inşirah - E
Transkript
inşirah - E
İNŞİRAH Sadr Kalb Fuad Lüb Yılmaz DÜNDAR YILMAZ DÜNDAR Euzü Billahi mineş şeytanir racim Bismillahir Rahmanir Rahiym. 1 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 2 YILMAZ DÜNDAR 3 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 İNŞİRAH Sadr Kalb Fuad Lüb Yılmaz Dündar ISBN: 978-605-87210-3-6 İkinci baskı 2000 adet Ağustos 2012 4 YILMAZ DÜNDAR SUNUŞ Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn” yapının gereği olarak hayata kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbteki bu maraz sebebiyle insan, “Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi” inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır. Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır. Allah bizleri kendisine kalb-i selim ile ulaşanlardan eyleyiverir İnşaAllah (Amin). 5 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 6 YILMAZ DÜNDAR Euzü Billahi mineş şeytanir racim Bismillahir Rahmanir Rahiym. 1) Elem neşrah leke sadrak 2) Ve vada’na anke vizrak, 3) Elleziy enkada zahrak, 4) Ve rafe’na leke zikrak, 5) Fe inne meal usri yüsra, 6) İnne meal usri yüsra, 7) Fe iza ferağte fensab, 8) Ve ila rabbike ferğab. Sadakallahul aziym. 7 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Mealen: 1) Senin için sadrını inşirah etmedik mi? 2) Böylece yükünü senden almadık mı? 3) Ki o senin zahrını çatırdatmıştı! 4) Ve senin için zikrini yükseltmedik mi? 5) Bundan ötürü o zorlukla beraber bir kolaylık vardır. 6) Muhakkak ki, bu zorlukla beraber bir kolaylık vardır. 7) Boş kaldınmı hemen başka işe koyul, 8) Ve Rabbine rağbet et. Sadakallahul aziym. Sübhane rabbike rabbil ızzeti amma yasifun, Ve Selamün alel mürseliyn, Velhamdülillahi rabbil alemiyn. Âmin *** Âlimlerin çoğunluğuna göre İnşirah Sûresi Mekke’de Duha Sûresi’nden sonra onikinci sırada nazil olmuştur ve sekiz ayettir. Şimdi ilerideki açıklamaları birbiriyle kolay ilişkilendirebilmek ve bizler için önemli olacak manaları hızlı ve anlaşılabilir çıkarabilmek için bazı tarifler yapacağız. Lütfen bunları anlamaya, tarif edilen kelimeleri yakalamaya gayret ediniz. VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed olan Kendini Hissetmesi’nden dileğini suretlendirdikten sonra onun kendisini bilmesi için ona nazar ederek “Kün” demiştir. 8 YILMAZ DÜNDAR Paragrafımızdaki cümleyi kısım kısım ele aldığımızda: VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i Vahide’den; yani Vahidiyet’in kendini hissetmesinden dileğini suretlendirdikten sonra, onun kendisini bilmesini dilemiş ve “Kün” demiştir. VahidülEhadüsSamed, Vahidiyet’in kavramamız gereken önemli bir özelliğidir. Daha önce Tanrı İlmi konuları içerisinde VahidülEhadüsSamed özelliğini ve Nefs-i Vahide’yi detaylıca görmüş ve ayetlerden incelemiştik. Bu nedenle, size yabancı gibi gelen kelimeler olursa onlara tanrı ilmi kitapçığımızdan bakınız lütfen. VahidülEhadüsSamed olan Allah Nefs-i Vahide’den: Nefs-i Vahide Vahidiyet’in kendini hissetmesi demektir. Kendini hisseden, yani Vahidiyet’te kendini hisseden! Nefsi incelerken onun kendinizi hissetmenizle ilişkisini kurmuş ve tanımlamıştık. Şimdi de tanımlar yapılırken Kendini Hissetme Duygusu çok geçeceğinden, onu kolay yakalayabilmek bağlamında Kendini Hissetme Duygusu’na şöyle bakabiliriz: Kendini Hissetme Duygusu’nun açılım ve ortaya çıkış hallerinden birisiyle yaklaştığınızda, siz sizde bulunan Kendini Hissetme Duygusu’na can da diyebilirsiniz. Can veya “bir insanın canı” dediğimiz zaman kastettiğimiz şey aslında ondaki “Kendini Hissetme Duygusu”nun bir halidir. Hatta siz “canım sıkılıyor” dersiniz ya, bunu söylerken ileride gelecek konulara uyan bir tanım yapmış ve “canım sıkılıyor” demekle Kendini Hissetme Duygusu’yla ilgili çok önemli bir bilgiyi itiraf etmiş olursunuz aslında. 9 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 İşte; Nefs-i Vahide’den, yani Vahidiyet’in kendini hissetmesinden Allah dilediğini suretlendirdikten sonra, o surete “kendini bil” demiştir, o suretin kendisini bilmesini istemiştir: Ve böylece çokluk âlemi başlamıştır. O suretin kendisini bilmesi için, bu dileği için o surete nazar ederek “Kün” demiştir. “Kün”den hemen sonra “feyekûn” olur; OL der ve olur. Dolayısıyla Allah, “kendini bil” için “Kün” deyince hemen ”feyekün” sonucu Allah’ın o kuldaki dileğinin şartları kaydının altında kul, kendisindeki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu ile kendisini bilmiş ve bu halini de “BEN” diyerek kendi kaydı dışına takdim etmiştir. Allah’ın dileği suretlendiğinde, Allah o surete “kendini bil” dediğinde o surette o kulda ne dilemişse, o suret, o kul; o dileğin şartları altında, kendisindeki “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” ile kendisini bilmiş ve bu hali de “BEN” diyerek kendi dışına, kendi kaydı dışına takdim etmiştir. Kul’un “BEN” derken kendisindeki kastının alanı o kulun SADR’ını oluşturur: Bakın Sadr’ı tarif ediyoruz; göğüs diye anlamlandırılan sadr aslında şudur: Kul “BEN” derken kendisinde bir şeyi kast ediyor ya, işte kendisindeki bu kastının alanı “SADR”dır! Kast ettiği şeyin alanı o kulun sadrını oluşturuyor. Yani kişi Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’yla “BEN” dediğinde o kaydın oluşturduğu alanın, kayıt yüzünden kulda oluşan kastın, onun kast ettiği şeyin alanı; yani birinin “BEN” derken sunduğu, takdim ettiği, kast ettiği şeyin alanı o kulun sadrını oluşturur. Kul bu alanla ilgili hissiyat dalgalanmalarını sırt ve göğ10 YILMAZ DÜNDAR sünde gözleyebildiği için bu alana sadr diyoruz. Yani kişi “BEN” derken kast ettiği alanda meydana gelen hissiyat dalgalanmalarını esas itibariyla göğsü ve sırtında gözleyebildiği, toplayabildiği ve bulabildiği için bu alanın genel ismi sadrdır. Aslında biz bir alandan bahs ediyoruz ve bu alanın tümüne, tüm alana sadr denir diyoruz. Kişi “BEN” dediğinde “BEN” derken “kast ettiği kaydı”nı kapsayan bu alan onun sadrıdır. Demek ki, bu alana bu geniş alana, alanın tümüne “sadr” veya “göğüs” denmesi, bu ismin verilmesi; bu alanın hissiyat dalgalanmalarını kulun göğsünde ve sırtında hissetmesi nedeniyledir! Bu alanın tamamına ait hissi göğsünde ve sırtında, bu bölgede yakaladığı ve hissettiği için alanın tamamına sadr denmiştir! Bu yüzdendir ki, ayetlerde geçen “sadr” bazen doğrudan göğüs kafesini, bazen de alanın tamamını ifade eder. İşte “sadr” o alana seslenme, tüm alanı işaret etme sadedinde verilmiş bir isimdir. O alanda meydana gelen hissiyat dalgalanmalarını, o alana ait duyguları hissettiğiniz yer göğsünüz ve sırtınız olduğu için, onlar göğüs ve sırt merkezli bir hissiyat olarak açığa çıktığı için isim konulurken alanın tamamına “sadr” denilmiştir. Ancak; sadr genel çerçevenin adıdır ve içerisinde “KALB”ı barındırır. Kalb’ı, Kalıb’ı barındırır. Sadr genel alandır, genel çerçevedir, sadrın içinde kalb vardır. KALB ise, işlevlerinden birisine atfen “FUAD” olarak da adlandırılsa da, aslında KALB “FUAD”ı barındırır. İşlevleri yüzünden “kalb” yerine “fuad” ismi de kullanılıyorsa da veya “fuad” 11 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 yerine “kalb” manası çıkarılıyor ise de, aslında “FUAD” kalbin bir işlevidir! Öyle bir işlevidir ki; kalbin tamamını kaplar, kalbin tamamını kaplayan bir işlev olduğu için kalb fuadı barındırır. Evet, geniş alan, genel çerçeve SADR, sadrda KALB, kalbde de FUAD! Kalb ve Fuad’ın manasını yakalamak için, tam oturmasa da bir örnek verelim. Kalble fuadı şu şekilde düşünebilirsiniz: İngilizce’de bir “house”, bir de “home” vardır ya! Eve bazen yuva dersiniz ya, işte ev derken kalbi düşünüyorsanız, yuva derken de onun bir işlevini düşünürsünüz. Oradaki bir işlev yüzünden ona “yuva” diyorsunuz ya, işte “fuad” onun gibi bir şeydir. Kalbin özünün, esasının öyle bir özü vardır ki, onun adı da Lüb’dür. Şimdi bunları en dıştan itibaren sıralayacak olursak; SADR ve içinde KALB, kalbde FUAD, fuadda da LÜB. Bunlar aslında farklı şeyler değillerdir, ama organize çalıştıkları için; sadr, kalb, fuad ve lüb isimleriyle adlandırdığımız organize bir mekanizma söz konusu olur. Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb bu mekanizmanın, bu organizasyonun fonksiyonel isimleridir. Bunları adım adım tanıma yolunda ilerlerken, birer cümleyle tanımlamaya ve bu tanımları genel çerçeveye yerleştirmeye çalışalım. SADR; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun “kaydı”nın his alanıdır: His alanı! Eğer kişi, esas Kendini Hissetme Duygusu’nu, sonra da suretlerde bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nu fark edemezse birçok şeyi doğru tanımlayamaz, birçok şey ona farklı, kopuk ve 12 YILMAZ DÜNDAR zor anlamlandırılan şeyler olarak gelir. Halbuki herşey kökenini Kendini Hissetme Duygusu’ndan alır. Suretlerde ise “Kayıtlı” Kendini Hissetme Duygusu’ndan alır! Herşeyin kökeni budur! Sadr neydi? Kul’da bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yani nefs dediğimiz kaydın his alanının tamamı sadr’dır. KALB: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun “kaydı”nı oluşturan kalıptır, kalbdır: Bunu ilerledikçe açacağız, şimdilik bu cümleyi tam yakalayalım! Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusunun kaydını oluşturan kalbdır; kalıpdır; kalıbıdır! Kul’da “Kendini Hissetme Duygusu” var, ama kayıtlı. Kul’u kul yapan, kulu cüz yapan onun kaydıdır ve o kaydın özelliğine göre kullarda farklılıklar vardır. İşte o kaydın his alanı, o kaydın hissinin kapladığı alan “sadr”dır. O kaydı oluşturan kalb, yani kalıp, kaydın kalıbı ise “kalb” dediğimizdir. Kaydın kalbı; kaydın kalıbı! Bunu neye benzetelim? Para basılacağı zaman “kalp” yok mudur? Kalpazanlar ne yaparlar? Parayı kalb ederler, değil mi? O paranın bir kalbı vardır, kişi de onu kalp eder, bu yüzden ona “kalpazan” denir. Bu normalde de böyledir, ama “kalpazan” kelimesi genellikle bu işi kötü niyetle yapanlar için, suçlar mahiyette kullanılır hale gelmiştir. Şimdi bir “para”yı sizin “kaydınız” olarak düşünürseniz, işte bu kaydınızı oluşturan bir kalıp, bir kalb var. İşte o kalıp kalb olarak adlandırılmıştır! Basamak basamak ilerliyoruz, gittikçe bunlar detaylanacak. 13 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 FUAD: Fuad’ı tarif ederken, bu tarifi yaparken bizim öznemiz yine Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu. Çünkü kuldaki en önemli işlevsel özellik budur. Kul’a “zat”lık kazandıran, kul çerçevesinde “Biiznillah zat”lık kazandıran, yani ona kul çerçevesinde “Biiznillah ind” kazandıran özellik budur; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu! FUAD; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, bu halin yeteneğini, fuadla ilgili yeteneğini kendi kaydından alan ve “analiz ve sentez”den sorumlu olan bir “Kalbî Görüş” işlevidir! Yani fuad; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun yeteneğini kendi kaydından alan “analiz ve sentez”den sorumlu bir Kalbî Görüş işlevidir. Yani bu işle ilgili yeteneğini kendi kaydından alan, “analiz ve sentez”den sorumlu; analiz ve sentez yapan, kalble ilgili bir görme/görüş işlevidir. Bu işlev Hakk yolda çalışabilirse, bu görüş “Basiret”e yol açar; Basiret dediğimiz olay ortaya çıkar. Bunları ve detaylarını da ayetlerle göreceğiz. LÜB: Kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar olarak varım” zannından doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir nurdur; İhlâs Sûresi hakikatli bir NUR’dur. “LÜB” çok önemli bir nurdur, ama “ahiretî bir nur”dur. Dünyayla ilgili olanlara hayatî denir ya, bir şey çok önemliyse “bu iş çok hayati” denir ya, işte onun gibi “LÜB” de çok ahiretî bir nur! O kadar ahiretî ki, kişinin sonsuza dek olan yaşantısını etkileyen bir nur! Ne yapar? Bu nur kalbte faaliyet gösterebilirse akla bir imkân sağlar, aklın bir şeyi görebilmesini yakalayabilmesini sağlar. Öyleyse LÜB; kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar 14 YILMAZ DÜNDAR zannı”ndan doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir NURdur: Demek ki kul; varlığını Allah’a eş koşmaktan ancak “LÜB” desteğiyle kurtarabilir! Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organize Mekanizması’na eğer Allah lütfetmişse “LÜB” bir ikramdır: “LÜB” tamamen bir ikramdır! Var olan bu yapıya, var olan kul yapısına “LÜB” bir ikramdır. Ama bu organizasyonda hükümdar “LÜB” değildir. Mekanizmanın hükümdarı “KALB”dir. Kalbin, kalıbın kulun vücudundaki merkezi “vücudun kalbi”dir: Bahsettiğimiz bu kalbın, kulun vücudundaki merkezi “vücudun kalbi” olduğu için oranın ismi kalbdir. Kalbın merkezi olduğu için kalb denmiştir ona. Kalb; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp vücudun kalbi ve kan kimyasıyla bütün sadra ulaşır. Sadr kaydın his alanıydı, işte kalıp/kalb sadrın tamamına vücudun kalbi ve kan kimyasıyla ulaşır. Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini ise KALB’ın yönü doğrultusunda vücudun baş kısmındaki BEYİN ve vücuttaki diğer “Nöron Sistemleri” fiillendirir. Burası çok önemli! Bu anlaşılmadığı takdirde insanlar her işi beyne bağlarlar! Demek ki; beyin bu organizasyonun yalnızca hizmetçisidir! Evet; Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini kalbın yönü doğrultusunda vücudun baş kısmındaki beyni ve vücuttaki diğer nöron sistemleri fiillendirir. Böylece bu organizasyona onun hizmetini gören BEYİN de eklenmiş oldu. 15 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse Nefsin Şerri, vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele geçirir ve sadra hâkim olur. Böylece; beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur. “KALB’in rabbine yönelmesi engellenirse” ne olur? “Sen Tanrı mısın” kitapçığından, “tanrı ilmi” müfredatından biliyorsunuz, iki yol var ve bu iki ana yol yüzünden de esas iki nefs hali vardır; nefs-i emmare ve nefs-i levvame! Esas çatıyı bu iki nefs; nefs-i emmare ve nefs-i levvame oluşturur. Dolayısıyla, kalb; direksiyonu bu ikisinden birine büker ve kalb direksiyonu nereye bükmüşse beyin o doğrultuda fiil yapar! Bu yüzden ayetlerde, inananlar Rabbine yönelmeleri için uyarılır. İşte kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse; nefsin şerri yönetimi ele geçirir. Nefsin şerrinin, yani “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”nun asi davranışı, onun haddi aşan hali, esfele safiliyn yapı ki; onların hepsine biz nefsin şerri diyoruz; kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin şerri hükümdarlığı ele geçirir. Burada önemli bir bilgiyi not edelim: Eğer konu ve anlatımlarda nefs ve nefsin şerri davranışları ayrılmazsa, okuyanlar ve anlamaya çalışanlar nefsi tanıyamazlar ve nefse kızmaya başlarlar. Oysa kızmaları gereken nefs değildir, nefsin şerridir! Uymamaları gereken de nefsin şerridir ki; işte o şerden nefsi temizleyip kurtarmak gerekir! Nefs kızacağınız değil, kurtaracağınız bir şey! Onu o kirle, o şerle bırakırsanız ve o kiri nefsin esası zannederseniz nefse zulmetmiş 16 YILMAZ DÜNDAR olursunuz. Nefsinize zulmetmeyin demek; onu şerrinden arındırın, onu şerre, asiye, isyancıya, haddi aşana bırakmayın demektir. Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin şerri bu organizasyonda vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele geçirir: Kalb Rabbine yönelemezse, Rabbine yönelmesi engellenirse o zaman Sadr, Kalb, Fuad ve fonksiyon göstermeyen Lüb Organizasyonu’nun yönetimi nefsin şerrinin eline geçer. Nefsin şerri bu yönetimi vehmin zulmeti lehine yapar, yani vehmin zulmeti kurallarıyla yapar. Nefsin şerrinin kuralları, yani nefsin şerrinin elindeki hayat yönetmeliği vehmin zulmetidir. Dolayısıyla o zaman nefsin şerri bu organizasyonu vehmin zulmeti lehine yönetir. Böylece beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur! Bu organizasyondaki yönetim nefsin şerrinin eline geçince Kalb Hakk’a yönelik davranamaz. Bu durumda Kalbin kukla duruşu ve “nefsin şerrinin yönetimi” söz konusudur: Böylece, nefsin şerri vücudun kalbi ve kan kimyası sayesinde sadra hâkim olur. Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiyle ilgili bir cümleyi, yeri ileride gelecek olmasına rağmen buraya monte edelim. Bir hadiste şeytan kendisine verilen yetkileri sıralar ki; bunlardan birisi insanın kanına girebilmesidir. Orada şeytan; “bana insanın kanına girebilme yetkisi verildi” der. İnsanın kanına nasıl girdiğini gördünüz değil mi? Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiyle, şeytan o kişinin “kanına girmiş” oluyor! 17 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Hatta biz günlük hayatta da, aramızda da buna benzer cümleler kullanırız. Bir arkadaşınız sizin arzunuzun dışında bir fikir ileri sürmüştür, bir iş yapmıştır ve siz o fikrin veya o işin esas sahibini bilirsiniz. O zaman ona dersiniz ki; şu kişi senin kanına girdi. Bunu söylerken, onun gelip de arkadaşınızın damarlarına girdiğini düşünmezsiniz, değil mi? “Senin kimyanı, kan kimyanı o bozdu” demek istersiniz. İşte nefsin şerri de kan kimyasını böyle ele geçirir. Aslında kul, kendini bu son tanımladığımız esfele safiliyn hal üzere bulmuştur. Zaten dünyalı olmak demek, bu sadr organizasyonunu nefsin şerrinin yönetiyor olması demektir. Nefsin şerrinin sadrı vehmin zulmeti yönünde yönetiyor olması, kalbi ve kan kimyasını da ele geçirmiş olması demektir. Kul kendisini bu hal üzere bulur! Ve işte bu haldir ki; onun adı esfele safiliyn yapıdır. Kul, dünyada bu “esfele safiliyn” hal üzere kendisini bulmuştur ve sadr, “A” Takdim Formu “BEN”in kasd alanı durumundadır: Sadrı, “BEN” derkenki kastınızın alanı” olarak tarif etmiştik. Kulun kendisini esfele safiliyn hal üzere bulması nedeniyle sadrın kast ettiği “A” Takdim Formu “BEN” olur. Yani sadr “A” Takdim Formu “BEN”in alanı olur, haddi aşan “Asi BEN”in alanı olur. Zaten bu takdime, asi kelimesinin ilk harfi olarak “A” diyorduk. Nefsin şerrinin vehmin zulmeti lehine olan bu sadr hâkimiyetinden kul ancak “LÜB” ikramıyla kurtulabilir: Kul “kendini içinde bulduğu halin 18 YILMAZ DÜNDAR imkânlarıyla” o halden kurtulamaz! Çünkü kendisini içinde bulduğu halde, o halin imkânlarında onu oradan kurtaracak bir şey yok! Dolayısıyla ancak “LÜB” ikramıyla kurtulabilir! “LÜB” nuru kalbı sarıp tesirine alınca fuad Hakk’a uygun analiz ve sentezler yaparak kalbi hükümdarlığa kavuşturacak bilgi ve görmeyi gerçekleştirir: Dikkat edin fuad daha önce de çalışıyor. Fuad yalnız Lüb’de, yani Lüb varken çalışıyor değil! Fuad daha önce de çalışıyordu ama analiz ve sentezden vehmin zulmeti doğrultusunda sonuçlar çıkarıyordu. Fuad’ın Hakk yolda sonuç çıkarabilmesi için ona “LÜB desteği” lazım, fuad ancak Lüb desteğiyle bunu ayırd edebilir. Ve böylece yeni oluşturulan bilgi ve görmeyi gerçekleştirir. Böylelikle bu organizasyonun hükümdarlığını “kalb” tekrar ele geçirmiş olur: Sonuçta, kalb beyni Hakk yolda yönetmeye başlar; “Rabbine yönelmiş olarak” yönetmeye başlar. Dedik ki, beyin KALB’in hizmetçisidir! Evet, beyin kalbın hizmetçisidir; beyin bu organizasyonun hizmetçisidir. Bu yüzden, eğer organizasyon nefsin şerrinin yönetimindeyse, beyin o doğrultuda fiiller ortaya koyar. Ama kalb ve fuad Lüb desteğiyle, Lüb nuruyla Hakk yolda analiz ve sentez yapıyorsa, buradan çıkan bilgilere göre davranacak olan beyin de Rabbine yönelmiş olarak çalışmaya başlar. Lüb Nuru ile Fuad’da açılan hakikatî gerçekleri görme, hakikatle ilgili gerçekleri görme ise “Basiret” olarak adlandırılır. Konuyu bu noktada bize yine ayet açıklasın: 19 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Hac Sûresi 46. Ayet: “Arzda hiç gezip seyretmediler mi ki, onlarla akledecekleri kalbleri ve işittiğini anlayacak kulakları olsun. Çünkü gözler âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler âmâ olur.” Kur’an’ın, “âmâ” derken, “göremiyor” derken kast ettiği şeyi de bu ayetle öğrenmiş oluyoruz; “gözler âmâ olmaz, sadrdaki kalb âmâ olur!”. Kalb nasıl âmâ olur? Kalb esası göremezse, esastan perdelenirse ona âmâ deriz! Bu yüzden, nefsin şerri sadr organizasyonunu yönetince kalb âmâdır. Ama fuad, Lüb ikramıyla, Lüb Nuru’nun desteğiyle “analiz sentez” yapıp buna uygun fikirler çıkarmayı başardığı zaman, bu fikirlere uygun görmenin başlaması sonucu artık kalb görmeye başlamıştır. Kafa Gözü’yle hologramı görürsünüz, Kalb Gözü’yle hologramın hakikatini görürsünüz: İki görmenin farkı budur; kafa gözüyle hologramı görebilirsiniz, hologramın hakikatini ise kalb gözüyle görebilirsiniz. Kafa gözüyle gördüğün kadar düşünebilirken, kalb gözü düşünebildiği kadar görür. İşte iki görmenin farkı! Şimdi söyleyeceğimiz şey “LÜB”ün önemli bir özelliği, hatta tek özelliği! Bir hadis var. Ancak bu hadisin kolay anlaşılabilmesi için açıklamasını önce yapalım: “LÜB” nuru ile desteklenen FUAD “analiz ve sentez”lerinde özellikle İhlâs Sûresi’nin gerçeğinden sapmaz: Aklın İhlâs Sûresi’ni kavrayabilmesi ve onun gerçeğinden sapmaması Lüb’den aldığı nurla başarabileceği bir şeydir. 20 YILMAZ DÜNDAR LÜB nuru ile desteklenen fuad analiz ve sentezlerinde özellikle İhlâs Sûresi gerçeğinden sapmaz ve Allah VahidülEhadüsSamed’dir müşahadesi ve bilgisini kalbe gönderir: Demek ki Fuad’ın analizini yapıp tamamlaması yetmez. Fuad Hakk yolda kendine sunulan verilerle yani Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydındaki verilerle [kaydının gereği olarak, kaydının ona sağladığı imkânlarla] dış çevredeki bilgilerden, yani Sünnetullah’tan yararlanır. Onlardan yararlanma özelliği de yine kendi kaydındandır; kendisindeki kayıt onlardan yararlanma imkânı sağlar. Bu yüzden Hac Sûresi 46. Ayet; “arzda hiç gezip seyretmediler mi?” diyor. Demek ki “gezip dolaşmak” ayetlerle öneriliyor ama Hakk’ı anlayabilmek için! Gezme dolaşma da bunun için! Evet, “arzda hiç gezip seyretmediler mi ki onlarla akledecekleri kalbleri ve işittiklerini anlayacakları kulakları olsun. Çünkü gözler âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler âmâ olur” diyen Hac Sûresi 46. Ayeti görmüştük. Böylece, fuad analiz ve sentezden elde ettiği müşahedeyi ve bilgiyi kalbe gönderir. Bilgi kalbe tesbitlendikten sonra kullanılabilir olur: Bilgi kalbte/kalıpta tesbitlendikten sonra, beyin o tespitin emrini alır ve ona uygun işler yapar. Fuad’ın analiz ve sentezinin sonucu tek başına fiile dönüşmeye yetmez, yani beyinde bir emre dönüşmeye yetmez. Çünkü o fikrin kalble de tasdiklenmesi lazım! Yani kul fuadın bulduğu sonucu kalbiyle tasdik etmesi lazım. Kalbiyle 21 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 tasdik verdikten sonradır ki beyin ona yönelik işleve hazır olur, ona yönelik fiiller ortaya koyar. Mesela bazı ameller duyarsınız ve fuadınız sizin için hızlıca bir analiz sentez yapar. Ancak, siz o amele kalben tasdik verirseniz beyin sizi o amele hazırlar ve böylece o iş size kolaylaşır inşaAllah. Kalben tasdik vermeniz demek, o bilginin kalbe girmesi ve tesbitlenmesi demektir. Bakara Sûresi 225. Ayet buyuruyor ki: “Bilmeyerek yaptığınız yeminlerden dolayı Allah sizi sorumlu tutmaz, fakat kalbleriniz kazandıklarıyla sorumludur; Allah Ğafurun Haliym’dir”. Allah kalblerinizi kazandıklarıyla sorumlu tutar. Şu hadisle konuyu anlamak daha kolay olacaktır inşaAllah. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “Allah nefslerinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu tutmayacaktır”. Bu ayeti ve bu hadisi birlikte düşündüğümüz zaman; sadr mekanizmasında üretilmiş ama kalbe girmemiş bilgilerin, kuruntuların hadiste nefsin konuşması olarak adlandırıldığı görülür. Kalbe giremiyeceği, tasdiklenip beyinde de ona uygun ameller üretilmeyeceği için Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; Allah nefslerinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu tutmaz buyuruyor. Yani sadra herhangi bir bilgi girdiğinde o bilgi fuada ulaşsa bile, fuad onunla ilgili herhangi bir analiz sentez yapmış olsa bile, Allah oradaki o bilgiden kulu sorumlu tutmaz. Neden? Kalb o bilgiye sahip çıkmadığı için! Fuad onunla ilgilendi analiz ve sentez yaptı, ama o sonuç kalbe girmediyse kul ondan 22 YILMAZ DÜNDAR sorumlu olmaz! Bu ayet ve hadisten anlıyoruz ki; sorumluluk için kalbin, kalbın, kalıbın o bilgiyi kabullenmesi gerekiyor. O bilgi kalıpta yer alacak ki o kalıba uygun suret çıksın. Diyelim ki kalpazanlar para basacaklar. Oturup konuşmuş ama basmamışlarsa bir sorumlulukları olmaz, dedikodu yapmış olurlar. Ama konuştuklarını kalıba tesbitlemişler ve ona uygun da bir suret çıkarmışlarsa sorumlu olurlar. Kalp, kalb işte böyle bir şey! Bir şeyin sizde suret bulması için onun kalbı hazırlanmalı. Hazırlanacak olan o kalba bilgi fuaddan gelir. Gelen bu bilgiyi kalb tespitlerse, beyin ona uygun suretleri sizden fiil olarak çıkarır ve sorumluluk başlar. Eğer fuad Hakk’a yönelik, Rabbine yönelik analiz ve sentezler yapar, kalb de onları tespitler ve sadr organizasyonunun hükümdarlığını ele geçirirse kalb “NANKÖRÜN ESİRİ OLMA HASTALIĞI”ndan kurtulur. Nefsin şerri nankördür. Kime? Yaradanına nankördür. Nankör olduğu için “asi” ve nankör olduğu için “haddi aşan” ya! İşte o nankörün nankörlük davranışlarıyla kalbi esir alması ve böylece onu Yaradanına karşı hasta pozisyona sokması kalbin marazlı, kasvetli ve hastalıklı olması demektir. İşte böylece, Rabbine yönelmiş bir kalb Nankörün Esiri Olma Hastalığından da kurtulur. Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “yararsız bilgiden sana sığınırım Allahım”. Yararsız bilgiden korkuyor ve korkmamızı istiyor! Niye? “Yararsız bilgi”nin 23 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 günümüzde anlaşılması çok kolay; o bilgi virüs tesiri yapabilir ve sizin fuad mekanizmanızı sarsabilir. Peki, yararsız olan bilgi nedir? Bilginin hangisi yararlı hangisi yararsız bilemezsiniz! Kim bilir? Sahibi bilir. Bu yüzden sahibine; “Allahım yararsız bilgiden sana sığınırım, beni koruyuver” diyorsunuz. Bir başka hadisinde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “bilgi iki türlüdür. Biri dile bağlı bilgi, diğeri kalbe bağlı bilgi”. Kalbe bağlı bilgi; esir olmamış, kukla olmayan kalbin bilgisidir. Eğer kalb nankörün esiri olmuş da kukla gibi duruyorsa, onun yerine nefsin şerri vehmin zulmeti yönünde sadra hâkimse ve fuad bu doğrultuda analiz sentez yapıp bilgi üretiyorsa aslında kalb onu almadığı halde almış gibi gözükür. Esir ya! Almıyor, ama almış gibi görünüyor. Böylece o bilgi o kulun dilinde kalan bir bilgi oluyor. Kalbin hakikate ait bilgi tesbit ettiği yere nefsin şerri tesir edemez. Tevbe Sûresi 124. Ayet: “Bir sure inzal edildiğinde onlardan kimi “bu hanginizin imanını artırdı” der. İman etmiş olanlara gelince; onların imanı artmıştır, onlar müjdeleşip seviniyorlar”. Devamı: Tevbe 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olanlara gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliğine pislik katıp artırmış ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir”. Dikkatimizi çekmesi gereken önemli şey bu ayetin kalb hastalığından bahsetmesi! Tevbe Sûresi 125, kalbin hasta olabileceğini bize öğreten bir ayet, kalbi hasta 24 YILMAZ DÜNDAR olanların Allah’ın hükümlerine karşı “alaylı” davrandıklarını bize gösteren bir ayet! Tevbe Sûresi 28. Ayeti de hatırlayacaksınız; “ey iman edenler, müşrikler ancak bir necestir, bir pisliktir”. Müşriklik, şirk Kur’an ayetlerince “kir ve pislik” kabul edildiği için Tevbe Sûresi 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olanlara gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliğine pislik katıp artırmış ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir” diyor. Maide Sûresi 52. Ayet: “Kalblerinde hastalık olanların, “dairenin bize isabet etmesinden korkuyoruz” diyerek, onların yahudi ve nasaranın arasına süratle daldıklarını görürsün. Umulur ki Allah feth olarak gelir veya indirilen bir emr getirir de enfüslerinde sıraladıkları üzerine nadim olurlar.” Ayetin üstüne ve altına bakıldığında görülür, bu cümleler Efendimiz zamanında savaşa çağırılan, ama kalblerinde hastalık olan kişilere aittir! Kalblerinde hastalık olanlar “dairenin bize isabet etmesinden korkuyoruz” derken şunu kast ediyor: Dairenin; yani zafer yerine mağlubiyetin, refah yerine sıkıntı ve darlığın bize isabet etmesinden korkuyoruz”. Onların; yani o zamanki karşı tarafın, yahudi ve nasaranın arasına süratle daldıklarını görürsün. Umulur ki Allah feth olarak gelir veya indirilen bir emr getirir de enfüslerinde sıraladıkları üzerine nadim olurlar. Maide Sûresi 52. ayet bize kalbin hastalanabileceğini söylüyor. Eğer rabbine yönelmemişse ayetlerde bu kalbin hasta kalb kabul edildiğini görüyoruz. 25 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Hac Sûresi 53. Ayet: “Allah böyle yapar ki, kalblerinde hastalık bulunan ve kalbleri kasvetli olan kimseler için şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye! Muhakkak ki zalimler uzak bir şikak içindedirler.” Bundan önce Hac Sûresi 52. Ayet bir olaydan bahseder; rasul ve nebilerin istisnasız hepsinde, gelip de Hakk yolda açıklamalar yaptıklarında veya bir temennide bulunduklarında, bir ideallerini dile getirdiklerinde şeytan mutlaka beşeri yaklaşımlar katar! Allah’ın emriyle! Bu yüzden Hac Sûresi 53. Ayet bunu açıklıyor: Allah böyle yapar ki, kalblerinde hastalık bulunan ve kalbleri kasvetli olan kimseler için şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye! Ayetlerde geçen “fitne” kelimesi özellikle şu manadadır: İkilem! Fitne ikilem demektir. “Ya Allah’ın dediği gibi değilse? Ya Allah yoksa? Ya öyle olmayacaksa? Ya öldükten sonra dirilmeyeceksek?” gibi vesveselerle kişiyi sürekli ikilemde tutar. İkilem ise şeytaniyettir! Şeytaniyeti görev olarak alan İblis “ikilemi” başlatarak bu görevin ilk icracısı olmuştur ve sonra bu görevle görevlendirilmiştir. Bu görevi alacağı için de ilk icraatını yapmıştır. Rabbi ona “secde et” dediği zaman, o ikileme düşmüş ve Âdem’e secde etmemiştir! Melaike behemehâl secde ettiği halde İblis secde etmemiştir. Çünkü kâfirlerdendi, yani kafası fitne fücurdu. İşte bu yüzden fitne; seni Allah’a karşı ortak çıkaran fikirler demektir. Allah’a karşı “ben de varım, ben de düşünürüm, sen öyle diyorsan ben de böyle diyorum” diyen bir sistemin ismidir fitne! Aksi 26 YILMAZ DÜNDAR halde ayetlerde fitne geçtiğinde, normal hayatta arkadaşlar arasında insanların birbirlerini kışkırtmalarını düşünmemek lazım. Fitne; sizi Allah’a karşı kışkırtan ve kendinizi O’na ortak koşturtacak fikirlerdir! İşte bu yüzden “şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye” diyor Hac Sûresi ve ekliyor; “muhakkak ki zalimler uzak bir şikak içindedirler“. Ankebut Sûresi 2. Ayet bunu daha kolay anlamamızı sağlayacaktır inşaAllah: “İnsanlar fitneye düşürülmeksizin “iman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar?” Çok korkutucu! İnsanlar fitneye düşürülmeksizin “iman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar? Bu ayet Hac Sûresi 53. ayeti daha iyi anlamamızı sağlar. Hac Sûresi 54. ayet, az önce okuduğumuz ayetin devamıdır: “Ve bir de kendilerine ilim verilenler, onun Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman etsinler ve ona kalbleri ihbât olsun, mutmain olsun! Muhakkak ki Allah, iman etmiş kimseleri Sıratı Müstakıym’e hidayet edendir”. Ayette “bir de kendilerine ilim verilenler!” geçiyor. Biraz önceki ayette zalimlerden, kalbi hastalıklı kasvetli olanlardan bahsettik. Hac-54 ise; “Ve bir de kendilerine ilim verilenler, onun Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman etsinler ve ona kalbleri ihbât olsun, mutmain olsun!” ifadesi var. Bakın şimdi; kendilerine ilim verilenler! Detayına baktığımızda, bunlar Lüb’ü çalışanlardır. Nebi ve rasullerin açıkladıklarını 27 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 duydukları zaman şeytan onlara fitne verir ki, onlar da o fitneye karşı bir savunma duygusu oluşturarak “hayır, bu Hakk’tır!” desinler. Biraz sonra bunun insan için hikmetini göreceğiz. “Hayır, bu Hakk’tır” desinler ve ona iman etsinler. Ve ona kalbleri mutmain olsun, onu tesbitlesin: Rasul ve Nebi bir şey söylediğinde fuadın kuvvetli ve geri dönüşsüz analiz ve sentez yapabilmesi için karşı tez lazım. Karşı tez nasıl oluşacak? İşte karşı tezi de şeytan verir, fitne olarak verir. Bu fitne karşısında karşı tezi seven kalbi hastalıklı ve kasvetli olan kaybeder! Ama kendisine ilim verilenler ne yapar? Onlar bu karşı tez vasıtasıyla fuadlarını daha kuvvetli çalıştırırlar. O analiz ve sentezde karşı tezle mücadele eden fuad öyle bir fikir çıkarır ki, kişi “Nebi ve Rasulün söylediği Hakk’tır” der. Ve o bilgi kalbe girer ve kalb mutmain olur, yani o bilgiyi tesbit eder. Bu durumda artık nebi ve rasulün o bilgisi kulun bilgisi olmuştur. Ve beyin işte o zaman o bilgiye yönelik fiiller ortaya koymaya hazırdır. Bu mekanizma çalışsın diye, “sadr, kalb, fuad, lüb mekanizması” çalışsın diye Allah böyle yapar” diyor ayette. Muhakkak ki Allah, iman etmiş kimseleri Sıratı Müstakıyme hidayet edendir. Ra’d Sûresi 28. Ayet: “Onlar iman etmişlerdir ve kalbleri Allah zikriyle mutmain olur. Dikkat edin, kalbler Allah zikriyle itminan olur!”. Allah Ra’d Sûresi 28. Ayette “dikkat edin!” diye uyarıyor! “Dikkat edin; dikkatinizi buraya toplayın, fuad burada dikkatli çalışsın! Dikkat 28 YILMAZ DÜNDAR edin ki kalbe sıkı tesbit yapın, bu çok önemli bir gerçek” diyor. Onlar iman etmişlerdir ve onların kalbleri Allah zikriyle mutmain olur! Kalblerin düzgün yola gireceği, mutmain olacağı, mutlu olacağı hal, sahibinin söylediğine göre, ancak Allah’ın zikriyle mümkündür. Dolayısıyla, kişide sadrı nefsin şerri yönetiyorsa kalblerin mutlu olması mümkün değildir! Onlar ancak; nefsin şerri doğrultusunda vehmin zulmeti içindeki rahatlık ve memnuniyetleri mutluluk sanarlar! Rahat olduklarında, memnun olduklarında mutlu olduklarını sanarlar. Oysa Ra’d Sûresi 28. Ayet diyor ki; “gerçek mutluluk ancak Kalb’te Allah zikriyle mümkündür!” Kalbteki hastalığa değinen bir diğer ayet, Nur Sûresi 50: “Onların kalblerinde bir maraz mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah’ın ve O’nun Rasulünün kendilerine haif edeceğinden, haksızlık edeceğinden mi korkarlar? Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir!” Bakın yineleniyor: Eğer nefsin şerri sadra hâkimse kalb hastadır. Kalbte hastalık varsa, bir maraz varsa fuad şüpheli tereddütlü fikirler ortaya çıkarır! Nur Sûresi 50. Ayetten bunları anlıyoruz. Kalb Sözde Varlık ve Muhtariyet İddiası’nın oluşturduğu perdelilikten sıyrılınca, bu perdeliliğin oluşturduğu hastalıktan kurtulunca sadrı istila etmiş olan vehmin zulmeti kuralları da fonksiyonsuz hale gelir. LÜB’le gelen nurun tesiri bütün SADR’ı kaplar. Bakara Sûresi 257. Ayet: “Allah iman edenlerin velisidir. Onları zulmetten nura çıkarır. 29 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Fiilen küfür halinde olanlara gelince, onların evliyası tağuttur. İşte onlar ashabun nar’dır. Onlar onda ebedi kalıcılardır”. Kişilerin Allah dışında oluşturdukları ilahlar ve bu yoldaki fikirleri onları nurdan zulmete çıkarır ki, bu hal başka ayetler de geçmektedir. Bu ayetten öğreniyoruz ki: Efendimizin açıkladığı şekilde imanını deklare edenlerin ve sonra bu deklarasyona uygun fiiller ortaya koymak için mücadele edenlerin velisi Allah’tır! Ve Allah onları zulmetten nura çıkarır! Hani nefsin şerri ve vehmin zulmeti vardı ya, zulmet onlardır, işte Allah onları o zulmetten nura çıkarır. Biraz sonra duamızın içinde de bu kavramlar geçecek. Bu kavramlar ayetlerde “zulmet” ve “nur” olarak aynen geçer; “o iman edenleri Allah zulmetten nura çıkarır”. Demek ki, bir kulun kendisini içinde bulduğu Sadrı yöneten nefsin şerri ve vehmin zulmeti! Ve bu halin içinde onu oradan kurtarabilecek bir özellik bir dayanak yok. Onu o halden ancak Allah lütfuyla kurtarır ki, işte; “onu o zulmetten alır nura çıkarır” budur. Oysa küfrünü deklare etmiş olan ve buna uygun da küfür fiilleri ortaya koyanların yol göstericisi tağuttur; yani Allah’ın dışında iddia ettikleri ilahlık onların yol göstericisidir! Bu nedenle de onlar o yola uygun fikirlere tabi olurlar. İşte bu yüzden ayet onları “ashabun nar; nar ashabı” diye isimlendiriyor. İşte bu hakikate işaret eden bazı ayetler: İbrahim Sûresi 1. Ayet: “Elif Lam Ra. O, insanları Rablerinin izniyle zulmetten nura ve Aziyzil Hamiyd’in sıratına çıkarman için sana inzal ettiğimiz bir kitaptır.” 30 YILMAZ DÜNDAR Ahzab Sûresi 43: “O’dur ki, sizi zulmetten nura çıkarmak için size salât eder ve O’nun melekleri de. O müminlere Rahıym’dir.” Ahzab Sûresi’nin bu ayetinden de öğreniyoruz ki; imanlı kişileri, imanını deklare etmiş kişileri “zulmetten nura” çıkarmak için Allah ona destek verir! Buradaki “salât” destek manasınadır; destek verir, onu yalnız bırakmaz demektir. Ve O’nun melekleri de! Melekler de bu konuda o Kul’u yalnız bırakmazlar, destek verirler. Çünkü O Müminlere Rahıym’dir. Hadiyd Sûresi 9: “O sizi zulmetten nura çıkarmak için apaçık ayetleri Kul’unun üzerine tenzil eden, tafsilen indirendir. Muhakkak ki Allah size karşı Raufün Rahıym’dir.” Bu ayetlerde görüyoruz; iki hal var: Birisi zulmet, birisi nur! Kul’u zulmet halinden nura çıkarması Allah’ın lütfudur, bu ancak lütfuyla mümkündür. Demek ki; “LÜB” bir ikramdır! A’raf Sûresi 43. Ayet müjdeler ki; “biz onların sadrlarından ğıll’den ne varsa söküp attık.” Ayetin “onlar” dediğinin cennet ashabı olduğu önceki ve sonraki ayetlerden anlaşılmaktadır. Şimdi biz bu ayetle birlikte yeni bir kavram öğreniyoruz; Ğıll! Meallerde baktığınız zaman bunu parantez içinde sevgisizlik, kin, nefret gibi açıyorlar veya “ĞILL” yazmadan doğrudan bunları yazıyorlar. Ayeti kavrayabilmek beşeri tanımlarla mümkün olmaz! Kur’an Arap harfleriyle yazılmıştır, ama manası Rabca’dır. Kur’an’ın yazılışı Arapça’dır, manası Rabca’dır. Bu yüzden Kur’an 31 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 kelimelerini manalandırırken bu özelliğe çok dikkat etmek lazım! Onlara normal hayatın içindeki manalara göre bakar ve yerine öyle koyarsanız, İslam’ın önerilerini normal yaşantının içerisine monte etmeye çalışmış olursunuz! Oysa Kur’an; bize o yaşantıyı “terk etmeyi” öneriyor! Ama kişi hem onu yaşayacak, hem de onu yaşarken içine bunları monte edecek sanıyor. Neden? Yanlış yönlendirmeler yüzünden! Şimdi “Ğıll”i göreceğiz, ama A’raf Sûresi 3’den önemli bir şey öğreniyoruz; sadrlarda bulunan Ğıll! “Biz onların cennet ashabının sadrından Ğıll’den ne varsa söküp attık.” Demek ki; sadrda Ğıll bulunduğu sürece kişi cennete giremez! O zaman bu cennetin kabul etmeyeceği bir hal! Ancak, bu Ğıll öyle bir şey ki; Kul kendisini sadrındaki Ğıll ile beraber bulur ve onu normal zanneder, hiç mücadele de etmeyebilir. Hatta elinde ondan kurtulabilecek “bir araç”ı da yoktur! Hıcr Sûresi 47. Ayet: “Biz Ğıll’den onların sadrlarında olanı söküp attık, kardeşler olarak serirler üzerinde mütekabildirler”. Yine cennet ehlinden bahsediliyor; onlar karşılıklı “kardeşler hâli”ndeler deniyor. Kardeşler haline gelebilmeleri için sadrlarında “Ğıll”in olmaması lazım! Aksi halde müminler kardeş olamaz! Ğıll kardeşliği bozan, mümin kardeşliğini bozan bir şeydir! Neden ve nasıl bozuyor, biraz sonra daha açık tarif edeceğiz. Peki, sadrdaki bu Ğıll’den kurtulmak için ne yapacağız, çaresi nedir? Onu da Haşr Sûresi 10. Ayette Rabbimiz bize öğretiyor: “Onlardan 32 YILMAZ DÜNDAR sonra gelenler; Ensar ve Muhacir’den sonra yaşayan müminler, şöyle derler; Rabbimiz bizi ve imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki sen Rauf’sun Rahıym’sin.” Ayetin orijinali: “Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine ĞılI’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raufun Rahıym”. Bu ayeti “Kalb Duası” olarak adlandırdığımız kompozisyonda da bulacaksınız. Ğıll ne demektir? Hakk’a [Hakk açıklamalara!] ve Hakk’ı hatırlatan şeylere karşı sevgisizlik, hoşnutsuzluk, rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların bütünü Ğıll’dir. Aksi halde; normal hayatta insanların birbirlerine duydukları kin, nefret ve sevgisizlik değildir Ğıll! Bu yaklaşım ve bakış açısı dua ve yakarışlarımızda da çok önemli! Şimdi verilecek örneği iyi anlarsak Ğıll’in tanımını da iyi yakalarız. Kişi bir vicdan muhasebesi yapıyor diyelim, gününü muhasebe yapıyor; “gündüz şöyle yaptım, şunu üzdüm, şunu kırdım, şuna kızdım, şuna haksızlık ettim” diye üzülüyor ve bir daha yapmama kararı alıyor. Bunun Muhammedî bakış ve yaşayış için bir önemi yok! Eğer siz bir muhasebe yaparken, muhasebeyi sizle Allah arasında yaparsanız ancak bunun Muhammedî bir değeri vardır! “Ben Allah’ın hükümlerine karşı neler yaptım?” derseniz bu sizi tövbeye götürür, ama “ben şu kişiye şunu yap33 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 tım” derseniz, gider özür dilersiniz, “aferin” derler ve iyi insan olursunuz. Peki, ölçü ne? Bir şey “doğru mu, değil mi?” anlayabilmek için, onu fuada doğru sunabilmek için, fuadın doğru analiz sentez yapması yanılmaması için ve virüs programlardan korunması için; tarif ettiğin bir davranışı, açıkladığın bir fikri, deklare ettiğin bir inanışı “Muhammedî olmayan birisi de yapabilir mi?” ona bakacaksın! Muhammedî olmayan birisi gece oturup vicdan muhasebesi yapamaz mı? Daha dürüst, daha iyi insan olma kararı alamaz mı? Bu yalnızca Muhammedîlere has bir şey mi? O zaman bu Muhammedî bir davranış değil! Öyle bir davranış tarif edeceksin ki, onu ancak Muhammedîler yapabilecek, bir başkası yapabiliyorsa o da Muhammedî olacak, yani Muhammedî olmadan o yapılamayacak! Mesela bir hayr veriş düşünün! Muhammedî olmayanlar hayır yapamazlar mı, onların “hayır dernekleri” yok mu? Afrika’yı karış karış gezip, misyonerlik yapmıyorlar mı? Demek ki, öyle bir “hayr” tarif edeceksin ki yalnız Muhammedî olan o hayrı yapabilsin! Veya kim öyle hayr yaparsa o da Muhammedî olsun! Yine, öyle bir îman tarif edeceksin ki ancak Muhammedi olan öyle inanabilsin! Çünkü bir başkası öyle inanamaz, bir başka felsefe onu öyle açıklayamaz, mümkün değil yapamaz! Yaparsa, yapabilirse zaten o da Muhammedî olur. Ğıll de öyle bir şey, normal ibadetleriniz de! Kendinizi incelemeniz gerekiyor, yani fuadınıza görev vermeniz gerekiyor; “haydi bir analiz 34 YILMAZ DÜNDAR sentez yap bakalım, benim ikame ettiğim salât Muhammedî mi, tuttuğum oruç Muhammedî mi?” demeniz gerekiyor. Bunu nasıl yapacaksın? Örneğin, nasıl bir salât ikame ediyorsan, kendin otur baştan sona yaz. Eğer, inanmayan birisi de aynısını yapabiliyorsa senin salâtın Muhammedî değil! Bir başkası yapabiliyor çünkü! Öyle bir salât tarif etmelisin ki; o salâtı Muhammedi olmayan yapamamalı! Yaparsa da Muhammedî olmalı! Öyle bir oruç tarif etmelisin ki yanlış olmamalı. Yanlış tarif edersen bir başkası da yapabilir, çok titiz de uygulayabilir. “Yeni bir şey yapıyorum” diye, “kutsal bir şey yapıyorum” diye heyecanlanır, duygulanır, ağlar da! Hatta sahuru kaçıracağım diye uyumaz da! Sahura da kalkar, iftarını da yapar, aç ta durur. Dilini de bağlar, elini de bağlar, belini de bağlar. Peki, bunu yapınca Muhammedî mi oldu şimdi? Aynısını yaptı, peki oruç mu tutmuş oldu? “Ama efendim biz de aynısını yapıyoruz?” diyorsan o zaman incelemen gerekiyor! Öyle bir oruç tarif edeceksin ki, onu ancak Muhammedî olan birisi yapabilsin, bir başkası yapamasın. Biri onu yaparsa da onun Muhammedî olacağı bir tarif olsun! Bütün amellerinizde buna dikkat etmelisiniz! Bütün amellerde! İşte Ğıll de bunlardan birisi. Ğıll’i öyle bir tarif etmeli, tanımlamalısın ki, Muhammedî olmayan birisi çıkıp “bende zaten Ğıll’den eser yok” diyememeli! Aksi halde; kişi çok iyi, çok hümanist bir tanrıdır, çok iyi bir Polyanna tanrıdır ve “bende Ğıll’den eser yok” 35 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 der, senin tarifine göre de haklı olur. Çünkü senin tarifin öyle! Oysa Ğıll; Hakk’a ve Hakk’ı hatırlatan şeylere karşı hissedilen sevgisizlik, hoşnutsuzluk, rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların tümünün ortak adıdır! Eğer kişideki Sadr Organizasyonu’nu nefsin şerri yönetiyorsa o kişi Hakk’a karşı Ğıll içindedir, Hakk’a ait cümleleri duymayı sevmez. Siz bir yerdesiniz diyelim, televizyonda birden bir dini sohbet veya bir Kur’an tilaveti başlamış olsa bazıları onu duymaya dayanamaz, koşar gider kapatır! Onu duymaya dayanamaz! Ezan sesini duymaya dayanamaz! “Gürültü kirliliği” diye şikâyet dilekçelerini görseniz... O dayanamaz çünkü! Ayet; “inzal olan ayetler inananların imanını artırır, kâfirlerin küfrünü artırır” diyor! İşte bu Ğıll, kendinizi içinde bulduğunuz halde var! Sizin onu bulup tanımanız gerekiyor! Dikkat edin, yaşantıda çok rastlıyorsunuzdur Ğıll’inize! Rastladığınızda onu umursamalısınız! “İşte bu benim sadrımın hastalığıdır. Bu hastalıkla beni cennete almazlar, cennet için heyet raporu vermezler” demelisiniz. Bilirsiniz, bazı yerlere başvurmak için “heyet raporu” istenir. Heyet raporunuzda “sağlam” değilseniz olmaz! Cennetin de heyet raporunda “Ğıll’sizdir” yazacak ki oraya kabul edilesin! Öyleyse onu sorulmadan önce temizlemek lazım! Nasıl temizleyeceğiz? Haşr Sûresi öğretiyor; Allah’tan isteyeceğiz. “Allahım kendimi içinde bulduğum o Ğıll’den beni koru, beni kurtar, beni temizle” deyip isteyeceğiz, sonra sabr ede36 YILMAZ DÜNDAR ceğiz. Neye? Allah’ın hükmünün gelmesine! O hüküm gelecek seni temizleyecek! Şimdi sadrla ve o hükümle ilgili bir parantez açmak istiyorum: Bir kişi Rasulullah’ı görmek, Rasulullah’la bir olmak, Rasulullah’ı dinlemek Onunla konuşmak istiyor. Çok istiyor. Öncelikle bilmelidir ki, onun bu muhabbeti çok önemli! Çünkü bu muhabbet öyle büyür ki, içinden Muhammed SAV çıkar; senden çıkacak olan Muhammed’i bu muhabbet oluşturur! Bu muhabbet olmayınca Muhammed Hakikati filizlenemez ki! Nuru Muhammedî’nin sulayanı, onu yeşerteni bu muhabbettir. Muhabbet olmayınca olmaz, doğru! Fakat bu muhabbet sahibi şöyle söyleyelim de üzülmesin: Diyelim ki, çok önemli bir kalb cerrahını görmek istiyorsunuz. Onunla yolda mı karşılaşmak istersiniz, yoksa kalbinize müdahale edilmesi gereken hayatınızın o zor anında, o cerrahın birden şak diye gelmesini mi istersiniz? Anlatabildim mi? Bu yüzden, siz o muhabbeti taşıyın. O muhabbeti taşırsanız, size operasyon gerektiği zaman, o muhabbet duyduğunuz sizinle olacaktır! İşte onun zamanını beklemek sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemek sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemenin ismidir sabr! Yoksa beşeri münasebetlerde insanların birbirlerine katlanıp tahammül etmeleri değil! Kur’an’ın açıkladığı sabr; hanîf olarak Allah’a yönelmek, salih amel yapmak ve Allah’ın hükmünü beklemektir. Allah’ın hükmünü beklemek sabrdır. 37 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 “Ğıll’in temizlenmesi için ne yapmalıyız?» demiştik ya, şimdi işte onu sahibi tarif ediyor; “Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine Ğıll’len lilleziyne amenu, Rabbena inneKE Raufun Rahıym”, böyle deyin diyor; “Rabbimiz bizi ve imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki sen Rauf’sun Rahıym’sin”. Bunu umursamak lazım! Beşeri sistem içerisinde insan neleri umursuyor bir bakın! Beşeri yaşantı içerisinde “şu şunu dedi, bu bunu dedi” diye neleri umursuyoruz! Ama Allah yolunda? Diğerleri hayatî olabilir, bu da ahıretî, o kadar! Dolayısıyla, Yaradan’ın dediğini çok umursayan bir kalb bizim için çok önemli! Şimdi Ğıll’le ilgili çok uç bir örnek vereceğim. Bu örneği günümüzün konusu olduğu için de veriyoruz: Başı örtülü bir kardeşimize tepkili bakış doğrudan Ğıll’dir! Kişi bir yere gidiyor, bakıyor ki başı örtülüler var, rahatsız oluyor, hemen içinde bir rahatsızlık hissediyor. Hatta ne diyor biliyor musunuz? İçim daraldı! Bakın içi; göğsü daralıyor. Hakk’a karşı sadrı daraldı! Neden? Hâkimiyet nefsin şerrinin de ondan! Diyelim ki; birisi bilerek bilmeyerek, modaya uyarak uymayarak örtünmüş; ama örtünmüş! Yani Kur’an’daki emri yapmış, o emre uymuş! Sen de onu görünce bir şekilde rahatsız oluyorsun, işte bu doğrudan Ğıll’dir! 38 YILMAZ DÜNDAR Hac Sûresi 30. Ayete bakalım: “İşte böyle; kim Allah’ın hürmetlerine tazim ederse, o onun için Rabbi’nin indinde daha hayrlıdır.” Kim Allah’ın hürmetlerine, işaretlerine, O’na ait gözüken davranışlara hürmet ederse, saygı gösterirse, onun o davranışı Rabbi’nin İNDinde daha hayrlıdır. Kişi Rabbi’nin İNDine talibse böyle! Hac Sûresi 32. Ayet: “İşte böyle; kim Allah’ın şeairine tazim ederse, muhakkak ki o; kalblerin takvasındandır”. Bu ayet, kim Allah’ın hükmüne hürmet eder, saygı gösterirse o; kulun, kalbinin takvasının işaretidir, diyor. Buraya kadar anlatılanları düşünerek bir Kalb Duası yapalım, anlattıklarımızı duaya çevirelim. Bu duadaki ayet ve hadisleri meallerden, tefsirler ve âlimlerin kitaplarından inceler araştırır, “neler önerilmiş?” diye detaylı bilgi edinirsiniz. Eğer uygun görürseniz zaman zaman da bu duayı yapabilirsiniz. Bu dua kalbinizin kendini içinde bulduğu perdelilikten, hastalıktan kurtulması, Lüb ikramının ulaşması ve onun sonsuza dek size destek olması, özellikle kalb gözünüzün açılması, kalble görmeye başlamanız ve hakikati görüyor olmanız için bir yakarıştır. Sadece ayet ve hadisleri içermektedir, herhangi bir beşeri bakış, yorum, cümle yoktur! Duayı yaparken sağ elimizi göğsümüze, sadrın hissiyatının dalgalandığı bu noktaya koyacağız. Sağ elimiz kalbın/kalıbın vücudumuzdaki merkezi olan vücudun kalbine gelirse, elimiz hem göğsümüz hem de kalbde olur. Bu duayı nasıl bir tefekkürle yapmalıyız? 39 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Diyelim ki vücudunuzun bir yerinde size çok sıkıntı veren bir rahatsızlığınız var ve çok güvendiğiniz bir kişi de size şifa ayetlerini ve hadislerini içeren bir dua verdi ve “sağ elini göğsüne koy, bunu da oku” dedi. O ızdırabı hissediyorsun ya, ne kadar yürekten koyarsın elini, hiç formaliteden yapmazsın! Kalbindeki hastalığın rahatsızlığını o ızdıraptan daha fazla hissetmeli ve rahatsız olmalısın ki, bu el çalışsın! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den öğrendiğimiz bir hadis nedeniyle “sağ elimizi göğsümüze” koyuyoruz. Efendimiz bir sahabeye şeytandan korunması için “böyle yap” diyerek öğretiyor. Onun sadrının yönetimini şeytana vermemesi için elini böyle koyduruyor ve İhlâs, Felak, Nas okutturuyor. Efendimizin tarif ettiği gibi elimizi göğsümüze koymuşken ayetlerden yararlanarak bazı yakarış ve duaları da bir araya getirdik. Ayrıca, bir hadis gereği dualarımızı iki salâvat arasına alacağız. Salâvatların kabul olma ihtimalleri çok yüksek olduğundan Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “kabul olmasını istediğiniz dileğinizi iki salâvat arasına koyun, salâvatlar kabule yükselirken aralarındaki duayı da yükseltirler” buyuruyor. Biz bu hadisten de yararlanarak bir paket program yapacağız. Okurken dikkatinizi çekecektir, duamızdaki salâvatlardan birisi feth edici açıcı bir salâvattır. Duanın sonunda ise, birisi bize Rahmani Güç sağlayacak, yani bizi Feth-i Zulmani’ye değil de Feth-i Nurani’ye doğru götürecek bir salâvat, diğeri ise tüm rasul ve nebileri, tüm mürseliyn’i 40 YILMAZ DÜNDAR içeren bir salâvat okuyoruz. Ki; Allahım kalbimi nebi ve rasullerinin zincirinin arasına koydum, kabul buyur Allahım demiş olalım. Euzü Billahi mineş Şeytanir Raciym Bismillahir Rahmanir Rahıym • Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad. • Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad. • Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad (İhlâs Sûresi) Bismillahir Rahmanir Rahıym • KuL e’uzü BiRabbil felak; Min şerri ma halak; Ve min şerri ğasikın iza vekab; Ve min şerrin neffasati fil’ukad; Ve min şerri hasidin iza hased. (Felak Sûresi) Bismillahir Rahmanir Rahıym • KuL e’uzü Birabbin Nas; Melikin Nas; İlahin Nas; Min şerril vesvasil hannas; Elleziy yüvesvisü fiy sudurin Nas; Minel cinneti ven Nas. (Nas Sûresi) SadakAllahul Azıym. • Subhane Rabbike Rabbil ızzeti amma yasıfun; Ve Selamun alel murseliyn; Vel Hamdu Lillahi Rabbil alemiyn (Sâffât Sûresi-180, 181, 182) Amin. Ya HU, Ya men HU, Lailahe illa HU. Ya men HU; 41 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 • SubhanAllahi ve ma ene minel müşrikiyn. (Yusuf Sûresi-108) • Eşhedu en la ilahe illallahu ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu. • Allahümme salli a’la Muhammedin ve a’la âli Muhammedin Kema salleyte a’la İbrahime ve a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd. • Allahümme barik a’la Muhammedin ve a’la âli Muhammedin Kema barekte a’la İbrahime ve a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd • Cezallâhu annâ Seyyidenâ Muhammeden ma huve ehluh. • Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedinil Fatihi lima uğlika vel Hatimi lima sebeka, Nasıril-Hakka Bil Hakkı Vel Hâdî ila sıratıkel müstakıym ve ala alihi Hakka Kadrihi ve migdarihil Azıym. • Allahümme inniy es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhıbbuke. • Yâ Hayyu, Yâ Kayyum, Yâ Zel Celali vel ikram; Yâ Mukallibel Kulûb sebbit kalbiy alâ diynike ve es’eluke en yuhyi kalbiy Binûri ma’rifetike ebeden Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Bedi’es semâvâti vel ard. • Ferdün, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûsun… • Allâhu lâ ilahe illâ Hû el Hayy’ül Kayyûm lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm (Bakara Sûresi-255) 42 YILMAZ DÜNDAR • Allâhu Veliyyülleziyne amenû yuhricühüm minez zulümati ilen Nûr… (Bakara Sûresi-257) • Huvelleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHU li yuhriceküm minez zulümati ilen Nûr ve kâne Bil mu’miniyne Rahıyma. (Ahzab Sûresi-43) • Leyse leha min dûnillahi kaşifetün. (Necm Sûresi-58) • Lakad kunte fiy ğafletin min hazâ fekeşefna anke ğıtaeke febasarukel yevme hadiyd. (Kaf Sûresi-22) • İnne zalike alellahi yesiyr. (Hac Sûresi-70) • İnneHU Aziyzün Hakiym. (Enfal Sûresi-63) • Rabbişrah liy sadriy; Ve yessirliy emriy. (TaHa Sûresi-25, 26) • Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne sebekûnâ Bil’iymani ve la tec’al fiy kulûbina ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raûfun Rahıym. (Haşr Sûresi-10) • Rabbiğfir verham ve ENTE hayrur Rahımiyn. (Müminun Sûresi-118) • Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledünKE Rahmeh. İnneKE entel Vehhab. (Âl’u İmrân Sûresi-8) • Allahümme salli alâ Seyyidina Muhammedin Rahmeten min Allah, Ni’meten min Allah, Minneten min Allah, Kuvveten min Allah, Kudreten min Allah, Hikmeten İzzeten Azameten min Allah. 43 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 • Allahümme salli alâ Muhammedin ve Âdeme ve Nuhin ve İbrahiyme ve Musa ve İsa ve ma beynehum minen nebiyyiyne vel mürseliyn, salâvâtullâhi ve selâmuhû aleyhim ecmaıyn. Birahmetike yâ Erhamer Rahımiyn Vel hamdü lillahi Rabbil âlemiyn. • El Hamdu Lillahilleziy lem yettehız veleden ve lem yekün leHU şeriykün fil mülki ve lem yekün leHU veliyyün minez zülli ve kebbirHU tekbiyra. (İsra Sûresi-111) • Allahuekber Allahuekber, Lailahe illallahu vallahu ekber, HUAllahuekber velillahil hamd… Âmin. Şimdi sizlerle kısa bir tefekkür antrenmanı yapalım. Birlikte şu iki cümleyi tefekkür edelim. Tefekkür ederken, lütfen cümleleri yaşamaya gayret ediniz. İlk tefekkür cümlemiz; ben Varım ve Muhtarım. Ben varım ve muhtarım; yani ben özgürüm! Kendi yönettiğim bir aklım, kendi yönettiğim bir gücüm, kendi yönettiğim bir mülküm var. Bütün bunlar nedeniyle ben de kendime göre hüküm veririm. Muhtariyet, ben varım ve muhtarımın üzerine kurulur hep. Şimdi bu cümleyi tefekkür için söylerken bile nasıl dikleşiyorsunuz! Bir de; Biiznillah ben var görünenim cümlesini tefekkür edelim. Bakın ses yumuşadı. Allah buyuruyor ki; “Rasulün yanında sesinizi yükseltmeyin”. Müthiş bir şey, uyarı! “Rasulün yanında sesinizi yükseltmeyin” denildi, peki 44 YILMAZ DÜNDAR Allah’ın yanında yükseltecek misiniz? Lütfen, hayatımızın her anına dikkat edip; geçmişimize, şımarık yaşantımıza tövbe edelim! Sesimizi yükselttiğimiz konu ne olursa olsun, sesimizi yükselttiğimiz her hal için af dileyelim, tövbe edelim. Allah; var! Sesimizi yükseltmeyelim! Kişi Allah yokmuş gibi düşününce kendiliğinden “Ben Varım ve Muhtarım” haline bürünüyor! Cümle “ben varım ve muhtarım” olunca tefekkürü de ona göre gelişiyor, değil mi? Ama; Biiznillah BEN var görünenim, daha haddi bilen bir sese kendiliğinden dönüşüyor. Şimdi bunu tefekkür edin; Biiznillah BEN. Biiznillah BEN; Allah’ın dilemesiyle var olan ve O’nun dileğiyle O’nun izniyle de o var olana “BEN” diyenim demektir. “O’nun izniyle var görünen bu kul’a BEN diyorum” diyorsunuz: Biiznillah BEN var görünenim. Kime göre var görünen? Allah’a göre! Çok dikkat ediniz, bunu tanrı ilminde detaylı gördük. Kul “Allah’a göre” var görünendir! Biz birbirimize göre varız, var görünenler birbirlerine göre vardır! Birbirlerine göre yok olmazlar! Yok olan bir şeye karşı nasıl sorumlu olacaksınız? Birbirimize göre varız, yani “var görünenler” birbirlerine göre vardır! Ama tüm var görünenler Allah’a göre yoktur! İşte siz bu tefekkürü, “Biiznillah BEN var görünenim” cümlesini Allah’a göre, Allah’a seslenerek söylüyorsunuz. Dikkat edin, “Ben Varım ve Muhtarım” sözünü Allah’a seslenerek diyemezsiniz! “Ben Varım ve Muhtarım”, bunu ancak çevrene dersin! Ama şimdi “Biiznillah, BEN var görüne45 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 nim Allahım” diyerek Allah’a sesleniyorsun. Lütfen bunu tefekkür edelim; Biiznillah BEN var görünenim... Bu iki tefekkürde, değişen kan kimyanızı yakaladınız mı, aradaki farkı hissedebiliyor musunuz? İki cümlenin tefekküründe kan kimyanız nasıl? Dikkat ederseniz yakalayacağınız, ikisi arasındaki o fark küfür farkıdır! Eğer fuadınız “ben varım ve muhtarım”a uygun analiz ve sentezleri yapar, onlara sahip çıkar ve kalbe de onu gönderirse, kalb de nefsin şerrinin perdesi altında esarette ise, sonuç sanki kalbden geliyormuş, kalbden yansıyormuş gibi olur. Ama değildir! Bakın, bir ışığı yansıtan bir aynayı bir cismin önüne koyunuz. Yani aynayı cismin önüne koyup onunla o cismi örtünüz. Cismi örtüp sakladığınız için, ışık bu noktaya ulaşıp ta yansıdığı zaman, uzaktaki birisi ışığı cisimden yansıyor sanabilir. Oysa cisim aynanın arkasında sakladınız, örttünüz onu. İşte nefsin şerri de kalbi öyle örter, saklar, duygu ve düşünceleri onun üstünden beyne yansıtır ve beyin de o emri alır! Kalb ben varım ve muhtarım fikrine sahip çıkarsa beyne onun emrini gönderir ve beyin onun fiillerine bürünür; yürüyüşü, duruşu, beden dili ona döner. İşte o küfür tefekkürüdür. Bu yüzden, az önce yaptığımız o tefekkür için tövbe edelim; Allahım anlamak için yaptığımız birinci cümlenin tefekküründen dolayı bizi bağışla ya Rabbi. Fuadımız anlasın, antrenman yapsın diye o tefekkürü yaptık Ya Rabbi. Hâşâ! Bir ayette, Rabbi Hazreti İsa’ya; “sen, ben ilahım mı 46 YILMAZ DÜNDAR dedin, annem ilah mı dedin, ben Onun çocuğuyum mu dedin?” dediğinde, “hâşâ, ya Rabbi der miyim öyle şey” diyecek, biz de o ayetten esinlenerek öyle diyelim: Ya Rabbi, der miyiz öyle şey? Hâşâ! O tefekkür fuadımız öğrensin diyeydi! Biiznillah BEN, “var görünenim” Allahım. Evet, şuna da dikkat etmelisiniz; hangisinin tefekküründe zorlanıyorsunuz, incelemelisiniz! Ve ikisi arasındaki farkı iyi tesbit edip kendinize doğru cevap vermelisiniz! Cevabınız; “birinci cümleyi kolay tefekkür ediyorum ama ikincisini bir türlü kavrayamıyorum, anlayamıyorum” mu? Çok doğal! Esfele safiliyn yapının tefekkürünün kolay gelmesi çok doğal! O zaman demek ki kurtulmanız gereken “İz”ler var! O izleri bulup kendinizde tesbit etmelisiniz. Bir şeyi düşündüğünüzde mekanizma şöyle çalışıyor: Tefekkür yaparken fuad ilminizdeki potansiyel ve tercihlerinizden yararlanarak analiz ve sentez yapıp bir fikir oluşturuyor. Bu fikri benimsediğinizde fikir kalbte tesbitleniyor ve beyin bu tesbit doğrultusunda hareket ederek organlara emrini ona göre veriyor. Küçük bir antrenmanını yaptığımız bu sistem kendiliğinden çalışır! Önemli olan şudur ki; bu sistemde LÜB nuru yoksa, yapılan analiz ve sentezin sonucu bellidir. Çünkü sadr’a esfele safiliyn yapı hâkim olduğu için sonuç da bellidir. Hayatta bunun örnekleri vardır. Bir yeri birileri yönetiyordur ve siz oradan ne karar çıkacağını bilirsiniz, ne karar çıkacağı belli dersiniz. Niye? O masada oturan belli çün47 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 kü! Adil değil, demokrat değil, faşizan bir yapısı var. O zaman oradan ne karar çıkacağı bellidir İşte nefsin şerri de faşisttir, faşizan karar verir. Bu mekanizmadaki önemli bir şey de şudur: Fuad, LÜB nurunun gösterdiği yolda çalışırken kalbi Haşyetullah ile tanıştırır. Şöyle açalım; fuad Hakk yolda; Rabbine yönelmiş olarak analiz ve sentez yapıp, Rabbine yönelmiş fikirler ürettiğinde bunu da kalbe kalıba döktüğünde, kalıp titremeye sallanmaya başlar; Haşyetullahla tanışır! Bu yüzden, Haşyetullah LÜB nurunun sadrdaki savaşçısıdır. Bunu bir benzetmeyle anlatalım da çok kolay anlaşılsın inşaAllah. Vücuda bir mikrop girdiğinde savaşçı hücreler; lökositler veya bağışıklık hücreleri gider onu bulurlar ve onu organizmaya zarar vermeyecek hale getirirler. Onu ya yok ederler ya da hiç olmadı etrafını çevirip hapsederler. Veya vücuttan dışarı atarlar. Hani, çıban çıkar da boşaltılır, içi temizlenir ya, işte o yolla vücudun uygun bir noktasından dışarı atılır. Bu savaşçı hücreler gibi; Haşyetullah da SADR’da LÜB’ün savaşçısıdır. Haşyetullah dillendirilince; hadis gereği sabah ve akşam salâtlarından sonra okuduğunuz Haşr Sûresi 21. Ayete bakalım: “Eğer şu Kur’anı bir dağın üzerine inzal etseydik, elbette onu “Allah haşyetinden” dolayı huşu ederek çatlayıp parça parça olduğu halde görürdün. İşte bu misalleri insanlara tefekkür etsinler diye darb ediyoruz.” Bu yüzden veriyoruz bu misalleri! 48 YILMAZ DÜNDAR Evet, gördüğümüz tanımlarla baktığınızda ayetin “ne demek istediğini” ne kadar kolay çözeceksiniz bakın. “İnsanlara tefekkür etsinler diye”nin manası nasıl anlaşılır hale gelir şimdi. Hatırlayınız, Hakk yolda tefekkürü ve bunun fuadla ilişkisini gördük. Hakk yolda tefekkür; fuadın Hakk yolda analiz ve sentez yapmasının ismidir! Bu yüzden çok önemli bir ibadettir. Çünkü oradan çıkacak fikirler kalıba dökülecek ve böylece yeni suretlerimiz olacak Hakk yolda! “Tefekkür” bunun için önemlidir; fuad çalışsın, yeni kalıplara yeni fikirler döksün ve sizden o yeni fikirlere uygun suretler çıksın! Demek ki, Kur’an’daki ayetlerin, verilen misallerin bir önemi de; tefekkür etmemiz için olmalarıdır. Yani fuadımızı çalıştırmamız için! “Eğer Kur’an hakikatini dağın üzerine inzal etseydik haşyetten parçalanırdı.” Bu kısım da bizim için önemli bir ipucudur! SADR’ı nefsin şerri yönetirken orada “ben varım ve muhtarım” dağı vardır. “Kendisini Kaf Dağı’nda sanıyor” denir ya. Hatta “küçük dağları ben yarattım” sanıyor, “yürüyüşüne bak!” denir. İnsan açısından baktığınızda buradaki dağ; sizdeki Sözde Tanrılık İddiası’dır. O zaman bu ayete bakışımız nasıl olur: Eğer sen Kur’an’ın hakikatini o iddianın üstüne koyar da Kur’an’ın hakikatini o iddiayla tanıştırırsan, o tanrılık iddiası paramparça olur. Eğer fuad, Kur’an’ın hakikatiyle tanrılık iddiasını çarpıştırırsa o iddia orada paramparça olur. Peki öyle olunca ne olur? Sonuç; “HAKK geldi, BATIL rezil oldu” olur. 49 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Fatır Sûresi 18. Ayet Efendimiz’e diyor ki; “sen ancak; “Bil gayb Rablerinden haşyet duyan” ve salâtı ikame edenleri uyarırsın!”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in üzüntüsü üzerine Rabbi ona; “Habibim, nerdeyse hasta olacaksın; seni dinlemiyorlar, alaya alıyorlar, açıkladığın hakikate geri dönüyorlar diye hasta olacaksın. Sen ancak Bil gayb Rablerinden haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın”. Demek ki kalbin tanışacağı Haşyetullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in uyarılarını kabullenmemiz, anlayabilmemiz ve uygulayabilmemiz için de çok önemli! Çünkü “ancak onları uyarabilirsin” diyor. “Sen Allah’ı sevenleri uyarırsın” demiyor, dikkat ediniz! İslamiyet’i insanlara yanlış bir şekilde “sevgi seli” gibi anlatmaya çalışıyorlar, onlar Uzakdoğu felsefelerini insanlara “İslam” adı altında sunmaktır. Bu anlatım tarzı insanların sadrlarını yöneten nefsin şerrine çok hoş gelir; “işte benim aradığım buydu” der. Doğru, nefsin şerrinin aradığı oydu! Kişi o anlatılanı “din” zanneder de rehavete düşer... Yasin Sûresi 11. Ayet: “Sen ancak, Zikre tabi olan ve Bil gayb Rahman’dan haşyet duyanı uyarırsın. Onu bir mağfiret ve kerim bir ecir ile müjdele”. Burda bir önemli şey daha öğreniyoruz. Uyarılan kulun halini şöyle düşünelim: Kul müttaki olsun, korunsun diye korkuttun, uyardın, kul da tedbirini aldı. İşte o zaman; artık onu müjdele diyor. Yani sonsuza dek “korkut!” demiyor. Korktu ve tedbirini aldı, öyleyse onu 50 YILMAZ DÜNDAR müjdele. Neyle? Bir bağışlanma ve kerim bir ecir ile müjdele. Haşyetullahın önemini dile getirdik, şimdi de kafamızda, beynimizde onu netleştirelim, yani tanımlayalım. Çünkü tanımlayamadığınız şeyi yapamaz, uygulayamazsınız. Bu yüzden, tanım, bir şeyi tanımlamak çok önemlidir. Bir şeyi tanımlayacaksınız ki netleşsin. Peki, bu tanımı kime yaptırtacaksınız? Fuadınıza! Fuad o tanımı yapacak ve kalıba dökecek. Şimdi fuadı çalıştıralım, sonra kalıba dökelim inşaAllah. Dünyada yaşayan kulun bir dünya yaşantısı ve bu yaşantı sırasında oluşan deneyimleri vardır. Dünya yaşantısı ve bu yaşantıyla oluşan deneyimlerin hepsini bir potaya koyarsak, o kişi için, o kul için buna “dünya ilmi” diyebiliriz. Çünkü yaşantısına göre bir dünya ilmi edindi. Bu dünya ilminin o kişide bir duygusu oluşur. Yani bir ilim vardır, bir de o ilmin oluşturduğu hissiyat vardır. Bu yüzden, dünya ilmi duygusu içerisinde, yani o kişinin dünyaya ait yakaladığı hissiyat içerisinde kin, nefret, korku, sevinç, telaş, heyecan, sevgi, samimiyet gibi duygular vardır. Kişi bu duyguların ne olduklarını, nasıl olduklarını yaşayarak öğrendi. Yaşamak bir nevi ilim edinmek demektir! Demek ki, kendimizi içinde bulduğumuz dünya yaşantısında, ister istemez “dünya ilmi” sahibi olunuyor ve bu ilmin de “duygusu” oluşuyor. Kişi kendini tarif ederken bu duyguya göre tanımlıyor zaten. İşte bu dünya ilmi ve duygusunun oturduğu bir taban, bir platform vardır ki; o cinsellik ve 51 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 öfkedir. Dünyaya ait ilmi besleyen, onu coşturan ve motive eden bu platformdur; cinsellik ve öfkedir. Çok başarılı bulunan roman, film, şiir gibi şeylere, reyting yapan şeylere lütfen bakın; hepsinin öfke ve cinsellik üzerine kurulduğunu göreceksiniz! Cinselliği çok ele almadık. Ancak bilmeliyiz ki, cinsellik yalnızca seks demek değildir. Cinsellik bir platformdur, ama “nasıl bir platformdur?” onu ileride detaylı ele alırız inşaAllah. Çünkü; görmek lazım ki kurtulunsun! Kurtulmak için görmek lazım! Ama şimdilik bilelim ki; dünya ilminin platformu budur; öfke ve cinsellik! Bu böyleyken bir kula bu ilimle buluşmak nasib olmuş ve bunun içine girmişse: İşte bu ilmin içindeki bir kul LÜB ikramıyla imanını deklare eder ve Yaradan’ını tanımaya başlarsa, onda yaşantısına hiç uymayan “yeni bir ilim” başlar; “daha önce şöyleydim, şimdi böyleyim” dediği haller başlar. Çünkü onda yeni bir ilim başladı! Onda başlayan Allah İlmidir! Bir kişide Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in açıkladığı “Muhammedî Hal”le öğrenme başladığında yeni bir ilim başlamış demektir ki; o Allah İlmi’dir. Kul girdiği Allah İlmi içerisinde Allah’ı tanır. Bu sefer Allah ilminin ve Allah’ı tanımanın kazandırdığı yeni bir hissiyat başlar ve “Allah korkusu, Allah sevgisi, Allah rızası” gibi hislerle, arzularla tanışır, hayatına bunlar girmeye başlar! Elbette böylece, “bir hissiyattan başka bir hissiyata” geçer, geçmesi gerekir ve bunu hızlıca yapmak gerekir ki; işte buna Esas Hicret denir. Kişi o ilimden bu ilme hicret eder. 52 YILMAZ DÜNDAR Hicret edenlerin haliyle ilgili bir ayet var. “Hicret edenler ölürken, ecelleri geldiğinde onların yanlarında, onların ölümleriyle onlarla ilgilenen, onların ölümünü misafir kabul eden Allah’tır” anlamında bir ayet var. Bu hicret bu kadar önemlidir ve bu Allah yolunda hicrettir! Hicretin bir zahiri vardır [ve çok önemlidir] bir de batını. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize hem zahirini hem batınını göstermiştir! Hicretle ilgili mücadeleyi bir savaş dönüşünde; “küçük cihattan geldik büyük cihada gidiyoruz” diye bildirmiştir! Yine esas hicretin; küfür hali ve yaşantısından, yani dünyanın cazibesinden Allah’a sığınmak, Allah’a geçmek olduğunu bize bildiren ayet ve hadisler vardır. Dünya ilmi ve duygusundan hicret edeceğimiz “yeni bir ilim” başlar ki bu Allah İlmidir. Her ilmin bir duygusu olduğu gibi, artık bu ilmin duyguları oluşmaya ortaya çıkmaya başlar. Lütfen dikkat ediniz: Allah ilminin duygusuna, duygu bütününe Haşyetullah denir! Haşyetullah; salt korku, yani yalnızca korkmak değildir! Allah İlmi’nin ve Allah’ı tanımanın sizde oluşturduğu duygunun hissiyatın adı Haşyetullah’dır. Bunun platformu ise; Allah’tan sakınmak, Allah’tan korkmak ve Allah’tan utanmak duygularıdır; Haşyetullah Platformu budur! Bu yüzden, haşyetullah ele alınırken daha çok ve en fazla “korku” dile getirilir. Bu noktada karıştırılan nedir peki? Şimdi lütfen fuadınıza emir verin, kıyasını yapsın ve kalbe çabuk emir versin de kalıbı döksün: Dünya İlmi’yle tanıdığınız, öğrendiğiniz korkuyla 53 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 Allah’tan korkulmaz! Haşyetullah için anlatılan Allah Korkusu o değildir. Allah Korkusu, sizin dünya tecrübenizle, dünya ilmiyle yakaladığınız duygular kapsamdaki bir korku değildir! Ama “yanlış yapmayayım” diyor ve yanlış yapmak istemiyorsan, o korkuyu da Allah’a yönelt, o korkuyu da Allah’a çevir ki; orada yerini bulsun! Anladık ki, Haşyetullah kapsamındaki Allah korkusu bize “yeni gelecek bir hissiyat”tır, daha önce bildiğimiz bir hissiyat değil! Allah ilmiyle tanıştıktan, Allah’ı tanımaya başladıktan sonra oluşacak bir hissiyattır o! Çünkü Haşyetullah, Allah İlmi’nin duygusudur. Şimdi, yaşantıdan, ama çok fark etmediğimiz bir ipucu verelim: Diyelim ki, insanlar toplumsal bir yanlışı nedeniyle bir kişiden rahatsız oldular ve o kişiyi de inancı yönünden eleştirecekler. Sitem ve eleştiri için ona bir söz söylerler. Onu bu yanlışı yüzünden eleştireceklerinde kurdukları cümleye lütfen dikkat edin; sende hiç Allah korkusu yok mu? “Sende hiç Allah’tan utanma yok mu, Allah’tan utanmadın mı?” denir. O yanlış yapana kızarken “sende hiç Allah sevgisi yok mu?” diye kızmazlar değil mi? “Sende hiç Allah korkusu yok mu, hiç mi Allah’tan korkmadın?” denir! Bu cümleyle bilmeden, farkında olmadan itiraf edilir ki, kişiye doğruyu yaptırtacak şey korkudur! Ama bu, Haşyetullah’ın içerisindeki korkudur! Bunu şöyle bir şeye benzeterek tanımlamaları bitirmiş olalım. Bir büyük orkestra düşününüz; çok sesli, çok enstrümanlı bir klasik müzik orkestrası. Bir mü54 YILMAZ DÜNDAR ziği çaldıkları zaman onlardan tek bir ses, tek bir melodi çıkar ve en fazla da onu seversiniz. Zaten kişi orkestranın karşısına onu dinlemek için geçer. Bu esnada, bazen müstakil, bazen solo ama onu tamamlayan enstrümanları da içinde dinlersiniz; kısa olmak kaydıyla! O bütünlüğü bozmadan, o bütünlüğün içinde, hatta o bütünlüğü tamamlayan bir şekilde onları da dinler kişi. İşte; siz Allah İlmi’ni öğrendikçe bu enstrümanlar artar, çeşitlenir. Tanıdıkça artar… İşte bu enstrümanların çaldıkları tek bestenin, tek ortak bestenin, tek sesin adıdır Haşyetullah! Onun tek sesi! Oradaki; Allah sevgisi, Allah korkusu, Allah utanması, Allah sakınması gibi bütün duyguların, neler varsa hepsinin ortak sesinin ismidir ki Haşyetullah! O tek bestenin ismidir ki Haşyetullah! Kolay kavranması için örneğimize şunu da ekleyelim: Bu orkestrada sık sık solo yapan korku enstrümanıdır. Dinleyici uyumasın diye çeki düzen verir! Geçmişte Avrupa’da bu yapılmış. O dönemde konserlere gitmek soyluların bir nevi görevleri! Bu yüzden, kimi zaman isteyerek gitmiyor, yorulmuşsa da orada uyukluyor. İşte, onlar uyumasın diye, bestelerin arasına arada bir davul sesi koyuyorlar! O kuvvetli bir vuruyor, kişiler uyanıyor, yeniden dinlemeye başlıyor. Bunun gibi, korku enstrümanı da uyanık tutmak için önemli; müttakiyi uyanık tutmak için! Eğer siz “insanlara dini hoş göstereceğim” diye, onun içerisinden beşeri duygularınızla korkuyu çıkarır kendi zannınızla bir tarif yapar ve “herşey sevgi55 İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011 dir efendim, sevgidir efendim...” diye sevgi enstrümanını çok çaldırırsanız müttakilerin hepsi uyur, uyurlar! Şeytan da bunu istiyor; uyusunlar! Demek Haşyetullah Allah İlmi’nin duygusu! Haşyetullah’ın bir sesi, sesli ifadesi vardır. Haşyetullah’ın sesli ifadesi Allahuekber’dir! O, Haşyetullah’ın seslenişi, sesli dile getirilişidir: Allahuekber! Bu yüzden, özellikle ve öncelikle salâtta Allahuekber’lerinizi yerine koymaya, manaca yerine koymaya gayret ediniz! Allah ilmi duygusu olan Haşyetullah’ı yaşayan Kul’un, bu halini sesle “Allahuekber” diye dile getiren Kul’un bir Beden Dili vardır. Onun beden dilinin, bedeninin görünüşünün ifadesi huşûdur! Huşû odur! “Onlar salâtlarını huşu içerisinde ikame ederler”; yani onlar pür haşyetullah içerisinde, haşyetten kütük gibi olmuşlar. İşte Allahuekber o haşyetin, o kütüğün gıcırdama sesidir! “Allahuekber” haşyetin sesidir. Haşyetin beden dili ise “huşû”dur. “Huşû içerisinde…” denilen budur! Aksi halde, huşûyu Uzakdoğu rahiplerinin duruşu zannederseniz o felsefelere aldanırsınız. O düşüncelerin hiçbirisi, onların hiçbir açıklaması Muhammedî olamaz! Tanımladığımız Haşyetullah’ın paramparça ettiği “dağ”a gelelim şimdi de: O dağ; kulda “varım ve muhtarım” iddiasının sonucu ortaya çıkan Sözde Tanrılık İddiası’dır ki, bu dağın parçalanması sonucu kul İhlaslı olur; İhlâslı Kul ona denir. O dağ, o tanrılık dağı parçalanmışsa, fonksiyonsuzlaşmışsa o zaman ihlâslı olunur. 56 YILMAZ DÜNDAR Aksi halde, ihlâslı olmak kişilerin birbirine karşı samimi olmaları, art niyetli olmamaları değildir, öyle duygularla ilgili değildir. Haşyetullah’ın sizdeki Sözde Tanrılık İddiası’nı paramparça etmesi ve sizin huşu beden diline girmeniz sizin ihlâsınızdır, işte siz o zaman ihlâslı olursunuz! İşte, bütün bu bilgi ve hallerle fuad ve kalbin “görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi olmasını sağlar. Hani tarihte birisi “eureka eureka” diye, “buldum, buldum” diye koşup çıkmış ya, nihayet öyle olur! Fuad ve kalbin çalışmaları sonucu “kalbin gözü”ndeki katarakt kalkar, kalb net görmeye başlar ve “görüyorum” der. İşte fuad ve kalbin “görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi olmasını sağlar. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “Allah’ı görüyormuş gibi yaşayın ve ibadet edin. Siz O’nu görmüyorsanız da O’nun sizi gördüğünü bilin. “O’nun sizi gördüğünü bilin”, bu da bir diğer derecedir ve bize, hiç değilse böyle yapın diye önerilmektedir. Bu makamdır, İhsan Makamı’dır! Demek ki, fuad ve kalb nihayet “görüyorum” der ve bu durumda Kul “İhsan Sahibi” olur. Biraz önce Allah İlmi’ni ve duygusunu ele aldık, peki “alim” kime denir? Çünkü ayetlerde “alimler” ifadesiyle karşılaşacaksınız. Bakın Fatır Sûresi 28. Ayet: “Kullardan ancak âlimler haşyet duyarlar”. Bu ayeti görünce, “efendim, biz âlim mi olacağız” demeyin! Allah İlmini düşündüğümüzde, Kur’an’ın bahsettiği âlimlerin dağıtılan “profesör sertifikaları” ile ilgisi yoktur! Bir 57 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 kişi “B” İmanı”nı deklare etti mi, Kur’ana göre âlimdir, alim bir kuldur ve en ordinaryüs profesörden daha önemlidir. Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor, öğretiyor ki; “hikmetin başı Allah korkusudur”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem yine bir başka hadiste; “Allah’ı en çok tanıyanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Ben ise O’ndan en çok korkanınızım” buyuruyor. En’am Sûresi 125. Ayet: “Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da sadrını darlatıp zorlaştırır ki, o sanki semada yükseliyor gibidir. Böylece Allah iman etmeyenler üzerine pislik, azab çökertir”. Zümer Sûresi 22. Ayet: “Allah kimin sadrını İslam’a şerh etti açtı genişletti ise o Rabbinden bir nur üzere değil midir? Allah’ın zikrinden kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” Bu ayetleri ve hadisleri açıklamalarımızı bunlara dayandırdığımız için veriyoruz. Dikkat ederseniz, bunları hepsini vurguladık: Allah’ın hidayet etmesi kulun sadrının İslam’a açılması, sadrının genişletilmesiyledir, bu da Rabbinden bir nurla mümkündür! Çünkü ayetler bunun böyle olduğu bildiriyor. Peki, bu ayetleri okuyan kul bu ayetler karşısında ne demeli, kendisini nasıl ifade etmelidir? 58 YILMAZ DÜNDAR Sebe Sûresi 50. Ayet: “De ki, eğer saparsam ancak kendi nefsimin aleyhine saparım. Eğer doğru yolu bulursam Rabbimin bana vahyettiği şey iledir. Muhakkak ki O Semiyun Gariyb’dir”. En’am Sûresi 125. Ayetten sonra; “Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, genişletir” ayeti gelince sorulan sorularla oluşan bu hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e soruyorlar; ey Allah’ın Rasulü, göğüs sadr açılır mı? Efendimiz buyuruyor; “evet”. “Alameti nedir?” diyorlar. Efendimiz buyuruyor; “Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlıktır”. Dikkat edin lütfen; Efendimizin bahsettiği aldanma yurdu özellikle “dünya”dır! Şimdi yeri gelmişken sadrın daralması ve genişlemesine de bakalım. Örneğin sadr ile ilgili olarak ayette diyor ki; “kimin sadrını şerh etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, sadrını İslam’a genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da sadrını darlatıp zorlaştırır…” Yani sadrın genişlemesi yalnız imanlılarla ilgili değil! Küffarın da sadrı genişler! Eğer sadrı “nefsin şerri” yönetiyorsa sadr o doğrultuda genişler! O kişinin sadrı Hakk’a karşı daralır, ama batıla karşı genişler, Allah muhafaza etsin. Mesela bir yerde geziyor, bakar bazı masalarda yanlışla meşgul olanlar var; içi açılır, göğsü genişler; “oo, bizimkileri bulduk” der! Doğru “bizimkileri” buldu! Bakın sadr genişledi, ama batıla! Mü’minin göğsü ise batıla karşı daralır, Hakk’a karşı genişler. 59 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Bir de üçüncü bir sadr hali vardır ki; bu sadrın her türlü hale karşı açılımı ve geniş olması demektir! Ama Rahmanî yönde! Peki, bu ne demektir? İşte bu İnşirah Sûresi’nde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e söylenendir. Rabbi ona sesleniyor ya; “sadrını genişletmedik mi?” diye, işte öyle derken buyrulan bu üçüncü haldir. Buraya kadar temel bazı kavramları birlikte paylaştık, şimdi de Sadr Sistemi’nin Hakk yolda çalışmasını sağlayan nurlarla devam edelim. Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun Hakk yola çevrilebilmesindeki, onun Rabbine yönelebilmesindeki temel faktör o Kul’un Billahi anlamındaki imanıdır. Kul Billahi anlamındaki imana ulaşmamışsa Sadr, Kalb, Fuad Lüb Organizasyonu’nun yönetimi Rabbine yönelmez. “Rabbine yöneliyormuş gibi” çeşitli davranışlar ortaya koyar, ama aslında Rabbine yönelen yola, Hakk yola giden yola girmemiştir! Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun Hakk yola girebilmesi, Rabbine yönelebilmesi için Billahi anlamındaki iman birinci şarttır. Nedir bu? Bu “Amentü Billahi”dir! Bu yüzden, İmanın Şartları diye bildiğimiz anlaşma şartlarının ilki budur; Amentü Billahi. “Amentü Billahi”siz olmaz, önce Amentü Billahi! “Amentü Allahi” değil Amentü Billahi! Bu organizasyonun Hakk yola, yani Rabbine yönelmesi Amentü Billahi ile başlar. Peki, bunu sağlayacak olan nedir? Bu organizasyonun Rabbine yönelmesini sağlayacak, ona “Amentü Billahi” dedirtecek şey ise Rabbinden doğrudan bir nur olan İman 60 YILMAZ DÜNDAR Nuru’dur. Yani bu organizasyonun içerisine İman Nuru dâhil olmalıdır. Bu organizasyonun içerisine İman Nuru dâhil olmadığı sürece bu organizasyonu nefsin şerri yönetir, daima! Ve bu yönetimden kurtulmak mümkün olmaz! Hatırlayacaksınız, ayetlerden anlatmıştık ki; bu organizasyonun içerisinde İman Nuru’nun tesiri kalbedir. Kalb dediğimiz vücudun kalbidir, ama asıl o kalbin irtibatta olduğu kalıp, Kulun Kalbı önemlidir. Kalp ve kalb! Demek ki, iman nurunun tesiri kalbe! Peki, kalbe, yani bu kalba, bu kalıba iman nuru tesir edince ne olur? Kalb, Hakk yolda tesbit edilmiş sözlere, bilgilere sahip olur. Kalbe tesbit edilmiş, kalp edilmiş Hakk yolda sözlere; Hakk yolda bilgilere sahip olur. “Hakk yolda tesbit edilmiş bilgilere sahip olur” şu demektir: Kalb, Hakk yolda amel için “emir bilgi”lere sahip olur. Yani ancak o zaman kalp “Hakk yolda amel için” emir bilgilere sahip olur! Amel için emir bilgi, “âminû” ve “amilüs salihati” halini sağlar. Ayetlerde daima “kurtulmuş kişilerin özellikleri” olarak belirtilen “âminû” ve “amilüs salihati” hali ancak; iman nurunun kalbe tesir etmesi, o kalbin Hakk Bilgi’yi tesbitlemesi ve o bilgilerin amele dönecek hale gelmesiyle, yani amel için emir verecek bilgi haline gelmesiyle mümkündür. Bakın şimdi şu hadisi hayatımız için daha anlamlı bulacağız. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “bildiği ile amel eden kimseye Allah bilmediğini öğretir”. Bu hadisten çıkan bir anlam da; bildiklerinizle amel 61 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 ederseniz kazanacaksınız demektir. Kazanılacak olan nedir peki? Allah’ın size sunacağı yeni bilgiler! Bu yüzden, yeni bilgileri kazanmanın yolu, bildiğinle amel etmektir, bildiğini amele çevirmektir! Çünkü seni ilerletecek olan şey ameldir! Öğrenmiş olduk ki; kalbi tesirinde tutan İman Nuru! Bu nurun nasıl bir açılım yaptığını da birkaç cümleyle belirttik. Gelelim sadra, sadrı tesirinde tutan nedir? Sadrı tesirinde tutan ise İslam Nuru’dur. Sadr İslam nurunun tesiri altındadır ve İslam Nuru, bu mücadelede sadrın başarısını yükseltir. Sadrın Hakk yolda başarılı olmasını, Hakk yolda ilerlemesini İslam Nuru sağlar. Kalb amel edebileceği bilgileri iman nuruyla kalbe kalbeder. Bu kalbediş, bu tespit edişten sonra kalb beyne bu doğrultuda emir verip beyin bunu amele çevirdiğinde sadr İslam Nuru etkisine girer. Ve İslam Nuru sadrı Hakk yola ulaşması için yükseltir... Sonra devreye fuadın daha aktif çalışması girer. Fuadın daha aktif çalışması şudur ki; gelinen bu hal, fuada “sıran geldi, haydi daha aktif çalış” der. Aslında organizasyon üyelerinin hepsi sürekli faaliyettedir ama sakladıkları esas bilgiler, onların aktif olmalarını gerektirecek durumu bekliyordur. O bilgiler aktif olmalarını gerektirecek sinyali bekler! İşte, kalb ve sadrın anlattığımız çalışmalarıyla fuad motive edilmiş olur. Böylece, fuadı tesirinde tutan Marifet Nuru fuada tesirini artırır. Demek ki; kalbe tesir eden İman Nuru, sadra tesir eden İslam Nuru ve fuada tesir eden ise 62 YILMAZ DÜNDAR Marifet Nuru! Demek ki; analiz sentez yapan ve kalbin görmesini sağlayan, yani kalbin göreni olan fuada tesir eden Marifet Nuru’dur. Bu noktaya gelince marifet nuru fuada etkisini artırır. Fuad, analiz ve sentezlerinde marifet nurunun sağladığı açılımlarla kafa gözüne; “aslında gören sen değilsin, gören beyin! Sen nasıl görmek için beyinden yararlanıyorsun, şimdi de gel kalbden yararlan” der, ona yol açar! Daha önce kalb kördü, bu yüzden kafa gözü görmek için kalpten yararlanamazdı! Ama fuad; marifet nurunun tesiriyle çalışmaya başlayıp da beyne ve göze; “görmek için artık kalpten de yararlanabilirsin” sinyallerini sağladığında, işte o zaman kalp âmâ olmaktan kurtulur. Ve aslında “Basiret” dediğimiz bu görme, kalpte fuad sayesinde böylece başlamış olur. Daha sonra, kişi bildikleriyle amelde ısrar ve sabra devam ederse (ki etmelidir ve eder de!) işte o zaman Allah ona bilmediklerini öğretir! Zaten saydığımız bu olaylar, kişi bu tabiatta olduğu için cereyan ediyordur. Yolun herhangi bir yerinde işi bırakıp; “tüh ya, biz fuadla boşuna çalıştık” diyecek bir yapıda değildir, zaten bu tabiatta olduğu için bu akışla gider. Biz sadece bir prosedürü anlatma sadedinde; kişi bildiğiyle amelde ısrar ve sabra devam ederse, Allah ona bilmediklerini öğretir diyoruz. Bu ikisi önemlidir; ısrar ve sabr. Israr ve sabr… Israr bildiğinle amel etmek, amel etmeye devam etmektir! Peki, sabr? Bir kere katlanmak demek değil. Sabr; Allah’ın hükmünü beklemek 63 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 demektir. Biz normal yaşantı içerisinde sabr kelimesini kullanırken, bir şeylere dayanmak, katlanmak, birilerinin yükünü çekmek gibi kullanırız, Muhammedî sabr öyle değildir! Kur’ana göre sabr; Allah’ın hükmünü beklemek demektir, Allah’ın hükmünü beklerken geçen süreye sabr denir. Başlarken dedik ki; İman Nuru kalbi tesiri altına alır, sadr ise İslam Nuru’yla başarı elde etmeye çalışır. Yani kalbe bilgi gelir, tesbitlenir ve amel üretilir; yani bilgiler amele dönüşür. Neden? Çünkü bu mekanizma çalışıyor; kişi bildiğiyle amel ediyor, bildiğiyle amel ettiği için Allah bilmediklerini ona öğretiyor. Bakın, fuad sayesinde görmeye başladı, artık müşahede noktasına geldi. Dolayısıyla onun bildiği; artık sadece duyduğu değil, gördüğü olmaya başlar! Şimdi de bu noktadaki bildikleriyle amel etmeye başlar. Prensip yine aynı; bildiğiyle amel! İşte böyle yapmakla, yani bildiğiyle amelde ısrar ve sabra devam etmekle o Lüb’ü motive etmiş olur. “Lüb” zaten faaliyette, ama esas işine, etkisini yüksek düzeyde göstermeye sıra gelmiştir! Bu işte hedefi “12”den vuracak olan Lüb’tür, işte şimdi onun sırası gelmiştir. Bu nedenle Lüb daha aktif çalışmaya başlar. Peki, Lüb’e tesir eden nedir? Lüb’ü tesirinde tutan Tevhid Nuru’dur. Kul bu hale gelince, Tevhid Nuru Lüb’ü motive eder ve Lübün fuada, kalbe, sadra tesiriyle öyle olur ki; bu durumda Tevhid Nuru sadrın tamamını kaplar. Bu hal Tevhid Nuru’nun özelliğidir! 64 YILMAZ DÜNDAR Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “el kanattır, iki ayak postacıdır, iki göz yardımcıdır, kulaklar toplayıcıdır, ciğer rahmettir, dalak gülüştür, akciğer nefestir, kalb ise hükümdardır. Hükümdar iyi olursa askerler iyi olur, hükümdar bozuk olursa askerler de bozuk olur”. Kalbin bozuk olması, hükümdar olan kalbin bozuk olması ne demektir? Kalbin bozuk olması; Yaradan’ından gafil olması, O’na karşı âmâ ve cahil olması demektir. Kalb; Yaradan’ından gafil, Allah’a karşı âmâ ve bilgi olarak da cahilse bozuktur; hükümdar bozuk demektir. Bu durumda şu hadis bize neyi anlatıyor; “dili bilgili, kalbi cahil münafıktan Allah’a sığınırız!”. Aslolan iman nuru olduğu için, kalbteki iman nurunun kuvvetli olması ve devamlılığı diğer nurların tetikleyicisidir. İslam nuru, iman nuru, marifet nuru ve tevhid nuru diye farklı nurlardan bahsediyoruz gibi olsak da, aslında tek bir nur vardır; bu da kalbteki iman nurudur! İman Nuru fuadda çalışırken; oluşan işlevden ve bu nurun tesiriyle çıkan oradaki bilgilerden dolayı nurun ismi ve özelliği değişiyor, Marifet Nuru oluyor. Yine aynı nur Lüb’de çalıştığı zaman; Lüb ortamında, Lüb hakikatinde o nur değişir, Tevhid Nuru olur. Ama hepsi aslında tek nurdur ve esas nur, kalbe ilk gelen nur İman Nuru’dur. Konuları ele alırken neden aralara hadisleri koyuyoruz? Öyle yapıyoruz, çünkü konularla ilgili hadisleri böyle ilişkilendirdiğimizde, daha önce duyduğumuz hadisler olmasına rağmen, onlar hayatımız için çok anlamlı hale gelmeye 65 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 başlayacak, göreceğiz. Bakın bir hadisi şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah’ın nuru ile nazar eder”. Bahsettik ya nurdan, işte o nur Allah’ın nuru! Ancak bu hadiste dikkatimizi çeken bir başka ifade daha var; “müminin ferasetinden sakınınız!”. Dikkat edin lütfen; müslümanın ferasetinden sakınınız değil! Yine akıllının ya da bilgilinin ferasetinden sakınınız da dememiş. Mümin! Kul’u tamamen bu özelliğiyle tarif ediyor! Müminin ferasetinden yani kalbinde iman nuru çalışanın ferasetinden sakının, yani onun kalbindeki iman nurundan sakının! Onu hafife almayın! Çünkü o nur, onun beşeriyetinde bulunan bir şey değil! Allah onun sadrını İslam’a genişletmek istediği için, o nur oraya onun beşeriyeti dışında, Rabbinden doğrudan bir nur olarak geldi; Sebe Sûresi 50. Ayeti hatırlayınız; “eğer doğru yolu bulursam bu Rabbimin bana vahyettiği şey iledir”. İşte bu yüzden o ona doğrudan bir nurdur! İşte “o nur”dan sakının! O nuru taşıyan kişiye mümin denir! Mümin iman nuru taşıyan kişidir. Öyleyse o nuru taşıyandan sakının; çünkü o, Allah’ın nuru ile nazar eder! Evet, esas itibarıyla aynı olan, ama sebep oldukları idrak seviyeleri itibarıyla farklı isimlerle anılan İslam Nuru, İman Nuru, Marifet Nuru ve Tevhid Nuru tesirlerini nasıl gösterir? Dikkat edin lütfen, bu çok önemli! İnsan bu noktaları iyi yakalar, hayatında da onları iyi analiz ederse kendisini Hakk yolda çok güzel yönetebilir. İşte 66 YILMAZ DÜNDAR bu nurların tesirleri; yani İslam Nuru’nun sadr’a tesiri, İman Nuru’nun kalb’e tesiri, Marifet Nuru’nun fuad’a tesiri, Tevhid Nuru’nun lüb’e tesiri tek bir şey üzerine bina edilmiştir; korku ve ümit, havf ve reca! Havf ve recayı çok duyarsınız; korku ve ümit diye. İşte korku ve ümit birlikte, hayatınızda ikisi birlikte olsun. Bakış açılarınızda, fikir, düşünce ve hayallerinizde, hayatınızda ve nihayet her şeyinizde korku ve ümit eşit olsun! Kur’an ve hadislerdeki ismiyle havf ve reca eşit olsun! Sadr, kalb, fuad ve lüb’ün her birinin kendisine ait korku ve ümitleri vardır. Onların hedeflerine ve kulu getirecekleri idraklere uygun farklı korku ve ümitler oluşur. Çünkü hedef sadrda başkadır, kalbde başkadır, fuadda başkadır, lübde başkadır. Dolayısıyla ulaşıldığı zaman, o hedeflere ulaşılınca onların kulda oluşan idrakleri de farklıdır. İşte o idraklar için nasıl bir korku ve ümit lazımsa ona o yaşatılır! Evet, bu nurların çalışma mekanizması, temel tesir tarzı korku ve ümit üzerinedir, ama bu korku ve ümitler hedeflerine göre değişir, yani korkulan ve ümit edilen şeyler değişir! Şimdi Nur Sûresi 35. Ayetle konuyu biraz değiştirip tekrar nurlar ve onlara ait korku ve ümitleri açıklamaya devam edeceğiz. Nur Sûresi 35, daha önce çok duyduğunuz bir ayet, ama şimdi tam onun yeri geldi. Öyle bir noktada olduğumuz için bu ayeti vereceğiz, ayete yalnızca değinip geçeceğiz. Ancak daha sonra siz, konumuzla çok ilgili olduğu için ayetin 67 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 tefsirini İmamı Gazâli Hazretleri’nin Mişkât’ül Envâr; Nurlar Feneri adlı kitabından okuyabilirsiniz, öneririm. İnce, bir solukta okuyacağınız bir kitaptır. Bir solukta okuyup bitireceğiniz, ama “o solukları” bir ömür devam ettireceğiniz bir eserdir. Anlamak için yeniden başvuracağınız ve hep bir solukta okuyacağınız bir kitaptır. Konumuz çok genişlemesin diye biz ayetin mealini vereceğiz, siz lütfen ayetle ilgili açılımları, manaları İmamı Gazâli Hazretleri’nin Nurlar Feneri kitabından okuyunuz inşaAllah. Nur Sûresi 35: “Allah Semaların ve Arz’ın nurudur. O’nun Nuru’nun meseli temsili, örneği içinde lamba-çırağ bulunan bir kandillik gibidir”. Bu ayet tamamen misaller üzerine kurulmuş bir anlatımdır, İmamı Gazâli Hazretleri bu misalleri kitabında hakikatlerin ışığı altında açıyor! “O’nun Nuru’nun bir örneğini vermek gerekirse” bakışıyla bu ayet bize ne diyor: “Allah, Semaların ve Arz’ın nurudur. Onun nurunun meseli içinde lamba-çırağ bulunan bir kandillik gibidir. O lamba çırağ da bir “cam-sırça” içindedir”. Bazı meallerde bu “cam-sırça”yı “kalb” olarak paranteze almışlar, onun kalbi anlattığını düşünüp yorumlamışlar! Detaylarına bakacaksınız. “O sırça-cam sanki inciden bir kevkeb gezegen, yıldız gibidir ki, şarkî ve garbî olmayan bir ağaçtan, yani zeytinden yakılıp tutuşturulur. Onun yağı neredeyse kendisine bir nar dokunmasa da ziya verir. Nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseyi kendi nuruna hidayet 68 YILMAZ DÜNDAR eder. Allah insanlar için misaller veriyor. Allah herşeyi Aliym’dir”. Siz ayetle ilgili detaylı bilgiye, konusu yalnızca bu ayet olan Mişkat’ül Envar’dan bakın inşaAllah. Burada “zeytin” de önemli. Tîn Sûresi’nden biliyorsunuz, zeytin yemin edilen bir bitki, zeytine yemin var! Bu ayeti, bahsettiğimiz nurun bize ayetle bildirildiğini ve önemini vurgulamak için verdik. Konumuza dönelim, anlatımımızı sadr içerisinde, işi sadrla sınırlı tutarak sürdürüyoruz. İnsan hayata başlarken kendisini içinde bulduğu halde, yani kendini tanımaya başlarken kendini bulduğu halde onun sadrına Esfele Safiliyn yapı hükmeder. Kendisini öyle bulur, bu halde bulur! Bu yapıyı nasıl benimsediğini ve ona nasıl sahip çıktığını tanrı ilmi notlarında geniş, uzun anlattık. Ama bilmeliyiz ki, o kendisini Esfele Safiliyn yapıda bulur, yani onun sadrına nefsin şerri hâkimdir. İşte sadra nefsin şerrinin hâkim olduğu bu durumdan, sadrı bu hâkimiyetten kurtaracak olan şey İslam Nuru’dur. Peki, İslam nurunun çalışma sistemi nedir? Havf ve reca; korku ve ümittir! Ne yapar? İslam Nuru burada son nefes korkusu verir. Eğer; bir kişide henüz bu korku bile başlamamışsa, onda daha sadr mücadelesi bile başlamamış demektir! Ki bu daha ilk aşama! Yani, kalbde iman nuru çalıştı, kalb Hakk yolda ilk bilgileri tesbitledi ve onları amele çevirdi. İşte o zaman beyin telaşlanır, son nefesin önemini anlar ve kişiye “son nefesimde 69 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 ben ne yapacağım, ya müslüman ölmezsem?” korkusu verir. Bir yandan “son nefeste müslüman ölmezsem” korkusunu verir, ama bir yandan da “şu kurallara uyarsam kurtulurum” ümidini verir. İslam Nuru seni İslami kurallara dayalı çalışmaya sürükler. Sen sadrı kurtarmak için önce İslam’ın yasaklarından kaçmaya ve “yap” dediklerini yapmaya başlarsın. Bu senin ilk işin, başlangıcındır. Peki, sonra bırakacak mısın? Hayır! Bu bırakmak için değil, başlayabilmek için! İlk böyle başlarsın! Sadrın bu çalışmasının başarıya ulaşabilmesi için burada korku ve ümit çizgisi şudur: Acaba ben müslüman mı öleceğim? Hafizenallah, Allah muhafaza etsin, ya müslüman ölmezsem korkusu ve yapması gereken işlere sarılırsa korktuğundan kurtulma ümidi! İslam Nuru sadrı bu korku ve ümit çizgisinde çalıştırarak bu yolda başarıya ulaştırır inşaAllah. İslam Nuru’nun sadrdaki başarısı nasıl anlaşılır? “A” Takdim Formu “BEN”in fonksiyonsuzlaştırılmış olmasıyla anlaşılır! “A” Takdim Formu “BEN” kişinin hayata başlarken sadrını içinde bulduğu haldir. İslam Nuru havf ve reca sistemi ile sadrı İslam’ın yasaklarından kaçındırıp, emir, tavsiye ve öğütlerine uydurtup da “A” Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuz yapıncaya kadar işlevine devam eder. Sonra durur mu? Hayır, onu burada sabit tutmak da onun işidir, yani A” Takdim Formu “BEN” fonksiyonsuz olduktan sonra onu orada sabit tutar. 70 YILMAZ DÜNDAR Peki, kalbdeki İman Nuru nasıl çalışır? O da korku ve ümit ile çalışır ama korktuğu ve ümit ettiği şeyler hedefine göre değişiyor. Bakın, sadrda mesele günah-sevab meselesiydi, zahiri günah sevab meselesiydi. Önce onun bitmesi lazım! Çünkü o bitmeden veli çalışmaları yapılmaz! Aksi halde kişi veli çalışmalarını boşa yapar! Yani, ehliyetinizin diplomanızın olmadığı herhangi bir meslekte uğraşıp duruyorsunuz! Boşunadır o, yasal değildir! Bu yüzden önce sadrı kurtaracaksın, önce sadr bu esaretten kurtulacak. Nasıl? “A” Takdim Formu “BEN” fonksiyonsuzlaştırılarak. Sadr mücadelesi devam ederken kalb, fuad ve lüb durmuyor, aynı anda onlar da çalışıyorlar. Kalb ne yapıyor, iman nuru kalbde çalışırken nasıl bir korku ve ümit oluşturuyor? Kalb iman nurunun tesirinde Allah’ın razı olmadığı, hoşnut olmadığı davranışlardan korkar. Bakın, korkunun şekli değişti! “A” Takdim Formu “BEN”i tam fonksiyonsuzlaşmasa da kişi sadrı rahatlattığı ve nisbeten hâkimiyeti altına aldığı zaman artık korktuğu şeyler değişir, düşünceleri değişir; hevesleri, idealleri, duaları değişmeye başlar. Kalb iman nurunun tesiriyle Allah’ın razı olmadığı davranışlardan korkunca, bu korkuyla ne yapar? Allahım, razı olmadığın, hoşnut olmadığın hallerden beni koruyuver, kurtarıver, bana senin razı olduğun halleri lutfediver ya Rabbî der. “Ya Rabbî, Allahümme ente Rabbî, medet Ya Rabbî” diye seslenir, yakarır… Kalbde İman Nuru bu korku ve ümitle çalışır. 71 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Sadrın fikir vereni nefsin şerriydi, ona fikir veren esfele safiliyndi. Kalbin esas fikir vereni esfele safiliyn değildir. Esfele safiliyn kalbe giremez, ancak onu esir alabilir. Şöyle düşünün: Çok önemli birini esir alabilirsiniz, parmaklıklar arasına koyabilirsiniz, ama onun beynine, düşüncelerine giremezsiniz. İşte bu yüzden, tanrısal âlemde de “düşünce suçları” diye itiraz edilen şeyler vardır. İnsanı demir parmaklıklar arkasına koyabilirsin, ama beynini? Bunun misalidir ki, esfele safiliyn kalbi esir alabilir ama onun içine giremez! Nefsin şerrinin kalbi esir etmesine Nankörün Esareti demiştik. Nefsin şerri kalbi esir alınca emirler sanki kalpten geliyormuş gibi beyne emir verir. Bu durumda beyne amel etme emrini esfele safiliyn verir, ama sanki emirler kalpten geliyormuş gibi verir. Amacımız kalbi düştüğü bu esaretten kurtarmak! Sadra fikir verenin nefsin şerri olduğunu, ama onun kalbe giremediğini gördük. Peki, kalbe fikri ne veriyor? Kalbte ilham veren, fikir veren Ahseni Takviym yapıdır, Ahseni Takviym Kalb’dır. O fikirlerin bilgilere dönüşmesini teşvik edecek, sağlayacak olan da iman nurudur, o fikirlere sahip çıkmayı sağlayacak olan bu iman nurudur. Kalbte iman nurunun kullandığı korku; “Allah’ın razı olmadığı şeyler”den korkmaktır! Onların neler olduğu bir yerde yazmaz. Bunları, yazılı olanların dışında, kendin bulursun. Bir sürü şey bulursun; şu halimden Allah razı olmadı diye kanaatler çıkarırsın. Bunlar bir yerlerde yazılı değildir, ancak sen bulursun onları! İşte 72 YILMAZ DÜNDAR kalb sana o korkuyu ilham eder, sana onu verir. Sonra da ondan nasıl kurtulacağının duasını ve ümidini verir. Ne zamana kadar bunu yapar? Sen teslimiyeti yaşayıp ıhbat edene kadar! Sen teslimiyeti yaşarsın, ıhbat edenlerden olursun; yani teslimiyetle boyun eğersin, böylece iman nuru seni orada sabitler. Bunu ayetlerde göreceğiz… “Fuadda ise Marifet Nuru çalışır” demiştik. Marifet nurunun korku ve ümit çizgisi nedir, yani o çalışırken neyle korkutur ve neyin ümidini verir? Kaderden korkutur kader ümidi verir! Kaderden korkutur kadere sığındırtır, kaderden korkutur kadere sığındırtır… Yani “euzü bike minke” yaptırtır. Böylece fuadının geldiği bu noktada sen; aslında herşeyin kaderi anlamak, kaderi kavramak, kaderi yaşamakla olacağını anlarsın. Bu seni oraya, o noktaya getirir. Fuada ilham veren, onun ilham vereni nedir? Fuada bu yolda ilham veren nefs-i levvamedir! Fuada ilham veren Tanrı İlmi notlarımızda uzunca ve detaylarıyla tarif ettiğimiz nefs-i levvamedir, Allah’ın “üstüne yemin ederim” dediği nefs-i levvamedir. Önemli bir noktadır ki; Kul burada artık bilgileri müşahedesinden almaya başlar. Peki, marifet nurunun fuaddaki bu çalışmasının amacı nedir, Kul’u nereye götürmektir? Hedef, Kul’un razı olmasıdır, Kul razı olana kadar bu işi yapar. Kul razı olana kadar! Biz diğer nurları anlatırken, onlar çalışırken Lüb de çalışıyordu. Fakat bu noktadan sonra Lüb 73 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 bir başka çalışır tabi! Lüb’ü tesirinde tutan Tevhid Nuru’dur” dedik. Peki, bu nurun verdiği korku ve ümit nedir? Bu, Rablığı müşahedede oluşan korkudur; Allahuekber Korkusu’dur. Onun korkusunun adı Allahuekberdir, herhangi bir iş değil. Bu onun Rabbı müşahededeki korkusu ve titremesidir! Ve ümidi de yalnızca Rabbi’ndendir. Artık korku da, ümit de hep Rabbi’yle ilgilidir. Daha doğrusu, fuad burada öyle bir görme yapar ki; fuad Rabbi’nden Rabbi’ni seyreder. Ve o, ayetlerde bahsedilen hali yaşar; “ancak Allah’tan korkarız ve ancak Allah’tan ümit ederiz”. Biz bunun bir benzerini bu hale gelebilmek için söyleriz, burayı arzu ettiğimiz bir dua olarak söyleriz; iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn. İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn derken arzumuz burasıdır! İman nurunun sadr, kalb, fuad, lüb organizasyondaki hâkimiyetini, önemini ve onun “doğrudan Rabbinden bir nur, bir lütuf” olduğunu vurguladık. Bu bakışla, inanan için, talib için iman çok önemli bir yerdedir. Bu imanın konumuzla ilgili çok önemli bir inceliğini ele alalım. Normal yaşantımızda imanla ilgili bir yanlış yapmamak ve imanı uygulanabilir, kullanılabilir, yükseltilebilir hale getirebilmek için, onun geri dönüşümsüz olması için iman inceliklerini bilmek gerekir. İmanın önemli bir inceliği şudur: Biliyoruz ki, kişi kendini esfele safiliyn yapıda, vehmin zulmetinde buluyor. Esfele safiliyn yapı senin imana yöneldiğini fark ettiğinde sadr hakimiyetini kaybetmemek için sana imanla ilgili bir 74 YILMAZ DÜNDAR oyun oynar. Bu tamamen akla, beyne, mantığa uygun bir oyundur. Aslında iman akıl işi değildir ama o, senin imana akılla bakmanı sağlamaya çalışır ve buna göre bir oyun oynar. Der ki; önce gör, sonra inan! Önce incele, gör, iste sonra inan! Esfele Safiliyn yapı seni “ikandan imana” götürmek ister. Söylediğimizin anlaşılabilmesi için basit bir örnek verelim. Daha önce verdiğimiz bir örnek, yeri geldiği için yine kullanalım. Diyoruz ki, dinimizde domuz eti haramdır. Şimdi esfele safiliynin oyununa bakın. Kişi de şöyle der: “Tamam, söylediklerini kabul ettik, ama niye haram olsun? Ne olacak, o da bir besin, o da şöyle, o da böyle… Bana bir izah et, beni ikna et de, ben de haram olduğuna inanıp yemeyeyim.” Yani ona iman etmek için ikna olmak istiyor! İman için “ikna” olur mu? Ama buna rağmen oturup kişiye, domuz etiyle ilgili sakıncaları sayalım; bilimsel olarak kanıtlanmış, literatürlere girmiş yaklaşık yirmi maddelik bir sakınca listesi var, onları anlatalım. Onlarla izah ettik diyelim ve o da bilimsel bir gözle baktı ve “ha, gerçekten çok sakıncalıymış, ben artık domuz eti yemeyeyim” dedi. Çünkü anlatım tarzımız onun yöntemi! Ona bunu dünya yöntemiyle anlattık. O da dünya gözüyle baktı ve sakıncalı bulup yememeye karar verdi. Bunun İslamiyet’le bir ilgisi yok! Domuz eti yemeyerek sağlık açısından kazanır, ama sevab kazanamaz! Ben ona zararlarını anlattıktan sonra “ha öyle mi, öyleyse ben de domuz etinden uzak durayım” dedi. Bakın, Allah yasakladığı için 75 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 değil de ona zararlarını gösterdiğimiz için uzak duruyor! Oysa Allah bir şeye “yasak” demişse mutlaka zararlı mıdır diye incelenmez ki. Faydalı bir şey de olabilir, “yemeyin” dediyse yemeyeceksin! “Efendim, yasaklanmış ama şu kadarı faydalıymış, şu kadar gram alınırsa damarı şöyle yaparmış…” Böyle saçma şeylerle iman olmaz! Bunlar Esfele Safiliyn yapının oyunları! “İnanıyorum” demekle olmadığını size ayetlerle anlatacağım. Zaten imanla ilgili vurgulamayı onun için yaptık. Sadrda bunların başlayabilmesi için kalbdeki imanın doğru olması şart! Amentü Billahi’nin çalışması şart! Ama sen şartlı yaklaşıyorsun. Hayır! İmanın çalışması şart! Senin imana yaklaşman için söylediğin şartlar geçerli değil! Bir başka örnek: Sigara içen birine “bunu içme, sakıncalıdır, mekruhtur, hatta bazı konulara göre haramdır” dedik. Ama dinlemez! Sonra öyle bir noktaya gelir ki, doktor ona sigarayı yasaklar. Sana da gelir ben artık sigara içmiyorum der. Sigaranın mekruh ve haramlığını çok anlattınız ya, zannedersiniz ki anlattıklarınız tesir etti de bıraktı. “Hayr olur inşaAllah ne oldu?” dersin. Doktorlar, “sigara içmeye devam edersen yaşayamayacaksın dedi”, cevap bu! Sen onu Allah yasakladı diye bırakmadın ki, doktor yasakladı diye bıraktın. İmanı iyi incelemek lazım! Allah indinde doğru olanı bulmak, kazanmak için “iman ettik” dediğin şeyi iyi incelemek lazım. Dikkat edin; esfele safiliyn yapı “gör de inan, ikandan sonra inan” der. Değil, böyle değil! Esfele safiliyn yapı76 YILMAZ DÜNDAR nın sana sağladığı ikan zulmanidir. Oysa makbul olan sistemde “ikan imandan sonra”dır. İkan, iman etmek için değildir! İmandan sonradır ve imanı daha kavi yapmak içindir. Ve imandan sonra gelen ikan lütuftur, Rahmani’dir. İmandan önce istediğiniz ikanlar ise, görseniz yakalasanız bile zulmanidir ve sizi imana değil zulmani “BEN”liğinize götürür, “ben gördüm, ben bildim” olursunuz! Şimdi esfele safiliyn yapının, vehmin zulmetinin argümanlarını ve iman ehlinin bunlara bakışını ayetlerle ele alacağız ki ayetleri anlayalım, konuyu ayetlerle anlayalım. Hicr Sûresi 6: “Dediler ki; ey kendisine Zikr indirilen kişi, muhakkak ki sen mecnunsun”. Demiştik ya; alay edecekler diye! İşte esfele safiliyn yapı kabul etmeyecek! Hicr Sûresi 7: “Eğer doğru söyleyenlerden isen, bize melaike getirmeli değil misin?” Bakın bir güç istiyorlar. İman etmek için; hayret edeceği, korkacağı, insanüstü bir şey, bir güç istiyor. Esfele safilin yapı için; kudret istemek, güç istemek, onları beklemek ve ummak çok önemlidir. Dikkat edin; kim bunun aşkına düşerse, geldiğinde Deccal’le karşılaşırsa onun ümmeti olur, kesin! Çünkü tüm aradıklarını, kudretle ilgili herşeyi onda bulur. Eğer Deccal’le karşılaşmazsa, günümüzde Deccaliyet’in kurbanı olur, bu da kesin! Tanrı İlmi notlarının zikrullahtan bahsettiğimiz kısımlarında, hep talip kardeşlerimizi uyarmaya çalıştık; sakın zikrullahı kudret istemek için yapmayınız, tesir eder de o yanla77 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 rınız kuvvetlenir, zikrullahla esfele safiliyn yapıyı kuvvetlendirirsiniz dedik. Oysa zikrullah; ancak, Allah’ı anlamak, şirkten korunup kurtulmak, dünyanın cazibesinden kurtulmak, sizin güç zannettiğiniz ama sizi bu dünyaya bağlayan şeylerden kurtulmak için yapılır. Eğer siz dünyayla ilgili olaylar için, oralardaki bir şeyler için zikrullah yapıyorsanız mekanizmayı ters çalıştırıyorsunuz demektir. Bakın esfele safiliynin damarı o! Bu duygular; “eğer doğru söyleyenlerden isen, bize melaike getirmeli değil misin?” diyenlerin, bir şekilde güç isteyenlerin bugünkü genetik devamı! Hicr Sûresi 8. Ayet bunlara cevap veriyor: “Biz melaikeyi ancak Bil-Hakk indiririz. O vakit de onlara zaten mühlet verilmez”. Melaike indi mi felaket var demektir, en azından ölecek demektir. Kişi ölecek! Melaike ya onun için ya da bir felaket için iner! Buyruluyor ki; “melaikeyi indirirsek, artık zaten mühlet verilmez, vakit tamam demektir”. Yunus Sûresi 2: “İnsanlar için şaşılacak bir şey mi oldu; “insanları uyar ve iman edenlere de kendileri için Rableri katında Kadem-i Sıdk Sıddıklık Mertebesi olduğunu müjdele” diye içlerinden bir Racül’e vahyetmemiz? Kâfirler; “muhakkak ki bu adam apaçık bir büyücüdür” dedi”. Bu ayette Allah “içinizden birisine de vahyettik, böyle bir mertebe var, Sıddıklık Mertebesi var” buyuruyor ve inanmayanlar yine; “böyle şey olmaz, bu kişi büyücüdür” diye itiraz ediyorlar. 78 YILMAZ DÜNDAR Kadem-i Sıdk Sıddıklık Mertebesi hususunda Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in hadisi: Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: “Şayet bu Ebu Bekr’in imanı bir kefeye, sair insanların imanı da diğer kefeye konulsa, Ebu Bekr’in imanı ağır basar. Ve Ebu Bekr salât ve oruç çokluğu ile size üstün olmadı. Fakat onun sadrında bir şey vaki oldu”. Yunus Sûresi 2. Ayette Kadem-i Sıdk ile Sıddıklık Mertebesi ile müjdelenen Hazreti Ebu Bekr Essıddıyk radıyallahu anh Efendimiz’in hadisle de bir açıklanışını görüyoruz. Böyle bir iman! Böyle bir imanla yaklaşmak ve yaşamak! Sair insanların imanlarından ağır gelecek bir iman! Fuad analiz yapmaya yetişemiyor! Yunus Sûresi 97: “Onlara tüm ayetler gelse bile iman etmezler, elim azabı görünceye kadar”. Yunus Sûresi 101: “De ki; Semavatta ve Arz’da ne oluyor bir bakın! O ayetler ve uyarmalar iman etmeyen kavme fayda vermez”. Hud Sûresi 12: “Rasulüm belki de sen, “O’na bir hazine inzal edilseydi yahut beraberinde bir melek gelseydi ya” demelerinden ötürü, sana vahyolunanın bazısını terk edecek ve sadrın ona daralacak mı? Sen ancak bir uyarıcısın. Allah herşeye Vekiyl’dir”. Bu ayetin tefsir ve açıklamasında o dönemle ilgili olayları görürsünüz. Efendimizin yanında bir güç, bir kuvvet, bir hazine, bağlar bahçeler, onu besleyen özel gıdalar olmadığı için, özel hizmet edenleri olmadığı için, gelen vahyin bir kısmını “söylesem mi?” te79 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 reddütleriyle ilgili gelen bir uyarı; “sen ancak bir uyarıcısın, onların o sözlerine bakma!”. Hud Sûresi 13: “Yoksa “O’nu uydurdu” mu diyorlar. De ki: “Haydi siz de onun misli on sure getirin. Allah’tan gayrı gücünüzün yettiği kim varsa çağırın. Eğer sözünüzde sadıklar iseniz”. Efendimizin döneminde de, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem tebliğini, açıklamalarını yaparken, inanmayanların önemli bir özelliği; kudret istemek, kudret beklemek! Açıklanan Tevhid, Tevhidî Bilgi onları tatmin etmiyor, kudret istiyorlar! O safta olmamak lazım! “İnanıyorum ama” diyerek bile o safta olmamak lazım! Çünkü onların safı, onların geni günümüzde de var, sakın “onlar geçmiş gitmiş, bu olaylar olmuş bitmiş” demeyin. Aynı izler şimdi de mevcut olduğu için o izleri yakalayıp, o grupta olmamak, o gruba girmemek için gayret etmek gerekiyor. İnşirah Sûresi’ni geniş olarak ele alıyoruz ya, ilerleyen kısımlarda “onlar öyle söylüyor diye sadrın daralıyor” mealindeki ayetleri ve ayetlerde geçen “sadr daralmasını” göreceğiz. O ayetler geldiği dönemde, henüz Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin batıla karşı, küfre karşı sadrı daralmaktadır. Duyduğu zaman, gördüğü zaman küfre karşı göğsü daralıyor! Efendimizde İnşirah edilen, açılan hal bununla ilgilidir, onu ileride göreceğiz inşaAllah. Tabi, enteresan şey şudur ki; Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem açıklama yaptığı dönemde ona itiraz edenler bir şeylere inanıyorlar, yani putları ve taptıkları şeyler var. Bu insanlar, Efen80 YILMAZ DÜNDAR dimiz sallallahu aleyhi vesellemin açıkladığıyla ilgili olarak yaptıkları sorgulamayı kendi putlarına, kendi inandıklarına yapmıyorlar; onlardan herhangi bir kudret istemiyor, beklemiyorlar! Hatta putları kendileri yapıyorlar! Hazreti Ömer radıyallahu anh Efendimiz bir olayını anlatıyor, diyor ki; “eskiyi düşündüğüm zaman iki şey var. Birisini düşününce halime gülüyor, bir diğerini düşününce çok ağlıyorum, çok tövbe ediyorum. Hamurdan küçük kurabiyeler yapardık. Yola çıkınca tapar, acıkınca da onları yerdik; bu saçmalığımıza gülüyorum. Ama bir de kızım… O yavrumu gömerken, onun “baba, baba” diye yalvarışı çırpınışı gözümden gitmiyor. Ona da çok ağlıyorum” diyor. Bakın, hiç kendi taptıklarını sorgulamıyorlar! Ama Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gelip ondan kudret, melaike, hazine gibi şeyler istiyorlar. Bu da önemli bir çelişki! Müminun Sûresi 24. Ayet: “Onun Nuh’un kavminden kâfir olan mele’ ileri gelenleri dedi ki: “Bu sizin gibi bir beşerden başka değil. Size üstünlük murad ediyor. Eğer Allah dileseydi bir beşer irsal etmek yerine elbette melaike inzal ederdi. Biz ilk babalarımız içinde bu açıklananı işitmedik”. Furkan Sûresi 7: “Dediler ki: Bu nasıl Rasuldür ki, yemek yiyor ve çarşılarda gezip dolaşıyor. O’na bir melek inzal edilmeli, beraberinde bir neziyr uyarıcı olmalı değil miydi?” Furkan Sûresi 8: “Yahut ona bir hazine ilka olunmalı yahut ondan yiyeceği bir cennet 81 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 bahçesi olmalı değil miydi? Zalimler dediler ki; siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.” Furkan Sûresi 9: “Bak, senin için nasıl benzetmeler yaptılar da bu sebepten saptılar! Artık bir yol bulamazlar.” Buradaki “artık bir yol bulamazlar” şöyle: Artık seninle! Bu iş artık sensiz olmaz! Öyle bir saptılar ki, artık sensiz olmaz! Hiçbir şansları yok! Furkan Sûresi 21: “Bize lika’yı kavuşmayı ummayanlar dedi ki: “Bizim üzerimize melaike inzal edilmeli yahut Rabbimizi gözle görmeli değil miydik?” Andolsun ki kendi nefslerinde kibre kapıldılar ve büyük bir azgınlık ile kibirlenerek haddi aşıp itaatten çıktılar.” Bakara Sûresi 260. ayet konuyu bir noktaya, bir yere topluyor, onun için lütfen yine dikkat edelim: “Hani İbrahim de bir zaman; “Rabbim göster bana, ölüleri nasıl diriltirsin?” demişti. Rabbi dedi; “iman etmedin mi ki?” İbrahim dedi; “elbette iman ettim, ama kalbim mutmain olsun için!” Rabbi buyurdu; “o halde kuştan kuş cinsinden dört çeşit al, tut. Onları kendine çek, alıştır, zabt et. Sonra onlardan birer cüz alarak her bir dağın üzerine koy. Sonra onları çağır, sa’yederek koşarak sana gelirler. Bil ki Allah Aziyzül Hakiym’dir”. Bu ayette, Hazreti İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltildiğini görmek istiyor, Rabbinden istiyor. Rabbi iman ettiğini biliyor ama “iman etmedin mi?” diyor! Bu tür olaylar hep bizim anlamamız, bir mana, bir ders çıkarmamız, kendimizle ilgili 82 YILMAZ DÜNDAR bir yol çizmemiz için bize birer senaryo aslında! Bu tür örneklerin niye verildiğini ayetlerle göreceğiz, Kur’an bize söyleyecek. Evet, dikkat ederseniz Hazreti İbrahim “elbette iman ettim” dedikten sonra ikanı yaşıyor! “Hayır, göreyim de inanayım” demiyor, “bir göreyim sonra iman edeceğim” demiyor. Bilin ki “elbette iman ettim” dedikten sonra ikan gelir! İşte İbrahim aleyhisselam da ikanı yaşıyor. Ancak dikkat ederseniz; o ikan hali bile, yani bir ölüyü diriltmek bile Hazreti İbrahim aleyhisselamdan açığa çıkıyor. O işi o yapıyor! Rabbi, ölüyü Hazreti İbrahim aleyhisselama dirilttiriyor! “İmandan sonra ikan” olduğu için Hazreti İbrahim işi kimin yaptığını, kendisinden yapanı biliyor. Anlaşılıyor mu? Eğer ikandan sonra iman olursa dışarıda gördükleriniz gibi olur, kendilerini sihirbaz ilan edenlerinki gibi olur; “yarattım” der, “ben de yapıyorum” der! Firavun da Musa aleyhisselama; ben de öldürür diriltirim, ben de yaparım, benim de gücüm var dedi ya! Ama “imandan sonra ikan” çok başka bir şey! Hazreti İbrahim kendi sözüyle kuşları diriltiyor ama onu kendinde ve kendinden kimin yaptığını biliyor. Burada ayet bize bir başka şeyi daha öğretiyor; bilme ve görme farkı! “Bilmek” görmek gibi değildir, “görmek” de bilmek gibi değildir. Kalb bilir, fuad görür! Çok benzemese de şöyle bir örnek verelim ve konuyu biraz anlayınca örneği kaldıralım. Çünkü örnek, kalb fuad ilişkisine çok benzemeyecek, kalb fuad ilişkisi çok farklı 83 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 bir şey! Ben pencereden bakıyorum, dışarıyı görüyorum. İçeride de birisi var soruyor; Ahmed Bey geliyor mu? Baktım, Ahmed Bey geliyor, gördüm, içeriye söyledim. İçerideki olayı görmedi ama biliyor, oysa ben gördüm. Görmek farklı! Çünkü görmede, gördüğünle ilgili; onun gelişi, şekli gibi birçok şey var. O bunları görmedi, ama biliyor. Görme ve bilmenin farkı bunun gibidir. “Görme” fuadın işi! Fuad gördüğünü kalbe bildirir ve kalb de bilir; o bilgiyi kalb eder. Ama o bilgiyi görüp de kalbe bildiren fuaddır. O işlev onun, o marifet fuadın marifeti. Niye? Çünkü orada Marifet Nuru var! Dolayısıyla “bilmek ve görmek” böyle farklı olduğu gibi bunların yaşantıdaki açılımı da farklıdır. Hazreti İbrahim aleyhisselamın Şuara Sûresi 83. Ayetten öğrendiğimiz bir duası vardır. İşte Hazreti İbrahim aleyhisselam bunu fark ettiği için; “Rabbi hebliy hukmen ve elhıkniy bis salihıyn; Rabbim bana hüküm hediye et, lutfet, bahşet ve beni salihlerin zümresine katıver” diye dua ediyor. Şimdi burada geçen “hüküm”ün manasını anlamamızda fayda var, çünkü ileride “hüküm” geçecek. “Rabbi hebliy hukmen” diye hüküm istemek niçin? Taha Sûresi 114. Ayetten öğrendiğimiz bir dua vardı; Rabbi zidniy ilmen; Rabbim ilmimi artır. Burada bir başka dua öğrendik; Rabbi hebliy hükmen. Tanrılık iddiasında olanın çarpıcı üç temel özelliği vardır; hüküm sahibidir, güç sahibidir, mülk sahibidir. Buradaki bu hüküm tanrının “hüküm sahibiyim” 84 YILMAZ DÜNDAR demesi değil. Rabbi hebliy hukmen demek, “hikmeti kavrayan akıl” istemektir! Yani Allahım hükmünün hikmetini kavrayan akıl hediye et bana demektir. “Ben de hüküm vereyim, hükümdar olayım” demek değildir. Evet, şimdi baba İbrahim ve oğlu İsmail’den bahsedeceğiz; Hazreti İbrahim aleyhisselam ve Hazreti İsmail aleyhisselam’dan! Saffat Sûresi 103. ayet ve devamı o olayla ve anlamamız gereken konuyla ilgilidir: 103: “İkisi de teslim olup O’nu alnı şakağı üzerine yıkınca”, 104: “Biz O’na “Ya İbrahim” diye nida ettik”, 105: “Gerçekten rüyanı tasdik ettin. Doğrusu biz muhsinleri böyle cezalandırırız”. 106: “Muhakkak ki bu apaçık bir beladır; idrak ettirici bir tecrübedir”. 107: “O’na Sema’dan Zibh-i Aziym; büyük kurbanlık fidye; bedel verdik”. 108: “Ahıriyn içinde Onun üzerine ona alamet olan bir bakışla anış, yâd ediş bıraktık.” Ahıriyn; sonrakiler, Vahdet Ehli demektir. Örneğin zamanımızda bizler. 109: “Selâm olsun İbrahim’e.” Allah bir Kul’una, ayette ismini anarak; “Selâm olsun İbrahim’e” diyor! Hazreti İbrahim’e Allah’ın bu muhabbetini sağlayan şeyi anlatmaya çalıştık burada. Bakın, Kur’an bize imanı, ikanı şimdi de teslimiyeti anlatıyor. Öyle bir teslimiyet ki çok önemli! Şimdi burda, bir insanı Hakk yolda çok 85 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 hızlı ilerletebilecek bir noktayı, popüler tabirle “bir sırrı” konuşacağız. Sır nedir? Normal hayatta sır; insanların bilmediğini bilmektir. Birisi onu biliyor, siz de gider sorar onu öğrenirsiniz. Ama Dinimiz’de sır o değildir. “Şu sırdır” denirse onun manası şudur: Onun bilgisi sende var, sen onun üstünü sırlamış, örtmüşsün. Onu açarsan öğrenirsin! Bazı insanlar veya öğrendiğiniz bilgiler sizdeki o bilginin sırrını, üstünü açar, açmaya vesile olur. Ancak aradığınız sizdedir. Burda paylaşacağımız sır da öyle, sizdedir o, ama üstü örtülüdür. Esfele Safiliyn yapı var ya, o onun üstünü öyle bir örtmüştür ki! İşte onu açacaksınız, o zaman sır kalmaz. Sırrı, yani üstündeki örtüyü çeker kaldırırsanız bilgi ortaya çıkar. Daha önce Tanrı İlmi kitapçığında kurbanı, kurban işini açmıştık. Orada Hazreti İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini anlatırken verdiğimiz örneği burada yine verelim. Ama burada konumuz gereği işin imanla ilgili kısmına baktığımız için, sanki yarımmış gibi gelebilir, gelmesin. Çünkü daha önce onları geniş olarak paylaşmıştık. Hazreti İbrahim aleyhisselamın döneminde enteresan bir alışkanlık var; insan kurban etmek! Maalesef günümüzde de böyle! İnsan kurban etmek doğal ve normal hayatta! Herhangi bir şey için, herhangi bir evrensel olay için insan kurban etmek yaygın! Dört yüz, dört yüz elli yıl öncesine, yani günümüze yakın sayılabilecek bir zamana ait bir kaynakta, Meksika’da bir tapınak 86 YILMAZ DÜNDAR açılışında, yanlış hatırlamıyorsam, yirmi bin insan kurban ediliyor. Yani hala insan kurbanı var! Ama geçmişte bu hem çok daha yaygın, hem çok daha önemli! Hazreti İbrahim aleyhisselamın; “çocuğum olursa sana kurban ederim” demesi bu yüzden o kadar normal. O günün yaşantısı içerisinde o iş çok doğal ve normal. Ama sonra yapamıyor? Ancak yavrusu “baba emrolunduğunu yap, ben hazırım” dediğinde öyle bir teslimiyet yaşıyor ki! İşte o teslimiyetle ileriye ait hiçbir üzüntü olmaksızın, hiçbir tasası olmaksızın, öyle bir şeyin söz konusu bile olmadığı bir halde, ikisi de çok mutmain bir şekilde teslimler! Ayetten öğreniyoruz, ayet diyor ki; “alnını taşa koyupta bıçağı uzattığında O’na seslendik: Ya İbrahim, tamam rüyanı doğruladın dedik ve o teslimiyetinin fidyesini verdik”. Lütfen dikkat ediniz, “hediye ettik” demiyor, “armağan ettik” demiyor. Bir yerlerde rastlamayacağınız önemli bir şey bu; “fidyesini verdik!”. Allah o teslimiyeti satın alıyor, fidyesini ödüyor, Hazreti İbrahim’in teslimiyetini ödüyor, ona bedel veriyor. Onun o işine, o teslimiyetine fidye veriyor, bedel veriyor. Buradan çıkaracağımız ders ne, bizde üstü örtülü olan şey, sır ne? Şimdi onu açalım. Beklenen şey; fidye teslimiyetten sonra! Ancak teslim olduktan, yani ihbattan sonra! İkisi de ihbat etti, teslim oldu, boynunu büktü ve Allah onların o hallerini satın aldı, bedelini verdi. Ayetlerde diyor ki, “daha sonra gelecekler için bu davranış hayrla anılsın diye bu olayı da bı87 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 raktık, hatırlattık”. Yani hem Hazreti İbrahim’i bu olayların içerisinde hayrla anın, hem de apaçık bir bela, yani idrak ettirici bir tecrübe var burada, onu da edinin! Yalnızca, size bir kıssa duyasınız diye anlatmış değiliz, burada sizin için bir bela var, idrak etmeniz gereken bir tecrübe var, onu çıkarın! Olayı da hayrla anın! Bu olayı hayrla anın! Bir işi hayrla anmanın en güzel şekli nedir biliyor musunuz? O olayı yalnızca söylemek değil yaşatmaktır! Normal dünya hayatında birisini anmak istediklerinde ne yapıyorlar? Onu eserleriyle gündeme getiriyorlar, yani onu yaşatıyorlar. Daha çok yaşatmak için onun adına eserler yapıyorlar. Demek ki, yalnızca söz değil, önemli olan yaşatmak! Dolayısıyla “İbrahim’i hayrla anın” demek, bu bilgiyi yaşatın demektir. “Sizdeki Hazreti İbrahim olayına bakın, bu işi yaşatın, ben satın alayım, fidyesini ödeyeyim” demektir. Bu olayı bir ayetle daha pekiştirip, kısa bir yorumunu yapacağız. Bu ayet Uhud Savaşı sırasında gerçekleşen bir olayla ilgilidir; Al-u İmran Sûresi 154. Ayetin daha kolay ve daha iyi anlaşılması için önce ayetle ilgili bilgiyi verelim. Uhud Savaşı sırasında bakıyorlar ki, düşmanın sayısı inananlardan kat kat fazla, çok fazla. Silahları da öyle! Ve o savaş bugünkü gibi “düğme”lerle olmuyor. Düğmelerle olan savaşta sayı çok önemli olmayabilir. Bu savaş kılıçla, mızrakla, yüz yüze! Dolayısıyla; kılıç sayısı, mızrak sayısı, insan sayısı, at sayısı çok önemli; çünkü savaş bunların üzerine bina edilmiş. Böyleyken, karşıya bakıyorlar ki müthiş 88 YILMAZ DÜNDAR kalabalık ve silah da çok. Bu tablo karşısında inananlar temelde ikiye ayrılıyor. Bir grup; “bu savaş başlamadan önce bizim görüşümüz sorulmadı ki! Sorulsaydı gelmezdik. Burada boşu boşuna ölmezdik! Şimdi boşuna öleceğiz, bu savaşın bizi ilgilendiren bir yanı yok” diyor. Bunu diyenler müslümanların içerisinde! Bir kısmı da az önce bahsettiğimiz Hazreti İbrahim olayındaki gibi boyun bükmüş, teslim olmuş; “emir veren Allah” çünkü! Buradaki çok önemli şey; Allah’ın emrine teslim olmak, bir beşere değil! Burada Rasulullah’a teslim olmak Allah’a teslim olmaktır. Çünkü Allah’ın emrini duyuruyor size. Bu sebeple de onlar teslim olmuşlar. Ve savaş başlıyor, başlar başlamaz münafıklar kaçıyor. Ama bakınız; Allah savaşın tam ortasında onları uyutuyor. Allah’a teslim olanlar kalabalıktan korkup da savaşta psikolojik bir mağlubiyet yaşamasınlar diye Uhud Günü savaşta uyuyorlar. Hatta bunlardan birisi Ebu Talha radıyallahu anh. Düşünebiliyor musunuz; bir iş, bir olay yaşıyorlar, dönüyorlar ki Allah o olayı anlatıyor, ayet onları anlatıyor! Onların içlerinden Aliymün Bi-Zatis’sudur sonucu geçen cümlelere, bu ayetlere muhatap bir grubu düşünün! Böyle bir hal! Şimdi bunun imanı nasıl olur, bunun ameli nasıldır… Evet, Ebu Talha radıyallahu anh Ayeti dinledikten sonra diyor ki; “Uhud Günü uyudum, kılıcım düştü. Aldım. Yine uyudum, kılıcım düştü aldım. Yine uyudum, kılıcım düştü aldım” ve böyle savaşıyorlar, savaş oluyor, devam ediyor aslında. O teslim olanların teslimiyetlerini Allah fidyelendiriyor! İşte onu anlatan bir ayet: 89 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Al’u İmran Sûresi 154: “Sonra o gamın ardından üzerinize bir emene bir güven, sizden bir taifeyi bürüyen bir uyuklama inzal etti. Bir taife de münafıklar gerçekten kendi nefslerinin kaygısına düşmüştü. Allah’a hak olmayan bir şekilde cahiliye zannı gibi bir zanla yaklaşıyorlardı. “Bu emirden bize bir şey var mı, bize ne?” diyorlardı. De ki; “EMR, bütünüyle Allah’ındır”. Onlar sana açmadıklarını kendi nefslerinde gizliyorlar. “Şu emr’den bize de bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” derler. De ki; evlerinizde kalsaydınız da üzerlerine öldürülme yazılmış olanlar, elbette yine devrilip yatacakları yere gideceklerdir. Bu, Allah sadrlarınızdakini denesin ve kalblerinizin içinde olanı arındırıp temizlesin diyedir. Allah Aliymün Bi-Zatis’sudur’dur”. Biraz önceki açıklamalarımızın devamı olarak söyleyelim, bu ayetten anladığımız bir şey daha var ki; “bu olay, Allah sadrlarınızdakini denesin; sizin sadrınızdan geçen duyguyu, fikri, fiili denesin diye!”. Burada olduğu gibi birçok ayette de “denesin ve denemek” geçer, lütfen bu ifadeye de dikkat edelim. Deneme ve imtihanı “Allah deneyip de görecek” gibi yorumladığınız zaman, İhlâs Sûresi’ne tamamen aykırı bir mana çıkarırsınız. Öyle değil! “Sadrlarınızdakini denesin” demek; o denediği zaman siz öğrenin demektir! Onu o sadrın sahibi öğrenir, bilir. Sonra da; ya burada anlatılan münafıklar gibi sadrında oluşan duyguya sahip çıkar, döner gider veya inananların yaptığı gibi o duyguyla mücadele edip; 90 YILMAZ DÜNDAR “ben Rasulullah’a uyacağım” der ve bu bilgiyi kalbine kalbeder, beyne de o emr verilir, savaşta uyusa bile gider savaşır! Böylece bu denemenin sonucunu yaşar! Kul onun sonucunu yaşar. Zaten o iş kul öğrensin diyedir. Peki, sonuç? Bakın sadrlardakini bilmek esfele safiliynle ilgili! Bu olay ise tesbit edilen bilgiyi, yani kalblerinizin içinde olanı; yani tesbit edilmiş ama sizi yanıltan bilgileri, yani kalbi yanıltan, kalbi esir alan bilgileri arındırıp “temizlesin” diyedir. Temizleyin diye değil! Allah sizin bu davranışınızdan sonra kalbinizi temizler. Siz teslim olduğunuzda Allah temizler, ayetten öyle anlıyoruz; “Allah sadrlarınızdakini denesin ve kalblerinizin içinde olanı arındırıp temizlesin diyedir. Allah Aliymün Bi-Zatis’sudur’dur”. “Aliymün Bi-Zatis’sudur” ne demektir, Aliymün Bi-Zatis’sudur’u nasıl anlamalıyız?” bunu ilerleyen sayfalarda göreceğiz. İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini tefekkür edebilelim diye hayatın içinden bir örnek, insanlardan bir örnek gördük; savaştaki örneği gördük! İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini tefekkür eder hayatınızda incelerseniz, gün içinde benzer o kadar çok olayla karşılaştığınızı görürsünüz ki! Ve onları iyi gözler, buradaki ayetlerin ışığı altında teslimiyeti yaşarsanız, Allah’ı tanıma yolunda, Allah’ı idrak yolunda çok hızlı ilerleme kaydedersiniz. Ve o bir kere başladığı zaman artık birbirini tetikleyen bir şekilde gider; gözlemek, fark etmek, yaşamak! 91 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Şimdi Saffat Sûresi 110. Ayeti hatırlamanın tam zamanı; “muhsinleri böyle cezalandırırız!”. İşte muhsinlerin karşılığı budur, onlara böyle yaparız işte! Siz bu teslimiyeti yaşadığınızda, bu ikramları hayatınızda tek tek bulacaksınız! Hatta zorlayın, «bu olay teslimiyetle ilgili olabilir, bu da teslimiyetle ilgili olabilir” diye zorlayın! Birisi dinlediğinde “burada teslimiyet ne gezer!” dese bile siz ona bakmayın, zorlayın, yanılmazsınız! Zorlayın ve “bu teslimiyettir” deyin. O işin, o olayın teslimiyetle ilişkisini bulmak için zorlayın, bulun ve uygulayın. Bunu yapmak için de büyük olaylar beklemeyin! Siz bu teslimiyeti yaşadığınızda ne olur? Sırayla; huşu gelişir, huşu İhlâsı getirir, İhlâs da İhsanı. Bakın şimdi huşuyu tahayyül edelim. Hazreti İbrahim ve İsmail Arafat’ın devamında, taştalar. Hazreti İbrahim “kararı tam” verdi; dönüşü yok, bıçağını uzattı. Hazreti İsmail “kararı tam” verdi; dönüşü yok, boynunu uzattı. “Bu iş” onlar için bitti! Ve onun peşine fidye geldi ve bu nidayı duydular. Şimdi onların beden dillerini bir tahayyül edin; Allah’a karşı nasıl bir hale girdiler? Yaradan’larına karşı nasıl oldular? Elleri ayakları ne hale geldi? Bedenleri, kalbleri nasıl oldu? Vücutları nasıl titredi? İşte huşu! Bu teslimiyet olursa, normal hayatınızda bunu hep yaşarsınız! Huşu İhlâsı getirir, fuadın görmesi netleşir o da İhsanı getirir; işte o zaman Saffat Sûresi 110. Ayetin muhatabı olursunuz: “İhsan sahiplerini, yani muhsinleri böyle cezalandırırız”. 92 YILMAZ DÜNDAR Bu ayete muhatap olduğunuz zaman İhlâs Hayat Döngüsüne girersiniz ve o döngü çalışır. Ve döner, döner, döner... Ne zamana kadar? “Sen razı olana kadar” döner! Sonra? “Allah senden razı oluverir” inşaAllah. Hani nefs-i raziye, nefs-i marzıye denir ya, işte o oluverir inşaAllah. Bu hal Fecr Sûresi 27, 28, 29, 30. ayetlerde geçer: “Ey o nefs-i mutmainne; Radiye olarak, Mardiye olarak Rabbine rucu et; Kullarımın evliya zümresi içine dâhil ol; Cennetim’e dâhil ol.» Öyle olur inşaAllah. Âmin. Günlük yaşantı içerisinden, konuyla yakın ilişkili ve idrakımızı çok olumlu etkileyecek, ama fırsatını kaçırdığımız halleri inceleyelim şimdi de. Bu halleri açıklayıp ayetlerle anlamaya çalışacağız, sonra da Lüb’e giriş yapacağız. Yaşantıdaki çok önemli hallerden, önemli olaylardan birisi Ezan’ı dinlemek! Bunun size getireceğini tahayyül bile edemezsiniz! Bunu yapmadığınızda kaçırdığınızı da tahayyül bile edemezsiniz! Ezan’ı dinlemek, duyabileceğimiz sesle onu tekrar etmek, bitiminde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin önerdiği salâvatı okumak önemli bir olaydır. Günlük yaşantı içerisinde çok önemli bir olaydır ki; Ezan’ı dinlemek “Büyük Haber’i dinlemek demektir, yani “Nebeün Aziym”i dinlemek demektir. Bakın Sâd Sûresi 65, 66, 67 ve 68. ayetler: “De ki; ben ancak bir uyarıcıyım. İlahlık iddiaları geçersizdir! Ancak; Vahidül Kahhar olan Allah vardır! Semavat’ın Arz’ın, ikisi arasında 93 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 olanların Aziyzül Ğaffar olan Rabbidir. De ki; HU gerçeği “Aziym bir haber”dir. Siz ise O’ndan yüz çeviriyorsunuz.” Yüz çevirenlerden olmamak, duymazdan gelenlerden olmamak, ezan okunduğu halde sanki ezan okunmuyormuş gibi olanlardan olmamak gerekir. Öyle bir meşgul ki… Hele de duymak istemeyenlerden olmamak gerekir. Bu saydıklarım hepsi normal yaşantıda, yaşadığımız toplumun içerisinde var. Siz bu Aziym Haberden yüz çeviriyorsunuz. Aziym haberden kim yüz çevirir? Elbette “A” takdimi! O zaman ayetteki “siz”i bizdeki esfele safiliyn yapı olarak alırsak Sâd Sûresi 65. ayetin muhatabı doğrudan biziz! Sizin o yapınız, bu haberden doğrudan yüz çevirir, siz farkında değilsiniz! Bir yanda Ezan okunur, ama sen başka şeylerle meşgulsün! Kaybedersin! Evet, kaybeden, fırsatı kaçıran ve yüz çevirenlerdensin, o sınıfa giriyorsun! Bu ayete göre; Ezan’ı umursamayarak ondan yüz çeviriyorsun! Bakın “dinlemek” de yetmiyor! Sahih hadis diyor ki; tekrar da edeceksin! Büyük Haber’i tekrar edeceksin! Eğer Ezan’ı takip ediyorsan; ki onu takip eden olmak lazım! “Demek okunmuş haa, farkında değilim” kapsamında olmamalısın! Herşeyin farkındasın, hepsini takip ediyorsun! “Kim geldi, kim gitti, kim aradı, o program şu saatte mi…” bak, takip etmeyi biliyorsun ama Ezan’ı takip etmiyorsun! Kaybedersin! Kendin bilirsin, ama kaybedersin! Dinleyen kazanıyor, tekrar eden kazanıyor! Çünkü o cümlelerin her 94 YILMAZ DÜNDAR biri “Rasulullah’ın Tebliği”dir, hem de o an! O an tebliğidir ve bu ayet gereği Aziym bir haberdir. Büyük bir haber veriliyor, “HU Allah” gerçeği duyuruluyor; La ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i ilan ediliyor. Ve bu ilan kesintisiz! Sürekli bu haber var dünyada, sürekli! Ve sen bundan yüz çeviriyorsun! Ayet “siz ise, O’ndan yüz çeviriyorsunuz” diyor. Hangi sınıfa giriyorsun dikkat et! Devam edelim, Zümer Sûresi 45. Ayet: “Allah, tekliği itibarıyla zikr edildiğinde ahirete iman etmeyen kimselerin kalbleri hoşlanmaz! O’nun dûnundakiler anıldığındaysa hemen müjdelenmiş gibicesine yüzleri güler”. Bakın, “Allahın tekliği itibarıyla zikr edilmesi” yine Tam Davet’te var; Allah tekliğiyle duyuruluyor! Aziym Haber’in içinde bu var! Ve bu davetten, duyurudan ahirete iman etmeyenlerin kalbleri hoşlanmaz. Yani ayet kendinizi test edin diyor: Ahirete iman ediyor musun, etmiyor musun; bunu Ezan’a hürmetinden anlayabilirsin! Demek ki yeterince inanmıyorsun! Dünyada, dünya hayatı için inandığın her bir şeyi düşün, cehennemin varlığına onlar kadar inanmıyorsun ki; korkun yok! Kendimizi test etmeye devam edelim: Oysa “O’nun dûnundakiler anıldıysa”: Yani “sanki O’nun dışında bir şey varmış gibi” kabul edip sonra da O’nun dışında bir şeymiş, O’nun dışında varmış gibi düşündüğün bu varlıkları lanse etmek, anmak! Onlar anıldığında yüzünüz gülüyor, seviniyor ve müjdelenmiş gibi dönüp birbirinize bakıyorsunuz! Bu bir ünlü olabilir, se95 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 nin herhangi bir sevdiğin olabilir; Test et bakalım? Birisi anıldığında “aa şu anıldı, şöyle oldu” diyorsun ya, test et! Belki de anılmasından hoşlandığın o kişi, senin kutsal kabul ettiğin şeylere küfreden birisi, hiç inancı olmayan birisi, ters çalışan birisi! Ama sen, onu görmekten, onun anılmasını duymaktan haz duyuyorsun, seviniyorsun, ama Ezan okunduğu zaman hiç dikkat etmiyorsun! Oysa Kur’an diyor ki; “bu azim bir haberdir, anlayabilirseniz”. Ölçü ayetler olunca “nereye düştüğünü” test etmek, anlamak, bakın ne kadar kolay oluyor! Ne yapmalıyız peki? Ezan’ı, Tam Davet’i duyunca telaşınızı gösterin, onu duyduğunuzu belirten bir hareket yapın mutlaka. Onu duyduğunuza dair bir telaş, bir hareket olsun hayatınızda; yatıyorsanız kalkın, oturmuşsanız yatın; fark etmez! Ezan yüzünden pozisyon değiştirin, farklı bir şey yapın! Telaşınız, gayretiniz bedeninizden bir belli olsun, bedeniniz Ezan’ın yönetimine girsin. Ezan dinleyerek nefsin şerrinin yönetiminden çıkarın onu! O Ezan’ın sesinden korksun! Onu korkutun! Nasıl korkutursunuz onu? Ezan’ı duyduğunuz zaman telaşa sokarak, telaşlanarak! Telaşlandırın, mutlaka farklı bir harekete sokun. Hatta öyle olsun ki, siz Ezan’ı tesadüfen duymayın! Onun zamanını kollayın; dikkat edin, hesaplayın, bekleyin! Bu gayretler, bu telaşlar sonunda siz, Ezan vakti olmadığı halde sanki Ezan okunuyormuş gibi sesler duyarsınız da “acaba Ezan okunuyor da ben kaçırdım mı?” dersiniz. Ezan okunmuyor ama siz bir anda Ezan okunu96 YILMAZ DÜNDAR yor sanarsınız. Dışarıdaki herhangi bir sesi; bir araba sesini, bir bağırmayı bile Ezan sanabilirsiniz. Neden? Artık kalbiniz o telaşta, onunla ilgili telaşta, herşeyi onunla ilişkilendiriyor, elhamdülillah... Ha, bir Ezan okunuyor sanarsınız, böyle sandığınız gibi bazen gerçekten duyarsınız da! Çünkü Ezan dünyada devamlı okunuyor… Yeter ki siz o telaşa girin! Ezan’ı bu şekilde hürmetle dinlediniz. Ama bu bir davet, bu Tam Davet! Elbette sonra da bu Tam Davet’e icabet! Tam Davet Tanrı İlmi kitapçığında detaylı olarak var, oraya bakarsınız inşaAllah. Salâvattaki Makamı Mahmud’u sonra konuşuruz diye kısaca geçmiştik. Demek ki; Ezan hem Büyük Haber, hem de Tam Davet, öyleyse Tam Davete icabet çok önemli! İnsanlar “davete icabetin sünnet” olduğunu hiç olmadık yerlerde söyler. Din’le hiç ilişkisi olmayan bir yere davet edilmişsinizdir, gitmek istemezsiniz, gitmeyeceksinizdir! Siz bir bahane ararsınız, onlar da inancınızı bildiklerinden sizi oradan yakalamaya çalışıp; “davete icabet sünnettir kardeşim, niye uymuyorsun?” derler. Oysa hakikat onların dediği gibi değil! Yanlış davete icabet olmaz! Davet Ezan’dır, Ezan’a icabet edeceksin, o farz! Ezan’la ilgili konulara davet varsa işte sünnet odur, oraya icabet sünnettir! Onunla ilgili bir toplantı olur, bu toplantı gibi bir şey olur icabet edersiniz. Yalnızca burası demiyorum, bunun benzerleri neredeyse nasılsa hepsi birer davettir. Ama “yanlış yerler” bu davetin kapsamına girmez. Oralara katılmaları için 97 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 “icabet sünnettir” diye insanları sıkıştırmak ta yanlış olur. Davete icabet ettiniz, peki şimdi? Elbette şimdi size icabet! Kesin! Şimdi de size icabet! Zaten oraya icabet etmenizin sebebi size icabet! Size icabet olan şey orada sizi bekliyor. Bunu nereden anlıyoruz? Mu’min Sûresi 60. Ayet: “Rabbiniz dedi ki; bana dua edin size icabet edeyim! Muhakkak ki benim ibadetimden kibirlenenler, dahiriyn olarak; küçülmüş, alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir”. “İbadetten kibirlenme”nin ne olduğunu içinde “mütekebbir” geçen ayetlerde göreceğiz. Günlük yaşantı içerisinde bizi, idrakımızı hızlı etkileyecek bir diğer husus salâtlarımızla ilgilidir, salâtlarımızda yapacağımız bir şeydir. Bu açıklamayı salât ikamesi konusunda daha önce paylaştıklarımıza, bildiklerimize ekleyelim. Onlara ilave edelim ki, salât ikamesindeki diğer noktalar önemsizmiş gibi anlaşılmasın. Bütün bildiklerimize bir ilave: Tahıyyat’a oturduğunuz zamana özel önem verin! Tahıyyat’a özel önem! Elbette salâtın her anının önemini yakalamak lazım! Ama neden Tahıyyat’a özel önem? İkame ettiğiniz salâta dikkatle bakarsanız, salâtın en ihmal edilen yerinin Tahıyyat olduğunu görürsünüz! Unuttuğunuz şeylerin aklınıza geldiği yerin de orası olduğunu göreceksiniz! “Salâttan sonra şunu yapayım” diye plan yaptığınız yere dikkatle bakın, yine Tahıyyat’dır! Oturduğunuz yerdir, Ettahıyyatü okuduğunuz yerdir. Çünkü 98 YILMAZ DÜNDAR onu ezberlemişsinizdir, bir çırpıda okursunuz; diliniz okur, ama kesinlikle o anda başka şeyle meşgul olursunuz! Genellikle bu böyledir. Neden? Çünkü o kadar önemli bir hal ki Tahıyyat, oradan uzaklaşırsınız. O hali yakalamak için mücadele gerekir. “Önemli şey”i yakalamak için hep mücadele gerekir, mücadele edeceksiniz! Çünkü sizin dünyaya gelen yapınız, bu yapı “önemli şey”e uygun değil! Ters! Ona terstir, sizi oradan uzaklaştırır. Önemli şey için mücadele etmek zorundasınız! İşte önemli şey: “Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat. EsSelâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve Rahmetullahi ve Beraketühu. EsSelâmü aleyna ve ala ibadillahis salihin. Eşhedü en la ilahe illallaHU ve Eşhedü enne Muhammeden AbduHU ve RasuluHU”. Salâtla, salâttaki halle ilgili bir noktaya daha kısaca değinelim. Salâtın her halinde dikkat edilmesi gereken şeylerden birisi de eklemlerin yerinde olmasıdır! Eklemler kendi yerinde duracak! Kasılıp zorlanıp da onları bir yerlere çekmeyin, aklınıza gelince hemen bırakın. Bütün eklemler yerine! Kasılıp zorlanarak bir pozisyon almak salâttan sıkılmayı, salâttan uzaklaşmayı getirir ve benliğinizi kuvvetlendirir, salâtla benliğinizi ilişkilendirir. Oysa eklemleri yerine koyarsanız benliğinizi ve sıkıntılarınızı uzaklaştırırsınız. Buna sebep, eklemler yerinde dursun! Eklemler yerinde durursa, salâttan esfele safiliyn olan yapıyı ve onun salâta müdahil olmasını uzaklaşırmış olursunuz. 99 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Ettahıyyatü’de de bu böyle; oturduğunuzda eklemlerinizin yerine gelmesine dikkat edin, hepsi yerinde dursun. Otururken eklemleri başka yerlere çekmeyin. Belinizin, omurunuzun “S” pozisyonuna, düzgün durmasına dikkat edin. Ve; kıpırdamadan durmaya mümkün olduğunca özen gösterin! Mümkün olduğunca kıpırdamadan durmaya çalışmak önemli! Bunlara dikkat ediyorsanız, bir de şuna çalışın: Tahıyyat’tan önceki son secdede “şimdi Tahıyyat’a gideceğim, Tahıyyat okuyacağım” diye kendinizi Tahıyyat’a alıştırın. Aksi halde kendinizi bir anda Salli Bârik’de bulursunuz. Bakarsınız ki, Salli Bârik okuyorsunuz, hatta o da bitmiş. Fatiha’nın bittiğini “âmin”e gelince fark ediyorsunuz ya, işte bu da onun gibi olur! Tahıyyat’ı bu şekilde okuyabilmek için, bir kere önce bunun antrenmanını yapmak lazım. Yazıp elinize alın ve bunun bir karşılıklı konuşma olduğunu bilerek antrenman yapın. Bunu salât anına bırakmayın, bir sporcu gibi antrenmanınızı müsabakaya çıkmadan önce yapın. Çünkü salâtta Tahıyyat saniyelik bir iş; yaptın yaptın, yapamadın geçiyor! Bu nedenle salât dışında antrenmanını yapın, inşaAllah. Tahıyyat’ta dört bölüm var. “Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat” ilk kısım. Biliniz ki, salâtta ne yaptıysanız bunu söylemek için yapıyorsunuz, onun için bu anı kaçırmayın! Tüm yaptıklarınızı, zaten bunu söylemek için yaptınız, Allah’a seslenmek için yaptınız, burada doğrudan Rabbinize seslenmek için yaptınız. Daha 100 YILMAZ DÜNDAR önce yaptıklarınızı düzgün yapışınız, onların yerli yerinde olması, Tahıyyat’ın gerçek yapılabilmesi içindi! Benzetmelerin bunun yanında çok basit kaldığını biliyorum, yine de günlük yaşantıdan aklıma gelen bazı benzetmeler yapayım. Lütfen, anladıktan sonra onları zihnimizden silelim. Acil paraya ihtiyacınız var, bankamatiğe gidip para çekeceksiniz. Nedir? Oraya gitmenin bir usulü var; ayakkabını giyeceksin, evden çıkacaksın, bankamatiğe gideceksin, sonra da dönüp eve geleceksin. Gittin geldin, evdekiler sordu; parayı getirdin mi? “Gittim ama parayı çekmedim!” der misiniz, öyle bir şey olur mu? Peki, Tahıyyat farklı mı, o da öyle bir şey işte! Benzetirsek; “tüm gerekleri yaptım ama Rabbimle karşılaşmadım” demiş olursun. Oysa sen salâtta bütün işleri “o konuşma” için yapıyorsun. Hatta Tahıyyat’ta bunu yapa yapa öyle alışacaksın ki, hayatta da hep Tahıyyat okuyacaksın! Normal hayatta, kalbin görmeye başladığında, fuad çalıştığında Rabbinle o kadar karşılaşacaksın ki, hep Tahıyyat oku, cevap alacaksın. Normalde arkadaşını görünce selamlaşıyorsun. Peki, hayatta da Allah’ı gördün niye selamlaşmıyorsun? Tahıyyat’la sana bunu öğretiyor! “B” İmanı”nda olup olmadığın, bu işi bilip bilmediğin önemli değil, dikkat ediniz; salâta başladın mı, senin en alt pozisyonun nefs-i mutmainedir. Hazır bunu yakalamışken, eğer hayatını nefs-i mutmainede geçirmek ve orada bitirmek istiyorsan, salâttan hiç çıkma, öyle dur! Çünkü 101 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 salâtta nefs-i mutmainnedesin. Daha sen salâta başlarken sana o elbiseyi giydirdiler! Çünkü başka türlü salât ikame edemezsin, mümkün değil! Salât için Allah; “siz ne haşmetli bir işle meşgul olduğunuzun farkında değil misiniz?” diyor. Salâtta öyle haşmetli bir işle meşgulsünüz! Ama: Dünyadaki en uyduruk işiniz o! Lütfen en itinalı işinizden başlayarak bir liste yapın, salât ikame ediyorsanız en alta onu yazacaksınız! Salât ikame ederim; yani onu da araya sıkıştırırım! Oysa işleri salâtın arasına sıkıştıracaksınız! Ama siz salâtı işlerin arasına sıkıştırıyorsunuz, olmaz! İşleyiş şöyle; ne kadar önem verirseniz, o kadar önem bulursunuz. Demek; Tahıyyat’ta bir karşılıklı konuşma var, önce bunu fark ederek salâtı yerine getirmek lazım. Oturdunuz, Rabbinizi karşıda bilin ve karşıya söyleyin! Eğer siz “B” imandaysanız, korkmayın şirk olmaz, ötede beride olmaz! Ama kişi “B” imanda değilse, “Amentü Billahi” kapsamında imanını deklare etmemişse, onun ne olduğunu bilmiyorsa, imanı böyle değilse; o zaman o kişinin Allah için bir yere bakması şirktir. Eğer kişi “B” imanda ise, salât ikame ederken Allah’ın önünde eğildiğini de, ona baktığını da düşünebilir, dokunduğunu da düşünebilir; hiç birisi şirk olmaz! Neden? Kim şirk yapacak? Sen yoksun ki! Şirk olması için senin var olman lazım! Sen “B” imanla kendini yok ettin, şirki kim yapacak; herşey O’nda! Onun için dokunabilirsin de bakabilirsin de! Zira dokunduğun zaman dokunan da O, dokunduğun da O; ne fark eder ki! 102 YILMAZ DÜNDAR Bir de Tahıyyat’ta önünüze bakarsınız ya, işte Tahıyyat’ta bu avantajdan da yararlanarak, gerekirse önünüze baktığınız yerde Kalbinizle görmeye çalışın. Fuadı zorlayın ve görmeye çalışın. Çünkü İhsan Makamı öyle olur, İhsan Makamı’nı; Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmeyi öyle açarsınız! Göremiyorsan bile, bunu yapamıyorsan bile O’nun seni gördüğünü bilerek yap, bu bir makam! Dolayısıyla Tahıyyat’ta sen kalbini, fuadını zorla ve görüyormuş gibi seslen; Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat de! Konunun heyecanı yüzünden meali uzatırım diye korkuyorum, siz antrenmanını yaparken mealine bakınız lütfen. Antrenman yaparken iki cümle arasına biraz zaman verebilirsiniz, ama salâtta ikinci cümleye geçerken beklemeyin. İki cümle arasında kendi söylemenizle üç “Sübhanallah” deme süresini geçecek boşluk bırakmamak lazım. Ve ikinci cümleyi okurken dinleme moduna geçin; “EsSelâmü aleyke Eyyühen Nebiyyü ve Rahmetullahi ve Beraketühu”yu dinleyin. Söyleyin ama dinleyin! Bunun detayını inşaAllah paylaşırız. O detayı gördüğünüzde bunu çok kolay ve rahat uygularsınız inşaAllah. Ama şimdi zorlayın, tefekkürle zorlayın! Neden “dinleyin” diyoruz? Çünkü o cevap sizin dilinizden ama sizden değil. Bu yüzden onu dinleme moduyla söyleyin. O cevap size Esas Mirac’tan hediye! O hitap, sizde O’nun sünnetine uymayı hedef edinmiş kişiye hediyedir, ondaki Nübüvvet boyutuna, Nübüvvet uygulamalarına Esas Mirac’tan hediyedir. O hitap; “ey Rasulümün sünnetini O’nun açıkladığı Nübüvvet’i kendinde, 103 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 bedeninde açan Kul’um” diyen bir sesleniştir! Anlatabiliyor muyum? Efendimize seslenişi Ey Nebi’dir, ama o hitap sana gelince; ey Nebi’nin söylediklerini vücudunda fiilleştiren, fiile çeviren demektir. Bu durumda sen Nebi’nin Nübüvvetinin uygulayıcısı oldun, sendeki Nübüvvet Boyutu’nu fiillendirdin! O Nebi, sen de Onun Nübüvvetini uygulayan oldun. Bu yüzden, hitap senin nübüvvet boyutuna; amel boyutuna! Risalet boyutuna değil! Neden? Çünkü sen zaten işe başlarken o risaletle, o imanla başladın! O olmadan zaten olmuyor ki! Risalete uydun, şimdi de “salih kişi” olman için Yaradan’ın senin amel boyutuna Selam ediyor. Bu kısımdaki prensip: “Salât ikame ediniz ki; Allah, sizin ağzınızla size selam etsin” şeklindedir. Esma’ül Hüsna’da Selam’ı biliyorsunuz, bu Selam’la siz salihler zümresine girersiniz. Evet dinleme modundan sonra üçüncü cümleyle birlikte cevap moduna geç! Bunu iyi tefekkür ettiğin zaman, “Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat” derkenki heyecanın, söyleyişin ve sesin bu cevap moduyla birlikte düşer, yani sen cevap verirken sesin değişir. Bunu fark edeceksin ve boyun bükmüş bir sesle; “EsSelâmü aleyna ve ala ibadillahis salihin” diyeceksin; ihbat edeceksin; boyun büktüğünü göreceksin. Bunu da böyle söyledin ya; artık kendini koroya dâhil et! Çünkü; “siz bilemezsiniz; Sema’da ve Arz’da ne varsa Allah’ı tesbih etmektedir” anlamında ayetler var ve Hadiyd Sûresinin ilk ayeti bunlardan birisi. 104 YILMAZ DÜNDAR Hadiyd Sûresi 1. Ayet: “Semavat’ta ve Arz’da olan herşey Allah’ı tesbih etmiştir. O Aziyz-ül Hakiym’dir”. Bu yüzden, var olan sürekli tesbihata dâhil ol, o koroya gir, o koroya kendini sok! Ve o koroyla birlikte, tüm evrenle beraber; Eşhedü en la ilahe illallaHU ve Eşhedü enne Muhammeden AbduHU ve RasuluHU de! Salâtta bunu uygulamaya çalış inşaAllah. Çünkü sen bunu uygularken artık “uygulayıcı” bir nefs-i mutmainnedesin. Sonra ne yapıyorsun? Şimdi de duaların, taleplerin başlıyor. Mü’min Sûresi 60; “sana icabet edilecek” dedi, şimdi dualara geçiyorsun; Salli Bârik ve ne tür duaların varsa yapabilirsin. Efendimiz buyuruyor ki, “eğer siz dua etmekte bıkmaz ve usanmazsanız, Allah da size vermekte bıkmaz usanmaz”. “Bir an önce selam vereyim” demez de orayı değerlendirirsen orası senin, başla dua etmeye! Uygun ayet ve hadisleri bul, onlarla dua etmeye çalış inşaAllah. Çünkü dua etmemiz, istememiz gereken ne varsa, bize hepsi ayet ve hadislerle öğretilmiş elhamdülillah... Şimdi konumuzla ilgili olarak yine günlük yaşantı içerisindeki bir başka önemli yere geçelim. Önce ilgili bir hadisi not edelim. Hadis, Buhari kaynaklı ve kudsî hadis. Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edilmiş: Allah Teâlâ Hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli kuluma düşmanlık ilan ederse ben de ona harp ilan ederim. Kul’umu bana yaklaştıran şeyler arasında en çok hoşuma gideni ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum 105 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği kalbi, konuştuğu dili ve sairi olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm. Benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır, korurum. Ben yapacağım bir şeyde mümin kulumun ruhunu kabzetmede tereddüde düştüğüm kadar hiçbir şeyde tereddüde düşmedim. O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem”. Evet, hadisi kudsî böyle. Çıkarılacak sonuçlara da hızlıca bakalım: Üstünde duracağımız esas sonuç “nafile” ile ilgili, ama “veli kuluma düşmanlık edene harp ilan ederim”deki “veli”ye bakıp oraya gelelim. Bunu günlük yaşantıda uygulayabilmek için hadisteki “veli”yi iki türlü ele almak lazım; biri veli, diğeri veli gibi. Eğer kişi Billahi anlamında imanını deklare etmiş ve açıkladığımız nefs-i levvameye girmiş ve bu nefs-i levvameyi ısrarla takip ediyorsa “veli gibi” muamele görür. Veli değildir ama veli gibi muamele görür. Zira Veli olmak başka şeydir! Dolayısıyla, veli değildir ama veli gibidir, Allah ona veli gibi muamele yapar. Yani bu hadisten yararlanır! “Veli kuluma düşman olana harp ilan ederim”,, bu cümle âlimler tarafından genişçe tartışılmış. “Veli kime düşman olur ki? O veliyse zaten kimseye düşman olmaz. O herkese şu şekilde davranır.” gibi kanaatler dile getirilmiş. Ama burada anlatılmak istenenler, normal ha106 YILMAZ DÜNDAR yata ait, kavga, düşmanlık gibi şeyler değil. Allah buyuruyor ki; “Veli Kul normal dünya yaşantısı içerisinde, zaten o kadar kimsesiz, o kadar yalnız, o kadar gariban, o kadar arkası olmayan ki, onun arkasında ben varım”, bu o demektir. Hadis şöyle devam ediyor; farzlarla bana yaklaşır, nafilelerle onu severim. Allah’a yaklaşma nasıl bir şeydir, kulun Allah’a yaklaşması nedir? Kul’un Allah’a yakınlığı; önce Billahi anlamında imanını mutmain kalb ile açıklamaktır, önce bununla başlar. Yani; onun “var görünüşünü Allah’a eş ve ortak koşmayan” yöneliş ve imanı bu yakınlığı başlatır. Nereye kadar gider? İhsan Makamına kadar; kalben görme ve buna göre yaşantı noktasına ulaşıncaya kadar! Kul’un Allah’a yakınlığı bu deklarasyonla, yani dünya yaşantısında bu imanı açıklamakla başlar ve İhsan Makamı’na kadar devam eder. Kul’un halktan uzaklığı; yaratılmışlardan, yaratılmışların cazibesinden uzaklığı; kesret içerisinde Tevhid’i yaşayarak kesretin de hiçbir cazibesinin kalmayışı ile kemale ulaşır. Allah’ın Kul’una yakınlığı; ona dünyada lutfedeceği irfan, ahirette Rıdvan ve ikisi arasındaki nimet ve ikramlarla anlaşılır. Allah, ilim ve kudretiyle, yani ilim ve kudret özelliğiyle bütün insanlara yakındır. Allah lütuf ve nusretiyle havasa yakındır. Allah ünsiyetiyle veli kullarına yakındır. Hadiste “yakınlık” geçiyor ya, bu da “yakınlıkla” ilgili kısa bir bilgi, inşaAllah. Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli olurum. Bunu da öncelikle şöyle anlamak 107 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 gerekir. Lütfen dikkat edelim, eğer bu cümleyi, anlaşılması gereken en son manadan anlarsak hadisin yorumu, açıklaması ve hayatınıza uygulaması çok kolay olmaz! En son anlaşılması gereken mana da doğrudur, ama biz nereden başlayacağız? “Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli ve sairi olurum”u öncelikle şöyle anlamak gerekir: Kulağı benden başka bir şey işitmez, gözü benden başka bir şey görmez, dili benden başka bir şey söylemez; bu iş buradan başlar. Eğer, “onun tuttuğu eli, işittiği kulağı, gördüğü gözü ben olurum”u son manadan anlar ve henüz fiilleri daha oraya ulaşmadığı halde “kendinden O açılıyor” diye anlarsa kişi yanlışlara düşer. Kendi beşeri haliyle yaptığı şeyler için; “Allah benden şöyle yaptı, bende kim var siz biliyor musunuz?” gibi yanlış yorumlara başlar ve onları da bu hadislere bağlar. Onun için bu hadisi anlamak, hayatta uygulamak, amele dönüştürmek için başlanacak nokta budur: Eğer kişi farzları uyguluyor ve nafilelere de devam ediyorsa onu severim! Sevdiğim zaman da onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, söylediği dili olurum” kısmını demek ki nasıl anlıyoruz? “Onun kulağı o zaman benden başka bir şey işitmez, ne işitiyorsa benimdir, yani o ne duyuyorsa Rabbindendir. Gözü benden başka bir şey görmez; ne görüyorsa benden bilir. Dili benden başka bir söz söylemez; dili daima benim öğütlerim, benim zikrimledir; dilinde ben varım” olarak anlıyoruz. Bu iş buradan başlar, sonra ilerler. Arapçayı incelediğiniz zaman görürsünüz ki, isim yapılan işin yerine de kullanılmaktadır. Yani 108 YILMAZ DÜNDAR kulak “işitme” yerine de kullanılmaktadır. Onun kulağı olurum; ifadesi halk arasında beni işitir manasına da kullanılmaktadır. Esası kavrayamadan ve yaşamadan tasavvuf anlatmaya çalışanların, yani yorumlar yaparak tasavvuf anlatanların bu anlatımlarından yanlış uygulamalar çıkar ki; birisi şudur: Allah benden açığa çıkacak! Bu yanlıştır! Allah kimseden açığa çıkmaz, buna çok dikkat edin! Neden? Çünkü Allah Samed’dir, sana ihtiyacı olmaz! Allah senden açığa çıkacak; demek ki açığa çıkması için sana ihtiyacı var manasını da içerir ki, o zaman Allah Samed olmaz! Ve demek ki, sen daha önemlisin ki Allah’ı açığa çıkarıyorsun! İnsanlar bu sözü neden sever? Çünkü kendilerini kutsal hale getiriyor; ben öyle önemli bir varlığım ki, Allah benden açığa çıkıyor! Kibrin, kibirliliğin dindar hali! O kadar önemliyim, Allah benden çıkıyor. Yani “Allah senden değil benden çıkıyor” der gibi, “sizin ev şöyle bizim ev böyle” der gibi de bir mana oluşuyor. Allah kimseden açığa çıkmaz! Bu yüzden, bu hadisleri yanlış anlayıp, yanlış yorumlayıp, yanlış beklentilere girmek boş iş olur, insanlar ordan bir amel çıkaramaz. Kişi Allah’ın kendisinden açığa çıktığını hele bu düşünceyle hiç göremez. Bil ki; Allah Samed’dir, sana ihtiyacı yoktur ve bir yerden açığa çıkmaz! Sana da ihtiyacı yoktur ki senden açığa çıksın! Ama senin O’na ihtiyacın var, sen Samed değilsin ve sen O’nda açığa çıkansın! Buna çok dikkat ediniz; sen O’nun ilminde açığa çıkarsın! Açığa çıkan sensin, O değil! O zaten açıkta! O 109 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 açıkta olanda bir zan olarak açığa çıkan sensin! İşte sen o zannı yok etmeye çalış, zaten onu yok etmeye çalışacaksın! Dilerse… Evet, zaten açıkta olan dilerse kendinde olan bu zannı, bu suretteki bu zannı dilerse çeker de suret yine kalır. Ama O sende açığa çıkmaz! Sen O’nun ilminde açığa çıkarsın. Zaten açıkta olan o! “Zahir de, batın da O” olanda, O’nda sen zan olarak açığa çıkarsın. Bu yüzden, dilerse o suretteki zannı çeker de, suret gene kalır… Peki, “nafile”yi nasıl anlayacağız? Nafile aslında halk dilinde, normal konuşmada “boş” demektir, “boşuna” demektir, “yapsan da olur yapmasan da” demektir. Fakat kullandığımız pek çok kelimede olduğu gibi, nafile kelimesi de, “yapsan da olur yapmasan da” manasına rağmen başka manalara da sahiptir. Yaptığımız ibadet ve ameller kapsamındaki nafileyi gerçek manada görebilmek, anlayabilmek için şu kurala dikkat etmek lazım: Nafile dediğimiz zaman aklımıza “nafile salâtlar ve nafile oruçlar” gelir. Öyle bakılırsa işin bir kısmına bakmış olursunuz. Oysa bilinmelidir ki; her fiilin, her düşüncenin, her ibadetin, yani her halin bir farzı bir de nafilesi vardır. Tanımın içine“her hal” girince, salât ve oruç bu hallerden sadece ikisidir. Ama sizin her düşüncenizin, her fiilinizin, sonuçta her halinizin bir farzı bir de nafilesi vardır. Peki, hallerimizin farzı nedir; farz nedir? Bunu tanımlayalım: Her halimiz için öncelikle şart olan şey vehmin zulmetinden çıkmaktır, vehmin zulmetinden kurtulmaktır! 110 YILMAZ DÜNDAR “Allahu veliyyülleziyne amenü yuhricühüm minez zulumati ilan Nur; Allah inananların velisidir, onları zulmetten alır nura sokar.” Ayet böyle diyor, o zaman ilk şart bu, demek ki bunun gerçekleşmesi gerekiyor. Vehmin zulmetinden çıkmak, nefsi şerrinden temizlemek gerekiyor. Yani vehmin zulmetini, nefsin şerrini takdim ederken söylediğiniz “A” Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuzlaştırmak, sözde tanrılık iddiasını hem deklarasyon olarak, hem de fiillerde yok etmek gerekiyor ki; bu sizin her türlü halinizin farzıdır. Bu olmazsa olmaz! Farz budur; olmazsa olmaz! Bu olmazsa olmaz, zira ilk farz budur. Yani bir kişi nefs-i mutmainneye gelinceye kadar, 2. Tefekkür Şemamızda gösterilen B0 noktasında kararlı, istikrarlı, geri dönüşsüz yaşayıncaya kadar onun ilk farzı, nefs-i levvame sürecindeki ilk farzı, seyri sülûku içerisindeki ilk farzı budur: Nefsi şerrinden temizlemek, vehmin zulmetinden çıkmak, A” Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuzlaştırmak, sözde tanrılık iddiasını hem deklarasyon olarak, hem de fiillerde yok etmek! Bu farzdır, bu olmazsa olmaz! Sözde tanrılık iddiasını yok etmek çok önemli demiştik. Şimdi bu konulara talib olan için önemli bir şeye vurgu yapalım; yok olmak diye bir şey yoktur! Lütfen çok dikkat edin, yok olmayı başaramazsınız! Çünkü yok olmak diye bir şey yok. Ama yok etmek var! Yok olamazsın, ama yok edersin. Dolayısıyla yok olmaya değil yok etmeye çalışacaksın! Bu yoldaki mücadele yok etme mücadelesidir. Yok etme mücadelesi111 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 nin sonunda, kişideki zan yok olduğu için ona yok olmak denir, O mücadelenin sonucuna işaret için, onu anlatmak için yok olma denmiştir. Ama sen yok olma mücadelesi yaparsan yanlış olur. Mücadele yok etmektir, yok etmek içindir. Yok ettikten, yani mücadele bittikten sonraki sonuca yok olmak diyebilirsin. Çünkü bir zan yok olmuştur, bir kişilik yok olmuştur. Bu yok etme mücadelesi devam ederken günlük yaşantı içerisinde sorgulamalarınızı “ne yaparsam olur?” sorusu ile yaparsanız iyi sonuç vermez. “Ne yaparsam olur?” sorgusundan iyi sonuç alamazsınız. “Ne yaptım da olmadı?” diyecek ve daima bunun analizini yapacaksınız. Bir sonuca ulaşmak istiyordunuz, ama olmadı, hemen “ne yaptım da olmadı?” sorgusuyla analiz yapacaksınız, “ne yaparsam olur” değil! Çünkü: esfele safilin yapıyla ne yaparsan yap olmaz! Zaten esfele safiliyn yapıyla bir şey yapar da sonuç alırsan o senin kibrini kuvvetlendirir! O yapı ona sahip çıkar, onun hicret etmesine izin vermez. Bu yüzden “ne yaptım da olmadı?” dersen kendindeki esfele safiliyn yapıyı suçlamış olursun. Mesele, nefsin şerrini suçlamak! Nefsin şerri ne yaparsa bu iş olur? Cevap: Nefsin şerrinin yapacağı hiç bir şeyle olmaz! Çünkü şer ne yaparsa yapsın şer çıkar! Bu yüzden sen; “ne yaptım da olmadı?” diyeceksin, önemli olan analiz sorusu budur! Farzı, yani şart olanı anlatıyoruz ya, devam edelim. Kendiniz için farz ve nafileleri anlamaya çalışıyorsunuz diyelim. Kendinize ait tanrısal bir 112 YILMAZ DÜNDAR davranış tesbit ettiniz ve tesbit ettiğiniz tanrısal halden, bu mütekebbir halden ve davranıştan kurtulmak için çalışıyorsunuz. Bu halinizin yanlış olduğunu ve doğrusunun da ne olduğunu tesbit ettiniz, tespit ettiğiniz o doğruyu yapmaya başladınız, bazen yarım bazen tam yapıyorsunuz. Aradan zaman geçiyor tekrar yanlışa düşüp “eyvah” diyorsunuz, “ben bunun doğrusunu yapıyordum, tekrar yanlış yapmaya başladım.” Mücadele ediyor, doğruyu yapıyorsunuz, tekrar yanlışa düşüyorsunuz… Bu hal, o davranış için, o hal için bir doğru-yanlış mücadelesidir. Bir konuda hep doğru-yanlış mücadelesi varsa başarı elde edemiyorsunuz demektir ve bu iyi bir hal değildir! Bu yüzden, Efendimizin bir duası vardır; “Allahım beni ara yerde bırakma”. Mücadelede ara yerde kalmaktır bu; doğru yanlış, doğru yanlış; hep doğru yanlış muhasebesi! Konu neyse, o konuda doğru yanlış muhasebesi sizin için farzdır; mutlaka doğruya ulaşmanız gerekir, sizin için bu farzdır; bu yanlıştan kurtulmanız o işin farzıdır. Çünkü onun mütekebbir, yani tanrısal bir düşünce, öyle bir hal veya bir fiil, bir davranış olduğunu tesbit ettiniz. O zaman ondan kurtulmak sizin için farzdır. Peki “farzdır” ne demek? Olmazsa olmaz demektir, o şart demektir, o sizin olmazsa olmazınız demektir. Diyelim ki kurtuldunuz, yani doğru davranışı geri dönüşsüz yakaladınız, o halin doğrusunu geri dönüşsüz yakaladınız, o zaman o halin farzını tamamlamış olursunuz. Farzı tamamladınız, bitti mi, tamam mı? 113 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Eğer istiyorsanız, talibseniz bu sefer sizin için yapsanız da olur yapmasanız da mücadelesi başlar, yeni bir mücadele başlar. Çünkü siz, bir düşüncenizi, bir hal veya fiilinizi mütekebbir yapıdan, tanrısal yapıdan, ilahlık iddiasından geri dönüşsüz kurtardınız. Artık o dosya tamam demektir. O konudaki doğruyu geri dönüşsüz sürdürdüğünüz için yeni bir şey yapmanız gerekmez, yaparsanız o nafile olur. Peki, talibseniz, yani isterseniz yeni başlayacak şey nedir? Şimdi başlayacak olan; “daha iyisi ne?” sorusudur. “Doğru yanlış” muhasebesi bittikten sonra başlayacak şey; “daha iyisi nedir, bu yaptığımın daha iyisi nedir? Demek ki: Günlük yaşantıda sizin öncelikle somut görmeniz gereken şey, mütekebbir yapının; tanrılık iddiasının, esfele safiliyn yapının, küfür şirk yapının platformunu oluşturan iki önemli şeydir ki, birisi cinsellik, diğeri öfkedir. Hemen ele alacağınız şey öfkedir ve onu izlerken çok şey öğrenirsiniz. Önce öfkenin doğru yanlış mücadelesi başlar; öfkelendim mi öfkelenmedim mi? Öfkelendiğin zaman o öfkeyi yutmanın Allah indinde en değerli yudum olduğunu Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “size yutabileceğiniz en değerli yudumu söyleyeyim mi?” “Söyle ya Rasulallah, öğret bize” diyorlar. “Öfkelendiğin zaman öfkeni yutmaktır.” Bunu yapmak için önce öfkelenmek lazım! Bu hadis, farzı yerine getirebilmen için teşviktir. Bu işi hallettin ve öfkelenmiyorsan, ne yutacaksın? Bitti! Bunu kendinde o kadar rahat izlersin ki ben bu 114 YILMAZ DÜNDAR Rahmani olaylarla tanışmadan önce nasıl da öfkelenirdim dersin. Şimdiki hal bir antidepresanla değil! Şu ilacı almadan çok öfkeleniyordum, şimdi öfkelenmiyorum değil, hayır! Burada söylenen bir ilaçla baskılama veya bir psikolog tedavisi değil. Nedir bu? Öfkenin bizzat Allah’a olduğunu fark etmendir! Çünkü öfkelenmenin Allah’ın emirleriyle didişmek olduğunu, öfkelendiğin kimsenin olmadığını ve aslında Allah’la kavga ettiğini bilirsen, fuad sana bunu gösterirse, sen o zaman öfkelenemezsin ki! Bu farzı yerine getirmiş olursun. O bitti, şimdi “daha iyisi ne?” sorusu ve arayışı başlıyor, artık daha iyisini ararsın. İşte daha iyisini aramaya başladığın an sen nafileyle meşgulsün demektir. Demek ki, nafile farzdan sonra başlıyor, farz tamamlanmadan, farz tam olmadan nafile olmuyor! Bunu hayatın içinden basit bir örnekle kavramaya çalışıp sonra örneği yok edelim. Bir markete gittiniz ki orası hala toz şekeri çuvaldan tartıyor. Dediniz ki, bana 5 kg toz şeker ver. Bizim çocukluğumuzda öyleydi, marketler, paketler falan yoktu ki. Gider bakkaldan alırdık. Bu ibreli teraziler yeni çıkmıştı. İbreli terazinin teknolojisi yeni ya, ibre dikkatimizi çekiyor, o ibreye bakıyoruz, çünkü o bizim için yeni! O tartıların kimi kolludur, “5 kg” dedik mi, kolunu büker 5’e getirir ki, 5 kg şeker koyunca ibre 5’e gelsin. Bazılarının tartma kapasitesi yüksektir, onlarda 5 ortalarda bir yerdedir. Beş kg şeker istedik, şimdi tartıyor; onun tam 5 kg tartması farzın örneğidir, ibre 5’i gösterdi mi farz tamam. 115 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Çünkü sen 5 kg istedin, ücretini öyle ödeyeceksin. Ama şimdi bak, tartan kişi onu bir iki gram fazla tartsa sevinirsin. Halbuki 5 kg şekerin içinde onun bir önemi yok, ama ibrenin azıcık geçmesi seni sevindirir. Veya 5 kilograma tam gelmedi bu sefer üzülürsün. Ya altı üstü bir tatlı kaşığı şeker, eksik olsa ne olur ki! Ama yüzün değişir; “ne adam be, nelere tamah ediyor, alt tarafı bir kaşık şeker!” diye düşünürsün. O görüntü, o düşünce seni günlerce meşgul eder. Niye? 5 kilogramı tam almadın diye! Bu duygunun nereden geldiğini biliyor musun? Nereden bu duygu, düşünebiliyor musun bu sana nereden geliyor? Bu, biraz önceki hadisin duygusu işte! Orada buyurdu ki; “farzları tam olursa ondan hoşlanırım ve iki üç gram da fazla olursa sevinirim”. İşte bak sen de öylesin! Beş kilogramlık koca torbada bir kaşık fazla şekere seviniyorsun! “Ne iyi adam be, gözü tok, gördün mü bak şekeri fazla verdi” diyorsun. Ancak bakın; onun o fazlayı verebilmesi için önce beş kilogramı tamamlaması lazım ki farz olan o! Farz bitmeden nafilenin olmayacağı anlaşıldı değil mi? Şimdi; eğer bahsettiğimiz bu davranış salât ise farzları yerine getirdin tamam! Bundan sonra “daha iyisi nedir, acaba daha ne yapabilirim?” dersen şimdi karşına Efendimizin sünnetleri çıkar. Vakit sünnetlerini yapıyorsun ve yine “daha iyisi nedir?” dersen karşına işrak çıkar, kuşluk çıkar, önemli gecelerdeki bazı sünnetler çıkar… Unutma; bunları yapmasan da olur. Ama sen farzı tamamladıktan sonra “daha 116 YILMAZ DÜNDAR iyisi ne?” çalışması yapıyorsan ayrı! Çünkü “o bana yaklaşır ve ben onu severim” hitabına nail olmak, onun muhatabı olmak istiyorsan bunu salâtlarda, oruçta yapabilirsin. Tabi, evet her halin farzı sonra nafilesi vardır. Ama bunu uygularken önemli olan şey, çok önemli bir prensip şudur; mutlaka, kişi “kendine göre bir orta yol” tesbit etmelidir. Herkesin orta yolu farklıdır, yapısına göre! Eğer ilerlerken, aşırı “daha iyi ne yaparım?” duygusuna kapılırsa farzlardan da perdelenebilir. Bu yüzden, “makbul olan az da olsa devamlı yapılan” ibadetlerdir. Devamlı yapılan, yani sürdürülebilir olan doğrular makbuldür! Bu yüzden, her olayda ve her davranışta, davranışların her birine ait orta yol farklı olduğundan, kendi sürdürülebilirliğinizi tesbit etmeniz önemlidir! O davranış için kendi orta yolunuzu tesbit edip, nafileleri de o orta yol içerisinde yapmakta fayda vardır. Nafilelerle bir şey başlar? Nafilelerle takva başlar; kişiyi takva ehli yapan nafilelerdir. Farzdan sonra takva başlar. Ayet buna işarettir; insanlar eşittir ancak takvaca ayrılırlar! Dolayısıyla bu ayetten; insanlar mecbur oldukları şeyi yapıncaya kadar aynıdırlar, ancak ondan sonra daha iyisini yaparken birbirlerinden ayrılırlar manası çıkar. Bazen gündeme geliyor, âlimlerin bazıları “namaza sonradan başlamış olanın farz borcu varsa sünnet ve nafileleri yapmaması gerekir” diyor, buna nasıl bakmalıyız diye tartışılıyor. 117 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Bu söylenen size mantıklı gelebilir, ama konulara daima “ayet ve hadislerde bu iş nasıl?” diye bakmak lazım! Bakıyoruz hadislerde öyle bir şey yok! Efendimiz bu işten habersiz değildi, aksi halde bizi uyarır, “eğer şöyle işleriniz varsa böyle yapın” derdi. “Efendimiz döneminde böyle kimseler yoktu” denirse, bu mazeret olmaz. Çünkü Efendimiz bazı hadislerinde bugünleri anlatıyor değil mi? Bugünkü ümmetin halini, hatta gelecek ümmetlerin nasıl davranacaklarını söylüyor. Dolayısıyla bizi uyarırdı, böyle de bir öğütte bulunurdu. Hadislerde; hesap zamanında bir kulun farzları yeterli gelmezse, Rabbi; “nafilelerine bakın, yok mu” der buyruluyor. Demek ki, yaptığın nafileler, farzları tamamlar. Bu yüzden eğer nafile yapacaksak şöyle bir yol öneririm; önce normal salâtı bozmamak lazım. Diyelim ki İkindi Salâtı’nı ikame edeceksin, onun kendine ait bir sünneti ve kendine ait bir farzı var. Sen; “benim zaten çok borcum var bu yüzden bu sünneti yapmasam da olur, onun yerine ben kaza yapayım” dersen olmaz. Hayır! Onu bozmamak lazım! Onu Efendimiz nasıl yapmışsa olduğu gibi öyle muhafaza etmek gerekir. Ama sonra: Diyelim ki İşrak Salâtı ikame edeceksin. Niyet ederken “nafile salâtı” demen gerekmiyor ki! Önemli olan, işrak vaktinde veya kuşluk vaktinde salât ikame ediyor olmaktır. Mesela, eğer işrak vaktinde hiç değilse iki rekât salât ikame edersen, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, tam bir hac ve umre sevabı alır. Ama sabahın farzını yaptıktan sonra! Efendimiz buyuruyor ki; kim sabahın farzından sonra iş118 YILMAZ DÜNDAR rak vaktine kadar geçen süreyi dünya kelamı olmadan dünyayla meşgul olmadan zikrullahla geçirip, işrak vaktinde de yani güneş doğup ta en az yarım saat geçtikten sonra iki rekât salât ikame ederse tam hac ve umre sevabı alır! Burada o hali teşvik var ve anlaşılsın diye de üç kere tekrar var. “Hac ve umre görevinden azat olur” demiyor, hac ve umre sevabı alır! İşte bu vakitte iki rekât salât ikame edeceksen, önce kamet getirip; “Allahım daha önce vaktinde ikame edemediğim üzerimde bulunan en son sabah salâtına ait farzı bu vakitte kaza ile ikame edeceğim” dersin. Hem nafile yapıyor olmanın sevabını, yani işrak vaktinde salât ikame etmenin sevabını alırsın, hem de Rabbin kabul buyurursa senin üstünde bulunan bir sabah salâtının farzını yapmışsın sayar. Dilerse! Yine, işrak vaktinde şart illa iki rekât değil ki, daha fazla da ikame edebilirsin. Diyelim dört rekât ikame edeceksin, o zaman da “öğlen salâtının farzı” dersin. Bizim dikkat edeceğimiz şey normal salâtları aynıyla yapmak! Normal salâtları sünneti, farzı, son sünnetiyle formunu bozmadan yaptıktan sonra diğerlerini; işrak, kuşluk gibi nafile vakitlerdeki salâtları, yapmadıklarının yerine telafi niyetiyle yaparsın, çok da güzel olur. Hem o kuşluğun sevabını alırsın, hem de diyelim ki bir öğleni ikame ettin, bir ikindiyi ikame ettin, ondan da Rabbin muaf tutar inşaAllah. Dilerse. Çünkü; kazaları ikame edin, kazalar kabul olacak diye bir kural yok! Ama, sen bir nafile ibadette o nafile ibadete böyle niyetlenerek Rabbinin dileğine sığınıyorsun. Aslında âlimlerin de o konuda 119 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 söylemek istediği budur: “Sen nasıl olsa örneğin işrakta salât ikame ediyorsun ya, fırsatı kaçırma, hani ikame etmediğin bir sabah salâtı vardı, işte onun farzına niyetlenerek ikame et. Hem onun hem de işrak vaktinin sevabını almış olursun, inşaAllah” demek istiyorlar, yani müjdeliyorlar. Aksi halde “şöyle yapınız, şöyle yapmayınız” gibi bir şey söylemek kimsenin haddi ve görevi değildir! Kimse öyle bir şey diyemez. Ne söylenecekse Efendimiz söylemiş bitirmiş! Onu tercüme ve yorumlamalarla değiştirmek, bazı eğitim yöntemlerinin emirsel uygulanmasıyla değiştirmek! Kur’an bile emir olduğu halde “emir veriyorum” demiyor, “o bir öğüttür” diyor. Kur’an bir öğüttür ama günümüze gelinceye kadar emir cümlesine dönüşmüştür! Âlimlerin öyle söylemeleri de bir öneridir; “nasıl olsa bunu yapıyorsun, bari yararlan, bu fırsatı kaçırma” diyorlar. Anlatabildim mi? Konuyla ilgili bazı önemli noktalarla devam ediyoruz: “A” Takdim Formu “BEN” kesretten kurtulma çalışması yapmaz! “A” Takdim Formu “BEN” çokluktan, kesretten kurtulma çalışması yapamaz. O ancak tanrısal tanımlardan kurtulma çalışmaları yapabilir. Onun yaşadığı dünyada her şeyin bir tanrısal tanımı vardır, o tanımlardan kurtulmanın çalışmasını yapar, yapabilir. Allah’ın yarattığı kesrete, tanrısal tanımlar konulmuştur, bu tanımlara göre de günahlar ve yasaklar vardır, o ancak onlardan kurtulma çalışması yapabilir. Kesretten kurtulma çalışmasını “B” Takdimindeki kişi yapar! Yani 120 YILMAZ DÜNDAR “kesretten kurtulma çalışması” veli zatın işidir, uğraşısıdır. Kişi gerçek kesrete ancak nefs-i mutmainneye geldiğinde geçer. Bu gerçek kesret Esma Dünyası’dır, kesret âleminin kendisi Esma Âlemi’dir. Bizim yaşadığımız hal onun tanrısal tariflerle damgalanmış halidir ki, önce ondan kurtulmak lazım! O tanımlar esfele safiliyn yapının tanımlarıdır ki; “A” Takdim Formu “BEN” işte onlardan kurtulmalıdır. Eğer siz bunu fark etmez de o yapıya kesretten kurtulma çalışması yaptırırsanız yanlış olur. Bocalar, yapamaz! Hem işin içinden çıkamaz, hem ruhsal dengesi bozulur hem de günahlardan kurtulamaz; çünkü günahları umursamaz! Velinin çalışmasının içinde “günahtan kurtulma çalışması” olmadığı için, kişi veliyi anlatan bir şey okur, onu okuduğu zaman “günahtan kurtulma çalışması yok!” zanneder! Niye? Çünkü velinin çalışması içerisinde böyle bir şey yazmıyor, o yüzden; “yok” der. Ya, o veli, o “o işi” bitirmiş! Dolayısıyla, velinin çalışması, yani kesretten de kurtulma çalışması anlatılırken, içinde “günahtan korunma çalışmaları” yer almamış olabilir. Ama sen ona bakıp, velayet noktasına gelmeden kesretten kurtulma çalışması yapamazsın, yani günahlar ve tanrısal tanımlardan kurtulmadan velinin uğraşı alanına giremezsin. Sen önce günahlardan kurtulma çalışması yaparsın! Bu çok önemli bir şey! Nefs-i levvameye girmek için, mutlaka ve mutmain olarak Billahi anlamında imanın açıklanması yeterlidir. Ancak bu deklarasyonu yaptınız diye, “A” BEN yapınızın yaşantısı hemen 121 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Billahi idrakinde olan yapıya tam uygun hale gelmez. İşte, “A” takdimindeki “BEN” yapınızın yaşantısını da bu açıklamaya, yani Billahi anlamında iman’a geri dönüşsüz olarak uygun hale getirdiğinizde, “A” takdimindeki BEN, artık “B” Takdim Formu “BEN” olur. Bu açıklamaların üstüne günahı ele alıp, iki tip günahı ve onların ne olduğunu konuşalım. Lütfen dikkat edin, çünkü anlatacaklarımız, günahla ilgili kavramlarda önemli! Bir: Şirk günahı vardır. Eğer bir kişi imanını amentü billahi anlamında mutmain olarak deklare ederse bu şirk günahından kurtulur. Böyle söylüyorlar, ben de öyle söyleyip kurtulayım diye değil de inanarak söylerse kişi şirk günahından kurtulur. Billahi imanını mutmain olarak açıklarsa; yani var görünüşünü bile eş koşmadan Allah’a iman ederse, yani “ben varım ve muhtarım” demeden Allah’a iman ederse şirk günahından kurtulur. Kişi; “Allah dûnunda bir varlık yok, bu yüzden ben “varım ve muhtarım” demiyorum, var görünüşümü Allah’a eş koşmadan iman ediyorum” derse şirk günahından kurtulur! Şirk günahından kurtulmanın önemini Zümer Sûresi 65. ayetle anlamaya çalışalım: Zümer Sûresi 65: “Eğer şirk işlerseniz tüm amelleriniz boşa gider”. İşte kişi Billahi anlamındaki imanını deklare etmekle bu ayetin muhatabı olmaktan kurtulmuş, şirk işlememiş olur. Fakat! Bunu deklare etti ama henüz yapısı, fiilleri bu deklarasyona uymuyor, bu açıklamaya uymuyor? O zaman onun yeni bir mücadele122 YILMAZ DÜNDAR si var demektir; fiillerini bu deklarasyona uydurmaya çalışacak! Bu mücadele tamamlanıp bitince o B0’a gelir ki; bu noktaya gelene kadar olan mesafe çok önemlidir, sevabı da çok yüksek olan bir yoldur. Hadiyd Sûresi 10. Ayet: “Fetih gelmeden, yani B0 noktasından önceki bu halin derecesi daha âzamdır, daha yüksektir”. Yani nefs-i levvamede esfele safiliynle mücadele edilen bu halin, bu sürecin sevabı daha fazladır. Tamam, şirkten kurtaran açıklamayı yaptın ve şirk günahından çıktın. Şimdi de mücadele etmen gereken diğer günah var, şirk formatı var, o duruyor! O durduğu için şirk formatından kaynaklanan günahlar oluşmaya devam eder! Ama bu formatın ürettiği günahlar şirk günahı değildir! Bu nokta çok önemli! Nisa Sûresi 48. Ayete bakalım: “Eğer bir kişi şirk günahında değilse, Allah onun diğer günahlarını dilediğine dilediği şekilde bağışlar”. Fark ettiniz mi? Kişi bu deklarasyonu yapmış, sonra da her türlü halini ve fiillerini bu deklarasyona uydurma çalışması yapıyorsa, bu mücadele sürerken meydana gelen günahları “dilersem bağışlarım” buyuruyor Allah. Ama bunun için, Billahi deklarasyonunu umursamak ve fiillerini ona uygun hale getirme çalışması yapmak şart! Deklarasyonu yap bir daha gözükme, yani bir yere gidip “ben sınava gireceğim” de, sonra çalışma, sınava da gitme! Öyle değil! Bu deklarasyonu yapıp, ona uygun mücadeleyi yapıyorsan, “bu mücadele sırasında meydana gelen günahları dilersem bağışlarım” diyor. Yeter ki 123 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 şirki olmasın! Şirki varsa, bunların hepsi boşa gider demektir. Bakın şimdi Ârif’e tarif gerekmez sözünü tarif edeceğiz, tarif ettiğimizde onu daha iyi anlayacağız. Bu sözü normal hayatta kullanırız. Neden? Çünkü o ariftir anlar, ona tarif etmeye gerek yok, çünkü tarifi biliyor. Ama bizim bahsettiğimizin manası böyle değil! «Arife tarif gerekmez; arif artık tarif işini bıraktı, tanrısal tarifleri bıraktı!» demektir. Kişi ne zaman arif olur? B0 Noktası’ndan sonra! B0 Noktası’na gelene kadar tanrısal tarifleri yıktı, yok etti, bu notayı geçti. Artık o esma dünyasında, artık o tarifle meşgul olmaz. Bu yüzden ona tarif gerekmez, o tarif istemez! Esma dünyasında olduğu için, artık tarif onun için günahtır, tarif onun için küfürdür. İşte, arife tarif bu yüzden gerekmez! Diğer manada değil, arif tarifi biliyor ve çok seviyor değil! Bu; “arif olmak için tariften kurtulmak lazım!” demektir. Tariflerden kurtulunca arif olursun. Zümer Sûresi 18. Ayet: “Onlar ki, o Kul’larım ki, kavl’i hakkani sözü işitirler de onun en güzeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta kendileridir”. İlerlerken konuyu da iyi anlayalım diye imandan bahsettik ve şimdi yerimize geldik, Lüb’e geldik! Lüb sahipleri için Zümer Sûresi 18; “onlar o Kul’larım ki; kavli hakkani sözü işitirler de onun en güzeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir ve işte onlar Lüb sahiplerinin ta kendileridir” buyuruyor. Ayette geçen Lüb sahipleri Lüb’leri aktif olanlardır, 124 YILMAZ DÜNDAR Lüb’leri sadrı etkisine almış olanlardır. Lüb dâhil bütün nurlar zaten çalışıyor. Ama önemli olan nurun, Lüb nurunun sadrı etkisine alması! Kalbi ve sadrı etkisine aldığında artık ona Lüb Sahibi diyoruz. Neden? Onun sadrı “lüb, lüb” diyor da ondan! Artık o Lüb Sahibi olmuş! Dikkat edin, ayet “onlar Allah’ın emrini işittiklerinde ona tabi olurlar” demiyor. Ya ne diyor? “Hakkani sözü işitirler de onun en güzeline tabi olurlar!” Ne demektir bu? “En iyisini” yapmaya çalışırlar, onlar nafileciler! Farzı tamamladı, nafileyi yapıyor! Lüb sahipleri nafilecilerdir; “İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta kendileridir”. Nafilenin önemini Zümer Sûresi 18. Ayetle ortaya koymaya çalıştık. Şunu da ekleyelim: Ayette geçen “en güzel” emirlerin kıyası olarak “en güzel” değildir. Yani, Allah birçok emir vermiş onların bazıları güzel, bazıları da değil ve kişi en güzelini seçiyor gibi anlaşılmasın! Onlar uygulamanın en güzelini seçerler demektir, uygulamanın en güzeline tabi olurlar demektir. Onlar uygularken en güzeline tabi olurlar! Lüb Sahiplerinin özelliklerini anlamaya ve Lüb Sahiplerini tanımaya başlıyoruz. Lüb Sahipleri Ehli Takva’dır. Biraz önce “onlar nafilede yarışır” demiştik, işte nafilede yarışanlar, takvada yarışıyorlar demektir. “Nafilede yarışan” olmak öyle enteresan bir şeydir ki bakın. Diyelim ki bir AVM’ye gittiniz, orada çok gösterişli, çok zengin birini gördünüz. Buna çok sevinmezsiniz değil mi? Onu çok yakınınız gibi, akrabadan gibi görür müsünüz? Aklınıza bile gelmez, değil mi? 125 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Bazılarının kıskandığı, bazılarının imrendiği, bazılarının da siyasi olarak düşman olduğu o kişi bu kadar azığa sahip olmasına rağmen, siz ona özel bir kardeşlik, özel bir yakınlık hissetmezsiniz. Ama diyelim ki, bir mescide, bir camiye gittiniz, baktınız bir adam; o kadar güzel oturuyor… Veya kalktı huşu içinde öyle güzel salât ikame etti ki… Onu seversiniz, akrabanız gibi gelir size. Oysa sizinle ne ilişkisi var? Sonuçta ne yapıyorsa kendine; salâtı da kendine, duruşu da kendine! Sizin için olursa zaten şirk olur. Onun herşeyi kendine olduğu halde, size hiçbir faydası olmadığı halde ve tanışmadığınız halde akraba gibi ısınır, seversiniz onu. Niye, neden? Bakın çok enteresan; orada onu seven kim? Sizde onu seven kim? Siz bilmeden o sevgiye sahip çıkıyorsunuz ama sizde onu seven kim? Onu seversiniz… Çünkü o bir azık edinmiş! Diğeri dünyaya, bu da ahirete azık yapmış. Bakıyorsun, üstünde ahiret azığı var ve o onun azığı, ama sen onu seviyorsun, için kaynıyor. Hatta hürmet ediyor, geçerken şöyle çekiliyorsun. Onun o haline niye hürmet ediyorsun? Oysa o zengine yapmadın! Neden yapıyorsun bunu, seninle ne ilişkisi var? Çok enteresan, bakın bu hürmet neyin göstergesi: Haliniz kendiliğinden Allah yolunda olanı seviyor; istemsiz! Kendiliğinden ona bir muhabbet, bir yakınlık duyuyorsun ya, nafileyi seviyorsun aslında! Zümer Sûresi 18 bize öğretiyor ki; “Lüb Sahipleri hakkani sözü işitirler ve onun en güzeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın hidayet ettikleridir, Lüb sahiplerinin ta kendileridir”. Lüb 126 YILMAZ DÜNDAR Sahiplerinin özelliği neymiş demek ki? Ehli Takva olmaları! Onlar ehli takvadır, takva sahibidir. Bakara Sûresi 269: “O Hikmet’i dilediğine verir. Kime Hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiplerinden başkası anlayamaz”. Ayetlerden Lüb’ü ve lüb sahiplerini tanımaya çalışıyoruz. Bakın burada da bir başka özelliği görüyoruz. “O Hikmet’i dilediğine verir. Kime Hikmet verilirse gerçekten ona pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiplerinden başkası anlayamaz.” Anlıyoruz ki, lüb sahipleri Ehli Hayr ve Ehli Hükm’dürler; yani hüküm sahibidirler, hayr ehlidirler. Peki, Ehli Hayr olmak ne demektir? Düşünceleri, sözleri, fiilleri batıl olan her şeyden arınmış; hayr üzere olup bu halin hayretlerini yaşıyorlar demektir! Onlara, ikisi arasında çokça nimetler verildiğinden birçok da hayret yaşıyorlar. Peki, Ehli Hükm ne demektir? Hikmeti kavrayabilen akıl sahibi demektir. Onlar hikmeti kavrayabilen akla sahip kişilerdir, Allah’ın hükümlerinin hikmetini görebilen kişilerdir. Evet, Lüb Sahipleri’nin özelliklerinden üçünü gördük; ehli takva, ehli hayr ve ehli hükm! Al’u İmran Sûresi 190: “Muhakkak ki Semavat ve Arz’ın halkedilişinde, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde lüb sahipleri için elbette ayetler vardır”. Al’u İmran Sûresi 191: “Onlar Lüb sahipleri ki, kıyamda ayakta, kuud’da otururken ve yanları üzere oldukları halde Allah’ı zikrederler ve Semavat ve Arz’ın halkedilişi hakkında te127 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 fekkür ederler ve şöyle derler; Rabbimiz bunu batıl olarak yaratmadın. Sen Sübhan’sın, bizi narın azabından koru”. Bu iki ayette Lüb Sahiplerinin Ehli Zikr oldukları anlatılıyor. “Tefekkür ederler ve şöyle derler” diyor ayet. Demek ki, Lüb Nuru Fuad’a Hakk Yol’da bir analiz ve sentez yaptırıyor, Hakk yolda tefekkür yaptırıyor, “tefekkür yaparlar” diyor. Ve bu tefekkürle Hakk bir sonuca ulaşıyorlar ve bu sonuç da kalbe tesbitleniyor. Bu tesbit; bir sığınış, sakınış ve dua içeriyor. Tefekkürlerinin sonunda mütekebbirlik yok! O tefekkürle El Hüsna’yı tasdik ediyorlar ve o tefekkürün sonunda sığınış, sakınış ve dua var! Nurların her birinin verdiği korku ve ümit başkadır demiştik. Onun için, Tevhid Nuru’nun verdiği korku ve ümit de başkadır: Tefekkürünün sonucu sığınış, sakınış ve dua içeriyor. Lüb sahibi tefekkür ediyor, tezekkür ediyor, ittika ediyor. Zaten ayetler; “Lüb Sahipleri tefekkür ederler, tezekkür ederler” demekte ve “ittika edin” diye de uyarmaktadır. Bakara Sûresi 197: “Muhakkak ki azığın en hayrlısı takvadır. Ey Lüb Sahipleri benden ittika edin”. Azık’tan bahsettik ya, biriktireceğimiz azığın hayrlısını şimdi Yaratan bize öneriyor; azığınızın en hayrlısı takvadır. Ey lüb sahipleri benden ittika edin; yani sakın eş koşmayın. İttika etmek sakınmaktır. Öyle bir sakınmak ki; eş koşmamak için sakınmak! Çünkü eş koşarsanız herşey boşa gider! İttika edin demek, benden sakının, sakın BENlik ortaya koymayın, mütekebbir olmayın demektir. İttika edin! 128 YILMAZ DÜNDAR Al’u İmran Sûresi 7. Ayet: “HU ki, Kitab’ı sana inzal etti. Ondan ayetler muhkemdir. Ki onlar Ümmü’l Kitap’tadır. Ve diğerleri ilk, ana, kök olmayanlar ise müteşabihdirler. Ama kalblerinde zey’ art niyet olanlar, fitne isteyerek ve O’nun te’vilini arzu ederek ondan sadece müteşabih olanına tabi olurlar. O’nun te’vilini ancak Allah ve ilim’de rasih derinleşmiş olanlar bilir. Bu âlimler şöyle derler; O’na iman ettik; hepsi Rabbimizin indindendir. Bunu Lüb sahiplerinden başkası tezekkür edemez”. Yani Lüb sahiplerinden başkası ibret alamaz demektir. Bu ayet; Kur’an’da muhkem ve müteşabih ayetlerin olduğunu, bazı kimselerin bunlardan yalnızca müteşabih olanlara yaslandığını, oysa onun açıklamasını yalnızca Allah ve ilimde derinleşmiş olanların bildiğini bildiriyor. Burada Lüb sahiplerinin bir yeni özelliği daha verildi: Onlar tezekkür edendir, yani ayetlerden ibret alandır. İbret alan ne demek? Yararlanan! Onlar OKUduğu zaman ibret alandır; yararlanandır. Maide Sûresi 100. ayet: “De ki; habis tayyib ile müsavi olmaz, velev ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de! O halde “ey Lüb sahipleri, Allah’tan ittika edin ki felaha eresiniz”. Buna benzer kıyasları, karşılaştırmaları ayetlerde göreceğiz. Burada habis ile tayyib kıyaslanmakta, eşit olmadıkları söylenmektedir. Meallerde habis “kötü” olarak tanımlanmış; “kötü ile iyi bir olmaz” diye açıklanmıştır. Ama bunun Muhammedi açıklamadaki karşılığını bilmek için manasını tam yerine koymak lazım. Çünkü “kötü”nün 129 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 ve “iyi”nin tanrısal dünyada oraya ait de manaları var. Allah’a ortak olarak yapılan her türlü hal habistir! Bu kapsamdaki her türlü hal habistir, necistir, pistir. Habis; necis, pis, iflah olmaz, düzelmez demektir! Nedir o? O, Allah’ı örten her türlü haldir! Ayet diyor ki; “velev ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de!” Buraya da dikkat edelim. Çünkü ayet bize; “Lüb sahipleri tezekkür eder” diyor. Lüb sahibi olmak için önce “lüb sahibi gibi” davranmak lazım! Bu taklid çok önemlidir ve insanı taklid ehli yapmaz. Taklid ehli; Billahi anlamında imanı açıklamamış kişidir ve yaptıkları da taklid ehlinin işleridir. Amentü Billahi’yle ilgili imanını deklare ettikten sonra kişinin yaptıkları taklid değildir. O hal şuna benzetilebilir: Bir çocuk konuşmayı öğrenirken evdeki büyüklerini taklid etmez mi? Hatta büyüklerinden ayrı tutulsa konuşmaya geç başlar. Niye? Taklid edemiyor! O konuşmayı öğrenirken, siz ona “sen taklid ehlisin” diye kızar mısınız? Yine o çocuk büyüklerini taklid etmeden yürüyemez de. Demek ki, doğru yolda taklid şart! Korkmamak lazım, bu insanı “taklid ehli” yapmaz. Veliyi taklid etmeden veli olunmaz! Lüb ehlini taklid etmeden “lüb ehli” olunmaz. Ama “B” imandan sonra ve nefs-i levvamede iseniz bu böyle! “B” imanını açıklamamış ve nefs-i levvamede değilseniz siz zaten taklid ehlisiniz, o zaman tüm yaptıklarınız için size taklid ehli denir. Kötü olan, yani Allah’ı örten herşey habistir dedik. Tayyib; temiz demektir. Hakk yoldaki her 130 YILMAZ DÜNDAR davranış temizdir, tayyibtir. Bazı arkadaşlarınız olur, tanışırsınız, bakarsınız; herşeyi temiz herşeyi! Sözü temiz, bakışı temiz, yürüyüşü temiz, niyeti temiz, aklı temiz, kalbi temiz, hepsi temiz, herşeyi temiz… Hakk yol böyledir işte; onun herşeyi temiz, tayyibdir! Diğeri habis; onun da herşeyi kötüdür, hiç bir şeyi iflah olmaz. “Velev ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de” ayetinde “hoşunuza gitse de” denilen şey esfele safiliyn yapıdır! “Siz” derken kast ettiği, hep sizin kendinizi içinde bulduğunuz ve mücadele etmeniz gereken o yapıdır. Ayet; “habisin çokluğu mücadele etmeniz gereken o yapının hoşuna gider” diyor. Kendinizi içinde bulduğunuz o yapı habisin çokluğunu sever; çok evi olmasını sever, çok arabası olmasını sever, çok parasının olmasını sever. Ama! Allah ve Rasulü çok umurunda olmaz! Hele onlar o kadar çok olur ki, Allah ve Rasulü hiç aklına gelmez! Her işi çok rayında gider; sağlığı çok iyi, işi çok iyi, eşi çok iyidir. Bazıları bakar, yanılır der ki; arkadaş adamın dinle diyanetle işi yok, tuttuğu altın oluyor, evinden mutluluk şakırdamaları geliyor, bu nasıl iş? Allah ona öyle “çok” şey vermiş ki, Allah’ı unutmuş o! Sen onun neyine özeniyorsun ya? Bir yanda da bir gariban vardır; hastanede kuyrukta bekler bekler sıra gelmez, geri döner. Beklerken acıdan “Allaah, Allaah, Allah” der, inler. İşin aslını görürsen bu adam şanslı! Efendimiz diyor ki; “bu dünya bir ağacın gölgesinde oturdun, dinlendin, kalktın” gibi bir şeydir”. Ağaç gölgesinde servetin olsa ne 131 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 olur, biraz sonra kalkıp gideceksin ya! Veya istasyonda üç beş dakika tren bekliyorsun, birisi gelmiş; “şu büfe çok kar eder sana satayım” deyip duruyor. Az sonra trene binip gideceksin, ne yapacaksın büfeyi, büfeyle ne işin var ya? Dünya böyle bir şey! Azrail çekmiş sreni, tren geliyor! Sırayla birileri binecek! Her an hazır ol! Valizini hazırla, azığını hazırla; [en hayrlı azık takva!] hazırla ve bekle! Ama sen? Yerini almamışsın, valizin boş, hangi trene bineceğini bilmiyorsun, istasyonda arsa kapma peşindesin. Olacak iş mi ya! Bu yüzden ayet; “senin o yapın bu habisin çokluğunu sever. Ama bunu Lüb sahipleri anlar” diyor. Bunu anlayın, tefekkür edin, ittika edin; esfele safiliynin cazibesine kapılmayın ki; felaha eresiniz! Maide Sûresi 111. Ayet: “And olsun ki onların kıssalarında Lüb sahipleri için bir ibret vardır. O Kur’an beşer tarafından uydurulan bir söz değildir. Fakat kendinden öncekileri tasdik eden, herşeyi tafsil eden ve iman eden bir kavm için de hüda rehber ve rahmettir”. Ra’d Sûresi 19. Ayet: “Ancak “Rabbinden inzal olunan Hakk’dır”ı bilen kimse âmâ kimse gibi midir? Yalnızca Lüb sahipleri tezekkür eder”. İbrahim Sûresi 52. Ayet: “İşte bu, insanlara bir tebliğdir; onunla uyarılsınlar, O’nun İlahun Vahid olduğunu bilsinler ve Lüb sahipleri tezekkür etsinler diye”. Sa’d Sûresi 29. Ayet: “Bu sana inzal ettiğimiz bir Kitab’tır, mübarektir. O’nun ayetlerini 132 YILMAZ DÜNDAR tedebbûr etsinler derinlemesine tefekkür etsinler ve Lüb sahipleri tezekkür etsinler diye”. Zümer Sûresi 9. Ayet: “Böylesi mi, yoksa sacid secde eden ve kaim kıyam eden olarak gecenin vakitlerinde kânit müstakim, ahretten hazer eden ikan hale yaraşmayan davranışlardan sakınan ve Rabbinin rahmetini uman mı? De ki, hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu, eşit olur mu? Ancak Lüb sahipleri tezekkür eder”. Fatır Sûresi 19, 20, 21, 22 ve 23. ayetler: “Âmâ ile basıyr bir olmaz, Zulmet ile Nur da bir olmaz. Zıll ile harur da, diriler ile ölüler de bir olmaz... Muhakkak ki Allah dilediğine işittirir... Sen kabirlerin içindeki kimselere işittirici değilsin. Sen ancak bir uyarıcısın”. Ayete göre âmâ; kalbiyle göremeyendir! Kafa gözü görmeyen değil kalbi kör olandır; fuadı aktifleşmemiş kişidir. Basıyr; kalbi ile görebilendir. Ayet işte bu ikisini kıyaslıyor ve “ikisi bir olmaz” diyor. Âmâ ve Basıyr’in anlaşılması için zulmet ile nuru, zıll ile harur yani gölge ile güneşli yeri ve diri ile ölüyü karşılaştırıyor. Buradaki diri ve ölü idrakla ilgilidir. Çünkü bir de “idrak olarak ölü” olanlar vardır. Allah dûnu’nda varlık iddiasında bulunan Allah için ölüdür. Ayette “kabirlerin içindeki kimselere, ölülere işittirici değilsin” ifadesindeki kabir içinde olmak doğruya, hakikate karşı kendisini kabre sokmuşluktur. Hakikate karşı kabre sokmuş, yani düşüncelerine zincir vurmuş, hakikatın önünü kapatmış kişilere işittiremezsin! 133 İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011 Lüb sahipleriyle ilgili ayetlerde “Kur’an’ın Lüb sahipleri için bir öğüt, hatırlatma ve zikr olduğu” da belirtilir, bakın: Talak Sûresi 10. Ayet: “Allah, onlar için şiddetli bir azab hazırlamıştır. Allah’dan ittika edin, ey iman etmiş Lüb sahipleri! Allah size gerçekten bir Zikr inzal etmiştir”. Sa’d Sûresi 43. Ayet: “O’na, Eyyub’a bizden bir rahmet ve Lüb sahipleri için bir öğüt olmak üzere hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık”. Eyyub aleyhisselamın hayatına baktığınızda, döneminde ailesinin ve aşiretinin darmadağın olduğunu görürsünüz. Daha sonra hem ailesi hem de ümmetinin bir misli fazlası “bir rahmet” olarak kendisine yine bağışlanmıştır. “Bu aynı zamanda Lüb sahipleri için de bir öğüttür” diyor Sa’d Sûresi 43. Zümer 21. Ayet: “Görmedin mi ki; Allah, Sema’dan bir su inzal etti de onu Arz’daki kaynaklara koydu. Sonra onunla renkleri muhtelif ekinler çıkarıyor. Sonra o ekinler kurur da sen onu sararmış görürsün. Sonra onu bir hutam; kuru bitki, çöp kılar. Muhakkak ki bunda Lüb sahipleri için bir öğüt, bir ibret vardır”. Mu’min Sûresi 54. Ayet: “Lüb sahiplerine bir hüda, bir öğüt olmak üzere”; hatırlatmak üzere! Bu konudaki bir ayet de hukuki uygulamayla ilgilidir. O da Lüb sahiplerini anlatan bir ayettir, ama hukuki uygulama ile ilgilidir! 134 YILMAZ DÜNDAR Bakara Sûresi 179: “Ey Lüb sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki siz, bu sayede korunursunuz”. Bunlar Lüb sahipleriyle ilgili ayetlerdi. Ayetlerin Dili’nden Lüb Sahipleri’nin Özelliklerini tanımaya çalıştık, ayetler bize Lüb sahiplerini anlattı. Lüb’ü anlattığımız kısmı tamamlarken, Lüb’ü bir kez daha tanımlayalım: LÜB; Kul’un “Muhtar” olmadığını ve “BEN varım ve muhtarım” zannından doğabilecek her türlü şirk halini AKLIN fark edebilmesine imkân sağlayan İhlâs Sûresi hakikatli bir NUR’dur. Lüb’de çalışan Tevhid Nuru’dur ki; kişiye “bir”lemeyi, muhtariyetten yani varlıktan kurtulmayı öğreten ve onun yolunu gösteren bir manaya sahiptir. Lüb halinin İhlâs Sûresi’yle doğrudan ilişkisi vardır. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “muhakkak ki herşeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın Kalbi ise YaSin’dir”. Bir diğer hadis: “Herşeyin bir nuru vardır. Kur’an’ın Nuru da “Kul HUvallahu Ehad”dır”. Bu hadisler ve açıkladığımız manalarla Kur’anı bir bütün olarak ele alırsanız; onun kalbi YaSin ve onun nuru, yani oradaki manayı, idrakı açan nur ise İhlâs Sûresi’dir. Peki, bu nur nasıl istenir? Onu da Kur’an’dan öğreniyoruz. Bize istemeyi öğreten ve Talimi Mes’ele adıyla anılan bir sure vardır; Fatiha Sûresi. Evet, bu nur Fatiha Sûresi’yle istenir! Fatiha; anahtar, açan ve istemeyi öğreten olarak da isimlendirilmiştir. 135 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Yasin, İhlâs ve Fatiha sureleriyle ilgili hadisler ışığındaki bu bilgilerden sonra, izin verirseniz hadis kaynaklı bir temenniyi de paylaşalım: Lütfen bir plan yapınız ve hayatınız boyunca 500.000 İhlâs Sûresi okumayı hedefleyiniz! Bu miktara hayatınız boyunca okuduğunuz tüm İhlâs Sûreleri dahildir; salâtlarda okuduklarınız, okuduğunuz diğer İhlâs’lar, hepsi dâhildir. Bir de, bu yolda hayrlı açılımlara vesile olacak iki ayeti paylaşalım, sonra da yeni bir konuya, konumuz içinde yeni bir kısma devam edelim. Bu iki ayet, Enbiya Sûresi 29 ve Kassas Sûresi 68. ayetler. İlerleyen kısımlarda yeri gelecek ama, siz Enbiya Sûresi 29 ve Kassas Sûresi 68. ayetlere bakın lütfen. Bu iki ayeti okumak, tefekkür etmek, bazı şeyleri anlamamızı kolaylaştırır inşaAllah. Yukarıda Lüb’ü ve özelliklerini ayetlerle anlamaya çalıştık. Buradan itibaren sırasıyla Kalb’i, Fuad’ı, Sadr’ı açacağız inşaAllah. Kur’an’ın mesajının doğru anlaşılabilmesi için, fark edilmesi ve manasının anlaşılması gereken kavramlardan birisi de mütekebbir kelimesidir. Mütekebbir birçok ayette geçer ve Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı mesajla da çok ilişkilidir. İçinde mütekebbir kelimesinin geçtiği bazı örnek ayetlere bakacağız. Şimdi izin verirseniz şöyle bir parantez açalım. Kur’an’ın Mesajı diyoruz ya, bu tabir çok kullanılır, hatta yanlış da kullanılır. Kur’an’ı bir şifre, geleceği anlatan bir kehanet kitabı, bazı şeyleri “fal gibi” anlamaya yarayan bir kitap gibi değerlendirmemek lazım! Bu işlerle meşgul 136 YILMAZ DÜNDAR olanlar tamamen boş işle meşguller. Kur’an’da öyle bir şey yok ve Kur’an bir ansiklopedi falan da değil! Kur’an insana tek bir mesaj verir! O mesajın ne olduğunu tanrı ilmi notlarımızda anlattık, anlamaya çalıştık. “Mütekebbir” kelimesi Kur’an’ın Mesajıyla ilgili olarak çok önemli. Mutlaka iyi anlaşılması lazım, mutlaka! “Mütekebbir” aynı zamanda bir Esma’ül Hüsna’dır. Bir esma’ül hüsna olarak Mütekebbir’in manasına bakalım, esma’ül hüsna listesinde Mütekebbir ne demek söyleyeyim: Mutlak BENlik O’na, Allah’a aittir. Mutlak BENlik! BEN diyen yalnızca kendisidir. Yalnızca Allah “BEN” diyebilir. Kim “BEN” sözüyle kendisine varlık verirse, var oluşunun hakikatine ait BENliği örtüp, göreceli BENliği öne çıkarırsa bunun sonucunu yanmak suretiyle yaşar! Çünkü Kibriya O’nun vasfıdır! Mütekebbir, ancak Allah’ın BEN diyebileceğini bize anlatan bir esma’ül hüsna’dır. Diğer esma’ül hüsna manalarına bakarken buna da bakılmıştır mutlaka, ama hatırlamak için tekrar bakınız lütfen. Peki, mütekebbir meallerde nasıl geçiyor, ona nasıl bir mana veriliyor? Genellikle kibirli, kibirlenen olarak çevrildiğini görüyoruz ve doğrudur da. Normal hayatta bir insana mütekebbir dediğinizde ona kibirli demiş olursunuz. Mütekebbir, kendini bir şey zanneden ve kendini bir şey zannetmesini baskı unsuru olarak kullanan, kendisini bir şey sanışını öne çıkaran kişi manasında kullanılır. Normal hayatta birisine “ne kibirli” dediğinizde, siz aslında ona “mütekebbir” demiş 137 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 oluyorsunuz, ama Kur’an’da kastedilen mana bu mudur? Kur’an’da söylenmek istenen bu değil! Eğer siz halkın kullandığı bu manayı meal olarak yazarsanız, o zaman Kur’an’ın o ayetle açıklamak istediği şeyi örtmüş olursunuz, o gözükmez! Daha önce bir ipucu vermiştik: Bir fikriniz, bir davranışınız, bir düşünceniz, bir yorumunuz, hatta bir tanımınız, bir şeyi tanımlarsınız ya, işte o “İslami midir, Muhammedi midir?” bunu mutlaka test etmek ve incelemek gerekir. Bunu nasıl yaparsınız? Şimdi bu testi “mütekebbir” örneğinde yapmaya çalışalım. “Mütekebbir”in normal yaşantıdaki “kibirli kişi, kibirlenen” şeklindeki halini meal olarak alır, ayeti böyle anlamaya çalışırsak bunu bir başkası da yapar. Yani Muhammedi olmayan birisi de kibirli kişiden rahatsız olur, olmaz mı? Birinin kibirli olmaması için veya kibirli kişiden rahatsız olması için mutlaka müslüman mı olması gerekiyor? Müslüman olmayan da kibirli kişiden rahatsız olur ve ona “ne kibirli” diye onu kınayabilir. Veya bir kişi müslüman olmadığı halde prensip edinip, “ben mütevazi olacağım, kibirli olmayacağım” deyip gayet mütevazi bir insan olabilir. Onların kendi dünyalarında hümanist ilan ettikleri kişiler bu idrakte değiller mi? O zaman ayette “mütekebbir” olarak damgalananlar, kınananlar hümanist olmayanlar mı? Öyle değil! Eğer onu böyle ele alırsanız ayeti ötelemiş olursunuz ki, en sık yapılan da budur! 138 YILMAZ DÜNDAR Kişi Kur’an okurken birçok ayeti kendisiyle ilgili bulmaz ve öteler. Neden öyle yapar? Tanımların yanlışlığından! Tanımları zihnine yanlış yerleştirdiği zaman ayetleri öteler ve “bana hitap etmiyor ama hürmeten okuyayım” der, yani kendisi için bir mesaj çıkaramaz. İşte böyle yanlış tanımlanan bir şey de mütekebbir kelimesidir. Bahsettiğimiz bu durum, genellikle kişinin normal hayatı içindeki kibirli davranışları olarak algılanıyor, ama söz konusu olan, insanların tanrısal iddialarla birbirlerine sergiledikleri kibirli davranışlar değildir. Nedir öyleyse? “Mütekebbir”le kastedilen; kişinin bilerek veya bilemeyerek Allah’a karşı gösterdiği kibirdir. Ayetlerde bahsedilen mütekebbir, insanlara karşı kibirli olanın ismi değildir! İnsanları mütekebbir olmakla suçlayan, onlara mütekebbir diyen ayetlerin hedefi sizin “kendi aranızda birbirinize karşı kibirli” olmanız değildir. Kişinin Allah’a karşı kibirli olmasıdır, Allah’a karşı mütekebbir olmasıdır! Allah’a karşı mütekebbir olmak ne demektir? Allah’a karşı mütekebbir olan, bilerek bilmeyerek, aslında şunu söylemektedir: O diyor ki, senden ayrıca ben de varım! Senden başka, senin dışında, senin dûn’unda ben de varım. Hatta bu iddia şudur: Varım ve Muhtarım! “Senin dışında ben de varım; Varım ve Muhtarım” demesi, o kişinin Allah’a karşı kibir yapması, Allah’a karşı mütekebbir davranması demektir. Peki, böyle yapınca ne olur? Böyle yapınca Allah üzerine yalan uydurmuş olur. “Allah üzerine yalan uyduranlar” ayetlerde çok geçen bir husus139 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 tur, Allah üzerine yalan uydurmanın bir şekli de budur! Yalan; olmayan bir şeyi söylemektir! Bu iddia Allah’a iftira etmektir, O’nun hakkında bir yalan uydurmaktır. Bakın diyor ki; senin dışında ben de varım ve muhtarım. Böylece Allah’a yalan uydurmuş, ayetlerin Allah üstüne yalan uyduranlar dediği gruplardan birine girmiş oluyor. O ayetlerin kapsadığı gruplardan birisi de bunlardır! Hümanist yaşantıdaki kibirsiz davranışlarla ilgili olarak şu da çok önemlidir: Hümanist bir tanrı, böyle bir insan normal hayatta insanlara karşı kibirsiz olabilir, kibirli davranmadan yaşayabilir, bu hususta çok dikkatli ve özenli olabilir. Ama bu davranışı, onun Allah’a karşı olan kibrini kaldırmaz! Buradaki çok önemli husus budur! Oysa biz onu takdir eder, “ne mütevazi insan” deriz. Neden takdir ediyoruz? Bize iyi davrandığı için! Ama mesele; insanların bize iyi davranması değil, Allah’la ilişkisidir. Kur’an’da hep ele alınan, insanın Allah’la olan ilişkisidir! Dolayısıyla bir hümanistin, tanrısal yaşantıdaki bir kişinin kibirsiz davranmayı başarması onun Allah’a karşı olan kibrini kaldırmaz. Normal yaşantıda mütevazi insan olmak da Allah’a karşı olan kibri kaldırmaz. Oysa insan Allah’a karşı mütekebbir olmaktan kurtulabilse, Allah’a karşı kibri kaldırabilse, “Allah’a karşı kibirli olmamak nedir?” bunu öğrense, doğal olarak insanlara karşı da kibirli olamaz. Hadislerde; “kâfirlere karşı kibirli olmak, hatta onlara karşı kibirli yürümek” ifadeleri geçer ki, o 140 YILMAZ DÜNDAR başka bir şeydir. O ayrı bir şey ve hadiste geçen o halin sadakaya giren kısmı da var, ama o başka. Tabi, bunları okuyunca, “demek ki, insanlara karşı davranışlar önemli değil” gibi bir anlam çıkarmak doğru olmaz. Anlatmak istediğimiz önemli şey şu: Bir kişinin insanlara davranışlarına bakıp da; “ben insanlara karşı kibirli değilim, kibirli davranmıyorum, bunu başardım” demesi, bunu başarmış olması o kişinin Allah’a karşı olan kibrini kaldırmaz! Çünkü o kibir ilişkisini Allah’la kurmadı. Oysa kişi “Allaha karşı kibirli olmamak nedir?” bunu öğrenir ve gereğini de uygularsa, bu işin tabiatıdır ki zaten insanlara karşı kibirli olamaz, bu yeni öğrendiğinin edebi içerisinde o zaten vardır. O bilgi insanlara kibri de ortadan kaldırır. “Mütekebbir”i bu anlattığımız şekilde düşünerek ayetlere geçelim. Mu’min Sûresi 56. Ayet: “Kendilerine gelmiş bir sultan; delil, güç olmaksızın ayetler hakkında mücadele edenler var, bu mücadele edenler var ya, onların sadrlarında ona asla ulaşamayacakları bir kibirden; varlık duygusundan, “varım” duygusundan başka bir şey yoktur. O halde sen Allaha sığın. Muhakkak ki, HU Semi’ul Basir’dir”. Burada “ayetler hakkında mücadele edenler” tabiri geçiyor: “Ayetler hakkında mücadele edenler var ya”. Kişi bunu okuyor ve ekliyor; ben ayetlerle mücadele etmiyorum ki! Böyle deyip ayeti öteliyor. Nasıl öteliyor bakın! Bunu anlaması için, “ayetlerle mücadele edenler kimlerdir?” onu tanımlamak gerekiyor. Ha, o tanıma girmi141 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 yorsa tamam, ama o tanıma giriyorsa bir meselesi var demektir. “Ayetler hakkında mücadele edenler kimlerdir” bakın: Ayetlerle mücadele; ayetlere karşı şiddet içeren inkâr noktasından başlayıp Kur’an’ı kabul ettiği halde içindekileri umursamayan hayat tarzına kadar uzanan bir yelpazedir. Bir ucu ayetleri öyle inkâr ediyor ki, bu inkâr şiddet de içeriyor, mücadele ederken şiddeti de kullanıyorlar. “Ayetler hakkında mücadele edenler var ya” dediği bir zümre var, ayet onları onların özelliklerini söylüyor, onların sadrlarından bahsediyor: “Kendilerinde bir delil, bir güç olmadığı halde, delilleri dayanakları olmadığı halde Allah’ın ayetleriyle mücadele ediyorlar” ya, kim onlar? Bu güruhun iki ucu var: Bir uç; en aşırı uçtur ki, ayetleri inkâr ediyor, inkârla beraber ayetlere şiddetle saldırıyor, saldırı uyguluyor. Ayetleri hem inkâr ediyor hem de şiddetle saldırıyor! Diğer uç; Kur’an’ı kabul etmiş ama içindekileri umursamıyor! Umurunda değil! Allah’ın ayetlerde insanlara “yapın” dedikleri onun umurunda değil. Skalanın iki ucu! Eğer sen skalanın bir yerine düşüyorsan bu ayetten alman gereken önemli bir mesaj var demektir. İşte ayette bahsedilen bu grupta olanların sadrlarında asla ulaşamayacakları bir şey var! Ne o? Kibir! Kibir duygusu! Yani varım duygusu! Varlık duygusu! Buradaki kibir varlık duygusudur! “Varım ve Muhtarım” iddiasıdır ki, bu nefsin şerrinin iddiasıdır, nefsin şerrinindir! Nefsin şerrinin hâkimiyet yerini de tanımlamıştık; bu sadrdır. Nefsin şerri sadrda hâkimdir. Dolayısıyla ayet 142 YILMAZ DÜNDAR bize “onların sadrlarındadır” diyor, kibir duygusu onların sadrlarındadır. “Varım ve Muhtarım” dedikleri, ama hiç ulaşamayacakları bir duygu var ya, işte o duygu onların sadrlarındadır. Çünkü o nefsin şerrine ait bir duygudur ve yeri sadrdır! Bu ayetin sonu “HU Semi’ul Basir’dir” diye bir Esma’ül Hüsna’yla bitiyor. Bu ayette olduğu gibi birçok ayetin esma’ül hüsna’yla bittiğini görürüz. Eğer bir ayet bir esma’ül hüsna’yla bitiyorsa, aslında orada anlatılan konuyla ilgili bir kanunsal mesaj vardır. Orada, ayetteki konu ve ayette verilen mesajla ilgili bir uyarı ve o konuyla ilgili olarak esma âleminin bir kanunu söz konusu demektir. Ama bu çok ayrı, başlı başına bir konudur ve ayrıca ele alınması gerekir. Şimdi nasıl sadrı ele alıyoruz, onlar da böyle ele alınması gerekir. Şimdilik yalnızca özel bir yeri olduğunu söyleyerek bahsetmiş olalım. Casiye Sûresi 37. Ayet bizi uyarır: “Kibriya Semavat’ta ve Arz’da O’nundur. HU Aziyz’ül Hakiym’dir”. Allah bu ayette bizi uyarıyor! Mü’min Sûresi’nde bahsettiğimiz “Varım ve Muhtarım” kibrini taşıyanlara diyor ki; Kibriya Semavat’ta ve Arz’da ancak O’nundur, O’na aittir! Mu’min Sûresi 35. Ayet: “Böylece Allah her mütekebbir cebbarın kalbini tab’ eder”. Mütekebbir; “Allaha karşı ben de varım” diyen! Cebbar; bu iddiasıyla da çevresinde zorbalık yapan! Allah, bunların kalbini tab’ eder, mühürler. Bundan önce incelediğimiz ayette bu duygunun sadrda olduğunu, nefsin şerrine ait olduğunu öğrendik. Demek ki, onların sadrlarında böyle 143 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 bir duygu var! Bu ayette ise Allah, onlarla ilgili bir uygulamayı anlatıyor, buyuruyor ki; “böylece Allah her mütekebbirin, kalbini tab’ eder!”. Yani Allaha karşı “ben de varım” diyenin ve bu iddiasıyla da çevresine de zorbalık yapanın kalbini tab’ eder; mühürler. Dikkat ediniz, duygu sadrda, ama sadr mühürlenmiyor, kalbi mühürlüyor. Ayet “kalbini mühürler” diyor. Bunu neden böyle vurgulayarak tekrar ediyorum? Çünkü meallerde ayetteki “sadr” yerine “kalp” yazmışlar. Ayet “onların sadrında böyle bir duygu vardır” diyor, ama mealde; “kalbinde böyle bir duygu vardır” diye yazılmış. O öyle değil! O ifade mekanizmaya ters, olaya ters! Kur’an kalbi de diğerlerini de yerinde kullanıyor ve kalb gereken yere “kalb”, sadr gereken yere “sadr”, fuad gereken yere “fuad”, lüb gereken yere “lüb” diyor. Çünkü bu organizasyonda hepsinin bir yeri görevi var, onlar bir prosedürün parçaları. Onlar bir idrak yolundaki önemli açılımları sağlayan noktalar! Siz eğer meal yaparken onların yerini, manasını değiştirirseniz okuyan yalnızca “duygusal bir öğüt” okumuş olur, bir mekanizmayı öğrenemez. Öyle olunca nasıl davranacağını da öğrenemez, bir amel çıkaramaz! Evet Mu’min-35’ten öğreniyoruz ki; Allah, kalbi mühürlüyor. “Sadrında mütekebbir duygusu olanın ve bu konuda cebbar olanın” yani bu duygusuyla etrafa zulmedenin, zorbalık yapanın kalbini tab’ eder, mühürler. Bu öyle bir cezadır ki! Çünkü sadrdaki mütekebbir duyguyu, nefsin şerrine ait olan mütekebbir duyguyu yok ede144 YILMAZ DÜNDAR cek şey kalbteki açılımdır! Kalp mühürlendiği zaman artık o bunu çözemeyecek demektir, o bu işten kurtulamayacak ve bunun sonucunu yaşayacak demektir, Yani kalbteki Lüb ona doğru yolu, Tevhid yolunu gösteremeyecek demektir. Mu’min Sûresi 27. Ayet: “Musa dedi ki, muhakkak ki ben hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden Allah’a karşı “ben de varım” diyenden benim de Rabbim sizin de Rabbiniz’e sığındım”. Firavun döneminde, mütekebbirliği büyük bir iddia haline getirerek ülkeyi yöneten bir sistem içerisinde yaşayan Hazreti Musa aleyhisselamın sığındığı bir dua: Ben, hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden, Allah’a karşı “ben de varım” diyenden benim de Rabbim sizin de Rabbiniz’e sığındım! Zümer Sûresi 60. Ayet: “Kıyamet günü, Allah üzerine yalan söylemişleri yüzleri simsiyah olmuş görürsün. Mütekebbirler için Allaha karşı “ben de varım” diyenler için mesva kalma yeri, ikamet yeri cehennem de değil midir?” “Allah üzerine yalan” yine karşımıza çıktı! Zümer–60. Ayet Allah üzerine yalan söyleyenleri anlatıyor. O grubun en önemli özelliğinin; O’nun dışında ben de varım iddiası olduğunu ve Varım ve Muhtarım iddiasında olup bunu da fiile dökmek olduğunu, onlara bu yüzden; Allah üzerine yalan söyleyenler dendiğini açıklamıştık. “Allaha karşı yalan söyleyenleri sen yüzleri simsiyah olmuş görürsün. Mütekebbirlerin ikamet yeri cehennemdir”. 145 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Zümer Sûresi 72. Ayet: “Denildi ki; girin cehennemin kapılarından, orada ebedi kalıcılar olarak! Mütekebbirlerin kalacakları yer ne kötüdür”; Allah’a karşı ben de varım diyenlerin kalacakları yer ne kötüdür. Zümer Sûresi 60 ve 72, bize mütekebbirlerin ahiretteki hallerini öğretiyor ve yaşantısında mütekebbir olanların, Allah’a karşı ben de varım ve muhtarım diyenlerin kalacakları yeri cehennem olarak tanımlıyor. Şimdi mütekebbirliği hayatımızdan bir halle örneklendirelim, hayatımızdan mütekebbir bir kare bulalım. Böyle birçok hal var, ama biz çok sık rastladığımız ve mütekebbir konusunda çok tuzağa düştüğümüz bir halle ilişkilendirelim ve bu olay sırasındaki idraka dikkat edelim. Ayetlerde “durr” tabiri geçer. Durr; zarar, hastalık, sıkıntı gibi manalara gelir. İnsanlara bir durr verilmesi; insanların başına bir sıkıntı, bir hastalık, bir zarar gelmesi olaylarını içerir. İnsan böyle bir “durr”la karşılaştığı zaman onun o davranışları biraz önce bahsettiğimiz mütekebbir haliyle çok ilişkilidir, çok dikkat etmesi gerekir. Durr, insan için çok önemli olan bir sınav demektir, biraz önce bahsettiğimiz o halle ilgili çok önemli bir sınav içerir, bir fitne içerir. Bir durr sürecinde bir kişinin başına herhangi bir sıkıntı, herhangi bir hastalık, herhangi bir zarar geliyorsa, böyle bir süreçte bir stres yaşıyorsa, kişi bu süreçte şöyle düşünmelidir! Bu süreçle ilgili şimdi paylaşacağım şey çok önemli, lütfen anlatmaya çalıştığım şeyi yakalayabilmek için yüksek bir gayret gösteriniz. Bir durrla karşılaştığında 146 YILMAZ DÜNDAR kişi ne yapmalı, nasıl düşünmelidir? Kişi o zaman şöyle düşünecek: Rahat ve memnun iken, herşey yolunda gözüküyorken yaşantım nasıl? Rahat ve memnun hallerinde, Allah’a karşı özgürmüş hissiyle gerçekleştirdiği; haddi aşma, şımarma, Allah yokmuş gibi davranma ve ayetleri bile bile inkâr etmelerini yakalayacak! Burası anlaşıldı mı? Bir durrla karşılaştığında bunu mutlaka yapacak, yapmalıdır! Bunu mutlaka yapmalıdır! Hatta o kişide mütekebbir yapı o halinden dolayı ağır basıp da “ben bir şey yapmadım ki” dese bile bunu yapmalıdır, bu dediğimi mutlaka yapmalıdır! Hemen; işinin sağlığının iyi gittiği, o sıkıntısının olmadığı, rahat memnun, herşey yolunda gözüküyorkenki yaşantısını mutlaka didiklemeli, düşünmeli! Ve o rahatlık içerisinde kendisini Allaha karşı özgür hissettiğinde “haddi nasıl aştı, Allah’a karşı nasıl bir şımarma yaptı, nasıl Allah yokmuş gibi davrandı, ayetleri bile bile nasıl inkâr etti?” bunları tek tek bulmalıdır. “Ayetleri bile bile inkâr etmek” tabiri ayetlerde çok geçer, biraz sonra bazı ayetleri göreceğiz. “Ayetleri inkâr etmek” ayrıdır. Ama bir de bir grup insandan “ayetleri bile bile inkâr edenler” diye bahsedilir ayetlerde. Peki, ayetleri bile bile inkâr etmenin başladığı yer neresidir, bu durum nereden başlar? Çünkü bu bir skaladır ve biz o skalada mıyız değil miyiz bu önemli! Bakın nereden başlar: Kişi bir ayet duyuyor, ama diyor ki; “biliyorum günah ama yapmıyoruz. Yapmayalım. Duyuyoruz öyle ama yani zamanımızda da olacak şey mi?” İşte bu, ayeti bile bile inkârdır! 147 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 “Ayeti bile bile inkar” bu noktadan başlar. Bu tanımları böyle aldığınız zaman hiçbir ayeti öteleyemezsiniz, hep ayetlerin içine düşersiniz, ayetlerin hepsi size hitap eder hale gelir. Bir durr’la karşılaştık, durr halinde ne yapmalıyız, şimdi ona dönelim. Kişi normal rahat halini didikler ve onları bulursa ki bulmalı, mutlaka bulmalı! Hatta “ben bir şey yapmadım ki” diyorsa bile bunu böyle yapmalı, bulamasa bile, bulamıyor olsa bile yapmalı. Ve bu didiklemenin peşine mutlaka; “Allahım rahat durumumdaki haddi aşmalarımı bağışla, bana merhamet et” diye tövbe etmelidir, af dilemelidir, bağışlanma istemelidir. Sonsuz hayatın reçetesi budur! Diğeriyle ilgili, dünya hayatıyla ilgili birçok reçete bulabilirsiniz. Zarar etmişsinizdir, bir yerden bir şey alır kapatırsınız, sıkıntınızı bir şekilde giderirsiniz ve tekrar rahata çıkabilirsiniz. Ama sonsuz hayatınızı kurtarmak istiyorsanız, sizin için “durr” olan o halin size lütuf olmasını istiyorsanız, o halin sizin rahat olan zamanınızdaki haddi aşmanızla ilgili olduğunu bilip tövbe etmelisiniz, mutlaka: “Allahım rahat zamanımda bilerek veya bilmeyerek nasıl haddi aşmışsam, sana karşı nasıl şımarmışsam, seni nasıl yok farz etmişsem beni bağışla Allahım, bana merhamet et.” Bunu yaptığınız zaman o iş sizin için büyük lütuf haline gelir. Ve bu tövbeniz; yani zorda olanın yalvarması ve tövbesi çok önemlidir, çok makbuldür. Bu yüzden, “durr” olan o şey sizin için büyük bir nimettir ve sizi mütekebbirlikten korur, kurtarır, sıyırır. 148 YILMAZ DÜNDAR Bakara Sûresi 156 ve 157. ayetler, bize böyle bir durumda, bir durr halinde nasıl bir idrakta olmamız gerektiğini öğretir. Bakara 156, 157: “Onlar ki, kendilerine bir musibet isabet ettiği zaman “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” derler. İşte bunlar üzerine Rablerinden salâvat ve bir rahmet vardır ve işte bunlardır hidayet bulanların ta kendileri”. Allah Allah! Allah vaad ediyor, ya! “Olur mu canım?” diyemezsin, O vaat ediyor! Eğer bir musibetle karşılaşır ve o zaman “inna lillahi ve inna ileyhi raciun” derlerse, işte bunlar üzerine Rablerinden salâvat ve bir rahmet vardır ve işte bunlardır hidayet bulanların ta kendileri! O durr hali şimdi size bir lütuf, bir hediye oldu mu? Müthiş bir şey, Rabbin öğretiyor bunu! Dolayısıyla böyle bir zamanda inna lillahi ve inna ileyhi raciun; yani “muhakkak ki biz Allah’ınız, Allah’a aidiz, Allah içiniz, bu olanlar Allah’tan ve dönüşümüz O’nadır” mealini içeren inna lillahi ve inna ileyhi raciun zikrini çok yaparsa kişi çok isabetli bir davranışa girmiş olur, ayetin önerisine uymuş olur. Allahım dediğini yaptım; Allahım semi’na ve ada’na, semi’na ve ada’na, semi’na ve ada’na; işittik ve uyduk, işittik ve uyduk ya Rabbi! ver mükâfatını. Çünkü ayette hep öyle diyor; korkut! Ve kul korktu, şimdi müjdele! Korktu ya, müjdele artık korkmasın diyor. Korkutmak sonuna kadar değil, hep korksun diye değil, tedbir için. Korktu, “semi’na ve ada’na” dedi, “işittik ve uyduk” dedi ve gereğini yapıyor, “öyleyse müjdele!” diye ikram geliyor. Bakın ayet müjdeliyor; “onlara rablerin149 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 den bir rahmet vardır, onlar hidayet bulanların ta kendileridir. Bunları söyledin, yaptın, peki sonra yapacağın şey ne? Beklemek! Allahım, söyledim yaptım bekliyorum. Peki, o durr, o sıkıntı kalktı, şimdi ne olacak? Yine ayetle uyarılıyoruz, insanların dünyada yaşayan formatlarının Sahibi bizi özelikle uyarıyor bakın. Kişiden durr kalkar, sıkıntısı kalkar, onu zorda bırakan şey neyse o kalkar ve: Zümer Sûresi 49. Ayet: “İnsana bir durr dokunduğunda bizi çağırır. Sonra ona bizden bir nimet lütfettiğimizde “o bana ancak bir ilim üzere verilmiştir” der. Hayır, o nimet bir fitne, mekrdir. Fakat onların ekseriyeti bilmezler”. Kula bir durr dokunursa mahzunlaşır ve bizi çağırır, ister diyor. Ona bu “durr”unu keşfederiz, onu yok eder, kaldırırız, o zaman da başlar; “halletmek için az mı uğraştık, şu kişi olmasa bu işi başaramazdık, ben üstesinden geldim” demeye. Televizyonlarda bunları çok dinliyoruz, durr’dan kurtulmuş kişilerin bu konuda söylediklerini, nasıl hallettiklerini roman haline getirdiklerini, “yüksek moral ve enerjiyle başardım” cümlelerini çok görüyorsunuz. Oysa ayet; “bütün bunlar, bu nimetler onun için bir tuzağa dönüştü, lütuf değil mekr oldu. Ama insanların çoğu bunu bilmez ve farkında değildir, bu onun için bir imtihandır” buyuruyor. Daha önce “imtihan”dan bahsettik, şimdi kısaca hatırlatalım. İmtihan Kur’an’da sık geçer. İmtihan veya “Allah sizi deniyor” gibi ifadeler; Bu “Allah ne yapacağınızı bilmiyor, onu siz yap150 YILMAZ DÜNDAR tıktan sonra öğrenecek” demek değildir. Normal hayattaki imtihanın/sınavın manası böyledir, ama Kur’an’da mana böyle değil! Unutmayalım; Kur’an Rabca’dır! Arapça olarak, Arab harfleriyle yazılmıştır, ama manası Rabca’dır. Rabca’yı öğrenmek gerekir! Burada bahsedilen “imtihan, sınav” senin öğrenmen içindir, senin ne olduğunu öğrenmen içindir. O imtihanın sonucu senin içindir. “Ben şöyleyim, bu halimi düzeltmeliyim” noktasına gelmen içindir. Aksi halde sen yapacaksın, sonra Allah bakacak, “ha demek sen böyleydin ha” diyecek değil. Sakın böyle yanlış anlamayınız. Çünkü Allah’a noksan bir vasıf yüklemiş olursunuz, Allah muhafaza etsin. Mütekebbirle, kibirle, haddi aşmışlıkla ilgili hayatın içerisinden bir örnek verdik, şimdi devam edelim. Bu noktada, “mütekebbir”i bize biraz daha somutlaştıracak, onun nasıl bir şirk olduğunu anlatacak bir örnek daha vermek istiyorum. Bir ateist düşününüz, çok disiplinli prensip sahibi bir ateist düşününüz. İnanmıyor, hiçbir inancı yok! Allah’a inanmıyor, ama başka bir şeye de inanmıyor. Yani güneşe de, aya da secde etmiyor, herhangi bir putu, bir batıl inanışı da yok; hiçbir şeye inanmıyor. “İnanmama”ya inanıyor ve onu, inanmamayı başarmış! Şimdi, bu ateistin halini düşünün. Bakın, eğer şirk yanlış tarif edenlerin tarifi gibi anlaşılırsa ateistin şirkte olmaması gerekir. Çünkü ötede beride inandığı bir şey yok, bir putu da yok! Hiçbir şeye inanmıyor ki şirk işlesin! Yani şimdi inanmamayı başarmış bu ateist şirk günahından kurtuldu 151 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 mu? Eğer şirk öyle tarif edilirse bakın bir şirki yok, Allah’a karşı hiçbir şirki yok. Halbuki şirkin tam göbeğinde! O kadar mütekebbir ki, ötede beridekine bile inanmıyor, ona bile tenezzül etmiyor; bu kadar mütekebbir, bu kadar kibirli. Demek ki şirk anlayışı yanlış olursa ateist olan birisi boşluktan yararlanabilir. Ama mütekebbiri doğru tarif ederseniz, ateist olduğu gibi o şirkin içerisine düşer. Öğrendik ki, mütekebbir bu, peki ya hanif? Bir de hanife bakalım. Esfele safiliyn yapının nefsin şerri olarak ortaya çıkan bu “mütekebbir” davranışından yüz çeviren, bu hale sırt dönen, böylece Rabbine yönelen kullar Kur’an’da övülmüş ve bunların halleri hanif olarak belirtilmiştir. Biraz önce anlattığımız o mütekebbir idrakinden ve o idrakın davranışından, hayat tarzından yüz çeviren, o hale sırt dönen ve bu haliyle Rabbine yönelen Kul Kur’an’da övülmüş, onun hali, mütekebbire karşılık hanif olarak belirtilmiştir. Hanif; sırtını dönmek, vazgeçmek, caymak, dönmek demektir. Kur’an’da, o mütekebbire, mütekebbir idraka sırtını dönene hanif denmiştir! Şimdi de Kur’an bize haniflerle ilgili ne diyor, birkaç ayetle ona bakalım. Nisa Sûresi 125: “Muhsin olarak vechini Allah’a teslim edenden ve hanif olarak İbrahim’in milletine tabi olandan din olarak daha güzel kimdir? Allah İbrahim’i “Halil” edindi”. Ayet, biraz önce bahsettiğimiz “hanif” hale; “ne kadar güzel bir hal, bundan daha güzel kimdir!” diyor. Bizim için örnek bir ayet! 152 YILMAZ DÜNDAR Beyyine Sûresi’nin 5, 6, 7 ve 8. ayetleri haniflerle ilgilidir. Beyyine-5: “Oysaki onlar hanifler olarak dini O’na halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte budur Dini Kayyimeh!” Budur sağlam yol, sabit yol, güzel yol, istikrarlı yol, seçilmesi gereken yol; Dini Kayyim! Bu ayetler, bize neyle emrolunduğumuzu ve neyle sorumlu olunduğumuzu özetleyen ayetlerdendir. Başlarken söylediğimiz gibi, Kur’an’dan çeşitli kehanetler çıkarmak, çeşitli şifreler uydurmak, onu oralara yakıştırmaya çalışmak gibi şeylerin olmadığını ortaya koyan ayetlerdir! “Oysaki onlar hanifler olarak dini O’na halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı vermelerinden başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte budur dini kayyim”. Beyyine-6: “Muhakkak ki, ehli kitaptan ve müşriklerden kâfir olanlar, içinde ebedi kalıcılar olarak narı cehennemdedirler. İşte onlar şerrul beriyye’dir”. Bu ayetleri, içinde iki tanım, iki hale ait isim geçtiği için de seçtik; Şerrul Beriyye, Hayrul Beriyye. İki grup insan anlatılıyor; bir grup şerrul beriyye, diğer grup hayrul beriyye! 6. Ayet Şerrul Beriyye’yi anlatır ki; şerrul beriyye yaratılanların en şerlisi demektir! Kur’an onlara; “yaratılanların en şerlisi” diyor! Beyyine-7: “İman edip hanif olarak salih amel işleyenlere gelince işte bunlar hayrul berriyedir; yaratılanların en hayrlısıdır”. 153 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Beyyine-8: “Rableri indinde onların cezası altlarından nehirler akan Adn Cennetleri’dir, İçlerinde ebedi kalıcılar olarak. Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu Rabbinden haşyet duyan kimse içindir”. Hayrul beriyye, yani yaratılanların hayırlıları için ayetin sonunda söylenen müjdeye bakınız: Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu Rabbinden haşyet duyan kimse içindir. Bu hal ve duyguyla, bir dua yapalım inşaAllah. Nefs ölümü tattığında sorulacak sorular belli; imtihanın soruları da cevapları da belli! Şimdi yapacağımız iki cümlelik dua, bunun antrenmanını da içeren bir güzel zikrullahtır, o antrenmanı içeren bir duadır. Ayet diyor ki; “Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu Rablerinden haşyet duyan kimse içindir”. O zaman biz de öyle diyelim: Rabbim Allah, dinim İslâm, kitabım Kur’an, nebim Rasulallah Muhammed Mustafa aleyhis salâtü vesselam. Allahım bütün bunlardan Biiznillah ben razıyım. Sen de benden razı oluver Allahım. Sen de benden razı oluver Allahım. Sen de bu kulundan razı oluver Allahım. Âmin. Allahümme ente rabbi, medet ya rabbi, medet ya rabbi, medet ya rabbi. Allahümme ente rabbi. Âmin. Duaların nasıl yapılacağı, nasıl olması gerektiği, Kur’an’da tarif edilmiştir, inşaAllah bir konu olarak ayrıca ele alırız nasipse. 154 YILMAZ DÜNDAR Şimdi bu anlatacağımı belki bir ilgilisi duyar diye not etmek istiyorum, birisini eleştirmek için değil. Allah muhafaza etsin, haddimiz değil. Amacımız bir yanlış örneği gösterip kıyasını yapıp doğrusunu yakalamak, doğrusunu yapalım diye! Cuma vaazlarının birisiydi, sanırım Kocatepe Camii’nin vaizi, merkezden vaaz ediyor, dua yapıyor, vaaz tüm camilere de naklediliyor. Ezan okunmaya başladı, kişi telaşlandı vaazı bitirecek. Aslında camilerde vaaz verenlerin çok dikkat etmeleri lazım, ezan başlamadan vaazı bitirmeleri lazım! Çünkü ezanın saati belli, sürpriz değil ki. “Aa, ezan okunuyor” denilecek bir şey değil bu. Ezanı dinlemeyi çok önemli olarak anlattık! Ezanı dinlemek ve neler yapmamız gerektiğiyle ilgili hadis var, hem de sıkı bir hadis; ahiretinizle de çok ilişkili! Ama tabloya bakın: Ezan okunuyor, siz camidesiniz ve ezanı dinleyemiyorsunuz! Niye? Çünkü ezanla yarışan birisi var, vaiz var! O da ezanla yarışıyor, sesini daha yükselterek yarışıyor. Bir an önce bitir! Ezanın vakti belli, o vakitten önce bitir! Bitirmiyor ve ezanla yarışıyor! Dikkat edin; mütekebbirlik duygusu! Hadisi hiçe saymak, kendi yaptığını daha aziz sanmak! Vaaz edenin vakti daraldı, hızlı, sıkıştırarak söylüyor, “önümde bazı pusulalar var, benden dua istiyorlar. Bazılarının hastaları varmış. Her evde de hasta vardır, onun için hemen dua edelim ve vaazı bitirelim; Allahım tüm hastalara şifa ver, şunu ver, bunu ver…” diye emirleri verdi bitirdi. Böyle dua olmaz! Allah’a emir verir gibi dua olmaz. Allah onu da bizi de muhafaza et155 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 sin inşaAllah, hafizenallah. Düşünün, o kişinin yavrusu hasta olsa, hastaneye gitse, bir doktora çocuğunu götürse, doktora “çabuk buna bir sağlık ver, bir sıhhat ver” dese doktor onu kovar. Ama o Allah’tan böyle istiyor; bizlere sağlık ver, bizlere birlik ver, bizlere servet ver! Olmaz! Dua bir yakarış, bir sığınış olmalı. Kişi bir insandan bir şey isterken bile yalvarıyor ve sığınıyor ama Allah’a emrediyorsa olmaz! Dikkat etmek lazım, çok dikkat etmek lazım! Bunları anlattık ki; bakın görün, mütekebbir hal nerelerde gizli! O mütekebbir hal buna benzer çok yerlerde gizlidir. Allah merhamet etti de kulu mütekebbir halden kurtardıysa, eğer kul hanif olduysa, hanif olanlara Kur’an’ın öğüdü nedir? Hanif olanların nasıl övüldüğünü, onların “yaratılanların en hayırlısı” diye vasıflandırıldıklarını hatırlayın. Peki, Kur’an hanif olanlara ne öğütlüyor? Hac Sûresi 31. Ayet: “Allaha hanifler olarak, O’na şirk koşanlar olmaksızın yaklaşın. “Allaha hanifler olarak, O’na şirk koşanlar olmaksızın!” Birbirinin zıttı; hanif olarak, mütekebbir olmaksızın! Hanif olarak yaklaşın, mütekebbir olmadan! Yunus Sûresi 105: “Vechini hanif olarak o tek dine tut ve sakın müşriklerden olma”. Rum Sûresi 30: “Vechini hanif olarak o tek dine doğrult. O Allah fıtratına ki, insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah yaratışına tebdil yoktur. İşte bu dini kayyimdir. Fakat 156 YILMAZ DÜNDAR insanların ekseriyeti bilmezler”. Ayetlerin başka manalar da içeren diğer yanlarını sonraya bırakıyoruz, şimdi yalnızca hanifi ele alacağız inşaAllah. Bu durumda kul ne demeli, bu idrakı nasıl dile getirmelidir? Onu En’am Sûresi 79. Ayetten öğreniyoruz: “Muhakkak ki ben vechimi hanif olarak semavat ve arzın Fatır’ına yönelttim ve ben müşriklerden değilim.” Bu öneriyi içeren başka ayetler de var. Hadislerden öğreniyoruz ki, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem salâta başlarken “Sübhaneke”den önce bu ayetleri okuyor. Bu manadaki ayetlere ve konuya Tanrı İlmi kitapçığından bakılabilir. Mütekebbir, müşrik ve hanif idraklarının ilişkisini, bunların nasıl birbirlerinin zıttı olduklarını daha açık anlayabilmenizi sağlayacak bir diğer ayet Enbiya Sûresi 29’dur. Daha önce, “şu iki ayeti tefekkür edelim” diyerek, Enbiya Sûresi 29 ve Kasas Sûresi 68. Ayetleri size takdim etmiştim. İşte Enbiya Sûresi 29. Ayet burada konumuzun bel kemiğini oluşturacak. Çok kısa bir ayet: Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Ve men yekul minhüm “inni ilahun min dûnihi” fe zalike neczihi cehennem, kezalike necziz zalimiyn”. Mealen: “Onlardan kim “muhakkak ki ben O’nun dûnunda bir tanrıyım” derse biz onu cehennem ile cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız”. Dûn’unda! Bunun tam bir Türkçe karşılığı yok, bu yüzden “dûn’unda” diye kullanacağız. 157 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Ama kullanmadan önce “dûn’unda” deyince ne demek istediğimiz biraz anlaşılsın diye söyleyelim; Allah’ın dışında bir şey demektir. Allah dışında, ayrıca, Allah’tan ayrı! Dûn’unda ifadesine; Allah’ın dışında, ayrıca manasını düşünerek bakarsanız yerini bulur. Ayette “dûnihi” geçiyor, HU ismiyle! Dûn’ihi; HU’nun dışında, O’nun dışında. “Onlardan birisi muhakkak ki ben O’nun dûn’unda bir tanrıyım derse!” Ayette kesinlik var, “inni; kesinlikle ben” diyor. O kadar iddiasında sabit ki “kesinlikle” diyor. “Kim, muhakkak ki ben O’nun dûn’unda, O’nun dışında, O’ndan ayrıca varım; yani bir tanrıyım derse onu cehennem ile cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız”. Çok önemli olan bu ayetin meali, birçok meale baktım, hemen hemen tüm meallerde böyle. Yani kelimeler o kadar net, o kadar yalın, o kadar açık ki, yerine şunu yazalım deseler bile yazacakları bir şey yok, bulamazlar! “Kim Onun dışında ben tanrıyım derse biz onu cehennemle cezalandırırız”. Ayette “muhakkak ki ben Onun dûn’unda bir tanrıyım, derse” diyor. Bu ayeti okudunuz ve ayette uyarılan mana doğrultusunda birisine bir soru sormak istediniz, nasıl sorarsınız? Sen tanrı mısın? “Sen tanrı mısın?” diye sorarsınız. Tanrı ilmi kitapçığımızın ismi neden “Sen Tanrı Mısın?”, fark ettiniz mi? Bu ayeti okuyunca sorunuz “sen tanrı mısın?” olur. Çünkü Enbiya Sûresi 29’un kişiye sorusu budur; sen tanrı mısın? Cevap “evet” ise, ayet ona “senin yerin cehennemdir” der, onun yerinin cehennem olduğunu söyler. Bir kişi bilsin veya bilme158 YILMAZ DÜNDAR sin, bilerek veya bilmeyerek Varım ve Muhtarım derse mütekebbir olur, buna uygun hayat tarzı uygularsa mütekebbirin ameli gerçekleşmiş olur. Bir başka deyişle; “benim de özgür gücüm var, özgürce hüküm verebilirim, benim de bana ait mülküm var” manalarına gelecek duygu düşünce, arzu istek, heva heves ve davranış biçimleri doğrudan; ben Onun dûn’unda tanrıyım demekten başka bir şey değildir! Bu nokta da Kur’an’ın bize uyarıları vardır. Bunlardan birisi Kasas Sûresi 68. Ayettir. Bu da kısa bir ayet ve yine konumuzla “bel kemiği” özelliğinde ilişkilidir! Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Ve Rabbuke yahluku ma yeşau ve yahtar. Ma kane lehümül hıyaratü, sübhanallahi ve teâlâ amma yüşrikun”. Mealen; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Şirk koştukları şeyden Allah Aliy ve Sübhandır”. Kur’an iman edebileceğimiz bir şey, tamamen iman üzerine bina edilmiş! Bu yüzden iman gözüyle baktığınızda, mealen diyor ki; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur. Şirk koştukları şeyden Allah Aliyy ve Sübhan’dır. Bu mana hemen hemen tüm meallerde aynıdır. Çünkü ifade çok açıktır, tevil edecek, yorumlayacak hiç bir yan bulunamamıştır, bulamazlar! Ayet çok yalın, sade ve çok anlaşılır. İnşaAllah bu iki ayete daha sonra tefsir ve lügatlerden bakıp kelime kelime inceleyin. 159 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Ayetin orijinalinde bir kelime geçiyor; yahtar. “Onların seçim hakkı yoktur, onlar “yahtar” değildir. Allah yahtardır; seçer! Onlar yahtar değildir, onların “ihtiyarı” yoktur. Hani eskiden Yurttaşlık Bilgisi’nde okurduk, köylerde bir “ihtiyar heyeti” olurdu. İhtiyar yaşlanmış değil, tecrübeli demektir, tecrübesi nedeniyle “seçen” demektir. Bir tecrübe kazanmış, bu tecrübe dolayısıyla bilgisi var ve doğruyu seçer. Biz yaşlı ve ihtiyarı, ikisini aynı mana da kullanırız, ama “ihtiyar sahibi” farklıdır. Hatta çalışırken, yönetirken herhangi bir konuda seçim hakkınız yoksa “bu konuda ihtiyarım yok” dersiniz. Ayete göre “yahtar” olan onlar değil! Böyle olduğu halde, Allah “yahtar” olduğu halde, kulların seçim hakkı olmadığı halde birisi “yahtar”ı kullanır; “ben de yahtarım” derse, o zaman ona ne denir? Muhtar! Ona “muhtar” denir! “Allah yahtardır” demek, “onlar muhtar değildir” demektir! Ayetle doğrudan bunu anlıyoruz. Allah buyuruyor ki; Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onlar muhtar değildir. Dolayısıyla Varım ve Muhtarım demek; Enbiya Sûresi 29’a göre “varım” demek, Kasas Sûresi 68’e göre de “muhtarım” demek tehlikelidir! Dedik ya “ben varım ve muhtarım” halinin Kur’an’dan öğrendiğimiz üç önemli özelliği vardır. Lokman Sûresi 11. Ayet, “varım ve muhtarım” diyenlere meydan okuyor! Lokman Sûresi 11: “Bu Allahın halk edişidir. Haydi, gösterin bana Ondan başkasının ne yarattığını? Hayır gösteremezler! Zalimler apaçık bir dalalet içindedirler”. 160 YILMAZ DÜNDAR İşte bu “ben tanrıyım” yaşantısında olanın üç özelliği; benim özgür gücüm var, hüküm verebilirim ve mülküm var, mülk sahibiyim! Tabi buradaki “mülk” anladığımız ev, para, pul manasında değil. Bahsedilen esas mülk bedendir. Bedene sahip çıkar, bu beden benim, bu beden benim mülküm der. Diğer mülkler bedenin oyuncakları zaten. “Bu beden benim” dedin mi diğerleri onun oyuncakları olur. Demek ki esas mülk beden! “Bu beden benim, istediğimi yaparım” mı diyorsun? Hayır, istediğini yapamazsın! Sahibi ne diyorsa onu yaparsın! İnanıyorsan böyle! Yine Lukman Sûresi 11. Ayette Yaradan buyuruyor; “bu Allahın halk edişidir. Haydi, gösterin bana Ondan başkasının ne yarattığını? Hayır gösteremezler! Zalimler apaçık bir dalalet içindedirler”. Demek ki, Allah’tan başkası bir şey yaratamaz! Yaratmak; gücün, güç sahipliğinin en önemli göstergesidir, en uç göstergesi yaratmaktır! İşte bu uç noktadan yola çıkarak Lukman Sûresi bize diyor ki; “Allah’ın dûn’unda bir şey yoktur! “Varım” diyenin de gücü yoktur! Güç “İlla Allah”a aittir”. Bu gerçeği sürekli tekrar ettiğimiz ve tekrar etmekle de sadaka sevabı aldığımız bir zikir vardır. Nedir? Vela havle vela kuvvete illa Billahil Aliyyil Aziym. Bu zikirde hep bunu söylüyoruz, zaten söylediğimiz bu; bir güç, bir kuvvet yok, böyle iddialar yok, İlla Allah! Böyle bir zikir! Lütfen dikkat buyurunuz, bu ayetle bir de şunu öğreniyoruz. Hani bazıları, kullar için “yaratmak” fiilini kullanırlar ya, işte onun ne ka161 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 dar tehlikeli olduğunu öğreniyoruz! Yaratmak Allah’a aittir. Bununla ilgili yaşanmış çok önemli şeyler var, nasibse bilahare paylaşırız. Birilerinin “yaratırım” demesi ve birilerinin de “yaratmak Allah’a aittir” demesinden oluşan yaşanmış çok hayat hikâyeleri vardır! Öyleyse, “ben o manayla söylemiyorum” diye bir şey yok, kimse kimseyi kandırmasın. Yaratmak Allah’a aittir doğrudan! O Allah için kullanılabilecek bir fiildir. Eğer siz insanlar için “şöyle yaratıcı, şunu yarattı, bunu yarattı” derseniz, Lukman Sûresi diyor ki; “kim ne yaratmış gösterin bana! Hayır, gösteremezler!”. O zaman ya burayı seçeceksin ya başka yeri! Ayet bu kadar açık! Bazıları; “bende yaratan kim ki, yaratmayı o yüzden kullanıyoruz” der. Bu da mütekebbirliktir! Yani kendisindeki “BEN” duygusuna o kadar sahip çıkıyor ki; “BEN”de yaratan O! Kendi duruyor ve kendi o kadar önemli ki, Allah’ın yaratması için o elzem, o olmazsa yaratamaz! “Bende yaratan kim? Bu yüzden, birisi için bunu rahatlıkla kullanabilirim” der. Bu da bir şirk yoludur! Lukman Sûresi’nden öyle öğreniyoruz; “Yaratmak Allah’a aittir; güç Allah’a aittir”. Mü’min Sûresi 20. Ayet: “Allah Bil Hakk hükmeder. Onun dûn’unda çağırdıkları ise hiçbir şeye hükmedemezler. Muhakkak ki Allah Semi’ul Basıyr’dir”. Bu ayet “hükmeden ancak Allah’tır”ı öğretiyor! Diyor ki; tanrılık iddiasında bulunanlar hiçbir şeye hükmedemezler! Hükmeden ancak Allah’tır. 162 YILMAZ DÜNDAR Nur Sûresi 42: “Semaların ve arzın mülkü Allah’ındır ve dönüş Allah’adır”. Bu ayetle de mülkün ancak Allah’ın olduğu bize gösteriliyor ve “O’nun dûn’unda ben tanrıyım” diyenlerin mülk sahibi olmadıkları öğretiliyor. Böylece; Mülk, Güç ve Hüküm üçlüsünün nasıl tanrıya ait bir sahip çıkış olduğunu ayetlerle görmüş olduk. Peki, sonuç ne, bütün bu anlatılanlardan sonra insanlar ne yaparlar? Sonuç, Yunus Sûresi 106. Ayette söylenir; “onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a iman ederler”. Lütfen dikkat edin “onlar” dediği, iman etmeyenler değil! İman etmeyenlerin yüzdesi zaten belli! Belli olan yüzdeye değil bu hitap! Bu hitap, tereddütte olunan yer için, yani “zaten inanıyorum” diyenler için! “Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a iman ederler!”. Yani onların ekserisi bunların farkında olmadan “Allah’a inanıyorum” derler. Bu anlatılanları fark etmezler, ama “Allah’a inanıyorum” derler. Şimdi Kur’an’ın öğrettiği bir başka kelimeyle yolumuza devam edelim. Kur’an bize; ihbat kelimesini, kalbi ihbat edenleri, muhbitler’i, Rabbine ihbat edenleri öğretir. Hem öğretir, hem de onları müjdeler. Hac Sûresi 34 ve 35. Ayetler: “Sizin ilahınız İlahun Vahid’dir, o halde O’na teslim olun. Muhbitleri müjdele! Onlar ki, Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer. Onlar, kendilerine isabet eden üzerine sabreden ve salâtı ikame edendirler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden de infak ederler”. 163 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Bakın, Allah muhbitleri müjdeliyor, “onları müjdeleyin” diyor. Neden? Çünkü onlar korktular korku işini, korunma işini hallettiler. Şimdi de “müjdeleyin muhbitleri” deniyor. “Müjdeleyin!” Muhbitlerin özellikleri: “Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer, kendilerine isabet edenler üzerine sabrederler, salâtı ikame ederler ve kendilerine rızk olarak verilenlerden infak ederler”. Özellikle “Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer” ne demek bu özelliğe bakalım: “Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer” ifadesinin orijinalindeki korku, havf ve haşyet değil de “vecel” olarak geçiyor, buradaki korku vecel olarak tarif ediliyor. İleride bu korkuları tek başına bir konu yapar, detaylı bakarız inşaAllah. Şimdi anlatacaklarımız bir temel oluşturur. Biliyorsunuz daha önce “haşyetullahı” ve “havf’ı” tanımladık. Ayette geçen “vecel” farklı bir korku. Öyle bir korku ki saygı içerir, yüksek saygıdan kaynaklanan korkudur. “Havf ve reca” diye bildiğimiz halin havf’ını, o korkuyu sadrı ve sadrın İslam nuruyla nasıl onarıldığını anlatırken kullandık. Sadece sadrda değil, aslında Kalb’de Fuad’da ve Lüb’de de kullandığımız daha çok “havf ve reca”, korku ve umuttur. Ümit üzerine bina edilen korkudur; havf ve reca halidir. Vecel; saygıdan, yüksek saygıdan kaynaklanan korkudur, saygının getirdiği titremedir. Normal hayatınızda da yaşarsınız bunu. Çok saygı duyduğunuz bir yöneticiyle, bir insanla, birisiyle karşılaştığınızda, onu görünce bir ürker, ürperir, bir titrersiniz. Size herhangi bir şey yapmayacaktır ama 164 YILMAZ DÜNDAR siz saygıyla ilgili bir titreme hissedersiniz, bu yaşadığınız bir şeydir. Vecel ayetlerle ilgili olan bir hali anlatır! Ama havf, tanımladığınız bir olaydan korkmaktır. Tanımladığınız bir iş vardır, başınıza geleceğini bildiğiniz bir şey vardır, sizinle ilgili o işten korkarsınız. Korktuğunuz şeyi “şu iş, şu günah, şu olay, şu yaşantı” diye tarif de edersiniz, havf böyle bir korkudur. Haşyet ise; Allah ilminin sizde oluşturduğu duygudur. Sizde Allah ilminin oluşturduğu duygunun adıdır haşyet. Şimdi, bu konuda önemle vurgulanması gereken bir şeyi, kişiyi Rabbine ihbat ettirecek, onu muhbit yapacak önemli bir şeyi paylaşacağız: Bu kavramların her birinde önemli olan dengedir. Dengeli yapmadığınız takdirde bu tarif edilenleri başaramazsınız, dengesini kurmayı öğrenmek gerekiyor! Vecel’deki saygı ve korku dengede olmalı; saygı kadar korku! Havf ve reca’da korku ve umut dengeli olmalı; korkuyla ilgili olarak tanımladığınız şeyin karşılığı kadar umut! Yani o korku kadar umut taşımalısınız mutlaka. Eğer korku fazla olursa ruh dengeniz bozulur. Eğer korku az olur ümit fazla olursa bu sefer amelleriniz bozulur. Öyle bir denge olmalı ki hiç biri bozulmasın. Ama bu denge için mutlaka korkuyu teşvik etmelisiniz. Yani, korku ne kadar az olursa dengeyi o kadar iyi sağlarım fikri doğru değildir. Korku ve ümidi birlikte yükselterek oluşturulacak denge doğrudur. Ne kadar yüksek korku, o kadar yüksek umut! Korku ve umudu dengede tutabilmek, ancak muhbitlerin başardığı bir iştir, bu dengeyi başarabilmek onlara aittir. Haşyette 165 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 denge ise, ne kadar ilim o kadar huşu; yani ilim kadar huşudur. Sizde Allah ilmi duygusunun bedeninize mutlaka yansıması gerekir ki; ne kadar haşyet o kadar huşu olsun. Bu da dengeli olmalı. Diyelim ki, birisi gelip size haşyeti öyle bir anlatıyor, ama halinden de hiç belli değil! O zaman onda “ilim huşu dengesi” yok demektir. Baksanıza hiç halinden belli değil! Ya, anlattığın bu ilim nerene yansıdı? Şuna benzer: Birisi gelip size sağlıktan bahsediyor, ama elini de hemen sigaraya atıyor veya başka zararlı şeylerle meşgul. Yani yaşantısına bakıyorsunuz ki, hiçbir şeye dikkat etmiyor, “o zaman bu bilgi neye yarar?” dersiniz ya, işte haşyette de öyle! Ne kadar Allah ilmi, o kadar huşu! O ilmin size yansımış olan huşusu, dengesi çok önemli, o huşuyla durmak ve yaşamak çok önemli! İşte müjdelenen o muhbitler, Allah’a kalbi ihbat edenler, Rabbine ihbat edenler, Vecel’de korku ve saygıyı dengelemiş, havf ve reca’da yüksek korku ve yanında yüksek umudu dengelemiş, haşyette Allah ilmi ve huşuyu dengelemişlerdir. Onlar bunu amel olarak ilk nerede uygularlar? Salâtta! Salâtta uyguluyorlar. Bu, ihbat edenlerin önemli özelliğidir. Salâtla, salâttaki bir uygulamayla ilgili şimdi söyleyeceğime hiç değilse takliden başlamak lazım, özellikle de havf ve reca olarak uygulayabileceğimiz haliyle başlamak lazım, çünkü yapabileceğimiz şeyler. Zaten eğer vecel’i gerçekleştirebilirsek o saygı ve saygının getirdiği titreme tüm ayetler için geçerlidir, tüm ayetlerle ilgili olarak görülür. “O titreme nedir?” onu da söy166 YILMAZ DÜNDAR leyeceğim. Salâta durdunuz. Salâttasınız, salâtta bu kalbi ihbat ettirmelisiniz, muhbit olmalısınız. Salâtta kalbi ihbat ettirmek için yapacağınız ne? Fatiha Sûresi 6. ve 7. Ayetler: “İhdinas sıratal müstakıym, sırat elleziyne en’amte aleyhim..” Burada bir duadasınız ve duanın ne istediğinizi söylediğiniz önemli bir yerindesiniz. Şimdi Fatiha’yla ilgili bir not: Fatiha ile ilgili hadislerde Allah buyurur; “ben Fatiha’yı kulumla paylaştım”. Sizin “iyyake na’budu” dediğiniz yere kadar olan kısım Allah’a aittir, devamı ise Kul’a ait, kuluna ait; Kul Formu’na ait! Kişi şöyle bir hata yaparsa Fatiha’dan perdelenir: Eğer Fatiha’daki “iyyake na’budu”ye kadar olan kısmın ne olduğunu derinlemesine anlamaya, öğrenmeye ve onu yaşamaya çalışırsa yapamaz. Yapamaz, çünkü onun işi değil! Bu hadisten onu da anlarız. İlk yapacağın iş sana ait yerin hakkını vermek! “Kulumla paylaştım” dediği yeri halletmeden üst kısmı yapamazsın. “Kulumla paylaştım” dediği yeri halledersen, idrakın oranın pozisyonuna geleceği için anlarsın. İdrakın oranın pozisyonuna gelmeden orayı anlamaya çalışır, oranın tefekkürüne çok yoğunlaşırsan başaramazsın, yanlış olur. “Güzel bir iş”le meşgul olursun ama ücretini alamazsın, idrakın ilerlemez. Ama sen, sana ait olan yerde idrakını muhbit idrak haline, kalbini ihbat eden idrak haline getirdiğin zaman, idrak pozisyonun üst kısma uygun olunca kendiliğinden orayı anlamaya ve yaşamaya başlarsın. İşte bu yüzden salâtta Fatiha’yı okurken çok özen göstermek lazım! Fatiha’nın bittiğini 167 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 “âmin” dediğinde fark eden kaybeder! Fatiha’nın çok önemli bir dua olduğunu bilmek ve şimdi söyleyeceğimiz şeylere de öncelikle dikkat etmek lazım. Ve ilk onlara dikkat etmek lazım! “İhdinas sıratal müstakıym, sırat elleziyne en’amte aleyhim” diyoruz ya, burada bir istek var. Allah’tan, indinde doğru olan yolu istiyorsunuz. Allahım, senin indinde doğru yol, sabit yol, senin söylediğin yol neyse ben onu isterim ve sen onu birilerine verdin. En’amda bulundukların, verdiklerin var ya, ben de onlar gibi isterim. İşte bu kısım umut içermeli. Burası umudun antrenmanını yapacağınız en önemli yerdir; salâtta! Burada mutlaka umutlanarak okumalısınız, orayı size mutlaka verecek! Bu umudu ne kadar yüksek tutarsanız o kadar kazanırsınız. “Ğayril mağdubi aleyhim ve leddaallîn” derken de bu umudun yüksekliği gibi bir korku yaşamalısınız. Aman Allahım, sapanlardan doğruyu öğrendim sanıp sapanlardan ve sana karşı nankör olanlardan, nankörlerden yapma beni, beni öyle yapma, bana öyle bir rol verme! Burda da o korkuyu yaşamalısınız. O korkunun peşine de sığınışla, Allah’a yaslanarak “âmîn” demelisiniz, burada onu yaşamalısınız. İnşaAllah ileride daha geniş ele alırız. Hac Sûresi 54. Ayet: “Ve bir de kendilerine ilim verilenler onun, ayetlerin Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de O’na iman etsinler ve O’na kalbleri ihbat etsin. Muhakkak ki Allah iman etmiş kimseleri sıratı müstakıyme hidayet eder”. Belki hatırlarsınız, üst kısmında 168 YILMAZ DÜNDAR bir olay anlatılıyordu, bu ayet o olayın son kısmıdır. Ayette “ilim verilenler” geçiyor. “Ve bir de kendilerine ilim verilenler” diye kime deniyor? İlim verilmesi nedir, nereden başlar? Örneğin, siz “benim öyle bir ilmim yok ki” derseniz bu ayeti ötelemiş olursunuz. Bir kişi mütekebbirin tanımını öğrendi ve o an “ben mütekebbir olmak istemiyorum” dediyse, o an ilim verilenler sınıfına girer. Çünkü bu cümleyi ancak kendisine ilim verilenler söyler, bu mücadeleye ancak onlar girer. O zaman bu ayet onları kapsıyor. Ayete şimdi bir de bu gözle bakalım: Mütekebbir olmak istemeyenler; yani Allaha karşı mütekebbir olmak istemeyenler, yani Enbiya Sûresi 29’daki gibi “Allah’ın dûn’unda ben de varım ve muhtarım” demeyenler, “onun; bu gelenlerin, yani ayetlerin Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman etsinler ve ona kalbleri ihbat etsin. Muhakkak ki, Allah iman etmiş kişileri sıratı müstakime hidayet eder”. İhbatı, ihbatın kalble ilişkisini ve kalbin ihbat etmesini gördük, ama biraz daha inceleyelim. İhbatın normal hayattaki manası; boşa gitmek, değerini kaybetmek demektir, bu anlamlara gelen habt kökünden türemiştir: Boşa çıkarmak, silip yok etmek manasına gelir. Kur’an’da ihbatın bu manaya yönelik olarak kullanıldığı ayet meallerinde bu manaya tam rastlayamazsınız maalesef. İhbat çok iyi anlaşılmış kelimelerden olmadığı için “huşu edenler” gibi kelimelerle meallendirilmiş. Ama o bir makamdır, az önce anlattığımız halin adıdır! O makamdakilerin, 169 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 yani kalbleri ihbat eden muhbitlerin özelliklerini şimdi bir sırayla görelim. Onları harmanladığınız zaman sizde ihbat edenin hali gözükür. Hani bir insanı tarif ederken onun özelliklerini söylersiniz ya, kişi onun tüm özelliklerini dinler, sonra o özellikleri harman eder ve o kişi hakkında bir şey düşünür, bir önerme çıkarır. Şimdi anlatınca söyleyeceklerimden çıkacak önerme de o hali, o ihbatı, o muhbiti anlatır. Muhbit’in özellikleri nelerdir? Onun, “ben varım ve muhtarım” iddiası söz konusu bile olmayan bir imanı vardır, imanında “ben varım ve muhtarım” söz konusu bile değildir. Bu imana uygun amellerle meşguldür. Demek ki önemli bir şey başarmış, bu imanın dışında bir şey daha başarmış. Savaş halindeyiz diyelim, bir düşman ilan edilmiş. Birisi çıkıyor, “tamam ben onları düşman kabul ettim” diyor. Bu ilan savaşta önemli bir şey! Ama birisi de çıkıyor “ben onları düşman kabul ettim” diyor, hem de gidiyor onların hilelerini boşa çıkarıyor, düşmanla savaşıyor, düşmanı yok ediyor. Onu düşman ilan etmenin ötesine geçip onu boşa düşürüyor! İşte muhbit “ben varım ve muhtarım” iddiasını boşa çıkaran, silip yok eden kişidir! O iddiayı boşa düşüren kişidir! Muhbit olanlar haşyet’te, havf ve vecel’de nasıldırlar? Onlar Havf ve Reca’da korku ve umudu yükseltmiş ve dengelemiştir, Vecel’de korku ve saygıyı yükseltmiş ve dengelemiştir, Haşyet’te Allah ilmini ve huşusunu yükseltip dengelemiştir, başarabildiğince. Aslında burda yükseltmiş 170 YILMAZ DÜNDAR ifadesi “bitirmiş” manasına gelirse çok doğru olmaz. Söylenmek istenen, hep yükseltmeye çalıştığıdır, sürekli yükselttiği ve yükseltirken de dengelediğidir. Bir hal ki, bu özelliklerin tümüyle yoğrulmuş hal ile Rabbine yönelmiş. Rabbine yönelirken bu saydıklarımızla yoğrularak yönelmiş ama ihbat edene ait bir özellikle yönelmiş; boyun bükmüş! Bu müthiş bir şey; bir iddiayı yok etmiş, boyun eğmiş! İddiaya dönmüş yok etmiş, Rabbine dönmüş boyun eğmiş! İhbat sahibi; kalbi ihbat etmiş, Rabbini ihbat eden! Tanrıyı boşa düşürmüş! O, tanrılar âlemine göre bir cengâver! Ama Rabbine boyun eğmiş. Bu boyun eğiş Mütekebbir’in boyun eğmesi olan mütevazilikle değil! Yukarıda saydığımız şartlarla boyun eğmiş, bütün bunlarla teslim olmuş “eslemtü li rabbilalemin” demiş, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslimim” demiş. Bütün bunları nerede somutlaştırmış? Fatiha’yı okurken “iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn”de somutlaştırmış. Bu yüzden, kulun önceliği şudur; Fatiha’daki kulla ilgili kısımları halletmesi! Önce orası! Üst kısmı okurken “Rabbim böyledir” diye oku. Nasib! Şimdi “nasılmış” diye merak edersen yanlış yaparsın. “Şöyle midir, böyle midir” der hayal kurarsın ama yanlış olur. Oradaki klibin yanlıştır, yanlış klip oynatırsın. Senin idrakın o pozisyona gelince o klip beyninde kendiliğinden açılır. Ama şu an yapabileceğin şey; sana ait yerde; “iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn”de boyun büküş! Orası sana ait, Fatiha’yı okurken orayı boyun bükmeden geçme! Boynunu bük ve sonra büyük bir umutla; “ihdinas sıratal müstakiym, sırat elleziyne en’amte 171 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 aleyhim” de. Bunu derken gözlerinin içi gülsün. Ama sonra bir anda yüzün düşsün, korkarak; “gayril mağdubi aleyhim ve leddaalliyn” de, inşaAllah. İşte Fatiha’nın idrakları! Hep duyarsınız, derin düşünen, derin bakışlı tabirlerini, şimdi derin bakışlı insan ne demektir ondan bahsedelim. Derin bakışlı, derin düşünen insan ve derin bakmak nedir? Hayatta derin manalı düşünmek nasıl olur, bunu nasıl başarırız? Şimdi herhangi bir esmayı düşünelim. Neden esma düşünüyoruz? Çünkü biz bir esma zikriyle meşgulsek derin manalı bakan insan orada önemli. Çünkü bir esmanın tefekkür edeceğiniz sayfalarca manası vardır ve sizin onu bir saniyede düşünmeniz gerekir. Eğer derin manalı düşünen bir beyin açamamışsanız o olmaz. Onun için tefekkür edilen konuyla ilgili doğru bilgileri genişletmek lazım. Örneğin Ehad veya Samed kelimesiyle ilgili doğru bilgileri bulur, okur, tefekkür eder ve zihninizde genişletirseniz, sonra o bilgilerin hepsini o kelimenin söyleniş süresine sıkıştırır ziplerseniz kendiliğinden derin düşünürsünüz. Bunu normal hayatta yapar mıyız? Elbette, yapıyorsunuz! Bir çocuğun annesine seslenirken “anne” demesi o kadar çok şey içerir ki! Bakın bu özellik insanda var! Yapmamız gereken tek şey bu özellikleri Allah’a göç ettirmek! Bunları nasıl yaparız, nasıl derin düşünürüz gibi bir endişe yanlış. Çünkü bu özellikler zaten bizde var, yalnızca bunları taşımak, göç ettirmek gerekiyor! O zaman başarırısınız. Çünkü formatımızda bunlar var. Dolayısıyla derin bakan, derin 172 YILMAZ DÜNDAR düşünen olursanız bakışınız kendiliğinden değişir; artık o bakışta sayfalarca mana vardır, o boş bakmaz! İşte bu derin bakışı kazanmada Kur’an kelimeleri önemlidir. Onları derinleştirdiğiniz zaman ayetler sizde derinlik açar! Mesela “iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn” derkenki kısa süreye, okuyup öğrendiğiniz bu kadar bilgiyi ve diğerlerini nasıl sığdırıp da ihbat edeceksiniz? Ancak; derin manalı düşünmeyi yakalayarak! Nasıl olur bu? Bu işle meşgul olduğunuzda kendiliğinden olur. “İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn” böyle bir özelliği gerektirir. Hud Sûresi 23. Ayet: “Muhakkak ki, iman edip salih amel işleyenler ve Rablarına ihbat edenler var ya, işte onlar ashabı cennettir. Onlar orada ebedi kalıcılardır”. Rabbine ihbat edenlerin, kalbi ihbat etmişlerin, muhbitlerin önemli bir özelliği de korku ve umudu dengelemeleridir dedik. İşte bu korku ve umutla ilgili önemli bir noktayı da paylaşalım inşaAllah. Çünkü uygularken dünya yaşantısına ters bir hali var bunun. Mesela normal yaşantıda herhangi bir mikroptan, gribal bir faktörden korkuyorsan ne yaparsın? Tedbir alır korunursun, gribe karşı müttaki olursun. Gripten korkuyor, ona karşı tedbir alıyorsun. Birisi gelip “neden korkuyorsun?” diye sorsa, “gripten” dersin. “Peki, ne yapıyorsun?” dese, “gripten korunmak için çalışıyorum” dersin, dünya yaşantısının gereği yaptığın bu. Ama bu yöntemi bu yolda da uygularsan olmaz. Neden olmaz? İnce bir nokta, bu yüzden söyleyeceğime çok dikkat edelim! Bu 173 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 yolda korkmak için sebepler bulmak lazım mutlaka. Kendi kendinize kaldığınızda; “ya, o kadar çok havf ve reca, korku ve umut dediler ki! Ama ben neden korkacağımı bile bilmiyorum” deyip, korkacak şeyleri bulmanız lazım! “Nelerden korkmam gerekiyor ve bu korku nedir, nasıldır?” diye araştırıp, hakikaten bacağınızı titretecek korkuları bulmanız gerekiyor! Demek, korkmak için bir sebep bulman gerekiyor, burası tamam. Ancak o korktuğun şeyden korunurken, korunma işlerini o sebebe yönelik yapmamalısın, yalnızca Allah rızası için yapmalısın, izah edebildim mi? Korkmak için bir sebep arayıp bulacaksın. Ondan korunurken, onunla ilgili korunma çalışmalarını, müttaki olma çalışmalarını yaparken, uygulamalarını Allahümme ente maksudiy ve rıdake matlubiy çerçevesinde yapacaksın. “Allahım, hedef ve maksadım sensin, sana ulaşmak ve yalnızca rızanı kazanmak!” diyeceksin. O sebep ortadan kalkacak, ancak o zaman Allah rızası için yapmış olursun. Yoksa korktuğun şey için yapmış olursun! Bu çok önemli! Daha önce benzerini verdiğimiz basit bir örnek var, onu yine verelim. Diyelim bir kişi sigarayı bıraktı. İçiyordu, sigaranın zararlı olduğunu duydu ve bıraktı. Sorduk; niye bıraktın? “Allah rızası için bıraktım” dedi. Bakın korkmak için bir sebebi var tamam, ama bırakma nedeni Allah rızası! Ama ona sorduğumuzda “çok zararlıymış onun için bıraktım” deseydi, o zaman Allah rızası için olmazdı. Oysa şimdi ne yaptı? Zararlı diye korktu, ama dinen hoş görülmüyor diye bıraktı. Bırakma işini Allah rızası için yaptı, bırakırken “Allah rızası için 174 YILMAZ DÜNDAR bıraktım” dedi. Bunu Allah rızası için yapıyor! İzah edebildim mi, inşaAllah? Aynı durum umut için de geçerlidir. Umut için bir sebep bulmak lazım. Ama umutlanırken Allah rızası için umutlanmak, rızasını umarak umutlanmak lazım. Bu yöntemi, bu benzetmeyi vecel ve huşu için de gerçekleştirdiğiniz zaman “uygulamalar hep Allah rızası için olmalı” sonucunu yakalar ve onu da uygularsanız güzel olur. Güzel olur, doğru olur. Şimdi paylaşacağımız şey idrak olarak da uygulama olarak da çok önemli. Geldiğimiz bu idrakten sonra, artık yapılabilecek bir şeyi şimdi söyleyeceğim. Bir kişi düşünün “ben varım ve muhtarım” demiyor, bu iddiada değil. Bunu fark etti, anladı ve bu konuda nefs mücadelesi yapıyor, nefsini bu konudaki şerden temizliyor. Bu kişi için sakınılması gereken önemli bir şey var, onun bu noktadan sonra düşebileceği, düşülebilecek, yapılabilecek bir yanlış var. Onun “varlık ve muhtariyet” iddiası yok, tamam. Ama yaşadığı toplumda ve çevresinde “ben varım ve muhtarım” iddiasıyla yaşayanlar var. Eğer kişi onlara karşılık verirken onları tasdik ediyorsa ilerleyemez! Tabi bu “karşılık verme” iyi anlaşılmalı. Bu bir zihni yorum, bir zihni bakış veya bedenen bir karşılık verme, bir mücadeleye çıkma manasında değil, “tasdik” etmek manasınadır. Yani “ben varım ve muhtarım” iddiasında olanları tasdik ediyorsa o ilerleyemez! İzah edebildim mi? Biraz daha açmaya çalışayım, açtığım çerçevede düşünmeye gayret edin inşaAllah. 175 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Kişi kendisi ben “varım ve muhtarım” demiyor. Hatta “Allahım ben sana varlık ve muhtariyet iddiasında olmadan iman ediyorum, o iddiaya sırtımı döndüm” diyor. Ama bakıyorsunuz, “ben varım ve muhtarım” diyenleri, “ben de Allah’ın dışında tanrıyım” diyenleri tasdik ediyor, onların hallerinin tasdikçisi! Ne yapıyor? En azından takdir ediyor. “Ben Allah’ın dışında tanrıyım” diyen, yani o zihniyette olan birisi bir iş yapıyor, varlık ve muhtariyet iddiasında olmadığını söyleyen de “helal olsun ya, nasıl yapmış şu işi” diyor. Fark ettiniz mi? Ya o işi o mütekebbirce yapmış, zaten mütekebbirliğini de ilan etmiş, sen de yorum yaparken onun küfrünü takdir ediyorsun, tasdik ediyorsun! Bilmem izah edebildim mi? Bu söylediğimi iyi fark ederseniz, küfür ehlinden hayran olduklarınız olmaz, olamaz! Bir kişi küfür ehli, Allah’a karşı tanrılığını ilan etmiş, bunda ısrarlı bir yaşantısı var ve siz onu tasdik ediyorsunuz. Olamaz, öyle bir şey olmaz! Bu söylediğimi fark etmenizin size ne tür bir faydası olur? Bir defa ayet kapsamına girersiniz; benim dostumla dost, düşmanımla düşman olun. “Düşman olun” demek gidin düşmanlık yapın demek değil; “onun küfrüne katılmayın” demektir. Küfrüne katılma! Bunu anlarsanız buğzu, buğzun ne demek olduğunu fark edersiniz. Siz hem onun yaptığı işin Allah yokmuş gibi bir hal ve davranış olduğunu görüyorsunuz, hem de ona hayranlık duyuyorsunuz! Olmadı! Ancak; bu halden kurtulur, onu kabul etmez ve onu tasdiklemezseniz hızlı ilerlersiniz. 176 YILMAZ DÜNDAR Bunu, bir başka örnekle açmaya çalışalım. Haberlerde MOBESE kameralarının yakaladığı görüntülere rastlıyoruz; kuyumcu soyuyorlar, benzinlik soyuyorlar… Ama o kameralar sayesinde yakalanıyorlar. Siz arkadaşlarınızla böyle bir haber izliyor olsanız, içinizden biri de soyguncu için “bravo adama ya” diyor, onu takdir ediyor, onların soygun işini tasdik ediyor, hatta hayran! Şöyle döner bir bakar; “yarın birgün bu da bir soygun yapar” dersiniz. Küfür de böyle bir şey işte! Çocuğunuz o yanlışı tasdik etsin ister misiniz? İstemezsiniz elbette! Çocuğunuz O haberi izlerken “Allahım bizi böyle işlerden muhafaza ediver” dese memnun olursunuz. Veya çocuk dua işiyle meşgul değilse bile, normal dünya sistemi içerisinde bir adaleti savunup o işi kınarsa, “başkasının malına zarar veriyorlar, vicdansızlar” falan derse gene memnun olursunuz. Neden? Çünkü o böyle bir işe karışmaya niyetli değil demektir. Bir işi tasdik, o işi yapacak demektir! Bu açıdan baktığınız zaman, “ben varım ve muhtarım” iddiasında olanları izlediğinizde, okuduğunuzda, karşılaştığınızda hayranlık duyar, yorumunuzda onları tasdik ederseniz siz o işi yapacaksınız demektir, gizli gizli küfre hayransınız demektir. Bunu tanrı ilmi notlarında; “insanın dünyaya gelirken esfele safiliyn yapısının “ilk aşkı” küfrünedir, küfrüne âşıktır” diye paylaşmıştık. Kişi küfrüne âşıktır! Bundan ancak Allah’a âşık olursa kurtulabilir! Normal hayatınızda da öyle değil midir, herhangi bir aşkı ancak daha büyük bir aşk olursa silebilirsiniz. İşte bunun gibi, kişinin küfrüne olan aşkını ancak Allah 177 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Aşkı siler! O aşkı yakalamak gerekir! Ama kişi kendini küfre aşkın içinde bulduğundan, “ben varım ve muhtarım” iddialarını gizli gizli tasdik eder. Eğer bu tasdikleri, bu takdirleri yakalayıp onlardan kurtulursa buğz çerçevesine girmiş olur. Buğz ettiği için, inşaAllah kendisi de onları yapmayacak demektir. Ve aslında bu haliyle o, nefsini şerrinden temizliyor demektir bir nevi. Bu da önemli bir ipucudur. Bir ipucu daha: Karşılaştığınız her türlü düşünce, hal ve fiili iki şeyden birine havale edersiniz. Havale ettiğiniz şeye bakıp sormak lazım; ben bunu şeytana mı havale ettim, Allah’a mı? Çünkü mutlaka ikisinden birisi yapılır, mutlaka! Her düşünce, her yorum ve her fiil için böyledir, üçüncü bir şık yok! Kişi kendisini incelerken buna da çok özen göstermesi gerekir. İlk sayfalarımızda, Billahi anlamında iman edenlerin, yani imanlıların kalbinin ancak Allah zikriyle mutmain olduğunu ayetlerle görmüş ve üzerinde durmuştuk. Bu tatmin sözde tanrı iddiasındaki yaşantıda nasıl olur, peki? Sözde tanrı iddiasındaki yaşantıda sadrlar mutmain olur, sadrlar tatmin olur! Dikkat edin tatmin olan kalbler değil, sadrlar! Bu yaşantıda sadrlar neyle mutmain oluyor? Şikâyetle! “Sözde tanrılık iddiası”ndaki yaşantıda ise sadrlar şikâyetle tatmin olur, öyle denge bulur. İman edenler için “kalbler Allah zikriyle” tatmin olur, tanrılık iddiasında olan ve bu yaşantıyı sürdürenlerde ise “sadrlar şikâyetle” tatmin olur. Şaki kelimesi şikâyetle aynı kökten gelir, şikâyet eden demek178 YILMAZ DÜNDAR tir. Kimi? Allah’ı! Siz hangi konuyu konuşursanız konuşun, kimi çekiştirirseniz çekiştirin, hepsi Allah’ı şikâyettir, Allah’ı çekiştirmedir. Birisi şikâyet ediyor, belki size bir şeyini anlatıyor. Siz de dinlediniz, onun adına da üzüldünüz. Bakın deneyin, ona şikâyeti dursun diye hayr duası yapsanız rahatsız olur, o sizin hayr duası yapmanızdan rahatsız olur. “Ya boş ver bunları, hayrlısı olsun” deseniz, rahatsız olur, size kızar, onun tarafını tutmadığınızı söyler. Size sistemi anlatmaya çalışıyorum! Yani, eğer kişi şikâyetle tatmin oluyorsa, sadr şikâyetle tatmin oluyorsa fiillerde de hala bu var demektir. Bir arkadaşınıza telefon ediyorsunuz, iki cümleyle işinizi konuşursunuz, sonra başlarsınız şikâyete; çocuktan, beyden, hanımdan, gelinden, kayın valideden, sistemden, trafik polisinden, arabadan… Şikâyet, hep şikâyet! Karşıdaki de buna cevap verir, iş biter. Oohh, ikisinin de sadrı rahatladı, dengeyi buldular! “Seninle de sohbet ne güzel” dediler, onlar artık sıkıştıkça birbirlerini ararlar. Duramazlar! Neden? Çünkü sadrlarını rahatlatacaklar! Neyle? Şikâyetle! Dikkat edin, sürekli şikâyet bu şakiliğin fiilidir! Eğer şikayetten kurtulmazsanız şaki fiilinden kurtulmak mümkün değildir. Öyleyse; insan hayatını saniye saniye, satır satır incelemeye almalı, değil mi? Eğer ahirette Allah’ın rızasına talibse! Allah muhafaza etsin, tehlikeli bir hastalıkta doktor ona “kendine saniye saniye dikkat edeceksin” dediğinde dikkat ediyor. Yemesine, içmesine, ilacına, dışarıda maskeli gezmesine, hepsine dik179 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 kat ediyor! Demek ki mümkün, insanda bu haslet var, saniye saniye dikkat edebilir. Ama! Ama bu özelliği Allah için kullanmaz! Yapmalı! Talibse yapmalı; hayatını saniye saniye incelemeli, bu tuzaklara nasıl düştüğüne bakmalı, düşmemek için bakmalı! Talib kurduğu cümleye hep dikkat etmelidir. Cümle deyince onun yalnızca söylediği değil, düşünürken kurduğu da cümledir! İpuçlarından birisi bu: “Ben” diye başladığı her cümleye hemen dikkat etmeli; o cümle onun için cehenneme mi bir bilet kesiyor, yoksa cennete bir davetiye mi? Bakın cennete bilet demiyorum, cennete bilet olmaz! Cennetin ödeyebileceğiniz bir karşılığı yok, ancak davet edilirsiniz; lütuftur, nimettir o! “BEN”li bir cümle kurduğunuzda, siz o cümleyle bir cehennem bileti mi alıyorsunuz, yoksa bir cennet davetiyesi mi? Her cümleniz için dikkat etmeniz ve korkmanız lazım! Aksi halde ayet; “Allahım bizi geri gönder, biz orada yapamadıklarımızı oradakilerle tekrar yapalım, bize fırsat ver derler” diyor. O halde, elinde fırsat varken her anı saniye saniye incelemek gerekir. Şimdi insanların dünya hayatında kullandığı; “arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim” sözünü anlamak kolaylaştı. Aslında öğrendiğimiz bu ilimle baktığımız zaman o şöyle demek istiyor: Arkadaşını söyle, nasıl bir tanrı olduğunu söyleyeyim! “Söyle de, senin nasıl bir tanrı olduğunu anlayayım” diyor. Eğer bu soru tanrı ilmi çerçevesinde bir bilinçle sorulmuş değilse; arkadaşını söyle de senin nasıl bir tanrı olduğunu, 180 YILMAZ DÜNDAR narsist tanrı mı, hümanist tanrı mı, şifreci tanrı mı, Polianna tanrı mı olduğunu anlayayım demektir. Hatta daha da aslı; söyle arkadaşını, arkadaşın şeytan mı, melek mi? “Hiç şeytandan arkadaş olur mu?” diyorsanız Kur’an’a bakalım, bu konuda cevap olarak Kur’an bize ne diyor? Zuhruf Sûresi 36. Ayet: “Kim Rahman’ın zikrinden âmâ olursa ona bir şeytan hazırlarız, takdir ederiz. O şeytan ona bir kariyndir”; yani çok yakın arkadaştır. Demek ki, kim Allah yokmuş gibi davranır, bu hatırlatma ve bu zikirden uzak durursa ona bir şeytan hazırlarız. O şeytan ona en yakın arkadaş olur. Şeytanla ilgili olarak da tanrı ilmi kitapçığına atıf yapacağız. Çünkü şeytanın ne demek olduğunu orada geniş anlattık. “Sadra tesir ettiği” için ilerleyen sayfalarda sadr-şeytan ilişkisine değiniriz inşaAllah. Şeytanı kolay anlamak için onu iki türlü düşünmek gerekir. Olayı şeytaniyet olarak düşündüğünüzde “şeytanlık” bir görevin ismidir. Bir bu görevle görevli varlıklar vardır, bir de onların zaten görevli olduğu işi yapan sende bir esfele safiliyn yapı vardır. Ki o da şeytandır! Şeytan deyince ikisini birden düşünmeniz lazım. Böylece ona bir şeytan hazırlarız; yani ona görevi şeytanlık olan bir varlık görevlenir. Bir de onun esfele safiliyn yapısı o kadar kuvvetlenir ki şeytanlık artık onun karakteri, hali, kişiliği olur. Ayette geçen kariyn; yakın arkadaş; yani kişilik demektir. Yasin Sûresi 60. Ayet: Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Elem e’hed ileyküm ya beniy Ademe en lâ 181 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 ta’budüş şeytan innehu leküm adüvvün mübiyn; “Ey AdemOğulları! Size söylemedim mi; şeytana kulluk yapmayın! Muhakkak ki o sizin için apaçık bir düşmandır”. Dikkat ederseniz, şeytan burada arkadaştan daha ileri geçiyor. Normal tanrısal hayatta, zalim yönetici, yani narsist tanrı nasıl elemanı sever? Kendisine kul köle olanı sever, hatta “şu benim has elemanım” diye bahseder. Neden? Ne desem yapar, sözümden çıkmaz, bana kul köledir. Arkadaşlıktan, dostluktan ileri bir tanım yapar; kulluk! İşte bu işi böyle düşündüğünüzde, en azından bu işe bu çerçeveden baktığınızda ayet diyor ki; “şeytana kulluk yapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır”. Yasin Sûresi’nde Yaradan; “size böyle söylemedim mi, neden o hala sizin arkadaşınız?” diye soruyor! Hani bir baba çocuğuna; “yavrum o çocukla gezme demedim mi sana?” O seni hep yanlış yerlere götürüyor. Peki, o neden hala senin arkadaşın?” der ya, bu da onun gibi! Baba bunu yavrusuna niçin söyler? Şefkatinden, bu uyarıyı şefkatinden yapar. Orada o şefkati, merhameti görüyorsun da, burada neden aramıyorsun O’nun merhametini! “Ey Âdemoğlu, sana, şeytana kulluk yapma diye söylemedim mi?” Peki, bunu işittin ne yapacaksın? Yasin Sûresi 61. Ayet: Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Ve enı’buduniy; hazâ sıratun müstakıym; bana kulluk edin; sırat-ı müstakıym budur”. Ayet, “bana kulluk edin; sırat-ı müstakıym budur” dedi. O zaman “sıratı müstakıym, doğ182 YILMAZ DÜNDAR ru yol” olarak tarif edilen bu halde miyiz, doğru yolda mıyız değil miyiz, bunu anlamamız lazım! Bunu kendimizde nasıl anlarız, nasıl inceleriz? Hemen kendimize bir soru sorarak! Senin önceliğin ne? Önceliğini söyle kim olduğunu söyleyeyim! Yukarıda arkadaşlıkla ilgili de sormuştuk aynı soruyu, bu da bir benzeri; hayattaki önceliğini söyle, kim olduğunu söyleyeyim! Bütün hal ve hareketlerinizde önceliğinize bakın; eğer sonuç illa Allah ise sizin arkadaşınız meleklerdir. Çünkü önceliğiniz illa Allah ise, sizinle ilgilenmek meleklerin görevleridir. Hayattaki her türlü hal ve davranışınızı incelediğinizde önceliğiniz hep “illa Allah, illa Allah, illa Allah” çıkıyorsa sizin arkadaşınız meleklerdir, sizinle ilgilenmek de onların görevidir. Fussılet Sûresi 30. Ayet: “Muhakkak ki “Rabbimiz Allah’dır” deyip sonra bil fiil istikamet edenlerin üzerine melaike tenezzül eder; “korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin” der”. Devam edeceğim ama buraya biraz bakalım. “Muhakkak ki” dedi, demek kesinlik var. Kesinlikle “Rabbimiz Allah’tır” diyen önemli, “Allahümme ente rabbi” diyen kul bu kadar önemli! “Allahümme ente rabbi” sığınışı çok önemli, ayetler bunu çok övüyor. “Allahümme ente rabbiy” diyen, “Rabbim Allah’tır” diyen bu kulu çok övüyor. Bu yüzden Allahümme ente rabbiy müthiş bir sesleniş tarzıdır. “Kim Rabbimiz Allah’tır der ve buna göre de istikamette olursa onların üzerine melaike tenezzül eder, iner”. “Tenezzül eder” ifadesini 183 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 normal yaşantıda da kullanırız. Birisi yükseklik gösterse “aramıza tenezzül etmedi” der, tenezzül kelimesini kullanırız. “Melaike” semadan inen bir hal olduğu için burada kullanılan kelime de tenezzül. “Onlara melaike tenezzül eder ve onlara; korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin der”. Neden? Çünkü o devamlı korku içerisinde! Konuşurken korkuyor, “ben” derken korkuyor, salâtta korkuyor… O korkuya eşit bir umut da taşıyor ama hep korkuyor! İşte onlara diyor ki korkmayın, mahzun olmayın! Bu olayı daha kolay anlamak için bir basit örnek vereyim. Bir baba düşünün, çocuğu sınavlara çalışıyor, ama yaşı da bisiklet yaşı veya bilgisayar yaşı. Çocuk ders çalışmaktan yorulunca baba; “yavrucuğum seneyi tamamla, sana bilgisayar alacağım” diyor. Çocuk o sınavlara “ya kalırsam” korkusuyla ama sınıfı geçeceği ve ilerideki yaşantı umuduyla çalışırken terler de, babası gelir “yavrucuğum iyi çalışıyorsun korkma, bilgisayarı düşün, sevin” der ya, onun gibi; “vaad olunduğunuz cennet ile sevinin” diyor, bunu size ilham ediyor, telkin ediyor. Neden? “Korku”nun yanına “umut” sabitlensin diye. Onun görevi o, çünkü sizin için bir melaike, bir arkadaş o! Önceliğin buysa görevlendiriliyor o! Çünkü önceliği buysa ayet öyle diyor; “ona “korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin” derler”. Bakın devam edelim: Fussılet-31: “Dünya hayatında da, ahirette de biz sizin dostlarınızız”. Melaike böyle diyecek, böyle diyor; dünya hayatında da, ahirette de sizin yakın arkadaşınızız, merak etmeyin biz 184 YILMAZ DÜNDAR yanınızdayız. “Orada nefslerinizin arzu ettiği şeyler vardır ve orada sizin için temenni ettiğiniz şey vardır.” Ayet bize cennet için bir umut veriyor ve istikamette olanın arkadaşının kesinlikle, muhakkak melaike olduğunu müjdeliyor. Al’u İmran Sûresi 118. Ayet: “Ey iman edenler, gayrınızdan sırdaş, dost edinmeyin. Onlar size noksanlık vermekte gevşeklik göstermezler, size sıkıntı verecek şeyi hoşlanarak isterler. Buğzları ağızlarından taşmaktadır. Sadrlarında gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer aklederseniz, gerçekten biz sizin için ayetleri açıkladık”. Ayette “sadr” geçiyor, konumuzla ilgili ve önemli bir tabir. Ayet diyor ki; önceliği farklı olanları, sakın dost edinme! Eğer kişinin önceliği “illa Allah” değilse onu sakın sırdaş ve dost edinme! Onlar size bir noksanlık gelsin diye hiç gevşeklik göstermezler. Şimdi yaşadığınız, çalıştığınız yerleri bir düşünün. Onlara uygun yaşarken Rabbim size lutfetti, elhamdülillah salâtla tanıştınız, Rasulullah’la tanıştınız; sallallahu aleyhi vesellem… Haliniz değişti ya, diğerlerinin bakışı hemen değişecektir; artık sizi sevmezler! Çünkü onlar Allah’ı sevmezler, bu yüzden Allah’ı hatırlatan şeyleri de sevmezler, sevemezler! Ve başınıza bir şey gelsin diye de bir umutla beklerler, bunu isterler. Sizin için ağızlarından taşan düşmanlığı, “şöyle dedi, böyle dedi” dediklerini duyarsınız, onların sadrlarında gizledikleri ise daha büyüktür. Bakın ayet “sadrlarında” diyor, kalblerinde değil. İşte kişiler burayı meallendirirken sadr yerine “kalp” yazarsa olmaz! Çünkü kişinin gizlediği sadrında! Yani gizlediği nefsinin şerrine 185 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 ait bilgidir, esfele safiliyn yapının bilgisidir. Esfele safiliyn yapı sadra hâkimdir ve kalbi kapatmıştır. Sanki emir kalbden geliyormuş gibi gözükür. Ama aslında emri nefsin şerri verir, o da sadrdadır! O yüzden sadrlarında gizledikleri için; “gizledikleri şey dillerindekinden daha büyüktür. Eğer aklın varsa, işte sana açıklıyoruz” diyor. Bu durumda kişiye, dünya ve ahireti için önceliğin ne olduğunu daima gözetleyecek ve durumu ortaya koyacak faideli bir şey lazım. Bir faideli şey lazım. Nedir bu faideli şey? Önceliğimizi “illa Allah” yapacak, bunu gözetleyecek, durumumuzu da ortaya koyacak ve gözle görünür gibi yapacak faideli bir şey lazım. Bu faideli şey fuaddır. Fuad faide kelimesinden türemiştir zaten, bu konuda faideli olduğu için adına “fuad” denmiştir. Fuad, sana doğru yolu göstermesi ve önceliğini “illa Allah” yapması için kullanacağın faideli şeydir. Yanlış kullanırsan o ayrı! Fuadın faideli olabilmesi için ihtiyacı “iman nuru” ortamında faaliyet göstermektir. İman Nuru! Sadr, kalb, fuad, lüb organizasyonunda, fuadın Hakk yolda faydalı olabilmesi için mekândaki ambiyansın, yani ortamın iman nuru olması gerekir. Çünkü fuadın iman nurunda çalışması gerekir. Fuadın sürdürülebilir ve yükselen faaliyeti iman nuru ortamında marifete ulaştığından, bu çerçevede İman Nuru marifet elbisesi giyer ve Marifet Nuru olarak belirir. Bu işi kalbe gelen iman nurunun başlattığını daha önce ayetlerle; “Rabbından doğrudan bir nur” olarak paylaşmıştık. Bu nur işte tüm sadra 186 YILMAZ DÜNDAR yayılacak. Bu nurun tüm sadra yayılması; sadrla beraber kalbi, kalbde fuadı ve lübü de bu ortama alması demektir. Aynı nur sadrda çalışırken hedefine yönelik olarak ismi “İslam Nuru”dur. Aynı nurdur, farklı nurlar değildir, hepsi iman nurudur. Bu nur sadrda günahlarla mücadele eder. Ve bu işi İslami kurallara uyma, günahlardan kurtulma olarak gören bir mücadele olduğu için, nefsi şerrinden temizlerken nurun burada, bu görevinden dolayı görünüşü İslam Nuru’dur. Aynı nur fuadda bahsettiğimiz şartlarda çalışır ve bu çalışma üst noktaya gelirse marifet açıldığı için ismi Marifet Nuru olur. Lüb’te ise ismi Tevhid Nuru olur; açtığına göre. Fuadı nasıl tanımlamışız, bir daha bakalım: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yeteneğini yine kendi kaydından alan ve analiz ve sentezden sorumlu olan bir “Kalbi Görüş” işlevidir. Hakk yolda çalışabilirse “Basiret”e sebep olur. Bakın, Fuad görür, bu görüleni kalb bilir ve kalbeder. Yani fuad bu gördüğünü kalbe iletir, kalb de bilir ve bu bilgiyi kalbeder. Kalbedilen bu bilgiyi fiile çevrilmek üzere beyne gönderir. Fiil için gönderir, bilgiyi amele çevirmesi için beyne emir verir. Bu süreç bazen çok kısa olur, bazen de uzar veya kesintilere uğrar. Bu durum doğrudan iman nurunun kuldaki gücüne bağlıdır! İşte şimdi, Hazreti Ebubekr Essıddıyk radıyallahu anh Efendimizdeki, onun fuadındaki, hıza yeniden bakıp onu kavramaya çalışmak lazım! Bu çerçevede “aminü” ve “amilüs salihati” ikilisine de bakalım, bir de bu pencereden baka187 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 lım; Billahi anlamında iman etmek ve salih amel işlemek ne demektir? Çünkü kurtuluş aminü ve amilüs salihati’de! Bu ne demektir? İman nuru ortamında kalb ve beynin birlikte çalışması demektir. Neden? Kalb iman edecek, ikan olacak ki beyin salih amel yapacak! Salih amel beyinle olur. Ona o salih amelin ne olduğunu haber veren imani bilgi de kalble olur. Dolayısıyla kalble beynin birlikte çalışmasının bu pencereden görünüşü; “aminü ve amilüs salihati”dir. Bu işler için imanın kesintisiz ve yükselen olması önemli olduğundan Efendimiz bize bir dua öğretir; “Allahümme a’dıniy iymanen la yarteddü ve yakinen leyse badehu küfran: Allahım imanımı yükselt. Öyle yükselt ki, geri dönüşü olmayan bir iman olsun”. Dönmesin hep yükselsin, onun seyr grafiği hep yukarı doğru olsun. Hep yükselen bir iman ver ve o imanın sonucunda da sonu küfür olmayan bir yakiyn ver, inşaAllah. Bize böyle bir dua öğretiyor Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem. Şimdi fuadı Hazreti İbrahim’in hayatından bir örnekle görelim. İbrahim Sûresi 37: “Rabbimiz, muhakkak ki ben zürriyetimden bazısını Senin muharrem evinin yanına ziraatsız bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, salâtı ikame etsinler diye! İnsanlardan bazısını onlara meylettir ve kendilerini semerattan rızklandır. Umulur ki şükrederler”. Yavaş yavaş fuadı tanıyoruz. Bu ayet Hazreti İbrahim aleyhisselamın hayatından bir parça. Hazreti İbrahim aleyhisselam, hanımı Sare var ve 188 YILMAZ DÜNDAR onun cariyesi Hacer var. Sonra Hacer’le de evlendiğinde Hacer validemizden Hazreti İsmail aleyhisselam olur. Hazreti İsmail aleyhisselam dünyaya geldiğinde Hazreti İbrahim aleyhisselam 99 yaşındadır. Daha sonra Sare validemizden de Hazreti İshak olur, o zaman da Hazreti İbrahim aleyhisselam 112 yaşındadır. Hazreti İbrahim aleyhisselam ailesini ve Hazreti İsmail’i Muharrem Ev’in yani hürmet edilmesi, saygı duyulması istenen ev’in, yani Kâbe’nin yakınlarına getiriyor ve hiçbir ziraatı olmayan bir yere yerleşiyorlar. İşte orada diyor; “Allahım, ailemi böyle bir yere getirdim, salâtı ikame etsinler ve yalnızca sana yönelsinler diye. İnsanların bazılarının fuadlarını burada açıkladığımıza meyl ettir ve buradaki yararlanacağımız nimetlerden bizi rızklandır” diyor. Sonra da Zemzem Suyu’na kavuşuyorlar. Ayetle ilgili bu kısa bilgiden sonra, burada insanların işlere önce fuadlarıyla yaklaşacakları belirtiliyor! Meylin fuadla olacağı; şeytanın yaldızlı sözlerine de, Hakk söze de meylederken meylin fuadla olduğu bildiriliyor! Nahl Sûresi 78: “Allah sizi analarınızın batınlarından bir şey bilmiyor olduğunuz halde çıkardı. Şükredesiniz diye size sem’, basarlar ve fuadlar verdi”. İbrahim Sûresi 37. Ayetin sonu “umulur ki şükrederler” diye bitiyordu. Fuadın geçtiği ayetlerde karşımıza çıkan önemli yakarış, bekleyiş, umut budur; şükretmek! Şükür! “Umulur ki şükrederler”. Şimdi fuadın şükürle çok önemli bir ilişkisini kuracağız. 189 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Nahl Sûresi 78. Ayette deniyor ki; “Allah sizi analarınızın batnından, karnından bir şey bilmiyor olarak çıkardı. Şükredesiniz diye size sem’ işitme sistemi, basarlar görme sistemi ve fuadlar analiz-sentez sistemi verdi.” Bir olay, çalışan bir sistem anlatılıyor dikkat ederseniz. Bilgi toplayan bir sistem; işitme ve görme; sem’ ve basar; işitme ve görmeler! Genellikle “basarlar, görmeler” ifadesi “iki göz” nedeniyle çoğul verilirken, iki kulak olmasına rağmen işitme olayının tekil kullanımı var; ama işitme olayının tekil kullanımı çoğuldur, onun tekliği çoğuldur. “Şükredesiniz” diye verilen bir sistem ve bunun içerisinde fuad var! Eğer fuad başka şekilde meallendirilirse anlaşılmaz ve kişi ayetlerdeki “şükretme amelini” kavrayamaz. Şükretmek aslında bir kişinin ilk keşfidir! Bir kişinin ilk keşfi şükretme halini bilmektir! Bu keşfin başlayabilmesi için Billahi anlamında iman şarttır, ondan sonra keşif olan şükür başlar. Nefs-i levvamede kişiyi alıp hızla B0 Noktasına getirecek ve orda istikrarlı olarak kalmasını sağlayacak şeylerden birisi ondaki şükür halinin kesintisiz devam ediyor olması, yani onun şükür halini kesintisiz yaşıyor olmasıdır. Bunun için de ona sem’, basar ve fuad sistemi verilmiştir ki; bilgileri işitip, kafa gözüyle görüp, sonra fuadla analiz sentez yaparak onu “Kalbî Görüş”e çevirsin diye. Bu sistem Kalbî Görüş’le görmek için! Siz Kalbî Görüş’le gördüğünüzde hiç değişmez ve sabitlenmiş şekilde “aslında bütün bunları veren Allah’tır” dersiniz ki; bu sizin ilk keşfiniz190 YILMAZ DÜNDAR dir. Aslında bütün bunları veren Allah’tır. Hep, “veren Allah’tır” duygusunda olmak, “veren Allah’tır” halinden, duygusundan sıyrılmamak önemli! Mu’minun Sûresi 78. Ayet: “HU O’dur ki, sizin için sem’, basarlar ve fuadlar inşa etti. Ne az şükrediyorsunuz!”. Şükretmemiz için verilen bir sistem açıklandı, şimdi de “ne az şükrediyorsunuz” denilerek bizim davranışımız değerlendiriliyor; Analiz ve sentezle bu sonuca “ne kadar az” varıyorsunuz! Dikkat edin şükredenleriniz ne az demiyor. Bilakis şükredenlere hitap ediyor ve “ne az şükrediyorsunuz” diyor. Normal hayatınızda arada bir Allah diyorsunuz, ama sonra veren Allah’tır hakikatini, Allah’ın verdiğini hep unutuyorsunuz. Sizin fuadınız analiz ve sentez yaparken rotasını şaşırıyor; ne kadar az rotada duruyor! Secde Sûresi 9. Ayet: “Sonra onu tesviye etti ve ona kendi ruhundan nefhetti. Sizin için sem’, ebsar ve fuadlar oluşturdu. Yine aynı hitap; ne az şükrediyorsunuz!”. Mülk Sûresi 23. Ayet: “De ki; sizi inşa eden ve sizin için sem’, ebsar ve fuadlar oluşturan O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”. İsra Sûresi 36. Ayet: “Hakkında ilmin olmayan şeyin ardına düşme, izleme. Muhakkak ki sem’, basar ve fuad, işte onların her biri ondan mesuldür”. Bu ayette fuadla ilgili yeni bir uyarı var bize. İlmin olmayan herhangi bir konunun üstüne aşırı düşüp onu izleme, çünkü sem’, 191 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 basar ve fuad onunla kilitlenir! Sana lazım olmayacak ve seni saptıracak bir analiz yapar da perdelenirsin. Bu sistem senin uğraştığın herşeyden sorumlu! Oysa sizde “sem’, basar ve fuad” şükretmeyi gerçekleştiresiniz diye var! Böyleyken, ahiretine bir yararı olmayan şeyin ardına düşersen ve sem’, basar ve fuadını yanıltırsan bulduğun yanlış sonuç sana süslü görünür de hüsrana uğrayanlardan olursun! Öğrendik ki, sem’, basar ve fuad şükretmen için var! Oysa sen önceliğini bu yapmaz ve ahiretine faydalı olmayan şeylerin peşine düşer, onları çok incelersen bu sistemi yanıltırsın. O zaman onun bulduğu sonuç sana süslü gözükür ve böylece hüsrana uğrayanlardan olursun! Kehf Sûresi 54. Ayet: “Andolsun ki, biz şu Kur’an’da insanlar için her türlü misalden sayıp döktük. İnsan ise gerçekleri tartışmaya en düşkün olanıdır”. Bu ayette insanın esfele safiliyn yapının, “ben Varım ve Muhtarım” diyen yapının bir özelliği vurgulanıyor; insan gerçekleri tartışmaya en düşkün olanıdır. Dikkat edin, “tartışmaya” demiyor, “gerçekleri tartışmaya” diyor! Peki, burada tartışılan gerçek ne? Allah’ın buyurduğu ayetler! Bahsedilen tartışma nedir, tanrılık iddiasında olan esfele safiliyn yapı ne yapar? Bu yapı, ayetlerle bildirilen gerçeği saptırma, rayından çıkarma amacıyla mücadele eder. Ona karşı fikirler üretmeye, ona karşı tezler ortaya koymaya çalışır ve insanın yapısı da buna çok uygundur, insan buna çok düşkündür. Ayetten böyle öğreniyoruz. 192 YILMAZ DÜNDAR Kalb & Fuad ilişkisini anlamamıza yol açacak bir ayet, Hazreti Musa aleyhisselam ile annesinden bahseden Kasas Sûresi 10. Ayettir: “Musa’nın anasının fuadı fariğ oldu; başka bir şey düşünemez oldu. Müminlerden olması için eğer kalbine rabıta koymasaydık az kalsın durumu açığa vuracaktı”. Hazreti Musa aleyhisselamın Nil nehrine bırakılması annesine vahy edilince, bu olaydan sonra annenin aklı fikri yavrusuna sabitleniyor, saplantı haline geliyor, tüm duyup gördüklerini oğluyla ilişkilendiriyor. Fuad analiz ve sentez yaparken hep oğlu çıkıyor, sonuç hep oğlu oluyor. Mekanizmaya dikkat edelim: Eğer bu iş normal işlerse, Hazreti Musa aleyhisselamın annesinin fuadı oğluna saplantı haline geldiğinde, ordan hep oğluyla ilgili tereddüt, kaygı içeren sonuçlar çıktığında kalbe bu bilgi gider ve beyne de bu doğrultuda emir gider. O zaman ne yapar anne? Bu olayı açığa çıkarır, kendini ele verir. Ya gider çocuğun etrafında dolaşır, ya gider birisine söyler, böylece o çocukla ilişkisi anlaşılır. Çünkü Firavun ve ailesi, Musa aleyhisselamı, çocuğu Nil nehrinde buldukları zaman onu kendilerine tanrının gönderdiğini, onun hediyesi olduğunu zannederek aldılar “belki bizim için bir müjdedir, bir hediyedir, bunu büyütelim” deyip ona sahip çıktılar. Oysa kâhinler “bir erkek çocuk gelip bu hanedanı yıkacak” dedikleri için, Firavun’un askerleri erkek çocukların yaşamasına izin vermiyorlardı. Hazreti Musa’nın annesi gider de fuadın bu sonucunu kalbine ve beynine uygularsa bu işi açık edecek! Ayet diyor ki, “biz inananlar yolunda, güvende kalması için kalbine 193 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 rabıta koymasaydık, kalbini tefviz etmeseydik, fuadın gönderdiği bilgiye karşı kalbini sabit ve ona uymaz yapmasaydık açığa verecekti”. Dolayısıyla, anlıyoruz ki fuaddan çıkan bilgi ayrı, kalbte oluşan sonuç ayrı! Beyne kalbte oluşan sonuç gidiyor; yani “dayan, dayan çünkü illa Allah” bilgisi gidiyor ve müminlerden olarak dayanıyor! Bakın kalbine rabıta konması onun müminlerden olması için! O işe dayanması için değil! Aksi halde her dayanan mükâfat alır. Öyle değil! “İlla Allah” diyerek bir şeye sabretmek başka bir şey, “İlla Allah” demeden dayanmak başka bir şey, ikisi farklı! Ayet; “müminlerden olması için kalbine rabıta koyduk” diyor. Şimdi bu ayetin meallerinde de maalesef aynı hataları görüyoruz Diyanet’in mealinde de fuadın geçtiği yerlere “kalb”, sadrın geçtiği yerlere bazen “kalb” bazen başka bir şey yazmışlar. Fuada bazen “gönül” bazen başka bir şey yazmışlar. Şimdi, bu ayette ne yapacaklar peki? Çünkü bu ayette hem fuad geçiyor hem de kalb: “Fuadı fariğ oldu, kalbine rabıta koyduk”. Şimdi fuada “kalb” yazsalar olmayacak, olmamış da, o zaman “yürek” yazmışlar! Demişler ki, “Musa’nın anasının yüreği fariğ oldu”. Aşağıda kalbi bırakmışlar. Farkında olmadıkları için bu yanlışları yapıyorlar. Oysa Kalb de, Fuad da belli başlı bir şeyin ismi, burda ise bir sistemin adı! Bunu bize en iyi anlatan ayetlerden birisi de Kasas Sûresi 10. Ayettir. “Fuadın Allah indindeki doğruya en üst seviyede sabitlenmesi ve sentez için de bir analize ihtiyaç duymaması için, Allah dilerse fuadı sabitler. 194 YILMAZ DÜNDAR Kasas-10’da Musa’nın annesinin “kalbine rabıta konulduğu” bildirilmişti, kalb sabitlenmişti. Ama dilerse “fuadı da” sabitler. Fuad sabitlenirse bir sonuca ulaşmak için analize ihtiyaç duymaz! Nasıl mı? Hud Sûresi 120: “Rasullerin haberlerinden senin fuadını sabitleyecek olan her birini sana kıssa ediyoruz. Bu sûreyle de sana Hakk tesbit olarak, müminlere ise bir ibret içeren, öğüt ve hatırlatma gelmiştir”. Çeşitli nebi ve rasullere ait kıssalar var. Ayet buyuruyor: O kıssaların öyle özellikleri var ki, sana onları vahy ettiğimizde, sen onları aldığında senin fuadın sabitlenir, senin fuadını sabitlemek için onları sana kıssa ediyoruz. Böylece senin fuadın analiz yapmadan sonuç çıkarır, hep böyle çalışır. Dolayısıyla, “bu Hud Sûresi’yle sana bir Hakk tesbit olarak bir hatırlatma, ama müminlere de fuadları bu okudukları ve bu dinledikleriyle analiz yapsın diye öğüt ve hatırlatma gelmiştir”. Bu ayetle de fuadın bir başka yanını, bir başka özelliğini gördük. Furkan Sûresi 32. Ayet: “Kâfir olanlar dediler ki: Ona Kur’an “cümle-i vahide” olarak; topluca, birden tenzil edilmeli değil miydi? Oysa böylece senin fuadını sabitlemek için onu tertil üzere bölüm bölüm okuduk”. Furkan Sûresi 32. Ayet, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin fuadının sabitlenmesi için Kur’an’ın bölüm bölüm geldiğini anlattı. Oysa ters olanlar gerçekleri tartışmayı severler ya, gelen ayeti, olayı düşürmek için zıt fikirler ileri sürerler. Kâfir 195 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 olanlar dediler ki: Ona Kur’an birden gelmemeli miydi, niye böyle parça parça geliyor? Oysa Kur’an’ın, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin fuadını sabitlemek için bölüm bölüm indirildiğini bu ayetle öğrendik. Necm Sûresi 11. Ayet: “Ru’yet ettiği şeyi; yani gözleriyle gördüğü şeyi Fuad yalanlamadı”. Bu ayet fuadın Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem özelinde bir başka yanını daha öğretiyor. Bu ayette bir olay anlatılıyor: Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem vahyi getiren Cebrail aleyhisselamı birkaç kez aslî suretiyle görmüştür, öğrendiğimiz bilgilere göre. Bu görüşmelerden birisi de Sidretül Münteha’da olmuştur. Orası yaratıklar âleminin son noktası olarak tarif edilir, bu yüzden son ağaç; sidretül münteha benzetmesi yapılmıştır. Ayet diyor ki, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem onu asli suretinde gördüğünde “gözünün gördüğünü fuad yalanlamadı”. Dikkat ederseniz fuadın buradaki çalışma yöntemi normal hayata ters! Normalde; önce göz görecek, yani sem’ ve basar çalışacak sonra fuad Kalbi Görüş’le onu bilecek. Halbuki burada doğrudan kafa gözü görüyor. Bunun için öyle bir fuad lazım ki, kendi yapacağı işten önce gördüğünü yalanlamasın! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin fuadının özelliklerinden birini daha öğrendik; “ru’yet etiğini, gözüyle gördüğünü fuadı yalanlamadı”. Peki, buna mukabil inkâr edenlerin dünya ve ahiretteki fuadlarının durumu nedir? 196 YILMAZ DÜNDAR Ahkaf Sûresi 26. Ayet: “Andolsun ki, sizi imkanlandırmadığımız şeylerle onları temkin ettik ve onlara sem’, absar ve fuadlar oluşturduk. Fakat onların ne sem’leri, ne basarları ve ne de fuadları onlardan bir şey savdı! Çünkü bile bile Allah ayetlerini inkâr ediyorlardı. Alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre kuşattı”. Bu ayette Hud kavmi ve Mekkeliler kıyaslanıyor. Mekkelilere “Hud kavminin imkânları sizden çok fazlaydı, onlara çok şey verdi, onlar sizden çok güçlülerdi, imkânları çok fazlaydı ve onların da sem’ absar ve fuadları vardı şükretsinler diye, ama bu iş için kullanamadılar” deniyor. “Onların sem’leri, basarları ve fuadları onların karşılaşacakları şeyi onlardan savamadı. Çünkü bile bile Allah ayetlerini inkâr ediyorlardı”. Bu ayete göre Hud kavminin özelliği: İnanıyor, inanmaya müsait, ama inkâr ediyor! Biraz önce bunun skalasını oluşturmuştuk, bile bile inkârın iki ucunu söylemiştik. Bu korkmak için çok önemli! Ayeti duyduğu halde umursamamak, öyle deniyor ama ne yapalım demek, günah ama ne yapalım demek de bile bile inkâr sınıfına girer. Allah’tan merhamet ve yardım dileyelim inşaAllah. Çünkü o skalaya düşmemek için çok dikkat etmek, çok dua etmek gerekiyor. En’am Sûresi 110: “Biz onların fuadlarını ve gözlerini kalbederiz. İlk keresinde ona iman etmedikleri gibi onları kendi tuğyanları içerisinde kör ve şaşkın terk ederiz”. İnkârcılar için diyor ki; nihayet onlar inkârda öyle geri dö197 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 nülmez bir noktaya gelirler ki, onların fuadlarını ve gözlerini kalbederiz; çeviririz, artık tersine sabitlenirler yani! Önce gördüğümüz sabitlemeler Hakk yolundaydı. Şimdi ise “kalb ederiz” dediği tersine! Sabitlenirler de artık ordan devamlı onların tuğyanlarıyla ilgili sonuç çıkar. Ve bu durumda kör ve şaşkın bocalar halde onları terk ederiz. Şimdi “kör ve şaşkın bocalıyorlar” ifadesine yanlış bakarsak manayı da yanlış görürüz. Onlar bu halde olmalarına rağmen, kendilerine “biz kör ve şaşkın bocalıyoruz” demezler. “Kör ve şaşkın bocalıyorlar” diyen, onların o halini görendir! Fuadları ve gözleri kalb edilmiş olup da kendi ürettikleri batıl fikirler içerisinde kör ve şaşkın bocalayanlara amelleri süslenmiştir! Onlar kendilerini çok doğru yolda zannederler. Kendilerine kör ve şaşkın bocalıyoruz demezler. Bunu ancak gören söyler, Hakk yolda olan onlara bakınca der ki; bunlar kör ve şaşkın bocalıyorlar. Bu yüzden buradaki bu ifade görenin değerlendirmesidir. En’am Sûresi 112: “Ve böylece her nebiye ins ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlardan bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler vahy eder. Eğer Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Artık onları iftiralar ile baş başa bırak”. En’am Sûresi 113: “Ta ki ahirete iman etmeyenlerin fuadları ona meyl etsin ondan hoşlansınlar, da kazanıyor olduklarını elde etmeye devam etsinler”. Bu iki ayet, fuadın “yaldızlı sözler” diye anlatılan fikirlere, insandan ve cinden şeytanların fikirlerine meyletmesinin 198 YILMAZ DÜNDAR mümkün olduğunu anlatıyor. “Her nebiye ins ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Çünkü ancak iman etmeyenlerin fuadları onların o yaldızlı sözlerine meyletsin diye!”. Fuadın bir özelliği de bu, bunu da bize ayet öğretti! İbrahim Sûresi 43: “İşte o gün onlar zillet içinde bakarak, başlarını dikerek koşuşur haldedirler. Gözleri kendilerine bile dönüp bakamaz! Fuadları iflas etmiş durumdadır”. Bu da inanmayanların ahiretteki fuadı, onların fuadlarının ahiretteki hali! Ayette; fuadın orda faaliyette olabileceği, ama bazılarında çalışamaz hale geldiği, artık iflas etmiş olacağı, onların kendini kaybetmiş bir fuadla karşılaşacağı söyleniyor. Hümeze Sûresi 7: “O ki, çıkar kaplayıp örter fuadlar üzerine!”. Bu manzara cehennemde ateşin fuadı kaplayacağıyla ilgilidir, Allah muhafaza etsin. Hümeze Sûresi; “çekiştirme” manasına gelen “hümeze” işini adet edinenlerin “hudame”ye atılacaklarını söyler. Bu öyle bir ateştir ki, fuad onun acısı ve ızdırabıyla tam kaplanır. Ayet böyle diyor. Demek ki iflas eden o fuad yalnızca boş olmakla kalmaz! Çünkü bazı ayetlerde “onların fuadları boştur” der. Burda da fuad yalnızca boş olmakla, iflas etmekle kalmaz o ateşin acısı ve ızdırabıyla da kaplanır. Artık başka hiçbir sonuç çıkaramaz. O fuadın çıkardığı tek şey o ateşin acısı ve ızdırabıdır! Kul’un Rabbine yönelmesi ve fuadının Hakk yolda sonuçlar elde etmesi el Hüsna’yı tasdik olarak değerlendirilmektedir. Bu manada Leyl 199 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 Sûresi 5, 6, 7, 8, 9 ve 10. ayetleri okuyayım: “Kim verir ve korunursa, el Hüsna’yı tasdik ederse, böylece ona en kolayı kolaylaştırırız. Ama kim de cimrilik eder ve müstağni olursa, el Hüsna’yı yalanlarsa ona en zoru kolaylaştırırız. Buradaki; “en kolay”, “en kolayı kolaylaştırmak”, “en zor” ve “en zoru kolaylaştırmak” nedir, “vermek” ne demektir, “cimri” ne demektir? Konumuzla ilgili olarak kısaca bunları göreceğiz. Kim “ben varım ve muhtarım” iddiasıyla oluşan sözde ilahlık yaşantısının Muhtariyeti Tercih Gücü’nü Sahibine verirse! Sonra bu yeni idrakı ve imanıyla Allah’ın verdiğini infak ederse artık korunmak için nefs-i levvamede mücadele ederse ve bu süreçte fuadı her sınavda el Hüsna’yı tasdik sonucuna ulaşırsa, onun için en kolay yaşantı tarzı olan cennet hayatını biz ona başarması için kolaylaştırırız! Tanrı ilmi kapsamında güzel ve çirkini anlatmıştık. El Hüsna; yani güzel, Hakk yola, illa Allah anlayışına verilen isimlerden birisidir. Güzel odur ama insanların tarif ettikleri güzel o değildir. Kim el Hüsna’yı tasdik ederse ayetiyle kastedilen odur. Ayet bir de esas cimri’yi tarif ediyor: Kim cimri davranır, mülkü kendisinin sanar, haddi aşar, içinde bulunduğu vehmin zulmeti şartlarının gereği olarak içine düştüğü “varım ve muhtarım” zannına arkasını dönmez de ona sıkı bağlanır, bu iddiadan vazgeçmez, bu iddiayı oluşturan Muhtariyeti Tercih Gücü’nü Sahibine vermez ve davranışlarını da bu iddiaya göre gerçekleştirirse, 200 YILMAZ DÜNDAR onun fuadı el Hüsna’yı yalanlayan sonuç bilgilerle ona amelini süslerse, biz de yaşantısı çok zor olan cehennem hayatını ona kolaylaştırırız! Fuadın özelliklerini ve fuadla ilgili bazı bilgileri ayetlerle böylece tamamlamış olalım. Fuadla ilgili cevaplandırmamız gereken bir soru var: Fuadın ulaştığı noktayı nasıl izleyebiliriz? Bunun için bir örnek vermeye çalışacağım. Bu konu aslında başlı başlına bir konu, bu nedenle Rabbim izin verir, lutfederse ayrıca ele alınır. Ama şimdi biz ondan biraz haberdar olmuş olalım diye onun fuadla ilişkisini kurmak suretiyle ona değinerek geçelim. Fuadın izlenebilir özellikte ulaşılabileceği nokta; kul için dönüm noktasıdır. Şimdi size bir kul için fuadında izleyebileceği dönüm noktası nedir, onu söyleyeceğim. Fuadın analiz ve sentez yaparken ulaştığı sonucu oraya sabitleyebilirse onun için bir dönüm noktasıdır! Bu dönüm noktası Kur’an’ın Dili’yle, Kur’an Dili’yle ilgilidir. Kur’an ayetlerinin bir kısmı kesret şartlarına uygun dil ile bir kısmı da ulûhiyet şartlarına uygun dil ile anlatılmıştır ki, Kur’an’da bu konuyla ilgili uyarı da bulunmaktadır, bu konuda ciddi uyarıların olduğu ayetler vardır. Yeri ve konusu gelince onlara da bakacağız inşaAllah, ama biz söylemek istediğimizi biraz ortaya koymak için bir örnek verelim. Bir kişi bir tefsir okur, tefsirde bir cümle okur ve bir yorum yapar; “ha, aslında öyle değil, böyleymiş” der. İş böyle başlar! Bu yoruma 201 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 temel oluştursun diye iki önerme okuyayım. Birisi; insan günah işlediği için cehenneme gider. Diğeri; insan cehennemlik dilendiği için günah işler. Her ikisi de çok rastladığımız cümleler. Ama daha çok duyulan; bir insan günah işlediği için cehenneme gider cümlesidir. Kişi bir tefsir veya bir yazı okuyor, orda farklı yazılmış; “bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler” diyor. O zaman, biz öyle bilmiyorduk, demek ki böyleymiş diyor. Bu cümleyi şimdi bir de cennetle ilgili kuralım: Bir insan Allah’ın rızasına uygun yaşadığı için cennete gider. İkinci cümle; bir insan cennetlik dilendiği için Allah’ın rızasına uygun yaşar. Kur’an’da buna benzer cümleler geçer, çünkü ayetler bu düzen üzeredir. Bu konu fuad için çok önemlidir, fuad marifeti böyle bulur. Söyleyeceğim şey marifetin dönüm noktasını oluşturur! Şimdi o iki önermeyi oluşturan cümleleri sırayla yorumlayalım. Genellikle yapılan şudur: Kişi bu iki cümleden birini kendisine daha uygun, daha inanılır bulur. Hele de şimdiki gibi ikisini birden duymuşsa, birisini kendisine daha uygun, daha inanılır bulur. Diğer cümleye de, “öyle söyleniyor” diye kabul gösterir. Çünkü diğeri de bir ayette, bir hadiste veya bir önemli kişinin cümlelerinde geçiyordur, onu da o yüzden gibi kabul eder, “şimdi anlamıyorum ama sonra anlayabilirim” der. Yani birini daha inanılır bulur, diğerini de hürmeten kabul eder! Bazen de “öyle söylenmiş ama aslında öyle denmemektedir” diyerek bir yorum yapıp işin içinden sıyrılır. “Öyle söylenmiş ama aslında öyle demek istenmiyor!” yorumunu getirir. 202 YILMAZ DÜNDAR Bu konudaki cümlelerin çok farklı anlamlarmış gibi gözüküyor olması, ikisine de kesret şartları içerisinde bakmaktan ve öyle değerlendirmekten kaynaklanır. Kişi bu iki önermeyi değerlendirirken, değerlendirme yaparken eline aldığı yönetmelik “Kesret Şartları Yönetmeliği” olduğu için bu cümleleri birbirine aykırı ve ters zanneder. Kesret gözlüğüyle baktığı için öyle zanneder, faklı zannediş oradan kaynaklanır. Oysa dikkat edin, her iki cümle de aynı manadadır! Tam aynı manadadır; birisi diğerinin aynısıdır! Ama nasıl? Birisi olayın “emir anı” cümlesi, diğeri aynı olayın “fiil anı” cümlesidir. Şimdi bu cümleye göre okuyayım. Emir anı cümlesi: Bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler. Emir anı için böyle! Fiil anı cümlesi: Bir insan günah işlediği için cehenneme gider. Fiil anından bakınca da böyle ama ikisi de aynı olayın cümlesi! İkisi de tıpatıp aynı. Bu cümlelerden birisine tabi olmak ve diğeri yokmuş gibi davranmak Kur’an’da yasaklanmıştır, ayetleriyle göreceğiz. Buralardan doğmuş sapkın fırkalar var, Kaderiye ve Cebriye fırkaları böyle doğmuştur. Bunlar, ayetlerden birisine yaslanır ve diğer ayet yokmuş gibi davranırlar! Emir anı cümlesi iman için, fiil anı cümlesi amel içindir ve ikisi beraberdir; yani “amenû” ve “amilus salihati”dir. Cümlelere bu pencereden bakarsak; “bir insan günah işlediği için cehenneme gider” cümlesi amel için, “bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler” cümlesi iman 203 İNŞİRAH - 14 OCAK 2012 için! Aynı “amenû” ve “amilus salihati”de olduğu gibi ikisi beraber. Buradan şu sonuç çıkıyor; iman ayetlere dayanmalı, fiil de ayetle olmalıdır. Evet iman da ayete dayanmalı, fiil de ayete dayanmalıdır. Beşeri tanımlarla sanki bir boşluğu dolduruyormuş gibi “iman” veya “amel” üretmek çok sakıncalı ve yanlış olup Batıl Fırka’lara sebep olur. Öyleyse gelinmesi gereken nokta, dikkat edilmesi gereken yer; bu iki cümleyi ayrı ayrı kabul değil, tek cümle içerisinde ve bir seferde anlamak ve iman etmektir. Fuadı sabitleyeceğimiz nokta öyleyse budur! Bu cümleleri, her iki önermeyi de öyle anlayacağız ki, “orasını anladım, burasını anlamıyorum” kalmayacak, oraları düzelteceğiz. İki ayrı cümle değil, “tek” cümle. Noktalı virgülle ayrılan, iki cümle gibi görünen tek cümle! Noktalı virgülden sonrası önceki cümlenin devamı olan bir cümle! Bakın önce emir verildiği için emir cümlesiyle başlayalım. Bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler; ve bu insan günah işlediği için cehenneme gider. Yaptığımız bu antrenman başlangıç içindi. Sonra? Sonra bu iki cümle üst üste getirilip çakıştırılmalıdır! Aslında fuadın başarması gereken budur! İki cümle çakıştırılmalıdır ki, fuad bunu çakıştırarak okumayı öğrensin! O zaman Kur’anı OKUyabilir! Benzer şekilde geçen ayetlerde, iki cümleyi çakıştırarak üst üste okumak! Böyle olan ayetlerden örnekler vereceğim. Siz o zaman neyi başarırsınız? Evvel Ahir Zahir Batın’ı birleştirmiş, onları çakıştırıp tek yapmış olursunuz! 204 YILMAZ DÜNDAR “Tek görüntü” ancak çakıştırdığınız zaman çıkar. Ne gibi? Çok benzemese de anlamak için faydası olacak bir şeye benzetelim. Bir ışık tayfında, prizmada baktığınız zaman mor ötesi ve kızıl ötesi ışıklar yayılır ve biz onları gökkuşağında görürüz. Onları ayrı ayrı ışık gibi görmek var, bir de tek ışık yapıp beyaz ışık gibi görmek var. Kur’an’ın cümlelerini, işte öyle tek ışık yapıp, beyaz ışık gibi görmek lazım. Tek ışık! Vahidiyeti o zaman kavrar kişi ve bir anda sıçrar, bir anda! Konuştuğumuza benzeyen ayetler tanrı ilmi kitapçığında örnek olarak çok geçti. Oradan da bildiğimiz bir ayeti örnek vereyim; İnsan Sûresi 29 ve İnsan Sûresi 30. Eğer kişi İnsan Sûresi 29’a daha fazla bağlanır 30’u ihmal ederse yanlış, İnsan Sûresi 30’a daha fazla bağlanır 29’u ihmal ederse de yanlış olur! Onları iki ayrı ayet gibi görür ikisini de kabul ederse başlangıç için doğru olur, ikisini birleştirir “tek ayet” gibi anlarsa başarır! İnsan Sûresi 29: “Muhakkak ki bu bir tezkiyedir öğüttür; dileyen Rabbine bir yol edinir”. Bakın bir amel cümlesi. İnsan Sûresi 30: “Dileyen yok, ancak Allah diler. Muhakkak ki Allah Aliymen Hakiyma’dır”. Cümlelerimizi meallere göre oluşturduk. Bunların daha onarılmış, daha ileri hallerini konumuzu işlerken kullanmıştık. İnsan Sûresi 30’u en azından şöyle görmek lazım; bir kulda var görünen zan, yani kuldaki 205 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 “benim” diyen ve var görünen zan, “diledim” diyerek bir olaya sahip çıkmadan önce onu Allah dilemiştir! Bu Kul’un işi anlaması için bir anlatım tarzıdır, ama başlangıç anlatımıdır. Kulun İnsan Sûresi 30’u, hatta kaderi biraz anlayabilmesi için bir başlangıç anlatımıdır, daha ileri cümlelere taşınacak bir başlangıçtır, son değil! Tekrar not edeyim: Var görünen zan, “benim” diyen zan, bir olaya “diledim” diyerek sahip çıkmadan önce onu Allah dilemiştir. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için tefekkür edebilesiniz diye bir cümleyle tamamlayalım. İnsan Sûresi 29’da diyor ki; “dileyen Rabbine bir yol tutar”. Rabbine! Bakın, “Rabbine” diyor! Ama hemen altında, bir sonraki ayette İnsan Sûresi 30’da; “ancak Allah diler”! Dikkat ediniz; 29. Ayette “Rabbine bir yol tutar, Rabbine yönelir” dedi, yani “RAB” kelimesi geçti. Ama 30. Ayette “dileyen Rabbidir” demiyor, “Allah diler, dileyen Allah’tır” diyor. İnşaAllah tefekkür ederseniz olaya daha yaklaşan sonuçlar elde edersiniz. Bakın, araştırın. Tekrar tekrar araştırıp bakalım ki; “Rabbine yönelir” ve “dileyen Allah’tır” ayetlerini çakıştırıp tek bir ışık yaparak fuadın sonuca varması ve ona göre fiil üretmesi, Rabbimizin hepimize lutfettiği bir hal olur inşaAllah. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in bize öğrettiği çok önemli bir başka dua ile devam edelim “Yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbiy ala diynike”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in bu duayı çok sık yaptığı eşlerinden rivayet ediliyor; “yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy ala diyni206 YILMAZ DÜNDAR ke; ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzerine sabitle”. Aslında manasına baktığımızda “dilediği tarafa” manası yazılı olarak yok. Biraz sonra başka manalarını da vereceğiz ama, ona “kalbleri döndüren” diyebiliriz. “Dilediği tarafa” anlamının manaya girmesinin özel sebebi, seslenişin Allah’a olmasıdır, ondan kaynaklanıyor. Böyle bir seslenişi, insana yapacak olsanız dilediği tarafa döndüren demezsiniz, diyemezsiniz. Çünkü o, bir talimat verilmiştir o onu yapar. Yâ mukallibel kulûb; kalbleri kalbeden demektir. “Kalp etmek” değil, ama “çevirmek” insanın da yapabileceği bir şey. Ama burada sesleniş Allah’a olduğu için ve artık “Yâ Mukallibel Kulûb” özel bir isim haline geldiği için manasında bu özelliği oraya rahatlıkla koyuyoruz. Duanın idrakını kavrayabilmek için de “ey kalbleri dilediği tarafa döndüren” manası önemli. Bu manaları Kasas Sûresi 68. Ayet ve İnsan Sûresi 30. Ayetten de öğrenmiştik. Şimdi bu ayetler “dilediği tarafa” manası için bir delil olarak tekrar hatırlanabilir. Aslında bir şeyi hep söylüyoruz, vurguluyoruz, yeri geldikçe yine hatırlatacağız: Allah için kurulan cümlelerle insan için kurulan cümlelerin mutlaka farkının olması lazım, mutlaka! İnsan için ve insana hitap ediyormuş gibi kurulan cümleler, eğer Allah için de kullanılırsa çok yanlış olur, yanlışlıklar içerir. Gelelim duamıza. “Neden bu duayı çok yaparsın ya Rasulallah?” diye sorulduğunda Efendimiz buyuruyorlar ki; “kalbi Allah’ın iki parmağı arasında olmayan insan yoktur. Dilediğini 207 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 sebat ettirir, dilediğini de kaydırır”. Şimdi bu açıklama üzerinden de bize lazım olan kulvarda gitmeye çalışalım. Basamak basamak ilerleyip önemli bir kelimeye gelmeye çalışacağım. Bu basamakları dikkatli izlersek konuyu yakalamış oluruz inşaAllah. Ya Mukallibel Kulûb; kalbleri dilediği, istediği tarafa döndüren. Şimdi cümleyi başka bir şekilde kuralım: Mukallibel Kulûb; kalbleri bir halden başka bir hale çeviren. “Kalbetmek” ifadesi ayetlerde “gece ve gündüz” için de geçer! Bakın orada da bir halden bir hale çevrilmek; kalbedilmek var. Cümleyi “kalbleri bir halden başka bir hale çeviren” olarak kurduk, şimdi onu biraz ilerletelim. “Kalbleri” diyor ya, ondan şimdilik şunu anlayalım: Biz şimdi özellikle insanı ele aldığımız için insanı düşünüp şöyle bir tarif yapabiliriz: Kalb; kulda, surette yani Allah’ın dileğinin suretinde idrakı oluşturan esma kompozisyonudur! Surette idrakı oluşturan esma kompozisyonu! Surette idrakı oluşturan esma kompozisyonuna bu basamakta kalb diyelim. Bunu ilerleteceğiz, ama bulunduğumuz basamakta böyle diyelim. Bu basamaktaki bu tarif yüzündendir ki, meallerde kalb yerine “idrak”ın da kullanıldığını görürsünüz. İdrak bir sonuçtur ve kalbin karşılığı değildir. Kur’an’da geçen “kalb” ifadesini Türkçeleştireceğim derken yerine kullanılan “idrak” aslında bir sonuçtur. “İdrak” demek yanlış değildir, ama idrak “kalb” değildir, kalbin tamamı değildir! Kalb; idrakı oluşturandır, idrakın oluşmasına sebep olan esma kompozisyonunun tamamının 208 YILMAZ DÜNDAR ismidir. Kalbden süzülen sonuçlar vardır, bunlardan birisi idraktir. Ordan süzülen sonuçlardan bir diğeri, gönüldür, bir diğeri nefsdir. Ama bunlar kalbin kendisi değildir. Bunlar, kalbin dünya şartlarında vehimsel irtibatını sağladıktan sonra görülen sonuçlardır, o sonuçlara verdiğimiz isimlerdir. Meallerde kalble ilgili bir mana verilirken, gönül sonucuna uygunsa kalb yerine gönül deyip meallendirmişlerdir, idrak sonucuna uygunsa idrak demişlerdir. Ama en güzeli orijinal kalbi değiştirmemektir. Çünkü kalbin ayrı bir manası vardır. Oralarda parantez açıp, idrak veya gönül sonucuna göre yorumlar yapılabilir. İdrak, nefs ve gönlün birer sonuç olduğunu; “kalbin dünya şartlarında vehimsel irtibatını sağladıktan sonra görülen sonuçlar” olduğunu söylemiştik, işte bu sonuçlardan birisi de şuurdur. Bu da bir sonuçtur ve bunu da “kalb”in yerine yazarsanız mana eksik olur. Bakın Kur’an şuuru da kullanır, Zümer Sûresi 25. ve 55. ayetlere bakarsanız “şuur”u görürsünüz, demek ki Kur’an şuur’u biliyor ve kullanıyor! O bir sonuç; kalb çalışırken o anki işlevine göre bir sonuç. Dolayısıyla biz kurduğumuz bu cümlede “ya mukallibel kulub; kalbleri bir halden başka bir hale çeviren” dedik ya, bu cümlede kalb için şimdilik şöyle düşünelim. Kalb; surette idrakı oluşturan esma kompozisyonudur! Mukallibel Kulûb; bu esma kompozisyonunu dilediği bir halden dilediği bir başka hale çevirendir! Şimdi “çeviren”i ele alalım ve “bir halden başka bir hale çevirme”nin yerine bir başka kelime 209 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 koyalım. Sonucu farklı olduğu için buradaki “çevirme” ifadesi normal bildiğimiz bir şeyi çevirmek gibi değildir, halden hale sokmaktır. Hatta buradaki “halden hale sokmak” da farklıdır; buradaki özel halin ismi kalb etmektir. Kalb etmek; kalbını çıkarmak, kalıp oluşturmak, bir kalıptan başka bir kalıba çevirmek. Çünkü o surette sonuç o kalıba göre olacaktır. Sonuç suretin kalıbına göre çıkar. Kalıbını değiştirdiğiniz zaman yeni bir kalıp meydana gelir ve suret o yeni kalıbın sonucunu yaşar. Öyleyse şimdi geldiğimiz noktada cümleyi şöyle kuralım: Ya Mukallibel Kulûb; ey kalbeden; idrakı oluşturan esma kompozisyonunu bir halden başka bir hale kalbeden! Kalbeden! Neyi? Kalbi! Onu dilediği kalıba sokan! İdrakı oluşturan esma kompozisyonu meydana gelirken kalb edilerek, kalbı dökülerek meydana geldiği için sonuç ürüne kalb denildiği için, biz en son noktadan isimlendiriyoruz. Ona “kalb” denmesi son nokta, ilk nokta değil. Bu kalıba “kalb” denmesi onun meydana geliş prosedürü kalb edilerek olduğu içindir. Kalp, kalb edilerek meydana gelmiş yapı manasına kullanılıyor. Kalb, yani bu kalıp Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıptır. Sendeki, Kendini Hissetme Duygusu’nun kayıtlı halidir! İşte sendeki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun bu kaydını oluşturan kalıp kalbtir. İnsanda, bahsettiğimiz bu kalıbın, kalbın dünya şartlarında vehimsel irtibatını “vücut kalbi” sağlar. Bu durumda karşımıza iki tane kalb çıkıyor. Birisi, idrakı oluşturan esma kompozisyonu 210 YILMAZ DÜNDAR dediğimiz kalıp. Hatta daha ileri götürüp ona “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp” dedik. O kalıp yüzünden kayıt oluşuyor ve o kalıbın farklılığı yüzünden çeşitli kayıtlar oluşuyor. Çünkü kalıplar farklı! İşte bu kalıbın dünya şartları içerisinde vehimsel irtibatını insan vücudunda sağlayan organ vücut kalbidir. Bu irtibat yüzünden vücut kalbine, yüreğe kalb denir. Ona “kalb/kalp” denmesinin sebebi kalıpla irtibatı sağlamasıdır, kalıpla irtibatı sağlayan olduğu için kalb denmiştir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “her şeyin bir kalbi vardır”. Bu hadisten hareketle aşağıdaki sonucu şimdi kolaylıkla çıkarırız: İnsanda bu kalıpla vehimsel irtibatı sağlayan vücut kalbidir ve bu ancak insanda böyledir. Diğer “şey”lerde böyle değildir! Onlarda bu irtibatı sağlayan başka şeylerdir. “Vücut kalbi”nin kalıpla/kalpla ilişkiyi sağlaması yalnızca insan için geçerlidir. Bu yüzden başka bir varlığa bakıp, “onda kalp yok. Bu yüzden de ayette geçen kalb onda yok” derseniz yanılırsınız. Her suretin kaydını oluşturan bir kalbı var. İnsanda bu irtibatı yürek sağlar, diğer cisimlerde ve insan dışı yaratıklarda ise farklı şeyler sağlar. Geldiğimiz noktada İnşirah adlı tefekkür şemamızın konuyla ilgili paragrafını paylaşalım Paragrafın sadece bizi ilgilendiren kısmı bu. Diğer kısımlar daha önce Sen Tanrı mısın kitapçığında geniş açıklandı, dilerseniz oradan bakabilirsiniz. “VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed va211 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 sıflı “Kendini Hissetmesi”nden dileğini suretlendirdikten sonra o suretin kendisini bilmesi için ona nazar ederek “Kün” demiştir. “Feyekün” sonucu; Allah’ın o Kul’daki dileğinin şartları surete KALB olmuştur. Kul’daki nazar noktası “nazargah” olarak kalmış ve KALB ismiyle anılmıştır.” İlmullah’ta Allah’ın dileği şekillendikten sonra, bir şekil bulduktan sonra onun kendini bilmesi ayrı bir olaydır. Bunun basamaklarını daha önce ayetlerle görmüştük. İşte o ilmi suretin kendini bilmesi için ona “Kendini Bil” emri gerekir. Lütfen dikkat edin; “Kendini Bil” emri için o surete Allah’ın dileğinin yönelmesi, daha anlaşılır söyleyelim oraya nazar etmesi, o nazarla “Kün/Ol” demesi ve o emrin olması! İşte o oluş kalb oluştur! Çünkü bir şeyi murad etti mi “Ol” der “hemen olur”. “Kün feyekün”. “Kün” demesi ve orada onun hemen olması, işte o oluş KALB oluş! “Kün” emri, dileğin emri bir nazar! Ve bu nazarın dokunduğu yerde KALB oluş! Dileğin kalıbının çıkışı! Kendini Bil denildiğinde ne dilenmişse, o dileğin, yani o kompozisyonun kalıbının çıkması, orada kendini nasıl bilecekse onun oluşması, yani kalb olması, o da “feyekün” sonucu! Öyleyse surette bir nazar noktası var ve o çok önemli. Çünkü bütün işi başlatan bu nazar; suretteki bu nazar noktası! Emrin dokunduğu nokta! Orası çok özel! İşte orada o an oluşan nur, o nazarla orada oluşan nur orada bir şey açar. Anlamak için bazen insani örnekler gerekiyor. Bu yüzden hiç ilişkisi olmasa da örneği verelim. Ancak tanım 212 YILMAZ DÜNDAR anlaşıldıktan sonra onu silelim, çünkü hiç ilişkisi yok. Bir bakışın bizde oluşturduğu etkiyi anlatmak için; “öyle bir baktı ki, içimi yaktı” deriz ya, işte bir “bakış” orada bir şey açar! Bakış! Manayı biraz yakalayalım diye versek de örnek buraya hiç uymaz, bu yüzden şimdi örneği yok edelim. Allah’ın “Kendini Bil” derkenki nazarı orada bir nur oluşturur. O nazar, o emir o kalıpta bir nur oluşturur. İşte o nur Kalb Nuru’dur ve o nur orada durur. Ona kalb nuru deriz ve o çok önemlidir. Çünkü oraya o nazar değdi! Nazar, yani emir değdi oraya! O emrin oraya ulaşması orada bir nur oluşturdu, yani o kalb oluşurken o noktada nur oluşturdu. İşte o nazar noktası sayesindedir ki, kalb nazargah olur, artık orası bir nazargahtır, nazar yeridir. Böylece oluşan o nur; kalbin nuru, sonradan yaratılanların tersine farklı, ilahi, orijinal bir statüye sahiptir ve sonradan yaratılmışta o orijinalliğiyle durur. Kalb oluşa bir de farklı olarak bakalım. Vehim sisteminin çalışması günümüzde nasıl, neyle açıklanmaktadır? Hologram Sistem ile. Onu, yani “dünya şartlarındaki vehimsel sistemi” günümüzde şimdilik açıklayan Hologram Mekanizması’dır. Bu vehim sisteminin mekanizması, onun çalışması vehim nuru alanında olur. Herşey bir nurla ilgilidir çünkü! Bu yüzden burdaki bu mekanizmanın nurunu da vehim nuru oluşturur. Vehim nuru; Allah’ın dileğinin kalb oluşlarının aynasıdır. Vehim nuru Allah’ın dilekleri için bir aynadır. Burada yine bir insani benzetme yapalım. Normal günlük yaşantıda bir 213 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 aynaya baktığınızda aynaya yansırsınız ya, işte aynaya kalb olursunuz! Kalıbınız çıkar, sizin kalıbınız aynaya çıkar, yani aynaya kalb olursunuz. Olayı biraz anlamak için bunu benzetmiş olalım. “Böyledir” sanarsak konuyu anlayamayız. Vehim nuru alanında, aynasında Allah’ın dileklerinin kalb olması, Allah’ın dileğinin vehim nuru aynasında yansımasıdır. Öyle olunca; herşey, her yaratılan vehim nuru aynasında bir yansımadır. Hal böyle olunca; denir ki; bir düşün yansımasın; sen bir yansımasın. Bu yansımanın yani bu kalıbın nazar noktasını oluşturan kalb nurundan insana nazar devam eder! Ama öyle enteresan bir hal vardır ki, bu nazar yukarıdan aşağıya devam ettiği gibi aşağıdan yukarıya da olur! Fakat aşağıdan yukarıya olunca da, yukarıdan aşağıya olunca da Kendisidir. Dolayısıyla yukarıdan aşağıya-aşağıdan yukarıya kendisinde, kendisiyle, kendisi olarak bu nazar akışı devam eder! Nerede? Bu kalb nuru noktasında! Bu nerede? Kalıpta, kalpta! Bu yüzden nazar, Allah’ın Kendisini Hissetmesi’nin emir ve seyir halini anlatır. Vehim nuru aynasına yansıyan, kalb olan Kul’un bir adı da âcizdir, bir özelliği nedeniyle ona âciz de denir. Bunu anlatabilmek için yine, konuyu anladıktan sonra hiçbir işimize yaramayacak olan bir insani tanım yapalım. Aynaya baktınız, orada yansımanız var, o yansıma size göre âciz değil midir? Vehim nuru aynasına yansıyan, kalb olan Kul’un işte bu özelliği yüzünden buradaki adı âcizdir; âciz kul veya kul âcizdir! 214 YILMAZ DÜNDAR Dualarda, sığınışlarda, yakarışlarda; “biz aciz kulların” diye sesleniriz, hatta bazen bunu itiraf ihtiyacı duyar ve bu hususta “acziyetimi itiraf ederim” deriz. Ama çok dikkat etmek lazım ki, özellikle “nazar noktası”yla ilgili hususlar, anlayıp kavrandığı zaman insanı çok yükseğe çıkaracağı gibi yanlış kullanıldığı zaman da çok aşağıya indirir! Eğer; “ey Allahım, en güçlü sensin, ben senin gücünde değilim. Allahım biz senin gibi güçlü değil aciziz” gibi düşünülür de acziyet böyle anlatılırsa ve Allah’a yakarış böyle yapılır, konuya böyle yaklaşılırsa bu çok yanlış olur. Bunun bizim anlattığımızla hiç ilgisi yoktur; vehim nuru aynasına yansımış olan kalbın âciziyeti ile bu tarifin hiç ilişkisi yoktur. Çünkü bu yaklaşımda güç karşılaştırması ve kıyası vardır; Allah güçlü, insan onun gibi güçlü değil, zayıf! Bakın iki tane güç var ve bunların karşılaştırılması yapılıyor. Eğer kişi güç karşılaştırması yaparak da; “Allahım, ben acizim yardım et” derse Allah ona yardım eder. O ayrı! Allah gerçek merhamet sahibidir; Erhamer Rahımiyn’dir, ona yardım eder. Ama bu yakarış yanlıştır. Bu yüzden yardım alır ama bu sesleniş onu yükseltmez, onun idrakını yükseltmez! Yani balığı yer, ama balık tutmayı öğrenemez. Neden? Çünkü kendisini de Allah’ı da ayrı, ötede bir yapı ve varlık kabul edip ikisinin gücünü kıyasladı, bu kıyasta kendinin aciz olduğunu gördü. Bu, işin aslına uymayan yanlış bir yaklaşım tarzıdır. Dolayısıyla, bu yaklaşım tarzı öyle önemlidir ki, o kişi için şirkin göbeğini oluşturur, bu hal sonraki idrak için şirkin göbeğidir, motorudur. Çünkü varlıkların Allah’la 215 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 kıyası yapılmıştır. Yapılmamalıdır! Allah’la konuşulurken, Allah’la ilgili bir fikir ileri sürülürken bir tanım yapılırken varlıkların kıyası yapılamaz! Kişi Allah’ı insan gibi düşünürse, insana seslenir gibi Allah’a seslenirse kıyas yapar, yanlışa düşer. Çünkü insani bakış açısıyla Allah’a yaklaşmıştır. Bu da birçok yanılgının çıkış noktasını oluşturur. Konumuz burada o olduğu için söyleyelim; Allah ve Kul arasındaki kıyas daima “var ve yok” üzerinden yapılmalıdır, buna çok dikkat etmek lazım. Kıyas, VAR ve YOK üzerinden yapılmalıdır! Vehim nuru aynasına yansıyan kalba, kalıba bir özelliği nedeniyle aciz denmesi bu özelliğin “güç”le ilgili olmasındandır, “güç”le ilgili olduğu içindir. O kalıba “güç” açısından bakılmıştır, “güç” bakımından ona aciz denmiştir. Bu kıyası insanlar arasında yaparsanız “az güçlü çok güçlü” diye bakar, az güçlü olana aciz dersiniz. İnsanlar arasında doğrudur bu bakış açısı, ama Kul’la Allah arasında yanlıştır. Kul’la Allah arasında VAR ve YOK kıyası yapılır, daima! İki varın kıyası yapılmaz. Güç için de bu böyledir. Dolayısıyla “aciz” denildiğinde az güç, çok güç kıyası olmaz! Var ve yok; Allah’ta güç var, Kul’da yok! “Yok” olduğu için acizdir o, az güçlü olduğu için değil “yok” olduğu için âcizdir! Güçsüz, gücü yok, güç mevhumu yok; bu yüzden âciz! Dolayısıyla buradaki aciz kelimesi güç açısından yetersiz, gücü az gibi değil “yok” manasınadır, böyle kullanılmalıdır! Çünkü dualarda ve yaklaşımda bu çok önemlidir. 216 YILMAZ DÜNDAR Şimdi yansımanın acizliğini bildiğimiz bir şeyle anlatalım. Biz yansımanın acizliğini vehim nuru noktasından başlayarak gerçek manada nasıl vurgularız, nasıl dile getiririz? “Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh” ile, “ve la havle ve la kuvvete illa Billâh” diyerek! Bu seslenişin başladığı nokta, vehim nuru aynasında kalbın kalb olduğu andır, o andan itibarendir. Kalb olduğu an o âcizdir: Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh! Ve la havle ve la kuvvete illa Billâhil Aliyyil Aziym! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Hazreti Ali efendimize buyurdular ki; “yatmadan önce 10 kez “la havle ve la kuvvete illa Billâhil aliyyil aziym” demen cennette yerini hazırlamana vesiledir”. Bu sesleniş bu kadar önemlidir işte! Ama bu idrakla! “Bu idrakla” uyarısını bu yüzden defalarca söyledik, çünkü bu idrakla söylediğiniz zaman böyledir. Neden? Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayetle Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular; “dikkat et, sana cennetin altındaki hazineyi bildiriyorum; la havle ve la kuvvete illa Billâh”. Çünkü bu, kalb için işin başından gelen bir özellik; o âciz! Kalb âciz! Ve daima, bu acziyetin şuuru, bilinci, itirafı gerekiyor! Yansımanın acizliği böyle kavrandığı zaman, bu idrak, bu kavrayış kişide çok önemli iki motoru birden devreye sokar. Birden! “Kişi bu motoru nasıl hisseder?” hem bunu, hem de bu idrakı ve o motorlar çalışınca olacakları konuşacağız, lütfen dikkat edelim. Dikkat eder ve her halinizi o süzgeçten geçirirseniz yeni bir hayat başlar. Yeni ne217 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 siller bilmez, gençliğimizde Ankara’da su sıkıntısı çok olurdu, çeşitli yerlerden su bulurduk. O suları kullanmak için hepsini tek tek süzgeçten geçirmek ve kaynatmak zorundaydık. İşte onun gibi, temiz bir hayat için hayatının her anını süzgeçten geçirmek zorundasın. Yansımanın acizliğinin idrakı oluştuğunda devreye giren bu iki motor Hamd ve Şükür motorlarıdır; onlar devreye bu idrakla girer. Sen farkında ol olma, bu idraktaysan onlar çalışırlar, sen bu idraktaysan kendiliğinden çalışırlar, sen bu idraka gelince onlar çalışır. Hamd ve Şükür çalışınca sende şükür ve hamd hali ortaya çıkar. “Hal” olarak ortaya çıkar ki, o hal dilde zikrullahdan ileridir, zikrullahın bir üst mertebesidir. Zikrullah üç aşamalıdır; dilde, halde ve fiilde zikrullah. Zikrullahın fiile geçmesi için hal şart! “Hal”den sonra o artık fiile dökülür. Hal ve fiili de birbiriyle sürekli test etmek gerekir. Neden sürekli test? İstikrar için! Yansımanın acziyetini idrakla birlikte kişi fark etse de etmese de aslında Esma Âlemi’ne giriş yapar. Zihninize altını çizerek kaydedin lütfen, kişi bu idrakla insani kesretten esma kesretine geçer. İnsani kesretten Esma Kesreti’ne geçer ki bu, Hamîd ve Şekûr esmalarının kişide hale dönüşmesiyle, hal olmasıyla olur. Bahsettiğimiz yansımanın acziyeti idrakı kişide sabitleşince, o kulda Hamîd ve Şekûr esmaları hal olur. Hamîd ve Şekûr esmaları onun hali olunca kul esma kesretine geçer, eğer bu hali bozulursa da esma kesretinden çıkar! O yüzden bu halde istikrar 218 YILMAZ DÜNDAR çok önemlidir! Esma kesretine geçti, peki sonra? Esma kesretinden kurtuluşun da, Tevhid yaşantısına geçişin de temelini hep Hamîd ve Şekûr esmalarının hali oluşturur. Bu hal sabittir ve o bina bu hal üstündedir, işin temeli bu haldir; Hamîd ve Şekûr esmalarının hali! Ancak “Hamîd ve Şekûr” esmaları ile ilgili önemli olan husus şudur: “Hamîd ve Şekûr” esmaları ayrı ayrı düşünülmemeli, ayrı ayrı tefekkür edilmemelidir. Şekur esması, ancak Hamid esması idrakıyla yaşanabilir. İkisi ayrı ayrı çalışmaz, ikisinin ayrı çalışması kula fayda sağlamaz, hatta bu iki esmadan biri ağır basarsa kul sapabilir, kulun idrakı sapabilir. Saptığı halde kendisini doğruyla meşgul, doğruyu yapıyor zanneder. Evet, “Şekûr ve Hamîd” esmaları birlikte düşünülmeli, birlikte ele alınmalıdır. Nasıl bakılmalı ki bu esmalar birlikte olabilsin? Şöyle: Hamid esması idraktır, Şekur esması ameldir. Dolayısıyla, “âminû ve amilüs sâlihâti” gereği Hamid esması idrakıyla Şekur esması ameli yapılırsa bunlar birlikte olur. Şimdi bu durumu daha iyi anlamak için iki ayet okuyalım. Zahiren çok kolay olan bu ayetleri lütfen derinlemesine inceleyin, tefsirlere meallere bakın, düşünün, kendinize [kendiniz olan kütüphanenize!] bakın ve onu genişletin, söylediklerimizi ilerletme adına bunları yapınız. Kur’an’ın faydalarından biri de budur; bir şeyi anlamak için ayetlerden yararlanırsanız, ayet tefekkür ederek o işi anlamaya çalışırsanız hem o şeyi anlarsınız, hem birçok şeyi anlarsınız inşaAllah. 219 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 Şimdi tefekkürünüz için iki ayet paylaşmak istiyorum Lütfen bu ayetleri inceleyip hazinenize kazandırınız, inşaAllah. Ankebut Sûresi 63. Ayet şöyle buyuruyor: “Yemin olsun ki, eğer onlara semadan suyu tenzil edip de “ölümünden sonra arzı kim diriltti?” diye sorsan “elbette Allah” diyecekler. De ki; elhamdülillah. Hayır, onların ekseriyeti akletmezler”. Lukman Sûresi 25. Ayet: “Yemin olsun ki, eğer onlara “semavatı ve arzı kim yarattı?” diye sorsan, “elbette Allah” diyecekler. De ki; elhamdülillah. Hayır, onların ekseriyeti bilmezler”. Bu ayetleri değerlendirelim inşaAllah! Yeni bir soruyla seyahatimize devam edelim: Sendeki tek gerçek ne? Bu soruya cevap olarak, “yansımasın, hayalsin” gibi birçok şey yazılır söylenir, siz de onları okur dinler; “ha, bendeki hiç bir şey gerçek değilmiş” dersiniz. Ama gerçek olan bir şey var sizde. Sendeki tek gerçek kendini hissetmen! Tek gerçek bu; kendini hissetmen! Ancak bununla ilgili önemli bir hususu şimdi paylaşalım, birlikte o basamaklara bakalım. Hissetme’yi fark edip düşünmenle birlikte “Kendini Hissetme Duygusu” devreye girer; o, bir duygu olur. “Kendini hissetmen”, kendini hissedip düşünmenle birlikte “Kendini Hissetme Duygusu”na dönüşür, bir duygu hissedersin, fark ettiğin için artık o bir duygu olur. İşte bu duygudur ki kulda sapmaya müsait alanı oluşturur. Bütün bunlar çok hızlı olur. O kadar hızlı olur ki, onları ayırd etmen mümkün olmaz. İşte 220 YILMAZ DÜNDAR bunları ayırt etmenin ilmini almaya çalışıyoruz. Normalde insanlar bunun üstüne düşünmezler, bunu önemsemezler, onlar için önemli değildir bu! “Kendini hissetmen”, “Kendini Hissetme Duygusu”na dönüştü. Peki, hemen sonra ne olur? Hemen sonra “kendini ne hissettiğin” devreye girer, bu basamak oluşur. Bakın üç aşama: 1) Kendini Hissetme: Esas gerçek bu ve bu gerçekten uzaklaşıyorsun; 2) Onu fark ettin, fark ettiğin anda o Kendini Hissetme Duygusu haline geldi 3) Ve hemen, hemen akabinde Kendini Ne Hissettiğin devreye girdi. Şimdi lütfen dikkat edin; var olan nedir, yok olan nedir? Var olan kendini hissetmen, yok olan kendini ne hissettiğindir! “Esas gerçek” olan, “Evvel Ahir Zahir Batın” olan, “Ehad Samed” olan kendini hissetmendir ki bu var! Hatta ona “var” demek bile yanlış olur, ancak kul açısından “var” diyebiliriz ona. Zira Sahibi açısından, ona “var” demek sınır oluşturur, kul bir şeye “var” derse onun sınırını çizer. “Kendini hissetme”ne kul bakışıyla “var” diyebiliriz, ama Sahibi açısından o kelime bile orada doğru olmaz. Peki, “yok” olan nedir? Yok olan; kendini ne hissettiğin! Burada şuna dikkat edelim: Senin kendini ne hissettiğin yerde, o haldeyken sen kendini Yaradan bile hissetsen bu bir sapma noktasıdır ve yanlıştır! Böyle bir şey olamaz. Böyle idraklar çoktur, ama onların bu işten haberi yoktur! Allah Allah’tır, Kul Kul’dur. Kul Allah olamaz! Dedik ki, “kendini hissetmen” ve bir de “kendini ne 221 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 hissettiğin” var, işte sen “kendini ne hissettiğin” o yere Yaradan’la ilgili bir şey bile koysan, yani o boşluğu doldurmak için oraya ulvi kelimeler, cümleler de yazsan o bir sapmadır. Çünkü onların hepsi zandır! Kendini ne hissettiğinle ilgili herşey zandır! Bu kutsal bir zan olabilir, ama sonuçta zandır! Peki, gerçek nedir? Gerçek, tek gerçek; kendini hissetmen! Ancak; kendini ne hissettiğin o kadar baskın ve kuvvetlidir ki, bu yüzden kendini hissetmeni de o sanarsın. Bu cümleyi yakalayalım! “Kendini ne hissettiğin” dünyanın vehimsel şartları gereği o kadar kuvvetli ve baskındır ki kendini ne hissettiğin duygusu içinde kendini hissetmeni de o sanarsın, kendini ne hissettiğinin içinde sanarsın. “Kendini ne hissettiğini” tarif edersin ama onu “kendini hissetmen” sanarak tarif edersin! Yani, “kendini hissediyor musun?” sorusuna “evet, kendimi hissediyorum, biliyorum” diye verdiğin cevap, dikkat edersen “kendini ne hissettiğin”dir. Tamam, ordan başlayacaksın, ama bil ki; senin “kendini ne hissettiğin” sendeki “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”dur. Sen onun kaydına “Allah” dersen yanlış olur! Çünkü o bir kayıt ve sen o kayda Allah diyorsun, demek ki kendini öyle zannediyorsun! Birinin kendisini Napolyon zannetmesi gibi! Senin ona Napolyon demenle o Napolyon olmuyor. Senin Kendini ne hissettiğin bir kayıttır, sen bu kaydın altını istediğin gibi doldur, o iş zihinsel tuzaklarla doludur! Bakın kendisini Napolyon sanana biz gülüyoruz ama o gülmüyor, o kendisini Napolyon sanıyor. Dikkat 222 YILMAZ DÜNDAR edin, kendini Allah veya başka bir şey sanan da kendisine gülmüyor; o öyle sanıyor! Çünkü boşluğu öyle doldurdu! Ama o bir kayıttır, kendini ne hissettiğinin kaydıdır, bir zandır. Kendini ne hissettiğin kayıttır! Demek ki, kendini ne hissettiğin bu hal çok kuvvetli! Neden? Dünyadaki vehimsel şart bunu gerektiriyor, aksi halde vehim sistemi, hologram yürümez. Bu mekanizmanın yürümesi bu hissin baskın ve kuvvetli olmasıyla çok ilişkili. Ay’a giden bir füze gibi! O dünya atmosferinden çıkabilecek bir hıza ulaşmalı ve yerçekimini yenmeli. Yerçekimini yenemezse atmosferde kalır. Aynı onun gibi, sen de vehimsel şartları yenemezsen vehimsel şartların içinde kalırsın, o şartlarda düşünürsün. Öyle bir halin olacak ki yerçekimini aşan füze gibi, vehimsel şartları geçeceksin, aşacaksın onu! Hem o şartların içinde olup hem de onu geçemezsin, çünkü o şartların içerisinde onun hükmü sürer. O şartlardan kurtulmanın yolu nedir? O şartları aşmanın yolu Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’ndan kaydı kaldırmaktır! Ancak böyle! Sen Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’ndan kaydını kaldırdığın kadar “kendini hissetmen”i fark edersin. Kayıt tam kalktığında o artık “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” değil, “Kendini Hissetmen”dir. Şems Sûresi 9. Ayeti hatırlayalım. “Onu, nefsi tezkiye eden gerçekten kurtulmuştur”. Nefsi arındıran, yani onu kirinden kaydından arındıran gerçekten kurtulmuştur. Ayet böyle diyor. 223 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 Bunu bir de geldiğimiz idrakın cümleleriyle söyleyelim; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını, kayıtlarını temizleyen gerçekten kurtulmuştur. Şems Sûresi 10. Ayet: “Onu, nefsi gömüp gizleyen ise gerçekten kaybetmiştir”. Özellikle “A” Takdim Formu “BEN”le, o kayıtla nefsi örten gizleyen gerçekten kaybetmiştir. Şimdi bu idrakla ayetleri birleştirdiğinizde ulaştığınız, yakaladığınız nokta ne kadar güzel, değil mi? Bu “A” ve “B” yapılarını anlamak üzere size ilginç bir örnek vereyim şimdi de. Bu örneği önce akıllarda kalması için vereceğim. İkinci olarak da, “bir şeyi ne kadar basitleştirerek gösterebilirsek onunla o kadar büyük şeyler anlatabiliriz”, bunu gösterebilmek için veriyorum. Bir şeyi ne kadar basit gösterebiliyorsan, o basitlik içerisinde o kadar büyük şey anlatabilirsin. Gösterim karmaşıksa kişinin beyni o karmaşıklık içerisinde anlatılanın ancak çok azını anlar, çünkü beynin oradan çıkması zor olur. Bu yüzden örneğimiz bir çorap olacak! Bu zihinlerde kalması için, beynimiz için bir vesile, beyninize seyahat ettirecek bir vesile, ama bunlara hep misal gözüyle bakacağız. Bir çorap düşünün, bu çorabın düzgün hali ahseni takviym misalidir. Ahseni takviym dünyaya gelmekle ters çevrildi; çorabı ters çevirdik, dışını içeri aldık, içini dışarı çıkardık; o zaman o esfele safiliyn oldu! Hala aynı çorap, aynı dokuma! Herşey aynı, ama çirkin yüzünü çevirin224 YILMAZ DÜNDAR ce esfele safiliyn oldu! Ahseni takviym denilen düz hali onun dünyaya gelen hali değil, dünyaya gelen hal o değil. O düz hal, Tiyn Sûresi’ndeki “yemin olsun ki insan en güzel surette yaratılmıştır”; denilen ahseni takviym haldir! “Sonra esfele safiliyn’e itilmiştir, reddedilmiştir”. İşte aynı şey, çorabı ters çevirmekle aynısı oldu, o dünyaya geldi; esfele safiliyn oluştu! Dünyaya böyle geliyor, dünyanın şartı bu, diğer türlü gelemez. Olmaz, onun yeri ayrı, dünya için şart bu, dünyanın şartı bu! Peki, sonra ne oluyor, sen ne yapıyorsun? Sen kendini bulduğun bu hale “BEN” diyorsun, bu pozisyona “BEN” diyorsun. Kendini bunun içinde bulduğun için kendini böyle hissediyorsun; kaydın bu ve sen buna “BEN” diyorsun. Bu hale, çorabın ters çevrilmiş haline sahip çıkıyorsun. Eğer bir kişi bizim açıkladığımız nefs-i levvameye girmeyip, inatla bu ters pozisyonda yaşamayı sürdürürse ve amel diye bu işlerle meşgul olursa, çorabın tersi olan bu hali âlim yapar, dindar yapar, bunu Hac’ca Umre’ye götürür. Ona çeşitli isimler verir; onu şeyh yapar, mehdi yapar, peygamber yapar… Bir şey değişmez, hala çorap ters çünkü! Kaydın üstündeki etiket değişir, çorabın tersi değişmez. Çorap terstir! Çorabın tersiyle anlatmaya çalıştığımız bu hal Kur’an’da “asi” olarak anlatılmıştır. Bu asidir, düze isyan etmiş, ters davranmış, haddi aşmış yapıdır. Peki, buna mukabil, çorabın düzelmiş hali nedir? O Haniftir! Hanif budur, diğeri hanif olamaz. Hanif etiketi yapıştırabilirsiniz ama o 225 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 hanif olamaz! Oysa Hanif’e etiket gerekmez! Düz çevirdiğiniz bu dünyada etiket yok zaten, “hal” var, o yüzden etiket gerekmez! Bu asi halin birkaç özelliğini söyleyeyim. “Esfele safiliyn, asi, haddi aşmış” dediğimiz bu yapının ismi Kur’an’da çirkin olarak geçer, çirkin budur, buna çirkin denir. O size şeklen çok güzel gelebilir, onun şekline fiziksel yapısına hayran olabilirsiniz, onlar “sizin” vehimsel davranışlarınız! Ama Kur’ana göre bu hal çirkindir. Kur’ana göre, görüntüsü çirkin olan bu halin yaşantısı ise necistir, pistir, Kur’an buna necis demiş! Bunun pozisyonunun adı da soldur. Kur’an’da geçen sol ve sağın, normal hayatımızdaki sol ve sağla, dünyanın kullandığı sol ve sağla, siyasi bakışlarla hiç ilişkisi yoktur! Ters çevrilmiş bu halin, esfele safiliynin pozisyonunun adıdır sol! Sol onun yönü, yönünün adıdır! Ve bunun kalıbında buna yapışmış olan çok önemli bir özelliği vardır; ğıll. Bu esfele safiliyn yapıda ğıll vardır, bu yüzden Kur’an ona şerrul beriyyeh der; bu yaratılmışların en şerlisidir, Kur’an’a göre! Ama sen? Sen çorabın tersine, ters yüzüne “BEN” diyorsun hep! Yatırımı hep ona yapıyorsun, onu süslüyor onu gezdiriyor, onu önemsiyorsun… Oysa Kur’an ona pis diyor! Eğer bir de böyle ölürse, onun ismi o zaman ashabı nar’dır, Kur’an ona ashabı nar ve ashabı şimal diye isim verir. Ve bu haliyle aslında Yasin Sûresi 77. Ayetin yaşayanıdır o! Yasin Sûresi 77: “İnsan görmedi mi ki biz onu bir nutfeden yarattık. Böyle iken bir de bakarsın o apaçık bir hasımdır”. Dindarsa 226 YILMAZ DÜNDAR bile! İslam’ı fark etmişse de böyledir, fark etmemişse de; Allah’a hasımdır! Fark etmemişse o işi daha fazla, daha farklı yapar! “Demişse demiş, ne olacak, biz böyle yapıyoruz” der, Allah’a hasımdır! Kişi bu ters çevrilmiş yapıyı değiştirmeden Allah’a hasımlıktan kurtulamaz, hali budur onun! Bir de zıddı olan yapıdan bahsedelim. Eğer kişi yaşarken çorabı düzeltmişse, çorabın düzü haline gelmişse, gelebilirse, o zaman yine “BEN” der, “BEN” demeye devam eder. Ama bu sefer ahsene takviym yapıya “BEN” der ve bu “BEN” “B” Takdim Formu “BEN”dir. Asi olan diğer “BEN” deyişe “A” Takdim Formu “BEN” demiştik. Bunları anlatırken Yunus Emre’nin; bir ben vardır bende benden içeru deyişini de örnek vermiştik. Bakın şimdi işte o “içeru BEN”i, ters çevrildiği için içeride kalmış asıl “BEN”i dışarıya getirip düzeltiyoruz. Bu aslında çorabın hicret etmiş halidir, çorabın tersi düze hicret etti. Gerçek hicret budur; “A” BEN”den “B” BEN”e gelmektir. Hicretle ulaşılan bu “BEN” ahsene takviym yapıdır ve Kur’anı Kerim buna güzel demiştir, Kur’an’ın güzel dediği budur. Bunun yaşantısına da tahir demiştir, tahir; temiz! “Tahir olmadan dokunmayın” denilen hal bu haldir. Bunun pozisyonu sağ olarak tarif edilmiştir. Sağ, sağcı! Dolayısıyla, özetlersek; senin çorabın tersini çevirip de “BEN” dediğin haller Kur’ana göre soldur, o kişi solcudur ve ashabı meş’emeh diye geçer. Çorabın düz haliyle anlatmaya çalıştığımız “BEN” sağdır, o kişi sağcıdır, onlar sağcılar diye 227 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 geçer. Onlar ashabı meymenehdir. Eğer çorabın dokuması hiç kalmazsa, yani kişi vehim yönetiminden çıkarsa Es-sabikûndur, diğer ifadeyle Mukarrebûndur. Meymeneh ve Sabikun gruplarının kalıbı Ğıll’den temizlenmiştir, onlarda ğıll yoktur! Bu yüzden de Kur’an bunlara hayrul beriyyeh der; yaratılmışların en hayırlısı bu haldir, Kur’ana göre. Bir de bu halle ölürlerse ashabul cennet’tir onların adı. Yani kişi ashabı meş’emeh ise o ashabı nardır. Ashabı nar’ın Kur’an’daki bir diğer ismi ashabı şimaldir. Ashabul cennet’in diğer adı ise ashabı yemindir. Bu çorabın bir halinden de bahsedeyim, hatta iki cümleyi birleştirelim. Bu çorabın bir bileziği, ağız kısmı var. Burası nedir biliyor musunuz? Burası Hicret Köprüsü! “A” Takdim “BEN”in diğer “BEN”e geçmesi için bu hicret köprüsünden geçmesi lazım, başka türlü olmaz. Şart budur; hicret köprüsünden geçecek! Çorabın bileziğinden o hayatı tamamen geçirmek lazım. Bunu yapmadığınız takdirde siz dünyada çorabın ters olan bu haline “BEN” der durursunuz. Şeytan da o kişiye amellerini hep süslü gösterir. Kur’an’ın söylediği gibi “o kendisini hep doğru yolda zanneder”. O halini hırsla savunur ve öyle de yaşar… Bu ters hali düzeltmenin yolu, hayatımızı bu hicret köprüsünden geçirmektir. Bilenlerin “size bir bilen lazım” dediği budur işte! Peki, bu Bilen kimdir? Çok dikkat ediniz lütfen! Sizin hayatınıza benzetmiş olduğum bu hali, yani çorabın ters olan bu halini kim düzeltirse, bunu kim yapabilecekse ona “Bilen” denir. Çorabı tarif edene, 228 YILMAZ DÜNDAR anlatana değil! İsterse hiçbir şey anlatmasın, eğer bu ters hayatı bu bilezikten, hicret köprüsünden geçiriyorsa o Bilen’dir. Bilen O’dur! “Bir Bilen’siz olmaz” demek, çorabı bu bilezikten geçiren olmadan olmaz demektir. Ama günümüz öyle bir idrak halini yaşamaktadır ki, kişi kendisini bir Bilen yapabilir. “Sen Tanrı mısın?” notlarında hep bunu anlatmaya çalıştık, hep kendi çorabını kendinin nasıl düzeltebileceğini anlattık, bunun yollarını, yöntemlerini paylaştık. «İki cümleyi birleştirelim» demiştik, örneği konumuzla ilişkilendirerek onu yapmış olalım. Hicret Köprüsü dediğimiz çorabın bileziği olan yer, fuaddan kalbe bir yolun olduğu yerdir! Çorabın gövdesi senin kalıbın! Senin “BEN” dediğin ise bu kalıbının uzantısı! Bu uzantıyı fuad yardımıyla kalb etmen gerekir. Çorabı kalb etmen, ters yüz etmen, bir halden bir hale çevirmen gerekiyor. Çorabı yeniden kalb etmen gerekir ki, bu kalbı, kalb etme işini sende yapacak olan fuaddır! Fuadın özelliklerini ve nasıl çalıştığını daha önce ayetlerle anlattık, hatırlayınız. İşte, fuada analiz ve sentez yaptırıp, sonuçlarını kalbe kalb ettirip, onları da beyne emir olarak gönderip fiile dönüştürerek yeni bir kalıp çıkarmak gerekiyor, kalb etmek gerekiyor. Bilinmesi gereken çok önemli bir şey daha var. Bu ters yapıyı hicret ettirmek istiyorsun değil mi? Bil ki bu “A” Takdim Formu “BEN”in formatında hicretle ilgili karar ve arzu yeteneği yoktur. Yani, yine çoraba benzetecek olursak; çorabın tersinde çorabın tersini düzüne çevire229 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 cek olan mekanizma ve yetenek yoktur. Bu işi çorabın tersiyle yapamazsınız. Uğraşırsınız, yaptım sanarsınız! Peki, bu iş nasıl olacak? Sebe Sûresi 50. Ayet: “De ki, eğer saparsam ancak kendi nefsimin aleyhine saparım, eğer doğru yolu bulursam Rabbimin bana vahyettiği şey iledir. Muhakkak ki O Semiun Garib’dir”. Zümer Sûresi 22. Ayet: “Allah kimin sadrını İslam’a şerh etti açtı, genişletti ise, o Rabbinden bir nur üzere değil midir? Allah’ın zikrinden kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler”. En’am Sûresi 125. Ayet: “Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse onun da sadrını daraltıp zorlaştırır ki, o sanki semada yükseliyor gibidir. Böylece, Allah iman etmeyenler üzerine pislik, azab çökertir”. Ayetlerden anlıyoruz ki; bu iş için ayrıca bir müdahale gerekiyor, “A” Takdim Formu “BEN”den kurtulmak için Allah’tan ayrıca bir müdahale gerekiyor, ancak böyle! Hal böyle olunca; Allahım senden korkuyoruz, senden sakınıyor ve sana sığınıyoruz: Allahümme inniy euzü bi rıdâke min sehadıke ve bi muâfetike min ukûbetike ve bi rahmetike min ğadabike ve eûzü bike minke. La uhsıy senâen aleyke ente kemâ esneyte ala nef230 YILMAZ DÜNDAR sike: Allahım hoşnutsuzluğundan rızana, cezalandırmandan bağışlamana, gazabından rahmetine, Senden Sana sığınırım. Senin Kendine olan senân gibi senâ etmekten aczimi itiraf ederim. Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy ala diynike: Ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi dinin üzere sabitle. Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi nûri marifetike, ebeden: Allahım, senden kalbimi ebeden marifet nurunla diriltmeni dilerim. Bu duada neden marifet nuru isteniyor? Kalbın/kalıbın dünya şartlarına ait vehimsel irtibatları ölümle kesilir. Bu sebeple sadr ölümle birlikte biter, ancak kalb devam eder. Kalb fuadı barındırır ve fuad marifet nuru tesirindedir. Bu yüzden “Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi nûri marifetike, ebeden” diyerek fuad mekanizmasının canlanmasını istiyoruz, bunun duasını yapıyoruz. O, kalb ve fuad olarak sonra da devam edeceği için, Allah’tan sonsuza kadar böyle devam etmesini diliyoruz. Diyoruz ki, onun nurunu canlandır, onu dirilt ve o çalışsın Allahım. Çalışsın ki, bana Hakk bilgiyi üretsin, onu da kalbe göndersin. Ve bir başka duamız. Biz, Araf Sûresi 43, Hicr Sûresi 47 ve Haşr Sûresi 10. ayetlerden öğrendik ki, esfele safiliyn yapı kalbinde bulunan ğıll yüzünden cennete giremez; ğıll’le cennete girilmez! Bu yüzden Haşr Sûresi’nde Rabbimiz bize “ğıll’den kurtulmayı isteyin benden” diyor ve duasını öğretiyor: 231 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 “Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine Ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raufun Rahıym” “Rabbimiz, bizi ve imanda bizden öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için bir ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki SEN Raufün Rahıym’sin.” Ğıll’i çok önemsemek lazım. Bu yüzden, gerekirse onu daha önce anlattığımız yere bakınız. Ama bu duayı mutlaka çok yapınız. Bakın bir hadis: Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, biraz sonra yapacakları bir toplantıya sahabeden cennetlik olacak birisinin geleceğini söylüyor. Ve sahabeler elbette merak ediyorlar. Ve birisi işi çok önemsiyor. Önemsiyor, çünkü başka bir düşüncesi yok! Gidiyor ona yapışıyor ve Allah’a sığınarak bir mazeret belirtiyor diyor ki; babam evde rahatsız, onu birkaç gün rahat bırakayım, gelip sende kalayım mı, olur mu? “Elbette, buyur” diyor. Amacı onu izlemek; bu kişi ne yapıyor da bu müjdeyi alıyor, bir izleyeyim. Biz de her şeyi yapıyoruz, ama bu mübarek farklı ne yapıyor? Gidiyor üç gün o zatta misafir olup, gündüz gece onu izliyor, ama “hah budur” diyeceği farklı bir şey bulamıyor. Herşey normal ve hep orta yollu. Süre tamamlanınca, ey mübarek diyor, hal böyle böyle, ama ben bir şey tesbit edemedim. Biliyorsan, söyle nedir bu? Diyor ki, “benim kalbimde inananlara karşı ğıll yoktur”. Elhamdülillah, bu yüzden müjdeyi hak ediyor! Ğıll’le cennete gidilmez! 232 YILMAZ DÜNDAR Bir diğer duamız: Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lenâ min ledünKE Rahmeh. İnneKE entel Vehhab. Bunu bize Âl-u İmrân Sûresi 8. Ayette Rabbimiz öğretiyor. Diyoruz ki, Rabbimiz gerçeğe erdirdikten sonra kalbimizi o gerçekten saptırma, ne olur bize İNDinden rahmet bağışla, kesinlikle sen Vehhab’sın! Evet, korkuyor ve sığınıyoruz. Kalbi tanımaya, kalble ilgili özellikleri ayetlerle tanımaya devam ediyoruz. Yani kalbi ayetlerden tanımaya anlamaya çalışıyoruz. Mu’min Sûresi 18. Ayet: “Yaklaşan ölüm günü ile onları uyar. O vakit gamla dolu olarak kalbler hançerelerin yanındadır. Zalimlerin ne bir dostu ve ne de itaat edilir bir şefaatçısı vardır”. Ayet, Rasulullah’a ölüm günüyle uyarılmamızı söylüyor ve böylece hem gelen hadis bilgileriyle, hem de elimizdeki Kur’anı okuyarak uyarılıyoruz. “O an”ın zorluğu… Öyle bir hal ve öyle bir korku var ki o an! Normal yaşantıda bir şey olur da kişi çok korkar; “yüreğim ağzıma geldi, neredeyse yüreğim ağzıma gelecek” der, onun gibi ama… Bir kere, ölüm anıyla başlayan ahirete ait şeyleri dünyadaki hislerinizle hiç kıyaslamayın. İyisi çok yüksek derecede iyi, zoru çok yüksek derecede daha zor! Mesela, o ana ait olduğu söylenen bir ferahlık varsa, dünyada öyle bir ferahlığı hiç tatmamışsınızdır, o kadar yüksek! Bir korkudan bahsediliyor diyelim, dünyada “hiç” öyle bir korku tanımamışsınızdır. Hislerin frekansı “o an”dan itibaren o kadar yükselir! 233 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 Dünyaya ait vehimsel şartlar zayıfladıkça şartlar değişir. Ve kalbin ayette anlatılan bir başka özelliği; demek ki hançerelere yakın hissedilecek! Yani kalıbın ölüm emriyle öyle bir titreyecek ki, kaydın öyle bir titreyecek ki ölüm emriyle… O emri ileride belki detaylı ele alırız; “emir nasıldır, Azrail nasıldır, ölüm anındaki mekanizma ve melekler nasıldır?” inşaAllah bunları Kur’an’dan dinleriz. Bu olayları Kur’an anlatır, Kur’an’ı yine Kur’an’dan dinleriz inşaAllah. Evet, ölüm emriyle kalıp öyle titrer ki, kalıbın bu titremesi, kalıbın bu korkusu onun vehimsel irtibatı olan kalbi yerinden söker! Ve işte o hal, o an korkuya ait ne kadar hormon, enzim sistemi varsa onları maksimum devreye sokar ve kıpırdayamayan çaresiz olan o kişi büyük bir korku yaşar. İşte o anda zalimlerin hiçbir yardımcısı bulunmaz. “Zalimler” deyince insanların birbirlerine yaptıkları zalimlik zannedilmesin. Böyle değil! Artık çok iyi biliyoruz ki; zalim, Allah’a karşı zalim olandır. Zalimlerin, doğruyu gizleyip Allah’a karşı iddiada bulunanların “o an”da ne bir dostu ne de sözüne itibar edilir bir referansçısı, bir şefaatçısı bulunur. Onlara bakılmaz! Peki, o anda mümin ne yapar? O korku müminde de var çünkü! Peki, mümin ne yapar? Müthiş bir şey bu, dikkat edin! Ayette “gamla dolu kalbler” tüm insanlar için anlatılıyor, sadece kâfirler için değil! İkinci cümlede “zalimlerin bir dostu ve yardımcısı yoktur” deniyor, ama “korku sadece zalimler içindir” demiyor. Peki, o 234 YILMAZ DÜNDAR zaman müminin farkı ne? Düşünün, öyle bir korku ki, hiçbir desteği yok! Yaslanacağı hiçbir yer olmayan bir korku… Allah muhafaza eylesin, hafizenallah. Müminin o anki en büyük desteği ümit! Ümit! Havf ve Reca! Sadr nurunu anlatırken, “sadr neyle ve nasıl çalışır?” dedik ve sadrın İslam nuruyla çalıştığını, onu çalıştıran şeyin de korku ve ümit sistemi; havf ve reca olduğunu ifade ettik, tekrar bakabilirsiniz. İşte o anı yaşayan imanlıda Allah’tan ümit oluşacak. O korkuya eş bir ümit! Ve o ümit o korkuyu öyle bir dengeler ki; korku kadar yüksek bir ümit! Bakın bir hadis: Hazreti Enes radıyallahu anh anlatıyor. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti, hemen sordu; kendini nasıl buluyorsun? Ya Rasulallah Allah’tan ümidim var ancak günahlarımdan korkuyorum diye cevap verdi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de şu açıklamayı yaptılar: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi, Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden onu emin kılar!” Hadisle bize kalbin bir özelliği öğretiliyor ve mümin kula Allah’ın bir hediyesi müjdeleniyor: Bu durumda olan bir kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi, Allah o kulun ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu şeyden onu emin kılar! Diğer bir kalbî özellik: Kalbler imana açılmamak üzere sonlandırılabilir. Allah, bir daha imana açılmamak üzere kalbi mühürleyebilir, sonlandırabilir. 235 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 Casiye Sûresi 23. Ayet’te bu anlatılıyor: “Hevasını ilah edinen, Allah’ın onu bu ilmi doğrultusunda saptırdığı, sem’i; işitmesi ve kalbi üzerine sonlandıran, basarı; görmesi, idrakı üzerine perde koyduğu kimseyi gördün mü? Allah’ın bu uygulamasından sonra ona kim hidayet edebilir ki! Hala tezekkür etmiyor musunuz?” Ayette “hevasını ilah edinen” geçiyor. Hevasını ilah edinenle ilgili birçok açıklama vardır, o açıklamaların hepsi doğrudur, hepsi “bir ana başlık” altındadır. Hevasını ilah edinenle ilgili ne tür açıklama varsa hepsi doğrudur, ama onun bir ana başlığı vardır; tanrılık iddiasında bulunmak! Kişi tanrılık iddiasında bulunursa hevasını ilah edinmiştir ve bu haliyle o konuda açıklanan ne varsa onların hepsini yapar. Bunun kaynağının kendisini ilah ilan etmesi olduğunu Enbiya Sûresi 29’dan öğrenmiştik. Bu ayette ve Bakara Sûresi 7, En’am Sûresi 46 ve Şura Sûresi 24. ayetlerde de aynı mana geçmektedir; Allah’ın imana açılmamak üzere kalbi sonlandırması; mühürlemesi; kalıbı kapatması, kalıbın kapısını imana kapatması! Bu ayetlerde hatemallâhu alâ kulûbihim geçer. Hatem Allâhu; sonlandırır Allah. Ayetlerdeki tabir böyledir; “hatemallâhu alâ kulûbihim”. Bir başka kalb özelliği; Allah’ın kalbleri damgalaması, tab’ etmesidir. Ayette, “Allah kalbleri damgalar, tab’ eder” der. Damgalamak, bir nevi işaretlemektir; işaret koyar. Bu işaretlendi, buna dikkat edilecek, bu işaretli, o tab’ edildi. Bu ayetlerde geçen tabir ise “tab’Allahu”dur. Diğeri 236 YILMAZ DÜNDAR hatemallâhu alâ kulûbihim idi, bu tab’allâhu alâ kulûbihim’dir. Meallerde ikisine de “mühürleme” yazıldığından, karıştırılmaması için söylüyorum. “Hatem Allâhu”; bir daha açılmamak üzere kalbin imana kapatılmasıdır, öyle sonlandırılmasıdır, bu halle sonlandırmaktır, Allah muhafaza etsin. Tab’ Allâhu ise; damgalamak, işaretlemektir. Muhammed Sûresi 16. Ayet: “Onlardan kimi de gelip seni dinler. Nihayet senin yanından çıktıklarında, kendilerine ilim verilmiş olanlara, dediler ki; “az önce ne dedi?” işte bunlar, Allah’ın kalblerini tab’ ettiği, damgaladığı, hevalarına tabi olmuş kimselerdir”. O dönemde bazı kimseler var, bir şey anlasa da anlamasa da, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in yanından çıktığı zaman, kendisine ilim verilenlere küçümser tarzda “az önce ne dedi?” diyor. Kimlere söylüyor? Kendisine ilim verilenlere! Yani “siz inandınız, Ona tâbisiniz, böyle peşindesiniz de “ne anlattı ki!” derler! Allah “onlar böyle diyorlar” buyuruyor ve onların kalblerini işaretlediğini, tab’ ettiğini, söylüyor. Bu, “yine de bir şansı olabilir” demektir! Çünkü Hatem Allâhu değil Tab’ Allâhu. İleride, davranışlarına göre, bir şansı olabilir. Kendilerine ilim verilenler kimlerdir? Daha önce bunların kimler olduğunu söyledik! “Kendisine ilim verilen” sınıfında olmak çok önemli, dikkat edelim lütfen. “İlim verilenler” tabiri ayetlerde çok geçer. Kendisine ilim verilen olmak Billahi anlamında imanını açıklamış olmaktan 237 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 başlar! Billahi anlamında imanını açıklamış birisi kendisine ilim verilenler sınıfına girer. Çünkü ona o ilim verilmemiş olsa o imanı açıklayamaz! Kişi zaten, o ilmi ve o ilme uygun ameli ilerlettiği kadar o yolda ilerleyebilir. Ama sınıfı kendilerine ilim verilenlerdir. Burdan şunu çıkarıyoruz, ayet diyor ki; hevasına tabi olanlar yani inanmayanlar o meclisten çıktıkları zaman, Billahi anlamında iman etmiş olanlara, Amentü Billahi demiş olanlara “az önce ne söyledi ki!” derler. İşte onların kalblerini Allah tab’ etmiştir. Onlar hevalarına tabi olan kimselerdir. “Tab’ etme”tabiri bu ayet yanı sıra; Nisa Sûresi 155, Araf Sûresi 100, 101, Tevbe Sûresi 87, 93, Yunus Sûresi 74, Nahl Sûresi 108, Rum Sûresi 59, Mu’min Sûresi 35, Münafikun Sûresi 3. Ayetlerde de geçmektedir. Kalbin Kur’an’dan öğrendiğimiz bir diğer hali; kalblerde kilit olabilir. Muhammed Sûresi 24. Ayet: “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı, derinlemesine düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbler üzerinde kilitleri mi var?” Bu mana “ala kulubin akfalüha” olarak ifade edilmektedir. “Onların anlamalarını, bu işi yapmalarını engelleyecek kilit mi var kalblerinde?” Demek ki kalblerde böyle bir kilit olması da mümkün ki, ayetlerde bu haber veriliyor. Allah kalblere perde de koyabilir. En’am Sûresi 25. Ayet: “Onlardan seni dinleyenler vardır. Fakat biz onu anlamalarına engel olarak kalblerinin üzerine perdeler, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. Her ayeti görseler yine onlara iman etmezler. Hatta sana geldikle238 YILMAZ DÜNDAR rinde seninle tartışırlar da kâfir olanlar şöyle derler; bu, öncekilerin masallarından başka bir şey değil.” Burada bahsedilen perde ayette “ekinne” olarak geçer. Kalblerde “ekine”ler, perdeler olması İsra Sûresi 46. Ayette ve Kehf Sûresi 57. Ayette de vardır. Bu “Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten” ifadesiyle anlatılır ve kalbdeki perdeler “ekinne” kelimesiyle bildirilir. Şimdi Haşr Sûresi 14. Ayetle kalbin bir başka özelliğini öğreniyoruz. Günlük yaşantıda dikkatimizi çekecek çok önemli bir özellik! İyi dikkat edilirse bunu birçok alanda görebiliriz. Billahi anlamında imanı olmayan kalbler cemaat olamazlar! Kalblerin eğer Billahi anlamında, Amentü Billahi gerçeğine dayalı bir imanı yoksa onlar cemaat olamazlar. Bunu bize Haşr Sûresi 14. Ayet öğretiyor: “Onlar size toplu halde ancak tahkim edilmiş karyelerde yahut duvarların arkasından savaşırlar. Onların kendi aralarındaki be’sleri şiddetlidir. Kalbleri ayrı ayrı olduğu halde toplu sanırsın. Bu onların akletmeyen bir kavim olmalarındandır”. Onlar seninle savaşırlar, mücadele ederler. Onların bulunduğu şehirler çok iyi kalelerle veya donanımlarla çevrili olsa bile, seninle yüksek ve kuvvetli duvarlar arkasından savaşıyor olsalar bile onların be’sleri şiddetlidir. Yani sen onları toplu görürsün ama onların aralarındaki tanrısal çıkar kavgaları ve çekişmeleri çok kuvvetlidir. Bu yüzden, sen onları toplu görsen de, aslında onlar kendi aralarında kavgadadırlar, onlar cemaat olamazlar, bir bütün olamazlar. Kalbin bu özelliği ayette “kulûbühüm şetta” diye geçmektedir. 239 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 Diğer bir özellik: Kalb paslanır, Allah yokmuş gibi olan davranışlar kalbi paslandırır. Bu ayet aynı zamanda günlük yaşantımız için bize bir uyarıdır! Mutaffifîn Sûresi 14: “Hayır! Bilakis kazanmakta oldukları, onların kalblerinin üzerini bir pas gibi örtmüştür”. Ayette “râne ‘alâ kulubihim” geçer. “Rane” kalbi paslandıran, kalbde pas yapan, üstünü kılıf gibi örten! Ayet nasıl tarif ediyor? Kazandıkları; yani yaşarken Allah yokmuş gibi yaptığı davranış kişide kalbe pas üretiyor. Bakın bir hadisten bu hali daha iyi kavrayacağız. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Günah ilk defa yapıldığında kalbde bir siyah nokta yani kara bir leke olur. Eğer günah sahibi pişman olur, tövbe ve istiğfar ederse kalb yine parlar. Tövbe etmez de günah tekrarlanırsa o leke de artar. Arta arta bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar ki Mutaffifîn Sûresi’ndeki “râne” de budur”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir başka hadisinde buyurur: “Şeytan ağzını Âdemoğlunun kalbine koymuştur! O Allah’ı zikrettikçe şeytan çekilir. Gaflete düşüp zikri bırakırsa kalbini yutar!”. Allah’ı zikirden, yani zikrullahdan gaflete düşmek; özellikle, Allah yokmuş gibi yaşamaktır, özellikle budur! Allah yokmuş gibi yaşamak; Allah’ı zikirden, Allah’ı hatırlamaktan uzak kalmaktır. Allah yokmuş gibi yaşamak Allah zikrinden gaflete düşmek demektir! Hele de, sanki Allah VahidülEhadüs240 YILMAZ DÜNDAR Samed değilmiş gibi inanıp yaşamak gafletin yükseğidir. Kişi çeşitli şeyler söylese de bu durum gaflet kapsamına girer. Dolayısıyla Allah’ı anmak; Allah yokmuş gibi olan davranışlardan kaçınmak demektir, özellikle budur! Birde Kalb-i Selîm vardır. Dünyada Allah’a Kalb-i Selîm ile yönelmek, ahirette selîm kalb ile Ba’s Günü’ne gitmek bizlere nasib olur inşaAllah. Şura Sûresi’nin aşağıdaki ayetleri bize Kalb-i Selîm i öğretiyor: Dünyada Allah’a kalb-i selîmle yönelmek, ahirette, ba’s sürecinde Kalb-i Selîm olmak; Allah’a ba’s olurken Kalb-i Selîm ile gidebilmek! Şura Sûresi 88, 89: “O süreçte zenginlik de fayda vermez, oğullar da! Sadece Allah’a Kalb-i Selîm ile gelmiş kimse müstesna!”. Kur’an’da kalb-i selîm’e rastladığımızda ne anlamalıyız, Kalb-i Selîm’i şimdi birkaç cümleyle ele alalım. Allah’a karşı asi olan, haddi aşan, Ben Varım ve Muhtarım iddiası ve yaşantısında olanın kalbi Kur’an’da hasta, marazlı olarak tarif edilir. Bunları ayetleriyle inceledik. Ayetlerde bu durum “fiy kulubihim maradun” diye geçer. Bu tabirin geçtiği sûre ve ayet numaraları şunlardır: 2/10, 5/52, 8/49, 9/125, 22/53, 24/50, 33/12, 33/32, 34/23, 47/20, 47/29, 74/31. Bu ayetler Şura Sûresi 89. Ayette geçen selîm kalbin zıddı olan hastalıklı kalbten, marazlı kalbden bahseder. Hastalıklı kalbin karşıtı sağlıklı kalbdir; maraz olmayan kalbdir ki, Kur’an ona Kalb-i Selîm der. Ayetlerin “kalbinde maraz olan, 241 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 hastalık olan” diye bahsettiği kalblerin karşıtı hastalık olmayan kalbtir, hastalıklı olmayan kalbtir! O kalb “kalb-i selîm” olarak anlatılır. Selîm oluş sağlam kalbin özelliğidir, kalbin şirkten temizlenmiş olmasının adıdır. Kalb-i Selîm şirkten temizlenmiş kalb demektir. Saffat Sûresi 84. Ayet Hazreti İbrahim aleyhisselam’dan; “Rabbine Kalb-i Selîm ile yönelmişti” diye bahseder. Demek ki Şura Sûresi 89. Ayet; ba’s sürecinde Kalb-i Selîm ile gelenlerin kazanacağını, Saffat Sûresi 84. ayet ise; dünyada da Kalb-i Selîm ile yönelebilmenin mümkün olduğunu ve aslında böyle olması gerektiğini öğretiyor. Bir de kalbin münîb olması vardır. Peki, nedir? Kalbin münîb olması; dünyaya gelen bu “Tanrılık İddiası Formatı”ndan Allah’a dönen kalb demektir! Onu görüp Allah’a dönen, o formata kapılmayan, o formatın ona cazip gelmediği kalb! O kalb onu görünce dönüyor; Allah’a! “Kalb-i münib” tabiri Kaf Sûresi 33. Ayette tanımlanır: “Gaybı olarak Rahman’dan haşyet eden ve Allah’a dönen; kalb-i münib ile gelen kimse için...”. Kaf Sûresi, buraya kadar bir dizi ayetle muttakilerden bahs eder; “muttakilere cennet yaklaştırılmıştır, zaten uzak değildi” der. Bu ayette muttakilerin bir özelliğini de söyler: “Onlar gaybları olarak Rahman’dan haşyet etmişlerdir ve onlar kalbi münib sahibidirler”. Onlar dünyada tanrılık iddiası olan yaşantıdan, yaşantılarından yüz çevirdiler, Allah’a döndüler, kalblerini Allah’a döndürdüler. 242 YILMAZ DÜNDAR Bu bakımdan uyarıcı bir hadiste kalb-i münib: “Sahip olduklarının en faziletlisi; Allah’ı zikreden dil, şükreden kalb, imanında yardımcı olan eştir”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem senin için dünyada “en faziletli olan üç şey”i sayıyor: Allah’ı zikreden dil, şükreden kalb, imanında yardımcı olan eş! Şükreden kalb nedir? O kalb Kalb-i Selîm dir, yani Kalb-i Münibdir. Yani hasta değildir, hastalıkları görüp hastalıktan dönmüştür. Nereye? Allah’a! Şu fark etmemiz gereken çok önemli bir şey: Bir kul için dünya hayatı sürecindeki Billahi anlamındaki imanı, yani hastalıksız kalbi, yani kalbi selîmi sonsuz hayat süreci içerisinde tesiri kavranamayacak kadar önemlidir. Dünya yaşantısı içerisinde bir kulun Amentü Billahi anlamında iman etmesi ve bunu açıklaması ve ona uygun ameller koymaya çalışması kavrayamayacağımız kadar önemlidir! Bu yüzden, onun duası çok önemlidir, hazinedir o! Dünyadan ayrılmış olanlar, Rasul ve Nebiler dâhil, bu dünyada yaşayan imanlı kalbden dua isterler! Çünkü şans ondadır ve o şans ancak dünyadayken vardır. Dikkat ederseniz, dünya süreci iman gerektiriyor; bu süreçte ahirete iman gerektiren bir durum var. Neden iman gerekiyor? Çünkü ölüm anından itibaren başlayan süreç, yani ölüm sonrası size hiç somut değildir. Bilen de onu size somut anlatmaz! Neden? Anlatırsa imanın bozulur! Eğer Bilen sana kabir hayatını, cenneti cehennemi gösterirse, neye iman edeceksin? O zaman imanın önemi kalmaz. Çünkü önemli olan iman, seni değerli 243 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 yapan iman, seni müthiş yapan iman! İşte bu yüzden o haldeki kişinin duasına herkes ihtiyaç duyar. Bu nedenle tüm nebi ve rasullere salâvat okursun. Hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “ve sen oraya gittiğin zaman da hepsi sana yardımcı olur”. Çünkü sen o imanlı ağzınla onlara dua ettin, sende o şans varken nebi ve rasullerin hepsine dua okudun, şimdi de sen artık zor bir yere gittin ya, orada hepsi sana yardımcı olur. Çünkü hazine sendeyken onlar için kullandın! Bu şansı kaçırmamak lazım, ahirete intikal etmiş kişiler için bu şansı kaçırmamak lazım! Bu yüzden hayrlı evlad annesine babasına dua edendir. Yani hazine elindeyken annesine babasına o imanlı ağızdan dua edendir. Hatta ölmüş olmaları da şart değildir. İnsanların yaşarken birbirine duaları önemlidir. Bakın Furkan Sûresi 77. ayet: “De ki, eğer duanız olmasa Rabbim size önem vermez”. Ayetten anlıyoruz ki; kulu önemli yapan şey dua. Ve dua için önemli bir şey: Duayı yükselten önemli unsurlardan birisi günahsız ağızdır, günahsız ağızla yapılan dua çok makbuldür. Dünyaya “A” Takdimi “BEN” formatıyla gel, sonra da günahsız ağızla dua yap, olacak iş mi? Doğru! Ama ağızlarımız birbirimiz için günahsızdır ve bu çok önemli bir şanstır! Benim ağzım, idrakım senin şirkini yüklenmez; benim ağzım ve idrakım senin şirkin için günahsızdır. Bu yüzden benim duam senin için, senin duan benim için çok önemli! Bu manada, en önemli dualardan birisi birbirimize Allah’ın Selâmı’nı istemektir, biz 244 YILMAZ DÜNDAR bu yüzden selamlaşırız! Haber vermek falan için değil, dualaşıyoruz. Selâm esmasının sana ulaşması için dua ediyor, diyorsun ki; “Allah’ın Selâm esması seni kaplasın kardeşim”. O da; “seni de kaplasın kardeşim” der. Ne kadar güzel bir şey değil mi? İkisi de birbiri için günahsız ağızlar! Ve o günahsız ağızlarla selamlaşırlar. Allah’ın selâm esması sana ulaştı mı ne olur? Onu nasıl anlatabiliriz ki… Kalble ilgili bir başka özellik şudur ki: Allah kalbdekileri bilendir. Nisa Sûresi 63. Ayet: “İşte onlar Allah’ın kalblerindekini bildiği kişilerdir”. Ahzab Sûresi 51. Ayet: “Allah kalblerinizde olanı bilir. Allah Aliymen Haliym’dir”. Bu iki ayet bir özellik açıklıyor; kalbdekileri, oradakileri Allah bilir! Gayet de doğaldır, Sahibi çünkü! “Ya’lemü ma fiy kulûbiküm”. Bir de “Allah’ın kalbine iman yazdıkları,” kalbine iman yazılanlar vardır. Ayette diyor ki; “Allah onların kalbine iman yazmıştır”. Amin… Ne güzel bir şey, değil mi? Bunu Mücadele Sûresi 22. Ayet öğretiyor. Bazı ayetler bizim için testtir, hayatta kendimize test yapabileceğimiz ipuçlarını verir. Bu ayet de öyledir. “Amentü Billahi” dedim, “Billahi anlamında imanlıyım, bunu deklare ettim” dediniz ve merak ettiniz; ama ben öyle mi amel ediyorum, o sınıfta mıyım? Bunu anlayabilmemiz için ayetlerde ipuçları vardır. Bazı ayetler; “Billahi anlamında iman edenler şöyle yaparlar, şöyle yapmazlar” der. Siz işte oralardan bakıp, 245 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 rahatlıkla görebilirsiniz; ben öyle dedim, diyorum ama orada söylenen gibi miyim, değil miyim? Eğer “değilim” diyorsak bu ayet bizim için bir ipucudur, o ipuçlarından birisi de bu ayettir! Ona göre dikkat edelim. Kalbe iman yazılması ayette “ketebe fiy kulûbihimül îmâne” şeklinde geçmektedir. Mücade Sûresi 22: “Allah’a ve ahiret gününe Billahi anlamında iman eden bir toplumu, Allah ve Onun Rasulü ile zıtlaşanlarla sevişiyorlar bulamazsın. Bizim için çok önemli bir hal bu! Velev ki bunlar onların babaları yahut oğulları yahut kardeşleri veya akrabaları olsalar bile! İşte bunlar, Allah’ın kalblerinin içine iman yazdığı ve katından bir ruh ile onları teyit ettikleridir. Ve onları içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altlarından nehirler akan cennetlere dâhil eder. İşte bunlar “Allah’ın tarafında” olanlardır. Dikkat edin, muhakkak ki Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir”. İşte Mücadele Sûresi 22. Ayet böyle. Lütfen bunu inceleyelim ve amel olarak ona uymaya gayret edelim! Rabbim cümlemizi kalbimize imanı yazdıklarından eylesin inşaAllah. Şimdi kalble ilgili bir parantez açıp, sonra da “sadr” ve “İnşirah” ile devam edeceğiz inşaAllah. Abdülkerim el-Cîlî kaddesallahu sırrahu Hazretleri’nin İnsan-ı Kamil’inden bir kudsi hadis, hadisi kudsi: “Beni ne yerim aldı ne de semam. Mümin kulumun kalbi beni “aldı”. Kalb olmaya sebep olan nazar noktasının, bura246 YILMAZ DÜNDAR nın nurunun bütün kalbi kaplaması “alış olarak söylenmiştir “alış” budur. Böylece kalb; halka ait müşahede yeri iken, Hakk’a ait olur. Kalbde bir nokta olarak, bir nazar noktası olarak duran Kalb Nuru’nun kalbin tamamını kaplaması, “kalbin alışı” demektir. Bu, özellikle üç şekilde olur. Birisi ilmî alışdır. İlmi alış kalbdeki bu nazar noktasının sağladığı imkânla kulda oluşan ilmin kalbı kaplamasıdır; ilmin oluşturduğu idrakın kalıbı, kalbı kaplamasıdır. Buna ilmel yakin deriz. Bunun yaşantısı da fiillerin tecellisi diye tarif edeceğimiz bir halin içine girer. Diğeri müşahede alışıdır. Burada, nurun fuadda hâkim kıldığı isim kalbde açılır, böylece kulda da yaşantısı görülür. Nurun fuadda hâkim kıldığı esma, ona doğru emir bekleyen kalb yüzüne o ismi yansıtır. Böylece o isim kalbı kaplar. Ve kul, kalbı kaplayan o esmanın tesirinde kalır, onun yaşantısına girer, onun halini yaşar. Bu da karşımıza aynel yakin ve hakkal yakin diye çıkar. Bilenler bunu “isimlerin tecellisi, sıfatların tecellisi” diye tanımlar. Bir diğer alış hilafeti alıştır, hilafet manasını alıştır. Hilafeti alışın özeliği şudur ki, burada fuad ve kalb çalışması yoktur, artık onlar devrede olmaz. Çünkü bu; nurun tam kaplaması olup isim ve sıfatların hepsinin tahakkuk etmesidir, isim ve sıfatların tamamı kayıtsız tahakkuk eder, bir kayıt altında olmaksızın tahakkuk eder. Çünkü kayıt fuad ve kalble ilgiliydi! Kalbi öyle tarif etmiştik, hatırlayın; kaydın kalıbıydı o! Kalıp kal247 İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012 madı kayıt da kalmadı! Artık o kişi kalbın yaptığı izde, kalbın oluşturduğu izde ama içi boş, kaydı yok! Var olan nedir bu durumda? Tamamen Nur! Her tarafı nazar noktası! Her tarafı kalb nuru! Dolayısıyla orada isimlerin tamamı, sıfatların tamamı, hepsi tahakkuk eder. Buna vusat-ı istila; tam alış denir. Ancak bunlara rağmen, bütün bunlar dahi kul için “sübhanallah” kapsamındadır! Bunlara bile bakarken kul sübhanallah diyecektir. Çünkü Allah vusat-ı istila’dan, tam alıştan bile münezzehtir. Şimdi Sübhanallah ile ilgili olarak, inşaAllah ileride genişleteceğimiz bir iki cümleyi, paylaşalım. “Allah kalbdekileri bilir”i ayetlerle görmüştük. Şimdi sübhanallah’ı ileri götürmek için söyleyelim; Allah Aliymün bi zatis’sudur’dur; sadırlarda olanı da bilir. Bakın bir insanı düşünün. İnsan kalbindekini bilemeyebilir, kalbini bilemeyebilir ama sadrını bilir. İçinden geçenleri bilmez mi insan? Demek ki insan da kendisi için “aliymün bi zatis sudur”dur. Kendisi için! Bir başkası için değil, kendisi için! “O biliş nasıl bir şeydir?” o ayrı. Bu anlatacaklarımı da, şimdi İnsan-30 Platformunda değil, İnsan-29 Platformunda cümleler kurarak söylüyorum. Evet, insan kendisi için “aliymün bi zatis sudur”dur. Oysa Allah hem sizin için hem de tüm yarattıkları için “aliymün bi zatis sudur”dur ve hiçbirini birbiriyle karıştırmaz! “Ef’al Âlemi’ndeki her şey için aliymün bi zatis sudurdur ve onları birbiriyle karıştırmaz. İnsan bunu idrak edebiliyor mu? 248 YILMAZ DÜNDAR Ef’al Âlemi’ni, yaratılmış âlemi düşünün, Allah onların her biri için, her birini ayrı ayrı bilen ve hiçbirini birbiriyle karıştırmayandır! Böyle bir Ef’al Âlemi’ni bile kavrayamıyoruz, aslında, bir hayal olduğu halde! Bu alem, bu varlık bir hayal, bu bir yansıma, bir yansımanın özelliği, ama biz onu Allah’ın özelliği gibi düşünüp sınırlıyoruz! Oysa o bir yansımanın özelliği, bir hayal! Ef’al Âlemi yok! “Yok”u bile kavrayamazken Allah’ı kavramak mümkün değil. Hal böyle olduğu için sübhanallah diyorsun! Yani, Allah bundan da münezzeh, böyle de değil! Ne sanıyor, ne düşünüyorsam, ne kadar ileri bilirsem öyle de değilsin; SübhanAllah! Az önce saydığımız tüm alışların, mertebelerin hepsi Sübhanallah kapsamında olduğu için, bu yüzden “Allah’ı tam manasıyla anlamak ve kavramak mümkün olamaz idrakı”nın kalbde yaşanması belki de ulaşılacak gerçek alıştır! Burası anlaşıldı mı inşaAllah? Yukarıda çok zor mertebelerden bahsettik, Allah Sübhanallahtır, Allah o mertebelerden de münezzehtir. Bu yüzden sübhanallah, ağırlığı çok yüksek bir sesleniştir, çok yüksek bir kurtuluş reçetesidir; sözde, idrakta ve yaşantıda! Ahiret için çok yüksek bir azıktır! Ayette Allah buyuruyor ki; “sizin için en hayrlı azık ahirete hazırladığınız azıktır”. En hayrlı azık ahiretse ve diğeri de yani dünya da çöp olacaksa ki; “hepsi çöp olacak, görmüyor musun geçmişte çöp oldu” diyor ayetler, “Sübhanallah” ahiret için çok değerli bir zikrullahtır. Eğer zamanı gelince kullanabileceğimiz bir Nur Bankası varsa, Sübhanallah’ın oradaki hesabı çok yüksektir! 249 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Demek ki; “Allah’ı tam manasıyla anlamak ve kavramak mümkün olamaz” idrakının kalbte yaşanması belki de ulaşılacak gerçek alıştır! Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri İnsanı Kamil’inde bahsediyor ki; “Allah her şeyi Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin nurundan yarattı. İsrafil aleyhisselamın yaratıldığı yer de, Rasullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin kalb nuru oldu, Efendimizin kalb nurundan yaratıldı. Bu sebeple, bir nefeste bütün âlemi öldürdükten sonra tekrar diriltir. İsrafil aleyhisselam, maddeye bağlı meleklerin en güçlüsü ve Hakk’a en yakınıdır”. “Elem neşrah leke sadrak” diyerek İnşirah Sûresinin ilk ayeti ile başlamıştık. “İnşirah” adı altında, ayetteki “sadrak” ifadesini, oradaki “sadr” kelimesini anlamaya gayret ediyoruz. Ayetin manasını ve bize mesajını anlamak için “sadr” ifadesiyle kastedileni iyi bilmek gerekiyor. Neden? Çünkü “sadr” birçok ayette geçiyor ve sadrı anladığımız zaman o ayetleri anlamak, ilgilerini oluşturmak çok kolaylaşacaktır. Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu dediğimiz bu mekanizmayı incelerken de hep yolculuğu Kur’an’da yapıyoruz, Kur’an’dan ayrılmıyoruz. Çünkü yöntemimiz Kur’anı yine Kur’an’dan dinlemek; soruları Kur’an’dan sormak, cevaplarını Kur’an’dan almak! Mümkün olduğunca içinde “bana göre” cümlesinin olmadığı bir anlatım tarzında olmak! Eğer beşere göre bir şey olacaksa, onu da Efendimiz’in hadisleri kapsamında olacak şekilde anlatmak! Dolayısıyla daima usulümüz; Kur’anı Kur’an’dan öğrenmeye çalışmak! 250 YILMAZ DÜNDAR Tevbe Sûresi’nin iki ayetinde de konumuzla ilgili kelimeler geçer; 14. Ayette “sadr”, 15. Ayette “kalb” geçer. Biliyorsunuz, konuyu özellikle içinde “sadr ve kalb” geçen ayetleri ele alarak inceliyoruz, anlatış ve kompozisyonumuzun çatısını özellikle bu ayetler oluşturuyor. Tevbe Sûresi 14 ve 15. ayetlerdeki “sadr ve kalb”in bize anlatmak istediği şeyi yakalayabilmek için, burada bir önceki ve bir sonraki ayetlere de bakmamız gerekir. Bu yüzden Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16. ayetleri birlikte ele alalım inşaAllah. Tevbe-13: “Yeminlerini bozmuş, er-Rasul’ü yurdundan ihraca kastetmiş ve üstelik ilk kere kendileri size savaşa başlamış bir kavme karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer müminler iseniz haşyet duymanız için “ehakk” Allah’tır”. Tevbe-14: “Mukâtele edin onlarla ki Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın, rezil etsin onları, onların aleyhine size nusret versin. Ve böylece müminler kavminin sadrlarına şifa versin”. Tevbe-15: “Kalblerdeki ğayzı gadabı gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah Aliymun Hakiym’dir”. Tevbe-16: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenleri, Allah’tan ve Rasulü’nden ve iman edenlerden başkasını veli edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yapmakta olduğunuz her şey için Habiyr’dir”. 251 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Bu dört ayet mealen böyle; o an için, ayetlerin geldiği an için meali böyle, zahiren böyle. “Zahir”i birkaç şekilde ele almak lazım. Zahir tarifini nasıl ele almalıyız, bunu az sonra ele alacağız, bir yöntem uygulayıp göreceğiz. Zahiri en azından iki türlü düşünmek lazım. Birisi; ayetin geldiği zamanki durum: Ayet hangi ortam için, nasıl bir durumda ve “ne demek” için geldi? Ancak “zahir”i ele alan kişi, zahire yalnızca böyle bakarsa, böyle değerlendirirse işi orada bırakır; bir hikâye okumuş gibi düşünüp o işi, o manayı orada bırakır. Kişinin zahirle ilgili düşüneceği diğer hal; zahirin günümüze taşımasıdır. “Tamam, bu ayetler o günün şartları ve olayları içerisinde böyle geldi, bunu dedi, ama bugün bana ne diyor? Zahiren bana şunu diyor!” diye de bakması lazım. Eğer kişi bu iki zahiri bulup amele çevirmezse onda “bâtınî mana” açılmaz. Hem yeri geldiği hem de çok önemli olduğu için vurgulayarak söyleyelim; bâtınla amel yapılmaz! Amel zahirle yapılır ve insanı kurtaracak olan ameldir! İnsanı ahiret hayatında kurtaracak olan şey amelidir. “Ne düşündün de cennete gittin?” diye bir şey yok, “ne yaptın da cennete gittin?” var. Bir şeyi “yanlış düşünerek, yanlış inanışla” yaparsan zaten yaptıkların boşa gider, o ayrı iş. Ayetlerden öğreniyoruz ki, yanlış düşünerek, yanlış düşünceyle yapıyorsan [şirk koşarsan] amellerin boşa gider. Şirk koştun mu bitti, o zaten hesaba alınan bir şey değil! Ama sadece düşünerek, doğru düşünerek cennete gidilmez. O doğruyu yaparak gidilir, amelle gi252 YILMAZ DÜNDAR dilir, bu yüzden de “Aminû ve amilus salihati” prensibi önemlidir. İşte onun için bâtınla amel olmaz! Hele de gözünüzü kapatıp hayal kurarak bâtın yakalıyorsanız hiç amel olmaz. Onun adı ham hayaldir. Kişi kendisini ibadette zanneder, ama öyle bir ibadet yoktur; amel yapamadığınız bir ibadet yoktur. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hadisi şöyledir: “Her şeyin taşkınlığı olduğu gibi bilginin de taşkınlığı vardır. Taşkın olan bilgiden korununuz”. Bilgi taşkınlığı nedir? Bir kere seni ikileme düşüren bilgidir, bilginin seni Hakk Yol’da tereddüde düşürmesidir. Böyle bakıldığında, az bilgili olup da ikileme düşmeyen kişi daha şanslıdır! Düşün şimdi: Normal biçimde, güzel güzel salâtını ikame ediyorken din adına bir bilgi duydun ve tereddüde düştün: İnsan salâtını ikame etmeli mi, etmemeli mi? O bilgi seni tereddüde düşürdü, sende taşkınlık yaptı, bu bilginin sana ne faydası var? Bu yüzden her şeyi öğrenmeye çalışmak şeytana kapı açar. Peki, nasıl bir yolla öğrenmeli? Dengeleyerek! Bilgin kadar ameli, amelin kadar bilgiyi dengeleyeceksin. Daima, öğrendiğin bilgiyi bir amelle dengeleyeceksin, onu hayata geçireceksin. Hayata geçiremediğin bir bilginin peşine koşarsan ve onu da yığarsan taşkınlık olur. Zaten hadiste de “bilgi zararlıdır” denmiyor, “taşkınlığı zararlıdır”! Amele çeviremediğin bilgileri yığar da taşkınlık oluşturursan sana zarar verir. Neden? Fitneye düşürüp amelden uzaklaştıracağı için. Bu yüzden amel zahirle yapılır, daima! 253 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Peki, bâtınla amel olmaz mı? Şöyle olur: Bir kişi zahirle amel ediyorsa ve amelinde de ihlâsı yakalamışsa onun daha önce bâtın diye bildiği bilgi onda zahir olur. Dolayısıyla yine zahirle amel yapar. Bir bâtın bilgi sizde zahir olmadan onunla amel yapamazsınız. O bâtın bilginin sizde zahir olması için, siz o bilgi kulvarının zahirinin ne olduğunu iyi öğrenip amele çevirmeli, sonra da onun ucundaki bâtının sizde zahir olmasını beklemelisiniz. Ki amel yapasınız! Şimdi bir örnek uygulama yapalım. Bir yöntem uygulayarak ayetlere [ilk basamak olarak] hem o gün için hem de anımız için bakmaya çalışalım. Tevbe Sûresi’nin 13, 14, 15, 16. ayetlerini ele alıyoruz. Kur’anı Kerim’de Tevbe Sûresi’nin bir özelliği var; sure Besmele’yle başlamaz! Çünkü ültimatomdur, ültimatom Besmele’yle başlamaz. Eğer Allah’ın ültimatomu Besmele’yle başlarsa rahmeti gazabını geçer ve ültimatom kalkar! Bu yüzden, eğer bizler çok rahatlıkla, aklımıza geldikçe Besmele kullanıyor, Besmele söylüyorsak bu bizim için nasıl bir lütuftur anlayın; ültimatomun dışındasınız! Eğer ültimatom kapsamındaysanız Besmele’yi bile söyleyemezsiniz! Size Besmele söylettirilmez, ki ültimatom yerine gelsin! Tevbe Sûresi birinci ayeti der ki; “bu Allah’tan ve Rasulü’nden bir ültimatomdur, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere!”. Sure bu ayetle başlar, bu yüzden başına Besmele yazılmaz. 254 YILMAZ DÜNDAR Şimdi Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16. ayetlerinden öğrendiğimiz nedir, ona bakalım. Birincisi şu; onlar yeminlerini bozdular deniyor. Mekke müşriklerinden bahsediyor diyor ki; siz onlarla anlaşma yapmıştınız, ama onlar anlaşmalarını, yeminlerini bozdular, yaptıkları anlaşmaya sadık kalmadılar. İkincisi; ayrıca o Rasulü; er-Rasulü yerinden yurdundan ihraç ettiler. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemi Mekke’den çıkarmak için bir sürü planlar yaptılar, uyguladılar, Efendimiz nihayet Medine’ye hicret etti. Üçüncüsü; bununla da kalmayıp saldırdılar, savaştılar. Baktılar Efendimiz Medine’ye yerleşti, Medine’ye nifak tohumları ekerek O’nu Medine’den çıkarmak için çalıştılar. “Onlar”ın, yani bir savaştaki “karşı taraf”ın özellikleri diye söylenen işte bunlar: “Onlar yeminlerini bozanlardır, onlar er-Rasulü ihraç edenler ve her seferinde ilk saldıranlardır!”. Siz onlar saldırınca kendinizi savunuyorsunuz. Hep onlar saldırıyor, savaşı hep onlar çıkarıyor, ilkin onlar savaş açıyor. Onlara ait üç önemli özellik; yeminlerini bozanlar, er-Rasulü ihraç edenler ve her seferinde ilk saldıranlar! Oysa bilmedikleri bir şey var! Elbette bilmiyorlar; çünkü gafletteler! O bilmedikleri şey ne? O Enfal Sûresi 33. Ayetle bildiriliyor: “Hâlbuki sen onların içindeyken Allah onlara azab vermezdi. Ayrıca istiğfar edenler de varken Allah onlara azab verici değildir”. Evet, müşrik 255 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 olmalarına rağmen Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem onların içindeyken ve onların içinde Hakk’ı fark edip de sığınışta olanlar da varken onlara azab verilmezdi! Ama bu şanslarını kaybettiler! Çünkü Rasulü ihraç ettiler. Ayet soruyor, “hal böyleyken onlarla savaşmayacak mısınız?” Savaşmaması gerekenler size savaş açıyor, sizinle savaşıyorlar, savaşması gerekenler çekingenlik gösteriyor! “Durum böyleyken, o halde onlarla savaşmayacak mısınız, yoksa onlardan korkuyor musunuz, korktuğunuz için mi savaşmıyorsunuz?” Oysa Allah izin vermese onların size ne bir zararı dokunabilir ne de bir faydaları! Size bir şey yapamazlar. Siz zaten böyle inanıyorsunuz, inananlar olarak bu düşüncede değil misiniz? Ve eğer siz Allah’ın emrine muhalefet ederseniz; “savaşın” dediği halde savaşmazsanız, siz esas o zaman karşılaşacağınız azab ve gazaptan korkun! Bundan korkmanız gerekir, o zaman bundan sizi kim kurtarabilir! Ve ayet hükmediyor; “o halde korkmanız gereken ehakk Allah’tır”. Korkmanız gereken Allah’tır. Bu ayetteki “ehakk” kelimesi meallerde “korkmanıza Allah layıktır, korkmanıza layık olan Allah’tır” gibi meallendiriliyor. Bu doğru olmaz! Çünkü “korkup haşyet duyacağınız ehakk Allah’tır” ayetine normal hayatta kullanılan dille baktığınız zaman; buna Allah layıktır manası çıkar. Fakat hep diyoruz ki; Allah’la ilgili bir cümle kuruyorsanız İhlâs Sûresi’nin dışına çıkan bir mana verilemez! “Bunun hayattaki manası bu”, “Araplar böyle diyor”, “Kelimenin geçmiş256 YILMAZ DÜNDAR teki manası böyle” gibi bakış açıları normal yaşantının dili için geçerlidir. Allah derseniz onun manası o çerçevede olur. Eğer siz “korkmanıza Allah layıktır” derseniz, Allah’ı insanlarla kıyaslamış, insanlarla yan yana koyup kıyaslamış olursunuz. Yanlış! Mana verirken meallendirirken bunlara çok dikkat etmek lazım ki, zihin yanlışa düşmesin. Bilmeden bile kıyasa düşse, zihninizde tereddütler oluşur. Ayet diyor ki; “savaşın, korkmayın savaşın!” Peki, savaşmanızla oluşacak olan nedir, o zaman ne olacak? “Savaşın ki Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın!” Bu, özellikle tasavvufla meşgul olanların çok dikkat etmesi gereken bir cümledir; Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın. Birincisi şu ki; normal hayatta, yani insani, beşeri alanda insan böyle bir cümle kurmaz. Ne der? “Onların cezasını ellerinizle verin” der, normal hayatta cümlenin böyle olması gerekir; “gidin savaşın ve onların cezasını ellerinizle verin”. İnsan düşüncesine, insan zihniyetine uygun cümle budur ve buna kimse de itiraz etmez. Bize “git yap” dedi, “biz de gittik, elimizle cezasını verdik” derler. Ama buradaki ifade ve mana öyle değil. Ayet bir gerçeği içeriyor, bakın: Birinci basamak zahiri mana; “Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın! Ellerinizle azablandırsın! Siz değil Allah azablandıracak, azablandıran Allah! Neyle? Sizin ellerinizle! Bu mana zahiren düşünebileceğimiz ilk basamak. Peki, cümleyi bâtınen nasıl kurabiliriz? 257 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Bâtınen ilk basamak mana; “Allah sizin elleriniz olarak onları azablandırsın!”. Sizin elleriniz olarak onları azablandırsın! Ancak yine dikkat edilmesi gereken bir şey var! Bunu böyle bilmek başkadır, bir de iki manayı kıyaslayıp; “bu öyle değil böyledir” demek başkadır! Bu tuzağa düşmemek lazım, dikkat edin: Diyelim ki kişi bir yerde bu ikinci cümleyi, ikinci manayı okudu. Eğer o zaman; “bunun aslı Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın değilmiş, sizin elleriniz olarak onları azablandırsın demekmiş” derse kendini perdeler. Çünkü ikisi de doğru! Bir doğruyu öğrenirken diğer doğrudan perdelenirseniz kesrette kalırsınız, hep! Tevhid’de ilerlemenin önemli ipuçlarını veriyoruz, hep yapmaya çalıştığımız bu! Tevhid yolunda ilerlemenin bir ipucu da; Hakk yolunda duyduğunuz cümleleri cem etmektir! Kaç cümle duymuşsanız! İnsanlar; “efendim ben şu önemli kişiden şunu duydum, şu önemli kişiden bunu duydum” diyerek önemli kişileri çarpıştırırlar. Halbuki kendilerini, kendi hayatlarını çarpıştırıyorlar. Oysa yapmaları gereken elele vermeleri! Ne güzel; birisi bir önemli kişiden bir şey duymuş, diğeri de bir şey duymuş! İşte bu iki bilgiyi, iki cümleyi birleştirip “tek cümle” yapmak gerek! Hakk yolda duyulanları birleştirip cem ederseniz Tevhid’i çabuk yakalarsınız. Eğer beyin bölmeyi öğrenirse, Tevhid yolunda bile olsa bölücüyse, bölücülükten; kesretten kurtulamaz! Hakk yolda, birleştirmek insanı Tevhid’e hızlı götürür. Bu, Hakk yoldaki cümlelerin birleştirilmesini de içerir. Dolayısıyla Allah sizin ellerinizle 258 YILMAZ DÜNDAR onları azablandırsın, Allah sizin elleriniz olarak onları azablandırsın, Allah onları azablandırsın diye cümleleri çoğaltabilirsiniz. Bunların hepsini birleştirdiğinizde bulacağınız mana sizin için daha yüksek bir manadır. Doğruya bunları eleyerek ulaşamazsınız! Peki, eleme yapılmaz mı veya eleme ne zaman yapılır? Uygulayacağınız zaman elemelisiniz! Bilgilerinizi amele dönüştüreceğiniz için o zaman elemeniz gerekir. Bu eleme; sırası gelince alıp uygulamak için rafa koymaktır. O bilgiler sırası geldiğinde uygulamak üzere saklamanız için önemlidir. Allah sizin elleriniz olarak onları azablandırsın cümlesi kişi için ne zaman zahir olur? Bu cümle ancak nefs-i mutmainneden sonra zahirmiş gibi söylenebilir. Bize bâtın gelir ama ona zahirdir. Onun yaşantısının hali olduğundan, o bu cümleyi rahatlıkla kurar. Bu yüzden bu cümle de doğrudur, diğeri de doğrudur. Ama bizim o günün şartlarını düşünüp buradan çıkarmamız gereken önemli mana; perdelenmememiz gereken mana, hatta titrememiz gereken mana; “Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın” denmesidir. Gidin onları cezalandırın denmiyor! Bu önemli. Böyle olunca ne olur? Böylece; “Allah onların aleyhine size zafer versin”. Buraya bir cümle koyalım ki; konuyu anlamaya çalışırken ve tefekkür ederken yanlışa düşmeyi engellesin! Kur’an’da anlatım tarzı muhataba göredir ve bu Kur’an’da çok önemlidir. Muhatabın yani hastanın tedavisine yönelik cümle kurulur. Çok dikkat ediniz; hastanın tedavisine yönelik cüm259 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 leye bakılarak doktor değerlendirilmez! Öyle yaparsanız yanlış yaparsınız. O cümle “sizin için” öyledir! Bu ayette bu yöntemi nasıl görürüz, bakalım: Anlatıma bakınca, sanki karşı taraf Allah’ın kulları değilmiş sanarsınız. Bu anlatım tarzına bakıp da, sanki müşriklerin müşrik olma emrini Allah vermemiş gibi düşünürseniz, sanki onların o savaşma emrini Allah vermemiş sanarsanız yanılırsınız. Eğer kişi kaderi iyi kavramışsa bilir ki; karşıdakilerin de öyle olmalarının emrini veren Allah’tır, dileyen Allah’tır, onları “karşı taraf” yapan Allah’tır! Ayet; “Allah onları cezalandırsın” dediğinde, cezalanacak kişideki Allah hakikatini de görmek, ötelememek lazım. Ama bu bakış “genel gerçek” içindir. Siz hem bu genel gerçeği bilip hem de; “bu cümleler bu gerçeğe uymuyor” derseniz yanılırsınız. Ayette cümleler hastanın tedavisi için, tedavi cümleleridir ve muhataba göredir, doktora göre değildir. Az önce söylediğimiz hakikat doktora göredir. Çünkü karşı taraf ta, bu taraf ta doktorundur. Ama şimdi, bu hastanın reçetesinde bu hasta için cümleler böyledir. İşte bu bakışla deniyor; böyle yaparsanız Allah onların aleyhine size zafer verir. Böyle savaşırsanız ve Allah onların aleyhine size zafer verirse ne olur? Bir kere müminlerin şan ve şerefi yükselir. Çünkü çok ezildiler, horlandılar, yerlerinden sürüldüler… İşte böylece şan ve şerefiniz yükselir. Bu, bugünkü cumhuriyet ve demokrasi sistemi içinde, birisine “seçimlerde şu kazanacak” demek gibi bir şey, “şan ve 260 YILMAZ DÜNDAR şerefi yükselirse yönetimi ele alır” gibi bir mana. “Şan ve şeref” kelimelerinden perdelenmemek lazım! Bugünün şartlarında iktidar olmak için nasıl “oy” lazımsa, o günün şartlarında da bunlar lazım! Başka? Ezilmiş ve acı çekmiş müslümanların sadrları ferahlar. İnsanî cümleyle söylersek; içlerine su serpilmiş gibi olur. Kur’an buna “şifây-ı sadr; sadra şifa” diyor. Ve sonuçta Hakk yerini bulur. Çünkü daha öncekiler haksız uygulama ve haksız savaşlar! Bu saldırılar ve savaşlar haksız yere savaşan grubu şımartıyor, haksız yere mağdur olanın da içini eziyor, onun da içini bunaltıyor. Bu yüzden bir denge lazım! Nasıl bir denge? Şımarığın şımarıklığını giderip mağduru Hakk’a yaklaştıracak bir denge! Şımarığın da, mağdurun da buluşacağı bu çizgi Hakk Çizgisi’dir. Burası dinginlik çizgisidir, rahatlık çizgisidir, orta yol çizgisidir. Buraya gelince şımarık da mağdur da rahatlar. Bu çizgi salâttaki saf gibidir. Orada kişinin rütbesi ne olursa olsun, İmam’ın arkasında yan yana durur. Saftaki kişi yanına bakıp da; “arkadaş ben müsteşarım, sen hademesin, yan yana nasıl namaz kılarız?” demez. İkisi de dingin olur ve mutlu olur; çünkü Hakk yerini bulmuştur! Zaten imanlı kişi dış dünyada bundan öyle rahatsızdır ki, o Hakk Çizgisi’ne geldiği zaman rahatlar, onunla yan yana olmaktan rahatlık duyar. Beraber olmaktan, bir olmaktan mutlu olur. Bunu en iyi nerede yaşarsınız? Kâbe’nin etrafında, ihramda yaşarsınız! İnsani rütbelerin kalktığı, yani tanrısal rütbelerin kalktığı, Kul Rütbesi’nin hâkim olduğu alanda yaşarsınız. Böylece, Hakk yerini bulunca, 261 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 bu dinginlikle birlikte galip tarafta da, mağlup tarafta da gelecek için kin ortadan kalkar. Kin ortadan kalkınca öfke oluşmaz. Bu sonuç her iki tarafın da fuadında; değerlendirme merkezinde, analiz-sentez merkezinde bu meydana gelir. Değerlendirme merkezi fuad, kinin oluşmadığı, öfkenin gazabın kalktığı bir sonuca ulaşır ve bu bilgiyi kalbe gönderir, oraya bunu kalbeder; “beyne böyle bilgi ver” der. Böylece onun kalbi beyne “kin, öfke” talimatı vermez, beyin de kan kimyasını, hormon ve enzim sistemlerini bu yeni gelen emre göre düzenler. Sonuçta ne olur? Kalblerdeki gadap giderilir! Ayet buna; “yüzhib ğayza kulubihim”; kalblerdeki gadabın giderilmesi diyor. Ve ayette; ”böyle olunca, umulur ki onlar saldırılarına son verirler” diye bir temenni var. Ayet; “Allah dilediğinin tövbesini kabul eder” diyerek devam ediyor. Bu da o anla ilgili olarak çok önemli, ders alınması gereken bir şey. Düşünün, karşı taraf saldırmıştı. Ama şimdi işler düzeldi, tedavi gerçekleşti ve doktor devreye girdi. Hastanın ihtiyacı olan cümlelerle onun tedavisini yaptı, şimdi doktor yeniden devreye girdi; “tamam tedavi oldun, artık işe hücumla bakma; Allah dilediğinin tövbesini kabul eder; oradakinin de tövbesini kabul eder! Bunu bize Tevbe Sûresi 11. Ayet açıklıyor: “Eğer tövbe ederler, salâtı ikame ederler, zekâtı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz ayetleri bilen kavme açıklarız”. Bakın, kin gadab kalktı, tövbe kapısı da herkese açık! 262 YILMAZ DÜNDAR “Tövbe kapısı hiç kapanmaz” cümlesi çok doğru değildir. Tövbenin kapısı yoktur ki kapansın! Kapısı yoktur! Kapanmaz demek, kapısı yok demektir. Kapanmayan bir yere kapı yapar mısın? Hiç kapatmayacaksan oraya niye kapı yapasın ki! “Tövbe kapısı kapanmaz” cümlesi, “tövbenin kapısı yok” manasınadır. Ankebut Sûresi 2. Ayet: “İnsanlar denenip ne olduklarının sonucu görülmeden, “iman ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?” Demiştik ya; “ne düşüyordun da cennettesin?” yok, ancak “ne yaptın da cennettesin?” var! Efendimiz, sahabelerden birisine buyuruyor ki, “ne zaman cennette yürüsem senin ayak izini duyuyorum. Ne yapıyorsun da cennette önde ayak sesin geliyor?” Bakın “ne düşünüyorsun da...” değil, “nasıl inandın da...” değil! Zaten inancın düşüncen yanlış olursa bu kulvarda olamazsın, o ayrı bir iş. Ama seni bu kulvarda tutacak şey amel! Ne yaptın da oradasın? Mübarek buyuruyor ki; hep dediklerinizi yapıyorum başka bir şey yapmam. Ancak düşünüyor ve diyor ki; aklıma şöyle bir şey geldi. Her abdest aldığımda, hemen peşine iki rekât salât ikame ederim, bir bu var. Dolayısıyla, Ankebut Sûresi 2. Ayet bize; “insanlar denenip ne olduklarının sonucu görülmeden, “iman ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?” derken, demek ki “iman ettik” lafı kurtulmak için yeterli değil diyor! Ayet, imanın amellerle ortaya konulmuş olması gerektiğini söylüyor, “imanınız amellerle ortaya konulmadan kurtulamayacaksınız” gerçeğinin altı çiziliyor. 263 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Ayette denenmek geçer, bu ne demektir, ona da bakalım. Denenmek fitneye düşürülmek demektir. Kur’an’da “imtihan edilmek, denenmek” geçtiğinde bu daima fitneye düşürülmek demektir. Fitne ne demektir? Fitne ikilemdir, ikilem demektir. İkilem ise normal yaşantınızın hayatınızın, esfele safiliynin içindeki tereddüt ve ikilemler değil, Hakk ve bâtıl konusunda ikilemdir! Bir fikrin, bir davranışın Hakk mı bâtıl mı olduğunda ikileme düşmektir. İkileme düşünce bâtılın cazip gelmesi de fitnedir. Peki, denemeye, imtihana nasıl bakmalıyız? İmtihan, kulun bir konuda ne yapacağını Allah’ın öğrenmesi değildir. İmtihan o kulun öğrenmesi içindir; kulun kendisine kendisinin şahit olması içindir. Kulun ameline kendisinin şahit olmasına imtihan/deneme denir. Bu konuda da, normal yaşantıdaki, insan yaşantısındaki “deneme ve imtihan” kelimelerine bakarak “Allah insanları sınıyor” zannetmek Allah’ı tanıyamamak demektir. “Deneme”yi ayetlerde yeri geldikçe tekrar ele alacağız, ama buradaki deneme; insanın kendisini tanımasının adıdır. Tevbe Sûresi’nin dört ayetini o ana, o zamana göre anlamaya çalıştık. Şimdi de bu ayetlerden perdelenmemek için, ayetlere kendimiz için, “günümüzde nasıl düşünmeliyiz?” diye bakalım. Böyle bakarsak bu ayetlerde ne görürüz? Ayette sözü edilen topluluğun özellikleri nelerdi: “Onlar yani Kâbe müşrikleri yeminlerini bozmuşlar, er-Rasulü yurdundan ihraç etmiş, hep savaş açan ve ilk saldıran olmuşlardı”. 264 YILMAZ DÜNDAR Şimdi yeminleri bozma halini günümüzle, kendimizle ilgili değerlendirip, ayetin günümüzdeki zahiri halini yakalamaya çalışalım. Böylece iki zahiri yakaladıktan sonra ayetteki bâtinî mananın içine nüfuz etmeye başlayacağız. “Yeminlerini bozmuşlar” ne demek, bunu ipuçlarıyla arayalım. Bakın ayetleri böyle incelerken aslında hayatımızı ayetlere taşıma yöntemini uyguluyoruz! O gün onlardaki üç hal; yeminlerini bozdular, er-Rasulü yurdundan ihraç ettiler, daima ilk savaşı size onlar açtılar. Öyleyse bunlarla savaşmayacak mısınız, yoksa onlardan korkuyor musunuz? Önemli ipuçları bunlar, şimdi bunları hayatımızda arayalım. Yeminlerini bozmuş olmak nedir, bunu inceleyelim. Yöntemimiz hep aynı: Bir şeyi ararken soruyu Kur’an’dan soracağız, cevabı da Kur’an’dan arayacağız! A’raf Sûresi 172. ayet: “Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden kendi zürriyetlerini ahzedip alıp onları kendi nefslerine şahitlendirerek; elestü Bi Rabbiküm; ben değil miyim Rabbiniz? Onlar da Kalu; bela şehidna; evet bilfiil şahidiz dediler. Kıyamet Günü; biz bundan gafil idik demeyesiniz diye”. Bunu “Sen Tanrı mısın?” kitapçığının sondan ikinci bölümünde, Âdem aleyhisselamın cennetten çıkışını ele alırken geniş olarak, yerinde gördük. Burada sadece konumuzla ilgili kısımlarını ele alıp geçeceğiz. Ayetten anlıyoruz ki Kıyamet günü; ya Rabbi biz bu bilgilerden habersizdik demeyesiniz diye siz şahitlendirildiniz! “Kalıp”tan bahsetmiştik 265 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 ya, işte bu bilgi kalıbınıza işlendi. Siz de bunun farkındasınız, yani kalıba işlenmeyi de tasdik ettiniz. İşte bu, o anlatım içerisinde “bir yemin” oluşturuyor. Sizin kalbınıza, kalıbınıza “sizin Rabbiniz kimdir?” bilgisi işlendi, bu bilgi size verildi; kalıbınız buna şahid oldu ve bunda sizin tasdikiniz de var! Yani siz “evet, ben bu bilgiyi duydum ama anlamamışım” diyemezsiniz. “Evet” diyen; “kâlû bela şehidna” diyen şahitliğiniz var! Yani bu bilgi de sizde mevcut! Bu Fıtrî Yemin olarak geçer. Bu yemin, Kıyamet Günü; “bu işten habersizdik” demeyesiniz diyedir. Başka ne içindir? A’raf Sûresi 173. Ayet: “Ve bir de; “daha önce atalarımız yalnızca müşrik olarak yaşarlardı, biz de onlardan sonra onların devamı bir zürriyetiz. Bâtılı işleyenler yüzünden bizi helak mi edeceksin?” demeyesiniz diye!”. Hem Kıyamet’te hem de dünyada “habersizdik” demeyesiniz diye! Hem Kıyamet’te hem de dünyada “biz bunlardan habersizdik, böyle bir bilgi bizde yoktu” demeyesiniz diye siz buna şahid kılındınız! Bu yüzden A’raf Sûresi 172 ve 173. ayetler, İslam Dini Prensipleri içerisinde özellikle Kul’un Fıtrî Yemini kabul edilmiştir. Şimdi bir de bir karşılaştırma yapalım; insanın bu şahitliğini kıyaslayalım, şeytanın ve cinin durumu nasıl ona bakalım. Kehf Sûresi 51. Ayet: “Ben onları İblis’i, cinleri sema ve arzın yaratılmasına da kendi yaratılmalarına da şahit tutmadım. Ve hiçbir zaman mudill saptırıcı olanları yardımcı edinmiş değilim”. 266 YILMAZ DÜNDAR Dikkat ediniz; şeytanın böyle bir şahitliği yok, kalıbında işlenmiş böyle bir bilgi yok ve böyle bir yemini de yok! Böyle bir yeminden sorumlu değil! Ne böyle bir yemini ne de böyle bir bilgisi var! “Sen Tanrı mısın?” kitapçığında bu olayın geçtiği yerde demiştik ki, şeytan Hazreti Âdem’i cennetten çıkması için kandırmış değildir! Kandıracak olsa, Hz. Âdem hemen kanmaz! Oysa o, kendisi için çok doğru olanı, yani inandığını söylemiştir. Çünkü onun bilgisi bu, bu çerçevede, buna inanıyor. Bu yüzden de bu bilgiye göre doğruyu sunmuştur. Hazreti Âdem onun bu haline; anlatırken yemin eden ve doğruyu sunan bu haline kanmıştır; “anlatım tarzı” içerisindeki ifadeyle! Bu yemini destekleyen başka bir özellik Şems Sûresi 7, 8, 9 ve 10. ayetlerde mevcuttur. Şems Sûresi 7: “Nefse ve onu düzenleyene”, Şems Sûresi 8: “Sonra da ona hem fücurunu ve hem de takvasını ilham edene ki”; Şems Sûresi 9: “Gerçekten onu arındıran kurtulmuştur; nefsi arındıran kurtulmuştur. Şems Sûresi 10: “Onu gömüp gizleyerek yaşayan ise gerçekten kaybetmiştir. Nefsi gömüp gizleyen kaybetmiştir!”. Özellikle Şems Sûresi 8. Ayetten anlıyoruz ki, kalıpta bir şey daha var! Zamanında kalıba işlenmiş bir şey daha var! Nedir o? “Sonra da ona hem fücurunu ve hem de takvasını ilham edene!” Yani ona; eğer bu yeminine uygun davranmazsan, fit267 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 ne fücurla meşgul olursan başına ne geleceğinin veya Hakk yolda yarışırsan, takva sahibi olur da takvada yarışırsan başına ne geleceğinin bilgileri de işlendi, bu bilgiler de onda mevcut. Yeminlerini bozdular ne demek, anlamaya çalışıyoruz, bunu kendimiz için anlamaya çalışırken Bakara Sûresi 30. Ayete de bakalım. Bu bilgilerin yüklendiği bu kalıbın akıbetini, arza gitmeden önce bu özellikleri almış olan kalbın akıbetini anlamak için. Bakara Sûresi 30: “Hatırla ki, Rabbin melaikeye; “muhakkak ki ben arzda bir halife meydana getireceğim” dedi”. Demek ki, bu bilgilerle bu özelliklerle bu kalb arzda halife olarak yaşayacak. Buradaki “arz” kelimesini bildiğimiz arzın dışında, onun gibi bir arz olan insan bedeninin hali olarak ele alın. Şimdi bu üç ayeti birleştirdiğimiz zaman karşımıza bu kalıbın çok önemli bir şeyi çıkar. O nedir? Araf Sûresi 172’de “Rabbimizsin” sözü ve şahitliği, Şems Sûresi 8’de fücurunu ve takvasını ilham ve Bakara Sûresi 30’daki; halifelik, yani esmai külleha özelliğini birleştirdiğimizde karşımıza bir şey çıkıyor: Muhtariyeti Tercih Gücü! Biri “halife”nin özelliği olan esmai külleha, diğeri “Rabbimizsin” söz ve şahitliği, bir diğeri fücurunu ve takvasını ilham; bu üç bilgi yan yana gelip birlikte bir güç oluşturduğunda kalpta Muhtariyeti Tercih Gücü ortaya çıkıyor. Bu özellikler bir tercih gücü; tasarruf gücü meydana getirir! Dünya yaşantısı şartlarında ilk basamak olan tasarruf gücünü meydana getirir, Yani Muhtariyeti Tercih Gücü! Genellikle ileri zatlar için kullandığımız 268 YILMAZ DÜNDAR “tasarruf sahibi” olarak bildiğimiz hal bunun ötesidir. Ama tasarruf sahipliğinin başlangıcı budur; bu olmadan o olmaz! Bir zata, bir ileri zata “tasarruf sahibi” diyorsak, o; başlayan bu noktanın Hakk yolda kullanılarak ulaşıldığı yeridir. Bu üç özelliğin kalba sağladığı budur, kalbı tasarruf sahibi yapar. Tasarruf sahipliğinin en önemli delili Hadiyd Sûresi’nin ilk on ayeti içerisindedir. Hadiyd-7: “İman edin Allah’a ve Rasulüne. Hakkında sizi tasarruf sahibi kıldığı/halife kıldığı şeylerden infak edin. Sizden iman eden ve infak eden kimseler var ya, onlar için ecr-u kebiyr vardır.” Konuyu bu ayet içerisinde çok açık anlıyoruz. Ayette geçen “mustahlefiyn” tabirini lütfen inceleyiniz. Bu yüzden Hadiyd Sûresi’nin ilk on ayeti önem taşır ve içindeki bilgileri anlamak, söylemek, hatta okumak önemlidir! Bu üç özellik Muhtariyeti Tercih Gücü’nü meydana getirdi, işte bu Muhtariyeti Tercih Gücü’nün dünyada bâtıl yolda kullanılması yeminin bozulması demektir! Ayetteki üç özellikten birisi yeminin bozulmasıydı, biz ayeti günümüze taşıdığımıza göre; “yeminini bozan kim?” onu bugün için bulmalıyız. Bu olayı yalnızca o an için düşünürsek ötelemiş oluruz, bir masal okur gibi okur; “o zaman öyle olmuş demek ki” der geçeriz. Halbuki biz diyoruz ki; bu ayet bugün için, yani benim için ne diyor? “Birisine göre” değil de ayetlere göre bakınca ipuçlarından birisini yakalarız. Ayetler diyor ki, yemini bozmak; Muhtariyeti Tercih Gücü’nü yanlış kullanmaktır, 269 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 dünyada kullanmaktır, bu tasarrufu bâtıl yolda kullanmaktır. Bu hal yeminin bozulmasıdır. Peki yeminini bozan kimdir, şimdi de onun adını koyalım? Yeminini bozan “A” Takdim Formu’dur. Dikkatinizi çekecektir, daha önce “A” Takdim Formu “BEN” demiştik; o bunun “kimlikli” halidir, yeminini bozan değil! Yeminini bozan “A” Takdim Formu’dur. Bu “A” Takdim Formu yemini bozan yapıdır. Bu yapı kayıttır; nefsin şerri yönündeki vehmin zulmeti olan kayıttır. Kuldaki Kendini Hissetme Duygusu bu kayda “BEN” deyince o zaman bu kayıtla ilgili Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu meydana çıkar. Yani bu geldiğimiz noktada şöyle bir ayırım yapıyoruz: “A” Takdim Formu var; bu bir yapı. Sonra “A” Takdim Formu yapısına gelip “BEN” diyen var. Bunu çok iyi kavramalıyız, bu ilk basamak olarak çok önemli! Bir “A” Takdim Formu var; Esfele Safiliyn yapı dediğimiz, bir de buna “BEN” diyen var. İkisi aynı değil; bunun ikisini aynı sanmaktır ki insanı tehlikeye düşürür! Çünkü kişi yatırımını buna [çöpe] yapar ki gafletin büyüğüdür! Allah diyor ki, o çöp olacak! İnsan hayatta hiçbir şeyi bu kadar net görmez; ölümü ve çürümeyi! Buna rağmen hiç görmüyor gibidir; her şeyden ders alır da bundan ders almaz veya en az bundan ders alır. En net bunu görür; ölüm vardır ve çöp olmaktadır! Ama ölü evine gidip pide yer ayran içer; tamam iş bitti, döner çöpe yatırım yapmaya devam eder. Hepsi pide yiyip ayran içinceye kadardır! Döner çöpe yatırım yapmaya gider. Hatta oraya 270 YILMAZ DÜNDAR bir kayıt sistemi yerleştirip izleyin, pide ve ayran faslına kadar “rahmetli”den konuşulur, pide ve ayranla beraber, “tarla nasıl, araba nasıl, yarın ne yapıyorsun şuraya gidelim mi? Seni yıllardır görmüyordum, ne iyi oldu görüştük. Gel de gezelim oturalım” başlar; dünya başlar; çöpe yatırım başlar. Bu vehim mekanizması işte, bu olmasa dünya olmaz zaten, vehim mekanizması bu işte! Demek ki bir “A” yapı, isyan eden asi yapı var, bir de ona “BEN” diyen var. İşte bu asi yapıdır ki, yeminini bozmuş kalıptır. O yeminini bozmuş bir kalıptır. İşte, o “BEN” diyenin Kendini Hissetme Duygusu önce onu görür de ona vurulur, o yüzden ilk aşkıdır o! Ona öyle bir vurulur, öyle bir cezbe oluşur ki onunla bütünleşir, ona “BEN” der, bir türlü ondan sıyrılamaz. Ondan sıyrılması için daha büyük bir aşk gerekir. Bu aşk da, beşeri olarak Rasulullah Aşkı’dır, hakikatte Allah Aşkı’dır. Ancak bu aşk onu ondan çeker kurtarır. Bu aşktan başka türlü kurtulamaz, ilk aşkıdır çünkü. Küfrüne; küfre âşıktır. Aşkına söz söylettirmez, küfre söz söylettirmez! Bu yüzden; kurtulabilmesi için yeni bir aşk lazımdır ki, o da Allah Aşkı’dır. Yemini bozanı yakaladık; “A” Takdim Formu yapısı! İşte yemini bozan bu yapıya; “A” Takdim Formu’na “BEN” demek Kur’an’da kalp hastalığı olarak geçer. Kişinin bu kalble, bu kalıpla, daha önce saydığımız şahitlik ve yemin bilgilerine rağmen, gelip de bu esfele safiliyn yapıya, “A” Takdim Formu’na “BEN” demesine hasta kalp gözüyle bakılır, ona kalbi, kalıbı hastalanmış de271 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 nir. Eğer bu hastalıktan kurtulursa, kurtulmuş kalbin adı kalb-i selîmdir; o sağlıklı kalbdir. Ama bu “A” yapıya “BEN” dediği sürece o kalp hastadır ve Kur’an ona hastalanmış kalp, marazlı kalp der, ayetler onu böyle tanımlar. Peki, bu hastalığın belirtisi/sonucu nedir? Bu hastalığın belirtisi, sonucu bir iddiadır! Hani klasikleşmiş bir hastalık var; kişinin kendini Napolyon sanması! Kişi eski bir palto bulur, elini de böyle koyar; “ben Napolyon’um” der, bir iddiada bulunur. Aslında ne o Napolyon, ne de palto Napolyon’un paltosu, ama girdiği bu kılıkta bir iddiası var onun; “ben Napolyon’um” diyor. İşte kalp de hastalanınca bir iddiada bulunuyor; “Varım ve Muhtarım” diyor! Bunun iddiası da bu; varım ve muhtarım! Yemini bozmak ilk ipucuydu, peki ikinci ipucu nedir? İkincisi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ihraç edilmesi. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin risaletinin ihraç edilmesi! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin risaleti “A” Takdim Formu’nun yaşantısına uymadığı için onu ihraç etmiştir. Onda, orada Efendimizin Risaleti yoktur, onu ihraç edip çıkarmıştır. Bakın böylece ihraç edeni de yakaladık! Kimmiş? “A” Takdim Formu! Neyi ihraç ediyor? “A” Takdim Formu»nun ihraç ettiği şey Efendimizin Risaleti! Bu risaleti ihraç eden de “A” Takdim Formu yapısı! Diyoruz ki, sizi cennete götürecek olan ameldir, ama doğru düşünürken amel! “İhraç”ta, dikkat ediniz, ameli ihraç etmiyor, risaleti ihraç ediyor; er-Rasul’ü ihraç ediyor. En-Nebi’yi ihraç 272 YILMAZ DÜNDAR etmiyor! Ayet, “er-Rasul’ü ihraç ettiler” diyor, “enNebi’yi ihraç ettiler” değil! “A” Takdim Formu risaleti ihraç ediyor. Niye? Doğru inanmaman için, doğru düşünmemen için! Doğru düşünme diyor; doğru düşünme de ne yaparsan yap! İster Hac’ca ister Umre’ye git, ister hayır yap, ister namaz kıl, yeter ki doğru düşünme! Eğer er-Rasul’ü ihraç ederse, senin amelini zaten şeytan kullanır, salâtı da hayrı da onun için yapıyor olursun. O kullanacağı bir malzeme ya, bu yüzden en-Nebi’yi ihraç etmiyor! Ayetten anlıyoruz ki er-Rasul’ü ihraç ediyor. Evet, bu da bir ipucuydu ve “A” Takdim Formu yapısında bu ipucunu da yakaladık. Enfal Sûresi 33. ayet: “Halbuki sen onların içindeyken Allah onlara azab vermezdi. Ayrıca istiğfar edenler de varken Allah onlara azab verici değildir”. Burda gizli bir müjde vardır: Eğer er-Rasul, yani risalet o kalıptaysa, hele bir de kişi tövbeyle meşgulse Allah ona azab edici değildir. “A” Takdim Formu yapısı bunu bilmez! Niye bilmez? “A” Takdim Formu yapısı şeytaniyettir de ondan. Ayeti okuduk; ona bu bilgi işlenmemiştir de ondan. O yüzden, esfele safiliyn yaptığına tereddütsüz inanır, o kadar kuvvetli inanır! Neden? Çünkü o bilgi onda yok, o bilgi şeytaniyette yok! Evet, “oysa sen onların içindeyken Allah onlara azab edici değildir!”. Bütün bunları anladıktan sonra, şimdi hayatınıza dikkat edin: Eğer bir kişi nefs-i levvameyi fark etmişse ona saldıran hep bâtıldır! Burda hemen hatırlatalım ki “Amentü Billahi” demeden nefs-i levvame olmaz! Kişi nefs-i levvameyi fark 273 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 etmiş ve nefs-i levvameye yönelik yaşarıyorsa bâtıl hep saldırır. Hakk yol hep savunmadadır. Hakk yol saldırmaz; “yeter ki bana dokunma da işimle meşgul olayım” der, gidip saldırmaz, ama bâtıl hep saldırır! Böylece diğer ipucunu da yakaladık; ilk saldıran odur, hep savaşan odur. Ayette geçen üç özellik “A” Takdim Formu yapısında buluştu; yeminini bozan, er-Rasul’ü ihraç eden, daima savaşı çıkaran o! Şimdi ayet bize soruyor; bununla savaşmayacak mısınız, siz bununla savaşmayacak mısınız? Bakın o daima savaş çıkarıyor! Zaten başlangıçta şunu yapmıştır; kalbı devre dışı bırakıp sadrı hükmü altına almıştır! Sadr; nefsin şerrinin, yani şeytaniyetin, yani esfele safiliynin, yani deccaliyetin hükmü altındadır! Evet, ayette bahsedilen ipuçlarını kendimizde, kendimiz için yakalamış olduk. Ha Kâbe civarında yaşayan Mekke müşrikleri, ha sizin kendinizdeki “A” Takdim Formu yapısı! O zaman hitap oraya, şimdi de aynı hitap sizin “A” Takdim Formunuz için size! “A” Takdim Formunuza değil, size! Çünkü o düşman! Hitap ve soru “A” Takdim Formuna “BEN” diyene, size: Onunla savaşmayacak mısınız? Dolayısıyla, “A” Takdim Formu ve ona yardımcı olanlarla, o yolda ona yardım edenlerle savaşmayacak mısınız? Yoksa ondan ve onlardan korkuyor musunuz? Hakk’a karşı hep savaşta olan bâtılla savaşmayacak mısınız? Yoksa ondan ve onlardan korkuyor musunuz? Yani “A” Takdim Formunun yapısı sana cazip geliyor da terk etmekten mi korkuyorsun? Bunu 274 YILMAZ DÜNDAR kendimize soruyoruz! Bu esfele safiliynin yaşantısı cazip geliyor da o yaşantıyı terkten mi korkuyorsun? “Tanrılık iddiası dünyası” ayıplayacak, saf dışı edecek, sana selam vermeyecek, seninle konuşmayacak diye onlar tarafından terk edilmekten mi korkuyorsun? Bu esfele safiliyn diyarından hicret etmekten mi korkuyorsun? Yoksa bu esfele safiliyn yapıda menfaatlerin var da o menfaatleri kaybetmekten mi korkuyorsun? Oysa Hadiyd Sûresi 10. Ayette Yaradan buyuruyor ki; “Semavat’ın ve Arz’ın mirası Allah’ın olduğu halde, ne oluyor size ki Allah yolunda infak etmiyorsunuz”; bütün hepsi Allah’a rücu edeceği halde! Çöp olacaklar var, sen onlardan mı korkuyorsun? “Esas Sahibi”ni görmüyor musun, neden “O’nun uğruna” bunlardan vazgeçmiyorsun, neden savaşmıyorsun? Al’u İmran Sûresi 175: “O şeytan ancak kendi dostlarını korkutur! O halde onlardan korkmayın, Benden korkun, eğer iman ehli iseniz!” Hemen burada ele aldığımız Tevbe Sûresi 13. Ayete gelelim: “Eğer müminler iseniz haşyet duymanız için ehakk Allah’tır”. Geldiğimiz bu noktada, sana soruyor, eğer “A” Takdim Formu’yla savaşmaktan korkuyorsan hitap sana! “Eğer müminler iseniz haşyet duymanız için ehakk Allah’tır”. Şimdi savaştaki “korku” üzerinden ilerleyelim. Bir savaşta iki tarafta da korku hâkimdir, iki tarafta da korku vardır. Ama inanmayanların korkusu ile inananların korkusu farklıdır! İkisinin adı da korkudur, iki taraf da korkuyordur, ama 275 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 korkular farklıdır. İnanmayanlar savaştan, ölürse “son”dan ve her şeyin bitmesinden korkar. Yani inananlar tarafında ölüm müjdeyken inanmayan ölümden korkar, çünkü ona göre ölüm her şeyin sonu! Bu çok enteresandır ve inananlarla inanmayanlar arasındaki çok orantısız bir gücün de göstergesidir. İnanmayanlar öldürmeye, inananlar ise ölmeye gelmiştir. İki güç düşünün biri ölmeye, diğeri öldürmeye gelmiş! Ölmeye gelenin saldırma gücüyle, öldürmeye gelenin saldırma ve sakınma gücü aynı olabilir mi? İşte korkuları bunlar etkiler. Peki, “Billahi anlamında inananlar tarafında korku nasıl?” bir de ona bakalım. Aslında böyle derken ayetlerle “nasıl korkmamız gerektiğini” öğreniyoruz. Mu’minun Sûresi 60: “Ve onlar verdiklerini Rablerine rücu’ edecekler diye kalbleri korkudan ürpererek verirler”. “Kulubühüm veciletün!” ayette böyle geçmektedir; onlar ki verdiklerini Rablerine rücu’ edecekler diye kalbleri korkudan ürpererek titreyerek verirler. Bu ayet geldiğinde, Hazreti Aişe validemiz bu ayeti daha iyi anlamak için mübarek eşleri Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’le bu ayeti konuşuyor. Güzelliği görüyor musunuz? Ne güzel… Bir ayet geliyor ve eşiyle; eşi Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’le ayeti konuşuyor. Fırsata, güzelliğe ve hediyeye bakın! Hazreti Aişe validemiz buyuruyor ki, bu ayet nazil olunca; “ayette zikredilenler zina etmek, hırsızlık yapmak ve içki içmek gibi haramları irtikâp eden, bunlarla meşgul olanlar mıdır, bunları mı kastediyor, bunlar mı korkarlar?” diye Rasulullah’a sordum. Rasulullah 276 YILMAZ DÜNDAR buyurdu; “hayır, ya Aişe. Ayette anlatılmak istenen, salât ikame edip, oruç tutup sadaka verdiği halde “kabul olunup olunmaması” endişesiyle tir tir titreyenlerdir”. Savaş meydanındaki de böyle bir korku! Oysa ayet, inananlardaki bu korkuyu anlatırken inanmayanlardaki korkuyu da tarif ediyor. O tarifi görünce hemen sığınıyoruz ve diyoruz ki; muhafaza buyuruver, bize merhamet ediver Allahım. Semi’nâ ve ada’nâ, semi’nâ ve ada’nâ; işittik ve itaat ettik! Semi’nâ ve ada’nâ, ğufrâneke Rabbenâ ve ileykel masıyr. Mu’minun Sûresi 63. Ayette; “fakat onların kalbleri bu durumdan gaflet içindedir”: “Kulubühüm fiy ğamretin”; ayetteki tabir bu ve bu ayet de kalble ilgili! Bu işi bilmeyen ve bu korkuyu tanımayanların kalbleri bu durumdan gaflet içindedir. Bir de durumdan vazgeçenler vardır. Bir yere gelmiş sonra da vazgeçmiş! Böyle olanların sadr ve kalbleriyle ilgili ayetler de var! Nahl Sûresi 106, 107, 108, 109. ayetler vazgeçenlerin durumuyla ilgilidir, onların kalp ve sadrlarıyla ilgilidir. Nahl-106: “Kalbi imanla mutmain olduğu halde küfre zorlanan müstesna, kim imanından sonra Allah’a kâfir oldu ve küfre sadr açtı ise, işte onlar üzerine Allah’tan bir gadab iner. Ve kendilerine azîm azap vardır”! Nahl-107: “Vazgeçmelerinin sebebi dünya hayatını ahirete tercih etmeleridir ve Allah’ın kâfirler kavmini hidayete erdirmemesidir”. Sahibi böyle açıklıyor; vazgeçmelerinin sebebi 277 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 yeni bir bilgi edinmeleri ve ona ikna olmaları değil! Onlar bile bile dünyayı ahirete tercih etmeleri yüzünden vazgeçtiler. Nahl-108: “İşte bunlar, Allah’ın kalbleri, işitme kuvveleri ve basiretlerinin üzerine tab’ ettiği damga vurduğu kimselerdir. Ve onlar gafillerin ta kendileridir”. Nahl-109: “Gerçek şu ki, onlar ahirette hüsrana uğrayanların ta kendileridir. İşte vazgeçenlerin durumu da böyle!”. Nahl Sûresi 106. ayette sadrın küfre açılması tabirini gördük; “onlar küfre sadr açmışlardır”. En’am Sûresi 125. Ayette ise sadrın İslam’a açılması var: “Allah bir kulunun hidayetini dilerse onun sadrını İslam’a açar”. Burada sadrın İslam’a açılması anlatılırken Nahl Sûresi 106’da sadrın küfre açılması anlatılıyor. Bu durumda, sadr küfre açılmışsa İslam’a daralmış, İslam’a açılmışsa küfre daralmıştır! “Elem neşrah leke sadrak”a geliyoruz. Bir de, bir korkuyu yaşayanlar da var ki, Kur’an onları övüyor. Neyin korkusu? Nur Sûresi 37. Ayet: “Onlar o ricaldir ki, kendilerini ne ticaret ne de alış veriş Allah’ın zikrinden, salât ikamesinden ve zekâtı vermekten alıkoyar. Onlar kendisinde kalblerin ve gözlerin takallub edeceği günden korkarlar”. Onlar öyle bir günden korkarlar ki, işte o günde kalbler ve gözler takallub eder! Kalblerin ve gözlerin takallub edeceği; alt üst olacağı, allak bullak edileceği o günden korkarlar! 278 YILMAZ DÜNDAR Takallub etmek; değişmek, allak bullak olmaktır, kelimenin normal hayattaki manası böyle. Ama konu özelindeki manası, konuya spesifik manası; gözler ve kalbler dünyadaki rahatlıklarını kaybettiğinde, Muhtariyeti Tercih Gücü denilen “tasarruf” ellerinden çıktığında, bu tasarruf gücü alındığında” demektir. Düşünün, bir çocuk elindeki oyuncağa dalmış oynuyor. Oyuncakla öyle hayaller kurmuş ki… Tam öyleyken siz bir anda gelip onu aniden elinden aldınız! Ne olur? Feleğini şaşırır, allak bullak olur yani! Nasıl saldırır ve hırçınlaşır. İşte Muhtariyeti Tercih Gücü; bu kalptan ve onu idrak eden bakıştan ve o bakışı fiile dönüştüren gözden alındığında kalbler ve gözler takallub eder; alt üst olur, yeni bir kalba girer; kalbı bozulur, kalbı sallanır! İşte onlar o günden korkarlar! Niye? Eğer o gün hala kendi idraklarında bir varlık, bir benlik varsa ve kalmışsa verilecek mükâfattan yararlanamayız diye korkarlar. Öyle korkarlar ki, onları bugünden yok edebilmek için çalışırlar! O gün bu yanlışlarla gelmekten ödleri kopar, bu yanlışı o güne taşımamak için korkarlar! İşte Nur Sûresi 37. ayet “öyle kişiler vardır, bunlar öyle ricaldir” diye onları anlatıyor. Bu tefekkürümüzü biraz daha geliştirmede Mu’min Sûresi 19. Ayet bize yardımcı olur: “O gözlerin hainliğini ve sadrların gizlediğini bilir”. Bu ifade yaşadığımız an içindir; Allah gözlerin hainliğini ve sadrların gizlediğini bilir. Dikkat ediniz, “takallub” ayetinde “gözlerin ve kalblerin” takallub edeceği söylendi. Şimdi ise dün279 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 yada yaşarken “gözlerin hainliği ve sadrların gizlediğini bilir” ifadesi geçti. Dünyada yaşarken “sadr” var ve sadr gizler, kalpten gelmesi gerekeni gizler ve örter. İşte Allah onun neyi örttüğünü bilir! Dolayısıyla “sadr” burada içinde “kalb” manasını içeren son fiil olarak geçmiştir. Hakikati örten! Aksi halde insanların birbirlerinden gizledikleri bilgileri, onları örtmek değil! Burada sadr; kalbin sadra verdiği hakikati örten, onu gizleyendir ki; Allah bunu bilir! Gözler hainliğe; erkeklerde Nur Sûresi 30. Ayete, kadınlarda da Nur Sûresi 31. Ayete ters hareket etmekle başlar! Dünyada gözlerin hainliği? Bu tabir, yani hain kelimesi bizi bir yere götürecek şimdi. “Varım ve Muhtarım Bakış Tarzı” ve sadra hâkim olan nefsin şerri gözlerde hainlik oluşturur! Bu hainlik nasıl oluşur? O göz Allah’tan gayrı varlık görmeye başlar! Allah’tan gayrı bir varlığı tanımlayarak hakikate hainlik yapar, Allah’tan gayrı varlık görerek hainlik yapar. Kendini muhtar ilan ettiği için kendisi gibi muhtarları görmeye başlar. Ki suçta tek kalmasın! Suçta tek kalmasın diye suçu organize hale getirir. Hainlik şimdi bizi nereye götürecek bakın. Enfal Sûresi 27. Ayet: “Ey iman edenler, Allah’a ve er-Rasûl’e hıyanet etmeyin. Ve siz biliyor olduğunuz halde emanetlerinize hainlik etmeyin”. Uyarılıyoruz, gözlerin hainliğini Bilen uyarıyor! Diyor ki; Allah’a ve O’nun Rasulün’e, O’ndan size gelen emanetlere hainlik yapmayın, hıyanet etmeyin. Ayetlerde geçen kelimeleri İs280 YILMAZ DÜNDAR lami prensipler içinde değerlendirmek lazımdır ki; doğru amel çıksın! Dolayısıyla, “emanetlere hainlik etmeyin” denilince, kişi yalnızca dünya yaşantısı içerisinde kendisine “al şunu sakla” diye verilenleri anlayıp; “ayet bunlara hıyanet etmeyin diyordu” deyip onlara sıkı sıkı sahip çıkıyorsa, bu güzel bir prensip olmasına rağmen Muhammedî değildir. Bunu inanmayan da yapar, belki daha da iyi yapar, daha da iyi saklar. Yapılan amel Muhammedî midir değil midir, bunu daima araştırmak lazım! Muhammedî değilse yanılıyorsunuz demektir! Diğerini başkası da yapar! Oysa Muhammedî bir ameli, inanmayan; yani “Amentü Billahi” demeyen yapamaz! Yapmışsa o Muhammedî olur. Bir amel tarif ettiniz, eğer onu Muhammedî olmayan da yapıyorsa o iş İslamî değildir. Amentü Billahi diyen ancak Muhammedî bir ameli tarif eder ve yapar. Onu bir başkası da aynen yaparsa, zaten o da Muhammedî olur! Sen ona benzemezsin de o sana benzemiş olur! Dolayısıyla buradaki hıyanet; Risalet ve Nübüvvet ile bize gelen ilim ve marifetle ilgilidir; o bilgi ve yaşantıya hıyanet etmeyiniz! Enfal Sûresi 28. Ayet: “İyi bilin ki, mallarınız ve evladınız ancak bir fitnedir. Allah’a gelince aziym ecir O’nun indindedir”. Konu hıyanetle başladığı için ayet bizi uyarıp bir noktaya getirecek ve Enfal Sûresi 29. Ayet “esas hedef”i belirtecek. Enfal Sûresi 28. Ayet; “sizi bu hıyanet yolunda fitneye düşürecek şey, mallarınız ve evladınızdır; onlar sizin için bir fitnedir. Allah’a gelince, aziym ecir O’nun indindedir” diyerek fitneye dü281 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 şürecek şeyi mallar ve evlat diye uyarıyor! Tabi şu önemli; fitnenin buradaki mal ve evlatla ilgili kısmını iyi kavrarsak ancak amelimiz doğru olur. Şunun hesabı da vardır, unutmamak lazım: Eğer siz ayetlerden yanlış hüküm çıkarıp, onu uygulayıp insanlara haksızlık yaparsanız, “sen nasıl benim adıma ve benim adımı kullanarak bunu yaptın?” denir ve ayrıca bunun büyük bir cezası vardır! Bu yüzden, ayetleri anlama yolunda çok titiz olmak lazım! Farklı tanrısal manaları görüp onlara sarılmak çok tanrısal duygulara sebep olur ki, hesabı ve cezası da o yüzdendir ve büyüktür. Bunlara bir örnek de Enfal Sûresi 28. Ayettir. “Fitne”yi daha önce ele aldık. Fitne; Hakk bilgi ve bâtıl bilgiler hususunda tereddüde düşüren, iki bilgi arasında “o mu, bu mu?” diye bocalattırandır. “Aynı kulvarda aynı bilgi, öyle mi yoksa böyle mi?” dedirten şeydir. Fitne, sana Hakk’la bâtılı karıştırtan bilgi ve davranışlardır. Fitnenin neden mal ve evlatla ilişkisi kurulmuş? “Mallar ve evladınız ancak bir fitnedir” denilince bunu yanlış anlayan kişiler, evlatlarına ve yakınlarına ters bakarlar. Böyle değil! Ters bakması gereken kendisindeki “A” yapıdır. Çünkü bu fitneye düşecek olan “A” yapıdır, evlat değil! Evlat fitneye düşürmez! Sen “A” Takdim Formu’na “BEN” deyip onun özellikleriyle hareket edince, “A” Takdim Formu evlat ve mallarla öyle bir tanrısal ilişki kurar ve onlara olan bağlılığı öyle yanlış bir noktaya taşırsın ki, o seni Hakk’tan uzaklaştırır. Çünkü onlarla ilişkin, onlara olan sevgin ölçüle282 YILMAZ DÜNDAR meyecek, hesaba alınamayacak noktalardadır! Uyarıyor; oraların tuzağına düşme! Oralarda da Allah rızasını ara, unutma diyor! Yoksa bu; “onlar kötüdür, onları terk et, onlardan uzak dur, onlara nefretle bak” uyarısı değil! Böyle anlaşılırsa, çok yanlış olur, çok yanlış amel çıkar ki, insan onun hesabını veremez! Bakın bu doğrultuda sünneti izleyin, ne göreceksiniz. Zaten bir konuda tereddüt edildiği zaman hemen Sünnet’e gitmek, Sünnet’te böyle bir şey var mı diye bakmak lazım. Araştırınca görürsünüz ki, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in; torunları, çocukları, eşleri, yakınları ve mal-mülkle ilgili yanlış anlaşılacak hiçbir davranışı yoktur, sünnette yoktur. Tam tersine büyük bir muhabbet vardır, ama hepsi “karşılığı Allah’tan beklenen; Allah rızası için; Allah için; Allah’la olan” hallerdir. Yakalanması gereken de odur. Ayet bize; “bunun dışındakine düşme!” demek istemektedir. Çünkü bunun dışındakine çabuk düşülüyor! Ve bize sonuç Enfal Sûresi 29. Ayetle geliyor: “Ey iman edenler, eğer Allah’tan ittika ederseniz sizin için Furkan oluşturur, kötülüklerinizi kefaretler ve sizi mağfiret eder. Allah, Zül Fadlil Azıym’dir”. Bu ayetten ilk olarak öğrendiğimiz; eğer Allah’tan ittika ederseniz Allah sizin kalbinizde Furkan açar! Yani kendinizi korursanız; Allah’tan korunursanız, Allah sizin kalbinizde Furkan açar, kalbinize Furkan’ı koyar. Bu manaları içerecek şekilde ayeti biraz genişleterek bütünüyle görelim: Ey “amentü Billahi” diyenler, 283 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 eğer fıtrî ahdinize ve Rasulullah’tan aldıklarınıza hıyanet etmezseniz Allah’tan kendinizi korumuş olursunuz. Yeminini bozanı yakalamış, onun özelliklerini, onun nasıl saldırgan olduğunu görmüştük. Ama şimdi başka sonuçlar var, bakın: Eğer yemininizi bozmazsanız, ancak o zaman kendinizi Allah’tan korursunuz. Yemininizi bozarsanız O Şediydül Ikab’dır; azabı yüksek olandır, büyük olandır, şiddetli olandır, çabuk olandır; eğer yemininizi bozarsanız! Ama yemininizi bozmazsanız, o yemine hıyanet etmezseniz o zaman siz kendinizi Allah’tan korumuş olursunuz! Böylece Allah sizin için, kalbınızda, Hakk ve bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebilme ilmi olan Furkan’ı oluşturur. Ve “A” Takdim Formu “BEN” ile gerçekleştirdiğiniz davranışları bağışlar ve dünya yaşantınızda bunu örter! Onu örter, setr eder de başkaları görmez. Ve ahirette günahlarınızı bağışlar; yok sayar. Çünkü O Zül Fadlil Azıym; yani ihsan ve keremi aziym olandır. Allah’ın mümin kula olan merhametini görmek için Mu’min Sûresi 3. Ayete bakalım: “Ğafiriz zenbi ve Kabilit tevbi, Şediydül ıkabi, Zit tavl. La ilahe illâ HU, ileyhil masıyr”. Allah Ğafir’iz Zenb’dir; günahları mağfiret edici, örtücüdür. Kabilit Tevb’dir; tövbeyi, Rabbine dönmeyi, yönelmeyi kabul edicidir. Şediyd’ül Ikab’dır; azabı şiddetli olandır. Ve Züt Tavl; lütfu ihsanı bol olandır. La ilahe illa HU, ileyhil masıyr. Ayette “La ilahe” geçiyor ya, “La ilahe”yi daha iyi, daha ileri nasıl anlarız, bakın: “La ilahe”yi 284 YILMAZ DÜNDAR daha iyi anlamak için şu manada da düşünmeniz lazım. Hele de zikrini, tefekkürünü yaparken, tefekkürle “La ilahe” derken, onun tefekkürünü yaparken sizi hızla yükseltecek mana şudur, deneyin göreceksiniz: La ilahe; tanrılık iddiaları boştur ve yoktur! Dikkat edin, “tanrı yoktur” demiyoruz! O mana çok doğru değil! Hepsini kapsayacak şekilde mana budur; tanrılık iddiaları boştur, yoktur! Tanrılık iddiaları yoktur, illa HU, dönüş O’nadır. Bir önceki paragrafa, Mu’min Sûresi 3. Ayete dönelim. Burada; “ğafiriz zenbi, kabilit tevbi, zit tavl” diye üç özellik var ve bunların arasında bir de “şediydül ıkab” geçiyor. Dikkat buyurunuz lütfen. Merhameti görüp titremeye gayret edin, işin ne kadar beşerî olmadığını yakalamaya çalışın! Evet, “hıyanet edersen azabı şiddetlidir”, doğru. Ama bu bilginin mümine sunuluşuna bir bakın; etrafı nasıl örülmüş? Ayette “şediydül ıkab” var, ama bunu neredeyse göremiyorsun! Neden? Çünkü şu üç müjde ile etrafı örülmüş: Ğafiriz zenbi; günahları mağfiret edici, kabilit tevbi; tövbeleri kabul edici, şediydül ıkab; azabı şiddetli, züt tavl; lütfü ve ihsanı bol. Kur’an’da mümine, inanana Allah’ın şediydül ıkab oluşu bile sunulurken etrafı merhametle, umutla çevrelenmiş! Doğrudan Allah gazab edicidir demiyor. Ama kâfire bunu diyor; Allah şiddetli gazab edicidir. İşte bu mümin olana, inanana Allah’ın Rahıym ismidir. Kâfire hitaben “Allah şiddetli azab sahibidir” denmesi doğrudan Rahman ismidir! Çünkü Rahman’da Hakk ve adalet vardır; dengededir. Ama Rahıym isminde adalet yoktur; 285 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 sırf nimet, lütuf ve hediyedir. Ayetteki “Şediydül ıkab” mümine Rahıym ismi kapsamında sunulduğu için etrafı hep merhametle sarılmıştır. İşte böyle bir sunuşu fark edelim. Burada hem yaşantımızla ilgili önemli bir ipucu, hem de hemen uygulayabileceğiniz çok önemli çok önemli bir şey var! Bu söyleyeceğimin ortası yok! Konularımızı ele alırken hep korku ve umuttan bahsettik, bunu çok anlattık ve bunun dengesinden söz ettik. Şimdi söyleyeceğim şey sistemde inanan için otomatik çalışan bir emir! Kendiliğinden çalışan bir emirdir! Neden kendiliğinden çalışıyor? “KÜN feyekun”; Allah “OL” der olur, bu kadar hızlı! İnanan için bu iş “Kün feyekün”den de hızlı olsun diye emri önceden verilip otomatikleştirilmiş! Yani inanana bu kadar yakın! Bu nedir bakın: İlk otomatik emir: Ne için Allah’tan çok korkarsan mutlaka seni korur, ama ancak Allah’tan! Eğer Allah’tan çok korkuyorsan, o şey neyse, ne için Allah’tan çok korkuyorsan, yaşantındaki o iş ne olursa olsun, Allah mutlaka seni korur! Neden korkuyorsan hemen bir bak, test et kendini: Ben bu konuda neden çok korkuyorum? “Bu konuda şu şöyle der, bu böyle der, şu rütbemi alır” korkusu olmamalı! Sahibi’nden kork, Sahibi’ne yönel! İşin adı ne olursa olsun Sahibi’nden korkarsan, seni mutlaka korur! İkinci otomatik emir: Neyi çok umarsan umut edersen onu mutlaka verir, ama yalnızca Allah’tan! “Şu tanıdık halledecek, bu tanıdığımız yapacak, şurda şu kişiyi bulduk, ondan umuyo286 YILMAZ DÜNDAR ruz” değil! Sahibi’nden! Yalnızca Allah’tan! Mutlaka! Bir cümlede birleştirelim: Neden çok korkuyorsan Allah korur, neyi çok umut ediyorsan Allah verir! Yalnızca Allah’tan korkuyor ve umuyor olmak şartıyla bu sistem şaşmaz! “Kalbinde Furkan oluşturulur” demiştik ya, şimdi o Furkan’la ilgili bir örnekle devam edelim. Furkan neydi? Furkan; Hakk ve bâtılı birbirinden hem hızlı hem de zamanında ayırandır! Bu ayırma çok önemli! Bakın: Hazreti Musa aleyhisselam’a bildirildi; “denize yürü, çünkü deniz yarılacak” dendi. Deniz yarıldı ve Musa aleyhisselam kavmiyle beraber geçti. “Sen geçersen ben de geçerim” deyip Firavun da yürüdü, ama öyle bir noktaya geldi ki deniz kapandı, Hakk ve bâtılı gördü, ama işe yaramadı! Furkan; hızlı ve zamanında ayırabilme sağlıyor! Ne zaman olursa değil, hızlı ve zamanında! Furkan; Hakk ve bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebilme ve uygulamaya koyabilmektir. Neden uygulama? Bakın çok önemli; çünkü Furkan amelle birliktedir, ameliyledir. Furkan; yalnızca ayırt etmek değildir, yanında amelini de taşır, amelini yapabilme güç ve şevkini de getirir. Furkan’ın böyle bir özelliği vardır! Furkan geldi mi sen Hakk ve bâtılı hızla ve zamanında ayırır, kendini amelin ortasında veya sonrasında bulursun. Furkan seni o konuda amelin içine atar! İşte ona bir örnek: Bir münafık ile bir yahudinin arasında bir ihtilaf var. Yahudi, münafığı ikna etmeye çalışıyor diyor ki; gel bu konuda sizin Rasulünüze gidelim. Yani bizim tabirimizle Rasulullah sallallahu 287 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 aleyhi vesellem Efendimiz’e götürmek istiyor. Neden? Yahudi işin iyi görülmesini istiyor. Biliyor ki, bizim Efendimiz Hakk için doğru, adaletli karar verir ve onu yaparken rüşvet düşünmez, istemez. Yahudi bunu, işe dünya gözüyle bakarak, O’nu bir yönetici kabul ederek söylüyor. Böyle bir şey bir müminin zaten aklına gelmez ama, Efendimizin böyle davranacağını bildiği için münafık da oraya gitmek istemiyor; “sizin hakeminize gidelim” diyor. Çünkü onu memnun edip istediği doğrultuda karar çıkartacak. Fakat Yahudi çok ısrar edince onu ikna ediyor ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gidip durumu anlatıyorlar. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, yahudinin haklı olduğunu söylüyor ve çıkıyorlar. Ama münafık memnun olmuyor. Neden? Karar kendi lehine olmadı; Hakk tamam da, adalet tamam da, sonuç işine gelmedi! “Bir de gel Ömer’e gidelim, bir de ona soralım” diyor. Yahudi, peki diyor. Hazreti Ömer Efendimiz’e gidiyorlar, durumu izah ediyorlar. Hazreti Ömer Efendimiz radıyallahu anh, dinliyor; “bekleyin, şu odaya gidip geleyim de hükmü vereyim” diyor. Yan odaya gidip, kılıcını çekip o anda münafığın kafasını gövdesinden ayırması bir oluyor. Şimdi bunu yarışmalardaki fotofinişler gösterebilir, bu kadar hızlı yapıyor işini! “Rasulullah’ın hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur” deyip kişiyi öldürüyor. Bu durum hemen duyuluyor ve halk onun için doğruyu yanlıştan hızla ayırt eden diye “Faruk” lakabını kullanmaya başlıyor. Maalesef lakab günümüzde yanlış kullanılıyor; bir eğlence, alay olarak günah tarzda kullanı288 YILMAZ DÜNDAR lıyor. Oysa lakap geçmişte çok önemlidir. Örneğin, tarihten hatırlayacaksınız, eski Türklerde bir çocuk doğduğu zaman onun adı yoktur, adsızdır. Çocuk bir güzel şey, bir kahramanlık yapsın da ona izafen ad verilsin, o işle anılsın diye beklerler. Lakap böyle gelenek haline gelmiştir. İnsanlar güzel bir şey yaptı mı o onun ismi olur. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in Risalet’ten önceki isminin “Emîn” olması gibi! Emîn risalet için çok önemlidir. Emîn olmadan risalet yapamazsınız, tebliğ yapamazsınız. Önce Emîn olacaksınız, çevrenizde Emîn insan olacaksınız; bu Rasulullah yöntemidir! Evet, anlatılan bu olaydan sonra halk Hazreti Ömer için Ömer-ul Faruk lakabını takıyor. Artık bir ismi daha var; Faruk; Ömer Faruk! Bu yüzden günümüzde bir Ömer ismi varsa büyük ihtimalle yanında bir de Faruk vardır. Ve bu olayın hemen peşine Nisa Sûresi 60. Ayet gelir ki, bu olayla ilgilidir. Nisa Sûresi 60. Ayet’te Yaradan buyurur ki; “sana inzal olunana ve senden önce inzal olunana iman ettiklerini sananları görmüyor musun? İnkâr etmeleri emredildiği halde tağutu hakem yapmak tağuta göre muhakemeleşmek dilerler”. Şeytan da onları uzak bir daha dönemeyecekleri bir sapıklığa saptırmak istiyor”. Ayet doğrudan bu olay için açıklama yapıyor; “yasaklandığı halde, reddedilmesi istendiği halde, inanmayanların hükümlerine göre hüküm arayanlar var” diye! Bu yüzden onlar için; “onlar öyle bir hale gelirler ki, dönemeyecekleri uzak bir dalalete düşerler” diyor. 289 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, “sizden önceki ümmetlerde de muhaddesler, yani ilhama mazhar olanlar vardı. Bunlar rasul veya nebi olmadıkları halde Hakk’ı dile getirirlerdi. Eğer ümmetimde bunlardan biri varsa bu da Ömer’dir”. Bir başka hadis: “Allah, Hakk’ı Ömer’in kalbi ve lisanına koymuştur”. Kalbe Hakk konulunca da, fuad daima Hakk doğrultuda sonuç çıkarıyor. Fuaddan öyle sonuç çıkınca, beyin lisanı o doğrultuda yapıyor. Daha önce görmüştük, sadr mekanizması böyle çalışıyor. Hadiste geçen “Hakk” tabiri tefsir âlimlerince; Hakk’ı ilham etmekle görevli melek olarak veya Hakk dediğimiz şeyin, Hakk olayının sureti olarak yorumlanmıştır. Ve bir başka hadis: “Ahiret hayatında Hakk’ın musafaha ettiği; görünce hemen sarıldığı, sarılacağı ilk kimse Ömer’dir, ilk selam verdiği kimse de odur, ilk elinden tutup cennete koyacağı kimse de o olacaktır”. Anlattığımız bu olaydan, onun hemen peşine ayet ve hadislerle gelen müjdelerden; Furkan’ın kalbimizde yerleşmesinin, yani kalbimize Furkan yerleştirilmesinin ne kadar önemli olduğunu, bunun açılması için de önemli bir şartın Allah’tan korunmak olduğunu, korunmanın yolunun da yemini bozmamak olduğunu, yemini bozmazsak Allah’tan korunmuş olacağımızı öğrenmiş olduk. Peki, biz bu mekanizmayı çalıştıracak bir şey yapıyor muyuz? Bilmeden çok önemli şeyler yapıyoruz! Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bazen ilaç alırken ilacın ne olduğunu, nasıl etki 290 YILMAZ DÜNDAR ettiğini bilmek çok önemli olmaz; çünkü o tesirini gösterir. Ama bazı kimseler de vardır, bir ilaç verirsin, inceler durur. Prospektüsünü inceler, üstüne düşünür taşınır, gider gelir bakarsın ki ilaç durur, miadı geçer hala duruyor. Hala incelemekle meşgul, bir gün ilacı kullanacak… Bazısı da öyle güvenir, bakarsın ki ilacı alıyor. Prospektüsünü okudun mu? Okumamıştır bile, ama ilacı alıyor! Tesir eder! Bunun gibi, yemini bozmama yolunda bilmeden aldığımız ilaçlar vardır. “Biz yeminlerini bozanlar değiliz” diye haykırdığımız ve “taraf belirtme”ye çalıştığımız ilaçlar vardır. Neden taraf belirtme? Çünkü Hakk yoldan yana taraf belirtmek önemli! Hazreti İbrahim ateşe atılacak. Nemrut şölen olsun diye bunu ilan ediyor, karınca da bunu duyuyor, ama çok uzak bir diyarda! Ağzına biraz su alıyor, düşüyor yola; yardım edecek! Yolda arkadaşları görüyor; ne yapıyorsun, bu telaşla, ağzında suyla nereye? Duydum ki, İbrahim aleyhisselam ateşe atılacakmış, onun ateşini söndürmeye gidiyorum! “Bre mübarek” diyorlar; bir, ağzındaki su yetmez, iki; yetişemezsin ki! “Ben de biliyorum ama Allah’a tarafımı belli ediyorum” diyor! Allah’a “ne tarafta olduğumu” belli ediyorum. Bizim Allah’a yeminle ilgili olarak tarafımızı belli ettiğimiz şeylerden birisi Seyyidül İstiğfar’dır. Seyyidül İstiğfar; İstiğfarların Efendisi demektir. Tövbelerin en mükemmeli, tövbelerin en üstünü, tövbenin şahı! Hani bir konuda, “bu işin şahı, bu işin piri” denir ya, işte bu da tövbenin şahı! 291 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 “Allahümme ente rabbî, la ilahe illa ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bi zenbî, fağfirlî zünubî feinnehu la yağfiruz zünube illa ente, birahmetike ya Erhamer rahımîn.” “Allahım Rabbim sensin. Tanrılık iddiaları yoktur, yalnız beni yaratan sen. Ben senin kulunum ve gücüm yettiğince [“gücüm yettiğince” kelimesi çok önemli] sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim. Fiil ortaya koyma yetimin yeteneğimin şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan buyurduğun nimetini itiraf eder günahlarımı da itiraf ederim. Bununla beraber günahlarımı bağışla, çünkü günahları senden başka bağışlayacak yoktur. Ya erhamer rahımiyn, ancak rahmetiyle sen bağışlarsın.” Sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim! “Yemin”in önemini hatırlayın. İşte burada kişi bilmeden ilacı alıyor, yeminle ilgili ayetleri bilmese de ilacı alıyor, Furkan oluşacağını bilmeden ilacını alıyor, “Allahım ben tarafımı belli ediyorum; ben yeminini bozanlardan değilim” diyor. Ve merhamete bakın, “gücüm yettiğince” diyorsun, bu öğretilmiş! Bu tövbe bize öğretilirken seni korusun diye içine “mesteta’tü” konuluyor. “Ya Rabbi, gücüm bu kadar yetti” diyebilesin diye. “Böyle demiştin, ne var ne yok?” dendiğinde, “benim gücüm bu kadar yetti” diyebilesin diye oraya “mesteta’tü” konuluyor. İlacın içine merhamet şırınga edilmiş, içmesi kolay olsun diye. 292 YILMAZ DÜNDAR Evet; ben senin kulunum ve gücüm yettiğince sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim. Fiil ortaya koyma yetimin yeteneğimin şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan buyurduğun nimetini itiraf eder günahlarımı da itiraf ederim. Bununla beraber günahlarımı bağışla, çünkü günahları senden başka bağışlayacak yoktur. Ya erhamer rahımiyn, ancak rahmetiyle sen bağışlarsın. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurmuşlar ki; “kim inanarak ve idrak ederek, karşılığını Allah’tan bekleyerek bu istiğfarı gündüz okur ve gece olmadan ölürse, o kişi cennete gider ve yine gece okur da sabah olmadan ölürse o da cennet ehlinden olur”. Allah’a yeminimizi ve tarafımızı belli ettiğimiz bir diğer hadis dua: “Allahümme lekel hamdü, la ilahe illa ente rabbî ve ene abdüke amentü bike muhlisan leke fî diynî. İnni esbahtü ve emseytü ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, etubü ileyke min seyyi’i amelî ve estağfiruke bi zünûbilletî la yağfiruhâ illa ente.” “Allahım hamd sana aittir. “Tanrılık iddiaları” yoktur, ancak Rabbim olan sen! Ve ben sana ihsanla iman ettim. Kesinlikle! Gücümün yettiğince sana verdiğim ahdü va’d hal üzere sabahladım ve akşamladım. Beşer olarak yaptığım bâtıl amellerin günahı için tövbe eder ve “estağfirullah” derim. Başka bağışlayacak yoktur, ancak sen.” Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu hadisinde yemin var! Efendimiz bu duayla ilgili 293 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 olarak yemin ederek buyuruyor; “vallahi de billahi, her kim bu istiğfarı sabah ve akşam üçer kere okursa, o mutlaka cennete gider”. Bu konuyla ilgili, çok iyi bildiğiniz bir başka ilacı daha paylaşalım, inşaAllah zihnimizde bir başka boyut açacak! “Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasulühu.” Bu Kelime-i Şehadet dahi, aslında “ben yeminini bozanlardan değilim, şahadet üzereyim” manasına gelmektedir, Kelime-i Şehadet’in başlangıçtaki esas manası budur, eğer bu manayla başlarsan ilerisi şahitliktir! Eğer ben şahadetim üzere sabitim manasıyla bunu söylersen, dünyada da sana şahitlik açılır. Kelime-i Şehadet’teki zahirini yakala, yani onda kendine ait zahiri yakala! Daima bir amel yakala, daima! Çünkü ancak oradan tutunup tırmanabilirsin. Halatı bir yerinden tutmalısın. Oysa kişi tefekkür ediyorum diye gözünü kapatıyor, bir halat düşünüyor ve gece gündüz onun hayaliyle gidiyor. Ya, o Ömer Hayyam işi; sarhoş olursun! Kişi gözünü kapatıp bir halat düşünüyor uyanınca da halatı aşkla tarif ediyor. Oysa ne halatı tutmuş, ne halata çıkmış, hiçbir şey yok; ham hayal! Halatı bir yerinden tutmalı ve tırmanmalısın; amel etmelisin! Amel çok önemli! Doğru halatı tut ve o halata tırman! İşte Kelime-i Şehadet’in tutulacak en önemli yeri önce bu manadır ki; o “ben yeminini bozanlardan değilim, şehadetim üzereyim, fıtri ahdimi bozmadım, oradaki ahdü va’d üzereyim” demektir. 294 YILMAZ DÜNDAR Kelime-i Tevhid’in devamı: Ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasulühü: Yeminimi bozmadım ve “onu bozmayanların ne yapacağını, Kul’un ve Elçi’n Muhammed’den öğrendim ve tasdik ettim” demektir. Bu manadan sonra ilerideki şehadet açılır! Eşhedü en la ilahe illallahu; bu bilgi sana işlendi. Ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasuluhu; bu da o bilginin amelidir. Bunu da yakaladın, hemen yapıyorsun. Niye? Şems Sûresi 8. Ayet sana; “fücurun şu olur, takvan şu olur” dedi. Efendimizden Risalet bilgisiyle öğrendin, reçete de Nübüvvetle geldi. Mademki “yemini bozanı”, “er-Rasulü ihraç edeni” ve “hep savaş açanı” yakaladık; bütün bunları yapan “A” Takdim Formu yapısıdır dedik, şimdi ayet “A” Takdim Formu’na “BEN” diyene sesleniyor. Dikkat edin, sesleniş “A” Takdim Formu yapısına değil, ona “BEN” diyene: “O halde onunla ve onlarla savaşın!”. Tevbe Sûresi 20. Ayet: “İman eden, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla mücahede edenler derece itibarıyla Allah indinde daha azimdir, işte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir”. Ayetteki iman eden; “Amentü Billahi” diyendir. Manaları günümüze getiriyoruz ya, bakın; hicret eden demek nefs-i levvamede seyri sülukta olan demektir. Her şeyini yüklenmiş hicret yolunda, seyri sülukta! Allah yolunda olan ise; İhlâs Hayat Döngüsü’ne girmiş ve bu döngünün içerisinde ilerleyendir. Bir savaştan dönülmüştü, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurdu; “küçük savaştan 295 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 döndük, büyük savaşa giriyoruz”. Ashab; “ya Rasulallah, geldiğimizden büyük savaş mı olur, evimize geldik?” diye sorunca, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “büyük savaş nefs mücadelesidir” diye buyuruyor! Öyleyse bakın: Tevbe Sûresi 13, 14, 15, 16’da bir savaş okuduk. O zaman, bu hadisi şerife göre şimdi yaptığımız mana “büyük savaş”a aittir. “Savaş”ı getirdik, kendi özelimizde günümüze aktardık. Neyle? Kalb ve sadr ayetleriyle. İşte bu büyük savaşta zafer için önemli olan şeylerden birisi; Hakk yolda güven duygumuzu ve savaş için şevk ve gücümüzü yükseltecek derecede iman gücüne kavuşmaktır. Bu iman gücünü sağlayan nedir, peki? Bu iman gücünü sağlayacak şey ise marifet nurudur. Bu yüzden de, fuadın “her türlü acaba”dan kurtulması gerekir. Analiz ve sentez yaparken o değerlendirme merkezinin lügatında artık “acaba?” bulunmamalıdır. Fuad bir sonuca varacağında acaba şöyle mi, acaba böyle mi, olmayacak! Vakit yok! Bu savaşta, savaşın bu noktasında “acaba?” bulunmayan bir fuad lazım! Artık fuadın her türlü ikilemden sıyrılması gerekir! Peki, bu nasıl olacak? Bu, kalbe Allah’ın sekîne indirmesiyle hemen gerçekleşir! Allah kalbe sekine indirince fuaddan “acaba?” silinir. Kalbe sekine inmesi “acaba?”yı siler atar. Acaba “orada” virüs programdır, sekine indirilince ona bir format atar, artık fuadda o program çalışmaz olur. Bunu hangi ayetlerden öğreniyoruz? 296 YILMAZ DÜNDAR Fetih Sûresi 4. Ayet: “İmanlarının kat kat artması için müminlerin kalblerine sekine inzal eden O’dur. Semavat ve arzın orduları Allah’ındır. Allah Aliymen Hakiyma’dır”. Fetih Sûresi 18. Ayet: “Andolsun ki Allah, o ağacın altında sana biat ettiklerinde müminlerden razı oldu. Onların kalblerinde olanı bildi ve üzerlerine sekine inzal etti ve kendilerine “Feth-i Kariyb”i verdi”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem hiç ilk saldıran olmadığı için, bu ayet inzal olmadan önce barış için elçi göndermek istiyor. Savaşla ilgili ayetler, bize hep; “savunma yapın, haddi aşmayın” diyor. Kazandık diye haddi aşmayın, kendinizi savunun; Hakk’ınızı alın ve orda durun. Bu yüzden hiç ilk saldıran değiller ve barış elçisi göndermek hatta elçi olarak Hazreti Ömer Efendimizi göndermek istiyorlar. Hazreti Ömer; “benim yapımı, onlarla ilgili duygumu düşüncemi, halimi, tavrımı biliyorlar; beni yaşatmazlar. Orada kimsem de yok, kimin yanına gideyim” diyor. Çünkü o dönemde birinin gelip “buna dokunmayın” demesi lazım, değilse linç olur. Bunun üzerine orada akrabaları var, çevresi var diye Hazreti Osman Efendimizi gönderiyorlar. Müşrikler Hazreti Osman Efendimizi dinliyorlar, ama umursamayıp hapsediyorlar. Öldürmedikleri halde “öldürüldü” diye de haber gönderiyorlar, kızıştırmak için! Tabi savaş çıkıyor… Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem “hadi savaşa gidelim” diyecek, ama savaştan kaçmamaları için savaşa gideceklerden söz alıyor; “arkamda duracaksınız, kaçmayacaksınız” diye 297 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 söz alıyor. Efendimiz, bin dört yüz kişiden bazı kaynaklara göre de bin beş yüz kişiden elini uzatıp söz alıyor; “ya Rasulallah, kaçmayacağız” diye biat ediyorlar. Hatta “ne için biat ediyorsunuz?” deyince bazıları; kalbinden ne geçiyorsa hepsine biat ediyoruz ya Rasulallah deyip elini tutuyorlar. Ayet onların o halini tarif ediyor, diyor ki; “o ağacın altında sana biat ettiler ya, o halden razı oldum”. Bu yüzden o manzaranın ismi “Beyatü’r Rıdvan; Razı olunan Biat” diye geçer. Sahabeler kaçmamak üzere biat ediyorlar ya, şimdi de onlara kaçmamaları için gerekli ikram verilecek bakın. Bu nokta hep çok önemli Allah için! Buna denir; “sen bir adım at Hakk’a, sen yürü, Hakk sana koşar” diye. Bakın biat tamamlandı, “ne dediniz ve ne için söz verdiyseniz öyle davranın” demiyor! “Kaçmayacağız” dediniz, “kaçmayın” demiyor, kalbleri onların kaçmayacağı şekle çeviriyor: Sekinedir bu! İşte ayet onu söylüyor; Andolsun ki Allah, o ağacın altında sana biat ettiklerinde müminlerden razı oldu. Onların kalblerinde olanı bildi ve üzerlerine sekine indirdi, sekine inzal etti ve onlara Feth-i Kariybi müjdeledi, yani gittikleri zaman “en yakın olacak zaferi” de müjdeledi. Şimdi bunu günümüze, kendimize taşıyalım. Günümüze taşıdığımızda biat eden ne demektir? Biat hep vardır, geçerlidir, devam eder! Eğer siz; “Amentü Billahi” der, ayetler ve sünnetlere uygun bir şekilde nefs-i levvameye girerseniz biat devam etmiş olur ve o razı olunan biat sınıfına gireriz inşaAllah. Ayetlerin günümüze ta298 YILMAZ DÜNDAR şınması halinde Biat ve Büyük Savaş bizi böyle kapsar! Feth-i Kariyb de, o yakın zafer de zahiren o gün için öyledir, ama bizim için; kulun vehmin yönetiminden kurtulmasıdır! Yani; Kul Allah’tan razı olur; nefs-i radıye, sonra da Feth-i Kariyb‘le Allah kuldan razı olur; nefs-i mardıye! Nefs-i mardiye, vehmin yönetiminin o kişiden kalkmasıdır. Artık kişi vehmi yönetir ki; o yüzden ona tasarruf sahibi denir. O zamana kadar vehmin yönetimindedir o “BEN” diyen, sonra o “BEN” diyen vehmi yönetir. Yani oynarken yönetmen olur. Fetih Sûresi 26. Ayet ne diyor: “O zaman kâfirler kalblerine hamiyeti cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Kur’an’dan öğreniyoruz bunu da. Allah da Rasulü’nün ve müminlerin üzerine sekine inzal etti ve onları Kelime-i Takva üzerine sabitledi. Onlar bu söze ehak ve ehil kimselerdi”. İşte şimdi burada “ehak” kelimesinin anlamı olarak; “onlar Kelime-i Takva üzere sabitlenmeye layıktılar” diyebiliriz. Ama Allah için “ehak” kelimesi geçtiğinde, “layıktır” diye meal veremezsin, öyle diyemezsin. Nitekim daha önce Allah için “ehak” geçtiğinde “layıktır” diyememiştik, “korkmanız, haşyet duymanız için ehak Allah!” diye meallendirmiştik. Çünkü bir üst hale/makama bunu diyemezsin. Ama şimdi insan söz konusu olunca «onlar bu söze ehak/ehil kimselerdi” diyoruz. Onlar bu işe layıktılar, hak ettiler, bu yüzden onları Kelime-i Takva’ya; La ilahe İllallah Kelime-i Tevhidi üzerine sabitledik. 299 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Sekîne’nin inananlara sağladığını görüyor musunuz: Artık Lüb devrede! Biraz önce Furkan’la birlikte fuad devreye girmişti, şimdi Lüb devrede ve: onları La ilahe İllallah Kelime-i Tevhidi üzerine sabitledik! Oysa kâfirler? Onlar kabile etraf gayreti ve güveniyle duruyorlar. Ama size; Allah kendi güvenini verdi, sizden “acaba”ları kaldırdı, sizin kalbinize sekine indirdi ve sizi Kelime-i Takva üzere sabitledi. Ayette bahsedilen bu savaşta o ve onlar denilen, karşı taraf denilen bir grup var. Ayetleri yaşantımıza, daha doğrusu yaşantımızı ayetlere taşıdığımızda “karşı taraf” veya “o ve onlar” denilen nedir, onu bulmalıyız. O; şeytaniyet, onlar; şeytan! O zaman bir de şeytaniyet ve şeytanın durumuna bakalım. Bazen, bulunduğumuz yerin cazibesi karşı tarafı incelemekle artar, bulunduğumuz yerin önemini öyle anlarız. İnsan kıyas yaparak öğrenir ya, biz de karşı tarafın durumuna bakalım, o zaman bulunduğumuz yeri daha çok sevebiliriz. Zuhruf Sûresi 37. Ayet: “Muhakkak ki bunlar, şeytanlar onları yollarından alıkoyarlar da onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını zannederler”. Şeytan özellikle de şeytaniyet; “A” Takdim Formu yapısıdır. Ona “BEN” demekle kişi de bu işe karışmış oluyor! Ama esas şeytaniyet; esfele safiliyn yapı; “A” Takdim Formu yapısıdır. Şeytan; “A” Takdim Formu yapısına “BEN” diyeni «BEN» dediği o yapıya sıkı sıkıya bağlamaya çalışan, onunla ilişkisini sıkı tutmaya çalışan, onu iyi arkadaş yapmaya çalışan, 300 YILMAZ DÜNDAR bu yüzden ona kariyn olduğu; ona iyi arkadaş olduğu varlıktır, cin taifesinden olan varlıktır! Şeytanın görevi ne, ne yapıyorlar? “A” Takdim Formu’na “BEN” diyeni bir şekilde Hakk yoldan saptırıyorlar, alıkoyuyorlar, engelliyorlar. Ama işin korkunç ve tehlikeli olan yanı; “BEN” diyenin girdiği bu yanlış yolda kendisini doğru yolda zannetmesidir. Yaptığını hakikat ve doğru zannediyor. Ayet; “öyle zannederler” diyor. Ama “A” Takdim Formu’na “BEN” diyen, eğer gerçeği fark eder ve o “A” Takdim Formu “BEN”le savaşa karar verirse, ama özellikle de “amentü billahi” der de bunu yaparsa! Bunu demezse yine şeytanla işbirliği yapıyor demektir! Evet; “amentü billahi” derse ve nefs-i levvameye girerse ve bu konuda ısrarlı olursa, o zaman olacaklara bakın: Enfal Sûresi 48 Ayet: “Hani şeytan onlara amellerini süsledi ve şöyle dedi: Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yanınızdayım. İki grup birbirini görünce, şeytan iki topuğunun üzerine gerisin geri çark etti ve; muhakkak ben sizden ayrıyım. Gerçekten ben sizin göremediğiniz bir şeyleri görüyorum. Muhakkak ki ben Allah’dan korkarım. Allah şediyd’ül ıkab’dır dedi”. Zuhruf Sûresi 37. Ayette anlatılan bu: Kişi “A” Takdim Formu’na “BEN” demiş, ona karin arkadaş olmuş, şeytan da her ikisine karin olmuş, hayatlarını kendilerine göre güzel, mutlu yaşıyorlar, her yaptıklarını doğru zannediyorlar! Sistem böyle! Ama ne zaman ki o “A” Takdim Formu’na 301 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 “BEN” diyen bir savaşa girerse! Biraz önce anlattığımız sistem içerisinde bir savaşa girer ve bâtıla karşı Hakk’ın savaşçısı olmaya karar verirse! “Amentü Billahi” der nefs-i levvame seyri süluğuna girerse; bu ikisinin savaşını, yani Hakk’la batılın savaştığını ve “BEN” diyen Kul’un Hakk’ı tutmakta ısrarlı olduğunu görünce şeytan çark eder. Şeytan bu iki topluluğu görünce çark edip; “ben sizden ayrıyım” der ve bir anda “A” Takdim Formu’nu bırakır! “Ben sizden ayrıyım, işinize karışmam. Gerçek şu ki ben sizin göremediğiniz bir şeyi görüyorum. Allah’tan korkarım; Allah şediyd’ül ıkab’dır” der, böyle diyor şeytan. Demek ki, bu savaş “amentü billahi” deyip nefs-i levvameye girince başlıyor. Ve şeytan bu savaştaki kişinin ısrarını, bulunduğu yol nedeniyle de ihlâsını görünce ortadan çekiliyor. Bunu bize Sa’d Sûresi 82 ve 83. ayetler de söylüyor. Sa’d Sûresi 82, 83: “İblis dedi; İzzetin adına yemin ederim ki, bütün kullarına yollarını şaşırttıracağım, ihlâslı kulların hariç olmak üzere”. Eğer bir kulun batıla karşı savaş açmış ve bu konuda ısrarlı ise, ihlâslı ise; yani İhlâs Hayat Döngüsü’ne girmişse o hariç! Yani bir kulun İhlâs Hayat Döngüsü’ndeyse veya İhlâs Hayat Döngüsü’ne girmeye çalışıyorsa, o kulların hariç hepsini yolundan şaşırttıracağım! Nahl Sûresi 99, 100. ayetler: “Doğrusu onun şeytanın iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerine bir sultası yoktur. Onun sultası ancak kendisini veli edinenler ve onu ortak koşanlar üzerinedir”. Anlıyoruz ki, aslında 302 YILMAZ DÜNDAR şeytanın vesvese vermekten, avam diliyle “gaz vermekten” başka yapacak hiçbir şeyi yok! Hele de iman edenlere, “amentü billahi” diyenlere! “Amentü Billahi” çok önemli! “Amentü Billahi” diyenlerin ve bu konuda Rabbine yönelip sığınmış olanların; nefs-i levvamede ilerleyenlerin üstünde şeytanın bir gücü, bir etkisi yoktur. Onun gücü, ancak kendisini dost edinmiş ve onu ortak koşanlar üzerinedir. Şeytan nasıl ortak koşulur? Ayet; “onun sultası şeytanı ortak koşanlar üzerindedir” diyor ve bize bir gerçeği vurguluyor; yani onun gücü şeytaniyeti ortak koşanlar üzerinedir! Yani; “A” Takdim Formu yapısını Allah’a ortak koşanlar üzerinedir. Yani “A” Takdim Formu yapısına “BEN” deyip, “varım ve muhtarım” deyip onu Allah’a eş ve ortak yapanlar üzerinedir! Böylece kişi şeytanı, şeytaniyeti Allah’a eş ve ortak koşmuş olur ki; bunu Nahl Sûresi 99 ve 100. ayetlerden çok rahatlıkla görüyoruz. Bu savaşın yapıldığı meydan Levvame’dir ve bu savaş Levvame Meydan Savaşı’dır. Kıyamet Sûresi 2. Ayet: “Ve nefs-i levvameye kasem ederim, nefs-i levvameye yemin ederim.” Kıyamet Sûresi’ndeki bu yemini, nefs-i levvameye yapılan bu yemini nasıl anlamalıyız? Sana yeminini bozdurmuş, Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in açıkladığı hakikati hayatından ihraç etmiş, sana öyle bir hayat sunmuş ve Hakk yolda seninle hep savaşan, önce saldıran bu tanrılık iddiasına ve yaşantısına karşı çıkan o nefse yemin ederim ki! Bu özelliklerin tümünü kapsayan tanrılık iddiası ve yaşantısına karşı korun303 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 mak için müttaki olursan, “aminu ve amilus salihati zırhı”nı giyip de levvame savaş meydanına çıkmışsan; işte o nefse yemin ederim ki! Levvame savaş meydanına çıkan nefsin Allah indindeki değeri azimdir, derecesi azimdir ki; bunu kavrayamazsın! Nefs-i levvameye girmiş bir nefsin, saydığımız bu özellikleri taşıyan yapıya, o iddiaya savaş açmış bir nefsin Allah indindeki halini kavrayabilesin diye diyorum ki; “o nefse; nefs-i levvameye yemin ederim ki!”. Düşmanın diğer bir özelliğini Nas Sûresi 5. Ayetten öğreniyoruz: “Elleziy yuvesvisü fiy sudurin nas: o ki insanların sadlarına vesvese üretir”; o ki insanların sadrlarında vesvese üretir! Peki, vesvese nedir? Doğru tanımlansın ki vesvese yanlış anlaşılmasın. Bizi hep yaşadığımız hayatın kuralları ve hali perdelemektedir. Normal hayat içerisinde kapıldığımız evhamları biz vesvese zannetmekteyiz. Evet, onlardan da Allah’a sığınacaksın, ama senin için birinci derecede tehlikeli olan ve bu ayetlerde bahsedilen vesvese onlar değildir. Vesvese; sana batılı cazip göstererek seni Hakk yoldan uzaklaştıran her türlü fikir, heva ve heveslerdir. Vesvese batılı sana cazip gösterir. Öyle bir cazip gösterir ki, o seni Hakk yoldan alıkoyar! Seni Hakk yoldan alıkoyacak, çevirecek cazip fikirler, heva ve heveslerin hepsi vesvesedir. İşte şeytanın yaptığı vesvese esas itibariyle budur! Sen bir kere bu vesveseye düşersen, senin “vesvese” diye tanımladığın diğer şeyler onun için çerez sayılır, artık onlar çok kolaydır. 304 YILMAZ DÜNDAR Peki, vesvesenin tesiri nereye? Ayetten anlıyoruz ki, tesir sadra! Şeytan kalbe tesir edemez; kalb, Allah’ın elindedir, kalbin yazısını Allah yazar. Şeytan ancak kalbin üstünü örter, esfele safiliyn yapı ona hâkim olsun diye. Ve bu yüzden de vesvesesini, tesirini sadra yapar. Eğer nefsin şerri sadra hâkimse, yönetim ondaysa, sadrda zalim hükümdar varsa, bu cazip işleri gider onun kulağına fısıldar. Şeytanın sadra tesir ettiğini biz Nas Sûresi’nden öğreniyoruz; “o ki insanların sadrlarında vesvese üretir”! Bir önceki ayet ise vesveseyi tarif eder: “Bıkmadan, usanmadan, yılmadan aynı şeyi devamlı yapar der. Üst üste, üst üste vesvese yapar. Sen vazgeçersin yapar, vazgeçersin yapar… Seni ikna edinceye kadar vesvese verir, böyle bir vesvese üretendir o. Nas Sûresi 6. Ayet; “minel cinneti ven nas” diye biter. Diyor ki, sadrınıza gelen bu vesvese cinlerden ve insanlardan! Bir önceki ayette şeytanın sadra vesvese verdiğini söyledi, şimdi de şeytanın kim olduğunu söylüyor; cinler ve insan! Cinlerden ve insandan olanlar sadra vesvese verir. Bu noktada anlıyoruz ki şeytaniyet; öncelikle yapılan bir işin, bir görevin ismidir. Bu işle görevlendirilmiş bir gurup cin taifesi de meslekleri o olduğu için şeytan diye anılır. Ama insan da bu işi yapan gruptadır. Ne ile? “A” Takdim Formu yapısıyla! Ve dikkat ediniz; “A” Takdim Formu yapısının şeytaniyet gücü, bu işle görevlendirilmiş şeytandan fazladır. Çünkü insanın elinde esma-i külleha vardır! Bu demektir ki; şeytanda olmayan yetenekler “A” Takdim Formu’nda var! 305 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Şeytanla ilgili bir diğer özellik: Şeytan, “ben Allah’tan korkarım” diyor. Oysa “A” Takdim Formu Allah’tan korkmaz! Bütün bunlar birleşince görürüz ki; kişideki “A” Takdim Formu yapısı şeytana pabucunu ters giydirir. A’raf Sûresi 200: “Eğer şeytandan bir nez’ğ; bir fit, seni fitneye düşürecek bir fikir, seni dürterse hemen Allah’a sığın. Çünkü O Semîun Aliym’dir”. Fussılet Sûresi 36. Ayet: “Eğer şeytandan bir nez’ğ; bir fit, seni dürterse hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O Semîun Aliym’dir”. Bu iki ayetteki fiti ancak savaşta olan fark eder! Savaşta olmayan böyle bir fitin, dürtmenin olduğunu fark etmez ki! Niye? Çünkü o ona sahip çıkıyor; şeytanın vesveselerine “benim fikirlerim” diyor ya, bu yüzden o işi şeytana bırakmaz. Levvame savaşında olan ise; kendisinde yavaş yavaş Furkan açıldığı için, Hakk diliyle batıl dilini anlamaya başladığı için, vesveseleri fark etmeye başlar ve şeytan beni dürttü der. İşte “onu fark ettiğinde hemen Allah’a sığın, O Semîun Aliym’dir” diyor ayette. Bu yüzden bizim bir sığınma biçimimiz; “euzü billahis semi’ıl aliymi mineş şeytanir raciym”dir. Özellikle Lev enzelna’yı okurken bunu üç defa söyleriz. Bu, bize ayetle öğretilen sığınma biçimidir; ayette “Allah’a böyle sığının” denmiştir. Bu şeytanın/şeytaniyetin, daha doğrusu insanın veya açık ismiyle “A” Takdim Formu “BEN”in önemli bir özelliği vardır ki; acelecidir. 306 YILMAZ DÜNDAR Acelecidir! Bu yüzden, vesveseye uymak için o kadar acele eder ki! Sadrına yapılan bu vesveseye uymak için o kadar acele eder ki! Bu acele yüzünden vesveseyi yapanı bile göremez, ona o kadar hızlı sahip çıkar. İnceleme yapmaz; “o fikir benimdir” der ve vesveseyi hemen sahiplenir, sonra da onu kendinde yanlış bir amele çevirir. Bakın Ra’d Sûresi 6. Ayet: “İnsanlar senden haseneden hayrdan önce seyyie’yi batılı acele isterler”. Bir de böyle; “bâtılı acele isteme” özelliği vardır onun. Batılı acele isterler; “hayrı sonra da yaparız”, “o sonra da olur”; “onu sonra da dinleriz”, “onu şimdi söylemesen de olur”, “şu yanlışları bize biran önce ver, yap” derler, böyle isterler. Aslında yapıları böyledir. Peki, neden? Şura Sûresi 18. Ayet: “Ona O Saat’e iman etmeyenler, onu acele isterler. Hesap Günü’ne; cezalandırma günlerine, karşılık verme günlerine iman etmeyenler, onu acele isterler. İman edenler ise ondan müşfiktirler; korkuyla ürperirler; o an için korkuyla ürperirler. Ve bilirler ki o gün kesinlikle Hakk’dır. Onların acele etme sebepleri; “o gün”e iman etmemeleri ve “o gün”ün onların umurlarında olmamasıdır! O “umurda olmama, umursamama” aceleyi getiriyor. Neyle ilgili bir acele? Tersini yapmakla ilgili! Tersini yapmakta aceleci olduğu için “gelecek gün”e de acele etmiş oluyor! Dikkat edin, O Saat hakkında tartışanlar, muhakkak uzak bir dalal içindeler”. Şimdi bütünlük olması için Şura Sûresi 18. Ayet mealini bir bütün olarak verelim; “Ona 307 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 O Saat’e iman etmeyenler, onu acele isterler. İman edenler ise ondan müşfiktirler; korkuyla ürperirler. Ve bilirler ki o kesinlikle Hakk’dır. Dikkat edin, “O Saat” hakkında tartışanlar, muhakkak uzak bir dalal içindedirler”. Çünkü inanmayanlar vesveseye öyle bir dalarlar ki, “hesap” diye bir şeyi düşünmezler. Onların vesvesedeki acelecilikleri hayat için aceleye dönüşür de geri dönemeyecekleri bir sapıklık içine düşerler. Çünkü: Enbiya Sûresi 37. Ayet bize insanın bir özelliğini söyler; “insan acel’den yaratılmıştır” der. “İnsan acelden yaratılmıştır, ayetlerimi yakında size göstereceğim, acele etmeyin!” Acel; aceleci yapı, aceleci davranış demektir ve bu, şeytan için çok önemlidir. Bu aceleci yapı yüzünden kişi detaylı düşünmez, şeytan ve şeytaniyet de bundan yararlanır. Oysa aslında “acel” yapı çok ihtiyacımız olan bir şeydir. Ancak onu şeytaniyet kullandığı için bu tür sonuçlar çıkar. Acel yapı bize o kadar lazımdır ki! Ama ne yaparsak? Onu hicret ettirirsek! Hani çorabı örnek vermiştik; tersini düzünü, işte çorabın tersi “A” Takdim Formu yapısı, düzü “B” Takdim Formu yapısıdır. Dokusu aynı, aynı çorap! Acel bu çorabın ipidir! Dolayısıyla çorabın tersi olan “acel”i düzüne çevirip hicret ettirdiğiniz zaman o bize lazımdır. Bakara Sûresi 148. Ayeti uygulayabilmemiz için bize “acel” lazımdır. Ama bu acel, şeytanın karıştırdığı acel değil, hicret ettirilmiş aceldir. Bakara Sûresi 148. Ayet: “O halde hayratta yarışınız”. Acele etmezsen nasıl yarışacaksın? 308 YILMAZ DÜNDAR Yatarak yarışamazsın ki, acele etmek zorundasın. Dolayısıyla “hayratta yarışınız” ayetini yerine getirebilmek için sana acel lazım. Yeri gelmişken “hayrat” ne demektir, esas anlamıyla “hayratta yarışmak” ne demektir, onu da tanımlayalım. “Hayrat”ın manaları geniş, ama buradaki esas mana, ana başlık şu: Rabbini tanıyabilmekte acele et, Rabbinizi tanıyabilmekte acele edin ve yarışın. Hadiyd Sûresi 21. Ayet: “Rabbinizden size erişecek bir bağışlanmayı ve bir cenneti kazanmak için yarışın”. Demek ki, acel aslında “B” Takdim Formu için çok önemli bir özellik, onun çok önemli bir özelliği! Orada ilerleyebilmesi için, “takvada yarışın” ayetinin yerine gelebilmesi için önemli bir özellik olan bu acelin göç ettirilmesi gerekiyor. Bu gerçeği görünce onu hicret ettirmeğe başlarsan bakın ne olur? Şeytan baktı ki sen aceli sırtlandın, ısrarla onu “B”ye taşıyorsun, o zaman şeytan diyor ki [Sa’d Sûresi 82, 83]; “onları saptıramam, onlara bir şey yapamam! Onlar kafalarına bir “ihlâs” takmışlar, “illa İhlâs”a gitmek için inat ediyorlar, oraya gidiyorlar; bir şey yapamam onlara! Saptırmak isterim ama, inat etmiş bir kere! Orası için inat etmiş kulları saptıramam”. Dolayısıyla bir kişi eğer aceli sırtına alıp hicret ettirmişse şeytan ona karışamaz. Böyle olunca sen o aceli hayratta yarışmak için takva yarışında kullanırsın. Oysa; hadisler bize dünya işlerinde teenniyi öğütler ki; teenni çok önemli iki özellikten birisidir: Teenni; işin başını, ortasını, sonunu düşün309 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 mektir, dünya ile ilgili bir şey yapınca acele etmemektir! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “ahiretle ilgili işlerinizde acele ediniz, dünya ile ilgili işlerinizde teenni gösteriniz”. Günümüzü, hayatımızı Tevbe Sûresi’nin o dört ayetine taşıyoruz, şimdi geldiğimiz yer: Savaşın ki Allah sizin ellerinizle o hali rezil rüsva etsin, size/sana zafer versin. Sizin ellerinizle; amellerinizle, tanrılık iddiasını ve yaşantısını sizde durdursun; şirk içeren bütün hallerinizi temizlesin, bu yaşantı tarzının cazibesini sizden kaldırsın ve o hali sizin gözünüzde rezil rüsva etsin. Tanrılık İddiası Dünyasının, Deccaliyet’in aleyhine sana zafer versin. “Sizin ellerinizle yani amellerinizle o hali rezil rüsva etsin” dedik. Ama bunu kim yapacak? Allah! Allah bunu sizin amellerinizle yapacak. Bu mana ilk yakalayacağımız zahirdir. Bu manayı bir ileri taşıyıp daha enfüsî daha bâtınî manalarını görmek istiyorsak, bilin ki; bâtınî manalar savaştan sonra açılır. Kişi bu savaşı yaparsa buradaki sizin ellerinizle’nin derin manaları o kişide açılmış olur, artık onlar onun için bâtınî olmaktan çıkar zahir olur. Nedir onlar? Onlar önce Fiillerin Tecellisi olarak görülür. Ve fiillerin tecellisi ilk mana olarak yaşanır, sonra da diğerleri... Ama bu savaştan sonra! Enfal Sûresi 37. Ayet: “Habis’i şakiyi tayyib’ten saidden temyiz etsin ayırsın ve 310 YILMAZ DÜNDAR habis’i birbiri üzerine yığıp bu yığıntıyla cehennemi doldursun diye! İşte bunlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir!” Bu savaşı yapın! Niye? “Ellerinizle/amellerinizle sizdeki tanrılık iddia ve yaşantısını durdursun, ayrıca yaşadığınız toplumun içerisinde şaki’yi ve said’i birbirinden ayırıp habisi/şakiyi de üst üste yığsın ve bu yığıntıyı da ateş kaynağı olarak cehenneme atsın” diye! Şimdi, tefekküre yardımcı olur umuduyla çok başka bir konuda bir cümle paylaşalım. Detayının incelenmesi gerekli bir şey, ama burada onu bir cümleyle geçelim, altını doldurmayalım: Allah ne dilemişse, o dilek Ef’al Âlemi’nde suretleşir; Ef’al Âlemi’ne girince suretlenir. Ef’al Âlemi’nin gereği budur! Dolayısıyla bir kişide Allah bir amel dilemişse, bu dilek ef’al âlemine “emir” olarak girince o kişiden suretlenir. Bu yüzden, “ellerinizle, amellerinizle Allah yapsın” cümlesi oluşur ki bu cümle ef’al âlemine uygun bir cümledir. Her emir ef’al âleminde bir surete dönüşmek, bir surete girmek zorundadır. Ef’al âleminin gereği budur! Bu işleyişi göremeyen kişiler Kur’an’da geçen “biz” kelimesini yanlış yorumlarlar. “Allah bir işi meleklere, onlara, bunlara yaptırır, bu yüzden onlara “biz” diyor” derler. Tefsirlerde bile girmiş bu tip yorumlar vardır. Oysa ef’al âleminin gereği budur, bu kesretle ilgilidir! Ama Tevhid çerçevesi, Tevhid anlayışı içerisinde! Kesret âlemi Tevhid’in dışında bir varlık ve varlıklar olarak değildir. “Altını doldurmayalım” dedik, ona uyup, bu konuyu bu cümleyle burada kapatalım. 311 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Kur’an’ı Kerim’i mealen okumaya başlayan kardeşlerimiz okur okumaz, O’nu hemen anlamak, kavramak isterler. Bakın biz bir “elem neşrah leke sadrak” dedik, yalnızca “sadrak” için, onu anlamak için ayetlerle hadislerde nasıl bir yolculuk yaptık, sadece “sadrak” kelimesi için! Öyle hemen olacak şey değil, hemen olmuyor. Bu yüzden “A” Takdim Formu “BEN” olan yapı, “A” Takdim Formu’ndan kaynaklanan yorumlar yapar; “burda ne var, bunu ben de yazarım” gibi, “ben bu cümleleri daha iyi yazarım” gibi yanlışlara düşer. Çok doğal! Ha, buralardan Allah’a sığınırsa bu yanlışlar onun için sevaba dönüşür, o yanlışı fark edip de ona sahip çıkmazsa böyle bir faydası da olur! Şöyle de yanlış yapanlar, yanlış düşünenler vardır. Okurlar bakarlar ve inanırlar; tamam Kur’an Allah kelamı, Allah’tan. Ama o da ne, bir üçüncü varlık var, bu ne iş? Bazı ayetlerde öyle bir anlatılıyor ki, sanki ayeti Cebrail yazdırmış, Cebrail bir şey söylüyor, bir başkası bir ayet söylüyor gibi! Bu durumda bazıları, Allah söylemiyor da sanki başka bir varlık söylüyor sanıp, öyle düşünüp; “demek ki hepsi Allah kelamı değil, bazıları Cebrail kelamı, bazıları şöyle kelam…” gibi yanlış yorumlara girerler. Anlatım tarzı, dili ve olayın hakikati bilinmediği için! Oysa ef’al âleminde Allah’ın her türlü emri bu âleme girince surete bürünür; suretleşir. Bu emir; ölüm emriyse suret Azrail adını alır, vahiy emriyse suret Cebrail adını alır, halife emriyse suret İnsan adını alır. Ama bunlar Tevhid’in dışında olmayıp “illa Allah” içerisindedir. 312 YILMAZ DÜNDAR Evet: Sonuçta “sadr” şeytan ve şeytaniyet hükmünden kurtulur, “A” Takdim Formu’na “BEN” demekten, yani Sahiplenme Hastalığı’ndan kurtulur ki bu durum için; “sadrına şifa oldu” denir. Kur’an’da geçen sadra şifa budur, bu durum sadra şifa olarak tanımlanır. İşte bu savaşta bizim bir rehberimiz var! Pislik çukurundan çıkmak için sımsıkı sarılıp tutunacağımız bir ipimiz, bir şifa reçetemiz var. Bu ip, bu şifa, bu rehber; Kur’an ve Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in getirdikleridir! Bakın Alu-İmran Sûresi 103 ayet: “Ve topluca Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve tefrikaya düşmeyin. Üzerinizdeki Allah nimetini zikredin. Hani sizler düşmanlar idiniz de O kalblerinizin arasını telif edip uzlaştırdı, biraraya getirdi. Onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Siz nardan bir çukurun tam kenarında idiniz, O sizi ondan kurtardı. İşte böylece Allah ayetlerini size açıkça beyan ediyor ki gerçeğe eresiniz diye!” Bu ayet buyuruyor ki; “Allah kalbleri birleştirendir”. O zaman anlıyoruz ki “gerçek kardeşlik” böyle gerçekleşebilir. Yani bu kardeşliği engelleyen kalbteki ğıll Allah tarafından temizlenirse gerçek kardeşlik mümkün oluyor! Ğıll Allah tarafından temizlenirse kalbler birleşir. Enfal Sûresi 63. Ayet: “Ve kalblerin arasını telif etmiştir; birleştirmiş, uzlaştırmış, ülfet oluşturmuştur. Şayet sen arzda ne varsa toptan infak etseydin, onların kalblerinin arasını 313 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 telif edemezdin. Fakat Allah onların arasını telif etti; birleştirdi. Muhakkak ki o, Aziyzün Hakiym’dir”. Yunus Sûresi 57. Ayet: “Ey insanlar, size Rabbinizden bir mevzıe, sadrlarda olanlara bir şifa, müminler için bir hüda ve rahmet gelmiştir”. Yani; ey insanlar, size Rabbinizden bir mevzıe; ibret ihtiva eden haber uyarısı, sadrlarda olanlara bir şifa; yani “A” Takdim Formuna “BEN” deme ve sahiplenme hastalığına bir şifa, müminler için bir hüda ve rahmet gelmiştir. Bu ayet bize anlatıyor ki; Kur’an’ın ve Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellemin getirdikleri sadra şifa, kalbe ilaç, bir hidayet, bir rahmet ve bir rehberdir. “Sadra şifanın belirtisi” şöyledir. Zümer Sûresi 23. Ayet: “Allah sözün en güzelini müteşabih ve mesaniy bir kitabı indirdi. Rablerinden haşyet duyan kimselerin ciltleri ondan ürperir. Sonra ciltleri ve kalbleri Allah’ın zikrine yumuşar; işte bu Allah’ın hidayetidir. Onunla dilediğine hidayet eder, Allah kimi saptırırsa onun için hidayet edici yoktur.” Sadr şifasına önemli bir belirti gördük: “Ciltler ve kalbler Allah’ın zikrine yumuşar”: Yani koşarak kabul eden hale, “acaba?”sız kabul eden hale gelir. O nedir? Sekine inmesidir! Sadırlarda olana şifa, aslında kalbe şifa gelmesindendir, yani kalbin Kalb-i Selîm olmasındandır. Kalp “kalb-i selîm” olunca “sadrlara şifa” gelir. Bu olayın en temel sebebi; Kur’an’ın Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin kalbine inzal olmuş olmasıdır. Kur’an Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in kalbine 314 YILMAZ DÜNDAR kalbolduğu için; oranın şifası olduğu için mümine de şifadır. Bakara Sûresi 97. Ayet: “De ki, kim Cibril’e düşman olduysa bilsin ki; muhakkak ki o Biiznillah senin kalbin üzere o Kur’an’ı kendinden öncekini tasdik edici ve müminlere rehber ve müjde olarak indirmiştir”. Kalb’e inmiştir, Kalbi’ne inmiştir. Böyle olduğunu ayet öğretiyor bize. Şura Sûresi 193 ve 194. Ayet: “Er-Ruh’ul Emiyn; Cibril O’nunla indi senin kalbin üzerine. Ki uyarıcılardan olasın”. Kur’an vahiylerle Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in kalbi oldu ve müminin kalbine de ilaç oldu. Müminin kalbine Kur’an tespit olunca, Kur’an ayetleri kalbe kalbolunca; kalbe kalboldukça, beyin aracılığıyla bu kalboluşa uygun düşünce ve fiillere dönüşür. Yani kalbe kalba ayetler kalbolunca, bu hal beyin aracılıyla amellere dönüşür. Ve bu durum müminin sadrında görülür ve okunur! Kur’an ayetleri kalbolunca; anlaşılır ve idrakıyla kalpte kalbolunca beyinde amele dönüşür, bu amellerin sonucu da kişinin sadrından görülür ve okunur; bakan bunu okur. Bu durum sadrı Allah’ın Boyası ile boyar! Kalb, Kalb-i Selîm olunca; sadr, kendisini saran şer’den kurtulur, şifa bulur ve bütün sadr; Allah’ın Boyası (SIBĞATULLAH) ile boyanır ki; artık bu boya çıkmaz ve üstüne başka boya almaz! Oysa sadr nefsin şerri tarafından yönetilirken ŞİKAK ile boyanmıştır. Şikak niyetliler vücutlarına ayrıca boya da yaparlar! 315 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Bakara Sûresi 138. Ayet: “Sıbğatallah (Allah Boyası). Boyaca Allah’tan daha güzel kim olabilir! İşte biz O’na ibadet edenleriz.” Ankebut Sûresi 49 Ayet: “Bilakis O Kur’an, kendilerine ilim verilmiş olanların sadırlarında apaçık ayetlerdir! Ayetlerimizi ancak zalimler bile bile inkâr eder”. Yukarıdaki açıklamaları, yani Kur’an ayetlerinin sadrdan görülmesini bu ayetten anlayıp yazıyoruz. Onların sadırlarında apaçık ayetler haline gelir, görülebilir. Sadrlardaki kalblere kalbolmuş Kur’an ayetleri sadrlardan dışarı çıkar; görülebilir ayetlere dönüşür; böylece, o sadr Kur’an’ın ikiz kardeşi olur. Ayette “ilim verilenler” geçiyor; “kendilerine ilim verilmiş olanların sadırlarında apaçık ayetlerdir” deniyor. İlim verilenler şunlardır: Kim “amentü billahi”yi idrak ederek söylerse ve nefsi levvameye girerse ona ilim verilmiştir, o bu haliyle ilim verilenler sınıfına girer. “İlim verilenler” sınıfının başlangıcı budur. Aksi halde; “bu âlimlere ait” der ötelersiniz! Yani “ben âlim miyim ki? Âlim nerde, biz nerde! Âlim değilim, öyleyse bu ayet de bana hitap etmiyor, şu ayet de, şu da..” olur! Ya, ne senin, hangisi sana hitap ediyor peki? Birşey kalmaz ki o zaman; ötelediğin için hiç birşey kalmaz. Ama ötelemezsen bütün ayetler senindir ve sen o zaman onun ikiz kardeşi olursun; hepsi senin sadrından dışarı çıkar. Demek ki ilim verilen; “amentü billahi”yi idrak ederek, inanarak söyleyen, uygulamak için nefs-i levvameye girerek söyleyendir. Kişi o zaman ilim 316 YILMAZ DÜNDAR verilenler sınıfına girmiştir. Dünya sistemindeki ilim denilen işe ait ne kadar rütbe varsa, kişi o rütbeleri almış ve hatta onun üst noktasında da olsa, ne kadar “derin düşünen adam” diye de tanınsa, eğer “amentü billahi” dememişse o kişi Kur’an’ın tarif ettiği ilim verilenler sınıfında değildir. Öte yandan, hiç böyle bir rütbesi olmasa bile “amentü billahi” demiş ve nefs-i levvameye girmiş kişi Kur’an’a göre o ilim verilenler sınıfındadır. Zalimlerin sadrından ise ayetleri okuyamazsın! Neden? Çünkü o yeminini bozmuştur. Yeminini bozduğu için sadrından ayetler çıkmaz, sadrının kapısını ayetlerin çıkmasına kapatır, yani bile bile inkâr eder! Niye, nereden biliyor da inkar ediyor? Yemini var çünkü! O yeminini bozmuş ve ona göre davranışlar ortaya koyuyor, böyle olunca da bile bile inkâr etmiş olur; zalim. Evet, sonuç: “Allah dilediğinin tövbesini kabul eder”. Tövbe her durumda açık bir kapıdır. Bize bunun müjdesi Enfal Sûresi 38. Ayetle veriliyor. Enfal Sûresi 38. Ayet: “Kâfir olanlara de ki, eğer vazgeçerlerse, geçmiş olan günahları onlar için mağfiret edilir”. Günümüzü, günlük yaşantımızı Tevbe Sûresi 13, 14, 15, 16. ayetlere taşımaya çalışıyoruz. Bu taşınma ve anlamayı gerçekleştirirken son cümlemiz: Senin “dünya hayatı sürecinde kendini bilmen”den önceki halinde, kalbına “Rabbin Allah’tır bilgi ve şahitliği” ile “bu şahitliği tasdik 317 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 bilgisi” işlenmiştir. Bu “Rabbin Allahtır bilgi ve şehadeti ile bu şahitliğin tasdik bilgisi”nin işlenmiş olmasının yanı sıra dünya hayatı sürecinde de, şahitlik ve tasdik ile olan ilişkine bizzat şahitliğin gerçekleşmeden dünyadan ayrılamazsın! Ki bu şahitliğin ismi dünya imtihanıdır! Bir iki cümleyle bunu açalım. Ayetlerini görmüştük hatırlayacaksınız; bir kul dünya hayatı sürecinde kendini bildiği halden önce, ona işin hakikati gösterildi ve o ona şahit kılındı, buna da fıtri yemin dendi, kulun fıtri yemini dendi. Kul [dünya hayatı sürecinde] yapmış olduğu bu şahitlik ve tasdik ile yani kalbına işlenmiş olan bu bilgiyle olan ilişkisi gerçekleşmeden dünyadan ayrılamaz! Bu ilişki neyse; ret veya kabul; “kabul”se ne derecede, “ret”se ne derecede, bu ilişki gerçekleşmeden dünyadan ayrılamazsın! Bu ilişkinin anlaşılmasına da imtihan dünyası, dünya imtihanı denir. Bu öyle bir ilişkidir ki; her türlü ve her yaştaki ölüm, her tür hayat tarzı bu bakımdan bir ilişki tanımı oluşturur, hatta kişi bu ilişki tanımı üzerine ölür, hatta kişi bu ilişki tanımı üzerine ba’s olur! Kanaatimcedir ki, Azrail’in ölen kişiye görünen şeklini de bu ilişki belirler! Tevbe Sûresi 16. Ayet: “Allah yapmakta olduğunuz herşey için Habiyr’dir.” Allah yapmakta olduğunuz herşey için Habiyr’dir. Bir başka ayetle destekleyelim: Hadiyd 4: “Nerede olursanız O sizinle beraberdir, Allah yaptıklarınızı Basiyr’dir.” 318 YILMAZ DÜNDAR Bir önceki bölümü “sübhanAllah” anlamı ile bitirdik, bu bölümde ise günümüzü Tevbe Sûresi 13, 14, 15, 16. ayetlere taşıdık, bu ayetler bize ne diyor bunu ele aldık ve bunu kalb ve sadır ayetleriyle yorumlamaya çalıştık. Şimdi sübhanAllah’ı, Allahuekber’i anlama gayretlerine destek olacak sadrla ilgili önemli bir noktayı incelemek üzere ayetlere devam edelim. Mülk Sûresi 13. Ayet: “Düşündüğünüzü ister içinizde tutun ister açığa vurun. Muhakkak ki o Aliymun Bi zatis’sudur’dur”. Burada dikkat ederseniz “sadrlarınızdakini bilir” denmiyor! “Sadrlarınızdakini bilir” diyen ayetler ayrıca var, ele alacağız, bu ayet; “sadrlarınızdakini bizzat bilir; aliymun bi zatis’sudur” diyor. Bu ayet tefekkür eden için kavrayamayacağı açılımlar yapar. Kavrayamayacağı açılımlar yapar, o tefekküre sokar. Açılımdan sonra kavrar kişi, açılımdan önce kavrayamaz! Açıldıktan sonra yavaş yavaş o tefekkürü kavrar. Bu ayet “sadrlarınızdakini bizzat bilir” diyor, diğer bazı ayetlerde “sadrlarınızdakini bilir” diyor. “Aliymun bi zatis’sudur”daki “bizzat” bizim için neden önemlidir? Bu ayeti tamamlayıp bu önemliliği ele alalım. Mülk Sûresi 13’te; “düşündüğünüzü ister içinizde tutun, ister açığa vurun muhakkak ki o Aliymun Bi zatis’sudur’dur” der. Bu yüzden Mülk Sûresi 14. Ayet “çünkü” manasınadır. Çünkü “yarattığını bilmez mi? O Latîfü’l Habir’dir”. Şaşılacak ne var, yarattığını bilmez mi? 319 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Mülk Sûresi 13. Ayet’ten başka, Alu İmran Sûresi 119 ve 154, Maide Sûresi 7, Enfal Sûresi 43, Hud Sûresi 5, Lukman Sûresi 23, Fatır Sûresi 38, Zümer Sûresi 7, Şura Sûresi 24, Hadiyd Sûresi 6, Teğabun Sûresi 4. ayette de “O Aliymun Bi zatis’sudurdur” diye geçer. Kur’an’da bilme ile ilgili ayetlerde; “Allah kalblerdekini bilir, sadrlardakini bilir ve nefslerdekini bilir” ifadeleri geçmektedir. Daha önce görmüştük; Nisa Sûresi 63 ve Ahzab Sûresi 51’de; “Allah kalblerdekini bilir”. Alu İmran Sûresi 29, Neml Sûresi 74, Kasas Sûresi 69’da ise; “Allah sadrlardakini bilir” diye geçer. Maide Sûresi 110’dan da öğreniyoruz ki; “Allah nefslerdekini bilir”. Bakın “kalblerdekini bilir” geçiyor, “sadrlardakini bilir” geçiyor, “nefslerdekini bilir” geçiyor. Bu yüzden bunları anlamak önemli! Yerinde ne demek istediğini mekanizmasıyla anlamak önemli! Meallendirirken bunların hepsine başka şeyler yazarak, hatta birbirlerinin yerlerine yazarak; kalp geçen yere sadr, sadr geçen yere kalp, nefs geçen yere bir başka şey yazarak meal yapılırsa mana bozulur. Kur’an kalbi de, sadrı da, nefsi de biliyor; hep yerinde kullanmış. Onu “daha iyi anlaşılsın” diye bozmamak lazım! Yanlıştır ve kişinin anlayamadığının işaretidir. Allah’ın yazdığını “daha iyi anlaşılsın” diye bozmak, kişinin onu anlayamadığının işaretidir! Bir de Hadiyd Sûresi 3. Ayet var: “Ve Huve Bi külli şey’in Aliym; Allah herşeyi bilir.” Bu ayetteki ifade hepsini kapsıyor! Ayette “Allah herşeyi bilir” denildikten sonra, “kalblerdekini de biliyor 320 YILMAZ DÜNDAR mu?” diye soru olmaz! “Allah herşeyi bilir”se, “acaba sadrlardakini de bilir mi?” diye sorulur mu? “Nefstekini de bilir mi” demek olur mu? “Allah herşeyi bilir” dediği için Hadiyd Sûresi 3 hepsini kapsıyor. Diğer ayetlerde yerine göre, kalblerdekini, sadrdakini, nefstekini bilir denmesi, idrakımızın basamakları içindir, idrakımızın taşınması içindir, idrak seyahati içindir! İdrakımızın taşınması, yerine oturması ve bütün bunlardan “herşeyi bilir” bilincine ulaşmamız ve onu yaşayabilmemiz için! Yani mekanizmayı kavrayabilmemiz için! “Ayrıca kalblerdekini de bilir” ne demektir onu anla demektir. Bunu “sadr” için de, “nefs” için de böyle anla gibi manalar içerir. Konumuz “Aliymun Bi zatis’sudur”. Dikkat edin, siz de kendiniz için aliymun bi zatis’sudur değil misiniz, böyle diyemez misiniz? Bir kişi kendisi için; “ben kendim için aliymun bi zatis’sudurum” diyemez mi? Der! Çünkü kendi sadrından geçeni bilir. Daha da anlaşılması için normal dile çevirerek basit bir cümleyle söyleyelim; kişi kendi içinden geçeni bilir. Kalbinden geçeni, yani bahsedilen kalbı bilmeyebilir, ama “kalbın sadra yansımış ve iç manasına gelen içinden geçeni” kişi bilmez mi? Bilir! Öyleyse kişi de kendisi için aliymun bi zatis’sudurdur. Bu durum zahirendir ve zahiri, batını iyi görmemiz için de bir örnektir. Kişi de; “bana verilen yetkiler içerisinde, bana verilen sermaye içerisinde ben de kendim için aliymun bi zatis’sudurum” der. Bu zahiren böyledir. Aynı zahirin batını ise; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydında bu özellik ne kadar varsa 321 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 o özelliği sahiplenmektir. Yani kaydında olduğu kadarıyla kişinin aliymun bi zatis’sudura “BEN” diyerek sahiplenmesidir! Bu sahiplenmeden kaynaklanır, başka birşey değildir! Kişi zahiren “ben de içimden geçenleri biliyorum” derken, bâtınen kendisinde Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydı çerçevesinde [her kuldaki kaydın genişliği farklıdır] ne kadar aliymun bi zatis’suduru varsa, kendi kaydının esma kompozisyonuna ne kadar aliymun bi zatis’sudur düşmüşse işte ona “BEN” demesinden başka birşey değildir; ona “ben de biliyorum” der. Yani o da yine aslında kayıtta Allah’ın bilmesidir; kayıt çerçevesinde Allah’ın bilmesidir. Kul o kayda “BEN” demiştir, yaşantı gereği! “BEN” demezse KUL ortaya çıkmaz. İşte, “BEN” dediği o kaydı kastederek ona diyor ki; ben de aliymun bi zatis’sudurum. Biz anlattıklarımız somutlaşsın diye hep tırnağımızla bir yeri tutmak, oradan ilerlemek için bir yöntem uyguluyoruz. Kulluk için gerekli «BEN»e biz yasal yanlış demiştik. Yanlış ama Sahibi izin veriyor; “anlayabilmen için bu kadar yanlışa izin var” diyor. Yoksa kul ortaya çıkmaz, kul yasal yanlışla ortaya çıkar. Yanlış ama yasal! Peki, yasal olmayan yanlış ne? “A” Takdim Formu’nda “BEN” demek yasal olmayan yanlıştır. Bu haddi aşmaktır, şımarık haldir, necis haldir. Ama yasal yanlış olan hal tahirdir, “tahir” sınıfındadır! Daima tırnağınla bir yeri tut, bir yerden başla! Biz de şimdi bunu anlamak için bu zahire tutunup ilerlemeye çalışalım. 322 YILMAZ DÜNDAR Nedir o? Kişi; “ben de kendim için aliymun bi zatis’sudurum” diyebilir. Kaydınızı oluşturan bütün esmalar sizin kaydınızda tek esma gibidir, kaydınızı oluşturan tüm esmalar sizi kul yapan tek esma olur. Ama kaydınızda bir “B” kaydı vardır, bir de “A”. Esas kayıt, esas esma “B” kaydınızdır, “B” formudur. “A” kaydı “B” formunun izdüşümü olup onun kopyasıdır. Kaydın gerek kopyası, yani sahtesi, korsanı, gerekse ahseni takvim olan esası bir esma kompozisyonudur. Ama senin kaydın olan o kompozisyon da tek bir esmadır ve o esmaya sen kendi adını verirsin! O da bir esmadır, esmalardan oluşan bir esmadır! Tüm esmalardan bir kompozisyon oluşunca, o da tek başına bir özellikte esma olur; o da seni kul yapan tek esmadır. Kişiler bunu fark etmezse esma kompozisyonuna karşı çıkar! Nasıl? Bakın, kabul ettiğiniz esas esmanın altında “esma-i külleha”dan gelen bir kompozisyon var ve onların hepsi birer cüz, değil mi? Bu yüzden, kayıttaki tüm esmalara zahir gözüyle baktığımızda cüz diye sesleniriz. İlmî suret böyle meydana gelir; cüz olmasa ilmî suret de olmaz. Ancak; cüz ile ilgili bir yanlış anlaşılmayı da burada bir iki cümleyle izale etmeye çalışalım. Bu cüz tabiri kendisiyle ilgili bazı tartışmalara, bazı yorumlara ve farklı bakışlara sebep olmuştur, aynı şey irade için de geçerlidir. Örneğin, dedik ki; «aliymun bi zatis’sudur özelliği bizde de var”. Kişi bunu kabul ediyor, ama “bende cüzi irade yok” diyor. Lütfen o tuzağa düşmeyin. Cüzi iradesi olmayan kul 323 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 olmaz! Cüzi iradesi olmayan kul olmaz. Bu bir hayaldir. Eğer o kişi kulsa, “BEN” diyorsa, bütün esmaların cüzü onda vardır ve bunun içerisine irade de dâhildir! İster “A” olsun ister “B”; “BEN” diye kendini takdim ettiğin birşey varsa, [bakın koşul söylüyoruz] yani kendini “BEN” diye takdim ettiğin bir kayıt varsa o şey cüzdür. Ve bu kayıtta bulunan her esma da, esma birleşimleri de cüzdür! Eğer “A” ve “B”den kurtulmak nasip olursa o zaman kayıt kalmaz. Sadece bu kaydın, cüzün izi, kokusu kalır ki o başka bir haldir. Eğer sen şimdiden o hali düşünüp tırnağını oraya atarsan amel yapamazsın. Tırmanabilmek için tırnağını şimdi tutabileceğin bir yere atmalısın. Biz, şu an yapabileceğimiz, şu an tutup tırmanabileceğimiz şey nedir onu anlatmaya çalışıyoruz. Öyleyse: Anlaşılması gereken, tartışmak gerekiyorsa tartışılması gereken şudur: Cüzler muhtar mıdır, değil midir? Mesele budur; bunu tartıştığınız zaman doğruyu bulusunuz. “Cüzi irade vardır, cüzî irade yoktur” tartışmasına girerseniz yanılırsınız. Çünkü cüzî irade olmadan olmaz! Sen, “Allah’ta var olana” nasıl yok dersin? Küllî irade var! Onun sendeki “var” dediğin kısmı cüzi iradedir, “var” diyorsan o cüzdür! “Var” diyorsun çünkü! “BEN” diyorsun ya! Sen “BEN” diyorsan, iradenin küllünün sendeki kısmına, “BEN” dediğin, kavrayabildiğin yanına cüz denir. Ama “cüz” demek “müstakil” demek değildir. Bu yüzden; 324 YILMAZ DÜNDAR “cüzî irade muhtardır” dersen şirke girersin. “Cüzî irade” muhtar değildir! Evet, şimdi tekrar, tırnağımızı taktığımız yere, yani bizim için zahir olana dönelim. Sizde ve her ilmî suret boyutunda; aynı anda, her biri için ayrı ayrı ve birisini diğerine karıştırmayan bir aliymun bi zatis’sudur var! İlmî suret denince aliymun bi zatis’sudur için yalnız insanı düşünmeyelim. Hem sizde, hem de her ilmî suret boyutunda aliymun bi zatis’sudur var! Bütün ef’al âleminde! Bakın bütün olarak ef’al âlemini aldık. Ve ef’al âlemini “tek bir ilmî suret” olarak düşünün, onda da; aynı anda, her biri için ayrı ayrı ve birisini diğerine karıştırmayan bir aliymun bi zatis’sudur var. Peki, aliymun bi zatis’sudur ne demektir? Aliymun bi zatis’sudur, bizim somut olarak yakalayabildiğimiz en önemli esmalardandır. Bu esmayı somutlaştırıp yakalayabilirsek, bütün esmaları çözme ipucunu yakalayıp esma âlemine hızla girebiliriz. Bakın, “esma kesreti”ne girmek çok önemlidir. Bir kişi “tanrı kesreti”nden, yani “insan kesreti”nden “esma kesreti”ne geri dönüşsüz girerse velayet kapısından girmiş olur. Esma kesreti velayet içerir! O yüzden esma kesretinin bir yerinden tutmak lazım. İşte şimdi aliymun bi zatis’suduru düşünün: “Ben de içimden geçeni bilirim” diyorsunuz ya, o dediğiniz neyse, neyi kastediyorsanız, o kadarını tutun; onu tırnaklayın, onu yakalayın. Ben de içimden geçeni bili325 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 rim: Yalnız insanlar değil, bunu her yaratılan için düşünün; dünyadan gitmişler, gelecekler dâhil tüm ilmi suretler! Tüm ilmi suretler ve her detayında! En küçük alt yapısı neyse; molekül, atom ve atom altı parçacıklar, çünkü onlar da birer müstakil varlık. Her detayı ayrı ayrı, ama bir de bütün onları ef’al âlemi olarak “tek” düşünün. “Ef’al âlemini tek bir bütün olarak düşündünüz ya, işte onun da içinden geçeni bilen ve ondaki detayların hepsini aynı anda bilen ve hiç birisini birbirine karıştırmayan ve bu olayın da kendisine yük olmadığı bir düşünce”yi düşünün! O zaman Allah’ın “aliymun bi zatis’sudur” ifadesiyle demek istediğini anlamaya başlamış oluruz. “Anlarız” diye birşey yok, anlamaya başlamış oluruz! Yalnızca aliymun bi zatis’sudur değil ki! Sınırsız… “Sayıları sınırsız, manaları sonsuz” olan her esmayı da böyle “aynı an”da düşünün; hiç birisi birbirine karışmıyor, hepsini yönetiyor! Siz esma âlemine seslenirken Allah’ın esma âlemi boyutuna sesleniyorsanız, “Allah” derken, nereye seslendiğinizi düşünmeye çalışın. “Allah” dediğimiz yer ulûhiyet noktası; çok a’la; çok yukarı! Esma âlemine, ef’al âlemine, yani çoğul âlemine seslenirken, sen böyle bir yapıya böyle bir güce sesleniyorsun. Ve “komik” olan ne biliyor musunuz? İnsanca düşünerek tabi, insanca düşününce “komik” olan: Bütün bunları ilmullahta Allah bir an düşünmüş, geçmiş gitmiş... Bizim esma âlemi diye kavramaya çalıştığımız şey aslında yok! Esma âlemi, ef’al âlemi diye bir şey yok! O bir hayal; 326 YILMAZ DÜNDAR olmuş bitmiş! Daha hayalinin bir yanını anlayabilmek mümkün değil! Hayalinin bir yanını, yani olmayan bir şeyini bile anlayamıyoruz! Olan bir şeyini değil, olmayan bir şeyini bile anlayabilmek, akla sığdırabilmek mümkün değil! Bu yüzden bizi kurtaracak en önemli sığınış kelimesi de öğretilmiş; SübhanAllah! SübhanAllah… Hadiyd Sûresi 6. Ayet: “Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar ve O Aliymun bi zatis’sudurdur”. Ve Huve Aliymun bi zatis’sudur! Bakın dikkat edin, Hadiyd Sûresi 6. Ayet, verdiğimiz diğer ayetlerden farklı olarak, ezberleri bozacak bir şekil içeriyor: “Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Ve O aliymun bi zatis’sudurdur”. Hadiyd Sûresinin önceki ayetleri arz ve semavatı, altı günde yaratılışı anlatır ve buraya gelir, bu ayette gece ve gündüzü anlatır. Baktığınız zaman, ayet gece ve gündüzü anlatıyor, ama aliymun bi zatis’sudurla bitiyor. Eğer kişi burayı anlamazsa “ne alaka!” der, sonra da tefsir ve meallerde alaka kurmaya çalışır. Var olan “gece ve gündüz”ü beğenmez, bildiğimiz gece ve gündüz ona yetmez, yeni “gece ve gündüz”ler uydurur. “Aslında ayette gece dediği insanın şu yapısıdır, gündüz dediği bu halidir, bu yüzden insan için aliymun bi zatis’sudurdur” gibi yorumlarla kompozisyon yazar, edebiyat yapar! Daima önce zahiri çözeceksin! Ayette ne yazılmışsa önce onu çözeceksin! Onu çözmeden daha ileri bir mana verilmez! Onu çözmeden ileri bir manaya geçmek gaflettir! Bir mana vereceksen, var olanı, 327 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 yani zahiri çözünceye kadar bekleyeceksin. Var olanı, yani bildiğimiz gece gündüzü düşünerek, “geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokar ve O aliymun bi zatis’sudurdur” ayetinde önce bu zahiri çözmek gerekir ki, daha ileri bir manaya ulaşılsın. Alu İmran Sûresi 29. Ayete de bakalım: “De ki; sadrlarınızda olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Hem semavattakileri ve arzdakileri de bilir, vAllahu ala külli şey’in Kadîr”. Bakın bu ayet de “Kadîr”le bitiyor; “Allah herşeye kâdirdir” diye tamamlanıyor. Ayet; “sadrlardakini bilir” diyor ama devamında [diğerinin tersine]; “semavattakileri ve arzdakileri de bilir” deniyor. Senin içindekini bilir; çünkü senin sadrını bilir. Semavattaki ve arzdakileri de bilir; çünkü onun da sadrı var. Herşeyin sadrı var, yalnız insanın değil! Bu yüzden, Allah; bütün sadrlar için aliymun bi zatis’sudurdur. Ef’al âlemi tek başına bir varlıktır ve onun da sadrı vardır. Dünyaya, atmosferine baktığımız zaman atmosferiyle birlikte o da bir bütündür, onun da sadrı vardır ve Allah onun da aliymun bi zatis’sudurudur. İşte bu yüzden; onun gecesini gündüzünü birbirine kalbeder! Bunu çözdükten sonra ancak, “bu ayetteki gece ve gündüzde benim için acaba ne var?” demen çok faydalı olur. O zaman; önce gel diğerini öteleme, sanki öyle bir mana yokmuş gibi davranma! Sonra da gel kendinde geceyi ve gündüzü ara! O zaman kolay bulabilirsin. 328 YILMAZ DÜNDAR Eğer var olanı, zahiri atlarsan bâtınî manayı açıklayamazsın. Çünkü zihin daima kıyasla doğruya gider. Sen zahirî manayı açıklarsan, ardından yanına bir de bâtınî açıklama getirdiğin zaman, yani zahiri ile bâtını kıyasladığın zaman, kıyas yaptığın için o bâtın sana zahirleşir! Sen var olanı, zahirî olanı atlar da zahirle bâtınî olanı kıyaslamazsan, yaptığın bâtınî mana havada kalır. Hiçbir şeyle kıyaslayamayacağın için, o hep gözünü yumup kurduğun bir hayal olarak kalır; hiç bir zaman ikana dönüşmez. Bir topluluktasınız ve içinizde birisi düşünceleri okuduğunu iddia etti. “Olur mu öyle şey?” dediniz, o da başladı söylemeye: “Mutfağa gidip çayın altını bir kısayım dedin”, biraz sonra “acaba ne zaman kalkarlar, erken bitirir herhalde, ikindiyi kaçırmayız inşaAllah” dedin gibi içlerindekini söylemeye başladı. Ne yaparsınız? Önce bir şaşırırsınız, sonra da “ne düşüneceğinizi” şaşırırsınız. Çünkü ne düşünürsek biliyor ve söylüyor, “ben şimdi ne düşüneyim?” der, birşey düşünmekten korkarsınız. Allahu Ekber! Allahuekber! Ya, Allah ne düşündüğümüzü biliyor da hiç korkmuyoruz, hiç tınmıyoruz! Bir insan sizin içinizden geçeni hissediyor diye düşünürken korkuyor; “aman düzgün düşüneyim!” diyorsunuz. Bu tarafta ayet; “Allah sadrları bilir, kalbi bilir, nefsi bilir, herşeyi bilir; O aliymun bi zatis’sudurdur” diye bağırıyor, ama siz; “olsun, bir şey olmaz, nasıl olsa içimden geçiyor, bir şey 329 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 olmaz” diye rahat düşünüyorsunuz, hiç çekinmiyorsunuz! Fark ettiniz mi? Bakın, “içimden geçeni anlar, aman düzgün düşüneyim” deyip bir insandan korkuyorsunuz, ama Allah için; “aman batıl şeyler düşünmeyeyim, içinizden geçeni biliyorum, dedi” demiyorsunuz! Enteresan! Niye? Çünkü “A” Takdim Formu’nda bir yapı var: “Amaan, ne olacak, böyle de olur” yapısı! “Ne olacak ya, birşey olmaz” anlayış ve davranışı! “Ya kardeşim abdestsiz namaz kılınmaz” diyorsun, “birşey olmaz” diyor; kıldım birşey olmadı. İşte bunlar için ayetler diyor ki; “bir mühlet var, o güne kadar onlara birşey yapılmaz”. Örnek aynı gibi olacak ama anlatımı basit olduğu için verelim: Bir markete girdiniz, sepeti istediğiniz kadar doldurun. “Sepeti çok doldurdu” diye güvenlik uyarıyor, sahibi de gördü; “boşver” diyor, nasıl olsa kasadan geçecek doldursun. Ne fark eder, nasıl olsa kasaya gelecek! Kasaya kadar mühlet; marketi gez dur. Paran varsa geçersin, yoksa nasıl olsa hepsini boşaltacaksın! Mühlet verilmiş kasaya kadar; hesap gününe kadar; ölüm anına kadar! Demek ki buna sebep; “aman ne olacak, böyle de olur” anlayış ve davranışı! Şimdi önemli birşey şu ki; “ne olacak, böyle de olur” anlayış ve davranışını hicret ettirmek! Eğer hicret ettirirseniz, bu o kadar önemlidir ki aslında, bakın: “İkisi de aynı düşünüyorsa” diyelim, eşi gelir der ki; ya masa kırıldı kırılacak, birşey alalım. O 330 YILMAZ DÜNDAR da “olsun, böyle de olur” der. Kişideki “ne olacak, böyle de olur” anlayış ve davranışı, işte oraya demek için! “Bugün halimiz olmadı, yemek yapamadık” denildiğinde, “olsun böyle de olur, böyle de yenir” demek için! Ama kişi tersini yapıyor, onu Hakk’ı suistimal etmek için söylüyor: Böyle de olur, kılmasan da olur, kalkmasan da olur… Ters! Allah’ın rızasına ters! Onu hicret ettireceksin! Çünkü çorabın tersi! Vurdumduymaz bu yapı, “aman ne olacak, böyle de olur” yapısı “A” formatında var! Oysa ayetler bize Allah’tan sakınmayı, Allah’tan ittika etmeyi öneriyor; “insanlardan sakınmayın Allah’tan sakının, Allah’tan kendinizi koruyun” diyor. Şimdi öyleyse; yapısında “A” formatının hiç izi, olumsuz hiç bir izi bulunmayan Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in, “aliymun bi zatis’sudur”u nasıl anladığını, nasıl yaşadığını, nasıl düşündüğünü tasavvur ediniz! “Aliymun bi zatis’sudur”un kendisini tasavvur edemedik. Ama; kendisinde vurdumduymaz yapının izi silinmiş olanın, aliymun bi zatis’suduru nasıl düşündüğünü bir tasavvur edin. Efendimiz’in, içinden geçenleri bileni, herkesin içinden geçeni bileni ve Bizzat bileni nasıl düşündüğünü tasavvur edin. Hayatta kullanmaz mısınız; “o işi bizzat ben söyledim, bizzat ben yaptım” demez misin? İşte onu derken, “bizzat” derken kastettiğiniz var ya, o “bizzat” derken kastettiğiniz gibi bileni, yani Bizzat bileni; kendisinde vurdumduymaz yapı olmadan, “ne olacak böyle de olur” demeksizin bu esmayı yaşayan Efendimiz sallal331 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 lahu aleyhi vesellem’i düşünün! İşte o zaman şu hadisi anlamak bizim için kolaylaşacak: Hud Sûresi 112. Ayet emrediyor: “O halde sen emrolunduğun gibi müstakîm ol, seninle beraber tövbe edenler de! Sakın tuğyan etmeyin! Çünkü O yapmakta olduklarınıza Basıyr’dir”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, özellikle bu ayetten sonra buyurmuşlardır ki; “beni Hud Sûresi ihtiyarlattı”. Ayet bize “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” deyince, “ee, yapıyoruz işte” deyip, bize verilen “mesteta’tü” kartını ortaya koyuyoruz! Bize verilen “mesteta’tü; gücümün yettiği kadar” kartı var ya, ona dayanıp işi bitiriyoruz! Bu doğru değil! Şimdi, elinde öyle bir kartı olmayanı, Efendimizi düşünün. Diyor ki; “Hud Sûresi beni ihtiyarlattı”. Bu hadisi ve “neden” öyle dediğini anlamak şimdi bizim için kolaylaşır! Hud Sûresi “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” diyor ve devam ediyor; “seninle beraber Rabbine yönelmiş olanlar da” ihtiyarlamamalı mı? Seninle birlikte, tanrılık iddialarından dönenler ve Rabbine yönelenler de ihtiyarlamamalı mı? “Bu ayet onları neden ihtiyarlatmıyor?” diye soruyor! Şimdi kendimize soruyoruz; yoksa hayatta bizi ihtiyarlatan başka şeyler mi var? Neden bizi böyle şeyler ihtiyarlatmıyor? Yoksa bizi ihtiyarlatan şeyler farklı mı? Kendimize bir test! Test etmek için soruyoruz! Evet. “Elem neşrah leke sadrak” ayetiyle başlamıştık. “Biz senin sadrını açmadık mı?” 332 YILMAZ DÜNDAR ayetindeki “sadr” kelimesini anlayabilmek için bir tefekkür paylaşımı ve beyin fırtınası oluşturmaya gayret ettik. Bunu anlayabilmek için ayetlerle dans ve vals etmeye çalıştık. “Elem neşrah leke sadrak” ayetindeki “sadrı açmak” olumlu manadadır ve özel bir aşamadır. “Olumlu manadadır” ne demektir ve manası nedir?” şimdi onu görelim. Bu açış “Hakk Yol” içindir. Meal ve tefsirlerde konular biraz karıştırılmış gibi olursa, okurken onları karıştırmamanın yolu şudur: Sınıflandırmak! Eğer eşyalarınızı, evraklarınızı sınıflandırırsanız karıştırmazsınız. Buna arşivleme sistemi denir, böylece karıştırmazsınız! Bilgileri de sınıflandırmayı bilirseniz karıştırmazsınız. Yoksa birbirine karışır, karışınca da sonuç elde etmek zorlaşır, hatta anlamak zorlaşır! Anlamada çok önemli olan şey beynin istikrarlı seyahatidir, idrakın istikrarlı seyahatidir. Hangi yöne giderse gitsin, isterse çok yukarı gitsin; istikrarlı seyahat ederse anlar. Eğer idrakı zıplatırsanız anlayamaz! Öyle bir kompozisyon oluşturmalısınız ki, beyin seyahat ederken istikrarlı bir hızla, istikrarlı bir şekilde gitsin. Hızın istikrarlı; sürdürülebilir olması lazım! Şimdi sadrın açılması, sadrın genişlemesini de anlamak için basit bir şekilde sınıflandıralım. Bu, üç aşamalıdır; ayetlerdeki sadrın açılması, genişlemesi üç aşamalıdır. BİR: Bunu En’am Sûresi 125. ayetten öğrendik. “Allah bir kulun İslam’ı anlaması ve yaşa333 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 masını, yani onun hidayetini dilerse onun sadrını İslam’a açar”. Ayetten devamında da öğrendik ki; “eğer bir kulunun da sapmasını dilerse onun da sadrını İslam’a daraltır”. Neye? İslam’a karşı daraltır! İslam’a karşı açar, İslam’a karşı daraltır. İslam’a karşı sadrı daralan kişinin sadrı küfür yaşantısı için açılmış ve genişlemiştir. Eğer sadr İslam’a karşı daraltılmışsa, küfür yaşantısına karşı sadr açılmış ve genişlemiştir. Bu kişi Allah yolundaki yaşantıları görürse sadrı daralır, çünkü sadrı İslam’a daraltıldı. Böyle bir manzara karşısında, hiç elinde olmadan bir anda sadr kapanır; kan kimyası onu boğar. Bu yüzden göğsü daralır; kalbı sıkışır. Neden? Sadrı kapanır da ondan. Yani kimyası bozulur, kan kimyası bozulur. Allah’a ait bir şeyler görünce onun kan kimyası rahatsız olur. Çünkü Allah onun sadrını İslam’a daralttı, kapattı! Bu bahsettiğimiz “açılma ve kapanma” sadrla ilgili birinci türdür; sadrın İslam’a açılması ilk basamaktır, birinci aşamadır İKİ: Sadrı bu şekilde İslam’a açılmış olanlar İslamî fikir ve yaşantılara karşı çok olumlu tepkiler verir; görünce ferahlar ve rahatlarlar. Elhamdülillahi rabbil âlemin, bakın yüzlerce sayfayı zorlanmadan okuyorsunuz! Neden? Hep Allah için, sadr İslam’a açıldığı için! İşte sadrı bu şekilde İslam’a açılmış olanlar, “Allah yokmuş gibi” olan fikir ve yaşantılarla karşılaşınca bu kez onların sadrı daralır! Allah’ın sadrını İslam’a daralttığı kişilerdekinin tam tersi olur yani! Çünkü bunun da sadrı İslam’a açıldı. “Allah yokmuş gibi” bir söz, bir davranış, bir kişi görünce, bu sefer onun 334 YILMAZ DÜNDAR kan kimyası bozulur, sadrı daralır; “şu kişileri görünce içim daralıyor” der. Maide Sûresi 41. Ayet: “Ey O Rasûl, kalbleriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla “iman ettik” diyenlerden küfürde koşuşanlar seni mahzun etmesin”. Kur’an bize; böyle bir daralmanın olduğunu ve bundan haberdar olduğunu söylüyor ve öğretiyor: Bu daralma normaldir ama seni mahzun etmesin. Bakın bizi neye hazırlayacak? A’raf Sûresi 2. Ayet, Efendimize hitaben buyuruyor: “O sana inzal edilen bir Kitab’tır; onunla uyarman ve mü’minlere öğüt vermen için. Artık sadrında bundan dolayı bir sıkıntı olmasın”. Hud Sûresi 12. Ayet: “Rasûlüm, belki de sen, “O’na bir hazine inzal edilseydi yahut beraberinde bir melek gelseydi ya” demelerinden ötürü, sana vahy olunanın bazısını terk edecek ve sadrın onunla daralacak mı? Sen ancak bir uyarıcısın, Allah herşeye Vekiyl’dir”. Bu ayetlerin “güzel hikâyeleri” de var. Ama konumuzu biraz farklı yönde genişletip, bizim anlamak istediğimiz yeri aşar diye yalnızca bize lazım olan yerleri alarak geçiyoruz. Hicr Sûresi 97: “Andolsun ki, onların söyledikleri dolayısıyla senin sadrının daraldığını elbette biliyoruz”. Demek ki; birinci aşama kişinin sadrının İslam’a karşı açılması. Bu süreçte bir de daral335 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 ma var. Neye karşı? Küfre karşı daralma! Birinci açılmadan sonra küfre karşı bir daralma başladı. Hazreti Musa aleyhisselamla ilgili açıklamaların olduğu bazı ayetlerde bunu şöyle görürüz. Şuara Sûresi 12: “Musa dedi ki; Rabbim muhakkak ki ben, beni yalanlamalarından korkuyorum”. Şuara Sûresi 13. Ayet: “Sadrım daralıyor, dilim çözülmüyor bunun için Harun’a irsal et”. Bu görevi ben başaramayacağım herhalde, kardeşime ver diyor. Ama ayetin devamında Rabbi; merak etmemesini, Rabbine güvenmesini vahy edip ikisini birden görevlendiriyor. Hani birisi; “bana değil şuna ver” dediğinde; “madem öyle, haydi ikiniz yapın” denir ya, onun gibi. Ve bunlardan sonra Tâhâ Sûresi’nde Hazreti Musa aleyhisselam Efendimizin bir duası vardır ki; biz de onu kullanırız. Taha Sûresi 25, 26, 27, 28. ayetler şöyledir: “Kale; Rabbi’şrahlî sadriy ve yessirlî emriy, vahlül ukdeten min lisaniy, yefkahu kavliy”. Biz bu duanın “Rabbi’şrahlî sadriy ve yessirlî emriy” kısmını yaparız. Bu hem sık söylediğimiz dualardandır, hem de bizim kalb duamızın içerisinde yer alır. Burada mealen ne diyor? Rabbim, evet onları görünce sadrım daralıyor, ama sen benim sadrımı açıp genişlet. Şimdi dikkat ediniz; Hazreti Musa aleyhisselamın buradaki talebi; “benim sadrımı İslam’a aç” mıdır? Zaten o yolda! Buradaki dua; birinci aşamayı yaşayanın, ondan sonra istediği ikinci aşamadır. Anlatırken bunlar 336 YILMAZ DÜNDAR karıştırılırsa olaylar karışır. Bu dua birinci aşamadan sonrasının duası! Sadrı, Hazreti Musa’ya görev gelirken zaten açılmış! Ama şimdi Musa aleyhisselam küfre karşı daralıyor! Ve diyor ki; Rabbim sadrımı açıp genişlet, işimi bana kolaylaştır, lisanımdan düğümü çöz; kekelemeyeyim, rahat konuşayım ki sözümü anlasınlar. Zahiren böyle olan bu dua, aynı zamanda “lisanıma derinlik ver” de demektir; “sözlerime tesir ver, söylediğim zaman işlesin, tesir etsin” demektir. Hatta Hazreti Musa bir seslenişinde de Yunus Sûresi 88. Ayette bildirilen duayı ediyor, bu duası da kabul olarak ayetler devam eder. Yunus Sûresi 88. Ayet: “Musa dedi ki; Rabbimiz muhakkak ki sen verdin “firavun ve melesi”ne dünya hayatında ziynet ve mallar! Rabbimiz senin yolundan saptırsınlar diye mi? Rabbimiz mallarını sil, kalblerini sık! Çünkü onlar elim azabı görmedikçe iman etmezler”. Burada kalble ilgili bir başka özellikle karşılaşıyoruz; Kalbe şiddet uygulamak! Ayette Musa aleyhisselamın; “Allahım onların kalbine şiddet uygula; kalblerini sık” diye dua ettiğini görüyoruz. Kalbi o kadar daralıyor ki; “sil onları” diyor! “Sil de önümüz açılsın!” Demek ki birinci sadr açılmasından sonra sadrın daralması küfre karşı olur ve çok normal bir süreçtir. Ancak böyle olunca ne olmalıdır, ne yapmalıyız? Sadr daraldı, hücum mu etmeliyiz? Bunu Kur’an bize öğütleyerek öğretiyor. 337 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 Zuhruf Sûresi 88 ve 89. ayetler: “Onun Rasulün sözü; ya Rabbi, muhakkak ki bunlar iman etmeyen bir kavimdir. Rasulüm sen onlara aldırma, affet, geniş ol. Ve “Selam” de! Yakında bilecekler”. “Saldır” diye bir emir, öneri yok! Sen o daralmayla mücadele edeceksin! Daralmayı hücuma çevirmeyeceksin! Daralmayı çözeceksin! Yoksa orda [sınıfta] kalırsın, hiç ilerleyemezsin! Bu daralmayı hücuma da çevirmeyeceksin! Sadrının daralması, senin daralman başkasına hücum ve rahatsızlığa dönüşemez! Bu ayeti, Zuhruf Sûresi 89’u tekrar edelim; “Rasulüm, sen onlara aldırma! Affet, geniş ol ve “Selam” de! Yakında bilecekler”. Casiye Sûresi 14. Ayet: “İman edenlere de ki; Allah’ın Günleri’ni; ceza günlerini ummayanları örtüp bağışlasınlar ki Allah bir kavmi kazanmakta olduklarıyla cezalandırsın”; yani o iş sonraya kalsın! Ef’al âleminde, dünya hayatında bırakın sizden ceza çıkarmayayım onlara, affedin onları. Hatta örtün bağışlayın onları. Ceza günü o kazandıklarıyla karşımıza gelirler nasıl olsa! Ne kazanıyorlarsa! Bu noktadan itibaren sadrın açılması kaderle ilgilidir. İkinci aşama olarak sadrın açılması, genişlemesi kaderle ilgilidir. İkinci aşama, kadere imanın; yani “amentü bil kaderi” yaşantısının hale dönüşmesi, bu halin görülmesiyle başlar ve sırasıyla şu idraklar meydana gelir. Gördüğü olaylara sadrı daralır ama daralma şu idraklarla geçer, ilerler: Önce Rabbinden bilmek: Rabbinden bilerek göğüs genişler. Rabbi bilmek: Daha 338 YILMAZ DÜNDAR ileri idraktır ve göğsü genişler. İlla Billâh: Daha bir ileri idrak olur, göğsü genişler. Bunlar, ikinci aşamadakiler söylediklerimizin ancak dünyadaki vehimsel yaşantılarıdır. Yani bu halin görülmesi demek sırasıyla; Rabbinden bilmek, Rabbi Bilmek ve İlla Billâh idraklarının vehimsel yaşantılarıdır. ÜÇ: Peki, sadrın açılmasının üçüncü aşaması nasıldır? Sadrın açılmasının, genişletilmesinin üçüncü aşaması; nefs-i levvame çalışmalarında, hayratta önde gidenlerin, öne geçmişlerin; mukarrebûnun özellikle Hakk’tan halka döndüklerinde, Hakk idrak ve yaşantısıyla halk yaşantısının sadra sığdırılabilme özelliğini içerir. Üçüncü aşama çok özel bir aşamadır özel bir haldir. Bizim yakalayıp sürdürebileceğimiz, sabit kalabileceğimiz hal mümkünse ikinci aşamadır o aşamaya ulaşmaktır. “Yakalamamız gereken” hal inşaAllah nasib olur. Üçüncüsü, onun ilerisi olan bir sadr açılmasıdır, çok özel bir haldir! Nefsi levvame yolunda hayratta öne geçmiş öncü olmuşların; mukarrebûnun, Hakk idrak ve yaşantısından halka döndükleri zaman; yani halkın içinde halkla beraber yaşıyor, yiyor içiyor, konuşuyor ve onlara isimleriyle hitap ediyor oldukları zaman, o sadra Hakk idrak ve yaşantısıyla halk yaşantısını mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmeleridir. Dikkat edin, “halk idrakını” değil, “halk idrakı” demedik! “Hakk idrak” ve “yaşantısı”yla “halk yaşantısı”nı yanyana mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmektir, buradaki sadrın açılması. 339 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 “Elem neşrah leke sadrak”daki açış, “biz senin sadrını senin içini açmadık mı” derkenki açış gerçekte bu üçüncü aşamadır. Tabi hitap Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e olunca “elem neşrah leke sadrak”da şu açıklamayı geçersek olmaz. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin çocukluğu mu, risaletten önceki gençliği mi, risaletten sonraki hali mi olduğu, yani zamanı tartışılan bir olay var. Hatta Duha Sûresi’nin inmesiyle beraber olduğu da söylenir. Ancak ortak bir kanaat Mirac Gecesi’nde cereyan ettiğidir. Yani tartışılan bu hadisteki olayın varlığı değil, zamanıdır, yorumlarıdır; tartışmasından bile ders çıkarabileceğimiz yorumlarıdır. Bu hadisi önemli hadis âlimleri Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî müştereken, Katâde radıyallahu anh’ten rivayetle vermişlerdir. Hadiste bir tereddüt yok! Hadisten önce şu açıklamayı yapayım ki şerh, yani inşirah, şerhi sadır; normal hayatta “eti açmak, eti şerh etmek” için kullanılıyor. Dolayısıyla, bir kası, eti açmaya ve genişletmeye, göğsü açmaya; bir operatörün göğsü kesip açmasına “göğsü şerh etti, göğsü açtı” deniyor. Şerh etti; yani “o kişinin göğsünü inşirah etti” demektir. Halktaki manası budur ve ayetin bu manayla ilgili de yeri vardır, onu da burada ekleyelim. Hadis şöyle: Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Ben Beyt’in yanında uyur uyanık arası bir halde iken, içinde zemzem suyu bir 340 YILMAZ DÜNDAR altın tasla bana gelindi. Gelindi de göğüsüm şuraya, şuraya kadar yarıldı. Derken kalbim çıkarıldı da zemzem suyuyla yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet dolduruldu. Sonra Burak geldi onun üzerinde Cebrâil aleyhisselam ile gittim, taa dünya semasına vardık....” diye Mirac Olayı devam eder. Olaya “böyle şey olur mu?” diye yaklaşanlar var! Yorumlarken “burada aslında öyle demiyor ki, şöyle diyor” gibi yaklaşanlar da var. Onlar başka bir konu ve şimdi oraya girmeyelim. Ancak, ciddi bir bilim adamı gibi incelerseniz görüyorsunuz ki, bu şekilde göğsün yarılışı, yani zahiren et açılması gibi bu yarılış -Allahu ‘AlemEfendimiz için birkaç defa gerçekleşmiş olabilir. Tartışmalar da bu yüzden olabilir. Ve Mirac da öyle, o da birkaç kez olmuş olabilir. Ki bu anlattığı da öyle bir Mirac’tır. Ayrıca ayetin şöyle bir yanı da var: Duha Sûresi gelmeden önce, vahiy bir süre kesilmişti. Ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de bu hale üzülmüş, “terk mi edildim?” diye bir sıkıntıya düşmüştü. Bir kadın Onu, sallallahu aleyhi vesellem Efendimizi bu haliyle gördü; “arkadaşını görmüyorum, herhalde sana veda etmiş, darılmış” diye konuştu. Sonra Duha Sûresi’nde bu olaya hitaben 3. Ayet der ki; “Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı”. Hemen peşine de İnşirah Sûresi gelmiştir. Hatta ikisini aynı sûre diye yorumlayıp başlangıçta namazda ikisini beraber 341 İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012 okuyanlar da olmuştur. Sonra “bunlar farklı surelerdir” diye anlatılmış ve ayrılmışlardır. Dolayısıyla bir manası da oradaki sıkıntısına çare olmasıdır. O sıkıntı nedeniyle; “elem neşrah leke sadrak; sen sıkılmıştın, seni ferahlatmadık mı!” manasını da içermektedir. Bu; Allah’tan Habibi’ne, Sevgilisi’ne; “biz sana darılmadık, Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı” diye bir sesleniştir. Umarız ki onlar da bizi “sevgili” kabul ederler ve bize sahip çıkarlar inşaAllah. Âmin. El-Fatiha. 342 YILMAZ DÜNDAR Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini üç basamakta incelemek mümkündür. Bu basamaklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi, 3. “EhadüsSamed” İlmi diye isimlendirilebilir. Tanrı İlmi öğretisinin talipte, geri dönüşsüz özellikte bir hayat tarzı haline gelmesi, diğer basamakların anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için olmazsa olmaz bir şarttır. “Vehmin Zulmeti şartlarında Nefsin Şerri program” gereği “Sözde Tanrılık İddiası” ile dünyadaki yaşantısına başlayan insan, hakikate talip ise, Tanrı İlmi onun en öncelikli meselesidir. Kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir müfredat ile sunulmuştur. kitap talebi için www.birdusunyansimasi.com [email protected] 343 Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn” yapının gereği olarak hayata kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbdeki bu maraz sebebiyle insan, “Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi” inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır. Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır. ISBN: 978-605-87210-3-6