inşirah - E

Transkript

inşirah - E
İNŞİRAH
Sadr Kalb Fuad Lüb
Yılmaz DÜNDAR
YILMAZ DÜNDAR
Euzü Billahi mineş şeytanir racim
Bismillahir Rahmanir Rahiym.
1
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
2
YILMAZ DÜNDAR
3
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
İNŞİRAH
Sadr Kalb Fuad Lüb
Yılmaz Dündar
ISBN: 978-605-87210-3-6
İkinci baskı 2000 adet
Ağustos 2012
4
YILMAZ DÜNDAR
SUNUŞ
Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn” yapının gereği olarak hayata
kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i
Selim” için bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbteki bu maraz sebebiyle insan,
“Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah
VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi”
inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan
kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile
mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır.
Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir
reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya
çalışmaktadır.
Allah bizleri kendisine kalb-i selim ile ulaşanlardan eyleyiverir İnşaAllah (Amin).
5
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
6
YILMAZ DÜNDAR
Euzü Billahi mineş şeytanir racim
Bismillahir Rahmanir Rahiym.
1) Elem neşrah leke sadrak
2) Ve vada’na anke vizrak,
3) Elleziy enkada zahrak,
4) Ve rafe’na leke zikrak,
5) Fe inne meal usri yüsra,
6) İnne meal usri yüsra,
7) Fe iza ferağte fensab,
8) Ve ila rabbike ferğab.
Sadakallahul aziym.
7
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Mealen:
1) Senin için sadrını inşirah etmedik mi?
2) Böylece yükünü senden almadık mı?
3) Ki o senin zahrını çatırdatmıştı!
4) Ve senin için zikrini yükseltmedik mi?
5) Bundan ötürü o zorlukla beraber bir
kolaylık vardır.
6) Muhakkak ki, bu zorlukla beraber bir
kolaylık vardır.
7) Boş kaldınmı hemen başka işe koyul,
8) Ve Rabbine rağbet et.
Sadakallahul aziym.
Sübhane rabbike rabbil ızzeti amma
yasifun, Ve Selamün alel mürseliyn,
Velhamdülillahi rabbil alemiyn. Âmin
***
Âlimlerin çoğunluğuna göre İnşirah Sûresi
Mekke’de Duha Sûresi’nden sonra onikinci sırada nazil olmuştur ve sekiz ayettir.
Şimdi ilerideki açıklamaları birbiriyle kolay
ilişkilendirebilmek ve bizler için önemli olacak
manaları hızlı ve anlaşılabilir çıkarabilmek için
bazı tarifler yapacağız. Lütfen bunları anlamaya,
tarif edilen kelimeleri yakalamaya gayret ediniz.
VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i
Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed
olan Kendini Hissetmesi’nden dileğini suretlendirdikten sonra onun kendisini bilmesi için ona
nazar ederek “Kün” demiştir.
8
YILMAZ DÜNDAR
Paragrafımızdaki cümleyi kısım kısım ele aldığımızda: VahidülEhadüsSamed olan Allah,
Nefs-i Vahide’den; yani Vahidiyet’in kendini
hissetmesinden dileğini suretlendirdikten sonra, onun kendisini bilmesini dilemiş ve “Kün”
demiştir. VahidülEhadüsSamed, Vahidiyet’in
kavramamız gereken önemli bir özelliğidir. Daha
önce Tanrı İlmi konuları içerisinde VahidülEhadüsSamed özelliğini ve Nefs-i Vahide’yi detaylıca
görmüş ve ayetlerden incelemiştik. Bu nedenle,
size yabancı gibi gelen kelimeler olursa onlara
tanrı ilmi kitapçığımızdan bakınız lütfen.
VahidülEhadüsSamed olan Allah Nefs-i
Vahide’den: Nefs-i Vahide Vahidiyet’in kendini hissetmesi demektir. Kendini hisseden, yani
Vahidiyet’te kendini hisseden! Nefsi incelerken
onun kendinizi hissetmenizle ilişkisini kurmuş
ve tanımlamıştık. Şimdi de tanımlar yapılırken
Kendini Hissetme Duygusu çok geçeceğinden,
onu kolay yakalayabilmek bağlamında Kendini
Hissetme Duygusu’na şöyle bakabiliriz:
Kendini Hissetme Duygusu’nun açılım ve ortaya çıkış hallerinden birisiyle yaklaştığınızda,
siz sizde bulunan Kendini Hissetme Duygusu’na
can da diyebilirsiniz. Can veya “bir insanın
canı” dediğimiz zaman kastettiğimiz şey aslında ondaki “Kendini Hissetme Duygusu”nun bir
halidir. Hatta siz “canım sıkılıyor” dersiniz ya,
bunu söylerken ileride gelecek konulara uyan
bir tanım yapmış ve “canım sıkılıyor” demekle
Kendini Hissetme Duygusu’yla ilgili çok önemli
bir bilgiyi itiraf etmiş olursunuz aslında.
9
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
İşte; Nefs-i Vahide’den, yani Vahidiyet’in kendini hissetmesinden Allah dilediğini suretlendirdikten sonra, o surete “kendini bil” demiştir, o suretin
kendisini bilmesini istemiştir: Ve böylece çokluk
âlemi başlamıştır. O suretin kendisini bilmesi için,
bu dileği için o surete nazar ederek “Kün” demiştir. “Kün”den hemen sonra “feyekûn” olur; OL
der ve olur. Dolayısıyla Allah, “kendini bil” için
“Kün” deyince hemen ”feyekün” sonucu Allah’ın
o kuldaki dileğinin şartları kaydının altında kul,
kendisindeki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu
ile kendisini bilmiş ve bu halini de “BEN” diyerek
kendi kaydı dışına takdim etmiştir. Allah’ın dileği suretlendiğinde, Allah o surete “kendini bil”
dediğinde o surette o kulda ne dilemişse, o suret, o kul; o dileğin şartları altında, kendisindeki
“Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” ile kendisini
bilmiş ve bu hali de “BEN” diyerek kendi dışına,
kendi kaydı dışına takdim etmiştir.
Kul’un “BEN” derken kendisindeki kastının alanı o kulun SADR’ını oluşturur: Bakın Sadr’ı tarif
ediyoruz; göğüs diye anlamlandırılan sadr aslında şudur: Kul “BEN” derken kendisinde bir şeyi
kast ediyor ya, işte kendisindeki bu kastının alanı “SADR”dır! Kast ettiği şeyin alanı o kulun sadrını oluşturuyor. Yani kişi Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’yla “BEN” dediğinde o kaydın oluşturduğu alanın, kayıt yüzünden kulda oluşan
kastın, onun kast ettiği şeyin alanı; yani birinin
“BEN” derken sunduğu, takdim ettiği, kast ettiği şeyin alanı o kulun sadrını oluşturur. Kul bu
alanla ilgili hissiyat dalgalanmalarını sırt ve göğ10
YILMAZ DÜNDAR
sünde gözleyebildiği için bu alana sadr diyoruz.
Yani kişi “BEN” derken kast ettiği alanda meydana gelen hissiyat dalgalanmalarını esas itibariyla
göğsü ve sırtında gözleyebildiği, toplayabildiği
ve bulabildiği için bu alanın genel ismi sadrdır.
Aslında biz bir alandan bahs ediyoruz ve bu
alanın tümüne, tüm alana sadr denir diyoruz.
Kişi “BEN” dediğinde “BEN” derken “kast ettiği
kaydı”nı kapsayan bu alan onun sadrıdır. Demek
ki, bu alana bu geniş alana, alanın tümüne “sadr”
veya “göğüs” denmesi, bu ismin verilmesi; bu
alanın hissiyat dalgalanmalarını kulun göğsünde
ve sırtında hissetmesi nedeniyledir! Bu alanın tamamına ait hissi göğsünde ve sırtında, bu bölgede yakaladığı ve hissettiği için alanın tamamına
sadr denmiştir! Bu yüzdendir ki, ayetlerde geçen
“sadr” bazen doğrudan göğüs kafesini, bazen de
alanın tamamını ifade eder. İşte “sadr” o alana
seslenme, tüm alanı işaret etme sadedinde verilmiş bir isimdir. O alanda meydana gelen hissiyat
dalgalanmalarını, o alana ait duyguları hissettiğiniz yer göğsünüz ve sırtınız olduğu için, onlar
göğüs ve sırt merkezli bir hissiyat olarak açığa
çıktığı için isim konulurken alanın tamamına
“sadr” denilmiştir.
Ancak; sadr genel çerçevenin adıdır ve içerisinde “KALB”ı barındırır. Kalb’ı, Kalıb’ı barındırır.
Sadr genel alandır, genel çerçevedir, sadrın içinde
kalb vardır. KALB ise, işlevlerinden birisine atfen
“FUAD” olarak da adlandırılsa da, aslında KALB
“FUAD”ı barındırır. İşlevleri yüzünden “kalb” yerine “fuad” ismi de kullanılıyorsa da veya “fuad”
11
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
yerine “kalb” manası çıkarılıyor ise de, aslında
“FUAD” kalbin bir işlevidir! Öyle bir işlevidir ki;
kalbin tamamını kaplar, kalbin tamamını kaplayan bir işlev olduğu için kalb fuadı barındırır.
Evet, geniş alan, genel çerçeve SADR, sadrda
KALB, kalbde de FUAD!
Kalb ve Fuad’ın manasını yakalamak için,
tam oturmasa da bir örnek verelim. Kalble fuadı
şu şekilde düşünebilirsiniz: İngilizce’de bir “house”, bir de “home” vardır ya! Eve bazen yuva
dersiniz ya, işte ev derken kalbi düşünüyorsanız,
yuva derken de onun bir işlevini düşünürsünüz.
Oradaki bir işlev yüzünden ona “yuva” diyorsunuz ya, işte “fuad” onun gibi bir şeydir.
Kalbin özünün, esasının öyle bir özü vardır
ki, onun adı da Lüb’dür. Şimdi bunları en dıştan itibaren sıralayacak olursak; SADR ve içinde
KALB, kalbde FUAD, fuadda da LÜB. Bunlar aslında farklı şeyler değillerdir, ama organize çalıştıkları için; sadr, kalb, fuad ve lüb isimleriyle adlandırdığımız organize bir mekanizma söz konusu olur. Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb bu mekanizmanın, bu organizasyonun fonksiyonel isimleridir.
Bunları adım adım tanıma yolunda ilerlerken,
birer cümleyle tanımlamaya ve bu tanımları genel çerçeveye yerleştirmeye çalışalım.
SADR; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
“kaydı”nın his alanıdır: His alanı! Eğer kişi,
esas Kendini Hissetme Duygusu’nu, sonra da
suretlerde bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nu fark edemezse birçok şeyi doğru
tanımlayamaz, birçok şey ona farklı, kopuk ve
12
YILMAZ DÜNDAR
zor anlamlandırılan şeyler olarak gelir. Halbuki
herşey kökenini Kendini Hissetme Duygusu’ndan
alır. Suretlerde ise “Kayıtlı” Kendini Hissetme
Duygusu’ndan alır! Herşeyin kökeni budur!
Sadr neydi? Kul’da bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yani nefs dediğimiz
kaydın his alanının tamamı sadr’dır.
KALB: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
“kaydı”nı oluşturan kalıptır, kalbdır: Bunu ilerledikçe açacağız, şimdilik bu cümleyi tam yakalayalım! Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusunun
kaydını oluşturan kalbdır; kalıpdır; kalıbıdır!
Kul’da “Kendini Hissetme Duygusu” var, ama
kayıtlı. Kul’u kul yapan, kulu cüz yapan onun
kaydıdır ve o kaydın özelliğine göre kullarda
farklılıklar vardır. İşte o kaydın his alanı, o kaydın
hissinin kapladığı alan “sadr”dır. O kaydı oluşturan kalb, yani kalıp, kaydın kalıbı ise “kalb” dediğimizdir. Kaydın kalbı; kaydın kalıbı! Bunu neye
benzetelim?
Para basılacağı zaman “kalp” yok mudur?
Kalpazanlar ne yaparlar? Parayı kalb ederler,
değil mi? O paranın bir kalbı vardır, kişi de onu
kalp eder, bu yüzden ona “kalpazan” denir. Bu
normalde de böyledir, ama “kalpazan” kelimesi
genellikle bu işi kötü niyetle yapanlar için, suçlar mahiyette kullanılır hale gelmiştir. Şimdi bir
“para”yı sizin “kaydınız” olarak düşünürseniz,
işte bu kaydınızı oluşturan bir kalıp, bir kalb var.
İşte o kalıp kalb olarak adlandırılmıştır! Basamak basamak ilerliyoruz, gittikçe bunlar detaylanacak.
13
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
FUAD: Fuad’ı tarif ederken, bu tarifi yaparken bizim öznemiz yine Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu. Çünkü kuldaki en önemli işlevsel özellik budur. Kul’a “zat”lık kazandıran, kul çerçevesinde “Biiznillah zat”lık kazandıran, yani ona
kul çerçevesinde “Biiznillah ind” kazandıran
özellik budur; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu! FUAD; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun,
bu halin yeteneğini, fuadla ilgili yeteneğini kendi
kaydından alan ve “analiz ve sentez”den sorumlu
olan bir “Kalbî Görüş” işlevidir! Yani fuad; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun yeteneğini
kendi kaydından alan “analiz ve sentez”den
sorumlu bir Kalbî Görüş işlevidir. Yani bu işle
ilgili yeteneğini kendi kaydından alan, “analiz
ve sentez”den sorumlu; analiz ve sentez yapan,
kalble ilgili bir görme/görüş işlevidir. Bu işlev
Hakk yolda çalışabilirse, bu görüş “Basiret”e yol
açar; Basiret dediğimiz olay ortaya çıkar. Bunları
ve detaylarını da ayetlerle göreceğiz.
LÜB: Kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar
olarak varım” zannından doğabilen her türlü şirk
halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir
nurdur; İhlâs Sûresi hakikatli bir NUR’dur. “LÜB”
çok önemli bir nurdur, ama “ahiretî bir nur”dur.
Dünyayla ilgili olanlara hayatî denir ya, bir şey
çok önemliyse “bu iş çok hayati” denir ya, işte
onun gibi “LÜB” de çok ahiretî bir nur! O kadar
ahiretî ki, kişinin sonsuza dek olan yaşantısını etkileyen bir nur! Ne yapar? Bu nur kalbte faaliyet
gösterebilirse akla bir imkân sağlar, aklın bir şeyi
görebilmesini yakalayabilmesini sağlar. Öyleyse LÜB; kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar
14
YILMAZ DÜNDAR
zannı”ndan doğabilen her türlü şirk halini AKLIN
bulabilmesine imkân sağlayan bir NURdur: Demek ki kul; varlığını Allah’a eş koşmaktan ancak “LÜB” desteğiyle kurtarabilir! Sadr, Kalb,
Fuad ve Lüb Organize Mekanizması’na eğer Allah
lütfetmişse “LÜB” bir ikramdır: “LÜB” tamamen
bir ikramdır! Var olan bu yapıya, var olan kul yapısına “LÜB” bir ikramdır.
Ama bu organizasyonda hükümdar “LÜB”
değildir. Mekanizmanın hükümdarı “KALB”dir.
Kalbin, kalıbın kulun vücudundaki merkezi “vücudun kalbi”dir: Bahsettiğimiz bu kalbın, kulun
vücudundaki merkezi “vücudun kalbi” olduğu
için oranın ismi kalbdir. Kalbın merkezi olduğu için kalb denmiştir ona. Kalb; Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp
vücudun kalbi ve kan kimyasıyla bütün sadra
ulaşır. Sadr kaydın his alanıydı, işte kalıp/kalb
sadrın tamamına vücudun kalbi ve kan kimyasıyla ulaşır.
Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun
işlevlerini ise KALB’ın yönü doğrultusunda vücudun baş kısmındaki BEYİN ve vücuttaki diğer
“Nöron Sistemleri” fiillendirir. Burası çok önemli!
Bu anlaşılmadığı takdirde insanlar her işi beyne
bağlarlar! Demek ki; beyin bu organizasyonun
yalnızca hizmetçisidir! Evet; Sadr, Kalb, Fuad ve
Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini kalbın yönü
doğrultusunda vücudun baş kısmındaki beyni
ve vücuttaki diğer nöron sistemleri fiillendirir.
Böylece bu organizasyona onun hizmetini gören BEYİN de eklenmiş oldu.
15
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse Nefsin Şerri, vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele
geçirir ve sadra hâkim olur. Böylece; beyni, diğer
nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur.
“KALB’in rabbine yönelmesi engellenirse”
ne olur? “Sen Tanrı mısın” kitapçığından, “tanrı ilmi” müfredatından biliyorsunuz, iki yol var
ve bu iki ana yol yüzünden de esas iki nefs hali
vardır; nefs-i emmare ve nefs-i levvame! Esas
çatıyı bu iki nefs; nefs-i emmare ve nefs-i levvame oluşturur. Dolayısıyla, kalb; direksiyonu bu
ikisinden birine büker ve kalb direksiyonu nereye bükmüşse beyin o doğrultuda fiil yapar! Bu
yüzden ayetlerde, inananlar Rabbine yönelmeleri
için uyarılır.
İşte kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse;
nefsin şerri yönetimi ele geçirir. Nefsin şerrinin,
yani “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”nun asi
davranışı, onun haddi aşan hali, esfele safiliyn
yapı ki; onların hepsine biz nefsin şerri diyoruz;
kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin
şerri hükümdarlığı ele geçirir.
Burada önemli bir bilgiyi not edelim: Eğer
konu ve anlatımlarda nefs ve nefsin şerri davranışları ayrılmazsa, okuyanlar ve anlamaya
çalışanlar nefsi tanıyamazlar ve nefse kızmaya
başlarlar. Oysa kızmaları gereken nefs değildir,
nefsin şerridir! Uymamaları gereken de nefsin
şerridir ki; işte o şerden nefsi temizleyip kurtarmak gerekir! Nefs kızacağınız değil, kurtaracağınız bir şey! Onu o kirle, o şerle bırakırsanız ve o
kiri nefsin esası zannederseniz nefse zulmetmiş
16
YILMAZ DÜNDAR
olursunuz. Nefsinize zulmetmeyin demek; onu
şerrinden arındırın, onu şerre, asiye, isyancıya,
haddi aşana bırakmayın demektir.
Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin
şerri bu organizasyonda vehmin zulmeti lehine
hükümdarlığı ele geçirir: Kalb Rabbine yönelemezse, Rabbine yönelmesi engellenirse o zaman Sadr, Kalb, Fuad ve fonksiyon göstermeyen
Lüb Organizasyonu’nun yönetimi nefsin şerrinin eline geçer. Nefsin şerri bu yönetimi vehmin
zulmeti lehine yapar, yani vehmin zulmeti kurallarıyla yapar. Nefsin şerrinin kuralları, yani nefsin şerrinin elindeki hayat yönetmeliği vehmin
zulmetidir. Dolayısıyla o zaman nefsin şerri bu
organizasyonu vehmin zulmeti lehine yönetir.
Böylece beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını
da ele geçirmiş olur! Bu organizasyondaki yönetim nefsin şerrinin eline geçince Kalb Hakk’a
yönelik davranamaz. Bu durumda Kalbin kukla
duruşu ve “nefsin şerrinin yönetimi” söz konusudur: Böylece, nefsin şerri vücudun kalbi ve
kan kimyası sayesinde sadra hâkim olur.
Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiyle ilgili bir cümleyi, yeri ileride gelecek olmasına
rağmen buraya monte edelim. Bir hadiste şeytan kendisine verilen yetkileri sıralar ki; bunlardan birisi insanın kanına girebilmesidir. Orada
şeytan; “bana insanın kanına girebilme yetkisi
verildi” der. İnsanın kanına nasıl girdiğini gördünüz değil mi? Nefsin şerrinin kan kimyasını ele
geçirmesiyle, şeytan o kişinin “kanına girmiş”
oluyor!
17
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Hatta biz günlük hayatta da, aramızda da
buna benzer cümleler kullanırız. Bir arkadaşınız
sizin arzunuzun dışında bir fikir ileri sürmüştür,
bir iş yapmıştır ve siz o fikrin veya o işin esas sahibini bilirsiniz. O zaman ona dersiniz ki; şu kişi
senin kanına girdi. Bunu söylerken, onun gelip
de arkadaşınızın damarlarına girdiğini düşünmezsiniz, değil mi? “Senin kimyanı, kan kimyanı
o bozdu” demek istersiniz. İşte nefsin şerri de
kan kimyasını böyle ele geçirir.
Aslında kul, kendini bu son tanımladığımız esfele safiliyn hal üzere bulmuştur. Zaten dünyalı
olmak demek, bu sadr organizasyonunu nefsin
şerrinin yönetiyor olması demektir. Nefsin şerrinin sadrı vehmin zulmeti yönünde yönetiyor
olması, kalbi ve kan kimyasını da ele geçirmiş
olması demektir. Kul kendisini bu hal üzere bulur! Ve işte bu haldir ki; onun adı esfele safiliyn
yapıdır.
Kul, dünyada bu “esfele safiliyn” hal üzere
kendisini bulmuştur ve sadr, “A” Takdim Formu
“BEN”in kasd alanı durumundadır: Sadrı, “BEN”
derkenki kastınızın alanı” olarak tarif etmiştik.
Kulun kendisini esfele safiliyn hal üzere bulması
nedeniyle sadrın kast ettiği “A” Takdim Formu
“BEN” olur. Yani sadr “A” Takdim Formu “BEN”in
alanı olur, haddi aşan “Asi BEN”in alanı olur. Zaten bu takdime, asi kelimesinin ilk harfi olarak
“A” diyorduk.
Nefsin şerrinin vehmin zulmeti lehine olan bu
sadr hâkimiyetinden kul ancak “LÜB” ikramıyla
kurtulabilir: Kul “kendini içinde bulduğu halin
18
YILMAZ DÜNDAR
imkânlarıyla” o halden kurtulamaz! Çünkü kendisini içinde bulduğu halde, o halin imkânlarında
onu oradan kurtaracak bir şey yok! Dolayısıyla
ancak “LÜB” ikramıyla kurtulabilir!
“LÜB” nuru kalbı sarıp tesirine alınca fuad
Hakk’a uygun analiz ve sentezler yaparak kalbi
hükümdarlığa kavuşturacak bilgi ve görmeyi gerçekleştirir: Dikkat edin fuad daha önce de çalışıyor. Fuad yalnız Lüb’de, yani Lüb varken çalışıyor
değil! Fuad daha önce de çalışıyordu ama analiz
ve sentezden vehmin zulmeti doğrultusunda
sonuçlar çıkarıyordu. Fuad’ın Hakk yolda sonuç
çıkarabilmesi için ona “LÜB desteği” lazım, fuad
ancak Lüb desteğiyle bunu ayırd edebilir.
Ve böylece yeni oluşturulan bilgi ve görmeyi
gerçekleştirir. Böylelikle bu organizasyonun hükümdarlığını “kalb” tekrar ele geçirmiş olur: Sonuçta, kalb beyni Hakk yolda yönetmeye başlar;
“Rabbine yönelmiş olarak” yönetmeye başlar.
Dedik ki, beyin KALB’in hizmetçisidir! Evet, beyin kalbın hizmetçisidir; beyin bu organizasyonun hizmetçisidir. Bu yüzden, eğer organizasyon
nefsin şerrinin yönetimindeyse, beyin o doğrultuda fiiller ortaya koyar. Ama kalb ve fuad Lüb
desteğiyle, Lüb nuruyla Hakk yolda analiz ve
sentez yapıyorsa, buradan çıkan bilgilere göre
davranacak olan beyin de Rabbine yönelmiş
olarak çalışmaya başlar.
Lüb Nuru ile Fuad’da açılan hakikatî gerçekleri
görme, hakikatle ilgili gerçekleri görme ise “Basiret” olarak adlandırılır. Konuyu bu noktada bize
yine ayet açıklasın:
19
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Hac Sûresi 46. Ayet: “Arzda hiç gezip seyretmediler mi ki, onlarla akledecekleri kalbleri
ve işittiğini anlayacak kulakları olsun. Çünkü
gözler âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler
âmâ olur.” Kur’an’ın, “âmâ” derken, “göremiyor”
derken kast ettiği şeyi de bu ayetle öğrenmiş
oluyoruz; “gözler âmâ olmaz, sadrdaki kalb
âmâ olur!”. Kalb nasıl âmâ olur? Kalb esası göremezse, esastan perdelenirse ona âmâ deriz! Bu
yüzden, nefsin şerri sadr organizasyonunu yönetince kalb âmâdır. Ama fuad, Lüb ikramıyla,
Lüb Nuru’nun desteğiyle “analiz sentez” yapıp
buna uygun fikirler çıkarmayı başardığı zaman,
bu fikirlere uygun görmenin başlaması sonucu
artık kalb görmeye başlamıştır.
Kafa Gözü’yle hologramı görürsünüz, Kalb
Gözü’yle hologramın hakikatini görürsünüz: İki
görmenin farkı budur; kafa gözüyle hologramı
görebilirsiniz, hologramın hakikatini ise kalb
gözüyle görebilirsiniz. Kafa gözüyle gördüğün
kadar düşünebilirken, kalb gözü düşünebildiği
kadar görür. İşte iki görmenin farkı!
Şimdi söyleyeceğimiz şey “LÜB”ün önemli bir
özelliği, hatta tek özelliği! Bir hadis var. Ancak bu
hadisin kolay anlaşılabilmesi için açıklamasını
önce yapalım:
“LÜB” nuru ile desteklenen FUAD “analiz ve
sentez”lerinde özellikle İhlâs Sûresi’nin gerçeğinden sapmaz: Aklın İhlâs Sûresi’ni kavrayabilmesi
ve onun gerçeğinden sapmaması Lüb’den aldığı
nurla başarabileceği bir şeydir.
20
YILMAZ DÜNDAR
LÜB nuru ile desteklenen fuad analiz ve sentezlerinde özellikle İhlâs Sûresi gerçeğinden sapmaz ve Allah VahidülEhadüsSamed’dir müşahadesi ve bilgisini kalbe gönderir: Demek ki Fuad’ın
analizini yapıp tamamlaması yetmez. Fuad
Hakk yolda kendine sunulan verilerle yani Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydındaki
verilerle [kaydının gereği olarak, kaydının ona
sağladığı imkânlarla] dış çevredeki bilgilerden,
yani Sünnetullah’tan yararlanır. Onlardan yararlanma özelliği de yine kendi kaydındandır;
kendisindeki kayıt onlardan yararlanma imkânı
sağlar. Bu yüzden Hac Sûresi 46. Ayet; “arzda
hiç gezip seyretmediler mi?” diyor. Demek ki
“gezip dolaşmak” ayetlerle öneriliyor ama Hakk’ı
anlayabilmek için! Gezme dolaşma da bunun
için!
Evet, “arzda hiç gezip seyretmediler mi ki
onlarla akledecekleri kalbleri ve işittiklerini
anlayacakları kulakları olsun. Çünkü gözler
âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler âmâ
olur” diyen Hac Sûresi 46. Ayeti görmüştük.
Böylece, fuad analiz ve sentezden elde ettiği
müşahedeyi ve bilgiyi kalbe gönderir. Bilgi kalbe tesbitlendikten sonra kullanılabilir olur: Bilgi kalbte/kalıpta tesbitlendikten sonra, beyin
o tespitin emrini alır ve ona uygun işler yapar.
Fuad’ın analiz ve sentezinin sonucu tek başına
fiile dönüşmeye yetmez, yani beyinde bir emre
dönüşmeye yetmez. Çünkü o fikrin kalble de
tasdiklenmesi lazım! Yani kul fuadın bulduğu
sonucu kalbiyle tasdik etmesi lazım. Kalbiyle
21
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
tasdik verdikten sonradır ki beyin ona yönelik
işleve hazır olur, ona yönelik fiiller ortaya koyar.
Mesela bazı ameller duyarsınız ve fuadınız
sizin için hızlıca bir analiz sentez yapar. Ancak,
siz o amele kalben tasdik verirseniz beyin sizi o
amele hazırlar ve böylece o iş size kolaylaşır inşaAllah. Kalben tasdik vermeniz demek, o bilginin
kalbe girmesi ve tesbitlenmesi demektir.
Bakara Sûresi 225. Ayet buyuruyor ki: “Bilmeyerek yaptığınız yeminlerden dolayı Allah sizi sorumlu tutmaz, fakat kalbleriniz
kazandıklarıyla sorumludur; Allah Ğafurun
Haliym’dir”. Allah kalblerinizi kazandıklarıyla sorumlu tutar. Şu hadisle konuyu anlamak
daha kolay olacaktır inşaAllah. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “Allah nefslerinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu
tutmayacaktır”. Bu ayeti ve bu hadisi birlikte
düşündüğümüz zaman; sadr mekanizmasında
üretilmiş ama kalbe girmemiş bilgilerin, kuruntuların hadiste nefsin konuşması olarak adlandırıldığı görülür. Kalbe giremiyeceği, tasdiklenip
beyinde de ona uygun ameller üretilmeyeceği
için Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; Allah
nefslerinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu tutmaz buyuruyor. Yani sadra herhangi
bir bilgi girdiğinde o bilgi fuada ulaşsa bile, fuad
onunla ilgili herhangi bir analiz sentez yapmış
olsa bile, Allah oradaki o bilgiden kulu sorumlu tutmaz. Neden? Kalb o bilgiye sahip çıkmadığı için! Fuad onunla ilgilendi analiz ve sentez
yaptı, ama o sonuç kalbe girmediyse kul ondan
22
YILMAZ DÜNDAR
sorumlu olmaz! Bu ayet ve hadisten anlıyoruz
ki; sorumluluk için kalbin, kalbın, kalıbın o bilgiyi kabullenmesi gerekiyor. O bilgi kalıpta yer
alacak ki o kalıba uygun suret çıksın. Diyelim ki
kalpazanlar para basacaklar. Oturup konuşmuş
ama basmamışlarsa bir sorumlulukları olmaz,
dedikodu yapmış olurlar. Ama konuştuklarını
kalıba tesbitlemişler ve ona uygun da bir suret
çıkarmışlarsa sorumlu olurlar. Kalp, kalb işte
böyle bir şey! Bir şeyin sizde suret bulması için
onun kalbı hazırlanmalı. Hazırlanacak olan o
kalba bilgi fuaddan gelir. Gelen bu bilgiyi kalb
tespitlerse, beyin ona uygun suretleri sizden fiil
olarak çıkarır ve sorumluluk başlar.
Eğer fuad Hakk’a yönelik, Rabbine yönelik
analiz ve sentezler yapar, kalb de onları tespitler ve sadr organizasyonunun hükümdarlığını
ele geçirirse kalb “NANKÖRÜN ESİRİ OLMA
HASTALIĞI”ndan kurtulur.
Nefsin şerri nankördür. Kime? Yaradanına
nankördür. Nankör olduğu için “asi” ve nankör
olduğu için “haddi aşan” ya! İşte o nankörün
nankörlük davranışlarıyla kalbi esir alması ve
böylece onu Yaradanına karşı hasta pozisyona
sokması kalbin marazlı, kasvetli ve hastalıklı
olması demektir. İşte böylece, Rabbine yönelmiş bir kalb Nankörün Esiri Olma Hastalığından da kurtulur.
Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “yararsız bilgiden sana
sığınırım Allahım”. Yararsız bilgiden korkuyor
ve korkmamızı istiyor! Niye? “Yararsız bilgi”nin
23
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
günümüzde anlaşılması çok kolay; o bilgi virüs
tesiri yapabilir ve sizin fuad mekanizmanızı sarsabilir. Peki, yararsız olan bilgi nedir? Bilginin
hangisi yararlı hangisi yararsız bilemezsiniz! Kim
bilir? Sahibi bilir. Bu yüzden sahibine; “Allahım
yararsız bilgiden sana sığınırım, beni koruyuver” diyorsunuz.
Bir başka hadisinde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “bilgi iki türlüdür.
Biri dile bağlı bilgi, diğeri kalbe bağlı bilgi”.
Kalbe bağlı bilgi; esir olmamış, kukla olmayan
kalbin bilgisidir. Eğer kalb nankörün esiri olmuş
da kukla gibi duruyorsa, onun yerine nefsin şerri
vehmin zulmeti yönünde sadra hâkimse ve fuad
bu doğrultuda analiz sentez yapıp bilgi üretiyorsa aslında kalb onu almadığı halde almış gibi
gözükür. Esir ya! Almıyor, ama almış gibi görünüyor. Böylece o bilgi o kulun dilinde kalan bir
bilgi oluyor. Kalbin hakikate ait bilgi tesbit ettiği yere nefsin şerri tesir edemez.
Tevbe Sûresi 124. Ayet: “Bir sure inzal edildiğinde onlardan kimi “bu hanginizin imanını artırdı” der. İman etmiş olanlara gelince;
onların imanı artmıştır, onlar müjdeleşip seviniyorlar”. Devamı:
Tevbe 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olanlara gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliğine pislik katıp artırmış ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir”. Dikkatimizi çekmesi
gereken önemli şey bu ayetin kalb hastalığından bahsetmesi! Tevbe Sûresi 125, kalbin hasta
olabileceğini bize öğreten bir ayet, kalbi hasta
24
YILMAZ DÜNDAR
olanların Allah’ın hükümlerine karşı “alaylı” davrandıklarını bize gösteren bir ayet!
Tevbe Sûresi 28. Ayeti de hatırlayacaksınız;
“ey iman edenler, müşrikler ancak bir necestir, bir pisliktir”. Müşriklik, şirk Kur’an ayetlerince “kir ve pislik” kabul edildiği için Tevbe
Sûresi 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olanlara gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliğine
pislik katıp artırmış ve onlar kâfir oldukları
halde ölmüşlerdir” diyor.
Maide Sûresi 52. Ayet: “Kalblerinde hastalık
olanların, “dairenin bize isabet etmesinden
korkuyoruz” diyerek, onların yahudi ve nasaranın arasına süratle daldıklarını görürsün.
Umulur ki Allah feth olarak gelir veya indirilen bir emr getirir de enfüslerinde sıraladıkları üzerine nadim olurlar.” Ayetin üstüne ve
altına bakıldığında görülür, bu cümleler Efendimiz zamanında savaşa çağırılan, ama kalblerinde hastalık olan kişilere aittir! Kalblerinde hastalık olanlar “dairenin bize isabet etmesinden
korkuyoruz” derken şunu kast ediyor: Dairenin;
yani zafer yerine mağlubiyetin, refah yerine sıkıntı ve darlığın bize isabet etmesinden korkuyoruz”. Onların; yani o zamanki karşı tarafın,
yahudi ve nasaranın arasına süratle daldıklarını görürsün. Umulur ki Allah feth olarak gelir veya indirilen bir emr getirir de enfüslerinde sıraladıkları üzerine nadim olurlar. Maide
Sûresi 52. ayet bize kalbin hastalanabileceğini
söylüyor. Eğer rabbine yönelmemişse ayetlerde
bu kalbin hasta kalb kabul edildiğini görüyoruz.
25
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Hac Sûresi 53. Ayet: “Allah böyle yapar ki,
kalblerinde hastalık bulunan ve kalbleri kasvetli olan kimseler için şeytanın kattığı şeyi
bir fitne kılsın diye! Muhakkak ki zalimler
uzak bir şikak içindedirler.” Bundan önce Hac
Sûresi 52. Ayet bir olaydan bahseder; rasul ve
nebilerin istisnasız hepsinde, gelip de Hakk yolda açıklamalar yaptıklarında veya bir temennide
bulunduklarında, bir ideallerini dile getirdiklerinde şeytan mutlaka beşeri yaklaşımlar katar!
Allah’ın emriyle! Bu yüzden Hac Sûresi 53. Ayet
bunu açıklıyor: Allah böyle yapar ki, kalblerinde
hastalık bulunan ve kalbleri kasvetli olan kimseler için şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye!
Ayetlerde geçen “fitne” kelimesi özellikle şu
manadadır: İkilem! Fitne ikilem demektir. “Ya
Allah’ın dediği gibi değilse? Ya Allah yoksa? Ya
öyle olmayacaksa? Ya öldükten sonra dirilmeyeceksek?” gibi vesveselerle kişiyi sürekli ikilemde
tutar. İkilem ise şeytaniyettir!
Şeytaniyeti görev olarak alan İblis “ikilemi”
başlatarak bu görevin ilk icracısı olmuştur ve
sonra bu görevle görevlendirilmiştir. Bu görevi
alacağı için de ilk icraatını yapmıştır. Rabbi ona
“secde et” dediği zaman, o ikileme düşmüş ve
Âdem’e secde etmemiştir! Melaike behemehâl
secde ettiği halde İblis secde etmemiştir. Çünkü
kâfirlerdendi, yani kafası fitne fücurdu. İşte bu
yüzden fitne; seni Allah’a karşı ortak çıkaran fikirler demektir. Allah’a karşı “ben de varım, ben
de düşünürüm, sen öyle diyorsan ben de böyle
diyorum” diyen bir sistemin ismidir fitne! Aksi
26
YILMAZ DÜNDAR
halde ayetlerde fitne geçtiğinde, normal hayatta arkadaşlar arasında insanların birbirlerini
kışkırtmalarını düşünmemek lazım. Fitne; sizi
Allah’a karşı kışkırtan ve kendinizi O’na ortak
koşturtacak fikirlerdir! İşte bu yüzden “şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye” diyor Hac
Sûresi ve ekliyor; “muhakkak ki zalimler uzak
bir şikak içindedirler“.
Ankebut Sûresi 2. Ayet bunu daha kolay
anlamamızı sağlayacaktır inşaAllah: “İnsanlar
fitneye düşürülmeksizin “iman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar?”
Çok korkutucu! İnsanlar fitneye düşürülmeksizin
“iman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi
sandılar? Bu ayet Hac Sûresi 53. ayeti daha iyi
anlamamızı sağlar.
Hac Sûresi 54. ayet, az önce okuduğumuz
ayetin devamıdır: “Ve bir de kendilerine ilim
verilenler, onun Rabbinden Hakk olduğunu
bilsinler de ona iman etsinler ve ona kalbleri
ihbât olsun, mutmain olsun! Muhakkak ki Allah, iman etmiş kimseleri Sıratı Müstakıym’e
hidayet edendir”.
Ayette “bir de kendilerine ilim verilenler!”
geçiyor. Biraz önceki ayette zalimlerden, kalbi
hastalıklı kasvetli olanlardan bahsettik. Hac-54
ise; “Ve bir de kendilerine ilim verilenler, onun
Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman
etsinler ve ona kalbleri ihbât olsun, mutmain olsun!” ifadesi var. Bakın şimdi; kendilerine ilim
verilenler! Detayına baktığımızda, bunlar Lüb’ü
çalışanlardır. Nebi ve rasullerin açıkladıklarını
27
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
duydukları zaman şeytan onlara fitne verir ki,
onlar da o fitneye karşı bir savunma duygusu
oluşturarak “hayır, bu Hakk’tır!” desinler. Biraz
sonra bunun insan için hikmetini göreceğiz.
“Hayır, bu Hakk’tır” desinler ve ona iman etsinler. Ve ona kalbleri mutmain olsun, onu tesbitlesin: Rasul ve Nebi bir şey söylediğinde fuadın
kuvvetli ve geri dönüşsüz analiz ve sentez yapabilmesi için karşı tez lazım. Karşı tez nasıl oluşacak? İşte karşı tezi de şeytan verir, fitne olarak
verir. Bu fitne karşısında karşı tezi seven kalbi
hastalıklı ve kasvetli olan kaybeder! Ama kendisine ilim verilenler ne yapar? Onlar bu karşı tez
vasıtasıyla fuadlarını daha kuvvetli çalıştırırlar.
O analiz ve sentezde karşı tezle mücadele eden
fuad öyle bir fikir çıkarır ki, kişi “Nebi ve Rasulün söylediği Hakk’tır” der. Ve o bilgi kalbe girer
ve kalb mutmain olur, yani o bilgiyi tesbit eder.
Bu durumda artık nebi ve rasulün o bilgisi kulun
bilgisi olmuştur. Ve beyin işte o zaman o bilgiye
yönelik fiiller ortaya koymaya hazırdır. Bu mekanizma çalışsın diye, “sadr, kalb, fuad, lüb mekanizması” çalışsın diye Allah böyle yapar” diyor
ayette. Muhakkak ki Allah, iman etmiş kimseleri
Sıratı Müstakıyme hidayet edendir.
Ra’d Sûresi 28. Ayet: “Onlar iman etmişlerdir ve kalbleri Allah zikriyle mutmain olur.
Dikkat edin, kalbler Allah zikriyle itminan
olur!”.
Allah Ra’d Sûresi 28. Ayette “dikkat edin!”
diye uyarıyor! “Dikkat edin; dikkatinizi buraya
toplayın, fuad burada dikkatli çalışsın! Dikkat
28
YILMAZ DÜNDAR
edin ki kalbe sıkı tesbit yapın, bu çok önemli bir
gerçek” diyor. Onlar iman etmişlerdir ve onların
kalbleri Allah zikriyle mutmain olur! Kalblerin
düzgün yola gireceği, mutmain olacağı, mutlu
olacağı hal, sahibinin söylediğine göre, ancak
Allah’ın zikriyle mümkündür. Dolayısıyla, kişide
sadrı nefsin şerri yönetiyorsa kalblerin mutlu olması mümkün değildir! Onlar ancak; nefsin şerri
doğrultusunda vehmin zulmeti içindeki rahatlık
ve memnuniyetleri mutluluk sanarlar! Rahat olduklarında, memnun olduklarında mutlu olduklarını sanarlar. Oysa Ra’d Sûresi 28. Ayet diyor ki;
“gerçek mutluluk ancak Kalb’te Allah zikriyle
mümkündür!”
Kalbteki hastalığa değinen bir diğer ayet,
Nur Sûresi 50: “Onların kalblerinde bir maraz
mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa
Allah’ın ve O’nun Rasulünün kendilerine haif
edeceğinden, haksızlık edeceğinden mi korkarlar? Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir!”
Bakın yineleniyor: Eğer nefsin şerri sadra hâkimse
kalb hastadır. Kalbte hastalık varsa, bir maraz
varsa fuad şüpheli tereddütlü fikirler ortaya çıkarır! Nur Sûresi 50. Ayetten bunları anlıyoruz.
Kalb Sözde Varlık ve Muhtariyet İddiası’nın
oluşturduğu perdelilikten sıyrılınca, bu perdeliliğin oluşturduğu hastalıktan kurtulunca sadrı istila etmiş olan vehmin zulmeti kuralları da fonksiyonsuz hale gelir. LÜB’le gelen nurun tesiri bütün
SADR’ı kaplar.
Bakara Sûresi 257. Ayet: “Allah iman edenlerin velisidir. Onları zulmetten nura çıkarır.
29
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Fiilen küfür halinde olanlara gelince, onların
evliyası tağuttur. İşte onlar ashabun nar’dır.
Onlar onda ebedi kalıcılardır”. Kişilerin Allah
dışında oluşturdukları ilahlar ve bu yoldaki fikirleri onları nurdan zulmete çıkarır ki, bu hal başka
ayetler de geçmektedir. Bu ayetten öğreniyoruz
ki: Efendimizin açıkladığı şekilde imanını deklare
edenlerin ve sonra bu deklarasyona uygun fiiller
ortaya koymak için mücadele edenlerin velisi
Allah’tır! Ve Allah onları zulmetten nura çıkarır! Hani nefsin şerri ve vehmin zulmeti vardı
ya, zulmet onlardır, işte Allah onları o zulmetten nura çıkarır. Biraz sonra duamızın içinde de
bu kavramlar geçecek. Bu kavramlar ayetlerde
“zulmet” ve “nur” olarak aynen geçer; “o iman
edenleri Allah zulmetten nura çıkarır”. Demek ki,
bir kulun kendisini içinde bulduğu Sadrı yöneten nefsin şerri ve vehmin zulmeti! Ve bu halin
içinde onu oradan kurtarabilecek bir özellik bir
dayanak yok. Onu o halden ancak Allah lütfuyla kurtarır ki, işte; “onu o zulmetten alır nura çıkarır” budur. Oysa küfrünü deklare etmiş olan
ve buna uygun da küfür fiilleri ortaya koyanların yol göstericisi tağuttur; yani Allah’ın dışında
iddia ettikleri ilahlık onların yol göstericisidir!
Bu nedenle de onlar o yola uygun fikirlere tabi
olurlar. İşte bu yüzden ayet onları “ashabun nar;
nar ashabı” diye isimlendiriyor. İşte bu hakikate
işaret eden bazı ayetler:
İbrahim Sûresi 1. Ayet: “Elif Lam Ra. O, insanları Rablerinin izniyle zulmetten nura ve
Aziyzil Hamiyd’in sıratına çıkarman için sana
inzal ettiğimiz bir kitaptır.”
30
YILMAZ DÜNDAR
Ahzab Sûresi 43: “O’dur ki, sizi zulmetten
nura çıkarmak için size salât eder ve O’nun
melekleri de. O müminlere Rahıym’dir.” Ahzab Sûresi’nin bu ayetinden de öğreniyoruz
ki; imanlı kişileri, imanını deklare etmiş kişileri
“zulmetten nura” çıkarmak için Allah ona destek verir! Buradaki “salât” destek manasınadır;
destek verir, onu yalnız bırakmaz demektir. Ve
O’nun melekleri de! Melekler de bu konuda o
Kul’u yalnız bırakmazlar, destek verirler. Çünkü
O Müminlere Rahıym’dir.
Hadiyd Sûresi 9: “O sizi zulmetten nura çıkarmak için apaçık ayetleri Kul’unun üzerine
tenzil eden, tafsilen indirendir. Muhakkak ki
Allah size karşı Raufün Rahıym’dir.”
Bu ayetlerde görüyoruz; iki hal var: Birisi
zulmet, birisi nur! Kul’u zulmet halinden nura
çıkarması Allah’ın lütfudur, bu ancak lütfuyla
mümkündür. Demek ki; “LÜB” bir ikramdır!
A’raf Sûresi 43. Ayet müjdeler ki; “biz onların
sadrlarından ğıll’den ne varsa söküp attık.”
Ayetin “onlar” dediğinin cennet ashabı olduğu önceki ve sonraki ayetlerden anlaşılmaktadır.
Şimdi biz bu ayetle birlikte yeni bir kavram öğreniyoruz; Ğıll!
Meallerde baktığınız zaman bunu parantez
içinde sevgisizlik, kin, nefret gibi açıyorlar veya
“ĞILL” yazmadan doğrudan bunları yazıyorlar. Ayeti kavrayabilmek beşeri tanımlarla
mümkün olmaz! Kur’an Arap harfleriyle yazılmıştır, ama manası Rabca’dır. Kur’an’ın yazılışı
Arapça’dır, manası Rabca’dır. Bu yüzden Kur’an
31
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
kelimelerini manalandırırken bu özelliğe çok
dikkat etmek lazım! Onlara normal hayatın içindeki manalara göre bakar ve yerine öyle koyarsanız, İslam’ın önerilerini normal yaşantının içerisine monte etmeye çalışmış olursunuz! Oysa
Kur’an; bize o yaşantıyı “terk etmeyi” öneriyor!
Ama kişi hem onu yaşayacak, hem de onu yaşarken içine bunları monte edecek sanıyor. Neden?
Yanlış yönlendirmeler yüzünden!
Şimdi “Ğıll”i göreceğiz, ama A’raf Sûresi 3’den
önemli bir şey öğreniyoruz; sadrlarda bulunan
Ğıll! “Biz onların cennet ashabının sadrından
Ğıll’den ne varsa söküp attık.” Demek ki; sadrda Ğıll bulunduğu sürece kişi cennete giremez!
O zaman bu cennetin kabul etmeyeceği bir hal!
Ancak, bu Ğıll öyle bir şey ki; Kul kendisini sadrındaki Ğıll ile beraber bulur ve onu normal zanneder, hiç mücadele de etmeyebilir. Hatta elinde ondan kurtulabilecek “bir araç”ı da yoktur!
Hıcr Sûresi 47. Ayet: “Biz Ğıll’den onların
sadrlarında olanı söküp attık, kardeşler olarak serirler üzerinde mütekabildirler”. Yine
cennet ehlinden bahsediliyor; onlar karşılıklı
“kardeşler hâli”ndeler deniyor. Kardeşler haline
gelebilmeleri için sadrlarında “Ğıll”in olmaması
lazım! Aksi halde müminler kardeş olamaz! Ğıll
kardeşliği bozan, mümin kardeşliğini bozan bir
şeydir! Neden ve nasıl bozuyor, biraz sonra daha
açık tarif edeceğiz.
Peki, sadrdaki bu Ğıll’den kurtulmak için
ne yapacağız, çaresi nedir? Onu da Haşr Sûresi
10. Ayette Rabbimiz bize öğretiyor: “Onlardan
32
YILMAZ DÜNDAR
sonra gelenler; Ensar ve Muhacir’den sonra yaşayan müminler, şöyle derler; Rabbimiz bizi ve
imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için
bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki
sen Rauf’sun Rahıym’sin.” Ayetin orijinali:
“Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne
sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine
ĞılI’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raufun Rahıym”. Bu ayeti “Kalb Duası” olarak adlandırdığımız kompozisyonda da bulacaksınız.
Ğıll ne demektir?
Hakk’a [Hakk açıklamalara!] ve Hakk’ı hatırlatan şeylere karşı sevgisizlik, hoşnutsuzluk,
rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların bütünü
Ğıll’dir. Aksi halde; normal hayatta insanların
birbirlerine duydukları kin, nefret ve sevgisizlik
değildir Ğıll! Bu yaklaşım ve bakış açısı dua ve
yakarışlarımızda da çok önemli!
Şimdi verilecek örneği iyi anlarsak Ğıll’in tanımını da iyi yakalarız. Kişi bir vicdan muhasebesi yapıyor diyelim, gününü muhasebe yapıyor; “gündüz şöyle yaptım, şunu üzdüm, şunu
kırdım, şuna kızdım, şuna haksızlık ettim” diye
üzülüyor ve bir daha yapmama kararı alıyor. Bunun Muhammedî bakış ve yaşayış için bir önemi
yok! Eğer siz bir muhasebe yaparken, muhasebeyi sizle Allah arasında yaparsanız ancak bunun
Muhammedî bir değeri vardır! “Ben Allah’ın hükümlerine karşı neler yaptım?” derseniz bu sizi
tövbeye götürür, ama “ben şu kişiye şunu yap33
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
tım” derseniz, gider özür dilersiniz, “aferin” derler ve iyi insan olursunuz. Peki, ölçü ne?
Bir şey “doğru mu, değil mi?” anlayabilmek
için, onu fuada doğru sunabilmek için, fuadın
doğru analiz sentez yapması yanılmaması için ve
virüs programlardan korunması için; tarif ettiğin
bir davranışı, açıkladığın bir fikri, deklare ettiğin
bir inanışı “Muhammedî olmayan birisi de yapabilir mi?” ona bakacaksın! Muhammedî olmayan birisi gece oturup vicdan muhasebesi yapamaz mı? Daha dürüst, daha iyi insan olma kararı
alamaz mı? Bu yalnızca Muhammedîlere has bir
şey mi? O zaman bu Muhammedî bir davranış
değil! Öyle bir davranış tarif edeceksin ki, onu
ancak Muhammedîler yapabilecek, bir başkası yapabiliyorsa o da Muhammedî olacak, yani
Muhammedî olmadan o yapılamayacak! Mesela
bir hayr veriş düşünün! Muhammedî olmayanlar hayır yapamazlar mı, onların “hayır dernekleri” yok mu? Afrika’yı karış karış gezip, misyonerlik yapmıyorlar mı? Demek ki, öyle bir “hayr”
tarif edeceksin ki yalnız Muhammedî olan o
hayrı yapabilsin! Veya kim öyle hayr yaparsa o
da Muhammedî olsun! Yine, öyle bir îman tarif
edeceksin ki ancak Muhammedi olan öyle inanabilsin! Çünkü bir başkası öyle inanamaz, bir
başka felsefe onu öyle açıklayamaz, mümkün
değil yapamaz! Yaparsa, yapabilirse zaten o da
Muhammedî olur.
Ğıll de öyle bir şey, normal ibadetleriniz de!
Kendinizi incelemeniz gerekiyor, yani fuadınıza görev vermeniz gerekiyor; “haydi bir analiz
34
YILMAZ DÜNDAR
sentez yap bakalım, benim ikame ettiğim salât
Muhammedî mi, tuttuğum oruç Muhammedî
mi?” demeniz gerekiyor. Bunu nasıl yapacaksın?
Örneğin, nasıl bir salât ikame ediyorsan,
kendin otur baştan sona yaz. Eğer, inanmayan
birisi de aynısını yapabiliyorsa senin salâtın
Muhammedî değil! Bir başkası yapabiliyor çünkü! Öyle bir salât tarif etmelisin ki; o salâtı Muhammedi olmayan yapamamalı! Yaparsa da
Muhammedî olmalı! Öyle bir oruç tarif etmelisin ki yanlış olmamalı. Yanlış tarif edersen bir
başkası da yapabilir, çok titiz de uygulayabilir.
“Yeni bir şey yapıyorum” diye, “kutsal bir şey
yapıyorum” diye heyecanlanır, duygulanır, ağlar
da! Hatta sahuru kaçıracağım diye uyumaz da!
Sahura da kalkar, iftarını da yapar, aç ta durur.
Dilini de bağlar, elini de bağlar, belini de bağlar.
Peki, bunu yapınca Muhammedî mi oldu şimdi?
Aynısını yaptı, peki oruç mu tutmuş oldu? “Ama
efendim biz de aynısını yapıyoruz?” diyorsan o
zaman incelemen gerekiyor! Öyle bir oruç tarif
edeceksin ki, onu ancak Muhammedî olan birisi yapabilsin, bir başkası yapamasın. Biri onu
yaparsa da onun Muhammedî olacağı bir tarif
olsun! Bütün amellerinizde buna dikkat etmelisiniz! Bütün amellerde! İşte Ğıll de bunlardan
birisi.
Ğıll’i öyle bir tarif etmeli, tanımlamalısın ki,
Muhammedî olmayan birisi çıkıp “bende zaten Ğıll’den eser yok” diyememeli! Aksi halde;
kişi çok iyi, çok hümanist bir tanrıdır, çok iyi bir
Polyanna tanrıdır ve “bende Ğıll’den eser yok”
35
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
der, senin tarifine göre de haklı olur. Çünkü
senin tarifin öyle! Oysa Ğıll; Hakk’a ve Hakk’ı
hatırlatan şeylere karşı hissedilen sevgisizlik,
hoşnutsuzluk, rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların tümünün ortak adıdır! Eğer kişideki Sadr
Organizasyonu’nu nefsin şerri yönetiyorsa o kişi
Hakk’a karşı Ğıll içindedir, Hakk’a ait cümleleri
duymayı sevmez. Siz bir yerdesiniz diyelim, televizyonda birden bir dini sohbet veya bir Kur’an
tilaveti başlamış olsa bazıları onu duymaya dayanamaz, koşar gider kapatır! Onu duymaya dayanamaz! Ezan sesini duymaya dayanamaz! “Gürültü kirliliği” diye şikâyet dilekçelerini görseniz...
O dayanamaz çünkü! Ayet; “inzal olan ayetler
inananların imanını artırır, kâfirlerin küfrünü
artırır” diyor!
İşte bu Ğıll, kendinizi içinde bulduğunuz halde var! Sizin onu bulup tanımanız gerekiyor!
Dikkat edin, yaşantıda çok rastlıyorsunuzdur
Ğıll’inize! Rastladığınızda onu umursamalısınız!
“İşte bu benim sadrımın hastalığıdır. Bu hastalıkla beni cennete almazlar, cennet için heyet
raporu vermezler” demelisiniz. Bilirsiniz, bazı
yerlere başvurmak için “heyet raporu” istenir.
Heyet raporunuzda “sağlam” değilseniz olmaz!
Cennetin de heyet raporunda “Ğıll’sizdir” yazacak ki oraya kabul edilesin! Öyleyse onu sorulmadan önce temizlemek lazım!
Nasıl temizleyeceğiz? Haşr Sûresi öğretiyor;
Allah’tan isteyeceğiz. “Allahım kendimi içinde
bulduğum o Ğıll’den beni koru, beni kurtar,
beni temizle” deyip isteyeceğiz, sonra sabr ede36
YILMAZ DÜNDAR
ceğiz. Neye? Allah’ın hükmünün gelmesine! O
hüküm gelecek seni temizleyecek!
Şimdi sadrla ve o hükümle ilgili bir parantez
açmak istiyorum: Bir kişi Rasulullah’ı görmek,
Rasulullah’la bir olmak, Rasulullah’ı dinlemek
Onunla konuşmak istiyor. Çok istiyor. Öncelikle bilmelidir ki, onun bu muhabbeti çok önemli! Çünkü bu muhabbet öyle büyür ki, içinden
Muhammed SAV çıkar; senden çıkacak olan
Muhammed’i bu muhabbet oluşturur! Bu muhabbet olmayınca Muhammed Hakikati filizlenemez ki! Nuru Muhammedî’nin sulayanı, onu
yeşerteni bu muhabbettir. Muhabbet olmayınca
olmaz, doğru! Fakat bu muhabbet sahibi şöyle
söyleyelim de üzülmesin: Diyelim ki, çok önemli
bir kalb cerrahını görmek istiyorsunuz. Onunla
yolda mı karşılaşmak istersiniz, yoksa kalbinize
müdahale edilmesi gereken hayatınızın o zor
anında, o cerrahın birden şak diye gelmesini
mi istersiniz? Anlatabildim mi? Bu yüzden, siz o
muhabbeti taşıyın. O muhabbeti taşırsanız, size
operasyon gerektiği zaman, o muhabbet duyduğunuz sizinle olacaktır! İşte onun zamanını
beklemek sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemek
sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemenin ismidir
sabr! Yoksa beşeri münasebetlerde insanların
birbirlerine katlanıp tahammül etmeleri değil!
Kur’an’ın açıkladığı sabr; hanîf olarak Allah’a
yönelmek, salih amel yapmak ve Allah’ın hükmünü beklemektir. Allah’ın hükmünü beklemek sabrdır.
37
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
“Ğıll’in temizlenmesi için ne yapmalıyız?»
demiştik ya, şimdi işte onu sahibi tarif ediyor; “Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne
sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine
Ğıll’len lilleziyne amenu, Rabbena inneKE Raufun Rahıym”, böyle deyin diyor; “Rabbimiz bizi
ve imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için
bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki sen
Rauf’sun Rahıym’sin”.
Bunu umursamak lazım! Beşeri sistem içerisinde insan neleri umursuyor bir bakın! Beşeri
yaşantı içerisinde “şu şunu dedi, bu bunu dedi”
diye neleri umursuyoruz! Ama Allah yolunda?
Diğerleri hayatî olabilir, bu da ahıretî, o kadar!
Dolayısıyla, Yaradan’ın dediğini çok umursayan bir kalb bizim için çok önemli!
Şimdi Ğıll’le ilgili çok uç bir örnek vereceğim.
Bu örneği günümüzün konusu olduğu için de
veriyoruz: Başı örtülü bir kardeşimize tepkili bakış doğrudan Ğıll’dir! Kişi bir yere gidiyor, bakıyor ki başı örtülüler var, rahatsız oluyor, hemen
içinde bir rahatsızlık hissediyor. Hatta ne diyor
biliyor musunuz? İçim daraldı! Bakın içi; göğsü daralıyor. Hakk’a karşı sadrı daraldı! Neden?
Hâkimiyet nefsin şerrinin de ondan!
Diyelim ki; birisi bilerek bilmeyerek, modaya
uyarak uymayarak örtünmüş; ama örtünmüş!
Yani Kur’an’daki emri yapmış, o emre uymuş!
Sen de onu görünce bir şekilde rahatsız oluyorsun, işte bu doğrudan Ğıll’dir!
38
YILMAZ DÜNDAR
Hac Sûresi 30. Ayete bakalım: “İşte böyle;
kim Allah’ın hürmetlerine tazim ederse, o
onun için Rabbi’nin indinde daha hayrlıdır.”
Kim Allah’ın hürmetlerine, işaretlerine, O’na
ait gözüken davranışlara hürmet ederse, saygı
gösterirse, onun o davranışı Rabbi’nin İNDinde
daha hayrlıdır. Kişi Rabbi’nin İNDine talibse
böyle!
Hac Sûresi 32. Ayet: “İşte böyle; kim Allah’ın
şeairine tazim ederse, muhakkak ki o; kalblerin takvasındandır”. Bu ayet, kim Allah’ın
hükmüne hürmet eder, saygı gösterirse o; kulun,
kalbinin takvasının işaretidir, diyor.
Buraya kadar anlatılanları düşünerek bir Kalb
Duası yapalım, anlattıklarımızı duaya çevirelim.
Bu duadaki ayet ve hadisleri meallerden, tefsirler ve âlimlerin kitaplarından inceler araştırır,
“neler önerilmiş?” diye detaylı bilgi edinirsiniz.
Eğer uygun görürseniz zaman zaman da bu duayı yapabilirsiniz. Bu dua kalbinizin kendini içinde bulduğu perdelilikten, hastalıktan kurtulması, Lüb ikramının ulaşması ve onun sonsuza dek
size destek olması, özellikle kalb gözünüzün açılması, kalble görmeye başlamanız ve hakikati görüyor olmanız için bir yakarıştır. Sadece ayet ve
hadisleri içermektedir, herhangi bir beşeri bakış,
yorum, cümle yoktur! Duayı yaparken sağ elimizi göğsümüze, sadrın hissiyatının dalgalandığı
bu noktaya koyacağız. Sağ elimiz kalbın/kalıbın
vücudumuzdaki merkezi olan vücudun kalbine
gelirse, elimiz hem göğsümüz hem de kalbde
olur. Bu duayı nasıl bir tefekkürle yapmalıyız?
39
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Diyelim ki vücudunuzun bir yerinde size çok
sıkıntı veren bir rahatsızlığınız var ve çok güvendiğiniz bir kişi de size şifa ayetlerini ve hadislerini
içeren bir dua verdi ve “sağ elini göğsüne koy,
bunu da oku” dedi. O ızdırabı hissediyorsun ya,
ne kadar yürekten koyarsın elini, hiç formaliteden yapmazsın! Kalbindeki hastalığın rahatsızlığını o ızdıraptan daha fazla hissetmeli ve rahatsız olmalısın ki, bu el çalışsın!
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den öğrendiğimiz bir hadis nedeniyle “sağ elimizi göğsümüze” koyuyoruz. Efendimiz bir sahabeye
şeytandan korunması için “böyle yap” diyerek
öğretiyor. Onun sadrının yönetimini şeytana
vermemesi için elini böyle koyduruyor ve İhlâs,
Felak, Nas okutturuyor. Efendimizin tarif ettiği
gibi elimizi göğsümüze koymuşken ayetlerden
yararlanarak bazı yakarış ve duaları da bir araya getirdik. Ayrıca, bir hadis gereği dualarımızı
iki salâvat arasına alacağız. Salâvatların kabul
olma ihtimalleri çok yüksek olduğundan Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “kabul olmasını
istediğiniz dileğinizi iki salâvat arasına koyun,
salâvatlar kabule yükselirken aralarındaki duayı da yükseltirler” buyuruyor. Biz bu hadisten
de yararlanarak bir paket program yapacağız.
Okurken dikkatinizi çekecektir, duamızdaki
salâvatlardan birisi feth edici açıcı bir salâvattır.
Duanın sonunda ise, birisi bize Rahmani Güç
sağlayacak, yani bizi Feth-i Zulmani’ye değil de
Feth-i Nurani’ye doğru götürecek bir salâvat,
diğeri ise tüm rasul ve nebileri, tüm mürseliyn’i
40
YILMAZ DÜNDAR
içeren bir salâvat okuyoruz. Ki; Allahım kalbimi
nebi ve rasullerinin zincirinin arasına koydum,
kabul buyur Allahım demiş olalım.
Euzü Billahi mineş Şeytanir Raciym
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem
yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven
ehad.
• Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad.
• Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem
yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven
ehad (İhlâs Sûresi)
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• KuL e’uzü BiRabbil felak; Min şerri ma halak; Ve min şerri ğasikın iza vekab; Ve min şerrin
neffasati fil’ukad; Ve min şerri hasidin iza hased.
(Felak Sûresi)
Bismillahir Rahmanir Rahıym
• KuL e’uzü Birabbin Nas; Melikin Nas; İlahin
Nas; Min şerril vesvasil hannas; Elleziy yüvesvisü fiy sudurin Nas; Minel cinneti ven Nas. (Nas
Sûresi)
SadakAllahul Azıym.
• Subhane Rabbike Rabbil ızzeti amma yasıfun; Ve Selamun alel murseliyn; Vel Hamdu Lillahi Rabbil alemiyn (Sâffât Sûresi-180, 181, 182)
Amin. Ya HU, Ya men HU, Lailahe illa HU. Ya
men HU;
41
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
• SubhanAllahi ve ma ene minel müşrikiyn.
(Yusuf Sûresi-108)
• Eşhedu en la ilahe illallahu ve eşhedu enne
Muhammeden abduhu ve rasuluhu.
• Allahümme salli a’la Muhammedin ve a’la
âli Muhammedin Kema salleyte a’la İbrahime ve
a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd.
• Allahümme barik a’la Muhammedin ve a’la
âli Muhammedin Kema barekte a’la İbrahime ve
a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd
• Cezallâhu annâ Seyyidenâ Muhammeden
ma huve ehluh.
• Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhammedinil Fatihi lima uğlika vel Hatimi lima sebeka,
Nasıril-Hakka Bil Hakkı Vel Hâdî ila sıratıkel
müstakıym ve ala alihi Hakka Kadrihi ve migdarihil Azıym.
• Allahümme inniy es’elüke hubbeke ve hubbe men yuhıbbuke.
• Yâ Hayyu, Yâ Kayyum, Yâ Zel Celali vel ikram; Yâ Mukallibel Kulûb sebbit kalbiy alâ diynike ve es’eluke en yuhyi kalbiy Binûri ma’rifetike
ebeden Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Bedi’es
semâvâti vel ard.
• Ferdün, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûsun…
• Allâhu lâ ilahe illâ Hû el Hayy’ül Kayyûm
lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm (Bakara
Sûresi-255)
42
YILMAZ DÜNDAR
• Allâhu Veliyyülleziyne amenû yuhricühüm
minez zulümati ilen Nûr… (Bakara Sûresi-257)
• Huvelleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHU
li yuhriceküm minez zulümati ilen Nûr ve kâne
Bil mu’miniyne Rahıyma. (Ahzab Sûresi-43)
• Leyse leha min dûnillahi kaşifetün. (Necm
Sûresi-58)
• Lakad kunte fiy ğafletin min hazâ fekeşefna anke ğıtaeke febasarukel yevme hadiyd. (Kaf
Sûresi-22)
• İnne zalike alellahi yesiyr. (Hac Sûresi-70)
• İnneHU Aziyzün Hakiym. (Enfal Sûresi-63)
• Rabbişrah liy sadriy; Ve yessirliy emriy. (TaHa Sûresi-25, 26)
• Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne
sebekûnâ Bil’iymani ve la tec’al fiy kulûbina
ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raûfun
Rahıym. (Haşr Sûresi-10)
• Rabbiğfir verham ve ENTE hayrur Rahımiyn.
(Müminun Sûresi-118)
• Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lena min ledünKE Rahmeh. İnneKE
entel Vehhab. (Âl’u İmrân Sûresi-8)
• Allahümme salli alâ Seyyidina Muhammedin Rahmeten min Allah, Ni’meten min Allah,
Minneten min Allah, Kuvveten min Allah, Kudreten min Allah, Hikmeten İzzeten Azameten
min Allah.
43
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
• Allahümme salli alâ Muhammedin ve
Âdeme ve Nuhin ve İbrahiyme ve Musa ve İsa ve
ma beynehum minen nebiyyiyne vel mürseliyn,
salâvâtullâhi ve selâmuhû aleyhim ecmaıyn.
Birahmetike yâ Erhamer Rahımiyn Vel hamdü lillahi Rabbil âlemiyn.
• El Hamdu Lillahilleziy lem yettehız veleden
ve lem yekün leHU şeriykün fil mülki ve lem yekün leHU veliyyün minez zülli ve kebbirHU tekbiyra. (İsra Sûresi-111)
• Allahuekber Allahuekber, Lailahe illallahu
vallahu ekber, HUAllahuekber velillahil hamd…
Âmin.
Şimdi sizlerle kısa bir tefekkür antrenmanı
yapalım. Birlikte şu iki cümleyi tefekkür edelim. Tefekkür ederken, lütfen cümleleri yaşamaya gayret ediniz. İlk tefekkür cümlemiz; ben
Varım ve Muhtarım. Ben varım ve muhtarım;
yani ben özgürüm! Kendi yönettiğim bir aklım,
kendi yönettiğim bir gücüm, kendi yönettiğim
bir mülküm var. Bütün bunlar nedeniyle ben de
kendime göre hüküm veririm. Muhtariyet, ben
varım ve muhtarımın üzerine kurulur hep. Şimdi bu cümleyi tefekkür için söylerken bile nasıl
dikleşiyorsunuz!
Bir de; Biiznillah ben var görünenim cümlesini tefekkür edelim. Bakın ses yumuşadı. Allah buyuruyor ki; “Rasulün yanında sesinizi
yükseltmeyin”. Müthiş bir şey, uyarı! “Rasulün
yanında sesinizi yükseltmeyin” denildi, peki
44
YILMAZ DÜNDAR
Allah’ın yanında yükseltecek misiniz? Lütfen,
hayatımızın her anına dikkat edip; geçmişimize,
şımarık yaşantımıza tövbe edelim! Sesimizi yükselttiğimiz konu ne olursa olsun, sesimizi yükselttiğimiz her hal için af dileyelim, tövbe edelim. Allah; var! Sesimizi yükseltmeyelim! Kişi Allah yokmuş gibi düşününce kendiliğinden “Ben
Varım ve Muhtarım” haline bürünüyor! Cümle
“ben varım ve muhtarım” olunca tefekkürü de
ona göre gelişiyor, değil mi? Ama; Biiznillah BEN
var görünenim, daha haddi bilen bir sese kendiliğinden dönüşüyor.
Şimdi bunu tefekkür edin; Biiznillah BEN.
Biiznillah BEN; Allah’ın dilemesiyle var olan
ve O’nun dileğiyle O’nun izniyle de o var olana “BEN” diyenim demektir. “O’nun izniyle var
görünen bu kul’a BEN diyorum” diyorsunuz:
Biiznillah BEN var görünenim. Kime göre var
görünen? Allah’a göre! Çok dikkat ediniz, bunu
tanrı ilminde detaylı gördük. Kul “Allah’a göre”
var görünendir! Biz birbirimize göre varız, var
görünenler birbirlerine göre vardır! Birbirlerine
göre yok olmazlar! Yok olan bir şeye karşı nasıl
sorumlu olacaksınız? Birbirimize göre varız, yani
“var görünenler” birbirlerine göre vardır! Ama
tüm var görünenler Allah’a göre yoktur! İşte
siz bu tefekkürü, “Biiznillah BEN var görünenim”
cümlesini Allah’a göre, Allah’a seslenerek söylüyorsunuz. Dikkat edin, “Ben Varım ve Muhtarım” sözünü Allah’a seslenerek diyemezsiniz!
“Ben Varım ve Muhtarım”, bunu ancak çevrene
dersin! Ama şimdi “Biiznillah, BEN var görüne45
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
nim Allahım” diyerek Allah’a sesleniyorsun. Lütfen bunu tefekkür edelim; Biiznillah BEN var
görünenim...
Bu iki tefekkürde, değişen kan kimyanızı yakaladınız mı, aradaki farkı hissedebiliyor musunuz? İki cümlenin tefekküründe kan kimyanız
nasıl? Dikkat ederseniz yakalayacağınız, ikisi arasındaki o fark küfür farkıdır!
Eğer fuadınız “ben varım ve muhtarım”a uygun analiz ve sentezleri yapar, onlara sahip çıkar ve kalbe de onu gönderirse, kalb de nefsin
şerrinin perdesi altında esarette ise, sonuç sanki
kalbden geliyormuş, kalbden yansıyormuş gibi
olur. Ama değildir! Bakın, bir ışığı yansıtan bir
aynayı bir cismin önüne koyunuz. Yani aynayı
cismin önüne koyup onunla o cismi örtünüz.
Cismi örtüp sakladığınız için, ışık bu noktaya
ulaşıp ta yansıdığı zaman, uzaktaki birisi ışığı
cisimden yansıyor sanabilir. Oysa cisim aynanın
arkasında sakladınız, örttünüz onu. İşte nefsin
şerri de kalbi öyle örter, saklar, duygu ve düşünceleri onun üstünden beyne yansıtır ve beyin de
o emri alır! Kalb ben varım ve muhtarım fikrine sahip çıkarsa beyne onun emrini gönderir ve
beyin onun fiillerine bürünür; yürüyüşü, duruşu,
beden dili ona döner. İşte o küfür tefekkürüdür.
Bu yüzden, az önce yaptığımız o tefekkür için
tövbe edelim; Allahım anlamak için yaptığımız
birinci cümlenin tefekküründen dolayı bizi bağışla ya Rabbi. Fuadımız anlasın, antrenman yapsın diye o tefekkürü yaptık Ya Rabbi. Hâşâ! Bir
ayette, Rabbi Hazreti İsa’ya; “sen, ben ilahım mı
46
YILMAZ DÜNDAR
dedin, annem ilah mı dedin, ben Onun çocuğuyum mu dedin?” dediğinde, “hâşâ, ya Rabbi der
miyim öyle şey” diyecek, biz de o ayetten esinlenerek öyle diyelim: Ya Rabbi, der miyiz öyle şey?
Hâşâ! O tefekkür fuadımız öğrensin diyeydi! Biiznillah BEN, “var görünenim” Allahım.
Evet, şuna da dikkat etmelisiniz; hangisinin
tefekküründe zorlanıyorsunuz, incelemelisiniz!
Ve ikisi arasındaki farkı iyi tesbit edip kendinize doğru cevap vermelisiniz! Cevabınız; “birinci
cümleyi kolay tefekkür ediyorum ama ikincisini bir türlü kavrayamıyorum, anlayamıyorum”
mu? Çok doğal! Esfele safiliyn yapının tefekkürünün kolay gelmesi çok doğal! O zaman demek
ki kurtulmanız gereken “İz”ler var! O izleri bulup
kendinizde tesbit etmelisiniz.
Bir şeyi düşündüğünüzde mekanizma şöyle
çalışıyor: Tefekkür yaparken fuad ilminizdeki
potansiyel ve tercihlerinizden yararlanarak analiz ve sentez yapıp bir fikir oluşturuyor. Bu fikri
benimsediğinizde fikir kalbte tesbitleniyor ve
beyin bu tesbit doğrultusunda hareket ederek
organlara emrini ona göre veriyor. Küçük bir
antrenmanını yaptığımız bu sistem kendiliğinden çalışır!
Önemli olan şudur ki; bu sistemde LÜB nuru
yoksa, yapılan analiz ve sentezin sonucu bellidir.
Çünkü sadr’a esfele safiliyn yapı hâkim olduğu
için sonuç da bellidir. Hayatta bunun örnekleri
vardır. Bir yeri birileri yönetiyordur ve siz oradan
ne karar çıkacağını bilirsiniz, ne karar çıkacağı
belli dersiniz. Niye? O masada oturan belli çün47
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
kü! Adil değil, demokrat değil, faşizan bir yapısı
var. O zaman oradan ne karar çıkacağı bellidir
İşte nefsin şerri de faşisttir, faşizan karar verir.
Bu mekanizmadaki önemli bir şey de şudur:
Fuad, LÜB nurunun gösterdiği yolda çalışırken
kalbi Haşyetullah ile tanıştırır. Şöyle açalım;
fuad Hakk yolda; Rabbine yönelmiş olarak analiz ve sentez yapıp, Rabbine yönelmiş fikirler
ürettiğinde bunu da kalbe kalıba döktüğünde,
kalıp titremeye sallanmaya başlar; Haşyetullahla
tanışır! Bu yüzden, Haşyetullah LÜB nurunun
sadrdaki savaşçısıdır. Bunu bir benzetmeyle
anlatalım da çok kolay anlaşılsın inşaAllah.
Vücuda bir mikrop girdiğinde savaşçı hücreler; lökositler veya bağışıklık hücreleri gider onu
bulurlar ve onu organizmaya zarar vermeyecek
hale getirirler. Onu ya yok ederler ya da hiç olmadı etrafını çevirip hapsederler. Veya vücuttan dışarı atarlar. Hani, çıban çıkar da boşaltılır,
içi temizlenir ya, işte o yolla vücudun uygun bir
noktasından dışarı atılır. Bu savaşçı hücreler gibi;
Haşyetullah da SADR’da LÜB’ün savaşçısıdır.
Haşyetullah dillendirilince; hadis gereği sabah ve akşam salâtlarından sonra okuduğunuz
Haşr Sûresi 21. Ayete bakalım: “Eğer şu Kur’anı
bir dağın üzerine inzal etseydik, elbette onu
“Allah haşyetinden” dolayı huşu ederek çatlayıp parça parça olduğu halde görürdün.
İşte bu misalleri insanlara tefekkür etsinler
diye darb ediyoruz.” Bu yüzden veriyoruz bu
misalleri!
48
YILMAZ DÜNDAR
Evet, gördüğümüz tanımlarla baktığınızda
ayetin “ne demek istediğini” ne kadar kolay çözeceksiniz bakın. “İnsanlara tefekkür etsinler
diye”nin manası nasıl anlaşılır hale gelir şimdi.
Hatırlayınız, Hakk yolda tefekkürü ve bunun
fuadla ilişkisini gördük. Hakk yolda tefekkür;
fuadın Hakk yolda analiz ve sentez yapmasının ismidir! Bu yüzden çok önemli bir ibadettir.
Çünkü oradan çıkacak fikirler kalıba dökülecek
ve böylece yeni suretlerimiz olacak Hakk yolda!
“Tefekkür” bunun için önemlidir; fuad çalışsın,
yeni kalıplara yeni fikirler döksün ve sizden o
yeni fikirlere uygun suretler çıksın! Demek ki,
Kur’an’daki ayetlerin, verilen misallerin bir önemi de; tefekkür etmemiz için olmalarıdır. Yani
fuadımızı çalıştırmamız için!
“Eğer Kur’an hakikatini dağın üzerine inzal etseydik haşyetten parçalanırdı.” Bu kısım
da bizim için önemli bir ipucudur! SADR’ı nefsin
şerri yönetirken orada “ben varım ve muhtarım”
dağı vardır. “Kendisini Kaf Dağı’nda sanıyor” denir ya. Hatta “küçük dağları ben yarattım” sanıyor, “yürüyüşüne bak!” denir. İnsan açısından
baktığınızda buradaki dağ; sizdeki Sözde Tanrılık İddiası’dır. O zaman bu ayete bakışımız nasıl olur: Eğer sen Kur’an’ın hakikatini o iddianın
üstüne koyar da Kur’an’ın hakikatini o iddiayla
tanıştırırsan, o tanrılık iddiası paramparça olur.
Eğer fuad, Kur’an’ın hakikatiyle tanrılık iddiasını
çarpıştırırsa o iddia orada paramparça olur. Peki
öyle olunca ne olur? Sonuç; “HAKK geldi, BATIL
rezil oldu” olur.
49
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Fatır Sûresi 18. Ayet Efendimiz’e diyor ki; “sen
ancak; “Bil gayb Rablerinden haşyet duyan”
ve salâtı ikame edenleri uyarırsın!”.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in üzüntüsü üzerine Rabbi ona; “Habibim, nerdeyse
hasta olacaksın; seni dinlemiyorlar, alaya alıyorlar, açıkladığın hakikate geri dönüyorlar
diye hasta olacaksın. Sen ancak Bil gayb Rablerinden haşyet duyan ve salâtı ikame edenleri uyarırsın”. Demek ki kalbin tanışacağı Haşyetullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in
uyarılarını kabullenmemiz, anlayabilmemiz ve
uygulayabilmemiz için de çok önemli! Çünkü
“ancak onları uyarabilirsin” diyor. “Sen Allah’ı
sevenleri uyarırsın” demiyor, dikkat ediniz!
İslamiyet’i insanlara yanlış bir şekilde “sevgi seli”
gibi anlatmaya çalışıyorlar, onlar Uzakdoğu felsefelerini insanlara “İslam” adı altında sunmaktır. Bu anlatım tarzı insanların sadrlarını yöneten
nefsin şerrine çok hoş gelir; “işte benim aradığım
buydu” der. Doğru, nefsin şerrinin aradığı oydu!
Kişi o anlatılanı “din” zanneder de rehavete düşer...
Yasin Sûresi 11. Ayet: “Sen ancak, Zikre tabi
olan ve Bil gayb Rahman’dan haşyet duyanı
uyarırsın. Onu bir mağfiret ve kerim bir ecir
ile müjdele”. Burda bir önemli şey daha öğreniyoruz. Uyarılan kulun halini şöyle düşünelim:
Kul müttaki olsun, korunsun diye korkuttun,
uyardın, kul da tedbirini aldı. İşte o zaman; artık
onu müjdele diyor. Yani sonsuza dek “korkut!”
demiyor. Korktu ve tedbirini aldı, öyleyse onu
50
YILMAZ DÜNDAR
müjdele. Neyle? Bir bağışlanma ve kerim bir
ecir ile müjdele.
Haşyetullahın önemini dile getirdik, şimdi
de kafamızda, beynimizde onu netleştirelim,
yani tanımlayalım. Çünkü tanımlayamadığınız
şeyi yapamaz, uygulayamazsınız. Bu yüzden, tanım, bir şeyi tanımlamak çok önemlidir. Bir şeyi
tanımlayacaksınız ki netleşsin. Peki, bu tanımı
kime yaptırtacaksınız? Fuadınıza! Fuad o tanımı
yapacak ve kalıba dökecek. Şimdi fuadı çalıştıralım, sonra kalıba dökelim inşaAllah.
Dünyada yaşayan kulun bir dünya yaşantısı ve bu yaşantı sırasında oluşan deneyimleri
vardır. Dünya yaşantısı ve bu yaşantıyla oluşan
deneyimlerin hepsini bir potaya koyarsak, o kişi
için, o kul için buna “dünya ilmi” diyebiliriz.
Çünkü yaşantısına göre bir dünya ilmi edindi.
Bu dünya ilminin o kişide bir duygusu oluşur.
Yani bir ilim vardır, bir de o ilmin oluşturduğu
hissiyat vardır. Bu yüzden, dünya ilmi duygusu
içerisinde, yani o kişinin dünyaya ait yakaladığı
hissiyat içerisinde kin, nefret, korku, sevinç, telaş,
heyecan, sevgi, samimiyet gibi duygular vardır.
Kişi bu duyguların ne olduklarını, nasıl olduklarını yaşayarak öğrendi. Yaşamak bir nevi ilim
edinmek demektir! Demek ki, kendimizi içinde
bulduğumuz dünya yaşantısında, ister istemez
“dünya ilmi” sahibi olunuyor ve bu ilmin de
“duygusu” oluşuyor. Kişi kendini tarif ederken
bu duyguya göre tanımlıyor zaten.
İşte bu dünya ilmi ve duygusunun oturduğu
bir taban, bir platform vardır ki; o cinsellik ve
51
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
öfkedir. Dünyaya ait ilmi besleyen, onu coşturan ve motive eden bu platformdur; cinsellik
ve öfkedir. Çok başarılı bulunan roman, film, şiir
gibi şeylere, reyting yapan şeylere lütfen bakın;
hepsinin öfke ve cinsellik üzerine kurulduğunu
göreceksiniz! Cinselliği çok ele almadık. Ancak
bilmeliyiz ki, cinsellik yalnızca seks demek değildir. Cinsellik bir platformdur, ama “nasıl bir
platformdur?” onu ileride detaylı ele alırız inşaAllah. Çünkü; görmek lazım ki kurtulunsun!
Kurtulmak için görmek lazım! Ama şimdilik bilelim ki; dünya ilminin platformu budur; öfke
ve cinsellik!
Bu böyleyken bir kula bu ilimle buluşmak
nasib olmuş ve bunun içine girmişse: İşte bu
ilmin içindeki bir kul LÜB ikramıyla imanını
deklare eder ve Yaradan’ını tanımaya başlarsa,
onda yaşantısına hiç uymayan “yeni bir ilim”
başlar; “daha önce şöyleydim, şimdi böyleyim”
dediği haller başlar. Çünkü onda yeni bir ilim
başladı! Onda başlayan Allah İlmidir! Bir kişide
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in açıkladığı “Muhammedî Hal”le öğrenme başladığında yeni bir ilim başlamış demektir ki; o Allah
İlmi’dir. Kul girdiği Allah İlmi içerisinde Allah’ı
tanır. Bu sefer Allah ilminin ve Allah’ı tanımanın
kazandırdığı yeni bir hissiyat başlar ve “Allah
korkusu, Allah sevgisi, Allah rızası” gibi hislerle, arzularla tanışır, hayatına bunlar girmeye başlar! Elbette böylece, “bir hissiyattan başka bir
hissiyata” geçer, geçmesi gerekir ve bunu hızlıca
yapmak gerekir ki; işte buna Esas Hicret denir.
Kişi o ilimden bu ilme hicret eder.
52
YILMAZ DÜNDAR
Hicret edenlerin haliyle ilgili bir ayet var.
“Hicret edenler ölürken, ecelleri geldiğinde onların
yanlarında, onların ölümleriyle onlarla ilgilenen,
onların ölümünü misafir kabul eden Allah’tır”
anlamında bir ayet var. Bu hicret bu kadar
önemlidir ve bu Allah yolunda hicrettir! Hicretin bir zahiri vardır [ve çok önemlidir] bir de
batını. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize
hem zahirini hem batınını göstermiştir! Hicretle ilgili mücadeleyi bir savaş dönüşünde; “küçük cihattan geldik büyük cihada gidiyoruz”
diye bildirmiştir! Yine esas hicretin; küfür hali
ve yaşantısından, yani dünyanın cazibesinden
Allah’a sığınmak, Allah’a geçmek olduğunu bize
bildiren ayet ve hadisler vardır. Dünya ilmi ve
duygusundan hicret edeceğimiz “yeni bir ilim”
başlar ki bu Allah İlmidir. Her ilmin bir duygusu
olduğu gibi, artık bu ilmin duyguları oluşmaya
ortaya çıkmaya başlar. Lütfen dikkat ediniz:
Allah ilminin duygusuna, duygu bütününe Haşyetullah denir! Haşyetullah; salt korku,
yani yalnızca korkmak değildir! Allah İlmi’nin ve
Allah’ı tanımanın sizde oluşturduğu duygunun
hissiyatın adı Haşyetullah’dır. Bunun platformu
ise; Allah’tan sakınmak, Allah’tan korkmak
ve Allah’tan utanmak duygularıdır; Haşyetullah Platformu budur! Bu yüzden, haşyetullah
ele alınırken daha çok ve en fazla “korku” dile
getirilir. Bu noktada karıştırılan nedir peki? Şimdi lütfen fuadınıza emir verin, kıyasını yapsın
ve kalbe çabuk emir versin de kalıbı döksün:
Dünya İlmi’yle tanıdığınız, öğrendiğiniz korkuyla
53
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
Allah’tan korkulmaz! Haşyetullah için anlatılan
Allah Korkusu o değildir. Allah Korkusu, sizin
dünya tecrübenizle, dünya ilmiyle yakaladığınız duygular kapsamdaki bir korku değildir!
Ama “yanlış yapmayayım” diyor ve yanlış yapmak istemiyorsan, o korkuyu da Allah’a yönelt,
o korkuyu da Allah’a çevir ki; orada yerini bulsun! Anladık ki, Haşyetullah kapsamındaki Allah
korkusu bize “yeni gelecek bir hissiyat”tır, daha
önce bildiğimiz bir hissiyat değil! Allah ilmiyle
tanıştıktan, Allah’ı tanımaya başladıktan sonra
oluşacak bir hissiyattır o! Çünkü Haşyetullah,
Allah İlmi’nin duygusudur. Şimdi, yaşantıdan,
ama çok fark etmediğimiz bir ipucu verelim:
Diyelim ki, insanlar toplumsal bir yanlışı nedeniyle bir kişiden rahatsız oldular ve o kişiyi de
inancı yönünden eleştirecekler. Sitem ve eleştiri için ona bir söz söylerler. Onu bu yanlışı yüzünden eleştireceklerinde kurdukları cümleye
lütfen dikkat edin; sende hiç Allah korkusu
yok mu? “Sende hiç Allah’tan utanma yok mu,
Allah’tan utanmadın mı?” denir. O yanlış yapana
kızarken “sende hiç Allah sevgisi yok mu?” diye
kızmazlar değil mi? “Sende hiç Allah korkusu
yok mu, hiç mi Allah’tan korkmadın?” denir! Bu
cümleyle bilmeden, farkında olmadan itiraf edilir ki, kişiye doğruyu yaptırtacak şey korkudur!
Ama bu, Haşyetullah’ın içerisindeki korkudur!
Bunu şöyle bir şeye benzeterek tanımlamaları
bitirmiş olalım.
Bir büyük orkestra düşününüz; çok sesli, çok
enstrümanlı bir klasik müzik orkestrası. Bir mü54
YILMAZ DÜNDAR
ziği çaldıkları zaman onlardan tek bir ses, tek
bir melodi çıkar ve en fazla da onu seversiniz.
Zaten kişi orkestranın karşısına onu dinlemek
için geçer. Bu esnada, bazen müstakil, bazen solo
ama onu tamamlayan enstrümanları da içinde
dinlersiniz; kısa olmak kaydıyla! O bütünlüğü
bozmadan, o bütünlüğün içinde, hatta o bütünlüğü tamamlayan bir şekilde onları da dinler
kişi. İşte; siz Allah İlmi’ni öğrendikçe bu enstrümanlar artar, çeşitlenir. Tanıdıkça artar… İşte bu
enstrümanların çaldıkları tek bestenin, tek ortak
bestenin, tek sesin adıdır Haşyetullah! Onun
tek sesi! Oradaki; Allah sevgisi, Allah korkusu,
Allah utanması, Allah sakınması gibi bütün duyguların, neler varsa hepsinin ortak sesinin ismidir ki Haşyetullah! O tek bestenin ismidir ki Haşyetullah! Kolay kavranması için örneğimize şunu
da ekleyelim:
Bu orkestrada sık sık solo yapan korku enstrümanıdır. Dinleyici uyumasın diye çeki düzen
verir! Geçmişte Avrupa’da bu yapılmış. O dönemde konserlere gitmek soyluların bir nevi
görevleri! Bu yüzden, kimi zaman isteyerek gitmiyor, yorulmuşsa da orada uyukluyor. İşte, onlar uyumasın diye, bestelerin arasına arada bir
davul sesi koyuyorlar! O kuvvetli bir vuruyor,
kişiler uyanıyor, yeniden dinlemeye başlıyor. Bunun gibi, korku enstrümanı da uyanık tutmak
için önemli; müttakiyi uyanık tutmak için! Eğer
siz “insanlara dini hoş göstereceğim” diye, onun
içerisinden beşeri duygularınızla korkuyu çıkarır
kendi zannınızla bir tarif yapar ve “herşey sevgi55
İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011
dir efendim, sevgidir efendim...” diye sevgi enstrümanını çok çaldırırsanız müttakilerin hepsi
uyur, uyurlar! Şeytan da bunu istiyor; uyusunlar!
Demek Haşyetullah Allah İlmi’nin duygusu!
Haşyetullah’ın bir sesi, sesli ifadesi vardır.
Haşyetullah’ın sesli ifadesi Allahuekber’dir! O,
Haşyetullah’ın seslenişi, sesli dile getirilişidir:
Allahuekber! Bu yüzden, özellikle ve öncelikle salâtta Allahuekber’lerinizi yerine koymaya,
manaca yerine koymaya gayret ediniz!
Allah ilmi duygusu olan Haşyetullah’ı yaşayan Kul’un, bu halini sesle “Allahuekber” diye
dile getiren Kul’un bir Beden Dili vardır. Onun
beden dilinin, bedeninin görünüşünün ifadesi
huşûdur! Huşû odur! “Onlar salâtlarını huşu
içerisinde ikame ederler”; yani onlar pür
haşyetullah içerisinde, haşyetten kütük gibi
olmuşlar. İşte Allahuekber o haşyetin, o kütüğün gıcırdama sesidir! “Allahuekber” haşyetin
sesidir. Haşyetin beden dili ise “huşû”dur. “Huşû
içerisinde…” denilen budur! Aksi halde, huşûyu
Uzakdoğu rahiplerinin duruşu zannederseniz o
felsefelere aldanırsınız. O düşüncelerin hiçbirisi,
onların hiçbir açıklaması Muhammedî olamaz!
Tanımladığımız Haşyetullah’ın paramparça ettiği “dağ”a gelelim şimdi de: O dağ; kulda
“varım ve muhtarım” iddiasının sonucu ortaya çıkan Sözde Tanrılık İddiası’dır ki, bu dağın
parçalanması sonucu kul İhlaslı olur; İhlâslı Kul
ona denir. O dağ, o tanrılık dağı parçalanmışsa, fonksiyonsuzlaşmışsa o zaman ihlâslı olunur.
56
YILMAZ DÜNDAR
Aksi halde, ihlâslı olmak kişilerin birbirine karşı
samimi olmaları, art niyetli olmamaları değildir,
öyle duygularla ilgili değildir. Haşyetullah’ın sizdeki Sözde Tanrılık İddiası’nı paramparça etmesi ve sizin huşu beden diline girmeniz sizin
ihlâsınızdır, işte siz o zaman ihlâslı olursunuz!
İşte, bütün bu bilgi ve hallerle fuad ve kalbin
“görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi olmasını sağlar. Hani tarihte birisi “eureka eureka”
diye, “buldum, buldum” diye koşup çıkmış ya, nihayet öyle olur! Fuad ve kalbin çalışmaları sonucu “kalbin gözü”ndeki katarakt kalkar, kalb net
görmeye başlar ve “görüyorum” der. İşte fuad ve
kalbin “görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi
olmasını sağlar.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “Allah’ı görüyormuş gibi yaşayın
ve ibadet edin. Siz O’nu görmüyorsanız da
O’nun sizi gördüğünü bilin. “O’nun sizi gördüğünü bilin”, bu da bir diğer derecedir ve bize,
hiç değilse böyle yapın diye önerilmektedir. Bu
makamdır, İhsan Makamı’dır! Demek ki, fuad
ve kalb nihayet “görüyorum” der ve bu durumda Kul “İhsan Sahibi” olur.
Biraz önce Allah İlmi’ni ve duygusunu ele
aldık, peki “alim” kime denir? Çünkü ayetlerde
“alimler” ifadesiyle karşılaşacaksınız. Bakın Fatır
Sûresi 28. Ayet: “Kullardan ancak âlimler haşyet duyarlar”. Bu ayeti görünce, “efendim, biz
âlim mi olacağız” demeyin! Allah İlmini düşündüğümüzde, Kur’an’ın bahsettiği âlimlerin dağıtılan “profesör sertifikaları” ile ilgisi yoktur! Bir
57
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
kişi “B” İmanı”nı deklare etti mi, Kur’ana göre
âlimdir, alim bir kuldur ve en ordinaryüs profesörden daha önemlidir.
Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor, öğretiyor ki; “hikmetin başı Allah korkusudur”.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem yine
bir başka hadiste; “Allah’ı en çok tanıyanınız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Ben ise
O’ndan en çok korkanınızım” buyuruyor.
En’am Sûresi 125. Ayet: “Allah kime hidayet
etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da
sadrını darlatıp zorlaştırır ki, o sanki semada
yükseliyor gibidir. Böylece Allah iman etmeyenler üzerine pislik, azab çökertir”.
Zümer Sûresi 22. Ayet: “Allah kimin sadrını
İslam’a şerh etti açtı genişletti ise o Rabbinden
bir nur üzere değil midir? Allah’ın zikrinden
kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte onlar
apaçık bir sapıklık içindedirler.”
Bu ayetleri ve hadisleri açıklamalarımızı bunlara dayandırdığımız için veriyoruz. Dikkat ederseniz, bunları hepsini vurguladık: Allah’ın hidayet etmesi kulun sadrının İslam’a açılması,
sadrının genişletilmesiyledir, bu da Rabbinden
bir nurla mümkündür! Çünkü ayetler bunun
böyle olduğu bildiriyor. Peki, bu ayetleri okuyan
kul bu ayetler karşısında ne demeli, kendisini nasıl ifade etmelidir?
58
YILMAZ DÜNDAR
Sebe Sûresi 50. Ayet: “De ki, eğer saparsam
ancak kendi nefsimin aleyhine saparım. Eğer
doğru yolu bulursam Rabbimin bana vahyettiği şey iledir. Muhakkak ki O Semiyun
Gariyb’dir”.
En’am Sûresi 125. Ayetten sonra; “Allah kime
hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a
açar, genişletir” ayeti gelince sorulan sorularla
oluşan bu hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem’e soruyorlar; ey Allah’ın Rasulü, göğüs
sadr açılır mı? Efendimiz buyuruyor; “evet”.
“Alameti nedir?” diyorlar. Efendimiz buyuruyor;
“Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet
yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm
için hazırlıktır”. Dikkat edin lütfen; Efendimizin
bahsettiği aldanma yurdu özellikle “dünya”dır!
Şimdi yeri gelmişken sadrın daralması ve
genişlemesine de bakalım. Örneğin sadr ile ilgili
olarak ayette diyor ki; “kimin sadrını şerh etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, sadrını
İslam’a genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse,
onun da sadrını darlatıp zorlaştırır…” Yani
sadrın genişlemesi yalnız imanlılarla ilgili değil!
Küffarın da sadrı genişler! Eğer sadrı “nefsin şerri” yönetiyorsa sadr o doğrultuda genişler! O kişinin sadrı Hakk’a karşı daralır, ama batıla karşı
genişler, Allah muhafaza etsin. Mesela bir yerde
geziyor, bakar bazı masalarda yanlışla meşgul
olanlar var; içi açılır, göğsü genişler; “oo, bizimkileri bulduk” der! Doğru “bizimkileri” buldu! Bakın
sadr genişledi, ama batıla! Mü’minin göğsü ise
batıla karşı daralır, Hakk’a karşı genişler.
59
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Bir de üçüncü bir sadr hali vardır ki; bu sadrın her türlü hale karşı açılımı ve geniş olması
demektir! Ama Rahmanî yönde! Peki, bu ne demektir? İşte bu İnşirah Sûresi’nde Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e söylenendir. Rabbi ona
sesleniyor ya; “sadrını genişletmedik mi?” diye,
işte öyle derken buyrulan bu üçüncü haldir.
Buraya kadar temel bazı kavramları birlikte
paylaştık, şimdi de Sadr Sistemi’nin Hakk yolda
çalışmasını sağlayan nurlarla devam edelim.
Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun
Hakk yola çevrilebilmesindeki, onun Rabbine
yönelebilmesindeki temel faktör o Kul’un Billahi anlamındaki imanıdır. Kul Billahi anlamındaki imana ulaşmamışsa Sadr, Kalb, Fuad
Lüb Organizasyonu’nun yönetimi Rabbine
yönelmez. “Rabbine yöneliyormuş gibi” çeşitli
davranışlar ortaya koyar, ama aslında Rabbine
yönelen yola, Hakk yola giden yola girmemiştir!
Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun Hakk
yola girebilmesi, Rabbine yönelebilmesi için
Billahi anlamındaki iman birinci şarttır. Nedir
bu? Bu “Amentü Billahi”dir! Bu yüzden, İmanın
Şartları diye bildiğimiz anlaşma şartlarının ilki
budur; Amentü Billahi. “Amentü Billahi”siz olmaz, önce Amentü Billahi! “Amentü Allahi” değil
Amentü Billahi! Bu organizasyonun Hakk yola,
yani Rabbine yönelmesi Amentü Billahi ile başlar. Peki, bunu sağlayacak olan nedir?
Bu organizasyonun Rabbine yönelmesini
sağlayacak, ona “Amentü Billahi” dedirtecek şey
ise Rabbinden doğrudan bir nur olan İman
60
YILMAZ DÜNDAR
Nuru’dur. Yani bu organizasyonun içerisine
İman Nuru dâhil olmalıdır. Bu organizasyonun
içerisine İman Nuru dâhil olmadığı sürece bu organizasyonu nefsin şerri yönetir, daima! Ve bu
yönetimden kurtulmak mümkün olmaz!
Hatırlayacaksınız, ayetlerden anlatmıştık ki;
bu organizasyonun içerisinde İman Nuru’nun
tesiri kalbedir. Kalb dediğimiz vücudun kalbidir,
ama asıl o kalbin irtibatta olduğu kalıp, Kulun
Kalbı önemlidir. Kalp ve kalb! Demek ki, iman
nurunun tesiri kalbe! Peki, kalbe, yani bu kalba,
bu kalıba iman nuru tesir edince ne olur? Kalb,
Hakk yolda tesbit edilmiş sözlere, bilgilere sahip
olur. Kalbe tesbit edilmiş, kalp edilmiş Hakk
yolda sözlere; Hakk yolda bilgilere sahip olur.
“Hakk yolda tesbit edilmiş bilgilere sahip olur”
şu demektir: Kalb, Hakk yolda amel için “emir
bilgi”lere sahip olur. Yani ancak o zaman kalp
“Hakk yolda amel için” emir bilgilere sahip olur!
Amel için emir bilgi, “âminû” ve “amilüs salihati” halini sağlar.
Ayetlerde daima “kurtulmuş kişilerin özellikleri” olarak belirtilen “âminû” ve “amilüs
salihati” hali ancak; iman nurunun kalbe tesir
etmesi, o kalbin Hakk Bilgi’yi tesbitlemesi ve o
bilgilerin amele dönecek hale gelmesiyle, yani
amel için emir verecek bilgi haline gelmesiyle
mümkündür. Bakın şimdi şu hadisi hayatımız
için daha anlamlı bulacağız. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “bildiği ile amel
eden kimseye Allah bilmediğini öğretir”. Bu
hadisten çıkan bir anlam da; bildiklerinizle amel
61
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
ederseniz kazanacaksınız demektir. Kazanılacak
olan nedir peki? Allah’ın size sunacağı yeni bilgiler! Bu yüzden, yeni bilgileri kazanmanın yolu,
bildiğinle amel etmektir, bildiğini amele çevirmektir! Çünkü seni ilerletecek olan şey ameldir!
Öğrenmiş olduk ki; kalbi tesirinde tutan
İman Nuru! Bu nurun nasıl bir açılım yaptığını
da birkaç cümleyle belirttik. Gelelim sadra, sadrı
tesirinde tutan nedir? Sadrı tesirinde tutan ise
İslam Nuru’dur. Sadr İslam nurunun tesiri altındadır ve İslam Nuru, bu mücadelede sadrın
başarısını yükseltir. Sadrın Hakk yolda başarılı
olmasını, Hakk yolda ilerlemesini İslam Nuru
sağlar. Kalb amel edebileceği bilgileri iman nuruyla kalbe kalbeder. Bu kalbediş, bu tespit edişten sonra kalb beyne bu doğrultuda emir verip
beyin bunu amele çevirdiğinde sadr İslam Nuru
etkisine girer. Ve İslam Nuru sadrı Hakk yola
ulaşması için yükseltir...
Sonra devreye fuadın daha aktif çalışması girer. Fuadın daha aktif çalışması şudur ki;
gelinen bu hal, fuada “sıran geldi, haydi daha
aktif çalış” der. Aslında organizasyon üyelerinin
hepsi sürekli faaliyettedir ama sakladıkları esas
bilgiler, onların aktif olmalarını gerektirecek
durumu bekliyordur. O bilgiler aktif olmalarını
gerektirecek sinyali bekler! İşte, kalb ve sadrın
anlattığımız çalışmalarıyla fuad motive edilmiş
olur. Böylece, fuadı tesirinde tutan Marifet Nuru
fuada tesirini artırır.
Demek ki; kalbe tesir eden İman Nuru, sadra tesir eden İslam Nuru ve fuada tesir eden ise
62
YILMAZ DÜNDAR
Marifet Nuru! Demek ki; analiz sentez yapan ve
kalbin görmesini sağlayan, yani kalbin göreni
olan fuada tesir eden Marifet Nuru’dur. Bu noktaya gelince marifet nuru fuada etkisini artırır.
Fuad, analiz ve sentezlerinde marifet nurunun sağladığı açılımlarla kafa gözüne; “aslında
gören sen değilsin, gören beyin! Sen nasıl görmek
için beyinden yararlanıyorsun, şimdi de gel kalbden yararlan” der, ona yol açar! Daha önce kalb
kördü, bu yüzden kafa gözü görmek için kalpten
yararlanamazdı! Ama fuad; marifet nurunun tesiriyle çalışmaya başlayıp da beyne ve göze; “görmek için artık kalpten de yararlanabilirsin” sinyallerini sağladığında, işte o zaman kalp âmâ
olmaktan kurtulur. Ve aslında “Basiret” dediğimiz bu görme, kalpte fuad sayesinde böylece
başlamış olur.
Daha sonra, kişi bildikleriyle amelde ısrar ve
sabra devam ederse (ki etmelidir ve eder de!)
işte o zaman Allah ona bilmediklerini öğretir!
Zaten saydığımız bu olaylar, kişi bu tabiatta olduğu için cereyan ediyordur. Yolun herhangi
bir yerinde işi bırakıp; “tüh ya, biz fuadla boşuna çalıştık” diyecek bir yapıda değildir, zaten bu
tabiatta olduğu için bu akışla gider. Biz sadece
bir prosedürü anlatma sadedinde; kişi bildiğiyle amelde ısrar ve sabra devam ederse, Allah
ona bilmediklerini öğretir diyoruz.
Bu ikisi önemlidir; ısrar ve sabr. Israr ve
sabr… Israr bildiğinle amel etmek, amel etmeye
devam etmektir! Peki, sabr? Bir kere katlanmak
demek değil. Sabr; Allah’ın hükmünü beklemek
63
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
demektir. Biz normal yaşantı içerisinde sabr kelimesini kullanırken, bir şeylere dayanmak, katlanmak, birilerinin yükünü çekmek gibi kullanırız, Muhammedî sabr öyle değildir! Kur’ana
göre sabr; Allah’ın hükmünü beklemek demektir, Allah’ın hükmünü beklerken geçen süreye
sabr denir.
Başlarken dedik ki; İman Nuru kalbi tesiri altına alır, sadr ise İslam Nuru’yla başarı elde etmeye çalışır. Yani kalbe bilgi gelir, tesbitlenir ve
amel üretilir; yani bilgiler amele dönüşür. Neden? Çünkü bu mekanizma çalışıyor; kişi bildiğiyle amel ediyor, bildiğiyle amel ettiği için Allah
bilmediklerini ona öğretiyor. Bakın, fuad sayesinde görmeye başladı, artık müşahede noktasına geldi. Dolayısıyla onun bildiği; artık sadece
duyduğu değil, gördüğü olmaya başlar! Şimdi
de bu noktadaki bildikleriyle amel etmeye başlar. Prensip yine aynı; bildiğiyle amel!
İşte böyle yapmakla, yani bildiğiyle amelde
ısrar ve sabra devam etmekle o Lüb’ü motive etmiş olur. “Lüb” zaten faaliyette, ama esas işine,
etkisini yüksek düzeyde göstermeye sıra gelmiştir! Bu işte hedefi “12”den vuracak olan Lüb’tür,
işte şimdi onun sırası gelmiştir. Bu nedenle Lüb
daha aktif çalışmaya başlar. Peki, Lüb’e tesir eden
nedir? Lüb’ü tesirinde tutan Tevhid Nuru’dur.
Kul bu hale gelince, Tevhid Nuru Lüb’ü motive
eder ve Lübün fuada, kalbe, sadra tesiriyle öyle
olur ki; bu durumda Tevhid Nuru sadrın tamamını kaplar. Bu hal Tevhid Nuru’nun özelliğidir!
64
YILMAZ DÜNDAR
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “el kanattır, iki ayak postacıdır, iki göz
yardımcıdır, kulaklar toplayıcıdır, ciğer rahmettir, dalak gülüştür, akciğer nefestir, kalb
ise hükümdardır. Hükümdar iyi olursa askerler iyi olur, hükümdar bozuk olursa askerler
de bozuk olur”. Kalbin bozuk olması, hükümdar
olan kalbin bozuk olması ne demektir? Kalbin
bozuk olması; Yaradan’ından gafil olması, O’na
karşı âmâ ve cahil olması demektir. Kalb; Yaradan’ından gafil, Allah’a karşı âmâ ve bilgi olarak
da cahilse bozuktur; hükümdar bozuk demektir.
Bu durumda şu hadis bize neyi anlatıyor; “dili bilgili, kalbi cahil münafıktan Allah’a sığınırız!”.
Aslolan iman nuru olduğu için, kalbteki iman
nurunun kuvvetli olması ve devamlılığı diğer
nurların tetikleyicisidir. İslam nuru, iman nuru,
marifet nuru ve tevhid nuru diye farklı nurlardan bahsediyoruz gibi olsak da, aslında tek bir
nur vardır; bu da kalbteki iman nurudur! İman
Nuru fuadda çalışırken; oluşan işlevden ve bu
nurun tesiriyle çıkan oradaki bilgilerden dolayı
nurun ismi ve özelliği değişiyor, Marifet Nuru
oluyor. Yine aynı nur Lüb’de çalıştığı zaman; Lüb
ortamında, Lüb hakikatinde o nur değişir, Tevhid Nuru olur. Ama hepsi aslında tek nurdur ve
esas nur, kalbe ilk gelen nur İman Nuru’dur.
Konuları ele alırken neden aralara hadisleri
koyuyoruz? Öyle yapıyoruz, çünkü konularla
ilgili hadisleri böyle ilişkilendirdiğimizde, daha
önce duyduğumuz hadisler olmasına rağmen,
onlar hayatımız için çok anlamlı hale gelmeye
65
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
başlayacak, göreceğiz. Bakın bir hadisi şerifte
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor
ki; “müminin ferasetinden sakınınız. Çünkü o Allah’ın nuru ile nazar eder”. Bahsettik
ya nurdan, işte o nur Allah’ın nuru! Ancak bu
hadiste dikkatimizi çeken bir başka ifade daha
var; “müminin ferasetinden sakınınız!”. Dikkat
edin lütfen; müslümanın ferasetinden sakınınız
değil! Yine akıllının ya da bilgilinin ferasetinden
sakınınız da dememiş. Mümin! Kul’u tamamen
bu özelliğiyle tarif ediyor! Müminin ferasetinden
yani kalbinde iman nuru çalışanın ferasetinden sakının, yani onun kalbindeki iman nurundan sakının! Onu hafife almayın! Çünkü o nur,
onun beşeriyetinde bulunan bir şey değil! Allah
onun sadrını İslam’a genişletmek istediği için, o
nur oraya onun beşeriyeti dışında, Rabbinden
doğrudan bir nur olarak geldi; Sebe Sûresi 50.
Ayeti hatırlayınız; “eğer doğru yolu bulursam
bu Rabbimin bana vahyettiği şey iledir”. İşte
bu yüzden o ona doğrudan bir nurdur! İşte “o
nur”dan sakının! O nuru taşıyan kişiye mümin
denir! Mümin iman nuru taşıyan kişidir. Öyleyse
o nuru taşıyandan sakının; çünkü o, Allah’ın
nuru ile nazar eder!
Evet, esas itibarıyla aynı olan, ama sebep oldukları idrak seviyeleri itibarıyla farklı isimlerle anılan İslam Nuru, İman Nuru, Marifet Nuru
ve Tevhid Nuru tesirlerini nasıl gösterir? Dikkat
edin lütfen, bu çok önemli! İnsan bu noktaları
iyi yakalar, hayatında da onları iyi analiz ederse
kendisini Hakk yolda çok güzel yönetebilir. İşte
66
YILMAZ DÜNDAR
bu nurların tesirleri; yani İslam Nuru’nun sadr’a
tesiri, İman Nuru’nun kalb’e tesiri, Marifet
Nuru’nun fuad’a tesiri, Tevhid Nuru’nun lüb’e
tesiri tek bir şey üzerine bina edilmiştir; korku
ve ümit, havf ve reca! Havf ve recayı çok duyarsınız; korku ve ümit diye. İşte korku ve ümit
birlikte, hayatınızda ikisi birlikte olsun. Bakış açılarınızda, fikir, düşünce ve hayallerinizde, hayatınızda ve nihayet her şeyinizde korku ve ümit
eşit olsun! Kur’an ve hadislerdeki ismiyle havf ve
reca eşit olsun!
Sadr, kalb, fuad ve lüb’ün her birinin kendisine ait korku ve ümitleri vardır. Onların hedeflerine ve kulu getirecekleri idraklere uygun farklı
korku ve ümitler oluşur. Çünkü hedef sadrda
başkadır, kalbde başkadır, fuadda başkadır, lübde başkadır. Dolayısıyla ulaşıldığı zaman, o hedeflere ulaşılınca onların kulda oluşan idrakleri
de farklıdır. İşte o idraklar için nasıl bir korku ve
ümit lazımsa ona o yaşatılır! Evet, bu nurların
çalışma mekanizması, temel tesir tarzı korku ve
ümit üzerinedir, ama bu korku ve ümitler hedeflerine göre değişir, yani korkulan ve ümit edilen
şeyler değişir!
Şimdi Nur Sûresi 35. Ayetle konuyu biraz değiştirip tekrar nurlar ve onlara ait korku ve ümitleri açıklamaya devam edeceğiz.
Nur Sûresi 35, daha önce çok duyduğunuz
bir ayet, ama şimdi tam onun yeri geldi. Öyle
bir noktada olduğumuz için bu ayeti vereceğiz,
ayete yalnızca değinip geçeceğiz. Ancak daha
sonra siz, konumuzla çok ilgili olduğu için ayetin
67
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
tefsirini İmamı Gazâli Hazretleri’nin Mişkât’ül
Envâr; Nurlar Feneri adlı kitabından okuyabilirsiniz, öneririm. İnce, bir solukta okuyacağınız bir
kitaptır. Bir solukta okuyup bitireceğiniz, ama “o
solukları” bir ömür devam ettireceğiniz bir eserdir. Anlamak için yeniden başvuracağınız ve hep
bir solukta okuyacağınız bir kitaptır. Konumuz
çok genişlemesin diye biz ayetin mealini vereceğiz, siz lütfen ayetle ilgili açılımları, manaları
İmamı Gazâli Hazretleri’nin Nurlar Feneri kitabından okuyunuz inşaAllah.
Nur Sûresi 35: “Allah Semaların ve Arz’ın
nurudur. O’nun Nuru’nun meseli temsili, örneği içinde lamba-çırağ bulunan bir kandillik
gibidir”. Bu ayet tamamen misaller üzerine kurulmuş bir anlatımdır, İmamı Gazâli Hazretleri
bu misalleri kitabında hakikatlerin ışığı altında
açıyor!
“O’nun Nuru’nun bir örneğini vermek gerekirse” bakışıyla bu ayet bize ne diyor: “Allah, Semaların ve Arz’ın nurudur. Onun nurunun meseli içinde lamba-çırağ bulunan bir kandillik
gibidir. O lamba çırağ da bir “cam-sırça” içindedir”. Bazı meallerde bu “cam-sırça”yı “kalb”
olarak paranteze almışlar, onun kalbi anlattığını
düşünüp yorumlamışlar! Detaylarına bakacaksınız. “O sırça-cam sanki inciden bir kevkeb gezegen, yıldız gibidir ki, şarkî ve garbî olmayan
bir ağaçtan, yani zeytinden yakılıp tutuşturulur. Onun yağı neredeyse kendisine bir nar
dokunmasa da ziya verir. Nur üstüne nurdur.
Allah dilediği kimseyi kendi nuruna hidayet
68
YILMAZ DÜNDAR
eder. Allah insanlar için misaller veriyor. Allah herşeyi Aliym’dir”. Siz ayetle ilgili detaylı
bilgiye, konusu yalnızca bu ayet olan Mişkat’ül
Envar’dan bakın inşaAllah.
Burada “zeytin” de önemli. Tîn Sûresi’nden
biliyorsunuz, zeytin yemin edilen bir bitki, zeytine yemin var!
Bu ayeti, bahsettiğimiz nurun bize ayetle bildirildiğini ve önemini vurgulamak için verdik.
Konumuza dönelim, anlatımımızı sadr içerisinde, işi sadrla sınırlı tutarak sürdürüyoruz.
İnsan hayata başlarken kendisini içinde bulduğu halde, yani kendini tanımaya başlarken
kendini bulduğu halde onun sadrına Esfele Safiliyn yapı hükmeder. Kendisini öyle bulur, bu halde bulur! Bu yapıyı nasıl benimsediğini ve ona
nasıl sahip çıktığını tanrı ilmi notlarında geniş,
uzun anlattık. Ama bilmeliyiz ki, o kendisini Esfele Safiliyn yapıda bulur, yani onun sadrına nefsin
şerri hâkimdir. İşte sadra nefsin şerrinin hâkim
olduğu bu durumdan, sadrı bu hâkimiyetten
kurtaracak olan şey İslam Nuru’dur. Peki, İslam
nurunun çalışma sistemi nedir? Havf ve reca;
korku ve ümittir! Ne yapar? İslam Nuru burada
son nefes korkusu verir. Eğer; bir kişide henüz
bu korku bile başlamamışsa, onda daha sadr
mücadelesi bile başlamamış demektir! Ki bu
daha ilk aşama! Yani, kalbde iman nuru çalıştı,
kalb Hakk yolda ilk bilgileri tesbitledi ve onları
amele çevirdi. İşte o zaman beyin telaşlanır, son
nefesin önemini anlar ve kişiye “son nefesimde
69
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
ben ne yapacağım, ya müslüman ölmezsem?”
korkusu verir. Bir yandan “son nefeste müslüman
ölmezsem” korkusunu verir, ama bir yandan
da “şu kurallara uyarsam kurtulurum” ümidini
verir. İslam Nuru seni İslami kurallara dayalı
çalışmaya sürükler. Sen sadrı kurtarmak için
önce İslam’ın yasaklarından kaçmaya ve “yap”
dediklerini yapmaya başlarsın. Bu senin ilk işin,
başlangıcındır. Peki, sonra bırakacak mısın? Hayır! Bu bırakmak için değil, başlayabilmek için!
İlk böyle başlarsın!
Sadrın bu çalışmasının başarıya ulaşabilmesi
için burada korku ve ümit çizgisi şudur: Acaba
ben müslüman mı öleceğim? Hafizenallah, Allah
muhafaza etsin, ya müslüman ölmezsem korkusu ve yapması gereken işlere sarılırsa korktuğundan kurtulma ümidi! İslam Nuru sadrı bu korku
ve ümit çizgisinde çalıştırarak bu yolda başarıya
ulaştırır inşaAllah.
İslam Nuru’nun sadrdaki başarısı nasıl anlaşılır? “A” Takdim Formu “BEN”in fonksiyonsuzlaştırılmış olmasıyla anlaşılır! “A” Takdim Formu
“BEN” kişinin hayata başlarken sadrını içinde
bulduğu haldir. İslam Nuru havf ve reca sistemi
ile sadrı İslam’ın yasaklarından kaçındırıp, emir,
tavsiye ve öğütlerine uydurtup da “A” Takdim
Formu “BEN”i fonksiyonsuz yapıncaya kadar işlevine devam eder. Sonra durur mu? Hayır, onu
burada sabit tutmak da onun işidir, yani A” Takdim Formu “BEN” fonksiyonsuz olduktan sonra
onu orada sabit tutar.
70
YILMAZ DÜNDAR
Peki, kalbdeki İman Nuru nasıl çalışır? O da
korku ve ümit ile çalışır ama korktuğu ve ümit
ettiği şeyler hedefine göre değişiyor. Bakın,
sadrda mesele günah-sevab meselesiydi, zahiri
günah sevab meselesiydi. Önce onun bitmesi
lazım! Çünkü o bitmeden veli çalışmaları yapılmaz! Aksi halde kişi veli çalışmalarını boşa yapar! Yani, ehliyetinizin diplomanızın olmadığı
herhangi bir meslekte uğraşıp duruyorsunuz!
Boşunadır o, yasal değildir! Bu yüzden önce sadrı kurtaracaksın, önce sadr bu esaretten kurtulacak. Nasıl? “A” Takdim Formu “BEN” fonksiyonsuzlaştırılarak.
Sadr mücadelesi devam ederken kalb, fuad
ve lüb durmuyor, aynı anda onlar da çalışıyorlar. Kalb ne yapıyor, iman nuru kalbde çalışırken
nasıl bir korku ve ümit oluşturuyor? Kalb iman
nurunun tesirinde Allah’ın razı olmadığı, hoşnut
olmadığı davranışlardan korkar. Bakın, korkunun şekli değişti! “A” Takdim Formu “BEN”i tam
fonksiyonsuzlaşmasa da kişi sadrı rahatlattığı
ve nisbeten hâkimiyeti altına aldığı zaman artık
korktuğu şeyler değişir, düşünceleri değişir; hevesleri, idealleri, duaları değişmeye başlar. Kalb
iman nurunun tesiriyle Allah’ın razı olmadığı
davranışlardan korkunca, bu korkuyla ne yapar? Allahım, razı olmadığın, hoşnut olmadığın
hallerden beni koruyuver, kurtarıver, bana senin
razı olduğun halleri lutfediver ya Rabbî der. “Ya
Rabbî, Allahümme ente Rabbî, medet Ya Rabbî”
diye seslenir, yakarır… Kalbde İman Nuru bu
korku ve ümitle çalışır.
71
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Sadrın fikir vereni nefsin şerriydi, ona fikir veren esfele safiliyndi. Kalbin esas fikir vereni esfele
safiliyn değildir. Esfele safiliyn kalbe giremez, ancak onu esir alabilir. Şöyle düşünün: Çok önemli
birini esir alabilirsiniz, parmaklıklar arasına koyabilirsiniz, ama onun beynine, düşüncelerine
giremezsiniz. İşte bu yüzden, tanrısal âlemde de
“düşünce suçları” diye itiraz edilen şeyler vardır.
İnsanı demir parmaklıklar arkasına koyabilirsin,
ama beynini? Bunun misalidir ki, esfele safiliyn
kalbi esir alabilir ama onun içine giremez! Nefsin
şerrinin kalbi esir etmesine Nankörün Esareti
demiştik. Nefsin şerri kalbi esir alınca emirler
sanki kalpten geliyormuş gibi beyne emir verir.
Bu durumda beyne amel etme emrini esfele
safiliyn verir, ama sanki emirler kalpten geliyormuş gibi verir. Amacımız kalbi düştüğü bu esaretten kurtarmak!
Sadra fikir verenin nefsin şerri olduğunu,
ama onun kalbe giremediğini gördük. Peki, kalbe fikri ne veriyor? Kalbte ilham veren, fikir veren Ahseni Takviym yapıdır, Ahseni Takviym
Kalb’dır. O fikirlerin bilgilere dönüşmesini teşvik edecek, sağlayacak olan da iman nurudur, o
fikirlere sahip çıkmayı sağlayacak olan bu iman
nurudur. Kalbte iman nurunun kullandığı korku;
“Allah’ın razı olmadığı şeyler”den korkmaktır!
Onların neler olduğu bir yerde yazmaz. Bunları, yazılı olanların dışında, kendin bulursun. Bir
sürü şey bulursun; şu halimden Allah razı olmadı diye kanaatler çıkarırsın. Bunlar bir yerlerde
yazılı değildir, ancak sen bulursun onları! İşte
72
YILMAZ DÜNDAR
kalb sana o korkuyu ilham eder, sana onu verir.
Sonra da ondan nasıl kurtulacağının duasını ve
ümidini verir. Ne zamana kadar bunu yapar?
Sen teslimiyeti yaşayıp ıhbat edene kadar!
Sen teslimiyeti yaşarsın, ıhbat edenlerden olursun; yani teslimiyetle boyun eğersin, böylece
iman nuru seni orada sabitler. Bunu ayetlerde
göreceğiz…
“Fuadda ise Marifet Nuru çalışır” demiştik.
Marifet nurunun korku ve ümit çizgisi nedir,
yani o çalışırken neyle korkutur ve neyin ümidini verir? Kaderden korkutur kader ümidi verir! Kaderden korkutur kadere sığındırtır, kaderden korkutur kadere sığındırtır… Yani “euzü
bike minke” yaptırtır. Böylece fuadının geldiği
bu noktada sen; aslında herşeyin kaderi anlamak, kaderi kavramak, kaderi yaşamakla olacağını anlarsın. Bu seni oraya, o noktaya getirir.
Fuada ilham veren, onun ilham vereni nedir?
Fuada bu yolda ilham veren nefs-i levvamedir!
Fuada ilham veren Tanrı İlmi notlarımızda uzunca ve detaylarıyla tarif ettiğimiz nefs-i levvamedir, Allah’ın “üstüne yemin ederim” dediği nefs-i
levvamedir. Önemli bir noktadır ki; Kul burada
artık bilgileri müşahedesinden almaya başlar.
Peki, marifet nurunun fuaddaki bu çalışmasının
amacı nedir, Kul’u nereye götürmektir? Hedef,
Kul’un razı olmasıdır, Kul razı olana kadar bu işi
yapar. Kul razı olana kadar!
Biz diğer nurları anlatırken, onlar çalışırken
Lüb de çalışıyordu. Fakat bu noktadan sonra Lüb
73
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
bir başka çalışır tabi! Lüb’ü tesirinde tutan Tevhid Nuru’dur” dedik. Peki, bu nurun verdiği korku ve ümit nedir? Bu, Rablığı müşahedede oluşan korkudur; Allahuekber Korkusu’dur. Onun
korkusunun adı Allahuekberdir, herhangi bir iş
değil. Bu onun Rabbı müşahededeki korkusu ve
titremesidir! Ve ümidi de yalnızca Rabbi’ndendir. Artık korku da, ümit de hep Rabbi’yle ilgilidir. Daha doğrusu, fuad burada öyle bir görme
yapar ki; fuad Rabbi’nden Rabbi’ni seyreder.
Ve o, ayetlerde bahsedilen hali yaşar; “ancak
Allah’tan korkarız ve ancak Allah’tan ümit
ederiz”. Biz bunun bir benzerini bu hale gelebilmek için söyleriz, burayı arzu ettiğimiz bir dua
olarak söyleriz; iyyake na’budu ve iyyake nestaıyn. İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn derken arzumuz burasıdır!
İman nurunun sadr, kalb, fuad, lüb organizasyondaki hâkimiyetini, önemini ve onun “doğrudan Rabbinden bir nur, bir lütuf” olduğunu vurguladık. Bu bakışla, inanan için, talib için iman
çok önemli bir yerdedir. Bu imanın konumuzla
ilgili çok önemli bir inceliğini ele alalım.
Normal yaşantımızda imanla ilgili bir yanlış
yapmamak ve imanı uygulanabilir, kullanılabilir,
yükseltilebilir hale getirebilmek için, onun geri
dönüşümsüz olması için iman inceliklerini bilmek gerekir. İmanın önemli bir inceliği şudur:
Biliyoruz ki, kişi kendini esfele safiliyn yapıda,
vehmin zulmetinde buluyor. Esfele safiliyn yapı
senin imana yöneldiğini fark ettiğinde sadr hakimiyetini kaybetmemek için sana imanla ilgili bir
74
YILMAZ DÜNDAR
oyun oynar. Bu tamamen akla, beyne, mantığa
uygun bir oyundur. Aslında iman akıl işi değildir ama o, senin imana akılla bakmanı sağlamaya çalışır ve buna göre bir oyun oynar. Der ki;
önce gör, sonra inan! Önce incele, gör, iste sonra
inan! Esfele Safiliyn yapı seni “ikandan imana”
götürmek ister.
Söylediğimizin anlaşılabilmesi için basit bir
örnek verelim. Daha önce verdiğimiz bir örnek,
yeri geldiği için yine kullanalım. Diyoruz ki, dinimizde domuz eti haramdır. Şimdi esfele safiliynin oyununa bakın. Kişi de şöyle der: “Tamam,
söylediklerini kabul ettik, ama niye haram olsun? Ne olacak, o da bir besin, o da şöyle, o da
böyle… Bana bir izah et, beni ikna et de, ben de
haram olduğuna inanıp yemeyeyim.” Yani ona
iman etmek için ikna olmak istiyor! İman için
“ikna” olur mu? Ama buna rağmen oturup kişiye, domuz etiyle ilgili sakıncaları sayalım; bilimsel olarak kanıtlanmış, literatürlere girmiş yaklaşık yirmi maddelik bir sakınca listesi var, onları
anlatalım. Onlarla izah ettik diyelim ve o da bilimsel bir gözle baktı ve “ha, gerçekten çok sakıncalıymış, ben artık domuz eti yemeyeyim” dedi.
Çünkü anlatım tarzımız onun yöntemi! Ona
bunu dünya yöntemiyle anlattık. O da dünya gözüyle baktı ve sakıncalı bulup yememeye karar
verdi. Bunun İslamiyet’le bir ilgisi yok! Domuz
eti yemeyerek sağlık açısından kazanır, ama sevab kazanamaz! Ben ona zararlarını anlattıktan
sonra “ha öyle mi, öyleyse ben de domuz etinden
uzak durayım” dedi. Bakın, Allah yasakladığı için
75
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
değil de ona zararlarını gösterdiğimiz için uzak
duruyor! Oysa Allah bir şeye “yasak” demişse
mutlaka zararlı mıdır diye incelenmez ki. Faydalı bir şey de olabilir, “yemeyin” dediyse yemeyeceksin! “Efendim, yasaklanmış ama şu kadarı
faydalıymış, şu kadar gram alınırsa damarı şöyle
yaparmış…” Böyle saçma şeylerle iman olmaz!
Bunlar Esfele Safiliyn yapının oyunları! “İnanıyorum” demekle olmadığını size ayetlerle anlatacağım. Zaten imanla ilgili vurgulamayı onun
için yaptık. Sadrda bunların başlayabilmesi için
kalbdeki imanın doğru olması şart! Amentü
Billahi’nin çalışması şart! Ama sen şartlı yaklaşıyorsun. Hayır! İmanın çalışması şart! Senin imana yaklaşman için söylediğin şartlar geçerli değil!
Bir başka örnek: Sigara içen birine “bunu
içme, sakıncalıdır, mekruhtur, hatta bazı konulara göre haramdır” dedik. Ama dinlemez! Sonra
öyle bir noktaya gelir ki, doktor ona sigarayı yasaklar. Sana da gelir ben artık sigara içmiyorum
der. Sigaranın mekruh ve haramlığını çok anlattınız ya, zannedersiniz ki anlattıklarınız tesir etti
de bıraktı. “Hayr olur inşaAllah ne oldu?” dersin.
Doktorlar, “sigara içmeye devam edersen yaşayamayacaksın dedi”, cevap bu! Sen onu Allah
yasakladı diye bırakmadın ki, doktor yasakladı
diye bıraktın.
İmanı iyi incelemek lazım! Allah indinde doğru olanı bulmak, kazanmak için “iman ettik”
dediğin şeyi iyi incelemek lazım. Dikkat edin;
esfele safiliyn yapı “gör de inan, ikandan sonra
inan” der. Değil, böyle değil! Esfele safiliyn yapı76
YILMAZ DÜNDAR
nın sana sağladığı ikan zulmanidir. Oysa makbul
olan sistemde “ikan imandan sonra”dır. İkan,
iman etmek için değildir! İmandan sonradır ve
imanı daha kavi yapmak içindir. Ve imandan
sonra gelen ikan lütuftur, Rahmani’dir. İmandan önce istediğiniz ikanlar ise, görseniz yakalasanız bile zulmanidir ve sizi imana değil zulmani
“BEN”liğinize götürür, “ben gördüm, ben bildim”
olursunuz!
Şimdi esfele safiliyn yapının, vehmin zulmetinin argümanlarını ve iman ehlinin bunlara bakışını ayetlerle ele alacağız ki ayetleri anlayalım,
konuyu ayetlerle anlayalım.
Hicr Sûresi 6: “Dediler ki; ey kendisine Zikr
indirilen kişi, muhakkak ki sen mecnunsun”.
Demiştik ya; alay edecekler diye! İşte esfele safiliyn yapı kabul etmeyecek!
Hicr Sûresi 7: “Eğer doğru söyleyenlerden
isen, bize melaike getirmeli değil misin?” Bakın bir güç istiyorlar. İman etmek için; hayret
edeceği, korkacağı, insanüstü bir şey, bir güç istiyor. Esfele safilin yapı için; kudret istemek, güç
istemek, onları beklemek ve ummak çok önemlidir. Dikkat edin; kim bunun aşkına düşerse,
geldiğinde Deccal’le karşılaşırsa onun ümmeti
olur, kesin! Çünkü tüm aradıklarını, kudretle ilgili herşeyi onda bulur. Eğer Deccal’le karşılaşmazsa, günümüzde Deccaliyet’in kurbanı olur,
bu da kesin! Tanrı İlmi notlarının zikrullahtan
bahsettiğimiz kısımlarında, hep talip kardeşlerimizi uyarmaya çalıştık; sakın zikrullahı kudret
istemek için yapmayınız, tesir eder de o yanla77
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
rınız kuvvetlenir, zikrullahla esfele safiliyn yapıyı
kuvvetlendirirsiniz dedik. Oysa zikrullah; ancak,
Allah’ı anlamak, şirkten korunup kurtulmak,
dünyanın cazibesinden kurtulmak, sizin güç
zannettiğiniz ama sizi bu dünyaya bağlayan şeylerden kurtulmak için yapılır. Eğer siz dünyayla
ilgili olaylar için, oralardaki bir şeyler için zikrullah yapıyorsanız mekanizmayı ters çalıştırıyorsunuz demektir. Bakın esfele safiliynin damarı
o! Bu duygular; “eğer doğru söyleyenlerden isen,
bize melaike getirmeli değil misin?” diyenlerin, bir
şekilde güç isteyenlerin bugünkü genetik devamı!
Hicr Sûresi 8. Ayet bunlara cevap veriyor:
“Biz melaikeyi ancak Bil-Hakk indiririz. O vakit de onlara zaten mühlet verilmez”. Melaike
indi mi felaket var demektir, en azından ölecek
demektir. Kişi ölecek! Melaike ya onun için ya
da bir felaket için iner! Buyruluyor ki; “melaikeyi
indirirsek, artık zaten mühlet verilmez, vakit
tamam demektir”.
Yunus Sûresi 2: “İnsanlar için şaşılacak bir
şey mi oldu; “insanları uyar ve iman edenlere de kendileri için Rableri katında Kadem-i
Sıdk Sıddıklık Mertebesi olduğunu müjdele”
diye içlerinden bir Racül’e vahyetmemiz?
Kâfirler; “muhakkak ki bu adam apaçık bir
büyücüdür” dedi”. Bu ayette Allah “içinizden
birisine de vahyettik, böyle bir mertebe var,
Sıddıklık Mertebesi var” buyuruyor ve inanmayanlar yine; “böyle şey olmaz, bu kişi büyücüdür”
diye itiraz ediyorlar.
78
YILMAZ DÜNDAR
Kadem-i Sıdk Sıddıklık Mertebesi hususunda Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in hadisi: Hazreti Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: “Şayet bu Ebu Bekr’in imanı bir
kefeye, sair insanların imanı da diğer kefeye
konulsa, Ebu Bekr’in imanı ağır basar. Ve Ebu
Bekr salât ve oruç çokluğu ile size üstün olmadı. Fakat onun sadrında bir şey vaki oldu”.
Yunus Sûresi 2. Ayette Kadem-i Sıdk ile Sıddıklık Mertebesi ile müjdelenen Hazreti Ebu Bekr
Essıddıyk radıyallahu anh Efendimiz’in hadisle
de bir açıklanışını görüyoruz. Böyle bir iman!
Böyle bir imanla yaklaşmak ve yaşamak! Sair
insanların imanlarından ağır gelecek bir iman!
Fuad analiz yapmaya yetişemiyor!
Yunus Sûresi 97: “Onlara tüm ayetler gelse
bile iman etmezler, elim azabı görünceye kadar”.
Yunus Sûresi 101: “De ki; Semavatta ve
Arz’da ne oluyor bir bakın! O ayetler ve uyarmalar iman etmeyen kavme fayda vermez”.
Hud Sûresi 12: “Rasulüm belki de sen, “O’na
bir hazine inzal edilseydi yahut beraberinde
bir melek gelseydi ya” demelerinden ötürü,
sana vahyolunanın bazısını terk edecek ve
sadrın ona daralacak mı? Sen ancak bir uyarıcısın. Allah herşeye Vekiyl’dir”. Bu ayetin tefsir
ve açıklamasında o dönemle ilgili olayları görürsünüz. Efendimizin yanında bir güç, bir kuvvet,
bir hazine, bağlar bahçeler, onu besleyen özel gıdalar olmadığı için, özel hizmet edenleri olmadığı
için, gelen vahyin bir kısmını “söylesem mi?” te79
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
reddütleriyle ilgili gelen bir uyarı; “sen ancak bir
uyarıcısın, onların o sözlerine bakma!”.
Hud Sûresi 13: “Yoksa “O’nu uydurdu” mu
diyorlar. De ki: “Haydi siz de onun misli on
sure getirin. Allah’tan gayrı gücünüzün yettiği kim varsa çağırın. Eğer sözünüzde sadıklar
iseniz”. Efendimizin döneminde de, Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem tebliğini, açıklamalarını yaparken, inanmayanların önemli bir özelliği;
kudret istemek, kudret beklemek! Açıklanan Tevhid, Tevhidî Bilgi onları tatmin etmiyor, kudret
istiyorlar! O safta olmamak lazım! “İnanıyorum
ama” diyerek bile o safta olmamak lazım! Çünkü onların safı, onların geni günümüzde de var,
sakın “onlar geçmiş gitmiş, bu olaylar olmuş bitmiş” demeyin. Aynı izler şimdi de mevcut olduğu için o izleri yakalayıp, o grupta olmamak, o
gruba girmemek için gayret etmek gerekiyor.
İnşirah Sûresi’ni geniş olarak ele alıyoruz ya,
ilerleyen kısımlarda “onlar öyle söylüyor diye
sadrın daralıyor” mealindeki ayetleri ve ayetlerde geçen “sadr daralmasını” göreceğiz. O
ayetler geldiği dönemde, henüz Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin batıla karşı, küfre karşı
sadrı daralmaktadır. Duyduğu zaman, gördüğü
zaman küfre karşı göğsü daralıyor! Efendimizde
İnşirah edilen, açılan hal bununla ilgilidir, onu
ileride göreceğiz inşaAllah.
Tabi, enteresan şey şudur ki; Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem açıklama yaptığı dönemde
ona itiraz edenler bir şeylere inanıyorlar, yani
putları ve taptıkları şeyler var. Bu insanlar, Efen80
YILMAZ DÜNDAR
dimiz sallallahu aleyhi vesellemin açıkladığıyla
ilgili olarak yaptıkları sorgulamayı kendi putlarına, kendi inandıklarına yapmıyorlar; onlardan
herhangi bir kudret istemiyor, beklemiyorlar!
Hatta putları kendileri yapıyorlar! Hazreti Ömer
radıyallahu anh Efendimiz bir olayını anlatıyor,
diyor ki; “eskiyi düşündüğüm zaman iki şey
var. Birisini düşününce halime gülüyor, bir
diğerini düşününce çok ağlıyorum, çok tövbe
ediyorum. Hamurdan küçük kurabiyeler yapardık. Yola çıkınca tapar, acıkınca da onları
yerdik; bu saçmalığımıza gülüyorum. Ama bir
de kızım… O yavrumu gömerken, onun “baba,
baba” diye yalvarışı çırpınışı gözümden gitmiyor. Ona da çok ağlıyorum” diyor.
Bakın, hiç kendi taptıklarını sorgulamıyorlar!
Ama Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gelip
ondan kudret, melaike, hazine gibi şeyler istiyorlar. Bu da önemli bir çelişki!
Müminun Sûresi 24. Ayet: “Onun Nuh’un
kavminden kâfir olan mele’ ileri gelenleri dedi
ki: “Bu sizin gibi bir beşerden başka değil.
Size üstünlük murad ediyor. Eğer Allah dileseydi bir beşer irsal etmek yerine elbette melaike inzal ederdi. Biz ilk babalarımız içinde bu
açıklananı işitmedik”.
Furkan Sûresi 7: “Dediler ki: Bu nasıl Rasuldür ki, yemek yiyor ve çarşılarda gezip dolaşıyor. O’na bir melek inzal edilmeli, beraberinde bir neziyr uyarıcı olmalı değil miydi?”
Furkan Sûresi 8: “Yahut ona bir hazine ilka
olunmalı yahut ondan yiyeceği bir cennet
81
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
bahçesi olmalı değil miydi? Zalimler dediler
ki; siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz.”
Furkan Sûresi 9: “Bak, senin için nasıl benzetmeler yaptılar da bu sebepten saptılar!
Artık bir yol bulamazlar.” Buradaki “artık bir
yol bulamazlar” şöyle: Artık seninle! Bu iş artık
sensiz olmaz! Öyle bir saptılar ki, artık sensiz olmaz! Hiçbir şansları yok!
Furkan Sûresi 21: “Bize lika’yı kavuşmayı
ummayanlar dedi ki: “Bizim üzerimize melaike inzal edilmeli yahut Rabbimizi gözle görmeli değil miydik?” Andolsun ki kendi nefslerinde kibre kapıldılar ve büyük bir azgınlık ile
kibirlenerek haddi aşıp itaatten çıktılar.”
Bakara Sûresi 260. ayet konuyu bir noktaya,
bir yere topluyor, onun için lütfen yine dikkat
edelim: “Hani İbrahim de bir zaman; “Rabbim
göster bana, ölüleri nasıl diriltirsin?” demişti. Rabbi dedi; “iman etmedin mi ki?” İbrahim
dedi; “elbette iman ettim, ama kalbim mutmain olsun için!” Rabbi buyurdu; “o halde
kuştan kuş cinsinden dört çeşit al, tut. Onları
kendine çek, alıştır, zabt et. Sonra onlardan
birer cüz alarak her bir dağın üzerine koy.
Sonra onları çağır, sa’yederek koşarak sana
gelirler. Bil ki Allah Aziyzül Hakiym’dir”. Bu
ayette, Hazreti İbrahim aleyhisselam ölülerin nasıl diriltildiğini görmek istiyor, Rabbinden istiyor.
Rabbi iman ettiğini biliyor ama “iman etmedin
mi?” diyor! Bu tür olaylar hep bizim anlamamız,
bir mana, bir ders çıkarmamız, kendimizle ilgili
82
YILMAZ DÜNDAR
bir yol çizmemiz için bize birer senaryo aslında! Bu tür örneklerin niye verildiğini ayetlerle
göreceğiz, Kur’an bize söyleyecek. Evet, dikkat
ederseniz Hazreti İbrahim “elbette iman ettim”
dedikten sonra ikanı yaşıyor! “Hayır, göreyim de
inanayım” demiyor, “bir göreyim sonra iman
edeceğim” demiyor. Bilin ki “elbette iman ettim” dedikten sonra ikan gelir! İşte İbrahim aleyhisselam da ikanı yaşıyor.
Ancak dikkat ederseniz; o ikan hali bile, yani
bir ölüyü diriltmek bile Hazreti İbrahim aleyhisselamdan açığa çıkıyor. O işi o yapıyor! Rabbi,
ölüyü Hazreti İbrahim aleyhisselama dirilttiriyor! “İmandan sonra ikan” olduğu için Hazreti
İbrahim işi kimin yaptığını, kendisinden yapanı biliyor. Anlaşılıyor mu? Eğer ikandan sonra
iman olursa dışarıda gördükleriniz gibi olur,
kendilerini sihirbaz ilan edenlerinki gibi olur;
“yarattım” der, “ben de yapıyorum” der! Firavun
da Musa aleyhisselama; ben de öldürür diriltirim,
ben de yaparım, benim de gücüm var dedi ya!
Ama “imandan sonra ikan” çok başka bir şey!
Hazreti İbrahim kendi sözüyle kuşları diriltiyor
ama onu kendinde ve kendinden kimin yaptığını
biliyor.
Burada ayet bize bir başka şeyi daha öğretiyor; bilme ve görme farkı! “Bilmek” görmek gibi
değildir, “görmek” de bilmek gibi değildir. Kalb
bilir, fuad görür! Çok benzemese de şöyle bir
örnek verelim ve konuyu biraz anlayınca örneği kaldıralım. Çünkü örnek, kalb fuad ilişkisine
çok benzemeyecek, kalb fuad ilişkisi çok farklı
83
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
bir şey! Ben pencereden bakıyorum, dışarıyı görüyorum. İçeride de birisi var soruyor; Ahmed
Bey geliyor mu? Baktım, Ahmed Bey geliyor,
gördüm, içeriye söyledim. İçerideki olayı görmedi ama biliyor, oysa ben gördüm. Görmek farklı!
Çünkü görmede, gördüğünle ilgili; onun gelişi,
şekli gibi birçok şey var. O bunları görmedi, ama
biliyor. Görme ve bilmenin farkı bunun gibidir.
“Görme” fuadın işi! Fuad gördüğünü kalbe
bildirir ve kalb de bilir; o bilgiyi kalb eder. Ama
o bilgiyi görüp de kalbe bildiren fuaddır. O işlev onun, o marifet fuadın marifeti. Niye? Çünkü
orada Marifet Nuru var! Dolayısıyla “bilmek ve
görmek” böyle farklı olduğu gibi bunların yaşantıdaki açılımı da farklıdır.
Hazreti İbrahim aleyhisselamın Şuara Sûresi
83. Ayetten öğrendiğimiz bir duası vardır. İşte
Hazreti İbrahim aleyhisselam bunu fark ettiği
için; “Rabbi hebliy hukmen ve elhıkniy bis salihıyn; Rabbim bana hüküm hediye et, lutfet,
bahşet ve beni salihlerin zümresine katıver”
diye dua ediyor.
Şimdi burada geçen “hüküm”ün manasını
anlamamızda fayda var, çünkü ileride “hüküm”
geçecek. “Rabbi hebliy hukmen” diye hüküm
istemek niçin? Taha Sûresi 114. Ayetten öğrendiğimiz bir dua vardı; Rabbi zidniy ilmen; Rabbim ilmimi artır. Burada bir başka dua öğrendik; Rabbi hebliy hükmen. Tanrılık iddiasında
olanın çarpıcı üç temel özelliği vardır; hüküm
sahibidir, güç sahibidir, mülk sahibidir. Buradaki bu hüküm tanrının “hüküm sahibiyim”
84
YILMAZ DÜNDAR
demesi değil. Rabbi hebliy hukmen demek,
“hikmeti kavrayan akıl” istemektir! Yani Allahım hükmünün hikmetini kavrayan akıl hediye et bana demektir. “Ben de hüküm vereyim,
hükümdar olayım” demek değildir.
Evet, şimdi baba İbrahim ve oğlu İsmail’den
bahsedeceğiz; Hazreti İbrahim aleyhisselam ve
Hazreti İsmail aleyhisselam’dan! Saffat Sûresi
103. ayet ve devamı o olayla ve anlamamız gereken konuyla ilgilidir:
103: “İkisi de teslim olup O’nu alnı şakağı
üzerine yıkınca”,
104: “Biz O’na “Ya İbrahim” diye nida ettik”,
105: “Gerçekten rüyanı tasdik ettin. Doğrusu biz muhsinleri böyle cezalandırırız”.
106: “Muhakkak ki bu apaçık bir beladır;
idrak ettirici bir tecrübedir”.
107: “O’na Sema’dan Zibh-i Aziym; büyük
kurbanlık fidye; bedel verdik”.
108: “Ahıriyn içinde Onun üzerine ona
alamet olan bir bakışla anış, yâd ediş bıraktık.”
Ahıriyn; sonrakiler, Vahdet Ehli demektir. Örneğin zamanımızda bizler.
109: “Selâm olsun İbrahim’e.” Allah bir
Kul’una, ayette ismini anarak; “Selâm olsun
İbrahim’e” diyor! Hazreti İbrahim’e Allah’ın bu
muhabbetini sağlayan şeyi anlatmaya çalıştık
burada. Bakın, Kur’an bize imanı, ikanı şimdi de
teslimiyeti anlatıyor. Öyle bir teslimiyet ki çok
önemli! Şimdi burda, bir insanı Hakk yolda çok
85
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
hızlı ilerletebilecek bir noktayı, popüler tabirle
“bir sırrı” konuşacağız.
Sır nedir? Normal hayatta sır; insanların bilmediğini bilmektir. Birisi onu biliyor, siz de gider
sorar onu öğrenirsiniz. Ama Dinimiz’de sır o
değildir. “Şu sırdır” denirse onun manası şudur:
Onun bilgisi sende var, sen onun üstünü sırlamış,
örtmüşsün. Onu açarsan öğrenirsin! Bazı insanlar
veya öğrendiğiniz bilgiler sizdeki o bilginin sırrını, üstünü açar, açmaya vesile olur. Ancak aradığınız sizdedir. Burda paylaşacağımız sır da öyle,
sizdedir o, ama üstü örtülüdür. Esfele Safiliyn
yapı var ya, o onun üstünü öyle bir örtmüştür
ki! İşte onu açacaksınız, o zaman sır kalmaz. Sırrı, yani üstündeki örtüyü çeker kaldırırsanız bilgi
ortaya çıkar.
Daha önce Tanrı İlmi kitapçığında kurbanı,
kurban işini açmıştık. Orada Hazreti İbrahim
aleyhisselamın teslimiyetini anlatırken verdiğimiz örneği burada yine verelim. Ama burada
konumuz gereği işin imanla ilgili kısmına baktığımız için, sanki yarımmış gibi gelebilir, gelmesin. Çünkü daha önce onları geniş olarak paylaşmıştık.
Hazreti İbrahim aleyhisselamın döneminde
enteresan bir alışkanlık var; insan kurban etmek! Maalesef günümüzde de böyle! İnsan kurban etmek doğal ve normal hayatta! Herhangi
bir şey için, herhangi bir evrensel olay için insan
kurban etmek yaygın! Dört yüz, dört yüz elli yıl
öncesine, yani günümüze yakın sayılabilecek bir
zamana ait bir kaynakta, Meksika’da bir tapınak
86
YILMAZ DÜNDAR
açılışında, yanlış hatırlamıyorsam, yirmi bin insan kurban ediliyor. Yani hala insan kurbanı var!
Ama geçmişte bu hem çok daha yaygın, hem
çok daha önemli! Hazreti İbrahim aleyhisselamın; “çocuğum olursa sana kurban ederim”
demesi bu yüzden o kadar normal. O günün yaşantısı içerisinde o iş çok doğal ve normal. Ama
sonra yapamıyor? Ancak yavrusu “baba emrolunduğunu yap, ben hazırım” dediğinde öyle bir
teslimiyet yaşıyor ki! İşte o teslimiyetle ileriye ait
hiçbir üzüntü olmaksızın, hiçbir tasası olmaksızın, öyle bir şeyin söz konusu bile olmadığı bir
halde, ikisi de çok mutmain bir şekilde teslimler!
Ayetten öğreniyoruz, ayet diyor ki; “alnını
taşa koyupta bıçağı uzattığında O’na seslendik: Ya İbrahim, tamam rüyanı doğruladın
dedik ve o teslimiyetinin fidyesini verdik”. Lütfen dikkat ediniz, “hediye ettik” demiyor, “armağan ettik” demiyor. Bir yerlerde rastlamayacağınız önemli bir şey bu; “fidyesini verdik!”. Allah o
teslimiyeti satın alıyor, fidyesini ödüyor, Hazreti
İbrahim’in teslimiyetini ödüyor, ona bedel veriyor. Onun o işine, o teslimiyetine fidye veriyor,
bedel veriyor.
Buradan çıkaracağımız ders ne, bizde üstü
örtülü olan şey, sır ne? Şimdi onu açalım.
Beklenen şey; fidye teslimiyetten sonra! Ancak teslim olduktan, yani ihbattan sonra! İkisi
de ihbat etti, teslim oldu, boynunu büktü ve Allah onların o hallerini satın aldı, bedelini verdi.
Ayetlerde diyor ki, “daha sonra gelecekler için
bu davranış hayrla anılsın diye bu olayı da bı87
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
raktık, hatırlattık”. Yani hem Hazreti İbrahim’i
bu olayların içerisinde hayrla anın, hem de apaçık bir bela, yani idrak ettirici bir tecrübe var
burada, onu da edinin! Yalnızca, size bir kıssa
duyasınız diye anlatmış değiliz, burada sizin için
bir bela var, idrak etmeniz gereken bir tecrübe
var, onu çıkarın! Olayı da hayrla anın! Bu olayı
hayrla anın! Bir işi hayrla anmanın en güzel şekli
nedir biliyor musunuz? O olayı yalnızca söylemek değil yaşatmaktır! Normal dünya hayatında birisini anmak istediklerinde ne yapıyorlar?
Onu eserleriyle gündeme getiriyorlar, yani onu
yaşatıyorlar. Daha çok yaşatmak için onun adına
eserler yapıyorlar. Demek ki, yalnızca söz değil,
önemli olan yaşatmak! Dolayısıyla “İbrahim’i
hayrla anın” demek, bu bilgiyi yaşatın demektir.
“Sizdeki Hazreti İbrahim olayına bakın, bu işi
yaşatın, ben satın alayım, fidyesini ödeyeyim”
demektir. Bu olayı bir ayetle daha pekiştirip, kısa
bir yorumunu yapacağız.
Bu ayet Uhud Savaşı sırasında gerçekleşen
bir olayla ilgilidir; Al-u İmran Sûresi 154. Ayetin daha kolay ve daha iyi anlaşılması için önce
ayetle ilgili bilgiyi verelim. Uhud Savaşı sırasında
bakıyorlar ki, düşmanın sayısı inananlardan kat
kat fazla, çok fazla. Silahları da öyle! Ve o savaş
bugünkü gibi “düğme”lerle olmuyor. Düğmelerle olan savaşta sayı çok önemli olmayabilir.
Bu savaş kılıçla, mızrakla, yüz yüze! Dolayısıyla;
kılıç sayısı, mızrak sayısı, insan sayısı, at sayısı
çok önemli; çünkü savaş bunların üzerine bina
edilmiş. Böyleyken, karşıya bakıyorlar ki müthiş
88
YILMAZ DÜNDAR
kalabalık ve silah da çok. Bu tablo karşısında
inananlar temelde ikiye ayrılıyor. Bir grup; “bu
savaş başlamadan önce bizim görüşümüz sorulmadı ki! Sorulsaydı gelmezdik. Burada boşu
boşuna ölmezdik! Şimdi boşuna öleceğiz, bu savaşın bizi ilgilendiren bir yanı yok” diyor. Bunu
diyenler müslümanların içerisinde! Bir kısmı da
az önce bahsettiğimiz Hazreti İbrahim olayındaki gibi boyun bükmüş, teslim olmuş; “emir veren
Allah” çünkü! Buradaki çok önemli şey; Allah’ın
emrine teslim olmak, bir beşere değil! Burada
Rasulullah’a teslim olmak Allah’a teslim olmaktır. Çünkü Allah’ın emrini duyuruyor size. Bu sebeple de onlar teslim olmuşlar. Ve savaş başlıyor,
başlar başlamaz münafıklar kaçıyor. Ama bakınız; Allah savaşın tam ortasında onları uyutuyor.
Allah’a teslim olanlar kalabalıktan korkup da savaşta psikolojik bir mağlubiyet yaşamasınlar diye
Uhud Günü savaşta uyuyorlar. Hatta bunlardan
birisi Ebu Talha radıyallahu anh. Düşünebiliyor
musunuz; bir iş, bir olay yaşıyorlar, dönüyorlar ki
Allah o olayı anlatıyor, ayet onları anlatıyor! Onların içlerinden Aliymün Bi-Zatis’sudur sonucu
geçen cümlelere, bu ayetlere muhatap bir grubu
düşünün! Böyle bir hal! Şimdi bunun imanı nasıl
olur, bunun ameli nasıldır… Evet, Ebu Talha radıyallahu anh Ayeti dinledikten sonra diyor ki;
“Uhud Günü uyudum, kılıcım düştü. Aldım.
Yine uyudum, kılıcım düştü aldım. Yine uyudum, kılıcım düştü aldım” ve böyle savaşıyorlar, savaş oluyor, devam ediyor aslında. O teslim
olanların teslimiyetlerini Allah fidyelendiriyor!
İşte onu anlatan bir ayet:
89
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Al’u İmran Sûresi 154: “Sonra o gamın ardından üzerinize bir emene bir güven, sizden bir
taifeyi bürüyen bir uyuklama inzal etti. Bir
taife de münafıklar gerçekten kendi nefslerinin kaygısına düşmüştü. Allah’a hak olmayan
bir şekilde cahiliye zannı gibi bir zanla yaklaşıyorlardı. “Bu emirden bize bir şey var mı,
bize ne?” diyorlardı. De ki; “EMR, bütünüyle
Allah’ındır”. Onlar sana açmadıklarını kendi
nefslerinde gizliyorlar. “Şu emr’den bize de
bir şey olsaydı burada öldürülmezdik” derler.
De ki; evlerinizde kalsaydınız da üzerlerine
öldürülme yazılmış olanlar, elbette yine devrilip yatacakları yere gideceklerdir. Bu, Allah
sadrlarınızdakini denesin ve kalblerinizin
içinde olanı arındırıp temizlesin diyedir. Allah Aliymün Bi-Zatis’sudur’dur”.
Biraz önceki açıklamalarımızın devamı olarak
söyleyelim, bu ayetten anladığımız bir şey daha
var ki; “bu olay, Allah sadrlarınızdakini denesin; sizin sadrınızdan geçen duyguyu, fikri, fiili
denesin diye!”. Burada olduğu gibi birçok ayette
de “denesin ve denemek” geçer, lütfen bu ifadeye de dikkat edelim. Deneme ve imtihanı “Allah
deneyip de görecek” gibi yorumladığınız zaman,
İhlâs Sûresi’ne tamamen aykırı bir mana çıkarırsınız. Öyle değil! “Sadrlarınızdakini denesin”
demek; o denediği zaman siz öğrenin demektir!
Onu o sadrın sahibi öğrenir, bilir. Sonra da; ya
burada anlatılan münafıklar gibi sadrında oluşan duyguya sahip çıkar, döner gider veya inananların yaptığı gibi o duyguyla mücadele edip;
90
YILMAZ DÜNDAR
“ben Rasulullah’a uyacağım” der ve bu bilgiyi
kalbine kalbeder, beyne de o emr verilir, savaşta
uyusa bile gider savaşır! Böylece bu denemenin
sonucunu yaşar! Kul onun sonucunu yaşar. Zaten o iş kul öğrensin diyedir. Peki, sonuç?
Bakın sadrlardakini bilmek esfele safiliynle
ilgili! Bu olay ise tesbit edilen bilgiyi, yani kalblerinizin içinde olanı; yani tesbit edilmiş ama
sizi yanıltan bilgileri, yani kalbi yanıltan, kalbi
esir alan bilgileri arındırıp “temizlesin” diyedir.
Temizleyin diye değil! Allah sizin bu davranışınızdan sonra kalbinizi temizler. Siz teslim olduğunuzda Allah temizler, ayetten öyle anlıyoruz;
“Allah sadrlarınızdakini denesin ve kalblerinizin içinde olanı arındırıp temizlesin diyedir.
Allah Aliymün Bi-Zatis’sudur’dur”.
“Aliymün Bi-Zatis’sudur” ne demektir, Aliymün Bi-Zatis’sudur’u nasıl anlamalıyız?” bunu
ilerleyen sayfalarda göreceğiz.
İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini tefekkür edebilelim diye hayatın içinden bir örnek,
insanlardan bir örnek gördük; savaştaki örneği
gördük! İbrahim aleyhisselamın teslimiyetini tefekkür eder hayatınızda incelerseniz, gün içinde
benzer o kadar çok olayla karşılaştığınızı görürsünüz ki! Ve onları iyi gözler, buradaki ayetlerin
ışığı altında teslimiyeti yaşarsanız, Allah’ı tanıma
yolunda, Allah’ı idrak yolunda çok hızlı ilerleme
kaydedersiniz. Ve o bir kere başladığı zaman
artık birbirini tetikleyen bir şekilde gider; gözlemek, fark etmek, yaşamak!
91
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Şimdi Saffat Sûresi 110. Ayeti hatırlamanın
tam zamanı; “muhsinleri böyle cezalandırırız!”. İşte muhsinlerin karşılığı budur, onlara
böyle yaparız işte! Siz bu teslimiyeti yaşadığınızda, bu ikramları hayatınızda tek tek bulacaksınız! Hatta zorlayın, «bu olay teslimiyetle ilgili olabilir, bu da teslimiyetle ilgili olabilir” diye zorlayın!
Birisi dinlediğinde “burada teslimiyet ne gezer!”
dese bile siz ona bakmayın, zorlayın, yanılmazsınız! Zorlayın ve “bu teslimiyettir” deyin. O işin, o
olayın teslimiyetle ilişkisini bulmak için zorlayın,
bulun ve uygulayın. Bunu yapmak için de büyük
olaylar beklemeyin!
Siz bu teslimiyeti yaşadığınızda ne olur? Sırayla; huşu gelişir, huşu İhlâsı getirir, İhlâs da İhsanı. Bakın şimdi huşuyu tahayyül edelim. Hazreti İbrahim ve İsmail Arafat’ın devamında, taştalar. Hazreti İbrahim “kararı tam” verdi; dönüşü
yok, bıçağını uzattı. Hazreti İsmail “kararı tam”
verdi; dönüşü yok, boynunu uzattı. “Bu iş” onlar
için bitti! Ve onun peşine fidye geldi ve bu nidayı duydular. Şimdi onların beden dillerini bir
tahayyül edin; Allah’a karşı nasıl bir hale girdiler?
Yaradan’larına karşı nasıl oldular? Elleri ayakları ne hale geldi? Bedenleri, kalbleri nasıl oldu?
Vücutları nasıl titredi? İşte huşu! Bu teslimiyet
olursa, normal hayatınızda bunu hep yaşarsınız!
Huşu İhlâsı getirir, fuadın görmesi netleşir o da İhsanı getirir; işte o zaman Saffat Sûresi 110. Ayetin muhatabı olursunuz: “İhsan sahiplerini, yani
muhsinleri böyle cezalandırırız”.
92
YILMAZ DÜNDAR
Bu ayete muhatap olduğunuz zaman İhlâs
Hayat Döngüsüne girersiniz ve o döngü çalışır.
Ve döner, döner, döner... Ne zamana kadar? “Sen
razı olana kadar” döner! Sonra? “Allah senden
razı oluverir” inşaAllah. Hani nefs-i raziye, nefs-i
marzıye denir ya, işte o oluverir inşaAllah.
Bu hal Fecr Sûresi 27, 28, 29, 30. ayetlerde geçer: “Ey o nefs-i mutmainne; Radiye olarak,
Mardiye olarak Rabbine rucu et; Kullarımın
evliya zümresi içine dâhil ol; Cennetim’e dâhil
ol.» Öyle olur inşaAllah. Âmin.
Günlük yaşantı içerisinden, konuyla yakın
ilişkili ve idrakımızı çok olumlu etkileyecek, ama
fırsatını kaçırdığımız halleri inceleyelim şimdi
de. Bu halleri açıklayıp ayetlerle anlamaya çalışacağız, sonra da Lüb’e giriş yapacağız.
Yaşantıdaki çok önemli hallerden, önemli
olaylardan birisi Ezan’ı dinlemek! Bunun size
getireceğini tahayyül bile edemezsiniz! Bunu
yapmadığınızda kaçırdığınızı da tahayyül bile
edemezsiniz! Ezan’ı dinlemek, duyabileceğimiz
sesle onu tekrar etmek, bitiminde Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellemin önerdiği salâvatı
okumak önemli bir olaydır. Günlük yaşantı içerisinde çok önemli bir olaydır ki; Ezan’ı dinlemek
“Büyük Haber’i dinlemek demektir, yani “Nebeün Aziym”i dinlemek demektir.
Bakın Sâd Sûresi 65, 66, 67 ve 68. ayetler: “De
ki; ben ancak bir uyarıcıyım. İlahlık iddiaları
geçersizdir! Ancak; Vahidül Kahhar olan Allah vardır! Semavat’ın Arz’ın, ikisi arasında
93
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
olanların Aziyzül Ğaffar olan Rabbidir. De
ki; HU gerçeği “Aziym bir haber”dir. Siz ise
O’ndan yüz çeviriyorsunuz.”
Yüz çevirenlerden olmamak, duymazdan
gelenlerden olmamak, ezan okunduğu halde
sanki ezan okunmuyormuş gibi olanlardan
olmamak gerekir. Öyle bir meşgul ki… Hele de
duymak istemeyenlerden olmamak gerekir. Bu
saydıklarım hepsi normal yaşantıda, yaşadığımız
toplumun içerisinde var.
Siz bu Aziym Haberden yüz çeviriyorsunuz.
Aziym haberden kim yüz çevirir? Elbette “A” takdimi! O zaman ayetteki “siz”i bizdeki esfele safiliyn yapı olarak alırsak Sâd Sûresi 65. ayetin muhatabı doğrudan biziz! Sizin o yapınız, bu haberden doğrudan yüz çevirir, siz farkında değilsiniz!
Bir yanda Ezan okunur, ama sen başka şeylerle
meşgulsün! Kaybedersin! Evet, kaybeden, fırsatı
kaçıran ve yüz çevirenlerdensin, o sınıfa giriyorsun! Bu ayete göre; Ezan’ı umursamayarak ondan yüz çeviriyorsun!
Bakın “dinlemek” de yetmiyor! Sahih hadis
diyor ki; tekrar da edeceksin! Büyük Haber’i
tekrar edeceksin! Eğer Ezan’ı takip ediyorsan; ki
onu takip eden olmak lazım! “Demek okunmuş
haa, farkında değilim” kapsamında olmamalısın! Herşeyin farkındasın, hepsini takip ediyorsun! “Kim geldi, kim gitti, kim aradı, o program
şu saatte mi…” bak, takip etmeyi biliyorsun ama
Ezan’ı takip etmiyorsun! Kaybedersin! Kendin
bilirsin, ama kaybedersin! Dinleyen kazanıyor,
tekrar eden kazanıyor! Çünkü o cümlelerin her
94
YILMAZ DÜNDAR
biri “Rasulullah’ın Tebliği”dir, hem de o an! O
an tebliğidir ve bu ayet gereği Aziym bir haberdir. Büyük bir haber veriliyor, “HU Allah” gerçeği
duyuruluyor; La ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i
ilan ediliyor. Ve bu ilan kesintisiz! Sürekli bu haber var dünyada, sürekli! Ve sen bundan yüz çeviriyorsun! Ayet “siz ise, O’ndan yüz çeviriyorsunuz” diyor. Hangi sınıfa giriyorsun dikkat et!
Devam edelim, Zümer Sûresi 45. Ayet: “Allah, tekliği itibarıyla zikr edildiğinde ahirete
iman etmeyen kimselerin kalbleri hoşlanmaz! O’nun dûnundakiler anıldığındaysa hemen müjdelenmiş gibicesine yüzleri güler”.
Bakın, “Allahın tekliği itibarıyla zikr edilmesi”
yine Tam Davet’te var; Allah tekliğiyle duyuruluyor! Aziym Haber’in içinde bu var! Ve bu
davetten, duyurudan ahirete iman etmeyenlerin kalbleri hoşlanmaz. Yani ayet kendinizi test
edin diyor: Ahirete iman ediyor musun, etmiyor
musun; bunu Ezan’a hürmetinden anlayabilirsin!
Demek ki yeterince inanmıyorsun! Dünyada,
dünya hayatı için inandığın her bir şeyi düşün,
cehennemin varlığına onlar kadar inanmıyorsun
ki; korkun yok!
Kendimizi test etmeye devam edelim: Oysa
“O’nun dûnundakiler anıldıysa”: Yani “sanki O’nun dışında bir şey varmış gibi” kabul edip
sonra da O’nun dışında bir şeymiş, O’nun dışında varmış gibi düşündüğün bu varlıkları lanse etmek, anmak! Onlar anıldığında yüzünüz
gülüyor, seviniyor ve müjdelenmiş gibi dönüp
birbirinize bakıyorsunuz! Bu bir ünlü olabilir, se95
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
nin herhangi bir sevdiğin olabilir; Test et bakalım? Birisi anıldığında “aa şu anıldı, şöyle oldu”
diyorsun ya, test et! Belki de anılmasından hoşlandığın o kişi, senin kutsal kabul ettiğin şeylere küfreden birisi, hiç inancı olmayan birisi, ters
çalışan birisi! Ama sen, onu görmekten, onun
anılmasını duymaktan haz duyuyorsun, seviniyorsun, ama Ezan okunduğu zaman hiç dikkat
etmiyorsun! Oysa Kur’an diyor ki; “bu azim bir
haberdir, anlayabilirseniz”. Ölçü ayetler olunca
“nereye düştüğünü” test etmek, anlamak, bakın
ne kadar kolay oluyor!
Ne yapmalıyız peki? Ezan’ı, Tam Davet’i duyunca telaşınızı gösterin, onu duyduğunuzu belirten bir hareket yapın mutlaka. Onu duyduğunuza dair bir telaş, bir hareket olsun hayatınızda;
yatıyorsanız kalkın, oturmuşsanız yatın; fark etmez! Ezan yüzünden pozisyon değiştirin, farklı
bir şey yapın! Telaşınız, gayretiniz bedeninizden
bir belli olsun, bedeniniz Ezan’ın yönetimine
girsin. Ezan dinleyerek nefsin şerrinin yönetiminden çıkarın onu! O Ezan’ın sesinden korksun!
Onu korkutun! Nasıl korkutursunuz onu? Ezan’ı
duyduğunuz zaman telaşa sokarak, telaşlanarak!
Telaşlandırın, mutlaka farklı bir harekete sokun.
Hatta öyle olsun ki, siz Ezan’ı tesadüfen duymayın! Onun zamanını kollayın; dikkat edin,
hesaplayın, bekleyin! Bu gayretler, bu telaşlar sonunda siz, Ezan vakti olmadığı halde sanki Ezan
okunuyormuş gibi sesler duyarsınız da “acaba
Ezan okunuyor da ben kaçırdım mı?” dersiniz.
Ezan okunmuyor ama siz bir anda Ezan okunu96
YILMAZ DÜNDAR
yor sanarsınız. Dışarıdaki herhangi bir sesi; bir
araba sesini, bir bağırmayı bile Ezan sanabilirsiniz.
Neden? Artık kalbiniz o telaşta, onunla ilgili telaşta, herşeyi onunla ilişkilendiriyor, elhamdülillah...
Ha, bir Ezan okunuyor sanarsınız, böyle sandığınız gibi bazen gerçekten duyarsınız da! Çünkü Ezan dünyada devamlı okunuyor… Yeter ki
siz o telaşa girin!
Ezan’ı bu şekilde hürmetle dinlediniz. Ama
bu bir davet, bu Tam Davet! Elbette sonra da
bu Tam Davet’e icabet! Tam Davet Tanrı İlmi
kitapçığında detaylı olarak var, oraya bakarsınız
inşaAllah. Salâvattaki Makamı Mahmud’u sonra konuşuruz diye kısaca geçmiştik. Demek ki;
Ezan hem Büyük Haber, hem de Tam Davet, öyleyse Tam Davete icabet çok önemli!
İnsanlar “davete icabetin sünnet” olduğunu
hiç olmadık yerlerde söyler. Din’le hiç ilişkisi
olmayan bir yere davet edilmişsinizdir, gitmek
istemezsiniz, gitmeyeceksinizdir! Siz bir bahane
ararsınız, onlar da inancınızı bildiklerinden sizi
oradan yakalamaya çalışıp; “davete icabet sünnettir kardeşim, niye uymuyorsun?” derler. Oysa
hakikat onların dediği gibi değil! Yanlış davete
icabet olmaz! Davet Ezan’dır, Ezan’a icabet
edeceksin, o farz! Ezan’la ilgili konulara davet
varsa işte sünnet odur, oraya icabet sünnettir!
Onunla ilgili bir toplantı olur, bu toplantı gibi
bir şey olur icabet edersiniz. Yalnızca burası demiyorum, bunun benzerleri neredeyse nasılsa
hepsi birer davettir. Ama “yanlış yerler” bu davetin kapsamına girmez. Oralara katılmaları için
97
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
“icabet sünnettir” diye insanları sıkıştırmak ta
yanlış olur.
Davete icabet ettiniz, peki şimdi? Elbette
şimdi size icabet! Kesin! Şimdi de size icabet!
Zaten oraya icabet etmenizin sebebi size icabet!
Size icabet olan şey orada sizi bekliyor. Bunu nereden anlıyoruz?
Mu’min Sûresi 60. Ayet: “Rabbiniz dedi ki;
bana dua edin size icabet edeyim! Muhakkak
ki benim ibadetimden kibirlenenler, dahiriyn
olarak; küçülmüş, alçalmış olarak cehenneme
gireceklerdir”. “İbadetten kibirlenme”nin ne
olduğunu içinde “mütekebbir” geçen ayetlerde
göreceğiz.
Günlük yaşantı içerisinde bizi, idrakımızı hızlı etkileyecek bir diğer husus salâtlarımızla ilgilidir, salâtlarımızda yapacağımız bir şeydir. Bu
açıklamayı salât ikamesi konusunda daha önce
paylaştıklarımıza, bildiklerimize ekleyelim. Onlara ilave edelim ki, salât ikamesindeki diğer
noktalar önemsizmiş gibi anlaşılmasın. Bütün
bildiklerimize bir ilave: Tahıyyat’a oturduğunuz
zamana özel önem verin! Tahıyyat’a özel önem!
Elbette salâtın her anının önemini yakalamak
lazım! Ama neden Tahıyyat’a özel önem? İkame ettiğiniz salâta dikkatle bakarsanız, salâtın
en ihmal edilen yerinin Tahıyyat olduğunu görürsünüz! Unuttuğunuz şeylerin aklınıza geldiği
yerin de orası olduğunu göreceksiniz! “Salâttan
sonra şunu yapayım” diye plan yaptığınız yere
dikkatle bakın, yine Tahıyyat’dır! Oturduğunuz
yerdir, Ettahıyyatü okuduğunuz yerdir. Çünkü
98
YILMAZ DÜNDAR
onu ezberlemişsinizdir, bir çırpıda okursunuz;
diliniz okur, ama kesinlikle o anda başka şeyle
meşgul olursunuz! Genellikle bu böyledir. Neden? Çünkü o kadar önemli bir hal ki Tahıyyat,
oradan uzaklaşırsınız. O hali yakalamak için mücadele gerekir. “Önemli şey”i yakalamak için hep
mücadele gerekir, mücadele edeceksiniz! Çünkü sizin dünyaya gelen yapınız, bu yapı “önemli
şey”e uygun değil! Ters! Ona terstir, sizi oradan
uzaklaştırır. Önemli şey için mücadele etmek
zorundasınız! İşte önemli şey:
“Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat. EsSelâmü aleyke eyyühen Nebiyyü ve
Rahmetullahi ve Beraketühu. EsSelâmü aleyna ve ala ibadillahis salihin. Eşhedü en la ilahe illallaHU ve Eşhedü enne Muhammeden
AbduHU ve RasuluHU”.
Salâtla, salâttaki halle ilgili bir noktaya daha
kısaca değinelim. Salâtın her halinde dikkat
edilmesi gereken şeylerden birisi de eklemlerin
yerinde olmasıdır! Eklemler kendi yerinde duracak! Kasılıp zorlanıp da onları bir yerlere çekmeyin, aklınıza gelince hemen bırakın. Bütün
eklemler yerine! Kasılıp zorlanarak bir pozisyon
almak salâttan sıkılmayı, salâttan uzaklaşmayı getirir ve benliğinizi kuvvetlendirir, salâtla
benliğinizi ilişkilendirir. Oysa eklemleri yerine
koyarsanız benliğinizi ve sıkıntılarınızı uzaklaştırırsınız. Buna sebep, eklemler yerinde dursun!
Eklemler yerinde durursa, salâttan esfele safiliyn
olan yapıyı ve onun salâta müdahil olmasını
uzaklaşırmış olursunuz.
99
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Ettahıyyatü’de de bu böyle; oturduğunuzda eklemlerinizin yerine gelmesine dikkat edin,
hepsi yerinde dursun. Otururken eklemleri başka yerlere çekmeyin. Belinizin, omurunuzun “S”
pozisyonuna, düzgün durmasına dikkat edin.
Ve; kıpırdamadan durmaya mümkün olduğunca özen gösterin! Mümkün olduğunca kıpırdamadan durmaya çalışmak önemli!
Bunlara dikkat ediyorsanız, bir de şuna çalışın: Tahıyyat’tan önceki son secdede “şimdi
Tahıyyat’a gideceğim, Tahıyyat okuyacağım” diye
kendinizi Tahıyyat’a alıştırın. Aksi halde kendinizi bir anda Salli Bârik’de bulursunuz. Bakarsınız
ki, Salli Bârik okuyorsunuz, hatta o da bitmiş.
Fatiha’nın bittiğini “âmin”e gelince fark ediyorsunuz ya, işte bu da onun gibi olur!
Tahıyyat’ı bu şekilde okuyabilmek için, bir
kere önce bunun antrenmanını yapmak lazım.
Yazıp elinize alın ve bunun bir karşılıklı konuşma olduğunu bilerek antrenman yapın. Bunu
salât anına bırakmayın, bir sporcu gibi antrenmanınızı müsabakaya çıkmadan önce yapın.
Çünkü salâtta Tahıyyat saniyelik bir iş; yaptın
yaptın, yapamadın geçiyor! Bu nedenle salât dışında antrenmanını yapın, inşaAllah.
Tahıyyat’ta dört bölüm var. “Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat” ilk kısım. Biliniz
ki, salâtta ne yaptıysanız bunu söylemek için yapıyorsunuz, onun için bu anı kaçırmayın! Tüm
yaptıklarınızı, zaten bunu söylemek için yaptınız, Allah’a seslenmek için yaptınız, burada doğrudan Rabbinize seslenmek için yaptınız. Daha
100
YILMAZ DÜNDAR
önce yaptıklarınızı düzgün yapışınız, onların
yerli yerinde olması, Tahıyyat’ın gerçek yapılabilmesi içindi!
Benzetmelerin bunun yanında çok basit kaldığını biliyorum, yine de günlük yaşantıdan aklıma gelen bazı benzetmeler yapayım. Lütfen,
anladıktan sonra onları zihnimizden silelim.
Acil paraya ihtiyacınız var, bankamatiğe gidip
para çekeceksiniz. Nedir? Oraya gitmenin bir
usulü var; ayakkabını giyeceksin, evden çıkacaksın, bankamatiğe gideceksin, sonra da dönüp
eve geleceksin. Gittin geldin, evdekiler sordu;
parayı getirdin mi? “Gittim ama parayı çekmedim!” der misiniz, öyle bir şey olur mu? Peki,
Tahıyyat farklı mı, o da öyle bir şey işte! Benzetirsek; “tüm gerekleri yaptım ama Rabbimle
karşılaşmadım” demiş olursun. Oysa sen salâtta
bütün işleri “o konuşma” için yapıyorsun. Hatta
Tahıyyat’ta bunu yapa yapa öyle alışacaksın ki,
hayatta da hep Tahıyyat okuyacaksın! Normal
hayatta, kalbin görmeye başladığında, fuad çalıştığında Rabbinle o kadar karşılaşacaksın ki,
hep Tahıyyat oku, cevap alacaksın. Normalde
arkadaşını görünce selamlaşıyorsun. Peki, hayatta da Allah’ı gördün niye selamlaşmıyorsun?
Tahıyyat’la sana bunu öğretiyor!
“B” İmanı”nda olup olmadığın, bu işi bilip bilmediğin önemli değil, dikkat ediniz; salâta başladın mı, senin en alt pozisyonun nefs-i mutmainedir. Hazır bunu yakalamışken, eğer hayatını
nefs-i mutmainede geçirmek ve orada bitirmek
istiyorsan, salâttan hiç çıkma, öyle dur! Çünkü
101
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
salâtta nefs-i mutmainnedesin. Daha sen salâta
başlarken sana o elbiseyi giydirdiler! Çünkü başka türlü salât ikame edemezsin, mümkün değil!
Salât için Allah; “siz ne haşmetli bir işle meşgul
olduğunuzun farkında değil misiniz?” diyor.
Salâtta öyle haşmetli bir işle meşgulsünüz! Ama:
Dünyadaki en uyduruk işiniz o! Lütfen en itinalı
işinizden başlayarak bir liste yapın, salât ikame
ediyorsanız en alta onu yazacaksınız! Salât ikame ederim; yani onu da araya sıkıştırırım! Oysa
işleri salâtın arasına sıkıştıracaksınız! Ama siz
salâtı işlerin arasına sıkıştırıyorsunuz, olmaz! İşleyiş şöyle; ne kadar önem verirseniz, o kadar
önem bulursunuz.
Demek; Tahıyyat’ta bir karşılıklı konuşma
var, önce bunu fark ederek salâtı yerine getirmek
lazım. Oturdunuz, Rabbinizi karşıda bilin ve karşıya söyleyin! Eğer siz “B” imandaysanız, korkmayın şirk olmaz, ötede beride olmaz! Ama kişi “B”
imanda değilse, “Amentü Billahi” kapsamında
imanını deklare etmemişse, onun ne olduğunu
bilmiyorsa, imanı böyle değilse; o zaman o kişinin Allah için bir yere bakması şirktir. Eğer kişi
“B” imanda ise, salât ikame ederken Allah’ın
önünde eğildiğini de, ona baktığını da düşünebilir, dokunduğunu da düşünebilir; hiç birisi şirk
olmaz! Neden? Kim şirk yapacak? Sen yoksun ki!
Şirk olması için senin var olman lazım! Sen “B”
imanla kendini yok ettin, şirki kim yapacak; herşey O’nda! Onun için dokunabilirsin de bakabilirsin de! Zira dokunduğun zaman dokunan da
O, dokunduğun da O; ne fark eder ki!
102
YILMAZ DÜNDAR
Bir de Tahıyyat’ta önünüze bakarsınız ya,
işte Tahıyyat’ta bu avantajdan da yararlanarak,
gerekirse önünüze baktığınız yerde Kalbinizle görmeye çalışın. Fuadı zorlayın ve görmeye
çalışın. Çünkü İhsan Makamı öyle olur, İhsan
Makamı’nı; Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmeyi öyle açarsınız! Göremiyorsan bile, bunu yapamıyorsan bile O’nun seni gördüğünü bilerek
yap, bu bir makam! Dolayısıyla Tahıyyat’ta sen
kalbini, fuadını zorla ve görüyormuş gibi seslen;
Ettahıyyatü lillahi ves Salavatu vet Tayyibat
de! Konunun heyecanı yüzünden meali uzatırım
diye korkuyorum, siz antrenmanını yaparken
mealine bakınız lütfen. Antrenman yaparken iki
cümle arasına biraz zaman verebilirsiniz, ama
salâtta ikinci cümleye geçerken beklemeyin. İki
cümle arasında kendi söylemenizle üç “Sübhanallah” deme süresini geçecek boşluk bırakmamak lazım. Ve ikinci cümleyi okurken dinleme
moduna geçin; “EsSelâmü aleyke Eyyühen
Nebiyyü ve Rahmetullahi ve Beraketühu”yu
dinleyin. Söyleyin ama dinleyin! Bunun detayını inşaAllah paylaşırız. O detayı gördüğünüzde
bunu çok kolay ve rahat uygularsınız inşaAllah.
Ama şimdi zorlayın, tefekkürle zorlayın! Neden
“dinleyin” diyoruz? Çünkü o cevap sizin dilinizden ama sizden değil. Bu yüzden onu dinleme
moduyla söyleyin. O cevap size Esas Mirac’tan
hediye! O hitap, sizde O’nun sünnetine uymayı
hedef edinmiş kişiye hediyedir, ondaki Nübüvvet boyutuna, Nübüvvet uygulamalarına Esas
Mirac’tan hediyedir. O hitap; “ey Rasulümün
sünnetini O’nun açıkladığı Nübüvvet’i kendinde,
103
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
bedeninde açan Kul’um” diyen bir sesleniştir!
Anlatabiliyor muyum? Efendimize seslenişi Ey
Nebi’dir, ama o hitap sana gelince; ey Nebi’nin
söylediklerini vücudunda fiilleştiren, fiile çeviren demektir. Bu durumda sen Nebi’nin Nübüvvetinin uygulayıcısı oldun, sendeki Nübüvvet
Boyutu’nu fiillendirdin! O Nebi, sen de Onun
Nübüvvetini uygulayan oldun. Bu yüzden, hitap
senin nübüvvet boyutuna; amel boyutuna! Risalet boyutuna değil! Neden? Çünkü sen zaten
işe başlarken o risaletle, o imanla başladın! O olmadan zaten olmuyor ki! Risalete uydun, şimdi
de “salih kişi” olman için Yaradan’ın senin amel
boyutuna Selam ediyor. Bu kısımdaki prensip:
“Salât ikame ediniz ki; Allah, sizin ağzınızla
size selam etsin” şeklindedir. Esma’ül Hüsna’da
Selam’ı biliyorsunuz, bu Selam’la siz salihler
zümresine girersiniz.
Evet dinleme modundan sonra üçüncü
cümleyle birlikte cevap moduna geç! Bunu iyi
tefekkür ettiğin zaman, “Ettahıyyatü lillahi ves
Salavatu vet Tayyibat” derkenki heyecanın,
söyleyişin ve sesin bu cevap moduyla birlikte düşer, yani sen cevap verirken sesin değişir.
Bunu fark edeceksin ve boyun bükmüş bir sesle;
“EsSelâmü aleyna ve ala ibadillahis salihin”
diyeceksin; ihbat edeceksin; boyun büktüğünü göreceksin. Bunu da böyle söyledin ya; artık
kendini koroya dâhil et! Çünkü; “siz bilemezsiniz; Sema’da ve Arz’da ne varsa Allah’ı tesbih
etmektedir” anlamında ayetler var ve Hadiyd
Sûresinin ilk ayeti bunlardan birisi.
104
YILMAZ DÜNDAR
Hadiyd Sûresi 1. Ayet: “Semavat’ta ve Arz’da
olan herşey Allah’ı tesbih etmiştir. O Aziyz-ül
Hakiym’dir”. Bu yüzden, var olan sürekli tesbihata dâhil ol, o koroya gir, o koroya kendini sok!
Ve o koroyla birlikte, tüm evrenle beraber; Eşhedü en la ilahe illallaHU ve Eşhedü enne Muhammeden AbduHU ve RasuluHU de! Salâtta
bunu uygulamaya çalış inşaAllah. Çünkü sen
bunu uygularken artık “uygulayıcı” bir nefs-i
mutmainnedesin.
Sonra ne yapıyorsun? Şimdi de duaların, taleplerin başlıyor. Mü’min Sûresi 60; “sana icabet
edilecek” dedi, şimdi dualara geçiyorsun; Salli
Bârik ve ne tür duaların varsa yapabilirsin. Efendimiz buyuruyor ki, “eğer siz dua etmekte bıkmaz ve usanmazsanız, Allah da size vermekte
bıkmaz usanmaz”. “Bir an önce selam vereyim”
demez de orayı değerlendirirsen orası senin,
başla dua etmeye! Uygun ayet ve hadisleri bul,
onlarla dua etmeye çalış inşaAllah. Çünkü dua
etmemiz, istememiz gereken ne varsa, bize hepsi
ayet ve hadislerle öğretilmiş elhamdülillah...
Şimdi konumuzla ilgili olarak yine günlük yaşantı içerisindeki bir başka önemli yere geçelim.
Önce ilgili bir hadisi not edelim. Hadis, Buhari
kaynaklı ve kudsî hadis. Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh’den rivayet edilmiş: Allah Teâlâ Hazretleri şöyle ferman buyurdu: “Kim benim veli
kuluma düşmanlık ilan ederse ben de ona
harp ilan ederim. Kul’umu bana yaklaştıran
şeyler arasında en çok hoşuma gideni ona
farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum
105
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam
eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim
mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü
gözü, tuttuğu eli, yürüdüğü ayağı, aklettiği
kalbi, konuştuğu dili ve sairi olurum. Benden
bir şey isteyince onu veririm. Benden sığınma
talep etti mi onu himayeme alır, korurum.
Ben yapacağım bir şeyde mümin kulumun
ruhunu kabzetmede tereddüde düştüğüm
kadar hiçbir şeyde tereddüde düşmedim. O
ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi
sevmem”. Evet, hadisi kudsî böyle. Çıkarılacak
sonuçlara da hızlıca bakalım:
Üstünde duracağımız esas sonuç “nafile” ile
ilgili, ama “veli kuluma düşmanlık edene harp
ilan ederim”deki “veli”ye bakıp oraya gelelim.
Bunu günlük yaşantıda uygulayabilmek için
hadisteki “veli”yi iki türlü ele almak lazım; biri
veli, diğeri veli gibi. Eğer kişi Billahi anlamında
imanını deklare etmiş ve açıkladığımız nefs-i
levvameye girmiş ve bu nefs-i levvameyi ısrarla takip ediyorsa “veli gibi” muamele görür.
Veli değildir ama veli gibi muamele görür. Zira
Veli olmak başka şeydir! Dolayısıyla, veli değildir
ama veli gibidir, Allah ona veli gibi muamele yapar. Yani bu hadisten yararlanır!
“Veli kuluma düşman olana harp ilan
ederim”,, bu cümle âlimler tarafından genişçe
tartışılmış. “Veli kime düşman olur ki? O veliyse zaten kimseye düşman olmaz. O herkese şu
şekilde davranır.” gibi kanaatler dile getirilmiş.
Ama burada anlatılmak istenenler, normal ha106
YILMAZ DÜNDAR
yata ait, kavga, düşmanlık gibi şeyler değil. Allah
buyuruyor ki; “Veli Kul normal dünya yaşantısı
içerisinde, zaten o kadar kimsesiz, o kadar yalnız, o kadar gariban, o kadar arkası olmayan
ki, onun arkasında ben varım”, bu o demektir.
Hadis şöyle devam ediyor; farzlarla bana
yaklaşır, nafilelerle onu severim. Allah’a yaklaşma nasıl bir şeydir, kulun Allah’a yaklaşması
nedir? Kul’un Allah’a yakınlığı; önce Billahi anlamında imanını mutmain kalb ile açıklamaktır,
önce bununla başlar. Yani; onun “var görünüşünü Allah’a eş ve ortak koşmayan” yöneliş ve
imanı bu yakınlığı başlatır. Nereye kadar gider?
İhsan Makamına kadar; kalben görme ve buna
göre yaşantı noktasına ulaşıncaya kadar! Kul’un
Allah’a yakınlığı bu deklarasyonla, yani dünya
yaşantısında bu imanı açıklamakla başlar ve İhsan Makamı’na kadar devam eder.
Kul’un halktan uzaklığı; yaratılmışlardan,
yaratılmışların cazibesinden uzaklığı; kesret
içerisinde Tevhid’i yaşayarak kesretin de hiçbir
cazibesinin kalmayışı ile kemale ulaşır. Allah’ın
Kul’una yakınlığı; ona dünyada lutfedeceği irfan, ahirette Rıdvan ve ikisi arasındaki nimet ve
ikramlarla anlaşılır. Allah, ilim ve kudretiyle,
yani ilim ve kudret özelliğiyle bütün insanlara
yakındır. Allah lütuf ve nusretiyle havasa yakındır. Allah ünsiyetiyle veli kullarına yakındır.
Hadiste “yakınlık” geçiyor ya, bu da “yakınlıkla”
ilgili kısa bir bilgi, inşaAllah.
Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu
eli olurum. Bunu da öncelikle şöyle anlamak
107
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
gerekir. Lütfen dikkat edelim, eğer bu cümleyi,
anlaşılması gereken en son manadan anlarsak
hadisin yorumu, açıklaması ve hayatınıza uygulaması çok kolay olmaz! En son anlaşılması gereken mana da doğrudur, ama biz nereden başlayacağız? “Onun işittiği kulağı, gördüğü gözü,
tuttuğu eli ve sairi olurum”u öncelikle şöyle
anlamak gerekir: Kulağı benden başka bir şey
işitmez, gözü benden başka bir şey görmez,
dili benden başka bir şey söylemez; bu iş buradan başlar. Eğer, “onun tuttuğu eli, işittiği kulağı,
gördüğü gözü ben olurum”u son manadan anlar
ve henüz fiilleri daha oraya ulaşmadığı halde
“kendinden O açılıyor” diye anlarsa kişi yanlışlara
düşer. Kendi beşeri haliyle yaptığı şeyler için; “Allah benden şöyle yaptı, bende kim var siz biliyor
musunuz?” gibi yanlış yorumlara başlar ve onları
da bu hadislere bağlar. Onun için bu hadisi anlamak, hayatta uygulamak, amele dönüştürmek
için başlanacak nokta budur: Eğer kişi farzları
uyguluyor ve nafilelere de devam ediyorsa onu
severim! Sevdiğim zaman da onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, söylediği dili olurum” kısmını
demek ki nasıl anlıyoruz? “Onun kulağı o zaman
benden başka bir şey işitmez, ne işitiyorsa benimdir, yani o ne duyuyorsa Rabbindendir. Gözü
benden başka bir şey görmez; ne görüyorsa benden bilir. Dili benden başka bir söz söylemez; dili
daima benim öğütlerim, benim zikrimledir; dilinde ben varım” olarak anlıyoruz. Bu iş buradan
başlar, sonra ilerler.
Arapçayı incelediğiniz zaman görürsünüz ki,
isim yapılan işin yerine de kullanılmaktadır. Yani
108
YILMAZ DÜNDAR
kulak “işitme” yerine de kullanılmaktadır. Onun
kulağı olurum; ifadesi halk arasında beni işitir
manasına da kullanılmaktadır.
Esası kavrayamadan ve yaşamadan tasavvuf
anlatmaya çalışanların, yani yorumlar yaparak
tasavvuf anlatanların bu anlatımlarından yanlış
uygulamalar çıkar ki; birisi şudur: Allah benden
açığa çıkacak! Bu yanlıştır! Allah kimseden açığa çıkmaz, buna çok dikkat edin! Neden? Çünkü Allah Samed’dir, sana ihtiyacı olmaz! Allah
senden açığa çıkacak; demek ki açığa çıkması
için sana ihtiyacı var manasını da içerir ki, o zaman Allah Samed olmaz! Ve demek ki, sen daha
önemlisin ki Allah’ı açığa çıkarıyorsun! İnsanlar
bu sözü neden sever? Çünkü kendilerini kutsal
hale getiriyor; ben öyle önemli bir varlığım ki,
Allah benden açığa çıkıyor! Kibrin, kibirliliğin
dindar hali! O kadar önemliyim, Allah benden
çıkıyor. Yani “Allah senden değil benden çıkıyor”
der gibi, “sizin ev şöyle bizim ev böyle” der gibi
de bir mana oluşuyor. Allah kimseden açığa çıkmaz! Bu yüzden, bu hadisleri yanlış anlayıp,
yanlış yorumlayıp, yanlış beklentilere girmek
boş iş olur, insanlar ordan bir amel çıkaramaz.
Kişi Allah’ın kendisinden açığa çıktığını hele bu
düşünceyle hiç göremez. Bil ki; Allah Samed’dir,
sana ihtiyacı yoktur ve bir yerden açığa çıkmaz!
Sana da ihtiyacı yoktur ki senden açığa çıksın!
Ama senin O’na ihtiyacın var, sen Samed değilsin ve sen O’nda açığa çıkansın! Buna çok dikkat ediniz; sen O’nun ilminde açığa çıkarsın!
Açığa çıkan sensin, O değil! O zaten açıkta! O
109
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
açıkta olanda bir zan olarak açığa çıkan sensin!
İşte sen o zannı yok etmeye çalış, zaten onu yok
etmeye çalışacaksın! Dilerse…
Evet, zaten açıkta olan dilerse kendinde olan
bu zannı, bu suretteki bu zannı dilerse çeker de
suret yine kalır. Ama O sende açığa çıkmaz! Sen
O’nun ilminde açığa çıkarsın. Zaten açıkta olan
o! “Zahir de, batın da O” olanda, O’nda sen zan
olarak açığa çıkarsın. Bu yüzden, dilerse o suretteki zannı çeker de, suret gene kalır…
Peki, “nafile”yi nasıl anlayacağız? Nafile aslında halk dilinde, normal konuşmada “boş”
demektir, “boşuna” demektir, “yapsan da olur
yapmasan da” demektir. Fakat kullandığımız
pek çok kelimede olduğu gibi, nafile kelimesi
de, “yapsan da olur yapmasan da” manasına
rağmen başka manalara da sahiptir. Yaptığımız
ibadet ve ameller kapsamındaki nafileyi gerçek
manada görebilmek, anlayabilmek için şu kurala dikkat etmek lazım: Nafile dediğimiz zaman
aklımıza “nafile salâtlar ve nafile oruçlar” gelir.
Öyle bakılırsa işin bir kısmına bakmış olursunuz.
Oysa bilinmelidir ki; her fiilin, her düşüncenin,
her ibadetin, yani her halin bir farzı bir de nafilesi vardır. Tanımın içine“her hal” girince, salât
ve oruç bu hallerden sadece ikisidir. Ama sizin
her düşüncenizin, her fiilinizin, sonuçta her halinizin bir farzı bir de nafilesi vardır.
Peki, hallerimizin farzı nedir; farz nedir?
Bunu tanımlayalım: Her halimiz için öncelikle
şart olan şey vehmin zulmetinden çıkmaktır,
vehmin zulmetinden kurtulmaktır!
110
YILMAZ DÜNDAR
“Allahu veliyyülleziyne amenü yuhricühüm
minez zulumati ilan Nur; Allah inananların velisidir, onları zulmetten alır nura sokar.” Ayet böyle
diyor, o zaman ilk şart bu, demek ki bunun gerçekleşmesi gerekiyor. Vehmin zulmetinden çıkmak, nefsi şerrinden temizlemek gerekiyor. Yani
vehmin zulmetini, nefsin şerrini takdim ederken
söylediğiniz “A” Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuzlaştırmak, sözde tanrılık iddiasını hem
deklarasyon olarak, hem de fiillerde yok etmek
gerekiyor ki; bu sizin her türlü halinizin farzıdır.
Bu olmazsa olmaz! Farz budur; olmazsa olmaz!
Bu olmazsa olmaz, zira ilk farz budur. Yani bir
kişi nefs-i mutmainneye gelinceye kadar, 2. Tefekkür Şemamızda gösterilen B0 noktasında kararlı, istikrarlı, geri dönüşsüz yaşayıncaya kadar
onun ilk farzı, nefs-i levvame sürecindeki ilk farzı, seyri sülûku içerisindeki ilk farzı budur: Nefsi
şerrinden temizlemek, vehmin zulmetinden çıkmak, A” Takdim Formu “BEN”i fonksiyonsuzlaştırmak, sözde tanrılık iddiasını hem deklarasyon
olarak, hem de fiillerde yok etmek! Bu farzdır, bu
olmazsa olmaz!
Sözde tanrılık iddiasını yok etmek çok
önemli demiştik. Şimdi bu konulara talib olan
için önemli bir şeye vurgu yapalım; yok olmak
diye bir şey yoktur! Lütfen çok dikkat edin, yok
olmayı başaramazsınız! Çünkü yok olmak diye
bir şey yok. Ama yok etmek var! Yok olamazsın,
ama yok edersin. Dolayısıyla yok olmaya değil
yok etmeye çalışacaksın! Bu yoldaki mücadele
yok etme mücadelesidir. Yok etme mücadelesi111
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
nin sonunda, kişideki zan yok olduğu için ona
yok olmak denir, O mücadelenin sonucuna işaret için, onu anlatmak için yok olma denmiştir.
Ama sen yok olma mücadelesi yaparsan yanlış
olur. Mücadele yok etmektir, yok etmek içindir.
Yok ettikten, yani mücadele bittikten sonraki
sonuca yok olmak diyebilirsin. Çünkü bir zan
yok olmuştur, bir kişilik yok olmuştur.
Bu yok etme mücadelesi devam ederken
günlük yaşantı içerisinde sorgulamalarınızı “ne
yaparsam olur?” sorusu ile yaparsanız iyi sonuç
vermez. “Ne yaparsam olur?” sorgusundan iyi
sonuç alamazsınız. “Ne yaptım da olmadı?” diyecek ve daima bunun analizini yapacaksınız. Bir
sonuca ulaşmak istiyordunuz, ama olmadı, hemen “ne yaptım da olmadı?” sorgusuyla analiz
yapacaksınız, “ne yaparsam olur” değil! Çünkü:
esfele safilin yapıyla ne yaparsan yap olmaz! Zaten esfele safiliyn yapıyla bir şey yapar da sonuç
alırsan o senin kibrini kuvvetlendirir! O yapı ona
sahip çıkar, onun hicret etmesine izin vermez.
Bu yüzden “ne yaptım da olmadı?” dersen kendindeki esfele safiliyn yapıyı suçlamış olursun.
Mesele, nefsin şerrini suçlamak! Nefsin şerri ne
yaparsa bu iş olur? Cevap: Nefsin şerrinin yapacağı hiç bir şeyle olmaz! Çünkü şer ne yaparsa
yapsın şer çıkar! Bu yüzden sen; “ne yaptım da
olmadı?” diyeceksin, önemli olan analiz sorusu
budur!
Farzı, yani şart olanı anlatıyoruz ya, devam
edelim. Kendiniz için farz ve nafileleri anlamaya
çalışıyorsunuz diyelim. Kendinize ait tanrısal bir
112
YILMAZ DÜNDAR
davranış tesbit ettiniz ve tesbit ettiğiniz tanrısal
halden, bu mütekebbir halden ve davranıştan
kurtulmak için çalışıyorsunuz. Bu halinizin yanlış olduğunu ve doğrusunun da ne olduğunu
tesbit ettiniz, tespit ettiğiniz o doğruyu yapmaya başladınız, bazen yarım bazen tam yapıyorsunuz. Aradan zaman geçiyor tekrar yanlışa düşüp “eyvah” diyorsunuz, “ben bunun doğrusunu
yapıyordum, tekrar yanlış yapmaya başladım.”
Mücadele ediyor, doğruyu yapıyorsunuz, tekrar
yanlışa düşüyorsunuz… Bu hal, o davranış için, o
hal için bir doğru-yanlış mücadelesidir. Bir konuda hep doğru-yanlış mücadelesi varsa başarı
elde edemiyorsunuz demektir ve bu iyi bir hal
değildir! Bu yüzden, Efendimizin bir duası vardır;
“Allahım beni ara yerde bırakma”. Mücadelede ara yerde kalmaktır bu; doğru yanlış, doğru
yanlış; hep doğru yanlış muhasebesi! Konu neyse, o konuda doğru yanlış muhasebesi sizin için
farzdır; mutlaka doğruya ulaşmanız gerekir, sizin
için bu farzdır; bu yanlıştan kurtulmanız o işin
farzıdır. Çünkü onun mütekebbir, yani tanrısal
bir düşünce, öyle bir hal veya bir fiil, bir davranış
olduğunu tesbit ettiniz. O zaman ondan kurtulmak sizin için farzdır. Peki “farzdır” ne demek?
Olmazsa olmaz demektir, o şart demektir, o sizin olmazsa olmazınız demektir. Diyelim ki kurtuldunuz, yani doğru davranışı geri dönüşsüz
yakaladınız, o halin doğrusunu geri dönüşsüz
yakaladınız, o zaman o halin farzını tamamlamış
olursunuz. Farzı tamamladınız, bitti mi, tamam
mı?
113
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Eğer istiyorsanız, talibseniz bu sefer sizin için
yapsanız da olur yapmasanız da mücadelesi
başlar, yeni bir mücadele başlar. Çünkü siz, bir
düşüncenizi, bir hal veya fiilinizi mütekebbir
yapıdan, tanrısal yapıdan, ilahlık iddiasından
geri dönüşsüz kurtardınız. Artık o dosya tamam
demektir. O konudaki doğruyu geri dönüşsüz
sürdürdüğünüz için yeni bir şey yapmanız gerekmez, yaparsanız o nafile olur. Peki, talibseniz,
yani isterseniz yeni başlayacak şey nedir? Şimdi başlayacak olan; “daha iyisi ne?” sorusudur.
“Doğru yanlış” muhasebesi bittikten sonra başlayacak şey; “daha iyisi nedir, bu yaptığımın
daha iyisi nedir? Demek ki:
Günlük yaşantıda sizin öncelikle somut görmeniz gereken şey, mütekebbir yapının; tanrılık
iddiasının, esfele safiliyn yapının, küfür şirk yapının platformunu oluşturan iki önemli şeydir
ki, birisi cinsellik, diğeri öfkedir. Hemen ele alacağınız şey öfkedir ve onu izlerken çok şey öğrenirsiniz. Önce öfkenin doğru yanlış mücadelesi
başlar; öfkelendim mi öfkelenmedim mi? Öfkelendiğin zaman o öfkeyi yutmanın Allah indinde
en değerli yudum olduğunu Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “size yutabileceğiniz en değerli yudumu söyleyeyim mi?”
“Söyle ya Rasulallah, öğret bize” diyorlar. “Öfkelendiğin zaman öfkeni yutmaktır.” Bunu
yapmak için önce öfkelenmek lazım! Bu hadis,
farzı yerine getirebilmen için teşviktir. Bu işi hallettin ve öfkelenmiyorsan, ne yutacaksın? Bitti!
Bunu kendinde o kadar rahat izlersin ki ben bu
114
YILMAZ DÜNDAR
Rahmani olaylarla tanışmadan önce nasıl da öfkelenirdim dersin. Şimdiki hal bir antidepresanla
değil! Şu ilacı almadan çok öfkeleniyordum, şimdi öfkelenmiyorum değil, hayır! Burada söylenen
bir ilaçla baskılama veya bir psikolog tedavisi
değil. Nedir bu? Öfkenin bizzat Allah’a olduğunu fark etmendir! Çünkü öfkelenmenin Allah’ın
emirleriyle didişmek olduğunu, öfkelendiğin
kimsenin olmadığını ve aslında Allah’la kavga
ettiğini bilirsen, fuad sana bunu gösterirse, sen
o zaman öfkelenemezsin ki! Bu farzı yerine getirmiş olursun. O bitti, şimdi “daha iyisi ne?”
sorusu ve arayışı başlıyor, artık daha iyisini ararsın. İşte daha iyisini aramaya başladığın an sen
nafileyle meşgulsün demektir. Demek ki, nafile
farzdan sonra başlıyor, farz tamamlanmadan,
farz tam olmadan nafile olmuyor! Bunu hayatın
içinden basit bir örnekle kavramaya çalışıp sonra örneği yok edelim.
Bir markete gittiniz ki orası hala toz şekeri çuvaldan tartıyor. Dediniz ki, bana 5 kg toz şeker
ver. Bizim çocukluğumuzda öyleydi, marketler,
paketler falan yoktu ki. Gider bakkaldan alırdık. Bu ibreli teraziler yeni çıkmıştı. İbreli terazinin teknolojisi yeni ya, ibre dikkatimizi çekiyor,
o ibreye bakıyoruz, çünkü o bizim için yeni! O
tartıların kimi kolludur, “5 kg” dedik mi, kolunu
büker 5’e getirir ki, 5 kg şeker koyunca ibre 5’e
gelsin. Bazılarının tartma kapasitesi yüksektir,
onlarda 5 ortalarda bir yerdedir. Beş kg şeker
istedik, şimdi tartıyor; onun tam 5 kg tartması
farzın örneğidir, ibre 5’i gösterdi mi farz tamam.
115
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Çünkü sen 5 kg istedin, ücretini öyle ödeyeceksin. Ama şimdi bak, tartan kişi onu bir iki
gram fazla tartsa sevinirsin. Halbuki 5 kg şekerin
içinde onun bir önemi yok, ama ibrenin azıcık
geçmesi seni sevindirir. Veya 5 kilograma tam
gelmedi bu sefer üzülürsün. Ya altı üstü bir tatlı
kaşığı şeker, eksik olsa ne olur ki! Ama yüzün değişir; “ne adam be, nelere tamah ediyor, alt tarafı
bir kaşık şeker!” diye düşünürsün. O görüntü, o
düşünce seni günlerce meşgul eder. Niye? 5 kilogramı tam almadın diye! Bu duygunun nereden geldiğini biliyor musun? Nereden bu duygu,
düşünebiliyor musun bu sana nereden geliyor?
Bu, biraz önceki hadisin duygusu işte! Orada
buyurdu ki; “farzları tam olursa ondan hoşlanırım ve iki üç gram da fazla olursa sevinirim”.
İşte bak sen de öylesin! Beş kilogramlık koca torbada bir kaşık fazla şekere seviniyorsun! “Ne iyi
adam be, gözü tok, gördün mü bak şekeri fazla
verdi” diyorsun.
Ancak bakın; onun o fazlayı verebilmesi için
önce beş kilogramı tamamlaması lazım ki farz
olan o! Farz bitmeden nafilenin olmayacağı anlaşıldı değil mi? Şimdi; eğer bahsettiğimiz bu
davranış salât ise farzları yerine getirdin tamam!
Bundan sonra “daha iyisi nedir, acaba daha ne
yapabilirim?” dersen şimdi karşına Efendimizin
sünnetleri çıkar. Vakit sünnetlerini yapıyorsun
ve yine “daha iyisi nedir?” dersen karşına işrak
çıkar, kuşluk çıkar, önemli gecelerdeki bazı sünnetler çıkar… Unutma; bunları yapmasan da
olur. Ama sen farzı tamamladıktan sonra “daha
116
YILMAZ DÜNDAR
iyisi ne?” çalışması yapıyorsan ayrı! Çünkü “o
bana yaklaşır ve ben onu severim” hitabına
nail olmak, onun muhatabı olmak istiyorsan
bunu salâtlarda, oruçta yapabilirsin.
Tabi, evet her halin farzı sonra nafilesi vardır. Ama bunu uygularken önemli olan şey, çok
önemli bir prensip şudur; mutlaka, kişi “kendine
göre bir orta yol” tesbit etmelidir. Herkesin orta
yolu farklıdır, yapısına göre! Eğer ilerlerken, aşırı
“daha iyi ne yaparım?” duygusuna kapılırsa farzlardan da perdelenebilir. Bu yüzden, “makbul
olan az da olsa devamlı yapılan” ibadetlerdir.
Devamlı yapılan, yani sürdürülebilir olan doğrular makbuldür!
Bu yüzden, her olayda ve her davranışta,
davranışların her birine ait orta yol farklı olduğundan, kendi sürdürülebilirliğinizi tesbit etmeniz önemlidir! O davranış için kendi orta yolunuzu tesbit edip, nafileleri de o orta yol içerisinde yapmakta fayda vardır. Nafilelerle bir şey
başlar? Nafilelerle takva başlar; kişiyi takva ehli
yapan nafilelerdir. Farzdan sonra takva başlar.
Ayet buna işarettir; insanlar eşittir ancak takvaca ayrılırlar! Dolayısıyla bu ayetten; insanlar
mecbur oldukları şeyi yapıncaya kadar aynıdırlar, ancak ondan sonra daha iyisini yaparken birbirlerinden ayrılırlar manası çıkar.
Bazen gündeme geliyor, âlimlerin bazıları
“namaza sonradan başlamış olanın farz borcu
varsa sünnet ve nafileleri yapmaması gerekir” diyor, buna nasıl bakmalıyız diye tartışılıyor.
117
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Bu söylenen size mantıklı gelebilir, ama konulara daima “ayet ve hadislerde bu iş nasıl?”
diye bakmak lazım! Bakıyoruz hadislerde öyle
bir şey yok! Efendimiz bu işten habersiz değildi,
aksi halde bizi uyarır, “eğer şöyle işleriniz varsa
böyle yapın” derdi. “Efendimiz döneminde böyle kimseler yoktu” denirse, bu mazeret olmaz.
Çünkü Efendimiz bazı hadislerinde bugünleri
anlatıyor değil mi? Bugünkü ümmetin halini,
hatta gelecek ümmetlerin nasıl davranacaklarını söylüyor. Dolayısıyla bizi uyarırdı, böyle de bir
öğütte bulunurdu. Hadislerde; hesap zamanında bir kulun farzları yeterli gelmezse, Rabbi;
“nafilelerine bakın, yok mu” der buyruluyor.
Demek ki, yaptığın nafileler, farzları tamamlar.
Bu yüzden eğer nafile yapacaksak şöyle bir yol
öneririm; önce normal salâtı bozmamak lazım.
Diyelim ki İkindi Salâtı’nı ikame edeceksin, onun
kendine ait bir sünneti ve kendine ait bir farzı
var. Sen; “benim zaten çok borcum var bu yüzden
bu sünneti yapmasam da olur, onun yerine ben
kaza yapayım” dersen olmaz. Hayır! Onu bozmamak lazım! Onu Efendimiz nasıl yapmışsa
olduğu gibi öyle muhafaza etmek gerekir. Ama
sonra: Diyelim ki İşrak Salâtı ikame edeceksin.
Niyet ederken “nafile salâtı” demen gerekmiyor
ki! Önemli olan, işrak vaktinde veya kuşluk vaktinde salât ikame ediyor olmaktır. Mesela, eğer
işrak vaktinde hiç değilse iki rekât salât ikame
edersen, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
buyuruyor ki, tam bir hac ve umre sevabı alır.
Ama sabahın farzını yaptıktan sonra! Efendimiz
buyuruyor ki; kim sabahın farzından sonra iş118
YILMAZ DÜNDAR
rak vaktine kadar geçen süreyi dünya kelamı
olmadan dünyayla meşgul olmadan zikrullahla geçirip, işrak vaktinde de yani güneş doğup ta en az yarım saat geçtikten sonra iki rekât
salât ikame ederse tam hac ve umre sevabı
alır! Burada o hali teşvik var ve anlaşılsın diye
de üç kere tekrar var. “Hac ve umre görevinden
azat olur” demiyor, hac ve umre sevabı alır! İşte
bu vakitte iki rekât salât ikame edeceksen, önce
kamet getirip; “Allahım daha önce vaktinde ikame edemediğim üzerimde bulunan en son sabah
salâtına ait farzı bu vakitte kaza ile ikame edeceğim” dersin. Hem nafile yapıyor olmanın sevabını, yani işrak vaktinde salât ikame etmenin
sevabını alırsın, hem de Rabbin kabul buyurursa
senin üstünde bulunan bir sabah salâtının farzını yapmışsın sayar. Dilerse! Yine, işrak vaktinde şart illa iki rekât değil ki, daha fazla da ikame
edebilirsin. Diyelim dört rekât ikame edeceksin,
o zaman da “öğlen salâtının farzı” dersin. Bizim
dikkat edeceğimiz şey normal salâtları aynıyla yapmak! Normal salâtları sünneti, farzı, son
sünnetiyle formunu bozmadan yaptıktan sonra
diğerlerini; işrak, kuşluk gibi nafile vakitlerdeki
salâtları, yapmadıklarının yerine telafi niyetiyle yaparsın, çok da güzel olur. Hem o kuşluğun
sevabını alırsın, hem de diyelim ki bir öğleni
ikame ettin, bir ikindiyi ikame ettin, ondan da
Rabbin muaf tutar inşaAllah. Dilerse. Çünkü;
kazaları ikame edin, kazalar kabul olacak diye
bir kural yok! Ama, sen bir nafile ibadette o nafile ibadete böyle niyetlenerek Rabbinin dileğine sığınıyorsun. Aslında âlimlerin de o konuda
119
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
söylemek istediği budur: “Sen nasıl olsa örneğin
işrakta salât ikame ediyorsun ya, fırsatı kaçırma,
hani ikame etmediğin bir sabah salâtı vardı, işte
onun farzına niyetlenerek ikame et. Hem onun
hem de işrak vaktinin sevabını almış olursun,
inşaAllah” demek istiyorlar, yani müjdeliyorlar.
Aksi halde “şöyle yapınız, şöyle yapmayınız” gibi
bir şey söylemek kimsenin haddi ve görevi değildir! Kimse öyle bir şey diyemez. Ne söylenecekse Efendimiz söylemiş bitirmiş! Onu tercüme ve
yorumlamalarla değiştirmek, bazı eğitim yöntemlerinin emirsel uygulanmasıyla değiştirmek!
Kur’an bile emir olduğu halde “emir veriyorum”
demiyor, “o bir öğüttür” diyor. Kur’an bir öğüttür ama günümüze gelinceye kadar emir cümlesine dönüşmüştür! Âlimlerin öyle söylemeleri
de bir öneridir; “nasıl olsa bunu yapıyorsun, bari
yararlan, bu fırsatı kaçırma” diyorlar. Anlatabildim mi?
Konuyla ilgili bazı önemli noktalarla devam
ediyoruz: “A” Takdim Formu “BEN” kesretten
kurtulma çalışması yapmaz! “A” Takdim Formu “BEN” çokluktan, kesretten kurtulma çalışması yapamaz. O ancak tanrısal tanımlardan
kurtulma çalışmaları yapabilir. Onun yaşadığı
dünyada her şeyin bir tanrısal tanımı vardır,
o tanımlardan kurtulmanın çalışmasını yapar,
yapabilir. Allah’ın yarattığı kesrete, tanrısal tanımlar konulmuştur, bu tanımlara göre de günahlar ve yasaklar vardır, o ancak onlardan kurtulma çalışması yapabilir. Kesretten kurtulma
çalışmasını “B” Takdimindeki kişi yapar! Yani
120
YILMAZ DÜNDAR
“kesretten kurtulma çalışması” veli zatın işidir, uğraşısıdır. Kişi gerçek kesrete ancak nefs-i
mutmainneye geldiğinde geçer. Bu gerçek kesret
Esma Dünyası’dır, kesret âleminin kendisi Esma
Âlemi’dir. Bizim yaşadığımız hal onun tanrısal
tariflerle damgalanmış halidir ki, önce ondan
kurtulmak lazım! O tanımlar esfele safiliyn yapının tanımlarıdır ki; “A” Takdim Formu “BEN”
işte onlardan kurtulmalıdır. Eğer siz bunu fark
etmez de o yapıya kesretten kurtulma çalışması yaptırırsanız yanlış olur. Bocalar, yapamaz!
Hem işin içinden çıkamaz, hem ruhsal dengesi
bozulur hem de günahlardan kurtulamaz; çünkü günahları umursamaz! Velinin çalışmasının
içinde “günahtan kurtulma çalışması” olmadığı
için, kişi veliyi anlatan bir şey okur, onu okuduğu
zaman “günahtan kurtulma çalışması yok!” zanneder! Niye? Çünkü velinin çalışması içerisinde
böyle bir şey yazmıyor, o yüzden; “yok” der. Ya,
o veli, o “o işi” bitirmiş! Dolayısıyla, velinin çalışması, yani kesretten de kurtulma çalışması anlatılırken, içinde “günahtan korunma çalışmaları”
yer almamış olabilir. Ama sen ona bakıp, velayet
noktasına gelmeden kesretten kurtulma çalışması yapamazsın, yani günahlar ve tanrısal tanımlardan kurtulmadan velinin uğraşı alanına
giremezsin. Sen önce günahlardan kurtulma çalışması yaparsın! Bu çok önemli bir şey!
Nefs-i levvameye girmek için, mutlaka ve
mutmain olarak Billahi anlamında imanın
açıklanması yeterlidir. Ancak bu deklarasyonu
yaptınız diye, “A” BEN yapınızın yaşantısı hemen
121
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Billahi idrakinde olan yapıya tam uygun hale
gelmez. İşte, “A” takdimindeki “BEN” yapınızın
yaşantısını da bu açıklamaya, yani Billahi anlamında iman’a geri dönüşsüz olarak uygun hale
getirdiğinizde, “A” takdimindeki BEN, artık “B”
Takdim Formu “BEN” olur.
Bu açıklamaların üstüne günahı ele alıp, iki
tip günahı ve onların ne olduğunu konuşalım.
Lütfen dikkat edin, çünkü anlatacaklarımız, günahla ilgili kavramlarda önemli! Bir: Şirk günahı
vardır. Eğer bir kişi imanını amentü billahi anlamında mutmain olarak deklare ederse bu şirk
günahından kurtulur. Böyle söylüyorlar, ben de
öyle söyleyip kurtulayım diye değil de inanarak
söylerse kişi şirk günahından kurtulur. Billahi
imanını mutmain olarak açıklarsa; yani var görünüşünü bile eş koşmadan Allah’a iman ederse, yani “ben varım ve muhtarım” demeden
Allah’a iman ederse şirk günahından kurtulur.
Kişi; “Allah dûnunda bir varlık yok, bu yüzden
ben “varım ve muhtarım” demiyorum, var görünüşümü Allah’a eş koşmadan iman ediyorum”
derse şirk günahından kurtulur! Şirk günahından kurtulmanın önemini Zümer Sûresi 65.
ayetle anlamaya çalışalım:
Zümer Sûresi 65: “Eğer şirk işlerseniz tüm
amelleriniz boşa gider”. İşte kişi Billahi anlamındaki imanını deklare etmekle bu ayetin
muhatabı olmaktan kurtulmuş, şirk işlememiş
olur. Fakat! Bunu deklare etti ama henüz yapısı,
fiilleri bu deklarasyona uymuyor, bu açıklamaya
uymuyor? O zaman onun yeni bir mücadele122
YILMAZ DÜNDAR
si var demektir; fiillerini bu deklarasyona uydurmaya çalışacak! Bu mücadele tamamlanıp
bitince o B0’a gelir ki; bu noktaya gelene kadar
olan mesafe çok önemlidir, sevabı da çok yüksek
olan bir yoldur. Hadiyd Sûresi 10. Ayet: “Fetih
gelmeden, yani B0 noktasından önceki bu halin derecesi daha âzamdır, daha yüksektir”.
Yani nefs-i levvamede esfele safiliynle mücadele
edilen bu halin, bu sürecin sevabı daha fazladır.
Tamam, şirkten kurtaran açıklamayı yaptın
ve şirk günahından çıktın. Şimdi de mücadele
etmen gereken diğer günah var, şirk formatı
var, o duruyor! O durduğu için şirk formatından
kaynaklanan günahlar oluşmaya devam eder!
Ama bu formatın ürettiği günahlar şirk günahı
değildir! Bu nokta çok önemli!
Nisa Sûresi 48. Ayete bakalım: “Eğer bir kişi
şirk günahında değilse, Allah onun diğer günahlarını dilediğine dilediği şekilde bağışlar”.
Fark ettiniz mi? Kişi bu deklarasyonu yapmış,
sonra da her türlü halini ve fiillerini bu deklarasyona uydurma çalışması yapıyorsa, bu mücadele sürerken meydana gelen günahları “dilersem
bağışlarım” buyuruyor Allah. Ama bunun için,
Billahi deklarasyonunu umursamak ve fiillerini ona uygun hale getirme çalışması yapmak
şart! Deklarasyonu yap bir daha gözükme, yani
bir yere gidip “ben sınava gireceğim” de, sonra
çalışma, sınava da gitme! Öyle değil! Bu deklarasyonu yapıp, ona uygun mücadeleyi yapıyorsan, “bu mücadele sırasında meydana gelen
günahları dilersem bağışlarım” diyor. Yeter ki
123
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
şirki olmasın! Şirki varsa, bunların hepsi boşa
gider demektir.
Bakın şimdi Ârif’e tarif gerekmez sözünü
tarif edeceğiz, tarif ettiğimizde onu daha iyi
anlayacağız. Bu sözü normal hayatta kullanırız.
Neden? Çünkü o ariftir anlar, ona tarif etmeye
gerek yok, çünkü tarifi biliyor. Ama bizim bahsettiğimizin manası böyle değil! «Arife tarif gerekmez; arif artık tarif işini bıraktı, tanrısal tarifleri bıraktı!» demektir. Kişi ne zaman arif olur? B0
Noktası’ndan sonra! B0 Noktası’na gelene kadar
tanrısal tarifleri yıktı, yok etti, bu notayı geçti.
Artık o esma dünyasında, artık o tarifle meşgul
olmaz. Bu yüzden ona tarif gerekmez, o tarif istemez! Esma dünyasında olduğu için, artık tarif
onun için günahtır, tarif onun için küfürdür. İşte,
arife tarif bu yüzden gerekmez! Diğer manada
değil, arif tarifi biliyor ve çok seviyor değil! Bu;
“arif olmak için tariften kurtulmak lazım!” demektir. Tariflerden kurtulunca arif olursun.
Zümer Sûresi 18. Ayet: “Onlar ki, o Kul’larım
ki, kavl’i hakkani sözü işitirler de onun en güzeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın hidayet
ettiği kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta
kendileridir”. İlerlerken konuyu da iyi anlayalım
diye imandan bahsettik ve şimdi yerimize geldik, Lüb’e geldik! Lüb sahipleri için Zümer Sûresi
18; “onlar o Kul’larım ki; kavli hakkani sözü işitirler de onun en güzeline tabi olurlar. İşte onlar
Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir ve işte onlar
Lüb sahiplerinin ta kendileridir” buyuruyor. Ayette geçen Lüb sahipleri Lüb’leri aktif olanlardır,
124
YILMAZ DÜNDAR
Lüb’leri sadrı etkisine almış olanlardır. Lüb dâhil
bütün nurlar zaten çalışıyor. Ama önemli olan
nurun, Lüb nurunun sadrı etkisine alması! Kalbi
ve sadrı etkisine aldığında artık ona Lüb Sahibi
diyoruz. Neden? Onun sadrı “lüb, lüb” diyor da
ondan! Artık o Lüb Sahibi olmuş! Dikkat edin,
ayet “onlar Allah’ın emrini işittiklerinde ona tabi
olurlar” demiyor. Ya ne diyor? “Hakkani sözü
işitirler de onun en güzeline tabi olurlar!” Ne
demektir bu? “En iyisini” yapmaya çalışırlar, onlar nafileciler! Farzı tamamladı, nafileyi yapıyor!
Lüb sahipleri nafilecilerdir; “İşte onlar Allah’ın hidayet ettiği kimselerdir, onlar Lüb sahiplerinin ta
kendileridir”. Nafilenin önemini Zümer Sûresi 18.
Ayetle ortaya koymaya çalıştık.
Şunu da ekleyelim: Ayette geçen “en güzel”
emirlerin kıyası olarak “en güzel” değildir. Yani,
Allah birçok emir vermiş onların bazıları güzel,
bazıları da değil ve kişi en güzelini seçiyor gibi
anlaşılmasın! Onlar uygulamanın en güzelini
seçerler demektir, uygulamanın en güzeline tabi
olurlar demektir. Onlar uygularken en güzeline
tabi olurlar! Lüb Sahiplerinin özelliklerini anlamaya ve Lüb Sahiplerini tanımaya başlıyoruz.
Lüb Sahipleri Ehli Takva’dır. Biraz önce “onlar
nafilede yarışır” demiştik, işte nafilede yarışanlar,
takvada yarışıyorlar demektir. “Nafilede yarışan”
olmak öyle enteresan bir şeydir ki bakın. Diyelim
ki bir AVM’ye gittiniz, orada çok gösterişli, çok
zengin birini gördünüz. Buna çok sevinmezsiniz
değil mi? Onu çok yakınınız gibi, akrabadan gibi
görür müsünüz? Aklınıza bile gelmez, değil mi?
125
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Bazılarının kıskandığı, bazılarının imrendiği, bazılarının da siyasi olarak düşman olduğu o kişi
bu kadar azığa sahip olmasına rağmen, siz ona
özel bir kardeşlik, özel bir yakınlık hissetmezsiniz. Ama diyelim ki, bir mescide, bir camiye
gittiniz, baktınız bir adam; o kadar güzel oturuyor… Veya kalktı huşu içinde öyle güzel salât
ikame etti ki… Onu seversiniz, akrabanız gibi
gelir size. Oysa sizinle ne ilişkisi var? Sonuçta ne
yapıyorsa kendine; salâtı da kendine, duruşu da
kendine! Sizin için olursa zaten şirk olur. Onun
herşeyi kendine olduğu halde, size hiçbir faydası
olmadığı halde ve tanışmadığınız halde akraba
gibi ısınır, seversiniz onu. Niye, neden? Bakın çok
enteresan; orada onu seven kim? Sizde onu seven kim? Siz bilmeden o sevgiye sahip çıkıyorsunuz ama sizde onu seven kim? Onu seversiniz… Çünkü o bir azık edinmiş! Diğeri dünyaya,
bu da ahirete azık yapmış. Bakıyorsun, üstünde
ahiret azığı var ve o onun azığı, ama sen onu
seviyorsun, için kaynıyor. Hatta hürmet ediyor,
geçerken şöyle çekiliyorsun. Onun o haline niye
hürmet ediyorsun? Oysa o zengine yapmadın!
Neden yapıyorsun bunu, seninle ne ilişkisi var?
Çok enteresan, bakın bu hürmet neyin göstergesi: Haliniz kendiliğinden Allah yolunda olanı
seviyor; istemsiz! Kendiliğinden ona bir muhabbet, bir yakınlık duyuyorsun ya, nafileyi seviyorsun aslında! Zümer Sûresi 18 bize öğretiyor ki;
“Lüb Sahipleri hakkani sözü işitirler ve onun en
güzeline tabi olurlar. İşte onlar Allah’ın hidayet
ettikleridir, Lüb sahiplerinin ta kendileridir”. Lüb
126
YILMAZ DÜNDAR
Sahiplerinin özelliği neymiş demek ki? Ehli Takva olmaları! Onlar ehli takvadır, takva sahibidir.
Bakara Sûresi 269: “O Hikmet’i dilediğine
verir. Kime Hikmet verilirse gerçekten ona
pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiplerinden başkası anlayamaz”. Ayetlerden Lüb’ü
ve lüb sahiplerini tanımaya çalışıyoruz. Bakın burada da bir başka özelliği görüyoruz. “O Hikmet’i
dilediğine verir. Kime Hikmet verilirse gerçekten
ona pek çok hayr verilmiştir. Bunu Lüb sahiplerinden başkası anlayamaz.” Anlıyoruz ki, lüb sahipleri Ehli Hayr ve Ehli Hükm’dürler; yani hüküm sahibidirler, hayr ehlidirler. Peki, Ehli Hayr
olmak ne demektir? Düşünceleri, sözleri, fiilleri
batıl olan her şeyden arınmış; hayr üzere olup
bu halin hayretlerini yaşıyorlar demektir! Onlara, ikisi arasında çokça nimetler verildiğinden
birçok da hayret yaşıyorlar. Peki, Ehli Hükm ne
demektir? Hikmeti kavrayabilen akıl sahibi demektir. Onlar hikmeti kavrayabilen akla sahip
kişilerdir, Allah’ın hükümlerinin hikmetini görebilen kişilerdir. Evet, Lüb Sahipleri’nin özelliklerinden üçünü gördük; ehli takva, ehli hayr ve
ehli hükm!
Al’u İmran Sûresi 190: “Muhakkak ki Semavat ve Arz’ın halkedilişinde, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde lüb sahipleri için
elbette ayetler vardır”.
Al’u İmran Sûresi 191: “Onlar Lüb sahipleri
ki, kıyamda ayakta, kuud’da otururken ve yanları üzere oldukları halde Allah’ı zikrederler
ve Semavat ve Arz’ın halkedilişi hakkında te127
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
fekkür ederler ve şöyle derler; Rabbimiz bunu
batıl olarak yaratmadın. Sen Sübhan’sın, bizi
narın azabından koru”. Bu iki ayette Lüb Sahiplerinin Ehli Zikr oldukları anlatılıyor. “Tefekkür ederler ve şöyle derler” diyor ayet. Demek ki,
Lüb Nuru Fuad’a Hakk Yol’da bir analiz ve sentez
yaptırıyor, Hakk yolda tefekkür yaptırıyor, “tefekkür yaparlar” diyor. Ve bu tefekkürle Hakk bir
sonuca ulaşıyorlar ve bu sonuç da kalbe tesbitleniyor. Bu tesbit; bir sığınış, sakınış ve dua içeriyor. Tefekkürlerinin sonunda mütekebbirlik
yok! O tefekkürle El Hüsna’yı tasdik ediyorlar
ve o tefekkürün sonunda sığınış, sakınış ve dua
var! Nurların her birinin verdiği korku ve ümit
başkadır demiştik. Onun için, Tevhid Nuru’nun
verdiği korku ve ümit de başkadır: Tefekkürünün
sonucu sığınış, sakınış ve dua içeriyor. Lüb sahibi tefekkür ediyor, tezekkür ediyor, ittika ediyor.
Zaten ayetler; “Lüb Sahipleri tefekkür ederler, tezekkür ederler” demekte ve “ittika edin” diye de
uyarmaktadır.
Bakara Sûresi 197: “Muhakkak ki azığın en
hayrlısı takvadır. Ey Lüb Sahipleri benden ittika edin”. Azık’tan bahsettik ya, biriktireceğimiz azığın hayrlısını şimdi Yaratan bize öneriyor;
azığınızın en hayrlısı takvadır. Ey lüb sahipleri
benden ittika edin; yani sakın eş koşmayın. İttika etmek sakınmaktır. Öyle bir sakınmak ki; eş
koşmamak için sakınmak! Çünkü eş koşarsanız
herşey boşa gider! İttika edin demek, benden sakının, sakın BENlik ortaya koymayın, mütekebbir olmayın demektir. İttika edin!
128
YILMAZ DÜNDAR
Al’u İmran Sûresi 7. Ayet: “HU ki, Kitab’ı sana
inzal etti. Ondan ayetler muhkemdir. Ki onlar
Ümmü’l Kitap’tadır. Ve diğerleri ilk, ana, kök
olmayanlar ise müteşabihdirler. Ama kalblerinde zey’ art niyet olanlar, fitne isteyerek ve
O’nun te’vilini arzu ederek ondan sadece müteşabih olanına tabi olurlar. O’nun te’vilini
ancak Allah ve ilim’de rasih derinleşmiş olanlar
bilir. Bu âlimler şöyle derler; O’na iman ettik;
hepsi Rabbimizin indindendir. Bunu Lüb sahiplerinden başkası tezekkür edemez”. Yani
Lüb sahiplerinden başkası ibret alamaz demektir.
Bu ayet; Kur’an’da muhkem ve müteşabih ayetlerin olduğunu, bazı kimselerin bunlardan yalnızca müteşabih olanlara yaslandığını, oysa onun
açıklamasını yalnızca Allah ve ilimde derinleşmiş
olanların bildiğini bildiriyor. Burada Lüb sahiplerinin bir yeni özelliği daha verildi: Onlar tezekkür
edendir, yani ayetlerden ibret alandır. İbret alan
ne demek? Yararlanan! Onlar OKUduğu zaman
ibret alandır; yararlanandır.
Maide Sûresi 100. ayet: “De ki; habis tayyib
ile müsavi olmaz, velev ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de! O halde “ey Lüb sahipleri,
Allah’tan ittika edin ki felaha eresiniz”. Buna
benzer kıyasları, karşılaştırmaları ayetlerde göreceğiz. Burada habis ile tayyib kıyaslanmakta,
eşit olmadıkları söylenmektedir. Meallerde habis “kötü” olarak tanımlanmış; “kötü ile iyi bir
olmaz” diye açıklanmıştır. Ama bunun Muhammedi açıklamadaki karşılığını bilmek için manasını tam yerine koymak lazım. Çünkü “kötü”nün
129
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
ve “iyi”nin tanrısal dünyada oraya ait de manaları var.
Allah’a ortak olarak yapılan her türlü hal
habistir! Bu kapsamdaki her türlü hal habistir,
necistir, pistir. Habis; necis, pis, iflah olmaz, düzelmez demektir! Nedir o? O, Allah’ı örten her
türlü haldir! Ayet diyor ki; “velev ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de!” Buraya da dikkat edelim.
Çünkü ayet bize; “Lüb sahipleri tezekkür eder” diyor. Lüb sahibi olmak için önce “lüb sahibi gibi”
davranmak lazım! Bu taklid çok önemlidir ve
insanı taklid ehli yapmaz. Taklid ehli; Billahi anlamında imanı açıklamamış kişidir ve yaptıkları
da taklid ehlinin işleridir. Amentü Billahi’yle ilgili
imanını deklare ettikten sonra kişinin yaptıkları
taklid değildir. O hal şuna benzetilebilir: Bir çocuk konuşmayı öğrenirken evdeki büyüklerini
taklid etmez mi? Hatta büyüklerinden ayrı tutulsa konuşmaya geç başlar. Niye? Taklid edemiyor! O konuşmayı öğrenirken, siz ona “sen taklid
ehlisin” diye kızar mısınız? Yine o çocuk büyüklerini taklid etmeden yürüyemez de. Demek ki,
doğru yolda taklid şart! Korkmamak lazım, bu
insanı “taklid ehli” yapmaz. Veliyi taklid etmeden veli olunmaz! Lüb ehlini taklid etmeden
“lüb ehli” olunmaz. Ama “B” imandan sonra
ve nefs-i levvamede iseniz bu böyle! “B” imanını
açıklamamış ve nefs-i levvamede değilseniz siz
zaten taklid ehlisiniz, o zaman tüm yaptıklarınız
için size taklid ehli denir.
Kötü olan, yani Allah’ı örten herşey habistir
dedik. Tayyib; temiz demektir. Hakk yoldaki her
130
YILMAZ DÜNDAR
davranış temizdir, tayyibtir. Bazı arkadaşlarınız
olur, tanışırsınız, bakarsınız; herşeyi temiz herşeyi! Sözü temiz, bakışı temiz, yürüyüşü temiz,
niyeti temiz, aklı temiz, kalbi temiz, hepsi temiz,
herşeyi temiz… Hakk yol böyledir işte; onun
herşeyi temiz, tayyibdir! Diğeri habis; onun da
herşeyi kötüdür, hiç bir şeyi iflah olmaz. “Velev
ki habisin çokluğu hoşunuza gitse de” ayetinde
“hoşunuza gitse de” denilen şey esfele safiliyn yapıdır! “Siz” derken kast ettiği, hep sizin kendinizi
içinde bulduğunuz ve mücadele etmeniz gereken o yapıdır. Ayet; “habisin çokluğu mücadele
etmeniz gereken o yapının hoşuna gider” diyor.
Kendinizi içinde bulduğunuz o yapı habisin
çokluğunu sever; çok evi olmasını sever, çok
arabası olmasını sever, çok parasının olmasını
sever. Ama! Allah ve Rasulü çok umurunda olmaz! Hele onlar o kadar çok olur ki, Allah ve Rasulü hiç aklına gelmez! Her işi çok rayında gider;
sağlığı çok iyi, işi çok iyi, eşi çok iyidir. Bazıları bakar, yanılır der ki; arkadaş adamın dinle diyanetle işi yok, tuttuğu altın oluyor, evinden mutluluk
şakırdamaları geliyor, bu nasıl iş? Allah ona öyle
“çok” şey vermiş ki, Allah’ı unutmuş o! Sen onun
neyine özeniyorsun ya? Bir yanda da bir gariban
vardır; hastanede kuyrukta bekler bekler sıra
gelmez, geri döner. Beklerken acıdan “Allaah,
Allaah, Allah” der, inler. İşin aslını görürsen bu
adam şanslı!
Efendimiz diyor ki; “bu dünya bir ağacın
gölgesinde oturdun, dinlendin, kalktın” gibi
bir şeydir”. Ağaç gölgesinde servetin olsa ne
131
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
olur, biraz sonra kalkıp gideceksin ya! Veya istasyonda üç beş dakika tren bekliyorsun, birisi
gelmiş; “şu büfe çok kar eder sana satayım” deyip duruyor. Az sonra trene binip gideceksin, ne
yapacaksın büfeyi, büfeyle ne işin var ya? Dünya
böyle bir şey! Azrail çekmiş sreni, tren geliyor!
Sırayla birileri binecek! Her an hazır ol! Valizini
hazırla, azığını hazırla; [en hayrlı azık takva!]
hazırla ve bekle! Ama sen? Yerini almamışsın,
valizin boş, hangi trene bineceğini bilmiyorsun,
istasyonda arsa kapma peşindesin. Olacak iş mi
ya! Bu yüzden ayet; “senin o yapın bu habisin
çokluğunu sever. Ama bunu Lüb sahipleri anlar”
diyor. Bunu anlayın, tefekkür edin, ittika edin;
esfele safiliynin cazibesine kapılmayın ki; felaha
eresiniz!
Maide Sûresi 111. Ayet: “And olsun ki onların kıssalarında Lüb sahipleri için bir ibret
vardır. O Kur’an beşer tarafından uydurulan
bir söz değildir. Fakat kendinden öncekileri
tasdik eden, herşeyi tafsil eden ve iman eden
bir kavm için de hüda rehber ve rahmettir”.
Ra’d Sûresi 19. Ayet: “Ancak “Rabbinden inzal
olunan Hakk’dır”ı bilen kimse âmâ kimse gibi
midir? Yalnızca Lüb sahipleri tezekkür eder”.
İbrahim Sûresi 52. Ayet: “İşte bu, insanlara
bir tebliğdir; onunla uyarılsınlar, O’nun İlahun Vahid olduğunu bilsinler ve Lüb sahipleri tezekkür etsinler diye”.
Sa’d Sûresi 29. Ayet: “Bu sana inzal ettiğimiz
bir Kitab’tır, mübarektir. O’nun ayetlerini
132
YILMAZ DÜNDAR
tedebbûr etsinler derinlemesine tefekkür etsinler ve Lüb sahipleri tezekkür etsinler diye”.
Zümer Sûresi 9. Ayet: “Böylesi mi, yoksa sacid secde eden ve kaim kıyam eden olarak gecenin vakitlerinde kânit müstakim, ahretten
hazer eden ikan hale yaraşmayan davranışlardan sakınan ve Rabbinin rahmetini uman mı?
De ki, hiç bilen ile bilmeyen bir olur mu, eşit
olur mu? Ancak Lüb sahipleri tezekkür eder”.
Fatır Sûresi 19, 20, 21, 22 ve 23. ayetler: “Âmâ
ile basıyr bir olmaz, Zulmet ile Nur da bir olmaz. Zıll ile harur da, diriler ile ölüler de bir
olmaz... Muhakkak ki Allah dilediğine işittirir... Sen kabirlerin içindeki kimselere işittirici değilsin. Sen ancak bir uyarıcısın”.
Ayete göre âmâ; kalbiyle göremeyendir! Kafa
gözü görmeyen değil kalbi kör olandır; fuadı aktifleşmemiş kişidir. Basıyr; kalbi ile görebilendir.
Ayet işte bu ikisini kıyaslıyor ve “ikisi bir olmaz”
diyor. Âmâ ve Basıyr’in anlaşılması için zulmet
ile nuru, zıll ile harur yani gölge ile güneşli yeri
ve diri ile ölüyü karşılaştırıyor.
Buradaki diri ve ölü idrakla ilgilidir. Çünkü
bir de “idrak olarak ölü” olanlar vardır. Allah
dûnu’nda varlık iddiasında bulunan Allah için
ölüdür. Ayette “kabirlerin içindeki kimselere, ölülere işittirici değilsin” ifadesindeki kabir içinde
olmak doğruya, hakikate karşı kendisini kabre
sokmuşluktur. Hakikate karşı kabre sokmuş, yani
düşüncelerine zincir vurmuş, hakikatın önünü kapatmış kişilere işittiremezsin!
133
İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011
Lüb sahipleriyle ilgili ayetlerde “Kur’an’ın Lüb
sahipleri için bir öğüt, hatırlatma ve zikr olduğu” da belirtilir, bakın:
Talak Sûresi 10. Ayet: “Allah, onlar için şiddetli bir azab hazırlamıştır. Allah’dan ittika
edin, ey iman etmiş Lüb sahipleri! Allah size
gerçekten bir Zikr inzal etmiştir”.
Sa’d Sûresi 43. Ayet: “O’na, Eyyub’a bizden
bir rahmet ve Lüb sahipleri için bir öğüt olmak üzere hem ailesini hem de onlarla beraber bir mislini bağışladık”. Eyyub aleyhisselamın hayatına baktığınızda, döneminde ailesinin
ve aşiretinin darmadağın olduğunu görürsünüz.
Daha sonra hem ailesi hem de ümmetinin bir
misli fazlası “bir rahmet” olarak kendisine yine
bağışlanmıştır. “Bu aynı zamanda Lüb sahipleri
için de bir öğüttür” diyor Sa’d Sûresi 43.
Zümer 21. Ayet: “Görmedin mi ki; Allah,
Sema’dan bir su inzal etti de onu Arz’daki
kaynaklara koydu. Sonra onunla renkleri
muhtelif ekinler çıkarıyor. Sonra o ekinler
kurur da sen onu sararmış görürsün. Sonra
onu bir hutam; kuru bitki, çöp kılar. Muhakkak ki bunda Lüb sahipleri için bir öğüt, bir
ibret vardır”.
Mu’min Sûresi 54. Ayet: “Lüb sahiplerine bir
hüda, bir öğüt olmak üzere”; hatırlatmak üzere!
Bu konudaki bir ayet de hukuki uygulamayla
ilgilidir. O da Lüb sahiplerini anlatan bir ayettir,
ama hukuki uygulama ile ilgilidir!
134
YILMAZ DÜNDAR
Bakara Sûresi 179: “Ey Lüb sahipleri, kısasta
sizin için hayat vardır. Umulur ki siz, bu sayede korunursunuz”.
Bunlar Lüb sahipleriyle ilgili ayetlerdi. Ayetlerin Dili’nden Lüb Sahipleri’nin Özelliklerini tanımaya çalıştık, ayetler bize Lüb sahiplerini anlattı.
Lüb’ü anlattığımız kısmı tamamlarken, Lüb’ü
bir kez daha tanımlayalım: LÜB; Kul’un “Muhtar”
olmadığını ve “BEN varım ve muhtarım” zannından doğabilecek her türlü şirk halini AKLIN fark
edebilmesine imkân sağlayan İhlâs Sûresi hakikatli bir NUR’dur. Lüb’de çalışan Tevhid Nuru’dur
ki; kişiye “bir”lemeyi, muhtariyetten yani varlıktan kurtulmayı öğreten ve onun yolunu
gösteren bir manaya sahiptir. Lüb halinin İhlâs
Sûresi’yle doğrudan ilişkisi vardır.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor; “muhakkak ki herşeyin bir kalbi vardır.
Kur’an’ın Kalbi ise YaSin’dir”.
Bir diğer hadis: “Herşeyin bir nuru vardır.
Kur’an’ın Nuru da “Kul HUvallahu Ehad”dır”.
Bu hadisler ve açıkladığımız manalarla Kur’anı
bir bütün olarak ele alırsanız; onun kalbi YaSin
ve onun nuru, yani oradaki manayı, idrakı açan
nur ise İhlâs Sûresi’dir. Peki, bu nur nasıl istenir?
Onu da Kur’an’dan öğreniyoruz. Bize istemeyi öğreten ve Talimi Mes’ele adıyla anılan
bir sure vardır; Fatiha Sûresi. Evet, bu nur Fatiha
Sûresi’yle istenir! Fatiha; anahtar, açan ve istemeyi öğreten olarak da isimlendirilmiştir.
135
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Yasin, İhlâs ve Fatiha sureleriyle ilgili hadisler
ışığındaki bu bilgilerden sonra, izin verirseniz
hadis kaynaklı bir temenniyi de paylaşalım: Lütfen bir plan yapınız ve hayatınız boyunca 500.000
İhlâs Sûresi okumayı hedefleyiniz! Bu miktara hayatınız boyunca okuduğunuz tüm İhlâs Sûreleri
dahildir; salâtlarda okuduklarınız, okuduğunuz
diğer İhlâs’lar, hepsi dâhildir. Bir de, bu yolda
hayrlı açılımlara vesile olacak iki ayeti paylaşalım, sonra da yeni bir konuya, konumuz içinde
yeni bir kısma devam edelim. Bu iki ayet, Enbiya
Sûresi 29 ve Kassas Sûresi 68. ayetler. İlerleyen
kısımlarda yeri gelecek ama, siz Enbiya Sûresi 29
ve Kassas Sûresi 68. ayetlere bakın lütfen. Bu iki
ayeti okumak, tefekkür etmek, bazı şeyleri anlamamızı kolaylaştırır inşaAllah.
Yukarıda Lüb’ü ve özelliklerini ayetlerle anlamaya çalıştık. Buradan itibaren sırasıyla Kalb’i,
Fuad’ı, Sadr’ı açacağız inşaAllah.
Kur’an’ın mesajının doğru anlaşılabilmesi için, fark edilmesi ve manasının anlaşılması gereken kavramlardan birisi de mütekebbir
kelimesidir. Mütekebbir birçok ayette geçer
ve Kur’an’ın anlatmaya çalıştığı mesajla da çok
ilişkilidir. İçinde mütekebbir kelimesinin geçtiği
bazı örnek ayetlere bakacağız.
Şimdi izin verirseniz şöyle bir parantez açalım. Kur’an’ın Mesajı diyoruz ya, bu tabir çok
kullanılır, hatta yanlış da kullanılır. Kur’an’ı bir
şifre, geleceği anlatan bir kehanet kitabı, bazı
şeyleri “fal gibi” anlamaya yarayan bir kitap
gibi değerlendirmemek lazım! Bu işlerle meşgul
136
YILMAZ DÜNDAR
olanlar tamamen boş işle meşguller. Kur’an’da
öyle bir şey yok ve Kur’an bir ansiklopedi falan
da değil! Kur’an insana tek bir mesaj verir! O mesajın ne olduğunu tanrı ilmi notlarımızda anlattık, anlamaya çalıştık.
“Mütekebbir” kelimesi Kur’an’ın Mesajıyla
ilgili olarak çok önemli. Mutlaka iyi anlaşılması lazım, mutlaka! “Mütekebbir” aynı zamanda
bir Esma’ül Hüsna’dır. Bir esma’ül hüsna olarak
Mütekebbir’in manasına bakalım, esma’ül hüsna listesinde Mütekebbir ne demek söyleyeyim:
Mutlak BENlik O’na, Allah’a aittir. Mutlak BENlik! BEN diyen yalnızca kendisidir. Yalnızca Allah
“BEN” diyebilir. Kim “BEN” sözüyle kendisine
varlık verirse, var oluşunun hakikatine ait BENliği örtüp, göreceli BENliği öne çıkarırsa bunun sonucunu yanmak suretiyle yaşar! Çünkü Kibriya
O’nun vasfıdır! Mütekebbir, ancak Allah’ın BEN
diyebileceğini bize anlatan bir esma’ül hüsna’dır.
Diğer esma’ül hüsna manalarına bakarken buna
da bakılmıştır mutlaka, ama hatırlamak için tekrar bakınız lütfen.
Peki, mütekebbir meallerde nasıl geçiyor, ona
nasıl bir mana veriliyor? Genellikle kibirli, kibirlenen olarak çevrildiğini görüyoruz ve doğrudur
da. Normal hayatta bir insana mütekebbir dediğinizde ona kibirli demiş olursunuz. Mütekebbir,
kendini bir şey zanneden ve kendini bir şey zannetmesini baskı unsuru olarak kullanan, kendisini bir şey sanışını öne çıkaran kişi manasında
kullanılır. Normal hayatta birisine “ne kibirli”
dediğinizde, siz aslında ona “mütekebbir” demiş
137
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
oluyorsunuz, ama Kur’an’da kastedilen mana bu
mudur?
Kur’an’da söylenmek istenen bu değil! Eğer
siz halkın kullandığı bu manayı meal olarak yazarsanız, o zaman Kur’an’ın o ayetle açıklamak
istediği şeyi örtmüş olursunuz, o gözükmez!
Daha önce bir ipucu vermiştik: Bir fikriniz, bir
davranışınız, bir düşünceniz, bir yorumunuz,
hatta bir tanımınız, bir şeyi tanımlarsınız ya, işte
o “İslami midir, Muhammedi midir?” bunu mutlaka test etmek ve incelemek gerekir. Bunu nasıl
yaparsınız? Şimdi bu testi “mütekebbir” örneğinde yapmaya çalışalım.
“Mütekebbir”in normal yaşantıdaki “kibirli
kişi, kibirlenen” şeklindeki halini meal olarak alır,
ayeti böyle anlamaya çalışırsak bunu bir başkası da yapar. Yani Muhammedi olmayan birisi de
kibirli kişiden rahatsız olur, olmaz mı? Birinin
kibirli olmaması için veya kibirli kişiden rahatsız olması için mutlaka müslüman mı olması
gerekiyor? Müslüman olmayan da kibirli kişiden
rahatsız olur ve ona “ne kibirli” diye onu kınayabilir. Veya bir kişi müslüman olmadığı halde
prensip edinip, “ben mütevazi olacağım, kibirli
olmayacağım” deyip gayet mütevazi bir insan
olabilir. Onların kendi dünyalarında hümanist
ilan ettikleri kişiler bu idrakte değiller mi? O zaman ayette “mütekebbir” olarak damgalananlar,
kınananlar hümanist olmayanlar mı? Öyle değil!
Eğer onu böyle ele alırsanız ayeti ötelemiş olursunuz ki, en sık yapılan da budur!
138
YILMAZ DÜNDAR
Kişi Kur’an okurken birçok ayeti kendisiyle
ilgili bulmaz ve öteler. Neden öyle yapar? Tanımların yanlışlığından! Tanımları zihnine yanlış
yerleştirdiği zaman ayetleri öteler ve “bana hitap etmiyor ama hürmeten okuyayım” der, yani
kendisi için bir mesaj çıkaramaz. İşte böyle yanlış tanımlanan bir şey de mütekebbir kelimesidir.
Bahsettiğimiz bu durum, genellikle kişinin
normal hayatı içindeki kibirli davranışları olarak algılanıyor, ama söz konusu olan, insanların tanrısal iddialarla birbirlerine sergiledikleri kibirli davranışlar değildir. Nedir öyleyse?
“Mütekebbir”le kastedilen; kişinin bilerek veya
bilemeyerek Allah’a karşı gösterdiği kibirdir.
Ayetlerde bahsedilen mütekebbir, insanlara karşı kibirli olanın ismi değildir! İnsanları mütekebbir olmakla suçlayan, onlara mütekebbir diyen
ayetlerin hedefi sizin “kendi aranızda birbirinize karşı kibirli” olmanız değildir. Kişinin Allah’a
karşı kibirli olmasıdır, Allah’a karşı mütekebbir
olmasıdır! Allah’a karşı mütekebbir olmak ne
demektir? Allah’a karşı mütekebbir olan, bilerek bilmeyerek, aslında şunu söylemektedir: O
diyor ki, senden ayrıca ben de varım! Senden
başka, senin dışında, senin dûn’unda ben de varım. Hatta bu iddia şudur: Varım ve Muhtarım!
“Senin dışında ben de varım; Varım ve Muhtarım” demesi, o kişinin Allah’a karşı kibir yapması,
Allah’a karşı mütekebbir davranması demektir.
Peki, böyle yapınca ne olur? Böyle yapınca Allah
üzerine yalan uydurmuş olur. “Allah üzerine yalan uyduranlar” ayetlerde çok geçen bir husus139
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
tur, Allah üzerine yalan uydurmanın bir şekli de
budur! Yalan; olmayan bir şeyi söylemektir! Bu
iddia Allah’a iftira etmektir, O’nun hakkında bir
yalan uydurmaktır. Bakın diyor ki; senin dışında
ben de varım ve muhtarım. Böylece Allah’a yalan uydurmuş, ayetlerin Allah üstüne yalan uyduranlar dediği gruplardan birine girmiş oluyor.
O ayetlerin kapsadığı gruplardan birisi de bunlardır!
Hümanist yaşantıdaki kibirsiz davranışlarla
ilgili olarak şu da çok önemlidir: Hümanist bir
tanrı, böyle bir insan normal hayatta insanlara
karşı kibirsiz olabilir, kibirli davranmadan yaşayabilir, bu hususta çok dikkatli ve özenli olabilir.
Ama bu davranışı, onun Allah’a karşı olan kibrini
kaldırmaz! Buradaki çok önemli husus budur!
Oysa biz onu takdir eder, “ne mütevazi insan”
deriz. Neden takdir ediyoruz? Bize iyi davrandığı
için! Ama mesele; insanların bize iyi davranması değil, Allah’la ilişkisidir. Kur’an’da hep ele alınan, insanın Allah’la olan ilişkisidir! Dolayısıyla
bir hümanistin, tanrısal yaşantıdaki bir kişinin
kibirsiz davranmayı başarması onun Allah’a
karşı olan kibrini kaldırmaz. Normal yaşantıda
mütevazi insan olmak da Allah’a karşı olan kibri
kaldırmaz. Oysa insan Allah’a karşı mütekebbir
olmaktan kurtulabilse, Allah’a karşı kibri kaldırabilse, “Allah’a karşı kibirli olmamak nedir?”
bunu öğrense, doğal olarak insanlara karşı da
kibirli olamaz.
Hadislerde; “kâfirlere karşı kibirli olmak, hatta
onlara karşı kibirli yürümek” ifadeleri geçer ki, o
140
YILMAZ DÜNDAR
başka bir şeydir. O ayrı bir şey ve hadiste geçen o
halin sadakaya giren kısmı da var, ama o başka.
Tabi, bunları okuyunca, “demek ki, insanlara karşı davranışlar önemli değil” gibi bir anlam
çıkarmak doğru olmaz. Anlatmak istediğimiz
önemli şey şu: Bir kişinin insanlara davranışlarına bakıp da; “ben insanlara karşı kibirli değilim,
kibirli davranmıyorum, bunu başardım” demesi,
bunu başarmış olması o kişinin Allah’a karşı olan
kibrini kaldırmaz! Çünkü o kibir ilişkisini Allah’la
kurmadı. Oysa kişi “Allaha karşı kibirli olmamak
nedir?” bunu öğrenir ve gereğini de uygularsa,
bu işin tabiatıdır ki zaten insanlara karşı kibirli
olamaz, bu yeni öğrendiğinin edebi içerisinde o
zaten vardır. O bilgi insanlara kibri de ortadan
kaldırır. “Mütekebbir”i bu anlattığımız şekilde
düşünerek ayetlere geçelim.
Mu’min Sûresi 56. Ayet: “Kendilerine gelmiş bir sultan; delil, güç olmaksızın ayetler
hakkında mücadele edenler var, bu mücadele edenler var ya, onların sadrlarında ona asla
ulaşamayacakları bir kibirden; varlık duygusundan, “varım” duygusundan başka bir şey
yoktur. O halde sen Allaha sığın. Muhakkak
ki, HU Semi’ul Basir’dir”.
Burada “ayetler hakkında mücadele edenler” tabiri geçiyor: “Ayetler hakkında mücadele
edenler var ya”. Kişi bunu okuyor ve ekliyor; ben
ayetlerle mücadele etmiyorum ki! Böyle deyip
ayeti öteliyor. Nasıl öteliyor bakın! Bunu anlaması için, “ayetlerle mücadele edenler kimlerdir?”
onu tanımlamak gerekiyor. Ha, o tanıma girmi141
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
yorsa tamam, ama o tanıma giriyorsa bir meselesi var demektir. “Ayetler hakkında mücadele
edenler kimlerdir” bakın: Ayetlerle mücadele;
ayetlere karşı şiddet içeren inkâr noktasından
başlayıp Kur’an’ı kabul ettiği halde içindekileri
umursamayan hayat tarzına kadar uzanan bir
yelpazedir. Bir ucu ayetleri öyle inkâr ediyor ki,
bu inkâr şiddet de içeriyor, mücadele ederken
şiddeti de kullanıyorlar. “Ayetler hakkında mücadele edenler var ya” dediği bir zümre var, ayet
onları onların özelliklerini söylüyor, onların sadrlarından bahsediyor: “Kendilerinde bir delil, bir
güç olmadığı halde, delilleri dayanakları olmadığı halde Allah’ın ayetleriyle mücadele ediyorlar”
ya, kim onlar? Bu güruhun iki ucu var: Bir uç; en
aşırı uçtur ki, ayetleri inkâr ediyor, inkârla beraber ayetlere şiddetle saldırıyor, saldırı uyguluyor.
Ayetleri hem inkâr ediyor hem de şiddetle saldırıyor! Diğer uç; Kur’an’ı kabul etmiş ama içindekileri umursamıyor! Umurunda değil! Allah’ın
ayetlerde insanlara “yapın” dedikleri onun umurunda değil. Skalanın iki ucu! Eğer sen skalanın
bir yerine düşüyorsan bu ayetten alman gereken
önemli bir mesaj var demektir.
İşte ayette bahsedilen bu grupta olanların
sadrlarında asla ulaşamayacakları bir şey var! Ne
o? Kibir! Kibir duygusu! Yani varım duygusu! Varlık duygusu! Buradaki kibir varlık duygusudur!
“Varım ve Muhtarım” iddiasıdır ki, bu nefsin
şerrinin iddiasıdır, nefsin şerrinindir! Nefsin şerrinin hâkimiyet yerini de tanımlamıştık; bu sadrdır. Nefsin şerri sadrda hâkimdir. Dolayısıyla ayet
142
YILMAZ DÜNDAR
bize “onların sadrlarındadır” diyor, kibir duygusu
onların sadrlarındadır. “Varım ve Muhtarım” dedikleri, ama hiç ulaşamayacakları bir duygu var
ya, işte o duygu onların sadrlarındadır. Çünkü o
nefsin şerrine ait bir duygudur ve yeri sadrdır!
Bu ayetin sonu “HU Semi’ul Basir’dir” diye bir
Esma’ül Hüsna’yla bitiyor. Bu ayette olduğu gibi
birçok ayetin esma’ül hüsna’yla bittiğini görürüz. Eğer bir ayet bir esma’ül hüsna’yla bitiyorsa,
aslında orada anlatılan konuyla ilgili bir kanunsal mesaj vardır. Orada, ayetteki konu ve ayette
verilen mesajla ilgili bir uyarı ve o konuyla ilgili
olarak esma âleminin bir kanunu söz konusu
demektir. Ama bu çok ayrı, başlı başına bir konudur ve ayrıca ele alınması gerekir. Şimdi nasıl sadrı ele alıyoruz, onlar da böyle ele alınması
gerekir. Şimdilik yalnızca özel bir yeri olduğunu
söyleyerek bahsetmiş olalım.
Casiye Sûresi 37. Ayet bizi uyarır: “Kibriya
Semavat’ta ve Arz’da O’nundur. HU Aziyz’ül
Hakiym’dir”. Allah bu ayette bizi uyarıyor!
Mü’min Sûresi’nde bahsettiğimiz “Varım ve
Muhtarım” kibrini taşıyanlara diyor ki; Kibriya
Semavat’ta ve Arz’da ancak O’nundur, O’na aittir!
Mu’min Sûresi 35. Ayet: “Böylece Allah
her mütekebbir cebbarın kalbini tab’ eder”.
Mütekebbir; “Allaha karşı ben de varım” diyen!
Cebbar; bu iddiasıyla da çevresinde zorbalık yapan! Allah, bunların kalbini tab’ eder, mühürler.
Bundan önce incelediğimiz ayette bu duygunun
sadrda olduğunu, nefsin şerrine ait olduğunu
öğrendik. Demek ki, onların sadrlarında böyle
143
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
bir duygu var! Bu ayette ise Allah, onlarla ilgili
bir uygulamayı anlatıyor, buyuruyor ki; “böylece
Allah her mütekebbirin, kalbini tab’ eder!”. Yani
Allaha karşı “ben de varım” diyenin ve bu iddiasıyla da çevresine de zorbalık yapanın kalbini
tab’ eder; mühürler. Dikkat ediniz, duygu sadrda, ama sadr mühürlenmiyor, kalbi mühürlüyor.
Ayet “kalbini mühürler” diyor. Bunu neden
böyle vurgulayarak tekrar ediyorum?
Çünkü meallerde ayetteki “sadr” yerine
“kalp” yazmışlar. Ayet “onların sadrında böyle
bir duygu vardır” diyor, ama mealde; “kalbinde
böyle bir duygu vardır” diye yazılmış. O öyle değil! O ifade mekanizmaya ters, olaya ters! Kur’an
kalbi de diğerlerini de yerinde kullanıyor ve kalb
gereken yere “kalb”, sadr gereken yere “sadr”,
fuad gereken yere “fuad”, lüb gereken yere “lüb”
diyor. Çünkü bu organizasyonda hepsinin bir
yeri görevi var, onlar bir prosedürün parçaları.
Onlar bir idrak yolundaki önemli açılımları sağlayan noktalar! Siz eğer meal yaparken onların
yerini, manasını değiştirirseniz okuyan yalnızca
“duygusal bir öğüt” okumuş olur, bir mekanizmayı öğrenemez. Öyle olunca nasıl davranacağını da öğrenemez, bir amel çıkaramaz!
Evet Mu’min-35’ten öğreniyoruz ki; Allah,
kalbi mühürlüyor. “Sadrında mütekebbir duygusu olanın ve bu konuda cebbar olanın” yani bu
duygusuyla etrafa zulmedenin, zorbalık yapanın
kalbini tab’ eder, mühürler. Bu öyle bir cezadır
ki! Çünkü sadrdaki mütekebbir duyguyu, nefsin
şerrine ait olan mütekebbir duyguyu yok ede144
YILMAZ DÜNDAR
cek şey kalbteki açılımdır! Kalp mühürlendiği
zaman artık o bunu çözemeyecek demektir, o bu
işten kurtulamayacak ve bunun sonucunu yaşayacak demektir, Yani kalbteki Lüb ona doğru
yolu, Tevhid yolunu gösteremeyecek demektir.
Mu’min Sûresi 27. Ayet: “Musa dedi ki,
muhakkak ki ben hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden Allah’a karşı “ben de
varım” diyenden benim de Rabbim sizin de
Rabbiniz’e sığındım”. Firavun döneminde, mütekebbirliği büyük bir iddia haline getirerek ülkeyi yöneten bir sistem içerisinde yaşayan Hazreti Musa aleyhisselamın sığındığı bir dua: Ben,
hesap gününe iman etmeyen her mütekebbirden,
Allah’a karşı “ben de varım” diyenden benim de
Rabbim sizin de Rabbiniz’e sığındım!
Zümer Sûresi 60. Ayet: “Kıyamet günü, Allah üzerine yalan söylemişleri yüzleri simsiyah olmuş görürsün. Mütekebbirler için Allaha karşı “ben de varım” diyenler için mesva
kalma yeri, ikamet yeri cehennem de değil midir?” “Allah üzerine yalan” yine karşımıza çıktı!
Zümer–60. Ayet Allah üzerine yalan söyleyenleri
anlatıyor. O grubun en önemli özelliğinin; O’nun
dışında ben de varım iddiası olduğunu ve Varım
ve Muhtarım iddiasında olup bunu da fiile dökmek olduğunu, onlara bu yüzden; Allah üzerine
yalan söyleyenler dendiğini açıklamıştık. “Allaha
karşı yalan söyleyenleri sen yüzleri simsiyah olmuş görürsün. Mütekebbirlerin ikamet yeri cehennemdir”.
145
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Zümer Sûresi 72. Ayet: “Denildi ki; girin
cehennemin kapılarından, orada ebedi kalıcılar olarak! Mütekebbirlerin kalacakları yer
ne kötüdür”; Allah’a karşı ben de varım diyenlerin kalacakları yer ne kötüdür. Zümer Sûresi 60
ve 72, bize mütekebbirlerin ahiretteki hallerini
öğretiyor ve yaşantısında mütekebbir olanların,
Allah’a karşı ben de varım ve muhtarım diyenlerin kalacakları yeri cehennem olarak tanımlıyor.
Şimdi mütekebbirliği hayatımızdan bir halle
örneklendirelim, hayatımızdan mütekebbir bir
kare bulalım. Böyle birçok hal var, ama biz çok
sık rastladığımız ve mütekebbir konusunda çok
tuzağa düştüğümüz bir halle ilişkilendirelim ve
bu olay sırasındaki idraka dikkat edelim.
Ayetlerde “durr” tabiri geçer. Durr; zarar,
hastalık, sıkıntı gibi manalara gelir. İnsanlara bir
durr verilmesi; insanların başına bir sıkıntı, bir
hastalık, bir zarar gelmesi olaylarını içerir. İnsan
böyle bir “durr”la karşılaştığı zaman onun o davranışları biraz önce bahsettiğimiz mütekebbir
haliyle çok ilişkilidir, çok dikkat etmesi gerekir.
Durr, insan için çok önemli olan bir sınav demektir, biraz önce bahsettiğimiz o halle ilgili çok
önemli bir sınav içerir, bir fitne içerir. Bir durr
sürecinde bir kişinin başına herhangi bir sıkıntı, herhangi bir hastalık, herhangi bir zarar geliyorsa, böyle bir süreçte bir stres yaşıyorsa, kişi
bu süreçte şöyle düşünmelidir! Bu süreçle ilgili
şimdi paylaşacağım şey çok önemli, lütfen anlatmaya çalıştığım şeyi yakalayabilmek için yüksek
bir gayret gösteriniz. Bir durrla karşılaştığında
146
YILMAZ DÜNDAR
kişi ne yapmalı, nasıl düşünmelidir? Kişi o zaman şöyle düşünecek: Rahat ve memnun iken,
herşey yolunda gözüküyorken yaşantım nasıl?
Rahat ve memnun hallerinde, Allah’a karşı özgürmüş hissiyle gerçekleştirdiği; haddi aşma, şımarma, Allah yokmuş gibi davranma ve ayetleri
bile bile inkâr etmelerini yakalayacak! Burası anlaşıldı mı? Bir durrla karşılaştığında bunu mutlaka yapacak, yapmalıdır! Bunu mutlaka yapmalıdır! Hatta o kişide mütekebbir yapı o halinden
dolayı ağır basıp da “ben bir şey yapmadım ki”
dese bile bunu yapmalıdır, bu dediğimi mutlaka yapmalıdır! Hemen; işinin sağlığının iyi gittiği,
o sıkıntısının olmadığı, rahat memnun, herşey
yolunda gözüküyorkenki yaşantısını mutlaka
didiklemeli, düşünmeli! Ve o rahatlık içerisinde
kendisini Allaha karşı özgür hissettiğinde “haddi nasıl aştı, Allah’a karşı nasıl bir şımarma yaptı,
nasıl Allah yokmuş gibi davrandı, ayetleri bile
bile nasıl inkâr etti?” bunları tek tek bulmalıdır.
“Ayetleri bile bile inkâr etmek” tabiri ayetlerde çok geçer, biraz sonra bazı ayetleri göreceğiz.
“Ayetleri inkâr etmek” ayrıdır. Ama bir de bir
grup insandan “ayetleri bile bile inkâr edenler”
diye bahsedilir ayetlerde. Peki, ayetleri bile bile
inkâr etmenin başladığı yer neresidir, bu durum
nereden başlar? Çünkü bu bir skaladır ve biz o
skalada mıyız değil miyiz bu önemli! Bakın nereden başlar: Kişi bir ayet duyuyor, ama diyor ki;
“biliyorum günah ama yapmıyoruz. Yapmayalım. Duyuyoruz öyle ama yani zamanımızda da
olacak şey mi?” İşte bu, ayeti bile bile inkârdır!
147
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
“Ayeti bile bile inkar” bu noktadan başlar. Bu tanımları böyle aldığınız zaman hiçbir ayeti öteleyemezsiniz, hep ayetlerin içine düşersiniz, ayetlerin hepsi size hitap eder hale gelir.
Bir durr’la karşılaştık, durr halinde ne yapmalıyız, şimdi ona dönelim. Kişi normal rahat
halini didikler ve onları bulursa ki bulmalı, mutlaka bulmalı! Hatta “ben bir şey yapmadım ki”
diyorsa bile bunu böyle yapmalı, bulamasa bile,
bulamıyor olsa bile yapmalı. Ve bu didiklemenin peşine mutlaka; “Allahım rahat durumumdaki haddi aşmalarımı bağışla, bana merhamet
et” diye tövbe etmelidir, af dilemelidir, bağışlanma istemelidir. Sonsuz hayatın reçetesi budur!
Diğeriyle ilgili, dünya hayatıyla ilgili birçok reçete bulabilirsiniz. Zarar etmişsinizdir, bir yerden
bir şey alır kapatırsınız, sıkıntınızı bir şekilde
giderirsiniz ve tekrar rahata çıkabilirsiniz. Ama
sonsuz hayatınızı kurtarmak istiyorsanız, sizin
için “durr” olan o halin size lütuf olmasını istiyorsanız, o halin sizin rahat olan zamanınızdaki
haddi aşmanızla ilgili olduğunu bilip tövbe etmelisiniz, mutlaka: “Allahım rahat zamanımda
bilerek veya bilmeyerek nasıl haddi aşmışsam,
sana karşı nasıl şımarmışsam, seni nasıl yok farz
etmişsem beni bağışla Allahım, bana merhamet
et.” Bunu yaptığınız zaman o iş sizin için büyük
lütuf haline gelir. Ve bu tövbeniz; yani zorda
olanın yalvarması ve tövbesi çok önemlidir, çok
makbuldür. Bu yüzden, “durr” olan o şey sizin
için büyük bir nimettir ve sizi mütekebbirlikten
korur, kurtarır, sıyırır.
148
YILMAZ DÜNDAR
Bakara Sûresi 156 ve 157. ayetler, bize böyle
bir durumda, bir durr halinde nasıl bir idrakta
olmamız gerektiğini öğretir.
Bakara 156, 157: “Onlar ki, kendilerine bir
musibet isabet ettiği zaman “inna lillahi ve
inna ileyhi raciun” derler. İşte bunlar üzerine
Rablerinden salâvat ve bir rahmet vardır ve
işte bunlardır hidayet bulanların ta kendileri”. Allah Allah! Allah vaad ediyor, ya! “Olur mu
canım?” diyemezsin, O vaat ediyor! Eğer bir musibetle karşılaşır ve o zaman “inna lillahi ve inna
ileyhi raciun” derlerse, işte bunlar üzerine Rablerinden salâvat ve bir rahmet vardır ve işte bunlardır hidayet bulanların ta kendileri! O durr hali
şimdi size bir lütuf, bir hediye oldu mu? Müthiş
bir şey, Rabbin öğretiyor bunu! Dolayısıyla böyle
bir zamanda inna lillahi ve inna ileyhi raciun;
yani “muhakkak ki biz Allah’ınız, Allah’a aidiz,
Allah içiniz, bu olanlar Allah’tan ve dönüşümüz
O’nadır” mealini içeren inna lillahi ve inna ileyhi raciun zikrini çok yaparsa kişi çok isabetli bir
davranışa girmiş olur, ayetin önerisine uymuş
olur. Allahım dediğini yaptım; Allahım semi’na
ve ada’na, semi’na ve ada’na, semi’na ve ada’na;
işittik ve uyduk, işittik ve uyduk ya Rabbi! ver
mükâfatını. Çünkü ayette hep öyle diyor; korkut!
Ve kul korktu, şimdi müjdele! Korktu ya, müjdele
artık korkmasın diyor. Korkutmak sonuna kadar
değil, hep korksun diye değil, tedbir için. Korktu,
“semi’na ve ada’na” dedi, “işittik ve uyduk” dedi
ve gereğini yapıyor, “öyleyse müjdele!” diye ikram
geliyor. Bakın ayet müjdeliyor; “onlara rablerin149
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
den bir rahmet vardır, onlar hidayet bulanların
ta kendileridir. Bunları söyledin, yaptın, peki sonra yapacağın şey ne? Beklemek! Allahım, söyledim yaptım bekliyorum.
Peki, o durr, o sıkıntı kalktı, şimdi ne olacak?
Yine ayetle uyarılıyoruz, insanların dünyada yaşayan formatlarının Sahibi bizi özelikle uyarıyor
bakın. Kişiden durr kalkar, sıkıntısı kalkar, onu
zorda bırakan şey neyse o kalkar ve:
Zümer Sûresi 49. Ayet: “İnsana bir durr dokunduğunda bizi çağırır. Sonra ona bizden
bir nimet lütfettiğimizde “o bana ancak bir
ilim üzere verilmiştir” der. Hayır, o nimet bir
fitne, mekrdir. Fakat onların ekseriyeti bilmezler”. Kula bir durr dokunursa mahzunlaşır
ve bizi çağırır, ister diyor. Ona bu “durr”unu keşfederiz, onu yok eder, kaldırırız, o zaman da başlar; “halletmek için az mı uğraştık, şu kişi olmasa bu işi başaramazdık, ben üstesinden geldim”
demeye. Televizyonlarda bunları çok dinliyoruz,
durr’dan kurtulmuş kişilerin bu konuda söylediklerini, nasıl hallettiklerini roman haline getirdiklerini, “yüksek moral ve enerjiyle başardım”
cümlelerini çok görüyorsunuz. Oysa ayet; “bütün bunlar, bu nimetler onun için bir tuzağa
dönüştü, lütuf değil mekr oldu. Ama insanların çoğu bunu bilmez ve farkında değildir, bu
onun için bir imtihandır” buyuruyor.
Daha önce “imtihan”dan bahsettik, şimdi
kısaca hatırlatalım. İmtihan Kur’an’da sık geçer.
İmtihan veya “Allah sizi deniyor” gibi ifadeler;
Bu “Allah ne yapacağınızı bilmiyor, onu siz yap150
YILMAZ DÜNDAR
tıktan sonra öğrenecek” demek değildir. Normal
hayattaki imtihanın/sınavın manası böyledir,
ama Kur’an’da mana böyle değil! Unutmayalım;
Kur’an Rabca’dır! Arapça olarak, Arab harfleriyle yazılmıştır, ama manası Rabca’dır. Rabca’yı
öğrenmek gerekir! Burada bahsedilen “imtihan,
sınav” senin öğrenmen içindir, senin ne olduğunu öğrenmen içindir. O imtihanın sonucu senin
içindir. “Ben şöyleyim, bu halimi düzeltmeliyim”
noktasına gelmen içindir. Aksi halde sen yapacaksın, sonra Allah bakacak, “ha demek sen
böyleydin ha” diyecek değil. Sakın böyle yanlış
anlamayınız. Çünkü Allah’a noksan bir vasıf yüklemiş olursunuz, Allah muhafaza etsin.
Mütekebbirle, kibirle, haddi aşmışlıkla ilgili
hayatın içerisinden bir örnek verdik, şimdi devam edelim. Bu noktada, “mütekebbir”i bize
biraz daha somutlaştıracak, onun nasıl bir şirk
olduğunu anlatacak bir örnek daha vermek istiyorum. Bir ateist düşününüz, çok disiplinli
prensip sahibi bir ateist düşününüz. İnanmıyor,
hiçbir inancı yok! Allah’a inanmıyor, ama başka
bir şeye de inanmıyor. Yani güneşe de, aya da
secde etmiyor, herhangi bir putu, bir batıl inanışı da yok; hiçbir şeye inanmıyor. “İnanmama”ya
inanıyor ve onu, inanmamayı başarmış! Şimdi, bu ateistin halini düşünün. Bakın, eğer şirk
yanlış tarif edenlerin tarifi gibi anlaşılırsa ateistin şirkte olmaması gerekir. Çünkü ötede beride
inandığı bir şey yok, bir putu da yok! Hiçbir şeye
inanmıyor ki şirk işlesin! Yani şimdi inanmamayı başarmış bu ateist şirk günahından kurtuldu
151
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
mu? Eğer şirk öyle tarif edilirse bakın bir şirki
yok, Allah’a karşı hiçbir şirki yok. Halbuki şirkin
tam göbeğinde! O kadar mütekebbir ki, ötede
beridekine bile inanmıyor, ona bile tenezzül
etmiyor; bu kadar mütekebbir, bu kadar kibirli.
Demek ki şirk anlayışı yanlış olursa ateist olan
birisi boşluktan yararlanabilir. Ama mütekebbiri
doğru tarif ederseniz, ateist olduğu gibi o şirkin
içerisine düşer. Öğrendik ki, mütekebbir bu, peki
ya hanif? Bir de hanife bakalım.
Esfele safiliyn yapının nefsin şerri olarak ortaya çıkan bu “mütekebbir” davranışından yüz
çeviren, bu hale sırt dönen, böylece Rabbine
yönelen kullar Kur’an’da övülmüş ve bunların
halleri hanif olarak belirtilmiştir. Biraz önce anlattığımız o mütekebbir idrakinden ve o idrakın
davranışından, hayat tarzından yüz çeviren, o
hale sırt dönen ve bu haliyle Rabbine yönelen
Kul Kur’an’da övülmüş, onun hali, mütekebbire
karşılık hanif olarak belirtilmiştir. Hanif; sırtını
dönmek, vazgeçmek, caymak, dönmek demektir. Kur’an’da, o mütekebbire, mütekebbir idraka
sırtını dönene hanif denmiştir! Şimdi de Kur’an
bize haniflerle ilgili ne diyor, birkaç ayetle ona
bakalım.
Nisa Sûresi 125: “Muhsin olarak vechini Allah’a teslim edenden ve hanif olarak
İbrahim’in milletine tabi olandan din olarak
daha güzel kimdir? Allah İbrahim’i “Halil”
edindi”. Ayet, biraz önce bahsettiğimiz “hanif”
hale; “ne kadar güzel bir hal, bundan daha güzel
kimdir!” diyor. Bizim için örnek bir ayet!
152
YILMAZ DÜNDAR
Beyyine Sûresi’nin 5, 6, 7 ve 8. ayetleri haniflerle ilgilidir.
Beyyine-5: “Oysaki onlar hanifler olarak
dini O’na halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı
vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar.
İşte budur Dini Kayyimeh!” Budur sağlam
yol, sabit yol, güzel yol, istikrarlı yol, seçilmesi
gereken yol; Dini Kayyim! Bu ayetler, bize neyle emrolunduğumuzu ve neyle sorumlu olunduğumuzu özetleyen ayetlerdendir. Başlarken
söylediğimiz gibi, Kur’an’dan çeşitli kehanetler
çıkarmak, çeşitli şifreler uydurmak, onu oralara
yakıştırmaya çalışmak gibi şeylerin olmadığını
ortaya koyan ayetlerdir! “Oysaki onlar hanifler
olarak dini O’na halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı ikame etmelerinden ve zekâtı
vermelerinden başka bir şeyle emrolunmadılar.
İşte budur dini kayyim”.
Beyyine-6: “Muhakkak ki, ehli kitaptan ve
müşriklerden kâfir olanlar, içinde ebedi kalıcılar olarak narı cehennemdedirler. İşte onlar
şerrul beriyye’dir”. Bu ayetleri, içinde iki tanım,
iki hale ait isim geçtiği için de seçtik; Şerrul Beriyye, Hayrul Beriyye. İki grup insan anlatılıyor;
bir grup şerrul beriyye, diğer grup hayrul beriyye!
6. Ayet Şerrul Beriyye’yi anlatır ki; şerrul beriyye
yaratılanların en şerlisi demektir! Kur’an onlara;
“yaratılanların en şerlisi” diyor!
Beyyine-7: “İman edip hanif olarak salih
amel işleyenlere gelince işte bunlar hayrul
berriyedir; yaratılanların en hayrlısıdır”.
153
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Beyyine-8: “Rableri indinde onların cezası
altlarından nehirler akan Adn Cennetleri’dir,
İçlerinde ebedi kalıcılar olarak. Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı
olmuşlardır. İşte bu Rabbinden haşyet duyan
kimse içindir”. Hayrul beriyye, yani yaratılanların hayırlıları için ayetin sonunda söylenen
müjdeye bakınız: Allah onlardan razı olmuştur
ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu Rabbinden haşyet duyan kimse içindir.
Bu hal ve duyguyla, bir dua yapalım inşaAllah.
Nefs ölümü tattığında sorulacak sorular belli; imtihanın soruları da cevapları da belli! Şimdi
yapacağımız iki cümlelik dua, bunun antrenmanını da içeren bir güzel zikrullahtır, o antrenmanı
içeren bir duadır. Ayet diyor ki; “Allah onlardan
razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır. İşte bu Rablerinden haşyet duyan kimse içindir”. O zaman biz de öyle diyelim:
Rabbim Allah, dinim İslâm, kitabım Kur’an,
nebim Rasulallah Muhammed Mustafa aleyhis
salâtü vesselam. Allahım bütün bunlardan Biiznillah ben razıyım. Sen de benden razı oluver
Allahım. Sen de benden razı oluver Allahım.
Sen de bu kulundan razı oluver Allahım. Âmin.
Allahümme ente rabbi, medet ya rabbi,
medet ya rabbi, medet ya rabbi. Allahümme
ente rabbi. Âmin.
Duaların nasıl yapılacağı, nasıl olması gerektiği, Kur’an’da tarif edilmiştir, inşaAllah bir konu
olarak ayrıca ele alırız nasipse.
154
YILMAZ DÜNDAR
Şimdi bu anlatacağımı belki bir ilgilisi duyar
diye not etmek istiyorum, birisini eleştirmek
için değil. Allah muhafaza etsin, haddimiz değil.
Amacımız bir yanlış örneği gösterip kıyasını yapıp doğrusunu yakalamak, doğrusunu yapalım
diye! Cuma vaazlarının birisiydi, sanırım Kocatepe Camii’nin vaizi, merkezden vaaz ediyor, dua
yapıyor, vaaz tüm camilere de naklediliyor. Ezan
okunmaya başladı, kişi telaşlandı vaazı bitirecek.
Aslında camilerde vaaz verenlerin çok dikkat etmeleri lazım, ezan başlamadan vaazı bitirmeleri lazım! Çünkü ezanın saati belli, sürpriz değil
ki. “Aa, ezan okunuyor” denilecek bir şey değil
bu. Ezanı dinlemeyi çok önemli olarak anlattık!
Ezanı dinlemek ve neler yapmamız gerektiğiyle
ilgili hadis var, hem de sıkı bir hadis; ahiretinizle
de çok ilişkili! Ama tabloya bakın: Ezan okunuyor, siz camidesiniz ve ezanı dinleyemiyorsunuz!
Niye? Çünkü ezanla yarışan birisi var, vaiz var!
O da ezanla yarışıyor, sesini daha yükselterek
yarışıyor. Bir an önce bitir! Ezanın vakti belli, o
vakitten önce bitir! Bitirmiyor ve ezanla yarışıyor! Dikkat edin; mütekebbirlik duygusu! Hadisi
hiçe saymak, kendi yaptığını daha aziz sanmak!
Vaaz edenin vakti daraldı, hızlı, sıkıştırarak
söylüyor, “önümde bazı pusulalar var, benden
dua istiyorlar. Bazılarının hastaları varmış. Her
evde de hasta vardır, onun için hemen dua edelim ve vaazı bitirelim; Allahım tüm hastalara
şifa ver, şunu ver, bunu ver…” diye emirleri verdi
bitirdi. Böyle dua olmaz! Allah’a emir verir gibi
dua olmaz. Allah onu da bizi de muhafaza et155
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
sin inşaAllah, hafizenallah. Düşünün, o kişinin
yavrusu hasta olsa, hastaneye gitse, bir doktora çocuğunu götürse, doktora “çabuk buna bir
sağlık ver, bir sıhhat ver” dese doktor onu kovar.
Ama o Allah’tan böyle istiyor; bizlere sağlık ver,
bizlere birlik ver, bizlere servet ver! Olmaz! Dua
bir yakarış, bir sığınış olmalı. Kişi bir insandan
bir şey isterken bile yalvarıyor ve sığınıyor ama
Allah’a emrediyorsa olmaz! Dikkat etmek lazım,
çok dikkat etmek lazım!
Bunları anlattık ki; bakın görün, mütekebbir
hal nerelerde gizli! O mütekebbir hal buna benzer çok yerlerde gizlidir.
Allah merhamet etti de kulu mütekebbir
halden kurtardıysa, eğer kul hanif olduysa, hanif
olanlara Kur’an’ın öğüdü nedir? Hanif olanların
nasıl övüldüğünü, onların “yaratılanların en hayırlısı” diye vasıflandırıldıklarını hatırlayın. Peki,
Kur’an hanif olanlara ne öğütlüyor?
Hac Sûresi 31. Ayet: “Allaha hanifler olarak,
O’na şirk koşanlar olmaksızın yaklaşın. “Allaha hanifler olarak, O’na şirk koşanlar olmaksızın!” Birbirinin zıttı; hanif olarak, mütekebbir
olmaksızın! Hanif olarak yaklaşın, mütekebbir
olmadan!
Yunus Sûresi 105: “Vechini hanif olarak o
tek dine tut ve sakın müşriklerden olma”.
Rum Sûresi 30: “Vechini hanif olarak o tek
dine doğrult. O Allah fıtratına ki, insanları
onun üzerine yaratmıştır. Allah yaratışına
tebdil yoktur. İşte bu dini kayyimdir. Fakat
156
YILMAZ DÜNDAR
insanların ekseriyeti bilmezler”. Ayetlerin
başka manalar da içeren diğer yanlarını sonraya bırakıyoruz, şimdi yalnızca hanifi ele alacağız
inşaAllah.
Bu durumda kul ne demeli, bu idrakı nasıl
dile getirmelidir? Onu En’am Sûresi 79. Ayetten
öğreniyoruz: “Muhakkak ki ben vechimi hanif
olarak semavat ve arzın Fatır’ına yönelttim ve
ben müşriklerden değilim.” Bu öneriyi içeren
başka ayetler de var. Hadislerden öğreniyoruz ki,
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem salâta başlarken “Sübhaneke”den önce bu ayetleri okuyor.
Bu manadaki ayetlere ve konuya Tanrı İlmi kitapçığından bakılabilir.
Mütekebbir, müşrik ve hanif idraklarının ilişkisini, bunların nasıl birbirlerinin zıttı olduklarını daha açık anlayabilmenizi sağlayacak bir diğer
ayet Enbiya Sûresi 29’dur. Daha önce, “şu iki ayeti tefekkür edelim” diyerek, Enbiya Sûresi 29 ve
Kasas Sûresi 68. Ayetleri size takdim etmiştim.
İşte Enbiya Sûresi 29. Ayet burada konumuzun
bel kemiğini oluşturacak. Çok kısa bir ayet:
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Ve men yekul minhüm
“inni ilahun min dûnihi” fe zalike neczihi cehennem, kezalike necziz zalimiyn”. Mealen:
“Onlardan kim “muhakkak ki ben O’nun dûnunda
bir tanrıyım” derse biz onu cehennem ile cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız”.
Dûn’unda! Bunun tam bir Türkçe karşılığı
yok, bu yüzden “dûn’unda” diye kullanacağız.
157
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Ama kullanmadan önce “dûn’unda” deyince
ne demek istediğimiz biraz anlaşılsın diye söyleyelim; Allah’ın dışında bir şey demektir. Allah
dışında, ayrıca, Allah’tan ayrı! Dûn’unda ifadesine; Allah’ın dışında, ayrıca manasını düşünerek
bakarsanız yerini bulur. Ayette “dûnihi” geçiyor,
HU ismiyle! Dûn’ihi; HU’nun dışında, O’nun dışında. “Onlardan birisi muhakkak ki ben O’nun
dûn’unda bir tanrıyım derse!” Ayette kesinlik var,
“inni; kesinlikle ben” diyor. O kadar iddiasında
sabit ki “kesinlikle” diyor. “Kim, muhakkak ki ben
O’nun dûn’unda, O’nun dışında, O’ndan ayrıca
varım; yani bir tanrıyım derse onu cehennem ile
cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız”.
Çok önemli olan bu ayetin meali, birçok meale baktım, hemen hemen tüm meallerde böyle. Yani kelimeler o kadar net, o kadar yalın, o
kadar açık ki, yerine şunu yazalım deseler bile
yazacakları bir şey yok, bulamazlar! “Kim Onun
dışında ben tanrıyım derse biz onu cehennemle
cezalandırırız”. Ayette “muhakkak ki ben Onun
dûn’unda bir tanrıyım, derse” diyor. Bu ayeti
okudunuz ve ayette uyarılan mana doğrultusunda birisine bir soru sormak istediniz, nasıl
sorarsınız? Sen tanrı mısın? “Sen tanrı mısın?”
diye sorarsınız. Tanrı ilmi kitapçığımızın ismi
neden “Sen Tanrı Mısın?”, fark ettiniz mi? Bu
ayeti okuyunca sorunuz “sen tanrı mısın?” olur.
Çünkü Enbiya Sûresi 29’un kişiye sorusu budur;
sen tanrı mısın? Cevap “evet” ise, ayet ona “senin
yerin cehennemdir” der, onun yerinin cehennem olduğunu söyler. Bir kişi bilsin veya bilme158
YILMAZ DÜNDAR
sin, bilerek veya bilmeyerek Varım ve Muhtarım
derse mütekebbir olur, buna uygun hayat tarzı
uygularsa mütekebbirin ameli gerçekleşmiş olur.
Bir başka deyişle; “benim de özgür gücüm var,
özgürce hüküm verebilirim, benim de bana ait
mülküm var” manalarına gelecek duygu düşünce, arzu istek, heva heves ve davranış biçimleri
doğrudan; ben Onun dûn’unda tanrıyım demekten başka bir şey değildir!
Bu nokta da Kur’an’ın bize uyarıları vardır.
Bunlardan birisi Kasas Sûresi 68. Ayettir. Bu da
kısa bir ayet ve yine konumuzla “bel kemiği”
özelliğinde ilişkilidir!
Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir
Rahmanir Rahiym. “Ve Rabbuke yahluku ma
yeşau ve yahtar. Ma kane lehümül hıyaratü,
sübhanallahi ve teâlâ amma yüşrikun”. Mealen; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların
seçim hakkı yoktur. Şirk koştukları şeyden Allah
Aliy ve Sübhandır”.
Kur’an iman edebileceğimiz bir şey, tamamen
iman üzerine bina edilmiş! Bu yüzden iman gözüyle baktığınızda, mealen diyor ki; “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onların seçim hakkı yoktur.
Şirk koştukları şeyden Allah Aliyy ve Sübhan’dır.
Bu mana hemen hemen tüm meallerde aynıdır.
Çünkü ifade çok açıktır, tevil edecek, yorumlayacak hiç bir yan bulunamamıştır, bulamazlar!
Ayet çok yalın, sade ve çok anlaşılır. İnşaAllah bu
iki ayete daha sonra tefsir ve lügatlerden bakıp
kelime kelime inceleyin.
159
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Ayetin orijinalinde bir kelime geçiyor; yahtar.
“Onların seçim hakkı yoktur, onlar “yahtar” değildir. Allah yahtardır; seçer! Onlar yahtar değildir,
onların “ihtiyarı” yoktur. Hani eskiden Yurttaşlık
Bilgisi’nde okurduk, köylerde bir “ihtiyar heyeti”
olurdu. İhtiyar yaşlanmış değil, tecrübeli demektir, tecrübesi nedeniyle “seçen” demektir. Bir tecrübe kazanmış, bu tecrübe dolayısıyla bilgisi var
ve doğruyu seçer. Biz yaşlı ve ihtiyarı, ikisini aynı
mana da kullanırız, ama “ihtiyar sahibi” farklıdır.
Hatta çalışırken, yönetirken herhangi bir konuda seçim hakkınız yoksa “bu konuda ihtiyarım
yok” dersiniz. Ayete göre “yahtar” olan onlar
değil! Böyle olduğu halde, Allah “yahtar” olduğu
halde, kulların seçim hakkı olmadığı halde birisi “yahtar”ı kullanır; “ben de yahtarım” derse,
o zaman ona ne denir? Muhtar! Ona “muhtar”
denir! “Allah yahtardır” demek, “onlar muhtar
değildir” demektir! Ayetle doğrudan bunu anlıyoruz. Allah buyuruyor ki; Rabbin dilediğini yaratır ve seçer, onlar muhtar değildir. Dolayısıyla
Varım ve Muhtarım demek; Enbiya Sûresi 29’a
göre “varım” demek, Kasas Sûresi 68’e göre de
“muhtarım” demek tehlikelidir!
Dedik ya “ben varım ve muhtarım” halinin
Kur’an’dan öğrendiğimiz üç önemli özelliği vardır. Lokman Sûresi 11. Ayet, “varım ve muhtarım” diyenlere meydan okuyor!
Lokman Sûresi 11: “Bu Allahın halk edişidir. Haydi, gösterin bana Ondan başkasının
ne yarattığını? Hayır gösteremezler! Zalimler
apaçık bir dalalet içindedirler”.
160
YILMAZ DÜNDAR
İşte bu “ben tanrıyım” yaşantısında olanın üç
özelliği; benim özgür gücüm var, hüküm verebilirim ve mülküm var, mülk sahibiyim! Tabi buradaki “mülk” anladığımız ev, para, pul manasında
değil. Bahsedilen esas mülk bedendir. Bedene
sahip çıkar, bu beden benim, bu beden benim
mülküm der. Diğer mülkler bedenin oyuncakları zaten. “Bu beden benim” dedin mi diğerleri
onun oyuncakları olur. Demek ki esas mülk beden! “Bu beden benim, istediğimi yaparım” mı
diyorsun? Hayır, istediğini yapamazsın! Sahibi ne
diyorsa onu yaparsın! İnanıyorsan böyle!
Yine Lukman Sûresi 11. Ayette Yaradan buyuruyor; “bu Allahın halk edişidir. Haydi, gösterin bana Ondan başkasının ne yarattığını?
Hayır gösteremezler! Zalimler apaçık bir dalalet içindedirler”. Demek ki, Allah’tan başkası
bir şey yaratamaz! Yaratmak; gücün, güç sahipliğinin en önemli göstergesidir, en uç göstergesi
yaratmaktır! İşte bu uç noktadan yola çıkarak
Lukman Sûresi bize diyor ki; “Allah’ın dûn’unda
bir şey yoktur! “Varım” diyenin de gücü yoktur!
Güç “İlla Allah”a aittir”. Bu gerçeği sürekli tekrar
ettiğimiz ve tekrar etmekle de sadaka sevabı
aldığımız bir zikir vardır. Nedir? Vela havle vela
kuvvete illa Billahil Aliyyil Aziym. Bu zikirde hep
bunu söylüyoruz, zaten söylediğimiz bu; bir güç,
bir kuvvet yok, böyle iddialar yok, İlla Allah! Böyle bir zikir!
Lütfen dikkat buyurunuz, bu ayetle bir de
şunu öğreniyoruz. Hani bazıları, kullar için “yaratmak” fiilini kullanırlar ya, işte onun ne ka161
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
dar tehlikeli olduğunu öğreniyoruz! Yaratmak
Allah’a aittir. Bununla ilgili yaşanmış çok önemli
şeyler var, nasibse bilahare paylaşırız. Birilerinin
“yaratırım” demesi ve birilerinin de “yaratmak
Allah’a aittir” demesinden oluşan yaşanmış çok
hayat hikâyeleri vardır! Öyleyse, “ben o manayla
söylemiyorum” diye bir şey yok, kimse kimseyi
kandırmasın. Yaratmak Allah’a aittir doğrudan! O Allah için kullanılabilecek bir fiildir. Eğer
siz insanlar için “şöyle yaratıcı, şunu yarattı, bunu
yarattı” derseniz, Lukman Sûresi diyor ki; “kim
ne yaratmış gösterin bana! Hayır, gösteremezler!”.
O zaman ya burayı seçeceksin ya başka yeri!
Ayet bu kadar açık!
Bazıları; “bende yaratan kim ki, yaratmayı o
yüzden kullanıyoruz” der. Bu da mütekebbirliktir! Yani kendisindeki “BEN” duygusuna o kadar
sahip çıkıyor ki; “BEN”de yaratan O! Kendi duruyor ve kendi o kadar önemli ki, Allah’ın yaratması için o elzem, o olmazsa yaratamaz! “Bende
yaratan kim? Bu yüzden, birisi için bunu rahatlıkla kullanabilirim” der. Bu da bir şirk yoludur!
Lukman Sûresi’nden öyle öğreniyoruz; “Yaratmak Allah’a aittir; güç Allah’a aittir”.
Mü’min Sûresi 20. Ayet: “Allah Bil Hakk
hükmeder. Onun dûn’unda çağırdıkları ise
hiçbir şeye hükmedemezler. Muhakkak ki
Allah Semi’ul Basıyr’dir”. Bu ayet “hükmeden
ancak Allah’tır”ı öğretiyor! Diyor ki; tanrılık iddiasında bulunanlar hiçbir şeye hükmedemezler!
Hükmeden ancak Allah’tır.
162
YILMAZ DÜNDAR
Nur Sûresi 42: “Semaların ve arzın mülkü
Allah’ındır ve dönüş Allah’adır”. Bu ayetle de
mülkün ancak Allah’ın olduğu bize gösteriliyor
ve “O’nun dûn’unda ben tanrıyım” diyenlerin
mülk sahibi olmadıkları öğretiliyor.
Böylece; Mülk, Güç ve Hüküm üçlüsünün
nasıl tanrıya ait bir sahip çıkış olduğunu ayetlerle görmüş olduk. Peki, sonuç ne, bütün bu anlatılanlardan sonra insanlar ne yaparlar?
Sonuç, Yunus Sûresi 106. Ayette söylenir;
“onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak
Allah’a iman ederler”. Lütfen dikkat edin “onlar” dediği, iman etmeyenler değil! İman etmeyenlerin yüzdesi zaten belli! Belli olan yüzdeye
değil bu hitap! Bu hitap, tereddütte olunan yer
için, yani “zaten inanıyorum” diyenler için! “Onların ekseriyatı ancak müşrikler olarak Allah’a
iman ederler!”. Yani onların ekserisi bunların farkında olmadan “Allah’a inanıyorum” derler. Bu
anlatılanları fark etmezler, ama “Allah’a inanıyorum” derler. Şimdi Kur’an’ın öğrettiği bir başka
kelimeyle yolumuza devam edelim.
Kur’an bize; ihbat kelimesini, kalbi ihbat
edenleri, muhbitler’i, Rabbine ihbat edenleri
öğretir. Hem öğretir, hem de onları müjdeler. Hac
Sûresi 34 ve 35. Ayetler: “Sizin ilahınız İlahun
Vahid’dir, o halde O’na teslim olun. Muhbitleri müjdele! Onlar ki, Allah zikredildiğinde
kalbleri korkudan titrer. Onlar, kendilerine
isabet eden üzerine sabreden ve salâtı ikame
edendirler ve kendilerini rızıklandırdığımız
şeylerden de infak ederler”.
163
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Bakın, Allah muhbitleri müjdeliyor, “onları
müjdeleyin” diyor. Neden? Çünkü onlar korktular korku işini, korunma işini hallettiler. Şimdi
de “müjdeleyin muhbitleri” deniyor. “Müjdeleyin!” Muhbitlerin özellikleri: “Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer, kendilerine isabet
edenler üzerine sabrederler, salâtı ikame ederler
ve kendilerine rızk olarak verilenlerden infak
ederler”. Özellikle “Allah zikredildiğinde kalbleri
korkudan titrer” ne demek bu özelliğe bakalım:
“Allah zikredildiğinde kalbleri korkudan titrer”
ifadesinin orijinalindeki korku, havf ve haşyet
değil de “vecel” olarak geçiyor, buradaki korku
vecel olarak tarif ediliyor. İleride bu korkuları
tek başına bir konu yapar, detaylı bakarız inşaAllah. Şimdi anlatacaklarımız bir temel oluşturur. Biliyorsunuz daha önce “haşyetullahı” ve
“havf’ı” tanımladık. Ayette geçen “vecel” farklı
bir korku. Öyle bir korku ki saygı içerir, yüksek
saygıdan kaynaklanan korkudur. “Havf ve reca”
diye bildiğimiz halin havf’ını, o korkuyu sadrı ve
sadrın İslam nuruyla nasıl onarıldığını anlatırken
kullandık. Sadece sadrda değil, aslında Kalb’de
Fuad’da ve Lüb’de de kullandığımız daha çok
“havf ve reca”, korku ve umuttur. Ümit üzerine
bina edilen korkudur; havf ve reca halidir. Vecel;
saygıdan, yüksek saygıdan kaynaklanan korkudur, saygının getirdiği titremedir. Normal hayatınızda da yaşarsınız bunu. Çok saygı duyduğunuz
bir yöneticiyle, bir insanla, birisiyle karşılaştığınızda, onu görünce bir ürker, ürperir, bir titrersiniz. Size herhangi bir şey yapmayacaktır ama
164
YILMAZ DÜNDAR
siz saygıyla ilgili bir titreme hissedersiniz, bu yaşadığınız bir şeydir. Vecel ayetlerle ilgili olan bir
hali anlatır! Ama havf, tanımladığınız bir olaydan korkmaktır. Tanımladığınız bir iş vardır, başınıza geleceğini bildiğiniz bir şey vardır, sizinle
ilgili o işten korkarsınız. Korktuğunuz şeyi “şu iş,
şu günah, şu olay, şu yaşantı” diye tarif de edersiniz, havf böyle bir korkudur. Haşyet ise; Allah
ilminin sizde oluşturduğu duygudur. Sizde Allah
ilminin oluşturduğu duygunun adıdır haşyet.
Şimdi, bu konuda önemle vurgulanması gereken bir şeyi, kişiyi Rabbine ihbat ettirecek, onu
muhbit yapacak önemli bir şeyi paylaşacağız: Bu
kavramların her birinde önemli olan dengedir.
Dengeli yapmadığınız takdirde bu tarif edilenleri başaramazsınız, dengesini kurmayı öğrenmek
gerekiyor! Vecel’deki saygı ve korku dengede olmalı; saygı kadar korku! Havf ve reca’da korku
ve umut dengeli olmalı; korkuyla ilgili olarak tanımladığınız şeyin karşılığı kadar umut! Yani o
korku kadar umut taşımalısınız mutlaka. Eğer
korku fazla olursa ruh dengeniz bozulur. Eğer
korku az olur ümit fazla olursa bu sefer amelleriniz bozulur. Öyle bir denge olmalı ki hiç biri bozulmasın. Ama bu denge için mutlaka korkuyu
teşvik etmelisiniz. Yani, korku ne kadar az olursa
dengeyi o kadar iyi sağlarım fikri doğru değildir.
Korku ve ümidi birlikte yükselterek oluşturulacak denge doğrudur. Ne kadar yüksek korku, o
kadar yüksek umut! Korku ve umudu dengede
tutabilmek, ancak muhbitlerin başardığı bir iştir,
bu dengeyi başarabilmek onlara aittir. Haşyette
165
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
denge ise, ne kadar ilim o kadar huşu; yani ilim
kadar huşudur. Sizde Allah ilmi duygusunun bedeninize mutlaka yansıması gerekir ki; ne kadar
haşyet o kadar huşu olsun. Bu da dengeli olmalı.
Diyelim ki, birisi gelip size haşyeti öyle bir anlatıyor, ama halinden de hiç belli değil! O zaman
onda “ilim huşu dengesi” yok demektir. Baksanıza hiç halinden belli değil! Ya, anlattığın bu ilim
nerene yansıdı? Şuna benzer: Birisi gelip size sağlıktan bahsediyor, ama elini de hemen sigaraya
atıyor veya başka zararlı şeylerle meşgul. Yani
yaşantısına bakıyorsunuz ki, hiçbir şeye dikkat
etmiyor, “o zaman bu bilgi neye yarar?” dersiniz
ya, işte haşyette de öyle! Ne kadar Allah ilmi, o
kadar huşu! O ilmin size yansımış olan huşusu,
dengesi çok önemli, o huşuyla durmak ve yaşamak çok önemli! İşte müjdelenen o muhbitler,
Allah’a kalbi ihbat edenler, Rabbine ihbat edenler, Vecel’de korku ve saygıyı dengelemiş, havf ve
reca’da yüksek korku ve yanında yüksek umudu
dengelemiş, haşyette Allah ilmi ve huşuyu dengelemişlerdir. Onlar bunu amel olarak ilk nerede
uygularlar? Salâtta! Salâtta uyguluyorlar. Bu, ihbat edenlerin önemli özelliğidir.
Salâtla, salâttaki bir uygulamayla ilgili şimdi
söyleyeceğime hiç değilse takliden başlamak
lazım, özellikle de havf ve reca olarak uygulayabileceğimiz haliyle başlamak lazım, çünkü yapabileceğimiz şeyler. Zaten eğer vecel’i gerçekleştirebilirsek o saygı ve saygının getirdiği titreme
tüm ayetler için geçerlidir, tüm ayetlerle ilgili
olarak görülür. “O titreme nedir?” onu da söy166
YILMAZ DÜNDAR
leyeceğim. Salâta durdunuz. Salâttasınız, salâtta
bu kalbi ihbat ettirmelisiniz, muhbit olmalısınız.
Salâtta kalbi ihbat ettirmek için yapacağınız ne?
Fatiha Sûresi 6. ve 7. Ayetler: “İhdinas sıratal
müstakıym, sırat elleziyne en’amte aleyhim..”
Burada bir duadasınız ve duanın ne istediğinizi
söylediğiniz önemli bir yerindesiniz.
Şimdi Fatiha’yla ilgili bir not: Fatiha ile ilgili
hadislerde Allah buyurur; “ben Fatiha’yı kulumla paylaştım”. Sizin “iyyake na’budu” dediğiniz
yere kadar olan kısım Allah’a aittir, devamı ise
Kul’a ait, kuluna ait; Kul Formu’na ait! Kişi şöyle
bir hata yaparsa Fatiha’dan perdelenir: Eğer Fatiha’daki “iyyake na’budu”ye kadar olan kısmın ne
olduğunu derinlemesine anlamaya, öğrenmeye
ve onu yaşamaya çalışırsa yapamaz. Yapamaz,
çünkü onun işi değil! Bu hadisten onu da anlarız. İlk yapacağın iş sana ait yerin hakkını vermek! “Kulumla paylaştım” dediği yeri halletmeden üst kısmı yapamazsın. “Kulumla paylaştım”
dediği yeri halledersen, idrakın oranın pozisyonuna geleceği için anlarsın. İdrakın oranın pozisyonuna gelmeden orayı anlamaya çalışır, oranın
tefekkürüne çok yoğunlaşırsan başaramazsın,
yanlış olur. “Güzel bir iş”le meşgul olursun ama
ücretini alamazsın, idrakın ilerlemez. Ama sen,
sana ait olan yerde idrakını muhbit idrak haline, kalbini ihbat eden idrak haline getirdiğin zaman, idrak pozisyonun üst kısma uygun olunca
kendiliğinden orayı anlamaya ve yaşamaya başlarsın. İşte bu yüzden salâtta Fatiha’yı okurken
çok özen göstermek lazım! Fatiha’nın bittiğini
167
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
“âmin” dediğinde fark eden kaybeder! Fatiha’nın
çok önemli bir dua olduğunu bilmek ve şimdi
söyleyeceğimiz şeylere de öncelikle dikkat etmek lazım. Ve ilk onlara dikkat etmek lazım!
“İhdinas sıratal müstakıym, sırat elleziyne
en’amte aleyhim” diyoruz ya, burada bir istek
var. Allah’tan, indinde doğru olan yolu istiyorsunuz. Allahım, senin indinde doğru yol, sabit
yol, senin söylediğin yol neyse ben onu isterim ve
sen onu birilerine verdin. En’amda bulundukların, verdiklerin var ya, ben de onlar gibi isterim.
İşte bu kısım umut içermeli. Burası umudun
antrenmanını yapacağınız en önemli yerdir;
salâtta! Burada mutlaka umutlanarak okumalısınız, orayı size mutlaka verecek! Bu umudu ne
kadar yüksek tutarsanız o kadar kazanırsınız.
“Ğayril mağdubi aleyhim ve leddaallîn” derken
de bu umudun yüksekliği gibi bir korku yaşamalısınız. Aman Allahım, sapanlardan doğruyu
öğrendim sanıp sapanlardan ve sana karşı nankör olanlardan, nankörlerden yapma beni, beni
öyle yapma, bana öyle bir rol verme! Burda da
o korkuyu yaşamalısınız. O korkunun peşine de
sığınışla, Allah’a yaslanarak “âmîn” demelisiniz,
burada onu yaşamalısınız. İnşaAllah ileride daha
geniş ele alırız.
Hac Sûresi 54. Ayet: “Ve bir de kendilerine ilim verilenler onun, ayetlerin Rabbinden
Hakk olduğunu bilsinler de O’na iman etsinler ve O’na kalbleri ihbat etsin. Muhakkak ki
Allah iman etmiş kimseleri sıratı müstakıyme
hidayet eder”. Belki hatırlarsınız, üst kısmında
168
YILMAZ DÜNDAR
bir olay anlatılıyordu, bu ayet o olayın son kısmıdır. Ayette “ilim verilenler” geçiyor. “Ve bir de
kendilerine ilim verilenler” diye kime deniyor?
İlim verilmesi nedir, nereden başlar? Örneğin, siz
“benim öyle bir ilmim yok ki” derseniz bu ayeti
ötelemiş olursunuz. Bir kişi mütekebbirin tanımını öğrendi ve o an “ben mütekebbir olmak istemiyorum” dediyse, o an ilim verilenler sınıfına
girer. Çünkü bu cümleyi ancak kendisine ilim verilenler söyler, bu mücadeleye ancak onlar girer.
O zaman bu ayet onları kapsıyor. Ayete şimdi
bir de bu gözle bakalım: Mütekebbir olmak istemeyenler; yani Allaha karşı mütekebbir olmak
istemeyenler, yani Enbiya Sûresi 29’daki gibi
“Allah’ın dûn’unda ben de varım ve muhtarım”
demeyenler, “onun; bu gelenlerin, yani ayetlerin
Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman
etsinler ve ona kalbleri ihbat etsin. Muhakkak
ki, Allah iman etmiş kişileri sıratı müstakime hidayet eder”. İhbatı, ihbatın kalble ilişkisini ve
kalbin ihbat etmesini gördük, ama biraz daha
inceleyelim.
İhbatın normal hayattaki manası; boşa gitmek, değerini kaybetmek demektir, bu anlamlara gelen habt kökünden türemiştir: Boşa çıkarmak, silip yok etmek manasına gelir. Kur’an’da
ihbatın bu manaya yönelik olarak kullanıldığı
ayet meallerinde bu manaya tam rastlayamazsınız maalesef. İhbat çok iyi anlaşılmış kelimelerden olmadığı için “huşu edenler” gibi kelimelerle
meallendirilmiş. Ama o bir makamdır, az önce
anlattığımız halin adıdır! O makamdakilerin,
169
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
yani kalbleri ihbat eden muhbitlerin özelliklerini
şimdi bir sırayla görelim. Onları harmanladığınız
zaman sizde ihbat edenin hali gözükür. Hani bir
insanı tarif ederken onun özelliklerini söylersiniz ya, kişi onun tüm özelliklerini dinler, sonra
o özellikleri harman eder ve o kişi hakkında bir
şey düşünür, bir önerme çıkarır. Şimdi anlatınca
söyleyeceklerimden çıkacak önerme de o hali, o
ihbatı, o muhbiti anlatır.
Muhbit’in özellikleri nelerdir? Onun, “ben
varım ve muhtarım” iddiası söz konusu bile
olmayan bir imanı vardır, imanında “ben varım ve muhtarım” söz konusu bile değildir. Bu
imana uygun amellerle meşguldür. Demek ki
önemli bir şey başarmış, bu imanın dışında bir
şey daha başarmış. Savaş halindeyiz diyelim, bir
düşman ilan edilmiş. Birisi çıkıyor, “tamam ben
onları düşman kabul ettim” diyor. Bu ilan savaşta
önemli bir şey! Ama birisi de çıkıyor “ben onları
düşman kabul ettim” diyor, hem de gidiyor onların hilelerini boşa çıkarıyor, düşmanla savaşıyor,
düşmanı yok ediyor. Onu düşman ilan etmenin
ötesine geçip onu boşa düşürüyor! İşte muhbit
“ben varım ve muhtarım” iddiasını boşa çıkaran,
silip yok eden kişidir! O iddiayı boşa düşüren kişidir!
Muhbit olanlar haşyet’te, havf ve vecel’de nasıldırlar? Onlar Havf ve Reca’da korku ve umudu
yükseltmiş ve dengelemiştir, Vecel’de korku ve
saygıyı yükseltmiş ve dengelemiştir, Haşyet’te
Allah ilmini ve huşusunu yükseltip dengelemiştir, başarabildiğince. Aslında burda yükseltmiş
170
YILMAZ DÜNDAR
ifadesi “bitirmiş” manasına gelirse çok doğru
olmaz. Söylenmek istenen, hep yükseltmeye
çalıştığıdır, sürekli yükselttiği ve yükseltirken de
dengelediğidir. Bir hal ki, bu özelliklerin tümüyle yoğrulmuş hal ile Rabbine yönelmiş. Rabbine
yönelirken bu saydıklarımızla yoğrularak yönelmiş ama ihbat edene ait bir özellikle yönelmiş;
boyun bükmüş! Bu müthiş bir şey; bir iddiayı
yok etmiş, boyun eğmiş! İddiaya dönmüş yok
etmiş, Rabbine dönmüş boyun eğmiş! İhbat
sahibi; kalbi ihbat etmiş, Rabbini ihbat eden!
Tanrıyı boşa düşürmüş! O, tanrılar âlemine göre
bir cengâver! Ama Rabbine boyun eğmiş. Bu
boyun eğiş Mütekebbir’in boyun eğmesi olan
mütevazilikle değil! Yukarıda saydığımız şartlarla boyun eğmiş, bütün bunlarla teslim olmuş
“eslemtü li rabbilalemin” demiş, “âlemlerin Rabbi
olan Allah’a teslimim” demiş. Bütün bunları nerede somutlaştırmış? Fatiha’yı okurken “iyyake
na’budu ve iyyake nestaıyn”de somutlaştırmış.
Bu yüzden, kulun önceliği şudur; Fatiha’daki kulla ilgili kısımları halletmesi! Önce orası! Üst kısmı
okurken “Rabbim böyledir” diye oku. Nasib! Şimdi “nasılmış” diye merak edersen yanlış yaparsın.
“Şöyle midir, böyle midir” der hayal kurarsın ama
yanlış olur. Oradaki klibin yanlıştır, yanlış klip oynatırsın. Senin idrakın o pozisyona gelince o klip
beyninde kendiliğinden açılır. Ama şu an yapabileceğin şey; sana ait yerde; “iyyake na’budu ve
iyyake nestaıyn”de boyun büküş! Orası sana ait,
Fatiha’yı okurken orayı boyun bükmeden geçme! Boynunu bük ve sonra büyük bir umutla;
“ihdinas sıratal müstakiym, sırat elleziyne en’amte
171
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
aleyhim” de. Bunu derken gözlerinin içi gülsün.
Ama sonra bir anda yüzün düşsün, korkarak;
“gayril mağdubi aleyhim ve leddaalliyn” de, inşaAllah. İşte Fatiha’nın idrakları!
Hep duyarsınız, derin düşünen, derin bakışlı
tabirlerini, şimdi derin bakışlı insan ne demektir
ondan bahsedelim. Derin bakışlı, derin düşünen
insan ve derin bakmak nedir? Hayatta derin manalı düşünmek nasıl olur, bunu nasıl başarırız?
Şimdi herhangi bir esmayı düşünelim. Neden
esma düşünüyoruz? Çünkü biz bir esma zikriyle meşgulsek derin manalı bakan insan orada
önemli. Çünkü bir esmanın tefekkür edeceğiniz
sayfalarca manası vardır ve sizin onu bir saniyede düşünmeniz gerekir. Eğer derin manalı düşünen bir beyin açamamışsanız o olmaz. Onun
için tefekkür edilen konuyla ilgili doğru bilgileri
genişletmek lazım. Örneğin Ehad veya Samed
kelimesiyle ilgili doğru bilgileri bulur, okur, tefekkür eder ve zihninizde genişletirseniz, sonra
o bilgilerin hepsini o kelimenin söyleniş süresine sıkıştırır ziplerseniz kendiliğinden derin düşünürsünüz. Bunu normal hayatta yapar mıyız?
Elbette, yapıyorsunuz! Bir çocuğun annesine
seslenirken “anne” demesi o kadar çok şey içerir
ki! Bakın bu özellik insanda var! Yapmamız gereken tek şey bu özellikleri Allah’a göç ettirmek!
Bunları nasıl yaparız, nasıl derin düşünürüz gibi
bir endişe yanlış. Çünkü bu özellikler zaten bizde
var, yalnızca bunları taşımak, göç ettirmek gerekiyor! O zaman başarırısınız. Çünkü formatımızda bunlar var. Dolayısıyla derin bakan, derin
172
YILMAZ DÜNDAR
düşünen olursanız bakışınız kendiliğinden değişir; artık o bakışta sayfalarca mana vardır, o boş
bakmaz! İşte bu derin bakışı kazanmada Kur’an
kelimeleri önemlidir. Onları derinleştirdiğiniz zaman ayetler sizde derinlik açar! Mesela “iyyake
na’budu ve iyyake nestaıyn” derkenki kısa süreye,
okuyup öğrendiğiniz bu kadar bilgiyi ve diğerlerini nasıl sığdırıp da ihbat edeceksiniz? Ancak;
derin manalı düşünmeyi yakalayarak! Nasıl olur
bu? Bu işle meşgul olduğunuzda kendiliğinden
olur. “İyyake na’budu ve iyyake nestaıyn” böyle
bir özelliği gerektirir.
Hud Sûresi 23. Ayet: “Muhakkak ki, iman
edip salih amel işleyenler ve Rablarına ihbat
edenler var ya, işte onlar ashabı cennettir.
Onlar orada ebedi kalıcılardır”.
Rabbine ihbat edenlerin, kalbi ihbat etmişlerin, muhbitlerin önemli bir özelliği de korku ve
umudu dengelemeleridir dedik. İşte bu korku ve
umutla ilgili önemli bir noktayı da paylaşalım
inşaAllah. Çünkü uygularken dünya yaşantısına
ters bir hali var bunun. Mesela normal yaşantıda herhangi bir mikroptan, gribal bir faktörden
korkuyorsan ne yaparsın? Tedbir alır korunursun, gribe karşı müttaki olursun. Gripten korkuyor, ona karşı tedbir alıyorsun. Birisi gelip “neden korkuyorsun?” diye sorsa, “gripten” dersin.
“Peki, ne yapıyorsun?” dese, “gripten korunmak
için çalışıyorum” dersin, dünya yaşantısının gereği yaptığın bu. Ama bu yöntemi bu yolda da
uygularsan olmaz. Neden olmaz? İnce bir nokta,
bu yüzden söyleyeceğime çok dikkat edelim! Bu
173
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
yolda korkmak için sebepler bulmak lazım mutlaka. Kendi kendinize kaldığınızda; “ya, o kadar
çok havf ve reca, korku ve umut dediler ki! Ama
ben neden korkacağımı bile bilmiyorum” deyip,
korkacak şeyleri bulmanız lazım! “Nelerden
korkmam gerekiyor ve bu korku nedir, nasıldır?”
diye araştırıp, hakikaten bacağınızı titretecek
korkuları bulmanız gerekiyor! Demek, korkmak
için bir sebep bulman gerekiyor, burası tamam.
Ancak o korktuğun şeyden korunurken, korunma işlerini o sebebe yönelik yapmamalısın, yalnızca Allah rızası için yapmalısın, izah edebildim
mi? Korkmak için bir sebep arayıp bulacaksın.
Ondan korunurken, onunla ilgili korunma çalışmalarını, müttaki olma çalışmalarını yaparken,
uygulamalarını Allahümme ente maksudiy ve
rıdake matlubiy çerçevesinde yapacaksın. “Allahım, hedef ve maksadım sensin, sana ulaşmak ve
yalnızca rızanı kazanmak!” diyeceksin. O sebep
ortadan kalkacak, ancak o zaman Allah rızası
için yapmış olursun. Yoksa korktuğun şey için
yapmış olursun! Bu çok önemli! Daha önce benzerini verdiğimiz basit bir örnek var, onu yine
verelim. Diyelim bir kişi sigarayı bıraktı. İçiyordu, sigaranın zararlı olduğunu duydu ve bıraktı.
Sorduk; niye bıraktın? “Allah rızası için bıraktım”
dedi. Bakın korkmak için bir sebebi var tamam,
ama bırakma nedeni Allah rızası! Ama ona sorduğumuzda “çok zararlıymış onun için bıraktım” deseydi, o zaman Allah rızası için olmazdı.
Oysa şimdi ne yaptı? Zararlı diye korktu, ama
dinen hoş görülmüyor diye bıraktı. Bırakma işini
Allah rızası için yaptı, bırakırken “Allah rızası için
174
YILMAZ DÜNDAR
bıraktım” dedi. Bunu Allah rızası için yapıyor!
İzah edebildim mi, inşaAllah?
Aynı durum umut için de geçerlidir. Umut
için bir sebep bulmak lazım. Ama umutlanırken
Allah rızası için umutlanmak, rızasını umarak
umutlanmak lazım. Bu yöntemi, bu benzetmeyi
vecel ve huşu için de gerçekleştirdiğiniz zaman
“uygulamalar hep Allah rızası için olmalı” sonucunu yakalar ve onu da uygularsanız güzel olur.
Güzel olur, doğru olur.
Şimdi paylaşacağımız şey idrak olarak da
uygulama olarak da çok önemli. Geldiğimiz bu
idrakten sonra, artık yapılabilecek bir şeyi şimdi söyleyeceğim. Bir kişi düşünün “ben varım ve
muhtarım” demiyor, bu iddiada değil. Bunu fark
etti, anladı ve bu konuda nefs mücadelesi yapıyor, nefsini bu konudaki şerden temizliyor. Bu
kişi için sakınılması gereken önemli bir şey var,
onun bu noktadan sonra düşebileceği, düşülebilecek, yapılabilecek bir yanlış var. Onun “varlık
ve muhtariyet” iddiası yok, tamam. Ama yaşadığı toplumda ve çevresinde “ben varım ve muhtarım” iddiasıyla yaşayanlar var. Eğer kişi onlara
karşılık verirken onları tasdik ediyorsa ilerleyemez! Tabi bu “karşılık verme” iyi anlaşılmalı. Bu
bir zihni yorum, bir zihni bakış veya bedenen bir
karşılık verme, bir mücadeleye çıkma manasında değil, “tasdik” etmek manasınadır. Yani “ben
varım ve muhtarım” iddiasında olanları tasdik
ediyorsa o ilerleyemez! İzah edebildim mi? Biraz
daha açmaya çalışayım, açtığım çerçevede düşünmeye gayret edin inşaAllah.
175
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Kişi kendisi ben “varım ve muhtarım” demiyor. Hatta “Allahım ben sana varlık ve muhtariyet iddiasında olmadan iman ediyorum, o iddiaya sırtımı döndüm” diyor. Ama bakıyorsunuz,
“ben varım ve muhtarım” diyenleri, “ben de
Allah’ın dışında tanrıyım” diyenleri tasdik ediyor, onların hallerinin tasdikçisi! Ne yapıyor? En
azından takdir ediyor. “Ben Allah’ın dışında tanrıyım” diyen, yani o zihniyette olan birisi bir iş
yapıyor, varlık ve muhtariyet iddiasında olmadığını söyleyen de “helal olsun ya, nasıl yapmış şu
işi” diyor. Fark ettiniz mi? Ya o işi o mütekebbirce yapmış, zaten mütekebbirliğini de ilan etmiş,
sen de yorum yaparken onun küfrünü takdir
ediyorsun, tasdik ediyorsun! Bilmem izah edebildim mi? Bu söylediğimi iyi fark ederseniz, küfür ehlinden hayran olduklarınız olmaz, olamaz!
Bir kişi küfür ehli, Allah’a karşı tanrılığını ilan
etmiş, bunda ısrarlı bir yaşantısı var ve siz onu
tasdik ediyorsunuz. Olamaz, öyle bir şey olmaz!
Bu söylediğimi fark etmenizin size ne tür bir
faydası olur? Bir defa ayet kapsamına girersiniz; benim dostumla dost, düşmanımla düşman
olun. “Düşman olun” demek gidin düşmanlık
yapın demek değil; “onun küfrüne katılmayın”
demektir. Küfrüne katılma! Bunu anlarsanız
buğzu, buğzun ne demek olduğunu fark edersiniz. Siz hem onun yaptığı işin Allah yokmuş
gibi bir hal ve davranış olduğunu görüyorsunuz,
hem de ona hayranlık duyuyorsunuz! Olmadı!
Ancak; bu halden kurtulur, onu kabul etmez ve
onu tasdiklemezseniz hızlı ilerlersiniz.
176
YILMAZ DÜNDAR
Bunu, bir başka örnekle açmaya çalışalım.
Haberlerde MOBESE kameralarının yakaladığı
görüntülere rastlıyoruz; kuyumcu soyuyorlar,
benzinlik soyuyorlar… Ama o kameralar sayesinde yakalanıyorlar. Siz arkadaşlarınızla böyle
bir haber izliyor olsanız, içinizden biri de soyguncu için “bravo adama ya” diyor, onu takdir
ediyor, onların soygun işini tasdik ediyor, hatta
hayran! Şöyle döner bir bakar; “yarın birgün bu
da bir soygun yapar” dersiniz. Küfür de böyle
bir şey işte! Çocuğunuz o yanlışı tasdik etsin ister misiniz? İstemezsiniz elbette! Çocuğunuz O
haberi izlerken “Allahım bizi böyle işlerden muhafaza ediver” dese memnun olursunuz. Veya
çocuk dua işiyle meşgul değilse bile, normal
dünya sistemi içerisinde bir adaleti savunup o işi
kınarsa, “başkasının malına zarar veriyorlar, vicdansızlar” falan derse gene memnun olursunuz.
Neden? Çünkü o böyle bir işe karışmaya niyetli
değil demektir. Bir işi tasdik, o işi yapacak demektir! Bu açıdan baktığınız zaman, “ben varım
ve muhtarım” iddiasında olanları izlediğinizde,
okuduğunuzda, karşılaştığınızda hayranlık duyar, yorumunuzda onları tasdik ederseniz siz o
işi yapacaksınız demektir, gizli gizli küfre hayransınız demektir. Bunu tanrı ilmi notlarında; “insanın dünyaya gelirken esfele safiliyn yapısının “ilk
aşkı” küfrünedir, küfrüne âşıktır” diye paylaşmıştık. Kişi küfrüne âşıktır! Bundan ancak Allah’a
âşık olursa kurtulabilir! Normal hayatınızda da
öyle değil midir, herhangi bir aşkı ancak daha
büyük bir aşk olursa silebilirsiniz. İşte bunun
gibi, kişinin küfrüne olan aşkını ancak Allah
177
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Aşkı siler! O aşkı yakalamak gerekir! Ama kişi
kendini küfre aşkın içinde bulduğundan, “ben
varım ve muhtarım” iddialarını gizli gizli tasdik
eder. Eğer bu tasdikleri, bu takdirleri yakalayıp
onlardan kurtulursa buğz çerçevesine girmiş
olur. Buğz ettiği için, inşaAllah kendisi de onları
yapmayacak demektir. Ve aslında bu haliyle o,
nefsini şerrinden temizliyor demektir bir nevi.
Bu da önemli bir ipucudur.
Bir ipucu daha: Karşılaştığınız her türlü düşünce, hal ve fiili iki şeyden birine havale edersiniz. Havale ettiğiniz şeye bakıp sormak lazım;
ben bunu şeytana mı havale ettim, Allah’a mı?
Çünkü mutlaka ikisinden birisi yapılır, mutlaka!
Her düşünce, her yorum ve her fiil için böyledir, üçüncü bir şık yok! Kişi kendisini incelerken
buna da çok özen göstermesi gerekir.
İlk sayfalarımızda, Billahi anlamında iman
edenlerin, yani imanlıların kalbinin ancak Allah
zikriyle mutmain olduğunu ayetlerle görmüş
ve üzerinde durmuştuk. Bu tatmin sözde tanrı iddiasındaki yaşantıda nasıl olur, peki? Sözde
tanrı iddiasındaki yaşantıda sadrlar mutmain
olur, sadrlar tatmin olur! Dikkat edin tatmin
olan kalbler değil, sadrlar! Bu yaşantıda sadrlar
neyle mutmain oluyor? Şikâyetle! “Sözde tanrılık iddiası”ndaki yaşantıda ise sadrlar şikâyetle
tatmin olur, öyle denge bulur. İman edenler için
“kalbler Allah zikriyle” tatmin olur, tanrılık iddiasında olan ve bu yaşantıyı sürdürenlerde ise
“sadrlar şikâyetle” tatmin olur. Şaki kelimesi
şikâyetle aynı kökten gelir, şikâyet eden demek178
YILMAZ DÜNDAR
tir. Kimi? Allah’ı! Siz hangi konuyu konuşursanız
konuşun, kimi çekiştirirseniz çekiştirin, hepsi Allah’ı şikâyettir, Allah’ı çekiştirmedir. Birisi
şikâyet ediyor, belki size bir şeyini anlatıyor. Siz
de dinlediniz, onun adına da üzüldünüz. Bakın
deneyin, ona şikâyeti dursun diye hayr duası
yapsanız rahatsız olur, o sizin hayr duası yapmanızdan rahatsız olur. “Ya boş ver bunları, hayrlısı
olsun” deseniz, rahatsız olur, size kızar, onun tarafını tutmadığınızı söyler. Size sistemi anlatmaya çalışıyorum! Yani, eğer kişi şikâyetle tatmin
oluyorsa, sadr şikâyetle tatmin oluyorsa fiillerde
de hala bu var demektir.
Bir arkadaşınıza telefon ediyorsunuz, iki
cümleyle işinizi konuşursunuz, sonra başlarsınız
şikâyete; çocuktan, beyden, hanımdan, gelinden, kayın valideden, sistemden, trafik polisinden, arabadan… Şikâyet, hep şikâyet! Karşıdaki
de buna cevap verir, iş biter. Oohh, ikisinin de
sadrı rahatladı, dengeyi buldular! “Seninle de
sohbet ne güzel” dediler, onlar artık sıkıştıkça
birbirlerini ararlar. Duramazlar! Neden? Çünkü
sadrlarını rahatlatacaklar! Neyle? Şikâyetle! Dikkat edin, sürekli şikâyet bu şakiliğin fiilidir! Eğer
şikayetten kurtulmazsanız şaki fiilinden kurtulmak mümkün değildir. Öyleyse; insan hayatını
saniye saniye, satır satır incelemeye almalı, değil
mi? Eğer ahirette Allah’ın rızasına talibse! Allah
muhafaza etsin, tehlikeli bir hastalıkta doktor
ona “kendine saniye saniye dikkat edeceksin”
dediğinde dikkat ediyor. Yemesine, içmesine,
ilacına, dışarıda maskeli gezmesine, hepsine dik179
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
kat ediyor! Demek ki mümkün, insanda bu haslet var, saniye saniye dikkat edebilir. Ama! Ama
bu özelliği Allah için kullanmaz! Yapmalı! Talibse
yapmalı; hayatını saniye saniye incelemeli, bu
tuzaklara nasıl düştüğüne bakmalı, düşmemek
için bakmalı!
Talib kurduğu cümleye hep dikkat etmelidir.
Cümle deyince onun yalnızca söylediği değil,
düşünürken kurduğu da cümledir! İpuçlarından
birisi bu: “Ben” diye başladığı her cümleye hemen
dikkat etmeli; o cümle onun için cehenneme mi
bir bilet kesiyor, yoksa cennete bir davetiye mi?
Bakın cennete bilet demiyorum, cennete bilet
olmaz! Cennetin ödeyebileceğiniz bir karşılığı
yok, ancak davet edilirsiniz; lütuftur, nimettir o!
“BEN”li bir cümle kurduğunuzda, siz o cümleyle bir cehennem bileti mi alıyorsunuz, yoksa bir
cennet davetiyesi mi? Her cümleniz için dikkat
etmeniz ve korkmanız lazım! Aksi halde ayet;
“Allahım bizi geri gönder, biz orada yapamadıklarımızı oradakilerle tekrar yapalım, bize fırsat
ver derler” diyor. O halde, elinde fırsat varken
her anı saniye saniye incelemek gerekir.
Şimdi insanların dünya hayatında kullandığı; “arkadaşını söyle, kim olduğunu söyleyeyim”
sözünü anlamak kolaylaştı. Aslında öğrendiğimiz bu ilimle baktığımız zaman o şöyle demek
istiyor: Arkadaşını söyle, nasıl bir tanrı olduğunu
söyleyeyim! “Söyle de, senin nasıl bir tanrı olduğunu anlayayım” diyor. Eğer bu soru tanrı ilmi
çerçevesinde bir bilinçle sorulmuş değilse; arkadaşını söyle de senin nasıl bir tanrı olduğunu,
180
YILMAZ DÜNDAR
narsist tanrı mı, hümanist tanrı mı, şifreci tanrı
mı, Polianna tanrı mı olduğunu anlayayım demektir. Hatta daha da aslı; söyle arkadaşını, arkadaşın şeytan mı, melek mi? “Hiç şeytandan
arkadaş olur mu?” diyorsanız Kur’an’a bakalım,
bu konuda cevap olarak Kur’an bize ne diyor?
Zuhruf Sûresi 36. Ayet: “Kim Rahman’ın zikrinden âmâ olursa ona bir şeytan hazırlarız,
takdir ederiz. O şeytan ona bir kariyndir”; yani
çok yakın arkadaştır. Demek ki, kim Allah yokmuş gibi davranır, bu hatırlatma ve bu zikirden
uzak durursa ona bir şeytan hazırlarız. O şeytan
ona en yakın arkadaş olur. Şeytanla ilgili olarak
da tanrı ilmi kitapçığına atıf yapacağız. Çünkü
şeytanın ne demek olduğunu orada geniş anlattık. “Sadra tesir ettiği” için ilerleyen sayfalarda
sadr-şeytan ilişkisine değiniriz inşaAllah.
Şeytanı kolay anlamak için onu iki türlü düşünmek gerekir. Olayı şeytaniyet olarak düşündüğünüzde “şeytanlık” bir görevin ismidir. Bir
bu görevle görevli varlıklar vardır, bir de onların
zaten görevli olduğu işi yapan sende bir esfele
safiliyn yapı vardır. Ki o da şeytandır! Şeytan deyince ikisini birden düşünmeniz lazım. Böylece
ona bir şeytan hazırlarız; yani ona görevi şeytanlık olan bir varlık görevlenir. Bir de onun esfele
safiliyn yapısı o kadar kuvvetlenir ki şeytanlık artık onun karakteri, hali, kişiliği olur. Ayette geçen
kariyn; yakın arkadaş; yani kişilik demektir.
Yasin Sûresi 60. Ayet: Euzü billahi mineş
şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym.
“Elem e’hed ileyküm ya beniy Ademe en lâ
181
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
ta’budüş şeytan innehu leküm adüvvün mübiyn; “Ey AdemOğulları! Size söylemedim mi;
şeytana kulluk yapmayın! Muhakkak ki o sizin
için apaçık bir düşmandır”.
Dikkat ederseniz, şeytan burada arkadaştan daha ileri geçiyor. Normal tanrısal hayatta,
zalim yönetici, yani narsist tanrı nasıl elemanı
sever? Kendisine kul köle olanı sever, hatta “şu
benim has elemanım” diye bahseder. Neden?
Ne desem yapar, sözümden çıkmaz, bana kul
köledir. Arkadaşlıktan, dostluktan ileri bir tanım
yapar; kulluk! İşte bu işi böyle düşündüğünüzde,
en azından bu işe bu çerçeveden baktığınızda
ayet diyor ki; “şeytana kulluk yapmayın, o sizin
için apaçık bir düşmandır”. Yasin Sûresi’nde Yaradan; “size böyle söylemedim mi, neden o hala
sizin arkadaşınız?” diye soruyor! Hani bir baba
çocuğuna; “yavrum o çocukla gezme demedim
mi sana?” O seni hep yanlış yerlere götürüyor.
Peki, o neden hala senin arkadaşın?” der ya, bu
da onun gibi! Baba bunu yavrusuna niçin söyler?
Şefkatinden, bu uyarıyı şefkatinden yapar. Orada o şefkati, merhameti görüyorsun da, burada
neden aramıyorsun O’nun merhametini! “Ey
Âdemoğlu, sana, şeytana kulluk yapma diye söylemedim mi?” Peki, bunu işittin ne yapacaksın?
Yasin Sûresi 61. Ayet: Euzü billahi mineş şeytanir racim. Bismillahir Rahmanir Rahiym. “Ve
enı’buduniy; hazâ sıratun müstakıym; bana
kulluk edin; sırat-ı müstakıym budur”.
Ayet, “bana kulluk edin; sırat-ı müstakıym
budur” dedi. O zaman “sıratı müstakıym, doğ182
YILMAZ DÜNDAR
ru yol” olarak tarif edilen bu halde miyiz, doğru
yolda mıyız değil miyiz, bunu anlamamız lazım!
Bunu kendimizde nasıl anlarız, nasıl inceleriz?
Hemen kendimize bir soru sorarak! Senin önceliğin ne? Önceliğini söyle kim olduğunu söyleyeyim!
Yukarıda arkadaşlıkla ilgili de sormuştuk aynı
soruyu, bu da bir benzeri; hayattaki önceliğini
söyle, kim olduğunu söyleyeyim! Bütün hal ve
hareketlerinizde önceliğinize bakın; eğer sonuç
illa Allah ise sizin arkadaşınız meleklerdir. Çünkü
önceliğiniz illa Allah ise, sizinle ilgilenmek meleklerin görevleridir. Hayattaki her türlü hal ve
davranışınızı incelediğinizde önceliğiniz hep “illa
Allah, illa Allah, illa Allah” çıkıyorsa sizin arkadaşınız meleklerdir, sizinle ilgilenmek de onların
görevidir.
Fussılet Sûresi 30. Ayet: “Muhakkak ki “Rabbimiz Allah’dır” deyip sonra bil fiil istikamet
edenlerin üzerine melaike tenezzül eder;
“korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin” der”. Devam edeceğim ama buraya biraz bakalım. “Muhakkak ki”
dedi, demek kesinlik var. Kesinlikle “Rabbimiz
Allah’tır” diyen önemli, “Allahümme ente rabbi”
diyen kul bu kadar önemli! “Allahümme ente
rabbi” sığınışı çok önemli, ayetler bunu çok övüyor. “Allahümme ente rabbiy” diyen, “Rabbim
Allah’tır” diyen bu kulu çok övüyor. Bu yüzden
Allahümme ente rabbiy müthiş bir sesleniş tarzıdır. “Kim Rabbimiz Allah’tır der ve buna göre
de istikamette olursa onların üzerine melaike
tenezzül eder, iner”. “Tenezzül eder” ifadesini
183
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
normal yaşantıda da kullanırız. Birisi yükseklik
gösterse “aramıza tenezzül etmedi” der, tenezzül
kelimesini kullanırız. “Melaike” semadan inen
bir hal olduğu için burada kullanılan kelime de
tenezzül. “Onlara melaike tenezzül eder ve onlara; korkmayın, mahzun olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin der”. Neden? Çünkü o
devamlı korku içerisinde! Konuşurken korkuyor,
“ben” derken korkuyor, salâtta korkuyor… O
korkuya eşit bir umut da taşıyor ama hep korkuyor! İşte onlara diyor ki korkmayın, mahzun
olmayın! Bu olayı daha kolay anlamak için bir
basit örnek vereyim. Bir baba düşünün, çocuğu
sınavlara çalışıyor, ama yaşı da bisiklet yaşı veya
bilgisayar yaşı. Çocuk ders çalışmaktan yorulunca baba; “yavrucuğum seneyi tamamla, sana
bilgisayar alacağım” diyor. Çocuk o sınavlara “ya
kalırsam” korkusuyla ama sınıfı geçeceği ve ilerideki yaşantı umuduyla çalışırken terler de, babası gelir “yavrucuğum iyi çalışıyorsun korkma,
bilgisayarı düşün, sevin” der ya, onun gibi; “vaad
olunduğunuz cennet ile sevinin” diyor, bunu size
ilham ediyor, telkin ediyor. Neden? “Korku”nun
yanına “umut” sabitlensin diye. Onun görevi o,
çünkü sizin için bir melaike, bir arkadaş o! Önceliğin buysa görevlendiriliyor o! Çünkü önceliği
buysa ayet öyle diyor; “ona “korkmayın, mahzun
olmayın ve vaad olunduğunuz cennet ile sevinin”
derler”. Bakın devam edelim:
Fussılet-31: “Dünya hayatında da, ahirette
de biz sizin dostlarınızız”. Melaike böyle diyecek, böyle diyor; dünya hayatında da, ahirette
de sizin yakın arkadaşınızız, merak etmeyin biz
184
YILMAZ DÜNDAR
yanınızdayız. “Orada nefslerinizin arzu ettiği
şeyler vardır ve orada sizin için temenni ettiğiniz
şey vardır.” Ayet bize cennet için bir umut veriyor ve istikamette olanın arkadaşının kesinlikle,
muhakkak melaike olduğunu müjdeliyor.
Al’u İmran Sûresi 118. Ayet: “Ey iman edenler, gayrınızdan sırdaş, dost edinmeyin. Onlar
size noksanlık vermekte gevşeklik göstermezler, size sıkıntı verecek şeyi hoşlanarak isterler. Buğzları ağızlarından taşmaktadır. Sadrlarında gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer
aklederseniz, gerçekten biz sizin için ayetleri
açıkladık”. Ayette “sadr” geçiyor, konumuzla
ilgili ve önemli bir tabir. Ayet diyor ki; önceliği
farklı olanları, sakın dost edinme! Eğer kişinin önceliği “illa Allah” değilse onu sakın sırdaş ve dost
edinme! Onlar size bir noksanlık gelsin diye hiç
gevşeklik göstermezler. Şimdi yaşadığınız, çalıştığınız yerleri bir düşünün. Onlara uygun yaşarken
Rabbim size lutfetti, elhamdülillah salâtla tanıştınız, Rasulullah’la tanıştınız; sallallahu aleyhi
vesellem… Haliniz değişti ya, diğerlerinin bakışı
hemen değişecektir; artık sizi sevmezler! Çünkü
onlar Allah’ı sevmezler, bu yüzden Allah’ı hatırlatan şeyleri de sevmezler, sevemezler! Ve başınıza bir şey gelsin diye de bir umutla beklerler,
bunu isterler. Sizin için ağızlarından taşan düşmanlığı, “şöyle dedi, böyle dedi” dediklerini duyarsınız, onların sadrlarında gizledikleri ise daha
büyüktür. Bakın ayet “sadrlarında” diyor, kalblerinde değil. İşte kişiler burayı meallendirirken
sadr yerine “kalp” yazarsa olmaz! Çünkü kişinin
gizlediği sadrında! Yani gizlediği nefsinin şerrine
185
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
ait bilgidir, esfele safiliyn yapının bilgisidir. Esfele
safiliyn yapı sadra hâkimdir ve kalbi kapatmıştır. Sanki emir kalbden geliyormuş gibi gözükür.
Ama aslında emri nefsin şerri verir, o da sadrdadır! O yüzden sadrlarında gizledikleri için; “gizledikleri şey dillerindekinden daha büyüktür. Eğer
aklın varsa, işte sana açıklıyoruz” diyor.
Bu durumda kişiye, dünya ve ahireti için önceliğin ne olduğunu daima gözetleyecek ve durumu ortaya koyacak faideli bir şey lazım. Bir faideli şey lazım. Nedir bu faideli şey? Önceliğimizi
“illa Allah” yapacak, bunu gözetleyecek, durumumuzu da ortaya koyacak ve gözle görünür
gibi yapacak faideli bir şey lazım. Bu faideli şey
fuaddır. Fuad faide kelimesinden türemiştir zaten, bu konuda faideli olduğu için adına “fuad”
denmiştir. Fuad, sana doğru yolu göstermesi ve
önceliğini “illa Allah” yapması için kullanacağın
faideli şeydir. Yanlış kullanırsan o ayrı!
Fuadın faideli olabilmesi için ihtiyacı “iman
nuru” ortamında faaliyet göstermektir. İman
Nuru! Sadr, kalb, fuad, lüb organizasyonunda, fuadın Hakk yolda faydalı olabilmesi için
mekândaki ambiyansın, yani ortamın iman nuru
olması gerekir. Çünkü fuadın iman nurunda çalışması gerekir. Fuadın sürdürülebilir ve yükselen
faaliyeti iman nuru ortamında marifete ulaştığından, bu çerçevede İman Nuru marifet elbisesi giyer ve Marifet Nuru olarak belirir.
Bu işi kalbe gelen iman nurunun başlattığını
daha önce ayetlerle; “Rabbından doğrudan bir
nur” olarak paylaşmıştık. Bu nur işte tüm sadra
186
YILMAZ DÜNDAR
yayılacak. Bu nurun tüm sadra yayılması; sadrla
beraber kalbi, kalbde fuadı ve lübü de bu ortama alması demektir. Aynı nur sadrda çalışırken
hedefine yönelik olarak ismi “İslam Nuru”dur.
Aynı nurdur, farklı nurlar değildir, hepsi iman
nurudur. Bu nur sadrda günahlarla mücadele
eder. Ve bu işi İslami kurallara uyma, günahlardan kurtulma olarak gören bir mücadele olduğu
için, nefsi şerrinden temizlerken nurun burada,
bu görevinden dolayı görünüşü İslam Nuru’dur.
Aynı nur fuadda bahsettiğimiz şartlarda çalışır
ve bu çalışma üst noktaya gelirse marifet açıldığı
için ismi Marifet Nuru olur. Lüb’te ise ismi Tevhid Nuru olur; açtığına göre.
Fuadı nasıl tanımlamışız, bir daha bakalım:
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, yeteneğini
yine kendi kaydından alan ve analiz ve sentezden sorumlu olan bir “Kalbi Görüş” işlevidir. Hakk
yolda çalışabilirse “Basiret”e sebep olur. Bakın,
Fuad görür, bu görüleni kalb bilir ve kalbeder.
Yani fuad bu gördüğünü kalbe iletir, kalb de bilir
ve bu bilgiyi kalbeder. Kalbedilen bu bilgiyi fiile
çevrilmek üzere beyne gönderir. Fiil için gönderir, bilgiyi amele çevirmesi için beyne emir verir.
Bu süreç bazen çok kısa olur, bazen de uzar veya
kesintilere uğrar. Bu durum doğrudan iman
nurunun kuldaki gücüne bağlıdır! İşte şimdi,
Hazreti Ebubekr Essıddıyk radıyallahu anh Efendimizdeki, onun fuadındaki, hıza yeniden bakıp
onu kavramaya çalışmak lazım!
Bu çerçevede “aminü” ve “amilüs salihati”
ikilisine de bakalım, bir de bu pencereden baka187
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
lım; Billahi anlamında iman etmek ve salih amel
işlemek ne demektir? Çünkü kurtuluş aminü ve
amilüs salihati’de! Bu ne demektir? İman nuru
ortamında kalb ve beynin birlikte çalışması demektir. Neden? Kalb iman edecek, ikan olacak
ki beyin salih amel yapacak! Salih amel beyinle
olur. Ona o salih amelin ne olduğunu haber veren imani bilgi de kalble olur. Dolayısıyla kalble
beynin birlikte çalışmasının bu pencereden görünüşü; “aminü ve amilüs salihati”dir. Bu işler
için imanın kesintisiz ve yükselen olması önemli
olduğundan Efendimiz bize bir dua öğretir; “Allahümme a’dıniy iymanen la yarteddü ve yakinen leyse badehu küfran: Allahım imanımı
yükselt. Öyle yükselt ki, geri dönüşü olmayan bir
iman olsun”. Dönmesin hep yükselsin, onun seyr
grafiği hep yukarı doğru olsun. Hep yükselen bir
iman ver ve o imanın sonucunda da sonu küfür
olmayan bir yakiyn ver, inşaAllah. Bize böyle
bir dua öğretiyor Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem.
Şimdi fuadı Hazreti İbrahim’in hayatından
bir örnekle görelim. İbrahim Sûresi 37: “Rabbimiz, muhakkak ki ben zürriyetimden bazısını Senin muharrem evinin yanına ziraatsız
bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, salâtı ikame etsinler diye! İnsanlardan bazısını onlara
meylettir ve kendilerini semerattan rızklandır. Umulur ki şükrederler”.
Yavaş yavaş fuadı tanıyoruz. Bu ayet Hazreti İbrahim aleyhisselamın hayatından bir parça.
Hazreti İbrahim aleyhisselam, hanımı Sare var ve
188
YILMAZ DÜNDAR
onun cariyesi Hacer var. Sonra Hacer’le de evlendiğinde Hacer validemizden Hazreti İsmail aleyhisselam olur. Hazreti İsmail aleyhisselam dünyaya geldiğinde Hazreti İbrahim aleyhisselam
99 yaşındadır. Daha sonra Sare validemizden de
Hazreti İshak olur, o zaman da Hazreti İbrahim
aleyhisselam 112 yaşındadır. Hazreti İbrahim
aleyhisselam ailesini ve Hazreti İsmail’i Muharrem Ev’in yani hürmet edilmesi, saygı duyulması
istenen ev’in, yani Kâbe’nin yakınlarına getiriyor
ve hiçbir ziraatı olmayan bir yere yerleşiyorlar.
İşte orada diyor; “Allahım, ailemi böyle bir yere
getirdim, salâtı ikame etsinler ve yalnızca sana
yönelsinler diye. İnsanların bazılarının fuadlarını burada açıkladığımıza meyl ettir ve buradaki yararlanacağımız nimetlerden bizi rızklandır”
diyor. Sonra da Zemzem Suyu’na kavuşuyorlar.
Ayetle ilgili bu kısa bilgiden sonra, burada insanların işlere önce fuadlarıyla yaklaşacakları belirtiliyor! Meylin fuadla olacağı; şeytanın yaldızlı
sözlerine de, Hakk söze de meylederken meylin
fuadla olduğu bildiriliyor!
Nahl Sûresi 78: “Allah sizi analarınızın batınlarından bir şey bilmiyor olduğunuz halde
çıkardı. Şükredesiniz diye size sem’, basarlar
ve fuadlar verdi”. İbrahim Sûresi 37. Ayetin
sonu “umulur ki şükrederler” diye bitiyordu.
Fuadın geçtiği ayetlerde karşımıza çıkan önemli
yakarış, bekleyiş, umut budur; şükretmek! Şükür! “Umulur ki şükrederler”. Şimdi fuadın şükürle çok önemli bir ilişkisini kuracağız.
189
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Nahl Sûresi 78. Ayette deniyor ki; “Allah sizi
analarınızın batnından, karnından bir şey
bilmiyor olarak çıkardı. Şükredesiniz diye
size sem’ işitme sistemi, basarlar görme sistemi
ve fuadlar analiz-sentez sistemi verdi.” Bir olay,
çalışan bir sistem anlatılıyor dikkat ederseniz.
Bilgi toplayan bir sistem; işitme ve görme; sem’
ve basar; işitme ve görmeler! Genellikle “basarlar, görmeler” ifadesi “iki göz” nedeniyle çoğul
verilirken, iki kulak olmasına rağmen işitme
olayının tekil kullanımı var; ama işitme olayının
tekil kullanımı çoğuldur, onun tekliği çoğuldur.
“Şükredesiniz” diye verilen bir sistem ve bunun
içerisinde fuad var! Eğer fuad başka şekilde meallendirilirse anlaşılmaz ve kişi ayetlerdeki “şükretme amelini” kavrayamaz.
Şükretmek aslında bir kişinin ilk keşfidir!
Bir kişinin ilk keşfi şükretme halini bilmektir!
Bu keşfin başlayabilmesi için Billahi anlamında
iman şarttır, ondan sonra keşif olan şükür başlar. Nefs-i levvamede kişiyi alıp hızla B0 Noktasına getirecek ve orda istikrarlı olarak kalmasını
sağlayacak şeylerden birisi ondaki şükür halinin
kesintisiz devam ediyor olması, yani onun şükür
halini kesintisiz yaşıyor olmasıdır. Bunun için de
ona sem’, basar ve fuad sistemi verilmiştir ki;
bilgileri işitip, kafa gözüyle görüp, sonra fuadla
analiz sentez yaparak onu “Kalbî Görüş”e çevirsin diye. Bu sistem Kalbî Görüş’le görmek için!
Siz Kalbî Görüş’le gördüğünüzde hiç değişmez
ve sabitlenmiş şekilde “aslında bütün bunları
veren Allah’tır” dersiniz ki; bu sizin ilk keşfiniz190
YILMAZ DÜNDAR
dir. Aslında bütün bunları veren Allah’tır. Hep,
“veren Allah’tır” duygusunda olmak, “veren
Allah’tır” halinden, duygusundan sıyrılmamak
önemli!
Mu’minun Sûresi 78. Ayet: “HU O’dur ki, sizin için sem’, basarlar ve fuadlar inşa etti. Ne
az şükrediyorsunuz!”. Şükretmemiz için verilen
bir sistem açıklandı, şimdi de “ne az şükrediyorsunuz” denilerek bizim davranışımız değerlendiriliyor; Analiz ve sentezle bu sonuca “ne kadar
az” varıyorsunuz! Dikkat edin şükredenleriniz ne
az demiyor. Bilakis şükredenlere hitap ediyor
ve “ne az şükrediyorsunuz” diyor. Normal hayatınızda arada bir Allah diyorsunuz, ama sonra
veren Allah’tır hakikatini, Allah’ın verdiğini hep
unutuyorsunuz. Sizin fuadınız analiz ve sentez
yaparken rotasını şaşırıyor; ne kadar az rotada
duruyor!
Secde Sûresi 9. Ayet: “Sonra onu tesviye etti
ve ona kendi ruhundan nefhetti. Sizin için
sem’, ebsar ve fuadlar oluşturdu. Yine aynı hitap; ne az şükrediyorsunuz!”.
Mülk Sûresi 23. Ayet: “De ki; sizi inşa eden
ve sizin için sem’, ebsar ve fuadlar oluşturan
O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”.
İsra Sûresi 36. Ayet: “Hakkında ilmin olmayan şeyin ardına düşme, izleme. Muhakkak ki
sem’, basar ve fuad, işte onların her biri ondan mesuldür”. Bu ayette fuadla ilgili yeni bir
uyarı var bize. İlmin olmayan herhangi bir konunun üstüne aşırı düşüp onu izleme, çünkü sem’,
191
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
basar ve fuad onunla kilitlenir! Sana lazım olmayacak ve seni saptıracak bir analiz yapar da perdelenirsin. Bu sistem senin uğraştığın herşeyden
sorumlu! Oysa sizde “sem’, basar ve fuad” şükretmeyi gerçekleştiresiniz diye var! Böyleyken,
ahiretine bir yararı olmayan şeyin ardına düşersen ve sem’, basar ve fuadını yanıltırsan bulduğun yanlış sonuç sana süslü görünür de hüsrana
uğrayanlardan olursun!
Öğrendik ki, sem’, basar ve fuad şükretmen
için var! Oysa sen önceliğini bu yapmaz ve ahiretine faydalı olmayan şeylerin peşine düşer, onları çok incelersen bu sistemi yanıltırsın. O zaman onun bulduğu sonuç sana süslü gözükür ve
böylece hüsrana uğrayanlardan olursun!
Kehf Sûresi 54. Ayet: “Andolsun ki, biz şu
Kur’an’da insanlar için her türlü misalden sayıp döktük. İnsan ise gerçekleri tartışmaya en
düşkün olanıdır”. Bu ayette insanın esfele safiliyn yapının, “ben Varım ve Muhtarım” diyen
yapının bir özelliği vurgulanıyor; insan gerçekleri
tartışmaya en düşkün olanıdır. Dikkat edin, “tartışmaya” demiyor, “gerçekleri tartışmaya” diyor!
Peki, burada tartışılan gerçek ne? Allah’ın buyurduğu ayetler! Bahsedilen tartışma nedir, tanrılık iddiasında olan esfele safiliyn yapı ne yapar?
Bu yapı, ayetlerle bildirilen gerçeği saptırma,
rayından çıkarma amacıyla mücadele eder. Ona
karşı fikirler üretmeye, ona karşı tezler ortaya
koymaya çalışır ve insanın yapısı da buna çok
uygundur, insan buna çok düşkündür. Ayetten
böyle öğreniyoruz.
192
YILMAZ DÜNDAR
Kalb & Fuad ilişkisini anlamamıza yol açacak bir ayet, Hazreti Musa aleyhisselam ile annesinden bahseden Kasas Sûresi 10. Ayettir:
“Musa’nın anasının fuadı fariğ oldu; başka
bir şey düşünemez oldu. Müminlerden olması
için eğer kalbine rabıta koymasaydık az kalsın durumu açığa vuracaktı”. Hazreti Musa
aleyhisselamın Nil nehrine bırakılması annesine
vahy edilince, bu olaydan sonra annenin aklı fikri yavrusuna sabitleniyor, saplantı haline geliyor,
tüm duyup gördüklerini oğluyla ilişkilendiriyor.
Fuad analiz ve sentez yaparken hep oğlu çıkıyor,
sonuç hep oğlu oluyor. Mekanizmaya dikkat
edelim: Eğer bu iş normal işlerse, Hazreti Musa
aleyhisselamın annesinin fuadı oğluna saplantı
haline geldiğinde, ordan hep oğluyla ilgili tereddüt, kaygı içeren sonuçlar çıktığında kalbe bu bilgi gider ve beyne de bu doğrultuda emir gider. O
zaman ne yapar anne? Bu olayı açığa çıkarır, kendini ele verir. Ya gider çocuğun etrafında dolaşır,
ya gider birisine söyler, böylece o çocukla ilişkisi
anlaşılır. Çünkü Firavun ve ailesi, Musa aleyhisselamı, çocuğu Nil nehrinde buldukları zaman
onu kendilerine tanrının gönderdiğini, onun hediyesi olduğunu zannederek aldılar “belki bizim
için bir müjdedir, bir hediyedir, bunu büyütelim”
deyip ona sahip çıktılar. Oysa kâhinler “bir erkek
çocuk gelip bu hanedanı yıkacak” dedikleri için,
Firavun’un askerleri erkek çocukların yaşamasına izin vermiyorlardı. Hazreti Musa’nın annesi
gider de fuadın bu sonucunu kalbine ve beynine
uygularsa bu işi açık edecek! Ayet diyor ki, “biz
inananlar yolunda, güvende kalması için kalbine
193
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
rabıta koymasaydık, kalbini tefviz etmeseydik, fuadın gönderdiği bilgiye karşı kalbini sabit ve ona
uymaz yapmasaydık açığa verecekti”. Dolayısıyla,
anlıyoruz ki fuaddan çıkan bilgi ayrı, kalbte oluşan sonuç ayrı! Beyne kalbte oluşan sonuç gidiyor; yani “dayan, dayan çünkü illa Allah” bilgisi
gidiyor ve müminlerden olarak dayanıyor! Bakın
kalbine rabıta konması onun müminlerden olması için! O işe dayanması için değil! Aksi halde
her dayanan mükâfat alır. Öyle değil! “İlla Allah”
diyerek bir şeye sabretmek başka bir şey, “İlla Allah” demeden dayanmak başka bir şey, ikisi farklı! Ayet; “müminlerden olması için kalbine rabıta
koyduk” diyor.
Şimdi bu ayetin meallerinde de maalesef aynı
hataları görüyoruz Diyanet’in mealinde de fuadın geçtiği yerlere “kalb”, sadrın geçtiği yerlere
bazen “kalb” bazen başka bir şey yazmışlar. Fuada bazen “gönül” bazen başka bir şey yazmışlar.
Şimdi, bu ayette ne yapacaklar peki? Çünkü bu
ayette hem fuad geçiyor hem de kalb: “Fuadı
fariğ oldu, kalbine rabıta koyduk”. Şimdi fuada
“kalb” yazsalar olmayacak, olmamış da, o zaman
“yürek” yazmışlar! Demişler ki, “Musa’nın anasının yüreği fariğ oldu”. Aşağıda kalbi bırakmışlar.
Farkında olmadıkları için bu yanlışları yapıyorlar.
Oysa Kalb de, Fuad da belli başlı bir şeyin ismi,
burda ise bir sistemin adı! Bunu bize en iyi anlatan ayetlerden birisi de Kasas Sûresi 10. Ayettir.
“Fuadın Allah indindeki doğruya en üst seviyede sabitlenmesi ve sentez için de bir analize ihtiyaç duymaması için, Allah dilerse fuadı sabitler.
194
YILMAZ DÜNDAR
Kasas-10’da Musa’nın annesinin “kalbine rabıta konulduğu” bildirilmişti, kalb sabitlenmişti.
Ama dilerse “fuadı da” sabitler. Fuad sabitlenirse
bir sonuca ulaşmak için analize ihtiyaç duymaz!
Nasıl mı?
Hud Sûresi 120: “Rasullerin haberlerinden
senin fuadını sabitleyecek olan her birini
sana kıssa ediyoruz. Bu sûreyle de sana Hakk
tesbit olarak, müminlere ise bir ibret içeren,
öğüt ve hatırlatma gelmiştir”. Çeşitli nebi ve
rasullere ait kıssalar var. Ayet buyuruyor: O kıssaların öyle özellikleri var ki, sana onları vahy
ettiğimizde, sen onları aldığında senin fuadın
sabitlenir, senin fuadını sabitlemek için onları
sana kıssa ediyoruz. Böylece senin fuadın analiz
yapmadan sonuç çıkarır, hep böyle çalışır. Dolayısıyla, “bu Hud Sûresi’yle sana bir Hakk tesbit
olarak bir hatırlatma, ama müminlere de fuadları bu okudukları ve bu dinledikleriyle analiz yapsın diye öğüt ve hatırlatma gelmiştir”. Bu ayetle
de fuadın bir başka yanını, bir başka özelliğini
gördük.
Furkan Sûresi 32. Ayet: “Kâfir olanlar dediler ki: Ona Kur’an “cümle-i vahide” olarak;
topluca, birden tenzil edilmeli değil miydi?
Oysa böylece senin fuadını sabitlemek için
onu tertil üzere bölüm bölüm okuduk”. Furkan Sûresi 32. Ayet, Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin fuadının sabitlenmesi için Kur’an’ın
bölüm bölüm geldiğini anlattı. Oysa ters olanlar gerçekleri tartışmayı severler ya, gelen ayeti,
olayı düşürmek için zıt fikirler ileri sürerler. Kâfir
195
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
olanlar dediler ki: Ona Kur’an birden gelmemeli miydi, niye böyle parça parça geliyor?
Oysa Kur’an’ın, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin fuadını sabitlemek için bölüm bölüm
indirildiğini bu ayetle öğrendik.
Necm Sûresi 11. Ayet: “Ru’yet ettiği şeyi;
yani gözleriyle gördüğü şeyi Fuad yalanlamadı”. Bu ayet fuadın Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem özelinde bir başka yanını daha öğretiyor. Bu ayette bir olay anlatılıyor: Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem vahyi getiren Cebrail
aleyhisselamı birkaç kez aslî suretiyle görmüştür,
öğrendiğimiz bilgilere göre. Bu görüşmelerden
birisi de Sidretül Münteha’da olmuştur. Orası yaratıklar âleminin son noktası olarak tarif edilir,
bu yüzden son ağaç; sidretül münteha benzetmesi yapılmıştır. Ayet diyor ki, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem onu asli suretinde gördüğünde “gözünün gördüğünü fuad yalanlamadı”.
Dikkat ederseniz fuadın buradaki çalışma
yöntemi normal hayata ters! Normalde; önce
göz görecek, yani sem’ ve basar çalışacak sonra
fuad Kalbi Görüş’le onu bilecek. Halbuki burada
doğrudan kafa gözü görüyor. Bunun için öyle bir
fuad lazım ki, kendi yapacağı işten önce gördüğünü yalanlamasın! Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin fuadının özelliklerinden birini daha
öğrendik; “ru’yet etiğini, gözüyle gördüğünü fuadı
yalanlamadı”.
Peki, buna mukabil inkâr edenlerin dünya ve
ahiretteki fuadlarının durumu nedir?
196
YILMAZ DÜNDAR
Ahkaf Sûresi 26. Ayet: “Andolsun ki, sizi imkanlandırmadığımız şeylerle onları temkin
ettik ve onlara sem’, absar ve fuadlar oluşturduk. Fakat onların ne sem’leri, ne basarları ve
ne de fuadları onlardan bir şey savdı! Çünkü
bile bile Allah ayetlerini inkâr ediyorlardı.
Alay etmekte oldukları şey onları çepeçevre
kuşattı”.
Bu ayette Hud kavmi ve Mekkeliler kıyaslanıyor. Mekkelilere “Hud kavminin imkânları sizden
çok fazlaydı, onlara çok şey verdi, onlar sizden
çok güçlülerdi, imkânları çok fazlaydı ve onların
da sem’ absar ve fuadları vardı şükretsinler diye,
ama bu iş için kullanamadılar” deniyor. “Onların
sem’leri, basarları ve fuadları onların karşılaşacakları şeyi onlardan savamadı. Çünkü bile bile
Allah ayetlerini inkâr ediyorlardı”. Bu ayete göre
Hud kavminin özelliği: İnanıyor, inanmaya müsait, ama inkâr ediyor! Biraz önce bunun skalasını oluşturmuştuk, bile bile inkârın iki ucunu
söylemiştik. Bu korkmak için çok önemli! Ayeti duyduğu halde umursamamak, öyle deniyor
ama ne yapalım demek, günah ama ne yapalım
demek de bile bile inkâr sınıfına girer. Allah’tan
merhamet ve yardım dileyelim inşaAllah. Çünkü o skalaya düşmemek için çok dikkat etmek,
çok dua etmek gerekiyor.
En’am Sûresi 110: “Biz onların fuadlarını ve
gözlerini kalbederiz. İlk keresinde ona iman
etmedikleri gibi onları kendi tuğyanları içerisinde kör ve şaşkın terk ederiz”. İnkârcılar
için diyor ki; nihayet onlar inkârda öyle geri dö197
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
nülmez bir noktaya gelirler ki, onların fuadlarını
ve gözlerini kalbederiz; çeviririz, artık tersine sabitlenirler yani! Önce gördüğümüz sabitlemeler
Hakk yolundaydı. Şimdi ise “kalb ederiz” dediği
tersine! Sabitlenirler de artık ordan devamlı onların tuğyanlarıyla ilgili sonuç çıkar. Ve bu durumda kör ve şaşkın bocalar halde onları terk
ederiz. Şimdi “kör ve şaşkın bocalıyorlar” ifadesine yanlış bakarsak manayı da yanlış görürüz.
Onlar bu halde olmalarına rağmen, kendilerine “biz kör ve şaşkın bocalıyoruz” demezler.
“Kör ve şaşkın bocalıyorlar” diyen, onların o halini görendir! Fuadları ve gözleri kalb edilmiş olup
da kendi ürettikleri batıl fikirler içerisinde kör
ve şaşkın bocalayanlara amelleri süslenmiştir!
Onlar kendilerini çok doğru yolda zannederler.
Kendilerine kör ve şaşkın bocalıyoruz demezler.
Bunu ancak gören söyler, Hakk yolda olan onlara bakınca der ki; bunlar kör ve şaşkın bocalıyorlar. Bu yüzden buradaki bu ifade görenin
değerlendirmesidir.
En’am Sûresi 112: “Ve böylece her nebiye ins
ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlardan
bazısı bazısını aldatmak için yaldızlı sözler
vahy eder. Eğer Rabbin dileseydi onu yapmazlardı. Artık onları iftiralar ile baş başa bırak”.
En’am Sûresi 113: “Ta ki ahirete iman etmeyenlerin fuadları ona meyl etsin ondan
hoşlansınlar, da kazanıyor olduklarını elde
etmeye devam etsinler”. Bu iki ayet, fuadın
“yaldızlı sözler” diye anlatılan fikirlere, insandan
ve cinden şeytanların fikirlerine meyletmesinin
198
YILMAZ DÜNDAR
mümkün olduğunu anlatıyor. “Her nebiye ins
ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Çünkü ancak
iman etmeyenlerin fuadları onların o yaldızlı sözlerine meyletsin diye!”. Fuadın bir özelliği de bu,
bunu da bize ayet öğretti!
İbrahim Sûresi 43: “İşte o gün onlar zillet
içinde bakarak, başlarını dikerek koşuşur
haldedirler. Gözleri kendilerine bile dönüp
bakamaz! Fuadları iflas etmiş durumdadır”.
Bu da inanmayanların ahiretteki fuadı, onların
fuadlarının ahiretteki hali! Ayette; fuadın orda
faaliyette olabileceği, ama bazılarında çalışamaz hale geldiği, artık iflas etmiş olacağı, onların kendini kaybetmiş bir fuadla karşılaşacağı
söyleniyor.
Hümeze Sûresi 7: “O ki, çıkar kaplayıp örter
fuadlar üzerine!”. Bu manzara cehennemde ateşin fuadı kaplayacağıyla ilgilidir, Allah muhafaza
etsin. Hümeze Sûresi; “çekiştirme” manasına gelen “hümeze” işini adet edinenlerin “hudame”ye
atılacaklarını söyler. Bu öyle bir ateştir ki, fuad
onun acısı ve ızdırabıyla tam kaplanır. Ayet böyle diyor. Demek ki iflas eden o fuad yalnızca boş
olmakla kalmaz! Çünkü bazı ayetlerde “onların
fuadları boştur” der. Burda da fuad yalnızca boş
olmakla, iflas etmekle kalmaz o ateşin acısı ve
ızdırabıyla da kaplanır. Artık başka hiçbir sonuç
çıkaramaz. O fuadın çıkardığı tek şey o ateşin
acısı ve ızdırabıdır!
Kul’un Rabbine yönelmesi ve fuadının Hakk
yolda sonuçlar elde etmesi el Hüsna’yı tasdik
olarak değerlendirilmektedir. Bu manada Leyl
199
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
Sûresi 5, 6, 7, 8, 9 ve 10. ayetleri okuyayım: “Kim
verir ve korunursa, el Hüsna’yı tasdik ederse, böylece ona en kolayı kolaylaştırırız. Ama
kim de cimrilik eder ve müstağni olursa, el
Hüsna’yı yalanlarsa ona en zoru kolaylaştırırız. Buradaki; “en kolay”, “en kolayı kolaylaştırmak”, “en zor” ve “en zoru kolaylaştırmak” nedir, “vermek” ne demektir, “cimri” ne
demektir? Konumuzla ilgili olarak kısaca bunları
göreceğiz.
Kim “ben varım ve muhtarım” iddiasıyla
oluşan sözde ilahlık yaşantısının Muhtariyeti
Tercih Gücü’nü Sahibine verirse! Sonra bu yeni
idrakı ve imanıyla Allah’ın verdiğini infak ederse artık korunmak için nefs-i levvamede mücadele ederse ve bu süreçte fuadı her sınavda el
Hüsna’yı tasdik sonucuna ulaşırsa, onun için en
kolay yaşantı tarzı olan cennet hayatını biz
ona başarması için kolaylaştırırız!
Tanrı ilmi kapsamında güzel ve çirkini anlatmıştık. El Hüsna; yani güzel, Hakk yola, illa Allah
anlayışına verilen isimlerden birisidir. Güzel odur
ama insanların tarif ettikleri güzel o değildir. Kim
el Hüsna’yı tasdik ederse ayetiyle kastedilen
odur. Ayet bir de esas cimri’yi tarif ediyor: Kim
cimri davranır, mülkü kendisinin sanar, haddi
aşar, içinde bulunduğu vehmin zulmeti şartlarının gereği olarak içine düştüğü “varım ve muhtarım” zannına arkasını dönmez de ona sıkı bağlanır, bu iddiadan vazgeçmez, bu iddiayı oluşturan
Muhtariyeti Tercih Gücü’nü Sahibine vermez ve
davranışlarını da bu iddiaya göre gerçekleştirirse,
200
YILMAZ DÜNDAR
onun fuadı el Hüsna’yı yalanlayan sonuç bilgilerle ona amelini süslerse, biz de yaşantısı çok zor
olan cehennem hayatını ona kolaylaştırırız!
Fuadın özelliklerini ve fuadla ilgili bazı bilgileri ayetlerle böylece tamamlamış olalım. Fuadla
ilgili cevaplandırmamız gereken bir soru var: Fuadın ulaştığı noktayı nasıl izleyebiliriz? Bunun
için bir örnek vermeye çalışacağım. Bu konu aslında başlı başlına bir konu, bu nedenle Rabbim
izin verir, lutfederse ayrıca ele alınır. Ama şimdi biz ondan biraz haberdar olmuş olalım diye
onun fuadla ilişkisini kurmak suretiyle ona değinerek geçelim.
Fuadın izlenebilir özellikte ulaşılabileceği
nokta; kul için dönüm noktasıdır. Şimdi size bir
kul için fuadında izleyebileceği dönüm noktası
nedir, onu söyleyeceğim. Fuadın analiz ve sentez
yaparken ulaştığı sonucu oraya sabitleyebilirse
onun için bir dönüm noktasıdır! Bu dönüm noktası Kur’an’ın Dili’yle, Kur’an Dili’yle ilgilidir.
Kur’an ayetlerinin bir kısmı kesret şartlarına
uygun dil ile bir kısmı da ulûhiyet şartlarına uygun dil ile anlatılmıştır ki, Kur’an’da bu konuyla
ilgili uyarı da bulunmaktadır, bu konuda ciddi
uyarıların olduğu ayetler vardır. Yeri ve konusu
gelince onlara da bakacağız inşaAllah, ama biz
söylemek istediğimizi biraz ortaya koymak için
bir örnek verelim.
Bir kişi bir tefsir okur, tefsirde bir cümle
okur ve bir yorum yapar; “ha, aslında öyle değil, böyleymiş” der. İş böyle başlar! Bu yoruma
201
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
temel oluştursun diye iki önerme okuyayım.
Birisi; insan günah işlediği için cehenneme gider.
Diğeri; insan cehennemlik dilendiği için günah işler. Her ikisi de çok rastladığımız cümleler. Ama
daha çok duyulan; bir insan günah işlediği için
cehenneme gider cümlesidir. Kişi bir tefsir veya
bir yazı okuyor, orda farklı yazılmış; “bir insan
cehennemlik dilendiği için günah işler” diyor. O
zaman, biz öyle bilmiyorduk, demek ki böyleymiş
diyor. Bu cümleyi şimdi bir de cennetle ilgili kuralım: Bir insan Allah’ın rızasına uygun yaşadığı
için cennete gider. İkinci cümle; bir insan cennetlik dilendiği için Allah’ın rızasına uygun yaşar.
Kur’an’da buna benzer cümleler geçer, çünkü
ayetler bu düzen üzeredir. Bu konu fuad için çok
önemlidir, fuad marifeti böyle bulur. Söyleyeceğim şey marifetin dönüm noktasını oluşturur!
Şimdi o iki önermeyi oluşturan cümleleri sırayla yorumlayalım. Genellikle yapılan şudur: Kişi
bu iki cümleden birini kendisine daha uygun,
daha inanılır bulur. Hele de şimdiki gibi ikisini
birden duymuşsa, birisini kendisine daha uygun, daha inanılır bulur. Diğer cümleye de, “öyle
söyleniyor” diye kabul gösterir. Çünkü diğeri de
bir ayette, bir hadiste veya bir önemli kişinin
cümlelerinde geçiyordur, onu da o yüzden gibi
kabul eder, “şimdi anlamıyorum ama sonra anlayabilirim” der. Yani birini daha inanılır bulur,
diğerini de hürmeten kabul eder! Bazen de “öyle
söylenmiş ama aslında öyle denmemektedir” diyerek bir yorum yapıp işin içinden sıyrılır. “Öyle
söylenmiş ama aslında öyle demek istenmiyor!”
yorumunu getirir.
202
YILMAZ DÜNDAR
Bu konudaki cümlelerin çok farklı anlamlarmış gibi gözüküyor olması, ikisine de kesret
şartları içerisinde bakmaktan ve öyle değerlendirmekten kaynaklanır. Kişi bu iki önermeyi
değerlendirirken, değerlendirme yaparken eline
aldığı yönetmelik “Kesret Şartları Yönetmeliği”
olduğu için bu cümleleri birbirine aykırı ve ters
zanneder. Kesret gözlüğüyle baktığı için öyle
zanneder, faklı zannediş oradan kaynaklanır.
Oysa dikkat edin, her iki cümle de aynı manadadır! Tam aynı manadadır; birisi diğerinin aynısıdır! Ama nasıl?
Birisi olayın “emir anı” cümlesi, diğeri aynı
olayın “fiil anı” cümlesidir. Şimdi bu cümleye
göre okuyayım. Emir anı cümlesi: Bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler. Emir anı
için böyle! Fiil anı cümlesi: Bir insan günah işlediği için cehenneme gider. Fiil anından bakınca
da böyle ama ikisi de aynı olayın cümlesi! İkisi
de tıpatıp aynı. Bu cümlelerden birisine tabi olmak ve diğeri yokmuş gibi davranmak Kur’an’da
yasaklanmıştır, ayetleriyle göreceğiz. Buralardan
doğmuş sapkın fırkalar var, Kaderiye ve Cebriye fırkaları böyle doğmuştur. Bunlar, ayetlerden
birisine yaslanır ve diğer ayet yokmuş gibi davranırlar!
Emir anı cümlesi iman için, fiil anı cümlesi
amel içindir ve ikisi beraberdir; yani “amenû” ve
“amilus salihati”dir. Cümlelere bu pencereden
bakarsak; “bir insan günah işlediği için cehenneme gider” cümlesi amel için, “bir insan cehennemlik dilendiği için günah işler” cümlesi iman
203
İNŞİRAH - 14 OCAK 2012
için! Aynı “amenû” ve “amilus salihati”de olduğu gibi ikisi beraber. Buradan şu sonuç çıkıyor;
iman ayetlere dayanmalı, fiil de ayetle olmalıdır.
Evet iman da ayete dayanmalı, fiil de ayete dayanmalıdır. Beşeri tanımlarla sanki bir boşluğu
dolduruyormuş gibi “iman” veya “amel” üretmek çok sakıncalı ve yanlış olup Batıl Fırka’lara
sebep olur.
Öyleyse gelinmesi gereken nokta, dikkat edilmesi gereken yer; bu iki cümleyi ayrı ayrı kabul
değil, tek cümle içerisinde ve bir seferde anlamak ve iman etmektir. Fuadı sabitleyeceğimiz
nokta öyleyse budur! Bu cümleleri, her iki önermeyi de öyle anlayacağız ki, “orasını anladım,
burasını anlamıyorum” kalmayacak, oraları düzelteceğiz. İki ayrı cümle değil, “tek” cümle. Noktalı virgülle ayrılan, iki cümle gibi görünen tek
cümle! Noktalı virgülden sonrası önceki cümlenin devamı olan bir cümle! Bakın önce emir verildiği için emir cümlesiyle başlayalım. Bir insan
cehennemlik dilendiği için günah işler; ve bu insan günah işlediği için cehenneme gider.
Yaptığımız bu antrenman başlangıç içindi.
Sonra? Sonra bu iki cümle üst üste getirilip çakıştırılmalıdır! Aslında fuadın başarması gereken
budur! İki cümle çakıştırılmalıdır ki, fuad bunu
çakıştırarak okumayı öğrensin! O zaman Kur’anı
OKUyabilir! Benzer şekilde geçen ayetlerde, iki
cümleyi çakıştırarak üst üste okumak! Böyle
olan ayetlerden örnekler vereceğim. Siz o zaman
neyi başarırsınız? Evvel Ahir Zahir Batın’ı birleştirmiş, onları çakıştırıp tek yapmış olursunuz!
204
YILMAZ DÜNDAR
“Tek görüntü” ancak çakıştırdığınız zaman çıkar.
Ne gibi? Çok benzemese de anlamak için faydası
olacak bir şeye benzetelim.
Bir ışık tayfında, prizmada baktığınız zaman
mor ötesi ve kızıl ötesi ışıklar yayılır ve biz onları
gökkuşağında görürüz. Onları ayrı ayrı ışık gibi
görmek var, bir de tek ışık yapıp beyaz ışık gibi
görmek var. Kur’an’ın cümlelerini, işte öyle tek
ışık yapıp, beyaz ışık gibi görmek lazım. Tek ışık!
Vahidiyeti o zaman kavrar kişi ve bir anda sıçrar,
bir anda!
Konuştuğumuza benzeyen ayetler tanrı ilmi
kitapçığında örnek olarak çok geçti. Oradan da
bildiğimiz bir ayeti örnek vereyim; İnsan Sûresi
29 ve İnsan Sûresi 30. Eğer kişi İnsan Sûresi 29’a
daha fazla bağlanır 30’u ihmal ederse yanlış, İnsan Sûresi 30’a daha fazla bağlanır 29’u ihmal
ederse de yanlış olur! Onları iki ayrı ayet gibi görür ikisini de kabul ederse başlangıç için doğru
olur, ikisini birleştirir “tek ayet” gibi anlarsa başarır!
İnsan Sûresi 29: “Muhakkak ki bu bir tezkiyedir öğüttür; dileyen Rabbine bir yol edinir”. Bakın bir amel cümlesi.
İnsan Sûresi 30: “Dileyen yok, ancak Allah diler. Muhakkak ki Allah Aliymen
Hakiyma’dır”. Cümlelerimizi meallere göre
oluşturduk. Bunların daha onarılmış, daha ileri
hallerini konumuzu işlerken kullanmıştık.
İnsan Sûresi 30’u en azından şöyle görmek
lazım; bir kulda var görünen zan, yani kuldaki
205
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
“benim” diyen ve var görünen zan, “diledim” diyerek bir olaya sahip çıkmadan önce onu Allah
dilemiştir! Bu Kul’un işi anlaması için bir anlatım
tarzıdır, ama başlangıç anlatımıdır. Kulun İnsan
Sûresi 30’u, hatta kaderi biraz anlayabilmesi için
bir başlangıç anlatımıdır, daha ileri cümlelere
taşınacak bir başlangıçtır, son değil! Tekrar not
edeyim: Var görünen zan, “benim” diyen zan, bir
olaya “diledim” diyerek sahip çıkmadan önce onu
Allah dilemiştir.
Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için tefekkür
edebilesiniz diye bir cümleyle tamamlayalım.
İnsan Sûresi 29’da diyor ki; “dileyen Rabbine bir
yol tutar”. Rabbine! Bakın, “Rabbine” diyor! Ama
hemen altında, bir sonraki ayette İnsan Sûresi
30’da; “ancak Allah diler”! Dikkat ediniz; 29.
Ayette “Rabbine bir yol tutar, Rabbine yönelir”
dedi, yani “RAB” kelimesi geçti. Ama 30. Ayette
“dileyen Rabbidir” demiyor, “Allah diler, dileyen
Allah’tır” diyor. İnşaAllah tefekkür ederseniz olaya daha yaklaşan sonuçlar elde edersiniz. Bakın, araştırın. Tekrar tekrar araştırıp bakalım ki;
“Rabbine yönelir” ve “dileyen Allah’tır” ayetlerini
çakıştırıp tek bir ışık yaparak fuadın sonuca varması ve ona göre fiil üretmesi, Rabbimizin hepimize lutfettiği bir hal olur inşaAllah.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in bize
öğrettiği çok önemli bir başka dua ile devam
edelim “Yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbiy ala
diynike”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in
bu duayı çok sık yaptığı eşlerinden rivayet ediliyor; “yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy ala diyni206
YILMAZ DÜNDAR
ke; ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi
dinin üzerine sabitle”. Aslında manasına baktığımızda “dilediği tarafa” manası yazılı olarak yok.
Biraz sonra başka manalarını da vereceğiz ama,
ona “kalbleri döndüren” diyebiliriz. “Dilediği tarafa” anlamının manaya girmesinin özel sebebi,
seslenişin Allah’a olmasıdır, ondan kaynaklanıyor. Böyle bir seslenişi, insana yapacak olsanız dilediği tarafa döndüren demezsiniz, diyemezsiniz.
Çünkü o, bir talimat verilmiştir o onu yapar. Yâ
mukallibel kulûb; kalbleri kalbeden demektir.
“Kalp etmek” değil, ama “çevirmek” insanın da
yapabileceği bir şey. Ama burada sesleniş Allah’a
olduğu için ve artık “Yâ Mukallibel Kulûb” özel
bir isim haline geldiği için manasında bu özelliği oraya rahatlıkla koyuyoruz. Duanın idrakını
kavrayabilmek için de “ey kalbleri dilediği tarafa
döndüren” manası önemli. Bu manaları Kasas
Sûresi 68. Ayet ve İnsan Sûresi 30. Ayetten de
öğrenmiştik. Şimdi bu ayetler “dilediği tarafa”
manası için bir delil olarak tekrar hatırlanabilir.
Aslında bir şeyi hep söylüyoruz, vurguluyoruz, yeri geldikçe yine hatırlatacağız: Allah için
kurulan cümlelerle insan için kurulan cümlelerin mutlaka farkının olması lazım, mutlaka! İnsan için ve insana hitap ediyormuş gibi kurulan
cümleler, eğer Allah için de kullanılırsa çok yanlış olur, yanlışlıklar içerir.
Gelelim duamıza. “Neden bu duayı çok yaparsın ya Rasulallah?” diye sorulduğunda Efendimiz buyuruyorlar ki; “kalbi Allah’ın iki parmağı arasında olmayan insan yoktur. Dilediğini
207
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
sebat ettirir, dilediğini de kaydırır”. Şimdi bu
açıklama üzerinden de bize lazım olan kulvarda
gitmeye çalışalım. Basamak basamak ilerleyip
önemli bir kelimeye gelmeye çalışacağım. Bu
basamakları dikkatli izlersek konuyu yakalamış
oluruz inşaAllah.
Ya Mukallibel Kulûb; kalbleri dilediği, istediği tarafa döndüren. Şimdi cümleyi başka bir şekilde kuralım: Mukallibel Kulûb; kalbleri bir halden başka bir hale çeviren. “Kalbetmek” ifadesi
ayetlerde “gece ve gündüz” için de geçer! Bakın
orada da bir halden bir hale çevrilmek; kalbedilmek var. Cümleyi “kalbleri bir halden başka bir
hale çeviren” olarak kurduk, şimdi onu biraz ilerletelim. “Kalbleri” diyor ya, ondan şimdilik şunu
anlayalım: Biz şimdi özellikle insanı ele aldığımız
için insanı düşünüp şöyle bir tarif yapabiliriz:
Kalb; kulda, surette yani Allah’ın dileğinin suretinde idrakı oluşturan esma kompozisyonudur!
Surette idrakı oluşturan esma kompozisyonu! Surette idrakı oluşturan esma kompozisyonuna bu
basamakta kalb diyelim. Bunu ilerleteceğiz, ama
bulunduğumuz basamakta böyle diyelim. Bu
basamaktaki bu tarif yüzündendir ki, meallerde
kalb yerine “idrak”ın da kullanıldığını görürsünüz. İdrak bir sonuçtur ve kalbin karşılığı değildir. Kur’an’da geçen “kalb” ifadesini Türkçeleştireceğim derken yerine kullanılan “idrak” aslında
bir sonuçtur. “İdrak” demek yanlış değildir, ama
idrak “kalb” değildir, kalbin tamamı değildir!
Kalb; idrakı oluşturandır, idrakın oluşmasına
sebep olan esma kompozisyonunun tamamının
208
YILMAZ DÜNDAR
ismidir. Kalbden süzülen sonuçlar vardır, bunlardan birisi idraktir. Ordan süzülen sonuçlardan
bir diğeri, gönüldür, bir diğeri nefsdir. Ama bunlar kalbin kendisi değildir. Bunlar, kalbin dünya
şartlarında vehimsel irtibatını sağladıktan sonra
görülen sonuçlardır, o sonuçlara verdiğimiz isimlerdir. Meallerde kalble ilgili bir mana verilirken,
gönül sonucuna uygunsa kalb yerine gönül deyip meallendirmişlerdir, idrak sonucuna uygunsa idrak demişlerdir. Ama en güzeli orijinal kalbi
değiştirmemektir. Çünkü kalbin ayrı bir manası
vardır. Oralarda parantez açıp, idrak veya gönül
sonucuna göre yorumlar yapılabilir. İdrak, nefs
ve gönlün birer sonuç olduğunu; “kalbin dünya
şartlarında vehimsel irtibatını sağladıktan sonra
görülen sonuçlar” olduğunu söylemiştik, işte bu
sonuçlardan birisi de şuurdur. Bu da bir sonuçtur ve bunu da “kalb”in yerine yazarsanız mana
eksik olur. Bakın Kur’an şuuru da kullanır, Zümer
Sûresi 25. ve 55. ayetlere bakarsanız “şuur”u görürsünüz, demek ki Kur’an şuur’u biliyor ve kullanıyor! O bir sonuç; kalb çalışırken o anki işlevine göre bir sonuç. Dolayısıyla biz kurduğumuz
bu cümlede “ya mukallibel kulub; kalbleri bir
halden başka bir hale çeviren” dedik ya, bu cümlede kalb için şimdilik şöyle düşünelim. Kalb; surette idrakı oluşturan esma kompozisyonudur!
Mukallibel Kulûb; bu esma kompozisyonunu
dilediği bir halden dilediği bir başka hale çevirendir!
Şimdi “çeviren”i ele alalım ve “bir halden başka bir hale çevirme”nin yerine bir başka kelime
209
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
koyalım. Sonucu farklı olduğu için buradaki “çevirme” ifadesi normal bildiğimiz bir şeyi çevirmek gibi değildir, halden hale sokmaktır. Hatta
buradaki “halden hale sokmak” da farklıdır; buradaki özel halin ismi kalb etmektir. Kalb etmek;
kalbını çıkarmak, kalıp oluşturmak, bir kalıptan
başka bir kalıba çevirmek. Çünkü o surette sonuç o kalıba göre olacaktır. Sonuç suretin kalıbına göre çıkar. Kalıbını değiştirdiğiniz zaman yeni
bir kalıp meydana gelir ve suret o yeni kalıbın
sonucunu yaşar. Öyleyse şimdi geldiğimiz noktada cümleyi şöyle kuralım: Ya Mukallibel Kulûb;
ey kalbeden; idrakı oluşturan esma kompozisyonunu bir halden başka bir hale kalbeden! Kalbeden! Neyi? Kalbi! Onu dilediği kalıba sokan!
İdrakı oluşturan esma kompozisyonu meydana gelirken kalb edilerek, kalbı dökülerek
meydana geldiği için sonuç ürüne kalb denildiği
için, biz en son noktadan isimlendiriyoruz. Ona
“kalb” denmesi son nokta, ilk nokta değil. Bu
kalıba “kalb” denmesi onun meydana geliş prosedürü kalb edilerek olduğu içindir. Kalp, kalb
edilerek meydana gelmiş yapı manasına kullanılıyor. Kalb, yani bu kalıp Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıptır.
Sendeki, Kendini Hissetme Duygusu’nun kayıtlı halidir! İşte sendeki Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun bu kaydını oluşturan kalıp kalbtir.
İnsanda, bahsettiğimiz bu kalıbın, kalbın dünya şartlarında vehimsel irtibatını “vücut kalbi”
sağlar. Bu durumda karşımıza iki tane kalb çıkıyor. Birisi, idrakı oluşturan esma kompozisyonu
210
YILMAZ DÜNDAR
dediğimiz kalıp. Hatta daha ileri götürüp ona
“Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını
oluşturan kalıp” dedik. O kalıp yüzünden kayıt
oluşuyor ve o kalıbın farklılığı yüzünden çeşitli
kayıtlar oluşuyor. Çünkü kalıplar farklı! İşte bu
kalıbın dünya şartları içerisinde vehimsel irtibatını insan vücudunda sağlayan organ vücut kalbidir. Bu irtibat yüzünden vücut kalbine, yüreğe
kalb denir. Ona “kalb/kalp” denmesinin sebebi
kalıpla irtibatı sağlamasıdır, kalıpla irtibatı sağlayan olduğu için kalb denmiştir.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “her şeyin bir kalbi vardır”. Bu hadisten hareketle aşağıdaki sonucu şimdi kolaylıkla çıkarırız: İnsanda bu kalıpla vehimsel irtibatı
sağlayan vücut kalbidir ve bu ancak insanda
böyledir. Diğer “şey”lerde böyle değildir! Onlarda bu irtibatı sağlayan başka şeylerdir. “Vücut
kalbi”nin kalıpla/kalpla ilişkiyi sağlaması yalnızca insan için geçerlidir. Bu yüzden başka bir varlığa bakıp, “onda kalp yok. Bu yüzden de ayette
geçen kalb onda yok” derseniz yanılırsınız. Her
suretin kaydını oluşturan bir kalbı var. İnsanda
bu irtibatı yürek sağlar, diğer cisimlerde ve insan
dışı yaratıklarda ise farklı şeyler sağlar.
Geldiğimiz noktada İnşirah adlı tefekkür şemamızın konuyla ilgili paragrafını paylaşalım Paragrafın sadece bizi ilgilendiren kısmı bu. Diğer
kısımlar daha önce Sen Tanrı mısın kitapçığında
geniş açıklandı, dilerseniz oradan bakabilirsiniz.
“VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i
Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed va211
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
sıflı “Kendini Hissetmesi”nden dileğini suretlendirdikten sonra o suretin kendisini bilmesi için ona
nazar ederek “Kün” demiştir. “Feyekün” sonucu;
Allah’ın o Kul’daki dileğinin şartları surete KALB
olmuştur. Kul’daki nazar noktası “nazargah” olarak kalmış ve KALB ismiyle anılmıştır.”
İlmullah’ta Allah’ın dileği şekillendikten sonra, bir şekil bulduktan sonra onun kendini bilmesi ayrı bir olaydır. Bunun basamaklarını daha
önce ayetlerle görmüştük. İşte o ilmi suretin
kendini bilmesi için ona “Kendini Bil” emri gerekir. Lütfen dikkat edin; “Kendini Bil” emri için
o surete Allah’ın dileğinin yönelmesi, daha anlaşılır söyleyelim oraya nazar etmesi, o nazarla
“Kün/Ol” demesi ve o emrin olması! İşte o oluş
kalb oluştur! Çünkü bir şeyi murad etti mi “Ol”
der “hemen olur”. “Kün feyekün”. “Kün” demesi
ve orada onun hemen olması, işte o oluş KALB
oluş! “Kün” emri, dileğin emri bir nazar! Ve bu
nazarın dokunduğu yerde KALB oluş! Dileğin
kalıbının çıkışı! Kendini Bil denildiğinde ne dilenmişse, o dileğin, yani o kompozisyonun kalıbının çıkması, orada kendini nasıl bilecekse onun
oluşması, yani kalb olması, o da “feyekün” sonucu! Öyleyse surette bir nazar noktası var ve o
çok önemli. Çünkü bütün işi başlatan bu nazar;
suretteki bu nazar noktası! Emrin dokunduğu
nokta! Orası çok özel!
İşte orada o an oluşan nur, o nazarla orada oluşan nur orada bir şey açar. Anlamak için
bazen insani örnekler gerekiyor. Bu yüzden hiç
ilişkisi olmasa da örneği verelim. Ancak tanım
212
YILMAZ DÜNDAR
anlaşıldıktan sonra onu silelim, çünkü hiç ilişkisi
yok. Bir bakışın bizde oluşturduğu etkiyi anlatmak için; “öyle bir baktı ki, içimi yaktı” deriz ya,
işte bir “bakış” orada bir şey açar! Bakış! Manayı
biraz yakalayalım diye versek de örnek buraya
hiç uymaz, bu yüzden şimdi örneği yok edelim.
Allah’ın “Kendini Bil” derkenki nazarı orada bir
nur oluşturur. O nazar, o emir o kalıpta bir nur
oluşturur. İşte o nur Kalb Nuru’dur ve o nur orada durur. Ona kalb nuru deriz ve o çok önemlidir. Çünkü oraya o nazar değdi! Nazar, yani emir
değdi oraya! O emrin oraya ulaşması orada bir
nur oluşturdu, yani o kalb oluşurken o noktada
nur oluşturdu. İşte o nazar noktası sayesindedir
ki, kalb nazargah olur, artık orası bir nazargahtır, nazar yeridir. Böylece oluşan o nur; kalbin
nuru, sonradan yaratılanların tersine farklı, ilahi,
orijinal bir statüye sahiptir ve sonradan yaratılmışta o orijinalliğiyle durur.
Kalb oluşa bir de farklı olarak bakalım. Vehim sisteminin çalışması günümüzde nasıl,
neyle açıklanmaktadır? Hologram Sistem ile.
Onu, yani “dünya şartlarındaki vehimsel sistemi” günümüzde şimdilik açıklayan Hologram
Mekanizması’dır. Bu vehim sisteminin mekanizması, onun çalışması vehim nuru alanında olur.
Herşey bir nurla ilgilidir çünkü! Bu yüzden burdaki bu mekanizmanın nurunu da vehim nuru
oluşturur. Vehim nuru; Allah’ın dileğinin kalb
oluşlarının aynasıdır. Vehim nuru Allah’ın dilekleri için bir aynadır. Burada yine bir insani benzetme yapalım. Normal günlük yaşantıda bir
213
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
aynaya baktığınızda aynaya yansırsınız ya, işte
aynaya kalb olursunuz! Kalıbınız çıkar, sizin kalıbınız aynaya çıkar, yani aynaya kalb olursunuz.
Olayı biraz anlamak için bunu benzetmiş olalım.
“Böyledir” sanarsak konuyu anlayamayız. Vehim
nuru alanında, aynasında Allah’ın dileklerinin
kalb olması, Allah’ın dileğinin vehim nuru aynasında yansımasıdır. Öyle olunca; herşey, her
yaratılan vehim nuru aynasında bir yansımadır.
Hal böyle olunca; denir ki; bir düşün yansımasın;
sen bir yansımasın.
Bu yansımanın yani bu kalıbın nazar noktasını oluşturan kalb nurundan insana nazar devam eder! Ama öyle enteresan bir hal vardır ki,
bu nazar yukarıdan aşağıya devam ettiği gibi
aşağıdan yukarıya da olur! Fakat aşağıdan yukarıya olunca da, yukarıdan aşağıya olunca da
Kendisidir. Dolayısıyla yukarıdan aşağıya-aşağıdan yukarıya kendisinde, kendisiyle, kendisi olarak bu nazar akışı devam eder! Nerede? Bu kalb
nuru noktasında! Bu nerede? Kalıpta, kalpta! Bu
yüzden nazar, Allah’ın Kendisini Hissetmesi’nin
emir ve seyir halini anlatır.
Vehim nuru aynasına yansıyan, kalb olan
Kul’un bir adı da âcizdir, bir özelliği nedeniyle
ona âciz de denir. Bunu anlatabilmek için yine,
konuyu anladıktan sonra hiçbir işimize yaramayacak olan bir insani tanım yapalım. Aynaya
baktınız, orada yansımanız var, o yansıma size
göre âciz değil midir? Vehim nuru aynasına yansıyan, kalb olan Kul’un işte bu özelliği yüzünden
buradaki adı âcizdir; âciz kul veya kul âcizdir!
214
YILMAZ DÜNDAR
Dualarda, sığınışlarda, yakarışlarda; “biz aciz
kulların” diye sesleniriz, hatta bazen bunu itiraf
ihtiyacı duyar ve bu hususta “acziyetimi itiraf
ederim” deriz. Ama çok dikkat etmek lazım ki,
özellikle “nazar noktası”yla ilgili hususlar, anlayıp kavrandığı zaman insanı çok yükseğe çıkaracağı gibi yanlış kullanıldığı zaman da çok aşağıya indirir! Eğer; “ey Allahım, en güçlü sensin,
ben senin gücünde değilim. Allahım biz senin
gibi güçlü değil aciziz” gibi düşünülür de acziyet
böyle anlatılırsa ve Allah’a yakarış böyle yapılır,
konuya böyle yaklaşılırsa bu çok yanlış olur. Bunun bizim anlattığımızla hiç ilgisi yoktur; vehim
nuru aynasına yansımış olan kalbın âciziyeti ile
bu tarifin hiç ilişkisi yoktur. Çünkü bu yaklaşımda güç karşılaştırması ve kıyası vardır; Allah
güçlü, insan onun gibi güçlü değil, zayıf! Bakın
iki tane güç var ve bunların karşılaştırılması yapılıyor. Eğer kişi güç karşılaştırması yaparak da;
“Allahım, ben acizim yardım et” derse Allah ona
yardım eder. O ayrı! Allah gerçek merhamet sahibidir; Erhamer Rahımiyn’dir, ona yardım eder.
Ama bu yakarış yanlıştır. Bu yüzden yardım alır
ama bu sesleniş onu yükseltmez, onun idrakını
yükseltmez! Yani balığı yer, ama balık tutmayı
öğrenemez. Neden? Çünkü kendisini de Allah’ı
da ayrı, ötede bir yapı ve varlık kabul edip ikisinin gücünü kıyasladı, bu kıyasta kendinin aciz
olduğunu gördü. Bu, işin aslına uymayan yanlış
bir yaklaşım tarzıdır. Dolayısıyla, bu yaklaşım
tarzı öyle önemlidir ki, o kişi için şirkin göbeğini oluşturur, bu hal sonraki idrak için şirkin
göbeğidir, motorudur. Çünkü varlıkların Allah’la
215
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
kıyası yapılmıştır. Yapılmamalıdır! Allah’la konuşulurken, Allah’la ilgili bir fikir ileri sürülürken
bir tanım yapılırken varlıkların kıyası yapılamaz!
Kişi Allah’ı insan gibi düşünürse, insana seslenir
gibi Allah’a seslenirse kıyas yapar, yanlışa düşer.
Çünkü insani bakış açısıyla Allah’a yaklaşmıştır.
Bu da birçok yanılgının çıkış noktasını oluşturur.
Konumuz burada o olduğu için söyleyelim; Allah ve Kul arasındaki kıyas daima “var ve yok”
üzerinden yapılmalıdır, buna çok dikkat etmek
lazım. Kıyas, VAR ve YOK üzerinden yapılmalıdır!
Vehim nuru aynasına yansıyan kalba, kalıba
bir özelliği nedeniyle aciz denmesi bu özelliğin
“güç”le ilgili olmasındandır, “güç”le ilgili olduğu içindir. O kalıba “güç” açısından bakılmıştır,
“güç” bakımından ona aciz denmiştir. Bu kıyası insanlar arasında yaparsanız “az güçlü çok
güçlü” diye bakar, az güçlü olana aciz dersiniz.
İnsanlar arasında doğrudur bu bakış açısı, ama
Kul’la Allah arasında yanlıştır. Kul’la Allah arasında VAR ve YOK kıyası yapılır, daima! İki
varın kıyası yapılmaz. Güç için de bu böyledir.
Dolayısıyla “aciz” denildiğinde az güç, çok güç
kıyası olmaz! Var ve yok; Allah’ta güç var, Kul’da
yok! “Yok” olduğu için acizdir o, az güçlü olduğu için değil “yok” olduğu için âcizdir! Güçsüz,
gücü yok, güç mevhumu yok; bu yüzden âciz!
Dolayısıyla buradaki aciz kelimesi güç açısından
yetersiz, gücü az gibi değil “yok” manasınadır,
böyle kullanılmalıdır! Çünkü dualarda ve yaklaşımda bu çok önemlidir.
216
YILMAZ DÜNDAR
Şimdi yansımanın acizliğini bildiğimiz bir
şeyle anlatalım. Biz yansımanın acizliğini vehim
nuru noktasından başlayarak gerçek manada
nasıl vurgularız, nasıl dile getiririz? “Ve la havle
ve la kuvvete illa Billâh” ile, “ve la havle ve la
kuvvete illa Billâh” diyerek! Bu seslenişin başladığı nokta, vehim nuru aynasında kalbın kalb olduğu andır, o andan itibarendir. Kalb olduğu an
o âcizdir: Ve la havle ve la kuvvete illa Billâh! Ve
la havle ve la kuvvete illa Billâhil Aliyyil Aziym!
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Hazreti
Ali efendimize buyurdular ki; “yatmadan önce
10 kez “la havle ve la kuvvete illa Billâhil aliyyil aziym” demen cennette yerini hazırlamana vesiledir”. Bu sesleniş bu kadar önemlidir
işte! Ama bu idrakla! “Bu idrakla” uyarısını bu
yüzden defalarca söyledik, çünkü bu idrakla
söylediğiniz zaman böyledir. Neden?
Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayetle
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular; “dikkat et, sana cennetin altındaki
hazineyi bildiriyorum; la havle ve la kuvvete
illa Billâh”. Çünkü bu, kalb için işin başından
gelen bir özellik; o âciz! Kalb âciz! Ve daima, bu
acziyetin şuuru, bilinci, itirafı gerekiyor! Yansımanın acizliği böyle kavrandığı zaman, bu idrak,
bu kavrayış kişide çok önemli iki motoru birden
devreye sokar. Birden! “Kişi bu motoru nasıl hisseder?” hem bunu, hem de bu idrakı ve o motorlar çalışınca olacakları konuşacağız, lütfen
dikkat edelim. Dikkat eder ve her halinizi o süzgeçten geçirirseniz yeni bir hayat başlar. Yeni ne217
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
siller bilmez, gençliğimizde Ankara’da su sıkıntısı çok olurdu, çeşitli yerlerden su bulurduk. O
suları kullanmak için hepsini tek tek süzgeçten
geçirmek ve kaynatmak zorundaydık. İşte onun
gibi, temiz bir hayat için hayatının her anını süzgeçten geçirmek zorundasın.
Yansımanın acizliğinin idrakı oluştuğunda
devreye giren bu iki motor Hamd ve Şükür motorlarıdır; onlar devreye bu idrakla girer. Sen
farkında ol olma, bu idraktaysan onlar çalışırlar,
sen bu idraktaysan kendiliğinden çalışırlar, sen
bu idraka gelince onlar çalışır. Hamd ve Şükür
çalışınca sende şükür ve hamd hali ortaya çıkar.
“Hal” olarak ortaya çıkar ki, o hal dilde zikrullahdan ileridir, zikrullahın bir üst mertebesidir.
Zikrullah üç aşamalıdır; dilde, halde ve fiilde
zikrullah. Zikrullahın fiile geçmesi için hal şart!
“Hal”den sonra o artık fiile dökülür. Hal ve fiili
de birbiriyle sürekli test etmek gerekir. Neden
sürekli test? İstikrar için!
Yansımanın acziyetini idrakla birlikte kişi fark
etse de etmese de aslında Esma Âlemi’ne giriş
yapar. Zihninize altını çizerek kaydedin lütfen,
kişi bu idrakla insani kesretten esma kesretine
geçer. İnsani kesretten Esma Kesreti’ne geçer ki
bu, Hamîd ve Şekûr esmalarının kişide hale dönüşmesiyle, hal olmasıyla olur. Bahsettiğimiz
yansımanın acziyeti idrakı kişide sabitleşince, o
kulda Hamîd ve Şekûr esmaları hal olur. Hamîd
ve Şekûr esmaları onun hali olunca kul esma
kesretine geçer, eğer bu hali bozulursa da esma
kesretinden çıkar! O yüzden bu halde istikrar
218
YILMAZ DÜNDAR
çok önemlidir! Esma kesretine geçti, peki sonra?
Esma kesretinden kurtuluşun da, Tevhid
yaşantısına geçişin de temelini hep Hamîd ve
Şekûr esmalarının hali oluşturur. Bu hal sabittir
ve o bina bu hal üstündedir, işin temeli bu haldir; Hamîd ve Şekûr esmalarının hali!
Ancak “Hamîd ve Şekûr” esmaları ile ilgili
önemli olan husus şudur: “Hamîd ve Şekûr” esmaları ayrı ayrı düşünülmemeli, ayrı ayrı tefekkür edilmemelidir. Şekur esması, ancak Hamid
esması idrakıyla yaşanabilir. İkisi ayrı ayrı çalışmaz, ikisinin ayrı çalışması kula fayda sağlamaz,
hatta bu iki esmadan biri ağır basarsa kul sapabilir, kulun idrakı sapabilir. Saptığı halde kendisini doğruyla meşgul, doğruyu yapıyor zanneder.
Evet, “Şekûr ve Hamîd” esmaları birlikte düşünülmeli, birlikte ele alınmalıdır. Nasıl bakılmalı
ki bu esmalar birlikte olabilsin? Şöyle:
Hamid esması idraktır, Şekur esması ameldir. Dolayısıyla, “âminû ve amilüs sâlihâti” gereği
Hamid esması idrakıyla Şekur esması ameli yapılırsa bunlar birlikte olur. Şimdi bu durumu daha
iyi anlamak için iki ayet okuyalım. Zahiren çok
kolay olan bu ayetleri lütfen derinlemesine inceleyin, tefsirlere meallere bakın, düşünün, kendinize [kendiniz olan kütüphanenize!] bakın ve
onu genişletin, söylediklerimizi ilerletme adına
bunları yapınız. Kur’an’ın faydalarından biri de
budur; bir şeyi anlamak için ayetlerden yararlanırsanız, ayet tefekkür ederek o işi anlamaya çalışırsanız hem o şeyi anlarsınız, hem birçok şeyi
anlarsınız inşaAllah.
219
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
Şimdi tefekkürünüz için iki ayet paylaşmak
istiyorum Lütfen bu ayetleri inceleyip hazinenize kazandırınız, inşaAllah.
Ankebut Sûresi 63. Ayet şöyle buyuruyor:
“Yemin olsun ki, eğer onlara semadan suyu
tenzil edip de “ölümünden sonra arzı kim diriltti?” diye sorsan “elbette Allah” diyecekler.
De ki; elhamdülillah. Hayır, onların ekseriyeti
akletmezler”.
Lukman Sûresi 25. Ayet: “Yemin olsun ki,
eğer onlara “semavatı ve arzı kim yarattı?”
diye sorsan, “elbette Allah” diyecekler. De ki;
elhamdülillah. Hayır, onların ekseriyeti bilmezler”. Bu ayetleri değerlendirelim inşaAllah!
Yeni bir soruyla seyahatimize devam edelim:
Sendeki tek gerçek ne? Bu soruya cevap olarak,
“yansımasın, hayalsin” gibi birçok şey yazılır söylenir, siz de onları okur dinler; “ha, bendeki hiç
bir şey gerçek değilmiş” dersiniz. Ama gerçek
olan bir şey var sizde. Sendeki tek gerçek kendini hissetmen! Tek gerçek bu; kendini hissetmen! Ancak bununla ilgili önemli bir hususu
şimdi paylaşalım, birlikte o basamaklara bakalım. Hissetme’yi fark edip düşünmenle birlikte
“Kendini Hissetme Duygusu” devreye girer;
o, bir duygu olur. “Kendini hissetmen”, kendini
hissedip düşünmenle birlikte “Kendini Hissetme Duygusu”na dönüşür, bir duygu hissedersin,
fark ettiğin için artık o bir duygu olur. İşte bu
duygudur ki kulda sapmaya müsait alanı oluşturur. Bütün bunlar çok hızlı olur. O kadar hızlı
olur ki, onları ayırd etmen mümkün olmaz. İşte
220
YILMAZ DÜNDAR
bunları ayırt etmenin ilmini almaya çalışıyoruz.
Normalde insanlar bunun üstüne düşünmezler,
bunu önemsemezler, onlar için önemli değildir
bu!
“Kendini hissetmen”, “Kendini Hissetme
Duygusu”na dönüştü. Peki, hemen sonra ne
olur? Hemen sonra “kendini ne hissettiğin” devreye girer, bu basamak oluşur. Bakın üç aşama:
1) Kendini Hissetme: Esas gerçek bu ve bu gerçekten uzaklaşıyorsun; 2) Onu fark ettin, fark
ettiğin anda o Kendini Hissetme Duygusu haline
geldi 3) Ve hemen, hemen akabinde Kendini Ne
Hissettiğin devreye girdi.
Şimdi lütfen dikkat edin; var olan nedir, yok
olan nedir? Var olan kendini hissetmen, yok olan
kendini ne hissettiğindir! “Esas gerçek” olan, “Evvel Ahir Zahir Batın” olan, “Ehad Samed” olan
kendini hissetmendir ki bu var! Hatta ona “var”
demek bile yanlış olur, ancak kul açısından “var”
diyebiliriz ona. Zira Sahibi açısından, ona “var”
demek sınır oluşturur, kul bir şeye “var” derse
onun sınırını çizer. “Kendini hissetme”ne kul bakışıyla “var” diyebiliriz, ama Sahibi açısından o
kelime bile orada doğru olmaz. Peki, “yok” olan
nedir? Yok olan; kendini ne hissettiğin!
Burada şuna dikkat edelim: Senin kendini
ne hissettiğin yerde, o haldeyken sen kendini
Yaradan bile hissetsen bu bir sapma noktasıdır
ve yanlıştır! Böyle bir şey olamaz. Böyle idraklar
çoktur, ama onların bu işten haberi yoktur! Allah Allah’tır, Kul Kul’dur. Kul Allah olamaz! Dedik ki, “kendini hissetmen” ve bir de “kendini ne
221
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
hissettiğin” var, işte sen “kendini ne hissettiğin”
o yere Yaradan’la ilgili bir şey bile koysan, yani
o boşluğu doldurmak için oraya ulvi kelimeler,
cümleler de yazsan o bir sapmadır. Çünkü onların hepsi zandır! Kendini ne hissettiğinle ilgili herşey zandır! Bu kutsal bir zan olabilir, ama
sonuçta zandır! Peki, gerçek nedir? Gerçek, tek
gerçek; kendini hissetmen!
Ancak; kendini ne hissettiğin o kadar baskın
ve kuvvetlidir ki, bu yüzden kendini hissetmeni
de o sanarsın. Bu cümleyi yakalayalım! “Kendini
ne hissettiğin” dünyanın vehimsel şartları gereği
o kadar kuvvetli ve baskındır ki kendini ne hissettiğin duygusu içinde kendini hissetmeni de o
sanarsın, kendini ne hissettiğinin içinde sanarsın.
“Kendini ne hissettiğini” tarif edersin ama onu
“kendini hissetmen” sanarak tarif edersin! Yani,
“kendini hissediyor musun?” sorusuna “evet,
kendimi hissediyorum, biliyorum” diye verdiğin
cevap, dikkat edersen “kendini ne hissettiğin”dir.
Tamam, ordan başlayacaksın, ama bil ki; senin
“kendini ne hissettiğin” sendeki “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”dur. Sen onun kaydına
“Allah” dersen yanlış olur! Çünkü o bir kayıt ve
sen o kayda Allah diyorsun, demek ki kendini
öyle zannediyorsun! Birinin kendisini Napolyon
zannetmesi gibi! Senin ona Napolyon demenle
o Napolyon olmuyor. Senin Kendini ne hissettiğin bir kayıttır, sen bu kaydın altını istediğin gibi
doldur, o iş zihinsel tuzaklarla doludur! Bakın
kendisini Napolyon sanana biz gülüyoruz ama o
gülmüyor, o kendisini Napolyon sanıyor. Dikkat
222
YILMAZ DÜNDAR
edin, kendini Allah veya başka bir şey sanan da
kendisine gülmüyor; o öyle sanıyor! Çünkü boşluğu öyle doldurdu! Ama o bir kayıttır, kendini
ne hissettiğinin kaydıdır, bir zandır. Kendini ne
hissettiğin kayıttır!
Demek ki, kendini ne hissettiğin bu hal çok
kuvvetli! Neden? Dünyadaki vehimsel şart bunu
gerektiriyor, aksi halde vehim sistemi, hologram
yürümez. Bu mekanizmanın yürümesi bu hissin
baskın ve kuvvetli olmasıyla çok ilişkili. Ay’a giden bir füze gibi! O dünya atmosferinden çıkabilecek bir hıza ulaşmalı ve yerçekimini yenmeli.
Yerçekimini yenemezse atmosferde kalır. Aynı
onun gibi, sen de vehimsel şartları yenemezsen
vehimsel şartların içinde kalırsın, o şartlarda
düşünürsün. Öyle bir halin olacak ki yerçekimini aşan füze gibi, vehimsel şartları geçeceksin,
aşacaksın onu! Hem o şartların içinde olup hem
de onu geçemezsin, çünkü o şartların içerisinde
onun hükmü sürer. O şartlardan kurtulmanın
yolu nedir?
O şartları aşmanın yolu Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’ndan kaydı kaldırmaktır!
Ancak böyle! Sen Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’ndan kaydını kaldırdığın kadar “kendini hissetmen”i fark edersin. Kayıt tam kalktığında o artık “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”
değil, “Kendini Hissetmen”dir.
Şems Sûresi 9. Ayeti hatırlayalım. “Onu, nefsi
tezkiye eden gerçekten kurtulmuştur”. Nefsi
arındıran, yani onu kirinden kaydından arındıran gerçekten kurtulmuştur. Ayet böyle diyor.
223
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
Bunu bir de geldiğimiz idrakın cümleleriyle söyleyelim; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
kaydını, kayıtlarını temizleyen gerçekten kurtulmuştur.
Şems Sûresi 10. Ayet: “Onu, nefsi gömüp gizleyen ise gerçekten kaybetmiştir”. Özellikle
“A” Takdim Formu “BEN”le, o kayıtla nefsi örten
gizleyen gerçekten kaybetmiştir.
Şimdi bu idrakla ayetleri birleştirdiğinizde
ulaştığınız, yakaladığınız nokta ne kadar güzel,
değil mi?
Bu “A” ve “B” yapılarını anlamak üzere size ilginç bir örnek vereyim şimdi de. Bu örneği önce
akıllarda kalması için vereceğim. İkinci olarak da,
“bir şeyi ne kadar basitleştirerek gösterebilirsek
onunla o kadar büyük şeyler anlatabiliriz”, bunu
gösterebilmek için veriyorum. Bir şeyi ne kadar
basit gösterebiliyorsan, o basitlik içerisinde o kadar büyük şey anlatabilirsin. Gösterim karmaşıksa kişinin beyni o karmaşıklık içerisinde anlatılanın ancak çok azını anlar, çünkü beynin oradan
çıkması zor olur. Bu yüzden örneğimiz bir çorap
olacak! Bu zihinlerde kalması için, beynimiz için
bir vesile, beyninize seyahat ettirecek bir vesile,
ama bunlara hep misal gözüyle bakacağız.
Bir çorap düşünün, bu çorabın düzgün hali
ahseni takviym misalidir. Ahseni takviym dünyaya gelmekle ters çevrildi; çorabı ters çevirdik,
dışını içeri aldık, içini dışarı çıkardık; o zaman o
esfele safiliyn oldu! Hala aynı çorap, aynı dokuma! Herşey aynı, ama çirkin yüzünü çevirin224
YILMAZ DÜNDAR
ce esfele safiliyn oldu! Ahseni takviym denilen
düz hali onun dünyaya gelen hali değil, dünyaya
gelen hal o değil. O düz hal, Tiyn Sûresi’ndeki
“yemin olsun ki insan en güzel surette yaratılmıştır”; denilen ahseni takviym haldir! “Sonra esfele safiliyn’e itilmiştir, reddedilmiştir”.
İşte aynı şey, çorabı ters çevirmekle aynısı oldu,
o dünyaya geldi; esfele safiliyn oluştu! Dünyaya
böyle geliyor, dünyanın şartı bu, diğer türlü gelemez. Olmaz, onun yeri ayrı, dünya için şart bu,
dünyanın şartı bu!
Peki, sonra ne oluyor, sen ne yapıyorsun? Sen
kendini bulduğun bu hale “BEN” diyorsun, bu
pozisyona “BEN” diyorsun. Kendini bunun içinde bulduğun için kendini böyle hissediyorsun;
kaydın bu ve sen buna “BEN” diyorsun. Bu hale,
çorabın ters çevrilmiş haline sahip çıkıyorsun.
Eğer bir kişi bizim açıkladığımız nefs-i levvameye girmeyip, inatla bu ters pozisyonda yaşamayı
sürdürürse ve amel diye bu işlerle meşgul olursa, çorabın tersi olan bu hali âlim yapar, dindar
yapar, bunu Hac’ca Umre’ye götürür. Ona çeşitli
isimler verir; onu şeyh yapar, mehdi yapar, peygamber yapar… Bir şey değişmez, hala çorap ters
çünkü! Kaydın üstündeki etiket değişir, çorabın
tersi değişmez. Çorap terstir!
Çorabın tersiyle anlatmaya çalıştığımız bu
hal Kur’an’da “asi” olarak anlatılmıştır. Bu asidir,
düze isyan etmiş, ters davranmış, haddi aşmış
yapıdır. Peki, buna mukabil, çorabın düzelmiş
hali nedir? O Haniftir! Hanif budur, diğeri hanif
olamaz. Hanif etiketi yapıştırabilirsiniz ama o
225
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
hanif olamaz! Oysa Hanif’e etiket gerekmez! Düz
çevirdiğiniz bu dünyada etiket yok zaten, “hal”
var, o yüzden etiket gerekmez!
Bu asi halin birkaç özelliğini söyleyeyim. “Esfele safiliyn, asi, haddi aşmış” dediğimiz bu yapının ismi Kur’an’da çirkin olarak geçer, çirkin
budur, buna çirkin denir. O size şeklen çok güzel
gelebilir, onun şekline fiziksel yapısına hayran
olabilirsiniz, onlar “sizin” vehimsel davranışlarınız! Ama Kur’ana göre bu hal çirkindir. Kur’ana
göre, görüntüsü çirkin olan bu halin yaşantısı ise
necistir, pistir, Kur’an buna necis demiş! Bunun
pozisyonunun adı da soldur. Kur’an’da geçen
sol ve sağın, normal hayatımızdaki sol ve sağla,
dünyanın kullandığı sol ve sağla, siyasi bakışlarla
hiç ilişkisi yoktur! Ters çevrilmiş bu halin, esfele safiliynin pozisyonunun adıdır sol! Sol onun
yönü, yönünün adıdır! Ve bunun kalıbında buna
yapışmış olan çok önemli bir özelliği vardır; ğıll.
Bu esfele safiliyn yapıda ğıll vardır, bu yüzden
Kur’an ona şerrul beriyyeh der; bu yaratılmışların en şerlisidir, Kur’an’a göre! Ama sen? Sen çorabın tersine, ters yüzüne “BEN” diyorsun hep!
Yatırımı hep ona yapıyorsun, onu süslüyor onu
gezdiriyor, onu önemsiyorsun… Oysa Kur’an
ona pis diyor! Eğer bir de böyle ölürse, onun
ismi o zaman ashabı nar’dır, Kur’an ona ashabı
nar ve ashabı şimal diye isim verir. Ve bu haliyle
aslında Yasin Sûresi 77. Ayetin yaşayanıdır o!
Yasin Sûresi 77: “İnsan görmedi mi ki biz
onu bir nutfeden yarattık. Böyle iken bir de
bakarsın o apaçık bir hasımdır”. Dindarsa
226
YILMAZ DÜNDAR
bile! İslam’ı fark etmişse de böyledir, fark etmemişse de; Allah’a hasımdır! Fark etmemişse o işi
daha fazla, daha farklı yapar! “Demişse demiş,
ne olacak, biz böyle yapıyoruz” der, Allah’a hasımdır! Kişi bu ters çevrilmiş yapıyı değiştirmeden Allah’a hasımlıktan kurtulamaz, hali budur
onun!
Bir de zıddı olan yapıdan bahsedelim. Eğer
kişi yaşarken çorabı düzeltmişse, çorabın düzü
haline gelmişse, gelebilirse, o zaman yine “BEN”
der, “BEN” demeye devam eder. Ama bu sefer
ahsene takviym yapıya “BEN” der ve bu “BEN”
“B” Takdim Formu “BEN”dir. Asi olan diğer
“BEN” deyişe “A” Takdim Formu “BEN” demiştik.
Bunları anlatırken Yunus Emre’nin; bir ben vardır bende benden içeru deyişini de örnek vermiştik. Bakın şimdi işte o “içeru BEN”i, ters çevrildiği için içeride kalmış asıl “BEN”i dışarıya getirip
düzeltiyoruz. Bu aslında çorabın hicret etmiş
halidir, çorabın tersi düze hicret etti. Gerçek hicret budur; “A” BEN”den “B” BEN”e gelmektir. Hicretle ulaşılan bu “BEN” ahsene takviym yapıdır
ve Kur’anı Kerim buna güzel demiştir, Kur’an’ın
güzel dediği budur. Bunun yaşantısına da tahir
demiştir, tahir; temiz! “Tahir olmadan dokunmayın” denilen hal bu haldir. Bunun pozisyonu
sağ olarak tarif edilmiştir. Sağ, sağcı!
Dolayısıyla, özetlersek; senin çorabın tersini çevirip de “BEN” dediğin haller Kur’ana göre
soldur, o kişi solcudur ve ashabı meş’emeh diye
geçer. Çorabın düz haliyle anlatmaya çalıştığımız
“BEN” sağdır, o kişi sağcıdır, onlar sağcılar diye
227
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
geçer. Onlar ashabı meymenehdir. Eğer çorabın
dokuması hiç kalmazsa, yani kişi vehim yönetiminden çıkarsa Es-sabikûndur, diğer ifadeyle
Mukarrebûndur. Meymeneh ve Sabikun gruplarının kalıbı Ğıll’den temizlenmiştir, onlarda ğıll
yoktur! Bu yüzden de Kur’an bunlara hayrul beriyyeh der; yaratılmışların en hayırlısı bu haldir,
Kur’ana göre. Bir de bu halle ölürlerse ashabul
cennet’tir onların adı. Yani kişi ashabı meş’emeh
ise o ashabı nardır. Ashabı nar’ın Kur’an’daki bir
diğer ismi ashabı şimaldir. Ashabul cennet’in
diğer adı ise ashabı yemindir.
Bu çorabın bir halinden de bahsedeyim, hatta iki cümleyi birleştirelim. Bu çorabın bir bileziği, ağız kısmı var. Burası nedir biliyor musunuz?
Burası Hicret Köprüsü! “A” Takdim “BEN”in diğer “BEN”e geçmesi için bu hicret köprüsünden
geçmesi lazım, başka türlü olmaz. Şart budur;
hicret köprüsünden geçecek! Çorabın bileziğinden o hayatı tamamen geçirmek lazım. Bunu
yapmadığınız takdirde siz dünyada çorabın ters
olan bu haline “BEN” der durursunuz. Şeytan da
o kişiye amellerini hep süslü gösterir. Kur’an’ın
söylediği gibi “o kendisini hep doğru yolda zanneder”. O halini hırsla savunur ve öyle de yaşar…
Bu ters hali düzeltmenin yolu, hayatımızı bu
hicret köprüsünden geçirmektir. Bilenlerin “size
bir bilen lazım” dediği budur işte! Peki, bu Bilen
kimdir? Çok dikkat ediniz lütfen! Sizin hayatınıza benzetmiş olduğum bu hali, yani çorabın ters
olan bu halini kim düzeltirse, bunu kim yapabilecekse ona “Bilen” denir. Çorabı tarif edene,
228
YILMAZ DÜNDAR
anlatana değil! İsterse hiçbir şey anlatmasın, eğer
bu ters hayatı bu bilezikten, hicret köprüsünden
geçiriyorsa o Bilen’dir. Bilen O’dur! “Bir Bilen’siz
olmaz” demek, çorabı bu bilezikten geçiren olmadan olmaz demektir. Ama günümüz öyle
bir idrak halini yaşamaktadır ki, kişi kendisini
bir Bilen yapabilir. “Sen Tanrı mısın?” notlarında
hep bunu anlatmaya çalıştık, hep kendi çorabını
kendinin nasıl düzeltebileceğini anlattık, bunun
yollarını, yöntemlerini paylaştık.
«İki cümleyi birleştirelim» demiştik, örneği
konumuzla ilişkilendirerek onu yapmış olalım.
Hicret Köprüsü dediğimiz çorabın bileziği olan
yer, fuaddan kalbe bir yolun olduğu yerdir! Çorabın gövdesi senin kalıbın! Senin “BEN” dediğin
ise bu kalıbının uzantısı! Bu uzantıyı fuad yardımıyla kalb etmen gerekir. Çorabı kalb etmen,
ters yüz etmen, bir halden bir hale çevirmen gerekiyor. Çorabı yeniden kalb etmen gerekir ki, bu
kalbı, kalb etme işini sende yapacak olan fuaddır! Fuadın özelliklerini ve nasıl çalıştığını daha
önce ayetlerle anlattık, hatırlayınız. İşte, fuada
analiz ve sentez yaptırıp, sonuçlarını kalbe kalb
ettirip, onları da beyne emir olarak gönderip fiile
dönüştürerek yeni bir kalıp çıkarmak gerekiyor,
kalb etmek gerekiyor.
Bilinmesi gereken çok önemli bir şey daha
var. Bu ters yapıyı hicret ettirmek istiyorsun
değil mi? Bil ki bu “A” Takdim Formu “BEN”in
formatında hicretle ilgili karar ve arzu yeteneği
yoktur. Yani, yine çoraba benzetecek olursak;
çorabın tersinde çorabın tersini düzüne çevire229
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
cek olan mekanizma ve yetenek yoktur. Bu işi
çorabın tersiyle yapamazsınız. Uğraşırsınız, yaptım sanarsınız!
Peki, bu iş nasıl olacak?
Sebe Sûresi 50. Ayet: “De ki, eğer saparsam ancak kendi nefsimin aleyhine saparım,
eğer doğru yolu bulursam Rabbimin bana
vahyettiği şey iledir. Muhakkak ki O Semiun
Garib’dir”.
Zümer Sûresi 22. Ayet: “Allah kimin sadrını
İslam’a şerh etti açtı, genişletti ise, o Rabbinden bir nur üzere değil midir? Allah’ın zikrinden kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte
onlar apaçık bir sapıklık içindedirler”.
En’am Sûresi 125. Ayet: “Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar,
genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse onun da
sadrını daraltıp zorlaştırır ki, o sanki semada
yükseliyor gibidir. Böylece, Allah iman etmeyenler üzerine pislik, azab çökertir”.
Ayetlerden anlıyoruz ki; bu iş için ayrıca
bir müdahale gerekiyor, “A” Takdim Formu
“BEN”den kurtulmak için Allah’tan ayrıca bir
müdahale gerekiyor, ancak böyle! Hal böyle
olunca; Allahım senden korkuyoruz, senden sakınıyor ve sana sığınıyoruz:
Allahümme inniy euzü bi rıdâke min sehadıke ve bi muâfetike min ukûbetike ve bi rahmetike min ğadabike ve eûzü bike minke. La
uhsıy senâen aleyke ente kemâ esneyte ala nef230
YILMAZ DÜNDAR
sike: Allahım hoşnutsuzluğundan rızana, cezalandırmandan bağışlamana, gazabından rahmetine,
Senden Sana sığınırım. Senin Kendine olan senân
gibi senâ etmekten aczimi itiraf ederim.
Yâ mukallibel kulûb sebbit kalbiy ala diynike: Ey kalbleri dilediği tarafa döndüren, kalbimi
dinin üzere sabitle.
Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi nûri
marifetike, ebeden: Allahım, senden kalbimi
ebeden marifet nurunla diriltmeni dilerim.
Bu duada neden marifet nuru isteniyor?
Kalbın/kalıbın dünya şartlarına ait vehimsel irtibatları ölümle kesilir. Bu sebeple sadr ölümle
birlikte biter, ancak kalb devam eder. Kalb fuadı
barındırır ve fuad marifet nuru tesirindedir. Bu
yüzden “Allahümme es’elüke en tuhyi kalbiy bi
nûri marifetike, ebeden” diyerek fuad mekanizmasının canlanmasını istiyoruz, bunun duasını
yapıyoruz. O, kalb ve fuad olarak sonra da devam edeceği için, Allah’tan sonsuza kadar böyle
devam etmesini diliyoruz. Diyoruz ki, onun nurunu canlandır, onu dirilt ve o çalışsın Allahım.
Çalışsın ki, bana Hakk bilgiyi üretsin, onu da kalbe göndersin.
Ve bir başka duamız. Biz, Araf Sûresi 43, Hicr
Sûresi 47 ve Haşr Sûresi 10. ayetlerden öğrendik ki, esfele safiliyn yapı kalbinde bulunan ğıll
yüzünden cennete giremez; ğıll’le cennete girilmez! Bu yüzden Haşr Sûresi’nde Rabbimiz bize
“ğıll’den kurtulmayı isteyin benden” diyor ve duasını öğretiyor:
231
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
“Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne
sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine
Ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raufun Rahıym”
“Rabbimiz, bizi ve imanda bizden öne geçmiş
kardeşlerimizi mağfiret et. Kalblerimizde, iman
etmiş olanlar için bir ğıll oluşturma. Rabbimiz
muhakkak ki SEN Raufün Rahıym’sin.”
Ğıll’i çok önemsemek lazım. Bu yüzden, gerekirse onu daha önce anlattığımız yere bakınız.
Ama bu duayı mutlaka çok yapınız.
Bakın bir hadis: Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem, biraz sonra yapacakları bir toplantıya
sahabeden cennetlik olacak birisinin geleceğini
söylüyor. Ve sahabeler elbette merak ediyorlar.
Ve birisi işi çok önemsiyor. Önemsiyor, çünkü
başka bir düşüncesi yok! Gidiyor ona yapışıyor
ve Allah’a sığınarak bir mazeret belirtiyor diyor
ki; babam evde rahatsız, onu birkaç gün rahat
bırakayım, gelip sende kalayım mı, olur mu? “Elbette, buyur” diyor. Amacı onu izlemek; bu kişi
ne yapıyor da bu müjdeyi alıyor, bir izleyeyim.
Biz de her şeyi yapıyoruz, ama bu mübarek farklı
ne yapıyor? Gidiyor üç gün o zatta misafir olup,
gündüz gece onu izliyor, ama “hah budur” diyeceği farklı bir şey bulamıyor. Herşey normal ve
hep orta yollu. Süre tamamlanınca, ey mübarek
diyor, hal böyle böyle, ama ben bir şey tesbit edemedim. Biliyorsan, söyle nedir bu? Diyor ki, “benim kalbimde inananlara karşı ğıll yoktur”.
Elhamdülillah, bu yüzden müjdeyi hak ediyor!
Ğıll’le cennete gidilmez!
232
YILMAZ DÜNDAR
Bir diğer duamız: Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedeytena ve heb lenâ min ledünKE Rahmeh. İnneKE entel Vehhab. Bunu bize
Âl-u İmrân Sûresi 8. Ayette Rabbimiz öğretiyor.
Diyoruz ki, Rabbimiz gerçeğe erdirdikten sonra
kalbimizi o gerçekten saptırma, ne olur bize İNDinden rahmet bağışla, kesinlikle sen Vehhab’sın!
Evet, korkuyor ve sığınıyoruz.
Kalbi tanımaya, kalble ilgili özellikleri ayetlerle tanımaya devam ediyoruz. Yani kalbi ayetlerden tanımaya anlamaya çalışıyoruz.
Mu’min Sûresi 18. Ayet: “Yaklaşan ölüm
günü ile onları uyar. O vakit gamla dolu olarak kalbler hançerelerin yanındadır. Zalimlerin ne bir dostu ve ne de itaat edilir bir şefaatçısı vardır”.
Ayet, Rasulullah’a ölüm günüyle uyarılmamızı
söylüyor ve böylece hem gelen hadis bilgileriyle, hem de elimizdeki Kur’anı okuyarak uyarılıyoruz. “O an”ın zorluğu… Öyle bir hal ve öyle
bir korku var ki o an! Normal yaşantıda bir şey
olur da kişi çok korkar; “yüreğim ağzıma geldi,
neredeyse yüreğim ağzıma gelecek” der, onun
gibi ama… Bir kere, ölüm anıyla başlayan ahirete ait şeyleri dünyadaki hislerinizle hiç kıyaslamayın. İyisi çok yüksek derecede iyi, zoru çok
yüksek derecede daha zor! Mesela, o ana ait olduğu söylenen bir ferahlık varsa, dünyada öyle
bir ferahlığı hiç tatmamışsınızdır, o kadar yüksek! Bir korkudan bahsediliyor diyelim, dünyada
“hiç” öyle bir korku tanımamışsınızdır. Hislerin
frekansı “o an”dan itibaren o kadar yükselir!
233
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
Dünyaya ait vehimsel şartlar zayıfladıkça şartlar
değişir.
Ve kalbin ayette anlatılan bir başka özelliği;
demek ki hançerelere yakın hissedilecek! Yani
kalıbın ölüm emriyle öyle bir titreyecek ki, kaydın öyle bir titreyecek ki ölüm emriyle… O emri
ileride belki detaylı ele alırız; “emir nasıldır, Azrail nasıldır, ölüm anındaki mekanizma ve melekler nasıldır?” inşaAllah bunları Kur’an’dan
dinleriz. Bu olayları Kur’an anlatır, Kur’an’ı yine
Kur’an’dan dinleriz inşaAllah. Evet, ölüm emriyle
kalıp öyle titrer ki, kalıbın bu titremesi, kalıbın
bu korkusu onun vehimsel irtibatı olan kalbi yerinden söker! Ve işte o hal, o an korkuya ait ne
kadar hormon, enzim sistemi varsa onları maksimum devreye sokar ve kıpırdayamayan çaresiz
olan o kişi büyük bir korku yaşar. İşte o anda zalimlerin hiçbir yardımcısı bulunmaz. “Zalimler”
deyince insanların birbirlerine yaptıkları zalimlik
zannedilmesin. Böyle değil! Artık çok iyi biliyoruz ki; zalim, Allah’a karşı zalim olandır. Zalimlerin, doğruyu gizleyip Allah’a karşı iddiada bulunanların “o an”da ne bir dostu ne de sözüne itibar edilir bir referansçısı, bir şefaatçısı bulunur.
Onlara bakılmaz! Peki, o anda mümin ne yapar?
O korku müminde de var çünkü! Peki, mümin
ne yapar?
Müthiş bir şey bu, dikkat edin! Ayette “gamla dolu kalbler” tüm insanlar için anlatılıyor, sadece kâfirler için değil! İkinci cümlede “zalimlerin bir dostu ve yardımcısı yoktur” deniyor, ama
“korku sadece zalimler içindir” demiyor. Peki, o
234
YILMAZ DÜNDAR
zaman müminin farkı ne? Düşünün, öyle bir
korku ki, hiçbir desteği yok! Yaslanacağı hiçbir
yer olmayan bir korku… Allah muhafaza eylesin,
hafizenallah. Müminin o anki en büyük desteği
ümit! Ümit! Havf ve Reca! Sadr nurunu anlatırken, “sadr neyle ve nasıl çalışır?” dedik ve sadrın
İslam nuruyla çalıştığını, onu çalıştıran şeyin de
korku ve ümit sistemi; havf ve reca olduğunu
ifade ettik, tekrar bakabilirsiniz. İşte o anı yaşayan imanlıda Allah’tan ümit oluşacak. O korkuya eş bir ümit! Ve o ümit o korkuyu öyle bir
dengeler ki; korku kadar yüksek bir ümit!
Bakın bir hadis: Hazreti Enes radıyallahu anh
anlatıyor. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem
ölmek üzere olan bir gencin yanına girmişti,
hemen sordu; kendini nasıl buluyorsun? Ya
Rasulallah Allah’tan ümidim var ancak günahlarımdan korkuyorum diye cevap verdi. Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem de şu açıklamayı
yaptılar: “Bu durumda olan bir kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi, Allah o kulun
ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu
şeyden onu emin kılar!” Hadisle bize kalbin
bir özelliği öğretiliyor ve mümin kula Allah’ın
bir hediyesi müjdeleniyor: Bu durumda olan bir
kulun kalbinde ümit ve korku birleşti mi, Allah o
kulun ümit ettiği şeyi mutlaka verir ve korktuğu
şeyden onu emin kılar!
Diğer bir kalbî özellik: Kalbler imana açılmamak üzere sonlandırılabilir. Allah, bir daha imana açılmamak üzere kalbi mühürleyebilir, sonlandırabilir.
235
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
Casiye Sûresi 23. Ayet’te bu anlatılıyor: “Hevasını ilah edinen, Allah’ın onu bu ilmi doğrultusunda saptırdığı, sem’i; işitmesi ve kalbi
üzerine sonlandıran, basarı; görmesi, idrakı
üzerine perde koyduğu kimseyi gördün mü?
Allah’ın bu uygulamasından sonra ona kim
hidayet edebilir ki! Hala tezekkür etmiyor
musunuz?” Ayette “hevasını ilah edinen” geçiyor. Hevasını ilah edinenle ilgili birçok açıklama
vardır, o açıklamaların hepsi doğrudur, hepsi
“bir ana başlık” altındadır. Hevasını ilah edinenle ilgili ne tür açıklama varsa hepsi doğrudur,
ama onun bir ana başlığı vardır; tanrılık iddiasında bulunmak! Kişi tanrılık iddiasında bulunursa
hevasını ilah edinmiştir ve bu haliyle o konuda
açıklanan ne varsa onların hepsini yapar. Bunun
kaynağının kendisini ilah ilan etmesi olduğunu
Enbiya Sûresi 29’dan öğrenmiştik. Bu ayette ve
Bakara Sûresi 7, En’am Sûresi 46 ve Şura Sûresi
24. ayetlerde de aynı mana geçmektedir; Allah’ın
imana açılmamak üzere kalbi sonlandırması;
mühürlemesi; kalıbı kapatması, kalıbın kapısını imana kapatması! Bu ayetlerde hatemallâhu
alâ kulûbihim geçer. Hatem Allâhu; sonlandırır
Allah. Ayetlerdeki tabir böyledir; “hatemallâhu
alâ kulûbihim”.
Bir başka kalb özelliği; Allah’ın kalbleri damgalaması, tab’ etmesidir. Ayette, “Allah kalbleri damgalar, tab’ eder” der. Damgalamak, bir
nevi işaretlemektir; işaret koyar. Bu işaretlendi,
buna dikkat edilecek, bu işaretli, o tab’ edildi. Bu
ayetlerde geçen tabir ise “tab’Allahu”dur. Diğeri
236
YILMAZ DÜNDAR
hatemallâhu alâ kulûbihim idi, bu tab’allâhu alâ
kulûbihim’dir. Meallerde ikisine de “mühürleme”
yazıldığından, karıştırılmaması için söylüyorum.
“Hatem Allâhu”; bir daha açılmamak üzere kalbin imana kapatılmasıdır, öyle sonlandırılmasıdır, bu halle sonlandırmaktır, Allah muhafaza
etsin. Tab’ Allâhu ise; damgalamak, işaretlemektir.
Muhammed Sûresi 16. Ayet: “Onlardan kimi
de gelip seni dinler. Nihayet senin yanından
çıktıklarında, kendilerine ilim verilmiş olanlara, dediler ki; “az önce ne dedi?” işte bunlar,
Allah’ın kalblerini tab’ ettiği, damgaladığı,
hevalarına tabi olmuş kimselerdir”.
O dönemde bazı kimseler var, bir şey anlasa da anlamasa da, Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem’in yanından çıktığı zaman, kendisine
ilim verilenlere küçümser tarzda “az önce ne
dedi?” diyor. Kimlere söylüyor? Kendisine ilim
verilenlere! Yani “siz inandınız, Ona tâbisiniz,
böyle peşindesiniz de “ne anlattı ki!” derler! Allah “onlar böyle diyorlar” buyuruyor ve onların
kalblerini işaretlediğini, tab’ ettiğini, söylüyor.
Bu, “yine de bir şansı olabilir” demektir! Çünkü
Hatem Allâhu değil Tab’ Allâhu. İleride, davranışlarına göre, bir şansı olabilir.
Kendilerine ilim verilenler kimlerdir? Daha
önce bunların kimler olduğunu söyledik! “Kendisine ilim verilen” sınıfında olmak çok önemli,
dikkat edelim lütfen. “İlim verilenler” tabiri ayetlerde çok geçer. Kendisine ilim verilen olmak
Billahi anlamında imanını açıklamış olmaktan
237
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
başlar! Billahi anlamında imanını açıklamış birisi kendisine ilim verilenler sınıfına girer. Çünkü
ona o ilim verilmemiş olsa o imanı açıklayamaz!
Kişi zaten, o ilmi ve o ilme uygun ameli ilerlettiği
kadar o yolda ilerleyebilir. Ama sınıfı kendilerine
ilim verilenlerdir. Burdan şunu çıkarıyoruz, ayet
diyor ki; hevasına tabi olanlar yani inanmayanlar
o meclisten çıktıkları zaman, Billahi anlamında
iman etmiş olanlara, Amentü Billahi demiş olanlara “az önce ne söyledi ki!” derler. İşte onların
kalblerini Allah tab’ etmiştir. Onlar hevalarına
tabi olan kimselerdir. “Tab’ etme”tabiri bu ayet
yanı sıra; Nisa Sûresi 155, Araf Sûresi 100, 101,
Tevbe Sûresi 87, 93, Yunus Sûresi 74, Nahl Sûresi
108, Rum Sûresi 59, Mu’min Sûresi 35, Münafikun Sûresi 3. Ayetlerde de geçmektedir.
Kalbin Kur’an’dan öğrendiğimiz bir diğer
hali; kalblerde kilit olabilir. Muhammed Sûresi
24. Ayet: “Kur’an’ı tedebbür etmiyorlar mı,
derinlemesine düşünmüyorlar mı? Yoksa
kalbler üzerinde kilitleri mi var?” Bu mana
“ala kulubin akfalüha” olarak ifade edilmektedir. “Onların anlamalarını, bu işi yapmalarını
engelleyecek kilit mi var kalblerinde?” Demek ki
kalblerde böyle bir kilit olması da mümkün ki,
ayetlerde bu haber veriliyor.
Allah kalblere perde de koyabilir. En’am
Sûresi 25. Ayet: “Onlardan seni dinleyenler
vardır. Fakat biz onu anlamalarına engel olarak kalblerinin üzerine perdeler, kulaklarının
içine de ağırlık koyduk. Her ayeti görseler yine
onlara iman etmezler. Hatta sana geldikle238
YILMAZ DÜNDAR
rinde seninle tartışırlar da kâfir olanlar şöyle
derler; bu, öncekilerin masallarından başka
bir şey değil.” Burada bahsedilen perde ayette
“ekinne” olarak geçer. Kalblerde “ekine”ler, perdeler olması İsra Sûresi 46. Ayette ve Kehf Sûresi
57. Ayette de vardır. Bu “Ve cealnâ alâ kulûbihim
ekinneten” ifadesiyle anlatılır ve kalbdeki perdeler “ekinne” kelimesiyle bildirilir.
Şimdi Haşr Sûresi 14. Ayetle kalbin bir başka özelliğini öğreniyoruz. Günlük yaşantıda
dikkatimizi çekecek çok önemli bir özellik! İyi
dikkat edilirse bunu birçok alanda görebiliriz.
Billahi anlamında imanı olmayan kalbler cemaat olamazlar! Kalblerin eğer Billahi anlamında,
Amentü Billahi gerçeğine dayalı bir imanı yoksa
onlar cemaat olamazlar. Bunu bize Haşr Sûresi
14. Ayet öğretiyor: “Onlar size toplu halde
ancak tahkim edilmiş karyelerde yahut duvarların arkasından savaşırlar. Onların kendi
aralarındaki be’sleri şiddetlidir. Kalbleri ayrı
ayrı olduğu halde toplu sanırsın. Bu onların
akletmeyen bir kavim olmalarındandır”. Onlar seninle savaşırlar, mücadele ederler. Onların
bulunduğu şehirler çok iyi kalelerle veya donanımlarla çevrili olsa bile, seninle yüksek ve kuvvetli duvarlar arkasından savaşıyor olsalar bile
onların be’sleri şiddetlidir. Yani sen onları toplu
görürsün ama onların aralarındaki tanrısal çıkar kavgaları ve çekişmeleri çok kuvvetlidir. Bu
yüzden, sen onları toplu görsen de, aslında onlar kendi aralarında kavgadadırlar, onlar cemaat
olamazlar, bir bütün olamazlar. Kalbin bu özelliği ayette “kulûbühüm şetta” diye geçmektedir.
239
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
Diğer bir özellik: Kalb paslanır, Allah yokmuş gibi olan davranışlar kalbi paslandırır. Bu
ayet aynı zamanda günlük yaşantımız için bize
bir uyarıdır! Mutaffifîn Sûresi 14: “Hayır! Bilakis
kazanmakta oldukları, onların kalblerinin
üzerini bir pas gibi örtmüştür”. Ayette “râne
‘alâ kulubihim” geçer. “Rane” kalbi paslandıran,
kalbde pas yapan, üstünü kılıf gibi örten! Ayet
nasıl tarif ediyor? Kazandıkları; yani yaşarken
Allah yokmuş gibi yaptığı davranış kişide kalbe
pas üretiyor. Bakın bir hadisten bu hali daha iyi
kavrayacağız.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Günah ilk defa yapıldığında kalbde
bir siyah nokta yani kara bir leke olur. Eğer
günah sahibi pişman olur, tövbe ve istiğfar
ederse kalb yine parlar. Tövbe etmez de günah tekrarlanırsa o leke de artar. Arta arta
bir dereceye gelir ki, leke bir kılıf gibi bütün
kalbi kaplar ki Mutaffifîn Sûresi’ndeki “râne”
de budur”.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir
başka hadisinde buyurur: “Şeytan ağzını
Âdemoğlunun kalbine koymuştur! O Allah’ı
zikrettikçe şeytan çekilir. Gaflete düşüp zikri
bırakırsa kalbini yutar!”. Allah’ı zikirden, yani
zikrullahdan gaflete düşmek; özellikle, Allah
yokmuş gibi yaşamaktır, özellikle budur! Allah
yokmuş gibi yaşamak; Allah’ı zikirden, Allah’ı
hatırlamaktan uzak kalmaktır. Allah yokmuş
gibi yaşamak Allah zikrinden gaflete düşmek
demektir! Hele de, sanki Allah VahidülEhadüs240
YILMAZ DÜNDAR
Samed değilmiş gibi inanıp yaşamak gafletin
yükseğidir. Kişi çeşitli şeyler söylese de bu durum gaflet kapsamına girer. Dolayısıyla Allah’ı
anmak; Allah yokmuş gibi olan davranışlardan
kaçınmak demektir, özellikle budur!
Birde Kalb-i Selîm vardır. Dünyada Allah’a
Kalb-i Selîm ile yönelmek, ahirette selîm kalb
ile Ba’s Günü’ne gitmek bizlere nasib olur inşaAllah. Şura Sûresi’nin aşağıdaki ayetleri bize Kalb-i
Selîm i öğretiyor: Dünyada Allah’a kalb-i selîmle
yönelmek, ahirette, ba’s sürecinde Kalb-i Selîm
olmak; Allah’a ba’s olurken Kalb-i Selîm ile gidebilmek!
Şura Sûresi 88, 89: “O süreçte zenginlik
de fayda vermez, oğullar da! Sadece Allah’a
Kalb-i Selîm ile gelmiş kimse müstesna!”.
Kur’an’da kalb-i selîm’e rastladığımızda ne
anlamalıyız, Kalb-i Selîm’i şimdi birkaç cümleyle
ele alalım. Allah’a karşı asi olan, haddi aşan, Ben
Varım ve Muhtarım iddiası ve yaşantısında olanın kalbi Kur’an’da hasta, marazlı olarak tarif
edilir. Bunları ayetleriyle inceledik. Ayetlerde bu
durum “fiy kulubihim maradun” diye geçer. Bu
tabirin geçtiği sûre ve ayet numaraları şunlardır: 2/10, 5/52, 8/49, 9/125, 22/53, 24/50, 33/12,
33/32, 34/23, 47/20, 47/29, 74/31.
Bu ayetler Şura Sûresi 89. Ayette geçen selîm
kalbin zıddı olan hastalıklı kalbten, marazlı kalbden bahseder. Hastalıklı kalbin karşıtı sağlıklı
kalbdir; maraz olmayan kalbdir ki, Kur’an ona
Kalb-i Selîm der. Ayetlerin “kalbinde maraz olan,
241
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
hastalık olan” diye bahsettiği kalblerin karşıtı hastalık olmayan kalbtir, hastalıklı olmayan
kalbtir! O kalb “kalb-i selîm” olarak anlatılır.
Selîm oluş sağlam kalbin özelliğidir, kalbin şirkten temizlenmiş olmasının adıdır. Kalb-i Selîm
şirkten temizlenmiş kalb demektir.
Saffat Sûresi 84. Ayet Hazreti İbrahim
aleyhisselam’dan; “Rabbine Kalb-i Selîm ile yönelmişti” diye bahseder. Demek ki Şura Sûresi
89. Ayet; ba’s sürecinde Kalb-i Selîm ile gelenlerin kazanacağını, Saffat Sûresi 84. ayet ise; dünyada da Kalb-i Selîm ile yönelebilmenin mümkün olduğunu ve aslında böyle olması gerektiğini öğretiyor.
Bir de kalbin münîb olması vardır. Peki, nedir? Kalbin münîb olması; dünyaya gelen bu
“Tanrılık İddiası Formatı”ndan Allah’a dönen
kalb demektir! Onu görüp Allah’a dönen, o formata kapılmayan, o formatın ona cazip gelmediği kalb! O kalb onu görünce dönüyor; Allah’a!
“Kalb-i münib” tabiri Kaf Sûresi 33. Ayette
tanımlanır: “Gaybı olarak Rahman’dan haşyet eden ve Allah’a dönen; kalb-i münib ile
gelen kimse için...”. Kaf Sûresi, buraya kadar bir
dizi ayetle muttakilerden bahs eder; “muttakilere cennet yaklaştırılmıştır, zaten uzak değildi”
der. Bu ayette muttakilerin bir özelliğini de söyler: “Onlar gaybları olarak Rahman’dan haşyet
etmişlerdir ve onlar kalbi münib sahibidirler”.
Onlar dünyada tanrılık iddiası olan yaşantıdan,
yaşantılarından yüz çevirdiler, Allah’a döndüler,
kalblerini Allah’a döndürdüler.
242
YILMAZ DÜNDAR
Bu bakımdan uyarıcı bir hadiste kalb-i münib:
“Sahip olduklarının en faziletlisi; Allah’ı zikreden dil, şükreden kalb, imanında yardımcı
olan eştir”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
senin için dünyada “en faziletli olan üç şey”i sayıyor: Allah’ı zikreden dil, şükreden kalb, imanında
yardımcı olan eş! Şükreden kalb nedir? O kalb
Kalb-i Selîm dir, yani Kalb-i Münibdir. Yani hasta değildir, hastalıkları görüp hastalıktan dönmüştür. Nereye? Allah’a!
Şu fark etmemiz gereken çok önemli bir şey:
Bir kul için dünya hayatı sürecindeki Billahi anlamındaki imanı, yani hastalıksız kalbi, yani kalbi
selîmi sonsuz hayat süreci içerisinde tesiri kavranamayacak kadar önemlidir. Dünya yaşantısı
içerisinde bir kulun Amentü Billahi anlamında
iman etmesi ve bunu açıklaması ve ona uygun
ameller koymaya çalışması kavrayamayacağımız kadar önemlidir! Bu yüzden, onun duası çok
önemlidir, hazinedir o! Dünyadan ayrılmış olanlar, Rasul ve Nebiler dâhil, bu dünyada yaşayan
imanlı kalbden dua isterler! Çünkü şans ondadır
ve o şans ancak dünyadayken vardır. Dikkat ederseniz, dünya süreci iman gerektiriyor; bu süreçte
ahirete iman gerektiren bir durum var. Neden
iman gerekiyor? Çünkü ölüm anından itibaren
başlayan süreç, yani ölüm sonrası size hiç somut
değildir. Bilen de onu size somut anlatmaz! Neden? Anlatırsa imanın bozulur! Eğer Bilen sana
kabir hayatını, cenneti cehennemi gösterirse,
neye iman edeceksin? O zaman imanın önemi
kalmaz. Çünkü önemli olan iman, seni değerli
243
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
yapan iman, seni müthiş yapan iman! İşte bu
yüzden o haldeki kişinin duasına herkes ihtiyaç
duyar. Bu nedenle tüm nebi ve rasullere salâvat
okursun. Hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki; “ve sen oraya gittiğin zaman da hepsi sana yardımcı olur”. Çünkü sen
o imanlı ağzınla onlara dua ettin, sende o şans
varken nebi ve rasullerin hepsine dua okudun,
şimdi de sen artık zor bir yere gittin ya, orada
hepsi sana yardımcı olur. Çünkü hazine sendeyken onlar için kullandın! Bu şansı kaçırmamak
lazım, ahirete intikal etmiş kişiler için bu şansı
kaçırmamak lazım! Bu yüzden hayrlı evlad annesine babasına dua edendir. Yani hazine elindeyken annesine babasına o imanlı ağızdan dua
edendir. Hatta ölmüş olmaları da şart değildir.
İnsanların yaşarken birbirine duaları önemlidir.
Bakın Furkan Sûresi 77. ayet: “De ki, eğer
duanız olmasa Rabbim size önem vermez”.
Ayetten anlıyoruz ki; kulu önemli yapan şey
dua. Ve dua için önemli bir şey: Duayı yükselten
önemli unsurlardan birisi günahsız ağızdır, günahsız ağızla yapılan dua çok makbuldür. Dünyaya “A” Takdimi “BEN” formatıyla gel, sonra da
günahsız ağızla dua yap, olacak iş mi? Doğru!
Ama ağızlarımız birbirimiz için günahsızdır ve
bu çok önemli bir şanstır! Benim ağzım, idrakım senin şirkini yüklenmez; benim ağzım ve
idrakım senin şirkin için günahsızdır. Bu yüzden
benim duam senin için, senin duan benim için
çok önemli! Bu manada, en önemli dualardan
birisi birbirimize Allah’ın Selâmı’nı istemektir, biz
244
YILMAZ DÜNDAR
bu yüzden selamlaşırız! Haber vermek falan için
değil, dualaşıyoruz. Selâm esmasının sana ulaşması için dua ediyor, diyorsun ki; “Allah’ın Selâm
esması seni kaplasın kardeşim”. O da; “seni de
kaplasın kardeşim” der. Ne kadar güzel bir şey
değil mi? İkisi de birbiri için günahsız ağızlar! Ve
o günahsız ağızlarla selamlaşırlar. Allah’ın selâm
esması sana ulaştı mı ne olur? Onu nasıl anlatabiliriz ki…
Kalble ilgili bir başka özellik şudur ki: Allah
kalbdekileri bilendir.
Nisa Sûresi 63. Ayet: “İşte onlar Allah’ın
kalblerindekini bildiği kişilerdir”.
Ahzab Sûresi 51. Ayet: “Allah kalblerinizde
olanı bilir. Allah Aliymen Haliym’dir”.
Bu iki ayet bir özellik açıklıyor; kalbdekileri,
oradakileri Allah bilir! Gayet de doğaldır, Sahibi
çünkü! “Ya’lemü ma fiy kulûbiküm”.
Bir de “Allah’ın kalbine iman yazdıkları,”
kalbine iman yazılanlar vardır. Ayette diyor ki;
“Allah onların kalbine iman yazmıştır”. Amin…
Ne güzel bir şey, değil mi? Bunu Mücadele Sûresi
22. Ayet öğretiyor. Bazı ayetler bizim için testtir,
hayatta kendimize test yapabileceğimiz ipuçlarını verir. Bu ayet de öyledir. “Amentü Billahi” dedim, “Billahi anlamında imanlıyım, bunu deklare
ettim” dediniz ve merak ettiniz; ama ben öyle mi
amel ediyorum, o sınıfta mıyım? Bunu anlayabilmemiz için ayetlerde ipuçları vardır. Bazı ayetler;
“Billahi anlamında iman edenler şöyle yaparlar,
şöyle yapmazlar” der. Siz işte oralardan bakıp,
245
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
rahatlıkla görebilirsiniz; ben öyle dedim, diyorum ama orada söylenen gibi miyim, değil miyim? Eğer “değilim” diyorsak bu ayet bizim için
bir ipucudur, o ipuçlarından birisi de bu ayettir!
Ona göre dikkat edelim. Kalbe iman yazılması
ayette “ketebe fiy kulûbihimül îmâne” şeklinde
geçmektedir.
Mücade Sûresi 22: “Allah’a ve ahiret gününe Billahi anlamında iman eden bir toplumu,
Allah ve Onun Rasulü ile zıtlaşanlarla sevişiyorlar bulamazsın. Bizim için çok önemli bir
hal bu! Velev ki bunlar onların babaları yahut
oğulları yahut kardeşleri veya akrabaları olsalar bile! İşte bunlar, Allah’ın kalblerinin içine iman yazdığı ve katından bir ruh ile onları
teyit ettikleridir. Ve onları içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altlarından nehirler akan
cennetlere dâhil eder. İşte bunlar “Allah’ın
tarafında” olanlardır. Dikkat edin, muhakkak ki Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir”. İşte Mücadele Sûresi
22. Ayet böyle. Lütfen bunu inceleyelim ve amel
olarak ona uymaya gayret edelim! Rabbim
cümlemizi kalbimize imanı yazdıklarından eylesin inşaAllah.
Şimdi kalble ilgili bir parantez açıp, sonra da
“sadr” ve “İnşirah” ile devam edeceğiz inşaAllah.
Abdülkerim el-Cîlî kaddesallahu sırrahu
Hazretleri’nin İnsan-ı Kamil’inden bir kudsi
hadis, hadisi kudsi: “Beni ne yerim aldı ne de
semam. Mümin kulumun kalbi beni “aldı”.
Kalb olmaya sebep olan nazar noktasının, bura246
YILMAZ DÜNDAR
nın nurunun bütün kalbi kaplaması “alış olarak
söylenmiştir “alış” budur. Böylece kalb; halka
ait müşahede yeri iken, Hakk’a ait olur. Kalbde
bir nokta olarak, bir nazar noktası olarak duran Kalb Nuru’nun kalbin tamamını kaplaması,
“kalbin alışı” demektir. Bu, özellikle üç şekilde
olur.
Birisi ilmî alışdır. İlmi alış kalbdeki bu nazar
noktasının sağladığı imkânla kulda oluşan ilmin
kalbı kaplamasıdır; ilmin oluşturduğu idrakın
kalıbı, kalbı kaplamasıdır. Buna ilmel yakin deriz. Bunun yaşantısı da fiillerin tecellisi diye tarif edeceğimiz bir halin içine girer.
Diğeri müşahede alışıdır. Burada, nurun fuadda hâkim kıldığı isim kalbde açılır, böylece
kulda da yaşantısı görülür. Nurun fuadda hâkim
kıldığı esma, ona doğru emir bekleyen kalb yüzüne o ismi yansıtır. Böylece o isim kalbı kaplar.
Ve kul, kalbı kaplayan o esmanın tesirinde kalır,
onun yaşantısına girer, onun halini yaşar. Bu da
karşımıza aynel yakin ve hakkal yakin diye çıkar. Bilenler bunu “isimlerin tecellisi, sıfatların
tecellisi” diye tanımlar.
Bir diğer alış hilafeti alıştır, hilafet manasını
alıştır. Hilafeti alışın özeliği şudur ki, burada fuad
ve kalb çalışması yoktur, artık onlar devrede olmaz. Çünkü bu; nurun tam kaplaması olup isim
ve sıfatların hepsinin tahakkuk etmesidir, isim
ve sıfatların tamamı kayıtsız tahakkuk eder, bir
kayıt altında olmaksızın tahakkuk eder. Çünkü
kayıt fuad ve kalble ilgiliydi! Kalbi öyle tarif etmiştik, hatırlayın; kaydın kalıbıydı o! Kalıp kal247
İNŞİRAH - 7 NİSAN 2012
madı kayıt da kalmadı! Artık o kişi kalbın yaptığı
izde, kalbın oluşturduğu izde ama içi boş, kaydı yok! Var olan nedir bu durumda? Tamamen
Nur! Her tarafı nazar noktası! Her tarafı kalb
nuru! Dolayısıyla orada isimlerin tamamı, sıfatların tamamı, hepsi tahakkuk eder. Buna vusat-ı
istila; tam alış denir.
Ancak bunlara rağmen, bütün bunlar dahi
kul için “sübhanallah” kapsamındadır! Bunlara
bile bakarken kul sübhanallah diyecektir. Çünkü Allah vusat-ı istila’dan, tam alıştan bile
münezzehtir.
Şimdi Sübhanallah ile ilgili olarak, inşaAllah
ileride genişleteceğimiz bir iki cümleyi, paylaşalım.
“Allah kalbdekileri bilir”i ayetlerle görmüştük. Şimdi sübhanallah’ı ileri götürmek için
söyleyelim; Allah Aliymün bi zatis’sudur’dur; sadırlarda olanı da bilir. Bakın bir insanı düşünün.
İnsan kalbindekini bilemeyebilir, kalbini bilemeyebilir ama sadrını bilir. İçinden geçenleri bilmez
mi insan? Demek ki insan da kendisi için “aliymün bi zatis sudur”dur. Kendisi için! Bir başkası
için değil, kendisi için! “O biliş nasıl bir şeydir?” o
ayrı. Bu anlatacaklarımı da, şimdi İnsan-30 Platformunda değil, İnsan-29 Platformunda cümleler kurarak söylüyorum. Evet, insan kendisi için
“aliymün bi zatis sudur”dur. Oysa Allah hem
sizin için hem de tüm yarattıkları için “aliymün
bi zatis sudur”dur ve hiçbirini birbiriyle karıştırmaz! “Ef’al Âlemi’ndeki her şey için aliymün bi
zatis sudurdur ve onları birbiriyle karıştırmaz.
İnsan bunu idrak edebiliyor mu?
248
YILMAZ DÜNDAR
Ef’al Âlemi’ni, yaratılmış âlemi düşünün, Allah onların her biri için, her birini ayrı ayrı bilen
ve hiçbirini birbiriyle karıştırmayandır! Böyle bir
Ef’al Âlemi’ni bile kavrayamıyoruz, aslında, bir
hayal olduğu halde! Bu alem, bu varlık bir hayal,
bu bir yansıma, bir yansımanın özelliği, ama biz
onu Allah’ın özelliği gibi düşünüp sınırlıyoruz!
Oysa o bir yansımanın özelliği, bir hayal! Ef’al
Âlemi yok! “Yok”u bile kavrayamazken Allah’ı
kavramak mümkün değil. Hal böyle olduğu için
sübhanallah diyorsun! Yani, Allah bundan da
münezzeh, böyle de değil! Ne sanıyor, ne düşünüyorsam, ne kadar ileri bilirsem öyle de değilsin;
SübhanAllah! Az önce saydığımız tüm alışların,
mertebelerin hepsi Sübhanallah kapsamında
olduğu için, bu yüzden “Allah’ı tam manasıyla anlamak ve kavramak mümkün olamaz
idrakı”nın kalbde yaşanması belki de ulaşılacak
gerçek alıştır! Burası anlaşıldı mı inşaAllah?
Yukarıda çok zor mertebelerden bahsettik,
Allah Sübhanallahtır, Allah o mertebelerden de
münezzehtir. Bu yüzden sübhanallah, ağırlığı
çok yüksek bir sesleniştir, çok yüksek bir kurtuluş reçetesidir; sözde, idrakta ve yaşantıda!
Ahiret için çok yüksek bir azıktır! Ayette Allah
buyuruyor ki; “sizin için en hayrlı azık ahirete hazırladığınız azıktır”. En hayrlı azık ahiretse ve diğeri de yani dünya da çöp olacaksa
ki; “hepsi çöp olacak, görmüyor musun geçmişte çöp oldu” diyor ayetler, “Sübhanallah” ahiret
için çok değerli bir zikrullahtır. Eğer zamanı gelince kullanabileceğimiz bir Nur Bankası varsa,
Sübhanallah’ın oradaki hesabı çok yüksektir!
249
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Demek ki; “Allah’ı tam manasıyla anlamak
ve kavramak mümkün olamaz” idrakının kalbte yaşanması belki de ulaşılacak gerçek alıştır!
Abdülkerim el-Cîlî Hazretleri İnsanı Kamil’inde
bahsediyor ki; “Allah her şeyi Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin nurundan yarattı.
İsrafil aleyhisselamın yaratıldığı yer de, Rasullah
sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin kalb nuru
oldu, Efendimizin kalb nurundan yaratıldı. Bu sebeple, bir nefeste bütün âlemi öldürdükten sonra
tekrar diriltir. İsrafil aleyhisselam, maddeye bağlı
meleklerin en güçlüsü ve Hakk’a en yakınıdır”.
“Elem neşrah leke sadrak” diyerek İnşirah
Sûresinin ilk ayeti ile başlamıştık. “İnşirah” adı
altında, ayetteki “sadrak” ifadesini, oradaki
“sadr” kelimesini anlamaya gayret ediyoruz.
Ayetin manasını ve bize mesajını anlamak için
“sadr” ifadesiyle kastedileni iyi bilmek gerekiyor.
Neden? Çünkü “sadr” birçok ayette geçiyor ve
sadrı anladığımız zaman o ayetleri anlamak, ilgilerini oluşturmak çok kolaylaşacaktır. Sadr, Kalb,
Fuad, Lüb Organizasyonu dediğimiz bu mekanizmayı incelerken de hep yolculuğu Kur’an’da
yapıyoruz, Kur’an’dan ayrılmıyoruz.
Çünkü yöntemimiz Kur’anı yine Kur’an’dan
dinlemek; soruları Kur’an’dan sormak, cevaplarını Kur’an’dan almak! Mümkün olduğunca içinde “bana göre” cümlesinin olmadığı bir anlatım
tarzında olmak! Eğer beşere göre bir şey olacaksa, onu da Efendimiz’in hadisleri kapsamında
olacak şekilde anlatmak! Dolayısıyla daima usulümüz; Kur’anı Kur’an’dan öğrenmeye çalışmak!
250
YILMAZ DÜNDAR
Tevbe Sûresi’nin iki ayetinde de konumuzla
ilgili kelimeler geçer; 14. Ayette “sadr”, 15. Ayette “kalb” geçer. Biliyorsunuz, konuyu özellikle
içinde “sadr ve kalb” geçen ayetleri ele alarak inceliyoruz, anlatış ve kompozisyonumuzun çatısını özellikle bu ayetler oluşturuyor. Tevbe Sûresi
14 ve 15. ayetlerdeki “sadr ve kalb”in bize anlatmak istediği şeyi yakalayabilmek için, burada
bir önceki ve bir sonraki ayetlere de bakmamız
gerekir. Bu yüzden Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16.
ayetleri birlikte ele alalım inşaAllah.
Tevbe-13: “Yeminlerini bozmuş, er-Rasul’ü
yurdundan ihraca kastetmiş ve üstelik ilk
kere kendileri size savaşa başlamış bir kavme
karşı savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan
korkuyor musunuz? Eğer müminler iseniz
haşyet duymanız için “ehakk” Allah’tır”.
Tevbe-14: “Mukâtele edin onlarla ki Allah
sizin ellerinizle onları azablandırsın, rezil etsin onları, onların aleyhine size nusret versin.
Ve böylece müminler kavminin sadrlarına
şifa versin”.
Tevbe-15: “Kalblerdeki ğayzı gadabı gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder.
Allah Aliymun Hakiym’dir”.
Tevbe-16: “Yoksa siz, Allah sizden mücahede edenleri, Allah’tan ve Rasulü’nden ve
iman edenlerden başkasını veli edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yapmakta olduğunuz her şey için
Habiyr’dir”.
251
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Bu dört ayet mealen böyle; o an için, ayetlerin geldiği an için meali böyle, zahiren böyle.
“Zahir”i birkaç şekilde ele almak lazım. Zahir tarifini nasıl ele almalıyız, bunu az sonra ele alacağız, bir yöntem uygulayıp göreceğiz.
Zahiri en azından iki türlü düşünmek lazım.
Birisi; ayetin geldiği zamanki durum: Ayet hangi
ortam için, nasıl bir durumda ve “ne demek” için
geldi? Ancak “zahir”i ele alan kişi, zahire yalnızca böyle bakarsa, böyle değerlendirirse işi orada
bırakır; bir hikâye okumuş gibi düşünüp o işi, o
manayı orada bırakır. Kişinin zahirle ilgili düşüneceği diğer hal; zahirin günümüze taşımasıdır.
“Tamam, bu ayetler o günün şartları ve olayları
içerisinde böyle geldi, bunu dedi, ama bugün
bana ne diyor? Zahiren bana şunu diyor!” diye
de bakması lazım. Eğer kişi bu iki zahiri bulup
amele çevirmezse onda “bâtınî mana” açılmaz.
Hem yeri geldiği hem de çok önemli olduğu için vurgulayarak söyleyelim; bâtınla amel
yapılmaz! Amel zahirle yapılır ve insanı kurtaracak olan ameldir! İnsanı ahiret hayatında
kurtaracak olan şey amelidir. “Ne düşündün de
cennete gittin?” diye bir şey yok, “ne yaptın da
cennete gittin?” var. Bir şeyi “yanlış düşünerek,
yanlış inanışla” yaparsan zaten yaptıkların boşa
gider, o ayrı iş. Ayetlerden öğreniyoruz ki, yanlış
düşünerek, yanlış düşünceyle yapıyorsan [şirk
koşarsan] amellerin boşa gider. Şirk koştun mu
bitti, o zaten hesaba alınan bir şey değil! Ama
sadece düşünerek, doğru düşünerek cennete
gidilmez. O doğruyu yaparak gidilir, amelle gi252
YILMAZ DÜNDAR
dilir, bu yüzden de “Aminû ve amilus salihati”
prensibi önemlidir. İşte onun için bâtınla amel
olmaz! Hele de gözünüzü kapatıp hayal kurarak
bâtın yakalıyorsanız hiç amel olmaz. Onun adı
ham hayaldir. Kişi kendisini ibadette zanneder,
ama öyle bir ibadet yoktur; amel yapamadığınız
bir ibadet yoktur.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin hadisi şöyledir: “Her şeyin taşkınlığı olduğu gibi
bilginin de taşkınlığı vardır. Taşkın olan bilgiden korununuz”. Bilgi taşkınlığı nedir? Bir kere
seni ikileme düşüren bilgidir, bilginin seni Hakk
Yol’da tereddüde düşürmesidir. Böyle bakıldığında, az bilgili olup da ikileme düşmeyen kişi
daha şanslıdır! Düşün şimdi: Normal biçimde,
güzel güzel salâtını ikame ediyorken din adına
bir bilgi duydun ve tereddüde düştün: İnsan
salâtını ikame etmeli mi, etmemeli mi? O bilgi
seni tereddüde düşürdü, sende taşkınlık yaptı,
bu bilginin sana ne faydası var? Bu yüzden her
şeyi öğrenmeye çalışmak şeytana kapı açar. Peki,
nasıl bir yolla öğrenmeli?
Dengeleyerek! Bilgin kadar ameli, amelin kadar bilgiyi dengeleyeceksin. Daima, öğrendiğin
bilgiyi bir amelle dengeleyeceksin, onu hayata
geçireceksin. Hayata geçiremediğin bir bilginin
peşine koşarsan ve onu da yığarsan taşkınlık
olur. Zaten hadiste de “bilgi zararlıdır” denmiyor, “taşkınlığı zararlıdır”! Amele çeviremediğin
bilgileri yığar da taşkınlık oluşturursan sana
zarar verir. Neden? Fitneye düşürüp amelden
uzaklaştıracağı için. Bu yüzden amel zahirle
yapılır, daima!
253
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Peki, bâtınla amel olmaz mı? Şöyle olur: Bir
kişi zahirle amel ediyorsa ve amelinde de ihlâsı
yakalamışsa onun daha önce bâtın diye bildiği bilgi onda zahir olur. Dolayısıyla yine zahirle
amel yapar. Bir bâtın bilgi sizde zahir olmadan
onunla amel yapamazsınız. O bâtın bilginin sizde zahir olması için, siz o bilgi kulvarının zahirinin ne olduğunu iyi öğrenip amele çevirmeli,
sonra da onun ucundaki bâtının sizde zahir olmasını beklemelisiniz. Ki amel yapasınız!
Şimdi bir örnek uygulama yapalım. Bir yöntem
uygulayarak ayetlere [ilk basamak olarak] hem o
gün için hem de anımız için bakmaya çalışalım.
Tevbe Sûresi’nin 13, 14, 15, 16. ayetlerini ele
alıyoruz. Kur’anı Kerim’de Tevbe Sûresi’nin bir
özelliği var; sure Besmele’yle başlamaz! Çünkü
ültimatomdur, ültimatom Besmele’yle başlamaz. Eğer Allah’ın ültimatomu Besmele’yle
başlarsa rahmeti gazabını geçer ve ültimatom
kalkar!
Bu yüzden, eğer bizler çok rahatlıkla, aklımıza
geldikçe Besmele kullanıyor, Besmele söylüyorsak bu bizim için nasıl bir lütuftur anlayın; ültimatomun dışındasınız! Eğer ültimatom kapsamındaysanız Besmele’yi bile söyleyemezsiniz!
Size Besmele söylettirilmez, ki ültimatom yerine
gelsin!
Tevbe Sûresi birinci ayeti der ki; “bu Allah’tan
ve Rasulü’nden bir ültimatomdur, kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklere!”. Sure bu ayetle başlar, bu yüzden başına Besmele yazılmaz.
254
YILMAZ DÜNDAR
Şimdi Tevbe Sûresi 13, 14, 15 ve 16. ayetlerinden öğrendiğimiz nedir, ona bakalım.
Birincisi şu; onlar yeminlerini bozdular deniyor. Mekke müşriklerinden bahsediyor diyor
ki; siz onlarla anlaşma yapmıştınız, ama onlar
anlaşmalarını, yeminlerini bozdular, yaptıkları
anlaşmaya sadık kalmadılar.
İkincisi; ayrıca o Rasulü; er-Rasulü yerinden
yurdundan ihraç ettiler. Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellemi Mekke’den çıkarmak için bir
sürü planlar yaptılar, uyguladılar, Efendimiz nihayet Medine’ye hicret etti.
Üçüncüsü; bununla da kalmayıp saldırdılar,
savaştılar. Baktılar Efendimiz Medine’ye yerleşti, Medine’ye nifak tohumları ekerek O’nu
Medine’den çıkarmak için çalıştılar.
“Onlar”ın, yani bir savaştaki “karşı taraf”ın
özellikleri diye söylenen işte bunlar: “Onlar yeminlerini bozanlardır, onlar er-Rasulü ihraç edenler ve her seferinde ilk saldıranlardır!”. Siz onlar
saldırınca kendinizi savunuyorsunuz. Hep onlar
saldırıyor, savaşı hep onlar çıkarıyor, ilkin onlar
savaş açıyor. Onlara ait üç önemli özellik; yeminlerini bozanlar, er-Rasulü ihraç edenler ve her
seferinde ilk saldıranlar!
Oysa bilmedikleri bir şey var! Elbette bilmiyorlar; çünkü gafletteler! O bilmedikleri şey ne?
O Enfal Sûresi 33. Ayetle bildiriliyor: “Hâlbuki
sen onların içindeyken Allah onlara azab vermezdi. Ayrıca istiğfar edenler de varken Allah onlara azab verici değildir”. Evet, müşrik
255
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
olmalarına rağmen Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem onların içindeyken ve onların içinde
Hakk’ı fark edip de sığınışta olanlar da varken
onlara azab verilmezdi! Ama bu şanslarını kaybettiler! Çünkü Rasulü ihraç ettiler. Ayet soruyor, “hal böyleyken onlarla savaşmayacak mısınız?” Savaşmaması gerekenler size savaş açıyor,
sizinle savaşıyorlar, savaşması gerekenler çekingenlik gösteriyor! “Durum böyleyken, o halde
onlarla savaşmayacak mısınız, yoksa onlardan
korkuyor musunuz, korktuğunuz için mi savaşmıyorsunuz?” Oysa Allah izin vermese onların
size ne bir zararı dokunabilir ne de bir faydaları!
Size bir şey yapamazlar. Siz zaten böyle inanıyorsunuz, inananlar olarak bu düşüncede değil
misiniz? Ve eğer siz Allah’ın emrine muhalefet
ederseniz; “savaşın” dediği halde savaşmazsanız,
siz esas o zaman karşılaşacağınız azab ve gazaptan korkun! Bundan korkmanız gerekir, o zaman
bundan sizi kim kurtarabilir! Ve ayet hükmediyor; “o halde korkmanız gereken ehakk Allah’tır”.
Korkmanız gereken Allah’tır.
Bu ayetteki “ehakk” kelimesi meallerde
“korkmanıza Allah layıktır, korkmanıza layık
olan Allah’tır” gibi meallendiriliyor. Bu doğru olmaz! Çünkü “korkup haşyet duyacağınız ehakk
Allah’tır” ayetine normal hayatta kullanılan dille
baktığınız zaman; buna Allah layıktır manası çıkar. Fakat hep diyoruz ki; Allah’la ilgili bir cümle kuruyorsanız İhlâs Sûresi’nin dışına çıkan
bir mana verilemez! “Bunun hayattaki manası
bu”, “Araplar böyle diyor”, “Kelimenin geçmiş256
YILMAZ DÜNDAR
teki manası böyle” gibi bakış açıları normal yaşantının dili için geçerlidir. Allah derseniz onun
manası o çerçevede olur. Eğer siz “korkmanıza
Allah layıktır” derseniz, Allah’ı insanlarla kıyaslamış, insanlarla yan yana koyup kıyaslamış olursunuz. Yanlış! Mana verirken meallendirirken
bunlara çok dikkat etmek lazım ki, zihin yanlışa
düşmesin. Bilmeden bile kıyasa düşse, zihninizde tereddütler oluşur.
Ayet diyor ki; “savaşın, korkmayın savaşın!”
Peki, savaşmanızla oluşacak olan nedir, o zaman
ne olacak? “Savaşın ki Allah sizin ellerinizle
onları azablandırsın!” Bu, özellikle tasavvufla
meşgul olanların çok dikkat etmesi gereken bir
cümledir; Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın. Birincisi şu ki; normal hayatta, yani insani, beşeri alanda insan böyle bir cümle kurmaz.
Ne der? “Onların cezasını ellerinizle verin” der,
normal hayatta cümlenin böyle olması gerekir;
“gidin savaşın ve onların cezasını ellerinizle verin”. İnsan düşüncesine, insan zihniyetine uygun
cümle budur ve buna kimse de itiraz etmez.
Bize “git yap” dedi, “biz de gittik, elimizle cezasını
verdik” derler. Ama buradaki ifade ve mana öyle
değil. Ayet bir gerçeği içeriyor, bakın:
Birinci basamak zahiri mana; “Allah sizin ellerinizle onları azablandırsın! Ellerinizle azablandırsın! Siz değil Allah azablandıracak, azablandıran
Allah! Neyle? Sizin ellerinizle! Bu mana zahiren
düşünebileceğimiz ilk basamak. Peki, cümleyi
bâtınen nasıl kurabiliriz?
257
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Bâtınen ilk basamak mana; “Allah sizin elleriniz olarak onları azablandırsın!”. Sizin elleriniz
olarak onları azablandırsın! Ancak yine dikkat
edilmesi gereken bir şey var! Bunu böyle bilmek başkadır, bir de iki manayı kıyaslayıp; “bu
öyle değil böyledir” demek başkadır! Bu tuzağa
düşmemek lazım, dikkat edin: Diyelim ki kişi bir
yerde bu ikinci cümleyi, ikinci manayı okudu.
Eğer o zaman; “bunun aslı Allah sizin ellerinizle
onları azablandırsın değilmiş, sizin elleriniz olarak onları azablandırsın demekmiş” derse kendini perdeler. Çünkü ikisi de doğru! Bir doğruyu
öğrenirken diğer doğrudan perdelenirseniz kesrette kalırsınız, hep! Tevhid’de ilerlemenin önemli
ipuçlarını veriyoruz, hep yapmaya çalıştığımız
bu! Tevhid yolunda ilerlemenin bir ipucu da;
Hakk yolunda duyduğunuz cümleleri cem etmektir! Kaç cümle duymuşsanız!
İnsanlar; “efendim ben şu önemli kişiden
şunu duydum, şu önemli kişiden bunu duydum” diyerek önemli kişileri çarpıştırırlar. Halbuki kendilerini, kendi hayatlarını çarpıştırıyorlar. Oysa yapmaları gereken elele vermeleri! Ne
güzel; birisi bir önemli kişiden bir şey duymuş,
diğeri de bir şey duymuş! İşte bu iki bilgiyi, iki
cümleyi birleştirip “tek cümle” yapmak gerek!
Hakk yolda duyulanları birleştirip cem ederseniz Tevhid’i çabuk yakalarsınız. Eğer beyin bölmeyi öğrenirse, Tevhid yolunda bile olsa bölücüyse, bölücülükten; kesretten kurtulamaz!
Hakk yolda, birleştirmek insanı Tevhid’e hızlı
götürür. Bu, Hakk yoldaki cümlelerin birleştirilmesini de içerir. Dolayısıyla Allah sizin ellerinizle
258
YILMAZ DÜNDAR
onları azablandırsın, Allah sizin elleriniz olarak
onları azablandırsın, Allah onları azablandırsın
diye cümleleri çoğaltabilirsiniz. Bunların hepsini birleştirdiğinizde bulacağınız mana sizin için
daha yüksek bir manadır. Doğruya bunları eleyerek ulaşamazsınız! Peki, eleme yapılmaz mı veya
eleme ne zaman yapılır? Uygulayacağınız zaman
elemelisiniz! Bilgilerinizi amele dönüştüreceğiniz için o zaman elemeniz gerekir. Bu eleme;
sırası gelince alıp uygulamak için rafa koymaktır. O bilgiler sırası geldiğinde uygulamak üzere
saklamanız için önemlidir.
Allah sizin elleriniz olarak onları azablandırsın
cümlesi kişi için ne zaman zahir olur? Bu cümle ancak nefs-i mutmainneden sonra zahirmiş
gibi söylenebilir. Bize bâtın gelir ama ona zahirdir. Onun yaşantısının hali olduğundan, o bu
cümleyi rahatlıkla kurar. Bu yüzden bu cümle de
doğrudur, diğeri de doğrudur. Ama bizim o günün şartlarını düşünüp buradan çıkarmamız gereken önemli mana; perdelenmememiz gereken
mana, hatta titrememiz gereken mana; “Allah
sizin ellerinizle onları azablandırsın” denmesidir.
Gidin onları cezalandırın denmiyor! Bu önemli.
Böyle olunca ne olur? Böylece; “Allah onların aleyhine size zafer versin”. Buraya bir
cümle koyalım ki; konuyu anlamaya çalışırken
ve tefekkür ederken yanlışa düşmeyi engellesin! Kur’an’da anlatım tarzı muhataba göredir
ve bu Kur’an’da çok önemlidir. Muhatabın yani
hastanın tedavisine yönelik cümle kurulur. Çok
dikkat ediniz; hastanın tedavisine yönelik cüm259
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
leye bakılarak doktor değerlendirilmez! Öyle
yaparsanız yanlış yaparsınız. O cümle “sizin için”
öyledir! Bu ayette bu yöntemi nasıl görürüz, bakalım:
Anlatıma bakınca, sanki karşı taraf Allah’ın
kulları değilmiş sanarsınız. Bu anlatım tarzına
bakıp da, sanki müşriklerin müşrik olma emrini
Allah vermemiş gibi düşünürseniz, sanki onların
o savaşma emrini Allah vermemiş sanarsanız yanılırsınız. Eğer kişi kaderi iyi kavramışsa bilir ki;
karşıdakilerin de öyle olmalarının emrini veren
Allah’tır, dileyen Allah’tır, onları “karşı taraf” yapan Allah’tır! Ayet; “Allah onları cezalandırsın”
dediğinde, cezalanacak kişideki Allah hakikatini
de görmek, ötelememek lazım. Ama bu bakış
“genel gerçek” içindir. Siz hem bu genel gerçeği
bilip hem de; “bu cümleler bu gerçeğe uymuyor” derseniz yanılırsınız. Ayette cümleler hastanın tedavisi için, tedavi cümleleridir ve muhataba göredir, doktora göre değildir. Az önce söylediğimiz hakikat doktora göredir. Çünkü karşı
taraf ta, bu taraf ta doktorundur. Ama şimdi,
bu hastanın reçetesinde bu hasta için cümleler
böyledir. İşte bu bakışla deniyor; böyle yaparsanız Allah onların aleyhine size zafer verir.
Böyle savaşırsanız ve Allah onların aleyhine
size zafer verirse ne olur? Bir kere müminlerin
şan ve şerefi yükselir. Çünkü çok ezildiler, horlandılar, yerlerinden sürüldüler… İşte böylece
şan ve şerefiniz yükselir. Bu, bugünkü cumhuriyet ve demokrasi sistemi içinde, birisine “seçimlerde şu kazanacak” demek gibi bir şey, “şan ve
260
YILMAZ DÜNDAR
şerefi yükselirse yönetimi ele alır” gibi bir mana.
“Şan ve şeref” kelimelerinden perdelenmemek
lazım! Bugünün şartlarında iktidar olmak için
nasıl “oy” lazımsa, o günün şartlarında da bunlar
lazım! Başka? Ezilmiş ve acı çekmiş müslümanların sadrları ferahlar. İnsanî cümleyle söylersek; içlerine su serpilmiş gibi olur. Kur’an buna “şifây-ı
sadr; sadra şifa” diyor. Ve sonuçta Hakk yerini
bulur. Çünkü daha öncekiler haksız uygulama
ve haksız savaşlar! Bu saldırılar ve savaşlar haksız
yere savaşan grubu şımartıyor, haksız yere mağdur olanın da içini eziyor, onun da içini bunaltıyor. Bu yüzden bir denge lazım! Nasıl bir denge?
Şımarığın şımarıklığını giderip mağduru Hakk’a yaklaştıracak bir denge! Şımarığın
da, mağdurun da buluşacağı bu çizgi Hakk
Çizgisi’dir. Burası dinginlik çizgisidir, rahatlık
çizgisidir, orta yol çizgisidir. Buraya gelince şımarık da mağdur da rahatlar. Bu çizgi salâttaki
saf gibidir. Orada kişinin rütbesi ne olursa olsun, İmam’ın arkasında yan yana durur. Saftaki
kişi yanına bakıp da; “arkadaş ben müsteşarım,
sen hademesin, yan yana nasıl namaz kılarız?”
demez. İkisi de dingin olur ve mutlu olur; çünkü Hakk yerini bulmuştur! Zaten imanlı kişi dış
dünyada bundan öyle rahatsızdır ki, o Hakk
Çizgisi’ne geldiği zaman rahatlar, onunla yan
yana olmaktan rahatlık duyar. Beraber olmaktan, bir olmaktan mutlu olur. Bunu en iyi nerede
yaşarsınız? Kâbe’nin etrafında, ihramda yaşarsınız! İnsani rütbelerin kalktığı, yani tanrısal rütbelerin kalktığı, Kul Rütbesi’nin hâkim olduğu
alanda yaşarsınız. Böylece, Hakk yerini bulunca,
261
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
bu dinginlikle birlikte galip tarafta da, mağlup
tarafta da gelecek için kin ortadan kalkar. Kin
ortadan kalkınca öfke oluşmaz. Bu sonuç her iki
tarafın da fuadında; değerlendirme merkezinde, analiz-sentez merkezinde bu meydana gelir.
Değerlendirme merkezi fuad, kinin oluşmadığı, öfkenin gazabın kalktığı bir sonuca ulaşır ve
bu bilgiyi kalbe gönderir, oraya bunu kalbeder;
“beyne böyle bilgi ver” der. Böylece onun kalbi beyne “kin, öfke” talimatı vermez, beyin de
kan kimyasını, hormon ve enzim sistemlerini bu
yeni gelen emre göre düzenler. Sonuçta ne olur?
Kalblerdeki gadap giderilir! Ayet buna; “yüzhib
ğayza kulubihim”; kalblerdeki gadabın giderilmesi diyor. Ve ayette; ”böyle olunca, umulur ki
onlar saldırılarına son verirler” diye bir temenni var.
Ayet; “Allah dilediğinin tövbesini kabul
eder” diyerek devam ediyor. Bu da o anla ilgili
olarak çok önemli, ders alınması gereken bir şey.
Düşünün, karşı taraf saldırmıştı. Ama şimdi işler
düzeldi, tedavi gerçekleşti ve doktor devreye girdi. Hastanın ihtiyacı olan cümlelerle onun tedavisini yaptı, şimdi doktor yeniden devreye girdi;
“tamam tedavi oldun, artık işe hücumla bakma;
Allah dilediğinin tövbesini kabul eder; oradakinin
de tövbesini kabul eder! Bunu bize Tevbe Sûresi
11. Ayet açıklıyor: “Eğer tövbe ederler, salâtı
ikame ederler, zekâtı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz ayetleri bilen kavme açıklarız”. Bakın, kin gadab kalktı, tövbe kapısı da
herkese açık!
262
YILMAZ DÜNDAR
“Tövbe kapısı hiç kapanmaz” cümlesi çok
doğru değildir. Tövbenin kapısı yoktur ki kapansın! Kapısı yoktur! Kapanmaz demek, kapısı yok
demektir. Kapanmayan bir yere kapı yapar mısın? Hiç kapatmayacaksan oraya niye kapı yapasın ki! “Tövbe kapısı kapanmaz” cümlesi, “tövbenin kapısı yok” manasınadır.
Ankebut Sûresi 2. Ayet: “İnsanlar denenip
ne olduklarının sonucu görülmeden, “iman
ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?”
Demiştik ya; “ne düşüyordun da cennettesin?”
yok, ancak “ne yaptın da cennettesin?” var!
Efendimiz, sahabelerden birisine buyuruyor
ki, “ne zaman cennette yürüsem senin ayak
izini duyuyorum. Ne yapıyorsun da cennette
önde ayak sesin geliyor?” Bakın “ne düşünüyorsun da...” değil, “nasıl inandın da...” değil! Zaten inancın düşüncen yanlış olursa bu kulvarda
olamazsın, o ayrı bir iş. Ama seni bu kulvarda tutacak şey amel! Ne yaptın da oradasın? Mübarek
buyuruyor ki; hep dediklerinizi yapıyorum başka
bir şey yapmam. Ancak düşünüyor ve diyor ki; aklıma şöyle bir şey geldi. Her abdest aldığımda, hemen peşine iki rekât salât ikame ederim, bir bu var.
Dolayısıyla, Ankebut Sûresi 2. Ayet bize; “insanlar denenip ne olduklarının sonucu görülmeden,
“iman ettik” lafıyla kurtulacaklarını mı sandılar?”
derken, demek ki “iman ettik” lafı kurtulmak için
yeterli değil diyor! Ayet, imanın amellerle ortaya
konulmuş olması gerektiğini söylüyor, “imanınız
amellerle ortaya konulmadan kurtulamayacaksınız” gerçeğinin altı çiziliyor.
263
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Ayette denenmek geçer, bu ne demektir, ona
da bakalım. Denenmek fitneye düşürülmek demektir. Kur’an’da “imtihan edilmek, denenmek”
geçtiğinde bu daima fitneye düşürülmek demektir. Fitne ne demektir? Fitne ikilemdir, ikilem demektir. İkilem ise normal yaşantınızın hayatınızın, esfele safiliynin içindeki tereddüt ve ikilemler
değil, Hakk ve bâtıl konusunda ikilemdir! Bir fikrin, bir davranışın Hakk mı bâtıl mı olduğunda
ikileme düşmektir. İkileme düşünce bâtılın cazip
gelmesi de fitnedir. Peki, denemeye, imtihana
nasıl bakmalıyız? İmtihan, kulun bir konuda ne
yapacağını Allah’ın öğrenmesi değildir. İmtihan
o kulun öğrenmesi içindir; kulun kendisine kendisinin şahit olması içindir. Kulun ameline kendisinin şahit olmasına imtihan/deneme denir.
Bu konuda da, normal yaşantıdaki, insan yaşantısındaki “deneme ve imtihan” kelimelerine bakarak “Allah insanları sınıyor” zannetmek Allah’ı
tanıyamamak demektir. “Deneme”yi ayetlerde
yeri geldikçe tekrar ele alacağız, ama buradaki
deneme; insanın kendisini tanımasının adıdır.
Tevbe Sûresi’nin dört ayetini o ana, o zamana
göre anlamaya çalıştık. Şimdi de bu ayetlerden
perdelenmemek için, ayetlere kendimiz için,
“günümüzde nasıl düşünmeliyiz?” diye bakalım.
Böyle bakarsak bu ayetlerde ne görürüz? Ayette
sözü edilen topluluğun özellikleri nelerdi: “Onlar yani Kâbe müşrikleri yeminlerini bozmuşlar,
er-Rasulü yurdundan ihraç etmiş, hep savaş açan
ve ilk saldıran olmuşlardı”.
264
YILMAZ DÜNDAR
Şimdi yeminleri bozma halini günümüzle,
kendimizle ilgili değerlendirip, ayetin günümüzdeki zahiri halini yakalamaya çalışalım. Böylece
iki zahiri yakaladıktan sonra ayetteki bâtinî mananın içine nüfuz etmeye başlayacağız. “Yeminlerini bozmuşlar” ne demek, bunu ipuçlarıyla
arayalım. Bakın ayetleri böyle incelerken aslında
hayatımızı ayetlere taşıma yöntemini uyguluyoruz! O gün onlardaki üç hal; yeminlerini bozdular, er-Rasulü yurdundan ihraç ettiler, daima
ilk savaşı size onlar açtılar. Öyleyse bunlarla
savaşmayacak mısınız, yoksa onlardan korkuyor
musunuz? Önemli ipuçları bunlar, şimdi bunları
hayatımızda arayalım. Yeminlerini bozmuş olmak nedir, bunu inceleyelim. Yöntemimiz hep
aynı: Bir şeyi ararken soruyu Kur’an’dan soracağız, cevabı da Kur’an’dan arayacağız!
A’raf Sûresi 172. ayet: “Hani Rabbin
Âdemoğullarından, onların bellerinden
kendi zürriyetlerini ahzedip alıp onları kendi nefslerine şahitlendirerek; elestü Bi Rabbiküm; ben değil miyim Rabbiniz? Onlar da
Kalu; bela şehidna; evet bilfiil şahidiz dediler.
Kıyamet Günü; biz bundan gafil idik demeyesiniz diye”. Bunu “Sen Tanrı mısın?” kitapçığının sondan ikinci bölümünde, Âdem aleyhisselamın cennetten çıkışını ele alırken geniş olarak,
yerinde gördük. Burada sadece konumuzla ilgili
kısımlarını ele alıp geçeceğiz.
Ayetten anlıyoruz ki Kıyamet günü; ya Rabbi
biz bu bilgilerden habersizdik demeyesiniz diye
siz şahitlendirildiniz! “Kalıp”tan bahsetmiştik
265
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
ya, işte bu bilgi kalıbınıza işlendi. Siz de bunun
farkındasınız, yani kalıba işlenmeyi de tasdik ettiniz. İşte bu, o anlatım içerisinde “bir yemin”
oluşturuyor. Sizin kalbınıza, kalıbınıza “sizin Rabbiniz kimdir?” bilgisi işlendi, bu bilgi size verildi;
kalıbınız buna şahid oldu ve bunda sizin tasdikiniz de var! Yani siz “evet, ben bu bilgiyi duydum
ama anlamamışım” diyemezsiniz. “Evet” diyen;
“kâlû bela şehidna” diyen şahitliğiniz var! Yani
bu bilgi de sizde mevcut! Bu Fıtrî Yemin olarak
geçer. Bu yemin, Kıyamet Günü; “bu işten habersizdik” demeyesiniz diyedir. Başka ne içindir?
A’raf Sûresi 173. Ayet: “Ve bir de; “daha önce
atalarımız yalnızca müşrik olarak yaşarlardı, biz de onlardan sonra onların devamı bir
zürriyetiz. Bâtılı işleyenler yüzünden bizi helak mi edeceksin?” demeyesiniz diye!”. Hem
Kıyamet’te hem de dünyada “habersizdik” demeyesiniz diye! Hem Kıyamet’te hem de dünyada “biz bunlardan habersizdik, böyle bir bilgi bizde yoktu” demeyesiniz diye siz buna şahid kılındınız! Bu yüzden A’raf Sûresi 172 ve 173. ayetler,
İslam Dini Prensipleri içerisinde özellikle Kul’un
Fıtrî Yemini kabul edilmiştir.
Şimdi bir de bir karşılaştırma yapalım; insanın bu şahitliğini kıyaslayalım, şeytanın ve cinin
durumu nasıl ona bakalım.
Kehf Sûresi 51. Ayet: “Ben onları İblis’i, cinleri sema ve arzın yaratılmasına da kendi yaratılmalarına da şahit tutmadım. Ve hiçbir
zaman mudill saptırıcı olanları yardımcı edinmiş değilim”.
266
YILMAZ DÜNDAR
Dikkat ediniz; şeytanın böyle bir şahitliği yok,
kalıbında işlenmiş böyle bir bilgi yok ve böyle bir
yemini de yok! Böyle bir yeminden sorumlu değil! Ne böyle bir yemini ne de böyle bir bilgisi
var! “Sen Tanrı mısın?” kitapçığında bu olayın
geçtiği yerde demiştik ki, şeytan Hazreti Âdem’i
cennetten çıkması için kandırmış değildir! Kandıracak olsa, Hz. Âdem hemen kanmaz! Oysa
o, kendisi için çok doğru olanı, yani inandığını
söylemiştir. Çünkü onun bilgisi bu, bu çerçevede, buna inanıyor. Bu yüzden de bu bilgiye göre
doğruyu sunmuştur. Hazreti Âdem onun bu haline; anlatırken yemin eden ve doğruyu sunan
bu haline kanmıştır; “anlatım tarzı” içerisindeki
ifadeyle!
Bu yemini destekleyen başka bir özellik Şems
Sûresi 7, 8, 9 ve 10. ayetlerde mevcuttur.
Şems Sûresi 7: “Nefse ve onu düzenleyene”,
Şems Sûresi 8: “Sonra da ona hem fücurunu
ve hem de takvasını ilham edene ki”;
Şems Sûresi 9: “Gerçekten onu arındıran
kurtulmuştur; nefsi arındıran kurtulmuştur.
Şems Sûresi 10: “Onu gömüp gizleyerek
yaşayan ise gerçekten kaybetmiştir. Nefsi gömüp gizleyen kaybetmiştir!”.
Özellikle Şems Sûresi 8. Ayetten anlıyoruz ki,
kalıpta bir şey daha var! Zamanında kalıba işlenmiş bir şey daha var! Nedir o? “Sonra da ona hem
fücurunu ve hem de takvasını ilham edene!” Yani
ona; eğer bu yeminine uygun davranmazsan, fit267
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
ne fücurla meşgul olursan başına ne geleceğinin
veya Hakk yolda yarışırsan, takva sahibi olur da
takvada yarışırsan başına ne geleceğinin bilgileri
de işlendi, bu bilgiler de onda mevcut.
Yeminlerini bozdular ne demek, anlamaya
çalışıyoruz, bunu kendimiz için anlamaya çalışırken Bakara Sûresi 30. Ayete de bakalım. Bu bilgilerin yüklendiği bu kalıbın akıbetini, arza gitmeden önce bu özellikleri almış olan kalbın akıbetini anlamak için. Bakara Sûresi 30: “Hatırla ki,
Rabbin melaikeye; “muhakkak ki ben arzda
bir halife meydana getireceğim” dedi”. Demek ki, bu bilgilerle bu özelliklerle bu kalb arzda
halife olarak yaşayacak. Buradaki “arz” kelimesini bildiğimiz arzın dışında, onun gibi bir arz olan
insan bedeninin hali olarak ele alın. Şimdi bu üç
ayeti birleştirdiğimiz zaman karşımıza bu kalıbın
çok önemli bir şeyi çıkar. O nedir?
Araf Sûresi 172’de “Rabbimizsin” sözü ve şahitliği, Şems Sûresi 8’de fücurunu ve takvasını
ilham ve Bakara Sûresi 30’daki; halifelik, yani
esmai külleha özelliğini birleştirdiğimizde karşımıza bir şey çıkıyor: Muhtariyeti Tercih Gücü!
Biri “halife”nin özelliği olan esmai külleha, diğeri
“Rabbimizsin” söz ve şahitliği, bir diğeri fücurunu
ve takvasını ilham; bu üç bilgi yan yana gelip birlikte bir güç oluşturduğunda kalpta Muhtariyeti
Tercih Gücü ortaya çıkıyor. Bu özellikler bir tercih gücü; tasarruf gücü meydana getirir! Dünya
yaşantısı şartlarında ilk basamak olan tasarruf
gücünü meydana getirir, Yani Muhtariyeti Tercih
Gücü! Genellikle ileri zatlar için kullandığımız
268
YILMAZ DÜNDAR
“tasarruf sahibi” olarak bildiğimiz hal bunun
ötesidir. Ama tasarruf sahipliğinin başlangıcı budur; bu olmadan o olmaz! Bir zata, bir ileri zata
“tasarruf sahibi” diyorsak, o; başlayan bu noktanın Hakk yolda kullanılarak ulaşıldığı yeridir. Bu
üç özelliğin kalba sağladığı budur, kalbı tasarruf
sahibi yapar. Tasarruf sahipliğinin en önemli delili Hadiyd Sûresi’nin ilk on ayeti içerisindedir.
Hadiyd-7: “İman edin Allah’a ve Rasulüne.
Hakkında sizi tasarruf sahibi kıldığı/halife kıldığı şeylerden infak edin. Sizden iman
eden ve infak eden kimseler var ya, onlar için
ecr-u kebiyr vardır.” Konuyu bu ayet içerisinde
çok açık anlıyoruz. Ayette geçen “mustahlefiyn”
tabirini lütfen inceleyiniz.
Bu yüzden Hadiyd Sûresi’nin ilk on ayeti
önem taşır ve içindeki bilgileri anlamak, söylemek, hatta okumak önemlidir!
Bu üç özellik Muhtariyeti Tercih Gücü’nü
meydana getirdi, işte bu Muhtariyeti Tercih
Gücü’nün dünyada bâtıl yolda kullanılması yeminin bozulması demektir! Ayetteki üç özellikten birisi yeminin bozulmasıydı, biz ayeti günümüze taşıdığımıza göre; “yeminini bozan kim?”
onu bugün için bulmalıyız. Bu olayı yalnızca o an
için düşünürsek ötelemiş oluruz, bir masal okur
gibi okur; “o zaman öyle olmuş demek ki” der
geçeriz. Halbuki biz diyoruz ki; bu ayet bugün
için, yani benim için ne diyor? “Birisine göre”
değil de ayetlere göre bakınca ipuçlarından birisini yakalarız. Ayetler diyor ki, yemini bozmak;
Muhtariyeti Tercih Gücü’nü yanlış kullanmaktır,
269
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
dünyada kullanmaktır, bu tasarrufu bâtıl yolda
kullanmaktır. Bu hal yeminin bozulmasıdır.
Peki yeminini bozan kimdir, şimdi de onun
adını koyalım? Yeminini bozan “A” Takdim
Formu’dur. Dikkatinizi çekecektir, daha önce “A”
Takdim Formu “BEN” demiştik; o bunun “kimlikli” halidir, yeminini bozan değil! Yeminini bozan “A” Takdim Formu’dur. Bu “A” Takdim Formu yemini bozan yapıdır. Bu yapı kayıttır; nefsin
şerri yönündeki vehmin zulmeti olan kayıttır.
Kuldaki Kendini Hissetme Duygusu bu kayda
“BEN” deyince o zaman bu kayıtla ilgili Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu meydana çıkar. Yani
bu geldiğimiz noktada şöyle bir ayırım yapıyoruz: “A” Takdim Formu var; bu bir yapı. Sonra “A”
Takdim Formu yapısına gelip “BEN” diyen var.
Bunu çok iyi kavramalıyız, bu ilk basamak olarak çok önemli! Bir “A” Takdim Formu var; Esfele
Safiliyn yapı dediğimiz, bir de buna “BEN” diyen
var. İkisi aynı değil; bunun ikisini aynı sanmaktır
ki insanı tehlikeye düşürür! Çünkü kişi yatırımını
buna [çöpe] yapar ki gafletin büyüğüdür! Allah
diyor ki, o çöp olacak!
İnsan hayatta hiçbir şeyi bu kadar net görmez; ölümü ve çürümeyi! Buna rağmen hiç
görmüyor gibidir; her şeyden ders alır da bundan ders almaz veya en az bundan ders alır. En
net bunu görür; ölüm vardır ve çöp olmaktadır!
Ama ölü evine gidip pide yer ayran içer; tamam
iş bitti, döner çöpe yatırım yapmaya devam
eder. Hepsi pide yiyip ayran içinceye kadardır!
Döner çöpe yatırım yapmaya gider. Hatta oraya
270
YILMAZ DÜNDAR
bir kayıt sistemi yerleştirip izleyin, pide ve ayran
faslına kadar “rahmetli”den konuşulur, pide ve
ayranla beraber, “tarla nasıl, araba nasıl, yarın ne
yapıyorsun şuraya gidelim mi? Seni yıllardır görmüyordum, ne iyi oldu görüştük. Gel de gezelim oturalım” başlar; dünya başlar; çöpe yatırım
başlar. Bu vehim mekanizması işte, bu olmasa
dünya olmaz zaten, vehim mekanizması bu işte!
Demek ki bir “A” yapı, isyan eden asi yapı var,
bir de ona “BEN” diyen var. İşte bu asi yapıdır ki,
yeminini bozmuş kalıptır. O yeminini bozmuş
bir kalıptır. İşte, o “BEN” diyenin Kendini Hissetme Duygusu önce onu görür de ona vurulur, o yüzden ilk aşkıdır o! Ona öyle bir vurulur,
öyle bir cezbe oluşur ki onunla bütünleşir, ona
“BEN” der, bir türlü ondan sıyrılamaz. Ondan
sıyrılması için daha büyük bir aşk gerekir. Bu aşk
da, beşeri olarak Rasulullah Aşkı’dır, hakikatte
Allah Aşkı’dır. Ancak bu aşk onu ondan çeker
kurtarır. Bu aşktan başka türlü kurtulamaz, ilk
aşkıdır çünkü. Küfrüne; küfre âşıktır. Aşkına söz
söylettirmez, küfre söz söylettirmez! Bu yüzden;
kurtulabilmesi için yeni bir aşk lazımdır ki, o da
Allah Aşkı’dır. Yemini bozanı yakaladık; “A” Takdim Formu yapısı!
İşte yemini bozan bu yapıya; “A” Takdim
Formu’na “BEN” demek Kur’an’da kalp hastalığı olarak geçer. Kişinin bu kalble, bu kalıpla,
daha önce saydığımız şahitlik ve yemin bilgilerine rağmen, gelip de bu esfele safiliyn yapıya, “A”
Takdim Formu’na “BEN” demesine hasta kalp
gözüyle bakılır, ona kalbi, kalıbı hastalanmış de271
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
nir. Eğer bu hastalıktan kurtulursa, kurtulmuş
kalbin adı kalb-i selîmdir; o sağlıklı kalbdir.
Ama bu “A” yapıya “BEN” dediği sürece o kalp
hastadır ve Kur’an ona hastalanmış kalp, marazlı kalp der, ayetler onu böyle tanımlar.
Peki, bu hastalığın belirtisi/sonucu nedir?
Bu hastalığın belirtisi, sonucu bir iddiadır! Hani
klasikleşmiş bir hastalık var; kişinin kendini Napolyon sanması! Kişi eski bir palto bulur, elini de
böyle koyar; “ben Napolyon’um” der, bir iddiada bulunur. Aslında ne o Napolyon, ne de palto Napolyon’un paltosu, ama girdiği bu kılıkta
bir iddiası var onun; “ben Napolyon’um” diyor.
İşte kalp de hastalanınca bir iddiada bulunuyor;
“Varım ve Muhtarım” diyor! Bunun iddiası da
bu; varım ve muhtarım!
Yemini bozmak ilk ipucuydu, peki ikinci ipucu
nedir? İkincisi Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ihraç edilmesi. Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin risaletinin ihraç edilmesi! Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellemin risaleti “A” Takdim
Formu’nun yaşantısına uymadığı için onu ihraç
etmiştir. Onda, orada Efendimizin Risaleti yoktur, onu ihraç edip çıkarmıştır. Bakın böylece ihraç edeni de yakaladık! Kimmiş? “A” Takdim Formu! Neyi ihraç ediyor? “A” Takdim Formu»nun
ihraç ettiği şey Efendimizin Risaleti! Bu risaleti
ihraç eden de “A” Takdim Formu yapısı!
Diyoruz ki, sizi cennete götürecek olan ameldir, ama doğru düşünürken amel! “İhraç”ta, dikkat ediniz, ameli ihraç etmiyor, risaleti ihraç
ediyor; er-Rasul’ü ihraç ediyor. En-Nebi’yi ihraç
272
YILMAZ DÜNDAR
etmiyor! Ayet, “er-Rasul’ü ihraç ettiler” diyor, “enNebi’yi ihraç ettiler” değil! “A” Takdim Formu risaleti ihraç ediyor. Niye? Doğru inanmaman için,
doğru düşünmemen için! Doğru düşünme diyor;
doğru düşünme de ne yaparsan yap! İster Hac’ca
ister Umre’ye git, ister hayır yap, ister namaz kıl,
yeter ki doğru düşünme! Eğer er-Rasul’ü ihraç
ederse, senin amelini zaten şeytan kullanır, salâtı
da hayrı da onun için yapıyor olursun. O kullanacağı bir malzeme ya, bu yüzden en-Nebi’yi
ihraç etmiyor! Ayetten anlıyoruz ki er-Rasul’ü
ihraç ediyor. Evet, bu da bir ipucuydu ve “A” Takdim Formu yapısında bu ipucunu da yakaladık.
Enfal Sûresi 33. ayet: “Halbuki sen onların
içindeyken Allah onlara azab vermezdi. Ayrıca istiğfar edenler de varken Allah onlara
azab verici değildir”. Burda gizli bir müjde vardır: Eğer er-Rasul, yani risalet o kalıptaysa, hele
bir de kişi tövbeyle meşgulse Allah ona azab
edici değildir. “A” Takdim Formu yapısı bunu
bilmez! Niye bilmez? “A” Takdim Formu yapısı
şeytaniyettir de ondan. Ayeti okuduk; ona bu
bilgi işlenmemiştir de ondan. O yüzden, esfele
safiliyn yaptığına tereddütsüz inanır, o kadar
kuvvetli inanır! Neden? Çünkü o bilgi onda yok,
o bilgi şeytaniyette yok! Evet, “oysa sen onların
içindeyken Allah onlara azab edici değildir!”.
Bütün bunları anladıktan sonra, şimdi hayatınıza dikkat edin: Eğer bir kişi nefs-i levvameyi
fark etmişse ona saldıran hep bâtıldır! Burda hemen hatırlatalım ki “Amentü Billahi” demeden
nefs-i levvame olmaz! Kişi nefs-i levvameyi fark
273
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
etmiş ve nefs-i levvameye yönelik yaşarıyorsa
bâtıl hep saldırır. Hakk yol hep savunmadadır.
Hakk yol saldırmaz; “yeter ki bana dokunma
da işimle meşgul olayım” der, gidip saldırmaz,
ama bâtıl hep saldırır! Böylece diğer ipucunu da
yakaladık; ilk saldıran odur, hep savaşan odur.
Ayette geçen üç özellik “A” Takdim Formu yapısında buluştu; yeminini bozan, er-Rasul’ü ihraç eden, daima savaşı çıkaran o! Şimdi ayet
bize soruyor; bununla savaşmayacak mısınız, siz
bununla savaşmayacak mısınız? Bakın o daima
savaş çıkarıyor!
Zaten başlangıçta şunu yapmıştır; kalbı devre dışı bırakıp sadrı hükmü altına almıştır! Sadr;
nefsin şerrinin, yani şeytaniyetin, yani esfele safiliynin, yani deccaliyetin hükmü altındadır!
Evet, ayette bahsedilen ipuçlarını kendimizde, kendimiz için yakalamış olduk. Ha Kâbe
civarında yaşayan Mekke müşrikleri, ha sizin
kendinizdeki “A” Takdim Formu yapısı! O zaman
hitap oraya, şimdi de aynı hitap sizin “A” Takdim
Formunuz için size! “A” Takdim Formunuza değil, size! Çünkü o düşman! Hitap ve soru “A” Takdim Formuna “BEN” diyene, size: Onunla savaşmayacak mısınız? Dolayısıyla, “A” Takdim Formu
ve ona yardımcı olanlarla, o yolda ona yardım
edenlerle savaşmayacak mısınız? Yoksa ondan
ve onlardan korkuyor musunuz? Hakk’a karşı
hep savaşta olan bâtılla savaşmayacak mısınız?
Yoksa ondan ve onlardan korkuyor musunuz?
Yani “A” Takdim Formunun yapısı sana cazip geliyor da terk etmekten mi korkuyorsun? Bunu
274
YILMAZ DÜNDAR
kendimize soruyoruz! Bu esfele safiliynin yaşantısı cazip geliyor da o yaşantıyı terkten mi korkuyorsun? “Tanrılık iddiası dünyası” ayıplayacak,
saf dışı edecek, sana selam vermeyecek, seninle
konuşmayacak diye onlar tarafından terk edilmekten mi korkuyorsun? Bu esfele safiliyn diyarından hicret etmekten mi korkuyorsun? Yoksa
bu esfele safiliyn yapıda menfaatlerin var da o
menfaatleri kaybetmekten mi korkuyorsun?
Oysa Hadiyd Sûresi 10. Ayette Yaradan buyuruyor ki; “Semavat’ın ve Arz’ın mirası Allah’ın
olduğu halde, ne oluyor size ki Allah yolunda
infak etmiyorsunuz”; bütün hepsi Allah’a rücu
edeceği halde! Çöp olacaklar var, sen onlardan
mı korkuyorsun? “Esas Sahibi”ni görmüyor musun, neden “O’nun uğruna” bunlardan vazgeçmiyorsun, neden savaşmıyorsun?
Al’u İmran Sûresi 175: “O şeytan ancak
kendi dostlarını korkutur! O halde onlardan korkmayın, Benden korkun, eğer iman
ehli iseniz!” Hemen burada ele aldığımız Tevbe
Sûresi 13. Ayete gelelim: “Eğer müminler iseniz
haşyet duymanız için ehakk Allah’tır”. Geldiğimiz bu noktada, sana soruyor, eğer “A” Takdim Formu’yla savaşmaktan korkuyorsan hitap
sana! “Eğer müminler iseniz haşyet duymanız için
ehakk Allah’tır”.
Şimdi savaştaki “korku” üzerinden ilerleyelim. Bir savaşta iki tarafta da korku hâkimdir,
iki tarafta da korku vardır. Ama inanmayanların
korkusu ile inananların korkusu farklıdır! İkisinin
adı da korkudur, iki taraf da korkuyordur, ama
275
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
korkular farklıdır. İnanmayanlar savaştan, ölürse
“son”dan ve her şeyin bitmesinden korkar. Yani
inananlar tarafında ölüm müjdeyken inanmayan ölümden korkar, çünkü ona göre ölüm her
şeyin sonu! Bu çok enteresandır ve inananlarla
inanmayanlar arasındaki çok orantısız bir gücün de göstergesidir. İnanmayanlar öldürmeye,
inananlar ise ölmeye gelmiştir. İki güç düşünün
biri ölmeye, diğeri öldürmeye gelmiş! Ölmeye
gelenin saldırma gücüyle, öldürmeye gelenin
saldırma ve sakınma gücü aynı olabilir mi? İşte
korkuları bunlar etkiler. Peki, “Billahi anlamında inananlar tarafında korku nasıl?” bir de ona
bakalım. Aslında böyle derken ayetlerle “nasıl
korkmamız gerektiğini” öğreniyoruz.
Mu’minun Sûresi 60: “Ve onlar verdiklerini Rablerine rücu’ edecekler diye kalbleri
korkudan ürpererek verirler”. “Kulubühüm
veciletün!” ayette böyle geçmektedir; onlar ki
verdiklerini Rablerine rücu’ edecekler diye kalbleri korkudan ürpererek titreyerek verirler. Bu
ayet geldiğinde, Hazreti Aişe validemiz bu ayeti
daha iyi anlamak için mübarek eşleri Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem’le bu ayeti konuşuyor.
Güzelliği görüyor musunuz? Ne güzel… Bir ayet
geliyor ve eşiyle; eşi Rasulullah sallallahu aleyhi
vesellem’le ayeti konuşuyor. Fırsata, güzelliğe ve
hediyeye bakın! Hazreti Aişe validemiz buyuruyor ki, bu ayet nazil olunca; “ayette zikredilenler
zina etmek, hırsızlık yapmak ve içki içmek gibi
haramları irtikâp eden, bunlarla meşgul olanlar mıdır, bunları mı kastediyor, bunlar mı korkarlar?” diye Rasulullah’a sordum. Rasulullah
276
YILMAZ DÜNDAR
buyurdu; “hayır, ya Aişe. Ayette anlatılmak
istenen, salât ikame edip, oruç tutup sadaka
verdiği halde “kabul olunup olunmaması”
endişesiyle tir tir titreyenlerdir”. Savaş meydanındaki de böyle bir korku!
Oysa ayet, inananlardaki bu korkuyu anlatırken inanmayanlardaki korkuyu da tarif ediyor. O
tarifi görünce hemen sığınıyoruz ve diyoruz ki;
muhafaza buyuruver, bize merhamet ediver Allahım. Semi’nâ ve ada’nâ, semi’nâ ve ada’nâ; işittik ve itaat ettik! Semi’nâ ve ada’nâ, ğufrâneke
Rabbenâ ve ileykel masıyr.
Mu’minun Sûresi 63. Ayette; “fakat onların
kalbleri bu durumdan gaflet içindedir”: “Kulubühüm fiy ğamretin”; ayetteki tabir bu ve bu ayet
de kalble ilgili! Bu işi bilmeyen ve bu korkuyu tanımayanların kalbleri bu durumdan gaflet içindedir.
Bir de durumdan vazgeçenler vardır. Bir yere
gelmiş sonra da vazgeçmiş! Böyle olanların sadr
ve kalbleriyle ilgili ayetler de var! Nahl Sûresi
106, 107, 108, 109. ayetler vazgeçenlerin durumuyla ilgilidir, onların kalp ve sadrlarıyla ilgilidir.
Nahl-106: “Kalbi imanla mutmain olduğu
halde küfre zorlanan müstesna, kim imanından sonra Allah’a kâfir oldu ve küfre sadr
açtı ise, işte onlar üzerine Allah’tan bir gadab
iner. Ve kendilerine azîm azap vardır”!
Nahl-107: “Vazgeçmelerinin sebebi dünya
hayatını ahirete tercih etmeleridir ve Allah’ın
kâfirler kavmini hidayete erdirmemesidir”.
Sahibi böyle açıklıyor; vazgeçmelerinin sebebi
277
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
yeni bir bilgi edinmeleri ve ona ikna olmaları değil! Onlar bile bile dünyayı ahirete tercih etmeleri yüzünden vazgeçtiler.
Nahl-108: “İşte bunlar, Allah’ın kalbleri,
işitme kuvveleri ve basiretlerinin üzerine
tab’ ettiği damga vurduğu kimselerdir. Ve onlar gafillerin ta kendileridir”.
Nahl-109: “Gerçek şu ki, onlar ahirette hüsrana uğrayanların ta kendileridir. İşte vazgeçenlerin durumu da böyle!”.
Nahl Sûresi 106. ayette sadrın küfre açılması tabirini gördük; “onlar küfre sadr açmışlardır”.
En’am Sûresi 125. Ayette ise sadrın İslam’a açılması var: “Allah bir kulunun hidayetini dilerse
onun sadrını İslam’a açar”. Burada sadrın İslam’a
açılması anlatılırken Nahl Sûresi 106’da sadrın
küfre açılması anlatılıyor. Bu durumda, sadr küfre açılmışsa İslam’a daralmış, İslam’a açılmışsa
küfre daralmıştır!
“Elem neşrah leke sadrak”a geliyoruz.
Bir de, bir korkuyu yaşayanlar da var ki,
Kur’an onları övüyor. Neyin korkusu? Nur Sûresi
37. Ayet: “Onlar o ricaldir ki, kendilerini ne ticaret ne de alış veriş Allah’ın zikrinden, salât
ikamesinden ve zekâtı vermekten alıkoyar.
Onlar kendisinde kalblerin ve gözlerin takallub edeceği günden korkarlar”. Onlar öyle bir
günden korkarlar ki, işte o günde kalbler ve gözler takallub eder! Kalblerin ve gözlerin takallub
edeceği; alt üst olacağı, allak bullak edileceği o
günden korkarlar!
278
YILMAZ DÜNDAR
Takallub etmek; değişmek, allak bullak olmaktır, kelimenin normal hayattaki manası böyle. Ama konu özelindeki manası, konuya spesifik
manası; gözler ve kalbler dünyadaki rahatlıklarını kaybettiğinde, Muhtariyeti Tercih Gücü denilen
“tasarruf” ellerinden çıktığında, bu tasarruf gücü
alındığında” demektir. Düşünün, bir çocuk elindeki oyuncağa dalmış oynuyor. Oyuncakla öyle
hayaller kurmuş ki… Tam öyleyken siz bir anda
gelip onu aniden elinden aldınız! Ne olur? Feleğini şaşırır, allak bullak olur yani! Nasıl saldırır
ve hırçınlaşır. İşte Muhtariyeti Tercih Gücü; bu
kalptan ve onu idrak eden bakıştan ve o bakışı
fiile dönüştüren gözden alındığında kalbler ve
gözler takallub eder; alt üst olur, yeni bir kalba girer; kalbı bozulur, kalbı sallanır! İşte onlar
o günden korkarlar! Niye? Eğer o gün hala kendi
idraklarında bir varlık, bir benlik varsa ve kalmışsa verilecek mükâfattan yararlanamayız diye
korkarlar. Öyle korkarlar ki, onları bugünden
yok edebilmek için çalışırlar! O gün bu yanlışlarla gelmekten ödleri kopar, bu yanlışı o güne taşımamak için korkarlar! İşte Nur Sûresi 37. ayet
“öyle kişiler vardır, bunlar öyle ricaldir” diye
onları anlatıyor.
Bu tefekkürümüzü biraz daha geliştirmede
Mu’min Sûresi 19. Ayet bize yardımcı olur: “O
gözlerin hainliğini ve sadrların gizlediğini bilir”. Bu ifade yaşadığımız an içindir; Allah gözlerin hainliğini ve sadrların gizlediğini bilir. Dikkat
ediniz, “takallub” ayetinde “gözlerin ve kalblerin” takallub edeceği söylendi. Şimdi ise dün279
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
yada yaşarken “gözlerin hainliği ve sadrların
gizlediğini bilir” ifadesi geçti. Dünyada yaşarken
“sadr” var ve sadr gizler, kalpten gelmesi gerekeni gizler ve örter. İşte Allah onun neyi örttüğünü bilir! Dolayısıyla “sadr” burada içinde “kalb”
manasını içeren son fiil olarak geçmiştir. Hakikati örten! Aksi halde insanların birbirlerinden
gizledikleri bilgileri, onları örtmek değil! Burada
sadr; kalbin sadra verdiği hakikati örten, onu
gizleyendir ki; Allah bunu bilir! Gözler hainliğe;
erkeklerde Nur Sûresi 30. Ayete, kadınlarda
da Nur Sûresi 31. Ayete ters hareket etmekle
başlar!
Dünyada gözlerin hainliği? Bu tabir, yani
hain kelimesi bizi bir yere götürecek şimdi. “Varım ve Muhtarım Bakış Tarzı” ve sadra hâkim
olan nefsin şerri gözlerde hainlik oluşturur! Bu
hainlik nasıl oluşur? O göz Allah’tan gayrı varlık
görmeye başlar! Allah’tan gayrı bir varlığı tanımlayarak hakikate hainlik yapar, Allah’tan gayrı varlık görerek hainlik yapar. Kendini muhtar
ilan ettiği için kendisi gibi muhtarları görmeye
başlar. Ki suçta tek kalmasın! Suçta tek kalmasın
diye suçu organize hale getirir.
Hainlik şimdi bizi nereye götürecek bakın.
Enfal Sûresi 27. Ayet: “Ey iman edenler, Allah’a
ve er-Rasûl’e hıyanet etmeyin. Ve siz biliyor
olduğunuz halde emanetlerinize hainlik etmeyin”. Uyarılıyoruz, gözlerin hainliğini Bilen
uyarıyor! Diyor ki; Allah’a ve O’nun Rasulün’e,
O’ndan size gelen emanetlere hainlik yapmayın,
hıyanet etmeyin. Ayetlerde geçen kelimeleri İs280
YILMAZ DÜNDAR
lami prensipler içinde değerlendirmek lazımdır
ki; doğru amel çıksın! Dolayısıyla, “emanetlere
hainlik etmeyin” denilince, kişi yalnızca dünya yaşantısı içerisinde kendisine “al şunu sakla”
diye verilenleri anlayıp; “ayet bunlara hıyanet
etmeyin diyordu” deyip onlara sıkı sıkı sahip çıkıyorsa, bu güzel bir prensip olmasına rağmen
Muhammedî değildir. Bunu inanmayan da yapar, belki daha da iyi yapar, daha da iyi saklar.
Yapılan amel Muhammedî midir değil midir,
bunu daima araştırmak lazım! Muhammedî değilse yanılıyorsunuz demektir! Diğerini başkası
da yapar! Oysa Muhammedî bir ameli, inanmayan; yani “Amentü Billahi” demeyen yapamaz!
Yapmışsa o Muhammedî olur. Bir amel tarif
ettiniz, eğer onu Muhammedî olmayan da yapıyorsa o iş İslamî değildir. Amentü Billahi diyen
ancak Muhammedî bir ameli tarif eder ve yapar.
Onu bir başkası da aynen yaparsa, zaten o da
Muhammedî olur! Sen ona benzemezsin de o
sana benzemiş olur! Dolayısıyla buradaki hıyanet; Risalet ve Nübüvvet ile bize gelen ilim ve
marifetle ilgilidir; o bilgi ve yaşantıya hıyanet
etmeyiniz!
Enfal Sûresi 28. Ayet: “İyi bilin ki, mallarınız
ve evladınız ancak bir fitnedir. Allah’a gelince aziym ecir O’nun indindedir”. Konu hıyanetle başladığı için ayet bizi uyarıp bir noktaya
getirecek ve Enfal Sûresi 29. Ayet “esas hedef”i
belirtecek. Enfal Sûresi 28. Ayet; “sizi bu hıyanet
yolunda fitneye düşürecek şey, mallarınız ve evladınızdır; onlar sizin için bir fitnedir. Allah’a gelince,
aziym ecir O’nun indindedir” diyerek fitneye dü281
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
şürecek şeyi mallar ve evlat diye uyarıyor! Tabi
şu önemli; fitnenin buradaki mal ve evlatla ilgili
kısmını iyi kavrarsak ancak amelimiz doğru olur.
Şunun hesabı da vardır, unutmamak lazım:
Eğer siz ayetlerden yanlış hüküm çıkarıp, onu
uygulayıp insanlara haksızlık yaparsanız, “sen
nasıl benim adıma ve benim adımı kullanarak
bunu yaptın?” denir ve ayrıca bunun büyük bir
cezası vardır! Bu yüzden, ayetleri anlama yolunda çok titiz olmak lazım! Farklı tanrısal manaları
görüp onlara sarılmak çok tanrısal duygulara sebep olur ki, hesabı ve cezası da o yüzdendir ve
büyüktür.
Bunlara bir örnek de Enfal Sûresi 28. Ayettir.
“Fitne”yi daha önce ele aldık. Fitne; Hakk bilgi
ve bâtıl bilgiler hususunda tereddüde düşüren,
iki bilgi arasında “o mu, bu mu?” diye bocalattırandır. “Aynı kulvarda aynı bilgi, öyle mi yoksa
böyle mi?” dedirten şeydir. Fitne, sana Hakk’la
bâtılı karıştırtan bilgi ve davranışlardır. Fitnenin neden mal ve evlatla ilişkisi kurulmuş?
“Mallar ve evladınız ancak bir fitnedir” denilince
bunu yanlış anlayan kişiler, evlatlarına ve yakınlarına ters bakarlar. Böyle değil! Ters bakması gereken kendisindeki “A” yapıdır. Çünkü bu fitneye
düşecek olan “A” yapıdır, evlat değil! Evlat fitneye
düşürmez! Sen “A” Takdim Formu’na “BEN” deyip onun özellikleriyle hareket edince, “A” Takdim Formu evlat ve mallarla öyle bir tanrısal
ilişki kurar ve onlara olan bağlılığı öyle yanlış bir
noktaya taşırsın ki, o seni Hakk’tan uzaklaştırır.
Çünkü onlarla ilişkin, onlara olan sevgin ölçüle282
YILMAZ DÜNDAR
meyecek, hesaba alınamayacak noktalardadır!
Uyarıyor; oraların tuzağına düşme! Oralarda da
Allah rızasını ara, unutma diyor! Yoksa bu; “onlar kötüdür, onları terk et, onlardan uzak dur, onlara nefretle bak” uyarısı değil! Böyle anlaşılırsa,
çok yanlış olur, çok yanlış amel çıkar ki, insan
onun hesabını veremez! Bakın bu doğrultuda
sünneti izleyin, ne göreceksiniz. Zaten bir konuda tereddüt edildiği zaman hemen Sünnet’e
gitmek, Sünnet’te böyle bir şey var mı diye
bakmak lazım. Araştırınca görürsünüz ki, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in; torunları, çocukları, eşleri, yakınları ve mal-mülkle ilgili yanlış anlaşılacak hiçbir davranışı yoktur, sünnette
yoktur. Tam tersine büyük bir muhabbet vardır,
ama hepsi “karşılığı Allah’tan beklenen; Allah
rızası için; Allah için; Allah’la olan” hallerdir.
Yakalanması gereken de odur. Ayet bize; “bunun
dışındakine düşme!” demek istemektedir. Çünkü
bunun dışındakine çabuk düşülüyor!
Ve bize sonuç Enfal Sûresi 29. Ayetle geliyor:
“Ey iman edenler, eğer Allah’tan ittika ederseniz sizin için Furkan oluşturur, kötülüklerinizi kefaretler ve sizi mağfiret eder. Allah, Zül
Fadlil Azıym’dir”.
Bu ayetten ilk olarak öğrendiğimiz; eğer
Allah’tan ittika ederseniz Allah sizin kalbinizde Furkan açar! Yani kendinizi korursanız;
Allah’tan korunursanız, Allah sizin kalbinizde
Furkan açar, kalbinize Furkan’ı koyar. Bu manaları içerecek şekilde ayeti biraz genişleterek
bütünüyle görelim: Ey “amentü Billahi” diyenler,
283
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
eğer fıtrî ahdinize ve Rasulullah’tan aldıklarınıza
hıyanet etmezseniz Allah’tan kendinizi korumuş
olursunuz.
Yeminini bozanı yakalamış, onun özelliklerini, onun nasıl saldırgan olduğunu görmüştük.
Ama şimdi başka sonuçlar var, bakın:
Eğer yemininizi bozmazsanız, ancak o zaman kendinizi Allah’tan korursunuz. Yemininizi bozarsanız O Şediydül Ikab’dır; azabı yüksek
olandır, büyük olandır, şiddetli olandır, çabuk
olandır; eğer yemininizi bozarsanız! Ama yemininizi bozmazsanız, o yemine hıyanet etmezseniz o zaman siz kendinizi Allah’tan korumuş
olursunuz! Böylece Allah sizin için, kalbınızda,
Hakk ve bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebilme ilmi olan Furkan’ı oluşturur. Ve “A” Takdim
Formu “BEN” ile gerçekleştirdiğiniz davranışları
bağışlar ve dünya yaşantınızda bunu örter! Onu
örter, setr eder de başkaları görmez. Ve ahirette
günahlarınızı bağışlar; yok sayar. Çünkü O Zül
Fadlil Azıym; yani ihsan ve keremi aziym olandır.
Allah’ın mümin kula olan merhametini görmek için Mu’min Sûresi 3. Ayete bakalım: “Ğafiriz zenbi ve Kabilit tevbi, Şediydül ıkabi, Zit
tavl. La ilahe illâ HU, ileyhil masıyr”. Allah
Ğafir’iz Zenb’dir; günahları mağfiret edici, örtücüdür. Kabilit Tevb’dir; tövbeyi, Rabbine dönmeyi, yönelmeyi kabul edicidir. Şediyd’ül Ikab’dır;
azabı şiddetli olandır. Ve Züt Tavl; lütfu ihsanı
bol olandır. La ilahe illa HU, ileyhil masıyr.
Ayette “La ilahe” geçiyor ya, “La ilahe”yi daha
iyi, daha ileri nasıl anlarız, bakın: “La ilahe”yi
284
YILMAZ DÜNDAR
daha iyi anlamak için şu manada da düşünmeniz lazım. Hele de zikrini, tefekkürünü yaparken,
tefekkürle “La ilahe” derken, onun tefekkürünü
yaparken sizi hızla yükseltecek mana şudur, deneyin göreceksiniz: La ilahe; tanrılık iddiaları
boştur ve yoktur! Dikkat edin, “tanrı yoktur”
demiyoruz! O mana çok doğru değil! Hepsini
kapsayacak şekilde mana budur; tanrılık iddiaları boştur, yoktur! Tanrılık iddiaları yoktur, illa
HU, dönüş O’nadır.
Bir önceki paragrafa, Mu’min Sûresi 3. Ayete dönelim. Burada; “ğafiriz zenbi, kabilit tevbi,
zit tavl” diye üç özellik var ve bunların arasında
bir de “şediydül ıkab” geçiyor. Dikkat buyurunuz lütfen. Merhameti görüp titremeye gayret
edin, işin ne kadar beşerî olmadığını yakalamaya
çalışın! Evet, “hıyanet edersen azabı şiddetlidir”,
doğru. Ama bu bilginin mümine sunuluşuna
bir bakın; etrafı nasıl örülmüş? Ayette “şediydül
ıkab” var, ama bunu neredeyse göremiyorsun!
Neden? Çünkü şu üç müjde ile etrafı örülmüş:
Ğafiriz zenbi; günahları mağfiret edici, kabilit
tevbi; tövbeleri kabul edici, şediydül ıkab; azabı
şiddetli, züt tavl; lütfü ve ihsanı bol. Kur’an’da
mümine, inanana Allah’ın şediydül ıkab oluşu
bile sunulurken etrafı merhametle, umutla çevrelenmiş! Doğrudan Allah gazab edicidir demiyor. Ama kâfire bunu diyor; Allah şiddetli gazab
edicidir. İşte bu mümin olana, inanana Allah’ın
Rahıym ismidir. Kâfire hitaben “Allah şiddetli
azab sahibidir” denmesi doğrudan Rahman ismidir! Çünkü Rahman’da Hakk ve adalet vardır;
dengededir. Ama Rahıym isminde adalet yoktur;
285
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
sırf nimet, lütuf ve hediyedir. Ayetteki “Şediydül
ıkab” mümine Rahıym ismi kapsamında sunulduğu için etrafı hep merhametle sarılmıştır. İşte
böyle bir sunuşu fark edelim.
Burada hem yaşantımızla ilgili önemli bir
ipucu, hem de hemen uygulayabileceğiniz çok
önemli çok önemli bir şey var! Bu söyleyeceğimin ortası yok! Konularımızı ele alırken hep
korku ve umuttan bahsettik, bunu çok anlattık
ve bunun dengesinden söz ettik. Şimdi söyleyeceğim şey sistemde inanan için otomatik çalışan bir emir! Kendiliğinden çalışan bir emirdir!
Neden kendiliğinden çalışıyor? “KÜN feyekun”;
Allah “OL” der olur, bu kadar hızlı! İnanan için
bu iş “Kün feyekün”den de hızlı olsun diye emri
önceden verilip otomatikleştirilmiş! Yani inanana
bu kadar yakın! Bu nedir bakın:
İlk otomatik emir: Ne için Allah’tan çok korkarsan mutlaka seni korur, ama ancak Allah’tan!
Eğer Allah’tan çok korkuyorsan, o şey neyse, ne
için Allah’tan çok korkuyorsan, yaşantındaki o iş
ne olursa olsun, Allah mutlaka seni korur! Neden korkuyorsan hemen bir bak, test et kendini:
Ben bu konuda neden çok korkuyorum? “Bu konuda şu şöyle der, bu böyle der, şu rütbemi alır”
korkusu olmamalı! Sahibi’nden kork, Sahibi’ne
yönel! İşin adı ne olursa olsun Sahibi’nden korkarsan, seni mutlaka korur!
İkinci otomatik emir: Neyi çok umarsan
umut edersen onu mutlaka verir, ama yalnızca
Allah’tan! “Şu tanıdık halledecek, bu tanıdığımız
yapacak, şurda şu kişiyi bulduk, ondan umuyo286
YILMAZ DÜNDAR
ruz” değil! Sahibi’nden! Yalnızca Allah’tan! Mutlaka! Bir cümlede birleştirelim: Neden çok korkuyorsan Allah korur, neyi çok umut ediyorsan Allah verir! Yalnızca Allah’tan korkuyor
ve umuyor olmak şartıyla bu sistem şaşmaz!
“Kalbinde Furkan oluşturulur” demiştik ya,
şimdi o Furkan’la ilgili bir örnekle devam edelim. Furkan neydi? Furkan; Hakk ve bâtılı birbirinden hem hızlı hem de zamanında ayırandır!
Bu ayırma çok önemli! Bakın: Hazreti Musa
aleyhisselam’a bildirildi; “denize yürü, çünkü deniz yarılacak” dendi. Deniz yarıldı ve Musa aleyhisselam kavmiyle beraber geçti. “Sen geçersen
ben de geçerim” deyip Firavun da yürüdü, ama
öyle bir noktaya geldi ki deniz kapandı, Hakk ve
bâtılı gördü, ama işe yaramadı! Furkan; hızlı ve
zamanında ayırabilme sağlıyor! Ne zaman olursa değil, hızlı ve zamanında! Furkan; Hakk ve
bâtılı hızlı ve zamanında ayırt edebilme ve uygulamaya koyabilmektir. Neden uygulama? Bakın çok önemli; çünkü Furkan amelle birliktedir,
ameliyledir. Furkan; yalnızca ayırt etmek değildir,
yanında amelini de taşır, amelini yapabilme güç
ve şevkini de getirir. Furkan’ın böyle bir özelliği
vardır! Furkan geldi mi sen Hakk ve bâtılı hızla
ve zamanında ayırır, kendini amelin ortasında
veya sonrasında bulursun. Furkan seni o konuda
amelin içine atar! İşte ona bir örnek:
Bir münafık ile bir yahudinin arasında bir ihtilaf var. Yahudi, münafığı ikna etmeye çalışıyor
diyor ki; gel bu konuda sizin Rasulünüze gidelim. Yani bizim tabirimizle Rasulullah sallallahu
287
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
aleyhi vesellem Efendimiz’e götürmek istiyor.
Neden? Yahudi işin iyi görülmesini istiyor. Biliyor ki, bizim Efendimiz Hakk için doğru, adaletli
karar verir ve onu yaparken rüşvet düşünmez,
istemez. Yahudi bunu, işe dünya gözüyle bakarak, O’nu bir yönetici kabul ederek söylüyor.
Böyle bir şey bir müminin zaten aklına gelmez
ama, Efendimizin böyle davranacağını bildiği
için münafık da oraya gitmek istemiyor; “sizin
hakeminize gidelim” diyor. Çünkü onu memnun edip istediği doğrultuda karar çıkartacak.
Fakat Yahudi çok ısrar edince onu ikna ediyor
ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e gidip
durumu anlatıyorlar. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, yahudinin haklı olduğunu söylüyor
ve çıkıyorlar. Ama münafık memnun olmuyor.
Neden? Karar kendi lehine olmadı; Hakk tamam
da, adalet tamam da, sonuç işine gelmedi! “Bir
de gel Ömer’e gidelim, bir de ona soralım” diyor.
Yahudi, peki diyor. Hazreti Ömer Efendimiz’e gidiyorlar, durumu izah ediyorlar. Hazreti Ömer
Efendimiz radıyallahu anh, dinliyor; “bekleyin, şu
odaya gidip geleyim de hükmü vereyim” diyor.
Yan odaya gidip, kılıcını çekip o anda münafığın
kafasını gövdesinden ayırması bir oluyor. Şimdi
bunu yarışmalardaki fotofinişler gösterebilir, bu
kadar hızlı yapıyor işini! “Rasulullah’ın hükmüne razı olmayana benim hükmüm budur” deyip
kişiyi öldürüyor. Bu durum hemen duyuluyor
ve halk onun için doğruyu yanlıştan hızla ayırt
eden diye “Faruk” lakabını kullanmaya başlıyor.
Maalesef lakab günümüzde yanlış kullanılıyor; bir eğlence, alay olarak günah tarzda kullanı288
YILMAZ DÜNDAR
lıyor. Oysa lakap geçmişte çok önemlidir. Örneğin, tarihten hatırlayacaksınız, eski Türklerde bir
çocuk doğduğu zaman onun adı yoktur, adsızdır.
Çocuk bir güzel şey, bir kahramanlık yapsın da
ona izafen ad verilsin, o işle anılsın diye beklerler. Lakap böyle gelenek haline gelmiştir. İnsanlar
güzel bir şey yaptı mı o onun ismi olur. Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem’in Risalet’ten önceki isminin “Emîn” olması gibi! Emîn risalet için çok
önemlidir. Emîn olmadan risalet yapamazsınız,
tebliğ yapamazsınız. Önce Emîn olacaksınız,
çevrenizde Emîn insan olacaksınız; bu Rasulullah yöntemidir! Evet, anlatılan bu olaydan sonra
halk Hazreti Ömer için Ömer-ul Faruk lakabını
takıyor. Artık bir ismi daha var; Faruk; Ömer Faruk! Bu yüzden günümüzde bir Ömer ismi varsa
büyük ihtimalle yanında bir de Faruk vardır. Ve
bu olayın hemen peşine Nisa Sûresi 60. Ayet gelir
ki, bu olayla ilgilidir.
Nisa Sûresi 60. Ayet’te Yaradan buyurur ki;
“sana inzal olunana ve senden önce inzal
olunana iman ettiklerini sananları görmüyor musun? İnkâr etmeleri emredildiği halde
tağutu hakem yapmak tağuta göre muhakemeleşmek dilerler”. Şeytan da onları uzak bir
daha dönemeyecekleri bir sapıklığa saptırmak
istiyor”. Ayet doğrudan bu olay için açıklama
yapıyor; “yasaklandığı halde, reddedilmesi istendiği halde, inanmayanların hükümlerine göre
hüküm arayanlar var” diye! Bu yüzden onlar için;
“onlar öyle bir hale gelirler ki, dönemeyecekleri
uzak bir dalalete düşerler” diyor.
289
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, “sizden önceki ümmetlerde de muhaddesler, yani ilhama mazhar olanlar vardı. Bunlar rasul veya nebi olmadıkları halde Hakk’ı
dile getirirlerdi. Eğer ümmetimde bunlardan
biri varsa bu da Ömer’dir”.
Bir başka hadis: “Allah, Hakk’ı Ömer’in kalbi
ve lisanına koymuştur”. Kalbe Hakk konulunca
da, fuad daima Hakk doğrultuda sonuç çıkarıyor.
Fuaddan öyle sonuç çıkınca, beyin lisanı o doğrultuda yapıyor. Daha önce görmüştük, sadr mekanizması böyle çalışıyor. Hadiste geçen “Hakk”
tabiri tefsir âlimlerince; Hakk’ı ilham etmekle
görevli melek olarak veya Hakk dediğimiz şeyin,
Hakk olayının sureti olarak yorumlanmıştır.
Ve bir başka hadis: “Ahiret hayatında Hakk’ın
musafaha ettiği; görünce hemen sarıldığı, sarılacağı ilk kimse Ömer’dir, ilk selam verdiği
kimse de odur, ilk elinden tutup cennete koyacağı kimse de o olacaktır”.
Anlattığımız bu olaydan, onun hemen peşine
ayet ve hadislerle gelen müjdelerden; Furkan’ın
kalbimizde yerleşmesinin, yani kalbimize Furkan
yerleştirilmesinin ne kadar önemli olduğunu, bunun açılması için de önemli bir şartın Allah’tan
korunmak olduğunu, korunmanın yolunun da
yemini bozmamak olduğunu, yemini bozmazsak
Allah’tan korunmuş olacağımızı öğrenmiş olduk.
Peki, biz bu mekanizmayı çalıştıracak bir şey
yapıyor muyuz? Bilmeden çok önemli şeyler yapıyoruz! Bunu bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Bazen ilaç alırken ilacın ne olduğunu, nasıl etki
290
YILMAZ DÜNDAR
ettiğini bilmek çok önemli olmaz; çünkü o tesirini gösterir. Ama bazı kimseler de vardır, bir ilaç
verirsin, inceler durur. Prospektüsünü inceler,
üstüne düşünür taşınır, gider gelir bakarsın ki
ilaç durur, miadı geçer hala duruyor. Hala incelemekle meşgul, bir gün ilacı kullanacak… Bazısı
da öyle güvenir, bakarsın ki ilacı alıyor. Prospektüsünü okudun mu? Okumamıştır bile, ama ilacı
alıyor! Tesir eder! Bunun gibi, yemini bozmama
yolunda bilmeden aldığımız ilaçlar vardır. “Biz
yeminlerini bozanlar değiliz” diye haykırdığımız
ve “taraf belirtme”ye çalıştığımız ilaçlar vardır.
Neden taraf belirtme? Çünkü Hakk yoldan yana
taraf belirtmek önemli!
Hazreti İbrahim ateşe atılacak. Nemrut şölen
olsun diye bunu ilan ediyor, karınca da bunu duyuyor, ama çok uzak bir diyarda! Ağzına biraz su
alıyor, düşüyor yola; yardım edecek! Yolda arkadaşları görüyor; ne yapıyorsun, bu telaşla, ağzında suyla nereye? Duydum ki, İbrahim aleyhisselam ateşe atılacakmış, onun ateşini söndürmeye
gidiyorum! “Bre mübarek” diyorlar; bir, ağzındaki su yetmez, iki; yetişemezsin ki! “Ben de biliyorum ama Allah’a tarafımı belli ediyorum” diyor!
Allah’a “ne tarafta olduğumu” belli ediyorum.
Bizim Allah’a yeminle ilgili olarak tarafımızı belli ettiğimiz şeylerden birisi Seyyidül
İstiğfar’dır. Seyyidül İstiğfar; İstiğfarların Efendisi demektir. Tövbelerin en mükemmeli, tövbelerin en üstünü, tövbenin şahı! Hani bir konuda,
“bu işin şahı, bu işin piri” denir ya, işte bu da tövbenin şahı!
291
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
“Allahümme ente rabbî, la ilahe illa ente
halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve
va’dike mesteta’tü, euzü bike min şerri ma
sana’tü ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü
bi zenbî, fağfirlî zünubî feinnehu la yağfiruz
zünube illa ente, birahmetike ya Erhamer
rahımîn.”
“Allahım Rabbim sensin. Tanrılık iddiaları
yoktur, yalnız beni yaratan sen. Ben senin kulunum ve gücüm yettiğince [“gücüm yettiğince”
kelimesi çok önemli] sana verdiğim ahdü va’d
üzere sabitim. Fiil ortaya koyma yetimin yeteneğimin şerrinden sana sığınırım. Bana ihsan buyurduğun nimetini itiraf eder günahlarımı da itiraf ederim. Bununla beraber günahlarımı bağışla, çünkü günahları senden başka bağışlayacak
yoktur. Ya erhamer rahımiyn, ancak rahmetiyle
sen bağışlarsın.”
Sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim!
“Yemin”in önemini hatırlayın. İşte burada kişi bilmeden ilacı alıyor, yeminle ilgili ayetleri bilmese
de ilacı alıyor, Furkan oluşacağını bilmeden ilacını alıyor, “Allahım ben tarafımı belli ediyorum;
ben yeminini bozanlardan değilim” diyor. Ve
merhamete bakın, “gücüm yettiğince” diyorsun,
bu öğretilmiş! Bu tövbe bize öğretilirken seni
korusun diye içine “mesteta’tü” konuluyor. “Ya
Rabbi, gücüm bu kadar yetti” diyebilesin diye.
“Böyle demiştin, ne var ne yok?” dendiğinde,
“benim gücüm bu kadar yetti” diyebilesin diye
oraya “mesteta’tü” konuluyor. İlacın içine merhamet şırınga edilmiş, içmesi kolay olsun diye.
292
YILMAZ DÜNDAR
Evet; ben senin kulunum ve gücüm yettiğince
sana verdiğim ahdü va’d üzere sabitim. Fiil ortaya koyma yetimin yeteneğimin şerrinden sana
sığınırım. Bana ihsan buyurduğun nimetini itiraf
eder günahlarımı da itiraf ederim. Bununla beraber günahlarımı bağışla, çünkü günahları senden başka bağışlayacak yoktur. Ya erhamer rahımiyn, ancak rahmetiyle sen bağışlarsın. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurmuşlar
ki; “kim inanarak ve idrak ederek, karşılığını
Allah’tan bekleyerek bu istiğfarı gündüz okur
ve gece olmadan ölürse, o kişi cennete gider
ve yine gece okur da sabah olmadan ölürse o
da cennet ehlinden olur”.
Allah’a yeminimizi ve tarafımızı belli ettiğimiz bir diğer hadis dua:
“Allahümme lekel hamdü, la ilahe illa ente
rabbî ve ene abdüke amentü bike muhlisan
leke fî diynî. İnni esbahtü ve emseytü ala ahdike ve va’dike mesteta’tü, etubü ileyke min
seyyi’i amelî ve estağfiruke bi zünûbilletî la
yağfiruhâ illa ente.”
“Allahım hamd sana aittir. “Tanrılık iddiaları”
yoktur, ancak Rabbim olan sen! Ve ben sana ihsanla iman ettim. Kesinlikle! Gücümün yettiğince sana verdiğim ahdü va’d hal üzere sabahladım
ve akşamladım. Beşer olarak yaptığım bâtıl amellerin günahı için tövbe eder ve “estağfirullah” derim. Başka bağışlayacak yoktur, ancak sen.”
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bu
hadisinde yemin var! Efendimiz bu duayla ilgili
293
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
olarak yemin ederek buyuruyor; “vallahi de billahi, her kim bu istiğfarı sabah ve akşam üçer
kere okursa, o mutlaka cennete gider”.
Bu konuyla ilgili, çok iyi bildiğiniz bir başka
ilacı daha paylaşalım, inşaAllah zihnimizde bir
başka boyut açacak!
“Eşhedü en la ilahe illallah ve Eşhedü enne
Muhammeden abduhu ve rasulühu.” Bu
Kelime-i Şehadet dahi, aslında “ben yeminini bozanlardan değilim, şahadet üzereyim” manasına
gelmektedir, Kelime-i Şehadet’in başlangıçtaki
esas manası budur, eğer bu manayla başlarsan
ilerisi şahitliktir! Eğer ben şahadetim üzere sabitim manasıyla bunu söylersen, dünyada da sana
şahitlik açılır. Kelime-i Şehadet’teki zahirini yakala, yani onda kendine ait zahiri yakala! Daima
bir amel yakala, daima! Çünkü ancak oradan
tutunup tırmanabilirsin. Halatı bir yerinden tutmalısın. Oysa kişi tefekkür ediyorum diye gözünü
kapatıyor, bir halat düşünüyor ve gece gündüz
onun hayaliyle gidiyor. Ya, o Ömer Hayyam işi;
sarhoş olursun! Kişi gözünü kapatıp bir halat
düşünüyor uyanınca da halatı aşkla tarif ediyor.
Oysa ne halatı tutmuş, ne halata çıkmış, hiçbir
şey yok; ham hayal! Halatı bir yerinden tutmalı ve tırmanmalısın; amel etmelisin! Amel çok
önemli! Doğru halatı tut ve o halata tırman! İşte
Kelime-i Şehadet’in tutulacak en önemli yeri
önce bu manadır ki; o “ben yeminini bozanlardan değilim, şehadetim üzereyim, fıtri ahdimi
bozmadım, oradaki ahdü va’d üzereyim” demektir.
294
YILMAZ DÜNDAR
Kelime-i Tevhid’in devamı: Ve eşhedü enne
Muhammeden abduhu ve rasulühü: Yeminimi
bozmadım ve “onu bozmayanların ne yapacağını, Kul’un ve Elçi’n Muhammed’den öğrendim ve
tasdik ettim” demektir. Bu manadan sonra ilerideki şehadet açılır! Eşhedü en la ilahe illallahu;
bu bilgi sana işlendi. Ve Eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasuluhu; bu da o bilginin amelidir. Bunu da yakaladın, hemen yapıyorsun. Niye?
Şems Sûresi 8. Ayet sana; “fücurun şu olur, takvan şu olur” dedi. Efendimizden Risalet bilgisiyle
öğrendin, reçete de Nübüvvetle geldi.
Mademki “yemini bozanı”, “er-Rasulü ihraç
edeni” ve “hep savaş açanı” yakaladık; bütün
bunları yapan “A” Takdim Formu yapısıdır dedik, şimdi ayet “A” Takdim Formu’na “BEN” diyene sesleniyor. Dikkat edin, sesleniş “A” Takdim
Formu yapısına değil, ona “BEN” diyene: “O halde onunla ve onlarla savaşın!”.
Tevbe Sûresi 20. Ayet: “İman eden, hicret
eden ve Allah yolunda mallarıyla canlarıyla mücahede edenler derece itibarıyla Allah
indinde daha azimdir, işte bunlar kurtuluşa
erenlerin ta kendileridir”. Ayetteki iman eden;
“Amentü Billahi” diyendir. Manaları günümüze
getiriyoruz ya, bakın; hicret eden demek nefs-i
levvamede seyri sülukta olan demektir. Her şeyini yüklenmiş hicret yolunda, seyri sülukta! Allah
yolunda olan ise; İhlâs Hayat Döngüsü’ne girmiş ve bu döngünün içerisinde ilerleyendir.
Bir savaştan dönülmüştü, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurdu; “küçük savaştan
295
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
döndük, büyük savaşa giriyoruz”. Ashab; “ya
Rasulallah, geldiğimizden büyük savaş mı olur,
evimize geldik?” diye sorunca, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “büyük savaş nefs mücadelesidir” diye buyuruyor! Öyleyse bakın: Tevbe Sûresi 13, 14, 15, 16’da bir savaş okuduk. O
zaman, bu hadisi şerife göre şimdi yaptığımız
mana “büyük savaş”a aittir. “Savaş”ı getirdik,
kendi özelimizde günümüze aktardık. Neyle?
Kalb ve sadr ayetleriyle.
İşte bu büyük savaşta zafer için önemli olan
şeylerden birisi; Hakk yolda güven duygumuzu ve savaş için şevk ve gücümüzü yükseltecek
derecede iman gücüne kavuşmaktır. Bu iman
gücünü sağlayan nedir, peki?
Bu iman gücünü sağlayacak şey ise marifet nurudur. Bu yüzden de, fuadın “her türlü
acaba”dan kurtulması gerekir. Analiz ve sentez
yaparken o değerlendirme merkezinin lügatında artık “acaba?” bulunmamalıdır. Fuad bir sonuca varacağında acaba şöyle mi, acaba böyle
mi, olmayacak! Vakit yok! Bu savaşta, savaşın bu
noktasında “acaba?” bulunmayan bir fuad lazım! Artık fuadın her türlü ikilemden sıyrılması
gerekir! Peki, bu nasıl olacak? Bu, kalbe Allah’ın
sekîne indirmesiyle hemen gerçekleşir! Allah
kalbe sekine indirince fuaddan “acaba?” silinir.
Kalbe sekine inmesi “acaba?”yı siler atar. Acaba
“orada” virüs programdır, sekine indirilince ona
bir format atar, artık fuadda o program çalışmaz
olur. Bunu hangi ayetlerden öğreniyoruz?
296
YILMAZ DÜNDAR
Fetih Sûresi 4. Ayet: “İmanlarının kat kat
artması için müminlerin kalblerine sekine
inzal eden O’dur. Semavat ve arzın orduları
Allah’ındır. Allah Aliymen Hakiyma’dır”.
Fetih Sûresi 18. Ayet: “Andolsun ki Allah,
o ağacın altında sana biat ettiklerinde müminlerden razı oldu. Onların kalblerinde
olanı bildi ve üzerlerine sekine inzal etti ve
kendilerine “Feth-i Kariyb”i verdi”. Efendimiz
sallallahu aleyhi vesellem hiç ilk saldıran olmadığı için, bu ayet inzal olmadan önce barış için
elçi göndermek istiyor. Savaşla ilgili ayetler, bize
hep; “savunma yapın, haddi aşmayın” diyor. Kazandık diye haddi aşmayın, kendinizi savunun;
Hakk’ınızı alın ve orda durun. Bu yüzden hiç ilk
saldıran değiller ve barış elçisi göndermek hatta
elçi olarak Hazreti Ömer Efendimizi göndermek
istiyorlar. Hazreti Ömer; “benim yapımı, onlarla
ilgili duygumu düşüncemi, halimi, tavrımı biliyorlar; beni yaşatmazlar. Orada kimsem de yok,
kimin yanına gideyim” diyor. Çünkü o dönemde
birinin gelip “buna dokunmayın” demesi lazım,
değilse linç olur. Bunun üzerine orada akrabaları
var, çevresi var diye Hazreti Osman Efendimizi
gönderiyorlar. Müşrikler Hazreti Osman Efendimizi dinliyorlar, ama umursamayıp hapsediyorlar. Öldürmedikleri halde “öldürüldü” diye de
haber gönderiyorlar, kızıştırmak için! Tabi savaş
çıkıyor… Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
“hadi savaşa gidelim” diyecek, ama savaştan kaçmamaları için savaşa gideceklerden söz alıyor;
“arkamda duracaksınız, kaçmayacaksınız” diye
297
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
söz alıyor. Efendimiz, bin dört yüz kişiden bazı
kaynaklara göre de bin beş yüz kişiden elini uzatıp söz alıyor; “ya Rasulallah, kaçmayacağız” diye
biat ediyorlar. Hatta “ne için biat ediyorsunuz?”
deyince bazıları; kalbinden ne geçiyorsa hepsine
biat ediyoruz ya Rasulallah deyip elini tutuyorlar. Ayet onların o halini tarif ediyor, diyor ki; “o
ağacın altında sana biat ettiler ya, o halden razı
oldum”. Bu yüzden o manzaranın ismi “Beyatü’r
Rıdvan; Razı olunan Biat” diye geçer.
Sahabeler kaçmamak üzere biat ediyorlar
ya, şimdi de onlara kaçmamaları için gerekli ikram verilecek bakın. Bu nokta hep çok önemli
Allah için! Buna denir; “sen bir adım at Hakk’a,
sen yürü, Hakk sana koşar” diye. Bakın biat tamamlandı, “ne dediniz ve ne için söz verdiyseniz öyle davranın” demiyor! “Kaçmayacağız”
dediniz, “kaçmayın” demiyor, kalbleri onların
kaçmayacağı şekle çeviriyor: Sekinedir bu! İşte
ayet onu söylüyor; Andolsun ki Allah, o ağacın
altında sana biat ettiklerinde müminlerden razı
oldu. Onların kalblerinde olanı bildi ve üzerlerine
sekine indirdi, sekine inzal etti ve onlara Feth-i
Kariybi müjdeledi, yani gittikleri zaman “en yakın olacak zaferi” de müjdeledi.
Şimdi bunu günümüze, kendimize taşıyalım.
Günümüze taşıdığımızda biat eden ne demektir? Biat hep vardır, geçerlidir, devam eder! Eğer
siz; “Amentü Billahi” der, ayetler ve sünnetlere
uygun bir şekilde nefs-i levvameye girerseniz
biat devam etmiş olur ve o razı olunan biat sınıfına gireriz inşaAllah. Ayetlerin günümüze ta298
YILMAZ DÜNDAR
şınması halinde Biat ve Büyük Savaş bizi böyle
kapsar!
Feth-i Kariyb de, o yakın zafer de zahiren o
gün için öyledir, ama bizim için; kulun vehmin
yönetiminden kurtulmasıdır! Yani; Kul Allah’tan
razı olur; nefs-i radıye, sonra da Feth-i Kariyb‘le
Allah kuldan razı olur; nefs-i mardıye! Nefs-i
mardiye, vehmin yönetiminin o kişiden kalkmasıdır. Artık kişi vehmi yönetir ki; o yüzden ona
tasarruf sahibi denir. O zamana kadar vehmin
yönetimindedir o “BEN” diyen, sonra o “BEN” diyen vehmi yönetir. Yani oynarken yönetmen olur.
Fetih Sûresi 26. Ayet ne diyor: “O zaman
kâfirler kalblerine hamiyeti cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Kur’an’dan öğreniyoruz bunu da. Allah da Rasulü’nün ve müminlerin üzerine sekine inzal etti ve onları
Kelime-i Takva üzerine sabitledi. Onlar bu
söze ehak ve ehil kimselerdi”. İşte şimdi burada “ehak” kelimesinin anlamı olarak; “onlar
Kelime-i Takva üzere sabitlenmeye layıktılar”
diyebiliriz. Ama Allah için “ehak” kelimesi geçtiğinde, “layıktır” diye meal veremezsin, öyle diyemezsin. Nitekim daha önce Allah için “ehak”
geçtiğinde “layıktır” diyememiştik, “korkmanız,
haşyet duymanız için ehak Allah!” diye meallendirmiştik. Çünkü bir üst hale/makama bunu
diyemezsin. Ama şimdi insan söz konusu olunca «onlar bu söze ehak/ehil kimselerdi” diyoruz.
Onlar bu işe layıktılar, hak ettiler, bu yüzden onları Kelime-i Takva’ya; La ilahe İllallah Kelime-i
Tevhidi üzerine sabitledik.
299
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Sekîne’nin inananlara sağladığını görüyor musunuz: Artık Lüb devrede! Biraz önce
Furkan’la birlikte fuad devreye girmişti, şimdi
Lüb devrede ve: onları La ilahe İllallah Kelime-i
Tevhidi üzerine sabitledik! Oysa kâfirler? Onlar kabile etraf gayreti ve güveniyle duruyorlar.
Ama size; Allah kendi güvenini verdi, sizden
“acaba”ları kaldırdı, sizin kalbinize sekine indirdi
ve sizi Kelime-i Takva üzere sabitledi.
Ayette bahsedilen bu savaşta o ve onlar denilen, karşı taraf denilen bir grup var. Ayetleri
yaşantımıza, daha doğrusu yaşantımızı ayetlere
taşıdığımızda “karşı taraf” veya “o ve onlar” denilen nedir, onu bulmalıyız. O; şeytaniyet, onlar;
şeytan! O zaman bir de şeytaniyet ve şeytanın
durumuna bakalım. Bazen, bulunduğumuz yerin cazibesi karşı tarafı incelemekle artar, bulunduğumuz yerin önemini öyle anlarız. İnsan kıyas
yaparak öğrenir ya, biz de karşı tarafın durumuna bakalım, o zaman bulunduğumuz yeri daha
çok sevebiliriz.
Zuhruf Sûresi 37. Ayet: “Muhakkak ki bunlar, şeytanlar onları yollarından alıkoyarlar da
onlar kendilerinin doğru yolda olduklarını
zannederler”. Şeytan özellikle de şeytaniyet;
“A” Takdim Formu yapısıdır. Ona “BEN” demekle kişi de bu işe karışmış oluyor! Ama esas şeytaniyet; esfele safiliyn yapı; “A” Takdim Formu
yapısıdır. Şeytan; “A” Takdim Formu yapısına
“BEN” diyeni «BEN» dediği o yapıya sıkı sıkıya bağlamaya çalışan, onunla ilişkisini sıkı tutmaya çalışan, onu iyi arkadaş yapmaya çalışan,
300
YILMAZ DÜNDAR
bu yüzden ona kariyn olduğu; ona iyi arkadaş
olduğu varlıktır, cin taifesinden olan varlıktır!
Şeytanın görevi ne, ne yapıyorlar? “A” Takdim
Formu’na “BEN” diyeni bir şekilde Hakk yoldan
saptırıyorlar, alıkoyuyorlar, engelliyorlar. Ama
işin korkunç ve tehlikeli olan yanı; “BEN” diyenin girdiği bu yanlış yolda kendisini doğru yolda
zannetmesidir. Yaptığını hakikat ve doğru zannediyor. Ayet; “öyle zannederler” diyor. Ama “A”
Takdim Formu’na “BEN” diyen, eğer gerçeği fark
eder ve o “A” Takdim Formu “BEN”le savaşa karar verirse, ama özellikle de “amentü billahi” der
de bunu yaparsa! Bunu demezse yine şeytanla
işbirliği yapıyor demektir! Evet; “amentü billahi”
derse ve nefs-i levvameye girerse ve bu konuda
ısrarlı olursa, o zaman olacaklara bakın:
Enfal Sûresi 48 Ayet: “Hani şeytan onlara
amellerini süsledi ve şöyle dedi: Bugün insanlardan size galip gelecek yoktur. Ben de
muhakkak sizin yanınızdayım. İki grup birbirini görünce, şeytan iki topuğunun üzerine
gerisin geri çark etti ve; muhakkak ben sizden ayrıyım. Gerçekten ben sizin göremediğiniz bir şeyleri görüyorum. Muhakkak ki ben
Allah’dan korkarım. Allah şediyd’ül ıkab’dır
dedi”.
Zuhruf Sûresi 37. Ayette anlatılan bu: Kişi “A”
Takdim Formu’na “BEN” demiş, ona karin arkadaş olmuş, şeytan da her ikisine karin olmuş, hayatlarını kendilerine göre güzel, mutlu yaşıyorlar, her yaptıklarını doğru zannediyorlar! Sistem
böyle! Ama ne zaman ki o “A” Takdim Formu’na
301
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
“BEN” diyen bir savaşa girerse! Biraz önce anlattığımız sistem içerisinde bir savaşa girer ve
bâtıla karşı Hakk’ın savaşçısı olmaya karar verirse! “Amentü Billahi” der nefs-i levvame seyri süluğuna girerse; bu ikisinin savaşını, yani Hakk’la
batılın savaştığını ve “BEN” diyen Kul’un Hakk’ı
tutmakta ısrarlı olduğunu görünce şeytan çark
eder. Şeytan bu iki topluluğu görünce çark edip;
“ben sizden ayrıyım” der ve bir anda “A” Takdim
Formu’nu bırakır! “Ben sizden ayrıyım, işinize
karışmam. Gerçek şu ki ben sizin göremediğiniz
bir şeyi görüyorum. Allah’tan korkarım; Allah
şediyd’ül ıkab’dır” der, böyle diyor şeytan.
Demek ki, bu savaş “amentü billahi” deyip
nefs-i levvameye girince başlıyor. Ve şeytan bu
savaştaki kişinin ısrarını, bulunduğu yol nedeniyle de ihlâsını görünce ortadan çekiliyor. Bunu
bize Sa’d Sûresi 82 ve 83. ayetler de söylüyor.
Sa’d Sûresi 82, 83: “İblis dedi; İzzetin adına
yemin ederim ki, bütün kullarına yollarını
şaşırttıracağım, ihlâslı kulların hariç olmak
üzere”. Eğer bir kulun batıla karşı savaş açmış
ve bu konuda ısrarlı ise, ihlâslı ise; yani İhlâs Hayat Döngüsü’ne girmişse o hariç! Yani bir kulun
İhlâs Hayat Döngüsü’ndeyse veya İhlâs Hayat
Döngüsü’ne girmeye çalışıyorsa, o kulların hariç
hepsini yolundan şaşırttıracağım!
Nahl Sûresi 99, 100. ayetler: “Doğrusu onun
şeytanın iman edenler ve Rablerine tevekkül
edenler üzerine bir sultası yoktur. Onun sultası ancak kendisini veli edinenler ve onu ortak koşanlar üzerinedir”. Anlıyoruz ki, aslında
302
YILMAZ DÜNDAR
şeytanın vesvese vermekten, avam diliyle “gaz
vermekten” başka yapacak hiçbir şeyi yok! Hele
de iman edenlere, “amentü billahi” diyenlere!
“Amentü Billahi” çok önemli! “Amentü Billahi”
diyenlerin ve bu konuda Rabbine yönelip sığınmış olanların; nefs-i levvamede ilerleyenlerin üstünde şeytanın bir gücü, bir etkisi yoktur. Onun
gücü, ancak kendisini dost edinmiş ve onu ortak
koşanlar üzerinedir. Şeytan nasıl ortak koşulur?
Ayet; “onun sultası şeytanı ortak koşanlar
üzerindedir” diyor ve bize bir gerçeği vurguluyor; yani onun gücü şeytaniyeti ortak koşanlar üzerinedir! Yani; “A” Takdim Formu yapısını
Allah’a ortak koşanlar üzerinedir. Yani “A” Takdim
Formu yapısına “BEN” deyip, “varım ve muhtarım” deyip onu Allah’a eş ve ortak yapanlar üzerinedir! Böylece kişi şeytanı, şeytaniyeti Allah’a eş
ve ortak koşmuş olur ki; bunu Nahl Sûresi 99 ve
100. ayetlerden çok rahatlıkla görüyoruz.
Bu savaşın yapıldığı meydan Levvame’dir ve
bu savaş Levvame Meydan Savaşı’dır.
Kıyamet Sûresi 2. Ayet: “Ve nefs-i levvameye kasem ederim, nefs-i levvameye yemin
ederim.” Kıyamet Sûresi’ndeki bu yemini, nefs-i
levvameye yapılan bu yemini nasıl anlamalıyız?
Sana yeminini bozdurmuş, Rasulullah sallallahu
aleyhi vesellem’in açıkladığı hakikati hayatından
ihraç etmiş, sana öyle bir hayat sunmuş ve Hakk
yolda seninle hep savaşan, önce saldıran bu tanrılık iddiasına ve yaşantısına karşı çıkan o nefse
yemin ederim ki! Bu özelliklerin tümünü kapsayan tanrılık iddiası ve yaşantısına karşı korun303
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
mak için müttaki olursan, “aminu ve amilus salihati zırhı”nı giyip de levvame savaş meydanına
çıkmışsan; işte o nefse yemin ederim ki! Levvame
savaş meydanına çıkan nefsin Allah indindeki
değeri azimdir, derecesi azimdir ki; bunu kavrayamazsın! Nefs-i levvameye girmiş bir nefsin,
saydığımız bu özellikleri taşıyan yapıya, o iddiaya savaş açmış bir nefsin Allah indindeki halini
kavrayabilesin diye diyorum ki; “o nefse; nefs-i
levvameye yemin ederim ki!”.
Düşmanın diğer bir özelliğini Nas Sûresi 5.
Ayetten öğreniyoruz: “Elleziy yuvesvisü fiy
sudurin nas: o ki insanların sadlarına vesvese üretir”; o ki insanların sadrlarında vesvese
üretir! Peki, vesvese nedir? Doğru tanımlansın
ki vesvese yanlış anlaşılmasın. Bizi hep yaşadığımız hayatın kuralları ve hali perdelemektedir.
Normal hayat içerisinde kapıldığımız evhamları
biz vesvese zannetmekteyiz. Evet, onlardan da
Allah’a sığınacaksın, ama senin için birinci derecede tehlikeli olan ve bu ayetlerde bahsedilen
vesvese onlar değildir. Vesvese; sana batılı cazip göstererek seni Hakk yoldan uzaklaştıran
her türlü fikir, heva ve heveslerdir. Vesvese
batılı sana cazip gösterir. Öyle bir cazip gösterir
ki, o seni Hakk yoldan alıkoyar! Seni Hakk yoldan alıkoyacak, çevirecek cazip fikirler, heva ve
heveslerin hepsi vesvesedir. İşte şeytanın yaptığı vesvese esas itibariyle budur! Sen bir kere bu
vesveseye düşersen, senin “vesvese” diye tanımladığın diğer şeyler onun için çerez sayılır, artık
onlar çok kolaydır.
304
YILMAZ DÜNDAR
Peki, vesvesenin tesiri nereye? Ayetten anlıyoruz ki, tesir sadra! Şeytan kalbe tesir edemez;
kalb, Allah’ın elindedir, kalbin yazısını Allah yazar. Şeytan ancak kalbin üstünü örter, esfele safiliyn yapı ona hâkim olsun diye. Ve bu yüzden de
vesvesesini, tesirini sadra yapar. Eğer nefsin şerri
sadra hâkimse, yönetim ondaysa, sadrda zalim
hükümdar varsa, bu cazip işleri gider onun kulağına fısıldar. Şeytanın sadra tesir ettiğini biz
Nas Sûresi’nden öğreniyoruz; “o ki insanların
sadrlarında vesvese üretir”! Bir önceki ayet ise
vesveseyi tarif eder: “Bıkmadan, usanmadan, yılmadan aynı şeyi devamlı yapar der. Üst üste, üst
üste vesvese yapar. Sen vazgeçersin yapar, vazgeçersin yapar… Seni ikna edinceye kadar vesvese verir, böyle bir vesvese üretendir o.
Nas Sûresi 6. Ayet; “minel cinneti ven nas”
diye biter. Diyor ki, sadrınıza gelen bu vesvese
cinlerden ve insanlardan! Bir önceki ayette şeytanın sadra vesvese verdiğini söyledi, şimdi de
şeytanın kim olduğunu söylüyor; cinler ve insan!
Cinlerden ve insandan olanlar sadra vesvese verir. Bu noktada anlıyoruz ki şeytaniyet; öncelikle yapılan bir işin, bir görevin ismidir. Bu işle görevlendirilmiş bir gurup cin taifesi de meslekleri
o olduğu için şeytan diye anılır. Ama insan da
bu işi yapan gruptadır. Ne ile? “A” Takdim Formu
yapısıyla! Ve dikkat ediniz; “A” Takdim Formu yapısının şeytaniyet gücü, bu işle görevlendirilmiş
şeytandan fazladır. Çünkü insanın elinde esma-i
külleha vardır! Bu demektir ki; şeytanda olmayan yetenekler “A” Takdim Formu’nda var!
305
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Şeytanla ilgili bir diğer özellik: Şeytan, “ben
Allah’tan korkarım” diyor. Oysa “A” Takdim Formu Allah’tan korkmaz! Bütün bunlar birleşince
görürüz ki; kişideki “A” Takdim Formu yapısı şeytana pabucunu ters giydirir.
A’raf Sûresi 200: “Eğer şeytandan bir nez’ğ;
bir fit, seni fitneye düşürecek bir fikir, seni dürterse hemen Allah’a sığın. Çünkü O Semîun
Aliym’dir”.
Fussılet Sûresi 36. Ayet: “Eğer şeytandan bir
nez’ğ; bir fit, seni dürterse hemen Allah’a sığın. Muhakkak ki O Semîun Aliym’dir”.
Bu iki ayetteki fiti ancak savaşta olan fark
eder! Savaşta olmayan böyle bir fitin, dürtmenin olduğunu fark etmez ki! Niye? Çünkü o ona
sahip çıkıyor; şeytanın vesveselerine “benim
fikirlerim” diyor ya, bu yüzden o işi şeytana bırakmaz. Levvame savaşında olan ise; kendisinde yavaş yavaş Furkan açıldığı için, Hakk diliyle
batıl dilini anlamaya başladığı için, vesveseleri
fark etmeye başlar ve şeytan beni dürttü der.
İşte “onu fark ettiğinde hemen Allah’a sığın, O
Semîun Aliym’dir” diyor ayette. Bu yüzden bizim bir sığınma biçimimiz; “euzü billahis semi’ıl
aliymi mineş şeytanir raciym”dir. Özellikle Lev
enzelna’yı okurken bunu üç defa söyleriz. Bu,
bize ayetle öğretilen sığınma biçimidir; ayette
“Allah’a böyle sığının” denmiştir.
Bu şeytanın/şeytaniyetin, daha doğrusu
insanın veya açık ismiyle “A” Takdim Formu
“BEN”in önemli bir özelliği vardır ki; acelecidir.
306
YILMAZ DÜNDAR
Acelecidir! Bu yüzden, vesveseye uymak için o
kadar acele eder ki! Sadrına yapılan bu vesveseye uymak için o kadar acele eder ki! Bu acele
yüzünden vesveseyi yapanı bile göremez, ona o
kadar hızlı sahip çıkar. İnceleme yapmaz; “o fikir
benimdir” der ve vesveseyi hemen sahiplenir,
sonra da onu kendinde yanlış bir amele çevirir.
Bakın Ra’d Sûresi 6. Ayet: “İnsanlar senden
haseneden hayrdan önce seyyie’yi batılı acele isterler”. Bir de böyle; “bâtılı acele isteme”
özelliği vardır onun. Batılı acele isterler; “hayrı
sonra da yaparız”, “o sonra da olur”; “onu sonra
da dinleriz”, “onu şimdi söylemesen de olur”, “şu
yanlışları bize biran önce ver, yap” derler, böyle
isterler. Aslında yapıları böyledir. Peki, neden?
Şura Sûresi 18. Ayet: “Ona O Saat’e iman etmeyenler, onu acele isterler. Hesap Günü’ne;
cezalandırma günlerine, karşılık verme günlerine iman etmeyenler, onu acele isterler. İman
edenler ise ondan müşfiktirler; korkuyla ürperirler; o an için korkuyla ürperirler. Ve bilirler ki o gün kesinlikle Hakk’dır. Onların acele
etme sebepleri; “o gün”e iman etmemeleri ve
“o gün”ün onların umurlarında olmamasıdır! O
“umurda olmama, umursamama” aceleyi getiriyor. Neyle ilgili bir acele? Tersini yapmakla ilgili!
Tersini yapmakta aceleci olduğu için “gelecek
gün”e de acele etmiş oluyor! Dikkat edin, O
Saat hakkında tartışanlar, muhakkak uzak
bir dalal içindeler”.
Şimdi bütünlük olması için Şura Sûresi 18.
Ayet mealini bir bütün olarak verelim; “Ona
307
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
O Saat’e iman etmeyenler, onu acele isterler. İman edenler ise ondan müşfiktirler;
korkuyla ürperirler. Ve bilirler ki o kesinlikle Hakk’dır. Dikkat edin, “O Saat” hakkında
tartışanlar, muhakkak uzak bir dalal içindedirler”. Çünkü inanmayanlar vesveseye öyle bir
dalarlar ki, “hesap” diye bir şeyi düşünmezler.
Onların vesvesedeki acelecilikleri hayat için aceleye dönüşür de geri dönemeyecekleri bir sapıklık içine düşerler. Çünkü:
Enbiya Sûresi 37. Ayet bize insanın bir özelliğini söyler; “insan acel’den yaratılmıştır” der.
“İnsan acelden yaratılmıştır, ayetlerimi yakında size göstereceğim, acele etmeyin!” Acel;
aceleci yapı, aceleci davranış demektir ve bu,
şeytan için çok önemlidir. Bu aceleci yapı yüzünden kişi detaylı düşünmez, şeytan ve şeytaniyet
de bundan yararlanır. Oysa aslında “acel” yapı
çok ihtiyacımız olan bir şeydir. Ancak onu şeytaniyet kullandığı için bu tür sonuçlar çıkar. Acel
yapı bize o kadar lazımdır ki! Ama ne yaparsak?
Onu hicret ettirirsek! Hani çorabı örnek vermiştik; tersini düzünü, işte çorabın tersi “A” Takdim
Formu yapısı, düzü “B” Takdim Formu yapısıdır.
Dokusu aynı, aynı çorap! Acel bu çorabın ipidir!
Dolayısıyla çorabın tersi olan “acel”i düzüne çevirip hicret ettirdiğiniz zaman o bize lazımdır.
Bakara Sûresi 148. Ayeti uygulayabilmemiz için
bize “acel” lazımdır. Ama bu acel, şeytanın karıştırdığı acel değil, hicret ettirilmiş aceldir.
Bakara Sûresi 148. Ayet: “O halde hayratta
yarışınız”. Acele etmezsen nasıl yarışacaksın?
308
YILMAZ DÜNDAR
Yatarak yarışamazsın ki, acele etmek zorundasın. Dolayısıyla “hayratta yarışınız” ayetini yerine getirebilmek için sana acel lazım. Yeri gelmişken “hayrat” ne demektir, esas anlamıyla “hayratta yarışmak” ne demektir, onu da tanımlayalım. “Hayrat”ın manaları geniş, ama buradaki
esas mana, ana başlık şu: Rabbini tanıyabilmekte
acele et, Rabbinizi tanıyabilmekte acele edin ve
yarışın.
Hadiyd Sûresi 21. Ayet: “Rabbinizden size
erişecek bir bağışlanmayı ve bir cenneti kazanmak için yarışın”. Demek ki, acel aslında “B”
Takdim Formu için çok önemli bir özellik, onun
çok önemli bir özelliği! Orada ilerleyebilmesi
için, “takvada yarışın” ayetinin yerine gelebilmesi için önemli bir özellik olan bu acelin göç ettirilmesi gerekiyor. Bu gerçeği görünce onu hicret
ettirmeğe başlarsan bakın ne olur? Şeytan baktı
ki sen aceli sırtlandın, ısrarla onu “B”ye taşıyorsun, o zaman şeytan diyor ki [Sa’d Sûresi 82, 83];
“onları saptıramam, onlara bir şey yapamam!
Onlar kafalarına bir “ihlâs” takmışlar, “illa İhlâs”a
gitmek için inat ediyorlar, oraya gidiyorlar; bir
şey yapamam onlara! Saptırmak isterim ama,
inat etmiş bir kere! Orası için inat etmiş kulları
saptıramam”. Dolayısıyla bir kişi eğer aceli sırtına alıp hicret ettirmişse şeytan ona karışamaz.
Böyle olunca sen o aceli hayratta yarışmak için
takva yarışında kullanırsın.
Oysa; hadisler bize dünya işlerinde teenniyi
öğütler ki; teenni çok önemli iki özellikten birisidir: Teenni; işin başını, ortasını, sonunu düşün309
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
mektir, dünya ile ilgili bir şey yapınca acele etmemektir! Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem
buyuruyor ki; “ahiretle ilgili işlerinizde acele
ediniz, dünya ile ilgili işlerinizde teenni gösteriniz”.
Günümüzü, hayatımızı Tevbe Sûresi’nin o
dört ayetine taşıyoruz, şimdi geldiğimiz yer:
Savaşın ki Allah sizin ellerinizle o hali rezil rüsva etsin, size/sana zafer versin. Sizin ellerinizle; amellerinizle, tanrılık iddiasını ve yaşantısını
sizde durdursun; şirk içeren bütün hallerinizi
temizlesin, bu yaşantı tarzının cazibesini sizden
kaldırsın ve o hali sizin gözünüzde rezil rüsva
etsin. Tanrılık İddiası Dünyasının, Deccaliyet’in
aleyhine sana zafer versin.
“Sizin ellerinizle yani amellerinizle o hali rezil
rüsva etsin” dedik. Ama bunu kim yapacak? Allah! Allah bunu sizin amellerinizle yapacak. Bu
mana ilk yakalayacağımız zahirdir. Bu manayı bir
ileri taşıyıp daha enfüsî daha bâtınî manalarını
görmek istiyorsak, bilin ki; bâtınî manalar savaştan sonra açılır. Kişi bu savaşı yaparsa buradaki
sizin ellerinizle’nin derin manaları o kişide açılmış olur, artık onlar onun için bâtınî olmaktan
çıkar zahir olur.
Nedir onlar? Onlar önce Fiillerin Tecellisi olarak görülür. Ve fiillerin tecellisi ilk mana olarak
yaşanır, sonra da diğerleri... Ama bu savaştan
sonra!
Enfal Sûresi 37. Ayet: “Habis’i şakiyi
tayyib’ten saidden temyiz etsin ayırsın ve
310
YILMAZ DÜNDAR
habis’i birbiri üzerine yığıp bu yığıntıyla cehennemi doldursun diye! İşte bunlar hüsrana
uğrayanların ta kendileridir!” Bu savaşı yapın!
Niye? “Ellerinizle/amellerinizle sizdeki tanrılık
iddia ve yaşantısını durdursun, ayrıca yaşadığınız toplumun içerisinde şaki’yi ve said’i birbirinden ayırıp habisi/şakiyi de üst üste yığsın ve
bu yığıntıyı da ateş kaynağı olarak cehenneme
atsın” diye!
Şimdi, tefekküre yardımcı olur umuduyla çok
başka bir konuda bir cümle paylaşalım. Detayının incelenmesi gerekli bir şey, ama burada onu
bir cümleyle geçelim, altını doldurmayalım: Allah ne dilemişse, o dilek Ef’al Âlemi’nde suretleşir;
Ef’al Âlemi’ne girince suretlenir. Ef’al Âlemi’nin
gereği budur! Dolayısıyla bir kişide Allah bir amel
dilemişse, bu dilek ef’al âlemine “emir” olarak girince o kişiden suretlenir. Bu yüzden, “ellerinizle, amellerinizle Allah yapsın” cümlesi oluşur ki
bu cümle ef’al âlemine uygun bir cümledir. Her
emir ef’al âleminde bir surete dönüşmek, bir surete girmek zorundadır. Ef’al âleminin gereği budur! Bu işleyişi göremeyen kişiler Kur’an’da geçen “biz” kelimesini yanlış yorumlarlar. “Allah bir
işi meleklere, onlara, bunlara yaptırır, bu yüzden
onlara “biz” diyor” derler. Tefsirlerde bile girmiş
bu tip yorumlar vardır. Oysa ef’al âleminin gereği budur, bu kesretle ilgilidir! Ama Tevhid çerçevesi, Tevhid anlayışı içerisinde! Kesret âlemi
Tevhid’in dışında bir varlık ve varlıklar olarak değildir. “Altını doldurmayalım” dedik, ona uyup,
bu konuyu bu cümleyle burada kapatalım.
311
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Kur’an’ı Kerim’i mealen okumaya başlayan
kardeşlerimiz okur okumaz, O’nu hemen anlamak, kavramak isterler. Bakın biz bir “elem neşrah leke sadrak” dedik, yalnızca “sadrak” için,
onu anlamak için ayetlerle hadislerde nasıl bir
yolculuk yaptık, sadece “sadrak” kelimesi için!
Öyle hemen olacak şey değil, hemen olmuyor.
Bu yüzden “A” Takdim Formu “BEN” olan yapı,
“A” Takdim Formu’ndan kaynaklanan yorumlar
yapar; “burda ne var, bunu ben de yazarım” gibi,
“ben bu cümleleri daha iyi yazarım” gibi yanlışlara düşer. Çok doğal! Ha, buralardan Allah’a sığınırsa bu yanlışlar onun için sevaba dönüşür, o
yanlışı fark edip de ona sahip çıkmazsa böyle bir
faydası da olur!
Şöyle de yanlış yapanlar, yanlış düşünenler
vardır. Okurlar bakarlar ve inanırlar; tamam
Kur’an Allah kelamı, Allah’tan. Ama o da ne, bir
üçüncü varlık var, bu ne iş? Bazı ayetlerde öyle bir
anlatılıyor ki, sanki ayeti Cebrail yazdırmış, Cebrail bir şey söylüyor, bir başkası bir ayet söylüyor
gibi! Bu durumda bazıları, Allah söylemiyor da
sanki başka bir varlık söylüyor sanıp, öyle düşünüp; “demek ki hepsi Allah kelamı değil, bazıları
Cebrail kelamı, bazıları şöyle kelam…” gibi yanlış
yorumlara girerler. Anlatım tarzı, dili ve olayın
hakikati bilinmediği için! Oysa ef’al âleminde
Allah’ın her türlü emri bu âleme girince surete bürünür; suretleşir. Bu emir; ölüm emriyse
suret Azrail adını alır, vahiy emriyse suret Cebrail adını alır, halife emriyse suret İnsan adını
alır. Ama bunlar Tevhid’in dışında olmayıp “illa
Allah” içerisindedir.
312
YILMAZ DÜNDAR
Evet: Sonuçta “sadr” şeytan ve şeytaniyet hükmünden kurtulur, “A” Takdim Formu’na “BEN”
demekten, yani Sahiplenme Hastalığı’ndan
kurtulur ki bu durum için; “sadrına şifa oldu” denir. Kur’an’da geçen sadra şifa budur, bu durum
sadra şifa olarak tanımlanır.
İşte bu savaşta bizim bir rehberimiz var! Pislik
çukurundan çıkmak için sımsıkı sarılıp tutunacağımız bir ipimiz, bir şifa reçetemiz var. Bu ip,
bu şifa, bu rehber; Kur’an ve Rasulullah sallallahu aleyhi vesellem’in getirdikleridir!
Bakın Alu-İmran Sûresi 103 ayet: “Ve topluca Allah’ın ipine sımsıkı tutunun ve tefrikaya
düşmeyin. Üzerinizdeki Allah nimetini zikredin. Hani sizler düşmanlar idiniz de O kalblerinizin arasını telif edip uzlaştırdı, biraraya
getirdi. Onun nimeti sayesinde kardeşler oldunuz. Siz nardan bir çukurun tam kenarında idiniz, O sizi ondan kurtardı. İşte böylece
Allah ayetlerini size açıkça beyan ediyor ki
gerçeğe eresiniz diye!”
Bu ayet buyuruyor ki; “Allah kalbleri birleştirendir”. O zaman anlıyoruz ki “gerçek kardeşlik” böyle gerçekleşebilir. Yani bu kardeşliği
engelleyen kalbteki ğıll Allah tarafından temizlenirse gerçek kardeşlik mümkün oluyor! Ğıll Allah tarafından temizlenirse kalbler birleşir.
Enfal Sûresi 63. Ayet: “Ve kalblerin arasını telif etmiştir; birleştirmiş, uzlaştırmış, ülfet
oluşturmuştur. Şayet sen arzda ne varsa toptan infak etseydin, onların kalblerinin arasını
313
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
telif edemezdin. Fakat Allah onların arasını
telif etti; birleştirdi. Muhakkak ki o, Aziyzün
Hakiym’dir”.
Yunus Sûresi 57. Ayet: “Ey insanlar, size Rabbinizden bir mevzıe, sadrlarda olanlara bir
şifa, müminler için bir hüda ve rahmet gelmiştir”. Yani; ey insanlar, size Rabbinizden bir
mevzıe; ibret ihtiva eden haber uyarısı, sadrlarda olanlara bir şifa; yani “A” Takdim Formuna
“BEN” deme ve sahiplenme hastalığına bir şifa,
müminler için bir hüda ve rahmet gelmiştir.
Bu ayet bize anlatıyor ki; Kur’an’ın ve Efendimiz
Sallallahu Aleyhi Vesellemin getirdikleri sadra şifa,
kalbe ilaç, bir hidayet, bir rahmet ve bir rehberdir.
“Sadra şifanın belirtisi” şöyledir. Zümer Sûresi
23. Ayet: “Allah sözün en güzelini müteşabih
ve mesaniy bir kitabı indirdi. Rablerinden
haşyet duyan kimselerin ciltleri ondan ürperir. Sonra ciltleri ve kalbleri Allah’ın zikrine
yumuşar; işte bu Allah’ın hidayetidir. Onunla
dilediğine hidayet eder, Allah kimi saptırırsa
onun için hidayet edici yoktur.”
Sadr şifasına önemli bir belirti gördük: “Ciltler
ve kalbler Allah’ın zikrine yumuşar”: Yani koşarak kabul eden hale, “acaba?”sız kabul eden hale
gelir. O nedir? Sekine inmesidir! Sadırlarda olana şifa, aslında kalbe şifa gelmesindendir, yani
kalbin Kalb-i Selîm olmasındandır. Kalp “kalb-i
selîm” olunca “sadrlara şifa” gelir. Bu olayın en temel sebebi; Kur’an’ın Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellemin kalbine inzal olmuş olmasıdır. Kur’an
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in kalbine
314
YILMAZ DÜNDAR
kalbolduğu için; oranın şifası olduğu için mümine de şifadır.
Bakara Sûresi 97. Ayet: “De ki, kim Cibril’e
düşman olduysa bilsin ki; muhakkak ki o
Biiznillah senin kalbin üzere o Kur’an’ı kendinden öncekini tasdik edici ve müminlere
rehber ve müjde olarak indirmiştir”. Kalb’e
inmiştir, Kalbi’ne inmiştir. Böyle olduğunu ayet
öğretiyor bize.
Şura Sûresi 193 ve 194. Ayet: “Er-Ruh’ul
Emiyn; Cibril O’nunla indi senin kalbin üzerine. Ki uyarıcılardan olasın”.
Kur’an vahiylerle Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in kalbi oldu ve müminin kalbine
de ilaç oldu. Müminin kalbine Kur’an tespit
olunca, Kur’an ayetleri kalbe kalbolunca; kalbe
kalboldukça, beyin aracılığıyla bu kalboluşa uygun düşünce ve fiillere dönüşür. Yani kalbe kalba
ayetler kalbolunca, bu hal beyin aracılıyla amellere dönüşür. Ve bu durum müminin sadrında
görülür ve okunur! Kur’an ayetleri kalbolunca;
anlaşılır ve idrakıyla kalpte kalbolunca beyinde
amele dönüşür, bu amellerin sonucu da kişinin
sadrından görülür ve okunur; bakan bunu okur.
Bu durum sadrı Allah’ın Boyası ile boyar! Kalb,
Kalb-i Selîm olunca; sadr, kendisini saran şer’den
kurtulur, şifa bulur ve bütün sadr; Allah’ın Boyası (SIBĞATULLAH) ile boyanır ki; artık bu boya
çıkmaz ve üstüne başka boya almaz! Oysa sadr
nefsin şerri tarafından yönetilirken ŞİKAK ile
boyanmıştır. Şikak niyetliler vücutlarına ayrıca
boya da yaparlar!
315
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Bakara Sûresi 138. Ayet: “Sıbğatallah (Allah
Boyası). Boyaca Allah’tan daha güzel kim olabilir! İşte biz O’na ibadet edenleriz.”
Ankebut Sûresi 49 Ayet: “Bilakis O Kur’an,
kendilerine ilim verilmiş olanların sadırlarında apaçık ayetlerdir! Ayetlerimizi ancak
zalimler bile bile inkâr eder”. Yukarıdaki açıklamaları, yani Kur’an ayetlerinin sadrdan görülmesini bu ayetten anlayıp yazıyoruz. Onların sadırlarında apaçık ayetler haline gelir, görülebilir.
Sadrlardaki kalblere kalbolmuş Kur’an ayetleri
sadrlardan dışarı çıkar; görülebilir ayetlere dönüşür; böylece, o sadr Kur’an’ın ikiz kardeşi
olur.
Ayette “ilim verilenler” geçiyor; “kendilerine ilim verilmiş olanların sadırlarında apaçık
ayetlerdir” deniyor. İlim verilenler şunlardır:
Kim “amentü billahi”yi idrak ederek söylerse ve
nefsi levvameye girerse ona ilim verilmiştir, o bu
haliyle ilim verilenler sınıfına girer. “İlim verilenler” sınıfının başlangıcı budur. Aksi halde; “bu
âlimlere ait” der ötelersiniz! Yani “ben âlim miyim ki? Âlim nerde, biz nerde! Âlim değilim, öyleyse bu ayet de bana hitap etmiyor, şu ayet de,
şu da..” olur! Ya, ne senin, hangisi sana hitap ediyor peki? Birşey kalmaz ki o zaman; ötelediğin
için hiç birşey kalmaz. Ama ötelemezsen bütün
ayetler senindir ve sen o zaman onun ikiz kardeşi olursun; hepsi senin sadrından dışarı çıkar.
Demek ki ilim verilen; “amentü billahi”yi idrak
ederek, inanarak söyleyen, uygulamak için nefs-i
levvameye girerek söyleyendir. Kişi o zaman ilim
316
YILMAZ DÜNDAR
verilenler sınıfına girmiştir. Dünya sistemindeki
ilim denilen işe ait ne kadar rütbe varsa, kişi o
rütbeleri almış ve hatta onun üst noktasında
da olsa, ne kadar “derin düşünen adam” diye de
tanınsa, eğer “amentü billahi” dememişse o kişi
Kur’an’ın tarif ettiği ilim verilenler sınıfında değildir. Öte yandan, hiç böyle bir rütbesi olmasa
bile “amentü billahi” demiş ve nefs-i levvameye
girmiş kişi Kur’an’a göre o ilim verilenler sınıfındadır.
Zalimlerin sadrından ise ayetleri okuyamazsın! Neden? Çünkü o yeminini bozmuştur. Yeminini bozduğu için sadrından ayetler çıkmaz,
sadrının kapısını ayetlerin çıkmasına kapatır,
yani bile bile inkâr eder! Niye, nereden biliyor
da inkar ediyor? Yemini var çünkü! O yeminini
bozmuş ve ona göre davranışlar ortaya koyuyor,
böyle olunca da bile bile inkâr etmiş olur; zalim.
Evet, sonuç: “Allah dilediğinin tövbesini kabul eder”. Tövbe her durumda açık bir kapıdır.
Bize bunun müjdesi Enfal Sûresi 38. Ayetle veriliyor. Enfal Sûresi 38. Ayet: “Kâfir olanlara de
ki, eğer vazgeçerlerse, geçmiş olan günahları
onlar için mağfiret edilir”.
Günümüzü, günlük yaşantımızı Tevbe Sûresi
13, 14, 15, 16. ayetlere taşımaya çalışıyoruz. Bu
taşınma ve anlamayı gerçekleştirirken son cümlemiz:
Senin “dünya hayatı sürecinde kendini
bilmen”den önceki halinde, kalbına “Rabbin
Allah’tır bilgi ve şahitliği” ile “bu şahitliği tasdik
317
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
bilgisi” işlenmiştir. Bu “Rabbin Allahtır bilgi ve şehadeti ile bu şahitliğin tasdik bilgisi”nin işlenmiş
olmasının yanı sıra dünya hayatı sürecinde de,
şahitlik ve tasdik ile olan ilişkine bizzat şahitliğin
gerçekleşmeden dünyadan ayrılamazsın! Ki bu
şahitliğin ismi dünya imtihanıdır!
Bir iki cümleyle bunu açalım.
Ayetlerini görmüştük hatırlayacaksınız; bir
kul dünya hayatı sürecinde kendini bildiği halden önce, ona işin hakikati gösterildi ve o ona
şahit kılındı, buna da fıtri yemin dendi, kulun
fıtri yemini dendi. Kul [dünya hayatı sürecinde]
yapmış olduğu bu şahitlik ve tasdik ile yani kalbına işlenmiş olan bu bilgiyle olan ilişkisi gerçekleşmeden dünyadan ayrılamaz! Bu ilişki neyse;
ret veya kabul; “kabul”se ne derecede, “ret”se ne
derecede, bu ilişki gerçekleşmeden dünyadan
ayrılamazsın! Bu ilişkinin anlaşılmasına da imtihan dünyası, dünya imtihanı denir. Bu öyle bir
ilişkidir ki; her türlü ve her yaştaki ölüm, her tür
hayat tarzı bu bakımdan bir ilişki tanımı oluşturur, hatta kişi bu ilişki tanımı üzerine ölür, hatta
kişi bu ilişki tanımı üzerine ba’s olur! Kanaatimcedir ki, Azrail’in ölen kişiye görünen şeklini de
bu ilişki belirler!
Tevbe Sûresi 16. Ayet: “Allah yapmakta olduğunuz herşey için Habiyr’dir.” Allah yapmakta olduğunuz herşey için Habiyr’dir. Bir başka ayetle destekleyelim:
Hadiyd 4: “Nerede olursanız O sizinle beraberdir, Allah yaptıklarınızı Basiyr’dir.”
318
YILMAZ DÜNDAR
Bir önceki bölümü “sübhanAllah” anlamı
ile bitirdik, bu bölümde ise günümüzü Tevbe
Sûresi 13, 14, 15, 16. ayetlere taşıdık, bu ayetler bize ne diyor bunu ele aldık ve bunu kalb
ve sadır ayetleriyle yorumlamaya çalıştık. Şimdi
sübhanAllah’ı, Allahuekber’i anlama gayretlerine destek olacak sadrla ilgili önemli bir noktayı
incelemek üzere ayetlere devam edelim.
Mülk Sûresi 13. Ayet: “Düşündüğünüzü ister içinizde tutun ister açığa vurun. Muhakkak ki o Aliymun Bi zatis’sudur’dur”. Burada
dikkat ederseniz “sadrlarınızdakini bilir” denmiyor! “Sadrlarınızdakini bilir” diyen ayetler ayrıca var, ele alacağız, bu ayet; “sadrlarınızdakini
bizzat bilir; aliymun bi zatis’sudur” diyor. Bu
ayet tefekkür eden için kavrayamayacağı açılımlar yapar. Kavrayamayacağı açılımlar yapar,
o tefekküre sokar. Açılımdan sonra kavrar kişi,
açılımdan önce kavrayamaz! Açıldıktan sonra
yavaş yavaş o tefekkürü kavrar. Bu ayet “sadrlarınızdakini bizzat bilir” diyor, diğer bazı ayetlerde “sadrlarınızdakini bilir” diyor. “Aliymun bi
zatis’sudur”daki “bizzat” bizim için neden önemlidir? Bu ayeti tamamlayıp bu önemliliği ele alalım.
Mülk Sûresi 13’te; “düşündüğünüzü ister
içinizde tutun, ister açığa vurun muhakkak
ki o Aliymun Bi zatis’sudur’dur” der. Bu yüzden Mülk Sûresi 14. Ayet “çünkü” manasınadır. Çünkü “yarattığını bilmez mi? O Latîfü’l
Habir’dir”. Şaşılacak ne var, yarattığını bilmez
mi?
319
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Mülk Sûresi 13. Ayet’ten başka, Alu İmran
Sûresi 119 ve 154, Maide Sûresi 7, Enfal Sûresi
43, Hud Sûresi 5, Lukman Sûresi 23, Fatır Sûresi
38, Zümer Sûresi 7, Şura Sûresi 24, Hadiyd Sûresi
6, Teğabun Sûresi 4. ayette de “O Aliymun Bi
zatis’sudurdur” diye geçer.
Kur’an’da bilme ile ilgili ayetlerde; “Allah
kalblerdekini bilir, sadrlardakini bilir ve nefslerdekini bilir” ifadeleri geçmektedir. Daha
önce görmüştük; Nisa Sûresi 63 ve Ahzab Sûresi
51’de; “Allah kalblerdekini bilir”. Alu İmran Sûresi
29, Neml Sûresi 74, Kasas Sûresi 69’da ise; “Allah sadrlardakini bilir” diye geçer. Maide Sûresi
110’dan da öğreniyoruz ki; “Allah nefslerdekini
bilir”. Bakın “kalblerdekini bilir” geçiyor, “sadrlardakini bilir” geçiyor, “nefslerdekini bilir” geçiyor. Bu yüzden bunları anlamak önemli! Yerinde ne demek istediğini mekanizmasıyla anlamak
önemli! Meallendirirken bunların hepsine başka
şeyler yazarak, hatta birbirlerinin yerlerine yazarak; kalp geçen yere sadr, sadr geçen yere kalp,
nefs geçen yere bir başka şey yazarak meal yapılırsa mana bozulur. Kur’an kalbi de, sadrı da, nefsi de biliyor; hep yerinde kullanmış. Onu “daha
iyi anlaşılsın” diye bozmamak lazım! Yanlıştır ve
kişinin anlayamadığının işaretidir. Allah’ın yazdığını “daha iyi anlaşılsın” diye bozmak, kişinin
onu anlayamadığının işaretidir!
Bir de Hadiyd Sûresi 3. Ayet var: “Ve Huve Bi
külli şey’in Aliym; Allah herşeyi bilir.” Bu ayetteki ifade hepsini kapsıyor! Ayette “Allah herşeyi
bilir” denildikten sonra, “kalblerdekini de biliyor
320
YILMAZ DÜNDAR
mu?” diye soru olmaz! “Allah herşeyi bilir”se,
“acaba sadrlardakini de bilir mi?” diye sorulur
mu? “Nefstekini de bilir mi” demek olur mu?
“Allah herşeyi bilir” dediği için Hadiyd Sûresi
3 hepsini kapsıyor. Diğer ayetlerde yerine göre,
kalblerdekini, sadrdakini, nefstekini bilir denmesi, idrakımızın basamakları içindir, idrakımızın
taşınması içindir, idrak seyahati içindir! İdrakımızın taşınması, yerine oturması ve bütün bunlardan “herşeyi bilir” bilincine ulaşmamız ve onu
yaşayabilmemiz için! Yani mekanizmayı kavrayabilmemiz için! “Ayrıca kalblerdekini de bilir”
ne demektir onu anla demektir. Bunu “sadr” için
de, “nefs” için de böyle anla gibi manalar içerir.
Konumuz “Aliymun Bi zatis’sudur”. Dikkat
edin, siz de kendiniz için aliymun bi zatis’sudur
değil misiniz, böyle diyemez misiniz? Bir kişi kendisi için; “ben kendim için aliymun bi zatis’sudurum” diyemez mi? Der! Çünkü kendi sadrından
geçeni bilir. Daha da anlaşılması için normal dile
çevirerek basit bir cümleyle söyleyelim; kişi kendi içinden geçeni bilir. Kalbinden geçeni, yani
bahsedilen kalbı bilmeyebilir, ama “kalbın sadra yansımış ve iç manasına gelen içinden geçeni”
kişi bilmez mi? Bilir! Öyleyse kişi de kendisi için
aliymun bi zatis’sudurdur. Bu durum zahirendir
ve zahiri, batını iyi görmemiz için de bir örnektir.
Kişi de; “bana verilen yetkiler içerisinde, bana verilen sermaye içerisinde ben de kendim için aliymun bi zatis’sudurum” der. Bu zahiren böyledir.
Aynı zahirin batını ise; Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun kaydında bu özellik ne kadar varsa
321
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
o özelliği sahiplenmektir. Yani kaydında olduğu
kadarıyla kişinin aliymun bi zatis’sudura “BEN”
diyerek sahiplenmesidir! Bu sahiplenmeden
kaynaklanır, başka birşey değildir! Kişi zahiren
“ben de içimden geçenleri biliyorum” derken,
bâtınen kendisinde Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun kaydı çerçevesinde [her kuldaki
kaydın genişliği farklıdır] ne kadar aliymun bi
zatis’suduru varsa, kendi kaydının esma kompozisyonuna ne kadar aliymun bi zatis’sudur düşmüşse işte ona “BEN” demesinden başka birşey
değildir; ona “ben de biliyorum” der. Yani o da
yine aslında kayıtta Allah’ın bilmesidir; kayıt
çerçevesinde Allah’ın bilmesidir. Kul o kayda
“BEN” demiştir, yaşantı gereği! “BEN” demezse
KUL ortaya çıkmaz. İşte, “BEN” dediği o kaydı
kastederek ona diyor ki; ben de aliymun bi zatis’sudurum.
Biz anlattıklarımız somutlaşsın diye hep tırnağımızla bir yeri tutmak, oradan ilerlemek
için bir yöntem uyguluyoruz. Kulluk için gerekli
«BEN»e biz yasal yanlış demiştik. Yanlış ama
Sahibi izin veriyor; “anlayabilmen için bu kadar
yanlışa izin var” diyor. Yoksa kul ortaya çıkmaz,
kul yasal yanlışla ortaya çıkar. Yanlış ama yasal! Peki, yasal olmayan yanlış ne? “A” Takdim
Formu’nda “BEN” demek yasal olmayan yanlıştır. Bu haddi aşmaktır, şımarık haldir, necis haldir. Ama yasal yanlış olan hal tahirdir, “tahir”
sınıfındadır! Daima tırnağınla bir yeri tut, bir
yerden başla! Biz de şimdi bunu anlamak için bu
zahire tutunup ilerlemeye çalışalım.
322
YILMAZ DÜNDAR
Nedir o? Kişi; “ben de kendim için aliymun bi
zatis’sudurum” diyebilir.
Kaydınızı oluşturan bütün esmalar sizin kaydınızda tek esma gibidir, kaydınızı oluşturan
tüm esmalar sizi kul yapan tek esma olur. Ama
kaydınızda bir “B” kaydı vardır, bir de “A”. Esas
kayıt, esas esma “B” kaydınızdır, “B” formudur.
“A” kaydı “B” formunun izdüşümü olup onun
kopyasıdır. Kaydın gerek kopyası, yani sahtesi, korsanı, gerekse ahseni takvim olan esası bir
esma kompozisyonudur. Ama senin kaydın olan
o kompozisyon da tek bir esmadır ve o esmaya
sen kendi adını verirsin! O da bir esmadır, esmalardan oluşan bir esmadır! Tüm esmalardan bir
kompozisyon oluşunca, o da tek başına bir özellikte esma olur; o da seni kul yapan tek esmadır.
Kişiler bunu fark etmezse esma kompozisyonuna karşı çıkar! Nasıl?
Bakın, kabul ettiğiniz esas esmanın altında
“esma-i külleha”dan gelen bir kompozisyon var
ve onların hepsi birer cüz, değil mi? Bu yüzden,
kayıttaki tüm esmalara zahir gözüyle baktığımızda cüz diye sesleniriz. İlmî suret böyle meydana
gelir; cüz olmasa ilmî suret de olmaz. Ancak;
cüz ile ilgili bir yanlış anlaşılmayı da burada bir
iki cümleyle izale etmeye çalışalım. Bu cüz tabiri
kendisiyle ilgili bazı tartışmalara, bazı yorumlara
ve farklı bakışlara sebep olmuştur, aynı şey irade
için de geçerlidir. Örneğin, dedik ki; «aliymun bi
zatis’sudur özelliği bizde de var”. Kişi bunu kabul
ediyor, ama “bende cüzi irade yok” diyor. Lütfen
o tuzağa düşmeyin. Cüzi iradesi olmayan kul
323
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
olmaz! Cüzi iradesi olmayan kul olmaz. Bu bir
hayaldir. Eğer o kişi kulsa, “BEN” diyorsa, bütün
esmaların cüzü onda vardır ve bunun içerisine
irade de dâhildir! İster “A” olsun ister “B”; “BEN”
diye kendini takdim ettiğin birşey varsa, [bakın
koşul söylüyoruz] yani kendini “BEN” diye takdim ettiğin bir kayıt varsa o şey cüzdür. Ve bu
kayıtta bulunan her esma da, esma birleşimleri
de cüzdür!
Eğer “A” ve “B”den kurtulmak nasip olursa
o zaman kayıt kalmaz. Sadece bu kaydın, cüzün izi, kokusu kalır ki o başka bir haldir. Eğer
sen şimdiden o hali düşünüp tırnağını oraya
atarsan amel yapamazsın. Tırmanabilmek için
tırnağını şimdi tutabileceğin bir yere atmalısın.
Biz, şu an yapabileceğimiz, şu an tutup tırmanabileceğimiz şey nedir onu anlatmaya çalışıyoruz.
Öyleyse:
Anlaşılması gereken, tartışmak gerekiyorsa
tartışılması gereken şudur: Cüzler muhtar mıdır, değil midir? Mesele budur; bunu tartıştığınız zaman doğruyu bulusunuz. “Cüzi irade vardır, cüzî irade yoktur” tartışmasına girerseniz yanılırsınız. Çünkü cüzî irade olmadan olmaz! Sen,
“Allah’ta var olana” nasıl yok dersin? Küllî irade
var! Onun sendeki “var” dediğin kısmı cüzi iradedir, “var” diyorsan o cüzdür! “Var” diyorsun
çünkü! “BEN” diyorsun ya! Sen “BEN” diyorsan,
iradenin küllünün sendeki kısmına, “BEN” dediğin, kavrayabildiğin yanına cüz denir. Ama “cüz”
demek “müstakil” demek değildir. Bu yüzden;
324
YILMAZ DÜNDAR
“cüzî irade muhtardır” dersen şirke girersin.
“Cüzî irade” muhtar değildir!
Evet, şimdi tekrar, tırnağımızı taktığımız
yere, yani bizim için zahir olana dönelim. Sizde
ve her ilmî suret boyutunda; aynı anda, her biri
için ayrı ayrı ve birisini diğerine karıştırmayan
bir aliymun bi zatis’sudur var! İlmî suret denince
aliymun bi zatis’sudur için yalnız insanı düşünmeyelim. Hem sizde, hem de her ilmî suret boyutunda aliymun bi zatis’sudur var! Bütün ef’al
âleminde! Bakın bütün olarak ef’al âlemini aldık.
Ve ef’al âlemini “tek bir ilmî suret” olarak düşünün, onda da; aynı anda, her biri için ayrı ayrı
ve birisini diğerine karıştırmayan bir aliymun bi
zatis’sudur var. Peki, aliymun bi zatis’sudur ne demektir?
Aliymun bi zatis’sudur, bizim somut olarak
yakalayabildiğimiz en önemli esmalardandır. Bu
esmayı somutlaştırıp yakalayabilirsek, bütün esmaları çözme ipucunu yakalayıp esma âlemine
hızla girebiliriz.
Bakın, “esma kesreti”ne girmek çok önemlidir. Bir kişi “tanrı kesreti”nden, yani “insan
kesreti”nden “esma kesreti”ne geri dönüşsüz girerse velayet kapısından girmiş olur. Esma kesreti velayet içerir! O yüzden esma kesretinin bir
yerinden tutmak lazım. İşte şimdi aliymun bi
zatis’suduru düşünün: “Ben de içimden geçeni
bilirim” diyorsunuz ya, o dediğiniz neyse, neyi
kastediyorsanız, o kadarını tutun; onu tırnaklayın, onu yakalayın. Ben de içimden geçeni bili325
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
rim: Yalnız insanlar değil, bunu her yaratılan için
düşünün; dünyadan gitmişler, gelecekler dâhil
tüm ilmi suretler! Tüm ilmi suretler ve her detayında! En küçük alt yapısı neyse; molekül, atom
ve atom altı parçacıklar, çünkü onlar da birer
müstakil varlık. Her detayı ayrı ayrı, ama bir de
bütün onları ef’al âlemi olarak “tek” düşünün.
“Ef’al âlemini tek bir bütün olarak düşündünüz
ya, işte onun da içinden geçeni bilen ve ondaki
detayların hepsini aynı anda bilen ve hiç birisini birbirine karıştırmayan ve bu olayın da kendisine yük olmadığı bir düşünce”yi düşünün! O
zaman Allah’ın “aliymun bi zatis’sudur” ifadesiyle demek istediğini anlamaya başlamış oluruz.
“Anlarız” diye birşey yok, anlamaya başlamış
oluruz!
Yalnızca aliymun bi zatis’sudur değil ki! Sınırsız… “Sayıları sınırsız, manaları sonsuz” olan her
esmayı da böyle “aynı an”da düşünün; hiç birisi
birbirine karışmıyor, hepsini yönetiyor! Siz esma
âlemine seslenirken Allah’ın esma âlemi boyutuna sesleniyorsanız, “Allah” derken, nereye seslendiğinizi düşünmeye çalışın. “Allah” dediğimiz
yer ulûhiyet noktası; çok a’la; çok yukarı! Esma
âlemine, ef’al âlemine, yani çoğul âlemine seslenirken, sen böyle bir yapıya böyle bir güce sesleniyorsun. Ve “komik” olan ne biliyor musunuz?
İnsanca düşünerek tabi, insanca düşününce “komik” olan: Bütün bunları ilmullahta Allah bir an
düşünmüş, geçmiş gitmiş... Bizim esma âlemi diye
kavramaya çalıştığımız şey aslında yok! Esma
âlemi, ef’al âlemi diye bir şey yok! O bir hayal;
326
YILMAZ DÜNDAR
olmuş bitmiş! Daha hayalinin bir yanını anlayabilmek mümkün değil! Hayalinin bir yanını, yani
olmayan bir şeyini bile anlayamıyoruz! Olan bir
şeyini değil, olmayan bir şeyini bile anlayabilmek, akla sığdırabilmek mümkün değil! Bu yüzden bizi kurtaracak en önemli sığınış kelimesi de
öğretilmiş; SübhanAllah! SübhanAllah…
Hadiyd Sûresi 6. Ayet: “Geceyi gündüzün
içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar
ve O Aliymun bi zatis’sudurdur”. Ve Huve
Aliymun bi zatis’sudur! Bakın dikkat edin, Hadiyd Sûresi 6. Ayet, verdiğimiz diğer ayetlerden
farklı olarak, ezberleri bozacak bir şekil içeriyor:
“Geceyi gündüzün içine sokar, gündüzü de gecenin içine sokar. Ve O aliymun bi zatis’sudurdur”.
Hadiyd Sûresinin önceki ayetleri arz ve semavatı, altı günde yaratılışı anlatır ve buraya gelir,
bu ayette gece ve gündüzü anlatır. Baktığınız
zaman, ayet gece ve gündüzü anlatıyor, ama
aliymun bi zatis’sudurla bitiyor. Eğer kişi burayı
anlamazsa “ne alaka!” der, sonra da tefsir ve meallerde alaka kurmaya çalışır. Var olan “gece ve
gündüz”ü beğenmez, bildiğimiz gece ve gündüz
ona yetmez, yeni “gece ve gündüz”ler uydurur.
“Aslında ayette gece dediği insanın şu yapısıdır,
gündüz dediği bu halidir, bu yüzden insan için
aliymun bi zatis’sudurdur” gibi yorumlarla kompozisyon yazar, edebiyat yapar! Daima önce zahiri çözeceksin! Ayette ne yazılmışsa önce onu
çözeceksin! Onu çözmeden daha ileri bir mana
verilmez! Onu çözmeden ileri bir manaya geçmek gaflettir! Bir mana vereceksen, var olanı,
327
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
yani zahiri çözünceye kadar bekleyeceksin. Var
olanı, yani bildiğimiz gece gündüzü düşünerek,
“geceyi gündüzün içine, gündüzü de gecenin içine sokar ve O aliymun bi zatis’sudurdur” ayetinde önce bu zahiri çözmek gerekir ki, daha ileri
bir manaya ulaşılsın.
Alu İmran Sûresi 29. Ayete de bakalım: “De
ki; sadrlarınızda olanı gizleseniz de açıklasanız da Allah onu bilir. Hem semavattakileri
ve arzdakileri de bilir, vAllahu ala külli şey’in
Kadîr”. Bakın bu ayet de “Kadîr”le bitiyor; “Allah herşeye kâdirdir” diye tamamlanıyor. Ayet;
“sadrlardakini bilir” diyor ama devamında [diğerinin tersine]; “semavattakileri ve arzdakileri de
bilir” deniyor. Senin içindekini bilir; çünkü senin
sadrını bilir. Semavattaki ve arzdakileri de bilir;
çünkü onun da sadrı var. Herşeyin sadrı var, yalnız insanın değil! Bu yüzden, Allah; bütün sadrlar için aliymun bi zatis’sudurdur.
Ef’al âlemi tek başına bir varlıktır ve onun da
sadrı vardır. Dünyaya, atmosferine baktığımız
zaman atmosferiyle birlikte o da bir bütündür,
onun da sadrı vardır ve Allah onun da aliymun
bi zatis’sudurudur. İşte bu yüzden; onun gecesini
gündüzünü birbirine kalbeder! Bunu çözdükten
sonra ancak, “bu ayetteki gece ve gündüzde benim için acaba ne var?” demen çok faydalı olur.
O zaman; önce gel diğerini öteleme, sanki öyle
bir mana yokmuş gibi davranma! Sonra da gel
kendinde geceyi ve gündüzü ara! O zaman kolay
bulabilirsin.
328
YILMAZ DÜNDAR
Eğer var olanı, zahiri atlarsan bâtınî manayı açıklayamazsın. Çünkü zihin daima kıyasla
doğruya gider. Sen zahirî manayı açıklarsan, ardından yanına bir de bâtınî açıklama getirdiğin
zaman, yani zahiri ile bâtını kıyasladığın zaman,
kıyas yaptığın için o bâtın sana zahirleşir! Sen var
olanı, zahirî olanı atlar da zahirle bâtınî olanı kıyaslamazsan, yaptığın bâtınî mana havada kalır.
Hiçbir şeyle kıyaslayamayacağın için, o hep gözünü yumup kurduğun bir hayal olarak kalır; hiç
bir zaman ikana dönüşmez.
Bir topluluktasınız ve içinizde birisi düşünceleri okuduğunu iddia etti. “Olur mu öyle şey?”
dediniz, o da başladı söylemeye: “Mutfağa gidip çayın altını bir kısayım dedin”, biraz sonra
“acaba ne zaman kalkarlar, erken bitirir herhalde, ikindiyi kaçırmayız inşaAllah” dedin gibi
içlerindekini söylemeye başladı. Ne yaparsınız?
Önce bir şaşırırsınız, sonra da “ne düşüneceğinizi” şaşırırsınız. Çünkü ne düşünürsek biliyor ve
söylüyor, “ben şimdi ne düşüneyim?” der, birşey
düşünmekten korkarsınız.
Allahu Ekber!
Allahuekber! Ya, Allah ne düşündüğümüzü
biliyor da hiç korkmuyoruz, hiç tınmıyoruz! Bir
insan sizin içinizden geçeni hissediyor diye düşünürken korkuyor; “aman düzgün düşüneyim!”
diyorsunuz. Bu tarafta ayet; “Allah sadrları bilir,
kalbi bilir, nefsi bilir, herşeyi bilir; O aliymun bi
zatis’sudurdur” diye bağırıyor, ama siz; “olsun,
bir şey olmaz, nasıl olsa içimden geçiyor, bir şey
329
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
olmaz” diye rahat düşünüyorsunuz, hiç çekinmiyorsunuz! Fark ettiniz mi? Bakın, “içimden geçeni anlar, aman düzgün düşüneyim” deyip bir
insandan korkuyorsunuz, ama Allah için; “aman
batıl şeyler düşünmeyeyim, içinizden geçeni biliyorum, dedi” demiyorsunuz! Enteresan! Niye?
Çünkü “A” Takdim Formu’nda bir yapı var:
“Amaan, ne olacak, böyle de olur” yapısı! “Ne
olacak ya, birşey olmaz” anlayış ve davranışı! “Ya
kardeşim abdestsiz namaz kılınmaz” diyorsun,
“birşey olmaz” diyor; kıldım birşey olmadı.
İşte bunlar için ayetler diyor ki; “bir mühlet
var, o güne kadar onlara birşey yapılmaz”. Örnek
aynı gibi olacak ama anlatımı basit olduğu için
verelim: Bir markete girdiniz, sepeti istediğiniz
kadar doldurun. “Sepeti çok doldurdu” diye güvenlik uyarıyor, sahibi de gördü; “boşver” diyor,
nasıl olsa kasadan geçecek doldursun. Ne fark
eder, nasıl olsa kasaya gelecek! Kasaya kadar
mühlet; marketi gez dur. Paran varsa geçersin,
yoksa nasıl olsa hepsini boşaltacaksın! Mühlet verilmiş kasaya kadar; hesap gününe kadar;
ölüm anına kadar!
Demek ki buna sebep; “aman ne olacak, böyle de olur” anlayış ve davranışı! Şimdi önemli
birşey şu ki; “ne olacak, böyle de olur” anlayış ve
davranışını hicret ettirmek! Eğer hicret ettirirseniz, bu o kadar önemlidir ki aslında, bakın:
“İkisi de aynı düşünüyorsa” diyelim, eşi gelir
der ki; ya masa kırıldı kırılacak, birşey alalım. O
330
YILMAZ DÜNDAR
da “olsun, böyle de olur” der. Kişideki “ne olacak, böyle de olur” anlayış ve davranışı, işte oraya demek için! “Bugün halimiz olmadı, yemek
yapamadık” denildiğinde, “olsun böyle de olur,
böyle de yenir” demek için! Ama kişi tersini yapıyor, onu Hakk’ı suistimal etmek için söylüyor:
Böyle de olur, kılmasan da olur, kalkmasan da
olur… Ters! Allah’ın rızasına ters! Onu hicret
ettireceksin! Çünkü çorabın tersi! Vurdumduymaz bu yapı, “aman ne olacak, böyle de olur”
yapısı “A” formatında var! Oysa ayetler bize
Allah’tan sakınmayı, Allah’tan ittika etmeyi öneriyor; “insanlardan sakınmayın Allah’tan sakının,
Allah’tan kendinizi koruyun” diyor.
Şimdi öyleyse; yapısında “A” formatının hiç
izi, olumsuz hiç bir izi bulunmayan Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in, “aliymun bi
zatis’sudur”u nasıl anladığını, nasıl yaşadığını,
nasıl düşündüğünü tasavvur ediniz! “Aliymun
bi zatis’sudur”un kendisini tasavvur edemedik. Ama; kendisinde vurdumduymaz yapının
izi silinmiş olanın, aliymun bi zatis’suduru nasıl
düşündüğünü bir tasavvur edin. Efendimiz’in,
içinden geçenleri bileni, herkesin içinden geçeni bileni ve Bizzat bileni nasıl düşündüğünü
tasavvur edin. Hayatta kullanmaz mısınız; “o işi
bizzat ben söyledim, bizzat ben yaptım” demez
misin? İşte onu derken, “bizzat” derken kastettiğiniz var ya, o “bizzat” derken kastettiğiniz gibi
bileni, yani Bizzat bileni; kendisinde vurdumduymaz yapı olmadan, “ne olacak böyle de olur”
demeksizin bu esmayı yaşayan Efendimiz sallal331
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
lahu aleyhi vesellem’i düşünün! İşte o zaman şu
hadisi anlamak bizim için kolaylaşacak:
Hud Sûresi 112. Ayet emrediyor: “O halde
sen emrolunduğun gibi müstakîm ol, seninle beraber tövbe edenler de! Sakın tuğyan
etmeyin! Çünkü O yapmakta olduklarınıza
Basıyr’dir”. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem,
özellikle bu ayetten sonra buyurmuşlardır ki;
“beni Hud Sûresi ihtiyarlattı”.
Ayet bize “emrolunduğun gibi dosdoğru
ol” deyince, “ee, yapıyoruz işte” deyip, bize verilen “mesteta’tü” kartını ortaya koyuyoruz!
Bize verilen “mesteta’tü; gücümün yettiği kadar”
kartı var ya, ona dayanıp işi bitiriyoruz! Bu doğru değil! Şimdi, elinde öyle bir kartı olmayanı,
Efendimizi düşünün. Diyor ki; “Hud Sûresi beni
ihtiyarlattı”. Bu hadisi ve “neden” öyle dediğini
anlamak şimdi bizim için kolaylaşır!
Hud Sûresi “emrolunduğun gibi dosdoğru ol”
diyor ve devam ediyor; “seninle beraber Rabbine yönelmiş olanlar da” ihtiyarlamamalı mı?
Seninle birlikte, tanrılık iddialarından dönenler
ve Rabbine yönelenler de ihtiyarlamamalı mı?
“Bu ayet onları neden ihtiyarlatmıyor?” diye soruyor! Şimdi kendimize soruyoruz; yoksa hayatta bizi ihtiyarlatan başka şeyler mi var? Neden
bizi böyle şeyler ihtiyarlatmıyor? Yoksa bizi ihtiyarlatan şeyler farklı mı? Kendimize bir test!
Test etmek için soruyoruz!
Evet. “Elem neşrah leke sadrak” ayetiyle
başlamıştık. “Biz senin sadrını açmadık mı?”
332
YILMAZ DÜNDAR
ayetindeki “sadr” kelimesini anlayabilmek için
bir tefekkür paylaşımı ve beyin fırtınası oluşturmaya gayret ettik. Bunu anlayabilmek için ayetlerle dans ve vals etmeye çalıştık.
“Elem neşrah leke sadrak” ayetindeki “sadrı açmak” olumlu manadadır ve özel bir aşamadır. “Olumlu manadadır” ne demektir ve manası
nedir?” şimdi onu görelim.
Bu açış “Hakk Yol” içindir. Meal ve tefsirlerde
konular biraz karıştırılmış gibi olursa, okurken
onları karıştırmamanın yolu şudur: Sınıflandırmak! Eğer eşyalarınızı, evraklarınızı sınıflandırırsanız karıştırmazsınız. Buna arşivleme sistemi
denir, böylece karıştırmazsınız! Bilgileri de sınıflandırmayı bilirseniz karıştırmazsınız. Yoksa
birbirine karışır, karışınca da sonuç elde etmek
zorlaşır, hatta anlamak zorlaşır!
Anlamada çok önemli olan şey beynin istikrarlı seyahatidir, idrakın istikrarlı seyahatidir.
Hangi yöne giderse gitsin, isterse çok yukarı
gitsin; istikrarlı seyahat ederse anlar. Eğer idrakı
zıplatırsanız anlayamaz! Öyle bir kompozisyon
oluşturmalısınız ki, beyin seyahat ederken istikrarlı bir hızla, istikrarlı bir şekilde gitsin. Hızın istikrarlı; sürdürülebilir olması lazım! Şimdi sadrın
açılması, sadrın genişlemesini de anlamak için
basit bir şekilde sınıflandıralım. Bu, üç aşamalıdır; ayetlerdeki sadrın açılması, genişlemesi üç
aşamalıdır.
BİR: Bunu En’am Sûresi 125. ayetten öğrendik. “Allah bir kulun İslam’ı anlaması ve yaşa333
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
masını, yani onun hidayetini dilerse onun sadrını İslam’a açar”. Ayetten devamında da öğrendik ki; “eğer bir kulunun da sapmasını dilerse onun da sadrını İslam’a daraltır”. Neye?
İslam’a karşı daraltır! İslam’a karşı açar, İslam’a
karşı daraltır. İslam’a karşı sadrı daralan kişinin
sadrı küfür yaşantısı için açılmış ve genişlemiştir.
Eğer sadr İslam’a karşı daraltılmışsa, küfür yaşantısına karşı sadr açılmış ve genişlemiştir. Bu kişi
Allah yolundaki yaşantıları görürse sadrı daralır,
çünkü sadrı İslam’a daraltıldı. Böyle bir manzara
karşısında, hiç elinde olmadan bir anda sadr kapanır; kan kimyası onu boğar. Bu yüzden göğsü
daralır; kalbı sıkışır. Neden? Sadrı kapanır da ondan. Yani kimyası bozulur, kan kimyası bozulur.
Allah’a ait bir şeyler görünce onun kan kimyası
rahatsız olur. Çünkü Allah onun sadrını İslam’a
daralttı, kapattı! Bu bahsettiğimiz “açılma ve kapanma” sadrla ilgili birinci türdür; sadrın İslam’a
açılması ilk basamaktır, birinci aşamadır
İKİ: Sadrı bu şekilde İslam’a açılmış olanlar
İslamî fikir ve yaşantılara karşı çok olumlu tepkiler verir; görünce ferahlar ve rahatlarlar. Elhamdülillahi rabbil âlemin, bakın yüzlerce sayfayı
zorlanmadan okuyorsunuz! Neden? Hep Allah
için, sadr İslam’a açıldığı için! İşte sadrı bu şekilde İslam’a açılmış olanlar, “Allah yokmuş gibi”
olan fikir ve yaşantılarla karşılaşınca bu kez onların sadrı daralır! Allah’ın sadrını İslam’a daralttığı
kişilerdekinin tam tersi olur yani! Çünkü bunun
da sadrı İslam’a açıldı. “Allah yokmuş gibi” bir
söz, bir davranış, bir kişi görünce, bu sefer onun
334
YILMAZ DÜNDAR
kan kimyası bozulur, sadrı daralır; “şu kişileri görünce içim daralıyor” der.
Maide Sûresi 41. Ayet: “Ey O Rasûl, kalbleriyle iman etmedikleri halde ağızlarıyla
“iman ettik” diyenlerden küfürde koşuşanlar seni mahzun etmesin”. Kur’an bize; böyle
bir daralmanın olduğunu ve bundan haberdar
olduğunu söylüyor ve öğretiyor: Bu daralma
normaldir ama seni mahzun etmesin. Bakın bizi
neye hazırlayacak?
A’raf Sûresi 2. Ayet, Efendimize hitaben buyuruyor: “O sana inzal edilen bir Kitab’tır;
onunla uyarman ve mü’minlere öğüt vermen
için. Artık sadrında bundan dolayı bir sıkıntı
olmasın”.
Hud Sûresi 12. Ayet: “Rasûlüm, belki de sen,
“O’na bir hazine inzal edilseydi yahut beraberinde bir melek gelseydi ya” demelerinden
ötürü, sana vahy olunanın bazısını terk edecek ve sadrın onunla daralacak mı? Sen ancak
bir uyarıcısın, Allah herşeye Vekiyl’dir”. Bu
ayetlerin “güzel hikâyeleri” de var. Ama konumuzu biraz farklı yönde genişletip, bizim anlamak istediğimiz yeri aşar diye yalnızca bize lazım
olan yerleri alarak geçiyoruz.
Hicr Sûresi 97: “Andolsun ki, onların söyledikleri dolayısıyla senin sadrının daraldığını
elbette biliyoruz”.
Demek ki; birinci aşama kişinin sadrının
İslam’a karşı açılması. Bu süreçte bir de daral335
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
ma var. Neye karşı? Küfre karşı daralma! Birinci
açılmadan sonra küfre karşı bir daralma başladı.
Hazreti Musa aleyhisselamla ilgili açıklamaların
olduğu bazı ayetlerde bunu şöyle görürüz.
Şuara Sûresi 12: “Musa dedi ki; Rabbim muhakkak ki ben, beni yalanlamalarından korkuyorum”.
Şuara Sûresi 13. Ayet: “Sadrım daralıyor, dilim çözülmüyor bunun için Harun’a irsal et”.
Bu görevi ben başaramayacağım herhalde, kardeşime ver diyor. Ama ayetin devamında Rabbi;
merak etmemesini, Rabbine güvenmesini vahy
edip ikisini birden görevlendiriyor. Hani birisi;
“bana değil şuna ver” dediğinde; “madem öyle,
haydi ikiniz yapın” denir ya, onun gibi.
Ve bunlardan sonra Tâhâ Sûresi’nde Hazreti
Musa aleyhisselam Efendimizin bir duası vardır
ki; biz de onu kullanırız.
Taha Sûresi 25, 26, 27, 28. ayetler şöyledir:
“Kale; Rabbi’şrahlî sadriy ve yessirlî emriy,
vahlül ukdeten min lisaniy, yefkahu kavliy”.
Biz bu duanın “Rabbi’şrahlî sadriy ve yessirlî emriy” kısmını yaparız. Bu hem sık söylediğimiz dualardandır, hem de bizim kalb duamızın içerisinde yer alır. Burada mealen ne diyor? Rabbim,
evet onları görünce sadrım daralıyor, ama sen
benim sadrımı açıp genişlet. Şimdi dikkat ediniz;
Hazreti Musa aleyhisselamın buradaki talebi;
“benim sadrımı İslam’a aç” mıdır? Zaten o yolda!
Buradaki dua; birinci aşamayı yaşayanın, ondan
sonra istediği ikinci aşamadır. Anlatırken bunlar
336
YILMAZ DÜNDAR
karıştırılırsa olaylar karışır. Bu dua birinci aşamadan sonrasının duası! Sadrı, Hazreti Musa’ya
görev gelirken zaten açılmış! Ama şimdi Musa
aleyhisselam küfre karşı daralıyor! Ve diyor ki;
Rabbim sadrımı açıp genişlet, işimi bana kolaylaştır, lisanımdan düğümü çöz; kekelemeyeyim,
rahat konuşayım ki sözümü anlasınlar. Zahiren
böyle olan bu dua, aynı zamanda “lisanıma
derinlik ver” de demektir; “sözlerime tesir ver,
söylediğim zaman işlesin, tesir etsin” demektir.
Hatta Hazreti Musa bir seslenişinde de Yunus
Sûresi 88. Ayette bildirilen duayı ediyor, bu duası da kabul olarak ayetler devam eder.
Yunus Sûresi 88. Ayet: “Musa dedi ki; Rabbimiz muhakkak ki sen verdin “firavun ve
melesi”ne dünya hayatında ziynet ve mallar!
Rabbimiz senin yolundan saptırsınlar diye
mi? Rabbimiz mallarını sil, kalblerini sık!
Çünkü onlar elim azabı görmedikçe iman etmezler”.
Burada kalble ilgili bir başka özellikle karşılaşıyoruz; Kalbe şiddet uygulamak! Ayette Musa
aleyhisselamın; “Allahım onların kalbine şiddet
uygula; kalblerini sık” diye dua ettiğini görüyoruz. Kalbi o kadar daralıyor ki; “sil onları” diyor!
“Sil de önümüz açılsın!”
Demek ki birinci sadr açılmasından sonra
sadrın daralması küfre karşı olur ve çok normal
bir süreçtir. Ancak böyle olunca ne olmalıdır, ne
yapmalıyız? Sadr daraldı, hücum mu etmeliyiz?
Bunu Kur’an bize öğütleyerek öğretiyor.
337
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
Zuhruf Sûresi 88 ve 89. ayetler: “Onun Rasulün sözü; ya Rabbi, muhakkak ki bunlar iman
etmeyen bir kavimdir. Rasulüm sen onlara aldırma, affet, geniş ol. Ve “Selam” de! Yakında
bilecekler”. “Saldır” diye bir emir, öneri yok! Sen
o daralmayla mücadele edeceksin! Daralmayı
hücuma çevirmeyeceksin! Daralmayı çözeceksin! Yoksa orda [sınıfta] kalırsın, hiç ilerleyemezsin! Bu daralmayı hücuma da çevirmeyeceksin!
Sadrının daralması, senin daralman başkasına
hücum ve rahatsızlığa dönüşemez! Bu ayeti,
Zuhruf Sûresi 89’u tekrar edelim; “Rasulüm, sen
onlara aldırma! Affet, geniş ol ve “Selam” de! Yakında bilecekler”.
Casiye Sûresi 14. Ayet: “İman edenlere de
ki; Allah’ın Günleri’ni; ceza günlerini ummayanları örtüp bağışlasınlar ki Allah bir kavmi
kazanmakta olduklarıyla cezalandırsın”; yani
o iş sonraya kalsın! Ef’al âleminde, dünya hayatında bırakın sizden ceza çıkarmayayım onlara,
affedin onları. Hatta örtün bağışlayın onları.
Ceza günü o kazandıklarıyla karşımıza gelirler
nasıl olsa! Ne kazanıyorlarsa!
Bu noktadan itibaren sadrın açılması kaderle ilgilidir. İkinci aşama olarak sadrın açılması,
genişlemesi kaderle ilgilidir. İkinci aşama, kadere imanın; yani “amentü bil kaderi” yaşantısının
hale dönüşmesi, bu halin görülmesiyle başlar
ve sırasıyla şu idraklar meydana gelir. Gördüğü
olaylara sadrı daralır ama daralma şu idraklarla
geçer, ilerler: Önce Rabbinden bilmek: Rabbinden bilerek göğüs genişler. Rabbi bilmek: Daha
338
YILMAZ DÜNDAR
ileri idraktır ve göğsü genişler. İlla Billâh: Daha
bir ileri idrak olur, göğsü genişler. Bunlar, ikinci
aşamadakiler söylediklerimizin ancak dünyadaki vehimsel yaşantılarıdır. Yani bu halin görülmesi demek sırasıyla; Rabbinden bilmek, Rabbi
Bilmek ve İlla Billâh idraklarının vehimsel yaşantılarıdır.
ÜÇ: Peki, sadrın açılmasının üçüncü aşaması nasıldır? Sadrın açılmasının, genişletilmesinin
üçüncü aşaması; nefs-i levvame çalışmalarında, hayratta önde gidenlerin, öne geçmişlerin;
mukarrebûnun özellikle Hakk’tan halka döndüklerinde, Hakk idrak ve yaşantısıyla halk yaşantısının sadra sığdırılabilme özelliğini içerir.
Üçüncü aşama çok özel bir aşamadır özel bir
haldir. Bizim yakalayıp sürdürebileceğimiz, sabit
kalabileceğimiz hal mümkünse ikinci aşamadır o
aşamaya ulaşmaktır. “Yakalamamız gereken” hal
inşaAllah nasib olur.
Üçüncüsü, onun ilerisi olan bir sadr açılmasıdır, çok özel bir haldir! Nefsi levvame yolunda hayratta öne geçmiş öncü olmuşların;
mukarrebûnun, Hakk idrak ve yaşantısından
halka döndükleri zaman; yani halkın içinde halkla beraber yaşıyor, yiyor içiyor, konuşuyor ve onlara isimleriyle hitap ediyor oldukları zaman, o
sadra Hakk idrak ve yaşantısıyla halk yaşantısını
mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmeleridir. Dikkat
edin, “halk idrakını” değil, “halk idrakı” demedik!
“Hakk idrak” ve “yaşantısı”yla “halk yaşantısı”nı
yanyana mücadelesiz, ikilemsiz sığdırabilmektir,
buradaki sadrın açılması.
339
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
“Elem neşrah leke sadrak”daki açış, “biz senin sadrını senin içini açmadık mı” derkenki açış
gerçekte bu üçüncü aşamadır.
Tabi hitap Efendimiz sallallahu aleyhi
vesellem’e olunca “elem neşrah leke sadrak”da
şu açıklamayı geçersek olmaz.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin çocukluğu mu, risaletten önceki gençliği mi, risaletten
sonraki hali mi olduğu, yani zamanı tartışılan bir
olay var. Hatta Duha Sûresi’nin inmesiyle beraber olduğu da söylenir. Ancak ortak bir kanaat
Mirac Gecesi’nde cereyan ettiğidir. Yani tartışılan bu hadisteki olayın varlığı değil, zamanıdır,
yorumlarıdır; tartışmasından bile ders çıkarabileceğimiz yorumlarıdır.
Bu hadisi önemli hadis âlimleri Buharî, Müslim, Tirmizî ve Nesaî müştereken, Katâde radıyallahu anh’ten rivayetle vermişlerdir. Hadiste
bir tereddüt yok! Hadisten önce şu açıklamayı
yapayım ki şerh, yani inşirah, şerhi sadır; normal
hayatta “eti açmak, eti şerh etmek” için kullanılıyor. Dolayısıyla, bir kası, eti açmaya ve genişletmeye, göğsü açmaya; bir operatörün göğsü
kesip açmasına “göğsü şerh etti, göğsü açtı” deniyor. Şerh etti; yani “o kişinin göğsünü inşirah
etti” demektir. Halktaki manası budur ve ayetin
bu manayla ilgili de yeri vardır, onu da burada
ekleyelim. Hadis şöyle:
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki: “Ben Beyt’in yanında uyur uyanık
arası bir halde iken, içinde zemzem suyu bir
340
YILMAZ DÜNDAR
altın tasla bana gelindi. Gelindi de göğüsüm
şuraya, şuraya kadar yarıldı. Derken kalbim
çıkarıldı da zemzem suyuyla yıkandı. Sonra
tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet
dolduruldu. Sonra Burak geldi onun üzerinde Cebrâil aleyhisselam ile gittim, taa dünya
semasına vardık....” diye Mirac Olayı devam
eder.
Olaya “böyle şey olur mu?” diye yaklaşanlar
var! Yorumlarken “burada aslında öyle demiyor
ki, şöyle diyor” gibi yaklaşanlar da var. Onlar
başka bir konu ve şimdi oraya girmeyelim.
Ancak, ciddi bir bilim adamı gibi incelerseniz
görüyorsunuz ki, bu şekilde göğsün yarılışı, yani
zahiren et açılması gibi bu yarılış -Allahu ‘AlemEfendimiz için birkaç defa gerçekleşmiş olabilir.
Tartışmalar da bu yüzden olabilir. Ve Mirac da
öyle, o da birkaç kez olmuş olabilir. Ki bu anlattığı da öyle bir Mirac’tır. Ayrıca ayetin şöyle bir
yanı da var:
Duha Sûresi gelmeden önce, vahiy bir süre
kesilmişti. Ve Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de bu hale üzülmüş, “terk mi edildim?” diye
bir sıkıntıya düşmüştü. Bir kadın Onu, sallallahu
aleyhi vesellem Efendimizi bu haliyle gördü; “arkadaşını görmüyorum, herhalde sana veda etmiş,
darılmış” diye konuştu. Sonra Duha Sûresi’nde
bu olaya hitaben 3. Ayet der ki; “Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı”. Hemen peşine de İnşirah Sûresi gelmiştir. Hatta ikisini aynı sûre diye
yorumlayıp başlangıçta namazda ikisini beraber
341
İNŞİRAH - 28 NİSAN 2012
okuyanlar da olmuştur. Sonra “bunlar farklı
surelerdir” diye anlatılmış ve ayrılmışlardır. Dolayısıyla bir manası da oradaki sıkıntısına çare
olmasıdır. O sıkıntı nedeniyle; “elem neşrah leke
sadrak; sen sıkılmıştın, seni ferahlatmadık mı!”
manasını da içermektedir.
Bu; Allah’tan Habibi’ne, Sevgilisi’ne; “biz sana
darılmadık, Rabbin seni bırakmadı ve darılmadı” diye bir sesleniştir.
Umarız ki onlar da bizi “sevgili” kabul ederler
ve bize sahip çıkarlar inşaAllah.
Âmin.
El-Fatiha.
342
YILMAZ DÜNDAR
Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini üç
basamakta incelemek mümkündür. Bu basamaklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi, 3. “EhadüsSamed” İlmi diye isimlendirilebilir. Tanrı İlmi öğretisinin talipte, geri dönüşsüz özellikte bir hayat
tarzı haline gelmesi, diğer basamakların anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi için olmazsa olmaz
bir şarttır. “Vehmin Zulmeti şartlarında Nefsin
Şerri program” gereği “Sözde Tanrılık İddiası” ile
dünyadaki yaşantısına başlayan insan, hakikate
talip ise, Tanrı İlmi onun en öncelikli meselesidir.
Kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir
müfredat ile sunulmuştur.
kitap talebi için
www.birdusunyansimasi.com
[email protected]
343
Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele
Safiliyn” yapının gereği olarak hayata kalbinde
maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için
bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbdeki
bu maraz sebebiyle insan, “Allah Yokmuş
Gibi” veya sanki “Allah VahidülEhadüsSamed
Değilmiş Gibi” inanır ve buna göre yaşar.
Bu marazdan kurtulmak ise, yalnız ve yalnız
“Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile
mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz
(sav)’in açıkladıklarıdır.
Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr,
Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet
ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde
dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır.
ISBN: 978-605-87210-3-6

Benzer belgeler