündeki panelde yanan lambayı arabasına çarptıklarında
konuştuğu yardım servisinden tanıyordu.
Zeynep, “Yağ sızdırıyorsa yandık,” dedi.
“Önemli bir şey mi? Eyvah!”
“Bildiğim kadarıyla evet.”
Torpido gözünden servis numaralarının olduğu sayfayı
buldu ve arabadan dışarı çıkarak telefon etti. “İyi günler,
aracımızda arıza var sanırım. Göstergede yağ lambası
yanıyor. Yardımcı olabilir misiniz?” dedi Zeynep.
Yetkili, “Anlıyorum. Aracın yağ çubuğuyla yağ seviyesine bakın o zaman. İlk çentikten aşağıdaysa aracı
kullanmayın, çekici çağıralım. İlk çentikten yukarıdaysa
50 km. daha yol yapabilirsiniz demektir. Servisimiz Eşme
yolunda. Bir kontrol edip bilgi verirseniz karar verelim ne
yapılacağına,” dedi kibarca.
Zeynep, “Eşme yolundaysa iyi. Yol üstünde demektir.
O zaman bakıp arıyoruz,” dedi.
Endişeyle yağ kontrolü yapan Zeynep aracın servise
gidecek kadar yağı olduğunu görünce biraz nefes aldı.
Arabaya binip çalıştırdı. Hülya Hanım ne olduğunu merak
edip soruyordu, “Zeynep, kızım neymiş?”
“Anne, arabaya baktırmak için tamirhaneye gideceğiz
ama yakın,” dedi.
“Tamirhane mi? Araba mı bozuldu? Hey Allahım,
başımıza neler geldi görüyor musun?”
“Anne bir şey yok. Bir baksınlar, anlarız durumu.”
Ağır ağır servise giden Zeynep gece tamirci çocuğu
uyandırmak zorunda kaldı. Çocuk kaputu açıp arızayı
anlamaya çalışırken Zeynep annesini tamirhanenin sahibinin oturduğu sobalı küçük odaya yerleştirip tamircinin
yanına döndü.
169
“Selam. Ne durumdayız?” diye sordu Zeynep.
Haberler kötüydü. Aracı ertesi sabaha kadar tamir
ettiremeyeceklerini öğrendiler. Zeynep kendi hayal kırıklığından geçmiş, Hülya Hanım’ı teselli etmeye çalışıyordu.
Tamirci adamlar o kadar sıcak ve misafirperverdi ki,
merkezdeki bir otel sahibi ahbapları arandı, Zeynep ve
annesine derhal bir aile odası ayarlandı.
Gece Eşme’de, Yıldız Otel’de kalacaklardı. Servisin
sahibi Mahmut ağa kendi aracıyla Zeynepleri şehir merkezindeki otele teslim etti. Gidene kadar Hülya Hanım tüm
bunların nazara geldiklerinden olduğundan emin, dualar
ediyor, belirli aralıklarla da Zeynep’in yüzüne üflüyordu.
“Allahım akşamlar yüzü suyu hürmetine…”
Zeynep ile annesinin nerede olduğunu merak eden
Cem de telefon etmişti. “Araba bozuldu Cem. Gerçi gideceğimiz yere vardık ama tamiri zaman alacak galiba. Daha
önce de olmuştu ya. Aynı şey tekrar etti.”
“Zeynep, ben söylemiştim gece yola gitmeyin diye.
Neredeyseniz geliyorum almaya.”
“Şimdi gerek yok. Otele vardık ve yatıyoruz. Ben seni
ararım yarın,” deyip Cem’le vedalaştı Zeynep. Cem ise bir
yolunu bulup ertesi gün Eşme’ye gitmek istiyordu.
On dakika içinde Eşme’ye varmışlardı. Kasaba o kadar
ücra ve bakımsız haldeydi ki sanki Cumhuriyetin kurulduğu gün dondurulmuş ve zaman tünelinde havada asılı
kalmıştı. Otel odasının tavanından sarkan ampulde avize
takılı değildi. Kapıları kilitlenmeyen ve tuvalet kapısı
kapanmayan odanın perdelerinde güve yenikleri vardı.
Odanın neminin kırılması için Zeynepler gelene kadar
elektrikli ısıtıcı çalıştırmışlardı. Otel ne kadar perişansa
kasabalı da o kadar güler yüzlü ve cana yakındı. Mümkün
olan en az çarşafa temas edecek şekilde kıvrılıp yatan iki
kadın endişenin ve üşümenin verdiği bitkinlikten hemen
uyuyakalmışlardı.
Sabah uyandığında para çekmek için adı Atatürk, İnönü
veya Fevzi Çakmak olması gereken ana caddelerden birini
bulmuşlardı. Ziraat Bankası’nı görünce de kasabanın tam
göbeğinde olduklarına emin oldular. Sonra da kahvaltı
edecek makul bir yer bulup bir an önce gidecekleri kadını
bulmayı planlıyorlardı. Kahvaltıda araba tamir olana kadar
neyle oyalanacaklarını düşünüyordu Zeynep. Çok geçmeden cevabı öğrendi: öğlen, Eşme Belediyesi meydanda
Ayva Festivali düzenliyordu.
Zeynep, “Anne duydun mu? Öğlen festival varmış!”
dedi heyecanla.
Garson çocuk, “Öğle namazının bitmesiynen başlıyor.
Belediye reisi de gelcek, sanatçı da gelcek. Siz ona mı
geldiniz?” diye sormuştu saf saf. Sinirleri gerilmiş Hülya
Hanım kükremişti ellerini havaya kaldırıp, “Ben festivale
mestivale gitmem! Allahım sen bizi bağışla yarabbi, bu
tanımadığımız yaban ellerden kazasız belasız evimize
dönmeyi nasip et…” demiş ve oda anahtarını kaptığı gibi
merdivenlerden yan binadaki otele gidip yukarıya çıkmıştı.
Aradığı yaşlı teyzenin öğleyin geleceğini öğrenince de
festivale gitmeye razı olmuştu. Otel kasabanın tam meydanındaydı ve festival alanına bakıyordu. Bu yüzden de
festivale katılmak ve katılmamak arasında zaten gürültü
bakımından hiç fark yoktu.
Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayan etkinlikte
ilk olarak halk oyunları ekibi bir gösteri yapmıştı. Ardından ayvasıyla ünlü Eşme’de bekleneceği gibi ayva üzerine
yoğunlaşmış aktiviteler düzenlenmişti. Ayvayla ilgili şiir
170
171
yarışmasında dereceye girenler şiirlerini okumuşlardı.
Belediyeye ait Mehteran Bölüğü yarım saatlik bir gösteri
sunarken festivale katılanlara kasabanın önde geleni Mahmut Ağa tarafından yaptırılan ayva kompostosu ve ayva
reçeli ikram edilmişti. Hülya Hanım giderek huzursuzlanır
halde hiçbir ikramı kabul etmemişti. Ayva üstüne “daha
neler!” dedirtecek tüm aktiviteler icra edilince bu zorlama
silsilesinden sıkılan halk bir an önce sanatçının çıkması
için homurdanır olmuştu.
Festivale katılan konuk sanatçı Ayfer, “Sevgili Çeşmeliler” diye sık sık hata yaptığı için halk tarafından ayıplanıp
ıslık eşliğinde laf atılarak düzeltildi. Ayfer çok esmer, saçı
parlak altın rengi gölgeli bir kasaba şarkıcısıydı ve perdesiz
sesiyle Sezen Aksu’dan İbrahim Tatlıses’e kadar uzanan bir
yelpazede şarkı katletmişti. Yerel halk için sanatçının varlığı yeterli olduğundan sesine kimse dikkat etmemişti zaten.
“Ne kadaaar zulmetseeeen ah etmem sana, her iki
cihandaaaa gül kana kanaaaa, seninle cehennem ödüldür banaaaa, sensiz cennet bile sürgün sayılır,” dedi iki
elini çarparak seyircilere kendini alkışlamasını istediğini
anlatmak için. “İstek şarkısı göndersem bunu seçerdim
herhalde. Sürgünde olan biri için ne kadar uygun bir eser,”
dedi Zeynep sinirden gülerek.
Halk konser boyunca o kadar çok ve yüksek sesle
çekirdek çitlemişti ki müziğin sesini bastırdığı ve çekirdek kabukları dağından sahne artık görülemediği için
konser dağılmıştı. Zeynep kalabalık konser çıkışında bir
an annesini göremeyince telaşlandı. Biraz etrafı kolaçan
ettikten sonra annesinin köşedeki bir duvarın üstünde
oturmuş kasabalı kadınlara doğru salınarak yürüdüğünü
gördü. Annesi laflayan kadınları selamlamış ve yanlarına
oturmuştu. Zeynep de yanlarına gelince duvara oturdu.
Zaman yavaş akıyordu kasabada. İnsanın içinden koşuşturmak gelmiyor, aksine hayatın ağır ritmine kapılıp
yere serilesi geliyordu. Güneş de çıkmış, içlerini ısıtmıştı.
Kadınlara İstanbul’dan geldiklerini söylemişler, İstanbul’u
bir ya da iki kere görenler şehrin karmaşasından kendilerini nasıl Eşme’ye geri attıklarını anlatmışlardı. İstanbul’a
hiç gitmemişler hallerine şükretmişler, tüm kadınlar kendi
kasabalarının cennet olduğu konusunda fikir birliğine
varmışlardı. Herkes sırayla çocuklarından, gelin veya
damatlarından ve torunlarından bahsediyordu. Kadınlar
Zeynep’e de çekirdek ikram etmişlerdi. En son genç kızken
Ayvalık’ta duvara tüneyip çekirdek çitlemişti Zeynep. Bir
an tereddüt ettikten sonra bu içten insanları kıramadı.
Eline aldığı bir avuç çekirdeği yedikten sonra kabuklarını
aynı çocukluğunda yaptığı gibi yere tükürdü. Annesinin
de kendinin de dişleri ve dudakları simsiyah olmuştu.
Birbirlerine bakıp gülümsediler. Hülya Hanım kadınlara
yaşlı teyzeye geldiklerini söylemiş, herkesin birbirini adıyla
tanıdığı bu yerde evinin tam yerini de öğrenmişti. Teyze
öğle namazından dönene kadar yerinde pinekleyen Zeynep
burada olmaktan çok huzur duymuş, tam anlamıyla mutlu
olmuştu. Zeynep bu kadınlarla sohbet etmemiş ve buraya
gelmemiş olsa onların hayatına üzüleceğini düşününce
yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Ekonomi dergilerine poz vermemişler, sitede oturmamışlar, marka çanta
giymeyip cüzdanı naylon poşete sararak taşımışlardı ama
hiç üzülecek halleri yoktu. İşin tuhafı kadınlar Zeynep ve
annesinin haline çok üzülmüşlerdi.
Zeynep oturduğu duvarın üstünde düşüncelere dalmıştı. Kadınlarla sohbet eden annesine baktı. Bu kaçamak
172
173
uzun zamandır baş başa kalamadıkları annesiyle zaman
geçirmek için büyük fırsat olmuştu. Tonguç evin haylaz
çocuğu olarak her zaman ilginin odağı olduğu için kardeşine içinde bastırılmış bir öfke duyuyordu. Bir çocuk için
en paylaşılmaz şeylerden birinin anne ilgisi olduğu düşünülürse Tonguç’un onun elinden aldığı şey çok değerliydi.
Üstelik ondan hiç beklenmeyenler Zeynep’ten beklendiği
için her zaman üzerinde bir iyi çocuk baskısı olmuştu.
Tonguç da doktor veya mühendis olsaydı ve ailesi onunla
gurur duysaydı, annesinin övünme ihtiyacının baskısı eşit
dağılmış olurdu. Sorunlu çocukla ilgili aile içi yakınmalar
sorunlu çocuğun içinde bulunduğu durumu aşmasını
imkânsız kıldığı için girilen sarmaldan çıkılamıyor, iyi
çocuk ilelebet annesinin ilgisinden mahrum kalıyordu.
Şimdi ise istemeden de olsa ailede sorun yaşayan çocuk
olmuş, bu da ona annesinin ilgisini hediye etmişti. Zeynep
annesinin pençelerini Tonguç’un üzerinden çektirdiği için
kardeşi de rahat bir nefes almıştı. Garip bir biçimde Zeynep
ilgiye, Tonguç özgürlüğe kavuşmuştu.
İstanbul’da Hayriye teyzenin ölümüyle aklına düşen
annesini kaybetme korkusu yüzünden, Cem’e fark ettirmese de birkaç gece uykusu kaçmıştı. Annesine bir şey
olsa, bu koşuşturmanın içinde onunla ağızlara layık bir
sohbet edemeyişinden, Tonguç yüzünden annesine kötü
davranmasından, aldığı hediyeleri beğenmemesinden ve
işteyken ondan gelen telefonları açmamasından duyacağı
pişmanlıklardan korkuyordu. Annesiyle ilgili kaybının
verdiği derin üzüntü dışında pişmanlık kalsın istemiyordu
geride.
Cem için de durum aynıydı. Onu kaybetse dahi yapmadıklarından dolayı olsun istemiyor, ‘yürümedi’ dediğinde
elinden geleni yapmış olmak istiyordu. Ve Cem’i avucunun
içinde gibi gördüğü zamanlar geride kalmalıydı. Bal gibi
kıskançlıktan deliye dönmüştü Deniz ortaya çıkınca. Ona
bu haliyle hayran biri tehdit olarak ortaya çıkmasaydı, hala
kocasını değiştirmeye çalışıyor olacaktı. Şimdiyse onu
değiştirmek yerine kaybetmemek için, anlamaya çalışmak
zorunda kalmıştı.
Bugüne kadar bazı şeyleri gerçekten çok kötü yaptığını
ve yaşadığını düşünüyor, değişmesi gerektiğini yavaş yavaş
fark ediyordu. Elbette yaşam sürerken her gün ölecekmişçesine hareket etmek mümkün değildi. Ancak gerçekten
önemli konuları bu kadar ikinci plana atmak da, bir mutluluğu elde etmek için koşuştururken diğerini feda etmek
de doğru değildi. Bir denge kurmak istiyordu bundan
sonrası için. Ailesiyle daha fazla zaman geçirmek istiyordu.
Zeynep, annesi yaşlı teyzeye gitmek için ayağa kalktığında onun için her şeyden çok neyin değerli olduğunu
düşünüyordu. Cevap hiç kuşkusuz ailesiydi. Yani kesinlikle
işi değildi. O zaman işine neden bu denli önem verdiğini
anlamaya çalıştı. Kendi kalıplarını anlamayı deniyordu.
Fark etti ki kabul, onay ve saygıya çok ihtiyaç duyuyor ve
bunları işiyle elde etmeye çalışıyordu. Çalışmadığı için
annesinin babasından bunların hiçbirini görmediğini
sanmıştı. Ufacık bir teşekkür için sabahtan akşama kadar
yemek pişirmeye uğraşıp yorgunluktan bayıldığını her gördüğünde işine daha da çok sarılmıştı. Çalışırsa sadece onu
tanıyanların değil, unvanını söylediği herkesin başarısıyla
ilgili ortak bir kabulü ve takdiri olacaktı. Oysa şirketinde
istediği unvanı vermemeleri başarısız olduğu anlamına
gelmezdi. İyi projeler çıkarmış, fikirleriyle Feray’ı dahi
kıskandırmıştı. Şirketi takdir etmiyor diye mutsuz olma-
174
175
malıydı. Fikirleri ve azmiyle gurur duymalıydı. Biraz kendi
iç dünyasına dönebilmeyi, mutlu olmayı öğrenmeliydi.
Cem ile yaptıkları son konuşma onu farklı düşünmeye
zorlamıştı. Şimdiye kadar yapageldiği şeylerden farklı bir
yolu hiç düşünmemişti, aslında farklı bir yol bilmiyordu
da. Ancak denemek istiyordu. Ve denemek için yardım
almak istiyordu artık.
Annesi “Haydi, gidiyoruz kızım,” deyince ayağa kalktı.
Böyle zor bir dönemdeyken yaşadığı huzur kaçamağı çok
hoşuna gitmişti ‘Hayatta mutlak mutluluk veya mutsuzluk
yok, mutlu ve mutsuz anlar var,’ diye düşündü.
29
Ece sabah uyanmış ve babasının yanına gitmişti. Ayılamayan Cem’i oynamak için birkaç kez dürttükten sonra
kendi başına odasına gidip oynamaya devam etmişti.
Annesinin telefonu üzerine uyanan Cem saatin dokuz
olduğunu görünce geç kalma telaşıyla yataktan fırlamış,
üzerini giyinip Ece’yi kahvaltı masasına oturtmuştu. Ece
önüne konan tostu yememişti. Daha doğrusu elini dahi
kaldırmamıştı bir şey yemek için. Cem de her zaman
savunduğu üzere acıkırsa yiyeceğini düşünerek tostu
kaldırdı ve evden çıkmak üzere Ece’yi hazırlamaya çalıştı.
Yanına ne alacağını Ece’ye sorarak düştüğü gafleti erken
fark ederek Zeynep’i aradı. Zeynep’in hazırladığı çantayı
alması yeterliydi ama yanında durduğu halde çantayı on
dakika göremeyen Cem, bulana kadar dediği yerde olmadığıyla ilgili ısrarla Zeynep’e söylendi. Zeynep ona bıraktığı
notları okursa her işi halledeceğini söylese de Cem ısrarla
dinlemiyordu.
“Zeynep, dur kapatma. Okul taksitinin yatması için
pazartesi son gün demişsin. Ne yaptık o işi?”
“Bir şey yapmadık. Sen yapacaksın ya Cem, onun için
176
177
sana yazdım. Ben şehir dışındayım.”
“Hayatım nereye yatacak? Kaç para? Geç yatırsak ne
olur anlamadım? Sen gelince hallet bu işi.”
“Cem, gerekli olup da orada yazmayan tek bir şey yok.
Neresini anlamıyorsun? Tamam, elleme de yanlış olmasın
bari. Ben gelince yaparım.”
Çantayı omzuna asan Cem Ece’yi antreye götürdü.
Çocuk kapının yanında ayakta dikiliyordu. Cem onun
ayakkabısını bağlamayı bilmediğini ve kahvaltı ederken
olduğu gibi hazırlanmak ve kapıdan çıkmak için elini dahi
kaldırmadığını görünce şaşırdı.
“Kızım hazırlansana!”
Boş boş bakan Ece içeriye koştu. Geç kalacağından
ötürü giderek strese giren Cem arkasından seslendi, “Hayatım nereye gidiyorsun? Hazırlanmanı söylemiştim ya!”
Koşarak odasından kaptığı oyuncak bebeğini getiren
Ece, “Hazırım,” dedi.
Cem ise ayakkabısını, montunu, şapkasını giydirdikten
sonra dahi Ece’nin ayakta dikilmesinin nedeninin “Yürü”
komutunu beklemesi olduğunu neden sonra anlayabildi.
Arabaya binişteki tüm mikro süreçlerin direktifini almazsa
Ece bekliyor ve oyun oynuyor oluyordu. Zeynep ne biçim
yetiştirmişti çocuğu!
Acil yardım istediği annesini evinden almak ve sonra
Ece’nin okuluna yetişmek üzere evden çıktılar. Arabaya
doğru giderken babasının tuttuğu elini çekip düşürdüğü
oyuncağını yerden almaya çalışan Ece, Cem’i iyice bunaltmıştı. Arabaya bindiklerinden çok kısa bir süre sonra da
Ece babasına çişinin geldiği müjdesini vermişti.
“Kızım neden kapıdan çıkmadan yapmadın? Daha bir
dakika olmadı yola çıkalı?”
“Çok çişim var,” dedi Ece cevap olarak.
Cem kızının güzel küçük suratına baktı. Ece’yi niye
tuvalete gitmediğiyle ilgili sorgulamanın saçmalığını fark
eden Cem, hızlıca çocuğu eve geri çıkartmıştı. Arabada
çişin gelmesi Cem’in sorunuydu. Çocukların ajandasıyla
büyüklerinki hiçbir zaman örtüşmüyordu. Cem için o
sabah, uyanıp Ece’yi hazırlamaya çalışmakla geçmişti. Ece
ise sabahı tuvalette tuvalet fırçasının sapıyla ve devrilince
içinde su olduğunu ıslanan çoraplarından anladığı kovayla
oynamakla, yanına alacağı oyuncağı seçmekle geçirmişti.
Cem müsamere saatine çok yaklaştıklarını gördükçe geriliyorken annesi de durmadan cep telefonundan arıyordu.
Evden çıkmanın bu kadar zaman alacağı aklına bile gelmemişti. Zeynep’e hep geç kaldıkları için söylenirken arka
planda bunlar yaşanıyordu demek.
Babaannelerine gidene kadar Ece yolda uyuyakaldı.
Başı aşağıya düşmüştü, ne arada bu kadar derin uyuyakalmıştı anlayamadı Cem. Işıklarda durdukça arka tarafa
uzanıp Ece’nin başını düzeltiyordu ama ilk gaza bastığında
kızının kafası yine öne düşüyordu. Arabaya binen Türkan
Hanım ise çocuğun başını düzeltmek isterken uyandırmıştı. Uykudan uyanınca huysuzlanan Ece ayağıyla babaannesini ittirip ayağını uzatmaya çalışırken sıkışınca tepinmeye
başladı, “Babaanne git, sen şişkosun…” diye mızmızlandı.
Türkan Hanım alınıp, “Evladım yaşlanınca kilolar
birikiyor. Kim sana öğretiyorsa bunları o da ayrı mesele
tabii,” diye içerledi. Cem arka tarafa dönüp, “Kızım, ne
biçim konuşuyorsun babaannenle!” dedi Ece’ye ve sonra da
annesine dönerek, “Anne, biz böyle bir şey konuşmuyoruz
aramızda, aşkolsun. Çocuk o,” dedi.
Türkan Hanım da, “Çocuk tabii bilmez. Ama duyduğu-
178
179
nu kapar bunlar. Akıllı torunum benim. Kimden duydun
kızım?” diye Ece’yi sıkıştırınca Cem patladı, “Anne sıkıştırma çocuğu, televizyondan, arkadaşlarından her yerden
duymuş olabilir. Ne demek istiyorsun?” diye ısrar etti ve
Ece’ye dönerek, “Yeter Ece! Sen de sus artık!” diye çıkıştı.
Ece ayılamamış ve gözlerini elleriyle ovuşturarak inatla,
“Şişkosun,” diye tekrar ediyordu.
Türkan Hanım, “Araba çok dar tabii. Arkada sıkışınca
çocuk beni kilolu sandı. Ne canım arabalar var, içine fil
binse kimse kimseye değmiyor,” diye laf soktu.
Cem, “Büyük arabalar çok benzin tüketiyor. Kendi başımayken her yere bisikletle gidiyorum,” diye cevap verdi.
Ece ise “Şişko, şişko,” diyerek tempo tutuyordu.
Cem ortalığı sakinleştirmek için araya girip, “Anne
isterseniz müsamere çıkışı bir fabrika satış mağazası var.
Size oradan bir ayakkabı alalım,” deyince Türkan Hanım
Cem’e döndü ve, “Oğlum hayırlısıyla gidelim şu müsamereye, sonra bakarız. Ayakkabı mayakkabı görecek halde
değilim şimdi,” dedi. Ece yüzünden ona alınmıştı.
Okulun otoparkında manevra yapan annelerle aynı
yere aracı koymak bezdirici olmuştu Cem için. Arabadan
indirdiği Ece’yi elinden tutmuş çekiştirerek koşar adımlarla
müsamerenin yerini öğrenmeye çalışırken, Türkan Hanım
da ağrıyan ayağıyla onlara yetişmeye çalışıyordu.
“İyi günler. Öncelikle burası Atatürk İlkokulu değil
mi? Emin olalım.”
“Evet! Siz kime bakmıştınız?”
“Bugün müsamere var diye geldik.”
“Hangi sınıf?”
Cem Ece’ye döndü, “Kızım hangi sınıftasın?”
“Acıktım.”
“Dur canım. Sınıfını söyler misin önce?”
“Acıkırsam yiyeceğimi söylemiştin. Acıktım.”
Cem genç bayana dönerek, “Hangi sınıflarda müsamere
var A, B, C diye sayarsanız biz hatırlayınca dur diyelim.”
“Beyefendi, kaçıncı sınıfta, onu söylemiyorsunuz. 1
mi, 2 mi?”
“Ha! İlkokula başlamadı daha.”
Arkadan gelen Türkan Hanım Ece’yi kaptığı gibi binadan içeri sokmuştu. Cem onlara yetiştiğinde babaannesi
çantasından çıkardığı muzu Ece’ye yedirirken müsamerenin de yerini öğrenmişti. Ece’yi sınıf öğretmenine teslim
edip geri geliverdi.
“Niye beklemiyorsun anne?” diye sordu Cem.
“Oğlum geç kaldık. Çocuk aç, sen hâlâ laflıyorsun.”
“Bu müsamere işi saçma zaten. Anne babaların hassasiyetini kullanıyorlar. Bunca hazırlığı hiçbir işe yaramayan
gösteriye harcayana kadar çocukları aileleriyle birlikte ağaç
dikmeye götürseler daha faydalı olurdu.”
Cem konuşurken Türkan Hanım iyi bir yerden koltuk
kapma derdindeydi. Tüm veliler ellerinde kamera ve fotoğraf makineleriyle sahnedeki çocuklarına el sallıyor, boğazlarına saplanan hıçkırıkları kontrol etmeye çalışıyorlardı.
Kuğu Gölü Balesi’nin dünya prömiyerinde başbalerinin
annesi olunsa bu kadar duygu seli yaşanırdı salonda. Cem
annesinin gözyaşlarını tutamayıp duygulandığını görünce
şaşırdı. Ece’yi görebilmek için diğer velileri ezmeye çalışan
ve sanki orada olduklarını bilmiyormuş gibi Ece onları
görsün diye beline kadar sarkıp el sallayan annesini izledi. Gösteriden sonra torununu ayakta alkışlayan Türkan
Hanım öğretmeninin getirdiği Ece’yi görünce ağrıyan
bacağının acısını unutmuş, torununa sarılarak öpmüştü.
180
18 1
“Canım kızım, güzel çocuğum. Demek Pamuk Prenses
oldu benim güzelim.”
“Babaanne, masalını da okur musun bana?”
“Anne, müsamerede yer alan kız çocukların hiçbiri
kırılmasın diye neredeyse hepsi Pamuk Prenses rolündeydi,” dedi Cem. “Doğal seleksiyondan hiç mi haberleri
yok bunların? En iyi oynayan Pamuk Prenses olur. Zaten
büyüyünce annesi gibi pazarlama düzenine alet olacaksa
sihirli ayna parayı verene en güzel olduğunu söyleyecek.
Prensten önce ata atlayıp şatoya basıp gidecek veya… ”
Türkan Hanım doğruldu ve yüzünü Cem’in burnuna
soktu: “Susar mısın?”
Cem bir adım geri attı ve şaşırdı.
“Ne oluyor ya?”
“Küçük bir çocuğu sevindirmek güzeldir. Mutlu anımızı
bozuyorsun. Benim ve Ece’nin mutlu anını! Fikirlerini
sonraya sakla. Ağacını da dikeriz ama sonra, anladın mı?
Birini diğerine tercih etmek zorunda değilim. Ara annesini
de anlatalım müsameremizi. Kızımın sesini duysun.”
Zeynep’in telefonunu çeviren Cem telefon açılınca
Ece’ye uzattı. Eşme’de kurşunlar patlarken girdiği örtünün
altında gülme krizine tutulmuş Zeynep müsait olmadığını
söyleyip kapatacaktı ama Ece’nin sesini duyunca kuş gibi
sevindi. Farkında değildi ama hâlâ gülüyordu. Ece’yle
konuşurken sekiz tane Pamuk Prenses olduğunu duyunca
daha yüksek sesle gülmeye başladı.
182
30
Hülya Hanım Zeynep’e doğru eğildi, “Kadın eve gelmiş.
Haydi gidip döktürelim.”
“Ne yapalım anlamadım?”
“Kurşun! Ona geldik ya!”
“Ne kurşunu? Bana kurşun demedin ki! Yaşlı teyzeye
gidiyoruz ve nazar değdi dedin. Ben de dua sandım.”
“Fark ediyor mu buralara kadar gelmişken Zeynep?”
“Anne, dua başka, üstümden kızgın kurşunlar akması
başka. Daha neler!”
“Zeynep! Yeter. Yogaya giderken iyiydi kurşun mu
değil?”
Zeynep gıkını çıkaramadan kurşuncu teyzenin evinin
eşiğinde buldu kendini. Annesinin ittirmesiyle tökezleyerek içeri girdiğinde başında beyaz tülbentle tertemiz bir
nine karşıladı anne kızı.
“Hoşgeldin yavrum,” dedi teyze sarılıp öperken. Zeynep birden yumuşadı ve teyzenin samimi kucaklaşmasına
karşılık verdi.
“Hoşbulduk teyze.”
Dişleri eksik olduğu için boğuk sesle konuşan güler
yüzlü ninenin bembeyaz bir teni ve masmavi gözleri vardı.
18 3
Yaşlılıktan buruşmuş elleriyle Zeynep’in elinden tuttu ve
iki büklüm kamburuyla salona getirdi.
“Ben annenle mutfakta hazırlayayım kızım. Bekle sen.
Bu arada dua et e mi, Allahtan ne istiyorsan iste çocuğum,”
dedi beyaz tülbendi uzatırken. Zeynep tülbendi başına
dolayıp gözlerini kapadı. Mutluluk ve başarı diledi ama
bunlar kendi için ne anlama geliyor, kafası karışmaya
başlamıştı.
Hülya Hanım’la teyze kurşunu mutfaktaki ocakta bir
kap içinde eritmiş ve gelmişlerdi. Zeynep tülbendin altına
girdi ve soğuk su dolu kabı tutan Hülya Hanım, teyzeye,
“Tamam, dök teyze,” dedi. Kızgın kurşunu soğuk su dolu
kaba dökerlerken iki kadın beraber dua etmeye başladılar.
Soğuk suya temas ettiği anda patlayan kurşunlar sağa
sola saçılırken Zeynep tülbendin altında gülme krizine
tutuldu. Nazarların üzerinden kalkmasıyla ağladığını ve
rahatladığını sanan annesi, “Allah kabul etsin,” diye sırtını
sıvazlarken teyze kızgın kurşun kabını mutfağa götürdü.
İçeri geri geldiğinde Zeynep hâlâ gülüyordu ve tülbendin altından çıkmıştı.
“Çok iyi geldi, Allah razı olsun,” dedi teyzeye dönerek.
“Ne çıktı bakalım?” dedi Hülya Hanım.
Küçük parçalara ayrılan patlamış kurşunu inceleyen
teyze parçaları bir şeylere benzeterek yorumlar ve açıklamalar yapıyordu. “Kızın üstünde çok nazar varmış. Bak,
göz göz olmuş kurşun. Çocuk iki kadından üzülecek.”
Zeynep de Hülya Hanım da Feray ve Deniz’e yordukları
iki kadını duyunca başlarını salladılar. Teyze devam edince biraz kafaları karıştı “Biri yabancı, uzak ülkede. Gözü
çıksın ecnebinin. Diğeriyse bu odada.”
“Ne demek bu odada anlamadım?” dedi Hülya Hanım.
Teyze devam etti, “Kızım bu kızcağız kendi kendine
zarar veriyor.” Sonra Zeynep’e dönerek, “Sen çok mu dert
ediyorsun her şeyi kendine yavrum?” dedi sırtını sıvazlayarak.
Zeynep şaşırdı ve, “Bilmem ki teyze. Öyle mi yapıyor
muşum?” dedi. Hülya Hanım araya girdi, “Teyze, başka
biri daha var mı? Kırmızı dik saçlı bir kadın?”
“Yok çocuğum, çıkmamış.”
Zeynep de Hülya Hanım da duyduklarından memnun olmuş, rahatlamışlardı. “Şükür,” dedi Hülya Hanım
Zeynep’e bakarak. “Haydi, biz de yavaş yavaş kalkalım
kızım. Arabamız da tamir olmuştur inşallah!”
Zeynep kurşun dökülürken Cavidan Hanım’dan gelen
telefonu açmamış, geri arayacağı sırada tamirci servisinden
gelen telefon araya girince de unutmuştu. Servisten aracın
öğleden sonra 3.00’te hazır olacağını haber vermişlerdi.
Araba hazır olana kadar yemek yemek için bir lokanta
arayacakları sırada Cem yeniden telefon etti.
“Zeynep merhaba.”
“Merhaba Cem. Nasılsınız? Ece nasıl?”
“Ece iyi. Annemle beraber. Ben Eşme’ye geldim. Şimdi
dolmuş durağındayım, meydandaki.”
“Eşme’ye mi geldin? Ciddi misin?”
“Evet. Siz neredesiniz?”
“Biz de şimdi yemek için bir yer bakınacaktık. Araba
3.00’te hazır olacakmış.”
184
18 5
“Elemtere fiş
Kem gözlere şiş
Üzerlik çatlasın
Nazar eden patlasın.”
“Tamam, buluşup beraber yiyelim o zaman.”
“Tamam, tabii. Şaşırttın beni.”
Zeynep annesine Cem’in geldiğini haber verdi. Hülya
Hanım Deniz ile ilgili döktürdüğü kurşunun sonuçları
üzerine gelen bu haberle iyice rahatlamıştı.
“Kızım gördün mü bak! Ben sana demiştim her şey yoluna girer diye. Haydi bekletmeyelim Cem’i,” dedi.
Bir gün önce müsamere bitince Türkan Hanım Cem’e
dönüp “Ee, gidiyor muyuz ayakkabı almaya?” diye sormuştu.
“Anne, öyle dedim ama cumartesi günü acayip kalabalıktır şimdi her yer. İsterseniz ben size para vereyim, hafta
içi siz kendiniz gidin,” diye savsaklamıştı.
“Daha iyi! Sen para ve çocuğu bana ver, sonra istediğini
yap. Ben küçük prensesimle gezerim, onu parka götürürüm,
yediririm. Baban zaten gözü kapıda bekliyor Ece gelsin diye.
Akşam bizde kalsın.”
Anne babasının artık onun yüzüne bile bakmadan
torunlarına saldırmalarına biraz alınacaktı ama üşendi.
Akşam Deniz ile buluşur, sabah da Eşme’ye yola çıkarım
diye planlamıştı.
“Zahmet oluyor anne size de. Yarın akşam almaya gelirim. Bir şey lazım mı size?” diye nezaketen sormuştu.
“Gelinim lazım. Orada burada ileriki nesillere bırakacağımız dünya mirasını konuşana bakın! Şurada kendi nesline
bir saat bakamadın oğlum. Çocuk yetiştirmek babalara kalsa
hayvanları bir yana bırakır insan türünün soyu tükeniyor
diye telaşlanırdık vallahi. Ben seve seve bakarım Ece’ye de,
ancak bu gecelik idare ederiz. Sonra gece annesini ister.
Zeynep ne zaman geliyor demiştin?”
“Sabah çıkarsam akşama doğru dönmüş oluruz.”
186
31
Zeynep Cem’e çok açık bir soru sormuştu. “Madem
bağlanmak sana göre değil neden evlendik ve çocuk yaptık
özgür ruh?”
Cem, Ece’yi annesine bıraktıktan sonra mutfak masasına çöktü. Kendine bir kadeh şarap açtı ve basit gibi
gözüken bu sorunun cevabını veremediğini fark etti. Cem
düzene karşıydı ama bunu yaparken karşıtlığını tüm yaşamın merkezine koymuş, onunla yaşamak yerine onun
için yaşamaya başladığı noktada da bazı sorumluluklarını
ihmal etmeye ve Zeynep’i anlamamaya başlamıştı. Annesinin söylediği gibi Ece’yle ilgili hiçbir konuya müdahil
olmadığını dehşete kapılarak görmüştü. Zeynep Ece’yle
ilgili her şeye sonsuz bir titizlik göstererek Cem’i oyundan
dışlamıştı ama Cem de bu durumu yan cebine koymuştu.
Zeynep’in istediğinden çok daha fazla işi ona yüklemişti
ve Zeynep’in karıştırtmaması bahanesi kızını neden bisiklete binmeye, ağaç dikmeye veya sinemaya götürmediğini
açıklamıyordu.
Ne zaman başladığını hatırlayamayacağı kadar uzun
süreden beri çevreciliğe ilgi duyuyordu. Daha doğrusu bu
konuya ilgi duymaya başlamak değildi onun durumunun
18 7
açıklaması. Çevrecilik kendi olduğu şeydi. Tüm çevresi
onun ‘tuhaf ’ olduğunu bilse de umursamamaya çalışırdı.
Küçükken diğerlerini, özellikle de ailesini umursamamak
gibi bir şansı yoktu, çünkü yapılan seçimlerde onların etkileri ve yönlendirmesi belirleyiciydi. Neticede bir ortama
doğuyordu ve o ortam onu tuhaf bulduğu için başka bir
kaba sığdırmaya çalışıyordu. Ancak kendi kararlarını verebilecek duruma geldiğinde istediği hayatı yaşamaya kararlıydı. Öyle de yapmıştı ve kendini bu anlamda başkalarının
anlayamadığı isimsiz kahraman olarak görüyordu. Ancak
kahramanlık yaparken sorumsuzluğa kaymış, o da ‘çevrekolik’ olmuştu. Kendi sorumluluklarını bir kenara iterek
bunların peşinden koşmak değildi niyeti. İnandıklarına
karşı diğerlerinin duyarsızlığını eleştirirken, o da aynını
Zeynep’in inandıklarına ve çabalarına karşı yapmıştı. İlk
defa Zeynep’in yükünü anlamış, evin düzenini sağlamak,
çocukla uğraşmak ve aynı zamanda çalışmanın zorluğunu
fark etmişti. Bu zamana kadar da bu yükü paylaşmadığı
için birbirlerini anlamamış ve uzaklaşmışlardı. Şimdi ilişkilerinin geldiği noktada kendi payının da olduğunu görüyordu. İdeallerini paylaşmadığı için yargılamak yerine,
Zeynep’in duyarlılıklarına saygı duyması gerekirdi. Zeynep
kızını sağlıklı beslemek için doğal yiyecekler yedirmek için
olmadık zahmete katlanıyordu ve bu anlamda amacı farklı
da olsa Cem’in savaşını verdiği yaşam tarzı ile Zeynep’inki
çok da farklı değildi.
Cem Türkiye Yeşiller Partisi’nden aldığı İstanbul İl
Başkanlığı teklifini kabul edecekti. Artık bu ideali iş olarak
da seçtiğine göre önünde yeni bir dönem var demekti.
Ancak bazı dengeleri yeniden kurması gerektiği de açıktı.
Sonu nereye varır ve Zeynep ile ilişkisi nasıl devam eder
bilmiyordu. Tek bildiği onun saygı duyulmayı hak ettiği ve
kendilerine yardım etmeden pes etmeyeceğiydi.
Cem salı akşamı aile yemeğinde Deniz’in attığı mesajda yazdığı görüşme davetini kabul etmişti ve bu akşam
buluşacaklardı. Ancak ayakları geri gidiyordu. Sıkıntının
sebebini çok iyi biliyordu. Deniz’den hoşlandığı için değil,
Zeynep ile olan mutsuzluğunu bastırmak için kadınla flört
etmeye kalkmıştı. Gençken kızlar bir türlü yakasını bırakmadığında bile Zeynep’i aldatmamışken, sözde olgunlaşmışken nasıl böyle davranmıştı? Karakolda Zeynep’le
karşılaşmasalar daha da dönülmez bir noktaya gelecek
hatayı en azından işin çok başındayken durdurabileceğine
şükrediyordu. Elindeki kadehi kafasına dikip saati kontrol
etti. Saatin yediye geldiğini görünce Deniz’i aramak için
telefonu çevirdi. Yaptığı haksızlıktan dolayı ondan özür
dilese de hiç hak etmediği halde kalbini kıracaktı Deniz’in.
Deniz, Cem ile buluşacakları restorana gitmiş, uzun
süre beklemiş ve bazen çantasının fermuarının ucuyla,
bazen limonata bardağıyla oyalanmaya çalışmıştı. Buluşma
saatini kırk dakika geçmişti ve zaman ilerledikçe kederi
artıyor, boğazına düğümlenen acıyı bastırmaya çalışıyordu. Garsona hesabı eliyle işaret etmişti. O sırada Cem’den
gelen telefonu gördü. Gözlerinden süzülen yaşları silerek
telefona cevap verdi.
“Efendim Cem?” dedi buruk bir sesle.
“Seni bu kadar geç aradığım için çok üzgünüm Deniz.”
Deniz ses tonundan Cem’in gelmeyeceğini anladı ve
hıçkırarak ağlamaya başladı, “Geliyor musun Cem?”
“Gelemeyeceğim Deniz, bu doğru değil. Bunu sana
anlatabilmem çok zor. Dün gece hiç uyumadım.”
“Neden doğru değil Cem? Anlamıyorum gerçekten. En
188
18 9
azından yüz yüze konuşsaydık.”
“Deniz, ben çok üzgünüm. Seni eşimle olan sorunuma
ortak ederek haksızlık ettim. Çok utanıyorum ama gelmem
mümkün değil.”
“Geçen hafta görüşmeyi kabul ettiğinde de evliydin.
Ne değişti şimdi?”
“Deniz, sana şimdi bu haksızlık gibi geliyor ama sonra
daha çok üzüleceğini biliyorum. Gelmem bencillik olur.
Eşiyle sorun yaşayan biri ancak başka bir arayışını kapatmak için diğeriyle birlikte olur. Zeynep çok zor bir dönemden geçiyor, ben de öyle. Sorunlarımızı çözmemiz gerek.”
“Beni daha çok sevmeyeceğini nereden biliyorsun?”
“Bu sorunun cevabını aramak istemiyorum. Çok üzgünüm Deniz. Şimdi kapatmam gerek.”
“Teşekkürler kendimi bu kadar ucuz hissettirdiğin için.
Buraya kadar geldiğim için aşağılandığımı düşünüyorum,”
dedi Deniz telefonu kapatırken. Hıçkırıklardan sarsılmaya
başlamıştı. Oturduğu yerde kedere boğuldu. Hesabı ödeyip
hızla dışarıya attı kendini.
Hayal kırıklığına uğramıştı. Cem’e gerçekten aşık olduğuna emindi ancak aynı zamanda kendiyle de hesaplaşmaya başlamıştı. Sonuçta evli bir erkekle beraber olmaya
çalışıyordu. Erdemlerini yok saymak için bu kadar bahane
üretmiş olması yalnızlığıyla kolay kolay açıklanacak bir
durum değildi onun için. Cem doğru olanı yapmıştı ve
onunla başka bir ortamda tanışmış olmayı dilerdi.
19 0
32
Sabah doğrudan otobüs olmadığı için önce İzmit’e,
oradan da ilçe dolmuşlarıyla Eşme’ye giden Cem öğleden
sonra Eşme’ye varınca Zeynep’e geldiğini haber vermişti.
Zeynep onun geldiğini duyunca çok sevinmişti. Öğle
yemeğini birlikte yedikten sonra tamirciden gelecek telefonu beklerken bir çay bahçesine oturmuşlardı. Kaçın
kurası Hülya Hanım mendil kadar küçük Eşme çarşısında
gezeceğini bahane edip onları yalnız bırakmıştı. Eşme’de
kaldığı bütün günü düşünerek ve annesiyle sohbet ederek
geçiren Zeynep çayını karıştırırken konuşmaya başladı.
“Cem, benim işten çıkarılmama olasılığım sıfır. Bildiğim sonu beklemenin anlamı yok, bir şeyler yapmam
lazım.”
“Ne zaman belli olacak kimlerin çıkacağı?”
“Eli kulağında. Biliyor musun neden çıkarılacağım
kesin?”
“Parfüm yüzünden değil mi?”
“Tüm kötü koşullar ve şanssızlık bir yana, kendi yüzümden de çıkarılacağım. Yıl ortasında Feray ile yarışa
girdiğimde parfüm satışına odaklandım. Düşünüyorum da
191
satışa odaklanmak baştan beri hataydı ama o dönem için
ölümcül değildi. Ölümcül hata küçülmeyi duyduğum an
tepki vermememdi. Bu parfümün sorumluluğunu üstümden atmam, hedefimi başka bir şeye kaydırmam gerekirdi.
Kâğıt üstünde olmasa bile en azından zihinlerde üstümden
atmalıydım. Yani parfüm satmazsa ‘başarısız’ damgasını
yemeyi kabul etmiş oldum. Ve bu dönemde başarısızlığın
karşılığının terfiden olmak değil işinden olmak demek
olduğunu çok geç fark ettim. İş hayatı bu! Kurallar hiçbir
zaman istediğim gibi adil olmayacak. Çalışmak iş üretmek
değil, aynı zamanda o ortamda ayakta kalacak yetenekleri
geliştirmek demek. Bunları yapabiliyorsan iş hayatında
varsın. Ben planlayamadığımı yönetemiyorum. Beni esnek
olmamak mahvetti Cem. Hem de her konuda.”
“Parfümü üstünden atabilir miydin?”
“Eşme’de çok düşündüm. Atabilirmişim. Mevzuata dayandırsam kimse bir şey diyemezdi. Mevzuatta problemler
var. Avukata götürsem satışına onay verme riskini göze
alamayacağı için satıştan kalkmasını onaylardı.”
“Hâlâ yapabiliyor musun?”
“Sanmıyorum. Başka bir şey düşünmem gerek.”
“Düşünelim! İşin en zevkli tarafı dengelerin anlık
değişmesi. Tam kaybettiğini düşündükleri zaman birden
koşullar değişiveriyor. Şimdi bu işten nasıl çıkarız düşünelim. ‘Hiç şansım yok’ diyenin hiç şansı yoktur. Mücadeleye
karar verdiğine göre bence şansın var. Bana işle ilgili tüm
olay ve kişileri tek tek anlat. Alakasız olduğunu düşündüğün şeyleri bile. Sadece bu mücadelenin bir bedeli var,
bilmeni isterim.”
Konuşmaları Eşme çarşısında ayva reçeli bulup alabilmiş Hülya Hanım dönünce bölünmüştü. Konuşmaya
tamirciden gelen telefonla arabanın hazır olduğunu öğrenince arabayı alarak çıktıkları yolda devam etmişlerdi.
Yol boyu Zeynep’in aklında uçuşan fikirleri bir bir not
ettiler ve tarttılar. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmeseler
de otoyolu tamamen tıkayan devrilmiş bir kamyon yüzünden eve gelmeleri çok uzun sürmüştü. Akşam İstanbul’a
geldiklerinde önce Hülya Hanım’ı eve bıraktılar, ardından
da Türkan Hanım’dan Ece’yi alıp eve gittiler.
Eve vardıklarında apartmanın önündeki otoparkta yer
bulamamışlardı. Cem de geçici olarak başka bir arabanın
arkasına park etmişti, eşyaları eve taşıdıktan sonra tekrar
aşağıya inerek park yeri arayacaktı. Ece arabada uyuyakalmıştı, artık kucakta taşınmak için çok ağırlaştığından
Zeynep onu pusetle yukarı çıkaracaktı. Cem eşyaları alıp
önden çıkarken Zeynep kızının emniyet kemerini çözüp
eşyalarını toparlıyor olduğu için aşağıda kalmıştı.
Cem elleri doluyken zar zor bulduğu anahtarla dairenin
kapısını açarken Cavidan Hanım’ı kapının önünde hazır
bekler vaziyette görünce içi sıkıldı. Cavidan Hanım eli
belinde, “Cem oğlum, merhaba,” dedi.
“Merhaba Cavidan teyze?” dedi Cem zoraki. Konuşma uzasın istemediği için başını eğmiş anahtarla kapıyı
açmaya çalışıyordu.
“Evladım! Niye bu işleri gündüz gözüyle yapmayıp
akşama bırakıyorsunuz? Çok gürültü oluyor bak. Rahatsız
oluyorum.”
“Anlamadım Cavidan teyze. Ne oldu?”
“Taşınma işini bu saate mi bıraktınız? Başında da
kimse yok.”
“Ne taşınması, tam anlayamadım! Biz tatilden yeni
geldik.”
19 2
193
“Oğlum, sizin evden eşyaları taşıdılar ya kamyona akşamüstü. Gündüz çuvala mı girdi diyorum?”
“Ne taşınması Cavidan teyze, biz taşınmıyoruz ki. Eşya
da taşımıyoruz. Başkasının olmasın?”
“Olur mu ayol, iki saat kapınız açıktı karşımda. Sizin
eşyaları taşıdılar.”
“Kim?”
“Sen bilmiyorsan kim taşıdı evladım? Taşıdılar işte!”
“Cavidan teyze korkutma beni! Aman Tanrım!”
“Ay dur ayol! Belki Zeynep taşımıştır senin haberin
olmadan. Ne bileyim, Allah korusun dilim varmıyor başka
şeye kondurmaya.”
“Olur mu Cavidan teyze? Benden habersiz ev taşıtır
mı!. Benimle beraber zaten. Kahretsin!”
“Vah vaaah! Gittiler oğlum adamlar.”
Bir yandan anahtarla kapıyı açan Cem bir yandan da
konuşmaya devam ediyordu, “Keşke arasaydınız bizi Cavidan teyze. Ne zaman gittiler?”
“Aradım evladım Zeynep’i ama ulaşamadım. Yarım saat
önce gittiler daha.”
Daireye giren Cem’in başından aşağıya kaynar sular
döküldü. Ev bomboştu. Arka odalara koşturdu ve bomboş
evde topuk sesleri yankılandı. Salondaki televizyonun
kablosunu bile sökmüşlerdi. Geride bıraktıkları bulaşık
eldiveni tekiyle ev terliğinin kopmuş tokası zavallı evi
bekleyen yegâne bekçilerdi.
“Kamyonda yazılı nakliye firmasının ismi falan kaldı
mı aklınızda?”
“Özkanlar mı Öznak mı, hatırlayamadım. Ben uzağı göremiyorum ya Cem! Oğlum aradım da Zeynep’i. Tüh tüh!”
Sinirden elleri titreyen Cem, “Cavidan teyze ben gidip
polisi getiriyorum. Sen de hatırladığın her şeyi ben gelene
kadar bir kâğıda yaz. Önemli önemsiz ne hatırlıyorsan
unutmadan not alalım. Başka gören olmadı mı ya koca
apartmanda? Kapıcı nerede bu kadar olay olurken?” dedi.
“Köyde ya bu hafta! Oğlum, bu işi yapanlar zamanını
gözlemiş besbelli. Geçmiş olsun. Koş git sen polise bir an
önce.”
Son sürat merdivenlerden koşarak inen Cem apartmandan dışarı çıktı. Doğruca polis karakoluna gidecekti.
Ece’yi pusetine bindirmiş bekleyen Zeynep’i gördüğünde
çok fazla bir şey belli etmemeye çalıştı.
“Zeynep hayatım, hemen yukarı çıkmayalım. Bir sorun
oldu ama çok önemli değil.”
“Ne oldu Cem? Yüzün bembeyaz. Birine bir şey mi
oldu?”
“Hayır hayatım. Evle ilgili. Evimize hırsız girmiş. Ben
şimdi polise gidiyorum. Telaşlanma sakın. Seni ve Ece’yi
annene geri bırakacağım. Geldiğimde konuşuruz.”
“Ne! Hırsız mı girmiş? Nasıl girmişler Cem? En üst kata
nasıl girmiş ki? Ne almışlar?”
“Hayatım, halledeceğiz. Şimdi ben polise gideyim,
gelince konuşuruz.”
“Cem ne çalmışlar söylesene?”
“Var epey bir sıkıntı.”
“Ne demek epey bir sıkıntı? Cem çok mu kötü? Aman
Allahım!”
Zeynep fırladığı gibi yukarı çıktı. Cem Ece’yi pusette
yalnız bırakamadığı için arkasından gidemedi, apartmanın
önünde başını yukarıya kaldırıp evin caddeye bakan salon
ışığının yanmasını bekledi. Salon ışığı yanınca telefon etti.
Zeynep telefona cevap vermeyince de kapadı.
19 4
195
Zeynep kapıyı açtığında gözlerine inanmadı ve ağzından bir çığlık kopuverdi. Evi, dört duvarı hariç tamamen
soymuşlardı. Evlendiklerinden beri aldıkları her şey ve
çocukluğuna ait tüm hatıralar, sahip oldukları her şey
çalınmıştı. O kadar sarsıldı ki yere çöktü ve gözlerinden
yaşlar süzüldü. On dakika kadar çömeldiği yerde konuşmadan oturduktan sonra Cem’in anahtar sesini duydu.
Koşarak boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Cem
pusetle yukarı çıkardığı Ece hâlâ uyuyorken kayınvalidesine bırakıp polise gidecekti.
Zeynep, Cem’in geleceğini haber vermek için annesini
aradığında sesinde o kadar derin bir keder ve hayal kırıklığı
vardı ki gizleyemedi.
Hülya Hanım, “Zeynep! Ne oldu yavrum?” dedi telaşla.
“İyi değilim anne. Evimizi soymuşlar.”
“Ne? Aaaaa! Nasıl olur?”
“Olmuş işte. Biz yokken girmişler. Şimdi Cem Ece’yi
sana bırakacak ve polise gidecek, ararım seni.”
“Ay dur ayol, kapama, ne oldu anlamadım ki evladım.”
“Sonra konuşuruz anne. Akşam sizde kalacağız zaten.
Evde eşya yok ki.”
Cem Ece’yi Hülya Hanımlara bırakırken oyalanmamak
için Hülya Hanım’ın sorduğu hiçbir soruya cevap vermemiş,
koşarak ayrıldığı evden doğruca polis karakoluna gitmişti.
Cem polisler ile eve girince yerde çömelmiş olan Zeynep
gözyaşlarını silip ayağa kalktı. Aklından tek tek yerine asla
koyamayacakları eşyaları geçirdikçe göğsüne bir hançer
saplanıp saplanıp çıkıyordu sanki. Kızının doğum fotoğraflarının kopyası annesinde var mıydı? Düğün fotoğrafları,
balayı tatilindeyken kumsaldan topladığı midye kabukları,
Ece’nin ilk oyuncağı, doğumunda alınan ayak izi… Anne-
sinde var mıydı, en azından bazıları diye düşündü.
Zeynep, “Cem sanki hafızamız silindi, hiçbir şeysiz
kaldık. Pijaman bile yok akşama giyecek,” dedi polisler evi
dolaşıp delil toplarken.
“Canımıza bir şey olmadı ya hayatım. Evi soyarlarken
karşılaşabilirdik. İfademizi verip Ece’ye gitmek istiyorum
bir an önce,” dedi Cem.
O sırada polis Cem’i sorgulamaya başlamıştı.
“Görgü tanığı var mı Cem Bey?”
“Karşı komşumuz Cavidan Hanım görmüş. Diğer komşulara da sorarız birazdan. İlk iş size koştuk.”
Zeynep etrafı dolaşmaya başlayan polislere sordu.
“Nasıl girmişler belli mi polis bey? En üst kattayız,
camdan girmiş olamazlar.”
“Kapıyı zorlamamışlar gibi gözüküyor. Anahtarı olan
birinin açmış olması lazım. Kimde var evin anahtarı sizden
başka?” Polis rutin sorularını sorup, donuk bir ifadeyle
yapılması gerekeni yapıyordu. Her gün bu vakalarla karşılaşan polis için bu olay gayet sıradandı. Ateş düştüğü
yeri yakıyordu.
“Yabancı kimsede yok. Annemde ve 20 yıldır tanıdığımız bakıcımız Zeliha’da var. Kimse yok yabancı anahtarla
girecek.”
“Anahtarınızı kimseye verdiniz mi, veya çanta vesaire,
bir şey kaybettiniz mi son zamanda?”
“Çanta kaybetmedim. Cüzdanımı kaybettim ama o da
bulundu.”
“Anahtar var mıydı içinde?”
“Ev anahtarım anahtarlığımda asılı. Aa! Durun bir
dakika, cüzdanımda vardı. Evde yedek bulunsun diye
yaptırmıştım.”
19 6
197
Yere çömelip çantasında ne varsa bomboş salonun ortasına döktü ve en dibinden cüzdanını çıkardı. Bozuk paragözünün fermuarını açtı ve anahtarın yerinde olmadığını gördü.
Cüzdanın içinde ne varsa boşaltı ama anahtarı bulamadı.
“Yok. Anahtarı almışlar. İyi ama anahtarın nereye ait
olduğunu kim bilebilir ki?”
“Cüzdanınızı kim bulmuştu?”
“Yaşlı bir teyze. Zaten almaya gittiğimde vefat etmişti
bile. Durun bir dakika, bakıcısı aldı! İnanmıyorum, Elena!
Ama evimin yerini nasıl öğrendi ki?”
“Sizi takip etmişlerdir. Evi bulmak zor değil.”
“Karakolda ifade verirken adresi vermiştim ve kadın
hep yanımdaydı. Oradan mı duydu acaba? Allah kahretsin, kadını sınır dışı ettiler mi acil öğrenmemiz lazım. Vay
canına, Elena! Umarım sınır dışı edilmemiştir.”
“Siz bize tam olarak şüphelinin eşkâlini verir misiniz
lütfen.”
Polis Zeynep’in ifadesini alırken Cem yan odaya geçip
İhsan dayısını aradı. Elena’nın sınır dışı edilip edilmediğini
öğrenmek ve hâla İstanbul’daysa konuşturup eşyaların en
azından bir kısmını kurtarmak istiyordu. İhsan dayı da
elinden geleni yapacağını söyleyip kapattı. Cem yüzünden
düşen bin parça, telefonu cebine soktu. Zeynep de annesine yola çıkıyor olduklarını haber vermişti. Ertesi gün
formalitelerin kalanını tamamlamak için kısa bir karakol
ziyareti yapıp Elena’yı aramaya koyulacaklardı.
“Anne çıkıyoruz şimdi evden. 5 dakikaya sendeyiz. Bir
süre misafir olacağız sende.”
“Ne demek yavrum, başımla beraber. Hadi çıkın gelin.”
Cem merdivenlerden inerken apartmandaki dairelerin
tek tek kapılarını çalıp bir şey görüp görmediklerini sordu.
Olayı aralarında tartışan komşuların sesleri apartman
koridorunda yankılanmaya başlamıştı. Zeynep o kadar
sarsılmıştı ki Cem’in aşağı katlarda komşulara soracağı
soruları bekleyemeden arabaya binmek istedi. Aynı zamanda katları tek tek dolaşan polisler de Cavidan Hanım’ı
sorgulamayı, kadın sakinleşsin diye en sona bırakmıştı.
“Tam olarak olayı anlatır mısınız teyze?”
“Tamam, ama önce telsizi kapar mısın memure hanım?
Konuşurken durmadan ötüyor, insanın aklı karışıyor. Zaten can güvenliğimiz de kalmadı bu şehirde.”
Hülya Hanım haberi alır almaz, Zeynep ile Cem yoldayken akraba, komşu ve arkadaş kimi tanıyorsa telefonla
haber vermişti. Herkese tek tek aynı olayı yaşayarak anlatmaktan bıkmadığı için Rahmi Bey sinirlenmiş, telefonu
kapaması için Hülya Hanım’a el kol işareti yapıyordu.
Hülya Hanım ortalığı o kadar ayağa kaldırdı ki, cenaze
kalkar gibi komşular taziye ziyaretlerine başladılar. En
sonunda pencereden Zeynep ile Cem’in geldiğini gören
Rahmi Bey komşuları kibarca kovaladı kızı eve girmeden.
Zeynep ile Cem eve vardıklarında, kapı açılır açılmaz
Ece annesinin boynuna sarıldı. Zeynep o kadar uzun süre
Ece’ye sarıldı ki annesi araya girmek zorunda kaldı.
“Ay çok geçmiş olsun çocuklar. Verilmiş sadakamız
varmış ki evde değildik. Nazar değiyor size gerçekten.
Akşamlar yüzü suyu hürmetine, neredeyse eşyalar, çıkıp
geliversin yarabbim! Helal parayla alındı, ne bileyim çocuklar, ben yarın Eyüp Sultan’a gider okurum yavrum,”
dedi Hülya Hanım hüzünle.
“Aman anne dur şimdi. Eşme’de de hafiflemiştim ya
okurken, gerçekten de kuş kadar hafifledik. Hiçbir yükümüz kalmadı, süper!”
19 8
199
İçeriden son derece ilgisiz bir halde yanlarına gelen
Tonguç, “Anne, gitmişken insanlık için de bir şeyler istesene. Hep dünyevi taleplerin için dilekçe verir gibi gidiyorsun
oraya. Demezler mi hep işin düşünce geliyorsun kadın,
yok mu beklenti dışı uğramak?”
“Ne diyorsun sen Allah aşkına! Git içeri terbiyesiz.
Hepimiz perişan olduk şurada dediği lafa bak.” Zeynep’e
dönüp “Canınız sağolsun çocuklar, ben size güzel bir
yemek yedireyim önce, kendinize gelin. Sıcak bir banyo
almak istersiniz diye banyoyu hazırladım, havluları da çıkardım. Zeynepçim siz dinlenirken ben de Ece’yi yatırmak
için hazırlayayım kızım. Hepinize yatak yapacağım daha.”
Zeynep ile Cem salona geçmiş, kanepeye çökmüşlerdi.
Cem, aklına gelen, yardımcı olabilecek tanıdıklarına haber
veriyor, onlardan gelen telefonları cevaplıyordu. Zeynep ise
çalınan ve yerine koyamayacağı eşyaları aklına geldikçe içini çeke çeke sayıklıyordu, “Ayyy, mezuniyet fotoğrafım da
gitti, acaba bizim dönemdeki arkadaşlardan fotoğrafçının
telefonunu alıp ulaşsam yeniden yaptırır mıyım? Neyse!...”
Rahmi bey yüksek sesle sordu, “Nasıl oldu yahu bu
iş? Koskoca evi kaldırıp taşımışlar. Olacak şey değil. Tam
olarak nasıl oldu kızım?”
“Şu geçenlerde polisin bakıcımız sandığı Moldovalı
kadından şüpheleniyoruz baba. Kaybettiğim cüzdanda
yedek anahtarım vardı, o yok olmuş.”
“Vay ahlaksız vay. Adresi nereden bulmuş peki?”
“Ay baba bilmiyorum, ifade verirken duydu herhalde.
Her şeyimiz gitti. Her şeye sıfırdan başlayacağız. Sadece
hafta sonu götürdüğümüz birkaç parça eşya var. Üstümüze
giyecek hiçbir şeyimiz yok düşünsene. Acil bir ihtiyaç listesi çıkartmam lazım. Allah’tan Ece’nin çantasına pijama-
sından yedek kıyafetine kadar koymuşum hafta sonu için.”
“Hayret gerçekten çocuklar, çok geçmiş olsun. Neyse
sabah ola hayrola. Bulunur belki, kadını biliyorsunuz en
azından.”
Cem atıldı, “Bulacağız Rahmi baba merak etmeyin.
Peşini bırakmaya hiç niyetim yok. Yarın sabah ilk iş ölen
kadının evine gidip Elena’nın izini bulmaya çalışacağım.”
Tonguç eskilikten dizleri yer etmiş, pamuklu, kumaşı
topak topak ve ilk alındığında siyah olduğu tahmin dahi
edilemez eşofman altıyla salona girdi. Uzun kıvırcık saçları
keçeleşmişti ve üzerindeki siyah rockçı tişörtü perişan durumdaydı. Zeyneplere battaniye getirmiş, ucuna basınca
da hafifçe tökezlemişti kanepeye otururken. Cem’e dönerek
“Abi nasıl oldu bu iş?” diye sordu.
“Sorma Tonguç, akla gelecek şey değil. Ama halledeceğiz bakalım.”
“Bu arada dün de polis annemi aradı.”
“Nasıl yani? Hırsızlıkla ilgili mi?” diye atladı Zeynep.
“Yok abla, şikayet varmış. Serbent karakoluna gelsin
dediler.”
“Hülya annemin haberi var mı?” dedi Cem sesini
kısarak.
“Yok, gündüz karşılaşamadık, şimdi hatırladım.”
“Sakın söyleme. Sabah karakola gidince ben öğrenirim
neymiş konu. Eşyalarla ilgilidir herhalde. Gerçi ‘dün aradılar’ dedin değil mi? hiçbir şey anlamadım.”
“Bağırmak istiyorum. Delireceğim yemin ederim!” dedi
Zeynep ayağa fırlayıp mutfağa giderken.
“Benim yapacağım bir şey var mı abi?” dedi Tonguç
umursamazca.
“Sağol Tonguç, bakalım. Olursa söylerim zaten. Ha,
200
201
sende beyaz gömlek ile kravat var mı?”
“Lise gömleğimle kravatım duruyor. Yalnız üzerlerinde
okul arması var.”
“Başka yok mu?”
“Yok.”
“Neyse, gömleği deneyeyim de yarın ilk iş birkaç tane
alırız.”
Rahmi Bey Cem’in sırtını sıvazladı.
“Hadi yormayalım sizi artık, perişan oldunuz bütün
gece. Ben içeriye gidiyorum, iyi geceler.”
Hepsi odalarına çekildi. Zeynep de, Cem de, yattıkları
dar salon kanepesinde bütün gece gözlerini kırpmadılar.
Zeynep derin derin nefes alıp verdi. Cem bütün gece sert
dönüşleriyle kanepeyi salladı. Akıllarında yarın ne yapacaklarıyla ilgili planlar dolaşıp dururken bir Zeynep, bir
Cem battaniyeyi kendi tarafına çekip diğerinin üzerini aça
aça sabahı ettiler.
Her zaman sabah ne giyeceğini hazırlayıp yatan Zeynep için akşam hazırlığı yüzünü yıkayıp yatağa girmekten
ibaret olunca çok kısa sürdü. Ve sabah uyanınca annesine
korkulan soruyu sordu:
“Anneee, giyecek bir şey var mı bana uygun? Pantolonla idare ederim de gömleği ikinci kere giyemem. Bugün
yıkar mısın?”
“Dur kızım gidip bakalım gardıroba. Ne bileyim, sen
zayıf olduğun için benim eşyalarım sana olmaz ki!”
Birlikte koridorun sonundaki Hülya Hanım’ın yatak
odasına doğru yürüdüler. Zeynep annesinin yatağının
üzerine bağdaş kurup oturdu ve tek tek askılardan indirdiği giysileri gördükçe giderek sinirleri bozulup gülmeye
başladı. En son annesinin dolabın dibindeki torbadan
çıkardığı ve beğenmediği için kavga ettikleri mor bluzu
görünce gözlerinden yaşlar geldi gülmekten. Hülya Hanım da gülmeye başladı. Zeynep lacivert pantolonuyla
hiç uymayan mor bluzu giydiğinde kahkahaların dozu o
kadar artmıştı ki Cem içeriden bakmaya geldi ne olduğunu
anlamak için. İçeri kafasını uzattığında Zeynep’le annesi
sarılmış, gülüyorlardı.
Cem, “Hayırdır hanımlar?” diye laf attı.
“Cem, bak ne giydim! Hadi geldik kahvaltıya.”
Kahvaltıda Cem Zeynep’in bluzuna, Zeynep Cem’in
Tonguç’tan ödünç aldığı lacivert armalı okul gömleğine,
hep beraber Hülya Hanım’ın Ece’ye giydirdiği ve büyük
geldiği için kıvırdığı kendine ait soket çoraplara güldüler.
Sinirleri boşalmıştı herkesin. Neler olduğunu anlamasa
da Ece de gülüyordu. Kahkahaları duyunca gitarını kapıp
gelen Tonguç’un şarkısıysa tüm evi kırıp geçirmişti.
202
203
“Kukuzia sen nasıl kokarsın?
Aklımı başımdan alırsın
Keşke hapsolmasaydın o şişeye
Salınmasaydın açık denize
Alırdım ben mesajı sürünce kendime
Adım Ziya, tercihim Kukuzia!”
“Tonguç, Allah iyiliğini versin, nereden çıktı bu şarkı?”
dedi Cem. Hâlâ gülüyordu.
“Siz Eşme’deyken babam harçlık vermeyince evden
çıkamadım. Bizim ekip de bize geldi çalışmaya. Taner
banyoya girince Zeynep’in anneme hediye ettiği şişeyi
görmüş aynanın önünde, alıp odaya getirdi. Kafalar da
iyi. Şişeye bakıp bakıp yazdık ve çaldık. Bu aile arasında
çalınabilecek versiyonu.”
Cem Zeynep’e döndü ve, “Evet Zeynep, hazır mısın?”
dedi. Zeynep gülmesi bitince ağlamaya başlamıştı ve tırnak
yiyip tükürüyordu. Dengesi alt üst olmuştu.
“Cem ben gelmeyeceğim. Burada kalıp annemle oturacağım. Beni iyi bir gelişme olursa ararsın.”
Cem karısının gerçekten perişan olduğunu gördüğü
için içi parçalandı. Cem Hindistan’da eşyasız yaşamıştı ve
onun için çok da sorun değildi ama Zeynep için eşyalar
çok önemliydi. Elini omzuna koyarak sırtını sıvazladı ve,
“Zeynep, artık üzülme lütfen. Gerçekçi olmak gerekirse
olasılık olarak eşyaları bulmamız çok zor ama deneyeceğiz,” dedi. Zeynep son yediği tırnağı da Cem’in suratına
doğru tükürdü ve çocukluğundan beri yapmadığı, saçını
diplerinden ufak ufak yolma çalışmasına başladı.
“Tamam,” dedi burnunu çekerek.
Cem tek başına karakola gitmek için yola koyuldu.
204
33
Cem, Serbent karakoluna girince buradaki konumu
itibarıyla polislerin yüzü gerilmişti. Sessizliği arasının her
zaman iyi olduğu polis memuresini sorarak bozdu.
“Çevreyle ilgili bir durum değil,” dedi hemen ve devam
etti, “Bizim ev soyuldu, ifade verecektim.”
Fırsata atlayan polis cevabı yapıştırdı, “Gördünüz mü
Cem Bey, hayatta insanın başına ne belalar geliyor ve polis
onları koruyor. Yapacak bir sürü ciddi işimiz oluyor da o
bakımdan sizin işlerle uğraşamıyoruz. Yani kediye kuşa
zaman kalmıyor,” dedi. Eline bu fırsat geçtiği için zevkten
dört köşe olmuştu.
“Abi niye öyle söylüyorsun? Çocuğun yok mu senin?”
dedi Cem.
“Var iki tane, niye?”
“Nerede oynuyor çocuklar? Mahallede bir tane ağaç
var mı gözünü seveyim! Sokağın her tarafı çöp değil mi?”
“Orasını sorma.”
“E birisi de onların mücadelesini verecek ki her tarafı
kesip kuşa çevirmesinler.”
205
“Abi senin gücün yeter mi bunları durdurmaya ya da
geri getirmeye? Sen düzgün bir adamsın aslında ama niye
bu işlerle uğraşıyorsun anlayan Arap olsun.”
“Bir kişi çok şey değiştirir, hiç öyle söyleme abi. Diktiğimiz ağaç sayısı 10 milyon oldu biliyor musun?”
“Ya Cem Bey Allah aşkına neye yeteceğiz? Sen dikiyorsun birileri kesiyor. Şu İstanbul’un hırsızı biter mi mesela?
Bak senin ev de gitmiş. Yakala yakala bitmiyor. Arkası da
kesilmez. Bu millet adam olmaz bunu bilesin. Neyse! Sen
Refika Hanım’ı mı bekleyeceksin ifade için?”
“Evet abi.” Polis memuresi gelene kadar Cem masasında
oturup çay içti. On dakika sonra içeri giren memure yerine
yerleştikten sonra kısa bir sabah sohbeti yaptılar. Sonra da
Cem konuya girdi.
“Refika Hanım, iki konum var. Birincisi bizim ev
tamamen soyuldu dün. Biri kamyon dayayıp evi boşaltmış. Dün memur arkadaşlar geldiler sağolsunlar ve bu
sabah uğramamızı söylediler. İfade vereceğim. İkincisi
de kayınvalidemle ilgili. Ne olduğunu ben de bilmiyorum
ama şikâyet var diye aramış sizin arkadaşlar. Yaşlı başlı
ev kadını, ne olabileceğini anlayamadım. Kendisine de
söylemedim telaşlanmasın diye.”
Refika Hanım güldü, “Tüm aile bizim karakoldan geçiyor Cem Bey. Kayınvalideniz eksikti, tamamlarız evelallah.
İsmi neydi?”
Refika Hanım bilgisayara ismi girdi, şikâyet notunu
kim bıraktı bulmaya başka masaya gitti, telefon açtı ve son
derece ağır bir tempoyla olayı açıklığa kavuşturmaya çalıştı. Bu arada da ifadesi için Cem’in söylediklerini yazıyor,
imza alıp evrakları dolduruyordu. Aradan geçen yarım saat
sonunda şikâyetin sebebini öğrendi Cem. Hülya Hanım
Deniz’i takip etmişti ve onu tehdit eden gruplardan biri
sanan Deniz de polise şikâyet etmişti. Cem ilk duyduğunda
kulaklarına inanamamıştı.
“Kayınvalideniz neden bu kadını takip ediyor Cem
Bey?”
“Refika Hanım, kayınvalidem bildiğiniz ev hanımı. Ne
tehdidi olacak, yanlış anlaşılmıştır.”
“Güvenlik kamerası kayıtları var denmiş ve dilekçe
ekine konmuş. İzlemek ister misin? Sana göstersem sorun
olmaz.” CD’yi bilgisayarına aynı yavaşlıkta yerleştiren Refika Hanım, bir yandan da gelen telefonlara cevap vermek,
evrakları imzalayıp getiren memura geri vermek gibi rutin
işleri yapıyordu. Masasındaki telsizden durmaksızın yapılan anonsların eşliğinde açılan video dosyasını izlemeye
başladılar.
Video kayıtları bulanık ve kesik kesik olsa da apartmana
giren kadının Hülya Hanım olduğu şüphe götürmezdi.
Hülya Hanım apartman girişinde oldukça uzun zaman
geçirmiş ve kaldığı sürece apartmana giren çıkan olursa
sırtını dönerek cep telefonuyla konuşuyor numarası yapıp yalnız kaldığı anlarda posta kutusunu karıştırmıştı.
Sonra oraya bir şeyler tıkmış ve ardından da ellerini açıp
dua etmişti. Kutudan cımbızla çıkardığı zarfların hepsini
tek tek açıp bakmış ve sonra da apartman girişindeki
kaloriferin üzerine bırakmıştı. Bir tane zarfı da çantasına
atmıştı. Refika Hanım çay içerek izlerken, “Okunmuş
muska bıraktı,” dedi.
Cem’i bir yandan gülme tutmuştu, “Ya Refika Hanım,
sen bana bir akıl ver. Bu işin devamı gelmezse kapanır mı?”
“Cem Bey, zaten yazışmalar falan derken üstüne gidilmezse buna cevap bile verilmesi yıllar alır ve kalır. Ama
206
207
Deniz Hanım’ı sen bizden iyi tanıyorsun. İnatçının teki.
Peşini bırakmadığı gibi işlem yapmıyoruz diye bizi şikâyet
eder.”
“Refika Hanım, o geceki bakıcı sandığınız kadın da
bizim evi soyan kadın. Şimdi bana yardım edebilecek tek
kişi sensin. Ne yapayım ben sence?”
“Cem Bey, buradan bir şey çıkmaz merak etmeyin. Yalnız kayınvalideniz bir daha oraya gitmesin. Sorun büyürse
ben yardım edemem. İşler nerelere varır aklın şaşar kalır.
İnsan işi ağaç işine benzemez. Demedi deme! Eşyaları ise
bilmiyorum, o zaman alır biraz. Kadını sınır dışı ettiler.
Elçiliğe falan yazılacak. Siz yine kendiniz de sağda solda
sorun ve ulaşmaya çalışın.”
“Haklısın Refika Hanım. Aynen öyle yapacağım. Allah
razı olsun.”
“Senden de Cem Bey. Bizim sokaktaki kaçak inşaatları
sen afişe etmeseydin ve inşaat çukurlarını kapattırmasaydın çocuklar sokakta oynayamayacaktı. Her gün işe
geldiğimde yüreğim ağzımdaydı çukura düştü mü diye.
Ben senin yaptığını asla unutmam. Yolun açık olsun.”
Cem karakoldan çıkar çıkmaz Hülya hanımların evinin
yolunu tuttu. Ve yoldan Zeynep’i aradı.
“Zeynep, güzel haber annenle ilgi bir sorun yok. Yanlış
ihbarmış. Ve seni almak için yoldayım. Emniyetevler’e
beraber gidelim.”
208
34
Cem ve Zeynep, Hayriye teyzenin oturduğu binanın
ağır demir kapısını itip içeri girdiler. Zeynep zile basıp
kalbi hızla atarken beklemeye başladı. Birkaç kere daha
zile basmasına rağmen kapı açılmayınca Elena’nın izini
sormak için ilk olarak karşı komşunun zilini çalıp beklediler. Oradan da cevap çıkmayınca bir alt kata indiler. Alt
katta karşılıklı iki daireden de kimse kapıyı açmayınca
bütün apartmanda kapıyı açan tek bir daire olmamasından
telaşlanan Zeynep “Hiçbir dairenin önünde paspas veya
ayakkabı yok,” dedi aniden.
“Ne oldu o zaman? Apartman boş demek ki!” dedi Cem.
Hızla binanın dışına çıkıp karşı bakkala girdi. “Affedersiniz, apartmanda kimse yok mu acaba?” diye sordu bakkala.
“Kime bakmıştınız?” diye sordu bakkal.
“Biz Hayriye teyzenin dairesine gelmiştik,” dedi Cem.
“Hayriye teyze vefat etti,” dedi bakkal.
“Hayriye teyzeyi biliyoruz, Allah rahmet eylesin! Aslında bakıcısını gördünüz mü diye soracaktık? Biz daha çok
onu arıyoruz. Kendisini gördünüz mü Hayriye Hanım’ın
ölümünden sonra?” diye sordu Cem.
209
“Hayır. Teyze ölünce o da hemen ayrıldı. Ne için sordun
abi?” diye sordu bakkal.
“Bakıcısında birkaç emanetimiz kaldı, çok önemli. Bulup almamız lazım. Nereden ulaşabiliriz kendisine sizce?
Apartmanda kimsecikler yok,” dedi Cem.
“O binayı müteahhide verdiler. Herkes binayı boşaltmıştı. Bir tek Hayriye teyze taşınmıyordu. O da vefat edince
kimse kalmadı,” dedi bakkal.
“Peki ulaşabileceğimiz kimse var mı Elena’yı tanıyan?”
diye sordu son bir gayretle Cem.
“Yok maalesef,” dedi bakkal.
Yüzü sıkıntıdan asılan Cem ile Zeynep dükkândan
çıktılar.
Buralara kadar boşuna geldikleri için hayal kırıklığına
uğramışlardı. Zeynep önden hızla yürüyerek arabaya bindi.
Arkasından binen Cem kapıyı hızla çarpıp yerine oturdu.
Yol boyunca konuşmadılar. Neden sonra Zeynep’in ağzından Cem’in hiç beklemediği sözler döküldü.
“Cem, eşyaları bulamayacağız. Bu bir işaret! O evin
silinmesi bizim silinmemiz demek. Seni de kaybedeceğim.”
Zeynep konuşurken Cem vites kolunun altında, yerde
bir cisim fark etmişti. Yere eğilip ne olduğunu anlamaya,
arabanın koltuğu ile vites kutusu arasındaki dar boşluktan
elini zar zor sokup cismi tutmaya çalışıyordu.
“Uğraştıkça daha da kötü olacak, tıpkı iş için Tülay
Hanım’a gidişimin, reklam filminin, duvar giydirme işinin,
her şeyin skandala dönüşmesi gibi. Ben çok şanssızım.
Cem, dinliyor musun sen?”
Cem cismi yakalayamayınca koltuğu en geriye doğru
itmiş, yere kadar eğilmişti. Sonunda cismi çekip çıkardı.
“Zeynep, gördün mü, ne buldum!”
Zeynep sözü kesilince afalladı ve neden bahsettiğini
anlamak için birden Cem’in tarafına döndü. Cem avucunun içinde bir çift küpe tutuyordu. Bunlar Cem’in Zeynep’e
doğum gününde hediye ettiği kaybolan küpeleriydi.
Zeynep’in yüzü birden hazine bulmuş gibi aydınlandı. Geri
gelen şey küçüktü belki ama o an onu bulmanın anlamı
çok derindi. Bu sihirli etkinin rehavetine bıraktı kendini.
Anılar zamanla hafızalarda derinlere itiliyordu. Eşyalar
hiç umulmadık bir anda karşınıza çıktığında, o eski anıları
su yüzüne çıkarıyorlardı. Aniden gözünüze ilişen sehpa
üzerine konmuş bir fotoğraf o an sahibini fotoğrafın çekildiği güne götürüyor, hafızalara kalsa tam çıkarılamayacak
bulanık görüntüler netleşiyordu. Ne kadar genç, neşeli,
uzun saçlı olduğunuzu veya havanın soğuk olduğunu
resimleri görünce hatırlıyordunuz. Zeynep bu küpeyi
bulmasaydı evlendikleri yıl doğum gününde gittikleri
yemeğin tatlı hatıraları belirmeyecekti gözünde. Yemek
çok keyifli geçmiş, bütün gece gülmekten yerlere yatmışlar,
ardından da beraber sinemaya gitmişlerdi. Kaybolacak bir
anıyı kurtarmışlardı sanki.
Cem hatıraları veya duyguları için eşyalardan referans
almıyor ve hepsini kendi içinde yaşayabiliyordu. Ama Zeynep öyle değildi. Zeynep’in eşyalara atfettiği değer onların
kullanım değerinden çok daha fazlaydı. Cem, ev soyulunca
oturacak koltuk kalmadığına üzülmüştü. Zeynep ise yeni
evlendiklerinde iki ay gezilerek sonunda yüzlercesinin
arasından seçilmiş gri şönil kaplı ve tek kollu, üç parçadan
oluşan, salonda televizyon karşısına yerleştirilen, kırmızı
halıyla uyumlu ve yıllarca üzerinde güzel filmler izlenmiş
koltuğunun çalındığına üzülmüştü.
“Zeynep, işte sana işaret. Bak çok sevdiğin bir eşya bu-
2 10
211
lundu. Küçük bir şey ama geri geldi,” dedi Cem. Zeynep o
kadar içten gülümsedi ki Cem ona sıkı sıkı sarıldı ve uzun
bir süre kıpırdamadan kaldılar.
35
Dönem sonu gelmiş, son çeyreğin raporları genel merkezle paylaşılmıştı. Ofiste sonuçların kötü çıktığı haberi
yayılmış, Mustafa beklediği gibi personel ve genel masraflarda kısıntıya gitmesi yönünde direktif almıştı. Sabah
ofisinde odasına kapanan Zeynep’in harekete geçmek için
az zamanı kalmıştı. Sonucu değiştirebilir miydi bilmiyordu
ama elinden geleni yapacaktı. En başından bugüne nasıl
geldiklerini düşündü.
Çok eski zamanlarda insanlar avcı/toplayıcı küçük kabileler halinde yaşıyorlar ve etraflarındaki ağaçlardan yemiş
toplayarak besleniyorlardı. Sonra, yetinmeyen bazıları
daha iyi yemişleri toplamak için oldukları yerden uzaklaşmaya karar verdiler. Bering Boğazı’ndan Amerika’ya
yürüyerek geçenlerden tutun, sora sora Bağdat’ı bulanlara
kadar her biri babalarının tarlası gibi karış karış gezdiler
dünyayı. Sonra geze geze yemiş toplamak yerine oturduğu
yerde buğday ekmeyi akıl eden bir canlı, dünyayı yörüngesinden saptırdığı için “sapiens” diye anıldı. Buğdayla
beraber artıdeğer ortaya çıkıp da, insanların boğazlarını
doyuracağından fazla tek bir adet ekinin yetiştiği haftanın perşembe günü ekonomi bilimi yeşerdi ki, bu değer
2 12
213
nasıl paylaşılacak anlaşılabilsin. Tek bir adet de olsa fazla
olmasaydı paylaşmaya da gerek kalmayacaktı ama yetişti
işte. Zamanla da artıdeğeri çekiştiren bireyler ve kurumlar
doğdu, gelişti.
Bunlardan sadece biri olan Zorius Capital de Yeniçağ’ı
temsil eden örneklerden biriydi. Çalışanlar birbirinden
kopmuş ve yüzeyselleşmiş, bencillik ve mutsuzluk hüküm
sürmeye başlamıştı. Şirket, insanları yaratıcılık ve yeteneklerinden koparmış, onların güzellik, yaratma, tamamlama
ve tatmin yaşama arzularını giderek yok etmişti.
Onlarca ülkede ofisi olan şirket dev bir tankere benziyordu. Kişisel başarılar veya başarısızlıklar tek başına
tankerin rotasını çeviremiyor, tanker de çalışan sistemi
sayesinde karaya oturmuyordu. Tüm iş süreçleri mekanikleşmiş, atomik parçalara bölünerek yüzlerce kişiye
dağıtılan işlerin niye yapıldığını kimse bilmez olmuştu.
Zorius Capital Türkiye ofisinde yaratılan birçok iyi
fikir genel merkeze ya ulaşamamış, ya kabul edilmemişti.
Üstelik yüzlerce kilometre öteden hiç tanımadıkları kişilerce verilen rakamlara dayalı kararlar, günlük hayatları
üzerinde olumsuz sonuçlar yaratmıştı. Parfümün isminin
değiştirilmemesi örneğin, uzun yetki zincirinin son halkasına elektronik posta ile ulaşabildiğinde, ilgili direktör
46 ülkede bu isimle satılan bir parfümün isim değişikliği
önerisinin üzerinde düşünmemiş ve jet hızıyla verdiği
kararı daha sonra unutmuştu. Ancak parfümün başka bir
birim tarafından satış kotasını doldurmak üzere Türkiye’ye
gönderilmesine de jet hızıyla karar verilmişti. Gelinen
noktadaysa parfümün Türkiye satışı kimsenin umurunda
değildi.
Düşünenlere sorumluluk, düşünmeyenlere de suç-
lanma riski yükleyen ortamda ayakta kalmak maharet
istiyordu. İtalya ofisinde çalışan bir yöneticinin yaptığı
proje sonuçları başarısız olunca işinden olduğu kulaktan
kulağa anlatılıyor ve yersiz yere yaptığı girişimden dolayı
eleştirilen bu iş bilmez yönetici kahve sohbetlerinin konusu
ediliyordu. Bunun için Mustafa gibi birçok yönetici karar
almanın sorumluluğunu bertaraf etmek için günü kurtarmakla zaman geçiriyordu. İnsan kaynağını uygun yerde
değerlendirmek de vermedikleri kararlardan biri olmuş,
çalışanların üzerlerine yapışıp kalmış arama motorlarına
takılan anahtar kelimeler dışında iş fırsatlarına kapılar
kapatılmıştı. Örneğin çok istediği halde Finans biriminde çalışan Berk’e lojistik biriminde görev verilmesi riskli
bulunmuş, kazara seçiminde veya ilk işinde hatalı seçim
yapmış ise zavallı Berk çalıştığı birimde müebbet hapse
mahkûm edilmişti. Gelinen noktada şirket can pazarına
dönüşmüştü. Mustafa suçlanma riskini kendi adına nasıl
bertaraf edeceğinin derdindeydi.
Diğer taraftan çalışanların da alışılagelmiş düzenlerini
bozmadan hem konfor garantisini, hem iş tatminini bir
arada istemeleri çelişmişti. Bıçak kemiğe dayanmadıkça
sıradan iş performansları ile ne uzayan ne kısalan işe gidip
gelmeler sorgulanmamış, çalışan da işveren de devekuşu
gibi başını kuma gömmüştü. Performans aynıydı ama
beklentiler yükselişteydi. Maruz kaldıkları pazarlama
bombardımanı onları daha çok tüketmek için hep daha
fazlasını istemeye zorlamıştı. Hedefinin önümüzdeki bir yıl
içinde müdür olmak olduğunu daha baştan masaya koyan
hırslı yeni mezunlardan Feray gibi her yolu deneyenlere,
hatta kelli felli yöneticilere kadar herkes unvan için diğerini
topuğundan vurabilir hale gelmişti.
2 14
215
Bir kısmı prestiji için Zorius Capital’i ve çalıştıkları
birimleri seçmiş, kendileriyle uygunluğu sorgulamamışlardı. Zeynep de işe girerken şirketin uluslararası oluşuna,
sattığı kozmetik ürünlerin markalarına ve pazarlama biriminin havasına kapılmıştı ve şirket seçimi ile öncelikleri
tam örtüşmüştü. Ama şirket kültürü ve işleyişi hiç de
hayal ettiği gibi çıkmamıştı. Haksızlığa uğradığı yüzlerce
duruma rağmen aynı şeyi yapıp farklı sonuç bekleyecek
kadar kendini kandırmıştı. Üzerindeki sorumluluklarla
prestij birleşerek ona tuzak kurmuştu. O da Mustafa gibi
kaybetme korkusuyla yerinden kıpırdamadan koltuğuna
sıkı sıkı yapışmıştı. Söyleniyordu ama gitmiyordu. Israrla
terfisini isteyerek çok çalışıyordu. Sonuçta yorgan gitmişti
ama Zeynep’in kavgası yeni başlıyordu.
Zeynep Mustafa’nın en çok, tatsızlık çıkarsa yurt dışında duyulmasından ve şirketin küçülmek zorunda kalışının
sorumluluğunun kendi yönetimine çıkarılmasından korkacağını düşünüyordu. Çok sakin ve temkinli olduğunu,
ayağına basılmazsa hiçbir konuyu kişisel almayıp pazarlığa
açık tuttuğunu biliyordu. Karşısındakiyle satranç oynadığını ve ortaya sürülen taşın anlamını çok iyi sezdiğini
biliyordu. Ve tabii en çok eşinden çekindiğinin farkındaydı.
Ne de olsa tüm sosyal konumunu kadının üzerine kurmuştu. Feray ise pazarlama biriminin başına geçeceğine
neredeyse emindi. Bu nedenle rahat davranıyordu. Sırtını
Mustafa ile olan ilişkisine dayadığı için şirket içinde kimseyle işbirliğine girmemesi yüzünden onu sevmeyenlerin
sayısı çoğalmıştı. Kimse böyle bir dönemde genel müdürün
koruması altındaki birine doğrudan cephe almazdı ama
dolaylı bir yol bulsalar üzerine çullanacakları kesindi. Yani
Feray’ın dayanağını sarsması gerekiyordu.
İşten çıkarılacağına kesin gözüyle bakanlar ile şirketten
toplu işten çıkarmaların yapılmasını adaletsiz bularak
tepkili olan bir avuç insanı listelemişti. Hepsiyle teke tek
görüşme yapacak, planını anlatacaktı. Şirkette lafların
yayılma hızını düşünerek son ana kadar beklemişti. Gün
içinde bir kısmını tamamladığı organizasyonunun son
aşamasını akşam seçtiği çalışanlarla yaptığı görüşmelerle
tamamladı. O sırada mesai bittiği için otobüsle evine gitmekte olan Kadir’in aldığı sinyaller otobüsün elektronik
devrelerini durdurduğu için yolcular bozulan otobüsten
inmek zorunda kalmışlardı.
“Ayşe, stokları bir e-ticaret sitesinin deposuna konsinye olarak çektirmem şart. Oradan satış yapacağız. Yoksa
planım işe yaramaz,” demişti Zeynep son telefon görüşmesinde. Sonra da evine gitmişti. Yolda Cem’i, Tonguç’u
ve birkaç arkadaşını aramıştı.
Ertesi sabah harekâtı başlatmıştı. “Cem, İstiklal’deyiz.
Polis bizi dağıtmaya çalışıyor. Parfümleri de zabıta gelip
topladı,” dedi telaşla.
Zeynep ile işbirliğine yanaşmış bir avuç Zorius Capital
çalışanının kurduğu mağduriyet korosu, Türk sanat müziği
sokak konseri vermek üzere İstiklal Caddesi’nde toplanmıştı. Koronun önünde, yerdeki kutularda parfüm şişeleri
diziliydi. Şarkılar bitince alkışlayan kalabalık para attıkça,
paranın miktarına göre üzerlerine parfüm sıkılıyordu.
Bir fıs elli kuruştu ve beş lira atan bir turistin fıslatılacak
yeri kalmayınca kadına evire çevire koku banyosu yaptırmışlardı. Kadın parfümü olduğu için kaçışan erkeklerin
üzerine parfüm sıkan genç kızlar, turistler, başka şeyler için
eylem yapmaya gelip destek verenler, hiç işi olmadığı için
merakla izleyen esnaf ve gelip geçen amaçsız topluluklar
2 16
217
etrafta toplanmış eğleniyorlardı. Zorius Capital’den personel çıkarılmamasını sağlamaya yetecek satış için kaç fıs
parfüm sıkılması gerektiğini bir tahtaya büyük rakamlarla
yazıyorlardı. Paralar toplandıkça da kaç kariyerzedenin
kurtulduğu ve kaç fıs daha lazım olduğu kara tahtaya
işaretleniyordu.
“Hemen geliyorum. Tüm ekibi topla. İtiraz etmeden
dağılıp başka bir ara sokakta tekrar bir araya gelin. Ne dedi
zabıta tam olarak?” dedi Cem yılların verdiği tecrübeyle.
“İzinsiz satış yapıyormuşuz. İşportaymışız dediler,” dedi
Zeynep. Yüzüne kan basmıştı ve elleri alev alev yanıyordu.
“Tamam anladım. Sizin mevzuatta nereye girdiğinizi
düşünüyorlar henüz. Zamanımız var o zaman.”
Zeynep telefonda konuşurken Turgut da zabıta ile
tartışıyordu, “Bizi alkışlayıp para verenlere kolonya ikram
eder gibi parfüm sıkıyoruz. İkram sayılır.”
“Daha neler! Her fıs 50 kuruş yazmışsınız,” dedi zabıta.
Turgut şirket avukatı Selma Hanım’ı aramış, hemen
devreye giren Selma Hanım hayatında ilk defa işi Yargıtay’a
sallamadan, önceden tedbir alarak destek olmak için devreye girmişti.
Turgut, “Satış fişi keseriz, olur mu öyle?” diye sordu
avukattan aldığı öneriyle. Böyle bir sorunun cevabının
mevzuatta olup olmadığını bilmeyen zabıta en iyi bildiği
şeyi yapıp parfümlerin kalanını da toplamaya devam
ediyordu.
“İstiklal’de işyeri mi açtıracağız birader?”
“Cem, işten atılmış insanlar var, adam sokak satıcılığı
mı, çalgıcılık mı, yoksa gösteri yürüyüşü mü diye tanımlamakla uğraşıyor. Bu nasıl iş anlamadım,” dedi Zeynep.
“Evet Zeynep, hoş geldin direnişçilerin dünyasına…
Hallederiz sen üzülme,” diyerek telefonu kapadı. Ceketini
kaptığı gibi İstiklal Caddesi’ne doğru yola çıktı. Hemen
yanı başında telefonunu bitirmesini bekleyen yerel basın
mikrofonu Zeynep’in burnuna dayamış sorular soruyordu, “Şirketten işçi çıkarılmasının önüne geçebileceğinizi
düşünüyor musunuz?”
Zeynep tüm iş hayatı boyunca özenmiş, sonunda
reklam skandalı üzerine basına çıkmıştı. Onun hayalinde elinde parfüm şişesi ile ofis masasının ucuna oturup
gülümseyen bir fotoğrafı vardı ama kameramanları durdurmaya çalışırkenki fotoğrafı yansımıştı basına. Olayın
üstüne basın kendisiyle konuşmak için çok aramış, Eşme’ye
kaçtığı için saklanabilmişti. Şimdi ise direnişçi kimliğiyle
medya onu konu etmek istiyordu ama Zeynep basında
konuya faydası ve soruna katkısı kadar yer alıp kendini
öne çıkarmayacak kadar akıllanmıştı. Eskiden olsa bu
fırsat sayesinde kendine gelebilecek bir ‘Yetenek Sizsiniz’
jüriliği teklifine atlardı.
“Şirket yönetimimiz bu duruma gelmemek için elinden
geleni son ana kadar yapıyor.”
“Siz yönetici misiniz?”
“Ben pazarlama müdürüyüm. Üst düzey yöneticilerimiz
de durumdan dolayı son derece üzgün.”
“Anlamadım, üst düzey yöneticiler sorumlu değil mi
şirketten?”
“Türkiye ofisimizdeki yöneticiler her zaman bize gönülden destek oldukları için onların da üzgün olduğunu
biliyoruz. Şirketimiz uluslararası bir firma ve bazı kararlar
orada alınıyor.”
“O zaman Avrupa’daki yöneticiler mi sorumlu bu durumdan Zeynep Hanım?”
2 18
219
“Kesinlikle hayır, onlardan da kaynaklanmıyor. Ürünler Çin’den ithal edildi. İthalat prosedüründeki son çıkan
kararlar mal alımını önceden yapan firmaları zor soktu.
Biz bu kararın kararname tarihinden önceki siparişleri
kapsamamasını talep ediyoruz. Ödenen paralar milli
servet ve işten çıkarılacaklar bizim insanımız. En güzeli
üretimin de Türkiye’ye kaydırılması olur tabii. Devletten
bu anlamda teşvik bekliyoruz.”
Zeynep büyük şirketleri rahatsız edebilecek haberleri
ulusal medyanın vermeyeceğini biliyordu ama internet
sağolsun, alternatif haber kaynakları vardı. Sosyal mecrada konunun yayılmasını organize edecek arkadaşları
bilgisayar önünde, konuyla ilgili yorumlar yazmak için
Zeynep’in telefonunu bekliyorlardı.
Akşam, Tonguç da başka bir cephedeydi. Ümraniye’de
Meydan Alışveriş Merkezi’nde mevzilenmişti. Gece bir
elektronik mağaza zincirinin açılışı vardı ve bunun için
çılgın fiyatların olduğu bir kampanya düzenlenmişti.
Kampanyadaki ürünleri almak için gece yarısından kuyruğa giren kalabalıklar bekleşmeye başlamışlardı. Eskiden
şeker, gaz yağı almak için girilen kuyrukların yerini bunlar
almıştı ama kuyruk gönüllü olunca kimse halinden şikâyet
etmiyordu.
Tonguç evin gece yaşayan üyesi olarak kuyruğa girmeyi
bir kasa bira karşılığı kabul etmiş, arkadaşları için de aynını
istemişti. Görevleri kuyrukta yeterince insan biriktiğinde
parfüme adadıkları şarkılarını seslendirmekti. Zeynep bu
şekilde, basında yer alacağı kesin olan mağaza kampanyasıyla birlikte haberi duyurmayı planlamıştı. Mini konserin
amacını anlatan afişleri basma, dağıtma ve videoya çekme
işlerini de organize etmişti.
Akşam saat dokuz olunca Tonguç ekibiyle birlikte kuyrukta beklerken Kukuzia melodisini tıngırdatmaya başladı.
Hayatı boyunca böyle bir meydan konserini hayal etse de
bu kalabalığı toplama şansı olmadığı için fırsata atlamıştı.
Bir saat kadar sonra beklemekten sıkılmış ve sabaha
kadar vakit geçirmek için başka işi olmayan kalabalık
şarkılara eşlik etmeye başlamıştı. Açılışın haberini yapmak
üzere gelen ulusal medya da konseri atlamamış, Tonguç
ile çok kısa da olsa röportaj yapmıştı.
Parfümün şarkısının söylendiği çekimleri internet sitesine de yükleyen Zeynep, akşam haberlerinin ardından
tıklama oranlarındaki hızlı çıkışı görünce Ece’yi kucağına
alıp şarkı eşliğinde dans etmişti.
Ertesi sabah Mustafa’ya da mesaj, telefon ve sosyal
sitelerde yorumlar yağmaya başlamıştı. Bu işi Zeynep’in
yaptığından adı kadar emindi ve şarkıyı internetten indirince sinirleri bozulmuştu. Çıkan her haberi okumuş,
aleyhinde bir beyan olmadığını görünce ise biraz rahatlamıştı. Asistanı ilave parfüm siparişlerinin onayını almak
için odasına girdiğinde ise şaşırmıştı. Odada yalnız kaldığında ekranına düşen Twitter mesajı Cem ile Zeynep’in
son darbesi olmuştu.
“Bize verilen desteğe sonsuz teşekkürler. Birçoğumuzun çocuğu var ve ekmek paramızı kazanmaya devam
etmemiz için gönülden destek yağdı. Desteklerin devamı
durumunda kimsesiz çocuklara da yardım etmek istiyoruz. Yardımlarınız bu konuda gönüllü çalışan Galeri Tev’e
aktarılacaktır.”
Feray odasına daldığında değişen dengelere uygun
durum değerlendirmesi yapıyordu kafasında.
220
221
Sabah saat 9.00’a kadar Mustafa ulusal medyadaki tanıdıklarını tek tek aramıştı. Geçen sefer ani yakalandığı
için müdahale edemediği duruma bir daha düşmemek
için, tanıdıklarından şirketiyle ilgili haber çıkmaması konusunda söz almıştı. Zeynep’in ondan habersiz ve onaysız
yaptığı işler yüzünden şirketten çıkarılması kaçınılmazdı.
Zeynep’i işte tutması, bundan sonrası için otoritesinin kalmaması demekti. Tülay’ın galerisinin isminin kendinden
habersiz kullanılmasından duyduğu memnuniyetsizliği
de dikkate almıştı.
Genel merkez personel çıkarılmasıyla ilgili çok açık bir
direktif vermişti. Ancak konu bu kadar sıcakken şirketteki
küçülmeyi erteleyerek zaman kazanmak niyetindeydi.
Bunu yapmak için birçok açıklama yapması gerekecekti
ama daha önce buna benzer birçok krizi yönetebildiği için
ayakta kalmayı başaran Mustafa, bunun yolunu da biliyordu. Son skandalın üzerine yaptıkları basın toplantıları ve
son çeyrekte aksiyona soktukları pazarlama planının sonuç
vermeye başladığını savunacaktı. Zeynep’i skandala sebep
olduğu ve şirkete zarar verdiği gerekçesi ile çıkaracaktı.
Kendi yaptığı için gizli tutabildiği işten çıkarılacak ki-
şilerin listesinin olduğu dosyayı açtı. Genel merkeze işten
çıkarmaları ertelemeyi talep ettiğini bildirir mesajını yazıp
dosyayı ekledi. Kendi için tuttuğu dosyada personelin tanıdıklarının yazılı olduğu bölüme ise Zeynep için “kendi”
diye ekledi ve kapattı. Zeynep çetin çıkmıştı.
Sabah ofise geldiğinde Mustafa ile görüşmek üzere
insan kaynakları tarafından çağrılan Zeynep, huzurlu bir
ifadeyle Mustafa’nın odasına girdi. Uzun zamandır sonucu
bildiği için kendini fikre alıştırmıştı.
“Otur Zeynep. Hoş geldin. Kapıyı kapat istersen,” dedi
Mustafa ciddi bir ses tonuyla. Son derece profesyoneldi ve
konuşmasının dengesi çok iyi ayarlanmıştı.
Mustafa yaklaşık on beş dakika süren görüşmede insan
kaynakları bölümünün hazırladığı mektubu okudu. Şirketin
genel durumunun yanı sıra, neden Zeynep için işten çıkarma
kararı verdiğini, yaptıklarına hiç değinmeden açıkladı. Mustafa Zeynep’e bundan sonraki kariyerinde başarılı olması için
hangi konularda kendini geliştirmesi gerektiği konusundaki
fikrini söyledi. Yani tam bir tiyatro oynadı.
“Bundan sonrası için sana işe yerleştirme desteği sağlayacağız,” dedi Mustafa. Toplantıyı bitirdiğini anlayınca
Zeynep sözü aldı.
“Mustafa Bey, beni bir işe yerleştirmeden çıkarmamanızı rica ediyorum. Aynı takımda aynı parfümün pazarlamasında birlikte çalıştığım ekip arkadaşım Feray’ın
işten çıkarılmadığını görmenin yaralarını bir nebze de
olsa saracaktır.”
“Seni anladım Zeynep, ricanı değerlendireceğim,” dedi
ve ayağa kalkarak “İleriki kariyerinde başarılar dilerim
ve şirketimiz adına yapmış olduğun katkılardan dolayı
teşekkür ederiz.”
222
223
36
Zeynep de, “Peki, teşekkür ederim Mustafa Bey,” deyip
ayağa kalktı. “Bunu duymak beni çok mutlu etti,” dedi
imzalamak üzere önüne konmuş mektubu geri verirken.
Mustafa Zeynep’in imzalamadan geri verdiği formu
sakince eline aldı ve Zeynep’i kapıya kadar geçirdi. Arkasından kapıyı kapadı ve yerine oturdu. Zeynep’in hakkında
olumsuz beyan vermeyerek ayağına basmadığını, ama Tülay kartını açtığını görmüştü. Teklifi kabul edecekti. Onu
başka bir işe yerleştirerek çıkarması çalışanlar nezdinde de
işine yarayacağı için bir adım sonrasını da lehine çevirerek
kadının dediğini yapacaktı. Mustafa sinirini dizginlemeyi
çok kolay başarmış, yeni hesaplar yapmaya başlamıştı.
Zeynep çantasını alıp kapıdan çıkarken Kadir’in gülümsediğini gördü. Zeynep’e doğru yürüyordu ve sormasa da
söyleyeceği malumat ağzından döküldü, “Tülay Hanım’ı
kimsesiz çocuklara yardım için aramaya başlamışlar. Hiç
hoşlanmamış bu durumdan diyorlar.”
Zeynep hiçbir şey söylemeden ofisten çıkıp gitti. Arabasına atladığı gibi Kemerburgaz’ın yolunu tuttu. Sonra
daha da ileriye, Karadeniz kıyısına doğru yol aldı. Yolun
solunda zorlukla fark edilen tahta tabeladan sapıp toprak
yolun sonundaki hurdalığa vardı. Gökyüzünde uçuşan
martılar Karadeniz’e yakın olduğunu gösteriyordu. Huzur
çökmüştü üstüne.
Zeynep hurdalığa hâkim tepenin üzerinde ayakta duruyordu. Ayazdan korunmak için montunun yakalarını
havaya kaldırmış, gözleriyle alanı tarıyordu. Bu sahneyi
daha önce görmüş gibi hissetti kendini. “Deja vu!” diye
mırıldandı.
Burada yok yoktu. Tencere kapağı, tek bacağı kırık ofis
sandalyesi, lazımlık, bulaşık eldiveni... İş görmez olduk-
ları için buradaydılar. İlk sahibi tarafından ömrü dolana
kadar kullanılmış eşyalar olduğu gibi artarda birçok kişi
tarafından kullanılmışlar da vardı. Mesela üstte duran,
düzelemeyecek kadar yamulmuş jant kapağı Berkcan diye
birinindi; daha doğrusu dayısının arabasınındı da Berkcan
kaçırıp habersiz kullanırken yamultmuştu. Sonra, tek bacağı kırık ofis sandalyesi Mahmut diye Tahtakale esnafından
birine aitti. İşini devredene kadar iki yıl üzerinde oturmuş,
sonra yerine gelen şişko Taner’in üstüne oturmasıyla son
nefesini vermişti. Lazımlık Nişantaşı eskilerinden İzzet
Bey’in kızınındı ve kızları tuvalet terbiyesi alınca karısı
kapıcı Kazım ustaya vermiş, elinde lazımlıkla eve gelen
Kazım ustanın karısı Güllü kullanılmış lazımlığı kızına
layık bulup da eve getirdiği için adamı paralamıştı.
Eşyaların da, işin de ve hatta ilişkilerin de bir sonu
vardı. Bu hayatın normal akışıydı. Ömrü dolana kadar
ona ait olanlar olduğu gibi bir süre ait olup bir sonraki
sahibine devredilenler de vardı. Sadece sonun ne zaman
ve ne şekilde geleceği sürprizdi. Eşyalarını ve işini ömrü
dolmadan bir sonraki sahibine devretmişti. Cem’i ise
Deniz’e devretmesine ramak kaldığını sanmıştı.
Zeynep’in hayatının akışı hiç beklemediği bir hızda
değişmişti. Bir ay önce Mustafa ile bugün yaptığı toplantıyı
yapacağına kendi bile inanmazdı. Ancak sonucunu bilmese
de mücadele verdiği için kendiyle gurur duymuştu. Hala
çalışmaya çok önem veriyor ve hayat endişesi taşıyordu. İşten çıkarılmadan başka bir işe yerleştirilmeyi de gönülden
istiyor, bu sefer gerçekten ona uygun ve mutlu olacağı bir iş
olmasını diliyordu. Yaptıklarından dolayı ödü kopuyordu.
Bu sefer şanslı olmayı diledi.
Ayrılmadan önce önündeki ormanla kaplı tepeye baktı.
224
225
Sırtını Karadeniz’e vermiş tepenin üstünde martılar uçuyordu. Rüzgârı, çayırdaki otların hışırtısını, Karadeniz’in
kokusunu içinde hissetmişti… Sonra da gökyüzünden
düşen martı pisliğinin tadını…
Manzarayı izlerken bir martı pislemişti ve saçına, omzuna, ağzına bulaşmıştı. Tiksinerek çığlığı bastı Zeynep.
O sırada yakınına yanaştığını fark etmediği kimsesiz bir
kadın, ağzında çok az dişi kaldığı için tam da net seçilemeyen konuşmasıyla araya girince yerinden sıçradı.
“Para var mı kızım, ekmek parası?” dedi teyze elini
açarak.
“Teyze ödümü patlattın,” dedi Zeynep. Etraf o kadar
ıssızdı ki bir an dilenci kadınla baş başa kaldığı için oraya
geldiğine pişman oldu. “Yok param.”
“Piyango bileti al kızım. Şans bu, şans.”
“Ağzıma girdi teyze, neyse!” dedi Zeynep ağzının içinde
geveleyerek.
226
37
Zeynep, hurdalıktan ayrılırken insan kaynakları müdüründen gelen telefonu merak içinde açtı. İnsan kaynakları müdürü beyin avcısı denilen iş bulmaya aracı bir
şirketten kendisiyle bir görüşme yapmak üzere randevu
ayarladığını ve acilen oraya gitmesini bildirmişti. Bu kadar
hızlı bir dönüş beklemeyen Zeynep, bu haberle az da olsa
ümitlenmişti.
Beyin avcısı firmanın Nişantaşı’ndaki ofisi 4. kattaydı.
Sekreter Zeynep’i koridordan geçirerek bir küçük odaya
alıp doldurması için testler verdi.
Sekreter, “Danışmanımız Murat Bey yaklaşık yarım saat
sonra testleri bitirdiğinizde sizi görüşmeye alacak. Bir şeye
ihtiyacınız olursa haber verin lütfen. Ben yan odadayım,”
dedi gülümseyerek.
“Bu testler ne için?” diye sordu Zeynep.
“Bunlar sizi tanımamız ve doğru bir işe yerleştirmemiz
için. Ne sizin ne de şirketlerin yanlış yerleştirmeden ötürü
sıkıntı yaşamasını istemeyiz,” dedi gülümseyerek ve ayrıldı.
Testi doldurmaya başlayan Zeynep bu işin tahmininden
daha fazla süreceğini anlamıştı. Bir saate yaklaşmasına
227
rağmen hala testi dolduruyor, sanki beyin hücrelerinin
kıvrımlarını ölçmek üzere tasarlanmış test sürüyordu.
Biraz sıkılmıştı ve tuvaleti de gelmişti. Tutmaya çalışarak
idare ettiği bir on beş dakikanın sonunda daha da sıkışmış,
yan odadaki asistana tuvaletin yerini sormak için odadan
çıkmıştı.
Yan odaya girdiğinde asistan yerinde yoktu. Odaya
geri dönüp biraz bekledikten sonra kapıyı açıp kafasını
uzatmıştı. Tuvaletin yerini soracağı birini aradı ancak
koridorun boş olduğunu görünce birini bulmak ümidiyle
sonuna kadar yürüdü. Karşısında filmle kaplı bir cam kapı
vardı. Cam kapının ardında filmden dolayı kim olduğunu
göremediği birinin karaltısı gözüküyordu. Ne yapacağına
karar verememiş ve labirent gibi ofiste tuvaletin yerini
soracak kimseyi bulamamıştı. Gizli görüşme yapıldığı
belli olan odaya girmeye cesaret edemeyerek koridorun
başına doğru geri yürümeye başladı. Derken cam kapının
ardındaki karaltı büyüdü ve kapı açılınca içeriden başı
öne eğik, elinde testle Feray’ın çıktığını gördü. Zeynep
şaşkınlıktan tökezledi ve görünmemek için, kendini can
havliyle odaya attı. Feray’ın iş aramak için burada ne işi
vardı? Şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu. Kulaklarına
kadar kızarmış ve nefes nefese kalmış Zeynep, asistanın
odaya girmesiyle bile kendine gelemedi.
“Testiniz nasıl gidiyor Zeynep Hanım? Yardım edeceğim bir şey var mı?” diye sordu.
Cevap veremeden bitirdiği kadarıyla testi asistanın
elinde tutuşturdu ve asistanı takip ederek insan kaynakları
danışmanı ile yapacağı görüşmeye girdi.
Yarım saat süren görüşmesini bitirince aceleyle dışarı
çıkmıştı. Kapının önünde derin bir nefes almış ve hızlı
adımlarla yürümeye başlamıştı. Sonra aniden durdu ve
Feray’ı beklemeye karar verdi. Feray’ın da başka bir işe
yerleştirilmek için gönderildiğini anlamıştı.
On dakika kadar sonra Feray da binadan çıktı. Yaklaşan
Zeynep’i görünce yüzü kireç gibi bembeyaz oldu.
“Ne istiyorsun Zeynep?” diye sordu Feray.
“Sana başarılar dileyecektim Feray,” dedi omzunu
silkerek.
Gözleri çakmak çakmak olan Feray’ın kan beynine
sıçradı. Farkında olmadan biraz da sesini yükselterek
cevapladı, “Ne cüretle bu şekilde konuşabiliyorsun sen
benimle? Sen işleri bu kadar karıştırmasaydın bu duruma
düşmezdik.”
Zeynep kontrolden çıkan Feray’ın elinden tuttu ve ciddi
bir ses tonuyla konuştu. “Feray, sana çok teşekkür ederim,
her şey için.”
Zeynep’in özür dilemesi Feray’ı şok etmişti. Zorlukla
konuştu.
“Neden böyle bir şey yapıyorsun Zeynep? Seni hiçbir
zaman anlayamadım ama ne yalan söyleyeyim, anlamak
da istemiyorum. Daha fazla konuşmayalım.”
“Feray, tüm bu süreçten çok şey öğrendim. Ve buna
minnet duyuyorum.”
“İstemeden de olsa sana faydam dokunduğuna çok
üzüldüm. Benim öğrendiğim ne biliyor musun? Rakibin
kadınsa son ana kadar uyanık olmak. Şimdi öğrendiklerin
bittiyse ben gidiyorum.”
Feray dün birbirlerini yedikleri Zeynep’in bugün bu
konuşmayı bu sakinlikte yapmasına çok sinirlenmişti.
“Zeynep’in başına gelenlerden dolayı iyice dengesizleştiğini düşünerek yanından ayrıldı. Kendine kızıyordu.
228
229
Zeynep’i alt ettiğinden emin olmadan rehavete kapılmaması gerekirdi. Şimdi yapması gereken aynı anda iş arayan
iki pazarlama müdürü adayı olarak daha iyi pozisyonu
daha hızlı nasıl kapacağını planlamaktı. Danışmanın erkek
çıkmasına sevinmişti.
38
Cem ile Zeynep annesinde kaldıkları iki ayın sonunda yeni aldıkları ve aileden toparladıkları eşyalarla evi
oturabilir hale getirmişlerdi. O gece annesinde kaldıkları
son gündü. Hülya Hanım her zamanki gibi akşam yemeği
hazırlığına saatler harcamıştı. O gece tüm aile bireyleri
birlikteydiler. Cem’in anne ve babası da akşam yemeğine
gelmişler, Zeliha da masada yerini almıştı.
“Sonunda senin çalgıcılık bir işe yaradı Tonguç ha?”
diye oğlunun sırtına vurdu Rahmi Bey. Hep beraber gülüştüler. Zeynep anne ilgisi ittifakı sürdüğü sürece ona
daha az gıcık olmaya devam edebilirdi. Hafife aldığı müzisyenliğine de daha az gıcık oluyordu artık. Kardeşinin
ona yardımını unutmayacaktı ve hiçbir işe yaramadığını
düşünmüyordu, az işe yaradığını düşünüyordu.
“Toplanan paralara rağmen küçülme kararından vazgeçmediler ama,” dedi Zeynep. “Üstelik yeni bir iş bulup
vebalı muamelesi gördüğüm şirketimden ayrılacağım
belli değil .”
“Bu işler belli olmaz. Jet hızıyla görüşme ayarladılar,
görmedin mi? Bekle bakalım. Benim gözümde sen başar2 30
23 1
dın Zeynep. Harika bir iş çıkardın,” dedi Cem. Eline aldığı
kadehi havaya kaldırıp, “Karıma,” dedi. Hem bu haliyle çok
değerli olduğu için, hem de kendisi değişmek istemeyen
birini değiştirmeye çalışmanın baştan kaybedilmiş savaş
olduğunu anladığı için, Cem’i nasıl değiştirebileceğini
düşündüğüne şaşırmaya başlamıştı.
Rahmi Bey ayağa kalkıp, “Esas benim karıma şerefe.”
Rahmi Bey Hülya Hanım’ın elini avucunun içine aldı ve,
“Teşekkür ederim,” dedi. “Şimdiye kadar söylemedim belki
ama sen hep evimizin direği oldun. Sen olmasan bu ev de
olmazdı. Hakkını helal et.” Yaşlı çift birbirlerine sarıldılar. Son
döneminde babasının annesini sandığının tam aksine çok
seviyor, sayıyor ve kabul ediyor olduğunu şaşkınlık içinde
izlemişti Zeynep. Yıllardır sandığının tam aksine evin günlük
tartışmalarının sandığından küçük olduğunu fark etmiş ve
ailesinin ne kadar birbirine bağlı olduğunu kavramıştı.
Zeynep de ayağa fırladı ve, “Esas Cem’in yeni işini
tebrik edelim. Başarılar canım,” dedi eşine sarılarak.
“Dur, dur! Esas apartman yöneticiliğini atladık. Onu
da tebrik edelim!” dedi Cem.
Zeynep harekât planları yaparken hızını alamamış, o
hafta apartman yöneticiliğine aday olmuştu. Düzenlediği
imza kampanyasında Cavidan Hanım’dan imzasını bile
istemeye gitmişti. İnanılması güç ama, apartmanda çöpler
artık kokmayacak diyerek imzayı attırabilmişti. Pişman
olan Cavidan Hanım imzayı attığı anı takip eden beş ay
boyunca sabah bankaya uğrayarak emekli maaşını imzasını
taklit ederek çektiler mi kontrolü yapacaktı.
Ve son noktayı Zeliha koydu. İçki içmediği için elindeki
su bardağını kaldırmıştı, “Ben Eceme içiyorum suyumu.
Kurban olurum sana Ecoşum.”
“Zeliha teyze, sen hep bizle kalacaksın değil mi? Annem
hiçbir şeyin yerini bilmiyor,” dedi Ece kaşlarını havaya
kaldırarak. Zeliha’nın bacağına sarılmıştı.
Hülya Hanım da kervana katılıp Zeliha’ya döndü, “Her
zaman güler yüzlü Zelihama. Senin vefandan ve tevazuundan Allah razı olsun.”
Herkes masadan fırlayıp birbirine sarılıyordu. Ece
Zeliha’nın boynuna atlamıştı. Tonguç da sarmaş dolaş ailesine gitar çalarak eşlik ediyordu. Sanki saat 24.00 olmuştu
da yeni yıla giriyorlardı.
Zeynep odasından fotoğraf makinesi getirmeye gitti.
Mutluluğu çok net tarif edebildiği, üstelik de bambaşka
tarif ettiği üç ay öncesini düşündü. Ailede iyi çocuk, evde
mükemmel anne ve eş, ve iş yerinde başarılı kadın olmaya
şartlanmıştı ve her birinin tarifi aklında o kadar netti ki
detaylarıyla anlatabilirdi. Şimdi ise tarifleri bulanıklaşmış,
onları olmak için yaptığı kalkınma planları geçerliliğini
yitirmişti. Şu anda en net tarif edebildiği şey hayatın sürprizlerle dolu olduğuydu. Evdeki hesap çarşıya uymuyordu.
2 32
23 3

Benzer belgeler