PDF İndir
Transkript
PDF İndir
İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ Temmuz-Ağustos 2011 Sayı 61 61 Sayı 61 Temmuz-Ağustos 2011 ‹mtiyaz Sahibi Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan Avni Çebi Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Hasan Kurt Yay›n Kurulu Mehmet İşci, Osman Arı, Yakup Güler, Mahmut Çelik, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Osman Şahbaz, Yılmaz Ada Bu Say›ya Katk›da Bulunanlar Sunullah Doğmuş, Kadem Ekşi, Yasin Karagöz, Yay›n Dan›flma Kurulu Prof. Dr. İlhami Karayalçın, Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Adnan Çelik, Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu, Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür, Ali Reyhan Esen, Fatih Dönmez ‹letiflim Adresi Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 217 51 00 Fax: 212 217 22 63 Web: www.mmg.org.tr E-posta: [email protected] Yay›n Koordinatörü İsmail Şaşmaz [email protected] Editör A. Kadir Mermertaş [email protected] Görsel Yönetmen Nevzat Albayrak Renk Ayr›m› Muhammet Dilsiz Reklam Fatih Göksu [email protected] Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7 Mecidiyeköy/İstanbul Tel: 212 273 27 50 Fax: 212 273 27 51 Web: www.ajanspiksel.com E-posta: [email protected] Bas›m Milsan Basın San. A.Ş. 0212 471 71 50 Yay›n Türü İki ayda bir yayınlanır. Yerel Süreli Yayın Ücretsizdir Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. editörden Merhabalar… Mimar ve Mühendis Dergisi olarak “İş Sağlığı ve Güvenliği” konusu ile yeni sayımızda birlikteyiz. İş dünyasını, işçiyi ve işvereni yakından ilgilendiren bu önemli konuyu her açıdan dergimizde değerlendirmeye çalıştık. İş sağlığı ve güvenliği konusu AB üyelik sürecinin de etkisiyle son günlerde sıkça gündeme gelmektedir. Konu sağlık açısından ne kadar işçiyi ilgilendiriyorsa da iş verimliliği açısından da işvereni o derece ilgilendiriyor. Çünkü verimli üretim sağlıklı ve güvenli ortamlarda yapılır. Bu ortamı da sağlayacak olan işverendir. Bu sayımızda dosya konusu olarak ele aldığımız “İş Sağlığı ve Güvenliği” konusunu konunun uzmanları ile derinlemesine inceledik. Başta Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik olmak üzere iş dünyası temsilcileri, akademisyenler konuyu dergimiz için değerlendirdi. Ayrıca ağustos ayı hepimizin bildiği gibi büyük acılar yaşadığımız Marmara Depremi’nin yıldönümü. Depremin bize hatırlattıklarını, daha sağlam ve güvenli şehirlerde yaşamak için yapılması gerekenleri bu sayımızda yeniden değerlendirdik. Çünkü uzmanların söylediği kaçınılmaz bir İstanbul depremi bizleri bekliyor. Bu depreme yeniden hazırlıksız yakalanırsak yaşayacağımız acılar Marmara Depremi’nden daha hafif olmayacaktır. Mimar ve Mühendis Dergisi’nin her sayısında olduğu gibi makaleleri, gezi yazılarını, mimari değerlendirmeleri, Mimar ve Mühendisler Grubu’ndan haberleri bu sayımızda da okuma fırsatı bulacaksınız. Gelecek sayılarda buluşmak dileğiyle… içindekiler 6 Bizden Haberler 22 Mimarl›k; Mehmet ‹flci fiehir ve Medeniyet 76 Kent ve Yaflam; Emre Tozal Mimarinin Odak Noktas› ESTET‹K 28 82 Yak›n; fiirin Bir ‹lçemiz ‹ZN‹K KAPAK; Güvenli çal›flma ortam›, ifl bar›fl›n›n, daha verimli çal›flman›n oldu¤u kadar h›zl› ve sa¤l›kl› kalk›nman›n da ön flart›d›r. Özellikle geliflmekte olan ülkelerde ifl sa¤l›¤› ve güvenli¤i, toplumsal kalk›nman›n belirleyici unsurlar› aras›nda yer almaktad›r. Çünkü ifl kazalar› ve meslek hastal›klar›, sonuçlar› itibariyle insan hayat›n› ve sa¤l›¤›n› tehdit etmesinin yan› s›ra iflletmeleri de a¤›r faturalara mahkûm etmektedir. 16 Haber Analiz 86 Makale; Prof. Dr. Ali Osman Öncel Deprem Risk Yönetim Modeli 89 Makale; Kadem Ekfli fiehirlerimizin Gelece¤i, Tehditler ve F›rsatlar Al›nteri UNUTULAN fiEFKAT 94 Sinema ve Mühendislik Frans›z tiyatro sanatç›s› Georges Méliés, kardefli Gaston ile birlikte senaryosunu yazd›¤› konulu bir film çekiyor. Konusu da ne biliyormusunuz? AYA SEYAHAT 4 M‹MAR VE MÜHEND‹S BAfiKANDAN ‹fl Sa¤l›¤› ve Güvenli¤i ile De¤erlerimiz ‹NSANLAR, geçimlerini temin etmek, kişisel gelişimini sağlamak ve değer üretmek için çalışma hayatına girmektedir. Bireyin üretken hale gelmesi uzun bir süre almakta, ailesi ve devlet eğitim hayatında önemli yatırımlar yapmaktadır. Bireyin üretken hale gelmesi ve kendi başına bir yetkinliğe ulaşması için günümüzde doğumundan itibaren yaklaşık 23 yıllık bir süre gerekmektedir. Yapılan bu uzun yatırımlar sonucu birey ancak çalışma hayatına hazırlanmaktadır. İşveren ve çalışan olarak sağlıklı, güvenli ve sürdürülebilir bir çalışma hayatı için bu çabaları yeni eğitim ve teknik desteklerle sürekli hale getirmeliyiz. Sanayi toplumunun başlangıcında ağır çalışma koşullarında çocuk denecek yaşta insanlar haftanın hemen her günü 16 saati aşan süre geçimlerini karşılamak için karın tokluğuna çalışmakta ve hiçbir iş sağlığı, güvenliği ve güvencesine sahip değillerdi. Sanayi devriminin ilk döneminin bu işçi sınıfı adeta kölelerden daha kötü yaşam koşullarında ücret karşılığı çalışıyorlardı. Köle sahiplerinin kölesine sahiplenmesi gibi bir duygu işverende işçisine karşı yoktu. İşveren verdiği ücreti biliyor ve maksimum verimi almaya çalışıyordu. Çalışanın nerede yaşadığı, ne yiyip içtiği ailesini nasıl geçindirdiği konusunda hiçbir kanaati yoktu. Bu dönem modern sendikal hareketlerin başlandığı 20. yüzyıl başlarına kadar böylece devam etti. 20. yüzyılın 2. yarısından sonra batıda refah toplumuyla beraber üretilen değerden çalışana daha fazla pay ayrılmaya başlandı ve çalışma koşulları iyileştirildi. Hayatın amacını salt üretmek, tüketmek, rekabet ve haz merkezine koyan bugünün dünyasında özelikle gelişmekte olan ülke çalışanları büyük bedeller ödemek durumunda kalmaktadır. Bir kısım işverenlerin kendi refah ve daha iyi yaşama istemleri adına büyük insan kitlelerini, yığınlaştırdığı ve ötekileştirdiği bir üretim-tüketim ekosistemi yerine insanın mutluluğunu esas alan yeni bir çalışma hayatına ihtiyaç vardır. Bu hayatın merkezine zayıfı koruyan, adaleti ve infakı merkeze alan kadim insani geleneğin değerleri yer almalıdır. Bireyin geçimini sağlamak, sağlıklı ve güvenli bir çalışma hayatını oluşturmak için çalışma hayatına daha bütüncül bakan, değer merkezli düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bir k›s›m iflverenlerin kendi refah ve daha iyi yaflama istemleri ad›na büyük insan kitlelerini, y›¤›nlaflt›rd›¤› ve ötekilefltirdi¤i bir üretim-tüketim ekosistemi yerine insan›n mutlulu¤unu esas alan yeni bir çal›flma hayat›na ihtiyaç vard›r. Günümüzde bir malın fiyatı ve marka değeri içersinde onun nasıl ve hangi şartlarda üretildiği konuşulmakta, insan haklarının bir uzantısı olarak; çalışma hayatının süresi, çalışma koşulları, üretimde kullanılan teknoloji ve hammadde de bir artı değer olarak göz önüne alınmaya çalışılmaktadır. Bizim inancımızda yediğimizden yedirmek, giydiğimizden giydirmek ve gücünden fazla işi teklif etmemek, emeğinin karşılığını alın teri kurumadan vermek esastır. Bugünün ve dünün insanı kuşatan değerleriyle daha barışçı ve üretken bir çalışma hayatının oluşması için işveren ve çalışanlar olarak gayret göstermeliyiz. Çalışma hayatında her geçen gün gündeme gelen çalışanın sağlığını koruyan, işin daha güvenli ve istenilen kalitede üretilmesini sağlayan, iş güvencesi ve sürekliliğini esas alan “İş Sağlığı ve Güvenliği” Mimar ve Mühendisler Grubu’nun öncelikli gündem maddelerinden biri olacaktır. Konuyla ilgili olarak gündemin sağlıklı bir zeminde sürdürülmesi için gerekli çalışmaları mimar ve mühendislerden oluşan üyelerimizle yapmaya çalışacağız. 11-15 Eylül 2011 tarihinde İstanbul’da yapılacak “19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongre ve Fuarı”nda yerimizi alacağız. Burada gündeme gelecek konuların takipçisi olmaya da devam edeceğiz. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayının rahmet ve bereketinin bizleri kuşatmasını, çalışma hayatımıza bereket getirmesini diler, bayrama mağduriyet içersinde giren Somalili kardeşlerimizi unutmamız gerektiğini bir kez daha hatırlatarak bayramınızı tebrik ederim. Avni Çebi Genel Başkan TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 5 B‹ZDENHABERLER MMG YÖNET‹M‹ TRT’Y‹ Z‹YARET ETT‹ MMG’DEN ‹STANBUL VAL‹L‹⁄‹’NE Z‹YARET MİMAR ve Mühendisler Grubu (MMG) Yönetimi İstanbul Valiliği’ne bir ziyaret düzenledi. Ziyarette MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Yönetim Kurulu Üyeleri Kadem Ekşi, Murat Özdemir, Mustafa Yanartaş ve MMG Genel Sekreteri Mustafa Küçükkural yer aldı. MMG heyetini İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu adına ağırlayan Vali Yardımcısı Fevzi Güneş, sahasındaki en güçlü STK’lardan biri olan MMG’yi misafir etmekten duydukları memnuniyeti ifade ederek Mimar ve Mühendisler Grubu ve benzeri sivil toplum kuruluşların ülkemiz açısından büyük öneme sahip olduklarını söyledi. Düzenlenen ziyaret sırasında, 17 Ağustos akşamı verilecek olan geleneksel MMG iftarına davet edilen İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu adına davetiye bırakan MMG’liler Marmara Depremi’nde yaşamını yitiren vatandaşlarımızın anısına düzenlenecek olan “Deprem ve İnsan” konulu fotoğraf sergisiyle iftar programını daha anlamlı kılmayı düşündüklerini ifade etti. “DEPREM GÜVENL‹⁄‹NDE AC‹L EYLEM PLANI fiART” TRT Anadolu’da yayınlanan Gerçek Gündem: Kalkınma, programının konuğu olan MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, deprem güvenliği ve kentleşme konularında çarpıcı tespitlerde bulundu. Kentsel dönüşüm ve şehirleşme konularındaki çalışmalarına hız kesmeden devam eden MMG, yoğunlaştırdığı medya çalışmalarıyla da bu konularda gündem oluşturmayı sürdürüyor. MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, TRT Anadolu ekranlarında yayınlanan programda Türkiye’nin 2023 vizyonuna uygun şehirler inşa etmenin önemine değinerek bu alanda üretilecek proje ve eylem planlarında deprem odaklı hareket edilmesi gerektiğini ifade etti. 6 M‹MAR VE MÜHEND‹S MMG Yönetim Kurulu Üyeleri, Ulus’ta bulunan TRT merkezine bir ziyaret düzenleyerek prodüktör ve İstanbul Televizyonu Müdür Yardımcısı Hüseyin Başusta ile görüştü. Ziyarette MMG Medya ve Kurumsal İletişimden Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi ve Jeofizik Mühendisi Kadem Ekşi, Şehircilikten Sorumlu Yönetim Kurulu Üyesi ve İnşaat Mühendisi Murat Özdemir ve MMG Genel Sekreteri ve Sosyal Antropolog Özkan Mustafa Küçükkural bulundu. MMG heyetini konuk eden TRT İstanbul Televizyonu Müdür Yardımcısı Hüseyin Başusta, Prodüktör Süleyman Bektaş ve Yapımcı Rıza Sezgin, konuklarından MMG’nin faaliyetleri ve kuruluş yapısı hakkında bilgi aldı. Ziyarette, Türkiye’nin şehircilik ve kentsel dönüşüm konularında yeni fikirlere ve farklı yaklaşımlara ihtiyaç duyduğunu belirten Kadem Ekşi, MMG’nin bu boşluğu dolduracak faal ve etkin bir oluşum olduğunu ifade etti. Kadem Ekşi, 19 Kasım’da düzenlenecek olan “Şehirlerimizin geleceği, tehditler ve fırsatlar” başlıklı sempozyumla Çevre Şehircilik Bakanı Edoğan Bayraktar, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Yıldız Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. İsmail Yüksek, İ.T.Ü. Rektörü Prof. Dr. Muhammed Şahin ve daha birçok akademisyen ve kamu görevlisini araya getirerek şehircilik konusunu çok yönlü ve tüm disiplinlerin katılımını sağlayacak bir yaklaşımla ele alacaklarını söyledi. MMG tarafından yürütülen çalışmaları beğeni ile karşıladığını belirten Hüseyin Başusta ise ülkemizin önemli ihtiyaçlarına cevap veren STK ve benzeri kuruluşlara ellerinden gelen desteği sağlamaya hazır olduklarını ve değer üreten her yapıya katkı sağlamanın TRT açısından öncelikli bir amaç olduğunu ifade etti. B‹ZDENHABERLER için aerodinamik ve yapısal dizayn elemanı, uçak prototipi imal edecek uzman ve montajda kullanılacak hiçbir araç-gerecin bulunmadığının altını çizen Yüksek, “Türkiye’de, yer ve uçuş testlerini yapacak eleman yok. Sonuca göre tadilat yapacak eleman, bu elemanları yetiştirecek usta veya uzman yok. Tecrübe birikimi ve arşiv de yok. Sertifika verecek dairemiz olsa personel yok” dedi. İktidarlar İzin Vermedi Türkiye’de uçak üretimiyle ilgili tüm yetkili ve sorumluların külahını önüne koyup derin derin düşünmesi ve uygun çözümü bulması gerektiğini belirten Yüksel, “İTÜ Makine Fakültesi Uçak Bölümü’nde okudum. 1979’da Hava Yastığı-Howercraft tezi ile profesör oldum. Sadece İTÜ Uçak Bölümü’nün fakülte haline dönüştürülmesi için 3 sene mücadele ettim. Fakülte dekanlığım sırasında üniversitemiz; uçak, robot ve helikopter dizaynı ile yapay zekada ülkenin en iyisi haline gelmişti. Daha sonra hepsini silip süpürdüler. 1980’den sonra münhasıran uçak dizaynına odaklandım. Bilgilerimi “İleri Uçak Dizaynı” olarak kitaplaştırdım. Fakat düşünce ve tasarımlarıma mevcut iktidarlar izin vermedi” diye konuştu. Uçak Üretimine Öneri Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel: “UÇAK ÜRET‹M‹ ‹Ç‹N HERKES EL‹NDEN GELEN‹ YAPMALI” Konya Üniversitesi, MMG Konya fiubesi, Müsiad Konya fiubesi, Konya Ticaret Odas› ve Konya Sanayi Odas› ile birlikte organize edilen “Uçak Sanayindeki Geliflmeler ve Konya Sanayi” konulu konferans, MÜS‹AD konferans salonunda gerçeklefltirildi. Konferansa konuflmac› olarak kat›lan ‹TÜ Uçak ve Uzay Bilimleri Fakültesi Eski Dekan› Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, Türkiye’nin kendi uça¤›n› üretip üretemeyece¤ine iliflkin de¤erlendirmelerde bulundu. İSTANBUL Teknik Üniversitesi (İTÜ) Uçak ve Uzay Bilimleri Fa- kültesi Eski Dekanı Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, Türkiye’de uçak imal edecek kapasitede eleman ve altyapı olmadığını belirterek, “Herkes külahını önüne koyup derin derin düşünsün ve uygun bir çözüm bulsun” dedi. Endonezya’nın uçak üreten bir ülke olduğuna işaret eden Prof. Dr. Yüksel, Türkiye’nin uçak yapımı teknolojisinin ilerlediği sürecin hiçbir aşamasında çalışma yapmadığını kaydetti. Türkiye’de şu an Türkiye’de uçak üretilebilmesi için çözüm önerilerini sıralayan Yüksel, “Öncelikle ilk hedef olarak yapmak istediğimiz uçağı belirlemeliyiz. Buna uygun yabancı bir firma ile bire bir uçak yapım ortaklığı kurmalıyız. Bu ortaklık; uçağı dizayn, imal ve test ederken, hiç bırakmadan kendi dizayn uzmanlarımızı yetiştirmeliyiz. Bu uzmanlar birçok dizayn yapmalı. Öte yandan Sivil Havacılık Dairesi İstanbul’a taşınmalı. Sivil Havacılık Dairesi, uzmanlardan hizmet almalı, ruhsat verebilecek katile ve kapasiteye getirilmeli. Soydaş, dildaş, dindaş, komşu, dost ülkelerle ortaklık kurup dizayn, prototip, testler ve üretim yapılmalı. Her bir ortak ülkede geçerli sertifika verilebilmeli. 20-30 milyon kilometrekare alan, 1-2 milyar nüfus, yeraltı-yerüstü sonsuz zenginlik, 10 bin kilometre uçuş derinliği imkanları sonuna kadar kullanılmalı” şeklinde konuştu. Konya Ne Yapmalı? Uçak sanayisinin Konya’da getirilmesi ve geliştirilmesi konusunda neler yapılması gerektiğine de değinen Prof. Dr. Ahmet Nuri Yüksel, “Konya’da sanayiciler, KOBİ’ler, şirketler ve üniversiteler bir araya gelmeli. Tamamen özel teşebbüs olarak şirket ve bir vakıf kurmalı. Konya Üniversitesi bünyesindeki Uçak Bölümü, uçak mühendisi öğretim elemanlarına kavuşarak akademik güç haline gelmeli. Hemen ilana çıkmalı ve İTÜ Uçak Bölümü mezunlarından 8-10 uçak mühendisi ile yüksek lisans karakterinde eğitime başlamalı. Bu anlayışını her sene tekrarlamalı. Bir taraftan da kurulan özel şirket, vakıf ve üniversite, uçak dizayn elemanı yetiştirme ve uçak dizaynı yapmaya yönelik ortaklaşa kapsamlı bir proje hazırlayarak TÜBİTAK başta olmak üzere ilgili kurumlara sunmalı. Resmi destek ve teşvik almalı” önerisinde bulundu. RET MMG KONYA fiUBES‹`NDEN BÜYÜKfiEH‹R BELED‹YES‹NE Z‹YA MMG Konya Şubesi yönetim kurulu üyeleri Konya Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Şenol Aydın’ı makamında ziyaret etti. Ziyarette MMG Konya Şube Başkanı Arif Kösen derneğin çalışmaları hakkında bilgi verirken, mimar ve mühendislerin dayanışmasının ve yaşadığı kente sağlaması gereken katma değerlerin öneminden söz etti. Konya Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Şenol Aydın, sivil toplum kuruluşlarının kent ve ülke yönetimindeki etkinliklerinin demokrasinin gelişi8 M‹MAR VE MÜHEND‹S mi için önemini vurguladı. Konya şehrinde yapılacak olan projelerle ilgili de bilgi veren Aydın, Konya`nın turizm konusunda da sanayisi kadar öne çıkarak hak ettiği yere gelmesi için yeni projeleri hayata geçireceklerini söyledi. Mevlana’nın yeterince tanıtılamadığından, mesajının tam olarak insanlara ulaştırılamadığından bahseden Aydın, bu mesajın insanlara ulaşmasını sağlamak anlayışla beraber şehrin dokusuna uygun yeni imar çalışmalarının hız kazanacağı bir döneme girdiklerini söyledi. MMG SAKARYA fiUBES‹’NDEN SAKARYA T‹CARET VE SANAY‹ ODASI’NA Z‹YARET MMG GELECE⁄‹N‹ ‹NfiA ED‹YOR 22 May›s’ta düzenlenen genel kurulda yeni yönetim kurulunu seçen MMG, orta ve uzun vadeli planlar›n belirlendi¤i iki y›ll›k strateji belirleme toplant›s›nda bir araya geldi. “Üye sayısında artış sağlanmalı” Kurulduğu 1993 yılından bu yana faaliyetlerini aralıksız sürdüren ve Türkiye genelinde 7 şubesiyle ülkesine katma değer sağlayacak hizmetler üreten MMG önümüzdeki 2 yıl içinde üye sayısını arttırmayı öncelikle hedefler arasında görüyor. 2 binin üzerindeki üye sayısını yeni dönemde 4 bine çıkarmayı planlayan MMG, üyelerinin mesleki gelişimine katkı sağlayacak eğitim faaliyetlerini öncelikli faaliyetler arasına aldı. “Üyeler arası ilişkileri güçlendirmeliyiz” MMG’nin kuruluş amaçları arasında yer alan üyeler arası ilişkilerin güçlendirilmesi ve üyelerin sosyal ve ticari imkânlarının geliştirilmesi konusu yeni dönemde de önceliğini koruyacak. Konuyla ilgili yürütülen çalışmaların MMG internet sitesinde temel düzeyde hayata geçirilmesini ileriki aşamalarda daha geniş konseptli programlar takip edecek ve MMG üyelerinin birbirleriyle olan ilişkilerinde ticari, sosyal, mesleki eğitim gibi değerlerin paylaşımı ve geliştirilmesi esas gaye olacak. “Gelecek öngörülerinde bulunmalıyız” Toplantıda tartışılan konular arasında bölgesel ve küresel değişimler ve beklentiler de göz önünde bulundurularak MMG’nin gelecek vizyonuna dair kurgular üretildi. Siyasi alanda meydana gelen değişiklikler, yeni anayasa tartışmaları, AB süreci, global değişiklikler, ekonomi, demografik yapıda meydana gelen değişiklikler gibi faktörlerin MMG’nin hedeflerini ve faaliyetlerini nasıl etkileyeceğini tartışan MMG yönetim kurulu üyeleri, sivil bir anayasanın hazırlanması için gerekli toplumsal kanaatin oluştuğunu, istikrara kavuşan siyasi süreçte AB üyeliği, yeni yasa ve mevzuatlar, ekonomik gelişmeler v.b. alanlarda olumlu gelişmelere açık bir Türkiye gerçeği olduğunu, bu durumun sivil toplum kültürüne sağlayacağı katkıyla MMG için de avantajlar barındırdığını vurguladı. Avantajların yanı sıra risk ve tehlikelere değinilen toplantıda istikrara kavuşan ekonomimizin cari açık tehdidi karşısında hassas olduğuna dikkat çekilirken son zamanlarda Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan gelişmelerin de Türkiye için olumsuz sonuçlar doğurabileceği görüleri ifade edildi. Gerçek bir ihtiyaç olduğu toplum tarafından da kabul gören yeni bir anayasa hazırlığına giden Türkiye’nin özellikle etnik milliyetçilik konusunda titiz davranması gerektiğinin de altını çizen MMG yönetim kurulu üyeleri ülkenin birlik ve beraberliğini pekiştirecek adımlara ihtiyaç duyulduğunu belirtti. MMG Sakarya Şubesi Yönetim Kurulu üyeleri, Sakarya Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanlığı’na seçilen Adnan Borazancıoğlu`na hayırlı olsun ziyareti gerçekleştirdi. Meclis başkanlığı görevine seçilen ve aynı zamanda MMG Sakarya üyesi ve Yönetim Kurulu Yedek Üyesi olan Adnan Borazancıoğlu’nu makamında ziyaret eden MMG heyeti, sivil toplum kuruluşları ve çalışmalarına Sanayi ve Ticaret Odası tarafından sağlanabilecek katkılar üzerine kısa bir sohbet gerçekleştirdi. Sakarya ilinin ve ülkemizin temel dinamikleri, kaynakları, avantajlı olunan noktalar, şehre ve ülkeye MMG olarak yapabilecek katkı ve çalışmaların da görüşüldüğü sohbet sırasında ülke olarak bazı AB formlarına katkı sağlamamıza rağmen bu fonlardan yeteri kadar kredi kullanmadığımız ve bu konuda kapatılması gereken bir açıklık bulunduğuna değinildi. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 9 B‹ZDENHABERLER “TÜRK‹YE KEND‹ ÜN‹VERS‹TE MODEL‹N‹ GEL‹fiT‹RMEL‹” MMG DEN‹Z FENER‹N‹ A⁄IRLADI YURTİÇİNDE ve yurtdışında düzenlediği yardım organizasyonları ve projelerle mazlum ve mağdurlara umut ışığı olan Deniz Feneri Derneği, Mimar ve Mühendisler Grubu’na bir ziyaret gerçekleştirdi. Deniz Feneri Derneği Genel Başkanı Mehmet Cengiz, Genel Başkan Yardımcısı Recep Koçak ve Genel Sekreter İbrahim Altan’dan oluşan heyeti Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi ağırladı. Deniz Feneri Derneği’nce yürütülen çalışmalar hakkında bilgi veren Genel Başkan Mehmet Cengiz, Sosyal Dönüşüm Projesi, Oğulduruk Yayla Bağı Projesi, Misafirhaneler, Bir Hayat Kurtar, Güzel Evim, Eritreli Yetimlere Eğitim, Şanlıurfa Yetim Evleri, 1001 Çocuk 1001 Dilek gibi pek çok çalışmayı bir arada yürüttüklerini ve hayırseverlerin katkılarıyla binlerce kişiye hizmet üretmeye devam ettiklerini ifade etti. Genel Başkan Mehmet Cengiz sadece yurtiçiyle sınırlı kalmayıp yurtdışında da faaliyetler yürüten ve projeler üreten Deniz Feneri Derneği’nin özellikle Kuzey Afrika Bölgesi’ndeki kuraklık ve su kaynaklarının yetersizliği nedeniyle yaşanan acılara çözüm üretmek için titiz çalışmalar yürüttüklerini belirtti. Genel Baflkan Mehmet Cengiz Yer altı suları bakımından zengin olan çoğu bölgede sadece sadece yurtiçiyle teknik yetersizlikler nedeniyle kuraklık ve susuzluk yaşanması gibi trajik durumlarla karşılaştıklarını söyleyen Cengiz, s›n›rl› kalmay›p yurtd›fl›nda da bu sorunlara çözümler üretmek üzere Mimar ve Mühendisler faaliyetler yürüten Grubu’nun da katılımıyla “Yeryüzü Mühendisleri” adlı bir ve projeler üreten oluşum halinde çalışma başlatılabileceğini ifade etti. Deniz Feneri Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi ise Derne¤i’nin özellikle Kuzey Afrika büyük bir toplumsal ihtiyaca cevap veren Deniz Feneri gibi oluşumlara sadece ülkemizde değil tüm dünyada büyük ihti- Bölgesi’ndeki kurakl›k ve su yaç duyulduğunu belirterek yürütülen faaliyetlerden dolayı kaynaklar›n›n Deniz Feneri yetkililerine teşekkürlerini sundu. Birlikte proyetersizli¤i jeler üretmek ve insanlığın kanayan yaralarını bir inanç ve nedeniyle yaflanan gönül birliği halinde birlikte dindirmek için atılacak adımlara ac›lara çözüm memnuniyetle katkı sağlayacaklarını ifade eden MMG Genel üretmek için titiz çal›flmalar Başkanı Çebi, süreli olarak yayınlanan Mimar ve Mühendis yürüttüklerini Dergisi’nin yeni sayısında da Deniz Feneri Derneği tarafınbelirtti. dan yürütülen çalışmalar hakkında bilgiler paylaşılacağını, bu vesileyle müşterek faaliyetlerin ilk adımının atılmış olacağını ifade etti. 10 M‹MAR VE MÜHEND‹S MMG’nin da katılımıyla UTESAV’da(Uluslararası Teknolojik Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı) düzenlenen üniversite ve değerler beyin fırtınası toplantısından önemli mesajlar çıktı. UTESAV’ın üniversite ve değerler beyin fırtınası toplantısında bir araya gelen akademisyenler, işadamları ve gazeteciler Türkiye’nin bilimsel bir atılım gerçekleştirebilmesi için kendi değerlerine özgü bir üniversite modeli geliştirmesi gerektiğini vurguladı. Toplantıya MMG’yi temsilen MMG Akedemik Kurul Başkanı Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür katılarak MMG`nin konuya dair yaklaşımı hakkında bilgi aktardı. Mimar ve Mühendis Dergisi’nde de kapsamlı şekilde ele alınan Üniversiteler ve YÖK meselesini adem-i merkeziyetçi bir anlayışla tekrar gözden geçirmemiz gerektiğini ifade eden Ömer Faruk Kültür, üniversite-özel sektör ve sivil toplum işbirliğine ihtiyaç duyulduğunu söyledi. UTESAV merkezinde gerçekleşen programın açılışında konuşan UTESAV Başkanı İsrafil Kuralay, Türkiye’nin ekonomide ve dış politikada önemli gelişmeler kaydettiğini ancak bilimsel araştırmalarda gelişmiş ülkelere göre oldukça geride olduğunu belirterek şunları söyledi: “Türkiye son 9 yılda önemli bir performans göstererek bölgesinde ve uluslararası alanda dikkat çekici bir başarı sağlamıştır. Bu başarıların devam ettirilebilmesi için üniversite eğitimine, bilimsel çalışmalara önem verilmelidir. Kalkınma sadece ekonomi ile değil bilimsel gelişme ile birlikte olur. Türkiye’nin kendi değerleri ile barışık bir üniversite modeline ihtiyacı var.” Beyin fırtınasının moderatörlüğünü gerçekleştiren Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Recep Şentürk, “Üniversiteyi Müslümanlar oluşturmuştur. Batılılar bizden alarak geliştirmişlerdir. Örneğin eğitimin tescillenmesi yani diploma bir İslam kültürüdür. Üniversite kurumunu batı bizden aldı ve onu dönüştürüp geliştirdi. Şimdi de biz onlardan kopyalıyoruz. Eğitimin metalaşması büyük bir sorundur. Bu konu üzerinde ayrıca durulmalıdır. Türkiye’de toplumun değerleri ile çatışan, batılı değerleri öğrencilere benimsetmeye çalışan bir üniversite modeli var. Bize ait bir üniversite modeli geliştirmek zorundayız” diye konuştu. KOBİ’ler Neden Desteklenmelidir? • Ülke ekonomilerinde, önemli bir yere sahiptirler, • Sayıları, açılma ve kapanma hızları yüksektir, • En kolay, istihdam yaratma yoludur • Kriz dönemlerinde, en dayanıklı sektördür, • Dinamiktirler, değişen pazara hızla uyum gösterirler ve ekonomiye canlılık kazandırırlar, KOBİ’lerin Sıkıntıları; MMG ‹ZM‹R fiUBES‹’NDEN G‹R‹fi‹MC‹L‹K SEM‹NER‹ MMG İzmir Şubesi tarafından düzenlenen seminerle girişimciler için çok değerli bilgiler paylaşıldı. Optimal Danışmalık & Eğitim Hizmetleri’nde Hakan Selçuk’un uzman olarak katıldığı ve MMG üyelerine “Girişimcilere Ön Bilgilendirme Eğitimi” başlığı ile sunduğu seminer sonunda katılımcılar düzenlenen etkinlikle girişimcilik hakkında önemli bilgiler elde ettiler. Hakan Selçuk, KOBİ nedir, neden desteklenmelidir, KOBİ’lerin yaşadığı sıkıntılar nelerdir sorularına öncelik verdiği konuşmasında istatistikî bilgileri ortaya koyarak girişimciliğin tanımını ve ilkelerini doğru tespit etmek gerektiğini, bu sayede KOBİ’lerin yaşadığı çoğu zorlu sorunun kolayca çözüleceğini belirtti. KOBİ nedir? 250 kişiden az yıllık çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hâsılatı ya da mali bilançosu 25 milyon Türk Lirası’nı aşmayan mikro, küçük ve orta büyüklükteki işletmelere KOBİ denir. • Yurtiçi ve yurtdışı teknik ve ticari gelişmeleri yeteri kadar izleyememektedirler. • Doğru yere, doğru sektöre uygun şekilde yatırım politikaları üretememektedirler. • Vergiler ile Sosyal Güvenlik primlerinden kaçınmak için, yaygın olarak kayıt dışı çalışmaktadırlar ve bu durum da haksız rekabete yol açmaktadır. İstatistikler; kendi işini kuran kişilerin; • %70’i kendilerini, iş kurma konusunda yeterince hazırlamamakta, • %90’ı piyasa araştırması yapmamakta • İmalat sanayindeki işletmelerin %20’si, kuruldukları ilk yıl kapanmaktadır. “Gerçekleşmeyecek hayal yoktur, gerçekleştiremeyecek insan vardır” Girişimci Kişiliğin Özellikleri • Güçlü bir biçimde başarılı olma isteği, • Kendine güven – ancak, sınırların bilerek, • Gerçekçi olmak ve olayları olduğu gibi görebilmek, • Zihinsel ve fiziksel dayanıklılık, • İnsiyatif sahibi olmak, karar alma ve uygulama yeteneği, • Mücadeleci ve azimli olmak, • Kararlılık, • Liderlik, hedefleri için başkalarına yön gösterebilmek, VİZYON sahibi olmak • Fırsatları sezebilme yeteneği, • Sorumluluk ve risk alabilme arzu ve yeteneği, Girişimcinin, bir iş kurmak için 5 temel unsura ihtiyacı vardır; 1. Motivasyon, 2. İş Fikri, 3. Girişimcilik nitelikleri , 4. Yönetim bilgi ve becerileri 5. Kaynaklar MMG ‹ZM‹R fiUBES‹’NDEN “YURTDIfiINDA YÜKSEK L‹SANS VE DOKTORA E⁄‹T‹M‹” SEM‹NER‹ - geliş ücretleri ödeniyor yalnız harç ödemesini kişi kendisi karşılıyor. Burs miktarı master için yüzde 50, doktora için yüzde 60. rak katıldığı “Japonya da Burslu Lisansüstü Eğitim Olanakları” koTabii araştırma yapmak istediğiniz konuyu daha önce belirlemek nulu bir seminer düzenledi. Verilen seminerde Dr. İsmail Tirtom gerekiyor. Oraya gidince düşünüp karar veririm demek Japonların öncelikle istenen lisans programına göre üniversite seçiminin yadüşüncesi ile ters bir durum. Burada ne pılması ve üniversitenin kabul için şartyapmak istediğinizi çok iyi ifade edebilmelarının araştırılması ile diploma, İngilizniz gerekmektedir. Kendinizi geliştirmek isce yeterlilik belgesi gibi istenen diğer beltediğiniz konuyu ve okulu belirledikten songeler yanında adayın kendisini ifade ra konunuza danışman olacak hoca ile teedeceği, özenle yazılmış niyet mektubumas halinde olmanız fazlasıyla önem taşınun hazırlamasının önemli olduğunu maktadır. vurguladı. Ayrıca Japonların Üniversitelerinin özellikle Mambuşko MEB burslu iki çeşit başvuruaraştırmaya dönük maddi imkanları ABD da bulunulmakta. Birincisi Büyükelçilik den çok iyi, çok daha geniş. Ben araştırmacı vasıtası ile burada yılda 10-12 kişi ve çoolmak istiyorum diyen kişi için Japonya’da ğu sözel çıkışlı kişilere yönelik burslar akademik kariyer yapmak önemli. Bir şeyi veriliyor. İkincisi için Japonya’daki ünigeliştirmede çok ileride olduklarını, imkanlarda sınır tanımadıkversitelerin kontenjanları araştırılarak lisans yapacağınız programlarını, araştırma yapılan konuya katkı sağlayacağına inandığınız ların belirlenmesi gerekmektedir. Bazı üniversitelerde doktora için cihaz alımı ya da seyahat edip farklı ülkelerde bulunulmak gibi burs varken, master için burs yok. Bunlardan biri de Japonya Ünidurumlarda finansman sağlayan etkin bir sistem mevcut. versitesi. Diğer bir örnek de Mambuşko bursu. Bu programda gidiş MMG İzmir Şubesi, Dr. İsmail Tirtom’un konuk konuşmacı ola- TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 11 B‹ZDENHABERLER MMG YÖNET‹M‹ YAZEV‹’N‹ Z‹YARET ETT‹ MİMAR Mimar ve Mühendisler Grubu MMG ‹L ÖZEL ‹DARES‹’N‹ Z‹YARET ETT‹ MMG yönetimi geçtiğimiz günlerde İstanbul İl Özel İdaresine ziyaret düzenleyerek Genel Sekreter Sabri Kaya’nın misafiri oldu. Yeni dönemde daha aktif ve yoğun bir çalışma sürecine adım atan MMG yönetimi kurumsal temaslarını sürdürüyor. İftar yemeği, sempozyum, fuar etkinlikleri ve seminerler gibi çeşitli organizasyonların hazırlıklarını sürdüren MMG Yönetim kurulu üyeleri, bu kez İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Sabri Kaya’nın misafiri olarak gelecek dönemdeki çalışmalar hakkında bilgi verdi. MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Yönetim Kurulu Üyeleri Kadem Ekşi, Murat Özdemir, Mustafa Yanartaş ve Genel Sekreter Mustafa Küçükkural’dan oluşan MMG grubu 17 Ağustos’ta düzenlenecek olan iftar yemeği ve “İnsan ve Deprem” konulu fotoğraf sergisi hakkında bilgi verdikleri Genel Sekreter Sabri Kaya’yı programa davet ettiler. Ayrıca 19 Kasım tarihinde düzenlenecek olan “Şehirlerimizin geleceği, tehditler ve fırsatlar” konulu sempozyum hakkında da bilgi veren Avni Çebi, geniş bir akademisyen çevresinin katılım göstereceği sempozyumun yerel yönetim ve sivil toplum kuruluşu işbirliğine de örnek teşkil edeceğini, Üsküdar Belediyesi’nin katkılarıyla düzenlenecek olan etkinliğin kitapçık hazırlıklarının sürdüğünü ifade etti. Konuyla ilgili bilgi aktaran MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi ise Kentsel Dönüşüm çalışmalarının kararlılıkla yürütüldüğü bu süreçte şehirleşme konusunu ele alan sempozyum ve benzeri etkinliklerin yerel yönetimler için yol gösterici olacağını, özellikle İstanbul’da bu eksikliğin hissedildiğini ifade etti. İl Özel İdaresi Genel Sekreteri Sabri Kaya ise ziyaretten memnuniyet duyduğunu ve MMG tarafından düzenlenen etkinliklere memnuniyetle katılacağını belirtti. Yönetim Kurulu Üyeleri Kadem Ekşi, Murat Özdemir ve Genel Sekreter Mustafa Küçükkural, Genel Başkan Avni Çebi ile birlikte YazEvi Yazılım’ı ziyaret etti. Aynı zamanda MMG Yönetim Kurulu Üyesi ve Bilişim Komisyonu Başkanı olan YazEvi Yazılım kurucularından Dr. Mustafa Yanartaş, firmaları bünyesinde verilen yazılım hizmetleri ve ERP ürünleri hakkında bilgi verdi. AVAKOZA ERP ürünü ile işletmelere Kurumsal Kaynak Planlama projelerini gerçekleştirme imkânı sağlayan YazEvi, AVAKOZA ERP programıyla işletmenin tüm iş süreçlerini aynı çatı altında toplayıp işletmelere yeni iş modellerini bir bütünlük içinde sunuyor. YazEvi Yazılım, AVAKOZA ERP ürünün geliştirmesi, desteği, eğitim ve pazarlamasını çözüm ortakları ile beraber yapıyor. Aynı zamanda bir Ar-Ge firması olan YazEvi Yazılım, geliştirmiş olduğu AVAX İş Geliştirme Stüdyosu ile yazılım takımlarını sağlam bir altyapıyla sunuyor. YazEvi yazılım, REPX adında çok kullanışlı web tabanlı raporlama aracını da uzun bir Ar-Ge çalışması olarak müşterilerine ulaştırıyor. Elektronik-Haberleşme Mühendisi olan Avni Çebi, özellikle yazılım ve Ar-Ge çalışmalarının günümüzde büyük öneme sahip olduğunu ifade ederek bu alanda faaliyet gösteren firmaların desteklenmesi gerektiğini ve Ar-Ge çalışmalarına ülke olarak ihtiyaç duyduğumuzu belirtti. MMG YÖNET‹M‹ SAKARYA fiUBES‹ ‹FTARINA KATILDI MMG geleneksel hale gelen iftar programlarının ilkini Sakarya Şubesi ev sahipliğinde düzenledi. MMG Genel Başkanı Avni Çebi, Yönetim Kurulu Üyeleri Osman Arı, Murat Özdemir, Şehmus Yıldırım, Şenol Arslan, Oktay Korkmaz ve Genel Sekreter Mustafa Küçükkural’dan oluşan genel merkez heyeti katıldı. Düzenlenen programda söz alan MMG Sakarya Şubesi Başkanı Erol Demiralay birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının pekişmesini sağlayan ramazanın feyzinden yararlanmak gerektiğini ifade etti. MMG Genel Başkanı Avni Çebi ise MMG’nin kuruluş ilkeleri ve ahlak düsturu olarak kaydettiği hikmet, imar ve ihsan kavramları üzerinde durdu. “Hikmet, kainatı ve insanı aşkın bir bakış açısıyla ele almak, imar; bu bakış açısıyla insana ve çevreye yararlı şeyler bina etmek, ihsan ise imar edilen değerleri insanların yararına sunmak ve paylaşmaktır” diyen Avni Çebi, iftar sofralarının bereketi paylaşmak için bir fırsat olduğunu söyledi. 12 M‹MAR VE MÜHEND‹S B‹ZDENHABERLER 17 A⁄USTOS 1999 MARMARA DEPREM‹ ARDINDAN BEKLENT‹LER VE ÇÖZÜMLER Tarihi belli olmayan, ancak olaca¤›na bilim adamlar›n›n hemfikir oldu¤u y›k›c› bir deprem beklenmektedir. ‹stanbul’da olmas› muhtemel deprem neticesi ile yap›lan öngörüler ise dehflete düflürmektedir. Bugün teknik olarak depremi önleme imkân› yoktur. Ancak binalar›m›z› depreme karfl› dayan›kl› yaparak depremin verece¤i hasar› en aza indirebiliriz. Bunun maliyeti depremin verece¤i maliyetten daha büyük de¤ildir. MİMAR ve Mühendisler Grubu, 17 Ağustos 1999 Marmara depre- yoksun imar planları, düşük standartlarda ve mühendislik hizmeti minin hissettirdiklerini, yaşattıklarını, düşündürdüklerini; ülkemizin görmemiş yapı üretimi, kısaca ranta dayalı, hızlı, düşük nitelikli, tasarımsız ve plansız kentleşme ve sosyoekonomik politikalar sonucu önde gelen sivil toplum kuruluşlarından biri olarak sahip olduğu afete, yani insani ve ekonomik yıkıma dönüşmektedir. vizyon ve misyonu altında aynı sıcaklığı ve tazeliği ile yaşamaktadır. Mevcut binaların durum tespiti çalışmaları ve mikro bölgeleme çaSon büyük depremde hatırlanacağı gibi 20 binden fazla insanımız lışmaları sonucu, birinci derece riskli enkaz altında hayatını kaybetmiş on bölgelerin boşaltılması ve yeniden yabinlercesi yaralanmış, yüzlerce fabripılandırılması için, Sayın Başbakanın ka ve sanayi tesisi kullanılamaz hale açıkladığı 2 yeni kent projesi büyük gelmiş, yollar, köprüler çökmüş ve bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Yemilyarlarca dolarlık maddi kayıp ni kent projesi İstanbul’a göçün artoluşmuştur. ması için değil, riskli bölgelerin buraTarihi belli olmayan, ancak olacağına lara taşınarak deprem odaklı kentsel bilim adamlarının hemfikir olduğu dönüşümün aracı olarak kullanılmalıyıkıcı bir deprem beklenmektedir. İsdır. tanbul’da olması muhtemel deprem Depremlerden ve diğer bütün doğal ve neticesi ile yapılan öngörüler ise dehyapay afetlerden korunmak yönünde şete düşürmektedir. Yüz binlerce biistemler en temel insan hakkıdır. Dananın yerle bir olacağı, 90 bine yakın ha güvenli, daha sağlıklı ve yaşanabilir can kaybı, bunun en az iki katı yaralı çevrenin her yurttaş için temel bir inve yaklaşık 40 milyar dolar maddi san hakkı olduğu ana ilke olarak kabul kayıp olacağı tahmin edilmektedir. edilmelidir. Bugün teknik olarak depremi önleme Deprem hasar, zarar ve can kayıplarıimkânı yoktur. Ancak binalarımızı nın azaltılmasının bilinen tek yolu, depreme karşı dayanıklı yaparak mühendis, mimar ve şehir plancılarıdepremin vereceği hasarı en aza indinın ortak katkı ve çabalarıyla deprerebiliriz. Bunun maliyeti depremin me dayanıklı yerleşim alanları, yapılar vereceği maliyetten daha büyük değiltasarlamak ve üretmektir. Bunun için, dir. deprem öncesi, sırası ve sonrasında Yasa ve yönetmeliklerin hazırlanması; yapılacak çalışmalarda kamu yararı ve bilimsellikten ziyade bürokratların ülke çıkarı bağlamında ulusal bir depinsafına terk edilmiştir. Yapıların pro17 A¤ustos 1999 tarihinde yaflanan ve rem politikası belirlenerek ciddi progjelendirilmesinden önce hayati önem telafisi mümkün olmayan kay›plara ve ramlar oluşturmalı ve daha da önemlitaşıyan zemin etütleri formalite halini ac›lara neden olarak haf›zalardaki yerini si bunların hayata geçirilmesidir. almış ve yetkinlikten uzak ellerde alan Marmara Depremi’nin y›ldönümünün Bu ülkenin düşünen, üreten ve sorumciddiyetsizleşmiştir. Depremlerde can yaklaflt›¤› günlerde Mimar ve Mühendisler luluk bilinciyle hareket eden mimar ve ve mal kayıplarının bu kadar yüksek Grubu ad›na bir bas›n bildirisi yay›nlayan mühendisleri olarak her deprem sonolmasında imar aflarının birinci derası facialar yaşanılsın istemiyoruz. recede önemli olduğunun artık bilinMMG Genel Baflkan Yard›mc›s› Kadem Deprem sonrası yaşanan manzaralar mesi gerekir. Ekfli, mevcut durumu de¤erlendirdi. üzüntüden öte bizleri utandıran manBilime ve mühendisliğe, akla ve uyzaralardır. Bu acıları ve utançları tekgarlığa aykırı olarak siyasal iktidarlarrar yaşanmamalıdır. MMG, üzerine düşen görevleri büyük bir soca uygulanan rant politikaları nedeniyle, ülkemiz sadece bir “deprem ülkesi” değil bir “afet ülkesi” olmuştur. Bunun ekonomik sonucu rumluluk bilinciyle yerine getirmeye hazır durumdadır. olarak her yıl GSMH’ nın ortalama yüzde 3 ile yüzde 7’si afet zararMMG YÖNETİM KURULU larını karşılamaya harcanmaktadır. Gerçekte hepsi birer doğa olayı olan deprem, heyelan, çığ ve kaya düşmesi, su baskını vb. olaylar bilinçsizce verilmiş yer seçimi kararları, mühendislik verilerinden 14 M‹MAR VE MÜHEND‹S HABERANAL‹Z 16 M‹MAR VE MÜHEND‹S ALIN TERİ: UNUTULAN ŞEFKAT BUGÜN GELDİĞİMİZ NOKTA BAŞTA YENİ GELİŞMEKTE YA DA SANAYİLEŞMEKTE YA DA EKONOMİK GELİŞME NOKTASINDA BATIYA YAKLAŞAN ÜLKELERDE ÇALIŞMA YAŞAMI VAHŞİ KAPİTALİZM DÖNEMİ OLARAK ADLANDIRILAN 19. YY KOŞULLARINDA, BATIDA DA GİDEREK SOSYAL YAPI YENİ LİBERAL ANLAYIŞLARA UYGUN OLARAK ZAYIFLAMAKTA. KISACASI TARİH YİNE BATI İLE BAŞLADIĞI YERE DÖNÜYOR. DİLAVER DEMİRAĞ / Gazeteci-Yazar D EĞİŞİM karşısında iki görüş oldu hep. Biri ne pahasına olursa olsun deDİLAVER DEMİRAĞyeniGazeteci, yazar ğişmek iyidir diyerek hep yenileşmeyi, olanın yüceltilmesini talep etti. Diğeri ise, değişimle devamlılık arasında bir kesintiden çok karşılıklı içermeye dayanan bir ilişkiyi savundu. İlk gruptakiler radikal modernleştirmeciler olarak anılırken, diğerleri için muhafazakâr modernler ifadesi kullanıldı. İlginçtir modernleşmeyi eleştirenler de modernliği aşılamaz bir ufuk olarak görüp, çerçeveyi kırmadan değişsek iyi olur dedi. Kuşku yok ki değişim hayatın bir gerçeği, ancak doğadaki değişimle kültürdeki değişimi aynı kefeye koymak ciddi bir hata olur. Doğadaki değişim özel zamanlar dışında ani değil, hissedilmeyecek kadar uzun sürede gerçekleşen bir değişimdir. İnsan toplumlarında ise son iki yüzyıldır yaşanan değişim ise doğadaki radikal değişim dönemleri ile kıyaslanabilir. Mesela ani gerçekleşen buzul çağı ya da çok kısa zaman aralığında üst üste gerçekleşebilien depremler yenileşme olgusuna örnek verilebilir. Bu çerçevesini çizdiğimiz durum, çalışma yaşamında yaşanan değişim için de söz konusu edilebilir. Kölelik ile zanaat çalışma biçimleri olarak bugünkü ile kıyaslanabilir. Zanaatkarı bir mühendis teknisyen, köleyi de bugünkü düz işçi ile kıyaslamak mümkündür. Ancak son beş yüz yıllık zaman dilimine dek her iki çalışanın da yaşam standartları bugünkünden çok daha iyi idi. Köle zalimane haller dışında özellikle de ev kölesi ise genelde iyi bakılan biriydi, kuşkusuz köle çok zor özgürlüğüne kavuşuyor, özellikle bazı alanlarda acımasızca çalıştırılabiliyordu. Bu bakımdan istisnai durumlar dışında köleler bugünün çok az bir ücret karşılığı çok sıkı çalıştırılan işçisiydi. Ancak özgür kölelerden farklı olarak köle temel gereksinmeleri karşılanan kişiydi. İslam toplumlarında ev köleleri hiç bir güvenceye sahip olmadan çok uzun saatler ve ağır koşullarda çalışmasına karşılık, yoksulluğunu değiştirmeyecek, sadece fiziki yaşamını sürdürebilecek gereksinmelerini karşılamak için çalışan bugünün işçilerinden daha iyi hayat şartlarına sahip olabilirdi. İşçiler daha doğrusu özgür işçiler ise bugünkü işçilere oranla çok daha iyi hayat şartlarına sahipti. İslam topraklarında geçerli hukuka göre işçiye çalışmasının tam karşılığı ücret ödenmesi gerekliydi. Kuşkusuz hukuk şaşmaz bir biçimde uygulanmadı. İslam hukukunda aşırı çalıştırma söz konusu değildir, oysa Abbasiler döneminde köleler çok ağır şartlarda, sağlıksız adeta ölümüne çalıştırabilmişti. Oysaki İslam hukukukun temel iki kaynağında da yani Kurân’da da Peygamber Efendimiz (SAV)’in hadeslerinde de çalışanlar, köleler için son derece insani koşullar önerilmişti ki bunlar bugünün çalışma yasaları ile kıyaslasanız bile çok çok ilerideydi. Diğer yandan meslek loncaları ile bugünün yetenekli, nitelikli işçileri olarak kabul edeceğimiz zanaatçılar modern sendikacılık ile kıyasalandığında kimi noktalarda ondan çok daha iyi, ileri çalışma koşulları, hayat standardı sağlıyordu. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 17 HABERANAL‹Z LONCALAR-AHİLER: MESLEK DAYANIŞMASI VE NİTELİKLİ ÇALIŞMA Meslek, uygar toplumlar ile birlikte insanın toplumsal aidiyetinin oluşumunda, toplumdaki yeri ve saygınlığının belirlenmesinde önemli bir yer içerir. Günümüzde çalışma, büyük oranda kişinin mega şehirlerde gündelik medar-ı maişeti’nin temini için yürütülen bir uğraş. Meslek artık kişinin bireysel varolşuşunun, toplumsal kimliğinin ve kendi hazzının bir parçası değil. Özellikle endüstri sonrası toplumlarda işle yaratıcılık arasındaki bağ özellikle düz işçilik için ortadan kalktığı gibi, kişinin iş ile özdeşleşim kurmasının da olanağı da kalmadı. Dahası artık iş denilen şey giderek daha fazla gel geç bir faaliyet biçimini almakta ve işçiler iş güvencesinde yoksun kalmaktalar, iş güvenliği ve sağlığı bakımından koşullar gün geçtikçe daha da kötüleşiyor. İleri demokrasi adı verilen ileri kapitalist ülkeler 150 yıllık bir mücadeleden sonra başlanan yerdeler, vahşice sömürü, insanlık dışı çalışma koşulları ve işe aidiyet noktasında derin bir yabancılaşma söz konusu. Oysa modernleşme sürecinde hor görülen ve kötülenen orta çağdaki serfler için bile bugünkü ücretli kölelik düzeninden daha iyi şartlar sağlanabilmişti. Geçmişte bugün sanat diye özelleşen/ özelleştirilen beceri ve yaratıcılık, meslek erbabının hayatının bir parçasıydı. İlk medeniyetlerde görülen çömlekler ve daha sonrasında vazolarda görülen motiflerin güzelliği, olağanüstü inceliği sanat deni18 M‹MAR VE MÜHEND‹S len şeyin de başlangıcı sayılır. Önce çömlekler daha sonra da vazolar, küpler, testiler yapan zanaatçılar, sonraları demirciler, ateşle uğraşan dolayısıyla ateşin sırrını bilen kişiler olarak özel bir yere sahipti ve kendi aralarında sır temelli bir birlik oluşturarak mesleğe ait özel bilginin korunmasını sağlamışlardı. Meslek sırları ancak seçilen kişilere ölüm tehdidi ve sırra sadık kalma yemini ile güvenceye alındıktan sonra öğretilirdi. Kısacası meslek kutsal bir işti ve ancak kudsiyetin kurallarına sadık kalmak kaydı ile o meslek alanına ait olunabilirdi. Bütün bunların şehirle birlikte ortaya çıkması aynı zamanda şehirle zanaatçı arasındaki kopmaz bağı da ortaya koyar mahiyettedir . Ancak kent hayatındaki iş bölümü kısmen kişinin yaşam boyunca yapacağı bir mesleği yani uzmanlaşmayı da getirmişti. Bunun sanat/zanaat olgusu ile bir nebze aşıldığı söylenebilir. Zanaatçılar ile mimarlar ve mühendislerin ustalar olarak birlikteliği de zanaat, bilim, sanat ve mühendislik tarihini başka bir eksenden okumak için de elverişli bir imkan yaratır. Sonuçta şunu söylemek olanaklıdır: Geçmişte kent ve meslek ve meslek birliklerinin şehir hayatı içindeki özel yeri, hatta şehirlerin kendi özerk varoluşları büyük oranda meslek erbabı denilen şahıs ya da gruplar ile ilişkiliydi. Tüm bunlardan yola çıkarak loncaların ilk çekirdeklerinin de kent yaşamının bu özel konumunun bir sonucu olarak ortaya çıktığını ve büyük oranda devletle tacire karşı kendi özerk varoluşlarının koruyabilme gereksinmesinden doğduğu söylenebilir. Loncalar ortaçağda yani 11-12 yy’da Avrupa’da ve İslam dünyasında eş zamanlı olarak ortaya çıktı. Kendi tarihsel geleneğimiz bakımından bu gelişmiş meslek birlikleri iki türlüydü, birisi zanaat erbabının kurduğu örgütler, diğeri ise tüccarların. Avrupa’da ilk kurulan tüccar loncası olmakla birlikte 11. yy’da Abbasi döneminde ortaya çıkan Fıtyan (daha sonra Fütüvvet) zannat erbabının örgütü olmuştu. 12 yy’da ilkin Horasan’da büyük ölçüde de melamilerin teşvik ve gayreti ile kurulan ahilik, daha sonra Anadolu’da gündelik yaşamın bir parçası oldu. Zanaat örgütlenmesi olarak doğan ahilik ve öncesindeki Fütüvvet aslında bugünkü sendikacılığın atası sayılabilir. Nitelikli işçilerin oluşturduğu bu birlikler meslek kurallarını düzenliyor, iş güvenliğini sağlıyor, çalışanların haklarını gözetiyor, onların her tür gereksinmesinde yanında oluyordu. Ahi birlikleri kent yaşamının temel belirleyicisi olduğundan, başka partnerler özellikle de dönemin sosyal güvenlik sistemi olan vakıflarla ve kimi devlet kurumları ile birlikte kentt kamu hizmeti adına pekçok işlevi yerine getiriyordu. Ahi sandıklarında birikenlerle tüm çalışanların sağlık ve eğitim sorunlarının sistemli biçimde çözümleniyor, bu doğrultuda hastaneler ve okullar kuruluyordu. Ahilik bütün bu hizmetleri yerine getirirken bulunduğu kentlerde tüm halkın sağlık, beslenme ve yoksulların barınma sorunlarını da çalıştıranlar dayanışma içerisinde olurlardı. Bundan dolayı iş yavaşlatma, iş yeri sabotajı gibi modern emek direnişleri istisna dışında pek olan bir şey değildi. Çalışma hayatı emek ve sermaye de karşılıklı hakkaniyetin gözetilmesine göre oluşmuş bir uygulamaya dayanıyordu çünkü. Dahası ahi teşkilatında teşkilatta çırak düzeyinde başlayana en temel mesleki bilgiler yanında, bugün çok ileri düzeyde bir teknisyenin sahip olduğu matematik, mühendislik bilgisi yanında, muhasebe bilgisi içeren bir hesap bilgisi, müzik, din bilgisi, becerisi varsa güzel sanatlar, görgü kuralları gibi aynı zamanda toplumsal hayata dönük bilgiler de veriliyordu. Zanaat örgütlenmesi olarak doğan Ahilik ve öncesindeki Fütüvvet aslında bugünkü sendikacılığın atası sayılabilir. Nitelikli işçilerin oluşturduğu bu birlikler meslek kurallarını düzenliyor, iş güvenliğini sağlıyor, çalışanların haklarını gözetiyor, onların her tür gereksinmesinde yanında oluyordu. çözümleyen kurumlar oluşturmuştu. Hastanelerde dönemin tıp anlayışı içinde meslek hastalıkları ile ilgili de tedavi uygulanıyordu. Mesela madenlerde çalışan ve vücüdunda toksik madde birikimi olan işçilere hacamat uygulanıyor, böylece vücutta biriken kirli kan dışarı atılarak vücüdun temizlenmesi sağlanıyordu. Ayrıca bitkisel terkiplerle birikim yapan organların temizlenmesi sağlanıyordu. Burada İslam tıbbının bütünsel ve doğal iyileşme eksenli tedavi metodu ön planda tutuluyordu. Bu gibi yöntemlerle çalışanın sağlığı korunmuş olmaktaydı. ÇALIŞMA YAŞAMI VE HUKUK 31 Mart ayaklanması ile resmi tarih eskenli makaleler de bu ayaklanmanın “gerici” mahiyetine dikkat çekmek amacıyla ayaklananların şeriat isteriz dediği yazılır. Burada konumuz olmadığı için Osmanlı modernleşmesi ve bu eksende oluşan modern devlet uygulamalarının toplumda yol açtığı tepkilere değinmeyeceğim, ancak şeriat isteriz ile söylenenin aslında dokunulamaz temel hak ve hürriyetleri içeren dini hukukun toplumsal yaşamı düzenlemde sivil medeni hukuk olarak devletin siyasal hukukuna üstün gelmesinin istendiği söylenebilir. Osmanlı’da İslam hukukunun kodeks şeklinde düzenlenmiş hali olan Meccelle’de özel olarak bir işçi işveren hukuku, sosyal güvenlik uygulamasına dönük düzenlemeler, iş sağlığı ve güvenliği kapsamında maddeler bulunmasa da temel dinsel hukuk bu konuda esasları belirlemişti. Büyük oranda tasavvufun ruh verdiği çalışma kurumları olarak ahi birlikleri de çalışanlarla ilişkilerini bu ilkelere göre belirlemekteydi. Mesela verilen ücretler de bugünkünün tersine refah devleti düzeyindeki ücretler düzeyinde yüksek ücretler verilirdi. Çalışma kurllarını Peygamber Efendimiz (SAV)’ın öğütleri belirliyordu. Peygamber Efendimiz (SAV)’ın yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, aşırı yük yüklemeyin, fazla çalıştırmayın, eğer ağır bir iş söz konusu ise ona sizde yardım edin gibi bugünün yeni kapitalist ülkelerindeki ağır sömürü koşullarının tersine uygulamalar vardı. Yine Peygamber Efendimiz (SAV)’ın çalışanın aldığı ücretle bir ev, bir binek alabilmesini, rahat bir geçim sürdürebilmesini, evlenebilmesini söylemişti. Ha keza O’nun (SAV) sözleri doğrultusunda çalışanın emeğinin karşılığı, alnın teri kurumadan ödenirdi. İşyerlerinde çalışan ve OSMANLI MODERNLEŞMESİ: İŞ SAĞLIĞI, SOYSAL GÜVENLİK İLKELERİ Tarih boyunca riskli işler olmuştur. Bu riskli işler çoğunlukla kölelere yaptırılmaktaydı. Bu anlamda iş sağlığına dönük ilk uygulamalara da köleliğin yoğun olduğu Eski Yunan ve Roma’da rasatlanmış, dönemin pekçok ünlü hekimi özellikle zehirli madde birikimi ve buna ilişkin tedavi metodlarından söz etmişti. Bizde de hekimler bu eski çağ tıbbından büyük oranda faydalanmış, yeni bilgi ve deneyimlerle bunu geliştirerek yukarıda verdiğimiz hacamat vb uygulmalar ile bu tür meslek hastalıklarına dönük bir tedavi prosedürü geliştirmişlerdi. Yaygın diğer meslek hastalıkları olan fiziki yaralanma, kırık, çıkık, omurga eğrilmesi vb hastalıklara dair dönemin tıp modeline uygun tedaviler çalışma örgütleri ve devletler tarafından herkese açık olan hastanelerde uygulanmıştı. Modern anlamı ile iş güvenliği ve sağlığı kavramının gelişimi sanayileşme süreci ile bağlantılı olduğundan 19.yy’dan itibaren uygulamaya konulmuştu. Sanayi devrimine kadar bağımsız çalışan zanaatkarlar artık fabrikalarda çalışmaya başlamıştır. Loncaların çöküşü üzerine fabrikalarda çalışmaya başlayanlar ise, bu dönemde çok kötü çalışma koşulları ve son derece düşük ücretlerle karşılaşmıştır. Bizde de bu konudaki ilk genelgelerin, 19. yy’a denk gelmesi bir rastlantı değildir. Bu dönem Osmanlı modernleşmesinin hızlandığı, Osmanlı’nın sanayileşme yolunda çabalar gösterdiği, madencilik faaliyetlerinin hız kazandığı ve bunlar olurken de ahilik sisteminin etkisini kaybetmeye başladığı bir dönemdi. Modern işletmeler ve TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 19 HABERANAL‹Z Modern anlamı ile İş güvenliği ve sağlığı kavramının gelişimi sanayileşme süreci ile bağlantılı olduğundan 19.yy’dan itibaren uygula maya konulmuştu. Sanayi devrimine kadar bağımsız çalışan zanaatkarlar artık fabrikalarda çalışmaya başlamıştır. Loncaların çöküşü üzerine fabrikalar da çalışmaya başlayanlar ise, bu dönemde çok kötü çalışma koşulları ve son derece düşük ücretlerle karşılaşmıştır. ladığı bir dönemdi. Modern işletmeler ve işveren tip özellikle yabancı ortaklıklara bağlı işyelerinde acımasız çalışma koşullarının dayatılmaya başladığı, sefaletin toplumsallaştığı, sosyal güvenlik sisteminin oluşturan sosyal kurumların da zayıfladığı bir dönemdi. Osmanlı İmparatorluğu'nda modern anlamda iş sağlığı ve güvenliğine dönük uygulmalar ile ilgili düzenlemeler, 1820'lerde başlamıştı. Kurulan ilk işletmelerde çalışan işçilerin yaşama ve çalışma koşullarının düzeltilmesi başlamış, 1850’li yıllarda ise artık Osmanlı’da sanayileşme ve modern çalışma koşulları başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nda, askeri amaçlı üretimlerin yani sıra, daha çok el tezgahları olarak başlayan sanayileşme, daha sonraları kömür ocakları ve madenler, demiryolu yapımı, tütün işletmelerinin katılımı ile sürmüştür. Bu dönemde çalışma koşulları oldukça ağır olup çalışma süresi günde 16 saate kadar çıkmaktaydı. Ayrıca, ağır işlerde kadın ve çocukların çalıştırılması da yaygınlaşmıştı. Bu yıllarda işçiler tezgah başında uyuyup tezgah başında yemek yemek zorunda kalmışlardı. Ereğli Havzası'ndaki kömür ocaklarında çalışan işçiler kısa sürede meslek hastalıklarına yakalanmışlar ve giderek artan iş kazala5 rında yaşamlarını yitirmişlerdi. Bu kapsamdaki düzenlemelerden en kap20 M‹MAR VE MÜHEND‹S samlı olanı Dilaverpaşa Nizamnamesi adını taşır. 1865 tarihli bu nizammname Ereğli Kömür Havzası’nda çalışan kömür işçilerinin sosyal ve ekonomik durumunu düzeltmek ve kömür üretimini artırmak amacı ile çıkarılmıştı. Nizamnameye göre, kömür işverenleri işçilere yatacak yer temin etmek zorunda idi. Çalışma süresi 10 saat olarak saptanmıştı. Ücretlere diğer alacaklara nazaran öncelik tanınmış, nöbetleşe çalışma esası kabul edilmiş, toplu işten çıkarma konusunda işçilerin işsiz kalmalarını önlemek için işletmenin faaliyetine son verilmesini önceden haber vermek zorunluluğu konmuştur. Nizamname, iş kazalarını önlemek için alınması gerekli iş güvenliği tedbirlerini de belirtmişti. Bu nizamname 1869 tarihinde “Maadin Nizamnamesi” ile tamamlanmak istenmiştir. Bununla işçi haklarının korunması ve güvenliği bakımından önemli yenilikler getirilmiştir. İş kazasına uğrayan işçilere ve bunların ölümü halinde ailelerine tazminat isteme hakkı öngörülmüş, objektif sorumluluk esası kabul edilmiştir. Bundan başka, maden işletmecilerini madenlerde gerekli ilaç ve doktor bulundurmak6 la zorunlu tutmuştur. Ne yazık ki bugün geldiğimiz nokta başta yeni gelişmekte ya da sanayileşmekte ya da ekonomik gelişme noktasında batıya yaklaşan ülkelerde çalışma yaşamı vahşi kapitalizm dönemi olarak adlandırılan 19. yy koşullarında, batıda da giderek sosyal yapı yeni liberal anlayışlara uygun olarak zayıflamakta. Kısacası tarih yine batı ile başladığı yere dönüyor. Bize ise kendi değerlerimizle çağın değelerinin kaynaşımına dayanan adalet ilkesinin bayrağını yukarıda tutmak, bundan da taviz vermemek düşüyor. Dipnotlar 1 Bu konuda bkz, Ahmet Uhri, Ateflin Kültür Tarihi, Dost Kitabevi Yay›nlar›,2003, s:28-31,8193, 2 S›r tap›m›, kutsall›k, meslek ve atefl için bkz, Mircae Eliade, Demirciler ve Simyac›lar,Çev:Mehmet Emin Özcan,Kabalc› Yay›nlar›,2003,s:45-56,84-116 3 Kent yaflam›, iflbölümü ve kentle meslek aras›ndaki ba¤lar için bkz Lewis Mumford, Tarih Boyunca fiehir, Çev.Gürol Koca,Tamer Tosun, Ayr›nt› Yay›nlar›, 2007,s:137-142 4 Bu konuda Bkz. fierif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, ‹letiflim Yay›nlar›, 1. Bask› 1990, s:35 5 ‹fl Sa¤l›¤› Ve Güvenli¤inin Kavram Ve Kurallar›n›n Geliflimi, (C) S›n›f› ‹fl Güvenli¤i Uzmanl›¤› Sertifika E¤itim Program› Ders Notu, ‹stanbul 2011, s:12 6 age, s:14 M‹MARLIK ŞEHİR VE MEDENİYET MEHMET İŞCİ / Mimar B A K I R T E N L İ YA P R A K L A R BAKIR TENL‹ YAPRAKLAR Bak, ölüm güzü k›skan›yor flimdi iflsizdir onun sevimli kedisi ve herkes onun el de¤medik yerleri oldugunu san›yor. uzuyor defterine u¤rayan kan lekesi senin kufllar›n olurdu mevsimi yolculuklara çag›ran içli taflra k›zlar›n gizemli eviçleri kap›lar›n olurdu korkudan çok denizlere aç›lan o denize aç›lan ellerin nerde flimdi? yine bir güz büyümekte kan›nda gölgelerin o üzünç ordular› tarlalar çi¤nemekte bak, ölüm güzü k›skan›yor mevsimi aflka ça¤›ran kufllar›n nerde senin güze el de¤dirmeyen ellerin nerde? İsmet Özel 22 M‹MAR VE MÜHEND‹S ŞEHİR, medeniyet kadar kadimdir" diyor J.E.Goldthrope. Şehirler, temsil ettiği medeniyetin özü, özeti gibidirler. Medeniyet, dünyaya şehir gözüyle bakarken, dünyanın da medeniyete bakışında gördüğü yüzü şehirlerdir. Özü olmayan kabuk bir değer ifade etmeyeceği gibi gözü olmayan bir insanın da hareket ve muhafaza kabiliyeti sınırlı olacaktır. Bir medeniyetten söz edilebilmesi için o şehirde ilmin, düşüncenin, sanatın, edebiyatın, temayüz eden eserlerin yerleşmesi ve benimsenmesi gerekir. İnsanlar şehirlerini, şehirler de kendi insanını tevlid eder ve yaşatır. Genel mânâda şehir mimarisinin -hususi olarak binaların- fert ve cemiyet hayatı üzerinde tesiri son derece büyük olduğundan medeniyetin kendinde ifadesini bulduğu şehirlere ihtiyaç kaçınılmazdır. Yaşanılan dünya üzerinde, canlı-cansız varlıkların çevreleri ve birbirleriyle olan ilişkilerinde sürekli bir irtibat ve müessiriyet mevcuttur. Bu ilişki sistemi canlı varlıktan cansıza doğru olduğu gibi cansız varlıktan canlıya doğru da yönelmektedir. Şehir ile onu kuran ve zamanla kendine göre şekillendiren ahalisi arasındaki ilişkileri de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Böylece, ahalinin genel karakteri, inanç ve ahlak değerleri ve hatta bireylerin kişilikleri yapıların ve giderek şehrin teşekkül vetiresine ve oluş derinliklerine tesir eder. Bu müessiriyet ve oluşan birikime genel anlamıyla kültür ya da medeniyet denilebilmektedir. Yapılar barınmak ya da herhangi bir sosyal, kültüre! ve iktisadi faaliyeti barındırmak için teşekkül ettiriler. Yapıların toplumsal ihtiyaçları karşılamasına ait meseleler bile mimariyi gerçekleştirilmesi zor bîr sanat düzeyine yükseltmeye zorunlu kılar. İnsan hayatının ihtiyaçları ile insanın vücuda getirdiği mimari çerçevenin biçimsel özellikleri, insanın tabii ruh âlemi ve terbiye edilip biçimlendirilmiş psişik âlemine ait biçim özellikleri ayrılmaz şekilde birbirlerine bağlıdır. Ruhi alemi ise insanın inanç âleminin, varlık tasavvurunun, değerler hiyerarşisinin yapısına göre şekillendirilir. Ünlü şehirbilimci Lewis Mumford, Şehirlerin Kültürü adlı çalışmasında, "Şehir, bir topluluğun kültürünün ve kudretinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimidir" der. Şehir hayatıyla medeniyet arasında yakın bir ilişki olduğunu kabul eden görüşler o derece yaygındır ki bu görüşler, “ kimi dillerdeki şehir ve medeniyet karşılığı sözcükler arasındaki benzerliğin buna açık ve kuvvetli bir delil olduğuna kanaat getirmişlerdir. Latin dillerinde de medeniyet (civilization) ve şehir (city, civitas), Arapça’daki medeniyet, medeni ve şehir (medine) gibi sözcükler arasındaki köken benzerliği medeniyetlerin şehirlerde doğduğunu, medeniyetin kaynağının şehirler olduğunu ortaya koymaktadır. Yunanca'daki şehir (polis) sözcüğünün de siyaset (politiae) ile ayni kökten geldiği bilinmektedir. Tarihte şehirlerin medeniyetin beşiği olarak algılanması, kimi dillerde, kibarlık (civilite) ve görgü (urbanite) sözcüklerinin de şehir kökünden türetilmelerine yol açmıştır. Bir başka deyişle, kibarlık ve görgü şehrin insanına dair özellikler olarak algılanmaktadır. Şehir ve kültür ilişkisine bakarken üzerinde durulması gereken önemli bir husus da şehrin kimliğidir. Bir Fransız filozofa göre, kültür, "Her şey unutulduğu zaman hafızalarda ne kalıyorsa, ona verilen isimdir." Şehirlere kültürel anlamda kimlik kazandıran ayırt edici özelliklerin başında şehirleri anımsatan sembol bina mimariye ilişkin diğer unsurlar başta gelir. Mesela Eiffel Kulesi Paris'i, Topkapı Sarayı ve Mimar Sinan Camileri İstanbul'u, San Marco Meydanı Venedik'i, Empire State New York'u hatırlatmaktadır. Kültürün temaşa edilebilir unsurları olan mimari eserler şehirlere kimlik kazandıran en önemli temsili yapılardır. Yine bu bağlamda her şehri kendi medeniyet dünyası ile ilişkilendiren ruhun şehirdeki somut yansımaları olarak kabul edeceğimiz mimari eserler şehirlerin ait oldukları medeniyetin merkezi olduğu konusunda bizlere fikir verebilir. Sultanahmet Camii İstanbul'a kimlik kazandırırken aslında İstanbul'un ağırlıklı kimliğinin İslam-Osmanlı olduğunu vurgulamakta, Barselona'daki Sagra da Familia katedrali Katolik kültürün Barselona'ya vurduğu mührü ifade etmektedir. Şehir ve kültür ilişkisi çerçevesinde üzerinde durulması gereken bir diğer husus da şehir kültürünün şehirlilik bilinci sayesinde korunup yaşatılmasıdır. Ancak buradaki bakış açısında şehirde farklı kültürlerin kendilerini ifade edebilecekleri politik ve sosyal zeminin oluşturulmuş olması imkan ve hürriyeti sağlanması şarttır. Herhangi bir kültürü ağırlıklı olarak dayatmak yerine kültürlerin kendilerini TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 23 M‹MARLIK Geçmiş çağların şehirlerinde cami ve külliye mekanları içtimaî sıkıntıların geneline çözüm üretirken, bugün çoğunlukla namaz vakitlerinde açılan bu müesseselerden ortaya diriltici bir ruh ve soluk koyması beklenemez. Gelecek kuşakların insan ve cemiyet hayatına saygılı olmaları için kuşanması gereken temel inanç ve kültür değerleri, ancak medeniyetimize ait temiz ve sağlıklı maddî-mânevî mekânların oluşturacağı şehirlerde mümkün olabilecektir. ifade etmelerine imkan sağlamak daha kalıcı bir yaklaşımdır. Bu anlamda yaşadığı şehre sahip çıkan bireyler şehirli olma bilinciyle hareket ettiklerinde şehrin tarihi ve kültürel birikiminin korunmasına katkı sağlayabileceklerdir. İDEAL ŞEHİRCİLİK MODELİ; MEDİNE Allah Resulü (sas), ilk İslâm şehrinin kurucusudur. İslâm medeniyetinin ilk şehri olan Medine, aynı zamanda İslâm âleminin ilk model şehridir. Medine’de mescit, medrese ve pazar gibi temel fonksiyonları ifa eden bu yapılara zamanla imaret, aşevleri, şifahane de ilave edilerek İslâm şehirlerinde külliye şeklinde bir yapıya dönüştürülmüştür. İslâm şehrinde câmi, toplum ile bütünleşmenin bir sembolü olmuştur. Mektep-medresede eğitim faaliyetiyle meşgul olan ilim adamları ile talebeler namaz kılmak için geldikleri câmide halkla aynı cemaate karışır,, namazı müteakıp câmi avlusunda veya kıraathanelerde sohbetler düzenlenerek ilim, binaların kapalı duvarlarını aşarak halka yayılırdı. Camilerde aynı zamanda devlet erkânı da halkla aynı safta birleşir, “halka rağmen değil Hakk’ın emrine râm olmuş” devletin idamesine temel teşkil ederdi. Camiye gelen devlet erkânı ve halk, külliyedeki hastaneleri, dâru’l-acezeleri ziyaret ederek fakir, garip ve yetimlerin problemleri yerinde tespit edilerek çözümler üretilirdi. 24 M‹MAR VE MÜHEND‹S Şehrin özünü teşkil eden çarşı, mektepmedrese ve sarayın cami etrafında yer almasıyla cami mihverli bir faaliyet skalası teşkil edilmiştir Böylece, topluma yön veren esnaf, ilmiye, seyfiye (askerî sınıf) ve kalemiye (bürokrasi) ile bütün cemiyet, İslâm’ı hayatlarına hakim kılmıştır. Ebediyet tedaisi uyandıran camiler ve devletin bekâsını temsil eden saraylar taştan inşa edilirken, evler, dünyanın fânîliğini hatırlatacağı düşüncesiyle -zengin fakir fark etmeksizin- ahşaptan yapılmıştır. Geçmişte Selçuklu ve Osmanlı döneminde yüzlerce paşanın görev yaptığını ve bunlara ait saraylara pek rastlanmadığı, ayakta kalan sadece Sultanahmet’teki İbrahim Paşa Sarayı’nın istisnai durumu açıklayıcı birer örnektir. Bugün şehirlerimizin herhangi bir medeniyeti hatırlatmayan haliyle bu savruluşunun izlerini açık bir şekilde görülmektedir. Cami ile halk birbirinden koparılmış, önceleri hayatın bir parçası olan namaz için, artık vakit ve yer tahsis etmek adet haline gelmiştir. Bugün Avrupa genelinde -meselâ Almanya’da- şehir merkezinde kilise, devlet kurumları, pazaryeri ve üniversite beraber yer alır. Avrupalılar bu şehircilik anlayışının Haçlı Seferleri’nden sonra, İslâm medeniyetindeki şehir plânını büyük nispette benimsemişler ve kendilerine göre başarılı şekilde hayata geçirmişlerdir. Bugün İslâm’ı yaşanılır kılmak için öncelikle şehircilik ve mimarî anlayışımızda köklü değişikliklere ihtiyaç vardır. Çünkü kadim gelenekte belirtildiği gibi: “İnsan yediği gibi yaşar, yaşadığı mekân gibi düşünür.” Geçmiş çağların şehirlerinde cami ve külliye mekanları içtimaî sıkıntıların geneline çözüm üretirken, bugün çoğunlukla namaz vakitlerinde açılan bu müesseselerden ortaya diriltici bir ruh ve soluk koyması beklenemez. Gelecek kuşakların insan ve cemiyet hayatına saygılı olmaları için kuşanması gereken temel inanç ve kültür değerleri, ancak medeniyetimize ait temiz ve sağlıklı maddî-mânevî mekânların oluşturacağı şehirlerde mümkün olabilecektir. BİR MEDENİYET UNSURU OLARAK OSMANLI ŞEHİRLERİ İslam medeniyetinin bir şehir medeniyeti olduğu herkes tarafından kabul edilen bir gerçektir. Akdeniz, Ortadoğu ve Kuzey Afrika havzasında kurulan birçok şehir İslamiyet’in yayılışıyla paralel bir seyir izledi. Şam, İskenderiye, Urfa, Antakya gibi şehirler dönüşerek kadim şehir geleneğini İslam şehir yapısına uyarladı. Bağdat, Basra, Keyravan, Fustat, Kurtuba, Isfahan, Buhara, Semerkant, Harran ve İstanbul İslam medeniyetinin sembol şehirlerinin en güzel örnekler olarak kendilerini insanlı- ğın hizmetine sundu. İslam şehirleri kurulurken yerli halkın sosyal yapısının bozulmamasına özen göstererek, fethedilen şehre ilk yerleşenler, şehrin izbe, yıkık dökük, terk edilmiş bölgelerine yerleştirildi. Cami ve etrafına hamam, medrese ve imaret gibi halkın gereksinimlerini karşılayacak kurumlar yaptılar. Yaşadıkları mahalleyi İslamla yoğurduktan sonra etraftaki mahallere doğru genişlediler. Fakat o mahallerin kadim kültürünü, yaşayış farklılıklarını yok etmeye, asimile etmeye hiçbir zaman kalkışmadılar. Osmanlı şehirleri, insanların ihtiyaçlarına göre kurulmuş ve geliştirilmiş olup Roma şehirlerinde olduğu gibi askeri kışla şehirleri değildir. Bu nedenle devletin şehir üzerindeki etkisi sınırlı iken şehrin en önemli binaları vakıflar tarafından idare edilmekte, şehirde sosyal hayatın sağlıklı bir şekilde yaşanması için asayiş, belediye, sağlık ve eğitim işlerinden yine vakıflar sorumlu olmakta, bir diğer halk kurumları olan loncalar da şehirlerin ekonomik ve sosyal alanlarda gelişmesine katkı sunmaktaydılar. Osmanlı şehirlerinin diğer bir özelliği de yollarının insani boyutlarda dar, denetlenebilir biçimde çıkmaz sokaklı oluşu, evlerin etrafının avlularla çevrilmesidir. Şehrin temel birimlerini meydana getiren mahalleler özel hayata saygının bir gereği olarak aynı aile, soy, din, mezhep, etnik topluluğa mensup kitlelerden teşekkül edecek şekilde mahremiyet sağlanmakta, böylelikle toplumsal barış ve huzur muhafaza edilmekteydi. 19. yüzyıldan sonra batılılaşma eğilimleri, batı hayranlığının zirve yapması Osmanlı şehirlerini de etkileyerek yollar genişletil- miş, evlerin avluları yıkılarak insan yüzlerine yabancı olan caddeler yapılmaya başlanmıştır. Şehir giderek insandan soğumaya, insan da şehirden kopmaya başlamış, günümüz insanını kalabalıklar içerisinde yalnız yaşamaya mahkûm etmiştir. Ne kadar hazindir ki cumhuriyetin kuruluşundan beri imar yönetmeliklerinde çıkmaz sokak yasaklanmış ve mevcut çıkmaz sokaklar da yıkımla açılarak yok edilmişlerdir. Vatan ve Millet caddelerindeki özgün tarihi eserleri yol açma gerekçesiyle yerle bir eden o günkü zihniyette, bugünkü kentsel dönüşümü yapanlar da muhafazakar olduklarını belirtmektedirler. Neyi muhafaza ediyorlar acaba? Onlara göre “kalabalıklaşan kentlerde asayiş için bu zorunludur” gerekçesi yeterlidir. Peki bu şehirleri kalabalıklaştırarak anakentlere dönüştürenler, planlara bütüncül bakamayanlar kimler? Suçlu hep ötekiler mi? Yoksa kendimizden addettiğimiz bu savruk zihniyetle İslami söylem arasındaki makas giderek daha da açılıyor mu? Hilmi Yavuz - bazı küçük ilaveler yapılmışbu konudaki bir yazısında; “Şehir ve medeniyet arasındaki ilişkiyi, iki farklı düzlemde ele alabileceğimizi düşünüyorum: İlki, bir şehrin medenî şehir olması; ikincisi, bir şehrin medeniyet şehri olmasıdır. Medenî şehir, o şehrin yapısına; medeniyet şehri ise o şehrin insanına atıfta bulunularak tanımlanabilir. Medenî şehir, bu bağlamda sosyolojinin ve antropolojinin konusudur. Medeniyet şehri ise, felsefenin konusu! Bir şehrin medenî bir şehir olması başka, medeniyet üreten bir şehir (medeniyet şehri) olması başkadır çünkü! Müslüman filozoflar (Farabî, İbn Rüşd), şehrin medenî bir şehir olmasıyla değil, bir medeniyet şehri olmasıyla ilgilidirler de ondan. Şayet Hıristiyan filozoflar da medeniyet şehirleriyle meşgul olsalardı, Platon'un Devlet'inin 16. yüzyıldan çok önce dikkatlerini çekmiş olması gerekirdi. Görüldüğü gibi böyle olmamıştır! Farabî'nin Erdemli Şehir'i (El-Medine'tül Fâzılâ'yı) bir Medeniyet Şehri olarak tasarladığını öne sürmek mümkündür. Ona göre Hikmet, Riyaset'in şartıdır. O açıkça söylemiyor ama hikmet, medeniyettir;Hikmet sevgisi (felsefe) de, Erdemli Şehir'in 'olmazsa olmaz' şartı! Şimdi İslam şehirlerini bu kriterlerle değerlendirsek, nasıl bir sonuç elde ederiz? Mesela İstanbul, belki bir medenî şehirdir ama bir Erdemli şehir olarak Medeniyet şehri midir, yoksa Farabî'nin dediği gibi, beden sağlığı tutkusu, zenginlik ve şehevî zevklerle arzuların peşinde koşma özgürlüğü, itibar ve gösteriş merakı ile kısaca gerçekten iyi olan'la değil de görünüşte iyi olan'la mutluluğu edinebileceğini sanan insanların yaşadığı bir Cahil Şehir mi? demektedir. YEREL YÖNETİM SORUMLULUKLARI, KENT / ŞEHİR AYRIMI Şehirleri imar edenlerin tarihe karşı sorumluluklarının idrakinde olmaları gerekir. Kentsel dönüşüm adı altında, şehrin hafızasını, ait olduğu döneme ait kültür ve tabiat varlıklarının hüsnü muhafazası sorumluluğundan kurtulamazlar. Kimilerince çoğunlukla örnek alınan batı kentlerinde ve şehirlerinde tarihi yapı ve çevrelerin hiçbir dönemde yıkıma uğramadığını, kentsel gelişmelerin tarihi mekânların dışında yeni gelişmekte olan kısımlarında yapıldığını bilinmektedir. Şehrin insanına dair hatıraların yaşandığı bu mekânlar tarihi, kişisel ve toplumsal açıdan çok önemlidir. Günümüzde buna benzer şehir dokusu çeşitli sebeplerden dolayı yıkıma uğramakta ve bir dönemin hatıra ve hafızası yok edilmektedir. Bu gelecek nesillere olan sorumluluğumuzdur. Şehirlerin ruhu, dili, geçmişle ilişkisini bugüne taşımakta aranmalıdır. Dilsiz, gönülsüz, kimliksiz, ruhsuz bir yere, bir yerleşime şehirden çok ancak kent olarak tanımlanabilir” diye konuştu. “Şehir; tarihi üzerinde yaşatıp muhafaza eden, tabii, anaç ve velud, ruhu olup nihayeti olmayan bir süreçtir. Kent ise daha erkeksi olan bir kavram olup, sınai, ticari, TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 25 M‹MARLIK Kendilerini modern olanın karşısında konumlandıran Müslüman, ona karşı direnebilmek tutunabilmek, dayanaklar edinmek için hep öne sürdüğü mükemmel geçmişi yüceltmek; geçmişte yapılan başarılı çalışmaları, eserleri öne çıkararak, günümüzde ortaya konan moderni değersizleştirmeye çabalayarak, ortaya güncel yorum ve katkı sunmadan akıbette mükemmel bir geleceğin kendilerini beklediğini ihsas ettirmek aslında bir kelime/dil cambazlığından başka bir şey değildir. askeri ve benzeri çalışmalar gereği ruhu olmayan büyük nüfus toplama/toplanma merkezleridir. Mahiyet itibariyle her ikisi de birbirinden çok farklı kavramlardır. Şehirlerde ruh ve hayat, insana değer ön planda iken, kentler de ise teknolojinin soğuk, suni ve dayatmacı baskısının, mana ve derinlikten yoksun yüzü idrak edilir. ŞEHİR MEDENİYET KÜLTÜR İLİŞKİSİNİN ÖZÜ VE SONUÇ Günümüzde müslümanların şehir, medeniyet, kültür gibi konularda kendilerini bir kenara ayırarak ele alışlarından şehir hayatından bahsederken şikayetçi bir üslup kullanmalarından bir bütünlüğü ifade eden düzenli ve temelli bakış açısına sahip olmadıkları görülmektedir. Sorunu teorik anlamda dile getirmekle birlikte, pratikte çözüme ulaştıracak adımları atmakta pek de istekli ve kararlı olmadıkları gözlemlenmektedir. Kendilerini modern olanın karşısında konumlandıran Müslüman, ona karşı direnebilmek, tutunabilmek, dayanaklar edinmek için hep öne sürdüğü mükemmel geçmişi yüceltmek, geçmişte yapılan başarılı çalışmaları, eserleri öne çıkararak 26 M‹MAR VE MÜHEND‹S günümüzde ortaya konan moderni değersizleştirmeye çabalayarak ortaya güncel yorum ve katkı sunmadan, akıbette mükemmel bir geleceğin kendilerini beklediğini ihsas ettirmek aslında bir kelime/dil cambazlığından başka bir şey değildir. Cemal Şakar /Hece edebiyat /2009 sayısından yamış olduğu alıntıda konuya ilişkin olarak; “Bunun en güzel örneği İslam’ın bir şehir dini olduğu, zaten şehir demek olan Medine’de kök saldığı ve medeniyetin de medine demek olduğu şeklindeki totolojidir. Elbette Medine ile medeniyet arasında kurulan münasebetinde bir yanlışlık yok. Ancak bu bakıştaki temel sorun, oldukça modern olan gelenek ve medeniyet kavramlarıyla uzun bir geçmişin totalize edilmesidir. Bu totalizasyonla birlikte bir yandan uzun geçmişimiz aklanıp paklanırken diğer yandan bugüne ait her ne varsa kötü, değersiz addedilmektedir. Bugün yaşayanları elinden iyi, güzel hiçbir şey gelmez insanlar mesabesine indirgeyen gelenek ve medeniyet merkezli bakış açısı, aslında insanlardan kimi sorumlulukları da düşürmektedir. Adaleti, ahlakı hayatının her anına yayma sorumluluğundaki insan, böylece tasarı ve tasavvurlarını mükemmel bir geleceğe erteleyebilmektedir. Çünkü o; ne Selimiye benzeri bir cami tasarlayabilir, ne Itrî gibi besteler yapabilir, ne de Fuzulî gibi şiirler yazabilir. Aslında burada daha da vahim olan, entropik bakışın İslam’ın ilk otuz yılda oluşturduğu müthiş enerjiyi; Hz. Peygamber’ in (SAV) ve sahabenin ulaşabildikleri her yere avuçlarında bir ateş gibi taşıdıkları ışığı örtmesi, hatta söndürmesidir. Zira modernizm karşısında yaşanan travmayı atlatmak üzere geriye dönerek kurgulanan medeniyet ve gelenek tasarımıyla müslümanların bin 400 yılı aşan tarihsel birikimi bütün yükleriyle birlikte Medine’ye yıkılmaktadır. İnsanın etkilediği, insanı etkileyen bir süreç olarak kültür, dünyaya ait olmaktan çıkınca ve insanla kültür arasındaki korelasyon daha çok metafizikle kültür arasında kurulunca doğrusu bir akıl tutulması yaşamamak olası değil. Daha önce de değindiğimiz gibi camideki en mükemmel örnek Selimiye olunca; Selimiye dolayımıyla kurulan her türlü estetik algı da mutlaklık kazanmaktadır. Ancak aklın, sahip olduğu kültürel çerçevenin meseleleri üzerine düşünemediğini, çünkü ancak onun sayesinde çalışabildiğini söylemiştik. Bu nedenle sahip olduğumuz kültürel çerçevenin meseleleri üzerine düşünebilmek için başka bir çerçeveye ihtiyacımız olduğu, ancak başka bir yerden bakarak meselelerimiz üzerine düşünebileceğimiz de açıktır.” Sonuç olarak; Müslümanların asr-ı saadette kuşanmış oldukları nebevi söylem / Tevhid ve adalet çağrısı, ulaşabildiği her kültürel çerçeveyi kirlerinden arındırıp yenileyerek Allah’ın hidayetiyle yeniden tanımlamış, öncelikle görünür ve görünmez tanrılara, Allah’tan gayrısına karşı insanları özgürleştirmişti. Onlar için mescidin anlamı, görünen kirlerin yanında daha da önemlisi şirk pisliğinden temizlenmiş arzın tamamıydı. Bu çağrı onlar için elestü bezminde Allah’la yaptıkları misakın bir gereğiydi; onlar ne geçmiş güzel günlerle kuru bir övünmeyi, ne de gelecek güzel günlerle sorumluluk almadan avunmayı seçtiler; sadece yüklendikleri emanetin /dünyayı güzelleştirme ve hüsnü muhafaza sorumluluğunun peşindeydiler. “ Ve O sizi yeryüzünün halifeleri yapan, size verdiği şeylerde, sizi denemek için, bazınızı bazınızın üstüne yükseltendir. Şüphesiz Rabbin, kovuşturması çabuk olandır ve O, kesinlikle çok bağışlayandır, Rahîm’dir.(En’am,165)” DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ 28 M‹MAR VE MÜHEND‹S Hızlı ve sağlıklı kalkınma için; İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ Güvenli çalışma ortamı, iş barışının, daha verimli çalışmanın olduğu kadar hızlı ve sağlıklı kalkınmanın da ön şartıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde iş sağlığı ve güvenliği, toplumsal kalkınmanın belirleyici unsurları arasında yer almaktadır. Çünkü iş kazaları ve meslek hastalıkları sonuçları itibariyle insan hayatını ve sağlığını tehdit etmesinin yanı sıra işletmeleri de ağır faturalara mahkûm etmektedir. Ülkemizde SGK verilerine göre; her yıl ortalama 80 bin işçi iş kazalarında yaralanmakta, bin işçi meslek hastalığına yakalanmakta, bin 500 işçi iş kazası sonucu hayatını kaybetmektedir. Bu çok acı bir durumdur. İş Kazaları istatistiklerinde Avrupa’da ilk sırayı, dünyada ise 3. sırayı almaktayız. Ya gerçek veriler? Ne yazık ki gerçek rakamlar bunların üzerinde. Bu korkunç rakamlar, ülkemizde “İş Sağlığı ve Güvenliği” konusunda çok ciddi çalışmalar ve girişimler yapmamız gerektiğini adeta haykırmaktadır. Bu nedenle bu sayımızda iş sağlığı ve güvenliği konusunda ne durumda olduğumuzu, kısa ve uzun vadede neler yapabileceğimizi değerlendirdik. TEMMUZ-AĞUSTOS2011 201129 2 TEMMUZ-AĞUSTOS DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ GİRİŞ Sanayileşmenin getirdiği olgu; İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ SANAYİLEŞMENİN ÖN PLANA ÇIKTIĞI SON YÜZYIL; YOĞUN MAKİNELEŞME VE KİMYASALLARIN YOL AÇTIĞI MESLEK HASTALIKLARI VE İŞ KAZALARININ YOĞUNLAŞTIĞI BİR YÜZYIL OLARAK HATIRLANACAKTIR. İŞ KAZALARI VE MESLEK HASTALIKLARI SONUÇLARI İTİBARİYLE İNSAN HAYATINI VE SAĞLIĞINI TEHDİT ETMESİNİN YANI SIRA İŞLETMELERİ DE AĞIR FATURALARA MAHKÛM ETMEKTEDİR. İŞ KAZALARI VE MESLEK HASTALIKLARI SONUCU GEREK MADDİ VE GEREKSE MANEVİ KAYIPLAR, GELİŞMEKTE OLAN ÜLKELERİN KALKINMA ÇABALARI ÖNÜNDE ÖNEMLİ BİR ENGEL TEŞKİL ETMEKTEDİR. B aş döndürücü teknolojik gelişmeler bir yandan insanın refahına hizmet ederken, öte yandan insan hayatı ve çevre için bazı tehlikeleri de beraberinde getirmiştir. Üretim sürecine giren her yeni madde, her yeni makine, araç ve gereç insan sağlığı, işyeri güvenliği, çevre sağlığı ve çevre güvenliği için tehdit oluşturmaktadır. Bir bakıma yükselen refahın faturası, insanlığa iş kazaları, meslek hastalıkları ve çevre kirlenmesi olarak kesilmektedir. Özellikle sanayileşmenin ön plana çıktığı son yüzyıl; yoğun makineleşme ve kimyasalla- 30 M‹MAR VE MÜHEND‹S rın yol açtığı meslek hastalıkları ve iş kazalarının yoğunlaştığı bir yüzyıl olarak hatırlanacaktır. Yaşama hakkı en temel insan hakkıdır. ILO kaynaklarına göre her yıl 1,8 milyon kadın ve erkek, 12 bin çocuk işçi, iş kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla hayatını kaybetmektedir. Yine aynı kaynaklara göre; her yıl 270 milyon insan iş kazaları, 160 milyon insan ise meslek hastalıkları sonucu ortaya çıkan zararlara maruz kalmaktadır. Dikkatinizi çekerim ülkemiz nüfusunun dört katı kadar insan her yıl dünyanın dört bir yanında iş kazaları sonucu yaralanıyor. Ölen işçi sayısını ele alırsak, ülkemizde nüfusu 1 milyondan fazla kaç tane şehir var? Dakikada 3-4 işçi ölüyor; işyerlerinde bir savaş mı yaşanıyor? İnsanlık tarihinin hangi döneminde hangi savaşta bu kadar insan ölmüştür. Zavallı çocuk işçilerin hali ise içler acısı, daha çocukluklarını yaşayamadan düştükleri geçim derdinde bedenleri harcanıp gidiyor… Ülkemizdeki durum ise maalesef pek iç açıcı değil. SGK verilerine göre; her yıl 80 bin işçi iş kazalarında yaralanmakta, bin işçi meslek hastalığına yakalanmakta, 1.500 işçi iş kazası sonucu hayatını kaybetmektedir. Ya gerçek veriler ?! Ne yazık ki gerçek rakamlar bunların üzerinde. Çünkü bu rakamlar kayıt altına alınabilen 7 milyon kadar çalışana ait veriler, oysa gerçek çalışan sayısı 20 milyon civarında; dolayısıyla bu rakamların daha da fazla olduğu acı ama gerçektir. Trafik veya terör olaylarındaki kayıplarımızla kıyaslandığında durumun vahameti ve önceliğimizin ne olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu korkunç rakamlar, ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği konusunda çok ciddi çalışmalar ve girişimler yapmamız gerektiğini adeta haykırmaktadır. Bu nedenle bu sayımızın dosya konusu İş Güvenliği olarak belirlenmiştir. Güvenli çalışma ortamı, iş barışının, daha verimli çalışmanın olduğu kadar hızlı ve sağlıklı kalkınmanın da ön şartıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde iş sağlığı ve güvenliği, toplumsal kalkınmanın belirleyici unsurları arasında yer almaktadır. Çünkü iş kazaları ve mes- lek hastalıkları sonuçları itibariyle insan hayatını ve sağlığını tehdit etmesinin yanı sıra işletmeleri de ağır faturalara mahkûm etmektedir. İş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu gerek maddi ve gerekse manevi kayıplar, gelişmekte olan ülkelerin kalkınma çabaları önünde önemli bir engel teşkil etmektedir. Ödenmesi gereken fatura ise bu ülkelerin GSMH’nin önemli bir bölümünü teşkil etmektedir.Bazı kaynaklarca, endüstrileşmiş ülkelerde iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin, bu ülkelerin Gayrı Safi Milli Hâsılaları’nın yüzde 1‘i ila yüzde 3‘ü oranında değiştiği belirtilmektedir. Ülkemizde ise en iyimser yaklaşımla, iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin yılda 4 milyar TL olduğu tahmin edilmektedir. Bu rakamların yanında yaşanılan manevi kayıpların hiçbir değerle ölçülemeyeceğini de belirtmek gerekir. İş sağlığı ve güvenliği konusunda son yıllarda ülkemizde meydana gelen olum- lu gelişmeleri ve değişimleri hep birlikte takip ediyor; Mimar ve Mühendisler Grubu olarak görüş ve önerilerimizi her platformda ilgili makamlarla paylaşıyoruz. Bu gayretin bir yansıması olarak yoğun iş tempomuza bir ara vererek iş güvenliği konusuna dikkat çekmek istedik. Bu sayımızda dosya içeriğinde ilginizi çekecek makaleler bulacaksınız. Hepimizi ilgilendiren iş güvenliği konusunun tüm taraflarca tartışılması, değerli akademisyenlerimizin, sektör oyuncularımızın, yöneticilerimizin, sendikalarımızın ve ilgili kamu kurumlarının katkılarıyla bu konuda önemli gelişmeler sağlanması en büyük arzumuzdur. İşletmelerde, üretimde, kar oranları, maliyetler, hizmetin zamanında ulaştırılması mutlaka önemli; ama daha önemli bir husus var ki o da insan hayatı... Lütfen, sağlıklı ve emniyetli bir iş ortamında çalışmak ve de bizden hizmet bekleyen insanlara karşı sorumluluklarımızı yerine getirebilmek için ÖNCE EMNİYET diyelim… TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 31 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik; “ İŞ GÜVENLİĞİ YASALARLA DEĞİL, GÜVENLİK KÜLTÜRÜ İLE GELİŞİR” İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ÖNLEMLERİNİN ALINMASI İÇİN MEVZUAT BAKIMINDAN BİR EKSİKLİĞİMİZİN BULUNMADIĞINI BELİRTEN ÇALIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK BAKANI FARUK ÇELİK, “BU KONUDAKİ ASIL PROBLEM MEVZUAT HÜKÜMLERİNİN İŞLETMELERCE YETERİNCE YERİNE GETİRİLMİYOR OLMASIDIR” DEDİ. BU SIKINTININ EN ÖNEMLİ NEDENİNİN GÜVENLİK KÜLTÜRÜNÜN ÜLKEMİZDE YETERLİ DÜZEYDE OLMAMASI OLDUĞUNU SÖYLEYEN BAKAN ÇELİK, “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ BİR ÜLKENİN GELİŞMİŞLİK DÜZEYİ, SOSYAL YAPISI, SAĞLIK SİSTEMİ SANAYİLEŞME DURUMU, EĞİTİM SİSTEMİ VE DÜZEYİ GİBİ PEK ÇOK FAKTÖRLE DOĞRUDAN İLİŞKİLİDİR. DOLAYISI İLE İLGİLİ BÜTÜN TARAFLARIN ORTAK SORUMLULUĞUDUR” DEDİ. BAKAN FARUK ÇELİK İLE İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANININ ÜLKEMİZDEKİ DURUMUNU VE YAPILMASI GEREKENLERİ KONUŞTUK. SÖYLEŞİ: YILMAZ ADA İş güvenliği bilincini neden hala insanların bilincine yerleştiremedik? Bakanlığımız, AB müktesebatının uyumlaştırılması sürecinde Ulusal Programda yer alan taahhütleri büyük bir gayretle yerine getirmiş ve mevzuat alt yapısını oluşturmuştur. Bu çalışmalarla iş sağlığı ve güvenliği konusunda; koruyucu ve önleyici yaklaşımı esas alan, çalışma koşullarının sürekli iyileştirilmesi, çalışanların işyerinde yürütülen iş sağlığı ve güvenliği faaliyetlerine katılımı, çalışanların işyerinde karşılaşılabilecekleri riskler konusunda bilgilendirilmesi ve eğitimi gibi unsurları ön plana çıkaran çağdaş düzenlemeler hayata geçirilmiştir. Fakat yıllardır uluslararası ve ulusal düzeyde yürütülen çalışmalara rağmen, iş sağlığı ve güvenliği konusunda ne yazık ki istenen düzeye gelinememiş olup istatistikler de bu durumu doğrulamaktadır. Son 5 yıllık istatistiklere bakıldığında 2005 yılına göre 2009 yılında; işyeri sayısında yüzde 29, çalışan sayısında ise yüzde 31’lik bir artış meydana gelmiş yani iş gücü piyasasında büyüme sağlanmıştır. Yine aynı yıllarda 100 bin işçide iş kazası oranında yüzde 33, ölümlü iş kazası oranında yüzde 17 ve iş günü kayıplarında ise yüzde 11.6 azalma izlenmektedir İstatistiklerde görülen bu iyileşmeye rağmen verdiğimiz rakamlardan da anlaşılacağı üzere iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu maddi ve manevi kayıplar, ülke ekonomisi açısından fevkalade önemli boyutlara ulaşmaktadır. Bunun 32 M‹MAR VE MÜHEND‹S en önemli nedeni toplumda bu konuda duyarlılığın ve bilincin yerleşmemiş olması ve bana bir şey olmaz felsefesinin ne yazık ki devam ediyor olmasıdır. Ancak biz sağlıklı ve güvenli çalışma şartlarının sağlanması, devamlılığı, iş kalitesinin artırılması ve bunlara bağlı olarak iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesinin sadece yasal düzenlemelerle mümkün olmadığı, konunun hepimizin ortak sorumluluğu olduğu ve tüm toplumda güvenlik kültürünün oluşturulması ile başarılabileceği yaklaşımını esas almaktayız. Nitekim kuralcı yaklaşımdan ziyade iyileştirici ve geliştirici bir yaklaşımın benimsenmesi, mevzuatın uyulması gereken bir zorunluluk olarak algılanması yerine sağlık ve güvenliğimizi destekleyici bir araç olarak görülmesi durumunda İSG konusunda sürekli iyileşme ve gelişme sağlanabileceğini vurgulamak isterim. Gelecekte İSG konusunda ileri seviyelere yükselmemiz için neler yapmayı planlıyorsunuz? İş kazası ve meslek hastalıklarının önlenmesinde iş sağlığı ve güvenliği kültürünün gelişmesi ve farkındalığın ortaya çıkartılması önemli bir etkendir. Fakat yetişkin insanlarda belli alışkanlıkları değiştirmek çok zor. Bunun için konuya küçük yaşlardan başlayarak eğilmek gerekiyor. Bunun için de eğitim öne çıkmaktadır. Hatta okul öncesinden başlayarak ilköğretim, lise ve üniversitede verilecek iş sağlığı ve güvenliği eğitimleri iş sağlığı ve güvenliği kültürünün gelişmesine büyük katkıda bulunacaktır. Okul öncesinden başlayarak ilköğretimlere verilecek iş sağlığı ve güvenliği eğitimlerinin önemine olan inancımız ile öğrencilerin iş sağlığı ve güvenliği hakkında genel bir fikir edinmelerini sağlamak, kendisinin ve ailesinin yaşantılarında sıklıkla karşılaştıkları sağlık ve güvenlik konuları ile ilgili olarak bilinçlendirmek ve farkındalıklarını arttırmak amacıyla ikisi ilköğretim dördüncü sınıf öğrencilerine, biri ilköğretim altıncı sınıf öğrencilerine, biri ise okul öncesi 6 yaş grubuna yönelik İSG eğitimleri düzenlenmiştir. Ayrıca ülkemizdeki, 3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu kapsamında yer alan, mesleki okullarda eğitim gören gençlerimizin ve eğiticilerinin iş sağlığı ve güvenliği kavramının önemi hakkında bilinçlendirilmesi, geleceğin çalışanlarında bugünden güvenli yaşam bilincinin oluşturulmasına yönelik 2006 ve 2009 yılında protokol çalışmaları yürütülmüştür. Bu kapsamda 2006 yılında 10 ilde meslek liselerine yönelik seminerler düzenlenmiş ve yaklaşık 4000 öğrenciye ulaşılmıştır. 2009 yılındaki protokol kapsamında ise öncelikle MEB tarafından düzenlenen “Yönetim Seminerleri” programı çerçevesinde 8 ilde toplam 741 okul yöneticisine bu konuda eğitim verilmiştir. Daha sonraki aşamada ise en riskli sektörlerimizde istihdam edilmek üzere eleman yetiştiren iki okul pilot okul olarak seçilmiş ve bu okullardaki atölye ve meslek dersi öğretmenlerine İSG konularını ihtiva eden eğiticilerin eğitimi programı uygulanmıştır. Protokol kapsamında bir İSG rehberi oluşturulmuş ve meslek liselerine yaygınlaştırma çalışmaları başlatılmıştır. Türkiye’deki iş kazaları oranının azaltılması konusunda neler yapmayı planlıyorsunuz? Çalışma hayatı ile ilgili mevzuatın uygulanmasının devlet tarafından denetlenmesi, teftişi ve izlenmesi İş Teftiş Kurulu Başkanlığı tarafından yerine getirilmektedir. İş teftişinin ana amacı çalışanları korumaya yardımcı olmak, çalışma hayatı ile ilgili mevzuatın uygulanıp uygulanmadığını izlemek ve denetlemektir. İş Teftiş Kurulu Başkanlığı, mevzuatın kendisine yüklediği görevleri yerine getirirken kurumsal kapasitesi - iş müfettişlerinin farklı branşlardan olması, nitelikli, alanında uzmanlaşmış ve deneyimli personelin varlığı - ile gerek iş sağlığı ve güvenliği alanında, gerekse çalışma koşullarının işçiler açısından iyileştirilmesi konularında sosyal taraflar arasında köprü vazifesi görerek çalışma barışına katkıda bulunmaktadır. İş Teftiş Kurulu Başkanlığı aynı zamanda, çalışma hayatıyla ilgili işverenlerin, işçilerin ve diğer ilgililerin bilinçlerinin İş kazaları ve meslek hastalıklarına bağlı insani ve ekonomik kayıpları azaltmanın yolu, tarafların üzerine düşenleri eksiksiz olarak yerine getirmesi ve toplumda güvenlik kültürünü oluşturulması ile mümkün olacaktır. artırılması ve çalışma hayatının getirdiği karşılıklı yükümlülüklerin yerine getirilmesi için yardımcı olmaktadır. Bir ülke için müfettiş sayısı tespit edilirken dikkate alınacak hususlar şunlardır: -Teftiş kapsamındaki işyeri sayısı -Teftiş kapsamındaki çalışan sayısı -Teftiş kapsamındaki işyerlerinin özellikleri (ülkenin genel ekonomik yapısı, işyeri büyüklükleri, ağırlıklı sektörler) -Teftiş konuları (iş sağlığı ve güvenliği, iş ilişkileri, iş psikolojisi, vb.) -İş teftiş biriminin diğer görevleri -Uygulanması denetlenen mevzuatın genişliği ve derinliği, Önlemenin, ödemekten daha insanî ve daha ekonomik olduğu, çalışma barışının sağlanmasının toplumların gelişmelerine ve sosyal refahlarının artmasına olan etkilerinin önemi gerçeğinden hareketle, işyeri çalışma ortamı ve şartlarından kaynaklanan; - Mesleki risklerin önlenmesine, - Sağlık ve güvenliğin korunmasına, - Risk ve kaza faktörlerinin ortadan kaldırılmasına, - İş ilişkilerinin iyileştirilmesine, - İş sağlığı ve güvenliği ile iş ilişkileri konusunda işveren ve işçilerin bilgilendirilmesine, - Yaş, cinsiyet ve özel durumları sebebi ile özel olarak korunması gereken kişilerin korunması ve çalışma şartlarının iyileştirilmesine, - Güvenlik kültürü ve sosyal sorumluluk konusunda bilinç oluşturulmasına, katkı sağlamanın en önemli unsuru klasik teftiş anlayışından uzaklaşmaktır. Bu nedenledir ki iş müfettişleri işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili hükümlerin uygulanmasını sağlamaya yönelik olarak, işverenleri gerekli önlemleri almaya özendirmekte ve yol göstermektedir. Ülkemizde iş kazalarının; -AB ve ILO normları doğrultusunda ve dünya standartları seviyesinde olan İş sağlığı ve güvenliği milli mevzuatımızda, kapsam yetersizliği, sistem yaklaşımı ve önleyici-koruyucu anlayış konularındaki düzenlemelerin tamamlanmasıyla, -İşverenler ve kuruluşları; mevzuatı anlama ve uygulama konusunda ilgili kamu kuruluşları ile işbirliği ve yardımlaşma içinde üzerine düşeni yapmakla, TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 33 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ amacıyla çalışmalarımıza hız verilmiştir. Genişleyen iş sağlığı ve güvenliği kavramı içinde; iş sağlığı ve güvenliği önlemleri sadece üretim tesislerinde çalışanlar için değil tüm çalışanlar için gereklidir. Bu nedenle hazırlanan Yasa Tasarısının getireceği en önemli yenilik tüm çalışanları kapsam altına alacak olmasıdır. Kanun ile getirilecek diğer yenilikler ise çalışan tanımının getirilmesi, iş güvenliği uzmanı tanımı yapılması, risk değerlendirmesi tanımı yapılması, çalışma ortamı ile ilgili faktörlerin etkilerini kapsayan genel bir önleme politikasının geliştirilmesi, İSG ile ilgili hizmetlerin işyerinde bu görevleri yürütebilecek personel bulunmaması halinde, dışarıdan, aynı nitelikteki yeterlik belgesi olan uzman kişi veya kuruluşlardan alınabileceği şeklinde sıralanabilir. -Çalışanlar ve teşkilatları mevzuatla kazandıkları haklar ve yükümlülükler ile ilgili konularında kendilerinden bekleneni vermeye çalışmakla, gelişmiş ülkeler seviyesine gelinebileceği düşünülmektedir. Kısaca iş kazaları ve meslek hastalıklarına bağlı insani ve ekonomik kayıpları azaltmanın yolu, tarafların üzerine düşenleri eksiksiz olarak yerine getirmesi ve toplumda güvenlik kültürünü oluşturulması ile mümkün olacaktır. Sonuç olarak, ülkemizdeki iş kazası sayısının azaltılmasının, “İş Teftiş Kurulu Başkanlığı’nın iş müfettişi ve teftiş sayısını artırmakla” sağlanamayacağı açıktır. Bu sorunun çözülebilmesi için toplumun çalışma hayatında yer alan bütün aktörlerinin birlikte uyum içinde çalışması ile sağlanabileceği düşünülmektedir. Mevzuatın sorunlu olduğu bir yapıda, sağlıklı bir uygulama ve etkin bir iş denetiminin sağlanmasından bahsetmek zordur. Bununla ilgili stratejiniz nelerdir? Özellikle iş sağlığı ve güvenliği alanında mevzuatta dağınıklık ve karışıklık olduğu ya da mevzuatın sorunlu olduğu söyleminize katılmadığımı ifade etmek isterim. Aksine iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin alınması için mevzuat bakımından bir eksikliğimiz bulunmuyor. Bu konudaki asıl problem mevzuat hükümlerinin işletmelerce yeterince yerine getirilmiyor olmasıdır. Bu sıkıntının en önemli nedeni ise sıklıkla bahsettiğimiz gibi güvenlik kültürünün ülkemizde yeterli düzeyde 34 M‹MAR VE MÜHEND‹S olmamasıdır. Bakanlığımız sadece mevzuatın hazırlanması değil onun uygulanmasını kolaylaştırmak ve desteklemek, işletmeler ve toplumsal düzeyde bilinçlendirmeyi sağlamak amacıyla birçok faaliyeti ülke çapında yürütmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu çalışmalarımızın başarıya ulaşması için çalışma hayatının asıl aktörleri olan işveren ve işçiler başta olmak üzere diğer ilgili paydaşlarımızın desteği ve katılımı ile iş kazaları ve meslek hastalıklarının önüne geçilmesi mümkün olacaktır. İSG Kanunu çalışmaları hangi aşamada ve neler getirecek? Özellikle taşeronlaşmada, iş güvenliği konusunda ne tür düzenlemeler gelecek? AB’nin 89/391/EEC sayılı Çerçeve Direktifi ile ILO’nun 155 ve 161 sayılı Sözleşmelerinin gereğini karşılayacak bir yasal yapının oluşturulabilmesi için İş Sağlığı ve Güvenliği Kanun Taslağının hazırlanmasına yönelik çalışmalar 2005 yılında başlatılmıştır. İSG Kanunu ile birlikte mevcut iş sağlığı ve güvenliği hizmetlerinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılması, işyerlerinde risk değerlendirmesi, bilgilendirme, danışma ve katılımı esas alan bütünsel bir yasal yapı oluşturulması iş sağlığı ve güvenliği için adımlardan en önemlisi olacaktır. Bu çözüm doğrultusunda Yasa Tasarısı hazırlanmış ve Başbakanlığa gönderilmiştir. Ancak Taslağın yasalaşma sürecindeki gecikme ve değişen şartlar dikkate alınarak yeniden ele alınması ihtiyacı oluşmuş ve Kanunun en kısa sürede yayınlanması Kazaların çokça yaşandığı inşaat ve maden sektörleri gibi. alanlarda İSG ihmallerinin azaltmaya yönelik Bakanlığınızın stratejisi nedir, nasıl yaptırımlar planlanıyor? Sizin de bahsettiğiniz gibi özellikle iş kazalarının sıklıkla meydana geldiği sektörler başta olmak üzere pek çok sektöre ya da çalışma alanına yönelik mevzuat yayınlanmış ve uygulanmaktadır. Bu mevzuattan da göreceğiniz gibi işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliği yönünden her türlü tedbiri almak işverenlerin sorumluluğundadır. Biz de Bakanlık olarak iş sağlığı ve güvenliği alanındaki mevzuatı hazırlarız, mevzuat doğrultusunda alınan tedbirlerin uygulanmasını izleriz ve denetim yaparız. Mevzuat incelendiğinde uluslararası standardlara uygun, çağdaş bir yaklaşımın esas alındığı görülecektir. Ancak, sağlıklı ve güvenli çalışma şartlarının sağlanması, devamlılığı, iş kalitesinin artırılması ve bunlara bağlı olarak iş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesi sadece yasal düzenlemelerle mümkün değildir. Mevzuat sağlık ve güvenliğimizi destekleyici bir araçtır. Bakanlık olarak; sağlık ve güvenlik bilincinin oluşmasının bugünden yarına oluşabilecek bir durum olmayıp, çalışma hayatının temel aktörlerinin birlikte hareket edeceği uzun erimli çabalar gerektirdiğinin bilincindeyiz. Bu nedenle önemli bir kısmı önlenebilir olan iş kazalarının daha da azaltılması amacıyla Bakanlığımız tarafından yürütülen çalışmalar aralıksız devam edecektir. ILO tarafından iş sağlığı ve güvenliği konusunda kabul edilen 20 sözleşmenin 6’sını imzalayan Türkiye diğer anlaşmalar ne zaman imzalayacak ve bu sözleşmeleri imzalamanın ülkemize neler kazandıracağı veya ne tür yükümlülüklere gireceğinden bahseder misiniz? 2006 yılında yürürlüğe girmiş olan Uluslararası Çalışma Örgütü’nün C187 “İş Sağlığı ve Güvenliğini Geliştirme Çerçeve Sözleşmesi” 1981 yılında yürürlüğe giren ve sonrasında ülkemiz tarafından onaylanan “İş Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamı Hakkında 155 Sayılı Sözleşmesi’ne müteakip çıkarılmış, bu sözleşmenin ana hatlarını belirleyen Çerçeve Sözleşme’dir. 14 maddelik Çerçeve Sözleşmenin özünü oluşturan ilk 5 Maddesi birebir irdelendiğinde; ülkemizin İş Sağlığı ve Güvenliği alanında gerek AB Müktesebatının uyumlaştırılması gerekse taraf olduğu ilgili ILO Sözleşmeleri kapsamında yürüttüğü çalışmalarla örtüştüğü, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün işleyişinde esas aldığı ve Sözleşmede sürekli vurgulanan Devlet-İşçi-İşveren işbirliğinin, mevcut faaliyetlerimizin her safhasında yer aldığı görülmektedir. İşverenlere, çalışanlara, kişisel koruyucu malzeme piyasasına ve İSG konularında hizmet veren özel sektör kuruluşlarına ne tür düzenleme ve yaptırımlar planlanmaktadır? Bakanlığımız sorumluluk alanında kişisel koruyucu donanımlarla ilgili iki düzenleme bulunmaktadır. İlki 4857 sayılı İş Kanunun 78.nci maddesi gereği çıkarılan” Kişisel Koruyucu Donanımların İşyerlerinde Kullanılması Hakkında Yönetmelik (89/656/EEC) ile Gümrük Birliği anlaşması gereği uyumlaştırılması gereken mevzuattan olan ve malların serbest dolaşımını düzenleyen Kişisel Koruyucu Donanım Yönetmeliği (89/686/ EEC)’dir. Ürünlere CE uygunluk işaretinin iliştirilmesi ve kullanılmasına dair genel hükümler kişisel koruyucu donanım mevzuatında yer almaktadır. Koordinasyonu sağlayan DTM tarafından yayımlanan 4703 sayılı Ürünlere İlişkin Teknik Mevzuat’ın Hazırlanması ve Uygulanmasına Dair Çerçeve Kanun, esas itibarıyla piyasaya sadece teknik düzenlemesine uygun ve güvenli ürünlerin arz edilebilmesi için yetkili kuruluşların, imalatçıların ve uygunluk değerlendirme kuruluşlarının görevlerini belirlemektedir. Bakanlığımız sadece mevzuatın hazırlanması değil onun uygulanmasını kolaylaştırmak ve desteklemek, işletmeler ve toplumsal düzeyde bilinçlendirmeyi sağlamak amacıyla birçok faaliyeti ülke çapında yürütmektedir. Ancak unutulmamalıdır ki bu çalışmalarımızın başarıya ulaşması için çalışma hayatının asıl aktörleri olan işveren ve işçiler başta olmak üzere diğer ilgili paydaşlarımızın desteği ve katılımı ile iş kazaları ve meslek hastalıklarının önüne geçilmesi mümkün olacaktır. Bakanlığımızın PGD elemanlarınca kişisel koruyucu donanımların piyasa gözetimi ve denetimi faaliyetlerinin sürdürülmesine devam edilecektir. Uygulanan ya da uygulanacak yaptırımlar ilgili mevzuatta belirtilmiştir. Eylül ayında yapılacak olan 19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği kongresi, katılacak ülkeler ve ülkemiz için ne gibi kazanımlar sağlayacak? 11 – 15 Eylül 2011 tarihleri arasında yapılacak kongre ve beraberinde açılacak olan fuar; ülkemizde 56 yıl sonra ilk kez yapılmaktadır. 1955 yılında başlayan Dünya Kongresi bugüne kadar 18 farklı ülkede yapılmış olup ülkemizde ve yakın coğrafyamızda hiç yapılmamıştır. Kongrenin hangi ülkede yapılacağı Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Uluslararası Sosyal Güvenlik Kuruluşları Birliği (ISSA) tarafından belirlenmektedir. Kongre kapsamında 67 adet farklı konuda teknik oturum tertip edilmektedir. Bu teknik oturumlar, Avustralya, Japonya, Güney Kore, Finlandiya, Avusturya, Almanya, İspanya, İngiltere, İtalya ve İsviçre gibi gelişmiş ülkelerden iş sağlığı ve güvenliği alanında çalışan 14 uluslararası ve ülkemizdeki 11 farklı organizasyon tarafından gerçekleştirilecektir. Kongre ve fuar sayesinde iş sağlığı ve güvenliği alanında söz sahibi uluslararası uzmanlar, kurum ve kuruluşlar ülkemize gelerek bilgi paylaşımı, iyi uygulamaların aktarılması, yeni ürün ve hizmetlerin sunulması için bir zemin oluşturacaklardır. Kongrenin ana parolası “Sağlıklı ve Güvenli Bir Gelecek İçin Küresel Güvenlik Kültürünü Oluşturalım” olarak belirlenmiştir. Kongre parolasına bağlı olarak iş sağlığı ve güvenliği alanında gündemdeki temel sorunları kapsayacak şekilde tespit edilen “Kongre Ana Konu Başlıkları” aşağıda verilmiştir: •İş Sağlığı ve Güvenliğine Kapsamlı, Planlı ve Önleyici Yaklaşımlar, •İş Sağlığı ve Güvenliğine Sistem Yaklaşımı, •İş Sağlığı ve Güvenliğinde Sosyal Diyalog, Ortaklıklar ve Yenilikler, •Küresel Ekonomi ve Değişen İş Dünyasında Ortaya Çıkan Yeni Güçlükler. Kongrede diğer dillerden Türkçeye simultane tercüme imkanı sağlanacak olup yabancı dil az bilen veya bilmeyen diğer ülkemiz katılımcıları için de bu kongreden yararlanma imkanı olacaktır. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 35 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE TÜRKİYE’DE İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİ’NİN DURUMU ÇÖZÜM ÖNERİLERİ GÜNÜMÜZDE TÜM SEKTÖRLERDE İŞ HIZI GEÇMİŞE NAZARAN SON DERECE ARTMIŞTIR. İŞ BİTİRME HIZINDAKİ BU ARTIŞ SEKTÖRLERDEKİ MAKİNELEŞME ORANI İLE DOĞRU ORANTILI OLARAK HAREKET ETMEKTEDİR. MAKİNELERİN KATKISI İLE OLAN İŞ HIZINDAKİ VE VERİMİNDEKİ BU ARTIŞ, İŞVERENİN TERCİHLERİNİ MAKİNELEŞME LEHİNE DEĞİŞTİRMEKTEDİR. İŞ HAYATINDA MAKİNELEŞME ORANININ ARTIŞI DA İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ AÇISINDAN BİR TAKIM TEHLİKELERİ DE BERABERİNDE GETİRMEKTEDİR. ZİRA ÖZELLİKLE AĞIR SANAYİLERDE KULLANILAN MAKİNELER DEVASA BOYUTLARDA OLABİLMEKTE VE YAPILAN BİR HATA CİDDİ YARALANMA VEYA ÖLÜMLE SONUÇLANABİLMEKTEDİR. Yasin KARAGÖZ, Gemi İnşaa Müh. Sunullah DOĞMUŞ Makine Müh. TÜRKİYE’DEKI İŞ KAZALARINA GENEL BIR BAKIŞ İş kazası kökenli ölümleri, kaza anında meydana gelen ve meslek hastalığı sonucu meydana gelen olmak üzere 2 sınıfa ayırmak mümkündür. Resmi kayıtlara göre ülkemizde meslek hastalığı kökenli ölümler son derece az olmakla beraber son yıllarda sıfıra yakın bir düzeye inmiştir. Buna karşın kaza anında oluşan ölümlerin miktarında ciddi bir değişim görülmemektedir. İş kazalarının sıklığı sektörün ağırlığı ve makine kullanımı ile paralellik göstermektedir. Mesela Türkiye’deki lokomotif sektörlerden biri olan inşaat sektöründe meydana gelen yapı makineleri kökenli kazalar tüm iş kazalarının yüzde 11’i kadardır. Bunun yanında TÜİK’in 2007 yılında yaptığı bir araştırmaya göre 2006-2007 yılları arasında meydana gelen iş kazalarının yüzde 10,1’lik bir kısmı madencilik ve taşocakçılığı sektörlerinde meydana gelmiştir. Hâl böyle iken kaza anında ölüm oranını asgari düzeye çekmek için iş makineleri kökenli kazaları azaltmaya yönelik ciddi bir çalışmaya girilmediği Grafik 1’den de anlaşılmaktadır. İŞ KAZALARINI ÖNLEMEYE YÖNELİK TEDBİRLER Ülkemizde iş kazalarını önlemeye yönelik ciddi tedbirler alınması gerekmektedir. Bu tedbirlerin ilki ve en önemlisi insanların iş sağlığı ve güvenliği bilinci kazanmalarıdır. Öncelikle işçiler ile direkt bağlantı içinde olup onlarla mesai harcayan mühendislerin bu konuda bilinç sahibi olması gerekir. Mühendislerde bu bilinç olmadan işçilere bilinç aşılanması mümkün değildir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği bilin- 36 M‹MAR VE MÜHEND‹S cinin aşılanması için mühendisler ve işçiler periyodik olarak eğitimlere tâbi tutulmalıdır. Bundan sonra dikkat edilmesi gereken bir diğer husus ise makinelerin yalnızca lisanslı operatörler tarafından kullanılmasının sağlanması ve makinelerin sürekli bakıma tâbi tulmasıdır. Türkiye’de birçok kurum çeşitli iş makineleri için operatör eğitimi vermektedir. Bu kurumlardan eğitim alan lisanslı operatörlerin istihtam edilmesi kaza ihtimalini asgari düzeye çekebilmek için son derece önemlidir. Bunun yanında her iş kazası insan kaynaklı değildir, makine kaynaklı kazalar da azımsanmayacak derecededir. Dolayısıyla makinelerin bakım onarımının belirli periyotlarda yetkili servislere yaptırılması da son derece önemlidir. Bunların sağlanması için tüm dünyadaki tecrübelerin birleştirilmesi sonucu oluşmuş (OHSAS 18001 gibi) bazı standartlar mevcuttur. Bu standartların mevzuatla uyumlu olarak etkin bir şekilde uygulandığı İsveç, İngiltere ve A.B.D gibi gelişmiş ülkelerde iş kazaları diğer ülkelere nazaran daha düşük seviyelerdedir. İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KÜLTÜRÜ VE TOPLUMSAL KALKINMA Birçok alanda olduğu gibi İSG konusunda da Ülkemizin durumu hakkında karamsar bir tablo çizmek mümkün; ancak umut veren örnekler de yok değil. Örneğin yabancı ortaklı şirketlerde çalışan işçilerimizin, kurulu sisteme ayak uydurmada, İSG Yönetim Sistemi’nin gereklerini yerine getirmede hiç de zorlanmadıkları çeşitli platformlarda dile getirilmektedir. Daha genel bir örnek olarak, yurt dışında çalışan insanlarımız çalıştıkları ülkelerde genelde kurallara uyarken maalesef bazıları ülkemize giriş yaptıktan sonra bu tutumlarından uzaklaşarak tam tersi davranış göstermeleri verilebilir. Ki sınır kapılarımızda bunun bariz örneklerini görmek mümkün; öncesinde çevreye bir şey atılmazken sınır kapımız geçildikten sonra her türlü çöp yol kenarlarına atılmaktadır. Bu örneklerden de anlaşılacağı üzere etkin bir sistem oluşturulabilirse insanımız bu sistemlere ayak uyduracak, arzu edilen gelişmişlik seviyesine ulaşılacaktır. Yapılan yasal düzenlemeler umut verici fakat yeterli değil, sıkı denetimlerle uygulamalar takip edilmelidir. İSG konusunda toplumsal bir kültür devrimi sağlanması gerekiyor. İSG sonuçları itibariyle sadece çalışan işçileri ilgilendiren bir konu değildir, toplumun tüm kesimini ilgilendirir. Dolayısıyla İSG sorunlarının çözümü için sadece işçilere yönelik faaliyetler yeterli olmayacaktır. Güvenli davranış kültürü toplumun her kesimince benimsenmesi ve çocukluktan itibaren ailede temelleri atılması; devamında anaokulunda, ilk ve orta öğrenimde işlenerek pekiştirilmesi gereken bir davranış biçimidir. Bu noktada bazılarımız okullarda İSG dersi okutulsun diye düşünebilir ki hali hazırda meslek liselerinde İSG dersi okutulduğunu ama yetersiz olduğunu söyleyebiliriz. Sadece okullarda İSG dersi okutmak güvenli davranış kültürü oluşturma beklentimizi karşılamayacaktır. Hatta meslek liseleri haricinde diğer ilk ve orta öğretimlerde İSG dersi itici bile gelebilir. Bunun yerine ana derslerde çocuklarımızın bilinçaltına hitap edecek şekilde İSG konusu işlenebilir. Bu konuda pedagoglarımızdan destek alınabilir. İSG konusunda toplumsal bir kültür devrimi sağlanmasında medya desteğinin katalizör etkisi olacaktır. Şöyle ki yabancı filmlerin ekseriyetinde filmin kahramanlarını, riskli bir iş yaparken mutlaka işin gerektirdiği kişisel koruyucuları kullanıyor olarak görüyoruz; hatta çizgi filmlerde dahi… Tüm bunlar insanların özellikle de çocukların bilinçaltına hitap eden ve saatlerce hatta günlerce verilecek eğitimlerden daha etkili sonuç alınacak önemli mesajlardır. Bu manada bizim medyamıza yapımcılara önemli sorumluluklar düşmektedir. Filmlerde güvenli davranış konusunu mutlaka senaryolarında gözetilmelidir. Ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği konusunda bilinç seviyesini yükseltmek için atılacak en önemli adım üniversitelerimizde bu konuya ağırlık verilmesi olacaktır. Zira piyasada, özellikle de sahada çalışan mühendislerin çok büyük bir kısmı yalnızca lisans mezunudur. Bu mühendislere iş sağlığı ve güvenliği konusunda bilinç kazandıracak en önemli kurumlar da üniversitelerdir. Ancak maalesef ülkemizde üniversitelerin bu konuya gereken önemi henüz vermediği ortadadır. İstanbul Teknik Üniversitesi bünyesinde inşaat sektörü üzerine yapılan bir araştırmaya göre üniversitelerin konu ile ilgili lisans düzeyindeki müfredatları, ders sayısı ve ders içeriği incelenip bir tasnif yapıldığında araştırmaya konu olan 38 üniversitenin yalnızca 6 tanesinin yeterli, 19 tanesinin kısmen yeterli ve 13 tanesinin de yetersiz seviyede olduğu görülmüştür. Çalışmaya göre içeriğinde sahada can güvenliği açısından en önemli dersler olan inşaat makineleri ve iş sağlığı ve güvenliği derslerinin bir bütün olarak hak ettikleri değeri 6 üniversite hariç hiçbir üniversitede göremedikleri tespit edilmiştir. Üstelik özellikle iş sağlığı ve güvenliği dersini müfredatında bulunduran üniversitelerin de bunu seçmeli ders statüsünde bulundurması bu kadar önemli bir konunun ülkemizde Ülkemizde iş kazalarını önlemeye yönelik ciddi tedbirler alınması gerekmektedir. Bu tedbirlerin ilki ve en önemlisi insanların iş sağlığı ve güvenliği bilinci kazanmalarıdır. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 37 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ Filmlerde güvenli davranış konusunu mutlaka senaryolarında gözetmelidirler. Ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği konusunda bilinç seviyesini yükseltmek için atılacak en önemli adım üniversitelerimizde bu konuya ağırlık verilmesi olacaktır. 38 M‹MAR VE MÜHEND‹S üniversite düzeyinde bile gereken ilgiden ne kadar uzak olduğunun bir göstergesidir. Diğer yandan toplumsal kalkınma ancak toplumsal gelişimle sağlanabilir. Grigory Petrov Beyaz Zambaklar Ülkesinde isimli eserinde Finlandiya örneğinde, bir milletin tüm imkânsızlıklara ve elverişsiz doğa koşullarına rağmen, bir avuç aydının önderliğinde; askerlerden din adamlarına, profesörlerden öğretmenlere, doktorlardan işadamlarına, üreticiden subaylara kadar her meslekten insanın halkla omuz omuza bir dayanışma sergileyerek ülkelerini geri kalmışlıktan kurtarmak için nasıl büyük bir uygarlık mücadelesi verdiklerini, tüm insanlığa örnek olacak bir şekilde gözler önüne sermektedir. Kitapta anlatılan mücadele örneği genel olarak ülkemizin içinde bulunduğu gelişim sürecinde halk gücüyle kalkınmasına ve toplumsal dayanışma ruhuna vesile olması açısından çok önem taşımaktadır. Özel olarak da çalışma hayatında yaşanan olumsuzluklara, kalite, iş sağlığı ve güvenliği sorunları karşısında karamsarlığa kapılan gönüllere ilham kaynağı olacaktır. İŞVEREN VE İŞVEREN VEKİLİNİN HUKUKİ SORUMLULUKLARI İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusu tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemi gittikçe artan bir konudur ve bu konuda yasal düzenlemeler de mevcuttur. Türkiye, sosyal bir devlet olduğu için mevzuatındaki yasal düzenlemeler işçi lehinedir. 4857 sayılı İş Kanunu’nun özellikle 77. maddesine göre işverenin üç tane yükümlülüğü çok açık ve net bir şekilde belirtilmiştir: İlk olarak işveren; işçinin sağlığı ve güvenliğini muhafaza etmek için her türlü önlemi almak, araç-gereçleri eksiksiz bulundurmak zorundadır. İkinci olarak alınan önlemlerin uygulanıp uygulanmadığını ve işçilerin bu önlemlere uyup uymadığını sürekli denetlemekle yükümlüdür. Üçüncü olarak ise işçilere sosyal haklarını öğretmek, iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili eğitimler vermek ve iş yerindeki tehlikeler konusunda onları bilgilendirmekle yükümlüdür. Yine İş Kanunu’nda geçen işveren vekili ifadesi “İşveren adına hareket eden ve işin, işyerinin ve işletmenin yönetiminde görev alan kimseler” olarak tanımlanmaktadır. Yürürlükten kaldırılmış olan 1475 sayılı İş Kanunu’nda tüm sorumluluk işverene ait iken 4857 sayılı İş Kanunu’nda bir sorumluluk paylaşımı vardır. Dolayısıyla iş sağlığı ve güvenliği konusu hukuki açıdan hem işvereni hem de işveren vekilini direkt olarak ilgilendiren çok önemli bir husustur. SONUÇ İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusuna olan yaklaşım en başta, insana verilen değerin bir göstergesidir. Bunun yanında ülkenin iş gücü ve ekonomik gücünü etkileyen son derece önemli bir konudur. Gelişmiş ülkelerde iş kazası oranının gelişmemiş ülkelere nazaran daha düşük seviyede olması da bunun bir göstergesidir. Ülkemizde iş sağlığı ve güvenliği konusu hak ettiği seviyeye gelme yolunda hızla ilerlemektedir. Burada sorumlulara düşen bugün birçok müessesede olduğu gibi konuyu formalite gereği yüzeysel olarak ele almak değil işin insani boyutunu ön planda tutarak hukuki boyutunu da akıldan çıkarmayarak üzerine düşeni yapmaktır. Eğer iş sağlığı ve güvenliği konusunda sorumlular gerekli bilinç seviyesine ulaşırsa iş kazalarını asgari düzeye çekmek mümkün olabilecektir. Bu da ülkemizin hem maddi hem de manevi açıdan bir kazancı olacaktır. DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANI YENİDEN DÜZENLENMELİ BİLİM, TEKNOLOJİ, KALKINMA VE SANAYİLEŞME SÜREÇLERİNDEKİ OLUMLU GELİŞMELERİN DE İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞI SÜREÇLERİNE AYNEN YANSIMASI GEREKMEKTEDİR. AVRUPA BİRLİĞİ SÜRECİ İÇİNDE YAPILAN UYUM ÇALIŞMALARI, BU ALANDA ÜLKEMİZDE BIR HAREKETLİLİK YARATMIŞTIR. İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANINDA MEVCUT AB-ULUSAL YASALAR DETAYLI ÖNLEMLER YERİNE KORUYUCU AMAÇLAR/HEDEFLER FİKRİNE DAYANMAKTADIR. DETAYLI DÜZENLEMELERİN MADEN İŞYERLERİNDE YAPILMASI GEREKMEKTEDİR. Burhan ERDİM Maden Mühendisi İş Sağlığı ve Güvenliği Uzmanı 40 M‹MAR VE MÜHEND‹S İ ş kazaları ve meslek hastalıkları gerek dünyada gerekse ülkemizde, binlerce insanın yaşamını yitirmesine, sakat kalmasına ve ciddi ekonomik kayıplara yol açmakta çalışma yaşamının artarak devam eden bir sorunu olarak varlığını devam ettirmektedir. ILO kaynaklarına göre her yıl 1,2 milyon kadın ve erkek iş kazaları ve meslek hastalıkları dolayısıyla hayatını kaybetmektedir. Yine aynı kaynaklara göre her yıl 250 milyon insan iş kazaları, 160 milyon insan ise meslek hastalıkları sonucu ortaya çıkan zararlara maruz kalmaktadır. Bazı kaynaklarca, endüstrileşmiş ülkelerde iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyetinin, bu ülkelerin Gayrı Safi Milli Hâsılalarının yüzde 1’i ila yüzde 3’ü oranında değiştiği belirtilmektedir. Ülkemizde ise iş kazaları ve meslek hastalıklarının toplam maliyeti, 2008 yılında 4 milyar 875 milyon lira olmuştur. Bu rakamlardan da anlaşılacağı üzere, iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu maddi ve manevi kayıplar, ülke ekonomisi açısından fevkalade önemli boyutlara ulaşmaktadır. İş sağlığı ve güvenliği ile ilgili tedbirler alınsaydı bu maliyetlerin yaklaşık yüzde 98’ine katlanmak zorunda kalınmayacaktı. Dünyada yaklaşık 30 milyon kişinin madenlerde çalıştığı düşünülmektedir. Bunların yaklaşık 1/3’ü kömür ocaklarında çalışmaktadır. Madencilik yaklaşık 300 milyon insanı yakından ilgilendiren dev bir sektördür. Ayrıca Madencilik kaza ve ölüm risklerinin en yüksek olduğu sektörlerden biridir. Dünyada çalışanların sadece yüzde 1’i madenlerde iken, meydana gelen ciddi kazaların yüzde 8’i madencilik sektöründe olmaktadır. Türkiye’de yaklaşık 120 binden fazla kişinin maden iş kolunda çalıştığı düşünülmektedir. 1996-2006 yılları arasındaki SGK verilerine bakıldığında; iş kazalarının yaklaşık yüzde9 u, meslek hastalıklarının yarısı, sürekli iş göremezlik vakalarının yüzde 25’i ve ölüm vakalarının yüzde 10’u madencilik sektöründe yaşanmıştır. Madencilik sektöründe kazalar Herkes tarafından bilindiği gibi madenlerde yaşanan patlamalar, yangınlar ve göçükler gibi büyük kazalar, felaketlerle sonuçlanmakta ve onlarca insanın ölümüne neden olmaktadır. Her ne kadar günümüzde kullanılan teknolojiler bu tip kazaları önleme konusunda oldukça büyük mesafe almış olsa bile madencilik, kaza ve ölüm riskinin en yüksek olduğu sektörlerin başında gelmektedir. Madenlerde kullanılan gezgin makineler, dizel benzin ve hidrolik sıvılar içermekte olup bunlar patlayıcı ve yanıcıdır. Elektrikli aletler ve dizel motorlar ise ateşleme ve yanma için birer kaynaktır. Yanabilme ve patlayabilme özelliğine sahip bu maddelerle, bunları ateşleyecek olan ekipmanların birlikte bulunması oldukça risklidir. Bunlarla birlikte bu yanıcı maddelerin yanında sigara içilmemeli, ateş yakılmamalı ve makinelerin aşırı ısınarak kısa devre yapması engellenmelidir. Tersi durumda, patlamalar ve yangınlar kaçınılmaz olacaktır. Kömür madenlerinde ise yukarıda anlatılan risklerin hepsi vardır ve bir de metan ve kömür tozu gibi alev alan ve patlayabilen tozlar ve gazlar ortamda bulunur. Metan diğer madenlerde de bulunmakla birlikte yerel cebri çekişli havalandırma ile seyreltilebilir ve yoğunluğu azaltılmak yoluyla tehlikesi sınırlandırılabilir. Kömür madenlerinde, kömür tozunun oluşmasını engellemek için, her türlü önlemler alınmasına karşın yine de patlama kaçınılmaz olabilir. Yerde 0.012 mm kalınlığında bile oluşacak kömür tozu havada asılı kalırsa patlamaya neden olur. Bu gerçekten çok büyük bir risktir. Ancak dolomit, alçıtaşı ve kireçtaşı gibi alevlenmeyen maddeler toz haline getirilerek yere serpilirse patlama riski azaltılmış olur. Bütün bu yanma ve patlama risklerini azaltmak konusunda alınabilecek yukarıda sayılan önlemlerle birlikte sızıntı olduğu zaman uyarı veren cihazlar, alevlenme olduğu zaman yangını anında haber veren ve müdahale eden otomatik yangın söndürücü sistemlerin kullanılması hem kazaları önleme hem de can kurtarma konusunda büyük bir öneme sahiptir. Maden Sektöründe Meslek Hastalıkları Kristal kuvars (silis tanecikleri) madenlerde ve taş Gazlar Tehlikeler Metan Patlama, yanma ve asfiksi Karbon monoksit Asfiksi Hidrojen Sülfür Göz ve solunum yollarının tahriş olması Oksijen kıtlığı Anoksi Dizel motor dumanı Solunum yollarının tahriş olması, akciğer kanseri ocaklarında çalışanların en çok karşı karşıya kaldıkları tozdur. İçinde silis bulunan taşlar kırıldığında, parçalandığında ve ufalandığında solunabilir silis tozları ortaya çıkar. Bunun solunması gerçekten çok tehlikelidir. Belirli bir süre (miktarına bağlı olarak aylar yada yıllar) boyunca bu toza sunuk kalınırsa silikoz adı verilen bir tip pnömokonyoz gelişir. Tüberküloz, akciğer kanseri ile artrit gibi otoimmün hastalıklara da neden olmaktadır. Silis tozu, toprak yeni kazıldığında çok daha tehlikelidir. Daha önce ortaya çıkmış ve bir yerde kalmış silis tozunun yeniden solunması yeni kazılarak taşlardan ortaya çıkan taze tozun solunması kadar tehlikeli değildir. Solunabilir kömür madeni tozları da son derece tehlikelidir. Bu tozların içinde silika, kireç ve kil de bulunur. Madencilik operasyonları sırasında kullanılan makineler ve teknikler ortamda sürekli olarak tozun bulunmasına neden olmaktadır. Ayrıca madenlerin yerin altında olması ve çalışılan alanın dar olması bu tozlarla teması arttırmaktadır. Bu tozlara sunuk kalmanın sonucunda kömür madencileri pnömokonyozu oluşur. Bu tozları yoğun olarak solumak kronik bronşit ve amfizem hastalıklarına neden olabilir. Kömür ocaklarında bulunan gazlar ve neden oldukları hastalıklar yukarıdaki tabloda açıklandığı gibidir. Metan, kömür ocaklarında patlamalara en çok neden olan gazdır. Bu riski azaltmak için, kömür ocağının duvarlarının yüzeyine yanıcı ve patlayıcı olmayan kireçtaşı tozu serpmek etkili olmaktadır. Azot oksitler ise madenleri kazmak konusunda patlayıcı olarak kullanılır. Bu nedenle patlatılan alan öncelikle hava almayan bir yer ise havalandırılmalıdır. Aksi takdirde solunum yollarını tahriş eder. Cıva buharına sunuk kalmak cıva zehirlenmesine neden olur ve bu risk altın ve cıva madencileri için oldukça yüksektir. Altın ve kurşun madencilerinin arseniğe sunuk kalmaları ise akciğer kanseri olma riskini beraberinde getirmektedir. Poliüretan köpükler ve formaldehit gibi bazı plastikler madenlerde kullanılmaktadır. Bu maddelere sunuk kalma sonucunda bazen, madenlerde çalışan işçilerin allerjik reaksiyon göstermeleri nedeniyle işe devam etme mümkün olmaktan çıkmaktadır. Ayrıca bu maddeler kanserojendir. KAZA NEDENLERİ Özellikle madencilik sektöründe yaşanan kazalar incelendiğinde, madenin özelliklerine uygun olan işletme yöntemlerinin seçilmediği ve yeraltı madenciliğinde güvenli bir çalışma ortamının sağlanmasında olmazsa olmaz unsurlar olan havalandırma, tahkimat ve nakliyat projelerinden birinin veya birkaçının eksik ya da hatalı yapıldığı gözlenmektedir. Kazalar ayrıntılı biçimde incelendiğinde çıkan kaza nedenleri aşağıda sıralanmıştır; - Risk değerlendirmesi yapılmaması, - Taşeronluk/alt işverenlik uygulaması, - Üretim zorlaması, - Geçmiş kazalardan ders alınmaması, - Grizu riskine karşı önlemlerin yetersiz olması, - Kontrol ve degaj sondajlarının yeterince yapılmaması, - Delme-patlatma işlemindeki düzensizlikler, - Çalışanlarda CO maskesi bulunmaması, - Gaz izleme ve ikaz sistemlerinin yetersizliği, - Havalandırma yetersizliği, - Grizu emniyetli elektrikli cihaz ve ekipmanlar ile ilgili sorunlar, - Nefeslik-kaçamak yolu ile ilgili yetersizlikler, - Tahkimat ile ilgili eksiklikler, - Tahlisiye hizmetleri ile ilgili sorunlar, - Maden işletmelerinde gözetim (iç denetim) hizmetlerinin yetersizliği, - Teknik nezaretçilik vb. işletme içi denetim uygulamaları ile ilgili sorunlar, - Kamu birimleri denetimlerinin etkinsizliği, - Mesleki eğitim ve iş güvenliği kültürü noksanlıkları. T.C. Çalışma Bakanlığı Sosyal Sigortalar Kurumu İstatistikleri verilerine göre iş kazaları sıralamasında inşaat sektörü ikinci sırayı nakliyat üçüncü sırayı da kömür madenciliği almaktadır. Bu rakamlara kayıt dışı işçi çalıştıran işyerlerinde gerçekleşen iş kazaları dâhil değildir. Ayrıca, gerçekleşen kazaların ve meslek hastalıklarının önemli bir çoğunluğunda da bildirim yapılmamakta ve bu kazalar kayıtlara girmemektedir. Aynı istatistiklerde 2003 yılı içerisinde madenlerde (Kömür Madenciliği, Kömürden Gayri Madenler, Taş-Kil-Kum Ocakları ve Metal Olmayan Diğer Madenlerin İstihracı) gerçekleşen toplam iş kazası sayısı 6 bin 401, 2004 yılı içerisinde 6 bin 372 ve 2005 yılında 6 bin 879 olarak gerçekleşmiştir. SGK istatistiklerine göre son 5 yılda kömür madenciliği işletmelerinde 30 bin 154 iş kazası meydana gelmiş olup bu rakam, bütün sektörlerdeki toplam iş kazası sayısının yaklaşık yüzde 8’ini oluşturmaktadır. Bu kazalar sonucunda, TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 41 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ TÜRKIYE KAZA İSTATISTIKLERI SGK kayıtlarına göre tüm Türkiye’de Yıl Kaza Sayısı Ölüm 2003 76668 810 2004 83830 841 2005 73923 1072 2006 79027 1601 2008 72963 866 2009 64316 1171 SGK kayıtlarına göre Türkiye’deki maden işletmelerinde; Maden işletmelerinde, karşılaşılabilecek muhtemel bütün riskleri değerlendirerek sistematik tedbirler alınmasını sağlamaya yönelik iş sağlığı ve güvenliği yönetim sistemi kurulmalı ve dolayısıyla risklerin önceden değerlendirilerek önlemlerin alınması sağlanmalıdır. 42 M‹MAR VE MÜHEND‹S Yıl Kaza Sayısı Ölüm 2003 6401 81 2004 6372 68 2005 6879 116 2003 yılında 81, 2004 yılında 68 ve 2005 yılında 116 madenci hayatını kaybetmiştir. Bu verilere göre, madenlerde meydana gelen iş kazalarının, toplam iş kazası sayısına oranı, 2003 yılında yüzde 8,35, 2004 yılında yüzde 7,60 ve 2005 yılında yüzde 9,31 olarak gerçekleşmiştir. Ölüm oranlarına bakıldığında ise, 2003 yılında iş kazası sonucu ölümlerin yüzde 10’u, 2004 yılında yüzde 8,09’u ve 2005 yılında ise yüzde 10,82’i madenlerde meydana gelmiştir. Madenlerde yaşanan tüm iş kazalarının yaklaşık olarak yüzde 85-90’ı kömür madenciliğinde (Linyit ve taşkömürü birlikte) meydana gelmektedir. Rakamlar, 2003 yılında 6 bin 401 maden kazasının 5 bin 647’sinin, 2004 yılında 6 bin 372 kazanın 5 bin 481’in ve 2005 yılında ise 6 bin 879 kazanın, 6 bin 011’in kömür üretimi sırasında ve büyük çoğunlukla da yer altı işletmelerinde meydana geldiğini göstermektedir. Aynı yıllarda sırayla 53, 38 ve 77 madenci kömür ocaklarında meydana gelen grizu patlaması, göçük, yangın, gaz zehirlenmesi ve benzeri nedenlerle hayatını kaybetmiştir. Belirtilen yıllar için kömür üretim miktarlarına bağlı ölüm oranına bakıldığında, her bir milyon ton kömür üretimi sırasında; 2003 yılında 1.03 kişi, 2004 yılında 0,87 kişi ve 2005 yılında 1,47 kişi hayatını kaybetmiştir. Bu oranlar, gelişmiş ülkelerdeki oranların çok üzerindedir. TÜRKIYE’DEKI BÜYÜK MADEN KAZALARI TTK/ Armutçuk/kömür 7 Mart 1983 Grizu patlaması 103 kişi TTK/ Kozlu/kömür 10 Nisan 1983 Grizu patlaması 10 kişi Yeni çeltek/Amasya/kömür 14 Temmuz 1983 Grizu patlaması 5 kişi TTK/ Amasra/ kömür 31 Ocak 1990 Grizu patlaması 5 kişi YENİ ÇELTEK/Amasya/kömür 7 Şubat 1990 grizu patlaması 68 kişi TTK/ Kozlu/kömür 3 Mart 1992 Grizu patlaması 263 kişi Yozgat/Sorgun/kömür 26 Mart 1995 Grizu patlaması 37 kişi Erzurum/ Aşkale/ kömür 8 Ağustos 2003 Grizu patlaması 8 kişi Karaman/Ermenek/kömür 22 Kasım2003 Grizu patlaması 10 kişi Çorum/ Bayat / kömür 9 Ağustos 2004 Grizu parlaması 3 kişi Kastamonu / Küre / metal 8 Eylül 2004 Yangın 19 kişi Kütahya / Gediz/kömür 21 Nisan 2005 Grizu patlaması 18 kişi Balıkesir / Dursunbey /kömür 2 Haziran 2006 Grizu patlaması 17 kişi Bursa / Mustafakemalpaşa / kömür 10 Aralık 2009 Grizu patlaması 19 kişi Balıkesir / Dursunbey / kömür 23 Şubat 2010 Grizu patlaması 13 kişi TTK / Karadon / kömür 17 Mayıs 2010 Grizu patlaması 30 kişi Toplam ölen sayısı: 636 kişi SONUÇ Yapılan istatistiklere göre; ülkemizde, takriben her 6,8 dakikada bir iş kazasının meydana geldiği, her 10,8 saatte bir çalışan insanımızın (her gün en az 2 çalışan) hayatını kaybettiği, her 5,5 saatte bir çalışan insanımızın sürekli iş göremez şekilde sakat kaldığı belirtilmektedir. Çalışanların, çalışma yaşamındaki ekonomik ve sosyal sorunları, eğitimsizlik, çalışanların ve/veya işi yapan firmaların deneyimsizliği, işverenlerin sorumluluklarını yerine getirmemesi kazaları kaçınılmaz hale getirmektedir. Bilim, teknoloji, kalkınma ve sanayileşme süreçlerindeki olumlu gelişmelerin de iş sağlığı ve güvenliği süreçlerine aynen yansıması gerekmektedir. Avrupa Birliği süreci içinde yapılan uyum çalışmaları, bu alanda ülkemizde bir hareketlilik sağlamıştır. İş sağlığı ve güvenliği alanında mevcut-AB-Ulusal yasalar detaylı önlemler yerine koruyucu amaçlar/ hedefler fikrine dayanmaktadır. Detaylı düzenlemelerin maden işyerlerinde yapılması gerekmektedir. Burada işyerlerinin sorumluluklarının güçlendirilmesi önemsenmektedir. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 16 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE İŞLETMELERDE GÜVENLİ ÇALIŞMA ORTAMI İÇİN PLANLI BAKIMIN ÖNEMİ BAKIM FAALİYETLERİ, İŞ GÜVENLİĞİ AÇISINDAN RİSKLİ FAALİYETLERİN İLK SIRALARINDA YER ALMAKTADIR. BAKIM ESNASINDAKİ RİSKLER, SADECE FAALİYETTEN DEĞİL AYNI ZAMANDA DA FAALİYETİN YAPILDIĞI ORTAMDAN DA KAYNAKLANABİLMEKTEDİR. BAKIM FAALİYETLERİNİ YÖNETMEDEN İŞ GÜVENLİĞİNİ TAM OLARAK YÖNETMEK MÜMKÜN OLAMAMAKTADIR. Turkay DEMİRBAŞ Makine Mühendisi 17 M‹MAR VE MÜHEND‹S 44 C ihazların verimli çalışması için belirlenen zamanlarda kontrol edilmeleri, gerekirse parçalarının değiştirilmesi işlemine bakım onarım faaliyeti denilmektedir. Kullanılan ekipmanların belirli zamanlarda kontrol edilmesi ve bunların kayıtlarının tutulması gerekmektedir. Bu ekipmanların kontrol aralıkları doğru şekilde seçilmelidir. Genelde bakımlar planlı ve plansız olarak ikiye ayrılır; Plansız bakımlar arızanın oluşması ile başlamaktadır. Yani bir bakıma arıza beklenmektedir. Arızanın oluşması ile onarım işlerine başlanmaktadır. Bu da beklenmeyen sorunları beraberinde getirmektedir. Zaman kaybı, verimsizlik, iş kaybı ve iş kazalarına sebebiyet vermektedir. Arızası beklenmeyen bir makinenin bozulması, onu işleten kişileri acele ettirmektedir. Bu durumda nasıl hareket edileceği daha önce öngörülmemiş ise bir karmaşa ortamı oluşturacaktır. Çalışanların bu şekilde bir baskıda hata yapmaları çoğalacaktır. İş kazalarının meydana gelme riski artacaktır. Planlı bakımlar ise arızanın olabileceği zaman dilimleri öngörülerek, arıza olmadan veya ilgili sıkıntının başlama aşamasında müdahale etmektir. Çeşitli arızaların olabileceği düşünülerek hazırlanan önleyici bakımlar ile birçok istenmeyen olayın önüne geçilebilecektir. Bu durumlar için eylem planları hazırlayan, ilgili prosedür ve talimatlarını hazırlayan firmalar zararsız şekilde işlemlerini yapacaktır. Planlı bakımlarda bir cihazın verimli çalışması için öngörülen tedbirler alınmaktadır. Bu tedbirler üretici firmadan alınan bilgiler ve mevzuattaki bilgiler eşliğinde yapılmalıdır. Makineleri kullanan yetkililer her cihazın periyodik bakım onarımını yapamaz fakat bu periyotları takip ve kontrol etmelidir. İlgili cihazın kontrol edilmesi için akredite olmuş firmalara göndermelidir. Örneğin; doğalgaz dağıtımı yapan bir şirket doğalgaz ölçümü yaptığı cihazların bakım onarımını kendi bünyesinde yapamasa da cihazın doğru ve emniyetli ölçüm yapması için belirlenen periyotlarda akredite olmuş bir firmaya bakım onarım için gönderebilir. Planlı bakım ile yapılan işletmelerde; • İş güvenliği sağlanır, • İş kazaları minimize edilir. (İş kazalarının bir kısmı da bakım onarım faaliyetlerini icra ederken olmaktadır. Özellikle bu kazalar plansız, programsız ve eğitimsiz iş gücünden olmaktadır.) • Çalışma ortamı güvenli hale getirilir, • İş veriminin artması sağlanır, • Malzeme ve zaman kaybının önüne geçilir, • Çalışanlar güvenli ve huzurlu ortamda çalışmalarını yapar. Etkin Bir Planlı Bakım Onarım İçin; Planlı bir bakım için iyi bir sistem kurmak gerekmektedir. Konusunda yetişmiş uzman elemanlar olmalıdır. Bakım işlerinde çalışacak personel, sistematik eğitimden geçmeli ve bakım onarımını yapacağı işe göre sertifikalandırılmalıdır. Bu belgelendirme işleri yine akredite olmuş firmalar ile yapılmalıdır. Bakım ekibi yapacağı işlemler için alınması gereken izinleri işe başlamadan önce almalı ve ilk önce kendi güvenliğini sağlamalıdır. Kendi emniyetini almayan bir personel kendisine ve çevresine de zarar verebilir. Daha sonra yapacağı iş ile ilgili çevre emniyet tedbirlerini doğru bir şekilde alıp bakım ve onarım faaliyetine başlamalıdır. Bakım ekibi çalışacağı ortamı iyi hazırlamalıdır. Gece çalışacak ise iyi bir aydınlatma yapması gerekecektir. Araç trafiğinin olduğu bir ortamda çalışacak ise trafik ve çevre emniyetini sağmalıdır. Bakım ekibinin kendi güvenliği için kişisel koruyucuları doğru ve zamanında kullanmalıdır. Kullanacağı ekipmanları iyi tanıması ve bunlarla ilgili çevre emniyetini alması gerekmektedir. Bakım ekipleri bireysel ve ekip çalışmalarını verimli şekilde yapabilme becerileri ile donatılmalıdır. Kullanılan ekipmanlar, cihazlar iyi tanınmalı bunlarla ilgili de kontroller yapılmalı ve yaptırılmalıdır. Cihazların kullanımı ile ilgili eğitimler verilmelidir. Bu eğitimler dahi periyodik olmalıdır. İlgili uzman kişilerce iş başı eğitimi ile desteklenmelidir. Kurulacak sistem doğru ve anlaşılır olmalıdır. Yapılan işlemlerin prosedürleri ve talimatları olmalıdır. Kontrol listeleri anlaşılır ve hizmet görecek şekilde oluşturulmalıdır. İş güvenliği kültürü her zaman öncelikli olmalıdır. Eğitimlerin yanı sıra denetleme ve düzeltme faaliyetleri yürütülmelidir. Bakım onarım esnasında karşılaşabilecek bazı durumlar; • Dikkatsizlikten, • Düşmelerden, • Hareketli kısımlardan, • İşin acele ile yapılmasından, • Uzman ekip ve kişilerin kullanılmamasından, • Çalışma ortamının uygun bir şekilde hazırlanmamasından, • Kullanılan ekipmanların ve cihazların bakımsız olmalarından, • Elektrik ile ilgili durumlardan, • Dış etkenlerden, • Ortamda bulunabilecek zehirli gaz ve benzerlerinden, • Parlama, Patlama ve yangın tehlikelerinden, • Kişisel koruyucuların doğru ve etkin kullanılmamasından, çeşitli iş kazaları meydana gelebilir. Genelde bu tür saydığımız kazalar plansız bakımlarda karşımıza çıkmaktadır. Yapılan bakım onarım faaliyetlerinde riski minimize etmek gerekir. Yine de riskli bir ortamda yapılan çalışmada riski yönetecek azaltacak uzman personel ihtiyacı olacaktır. Çünkü riski azaltacak önlem ve faaliyetler mutlaka vardır. Mevzuat Yönünden Bakım Onarım Faaliyetleri; Bakım Onarım faaliyetlerinde kullanılan ekipmanların kullanımında sağlık ve güvenlik şartları yönetmeliği yürürlüktedir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın uhdesindedir. İş ekipmanlarının kullanımı eğitim almış yetkili kişilerce yapılması gerekmektedir. Bunların çevre boyut etkisi de mevcuttur. Bu tür ekipmanlar kullanılıyorsa çevreye vereceği rahatsızlık ve tehlike oluşturabileceği düşünülerek gerekli tedbirlerin alınması gerekmektedir. Ekipmanların sahada periyodik kontrolü yapılması gerekiyor ise ortam ona göre ayarlanıp yapılması gerekmektedir. Bakım ekiplerince iş ekipmanlarının kullanımında, Ekipmanların Kullanımında Sağlık ve Güvenlik Şartları Yönetmeliği’nde ilgili firma tarafından denetleme yükümlülükleri mevcuttur. İşveren(hizmet veren firma) bu yönetmelikle çalıştırdığı işçinin eğitiminden başlayarak, ekipmanın doğru kurulup kurulmadığını, doğru çalıştırıldığını, tehlike oluşturabilecek durumlarını sürekli denetlemek ve bunları belgelemek zorunluluğu vardır. İş Sağlığı ve Güvenliği Yönetmelikleri kapsamında bakım ve onarım faaliyetlerine değinilmiştir, işin tür ve risklerine göre ayrımlar yapılmıştır. İlgili tüzükte Bakım Onarımda alınacak güvenlik tedbirleri yapılacak işlemlere göre maddeler şeklinde ayrılmıştır. Sonuç; • Planlı yapılan bakımlar iş kazalarını minimize edecektir, • Planlı yapılan bakımla İş güvenliği sağlanacaktır, • Verimlilik sağlanacaktır, • Mevzuatta bakım onarım faaliyetlerinin güvenlik tedbirleri belirtilmiştir. Ancak yapılan faaliyet sırasında ne tür iş sağlığı ve güvenliği tedbiri alınması gerektiği detaylandırılmalıdır, • Bakım onarım faaliyetleri iş sağlığı ve güvenliği süreçleri ile entegre olmalıdır, • Bakım onarım faaliyetinde bulunan(işveren, işçi) sorumlulukları anlaşılır ve net olmalıdır, • İş sağlığı ve güvenliği süreçleri devamlı uzman kişilerce takip edilmeli, ayrıca düzeltme önleyici tedbirler alınmalıdır, • Gerekli görülen eğitimler periyodik olarak personele verilmelidir. İş başı eğitimleri ile desteklenmelidir. • İşletmelerde bakım onarım faaliyetleri sistemli, planlı, iş sağlığı ve güvenliği kapsamında yürütülmelidir, Kaynaklar: • Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ilgili mevzuatları • Bakım Onarımın Türk Mevzuatlarındaki Yeri-Prof. Dr. M. Fatih UŞAN TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 45 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE İŞ GÜVENLİĞİNİN KURUMSAL İTİBAR VE VERİMLİLİK İLE İLİŞKİSİ GÜNÜMÜZ REKABET ORTAMINDA BİRÇOK SORUNLA BOĞUŞAN SANAYİCİLERİMİZİN İŞLETMELERİNDE, İŞ KAZALARI YAŞAMAMASI, GEREKSİZ VERİM, MAKİNE, MALZEME VE ÜRÜN KAYIPLARINA NEDEN OLUNMAMASI, BOŞA GİDEN BAKIM ONARIM ÇALIŞMALARINA MARUZ KALINMAMASI VE İTİBAR KAYBINA UĞRAMAMASI İÇİN İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ KONUSUNUN ÖNEMİ TARTIŞILMAZ BİR GERÇEKTİR. İŞLETMELERDE KAR ORANLARI, MALİYETLER, HİZMETİN ZAMANINDA ULAŞTIRILMASI MUTLAKA ÖNEMLİ; AMA DAHA ÖNEMLİ BIR HUSUS VAR Kİ O DA İNSAN HAYATI... Sunullah DOĞMUŞ Makine Mühendisi A sınıfı İş Güvenliği Uzmanı 46 M‹MAR VE MÜHEND‹S E konomik kalkınma, toplumların gelişmişlik düzeyini göstermede tek başına yeterli değil. Bir toplumun gelişmiş sayılması için insani gelişme kriterlerini gerçekleştirmesi gerekiyor. Tüm bireylerin toplumsal yaşama katılması, insanların ortalama yaşam süreleri, çocuk ölümlerinin oranı, çocukların okula gitme ve devam düzeyi, temel hastalıklardan korunma, bilgi teknolojilerinden yararlanma oranı gibi kriterler gelişmiş toplum olmanın göstergeleri arasında önemli bir yer tutuyor. Ayrıca, çevreyi koruma kültürü, iş kazası ve meslek hastalıkları oranlarının makul düzeylerde olması, insana verilen değer ve saygı konusundaki bilinç düzeyi gelişmiş toplum olunup olunmadığını ortaya koyan değerler arasında bulunuyor. Ekonomik kalkınma ancak insani gelişmeyi de beraberinde taşıyorsa gelişmiş toplum kavramından bahsedilebilir. Kısaca, toplumların gündemine girmiş bulunan sürdürülebilir kalkınma, insan merkezli kalkınma olursa ancak gelişmiş toplum hedefine ulaşılır. İletişim teknolojisinde yaşanan hızlı gelişmeler, toplumların bilinç düzeylerinin yükselmesine, kurum ve kuruluşların topluma karşı sorumluluklarını yerine getirip getirmediklerini sorgulamalarına neden olmaktadır. Günümüzde toplumun büyük kesimi için bir ürünün nerede, hangi koşullarda, nasıl bir hammadde ile üretildiği giderek daha çok önem taşıyor, o ürünün tercih edilip edilmemesinde etkili olabiliyor. Bu gelişmeler karşısında yeni şirket değerleri ortaya çıkmış bulunuyor. Eski şirket değerleri arasında gayrimenkuller, makine parkı, stoklar gibi fiziki varlıklar ile menkul yatırımlar, alacaklar gibi finansal varlıklar önemli yer tutuyordu. Ancak, toplum beklenti ve duyarlılıklarının değişmesi ile yeni şirket değerleri olarak markalar, çalışanların bağlılığı, kamuoyunun güve- ni, yönetimin itibarı, kurumsal itibar gibi kavramlar öne çıkmaya ve rekabette öne geçmenin kriterleri arasında önemli bir yer tutmaya başladı. Çünkü artık birçok firma kaliteli mal üretebiliyor, kaliteli üretmek pazarda lider olmaya yetmiyor. Çin’in küresel pazarlara açılmasıyla ucuz emek avantajı sona erdi, fiyat yalnız başına rekabet üstünlüğü sağlamıyor. Uygun fiyat ve kaliteli ürün müşteri sadakatine yetmiyor; tüketici artık daha bilinçli, satın aldığı malın arkasındaki firmanın toplum için ne yaptığını merak ediyor. Çalışanlar çalıştıkları firmanın inandıkları değerlerle ilgisini sorguluyor. Şirketler “iyi kurumsal vatandaş” olma sorumluluğuyla 20. yüzyılın son çeyreğinde tanıştı. İnsan hakları ihlalleri, ağır ve tehlikeli işlerde çocuk işçi çalıştırılması, kadınlara veya farklı deri renklerine sahip insanlara yönelik ayrımcılık, çevrenin acımasızca tahrip edilmesi, sigorta primlerinin ve vergilerin tam olarak ödenmemesi, muhasebe kayıtları ile oynayarak yatırımcıların aldatılması gibi uygulamalar toplumda giderek artan oranda tepki ile karşılanmaya başlandı. Bu süreç içinde bazı firmalar bir şeylerin yanlış gitmekte olduğunun bilincine vararak toplumun duyarlılık ve değerleriyle örtüşecek kural ve ilkeleri benimsemeye başladı. Bunları, başta çalışanları olmak üzere müşterileri, iş ortakları ve hatta hükümetlerle paylaşmaya özen gösterdiler. Tüm topluma verilmek istenen mesaj şuydu; “vergimizi tam ödüyoruz, kayıt dışı işçi çalıştırmıyoruz, çocuk emeği kullanmıyoruz, çevreyi kirletmemeye özen gösteriyoruz. Kısacası biz iyi bir kurumsal vatandaşız, bizi bunları yapmayan şirketlerle aynı kefeye koymayın.” Toplumun duyarlılığın artması sonucu, “iyi birer kurumsal vatandaş” olmak asgari koşul sayılmaya ve bunun üzerine neler yapıldığının sorgulanmaya başlanmasına neden oldu. 1980’lerde başlayan bu sürecin ve toplumsal duyarlılığın artmasının elbette maddi temelleri de bulunuyor. Çünkü yeryüzünde yaklaşık 1 milyar insan günde 1 dolardan az bir gelirle yaşamını sürdürmek zorunda; 2,7 milyar insan ise biraz daha şanslı ve günlük gelir düzeyi 2 dolar civarında bulunuyor. Her yıl 11 milyon çocuk yaşama veda ediyor. Bunların büyük bir çoğunluğu 5 yaşın altında ve 6 milyonu önlenebilir hastalıklardan ölüyor. Birleşmiş Milletler’in bir araştırmasına göre dünyamızda her gün 800 milyon kişi akşam yatağa aç giriyor ve bunların 300 milyonunu çocuklar oluşturuyor. Dünyadaki bu karamsar tablo ve ekonomik dengesizlikler, toplumun genel olarak ekonomik olarak daha güçlü olan şirketlerden bu tür sorunların çözümüne katkıda bulunması gerektiği beklentilerinin artmasına neden olmaktadır. İnsanlar dünyamızdaki gelişmeleri daha çok sorguluyor ve şirketlerin bu sorunlar karşısındaki tavırlarını değerlendiriyor. İnsanlar sorgulamaya önce kendi çevrelerinden başlıyor. Örneğin çalıştığı işyerini yönetenlerin kendisi kadar duyarlı olup olmadığına bakıyor. Bireysel yatırımcı ise hisse senedi aldığı şirketlerin finansal göstergeleriyle birlikte kurumsal performansını ve toplumsal duyarlılıklarını da sorguluyor. Tüketiciler ürünlerini aldıkları şirketleri değerlendiriyor, toplumda oluşmuş imajına bakıyor. Böylece şirketler hakkında bir “kanaat notu” oluşuyor. Bu kanaatlerin oluşmasında gözlemler ve tanık olunan olaylar etkili oluyor. İŞ GÜVENLİĞİ VE KURUMSAL İTİBAR İLİŞKİSİ Şirketlerin yerine getirmesi gereken dört temel sorumluluk vardır: (I) Ekonomik verimli ve kârlı olmak, (II) Hukuki – kanunlara uymak, (III) Etik– kanunların ötesinde toplumsal norm ve beklentilere uyumlu davranmak ve (IV) Sosyal toplumsal sorunların çözümü için gönüllü katkıda bulunmak. Kurumsal sosyal sorumluluk, doğrudan bu sorumlulukların son ikisini, ancak dolaylı olarak hepsini içeriyor. Çünkü toplumun beklentilerine uyumlu olan, onun sorunlarına ilgi gösteren kurumların toplumda oluşturduğu mutluluk, onların daha mutlu çalışanlara, daha mutlu müşterilere ve dolayısıyla daha mutlu hissedarlara sahip olmaları sonucunu getiriyor. Şirketlerin, faaliyetlerini gerçekleştirirken beraber çalıştıkları çalışanları ve tedarikçilerinde insan haklarına, sağlık ve emniyet şartlarına uyum göstermesi ve insanların istismar edilmesine fırsat tanınmaması bekleniyor. Bu konudaki beklentiler sadece çalışma hukukuna uyumla sınırlı değil, çalışanların kendilerini geliştirmelerine fırsat tanınması ve kariyerlerinde ilerlemeleri için gerekli eğitim programlarına katılımlarının sağlanması da toplumsal sorumluluk açısından önem taşıyor. Güvenlik beraberinde güvenilirliği de getirir. Hizmet veya ürün, müşteri tarafından talep edildiğinde mevcut olmaz ise müşteri diye bir olgu kalmaz. Güvenilir bir yapı sadece şirketin büyümesinin itici gücü değildir, aynı zamanda üretim ve bakım maliyetlerini düşürerek verimliliği artırmaya da yardımcı olur. Güvenilir olmak, kişiler için olduğu kadar kurumlar için de güç kazanılan önemli bir değerdir. Güvenilir olabilmek, uzun bir zaman içinde elde edilebilen, ancak çok kısa sürede yitirilebilen bir değerdir. Güvenilirliği kazanabilmek sözlerin ötesinde davranışların da tutarlılığı ile kazanılır. Çünkü davranışlar öncelikleri ve tercihleri kelimelerden daha etkili olarak gösterirler. Örneğin, bir lidere duyulan güven yaptığı konuşmalardan değil, bir ömür boyu tutarlı davranışlarıyla kazanılmıştır. Ancak, daha sonra kendisinin yıllar önce küçük bile olsa bir yolsuzluğa karıştığı belirlense, bu güveni- Güvenlik beraberinde güvenilirliği de getirir. Hizmet veya ürün, müşteri tarafından talep edildiğinde mevcut olmaz ise, müşteri diye bir olgu kalmaz. Güvenilir bir yapı sadece şirketin büyümesinin itici gücü değildir, aynı zamanda üretim ve bakım maliyetlerini düşürerek verimliliği arttırmaya da yardımcı olur. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 47 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ “İSG konusunda toplumsal bir kültür devrimi sağlanması gerekiyor. İSG sonuçları itibariyle sadece çalışan işçileri ilgilendiren bir konu değildir, toplumun tüm kesimini ilgilendirir; dolayısıyla İSG sorunlarının çözümü için sadece işçilere yönelik faaliyetler yeterli olmayacaktır.” 48 M‹MAR VE MÜHEND‹S lirliğe ne olacağını düşünmek konuyu açıklamaya yeter sanırım. Güvenilirliğin iş dünyasındaki tanımı, bir ürünün bir özelliğinin belirlenmiş durumlarda belirlenmiş sürelerde istenen bir fonksiyonunu yerine getirebilme yeterliliği ihtimalidir. Bu tanımdan hareketle şirketlerin müşterilerine karşı taahhütlerini yerine getirebilmesi, güvenilir olmalarının göstergesidir. Bu nedenle çalışmalarında herhangi bir aksaklık, gecikme vb. olumsuzluklar yaşanmaması için etkili bir risk yönetimi, iş sağlığı ve güvenliği sistemi uygulaması gerekmektedir. Günümüzde, büyük ölçekli şirketler gibi, büyüyen ve yükselen şirketler de riski yönetip en aza indirgemek için iş güvenliği çözümlerini aktif olarak kullanmaktadır. Bu süreçte işyeri ortamları ve çalışmalar güvenli, iş süreçleri ve sistemleri de düzenlemelere uygun olmalıdır. Yeterli kontroller zamanında yapılmalı ve maliyetler kontrol altında tutulmalıdır. İş güvenliği, işletmelerin çeşitli yollardan riski hafifletmesini mümkün kılar. Bunun anlamı şudur; beklenmedik maliyetler ve gelirin kaybedilmesiyle sonuçlanabilecek iş kazaları olasılığı daha düşüktür. Ayrıca, işletmenin hassas iş verilerini ve entelektüel sermayesi olan yetişmiş elemanlarını etkili şekilde koruyarak, güvenlik ihlali ve/veya işgünü kaybı ihtimalleri de azaltılabilir. Bu şekilde, müşteri güveni, verimlilik ve iş devamlılığındaki kayıp riski çok daha düşük olur. Bu güvenlik seviyesi, şirketlere yasal zorunluluklara, sağlık sigortası, ISO, OHSAS gibi yönetim sistemlerine uygunluk sağlamaları konusunda da yardımcı olur. Artık günümüzde kalite ve maliyet kadar, kurumsal sosyal sorumluluklara ve etik değerlere uygun faaliyet göstermek de rekabette üstünlük sağlamanın önemli bir koşulu haline gelmeye başlamıştır. Bunda, gelişen iletişim teknolojileriyle birlikte daha da güçlenen sivil toplum örgütlerinin işletmeler üzerinde artan baskılarının da önemli bir etkisi söz konusu olmuştur. Son yıl- larda giderek artan kalite bilinci de bu gelişmeyi, “kaliteli ürünler, ancak çalışanların mutlu olduğu sağlıklı ve güvenli çalışma koşullarında üretilebilir” savıyla desteklenmiştir. Doğal çevreyi koruma, müşterilerin tercihlerini dikkate alarak kaliteli ve güvenli ürünler sunma, sağlıklı ve güvenli çalışma ortamı oluşturarak çalışanların iş kazalarına ve meslek hastalıklarına uğramasını önleme, işletmeyi ortaklarının haklarını koruyacak ve yatırımları karlı kılacak bir şekilde yönetme, faaliyetlere ilişkin doğru bilgiler sunma ve toplumun refah düzeyinin yükselmesine katkıda bulunacak eğitim, sağlık ve sanat etkinliklerini destekleme gibi konular kurumsal itibar yönetiminin bir kriteri olan Kurumsal Sosyal Sorumluluk (KSS) kavramı içinde değerlendirilmektedir. Yeni şirket değerleri arasında yer alan kurumsal itibarın oluşturulması uzun bir süreç olmakla birlikte, bunu gerçekleştirmenin en anlamlı sonucu “marka değeri oluşturulması” olarak ortaya çıkmaktadır. Günümüzde başta itibar olmak üzere, kurumsal performansı doğrudan etkileyen ama elle tutulup gözle görülemeyen değerler şirketlerin marka değerlerinin hesaplanmasında çok daha önemli ve etkili bir duruma gelmiştir. 2006 yılında yapılan bir araştırmada; Kuzey Amerika’daki analistler yüzde 88, Avrupa’dakiler yüzde 91, İngiltere’dekiler yüzde 93 ve Asya Pasifik’tekiler yüzde 94 oranında, şirketlerin itibarlarını yönetmek konusunda yeterlilik göstermemeleri halinde finansal darboğaza gireceklerini belirtiyor. Araştırma kapsamında görüşülen analistler, şirket değerinin artırılması ve hisse değerinin olumlu yönde etkilenmesi için itibarın yönetilmesi ile ilgili liderlik ve iletişim stratejisinin çok önemli bir rol oynadığını belirtiyor. Yatırımcılar gelecek için güven arar. Şirketin finansal göstergeleri genellikle geçmiş performansı yansıtır. Bu performanstan memnun olan yatırımcılar için gelecekte bu başarının devam edip etme- yeceğinin göstergeleri arasında itibarla ilgili bazı kriterler de vardır. Bu nedenle, yatırımcı güvencesi için itibarın yönetilmesi, rekabet ortamında büyük önem taşımakta ve iş sonuçlarına yansımaktadır. Kurumsal itibar aynı zamanda en çok çalışılmak istenen şirket olmayı da getirmektedir. Günümüzde insan kaynakları, rekabetin göstergelerinden biridir. Nitelikli, yetkin ve çalıştığı kuruma bağlı insan kaynakları olan şirketler şüphesiz rakiplerinden bir adım önde olacaktır. Aynı zamanda gelecek vaat eden gençlerin ilk başvuracağı şirketler arasında bulunmak bir başka avantaj sağlayacaktır. Özetle itibarlı kurumlar, hem çalışanların bağlılığı hem de nitelikli yeni başvurulara adres olması açısından rekabette fark sağlar. Örneğin, ABD’de yapılan bir araştırma yetişkinlerin yüzde 80’inin, daha fazla maaş önerilse bile itibarı düşük bir şirket yerine daha düşük bir maaşla itibarı daha yüksek bir şirkette çalışmayı yeğlediğini ortaya koymaktadır. Yeni şirket değerleri arasında yer alan çalışanların bağlılığı şirket için giderek daha çok önemli hale gelmektedir. Bu nedenle şirketlerin itibarının oluşması “içerde” başlar. Tüm düzeylerdeki çalışanların şirketleriyle gurur duyması bir anlamda o şirketin itibarını yönetiyor olması ile eşdeğerdir. Oluşumu içeride başlamamış itibarın dış dünyada gerçekleşmesi mümkün değildir. Çalışanlar için itibar, aldıkları ücretin tatminkârlığının ötesinde bir kavramdır. Burada önemli olan tüm düzeylerdeki yöneticiler ile çalışanlar arasında kültürel farklılıkların ortak bir kurum kültüründe buluşturulması ve yönetilmesidir. Kurum kültürünü, kurum değerleri ile bütünleştirecek kişiler ise o şirketin çalışanlarıdır. İŞ GÜVENLİĞİ VE VERİMLİLİK İLİŞKİSİ Verimlilik çeşitli mal ve hizmetlerin üretimdeki kaynaklarının (emek, sermaye, arazi, muamele, enerji, bilgi vb.) etkin kullanımıdır. Ayrıca bir sonuç elde etmek için harcanan zaman olarak da tanımlanabilir. Bazen verimlilik makine ve emek gibi kaynakların daha yoğun kullanımı olarak görülür. Bu kavram her gün artan bir biçimde kaliteye bağlanmaktadır. Kilit önemde bir öğe de işgücünün, yönetimin ve çalışma koşullarının kalitesidir. Verimlilik artışının temel göstergesi girdinin, sabit ya da geliştirilmiş kalitedeki çıktıya oranındaki düşmedir. Çağımızda insan çalışmasının daha verimli, daha etkin, daha insancıl duruma getirilmesi bütün toplumların başlıca hedeflerinden biridir. İş kazaları yol açtıkları acı ve ızdırapların yanı sıra, insan, makine, malzeme ve ürün kaybına neden olarak verimliliği düşürmektedir. Uluslararası kuruluşlarca yapılan araştırmalar iş güvenliği ile iş gücü verimliliği arasında karşılıklı etkileşim olduğunu, sağlıklı ve güvenli işyerlerinde verimliliğin arttığını ortaya koymuştur. İş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesi sonucu iş güvenliğinin sağlanması; ek olarak işyerinde verimlilik ve üretim artışına da yol açmaktadır. Özellikle iş kazaları işin akışını durdurarak üretimi kesintiye uğratmakta ve maddi kayba neden olmaktadır. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) araştırmalarında üretimde kullanılan makine ve tezgâhlarda koruma sistemlerinin geliştirilmesi ile iş güvenliğinin sağlanması sonucunda önemli ölçüde üretim artışının sağlandığını saptanmıştır.Risk değerlendirmesi kavramı mevzuatımıza yeni girmiş olmakla birlikte içeriği ve kullanılan yöntemler yeni değildir. Risk Değerlendirmesi kavramı 20. yüzyılın başlarında kurumsal itibar teoreminin oluşturulması ve kullanılmaya başlanması sonrasında telaffuz edilmeye başlanmıştır. İlk defa NASA tarafından geliştirilen MIL-STD-882 nolu standart bu alandaki gelişmelerin önünü açan ilk sistemli belge olmuştur. Ünlü analist Peter F. Drucker’ın yöneticilere vermiş olduğu bir konferansta 18, 19 ve 20. yüzyıllarda Batı ekonomisinin ilerlemesinde teşebbüs, girişim, İş kazaları ve meslek hastalıklarının önlenmesi sonucu iş güvenliğinin sağlanması; ek olarak işyerinde verimlilik ve üretim artışına da yol açmaktadır. Özellikle iş kazaları işin akışını durdurarak üretimi kesintiye uğratmakta ve maddi kayba neden olmaktadır. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 49 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ çabuk ve doğru karar verme yeteneği kadar risk yönetiminin de önemli bir yere sahip olduğunu vurgulamıştır. Drucker’a göre riskleri yönetme ve önlem alma çalışmaları gelişmiş ülkeler ve gelişmekte olan ülkeler arasındaki en önemli farktır. SONUÇ Kuruluşlar, işletmeler artık bilançoları, kârları gibi mali göstergeleri ile beraber, itibarına, dürüstlüğüne, çevreye duyarlılığına, yardımseverliliğine ilişkin imajları görüntüleri ile yani sosyal sorumlulukları ile değerlendirilmektedir. Çünkü artık bu hususlarda bir sorun, örneğin çevreye duyarsızlık, çalışanına haksızlık, ihmal sonucu ağır bir iş kazası v.b. olay bir anda bir kuruluşu, kamu-özel fark etmemekte, toplum nezdinde olumsuz değerlendirilmelere maruz bırakmaktadır. Ayrıca kalifiye insan gücü ya da beyin gücü için istenilen işyeri olmaktan çıkma tehlikesi doğmakta, medyanın hedefi haline gelmektedir. Bu nedenlerden dolayı, artık işletmeler herhangi bir başka dış denetime gerek kalmadan hatta sorun başka birileri tarafından gündeme getirilmeden doğrudan kendileri iş güvenliği konularına önem vermelidir. İş sağlığı ve güvenliği konusu, işletmelerde üretimin güvenliğini ve devamlılığını sağlamak, verimliliği arttırmak, insan ve çevre sağlığına zarar verecek koşulları ortadan kaldırmak, işyerlerindeki olumsuz koşullardan, iş kazaları ve meslek hastalıklarından çalışanları korumak için yapılan tüm çalışmaları kapsamaktadır. Mesleki risklerin ortadan kaldırılamaması veya kontrol altına alınamaması nedeniyle iş kazaları, meslek hastalıkları, mesleki stresler ortaya çıkmakta, başta çalışanlar olmak üzere tüm paydaşların sağlığı olumsuz etkilenmektedir. İş kazaları, işçi kayıplarının yanında; makine, malzeme ve ürün kayıplarına neden olmakta, verimliliği düşürmekte, iş gücü kayıplarına neden olmakta, üretimin durmasına, düzenleme ve gereksiz onarım çalışmasına, sorumlu olduğu müşteri ve toplum nezdinde itibar kaybına sebep olmaktadır. Çalışma yaşamı içinde yer alan mesleki riskler gerekli önlemler alındığı takdirde ortadan kaldırılabilir, sonuçları en asgari düzeye indirilebilir, 50 M‹MAR VE MÜHEND‹S tekrarlanmasının önüne geçilebilir. Bu nedenledir ki iş sağlığı ve güvenliği konusu tek yönlü düşünülmemeli, sadece işçiler için güvenli çalışma ortamının oluşturulması için yapılan düzenlemeler olarak ele alınmamalıdır. İş sağlığı ve güvenliği konusu aynı zamanda işvereni ve üretimi de ilgilendiren bir kavram olarak ele alınmalıdır. Günümüz rekabet ortamında birçok sorunla boğuşan sanayicilerimizin işletmelerinde, iş kazaları yaşanmaması, gereksiz verim, makine, malzeme ve ürün kayıplarına neden olunmaması, boşa giden bakım onarım çalışmalarına maruz kalınmaması ve itibar kaybına uğramaması için iş sağlığı ve güvenliği konusunun önemi tartışılmaz bir gerçektir. İşletmelerde kar oranları, maliyetler, hizmetin zamanında ulaştırılması mutlaka önemli ama daha önemli bir husus var ki o da insan hayatı... İşletmeler iş güvenliğine verdikleri önem mertebesinde hem personelinin güvenli bir ortamda verimli çalışmasını sağlamış olacak, hem de topluma güvenli bir hizmet sunarak sosyal sorumluluğun gereğini yerine getirmiş kurumsal itibarı yüksek olan şirketler arasında hak ettiği yeri alacaktır. KAYNAKÇA: • DOĞMUŞ Sunullah, “Doğalgaz İşletmeciliğinde İş Güvenliğinin Kurumsal İtibar ve Verimliliğe Katkısı-Yüksek Lisans Projesi-2009–İstanbul • DOĞMUŞ Sunullah, “Doğalgaz İşletmeciliğinde İş Güvenliği-Bildiri-INGAZ 2005 1.Uluslararası Doğalgaz İşletmeciliği Ve Teknik Eğitim Sempozyumu 29-31Mart 2005–İstanbul • DOĞMUŞ Sunullah,”Şirket Kültürü Ve Teknik Emniyet Bilinci”,İGDAŞ Bülteni, 2002 • Çalışma İstatistikleri, Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) Yayını • FİŞEK A. Gürhan, “İşçi Sağlığı İş Güvenliğinin Temel İlkeleri”, www.isguvenligi.net, Nisan 2002 • YILMAZ Gürbüz, “Kurumsal İtibar Yönetimi Ve Kurumsal Sosyal Sorumluluk”, www.riskmed.com.tr,03.01.2009 • ARGÜDEN Dr. Yılmaz, “Şirketlerin Toplumsal Sorumlulukları”, Dünya Gazetesi, 01.02.2006 • ÖZKILIÇ Özlem, “Verimlilik Artışı İçin İş Sağlığı Ve Güvenliği”, Bildiri,V. İş Sağlığı Ve Güvenliği Sempozyumu • DİNÇER Fethi, “İş Güvenliği Ve Verimlilik”, Madencilik Bülteni Sayı:41 • BERKMAN Ümit, “Sosyal Sorumluluk, İş Ahlakı Gelişimi Ve Yakın Geleceği”, 2002 “Kaliteyi Hedef Değil, Temel Almak...” Osman Yılmaz Mahallesi İstanbul Caddesi İmdatbey Apt. No:37 Kat:2 Daire 3 Gebze / KOCAELI Tel : 0262 642 41 33 - 0262 641 43 12 Fax : 0262 644 93 95 www.yilpasinsaat.com.tr TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 24 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE YANMALAR, HAŞLANMALAR… İŞ YERİNDEKİ RİSKLER YANIK; TOPLUMDA ÖLÜMLERE, SAKATLIKLARA YOL AÇAN VE BÜYÜK MALİYETLER GETİREN BİR OLAYDIR. TÜRKİYE’DE YILLIK 1 MİLYON KİŞİNİN YANIKTAN ETKİLENDİĞİ SANILMAKTADIR. BUNLARIN 12-13 BİNİ HASTANE TEDAVİSİ GÖREBİLMEKTE VE BUNLARDAN 2 BİNİ ÖLMEKTEDİR (PROF. DR. ATAY ATABEY, HTTP://ATABEY.IPRAS. NET/YANIK/). Mesut UĞUR Mikroteknoloji Mühendisi Y anma insanoğluna en fazla acı veren travmalardan biridir. Başından yanma geçmeyenimiz yoktur. Kutsal kitaplar dahi günahkârların yanarak cezalandırılacağını haber vermektedir. Yanma acısını bilmemize rağmen acaba riskleri öngörüp önlemleri alıyor muyuz? Bu yazıda en azından dünyevi yanmalarla ilgili durumumuzu tespit edip nasıl davranmamız gerektiğini işleyeceğiz. 4758 sayılı İş Kanunu her kurum yöneticisini iş güvenliği konusunda yükümlülük altına sokuyor. İlgili madde şu şekilde: BEŞİNCİ BÖLÜM İş Sağlığı ve Güvenliği İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri Madde 77 - İşverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler. İşverenler işyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği önlemlerine uyulup uyulmadığını denetlemek, işçileri karşı karşıya bulundukları mesleki riskler, alınması gerekli tedbirler, yasal hak ve sorumlulukları konusunda bilgilendirmek ve gerekli iş sağlığı ve güvenliği eğitimini vermek zorundadırlar. Kanun maddeleri açık ve net olmasına rağmen açıklayıcı ve zorlayıcı yönetmelikler olmadığı sürece kurum ve kişiler içinde Silverdin yanık kremi bulunan en basit bir ilkyardım çantasıyla kanuna uyduklarını sanmaktadır. Hâlbuki durum hiçte öyle 52 M‹MAR VE MÜHEND‹S olmadığını örneklerimizde göreceksiniz. Açıklayıcı ve zorlayıcı yönetmeliklerden kastımızı bir örnekle açıklayalım. Her işyerinde yangın tehlikesi vardır, iş yeri açma ruhsatı veren kurum, iş yerine uygun boyutta yangın tüpü bulundurulup bulundurulmadığını, yangın tüpünün miadının dolup dolmadığını kontrol eder. Yukarıdaki kanun maddesinde geçmemesine rağmen yönetmeliklerde açıkça yangın söndürme tüpü bulundurma zorunluluğu olduğu için kontrol listesinde vardır. Yangın tüpü olmayan faaliyete başlatılmaz. Birçok iş kolunda yangın söndürme sistemi zorunlu olarak yaptırılmaktadır. Örneğin bir otel, hastane, büyük ofis binalarında yangın söndürme tertibatının yanında yangın algılayıcı duman dedektörleri zorunludur. Tüm bu önlemler yangın riskini, hasarları ve can kayıpları azaltmak içindir. İNSANLARIN İŞ YERİNDE YANMA RİSKİ YANGIN ÇIKMA RİSKİNDEN DAHA MI AZDIR? Kendimize bu soruyu sorduğumuzda insanlar neden yansın ki dikkat ederler diyebiliriz. Bir iş yerinde sadece keyfimiz ve beslenmemiz için içtiğimiz sıcak içecekler ve sıcak yemekler dahi başlı başına yanma riskinin varlığını göstermektedir. (Bknz.Resim1) Hiçbir ısıl işlem olmayan işletmelerde dahi görüldüğü gibi yanık riski vardır. Elektrikli aletlerin kabloları ve prizleri ayrıca yangın riski kadar bir insanda yanma riski de oluşturur. Acaba yanma risklerine karşı hazırlıklı mıyız? Bu soru aklımızdan çıkmamalı. Son 7 yılda yaptığımız gözlemler yanma riskinin Resim 1 : İşyerlerinde yanma riskleri ve basit sıcak su yanığı göz ardı edildiği kanısını bizde uyandırdığı için böyle bir yazı yazma ihtiyacı hasıl oldu. İnsanlarımız hep yanınca çaresine bakarız, doktora, sağlık kurumuna gideriz şeklinde düşünmektedir. Ne işveren gerekli yanık ilkyardım malzemesi bulundurmakta ne de işçisi bu konuda eğitim almış durumda. Bazı işverenler iş güvenliği firmalarından profesyonel destek aldıklarını söylemektedir. Gerçekten sektör hızla büyümekte, özellikle kurumsallaşmış firmalar bu konuda çalışanlarını ilkyardım kurslarına göndermektedir. Bu tür kurslara katılan firmaların çalışanlarına zaman zaman yanık ilkyardımında neler öğretildiğini sormaktayım. Aldığım cevaplar bizi tatmin etmemektedir, hatta bazen hayrete düşürmektedir. Acil travma kitaplarında yanık ilkyardımı konusunda anlatılan eski kavramlar veya bir hastane yanık hasarı oluştuktan sonra yapılması gerekenler öğretilmektedir. Halbuki öğretilmesi gereken yanık hasarının nasıl engelleneceği olmalıdır. Yapılan iş nedeniyle yanma risklerinin yüksek olduğu iş dalları vardır. Isıl işlemler, elektrik ve asitler yanma riskini artıran en önemli faktörlerdir. Bu iş yerlerinde olan yanma kazaları ölümcül olabilmektedir.(Bknz.Resim1) Yangın güvenlik önlemleriyle yanma riskleri azaltılsa da sıfırlanamaz. Kabaca sıralarsak yemek sektöründe, otel ve lokantalarda çalışanlar sıcak kaplar, sıcak sıvılar, buhar, yağ sıçramaları veya dökülmeleriyle yanabilirler. Demir çelik, döküm, alüminyum, tersanecilik, her türlü kaynak işleri gibi metal sektörü cam ve seramik gibi ısıl işlemlerin olduğu sektörler çimento gibi toprağın pişirildiği ve yüzlerce derecelik toz partiküllerinin havayla taşındığı sektörler alkali ve asit yanıkları, kolay parlayıcı ve yanıcı kimyasallar nedeniyle kimya sektörü bir çok pişirme ve sterilizasyon prosesinin olduğu gıda sektörü basınçlı kazanlarda boyamaların yapıldığı, alkali ve asit kimyasallarının kullanıldığı tekstil sektörü kızgın preslerin kullanıldığı ağaç sektörü yüksek sıcaklıkta ve basınçta buharların kullanıldığı termik elektrik santralleri yanma risklerinin yüksek olduğu sektörlerdir. Topluma yanık merkezlerinin az olduğu bilgisi pompalanırken, yanık ilkyardımındaki eksiklikler hiç gün yüzüne çıkarılmamaktadır. Tuzla tersanelerinde meydana gelen ölümcül yanık kazalarından sonra Gemi İnşa Sanayicileri Birliği (GİSBİR) hemen içinde yanık merkezi olan bir hastane açmaya çabalamıştır. Aynı şekilde ülkemizin en yüksek kapasiteli çimento fabrikalarından birisinde ölümcül bir yanma vakıası olduktan sonra firma bir üniversite hastanesine yanık merkezi kurdurmak için 1 milyon dolar bağışlamıştır. Ne tersanelerin çoğunda ne bahsi geçen çimento fabrikasında akut yanıkta kullanılacak, pişmeyi ve doku hasarını engelleyecek hidrojel yanık örtüleri bulundurulmamıştır. Termal kazaya maruz kalan kişi hastaneye ulaşana kadar doku harabiyetinin büyümesi nedeniyle kaybedilmiştir. Bazen kurumlar bu tür küçük yatırımları masraf olarak gördükleri için alım yapmamaktadır, bazı durumlarda ise kurum hekimlerinin konu hakkındaki bilgisizliği, eksikliği ölümcül Kanun maddeleri açık ve net olmasına rağmen açıklayıcı ve zorlayıcı yönetmelikler olmadığı sürece kurum ve kişiler içinde Silverdin yanık kremi bulunan en basit bir ilk yardım çantasıyla kanuna uyduklarını sanmaktadırlar. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 53 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ Resim 2 : Doğru yapılan yanık ilk yardımı Akut safhada yapılması gereken biriken ısının deriden mümkün olduğu kadar hızlı şekilde uzaklaştırılmasıdır. Bu soğutma işlemidir. Soğutma sayesinde yanığın derin dokulara doğru yayılmasını engellemiş oluruz. 54 M‹MAR VE MÜHEND‹S kazalara sebep olmaktadır. Kurum kararı hekime bırakmaktadır. Kurum hekimi ben bu malzemeyi bilmiyorum, önce numune verin deneyeyim dediği zaman verilen numuneyi deneyemeden, numunenin yetmediği büyük kazalar neticesinde ölümler olabilmektedir. Kurum hekimleri için de sürekli eğitim zaruridir. Yanma kazalarında trajikomik bir vakıa hastanede olan yanıklarıdır. Ameliyat esnasında hastada ısı kaybı olmaktadır. Isı kaybını engellemek için ameliyat masasının üstüne ısıtıcı blanket konulmaktadır. Babası da doktor olan 3 yaşındaki Ceren bir omurilik ameliyatında 3’cü derece yanmıştır. Babasının verdiği hukuk savaşı Ameliyathanelerde blanket yanmaları, koter yanmaları, etüv yanmaları riskleri olmasına rağmen kullanılacak hiçbir yanık ilk yardım malzemesi yoktur. Risk ya yok sayılmakta veya küçümsenmektedir. YANIK NEDİR? • Yanık; Isı, elektrik, kimyasal madde veya radyasyon etkisi ile deri bütünlüğünün bozulması demektir. • Termal travma temel mekanizması yükselen ısı ile hücrenin tam veya kısmen harabiyetidir. Hasar derinliği sıcaklığa ve süreye bağlıdır. Örneğin: 82 °C 1 saniyede tam kat deri yanığı yapar. Yanıklarla ilgili ilk yardım konularının anlatıldığı kitaplara bakınca yanığın akut safhası ya kısa olarak geçiştirilmekte yada en sonlarda anlatılmaktadır. İnsan derisi kötü bir iletkendir. Termik hasarın boyutuna göre 100 °C ila 2000 °C deriye etki edebilir. Kritik sıcaklık 50 °C dir. Derinin ısısının bu sıcaklığın altına kendi kendine düşmesi saatlerce sürebilir. Yanmayı yapan sebep ortadan kaldırılmış olsa bile doku hasarı derinlere doğru ilerlemeye devam eder. Jackson yanığı bölgelere (Zone) ayırarak yanığı aşağıdaki resimdeki gibi açıklamıştır Koagulasyon zonu nekrozun oluştuğu bölgedir. Staz zonu doku harabiyetinin devam ettiği bölgedir. Hiperemi zonu ise hafif veya yüzeysel doku hasarının başladığı bölgedir. Akut yanık ilk yardımında hedef koagülasyon zonu engellemektir, eğer koagülasyon zonu oluştuysa bunun büyümesini engellemek aynı zamanda staz zonunu da kurtarmak olmalıdır. O nedenle yanık erken safhada hızlıca soğutularak yanma prosesi durdurulmalıdır. Yanmaların dereceleri: Yanmalar derecelendirilirler. Dereceler yanığın dokuda yarattığı hasarın derinliğine göre derecelendirilir 1’ci derece yanıklar Semptomları:Kızarıklık, morarma, gerginlik hissi, ağrı Doku hasarı: Yanma sadece üst deriyle sınırlıdır. 2’ci derece Yanıklar Semptomları:Kızarıklık, su toplama, şiddetli ağrı Doku hasarı: Yanma üst deride ve alt deride olur. Kıl kökleri, ter gözenekleri ve sinir uçları çalışır durumdadır. Bu yüzde 2’ci derece yanıklar çok acı verirler. İyileşme:Deri hasarı kalmaz. Fakat lekelenmeler kalabilir. 3’cü derece yanıklar Semptomları:Yanık yarası ya beyaz görünür veyahut siyah kömürleşmiş şekildedir. 3’cü derecede yanıklarda sinirlerde yandığı için acı hissedilmez. Kanamada olmaz. Çünkü damarlarda yanmışlardır. Doku hasarları: Derinlemesine derinin bütün katmanları yağ dokusuna kadar hasar görür. Kıl kökleri terleme gözenekleri dokunma duyusu ve acı Resim 3 : Üçüncü derece yanıklara hidrojelli örtüyle doğru yanık ilk yardımı algılayan sinirler hasar görmüşlerdir. İyileşme:İyileşirken derin izler olan buruşuk bir deri oluşur. Eklem yerlerinde ise eklemlerin hareketini kısacak kadar büzülmeler meydana gelir. YANMALAR... NASIL MÜDAHALE ETMELİYİZ? Yanma sebebini hemen durdurun! • Termik yanmalar: Elbiselerdeki yanmaları söndürün. • Elektrik yanıkları: Kazazedeyi elektrikten kurtarın. • Kimyasal yanıklar: Yakan kimyasalı nötralize edin (bol suyla yıkayınız). Hemen soğutun, soğutun ve tekrar soğutun • Akut yanıkları soğutmak için hidrojel emdirilmiş örtü veya temiz su veya kullanın. • Yanık bölgesini 20-30 dakika soğutun Deri kötü bir iletkendir. Isıyı biriktirir. Biriken ısı hücrelerin harabiyetine neden yolur. Yani pişme olayı olur. Akut safhada yanan yere alüminyum yanık battaniyesi örtersek dokunun daha hızlı pişmesine sebep oluruz. Hepimizin bildiği gibi ağzı kapalı tencerede yemek açık olanına göre daha hızlı pişer. Akut safhada yapılması gereken biriken ısının deriden mümkün olduğu kadar hızlı şekilde uzaklaştırılmasıdır. Bu soğutma işlemidir. Soğutma sayesinde yanığın derin dokulara doğru yayılmasını engellemiş oluruz. Resim 2 de yanan yüzeye akut safhada hidrojele bandırılmış örtü ile soğutma uygulanmıştır. Görüldüğü gibi hidrojel örtünün altındaki yanık kızarıklığı yok olmuşken örtünün temas etmediği yerlerde kızarıklık kalmıştır. Soğutma aynı zamanda aneljezik bir etki yaparak acı ve ağrıyı da alacaktır. Resim 3 de görüldüğü gibi 3’cü derece yanıkta çeşme suyu uygulayamayız. Çünkü yüksek enfeksiyon riski vardır. Ayrıca ortadaki resimdeki hastanın yüzünü 30 dakika suya daldırmamız imkansızdır. Boğulabilir. Peki soğutma için ne kullanmalıyız? Son zamanlarda su jel şekline getirilerek taşıcıcı bir örtüye emdirilmiştir. Bu örtülere hidrojele bandırılmış örtü demekteyiz. Bu örtülerin soğutma yani ısı emme kapasitesi sudan 5 kat daha fazladır. Ayrıca bu örtüler tıbbi cihaz yönetmeliğine göre Klass IIb steril ürünlerdir. Doğrudan açık yaraya örtülmektedir. Örtüler sayesinde açık yaralarda enfeksiyon riski de ortadan kalkmış olmaktadır. Yanık merkezleri, hastane acilleri ve il sağlık müdürlükleri 112 Acil ambulansları hidrojel yanık örtüleri akut yanık safhasında başarı ile kullanıl- maktadır. Eğer bu örtüler yanmanın olduğu işletmede bulunursa ve kullanılırsa yanık travması engellenebilir ve kazazedenin hayatı kurtulabilir. Unutmayalım ki kazazedenin yanık merkezine veya hastane aciline götürülmesi uzun sürebilir. Her geçen dakikada yanma devam ettiği için doku hasarı büyüyebilir. Önemli! Yapışmamış giysileri çıkarın • Soğutmadan önce yanık yarasına yapışmamış giy- sileri çıkarınız • Yanık nedeni parmak ve ellerde şişme oluşabileceğinden yüzük, saat vb. gibi maddeler çıkarılmalıdır Önemli! Yanık yarasını steril örtüyle örtünüz • Yanık alanı enfeksiyonlar açısından ciddi bir risk yaratmaktadır. • Yanık yarasını steril hidrojel emdirilmiş örtü veya temiz bez ile örterek hastaneye gidiniz. Kesinlikle pamuk kullanmayınız. • Yanık yerini basınç ve sürtünmeden korumak gereklidir. Bu nedenle yanık yerinin üzerine çok sıkı bandaj uygulayın. Yanıkta asla yapılmayacaklar! • Yaraya yapışmış giysi ve eşyaları koparıp almaya çalışmayın. • Buz yada buzlu su kullanmayın • Yanık yerine asla yağ, krem, diş macunu, kolonya, pudra gibi maddeler uygulanmamalıdır. • Eğer yanık yerinde üzerinde içi sıvı dolu küçük kesecikler (veziküller) oluşmuşsa bunları kesinlikle ellemeyin ve patlatmayın. • Yanık nedeni parmak ve ellerde şişme oluşabileceğinden yüzük, saat vb. gibi maddeler çıkarılmalıdır. DİKKAT! 2’ci ve 3’cü derece yanıklar ve yüzdeki, ellerdeki, eklemlerdeki, cinsel organlardaki az miktarda yanıklar mutlaka doktora gösterilmeli, doktor tarafından takip edilmeli ve tedavi edilmelidir. Çocuklar ve yaşlı insanlar yanmalardan daha çok etkilenirler. Yanma durumlarında ilkyardım yukarıda anlatıldığı şekilde yapılsa, birçok ölümlü durumun önüne geçilebilir. Kazazede yanık merkezine veya hastaneye sevk edilse bile çok kısa sürede iyileşir ve taburcu olur, yara ve yanık izleri kalmaz. Yüksek yanık tedavi masraflarından kurtulmuş olunur. Bu yazımızı okuyanların yanma risklerini daha iyi belirleyeceğini ve gerekli malzemeyi bulunduracağını umuyoruz. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 55 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE İŞE BAĞLI KAS İSKELET HASTALIKLARI VE ERGONOMİ İŞE BAĞLI KAS İSKELET RAHATSIZLIKLARI, DÜNYADA VE ÜLKEMİZDE, HEM YAŞAM VE ÇALIŞMA KALİTESİNİ DÜŞÜRMEYE VE HEM DE MALİ GİDERLERLE SORUN OLMAYA DEVAM EDİYOR. BU HASTALIKLARLA MÜCADELEDE ERGONOMİ, YÖNETİCİLERİN FAYDALANMASI GEREKEN BELKİ DE TEK ETKİLİ YÖNTEMDİR. ERGONOMİ PRENSİPLERİNE GÖRE TASARLANAN İŞLER VE ÇALIŞMA KOŞULLARI, VERİMLİLİK, KALİTE VE SAĞLIK-GÜVENLİK ÜÇGENİNİ EŞZAMANLI OLARAK SAĞLAYACAK BİR ORTAM OLUŞTURUR. Doç.Dr.Mahmut EKŞİOĞLU Endüstri Mühendisliği Bölümü, Boğaziçi Üniversitesi 56 M‹MAR VE MÜHEND‹S İ şebağlı kas iskelet hastalıkları (İKİH), yalnızca ülkemizde değil fakat bütün dünyada çalışan ve genel nüfus arasında sıklıkla görülmekte olup bireyler, işletmeler ve toplum üzerinde ciddi sağlık, sosyal ve ekonomik etkiler oluşturmaktadırlar. 2005 yılında, 31 Avrupa ülkesinde yapılan bir araştırmaya göre işçilerin yüzde 25´i bel, yüzde 23´ü ise kas ağrılarından şikâyetçi oldular [1]. Bu araştırmanın bu ülkelerdeki 235 milyon işçiyi kapsadığı düşünülürse, Avrupa´da yaklaşık 60 milyon işçi bu rahatsızlıklardan muzdarip durumdaydı. ABD´de ise İKİH 2007 yılında iş kaybına neden olan bütün işyeri yaralanmalarının yüzde 30´unu oluşturuyordu [2]. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verilerine göre dünyada her yıl yaklaşık 2.3 milyon işçi iş kazası veya meslek hastalıkları sonucu ölmekte ve dünya genelinde, her yıl 337 milyon iş kazası ve 160 milyon meslek hastalığı vuku bulmaktadır [3]. Bu kaza ve hastalıkların çoğu gelişmemiş ve ülkemizin de yer aldığı gelişmekte olan ülkelerde meydana gelmektedirler. T.C. Sosyal Güvenlik Kurumu 2006 yılı istatistiklerine göre 1601’i ölümle sonuçlanan 79 bin iş kazası ve 574 meslek hastalığı olayı meydana gelmiştir. Aynı yıl içinde, bu kaza ve hastalıklar sonucu 1 milyon 895 bin işgünü kaybedildi [4]. Bunlar sadece rapor edilenlerdir ve kayıt dışı işletmeler düşünülürse, durumun vahameti iyice ortaya çıkar. İş hastalıklarının neden olduğu maliyet A.B.D.’de 2000 yılında yaklaşık 155 milyar dolar olarak hesaplandı [5]. Bu miktar A.B.D.’nin GSMH’nin yüzde 3’üne karşılık gelir. A.B.D. nüfusuyla Türkiye nüfusunu oranlarsak, kabaca, Türkiye’de bu maliyet 35 milyar dolar civarında tahmin edilebilir. Bu israfın önlenerek, hem şirketler ve hem de ülke bazında, ulusal ekonomiye kazandırılması ve işçilerin ´insanca´ çalışma şartlarına kavuşturulmasının gerekliliği ortadadır. Bunun bütün dünyada kabul görmüş bilimsel ve etkili yöntemi, ergonomi programlarının ciddi şekilde şirketler tarafından uygulanmasıdır [6, 7, 8, 9]. 1. İşe Bağlı Kas İskelet Hastalıkları İKİH, iş sisteminde çalışanı zorlayan faktörlerin ve çalışma şartlarının neden olduğu veya semptomlarını artırdığı kaslar, tendonlar, ligamentler, eklemler, sinirler, kemikler, kıkırdaklar, diskler veya yerel kan dolaşımı gibi vücut yapılarının yaralanma ve hastalanmalarıdır. Bu hastalıklar ani bir olayla (aküt travma), umumiyetle de yavaş yavaş, haftalar, aylar veya yıllar sonra mikro yaralanmaların (travma) birikmesi (cumulative trauma-birikimsel travma) sonucu meydana gelirler. Örneğin, bir bel problemi ani olarak bir düşme neticesinde meydana gelebileceği gibi haftalar, aylar veya yıllar boyunca kötü vücut duruşlarında tekrarlı olarak yük kaldırma sonucu da meydana gelebilir (Şekil 1). Daha çok kol, omuz ve bel ve daha az olarak da bacak bölgelerinde görülen İKİH`nın çoğu birikimseldir (Şekil 2). Bu hastalıklar, işe bağlı faktörler yanında iş dışı aktiviteler (ör. hastalıklar, hobiler, spor aktiviteleri, vb.) veya bireysel nedenlerle (ör. yaş, cinsiyet, hastalık) de meydana gelebilirler. Onlarca kas iskelet hastalığı mevcuttur ve en sık görülen İKİH’na örnek olarak bel fıtığı, karpal tünel sendromu, tendinitis ve gergin boyun sendromunu verebiliriz [6, 7, 10, 11]. İKİH umumiyetle kendilerini basit rahatsızlık hissi, ağrı, uyuşma, karıncalanma, yanma, şişme, renk değişimi kasılma ve ilgili organda hareket ve kuvvet kaybı olarak gösterir. Erken teşhis edilmeyip önlem alınmadığı taktirde, ilgili organda kalıcı fonksiyon kaybına (engelliliğe) neden olup işçinin yaşam kalitesini azaltarak çalışamaz duruma getirir. Şekil 1. Bel fıtığı oluşum süreci: (a) normal durum, (b) aşırı yükler altında diskin zamanla deforme olup sinire baskı yapması, (c) diskin çatlaması sonucu disk sıvısının dışarıya akıp sinire baskı yapması (bel fıtığı: herniated disk) 2. Risk Faktörleri İKİH, genellikle, çalışma şartlarının ve iş yüklerinin çalışanların kapasite ve limitlerini aşması sonucu oluşur. Hatalı tasarımlı iş süreçleri, ekipman/ makina/aletler/iş istasyonları ve iş ortamları ile iş organizasyonu, çalışanların iş yüklerini artırıp aşırı zorlanmalarına neden olan başlıca faktörlerdir. Son safhasında engelliliğe kadar götürebilen birikimsel İKİH’nın izlediği fizyolojik süreci ve katkıda bulanan faktörleri gösteren konsep model Şekil 3´de görülmektedir [7]. İKİH´nın ana nedeni ağır fiziksel çalışma koşulları olmakla birlikte, organizasyonel ve psikososyal faktörler de dikkate alınmalıdır [7]. • Çalışma temposu (hızı, tekrarı, sıklığı) - çalışma temposu özellikle şu işler için kaygılandırıcıdır: Montaj, ayırma (sıralama) işleri, malzeme yükleme veya indirme, malzeme sayma (envanter), ürün depolama/stoklama/raflama, telefon pazarlamacılığı, müşteri hizmetleri, paketleme, el aleti kullanımı, bilgisayar programcılığı ve bilgisayar kullanımı gerektiren işler. • Aşırı kuvvet/tork uygulamak - aşırı el ve parmak sıkma (kavrama) veya döndürme kuvveti uygulayarak çalışmak; ağır kaldırmak/taşımak/itmek/ çekmek; dengesiz ve kaygan yükleri kaldırmak ve taşımak. • Statik ve hatalı vücut duruşları (nötral olmayan veya doğal olmayan duruşlar eklemlerin dinlenik olmayan açılarına karşılık gelen) - uzun süre aynı ve özellikle hatalı, duruşta çalışmak (statik duruş); ellerle uzun süreli olarak başüstü veya dirsekler omuz yukarısındayken çalışmak; uzun süre boyun eğikken çalışmak; çömelerek veya diz bükük çalışmak; bel bükük veya burkulmuş olarak çalışmak veya yük kaldırmak; bilekler, dizler, kalçalar veya Şekil 2. İKİH`lerin sıklıkla görüldüğü omuzlar bükük veya burkulmuş olarak tekrarlı veya aralıksız olarak çalışmak. • Titreşimler (ivme ve frekans değerlerine bağlı olarak) -el ve vücudun alet ve araçlardan gelen tehlikeli titreşimlere maruz kalınması (ör. güçle çalışan el aletleri, forklift, traktör ve tır vb., araçlardan gelen titreşimlere uzun süre maruz kalmak). • Mekanik temas basıncı (birim yüzeye gelen kuvvetin değerine bağlı olarak) - tekrarlı olarak yumuşak vücut dokularının sert ve keskin objelerle teması (ör.; masa kenarı, keskin kenarlı iş parçaları, vb.) • Yetersiz dinlenmek – aşırı yorgun olarak çalışmaya devam etmek veya yeterli dinlenemeden çalışmaya devam etmek (dinlenme molalarının iş yüküne uygun olmaması) • Soğukta çalışmak -fizyolojik değişimlere neden olarak çalışma kapasitesini azaltıp riskleri artırır. • Bireysel özellikler - cinsiyet, yaş, fiziksel durum, genetik, çalışma metodu (sağlıkça zayıf işçiler, kadınlar ve yaşlılar daha fazla risk altında) • İş organizasyonu, psikososyal faktörler ve zihinsel stres – işletmede bir iş güvenliği kültürünün eksikliği, iş gereklerinin iş organizasyonu tarafından etkilenmesi (işin belirli bir zamanda bitirilme zorunluluğunun yarattığı zaman baskısı, vb.), işçinin işiyle ilgili kararlarda söz sahibi olmaması, amir ve iş arkadaşlarından sosyal destek alamama, iş memnuniyetsizliği, iş dışı sorunlar, vb. faktörler zihinsel stresi artırıp davranışları olumsuz etkileyerek işin doğru metotla yapılmamasına neden olur ve KİH riskini artırırlar. “İşe bağlı kas iskelet rahatsızlıkları, dünyada ve ülkemizde, hem yaşam ve çalışma kalitesini düşürmeye ve hem de mali giderlerle sorun olmaya devam ediyor. Bu hastalıklarla mücadelede ergonomi, yöneticilerin faydalanması gereken belki de tek etkili yöntemdir.” Bu riskler, maruz kalma süresi, maruz kalma sıklığı/tekrarı, riskin seviyesi/yoğunluğu ve birden fazla riskin mevcudiyetine bağlı olarak İKİH olasılığını artırırlar. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 57 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ 3. Ergonomik Yaklaşımlarla İKİH’nı Önleme Ergonomiyi, kapsamı çok geniş olmakla birlikte, çalışma hayatı açısından, ´insan-iş sistemi etkileşimini bilimsel olarak araştırarak bu sistemleri insanın fiziksel ve zihinsel kabiliyet ve sınırlarına uygun tasarlamayı amaçlayan çok disiplinli bir mühendislik ve uygulamalı bilim dalıdır, diye tanımlayabiliriz. İKİH´nı önlemede yöntemler geliştirip uygulamak ve bu yöntemlere araştırmalarla bilimsel temel oluşturmak sorumluluğu ergonominindir. Gerçekte, riskleri azaltacak kabul edilebilir güvenli iş yükü ve iş ortamı limitlerinin belirlenmesi (çalışma temposu, uygulanan kuvvet-tork seviyesi, kaldırılan yükün ağırlığı, birim zamanda harcanan enerji, optimal iş süreçleri, iş istasyonu/alet/ ekipman/makina boyutları ve özellikleri, gürültü, iklim ve aydınlatma seviyelerinin ne olması gerektiği, vb.) genelde ergonomik araştırmalar sonucu elde edilir. İş ve iş ortamının bu limitlere göre tasarlanması da ergonomi ile uğraşanların işidir. KİH´nı önlemede mantıksal yaklaşım risk faktörlerinin azaltılması veya ortadan kaldırılmasıdır. İlk adım olarak riskler belirlendikten ve bu risklerin iş süreçlerinde neden var olduğu sorusu yanıtlandıktan sonra risklerin azaltılması veya yok edilmesi için çözümler üretmek bir sonraki adımdır. Risklerin azaltılması veya ortadan kaldırılmasına yönelik ergonomik önlemleri üç ana grupta toplayabiliriz: (1) mühendislik, (2) yönetimsel ve (3) kişisel koruyucu ekipman. Bunlar arasında mühendislik önlemleri en etkili ve tercih edilen olmakla birlikte, gerektiğinde diğer önlemlerle birlikte kullanılması daha iyi sonuçlar verir [6, 7, 8, 9]. 4.1 Mühendislik önlemleri İKİH önleme ve kontrolde en etkili ve ilk tercih edilen bu yaklaşım, iş sistemlerinin, işgücünün biyomekaniksel, fizyolojik, antropometrik ve psikolojik kabiliyetlerine ve limitlerine göre tasarlamayı kapsar. Bu yaklaşıma şunları dahil edebiliriz. İş yükünün belirlenmesi, iş istasyonu yerleşim planı, alet/ekipman/ makinaların tasarımı, seçimi ve kullanımı, çalışma metodlarının ve iş süreçlerinin belirlenmesi, çevresel faktörlerin (gürültü, iklim, aydınlatma, vb.) uygun seviyelerde tutulması [6, 7, 8]. Bu önlemlere örnekler verelim: • İşe değer katmayan iş adımlarını ortadan kaldırarak veya azaltarak hem gereksiz eforu ortadan kaldırmak ve hem de işin daha 58 M‹MAR VE MÜHEND‹S çabuk yapılmasını sağlamak. • İşyükü parametrelerini (kuvvet-tork, tempo, yük ağırlığı, vb.) işçilerin kapasitelerindeki farklılığı (yani, düşük kapasiteli işçileri) hesaba katarak, işçilerin yaklaşık yüzde 90`ının risksiz yapabileceği seviyede tasarlamak. Böylece, işin daha etkili, kolayca ve daha fazla kişi tarafından yapılabilmesini sağlamak. • Yük kaldırma işlerinde, yükün kaldırıldığı ve konacağı yüksekliği, belden yatay mesafesini, dakikada kaldırma sıklığını, bel burkulma açısını, elle yükün sağlam tutulup tutulmadığını hesaba katarak güvenle kaldırılabilecek maksimum ağırlığı belirlemek. Kaldırılabilecek yükün ağırlığını artırmak için bahsedilen parametreleri optimize etmek. Böylece bu işlerin daha fazla kişi tarafından yapılmasını sağlayarak olası bel problemleri riskini azaltmak. • İş istasyonunun boyutlarını, kısa ve uzun boydaki işçilerin vücut ölçüleri ve erişim mesafelerini hesaba katarak tasarlayıp zorlanarak çalışmayı önleyerek eforu azaltıp verimliliği artırmak. • Montaj hattının yüksekliğini, uzun ve kısa boydaki işçilerin belden eğilmek veya yükseğe uzanmak zorunda kalarak hatalı duruşlarda çalışmak zorunda kalmayacakları yükseklikte tutmak için çözüm üretmek. 4.2 Yönetim önlemleri İKİH önlemede şirket tüzük ve yönetmelikleri, prosedürleri, kuralları veya iş uygulamalarında yapılan değişiklikler olarak tanımlayabiliriz. Bu önlemler ekipman satın alma veya tasarım değişikliği gerektirmeden kolayca ve çabucak uygulanabilme avantajına sahip olmakla birlikte tehlikenin kaynağını ortadan kaldırmakta genellikle yetersizdirler. Mühendislik çözümleriyle birlikte uygulanmalı veya mühendislik önlemleri alınıncaya kadar geçici çözümler olarak düşünülmelidir. Bu önlemler genellikle aşağıdaki uygulamaları içerir [6, 7, 8, 13]: • İş sağlığı ve güvenliği kültürünün oluşturulması Çalışanların, çalıştıkları işletmede iş sağlığı ve güvenliğinin çok önemli olduğuna inanmaları onların potansiyel olarak daha güvenli çalışmalarına neden olarak İKİH’nı azaltacaktır. Bu amaca yönelik olarak, yöneticilerin iş sağlığı ve güvenliğinin şirket için önemini vurgulayan tüzük, prosedür ve uygulamalarla somut önlemler almaları bu açıdan önemlidir. • Çalışmaya ait uygulamalar: Ağır işlerde dinleme molalarının bir defada uzun verilmek yerine kısa fakat sıklıkla ve gerektiğinde ek molalar verilerek yorgunluğun kabul edilebilir seviyede tutulması, fazla mesailerin azaltılması, vardiya sisteminin kullanılmaması ve eğer kullanılmak zorunda kalınırsa, bunun ergonomik prensiplere göre yapılması, iş rotasyonu, iş sorumluluğunun genişletilmesi veya işlerin çeşitlendirilmesi ile can sıkıntısının azaltılarak motivasyonun artırılması; çalışma temposunun ayarlanması ve tercihen işçiye bırakılması. • Eğitim: İşçi, amir ve yöneticilerin sorumluluklarına uygun olarak aşağıdakilerden bir veya birkaçı hakkında eğitilmeleri: İKİH riskleri nelerdir ve doğuracakları sonuçlar; risklerden korunma yolları (stres ve zorlanmaları azaltacak doğru çalışma metotları ve doğru vücut duruşları; alet ve materyaller ile kişisel koruyucuların doğru kullanımı); semptomların erken rapor edilmesinin önemi; sağlık ve güvenlik aktivitelerine katılımın önemi ve katılımın ne şekilde olacağı. • İşe uygun işçinin seçimi ve yerleştirilmesi: Mevcut işçiler arasından işe en uygun işçinin seçimi. Örneğin, iş sıklıkla ve ağır yük kaldırmayı gerektiriyorsa, bunu yapabilecek işçilerin sağlık, kuvvet ve dayanıklılık testleri ile tespit edilip bu işlere verilmesi. Böylece işi yapamayacak kuvvet ve dayanıklılıktaki işçileri, olası bel vb. problemlerden korumak. • Psikososyal çevrenin iyileştirilmesi: işçilerin kendilerini ilgilendiren işlerde söz sahibi olabilmelerini, iş arkadaşları ve amirlerinden destek görmelerini sağlayacak psikososyal ortam oluşturulması vb. • Organize fiziki egzersizler: Haftada 3 kereden az olmamak şartıyla düzenli ve sıkı bir egzersiz programının oluşturulması, çalışanları daha fit kılarak İKİH riskinin azalmasına katkıda bulunabilir. 4.3 Kişisel Koruyucu Ekipman Kişisel koruyucu ekipman (KKE) kullanma önlem yöntemi en az tercih edilmesi gereken yöntem olup geçici ve son çare olarak görülmelidir [6, 7, 8]. KKE nadiren risklerden tamamıyla korur ve iletişim, konfor, performans ve işçi tarafından tercih açılarından dezavantajlara sahiptirler. Burada amaç, risk teşkil eden durumu ortadan kaldırmak değil, işçi ile tehlike arz eden durum arasında engel koyarak maruz kalma seviyesini kabul edilebilir seviyede tutmaktır. Bu ekipmanlara örnek olarak gürültüden korunmak için kulak tıkaçları, titreşimlerden ve yaralanmalardan korunmak için uygun eldivenler, koruyucu gözlük, yüz koruyucu maske, gaz maskesi, kask, koruyucu ayakkabılar, koruyucu önlükler, vb. sayılabilir. 4.4 Ergonomi Programı Yukarıda bahsedilen önlem yöntemlerinin işletmelerde bir ergonomi programı içinde uygulanması İKİH’leri önlemedeki başarıda çok önemlidir. Ergonomi programı, ergonomi ilkelerinin yapılanmış bir sistem içinde uygulanmasıdır [6]. Program, iş sağlığı ve güvenliği programının bir parçası olarak düşünülmelidir. Ergonomi programı problemlerin geçici olarak çözmek veya problem oluştuktan sonra reaksiyon vermek yerine, riskleri daha tehlike oluşturmadan belirleyip ortadan kaldırmaya yönelik planlı (proaktif) ileriye dönük bir yaklaşımı öngörür. Başarılı bir ergonomi programının oluşturulması ve uygulanması her şeyden önce en yüksek seviyedeki yöneticiden en alt seviyedeki işçiye kadar ilgili herkesin programa aktif olarak katılımını gerektirir (katılımcı yaklaşım). Bu programın oluşturulmasında şirketle birlikte, varsa, işçi sendikaları da önemli rol oynar. Şirket içinde programın sorumluluğunu alacak ve uygulamaya koyacak bir komite oluşturulmalı ve gerektiğinde ergonomi uzmanlarının görüş ve katkılarına da başvurulmalıdır. Yukarıda bahsettiğimiz ergonomi programı genellikle büyük şirketler için uygulanabilir olmakla birlikte, daha az maddi olanaklara sahip küçük işletmelerin de, kendi ölçülerine uygun benzer bir sistem içinde, belki, birkaç işletme bir araya gelip bir işletmeler grubu oluşturarak ilgili resmi kurumlar ve ergonomi uzmanlarından da teknik destek talep edip, riskleri önlemeye veya azaltmaya çalışmaları akla gelen yaklaşımlardan biri olabilir. 5. Sonuç İşe bağlı kas iskelet rahatsızlıkları, dünyada ve ülkemizde, hem yaşam ve çalışma kalitesini düşürmeye ve hem de mali giderlerle sorun olmaya devam ediyor. Bu hastalıklarla mücadelede ergonomi, yöneticilerin faydalanması gereken belki de tek etkili yöntemdir. Ergonomi prensiplerine göre tasarlanan işler ve çalışma koşulları, verimlilik, kalite ve sağlık güvenlik üçgenini eşzamanlı olarak sağlayacak bir ortam sağlar. Aşırı yorgun ve stresli olmayan işçiler daha verimli çalışıp kaliteli ürün üretecekler ve hastalanmalara, yaralanmalara ve kazalara daha az meyilli olacaklardır. Bu sonuçtan da hem şirket, hem çalışan ve hem de ülke olarak kazançlı çıkacağız. Şunu da önemle vurgulamak gerekir: Yalnızca geleneksel anlamdaki endüstri ve hizmet sektörü değil, fakat inşaat, tarım, balıkçılık, ormancılık, et paketleme vb. sektörlerde çalışanlar da yüksek seviyede İKİH risklerine maruzdurlar ve önlemler bu sektörler için de ivedilikle araştırılmalı ve uygulanmalıdır. Ayrıca, kayıt dışı işletmelerin gün ışığına çıkarılmasıyla bu sorunların çözülmesi daha da kolaylaşacaktır. Kaynakça 1. EuropeanFoundation for the Improvement of Living and Working Conditions, 2007. 2. U.S. Bureau of Labor statistics, 2008: http://www.bls.gov/opub/ted/2008/dec/ wk1/art02.htm. 3. Al-Tuwaijri, et al. Introductory report “beyond death and injuries: the ILO’s role in promoting safe and healthy jobs”. In: XVIII World Congress on Safety and Health at Work, June 2008, Seoul, Korea. 4. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, İş Sağlığı ve Güvenliği Ulusal Bilgi Ağı, 2009. Sosyal Sigortalar Kurumu istatistikleri (1997-2006). http://osha.europa.eu/ fop/turkey/tr/statistics 5. Leigh, J.P., S. Markowitz, M.Fahs, and P. Landgrigan, 2000. Costs of Occupational Injuries and Illnesses, The University of Michigan Press, Ann Arbor. 6. NIOSH, 1997. Elements of Ergonomics Programs. U.S. Department of Health and Human Services. DHHS (NIOSH) Pub. No. 97-117, Cincinnati, USA 7. National Research Council of US , 1999. Work-Related Musculoskeletal Disorders National Academy Press, Washington DC. 8. European Agency for Safety and Health at Work, 2008. Work-related musculoskeletal disorders: prevention report. Luxembourg: Office for Official Publications of the European Communities. 9. Eksioglu, M., 2006. Küresel Şirketlerde Ergonomi Programlarıb–Bir İnceleme. 12. Ulusal Ergonomi Kongresi, Gazi Üniversitesi, Ankara. 10. NIOSH, 1995. Cumulative Trauma Disorders in the Workplace. U.S. Department of Health and Human Services. Pub. No. 95-119. 11. Bernard, B., 1997. Musculoskeletal Disorders and Workplace Factors. Cincinnati OH: National Institute for Occupational Safety and Health. 12. Ekşioğlu, 2009. Ergonomi ve İnsan Faktörleri Mühendisliği, Ders Notları. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü. 13. Ekşioğlu, 2010. Ergonomics in Management (Yönetimde Ergonomi), Ders Notları. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 59 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE ÜLKEMİZ VE DÜNYADAKİ İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNE GENEL BAKIŞ ÇALIŞANLARIMIZA VERDİĞİMİZ İNSANİ DEĞER VEYA ÇALIŞANLARIMIZIN KENDİLERİNE BİÇTİKLERİ DEĞER ÜLKELERİN, MİLLETLERİN GELİŞMİŞLİK MERTEBELERİ İLE DOĞRUDAN ALAKALIDIR. BU DEĞER DE ÇALIŞMA ORTAMLARININ VE ÇALIŞANIN İŞ SAĞLIĞI GÜVENLİĞİ İLE DOĞRU ORANTILIDIR. Osman ŞAHBAZ Makina Mühendisi 60 M‹MAR VE MÜHEND‹S D engeli, disiplinli, planlı, programlı çalışmak ve üretmek zorundayız. Başka da çıkar yolumuz yok. Üretemeyen, yani komşularımızı görüyoruz. Onların haline düşmek istemiyorsak yapmamız gerekenler ortada, disiplinli, planlı ve programlı olarak verimli bir şekilde çok çalışmak. İşte Avrupa: mali, siyasi ve ekonomik olarak neredeyse tamamı sallanıyor. İtalya, Yunanistan, İspanya, Belçika ve Portekiz’in hali ortada. Hak etmedikleri lüksü, konforu yaşayarak, çalışmadan, üretmeden bugünlere geldiler. Bugünden sonra değerler ve mülkiyetler el değiştirecektir. Tabi bu da kolay olmayacaktır. Bir süreç gerekmektedir. Şayet millet olarak, ülke olarak bunlardan ders almazsak, Türkiye’nin de başındaki en büyük belanın bu olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Ülkemizde gelecek dönemde senede 750 bin kişinin istihdam piyasasına girerken aş ve iş bulabilmelerinin yolu üretim ve ihracattan geçmektedir. Üretmeden hiçbir şeyi başaramayız. Bundan dolayı da üretimde liberal, rekabetçi, süreç yönetimi, stratejik planlama yapmalıyız. Gayet tabi dünya kalitesi ve standartlarının üzerinde üreterek bunu başarmalıyız. Türkiye’de kurumlar vergisinin yüzde 20’ye inmesi üretimi, üreticiyi ve istihdamı da rahatlatacaktır. Evet, bunlar olması gereken şeyler. İş kazaları ve meslek hastalıkları raporları istatistiklerinde dünya sıralamamız 3 iken, AB içinde bu 1’dir. Bu çok manidardır. İnsani değerlerimiz, bu kadar basit olmamalı. İşyerinde kişisel korunma ekipmanlarının kullanılmasına ve kullandırılmasına ciddi ehemmiyet vermeliyiz. Çalışma ortamında, kaza riskini, mesleki hastalıkları azaltma amaçlı hazırlanan güvenlik işaretleri de ihmal edilmemelidir. AB müzakere ve katılım süreci aslında teknik bir süreçtir. Teknik hazırlıkların da ciddi bir finansal boyutu olacaktır. Tabii olarak bunu da sistemin işleyişi gereği siyasetçilerimiz yönlendiriyor. Bir başka açıdan baktığımızda ise AB müzakerelerinin sürdürülüyor olması güzel, ancak üyelik tarihinin belli olmayışı, bununla birlikte teknik altyapıyı yapmaya istekli, şeffaf bir ülke ve sanayicimiz var. Ayrıca, üyelik tarihinin belli olması sanayicimiz için yeni yatırımların oluşması için heyecanla beklenilen bir süreçtir. Bu çalışma ortamı da girişimcilerimize, çalışanlarımıza ve devletimize ciddi görevler yüklemektedir. Kimsenin, Rabbimizin verdiği mukaddes canları gasp etmeye, ihmal ederek canını almaya hakkı yoktur. Görüyoruz ki, tedbirsiz ve tehlikeli davranışlar biraraya geldiğinde kazalar meydana gelmekte, can kayıpları ortaya çıkmaktadır. Kanunda var olan “ ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, işe alınmadan evvel, mesleki eğitime tabi tutulmaları zorunludur” ibaresi ve 6. maddede yer alan “ağır ve tehlikeli işlerde çalıştırılacak işçilerin, gerekli belgelere sahip olmaları ve bulundurmaları zorunludur“ ibaresi vardır. Sorulması gereken soru, “Bunlara işveren ve işçi ne kadar dikkat ediyor?” olmalıdır. Çalışanlarımıza verdiğimiz insani değer veya çalışanlarımızın kendilerine biçtikleri değer ülkelerin, milletlerin gelişmişlik mertebeleri ile doğrudan alakalıdır. Hz. Peygamber (sav) çalışanlardan bahsederken şöyle buyurmuştur: “ Onlara külfet yüklediğinizde yardım ediniz.“ Türkiye’de milli yeterlilik sistemi kurulma çalışması henüz yeni yeni başlıyor. Böyle olunca, ömür boyu eğitim ve öğretim sürecinde, iş başında ve gidilen gelendirilememektedir. Aslında bu etkinlikler birçok sektörde ve işyerinin verdiği eğitimlerle bu tür belge ve diplomayı verebilecek seviyeye ulaşmıştır. İllaki Milli Eğitim Bakanlığı sertifikası olması mı gerekmektedir? Fabrikalarımızda çalışan mühendislerimiz, teknik elemanlar zaten eğitmen durumundadır. Fabrika yöneticilerimizin sanayiye yeni katılan gençlere, stajyerlere çalıştıkları süreyi belgeleyen sertifikaları rahatlıkla verebilmelidir. Zorunluluktan olsa gerek, bazı sektörlerde eğitim, beceri ve bilgilerini ve yetkinliklerini verilen bilgiler doğrultusunda aceleyle, zorunlu olarak belgelendirdiklerine şahit oluyoruz. Günümüz dünyasında ülkeler de aynı firmalar gibi, şirket gibi üretmeye çalışıyor ve yarışıyor. Aslında ulaşılmaya çalışılan gerçek şu ki günümüzde dünyada yaşanılan krize baktığımızda üretemeyen ülkeler krize girmekteler. Bunun için de her türlü kolaylığı, avantajı, inovatif bilgiyi ülkemize transfer etmeliyiz ki çalışanlarımız da üretimlerini hijyenik, sağlıklı ortamda gerçekleştirebilsin. Çalışanlarımız ve insanımız bunu fazlasıyla hak etmektedir. Türkiye sağlıklı, disiplinli üretmek durumundadır. Üretemezse maalesef önümüzdeki gelecek her yıl 750 bin gencimize istihdam bulamayız. İşçi ve işveren arasındaki güven duygusunun yıkılması, zaman içerisinde sosyal çalkantılara da zemin hazırlayacaktır. Negatif sosyal çalkantılar peynirin içten içe kurtlanmasına sebep olan rutubetli hava gibidir. Peygamber efendimiz (sav) şöyle buyuruyor: “Doğru ve güvenilir tüccarlar, kıyamet gününde Peygamberler, şehitler, sıddıklarla ve salihlerle beraber bulunurlar.” İslamiyetin doğudan batıya, Afrika içlerine, Çin’e, Endonezya’ya ve Japonya’ya yayılışına baktığımızda tüccarların davranış, telkin ve tebliğleriyle yayılmıştır. Peygamber efendimize en kıymetli yapılması gerekeni sorduklarında, şöyle cevaplamış: “ En değerli kazanç, kişinin elinin emeği olarak elde ettiği kazançtır.” Batıda işçi ücretlerinin düzenlenmesi ve asgari ücret sanayi devrimiyle yerini alabilmiştir. İlk sosyal çözüm ve politikaların oluşması ise 1674 yılında İsviçre’de çıkarılmış bir kararname iledir. Sonrasında Zürih bölgesinde 1704 yılında sanayide çalışanlara asgari ücretin belirlendiği bir kararname çıkarılmıştır. Yine sonrasında 1848 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels’in yazdıkları “ Komünist Manifesto” su da sosyal diyalogdan ve müzakereden uzak, başkaldırı ve hırçınlıklar içermektedir. Ancak, şunu da bilmeliyiz ki: Osmanlı döneminde Kütahya bölgesi çinicilik sanatının merkezi haline gelmişti. İşçi ve işveren ilişkilerinin düzenlendiği belgeler batıdaki toplu iş sözleşmesinden tam 51 sene evvel yazıldığı bilinmektedir. Bu evrak sosyal, hukuki, ekonomik ve şer’iye sicillerinin ne kadar dolu ve zengin bilgilerle dolu olduğunu da belgelemektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra ancak işçi hakları konusunda 1936 yılında, iş kanunu yasal olarak kabul edildi. Son olarak da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı 2003 yılında “iş sağlığı ve güvenliği yönetmeliği “ni devreye sokulmuştur.Bizim kadim geleneğimizde, çalışanın alin teri kurumadan ücretin ödenir anlayışı hâkim kılınmış, kul hakki her şeyin önünde tutulmuştur. AB’nin son 2007 yılı stratejik bildirisinde, 21 Şubat 2007’de AB Komisyonu tarafından sirküle edilmiştir. Bildiride, 5 sene sonunda işz kazalarının önlenmesi ve yüzde 25 oranında azaltılması hedeflenmiştir. Komisyon bu hedefi yakalayabilmek için de AB iş sağlığı ve güvenliği mevzuatında tedbirler ve yöntemleri bir dizi halinde sunmuştur. Avrupa’da risklerin düşünülerek kontrol altına alınmasında ve sanayicilerin risk önleme kültüründe daha hassas davranıyor olduklarını görüyoruz. Genel tanıma göre; iş sağlığı ve güvenliği, “işyerlerindeki çalışma koşullarının sağlık ve güvenlik içinde olmasını temin eden ve sonucunda iş kazaları ile meslek hastalıklarını azaltan bir bilimdir.” TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 61 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ SÖYLEŞİ Dr. Kemal Karataş “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ BİR SEKTÖR OLUYOR” İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİNİN BİR SEKTÖR OLMAYA BAŞLADIĞINI BELİRTEN İSTANBULUZMAN A.Ş. YÖNETİCİSİ DR. KEMAL KARATAŞ, “BU SEKTÖRDE YER ALMAK İSTEYEN MİMAR VE MÜHENDİSLER, EĞİTİMLERİNİ ALARAK İŞ GÜVENLİĞİ UZMANI OLABİLİR” DEDİ. KEMAL KARATAŞ İLE İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ ALANINDAKİ ÇALIŞMALARINI KONUŞTUK. SÖYLEŞİfi‹: Sunullah DOĞMUŞ Kemal Bey, İstanbuluzman’ı kurma fikri nasıl oluştu? İstanbuluzman, firmalara İş Sağlığı ve Güvenliği (İSG) alanında çözüm ortağı olmak ve bu alanda hizmet vermek isteyenleri tam donanımlı yetiştirmek düşüncesi üzerine kurulmuştur. Şirket merkezimiz; İkitelli girişindeki Atatürk Bulvarı üzerindedir. Firmaların, iş sağlığı ve güvenliği anlamında ihtiyaç duyduğu her noktada en yüksek kaliteyle hizmet sunmak vizyonuyla yola çıktık. Bu amacı paylaşan ve her biri kendi dalında birikim sahibi 7 ortaklı bir yapı oluşturduk. İstanbuluzman’ın en önemli potansiyeli, 5 doktor, 1 A sınıfı emekli iş başmüfettişi ve 1 yöneticiden şekillenen yetkin ortaklık yapısıdır. Bu sinerjinin olumlu sonuçlarını, attığımız her adımda görüyoruz. Tecrübeli isimlerle çalışıyorsunuz yani? İstanbuluzman bünyesinde çalışan doktor kadrosu, meslek hayatlarının tamamını iş sağlığı alanında geçirmiş sektörün referans kadrosudur. İş güvenliği uzmanlarımız, tecrübeli A sınıfı iş güvenliği uzmanlarından oluşuyor. Bu isimler, ülkemizin en büyük kuruluşlarına danışmanlık ve ayrıca adli yargı bilirkişiliği yapmakta. Firmanızda son dönemde ne gibi değişimler söz konusudur? Biz firmamızın sektöründe yadsınamaz derin izler bırakması adına yatırımlarımızı sürdürmekteyiz. Bu düşünceden hareketle 19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongre ve Fuarı’nda yeni yüzümüzle vizyona çıkıyoruz ve inanıyoruz ki iş sağlığı 62 M‹MAR VE MÜHEND‹S ve güvenliği sektörü, markamız ‘dr.uz’la yeni bir ivme kazanacak. Sağlıklı işler sloganıyla, İş Sağlığı Uzmanı tanımıyla yola çıkan ‘dr.uz’, amiral gemisi olmaya aday bir marka olarak sektöründe hak ettiği yeri kısa zamanda alacağını düşünüyoruz. Verdiğiniz hizmetler nelerdir? İstanbuluzman, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı tarafından, iş sağlığı ve güvenliği alanlarında yetkilendirilmiş bir kurumdur. Firmamıza Çalışma Bakanlığı tarafından Ortak Sağlık Güvenlik Birimi (OSGB) Yetkisi, İşyeri Hekimliği Eğitim Kurumu Yetkisi ve İş Güvenliği Uzmanlığı Eğitim Kurumu Yetkisi verildi ki, bunlar son derece değerli yetkiler. Ayrıca, Sağlık Bakanlığı onayıyla İlkyardım Eğitim Merkezi yetkimiz de var. İşyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanlarının temel amacı nedir? İşyeri hekimleri, işçilerin sağlığının bozulmaması için gerekli koruyucu hekimlik çalışmalarını yapar. Böylece, en az işgünü/işgücü kaybıyla çalışma hayatının aksamadan, sağlıklı bir şekilde sürmesini temin eder. İş güvenliği uzmanları, çalışanların maruz kaldığı ortam risk faktörlerini tespit eder, bu tespitlere dair önlemleri işverene sunar. Gereken eğitimleri planlar. O işletmede bir güvenlik kültürü oluşmasını temin eder. Firmalar, hangi şartlarda hekim veya uzman bulundurmak zorunda? Mevcut mevzuata göre işyeri hekimi, çalı- şan sayısı 50 ve daha fazla olan her işyerinde olmak zorunda. Eğer bu işyeri, sanayiden sayılıyorsa iş güvenliği uzmanı da olmak zorunda. Kimler işyeri hekimi ve iş güvenliği uzmanı olabiliyor? İşyeri hekimliği eğitimine tıp fakültesi mezunu olan tüm doktorlar katılabilir. İş güvenliği uzmanlığı eğitimine ise tüm mühendisler, mimarlar, ayrıca fizik ve kimya bölümü mezunları katılabilir. İşyeri hekimliği ve iş güvenliği uzmanlığı eğitimlerinin süresi ne kadar? Bakanlığın belirlediği çerçevede 180 saatlik teorik eğitim ve 40 saatlik stajla toplam 220 saatlik bir eğitim programı sunuyoruz. 180 saatin 90 saatini uzaktan eğitim halinde veriyoruz. Arkasından 90 saatlik yüz yüze eğitim programı başlıyor. 13 eğitmenle bu dersleri eğitim merkezimizde veriyoruz. Eğitim salonumuz, yetişkin eğitimleri için gayet modern, 80 m2’lik U düzeni yerleşimli bir salon. Burada üniversitelerden ve çalışma hayatından tecrübeli hocalarımızla interaktif eğitimler sunuyoruz. Son derece verimli, her katılımcının memnuniyet duyduğu bir eğitim programı. İş güvenliği uzmanlığı çok değerli bir unvan mı? İş güvenliği uzmanlığı, şu an yükselen değer. Her yeni yönetmelik, artık bu uzmanlık sertifikasını şart koşuyor. Örneğin, geçtiğimiz aylarda çıkan yönetmelikle, şantiye şeflerine 2012 itibarıyla iş güvenliği uzmanlığı sertifikası zorunlu hale geldi. Dolayısıyla bu altın bileziği bir an önce takmak gerek. OSGB diye bir kavram kullandınız. Ne demek OSGB? Az önce bahsettiğim gibi işyeri hekimi, çalışan sayısı 50’den fazla olan her işyerinde olmak zorunda. Eğer bu işyeri, sanayiden sayılıyorsa iş güvenliği uzmanı da olacak. İşveren, bu hizmeti hekim ve uzmanı kendi personeli yaparak sağlayabileceği gibi dilerse Çalışma Bakanlığı’nca yetkilendirilmiş kurumlardan da fatura karşılığı hizmet alma şeklinde sağlayabilir. İşte bu yetkili kurumlara OSGB yani “Ortak Sağlık ve Güvenlik Birimleri” deniliyor. Ne gibi avantajları var OSGB’den hizmet almanın? Klasik usulde işverenler; hekim, uzman gibi İSG personelini istihdam edip adına bordro düzenlemek zorunda. Her ay personele maaşını, devlete vergisini ödüyor. Yıllık izin, hastalanma, özel izin gibi durumlarda hizmet aksamasını göze alıyor. Anlaşmazlık halinde tazminatlarını ödüyor. Şimdi devlet, işverenlere alternatif sunuyor: OSGB’lerden hizmet alınırsa, tüm idari ve vergisel yük OSGB firmasına ait. Siz sadece faturanızı ödeyip hizmet alıyorsunuz. Dolayısıyla, şu anda birçok firma bu yöntemi avantajlı görüyor ve hizmet talep ediyor. İstanbuluzman OSGB, çözüm ortağı olduğu firmalara gerek hizmet kalitesi açısından, gerekse maliyetleri düşürmek konusunda önemli avantajlar sağlıyor. İstanbuluzman’ın diğer çalışmaları nelerdir? İSG çalışmaları kapsamında risk analizleri ve ortam ölçümleri de yapıyoruz. İşyerlerinde, iş sağlığı ve güvenliğini tehlikeye sokabilecek mevcut riskleri öngörmek, ölçümler yapmak ve önlem almak ciddi bir yasal ve vicdani yükümlülük. İstanbuluzman’ın tecrübeli uzman ve müfettişleri tarafından risk analizi yapılarak, işvereni maddi/manevi risklerden korumayı, işçilerin sağlıklı ve güvenli bir ortamda çalışmasını sağlıyoruz. Çalışanlara ağır ve tehlikeli işlerde çalışabilir muayenesi kapsamında röntgen, kan tahlilleri vb. laboratuar hizmetlerini son derece güvenilir bir şekilde sunuyoruz. Bu amaçla mobil aracımızla yerinde hizmet veriyoruz. Portör muayenesi özellikle iş sağlığı alanının kanayan yarası. Yemekhane çalışanının taşıdığı mikropları çalışanlara bulaştırması, onların aile fertlerine taşıması o kadar basit ki. Portör muayenelerini en hassas şekilde yapıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz. Ayrıca, yasal yükümlülük gereği firmaların talep ettiği ilkyardım eğitimleri, temel İSG eğitimleri, yangın eğitimleri vb. eğitimlerimiz de yoğun ilgi gören eğitimlerimizden. Önemli bir konu da mesleki yeterlilik. “Düz işçi, ne iş olsa yaparım abi” cümleleri tarihe karışıyor. Artık, her çalışan eğitimini aldığı ve sertifikasına sahip olduğu işi yapacak. İstanbuluzman, eğitim faaliyetleri arasında, Milli Eğitim Bakanlığı ile protokol çerçevesinde “Zorunlu Mesleki Eğitim” çalışmalarını sürdürmektedir. Diğer yandan, sektörümüzle ilgili etkinliklere aktif olarak katılmak ve İSG’nin ülkemizde gelişimine katkıda bulunmak gayretindeyiz. Örneğin, 11-15 Eylül tarihleri arasında ülkemizin ev sahipliğinde yapılacak 19. Dünya İş Sağlığı ve Güvenliği Kongre ve Fuarı’na bildiri sunacağız ve stand açacağız; inşallah bu kongre ve fuar ülkemizde İSG konularında duyarlılığı artıran bir katalizör olur. Fuar için kurum olarak farklı bir şey düşünüyor musunuz? Fuar standımızda İSG otomasyon programımızı tanıtmayı düşünüyoruz. Derler ya her eve lazım, bu program da her firmaya lazım denilebilir. İSG alanında böylesi bir programa ciddi ihtiyaç var. Yazılım ekibimizle beraber hazırladığımız bu program, zannediyorum çok ses getirecektir. Devletin İSG konularına yaklaşımı nasıl? Devlet nezdinde, bugün konunun tepe yönetimi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı. Bakanlık, çıkardığı kanun ve yönetmeliklerle İSG alanında iyileştirmeler için gözle görülür bir çaba içinde. Hizmet veren ve alanların, tüm paydaşların memnun kalacağı bir sistem kurmak zor. Ama reform yapıldı mı derseniz, ben İSG Kanunu çıkmadan ve o kanunun suya-sabuna dokunduğunu görmeden evet demek istemem. Beklentileriniz neler? Organize sanayi bölgelerine özel çalışmalar yapılmalı. Alt işveren, taşeron tanımları yapılmalı. Zorunlu mesleki eğitimler konusunda multidisipliner bir yaklaşım sergilenmeli. Yapılacak tüm yasal düzenlemeler, işverenlerin, hekimlerin ve uzmanların kaza ve hastalık bildirimleri konusunda hassasiyetini artırmalı. Meslek hastalığı ve iş kazası, bildirim yapan işverenlere yalnızca teftiş-ceza olarak dönmemeli. OSGB firmalarını sadece hekim ve uzmanlar kurabilmeli. İşyeri hekimleri ve iş güvenliği uzmanlarının alacağı taban ücret tarifelerini belirleyen bir yetkili merci olmalı. Hekim ve uzmanlar için mesleki bağımsızlık, temenni cümlelerinden öteye gitmeli. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 63 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE Gelişen teknolojilerin bir sonucu olarak; “TİTREŞİM ve GÜRÜLTÜ” GÜRÜLTÜ GENEL OLARAK İSTENMEYEN VE RAHATSIZ EDEN SES OLARAK TARİF EDİLİR. ENDÜSTRİDE İSE İŞYERLERİNDE, ÇALIŞANLARIN ÜZERİNDE FİZYOLOJİK VE PSİKOLOJİK ETKİLER BIRAKAN VE İŞ VERİMİNİ OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEYEN SESLER OLARAK TARİF EDİLİR. BU BAĞLAMDA İŞVEREN VE YATIRIMCILARIN HEDEFLERİNE ULAŞMAK İÇİN GÖSTERDİKLERİ GAYRET VE HASSASİYETİ, ÜRETİMİ GERÇEKLEŞTİREN İŞÇİLERİN SAĞLIK VE GÜVENLİKLERİ İÇİN BU OLUMSUZ DURUMU ORTADAN KALDIRARAK GÖSTERMELERİ GEREKMEKTEDİR. Selçuk KOSİF Endüstri Mühendisi C Sınıfı İş Güvenliği Uzmanı GÜRÜLTÜ Bir işkence metodu olarak, konuşturulmak istenen kişi bir yere bağlanır ve başına belli periyotla su damlatılırmış. Bir müddet sonra sinir sistemi tamamen tahrip olan adam bülbül gibi konuşmaya başlarmış. İnsan sağlığını olumsuz yönde etkileyen, yaşanılan ortamı kirleten etkenlerden biri de gürültüdür. Çevremizdeki rahatsızlıklar içinde gürültü en “dayanılmaz” olanıdır. Gürültü bizi evde, sokakta, işte, fabrikada, havaalanında her yerde ve her an izler. İnsanlar rahat edebilmek için gürültüsüz sakin mekânları tercih eder. Kent gürültüsünü artıran trafik, iş yerlerinde işitme kaybına, konuşma ve anlaşma zorluğuna sebep olan makine, tezgâh ve benzeri araç gereçlerin çıkardıkları sesler birer gürültü kaynağıdır. Hızlı kentleşme, sanayinin gelişmesi, nüfus artışı gibi nedenlerle gittikçe artan gürültü, yukarıda anlattığım gibi artık insan için bir işkence halini almıştır. İnsan kafasına periyodik olarak damlatılan su gibi, bazı gürültüler insanların işitme sağlığını ve algılamasını adım adım olumsuz yönde tahrip etmekte, zamanla da fizyolojik ve psikolojik dengesini bozarak sağlıksız bir birey haline getirmektedir. İnsanımızın bu kadar asabi ve tahammülsüz olmasında gürültünün katkısı çok büyüktür. Gürültü genel olarak istenmeyen ve rahatsız eden ses olarak tarif edilir. Endüstride ise işyerlerinde, çalışanların üzerinde fizyolojik ve psikolojik etkiler bırakan ve iş verimini olumsuz yönde etkileyen sesler olarak tarif edilir. Gürültü desibel (db) olarak ölçülür ve her 3 db’lik artış sesin 2 kat artması anlamına gelir. SES: Maddeden oluşan bir ortamda (katı, sıvı ve gaz) moleküllerinin sıkışıp genleşmesinden meydana gelen ve madde içinde yayılabilen bir titreşim olayıdır, bir enerji biçimidir. Ses, titreşen bir maddenin, bu titreşimlerinin ortam molekülleri tarafından 64 M‹MAR VE MÜHEND‹S kulağa kadar taşınması ve kulak tarafından algılandığı bir olgudur. Sesleri 3 grupta toplayabiliriz; Subsonic sesler; Frekansı 20 Hz’den düşük olan seslerdir. İşitilebilen sesler; Frekansı 20 Hz ile 20 bin Hz arasında olan ve insan kulağı tarafından işitilebilen seslerdir. İnsan kulağının işitme eşiği 20 Hz, yani 0 db ‘dir ve Ağrı eşiği denilen 140 db kadar olan sesleri duyabiliriz. Ultrasonic sesler; Frekansı 20 bin Hz‘den yüksek olan seslerdir. İnsan kulağının işitme düzeyindeki seslere örnekler verecek olursak; 0 db işitme eşiği ise 20-40 db arası sessiz bir orman, fısıltı ile konuşma ve sessiz bir odadaki gürültü düzeyini 50-60 db arası gürültü; şehirde bir büro, karşılıklı normal konuşma düzeyini. 70-80 db arası gürültü; bir dikey matkabın çıkardığı ses ya da yüksek sesle konuşmayı, 90-110 db arası gürültü; kuvvetlice bağırma, dokuma salonları, havalı çekiçlerin çıkardıkları sesleri 120-130 db arası gürültü; bilyeli değirmenlerin çıkardığı sesler 140 db ise ağrı eşiğini ifade eder. GÜRÜLTÜNÜN İNSAN ÜZERİNDEKİ ETKİSİ Fizyolojik etkisi: Bu etki işitme kaybı olarak da adlandırılabilir. Fizyolojik etki; sesin şiddeti, frekans dağılımı, gürültüden etkilenme süresi, gürültüye karşı kişisel duyarlılık, yaş, cinsiyet gibi etkenlere bağlıdır. 2 farklı çeşit işitme kaybı vardır. 1- İletim tipi: Dış ve orta kulakta oluşan işitme kaybıdır. Ani yüksek bir patlamanın dış kulak zarını zedelemesi sonucunda görülür. 2- Algı tipi: İç kulakta görülen işitme kaybıdır. Yüksek şiddette ve yüksek frekanstaki seslere uzun süreli maruziyet halinde görülür. Kalıcı bir işitme kaybıdır ve kulak kaybettiği bu yeteneği bir daha geri kazanamaz. Gürültü zararlarının meslek hastalığı sayılabilmesi için, gürültülü işlerde an az 2 yıl, gürültü düzeyi sürekli olarak 85 db‘in üzerinde olan işyerlerinde ise en az 30 gün çalışılmış olmalıdır. Gürültülü işlerle ilgili olarak işverenin yükümlü tutulacağı süre ise 6 aydır. Yani iş akdi feshedilen bir işçinin 6 ay içersinde, gürültüden kaynaklı bir meslek hastalığına yakalanması durumunda, o hastalığın o işverenin işyerinde çalışmasından kaynaklandığına hükmedilir. Bu sebepledir ki, gürültülü işyerlerinde çalışacak işçilerin mutlaka, işe girişlerinde ve her 6 ayda bir kulak odyogramları alınmalıdır. Psikolojik etkileri; sürekli olarak gürültüye maruz kalan kişilerde; konsantrasyon ve dikkat kaybı, yorgunluk, uyku problemleri, baş ağrısı, merkezi sinir sistemi rahatsızlıkları, metabolik ve hormonel bozukluklar görülebilir. Gürültü ayrıca konuşurken bağırma haline, sinirli olmaya karşılıklı anlama bozukluklarına ve iş kazalarının artmasına sebep olabilir. GÜRÜLTÜYE KARŞI ALINMASI GEREKEN ÖNLEMLER Alınacak önlemler olarak gürültü kaynağında, gürültülü ortamda ve maruz kalan kişide alınması gereken önlemlerden bahsedebiliriz. Kaynağında alınacak önlemler: Kullanılan makinelerin daha az gürültülü olanlarla değiştirilmesi, kullanılan teknolojinin değiştirilmesi, üretim biçimini değiştirerek daha az gürültü çıkaran makinelerin tercih edilmesi, gürültü kaynağının ortamdan izole edilmesi. Ortamda alınacak önlemler: Makinelerin yerleştirildiği zeminde gürültüye karşı yeterli önlemleri almak, gürültü kaynağı ile işçi arasına engel koymak, İşçinin gürültü kaynağına olan mesafesini artırmak, sesin geçebileceği ve yansıyabileceği yerleri ses emici malzeme ile kaplamak. Maruz kalan kişide alınması geren önlemler:Maruz kalan kişinin sese karşı iyi izole edilmiş bir bölme içine alınması, gürültülü ortamdaki çalışma süresinin kısaltılması ve kişinin kulak koruyucuları kullanması. Gürültünün kaçınılmaz olduğu durumlarda son çare olarak kulak tıkaçları kullanılmalıdır. Kulak tıkaçları da yapısına göre gürültü şiddetini 5-45 db arası düşürdüğü bilinmektedir. GÜRÜLTÜLÜ ORTAMDA ÇALIŞMA SINIRI İşçinin gürültüden zarar görmeye başladığı seviye (MED) olarak 85 db kabul edilir (Gürültü Yönetmeliği md.5) ve günlük çalışma süresi 7,5 saati geçemez. Gürültülü ortamın sınır değeri ise (MSD) 87 db olarak kabul edilir. Maruziyet sınır değeri MSD uygulamasında kulak koruyucularının etkisi de dikkate alınacaktır (23.12.2003 25325 sayılı Gürültü Yönetmeliği). Gürültüden kaçınılamadığı durumlarda gürültüye maruz kalma süresini azaltmak maksadıyla çalışma süresini kısaltmak gerekmektedir. Buna göre her 5 db’lik gürültü artışında çalışma süresi yarıya indirilir. Yani 90 db için 4 saat/gün, 95 db için 2 saat/gün, 100 db için 1 saat/gün, 105 db için 1/2 saat/gün, 110 db için 1/4 sa/gün ve 115 db için 1/8 saat/günden fazla süre ile işçi çalıştırılamaz. Örnek yargıtay kararları * Emniyet kemeri vermekle yetinip, bunu kullandırmayı sağlamayan işveren, iş kazasından sorumludur. (TC. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 23.11.1982, 4661/5171) * İşverenler, işyerlerinde tüm önlemleri almak ve koruyucu malzemeyi kullandırmakla yükümlüdür. (TC. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 06.04.1982, 1757/1960) * Yasanın öngördüğü önlemleri almamak ve uymamak, işveren için kusuru konusunda kesin Kanuni karine oluşturur. (TC. Yargıtay 10. Hukuk Dairesi 22.05.1975, 4269/2981) Gürültülü işlerle ilgili olarak işverenin yükümlü tutulacağı süre ise 6 aydır. Yani iş akdi feshedilen bir işçinin 6 ay içersinde, gürültüden kaynaklı bir meslek hastalığına yakalanması durumunda, o hastalığın o işverenin işyerinde çalışmasından kaynaklandığına hükmedilir. TİTREŞİM Mekanik sistemlerdeki salınım hareketlerini tanımlayan bir terimdir. Potansiyel enerjinin kinetik enerjiye, kinetik enerjinin potansiyel enerjiye dönüşTEMMUZ-AĞUSTOS 2011 65 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ Ülkemizde, işyerlerindeki denetimlerde titreşim üzerinde pek durulmaz. Nedeni ise, titreşimin çok iyi bilinmemesinden ve çalışanların işyerlerinde titreşimden şikâyetçi olmamalarından kaynaklanır. 66 M‹MAR VE MÜHEND‹S mesi olayına TİTREŞİM denir. Titreşimin özelliğini ve insan üzerindeki etkilerini, frekansı ve şiddeti belirler. Birim zamandaki titreşim sayısına frekans denir. Birimi Hertz (Hz)’dir. Titreşimden ileri gelen enerjinin hareket yönüne dikey, birim alanda ve birim zamandaki akım gücüne, titreşimin şiddeti denir. Birimi W/cm2‘dir. Titreşim oktav bantları ile ölçülür. Endüstrideki başlıca titreşim kaynakları Genellikle el ve parmakları ile kollara ulaşan titreşimleri oluşturan titreşim kaynaklarıdır. Bunlar, taş kırma makineleri, kömür ve madencilikte kullanılan pnömatik çekiçler, ormancılıkta kullanılan taşınabilir testereler, parlatma ve rende makineleridir. Bu araçlar, dönerek, vurarak ya da hem dönerek hem de vurarak titreşirler. Tüm vücudun titreşim altında kaldığı titreşim kaynakları ise; traktör ve kamyon kullanımı, dokuma tezgâhları, yol yapım, bakım ve onarım makineleri ile özellikle çelik konstrüksiyonlu yapılarda titreşime sebep olan makine ve tezgâhlardır. Titreşimin insan üzerindeki etkileri İnsanlar 1Hz ile 1000 Hz arasındaki titreşimi algılarlar. İnsan, titreşimin düşük frekanslarında sarsıntı hisseder. Buna karşılık titreşimin yüksek frekanslarında karıncalanma hatta yanma hissi duyar. Titreşimin insan vücudu üzerindeki etkileri fizyolojik psikolojik ve patolojik etkiler şeklindedir. Titreşimin özelliklerini oluşturan faktörlerden en önemlisi frekansıdır. Titreşimin tıbbi ve biyolojik etkisi büyük ölçüde şiddetine ve maruz kalınan süresine bağlıdır. İnsan vücuduna belirgin etkisi olan titreşimin frekansı 1 Hz ile 100 Hz. arasındadır. Titreşime neden olan el aletlerini kullanan kişilerde yapılan ölçmelerde; el-kol vücudun titreşim geçirme oranı, 5 Hz’de en yüksek olarak bulunmuştur. İkinci maksimum düzey ise 20 Hz ile 30 Hz arasıdır. Titreşim enerjisi avuç içinden el sırtına, elden kola ve koldan omuza geçerken önemli güç kaybına uğrar. Bu hafifleme omuz eklemlerinde en fazla olur. Bu gücün azalarak seyretmesi memnuniyet verici bir husustur. Buna rağmen vücutta bazı doku yapılarının deformasyonu, solunum hızının artması, oksijen tüketiminin artmasına bağlı olarak enerji harcamasının artması, kalp atım sayısının artması buna bağlı olarak da kan basıncının artması (5 Hz. frekanslı titreşime maruz kalan kişilerin yüzde 50’sinden fazlasında kan basıncında artma görülmektedir), performansta gerileme, subjektif algılamada bozulma, merkezi sinir sistemi hücrelerinin fonksiyonlarında aksamaya neden olduğu bilinmektedir. Ayrıca, kanda glikoz ve glikojen konsantrasyonunda azalma olduğu da bilinmektedir. Parmaklarda 8-10 °C ısıya kısa süre maruziyet ile beyazlaşma olur. Avuç içi de beyazlaşır. Ön kol ve omuz kaslarında ağrılar görülebilir. Bütün vücudu titreşime maruz kalan bazı işçilerde disk kayması denilen bel ağrıları olabilir. Bu değişikliklerden çoğu titreşime maruziyetin başlangıcında yüksek iken daha sonra normale dönüşebilmektedir. Titreşimden korunma Titreşimin etkisinden korunmak için teknik ve tıbbi önlemler ile eğitime gerek vardır. Titreşimden korunmanın temel hedefi, titreşimi kaynağında azaltmaya yönelik olmalıdır. Genellikle makine dizaynı sırasında titreşimi azaltacak zeminler yapmak ve titreşimi az olan makineler satın almak. Kullanılan makinelerin bakımlarını zamanında yapmak, vuran ve titreşen kısımlara izolasyon uygulamak. Tıbbi korunmada ise işe giriş muayenelerinde sinir sistemi kalp, damar ve sindirim sistemleri sağlam olan genç işçilerin seçilmesine dikkat edilmelidir. Periyodik muayenelerde titreşimin etkilerinin klinik muayeneler uygulanarak aranması, el, bilek ve dirsek eklemlerinin dikkatle muayene edilmesi gerekir. Titreşimden korunmanın bir yolu da eğitimdir. İşyerinde titreşime maruz kalan kişiler ve yöneticiler, titreşimin neden olduğu risklere ve rahatsızlıklara karşı eğitilmelidir. Ayrıca, titreşimin olumsuz etkileri görülen işçilerin değiştirilmesi yoluna gidilmelidir. Çalışma (etkilenme) süresinde kısıtlama yapılması veya çalışma süresince daha sık dinlenme araları verilmesi, titreşimden etkilenmede uygun bir korunma yöntemi olacaktır. Titreşimin denetim yöntemleri ye yasal düzenlemeler Titreşimin denetimi her şeyden önce, işçi ve işverenin titreşimin olumsuz etkilerini en iyi şekilde bilmesi ile başlar. Titreşimin olumsuz etkilerine karşı eğitimli bir işveren, kuracağı işyerinde kullanacağı makinenin konulacağı zemini, titreşimi yok edecek veya iletmeyecek şekilde düzenler. Makinelerin bakımını zamanında yapar. İşçileri işe alırken, titreşime hassasiyeti olmayanlardan seçer. Ülkemizde, işyerlerindeki denetimlerde titreşim üzerinde pek durulmaz. Nedeni ise titreşimin çok iyi bilinmemesinden ve çalışanların işyerlerinde titreşimden şikâyetçi olmamalarından kaynaklanır. Titreşim konusunda, ülkemizde yeterli araştırma da yapılmamaktadır. Bir veya iki üniversitenin dışında, titreşim ölçmesi yapan ve değerlendiren kurum ve kuruluş da yoktur. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı olarak da bu konuda ciddi çalışmalar yapılmamıştır. Her ne kadar, “Titreşim sonucu kemik-eklem zararları” olarak, Sosyal Sigortalar Sağlık İşlemleri Tüzüğü’ne ekli listede belirtilmiş ise de SSK yıllık istatistiklerinde, titreşimden ileri gelen meslek hastalıklarına rastlanılmamaktadır. Yasal Tedbirler İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü’nün 79. maddesinde, titreşim (vibrasyon) yapan aletlerle yapılan çalışmalarda alınacak tedbirler; 1- Titreşim yapan aletlerle çalışacak işçilerin, işe alınırken, genel sağlık muayeneleri yapılacak, özellikle kemik, eklem ve damar sistemleri incelenecek ve bu sistemlerle ilgili bir hastalığı veya arızası olanlar, bu işlere alınmayacaktır. 2- Titreşim yapan aletlerle çalışacak işçilerin, periyodik olarak sağlık muayeneleri yapılacaktır. Kemik, eklem ve damar sistemleri ile ilgili bir hastalığı veya arızası görülenler, çalıştıkları işlerden ayrılacak, kontrol ve tedavi altına alınacaktır.” denilmektedir. Ayrıca; 10.06.2003 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanan 4857 sayılı İş Kanunu’nun 78’inci maddesine göre hazırlanan ve 23.12.2003 tarihli ve 25325 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan Titreşim Yönetmeliği hükümlerine göre; el-kol titreşimi ve tüm vücut titreşim için, günlük maruziyet sınır değerler ve maruziyet etkin değerler verilmekte, maruziyetin ölçülmesi ve değerlendirilmesinin yapılması zorunluluğu hükme bağlanmıştır. Yine bu yönetmeliğe göre; “Maruziyetin Önlenmesi veya Azaltılması” “Risk Belirlenmesi ve Değerlendirmesi”,“İşçilerin Bilgilendirilmesi ve Eğitimi”,“İşçilerin Görüşünün Alınması ve Katılımın Sağlanması”,“Sağlık Gözetimi” ve “Özel Koşullar” başlıklı maddelerde titreşimle ilgili olarak detaylı hükümler yer almaktadır. Çalışma ortamında titreşim kontrolü Çalışma ortamında titreşim şiddeti el-kol ve tüm vücut için olmak üzere Titreşim Yönetmeliği 5’inci maddesinde belirtildiği üzere; El- kol titreşimi için; 8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet sınır değeri 5 m/ s2 - 8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet etkin değeri 2,5 m/s2. Bütün vücut titreşimi için; 8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet sınır değeri 1,15 m/s2, - 8 saatlik çalışma süresi için günlük maruziyet etkin değeri 0,5 m/s2 olacaktır. Titreşimden oluşan meslek hastalığının işveren yükümlülük süresi 2 yıldır. İnsan ihtiyaçları ve teknolojinin ulaştığı bu seviyede işverenlerin yegâne hedefi iş verimini ve üretimi artırmak, sürekli iyileştirme ve geliştirme, her gün yeni bir ürün, yeni bir metod geliştirilmesini sağlamak üzerine odaklanmış durumdadır. Ancak işveren ve yatırımcıların bu hedeflerine ulaşmak için gösterdikleri gayret ve hassasiyeti, üretimi gerçekleştiren işçilerin sağlık ve güvenlikleri için de göstermeleri gerekmektedir. İşverenler, üretim için alınan makine ve ekipmanlar için, operatör istihdamı, tamir ve bakım için hiçbir masraftan kaçınmayıp, maksimum verimlilik ve üretim artışını sağlamaya çalışmaktadırlar. Ancak bu hassasiyeti üretimi gerçekleştiren çalışanları için ne yazık ki göstermemektedir. Yıllar sonra, emeğinden faydalanılan insanların sağır olması, kas sisteminin zarar görüp kaşığı bile tutamayacak hale gelmesi vs, gibi birçok meslek hastalıklarına yakalanıp hayatının son zamanlarını ızdırap içerisinde geçirmesi işverenlerin gündeminde olmalıdır. Bu husus sadece ülkemiz için değil, tüm Dünya için de böyledir. Bu sebepledir ki uluslararası çalışma örgütü (İLO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Avrupa iş sağlığı ve güvenliği Ajansı (OSHA) ve Ülkemizde Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) son yıllarda ciddi adımlar atmış ve çalışanların sağlık ve güvenliklerini yasal tedbirlerle koruma yoluna gitmişlerdir. Ülkemiz de bu konuda Avrupa Birliği uyum çalışmaları çerçevesinde birçok mesafeler kat etmiştir. Gelinen son noktada, şu ana kadar tüzük ve yönetmeliklerle oluşturulmaya çalışılan yasal çerçeve artık yeterli olmayıp iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili yasa çıkarılması gereği çok açık bir şekilde kendisini göstermektedir. TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 67 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ MAKALE KOBİ’LERDE “İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ” VE KOSGEB EKONOMİK VE SOSYAL HAYATA, İSTİHDAMA ÖNEMLİ KATKILAR SAĞLAMALARINA RAĞMEN KOBİ’LER, İSTİHDAM, FİNANSMAN, PAZARLAMA VB. BİRÇOK SORUNLA KARŞILAŞMAKTADIR. BU SORUNLARIN YANINDA ÇALIŞAN İNSANLARIN YAŞAM BİÇİMİNİ ETKİLEYEN ÖNEMLİ BİR PROBLEM DE “ İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİDİR.” Dr. Metin ŞATIR KOSGEB Başkan Yardımcısı 68 M‹MAR VE MÜHEND‹S K üresel rekabetin yoğun yaşandığı dünyamızda; ekonomik ve sosyal kalkınmada aldıkları rol, istihdama olan katkıları, esnek üretim yapıları, değişimlere uyum kapasiteleri vb. sayılabilecek birçok husus, Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeleri (KOBİ) önemli ve vazgeçilmez aktörler haline getirmektedir. Ülkemiz ekonomisinde; toplam yatırımların yüzde50’sini, toplam istihdamın yüzde 78’’ini, toplam katma değerin yüzde 55’ini, toplam ihracatın yüzde 59’unu ve toplam kredilerin yüzde 24’ünü oluşturan KOBİ’lerimiz, önemli bir değer oluşturmaktadırlar. Ülkemizde KOBİ’ler; 18.11.2005 tarihli ve 25997 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren “Küçük ve Orta Büyüklükteki işletmelerin Tanımı, Nitelikleri ve Sınıflandırılması Hakkında Yönetmelik” ile tanımlanarak aşağıdaki şekilde sınıflandırılmıştır: a) 10’dan az çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı ya da mali bilançosu bir milyon Türk Lirasını aşmayan işletmeler Mikro İşletme, b) 50’den az çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı ya da mali bilançosu beş milyon Türk Lirasını aşmayan işletmeler Küçük İşletme, c) 250’den az çalışan istihdam eden ve yıllık net satış hasılatı ya da mali bilançosu yirmibeş milyon Türk Lirasını aşmayan işletmeler Orta Büyüklükte İşletme, Bu tanım ve sınıflandırma çerçevesinde, ülkemizde toplam işletmelerin yüzde 99,9’unu oluşturan üç milyonun üzerinde KOBİ bulunmaktadır. Bunların da yüzde 94,5 gibi çok büyük bir oranı, 1-9 arası işçi çalıştıran mikro seviyedeki işletmelerden oluşmaktadır. Ekonomik ve sosyal hayata, istihdama önemli kat- kılar sağlamalarına rağmen KOBİ’ler, istihdam, finansman, pazarlama vb. birçok sorunla karşılaşmaktadır. Bu sorunların yanında çalışan insanların yaşam biçimini etkileyen önemli bir problem de “iş sağlığı ve güvenliğidir.” Genel tanıma göre iş sağlığı ve güvenliği, “işyerlerindeki çalışma koşullarının sağlık ve güvenlik içinde olmasını temin eden ve sonucunda iş kazaları ile meslek hastalıklarını azaltan bir bilimdir.” Diğer bir tanım ise “İşyerlerinde işin yürütülmesi sırasında çeşitli nedenlerden kaynaklanan, sağlığa zarar verebilecek koşullardan korunmak amacıyla yapılan sistemli ve bilimsel çalışmalardır.” Tanımlara göre iş sağlığı ve güvenliği kavramı, işçinin sağlık ve emniyetinin işyeri sınırları ve iş dolayısıyla doğan tehlikeler karşısında korunmasını kapsamaktadır. Ancak özellikle yaşam alanlarında da işçinin korunmasının gerekli olduğu fikrinin ileri sürülmesiyle birlikte bu tanımlamalar genişletilmiştir. Böylece içeriği daha geniş olan bir tanımlama ile karşı karşıya kalınmaktadır. Geniş anlamda iş sağlığı ve güvenliği kavramı işyeri ile sınırlı sağlık ve emniyet tedbirlerinin yeterli koruma sağlayamayacağını kabul eden ve işçinin sağlığını ve güvenliğini etkileyen ve ilgilendiren ve işyeri dışından kaynaklanan riskleri de kapsamına dâhil eden bir kavramdır. ”Bu bağlamda, her türlü işte çalışanların bedensel, ruhsal ve sosyal durumlarının iyileştirilmesi, çalışma şartlarının düzenlenmesi, çalışanların fiziksel, bedensel ve ruhsal niteliklerine uygun işlere yerleştirilmeleri, işin insana, insanın da işe uyumunun sağlanması iş sağlığı ve güvenliğinin temel unsurudur.” İşçi sağlığı sağlıklı bir yaşam çevresi için gereken sağlık kurallarını içerirken iş güvenliği, daha çok işçinin yaşamına ve vücut bütünlüğüne yönelik tehlikelerin ortadan kaldırılması için gerekli teknik kuralları ele alır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği problemlerinin en önemli unsurları iş kazaları ve meslek hastalıklarıdır. Ülkemizde de iş kazaları yoğun olarak yaşanmakta, meslek hastalıkları çalışan sağlığını etkilemektedir. Düşük teknoloji kullanımı, vasıfsız işgücü, yeterli farkındalığın ve bilincin olmaması vb. hususlar, KOBİ’lerde iş kazaları ve meslek hastalıkları riskini artırmaktadır. Türkiye’deki iş kazaları sonucu yaralanmaların yaklaşık yüzde 80’i ve ölümlü iş kazalarının yüzde 90’ı KOBİ’lerde meydana gelmektedir. Çoğunluğu mikro seviyede olan KOBİ’lerimizin, öncelikle varlıklarını sürdürmek üzere düşük maliyetli üretime yönelik hareket tarzını terk edip riskleri değerlendirerek, çalışanlarının sağlık ve güvenliğini korumak üzere gerekli önlemleri alması gerekmektedir. Bunun yanında KOBİ’lerin, sağlık ve güvenlik kültürlerini olumlu etkileyebilmek, doğru yönlendirebilmek ve karşılaşacakları maliyetlerin yükünü hafifletmek için ilgili tüm kurum ve kuruluşların münferiden veya koordineli olarak hareket etmesi gerekmektedir. Bilindiği üzere, 22 Nisan 2009 tarihinde kabul edilen 5891 sayılı “Küçük ve Orta Ölçekli Sanayi Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile imalat sanayi dışında diğer sektörler de Başkanlığımız hizmet kapsamına alınmış ve Başkanlığımız tarafından verilecek hizmetler ve desteklerden yararlanacak küçük ve orta büyüklükteki işletmelere ilişkin sektörel ve bölgesel öncelikler, 2009/15431 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile belirlenmiştir. KOSGEB Kanun değişikliği ile birlikte genişleyen hedef kitlemiz dikkate alınarak KOBİ’lerin bölge, sektör ve ölçek parametrelerine göre farklılaşan ihtiyaçlarını esas alarak yürütülen çalışmalar neticesinde; KOBİ temel stratejilerin uygulanacağı, katma değeri ve rekabet gücü yüksek, gelişme potansiyeli olan sektörlerin öncelikli olarak desteklenebileceği, bölge, sektör, yöre ve işletme ihtiyaçlarına göre tasarlanmış proje esaslı ve bilgi yoğun hizmetlerin daha etkin sunulduğu bir destek sistemi oluşturulmuştur. 15.06.2010 tarih ve 27612 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “KOSGEB Destek Programları Yönetmeliği” çerçevesinde uygulanan yeni destek programlarımız ile işletmelere, girişimcilere, KOBİ’lere yönelik projeleri olan meslek kuruluşlarına ve işletici kuruluşlara, aşağıdaki program başlıkları altında çeşitli destekler sağlanmaktadır. Genel Destek Programı: Proje hazırlama kapasitesi düşük KOBİ’ler ile KOSGEB hedef kitlesine yeni dâhil olmuş sektörlerdeki KOBİ’lerin de mevcut KOSGEB desteklerinden faydalanabilmesi amacı ile hazırlanmıştır. Genel tanıma göre; iş sağlığı ve güvenliği, “işyerlerindeki çalışma koşullarının sağlık ve güvenlik içinde olmasını temin eden ve sonucunda iş kazaları ile meslek hastalıklarını azaltan bir bilimdir.” KOBİ Proje Destek Programı: Küçük ve orta ölçekli işletmelerde proje kültürü ve bilincinin oluşturulması, işletmelerin proje yapabilme kapasitelerinin geliştirilmesi suretiyle rekabet güçlerinin ve ülke ekonomisine sağladıkları katma değerin artırılması amacı ile hazırlayacakları projeleri desteklemek üzere hazırlanmıştır. Tematik Proje Destek Programı: Meslek kuruluşları tarafından ülkemiz için kritik ve öncelikli sektörlerde faaliyet gösteren küçük ve orta ölçekli TEMMUZ-AĞUSTOS 2011 69 DOSYA: İŞ SAĞLIĞI VE GÜVENLİĞİ Düşük teknoloji kullanımı, vasıfsız işgücü, yeterli farkındalığın ve bilincin olmaması vb. hususlar, KOBİ’lerde iş kazaları ve meslek hastalıkları riskini arttırmaktadır. Türkiye’deki iş kazaları sonucu yaralanmaların yaklaşık yüzde 80’i ve ölümlü iş kazalarının yüzde 90’ı KOBİ’lerde meydana gelmektedir. 70 M‹MAR VE MÜHEND‹S işletmelerin geliştirilmesi amacıyla hazırlanan projeleri desteklenmek üzere hazırlanmıştır. İşbirliği-Güçbirliği Destek Programı: Küçük ve orta ölçekli işletmelerin bir araya gelerek, ortak tedarik, ortak tasarım, ortak pazarlama, ortak laboratuar, ortak makine-teçhizat kullanımı ve benzeri konularda hazırlayacakları projelerin desteklenmesi amacıyla hazırlanmıştır. Girişimcilik Destek Programı: Ekonomik kalkınma ve istihdam sorunlarının çözümünün temel faktörü olan girişimciliğin desteklenmesi, yaygınlaştırılması ve başarılı işletmelerin kurulmasını sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Araştırma Geliştirme, Inovasyon ve Endüstriyel Uygulama Destek Programı: Bilim ve teknolojiye dayalı yeni fikir ve buluşlara sahip küçük ve orta ölçekli işletmeler ile girişimcilerin geliştirilmesi, yeni ürün, yeni süreç, bilgi ve/veya hizmet üretilmesi ve ticarileştirilmesi için araştırma, geliştirme, inovasyon ve endüstriyel uygulama projelerinin desteklenmesi amacıyla hazırlanmıştır. Gelişen İşletmeler Piyasası KOBİ Destek Programı: Gelişme ve büyüme potansiyeline sahip küçük ve orta ölçekli işletmelerin, paylarının İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) Gelişen İşletmeler Piyasası’nda işlem görmesini sağlayarak, sermaye piyasalarından fon temin etmelerine yönelik desteklenmeleri amacıyla hazırlanmıştır. İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda KOBİ’ler KOSGEB Destek Programlarından; • Genel Destek Programı içerisinde yer alan Nitelikli Eleman İstihdam Desteği ile; bu konuda deneyimli üniversite mezunu kişi/kişileri işletmelerinde destek koşullarını sağlamaları kaydıyla destek limitleri ve oranlarınca istihdam edebilirler. Yine işletmelerin İşçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda alacakları eğitim ve danışmanlık hizmetleri de bu program kapsamında desteklenmektedir. • KOBİ Proje Destek Programı kapsamında, varsa sorunlarını çözebilecek veya uygulamak istedikleri yenilikleri işletmelerine sağlayacak nitelikte, içerisinde personel istihdamı, eğitim, danışmanlık vb. destek başlıklarının bulunabileceği projeler hazırlayıp, üç yıl için en fazla 150 bin TL destek alabilirler. • Tematik Proje Destek Programı kapsamında, Meslek Kuruluşu Proje Destek Programı ile oda, borsa, birlik, dernek, vakıf gibi işletmelere ve girişimcilere yönelik faaliyet gösteren meslek kuruluşlarının hazırlayacakları projelere destek sağlanmaktadır. İlgili programlar kapsamında sunulan projeler, KOSGEB değerlendirme kurullarınca uygun görülmesi halinde desteklenebilmektedir. Bu kapsamda hedef kitlesi sadece KOBİ’leri desteklemek olan KOSGEB, yukarıda ifade edilen destekler sayesinde KOBİ’lerin işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda karşılarına çıkacak maliyet unsurlarını önemli ölçüde desteklemektedir. Ülkemizde üç milyondan fazla KOBİ’nin bulunduğu ve bunlarında yüzde 95’inin 1-9 arası işçi çalıştıran işletmeler olduğu düşünülürse; bu desteklerin işletmelere sağlayacağı katma değer yüksek olacaktır. Tüm bu çalışmaların yanında KOSGEB, işçi sağlığı ve iş güvenliği konusunda özellikle KOBİ’lerin bilinçlendirilmesi amacıyla, konuyla ilgili kurum ve kuruluşlarla işbirliği çalışmaları yürütmektedir. Bu çalışmalar neticesinde iş kazalarının azalması, iş sağlığı ve güvenliği konusunda ülke sathında farkındalığın artması sağlanmış olacaktır. Bu vesileyle tüm KOBİ’lerimize, iş kazalarının yaşanmadığı, meslek hastalıklarının meydana gelmediği başarılı, verimli çalışmalar dilerim. www.isveguvenlik.com/son-haberler/isci-sagligi-ve-isguvenliginin-tanimi.html GEZ‹ serindere: KANYONDA YÜRÜYÜŞ… SERİNDERE YER YER GENİŞLİĞİ İKİ METREYE KADAR DARALAN DİK KAYA BLOKLARININ ÇEVRELEDİĞİ VE SIK ORMAN ÖRTÜSÜNÜN ALTINDA ÇAĞLAYARAK AKIYOR. KANYONUN İÇİ GÜNÜN EN SICAK SAATLERİNDE BİLE ÇOK SERİN VE NEMLİDİR. SERİNDERE KÜÇÜK GÖLCÜKLER VE ŞELALELER, YEŞİLİN BİNBİR TONU VE EL DEĞMEMİŞ DOĞASIYLA SANKİ BİR RESSAM FIRÇASINDA ÇIKMIŞ TABLO GİBİDİR. OSMAN ARI / Makina Mühendisi Fotoğraf: AKIN OĞUZ KAPTI / Makina Mühendisi AM yılını hatırlamıyorum ancak 1995 veya 1996 yazıydı, A. Oğuz Kaptı kalabalık bir grup arkadaşı İzmit – Serindere’ye davet etmişti. O arkadaşlardan Yakup Güler, Resul Oktar, Recep Kırpat, Ömer Saraç hatırlayabildiklerim. Serindere’nin buz gibi suyunda kah belimize kadar suya girerek, kah kaygan yosunlu kayalardan tırmanarak büyük şelaleye kadar zorlu ve yorucu bir yürüyüş yapmıştık. Bu benim planlı yaptığım ilk trekkingdi (Gerçi Serindere’de yaptığımız yürüyüşün teknik ismi kanyonik (canyonig)=konyon yürüyüşü idi.) İzmit, Adapazarı, Bolu civarındaki dağ, orman, yayla, göl, şelalelerden Ağrı Dağı’na kadar çıkan treking ve dağcılık merakım Oğuz hocanın bu Serindere davetiyle başlamıştı. Beş saati aşkın süreyle vücudumuzun büyük bir kısmı ıslak, buz gibi suda yorucu ve başka bir yerde asla karşılaşamayacağınız manzaralar eşliğindeki yürüyüş, bendeki saklı dağ, orman, tabiat tutkusunun açığa çıkmasına sebep olmuştu. Bu ilk geziden sonra Serindere’ye çok farklı arkadaşlarla belki de onun üzerinde gittim ve her seferinde farklı duygular yaşadım. Serindere İzmit’e bağlı Kullar kasabası yakınlarında Samanlı Dağları’ndan Yuvacık Barajı’na akan bir deredir. Dereyi özel kılan ise yatağının yer yer iki metreye kadar daralarak yaklaşık 400-500 m.’lik dimdik kaya duvarları ve sık ormanla örtülü olması ve dere yatağından yaklaşık 15 m. yüksekliğindeki bir kaya duvarından akan şelaleye kadar yürünebilmesi. T 72 M‹MAR VE MÜHEND‹S Serindere ‹zmit’e ba¤l› Kullar kasabas› yak›nlar›nda Samanl› Da¤lar›’ndan Yuvac›k Baraj›’na akan bir deredir. Dereyi özel k›lan ise yata¤›n›n yer yer iki metreye kadar daralarak yaklafl›k 400-500 m.’lik dimdik kaya duvarlar› ve s›k ormanla örtülü olmas› ve dere yata¤›ndan yaklafl›k 15 m. yüksekli¤indeki bir kaya duvar›ndan akan flelaleye kadar yürünebilmesi. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 73 GEZ‹ Serindere programlarımız genelde kamplı olur. İstanbul’a yaklaşık iki saat mesafededir. Cumartesi akşamüstü Serindere köyünün ilerisindeki alabalık çiftliğini geçerek derenin hemen kenarındaki ağaçlık alana çadırlarımızı kurarız. Derenin sesi insanı alışıncaya kadar, rahatsız edecek derecede coşkuludur. Kamp yerinin Alabalık çiftliğine yakın olması içme suyu ve diğer ihtiyaçların karşılanmasını kolaylaştırmaktadır. Çadırlar kurulup eşyalar yerleştirince sıra akşam yemeğini hazırlamak için kamp ateşini yakmaya gelir. Odun problemi yok. Orman o konuda oldukça cömerttir. Kısa bir orman yürüyüşünde bir gecelik odun toplanır. Kamp ateşi kampın olmazsa olmazlarındandır. Akşam yemeklerinin ana menüsü ızgara, ancak közde domates, patlıcan, biber ve gece yatmaya yakın hazır hale gelen patatesin tadına doyum olmaz. Ardından çay faslı ve sohbet gelir. Derenin çağıltısı, yanan odunların çıtırtıları ve ormandan gelen kuş ve börtü böceğin sesleri arasında doyumsuz bir sohbet başlar. Bu sohbetlere bazen neyin yanık sesi iştirak eder. Fıkralar, nükteler arasında içilen çayların çetelesi tutulmaz. Arif Adlı hocanın ince nükteli fıkraları, Oğuz hocanın ilginç teknolojik oyuncakları, gökyüzüne, yıldızlara ait merakı, Recep Kırlı’nın bilgece kıssaları ve A. Kadir’in felsefi yorumlarıyla, Hüseyin Sevim’in (soyadı gibi) sevimli ve esprili sohbetleriyle gecenin hiç bitmemesini istersiniz. Gece bazen kamp yerinden uzaklaşarak Oğuz hocanın derin gökyüzü bilgisi eşliğinde samanyolunun müthiş yıldız donanmasını keşif yürüyüşleri yaparız. Gece şehirde göremeyeceğimiz gökyüzü manzarasını birlikte seyrederiz. Yatsı namazıyla birlikte artık istirahat vakti gelmiştir. Çünkü ertesi sabah yorucu bir yürüyüş parkuru var. Artık hemen yanıbaşımızda çağıldayarak akan derenin ve türlü kuş ve böcek seslerinin arasında derin bir uyku bizi bekliyor. Sabah namazına ilginç bir hayvan sesiyle uyanırız. Bu fok balığı sesidir. Oğuz hocanın fok balığı oyuncağından bozma saatinin sesi. Neyse ki fok balığı Serindere sakinlerinden değildir. Gece hava genellikle serin olur. Ancak sabah namazı farklı bir dinçlik verir bedenlerimize. A. Kadir’le kahvaltı öncesi ormanda yürüyüş yaparız. Orman cıvıl cıvıl, coşku dolu. Sabah sıkı bir kahvaltı yapılır. Ardından çadırlar ve eşyalar toplanır. Sırt çantalarına yedek kıyafet, havlu ve tatlı yiyeceklerimizi hazırlayarak ve yürüyüş kıyafetlerimizi giyinmiş olarak saat 10.30 civarında yürüyüşe 74 M‹MAR VE MÜHEND‹S başlanır. Derenin üstündeki patika takip edilerek 500-600 m. ilerde iki derenin birleştiği yerden sağa, kanyona girilir. Islanmamak için önce taştan taşa seke seke yürünür. Ancak hamama giren terler. Islanmayacağım diye seke seke gitmenizin bir faydası yoktur. Önce ayakkabılar buz gibi suda ıslanır, ardından yarı belinize kadar titreyerek suya girersiniz. Korkmayın suyun soğukluğuna biraz sonra alışırsınız. Serindere yer yer genişliği iki metreye kadar daralan dik kaya bloklarının çevrelediği ve sık orman örtüsünün altında çağlayarak akıyor. Kanyonun içi günün en sıcak saatlerinde bile çok serin ve nemlidir. Serindere küçük gölcükler ve şelaleler, yeşilin binbir tonu ve el değmemiş doğasıyla sanki bir ressam fırçasında çıkmış bir tablo gibidir. Biraz içeride dik yosunlu kayalardan küçük şelaleler halinde sular akıyor. Buz gibi suyun altına girip duş almanızı ve avuç avuç bu sulardan içmenizi tavsiye ederim. Eğer girmeye cesaret edebilirseniz buz gibi küçük gölcükler vücudunuz bütün yorgunluğunu alır. 3-3,5 saatlik yorucu ve bir o kadar da zevkli ve heyecanlı bir yürüyüşten sonra büyük şelaleye varılır. Yaklaşık 15 metreden dökülen su büyük ve derin bir gölcük oluşturur. Şelalenin oluşturduğu rüzgar ve su zerrecikleri zaten serin olan havayı iyice soğutur. Ancak hem yorgunluğunuzu atmak hem de 15 m. yüksekten düşen suyun çıkardığı müthiş sesi dinlemek için biraz gölcüğün kenarında oturmanızda fayda var. Bu arada enerji takviyesi için getirilen nevaleler de yenilir. Kısa bir moladan sonra artık dönüşe geçebiliriz. Dönüş çıkışa göre daha hızlı oluyor. Ancak basılan taşlara dikkat etmek gerekir. Kaygan ve altı boş olan kayalar her an bir kazaya davetiye çıkartabilir. Kanyon yağışlı havalarda da oldukça tehlikeli olabilir. Zeminin gevşemesi sebebiyle yukarıdan taş ve kaya yuvarlanması olabiliyor. Kanyonda yakalandığımız bir yağmur esnasında ciddi kaya yuvarlanmalarına şahit olduk. 3 saatte gittiğimiz şelaleden 2 saatte dönüyoruz. Kanyon çıkışındaki gölcüğe son olarak girip bir güzel serinlenilir. Islak kıyafetler değiştirilir. Eşyalar yerleştirilir. Artık yemek vakti gelmiştir. Alabalık çiftliğine siparişler verilir. Derenin çağıltısıyla içilen çayların ardından dönüş zamanı gelmiştir. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 75 KENTVEYAfiAM MİMARİNİN ODAK NOKTASI: estetik ESTETİK, GÖSTERGENİN İŞLEVİDİR. ESTETİK, NASIL Kİ MODEL KURAMIYLA SANATIN MODELLENDİRME ÖZELLİĞİNE İNEBİLİYORSA, GÖSTERGEBİLİM YOLUYLA SANATIN GÖSTERGE ÖZELLİĞİNE, İLETİŞİM KURAMI YOLUYLA DA SANATIN İLETİŞİMSEL ÖZELLİĞİNE İNEBİLİR. DOLAYISIYLA ESTETİĞİN HAKİKATLE KURACAĞI İLİŞKİ, GÖSTERGENİN DE İŞLEVİNİ ORTAYA ÇIKARACAKTIR. YUNUS EMRE TOZAL / Harita Mühendisi 76 M‹MAR VE MÜHEND‹S “E¤er dünya oldu¤u gibiyse, görünümlerle ilgili yan›lsamalar nereden geliyor, hakikat saplant›s› nereden geliyor? Aflk›nl›k nereden geliyor? Tanr›, dünya yan›lsamas›n›n bir parças› hâlâ. Ancak bu yan›lsama yaln›zca bilinçle ilgili, yani varsay›msal ve flifreleri çözülemeyecek bir varl›kla ba¤lant›l›. Sonsuz bir turnike içindeyiz. Bu durumda, kendimizi Tanr› yerine koymaya çabalamam›z bofluna.” Jean Baudrillard, Cool An›lar V E STET‹K kavramını bağımsız bir disiplin olarak kuran filozof A. G. Baumgarten, estetik bilimini felsefeye kazandırmış, estetiği de” güzel üzerine düşünme” olarak tanımlamıştı. Baumgarten'dan önce, estetiği duyusal bilginin yetkinliği olarak tanımlayarak estetiğin kendine özgü sınırlarını çizen Immanuel Kant, estetik değer taşıyan müzik parçalarından resim ve süslemeye, portreler ve manzaralardan farklı yapılara ve parklara kadar birçok öğenin estetiğin alanına girebileceğini belirtmişti. Heidegger de hakikat-estetik algısını şöyle dile getirmişti: “Hakikat, eser içine girdiğinde görünür olur. Görünüş-hakikatin eser içindeki ve eser halindeki varlığı olarakgüzelliktir”. Hülya Yetişken, estetiğin sanatta güzeli konu edinirken, çoğu zaman sanat yapıtına, ölçü, oran, simetri gibi veri olan biçimsel özellikleri ön planda tutarak, aslında sanat yapıtını bu özelliklere indirgeyerek baktığımızı ifade eder.(1) Estetik, sanatın güzel ile olan ilişkisi bakımından, duyuya, biçime, duyguya özgü olanı ön planda tutarak, insanın fıtratında var bulunan güzellik duygusuyla irtibata geçer. Eşyanın derinliğinde bulunan özü, odak noktasındaki hakikati en güzel bir şekilde ifade eder. Eşyanın üzerindeki metafiziği algılayabilme potansiyelini estetik olarak ifade edersek, estetiğin alanını da nesnelerin uğradığı değişimlere bağlı bir gelişme içerisinde genelleştirip özgünleşme yöntemlerinin belirginleşmesi, parçaların bütüne odaklanması ile oluşacak göstergebilim sahası olarak belirleyebiliriz. Estetiğin özgün olarak belirginleşmesi, mimari yaklaşımda varlığın bütünlüğünü ve kuvvetler hiyerarşisini göz önünde bulundurmanın zaruri oluşunu doğurmakla birlikte, kentsel morfolojiyi ve kâinatı da keşfetmeyi zorunlu kılar “Mimari doğası gereği kolektiftir” sözüyle başlar Aldo Rossi mimari tanımına.(2) Mimarinin çıkışını zorunlu bir artifakt olarak ifade eden Rossi, mimarinin iki değişmez özelliğininse, estetik kaygı ve içinde yaşanabilinecek daha iyi bir çevrenin oluşturulması olduğunu belirtir. B. Turan Özkaya’nın tabiriyle, mimari aslında insanın kendi mimarlığını da keşfetmesidir bir bakıma. Turgut Cansever’e göreyse mimarlık, varlığın tüm alanlarını kapsayan bir disiplindir.(3) Bu yüzden de Cansever, başarılı bir mimarlık faaliyetinin gerçekleşmesini, kültürel oluşumun temel bir göstergesi olarak görür. Sovyet estetik kuramcısı I. Maza, estetiğin yalnız sanatsal kültürü değil, bir bütün olarak estetiksel kültürü içerdiğini ifade eder. J. Barov da estetiği, dünyayı güzelliğin yasalarına göre özümlemenin, estetiksel özümlemenin en yüksek biçimi olarak, sanatta dünyanın imgesel olarak verilişinin en genel ilkeleri olarak tanımlarken, M. Kagan da estetiği gerçekliğin estetiksel olarak özümlenişinin, sanatsal kültürün genel gelişme yasallıklarının bilimi olarak tanımlamaktadır.(4) Estetik, göstergenin işlevidir. Estetik, nasıl ki model kuramıyla sanatın modellendirme özelliğine inebiliyorsa, göstergebilim yoluyla sanatın gösterge özelliğine, iletişim kuramı yoluyla da sanatın iletişimsel özelliğine inebilir. Dolayısıyla estetiğin hakikatle kuracağı ilişki, göstergenin de işlevini ortaya çıkaracaktır. Fransız dilbilimcisi Emile Benvenitse gerçekliğe ilişkin bir tasarımın, hakikate götürecek bir araç olduğunu ifade eder: “Bir göstergenin işlevi, ortadaki bir şeyin, zihindeki karşılığı olarak, o şeyin yerine geçip onun tasarımını oluşturmasıdır.”(5) Göstergenin görecelikle olan ilişkisinde Henry James’in “halı deseni” kavramındaki çözümlemeye katıldığını belirten A. Rossi, desenin açık seçik olmasına rağmen, herkesin onu farklı gördüğünü söyler. Rossi, James’in imgesinin açık bir çözümlemenin, daha ayrıntılı bir çözümlemeye gelmeyecek sorular doğurduğunu düşündürdüğünü, bu nedenle de rasyonel sistemin kusursuz açıklığının insanı akıldışı sorunlarla yüzleştirdiği imkânını oluşturduğunu belirtir. T. Cansever, mimari tanımını “İnsanın dünyadaki esas vazifesi, dünya- TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 77 KENTVEYAfiAM İslami tasarım ve inşa ameliyelerinde, tasarım ile üretim sürecinde, sanat ve mimarinin her türlü oportünistçe istismarından uzak kalınmaya çabalanmış, İslami mimarinin genetik kaynaklarına sadık kalınmaya çalışılmıştır. Bu anlamda insanın varoluşuyla alakalı temel dinamikleri, inancı, ruhuyla kurduğu metafizik ilişki, İslam mimarisinin genetik kaynaklarını oluşturur. yı güzelleştirmek” hadis-i şerifinde tarif edilmiş çerçeve içinde inşa ederek, mimariyi vücuda getirmenin sorumluluğunu temel alacak bir yapı üzerinden değerlendirmiştir. Varlık kanunlarının kullanımına yönelik tavırların, insanın inanç sistemi tarafından kontrol edildiğini belirten Cansever, dinin kozmolojiyi ve varlık telakkilerini ihtiva ettiğini belirtir. Sanat eserini “biçim ifadeleri” olarak gören Cansever, sadelik, yumuşaklık, tevazu, çekingenlik ve mahcubiyet, vahşilik, kısıtlama, nezaket, zevk, umut, dindarlık ve benzeri insani duyguların da sanat eserlerine yansıyacağını ifade eder. Rossi, mimarinin oluşmasını daha çok siyaset açısından bir görüş içinde değerlendirip mimari ve kentsel artifaktlar tarihinin, daima egemen sınıfların mimarisiyle oluşacağını, örneğin devrim dönemlerinde, şehrin örgütlenmesine yönelik yapılacak faaliyetlerin merkezleri için alternatiflerin, tarihi süreçle ortaya çıktığının altını çizer. Yapısökümü felsefe dışında sosyal bilimlerden edebiyata, hukuktan mimari alanlara kadar etkili bir şekilde uygulayan Fransız filozof J.Derrida, şehri doğaya dönüşmekten alıkoyan şeyin, yapıların konturlarının ve tasarımlarının ancak anlamın yaşam ener78 M‹MAR VE MÜHEND‹S jisi olan içerik güçten düşürüldükten sonra, yani bir doğa felaketi ya da sanat tarafından kendi iskeletine indirgendikten sonra daha açık bir şekilde görülebileceğini ifade eder. Psikolojik bir figürün dönüşüm sürecinin simgesi, aklı sarmal galaksiye götürecek spiral bağıntının zorunluluğunu “var” kılacaktır. İmaj ve sembollerin genetik bilimini, varlığın psikolojik ve ruhî-aklî düzeylerine ait olan yapısal özelliklerini tahlil edip tanımayan ve onları varlığın bütünlüğünden tecrit eden, sadece “biçimin araçları” yapan postmodern tavırda, zaman-mekân boyutlarındaki çevre bilinci eksik olduğundan, kozmolojik idrakin objektif bir şekilde varlık üzerine inşa edilmesi mümkün olmayacaktır. Estetik biliminin felsefi disiplinlerle karşı karşıya kalmasıyla birlikte, estetik-felsefe bağıntısı, çeşitli bilimsel yöntemlerle ele alınmıştır. Estetik, eşyayla birlikte eldeki malzemenin aşılabilmesinin amacını güderek, malzemenin biçimsel olarak nasıl düzene konması gerektiğinin ne kadar önemli olduğunu aşikâr kılabilmek için, sanatsal olarak ifade edinimini gerçekleştirir. Mikhail Bachtin estetik sorununa “estetiksel nesnenin salt estetiksel içeriğinin içkin olarak nasıl birleştiğini arayıp bulma” yoluyla yaklaşıldığında dil ile estetiğin birbirlerinin anlam sahaları içerisine gireceğini ve dilini estetiksel nesnenin içsel alanına giremeyeceğini belirtir. Çünkü estetiksel nesneyi oluşturan şey, sanatsal olarak biçimlendirilmiştir. ESTET‹⁄‹N OLUfiMASINDA KOZMOLOJ‹K ‹DRAK Cansever’in üslup gerçekliğinin temelinde bulunan organize edici iki ilke olarak gördüğü zaman ve mekân anlayışı, sanatı mekân bilinci olarak görmesinden dolayı üslup, içinde mekân kavrandığı zaman organize edilmelidir. Çünkü mekânın bütünlüğü, üslubun da ilk ve en yüksek kanunudur. Varlığın güzelliklerinin bilincinde olmayı, biçim ile kâinat telakkisi arasındaki münasebeti berraklaştırmada bulan Alois Riegl ve L. Coellen, genetik estetiğin de temellerini oluşturmuşlardır. Ernst Diez, genetik estetiği galaksinin spiral yapısı, bitkilerin yaprak dizilimleri, kısacası kâinattaki muhteşem yapıların temelinde altın oran sayısına göre dizayn edilmiştir. 0,618 ya da 1,618 çıkan oranların kâinatın estetik oranı olarak adlandırılması, 0 1 1 2 3 5 8 13 21 34 55 89 Fibonacchi dizisi adı verilen bu sayı diziminin 1’den başlayarak her rakamın kendinden bir önceki rakamla toplanması ile oluşur. Serideki ardışık sayıların birbirine oranı her zaman küçüğü büyüğe bölerseniz 0,618 ya da büyüğü küçüğe bölerseniz 1,618’dir. 34/55= 0,618 ya da 89/55 = 1,618 her iki rakamda Pi sabiti olarak kullanılır. Leonardo da Vinci, Picasso ve Mimar Sinan bu oranın tarihte en önemli uygulayıcılarındandır. Mısır piramitlerinin yapımında dahi kullanılmış olan altın oran sayısı, Fibonacci tarafından yeniden keşfedilerek şekli tanımlayan en ve boy uzunluklarının oranı her zaman 1,618 olarak hesaplanmıştır. XVI. yüzyılda altın oran için “hazine” ifadesini kullanan Kepler, düzgün çok yüzlüleri iç içe geçmiş şekilde gösteren ve bu düzen ile Güneş Sistemi arasındaki bağlantıyı araştıran şemalar geliştirmiştir. Kar tanesi kristallerinde bile altın oranın belirlenmesi, insanı kâinatın estetik formülüne götürüyor. Estetik uzmanı Dr. Steven Markout insan DNA’sına işlenmiş bu orana göre yaratılmış insan yüzleri ve bedenlerini istisnasız tüm insanların güzel bulduğunu yaptığını ispatlamıştı. A. Hildebrand bir sanat yapıtını mimari yapısını şöyle ifade ediyor: “Doğanın sanatsal olarak incelenişinden, ortaya yüksek bir sanat yapıtının çıkmasını sağlayan şey, mimari biçimdir.” Mimari biçimin ontolojik yapısındaysa, kâinatın şifresi, eşyanın kodu olan altın oran bulunur. insanlık tarihine ve İslam sanatında uygulayarak estetiğinn oluşmasında inançların rolünün mahiyet itibariyle ne kadar önemli olduğunu göstermişlerdir. Genetik estetik, Cansever’in deyimiyle sanatçı-sanat ilişkisini varoluş zeminine oturtarak, varlık telakkisinin ve kozmolojik yapının analizini de içinde barındırır. Cansever’e göre parçalar, bütünlüğe ulaşmak için hareket halindedirler ve İslam mimarisi kontrolden çıkmış bir “ratio”nun (aklın) ürünü olmayıp ‘her şeyi doğru yerine koymak ve doğru yerinde tutmak’ (adalet) ilkesiyle inşa olmuştur. Bu bağlamda, İslam mimarisinin oluşumunda malzeme ve teknolojilerin kullanılması ile ilgili olarak, modern konfor anlayışına benzer yanı olmayan ve amaçları hazcı (hedonizm) kavramlardan tamamen uzakta, insanın Allah hakkındaki şuurunun, varlığın kutsal karakterinin çatısını belirlemesiyle oluşturulmuştur.(6) Kozmolojik idrak, Tevhidin veçhelerinden oluştuğundan, birlik kavramının açık bir tezahürü olarak insan-kâinat ilişkisinin ağını varoluşsal zemin üzerinde değerlendirerek, Bir olana yaklaşmayı amaçlar. İslami tasarım ve inşa ameliyelerinde, tasarım ile üretim sürecinde, sanat ve mimarinin her türlü oportünistçe istismarından uzak kalınmaya çabalanmış İslami mimarinin genetik kaynaklarına sadık kalınmaya çalışılmıştır. Bu anlamda insanın varoluşuyla alakalı temel dinamikleri, inancı, ruhuyla kurduğu metafizik ilişki, İslam mimarisinin genetik kaynaklarını oluşturur. Cansever’e göre, oluşturulacak mimari özde varlık, inançlar, bilgi ve idrakin aklı, ruhi ve dini düzeyi, sanat formlarına yansıyacaktır. İslam kozmolojisinin projeksiyonları, Helenistik mimariden ayrılan tarafıyla, Tanrı’nın fiili varlığını kabul eden objektif içerisindedir. Kâinatın mimari olarak incelenişinde her şeyin bir nizam dairesi içinde gerçekleştiğini, estetiğin de bu nizamdan payını aldığı görülecektir. Estetiksel olarak kâinatın kodu, eşyanın şifresi, güzelliğin hakikat nazarındaki formülü altın orandır. İnsanın kalp atışı, DNA’sı, kâinatın “dodecahedron” adı verilen şekli, birçok HAREKET FELSEFES‹NDEN BAROK SANATINA M‹MAR‹ Kâinatı keşfetmek, içinde bulunduğumuz determinist-mekanistpozitivist toplumcu dünyadan aleme, fizikten metafiziğe Yunus Emre’nin de dediği gibi, “hikmete giden yol”un tanınmasını aşikâr kılar. Materyalist–pozitivist akımların karşısında, Maurice Blondel’in L’action eseriyle başlatılan hareket felsefesi, insan hareketlerinin aile, toplum, vicdan, devlet, sosyal yaşam ve insanlık basamaklarından geçerek hakikate doğru ilerlemekte olduğunu, din ile felsefeyi birbirine yakınlaştırmaya çalışarak, her şeye ancak insan hareketlerinin ortaya koyduğu imanla ulaşmanın mümkün olacağını belirtmişti. İslam sanatındaki “hareket” kavramına ilişkin Cansever, Ortaçağ Hıristiyan mimarisinin İslam mimarisiyle taban tabana zıt olduğunu şöyle belirtir: “Ortaçağ Hıristiyan mimarisi için tipik olan Gotik katedral, dışarıdan çeşitli açılardan gözlemlemeye imkân verir. Oysa içine girdiğinizde iki hâkim eksenle karşılaşırsınız: Birisi, girişten mihraba kadar yatay olarak uzanan eksen, öbürü ise tabandan tavana kadar dikey olarak yükselen eksen. Böylece insanın hareketleri yönlendirilmiş ve tahakküm altına alınmıştır. Gotik katedralde mimarinin empoze ettiği egemen hareket, insanın seçme özgürlüğünü elinden alır ve sorumluluk şuuruna saygı göstermez. Bu tavır, yine İslam’ın bilinçli insan ve sanat eseri telakkisine taban tabana zıttır.”(7) Batıda Hıristiyanlık’ın ürünü olarak görebileceğimiz Gotik, Barok, Rönesans ve tüm bunların devamında gelen “Modern Mimari” kavramları ile “İslam Mimarisi”ni karşılaştırdığımızda, iki kültürün tüketimlerinden üretimlerine iki farklı bakış açısının, iki farklı kozmik tasavvurunun olduğunu fark ediyoruz. Varlığın bütün alanlarını kapsamayan bir yaklaşımın, insanın da tüm yanlarını kapsamayacağı aşikârdır ve insanın varlığa karşı soracağı en esaslı soruya da cevap veremeyeceği meçhuldür. Barok, Portekizce Barocca sözcüğünden gelmekte olup eğri büğrü inciler dizisi anlamına geldiği bilinmektedir. Barok sanatın temelini oluşturan kitle, ışık gölge zıtlıkları, içbükey ve dışbü- TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 79 KENTVEYAfiAM Batıda Hıristiyanlığın ürünü olarak görebileceğimiz Gotik, Barok, Rönesans ve tüm bunların devamında gelen “Modern Mimari” kavramları ile “İslam Mimarisi”ni karşılaştırdığımızda, iki kültürün tüketimlerinden üretimlerine iki farklı bakış açısının, iki farklı kozmik tasavvurunun olduğunu fark ediyoruz. keyler, aşırı hareket gibi önemli unsurlar, seyirciyi etkilemekten çok oyalayan, göz alıcılığıyla kendisini fark ettiren ama o ölçüde yüzeysel bir üslubu benimser. Engizisyonun en kuvvetli olduğu zamanlarda ortaya çıkan, kilisenin reform hareketlerine karşı başlattığı bir akım olan Barok, Gotik dönemin karanlık mimari yapısı yerine daha frapan daha görkemli ve tantanalı bir mimari yapıyı seçerek, ihtişamın ve gösterinin zirvesinde süs ve azamet hastalığına tutulmuş yapıların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu arayış zamanla bütün sanatlara yansıyacak, resim, müzik, heykel gibi sanat dallarını da etkisi altına alacaktır. Barok sanatta pencerelerin çoğalmasıyla yapının içi aydınlanmış, balkon ve merdiven unsurları Barok döneminde ortaya çıkmıştır. Sezai Karakoç’un meşhur Balkon şiiri, evleri balkonsuz yapan mimarlar’a atıftır. Balkonsuz ev, tarihte yapılış amacı itibariyle inancımıza uygun, medeniyetimizde var olan yapılardır. Balkonlu ev ise Batı’nın bizlere dayattığı ya da Ali Şeriati’nin “Av avcıya hayran” sözüne atfen, bizim Batı’dan aldığımız bir durumdur. Turan Karataş, Sezai Karakoç’un Batılılaşmaya dair tutumunu şöyle açıklar: “Sezai Karakoç, batılılaşma sürecinden sonra vücud bulan türedi kentlere, daha doğrusu bu kentlerde Batı’dan dikkatsizce ithal edilen otomasyon ve betonarme yaşam biçimine savaş açmıştır. Açtığı savaşta da Anadolu’dan başlayan ve bütün bir Ortadoğu’ya 80 M‹MAR VE MÜHEND‹S açılan Doğu kültürünü siper olarak kullanır.”(8) Balkon şiiriyle tüm hayatın şifrelerini birer imge olarak dile getiren Karakoç, şiirinin sonunda evleri balkonsuz yapan mimarları alınlarından öperek bitirir: “Bana sormay›n böyle nereye / Kofla kofla gidiyorum / Aln›ndan öpmeye gidiyorum / Evleri balkonsuz yapan mimarlar›n”(9) Barok, sonsuzluğu vurgulayarak ışık ve gölgeyi kullanmak suretiyle sürekli hareket halinde olan bir gösteriş hali, yapmacık tutum, sürükleyicilik, abartı ve J.Baudrillard’ın deyişiyle bir simülasyon cihazı, bütünün içinde yitip giden, hakikatin nazarından uzaklaşan, biçim ile kainat telakkisi arasındaki münasebeti berraklaştırmak yerine bulanıklaştırmaktadır. Genetik estetiğin kozmolojik yapıya dair kavrayışı, profan sanatların insanı eğlendirmeyi amaçladığı gibi bir amaç ya da mahiyet içermez, varlığın birlik şuuruyla vücuda getirilmiş olan anlamı idrake erdirmeye çabalar. Genetik estetik, varlığın ilahi güzelliği, eşref-i mahlûkat olarak yaratılan insanın mayasında bulunan simgeler ve göstergelerin oluşturduğu özüdür. Bu öz, “ilahi sanatçı”(10) tarafından insanı vahiyle muhatap kılar. Vahye dönerek, estetiğin çağrısına kulak verelim: “O, birbirine uyumlu yedi gök yaratt›. / Hiçbir düzensizlik göremezsin Rahman’›n yaratt›¤›nda. / Hadi çevir gözünü bak. Bir kusur görebiliyor musun?” (11) Dipnotlar 1 Esteti¤in ABC’si, Hülya Yetiflken, Say Yay›nlar› 2 fiehrin Mimarisi, Aldo Rossi, Kaynak Kitapevi 3 ‹slam’da fiehir ve Mimari, Turgut Cansever, Timafl Yay. 4 Genel Dilbilim Sorunlar›, Emile Benvenitse, YKY Yay›nlar›, s. 135 5 Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat, M. Kagan, Çev. Aziz Çal›fllar, Alt›n Kitaplar 6 ‹slam’da fiehir ve Mimari, Turgut Cansever, Timafl Yay›nlar›, s. 29 7 ‹slam’da fiehir ve Mimari, Turgut Cansever, Timafl Yay›nlar›, s. 62 8 Do¤unun Yedinci O¤lu Sezai Karakoç, Turan Karatafl, Kaknüs Yay›nlar›, s. 334 9 Körfez, Sezai Karakoç, Dirilifl Yay›nlar› 10 ‹slâm Esteti¤i, Turan Koç, ‹SAM Yay›nlar› 11 Kuran-› Kerim, 67/3-4 YAKIN ŞİRİN BİR İLÇEMİZ; İZNİK İZNİK SELÇUKLU VE OSMANLI’DAN KALAN ESERLERLE DOLU BİR AÇIK HAVA MÜZESİDİR. GÖLÜ VE ÇEVRESİ BİR TABİAT HARİKASI. HALKININ FAZLA DIŞARI AÇILMAMASI, EKONOMİSİNİN KENDİ KENDİNE YETMESİ NEDENİYLE ÇOK FAZLA GELİŞEMEMİŞ, DOLAYISIYLA ŞİRİNLİĞİ BOZULMAMIŞTIR. TURİSTİK GEZİLERDE PROGRAMINIZA DAHİL EDEBİLECEĞİNİZ MİSTİK DOKUYA HAKİM, YIKINTILAR İÇİNDE YİNEDE GÜZELLİKLERİNİ SERGİLEYEBİLEN ŞİRİN İZNİK, YÜZYILLARCA MİSAFİRLERİNİ AĞIRLAMAYA DEVAM EDECEK. A. GÜLESER GÖKALP EKŞİ / Mimar ZNİK etrafı Bizans’tan kalma kilometrelerce surlarla çevrili şirin bir ilçemiz. Orhangazi’de olan sanayileşme buraya sıçramamış. Dolayısıyla ekonomi tarıma dayalı ve şehir yıllarca uzun sürecek olan restorasyon, renovasyonlardan geçmediği için bir açık hava müzesi olarak kalabildiği kadar ayakta kalmayı başarmış. İznik aynı zamanda bir göl kenarı mesiresi. İznik’de yer alan Yeşil Cami, camiiler, hamamlar, medreseler zaman zaman onarılmıştır. Merkezden yukarı doğru çıkarken ilk konsülün toplandığı yer olan Ayasofya Kilisesi kendini yıkık dökük göstermektedir. Yukarı doğru ulu çınar ayaklarının içinden çarşıdan geçilerek Eşrefoğlu Rumi’ye ve Abdulvahap Sancaktariye’ye ulaşılmakta. İskenderin komutanlarından Lysmakhes’un eşi Nikala’nın adını alan şehir, İznik olarak adını taşımaya devam etmiştir. İznik surlarının yedi tane kapısı vardır. Üç anıtsal kapı ayaktadır. Roma döneminden Hadrianus ve Cladeudius’un anılarını yaşatırlar. 1071 Malazgirt zaferinden sonra ‹ 82 M‹MAR VE MÜHEND‹S 1080’lerde, Kutalmışoğlu Süleyman Şah, İznik’i Anadolu’nun ilk başkenti yapmıştır. O zamana kadar İznik Büyük Doğu Roma İmparatorluğu’nun önemli bir merkezi konumunda idi. 1. Haçlı seferinin başlamasıyla Anadolu Selçuklu başkentliği kısa sürmüş, Selçuklular Konya’yı başkent olarak seçmişlerdir. 1331 Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi uzun süren kuşatmalardan sonra İznik’i fethetmiş, tekrar şanlı günlerini yaşayarak sanatın doruğuna ulaşmıştır. Ayasofya bir müddet camiye çevrilerek kullanılmış, medrese eklenmiş daha sonraları ise kendi haline terk edilmiştir. Yeşil-mavi çinileriyle ünlü Yeşil Camii ve Nilüfer Hatun İmareti (şimdi müze) merkezden yukarı çıkarken, yolun bitiminde, ulu çınarlardan sonra sukunetle birlikte karşınıza çıkmakta. Derinden gelen izlerin içinde sessiz sedasız duran Yeşil Cami’den etkilenmemek elde değil. Camiyi ve minaresini süsleyen turkuaz renkli çiniler, içerde ahşap işçilik tılsımlı bir şekilde yerlerinde duruyor. Zaman ağlarını üzerlerine örmeye devam ediyor. Çandarlı Yeşil-mavi çinileriyle ünlü Yeşil Camii ve Nilüfer Hatun İmareti (şimdi müze) merkezden yukarı çıkarken, yolun bitiminde, ulu çınarlardan sonra sukunetle birlikte karşınıza çıkmakta. Derinden gelen izlerin içinde sessiz sedasız duran Yeşil Cami’den etkilenmemek elde değil. Camiyi ve minaresini süsleyen turkuaz renkli çiniler, içerde ahşap işçilik tılsımlı bir şekilde yerlerinde duruyor. Halil Paşa, 1338’de Hacı Musa’ya tek kubbeli, iki sütunla taşınan tonoz ve yarım kubbeyle geçilen bu camiyi yaptırmıştır. 1331’den sonra Orhan Gazi’nin fethiyle şehir tekrar canlanmıştır. Osmanlı çinisi ve seramiği teknik ve dekor bakımından doruk noktasına ulaşmıştır. Çini ustaları saray ve camilere özel çinileri burada üretmişlerdir. Genellikle mavi beyaz, kabartmalı kırmızı ve firuzenin hakim olduğu süslemeler, yüksek derecede fırınlarda pişirilerek sırlanmaktadır. 16. yy. tuğralarının zemininde görülen ince spiral dolguya benzeyen tuğrakeş uslubu adı verilen ‘Haliç işi’ denilen dekor ve ‘Şam işi’ denilen iri yapraklı motifler İznik çinilerinin özelliğini teşkil eder. Süleymaniye Cami’sinin çinileri buradan getirilen ustalarca saray nakışhanesinde işlenmiştir. Nilüfer Hatun İmareti’nde İbnibatuta’ya ziyafet çekmiştir. Şimdi müze haline getirilen medresede sikke, seramik kaplar, kaseler, lahitler sütun başlıkları sergilenmektedir. Eşrefzade Abdullah Rumi, Nilüfer Hatun müzesinden biraz daha aşağıdadır. 15. yy.’da çağının tanınmış velilerinden Bursa’da Emir Sultan’dan dersler almış, Ankara’da Hacı Bayram ve Hama’da da Şeyh Hüseyin Hamevi’nin yanında yetişmiş İznik’in mutasavvıflarındandır. Şiirlerini bir divanda toplamış, İslam düşünce ve duygularını bir eserde vücuda getirmiştir. İslam aleminin büyüklerindendir. İznik Gölü’ne hakim bir tepede bulunan Abdulvahap Sancaktari Türbesi, savaş esnasında sevgilisi uğruna şehit düşen bir ermişin hikayesidir. Surların içinde savaşırken sevgilisini kurtarmak isterken şehit olmuştur. Türbesi askerlerce de ziyaret edilir. İznik Selçuklu ve Osmanlı’dan kalan eserlerle dolu bir açık hava müzesidir. Gölü ve çevresi bir tabiat harikası. Halkının fazla dışarı açılmaması, ekonomisinin kendi kendine yetmesi nedeniyle çok fazla gelişememiş, dolayısıyla şirinliği bozulmamıştır. Turistik gezilerde programınıza dahil edebileceğiniz mistik dokuya hakim, yıkıntılar içinde yinede güzelliklerini sergileyebilen şirin İznik yüzyıllarca misafirlerini ağırlamaya devam edecek. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 83 TANITIM ULUSLAR ARASI İSLAM KENTSEL MİRASINI ARAŞTIRMA, KORUMA VE YÖNETİM KONULU YAZ OKULU IRCICA 2011 ARŞ. GÖR. ALİ NACİ ÖZYALVAÇ SLAM Konferansı Teşkilatı’nın ilk kültürel alt organı olan IRCICA (İslam, Tarih, Sanat ve Kültür Araştırma Vakfı) tarafından kentsel çalışmalar ve mimari miras çerçevesinde korumanın önemi, yaygınlaştırılması ve İslam ülkelerinde ekonomik ve kültürel gelişmenin teşvik edilmesi amacıyla 27 Haziran-29 Temmuz 2011 tarihleri arasında beş haftalık bir yaz okulu düzenlendi. Dünyanın çeşitli ülkelerinden davetli konuşmacıların katıldığı uluslararası yaz okulunda, 46 seminer ve 10 panel gerçekleştirilirken, Türkiye’nin önemli kentsel merkezlerinde inceleme ve araştırmalar yapıldı. Geçen yıl Suudi Arabistan Turizm ve Eski Eserler Komisyonu himayesinde Riyad’da birincisi düzenlenen “İslam Ülkelerinde Kentsel Miras” konulu uluslararası konferansın önerileri dikkate alınarak düzenlenen programda özellikle eğitimciler ve öğrencilerden oluşan katılımcıların kentsel mimari mirasın korunması konusundaki birikimlerinin ileri taşınması, ayrıca toplumsal ve akademik alanda bu bilincin geliştirilmesi amaçlanmış. Yaz okulu şu konu başlıkları üzerine odaklanıyor; kentsel ‹ 84 M‹MAR VE MÜHEND‹S koruma ve geliştirme projelerinin tasarımı ve teknik uzmanlık gerektiren konular; kentsel mirası korumanın yönetim ve planlama boyutu ile sosyal ve ekonomik etkilerinin değerlendirilmesi, uygun finansman modellerinin sağlanması konusundaki gelişmeler. Ayrıca bu program kapsamında sürdürülmekte olan IRCICA – Prens Sultan bin Salman Mimari Miras Veritabanı’nın geliştirilmesine yönelik araştırma ve dökümantasyon çalışmalarına katkı sağlanması düşünülmüş. Kentsel mirasın araştırılması, korunması ve yönetimi olarak üç başlık altında şekillenen seminer programı 4 hafta boyunca yoğun bir tempoyla sürerken, üzerinde durulan başlığa dair tecrübeleri yerinde incelemek amacıyla İstanbul’da gerçekleştirilen geziler dışında Doğu Anadolu, Bursa çevresi ve Edirne’ye olmak üzere üç ayrı gezi düzenlendi. KONUŞMA VE PANEL PROGRAMI “Tarih ve Kuram” temalı ilk hafta konferansları yoğun olarak İstanbul ve tarihi yarımada üzerine olurken, Prof.Dr. İbrahim Baz’ın İstanbul Metropoliten Planlama ve Kentsel Tasarım Merkezi’nde yapılan çalışmalar ile ilgili geniş bilgi verdiği kouşması ve merkezin yaptığı proje çalışmalarını atölyelerinde izlemek katılımcılar açısından ilgiyle karşılandı. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nin gündemde olduğu bir dönemde İstanbul gibi listelenmiş dört ayrı kültür mirası bölgesine (Karasurları, Zeyrek, Süleymaniye ve Topkapı-Sultanahmet Koruma Alanları) sahip bir şehirde yönetim ve koruma sorunları hakkında en yetkili isimlerden tecrübeleri dinlendi. Tarih alanında tanınmış akademisyenlerin Osmanlı medeniyeti, vakıf sistemi ve İstanbul ile ilgili kapsamlı sunumları olurken, Prof. Dr. Aykut Karaman “İstanbul Kentsel Kültür Mirası ve Büyüme Yönetimi”, Prof. Dr. Murat Güvenç “Yeni Bir Kentsel Tarihyazım Modeli, İstanbul Örneği”, Prof. Dr. Nur Akın “Geleneksel Osmanlı Kentleri ve Karakteristikleri”, Prof. Dr. Can Binan “Boğaziçi Bölgesinde Ahşap Konut Geleneği” adlı konferansları hafta sonunda toplu olarak gerçekleştirilen panel ile tamamlandı. Süleymaniye bölgesinde anıtsal ve sivil mimari doku incelenirken, Boğaziçi kıyı yerleşimleri Prof. Dr. Can Binan ve Doç. Dr. Cengiz Tomar’ın anlatımları eşliğinde gezildi. Tarihi alanların yönetimi konusuna yönelik ikinci hafta programı İstanbul örneğinin incelendiği ve İMP tarafından organize edilen panel ile başladı. UNESCO Dünya Kültür Mirası Komitesi’nin 19. toplantısına gözlemci olarak katılan Yar. Doç. Dr. Yonca Kösebay Erkan tarafından Selimiye Külliyesi’nin listeye kabul edilmesi süreci ve son gelişmeler dinlendi. Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine yapılacak gezi öncesi Yar. Doç. Dr. Yüksel Demir tarafından Mardin, Dr. Mehmet Alper tarafından da Şanlıurfa üzerine kapsamlı sunumlar yapıldı. 6-9 Temmuz tarihleri arasında Diyarbakır, Mardin, Gaziantep, Şanlıurfa ve Antakya’yı kapsayan yoğun ve yorucu gezi programında bölgenin kentsel kültür mirası yakından görüldü ve yerel idarecilerden koruma alanlarının yönetimi hakkında bilgi alındı. Yar. Doç. Dr. Meral Halifeoğlu’nun anlatımıyla Diyarbakır Ulucamii restorasyonu gezilirken, Prof.Dr. Füsun Alioğlu tarafından Mardin Artuklu Üniversitesi konferans salonunda kentin geleneksel konut dokusu hakkında bir konuşma yapıldı. Yar.Doç.Dr. Gül Ünal tarafından Gaziantep suriçi ve çarşıları hakkında yapılan sunumun ardından, Antakya’da Prof.Dr. Nur Akın, Prof. Attilio Petruccioli, Prof. Amir Pasic, Yar.Doç.Dr. Yüksel Demir ve yerel idarecilerin katıldığı bir panel düzenlendi. Tarihi çevre korumanın belgeleme boyutu üzerine bir grup konuşmanın yapıldığı üçüncü hafta İstanbul Büyükşehir Beledi- yesi Koruma Uygulama Denetim Bürosuna yapılan ziyaretle başladı. Süleymaniye bölgesine yapılan geziler Yar. Doç. Dr. Gürcan Büyüksalih’in sunumu ile desteklenirken, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Daire Başkanı Dr. Önder Bayır tarafından Osmanlı arşivlerinin yapısı ve kullanımı hakkında bilgi alındı. Bursa, Cumalıkızık, Bilecik, Söğüt ve İznik’ten oluşan ikinci gezi programı öncesi Doç. Dr. Berrin Alper tarafından bölgeyle ilgili “Cumalıkızık: Bir Osmanlı Köyünden Mimari İzler” baş- lıklı sunum izlendi. Prof. Dr. Neslihan Dostoğlu tarafından Bursa Belediye Meclis Salonu’nda verilen konferansta geçmişten günümüze Bursa’nın kentsel ve mimari gelişimi hakkında geniş bilgi verildikten sonra Muradiye, Çekirge, Tophane ve Hanlar bölgesi gezildi. Tayyare Kültür Merkezinde düzenlenen seminerde katılımcılar Bursa Büyükşehir Belediyesi Etüd ve Projeler Şube Müdürü Kübra Temel’den de Bursa’da tarihi çevrede yapıl- makta olan koruma çalışmaları hakkında bilgiler aldı. Prof. Amir Pasic, Prof. Dr. Neslihan Dostoğlu, ve Prof. Dr. Neriman Şahin Güçhan’ın da katılımıyla “Kentsel Tarihi Alanların Yönetimi: Bursa örneği” başlıklı panel gerçekleşti. Bilecik ve Söğüt’te bazı sivil ve anıtsal yapılara yapılan gezilerin ardından İstanbul’a dönüldü. Koruma temalı son haftada geleneksel yapım teknikleri ile İslam ülkelerinde kentsel koruma alanlarından bazı örnekler üzerinden sunumlar yapıldı. Prof. Dr. Murat Soygeniş tarafından “İstanbul: Bir Kentsel Yorum”, Prof. Adel Fahmy tarafından “İslami Kentsel Miras ve Kerpiç Malzeme”, Dr. Stefano Bianca tarafından “Korumanın Ötesi, Sürdürülebilir Kentsel Rehabilitasyon Konseptine Doğru” isimli konuşmalar yapıldı. İstanbul’da Eyüp Sultan Camii, Karaköy, Galata Bölgesine düzenlenen gezi sonrası programın son şehirdışı inceleme seyahati Edirne’ye oldu. Yaz okulunun beşinci ve son haftası grupların stüdyo çalışmalarının tartışılması ve bireysel çalışmaların sunulması ile geçti. Farklı birçok ülkeden çok sayıda eğitim ve kamu kurumunun katılımı ile gerçekleşen yaz okulunda, katılımcı profilinin çeşitlilikten uzak ve çoğunlukla lisans seviyesinde olması, ayrıca proje çalışmaları için gerekli mimar ve şehir plancıların azınlıkta kalması gibi olumsuzluklar programın hafifletilmesi ile atlatıldı. Katılımcılara sertifika verilmesi ile kapanışın yapıldığı program ilerideki dönemde farklı ülkelerde yeniden bir araya gelme niyetleriyle tamamlandı. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 85 MAKALE Deprem Risk Yönetim Modeli Yaşadığımız coğrafya ve halkımız depremin yabancısı değildir. Buna rağmen hala büyük deprem gelecek mi sorusu, ancak bu kadar uzun süredir depremi yaşayan insanlar için deprem güvenli binaların yapılamaması ve halkımızın büyük çoğunluğunun güvensiz yapılarda oturmasından kaynaklanır. PROF. DR. ALİ OSMAN ÖNCEL I. Ü. Mühendislik Fakültesi Mühendislik Bilimleri Bölümü Deprem Tehlikesi Gerçeğini Değiştirmenin İmkanı Yoktur Ülkemizin herhangi bir yerinde deprem tehlikesini tanımlamak için gerekli parametreler bellidir ve bunlardan en önemlisi gelecek 30 yıl içersinde olabilecek depremin büyüklüğü (M) ve buna bağlı olarak kentsel ve endüstriyel alanlarda meydana getireceği şiddettir (I). Genelde, şiddeti büyüten faktörlerin başında depremin yeri (dış ve iç merkez) ve kentsel alana uzaklığı gelir. Mesela, kentsel yaşam alanına göreli olarak uzak 25 Temmuz 2011 (M5.2) depremi halkta bir paniğe neden olmuş fakat yapılar üzerinde bir hasar meydana getirmemiştir. Bununla birlikte, 19 Mayıs 2011 (M5.7) Simav depremi halkta korku ve paniğe neden olmuş ve binalarda önemli hasarlar meydana gelmiştir. Ana deprem olduktan sonra, deprem oluş sıklığı arttığı için hasarlı binalarda oturma güvenliği riskli hale gelmiştir. Deprem tehlikesi ana depremle başlar ve bu tehlike artçılarla devam eder. Ülkemiz bir deprem ülkesidir ve deprem tarihi yaklaşık 2000 yılı bulmaktadır. Kısaca yaşadığımız coğrafya ve halkımız depremin yabancısı değildir. Buna rağmen hala büyük deprem gelecek mi sorusu, ancak bu kadar uzun süredir depremi yaşayan insanlar için deprem güvenli binaların yapılamaması ve halkımızın büyük çoğunluğunun güvensiz yapılarda oturmasından kaynaklanır. Deprem çalışmaları yapılmaktadır fakat yapılan çalışmalardan sonuç alınamamıştır. Olası büyük bir depremde kayıpları azaltmak için bugüne kadar geçen süreye (12 yıl, 1999-2011) ve İBB tarafından kullanılan parasal kaynağa (1 milyar TL’den fazla) bakıldığında, bugüne kadar uygulanan risk yönetim modellinin yetersiz ve verimsiz olduğu görülmektedir. Tabii ki İBB bütçesi dışında kullanılan -valilik, bakanlıklar (Sağlık, MEB) gibi ilavelerle rakam çok daha büyük86 M‹MAR VE MÜHEND‹S tür. İstanbul'da deprem riskinin azaltılmasında daha doğru ve kapsamlı bir değerlendirmenin deprem uzmanlarından daha çok yönetim uzmanlarınca ele alınması gerekir. Çünkü sorun, depremin bilimsel özelliklerini tayin değil, belirlenmiş olan ve herkesin hemfikir olduğu bir büyük riskin azaltılmasını sağlayacak idari ve mali yönlerini de kapsayan tedbirleri hayata geçirmektir. Bina Taramasıyla Yıllar Kaybedilmektedir Deprem riskinin azaltılmasını öngören modellerde göze çarpan en büyük eksiklik, ülkemizin yetişmiş insanlarından azami oranda faydalanılmamasıdır. Bunun en güzel örneği, 2010 yılında basına detay bilgileri yansımış olan tek akademisyenli ve beş yıla yayılmış bina tarama projesinin tek bir firmaya ihale edilmesidir. Kazanan firmanın müşavirliğini ODTÜ'den bir akademisyen ve beraberinde oluşturulan çok büyük ekiplerle taramalar, "İstanbul Deprem Master Planı"nda öncelikli bölge olarak tespit edilen yerlerde yapılmıştır. Araştırmanın sonuçla- rının değerlendirilmesi başka ekiplerce bir ya da benzer modeller esas alınarak yapılmış ve ortaya “en güvenilir performans tahminleri” bulunmuştur. Büyük emeklerle yapılan bu çalışmanın sonucunda, İstanbul'da binaların yüzde 10’unun incelenebilmesi için 5 yıl harcanmıştır. İstanbul'da mevcut her binanın incelenmesi şart görülürse ve bu sistemle tarama işleri devam ederse, İstanbul’daki tüm binaların incelenmesi için 50 yıl gerekecek. Bu zaman zarfında büyük bir deprem meydana gelirse, zayıf olanlar yıkılacak ve zayıf olmayanlarda hızlı bir şekilde ayrılacaktır. Bina Taraması Çoklu Ekip ve Gruplarla Daha Çabuk Bitirilebilir. Tek akademisyenli model yerine, çok akademisyenli bina taraması yaptırılabilir ve araştırma grupları arasında kalite ve çalışma yönetimi açısından hem bir çeşitlilik sağlanabilir hem de verimlilik artırılabilirdi. En kolay şekilde, her ilçenin bina taraması bir akademik lider tarafından yapılması istenebilirdi, ilçe sayısınca akademisyenlerin katılımı ile beş yılda tüm İstanbul'un bina taraması bitirilirdi. Akademik liderli çalışma grupları her yıl sonunda bir sempozyum altında toplanabilirdi ve aksayan kısımlar için hızlı çözüm üretmeleri sağlanabilirdi. Maalesef, bürokratik deprem riski modelinin tekçi akademik yaklaşımı başarısız ve verimsizdir. Bununla birlikte, bazı akademisyenlerimizin çok akademisyenli çalışmaların ortaya çok akademik fakat daha az yararlı sonuçlar çıkarabileceği endişesine sahip olduklarını belirtmek gerekir. Risk Yönetimi Bürokrasiye Terk Edilmemelidir Yürütülen deprem projelerine ve tartışılmış somut örneklere bakıldığında, zaman, insan ve para yönetiminin doğru yapılamadığı görüşü ortaya çıkmaktadır. Deprem ve bina teknolojisi konularında uzmanlığını almış her insandan yararlanmayı öngörmemiş bürokratik risk yönetimi, deprem projelerini havale ve ihaleye dayalı halletmeye çalışmıştır. Bu nedenle yüksek maliyetli ve geri dönüşümü sınırlı sonuçlar için önemli bir kaynak harcanmıştır. Bürokratik yaklaşıma göre işlerin Amerikalı ve Japon şirketlere havale edilmesi yeterli görülmekte ve ülkemizin bilimsel birikiminin yurt dışı kökenli olan bu firmalarda çalışan uzmanlardan fazla olamayacağı gibi yanlış bir düşünce güdümünde oldukları görülmektedir. Uzman şirketlere ve özellikle uluslararası şirketlere işlerin havale edilmesi güzel bir düşüncedir. Fakat bu şirketlere ülkemiz üniversitelerinden proje alanları ile ilgili partner bölüm bulma şartı getirilmesi gerekirdi. Ülkemizde öğrencilerin yetiştiği yer bilimi bölümlerini güçlendirecek bir vizyonu öngörmesi halinde kamu yararı daha fazla gözetilmiş olabilirdi. Üniversiteendüstri işbirlikli projelere destekler verilse, ülkemizde birçok yüksek lisans ve doktora talebesinin doktora çalışmaları için kaynak ve imkân sağlanmış olacaktı, fakat bu yapılamadığı için depremin üzerinden yıllar geçmesine rağmen ortaya çıkan yeni ses ve uzmanlara hala rastlanamamaktadır. Bunun nedeni, eksikli ve öngörülü düşünemeyen bürokratik eksenli risk modelidir. Deprem ve Risk Yönetimi Akademik Olmalıdır Deprem sorunuyla mücadelede bugüne kadar uygulanan yöntem yetersizdir. İhale ve havale sistemine dayalı, kolaycı ve günü kurtarma telaşında görüntüsü veren bürokratik risk yönetimi, ülkemiz deprem sorunu için fayda getirmediği açıktır. Depremle ilgili çalışma ve planlamaları yapacak bir kurumun başına bir bürokrat getirerek ve onla çalışacak ekiplerde doktoralı çalışan jeofizik uzmanlarını istihdam etmeyerek kurulmuş afetle mücadele modellerinin değiştirilmesi Olas› büyük bir depremde kay›plar› azaltmak için bugüne kadar geçen süreye (12 y›l, 1999-2011) ve ‹BB taraf›ndan kullan›lan parasal kayna¤a (1 milyar TL’den fazla) bak›ld›¤›nda, bugüne kadar uygulanan risk yönetim modellinin yetersiz ve verimsiz oldu¤u görülmektedir. gerekir. Deprem ve afet dairesinin başına bürokrat getirerek deprem riskini azaltmış ülkeler bugüne kadar yoktur ve bu nedenle çağdaş afet yönetim modelleri ile çelişkili bir durum olarak ülkemizde bir bürokratik yapı olarak ortaya çıkmıştır. Bu yapının ancak başına doktoralı bilim insanları gelmesi ve çoğunluğu doktoralı insanlarda oluşan Amerika Jeoloji Servisi, Kanada Jeoloji Servisi ve Japonya Jeoloji Servisi gibi yapısal bir kimlik kazanması ile ülkemizde afet ve risk çalışmaları ivme kazanabilir. Deprem ve afet yönetimini başarı ile yöneten ülkelerde yerbilimlerde doktorasını yapmış kişilerin işsiz kalma riski yoktur, çünkü doktora seviyesi sorunun çözümüne akademik yaklaşmayı gerektir. Fakat ülkemizde, doktorasını işsiz kalırım diyerek uzatan genç doktora öğrencilerine rastlanmaktadır. Yerbilimleri üzerine doktora çalışmalarının ülkemizde teşvik edilmediğini gösteren önemli bir sorunu ortaya koymaktadır. Deprem ve afetle ilgili cazip doktora bursları teşvik edilmeli ve doktora sonrasında ülkemizin depremle ilgili kurumlarında çalışma garantisi verilmesi gerekir. Etkili ve sürekli çözüm akademik tabanlı çalışmaların ve çalışacakların desteklenmesi ile daha rahatlıkla bulunabilir. Üniversite ve Özel Sektör Çalışması Teşvik Edilmelidir Çözüme ve soruna odaklı akademik-endüstri risk yönetim modeline geçilmelidir! Bu sayede, üniversiteler hem bilimsel olarak akademik çalışmalarla deprem sorununa el TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 87 MAKALE atacak hem de belediyelerdeki mühendisler ihale alan şirketler için çalışan proje mühendisi olmaktan kurtulacak, akademik tabanlı projeleri arazide yürüten mühendisler olarak çalışacaktır. Üniversite merkezli akademik-endüstri risk modeli çalışmalarında, deprem projeleri kapsamında toplanan verilerle, yüksek lisans ve doktora seviyesince sayısız çalışmalar çıkacak, bunların bir kısmı uluslararası ortamlarda sunularak ve dergilerde yayınlanarak ülkemizdeki bilimsel çalışma performansı da yükseltilmiş olacaktır. Doğru yöntem ve ileri sürdüğüm modele göre, tüm üniversitelerin katılımı ve tüm üniversitelerin deprem sorununun çözümüne katkı sağlamalarını zorlayacak bir ulusal projenin hayata geçirilmesi gerekir. Bunun dışında farklı modellerde ileri sürülmekte ve bu modeller çözüm modelinin akademik ağırlıklı olmaması gerektiğini savunmaktadır. Bunun nedeni olarak da belediye gibi kamu kurumlarının teknik gücünün de bu tür çok akademisyenli bir modeli yönetsel anlamda kaldıramayacağıdır. Nitekim önerilen diğer bir modele göre, kentsel dönüşüm merkezli özel mali serbestliği olan özerk bir idare kurulması gerekir. Sonuç: 1999-2011 arasında yapılan çalışmalar değerlendirildiğinde, bürokratik risk 88 M‹MAR VE MÜHEND‹S Üniversite-endüstri iflbirlikli projelere destekler verilse, ülkemizde birçok yüksek lisans ve doktora talebesinin doktora çal›flmalar› için kaynak ve imkân sa¤lanm›fl olacakt›, fakat bu yap›lamad›¤› için depremin üzerinden y›llar geçmesine ra¤men ortaya ç›kan yeni ses ve uzmanlara hala rastlanamamaktad›r. Bunun nedeni, eksik ve öngörülü düflünemeyen bürokratik eksenli risk modelidir. yönetimine dayalı modelin yürümediği ve ülkemiz için çok önemli yılları kaybettirdiği görülmektedir. Deprem projeleri yerli ve yabancı şirketlere havale edilmiş, yapılan işin vasat kalitesi yanında maliyet yükseltilmiştir. Yerbilimleri bölümlerinden en az birinin akademik ortak olarak proje ortağı olması şartı getirilmediği için, milyonlarca dolarlık maliyetlerle yaptırılan projelerde bazı üniversiteler devre dışı bırakılmış ve dışlanan bu üniversitelerde yeni nesil uzmanların çok iyi yetişmesi ortamı sağlanamamıştır. Bununla birlikte, özel şirketlerce toplanan veriler, bilimsel çalışmalarda kullanılması için yerbilimleri bölümlerine servis edilmediği içinde yaptırılan çalışmalarda toplanan verilerle, akademik derinlikli çalışmalar yapılamamış ve ülkemizin bilimsel sıralamalarda yükselmesi için katkı verilmemiştir. Ortada harcanan paralar ve karşılığında geri dönüşüm olarak servis edilmiş deprem haritalarından ve kısıtlı sayıda çıkarılmış bina stok envanterinden başka fazla pratiğe dönmüş fazla bir şeyin olduğunu söylemek zordur. Bu nedenle, İstanbul'da deprem riskinin azaltılması için yapılan çalışmalarla tatmin edici mesafe alınamamış, üniversitelerden bağımsız özel şirketlerce toplanan veriler açılmadığı için derinlikli akademik çalışmalar tetiklenememiştir. MAKALE Yaşanabilir Şehirler İçin Yeni Afet Planı Şehirleşme politikaları belirlenirken kamu kurumlarının, ilgili meslek gruplarının ve sivil toplum kuruluşlarının, sürece doğrudan katılımları sağlanmalıdır. Bu amaçla insan ve şehir kavramlarının birlikte gelişmesi için etkin bir afet yönetimi belirlenmelidir. KADEM EKŞİ Mimar ve Mühendisler Grubu Başkan Yardımcısı aşanabilir, sürdürülebilir, ekolojik şehirlerde yaşamak, insanların en temel haklarındandır. Şehirlerimizin tarihi, estetiği ve kültürel geçmişleri; tarım, iklim ve çevre bağlantıları; sosyal, siyasal ve ekonomik gerçekleri bilimsel araştırmalarla değerlendirilerek ortaya çıkan sorunların belirlenmesi, yaşanabilir kent ortamının ve kentlilik bilincinin oluşturulması gerekmektedir. Bu amaçla kentleşmedeki ana hedeflerin başında afet öncesi riskleri azaltmak, çok yönlü tedbirleri etkin bir şekilde hayata geçirmek ve sosyal kent politikalarını geniş ölçekte planlamak gelmelidir. Kontrolsüz yapılaşma ve sağlıksız büyüme, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de kenti yenilemek yani dönüştürmek fikrini ortaya çıkardı. Özellikle İstanbul gibi büyüme aksları tıkanmış ve zorlanmış şehirlerde, daha fazla kontrolsüz büyümenin olmaması adına bu konunun önemi açıkça ortadır. Bunun yanı sıra, konutların deprem güvensiz ve denetimsiz olarak yapılması da ileride oluşabilecek afetler için herkesi diken üstünde tutmaktadır. Şehirleşme politikaları belirlenirken kamu kurumlarının, ilgili meslek gruplarının ve sivil toplum kuruluşlarının, sürece doğrudan katılımları sağlanmalıdır. Bu amaçla insan ve şehir kavramlarının birlikte gelişmesi için etkin bir afet yönetimi belirlenmelidir. Afet başlığı altında ilk değerlendirilmesi gereken konu, ülkemizin büyük bir çoğunluğunu etki altına alan deprem konusudur. Afet Yönetimi; zarar azaltma, hazırlıklı olma, olaya müdahale ve iyileştirme gibi dört ana ve diğer ara aşamalarında yapılması gereken faaliyetlerin planlanması, yönlendirilmesi, desteklenmesi, koordine edilmesi ve uygulanması için toplumun tüm kurum ve kuruluşlarıyla, kaynaklarının bu ortak amaç doğrultusunda kullanımını gerektiren çok disiplinli bir yönetim şeklidir. Deprem ise araştırılması gereken birçok parametreyi barındıran ve zamana göre değişen, güncellenen dinamik bir olaydır. Fay hatları ve depremler, heyelan, aşırı yağışlar Y ve sel, volkanizma ve benzeri kavramlar yeryüzündeki doğal oluşumlar olup insanlar tarafından ortadan kaldırılması mümkün değildir. Afet Yönetimi ve Deprem konularının birarada değerlendirilmesi, uzun süreli ve farklı disiplinler altında birçok katılımla gerçekleşmesi ile mümkündür. Bu amaçla mevcut yerleşim alanları, alt ve üst yapılarıyla beraber afetlere karşı daha güvenli duruma getirmeye çalışırken öncelikle doğal tehlikeleri tespit etmeli, bunları her boyutuyla ölçülendirerek ortaya koymalıdır. Bu süreç, bilimsel ve teknik araştırmalara dayalı derinlemesine, her yönlü yürütülmesi gereken projeler ile gerçekleştirilebilir. Afet risklerinin azaltılması, bireylerin ve toplumların gündelik risklere karşı aldıkları tavırla başlamaktadır. Burada en önemli davranış biçimi afetlere karşı bilinç ve eğitim seviyesini yükseltmek olmalıdır. Bu anlamda hizmet eden sivil toplum kuruluşlarından faydalanmalı, kurumsal anlamda sürdürülen proje ve kampanyalar takip edilmelidir. Yazılı ve görsel yayınlardan faydalanılmalı, tavsiyeler uygulanmalı, önemsenmelidir. Zira afetlere karşı daha dirençli bir toplum olmanın yolu bu önlemlerden geçmektedir. Toplumun katılmadığı, bir parçası olmadığı hiçbir proje tamamlanmış ve amacına ulaşmış sayılamaz, toplum için faydaya dönüşemez. 1995 Kobe Depremi’nde Japonya’da meydana gelen yangınlar ve patlamalar büyük ölümlere neden olmuştu. Kobe depremin- den sonra Japonya’da erken uyarı ve risk azaltma çalışmaları hızlandırıldı. Son depremde yangına ve yıkılmalara bağlı zararların azalması, Kobe Depremi’nin Japonlar tarafından iyi okunduğunu gösteriyor. Fakat, Nükleer santrallerin güvenliğinin yeterince sağlanamadığı ortaya çıkmıştır. 2007 yılında büyüklüğü 6.8 olan deprem nükleer sızıntıya neden olmuştu ve bunun zararları Japonya ile sınırlı kaldı. 2011 yılında meydana gelen 9.0 büyüklüğündeki depremde nükleer sızıntı ile dünya için bir risk oluşturmuştur. İstanbul; kozmopolit, hareketli, genç nüfuslu, tarihi geçmişi olan, uyumsuz gelir seviyeleriyle sosyal açıdan karmaşık bir yapı sunuyor olsa da prestijini sadece kıtalar arasında değil aynı zamanda medeniyetler, fikirler, dinler ve insanlar arasında bir köprü oluşturmasından alan bir şehirdir. İstanbul’u etkileyecek depremin büyüklüğünü, muhtemel zamanı gibi tartışmaları bir yana bırakıp; sosyal, ekonomik, psikolojik, hukuki ve idari yetki ve sınırları göz önüne alarak çözümler oluşturulması, daha sonra bunların mühendislik, kentsel dönüşüm ve planlama ile birlikte değerlendirilmesi gerekir. Etkin Afet Yönetimi ile deprem tehlikeleri belirleyip bunlara karşı gerekli stratejileri ve eylem planlarını ortaya koyulmalıdır. Enkaz altından insan kurtarmayı değil enkaz altında insan kalmamasını sağlamayı ve maddi-manevi kayıpların en aza indirilmesi amaç edinilmelidir. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 89 MAKALE Türkiye’de Katı Atık Yönetiminde Yeni Ayırma Tesislerinin İşlevselliği Toplanması, taşınması, aktarılması ve bertaraf edilmesi fiziksel ve ekonomik anlamda büyük yük olan, aynı zamanda, uygun şekilde değerlendirilemediği ve geri dönüşüm zincirine dâhil edilemediği takdirde, kaybolan ekonomik bir değer olarak kabul edilmesi gereken katı atıkların yönetim sürecinde gerçekleştirilecek tüm hizmetlerin maliyet ve sorumluluğu için yerel yönetimlere büyük görevler düşmektedir. DİDEM OMAY1, SERAP TÜRKYILMAZ2, İSMAİL ADAK3 Yalova Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Kimya ve Süreç Mühendisliği Bölümü, 2Yalova Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi, 3 Yalova Üniversitesi, Mühendislik Fakültesi, Endüstri Mühendisliği Bölümü 1 ünümüzde artan nüfus artışı, kentleşme ve endüstriyel gelişme, üretim ve pazarlama faaliyetlerindeki genişlemeler, sürekli artan tüketim eğilimleri gibi olgular, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insan faktörünün çevre üzerindeki tahrip edici etkisini arttırarak katı atık sorununu da beraberinde getirmiştir. Artan katı atık ve çevresel kirlilik sorunu kentlerde atık yönetiminde yaygın bir şekilde uygulanan toplama, taşıma, aktarma, depolama ve bertaraf etme proseslerinden oluşan sistemin yetersiz kalmasına sebep olmuştur. Toplanması, taşınması, aktarılması ve bertaraf edilmesi fiziksel ve ekonomik anlamda büyük yük olan, aynı zamanda uygun şekilde değerlendirilemediği ve geri dönüşüm zincirine dâhil edilemediği takdirde, kaybolan ekonomik bir değer olarak kabul edilmesi gereken katı atıkların yönetim sürecinde gerçekleştirilecek tüm hizmetlerin maliyet ve sorumluluğu için yerel yönetimlere büyük görevler düşmektedir. Mevcut yerel yönetimlerin dâhilinde yürütülen atık yönetimi sistemindeki aksaklıkların giderilmesi ve bu sistemin işleyişinin kolaylaştırılması amacıyla, katı atık ayırma tesislerinin Türkiye genelinde artırılması ve etkin bir şekilde kullanılması gereklidir. G yılında Çevre Bakanlığı’nın kurulması ile bu bakanlığın görev alanına dâhil edilmiştir. Gelişmiş ülkeler, katı atık yönetimi ile ilgili süreci 1980’li yıllarda tamamlayarak “sürdürülebilir atık yönetimi”, “atık etiği”, “atık yönetimi etiği” gibi olguları ciddi biçimde tartışırken, Türkiye’de atık yönetimi konusundaki gelişmeler yavaş bir seyir göstererek “yönetilmesi gereken” bir sorun olarak algılanmaya başlamıştır (Yılmaz ve Bozkurt, 2010). Türkiye açısından orta ve uzun vadede ekonomik, sosyal, teknik ve coğrafik şartlara uygun olarak gerçekleştirilmesi gereken katı atık yönetimi, önleyici ve engelleyici çevre koruma politikaları ile katı atık sorununun Türkiye’de Katı Atık Toplama Politikalarına Genel Bakış Türkiye’de 1920’li yıllardan itibaren “temizlik hizmetleri” adı altında ve “kamu sağlığı odaklı” olarak Sağlık Bakanlığı’nca yürütülen katı atık yönetimi, 1970’li yıllarda çevre sorunlarına karşı tüm dünyada artan eğilimin de etkisi sonucunda “çevre odaklı” bir yaklaşıma doğru gelişim göstermiş ve 1991 90 M‹MAR VE MÜHEND‹S Şekil 1. Çöp ayırma sisteminde çöplerin taşınması çözümünde yetki ve sorumluluğa sahip olan bakanlık ve diğer merkezi yönetim kurum ve kuruluşları, yerel yönetimler ve belediyeler, iş çevreleri, gönüllü kuruluşlar ve derneklerin etkin katılımına ihtiyaç duymaktadır. Bu gereksinimlerle birlikte Türkiye’de katı atıkların toplanması ve yok edilmesi işlemleri temelde 2872 sayılı Çevre Kanunu kapsamında çıkartılan “Katı Atıkların Kontrolü Yönetmeliği” ve diğer ilgili yönetmelikler kapsamında yürütülmektedir. Atıkların toplanması, taşınması, depolanması, geri kazanımı ve bertarafından ise 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu ile belediyeler yetkili ve sorumlu tutulmaktadır. Yerel yönetimlerce yürütülen ve katı atık yönetimi olarak adlandırılan bu hizmetlerde son yıllarda “ürün odaklı” bir yaklaşım benimsenmektedir. Bu yaklaşım ile hizmet alanının öncelikleri değişerek, toplumsal amaçlardan iktisadi-ticari amaçlara doğru kaymış, hizmete bakış toplum odağından çevre sorunu kapsamındaki ürün odağına geçiş yapmış, yetki belediyeden özel sektör işletmeciliğine doğru değişmiş ve ölçek belediye merkezinden bölge merkezine yükseltilmiştir (Güler vd., 2001). Dolayısıyla katı atık yönetimine yeni bir bakış getirilmesi zorunluluk teşkil etmekte olup atık yönetiminin en belirgin yapı taşlarından biri olan geri dönüşüme yatkın, katma değeri yüksek katı atıkların ya kaynağında ya da toplandıktan sonra uygun yöntemlerle ayrıştırılması sağlanarak ikincil üretim prosesine dâhil edilmesi ile ilgili yoğun çalışmalar yapılmalıdır. Türkiye’deki Katı Atık Yönetimindeki Olumsuzluklar ve Bu Olumsuzlukların Giderilmesi İçin Yeni Katı Atık Ayırma Sistemlerinin İşlevselliği Ülkemizde değişen tüketim alışkanlıkları, nüfus yoğunluğu, yükselen hayat standardı, ambalajlı ürün satışındaki artış ile birlikte mevcut katı atık kompozisyonu da değişmektedir. Satın alınan pek çok ürünün kâğıt, metal, cam ve plastik ambalaj malzemesi içinde sunulduğu dikkate alındığında, katı atıkların kaynağında ayrı toplanarak ya da çöpe atıldıktan sonra yerel yönetimlerce birlikte çalışılan katı atık ayırma tesislerinde işlenerek ekonomiye tekrar kazandırılması katı atık yönetiminde önemli bir adım oluşturmaktadır. Sağlıklı ve sürdürülebilir bir atık yönetim sistemi, ambalaj atıklarının diğer atıklarla karışmadan organize bir yapı içerisinde geri kazanım sürecine dâhil edilmesini gerektirmektedir. Geri kazanım çalışması ile tabii kaynakların korunması, kaynak israfının önlenmesi, bertaraf edilmesi ve gereken katı atık miktarının azaltılması mümkün olmaktadır. Bu nedenle, geri kazanım çalışmalarının ilk adımını kaynakta ayrı toplama oluşturmaktadır. Kaynakta ayrı toplama yapılamayan durumlarda ve bölgelerde, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, uygun sistemler dizayn edilerek gelen çöp yığınları içerisinden geri dönüşüme uygun atıkların ayrıştırılması sağlanmalıdır. Türkiye genelinde kaynağında ayrı toplama çalışmaları 21 ilde, ambalaj atıkları yönetmeliğinin tanımladığı şekilde yürütülmektedir. Ancak, yürütülen bu çalışmalar; belediyelerin kaynakta ayrı toplamaya gösterdikleri direnç, piyasaya sürenlerin tamamının kayıt altına alınamamaları, ambalaj atığını toplayan işletmeler ile Şekil 2. Çöp içeriklerine göre ayırma işleminin yapılması Kat› at›k yönetimine yeni bir bak›fl getirilmesi zorunluluk teflkil etmekte olup at›k yönetiminin en belirgin yap› tafllar›ndan biri olan geri dönüflüme yatk›n, katma de¤eri yüksek kat› at›klar›n ya kayna¤›nda ya da topland›ktan sonra uygun yöntemlerle ayr›flt›r›lmas› sa¤lanarak ikincil üretim prosesine dâhil edilmesi ile ilgili yo¤un çal›flmalar yap›lmal›d›r. ayırma tesisi işletmecilerinin ayrı toplamaya taraf olmamalarından dolayı verimli yürütülememektedir. Diğer bir neden ise lisanslı toplama ve ayırma tesislerinin kapasitelerinin düşük olmasıdır. Mevcut işletmelerin tek başına, bir ilde oluşan ambalaj atığını toplayacak ve ayıracak idari, mali ve teknik kapasiteye sahip olmaması da bu konuda oldukça önemli bir faktördür. Atıklarının kaynakta ayrılması ve değerlendirilebilir atıkların ayrı toplanması geri dönüşüm sisteminin ilk basamağını oluşturmaktadır. Kaynakta ayırma sağlanamayan bölgelerde ise katı atık ayırma tesisleri ile çöp içerisinden geri dönüştürülebilme özelliği gösteren katı atıklar ayrıştırılabilir. Toplanan katı atıkların ayrıştırma sistemiyle fraksiyonlanması şu şekilde gerçekleşmektedir. Yerel yönetimlerce toplanan katı atıklar, taşıma üniteleri vasıtasıyla tesise getirildikten sonra sistem beslenir. Ayırma sistemine gelen evsel katı atık poşetleri burada özel bir aksam vasıtasıyla yırtılarak taşıyıcı konveyör ile parçalama ünitesine gönderilir.(Şek.1) Parçalama ünitesindeki bıçaklar vasıtasıyla farklı boyutlara parçalanan atıklar, büyük ve küçük boyutlu partiküller olarak iki fraksiyona ayrılır. Organik yapıyı içinde bulunduran alt akım kompostlama işlemi için depolanırken, üst akım cam, kağıt, metal ve plastik gibi geri dönüşümlü fraksiyonların ayrılması için bir silodan geçirilir ve burada manuel olarak ayrıştırılır (Şek. 2). Şekil 2’de manuel olarak personeller vasıtasıyla çöplerin içerisindeki belirlenen atıkların ayrıştırılmalarının yapıldığı aksamlar gösterilmektedir. Bu konteynerlarda toplanan aynı cins atıklar geri dönüşüm hattına doğrudan dahil olabilmektedir. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 91 MAKALE Şekil 3. Çöp ayrılma işleminden sonra geri kalan kısmın balyalanması Ayrılan her fraksiyonun tartımı gerçekleştirilerek, katı atık ayırma tesisinin ayırma verimi hesaplanabilir. Ayırma tesisinden manuel olarak ayrılan cam, kağıt, metal, PET şişe ve kutu gibi katma değeri yüksek atıkların dışında geri kalan tüm atıklar sıkıştırılmak suretiyle balyalanır ve depolama sahalarına aktarılır (Şekil 3). Katı atıkların hiçbir önlem alınmaksızın açık araziye rastgele boşaltılarak insan çevresinden uzaklaştırıldığı, gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerde kullanılan bir yöntemdir. Bu yöntem; depo sahasında rüzgâr etkisi ile toz bulutlarının oluşması, meydana gelen gazların hava kirliliğine neden olması, geniş bir alana yayılan katı atıkların çevre ve görüntü kirliliği olu’şurması ve bu alanlarda barınan ve beslenen hayvanların bulaşıcı hastalıklara sebep olması gibi ciddi problemlere neden olmaktadır. Katı atıkların çevrede oluşturduğu fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkileri göz önünde bulundurularak belirli bir düzen içerisinde toplanması ve buna göre depolanması gerekmektedir. Düzenli depolamada amaç, mekanik, kimyasal ve biyolojik işlemlerle değerlendirilmesi, ekonomik bir şekilde mümkün olmayan ya da bu işlemler sonucu açığa çıkan ve çevre estetiğini bozan katı atıkların yerleşim alanlarından uzaklaştırılıp zararlarının önlenmesidir (Uluatam vd, 2008). Uygun yer seçimi ve çevre koruma önlemleri gibi teknik standartlara uygun şekilde inşa edilmiş, düzenli depolama alanları atıklardan kurtulmanın en etkili yoludur.Şekil 3’te gösterilen ve düzenli depolama işlemi için uygun koşulları hazırlayan balyalama 92 M‹MAR VE MÜHEND‹S Kat› at›klar›n çevrede yaratt›¤› fiziksel, kimyasal ve biyolojik etkileri göz önünde bulundurularak belirli bir düzen içerisinde toplanmas› ve buna göre depolanmas› gerekmektedir. katı atık ayırma tesisinin bir parçası olup geri dönüşüme uygun olmayan atıkların korunumu için son derece faydalıdır. Sonuç Sonuç olarak, geçmişte bütün kentsel katı atıkları uzaklaştırmak ve kütlesel olarak depolamak için sadece uygun hacimli bir araziye ihtiyaç duyan yerel yönetimler, günümüzde artık katı atıklar için geri dönüşüm, kompostlama, enerjinin geri kazanımı ve depolamadan oluşan kombine ve komplike bir sistemi kullanmak durumundadır. Ekonomik gelişim ve yükselen yaşam standartları ile ürün ve hizmetlerle ilgili talepteki artış, büyüyen ekonomi, hızlı kentleşme ve yükselen yaşam standartlarının bir araya gelmesi ile birlikte özellikle gelişmekte olan ülkelerde kentsel katı atıklar büyük bir sorun haline gelmiştir (Minghua vd., 2009). Bu boyuttaki bir sorunun etkili çözümünde ise katı atık sistemlerinin çözümün bir parçası halini alması kaçınılmazdır Kaynaklar 1. Yılmaz A., Bozkurt Y., ‘Türkiye’de kentsel katı atık yönetimi uygulamaları ve Kütahya katı atık birliği örneği’ Süleyman Demirel University The Journal of Faculty of Economics and Administrative Sciences Y.2010, Vol.15, No.1, 11-28, 2010. 2. Güler B., Çöp Hizmetleri Yönetimi, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Yayını No: 302, Yerel Yönetimler Araştırma ve Eğitim Merkezi-No: 11, Ankara, 2001. 3. Uluatam, S., Özkan, Y., Wasti, Y., “Düzenli Katı Atık Depolanması ve Eski Alanların Düzenlenmesi ile I?lgili Bir I?nceleme”, DI?ZAYN konstrüksiyon, Aralık 2008/276, 2008, s. 70. 4. Minghua, Z. “Municipal Solid Waste Management in Pudong New Area, China”, Waste Management, Vol. 29, No.3, 1227, 2009. S‹NEMAVEMÜHEND‹SL‹K AYA SEYAHAT LE VOYAGE DANS LA LUNE YIL 1902.. LUM‹ÈRE KARDEfiLER DÜNYADA ‹LK F‹LM‹ ÇEKEL‹ FAHA 7 YIL OLMUfi. ORTADA HENÜZ NE S‹NEMA VAR, NE SENARYO, NE KURGU.. FRANSIZ T‹YATRO SANATÇISI GEORGES MÉL‹ÉS, KARDEfi‹ GASTON ‹LE B‹RL‹KTE SENARYOSUNU YAZDI⁄I KONULU B‹R F‹LM ÇEK‹YOR. KONUSU DA NE B‹L‹YORMUSUNUZ? “AYA SEYAHAT” YAN‹ DÜNYANIN ‹LK B‹L‹M-KURGU F‹LM‹. O ZAMANLAR AY HENÜZ MASALLARDA GÜLÜMSEYEN B‹R ‹NSAN SURET‹NDEN ‹BARET. EROL MERMER / Yönetmen rof. Barbenfouillis bilim kurulunu toplayarak onlara yeni projesini açıklar. Kurul üyeleri Barbenfouillis’in sözlerini dehşet ve hayretle karşılar. Teklif edilen projeyi akıldışı ve çılgınca bulurlar. Yapılan teklif şudur: 10-15 kişinin içine sığacağı mermi şeklinde bir kapsül yapılacak. Bilim adamları bunun içine binecek. Kapsülü aya kadar ulaştıracak büyüklükte bir top dökülecek ve topu ateşlenerek Ay’a vasıl olacaklar. Tabi itirazlar olur, tartışma, kargaşa, kaos derken sonunda Prof. Barbenfouillis herkesi ikna eder ve kolları sıvarlar. Uzay aracını hazırlandığı atölye çok ilginçtir. Ön planda kızgın demirleri örse koyup çıngılar çıkartarak döven demirci ustaları, arkada kaporta tamircileri gibi yuvarlak bir metal bidonu çekiçleyen us- P 94 M‹MAR VE MÜHEND‹S talar, insanların girip çıkacağı kapıyı ayarlayanlar, arada bir telaşla gidip gelenler sonunda gıcır gıcır bir uzay mekiği imal ederler. Her şey hazırdır ve dünyaya veda anı gelmiştir. Bilim adamları ütülü smokinleriyle tek tek kapsülün kapısından girerler ve kapı kapanır. 15-20 Revü kızı sahne kostümleriyle dans ederek ve şarkı söyleyerek kapsülü bir ray üzerinden iterek devasa topun içine iterler ve topun kapısı kapanır. Daha geniş bir planda sahnenin tamamını görürüz. Geceleyin dolunay parlamakta ve ayı hedef almış devasa bir top, revü kızları yanda dans etmekte ve sahneye ritmik hareketlerle gelen genç elindeki meşaleyi topa uzatır ve topu ateşler. Beyaz bir duman kaplar etrafı ve kapsül topun ağzından Ay’a doğru fırlar. Sonraki sahnede Ay’ın bize doğru yavaş yavaş yaklaştığını görürüz. (Yani kapsüldekilerin gözüyle ayı görürüz ki bu plan görsel anlatım bakımından önemli bir buluştur). Bizim kapsül hedefi hiç şaşırmadan gidip Ay’ın tam sağ gözüne saplanır. Sonra kapsülü fantastik bir ortamda görürüz. Adeta çamura saplanmış gibi arkası havada kalmıştır. Mekan daha çok bir rüya ortamını hatırlatır. Her yerden bir şeyler sarkan garip bir yerdir. Sonra anlarız ki burası bir mağaradır. Gece olduğu için Prof. Barbenfouillis hadi arkadaşlar şimdi yatalım, sabah ola hayrola der. Herkes bulunduğu yere kıvrılır yatar. Bu arada dünya da uzakta gözükmektedir. Onlar uyuyunca bir kuyruklu yıldız ışıklar saçarak geçer ve derken bütün yıldızlar onu takip eder. Yıldızlar geçerken genç ve gü- F‹LM‹N KÜNYES‹ Filmin Adı : AYA SEYAHAT Orijinal Adı : LE VOYAGE DANS LA LUNE Filmin Türü : Bilim-Kurgu, Fantastik Süresi : 14 dakika (16 kare/saniye) Yapımcı : Georges Méliés Yönetmen : Georges Méliés Senarist : Georges Méliés, Gaston Méliés Görüntü Yönt. : Michaut Lucien Tainguy Dağıtımcı : Gaston Méliés Films Yapım Yılı/Ülke : 1902 / Fransa Renk : Siyah-Beyaz / Sessiz Oyuncular : Georges Méliès, Victor André, Bleuette Bernon, Jeanne d'Alcy, Henri Delannoy zel kadın suretinde yatanlara tebessüm etmeyi ihmal etmezler. Sabah olur ve hareket başlar. Dere gibi bir yerden geçeceklerdir. Ama bir bitkiye mi dokunurlar bir şey olur ve birden etraf eli mızraklı askerlerle dolar. Aylılar çok çevik hareket etmelerine rağmen şemsiye ile kafalarına dokunabilirseniz birden beyaz bir duman çıkıyor ve asker yok oluyor. Birden çok sayıda gelirler ve bizimkileri toparlayıp Ay Kralı’nın huzuruna çıkarırlar. Kral bunları kızgınlıkla karşılar. İçlerinden biri kralın kafasına şemsiye ile dokunur ve kral yok olur. Bizimkiler de onların şaşkınlığından yararlanarak hemen kaçar. Dünyaya dönüş de düşünülmüştür. Geri gelmek için topun ateşlemesine gerek yoktur. Çünkü ay zaten yukardadır ve sadece onu aşağıya itmek yetecektir. Öyle de olur. Kapsülümüz Ay’ın dışarı doğru saçaklı bir çıkıntısındadır. Bütün insanlar biner ve son kişi kapsülün sivri ucuna bağlı iple kendini aşağıya doğru atar, ip çekilince kapsül de aşağı düşer. Yani dünyaya dönüş yolculuğu başlar. Arkadan çok sayıda Aylı asker gelse de geç kalmışlardır. Kapsül denize düşer ve içinde hava olduğu için su yüzüne çıkarlar. Ve kahramanlarımız büyük bir töreni hak etmişlerdir. Buraya kadar anlattıkların size gerçekten komik gelebilir. Ama şunu unutmamalıyız ki Jules Verne bir hayal kurdu, Georges Méliés bu hayali görünür hale getirdi ve 67 yıl sonrada bu hayal gerçekleşti. İnsan oğlu Ay’a ayak bastı. BİR HATIRA Yıl 1963.. Yer: Konya, Mermer Yaylası, Çolakoğlu’nun ahırı. (Çünkü köyde en geniş kapalı alan orası). Önce ahırdan inekler çıkarıldı. Köy öğretmeni başta olmak üzere 20-30 kişi doldu içeri. Ben 7-8 yaşlarındayım. Köye gelen yabancı, ortadaki masanın üzerine bir alet koydu. Film şeritlerini aletin bir yerlerden geçirerek makaralara sardı. Işık kaynağını hala hatırlamıyorum. Elektrik yoktu tabi, ama gaz lambası mıydı, yoksa akülü bir sistem miydi? Neyse önce karşı duvara ışık düştü. Sonra adam kolu çevirdikçe bir takım insanlar belirdi duvarda ve hareket etmeye başladı. İnsanlar duvarda yürüyünce olanlar oldu. İlk ses en arkada izleyen bir kadından geldi. “Amamıın gaçın gomşular cinler bastı diye feryadı koparınca birden kapıya doğru bir dalgalanma oldu. Muhtarın gür sesi tabanca gibi patladı. Herkes olduğu yerde kaldı. Öğretmen birtakım izahlarda bulundu. Sonra muhtar “Kadınlar ve çocuklar çıksın diye bağırdı.” Ben babamın elini tuttum ve bana dokunmadılar. Hayatımda hiçbir filmi bu kadar heyecan, korku ve merakla izlememiştim. Yani 1902 yılında Georges Méliés “Aya Seyahat” diye bir film çekiyor. Biz 1963 yılında seyrettiğimiz bir filmden acaba buradaki görünenler cin filan olabilir mi? diye kıllanıyoruz. Onun içindir ki onlar çekiyor, lafını söylüyor, mesajını veriyor ve biz hala seyrediyoruz. NOTLAR Georges Sadoul “Lumières ve Méliès” adlı kitabında söyle bir cümle kurmuştur, “Eğer bir gün sinemanın 100. yılın kutlayacaksak bu sinematografın bulunduğu 1895 yılı değil, sinema sanatının “Aya Seyahat” filmiyle ortaya çıkış yılı olan Temmuz 1902 olmalıdır.” Fotografik gerçekliği temel alan görsel kalıpları ve içe dönük yapısıyla dünyanın en ünlü kısa filmlerindendir. Sinema tarihinde kurgunun ilk temel taşları bu filmle atıldı denilebilir. Filmin senaryosunu kardeşi Gaston ile birlikte yazdı. Bütün dekor ve kostümleri kendi tasarladı. Georges Méliés tiyatroculuğunun yanında sihirbazlık da yapıyordu. Bu birikimini özel efektlerde kullandı ve anlattığı hikayede seyirciyi inandırdı. Georges Méliés kendini şöyle tanımlar “Sanatçı ruhlu biri olarak doğdum, ellerim çok becerikliydi, yetenekliydim, yaradılıştan komedyendim. Hem entelektüel hem de el işçisiydim. Öyle bir işçiydim ki tüm hayatımı ve tüm gücümü hayal ettiklerimi imkânsız da olsalar seyredilebilir kılmaya adadım.” Edison’un bu filmi Amerika’da kopyasını dağıtarak büyük paralar kazandığı, karşılığında filmin sahibine hiçbir ödeme yapmadığı söylentisi yaygındır. Bu film kendinden sonraki filmler için teknik ve içerik hakkında yol gösteren ve gelecekte filmlerin gölgesini oluşturacak büyük bir yeniliktir. TEMMUZ-A⁄USTOS 2011 95 Ç‹ZG‹YORUM 96 M‹MAR VE MÜHEND‹S Yakup Güler