insana ilham veren hikayeler 3.bölüm

Transkript

insana ilham veren hikayeler 3.bölüm
1
2
İNSANA İLHAM VEREN HİKAYELER 3.BÖLÜM
İÇİNDEKİLER:
SAYFA
J- GET INSPIRED
5 - 287
TOPLAM Hikâye Sayısı
HİKÂYE SAYISI
143
491
HİKÂYE LİSTESİ
1- Toplumdan almak
2- Muzu yalamış
3- Eğer / If
4- İnsan Olmak
5- Mavi Kurdele
6- Sevgi ile İlgi
7- Kurşun kalemin hikâyesi
8- Azim
9- Ayna
10- Değerler Bilmecesini çözelim
11- Pes etme
12- Indy, Mucize kedinin yorumu
13- Adım adım insan makinasının
içine sevgi yükleme rehberi
14- Dilenci kral
15- Yaşam bir oyundur, bu oyunu oynayın
16- Tatlı sözler yankı yaparlar
17- Sirk
18- Mesajı anlayabilmek için ipuçlarını
takip edin
19- Altın aramak
20- Mattie Stepanek
21- İlginç bir tartışma
22- Merhamet böyle bir şeydir
23- Sokak çocuklarının değişen kaderi
24- Siz Tanrı mısınız?
25- Masa Örtüsü
26- Nuh Peygamber’den öğrendiklerimiz
27- Ördek
28- Aç Kalın Akılsız Kalın
29- Vaazlar Faydalıdır
30- Tanrı var olan her şeyi yaratmış mıdır?
31- Bardağı aşağıya indirin
32- Amerika’nın ışıkları kapattığı gün
Thomas Alva Edison
33- Dünyaya bu hastalığı bulaştıralım lütfen
34- Tanrı’nın “biraz” yardımı ile
35- Marangozun evi
6
6
7
8
8
10
10
11
13
14
15
16
20
23
24
25
27
28
32
33
38
41
43
45
46
47
48
49
54
55
56
57
59
60
61
36- Kurumuş çamur topları
37- Sağırmış
38- Huzurun resmi
39- Baltanızı bileyin
40- 99’lar kulubü
41- Havuç, Yumurta ve Kahve Çekirdekleri
42- Senin değerin ne?
43- En sonunda özgür
44- Hediyeler
45- Kırmızı Işık
46- Aile ne demektir?
47- İmtihan
48- Kahve sohbeti
49- Ona Öğretin
50- Kutsal gölge
51- At Bakıcısı Vikram
52- Önce görevin sonra kendin
53- Sen yine de yap
54- Gerçek sevgiden bir parça
55- Bir yılbaşı/Noel gecesi
56- Lincoln’den öğrendiklerimiz
57- Baba gibi, güneş gibi
58- Doğru davranış doğru ödül
59- Çok güzel bir ilişki
60- Siz yanlış adrese geldiniz
61- Pişmanlık ve ödülü
62- Mükemmel çözüm
63- Elinde sevgi lambası taşıyan kadın
Hemşire Florence Nihtingale
64- Kutsal kitabı okumak ne fayda sağlar
65- Santral lütfen
66- Boşluktan neşe dolu bir empatiye
yolculuk
67- Cennete yaptığım ziyaret
68- Guru Nanak ve dükkan sahibi
69- Hayata geri çağrıldı
70- Eğer mükemmel olmak istiyorsanız
71- Önemli olan nasıl davrandığınızdır
62
64
65
66
67
70
71
72
73
75
75
76
80
82
84
86
87
89
91
93
95
96
98
100
102
103
105
107
109
110
112
117
119
121
123
127
3
72- Hayatın acılığını eritmek
73- Kazanan gülümseme
74- Davranışlar ve ödüller
75- Keman hikayesi
76- Rahmetin işareti
77- Çöp kamyonu yasası
78- Kalplerimizdeki yara izleri
79- Bir sepet dolusu dert ve sıkıntı
80- Arka bahçedeki sürpriz
81- Ekmeye devam etti
82- Kiralık oda
83- Taksi ile son yolculuk
84- Kırmızı maun ağacından piyano
85- Dilek dilemeye cesaret eden kız
86- Paylaşılacak kadar güzel
87- “Ben yapamam” cenazesi
88- Ayran satıcısı
89- Sevgi zinciri
90- Cüzdandaki ceza
91- Hayatı öğretecekmiş
92- Havuç
93- “Daha onlar istemeden Ben
dualara cevap veririm
94- Annem
95- Jenny’nin kolyesi
96- Sevgi alkemisi/simyası
97- Tanrım, bu sen misin?
98- Yeni köprüler kurmak
99- İçimizdeki iki kurt
100- Sevgi yayınlamak
101- Nergis bahçesi prensibi
102- Sevgi unutmaktır
103- Tanınmayan kahraman
104- Anne babamızı sevmek
105- Anastasias – Müthiş Öğretmen
106- Sevgi kuralı
107- Bırakın “O” karar versin
108- Sevgi unundan yapılmış ekmek
128
129
130
132
133
135
137
138
142
144
147
150
152
155
157
159
161
163
165
167
169
109110111112113114115116117118119120121122123124125126127128129-
Öfkemi nasıl yenebildim?
Çamur ve zihin
Karizmatik nezaket
Üçü bir arada
Bilge ve çocuk
Yalnızca bir elma değil
Her iki yarım da aynı olduğu zaman
Boş kitap
Onların üzüntüleri ile üzülmek
Kötü İyidir
Sevgiyi kim anlayabilir?
Güzel bir kalbi inşa etmek
Güçlükler, hastalıklar ve İlahi İrade
Mısır eken çiftçi
Tanrı nerededir?
Görünmeyen Eller
Jabbar’ın Hikâyesi
Mavi Top
Kalbimizi Eğitmek - 1
Kalbimizi Eğitmek – 2
İki deniz farklı “görmektedir”
202
205
206
209
212
214
216
218
220
224
225
227
229
231
233
235
238
240
243
245
247
130- Nerede sevgi varsa orada Tanrı vardır
170
172
174
176
178
180
182
184
186
188
191
193
195
197
199
200
249
258
261
263
264
268
270
272
274
275
Yaşam adı verilen bedensel jimnastik 277
Hiçbir zaman hedefinizi
gözünüzden kaçırmayınız
281
142- Olimpiyat Ateşini Yeniden Yakmak 283
131132133134135136137138139140141-
Leo Tolstoy
O’nun varlığını hissetmek
Meraklı Bilgisayar
Sahildeki çamur topları
Tutumlu olmanın içindeki ders
İlahi Plan
Sıcak çikolatadaki bilgelik
Kralın ibadeti
Papazın Vaazları
Öfkeli iken bir şeye kalkışmayın
4
Sevgili Öğrenciler,
Sizler yarınların en büyük umudusunuz. Bu dünyada ilham almış genç bir
zihinden daha büyük bir güç bulunmamaktadır. Böyle bir zihin bütün bir
ülkeyi ve hatta bütün dünyayı ateşleyebilir. Yaratıcı enerjiler ve yetenekler
gizli bir vaziyette sizin içinizde mevcuttur ve ortaya çıkmayı beklemektedir.
Günün birinde İlahi bir kıvılcım sizin kalbinize doğru yolunu bulur ve o
anda kalbinize bir ateş düşmüş olur.
O esin kaynağı sayesinde en güzel şiirler yazılır, en güzel konuşmalar
yapılır. Sizlerin hepinizin içinde o ateşi yakabilmek umudu ile.
5
J- GET INSPIRED
1- 2003/01
TOPLUMDAN ALMAK
Nobel Ödülü sahibi Albert Einstein’a henüz genç bir
delikanlı iken gelecekte ne olmak istediği sorulduğunda
şöyle cevap verdi, “Ben başarılı bir insan değil, topluma
faydalı bir insan olmak istiyorum”
Kendisine ne kastettiği soruldu. Ünlü fizikçi şöyle cevapladı, “Başarılı bir
insan topluma verdiğinden daha çoğunu toplumdan alan kişidir, hâlbuki faydalı bir
insan toplumdan aldığından daha fazlasını topluma veren insandır.”
2- 2003/03
MUZU YALAMIŞ
1987 yılında genç bir gazete fotoğrafçısı meydana gelen depremden sonra yıkıma
uğramış ülkeyi fotoğraflamak üzere Ecuador’a (Ekvator’a) gönderilmişti. Gördüğü bir
sahne kendisini o kadar etkilemişti ki bir hikâye yazmaya karar verdi. Aşağıda bu hikâyeyi
bulacaksınız.
“Kuyruk çok uzundu ama oldukça hızlı ilerliyordu. Kuyruğun en sonunda 12
yaşlarında bir kız çocuğu vardı. Küçük kız sırada bekleyenlere az miktarda pirinç, bir iki
konserve gıda ve bir iki meyva dağıtılmasını sabırlı bir şekilde bekledi. Yavaş yavaş
kuyruğun en başına doğru yaklaşıyordu. Kız yiyeceği dağıtmakta olan insanların
yüzlerindeki çaresizliği fark etmemişti. Dağıtılan yiyecekler hızla tükeniyordu. Kızın dikkati
yolun karşı tarafında biraz uzakta ayakta beklemekte olan üç küçük çocuğun üzerinde
yoğunlaşmıştı.
Uzun süren beklemeden sonra sıra nihayet kıza geldiğinde ona yalnızca bir adet muz
verebildiler. Kız sessizce verilen yiyeceği aldı ve teşekkürlerini sunanarak gülümsedi.
Sonra koşarak yolun karşısına geçti ve üç küçük çocuğun yanına gitti. Muzu özenle
soyduktan sonra üç eşit parçaya böldü ve çok aç oldukları belli olan çocukların eline birer
parça koydu. Sonra da yüzünde bir gülümseme ile kenara oturarak muzun kabuğunun iç
kısmını yalamaya başladı. Fotoğrafçı “O anda yemin ediyorum oturdum ve hıçkıra hıçkıra
ağladım. O kızın yüzü ve fedakarane davranışı gözümün önünden gitmiyor.” diye
hikâyesini bitirdi.
6
3- 2003/08
EĞER / IF
Eğer herkes kaybettiği şeylerden ötürü seni suçladıkları zaman başını dik tutabiliyorsan,
Eğer herkes senden şüphe ederken sen kendine güvenmeye devam edebiliyorsan,
Bunu yaparken de onların şüphe etmesine izin verebiliyorsan,
Eğer bekleyebiliyorsan ve beklemekten yorulmuyorsan,
Eğer senin hakkında yalanlar söyleniyor ve sen buna yalan söyleyerek karşılık
vermiyorsan,
Eğer senden nefret edenlere nefret ile karşılık vermiyorsan,
Ve bunu yaparken de olduğundan daha iyi kalpli veya daha bilge görünmüyorsan,
Eğer hayal kurabiliyor ama o hayallerin seni yönetmesine izin vermiyorsan,
Eğer düşünüyorsan ve o düşüncelerin senin hedefin olmasına izin vermiyorsan,
Eğer zaferle ve yenilgi ile karşılaştığın zaman bu ikisine de aynı gözle bakabiliyorsan,
Eğer söylediğin bir hakikatin hilekârlar tarafından değiştirilerek saf insanların
kandırılmasında kullanılmasına katlanabiliyorsan,
Eğer uğrunda hayatını harcadığın şeyin yok olup gitmesine katlanabiliyorsan,
Ve sonra yere eğilip elinde kalanlarla aynısını yeniden inşa etmeye başlayabiliyorsan,
Eğer hayatın boyunca biriktirdiklerini bir yazı tura oyununda kaybetmeyi riske
edebiliyorsan,
Ve kaybettiğinde de en baştan başlayabiliyorsan,
Ve kaybettiğin şeyler hakkında tek bir söz bile etmiyor ve sızlanmıyorsan,
Eğer kalbindeki inanç gücünü, soğukkanlılığını ve fiziksel gücünü kaybettikten sonra bile
kendini zorlayarak hizmet etmeye devam edebiliyorsan,
İçinde sana “Dayan” diyen bir iradeden başka bir şey kalmadığı halde tutunmaya devam
edebiliyorsan,
Eğer kalabalıkların içinde yaşıyor ama buna rağmen erdemini koruyabiliyorsan,
Eğer krallarla birlikte yürürken bile toplumla olan bağını kaybetmiyorsan,
Eğer ne düşmanların ve ne de seni en çok sevenler sana bir zarar veremiyorlarsa,
Eğer tüm insanlar senin gözünde önemli ise, fakat hiçbiri çok önemli değil ise,
Eğer o acımasızca geçip giden zamanda bir dakikanın altmış saniyesini koşarak ve
gayret ederek geçiriyorsan,
O zaman bu dünya da, bu dünyanın üzerindeki her şey de senindir çocuğum!
Ve her şeyden daha önemli sen artık bir İNSAN olmuşsundur oğlum!
-Rudyard Kipling
7
4- 2003/09
İNSAN OLMAK
Alkolik bir adam söylev vermekte olan bilgenin yanına giderek şöyle sordu, “Manevi
bir yaşantı bana ne kazandırabilir?” Bilge sakince cevap verdi, “Bedava sarhoşluk”
Şaşkın adam sormaya devam etti, “Ben nasıl sizin gibi büyük bir insan olabilirim?”
Bilgenin cevabı basitti, “Niye büyük bir insan olmak istiyorsun ki, bir insan olmak en
büyük başarıdır.”
5- 2003/17
MAVİ KURDELE
New York’ta bir lisede bir öğretmen bir sınıf projesi yapmaya karar vermişti.
Öğrencilerini birer birer ön tarafa çağırarak onlara kendisi üzerinde ve sınıfta meydana
getirdikleri olumlu değişiklikleri sıraladı ve her birinin boynuna mavi bir kurdele taktı.
Kurdelenin üzerinde “BEN BİR DEĞİŞİKLİK YARATTIM” diye yazıyordu. Daha sonra her
öğrenciye üçer mavi kurdele daha dağıttı ve şöyle dedi. “Şimdi sıra sizde! Siz de şimdi
toplumun içinde teşekkür etmek ve onurlandırmak istediğiniz bir kişiye giderek bu
kurdeleden birisini onun boynuna takın ve diğer ikisini de aynısını yapması için ona teslim
edin. Sonra bir hafta sonra sınıfta edindiğiniz tecrübeleri bizimle paylaşacaksınız. Kim
kimi onurlandırdı ve sonucunda ne elde etti?”
Bunun üzerine sınıftaki öğrencilerden biri yakında bulunan bir şirkete gitti ve orada
çalışan bir alt düzey yöneticiye kendisine meslek ve kariyer seçiminde yardım ettiği için
teşekkür etti ve boynuna bir mavi kurdele taktı. Sonra ona iki mavi kurdele daha vererek
şöyle dedi,
“Biz toplumsal kabul ve onay konusunda bir proje yapıyoruz. Lütfen sen de
onurlandırmak istediğin bir kişiye giderek bu kurdelelerden birisini onun boynuna tak ve
diğer mavi kurdeleyi de onun teşekkür etmek istediği birisine vermesini söyle. Ve en
sonra da olup biten hakkında bana bilgi verebilirsen ben de gidip öğretmenime raporumu
verebilirim.”
Aynı gün daha geç bir saatte genç yönetici sürekli bir şeylerden şikâyet eden birisi
olan kendi patronunu görmeye gitti. Patronun odasında bir koltuğa oturdu ve yaratıcı bir
dahi olduğu için onu çok takdir ettiğini söyledi. Patron çok şaşırmıştı. Genç yönetici
patrondan kendisinin boynuna mavi bir kurdele takabilmek için izin istedi. Patron, “Tabii
8
ki, neden olmasın?” diye cevap verdi. Genç yönetici mavi kurdeleyi çıkardı ve patronun
ceketinin göğüs kısmına iğne ile tutturdu.
Sonra patronuna bir mavi kurdele daha uzatarak şöyle rica etti, “Acaba bana bir
iyilik yapabilir misiniz? Lütfen siz de bu mavi kurdeleyi onurlandırmak ve teşekkür etmek
istediğiniz başka birisine verir misiniz? Bana bu kurdeleyi takan çocuk sınıfta bir proje
uygulamakta ve bizler de bu “Kabul Serenomisi”’ne katkıda bulunmak ve bu projenin
insanları nasıl etkilediğini öğrenmek istiyoruz.”
O gece patron eve geldi ve 14 yaşındaki oğlunun yanına oturarak ona şöyle dedi.
“Bugün inanılmaz bir şey oldu. Ben ofisimde otururken alt düzey yöneticilerden birisi beni
görmeye geldi ve bana hayran olduğunu söyleyerek bana mavi bir kurdele taktı. Ben çok
yaratıcı ve çok zeki bir insanmışım, beni çok takdir ediyormuş. Şuna bak! Benim yaratıcı
bir dahi olduğumu düşünüyor? Kurdelenin üzerinde “Ben Bir Değişiklik Yarattım” diye
yazıyor. Bana fazladan bir kurdele daha verdi ve benim başka bir kişiyi onurlandırmamı
istedi. Akşam eve gelirken bu mavi kurdeleyi kime verebileceğimi düşünmeye başladım.
Aklıma ilk gelen kişi sensin. Ben seni onurlandırmak istiyorum. Benim günlerim çok telaşlı
geçmekte ve ben eve geldiğim zaman seninle ilgilenecek zaman bulamıyorum. Bazen
imtihanlardan iyi not almadığın zaman ve odanı toplamadığın zaman sana bağırıyorum.
Bu akşam sana içimden geçeni söylemek istiyorum ki sen benim üzerimde büyük bir
değişiklik yarattın. Annen ve sen benim hayatımda en önemli kişilersiniz. Sen çok iyi bir
çocuksun ve ben seni çok seviyorum.”
Adamın oğlu afallamıştı. Birden gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı. Ağladı,
ağladı. Ağlamasını durduramıyordu. Bütün bedeni titreyerek sarsılıyordu. En sonunda
gözlerini babasına doğru çevirdi ve şöyle dedi, “Baba, ben bu akşam odamda sana ve
anneme bir mektup bırakmaya ve neden intihar ettiğimi açıklamaya karar vermiştim. Beni
affetmenizi yazacaktım. Sizler uykuya daldıktan sonra intihar edecektim. Beni
umursadığınızı ve bana önem verdiğinizi hiç bilmiyordum. Mektup şu anda odamda
duruyor. Artık o mektuba ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum.”
Adam ayağa kalktı ve oğlunun odasına giderek zarfının üzerinde “Anneme ve
Babama” yazılı iç parçalayıcı mektubu okudu.
Ertesi gün patron işe gittiğinde artık tamamen değişmiş birisi idi. Artık yanında
çalışanlarından sürekli şikâyet eden bir patron değil, onları sürekli olarak meydana
getirdikleri değişiklikleri överek onurlandıran bir adam olmuştu.
Alt seviyede çalışan genç yönetici ise başka gençlere de meslek ve kariyer
seçiminde bulunmaya devam etti. Onlara kendisinin yaşamında meydana getirdiği
değişiklikleri söylemeyi ihmal etmiyordu, bunlardan birisi de patronun oğlu idi.
Genç öğrenci ve sınıf arkadaşları bu projeden büyük bir şey öğrenmişlerdi. Siz
başkalarının hayatlarında “bir değişiklik” yaratan insansınız.
9
6- 2004/26
SEVGİ VE İLGİ
Yaşlı bir adam New York’ta Brooklyn’da yolda yürürken düştü ve acele ile Kings
County Hastanesine kaldırıldı. Nöbetçi hemşire kendisine birkaç soru sorduktan sonra
adamın oğlunun North Carolina’da görevli bir denizci asker olduğunu öğrendi. Yetkili
subayı telefonla aradı ve adamın oğlunun hastaneye gönderilmesini söyledi.
Asker hastaneye geldiğinde hemen ölmekte olan yaşlı adamın yanına götürdü ve
adama şöyle dedi, “Oğlun senin yanına geldi” Yaşlı adam sakinleşmiş ve huzur bulmuştu.
Yavaşça elini uzatarak oğlunun elini tuttu. Denizci nazikçe kendisine uzatılan eli tuttu ve
dört saat boyunca bırakmadı. Hemşireler gelip gittiklerinde ona gidip biraz dinlenmesini
söylediler ama o onları dinlemedi ve yaşlı adamın başından ayrılmadı.
Yaşlı adam bir süre sonra son nefesini verdi. Denizci bir müddet daha
orada durduktan sonra ayağa kalktı ve hemşireye sordu, “Bu adam kimdi
acaba?” Hemşire şaşırmıştı, “Nasıl yani, o adam sizin babanız değil
miydi?” diye sordu.
“Hayır değildi” diye genç asker yanıtladı. ”Ben ölmek üzere olan ve oğluna çok
ihtiyacı olan bir adam gördüm ve kaldım”
Sevginin sınırları yoktur. Sevginin ve İlginin hiçbir akrabası yoktur. Sevgi ve İlgi
özel bir biçimde herkesi kucaklar. Acı çekenleri, kendilerine yardım edecek kimsesi
olmayanları, terk edilmiş olanları ve hatta bizim sevgimizi hak etmemiş olanları bile
kucaklar.
“Eğer siz yalnızca sizi seveni severseniz neye yarar ve elinize ne geçer?”
7- 2003/27
KURŞUN KALEMİN HİKÂYESİ
Kurşun kalemin imalatçısı onu kutuya koymadan önce kenara çekti ve şöyle dedi.
Ben seni dünyaya göndermeden önce 5 şeyi bilmeni istiyorum. Her zaman bu
söylediklerimi hatırla ve aklından hiç çıkarma. O zaman olabileceğin en iyi kurşun kalem
olacaksın.
BİR: Sen çok büyük işler başarabilirsin, ancak kendini başkasının eline teslim edebilirsen!
10
İKİ: Zaman zaman acı verecek şekilde sivriltilmen gerekecek. Fakat o zaman daha iyi bir
kurşun kalem olacaksın.
ÜÇ: Yapmış olduğun hataların bazen düzeltilmesi gerekecek.
DÖRT: Hayatta sahip olduğun en değerli şey senin içinde bulunmaktadır.
BEŞ: Seni her nerede ve hangi yüzeyde kullanılırlarsa kullansınlar izini
bırakmalısın. Şartlar ne olursa olsun yazmaya devam etmelisin.
Kurşun kalem kendisine söylenenleri anlamıştı. Hatırlayacağına söz verdi. Verdiği
sözü aklında tutarak kutunun içine diğer kalemlerin yanına gitti.
Bu hikâyedeki kurşun kalemin yerine kendinizi koyun. Bu beş öğüdü hiç unutmayın
ve her zaman hatırlayın. Hayatta olabileceğiniz en iyi insan olacaksınız.
BİR: Birçok büyük işler başarabilirsiniz, ancak ve ancak kendinizi Tanrı’nın ellerine
bırakacak olursanız ve başka insanları sizin sahip olduğunuz hediyelerden
faydalanmalarına izin verecek olursanız.
İKİ: Arada bir sizin sivriltilmeniz gerekecektir. Çeşitli problemlerle karşılaşacaksınız. Fakat
şunu bilin bunların sonunda daha güçlü biri olacaksınız.
ÜÇ: Yapmış olduğunuz hataların düzeltilmesi gerekecektir.
DÖRT: Hayatta sahip olduğunuz en değerli şey sizin içinizdedir.
BEŞ: Her nerede yürürseniz yürüyün izinizi bırakmalısınız.
Durum ne olursa olsun görevimizi yapmaya devam etmeliyiz. Bunları anlayarak, idrak
ederek ve daima hatırlayarak bu dünyadaki yaşamımıza devam etmeliyiz.
8- 2003/29
AZİM
1960’larda ünlü bir müzisyen oğlunu radyoya götürdü ve yeteneği olup olmadığının
tespit edilmesini istedi. Yapılan kayıtlardan sonra idari görevli oğlunun sesinin yayın için
11
uygun olmadığını söyledi. Aradan yıllar geçti. O radyoda o çocuğun şarkılarının
yayınlanmadığı tek bir gün olmuyordu. Bu çocuk K.J. Jesudas’tan
başkası değildi.
1962 yılında dört genç müzisyen plak yapmak için Decca
Şirketine gittiler. Yapılan kayıt sonrası şirket yöneticisi onları
reddederek şöyle dedi, “Sizin gitar çalma şeklinizi beğenmedik.” Bu
grubu herhalde hatırlarsınız, dünyaca dünlü “The Beatles”
1954 yılında Grand Ole Opry’nin menajeri olan Jimmy Denny bir
gösteri sonrası şarkı söyleyen bir şarkıcıyı kovdu ve şöyle dedi, “Senden
fazla bir şey olmaz, sevgili oğlum. Sen en iyisi gidip kamyon sürmeye
devam et.” Bu kişi sonradan Amerikan’ın gelmiş geçmiş en
büyük sanatçısı ve şarkıcısı olan Elvis Presley idi.
1876 yılında Alexander Graham Bell telefonu icat ettiği zaman hiç
kimse bu icada destek olmak istemedi. O sırada Amerikan Başkanı olan
Rutherford Hayes kendisine şöyle dedi, “Bu çok güzel bir icat ama bunu kim
kullanacağını merak ediyorum.”
Thomas Edison ampülü icat etmeden önce 2.000’den fazla
deneme yapmıştı. Genç bir gazeteci ona bu kadar başarısız deneme
yaptıktan sonra kendisini nasıl hissettiğini sormuştu. Edison şöyle
cevap verdi, “Ben bir kez bile başarısız olmadım. Ben ampülü
keşfettim. Sadece bunu gerçekleştirmem 2.000 adımda gerçekleşti.”
1940’lı yıllarda Chester Carlson adlı bir mucit icadını 20’den
fazla şirkete götürdü. Bunların içlerinde birkaç tane çok büyük şirket vardı. Hepsi de
kendisini geri çevirdiler. 1947 yılında yedi yıl boyunca reddedildikten sonra New York,
Rochester’da Haloid adında küçük bir şirket onun icadını ve imalatını destekledi. Bu
şirketi bugün “Xerox” şirketi olarak tanıyorsunuz.
22 çocuktan 20.cisi idi. Prematüre, yani çok küçük olarak doğdu. Yaşamayacağı
öngörülüyordu. 4 yaşında iken aynı anda hem zatürre ve hem de kızamık oldu. Bu
yüzden sol ayağı felç oldu. 9 yaşında iken ayağının metal destek parçasını kırdı ve onsuz
yürümeye başladı. 13 yaşında iken düzenli bir biçimde yürümeye başladı. Doktorlar “Bu
bir mucize!” diyorlardı.
Aynı yıl bir koşu yarışına katılmaya karar verdi. Yarışta sonuncu oldu. Herkes
koşmayı bırakmasını söyledi ama o koşmaya devam etti. Bir gün gerçekten de bir yarışı
kazandı. Sonra bir başkasını! Hatta ondan sonra girdiği her yarışı kazandı. Bir daha asla
yürüyemeyeceği söylenen bu kız olimpiyatlara gitti ve üç altın madalya birden kazandı.
Bu kız Wilma Rudolph’dan başkası değildi.
12
Anafikir:
Bir insanın karakteri kolaylıkla şekillenmez. Birçok denemeden ve acı dolu tecrübeden
sonra insanın ruhu güçlenir, görüşü/vizyonu temizlenir, tutkuları dizginlenir ve başarı elde
edilir. Siz durup korkunun yüzüne baktığınız ve gerçekten onunla yüzleştiğiniz zaman
güçlenirsiniz, deneyim ve kendinize güven kazanırsınız. Korku sizden yapamayacağınız
bir şeyi yapmanızın beklenmesidir. Şunu unutmayın ki dünyadaki en iyi ve en kaliteli çelik
en sıcak fırının içine sokulup şekillendirilmiş olandır. Kazanan kişi hiç yenilmeyen ve hiç
hata yapmayan kişi değildir. Kazanan kişi asla pes etmeyendir. Yaşamda bu yollardan
yalnızca bir kez geçeceğinizi unutmayınız! Haydi, gelin yaşamı dolu dolu yaşayalım ve
elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışalım!
9- 2003/31
AYNA
Başkalarının içinde gördüğünüz iyilik sizin içinizde bulunan iyiliktir
ve başkalarında gördüğünüz kusurlar ve hatalar aynı zamanda sizin
kendi kusurlarınızdır. Başkalarının yapabileceklerini zannettiğiniz
fırtsalar ve imkânlar aynı zamanda sizin için de geçerlidir. Etrafınızdaki
dünya size sizin nasıl bir insan olduğunuzu gösteren bir aynadır.
Çevrenizdeki dünyayı değiştirebilmeniz için önce kendinizi değiştirmeniz gerekmektedir.
Suçlamak ve şikâyet etmek işleri daha da zorlaştırmaktan başka bir
şeye yaramaz. Yapmanız gereken işler sizin sorumluluğunuzdur.
Başkalarının içinde gördüğünüz şey size kendinizi gösterir.
Başkalarının içinde olabilecek en iyiyi görün, o zaman siz de
olabileceğiniz en iyi insan olacaksınız. Başkalarına verdiğiniz
zaman kendinize vermiş olursunuz. Güzelliği takdir edin, siz
kendiniz güzelleşeceksiniz. Yaratıcılığı övüp ortaya çıkartın, siz kendiniz yaratıcı
olacaksınız.
Sevin, karşılığında siz de sevileceksiniz. Anlamaya çalışın, daha iyi anlaşılacaksınız.
Dinleyin, öğreneceksiniz. Aynaya yüzünüzün en güzel yönünü gösterin, size doğru bakan
yüze bakınca mutlu olacaksınız.
13
10- 2003/32
DEĞERLER BİLMECESİNİ ÇÖZELİM
Aşağıdaki her cümlenin içinde bir değer saklıdır. Örneğin, sevgi, içtenlik, fedakarlık v.s..
Bu değerler cümle içinde bitişik olarak yazılmışlardır.
Örneğin, cümlede
-
Bilgelerin şu sözünü unutmamamız gerekiyor, “İnsanı sev, girişimci ol!”
Gördüğünüz üzere bu cümlede gizli vaziyette sevgi sözcüğü yer almaktadır.
Aşağıdaki 14 cümlede de benzer şekilde İnsani Değerler gizli şekilde bir veya iki kelime
olarak yer almaktadır. Bu değerleri arayıp bulmanız gerekmektedir. Cümlenin içindeki
değerin harf sayısı cümlenin sonunda bir rakam olarak belirtilmiştir. Bir deneyin ve
değerleri ne kadar iyi bildiğinizi gösterin.
Değerler Bilmecesini Çözelim
1. Masayı istediğin şekilde yapabilirsin, ha mermer ha metalden yap, fark etmez!(8)
2. Yerin ancak 40 metre altına kadar kazman halinde su bulabilirsin.(5)
3. Al bakalım şu limonatayı arkadaş. Lıkır lıkır içebilirsin.(10)
4. Bu değişik bir heves. Aygırlar koşuyorlar, insanlar da onların üzerine kumar
oynuyorlar.(5)
5. İşe yaramazlar yine bir araya toplanmışlar. Bırak şu güruhu! Zurna çalıp oynamaktan
başka bir şey yapmıyorlar!(5)
6. İster misin şimdi oraya gidip Ayla şarkı söylesin?(5)
7. Herhalde bu adam deli! Açık havada üstünü çıkarmış öyle dolaşıyor!(7)
8. İstersen yap perhiz. Metin de yaptı ve zayıfladı.(6)
9. Benim en sevdiğim kasaba Gümüldür. Üst kısımlarında zeytin ağaçları var.(6)
10. Bana göre hava hoş. Görülebilecek yerlerin hepsine gittim.(7)
11. Bu çocuk çok insaflı. Karşısında kim olursa olsun yardım etti.(6)
12. Bu adam çok cömert. Likör ikram etti hepimize. Ama ben içmedim.(7)
14
11- 2004//33
PES ETME!
İşler kötü gittiği zaman,
Yol yokuş yukarı olduğu zaman,
Kazancın az, borcun çok olduğu zaman,
Gülümsemek isteyip de bunun yerine of çektiğin zaman,
Üzüntü ve kaygı seni teslim aldığı zaman,
Biraz durup dinlenmen gerekiyorsa dinlen,
Fakat asla pes etme!
Yaşamın keskin dönüşleri ve virajları vardır
Hepimiz bunu zaman içinde öğreniriz.
Başarısız olanların çoğu vazgeçer ve mücadeleyi bırakır,
Hâlbuki biraz daha dayansa kazanacaktır.
İlerleme yavaş olsa da vazgeçme, devam et,
Belki de bir sonraki adımda kazanacaksın.
Zafer, yenilginin ters yüz edilmiş halidir,
Şüphe bulutlarının gümüş rengidir.
Galibiyete ne kadar yakın olduğunu bilemezsin,
Uzakta gibi görünse de belki de yakının da yakınındadır.
En şiddetli darbeyi alsan da mücadeleye devam et,
İşler daha kötüye gitse de asla pes etmemelisin!
15
12- 2004/34
Indy, Mucize Kedinin Yorumu
BUDDHA’YI TANIMAK
Uzun zaman önce Kuzey Hindistan’da çok değişik bir deneyim
yaşadım. Sarayda yaşamayan, süslü püslü elbiseleri olmayan bir
prens tanıdım. Onu tanıdığımda üzerinde eski püskü paçavra bir
parça giysi ile bir ağacın altında oturuyordu. Onu görünce ben de bir
yere oturdum ve onu izlemeye başladım. Prens hiçbir şey
yapmıyordu, sadece oturuyordu. Rüzgâr esti, o oturdu. Yağmur
yağdı, o oturdu. Güneş tepeye çıktı, başını kavurdu, o oturdu. Günler
geçti, onu bir kere bile kıpırdarken görmedim. Oturdu, oturdu.
Aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra tuhaf şeyler olmaya başladı. Tuhaf
sesler duyuluyordu. Ben kulaklarımı tıkamak zorunda kaldım, fakat prens oturmaya
devam etti. Sanki birisi eliyle tutup dünyayı sallıyormuş gibi yer sarsıldı, fakat o sadece
oturdu. Nereden çıktığı belli olmayan güzel kadınlar peydah oldular. Önünde dans ettiler
ve güzel şarkılar söyleyerek onu cezbetmeye çalıştılar. Sonra da şeytani varlıklar peydah
oldular. Kulakları yırtacak şekilde bağırıp çağırıyorlar, prensi aşağılayarak onun dikkatini
çekmeye çalışıyorlardı. Ben çok cesur bir kediyim ama inanın bana korkudan kaçmaya
çalıştım. Fakat o yalnızca oturdu. Hiçbir şey onu yerinden bir milim bile oynatamıyordu.
Sonra çok tuhaf bir şey oldu.
Prensin bedeninden her tarafa doğru tatlı ve yumuşak bir aydınlık yayılmaya
başladı. Buna rağmen o oturmaya devam etti. Işığın parlaklığı büyüdü büyüdü. Onun
bedenini tamamen sardı. O oturdu, oturdu. Aydınlık, güneş kadar parlak bir hale geldi,
artık ona doğru bakamıyordum. Fakat o oturdu ve oturdu. Neler oluyordu bilmiyordum.
Ben de yerimden kıpırdamadım.
Aydınlık en son haddine ulaştığında prensin dudaklarında hafif bir
gülümseme belirdi. Yavaşça gözlerini açtı. Gözlerinin içi bile ışık saçıyor
ve parlıyordu. Bana doğru baktı ve “Merhaba sevgili Indy” dedi. “Ben
Buddha’yım”
Neeeeee???!!! Benim orada o kadar uzun zamandan beri
oturduğumu nasıl biliyordu? Benim adımı nasıl biliyordu? Ben ona cevap
verdim, “Merhaba Mr.Buddha, sizinle tanıştığıma çok memnun oldum”
16
“Sevgili Indy, bana yalnızca Buddha diyebilirsin” diye gülerek yanıt geldi. “Ben tabii
ki senin adını biliyorum. Ben yaşam dediğimiz o rüyadan, hepimizin Bir olduğu
Hakikatinin içine uyandım. Ben seni nasıl tanımam ve adını nasıl bilmem? Hepimiz İlahi
Varlığın bir parçasıyız. Aynı İlahi Öz hepimizin içinde var. Hepimiz biriz!"
Ben tabi hemen düşünmeye başladım. Ne demek “Hepimiz biriz, hepimiz Tanrı'nın
bir parçasıyız?” Ben anlayamıyordum ve bu adamın güneşin altında çok uzun süre
oturduğunu düşünmeye başladım. Anlayamadığım ikinci taraf ise ben ona yalnızca
merhaba demiştim, o benim ne düşündüğümü nereden biliyordu?
Benim bu düşüncelerime cevap gecikmedi, “Sevgili Indy” diye kıkırdadı. “Ben
aklımı yitirmedim. Yalnızca egomun beni ayrı olduğumu zannettiren kısmını yitirdim. Ben
Tanrı’dan ayrı değilim. Ben hiçbir şeyden ayrı değilim. Sen, ben, herşey Tanrı’nın ta
kendisi. Ben bunu biliyorum, aslında sen de bunu biliyorsun ama sadece gerçek kimliğini
unutmuş gibisin. İkinci söyleyeceğim şey de benim senin düşüncelerini çok açık bir
şekilde okuyabildiğim gerçeği.”
Vay canına! Bu Buddha benim düşüncelerimi okuyabiliyordu.
Çok dikkatli bir şekilde düşünmeliydim. Eğer bu kişi gerçekten
düşüncelerimi okuyabiliyorsa belki de deli filan değildi. Belki de benim
bilmediğim bir şey biliyordu.
Ben daha bir şey söyleyemeden “Pek değil” diye Buddha devam etti. “Dediğim gibi
sen kendi Hakiki Öz’ünü unutmuşsun. Ben ise kendi Öz’ümü tanımak üzere uykudan yeni
uyandım. Bu deneyim bana derin bir huzur ve sükûnet kazandırıyor. Ben kendi içimde ve
bütün çevremde Tanrı’nın varlığını hissediyorum. Her nereye bakarsam bakayım yalnızca
Tanrı’yı görüyorum. Sevgili Indy, benim böyle ışık saçmamın sebebi de tamamen budur.
Ben daha soruyu bile düşünmeden onun soruya cevap vermesi çok tuhaf
oluyordu. Çabucak şöyle dedim, “Sevgili Buddha, senin yaşadığın bu şey gerçekten de
çok müthiş bir deneyim gibi gözüküyor. Ne dersin, acaba ben de….”
Gözlerinde bir parıltı ile Buddha şöyle yanıtladı, “Tabii ki sen de bu deneyimi
yaşayabilirsin, Indy. Herkesin kaderinde eninde sonunda bunu yaşamak vardır. Tek
yapılması gereken doğru uygulama, azim ve sabırdır. Tabii ki Tanrı’nın lütfunu da
unutmamalıyız.”
Uygulama mı? Neyin uygulaması? Hemen soru sordum, ”Sevgili Buddha, bu
uygulama nasıl bir şey acaba? Bana öğretir misin? Ben bunu öğrenebilir miyim?
Öğrenmem ne kadar zaman sürer?”
17
"Indy, Indy," diye Buddha yine güldü, "Yavaş ol, yavaş ol. Merak etme ben sana
öğreteceğim. Bunu öğrenmek çok çok kolaydır, ama bir o kadar da zordur. Bir dakika
içinde de öğrenilebilir, bir yaşam süresi içinde de. Bu, senin gayretine, uygulamana,
azmine ve sabrına olduğu kadar, Tanrı’nın lütfuna ve rahmetine bağlıdır”
Bu kadar güzel bir açıklama beklemiyordum. “Ne zaman başlayabilirim efendim?”
diye sordum. “Bir işe başlamak için en iyi zaman şimdidir” diye cevap aldım.
“Buraya benim yanıma otur, Indy. Bunu yapmak için çok sayıda yol vardır. Ben
sana en eski ve kadim öğretiyi öğreteceğim. Bunu öğrenmek çok kolaydır. Zamanın
başlangıcından bu yana büyük bilgeler tarafından öğretile gelmiştir ve aynı şekilde
devam etmektedir. Önce, rahat otur. Sonra yavaşça gözlerini kapat ve nefes alış verişinin
sesini dinlemeye başla!”
Bana söylediği gibi gözlerimi kapadım ve nefesimi dinlemeye başladım. “Buddha
şöyle devam etti, “Indy şimdi nefes alırken SO diye ve nefes verirken de HAM diye ses
çıktığını farz et! Yavaşça tüm dikkatini SO HAM seslerine vermeye çalış. Eğer başka
düşünceler gelirlerse gelsinler, hiç önemli değil. Onları kovmaya çalışma. Yavaş ve
yumuşak bir şekilde dikkatini tekrar SO HAM’a getirmeye çalış.”
Buddha’nın dediklerini yapmaya başladım. So Ham, So….Ham…So…Ham. Nefes
alış verişim yavaşladı ve içimi huzur doldurmaya başladı. Birdenbire, burnum kaşınmaya
başladı. Ne kadar aldırmamaya çalışsam da yapamadım. Tek düşündüğüm şey
burnumun kaşıntısı olmuştu. SO…HAM…burnum kaşınıyor, SO…HAM…burnum
kaşınıyor. Gerçekten de fena kaşınmıştı.
"Indy," diye Buddha gülmeye başladı, “Böyle mücadele
etmene gerek yok. Burnunu kaşı. Bunu zahmetsizce ve fazla gayret
harcamadan yapabilirsin. Sabır, azim ve uygulama seni zafere
götürecektir. Yapman gereken her ne ise yap. Sonra yavaşça ve hiç
gayret göstermeden dikkatini tekrar SO HAM’a getir.
Bunun üzerine burnumu kaşıdım. Çok iyi gelmişti. Tekrar başladım. SO HAM SO
HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM. O
sıcak duygu tekrar geri gelmişti.
Buddha bana şöyle öneride bulundu, “Giderek daha derinlere gitmene izin ver.”
Devam ettim. SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM
SO HAM SO HAM SO HAM. Kendimi havada süzülüyormuşum gibi hissetmeye
18
başladım. Çok güzel bir duygu idi. Devam ettim. SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM
SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM. Aynı kedilere yiyecek verirken
atılan kedi mamalarının havada uçmalarına benziyordu. Kedi maması mı? Aha,
birdenbire tek düşünebildiğim şey kedilere nasıl kedi maması verildiği olmuştu. Zaten
karnım da çok acıkmıştı.
SO HAM Kedi Maması SO HAM Kedi Maması SO HAM Kedi Maması SO HAM
Kedi Maması SO HAM Kedi Maması. Ne yaparsam yapayım ‘Kedi maması’ düşüncesini
aklımdan çıkaramıyordum.
Buddha yine nazik ve yumuşak bir sesle araya girdi, “Düşüncelerine ve nasıl
hissettiğine dikkat et. Onları uzaklaştırmaya çalışma. Bırak onlar orada kalsınlar, sen
yalnızca onları kendi arzunla takip etme. Onları izle ama onların üzerinde yoğunlaşma.
Nerdeyse zahmetsizce nefesinin sesini takip etmeye geri dön. Bunu da zihnini kullanarak
ve nefesinin sesine yavaşça yaslanarak/dayanarak yapabilirsin.
SO HAM Kedi Maması SO HAM Kedi Maması SO HAM Kedi Maması SO HAM
Kedi Maması SO HAM Kedi Maması.
Buddha beni cesaretlendirdi, “O düşüncede kal!” Onu zorlukla duyabiliyordum.
SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM Bir yerlerden bir ışık parıldamaya
başlamıştı. SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM. Işık giderek daha çok parlıyordu. SO
HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM SO HAM ve sonra
birden…..hiçlik, bir şekilde bir yokluk hissi. Kadife gibi yumuşacık bir karanlık! O kadar
huzurlu bir yerdeyim ki, ses yok, düşünce yok, hiçbir şey yok.
Aradan bir süre geçtikten sonra yavaşça gözlerimi açtım. Bir baktım ki neredeyse
çevremdeki her şey, yani ağaçlar, çiçekler, kayalar, böcekler ve hatta toprağın ta kendisi
bile ışık saçarak parıldamakta. Gördüğüm her şey canlı idi ve parlamakta idi. Neredeyse
her şey saydamdı ama her birisi de eşsiz bir şekilde idi. Hepsi nadide ve biricik
görünüyordu. Gördüğüm her şey birbiri ile karışıyor ve sonra tekrar ayrılıyordu.
Karışıyorlar ve ayrılıyorlardı. Sanki yalnızca bir imişler gibi birleşiyorlar ve sonra
ayrılıyorlardı. İçimde hissettiğim şeyleri ve içimden yükselen duyguları tarif edecek kelime
bulamıyordum. Tek söyleyebileceğim şey ‘HARİKA, ÇOK GÜZEL’
oluyordu.
Kısa süre bu yaşadığım deneyim sona erdi ve etrafımdakiler
derin düşünceye oturmamdan önceki normal hallerine geri döndüler.
Ancak bir şekilde her şey daha farklı idi. Ben hepsinin bir olduklarını
19
biliyordum, ancak artık bunu direk olarak algılayamıyordum. Kendimi hem çok mutlu ve
hem de çok üzgün hissediyordum. Kendimi hala harika hissediyordum ama işte o hissimi
kaybetmiştim.
“Sevgili Indy” diye Buddha seslendi. “Sen çok kutsamış bir varlıksın. Sen ve ben
bundan sonra birçok maceraya birlikte gireceğiz. Sen yapmış olduğun iyi davranışlar ve
tabii Tanrı’nın da Rahmeti sayesinde ‘Var Olmak Hakikatinin’ küçük bir damlasını tatmak
üzere nasiplendin. Sen direk olarak ‘Birliği’ yani ‘Bir Olma Hakikatini’ deneyimledin. Sen
şimdi bizim hepimizin İlahi Varlığın ta kendisi olduğumuzu, herkesin İlahi olduğunu
biliyorsun.
Ben ‘Acaba bunu tekrar deneyimleyebilir miyim?’ diye sormayı düşündüm. Fakat
daha bunu aklımda toparlayıp söze dökemeden kendi içimden gelen bir sesle cevabını
aldım. “Uygulama, azim ve sabır sayesinde hedefe ulaşacaksın. Ben eninde sonunda bir
gün hazır olduğumda bu ‘Birlik’ deneyimini tekrar yaşayacağımı biliyordum. Ben eninde
sonunda mutlaka bir gün herkesin bunu deneyimlemesinin kaderi olduğunu biliyordum.
Ben Buddha’ya gülümsedim. Buddha da bana gülümsedi. Sonra beni okşayarak
sevdi ve yavaşça ayağa kalkarak yürümeye başladı. Ben ağacın altında oturmaya devam
ettim. Biraz gittikten sonra “Oh Indy!” diyerek geri dönüp baktı, “Az daha unutuyordum”
Bana elini sallayarak doğru bir şey fırlattı. Gelen şeyi havada yakaladım. Bu altın
renginde ışık saçıp parıldayan bir kedi maması idi.
“Çok teşekkür ederim Buddha” diye seslendim. “Seni yine görmeyi çok istiyorum.”
Bununla birlikte tekrar kedi mamasına baktım. “Artık onunla bir olma zamanı geldi” diye
düşündüm ve onu hatur hutur yedim. Çok lezzetli idi. Aynı benim Buddha ile geçirdiğim
zaman gibi lezzetli idi.
13- 2003/37
ADIM ADIM İNSAN MAKİNASININ İÇİNE SEVGİ YÜKLEME REHBERİ
Müşteri: Ben teknolojik şeylerden çok fazla anlamıyorum.
yapabileceğimi sanıyorum. İlk olarak ne yapmam gerekiyor?
Fakat
bunu
20
Teknik Destek Bölümü: İlk olarak bir klasörü açmanız gerekiyor, bunun adına KALP
deniyor. KALP klasörünü bulduğunuz mu acaba hanımefendi?
Müşteri: Evet buldum, fakat görebildiğim kadarı ile bu klasörü kullanan çok sayıda
program mevcut. Bu programlar çalışırken yüklemeye devam edebilir miyim?
Teknik Destek Bölümü: Hangi programlar çalışıyor?
Müşteri: Bakayım. Gecmisuzuntuler.exe, dusukitibar.exe, kiskanclik.exe, kin.exe,
kizginlik.exe, gucenme.exe, kuskunluk.exe ve darginlik.exe programları halen
çalışmaya devam ediyorlar.
Teknik Destek Bölümü: Tamam efendim, bu programlar sorun teşkil etmezler,
SEVGI adlı programı yüklediğiniz zaman bahsettiğiniz bu programlar otomatik
olarak silinecekler zaten. Ancak Sevgi’yi yüklemek için önce bu programların kısa
süreliğine kapatılmaları gerekmektedir. Bu programları kapatabilir misiniz acaba?
Müşteri: Ben bunları nasıl kapatabileceğimi bilmiyorum. Bana tarif edebilir misiniz?
Teknik Destek Bölümü: Tabii çok kolay! Start Menü’ye gidin ve
oradaki Affet.exe’yi çalıştırın. Bu program çalıştığında diğerleri
otomatik olarak kapatılacaktır.
Müşteri: Pekâlâ, yaptım. Sevgi otomatik olarak yüklenmeye başladı.
Bu normal bir durum mudur?
Teknik Destek Bölümü: Tabii ki çok normaldir. Sizin şimdi Sevgi’nin
tüm yaşam boyunca KALP’e yüklenildiğini söyleyen bir mesaj almanız lazım,
aldınız mı?
Müşteri: Evet aldım, görüyorum. SEVGI şimdi tamamen yüklendi mi?
Teknik Destek Bölümü: Evet, fakat şunu iyi bilmelisiniz ki şu anda sizin
yüklediğiniz program temel programdır ve diğer KALP’lerle bağlantıya girerek
programın sürekli olarak güncellenmesi gerekmektedir.
Müşteri: Haydaaaa, şimdiden bir hata mesajı aldım, neler oluyor? Ne yapacağım
şimdi?
Teknik Destek Bölümü: Mesaj ne diyor?
21
Müşteri: HATA 412 diyor.
CALISMAMAKTADIR” diyor.
“PROGRAM
MAKINANIN
IC
BOLUMLERINDE
Teknik Destek Bölümü: Merak etmeyin hanımefendi, bu çok sık rastlanılan bir
problemdir. Bu mesaj SEVGI programının başka KALP’ler üzerinde çalışmak üzere
ayarlandığını, fakat daha henüz sizin KALP’inizde çalışamadığını söylemektedir. Bu
çok karışık programlama proseslerinden/süreçlerinden biridir ve basit sözlerle
ifade etmem gerekirse size şöyle ifade edebilirim. Siz önce kendi makinanıza
SEVGI uygulamalısınız, ancak ondan sonra başka KALP’lere SEVGI
uygulayabilirsiniz.
Müşteri: Yani şimdi ne yapmam gerekiyor?
Teknik Destek Bölümü: Bilgisayarınızda “KENDİNİ OLDUGU GIBI KABUL ETME”
klasörü olacak, onu bulabilir misiniz?
Müşteri: Evet, buldum.
Teknik Destek Bölümü: Mükemmel, siz bu işte ustasınız.
Müşteri: Teşekkür ederim.
Teknik Destek Bölümü: Bir şey değil. Lütfen şimdi şu dosyaların üzerine tıklayın ve
sonra onları “KALBIM” klasörüne kopyalayın. Kendiniaffet.doc, Kendinesaygi.txt,
Degerinibil.txt ve Iyilik.doc. Sistem otomatik olarak uyuşmayan ve bağdaşmayan
dosyaları silip üzerilerine yazacak ve kusurlu ve eksik programları onarıp
yamamaya başlayacaktır. Sizin şimdi Kendinielestir.exe adlı programı tüm
klasörlerden temizleyip silmeniz gerekmektedir. Bundan sonra lütfen gidip
makinanızdaki çöp kutusunu da tamamen temizlerseniz bu programın sistemden
tamamen temizlendiğinden ve bir daha geri gelmeyeceğinden emin olmalıyız.
Müşteri: Tamam, anladım. Benim KALP’im daha şimdiden çok güzel dosyalarla
dolmaya başladı. Gulumse.mp3 adlı dosya şimdi monütörde çalmakta ve
Ictenlik.com, Huzur.exe ve Memnuniyet.com adlı programlar kendileriniKALP’imin
her bir köşesine kopyalamaktalar.
Teknik Destek Bölümü: O zaman SEVGI adlı program tamamen yüklenmiş durumda
ve düzgün olarak çalışmaktadır. Bundan emin olabilirsiniz. Bu programı KALP’den
kontrol edebilir ve yönetebilirsiniz. Yalnız ayrılmadan önce size bir şey daha
söyleyeceğim.
22
Müşteri: Buyrun söyleyin.
Teknik Destek Bölümü: SEVGI programı tamamen ücretsiz bir yazılım programıdır.
Karşılaştığınız herkese programın tamamını veya değişik modüllerini vermeye
gayret edin. O verdiğiniz kişiler de bunu başkaları ile paylaşacaklar ve sonunda
programın bazı çok değişik ve güzel modülleri size geri gelecektir.
Müşteri: Tamam yapacağım, yardımınız için çok teşekkür ederim.
14- 2004/38
DİLENCİ KRAL
Efsaneye göre bir zamanlar İrlanda’yı idare eden kralın oğlu olmuyordu. Kral
ülkenin dört bir tarafına haberciler gönderdi. Ülkede kendine güvenen gençler kralın
yanına çağrılıyor ve bir görüşme yapmaya davet ediliyorlardı. Kral içlerinden birini yeni
kral olarak ilan edecekti. Ancak adayların şu iki şartı yerine getirmeleri gerekiyordu.
(1) Tanrı’yı sevmeliler ve (2) dünyadaki tüm insanları sevmelilerdi.
Genç bir adam kralın dağıttığı el ilanlarından birini gördü ve kendisinin hem
Tanrı’yı ve hem de komşularını çok sevdiğini düşündü. Ancak bir konu vardı ki kendisi
çok fakirdi ve kralın önüne görüşmeye çıkacak düzgün bir elbisesi yoktu. Bir de tabi
saraya gidip gelecek kadar yol parası ve yiyecek parası da yoktu. Bu yüzden bu genç
adam biraz gece yarılarına kadar çalışarak, biraz da borç alarak gerekli elbiseleri ve yol
parasını tedarik etmeyi başardı.
Düzgün bir kıyafet giyerek ve bir ata binerek saraya doğru yola çıktı.
Tam saraya varmadan biraz önce yolun kenarında zavallı bir dilenci gördü.
Dilenci yolun kenarında soğuktan titreyerek oturuyordu ve üzerinde de
parçalanmış elbiseler vardı. Ellerini ileriye doğru uzatarak kendisinden yardım
istedi. Kısık ve çatlak bir sesle hırıldayarak şöyle dedi, “Çok açım ve çok
üşüyorum. Lütfen bana yardım eder misiniz?”
Genç adam dilencinin zor durumundan çok etkilenmişti. Atından aşağıya indi,
üzerindeki yeni elbiseleri çıkartarak dilenciye verdi ve onun paçavralarını da kendi
üzerine giydi. Hiç düşünmeden yanındaki tüm erzağı ve paralarını da dilenciye teslim etti.
23
Sonra tereddüt içinde yolculuğuna devam etti, saraya zaten fazla bir mesafe kalmamıştı.
Perişan kıyafetler içindeydi ve geriye dönüş erzağını ve atını da dilenciye vermişti.
Saraya vardı. Giriş kapısının önünde muhafızlar duruyorlardı. Niye geldiğini
öğrendiklerinde onu sarayın Kabul Salonuna götürdüler. Kısa bir temizlenme faslından
sonra onu tahtında oturmakta olan kralın önüne götürdüler.
Genç adam huzura çıkar çıkmaz hemen kralın önünde yerlere kapandı. Sonra
başını kaldırıp krala doğru baktı. Bir de ne görsün. “Sen…” diye seslendi. “O sensin. Sen
yolun kenarındaki o dilencisin.”
Kral, “Evet” diye yanıtladı. “Ben o dilenciydim.”
“Fakat, fakat sen, …sen bir dilenci değilsin. Sen kral olmuşsun. Sen gerçek
kralsın. Bana bu oyunu niye oynadın?” diye genç adam soğukkanlı bir şekilde sordu.
“Çünkü gelen adayın Tanrı’yı ve insanları gerçekten sevip sevmediğinden emin
olmalıydım” diye kral cevap verdi. “Eğer senin önüne kraliyet elbisemle çıksaydım sen
ben ne istersem onu yapacaktın. Fakat o zaman ben senin kalbinin içindekileri gerçekten
bilemeyecektim. Bu yüzden bu küçük oyunu oynadım. Ben senin önüne senin kalbindeki
sevgiden başka bir şeye dayanmayan, sadece ve sadece senin kalbindeki sevgiye
seslenen bir dilenci olarak çıktım. Ve şunu keşfettim ki sen gerçekten Tanrı’yı ve onun
kullarını seviyorsun. Bu yüzden de ben seni benim halefim ve yeni kral olarak seçiyorum.
Bu krallığın yeni kralı sen olacaksın!”
15- 2004/39
YAŞAM BİR OYUNDUR, BU OYUNU OYNAYIN!
Aşağıda çok basit ama bir o kadar da etkileyici bir oyun sunuyoruz. Bu oyun iyi
niteliklerin ve bencil olmayan bir insan tabiatının ne kdar önemli olduğunu ortaya
koymaktadır. Kötü nitelikler bizi Tanrı’dan uzaklaştırırlar ve iyi nitelikler de bizi Tanrı’ya
yaklaştırırlar. Bu nitelikler bizim OYUNU BİTİRMEMİZİ sağlarlar. Bu oyun Kaliforniya’da
San Jose’de oturan Sona Rao tarafından hazırlanmıştır
Sona’ya çok teşekkür ediyoruz ve tebrik ediyoruz.
24
Oyunun Oynanışı: Her oyuncu bir zar atarak oynar. Gelinen kutuda yazılı olan davranışa
göre ya ödül alarak hızlı ilerler veya ceza alarak geri gider. Yolun sonuna ilk varan
kazanır.
16- 2004/41
TATLI SÖZLER YANKI YAPARLAR
Eğer bana sorsalardı 3.sınıfta en az sevilen öğrencinin o olduğunu söylerdim.
Robert bu yorumu tam anlamı ile hak ediyordu. Sınıfta sürekli olarak rahatsızlık
yaratıyordu ve sınıftaki diğer çocukların kendisini sevmemesi için ne gerekiyorsa
yapıyordu.
Yeni bir okula gelmiştim ve ilk senemde 3.sınıfı okuyordum. Ve bana sıra arkadaşı
olarak kimi vermişlerdi, bir tahmin edin. Evet, yanılmadınız, Robert’i. İlk senemde okula
ve sınıfa alışmak ve öğretmenin gözünde iyi bir intiba uyandırmak benim için çok
önemliydi. Ama işte gör nasıl bir başlangıç yapmıştım.
Ben kendimi her zaman yumuşak ve arabulucu olarak
nitelendirebilirim. Bana olumsuz ve düşmanca davranışlarda
bulunanlara karşı kendi hakkımı savunmak için hiç zorluk çekmezdim.
17 yaşında bir ağabeyim vardı ve o bana topluluk içinde uyumlu
olabilmek ve sorun çıkartmamak için gerekli ince noktaları öğretiyordu.
25
Benim kendime örnek aldığım kişiler Marthin Luther King Jr., Mahatma Gandhi gibi büyük
insanlardı. Fakat bütün bunlar işte benim Robert’i sevmek zorunda olduğum anlamına
gelmiyordu. Onunla iyi geçinmek zorunda mıydım?
Karşı karşıya kaldığım meydan okuma böyle bir şeydi. Ailem bana benim Robert
konusunda önyargılı olduğumu söylediler. Robert’in zor bir çocuk olduğunu ve onunla
geçinmenin zor olduğunu da ilave ettiler. Eğer ben insanları yatıştırma ve barıştırma
misyonuma devam etmek istiyorsam, onun hakkındaki olumsuz yargılarımı bir tarafa
koyarak onun pozitif ve olumlu bir yönünü arayıp bulmaya çalışmalı ve bunun için de ona
arada sırada iltifatlarda bulunmalıymışım. Ben denemeyi kabul ettim çünkü meydan
okumaları severdim, verilen görevi yerine eksiksiz getirmek isterdim. Ben de Martin
Luther King Jr. veya Gandhi gibi barıştırıcı olabilirdim.
Yavaşça misyonuma başladım. Kaybetmemeliydim. İlk gün tam tersine bir tartışma
yaşadık, çünkü Robert sınıfa Pokemon kartlarını getirmişti. Ben ona öğretmenin bu tür
şeyleri sınıfa getirmeyi kesinlikle yasakladığını ifade etmeme rağmen o böyle bir şey
duymadığını iddia etti. Ben öğretmenin bunu bize defalarca söylediğini tekrarladım ve
diğer arkadaşların da benim söylediklerimin doğru olduğu konusunda beni teyid
etmelerini istedim. Bu kadar kolay kurtulamazdı.
İkinci gün bana Pokemon kartlarının hala sırasının altında olduğunu bana gösterdi
ve eve götürmeyi unuttuğunu söyledi. Ona sessizce öğretmene söylemeyeceğimi ve
ortadan kaldırmasını söyledim.
Üçüncü gün Robert’i övmeye karar vermiştim. Zihnimde bir ses bana bu işin hiç de
kolay olmayacağını söylüyordu. Ben daha ona bir şey söylemeye fırsat bulamadan o
bana öğretmenin hepimize birer tane dağıttığı gofreti yemek isteyip istemediğimi sordu.
Onun bunu nezaketinden ve sevecenliğinden etkilenmiştim. O gün birbirimiz ile çok iyi
geçindik.
Dördüncü gün Robert’a bir komplimanda bulundum. Hiç de o kadar zor olmamıştı.
Ona el yazısının çok güzel olduğunu söyledim. Bana acele ile cevap verdi, “Hayır, hiç de
değil!” Ben ona söylediğimin gerçek olduğunu söylediğimde de kabul etmeyi reddetti. İşin
komik tarafı el yazısı gerçekten de çok düzgün ve güzeldi. Aynı gün daha sonra
öğretmen bize yeni bir konuyu anlatmaya başladı. Robert dinlemiyordu ve o konuda
kendisine soru sorulunca yanıt veremedi. Ben kendisine nasıl yapması gerektiğini
anlatmaya kalkınca kendi içine kapandı ve şöyle demeye başladı, “Ben aptalın biriyim,
ben gerçekten aptalın biriyim” O gün o anda Robert’in kendisini sevmediğini fark ettim.
Kendimi onun yerine koydum ve sürekli olarak yanlış yapmanın nasıl bir his olduğunu
anlamaya çalıştım. O iyi yaptığı şeyleri bile beğenemiyor ve kendisini hep eksik olarak
görüyordu.
Beşinci gün ilginç bir şekilde ben kendi içimde bazı şeylerin değişmekte olduğunu
fark ettim. Neredeyse Robert ile yan yana oturmak bana hiç zor gelmemeye başlamıştı
ve hatta ilginç bir biçimde onun yanımda olmasını sevmeye başlamıştım. Onun bir baş
belası olmadığını düşünüyordum. Ve hatta onun birçok konuda benden çok daha zeki
olduğunu ve konuları benden daha hızlı kavrayabildiğini gözlemledim. Bir de kendisi
bunu fark edebilse ne kadar iyi olacaktı. Diğer arkadaşlarımla konuştuğum gibi onunla
konuşmaya çalıştım. Onun resim yapma yeteneğini çok beğendiğimi söyledim. Bu sefer
en azından sustu ve itiraz etmedi.
26
Haftalar ve sonra aylar geçtiğinde ben de, Robert da oldukça değişmiştik ve
arkadaşlığımız çok ilerlemişti. O yıl okulda çok şey öğrenmiştim. Herkesin ve hatta
çocukların bile başa çıkmaları gereken önyargıları olduğunu öğrendim. Önyargıların
aslında bizim korkularımızın ürünü olduğunu ve gerçek bir arabulucunun korkuları ile
yüzleşerek, yani ekşi limonları kullanarak tatlı limonata yapmanın bir yolunu bulması
gerektiğini öğrendim. İşte ancak ondan gerçek bir fark yaratabilirdik!
Zach Pesavento, 11 yaşında. San Diego, CA
17- 2004/44
SİRK
Ben daha o zamanlar küçük bir çocuktum. Babamla ben beraber sirke girebilmek
için bilet kuyruğunda bekliyorduk. Uzun süre bekledikten sonra nihayet bilet gişesi ile
aramızda yalnızca bir aile kalmıştı. Bu ailenin 8 tane çocuğu vardı. Hepsi de 12 yaşın
altındalarmış gibi görünüyorlardı. Fakir bir aileydi. Elbiseleri yeni değildi, ama tertemizdi.
Hepsi ikişer ikişer elele tutuşmuşlar düzgün bir sıra oluşturarak anne ve babalarının
arkasında bekliyorlardı. Bütün çocuklar çok düzgün davranış içinde idiler.
Aralarında hızlı hızlı konuşuyorlar, palyaçoları, filleri ve
akrobatları görmek için sabırsızlanıyorlardı. Daha önce sirke
gitmemiş olduklarını söyleyebilirdiniz. Genç yaşamlarındaki sirke
gitmek en büyük olay olacak gibi duruyordu.
Anne ve baba gururlu bir şekilde onların önlerinde
duruyorlardı. Anne kocasının elini tutuyordu. Çok örnek bir ailelerdi.
Biletçi bayan adama kaç tane bilet istediklerini sordu. Adam 8 çocuk ve 2 tam bilet
istiyoruz efendim” dedi. Biletçi bayan toplam ücreti söyleyince adamın yüzü birden asıldı.
“Ne kadar dediniz?” diye tekrar sordu. Biletçi ücreti tekrarlayınca adam karısının elini
bıraktı, dudakları titremeye başlamıştı. O kadar parası olmadığı belli oluyordu.
Çocuklarına yeteri kadar parası olmadığını nasıl söyleyecekti. Bu arada babam
durumu fark ederek cebinden 20 USD çıkardı ve yere doğru attı. (Biz de aile olarak çok
kıt imkânlara sahip bir aile idik.) Sonra da yere doğru eğilerek parayı tekrar eline aldı ve
adamın omzuna vurarak şöyle dedi, “Özür dilerim beyefendi bu para sizin cebinizden
yere düştü, buyurun.”
Adam ne olup bittiğini anlamıştı. Kimseden para istememişti ama o anda o kadar
çaresiz ve utandırıcı bir durumdaydı ki parayı kabul edecekti. Babamın gözlerinin içine
27
doğru baktı. Sonra babamın elini her iki elinin arasına alarak sıktı ve parayı alarak şöyle
dedi, “Çok teşekkür ederim efendim, size çok teşekkür ederim. Bu benim ailem için çok
şey ifade ediyor.”
Babam ve ben sonra geri dönerek arabaya bindik ve eve geri döndük. O gece
sirke gidememiştik ama eve elimiz boş dönmemiştik!
Dan Clark
18- 2004/47
MESAJI ANLAYABİLMEK İÇİN İPUÇLARINI TAKİP EDİN
İpucu:
Lamba- kapı- dil- Tanrı’nın İsmi
Cevap: Bir evin kapısının önüne yerleştirilen bir lamba hem evin için ve hem de evin
dışını aydınlatır. Benzer şekilde bedende giriş kapısı görevini gören dildir. Eğer dilinizde
devamlı olarak Tanrı’nın İsmini zikrederseniz o İlahi İsmin verdiği ışık hem içinizdeki
bilinciniz ve hem de dışarıdaki davranışlarınızı aydınlatacaktır. Hem içerideki ve hem de
dışarıdaki karanlık bu sayede yok edilecektir.
Yukarıdaki örneğe benzer şekilde ipuçlarını okuyun ve verilen mesajı bulmaya
çalışın. Eğer 15 tane ipucundan 10 tanesini doğru tahmin edebilirseniz manevi
literatüre oldukça yakınsınız demektir. Ama eğer edemezseniz de üzülmeyin,
cevapları okuyun. Okuduktan sonra kendinizi çok daha bilge hissedeceksiniz.
Çevrenize aktarabileceğiniz çok sayıda benzerlik bilmecesi olacak. İşte ipuçlarınız:
1. Ayakkabı- ölçü –para- bilge
2. Kuşlar- kanatlar- dünya- güven
3. İlahi söylemek- çeltik tarlaları- bol ürün- Rahmet
4. Elektrik Santrali- elektrik direkleri- Tanrı’nın Rahmeti- Hatırlanma
5. Tanrı’nın Rahmeti- Elektrikli Pervane Rüzgârı- insan gayreti
6. Tanrı- mıknatıs- demir- pas
7. Sivrisinek- sinek teli- kutsal mekânlar- kusurlar
8. Balon- engel- ego- bilinç
9. Bir kâğıt parçası– Merkez Bankası damgası ve imzası- insan- bağlılık
10. Toprak Ağası- çok sayıda tarla- temiz bir kalp- sahibinin seçimi
11. Kalp- bakır kap- yiyecek- sevgi
12. Tohum- çok fazla toprak- günahkâr eylemler- hizmet
13. 10.000 adet bozuk para- 100 TL banknot- endişe- Rahmet
14. Toz- hava- kötü arkadaş- çöküş
15. Çivi- duvar- imtihanlar- başarı
28
Cevaplar:
1. Ayakkabı- ölçü –para- bilge
Bir insan bir ayakkabı satın alacağı zaman kendisine seçtiği ayakkabı
kendi ayakkabı ölçüsündedir. Ne daha büyük, ne de daha küçük bir
ayakkabı ölçüsü istemez. Daha büyük bir ayakkabı ona rahatsızlık
verecek, daha sıkı bir ayakkabı da acı verecektir. İşte para da aynı
ayakkabıya benzer. Fazla bol para size endişe ve uykusuz geceler
verecektir. Az miktarda para da insanın yaşamını cehenneme çevirecektir.
Bir insanın yaşamı ancak ihtiyaçlarını tam olarak karşılayacak kadar ve
görevlerini tam olarak yerine getirecek kadar parası olması halinde
konforlu olacaktır. Bu yüzden insan ne açgözlü olmalıdır, ne de cimri
olmalıdır.
2. Kuşlar- kanatlar- dünya- güven
Kuşları sallanan dalların üzerinde otururken görürsünüz. Kuş, dalın
rüzgârda sallanmasından korkmaz, çünkü üzerinde durduğu daldan daha
çok kendi kanatlarına güvenmektedir. Kuş bir saniye içinde kanatlanıp ne
olacağı şüpheli ve güvenilmez dalı terk edip uçabilir. Kuşun kanatları
Tanrı’nın Rahmetine ve rüzgârda sallanan dallar da dünyaya
benzetilebilir. Eğer bir insan ‘Tanrı’nın rahmeti kanatlarına’ sahipse dünya
denilen bu dalın üzerinde oturarak hiç bir zarar görmeyecektir. Hiçbir
üzüntü, sıkıntı veya acı rüzgârı onun cesaretini kıramayacaktır.
3. İlahi söylemek- çeltik tarlaları- bol ürün- Rahmet
Dünyada çok sayıda insan İlahi söylemekle dalga geçerler. Değerli
zamanın harcandığını iddia ederler. Bu insanlar çeltik tarlalarına saçılan
tohumlarla da dalga geçerler mi? Değerli yiyeceğin boşa sarf edildiğini
söyleyebilirler mi? Toprak Ana birkaç hafta içinde ekilmiş olan ürünün 15
-20 katını iade edecektir. Benzer şekilde Tanrı ile birlikte geçirilmiş her bir
saniye biz o anda fark etmesek de hissetmesek de geri dönerek bize çok
büyük iyilikler ihsan edecektir. Tanrı’nın İsmini zikretmek toprağa ekilen
tohum gibidir, asla boşa gitmeyecektir.
4. Elektrik Santrali- elektrik direkleri- Tanrı’nın Rahmeti- Hatırlama
Evin içini aydınlatmak için insan elektrik santralinden evine kadar
belirli aralıklarla elektrik direkleri dikmelidir. Ve sonra evi elektrik
kabloları ile santrale bağlamalıdır. Benzer şekilde Tanrı’nın Rahmetini
kazanmak için insan belirli aralıklarla ibadet yapmalıdır ve Tanrı’yı
hatırlama kabloları ile kendisini sürekli olarak Tanrı’ya bağlamalıdır.
29
5. Tanrı’nın Rahmeti- Elektrikli Pervane Rüzgârı- insan gayreti
Elektrikli bir pervane yalnızca elektrik kaynağına bağlı olduğunda
rüzgâr üfleyecek ve serinlik verecektir. Benzer şekilde bir insanın
sürura(serinliğe) kavuşabilmesi için hem Tanrı’nın Rahmet enerjisi ve
hem de insanın kendi gayreti olmalıdır.
6. Tanrı- mıknatıs- demir- pas
İnsan ve Tanrı aynı demir ve mıknatısa benzerler. Tanrı kendi tabiatı
gereği insanı sürekli olarak kendisine doğru çeker ve cezbeder, çünkü
insanın içinde İlahilik mevcuttur. Bir mıknatıs demiri çekmediğinde
mıknatısın gücünü yitirdiğini düşünmemiz doğru olmaz. Gerçek şudur ki
demir yani bu durumda insan cezbedilme yeteneğini ve gücünü
yitirmiştir, çünkü etrafı kalın bir pas ve kir tabakası ile kaplanmıştır.
Bunlar öfke, açgözlülük, kin, nefret, kıskançlık v.s.dir. İnsan kendisini bu
kötü niteliklerin pasından ve kirinden iyi insanlarla arkadaşlık ederek
koruyabilir.
7. Sivrisinek- sinek teli- kutsal mekânlar- kusurlar
İnsan sinek telinin iç kısmına bulunduğu müddetçe dışarıdaki
sineklerin varlığından rahatsız olmaz. Ancak sinekler telin iç kısmına
geçerlerse tehlikeli olurlar ve tel vazifesini görmemiş olur. Bu aynı kutsal
mekânları ziyaret etmeye, iyi insanlarla arkadaşlık etmeye, kutsal
eylemlerde bulunmaya ancak bunlara rağmen içindeki kusurları
temizlememeye benzer. Bu kusurlar insanın içindeki kötü eğilimlerdir. Bu
kötü nitelikler aynı sinek telinin iç kısmındaki sinekler gibidirler ve
insanın mahvına yol açarlar.
8. Balon- engel- ego- bilinç
Balonun içine şişirilecek hava balonun şekline ve büyüklüğüne
bağlıdır. Balon patlamadıkça balonun içindeki hava dışarı dünyadaki
havanın içine karışamaz. Benzer şekilde bir insan kendi Öz’ünü idrak
etmedikçe, yani ego duvarını(balon) yıkıp arkasına geçmedikçe, içinde
var olan İlahilik ile, yani her yerde var olan Bilinç ile karışıp yok
olamayacaktır.
30
9. Bir kâğıt parçası– Merkez Bankası damgası ve imzası- insan- bağlılık ve
sevgi
Bir kâğıt parçası ne kadar çok kirlense, yıpransa ve buruşsa da
değerini korumaya devam eder, eğer üzerinde Merkez Bankasının itibarını
gösteren damgası ve imzaları bulunuyorsa! Çünkü bu damga ve imza onu
değerli bir para banknotu haline getirmektedir. İşte benzer şekilde kalpten
duyulan bağlılık hissi ve Tanrı’ya duyulan saf bir sevgi, en basit ve en
sıradan bir insanı bile çok özel ve değerli bir hale getirecektir.
10. Toprak Ağası- çok sayıda tarla- temiz bir kalp- sahibinin seçimi
Toprak ağası olan bir çiftçi ta ufka kadar geniş bir araziye sahip
olabilir. Ama bir yere oturmak istediğinde temiz ve düzgün bir yere ihtiyaç
duyacaktır. Benzer şekilde Tanrı’nın da sahip olduğu şeyler sonsuzdur,
ama eğer birisinin kalbine oturup ikamet etmek isterse temiz bir kalp
arayacaktır. Bu, diğer kalplerin O’na ait olmadığı manasına gelmez,
sadece diğer kalplerin temiz olmadığı manasına gelir, hepsi bu! İşte bu
yüzden insan kalbini sevinç gözyaşları ile yıkayarak O’na oturup
yerleşebileceği temiz bir yer hazırlamalıdır.
11. Kalp- bakır kap- yiyecek- sevgi
Pişirdiğiniz sebzeler bahçeden biraz önce toplanmış bile olsa eğer
yemeği pişirdiğiniz bakır kap ince bir kalay tabakası ile kaplanmamış ise
yemek zehirli olur. O kalay tabakası yiyeceği temiz, güvenli ve yenilebilir
tutacaktır. Bizim kalbimiz de aynı bakır tencereye benzer. Orada hem
başkaları ve hem de kendimiz için yemek pişiririz. Kalbimizin bakır
tenceresinin içini bir sevgi, yani kalay tabakası ile kaplamadığımız
takdirde hem başkalarına ve hem de kendimize büyük zararlar veririz.
12. Tohum- çok fazla toprak- günahkâr eylemler- hizmet
Bir tohumun üzerine çok fazla miktarda toprak atar ve onu çok derine
gömerseniz o tohum filiz vermeyecektir. Benzer şekilde eğer kötü
davranış tohumlarınızın kötü filizler vermesini istemiyorsanız onların
üzerlerini ‘insanlara sevgi dolu hizmet etme’ toprağı ile örtmelisiniz.
Bakıma, gıdaya, ilgiye, cesarete, sevgiye ve yardıma ihtiyacı olan kişilere
hizmet ederek bir yaşam sürerseniz geçmişinizde yapmış olduğunuz
günah dolu eylemlerin tohumlarının üzerilerini filiz vermeyecek şekilde
iyilik toprağı ile örtmüş olursunuz.
31
13. 10.000 adet bozuk para- 100 TL banknot- endişe- Rahmet
Bir insan cebinde 10.000 kuruş taşıyacak olursa bu ona epey zahmet
ve rahatsızlık verecektir. Ama bu bozuk paraları bankaya götürüp verirse
ve onların yerine bir adet 100 TL banknotu alırsa hafifleyecek ve keyifli
olacaktır. Benzer şeklide endişelerimiz, üzüntülerimiz, sıkıntılarımız ve
acılarımız şeklinde bozuk paralarımızı Tanrı’ya teslim edecek olursak, O
bize karşılığında Kendi Rahmetini yepyeni ve gıpgıcır bir 100 TL banknotu
şeklinde verecek ve biz de o banknotu cebimizde taşıyarak hafifleyeceğiz,
mutlu ve özgür olacağız.
14. Toz- hava- kötü arkadaş- çöküş
Eğer toz havanın arkadaşlığını isterse havada süzülmeye başlar. Aynı
toz, su ile arkadaşlık kurarsa en derinlere çökecektir. Benzer şekilde bir
insan eğer iyi kişilerle arkadaşlık ederse asil yüksekliklere ulaşabilir.
Fakat kötü arkadaşlıklar aynı insanı insanlıktan bile çıkarabilir. Şöyle
güzel bir söz vardır, “Bana arkadaşını söyle, ben sana kim olduğunu
söyleyeyim”
15. Çivi- duvar- imtihanlar- başarı
Duvara bir resim asmak isterseniz duvara bir çivi çakmanız gerekir.
Ancak çiviyi çaktıktan sonra resmi asmadan önce o çakılan çiviyi
parmağınız ile sallayarak sağlamlığını kontrol edersiniz, öyle değil mi?
İşte benzer şekilde hayatta da her alanda imtihanlar gereklidir. Özellikle
manevi yaşamda elde edilen başarılar çok aldatıcı ve yanıltıcıdır.
İmtihanlar içtenlikle karşılanmalı ve kabul edilmelidir, çünkü ancak onlar
sayesinde biz kendimize güvenmeyi öğrenebiliriz.
19- 2004/49
ALTIN ARAMAK
Andrew Carnegie genç bir İskoçyalı olarak Amerika’ya geldi ve çeşitli işlerde
çalışmaya başladı. Yıllar sonra Amerika’nın en büyük çelik üreticisi olmuştu.
Öyle bir zaman geldi ki 43 milyoner kişi onun emrinde çalışıyorlardı.
Bir gazeteci bir ropörtajda Mr.Carnegie’ye insanlarla nasıl başa
çıkabildiğini sordu. Carnegie’nin cevabı şöyle idi, “İnsanlarla uğraşmak aynı
altın aramak için toprağı kazmaya benziyor. Bir gram altın bulabilmek için
bin kilogram toprağı kazmanız gerekiyor. Fakat kazı yaptığınızda siz çamuru
ve pisliği değil, yalnızca altını arıyor, altını kenara ayırıyorsunuz. Geri kalanı
da fırlatıp atıyorsunuz.”
32
Bu hikâye bize nasıl bir ilham kaynağı oluyor ve nasıl bir ders vermeye çalışıyor?
“Hepimiz altın arayıcısı olmalıyız. Eğer insanların içlerinde yanlış taraflar, hatalar
ve olumsuz yönler bulmak için bakarsanız çok sayıda bulacağınızdan kuşkunuz olmasın!”
Sizin aradığınız şey nedir?
Andrew Carnegie’nin cevabı içinde çok derin ve önemli bir mesaj bulunduruyor.
Her insanın içinde ve her olayın içinde pozitif ve olumlu bir taraf vardır. Bizim bazen o
olumlu kısmı bulabilmek için çok derin kazmamız gerekecektir, çünkü dışarıdan
gözükmemektedir. Ayrıca bundan başka başkalarının içindeki hataları, yanlış ve olumsuz
yönleri arayıp bulmaya o kadar yoğunlaşıyoruz ki o kişinin olumlu ve pozitif tarafları
görmüyoruz bile! Biliyorsunuz ünlü bir sözdür, “Bozuk bir saat bile bir günde iki kez
doğruyu gösterir!”
Altın aramaya çıkarsanız şunu unutmayın, bir gram altın bulabilmeniz için tonlarca
toprağı uzaklaştırmanız gerekecektir. Fakat aradığınız şey o bir gram altındır, tonlarca
pislik değil!..
20- 2004/50
MATTIE STEPANEK
Dünya üzerinde bazen öyle bilge kişiler yaşayıp ölürler ki varlıklarını sıradan
insanlar bilmezler. Aşağıda geçenlerde 14 yaşında iken ölen Mattie Stepanek adında
Amerikalı bir çocuğun yazdığı yazıyı bulacaksınız. Sizin de fark edeceğiniz üzere bu
dünyayı kısa süreliğine ziyaret etmiş ve sevgi ve huzur mesajını kendi yumuşak tarzı ile
tüm dünyaya duyurmuş olan bir bilgeydi.
Mattie’nin genetik bir hastalığı vardı. Bu hastalığın uzun bir ismi vardır ama
yarattığı yarattığı rahatsızlık korkutucu seviyelerdedir. Normal insanlar yaşamlarını
sürdürürlerken rahatsızlık korkutucu seviyelerdedir. Normal insanlar yaşamlarını
sürdürürlerken ne kadar çok kutsanmış olduklarını maalesef hissedememekte ve küçük
sıkıntıları büyüterek kendilerini sıkıntıya sokmaktadırlar. Örneğin Mattie normal olarak
nefes alamıyordu. Nefes alması için özel bir gayret gerekiyordu. Bu da onun bu kısa
yaşamını özellikle zorlaştıryordu. Ayrıca başka komplikasyonları da vardı. Ancak o bu
sıkıntılarını bir kenara bırakarak kendisini herkese sevgi mesajını yaymaya adadı.
Aşağıda Ted Henry’nin Mattie hakkında yazdığı yazıyı bulacaksınız.
“Mattie Stepanek bu dünyaya sevgi ve huzurun elçisi olarak doğmuştu, bu onun
kaderi idi. Bu çocuk kısa yaşamı boyunca sevgi içinde yaşadı ve bu mesajı yaydı. Mattie
22 Haziran 2004 tarihinde Maryland, Rockville’de gözlerini kapadı. Öldüğünde 13 yaşını
bitirmek üzereydi. Dysautonomic mitochondrial myopathy adı verilen nadir rastlanan bir
genetik rahatsızlığı vardı. Nefes alış verişi, kalp atışları, tansiyonu ve sindirim sistemi bu
hastalık yüzünden çok zarar görmüş ve zayıflamıştı. Ancak oksijen maskesi ile nefes
alabiliyordu. Mattie’nin kendisinden daha büyük üç kardeşi de bu hastalık yüzünden
hayatlarını kaybetmişlerdi.
Mattie ise bu dünyaya geliş amacının sevgi mesajını yaymak olduğunu hissetmişti.
Hastalığının bu görevine engel olmasına izin vermedi. Mattie insanların dikkatini cesareti
ve yazdığı şiirler sayesinde çekti.
Üç yaşından beri şiir yazıyordu. Önceleri annesi onun şiirlerini yazıya döküyordu
ama sonra o okuyup yazmayı öğrendikten sonra kendisi yazmaya başladı. 2002 yılında
şiirlerine beste yapmaya başlamıştı. Mattie söyledikleri ve söylediklerini söyleme şekli ile
tüm dünyada meşhur olmuştu.
33
Çok hasta olduğunu bilmesine ve hastalığın kendisine getirdiği birçok engele
rağmen şiirlerini yayınlamak istiyordu. 2001 yılında rüyaları gerçek oldu ve ilk şiir kitabı
yayınlandı, ‘Heartsongs(Kalp Şarkıları)’. ‘Heartsongs’ kısa zamanda en çok satan kitap
oldu. Mattie sonradan dört şiir kitabı daha yazabildi. ‘Journey Through
Heartsongs(Kalp Şarkıları vasıtası ile yolculuk), Hope Through Heartsongs(Kalp
Şarkıları vasıtası ile umut), Celebrate Through Heartsongs(Kalp Şarkıları ile
Kutlama) ve Loving Through Heartsongs(Kalp Şarkıları vasıtası ile sevmek)
Bu kitaplardan üçü New York Times’in best seller/en çok satanlar listesine girdi.
Mattie Amerika’nın en popüler televizyon programlarına çıktı. Örneğin Larry
King’e, Oprah Winfrey Şov’a, Good Morning America’ya ve sıkı sık CNN’e çıktı
ve şiirlerini okudu.
Bir seferinde bir TV programında eski Başkanlardan Jimmy Carter ile
tanıştı. Sonradan Jimmy Carter onun hakkında şöyle diyecekti, “Ben
122 değişik ülkeye gittim, krallarla, kraliçelerle tanıştım, ama hayatta
tanıdığım en olağanüstü insan Mattie oldu.”
Mattie bir keresinde şöyle demişti, “Ben ölüm gelene kadar
yaşamayı seçiyorum, ölüm gelene kadar vakit geçirmeyi değil”
Yine bir seferinde kas hastalıkları için düzenlenen bir kampanyanın
hazırlayıcısı olmuş ama tam program televizyonda yayınlanacağı sırada rahatsızlanmıştı.
Televizyon şovu programına Mattie’nin katılamayacağı açıklanınca bu Mattie’nin zoruna
gitmiş ve en hasta hali ile programa gitmişti. Sahneye çıktı ve konuşmaya çalıştı. Tek
söyleyebildiği “Nefes alamıyorum, konuşamayacağım” oldu.
Sonradan en sevdiği elbise olan smokini giyince, “İşte şimdi oldu, smokinle
konuşabilirim” dedi ve sahneye çıkıp şöyle konuştu, “Ben tüm insanlığın elçisi olmak ve
sonra da baba olmak istiyorum” İlk yedi çocuğunun isimleri bile hazırdı. Geniş bir aile
miras bırakmak istiyordu, ama şurası muhakkak ki Mattie’nin mirası çok daha büyük oldu.
Mattie dünyadaki olayların da farkındaydı ve bir seferinde yine yoğun bakımda
iken Irak Savaşı çıktı. Mattie bunu duyunca hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ağlaması o
kadar uzun sürdü ki annesi Jeni sonradan şöyle demişti, “İnanın bana ben onun bu kadar
çok ağladığını hiç görmedim. Kendi problemlerine bile bu kadar çok üzülüp ağlamadı.”
Aşağıda onun yazdığı bazı şiirleri bulacaksınız.
1)
Melekler hakkında
Siz meleklerin üzerinde ne olduğunu biliyor musunuz?
Onlar
Melek Halesi ve Melek Kanadı takarlar
Melek giysisi giyerler ve içlerinde Melek iç çamaşırları vardır
Melek çorabı giyerler
Ve başlarında Melek Saçı vardır
Ancak bazılarının saçı yoktur
Bazı çocuklar ve bazı büyükler saçsızdır
Çünkü onlar saçlarını döken ilaç içmek zorundadırlar
Ve bazen ilaçlar onları iyileştirmez
Ve ölürler
Öldüklerinde başlarında Melek saçları olmaz
O zaman Tanrı ne yapar bilir misiniz?
O onlara birer Melek Peruğu verir
İşte melekler bunları giyerler
34
2)
Cennetteki Karşılama
Sevgili Tanrım
Uzun süre Sen beni
Nasıl karşılayacaksın diye merak ettim
Öldüğüm ve Cennete Senin yanına geldiğim zaman
Ben gelenleri karşılamak ve evine davet etmek için
Elini uzattığını duymuştum
Ama sağ elini mi yoksa sol elini mi?
Uzatıyorsun bilemedim
Ben şimdi artık merak etmiyorum
Anneme sordum
Ve o bana dedi ki
Sen bizi karşılamak için
Kollarını sonuna kadar açıp
Her iki elini de uzatıyormuşsun
Ve bize kocaman sarılıyormuşsun
Vay canına!
Beni kucaklamanı dört gözle bekliyorum
Sevgili Tanrım
Ve Amin
3)
Eğer Yapsalardı Ben Yapardım…
Eğer onlar hastalığımın çaresini ben daha çocukken bulurlarsa
Ben bisiklete binerim ve patenle kayarım
Ayağımda patenlerimle dağ yollarında
Ve kırlarda uzun yürüyüşlere çıkarım
Eğer onlar benim hastalığımın çaresini ben gençken bulurlarsa
Ehliyet alırım ve araba kullanırım
Lise bitirme balosunda dans ederim
Eğer onlar benim hastalığımın çaresini ben büyüdüğümde bulurlarsa
Dünyanın çevresini dolanırım ve herkese barışı anlatırım
Ve evlenebilirim ve belki de kendi çocuklarım olur
Eğer onlar benim hastalığımın çaresini ben yaşlandığımda bulurlarsa
Kutsal mekânları ziyaret ederim
Her türlü kültürü onurlandırırım
Ve belki de torunlarımın resimlerini gururla gösteririm
Eğer onlar benim hastalığımın çaresini ben daha henüz yaşarken bulurlarsa
Her gün acı çekmeden ve makinalara bağlı olmadan yaşardım
Ve ben bugüne kadar dünyada söylenmemiş en büyük teşekkürle
Şükranlarımı sunardım, kutlama yapardım.
Eğer onlar benim hastalığımın çaresini ben cennette iken bulurlarsa
Orada erkek ve kız kardeşlerimle bunu kutlardım
Ve yine mutlu olurdum çünkü biliyorum ki
Ben bunun bir parçasıydım
35
4)
Öldüğüm zaman (2.bölüm)
Ben öldüğüm zaman
Cennette bir çocuk olmak istiyorum
Ben on yaşında bir melek olmak istiyorum
Ben cennette
Bir kahraman olmak istiyorum
Ve bir arabulucu olmak istiyorum
Aynı dünyadaki hedefim gibi
Tanrı’ya soracağım
Araf’taki insanlara yardım edebilir miyim diye
Onlara düşünmeyi öğreteceğim
Yaşamları hakkında
Ruhları hakkında
Gelecekleri hakkında
Onlara yardım etmek istiyorum
Belki bu sayede kendi kalplerinden
Gelen şarkıları duyabilirler
Belki bu sayede,
En sonunda Tanrı’nın yüzünü görebilirler
Öldüğüm zaman
Ben aynı burada
Dünyada iken olmak istediğim gibi olmak istiyorum.
5)
BEN BENİM /I AM
Ben siyahım
Ben beyazım
Ben bu ikisi arasında tüm diğer renklerim
Ben gencim
Ben yaşlıyım
Ben olabilecek her türlü yaştayım
Ben sıskayım ve yetersiz beslenmişim
Ben şişmanım ve iyi beslenmişim
Ben dikkat çekmek istiyorum
Ben ünlüyüm
Ben başörtülüyüm
Ben sözü edilemeyecek kadar değersizim
Ben kısa boyluyum
Ben uzun boyluyum
Ben olabilecek her türlü şekildeyim
Ben akıllıyım
Ben mücadeleye girmişim
Ben bir gelecek istiyorum
Ben yapabilirim
Ben zayıfım yapamam
36
Ben biraz kuvvetliyim
Ben kuvvetsizim
Ben varım
Ben düşünceyim
Ben var olan her şeyim
Hep söylenen ve yapılan her şeyim
Ben doğdum
Ben ölüyorum
Ben sıradan bir kökün tozuyum
Ben Rahmet’im
Ben Acı’yım.
Ben yaptıklarının meyvasının peşinde koşan bir yorgun bir işçiyim
Ben bir köleyim
Ben özgürüm
Ben yaşama bağlıyım
Ben fakirim
Ben kavgalar ve çekişmeler sonunda elde edilmiş servetim
Ben gölgeyim
Ben şan ve şerefim
Ben utancımdan herkesten saklanıyorum
Ben kahramanım
Ben sürekli kaybedenim
Ben bir ismim olsun diye yanıp tutuşuyorum
Ben bomboşum
Ben gururluyum
Ben yarınımı arıyorum
Ben büyüyorum
Ben soluyorum
Ben üzüntüler ve sıkıntılar arasında umudum
Ben eminim
Ben şüpheliyim
Ben çözüm konusunda umutsuzum
Ben liderim
Ben öğrenciyim
Ben kaderim, ben ölümüm ve ben yeniden başlangıcım
Ben varlıkların içindeki canım
Ben sesim
Ben hatırlanmayan anıyım
Ben şansım/fırsatım
Ben sebebim
Ben gayretim, engelim ve duvarım
Ben o erkeğim
Ben o kızım
Ben kafiyesi olmayan şiirim, ben akılım
Ben geçmişim
Ben yaklaşıyorum
Ben her zaman varım
Ben çokum
Ben hiç kimse değilim
37
Ben her varlığın varlığı ile varım
Ben benim
Ben senim
Ben hükmolunan bütün ruhlarım
Ben Ben’im
Larry King’in televizyon programına çıktığında Mattie şunları söylemişti, “Biz
hepimiz yalnızca bir tek şeyden yapılmışız. Bunun adına ne derlerse desinler! Bazı
kimseler Tanrı, bazıları Allah, bazılar Yehova v.s. diyorlar. Bütün bu isimlerin hepsi de
çok güzel ve eşsiz. Ben bunun Tanrı’nın istediği şey olduğunu düşünüyorum, yani böyle
değişik isimlerle O’na seslenmemizi istiyor. Ama ben O’nun ne istemediğini size
söyleyeyim, O bizim O’na ne şekilde sesleneceğimiz hususunda aramızda kavga
etmemizi istemiyor, bunu kesin olarak söyleyebilirim.”
Mattie’nin son bir şiiri ile bitiriyoruz.
6)
Kalbimin derinliklerinde bir şarkı var ve onu yalnızca ben duyuyorum
Gözlerimi kapadığımda ve sakin oturduğumda
Bu dünyada herkesin kendisine özel bir kalp şarkısı var
Tabi eğer müzikli kalplere inanıyorsanız
Ve mutlu olabileceğinize inanıyorsanız
İşte o zaman siz de kendi özel kalp şarkınızı duyabilirsiniz
Umarız Mattie şimdi İlahi Yaratıcı ile kavuşmuştur ve sonsuz sürurun içindedir.
21- 2004/52
İLGİNÇ BİR TARTIŞMA
Tanrı’ya inanmayan bir profesör bilimle Tanrı arasında problem hakkında sınıfta
konuşma yapıyordu. Öğrencilerinden birine doğru döndü ve şöyle sordu,
Prof: Sen Tanrı’nın bir saliğisin öyle değil mi?
Öğrenci: Evet efendim
Prof: Yani Tanrı’ya inanıyorsun öyle değil mi?
Öğrenci: Kesinlikle efendim
Prof: Tanrı iyi midir?
Öğrenci: Tabii ki iyidir.
Prof: Tanrı’nın her şeye gücü yeter mi?
Öğrenci: Evet.
38
Prof: Benim kardeşim sürekli olarak Tanrı’ya kendisini iyileştirmesi için dua ettiği halde
kanserden öldü. Çoğumuz başkaları hasta olduğunda ona yardım etmek için gayret
ederiz,
öyle değil mi? Fakat işte Tanrı yardım etmedi. O zaman Tanrı nasıl iyi olabiliyor?
Öğrenci sessiz kalır.
Prof: Cevap veremiyorsun öyle değil mi? Pekâlâ baştan başlayalım. Tanrı iyi midir?
Öğrenci: Evet.
Prof: Şeytan iyi midir?
Öğrenci: Hayır.
Prof: Şeytan Tanrı’dan gelmiyor mu?
Öğrenci: Tanrı’dan geliyor.
Prof: Evet doğru! Söyle bana oğlum, bu dünyada kötülük var mı?
Öğrenci: Evet.
Prof: Kötülük her yerde öyle değil mi? Ve her şeyi de Tanrı yarattı, öyle değil mi?
Öğrenci: Evet.
Prof: Kötülüğü kim yarattı?
Öğrenci cevap vermez.
Prof: Hastalıklar dört bir tarafı sarmamış mı? Ahlaksızlık? Nefret? Çirkinlik? Dünyada bu
kadar korkunç şeyler var doğru değil mi?
Öğrenci: Evet efendim.
Prof: Peki bunları kim yarattı?
Öğrenci cevap vermez.
Prof: Söyle bana oğlum, sen Tanrı’ya inanıyor musun?
Öğrenci: Evet sayın profesör, inanıyorum.
Prof: Bilim diyor ki çevremizdeki dünyayı tanıyıp araştırabilmen için beş duyumuz var.
Peki sen hiç Tanrı’yı gördün mü?
Öğrenci: Hayır efendim.
Prof: Peki Tanrı’nın sesini duydun mu?
Öğrenci: Hayır efendim.
Prof: Tanrı’ya dokundun mu, tadını aldın mı, kokusunu aldın mı? Bu bağlamda Tanrı’yı
hiçbir kere duyularınla hissedebildin mi?
Öğrenci: Hayır efendim, korkarım hissedemedim.
Prof: Ama hala O’na inanmaya devam ediyorsun değil mi?
Öğrenci: Evet.
Prof: Bilim, deneysel olarak, uygulama olarak, sınanabilir, test edilebilir, çözümlenebilir
olarak, kontrol edilebilir olarak, kanıtlanabilir olarak, hakkında tutanak tutulabilir olarak
inceleme yaptığında Tanrı’nın var olmadığını söylüyor. Buna ne diyorsun sevgili oğlum?
Öğrenci: Hiçbir şey demiyorum, ben sadece inanıyorum.
39
Prof: Ha evet inanç! Bilimin karşı karşıya olduğu problem bu işte!
Öğrenci: Sayın profesör, bana söyler misiniz dünyada sıcaklık var mı?
Prof: Evet var.
Öğrenci: Peki dünyada soğukluk var mı?
Prof: Evet.
Öğrenci: Hayır yok efendim.
(Dersin yapıldığı büyük salonda birden buz gibi bir hava esti. Herkes susmuş dinliyordu.)
Öğrenci: Efendim siz sıcaklık elde edebilirsiniz, hatta daha yüksek sıcaklık, süper
sıcaklık, mega sıcaklık, beyaz sıcaklık, az sıcaklık ve hatta sıfır sıcaklık elde edebiliriz.
Ama soğuk diye bir şey yoktur. Öyle değil mi? Sıfırın altında -273
dereceye ulaştığımızda sıcaklık yoktur, ama ondan daha ötesine
ulaşamıyoruz. Yani soğuk diye bir şey ile karşılaşamıyoruz. Soğukluk
sıcaklığın olmadığını ifade etmek için kullandığımız bir sözcük
yalnızca. Biz soğuğu ölçemiyoruz. Sıcaklık enerjidir. Soğuk ise
sıcaklığın tam karşıtı değil yalnızca onun yokluğudur.
Salonda yine büyük bir sessizlik oldu.
Öğrenci: Peki ya karanlık sayın hocam? Karanlık diye bir şey var mıdır?
Prof: Karanlık diye bir şey yoksa gece ne oluyor o zaman?
Öğrenci: Yine doğru değil efendim. Karanlık denilen şey ışığın yokluğudur. Siz az ışığa,
normal ışığa, parlak ışığa, flaş yapan yani yanıp sönen ışığa sahip olabilirsiniz… Fakat
sürekli yanan ışığınız olmadığı zaman buna karanlık diyorsunuz, öyle değil mi? Hakikatte
karanlık diye bir şey yoktur. Eğer olsaydı karanlığınız, daha karanlığınız, en fazla
karanlığınız olurdu.
Prof: Yani ne demek istiyorsun genç adam?
Öğrenci: Efendim, benim söylemek istediğim şey sizin felsefi/düşünsel olarak yaklaşım
şekliniz hatalıdır.
Prof: Hatalı mı, ne demek istiyorsun?
Öğrenci: Efendim sizin dayanak noktanız dualiteye, yani ikiliğe dayanıyor. Sizin
tartıştığınız şey önce yaşam var, sonra ölüm var. Tanrı iyi midir, yoksa kötü müdür? Sizin
düşünce şekliniz ve ortaya koyduğunuz kavram Tanrı’nın sonlu olduğu ve ölçülebilir bir
şey olduğu üzerine kurulu. Sayın hocam, bilim düşünceyi bile açıklayamıyor. Düşünce
elektriği ve manyetizmayı kullanıyor, fakat daha bugüne kadar daha kimse düşünceyi ne
görebildi ne de anlayabildi. Ölümün yaşamın tersi olduğu düşüncesi ise ölümün tek
başına var olamadığı gerçeğini bilinmediğini gösteren bir cehalet açıklamasıdır. Ölüm,
yaşamın tersi değildir, yalnızca yaşamın olmadığı durumdur. Lütfen bana söyler misiniz,
siz öğrencilerinize insanın maymundan geldiğini öğretmiyor musunuz?
40
Prof: Eğer doğal seleksiyon ve evrimden söz ediyorsan evet doğru, öyle öğretiyorum.
Öğrenci: Siz bu evrim meselesini kendi gözlerinizle gözlemlediniz mi acaba?
Prof: Profesör hayır anlamında başını salladı, tartışmanın nereye gideceğini anlayarak
gülümsedi.
Öğrenci: Siz bu evrimi gözünüzle görmediğiniz halde aklınızla düşündünüz ve bunu
onayladınız öyleyse. Peki, bize aklınızı gösterebilir misiniz?
Prof: Hayır.
Öğrenci: (Sınıfa dönerek) Aranızda profesörün aklını gören var mı?
Sınıfta büyük bir kahkaha koptu.
Öğrenci: Aranızda sayın hocamın aklını gören, duyan, dokunan veya hatta koklayan
birisi yok mu? Bu deneyimi yaşayan hiç kimse yok gibi gözüküyor. O zaman bilim,
deneysel olarak, uygulama olarak, sınanabilir, test edilebilir, çözümlenebilir olarak,
kontrol edilebilir olarak, kanıtlanabilir olarak, hakkında tutanak tutalabilir olarak inceleme
yaptığında sizin hiç aklınızın olmadığını söylüyor. O zaman bütün saygımla size şunu
sorabilir miyim efendim. Acaba biz sizin verdiğiniz derslere nasıl inanabileceğiz?
Salonda büyük bir sessizlik oldu. Profesör anlamsız bir yüz ifadesi ile öğrencisine
bakıyordu.
Prof: Sanırım sizin hepinizin buna inanması gerekecek öyle değil mi?
Öğrenci: Evet çok doğru! İşte insan ile Tanrı arasındaki ilişki de inanca dayanmaktadır.
O inanç sayesinde herşey hareket etmekte ve yaşamlarını sürdürmektedir.
22- 2004/53
MERHAMET BÖYLE BİR ŞEYDİR
Tanrı bize bizim içimizde olduğunu söylemektedir. Tabi yalnızca birkaç kişiyi değil
Yaratılışın içinde yer alan tüm canlı varlıkları işaret etmektedir. Fakat
bu ifadeden şöyle şüpheli yargılara da varılmaz mı? Eğer öyleyse
Tanrı nasıl bir başka insanı öldüren katilin içinde olabilir? Bu soru
ayrıntılı bir şekilde başka yazıların konusu olmuştur. Burada ben size
sınıfaki öğrencilerimden birinden gelen aşağıdaki hikâyeyi aktarmak
istiyorum. Bu hikâye Tanrı’nın her bir canlının içinde ikamet etmekte
olduğunu gösteriyor.
41
Hikâye Bangalore şehrinde Raja isminde bir adamın etrafında şekilleniyor. Raja
Rickshaw denilen üç tekerlekli küçük taksilerden birisinin şoförü idi. Peki şimdi ne yapıyor
acaba? Raja şu anda 38 yaşlarında.(Yıl 2004) On yıl önce Raja içki içer, kavgalara
karışır ve hatta kesici alet kullanarak küçük suçlara karışırdı. Anne ve babası onun bu
davranışlarından o kadar bıkmışlardı ki onun ölmesi için dua ediyorlardı. Sonra bir gün bu
kötü şöhretli Raja tanınmayacak kadar değişti. Biz hayatta bir hoca, efendi, mürşid v.s.
vasıtası ile dönüşen ve doğru yolu bulan ve hatta sonradan büyük bilge olan çok kişi
tanıyoruz. Aralarında geçmişinde haydut olanlar bile vardı. Ama bu Raja’nın kendisine yol
gösteren, doğru yolu telkin eden hiçbir öğretmeni olmamıştı. Bu dönüşüm yavaşça ve
içeriden gelerek olmuştu. Bildiğiniz üzere bir taksi şoförü olarak sürekli olarak sokaklarda
idi. Her gün fakirlik, sefalet, ıstırap, acı, vahşet, haksızlık, adaletsizlik v.s. görüyordu. Bu
görüntüler onu çok rahatsız ediyordu.
Sonradan kendisi şöyle anlatıyor, “Ben hiçbir zaman dindar bir insan olmamıştım.
Fakat bu insanların sefalet içindeki durumlarını gördükçe Tanrı’nın buna nasıl izin
verdiğini düşünmeye başladım.”
Raja bir gün böyle sefil bir durumda ve kimsesiz birisini evine götürdü. Ailesi buna
hiç hazırlıklı değillerdi ve şok olmuşlardı. Daha önce sürekli kötü davranışları ile
kendilerini rahatsız eden bu oğlanın bu sefer de ‘iyiliği’ ile rahatsız olmuşlardı. Raja
yaptığı işi şöyle anlatıyor, “Tek yaptığım şey onlara yıkanma fırsatı vermek, onları
temizleyerek temiz elbiseler vermek ve karınlarını doyurmaktan ibaretti. Bu sayede huzur
içinde son nefeslerini veriyorlardı.”
Raja onların ölümlerinden sonra cenaze törenlerini de hazırlıyordu.
Küçük başlangıçlarla işe girişti. Bir süre sonra “Umut Evi”ni (Home of Hope) açtı.
Yani çaresiz durumda olan insanların ihtiyaçlarını karşılayan bir yuva kurdu. Bugün bu
merkezde farklı yaşlardan 80 civarında kimsesiz insan kalmaktadır. Bunların arasında
mesela tekerlekli sandalyede yaşayan 23 yaşındaki Deepa vardır. O merkezde kalan
çocuklarla ilgileniyor. Dört yaşında olan Gracy sokaklarda bir gözünü kaybetmiş halde
bulunmuştur ve merkezde kalmaktadır. Yapılan bir ameliyat sayesinde camdan bir özü
vardır ve okula gimektedir. Bir enerji küpüne benzemektedir.
Raja büyük bir tutku ile şöyle konuşmaktadır, “Benim hayalim Bangalore’da günün
birinde hiçbir insanın sokaklarda evsiz bir şekilde yaşamamasıdır.” Tabi bu çok miktarda
para gerektirmektedir. Etrafta Raja’ya yardım eden çok sayıda nazik ruhlar vardır ve Raja
bu sayede yürüdüğü yolda devam etmektedir. Önüne çıkan zorlukları ve engelleri aşarak
Bangalore’un yoksul ve kimsesiz yaşlılarının temiz ve huzurlu bir ortamda rahatça ve
insanca son nefeslerini vermelerine yardım etmektedir.
42
Raja hepimize çok büyük bir ders vermektedir. Kalbimizin içinde merhamet
bulundurmuyorsak o zaman kalbimiz olduğu nasıl iddia edebiliriz.
Tabi biz kendimizi şöyle haklı çıkarabiliriz. Biz Raja olamayız ki? Hepimizin
sorumlulukları var. Tabii ki var, ama en azından onun yaptığının yüzde birini yapamaz
mıyız? Gelin hesap yapalım, eğer dünyadaki insanların yüzde beşi onun yaptığının yüzde
beşini yapsaydı o zaman dünyada ne kadar büyük bir değişiklik meydana gelirdi, öyle
değil mi? Düşünün!
23- 2004/54
SOKAK ÇOCUKLARININ DEĞİŞEN KADERİ
Her büyük şehirde sokak çocukları vardır. Bu çocuklar New York’ta, Londra’da,
Bombay’da v.s. sokakta yaşarlar. Bu hikâye Fas’ta Casablanca şehrindeki sokak
çocukları üzerinedir. 1994 yılı Kasım Ayında bir doktor yolda durup bazıları ile konuştuğu
anda onların kaderleri değişmişti.
Doktor M’jid Najat Casablanca’da Sokak çocukları olduğunu
bilmiyordu. Yolda araba ile giderken birden yolun kenarında küçük
ve genç çocuklardan oluşan bir çete grubu gördü. Çöplerin
arasında pis bir halde yaşıyorlardı. Kadın doktor çok şaşırmış ve
çocukların hallerinden sarsılmıştı. Arabasını durdurdu ve
çocukların yanına gitti. Şöyle dedi, “Ben bir doktorum. Sizin için bir şey yapabilir miyim?”
Çocuklar onu ciddiye almadılar. Bir tanesi şöyle yanıtladı, “Tabii ki yapabilirsin, bana bir
paket sigara vermeye ne dersin?”
Onun bu cevabına diğer çocuklar gülerek katıldılar. Fakt Dr.Najat öyle kolay geri
çekileceğe benzemiyordu. Çocuklarla konuşmaya devam etti. Bu sırada havada süzülüp
gelen büyük bir çöp torbası tam çocukların üzerine düşüyordu. Yanlarındaki binanın üst
katlarından bir bayan çöp torbasını aşağıya doğru atmıştı. Dr.Najat daha önce hayatında
böyle bir şey görmemişti.
Bu araya rağmen konuşma devam etti ve çocuklar yavaşça anladılar ki bu bayan
doktorun kendilerie verebileceği şey sevgi ve merhametti. Onun merhmeti onların
kalplerini eritti ve çocukların onun yardımını kabul etmelerini sağladı. Dr.Najat arabaya
gidip çantasını getirdi. Çantasını açarak onlarn yaralarını önce temizledi, sonra tedavi
43
etti, cerahatlarını çıkardı, ilaç sürdü ve sonra da bandajladı. Gitme vakti geldiğinde
çocuklar ona “Adieu”(Elveda) dediler. Çocuklar Dr.Najat’ı bir daha görebileceklerini
sanmıyorlardı. Ama yanılmışlardı.
Dr.Najat yaşadığı bu tecrübeden şoka uğramıştı. Kendi kendine şöyle diyordu,
“İnsanlar bu koşullarda nasıl yaşayabilirler?” Ayrıldıktan sonra çocukları düşünmeye
devam etti. Ertesi gün Dr.Najat yine o gecekondu mahallesindeydi. Çocukları alıp bir
hamama götürdü. Çocuklar uzun yıllardan beri ilk kez güzel bir banyo yapıyorlardı. Sonra
onları evine götürerek onlara kocasından ve onun arkadaşlarından aldığı kıyafetlerden
dağıttı. Birdenbire, çocuklar kot pantolonlar ve temiz T-şörtler içinde normal çocuklar gibi
görünmeye başlamışlardı.
Sonra işler birbirini kovaladı. Dr.Najat onlara terk edilmiş bir ev buldu. Yaptığı
araştırmada evin bir yetim yurduna ait olduğunu öğrendi. Yurdun yöneticileri ile bir
anlaşma yaptı ve tamiratları üstlenmek şartı ile onun ve çocukların evi kullanmalarına izin
verdiler. Tamiratlar ayarlandı ve şimdi çocukların artık bir evleri vardı. Sokağa ve sokakta
uyumaya mahkûm değillerdi. Yakınlardaki bir otel bunu işittiğinde çocuklara yatak
yardımında bulundu. Bu şekilde sevgi ve şefkat ağacı büyümeye devam etti.
Sonra bir gün bir eğitimci geldi ve Dr.Najat’ın yaptıklarına katkıda bulunmak istedi.
Başka yerlerden bağış alıp alamayacağını sordu. Bunun üzerine Dr. Najat uçakla ülkesi
Fransa’ya gitti. Orada yaptığı temaslarla Air France’dan, Fransız Hükümetinden ve diğer
değişik kaynaklardan 20.000 USD tutarında bağış topladı. Bu para ile küçük bir okul açtı
ve bir eğitim projesi başlattı.
Bu okulu bitiren ve artık Dr.Najat’ın bakımına ihtiyacı olmayan çocuklar saygıdeğer
vatandaşlar gibi hayata atılmakta ve onlardan boşalan yerlere de hemen başka çocuklar
alınmaktadır. Mumlar yakılmıştır, şimdi beklenen o yakılan mumların kendilerinin başka
mumları yakmalarını sağlamaktır.
Şöyle güzel bir söz vardır, “Herkesi sevin, Herkese hizmet edin!” Birçoğumuz
bu sözü birkaç kez değil, defalarca işitmişizdir. Ancak işte bu sözü yaşamlarımızı
değiştirmesi için kullanmıyoruz. İşte Dr.Najat bu sözü uygulamaya koyan insanlardan
biridir. Bu nasıl gerçekleşmiştir? Çünkü bizler dışarıdan gelen bu sözü kulaklarımız ile
işitiyoruz, halbuki Dr.Najat içinden gelen sese kulak vererek kalbi ile dinlemiştir. Tek fark
buradadır, bunu bir düşünün!
44
24- 2004/55
SİZ TANRI MISINIZ?
Soğuk bir akşamda altı yaşlarında bir çocuk mağazanın vitrininden içeri bakıyordu.
Küçük çocuğun ayakkabıları yoktu ve kıyafetleri de parçalanmıştı. O sırada oradan
geçmekte olan bir bayan küçük çocuğu fark etti. Çocuğun yanına gitti ve elinden tutarak
onu dükkândan içeriye soktu. İçerde ona bir ayakkabı,
yeni kıyafetler, kazaklar ve güzel bir mont aldı. Dışarıya
çıktıklarında bayan çocuğa şöyle dedi, “Şimdi eve
gidebilir ve güzel bir Noel tatili geçirebilirsin.”
Küçük çocuk kadının yüzüne bakarak meraklı bir
şekilde sordu, “Afedersiniz, siz Tanrı mısınız Madam?”
Kadın gülümseyerek yanıtladı, “Hayır oğlum, ben
yalnızca O’nun çocuklarından biriyim.”
Çocuğun yüzü aydınlanmıştı, “Aha” dedi, “Ben bir akrabalığınız olduğunu
anlamıştım zaten.”
25- 2004/56
MASA ÖRTÜSÜ
Rob Reid yeni rahip olmuştu. Ekim ayının
başlarında eşi ile beraber ilk görev yeri olan New
York’un kenar mahallerindeki kiliseye doğru yola
çıktılar. Kiliseye vardıklarında onları bir hayal
kırıklığı bekliyordu. Atandığı kilisenin binası eski
püskü, yıpranmış ve heryeri tamir isteyen bir
bina idi. Karı koca kendilerine hedef olarak Aralık
ayındaki Noel Törenine kadar kilisenin
eksikliklerini tamamlamayı seçtiler.
Çok çalıştılar, oturma sıralarını teker teker
elden geçirdiler. Tamir edip boyayıp cilaladılar.
Duvarları tamir ettiler, boyadılar, süslediler.
45
Aralığın 18’i geldiğinde yaptıkları planın önünde gidiyorlardı ve işi bitirmek üzereydiler.
Ancak 19 Aralık’ta müthiş bir fırtına çıktı. Bölgeyi vuran büyük kasırga iki gün boyunca
dinmedi.
Ayın 21.inde rahip kiliseye gitti. Gördüğü manzara karşısında üzüntüye kapıldı.
Çatıdan içeriye su girmiş ve bu yüzden ön duvarda hasara yol açmıştı.
Kürüsünün/mimberin tam arkasındaki duvardaki sıvaların baş hizasında takribi 2 metreye
6 metre ebadındaki bir bölümü düşmüştü.
Rahip ortalığı temizlemeye girişti. 3 gün sonraki Noel Törenini ertelemekten başka
ne yapacağını bilemiyordu. Eve geri dönerken bir dükkânda kullanılmış eşyelar satıldığını
görünce inip bir bakmak istedi. Bitpazarı gibi bir yerdi ve hayır olsun diye eşyalar oldukça
ucuza satılıyordu. İçeriye girdiğinde gözüne çarpan şey bir masa örtüsü oldu. Bu örtü tığ
ile elde işlenmiş, çok güzel süslenmiş fildişi renginde harika bir sanat eseriydi. Tam
ortasında büyük bir haç resmi bulunuyordu. Rahip gözünde canlandırarak bu örtünün
takriben kilisenin duvarındaki sıvası düşmüş bölümün büyüklüğünde olduğunu tahmin
etti. Örtüyü satın aldı ve tekrar kiliseye geri gitti.
Bu sırada kar yağmaya başlamıştı. Yaşlı bir kadın koşarak duraktaki otobüsü
yakalamaya çalışıyordu. Ancak otobüs onu fark etmedi ve uzaklaştı. Bunun üzerine rahip
yaşlı kadını 45 dakika sonraki beklemek üzere kilisenin içine davet etti. Kadın sıralardan
birine oturdu ve beklemeye başladı. Bu arada rahip bir merdiven getirdi. Satın aldığı
örtüyü bir duvar halısı gibi sıvası dökülmüş bölüme asmaya niyetliydi. Rahip örtünün
duvardaki hasarlı bölümü tamı tamına kapattığını görünce hayretler içinde kaldı. Örtü
bulunduğu yere çok yakışmıştı ve çok güzel görünüyordu.
O sırada yaşlı kadın oturduğu sıradan kalkmış, aradaki koridordan kürsüye doğru
yürümeye başlamıştı. Yüzü bembeyaz olmuştu. “Sayin rahip” diye seslendi, “Bu masa
örtüsünü nereden buldunuz?” Rahip olanları anlattı. Kadın ona masa örtüsünün sağ alt
köşesinde EBG harfleri bulunup bulunmadığına bakmasını istedi. Rahip merdivenle
örtüye çıktı ve olduğunu söyledi. Bu harfler bu yaşlı bayanın isminin baş harfleriydi.
Kendisi bu masa örtüsünü 35 yıl önce Avusturya’da iken dokumuştu. Kadın bunca yıl
sonra rahibin örtüyü bulmasına çok şaşırmıştı, gözlerine inanamıyordu.
Rahibe savaştan önce kocası ile Avusturya’da oldukça iyi bir yaşamları olduğunu
anlattı. Naziler geldiklerinde evini terk etmek zorunda kalmıştı. Kocasını almış
götürmüşler, kendisini de bir esir kampına atmışlardı. Evini de kocasını da bu olaydan
sonra bir daha görememişti.
Bunun üzerine rahip hemen masa örtüsünü aşağıya indirerek yaşlı kadına vermek
istedi. Fakat yaşlı kadın masa örtüsünün yerinin kilise olduğunu, o örtüyü orada
görmekten çok mutlu olacağını söyledi. Rahip kadının bu jesti üzerine onu evine kadar
götürüp bırakmayı teklif etti. En azından bu kadarını yapabilirdi. Kadın şehrin diğer
tarafında oturuyordu ve o mahalleye temizlik işi için gelmişti.
Noel Akşamı geldi ve kilisede çok güzel bir Noel Kutlaması yapıldı. Kilise tamamen
dolmuştu. Dualar edildi, müzikler çalındı ve ilahiler söylendi. Törenin sonuna gelindiğinde
rahip ve karısı kapıya giderek herkesi yolcu etmeye başladılar. Çok sayıda insan kiliseye
tekrar geleceklerini söylediler. Rahibin mahalleden tanıdığı yaşlı bir adam sıralardan
birine oturmuş, duvara asılmış olan masa örtüsüne bakıyordu. Rahip herkes gittiği halde
46
adamın neden hala orada oturduğunu merak etti. Yaşlı adam rahibe duvarda asılı olan
masa örtüsünü nereden bulduğunu sordu. Bu masa örtüsünün İkinci Dünya Savaşından
önce Avusturya’da yaşarken karısının işlediği masa örtüsüne çok benzediğini söyledi. İki
masa örtüsü birbirine nasıl bu kadar benziyebilirdi? Yaşlı adam rahibe Naziler geldiğinde
karısının kaçmasına yardım ettiğini, kendisinin de onu takip etmek için plan yaptığını,
ama sonra yakalanarak tutuklandığını ve hapsedildiğini anlattı. Ne karısını, ne de evini 35
yıldan beri görmüyordu.
Rahip, yaşlı adama kendisini ile kısa bir geziye çıkarmak istediğini söyledi.
Beraber arabaya binerek Staten Island’a gittiler ve üç gün önce rahibin yaşlı kadını
bıraktığı evin önüne geldiler. Rahip yaşlı adama evin önündeki merdivenleri tırmanması
için yardım etti. Kapıyı çaldı ve düşünebileceği en güzel Noel Kutlamasına şahit oldu.
Rahip Rob Reid,
26- 2004/57
NUH PEYGAMBER’DEN ÖĞRENDİKLERİMİZ
Ben Bilmem Gereken Herşeyi Nuh Peygamber’in Gemisinden Öğrendim
BİR: Sakın gemiyi kaçırma!
İKİ: Şunu sakın unutma, hepimiz aynı gemideyiz.
ÜÇ: Geleceği düşün ve planla, Nuh gemiyi yapmaya başladığında yağmur yağmıyordu.
DÖRT: Sağlıklı ve zinde ol! 60 yaşına geldiğinde birisi senden büyük bir şey inşa etmeni
isteyebilir
BEŞ: Eleştirilere kulak asma, yalnızca yapman gereken görevini yerine getir.
47
ALTI: Geleceğini yükseklere inşa et.
YEDİ: Emniyet ve güvenli kaçısından çiftler halinde yolculuk yap.
SEKİZ: Hızlı olmak her zaman avantaj getirmez. Salyangozlar da çitalarla aynı
gemidelerdi.
DOKUZ: Gergin ve kızgın olduğun zamanlarda biraz denize açıl.
ON: Şunu unutma, Nuh'un Gemisini amatörler, Titanik’i de profesyoneller yaptı.
27- 2004/60
ÖRDEK
Küçük çocukken Johnny ve kızkardeşi Sally birlikte yaz tatilini geçirmek üzere
dedesinin ve anneannesinin çiftliğine gitmişlerdi. Johnny’e ormanda talim yapması için bir
sapan vermişlerdi. Oğlan ormanda uzun süre talim yapmasına rağmen hedefi vurmayı
başaramıyordu. Cesareti kırılmış vaziyette öğle yemeği için eve doğru yöneldi.
Yolda yürürken Anneannesinin çok sevdiği
ördeği gördü. İçinden gelen bir güdü ile sapanı
doğrulttu ve ördeğe doğru nişan aldı. Ördeği direk
olarak kafadan vurdu ve öldürdü. Bunun üzerine
hem büyük korkuya kapıldı hem de çok üzüldü.
Panik halinde ördeğin ölü bedenini odun yığınlarının
arkasında gözükmeyen bir yere sakladı. Odunların
arasından çıktığında kızkardeşi Sally’nin kendisini
izlediğini fark etti. Onun ne yaptığını görmüştü. Kız
kardeşi hiçbir şey söylemeden içeriye gitti.
Yemekten sonra anneanne Sally’e seslendi,
“Sally haydi gel beraber bulaşıkları yıkayalım.” Sally
şöyle yanıtladı, “Anneanne Johnny bana mutfakta
yardım etmek istediğini söylemişti.” Johnny’e
bakarak gözünü kırptı. Bunun üzerine Johhny
bulaşıkların hepsini yıkadı.
Ertesi gün dedeleri çocuklara balığa gitmek isteyip istemediklerini sordu, Ancak o
sırada anneanne öne atıldı, “Özür dilerim ama Sally’nin bana yemek hazırlamakta yardım
etmesi gerekiyor.” Sally yine gülümsedi ve şöyle dedi, “Anneanne Johnny benim yerime
sana yardım etmek istediğini söylemişti. Yine Johnny’e bakarak işaret yaptı ve
fısıldayarak “Ördeği hatırlıyor musun?” diye sordu. Bunun üzerine balık tutmaya Sally
gitti, Johnny de yemek yapmaya yardım etmek üzere evde kaldı.
48
Aradan birkaç gün geçti. Johnny hem kendi görevlerini ve hem de Sally’nin
görevlerini yapmaya deavm ediyordu. Artık daha fazla dayanamadı. Anneannesine
giderek ördeği kendisinin vurduğunu itiraf etti.
Anneannesi aşağıya doğru eğildi, Johnny’e sarıldı ve şöyle dedi, “Biliyorum sevgili
oğlum. Ben o sırada pencereden dışarıya bakıyordum ve her şeyi gördüm. Ben seni
affediyorum, çünkü seni çok seviyorum. Ben yalnızca Sally’nin seni köle olarak
kullanmasına daha ne kadar süre dayanabileceğini merak ediyordum.”
Günün Sözü ve bundan sonraki her günün sözü:
Geçmişinizde ne yaşandı ise yaşandı bitti. Yalan, korku, öfke, nefret, kin,
affetmeme, öç alma arzusu v.s. gibi düşmanlar yaptığınız şeyi sizin yüzünüze
vurmaya devam ediyorlar.
O suçunuz her ne ise şunu gayet bilin ki o sırada Tanrı sizi pencereden
izliyordu ve her şeyi gördü. O aslında sizin tüm hayatınızı en ufak noktasına kadar
gayet iyi bilmektedir Sizin şunu iyi bilmenizi istiyor ki, O sizi çok sevmektedir ve
sizi affetmiştir.
Tek merak ettiği şey de şu şeytanların sizi daha ne kadar süre ile
kullanmalarına izin vereceğinizdir. Tanrı’dan af dilediğinizde O sizi yalnızca
affetmekle kalmaz, ne yaptığınızı unutur da!
Haydi şimdi gidin ve birisinin yaşamında bir değişiklik yapın!
49
28- 2004/65
STAY HUNGRY STAY FOOLISH (AÇ KALIN, AKILSIZ KALIN!)
SEVDİĞİNİZ ŞEYİ KEŞFEDİN
Apple Computer’in dünyaca ünlü CEO’su Steve
Jobs 12 Haziran 2005 tarihinde Stanford Üniversitesi
Mezunlarına hitap ederek bir konuşma yapmak üzere
davet edilmişti. Onun konuşması 3 bölümden
oluşmuştu ve ikinci ve üçüncü bölümleri tamamen
sevgi, kaybetmek ve ölüm üzerine idi. Kendisi ölüm için
‘Yaşamın en büyük buluşu’ diyordu.
Aşağıda sizlere bu konuşmayı sunuyoruz:
“Bugün burada sizin dünyanın en iyi üniversitesini
bitirdiğiniz Diploma Töreninde sizlerle birlikte olmaktan
dolayı onur duyuyorum ve çok mutluyum. Ben üniversiteden mezun olmadım, doğruyu
söylemek gerekirse bir üniversite mezuniyetine en çok yaklaştığım an bu andır. Bugün
ben size kendi yaşamımdan üç hikâye anlatmak istiyorum. Merak etmeyin uzun değil,
yalnızca üç kısa hikâye.
Birinci hikâyem noktaları birleştirmekle ilgili;
“Reed College” üniversitesine başladıktan altı ay sonra zihnen okuldan
ayrılmıştım. Fakat tamamen kaydımın silinmesine kadar daha bir 18 ay daha üniversitede
varmışım gibi gözüktüm. Peki neden okumaktan vazgeçmiştim?
Bunun sebebi benim doğumumdan daha önceye uzanıyor. Benim biyolojik annem
hamile kaldığında genç ve bekâr bir üniversite öğrencisi idi. Beni doğurmadan çok daha
önce okuyabilmek için beni evlatlık vermeye karar vermişti. Herşey ayarlanmıştı ve
doğumdan hemen sonra beni bir avukat ve eşi evlatlık olarak alacaklardı. Ancak ben
doğduğum anda bu niyetlerinden vaz geçtiler çünkü bir kız çocuk bekliyorlardı. Bu
yüzden bekleme listesinde olan şimdiki aileme geceyarısı bir telefon geldi. “Beklenmedik
bir bebeğimiz oldu, onu ister misiniz?” diye soruldu. Şimdiki annem ve babam “Tabii ki”
diye cevap verdiler. Ancak biyolojik annem şimdiki annemin üniversiteyi bitirmemiş
olduğunu ve hatta babamın liseyi bile bitirmemiş olduğunu öğrenince evlatlık verme
kâğıtlarını imzalamayı reddetti. Ancak birkaç ay sonra bizimkiler ona beni üniversiteye
göndermek için söz verdikleri zaman razı olmuştu.
Gerçekten de 17 yıl sonra ben üniversiteye gittim. Fakat biraz tecrübesizliğim ve
biraz da aptallığım ile neredeyse Stanford Üniversitesi kadar pahalı bir üniversiteyi
seçmiştim. Ailemin tüm birikimleri benim üniversite okuma masrafına harcanıyordu. Altı
ay sonra ben bunu çok anlamsız bulmaya başlamıştım. Ben yaşamımda ne olmak
istediğimi ve ayrıca da üniversitenin buna nasıl yardımcı olacağını bilmiyordum. Bu
50
yüzden üniversiteyi bırakmaya ve okumayı terk etmeye karar verdim. Bunun sonunda her
şeyin iyi olacağına tüm gücümle inanıyordum. O zaman bu kararı vermek çok zordu, ama
şu anda bu yaptığımı hatırladığımda vermiş olduğum en iyi kararlardan biri olduğunu
görüyorum. Bırakmaya karar verdiğim anda beni hiç ilgilendirmeyen dersleri bırakabilir ve
benim geçekten ilgi duyduğum dersleri almaya başlayabilirdim.
Ancak hiç de romatik değildi. Benim üniversitenin yurdunda bir odam yoktu ve bir
arkadaşımın odasında yerde uyuyordum. İade edilmeyen Coca Cola şişelerini toplayarak
şişe başına 5 cent depozitolarını alıyor ve bu para ile de yiyecek satın alıyordum. Doğru
dürüst bir yiyecek yiyebilmek için her Pazar akşamı yürüyerek 12 km uzaktaki Hare
Krishna Tapınağına kadar yürüyordum. Sonradan merakımın ve içgüdülerimin beni
yönlendirdiği bu yolda pahası biçilmez tecrübeler edindinmiştim. Size bir örnek vereyim;
Reed College o zamanlar ülkedeki en iyi kaligrafi, yani el yazısı ve hattatlık dersleri
veriyordu. Üniversitenin kampüsünde asılan her poster, çekmecelere yapıştırılan her
etiket çok güzel bir şekilde el yazısı ile yapılıyordu. Okulu bıraktığım ve almam gereken
dersleri almak zorunda olmadığım için el yazısı ve hattatlık dersi almaya karar verdim.
Serif ve Sans Serif harf karakterlerini ve harflerin arasında çeşitli kombinasyonlara göre
ne kadar mesafe bırakılması gerektiğini bu şekilde öğrendim. Daktilo ve tipografi(belirli
tipte baskı yapma tekniği) en güzel şekilde nasıl yapılmalı idi, burada öğrendim. Bu çok
güzeldi, tarihe dayanıyordu ve sanat içeriyordu. O kadar ince bir teknik idi ki bilim bunu
kavrayamıyordu ve ben bunu büyüleyici buluyordum.
Bu öğrendiklerimin benim nerede işime yarayacağını ve gelecekte nasıl bir
uygulama alanı bulacağını hiç bilmiyordum. Fakat 10 yıl sonra biz ilk Macintosh
bilgisayarın tasarımını hazırlarken aldığım bu dersi hatırladım. Ve bu bilgileri ilk Mac’i
yaparken kullandık. Güzel bir tipografisi olan ilk bilgisayarı üretniştik. Eğer ben
üniversideki ilk yılımda almam gereken dersleri bırakıp bu el yazısı dersini almamış olsa
idim, Mac bilgisayarı böyle güzel çok yüzlü yazım şekillerine ve orantısal olarak güzel
ayarlanmış yazı formatlarına sahip olmayacaktı. Windows programı da tamamen Mac’i
kopyalamış olduğundan dolayı dolayısıyla hiçbir kişisel bilgisayar bu güzelliğe sahip
olamayacaktı. Eğer ben okulu bırakmamış olsaydım bu kaligrafi(el yazısı ve hattatlık)
dersine girmeyecektim ve belki de kişisel bilgisayarların böyle güzel bir yazı şekilleri
olmayacaktı. Tabi o zamanlar ben daha üniversitede iken noktaları böyle
birleştiremiyordum. Fakat on yıl sonra geriye dönüp baktığımda bunu çok açık bir şekilde
görüyorum.
Yani siz noktaları geleceğe bakarak birleştiremezsiniz, ancak geriye doğru
baktığınızda birleştirebiliyorsunuz. Yani bir anlamda siz noktaların gelecekte bir şekilde
birleşeceğine inanmayı sürdürmeniz lazım. Bir şeye inanmanız gerekiyor- buna içgüdü,
yaşam, kader, karma ne derseniz deyin. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman yolda bırakmadı
ve yaşamımda değişiklikler yapmamı sağladı.
İkinci hikâyem sevgi ve kaybetmek üzerine;
Ben çok şanslıydım- Sevdiğim işi yapmayı çok genç yaşlarda keşfettim. Woz ve
ben Apple şirketini bizim evin garajında yaptığımız çalışmalarla kurduk. O sıralar 20
yaşındaydım. Biz çok çalıştık ve 10 yıl içinde Apple şirketi iki kişiden 400 çalışanı olan 2
51
Milyar Dolarlık bir şirket haline gelmişti. O sırada o güne kadar yaptığımız en iyi ürünü
Macintosh’u çıkarmıştık ve ben de 30 yaşıma basmıştım. Ve o sırada kovuldum. İnsan
kendi kurduğu şirketten nasıl kovulabilir? Yani şöyle oldu. Biz Apple çok büyüyünce
şirketi bizimle birlikte yönetmesi için birisini işe almıştık. Benim kanıma göre çok yetenekli
idi. İlk yıl işler yolunda gitti. Fakat daha sonra geleceğe dair bakış açılarımız birbiri ile
tamamen çakışmaya başladı. Ve tabi en sonunda yollarımız ayrıldı. O sırada Yönetim
Kurulu Başkanımız onunla aynı fikirde olduğu için ben 30 yaşımda dışarıda kaldım. Tüm
yaşamım boyunca yapmak istediğim şey, yaşam hedefim elimden alınmıştı. Hayatım
mahvolmuştu.
Birkaç ay ne yapacağımı bilemedim. Sopayı elimden
yere düşürmüşüm ve bayrak yarışında benden önce koşanları
hayal kırıklığına uğratmışım gibi geliyordu. David Packard ve
Bob Noyce ile buluştum ve işleri mahvettiğim için özür diledim.
Ben tam bir başarısızlık simgesiydim. Her şeyi bırakıp bir
yerlere gidip saklanmayı bile düşünüyordum. Fakat yavaş
yavaş içimde bir şeyler uyanmaya başladı. Ben yaptığım işi
çok seviyordum. Apple şirketinde olup bitenler ve yaşadıklarım
bunu azıcık olsun değiştirmemişti. Ben kovulmuştum,
uzaklaştırılmıştım, fakat işte hala yaptığım işe aşıktım. Bu
yüzden tekrar en baştan başlamaya karar verdim.
O zamanlar maalesef farkında değildim, ama ondan
sonraki olaylar bana Apple’dan kovulmamın hayatımda
başıma gelen en iyi şey olduğunu gösterdi. Başarılı olmanın
verdiği ağırlık duygusu yerini yeni bir başlangıç yapmanın
verdiği hafifliğe bırakmıştı. Yaşamım boyunca bu süreçteki kadar yaratıcı olmamıştım.
Bundan sonraki beş yıl boyunca NeXT adında yeni bir şirket kurdum. Ayrıca Pixar
diye başka bir şirket kurdum. Pixar dünyanın ilk animasyon filmini üretti, adı Toy Story idi.
Pixar bütün dünyada en iyi animasyon stüdyosu idi. Sonra ilginç bir olaylar silsilesi ile
Apple Şirketi NeXT firmasını satın aldı ve ben Apple’a geri döndüm. O sıralar bizim NeXT
firmasında geliştirdiğimiz teknoloji şimdi Apple’ın yeni ürünlerinin kalbi olmuştu. Apple
şirketi rönasansı yaşıyordu. Sonra Laurene ve ben birlikte çok güzel bir aile kurduk.
Ben şuna eminim ki ben Apple’dan kovulmasaydım bunların hiçbirisi
başarılamayacaktı. Bu çok acı bir ilaçtı, fakat sanıyorum hastanın buna ihtiyacı vardı.
Bazen yaşam sizin başınıza bir tuğla ile vurur. İnancınızı kaybetmeyin. Ben şuna
inanıyorum ki benim yola devam etmemi sağlayan şey benim yaptığım işi sevmemdi.
Sizler de sevdiğiniz şeyi arayıp bulmalısınız. Bu işiniz de olabilir, etrafınızdaki insanlar da!
İşiniz yaşamınızın büyük bir bölümünü oluşturacağı için tam anlamı ile tatmin olabilmeniz
için yaptığınız işin büyüklüğüne tamamen inanmanız gerekmektedir. Ve başarılı bir iş
yapabilmek için gerekli olan şey de yapmak durumunda olduğunuz işi sevmenizdir. Eğer
henüz onu arayıp bulamadınız ise aramaya devam edin. Bir yerde oturup kalmayın! Aynı
kalple ilgili olan işlerde olduğu gibi, onu bulduğunuzda anlayacaksınız. Ve herhangi bir
ilişkide olduğu gibi yıllar geçtikçe daha da güzelleşecek ve iyileşecektir. Bu yüzden
bulana kadar aramaya devam edin. Yerleşmeyin!
52
Üçüncü hikâyem ölüm üzerine,
Ben 17 yaşında iken şuna benzer bir şey okudum, “Eğer her günü yaşamınıdaki
son gününüz gibi yaşarsanız, günün birinde mutlaka haklı çıkacaksınız.” Bunu
okuduğumda benim üzerimde büyük bir etki bıraktı. O günden bugüne kadar 33 yıl geçti.
Ben her sabah aynanın karşısına geçtim ve kendime şöyle sordum, “Eğer bugün
yaşamının en son günü olsaydı şimdi yapmak üzere olduğun şeyi yapar mıydın?” Ve
cevabın “Hayır” olduğu üst üste birkaç gün olduğunda ben yaşamımda bir şeyleri
değiştirmem gerektiğini anlıyordum.
Yaşamımda büyük seçimler yapmamı sağlayan şey her zaman yakın zamanda
öleceğimi hatırlamam oldu. Çünkü herşey yani, beklentiler, gurur, yenilgiye uğrama
korkusu, utanma korkusu v.s. ölümün karşısında önemlerini yitiriyor. Geriye gerçekten
bizim için önemli olan şeyler kalıyor. Günün birinde ve hatta görece kısa bir süre sonra
öleceğinizi hatırlamak, kaybedeceğiniz şeyleri hatırlama tuzağından bizi kurtarıyor. Siz
zaten çıplaksınız, yani sahip olduğunuz hiçbirşey yok. Bu yüzden kalbinizin gösterdiği
yoldan gitmemek için en ufak bir sebep yok.
Takriben bir yıl kadar önce bana kanser teşhisi konuldu. Sabahleyin tomografim
çekildi ve pankreasımda bir tümör olduğu ortaya çıktı. Ben o zamana kadar pankreas
nedir onu bile bilmiyordum. Doktorlar bana bu hastalığın neredeyse tedavisinin
olmadığını söylediler. Altı ay kadar bir ömrüm kaldığını söylediler. Doktorum bana eve
giderek işleri yoluna koymamı söyledi, bu onların ölüme hazırlanma kuralları imiş. Bu eve
gidip önünüzdeki 10 yıl boyunca çocuklarınıza söyleyeceğiniz şeyleri bir iki ayda
söylemeye benziyordu. Tandıklarınıza ve sevdiklerinize elveda diyebilecektiniz.
O teşhis ile bütün gün yaşadıktan
sonra akşama doğru bana biyopsi yaptılar.
Boğazımdan içeri bir endoskop soktular,
midemden geçip bağırsaklarımda kadar
ulaştı. Pankreasıma bir iğne sokarak
tümörden parça aldılar. Ben ilaçla
uyutulmuştum, fakat eşim endoskopi
sırasında doktorların yanında imiş ve
alınan hücreleri mikroskopun altında
incelediklerinde doktorlar bunun çok ender
rastlanan bir pankreas kanseri olduğunu
söylemişler. Sevinç içinde ameliyat olarak
kurtulabileceğimi
söylemişler.
Ben
ameliyatı oldum ve şimdi iyiyim.
Bu benim ölümle en çok yakınlaştığım bir zamandı ve umarım daha onyıllar
boyunca bir daha karşılaşmam. Bunu yaşamış bir kişi olarak size şunu daha kesin olarak
söyleyebilirim ki ölüm çok faydalı fakat bir o kadar da yalnızca entelektüel bir kavramdır.
Hiç kimse ölmek istemez. Hatta cennete gitmek isteyen insanlar bile oraya gitmek
uğruna ölmeyi istememektedirler. Ancak işte ölüm bizim hepimizin paylaştığı bir sondur.
Hiç kimse bu sondan kaçmayı başaramamıştır. Ve bu böyle olmak zorundadır, çünkü
Ölüm ‘Yaşamın’ en büyük icadıdır. Yaşamın kendisini değiştirme vasıtası ve aracıdır.
Yaşlıyı yok ederek ortalığı temizlemekte ve yenisi için yer açmaktadır. Şu anda siz
53
yenisiniz, fakat şu andan çok uzak olmayan bir gelecekte yaşlı olan siz olacaksınız
ve temizleneceksiniz. Bu kadar dramatik olduğum için kusura bakmayın ama bu
tamamen bir Hakikat’tır.
Önünüzdeki zaman sınırlıdır, bu kısa süreyi başka bir insanın yaşamını yaşayarak
boşa harcamayın. ‘Başka insanlar ne der?’ dogmasının/boş inanışının sizi tuzağa
düşürmesine izin vermeyin. Ve her şeyden önemlisi kalbinizin sesini ve içgüdülerinizi
takip etme cesaretine sahip olun. Bunlar sizin gelecekte gerçekten ne olmak istediğinizi
bir şekilde bilmektedirler. Başka herşey ikinci sırada gelmelidir.
Benim gençliğimde “Bütün Dünya” diye bir dergi vardı ve herkes bu dergiyi okur ve
bilgi alırdı. Buraya çok uzak olmayan Menlo Park adlı bir yerde Steward Brand isminde
birisi tarafından yayımlanıyordu. O şiirsel anlatımı ile bu dergiyi yaşama geçirmişti. O
zamanlar 1960’lı yılların sonundaydık ve daha henüz bilgisayarlar keşfedilmemişti. Bu
yüzden dergiyi yayımlarken daktilolar, makas ve polaroid fotoğraf makinaları filan
kullanılıyordu. Sizin anlayabileceğiniz şekilde anlatmam gerekirse Google’ın bir mecmua
şeklinde basılmış şekli idi. Google doğmadan 35 yıl önce idealist bir düşünce ile, basit
aletlerle ama büyük bir anlayış ve bakış açısı ile hazırlanıyordu.
Stewart ve ekibi beraberce “Bütün Dünya” nın birçok sayısını ortaya çıkardılar ve
sonra artık dergi misyonunu tamamlayınca 1970’lerin ortasında son bir sayı daha
bastılar. O zamanlar ben sizin şimdiki yaşınızdaydım. Son sayının en arka kapağında bir
fotoğraf basmışlardı. Fotoğraf bir taşrada doğanın ortasındaki bir yol fotoğrafı idi.
Fotoğrafa bakınca kendisinizi o yolda otostop yapmakta olan biri gibi hissediyordunuz.
Fotoğrafın altında şu sözler yazılı idi, “Aç Kalın, Akılsız Kalın” Sanki dergi basımını
bıraktıkları ve son sayıyı bastıkları için bir veda mesajı verir gibiydiler. Ben her zaman bu
mesajı kendim için almak ve yaşamıma uygulamak istemiştim. Ve şimdi siz mezun olup
yeni bir hayata başlamak üzere olduğunu için aynı dileği sizler için de diliyorum. Lütfen
“Aç Kalın, Akılsız Kalın” Hepinize çok teşekkür ederim.
29- 2004/66
VAAZLAR FAYDALIDIR
Kilise müdavimi olan bir adam bir gün bir gazete
editörünün okuyucu mektupları bölümüne bir mektup
yazarak her Pazar sabahı kiliseye gitmenin hiçbir faydası
olmadığını söyledi.
“Ben 30 yıldan beri kiliseye gidiyorum” diye yazdı, “Bugüne
kadar 30.000’den fazla vaaz konuşması(Rahiplerin dua
öncesi yaptığı konuşma) dinledim. Fakat bana sorsanız şu
anda bir tanesini bile hatırlamıyorum. Bu yüzden zamanımı
boşa harcadığımı ve hatta rahiplerin de
54
vaaz vererek kendi zamanlarını boşa harcadıklarını düşünüyorum.”
Bu yazı doğal olarak bir tartışma başlattı. “Editöre Mektuplar” köşesine bu konuda
mektuplar yağmaya başladı. Tabi bu durum editörün çok hoşuna gidiyordu. Bu tartışma
haftalar boyunca devam etti, ta ki günün birinde bir adam şu yazıyı arabulucu yazıyı
yazana kadar.
“Ben 30 yıllık evliyim. Bu arada eşim bana 32.000’den daha fazla yemek hazırladı.
Ne kadar düşünürsem düşüneyim o yemeklerdeki menüleri hiç hatırlayamıyorum. Fakat
şunu gayet iyi biliyorum: bütün o yemekler beni besledi ve bana güç verdi. Bu şekilde
hayatımı devam ettirebildim ve işime gidebildim. Eğer ben o yemekleri yemeseydim
bugün yaşamıyordum.”
Bu yazıdan sonra okuyucu köşesine bu konuda başka yorum yapılmadı.
Courtesy: East and West Series, Feb 2004
30- 2004/67
TANRI VAR OLAN HERŞEYİ YARATMIŞ MIDIR?
Üniversitede bir profesör öğrencilerine şu soruyu sordu ve tartışma yarattı: Tanrı
Var Olan her şeyi yaratmış mıdır?
Genç bir öğrenci cesaretle ileri atıldı ve “Evet, yaratmıştır” diye cevap verdi. Bunun
üzerine profesör devam etti, “Eğer Tanrı her şeyi yarattıysa o zaman kötülüğü de yarattı,
yani o zaman Tanrı da kötü demektir.” Öğrenci profesörün bu sözlerine cevap vermedi.
Kendisi güya Tanrı’ya inanmanın boş olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Bu sırada başka bir öğrenci parmağını kaldırdı ve “Bir soru sorabilir miyim?” diye
sordu. “Tabii ki” diye profesör izin verdi.
Genç öğrenci ayağa kalktı ve “Efendim acaba soğuk diye bir şey var mıdır?” diye
sordu. Profesör cevap verdi, “Nasıl bir soru bu böyle? Elbetteki soğuk vardır. Sen hiç
üşütüp hasta olmadın mı?”
Genç öğrenci devam etti, “Aslında efendim, soğuk yoktur. Fizik kanunlarına göre
soğuk olarak nitelediğimiz durum yalnızca sıcaklığın olmadığı durumdur. Her cisim enerji,
yani ısı yayar ve yaydığı ısı ölçülebilir. Soğuk ölçülebilen bir şey değildir. “Mutlak Sıfır”
diye nitelendirdiğimiz seviye sıcaklığın hiç olmadığı durumdur, fakat soğukluk diye bir şey
yoktur. Bizim yaptığımız şey, bedenimizi sıcak hissetmediğimizde durumu anlatmak için
bir terim yaratmaktan ibarettir.” Öğrenci devam etti, “Sayın hocam, peki karanlık var
mıdır?”
55
Profesör cevapladı, “Tabii vardır.” Genç öğrenci
yine aynı şekilde karşılık verdi, “Efendim yine yanıldınız.
Karanlık da yoktur. “Karanlık da ışığın olmadığı
durumdur. Işık üzerinde işlem yapabilirsiniz, karanlık
üzerinde deney de işlem de yapamazsınız. Karanlığı
bükemezsiniz. Küçük bir ışık huzmesi karanlığı delip
geçer ve üzerine düştüğü cismi aydınlatır. Bizler ışığın hiç
olmadığı bir durumu tarif edebilmek için “karanlık” diye bir
terim yaratmışızdır.”
En sonunda öğrenci şöyle bir soru sordu, “Hocam
kötülük var mıdır?” Profesör hemen cevapladı,” Tabii ki
var. Biraz önce söylediğim gibi dünyanın her tarafında
şiddet, zulüm, suç ve zorbalık görüyoruz. Bunların hepsi
kötüdür.”
Öğrenci devam etti, “Efendim, kötülük de yoktur.
Kötülük diye bir şey yoktur. Biraz önceki örneklerde
gördüğümüz gibi kötülük bir insanın kalbinde Tanrı’nın olmadığının sonucunda ortaya
çıkan durumu tarif etmek için insanın icat ettiği bir tabirdir.
Bunun üzerine profesör boynunu eğdi, cevap vermedi ve sustu. Genç öğrencinin
ismi “ALBERT EINSTEIN” idi.
31- 2004/69
BARDAĞI AŞAĞIYA İNDİRİN
Bir üniversitede bir profesör bir gün derse içinde su dolu bir bardağı elinde tutarak
başladı. Bardağı herkesin görmesi amacı ile yukarıya doğru kaldırarak öğrencilerine
sordu, “Sizce bu bardağın ağırlığı ne kadardır?”
Öğrenciler çeşitli cevaplar verdiler, “50 gram,
100 gram, 125 gram v.s.” “Bardağı tartmadıkça ne
kadar ağırlıkta olduğunu bilemem” diye profesör
devam etti. “Fakat benim asıl sorum şudur: Sizce
ben bu bardağı böyle birkaç dakika havada tutmaya
devam edersem ne olur?” “Hiçbir şey olmaz” diye
öğrenciler cevap verdiler. “Pekâlâ, ben bu bardağı
bir saat boyunca böyle havada tutsam ne olur?” diye
profesör devam etti. Kolunuz ağrımaya başlar” diye
bir öğrenci yanıtladı.
“Çok haklısın, pekala ben bu bardağı böyle
bir gün boyunca havada tutsam ne olur?”
56
“Kolunuz uyuşur, büyük ihtimalle koldaki
kaslara kramp girer ve hatta kolunuz felç bile olabilir.
Kesin hastaneye gidip tedavi olmanız gerekir” diye
bir öğrenci cevapladı. Tüm öğrenciler beraberce
gülmeye başladılar.
“Çok güzel. Şimdi bana söyler misiniz tüm bu
işlem sırasında bu bardağın ağırlığı değişti mi?” diye
profesör sordu. Öğrenciler “Hayır” diye bağırdılar.
“O zaman kolumun ağrımasına ve kramp
girmesine sebep olan şey nedir peki? Ne yapmam
gerekiyor?”
Öğrenciler şaşırmışlardı. İçlerinden
birisi,
“Madem öyle siz de bardağı
aşağıya indirin” diye seslendi.
“Çok haklısın” dedi profesör. “İşte
hayatta karşılaştığımız problemler de aynı
buna benzerler. Onları aklınızda bir
müddet tutarsanız fazla sıkıntı olmaz.
Uzun bir süre o konuda düşünürseniz ağrı
hissetmeye başlarsınız. Eğer onları orada
çok uzun bir süre tutarsanız felç
olursunuz, hiçbir şey yapamaz hale
gelirsiniz. Hayatta karşılaştığımız sorunlar hakkında düşünmek oldukça önemli bir şeydir,
ancak her gece uykuya dalmadan önce onları “aşağıya indirmek” çok daha önemlidir.
Bu şekilde strese girmez ve her sabah tekrar tazelenmiş, yeni bir başlangıca hazır ve
güçlenmiş olarak uyanırsınız ve her hangi bir işe koyulabilir, karşınıza çıkabilecek her
türlü sıkıntı ile yüzleşmeye hazır olursunuz.”
Sevgili okuyucu, lütfen “BUGÜN BARDAĞI AŞAĞIYA İNDİRİN!”
Yaşam budur, yaşamak böyle bir şeydir.
57
32- 2004/70
AMERIKA’NIN IŞIKLARI KAPATTIĞI GÜN
Thomas Alva Edison
8 yaşında, hasta ve işitme duyusu zayıf olan Thomas
okulda derslerde arkadaşlarından oldukça geri idi. Öğretmenleri
ondan hiç memnun değillerdi çünkü dersleri kavramakta çok yavaş
kalıyordu. Arkadaşları da kendisi ile alay ediyorlardı.
Thomas hiç de adil olmayan bir dünyada yaşıyordu. Fakat
ona inanan ve onu çok seven bir annesi
vardı. Annesi her gün onu okuldan
geldiğinde karşılıyor ve onun okulda ne
kadar kötü bir gün geçirdiğini anlatmasını
sabırla dinliyordu.
Bir gün Thomas eve elinde okulun
müdürünün
annesine
yazdığı
bir
mektupla geldi. Öğrenme yeteneği çok az
olduğu için okuldan atılmıştı. Ancak annesi mektubu fazla dert
etmedi. Thomas’ın diğer öğrencilerden daha yavaş olduğunu
biliyordu. Eğer dersler kendisine sevgi ile anlatılırsa Thomas
öğrenebiliyordu.
Annesi Thomas’a evde kendisi ders vermeye başladı. İşe yaramıştı. Kısa zaman
sonra Thomas dersleri öğrenmekle kalmadı, merak ettiği konularda bazı icatlarda bile
bulundu. Bunlar başlangıçta pek işe yaramıyorlardı.
Thomas öldüğü gün bütün Amerikalılar evlerdeki ve işyerlerindeki lambaları bir
dakikalığına olsun söndürerek Thomas’ı onurlandırdılar. Bu Thomas ilkokul müdürünün
beyni yavaş çalıştığı için okuldan attığı ve sınıf arkadaşlarının kendisine gülerek alay
ettikleri Thomas idi. Bu Thomas, elektrik ampülünün,
gramofonun mucidi Thomas idi.
Bu Thomas, Thomas Alva Edison idi. Aslında bu
Thomas 20.ci yüzyılın tanıdığı en büyük mucit idi. Kendi
adına 1.093 tane patent kaydı bulunmaktadır. Kendisi ile
alay eden okul arkadaşları sonradan Thomas’ın ölümünde
onu onurlandırmak ve anmak amacı ile lambalarını
söndürdüler.
58
Tanrı’nın yaratılışındaki her türlü varlık başka bir şekilde güzeldir, özellikle de her
bir insan güzeldir. Biz kimiz ki Tanrı’nın isteyerek ve beğenerek yarattığı bir insanı
eleştirebiliyoruz? Herkesin içindeki güzelliği keşfetmeyi öğrenmeliyiz.
33- 2004/71
DÜNYAYA BU HASTALIĞI BULAŞTIRALIM LÜTFEN
Gülümsemek bulaşıcıdır.
Nezle olur gibi bu hastalığı
kapabilirsiniz.
Bugün birisi bana güldüğünde,
Ben de gülmeye başladım.
Sonra köşeyi döndüm,
Orada başka birisi yüzümdeki
gülümsemeyi fark etti.
Bana doğru gülümsediğinde ben
Bu hastalığı ona da geçirdiğimi hissettim.
Ben gülümsemeyi düşündüm
Ve onun önemini anladım.
Benim ki gibi basit bir gülümseme
Dünyanın etrafını dolaşabilirdi.
59
Eğer gülümsemeye başlayacağınızı
hissediyorsanız.
Bunun başkaları tarafından keşfedilmesini
sağlayın.
Haydi gelin bir salgın başlatalım
Ve dünyaya bulaştıralım!
34- 2004/72
TANRI’NIN ‘BİRAZ’ YARDIMI İLE
Bir trenin içinde oturuyor ve kalkmasını
bekliyordum. Karşımda annesinin kucağında
küçük bir çocuk oturuyor ve annesine sürekli
olarak sorular soruyordu. “Anne tren ne zaman
kalkacak?” Ben tam fırsatını bulduğumu
düşündüm ve atıldım, “Biz treni itmeye
başladığımızda kalkacak” diye yanıtladım. Çocuk
gözlerini kocaman açtı ve şaırarak sordu,
”Gerçekten mi?” “Tabii ki” diye devam ettim. “Biz
itmediğimiz müddetçe kalkmayacak.”
O zaman haydi
itelim!” diye küçük
oğlan. “Dur bir dakika”
diye ben araya girdim.
“Bütün yolcular daha
henüz binmediler. Ben
sana ne zaman
itmeye başlayacağını
söylerim.”
Ben istasyondaki sinyal lambasını kontrol ettim ve istasyon memurunun çalacağını
düdüğü bekledim. Sonra tam sırası geldiğinde çocuğa seslendim, “Haydi şimdi bütün
gücünle it bakalım.”
O ve ben trenin duvarına yüklenerek
lokomotife doğru itmeye başladık.
Duvarı ittik ve ittik. Biraz sonra çocuğun
yüzünde bir gülümseme yayılmaya başladı.
60
Tren hareket etmişti. Başlangıçta çok yavaş yavaş ama sonra giderek hızlandı.
Onu kutlamak için “Başardık, başardık!” diye seslendim.
“Çok güzeldi
mutlu
Bir trenin
ama öyle değil mi?” diye sordu. Çok
gözüküyordu ve kendisini kutluyordu.
kalkmasına yardım etmişti.
Ona ön
taraftaki o büyük ve çok güçlü
lokomotiften
bahsetmeye cesaret bulamadım.
Eninde sonunda
kendisi bunu öğrenecekti.Bu hikâye
bize
bizim
herşeyi
‘kendimiz
yaptığımız’
yanılgısını hatırlatıyor. Biz genellikle kendi yaptığımız davranışlara büyük başarı
addederiz ve bunların arkasında görünmeyen ve en büyük güce sahip Tanrı’nın
olduğunu unuturuz. O bizim olduğumuzdan daha güçlü olduğumuzu düşünmemizi
sağlar. Ancak herşey O’nun tarafından yaratılmıştır, herşey O’na aittir ve herşey
O’nun tarafından gerçekleştirilmektedir.
35- 2004/75
MARANGOZUN EVİ
Yaşlı bir marangoz emekliliğe hazırlanıyordu. İşverenine artık bu ev yapma işinden
ayrılacağını söyledi. Emekli olmak ve biraz sakin bir yaşam sürmek ve ailesi ile vakit
geçirmek istiyordu.
İşvereni ise iyi bir
elemanını kaybetmekten ötürü
üzgündü ve kendisinden emekli
olmadan önce son bir ev daha
yapmasını istedi. Marangoz bunu
mecburen kabul etti ama
yüzünden bunu hiç de yapmak
istemediği belli oluyordu.
İsteksizce çalıştı ve baştansavma
işler yaptı. Eski yaptığı işlere
göre çok daha kalitesiz bir işçilikle ve kalitesiz malzemeler
kullanarak evi yapmaya başladı.
Kariyerini bitirmek için hiç de uygun olmayan bir şekilde çalışarak evi bitirdi.
Marangoz işini bitirdiğinde işverene haber verdi. İşveren evi denetlemeye
geldiğinde elinde evin anahtarını tutuyordu ve anahtarı marangoza vererek şöyle dedi,
“Bu ev senindir. Bu ev benim sana emeklilik hediyem olsun.
Ne kadar büyük bir şaşkınlık ve büyük bir utanç! Eğer o evde kendisi oturacağını
bilse idi o evi böyle uydurma yapmaz, çok daha güzel bir şekilde yapardı?
Şimdi kalitesiz bir evde oturmak zorunda kalacaktı.
61
Bu hikâye bizim kendi durumumuza ne kadar çok
benziyor değil mi? Bizler yaşamlarımızı baştan savma
inşa ediyoruz. En iyiyi yapmaya gayret etmiyoruz. Hayatın
en önemli anlarında görevimizi yaparken en büyük
gayretimizi sarf etmiyoruz. Sonra bir gün yaratmış
olduğumuz duruma dönüp bir baktığımızda şoke
oluyoruz. Ama maalesef şimdi o inşa etmiş olduğumuz
evde yaşamak zorundayız. Eğer sonunda bununla
karşılaşacağımızı bilseydik yaşamımızı daha en başından
itibaren çok daha farklı yaşardık.
Siz de kendinizi bu marangozun yerine koyun. Kendi inşa ettiğiniz evi düşünün.
Her geçen gün bir çivi çakıyorsunuz, bir tahta parçasını yerine yerleştiriyorsunuz veya bir
duvar örüyorsunuz. Bu inşa edip edebileceğiniz tek bir evdir, yani kendi yaşamınızdır.
Eğer bir gün daha fazla yaşayacaksınız, o gün bile daha büyük bir ciddiyetle, saygı ile ve
ağırbaşlılıkla yaşanmalıdır.
Evin duvarında şöyle bir levha asılı olmalıdır, “Yaşam bir ‘kendin yap’
projesidir” Senin yarınki yaşamın bugün yaptığın davranışlarının ve seçimlerinin sonucu
olacaktır.
36- 2004/78
KURUMUŞ ÇAMUR TOPLARI
Adamın biri deniz kıyısındaki mağaraları
geziyordu.
Bir mağarada çadır bezinden yapılma bir
çuval buldu. Çuvalın içinde kurumuş çamur topları
vardı. Sanki birisi çamurdan yuvarlak şekilli toplar
yapmış ve bunları güneşte pişmeye bırakmış
gibiydi.
Pek bir şeye benzemiyorlardı ama bir şekilde
adamın ilgisini çektiler ve onları yanına aldı.
Kumsalda gezinmeye başladığında içinden gelen
bir istekle bu kurumuş çamur toplarını birer birer
denize atmaya başladı. Mümkün olduğu kadar
uzağa fırlatmaya çalışıyordu.
62
Az sonra fırlattığı bir çamur toplarından birisi bir kayaya çarptı ve yarılarak içi
açıldı. İçinden çok değerli kocaman bir taş çıkmıştı.
Adam heyecanlanarak elinde kalmış olan birkaç
topu kırarak açtı. Vay canına…her birisinin içinde aynı
mücevherlerden vardı! Elinde tuttuğu o birkaç tane
mücevher binlerce dolar ediyordu.
Adam birdenbire uyandı, belki de 50-60 tane
çamur topunu böyle okyanustaki dalgaların içine doğru
fırlatmıştı. Binlerce dolar yerine onbinlerce dolar sahibi
olabilirdi…fakat işte hepsini denize atmıştı.
İşte biz insanlarla da durum aynıdır. Karşımızdaki
insana baktığımızda tek gördüğümüz şey o dışarıdaki çamurdan kap oluyor. Dışarıdan
fazla bir şeye benzemiyor ve güzel bir şekilde parlamıyor olabilir; bu yüzden onu
görmezden geliyoruz ve hiç önem vermiyoruz.
Gördüğümüz kişinin, yüzü güzel olan, fiziği güzel
olan, daha uzun boylu olan, daha güzel elbiseler giymiş
olan, daha bakımlı, daha meşhur veya daha zengin
kişilere nazaran daha önemsiz olduğunu düşünüyoruz.
Fakat o kişinin içine Tanrı tarafından yerletirilmiş olan
hazineyi bulmaya gayret etmiyoruz.
Eğer o kişiyi biraz tanımak için vakit ayırsak ve
Tanrı’nın o kişiyi gördüğü gibi görebilmemiz için
Tanrı’dan yardım istesek o çamur tabaka tabaka
soyulacak ve içinden çok parlak ve görkemli bir
mücevher çıkıp ışık saçmaya başlayacaktır.
Her birimizin içinde çok değerli bir hazine mevcuttur, her birimiz özeliz.
“Tanrım lütfen daha henüz hayatlarımızın sonuna yaklaşmamış ve arkadaş
şeklindeki hazinelerimizin hepsini fırlatıp atmamış olalım. Bu dünyadaki insanları
Sen nasıl görüyorsan biz de öyle görebilelim!”
63
37- 2004/79
SAĞIRMIŞ
Bir grup kurbağa bir gün aralarında en hızlı ve en güçlü olanı bulmak için bir
yarışma düzenlediler. Yarışma dik bir tepenin yamacında başlayacak ve en tepede sona
erecekti. Yarışmaya katılan 100 kurbağa yan yana dizildiler. Diğer tüm kurbağalar da
toplanmış heyecanla yarışmayı seyrediyorlardı. Yarış başladı, ama zaman geçtikçe daha
zayıf kurbağalar yorulmaya başladılar. Bazıları yarışı bıraktı. Onları desteklemek için
toplanan seyirci kurbağalar da bunun üzerine alay edip dalga geçmeye başladılar.
“Hiçbiriniz başaramayacaksınız! Kimse en tepeye ulaşamayacak! Bu imkânsız bir
şey!” diyerek bağırmaya başladılar.
Bu bağırışlar üzerine daha fazla sayıda kurbağa yarışı bırakmaya başladı. Bunun
üzerine alaycılar daha da şiddetlendiler. Yüksek sesle ve el hareketleri ile bağırıyorlardı,
“Yapamayacaksınız işte! Hepiniz zayıfsınız! Kendinizi
mahvetmeden yarışı bırakın. Kimse tepeye tırmanamaz!”
Onların sözlerini doğru çıkarırcasına yarışmacıların
çoğunun cesareti kırıldı ve onlar da yarışı bıraktılar. Ancak
bir küçük kurbağa yarışı bırakacağına daha da büyük bir
gayrete geldi ve en tepeye ulaştı. Yarışmanın galibi
aşağıya inince tüm kurbağalar onun etrafına toplaşarak
soru yağmuruna tuttular. Ancak sorulan sorulara cevap
veremeyişinden ortaya çıktı ki bizim küçük kahramanımız
sağırmış.
Kendisinin vazgeçmesini söyleyen sözleri işitmediği
gibi herkesin el hareketleri ile bağırış çağırış yapmaları ile
kendisini desteklemek için tezahürat yapıldığını zannediyormuş.
64
38- 2004/82
HUZURUN RESMİ
Bir zamanlar bir kral resim yarışması
düzenledi ve Huzur'un en güzel resmini yapana
büyük bir ödül vereceğini söyledi. Birçok ressam
yarışmaya katıldılar ve “Huzur’un” resmini yaptılar.
Kral en iyi resmi seçmek üzere resimlerin arasında
dolaşmaya başladı. Birçoğunda sakin bir göl resmi
vardı. Göl dümdüzdü ve arka planda da büyük bir
dağ sırası uzanıyordu. Kırlar, çiçekler, kuşlar,
bulutlar v.s. hep aynı idi.
İçlerinde bir resim farklı idi. Bu resimde de dağlar vardı ama burada dağlar çıplak,
kaba ve ağaçsızdı. Yukarıda fırtınalı bir hava çizilmişti. Yağmur damlaları aşağıya
düşüyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde deli gibi akan bir şelale köpürdeyerek
akıyordu. Bu resimde hiç de huzurlu bir ortam yokmuş gibi gözüküyordu. Ancak kral
resme biraz daha dikkati baktığında şelalenin alt kısımlarında çatlamış bir kayanın
içinden şıkarak büyümüş olan küçük bir çalı gördü. Çalının dalları üzerine bir anne kuş
yuvasını yapmış korkunç şelale gürültüsü altında yuvada sakince oturuyordu. Tam bir
huzur içinde idi!
Kral bu resmi birinci olarak seçti ve şöyle
açıkladı.
“Huzur sesin, gürültünün ve karışıklığın
olmadığı bir ortamda bulunmak değildir.
Huzur, bütün bu kargaşanın içinde olmak ama
buna rağmen kalbinde huzuru ve sukuneti
bulmak demektir. Huzur’un gerçek anlamı
budur.”
Büyük bir bilge şöyle demiştir:
“İç huzur olmadan mutluluk sahibi olamazsınız. Bu huzura kavuşabilmek için ve
sonra da sarsılmadan bu huzurun içinde oturabilmek için insan sürekli olarak
uygulama yaparak bağlılıktan tam olarak kurtulmalıdır. Doğumdan ölüme kadar
insan alışkanlıklarının ve bağlılıklarının esiri olur. Bu yüzden insan bu
alışkanlıklarını ve bağlılıklarını gözden geçirmeli ve kendisini Öz’e ait mutluluğa
götüren alışkanlıkları korumalı, dışsal zevklere götüren zevklere ait alışkanlıkları
ise terk etmelidir. Öz’e ait mutluluk evin içindeki uyum ile, aile ve toplumdaki
bireyler arasındaki karşılıklı dayanışma ile, başkalarına yapılan hizmet ile ve
insanın içinde yaşadığı toplumun iyiliği ve refahı için duyduğu ilgi sayesinde elde
edilebilir.”
65
39- 2004/83
BALTANIZI BİLEYİN
Genç bir adam bir orman işletmesine
başvurup iş istedi. Ustabaşı ‘Şu ağacı kes bir
görelim bakalım’ dedi. Genç adam öne doğru çıktı
ve baltasının birkaç darbesi ile koca bir ağacı kısa
sürede devirdi. Ustabaşı onun yaptığı işi beğendi
ve Pazartesi günü işe başlamasını söyledi. Adam
Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günü
çalıştı. Perşembe günü akşamüzeri ustabaşı
adamın yanına geldi ve kendisine, “Bugün akşam
muhasebeye giderek maaş çekini alabilirsin” dedi.
Genç adam şaşırmıştı, “Ben cuma günleri
ödeme yaptğınızı zannediyordum” dedi. Ustabaşı,
“Evet nomalde öyle fakat seni bugün işten
çıkartıyoruz, çünkü diğer ağaç kesenlerin kestikleri ağaç sayısının çok gerisinde kaldın.
Günlük ağaç kesme cetvelimiz seni Pazartesi ve Salı günü en çok kesen olarak
gösteriyor, ama bugün diğerlerinin yarısına bile
ulaşamadın ve sonuncu oldun”
Genç adam itiraz etti, “Ama ben gerçekten çok
çalışıyorum. İşe ilk ben geliyorum, en son ben
çıkıyorum. Herkesin çay molası verdiği ve dinlendiği
sıralarda bile ben çalışmaya devam ediyorum.
Ustabaşı genç adamın konuşma tarzından
dürüstlüğünü ve doğruyu söylediğini hissetmişti. Kısa
bir süre düşündü ve ve şöyle sordu, “Peki sen baltanı
kaç defa biledin?”
Genç şöyle cevapladı, “Efendim ben o
kadar çok çalışıyordum ki baltamı bileyecek bile
fırsatım olmadı.”
Bizlerin yaşamları da aynı bu örneğe
benzemektedir. Bazen o kadar meşgul oluruz ki
”baltayı
bilemeye”
fırsatımız
olmaz.
Günümüzde herkes eskisinden çok daha fazla
meşgul gözükmektedir. Neden bu böyledir?
‘Keskin’ kalmayı unuttuğumuzdan olabilir mi?
66
Çok çalışmanın ve çok iş yapmanın hiçbir yanlış tarafı yoktur. Fakat Tanrı bizim
yaşamızdaki temel öğeleri ve gerçek görevlerimizi unutacak kadar çok meşgul omamızı
ve kendimizi işe kaptırmamızı doğru bulmamaktadır. Örneğin dua etmek, kutsal metinleri
okumak ve sessiz oturuş yapmak çok önemlidir. Hepimiz gevşeyip dinlenmek, derin
düşünceye dalmak, öğrenmek ve bilgi açısından kendimizi geliştirmek ihtiyacı hissederiz.
Eğer baltayı bilemek için zaman ayırmaz isek aynı baltanın körleştiği gibi
körleşiriz ve yararlılığımızı kaybederiz.
40- 2004/84
99’LAR KULÜBÜ
Bir kral yaşamında sahip olunabilecek her şeye
sahipti ama buna rağmen bir türlü tatmin ve mutlu
olamıyordu. Gittiği yerlerde insanlar yemek yiyorlar,
gülüşüyorlar ve kahkahalar atarak eğleniyorlardı, fakat
kendisi içinden bir şeyin eksik olduğunu hissediyordu.
Günün birinde kral sarayda dolaşırken koridorlarda
bir hizmetkârın mutlu bir biçimde şarkı söylediğini işitti.
Yüzünde hoşnut ve memnun bir ifade vardı.
Bu durum kralı çok etkiledi ve adamı kendi çalışma salonuna çağırdı. Kral adama
neden bu kadar mutlu olduğunu sordu. Hizmetkâr şöyle cevapladı, “Efendimiz ben bir
hizmetkârım. Ailemi ve çocuklarımı mutlu yaşatacak kadar bir para kazanıyorum. Bizim
çok fazla bir şeye ihtiyacımız yok. Başımızın üzerinde
bir çatımız var, karnımızı doyuracak kadar da sıcak
yemeğimiz var. Eşim ve çocuklarım ben eve ne kadar
bir şey götürürsem
onunla
kanaat
etmeyi
biliyorlar.
Ailem mutlu olduğu
için ben de mutluyum.”
Kral bu cevabı işitince hizmetkârı gönderdi ve
başdanışmanını huzura çağırdı. Kral danışmanına
içinde bulunduğu çıkmazı ve sonra da yaşadığı bu olayı
anlattı. Neden her şeye sahip olan kendisi mutlu ve
huzurlu olamıyordu da bu hizmetkâr çok az şeye sahip
olmasına rağmen böyle mutlu idi?
67
Başdanışman dikkatle dinledikten sonra şu sonuca vardı. “Sayın Majesteleri, bu
hizmetkârın 99'lar kulübüne üye olmadığı çok açık!
“99 kulübü mü? Bu nasıl bir şey?” diye kral sordu.
Başdanışman hemen yanıtladı, “Efendim ben size bunu
örnekle göstereyim. Bir torbanın içine 99 tane altın para
koyun ve bu adamın kapısının önüne bırakın, o zaman
bu 99 kulübünün nasıl bir şey olduğunu anlayacaksınız.”
O akşam kral 99 tane altın buldurarak bir torbanın
içine koydurdu ve ertesi sabah erken saatte hizmetkârın
evinin önüne yere koydurdu.
Sabah erken saatte hizmetkâr evinden dışarıya
çıkarken kapısının önündeki torbayı fark etti. Merak edip
eline aldı ve evin içine götürerek içindekilere bakmak
istedi. İçinde altın paralar vardı. Hem de bir
sürü!…Gözlerine inanamıyordu. Hemen karısına seslendi
ve altınları gösterdi. Beraberce altınları masanın üzerine
döktüler ve saymaya başladılar. 99 tane vardı. Tabi
hemen yanlış saydığını düşündü, tekrar saydı. Ama bu
tek bir sayıydı ve çok tuhaftı. Neden 100 değildi ki? Bir
daha saydı, sonra bir kez daha. Ama hep aynı sayıyı
buluyordu, 99 altın para.
O son altın paraya ne olduğunu merak etmeye
başladı. Hiç kimse bir yere 99 tane altın para koymazdı
ki? Dışarıya çıkıp evin etrafına baktı, belki bir yerlerde
düşmüş olabilirdi. Evin içini bile aradı. Ama yoktu işte!
En sonunda aramaktan yoruldu ve vazgeçti. Her
zamankinden çok daha fazla çalışarak o sonuncu altın
parayı kazanmaya ve 100’e tamamlamaya karar verdi.
Gece
sürekli
bunu düşündüğünden
uykusunu tam alamadı
ve sabah geç kalktı. İşe geç kalmasından ötürü eşini
ve çocuklarını suçladı ve onlara bağırmaya başladı. İşe
gittiğinde o her zamanki mutlu ve neşeli hali yoktu.
Yüzü asık ve somurtkan bir şekilde günlük işlerini yapmaya çalıştı.
68
Kral ise adamdaki bu ani değişikliği görmekten şaşkınlığa uğramıştı. Hemen
danışmanını çağırttı ve daha düne kadar mutlu bir şekilde şarkılar söyleyerek çalışan bu
hizmetkârının nasıl böyle değiştiğini sordu. Tam tersine şimdi çok sayıda altını olduğu için
daha mutlu olması gerekmiyor muydu?
Danışman şöyle yanıtladı, “Ah efendim, sizin hizmetkârınız şu anda 99’lar
kulübüne katıldı. Bu 99’lar kulübü adını her şeye sahip olan ama buna rağmen tatmin
olmayan ve daha fazlasını isteyen insanların kulübüdür.
Biz aslında yaşamlarımızda o kadar az şeyle yetinebiliriz ki sahip olduğumuz her
şeye şükretmeyi bilmiyoruz. Sahip olduğumuzdan biraz daha fazlasını kazandığımız
anda hemen biraz daha fazlasına sahip olabilmek için yanıp
tutuşuyoruz. Eskisinden daha fazlasına sahip olmak için
nasıl bir bedel ödeyeceğimizi düşünmüyoruz. Uykumuzdan
feda ediyoruz, mutluluğumuzu kaybediyoruz, çevremizdeki
insanları kırıyoruz. Bunlar bizim artan ihtiyaçlarımızın ve
arzularımızın karşılanması için gereken bedel oluyor. İşte
99’lar kulübüne katılmak böyle bir şey oluyor.”
Kral hakikate dayalı bu açıklamayı duyunca kendi
yaptığı hatanın farkına vardı ve o günden itibaren küçük
şeylerden bile mutlu olmaya ve sahip olduklarına şükretmeye başladı.
Daha fazlasını elde etmek için gayret etmenin ve bunun için çalışmanın yanlış bir
tarafı yoktur. Ancak bunun için hayatta sahip olduğumuz değerli şeyleri yitirmenin manası
yoktur. Her zaman şu bilge sözleri hatırlayalım,
“Mutluluk, arzular tatmin edildiğinde elde edilmez, arzular kontrol edildiğinde
elde edilir.”
69
41- 2004/85
HAVUÇ, YUMURTA VE KAHVE ÇEKİRDEKLERİ
Jane babası Harris’e yaşamın kendisi için artık dayanılmaz hale geldiğini söyledi.
Bir problem çözüldüğünde hemen başka birçok problem ortaya çıkıyordu.
Harris onu alıp mutfağa götürdü ve üç küçük
tencerenin içine su koyarak altlarını yaktı. Biraz
sonra tencerelerin içindeki sular kaynamaya
başlayınca birinci tencerenin içine birkaç tane
havuç, ikinci tencerenin içine birkaç tane yumurta
ve üçüncü tencereye de kahve çekirdeği koydu.
Hiçbir şey söylemeden bunların bir süre suyun
içinde kaynamalarını seyretti.
Jane babasının kendisine ne göstereceğini merak ederek bekliyordu. 10 dakika
sonra Harris kaynayan havuçları tencerenin içinden alarak bir tabağın içine koydu. Sonra
yumurtaları alarak başka bir tabağa koydu. Sonra da kahveyi kulplu bardaklara doldurdu.
Sonra Jane’e dönerek sordu. “Ne görüyorsun?” “Havuçlar, yumurtalar ve kahve
görüyorum, baba” diye Jane cevap verdi.
Harris bunun üzerine bir kahve fincanını Jane'e verdi ve
diğer fincanı da kendisi aldı. Beraberce yudumlamaya başladılar.
“Bu ne anlama geliyor, baba?” diye Jane sordu bu kez. Bunun
üzerine Harris şunları söyledi, “
“Güzel kızım, gördüğün gibi havuçlar, yumurtalar ve kahve
çekirdekleri aynı zorlukla, yani kaynayan su ile karşılaştı.
Havuçlar yumuşadı ve güçlerini kaybederek zayıfladılar. İçinde
sıvı taşıyan yumurtaların içleri katılaştı. Kahve çekirdekleri ise kaynayan suyu değiştirdiler
ona tadlarını ve mis gibi kokularını verdiler. Sen bunlardan hangisisin? Acı ile, sıkıntılar,
problemler ve üzüntüler ile karşılaştığında bunlardan hangisi gibi davranıyorsun?
70
Güçlükler ve sıkıntılar sırasında aynı kaynayan suyun içerisindeki havuçlar gibi mi
davranıyorsun? Güçlü ve dayanıklı gözüküyorsun, fakat acı ve üzüntüler yumuşayıp
gücünü kaybediyor musun?
Yoksa bir yumurta mısın? İçinde yumuşak ve merhametli bir kalp taşıyorsun, ama
aile içinde bir ölümle, bir trajedi ile bir ayrılık ile karşılaştığında kalbin katılaşıyor ve
acımasız mı oluyorsun? Dışarıdan bakıldığında dış tarafın, yani kabuk kısmın aynı
gözüküyor da içeride kalbin sertleşiyor ve haşin bir tabiata mı bürünüyorsun?
Yoksa yoksa yaşamın suyu ısındığında sana zorluk verenleri, acı çektirenleri,
üzüntü verenleri değiştiriyor ve onlarla yüzleşerek yaşamda daha büyük seviyelere
ulaşabilmek için problemleri bir fırsata mı çeviriyorsun? Sen bunlardan hangisi gibi
davranıyorsun?
42- 2004/89
SENİN DEĞERİN NE?
İyi tanınmış bir konuşmacı seminerdeki konuşmasına elinde 20 USD değerinde bir
kâğıt para tutarak başladı. “Kim bu paranın sahibi olmak ister?” Sınıfta herkesin eli
havaya kalktı, bu tuhaf teklifi komik bularak
gülmeye başladılar.
Ancak
konuşmacı
çok
ciddi
görünüyordu. Bu sefer elindeki parayı
buruşturdu ve kırış kırış yaptı. Sonra gülen
kalabalığa dönerek tekrar sordu, “Hala bu
parayı isteyen var mı?” Yine bütün eller yine
havaya kalktı.
“Peki” diye devam etti, “Ya bu sefer
şöyle yapsam?” Buruşuk parayı yere attı ve
ayağı ile basarak ezdi. Buruşuk, ezilmiş ve pislenmiş parayı yerden aldı ve “Bu parayı bu
şekilde halen kim almak istiyor?” Yine bütün eller havada idi.
71
Sıra mesajı vermeye gelmişti, “Arkadaşlar bugün
burada çok önemli bir şey öğrendiniz. Ben paraya ne
yaparsam yapayım siz onu istemeye devam ettiniz çünkü 20
Dolarlık Banknot değerinden hiçbir şey kaybetmemişti. Benzer
şekilde bizler de yaşamlarımızda verdiğimiz kararlar ve
başımıza gelen olaylar yüzünden bazen yerlere yuvarlanırız,
kirleniriz ve yıpranırız. Böyle zamanlarda kendimizi
değersizmiş gibi hissederiz. Fakat başınıza ne gelirse gelsin
değeriniz hiç azalmaz. Siz özelsiniz, bunu sakın unutmayın!”
Eğer aklınıza negatif düşünceler gelecek olursa onlara
inanmamak çok önemlidir. Bunun yerine kendi Öz’ünüze
inanın.”
Ünlü bir bilge sözü şöyledir:
“Yaşam ekininin en iyi gübreleri cesaret ve kendine güven’dir. Manevi
yaşamda aynı bir aslan gibi olmalısınız. Duyular ormanında hüküm sürün ve zafere
olan inancınızla korkusuzca kükreyin. Bir kahraman olun, sıfır olmayın.”(Be a hero,
not a zero)
43- 2004/92
EN SONUNDA ÖZGÜR
Rüzgârlı bir bahar günü uçurtma uçurarak eğlenen insanları gözlemliyordum.
Çeşitli şekillerde ve büyüklüklerde ve çok çeşitli renklerde uçurtmalar güzel kuşlar gibi
havada süzülüyor ve adeta havada dans ediyorlardı. Kuvvetli rüzgârlar uçurtmaları
havada uçururken kuvvetli bir ip onları yere bağlı tutuyordu.
Rüzgârlar
uçurtmaları
havada
uçurmaya
çalışıyor, ama yere bağlı olan ipleri yüzünden
uçurtmaları sürükleyemiyor, tam tersine onların
yükseklere çıkmalarını sağlıyordu. Aşağıdaki insanlar
ipi sallıyorlar ve çekiyorlardı, ama uçurtmayı zaptedip
dizginleyen sicim ve o biçimsiz uçurtma kuyruğu
uçurtmanın düzgün durmasını ve yüzünü rüzgâra
doğru dönerek rüzgâra karşı havada uçmasını
sağlıyordu.
Uçurtmalar kendilerini dizginleyen sicime kızarak ona karşı savaşıyor ve şöyle
diyor gibiydiler, “Bırak beni! Bırak beni gideyim! Ben özgür olmak istiyorum.” Ama bir
yandan ipin kendileri için yük oluşturan sınırlamasına karşı koymalarına rağmen havada
kuşlar gibi süzülüyorlardı.
En sonunda uçurtmalardan bir tanesi ipini koparmayı başardı. “En sonunda
özgür kaldım” der gibiydi. “Şimdi rüzgârla birlikte özgür bir biçimde uçabileceğim”
72
Ancak kendisini sınırlayan ipten kurtulduktan sonra şimdi hiç de dost olmayan sert
rüzgârın insafına kalmış gibiydi. Hızla yere doğru süzüldü ve sert bir şekilde yerdeki
yabani dikenlerin içine düştü.
“En sonunda özgür” kalmak en sonunda pis çamurun içinde güçsüz vaziyette
yatmakla ve zehirli dikenlerin içinde dolaşmakla sonuçlanmıştı.
Bizler bu uçurtmalara ne kadar çok benziyoruz Tanrı bize bazı sıkıntılar veriyor ve
bazı sınırlamalar ve uyulması gereken kurallar getiriyor. Bu sayede gelişebiliriz ve kuvvet
kazanabiliriz. Sınırlama ve dizginleme, uçurtma örneğindeki ipe denk geliyor. Bazılarımız
bu sınırlamalara o kadar kızıyor ve ipi o kadar hızlı çekiyor ki ulaşmamız ve havada
süzülecek kadar yükseklere çıkmamız hiç mümkün olmuyor. Hâlbuki kızıp sinir
olduğumuz o dizginleme olmasa yaşamda yükselemeyiz ve başarıya ulaşamayız.
Öyle bir sınır/limit vardır ki onu aşınca kendinizi yaralayabilirsiniz.
Bir bilge şöyle güzel bir söz söylemiştir:
“Hangi alanda olursa olsun, ister sosyal, ister ekonomik, ister eğitim alanda
olsun bir insanın her türlü gayretinde başarıya ulaşabilmesi için gerekli en temel
unsur ‘disiplin’dir. Manevi alanda başarıya ulaşmak için ise, disiplin bunların
hepsinden çok daha fazla gerekli bir unsurdur.”
44- 2004/94
HEDİYELER
Aralıklarla diskur veren ve herkesi aydınlatan bir bilge
vardı. Konuşmasının sonunda varolduğuna dair şükranlarını
sunan bir dua söyledi. Aşağıda köşede bir dilenci oturuyordu.
Diskurdan sonra bilgeyi görmeye ve onunla konuşmaya gitti.
“Sevgili
efendimiz,
konuşmanız çok güzel
idi. Ama bunların içinde
bir
tanesini
ben
yapabileceğimi
sanmıyorum.
Sen
konuşmanın sonunda var
olduğuna dair insanın
şükretmesi
gerekir,
çünkü bu ona kutsama ve rahmet kazandırır dedin” “Kusura
bakma ama var olmanın bana kazandırdığı hiçbir şey yok. Benim hiçbir şeyim yok! Ben
her gün yiyecek bir kuru ekmeği bile zor buluyorum.” Bilge onu haklı bularak sözlerine
başladı, “Çok haklısın, ben şimdi sana 100.000 Dolar vereceğim, o zaman şükredecek
misin?”
73
Dilenci heyecanlanmıştı, “Tabii ki şükrederim”
diye cevapladı. “Ancak karşılığında senden bir şey
isteyeceğim” diye bilge devam etti. Dilencinin aklı
karışmıştı, “Ama benim hiçbir şeyim yok ki! Bunun
karşılığında size ne verebilirim?” diye sordu. Bilge
güldü ve “Söz, senin sahip olmadığın bir şey
istemeyeceğim” diye garanti verdi. Dilenci bunun
üzerine kabul etti. Bilge, “Sana 100.000 Dolar
verilmesi için gerekli
ayarlamaları
yaptırıyorum, bunun
karşılığında senden iki gözünü istiyorum” diye devam etti.
Dilenci afallamıştı, “Ben gözlerim olmadan 100.000
Doları ne yapayım?” diye itiraz etti. “Ben 100.000 Doları
alacağıma gözlerim yerinde dursun çok daha iyi!”
“Biraz önce varolmanın sana hiçbir şey
kazandırmadığını
ve
hiçbir
şeyinin
olmadığını
söylüyordun ve lanet okuyordun” diye bilge sordu.
Bu hikâye ne kadar açıklayıcı öyle değil mi? Hiçbir şeyi olmadığını iddia eden
dilenci paha biçilmez iki tane göze, iki tane ele, iki bacağa, bir mideye, akıla ve daha
birçok şeye sahip olduğunu fark etti. Bu hediyelere sahip olduğunu göremiyordu. Ona
göre önemli olan şey kendisinin sahip olmadığı şey yani para idi. Bilge ona kendisinin
nelere sahip olduğunu göstermişti.
Görebilmek varolmanın getirdiği çok büyük bir hediyedir. Yalnız bu da değil’ Biz
duyabiliyoruz, yürüyebiliyoruz, konuşabiliyoruz ve gülebiliyoruz. Bunlar da bize
bahşedilmiş büyük hediyelerdir. Hiçbir şeye sahip olmadığınızı iddia etmek ve mutsuz
olmak saçmalıktan başka bir şey değildir. Aslında bizler sahip olduğumuz bu mükemmel
yetenekler ve nitelikler için sevinçten dans etmeli ve kutlama yapmalıyız. Bizler
düşüncelerimizi sıklıkla yaşamımızda eksik olan şeyler üzerinde yoğunlaştırıyoruz. Sahip
olmadıklarımız üzerinden yola çıktığımız zaman sahip olduklarımız akıldan çıkıyor ve
unutuluyorlar. Hâlbuki sahip olduğunuz ve kutsandığınız şeyleri saymaya başlarsanız bu
mükemmel hediyelerin bize ait olduklarını hatırlarız.
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Hoşnut olmaktan ve daima memnun olmaktan daha büyük bir zenginlik
yoktur. Kendi hakkınıza düşeni yiyin, daha fazlasını değil. Kendinizi incitmeden ve
yaralamadan aşamayacağınız bir sınır, bir limit vardır. Kendi ölçünüzü, kendi
limitinizi, kendi sınırınızı kendiniz arayıp bulun ve buna göre hareket edin.
Başkalarının ölçüleri daha büyük diyerek ve diğerlerinin sınırlamaları daha az
diyerek onları kıskanmayın. Manevi yolculuğunuzda ulaştığınız adımlara ve
seviyeye sıkı sıkı yapışın ve tüm dikkatinizi bundan sonraki adıma yoğunlaştırın.
Hedefinizi daima göz önünde bulundurun ve o yolda durmadan yürüyün!”
74
45- 2004/96
KIRMIZI IŞIK
İki arkadaş araba ile beraberce yolda
giderken
kırmızı
ışıkta
durdular.
Direksiyondaki adam sessiz duruyor ve kendi
dünyasına
dalmış
gibi
gözüküyordu.
Yanındaki adam uzun süre yanan kırmızı
ışığa sinirlenerek kendi kendine söylendi, “Bu
kırmızı ışıklarda bekleyerek ne kadar çok
zaman
kaybediyoruz.
Yani hayatımızı
tüketiyoruz desem yeridir.”
Şoför bu söze bir cevap vermeyince yandaki adam yine, “Ne dediğimi duymadın
mı?” diye sordu. Şoför, “Hayır, duymadım valla” diye cevap verdi. “Nasıl olur, arabada biz
ikimizden başka kimse yok ve yan yana oturuyoruz” diye yandaki adam devam etti.
Cevap, “Ben biraz önce konuşuyordum” şeklinde oldu.
“Kimle konuşuyordun?”
“Tanrı ile konuşuyordum, ben bu
uygulamayı her seferinde yapıyorum. Her
kırmızı ışıkta durduğumda arkadaşlarımdan
birisi için Tanrı’ya dua ediyorum. O kadar
şanslıyım ki uzun bir dua listem var ve dua
edebilecek de o kadar çok fırsatım var, çünkü
her gün çok sayıda kırmızı ışıkta duruyorum.”
Bir gün 24 saattir, 1.440 dakikadır ve
86.400 saniyedir. İçimizden kaç tanesi bu
süreyi kendisinin manevi gelişimi veya başkalarının faydasına kullanıyor?”
“Paranın yanlış şekilde kullanımı kötü bir şeydir. Bu yüzden parayı israf
etmeyin. Yiyeceği israf etmeyin, çünkü yiyecek Tanrı’nın nimetidir. Zamanı israf
etmeyin, çünkü zamanı israf etmek demek, yaşamı boşa harcamak demektir.
Enerjiyi israf etmeyin. Enerji boş konuşmalarla, manasız ve amacı olmayan
dolaşmalarla boşa harcanmaktadır.”
46- 2006/104
AİLE (FAMILY) NE DEMEKTİR?
FAMILY = Father And Mother I Love You (Baba ve Anne Ben Sizi Seviyorum)
75
47- 2006/105
İMTİHAN
Kral şehrin kenar mahallelerinin birinde çamurlu ve
çöp dolu sokaklarda tek başına kılık değiştirerek
dolaşıyordu. Ayakkabıları yırtık pırtık ve eski idi. Yağan
yağmurdan korunmak için başına başlığını örtmüştü.
Saraydan epey uzaklaşmıştı, ama bu akşam vakti yalnız
olmak çok hoşuna gidiyordu, çünkü saraydaki resmi
havadan, serenomilerden ve sıkıcı konuşmalardan
kurtulmak ona çok iyi gelmişti. O akşam mutluluğun değerini
öğretebileceği bir kişi aramaya çıkmıştı.
Bir evin pencere eşiğine geldi. İçeriye doğru
baktığında eşyası olmayan bir oda, bir masa ve masanın
üzerinde bir mum yanarken gördü. Masanın üzerinde ayrıca bir bardak su ve bir parça
ekmek bulunuyordu. Bir adam mumun ışığında yüzü ışıkla parlayarak masaya oturmuş
dua ediyor ve kendisine böyle güzel bir yemek nasip ettiği için Tanrı’ya şükrediyordu.
Kral pencereden kendisine doğru, “Merhaba arkadaş” diye seslendi.
Adam başını kaldırarak gülümsedi, “Merhaba, size de merhaba. Ne kadar
şanslıyım. Bir misafirim geldi. Haydi, gelin ve yemeği beraberce paylaşalım.”
Kral küçücük odaya girdi ve masanın yanındaki
çürük sandalyenin birine oturdu ve “Bugün çok mutlu
görünüyorsun, bunun sebebi nedir acaba?”
Adam, “Evet” diye cevap verdi. “Bugün çok iyi
bir gündü.” Kral takıldı, “Bunu nasıl söylersin. Evinde
fazla eşyan yok ve yemek için de yalnızca kuru
ekmekten başka bir şeyin yok. Ve bugün senin için iyi
bir gün oluyor?”
“Evet, gördüğünüz gibi ben bir ayakkabıcı
tamircisiyim. Bugün kiramı ödeyecek, masraflarımı
çıkaracak ve bu küçük ekmek parçasını alacak kadar para kazandım. Bugün benim için
çok güzel bir gündü. Benim dünyaya bakış açım şudur, “Her geçen gün Tanrı’nın yardımı
ile yaşamım daha iyiye doğru gidecektir.” “Kral, “Öyle mi?” diye dudak büktü ve alay etti.
Ayakkabı tamircisi ağlayarak cevap verdi, “Evet bu söylediğim söz benim
yaşamımda her zaman gerçekleşmiştir. Bu benim mutluluğumun temel sebebidir. İşte bu
yüzden ben daima Tanrı’ya teşekkürlerimi ve şükranlarımı sunuyorum.”
76
Kral, “Çok teşekkür ederim arkadaş” dedi
ve yemeği sessiz bir şekilde adamla paylaştıktan
sonra saraya geri döndü. Bu adamın mutluluğun
değerini öğretebileceği çok uygun bir kişi
olduğunu düşünüyordu.
Ertesi sabah kral yeni bir ferman
yayınladı. Kralın habercileri ve tellaklar sokak
sokak şehri dolaştılar ve bundan sonra artık bir
kişinin ayakkabısını bir başkasına tamir
ettirmesinin yasak olduğunu ve cezaya tabi
olduğunu söylediler. Kral gayet mutlu idi,
bakalım o günün akşamında bu adam hala mutlu olabilecek miydi?
Akşam olduğunda kral yine adamın evinin olduğu sokağa gitti. Evden eskisinden
daha yüksek sesler geliyordu. Adam yüksek sesle Tanrı’ya dua ediyordu. Sesler sokağa
kadar taşıyordu. Kral pencereden baktığında bir önceki akşamın aynısı görüntüyü gördü.
Adam aynı masanın başında ağlayarak dua ediyordu. Masada aynı mum yanıyor, aynı
bardak su ve ekmek duruyordu. Ancak bu sefer ekmeğin yanında bir parça peynir de
vardı.
Adam şaşkın şaşkın bakakalan kralı görünce, “Haydi gel arkadaşım, sen de gel
yemeği yine beraberce paylaşalım.”
Kral, “Öyle mi?” diye cevapladı. “Bugün
nasılsın bakalım?”
Adam, “Çok iyiyim” dedi. “Bugün benim için
çok güzel geçti. Kralın fermanını işittiğimde tam da
dükkândan
içeriye
girmek
üzereydim.
Ne
yapacağımı düşünmeye başladım. Tam o sırada
yaşlı bir kadını evine su taşırken gördüm ve ona
yardım teklif ettim. Kadıncağız bana yolu gösterdi, suyu o eve kadar taşıdım, o da bana
teşekkür ederek bir bakır para verdi. Ben de madem ayakakbı tamir edemiyorum, öyleyse
insanlara su taşıyarak para kazanayım diye düşündüm.
Bütün gün su taşıyarak ayakkabı tamirinden bile daha çok
para kazandım. İşte
bu yüzden Tanrı’ya
dua
ediyorum.
Gördüğün gibi insan
Tanrı’ya inandığı ve
güvendiği müddetçe
her geçen gün daha
iyiye doğru gidiyor.”
Kral, “Senin adına çok sevindim” diyerek yine yemeği paylaştı ve hemen sonra
yine saraya geri döndü.
77
Ertesi sabah kral bir ferman daha yayınladı. Sokaklarda artık bundan sonra
herkesin kendi suyunu kendisinin taşıyacağı, başkasına taşıtamayacağı bağırarak ilan
edildi.
Kral o gün akşamı zor etti.
Sabırsızlıkla adamın ne yapacağını merak
ediyordu. Bu sefer daha adamın evine 100
metre uzaktayken yine onun yüksek sesle dua
ettiğini duydu. Adam kralı görür görmez yine onu
yemeğe davet etti. Bu sefer masada bir bardak
da şarap vardı. Kral, “Galiba bugün yine çok iyi
bir gün daha geçirmişsin” dedi. “Evet, Tanrı’ya
şükürler olsun” diye adam cevap verdi. Kral
devam etti, “Yanılmıyorsam kral su taşımayı
yasaklamıştı. Nasıl başardın?” Ayakkabı tamircisi şöyle yanıtladı, “Evet ben de kralın
emrini işittim. Ne yapacağımı düşünüyordum ki bazı adamların ormandan sırtlarında
odun taşıyarak şehre doğru gittiklerini gördüm. Ne yaptıklarını sordum. Bana kendilerinin
ormancı olduklarını, ağaç kestiklerini ve şimdi de kestikleri odunları şehre götürdüklerini
söylediler. Ben yardım edecek bir şey var mı diye sorduğumda bana odunları taşımak için
birisini aradıklarını söylediler ve beni işe aldılar. Ben bugün çok güzel bir gün geçirdim.
Ormanda temiz havada dolaştım. Orası çalışmak için çok güzel bir yer! Ben bugün hem
daha kuvvetlendim ve hem de eskisinden daha fazla para kazandım. Gördüğün gibi
sevgili arkadaşım Tanrı’nın rahmeti ve kutsamaları sayesinde her geçen gün yaşamım
daha da gelişiyor.”
Kral sonuncu lokmasını da yedikten sonra veda edip yine saraya döndü. Bu adamı
mutsuzluğa götürecek bir olay bulabilmek için bütün gece düşündü ve uykusuz kaldı.
Aklına kurnaz bir plan geldi. Ertesi sabah yeni bir ferman yayınlatarak bütün odun
kesicilerin saraya muhafız olmaları mecburiyeti getirdi. Kurnaz kral adamı köşeye
sıkıştırdığını düşünüyordu, çünkü saray muhafızları ancak aybaşlarında maaş alıyorlardı
ve daha aybaşına iki hafta vardı. Adamın iki hafta boyunca hiçbir geliri olmayacaktı.
“Bakalım bu her geçen gün daha iyiye doğru gelişeceğim saçmalığı daha ne kadar
devam edecek?” diye düşündü.
Ertesi sabah hava soğuktu ve sokakları sis kaplamıştı. Kralın fermanı ilan edilince
adam sarayın kapısında belirdi. Yeni bir işi olduğuna sevinmiş ve isteyerek gidip yeni
üniformalarını giymişti. Biraz sonra yeni üniformaları, parlayan kılıcı ve parlayan çizmeleri
ile sarayın giriş kapısında görevine başladı.
Akşam olduğunda mutlu bir şekilde
yüzbaşıya gitti ve bugün çok güzel bir gün
geçirdiğini ve ücretini almak istediğini söyledi.
Yüzbaşı, “Ücret mi, ne ücreti?” diye güldü.
“Bilmiyor musun biz maaşımızı ayın sonunda
alırız.”
Adam üzgün vaziyette kekelemeye
başladı. “Aa, öyle mi, ben bunu bilmiyordum.”
Sarayı terk etti ve yolda yürümeye başladı.
Verdikleri parlak kılıç yanında parlıyordu. Yolda
78
yürürken iki hafta boyunca ne yiyeceğini düşünüyordu. Aklına bir fikir geldi ve demirciye
giderek elindeki kılıcı rehin verdi. Demirci kendisine onu iki hafta boyunca rahatça
geçindirebilecek kadar para verdi.
Ancak sonradan silahı olmayan bir muhafızın görev yapamayacağını düşündü ve
bir plan yaptı. Kılıcın kınının içine tam olarak uyacak tahtadan bir kılıç yapmaya ve
kabzasını da parlak bir boya ile boyamaya karar verdi. Dışarıdan bakıldığında aynı bir
kılıç gibi gözükecekti. Gerçekten de öyle oldu. Sahte kılıç mükemmel şekilde aslı gibi
duruyordu. Eve gidince üniformasını ve kılıcını asarak gönül rahatlığı içinde akşam
yemeğine oturdu. Yemeğini yerken karanlığın içinden kendisini hayretle seyreden bir çift
göz gördü. Bu yine kılık değiştirmiş olan kraldı. Kralın gözleri faltaşı gibi açılmıştı çünkü
masada kocaman bir ekmek, büyükçe bir peynir, bir bardak su ve çok güzel bir şarap
şişesi vardı. Kekeleyerek sordu, “Me-me-mer-haba arkadaşım. Bugün de çok güzel bir
gün geçirmişsin galiba?”
“Evet, lütfen gel ve bana katıl. Bugün yine Tanrı’nın sayesinde herşey daha iyiye
gitti.” Adam o gün yaşadığı maceraları anlatmaya başladı ve nasıl saraya muhafız
olduğunu söyledi. “Evet, üniformam işte orada asılı bakabilirsin” dedi ve safça krala sahte
tahta kılıçla ilgili her şeyi bir bir anlattı.
Bunun üzerine kral adama bir tuzak kurmaya karar verdi. Muhafızların başı olan
yüzbaşı kralın kendisine verdiği emirler doğrultusunda ertesi gün bir esiri sarayın önünde
beklemekte olan muhafızların önüne getirdi. Sonra bakındı ve bizim ayakkabı tamircisine
doğru bakarak emir verdi. “Hey sen!” dedi bağırarak, “Bu suçlu kral tarafından ölüme
mahkûm edildi. Kral hemen bu adamın başının kesilmesi emrini verdi. Hemen kılıcını
çıkar ve bu adamın kafasını kes!”
Kral uzaktaki balkonundan sahneyi seyrediyor ve tuzağın işe yaradığını görerek
seviniyordu. Zavallı fakir adam önce yutkundu ve ne yapacağını bilemedi. Elini kılıcının
kabzasına götürdü. Korku içindeki mahkûmun gözlerine bakmaktan çekiniyordu, ama bir
yandan da tüm saray eşrafının kendisine baktığını,
bütün gözlerin kendisinin üzerine çevrildiğini görüyordu.
Herkes kendisinden kılıcını kaldırarak mahkûmu idam
etmesini bekliyordu. Saniyeler geçmesine rağmen
durumu idare edebilmek için biraz bekleyerek
düşünmeye başladı. Tahta kılıcın ölüm mahkûmunun
başını kesmeyeceği çok aşikârdı. Bu berbat durumdan
kurtulabilmek için bir çare aradı. Diğer muhafızlar
sabırsızlanmaya, yüzbaşı söylenmeye ve kral da
koltuğunda öne doğru eğilerek kıpırdanmaya başladı.
Ölüm mahkûmunun yanaklarından aşağıya terler
damlamaya başlamıştı.
Tam o sırada ayakkabı tamircisinin aklına müthiş bir fikir geldi. Kılıcın kabzasını
sıkıca kavradı ve herkesin duyacağı şekilde bağırmaya başladı, “Tanrı benim şahidimdir,
eğer bu adam suçlu ise kılıcım onun ensesini kessin, ama yok eğer bu adam suçsuz ise
bu kılıcım tahtaya dönüşsün!”
79
Bekleyen kalabalık büyük bir şaşkınlıkla dalgalandı, mahkûmun başı üzerinde
havaya kalkan kılıç tahtaya dönüşmüştü. Çoğu, “Bu bir mucize, bu bir mucize..” diyerek
dizlerinin üzerine çöktüler.
Bu sahneyi seyreden kral başını sallayarak ayakkabı tamiricisini kutladı ve böyle
bir çözüm bulduğu için kendi içinden onu takdir etti. “Sevgili dostum, bugün imtihanını
tamamladın.”
Eğer yaşamınızda bazı seçenekler ve çözümler peşinde koşuyorsanız ilk
yapmanız gereken sakin olmak ve Tanrı’ya inanarak güvenmeye devam etmektir. O size
bir çözüm yolu, bir çıkış yolu bulacaktır. Bizim zavallı adam zor bir duruma sokularak
imtihan edildiği her seferinde durumu sakince karşıladı, ne yapabileceğini düşündü ve
Tanrı’ya dua etti. Ve her seferinde önünde muhteşem bir çözüm belirdi ve yaşamı
gelişmeye devam etti.
Ünlü bilge şöyle demiştir,
“Problemler yaşamın çok önemli bir parçasıdır ve onu yaşamaya değer hale
getirirler. Bu yüzden de hoş karşılanmalıdırlar. Yaşam mücadelesinde karşınıza
çıkan her insanı ve her durumu bir kahraman cesareti ile karşılayın ve sonunda
zafere ulaşmış biri olarak gururla gülümseyin. Mutsuzluk, sefalet ve ıstırap çekmek
çok iyi birer arkadaştır, çünkü sizin içinizde Tanrı’yı arama hissi uyandırırlar.”
48- 2006/107
KAHVE SOHBETİ
Bir grup üniversiteli arkadaş okuldan mezun
olduktan uzun bir süre sonra buluşmaya karar verdiler.
Hepsi işlerinde başarılı olmuş ve kariyerlerinde yüksek
noktalara gelmişlerdi. Buluşmaya üniversitelerinde çok
sevdikleri hocaları profesörü de davet ettiler. Çok mutlu
bir buluşma oldu. O akşamüzeri ilk bir iki saat çok fazla
güldüler, eğlendiler ve keyifli zaman geçirdiler. Geçmiş
anılarını yâd ettiler, girdikleri sınavlardan, çektikleri
sıkıntılardan
ve
dertlerden
bahsettiler.
Gençlik
maceralarını ve yaptıkları şakaları
hatırladılar. Sonra sıra yaptıkları
ahmaklıkları anlatmaya geldi. En
sonunda da hayatta ulaştıkları
seviyelerden
ve
yaptıkları
kariyerlerden bahsettiler. Ancak
eski günlerden konuşmaları sona
erip konuşma günlük yaşama
geldiğinde gülüşmeler azaldı ve
yerini giderek anlaşılmaz bir hüzne bıraktı. İşte yaşanan sıkıntılar ve şikâyetler, aile
meseleleri, sağlık konuları, maddi sıkıntılar ve diğer problemler ana konuşma konusu
olmuştu. Hele bir de politik anlaşmazlıklar ortaya çıkınca biraz önceki birlik ve arkadaşlık
80
havası birden bozuldu. Bir kutlama şeklinde başlayan toplantı şimdi bozulmuş ve tatsız
bir hal almıştı. O noktada profesör araya girerek daha fazla ileriye gitmelerini engelledi.
Ayağa kalkarak şaka yolu sordu, “Çocuklar, lütfen durun. Aranızdan kimler bir
kahve molası vermek istiyor?” Oradakilerin hepsi ellerini kaldırdılar. Profesör mutfağa
giderek kısa zaman sonra elinde üstünde dumanı tütmekte olan büyük bir kahve cezvesi
ile geri geldi. Yanında da herkese yetecek kadar çeşitli fincanlar getirmişti. Her türlü
finvan ve bardak vardı. Çin porseleninden yapılma, kristal kesimli, cam bardaklardan
yapılma, el yapımı seramikten yapılma, plastikten yapılma ve basit topraktan yapılma
kulplu bardaklar vardı. Herkesin istediği fincanı alarak kendisine kahve koymasını
söyledi.
Herkes kalkıp kendisine bir fincan seçerek kahvesini aldı ve tekrar yerine oturdu.
Sözü tekrar profesör aldı ve şöyle dedi, “Çocuklar, dikkat ettiyseniz kahve almaya
gidenler ilk olarak süslü püslü güzel fincanları seçtiler, daha basit olanlar ve süssüz
olanlar ise sona kaldı. Tabii ki insanın kendisi için en iyisini seçmek istemesi gayet
normal bir şeydir. İşlerin normal gidişatı böyledir ama konuşmalarınızın başından beri söz
ettiğiniz sıkıntıların ve problemlerin de ana sebebi budur. Sizin tek hedefiniz güzel bir
kahvenin tadını çıkarmaktı. Bu iş için altı delik olmadığı sürece her türlü kap işe yarardı.
Kabın ne şekilde olduğu önemli değildi. Ama işte kahve almak isteyen herkes kendisi için
orada müsait bulunanların içinde en iyi fincanı seçmeye çalıştı. Sonra da gözucuyla
bakarak gizli gizli kendi fincanını diğerlerinin fincanları ile karşılaştırdı.
Yaşlı profesör bir yere oturdu ve eline kendisi için seçtiği topraktan yapılma basit
bir fincan aldı. Kahvesinden bir yudum içtikten sonra sözlerine devam etti, “Şimdi içtiğiniz
kahveyi yaşadığımız yaşam yerine koyalım. Yaptığımız iş, kazandığımız para ve toplum
içindeki pozisyonumuz da fincanlar olsun. Bu kadar önemli olarak gördüğümüz bunlar
gerçekte nedirler? Yalnızca yaşamı içinde taşıyan birer alettirler. Fakat yaşamın kalitesi,
yani içeride taşınan kahvenin kendisi hiç değişmez ve seçilen kap her ne olursa olsun
aynı kalır. Bazen kabın kendisine gereğinden çok daha fazla konsantre oluruz ve
yalnızca onu ve hatta diğerlerinin nasıl bir kaba sahip olduklarını düşünürüz. Ve bunu
yaparak kahveden aldığımız yudumun tadını ve keyfini çıkarmayı unuturuz. Bu yüzden
dış kabın sizi sürüklemesine ve tüm dikkatinizi çekmesine izin vermeyin, bunun yerine ne
tür bir kabın içinde bulunursa bulunsun, kahvenin yani yaşamın tadını çıkarmaya gayret
edin.”
Profesör bunları söyledikten sonra geriye doğru yaslandı ve kırk yıl önce ilk olarak
öğretmenlik mesleğine başladığı yıllarda kullanılmış eşya satan bir dükkândan 5 cent’e
satın almış olduğu basit fincanından kahvesini içmeye devam etti.
Bütün bilgelerin bize söylediği gibi “nicelik değil, nitelik önemlidir.” Bir
insanın sahip olabileceği en büyük nitelik nedir? En başta Sevgi’dir. Sonra akıldır,
yani bilgeliktir, dürüstlüktür ve Hakikat’tir. Bu çokluk ve çeşitlilik içinde gözüken
dünyayı bir araya getirerek birleştirecek yegâne güç Sevgi’dir.
81
49- 2006/106
ONA ÖĞRETİN!
Abraham Lincoln oğlunun okuduğu okulun
müdürüne aşağıdaki mektubu göndermişti. Abraham
Lincoln 1861 -1865 yılları arasında Amerika Birleşik
Devletlerinin Başkanlığını yaptı. Dünyanın en büyük
devlet adamlarından biriydi. Bu mektup hiç kimseye
karşı kin, nefret ve kötülük düşünmeyen, tam tersine
herkese hizmet etmek isteyen bir insanı apaçık
vaziyette ortaya koymaktadır. Mektup şöyledir,
Abraham Lincoln
82
“Oğlum
bazı
şeyleri
öğrenmek
zorundadır. Biliyorum ki insanların
hepsi adil ve hakikate bağlı değillerdir.
Fakat siz ona her bir kötü insana karşılık
olarak iyi bir kahraman bulunduğunu,
her bir bencil politikacıya karşın
kendisini ülkesine adamış olan bir lider
bulunduğunu öğretin.
Ona her düşmana karşı bir dost
olduğunu öğretin. Biliyorum, bu zaman
alacaktır ama eğer yapabilirseniz alın
teri ile kazanılan her bir doların,
harcanılan 5 dolardan daha değerli
olduğunu öğretin. Ona kaybetmeyi
öğretin ve ona kazanmanın keyfini
öğretin. Onu kıskançlıktan uzak tutun.
Onu sessiz bir şekilde gülümsenin
sırrını ve güzelliğini öğretin. Ona
kabadayılardan
korkmamayı,
onları
kolayca yenebileceğini gösterin. Eğer
yapabilirseniz ona kitaplardaki mucizeyi
öğretin. Fakat aynı zamanda ona
kuşların havada uçmalarındaki gizemi,
güneşte uçuşan arıların ahengini ve
yeşil bir vadide uzanan çiçeklerin
güzelliğini derin derin düşünecek
şekilde sessiz oturmayı öğretin.
Ona okulda hile ve şike yaparak
kazanmaktansa onurlu bir şekilde
kaybetmeyi ve yenilmeyi öğretin.
Ona herkes onların yanlış olduğunu
söylese de kendi ideallerine ve kendi
düşüncelerine inanmayı ve onlardan
vazgeçmemeyi öğretin.
Ona kibar insanların arasında kibar,
kaba insanların arasında da kaba
davranmayı öğretin. Lütfen oğluma
herkes gibi sürüye uymamak ve
kalabalıkları takip etmek yerine kendi
düşüncesini
söyleme
cesaretini
kazandırın. Ona herkesi dinlemeyi, fakat
o duyduklarını hakikat süzgecinde
süzerek yalnızca iyi olarak süzülenleri
kendisine almayı öğretin.
83
Eğer yapabilirseniz ona üzgün olduğu
zamanlarda gülümsemeyi öğretin. Ona
gözyaşlarının hiç utanılacak bir şey
olmadığını öğretin. Ona kendisi ile alay
edenlere bakıp gülmeyi ve tam tersine
kendisine aşırı samimiyetle yalakalık
yapanlara karşı da dikkatli olmayı
öğretin. Ona beynini ve kas gücünü en
yüksek fiyatı verene satmayı, ama
kalbini ve ruhunu ise asla satmamayı
öğretin. Ona uluyan serseri çetelerine
kulaklarını tıkamayı ve ayağa kalkarak
eğer
kendisinin
haklı
olduğuna
inanıyorsa onlarla savaşmayı öğretin.
Ona nazik davranın, fakat onu aşırı
kucaklayarak onu şımartmayın, çünkü
çeliği
saflaştıran
ve
sertleştirip
güçlendiren şey ateşin gücüdür. Ona
her zaman kendisine tam olarak inanma
cesaretine sahip olmayı öğretin, çünkü
ancak o zaman o insanlığa tam olarak
inanabilecektir.
Sizden istediğim bu şey büyük bir
taleptir, fakat eminim ki siz bunu
başaracaksınız. O çok iyi bir çocuktur, o
benim oğlumdur.
50- 2006/108
KUTSAL GÖLGE
Bir zamanlar meleklerin bile kendisini gördükleri zaman çok sevindikleri bir adam
yaşıyordu. Fakat adam kesinlikle kendisini büyük olarak görmüyordu. Yalnızca sıradan
ve basit bir yaşantı sürdürüyor ve aynı çiçeklerin çevrelerine güzel kokularını ve sokak
lambalarının ışıklarını saçtığı gibi etrafına iyilik saçıyordu.
Çevresinde gördüğü insanların geçmişlerine bakmıyor, herkesi suçsuz,
kabahatsiz, masum ve günahsız olarak göz önüne alıyor ve insanların cahillikleri
yüzünden ne yaptıklarını bilmediklerini düşünüyordu. Bu yüzden de kendisine kötü
davransa da herkesi seviyor, affediyor ve hoş görüyordu. Ayrıca bu huyunu da gayet
normal ve büyütülmeyecek bir şey olarak görüyordu, çünkü bu onun insanlara ve
dünyaya bakış tarzı idi.
84
Günün birinde aniden bir melek kendisinin
önünde belirdi ve şöyle dedi, “Beni sana Tanrı
gönderdi. Benden ne istersen isteyebilirsin, sana
onu vereceğim. Sana insanların hastalıklarını
iyileştirme gücü, yani şifa gücü vereyim mi?”
Adam, “Hayır” dedi ve istemedi. “Ben şifayı
Tanrı'nın kendisinin yapmasını isterim”
Melek sormaya devam etti, “Günahkâr
insanları tekrar Doğru Davranış ve Dürüstlük
Yoluna getirmek ister misin?” Cevap aynı idi,
“İnsanların kalplerine dokunmak ve onlara tesir
etmek benim değil meleklerin görevidir.” Melek
tekrar sordu, “Pekâlâ insanların seni kendilerine
örnek alacakları bir erdem timsali olmak ister
misin?” “Hayır, istemem” diye cevap verdi adam. “O zaman tüm dikkatler benim üzerime
çevrilir ve ben ilgi odağı olurum.”
“O zaman sen ne istiyorsun?” diyerek melek
yeni bir soru sordu. Adam sakince cevapladı, “Benim
tek arzu ettiğim şey Tanrı’nın bana olan kutsamaları
ve Rahmeti’dir. Bunu bir elde edebilsem istediğim her
şeye kavuşmuş olurum.”
Melek itiraz etti, “Ama bir mucize istemek
zorundasın, eğer istemezsen bir tanesini mecburen
ben sana zorla vermek zorunda kalacağım.” Adam
istemeyerek şöyle dedi, “Peki o zaman. Benim
kanalımla çevreme iyilikler yapılsın, ama ben bunun
farkında bile olmayayım.”
Bunun üzerine gerekli ayarlamalar yapıldı. Bu
kutsal adamın gölgesi kendisi yürürken arkasına
doğru düştüğü vakit değdiği yerlere şifa verme
kabiliyeti bahşedildi. Bu şekilde adam yürürken kendi
gölgesi arkasında olmak şartı ile her nereye düşerse
oradaki hasta insanlar ve hayvanlar iyileşiyor, toprak
bereketleniyor ve kayaların içinden çeşmeler
fışkırıyordu. Yaşamın getirdiği üzüntüler ve sıkıntılar
yüzünden başları öne eğik olan kişilerin yüzleri
aydınlanıyor
ve
mutluluk
içinde
gülmeye
başlıyorlardı.
Fakat bilgenin bunların hiçbirinden haberi
olmuyordu çünkü gölgesi kendisinin arkasında
kalıyordu. Ayrıca insanların dikkati kendisinin
gölgesine yoğunlaştığından bilgenin kimse tarafından
tanınmama arzusu da yerine getirilmiş oluyordu.
“İnsan yaptığı davranıştan ötürü ortaya çıkan meyvayı arzu etmediği takdirde
o kişinin elde edebileceği şeylerin ve ulaşabileceği yerlerin bir sınırı yoktur.
Alçakgönüllülük ve kendini düşünmeyerek bencil olmama hali, bir insanın almış
olduğu eğitimin hakiki göstergelerdir.”
85
51- 2006/109
AT BAKICISI VIKRAM
Bir zamanlar Vikram isminde bir at
bakıcısı vardı. Beş tane çok güzel ata
bakıyordu. Günlük işleri arasında atları
fırçalayıp tımar etmek, sularını, yulaflarını
ve samanlarını zamanında ve yeterince
vermek vardı. Ayrıca atların kaldığı ahırları
temiz tutmak ve onları temiz havada
dolaştırmak vardı. Vikram çok iyi bir
çocuktu, fakat bazen zihni oradan oraya
dolaşıyor ve dikkatsiz olabiliyordu.
Çiftliğe ait iki tane otlak, yani çayır
vardı. Bir tanesi sürülmüş ve temiz
tutulmakta iken, diğeri bakımsız bırakılmış
ve her tarafını yabani otlar bürümüştü. Vikram’ın babası onu atları yabani otların olduğu
çayıra salmaması konusunda birkaç kez uyarmıştı. Yabani otların zehirli kokuları atları
çok olumsuz etkileyip onları kızdırabilr ve birbirleri ile kavga etmeye kışkırtabilirdi. Vikram
da babasına atları yabani çayırda otlatmayacağına söz vermişti.
Uzun bir süre çocuk çok dikkatli idi ve sözünü tuttu. Ancak bir Pazar günü
babasının uyarısını unutarak yanlış çayırın kapısını açtı ve atları yabani otların olduğu
çayıra saldı. Sonuç çok kötü olmuştu. Atlar boğalar gibi kızgın kızgın solumaya ve
birbirlerine çifte atmaya başladılar. Gözleri dönmüş, ağızları köpürmeye başlamıştı.
Bağlarını kopartarak Vikram’ı kenara doğru fırlattılar ve kaçarak çayırın içine dağıldılar.
Orada birbirleri ile kavga etmeye başladılar. Vikram çaresizlik içinde onları
seyrediyordu. Tek yapabildiği onlarda uzak durarak sakinleşmeleri için dua etmekti. Uzun
zaman sonra en sonunda atlar koşuşturmaktan tamamen yorgun ve bitkin düştüler
ahırlarına geri döndüler.
Birbirleri ile kavga etmekten ve tekme atmaktan her tarafları çürümüş ve yara bere
içinde kalmışlardı. Tamamen iyileşmeleri aylar
sürdü. Bu süre zarfında da huyları değişmiş
tamamen aksi davranışlar içinde zaptedilmez
olmuşlardı.
En sonunda atların fiziksel yaraları
iyileşti ve davranışları değişerek eski normal
hallerine döndüler. Vikram bu olaydan ders
almış olması gerekiyordu ama maalesef üç ay
sonra yine bir sıcak pazar günü gün babası
çiftlikte yokken Vikram’ın canı sıkıldı ve
kendisini yorgun hissederek biraz dinlenmek
86
istedi. Atlar yine aynı şekilde vahşi otlağa giderek çıldırdılar. Birbirlerine üstünlük sağlama
gayreti içinde kavga etmeye başladılar ve kontrolden çıktılar. Vikram yine dua etmeye
başladı, fakat atları sakinleştirip kontrol altına alana kadar atlar geçen seferden çok daha
kötü yaralanmışlardı. Atların huzur bulması ve yaralarının iyileşmesi eskisinden çok daha
uzun sürdü. Vikram’ın babası oğlu ile hayal kırıklığına uğramıştı, ama Vikram da çok
üzülmüştü.
Bizim zihinlerimiz de aynı bu şekilde
davranmazlar mı? Zihnimizi olumlu düşüncelerle,
pozitif bakış açıları ile beslersek, zihnimizi temiz bir
ortamda tutar ve onu kontrol altında tutarsak
zihnimiz gayet iyi davranacak,
problem
çıkarmayacak ve bizi utandırmayacaktır. Ancak
zihnimizi sağlıksız düşünceler ve sağlıksız
aktivitelerin zehirli çayırlarında serbest bıraktığımız
anda bu tehlikeli “özgürlüğün” tadını alacak ve
bundan vazgeçmek istemeyecektir. Aslında bu bir
özgürlük değil kargaşalık, patırtı ve gürültüden
başka bir şey değildir. Böyle bir kuralsızlık ve disiplinsizlik, bir alışkanlık veya bağımlılık
haline bile dönüşebilir. Ve aradan zaman geçtikten sonra artık bir daha zihne hâkim
olmak ve onu zaptetmek imkânsız hale gelecektir.
Zihnimizi istediğini yapmak üzere vahşi atlar gibi serbest bırakarak böyle kötü bir
duruma düşecek olursak “atlarımızı”(beş duyumuzu) kontrol altına almamız, yani beş
duyuya hâkim olarak zihnimizi tekrar dizginlememiz ve ehlileştirmemiz çok zor olacaktır.
Ancak uzun süren dualarla ve erdemli kişilerle yakın arkadaşlık ederek zihnimizi tekrar
sakinleştirebilir ve yatıştırabiliriz. O zaman sağlıklı otlarla dolu yeşil çayırların keyfini
sürebilir ve huzura ve mutuluğa kavuşabiliriz. Bu konuda kutsal metinler şöyle bir ifadede
bulunmuşlardır.
Bu bilgeliğe ancak Tanrı’ya inanan, ciddi, kararlı, azimli, yolundan
dönmeyen, sadık, kendini tam olarak adamış ve duyularını kontrol edebilen
insanlar ulaşabileceklerdir. Bu bilgeliği elde ettikten sonra da kısa süre içinde o
yüce huzura ve sürura ulaşacaklardır.”
52- 2006/110
ÖNCE GÖREVİN SONRA KENDİN
1968 yılında çıkan fırtına Orissa’nın fakir halkını çok olumsuz etkilemişti. Şiddetli
fırtına, hortumlar ve şiddetli yağan yağmur kıyı bölgesinde yaşayan insaların evlerini
yıkmış ve arkasında çok sayıda evsiz ve çaresiz insan bırakmıştı. Aralıksız yağan
korkunç bir yağmurdan sonra bir sel oluşmuş ve insanların gözleri önünde evlerini,
eşyalarını, mallarını, hayvanlarını ve bütün servetlerini önüne katarak sürükleyip
götrümüştü. Tabiatın o korkunç ve ayırt etmeyen korkunç yüzüne tanık olmuşlardı.
87
Her türlü haberleşme imkânları yok
olmuştu.
Fırtınadan
sonra
hükümet
görevlileri bir helikoptere binerek bölge
üzerinde uçuyorlar ve hasar tespiti
yapıyorlardı. İnsanlar aşağıda çaresizce
yardım bekliyorlar ve ellerini sallıyorlardı.
Ülkenin dört bir tarafından gelen sosyal
yardım kuruluşlarına ait birimler o hala yağan
yağmur ve şiddetli esen rüzgârın altında
yardımlarını ulaştırmaya çalışıyorlardı.
Bu görevlilerden oluşan bir grup şehrin kenar mahallerinden birine doğru
yöneldiler. Araçlarında yiyecek, ilaç, elbiseler ve battaniyeler vardı. Köye vardıklarında
öğlen olmuştu ve bütün köy suya batmış gibiydi. Hala yağmur yağıyordu. Köyün
meydanında durdular ve o boş meydanda kendilerine yol gösterecek birilerini aramaya
başladılar.
En sonunda bazı köylüler onları fark
ettiler ve koşarak geldiler. Gönüllüler en
sonunda kendilerine dağıtımda yardım
edecek birileri geldiği için sevinmeye
başladılar. Ama gelen köylüler yardım
malzemelerini yağma etmeye ve kapıp
kaçmaya
başlamışlardı.
Gönüllüler
aptallaşmış vaziyette ne diyeceklerini, onları
nasıl
sakinleştireceklerini
ve
kontrol
edeceklerini bilemeden onları seyrediyorlardı.
Daha şimdiden yorulmuşlar ve sırıl sıklam
olmuşlardı.
Tam o sırada küçük bir kız ortaya çıktı ve yardım kamyonlarına saldıran insanlarla
tatlı tatlı konuşarak onları sakinleştirmek için konuşmaya başladı. Onlara bu işin bir
disiplin içinde yapılması gerektiğini, sabırlı olmak gerektiğini ve en önce yardıma en çok
ihtiyacı olanlara sağlık ve gıda yardımı yapılması gerektiğini söylemeye başladı. Yardım
gönüllülerine yol göstererek en acil yardıma ihtiyacı olanların yardım almalarını
sağlıyordu. Tüm yardım işini organize ediyordu. Bu sırada sabırsızlanan köylülerle
yumuşak biçimde konuşuyor, onlara yiyecek ve içecek verip yatıştırıyor ve sağlık ekibinin
işini rahatça yapmasını sağlıyordu. Ekibin
önüne düştü ve akşama kadar onları çamurlu
yollardan ve tepelerden götürerek en çok
yardıma ihtiyacı olanların evlerine ulaştırdı ve
onların hizmet almasını sağladı. Asla
yorulmuyor, tam tersine yüzü şükürle ve sevgi
ile ışık içinde parlıyordu. Yardım ekibi işini
bitirdiğinde yorgunluktan bitmiş ama he
isteyenin yardım almasını sağlamıştı. Biraz
dinlenmek üzere oturdular. Birden ekip içindeki
gönüllülerden birisi fark etti ki kendilerine ön ayak olarak ev ev dolaştıran ve yardım
paketlerinin, yiyecek ve içeceğin dağıtılmasını sağlayan küçük kız kendisi ve ailesi için
hiçbir şey almamıştı.
88
Hemen kızın evine giderek kıza neden bir şey almadığını sordular. Kız utanarak ve
biraz tereddüt ederek cevap verdi, “Benim bir İnsani Değerler Öğretmenim var ve o bana
başkalarına karşı yapılan hizmetin ve görevin ilk önce gelmesi gerektiğini, eğer böyle
yapılırsa Tanrı’nın kendisinin o hizmet eden kişinin ihtiyaçları ile ilgileneceğini söyledi.”
Bu kadar fakir ve muhtaç durumda olan kız böyle yüksek bir öğretiyi uygulamaya
koyarak yardım ekibini hayretler içerisinde
bırakmıştı. Küçük kıza hayran olmuşlardı.
Küçük kıza bu öğretmenin kim
olduğunu sordular. Kız şöyle yanıtladı, “Ben
o onu bugüne kadar hiç görmedim, ama
İnsani Değerler kitabımda büyük bilgenin
sözleri yazıyor. Ben bir İnsani Değerler
Eğitimi öğrencisiyim.”
Ekip üyeleri bencilsizlik timsali olan
bu küçük kızı gözyaşları içinde dinliyorlardı.
O milyonlarca insanın yapmayı başaramadığı şeyi uygulamaya koymuştu ve herkese
örnek teşkil ediyordu. Gerçektn yakın zamanda dünyayı bekleyen çok güzel bir çağın
habercilerinden birisi idi.
“Bu dünyada sevgiden daha yüce bir nitelik yoktur. En büyük manevi
uygulama bu sevgiyi hizmete dönüştürebilmektir.”
53- 2006/112
SEN YİNE DE YAP
Aşağıda ki şiir Hemşire Teresa’nın Kolkata’daki Çocuk Evinin duvarında asılıdır.
89
İnsanlar çoğunlukla mantıksız
davranırlar ve bencil olurlar, sen
onları yine de affet.
Sen iyi kalpli ve sevecen olduğun
halde insanlar seni bencillikle veya
gizli maksatların olduğun şekilde
suçlayabilirler, sen yine de vermeye
ve iyi kalpli olmaya devam et.
Eğer başarılı isen bazı sahte
dostların ve gerçek düşmanların
olacaktır: Sen yine de başarmaya
devam et.
Sen dürüst ve doğru sözlü olduğun
zaman insanlar seni kandırmaya
çalışacakladır. Sen yine de Doğru
Davranış’tan ayrılma ve samimi ol.
Senin yıllar boyunca inşa ettiğini
birisi bir gecede yerle bir edebilir.
Sen yine de baştan inşa etmeye
devam et.
Sen mutluluğu ve huzuru bulursan
onlar seni kıskanacaklardır.
Sen yine de mutlu olmaya devam et.
Bugün yaptığın iyi davranışı insanlar
yarın unutacaklardır. Sen yine de iyi
davranmaya devam et.
Bu dünyaya sahip olduğun ve
elindekinin en iyisini ver. Bu belki
yeterli olmayacaktır ama sen yine de
elinden gelenin en iyisini vermeye
devam et.
En sonunda fark edeceksin ki bu
başından beri hep seninle Tanrı
arasındaydı. Yine gördüğün gibi
hiçbir zaman seninle onlar arasında
değildi.
90
54- 2006/114
GERÇEK SEVGİDEN BİR PARÇA
Bir okulda engelli çocuklara yardım
toplama yemeği düzenlenmişti. Bu
öğrencilerden birisinin babası o yemeğe
katılanların hiç unutamayacakları bir
konuşma yaptı. Okulu ve öğretmenleri
övdükten sonra ortaya bir soru attı:
“Dışarıdaki bazı etkenler yoluna çıkmazsa
doğa her zaman mükemmel şekilde
işlemektedir. Ancak benim oğlum, Shay okulda derslerini diğer öğrenciler gibi hızlı ve iyi
öğrenemiyor. Diğerleri gibi anlayamıyor. Benim oğlumun durumunda tabiatın o
mükemmel işleyişi nerede peki?”
Bu soru üzerine herkes sessiz kaldı. Baba devam etti, “Ben şuna inanıyorum ki
benim oğlum Shay gibi fiziksel ve zihinsel olarak engelli bir çocuk dünyaya geldiği zaman
gerçek insan tabiatı kendisini ortaya koyabilmek için bir fırsat yakalamış oluyor. Bu da
başka insanların o çocuğa karşı olan davranışlarında ortaya çıkıyor. Baba sonra
aşağıdaki hikâyeyi orada bulunanlara anlattı.
Shay ve babası bir parkın yanından geçiyorlardı. Orada Shay’in de tanıdığı bazı
çocuklar bezbol oynuyorlardı. Shay sordu, “Ne dersin baba, benim de oynamama izin
verirler mi?”
Shay’ın babası çocuklardan hiçbirinin Shay gibi
birisini kendi takımlarında görmeyi istemediğini
biliyordu. Ama şunu da gayet iyi biliyordu ki eğer onun
da aralarında oynamasına izin verirlerse Shay bir yere
ait olma hissini tadacak ve sahip olduğu engellere
rağmen başkaları tarafından kabul edilmenin verdiği
hisle kendine güveni artacaktı.
Shay’in babası sahada oynamakta olan
çocuklardan birisinin yanına yaklaştı ve Shay’in de
onlarla birlikte oynayıp oynayamayacağını sordu. Ancak aslında fazla bir beklentisi yoktu.
Çocuk dönerek arkadaşlarına sordu. Diğer çocuklar başlarını sallayıp onayladılar,
“Neden olmasın ki?” Çocuk şöyle dedi, “Şu anda sekizinci oyundayız ve altı koşu
gerideyiz. En iyisi biz onu dokuzuncu oyunda oyuna alalım ve beyzbol sopasını onun
eline verelim.”
91
Bunu kararlaştırdıktan sonra Shay üzerine bir takım forması giydi ve yüzünde bir
gülümseme ile birlikte yedek kulübesine oturarak sırasını beklemeye başladı. Babası ona
bakınca kalbinde güzel bir sıcaklık hissetti ve göz pınarlarında yaşlar belirdi. Diğer
çocuklar da Shay’i aralarına kabul ettikleri için babasının mutluluğunu gözlemlediler.
Sekizinci oyunda Shay’in takımı birkaç koşu
yaparak arayı kapadı, ama hala üç koşu geridelerdi.
Sıra dokuzuncu oyuna gelmişti. Shay eline eldivelerini
giydi ve sahaya doğru yürümeye başladı. Babası
seyircilerin arasından ona el sallıyor, o da bir yandan
heyecanlanıyor, bir yandan da ağzı kulaklarına vararak
gülümsüyordu. Ona doğru hiç top gelmeden dokuzuncu
oyunda bir iki puan daha kazandılar. O anda iki dış kapı
ve merkez dolu idi ve kazanmak için son vuruşun
yapılması ve vurucunun koşu yaparak bütün kapıları
geçerek tur atması gerekiyordu. Ve sırada Shay ve
Shay’in elindeki beyzbol sopası vardı. Acaba
arkadaşları Shay’e bu fırsatı verecekler miydi, yoksa bu
kritik anda son görevi başka bir oyuncuya mı
vereceklerdi. Bunu yaparlarsa oyunu kazanma ihtimalleri çok azalacaktı.
Sürpriz şekilde bu son görev, sopa ile topa vurma görevi Shay’e verildi. Herkes
Shay’in topa vurmasının nerede ise imkânsız olduğunu biliyordu, çünkü Shay beyzbol
sopasını bile doğru dürüst tutamıyordu.
Fakat Shay merkeze gelip tutucunun önünde elinde
sopası ile yerini aldığında topu fırlatacak olan oyuncu karşı
takımın kazanma şansını bir kenara bırakarak Shay’e
hayatındaki bu en önemli anda bu güzel tecrübeyi
yaşatmak istediğini anlayınca bir iki adım geri çekilerek
topu Shay’e doğru çok yumuşak bir şekilde attı. En zından
belki topa dokunabilecekti.
Shay gelen topa doğru sopa ile hamlesini yaptı ama
acemice ıskaladı. Bu sefer top fırlatıcı birkaç adım yakına
gelerek bu sefer topu daha da yavaş bir şekilde Shay’e
doğru sektirdi. Shay gelen topa sopası ile yavaşça vurdu ve
top yavaşça tekrar top fırlatıcının ellerine gitti. Bu durumda
fırlatıcı eline gelen topu en yakınındaki arkadaşına doğru
atabilirdi. Bu durumda da Shay oyun dışı kalırdı ve oyunu kaybederlerdi. Ancak top
fırlatıcı kendisine doğru yavaşça gelen topu tuttu ve ilk kapıda duran arkadaşının başının
çok üzerinden ilerilere doğru fırlattı. Tüm takım arkadaşları ve seyirciler ayağa fırladılar
ve Shay’e bağırmaya başladılar, “Koş, Shay koş! İlk kapıya doğru koş!”
92
Ancak Shay hayatında o kadar uzun süre koşmamıştı bile. İlk kapıya zorlukla ve
şaşkınlıkla vardı. Bağırmaya devam ettiler, “Koş şimdi ikinci kapıya koş!” Nefes nefese
kalarak Shay üçüncü kapıya koşmaya başladı. O sırada karşı takımın en küçük oyuncusu
topu yakalamış ve ikinci kapıda duran arkadaşına atmaya
hazırlanmıştı. Topu arkadaşına fırlatarak oyunu kazanmalarını
sağlayabilir ve kendisi de oyunun kahramanı olabilirdi. Ancak
o da top fırlatıcının niyetini sezmişti. O da topu yükseğe doğru,
üçüncü kapıdaki arkadaşının başının çok üzerinden ilerilere
doğru fırlattı. Shay ikinci kapının etrafından dolanarak üçüncü
kapıya doğru çılgın gibi koştu. Herkes deli gibi bağırıyordu,
“Shay, Shay,Shay, en büyük Shay!” Shay üçüncü kapının
etrafından dolandığında her iki takımın oyuncuları da
beraberce bağırmaya başlamışlardı. “Koş Shay, merkeze
doğru koş!” Shay merkeze doğru koşarak yerdeki plakaya ayağı ile dokundu. Shay en
büyük vuruşu yapmış ve takımı oyunu kazanmıştı. O oyunun kahramanı ve en iyi
oyuncusu idi.
Sonradan babası bu güzel deneyim hakkında şunları söyledi, “O gün her iki
takımın oyuncuları beraberce bu dünyaya gerçek sevgi ve insanlık konusunda çok güzel
bir örnek sergilediler.”
Shay ondan sonraki yazı göremedi ve o kış hayata gözlerini kapadı. Hayatının son
gününe kadar o gün babasını mutlu edişini ve eve döndüğünde annesinin kendisini bir
kahraman gibi karşılamasını hiç unutmadı.
55- 2006/115
BİR YILBAŞI / NOEL GECESİ
Savaş giderek onlara doğru yaklaşıyordu. Silah sesleri ve top patlama sesleri
küçük köyden duyulmaya başlamıştı. Alman anne çocuklarını korumak amacı ile onları
ormanın derinliklerindeki kulübeye götürdü. Şöminede ateş yaktılar ve ailece kutsal gün
olan Noel akşamını kutlamaya hazırlandılar. Ancak
yanan odun kokusu ormanda bulunan bazı kimseleri
cezp etti ve biraz sonra evin kapısı çalınmaya başladı.
Kadın, “Acaba bu kim olabilir?” diye düşündü.
Cesaretle kapıyı açtı. Kapının önünde Amerikalı üç
düşman
askeri
vardı, “Biz ormanda
kaybolduk ve çok
açız.
Üstelik
içimizden
birisi
yaralı! İçeri gelip
biraz
ısınabilir
miyiz?” diye sordular. Alman kadın bir an acaba
93
düşmana yardım ettiği duyulursa kendisine ne gibi bir ceza verileceğini düşündü. Ama
sonra karşısında soğuktan titreyen gençleri gördükten ve kendisini onların annelerinin
yerine koyduktan sonra karar vermesi zor olmadı.
“Lütfen içeri gelin” diye kırık bir İngilizce ile seslendi. O sırada da omuzlarının
yanlarından sarkan silahlarını fark etti. “Lütfen silahlarınızı odunluğa bırakın!” diye ekledi.
“Çocukları korkutabilirsiniz.” Sonra onları ateşin yakınına oturtarak onları ısıttı ve onlara
yemek vererek karınlarını doyurdu. Şöminenin başında oturan ve birbirleri ile işaret dili ile
anlaşmaya çalışan alışılmamış bir topluluk olmuşlardı.
O sırada kapı sertçe bir kez daha
çaldı. Dışarıdan biri almanca yüksek sesle
bağırdı, “Kapıyı açın, burada soğuktan
donmak üzereyiz.” Alman kadının benzi
korkudan bembeyaz kesilmişti. “Şimdi ne
yapacağım?” diye düşündü, “Bunlar Alman
askerleri!”
Kapıya vurmalar devam edince
kapıya doğru koştu ve tereddüt etmeden
kapıyı açtı. Gelen askerlere içeride üç Amerikan askeri daha olduğunu söyledi. “Çok
üşümüşlerdi ve birisi de yaralı idi. Üstelik bu gece Noel gecesi!” diye ekledi. “Bu gece
kavga etmeye ve kan dökmeye hiç gerek yok, çünkü bu gece kutsal bir gece!”
İki Alman askeri botlarındaki karları silkelediler ve içeri girmeye hazırlandılar.
Kadın onları da uyardı, “Lütfen siz de silahlarınızı odunluğa Amerikalıların silahlarının
yanına koyun!” Bunun üzerine onlar da silahlarını çıkararak diğerlerinin yanına koydular.
Alman ve Amerikan askerleri beraberce şöminenin yanında ısınmaya başladılar. Alman
askelerinden birisi sıhhiyeden anlıyordu ve Amerikan askerinin yarasını temizleyerek
sardı.
Geceyarısı olduğunda bütün grup “Silent night Holy night” Noel şarkısını yüksek
sesle ve beraberce söylediler, Sonra da şöminenin karşısında yerde beraberce uyudular.
Sabahleyin Alman anne Amerikalı askerlere yolu tarif ederek kendi birliklerine doğru
yönlendirdi. Sonra da Alman subayları kucaklayarak onlara veda etti.
“Bu dünyayı bir arada tutan tek birleştirici güç, tek çimento arkadaşlıktır.
İnsanoğlu birbiri ile kardeştir ve Tanrı’nın koruması altında bu dünya kalıcı barışa
ve huzura kavuşacaktır.”
94
56- 2007/125
LINCOLN’DEN ÖĞRENDİKLERİMİZ
Abraham Lincoln 1861 yılında Amerika Birleşik Devletlerinin 16.cı başkanı olarak
seçildi. Lincoln başkan olmadan önce de bütün ülkede iyi kalpli ve nazik kalpli bir insan
olarak tanınırdı. O hakikate ve adalate sıkı sıkıya bağlı bir insandı. Daha henüz bir
çocukken bile muhtaç insanlara yardım elini uzatarak hizmet ederdi. Başkan olmadan
önce Illinois şehrinde 20 yıl avukatlık yapmıştı. Ancak finansal yönden, yani para
kazanma yönünden çok başarısızdı. Çünkü fakir insanlardan çok fazla para isteyemezdi.
Örneğin eski bir devrim askerinin yaşlı eşi ve çok
fakir olan bir kadından 400 USD emekli maaşına hak
kazanabilmesi için yalnızca 200 USD alınmıştı. Lincoln
Sigorta Şirketini dava ederek yaşlı kadının için emekli
maaşı almasını sağlamıştı. Lincoln kadının otel faturasını
ödemiş ve hatta eve dönüş tren biletini bile almıştı.
Müşterilerini davalı oldukları kişilerle mahkeme dışında
kendi aralarında anlaşmalarını sağlamakla ve kendisi bu
işten hiç para almamakla ünlü idi. Bu şekilde herkes
mahkeme masraflarından kurtuluyor ve basit bir çözüm
bulunmuş oluyordu.
Bir seferinde üçkâğıtçı bir adamın zihin engelli bir
kıza ait araziyi kendi üzerine geçirmesini engellemişti.
Mahkemedeki dava yalnızca onbeş dakika sürdü.
Lincoln’ün asistanı aldıkları dava ücretini aralarında paylaşmak için Lincoln’e geldi.
Lincoln onu azarladı. Yardımcı avukat kızın ağabeyinin davayı açmadan önce dava
ücretini ödemeyi kabul ettiğini ve durumdan tamamen memnun olduğunu söyledi. Lincoln
mutlu değildi, “Olabilir” diye devam etti, “Fakat bu para fakir ve zihin engelli bir kızın
cebinden geliyor. Ben bu parayı alacağıma açlıktan ölürüm daha iyi. Sen bu paranın
yarısını aldığın kişiye iade et. Ben kendi payım olan paranın bir centini dahi istemiyorum.”
Avukat olmadan önce Lincoln bir mağaza işletiyordu. Bir akşam dükkânı
kapatmadan
önce
kasasındaki
paraları
sayarken bir müşterisinden birkaç cent daha
fazla almış olduğunu fark etti. Hemen dükkânı
kapattı ve aldığı fazla parayı müşterisine iade
etmek için kilometrelerce yol yürüdü.
Yine başka bir seferinde bir kadına
terazide tarttığı çayı vermiş, sonradan terazinin
eksik ve hatalı ölçtüğünü öğrenince de eksik
kalan miktar kadar çayı tartarak kadıncağızın
evine kadar götürmüştü. Kadın şaşkınlıktan
afallamıştı.
Lincoln bütün canlı varlıkları severdi. Bir gün avukat arkadaşları ile şehir dışında
arabada yolculuk yaparken rüzgârın yuvalarından aşağıya uçurduğu iki yavru kuşu fark
etti. Hemen arabayı durdurdu ve o küçük yavruları yuvalarına götürüp koydu. Sonrada,
“O yavru kuşları annelerine teslim etmese idim o gece uyku uyuyamazdım” diye bu olayı
anlattı.
95
Sonra başkan olduğunda bir seferinde
arkadaşları ile birlikte günlük yürüyüşlerinden birini
yapıp eve dönerken arkalarından gelmekte olan,
üzerinde eğeri olan ama binicisi olmayan bir at
gördüler. Lincoln arkadaşlarına atın sürücüsünün
kim olduğunu bilip bilmediklerini sordu. Arkadaşları
atın tanıdıkları birisine ait olduğunu söylediler. “O bir
sarhoştur” dediler, “herhalde yolun kenarına
düşmüş, sızıp kalmıştır.
Lincoln hemen gidip o adamı aramaları
gerektiğini söyledi. Arkadaşları, “Neden gidelim ki?” diye itiraz ettiler. “Hava kararıyor ve
biz zaten geç kaldık. Bırak o sarhoş bu işten dersini alsın!” Yürümeye devam ettiler.
Fakat Lincoln geri döndü ve “Belki düşüp bir yerini yaralamıştır” diyerek adamı aramaya
gitti.
Bir müddet yürüdükten sonra yolun kenarında baygın vaziyette yatan adamı
gördü. Lincoln adama kendisine gelmesinde yardımcı oldu ve zorlukla onu kendi evine
kadar taşıdı. Evde herkes Lincoln’e eve sarhoş bir adam getirdiği için kızdılar. Fakat
Lincoln onların bu sert sözlerine hiç aldırmadı bile. Sakince şöyle dedi, “Bakın bu adam
sarhoş olabilir, fakat o da bizim gibi bir insan. Ona yardım etmek bizim görevimizdir.”
Sonra adam tamamen kendine geldiğinde de adama yemek verdi ve salimen evine
gönderdi.
Lincoln insana karşı sevgi ile yapılan hizmetin Tanrı’ya yapılan hizmet olduğuna
inanırdı. Köleleri gördüğü zaman çok üzülüyordu. Bu yüzden hayatı boyunca köleliğe
karşı savaştı. Birçok insan sonradan onun için şöyle demişti, “Gökte Tanrı var, yerde de
Lincoln var. Bizimle yalnızca bu ikisi ilgileniyorlar.”
Bu büyük ruhun ölüm yıldönümü 15 Nisan günüdür. Bizler o günde onu hatırlarız
ve onun yaşamı boyunca yaptıklarından kendi yaşantılarımız için ilham alırız. İçimiz
kendine güven ve merhamet ile dolar.
57- 2007/126
BABA GİBİ, GÜNEŞ GİBİ
Bazılarımız dışa dönüktür ve kolaylıkla
arkadaş edinirler. Böyle kişiler tanımadıkları
kişilerle çok rahatlıkla konuşurlar ve yabancılara
gülümsemekten çekinmezler. Vineet’in babası
da aynı böyle idi. Fakat Vineet babasından çok
farklı idi. Onbeş yaşına gelmişti, ama hiç
arkadaşı yoktu. Tatillerini en iyi arkadaşı olan
bilgisayarı
ile
birlikte
geçiriyordu.
Arkadaşlarından kendisini arayan hiç birisi
yoktu. Ne dışarıya çıkp gezer ne de sinemaya
filan giderdi. Yalnızca okul ödevlerini yapar ve
96
genellikle kendi başına ve yalnız olmayı isterdi.
Babası ise sık sık oğlunu dürter ve
kabuğundan dışarı çıkarak gezip tozmasını
söylerdi. Arkadaşları ile buluşmaya gitmesi için
cesaretlendirirdi. Fakat Vineet ağzını bile açmaz
yalnız kalmak isterdi. Okulda bile sınıf
arkadaşları ile yalnızca çok gerektiği zaman
konuşurdu. Bir akşam babası artık bu durumdan
sıkılmış olarak oğluna “Hadi oğlum gel okulda
jimnastik dersine gidelim ve antrenörle konuşalım” dedi. “Hayır, baba istemiyorum”
şeklinde kısa bir cevap aldı.
O sırada Vineet bilgisayarda araba yarışı oynuyordu. Onun babasına bu dikkatsiz
açıklamaları genellikle evde huzursuzluk konusu olurdu. Akşam olup da babası eve
gelince ona o gün kaç saat ders çalıştğını sorardı. Her gün “yap” ve “yapma” konusunda,
yaşamdaki öncelikler konusunda ve zamanın yönetilmesi konusunda geleneksel hale
gelmiş bir konuşma olurdu.
Fakat çocuk babasının kendisinin gelecek hayatı ile ilgili endişelerini anlamak
yerine sinirlenir ve ve aksileşirdi. Babası günlük uyarılarına başladığında “İşte yine
konferans başladı” der ve kulaklarını tıkamaya çalışırdı.
Bu şekilde günler ve aylar geçti. Her akşam aynı sahne tekrarlanıyordu. Fakat
çocuk her geçen zaman daha da kötüye gidiyordu. Büyük bir deha, çok zeki bir beyin
koltukta oturarak giderek verimsizleşiyordu. Bir gün babası bir bilge kişi ile karşılaştı.
Fırsatını bulduğu için sevinerek oğlunun durumunu ve ne yapabileceğini bilgeye sordu.
Bilge ona çok ilginç bir soru sordu. “Siz hiç güneşin hareketlerini gözlemlediniz mi?”
“Tabii ki biliyorum” dedi adam, fakat bilgenin
ne demek istediğini anlayamamıştı. Bilge şöyle
devam etti, “Güneş doğduğu zaman alçak bir
seviyeden kendini gösterir. Tam öğle vakti
olduğunda başımızın üstünde yükselir. Sonra da
giderek alçalmaya başlar. Güneş tam tepenizde
iken gölgeniz en kısadır. Güneş alçalmaya
başladığında ışığını daha uzak bir mesafeden
gönderir ve gölgeler de uzar. Güneş tepede uzun
bir süre kalmaz. Zamanın çoğunda uzak
mesafeden bizim üzerimizde parlamaya devam
eder.
Vineet’in babası “Çok doğru” dedi ama hala bir şey anlamıyordu. Bilge adam
söyledilerini açıklamaya başladı, “İşte siz de aynı bu güneş gibi olmalısınız. Oğlunuzun
üzerine çok fazla düşmeyin! Ona patronluk taslamayın! Onun başının üzerinde çok fazla
durursanız sıcaktan bunalacaktır. Onu uygun bir mesafeden takip edin. Onu korumanızı
97
ve sıcaklığınızı makul bir mesafeden vermeye devam edin. O her ne zaman baksa sizin
onu seyrettiğinizi ve sevgi dolu sıcaklığınızı vererek parlamaya devam ettiğinizi bilmeli!
Bırakın o kendi zihni ile düşünsün, siz onun yerine düşünmeyin!”
Varlığınızın sıcaklığını çocuklarınıza vermelisiniz. Ancak çok fazla sıcaklık
verirseniz onları sıcaktan kurutur ve yakarsınız. Birçok insan çocuklarına baskı
yaparak onların kendilerinin bir şey düşünmesine ve kendi kendilerine bir karar
vermelerine engel olurlar ve onlara zarar verirler.
58- 2007/129
DOĞRU DAVRANIŞ, DOĞRU ÖDÜL
İnsana yapılan hizmetin Tanrı’ya yapılan hizmet olduğu söylenir. Çok zengin bir
adam bir tapınakta fakir insanlara yemek dağıtıyordu. Yemeği fakir ve kimsesiz insanların
alması bekleniyordu. Kapıda yüzlerce insan kuyruk oldular. Toprak ağası böyle bir hizmet
yaptığı için çok mutlu idi ve dağıtılacak çok sayıda da yemek vardı. Ağanın oğlu da
yemek dağıtım işinde yer almıştı. Ancak oğlan yemek
yiyenlerin sıraları arasında dolaşırken hiç de fakir
olmayan bazı insanların yemek aldıklarını ve yediklerini
fark etti. Hemen babasına giderek babasına anlattı,
“Baba şurada ikinci sıradaki üç adam oldukça
varlıklı gözüküyorlar. Neden onların gitmelerini
istemiyorsun? Biz yalnızca fakirlere yemek dağıtıyoruz.
Neden bu insanları besleyelim ki?” Babası oğlunu teskin
ederek şöyle dedi, “Biz yalnızca üzerimize düşen görevi yerine getiriyoruz. Bırak onlar
neyin doğru olduğuna kendileri karar versinler. Biz yalnızca doğru olduğunu
düşündüğümüz davranışı yerine getirmekle mükellefiz. Lütfen bu konuda tek bir kelime
daha söyleme!”
Adamın oğlu babasının söylediklerinden hoşlanmamıştı, fakat o adamlara hizmet edip
yemek vermekten başka bir çaresi yoktu.
O gün akşam
olmadan hemen önce
zengin ağanın kapısı
çalındı. Öğle vakti
oğlunun
yemek
sırasında işaret ettiği
adamlardan
birisi
kapıda
durduğunu
görünce
şaşırdı.
Adam şöyle dedi, “Sir,
98
ben işsiz bir adamım. Çalışmayı sevmediğim için tembel bir adamım. Bu sabah Tanrı’ya
şöyle seslendim, ‘Tanrım, eğer Sen bana bugün ben hiç çalışmadan bir yemek verecek
olursan Sana söz veriyorum, ben de çalışmaya başlayacağım.’ Öğlen olduğunda
tapınağın yanından geçerken sizin insanlara yemek verdiğinizi gördüm. Ne kadar güzel
ve doyurucu bir yemekti. Şimdi benim de Tanrı’ya verdiğim sözü yerine getirmem lazım.
Acaba bana verecek bir işiniz var mı?” Bu sözler zengin adamın çok hoşuna gitmişti ve
hemen onu işe aldı.
Ertesi gün zengin ağa yine tapınağa gitti ve orada gördüğü manzara karşısında bir
kez daha şaşırdı kaldı. Dünkü adamlardan ikincisi aynı kendisinin bir gün önce yaptığı
gibi fakir insanlara yemek dağıtıyordu. Hemen adama doğru gitti ve sordu, “Sir, eğer
yanılmıyorsam siz burada dün yemek yiyenlerin arasındaydınız. Nasıl oluyor da bugün
burada siz yemek dağıtıyorsunuz, lütfen bana açıklayın!” Yemek dağıtan adam utangaç
biçimde gülümsedi ve şöyle dedi, “Ben aslında zengin, ama çok cimri bir adamım. Ben
nerede bedava yemek bulsam hemen oraya gider ve yerim. Dün burada sizin dağıttığınız
yemeği yerken kendi kendime düşündüm ve yaptığım şeyden utandım. Zenginliğimi daha
az şanslı insanlarla paylaşmam gerektiğini bana siz öğrettiniz ve bana örnek oldunuz.”
Zengin ağa bundan sonra tapınağın içerisine girdi. Orada üçüncü adamı yerlere
kapanmış dua ederken görünce çok şaşırdı. Adam biraz sonra onun yanına gelip şöyle
dedi, “Sir, sizi gördüğüme çok sevindim. Size şunu söylemeliyim ki ben düne kadar
Tanrı’ya inanmıyordum ve bir ateist idim. Bana bir
arkadaşım şöyle sormuştu, ’Tanrı’nın senin O’na
inanmanı sağlaması için ne yapması gerekiyor?’ Ben de,
‘Yani bugün birisi bana bedava bir mango verecek
olursa ben Tanrı’nın var olduğuna inanacağım.’ Dün
tapınağın önündeki yemek sırasına girdim. Herkese
oradaki meyvelerden bir tane veriliyordu. Sıra bana
geldiğinde dağıtan kişi benim elime bir mango koydu. O
an Tanrı’nın bana bir işaret gönderdiğine inanmıştım. Bu
yüzden buraya geldim. Size teşekkür ederim.”
Zengin adam mutluluk gözyaşları içerisindeydi.
Şöyle dedi, “Sevgili Allahım, sana sonsuz şükürler olsun ki ben dün oğlumun sözünü
dinlemedim. Eğer dinlemiş olsaydım bu üç adam bugün yaptıklarını yapmayacaklardı.”
Büyük bir bilge şöyle demiştir, “İlahiliği elde etmek için saflığı geliştirmelisiniz.”
Yaptığımız işte ve niyetimizde saf olursak ve yaptığımız eylemin meyvasını
Tanrı’ya adayacak olursak o zaman çıkan sonuç çok güzel ve tatmin edici olacaktır.
99
59- 2007/132
ÇOK GÜZEL BİR İLİŞKİ
Genç anne yaşam adı verilen yola adımını attı
ve sordu, Bu uzun bir yol mu?” Ona yol gösteren
rehber, “Evet” dedi, “Ayrıca bu yol zor bir yoldur.
Sonuna ulaşmadan önce yaşlanacaksın. Fakat yolun
sonu başlangıcından daha iyi ve daha güzel
olacaktır.”
Genç anne çok mutluydu ve hiçbir şeyin bu
yaşadıklarından
daha
güzel
olabileceğine
inanmıyordu. Çocukları ile oynuyor, onlar için
bahçeden çiçekler koparıyor, temiz su akıntılarında
yüzüyor ve güneş onlar için parlıyordu. Anne
seslendi, “Hayatta hiçbir şey bundan daha güzel
olamaz.”
Sonra gece oldu, fırtına çıktı. Yol karardı ve çocuklar soğuktan ve korkudan
titremeye başladılar. Anne onları daha çok kendine doğru çekti ve onları kendi mantosu
ile sarıp sarmaladı. Çocuklar, “Anne, biz korkmuyoruz, çünkü sen bizim yanımızdasın,
bize hiçbir şey tehlike yaratamaz” dediler.
Sonra sabah oldu. İleride bir tepe gözüküyordu. Çocuklar tepeye tırmandılar ve
yoruldular. Anne çocuklara, “Az daha gayret, neredeyse
geldik!” diyordu. Çocuklar tırmanmaya devam ettiler ve en
sonunda tepeye vardılar. Bir ağızdan şöyle diyorlardı,
“Anne sen olmasa idin biz bunu başaramazdık.”
Anne tekrar gece olduğunda yere uzandı ve
gözyüzünde yıldızlara bakarak şöyle dedi, “Bugün düne
göre daha iyi bir gün oldu. Çocuklarım zorluklarla
karşılaşarak cesareti ve sabırlı olmayı dayanıklılığı
öğrendiler. Bugün ise ben onlara güçlü olmayı ve
dayanıklılığı öğrettim.
Ancak ertesi gün karanlık bulutlar gökyüzünü
kapladı. Bunlar savaş, nefret ve kötülüğün kara bulutları idi. Çocuklar korktular ve ne
yapacaklarını bilemediler. Anneleri onlara seslendi ,”Yukarıya doğru bakın, ışığa doğru
bakın!”
Çocuklar baktılar ve yukarıda bulutların üzerinde çok huzurlu ve çok güzel bir yer
olduğunu gördüler. Bu ışık onlara karanlığın içinden çıkmalarında yardımcı oldu. Anne
şöyle dedi, “Bugün, bugüne kadarki en güzel gün idi. Ben bugün çocuklarıma Tanrı’yı
gösterdim.”
100
Sonra yine günler geçti, haftalar, aylar ve yıllar geçti. Anne yaşlandı ve beli
büküldü. Fakat çocuklar büyümüşlerdi ve çok güçlü idiler. Yolda cesaretle yürüyorlardı.
Yol inişli çıkışlı ve engebeli olduğu zaman annelerini kucaklarına aldılar. Bir tüy kadar
hafifti. En sonunda bir tepenin önüne geldiler. Tepenin arkasında parlayan bir ışıklı yol ve
kanatları ardına kadar açık altından bir kapı gördüler. Anne şöyle dedi, “Ben
yolculuğumun sonuna geldim. Ve şimdi mutlulukla görüyorum ki yolun sonu başına göre
çok daha güzel. Çocuklarım kendi başlarına yolda yürüyebiliyorlar ve onların ardından da
onların çocukları geliyorlar.”
Çocuklar annelerine şöyle seslendiler, “Sen o
kapıların içinden geçip gittikten sonra bile her zaman bizimle
birlikte yürüyeceksin, anne!” Çocuklar ayakta durup
annelerinin tek başına kapıdan geçip gitmesini seyrettiler.
Kapının kanatları o geçtikten sonra kapandılar. Çocuklar
birbirlerine şöyle diyorlardı, “Biz onu göremiyoruz, ama her
zaman bizimle birlikte. Bizim annemiz gibi bir anne bir
hatıradan çok daha fazlasıdır. O biz yaşarken her an bizim
yanımızda varlığını hissettecektir.”
Sizin anneniz her zaman sizinle birliktedir…,o Tanrı’nın sizi bakıp büyütmekle
görevlendirdiği melektir. O siz hasta olduğunuzda ateşli alnınızda hissettiğiniz serin eldir.
O, siz her güldüğünüzde güler ve mutlu olur. O sizin attığınız her adımı takip eder ve her
zaman sizin yanınızda olmak için her şeyden feragat eder.
O sizin gelmekte olduğunuz ilk kaynaktır, sizin ilk evinizdir. O size Tanrı’ya
gitmekte olan yolu gösterir. O sizin ilk aşkınızdır ve bu dünyada sizi ondan ve onun
sevgisinden hiçbir şey ayıramaz. Ne zaman, ne uzay ve hatta ne de ölüm!
Bu konuda şöyle güzel bir söz söylenmiştir,
“Anne ve çocuk arasındaki sevgiyi tarif etmek imkânsızdır. Bir kez annenizin
sevgisine sahip olduğunuzda her şeyi başarabilirsiniz. Bu dünya annelerin duaları
sayesinde ayakta kalmaktadır. Bu dünya üzerinde bir kadının duası bin tane
erkeğin duasından daha güçlüdür, çünkü kadınlar saftır ve yumuşak kalplidirler.
Hiçbir zaman annenizi mutsuz edecek bir davranışta bulunmayın, işte o zaman
Tanrı size her türlü işinizde yardım edecektir.”
101
60- 2007/133
SİZ YANLIŞ ADRESE GELDİNİZ
Bir din öğretmeni birkaç Musevi öğrenciye kutsal metin Torah hakkında bilgiler
veriyordu. Bir gün sıra bir ayete geldi. Şöyle diyordu, “En hakiki ve kendini en çok
geliştirmiş olan insan, en büyük zorluklarla karşılaştığında bile gülümsemeye
devam eden insandır.”
Genç öğrenciler bu beyanı kabul etmekte
zorlanıyorlardı, “Biz bir sıkıntı, bir zorluk, bir üzüntü içinde
olduğumuz zaman nasıl olur da gülümseyebiliriz?” diye
sordular. Öğretmen gözlüklerini çıkardı ve düşünceli bir
şekilde şöyle dedi, “Çocuklar işin doğrusu ben de bir
sıkıntı, bir problem veya zorlukla karşılaştığım zaman hiç
gülümseyemem ve bunu hoş karşılamam. Nedense bu
anlarda gülümsemeyi unutuyoruz.” Sınıfta bir sessizlik
oldu. Herkes konu üzerinde düşünüyordu. Öğretmen kısa
bir duraklamadan sonra şöyle devam etti, “Ancak ben bize
doğru cevabı verebilecek birisini tanıyorum. Burada bizim sinagogtan biraz uzakta bir
adam yaşıyor. Bu adam küçük yaşlarda anne ve babasını kaybettiği için bir yetim olarak
büyüdü. Çok genç yaşlarında bir trafik kazası geçirdi ve her iki bacağını da kaybetti.
Yaşamı boyunca büyük mücadeleler verdi. Acı, ıstırap ve birçok üzüntü çekerek yaşadı.
Ancak yüzünden hiç bir zaman gülümseme eksik olmazdı. Bence siz bu adama giderek
sorunuzu sormalısınız.”
Çocuklar bu cesaret timsali adamı öğrendiklerinde çok şaşırmışlardı. Birleşerek bir
grup halinde adamın evine gittiler ve kapıyı çaldılar. Kapıyı adamın kendisi açtı. Bir
tekerlekli sandalyede oturuyordu. Çocukları içtenlikle karşıladı ve ziyaretlerinin sebebini
sordu.
Çocuklar, “Efendim” dediler, “Biz sınıfta derste bir
konuyu işlerken hayatta zorluklarla karşılaştığımızda
nasıl gülümsemeye devam edebileceğimiz sorusu ile
karşılaştık. Öğretmenimiz de bu konuda bize yol
gösterebilecek en iyi kişinin siz olduğunuzu söyledi.
Lütfen bize anlatın efendim! Hayatınızda karşılaştığınız
sıkıntılara, acı ve ıstıraplara rağmen nasıl böyle
gülümsemeye devam edebiliyorsunuz?” Yaşlı adam çok
şaşırmıştı, “Çocuklar” dedi, “Korkarım siz yanlış adrese
geldiniz. Ben 73 yaşındayım ve bugüne kadar hayatım
boyunca hiçbir sıkıntı, hiçbir ıstırap veya hiçbir problemle karşılaşmadım. Tanrı bana her
zaman o kadar iyi davrandı ve beni merhameti ile o kadar korudu ki? Ben size zorluklar
ve sıkıntılar altında iken gülümseyebilmeyi nasıl öğretebilirim?”
Bu adam yaşamı boyunca Tanrı’ya yakın olarak yaşamış olan bir insandı.
102
61- 2007/135
PİŞMANLIK VE ÖDÜLÜ
Bir zamanlar Doğu Hindistan’da Puri Kshetra
adında bir hac merkezi olan şehirde Satvika adında
bir kral vardı. Puri şehrinde ibadet edilen Lord
Jaghannatha’nın bir müridi idi. Bu kral çok bilgili bir
kral idi ve çeşitli felsefi tartışmalara girerek her
zaman kazanması ile ünlü idi. Memleketi tam bir
adalet ve dürüstlük içinde yönetiyordu. Fakat
maalesef bir tane kötü huyu vardı. Zar oyunu
oynamasını çok seviyordu. Ne kadar çabaladı ise
de bu kötü huyundan kurtulamamıştı. Kral Satvika
bir gün yanındaki saray görevlileri ile birlikte
tapınağa Lord Jagannatha’ya ibadet etmeye
gitmişti. O zamanlar tapınağın mabed dairesi bir
perde ile örtülmüş bulunuyordu. Dışarıda koridorda beklemeye başladılar. O sırada kral
hemen bakanlarından birisi ile zar oyunu oynamaya başladı.
Biraz sonra perde açıldı ve tapınağın rahipleri Kral Satvika’nın yanına giderek
ritüel şeklindeki ibadet töreninin biraz sonra başlayacağını söylediler. Fakat kral hararetle
zar oyunu oynamaya daldığı için onları iştimedi bile.
Rahipler bir süre kralı beklediler, ama sonra daha fazla beklemeyecekleri için
ritüeli/töreni başlattılar. Biraz sonra kralı yine ritüelin başladığı konusunda uyardıkları
halde o yine buna kulak asmadı ve keyif içinde zar atma oyununu oynamaya devam etti.
Ritüel ve ibadet töreni iyice ilerlediği halde
kral oyun oynamaya devam ediyordu. Törenin
sonunda katılanlara okunmuş yiyecek dağıtıldı.
Kutsal kitapların anlattığı üzere okunmuş yiyecek
tam bir alçak gönüllülük ve bağlılık ruhu ile ve sağ el
ile alınıp yenilmeli idi. Halbuki kral kendisine uzatılan
yiyeceği almak için zarları sağ elinde aldı ve yiyeceği
almak için sol elini uzattı. Bunun üzerine rahipler
krala yiyecek vermeden devam ettiler. Biraz sonra
zar oyunu sona erdiğinde kral normal haline döndü
ve dehşet içinde ibadet töreninin yapılmış olduğunu
ve kutsal yiyeceğin dağıtılmış olduğunu öğrendi.
Kral rahipleri sorguya çekerek neden perdenin açıldığı sırada kendisini
uyarmadıklarını sordu. Rahiper krala şöyle dediler, “Efendim biz ritüelin her aşamasında
sizi haberdar edip uyardık. Fakat siz gelmediniz ve zar oyunu oynamaya devam ettiniz.
Dahası biz size okunmuş yiyeceği vermek için geldiğimizde siz sol elinizi uzattınız. Bu
Jagannatha’ya büyük bir saygısızlık ve büyük bir günahtır." Kral yaptığı büyük hatanın
farkına vararak rahiplere, “Siz doğru şekilde davranmışsınız” dedi.
103
Kral tapınağın içinde oyun oynadığı ve Tanrı’ya yapılan ibadet törenine katılmadığı
için çok pişman olmuştu. Üzüntüsünden ne yemek yiyebiliyor, ne de uyku uyuyabiliyordu.
Halkına örnek olması gereken bir kişi olarak böyle bir günah işlediği için vicdan azabı
çekiyordu. Kendisini cezalandırmak için bir elini kesmeyi düşündü. Zar oyununu birlikte
oynadıkları için bakanını çağırdı ve ondan kendisinin elini kesmesini istedi. Bakan bunu
duyunca şok olmuştu, “Ama efendim eğer siz dua
ederek içtenlikle Tanrı’dan af dilerseniz bu yeterli
olacaktır” diye cevap verdi. Fakat kral onun bu
sözünü dinlemek istemiyordu.
Aradan epey bir süre geçtikten sonra artık
bakan bu meseleyi tamamen unutmuş iken kral
yine ona meseleyi açtı, ”Sayın bakanım” dedi.
“Uzunca bir süreden beri geceleri uyku
uyuyamıyorum. Rüyamda pencereden içeriye bir
el giriyor ve bana el sallıyor. Herhalde bir hortlak
içeriye girip dolaşıyor.” Bakan bir süre düşündü ve eğer kral isterse geceleri onun
odasında kalabileceğini ve meseleyi tektik edebileceğini söyledi. Kral şöyle cevap verdi,
“Eğer bu gece o eli görecek olursan o eli kes. O zaman bunun bir hortlak mı bir hırsız mı
olduğunu anlayabiliriz.”
Bu öneriye katılan bakan eline bir kılıç alarak kralın odasında uyumadan hayaleti
beklemeye başladı. Tam kralın anlattığı gibi pencereden içeriye bir el uzandı. Bakan hiç
beklemeden uzanan eli kesip attı.
Bakan kesilen elin bir parmağının üzerinde kralın yüzüğü olduğunu görünce
dehşete kapıldı. Hemen odanın diğer ucuna koştuğunda da kralın elini kanlar içinde
gördü.
O anda bakan kralın kendisine bir oyun oynadığını anladı. Kral acı içinde
kıvranmakta olduğu halde en sonunda yaptığı yanlış ve işlediği günah karşılığında
cezalandırıldığı için çok mutlu idi.
Bu olayı öğrenen herkes kralın Tanrı’ya ve Doğru Davranış’a olan bağlılığına
hayran oldu. Aradan tekrar bir süre geçtikten sonra
kral ibadet etmek için tapınağa gitti.
O gün yine ritüel yapıldıktan sonra yine
okunmuş kutsal yiyecek dağıtımı yapılırken sıra krala
geldiğinde Kral Satvika yiyeceği her iki eli birlikte
almak istedi. O sırada bir mucize oldu ve kralın sağ
eli tekrar yerine geldi.
Tanrı’nın rahmetinden duygulanan ve gözyaşı
döken kral şöyle dedi, “Ben bugün buraya hayatıma bir son vermeye gelmiştim. Çünkü
işlediğim günahın bedeli yalnızca bir sağ el kaybı ile ödenemezdi. Ama Lord benim gibi
kötü bir insan üzerine bile rahmetini gönderdi.” Ve tapınağın içinde yerlere kapandı.
O günden sonra Kral Satvika daima insanlara hizmet etti ve hep hayır işlerinde
bulundu.
104
62- 2007/136
MÜKEMMEL ÇÖZÜM
Çok uzun zaman önce Çin’de Li-Li adında bir kız vardı. Li-Li evlendi ve kocası ile
beraber yaşamak için kayınvalidesinin evine taşındı. Kısa zaman içinde de kayınvalidesi
ile geçinemediğini anladı.
Tabiatları, huy ve mizaçları tamamen farklı idi. Kayınvalidesinin bir çok davranışı
Li-Li’yi çok kızdırıyordu. Kadın sürekli olarak Li-Li’yi eleştiriyordu. Günler ve haftalar geçti,
ama Li-Li ve kayınvalidesi hala sürekli olarak kavga ediyorlardı.
Çin’de yaşayan insanların geleneklerine göre Li-Li kayınvalidesinin her sözüne
boyun eğmek ve onun emirlerini yerine getirmek zorunda idi. Evin içindeki öfkeve
huzursuzluk Li-Li’nin kocasını çok büyük üzüntü içine sokuyordu.
En sonunda Li-Li kayınvalidesinin kötü mizacına ve diktatörlüğüne dayanamayarak
bu konuda birşeyler yapmaya karar verdi. Bu iş için babasının en yakın arkadaşı
Mr.Huang’ı görmeye gitti. Mr.Huang ot ve baharat satan basit ama bilge bir insandı. Li-Li
ona durumu anlattı ve bu problemi çözmek için kendisine çok kuvvetli bir zehir vermesini
istedi.
Mr.Huang kısa bir süre düşündükten sonra şöyle
dedi, “Sevgili Li-Li, ben sana senin problemini çözmede
yardım edeceğim. Fakat önce beni iyi dinlemeli ve
dediklerime tamamen itaat etmelisin. Li-Li, “Peki efendim,
siz ne derseniz, onu yapacağım” diye cevap verdi.
Mr.Huang arka odaya giderek bir paket dolusu otla
birlikte geri döndü. Li-Li’ye şöyle dedi, “Bu zehiri
kayınvalidenin yemeğini zehirlemek için kullanacaksın.
Fakat çok miktarda verirsen hemen etkisini gösterir ve herkes senden şüphelenir. Bu
yüzden bu verdiğim zehirli bitki karışımını onun yemeğine azar azar karıştıracaksın. Zehir
yavaş yavaş birikerek etkisini gösterecek ve bu
durumda da kimse seni suçlayamayacaktır. Her gün
güzel yemekler yap ve bu bitkilerden azar azar içine
koy. Ancak öldüğü zaman kimsenin seni suçlamaması
için o zamana kadar da ona hep iyi davranman
gerekecek. Onunla tartışma, onun her emrini sorgu
sualsiz yerine getir ve ona bir kraliçe gibi davran
tamam mı? Sonunda sen kazanacaksın!”
Li-Li çok mutlu idi ve MrçHuang’a teşekkür
105
ederek oradan ayrıldı ve acele ile eve koştu. Hemen kayınvalidesini öldürme planına
başladı.
Aradan aylar geçti. Li-Li her gün kayınvalidesinin yemeğini kendi eliyle götürüyor
ve ona hizmet ediyordu. Mr.Huang’ın söylediklerini düşünüyor ve şüpheleri gidermek için
gayet sakin davranıyor, kayınvaliadesi ile hiç tartışmaya girmiyordu. Ona kendi annesi
gibi davranmaya başlamıştı.
Aradan altı ay geçtikten sonra evde herşey değişmeye başlamıştı. Li-Li öfkesini
kontrol ede ede artık hiç sinirlenmemeye başladığını fark etti. Son altı ayda
kayınvaliadesi ile bir kez olsun hiç kavga etmemişlerdi. Her ikisi de birbirlerine çok iyi
davranıyorlardı. Hatta kayınvalidesi Li-Li’ye şimdi kendi kızı gibi davranmaya başlamıştı.
Arkadaşlarına ve akrabalara Li-Li’nin bulunabilecek en iyi gelin olduğunu anlatıyordu. LiLi’nin kocası da bu olup bitenden ve eşi ile annesinin aralarının düzelmesinden dolayı
çok mutlu idi.
Li-Li bir gün yine Mr.Huang’ın yanına gitti ve kendisinden yine yardım istedi. Şöyle
dedi, “Sevgili Mr.Huang, lütfen verdiğim zehir dolayısı ile kayınvalidemi ölümden kurtarın.
O bana karşı çok değişti ve ben onu kendi annem gibi seviyorum. Onun ölmesini
istemiyorum. Lütfen bana yardım edin, onu zehirden ve
ölümden kurtaralım!
Mr.Huang başını salladı ve gülmeye başladı, “Li-Li,
Li-Li!” dedi, “Endişelenecek hiçbir şey yok. Ben sana
yalnızca vitamin ve onun sağlığına iyi gelecek baharatlar
vermiştim. Ortadaki tek zehir senin zihninde ve senin
kayınvalidene karşı olan davranışlarında idi. Fakat bunların
hepsi senin ona verdiğin sevgi sayesinde yok olup gittiler.
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Eğer sevginizde bir kusur varsa bu yalnız ve
yalnızca yine sevgi yolu ile giderilebilir. Sevgi, sevgiyi doğurur! Sevgi sevgiye yol
açar! Sevgi veren sevgi alır! Sevgi yalnızca sevgi vasıtası ile anlaşılabilir. Tüm
yaşamınızı bir sevgi destanı haline getirin. O zaman sizi mutlu edecek hiçbir şeyin
yokluğunu hissetmeyeceksiniz. İhtiyacınız olan her şeye kavuşacaksınız, çünkü
Sevgi her şeyi ve herkesi fetheder!”
106
63- 2007/136
ELİNDE SEVGİ LAMBASI TAŞIYAN KADIN –
HEMŞİRE FLORENCE NIGHTINGALE
13 Ağustos’ta hayata gözlerini kapamış olan Florence Nightingale (1820-1910)
İtalya’da Floransa’da zengin bir İngiliz ailenin kızı olarak
dünyaya geldi. Kıza doğduğu şehrin adı verilmişti. Florence
Nightingale’in hayattaki en büyük başarısı hemşirelik
mesleğine kazandırdığı saygınlıktır. O zamana kadar hiç
kimse hemşireliğe önem vermezdi.
Bir gün Florence daha küçük bir kız iken bir arkadaşı
ile birlikte ormanda dolaşıyordu. Küçük bir çiftlik evine
rastladılar. O evde bir çoban, köğeği Cap ile beraber
yaşıyordu. Cap, çobanın tüm ailesi idi. Florence çobanı
gördüğünde yanında köpeği yoktu. Onu tanıdığı için
merakla sordu, “Cap nerede?”
Çoban üzüntü ile cevap verdi, “Zavallı köpek, onu
öldürmek zorunda kalabilirim.”
“Cap’i öldürmek mi?” diye Florence haykırdı. “Neden bunu yapmak istiyorsun ki? Senin
onu çok sevdiğini biliyorum. O çok iyi bir köpek!”
“Bazı çocuklar ona büyük bir taş atmışlar ve ayağı kırılmış” diyerek çoban cevapladı.
Çok üzgün gözüküyordu. Cap’i kaybederse kimsesi kalmayacaktı. “Ben çok üzüldüm” diye
Florence söze devam etti. “Fakat istersen ben onu bizim eve götürüp onu iyileştirebilirim.
Bizim evde birçok hayvan var nasıl olsa! Köpeği görebilir miyim?”
Çoban, Florence ve arkadaşını köpeğin yanına götürdü. Florence biraz su bularak
köpeğin ayağını nazikçe yıkadı. Köpeğin ayağının kırılmadığını, fena halde yaralanmış
olduğunu gördü. Cap’i alıp eve götürdü ve ona çok iyi bakarak iyileşmesini sağladı. Cap
tekrar çobanın koyunlarını güdebilecek kadar iyileşti. Çoban köpeğine kavuştuğu için çok
mutlu idi. Hasta ve yardıma muhtaç insanlara yardımcı olmak, bu tarihten sonra Florence’in
hayatı boyunca yaptığı tek şey oldu.
17 yaşında iken manevi bir deneyimi oldu ve kendisini Tanrı’nın ve dolayısı ile
insanların hizmetine adadı.
Hemşirelik mesleğine adım attı ve 1850’li yıllarda
Almanya’da Hemşirelik Okulunda Hemşirelik eğitimi aldı.
1853-1856 yılları arasındaki Kırım Savaşında
İngilizler Osmanlı İmparatorluğu ile karşı karşıya
gelmişlerdi. Hava çok soğuktu ve askerler ısıran bir
soğukta savaşmak zorundalardı. Bu yüzden birçoğu
hastalanıyordu ve onlara bakıp ilgilenebilecek çok az
sayıda hemşire vardı, çünkü kimse oraya gitmek
istemiyordu. Florence ise tam aksine tayinini oraya istedi.
Askerlere yardımcı olmak istiyordu.
107
Uzun süren bir yolculuktan sonra 38 başka hemşire ile birlikte savaş bölgesine ulaştı.
İlk izlenimi orada görev yapan sağlık personelinin yoğunluktan yaralı askerlere yeterince
hizmet veremediği oldu. İlaç azdı ve temizlik ihmal ediliyordu. Bu yüzden her yaralı askerde
enfeksiyonlar meydana geliyor ve çoğu ölüyordu. Askerlere temiz ve sağlıklı gıda
verebilmek bile mümkün olmuyordu.
Florence ve ekibi hastaneyi tam bir temizliğe tabi tuttular. Aletleri sterilize ettiler ve
hasta bakımını yeniden organize ettiler. Ancak bunlara rağmen onların zamanında ölüm
oranları azalmadı, tam tersine daha arttı. Bölgedeki tüm hastaneler içinde en yüksek ölüm
vakaları bu hastanede yaşanıyordu. İlk kışta 4.077 asker savaşta öldü. Ama bunun on katı
kadar asker tifo, tifüs, kolera ve dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklar yüzünden hayatlarını
kaybettiler. Geçici baraka tipi hastanelerde koşullar o kadar kötü idi ki! Kanalizasyon yoktu,
havalandırma yoktu. Temiz hava alamıyorlardı. Ayrıca askerler koğuşlarda üst üste
yatıyorlardı.
Florence bölgeye gittikten 6 ay
sonra 1855 yılının Mart ayında İngiliz
Hükümeti bölgeye bir sağlık komisyonu
gönderdi.
Komisyon
hastanelere
kanalizasyon
kurulmasını
ve
havalandırma yapılarak hastalara temiz
hava verilmesini sağladı. Bunun sonucu
olarak da ölüm oranlarında büyük bir
düşüş meydana geldi.
Nightingale bu kadar askerin
ölmesinin
yeterli
gıda
takviyesi
yapılmaması ve askerlerin çok çalıştırılması yüzünden meydana geldiğine inanıyordu. Bu
yüzden İngiltere’ye döndükten sonra Kraliyet Sağlık Komisyonunun önünde ifade vererek
yüksek ölüm oranlarının başlıca sebebinin temizlik ve hijyen eksikliği olduğunu söyledi ve
buna ilişkin delillerini sundu. Bu deneyim onun bundan sonraki yaşamını etkileyecek ve
onun temiz yaşam sürdürmenin önemini vurgulayan bir öncü olmasını sağlayacaktı. Bundan
sonra Ordu’da hastanelerde hem savaşta ve hem de barış zamanında ölümler azaldı ve
hastanelerde temizlik ve hijyen, en çok dikkat edilen şey olmaya başladı.
Kraliyet Sağlık Komisyyonuna verdiği
binlerce sayfa uzunluğundaki detaylı analiz ve
sağlık raporları sonucu bir Askeri Sağlık
Akademisi kurulmasına karar verildi. Bu tarihten
sonra sağlıkla ilgili kayıtlar çok daha titizlikle ve
detaylı şekilde tutulmaya başlandı.
1855 yılında Florence Nightingale’in
savaşta gösterdiği yararlılıklardan ötürü kendisi
adına bir vakıf kurulmasına ve vakfın
merkezinde yeni hemşireler yetiştirilmesi kararı
alındı. Bu vakfa o kadar cömert bağışlarda
bulunuldu ki 1859 yılında Nightingale Vakfın Fonundan 45.000 £ alarak ayrıldı ve
09.07.1860’da Nightingale Hemşire Okulunu açtı.
108
Nightingale 1860 yılında ayrıca “Hemşirelik Mesleği Hakkında Notlar” adında bir kitap
yazdı. 136 sayfalık bu kitap Nightingale Hemşire Okulunun ve ayrıca diğer hemşire
okullarının müfredatını oluşturdu. Bu kitap ayrıca halka da satışa sunuldu ve hemşirelik
mesleğinin temel ve klasik kitaplarından birisi olarak kabul edilerek çok sayıda satıldı.
Nightingale hayatının kalanını modern hemşirelik mesleğinin kurulması ve organize
edilmesi çalışmalrında bulunarak geçirdi. Onun yaşamı bencilsiz hizmet konusunda herkese
büyük bir ilham kaynağı olmakta ve örnek oluşturmaktadır. Çünkü o ve onun gibi tanınan,
tanınmayan insanlar yüzünden bu dünya hala güzel ve yaşanası bir yer olmaktadır. Hepimiz
onun yaşamından kendimize örnek alarak her şeyin ben ve benimden ibaret olmadığını
anlamalı ve yaşamın sonucunda görevimizi hakkıyla tamamlayabilmek için çevremizdeki
insanlara sevgi ve neşe içinde hizmet etmemiz gerektiğini öğrenmeliyiz.
64- 2007/138
KUTSAL KİTABI OKUMAK NE FAYDA SAĞLAR?
Yaşlı bir çiftçi torunu ile birlikte dağlardaki çiftlik
evinde yaşıyordu. Yaşlı dede her sabah erkenden kalkar ve
mutfaktaki masada oturarak kutsal kitaptan bir bölüm
okurdu. Torunu dedesini çok seviyor, aynı onun gibi olmak
ve her konuda dedesini taklit etmek istiyordu.
Bir gün torunu dedesine şöyle sordu, “Dedeciğim, ben
de senin gibi her gün Kutsal Kitabı okumaya çalışıyorum,
fakat fazla anlamıyorum. Bazen anlayabildiğim birkaç şey
oluyor, ama onları da kısa süre sonra unutuyorum. O zaman
Kutsal Kitabı okumak bana ne kazandırabilir ki?”
Çocuğun dedesi o sırada sobaya kömür atıyordu.
Torununa şöyle cevap verdi, “Sen şimdi şu kömür kovasını al ve nehirden bana bir kova
dolusu su getir bakalım.”
Çocuk dedesinin dediğini yaptı ama kömür
kovasının deliklerinden dışarıya sızan su yüzünden
kuyudan eve geri dönene kadar kuyunun içinde su
kalmamıştı.v
Dedesine çocuğa güldü ve “Bir dahaki sefer eve
gelene kadar biraz daha acele etmelisin!” dedi. Onu tekrar
nehirden su getirmeye gönderdi. Çocuk bu sefer nehirden
suyu doldurduktan sonra eve koşarak geldi ama yine
kovada su kalmamıştı.
Çocuk
yaramamıştı.
nefes nefese kalmıştı, ama hiç işe
Dedesi yeteri kadar gayret etmediğini
109
söyleyerek tekrar su almaya gönderdi. Çocuk artık bu işin imkânsız olduğunu biliyordu,
fakat dedesine ne kadar hızlı koşarsa koşsun eve gidene kadar suyun akıp gideceğini
ispat etmek için kovayı nehre daldırıp doldurduktan sonra bütün hızıyla eve doğru koştu.
Ancak dedesinin yanına geldiğinde kova yine boşalmıştı.
Nefes nefese bir vaziyette, “Gördün mü büyükbaba, yine işe yaramadı. Ne
yaparsam yapayım olmuyor” dedi. Yaşlı adam sakince, “Sen hiç işe yaramadığını mı
zannediyorsun?” diye sordu. “Şu kovaya bir bakar mısın?”
Çocuk kovaya baktı ve kovanın eline ilk aldığına göre farklı olduğunu gördü. O kirli
ve pis kömür kovasının hem içi ve hem de dışı tertemiz olmuştu.
“Dedesi fırsatını bulmuştu, “Sevgili oğlum, işte Kutsal Kitabı okuduğun zaman da
bunun aynısı oluyor. Sen belki okuduğunu fazla anlayamabilirsin ve hatta okuduğunu
hatırlayamayabilirsin ama sen onu okuduğun zaman hem için ve hem de dışın temizlenir.
Değişir, başka bir insan olursun!” dedi.
65- 2007/140
SANTRAL LÜTFEN
Ben daha henüz küçük bir çocukken babam eve telefon aldı. Mahallemizdeki ilk
telefonlu ev olmuştuk. Duvara asılı o parlatılmış kahverengi gövdeli telefonu çok iyi
hatırlıyorum. Parlak ahizesi telefonun yanında asılıydı.
Ben telefona uzanabilmek için yeteri kadar uzun değildim, fakat annem telefon ile
konuşurken büyülenmiş gibi dinlediğimi hatırlıyorum. Sonra zamanla o mükemmel
cihazın içerisinde “Santral/information” adında birisinin yaşadığını öğrendim. Telefon
edecek olan kişi “Santral, lütfen” diyordu ve o santral bize istediğimiz yeri bağlıyordu.
Bu “cin” ile ilk kişisel deneyimim annemin komşuyu ziyaret ettiği bir gün olmuştu.
Evin bodrumunda oradaki tamir aletleri ile oynarken yanlışlıkla elime çekiçle vurmuştum.
Parmağım çok acıyordu ve evde bana yardım edebilecek hiç kimse yoktu. Parmağımı
eme eme evin içinde dolaştım. En sonunda merdivenin yanına geldim ve orada telefonu
gördüm. Çabucak tabureyi telefonun önüne doğru çektim ve ahizeyi kaldırarak kulağıma
götürdüm. “Santral lütfen” diye seslendim.
Bir iki kez klik ettikten sonra bir ses,” Santral buyurun” dedi. “Ben parmağıma
çekiçle vurdum” diye ağlamaya başladım. Acıdan gözlerimden yaşlar boşanıyordu.
“Annen evde değil mi*” diye telefondaki ses sordu. “Evde benden başka kimse
yok” diye cevap verdim. “Ses yine “Kanaman var mı?” diye sordu. “Hayır” diye cevap
verdim. “Ben elime çekiçle vurdum ve parmağım çok acıyor!” Telefondaki ses,
“Buzdolabını açıp buz alabilir misin?” diye sordu. Ben yapabileceğimi söyledim. “O
zaman bir parça buz al ve parmağının üzerine tut” dedi.
110
Bu olaydan sonra ben herşey için telefonu elime alıp aramaya başladım. “Santral
lütfen” dediğimde telefondaki bayana ulaşıyor ve ona her şeyi soruyordum. Coğrafya
ödevimde bana Philadelphia’nın nerede olduğunu anlattı. Matematik dersimde takıldığım
zaman yardımcı oldu. Bir süre önce parkta oynarken yakaladığım küçük sincabımı meyva
ve fındık fıstık ile beslememi söyledi.
Sonra bir gün evdeki kanarya kuşumuz Petey öldü.
Ben yine “Santral lütfen” diye aradım ve ona üzücü hikâyeyi
anlattım. O bayan dinledi ve büyüklerin bir çocuğu teselli
ederken söyledikleri sözlerden söyledi. Ama ben
avunmamıştım ve ağlamaya devam ediyordum. Ona tekrar
sordum, “Neden kuşlar böyle güzel sesler çıkarıyorlar,
şarkılar söylüyorlar, herkesi mutlu ediyorlar, ama sonunda
kafesin içinde ölüp böyle yerde yatıyorlar?”
Kadın benim derin üzüntümü sezmişti, bana sessizce
şöyle dedi. “Sevgili Paul, şunu daima hatırla, şarkı
söyleyecek başka dünyalar var, oralara gidiyorlar.” Bu söz bana kendimi iyi hissettirmişti.
Başka bir gün yine telefonu kaldırıp Santral’a “fix” adlı kelimenin nasıl yazıldığını
sordum.
Bütün bunlar Küzey Batı Pasifik’te küçük bir şehirde olmuştu. Sonra bir gün ben
dokuz yaşında iken ailem ve ben Boston şehrine taşındık ve ben telefondaki arkadaşımı
çok özledim.
Yeni evimizde salonda masanın üzerinde yeni parlak telefonumuz duruyordu ama
ben bir kere bile telefonu kaldırıp Santralı aramaya çalışmadım.
Buluğ çağıma yani 13 yaşlarıma geldiğimde çocukluğumdaki o konuşmalara dair
hatıralar aklımdan hiç çıkmamıştı. Bazen şüpheye ve şaşkınlığa uğradığımda o küçüklük
yaşlarımda telefonu açarak hissettiğim emniyet hissini hatırlarım. Telefondaki o bayan
benim gibi küçük bir çocukla zaman geçirmiş ve nasıl anlayışlı ve sabırlı bir şekilde
ilgilenmişti.
Aradan birkaç yıl geçtikten sonra batıda bir üniversiteye yazıldım. Uçağım
Seattle’da indi bir sonraki uçağıma 1 saatten fazla zaman vardı. Merak içinde telefonu
kaldırdım ve “Santral lütfen” diyerek bekledim. Mucizevî
bir şekilde o tanıdık ses yine cevap verdi ve “Santral
buyrun” dedi.
Kendimi buna hazırlamamıştım ama birden
santraldeki bayana “Bana lütfen “fix” kelimesinin
yazılışını söyleyebilir misiniz?” diye sordum. Telefondaki
ses uzun bir süre sustu ama sonra yumuşak bir ses,
“Sanırım parmağın artık iyileşmiştir, Paul!” diye cevap
verdi. Ben güldüm ve “Gerçekten de bu sensin” dedim.
“Bana o kadar uzun süre ne kadar çok yardımcı
olduğunu bilemezsin.”
111
O da aynı şekilde cevap verdi, “Sen de senin beni arayışların benim için ne anlam
ifade ediyordu, tahayyül edemezsin. Benim çocuğum olmadı, senin beni aramanı nasıl
bekliyordum anlatamam!” dedi. Ben ona bu şehirde kızkardeşimin yaşadığını ve onu
ziyaret için bu şehre geldiğimde kendisini tekrar arayıp arayamayacağımı sordum. “Lütfen
ara” dedi, “Benim adım Sally. Sally’i iste olur mu?”
Aradan üç ay geçtikten sonra tekrar Seattle’a geldim ve aradım. Farklı bir ses
“Santral” diye cevap verdi. Ben ona Sally’i sordum. “Siz onun bir arkadaşı mısınız?” diye
sordu. Ben “Evet ben çok eski bir arkadaşıyım. Benim adım Paul” dedim.
“Size bunu söylediğim için çok üzgünüm, ama Sally son yıllarda çok hasta olduğu
için part-time çalışıyordu. Kendisi beş hafta önce vefat etti” diye telefondaki ses açıkladı.
Ben telefonu kapatacaktım ki telefondaki bayan şöyle sordu, “Bir dakika siz adınızın Paul
olduğunu mu söylediniz?” Ben “Evet” dedim.
“Sally siizn için bana bir mesaj bıraktı. Siz ararsanız size söylemem için şunları
yazdırdı. Size o notu okuyacağım. Notta şöyle diyor: Lütfen Paul’e söyleyin, şarkı
söylemek için başka dünyalar da var. O benim ne demek istediğimi anlayacaktır.”
Santraldaki memureye teşekkür ederek telefonu kapattım. Sally’nin ne demek
istediğini anlamıştım.
Hiçbir zaman başka insanların üzerinde bıraktığınız etkiyi küçümsemeyin.
Acaba bugün kimin yaşamına dokundunuz?
66- 2007/146
BOŞLUKTAN NEŞE DOLU BİR EMPATİYE YOLCULUK
Los Angeles’tan Chicago’ya kalkan uçağın
kapısı tam kapanmadan uçağa yetiştim. Elimde
çantam ve Notebook bilgisayarımın çantasını
sürükleye sürükleye kendimi uçağa attım. Bu uçuş
tam noel öncesi yaptığım uzun bir iş yolculuğunun
ilk etabı idi ve ben geç kalmıştım. Uçuş sırasında
bilgisayarda çalışarak toparlamam gereken o kadar
çok işim vardı ki? Dua ederek yalvardım, “Lütfen
Tanrım, yanımdaki koltuk boş olsun. Beni rahatsız edebilecek birisini yanımda
istemiyorum.”
112
İki koltuklu sıranın koridor tarafında oturuyordum. Çaprazımda bir iş kadını bir
gazeteye gömülmüş okuyordu. Benim için sorun yoktu! Fakat benim koltuğumun yanında
ve pencere kenarındaki koltukta boynunda kırmızı bir levha asılı bir çocuk oturuyordu.
Levhada “Yanında Refakatçısı Olmayan Küçük Çocuk” diye yazıyordu.
Çocuk elleri kucağında gayet sakin bir şekilde oturuyordu. Gözleri direk ileriye
doğru bakıyordu. Muhtemelen kendisine yabancılarla konuşmaması gerektiğini tembih
etmişlerdi. Ben “Aman çok iyi” diye düşündüm. Biraz sonra kabin görevlisi hosteslerden
birisi yanıma geldi ve çocuğa seslendi, “Michael, ben şimdi oturmak zorundayım çünkü
biraz sonra kalkıyoruz. Bu beyefendi soracak bir şeyin olursa sana yardım edecek, olur
mu?”
Yani sanki benim başka bir şansım varmış gibi? Ben elimi uzattım ve Michael elimi
sıkarak iki kez salladı, “Merhaba, benim adım Jerry” diye cevap verdim. “Sen herhalde
yedi yaşlarında filan olmalısın?”
Cevap manidardı, “Sizin hiç çocuğunuz yok galiba?” “Neden böyle düşündün?
Tabii ki çocuğum var.” Cüzdanıma uzanıp çocukların resimlerini göstermeye yeltendim.
Devam etti, ben altı yaşındayım. Ohooo, benim yedi yaşıma daha çok var!”
O sırada kaptan pilotun sesi hoparlörlerden duyuldu, “
“Kabin görevlileri, lütfen kalkışa hazır olun!” Michael bel kemerini biraz daha
sıkıştırdı ve koltuğun kenarlarını daha sıkı kavramaya başladı. Ona doğru eğilerek şöyle
dedim, “Tam şu anda ben bir dua ederim ve Tanrı’dan uçağı korumasını ve bizi kollamak
için meleklerini göndermesini isterim.”Amin” diye cevap verdi, ama sonra devam etti,
“Ama ben ölmekten korkmuyorum. Benim annem zaten cennette!”
Ben, “Çok üzüldüm” diye cevap verdim. “Neden üzülüyorsun ki?” dedi ve
pencereden dışarı bakmaya devam etti. O sırada ayaklarımın altındaki çantam ayağıma
değdi ve ben çalışmam gerektiğini hatırladım.
Michael uçak Pasifik Okyanusunun üzerine doğru geldiğinde heyecanla sordu, “Şu
aşağıdaki teknelere bak! Nereye gidiyorlar acaba?” “Herhalde biraz yelkenle gezip keyifli
vakit geçirmeye gidiyorlardır. Veya içinde senin ve benim gibi insanlar olan balıkçı
tekneleri de olabilir!” diye cevapladım.
“Peki, ne yapıyorlardır?” diye Michael devam etti. “Yalnızca balık avlıyorlardır. Ya
levrek, ya da orkinos avına çıkmışlardır” dedim. “Senin baban seni balığa götürdü mü
hiç?”
113
Cevap yine can acıtan şekilde geldi, “Benim babam yok!” Yalnızca altı yaşındaydı
ama babası yoktu ve kısa zaman önce de annesi ölmüştü. Ve tek başına binlerce
kilometrelik uçak yolculuğu yapıyordu. Benim en azından onun iyi bir uçuş yapmasını
sağlamam gerekir diye düşündüm ve ayağımın ucuyla evrak çantamı koltuğumun altına
doğru ittirdim.
“Burada tuvalet var mı?” diye sordu. Acelesi olduğu belli oluyordu. “Tabii ki var”
dedim. “İstersen seni oraya götürebilirim.” Ona kapıdaki meşgul yazısını gösterdim ve
içeriye girdiğinde hangi düğmeye basması gerektiğini öğrettim. Dışarıya çıktığında üstü
başı ıslanmıştı ama gülüyordu. “Gösterdiğin o musluk her yere doğru su fışkırtıyor” dedi.
Hosteslerin hepsi gülmeye başladılar.
Yemek zamanı geldiğinde Michael kabin görevlilerinden VIP muamelesi
görüyordu. Ben dizüstü bilgisayarımı çıkararak indiğimde yapmam gereken konuşma
üzerinde çalışmaya başladım. Fakat zihnim Michael ile ilgilenmeye devam ediyordu.
Gözümü onun koltuğunun altında duran market torbasından alamıyordum, zavallı çocuk
bana hayatta sahip olduğu her şeyin o torba içerisinde olduğunu söylemişti.
Michael sonra hostesle birlikte uçağın pilot kabinini gezmeye gitti. O sırada hostes
bana Michael’i Chicago’da anneannesinin karşılayacağını söyledi. Koltuğunun önündeki
koltuğun arka cebinde büyük ve kalınca bir zarfın içerisinde velayetini, yani kendisine
bakmakla görevlendirilen kişileri gösteren bir belge vardı. Geri geldiğinde neşe ile
bağırıyordu, “benim kanatlarım var! Benim oyun kartlarım var! Benim fındıklarım var!
Pilotun yanına gittim ve bana ne zaman istersem
tekrar onun yanına gidebileceğimi söyledi.”
Sonra bir müddet kalın kahverengi zarfa
baktı. Ben, “Ne düşünüyorsun?” diye sordum.
Bana cevap vermedi. Yüzünü ellerinin arasına aldı
ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Uzun
yıllardan beri böyle üzgün bir vaziyette ağlayan bir
çocuk görmemiştim. Benim çocuklarım artık
büyümüşlerdi, ama ben onların bile böyle ağladıklarını hatırlamıyordum. Üzgün vaziyette
onun sırtını okşadım ve hostesin nerede olduğunu aramaya başladım.
“Ne oldu ahbap?” diye sordum. Boğuk boğuk cevap verdi, “Ben anneannemi hiç
tanımıyorum. Annem onun bizi ziyaret etmesini istemiyordu. Ya anneannem beni hiç
istemezse? Ben nereye giderim?”
114
“Michael, sen Noel hikâyesini bilmiyor musun? Mary, Joseph ve bebekleri
Jesus’un hikâyesini? Onlar Jesus doğmadan hemen önce Bethlehem’e geldiler. Gece
geç vakitti ve hava çok soğuktu. Nerede kalacaklarını bilmiyorlardı. Tanıdıkları hiç kimse
yoktu. Ne bir otel, ne bir hastane ne bir konukevi v.s. mevcuttu. Fakat Tanrı onları
gözlüyordu. Onlara gece kalabilecekleri bir hayvan ahırı buldu.
Michael kolumu çekiştirerek hemen araya girdi, “Bekle, bekle. Ben şimdi
hatırladım.” Sonra gözlerini kapadı, başını yukarı kaldırdı ve şarkı söylemeye başladı. O
küçük bedenden beklenmeyecek derecede yüksek ve gür bir sesle söylüyordu. "Jeeesus
looooves me--thiiiiiis I knowwwwwww. For the Biiiiiible tells meeeeee sooooo....."(Tanrı
beni seviyor ben bunu biliyorum. Çünkü kutsal kitap böyle anlatıyor…)
Uçaktaki tüm yolcular dönüp yüksek sesle ilahi söyleyen bu küçük çocuğa baktılar.
Michael bunun farkına varmamıştı. Gözleri sımsıkı kapalı vaziyette yüksek sesle
bağırarak kendisini kesinlikle başka bir yerde hissediyordu. Bitince, “Çok güzel bir sesin
var” dedim, “Ben daha önce böyle güzel şarkı söylendiğini işitmemiştim.”
“Annemin bana dediğine göre Tanrı bana aynı anneannem gibi bana da güzel bir
ses vermiş” diye devam etti, “Anneannem şarkı söylemeyi çok seviyor, kendisi kilise
korosunda!”
“İyi o zaman! İddiaya girerim sen de o kilisede şarkı söyleyeceksin. Siz ikiniz o
koroyu beraber idare edeceksiniz.”
Tam o sırada emniyet kemerlerinizi bağlayınız sinyali yandı. O’Hare’ye
yaklaşıyorduk. Kabin görevlisi hostes yanımıza geldi ve birkaç dakika sonra ineceğimizi
ve Michael’in kemerini bağlaması gerektiğini hatırlattı. Biraz sonra başarılı bir inişten
sonra ‘Emniyet Kemeri Lambası’ söndü ve uçaktaki yolcuların hepsi koridorlara akın
ettiler. Acele ile dışarıya çıkmaya çalışıyorlardı. Sanki okulda son zil çaldıktan sonra eve
akın eden öğrencilere benziyorlardı. Michael ve ben ise koltuklarımızda oturmaya devam
ediyorduk.
“Sen de benimle birlikte mi geleceksin?” diye sordu.
“Ben bunu hayatta kaçırmam arkadaşım!” diyerek ona güven verdim. Bir eline
torbasını ve o kahverengi kalın zarfı aldı, diğer eliyle de benim elimi tuttu. İkimiz hostesi
takip ederek uçaktan dışarıya çıktık. Havaalanı koridorları çok kalabalık ve çok gürültülü
idi. Michael birden durdu ve elini elimden çekerek dizlerinin üzerine yere çöktü. Dudakları
titriyordu. Gözleri dolu dolu olmuştu, ağlamak üzereydi.
115
“Ne oldu Michael? Eğer istiyorsan seni kucağımda taşıyabilirim” diye seslendim.
Ağzını açtı, dudaklarını hareket ettirdi ama sesi
çıkmıyordu. Onun yanına diz çöktüğümde
boynuma sarıldı. Onun sıcaklığını ve yanağının
ıslaklığını hissettim. Kulağıma yavaşça kısık
sesle “Ben annemi istiyorum” diye fısıldadı. Ben
ayağa kalkmaya yeltendim, ama Michael
boynuma daha sıkı sarıldı. O sırada koridorun
metal zemininde koşuşturan bir ayak sesi işittim.
“Bu sen misin bebeğim?” diye sıcak bir ses Michael’a seslendi. Benim arkam
dönük olduğu için kadını göremiyordum ama sesindeki o sıcaklığı hissettim. “Oh
bebeğim” diye ağlamaya başladı. “Buraya gel! Anneanne seni çok seviyor. Gel bana bir
sarıl! Bu nazik beyefendiye teşekkür et ve kucağıma gel bakalım!” Michael’in
annenannesi yanımıza yere çöktü ve Michael’in kolunu okşamaya başladı. Kadından
portakal çiçeği kokusu aldım.
“Michael dışarıya seni bekleyen o kadar çok insan var ki! Biliyor musun senin
teyzelerin, amcaların, yengelerin ve çok sayıda kuzenlerin var.” Çocuğun zayıf omuzlarını
sevip okşuyordu. Yavaş yavaş bir şarkı mırıldanıyordu. Sonra başını yukarıya kaldırdı ve
şarkıyı söylemeye başladı. Hangi şarkıyı
söyleyeceğini acaba kendisine hostes mi söyledi
diye hemen dönüp hostese doğru baktım. Güçlü
ve tertemiz bir ses havalanı koridorlarını
doldurdu, “Jesus loves me - this I know. For the
Biiiiiible tells meeeeee sooooo.."
Michael’in bana sarılması biraz gevşedi.
Onu kucağımda tutarak ayağa kalktım ve
annennneye başımı sallayarak merhaba dedim. Onun yerden market torbasını almasını
izledim. Terminal binasının kapısından dışarıya doğru çıkarken Michael boynuma
sarıldığı kollarını iyice gevşetti ve ananesine doğru uzandı.
Michael kucağında olduğu halde çıkış kapısının eşiğinden geçerken dışarıdan
büyük bir alkış ve bağırış koptu.
Oradaki kalabalığın büyüklüğünden Michael’in ailesinin ne kadar büyük olduğunu
anlayabilirdiniz. Büyükler, akrabalar, amcalar, halalar, kuzenler, arkadaşlar, kilisenin
papazı, kilise rahipleri ve çalışanları ve hatta çok sayıda komşu Michael’i karşılamaya
116
gelmişti. Uzun boylu bir adam uzanarak Michael’in boynundaki kırmızı levhayı çıkardı.
Üzerinde yazanlar artık geçerli değildi. Onun bir ailesi vardı.
Onlardan ayrıldıktan sonra havalanı kordorlarında yürüyerek yeni uçuşuma
hazırlanmaya başladığım zaman artık omzumdaki evrak çantamın ve bilgisayar
çantasının ağırlıklarını hissetmiyordum. Bir sonraki uçuşumda yanımda bu sefer kimin
oturacağını merak ederek düşündüm ve gülümsedim.
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Üç çeşit sevgi vardır. Birincisi kendisine dönük sevgidir. Bu sevgi yalnızca bir
odayı aydınlatan bir ampule benzer. İkinci tür sevgi karşılıklıdır ve ay ışığına
benzer. Daha uzaklara kadar aydınlatır ancak yeteri kadar parlak ve aydınlatıcı
değildir. Herşeyi ve her yeri kapsayan üçüncü tür sevgi ise güneş ışığı gibidir ve
parlaktır.
Sizi kurtaracak olan üçüncü tür sevgiyi geliştirin. Sevgi duyarak başkalarına
yapmış olduğunuz hizmet aslında sizin kendinize yapmış olduğunuz hizmettir.
Başkalarına hizmet ederek aslında başkalarına değil, kendi kendinize yardım etmiş
olursunuz.”
67- 2007/144
CENNETE YAPTIĞIM ZİYARET
Gece uykumda gördüğüm bir rüyada cennete gittim ve
orada bir melek bana etrafı gezdiriyordu. Beraberce içinde
çok sayıda meleğin çalıştığı büyük bir odaya girdik. Bana
rehberlik eden melek birinci bölümün önünde durarak bana
“Burası birinci bölümdür” dedi. “Burada Tanrı’ya dua şeklinde
yapılan tüm yakarışlar kabul edilirler.”
Bölümde çalışanlara baktığımda burasının son derece
meşgul olduğunu gördüm. Çok sayıda melek deli gibi
çalışarak dünyadanın dört bir tarafındaki insanlardan gelmiş
olan dua yazılı kâğıtları tasnif etmeye ve sınıflara ayırmaya
çalışıyorlardı.
117
Sonra uzun bir koridordan ilerleyerek ikinci bölüme ulaştık. Burada rehber melek
bana dönerek, “Burası da ikinci bölümdür. Burada paketleme ve gönderi yapılır. Bu
bölümde insanların talep ettikleri veya başkaları için istedikleri lütuflar ve hayırduaları
işlemden geçirilerek onları talep eden yaşayan insanlara gönderilir.
Yine burasının da çok kalabalık ve meşgul
olduğunu gördüm. Bu bölümde de çok sayıda melek
deli gibi çalışıyorlardı. O kadar çok sayıda takdis
edilme ve hayırduası talebi ve bunların dünyaya geri
gönderilmesi işi vardı ki burada çalışanlar da
başlarını bile kaşıyamıyorlardı.
En sonunda da koridorun en sonunda ve en
uzak odada küçük bir istasyona geldik. Bu odada yalnızca bir tane melek bulunuyordu ve
neredeyse hiçbir iş yapmadan aylak aylak oturuyordu. Ben buna çok şaşırmıştım.
Melek arkadaşım bana, “Burası da onay ve tastik odasıdır” dedi. Ben, “Nasıl oluyor
da burada hiçbir iş yapılmıyor?” diye sordum. Arkadaşım utanmış görünüyordu. “Çok
üzücü bir durum” dedi. “İnsanlar ettikleri duanın karşılığını aldıkları zaman içlerinden pek
azı aldığına dair bir onay/tastik/teyid v.s. gönderiyorlar.”
“Peki, bir insan Tanrı’nın kutsamasını aldığını zaman bunu nasıl teyid edebilir ki?”
diye sordum. “Çok basit” diye melek cevapladı, “Sadece söylenmesi gereken şey,
‘Teşekkür Ederim’dir.”
“Hangi kutsamaları onaylamamız gerekir?” diye sormaya devam ettim. Şöyle
cevapladı,
“Eğer buzdolabınızda yiyeceğiniz varsa, sırtınızda
elbiseniz, başınızın üzerinde bir çatınız varsa ve uyuyacak bir
yatağınız varsa…siz o zaman dünyadaki % 75 insandan daha
zenginsiniz demektir. Eğer bankada paranız varsa,
cüzdanınızda paranız varsa ve içerisinde bozuk paralarınızı
biriktirdiğiniz küçük bir kutunuz varsa…dünyadaki servet
sıralamasında ilk %8 içerisindeniz demektir. Eğer bu yazıyı
kendi bilgisayarınızda okuyorsanız dünyada bu olanağa sahip %1 insandan birisisiniz
demektir. Ayrıca sabah yatağınızda hastalıktan çok sağlıkla uyanıyorsanız…o günü
çıkaramayacak olan binlerce kişiden daha fazla kutsanmışsınız demektir. Eğer savaşta,
cephede ölüm korkusu çekmediyseniz, hapishanede yalnız bırakılmadıysanız, işkence
acısını hiç çekmediyseniz veya açlıktan karnınız hiç ağrımadı ise o zaman bu dünyadaki
118
700 milyon insandan daha iyisiniz demektir. Eğer dinsel ibadetinizi tutuklanma, işkence
ve hatta ölüm korkusu olmadan yerine getirebiliyorsanız bu dünyadaki 3 milyar insandan
çok daha iyi durumdasınız demektir. Eğer bu yazıyı okuyabiliyorsanız bu dünyada okuma
yazma bilmeyen 2 milyar insandan daha iyisiniz demektir. Bugün iyi bir gün geçirin ve
sahip olduğunuz kutsamaların sayısını düşünün!”
68- 2007/148
GURU NANAK VE DÜKKÂN SAHİBİ
24 Kasım ünlü bilge Guru Nanak’ın doğumgünüdür. Aşağıda onun
yaşamından ilham verici bir hikâye bulabilirsiniz.
Pasrur yakınlarındaki Sialkat’a giderken Guru Nanak yolda bir ağacın altında
dinleniyordu. Bu caper ağacı bugün hala orada bulunmaktadır. Yol arkadaşı Mardana
ona, “Neden bu vahşi ortamı şehrin konforuna tercih ediyorsunuz?” diye sordu.
“Hakikat’in olmadığı hiçbir yerde konfor da, rahat da, huzur da olamaz” diye bilge
cevap verdi. “Şehrin havası yalan dolanla dolu. Hiç kimse emniyet içinde o havayı
soluyamıyor”
Mardana, “Efendim ben çok acıktım” dedi. “Ben sizin gibi yalnızca hava ile
beslenemiyorum.”
Bilge ona, “Sen şehre git ve dükkânlara giderek şöyle de bakalım” dedi. “Benim
efendim yarım kuruşluk hakikat ve yarım kuruşluk da
yalan istiyor. Bu soruya cevap veren kişi seni
doyuracaktır.”
Bu Mardana’nın çok hoşuna gitmişti. Şehre
giderek yiyecek satan dükkânlara girip bu soruyu
sormaya başladı. Bazıları onu deli zannediyor, bazıları
da onunla dalga geçiyordu. Ancak bir dükkâna
geldiğinde dükkân sahibi ona şöyle dedi, “Sen efendine
söyle, ‘Yaşam bir yalandır ve ölüm de hakikattir’, de!”
Ve aynen Guru Nanak’ın söylediği gibi dükkân
119
sahibi Mardana’ya yiyecek ikram etti. Sonra adam Mardana’ya kendisini efendisine
götürmesini istedi. Onu görmek ve tanımak istiyordu. Ağacın altında istirahat etmekte
olan bilgenin yanına geldiklerinde dükkân sahibi onun büyüklüğünü hemen anladı ve
önünde eğilerek şöyle sordu, “Efendim lütfen bana doğru yolu gösterir misiniz?”
Bilge, adama, “Onu ara, bulacaksın!” diye cevap verdi. “Ararsan bulursun,
konuşursan kaybedersin.”
Dükkân sahibi adam bilgeden o kadar etkilenmişti günlerce onun peşinden
ayrılmadı, hatta Kabul şehrine kadar onunla gitti. En sonunda bilge ona geri dönmesini ve
karısına ve ailesine gitmesini söyledi.
Adam, “Ben bir zaviye olmak istiyorum” dedi.
“Dünyevi işleri terk etmek ve ben de kutsal bir insan
olmak istiyorum.”
“Biz hiçbirimiz yapmamız gereken vazifeden
kaçarak bilge olamayız. Ancak günlük yaşamdaki
sorumluluklarımızı nasıl yerine getirdiğimize bağlı
olarak kutsallaşırız” diye Guru Nanak cevap verdi.
O zaman neden insanlar evlerini terk ederek Tanrı’yı aramaya gidiyorlar?” diye
adam sordu.
Cevap çok anlamlıydı, “Birinci olarak gerçekten hakikati arayan insanlar var ve bir
de sorumluluklarından kaçmak isteyen insanlar var. Ben günlük dünyevi işleri yaparken
bir yandan daTanrı’ya hizmet edilebileceğini anlatan yolu insanlara göstermeye geldim.
Zihnimizde ve dudaklarımızda sürekli olarak Tanrı’nın isimlerini tutarak yaşayabiliriz,
yaşamalıyız. Yapmamız gereken işlerden kaçmak ve her şeyden feragat etmek bizi
içimizdeki doğruluğa götürmez. Sözler eyleme dökülmedikleri müddetçe anlamsızdırlar.”
Bilge adama bir dua öğretti ve sürekli tekrarlamasını söyledi. Bunun üzerine adam
evine, yani bir aile reisi olarak yaşamaya geri döndü. Bilgenin söylediklerini kalbine
yerleştirmişti.
Sonradan Nanak ve Mardana, Sialkot şehrine gittiler. Bilge öğrencisini görmek
istedi. Mardana adamı aramak için onun evine gittiğinde adamın karısı kocasının yine
onlarla gideceğini düşündü ve kocasının ormanda yaşamayacağını, belki de ölebileceğini
söyledi. Bunun üzerine dükkân sahibi de Mardana’dan saklandı ve ortaya çıkmadı.
120
Bu olay kendisine anlatıldığı zaman bilge şöyle dedi, “Bu adam yaşamın bir yalan,
ölümün de gerçek olduğunu söyleyen adamdı. Fakat şimdi yalana sarılmış gibi
gözüküyor. Öyle olsun! Fakat kim ölümden kaçabilir ki? Ölüm herkesi nerede yaşarsa
yaşasın bulacaktır.”
69- 2007/150
HAYATA GERİ ÇAĞRILDI
Bütün dünyada mucizeler meydana
gelmektedir ve bunlar Tanrı’nın Rahmeti’nin
işaretlerdir. Çoğu zaman bu mucizeleri
işitmeyiz. Hatta o Rahmet’e kavuşanların
çoğunluğu Tanrı’nın onları mesela kazadan,
beladan,
sakatlanmaktan
koruduğunu;
hırsızlardan ve soygunculardan sakındığını,
onlara iyi bir iş bulduğunu ve yaşamlarını
değiştirecek parlak fikirleri zihinlerinde nasıl meydana gelmesini sağladığını bilmezler.
Fakat bazen de kaçınılmaz olandan kurtulamayız. Şunu hatırlamayız ki o zaman
da ilahi gücün araya girmesi ile ileride bir mucize oluşması için daha iyiye yönelik adımlar
atılmakta, planlama yapılmaktadır.
Aşağıda okuyacağınız hikâye Amerikan Ordusunda binbaşı olan David Shublak’ın
hikâyesidir.
Eşi Linda ile evleneli daha henüz altı hafta olmuştu. Çok mutlu bir çiftlerdi ve
David’i ordu içinde çok başarılı bir kariyer bekliyordu. David her sabah erkenden kalkarak
antreman yapar ve koşuya çıkardı. Fakat bu hobisi neredeyse kendisinin yaşamına mal
oluyordu. Bir sabahleyin çok feci bir trafik kazası geçirdi.
Kocası dışarıya gittiğinde Linda evde iş yapıyordu. Dışarıdan gelen sirenleri ve
ambulansın sesini işittiğinde birisinin yaralandığını anladı ve kim olduğunu bilmeden
onun için dua etti. O yaralının kendi kocası olduğunu sonradan öğrenecekti.
Çok hızlı giden bir araba David’e şiddetle
vurmuş ve onu havada 20 metre uçurmuştu.
David yere düştüğünde başını beton yere çarptı.
Tüyler ürpertici bir sahne idi. Olayın olduğu yere
çok çabuk bir şekilde yetişen ambulans ve sağlık
görevlileri onu hemen hastaneye götürdüler.
121
Hastanede David’i tedaviye aldıklarında bacaklarının ve bir kolunun çok ciddi bir
şekilde kırık olduğunu tespit ettiler. Aynı zamanda yüzünde ve kafatasında da kırıklar
mevcuttu. Hemen beyin ameliyatına alındı. Ameliyat başlayalı 20 dakika olmuştu ki beyni
normal büyüklüğünün beş misline doğru şişmeye başaldı. Bu anda dışarıya çıkan baş
cerrah Linda’ya David’in ölümünün çok muhtemel olduğunu söyledi.
Çok umutsuz bir durumdaydılar ki, o sırada doktorlardan bir felaket haberi daha
geldi. David’in beyni hiç çalışmıyordu.
Linda’ya David’in beyninin klinik olarak ölü olduğu söylendiğinde Linda’nın kalbi
paramparça olmuştu. O andan sonra arkadaşları ve ordu görevlileri David’in cenaze
hazırlıklarına başladılar. Ulusal Arlington Mezarlığına defnedilecekti. Bazı kimseler
Linda’ya David’in organlarını bağışlamasını önerdiler. Shublak’ın kilise rahibi bile David’in
beyin dalgaları monitöründen gelen raporları gördükten sonra kendisini en kötüye
hazırlamıştı. David’in yaşadığına dair beyin dalgaları
maalesef gözükmüyordu.
Ancak Linda umudunu yitirmemişti. Kocasının
kendisinden bu kadar çabuk ve acımasız bir şekilde
alınmasını kabullenemiyordu. Kocasını koruması için
Tanrı’ya dua etmeye başladı. Tanrı’ya inanan birisi
olduğundan Tanrı’ya David’e nasıl yardımcı
olabileceğine dair dua etti.
Diğer insanlar David’in hayatta kalabileceğine inanmıyorlardı ve büyük şüphe
içinde idiler. Bu yüzden Linda Tanrı’ya “Tanrım ne yapmam gerektiğine dair bir yol
göster!” diye yalvardı.
Birden şaşkınlık yaratacak şekilde Linda’nın gözü önünde okuğuduğu İncil’deki
John 11:25 bölümü dikkatini çekti. Şöyle diyordu, “Ben yaşamın ta kendisiyim ve
hayata yeniden döndürmek Bana bağlıdır. Bana her kim inanırsa, ölmüş olsa bile
yeniden yaşayacaktır”
Linda şöyle diyor, “Herkes bana David’in beyin ölümü gerçekleştiğini söylese bile
Tanrı bana David’in yaşayacağını söylüyordu. Ben tıp ilmine değil Tanrı’ya inanıyordum
ve O’na güveniyordum”
Linda sürekli olarak İncil okumaya ve dua etmeye devam etti. Kocasının yatağının
başucunda sayısız saatler geçirdi. Başucunda kilise müziği çaldı, kocasının göğsüne
Kutsal İncil’i koydu ve hastane odasının dört bir tarafını Kutsal Kitaptan alıntılarla
doldurdu. Linda bir mucize olmasını umarak beklerken, çevresindekiler onun hakkında
endişelenmeye başladılar. Gerçeklikle bağını kopardığını düşünüyorlardı. Linda’nın bu
şekilde inançlı bekleyişi çok sayıda insanı rahatsız etti. Linda çevresindeki gerçek
dünyadan ayrı bir şekilde yaşıyordu. Tanrı’ya ve O’nun iyileştirici gücüne tamamen
inanıyordu.
122
Umudunu kesen insanların düşüncelerine ve yorumlarına katılmıyor ve David için
sürekli olarak dua etmeye devam ediyordu. Bir çok kişi artık David’in ölmüş olduğuna
inanmasını ve eve giderek en azından dinlenmesini istiyorlardı.
Ve bütün olumsuz beklentilere rağmen tam altıncı gün David ışığa reaksiyon
vermeye başladı. Linda onun kulağına fısıldayarak onu cesaretlendiriyor, onun doktorlara
içinde hala yaşam olduğunu göstermesini söylüyordu. David herkesin şaşkın bakışları
altında yavaş yavaş bacaklarını hareket ettirmeye başladı.
Ondan sonraki birkaç haftada David herkesi şaşırtmaya devam etti. Yavaş yavaş
David’in hafızası geri geldi. İki aylık bir yoğun bakımdan sonra evine geri döndü. Tüm
nörologlar David’in iyileşmesini ve hayata geri dönmesini bir mucize olarak adlandırdılar.
David’in iradesi eşinin inancı kadar güçlü idi. David artık kendisini çok iyi
hissediyor ve maraton koşmak istediğini söylüyordu. Bir müddet geçtikten sonra da
Silahlı Kuvvetlerdeki işine geri döndü.
70-2007/151
EĞER MÜKEMMEL OLMAK İSTİYORSANIZ...
Bir gün kendilerini kutsamaları için Hazreti İsa’nın önüne küçük çocuklar
getirilmişti. Fakat Hz.İsa’nın yanındaki salikler çocukları getirenleri azarlayarak kenara
çekilmelerini söyledi. Fakat Hz.İsa araya girerek şöyle dedi, “Bırakınız küçük çocuklar
bana gelsinler. Onları engellemeyin, cennet bu çocuklar gibi olanlara aittir.” Sonra da elini
teker teker çocukların başlarının üzerine koyarak onları kutsadı.
Peki, küçük çocuklara cennetin kapısını
otomatik olarak açan bu özellik ne olabilir sizce?
Kendinize bir zaman ayırın ve küçük bir çocuğun
yaşamın neşesi içinde kendisini nasıl kaybettiğini
izleyin. Ne görürsünüz? Tam bir bencilsizlik
göreceksiniz, yani kendini düşünmemeyi ve egoist
olmamayı gözlemleyeceksiniz!
Bir müddet sonra genç ve zengin bir adam Hz.İsa’ya gelerek şöyle sordu, “Sevgili
Öğretmenim, sonsuz yaşamı elde edebilmek için ne gibi iyi bir davranışta bulunmalıyım?”
Hz.İsa, “Bana neyin iyi olduğunu niye soruyorsun?” diye soruyla cevap verdi.
“Yalnızca Tanrı iyidir!”
123
Çok şaşırtıcı öyle değil mi? Fakat bu cevap Hakikat’tir, çünkü yalnızca Tanrı iyidir.
Biz yalnızca Tanrı ile Bir Olma’yı deneyimlediğimiz zaman mutlak iyi olabiliriz. Hz.İsa
sonra genç adama şöyle dedi, “Eğer yaşamın içine girmek, yaşamaya başlamak
istiyorsan, o zaman “On Emir”’e tam anlamı ile uymalısın.
“Bu emirler hangileridir” diye genç adam sorunca Hz.İsa şöyle yanıtladı, “1- Asla
öldürmeyeceksin! 2- Asla zina yapmayacaksın! 3- Asla çalmayacaksın! 3- Hiçbir zaman
yalan tanıklık yapmayacaksın! 4 Her zaman anneni ve babanı onurlandıracaksın! 5Komşunu kendini sevdiğin gibi seveceksin! v.s.”
“Ama
ben
bu
söylediklerinizi
zaten
çocukluğumdan beri uyguluyorum” diye genç adam
cevap verdi. “O zaman hala eksik olduğum taraf
hangisi olabilir?”
Durun bir dakika! İçimizden hangimiz Kutsal
Kitapların dediklerini çocukluğundan beri uyguladığını
iddaa edebilir? Bu genç adam mutlaka çok büyük bir ruh olmalı idi?
Hz.İsa bu genç adamı çok sevmişti. Genç adama doğru sevgi ile baktı ve Tanrı’nın
onu kutsaması için dua etti. Bu arada genç adamın bir eksiği olduğunu fark etti. Doğru
Davranışa tam olarak bağlı olmasına ve sahip olduğu bütün erdemlere rağmen içinde
tam olarak Huzur yoktu.
Bunun üzerine Hz.İsa genç adamı bir davette bulundu. “Eğer mükemmel olmak
istiyorsan tüm malını mülkünü fakir fukaraya ver ve dağıt. O zaman cennette
servete kavuşacaksın. Bunu yaptığın zaman gelip beni takip et!”
Adam şoka girmişti. Zihni bir anda sahip olduğu altınlara, gayrımenkullere,
karısına, çocuklarına, toplum içindeki itibarına ve sosyal statüsüne gidip geldi. Sahip
olduğu konfor ve rahatlıklar o kadar fazla idi ki! Bütün bunlardan vaz geçmek ve gelip bu
evi barkı olmayan yalnız başına yaşayan münzevinin peşine takılmak nasıl yapılabilirdi?
Kararsız kalarak başını aşağıya eğdi. Kalbi hızlı atmaya başlamıştı. Çok kritik bir andı.
Bu arada Hz.İsa sabırlı bir şekilde adamın karar vermesini bekliyordu. “Evet”
diyeceğini düşünüyordu, ama adam üzgün bir vaziyette başını çevirerek yürüyüp
uzaklaştı. Kim böyle bir çağrıya kararlılıkla çabucak cevap verebilir ki?
“Git… her şeyini sat…onları fakirlere ver…ve gel beni takip et.” Bize “git”
denildiğinde söylenmek istenen “Gitmesine izin ver, yani vazgeç”’tir. Kendini idrake ve
124
Teslimiyete giden yolun en başında her şeyden vazgeçmek, gitmesine izin vermek, yani
feragat vardır. Eğer feragat edebiliyorsak herşeyden vazgeçebiliriz, her şeyimiz satıp
savurabiliriz, her şeyimizi başkalarına verebilir ve sonra da Tanrı’nın önünde secde
ederek kendimizi O’na teslim edebiliriz. O da bizi bu yaşam okyanusundan geçirerek
doğum ve ölüm döngüsünün ötesine geçirebilir.
Genç adam uzaklaşıp gittiği zaman Hz.İsa saliklerine dönerek şöyle dedi,
“Ben size Hakikat’i söylüyorum, zengin bir insan için cennete gitmek hiç de kolay
bir iş değildir. Zengin bir insanın Tanrı’nın huzuruna ulaşması bir devenin bir iğnenin
deliğinden geçmesinden daha zordur.”
Bu söz salikler için büyük bir şok olmuştu. Şöyle sordular, “O zaman içimizden
hangimiz kurtuluşa ulaşabilir ki?” O zamanlar orada yaşayan Yahudiler servete ve para
sahibi olmaya Tanrı’nın bir hediyesi gözü ile bakıyorlardı. Bu, iyi ve iyi kalpli olmanın,
O’nun özel kutsamasına sahip olmanın bir göstergesi idi!
Saliklerin ve diğer herkesin inanışına göre kurtuluş için en ön sırada olması
gereken insanlar, bu zengin insanlardı. Eğer zengin bir insan kurtulamayacaksa o zaman
bu dünyada başka kim kurtuluşa ulaşabilirdi ki? Hz.İsa onlara doğru gülerek döndü ve
şöyle cevap verdi, “Dünyevi bakış açısından bu imkânsızdır. Fakat Tanrı için her şey
mümkündür.”
Hakikat’te ise zorlukla karşılaşanlar yalnızca zengin insanlar değildirler. Çünkü
insanoğlunun bakış açısı ile hiç kimse mükemmel değildir. Fakat Tanrı’nın bakış açısı ile
herşey mümkündür. Bu yüzden mükemmellik bizim Gerçekliğe baktığımız ve onu
seyrettiğimiz gözlükle alakalıdır. Biz insan gözlükleri ile baktığımız zaman ‘ben’, ‘benim’,
‘sen’, ‘senin’, ‘erkek’, ‘kadın’, ‘zengin’ ve ‘fakir’ görürüz. İkilik duygusu bağlılık düğümünü
oluşturup yaratan yanılgıdan başka bir şey değildir. Aynı bu genç adam gibi bizim de bir
çok bağlılıklarımız vardır. Bu genç adam muhtemelen sahip olduğu servete ne derece
derinden bağlı olduğunun farkında bile değildi. Bu aynı bizim de sahip olduğumuz
bağlılıklara benzemektedir. Sizi yokluğu rahatsız edene dek nelere bağlı olduğunuzun
farkına bile varmazsınız.
Bazen İlahi Varlık bizim sahip olduğumuz bu bağlılıkları sarsarak bizim onların
farkına varmamızı ve onlardan feragat ederek doğru yolu bulmamıza fırsat vermektedir.
Fakat aslında bizim böyle bir sarsılmaya ihtiyacımız olmaması gerekir. Zihnimizde öyle
bir davranış şekli edinmeliyiz ki her zaman bir şeylerden vaz geçmeye hazırlıklı olmalıyız.
Bu davranış şekli nedir? Bu ‘Ben’ ve ‘Benim’ duygusudur. Vazgeçmemiz gereken duygu
budur.
125
Bazı insanlar bağlılıktan uzak olmanın maddi varlıkları ona buna dağıtıp onlardan
kurtulmak olduğunu zannetmektedirler. Bu, bağlılıktan kurtulmak demek değildir. Her
halükarda dünyevi nesnelerden kurtulmak mümkün değildir. Çünkü eşyaların bizlerden
ayrı bağımsız bir varlıkları yoktur. Onlardan kurtulmak için nereye gidebiliriz ki? Şehirde
de olsak, ormanın derinliğinde de olsak onlar oradadır. Kutsal tapınağın ve huzur
mabedinin içine gidin orada bile onlardan kurtulamazsınız. Onlardan kurtulmak için bir
yere gidebilir miyiz? Hayır gidemeyiz! Kurtulunması ve vazgeçilmesi gereken şey sahip
olduğumuz eşyalar değil onlara sahip olduğumuzu zannetme duygusudur, bu eşyaların
bize ait olduğu düşüncesidir.
Eğer ‘Ben’ ve ‘Benim’ elbiselerini çıkartıp atabilirseniz Mükemmeliği göreceksiniz
ve Mükemmel olacaksınız, çünkü o zaman her şeyi Tanrı’nın bakış açısı göreceksiniz.
Her şeyin Bir olduğunu fark edeceksiniz. Bir başkası olmadığını göreceksiniz, ne sahip
olan, ne sahip olunan olacaktır, ne sen ne de ben olacaktır.
“Her şey Bir’dir sevgili oğlum, herkese aynı davran!” İşte kurtuluşu bize
bahşeden söz budur!
Hz.İsa bize şöyle demektedir:
Yapmaktan değil…
“Ben yapıyorum” dan kurtulun;
Yapmaktan, başarmaktan
vazgeçin.
Servetten değil,
“Ben sahibim” den vazgeçin
Sahip olma duygusundan
vazgeçin.
Eşyalardan değil..
“Bu benim” den vazgeçin
“Ben” ve “Benim” duygusundan
vazgeçin.
Bu bizi mükemmeliğe götüren yegâne yoldur!
126
71- 2007/152
ÖNEMLİ OLAN NASIL DAVRANDIĞINIZDIR
Büyük filozof Dr.S.Radhakrishnan Hindistan’ın daha
önceki başkanlarından birisi idi. Radhakrishnan Amerika’ya ilk
gezisini John F. Kennedy başkan iken gerçekleştirmişti.
Radhakrishnan uçaktan indiği sırada Washington’da hava kapalı
ve fırtınalı idi. Karşılama töreni yapılırken sağanak halinde
yağmur yağmaya başladı.
Genç Amerikan Başkanı Hintli meslekdaşını sıcak bir el
sıkışı ve gülümseme ile karşıladı, “Sizin ziyaretiniz böyle kötü bir
hava koşullarına rastladığı için özür dilerim, Sayın Başkan!”
Filozof devlet adamı gülümseyerek nazikçe, “Biz kötü şeyleri
değiştiremeyiz Sayın Başkan, öyle değil mi?” dedi ve devam etti.
“Birkaç yıl önce ben Delhi’de iken bir gazeteye çağrılmıştım. Orada mükemmel bir insanla
tanıştım. Her iki kolunu bir trafik kazasında kaybetmişti. Ama çok pozitif bir insandı.
Ayaklarını kullanarak gazetede dizgi yapıyordu. Yüzünde sürekli bir gülümseme vardı ve
daima mutlu idi. Bana şöyle demişti, “Bir ayda 500 Rupee(takriben 10 USD)
kazanıyorum. Ama çok mutluyum, çünkü hiç kimseye yük olmuyorum.”
“Sonra Pune şehrinde başka birisini
tanıdım. Yol kenarında oturuyordu ve bacakları
yoktu. Kalçalarının altında yalnızca tahta bacaklar
vardı. Ona ‘Bacaklarına ne oldu?” diye sordum.
‘Hiçbir şey olmadı’ diye cevap verdi. ‘Ben böyle
doğdum.’ ‘Peki sevgili arkadaşım sana kim bakıyor
ve seninle kim ilgileniyor?’ diye sormaya devam
ettim. Bana ‘Önce annem ve sonra tabii ki en
başta Allah yardım ediyor’ diye cevap verdi. ‘Bu
şekilde hareket etmekte zorluk çekmiyor musun?’
diye sordum. O da ‘Peki ya siz kanatlarınız olmadığı için hareket etmekte zorluk çekiyor
musunuz?’ diye soru ile cevap verdi. ‘Bir yerden yere uçabilmek için uçağa ihtiyacınız
olmadan kendi kendinize uçabilseydiniz daha iyi olurdu diye düşünmüyor musunuz?
‘Yaşam alışkanlıklardan ibarettir, eğer şikâyet etmeye başlarsanız, şikâyet edeceğiniz o
kadar çok şey bulursunuz ki? Halbuki burada önemli olan şey bu zorluklara karşı nasıl
davrandığınızdır.”
127
72- 2007/153
HAYATIN ACILIĞINI ERİTMEK
Bir adam yaşamından çok mutsuzdu ve
bundan kurtuluş çareleri arıyordu. Göl kenarında
bir ağacın altında oturmakta olan bir bilgeye
yanaştı ve mutsuzluğunun çaresini sordu. Bilge
adama bir bardak su almasını ve içine bir avuç tuz
atarak hepsini bir dikişte içmesini söyledi. Ziyaretçi
adam suyu içtikten sonra bilge, “Tadı nasıldı?” diye
sordu. Adam “Çok kötü!” diye cevapladı ve
ağzında kalan suyu büyük bir tiksinti ile dışarı
tükürdü. Bilge öğretmen hafifçe gülerek adama
kendisini takip etmesini söyledi. Beraberce göle kadar yürüdüler. Bilge adama eline yine
bir avuç tuz almasını ve göle atmasını söyledi. Adam bir avuç tuzu göle fırlattı. Bilge ona
“Şimdi gölden bir bardak su alarak iç bakalım!” dedi. Adam içince de, “Şimdi nasıl
bakalım?” diye sordu. Adam, “Çok güzel!” diye cevap verdi. Bilge, “Ağzına tuz tadı geldi
mi?” diye devam etti. Adam, “Hayır” dedi, Bunun üzerine bilge ziyaretçinin yanına oturdu,
onun ellerini kendi avuçlarının içine aldı ve şöyle dedi, “
“Yaşamımızdaki acılar işte bu tuza benzerler. Acının miktarı aynı olduğu halde o
acıyı içine koyduğumuz kabın büyüklüğüne bağlı olarak bizim acıyı hissettiğimiz seviye
de değişir. Bu yüzden sen acı çektiğin zaman yapabileceğin tek şey hislerini ve
duygularını genişletmen ve büyütmendir. Bir bardak olmaktan vazgeç, bir göl olmaya
çalış! Eğer yalnızca kendinle ve kendi ıstıraplarınla
ilgilenmekten
vazgeçer
ve
dışarıya
bakışını
genişletebilirsen bir göl olabilirsin. Yaşamı bir bütün olarak
görmeye çalış. Arkadaşlarını, aileni, alışkanlıklarını ve
çevrendeki tabiatı yani seni sen yapan şeylerin hepsini bir
arada değerlendirmeye çalış. Bir sorunla karşılaştığın
zaman sen yalnızca problemi görüyorsun ve sürekli olarak
o problem üzerinde düşünüp tabiri yerinde ise geviş
getirdiğin için durumu çok daha fazla trajik hale
getiriyorsun. Her şeyin çok daha iyi olduğu eski zamanları
düşün. Tanrı’nın seni yaşamını Rahmeti ile doldurduğu ve
senin üzerlerinde hiç durup düşünmediğin kutsamaları düşün. Hiçbir zaman kendini
başkaları ile negatif şekilde karşılaştırma. Sen eşsiz bir insansın ve eğer tam olarak
inancın varsa, Tanrı sana ihtiyacın ne ise verecektir. Yaşamında bir ıstırap olduğu zaman
o acıyı, o sıkıntıyı Tanrı’nın önüne koy! Mutlaka azalacaktır. Asla o problemi kendi önüne
koyma, sen o acının ötesini göremezsin. Tanrı sonsuz bir kaynaktır, güvenle bu
kaynaktan dilediğin kadar su içebilirsin.”
128
Genç adam artık tamamen değişmiş bir insan olarak yoluna yürüyüp gitti. Artık
yaşamındaki problemlere tamamen farklı şekilde bakıyordu.
Bu konuda şöyle güzel bir atasözü bulunmaktadır,
“Tanrı’ya ne kadar büyük bir fırtına ile karşı karşıya olduğunuzu söylemeyin,
fırtınaya ne kadar büyük bir Tanrı’nızın olduğunu söyleyin!”
73- 2007/154
KAZANAN GÜLÜMSEME
Bu hikâye büyük bir efsane olan ünlü bile
Mulla Nasruddin(Nasrettin Hoca) ile ilgilidir. Onunla
ilgili bu gülünç hikâyeler ve masallar dünyadaki
birçok kültürlere ve toplumlara esin kaynağı olmuş
ve asırları aşan bilgelikleri ile insanlara ışık
tutmuştur. Aşağıdaki fıkradaki gibi Nasruddin her
zaman bir şekilde galip gelmeyi ve gülümsemeyi
başarmış bir bilgedir. Arabistan’dan bir sultan
Nasruddin’i çok seviyor ve çıktığı uzun yolculuklarda onu da beraber yanına alıyordu. Bir
seferinde yine böyle beraber yolculuk yapıyorlarken kraliyet karavanı çölün ortasında
küçük bir kasabaya geldi.
Genç sultan Nasruddin’e dönerek kibirli bir
şekilde, “Acaba bu kasabada beni tanıyorlar mıdır?
Haydi, gel kervanı burada durduralım ve ikimiz
kasabaya beraber yürüyerek halkın beni tanıyıp
tanıyamayacağına bakalım!”
Bunun üzerine ikisi arabadan aşağıya indiler ve
ana yoldan yürüyerek kasabaya gittiler. Yolda gördükleri herkes Nasruddin’e bakıp
gülüyor, hiç kimse kendisine aldırış etmiyordu.
Kızan ve çok sinirlenen sultan şöyle dedi, “Şuraya bak, buradaki herkes seni
tanıyor, ama beni hiç kimse tanımıyor!” Mulla Nasruddin, “Efendim burada beni de hiç
kimse tanımıyor, merak etmeyin” diye cevap verdi. “Peki, o zaman neden yalnızca sana
129
gülümsüyorlar?” diye sultan sordu. Nasruddin sakin bir şekilde gülerek cevapladı, “Çünkü
efendim, ben onlara doğru gülümsüyordum.”
Bu basit hikâye bize bir çocuk gibi basitçe gülümsemenin süslü püslü laflar
söylemekten veya dünyanın en büyük otoritesinden bile daha fazla şey anlattığını açıkça
göstermektedir. Bizler çoğunlukla zekâlarımıza güveniriz ve çıkan bir tartışmada kendi
bakış açımızı karşı tarafa kabul ettirebilmek için gayret sarf ederiz. Fakat bunun yerine
insani değerleri uygular ve sevgi ile davranırsak karşımızdaki insanların kalplerinden
bunun yansımasını göreceğzive hatta bazı sevi mucizelerine tanıklık edeceğiz. Bazen
içimizde saklı olan o sessiz güç basit bir gülümseme ile kendisini bir çiçek açması
şeklinde ifade edecek ve herkese gösterecektir, bir kere deneyin!
74- 2007/155
DAVRANIŞLAR VE ÖDÜLLER
Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adı İle,
Adamın biri erkenden kalkarak Sabah
Namazını camide kılmak için hazırlık yapıyordu.
Abdest aldı, elbiselerini giydi ve camiye gitmek
üzere yola çıktı. Ancak yolda yürürken
tökezleyerek yere düştü ve elbiseleri kirlendi.
Adam ayağa kalkarak üstünü silkeledi ve elbisesini
değiştirmek üzere eve geri döndü.
Evde üzerini
çıkardı, yeniden abdest alıp temizlendi ve yeni elbiseler
giyerek tekrar camiye yöneldi. Ancak sabah karanlığında
yürürken aksilik bu ya, aynı noktaya geldiğinde tekrar yere
tökezlendi. Tekrar ayağa kalkarak üstünü başını silkeledi
ve tekrar temiz giysiler giymek üzere eve doğru yürüdü.
Evde bir kez daha elini ve ayaklarını yıkayarak abdest aldı
ve elbiselerini değiştirdi. Sonra üçüncü defa camiye gitmek
üzere yola çıktı. Artık yeni yeni gün ışımaya başlamıştı
ama yollar halen karanlık idi.
Yolda az ileride elinde bir lamba ile bekleyen başka
bir adam gördü. Adam ona “Siz kimsiniz?” diye sordu.
130
Elinde lamba tutan adam, “Ben sizin yolda iki defa düştüğünüzü gördüm ve yolunuzu
aydınlatmak için size bir lamba getirdim” dedi.
Adam ona teşekkür etti ve bir yandan
konuşarak bir yandan da camiye doğru
yürümeye
başladılar.
Kutsal
mabed’e
geldiklerinde adam hemen içeriye girmeye
yeltendi ama lambayı tutan adamın içeriye
girmeye niyeti yoktu, dışarıda durdu. Adam ona
niye içeriye girmediğini sorunca gelmeyeceğini
söyledi. Adam yineledi, ama cevap aynı idi,
kesinlikle içeriye girmek istemiyordu. Adam
anlayamamıştı, bu tuhaf davranışın sebebini
öğrenmek için ısrar etti. Bunun üzerine lambayı tutan adam şöyle cevap verdi, “Ben
şeytanım”
Adam bunu duyunca dehşete kapıldı. Şeytan açıklamaya devam etti, “Seni yolda
camiye giderken gördüm ve senin düşmene ben sebep oldum.
Eve gidip üzerini değiştirip tekrar duaya gitmek üzere yola çıktığında Allah senin
bütün günahlarını affetti.
Bunun üzerine ben ikinci kez senin düşmene
sebep oldum, ama bu bile senin ikinci kez üstünü
değiştirip duaya gitmene mani olmadı. Evde kalmak
yerine tekrar geri geldin ve aynı kararlılıkla ve kendine
hâkimiyetle dua etmek için camiye yöneldin. Bunun
üzerine Allah senin bütün ailenin günahlarını affetti.
Bunun üzerine ben çok korktum. Eğer sen bir kez daha
düşüp geri gelseydin Allah bütün köyün günahlarını
affedecekti. Bunun yüzden senin salimen camiye
ulaşmanı sağlamaya çalıştım.”
Bizim şimdiki zamanda yaptığımız davranışlarımızın ve düşüncelerimizin hemen
fark edemesek de gelecekte bize yansımaları olacaktır. Bu yüzden yapmayı
düşündüğünüz iyi davranışlarınızı asla ertelemeyiniz, çünkü o iyiye ulaşmak için
katlanmak zorunda olduğunuz sıkıntıların size nasıl bir ödülle geri döndüğünü siz hiçbir
zaman bilemezsiniz. Özellikle başka bir insana mutluluk verebilecek hiçbir davranışınızı
ertelemeyiniz. Şeytanın kazanmasına izin vermeyiniz.
131
75- 2007/157
KEMAN HİKÂYESİ
Yaşlı bir adam hayatında ilk kez bir şehre gidiyordu. Küçük bir köyde dünyaya
gelmiş ve çocuklarını büyütmek için hayatı boyunca çabalamıştı. Şimdi ise çocuklarını
ziyaret etmek için hayatı boyunca ilk kez modern bir şehre
gidiyordu.
Kendisine şehri gezdirirlerken adam kulaklarını
rahatsız eden cızırtılı bir ses duydu. Sessiz bir köyde
yaşadığından hayatı boyunca böyle korkunç bir ses
işitmemişti. Gıcırtı sesini takip ederek büyük bir binaya
girdi ve bir odada küçük bir çocuğun keman çalmaya
çalıştığını gördü.
İnleyen kemandan “Screech! Screetch!” şeklinde uyumsuz ve çirkin sesler
geliyordu. Kendisine bu aletin keman olduğu söylendiği zaman bir daha bu aletin sesini
duymak istemediğini düşündü.
Ertesi gün şehri gezmeye devam ederken başka bir
bölgede adam bu sefer çok güzel ve çok ahenkli bir ses
işitti. Yaşlı adamın kulaklarını okşuyor gibiydi. Dağdaki
yaşamı boyunca hiç böyle tatlı ve büyüleyici bir ses
işitmemişti. Sesin nereden geldiğini araştırarak yürüdü ve
büyük bir binaya girerek bir odaya geldi. Odada yaşlı ve
üstat bir bayan kemanıyla bir sonat çalıyordu.
Adam birden hatasını fark etti. Bir önceki gün
duyduğu korkunç ses kemanın değil, çalan çocuğun kabahatı idi. Bu korkunç sesin
sebebi o genç çocuğun daha henüz kemanı çalmayı yeni öğreniyor olması idi.
Adam o anda birden aynı şeyin dinler için de geçerli olduğunu fark etti. Bir dine
inanan bir kişinin inançları ile çelişen bir davranışına rastladığımız zaman olaya bakarak
dinin kendisini suçlamanın anlamsız olduğunu anladı.
Bunun sebebi daha bu acemi kişinin dininin gereklerini yerine getirmeyi henüz tam
anlamı ile öğrenememesindendir. Biz bir bilgeye, bir dine ait ilahiyat profesörüne
rastladığımız zaman inançları ne olurlarsa olsunlar bizi etkilerler ve bu bizim için çok
mutluluk verci bir tesadüf olmuş olur. Fakat tabii ki bizim hikâyemiz burada sona
ermiyor…
132
Üçüncü gün adam şehrin başka bir bölgesine gitti. Orada adam başka bir ses
daha duydu. Bu ses bir önceki gün işittiği keman sesinden bile çok daha güzeldi. Sizce
bu ses neyin sesi olabilir?
Bu ses dağlarda yükseklerden aşağıya dökülen şelalerin sesinden, çağlaya
çağlaya akan büyük bir nehrin sesinden, ormanda ağaçların arasından esen sonbahar
rüzgârının sesinden, şiddetli bir yağmurun ardından dağlardaki kuşların öterek şarkı
söylemelerinden bile çok daha güzeldi. Hatta bu ses sessiz ve karlı bir kış gecesinde
dağlardaki o muhteşem sessizlik dolu sürurdan bile çok daha güzeldi. Yaşlı adamın yaşlı
kalbini daha önce hiç bu kadar heyecanlandırmamış ve onu etkilememiş olan ses nasıl
bir ses idi?
Bu ses bir senfoni çalan bir orkestranın sesi idi
tabii ki! Yaşlı adam hayatında ilk kez bu kadar güzel
bir müzik dinliyordu. Çünkü müzik aletlerini çalanların
her birisi o alet konusunda uzmandı ve bunun daha
da ötesi hepsi birbirleri ile müthiş bir uyum içinde
çalmayı öğrenmişlerdi.
Yaşlı adam “Keşke dinler konusunda da aynı
böyle olsa!” diye düşündü. “Keşke her birimiz
yaşamda aldığımız dersler aracılığı ile inançlarımızın
arkasındaki o yumuşak kalbe ulaşmayı öğrenebilsek! Hepimiz kendi dinimiz içerisinde bir
büyük sevgi üstadı olabilsek! Kendi dinimizi iyice öğrendikten sonra daha ileriye gitsek ve
aynı bir orkestranın üyeleri gibi diğer dinlerle uyum ve ahenk içinde beraber çalmayı
öğrensek!”
O zaman bu bu, dünyada çalınmış en güzel melodi olacaktır.”
76- 2007/158
RAHMETİN İŞARETİ
Yelkenli gemiler zamanında okyanusta yolculuk yapmak çok riskli idi. Okyanus
akıntıları ve çıkan fırtınalar yüzünden çok sayıda gemi suların dibini boylamıştı. Yine
böyle bir kazada geminin içindekilerden kurtulan yalnızca bir kişi olmuş ve adam uzun
çabalardan sonra küçücük bir adaya sığınmıştı. Adada hiç kimse yaşamıyordu.
Adam ayak bastığı anda kendisini kurtardığı için Tanrı’ya dua ederek teşekkür etti.
Ada sıcak ve yaşanabilir bir ada idi. Kendisini rahatsız edebilecek vahşi hayvan yoktu. İlk
işi yiyecek aramak oldu. Adada meyva ağaçları ve Hindistan cevizi ağaçları boldu.
133
Zaman içinde kendisine bambulardan ve Hindistan cevizi ağacının dallarından küçük bir
kulübe inşa etti. Kulübe giderek büyüdü, bir sandalye yaptı, bir masa ve içinde yaşamayı
kolaylaştıracak birçok eşya yaptı.
Adam çok inançlı birisi idi ve her gün Tanrı’ya kendisini bu adadan kurtarması için
dua ediyordu. Saatlerce ufka bakarak kendisini kurtarabilecek bir gemi gözlüyordu.
“Acaba Tanrı ne zaman benim dualarıma cevap verecek?” diye merak ediyordu.
Bir gün yine yiyecek aramak için adanın içlerine doğru gidip döndüğünde yaptığı
kulübeyi ateşler içinde yanarken buldu. Alevler gökyüzüne kadar yükseliyordu. Başına
gelebilecek en kötü meydana gelmiş her şeyini
kaybetmişti. Adam büyük bir üzüntü içinde
dizlerinin üzerine çöktü kaldı.
“Tanrım,
bunun
olmasına
nasıl
izin
verdin?” diye yakarmaya ve ağlamaya başladı.
Uzun zamandan beri çabalayıp yaptığı herşey
yanıp kül olmuştu. Adalet bunu neresinde idi?
Tanrı’nın merhameti nerede idi?
Geceyi kumsala yakın bir Hindistan Cevizi ağacının dibinde ağlayarak geçirdi.
Sabah erkenden perişan bir vaziyette uyandı. Denize doğru bakınca gözlerine
inanamadı. Adaya doğru bir gemi yaklaşıyordu. Havalara sıçrayıp ellerini sallamaya ve
“İmdat, yardım edin. Ben buradayım” diye yüksek sesle bağırmaya başladı.
Gemi adaya doğru yaklaşarak demir attı ve az sonra bir kayık adaya doğru
gelmeye başladı. Artık kurtulmuş sayılırdı. O anda duyduğu mutluluk tarif edilemezdi.
Kayıktan inerek kendisini kurtarmaya gelenleri gözyaşları içinde kucakladı. Çektiği çileler
ve yalnız geçirdiği günler son bulmuştu.
Gelen tayfalar adamı gemiye götürdüler ve
kaptanın karşısına çıkardılar. Adam
kendisini
kurtardıkları
için
kaptana
şükranlarını sundu. “Benim bu adada
olduğumu nereden bildiniz?” diye sordu.
Kaptan şaşırmıştı, “Nasıl yani?” dedi. “Siz
bize dumanla işaret gönderdiniz ya.”
134
Adam bir anda Tanrı’nın tam bir gemi
geçerken
görebileceği
anda
kulübenin
yanmasına sebep olduğunu anladı. Herşeyi bilen
Yüce Varlığın kendisine gönderdiği rahmet
üzerine söyleyecek söz bulamadı ve sessizliğe
gömüldü. Şüphe ettiği için kendisinden utanmaya
başladı.
Bizim yaşamlarımızda da beklenmedik zamanlarda başımıza bazı felaketler veya
şansızlıklar gelebilir. Ancak sonra biz bunların kıyafet değiştirmiş rahmet olduğunun
farkına varırız.
Büyük bir bir bilge bize şöyle demiştir,
“Başınıza gelen sıkıntılar çoğunlukla kendi hatalarınız sonucu meydana
gelmektedir. Eğer Tanrı’ya tam bir inanç besler ve O’nun iradesine teslim olursanız
O sizi yolda bırakmayacak ve yardım elini uzatacaktır. İşte teslimiyet düşüncesi
böyle bir şeydir. Bu teslimiyetten meydana gelen sürur başka hiçbir yoldan elde
edilemez. Başınıza her ne gelirse gelsin bunu sizin kendi iyiliğiniz için size
gönderilen bir şey olarak görmeye çalışın.”
Şunu iyi hatırlayın; bir dahaki sefer “kulübeniz” yanıp tutuştuğu zaman bu,
Tanrı’nın Rahmetini davet eden bir “duman işareti” olabilir.
77- 2007/159
ÇÖP KAMYONU YASASI
Başka insanların sizin gününüzü mahvetmelerine izin veriyor musunuz? Saygısız
ve kaba bir sürücünün sinirinizi bozmasına izin veriyor musunuz?
Manevi yönden gelişmek isteyen bir öğrencinin çabuk bir vaziyette neyin daha
önemli olduğunu kavraması ve hislerine geri dönmesi gerekmektedir. Bir adam bunu New
York’ta taksi yolculuğu yaparken öğrendi. Aşağıda bunu nasıl öğrendiğini anlatan
hikâyeyi bulacaksınız.
Adam New York’ta Grand Central Station’a gitmek üzere bir taksiye binmişti. Yolda
giderlerken sağ şeritte park etmiş olan bir araç aniden önlerine çıktı. Taksi şoförü hemen
135
frenlere asıldı ve sol yaptı. Araba kaydı ve birkaç santimetre ile önlerine çıkan araba ile
çarpışmaktan kurtuldular.
Bu yetmezmiş gibi diğer arabanın sürücüsü başını dışarıya çıkararak taksi
şoförüne bağırmaya ve hakaret etmeye başladı. Fakat taksi şoförü fazla etkilenmişe
benzemiyordu. Gülümseyerek diğer sürücüye el salladı. Takside oturan yolcu adam çok
şaşırmıştı. Şoföre sordu, “Neden böyle yaptın? Öbür adam neredeyse bir kazaya sebep
oluyordu ve ikimiz belki de şimdi hastanelik olmuştuk.” Taksi şoförü güldü ve sebebini
şöyle açıkladı, “Buna Çöp Kamyonu Yasası diyorlar. Etrafımızda birçok insan çöp
kamyonlarına benzerler. Arabalarının içi çöple dolu olduğu halde, yani hayal
kırıklığı ile dolu, öfke ile yanarak ve sinirleri bozuk bir şekilde oradan oraya
giderler. Çöp arabaları dolduğu zaman çöplerini dökecek bir yer ararlar. Eğer sen
buna izin verirsen çöplerini, yani öfkelerini ve tüm sinirlerini senin üzerine boca
ederler. Birisi senin üzerine “çöp” dökmek istediği zaman bunu kişisel olarak alma.
Sadece gülümse, ona el salla, iyi günler dile ve yoluna git. Bunu yaptığına sonra
çok sevineceksin, bana inan!”
Taksideki yolcu adam hemen kaç tane çöp kamyonunun kendi üzerine çöp
dökmesine izin verdiğini düşünmeye başladı. Ayrıca kendi çöp kamyonunu ne kadar
sıklıkla başkalarının üzerine boşalttığını da hesapladı. Evde, işte, sokakta, işe giderken?
İşte o gün adam kendi kendine bir söz verdi, “Ben bunu bir daha yapmayacağım”
Zaman içinde hangi kamyonun Çöp
Kamyonu olduğunu ve çöpünü kendisinin üzerine
dökmek istediğini ayırt etmeye başladı.
Taşıdıkları ıvır zıvır şeyleri ve çöpleri dikkatle
inceleyerek
onları
kendisinin
üzerine
boşaltmamaları için kendisini hazırlamaya
başladı. Aynı taksi şoförü gibi işi kişisel olarak ele
almamaya başladı, sadece gülümseyerek el
salladı ve iyi günler diyerek kendi yoluna gitti.
Büyük bir bilge kendi yolu ile bize şunu
öğütlemektedir.
136
“Her zaman sevgi ile dolu olun. Hiçbir zaman karşınızdakine sert ve acımasız
sözler söylemeyin, çünkü sözler atılan oklardan çok fazla acıtırlar ve can yakarlar.
Tatlı dille ve yumuşak biçimde konuşun. Acı içinde olanların acısını paylaşın ve
onlara karşı sarsılmaz bir inançla ve merhametle davranın”
78- 2007/160
KALPLERİMİZDEKİ YARA İZLERİ
Florida’da sıcak bir yaz günü küçük bir çocuk
evlerinin arkasındaki göle girerek serinlemek istedi.
Acele ile koşarak evin arka kapısından fırladı ve bir
yandan da telaş içinde ayakkabılarını çoraplarını ve
gömleğini çıkardı. Şortu ile havada uçarak serin
sulara doğru atladı.
Ancak farkında olmadan gölün ortasına doğru
yüzdü. O sırada çocuğu fark eden bir timsah hemen
kıyıya doğru gelmeye başladı. O anda evde mutfak
penceresinden oğlunu seyretmekte olan annesi
çocuğun timsaha doğru yüzmekte olduğunu gördü. Dehşete kapılmış vaziyette evden
dışarı fırladı ve göle doğru koşmaya ve bir yandan da oğluna avazı çıktığı kadar
bağırarak sesleniyordu.
Çocuk annesini sesini işitip bakınca tehlikenin farkına vardı ve hızlı bir u-dönüşü
yaparak kıyıya doğru yüzmeye başladı. Tam kıyıya ulaşıp annesinin elinden tuttuğunda
timsah da arkasından kendisine yetişmişti. Annesi çocuğun ellerinden tuttuğu anda
timsah da çocuğun ayaklarını ısırmıştı. İkisi arasında şiddetli bir çekme yarışı başladı.
Timsah anneye göre çok daha güçlü idi, fakat anne oğlunu bırakmaya hiç niyetli değildi.
Tüm gücü ile ve ilahi bir kuvvetle asılmaya devam etti.
Bu çekişme devam ederken bağırış çağırış seslerini işiten bir komşu hemen
silahını alarak göle doğru koştu ve ateş ederek timsahı vurdu.
Hayret edici şekilde birkaç hafta hastanede geçirdikten sonra çocuk iyileşti.
Bacaklarında ve ayaklarında timsahın ısırmasından derin izler oluşmuştu. Ayrıca
kollarında da annesinin tüm sevgisi ile kendisini kurtarmak isterken yaptığı derin tırnak
izleri vardı.
Yaralanmadan sonra çocukla ropörtaj yapan gazeteci çocuktan kendisine
yaralarını göstermesini istedi. Çocuk gazeteciye önce bacaklarındaki yaraları gösterdi ve
sonra da büyük bir gururla gazeteciye şöyle dedi, “Kollarımda da derin tırnak izleri var,
onlara da bakar mısınız? Bunlar da annem beni bırakmadığı için oluştular.”
137
Biz hepimiz kendimizi bu hikâyedeki küçük
çocuğun yerine koyabiliriz. Bizlerin hepimizin de
yaralarımız var. Bunlar bir timsahın ısırışından
gelmiyorlar; acı dolu geçmişimizden gelen
yaralarımız var. Bu yaralardan bazıları dışarıdan
görünmeyen yaralardır ve bizde meydana gelmiş
olan büyük üzüntülerin izleridir. Fakat sevgili
arkadaşlar, bazı yaralarımız da Tanrı bizi
bırakmadığı için oluşmuşlardır. Bu büyük kavganın
ve kargaşanın ortasında O bizi sımsıkı tutmuş ve
kaybolmamıza asla izin vermemiştir.
Tanrı her zaman ve her şekilde bizi korumak
ve kollamak arzusundadır. Fakat biz bazen arkasında ne olduğunu bilmeden kendimizi
aptalca bir şekilde tehlikeli durumlara sokarız. Yaşamın yüzme havuzu tehlikelerle
doludur ve içimizdeki düşmanlar da saldırmak için fırsatını kollamaktadırlar. Ve çekişme
savaşı başladığında siz kollarınızda sevginin yara izlerini taşıyorsanız buna teşekkür
etmelisiniz. O, sizden vazgeçmemiştir ve asla vazgeçmeyecektir.
Tanrı bize kutsal metinlerden şu şekilde seslenmektedir.
“Her nasıl olursanız olun, siz Bana aitsiniz: Ben sizden asla
vazgeçmeyeceğim. Her nerede olursanız olun Bana en yakındasınız. Benim
ulaşamayacağım bir yere gidemezsiniz. Nereye giderseniz hiç fark etmez, şunu iyi
bilin ki Ben de orada olacağım, sizin içinde olacağım ve atacağınız her adımda size
yol göstereceğim. Siz Bana aitsiniz, siz Bana yakından da yakınsınız. Ben sizi göz
kapaklarının gözü koruduğu gibi her zaman koruyacağım.”
79- 2008/161
BİR SEPET DOLUSU DERT VE SIKINTI
Bir grup arkadaş her yıl yaptıkları olağan bir araya gelme toplantısını o sene bir
dağdaki kayak merkezinde yapmaya karar verdiler. Şehrin biraz dışındaki otelde kalmaya
başladılar. Yaşamda eğitim ve kariyer yönünden farklı olmalarına rağmen benzer ilgi
alanları yüzünden çok iyi arkadaş olmuşlardı. Bir iki gün boyunca lobideki şöminenin
önünde yapılan tatlı sohbetlerden sonra bir akşam konuşulan konu epey ciddi bir hal aldı.
20’li yaşlarının ortalarında olan Mike arkadaşlarına doktorların kendisine kanser teşhisi
koyduklarından söz etmeye başlayınca gülüşmeler kesildi. Hastalığı tedavi edilebilir bir
cins imiş ve tedavi olasılığı da oldukça yüksekmiş diye anlattı. Buna rağmen morali
bozulmuş ve dikkati dağılmış bir vaziyette idi.
138
Bundan sonra sözü orta yaşlı çift Tam ve Cheryl aldı. Kısa süre önce kendilerine
çocuklarının bir böbrek yetmezliği olduğu ve böbrek nakline ihtiyacı olduğu söylenmişti.
Haber aileyi perişan etmeye yetmişti. Sonra başka bir kadın kısa süre önce kocasını bir
trafik kazasında kaybettiğini anlattı. Başka biri de işini kaybettiğini ve moralinin çok bozuk
olduğunu anlattı. Güzel başlayan akşam başkalarının da kendilerinin veya sevdiklerinin
‘normal’ hayatlarında başlarından geçen korkunç olayları anlatmaya başlaması ile çok
üzücü bir hal almıştı. Depresyondan uyuşturucu
alışkanlığına, yeme bozukluklarından ailevi problemlere
kadar o kadar çok çeşitli problemler anlatıldı ki hiç
kimse zorluklardan muaf gözükmüyordu.
Sıkıntıların anlatılmasından sonra Mr.Hayes
konuşmaya dahil oldu. Tatlı bir sesle konuşmaya
başladı, bu da gruptaki herkeste güven oluşturdu.
Geldiğinden beri fazla konuşmamış, ama herkeste
büyük bir saygınlık uyandırmıştı.
Herkesin problemlerini ve sıkıntılarını dinledikten sonra Mr. Hayes otel
görevlisinden birkaç kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt kalemler geldikten sonra Mr. Hayes
gruba dönerek şöyle dedi, “Şimdi sizden hepinizden bir şey rica ediyorum. Bir deney
yapmak istiyorum ve hepinizin yardımına ihtiyacım var. Hepiniz lütfen size verilen
kâğıtlara şu anda yaşamınızda karşı karşıya olduğunuz en büyük üç problemi yazabilir
misiniz? Lütfen kâğıda isminizi yazmayınız. Herkesin ismi gizli kalacaktır.”
Herkes problemlerini kâğıtlara yazdıktan sonra Mr. Hayes herkesten ellerindeki
kâğıtları katlamalarını şöminenin önüne yerleştirilmiş olan sepetin içine atmalarını istedi.
Herkes hayretler içerisinde birbirlerine bakarak ne olacağını merak ediyordu. Sonra Mr.
Hayes sepeti eline aldı ve sallayarak iyice karıştırdı. Mr. Hayes sonra sepeti birer birer
insanların önüne götürerek sepetin içindeki kâğıtlardan rastgele bir tanesini çekmesini
istedi.
Bu da yapıldıktan sonra yerine oturarak gruba baktı ve şöyle dedi, “Sevgili
arkadaşlar, şimdi lütfen elinize aldığınız kâğıdı açınız ve seçmiş olduğunuz problemleri
ve sıkıntıları okuyunuz. Mümkün olduğu kadar dürüst olmaya çalışınız.”
Bu yapıldıktan sonra Mr. Hayes kendisinin
hemen solunda oturmakta olan kadına dönerek
şöyle sordu, “Sevgili Lisa, kendi problemlerini ve
sıkıntılarını
seçtiğin
kâğıtta
okuduğun
problemlerle ve sıkıntılarla değiş tokuş yapmak
ister miydin?” Lisa çok çabuk cevap verdi, “Hayır,
kesinlikle istemem.”
Mr. Hayes bu sefer aynı soruyu Lisa’nın
yanında oturmakta olan adama sordu. “Kendi
problemlerini ve sıkıntılarını seçtiğin kâğıtta okuduğun problemlerle ve sıkıntılarla değiş
139
tokuş yapmak ister miydin?” Cevap yine “Hayır” olarak geldi. Mr. Hayes oradaki herkese
aynı soruyu sormaya devam etti. Herkesin sıra kendisine gelene kadar yeteri kadar
düşünme fırsatı oldu. Ama cevap hep aynı geliyordu – hayır, hayır, hayır, hayır, hayır…
Şöyle yorumlar yapılıyordu, “Ben kendi problemlerimle başa çıkabilirim, fakat
sepetin içinden seçtiğim bu problemlerle başa çıkabileceğimi hiç sanmıyorum” “Bu
seçtiğim problemler yanında benim kendi problemlerim hiçbir şey değil gibi gözüküyor.”
Mr. Hayes koltuğunda geriye doğru yaslanarak konuşmaya başladı, “Başkalarının
nelere katlanmak zorunda olduğunuzu gördüğünüzde kendi problemleriniz o kadar da
çok zor gözükmüyor öyle değil mi? Çoğumuz başka birisinin yerinde olmak isteriz, ama
kendi sıkıntılarımızla onunkileri değiştirmemiz istendiğinde hiçbiriniz buna istekli
gözükmüyor. Görüyor musunuz?”
“Bu akşam burada kendi itiraflarınızla şunu öğrendiniz ki, karşı karşıya olduğunuz
zorluklara rağmen, sizi derin üzüntülere sevk eden ve geceleri uykusuz kalmanıza
sebebiyet veren acılara rağmen kendi problemlerinizin ve sıkıntılarınızın
başkalarınınkilerin yanında hiçbir şey olduğunu anladınız ve açık yüreklilikle kabul ettiniz.
Başka birisinin problemleri yanında sizinkiler daha başa çıkılabilir gibi gözüküyor.
Yalnızca bu bile şükretmek için yeterli sebep doğru değil
mi? Tabii biz şikâyet etmeyi seviyoruz. Bu bizim doğamızda
var. Kendi sıkıntılarımızı başkalarına anlatınca göğsümüzü
sıkıştıran o baskı hafifleyip azalıyor ve bunun iyileştirici bir
etkisi var. O zaman kendimizi daha iyi ve daha hafiflemiş
hissediyoruz. Bunda yanlış bir şey yok ve aslında bunu
yapmak çok sağlıklı bir şey. Bazı şeyleri dışarı atmamıza
yardımcı oluyor. Ancak şunu da unutmamalıyız, her zaman
bir şeylerden şikâyet etmek için yeterli sebebimiz var.”
“Arkadaşlar şunu daima aklınızda tutunuz ki her
birimizin karşılaştığı problemlerin belli bir sebebi vardır. Bu
problemler bizim daha iyi, daha güçlü ve daha anlayışlı
olmamıza sebep oluyorlar. Bazen ciddi bir problem bize hayatta neyin daha önemli
olduğunu gösteriyor. Gördüğünüz gibi aslında bizi zenginleştiren, mutluluğa ve huzura
götüren şey kendi problemlerimizi ele almak ve onlara aradığımız cevabı bulabileceğimiz
bir şans ve bir aracı olarak bakmaktır.”
“Derslerinize iyi çalışın ve sonra o sorunları ve bunlara bulduğunuz cevapları daha
iyi bir insan olmak için kullanın. Karşılaşacağınız zorlukları pek seveceğinizi söyleyemem.
Hiç kimse bu zorluklardan hoşlanmaz. Fakat bu meydan okumaları iyi bir şey yapmak ve
mesela başkalarına hizmet etmek için kullanabilirsiniz.”
Bazı insanlar karşılaştığı problemlerin ve sıkıntıların kendi yaşama tarzları ve
düşüncelerini etkilemelerine izin verirler. Ve evet bazı insanlar da mutsuzluk ve acı içinde
yuvarlanmaktan gizli bir biçimde hoşlanırlar. Fakat gerçekte Hakikat bilinebilse, bunun
tam tersi olabilir ve olmalıdır. Sizin içinizde kendinizi ve önceliklerinizi değiştirebilme ve
140
problemlerinizi geride bırakarak ilerleyebilme gücü ve yeteneği mevcuttur. Ve bunu
yapabilme gücü çok enteresan ve hayret verici bir biçimde sizin problem veya başarısızlık
olarak gördüğünüz şeylerle birlikte size gelir.”
“İşte insanların çoğunun anlamadığı şey de
budur. Yaşadığınız ve deneyimlediğiniz her
başarısızlığın ve yenilginin karşılığında bunlara eşlik
eden eşit miktarda ve hatta çok daha fazla miktarda
kutsamalar
vardır.
Siz
bunun
farkında
olamayabilirsiniz, fakat sizin verdiğiniz mücadele ve
savaş, her geçen gün sizin daha iyi bir insan
olmanıza yol açacaktır. Tek yapmanız gereken şey
gözlerinizi açıp bunu görmektir. Bu kutsamalar çoğunlukla sıkıntıların ve mücadelenin
arkasında gizli olarak gelirler. Fakat geçen zaman içinde bu kutsamaları bulup
keşfettiğiniz ve bu kutsamaları sayarak, bir de sayılarının çokluğuna baktığınız zaman
çağlar boyunca saklanan bir sırrı keşfetmiş olacaksınız. Bu reddedilemez bir hakikattir ve
insanların çoğu bu gize ulaşamaz.
Bu sır çok basittir: Size verilen kutsamaları ne kadar çok sayarsanız, o kadar
kutsama daha sizin üzerinize eklenecektir. Eğer bana inanmıyorsanız, bunu deneyip
kendiniz deneyimleyebilirsiniz. Bakalım neler olacak?”
Mr. Hayes’in bu sözleri biraz önceki o üzüntülü havayı dağımış gibiydi. Mr. Hayes
izin isteyerek odasına çekildi. Grup kararını vermişti. Kanser olan genç adam bu
deneyimini erken teşhisin önemini başkalarına aktarmak için kullanacaktı. Böbrek nakli
gereken oğulları olan çift kendilerini organ bağışlama kampanyalarına adayacaklardı.
Kocasını kaybetmiş olan kadın onun anısını kocasının yapmış olduğu sosyal
çalışmalara devam ederek yaşatacaktı. İşini kaybetmiş olan adam da kendi kendisine bu
fırsatı her zaman yapmayı çok istediği şeye kullanmak için söz verdi. Yıllardan biriktirdiği
düşüncelerini anlatacağı bir kitap yazacaktı.
Kendi problemleri üzerinde geviş getirmek yerine herkes bu sorunları bir basamak
olarak kullanmayı ve hem kendilerini geliştirmeyi be
hem
de
başkalarına
yardımcı
olabilmeyi
öğrenmişlerdi. Kendine acımak ve ağlaşmak yerine
problemlerle baş edebilme ve onlara bir çözüm ve
cevap bulabime deneyimini çok değerli bir ders
olarak almışlardı. İçlerinden birisi şöyle yorumda
bulundu, “Ben uzun yıllardan beri bardağın yarısını
dolu olarak görmenin ne manaya geldiğini şimdi
anlıyorum.”
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
141
“Zevk ve keyif, iki acı arasındaki bir mola gibidir. Siz büyük bir bilgiye, servete
ve şöhrete sahip olabilirsiniz. Fakat eğer kendinizi öfkenin, arzuların ve kibirin bir
kölesi haline getirirseniz bunun acısını çok kötü bir şekilde çekmek zorunda
kalacaksınız. Servetinizle, fiziksel gücünüzle ve aldığınız eğitim ile övünüp
kendinizi beğenmeyin. Bunun yerine sevgiyi geliştirmeye gayret edin. Sevgi, bir
düşmanı bile bir arkadaşa dönüştürebilir. Yalnızca sevgi yolu ile yaşamınız
kurtuluşa ulaşacaktır.”
80- 2008/163
ARKA BAHÇEDEKİ SÜRPRİZ
Silas Harper daha 12 yaşında iken bile büyüklerinin dikkatini çeken bir çocuktu.
Neşeli idi, hevesli, ilgili, meraklı, dikkatli, çalışkan ve herkese yardım eden bir çocuk idi.
Ailesinin şehrin merkezden uzak bir bölgesinde verimsiz bir toprağı olan bir arazisi
vardı. Bu küçük Arkansas çiftliğindeki toprak taşlık ve kayalık idi ve üstelik de buğday
veya mısır yetiştirmek için uygun değildi. Bu yüzden Harper ailesi üyeleri az miktarda
hayvan besliyorlar ve sürekli olmamak şartı ile şehirdeki diğer ailelerin uğraşmak
istemedikleri işleri yaparak para kazanmaya çalışıyorlardı. Silas da her zaman gündelik
işlere yardımcı oluyor ve hatta üzerine düşenden fazlasını yapıyordu.
Ergenlik ve hatta gençlik çağların geldiğinde Silas’ın hem tutkuları ve hem de
çevresini cezp etme kabiliyeti arttı. Bazıları onun bir bankacı veya avukat olabileceğini
söylüyordu. Fakat Silas’ın bunlardan daha büyük hayalleri vardı. “Babamın çiftliği güzel
bir yer, ama ben bu toprak parçasında fazla bir şey yapamam” diye arkadaşlarına
fikirlerini açıklıyordu.
Ailesinden kendisine fazla karşı çıkan olmadı. Çiftlik zor bela ekilip biçilebiliyordu
ve tüm iyi niyetli çırpınışlar fazla bir şeye yaramıyordu.
19 yaşına geldiğinde Silas trene binebilecek ve batıya doğru servete ve şöhrete
yelken açabilecek kadar para biriktirebilmişti. San Francisco’ya gitti ve orada bir ithalat
şirketi kurdu. Oradaki ticaret erbabı tarafından iyi karşılandı, desteklendi ve kısa
zamanda büyük başarılar elde etti.
Meslekdaşları onu beğenip seviyor ve ona güven duyuyorlardı. Şansı yaver gidiyor
gibi gözüküyordu. Ancak birkaç yıl sonra bir gün işyerine gittiğinde tüm binanın alevler
içinde olduğunu görünce sokakta dizlerinin üzerine çöktü ve hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Yıllar boyunca kazanıp biriktirdiği herşey alevler ve yangın tarafından yok
edilmişti.
142
Hayatımın En Kötü Günü
Silas sonradan bu olayı anlatırken “O gün benim hayatımın en kötü günü idi”
diyordu. “Fakat bu benim yaşadığım tek felaket ve yenilgi olmadı. Kaderim ve alın yazım
bana daha çok sürprizler hazırlayacaktı.” Silas bundan sonraki kırk yıl boyunca dünyanın
dört bir tarafını gezdi, egzotik yerlere gidip oralarda yaşadı ve çok çeşitli işler peşinde
koştu. Ancak maalesef çok kez tehlikeli hastalıklara yakalandı, birlikte iş ve ticaret yaptığı
ortakları tarafından kazıklandı ve daha birçok şansızlıklar yaşadı.
İyice yaşlandığında artık her şeye doymuş vaziyette tek istediği huzurlu bir
ortamdı. Kendisini babasının çiftliğinin yolunda buldu. Çiftlik evi uzun yıllardan beri
bakımsız kalmıştı ve çok miktarda tamirat gerektiyordu. Fakat Silas eski arkadaşlarının
yakın davranışları sayesinde kendine geldi ve çiftliği
onarmak için gerekli parayı harcamaya karar verdi.
Bir ilkbahar günü Silas eski çiftlik evinin
sundurmasındaki sallanan iskemlesine oturmuş etrafı
seyrediyordu. O gün çok güzel bir gündü.
O sırada bir güneş ışığı yansıması Silas’ın
gözüne çarptı. Meraklandı ve ayağa kalkarak araziyi
kontrol etmeye karar verdi. Tarlada ışık huzmesinin
geldiği yeri tespit etti. Sonra ayağa kalkarak gözlerini
kaçırmadan o noktaya doğru yürüdü ve yerde
parıldayan bir şey gördü. Yere doğru eğildi ve parlayan
cismi eline aldı. Gözleri artık pek iyi göremediği için yakın gözlüklerini çıkardı. Pek öyle
çiftlik işlerinden anlamadığı için bir taşı diğerinden ayırt edebilme yeteneği yoktu ama
gördüğü şeyi tanımlayabilecek kadar tecrübe sahibi idi.
Aradan bir hafta kadar geçtikten sonra gittiği bir devlet üniversitesindeki jeologlar
onun keşfini onayladılar. Silas’ın elindeki taş büyükçe bir elmas idi. Sonra jeologlar ve
uzmanlar gelerek araziyi incelediler ve arazinin her tarafında elmaslar olduğunu rapor
ettiler. Silas Kuzey Amerika’nın en büyük elmas madeninin
üzerinde oturuyormuş.
Değersiz kaya parçaları arazinin her tarafına
yayılmışlardı. Bu yüzden de Silas yıllar önce şansını başka
memleketlere giderek ve oralarda fırsatlar peşinde koşarak
denemeye karar vermişti. Meğerse o değersiz kayalar
içlerinde büyük bir hazine barındırıyorlarmış. Bu arazi,
olabilecek en değerli arazi imiş.
Silas arkadaşlarına şöyle diyordu, “Ben eğer
servetimin bana daha genç yaşta verilmiş olduğunu ve bunun
da burnumun dibinde olduğunu daha önceden bilseydim, yaşamımı çok daha farklı
yaşardım.”
143
Anahtar Sizin Elinizde
Silas son yıllarını çok zengin ve şöhretli bir adam olarak yaşadı. Okullara gidiyor
ve orada öğrencilere öğrendiklerini anlatıyordu. Onlar da can kulakları ile dinliyorlardı.
“Bir an bile aradığınız şeyin şu aşağıdaki yolda veya şu karşıdaki tepenin ardında
olduğunu düşünmeyin. Sizin istediğiniz şeylere bir başkasının sahip olduğunu düşünerek
kendinizi kandırmayın. Evet, arzu ettiğiniz şeye ulaşmak için gayret etmeye devam edin.
İstediğiniz şey için çok çalışın ve dürüstçe çalışın. Size şimdi anlatacağım bu sırrı
keşfedebilmek için benim bir yaşam harcamam gerekti. Size arzu ettiğiniz şeyi elde
edebilmek için elinize bir kürek almayı ve dışarıya çıkarak toprağı kazmanızı
söylemiyorum. Hayır, benim söylediğim şeyi yapabilmek ve hazineye ulaşabilmek için
ellerinizi bile kirletmenize gerek yoktur.”
“Hazinenizi keşfedebilmenizin sırrı gözlerinizi ve kalplerinizi açmaktan
geçiyor. Gözlerinizi açın kendi içinize bakın. Kalbinizi sevgiye açın ve dünyadaki
tüm insanları ve canlıları kucaklayın. Bana inanın bu hayatta yapmaya deyecek tek
bir yolculuk vardır ve o da içimize doğru yapacağımız yolculuktur. Bu en güzel
yolculuktur. Ne yüksek derecede eğitim sahibi olmak, ne çok sayıda kitap okuyarak
bilgi bilgi sahibi olmak, ne servet, ne şöhret ve ne de akrabalar ve arkadaşlar bir
insanın huzuru bulmasına ve daima mutlu olmasına yardımcı olamazlar. İnsanı
gerçek huzura ve doygunluğa götüren şey, yaşamının gayesini yerine getirdiğini
hissetmesini sağlayan şey ve onu elde ettiği anda bu ana kadar boşa yaşamış
olduğunu hissettirip düşündüren şey kendi içine yapacağı yolculuk sayesinde
keşfedeceği içindeki o büyük hazinedir. Bizler yaşamlarımızı hazine peşinde
dışarıda orayı burayı araştırarak geçiriyoruz. Hâlbuki o hazine yakının da
yakınındadır, o hazine sizin içinizdedir. O sizsiniz, kendinizsiniz. Bizler hepimiz
kendimizin parlayan büyük bir mücevher olduğumuzu keşfettiğimizde hayalimizin
çok ötesinde bir zenginliğe kavuşacağız.”
81- 2008/165
EKMEYE DEVAM ETTİ
Paul Rokich, Utah eyaletinde bir bakır külçe rafinerisinin yani bakır külçe
fabrikasının yakınlarında yaşayan küçük bir çocuktu. Fabrikadan çıkan sülfürdioksit
atıkları bir zamanlar çok güzel bir orman olan bölgeye atılınca bölge kirlenmiş ve
üzerinde hiçbir canlı yaşamayan bir atık yığınına dönüşmüştü. Paul Rokish genç bir
oğlan olarak bir gün fabrikaya ve onun yanındaki bu atık bölgesine bakıyordu. O bölgede
hiçbir canlı yaşamıyordu. Hiçbir hayvan, hiçbir kuş, hiçbir ağaç, çalılık ve hatta çimen bile
yoktu. Sadece ve sadece 14.000 hektar boyunca siyah ve çorak bir arazi. Ve hatta bölge
zehirli ve kötü bir şekilde kokuyordu. Paul kirletilmiş ve zehirlenmiş toprağa bakarak şöyle
144
dedi, “Burası çok iğrenç bir yer!” İçinde bir şeyler kıpırdamıştı ve o gün kendi kendine
şöyle bir söz verdi, “Ben buraya tekrar hayat getireceğim.”
Aradan bir süre geçtikten sonra bir gün Paul fabrikanın yönetimine giderek o
bölgeye ağaçları tekrar geri getirip getirmeyeceklerini sordu. Cevap “Hayır” idi. Fabrika
müdürlerine kendisinin o bölgeye ağaç ekmesine izin verip vermeyeceklerini sordu.
Cevap yine “Hayır” oldu. Onu kendi arazilerinde istemiyorlardı.
Birisinin kendisini dinlemesi için daha çok
şey
öğrenmesi
gerektiğini
düşündü
ve
üniversitede botanik bölümünü seçmeye ve ağaç
yetiştirme işini daha iyi öğrenmeye karar verdi.
Üniversitede Utah’ın ekolojisi hakkında
uzman olan bir profesör ile tanıştı. Ancak bu
profesör de Paul’ün tekrar canlandırmak istediği
bu atık bölgesinin maalesef umutsuz bir vaziyette
olduğunu ve bunu başarmanın mümkün olmadığını söyledi. Paul’e bu yapmak istediğinin
akılsız bir iş olduğunu söyledi. Çünkü eğer ağaç ektikten sonra ağaçlar tutsa bile ağaçlar
büyüdüklerinde rüzgâr her yıl tohumlarını yalnızca 5-10 metre uzağa götürecekti.
Tohumları taşıyıp dağıtacak kuşlar ve sincaplar
gibi hayvanlar olmayınca o tohumlar bir daha
ağaç haline dönüşebilmek için bir otuz yıl daha
süreye ihtiyaç duyacaklardı. Bu yüzden 10-20
kilometrekarelik bu büyük bölgenin üzerinde
tekrar yaşam oluşabilmesi ve ot yetişebilmesi
için tahminen 20.000 yıl kadar bir süreye ihtiyaç
olduğunu söylediler. Hocaları kendisine bunu
yapmaya çalışmanın boşa geçen bir zaman kaybı olduğunu anlattılar. Bu yapılamazdı.
Bu yüzden Paul yaşamına devam etmeye çalıştı. Ağır makinalar çalıştıran bir
operatörlük işi buldu, evlendi ve çoluk çocuk sahibi oldu. Fakat işte içindeki o rüya
ölmemişti. Konu hakkında düşünmeye ve çareler aramaya devam etti. Bir gece düşündü
ve harekete geçerek bir şeyler yapmaya karar verdi. Bu önemli bir dönüm noktası idi.
İnsanlar zihinlerini genellikle yakınlarında duran fırsatlara değil, uzak hayallere çevirirler.
Paul o gün uzak ve büyük hayaller peşinde koşmayı bıraktı ve elinde avucunda neler
olduğuna baktı.
Paul gece karanlığında dışarıya çıktı ve atık bölgesine giderek toprağa fide
ekmeye başladı. Yedi saat boyunca sabaha kadar fide ve tohum ekti.
Sonra aradan bir hafta geçtikten sonra aynı şeyi bir daha yaptı. Her hafta atık
bölgesine gizlice giriyor ve ağaçlar, çalılar, fundalıklar, otlar ve çimenler ekiyordu. Fakat
tabi ektiklerinin çoğu kısa zamanda ölüyordu.
145
Onbeş yıl boyunca bunu yapmaya devam etti. Bir süre sonra bir vadide köknar
fideleri boy atmaya başladılar. Fakat dikkatsiz bir koyun çobanının yaktığı ateş yüzünden
ağaçlar tutuşup yok olunca Paul çöktü kaldı ve çaresizlikten ağlamaya başladı. Fakat
sonra kendisini toparladı, ayağa kalktı ve tekrar ekmeye başladı.
Dondurucu rüzgârlar ve aşırı sıcaklar,
toprak kaymaları, seller ve yangınlar yüzünden
zaman zaman yaptığı her şey yok oldu. Fakat o
her seferinde ekmeye devam etti. Bir gece yine
ekmeye gittiğinde bir otoyol inşaat ekibinin
bölgeye geldiğini ve yol inşaatında dolgu olarak
kullanmak üzere tonlarca atığı alıp götürdüklerini
ve kendisinin yıllar boyu özenle ektiği bölümün
tamamen mahvolduğunu gördü. Hiçbir şey
kalmamıştı.
Fakat Paul ekmeye devam etti. Haftalar boyunca, aylar boyunca, yıllar boyunca
ekmeye devam etti. Yöneticilerin itirazına rağmen, araziye girilmez yasalarına rağmen,
yol işçilerinin işini ara sıra mahvetmesine rağmen, rüzgâra, şiddetli yağmura ve hatta
toplumun ortak kanaatine ve herkesin beraberce karşı çıkmasına rağmen sadece
ekmeye devam etti.
Yavaşça ama çok yavaşça bitkiler kök
tutmaya ve boy atmaya başladılar. Sonra
toprağın içinde çukurlar kazarak yaşayan
kemirgenler belirdiler. Sonra sıra tavşanlara ve
sonra da kirpilere geldi.
Epey bir süre sonra Bakır Rafinerisinin
yöneticileri ona ağaç dikme izni verdiler. Zaman
ilerlemiş ve artık ülkede bu tür fabrikaların
atıklarına karşı çevre politikaları oluşmuş ve artık
insanlar hükümete ve politikacılara, onlar da sanayi yöneticilerine çevre kirliliği
konusunda baskılar yapmaya başlamışlardı. Bu yüzden bakır şirketi Paul ile anlaşmaya
vardı ve zaten yapmakta olduğu bu iş için kendisini istihdam etti, yani Paul’ü işe aldı.
Onun emrine iş için gerekli yardımcı işçiler, alet edevat ve iş makinaları verdiler. İş çok
hızlandı.
Şu anda o bölgede ondörtbin hektarlık bir orman var. Ağaçlar, otlar, çimenler,
çalılıklarla dolu, iri boynuzlu geyiklerle ve kartallarla dolu bir orman! Bu başarısı ile Utah
eyaletinin ülke çapında aldığı çevre ödüllerinin hepsini Paul Rokich kazanmıştı.
Paul şöyle demektedir, “Ben bu işe başladığımın zaman buranın tekrar orman
olacağını ve insanların burayı görmeye geleceği günün ben öldükten çok daha sonra
gerçekleşeceğini düşünmüştüm. Bu sonucu benim kendi gözlerimle göreceğim hiç aklıma
gelmemişti.”
146
Bunu başarmak onun saçlarının beyazlaşmasına ve iyice yaşlanmasına kadar
zaman almıştı. Fakat o daha küçük bir çocukken kendi kendine verdiği sözü tutmuştu.
İmkânsız olduğunu zannettiğiniz bir işe kalkıştığınızda ne yapmak istersiniz?
Paul’ün yukarıdaki hikâyesi buna dair bir bakış açısı vermiştr öyle değil mi?
Bu dünyada başarmak istediğiniz bir iş için yapmanız gereken şey “ekmeye”
devam etmektir. Çalışmaya devam edin. Sizi kim eleştirirse eleştirsin, yapacağınız iş ne
kadar uzun sürerse sürsün, bu yolda yürürken kaç kez tökezleyip düşerseniz düşün ve
ne kadar başarısızlığa uğrarsanız uğrayın sürekli olarak çalışmaya devam edin. Ayağa
kalkın ve sadece “ekmeye” devam edin!
Büyük bir bilge şöyle diyor,
“Saflık, sabır ve azim gibi olumlu özellikler insani değerlerdir. Bu özelliklere
sahip olan kişi Tanrı’nın arzu ettiği insandır.”
“Dikkatli, çalışkan, gayretli, azimli ve kararlı bir insan için gökyüzü bile bir
sınır olamaz, çünkü bu kişi sonsuz bir düşünce ve enerji kaynağına giriş izni
kazanmıştır. Saf ülkülerimizde/ideallerimizde sebat edelim, o zaman yaşamımızda
yeni ufuklar açılacaktır ve bu da bize çok büyük mutluluk kazandıracaktır.”
82- 2008/166
KİRALIK ODA
Bizim evimiz Baltimore’da Johns Hopkins Hastanesininin sokağında, hastanenin
girişinin hemen tam karşısında bulunuyordu. Biz evin alt katlarında yaşıyorduk ve üst
katlardaki odaları da hastaneye başka şehirlerden gelen hastalara ve hasta yakınlarına
kiraya veriyorduk.
Bir yaz akşamı tam ben mutfakta akşam yemeğini pişiriyorken kapı çaldı. Kapıyı
açtığımda karşımda korkunç yüzlü bir adam duruyordu. Adamın büzüşük ve kambur
bedenine baktığımda adamın sekiz yaşındaki
çocuğumdan biraz daha uzun olduğunu fark ettim.
Fakat insanı korkutan ve irkilten şey adamın yüzü
idi. Yüzünün bir kısmı şişmiş ve aşağıya doğru
sarkmıştı; kıpkırmızı ve çok kötü bir vaziyette idi.
Ancak adamın sesi çok yumuşak ve
canayakın idi, şöyle dedi, “İyi akşamlar efendim.
Bir gece için odanız olup olmadığını soracaktım.
Ben doğu kıyısından bu sabah otobüsle
hastanede tedavi olmak için geldim ve maalesef yarın sabaha kadar bizim oraya kalkan
bir otobüs yok.”
147
Adam bana öğlenden beri oda aradığını ve başarılı olamadığını söyledi. Hiç kimse
ona bir oda vermek istememiş. “Sanırım bunun sebebi benim yüzümün hali. Biliyorum
yüzüm korkunç görünüyor, fakat doktorum bana birkaç tedavi sonrası hiçbir şeyimin
kalmayacağını söyledi” dedi.
Ben bir an tereddüt ettim, fakat bir sonraki sözleri beni ikna etti. “Ben sundurmanın
altında bir koltukta da uyuyabilirim. Otobüsüm sabah erken saatte kalkıyor.”
Ben adama ona bir yatak verebileceğimizi ama sundurmada yatabileceğini
söyledim. Sonra içeriye girerek akşam yemeğini pişirmeye devam ettim. Yemek
piştiğinde adamı yemeğe davet ettim fakat o elinde kahverengi bir kese kâğıdı tutuyordu
ve bana teşekkür etti.
Ben de yemek yendikten ve bulaşıkları yıkadıktan sonra adamla birkaç dakika
sohbet etmek için sundurmaya çıktım. Adamın küçük bedenine sıkışmış kocaman bir
kalbi olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Adam bana kızına ve kızının beş çocuğuna
yardımcı olabilmek için balık tuttuğunu anlattı. Kızının kocası bir kaza sonucu belinden
kötü şekilde sakatlanmış ve çalışamıyormuş.
Bunları bir şikâyet için anlatmıyordu. Aslında söylediği her cümlenin sonu şükranla
bitiyordu. Deri kanseri hastalığının yanında büyük bir acısı olmadığı için Tanrı’ya sürekli
olarak teşekkür ediyordu. Tanrı’ya kendisine devam edebilme gücü bahşettiği için
müteşekkirdi ve O’nun verdiği kutsamalara şükranlarını sunuyordu.
Yatma vakti geldiğinde onun için çocukların odasında portatif bir yatak açtık.
Sabah kalktığımda yatak çarşafları özenle katlanmış ve yatak toplanmış vaziyette idi.
Küçük adamı sundurmanın altında buldum. Kahvaltı teklifimi reddetti, fakat otobüse
gitmeden önce benden bir ricada bulunmak istedi. “Acaba
bir sonraki tedavimde de gelip burada kalabilir miyim? Size
yük olmam ve bir sandalyenin üzerinde uyuyabilirim. Sizin
çocuklarınız beni evimde hissettirdiler. Büyük insanlar
yüzüme bakıp rahatsız oluyorlar, fakat çocuklar pek
önemsemediler.” Ben de ona memnuniyetle gelip bizde
kalabileceğini söyledim.
Ve bir sonraki yolculuğunda sabah saat yediden
hemen sonra geldi. Bize bir hediye getirmişti. Çantasından
kocaman bir balık ve 1-2 kg kadar hayatımda gördüğüm en
büyük istiridyeleri çıkardı. Getirdiğinde balıklar ve istiridyeler
taze olsunlar diye onları sabah erken saatte avladıklarını
söyledi. Ben onun otobüsünün sabah 04.00’de buraya
gelmek için hareket ettiğini biliyordum. Yani acaba bunları yapabilmek için saat kaçta
kalkmış olmalıydı?
Bundan sonraki yıllarda yine bizde kalmaya geldi. Bize geldiği her seferinde elinde
balıklar, karidesler, istiridyeler veya kendi bahçesinde yetiştirdiği sebzeler olurdu.
148
Şehre gelemediği zamanlarda da bize özel kargo ile balıklar, istiridyeler,
karidesler, taze ıspanak, lahana v.s. gönderirdi. Ispanakların tüm yaprakları özenle
yıkanmış olurdu. Bize bunları gönderebilmek için 5 km yürümek zorunda olduğunu ve ne
kadar az parası olduğunu biliyorduk. Bu yüzden bu hediyeler bizler için çok ama çok
değerliydi.
Bu güzel anıları hatırladığım zaman çoğunlukla bu güzel adamın bizde ilk kaldığı
akşamın sabahında bizim evden ayırlırken komşu evde oturan kadının bana söylediği
şeyleri de hatırlarım. Bana şöyle demişti, “Bu korkunç yüzlü adamın dün gece sizin evde
kalmasına izin mi verdin? Böyle insanları kabul ederek müşteri kaybedeceksin!”
Belki dediği gibi bir-iki müşteri kaybetmişizdir. Fakat onlar da bu güzel ve iyi kalpli
adamı tanısalardı belki de kendi hastalıklarına katlanabilme güçleri artacaktı. Bizim
ailemiz onu tanımaktan dolayı her zaman Allah’a şükredecek. Biz ondan, başımıza gelen
ve kötü gözüken şeyi şükrederek kabul etmeyi öğrendik.
Geçenlerde serası olan bir arkadaşımı ziyarete gittim. Kadın bana yetiştirdiği
çiçekleri gösterirken sıra bahçedeki en güzel çiçeğe gelmişti. Altın renkli krizantemin
üzerinde o kadar çok çiçeği vardı ki! Fakat benim hayretimi çekecek biçimde o güzel
çiçek krizantem paslı bir tenekenin içinde büyütülüyordu. Ben kendi kendime şöyle
düşündüm. “Eğer bu benim çiçeğim olsaydı ben onu en güzel saksının içine
yerleştirirdim!”
Fakat arkadaşım benim fikrimi değiştirdi. “Benim bu çiçeği ektiğim sırada yeteri
kadar saksım yoktu. Ben bu çiçeğin bu kadar güzel olacağını bildiğim için onu geçici
olarak bir kaba yerleştirmek istedim. Sadece kısa bir süre için bu tenekede kalacak,
sonra ben onu bahçemin en güzel yerine ekeceğim” dedi.
Arkadaşım onun bu sözlerine o kadar çok gülmeme şaşmış olmalı. O sırada
gözlerimin önüne hayalimde canlandırdığım şöyle bir sahne geldi. Cennette Yüce
Yaratıcı bu balıkçının ruhu önüne geldiği zaman şöyle demiş olmalı idi. “İşte
burada çok güzel bir tane daha! Ben onu şimdi şu küçük bedende bir başlatayım.
Sonra kısa süre sonra onu en güzel yere yerleştiririm!
Bu olay çok uzun zaman önce oldu. Bu güzel ruh şimdi Cennet Bahçesinin en
güzel yerini süslüyor olmalı!
Bu hikâyeyi Ashtavakra’nın hikâyesi ile karşılaştırabilirsiniz. Ashtavakra Kral
Janaka’nın Kabul Salonuna davet edildiği zaman oradaki bilginler tarafından fiziksel
özellikleri nedeni ile hakir görülmüştü.
Şunu daima aklınızdan hiç çıkarmayın ki bu dünyada en önemli şey derimiz ve
fiziksel özelliklerimiz değildir, en önemli şey kalbimizdir. Eğer kalbimiz geniş ise çevremiz
mutluluk ve sevgi ile kuşatılacak ve huzur bizim arkadaşımız olacaktır.
Şöyle denir;
149
“Mutluluk peşinde koşmayın onu yakalayamazsınız. Siz başka insanları
mutlu edin, mutluluk koşarak size gelecektir.”
83- 2008/167
TAKSİ İLE SON YOLCULUK
Bir zamanlar taksi şoförlüğü yapıyordum. İlk zamanlar fark etmedim ama sonra bu
yaptığım işin rahiplerin ve papazların yaptıkları işe çok benzer bir iş olduğunu anladım.
Ben gece vardiyasında çalışıyor ve yolcu taşıyordum. Yolcular benim arabama biniyor,
arka koltuğa oturuyor ve ben kendilerini hiç tanımadığım halde bana kendi özel
yaşamlarını anlatıyorlardı. Beni hayrete düşüren, bana ilham veren, beni güldüren ve
ağlatan insanlar tanıdım. Fakat bir Ağustos gecesinde arabaya aldığım yaşlı bir kadın
kadar beni etkileyip duygulandıran olmadı. Bir gece şehrin sessiz ve uzak bir köşesindeki
bir evden bir çağrı aldım. Bir partiden çıkmakta olan bir grup insanı uçağa yetişmek
isteyen birilerini veya sabah vardiyasına yetişmek isteyen bir işçiyi almaya gittiğimi
zannediyordum. Eve vardığımda saat 02:30 idi. Bina karanlıktı, sadece en alt kattaki
pencereden küçük bir ışık yansıyordu.
Bu gibi durumlarda çoğu taksi şoförü
bir iki kez korna çalar, bir dakika bekler ve
sonra da basar giderdi. Fakat ben başka
araçlarla gidemeyen ve sadece taksiye
binebilen çok sayıda engelli kişi tanımıştım.
Tehlikeli bir durum sezmiyorsam kapıya doğu
yürüyordum.
Yolcu
benim
kendisine
yardım
etmeme muhtaç birisi olabilirdi. Bu yüzden kapıya doğru yürüdüm ve zile bastım. Zayıf ve
yaşlı bir ses bana, “Bir dakika lütfen” diye seslendi. Kapının
arkasında yerde bir şeylerin sürüklenme sesini işitebiliyordum.
Kısa süre sonra kapı açıldı. 80 yaşlarında yaşlı bir kadın
önümde duruyordu. Basma kumaştan bir elbise giyiyor ve
önünde tülü olan kutu şeklinde bir şapka takıyordu. 1940’lı
yılların filmlerinden dışarıya fırlamış gibi gözüküyordu.
Yanında da küçük ve eski bir bavul duruyordu.
Apartman içinde yıllardan beri kimse yaşamıyor gibiydi.
Bütün eşyaların üzerileri beyaz çarşaflarla örtülmüş idi.
Duvarlarda saat yoktu, süs eşyaları veya başka eşyalar yoktu.
Köşede bir dolabın camlı bölmesinde resimler ve cam eşyalar
bulunuyordu.
150
Kadın bana “Acaba çantamı arabaya taşıyabilir misiniz?” diye sordu. Ben bavulu
kaparak taksiye yerleştirdim ve sonra yaşlı kadına yardım etmek için geri döndüm. Kadın
benim koluma girdi ve beraberce yavaş yavaş kaldırıma doğru yürüdük. Sürekli olarak
bana teşekkür ediyordu. Ben, “Bir şey değil efendim” dedim. “Ben yolcularıma kendi
anneme davrandığım gibi davranmaya çalışıyorum” “Ah sen ne kadar tatlı bir çocuksun”
dedi.
Taksiye bindiğimizde bana üzerinde adres olan bir kâğıt parçası vererek sordu,
“Acaba şehrin içerisinden geçirerek götürebilir misiniz?” Ben, “Ama bu en kısa yol değil”
diye cevap verdim.
“Önemli değil” dedi. “Benim hiç acelem yok. Ben şimdi huzurevine gidiyorum.” Ben
aynadan arkaya doğru baktım. Gözleri sulanmıştı. “Benim bir ailem kalmadı” diye devam
etti. “Doktorlar benim de fazla zamanımın olmadığını söylüyorlar.”
Ben sessizce uzanıp taksimetreyi kapattım ve “Hangi yollardan geçerek gitmemizi
arzu ederseniz o yoldan gidelim” dedim.
İki saat boyunca şehrin sokaklarında dolaştık. Bir
caddeden geçerken, bana gençken asansör görevlisi olarak
çalıştığı şirket binasını gösterdi. Kocası ile yeni evlendikleri
zaman oturdukları mahalleden geçtik. Henüz genç bir kız iken
katılarak dans ettiği balo salonunun önünde bir süre durduk. Bina
şimdi bir mobilya deposu olmuştu.
Bazen beni bir köşede durduruyor ve bir binaya bakarak
hiçbir şey söylemeden duruyordu. Gün ağarmaya başladığı
zaman bana “Artık yoruldum. Haydi, şimdi gidelim” dedi.
Sessizce bana verdiği adresteki binanın önüne çektim.
Alçak bir bina idi. Bir nekahat, yani tedavi sonrası iyileşme evine benziyordu ve evin içine
doğru sütunlu bir giriş bölümü vardı. Biz yanaşır
yanaşmaz iki görevli çalışan hemen taksiye doğru
koşarak geldiler. İlgili, samimi ve iyi niyetli idiler.
Yaşlı kadının her hareketini dikkatle takip
ediyorlardı. Onu bekliyor olmalı idiler.
Ben taksinin bagajını açtım ve küçük valizi
çıkartarak kapıya götürdüm. Kadıncağızı bir
tekerlekli sandalyeye oturtmuşlardı bile.
Bana “Size bocum ne kadar*” diye sordu. Ben, “Borcunuz yok” diye cevapladım.
“Ama siz bu işle para kazanıyorsunuz” dedi. Ben de, “Başka müşteriler var” diye
cevapladım. Hiç düşünmeden eğilip onu kucakladım. O da bana sıkıca sarıldı. “Yaşlı bir
kadına mutlu bir an yaşattınız. Çok teşekkür ederim” dedi.
151
Ben elini sıktım ve sonra alacakaranlığın içine doğru yürüdüm. Arkamdan bir kapı
kapandı. Bir yaşamın kapanma sesi gibiydi.
O gece vardiyamda başka yolcu almadım. Düşüncelere kapılıp gayesizce taksi ile
yollarda dolaştım.
Ertesi gün boyunca doğru dürüst konuşamıyordum. Kelimeler boğazımda
düğümleniyordu. Ya o yaşlı kadın öfkeli bir taksi şoförüne veya vardiyasının sonuna
gelmiş sabırsız bir taksi şoförüne rastlamış olsa idi? Ya ben evin önünde bir iki kez korna
çalıp sonra uzaklaşmış olsa idim?
Hayatımda yaşadığım günlere doğru şöyle kısa bir bakış attıktan sonra hayatım
boyunca bundan daha önemli bir iş yapmamış olduğumu düşündüm.
“Bizler yaşamlarımızı bazı önemli anlar için yaşadığımızı düşünürüz. Hâlbuki
o büyük anlar bizleri çoğunlukla hazırlıksız yakalarlar.
anlayamayacağı şekilde güzel bir ambalaj kâğıdına sarılmışlardır.”
Başkalarının
84- 2008/168
KIRMIZI MAUN AĞACINDAN PİYANO
Uzun yıllar önce ben yirmili yaşlarımda iken St.Louis Piyano Şirketinde Satış
elemanı olarak çalışıyordum. Bütün ülkeye piyano satıyorduk ve bunun için de küçük
şehirlerde gazetelere ilanlar veriyorduk. Sonra o bölgeden yeteri kadar sipariş
aldığımızda piyanoları kamyonlara dolduruyor ve o bölgeye giderek satın alanlara teslim
ediyorduk.
Her ne zaman Güneydoğu Missouri bölgesine gazete
ilanı versek o bölgeden şöyle bir posta kartı alıyorduk.
“Lütfen bana küçük torunum için bir tane piyano getirin. Ben
yumurtalardan kazandığım para ile her ay 10 $ ödeyeceğim.
Kargacık burgacık yazılmış yazılarla kadın posta
kartını tamamen dolduruyor ve hatta sonra ön tarafını
çevirerek ön tarafını da yazı ile dolduruyordu. Adresi
yazmak için ancak yer kalıyordu.
Tabii ki biz ayda 10 $’a piyano satamazdık. Hiçbir banka bu kadar küçük taksitlerle
piyano alacak krediyi vermezdi, bu yüzden gelen bu posta kartlarını görmezden geldik.
152
Ben bir gün o bölgeye başka piyanolar teslim etmek için gitmiştim. Merakımdan
posta kartlarını yollayan şu kadını görmek istedim. Eve gittiğimde aşağı yukarı tahmin
ettiğim manzara ile karşılaştım. Yaşlı kadın bir pamuk tarlasının ortasında tek odalı bir
tahta kulübede yaşıyordu. Kulübenin içini pislik götürüyordu ve evin içinde her yerde
tavuklar vardı.
Aşikâr bir şekilde kadının bankadan kredi alabilmek ve ipotek olarak verebilmek
için hiçbir malı mülkü yoktu. Arabası yoktu, telefonu yoktu, gerçek bir işi yoktu. Başının
üzerinde bir çatıdan başka hiçbir şeyi yoktu. Evinin içine girip yukarıya çatıya doğru
baktığınızda birçok delikten gün ışığını görebiliyordunuz. Küçük kız torunu 10 yaşlarında
idi. Ayakları çıplaktı, sırtında eski püskü bir elbise vardı ve boynunda bir yem torbası asılı
idi.
Yaşlı kadına bizim ayda 10 $’a piyano satmamızın mümkün olmadığını anlatmaya
çalıştım. Gazetede bizim ilanınımızı her gördüğünde posta kartı göndermeyi
durdurmasını da nezaketle rica ettim. Kalbim kırılmış vaziyette oradan ayrıldım. Fakat
benim tavsiyelerimin hiç faydası olmamıştı. Her altı haftada bir bize posta kartı
göndermeye devam etti. Her seferinde kırmızı maun renginde yeni bir piyano istiyordu.
Ve her ay 10 $ göndererek ödemeye söz veriyordu. Çok üzülüyordum.
Birkaç yıl sonra ben kendi piyano şirketimi kurdum. O bölgede ilan verdiğimde
posta kartları bu sefer bana gelmeye başladı. Aylar boyunca onları görmezden geldim.
Ne yapabilirdim ki?
Fakat sonra bir gün ben yine o bölgede iken içime birşeyler doğdu. Küçük
kamyonetimin arkasında satılmamış bir tane kırmızı maun piyano vardı. Çok kötü bir
ticari hata yaptığımı bilmeme rağmen gidip piyanoyu ona teslim ettim. Kendisinden faiz
almayacağımı ve bu şekilde her ay 10$ ödeyerek 52 ayda borcu kapatacağını söyledim.
Yepyeni piyanoyu eve götürerek odanın çatıdan su akmayacağını düşündüğüm
noktasına kurdum. Kadına ve torununa tavukların piyanonun üzerine çıkmalarına izin
vermemelerini söyledim ve oradan ayrıldım. Yepyeni ve çok güzel bir piyanoyu alıp çöpe
atmış olduğumdan tamamen emindim.
Fakat tüm ödemeler zamanında gelmeye devam etti. Mutabık kaldığımız gibi kadın
52 ödemeyi de tam zamanında bana gönderdi. Bazen bir kartın üzerine bantla
yapıştırılmış bozuk paralar şeklinde gönderiyordu. İnanılmazdı. Böylece aşağı yukarı 20
yıl kadar süre geçti. Ve ben bu olayı neredeyse tamamen unutmuştum.
Sonra bir gün bir iş için Memphis’e gitmiştim. Levee’de Holiday Inn Otelinde
yediğim akşam yemeğinden sonra otelin lobisine gittim. Barda akşam yemeği sonrası bir
şeyler içmeye niyetli idim. Arkamdan çok güzel bir piyano sesi geldi. Birisi nefis bir
şekilde piyano çalıyordu. Dönerek baktım. Genç ve güzel bir bayan, büyük ve güzel bir
piyano çalıyordu.
Kendim de az biraz piyano çalabildiğim için kızın parmaklarınındaki ustalığı hemen
fark etmiştim. Bu kız bir virtüözdü. Meyvasuyu bardağımı aldım ve kızı dinleyebilmek için
153
piyanonun yanındaki masalardan birine doğru yöneldim. Bana gülümseyerek herhangi bir
istek şarkımın olup olmadığını sordu. Bir süre çaldıktan sonra benim masama gelerek bir
sandalyeye oturdu ve şöyle sordu, “Siz uzun zaman önce benim anneanneme piyano
satan kişi değil misiniz?”
Henüz jeton düşmemişti. Biraz açıklamasını istedim. Sonra bana anlatmaya
başladı. Birdenbire hatırladım. Aman Tanrım, bu kız o kız idi. Boynundan aşağıya yem
torbası asılı olan o çıplak ayaklı kız idi.
Bana adının Elise olduğunu ve piyano
öğrenebilmek için anneannesinin ders almaya
yetecek parası olmadığını, bu yüzden de radyo
dinleyerek çalmayı öğrendiğini söyledi. Sonra
pazarları beş kilometre yürüyerek kilisede
çalmaya başladığını anlattı. Sonra okulda
çalmaya başladığını ve bir müzik bursu
kazandığını anlattı. Memphis’de bir avukat ile
evlenmiş olduğunu ve kocasının kendisine
şimdi çaldığı bu çok güzel piyanoyu aldığını
anlattı.
Ortam çok aydınlık değildi ve tam göremiyordum. “Elise” diye sordum. “Bu çaldığın
piyano ne renk acaba, ben çok iyi göremiyorum da?” Elise şöyle cevapladı, “Kırmızı
maun renginde, neden sordunuz?”
Kelimeler boğazımda düğümlenmişti. Acaba kırmızı maun renginin önemini biliyor
muydu? Anneannesinin o inanılmaz cesaretini ve girişkenliğini biliyor muydu? Hiç kimse
ona bu renkte güzel bir piyano satmayı düşünmezken anneannesinin sebat ederek bunu
gerçekleştirdiğinin farkında mı idi? Pek sanmıyordum.
Ve sonra boynunda yem torbası ve sırtında eski püskü elbise ile tüm sosyal
haklardan yoksun bu küçük kızın muhteşem başarısı! Sanırım bunun da pek o kadar
farkında değildi. Fakat ben biliyordum ve anlıyordum. Yaşlı kadının fedakârlığı ve
öngörüsünü düşünerek gözlerim doldu. Yutkunamıyordum. En sonunda bir iki şey
söylemeyi başardım. “Seninle gurur duyuyorum” dedim. “Fakat şimdi odama giderek
dinlenmem gerekiyor.”
Odama gitmek zorundaydım, çünkü erkekler herkesin ortasında ağlamaktan
hoşlanmazlar.
Joe Edwards, Springfield, Missouri)
154
85- 2008/169
DİLEK DİLEMEYE CESARET EDEN KIZ
Amy Hagadorn sınıfına gitmek için koridorda köşeyi koşarak döndüğü anda karşı
istikametten gelmekte olan beşinci sınıftan büyük bir oğlanla çarpıştı. “Dikkat etsene, geri
zekâlı!” diye çocuk yüksek sesle bağırdı. Sonra yüzünde alaycı bir gülümseme ile Amy
yürürken topalladığı gibi topallayarak onun taklidini yaptı ve onunla dalga geçti.
Amy bir gözlerini kapattı. Kendi kendine, “Onu görmezden gel” diyerek sınıfına
doğru yürüdü.
Fakat gün sona erdiğinde Amy hala o büyük çocuğun kendisine sataşmasını ve
alay etmesini düşünüyordu. Kendisi ile alay eden yalnızca bu çocuk değildi ki! Amy
üçüncü sınıfa başladığından beri her gün en az bir kişi Amy ile dalga geçiyordu. Çocuklar
ya onunkonuşma şekli ile ya da yürürken topallaması ile alay ediyorlardı. Amy artık
bundan bıkmıştı. Bazen diğer çocuklarla birlikte sınıfta otururken bile alaycı bakışlar
kendisini yalnız hissetmesine sebep oluyordu.
Evde akşam yemeği sırasında Amy çok sessizdi.
Annesi okulda bir şeylerin yolunda gitmediğinin farkında
idi. O akşam Patti Hagadorn’un kızı ile paylaşacağı çok
güzel bir haber vardı.
“Radyoda bir ‘Yılbaşı Dilek Yarışması’ var” diye
annesi Amy’e anlattı. “Noel Baba’ya mektup yazarak bir
dilekte bulun ve büyük ödülü kazan. Sanıyorum bu
masada kıvırcık sarı saçlı bir kız bu yarışmaya
katılabilir”
Amy kıkır kıkır güldü. Yarışma fikri eğlenceli
gelmişti. Yılbaşında kendisi için en çok ne istediğini
düşündü. Aklına bir fikir geldi ve yüzünde bir gülümseme belirdi. Bir kâğıt ve bir kalem
çıkardı ve Noel Baba’ya yazmaya başladı. “Sevgili Santa Claus(Noel Baba)!”
Amy mektubunu yazarken ailenin geri kalan kısmı onun Noel Baba’dan ne
isteyeceğini tahmin etmeye çalışıyordu. Amy’nin kızkardeşi Jamie ve Amy’nin annesi 90
cm uzunluğunda bir Barbie bebek isteyeceğini düşünüyorlardı. Amy’nin babası bir resim
kitabı isteyeceğini öngördü, çünkü Amy resim yapmayı çok seviyordu. Fakat Amy onlara
Noel Baba’dan hangi dilekte bulunduğunu söylemek istemiyor, bunu bir sır olarak
tutuyordu. Aşağıda Amy’nin o gece Noel Baba’ya yazdığı yazıyı bulabilirsiniz.
155
Sevgili Santa Claus,
Benim adım Amy. Ben 9 yaşında bir kızım. Benim okulda büyük bir
problemim var. Sevgili Santa acaba bana yardım edebilir misin? Çocuklar okulda
benim konuşmamla ve yürürken topallamamla alay ediyorlar ve bana gülüyorlar.
Benim beynimde felç oluştuğu için fiziksel bir özürüm var. Ben sadece herkesin
bana gülmeyeceği ve alay etmeyeceği tek bir gün istiyorum. Acaba bunu
sağlayabilir misin?
Sevgiler,
Amy
Indiana’da Fort Wayne’de WJLT radyo istasyonunda Noel Dilek Yarışması için
gelen mektuplar bir kutuya doldurulmuşlardı. Çalışanlar gelen Noel hediyesi isteklerini
okudukça gülüyorlardı.
Amy’nin mektubu radyo yöneticisi ve müdürü olan Lee Tobin’in eline geldi. Lee
Tobin mektubu çabucak okudu. Beyin felcinin kasların kullanımını engellediğini ve bu
durumun Amy’nin arkadaşları tarafından anlaşılmadığını çok iyi anlamıştı. Fort Wayne’de
oturanların bu çok özel kızın yazdıklarını ve bu sıra dışı dileğini duymaları gerektiğini
düşündü. Mr.Tobin hemen gazeteyi aradı.
Ertesi gün Amy’nin bir fotoğrafı ve Santa’ya yazdığı mektup The News Sentinel
gazetesinin ilk sayfasında kocaman puntolarla yayınlandı. Hikâye büyük bir hızla şehirde
yayıldı. Indiana’daki bütün gazeteler, dergiler ve radyolar Fort Wayne’deki bu küçük kızın
istediği bu küçük ama dikkate değer ve olağanüstü dileği haber yaptılar. ‘Yılbaşı hediyesi
olarak tek bir alay edilmeyen gün!’
Birdenbire Hagadorn ailesinin kapısının önünden postacı eksik olmaz oldu. Her
türlü boyutta mektup zarfları ülkenin dört bir tarafından Amy’nin ailesinin evine yağıyordu.
Herkes Amy’nin Noelini kutluyor ve ona cesaret veriyorlardı.
O yıl bu unutulmayan Noel sırasında iki binden daha fazla kişi Amy’e mektup
gönderdi ve kendisinin arkadaşı olduklarını ve ona
desteklerini bildirdi. Amy ve ailesi her birini tek tek
okudular. Bazıları kendisi gibi engelli çocuklardı,
bazıları da kendileri ile de alay edilen çocuklardı.
Her mektup yazanın Amy için özel bir anlamı ve
mesajı vardı. Yabancılardan gelen bu kartlar ve
mektuplar sayesinde Amy kendisi ile ilgilenen ve
derdini paylaşan çok sayıda insan olduğu gerçeğini
fark etmişti. Bir daha kendisi ile ne zaman ve ne
şekilde alay edilirse edilsin kendisini asla yalnız
hissetmeyeceğini kavradı.
156
Birçok insan Amy’i ayağa kalkıp kimsenin cesaret edemeyeceği şeyleri söylediği
için tebrik ettiler. Başkaları alay edenleri görmezden gelmesini söylediler ve başını
yukarıda tutması için cesaretlendirdiler. Teksas’tan altıncı sınıfa giden Lynn adında bir
kız şu satırları yazdı: “Ben senin arkadaşın olmak istiyorum. Ve eğer beni ziyaret etmek
istersen beraberce eğlenebiliriz. Bizimle hiç kimse dalga geçemez çünkü zaten yapmaya
kalkarlarsa biz onları duymayız bile!”
Amy, South Wayne İlkokulunda bir gün boyunca alay edilmeme dileğine
kavuşmakla kalmadı. Okulun öğretmenleri ve tüm öğrenciler hep birlikte başkaları ile alay
etmenin ne kadar kötü olduğunu ve karşıdaki insanı nasıl bir moral bozukluğuna
soktuğunu vurguladılar.
O yıl Fort Wayne şehri valisi bütün şehri 21 Aralık tarihini Amy Jo Hagadorn günü
olarak ilan etti. Vali böyle basit bir dilekte bulunmaya cesaret eden Amy’nin tüm dünyaya
bir ders verdiğini herkese ilan etti. “Herkes” dedi vali, “kendisine saygı ile, değer ile,
sıcaklıkla ve içtenlikle davranılmasını ister ve buna hakkı vardır.”
Alan D. Shultz
86- 2008/171
PAYLAŞILACAK KADAR GÜZEL
Genç bir kız olan Carie büyük bir havaalanında yapacağı uçuş için hazırlanıyordu.
Yolcuların uçağa davet edildikleri kapıya yakın bir yerde oturarak beklemeye başladı.
Kendisini çok yorgun ve yalnız hissediyordu.
Daha bir iki saat beklemesi gerektiği için zaman geçirmek amacı ile gidip bir kitap
satın almayı düşündü. O sırada karnı da acıktığı için geçerken gördüğü bir kutu kurabiye
de satın aldı.
Sonra havaalanındaki VIP odasına giderek bir koltuğa oturdu. Rahat bir şekilde
oturmak ve kitabını okumak istiyordu. Oturduğu koltuğun yanındaki kurabiyelerin öbür
tarafında da bir koltuk vardı ve orada bir adam oturuyordu. Adam da elindeki magazin
dergisini açtı ve okumaya başladı.
Carie kitabını okurken kurabiyelerden bir tane
yemek için uzandı. O aldıktan sonra adam da uzanıp
kutudan bir tane kurabiye aldı. Genç kadın kızgınlıkla
adama dönüp şöyle bir baktı, fakat adam hiç oralı
gözükmüyordu. Magazin dergisine gömülmüş okumaya
devam ediyordu. Kadın adamın yüzsüzlüğüne şaşırmıştı,
“Bu ne terbiyesizlik!” diye düşündü. “Bugün böyle yorgun
olmasaydım şu adama cevabını verirdim, ama neyse!”
Bir süre sonra Carie uzanıp bir tane daha kurabiye
157
aldı ve adam da aynısını yaptı! Kadının aldığı her kurabiye için adam da bir tane aldı.
Kadın için çok sinir bozucu bir durumdu. Ayağa kalkıp şu adama gününü göstermek ve
bağırıp çağırmak istiyordu ama hayatı boyunca bu tür çatışmalardan kaçınmaya
çalışmıştı. Bu yüzden susup oturdu. Kutuda bir tane kurabiye kalmıştı. Carie “Bu korkunç
adam acaba şimdi ne yapacak?” diye düşündü. O sırada adam kutudaki son kurabiyeyi
aldı, ikiye böldü ve yarısını Carie’ye uzattı.
Artık bu kadarı da fazla idi. Genç kız çok öfkelenmişti! Büyük bir tepki vererek
kitabını ve çantasını toparlayarak ayağa kalktı ve yolcu alış kapısına doğru yöneldi.
Arkasına doğru dönüp baktığında adamın elinde kalan yarım kurabiye ile kendisinin
arkasından afallamış ve şaşırmış vaziyette bakakaldığını gördü. “Bazıları gerçekten
başka bir dünyada yaşıyorlar!” diye düşündü.
Uçağa binerek koltuğuna oturdu ve biraz sakinleşmeye çalıştı. O acaip adamdan
uzaklaştığı için biraz rahatlamıştı. Şimdi artık
koltuğunda rahatça oturmak ve güzel kitabını
okumaya devam etmek istiyordu. Çantasını
açarak gözlüğünü çıkarmaya niyetlendi. Ancak
hayret verici bir şekilde satın aldığı kurabiyelerin
çantasının içinde olduğunu gördü. Kurabiyeler
açılmamış ve hiç dokunulmamış vaziyettelerdi.
Carie şok olmuştu, “Aman Tanrım” diye düşündü
ve kendinden utandı. Tabii ki satın aldığı
kurabiyeleri çantasından çıkarmamıştı. Yediği
kurabiyeler adamın kendi kurabiyeleri idi. Carie
adamı anlayışsızlıkla ve kabalıkla suçlarken ve
ona beddua ederken adam kendi kurabiyelerini kendisi ile en ufak bir tereddüt
göstermeden paylaşmıştı. Üstelik şimdi artık geri dönüp durumu açıklamak ve özür
dilemek de imkânsızdı.
Carie dersini zor yoldan ve biraz geç almıştı. Şimdi elinde dolu bir kutu kurabiye ve
düşünecek de bol bol zamanı vardı.
Eğer yakından incelerseniz günlük yaşamlarımızda hepimizin başına böyle benzer
olaylar geldiğini fark ederiz. Biz her zaman dikkatli ve tetikte olmalı ve zihnimizle
düşündüğümüz zaman kalbimizi asla görmezden gelmemeliyiz. Biz de bu hikâyedeki
adam gibi verici olabilir ve ‘ben’ ve ‘benim’den uzaklaşabilir miyiz?
Büyük bir bilge şöyle demektedir,
“İnsanların kendilerine yardım elini uzatan insanlara bile zarar vermeleri çok
talihsiz bir durumdur… Hâlbuki biz tam tersine bize zarar verenlere bile yardım
elimizi uzatmalıyız.”
Gelin başkalarının yaşamlarını aydınlatabilmek için en ufak bir fırsatı bile
harcamayalım, çünkü bu bizim kendi yaşamımızı aydınlatmamız için tek yoldur.
158
87- 2008/172
“BEN YAPAMAM” CENAZESİ
Donna’nın ilkokul dördüncü sınıfı diğer
sınıflardan farklı gözükmüyordu. Öğrenciler her grupta
6 sıra olmak üzere 5 grupta oturuyorlardı. Öğretmenin
masası sıraların önünde idi. Fakat ben sınıfa ilk defa
girdiğimde sınıfta yine de farklı bir şey vardı. Sınıfta
kolayca fark edilen bir heyecan vardı.
Donna, Michigan eyaletinde deneyimli bir
öğretmendi ve emekliliğine 2 yıl kalmıştı. Müdür
olarak benim düzenlediğim bir gelişme projesinin
gönüllü ve aktif katılımcılarından birisi idi. Proje
kapsamında öğrencilerden kendilerini iyi hissetmeleri
ve başkalarının yaşamlarında sorumluluk almalarını
teşvik edilmekte idi. Donna’nın görevi eğitim için
oturumlar düzenlemek ve kavramların çocuklar tarafından iyice anlaşılmasını sağlamaktı.
Benim görevim de sınıfları ziyaret ederek teftiş etmek ve uygulamanın doğru yürüdüğünü
kontrol etmekti.
O gün Donna’nın sınıfına giderek arka tarafa geçtim ve boş sıralardan birisine
oturarak izlemeye başladım. Öğrencilerin hepsi bir işle meşgul oluyorlardı. Her birinin
önünde bir kâğıt parçası vardı ve kâğıda bir şeyler yazıyorlardı. Yanımdaki 10 yaşındaki
öğrenci kâğıdın üzerine “Ben yapamam” diye bir liste hazırlıyordu.
“Ben futbol topuna iyi vuramıyorum” “Üç rakamlı sayıların bölme işlemini
yapamıyorum” Kendimi Debbie’ye sevdiremiyorum” Kızın doldurduğu kâğıdın yarısı
dolmuştu ve hala devam ediyordu. Kararlılıkla ve sebatla kâğıdı dolduruyordu.
Ayağa kalkarak sıra boyunca yazı yazan çocukların kâğıtlarına bakarak ilerledim.
Herkes yapamadıkları şeyleri yazıyordu. “Ben on kez şnav çekemiyorum” “Sol elimle bir
şey atamıyorum” “Bir tane şeker yemekle doymuyorum”.
Bu etkinlik artık iyice dikkatimi çekmeye başlamıştı. Ne olup bittiğini öğretmene
sormaya karar verdim. Öğretmenin yanına gittiğimde onun da kendi önündeki kâğıda
harıl harıl bir şeyler karalamakta olduğunu gördüm. En iyisi rahatsız etmemek diye
düşündüm. “John’un annesini veli toplantısına getiremiyorum”, “Kızımın arabanın
deposuna benzin almasını sağlayamıyorum” “Alan’ın bir olayda hemen yumruklarını
kullanmak istemesine engel olamıyorum.”
159
Öğrencilerin ve öğretmenlerinin neden böyle negatif şeyler yazdıklarını anlamakta
güçlük çekiyordum. Neden pozitif şeyler yazmıyorlardı? “Ben …yapabiliyorum” tarzında
şeyler daha iyi olmaz mıydı? Bunun üzerine oturduğum yere geri döndüm ve
gözlemlemeye devam ettim. Öğrenciler on dakika daha kâğıtlarına yazmaya devam
ettiler. Birçoğu ellerindeki kâğıdı doldurmuşlardı bile. Donna aktivitenin sona geldiğini
bildirdi, “Şu an yazmakta olduğunuz cümleyi bitirin ve daha fazla yazmadan kâğıdı kalemi
bırakın!” Öğrencilere sonra ellerindeki kâğıtları katlamalarını ve ön tarafa getirmelerini
söyledi. Öğretmen masasının önüne gelen her öğrenci elindeki “Ben yapamam” yazılı
kâğıdı boş bir ayakkabı kutusunun içine atıyordu.
Tüm kâğıtlar kutunun içine konulduğunda Donna kendi kâğıdını da kutuya
yerleştirdi. Sonra kutunun kapağını kapattı ve kutuyu kolunun altına alarak öğrencilere
kendisini takip etmelerini söyledi. Sınıf kapısından dışarı çıkarak koridordan ilerledi. Tüm
öğrenciler öğretmenlerini takip ediyorlardı. Ben de onları takip ediyordum. Konvoy bir
odanın kapısının önünde durdu. Donna okulun malzeme odasına girdi ve içeriyi epey
karıştırdıktan sonra elinde bir kürekle dışarıya çıktı. Sonra bir elinde kürek, diğer elinde
de kutu ile öğrenciler ile birlikte okul bahçesinin en uzak köşesine gittiler. Toprağı
kazmaya başladılar.
Ellerindeki “Ben yapamam” kâğıtlarını gömmeye hazırlanıyorlardı. Toprağı kazma
işini sıra ile aralarında işbirliği yaparak devam ettirdiler. Bir on dakika sonra delik 1 metre
derinliğe ulaştığında “Ben yapamam” kâğıtları ile dolu olan kutu deliğin dibine yerleştirildi
ve sonra üzeri toprakla örtüldü.
Otuzbir tane 10-11 yaşlarında çocuk yeni gömülmüş mezar yerinin etrafında
duruyorlardı.
Donna herkese şöyle seslendi, “Çocuklar lütfen
şimdi ellerinizi yanınızdaki ile birleştiriniz ve
başlarınızı eğiniz.” Öğrenciler denileni yaptılar. Bir
daire oluşturdular ve elele tutuştular. Başlarını eğdiler.
Donna merhumun arkasından yapılan defin
konuşmasını yapmaya başladı. “Sevgili arkadaşlar!
Burada “Ben yapamam”’ın cenaze töreni sebebi ile
toplanmış bulunuyoruz. O burada dünyada bizimle
birlikte iken hepimizin yaşamlarında değişiklikler
yarattı. Bazılarımızda daha az, bazılarımızda daha çok! Onun adı toplumda her yerde
konuşuldu. Okullarda, belediye binasında, devlet dairelerinde ve hatta Beyaz Saray’da!”
“Biz “Ben yapamam”’a rahat edeceği son bir mekân hazırladık ve başına da bir
mezar taşı layık gördük. O burada ikiz kardeşleri “Ben yapabilirim”, “Ben yapacağım” ve
“Ben yapıyorum” tarafından toprağa verildi. Bu kardeşler şu ana kadar “Ben yapamam”
kadar iyi tanınmıyorlardı, fakat umulur ki bundan sonra dünyada daha büyük bir iz
bırakacaklardır.”
160
“Ben yapamam” huzur içinde yatsın ve burada bulunan herkes yaşamlarını onsuz
yaşamaya alışsınlar ve onun yokluğunda yollarına devam etsinler. Amin!”
Ben bu veda konuşmasını dinlediğimde buradaki çocukların bu olayı hayatları
boyunca unutmayacaklarını düşündüm. Bu cenaze töreni sembolikti ve yaşam için bir
mesaj taşıyordu. Bilinçaltlarına ve bilinçlere derinlemesine etki eden bir deneyim olduğu
kesindi.
Kâğıtlara “Ben yapamam” diye yazıp sonra da onu gömmek öğrencilere bir şey
öğretebilmek için çok etkili ve güzel bir yoldu. Büyük bir öğretmenlik başarısı idi. Ve daha
bitmemişti. Defin konuşması bittikten sonra öğretmen çocukları toparlayarak sınıfa
götürdü ve bir cenaze yemeği verdi. Ölen kişinin helvasını yemek amacı ile kurabiyeler,
patlamış mısırlar, pastalar yediler ve meyva suyu içtiler. Bir kutlama yapıyorlardı. Donna
büyük bir resim kâğıdının üzerine kocaman “Ben yapamam” diye yazdı ve sonra altına
kırmızı kalın bir kalemle kocaman R.I.P yazdı.(Rest in peace= Huzur içinde yatsın)
Mezar Yazısı Kâğıdının alt kısmına o günün tarihi yazıldı ve herkese mesajı
hatırlatmak amacı ile kâğıt sınıfın ortasına asıldı.
Her ne zaman sınıfta bir öğrenci “Ben yapamam” dese Donna hemen üzerinde
Huzur içinde yatsın yazılı kâğıdı gösteriyordu. Sonra öğrenci “Ben Yapamam”ın ölmüş
olduğunu hatırlıyor ve ifadesini değiştiriyordu.
Ben Donna’nın öğrencilerinden biri değildim. Tam tersine bir zamanlar o benim
öğrencimdi. Ancak o gün ben ondan kalıcı bir ders öğrenmiştim.
Şimdi aradan yıllar geçtikten sonra ben ne zaman birisinin “Ben yapamam”
deyişini işitsem gözümün önüne o dördüncü sınıf öğrencilerinin yaptığı cenaze töreni
geliyor. Ben de öğrenciler gibi “Ben yapamam”ın ölmüş olduğunu hatırlıyorum.
Phillip B. Childs
88- 2008/173
AYRAN SATICISI
Hindistan’ın Andhra Pradesh eyaletinde Nisan
Ayının son haftasında sıcak bir yaz günü idi. Biz de o
sıcakta ağır ağır giden uyuşuk bir trenin
kompartınanın içinde sıcaktan pişiyorduk. Tren
tekleye tekleye Andhra Pradesh ile Orissa arasında
bir yerde ilerlemeye çalışıyordu.
161
Ben ailemi küçüklüğümü geçirdiğim Orissa’daki Cuttack şehrine götürüyordum.
Cuttack’da başka aile mensupları ile buluşacaktık. Yolun sonunda akşam yemeğini
yiyerek istirahate çekilmeyi dört gözle bekliyorduk.
Trende seyahat etmek zaten başlı başına enerjimizi tüketen bir şeydi. Fakat bir de
bu sıcakta seyahat etmek daha da felaket bir şeydi. Çektiğimiz çileyi daha da
artırırcasına trendeki vantilatörlere rağmen çok feci terliyor ve deli gibi susuyorduk. Tüm
su stokumuz tükenmişti ve umutsuz bir vaziyette soğuk bir içecek arayışında idik.
Küçük bir şehir olan Icchapuram’da tren mola verince başında büyük bir kap
bulunan bir bayan bizim yolcu vagonuna bindi. Bizim kompartıman da vagonun giriş
kısmında olduğundan başındaki kabı aşağıya indirdiğinde tam karşısında biz
bulunuyorduk.
O zaman kabın içinin buz gibi ayranla dolu olduğunu anladık. Hemen
uyuşukluğumuzdan uyandık, cennete düşmüştük! Bu bizim beklediğimizden çok daha
fazlaydı. Büyük bir keyifle bayanın bize verdiği bardaktan ardı ardına içmeye başladık. Bu
krallara layık ziyafeti çekerken bir yandan da kadınla konuşmaya başladık. Söylediğine
göre küçük bir köyde yaşıyormuş. 10 yaşında bir oğlu varmış ve kocası öldüğünden beri
oğluna yalnız başına bakıyormuş.
Ben kendisine “Yaşamını nasıl kazanıyorsun?” diye sordum. Şöyle yanıtladı, “Ben
akşamyemeği ve ertesi günün öğle yemeği için “ragi” pişiriyorum. Sabah erkenden
köyden süt satın alıyorum, sütü çalkalayarak yağını çıkartıyorum ve ayran yaparak
soğutuyorum. Saat 10 gibi evden çıkıyorum. Fakat önce oğlumu biraz ragi, chili ve tuz ile
doyuruyorum. Sonra Berhampur’dan trenlere binerek satmaya çalışıyorum. Sonra
akşamüzeri eve döndüğümde tekrar ragi yiyoruz.”
Ben “Her gün ragi ve chili mi yiyorsunuz?”
diye sordum. Hem öğlen hem de akşam her gün
aynı
yemeği
yediklerine
inanamıyordum.
Şaşkınlığıma aldırmadan devam etti, “Bazen biraz
tereyağı satabildiğim zaman ragi’nin yanında
yemek için bir balık veya biraz sebze alıyorum.
Oğlum kuru balığı çok seviyor. Bardağını alarak
benim bir için bir bardak daha ayran doldurdu.
Ayranı yudumlarken bir kez daha sordum. “Oğlunun
gelecekte ne yapmasını istiyorsun? Senin mesleğine
devam etmesini mi düşünüyorsun?”
“Hayır babu(efendim), diye cevapladı. “Ben onun
okumasını istiyorum. O sizin gibi bir beyefendi olmalı. O
evlenecek ve bana bir torun verecek inşallah.” Ağzı
kulaklarında gülümsüyordu. Onun yaşam hakkındaki bu
basit hayalini duyunca düşünmeden edemedim. Yaşam
162
onu yenememişti, fakirlik onun yüzünden gülümsemeyi silememişti. Yıllar boyunca hiç
hasta olmamıştı. Hiçbir şeyden ve hiç kimseden şikâyeti yoktu. Tek bir hayali vardı,
emekli olmak ve torunu ile oynamak! Hayat hakkında beklentiler nasıl böyle az olabiliyor.
Ben kendi yaşantımı gözden geçirdim. Bir anlık bir hoşnutluk duygusu için bir ton
saçmalık peşinde koşuyorduk. Ve itiraf edeyim hiç de hoşnut olduğum an bulamıyordum.
Tüm yaşamım boyunca bu bayanın içinde olduğu hoşnutluk duygusunu hissedebildiğim
an hiç olmadı.
Ayran içmemiz bitince ben kadının avunun içine 10 rupeelik kâğıt para koydum.
Onun bize verdiği ayranın ücretinden çok daha fazla idi. Parayı katlayıp bir metal kutunun
içine koydu. Sonra tekrar bardaklarımızı ayranla doldurmaya başladı. Biz artık
doyduğumuzu ve daha fazla içmek istemediğimizi söyledik. Kadın şaşkınlıkla yüzümüze
bakakaldı. “Eğer daha fazla içmeyecekseniz niye bana fazla para verdiniz?” diye sordu.
Ben de kendisine fazla parayı biraz pirinç ve sebze almak için kullanabileceğini ve oğlu
ile güzel bir akşam yemeği yemesini söyledim.
Aman Tanrım, o sırada kadıncağızın yüzündeki ifadeyi bir görmeliydiniz. Benim
onu kandırdığımı zannederek kendisini gururu kırılmış hissetti. Hakkı olandan daha fazla
para almak istemediğini söyledi ve cüzdanını çıkartarak verdiğimiz paranın üstünü bozuk
para olarak vermeye hazırlandı.
Söylemeye gerek yok, ben çok utanmıştım. Ne yapacağımı bilemiyordum.
Tam o sırada eşim araya girdi ve kendisine bizim iki üç gün sonra aynı trenle geri
döneceğimizi ve o zaman geri kalan alacağımız kadar ayran içeceğimizi kendisine
söyledi. Bu yaptığımız bir bağış değil, yalnızca bir ön ödeme idi. Kadıncağız ikna
olmamıştı. Bize sözümüzde duracağımıza dair yemin ettirdi.
O gittikten sonra birisinin bırakmış olduğu ve yanımda duran gazeteyi elime alarak
okumaya başladım. Sayfaları çevirdim ve boğazımda birşeyler düğümlendi. Her zaman
olduğu gibi gazete “yüksek seviyedeki insanların” ülkenin milyonlarca parasını çarparak
kendilerine menfaat sağladıklarını yazan haberlerle dolu idi. Büyük bir iğrenme ve tiksinti
duygusu ile gazeteyi trenin penceresinden dışarıya fırlatıp attım.
B. K. Misra
89- 2008/174
SEVGİ ZİNCİRİ
İngiltere kraliçesi Victoria, Helen Keller’a “Yaşamdaki
başarını neye borçlusun?” diye sordu.
Hellen Keller ve Ann Sullivan, Temmuz 1888
163
“Hem kör ve hem de sağır olduğun halde nasıl böyle büyük bir başarı
gösterebildin?”
Mrs. Keller’in cevabı öğretmenine bir övgü idi. “Eğer Anne Sullivan olmasa idi
Helen Keller ismi kimse tarafından bilinmeyecekti.”
Annie Sullivan küçükken “Küçük Annie” diye çağrılırmış. Küçük bebekken geçirdiği
yüksek ateşli bir hastalık yüzünden neredeyse tamamen kördü ve ayrıca doktorlar
tarafından “deli” olarak teshiş konularak bir deliğe tıkılmıştı. Boston’un dış mahallerindeki
bir “Zihin Özürlüler Hastanesinin” bodrum katında kilitli tutuluyordu. Zaman zaman Annie
yakınına gelen kişilere saldırıyordu. Çoğunlukla da yakınında olan kişileri umursamadan
duruyordu.
Ancak hastanedeki yaşlı bir hemşire Annie’den ümidini kesmemişti. Her gün küçük
Annie’yi ziyaret etmeyi ve kendisine sevgi dolu sözler söylemeyi kendisine vazife edindi.
Çoğunlukla çocuk hemşirenin varlığını kabul etmiyordu. Fakat devam eden ziyaretler
boyunca hemşireye hiç kötü davranmadı.
Bu nazik kadın ona kurabiyeler getiriyor ve sevgi dolu sözler söyleyerek onu
cesaretlendiriyordu. Küçük Annie ile tatlı tatlı konuşulursa onun iyileşeceğine inanıyordu.
Zaman içinde doktorlar küçük kızda ilerleme gözlemlediler. Önceden öfke, nefret
ve düşmanlık dolu olan kız, yumuşaklık ve sevgi göstermeye başlamıştı. Onu hemen
yukarı katlara alarak gelişiminin devamını sağladılar. En sonunda günün birinde bu
“umutsuz vaka çocuk” hastaneden taburcu edildi.
Anne Sullivan başkalarına yardımcı olmak isteyen genç bir kadın olmuştu. Çok iyi
kalpli bir hemşire oldu. Helen Keller’in içindeki o büyük potansiyeli keşfeden o olmuştu.
Anne Sullivan onu sevdi, onu disipline etti, onunla birlikte oyunlar oynadı ve ona işaret
dilini öğretti ve onunla birlikte çalıştı. Helen Keller titreşerek yanan bir mum iken tüm
dünyayı aydınlatan bir ışık kaynağı, bir deniz feneri haline geldi.
Anne Sullivan, Helen Keller’in yaşamında mucizeler yarattı. Fakat asıl başarıyı
sağlayan Küçük Annie’ye inanan ve büyük bir gayretle bu iletişim kurulamayan çocuğu
merhametli bir öğretmene dönüştüren sevgi dolu
hemşire sağlamıştı.
“Eğer Anne Sullivan olmasaydı Helen Keller’i
kimse tanımayacaktı.” Doğru! Fakat o iyi kalpli ve
kendisini adamış hemşire olmasaydı da Anne Sullvan
ismini hiç kimse bilmeyecekti.
Bu üç büyük ruh kendi sevgi zincirlerini
oluşturdular. Peki, sizce bu geri ödeme zinciri ne kadar
geriye uzanmaktadır? Ve tabii geleceğe ve ileriye
doğru da ne kadar uzanacaktır? Biz başkalarına yardım ve hizmet elimizi uzattığımızda
164
gelecek nesillere doğru uzanan bu sevgi zincirinin bir parçası haline geliyoruz.
Bu yüzden herhangi bir gün kahvaltımızı etmesek veya yemeğimizi yemesek veya
bir televiyon programını kaçırsak fazla bir şey fark etmez, fakat buna benzer bir sevgi
uygulamasını asla kaçırmamılıyız. Çünkü gösterdiğimiz en ufak bir merhamet
uygulamasının bile bir başkasının yaşamında nasıl bir etki bıraktığını bilmiyoruz ve onun
da çok sayıda başkalarının yaşamlarında.
Sevgi çok güçlüdür. Güzel bir ifade ile bu dünyadaki en güçlü, en büyük silah
sevgidir. İhtiyacı olan birisine bir bardak su vermek, kriz geçirmekte olan birisine tıbbi
yardım vermek veya basitçe derdi olan bir arkadaşının derdini dinlemek küçük bir eylem
gibi gözükebilir, fakat zincirleme etkileri bizim hayal gücümüzün bile çok çok üstünde
olabilir. Uygulamaya dökülen sevginin gücünü asla tahmin edemeyiz. Bu bir kez
yakıldığında sonsuza kadar yanmayan bir ateşe benzemektedir.
90- 2008/176
CÜZDANDAKİ YAZI
Bir trende bilet kontrolü yapan biletçi bir seferinde dolu bir vagonda yerde eski
yüzlü bir cüzdan bulmuştu. Sahibini bulabilmek amacı ile cüzdanın içini karıştırdı. Ancak
hiçbir ipucu yoktu. İçinde biraz para ve üzerinde Allah yazılı olan bir kâğıt parçası vardı.
Cüzdanı havaya kaldırarak yolculara sordu, “Bu cüzdan kime ait acaba?”
Yaşlı bir adam ayağa kalkarak geldi ve “Bu benim cüzdanım, bana verir misiniz?”
dedi. Biletçi adama “Ama önce size ait olduğunu
kanıtlamalısınız efendim” dedi. Ağzında diş
olmayan yaşlı adam gülümsedi ve “Cüzdanda
üzerinde Allah yazılı olan resimli bir kâğıt var”
dedi.
Biletçi, “Ama bu bir kanıt değil ki?” diye
itiraz eti. “Herkes cüzdanında üzerinde Allah yazılı
bir kâğıt bulundurabilir. Kâğıdın özelliği nedir ve
neden sizin kendinizin cüzdanda bir fotoğrafınız
yok?” Anlaşıldığı üzere biletçi öyle pek kolay anlaşılacak bir adama benzemiyordu.
Yaşlı adam derin bir nefes aldı ve şöyle cevap verdi, “Size içinde neden benim
fotoğrafımın olmadığını söyleyeyim. Bu cüzdanı babam bana okula giderken almıştı.
Bana arada harçlık verirdi. Ben ailemi çok severdim ve cüzdanımda onların fotoğraflarını
taşırdım.
Sonradan onların resimlerin yerine kendi resmimi koydum. Çok yakışıklı bir
adamın resmi idi. Bir süre sonra evlendim. Eşim çok güzel bir kadındı ve ben onu çok
165
seviyordum. Kendi resmimi çıkartarak eşimin resmini cüzdana yerleştirdim. Saatlerce
eşimin güzel yüzüne bakakalırdım.
İlk çocuğum doğduğu zaman yaşamımda başka bir bölüm başlamıştı. Oğlumla
oynamak için çalışma saatlerimi kısalttım. İşe geç gidiyor ve eve erken geliyordum.
Besbelli cüzdanımın başköşesine oğlumun resmini koydum.
Yaşlı adam devam ettikçe gözleri yaşarmaya başladı. “Uzun süre önce annem ve
babam yaşamlarını yitirdiler. Geçen yıl eşimi de kaybettim. Oğlum artık sürekli olarak
kendi ailesi ile meşgul oluyor. Bana ayıracak fazla zamanı yok. Zamanında severek
bağlandığım herkes şimdi benden çok uzaklarda. Bu yüzden ben de bütün bu hayal
kırıklıklarından sonra cüzdanıma üzerinde Allah’ın isminin yazılı olduğu kâğıdı koydum.
Ben şu anda iyi anlıyorum ki, O benim ve hepimizin tek yoldaşıdır. O beni asla terk
etmeyecek. Eyvahlar olsun ki ben bunu daha önce anlayamadım. Tanrı’yı daha önce
ailemi sevdiğim kadar çok sevse idim bugün bu kadar yalnız olmayacaktım.”
Biletçi cüzdanı sessizce yaşlı adama geri verdi. Tren bir sonraki istasyonda
durduğu zaman biletçi durakta bulunan kitapçıya giderek cüzdanına koymak üzere
üzerinde Allah yazılı bir resim aradı.
Bize yaşamımız boyunca sayısız kez bizim tek
gerçek arkadaşımızın, dostumuzun ve anne babamızın
Tanrı olduğu söylenmiştir. O bizi asla yolda
bırakmayacak, asla bizi terk etmeyecektir. Her ne
olursa olsun daima bizim yanımızda olmaya devam
edecektir. Yalnızca Tanrı kalıcıdır ve merhamet dolu
Bakışını bizim üzerimizden çekmeyecektir.
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Dünyaya olan bağımlılığınızı mümkün olduğu kadar azaltmaya çalışın. Mutlu
olun ve başkalarını da mutlu etmeye çalışın. Hiç kimseyi incitmeyin. Zorluklara
geçip giden bulutlar gözü ile bakın. Ailevi ilişkiler kurduğunuzda beraberinde
sıkıntıların ve üzüntülerin de gelmesi kaçınılmazdır. Fakat bu acıların ve dertlerin
sizi kaygılandırmasına ve moralinizi bozmasına izin vermeyin. Geniş gökyüzüne
baktığınız zaman çok sayıda bulut görürsünüz. Benzer şekilde kalbimizin içindeki
gökyüzünde de bağlılık bulutları vardır. Bunlar gelirler ve geçip giderler. Bunlar sizi
endişelendirmesin. Eşit görüşlülüğe ulaşın ve İlahiliği elde etmeye gayret edin!”
M:rajen Ghayal, USA
166
91- 2008/177
HAYATI ÖĞRETECEKMİŞ
Çok lüks ve büyük bir yolcu gemisi küçük bir Meksika kasabasında limana
yanaşmıştı. Yolcular dışarıya gezmeye çıktılar. Zengin bir Amerikalı turist de limanda
dolaşmaya gitti. Limanda tekneler arasında yürürken saatlerce güneş altında oturmaktan
yüzü siyaha yakın bronzlaşmış ve kırışmış orta yaşlı Meksikalı bir balıkçı gördü.
Balıkçının önünde kocaman bir balık duruyordu.
Amerikalı turist balıkçıyı tuttuğu balık için tebrik etti ve balığı yakalamak için ne
kadar zaman harcadığını sordu. Meksikalı sakin ve yumuşak bir sesle, “Çok uzun değil”
diye cevap verdi.
Amerikalı sormaya devam etti, “Peki, o zaman neden daha fazla kalıp daha fazla
balık yakalamadın?” Meksikalı tuttuğu balığın kendisinin ve ailesinin ihtiyaçları için yeterli
olduğunu söyledi.
Amerikalı bir şey anlatmaya çalışıyor gibiydi, şöyle sordu. “Peki, kalan zamanında
neler yapıyorsun?”
Meksikalı balıkçı şöyle yanıtladı, “Sabah geç kalkıyorum, çocuklarla oyun
oynuyorum ve akşamları eşime yemek hazırlamada yardım ediyorum, köye inip
arkadaşlarımla görüşüyorum, gitar çalıp şarkı söylüyorum ve hayatı dolu dolu yaşamaya
çalışıyorum.”
Amerikalı araya girdi, “Ben Harvard Üniversitesinde ekonomi üzerine master
yaptım ve sana yardım edebilirim. Bir defa ilk iş her gün daha fazla balık tutmakla işe
başlamalısın. Sonra o avladığın ekstra balıkların parası ile daha büyük bir tekne
alabilirsin.”
“Peki ya sonra?” diye Meksikalı balıkçı hafif dalga geçerek sordu.
“O daha büyük tekne ile avladığın balıklar sayesinde ikinci bir tekne alabilirsin ve
sonra da üçüncü bir tekne daha alabilirsin. En sonunda bir tekne filosuna sahip olursun.
O zaman avladığın balıkları aracılara ve komisyonculara satmak yerine direk olarak balık
işleme fabrikalarına, restoranlara ve tüketicilere satabilirsin. Ve hatta belki de kendin bir
fabrika sahibi olursun. O zaman bu köyden taşınır ve Mexico City’de, Los Angeles’ta ve
hatta New York’ta yaşarsın. O yaşadığın yerden bütün fabrikalarını kontrol edersin” diye
Amerikalı heyecanlı bir şekilde anlattı.
Meksikalı balıkçı sordu, “Bu sizin söylediğiniz ne kadar süre alır?”
“Yirmi-yirmibeş yıl” diye Amerikalı yanıtladı.
Meksikalı, “Ya sonra?” diye sordu.
167
Amerikalı “İşte o zaman işler çok
ilginçleşecek” diye gülerek cevap verdi. “Sen mal
alıp satarak stok yapacaksın ve bir milyoner
olacaksın.”
“Milyoner öyle mi?” diye balıkçı sormaya
devam etti. “Ya peki sonra?”
“O zaman da artık emekli olabilir ve sahil
kenarında küçük bir köye yerleşerek rahat
edebilirsin. Geç saatlere kadar uyuyabilir, çoluk
çocuğunla oynayabilir, keyif için balığa çıkabilir ve zamanını arkadaşlarınla muhabbet
ederek geçirebilirsin.
Amerikalı turistin yüzünde bir sırıtma belirmişti. Karşısındaki bu basit adama kendi
düşünüş tarzını açıklayabildiği için kendinden memnun olmuştu. Ve adam da anlamışa
benziyordu.
Meksikalı balıkçı gülerek hafifçe kıkırdadı ve Amerikalı adamın gözlerinin içine
bakarak yavaşça şöyle dedi, “Sevgili arkadaşım sizin bu söylediklerinizi ben zaten
şimdiden yapıyorum ya zaten!”
Amerikalı bir an duraksadı. Bir an içinde bu basit adamın kendisinin birkaç adım
daha önünde olduğunu anlamıştı. Fakat tabii bunu karşısındakinin anlamasını istemediği
için yüzünde zoraki bir gülümseme ile kendi kendine bazı şeyler mırıldanarak yolcu
gemisine geri dönmek için yürümeye başladı.
Meksikalı balıkçı ise kıkırdamaya devam ediyordu.
Bize İnsani Değerleri anlatan bilgeler devamlı olarak şu o önemli noktayı
vurgulamışlardır.
“Asla para peşinde, maddi varlıklar peşinde ve fiziksel rahatlıklar peşinde
koşmak için hayatınızı kurmayın! Bunlar bizi hiçbir şekilde hoşnut etmeyecektir.
Yalnızca içinizdeki Hakikat’e yani İlahi Öz’e ulaşabilmek için gayret edin. Bu sizin
yapıp yapabileceğiniz en güzel yolculuktur.”
Bu hoşnutluk içinde huzuru ve mutluluğu bulacaksınız. Sizce dünyanın en zengin
insanı kimdir? Dünyanın en zengin insanı en çok hoşnut olan insandır, eline geçenle
tatmin olan insandır. Peki, dünyanın en fakir insanı kimdir? En çok arzusu olan insandır.
Gelin bizler de arzularımıza bir sınır uygulayalım, isteklerimize bir tavan koyalım ve
hayatımızda sonsuz mutluluğu tatmaya başlayalım.
168
92- 2008/180
HAVUÇ
Chicago’da toplanan Dinler Parlemetosunda anlatılan en güzel hikâyelerden birisi
Rus temsilci tarafından anlatılmıştı.
Hem hırsız ve hem de dolandırıcı
olan kötü şöhretli yaşlı bir kadın artık ölüm
döşeğinde yatıyordu. Sonu yaklaştığı için
kendisini ölümden sonra bekleyen
şeylerden korkmaya başlamıştı. Kötü
düşüncelerle ve sürekli kötülük yaparak
geçirdiği hayatında ne bir dine inanmış, ne
de Tanrı’ya inanmıştı. Yüksek sesle ağlıyor
ve bağırarak Tanrı’ya kendisine acıması
için dua ediyordu. O kadar çok ağladı ki
Melek Gabriel’in(Cebrail) dikkatini çekti.
Meselenin ne olduğunu anlamak için
kadının yanına geldi.
Kadın, “Aman efendim, ben şimdi ne yapacağım?” diye sordu. Melek, “Ne oldu ki?”
diye soruyla cevap verdi.
Kadın anlatmaya başladı, “Efendim, ben yaşamım boyunca hiç iyi bir şey
yapmadım ve şimdi artık ölmek üzereyim. Benim halim ne olacak?”
Melek şöyle sordu, “Yapmış olduğun ve hatırlayabildiğin bir tane iyilik var mı?
Düşün bakalım!”
Kadıncağız uzunca bir süre düşündükten sonra daha henüz genç bir kızken
yaşadığı bir olayı hatırladı. Bir gün çok acıkmıştı ve eline bir havuç geçmişti. İki günden
beri yemek üzere olduğu tek şeydi. Tam havucu yemek üzereyken kendisi kadar yoksul
olan başka bir kadın yalvararak kendisine gelmişti.
Aslında kadının kendi tabiatı olmamasına rağmen o gün
havucun yarısını diğer kadına vererek paylaşmaya razı olmuştu.
Ölmekte olan yaşlı kadın bu hikâyeyi meleğe anlatınca Melek
Cebrail ona “Seni kurtarana kadar o havuca sıkı sıkı sarıl!” dedi.
Kadın bir süre sonra son nefesini verdi. Öldüğünde
Cebrail’in kendisine söylediği gibi sıkıca o havuca tutundu. Havuç
kendisini cennete doğru götürmeye başlamıştı. Ancak o sırada
kendisi gibi kötü bir şekilde yaşayıp ölmüş olan başkaları da
onun kurtuluşunu paylaşabilmek umudu ile ona sıkıca yapışmaya
ve takılmaya başladılar.
169
O sırada kadın bunu kıskanarak onları kovmak istedi. Onlara yüksek sesle bağırdı,
“Defolun, bu havuç bana ait!” Ancak bu sözleri söyler söylemez havuç kırıldı ve o da
onlar gibi işkenceye ve cehenneme doğru düşmeye baladı.
Onun bütün günahları tek bir küçük iyilik ile karşılanmak üzere idi, fakat işte
kadının bencilliği daha önceki iyiliğini yok ederek onun mahvına yol açtı.
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Bir insanın karşı karşıya olabileceği en kötü hastalık bencilliktir. Yalnızca
kendisini bu bencillik, yani ego hastalığından kurtarabilen kişiler yaşamın gerçek
anlamını ve manasını anlamayı ve gerçek mutluluğu deneyimlemeyi
başarabileceklerdir. Ancak fedakârlık ruhu ile hareket edenler kendilerini
yücelteceklerdir.”
93- 2008/181
'DAHA ONLAR İSTEMEDEN BEN DUALARINA CEVAP VERİRİM'
Bu hikâye güney Afrika’da çalışmış olan Amerikalı bir doktor tarafından yazılmıştır.
Bir gece hastanede doğum yapmakta olan bir kadın zorluk çektiği için bütün gece
boyunca ona yardım etmek için çalışmıştım. Fakat bizim bün gayretlerimize rağmen
kadıncağız doğum yaptıktan hemen sonra son nefesini verdi. Geride prematüre bir bebek
ve bir de sürekli ağlamakta olan iki yaşında ablasını bırakmıştı. Bebeği hayatta
tutabilecek bir küvözümüz yoktu. Küvöz olsa bile onu çalıştıracak elektriğimiz yoktu. Özel
besleme imkânlarımız da yoktu. Ayrıca ekvatora yakın olmamıza rağmen geceleri epey
soğuk oluyor ve sert rüzgârlar esiyordu.
Öğrenci ebelerden biri bu tür bebekler için sakladığımız kutuyu getirmeye gitti.
Kutuda bebeği sarmalamak için pamuk bulunuyordu. Başka birisi de gidip ateşi yaktı ve
sıcak su torbasına koymak için su ısıtmaya çalıştı. Ancak biraz sonra benim yanıma geldi
ve üzüntü içinde bana sıcak su torbasının yırtılmış ve patlamış olduğunu söyledi. Tropik
iklimlerde lastik çok çabuk çürüyordu. “Bu bizim son sıcak su torbamızdı” dedi.
Yapılabilecek bir şey yoktu. Oturup ağlamanın anlamı yoktu. Ormanın ortasında sıcak su
torbası alabileceğiniz bir mağaza bulamazdınız.
“Pekâlâ” dedim, “Bebeği mümkün olduğu kadar ateşe yakın tut. Ve bir de
cerayandan korumak için sen bebekle kapı arasında uyu ki bebek üşümesin. Senin
vazifen bebeği sıcak tutmaktır.” Ertesi gün öğle vakti olduğunda etrafımda biriken çok
sayıda yetim çocuklarla birlikte dua etmeye gittim.
Çocuklara küçük bebekten bahsettim ve duanın önemini anlattım. Bebeği sıcak
tutabilmek için karşılaştığımız problemi söyledim ve sıcak su torbamızın da yırtılmış
170
olduğunu ekledim. Bebeğin üşütürse ölebileceğini de söyledim. Ayrca çocuklara bebeğin
iki yaşındaki ablası ile de ilgilenmelerini, onun da artık annesiz kaldığını belirttim.
Dua esnasında 10 yaşındaki kız Ruth’un Afrikalı çocuklara has bir şekilde kısa ve
öz olarak dua ettiğini işittim. “Lütfen Tanrım” diyordu, “ Bize bir tane sıcak su torbası
gönder. Yarın çok geç olabilir ve bebek ölebilir. Lütfen bu sıcak su torbasını bize bu
akşamüzeri gönder!” Ayrıca bir de şöyle ekledi. “Lütfen Tanrım bir de küçük kız için bir
tane oyuncak bebek gönderir misin? Bu şekilde Senin onu çok sevdiğini anlamış olur”
Açıkçası bu duaya “Âmin” diyemiyordum. Tanrı’nın bunu yapacağına
inanmamıştım. Tabii O’nun isterse her şeyi yapabileceğini biliyordum. Bütün kutsal
kitaplar bunu böyle söylüyorlar, fakat bazı şeyler de olmazdı, olamazdı.
Bu duanın gerçekleşmesinin tek çaresi bana evden bir paket gönderilmesi idi ve
ben dört yıldan beri Afrika’da yaşadığım halde evden tek bir paket bile almamıştım. Ve
birisi bana bir paket gönderecek bile olsa kim onun içine bir sıcak su torbası koyardı;
düşünün ben Afrika’da ekvatorda yaşıyordum.”
Akşamüzerine doğru hemşirelere okulda ders verirken birisi gelip bana kapının
önünde bir arabanın beni beklediğini söyledi. Eve gittiğimde araba çoktan gitmişti. Ancak
verandada kocaman bir koli paketi duruyordu. Gözlerimden aşağıya yaşlar boşanmaya
başlamıştı. Paketi tek başıma açamadım, yetim çocukları çağırdım. Beraberce paketin
üzerindeki bantları çıkardık. Paketin sarılı olduğu kâğıdı başka bir işte kullanabilmek için
yırtmadan dikkatlice açıp katladık. Heyecan tırmanıyordu. En az otuz kırk çift göz
konsantre bir vaziyette büyük koli paketine bakıyordu. Paketin üstünden rengârenk birçok
kazak çıktı. Gözler parıldamaya başlamıştı.
Sonra kazakların altından cüzzamlı hastalar için
bandajlar çıktı. Sonra da içinde kuru üzüm bulunan bir
paket elime geldi. Haftasonu ziyafet olacağı kesindi.
Sonra elimi paketin içine bir daha soktum. Elime bir
şey geldi. Olabilir miydi? Tuttum ve dışarı çıkardım.
Evet bu yepyeni bir sıcak su torbası idi. Hüngür hüngür
ağlamaya başladım. Ben Tanrı’nın bir sıcak su torbası
göndereceğine
inanmamıştım.
Ruth
çocukların
arasında en ön sırada duruyordu. Elimde sıcak su
torbasını görünce bana doğru fırladı ve bağırmaya
başladı. “Eğer Tanrı sıcak su torbasını gönderdi ise oyuncak bebeği de göndermiştir.”
Kutunun içine elini daldırıp altüst etmeye başladı. Küçük ve çok güzel kıyafetli bir bebek
çıkardı. Gözleri parlıyordu. Kız hiç şüphe etmemişti! Bana bakarak şöyle dedi, “Ben
sizinle gelip bu bebeği o küçük kıza verebilir miyim? Tanrı’nın onu çok sevdiğini
anlayacaktır.”
Gönderilen paket en az beş aydan beri yolda olmalıydı. Yani bu durumda daha
yazdan önce birisi bu kutunun içine Tanrı’nın kendisini yönlendirmesi ile bir sıcak su
torbası koymuş olmalıydı. Hem de ekvatora giden bir kutunun içine. Ve ayrıca
çocuklardan bir tanesi de Afrikalı çocuklara verilmek üzere gönderilmek üzere yapılan
duadan beş ay önce bir oyuncak bebek koymuştu. “O akşamüzeri” gelmesi istenilen
bebek beş ay önceden duaya cevap olarak gönderilmişti.
171
Tanrı’nın işleyiş yolları bazen çok gizemli olabiliyor. Duanın gücü insanın hayal
edebileceğinin çok ötesine uzanabiliyor. Bu yüzden şöyle denmiştir, “Sizin hayal
edebileceğinizden çok daha fazlası bu dünyada dualarla yerine getirilmektedir.”
Gelin herşey Tanrı’ya bağlıymış gibi dua edelim, ama herşey bize bağlıymış gibi de
çalışmamıza devam edelim. Çünkü kalplerimizde dua olduğu zaman biz dünyanın en
zengin ve en kutsanmış kişisi olmaktayız.
94- 2008/183
ANNEM
Bu hikâye ben doğduğumda başladı. Biz çok fakir bir aile idik! Çoğu zaman
yiyecek bir şeyimiz olmazdı. Ne zaman elimize
biraz yiyecek geçse annem bana kendi pilav
hissesini verirdi. “Bu pilavı ye oğlum, ben aç
değilim” diyerek pilavı benim tabağıma geçirirdi.
Bu benim annemin birinci yalanı idi.
Büyüdüğüm zaman annem evimizin
yakınlarında küçük bir toprak parçasında sebze
yetiştirmeye başladı. Sebzelerin büyümeme
faydası olacağını düşünüyordu. Büyüttüğü
sebzelerle nefis çorbalar yapıyordu.
Çorbamı içerken annem yanıma oturur, beni seyreder ve kâsenin içinde arta kalan
çorbayı içerdi. Bu beni üzdüğü için çorbamın yarısını ona vermek isterdim ama o bana
“Çorbayı sen iç oğlum, ben pek çorba sevmiyorum” derdi. Bu annemin ikinci yalanı idi!
Sonra okula gitmeye başladığımda annem bir kibrit
fabrikasına giderek kullanılmış kibrit kutuları almaya ve içlerini
yeni kibritlerle doldurarak satmaya başladı. Eğitimime destek
olmak ve ihtiyaçlarımızı gidermek için üç beş kuruş
kazanmaya çalışıyordu. Soğuk bir kış gecesi uyandığımda
annemi mum ışığında kibrit kutularını doldururken gördüm.
Ona şöyle dedim, “Anneciğim çok geç oldu. Haydi, gidip biraz
uyu. Onları yapmaya yarın sabah devam edersin.” Annem
gülümsedi ve şöyle cevap verdi, “Sevgili oğlum. Haydi, sen
uykuna geri dön, ben hiç yorgun değilim.” Bu benim annemin
üçüncü yalanı idi.
Okulda bitirme imtihanına girmek için gittiğimde annem
de benimle birlikte geldi. Saatlerce dışarıda güneşin altında oturup beni bekledi. Zil
çaldığında annemle buluşmak için dışarıya koştum. Annem beni kucakladı ve yanında
getirdiği termostan bana bir bardak çay verdi. Annemi terlemiş görünce benimkini de içsin
diye ona kendi bardağımı uzattım ama o bana “Sen iç güzel oğlum. Ben hiç susamadım”
diye cevap verdi. Bu da annemin dördüncü yalanı idi!
172
Babamın ölümünden sonra hem anne ve hem de baba olmaya çalıştı. Eski işini
yapıyor ve bir şekilde bizi geçindirmeye çalışıyordu. Ailemizin hali vahim bir durumda idi
ve çoğu zaman aç kalıyorduk. Ailemizin içinde bulunduğu zor durumu gören amcam bize
bazı problemlerimizi çözmek için yardım önerdi. İçinde bulunduğumuz fakirliği gören yan
komşularımız anneme tekrar evlenmesi için baskı yapıyorlardı. Fakat annem tekrar
evlenme fikrini reddediyor ve şöyle diyordu, “Benim sevgiye ihtiyacım yok.” Bu beni m
annemin beşinci yalanı idi.
Okulumu bitirerek Amerika’da bir Amerikan şirketinde iş buldum. Artık annemin
iyice yaşlandığı ve emekli olması gereken bir dönemdi. Fakat o, her sabah birkaç sebze
satabilmek için her sabah markete kadar sırtında sebze taşıyordu. Ben ona para
gönderiyordum, ama o bu parayı bana geri gönderiyor ve “Benim yeteri kadar param var”
diyordu. Bu annemin altıncı yalanı idi!
Ben hem çalışmaya ve hem de master yapabilmek için okula gitmeye devam
ediyordum. Bütün çalışmalarımda başarılı oldum ve masteri de tamamladım. Gelirimde
büyük bir sıçrama olmuştu.
Annemi Amerika’ya getirtmek için hazırlık yapmaya başladım. Fakat o bana “Ben
konforlu bir yaşam istemiyorum” dedi. Bu onun
yedinci yalanı idi.
İyice yaşlandığında annem kanser oldu ve
hastaneye kaldırıldı. Geçirdiği ameliyattan sonra
onu ziyaret edebilmek için okyanus ötesinden
uçakla geldim. Annem gülümsemeye çalıştı ama
ben onu böyle zayıf ve kuvvetsiz görünce çok
üzülmüştüm. Fakat annem bana “Ağlama sevgili
oğlum, benim hiç acım yok” dedi. Bu annemin
sekizinci yalanı idi!
Bana bu sekizinci ve sonuncu yalanını söyledikten sonra son nefesini verdi. Evet,
benim annem bir melek idi.
Bu yüzden annemi şöyle tanımlıyorum.
M-O-T-H-E–R
(ANNE)
'M' (millions) harfi bana verdiği milyonlarca şeyi anlatır.
'O' (old/yaşlı) harfi benim için her şeyini verdiğini ve bu uğurda yaşlandığını
gösterir.
'T' (tears/gözyaşları) harfi benim için döktüğü gözyaşlarıdır.
'H' (heart/kalp) harfi altın bir kalbi olduğunu ifade eder.
'E' (eyes/gözler) harfi içinde sevgi ışıkları parlayan gözlerini hatırlatır;
‘R' (righteous/dürüstlük) harfi de bunları yaparken doğruluktan ayrılmayan ve her
zaman örnek olan yaşamını sembolize eder.
Bunları bir araya getirdiğinize “MOTHER” yani “ANNE” kelimesi ortaya çıkar. Bu
kelime benim için dünyaları ifade etmektedir.
173
Not: Bu yazının yazarı bilinmemektedir, fakat bu dünya üzerinde bir anne tarafından
büyütülmüş herhangi bir kimse olabilir. Yaşamlarında bir annenin varlığı ile kutsanmış
olanlar için bu hikâye muhakkak ki çok güzel bir hikâyedir. Fakat bu kadar şanslı
olamayanlar için daha da güzel bir hikâyedir.
Büyük bir bilge her insana annelerini sevmelerini ve onu daima el üstünde
tutmalarını söylemiştir. Şöyle güzel bir şiirle ifade edilmiştir.
En güzel kokan Yasemin çiçeğinden bile daha güzel kokan;
Tereyağından bile çok daha yumuşak olan;
Tavuskuşundan daha güzel ve
Aydan bile daha güzel olan şey;
Anne sevgisidir.
“Bu dünyada anne sevgisinden daha güzel, daha büyük bir sevgi yoktur. Bu
sevgi çok büyük bir güce sahiptir. Annenizi seviniz, o zaman herkes tarafından
sevileceksiniz. Annelerinin arzularını yerine getirmeye ve onu mutlu etmeye
çalışmak çocukların birinci ve en önemli görevleridir.”
95- 2008/184
JENNY'NİN KOLYESİ
Jenny beş yaşında çok güzel bir kızdı. O ve annesi bir gün mahalledeki markette
alışveriş yaparlarken Jenny 2,50 $ değerinde plastik basit bir kolye gördü. Jenny kolyeyi
çok beğendi ve annesinden satın almasını istedi. Annesi şöyle cevap verdi, “”Evet bu
güzel bir kolyeye benziyor ama fiyatı maalesef çok pahalı. Bak sana şöyle söyleyeyim,
ben sana bu kolyeyi satın alırım, ama eve döndüğümüzde sen her gün yapacağın ufak
tefek işlerle kolyenin karşılığını ödemeye başlarsın tamam mı? Ayrıca yakında doğum
gününde anneannen de sana 1 $ verecektir. Anlaştık mı?”
Jenny kabul etti ve annesi ona kolyeyi satın aldı. Jenny her gün sıkı çalışıyor ve
annesinin kendisine verdiği ev işlerini yapıyordu. Doğum gününde 1 $ da
anneannesinden almıştı. Kısa zamanda Jenny kolyenin parasını ödemişti.
Jenny kolyesine bayılıyordu. Onu her gün her yere giderken boynuna takıyordu,
oyun bahçesinde, parkta, yatakta ve hatta annesi ile birlikte gittiği alışverişte bile!
Yalnızca banyo yaparken kolyesini çıkartıyordu, çünkü annesi kendisine kolyenin renk
değiştirebileceğini ve yeşile dönebileceğini söylemişti.
Jenny’nin babası çok sevgi dolu bir insandı. Her akşam Jenny yatağa gittiğinde
babası yatak ucuna oturup ona hikâye anlatıyordu. Bir gece uyumak üzere iken babası
ona şöyle sordu. “Jenny beni seviyor musun?”
174
“Evet baba ben seni çok seviyorum. Seni ne kadar sevdiğimi biliyorsun” diye küçük
kız cevap verdi. Babası sormaya devam etti, “Peki o zaman bana kolyeni verir misin?”
Jenny hemen itiraz etti, “Ama baba! Ne olur kolyemi isteme. İstersen sana en
sevdiğim oyuncak bebeğimi verebilirim. Ayrıca oyuncak bebeğin yemek tepsisini ve hatta
makyaj takımını da alabilirsin. Olur mu?” Babası, “Tamam güzelim önemli değil” dedi.
Kızının yanağına bir öpücük kondurdu ve “İyi geceler güzel kızım” dedi.
Aradan bir hafta geçtikten sonra babası yine gece hikâyesini anlattıktan sonra aynı
soruyu sordu ve yine kızın kolyesini istedi. Kız yine itiraz etmeye başladı, “Ama baba ne
olur kolyem olmaz. İstersen sana oyuncak atım Ribbons’ı verebilirim. O benim en
sevdiğim oyuncağım. Yumuşacık saçları var. Sen onunla oynayabilirsin ve saçını
örebilirsin. Ne diyorsun Ribbons’ı alıyor musun?” Babası yine, “Güzel kızım tamam, ben
onu istemiyoum, hiç önemli değil” dedi ve onu yanağından öperek iyi geceler ve tatlı
rüyalar diledi.
Aradan bir süre geçtikten sonra babası yine Jenny’nin yatağının ucuna geldiğinde
Jenny yatağında oturuyordu ve dudakları titriyordu. “İşte baba” dedi elini uzatarak, “Onu
alabilirsin” Avucunu açtığında içinde en sevdiği plastik inci kolyesi duruyordu. Kolyeyi
babasının eline doğru uzattı. Babası kolyeyi almak için bir elini kullanırken diğer eli ile de
pantolonunun arka cebinden çok güzel mavi kadife bir kutu çıkardı. Kutunun içinde
gerçek inciden yapılma çok güzel bir kolye bulunuyordu.
Bütün bu süre boyunca meğerse gerçek kolyeyi yanında taşıyordu. Onu vermek
için Jenny’nin o ucuz ve sahte kolyeden vazgeçmesini
bekliyordu.
Tanrı da bize Jenny’nin babasının yaptığının
aynısını yapmaktadır. Yaşamlarımızda ucuz ve basit
şeylerden vaz geçmemizi beklemektedir ki bize
kendisine ait o büyük hazineyi verebilsin.
Biz kendimize şu soruyu sorabiliriz. Biz Tanrı’nın
bizim vaz geçmemizi istediği şeylere tutunmayı
sürdürüyor muyuz? Gereksiz ve hatta bizim için zararlı
arkadaşlıklara, alışkanlıklara ve aktivitelere tutunmayı
sürdürüyor muyuz? Yoksa biz bunlara o kadar bağlandık ki bunlardan vaz geçmemiz ve
bırakmamız artık imkânsız mı gözüküyor?
Bazen işte öbür elde ne olduğunu görmek çok zor oluyor. Fakat biz Tanrı’nın bize
karşılığında daha güzel bir şey vermeden bizden bir şey almayacağına tüm kalbimizle
inanmalıyız. Çünkü Tanrı bizim her birimizi çok ama çok sevmektedir.
Bu yüzden de şöyle denir,
“Tanrı bize biz ne istersek vermektedir ki, günün birinde biz O’ndan asıl
O’nun bize vermek istediği şeyi isteyelim...”
175
Haydi, hep birlikte her geçen zaman bir tutkumuzdan vaz geçelim ki, O bize
onların yerine gerçekten paha biçilmez şeyler verebilsin…
96- 2008/185
SEVGİ ALKEMİSİ/SİMYASI
(Simya=Kurşunun Altına dönüştürülmesi)
Yaşamımızda deneyimleyip yaşadığımız her olayın arkasında biz bilelim veya
bilmeyelim mutlaka Tanrı’nın bir dokunuşu vardır. İçimize dönüp gözlem yaptığımızda
bize Tanrı’nın İradesinden başka bir şey gerçekleşmemektedir gibi gözükür. Bize
gereken içimizde O’nunla bir anlık bir bağlantıdır. Ve sonra mucize geçekleşir.
Orta Doğu’da büyük bir bankada bir yıl kadar çalıştım. O süre zarfında çok sefer
hükümet binalarına gitmem gerekmişti. Benim ve eşimin ikametgâh belgeleri, vizeler v.s.
yüzünden gerekli memurluklara gittim geldim. Maalesef bu ziyaretlerimin pek tatlı geçtiği
söylenemez. Daha önce birkaç ülkede değişik bankalarda çalıştığım halde memurların
uyuşuk, umursamaz ve tembel tavırları yüzünden çok sıkıntı çekmiştim.
Buradaki beyefendi yabancıları hor görerek onlara yukarıdan bakıyor ve açık bir
şekilde saygısızca davranıyordu. Onun yabancılara karşı bir önyargısı olduğunu
düşünüyorduk. Bizim ülkeden birisi her ne zaman onun karşısına bir evrakı almak için
çıksa sanki bakışları bizi delip geçercesine bize bakıyordu. Bizim gibi yabancı
vatandaşlar için onun masasının önünde uzunca bir süre beklemek bir ritüel halini
almıştı. Masasının başında bekleyince belki işimizi daha çabuk halleder diye
düşünüyorduk.
Çok beklediğimiz zaman belki onun dikkatini
çekebiliyorduk, fakat bu kadar beklemeden sonra bizi bekleyen
şey yalnızca hayal kırıklığı oluyordu çünkü tek yaptığı şey mimik
hareketleri ve sözleri ile bize hiç saygı duymadığını apaçık bir
şekilde belli ediyordu. Ve artık bu hareketler bizi hiç
şaşırtmamaya başlamıştı.
Yine bir seferinde ülkeden çıkabilmek için çıkış vizesi
almam gerektiği için yine o memuru görmem gerekiyordu ve
anlaşıldığı üzere daha gitmeden önce sinirlerim ayağa kalmıştı.
Yalnızca onun masasının önünde geçireceğim uzun zamanı
düşünmek bile sinirlerimi alt üst etmeye yetiyordu. Yine her
zamanki davranışlarla karşılaşacağımı düşünerek o sabah
memurun kapısını çaldım. Kapıyı açıp içeriye baktığımda
telefonla konuşuyordu. Bir kez daha bekleme oyunu başlamak
üzereydi.
176
Bir yandan sabrım deneniyorken diğer yandan da aklıma radyoda bir iki gün önce
dinlediğim bir hikâye geldi. Hikâyede bir öğrenci babası için postanede bir iş hallederken
memurun herkese kaba ve anlayışsız davrandığını anlatıyordu. Öğrenci o sırada
herkesin içinde iyi ve ilahi bir taraf aranması gerektiğini hatırlamıştı. Kendi kendisine
karşısındaki bu memurun da içinde iyi bir taraf olduğu düşünmüş ve Tanrı’nın kendisine
yardım etmesi için içinden dua etmişti. Beklemedik şekilde memur kendisine çok nazik
davranmıştı. İşinin bir hafta süreceğini düşünmesine rağmen işi bir gün içinde bitmişti.
Bu deneyim beni düşünmeye itti. Kendi kendime şöyle dedim, “Ben de bu
müdürün içinde İlahi bir taraf olduğunu düşüneyim bakalım işler nasıl gidecek?” Ancak
şunu da itiraf etmeliyim ki daha önceki ziyaretlerimden edindiğim tecrübe ile bir yandan
da yine bana üstten bakacağını ve beni hor göreceğini düşünüyordum. Kararlı bir şekilde
müdüre çok sevdiğim biri gibi davranmaya ve kalbimi sevgi ile doldurmaya çalıştım.
Ayrıca zihnimin gerilerinde o devlet memuru için beslemiş olduğum negatif düşüncelerin
de dağılması için içimden sessizce dua ettim.
Zihnimde bütün bunlar olup biterken müdür telefon görüşmesini bitirdi ve ben
odasına girerek ona iyi günler diledim. O da bana dönerek memnuniyetle iyi günler diledi.
Ben hemen duanın işe yaradığını anlamıştım. Ancak beni daha fazla sürprizler
bekliyordu. Bana masanın yanında duran sandalyeye oturmamı teklif etti. Geçtiğimiz bir
yıl boyunca böyle bir davranışta bulunmamıştı. Ben o zaman kendim ve eşim için
ülkeden dışarı çıkış için vizeye ihtiyacım olduğunu kendisine söyleyebildim. Benden bazı
belgeler istedi, ben de hazırlamış olduğum kâğıtları ona uzattım.
O kâğıtları kontrol etti ve benden bir
belge daha istedi. O ana kadar konuşmamız
çok iyi gitmişti, ama o anda fark ettim ki
yanımda o son istediği belgeyi getirmeyi
unutmuştum.
Nasıl
tepki
verebileceğini
bilemediğim için biraz korku, biraz endişe ve
biraz da heyecan içinde o istediği belgeyi
getirmeyi unuttuğumu söyledim.
Bana verdiği cevabı rüyamda görsem inanmazdım. Bana nazik davranmaya
devam ederek şöyle dedi, “Tamam önemli değil. Problem yok! Cumartesi vizeyi almaya
geldiğinde o belgeyi getirip bana verebilirsin. Endişelenmene gerek yok!”
Bu benim bir başkasının içinde İlahi bir Öz olduğunu görmeye çalıştığım ilk
deneyimimdi. Üstelik karşımdaki kişi de o ana kadar son derece aksi olduğunu
düşündüğüm bir kişiydi. Ayrıca ben konuşma sırasında onu çok sevdiğim bir kişi gibi
görmeyi de unutmuştum. Ben bana bu deneyimi yaşatanın ve senaryoyu yazanın Tanrı
olduğunu kavramam birkaç dakikamı aldı. O hem benim ve hem de karşımdaki insanın
yanında durmuş ve ters gidecek bir cansıkıcı bir iletişimi tatlı ve pozitif duygularla dolu bir
etkileşime çevirmişti.
Bu yaşadığım olayı tekrar düşündüğümde öyle çok komplike ve uzun bir duaya,
yani karmaşık bir pozitif düşünmeye hiç gerek olmadığına kanaat getiriyorum. Tam
tersine tam bir inançla samimi bir şekilde içimizden dua edebileceğimiz yalnızca bir küçük
anın bile yeterli olduğunu düşünüyorum. Biz Sevgi’nin ve Tanrı’nın bizlere olan
Sevgisi’nin gücüne inanmalıyız ve o Sevgi’yi çevremizde gördüğümüz herkese yansıtmalı
177
ve yaymalıyız. Tanrı’nın gücü ve Sevgi’nin gücü eşanlalıdır. Tanrı için imkânsız bir şey
yoktur, aynı şey saf Sevgi için de geçerlidir.
Mr. S. Sivakumar
97- 2008/186
TANRIM, BU SEN MİSİN?
Bir genç adam İncil Okuma Dersine katılmıştı. Toplantılardan birinde papaz
Tanrı’yı dinlemekten ve onun söylediklerine kulak asmaktan uzun uzadıya söz ediyordu.
Genç adam şaşırmadan edemedi, “Nasıl yani? Tanrı insanlarla konuşuyor mu?”
Bu çok ilginç bir düşünce idi. Genç adam katıldığı dersten sonra arkadaşları ile
buluşup bir yerde kahve içmeye gittiğinde bu konuyu aralarında konuşmaya başladılar.
Arkadaşlar kendi yaşamlarında birçok olayda Tanrı’nın kendilerine yol gösterdiği çeşitli
deneyimleri aktarmaya başladılar.
Genç adam arkadaşlarından ayrıldıktan sonra Saat: 22.00 civarında arabasıyla
eve doğru yola çıktı. Tanrı’nın kendisi ile konuşup konuşmayacağını merak ediyordu. Bu
mümkün olabilir miydi? Bir yandan araba sürüyor, bir yandan da Tanrı’ya dua ediyordu.
“Sevgili Tanrım, eğer sen insanlarla konuşuyorsan, lütfen benimle de konuş. Ben, Sen ne
dersen onu yapmak için elimden gelen tüm gayreti göstereceğim. Bundan emin
olabilirsin.” Tekrar tekrar aynı duayı söylemeye devam ediyordu.
Ana caddeden aşağıya doğru araba ile giderken
birden içinden süt almak üzere çok kuvvetli bir
düşünce yükseldi. Arabayı durdurdu ve yüksek sesle,
“Tanrım, bu sen misin?” diye sordu. Hiç cevap
gelmedi.
Kendi kendine, “Tuhaf” diyerek omuz silkti ve
yoluna devam etti. Biraz gitmişti ki içinden gelen “Üç
litre süt al!” düşüncesi yine yükseldi. Zihninde bundan
başka bir şey düşünemiyordu. Bu sefer düşünce daha
güçlü idi!
“Pekâlâ Tanrım! Bu düşüncenin senden
geldiğini farz ediyorum ve gidip süt alacağım.” Bu öyle
yapması çok zor bir itaat testine benzemiyordu. Sonra sütü her zaman kendisi için
kullanabilirdi. Genç adam arabayı durdurdu, markete giderek üç litrelik bir kutu süt aldı ve
tekrar eve gitmek üzere yola çıktı.
Cadde üzerindeki bir sokağın önünden geçerken yine içinden ısrarcı bir ses ona
“Şu sokağa sap” diye seslendi.
178
“Bu delilik” diye düşündü ve kavşaktan dönmeden yola devam etmeye başlamıştı
ki içinden gelen güçlü ve zorlayıcı bir dürtü kendisine o Yedinci sokağa dönmesi
gerektiğini tekrar söyledi.
Genç adam, “Peki Tanrım, sağa sapıyorum” diye yüksek sesle söyleyerek sokağa
saptı. “Bu bir şaka herhalde” diye düşünüyordu. Sokağa saptıktan sonra birkaç blok
boyunca ilerledi. Sonra birden durması gerektiğini hissetti. Arabayı yolun kenarına
çekerek durdu ve çevresine bakınmaya başladı. Şehrin tam gelişmemiş, biraz geri kalmış
bölgelerinden birinde idi. Dükkânlar kapalı idi ve evlerin çoğunda da ışıklar yanmıyordu.
İçinden bir ses daha geldi, “Git ve sokağın karşısındaki evde oturan insanlara sütü
ver!” Genç adam eve baktı, ama evde ışık filan yanmıyordu. Hava karanlıktı ve evde
oturanlar ya uyumuşlardı, ya da evde yoktular.
Genç adam arabanın kapısını açmaya yeltendi ama sonra ani bir şekilde tekrar
arabaya binip yerine oturdu ve kendi kendine “Ama Tanrım, bu bir delilik! Bu insanlar
uykuya dalmışlardır ve eğer ben onları uyandırırsam bana çok kızacaklardır. Çok aptal
gözükeceğim” diye konuştu. Fakat sütü götürüp o eve teslim etme dürtüsü kuvvetli bir
şekilde kendisini zorlamaya devam ediyordu.
“Pekâlâ Tanrım! Teslim oluyorum” dedi genç adam. “Eğer bu Sen isen ben o eve
gideceğim ve sütü teslim edeceğim. Ve eğer Sen benim bir geri zekâlı gibi gözükmemi
istiyorsan ben buna da razıyım. Sana itaat ediyorum. Fakat evden kapıyı açan olmazsa
buradan hemen giderim, haberin olsun!”
Genç adam sokağın karşısına geçti ve evin kapısını çaldı. İçeriden bir ayak
sürüme sesi duyuluyordu. Kapının arkasında bir erkek sesi, “Kim o? Ne istiyorsun?” diye
sordu. Sesteki dostane olmayan tonu sezen genç adam hemen dönüp gitmeye
kalkıyordu ki, kapı açıldı.
Kapıda yırtık tişörtlü ve kot pantolonlu bir adam
duruyordu. Biraz önce yataktan kalkmış gibiydi ve kapıda
yabancı birisini görmekten hiç memnun değildi. “Ne var?” diye
adam ters ters sordu.
Genç adam elindeki süt kutusunu adama doğru uzattı ve
“Ben bu sütü size getirdim” dedi. Kapıdaki adam elini uzatarak
sütü aldı ve içeriye doğru seslendi, “Tatlım, bir dakika bakar
mısın?”
Kapıda hemen bir kadın belirdi. Kucağında ağlamakta
olan bir bebek vardı. Kadın sütü getiren genç adamın yanına
geldiğinde gözlerinden aşağıya yaşlar boşanmaya başladı.
Ağlamaktan zorlukla konuşarak şöyle dedi, “Biz biraz önce dua ediyorduk. Bu ayki
faturalarımız çok kabarıktı ve paramız bitti. Bebeğimize süt alacak bile paramız
kalmamıştı. Biraz önce Tanrı’ya dua ediyorduk ve bize bir yol göstermesini istiyorduk.”
Kadıncağız titrek sesle devam etti. Sesi şükran hisleri ile dolu idi, “Biz Tanrı’dan
bize bir melek göndermesini istemiştik. Afedersiniz, siz bir melek misiniz?”
179
Genç adam cebinden cüzdanını çıkardı, içindeki bütün parayı çıkartarak adamın
eline koydu. Sonra arkasını dönerek arabasına doğru yürüdü, gözlerinden yaşlar
boşanıyordu.
Artık Tanrı’nın dualara cevap verdiğini biliyordu. Tanrı’nın sesine itaat etmenin
olabilecek en güzel şey olduğunu kavramıştı. Sonuç her türlü hayal gücünün ötesindeydi.
Bazen Tanrı’nın bizden istediği şey çok basit bir şey olabilir. Eğer biz O’nun
çağrısına kulak verirsek açık seçik bir şekilde O’nun sesini duyabiliriz.
Tanrı her zaman bizimle konuşmaktadır. Fakat bizim O’nun sesini duyabilmemiz
için dış dünyanın seslerini kısmamız, egolarımızı bir kenara koymamız ve kalplerimizi
saflaştırmamız gerekmektedir. Şöyle denir,
“Yalnızca sessizliğin derinliklerinde Tanrı’nın sesi duyulabilir!”
98- 2008/188
YENİ KÖPRÜLER KURMAK
Mart ve Pete adında iki kardeş birbirine bitişik iki çiftlikte yaşıyorlardı. Birbirleri ile
araları açılmadan önce her ikisi de hayatı beraber paylaşmış ve sıkıntılara beraberce
göğüs germişlerdi. Birbirlerine danışarak uyum ve huzur içinde yaşayıp gidiyorlardı.
Makinaları paylaşıyorlar, birbirlerine işlerinde yardım ediyorlardı. 20 yıldan sonra
aralarında ufak bir anlaşmazlık meydana geldi. Bu küçük sorun giderek bir düşmanlığa
ve husumete dönüştü.
En sonunda her ikisi de birbirlerine kötü sözler söylediler ve haftalarca birbirleri ile
konuşmadılar. İki kardeş arasında aşılmaz bir bariyer oluşmuş gibiydi. 20 yıl bir ilişkiyi
kurmak ve sağlamlaştırmak için uzun bir süredir, ama işte bir anlaşmazlık sonucu yollar
ayrılabiliyordu. Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı ve ikisinin arası bir türlü
düzelmedi. Arayı düzeltecek hiçbir gayret de gözükmüyordu.
Günün birinde bir sabah John’un kapısı çalındı. Kapıyı açınca karşısında elinde
marangoz çantasıyla duran bir adam gördü. "Ben birkaç günlük bir iş arıyorum " dedi
adam. “Belki bana verecek ufak tefek bazı işleriniz vardır. Acaba size yardımcı olabilir
miyim?"
"Evet," dedi büyük kardeş. "Sana göre bir işim var. Şu derenin karşısındaki çiftliğe
bir bak. Oradaki benim komşum, daha doğrusu orada oturan benim erkek kardeşim.
Geçen hafta aramızda bir otlak vardı, ama o buldozeriyle ırmağa bent yaptı ve şimdi
aramızda bir dere var. O bunu bana acı vermek için yapmış olabilir, ama şimdi ben ondan
daha iyisini yapacağım. Ahırın yanında yatan şu kütükleri görüyor musun? Senden bana
bir çit yapmanı – 2 metrelik bir çit yapmanı istiyorum - ki ne onun yerini ne de yüzünü bir
daha görmek zorunda kalmayayım. Ne yaparsan yap, şunu hallet."
180
Marangoz "Sanırım durumu anladım. Bana çivilerin ve çukur açmak için gerekli
kazma küreğin yerini göster ki beğenebileceğin bir iş çıkarayım" dedi. Büyük kardeşin
öteberi almak için kasabaya gitmesi gerekiyordu; bu yüzden marangozun malzemelerini
hazırlamasına yardım ettikten sonra akşam dönmek üzere ayrıldı.
Marangoz bütün gün boyunca ölçerek, keserek,
çivileyerek sıkı bir şekilde çalıştı. John güneşin batmasına
yakın bir zamanda döndüğünde marangoz da işini ancak
bitirebilmişti. Çiftçinin gözleri fal taşı gibi açılıp ağzı açık kaldı.
Ortada çit falan yoktu. Derenin bir yakasından öbür yakasına
uzanan bir köprü vardı!
Korkulukları ve diğer ayrıntılarıyla tam bir usta işi köprü
olmuştu. Köprünün öbür tarafından küçük kardeşi kollarını iki
yanına açmış bir vaziyette kendisine doğru geliyordu. "Onca
yaptığıma ve söylediğim sözlere karşın yine de bu köprüyü
yaparak nasıl iyi bir insan olduğunu gösterdin!" dedi kardeşi. İki kardeş köprünün
ortasında gözyaşları içinde el sıkıştılar ve kucaklaştılar. Geriye dönüp baktıklarında
marangozun alet çantasını sırtlamakta olduğunu gördüler.
"Dur, bekle! Birkaç gün daha kal. Sana
vermek istediğim daha birçok proje var" dedi
büyük kardeş. "Kalmak isterdim" dedi
marangoz, "Ama daha yapmam gereken çok
sayıda köprü var."
Büyük bir bilge şöyle demektedir,
“Problemler, zorluklar ve sıkıntılar sizi çepeçevre sardığı zaman üzülmeyin.
Moraliniz bozulmasın ve keyfiniz kaçmasın, bu bir zayıflık işaretidir. Böyle bir
durumda tolerans ve affedicilik özelliklerinizi kullanın. Asla öfkeye kapılmayın,
nefrete ve intikam duygularına yenik düşmeyin! Sizler gücün ve kuvvetin
somutlaşmışlarısınız, zayıflık size yakışmaz. Bu yüzden umutsuzluk ve çaresizlik
zamanlarında kendinizi merhamet ve şefkatle doldurmaya, affetmeye ve unutmaya
hazırlanın.
Bizden huzurlu bir yaşam sürmemiz beklenmektedir. Bizi üzen kişileri affetmeli ve
karşılığında da başkalarına zarar vermemeliyiz. Tanrı, araları güvensizlik ve öfke
yüzünden açılmış olan insanlar arasında ‘marangoz’ rolünü oynamak için beklemektedir.
Gelin biz de affetmenin verdiği neşe hissini tadalım ve bu hissi başkaları ile paylaşalım!
181
99- 2009/190
İÇİMİZDEKİ İKİ KURT
Genç bir çocuk olan Robby arkadaşı olduğunu düşündüğü birisinin kendisine
haksızlık yaptığını düşünüyordu. Çok kızmış ve kıpkırmızı olmuş vaziyette olayı dedesi
Bob’a anlattı. Dünyadaki çoğu dedeler gibi Bob da bilge bir adamdı. Torununun öfkesinin
geçmesini bekledi. Oğlanın konuşa konuşa söyleyecek daha fazla kelimesi kalmamıştı.
Bundan sonra yaşlı adam elini Robby’nin omzuna koydu ve şöyle dedi, “Ben sana
bir hikâye anlatayım. Ben gençken yaptıkları kötü davranışlardan pişmanlık duymayan ve
vicdan azabı çekmeyen insanlardan nefret ettiğimi sana söylemem gerekir. Fakat sonra
zaman geçtikçe kalbimde bu insanlar için taşıdığım nefretin ve öfkenin beni yıprattığını ve
yavaş yavaş bütün gücümü tükettiğini fark ettim. Bu hislerimin ve duygularımın bende
bunları uyandıran insanlar üzerinde pek etkisi yoktu. Zamanla karşımdaki insanın
ölmesini istemekle kendimi azar azar zehirlediğimi görmeye başladım. Hiç de kolay
değildi sevgili oğlum!
Sonradan bu negatif düşüncelerin nereden kaynaklandığını anlamak için kendi
kendime murakebe yaptım, yani kendi duygularımı ve düşüncelerimi inceledim. Ben
kendimin iyi bir insan olduğunu zannediyordum, peki o zaman içimde bu nefreti ve öfkeyi
nasıl taşıyabiliyordum. Ben bu durumu içimde iki tane kurt olmasına benzettim. Robby
cankulağı ile kendimi tam anlamı ile vermiş vaziyette dedesini dinliyordu. Gittikçe ilginç
olmaya başlamıştı.
Dedesi devam etti, “Birinci kurt tamamen zararsız idi. Her zaman çevresinde huzur
ve uyum aramakta idi. Herkesin içindeki iyi tarafı görmeye çalışıyordu, kötü tarafları da
görmezden geliyordu. Karşısındaki kişi kendisine kötü ve edepsiz bir şekilde davransa
bile ona gücenmiyor ve darılmıyordu. Tam tersine yoluna çıkabilecek herkese
söyleyebileceği iyi bir sözü vardı.”
Robby heyecanla, “Devam et dede, lütfen devam et!” diye yalvardı. Dedesi
anlatmaya devam etti, “Diğer kurt ise tam bir canavar idi. Kendisinin bu dünyadaki en
mükemmel şey olduğu yanılgısı içinde idi ve sürekli olarak çevresinde kim varsa onda
veya davranışlarında hatalı bir taraf arıyordu. Çok sığ bir egosu vardı ve çok çabuk
gururu kırılarak güceniyordu. Bu kurt içinde her zaman öfke ve nefret ile dolu idi. Bu
nefret ve öfkenin kendisini hiçbir yere götürmediğinin farkında değildi.
Ben sana bu ikinci kurttan bahsederken onun tam bir akılsız ve hatta su katılmadık
bir aptal olduğunu düşünüyor musun? Birinci kurtun yaptıklarını onaylıyorsun ve ikinci
kurtun da hiç olmamasını diliyorsun öyle değil mi? Daha fazla bilmek istiyor musun?”
Robby hemen yanıt verdi ,”Evet büyükbaba, kesinlikle daha fazla öğrenmek
istiyorum, lütfen devam et!”
Büyükbaba da devam etti, “İçimdeki bu iki kurt da dikkatimi çekmek amacı ile
bağırıp dururlar. Her ikisi de sahneye tek başlarına çıkmak isterler ve bu sebeple birbirleri
182
ile kavga edip dururlar. Bir gün birinci iyi kurt kazanırken herkes beni sever ve benden
hoşlanır. Benim bir melek olduğumu düşünürler. Fakat ikinci kurt kabadayı ve zorba
olarak ortaya çıktığında cehennemin zincirleri de boşalmış olur. Birinci kurt bir kenara
fırlatılır ve bütün herkes benim vicdansız, acımasız, zalim ve gaddar yönümü görür.
Benim akılsız ve mantıksız davranışlarımla zor bir insan olduğum zannedilir. Benim
ruhumda bu yüzden sürekli bir çekişme, sürekli bir savaş hali sürmektedir. Bu da beni
sürekli bir yorgunluk ve umutsuzluk haline sürüklemektedir.”
Genç çocuk dikkatli bir şekilde büyükbabasının gözlerinin içine doğru baktı ve
şöyle sordu, “Peki büyükbaba, en sonunda bunlardan hangisi kazanıyor?” Büyükbaba bu
soru üzerine gülümseyerek şöyle cevap verdi, “Tabii ki ben hangisini beslersem o
kazanıyor, sevgili oğlum!”
Robby söyleyecek söz bulamıyordu. Bugün çok şey öğrenmişti. İçinden kızmış
olduğu arkadaşına bu paha biçilmez dersi almasına vesile olduğu için teşekkür etti. Bu
dersi hayatı boyunca hatırlayacak, hiç unutmayacaktı.
Öfke ve nefretin bir kez bile bize iyi bir şey kazandırdığını gördünüz mü? Tarih
bizim için alınacak derslerle doludur. Gelin akıllı olalım, aklımızı çalıştıralım ve
çevremizdeki insanları daha az yargılayalım! İçimizdeki iyiliğin ortaya çıkarak
somutlaşmasını sağlayalım. Çünkü biz aslında buyuz, yani iyiyiz.
Büyük bir bilge 1972 yılında şöyle demiştir,
“Öfke, gurur, kendini beğenmişlik, kibir ve diğer ihtiraslar insanı bir deli
seviyesine düşürürler ve bazen de onu bir hayvan seviyesine alçaltırlar. Bir insanın
öfkesi, kendisinin en büyük düşmanıdır. Bunun tam tersine ise sukunet ve
soğukkanlılık bir insanın en büyük korumasıdır. İnsan neşe ve mutluluk içinde ise
cennette sayılır. Tam tersine acı, dert, sıkıntı ve üzüntü içindeki bir insan da
cehennemdedir. Öfke içinde olan insan diğer insanlar tarafından hiç hoş
karşılanmaz ve hatta ondan nefret edilir. Öfke, insanın birçok günah işlemesine de
sebebiyet verir. Öfkenin sebebi bedenin zayıflığından değil, zihnimizin zayıf
olmasından kaynaklanır. Zihnimize güç kazandırabilmek ve onu güçsüzlükten
uzaklaştırabilmek için onu iyi düşüncelerle, iyi duygularla ve iyi ideallerle
doldurmamız gerekmektedir.”
183
100-
2009/191
SEVGİ YAYINLAMAK
Sevgi bu dünyada bir insanın sahip olabileceği en büyük ve en kuvvetli silahtır.
Ben bu gücün farkında değildim. Bir gün işte bir müşterimle görüşürken bu gücün etkisini
denemeye karar verdim.
Yeni Zellanda’da bir internet şirketinde Müşteri Danışma Masasında çalışıyordum.
Bu da bana müşterilerle direk olarak ilişkiye girme fırsatı veriyordu. Müşteriler genellikle
evlerindeki internet bağlantılarında yaşadıkları sorunlar hakkında arıyorlardı. Bu danışma
bölümünde çalışan her eleman gibi ben de kızgın ve öfkeli müşterilerden payımı
alıyordum. Çoğunlukla uzun zamandan beri çözülmemiş sorunları nedeni ile öfkeli
oluyorlardı.
Bir gün böyle ‘zor’ bir müşterinin çağrısına cevap vermiştim. Danışma
Bölümündeki diğer çalışan arkadaşlarım bu sinirli bayanın çağrısını birbirlerine
aktarmışlardı. Tabi bütün bunların üzerine de anlaşıldığı gibi daha da çok sinirlenmişti.
Fakat ben bu tür müşterilerle çok sayıda muhatap olmuş olduğum için bu konuda
tecrübeli idim. Sukünetimi korudum ve sabırla onu dinledim. Fakat hanımefendi beni
tabiri yerinde ise haşlamaya devam ediyordu. Anladığım kadarı ile benim yaptığım
açıklamalar ve yardım etmek için denediğim yollar onu tatmin etmişe benzemiyordu. O
sırada birden sevgi ve içtenlikle söylenmiş basit ve süssüz sözlerin karşımızdaki insanı
nasıl olumlu bir biçimde etkileyebileceği aklıma geldi.
Böyle düşünerek kadını beklemeye aldım ve gidip müdürüme danıştım. Kadının
sorununa bir çözüm arıyordum. Ama müdürüm de, diğer yetkililerde bana benim kadına
uzun süredir anlatmaya çalıştığım çözümden başka bir şey söyleyemediler.
Geri dönüp telefon ahizesini elime aldım ve önce derin bir nefes aldım. Sonra
kendimi sevgi ile doldurmaya çalışarak kadınla konuşmaya başladım. Ona bana anlattığı
sorunun çözümü için maalesef yalnızca bir tek yol
olduğunu söyledim. Bunları söylerken de içimden dua
ediyor ve ona sevgimi gönderiyordum.
Kendisine benim de kısa süre önce başka bir
konuda benzer bir problemle karşılaştığımı anlattım. Ona
yardım edebilmek için elimden gelenin en iyisini
yapacağıma ve sorununun kısa sürede sonuçlanacağına
dair söz verdim. Bunun üzerine öfkesi birdenbire yatıştı ve
benimle normal bir ses tonu ile konuşmaya başladı.
Sorununun çözümü için gayret ettiğimi aktardıktan
sonra meydana gelen değişiklik çok dikkat çekici idi. Birkaç
sevgi dolu cümlenin yaptığı dönüşüm hayret verici idi.
184
Telefon görüşmemizin süresi normale göre oldukça daha uzun sürdü, ama
Sevgi’nin o genişleyen ve her şeyi kapsayan gücü sayesinde kadıncağızın problemi bir
çözüm yoluna girmişti. Kadın bana çok teşekkürler ediyor ve en sonunda sorununu
hakkıyla dinleyen ve onunla ilgilenen birisi bulduğu için şükrediyordu.
Öfke ile başlayan telefon görüşmemiz kahkahalarla sona ermişti. Benim süssüz ve
içten konuşmam ve onun sorununu halledebilmek için verdiğim gayret bir mucize
yaratmıştı. Hem kadın ve hem ben mutlu bir şekilde ayrılmıştık. İşte Sevgi’nin gücü bu
kadar büyük idi!
Bu vesile ile size bir hikâye daha anlatayım. Başka bir gün işten eve doğru
yürürken yüzü bana aşina gelen bir adamla yolda rastlaştık. Karşıdan bana doğru
gelirken beni gördüğü için pek mutlu olmadığına dair yüzünde bir ifade belirdiği için selam
vermeden yanından geçip gittim. Adamın bende neden hoşlanmadığını bilmiyordum ama
adamla aynı işyerinde çalıştığımızı hatırlamıştım. Bizden başka bir bölümde ve benden
daha üst seviyede bir çalışan idi. Adamın o gün kötü bir gün geçirdiğini düşünerek omuz
silktim.
Fakat ertesi gün aynı adamla yollarımız tekrar kesişti. Bu sefer de adamın yüzü
beni gördüğüne pek memnun olmamış gibiydi. Bir dahaki sefer adamla yüzyüze gelirsek
bu sefer adama doğru gülümsemeye karar verdim. Ondan sonraki gün şansa tekrar
karşılaştık. Adam karşıdan yaklaşırken adama doğru sevecen bir şekilde gülümsedim.
Fakat adam yine bana ciddi ve aksi bir şekilde baktı ve en ufak bir selam bile vermedi.
Ancak bu benim cesaretimi kırmamıştı.
Her karşılaşmamızda kendisine gülümsemeye devam ettim. Sanki bunu
yaşamımın misyonu haline getirmiş gibiydim. Aradan günler geçti, ama değişen hiçbir şey
yoktu. Ben adamı görünce gülümsemeye devam ediyordum, o da bana aksi aksi
somurtmaya devam ediyordu. Ancak ben olumlu olmaya ve bu adama karşı gülümseme
‘saldırıma’ devam ediyordum.
En sonunda uzun süren bir takipten sonra bu beyefendi karşılaştığımız zaman
bana gülümseyerek selam verdi. Ben daha kendisine selam vermemiştim bile! Şunu
söylemeliyim ki bu gülümseme benim kalbimi eritti. Bana gülümseyenin o adamın içindeki
İlahi Varlık olduğunu biliyordum. Bize sevgi vermekte ısrar ettiğimiz zaman karşılığında
sevginin bize geri geleceği öğretilmişti.
Her iki örnekte de basit bir sevgi tezahürü hem karşımdakileri hem de beni mutlu
etmiş ve ruhlarımızı yükseltmişti. Bana verilen mesaj açık ve seçik idi; eğer biz sevgi
yayınlarsak, bu gülerek, şarkı söyleyerek, v.s. olabilir, aynı sevginin on katı bize bir
bumerang gibi geri gelecektir. En önemli şey bizim Tanrı’ya karşı olan sevgimiz ve bu
gizli sevgiyi çevremizdeki herkesle nasıl paylaştığımızdır.
Ankit Narotam
185
101-
2009/192
NERGİS BAHÇESİ PRENSİBİ
Kızım Carolyn her telefon konuşmamızda
bana, “Anneciğim solup gitmeden önce mutlaka
gelip nergisleri görmelisin” diyordu. Ben de
istiyordum ama laguna’dan Lake Arrowhead’e
gitmek iki saat sürüyordu ve ben artık yaşlı bir
insandım.
Üçüncü arayışında ısrarlara dayanamayarak
en sonunda biraz isteksizce de olsa, “Gelecek Salı
günü sana geliyorum” dedim. Salı sabahı hava çok
soğuk ve yağmurlu idi. Ancak söz vermiştim. Gönülsüz bir şekilde oraya kadar araba ile
gittim. Carolyn’in evinden içeriye girdiğimde çocukların neşeli tezahüratları ve bağırışları
ile karşılandım. Hepsi çok mutlu olmuşlardı. Torunlarıma sevgi ile sarıldım ve öptüm.
“Sevgili Carolyn, nergisleri boşver. Yol şimdi hem yağmurlu ve hem de sislidir. Ben
zaten seni ve çocukları görmeye geldim, bir kilometre daha gidecek halim kalmadı”
dedim.
Kızım sakince gülümsedi ve “Biz her zaman bu yola gidiyoruz anne, merak etme
bir sorun olmaz” dedi.
“Tamam da sis dağılmadan önce yerimden kıpırdamam, zaten sonra da hemen
eve döneceğim” diye cevap verdim.
Kızım tatlı bir şekilde, “Ama önce nergisleri görmeye gideriz değil mi?” dedi.
“Yalnızca bir iki kilometre ötedeler. Merak etme anne, hem arabayı ben kullanırım. Sen
yorulmazsın!”
Kısa zaman sonra yoğun sis içinde yolumuzu bulmaya çalışıyorduk. Issız ve
sessiz yolda bir tane bile araba ile karşılaşmadan virajları dönmeye başladık. Yan gözle
normal zamanda aklı başında ve mantıklı bir kzı olan Carolyn’a bakıyordum. Bu tehlikeli
maceraya nasıl atıldığını anlayamıyordum.
“Carolyn lütfen dönelim artık, görmüyor musun yol hem ıslak ve hem de tehlikeli!”
diye sertçe konuştum.
Carolyn, “Tamam anne merak etme, eğer bunu kaçırırsan çok üzüleceksin biliyor
musun?”
Takriben yirmi dakika sonra dar bir çakıl yola saptık ve küçük bir kilise gördük.
Kilisenin bahçesinin köşesinde bir levhada “Nergis Bahçesi” diye yazıyordu. Durduk ve
arabadan indik. İkimiz de birer çocuğun elini tutarak yürümeye başladık. Dar yolda
ilerleyen Carolyn’i takip ediyordum. Sonra bir köşeyi döndük ve ben gördüğüm manzara
karşısında kalakaldım. Şaşkınlıktan nefesim kesilmişti. Önümde muhteşem bir manzara
uzanıyordu.
186
Sanki birisi eline içi sıvı altın dolu birçok fıçı almış ve dağın tepesinden aşağıya
dökmüş ve dağın yamacını sarıya boyamış gibiydi. Çiçekler görkemli ve muhteşem bir
şekilde girdap şeklinde bir resim oluştururcasına dikilmişlerdi. Koyu portakal renginden,
kreme yakın beyaz rengine, limon sarısından
somon rengine, safran sarısından tereyağı sarısına
kadar muhteşem bir görüntü ile karşı karşıyaydım.
Her değişik renkli çiçekler büyük kümeler halinde
ekilmişti. Öyle ki her bir küme kendi renginde girdap
gibi dönerek akan bir nehire benziyordu. Beş hektar
büyüklüğünde büyük bir alan çiçeklerle dolu idi!
Carolyn’e, “Bunu kim yaptı?” diye sordum.
Carolyn, “Yalnızca tek bir bayan yaptı. Bu kadın bu
arazide yaşıyor ve burası onun evi” diye cevap
verdi. Bütün bu güzelliğin ortasında ince ve narin
küçük bir evi gösteriyordu. Biz de o eve doğru yürüdük.
Evin verandasında bir poster asılı olduğunu gördük. Posterde şöyle yazıyordu.
“Sorduğunuzu Bildiğim Sorulara Cevaplar”
Cevaplar şöyle sıralanıyordu: Birinci cevap “50.000 çiçek soğanı” İkinci cevap “Her
seferinde bir çiçek ve tek bir kadın tarafından, iki el, iki ayak ve bir beyin ile”
Üçüncü cevap şöyle idi, “1958 yılında başladı” Bu benim için yaşam değiştiren bir
deneyim idi. Daha henüz hiç tanışmamış olduğum kadın kırk yıl önce başlayarak ve her
seferinde bir çiçek soğanı ekerek güzellik ve mutluluk kavramlarına yeni bir boyut
getirmişti. Her seferinde yalnızca bir çiçek ekerek yıllar süren bir çaba sonucunda bu
bayan içinde yaşadığı dünyayı değiştirmişti. Her seferinde bir tane olmak üzere
olağanüstü güzellikte ve görkemde bir başyapıt yaratmıştı. Büyük bir güzellik ve ilham
kaynağı olarak görenleri şaşırtıyordu.
O gün o nergis bahçesi bana kutlama yapmanın en büyük prensibini öğretmişti. Bu
da hedefe doğru yürümek ve her seferinde bir adım atmak idi. Bu tek adım bile bazen
bebek adımı olabiliyordu. Yaptığın işi sevmeyi öğrenmek ve tabii zamanın bir araya
toplanmasını kullanmayı öğrenmek” Biz o küçük gayretlerimizi zamanın küçük bölümleri
ile çarpacak olursak muhteşem işler başarabiliriz ve hatta dünyayı bile değiştirebiliriz.
Carolyn’e şöyle dedim, “İtiraf etmek gerekirse bu gördüklerim beni bir anlamda çok
üzdü. Çünkü otuz-otuzbeş yıl önce ben de ufak adımlarla böyle bir işe başlamış olsaydım
kimbilir neler başarmış olurdum?”
Kızım bana günün mesajını kendi tarzında kısa ve öz olarak belirtti, “Bugün
başlayabilirsin!” dedi.
Haklıydı! Dünün yetirilmiş saatlerini düşünüp üzülmenin hiçbir faydası yoktu. Bir
kutlama öğrenmenin yolu pişmanlıkları dile getirmek ve geçmiş zaman üzülmek yerine şu
soruyu sormakla başlıyordu, “Ben bugün nasıl bir faydalı iş yapabilirim? Nasıl bir
uygulama yapabilirim?”
Sizler de “Nergis Bahçesi Prensibini” kullanın ve beklemekten vaz geçin…
187
Arabanızın taksidinin bitmesini beklemeyin…
Yeni bir ev almayı beklemeyin…
Evinizin odalarını düzenlemeyi beklemeyin…
Çalışma masanızın üzüerindeki dağınıklığı toplamayı ve masanızı tekrar organize
etmeyi beklemeyin…
Kilo vermeyi beklemeyin…
Yaza kadar, bahara kadar, kış başlayana kadar, sonbahar başlayana kadar
beklemeyin…
Mutlu olabilmek için şu andan daha iyi bir zaman yoktur. Mutluluk varılacak bir
hedef değildir, mutluluk bir yolculuktur!
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Geçmiş geçmişte kalmıştır, gelecek henüz belli değildir. Şu an yani şimdiki
zaman “omnipresent” dir, yani her yerde ve her zaman hazır ve nazır olandır.
Şimdiki zaman geçmişteki davranışlarımızın sonucu, geleceğin ise tohumudur. Şu
anınızı iyi düşünceler geliştirerek ve asil/yüce davranışlarda bulunarak
kutsallaştırın!”
102-
2009/193
SEVGİ UNUTMAKTIR
Bir ziyaret gününde Yatılı İlkokulunun
bahçesinde oturup bekliyordum. Bütün okul bahçesi
bir festival yeri gibi cıvıl cıvıldı. Bazı çocuklar anne
babaları ile ve akrabaları ile buluştukları için çok
sevinçlilerdi. Diğer bazıları ise hoplayıp zıplayarak
bahçede çeşitli oyunlara dalmışlardı. Bazıları
tahtıravellide
sallanıyor,
bazıları
salıncaklarda
sallanarak çığlıklar atıyor, bazıları da filin hortumu
şeklindeki kaydıraktan kayarak bağırıyorlardı. Etraf
cıvıl cıvıldı. Bazı öğretmenlerin de ortalıkta
dolaşarak çocuklara göz kulak olduklarını
gözlemliyordum.
Birdenbire gözüme bir şey çarptı. Benden
birkaç metre uzakta duran bir ikinci sınıf öğrencisi
çocuk gözlerini ovalayarak hüngür hüngür
ağlıyordu. Kendisinden biraz ileride olmakta olan
bir olaya doğru bakıyor ve işaret ediyordu. Orada
188
bir öğretmen birkaç çocuğu azarlıyor ve onlara bağırıyordu.
Daha büyük bir çocuk onun yanına gelerek kendisine, “Ne oldu, niye ağlıyorsun?”
diye sordu.
Çocuk, “Öğretmen o çocukları azarlıyor ve onlara kızıyor” diye cevapladı.
Büyük çocuk soru sormaya devam etti, “Ne olmuş yani, öğretmen onlara bağırıyor
sana değil! Sen niye ağlıyorsun ki?”
Küçük çocuk hıçkırıklar içinde yanıtladı, “Ama onlar benim sınıfımdan ve benim
arkadaşlarım!”
Büyük sınıftan olan çocuk ne diyeceğini
bilemedi. Biraz sonra ise sahne değişti.
Öğretmen bahçede oynayan sevimli bir çocuğu
kucağına aldı ve omzuna çıkardı. O ana kadar
ağlamakta olan ikinci sınıf öğrencisi birden
gülmeye ve sevinçten havalara sıçramaya
başladı.
Yanındaki diğer büyük çocuk iyice
şaşırmıştı, “Şimdi ne oldu? Neden şimdi sevinip
böyle havalara zıplıyorsun?”
Küçük çocuk, “Görmüyor musun, öğretmenim arkadaşımı seviyor ve onu omzunda
taşıyor!” şeklinde cevapladı ve birkaç kez zıpladıktan sonra koşarak oradan uzaklaştı.
Benim nutkum tutulmuştu, aptala dönmüş ne diyeceğimi
bilemiyor vaziyetteydim! Başkalarının gözyaşları ile ve
gülümsemesi ile kendisini böyle özdeşleştiren birisini daha önce
görmemiştim. Bir müddet önce birisi Sevgi’nin unutmak
olduğunu söylemişti. Gözlerimin önümde unutmanın nasıl bir şey
olduğuna dair çok güzel bir örnek yaşanmıştı. İnsanın kendisini
unutması, başkalarından ayrı olduğu düşüncesini unutması ve
kendisini başkaları ile özdeşleştirerek sevgiyi deneyimlemesi bu
olmalıydı. Bu küçük çocuk kendisini arkadaşlarının akıttığı
gözyaşlarını öyle bir şekilde içinden
hissetmiş ve kendisini onlarla bir
tutmuştu ki azarlanan çocuğun ve
sonra da sevilip öpülen çocuğun
kendisi olmadığını ‘unutmuştu’. Her iki deneyimi de içinden
paylaşmıştı. İşte bu kendi benliğini ve bencilliğini yok
etmenin ve ‘ego’ yu öldürmenin çok güzel bir tezahürü ve
örneği idi.
Bilge bir insan şöyle demiştir,
“Sevgi
bencilsizliktir/bencil
olmamaktır
ve
bencillik ise sevgisizliktir” “Hakiki sevgi size sevgili
189
olanlarla birlikte yaşamak ve onlarla yaşarken kendinizi unutmaktır. Bir nehir
sıçrayarak denize karıştığı zaman kendi benliğini unutur ve denizin kimliğine
kavuşur.”
Bana verilecek dersler bitmemişti. Yine başka bir gün büyük bir Toplantı
Salonunda yerde oturuyordum. Uzun süre oturarak konuşmaları dinlemek durumunda
idik. Konuşmalar ve tartışmalar süre giderken birden gözüme bir sahne ilişti. Bir adam üç
yaşlarında bir kız çocuğu ile birlikte benim yanımda oturuyordu. Kız çok tatlı bir kızdı ve
çok güzel gamzeli bir gülüşü vardı. Babası bir süre sonra kızı kucağında taşımaktan
yoruldu ve kızın kendisinin yanında yerdeki minderin üzerinde oturmasını istedi. Fakat
çocuk yerde oturmak istemiyordu. Bir eli babasının boynunda olmak üzere babasının
kucağında oturmayı sürdürdü. Duvarlardaki resimlere bakıyor ve etrafı dikkatlice gözden
geçiriyordu. Arada babasına da bir şeyler soruyordu.
Bütün toplantı boyunca kız kararlı bir şekilde babasının kucağında oturdu. İnatçı
bir şekilde babasının boynuna sarılmaya devam ediyordu. Bu sahne benim çok hoşuma
gitmişti. Gözlerimi o kız çocuğundan alamıyordum. Birkaç dakika sonra herhalde
resimlere bakmaktan sıkıldı ve bu sefer iki kolu ile babasının boynuna sarıldı ve yüzünü
de onun omuzlarına gömerek sakladı.
O sırada beynimde şimşek gibi bir düşünce çaktı. Daha önce almış olduğum
dersin devamı bana öğretiliyordu. Ben de keşke Yüce Yaratıcı’ya bu şekilde sımsıkı
sarılabilseydim. Büyük bir bilge öğrencilerine şöyle tavsiyede bulunuyordu, “İkiliksizlik
gözlüğünü taktıktan sonra nereye giderseniz gidin emniyette olacaksınız.” Bu şu
demektir, “Eğer insan kendisini ikilikten kurtaracak bilgiyi edinebilirse o zaman bu dünya
onun üzerinde etki edemeyecek ve onu sıkıntıya sokamayacaktır. Ona gücü
yetmeyecektir.”
Ben de dünyanın beni cezbeden taraflarından kendimi kurtararak aynı bu şekilde
’Babamın’ kucağında oturabilirsem tamamen emniyette olacağımı anlamıştım.
Bu dünyada ilginç bularak birçok resme bakabilirdim, fakat bir elim sıkıca babamın
boynunda dolanmış vaziyette olmalı idi. Onun bana anlattıklarını can kulağı ile dinlemeli
ve bir yerden sonra da iki elimle birlikte ona tamamen sarılmalı ve dikkatimi dünyadan
kaçırarak kendimi onun içinde bir yerlerde saklamalı idim..O zaman benim tüm varlığım
Babamın içinde merkezlenmiş olacak idi. “O”, bu dünyadaki bütün renklerden ve
şekillerden daha gerçek ve daha güzel idi.
Tabi söylemeye gerek yok, çok duygulanmıştım ve gözyaşlarımı tutamıyordum.
Bana verilen tam bir teslimiyet dersi idi. Sevgi teslim olmak idi ve teslim olmak da
sevginin ta kendisi idi. İnanç alanında ve tam korunma için insanın ne dünyayı suçlaması
ne de ona çok bağlanması gerekir. Bir bilge bize “Dünyayı gölgelerden oluşan şekiller
gibi düşünün, çünkü Tanrı güneş gibidir” demişti. Gerçekten de Tanrı canlı ve cansız
bütün varlıkları aydınlatan güneş gibidir. Ve biz O’nu her bir insanın ve canlı varlığın
içinde görmeye başladığımızda O’nun bencil olmayan, hiçbir koşula bağlı olmayan ve
tüm hatalarımızı unutan Sevgisini tüm sıcaklığı ile hissedebiliriz. Bu sevgi hiçbir ödüle
bağlı değildir, çünkü o Sevgi’nin kendisi en büyük ödüldür.”
B. K. Misra
190
103-
2009/195
TANINMAYAN KAHRAMAN
Üniversitede 2004 yılında lisans eğitimimi tamamladıktan sonra
Matematik ve Bilgisayar Bilimi dallarında master yapmaya karar
vermiştim.
Master programımın ikinci yılında Dashrath Manjhi isminde bir
adamla tanışmak şansına eriştim. Bu alçakgönüllü adam 22 yıldan beri
yaptığı fedakârlık, cömertlik ve iyilik davranışları sebebi ile benim
hayranlığımı kazanmıştı. Dashrath yevmiye ile çalışan bir günlük işçi idi
ve yaptığı ile gurur duyuyordu. Kendisi Bihar eyaletinin Gahlar adındaki
küçük bir köyünden geliyordu. Köye en yakın hastane 80 kilometre
uzakta idi. Köyde su ve kanalizasyon sistemi yoktu. Köydeki okula okul
demeye bin şahit isterdi. Başka bir deyişle bu köyde doğmuş olan bir
çocuğun işi çok zordu.
Sağlık problemi olan hastalar bir doktora görünebilmek ve bir tablet ilaç alabilmek
uğruna 80 kilometrelik çamurlu yoldan yürümek zorunda kalıyorlardı. Birçok kişi giderken
hastane yolunda ölmüşlerdi. En yakın şehre yüksek bir tepeden geçerek giden bir de
kestirme yol vardı, ama bu
yol katetmesi çok zor bir yol idi. Bu yüzden de zaten pek işe yaramıyordu ve
fazla kullananı yoktu. Dashrath’ın ailesi de tüm bu zorluklardan nasibini alıyordu. Yolun
taşlı ve kaba olması yüzünden birçok insan tepeden geçerken düşüp kendilerini
yaralamışlar ve sakatlanmışlardı.
Bir gün Dahrath’ın eşi Dashrath’a öğle
yemeğini götürürken yolda düşmüş ve fena
halde
yaralanmıştı.
Bunun
üzerine
Dashrath’ın aklına bir fikir geldi. Köy halkının
tepeden geçmesini kolaylaştıracak bir geçit
yapmaya karar verdi. Tabii köy halkı
Dashrath’ın aklını yitirdiğini ve delirdiğini
düşünmeye başladılar. Bir tepeyi yararak
tünel şeklinde bir yol yapmayı nasıl
düşünebilirdi? Bu ancak tatlı bir hayal
olabilirdi. Yeni düşüncelere her zaman yer
vardı, ama bu düşünce saçmasapan bir
düşünce idi. İnsanlar ona güldüler ve kafayı
oynattığını düşünmeye başladılar.
Ancak Dashrath kendisine söylenenlerden hiç etkilenmemişti. Dağda geçit
açabilmek için kayaları kesmeye ve kırmaya başladı. Çocukları onu deli diye çağırmaya
başladılar ve onu terk ettiler. Herkesin onu aynı isimle çağırması üzerine isim tuttu ve deli
ismi onun lakabı haline geldi. Herkes artık onu deli lakabı ile çağırıyordu. Yaşamını
kazanmak ve günlük yevmiyesini çıkarmak üzere birkaç işe gidiyor ama sonra hemen
dağdaki görevinin başına dönüyordu. Bu meydan okumayı kazanmak için her gün
kendisini bu fedakârlık işine veriyordu. Bu hayali kurduğu ve gerçekleştirmek için
çalışmaya başladığı zaman yıl 1984 idi.
191
22 uzun yıl geçti, ama o hayalinden vazgeçmedi. 8,5 metre çapında ve 1 kilometre
uzunluğunda bir tünel kazdı. İçinden kamyonlar bile geçerek şehirden Dashrath’ın
köyüne gidebiliyorlardı. Köy bir yaşam kaynağına kavuşmuştu. Köydeki insanlar en yakın
hastaneye artık 10 dakika içinde ulaşabiliyorlardı.
Yol önünde uzanırken Dashrath’ın gözleri gururla
parlıyordu. Bütün köy onun bu hizmetinden faydalandığı
için kalbi büyük bir huzur içindeydi. Ünlü padişah Şah
Jahan sevgili eşi için Taj Mahal’i 22 yılda inşa ettirmemiş
miydi? Ancak tabi arada bir fark vardı. Şah Jahan’ın
20.000 kişilik bir işçi ordusu varken Dashrath'ın yalnızca
bir tek keskisi ve çekici vardı. İşte insan ruhunun ve
azminin gücü bu kadar kuvvetlidir. Bilindiği gibi söylemek
yapmaktan çok çok daha kolaydır, ama işte Dashrath yaptı
ve becerdi.
Ülkenin Cumhurbaşkanı Abdul Kalam, Dashrath'’ı
yaptığı bu bencilsiz çalışma ve fedakârlık nedeni ile
Padmashree ödülüne layık buldu. Hükümet Dashrath’a bir
arazi ve bir ev tahsis ederek verdi. Ancak o bu araziyi kabul etmeyerek hükümetten
kendisine ayrılan bu arazide köy halkı için bir hastane yaptırmasını istedi. Gözlerimizin
önünde hayal edemeyeceğiniz bir bencilsizlik(kendini düşünmeme) örneği yaşanıyordu.
Arkadaşlarım ve ben bu büyük davranıştan çok etkilenmiştik. Merakımızı
yenemeyerek ona bazı sorular yönelttik.
Soru: Sizin eğitim seviyeniz nedir acaba?
Cevap: Neden bir eğitim seviyesine ihtiyaç duyulduğunu düşünüyorsunuz ki? Eğitimli
insanlar yalnızca dört şey bilirler, ka, kha, gha ve ma.
ka: kaam karna, yani yaşamını idame ettirebilmek için bir iş
kha: khana, yani yemek yemek
gha: ghar banana, yani bir ev sahibi olmak
ma: marna, yani ölmek
Büyük bir bilgelikle konuşuyordu, şöyle dedi, “Eğitimli insanlar hep kendilerini
düşünürler ve bencil sebeplerle hep kendileri için çalışırlar. Onlar büyük binalar inşa
ederler, ama maalesef küçük kalpleri vardır. Modern eğitim sistemi insanı gittikçe artan
bir oranda bencil olarak yetiştirmektedir.
Hepimizin bu noktada durup birkaç dakika da olsa kendi duygu ve düşüncelerimizi
incelememiz, yani murakebe yapmamız gerekmektedir. Eğer vasıfsız bir işçi bile kendi
köyü uğruna böyle büyük bir iş başarabiliyorsa bizim de yapabileceğimiz bir şey yok
mudur? Belki küçük ama önemi ve anlamı olan bir şey?
192
Yaşamımızı şu dört kelime etrafında tanımlayıp tanımlamamak bizim seçimimizdir,
ka, kha, gha ve ma.
Dashrath Manjhi artık yaşamıyor, ancak onun mesajı ruhlarımızın tam ortasında
yerini aldı bile! Bu yazı onun vefatından önce yaşadığı bu anlamlı hayat için onu
onurlandırmak amacı ile yazılmıştır.
~ Mr. Sandip Pradhan
Software Engineer in Dun & BradStreet TUADC, Chennai
104-
2009/198
ANNE BABAMIZI SEVMEK
Uçaktaki klimanın üflediği soğuk hava Surya için
biraz fazla soğuktu. Fakat işte eve varmaya da şunun
şurasında birkaç saat kalmıştı. Bu kadar uzun yıldan beri
görmediği arkadaşları ile buluşmayı dört gözle bekliyordu.
Daha şimdiden o gece için bir geceyarısı partisi
düzenlenmişti. Sekreteri şehirdeki en iyi oteli arayıp
gerekli ayarlamalar yaptırmıştı. Masalar çiçeklerle
donatılacak, en iyi, en güzel yiyecekler getirtilecekti.
Ne de olsa Surya hayatında hiçbir zaman orta,
vasat, kalitesiz bir şeye imza atmamıştı. O çok başarılı bir yatırım uzmanı bankacıydı ve
yurtdışında ülkenin en iyi bankalarından birinde çalışıyordu. Yurtdışında neredeyse bütün
arkadaşlarının kazandıklarının toplamından daha fazla kazanıyordu. Mükemmel ve gıpta
edilebilecek bir hayatı vardı.
Evde ise annesi Gowri sevincinden yerinde duramıyordu. Üç uzun yıldan bu yana
oğlu ilk kez eve geliyordu. Eve gelip ziyarette bulunacağını telefonda söyledikten sonra
geceler boyu uyku uyuyamamıştı. Oğluna en sevdiği yemekleri hazırlamıştı.
Her şey onun istediği gibi hazırlanmıştı. Ev temizlenmiş, bahçe bakımı yapılmış ve
hatta köpekler bile yıkanarak iyice temizlenmişti.
Oğluna anlatacağı o kadar çok şey vardı ki! Kocası
vefat ettikten sonra yalnız kalmıştı. Fakat şimdi oğlu
onunla kalmaya geliyordu. Bir hafta kalacağına söz
vermişti. O kadar heyecanlıydı ki!
Kapı zili çaldığında kapıya doğru koştu. Uzun
boylu yakışıklı oğlu yüzünde bir gülücükle karşısında
duruyordu. “Merhaba anne! Nasılsın?” diye Surya
gülerek seslendi.
193
Ancak konuşmaları biraz ilerleyince Gowri’nin kalbini büyük bir hüzün kapladı.
“Senin buna üzüleceğini biliyordum, anne. Bu yüzden sana daha önce söylemedim. Ben
iki gün sonra gitmek zorundayım. Ama altı ay sonra bir daha gelmeye çalışacağım.
Merak etme her hafta seni aramaya çalışacağım” diye Surya annesinin gönlünü almaya
çalıştı. Fakat Gowri gözyaşlarına hâkim olamıyordu. “Bu kadar yolu arkadaşlarını görmek
için mi geldin? Beni yine yalnız mı bırakıyorsun?” diyerek ağladı ve oğluna sitem etti.
Sonra da yukarıya kendi odasına çekildi. Fakat Surya etkilenmemişti. Üstelik acelesi
vardı. Akşam yemeği için arkadaşları ile buluşacaktı. Acele ile eşyalarını toparladı, bir
duş aldı ve arkadaşları ile buluşmak üzere dışarıya çıktı.
Gowri bundan önce de çok kereler yalnız kalmıştı, buna alışıktı. Ama bu sefer
üstüne kalbi kırılmış, hayal kırıklığına uğramıştı. Sevgili oğlu için özenle hazırladığı
yemekleri komşulara dağıttı. Artık aç değildi. Köpekleri Ramu ve Moti bile bugün ilginç bir
şekilde sessizlerdi. “Belki de bu köpekler beni kendi oğlumdan daha iyi anlıyorlar” diye
mırıldandı ve içeriye girdi.
Surya ise otele doğru giderken kendi kendine
annesinin meseleyi neden bu kadar büyüttüğünü
anlamadığını düşünüyordu. Zaten uzun yolculuktan ötürü
yorgundu ve yıllardan beri de arkadaşlarını görmemişti. İşten
bir süre ayrı kalarak küçük bir tatili hak etmemiş miydi? Neyse
annesi ile ertesi sabah konuşup gönlünü almaya çalışırdı.
Arkadaşları
ile
beraber
güzel
saatler
geçirmeye
hazırlanıyordu. “Belki de ona biraz sert davrandım!” diye
düşündü. Annesini teselli edebilmek için ona bir buket çiçek
göndermeye karar verdi. Çiçekçiye girdi ve siparişi verdi.
Çiçekçi tam buketi hazırlamaya başlamıştı ki içeriye başka bir adam girdi ve ona şöyle
seslendi, “Sevgili arkadaşım, benim çok acelem var, eğer izin verirsen acaba ben
çiçeğimi senden önce alabilir miyim? Sıranı bana verir misin? Annem bekliyor da!” Surya
sırasını verdi ama meraklanmıştı. “Kusura bakma arkadaşım ama sormadan edemedim.
Acaba önemli olay nedir? Bugün annenizin doğum günü mü?”
Adam şöyle yanıtladı, “Hayır arkadaşım, bugün annemin aramızdan ayrılışının
yıldönümü. Bugün kalplerimizde derin bir iz bırakarak aramızdan ayrılmıştı. Çiçeği ona
götürmek üzere alıyorum.”
Surya’nın nutku tutulmuştu. Ağzını açıp bir şey söyleyemiyordu.
Karşısında artık ölmüş olan annesine çiçek yetiştirmeye çalışan bir adam vardı.
Kendisi ise hayatta olan annesini yalnız bırakıp gidiyordu.
Surya düşüncelere dalmış vaziyette çiçeği alıp annesine geri gitmeye
hazırlanıyordu ki, sırasını verdiği adamın sesi ile kendine geldi. “Teşekkür ederim
kardeşim. Sana şükranlarımı sunuyorum. Sağol!”
Adamın annesine olan bağlılığı ve sevgisi Surya’nın kalbinde bir şeyleri harekete
geçirmişti. Bu olayın kendisine bir ders verebilmek için başına geldiğini anlamıştı.
Daha fazla zaman kaybetmeden buket çiçeği alarak doğruca annesinin yanına
gitti. O anne ki onun sevgisi kendisine zor zamanlarda daima destek olmuştu, o anne ki
194
kendisinin bencilliği ile karşılaştığı zaman ona sadece sevgisini göndermişti, o anne ki
uzun yıllar boyunca tek oğlunun kendisine geri döneceği günü beklemişti! Herhalde nasıl
muhteşem bir geri dönüş olduğunu ve annesinin onu nasıl karşıladığını tahmin edersiniz!
“Bilge insanlar bize daima anne sevgisinin ve anneye saygı duymanın
öneminden bahsederler. Bize hayat veren ve biz çocukken bizim her türlü
ihtiyacımız ile kendisini hiç düşünmeden ilgilenen annemize her zaman ve her
koşulda saygı göstermeliyiz. Onu el üstünde tutmalıyız. Çünkü onların bize karşı
olan sonsuz sevgilerine karşı bizim onlara verebileceğimiz en güzel şey, bizim de
onları aynı şekilde sevmemiz ve o sevgiyi onlara geri vermemizdir.”
105-
2009/199
ANASTASIAS – MÜTHİŞ ÖĞRETMEN
Anastasias 8.yüzyılda Mısır’da bir Hristiyan manastırında üst düzey yönetici bir
keşiş idi. Anastasias zamanında çok iyi tanınan ve manevi yolda öğretmenlik yapan bir
rahip idi. O kadar iyi değerlere sahipti ki ismi bugüne kadar bilinegelmiştir. Onun yönetimi
altında manastır manevi bilgilerin öğretildiği dini bir merkez haline gelmişti. Büyük bir
kitap koleksiyonu ve kütüphanesi vardı. Bu kitapların arasında bir tane hiçbir yerde
bulunamayacak çok değerli bir kitap vardı. Bu kitap ayrıca çok da pahalı bir kaitap idi.
Bir gün kütüphaneyi ziyaret eden bir rahip bu değerli kitaba rast geldi.
Davranışlarından çok kıyafeti ile kutsal bir kişi görünümünde idi. Rahip olurken maddi
zenginliklere kapılmayacağına dair verdiği söze rağmen kitabı çantasına yerleştirerek
manastırı sessizce terk etti. Hırsızlık aynı gün ilerleyen saatlerde fark edildi. Suçlunun
kim olduğunu tahmin etmeleri çok uzun sürmedi, çünkü o gün o rahipten başka girip
çıkan yabancı ziyaretçi olmamıştı. Fakat yaşlı ve bilge Anastasias o rahibin peşinden
birisinin gönderilmesini istemedi. Hâlbuki yanındaki öğrenciler gidip o rahibi bulmaya çok
istekli idiler. Anastasias öğrencilerine bu durumu şöyle izah etti ve anlattı.
“Sevgili çocuklar, eğer gidip o rahibi yakalarsanız ve
onu suçunu itiraf etmeye zorlarsanız, o suçunu kabul
etmeyecek ve yalanlar uydurmaya başlayacaktır. Bu
durumda da daha öncekinden bile daha kötü bir duruma
düşecektir. Hırsızlık günahının yanında bir de yalan
söyleme günahı eklenecektir. Bu yüzden bence bu olayı
Tanrı’nın İradesine bırakın! Ben eminim ki O’nun melekleri
o rahibe doğru yolu göstereceklerdir ve kitabın başına kötü
bir şey gelmesini engelleyeceklerdir.”
Anastasias çok akıllı ve sağduyulu bir insandı ve bu
öngörüsünün nasıl doğru çıktığı gerçekten çok enteresan bir olaydı.
195
Anastasias öğrencilerine bu konuşmayı yaparken kitabı çalan rahip yakınlardaki
bir şehirde pazara giderek kitabı satmaya çalışıyordu. Alıcı olarak da kendisine zengin bir
tüccar bulmuştu. Tüccar kitabın değerini ölçtürebilmesi için rahibin kitabı bir günlüğüne
kendisine bırakmasını söylemişti.
Rahip kitabı bırakıp gidince zengin tüccar hemen manastıra koşarak kitabı
göstermeye gitti. Anastasias kitabı görür görmez tanıdı, fakat bir şey söylemeden sessiz
kaldı.
Tüccar ona ”Bir rahip bu kitabı bana satmak istiyor. Bu kitap için bir İngiliz altını
istiyor. Siz kitapları iyi bilirsiniz. Bu kitap onun istediği kadar eder mi?”
Anastasias sakince şöyle cevapladı, “Bu kitap bir İngiliz altınından çok daha fazla
eder. Çok daha pahalı ve değerli bir kitaptır.” Tüccar çok mutlu olmuştu.
Tüccar şehre geri döndü. Kitabın yakında kendisinin olacağına seviniyordu, çünkü
Keşiş Anastasias’ın kendisi bu kitaba değer biçmişti. Ertesi gün kitabı çalan rahip
geldiğinde kitabı satın alacağını ona söyledi ve parayı vermeye hazırlandı. Kitabı çok
önemli bir bilirkişiye gösterdiğini de ekledi.
Kitabı çalan rahip çok sevinmişti. “Kitabı kime gösterdiniz?” diye sordu. Tüccar
hemen yanıtladı, “Manastırdaki başrahip Anastasias’a gösterdim”
Rahip bunu duyunca bembeyaz kesildi, “Peki ne dedi?” diye sordu.
Tüccar, “Bu kitabın bir İngiliz altını değerinde olduğunu söyledi” diye yanıtladı.
“Peki, başka bir şey söyledi mi?”
“Hayır, başka bir şey demedi.”
Kitabı çalan rahip şoktaydı. Kendisini çok kötü hissediyordu. Etrafına bakarak
bunun bir tuzak olup olmadığını anlamaya çalıştı. Acaba kendisini yakalamaya mı
gelmişlerdi? Fakat etrafta hiç kimse yoktu. Başrahibin kitabın çalınmış olduğunu tüccara
söylemediğini ve kitabı geri almak için de hiçbir şey yapmamış olduğunu anladı. Bütün
bunları da kitabı çalan kişinin, yani kendisinin başının belaya girmemesi için yaptığını da
kavradı. İyice afallamış, tam anlamı ile sersemlemişti. Bugüne kadar hiç kimse ona böyle
bir sevgi gösterisinde bulunmamış, bugüne kadar hiç kimse ona böyle asil bir şekilde
davranmamıştı.
Kekelemeye başladı, “Efendim, ben fikrimi değiştirdim. Kitabı satmak istemiyorum”
dedi. Değerli kitabı şaşkın tüccarın elinden aldı.
Tüccar hemen bırakmaya niyetli değildi, “Sana iki altın veririm” diye teklif etti.
“Sonra da teklifini üçe çıkardı. Israrını sürdürüyordu.
Fakat artık rahip iç dünyasında başka bir yerdeydi. İçinden gelen sese kulak
veriyor, dışarıdan gelen hiçbir sesi duymuyordu. Kitabı alarak yürüyüp gitti. Bu olayın
kendisine büyük bir ders verebilmek amacı ile Tanrı tarafından hazırlandığını
hissediyordu. Anastasias’ın bu olayda bir enstrüman olarak rol aldığını fark etti. Şimdi bu
196
kutsal adama giderek ondan af dilemesi ve onun merhametine sığınması gerekiyordu.
Kendisine verilecek her türlü cezaya ve hatta meslekten atılmaya bile razıydı.
Doğrudan manastıra gitti ve kitabı başrahibin ellerine teslim etti. Gözlerinden
yaşlar boşanıyordu.
Anastasias ona “Kitap sende kalsın” dedi, “Ben senin kitabı ödünç aldığını
duyduğumda zaten o kitabı sana vermeye karar vermiştim.”
Rahip yalvarmaya başlamıştı. Kekeleyerek konuştu, “Lütfen bu kitabı geri alın!
Beni bu manastıra kabul ederseniz ben sizden bu Tanrısal Bilgeliği öğrenmek istiyorum.”
Anastasias onun isteğini kabul etti. Artık bambaşka bir insan olmuş olan rahip
uzun yıllar boyunca manastırda kaldı. Aziz Anastasias’ın izinden giderek yaşamını
şekillendirdi. Anastasias o kitabı da diğer başka kitapları da hiç önemsemiyordu. Onun
zenginiği kendisinin bakımı ve koruması altındaki öğrencileri idi. Özellikle de yaşam
şeklini ve kalbini dönüştürerek kendisini İlahi yola adayan eski savurgan öğrencisine çok
değer veriyordu. Ve bu sayede de o pahalı kitabı kütüphanede eski yerinde tutmaya
karar verdi. Kimbilir belki bir başkası da…..?
106-
2009/200
SEVGİ KURALI
Haşmetli kral büyük bir savaştan zaferle ayrılmış memleketine doğru geri
yolculuğuna başlamıştı. Komşu krallığı mağlup etmiş, onların prensini de tutsak olarak
ele geçirmişti.
Ordu dönüş yolunda çok sık ağaçlarla kaplı bir ormandan geçiyordu. Akşam olmak
üzere olduğu için geceyi geçirmek üzere durdular ve askerler kamp yapmak üzere
hazırlık yapmaya başladılar.
Ormanın içinde yakınlarda bir yerde bir inziva yeri vardı. İçinde çok ünlü bir
bilge/aziz ve öğrencileri yaşıyorlardı. Kral, kutsal kişiye saygılarını sunmak üzere
bakanını ve bazı askerleri azize gönderdi ve bir buluşma ayarlamalarını söyledi.
“Büyük kral, sayın haşmetbapları bilge ile görüşmek için buraya gelmek istiyor”
diye haber götürdüler. Ancak bilgenin öğrencileri onlara, “Hocamız artık istirahata çekildi”
dediler ve ertesi gün gelmelerini söylediler.
Ertesi sabah kral kraliyet tahtıravanı ve her türlü donatılarla beraber yanında
bakanları ve hizmetçileri olduğu halde inziva yerine geldi. Bilge bir ağacın altında
oturuyordu. Etrafındaki kuşlara darı tohumları serpiyordu. Çevresinde çok çeşitli cinsden
yüzlerce kuş vardı ve her yer cıvıldama ve şakıma sesleri ile dolu idi.
197
Kral bütün dikkatini kuşlara vermiş olan azize doğru yürüdü ve “Selamlar ederim
sayın hocam!” dedi. Ama hiç cevap alamadı. Bunun üzerine kral sesini yükseltti.
“Selamlar dedim!” Yine cevap yoktu. “Hoca efendi ben size selam verdim” diye kral
yüksek sesle ve öfkeyle bağırmaya başladı. Bunun üzerine bilge krala doğru dönerek,
“Sus bağırma, şimdi kuşları korkutacaksın!” dedi.
Bu sözler kralı daha da kızdırmıştı. “Sen benim kim
olduğumu biliyor musun?” diye yüksek sesle kükredi. Bilge sakin
bir sesle, “Evet biliyorum tabi” dedi. “Sen güç elde etmek uğruna
başkalarını öldüren kişisin. Sen gücün yalnızca geçici bir şey
olduğunu bilmeyecek kadar cahil bir kişisin. Zaten senin o güç elde
etme hırsın da senin yakında sonunu getirecek ve öleceksin”
Artık kralın sabrı taşmıştı, “Senin bu saygısızlığın sınırı aştı,
şimdi seni buracıkta öldüreceğim” dedi ve kılıcını çekerek bilgeyi
öldürmek üzere havaya kaldırdı. Tam o sırada yüzlerce kuş birden
havaya uçarak krala dört bir taraftan saldırmaya başladılar. Kanatlarını şiddetle çarparak
kralın yüzüne vuruyorlar ve gagaları ile kollarına, bacaklarına ve vücüduna saldırarak
gagalıyorlardı. Çaresiz kalan kral kollarını havaya kaldırarak sağa sola sallamaya
başladı. Biraz önceki sakin kuşlar şimdi birer yırtıcı ve vahşi bir hayvan halini almışlardı.
Hiçbir şeyden korkmuyorlardı. Ne yaparsa yapsın kuşlar onun peşini bırakmıyorlardı.
En sonunda bilge seslendi, “Bırakın onu. Buraya gelin bakalım, sevgili kuşlar!”
Birden kuşlar kralın peşini bırakarak sakinleştiler ve uysal bir şekilde bilgenin ayakları
dibine yere kondular. Bilge sonra ciddi ve ağır bir şekilde, otorite ve büyük bilgelik kokan
bir şekilde konuştu, “Benim bu kuşlara verdiğim tek şey sevgi idi. Ey kral! Sevginin bu
büyük gücünün farkına varmaya çalış. Sen bunun tam tersine sen güç peşinde
koşuyorsun. Güç sahibi olmak arzusu senin gözlerini kör etmiş ve seni bir katil seviyesine
kadar düşürmüş” “Senin kendi yaptığın yanlışların sonucu olarak bu kuşlar bana olan
sevgileri yüzünden seni öldürebilirlerdi bile! Ben de bir anlamda onların kralı sayılırım,
ama benim onlara tek verdiğim şey sevgidir ve sevgi bu dünyada sahip olunabilecek en
büyük güçtür”
Bu hikâyenin anafikrini doğrularcasına bilge insanlar bizlere sayısız kez aynı şeyi
söyleyegelmişlerdir,
“Tüm yaşamınızı bir Sevgi Destanı haline getiriniz! İşte o zaman mutlu
olabilmeniz için size gerekli her şeye ama her şeye sahip olacaksınız. Hem servet
ve hem de makam sahibi olacaksınız, çünkü Sevgi her şeyi ve herkesi fetheder!”
Bu bahsedilen sevgi nedir? Bu da şöyle izah edilmiştir,
“Her türlü canlı varlığa karşı saf, bencilsiz ve kendini düşünmeyen sevgi
duymak, onları İlahi Varlığın birer somutlaşmışı olarak görmek ve bunun
karşılığında da hiçbir karşılık, hiçbir ödül, hiçbir meyva beklememek; işte bu
gerçek sevgidir. Siz Tanrı’yı ne kadar çok severseniz, mutluluk da aynı oranda size
koşarak gelecektir.”
İnsani Değerler Eğitimi Hikâyelerinden adapte edilmiştir.
Nisan 2009
198
107-
2009/203
BIRAKIN “O” KARAR VERSİN
Küçük bir çocuk annesi ile birlikte bakkala gitmişti.
Yaşlı bakkal sevimli küçük çocuğa baktı ve içinde en
güzel şekerlerin bulunduğu kavanozu eline alarak ona
doğru uzattı. Arkadaşça bir sesle “Küçük surat, bu
kavanozun içine elini sokup avucunu doldurabildiğin
kadar şeker alabilirsin” dedi.
Fakat çocuk hiç şeker almadı. Yalnızca yüzünde
hüzünlü bir ifade ile bakkala doğru bakmaya başladı.
Bakkal şaşırmıştı. Küçük bir çocuğun niye şeker
almadığını anlayamıyordu. Tekrar onu ikna etmeye çalıştı. “İstediğin kadar şeker
alabilirsin sevgili oğlum!” dedi.
O sırada annesi de karışarak çocuğu ikna etmeye çalıştı, “Hadi oğlum, amca sana
şeker ikram ediyor, birkaç tane alsana!” Fakat çocuk yine de uzanıp bir tane bile şeker
almadı.
Dükkân sahibi çocuğun utangaç olduğunu düşündü. Kendisi kavanozoun içinden
bir avuç şeker alıp çocuğun ellerine koydu. Çocuğun yüzü gülmeye başladı. Çok mutlu
olmuştu, “Çok teşekkür ederim efendim!” diye cevap verdi.
Eve dönmek üzere yola çıktıklarında annesi oğluna
sordu, “Neden dükkânda beyefendinin sana ikram ettiği
şekerleri almak istemedin? Bu kadar utangaç olmana hiç
gerek yok!”
Çocuğun
edemezsiniz.
nasıl
bir
cevap
verdiğini
tahmin
bile
“Anneciğim ben şekerleri almaya utanmadım.
Görmüyor musun, benim ellerim küçücük. Eğer ben
kavanozun içinden şeker almaya çalışsa idim sadece birkaç
tane alabilecektim. Fakat bakkal amca bana iki koca eli ile
kocaman bir miktar şeker verdi. Şimdi benim çok daha fazla şekerim oldu.”
Dünyadan bir şey istediğimiz zaman zihnimizle, kendi arzularımızla, kendi
beklentilerimiz ve kendi hayallerimiz ile sınırlanırız. Fakat Tanrı’ya dua ederek
ihtiyaçlarımızın ve arzularımızın “O”nun istediği şekilde karşılanmasını talep ettiğimiz
zaman “O” bizim neye ihtiyacımız olduğunu en iyi bilen olduğu için bizim ihtiyacımız olan
her şeyi bize tedarik edecektir.- düşündüğümüzden ve ihtiyacımız olduğundan bile daha
fazla!
199
Gelin her zaman “O”na güvenelim ve her şeyimizle “O”na bel bağlayalım. Eğer
tam anlamı ile “O” na güvenirsek ve “O”’na teslim olursak hiçbir şeyimiz eksik
olmayacaktır, çünkü “O” bu kâinatta yaşayan her varlığın Gerçek Sığınağı’dır.
Sığınabileceği tek limandır. Ve “O”’nun sevgisi hayal edilebilenin çok ötesindedir.
Bir bilge şöyle demiştir,
“Tanrı’nın Rahmeti herkesin manevi bilincine bağlı olarak çeşitli seviyelerde
bütün saliklere verilir. Okyanus çok büyük, muazzam ve sınırsızdır, fakat sizin o
okyanustan alabileceğiniz su miktarı getirdiğiniz kabın büyüklüğü kadardır. Eğer
taşıdığınız kap küçük ise alabileceğiniz su miktarı da o kadar az olur, çünkü daha
fazlası taşarak dökülecektir. Benzer şekilde kalbiniz daraltılmış ise alabileceğiniz
İlahi Rahmet de göreceli olarak az olacaktır. Kalbinizi genişletin, sevginizi
genişletin ve herkese yaymaya çalışın. İşte o zaman Tanrı’nın Rahmetine ve
Bereketine büyük miktarlarda kavuşacaksınız!”
23 Şubat 1990
‘East And West Series' hikâye serisinden adapte edilmiştir.
Haziran 2009
108-
2009/204
SEVGİ UNUNDAN YAPILMIŞ EKMEK
Yedi oğlu olan, ama buna mukabil bir tane bile kızı
olmayan bir adam vardı. Karısı bu kadar sık çocuk sahibi
olmaktan ve onları büyütmeye çalışmaktan çok yorulmuş
ve tükenmişti. Ama adam karısının kendisine bir gün bir kız
çocuğu vereceğine inanmayı sürdürüyordu.
Ancak karısı her gün bitmeyen işlerinden ve yedi
çocuklu bir anne olmanın sorumluluklarından ötürü çaresiz
ve bütün enerjisini yitirmiş bir durumdaydı. Kadıncağız en
sonunda umutsuz ve çaresiz bir şekilde Tanrı’ya kendisine
acıması ve kocasına akıl fikir ihsan etmesi için ve bir kız
çocuğu sahip olması fikrinden vaz geçirmesi için dua etti.
O gece kadının kocası rüyasında uzun bir rüya
gördü. Adam rüyasında Tanrı ile görüşmek ve O’ndan
kendisine ve karısına bir kız çocuğu vermesini istemek için
uzun bir yola çıkıyordu. Yolda yemesi için karısı kendisine
ekmek pişirip veriyor ve kendisi de bu ekmeği yine karısının ördüğü bir havluya sarıyordu.
Adam sabah gün doğmadan çıktığı yolda yürürken bir yandan gün ağarıyor, diğer yandan
yeşil çim yapraklarının üzerlerine çiğler düşüyor, çiçek tomurcukları çıtırdayıp açıyor,
kuşlar hafif hafif esmekte olan rüzgârda kanatlarını çırparak uykularından uyanıyorlar ve
200
kumsalda yumuşak beyaz kumların üzerinden küçük dalgalar sahile vuruyorlardı. Adam
cennetin kapısına ulaştığında rüyasında cennetin kapısında kocaman bir kilit olduğunu ve
kapının kapalı olduğunu gördü. Cennetin kapısının önünde oturup beklemeye başladı.
Etrafta kimsecikler yoktu ve tamamen terk edilmiş görünüyordu. Aradan zaman geçti hiç
kimse gelmedi. Gece oldu, yine sabah oldu, gelen giden yoktu. Adam açlıktan
kıvranmaya başladı. O sırada karısının kendisine yemesi için verdiği ekmeğin kokusu
burnuna geldi. Hemen havlunun içinden ekmeği çıkartarak bir parça kopardı ve ağzına
attı. Ekmek ağzında o kadar kolay eridi ve öyle nefis bir tad bıraktı ki adam keyiften dört
köşe oldu. O sırada gözünün önüne güneşli ve yemyeşil bir vadi geldi. Vadinin
ortasından tertemiz bir su akıyordu ve güzel bir kadın da bu ırmaktan bir testi ile su
alıyordu. Bu sahne kendisinin karısını hayatında ilk defa gördüğü sahne idi!
Sonra evlendikleri günü gördü. Eşi ince, kibar ve çok nazik gözüküyordu. Eşinin
elinin kendi eline dokunuşu adamın içinin titrediğini hatırlamasına yol açmıştı. Eşini
kendisi hasta olduğu zaman yatağının başucunda gece gündüz otururken gördü. Eşinin o
serin ve bembeyaz elini kendisinin alnına götürüşünü ve ateşini düşürmeye çalışmasını
hatırladı.
Eşinin kendisine sevgi ve iyi niyetleri ile pişirdiği yemeklerin tadlarının güzelliğini
hatırladı. Sonra aklına karısının oğullarını doğurduğu günler geldi. Karısı o büyük acı
içinde nasıl da büyük bir vakurla sakin davranmaya devam etmişti.
Adam, karısı ile kendisinin mutlu olduğu ve
gülüştükleri çok sayıda anıları hatırladı. Bu kadın
kendisine Tanrı tarafından gönderilmiş büyük bir hediye
idi.
Rüyasında gözlerinden aşağıya sevinç ve şükran
gözyaşları boşanmaya başladı.
Tanrı’yı aramak için hiç de uzaklara gitmek zorunda
olmadığını, Tanrı’nın bunca zamandır daima karısının yanında olduğunu fark etti. Birden
ayağa fırladı ve eve doğru koşmaya başladı. Eve geldiğinde içeriye girdi ve karısını çay
içip kek yerken gördü. Karısının yaşlanmış ve artık iyice çökmüş yüzünde çok ulvi bir
ifade vardı. Adam hemen karısının ellerine sarıldı. Hüngür hüngür ağlıyor ve gerçeği
göremeyecek kadar kör olduğu için karısından özür diliyordu. Karısına karşı çok
anlayışsız ve duygusuz davranmıştı. Onun fedakârlığı ve hayır duaları sayesinde
bugünlere kadar gelmişti. O sırada karısının o serin ve rahatlatıcı beyaz elini alnında
hissetti ve sakinleşti. Tek hissetiği şey kalbini dolduran büyük bir huzur ve büyük bir sevgi
idi. Gözlerini açtı ve karısının o güzel yüzünü ve gülümseyişini karşısında buldu. Şimdi
gerçekten de ağlıyordu.
Karısının sevgi ve huzur unu ile pişirdiği ekmek kendisinin gözlerinin açılmasına
yol açmıştı. Karısının kendisine Tanrı tarafından gönderilmiş büyük bir hediye, bir sevgi
tezahürü olduğunu anlıyordu.
Bir bilge bu konuyu vurgulayan şöyle güzel bir söz söylemişti,
“Sevgi bencil olmamaktır, kendini düşünmemektir. Sevgi Tanrı’dır, daima
sevgi içinde yaşayın!”
201
Hepimiz yaşamlarımızı anne şeklinde, baba, kardeş, ağabey, abla, karı, koca,
anneanne, babaanne v.s. şeklinde sahip olduğumuz sevgi içinde yaşadığımız için her
zaman şükretmeliyiz. Onlar Tanrı’nın bizlere verdiği hediyelerdir ve biz bu hediyeleri ne
kadar çok sever ve onların değerlerini bilirsek Tanrı da bizi giderek artan bir şekilde daha
çok sevecektir.
Ms. Rita Ivanova, (Letonya)
109-
2009/205
ÖFKEMİ NASIL YENEBİLDİM
Dr. Ben Carson
Ben dokuzuncu sınıfta iken inanılmaz bir şey oldu. Kontrolumu kaybettim ve
arkadaşım Bob’u bıçakla yaralamaya kalktım. Bob ve ben radyoda müzik dinlerken Bob
dinlediğimiz müziği beğenmedi. “Buna da müzik mi diyorsun?” diyerek başka bir istasyon
açmaya kalktı. Ben de “Senin dinlediğinden daha güzel” diye bağırarak cevap verdim ve
istasyonu değiştirmesini engellemeye çalıştım. Bunun üzerine birbirimizle itişmeye
başladık. Bu sırada o bana küfredince eski patolojik öfke hastalığım yine nüksetti,
gözlerim karardı ve kendimi kaybettim. Arka cebimde
kamp bıçağı taşıyordum. Bıçağı kavrayarak sustasını
açtım ve arkadaşım olan çocuğa doğru saldırdım.
Kollarımdaki kasların bütün gücüyle bıçağı karnına
saplamaya çalıştım. Ancak bıçağın ucu arkadaşımın
kemerindeki tokaya denk geldiği için kırıldı ve yere düştü.
Bıçak kemerin tokasına takılıp kalmıştı. Bıçağın kırılan
ucuna doğru bakınca kendime geldim. Neredeyse
arkadaşımı öldürüyordum. Eğer kemerin tokası onu
korumasa idi Bob şimdi ayaklarımın dibinde yerde ölü
vaziyette yatıyor olacaktı. Bana hiçbir şey söylemedi,
inanmayan bakışlarla bana bakıyordu. Ben, “Özür dilerim”
diye mırıldandım ve elimi açarak bıçağı yere düşürdüm.
Onun gözlerine bakamıyordum.
Tek bir söz daha söylemeden dönüp eve doğru koştum. Şansıma evde kimse
yoktu. Yoksa kimseyle konuşmaya dayanamazdım. Banyoya gidip kapıyı kilitledim. Elimi
yüzümü yıkayarak lavabonun köşesine çöküp oturdum ve düşünmeye başladım. Bob’u,
yani en iyi arkadaşımı öldürmeye kalkmıştım. Gözlerimi ne kadar yumup sıkıca kapatsam
da o sahne gözlerimin önünden gitmiyordu – elim, bıçak, kemerin tokası, bıçağın kırılan
ucu ve tabi bir de Bob’un yüzünün hali!
“Bu delilik!” diye geveledim. “Ben herhalde deli olmalıyım. Aklı başında olan
insanlar arkadaşlarını öldürmeye çalışmazlar.” Sonra devam ettim, “Okulda derslerim
gayet iyi, herkesle gayet iyi geçiniyorum. Ben bunu nasıl yapabildim? Ben 8 yaşımdan
beri doktor olma hayalini kuruyorum. Bu öfke ile bu mesleği nasıl seçebilirim? Tepem
attığında kontroldan çıktım ve kendime hâkim olamadım. İçimde yanmakta olan bu
öfkeye karşı keşke bir şey yapabilseydim?”
202
Bu şekilde oturarak iki saat geçti. Karnım ağrıyor ve kendimden utanıyor ve
kendimden iğreniyordum.
Yüksek sesle, “Bu öfkeden ve çabuk sinirlenmekten kurtulamazsam hiçbir şey
yapamam. Eğer Bob bugün o büyük ve kalın tokalı kemerini takmasa idi şimdi hayatta
olmayacaktı. Ben de şu anda hapiste olacaktım.”
Çok mutsuzdum ve ıstırap çekiyordum. Her tarafımdan terler akıyordu. Kendimden
nefret ediyordum, fakat kendime de bir şey yapamıyordum. Bu yüzden de kendimden
daha çok nefret ediyordum. Zihnimin derinliklerinden derin bir ses yükseldi, “Dua et!”
Annem bana nasıl dua edilir öğretmişti. Boston’daki
okulda öğretmenlerim bize sık sık eğer Tanrı’ya dua eder
ve O’ndan yardım istersek O’nun bize mutlaka yardım
edeceğini söylemişlerdi. Daha önce de öfkeme yenik
düştüğüm durumlar olmuştu ve ben öfkemi kendi başıma
yenebileceğimi düşünmüştüm. Fakat işte o banyoda yerde
otururken gerçeği tüm çıplaklığı ile görmek fırsatı
yakalamıştım.
Ben
öfkemi
yalnız
başıma
yenemeyecektim.
Kimse ile konuşmak, hatta karşılaşmak bile
istemiyordum. Annemin yüzüne nasıl bakacaktım? O
biliyor muydu? Bob ile bir daha nasıl karşılaşacaktım?
Benden nefret ediyor olmalıydı? Bir daha bana asla
güvenemezdi. “Tanrım” diye kendi kendime fısıldadım,
“Senin bu kötü huyumu, yanİ öfkeyi benden alman
gerekiyor. Eğer bana yardım etmezsen ben bundan
asla kurtulamam. Ayrıca en iyi arkadaşımı bıçaklamaktan daha kötü işler
yapacağımdan korkuyorum!”
Zaten bir yandan psikolojik kitaplar okuduğum için öfkeli olmanın bir kişisel özellik
olduğunu da biliyordum. İnsanların karakterlerini ve özelliklerini değiştirmelerinin imkânsız
olmasa bile inanılmaz derecede zor olduğunu biliyordum. Bugün çok sayıda uzman bu
konuda yapabileceğimiz en iyi şeyin kendi kendimize yapabileceklerimizin sınırlarını
kabullenmek, kendimizi ona göre ayarlamak ve duruma uyum göstermek olduğunu
söylemektedirler. Bunda bir yanlışlık olmalıydı.
Parmaklarımın arasından gözyaşları akarak konuştum, “Tanrım, uzmanlar ne
derlerse desinler Sen benim kendimi değiştirebilmem için bana yardım edebilirsin.
Beni bu yok edici kişisel özelliklerimden kurtarabilirsin! Sen bize biz Sana gelerek
Senden yardım istediğimizde bunu asla geri çevirmeyeceğini söylemiştin. Bu
yüzden bana yardım edeceğine bütün kalbimle inanıyorum.” Ayağa kalktım ve bir
yandan Tanrı’ya dua ederken bir yandan da pencereden dışarıya bakmaya başladım.
Yaptığım bu korkunç davranış için kendimden sonsuza kadar nefret edemezdim.
Zihnimin içinde bundan önceki öfke nöbetlerim canlanıyordu. Öfkeme karşı
yumruklarımı sıkarak karşı koydum. Eğer değişemezsem hiç iyi bir şey
başaramayacaktım. “Zavallı annem” diye düşündüm. “O bana inanıyor, ama benim ne
kadar kötü olduğumu bilmiyor. Mutsuzluk beni kendi karanlığına çekmişti. “Tanrım eğer
bana yardım etmezsen benim gerçekten gidecek hiçbir yerim yok!” dedim.
203
Uzunca bir süre sonra banyodan dışarıya çıktım ve elime bir İncil aldım. Kutsal
Kitabı açtım ve ayetleri okumaya başladım. Öfkeli insanların başlarını nasıl belaya
soktuklarını anlatan ayetleri gördüm. Beni en çok 16:32 No’lu ayet etkiledi:
“Öfkeye kapılmayan insan dünyanın en güçlü insanından daha iyidir ve
kendi iradesine hâkim olan bir kişi bir şehri yöneten kişiden daha iyidir.”
Okumaya devam ettim. Bu satırlar sanki benim için yazılmış gibiydi. Ayetlerdeki
sözler beni mahkûm ediyorlar, ama bir yandan da bana umut veriyorlardı. Bir süre sonra
zihnimi huzur kaplamaya başladı. Ellerimin sinirden titremesi sona erdi. Gözlerimden
yaşlar akmaz oldu. Banyoda yalnız başıma geçirdiğim saatlerden sonra içimde bir şeyler
olmaya, birşeyler değişmeye başlamıştı. Tanrı benim acı ve keder dolu haykırışlarımı
duymuştu. Kendimi daha farklı hissediyordum. Değişmiştim
Gidip ellerimi ve yüzümü yıkadım. Ve sonra evden dışarıya tamamen değişmiş bir
genç adam olarak çıktım. Kendi kendime şöyle diyordum,
“Bu öfke bir daha asla beni ele geçiremeyecek! Bir daha asla! Ben artık
özgürüm!”
Ve o günden sonra, yani kendi kendimle yüzleşmemden ve Tanrı’ya dua ederek
yardım istediğim günden bu güne kadar hiçbir zaman öfke ile bir sorunum olmadı. O gün
akşamüzeri her gün Kutsal Kitabı okuyacağıma dair kendime bir söz vermiştim. Bu sözü
günlük bir alışkanlık haline getirerek tuttum. Özellikle de İnsana İlham Veren Hikâyeleri
çok seviyordum. Şimdi bile ne zaman fırsat bulsam bana ilham veren ve İnsani Değer
aşılayan ibret verici hikâyeleri okumaya bayılıyorum.
Bazı psikolojik araştırma yapan kişiler bana içimde hala öfkeye karşı bir eğilim ve
potansiyel olduğunu söylemeye çalışıyorlar. Belki haklı oldukları taraf olabilir, am ben bu
olaydan sonra şu ana kadar yirmi yıldan daha uzun bir süre yaşadım. Ne bir öfke nöbeti
geçirdim, ne de kendimi kaybedecek kadar sinirlendim. Büyük
bir problemim asla olmadı.
Bana karşı yapılan aşağılayıcı ve sinirlerimi oynatıcı
onlarca, yüzlerce deneyim yaşadım. Fakat Tanrı’nın Rahmeti
sayesinde hepsinin üzerinden geldim. Artık beni irrite eden ve
sabrımı zorlayan bir olayla da hiç karşılaşmıyorum. Tanrı o
korkunç öfkemi tamamen yenmemde ve ondan kurtulmamda
bana yardım etti.
Kendime dönerek geçirdiğim o birkaç saat boyunca
ayrıca şu gerçeği de keşfetmiştim. Beni sinirlendiren insanlar
beni çok kolay kontrol edebiliyorlardı. Bir başkasına kendi
yaşamımı idare edebilecek gücü neden veriyordum?
Dr. Ben Carson’un “Gifted Hands” adlı kitabından
204
Dr. Benjamin Carson bütün dünyada nörolojik ameliyatlarda yaptığı icatla
tanınmıştı. Bu icat umudu kalmayan insanlara büyük umut aşılamıştı. “Gifted Hands” adlı
kitabında Detroit’de yaşadığı çocukluğundan başlayan bu uzun serüveni anlatıyordu. En
sonunda 33 yaşında iken Johns Hopkins Medikal Hastanesinde Pediatrik Nöroloji Ana
Bilim Dalı Başkanlığına getirilmişti.
Bu hastanede 70 kişilik bir ekiple 17 saat süren bir ameliyat sonucunda 7 aylık
Siyam ikizlerini birbirlerinden ayırmayı başarmıştı. O kariyeri boyunca Tanrı’ya ve
insanların içinde temel olarak var olan iyiliğe inanmış ve bu sayede de tıp alanında birçok
mucizeye imza atmıştı.
110-
2009/206
ÇAMUR VE ZİHİN
Buddha bilgeliği, merhameti ve hakikate bağlılığı sembolize etmektedir. İtidal, yani
ılımlı olmak ne demek en iyi Buddha’nın davranışlarına ve olaylara yaklaşımına
bakıldığında anlaşılabilir. Onun sergilediği merhamet saflığı ve basitliği ile bizi
etkilemekte ve duygulandırmaktadır. Size şimdi Buddha’nın
yaşamından bir günü anlatacağız.
Bir seferinde Buddha yanında öğrencileri ile beraber bir
şehirden bir başka şehre doğru yol alıyordu. Bu bilge insanın
gözlemleri ve nasihatları öğrencileri tarafından büyük bir dikkatle
takip ediliyordu.
Yolculuk yapan bu grup epeyce bir yol aldıktan sonra bir
gölün kenarına geldiler. Buddha öğrencilerinden kendisine biraz
su getirmelerini rica etti. Bir öğrenci su almak için göle
yaklaştığında gölün içinde sahile yakın bir öküz arabası olduğunu ve bu yüzden de suyun
kahverengi ve pis olduğunu fark etti.
Hayal kırıklığı içerisinde bu pis ve çamurlu suyu Buddha’ya nasıl götüreceğini
düşündü. Geri dönerek Buddha’ya suyun içilemeyecek kadar çamurlu olduğunu söyledi.
Buddha bunun üzerine yarım saat kadar beklemesini ve sonra tekrardan göle
giderek su getirmesini rica etti. Fakat öğrenci bir önceki
seferde olduğu gibi yine hayal kırıklığı ile geri döndü. Gölde
hiçbir değişiklik olmamıştı, su hala kirli idi. Öğrenci kendisinin
haklı olduğunu suyun rengini değiştirmesinin biraz zor
olduğunu düşündü. Bu pis ve çamurlu suyu Buddha’ya
götürmenin imkânı yoktu!
Hemen hocasına doğru koştu, ama yine aynı sakinlikle
kendisine bir süre daha beklemesi söylendi. Bir süre sonra Buddha öğrenciye yine göle
205
gitmesini söyledi. Öğrenci artık bu kadarını da biraz tuhaf bulmaya başlamıştı.
Buddha'nın ne düşündüğünü anlayamıyordu.
Ancak bu sefer o gübre dolu ve çamurlu göl öküz arabasının gidişinden bir müddet
sonra temizlenmiş ve berrak hale gelmişti. En ufak bir pis leke bile yoktu. Çamur yavaşça
dibe çökmüş ve kabı temiz su ile doldurabilmek için en ufak bir engel bile kalmamıştı. Bi
çok kez başarısızlığa uğradıktan sonra bu sefer başarmanın verdiği zafer duygusu ve
huzur içinde suyu hocasına götürdü.
Buddha örnek alınacak bir sessiz ve dingin bakışla kendisine uzatılan suyu kabul
etti ve öğrencisine dönerek şöyle dedi. “Biraz temiz su alabilmek için ne gerektiğini fark
ettin mi? Kesinlikle hiçbirşey! Yalnızca beklemen ve oluruna bırakman yetti. Biraz zaman
verdin ve karşılığında ne oldu? Çamur gölün dibine çöktü ve sen de temiz suya
kavuşabildin.
Eğer dikkat edersen aynı şey bizim zihinlerimiz için de geçerlidir. Yalnızca oluruna
bırak! Sana tek gereken şey biraz zamandır. Zihnin de kendi kendine sakinleşecektir.
Onu yatıştırmak için senin herhangi bir şey yapman gerekmeyecektir. Yalnızca bir miktar
zamanın yardımı ile herşey kendi kendine gerçekleşecektir. Hiçbir çaba ya da gayret
gerekmemektedir!”
Bu basit ve kısa mesajın ne kadar büyük bir güç barındırdığına bakar mısınız?
Öğrenci tam anlamı ile şaşkına dönmüştü. Bu dünyada hepimizin zihinlerindeki
huzursuzluktan kurtulmak için çok basit bir yöntem bize sunuluyordu.
“Hiçbir çabaya ve gayrete gerek yok!” Aslında bu kaar basit! Çoğumuzun
düşündüğü gibi yorucu egzesizlere hiç gerek yok!
Büyük bir bilge şöyle demektedir,
“Hem suda ve hem de karada yaşayabilen kaplumbağaya benzeyin! Yani
ister yalnız olun, isterseniz de kalabalık içinde olun, Tanrı düşüncesinde kalmanızı
sağlayacak olan iç sessizliği geliştirmeye çalışın! İç sessizlik, yani dönüp içteki
Öz’e odaklanmak sizin etrafınızda kalabalık olduğunu fark etmemenizi
sağlayacaktır. Başkaları tarafından rahatsız edilmeyecek hale geldiğinizde de tam
bir iç sessizlik içinde olacaksınız!”
111-
2009/207
KARİZMATİK NEZAKET
Bilge bir kişinin şu sözlerini okuduğumda çok
etkilenmiştim, “Karşınızdaki kişiyi sizin ona hizmet
etmenizi hak edip etmediğine bakarak yargılamayın!
Onların sizin yapacağınız hizmete gerçekten ihtiyacı
206
olup olmadığına, acı ve ıstırap içinde olup olmadığına bakın! Gerekli ve yeterli
kriter budur! Hizmet edeceğiniz kişi veya kişilerin başkalarına nasıl davradıkları sizi
ilgilendirmesin, çünkü onlar da kesinlikle sevgi sayesinde dönüşüme
uğrayabilirler. Hizmet kutsal bir yemin, bir ibadet, manevi bir uygulama olmalıdır.
Bu insanın nefesine benzer. Yalnızca nefesiniz siz terk ettiğinde o da sizi terk
edecektir.”
Babaannem hala arada sırada beni rüyalarımda ziyaret etmektedir. Bunun
kesinlikle bir sebebi olmalıdır. Öbür âlemde meleklerle beraber iken nasıl oluyor da arada
sırada beni hatırlamaktadır? Birkaç yıl önce kendisini kaybedene kadar o benim
“Yaşayan Meleğim” idi. Şimdi ise yalnızca “Benim Meleğim”
Benim güzel babaannem 90’lı yaşlarının ortasında idi ve buna rağmen yaşlandıkça
zekâsından ve aklından hiçbirşey yitirmemiş, hatta daha ileriye gitmişti. Espri ve şaka
yaparak insanları güldürme yeteneği çok büyük idi. Bir gün çocuklarını çaya davet etti ve
onlara kocasının ölümünden sonra kendisine kalan eşyalardan hangilerini almak
istediklerini sordu. Benim dedem de çok mükemmel bir insandı, ama bu başka bir hikâye.
“Herkese mutluluk ve sevinç vermeye çalışın! Bencil olmayan ve kendisini
düşünmeyen sevgi sizi bu ideale götürecek olan yoldur. Sevgi Tanrı'yı bile insanın
yakınına getirebiliyorken nasıl olur da insanlar söz konusu olduğunda başarısız
olabilir?”
Amcalarım kendi seçimlerini yaptılar. Babamın ise yalnızca bir tek isteği vardı.
Babam babaannemin uzun yıllar boyunca sürekli olarak yazageldiği hatıra defterine sahip
olmak istiyordu. Babaannem babama şöyle bir baktı. Babaannem babamı çok iyi
tanıyordu, onun herhangi bir maddi eşya istemediğini yalnızca manevi şeylerle
ilgilendiğini gayet iyi biliyordu.
Bir süre sonra babaannem vefat etti. Cenaze ve taziye işlemlerinden sonra eve
döndük. Babamın babaannemin günlüklerini beraberinde getirmişti. Ben ve kızkardeşim
babamın neye önem verdiğini görerek çok duygulanmıştık. Babamın iyiliğinin nereden
kaynaklandığı çok aşikâr idi. Babam bize hatıra defterinin içinden bölümler okumaya
başladı.
Ölmeden kısa süre kaleme aldığı bir hatıra bizi çok şaşırttı. Ben ve kızkardeşim
gözyaşları içinde babamın ıslak gözlerle bize okuduğu
bölümü dinledik.
Bir sayfa vardı ki bize babaannemin nasıl bir iyilik
timsali olduğunu gösteriyordu. Herhalde yaşamım boyunca bir
daha asla böyle bir şey göremeyecek ve duyamayacaktım.
Babaannemin sürekli ziyaretçileri olurdu. Birçoğunun
paraya, işe veya nasihata ihtiyaçları oluyordu. Bazıları ise
yalnızca onun sevgi dolu ve tatlı sohbeti için geliyorlardı.
İçlerinde bir bayan özellikle dikkat çekiyordu. Bu bayan
babaannemin evini kendi evi gibi kullanıyordu. Bu kadını
duyduğumuzda bizi çok şaşırttı, çünkü kendisi kaba,
207
duygusuz ve insanları sürekli olarak kızdıran bir insandı. Ağzını açtığında her zaman
insanlar için kötü ve hakaret içeren bir şekilde konuşurdu. Ayrıca çok saygısız bir insandı.
Ama kendisine çay ya da yemek ikram edildiğinde de fırsatı hiç kaçırmazdı. Defteri
okurken hepimiz babaannemin yıllar boyunca bu davetsiz misafir için tek bir olumsuz söz
bile yazmadığını fark ettik. Anlayamadığımız şekilde babaannem bu kadın ne zaman
kendisine gelse ona yemek ikram edermiş ve başkalarına nasıl güler yüzlü davranırsa bu
kadına da aynı şekilde davranırmış. Açıkçası bu benim düşüncelerimle hiç örtüşmüyordu.
İnsanların nankör olduklarına ve kendilerine iyi davranıldığı zaman karşılığını
vermediklerine inanıyordum. Arada sırada insanlara nazik ve cömertçe davranmak iyi idi
ama böyle hiç de hoş olmayan biri ile arkadaşlık etmek hiç de benim yapabileceğim bir
şey değildi.
Babam hatıra defterinden şu güzel sözleri okudu, “İnsanlar uzun yıllar boyunca
bana bu insana neden iyi davrandığımı ve güler yüz gösterdiğimi sordular. Ben de
kendisinin pek sevimli ve canayakın birisi olmadığını ve çevresindekilere kendisinden
uzak durmaları için birçok sebep verdiğini biliyorum. Bir gün bana kendisi şöyle itiraf etti.
Kendisinin acınacak ve çok zavallı biri olduğunu biliyormuş. Bense onu yargılamak yerine
onun ne kadar üzgün ve yalnız olduğunu düşünmeye ve kendimi onun yerine koymaya
çalıştım. Şöyle düşündüm, “Ben bu kadına kapıyı gösterecek olsam, ki bu herhalde
yapılabilecek en kolay şey olurdu, kim bu kadınla arkadaşlık edecek, kim ona
yemek verecek ve kim onunla beş dakika olsun konuşacaktır?”
Babam bu satırları okurken ben ve kızkardeşim birbirimize baktık. Kulaklarımıza
inanamıyorduk ve gözyaşlarımıza hâkim olamıyorduk. Babam bir dakika ara verdi, uzun
bir soluk aldı ve okumaya devam etti.
“Ben onun ne zaman ihtiyacı olsa, her ne olursa olsun, başına ne gelirse
gelsin benim evime gelebileceğini bilmesini istedim.
Ben artık şimdi neden babaannemi rüyalarımda gördüğümü çok iyi anlıyordum. O
bana hiçbir zaman iyi davranıştan ayrılmamamı öğütlüyor. Aynı babamın bize söylediği
gibi, “Büyük olmak iyidir, ama iyi olmak çok büyüktür/muazzamdır!”
Benim babaannem bir şeyi kalbine nakşetmişti ve mükemmel şekilde uyguluyordu,
“Herkesi sevin, herkese hizmet edin! Her zaman yardım ediniz, hiçbir zaman
incitmeyiniz!”
Benim babaannem 99 yıl yaşadı ve hiç şikâyet etmeden hep aynı iyi davranışlarını
sürdürdü. Her gün çevresindeki kuşları ve hayvanları beslerdi. Kapısına gelen kişi ister
misafir olsun, ister aileden ve arkadaşlarından birisi olsun herkese verecek bir kap
yemeği olurdu. Ve bunu yaşamı boyunca her gün yaptığını düşünün. Bunu düşünmek
beni çok etkiliyor ve alçakgönüllülüğe sürüklüyor. Ben babaannem ile gurur duyuyorum.
Onun elimize koyduğu şekerler bile bir başka tatlı idi. Onun her karşılaştığı kişiye verdiği
gülümseme bana yaşamım boyunca yol gösterdi ve ben de hep ona öykünmeye çalıştım.
Aklıma hep bir bilgenin sözleri geliyor,
“Karşılaştığınız herkese sevinç ve mutluluk vermeye çalışın! Bencil olmayan
ve kendisini düşünmeyen sevgi sizi bu ideale götürecek olan yoldur. Sevgi Tanrı'yı
bile insanın yakınına getirebiliyorken nasıl olur da insanlar söz konusu olduğunda
208
başarısız olabilir? Tanrı saf bir kalpte ikamet eder; O zaman insan sahip olduğu
bilgeliğin ışığı ile, sevginin ışığı ile pırıl pırıl parlayacaktır.”
“Güne sevgi ile başlayın. Günü sevgi ile sürdürün. Günü sevgi ile doldurun.
Ve günü sevgi ile bitirin. Tanrı’ya giden yol budur!”
Mrs. Anisha Bordoloi
112-
2009/209
ÜÇÜ BİR ARADA
Güneşli bir gündü. Rüzgâr, ağaçlardan düşmüş olan yaprakları döndürerek oyun
oynuyor, kuşlar da dalların üzerlerine tünemiş bu komik oyunu seyrediyorlardı. Bu
mutluluk içinde park kuş cıvıltıları ve şarkıları ile dolu idi.
Park çok kalabalıktı. Bütün her yer büyüklerle, çocuklarla, kadınlarla ve erkeklerle
dolu idi.
Gölün kenarındaki bir bankta genç bir kız oturuyordu. Yüzünde gülümseme vardı.
Yaşlı bir adam da gelerek genç kızın yanına oturdu. Bir müddet ikisi beraber oturduktan
sonra 15-16 yaşlarında bir oğlan da gelerek güleç yüzlü bu iki kişinin yanlarında oturmak
için izin istedi. Bir süre bu üçü güzel manzaranın keyfini çıkardıktan sonra genç kız söze
başladı,
“Biliyor musunuz ben bugün çok mutluyum.
Uzun zamandan beridir aradığım sorunun cevabını
buldum. Ben insanlara hep haksızlık ediyordum. Onlar
da karşılığında bana hep acı veriyorlardı. Öyle ki ben
artık taşa dönmüştüm. Uzun yıllardan beri kendimi
değiştirmeye çalışıyor ve insanlara nazik davranmaya
çalışıyorum. Kalbimi açmaya ve insanlara yardım
etmeye çalıştım, fakat iyi bir insan olabilmek için yeteri
kadar gayret gösterdiğimden emin değildim. Egomun hala çok yüksek olduğunu
düşünüyordum. Sonra şehirde parkın yanındaki beyaz binada oturan bir bilge işittim.
Bugün onu görmeye geldim ve kendisine, ‘Benim egom çok büyük, öyle değil mi?’ diye
sordum. Bilge bana şöyle cevap verdi,
“Farz edelim ki senin egon 20 metrekarelik bir oda olsun. Eğer ben dört yaşında
bir çocuk olsa idim bu oda bana çok büyük gözükecekti. Fakat ben sarayda yaşayan ve
zamanının çoğunu büyük salonlarda geçiren bir adam olsaydım bu sefer de bu oda bana
çok küçük gözükecekti. Hangisi haklı olacaktı?
Hem küçük çocuk hem de adam aynı odaya bakıyorlar, fakat acaba hangisi haklı?
Aslında her ikisi de kendi düşüncelerinde haklılar, çünkü her ikisi de kendi tecrübeleri ile
yanıt veriyorlar ve yargılarını kendi hayatlarına dayandırıyorlar.
209
Bu yüzden sen kendinin yeterince iyi olup olmadığını başkalarına değil kendi
kalbine sor. Kendi iç sesini dinle! Vicdanın sana hakikati söyleyecektir. Tanrı’ya kendi
içindeki Öz’ü keşfetmek için dua edebilirsin, bu şekilde sevgi içinde yaşayacaksın.”
Söz genç oğlanındı. “Ben de bugün çok
mutluyum” diye söze başladı. “Ben de bugün
aynı bilge hocayı görmeye gittim. Benim
kendimden fedakârlık yaparak insanlara hizmet
etmek için büyük bir gayretim var. Fakat neye
el atsam başarısızlığa uğruyorum. Yıllardan
beri uğraşıyordum ve bunun sebebini
öğrenmek istiyordum. Bugün ben de beyaz
binada oturan bilge kişiyi görmeye ve bu
durumu bir de ona sormaya gittim. Bilge beni
dinledi ve şöyle dedi,
“Senin yaptığın şey bir treni yakalamaya benziyor. Eğer trenin arkasından
koşarsan seni almadan gidebilir. Eğer trenin önünden koşarsan gelip seni ezebilir. Yani
senin trenin içinde olman lazım! Ancak o zaman o tren seni emniyet içinde gideceğin
yere ulaştıracaktır. Benzer şekilde senin durumunda da her şeyin yerli yerinde ve doğru
zamanda yapılması gerekiyor ki davranışların olumlu sonuç verebilsin. Sen şimdi bana
doğru yeri ve zamanı nasıl bilebileceğini soracaksın. Kalbine seslenmen ve içindeki Öz’e
sorman gerekiyor. O Öz sana yol gösterecek ve yardım edecektir.
Sıra yaşlı adamda idi. “Ben de bugün çok mutluyum” diye söze başladı. “Ben de
bugün uzun zamandan beri sorduğum soruya cevabımı aldım. Ben her gün uzun süreler
boyunca dua eder ve tefekkür ederim. Ben bütün malımdan mülkümden vazgeçtim.
Arkadaşlarımı, tanıdıklarımı ve hatta aileden yakınlarımı bile terk ettim.
Tüm vaktimi dua etmeye ve tefekkür etmeye ayırdım, fakat bir türlü kendimi
manevi yolda gidiyor gibi hissedemiyordum. Az gayret ediyorum gibime geliyordu. Ama
belki de Tanrı beni sevmiyor olabilirdi. Ben bu meseleyi bilgeye anlattığımda bana şöyle
açıkladı. Bana güzel bir vazo hayal etmemi söyledi ve şöyle sordu,
“Sana daha henüz gonca halinde çok güzel bir çiçek versem ne yaparsın?”
Ben de onu hemen vazonun içine koyacağımı söyledim.
Bana hayalimde bunu yapmamı ve sonra çiçeğin
tomurcuğuna bakmamı söyledi. Ben düşüncemde çiçeği
vazonun içine yerleştirdim ve açmasını beklemeye
başladım. Çiçek açmak istiyordu, fakat sanki gizli ve
bilinmeyen bir güç onu engelliyor gibiydi. Sonra sanki
düşüncelerimi okurcasına bilge bana şöyle sordu, “Senin
çiçeğin açmasını hangi güç engelliyor acaba?”
Ben biraz endişeli ve üzgün idim, “Bilmiyorum” diye
cevapladım. “Belki de sorun bendedir. Belki ben yeterince
gayret göstermiyorumdur. Ben bu çiçeğin açmasını
engelleyecek kadar kötü bir insan olabilirim.”
210
Bilge bana şöyle dedi, “Hayır, vazoya baksana! Vazonun içinde hiç su yok!”
Ve gerçekten de vazoda su yoktu. Bilge şöyle devam etti, “Çiçeği vazonun
içerisine yerleştirdin, fakat içerisine su koymayı unuttun. Çiçeğin goncası ancak sen içine
su koyduğunda açabilecek. Biz çoğunlukla basit şeyleri çok karmaşık hale getiriyoruz.
Yaşamı sevmemiz ve onun keyfini çıkarmamız gerektiğini unutuyoruz. Hayatta
yollarınızın kesiştiği her insan, bu kişi bir arkadaşınız olabilir, işte meslekdaşınız olabilir,
çocuklar, ebeveynler, komşular ve hatta yolda karşılaştığınız birisi bile olabilir, size İlahi
Varlık tarafından verilmiş ve henüz açmamış bir çiçek gibidir. Sizin tek yapmanız gereken
şey bu çiçeği alarak yaşamanıza, yani vazonun içine yerleştirmeniz ve içine bir miktar su,
yani sevgi koymanızdır. İşte o zaman insanlarla olan tüm ilişkileriniz çiçek açacak ve
Tanrı’nın varlığını yaşamınızın her anında hissedeceksiniz.”
“Bu bilge kişi gerçekten çok akıllı bir adammış” diyerek sözlerini tamamladı.
Genç kız hemen atıldı, “Adam mı? Hayır, bilge bir kadındı. Çok güzel bir
gülümsemesi vardı ve uzun kahverengi saçları ile bana çok benziyordu.”
O sözünü bitirir bitirmez genç oğlan söze girdi, “Hayır canım, neden
bahsediyorsunuz? Bizim bilge ancak benim yaşlarımda idi. Elbiseleri de benimkine çok
benziyordu.”
Yaşlı adam itiraz etti, “Ben belki yaşlı bir adam olabilirim, fakat gözlerim hala iyi
görüyorlar. Bu bilge tertipli ve düzenli yaşlı bir adamdı. Ortak birçok tarafımız vardı. Hatta
onunla aynı kolonyayı bile kullanıyorduk.”
O gün bu üç insan da çok mutlu idiler. Her birisi bilgenin kendisine benzediğini
iddia ediyordu. Peki sizce hangisi haklı idi? Bu soruya bilgenin vereceği cevap da
herhalde şöyle olabilirdi,
“Kalbinizi açın ve içinizde var olan o İlahi Öz’e seslenin; o Öz size doğru cevabı
verecektir. Kendi içinizdeki o Öz’ü bulabilmek için Tanrı’dan yardım isteyin, o zaman
sevgi içinde yaşayacaksınız.”
Bize yol gösteren şöyle güzel bir söz vardır,
“Üstadı takip edin, Şeytanla yüzleşin ve bu Oyunu bitirin!” (‘Follow the
Master, Face the Devil, Fight to the End, and finally Finish the Game.)
Bu yaşam denilen oyunda gerçek üstat/master bizim vicdanımızdır, yani içteki
Öz’ümüzdür. Biz o içteki sese kulak verirsek içimizdeki şeytanlarla, yani öfke, nefret,
kıskançlık, kibir, v.s. gibi negatif yönlerimizle çok kolaylıkla baş edebilir ve onları kesin bir
şekilde yenerek bu oyunu sevinçli bir şekilde terk edebiliriz. Yaşam bir oyundur ve bizim
bu oyundan zevk almamız ve mutlu olmamız gerekmektedir.
211
113-
2009/210
BİLGE VE ÇOCUK
Bir dağ köyünde çok değerli bir bilge yaşıyordu. Ne karısı ne de çocukları vardı.
Yalnız yaşıyordu ve tek yaptığı şey her gün sabah akşam dua etmek ve tefekkür etmekti.
Bu bilge kendisini her şeyden ve herkesten izole etmiş ve kendisini yalnızca hedefine
odaklamıştı. Tanrı’ya yaklaşmak ve deneyimlemek istiyordu. İnsanların onun evine
yaklaşmaları yasaktı.
Köylüler bu aziz kimsenin Tanrı’ya ulaşması durumunda bütün köyün de bu sürur
ve sevgiden payını alabileceğini düşünüyor ve bu yüzden O’nun işini kolaylaştırmak için
onu mümkün olduğu kadar yalnız bırakıyorlar ve ona yardımcı oluyorlardı. Uzun yıllar
boyunca böyle bir mucize olmasını beklediler, ama hiçbir şey gerçekleşmedi.
Köyün dış mahallelerinden birinde ailesi ile birlikte yaşayan bir çoban vardı. Sabah
erkenden koyunlarını otlatmaya götürüyor, hele bazen eve birkaç gün sonra dönüyordu.
Onun yokluğunda ev işleri ile ve çocuklarla eşi ilgileniyordu.
En küçük kızları o yıl ilkbaharda beş yaşına girecekti. Kız doğumgünün
yaklaşmasını dört gözle bekliyordu. Ailesi uzun süreden beri ona doğumgününde vermek
üzere şeker parası biriktiriyordu.
Beklenen gün geldi ve herkes çok seviniyordu. Hatta tabiat bile çok sevinçli idi.
Güneş her zamankinden daha çok parlıyordu, havadaki çiçek kokuları her tarafı
kaplıyordu. Dağlardaki kayalardan çıkan suyun tadı bile değişmiş daha tatlı akıyordu.
Küçük kız güneşin ilk ışıkları ile beraber yatağından
fırladı ve köyün içinde koşuşturmaya ve herkese var
oldukları için teşekkür etmeye başladı.
Koşarak çiçeklere dokunuyor, kuşlara fısıldıyor ve
herkesi kendi doğumgününe davet ediyordu. Kızın neşesi
tüm köyü sarmıştı. Herkes sessiz kalarak bilgeyi rahatsız
etmemeleri gerektiğini unutmuş çocuklarla oyunlar
oynamaya başlamışlardı. Bazıları ise tamamen yaygara
koparıyor, ortalığı velveleye veriyorlardı. O gün köyün
çehresi tamamen değişmiş, heryeri mutluluk kaplamıştı.
Kız herkesi davet ederek en sonunda köyün öbür
tarafına ulaştı. Köyün bu bölgesine daha önce
gelmemişti. Artık biraz daha büyümüş olduğu için köyün
daha önce gidilmedik yerlerine gidebilirdi. Herkesin
kutsal saydığı bölgeye girdi ve bilgenin evine geldi.
Küçük kız ellerini çırptı ve “Hurray! Hurray!” diye
212
bağırmaya başladı. Evde yaşayanları doğum günü kutlamasına davet edebilmek için
kapıyı açarak içeriye girmeye çalıştı. Fakat kapının kulbu çok ağırdı ve açılmıyordu.
Küçük kızın gücü yetmemişti. O sırada küçük kız bu evde oturanları zaten davet etmiş
olabileceğini düşündü. Belki de bu evde oturanlar şu anda annesinin ve babasının
yaşadığı eve gitmişlerdi. Bu şekilde düşünerek neşe içinde eve doğru yola çıktı. Eve
yaklaştığında çok sayıda kimsenin evlerinin önünde toplandıklarını gördü. Çocuklar
saklambaç oynuyorlar, büyükler de ondan bundan konuşarak gülüşüyorlardı.
Küçük kızın anne ve babası utanmış görünüyorlardı, çünkü bu kadar kalabalığa ikram
edecekleri fazla bir şeyleri yoktu.
Küçük kız eve geldiğinde çocukları gıdıklamaya ve şaka yapmaya başladı.
Büyüklere de geldikleri için teşekkür ediyordu. Evinin kenarında büyüyen yasemin
çiçeğinin çalısını ve yapraklarını öptü. Bahçedeki köpeklerle, kedilerle ve babasının
koyunları ile ilgilendi.
Herkese zaman ayırıyor ve herkesle yakından ilgileniyordu. Herkesi öperek
geldikleri ve orada oldukları için teşekkür ediyordu. Herkesin içini sevinç ve mutluluk
kaplamıştı. Bu sevinç dalgası köyün sokakları boyunca yayıldı ve her evin içini
kaplamaya başladı. İlahi Aydınlanmayı bekleyen bilge kişinin evine gelerek onu da sarıp
sarmaladı. Bilge mecburen ayağa kalktı. Bütün emeği boşa gitmişti. Bu kadar uzun
yıllardan beri kutsanmak ve rahmete kavuşmak için beklemişti. Hedef bu kadar yakın iken
birisi bunu bir anda bozuvermişti işte.
Bilge evden dışarıya fırlayarak neşeli kahkahaların ve sevinçli çığlıkların geldiği
yere doğru seğirtti. Köylüleri ikaz ederek bu saçma sapan şamatayı durdurmalarını
isteyecekti. Belki o zaman yine sessizliğe ve Tanrı’ya kavuşabilirdi. Köyün sokakları
içinden geçerken hiçbir yeri tanıyamadığını fark etti. En son buralardan geçtiğinde
yalnızca birkaç kulübe vardı. Her yerden mantar gibi evler bitmişti. Kahverengi, beyaz,
kırmızı renkli evler! Evlerinin kenarlarında büyümekte olan çalılar vardı.
Pencerelerin kenarlarındaki saksılarda büyümekte olan envai çeşit çiçekler vardı.
Aziz kişi sevinç ve gürültünün kaynaklandığı yere ulaştığında çok şaşırdı. Bu
köyde daha önce hiç görmediği kadar çok sayıda insan çoluk çocuk evin bahçesinde
toplanmışlardı.
Daha yakına geldiğinde neşenin kaynağını buldu. Bahçenin ortasında saçları
güneş içinde küçük bir kız herkese gülücükler atarak büyük bir mutluluk içinde
dolaşıyordu. Küçük kız bilgeyi görünce ona doğru geldi ve onun elini tutmaya çalıştı.
Bilge soğuk bir şekilde ona, “Buraya neden geldiğimi biliyor musun? Ben bu köyde
yıllardan beri huzura kavuşmak ve süruru deneyimlemek için dua edip tefekkür
yapıyorum ve sen gelerek bunu bir anda yok ediyorsun!”
Küçük kız bilgeye gülümseyerek cevap verdi, “Ama efendim sizin çabalarınız hiç
boşuna gitmemiş ki! Bakın sizin yakınınızda olmak için gelip bu köye yerleşmiş ve mutlu
olmuş o kadar çok insan var ki! Siz bu mucizenin koşullarını hazırlamışsınız. Ben
yalnızca mucizenin gerçekleşmesini sağlayan en son tetiği çekmişim!”
213
Bilge afallamıştı! Söyleyecek söz bulamadığı gibi ayakta durmakta zorlanıyordu.
Yere oturdu ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Küçük kız da onun yanına yere oturdu,
ona sarılıp kucakladı ve ona bir şarkı mırıldanmaya başladı. Sonra bilgenin yüzünü o
küçük avuçlarının içine aldı ve sessizce şöyle dedi, “Haydi gelin siz de eğlenceye katılın!
Etrafınıza bakının! Siz yaşlı ve bilge bir kişi ve ben küçük bir kız! Biz beraber büyük bir
mucize yarattık, beraberce herkese o kadar büyük mutluluk ve huzur verdik ki!”
O anda bilge İlahi Aydınlamaya kavuşabilmesi için kendisinde eksik olan şeyin ne
olduğunu anladı. Onda eksik olan şey basit, saf ve çocuksu bir mutluluk idi!
Biz çoğunlukla huzur gibi, ilahilik gibi, mutluluk, hakikat ve sürur gibi şeyleri
zekamız ile, zihnimiz ile anlayamaya ve kavramaya çalışıyoruz. Aslında işleri biraz
oluruna bıraksak ve çevremizdeki iyi şeyleri kendimize doğru cezbederek onları içimize
çeksek bunları deneyimlemek hiç de öyle zor olmayacaktır.
114-
2009/211
YALNIZCA BİR ELMA DEĞİL
Hepimiz yaşamlarımızda belirli dönemlerde hayal
kırıklıkları ile karşılaşmadık mı? Yaşam sizin yüzünüze kapıyı
kapadığı zaman hiç şaşkınlık yaşamadınız mı? Yaşam denilen bu
yolculukta hiç “Neden ben?” diye sormadınız mı?
Teniste üç kez Grand Slam ödülünü kazanmış olan ünlü
tenisçi Arthur Ashe aynı zamanda çok iyi bir insandı. Hiçbir suçu
yokken kendisine AIDS hastalığını verdiği için Tanrı’yı hiç
suçlamadı. Sabrı ile, alçakgönüllülüğü ile ve anlayışı sayesinde iyi
şeylere olan inancı hiçbir zaman sarsılmadı. Bu konuda şöyle bir sözü vardı:
“Eğer ben başıma gelen kötü şeyler için ‘Tanrım, neden ben?’ diye
sorsaydım, o zaman yaşamım boyunca başıma gelen bütün iyi şeyler için de
Tanrı’ya dönerek ‘Tanrım, neden ben?’ diye sormak zorunda kalırdım.’
Aşağıda bu konuda güzel bir hikâye vardır.
Küçük kız mahallede çok sayıda insanın uzun bir
kuyruk oluşturmuş olduğunu ve beklediklerini gördü.
Mahalleye gelen koca bir tırdan bir çadırın içine sandık
sandık elmalar indiriliyor ve sıraya girenlere çadırın
içinden elma dağıtılıyordu. Katie de sıraya girdi ve
beklemeye başladı. Elmadan bir kere olsun ısırarak
tatmak istiyordu. Uzun süre bekledikten sonra kendisine
kırmızı bir elma uzatıldı. Küçük avucunu uzatarak elmayı
tutmaya çalıştı. Ancak elmayı tutamadan elinden kaydı ve
214
yere düşerek parçalandı. Katie feryat ederek ağlamaya başladı. Ağlaması durmuyor ve
teskin edilemiyordu. Herkese yalnızca bir elma verilmesi kararlaştırıldığı halde elmayı
dağıtan kişi Katie’ye başka bir elma daha vermeye razı oldu, ancak sıraya yeniden
girerek tekrar beklemesi gerekecekti. Ancak tabi bu arada da elma almak için sıraya
girenlerin sayısı daha da artmış ve kuyruk iyice uzamıştı. Katie’nin ihtiyacı olan şey sabır
ve çok miktarda sabır idi.
Bir süre daha beklemenin eve eli boş gitmekten daha iyi olduğunu düşünen küçük
kız gidip tekrar sıranın en sonuna girdi. Saatlerce bekledi ve bu sefer fırsatı kaçırmak
istemiyordu. Artık ayakları ağrımaya başlamıştı ama kız kararlıydı. Kuyrukta beklerken
çevredekilerle arkadaşlıklar kurdu ve hatta birbirlerine telefon numaralarını bile verdiler.
En sonunda sıra tekrar Katie’ye geldi. Bu sefer elmayı daha sıkı kavrayacak ve
yere düşmesine izin vermeyecekti. Kendisini o an için konsantre ederek avucunu açtı ve
ikinci meyvanın kendisine verilmesini bekledi. Elmayı dağıtan bilge küçük kıza dönerek,
“Sevgili küçük kız, ilk seferinde elma ellerinden kayıp yere nasıl düştü, biliyor musun?”
diye sordu. “Çünkü ben öyle olmasını istedim ve mahsus ellerinden aşağıya kaymasını
sağladım. Sen çok güzel bir kızsın, herkese yani arkadaşlarına ve ailene çok iyi
davranıyorsun. Bu yüzden de şöyle sulu ve tadı çok güzel bir elmayı hak etmiştin. Benim
sana vermek üzere elime aldığım elma ise içten çürümüş bir elma idi. Bu yüzden bu
oyunu ben tezgâhladım. İşte burada tam sana göre güzel bir elma var! Bunu afiyetle ye
ve mutlu ol! Biliyor musun, bu elma bizim çiftlikte yetiştirdiğimiz elmaların en güzelidir.
Haydi, şimdi git ve güzel bir gün geçir bakalım!”
Bu hikâye bizim durumumuza ne kadar benziyor öyle değil mi? Biz ne beklersek
Yüce Yaratıcı’dan bekliyoruz ve O’ndan istiyoruz. O’nun bizim adımıza en iyi seçimi
yapması bizim için en güzeli ve en hayırlısı değil mi? O bize vermek için en uygun
zamanı kolluyor. Bazen en iyisini, bazen kötü olanı ve bazen de çirkin olanını bize
veriyor. Deneyimleyeceğimiz gecikmelere ve hayal kırıklıklarına O karar veriyor. Bu
kâinat, O’nun kâinatı ve bizler O’nun sevgisinin ve İradesinin birer parçalarıyız. Bizim tek
yapmamız gereken şey inancımızı muhafaza etmek, sabretmek ve azim sahibi olarak vaz
geçmemektir.
Bir hasta hastaneye gidip tedavi olduğu zaman ona orada acı ilaç içirirler. Hasta
acı ilacı içmek istemez ve orada verdikleri yemekleri tatsız tuzsuz bularak kendisine
ziyarete gelenlerden lezzetli yiyecekler getirmelerini ister. Hâlbuki yapılan herşey kendi
iyiliği içindir. Ancak o şekilde iyileşebilecektir. Yüce Varlık da bize en çok gerekli olan şeyi
bizden çok daha iyi bilir ve bize gerekli olanı bize verir. Şöyle bir güzel benzetme
yapılmıştır. Tanrı kendisine dua edenlere şöyle seslenmiştir, “Bana dua ederek Benden
çok çeşitli şeyler istiyorsunuz. Benim kalbim tereyağı gibidir, sizin yaptığınız duanın
sıcaklığı ile eriyevir. Ben siz Benden ne isterseniz vermek zorunda kalırım. Bakın dikkat
edin sonra veririm ha!”
Büyük bir bilge bize şöyle güzel bir şekilde seslenmiştir.
”Sabır ve azim kitaplardan öğrenilemez, satın da alınamaz. Azimli olmayı
öğrenmenin tek yolu, belirli koşullar altında iken yani zor bir durumda iken manevi
uygulamalara sıkı sıkıya bağlı kalmaktır. Ancak siz bir şekilde imtihan edilirken,
problemlerle, sıkıntılarla ve üzüntülerle boğuşurken sizin içinizde sabretmek ve
azmetmek gibi özellikler gelişebilir.
215
İnsanın içinde çok çeşitli zayıflıklar vardır ve belli koşullar altında bu
zayıflıklar kendilerini öfke, korku, kibir/gurur/ kendini beğenme veya nefret olarak
ortaya çıkarırlar. İşte bu koşullar altında azimli olmayı ve bu zayıflıklara karşı
koymayı öğrenmeniz gerekmektedir. Eğer azimli olmayı beceremezsiniz o zaman
yaşamanızda elde edeceğiniz şey huzursuzluk ve mutsuzluk olacaktır. Sabır ve
azim sahibi olmazsanız yanlış ve hatta şeytani yollara bile sapabilirsiniz. İşte bu
yüzden kendinizi yanlış ve kötü şeyleri yapmaktan alıkoymayı mutlaka
öğrenmelisiniz.”
Katie çok şanslı idi ve biz de çok şanslıyız. Biz her zaman olabileceğin bizim için en
iyisi ile karşılaşırız. Şunu her zaman aklınızda tutun ki Yüce Yaratıcı kendi mükemmel
tarzı ile bize bazı olayları yaşatır veya yaşatmaz.
115-
2009/212
HER İKİ YARIM DA AYNI OLDUĞU ZAMAN
Bir zamanlar İsrail’de iyi kalpli karısı olan çok dürüst bir adam yaşıyordu. Adam bir
gece rüyasında çok ilginç bir rüya gördü. Rüyasında bir melek kendisine bir teklifte
bulunuyordu. Kendisine belli bir ömür süresinin bulunduğunu söyledi. Ama eğer isterse
bu sürenin yarısını refah içinde başarılı olarak, diğer
yarısını ise bazı zorluklarla ve sıkıntılarla fakirlik içinde
yaşamayı seçme şansı olduğunu söyledi.
Kendisine hangi kısmı önce yaşamak istediği
soruluyor ve seçim yapması isteniyordu. Adam rüyasında
bu soruyu cevaplamak biraz zamana ihtiyacı olduğunu
söyledi. Karısına danışmak istiyordu. Önemli konularda
hiç bir zaman eşine danışmadan karar vermezdi. Melek
kendisine ertesi gece gelip cevabı alacağını söyledi.
Adam uyandığında rüyasını eşine anlattı. Karısı çok mantıklı ve zeki bir kadındı
Kendisine refah ve başarı içindeki yarıyı önce yaşamak istemesini söyledi.
Ertesi gece yine melek adama rüyasında
gözüktüğünde adamın kararı hazırdı. Refah sahibi
olmak için birinci yarıyı tercih ettiğini söyledi. Melek
kendisine dileğinin yerine getirileceğini söyleyerek
ayrıldı.
Çok ilginç bir şekilde adamın yaşamı yavaş
yavaş değişmeye başladı. İşleri epey yolunda
gitmeye başladı. Artık çok para kazanıyordu. Çok sayıda arkadaşı ve sağlıklı güzel bir
yaşamı vardı. Karısı kendisine şöyle akıl verdi, “Artık senin akrabalarına ve çevrendeki
yoksul insanlara yardım etmen gerekiyor. Onlara yapabildiğin kadar çok iyilik yapman
lazım! Bu kadar çok mal mülkü ne yapacağız? Tanrı zor durumda olan insanlara yardım
216
edenleri sever. Gel şu pahalı halıyı komşumuza verelim, şu altın
kupaları da arkadaşlarına dağıtalım.”
Adam karısının sözünü dinleyerek cömert bağışlarda
bulunmaya başladı. Maddi zenginliklerini ihtiyacı olanlara
vermeye başladı. Verdikçe daha çok kazanıyordu. Karısının ve
kendisinin sağlığı çok iyi durumdaydı ve bu şekilde çok rahat ve
sıkıntısız bir yaşam sürüyorlardı. Bu şekilde yaşamlarının
yarısını yaşamışlardı ki bir gece adam gece uykusunda yine o
tuhaf rüyayı gördü.
Melek kendisine Allah’ın kendisinden çok hoşnut olduğunu söyledi. Adamın acı
çekmekte olan insanlara karşı yaptığı cömertliği gördüğünü anlattı. Adama yardım
istemek için yaklaşan hiç kimse eli boş dönmemişti. Adam bütün bunları duymaktan ötürü
çok mutlu olmuştu ama biraz sonra ne geleceğini de çok merak ediyordu.
Melek adama şöyle dedi, “Yaptığın iyi davranışlardan dolayı ve Allah’ın sana
verdiği hediyeleri başkaları ile paylaştığın için Allah seni yaşamının ikinci yarısını da refah
içinde geçirmek üzere kutsadı.”
Eğer yaşamlarımızı dikkatle incelersek hepimize birçok şeyin bahşedildiğini
gözlemleyebiliriz. Bunlar için Tanrı’ya daima şükretmeliyiz.
Serinletici bir rüzgâr sizce yeteri kadar büyük bir hediye değil midir? Ya insanı
rahatlatıcı ay ışığı veya eşsiz bir gün doğuşu? Soğuk bir günde insanın içini ısıtan güneş
ışığına ve kupkuru toprağa yağan rahmet şeklindeki yağmura ne dersiniz?
Uzun süren mutlu bir yaşamın sırrı Tanrı’nın bize verdiği bu mükemmel hediyeleri
takdir etmek ve onlardan mümkün olduğu kadar iyi bir şekilde, O’nun bizden beklediği
şekilde yararlanmaktır.
Şöyle güzel bir söz vardır,
“Geçmiş geçmişte kalmıştır. Geçmişi unutun! Gelecek ise belirsizdir. Siz
şimdide yaşayın, çünkü şu an her zaman ve her yerde hazır ve nazır olandır.”
Bu sözün önemi şuradan bellidir, Yaşam ağacımızın gelecekte nasıl bir şekil
alacağı şimdiye bağlıdır. Ve yaşadığımız şu an ise geçmişte ekilen tohumların
sonucudur. Bu yüzden en önemli şey şu an ne yaptığımızdır.
Yaşadığımız anı fedakârlıklarla ve sevgi ile kutsallaştırırsak o zaman gelecek
bizim için çok hoş ve güzel olacaktır.
East And West hikâyesinden uyarlanmıştır.
Haziran 2009
217
116-
2009/213
BOŞ KİTAP
Bir adam Tanrı ile ilgili bilgi almak ve O’nu daha iyi
tanımak istiyordu. Kendisinin Hristiyan bir âlim olan bir tanıdığı
vardı. Ona giderek dileğini anlattı. Âlim ona ertesi gün gelerek
kendisini kiliseye götüreceğini ve orada kendisine Tanrı’yı
anlatacağını ve hakkında bilgi vereceğini söyledi. Tanrı’yı
kilisede bulabileceğine söz verdi.
Profesörün evinden çıkınca bu sefer yolda Müslüman bir
arkadaşına rastladı. O da dini konularda çok bilgili idi. Aynı şeyi
kendisine söyleyince Müslüman arkadaşı kendisine ertesi gün
gelip kendisini camiye dua etmeye götüreceğini söyledi ve O da
orada Tanrı’yı bulacağına garanti verdi.
Evine doğru yaklaşırken ilerideki Hindu tapınağının başrahine rastladı. Aynı soruyu
kendisine sorunca rahip de ertesi gün tapınağa gelmesini, kesinlikle orada Tanrı’yı
bulacağını söyledi.
Adamın kafası iyice karışmıştı ama Tanrı’yı arayıp bulma arzusu da artmış, artık
yanıp tutuşma boyutuna geçmişti.
“Yarın bu misafirler geldiğinde acaba hangisi ile
gitmeliyim?” diye düşündü. Hangisini seçerse Tanrı’yı
bulabileceğini merak ediyordu. Gece olduğunda yatağına
yattı ama bir türlü uyku tutmadı. Yatakta sağa sola dönüp
durdu ama kime inanacağını ve kimle gitmesi gerektiğini bir
türlü bulamıyordu. Sabaha doğru yorgunluktan uykuya yenik
düştü ve güzel bir rüya görmeye
başladı.
Adam rüyasında yeşil bir
çayırda
yürüdüğünü
gördü.
Çocukluğunu geçirdiği yerde de
böyle güzel bir çayır vardı ve
orada otların ve çiçeklerin içinde
yuvarlanırdı. Yürürken karşıdan
kendisine doğru yaklaşmakta olan
birisini gördü. Bu bir melekti.
Aklını kurcalayan soruyu ona da sordu. “Ben Tanrı
hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ben acaba O’nu nerede
bulabilirim?” diye sordu.
218
“Sen Tanrı’yı arayıp bulamazsın, çünkü O seni hiçbir zaman terk etmedi ki?”
cevabını aldı. Adam itiraz etti, “Hayır, hayır ama benim O’nu bulmam lazım. Yarın önce
kiliseye gidip O’nu orada aramaya çalışacağım.”
“Gidebilirsin tabi ama O’nu orada bulamayacaksın, çünkü
‘O’ daima seninle zaten! Sen de bunu biliyorsun” diye cevabını
aldı.
Adam devam etti, “Pekâlâ madem kilisede bulamıyorum,
o zaman yarın camiye gidip O’na yaklaşmaya çalışacağım.”
Melek şöyle yanıtladı, “Sen ne Tanrı’ya yaklaşabilirsin, ne de
Tanrı’dan uzaklaşabilirsin. Sen her dem O’nunla berabersin
zaten!”
Adam itiraz etmeye devam ediyordu, “Ama bu nasıl
mümkün olabilir? Ben O’nun hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
Bari yarın Hindu tapınağına gideyim de O’nu orada arayayım. Belki orada O’na dua edip
O’na ibadet edebilirim.
Melek gülümsedi ve şöyle dedi, “Sen aynı boş bir kitaba benziyorsun. Kitabında
tek bir söz dahi yazmıyor. Kiliseye gidersen orada senin defterine Tanrı hakkında kendi
hikâyelerini anlatacaklar. Camiye gidersen onlar da kendi hikâyelerini söyleyeceklerdir.
Hinduların da defterine yazmak için çok şey bulacağına eminim.
Fakat inan bana bu kitabı sen kendin doldurabilirsin. Bu boş olan kitaba Tanrı
hakkında kendi hikâyeni yazabilirsin. Şu anda boş sayfaları olan kalın bir kitabın var.
Eğer bana izin verirsen senin bu kitabı yazmana yardımcı olabilirim.“
Adam, “Evet lütfen bana yol gösterir misin?” diye sordu.
Melek adama kalın ciltli bir boş kitap verdi. Adam sayfaları çevirince hepsinin en
üst satırında aynı sözün yazılı olduğunu gördü. “Tanrı Bir’dir ve ‘O’ heryerde hazır ve
nazırdır.”
Melek şöyle devam etti,
“Her zaman Tanrı’nın yardımını iste ve bu boş kitaba benzeyen yaşamının
bundan sonraki her gününe bu şekilde başla. Bu sayfaları Sevgi ile, Hakikat ile,
Dürüstlük ile, Huzur ve Şiddetten Kaçınma ile doldur. İşte o zaman O’nun hakkında
yazdığın her hikâye doğru olacaktır. Bahsettiğin o âlimlerin sana söylediklerinin
hepsi doğrudur ve hepsi aynı Yüce Varlığı tarif etmektedirler. Hepsinin O’nun
hakkında söyledikleri şu ortak temel İnsani Değerlere dayanmaktadır. Hakikat,
Doğru Davranış, İç Huzur, Sevgi ve Şiddetten Kaçınma! Bunu sakın unutma!”
219
117-
2009/214
ONLARIN ÜZÜNTÜLERİ İLE ÜZÜLMEK
B. K. Misra
Ekilen Merhamet Tohumlarını Biçmek
Babaanne tabağından bir miktar pirinç pilavı aldı ve ona ikram ederek şöyle dedi,
“Aha, sen de aynı bana benziyorsun.” Siyah bir karga bir ayağının üzerinde sekerek
yakına geldi, gagasını uzatarak pirinç parçasını aldı ve uçarak uzaklaştı.
15 yaşındaki çocuk evin penceresinden bakarken bu sahneyi gördü. Güneşli bir
öğle vakti idi. Bu olay onda belirgin bir fark yaratmadı. Ama bir kere tohum ekilmişti işte.
Babaannesinin kargayı beslediğini gören torunu mesajı almış, tohum içerisinde
büyümeye başlamıştı. Elli yıl sonra bu çocuğun kendisi dede olduğunda kendisi tohum
ekiyordu.
Okuduğu İnsani Değerler Eğitimi Okulunda gördüğü eğitim sonrası dünyanın
kurtuluşunu, gördüğü o görünüşte hiç de önemli olmayan sahnede bulmaya başlamıştı.
Bu gerçekten önemsiz bir olay mıydı?
Torun yıllar sonra şöyle anlatıyor, “Benim babaannem birkaç ay önce fena halde
yere düşmüş ve sol bacağını sakatlamıştı. 70 yaşın üzerinde olduğu için bacağı bir daha
iyileşmedi. Yaşamının geri kalanını sakat bir sol bacak ile yaşamaya mahkûmdu. Ayağı
bükülmüyordu. Kendisine destek olmak için baston kullanıyor, yere oturduğunda da
bacağını uzatarak oturmak zorunda kalıyordu. Ancak dudaklarından bir kez olsun şikâyet
kelimeleri çıkmadı. Tanrı’ya dua
ederek kendi acısının azaltılması
için dua ettiğini asla işitmedim.
Ama bir şeyler yemek için gelen
o karganın ayağını iyileştirmesi
için Tanrı’ya dua ettiğini çok kez
duydum.
Başkasının Acısını Hissetmek
O sene kış bastırmıştı ve babaannem yaşlı ve zayıf olduğu için çok üşüyordu.
Babam ona çok kalın ve güzel bir battaniye aldı. Babaannem çok sevinmişti. Bir sabah
babaannem sabah erkenden kalktı ve ateşin yakılmasını rica etti. Soğuktan dişleri
titriyordu. Annem ateşi yakınca babaannem hemen ateşin yanına oturarak ısınmaya
çalıştı. Annem de onun yatağını yapmak için onun yattığı odaya gitti. Ancak yatağın
üzerinde battaniye yoktu. Her yere bakındı, ama battaniyeyi bulamadı. Salona geri geldi
ve babaanneme battaniyenin nerede olduğunu sordu.
220
“Herhalde bir yerlere düşmüştür, bilmiyorum” şeklinde kayıtsızca babaannem yanıt
verdi.
Annem devam ederek sordu, “Hayır, ben odanın her tarafına baktım. Siz o
battaniyeyi dün gece kullanmadınız mı?”
Bir insan merhamet denizine bir kere battığı zaman, aynı denize
kavuştuğunda kendi kişiliğini yitiren bir nehir gibi kendisini kaybeder. O artık
başka bir insan olmuştur. Merhametli bir insan kendisini diğer yaşayan tüm canlılar
ile aynı görür ve bir tutar. Merhamet insanı şiddetten kaçınmaya, anlayışlı olmaya,
uzlaşmaya, sabırlı olmaya, hoşgörülü olmaya, sevgiye, maddi eşyalara bağlı
olmamaya ve fedakârlığa götürür. Merhamet insanı, insan yapar, İlahi Niteliklere
sahip bir insan!”
Babaannemin hikâyesi ortaya çıkmıştı. Bir önceki gün hava kararırken pencerenin
önünde üzerinde doğru dürüst bir elbisesi bile olmayan dilenci bir kadın görmüştü. Kendi
kendine şöyle düşündü, “Gece dışarıda uyurken kimbilir ne kadar çok üşüyordur? Benim
üzerimde en azından bir çatı var. Ama onun hiçbir şeyi yok!”
Bundan sonra babaannem dilenciyi pencereye doğru çağırmış, ona battaniyeyi
uzatmış ve kendisine ailesinden kimse görmeden hemen oradan uzaklaşmasını
söylemişti. Kadıncağız sessiz bir şekilde göşyaşları dökerek oradan kaçıp gitmişti. Bunu
anlatırken babaannemin de yüzünde sevinç gözyaşları vardı.
Sizce bu da önemsiz bir olay mı? Size şunu söyleyeyim, big bang(büyük patlama)
sayesinde bu kâinat başlamış ve galaksiler kurulmuştur, bu sessiz gözyaşları sayesinde
de bizim ruhlarımız inşa edilmektedir. Ve maalesef bizlerin kalplerimizde yeteri kadar
merhamet olmadığı için de çok sayıda insan gözyaşları dökmektedirler.
Başkalarının Sevincini Paylaşmak
Yıllar önce şöyle bir söz duymuştum,
“Başkalarının üzüntüsünü hissetmeye çalışmak, onların mutlulukları ile
mutlu olmaktan daha kolaydır. Ama insanların çoğu maalesef daha henüz ilk
aşamayı bile beceremiyorlar.”
Bir seferinde köylere giderek çeşitli
hizmet programlarına katılan gruptan bir
öğrenciye nasıl bir deneyim yaşadığını
sormuştum. Bana, “Ben başkalarına mutluluk
vermenin beni de bu kadar çok mutlu
edeceğini hiç düşünmemiştim. Biz, yiyecek,
kıyafet, oyuncak, kitaplar, defter, kalem,
ayakkabı, v.s. dağıtıyoruz. O basit insanların
yüzlerinde aldıkları bu küçük şeylerden sonra gördüğüm şükran ve mutluluk duygusu
içinde öğlenleyin yemek yemeyi bile unutuyorum” şeklinde cevap verdi.
O insanların kederleri ve üzüntüleri ile hüzünleniyor, ama aynı zamanda onlar
sevindikleri zaman da mutlu oluyordu. Hatta bu arada kendi açlığını bile unutuyordu.
221
Babaannemle bu 12.sınıf lise son
öğrencisinin paylaştığı ortak bir duygu vardı.
Kendilerini
karşılarındaki
kişilerle
özdeşleştirebiliyorlardı. Bir seferinde bir karga
ile, bir başkasında bir insan ile!
İşte bunun sebebi Merhamet’dir. Bir
kargaya veya bir insana duyulan merhamet
bu duyguyu hissesen insanın üzerinde aynı
etkiyi bırakır – kendisini unutur. Bu durum da
bize tüm yaşamın BİR olduğunu ve Yüce Yaratıcı’nın her şeyi BİR yarattığını
göstermiyor mu?
Merhamet Yaratılıştaki BİR’liğin En Büyük Kanıtıdır
Bu yüzden bizi bu en güzel yolculuğa, yani içimizdeki saflığa doğru manevi bir
yolculuğa çıkaran şey merhamet yolu değil midir?
Benim babaannem battaniyesini diğer kadına verdiği zaman şöyle düşünmedi, “Bu
benim battaniyem, bunu bana benim oğlum ben üşümeyeyim diye aldı” Tam tersine
olabildiği kadar basitçe şöyle düşündü, “Bu kadının soğuktan korunmak için bu
battaniyeye benden daha çok ihtiyacı var. Bu yüzden ben bunu ona vermeliyim!”
Merhamet bu şekilde “ben” duygusunu genişletir ve kendisine ne gelirse gelsin, o şeye
kendisinden daha az sahip olanla o şeyi paylaşmaya götürür. Biyolojide
osmosis(geçişim) olayı vardır. Nüfuz etmek, bir şeyin içinden geçerek bir yere nüfuz
etmek/sızmak demektir. İşte merhamet de aynı şekilde manevi bir osmosis şeklinde
kendisini gösterir ve her yere sızar.
Bizim okulda öğrendiğimiz bir şiir vardı.
Akşamları evde otururken babaannem okuma yazması olmadığı için bizlerden o
şiiri okumamızı isterdi. Bu çok acıklı bir şiirdi ve ailesinin tek çocuğu olan bir kızın gelin
olduktan sonra birlikte yaşamak üzere kocasının ailesinin evine giderken bindiği geminin
denizde kaza geçirip batması sonucu ölümünü hüzünlü bir dille anlatıyordu. Babaannem
bu şiiri gözleri kapalı vaziyette dinler ve her seferinde ağlardı. Wordswoth’un şu
aşağıdaki şiirine ne dersiniz?
Solitary Reaper - “Yalnızlık Biçen”
Bana bu kadının hangi şarkıyı söylediğini anlatacak
kimse yok mu?
Belki hüzünlü bir olayı anlatmaktadır.
Eskiden yaşanmış mutsuz bir olayı.
Yoksa öyle sıradan bir şarkı mıdır?
Günlük yaşamdan bir şeyi anlatan
Basit bir derdi, kaybı veya acıyı,
Yaşanmış veya tekrar yaşananak olan?
222
Eğer bu şiiri beğendi iseniz Wordsworth’un size söylediğini yapınız,
“Ya bu noktada durunuz veya nazik bir şekilde devam ediniz!”
Paylaşmanın ve Vermenin İlahi Yolu
Fakat ne aldığım İnsani Değerler Eğitimi, ne
de babaannem bize devam etmek için fırsat
vermezdi. O, her akşam kendisine okumamızı
istediği şiiri bir sefer olsun okumayı reddetsek bize
hemen aldığımız eğitimin hiçbir şeye yaramadığını,
boşuna okula gittiğimizi söylerdi. Bizim kalplerimize
şu söz derin bir şekilde nakşedilmiştir. “Eğitilmiş
bir insan mutlaka ama mutlaka merhamet ile
dolu olmalıdır”
İnsanlara hizmet etmek için yapılmış bu program aslında bir “Merhameti
Genişletme ve Büyütme” programı idi.
Bizler çevremizdeki insanların acılarına ve çektikleri zorluklara gözlerimizi
kapatıyoruz. O kadar kibirli ve gururluyuz ki, onları görmezden geliyoruz. Nazikçe onların
yanlarından geçip gidiyoruz. Hâlbuki bizlere vicdanımızın ve bu dünyadaki bütün bilge
kişilerin yapmamızı söyledikleri şey o anda orada durmamız ve onların acılarını ve
üzüntülerini hissetmeye çalışmamız ve onların döktükleri gözyaşlarını paylaşmamızdır.
İnsanlara merhametin hatırlatılması ve nasıl merhametli olabileceğinin öğretilebilmesi için
ihtiyacı olan başka insanlara hizmet edebilecekleri projeler ve programlar geliştirilmelidir.
Merhamet egomuzun keskin köşelerini köreltmemize yaradığı için daha iyi dua
etmemizi sağlayabilir. Eğer empati geliştirebilirsek, yani kendimizi karşımızdaki kişinin
yerine koyabilirsek, acıma ve şefkat duygularımız egonun kendilerini lekemesine izin
vermeyecektir. Onların duygularını anlayabilecek ve sempati duyabileceğiz.
Yine babaannemin yaşamından başka bir anı hatırladım. O zamanlar yaşadığımız
bölgede çok sayıda sinek vardı. Bu 50 yıldan daha uzun bir zaman önce idi ve en
korkulan hastalıklardan biri de sıtma idi. Benim babam da sıtmaya yakalanarak
hastalanmıştı. Ateşi 42 derecenin altına inmiyordu. Kendisine yüksek dozda kinin verildiği
halde değişen bir şey olmamıştı. Bu durum bir hafta boyunca devam etti. Bir gün
babamın ateşi artık 43oC’ye dayanınca babaannem işi ele aldı. Doğruca babamın yattığı
odaya gitti, doktoru dışarıya çıkardı, babamın alnına
ağaç köklerinden ve fesleğen yapraklarından
hazırladığı bir miktar çamur koydu ve bir yandan dua
ederek babamın başucunda oturmaya başladı.
Babaannem sabaha karşı babamın yanından
ayrılırken babamın ateşi 40’ın altına düşmüştü. Bir
hafta içinde de iyice iyileşmişti.
Benim babaannem en ufak bir rahatsızlığı
olmadan ‘nazik bir şekilde’ öldü. O yaşadığı sürece
biz onun tatlılığını, canayakınlığını, güleryüzünü,
Tulasi – Fesleğen
223
nezaketini, yumuşaklığını, insanlığını ve ilahi merhametini yeteri kadar gözlemleyemedik,
çünkü ‘zamanımız’ yoktu. Her çocuk ve genç gibi oyunlarla ve bize göre önemli ama
aslında boş şeylerle meşgul oluyorduk. Tanrı bu adına yaşam denilen zamanı bize O’nun
güzelliğini bir gülümsemede, güzel bir çiçekte, küçük bir çocukta, merhamet dolu bir
davranışta v.s. bulalım diye vermiştir. Şöyle güzel bir söz vardır,
“Eğer ruhunu ve karakterini kaybedeceksen dünyalar senin olsa ne olur?”
118-
2009/215
KÖTÜ İYİDİR - BAD IS GOOD
Bir zamanlar çok değerli seçkin ve yüksek
şahsiyetli bir adam yaşıyordu. Bu adam çok değerli
birisi idi ve sakin mizacı ve karakteri ile tanınıyordu. Bu
adamın kendisine hizmet eden bir yardımcısı vardı ve
bu yardımcı da adamın tam tersi idi. Son derece ters
davranıyordu. Adamın evde verdiği hizmet o kadar
kötü ve şeytani hilelerle dolu idi ki, yardımcının bu aksi
karakteri evdeki herkese sirayet etmekte idi. Bağlı
olduğu efendisine yardımda ve hizmette hiç kusur
etmiyordu ama birisini ölürken görse ona bir yudum su bile vermezdi.
Maalesef bu hizmetkârın bu kötü karakteri yıllar boyu daima aynı kalarak sürüp
gitti. Ne telkinler ve nasihatlar, ne azarlamalar ve ne de kötek işe yaramıyor, hizmetkârın
huylarını değiştiremiyor ve onu adam edemiyordu. Ünlü ve saygın adamın evi bu yüzden
daima karışıklık, düzensizlik ve huzursuzluk içinde idi. Bazen hizmetkâr yollara çöpler
döküyor, bazen de tavukları kuyuya atıyordu.
Adamın bu mutsuz huy ve mizacı adamın yüzünden belli oluyordu. Hiçbir işi doğru
dürüst beceremiyordu. Saygın kişinin komşusu durumu fark ederek kendisine sordu, “Bu
uşağı nesini beğeniyorsun da onu burada tutuyorsun? Adamın davranışları felaket, hiçbir
konuda yeteneği yok ve üstelik bir de çok çirkin bir adam! Böyle kural tanımayan bir
üçkâğıtçıyı/düzenbazı uşak olarak tutmanın ve kendini böyle sıkıntıya sokmanın sana
hiçbir faydası yok. Eğer hizmetkârdan memnun değilsen sana mahalleden başka bir uşak
bulabilirim. Yenisinin daha iyi bir karakteri ve daha iyi bir çalışması olacağını garanti
edebilirim. Bu çalışan köleyi de hemen götürüp köle pazarında sat! Sana ne teklif
ederlerse kaçırmadan sat, çünkü o ancak buna layıktır.”
İyi karakterli seçkin adam gülümsedi ve şöyle
dedi, “
“Benim hizmetkâr kölemin karakterleri kötüdür
doğru. Ancak benim uşağımın huyları kötü olduğu halde
onun sayesinde benim karakterim değişti. Ben onun
davranışlarına tahammül edebilmeyi öğrendiğim için
224
herhangi bir başka kişinin de bana olan kötü ve kaba davranışlarına katlanabilir hale
geldim. Ayrıva onun hatalarını başkalarına açık ederek onu rencide etmek hiç de insanlık
ile bağdaşmaz. Ayrıca onun verdiği sıkıntılara benim katlanmam ve bir başkasını bu
eziyetten kurtarmam daha iyi değil mi?
Bu seçkin ve yüksek karakterli adamın bu cevaba yansıyan dayanma gücü, azmi
ve altın kalpliliği, herkese verilen bir ders niteliğindedir. Yaşam bizi birçok arzu edilmeyen
durumların içine sokar. Fakat bu acı veren durumu hoş ve tatlı bir hale getirmek ve bu
durumdan en büyük dersi çıkartabilmemiz için bu fırsatı kendi kusurlarımızı ve
eksikliklerimizi ortadan kaldırmamız gereklidir.
Bu hiç de kolay bir yol değildir, fakat kesinlikle sıkıntıya girmenin sonu selamettir.
Çünkü hoşgörü, sabır ve azim sahibi olmak en başta bize zehir gibi gözükse de eğer bu
durum bizim mizacımıza ve davranışlarımıza yerleşirse sonu balözü gibi olacaktır.
Bize büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Sizin sahip olduğunuz sevgiyi saflaştırmanız gerekmektedir. Bunu
yapabilmek için hoşgörü sahibi olmanız, büyük bir sabır sahibi olmanız ve her
koşul altında kendinizi sınırlandırarak kendinize hâkim olmanız gerekmektedir. Bu
da size zarar verse bile karşınızdaki kişiye iyi davranmanız ve iyilikleri onunla
paylaşmanızı gerektirir. Bu dünyada edinip edinebileceğiniz en yüksek nitelik, en
yüksek karakter bu hoşgörülü ve merhametli olma, müsamahalı davranma ve
sabretme niteliğidir. Bu hoşgörülü olarak kendisini bir şey yapmaktan alıkoyma
hali Hakikat’e eşdeğerdir ve Doğru Davranışın kalbidir. Hoşgörü, uygulamaya
döküldüğünde Şiddetten Kaçınma olur. Sabır ve hoşgörü gerçek manası ile insanı
kendi halinden hoşnutluğa ve merhamete götürür. Ayrıca dünyada herkesin içinde
de mevcuttur ve dışarıya çıkarılmayı beklemektedir. Yalnızca siz sabır ve
hoşgörüyü geliştirdiğiniz zaman Tanrı’nın sizden olmasını istediği bir insan
olacaksınız.”
119-
2010/216
SEVGİYİ KİM ANLAYABİLİR?
Mutluluk, mutsuzluk, sevgi, v.s. gibi duygular
bir adada hep birlikte yaşıyorlardı. Bir gün adanın
okyanusta batacağı bilgisi geldi. Bütün duygular
daha emniyetli bir yere ulaşmak için sandallarına
binerek adadan ayrılmaya hazırlandılar.
Adada kalmaya devam eden yalnızca sevgi
225
oldu. İçinde yaşadığı bu cennet gibi yeri son anına kadar korumak istiyordu. Ada artık
tam olarak sulara gömülmekte iken sevgi artık ayrılmanın vaktinin geldiğini düşündü.
Kendisini kurtarmaya gelecek birisini aradı. O sırada Zenginlik/Refah büyük bir
gemide geçiyordu. Sevgi sordu, “Sevgili Zenginlik ben gemiye senin yanına gelebilir
miyim?”
Zenginlik şöyle cevap verdi, “Çok üzgünüm, teknede çok sayıda altın ve gümüşüm
var ve maalesef gemide hiç kimseye yer yok!”
Sevgi bunun üzerine Kibir’den yardım istemeye karar verdi. Kibir o sırada çok
güzel bir gemide geçiyordu. Yüksek sesle seslendi, “Sevgili Kibir, lütfen bana yardım
eder misin?”
Kibir, “Ben sana yardım edemem” diye yanıtladı. “Sen çok ıslaksın ve benim bu
güzel teknemi kirletirsin!”
Sevgi bu sırada Mutsuzluk’u geçerken gördü ve sordu, “Sevgili Mutsuzluk, seninle
gelmeme izin verir misin?” Mutsuzluk hemen cevap verdi, “Sevgili Sevgi, çok üzgünüm
ama ben yalnız olmak istiyorum.”
Sonraki sesleniş Mutluluk’a idi. Sevgi bir umutla seslendi, “Sevgili Mutluluk, beni
de yanına alır mısın?” Fakat Mutluluk o kadar sevinç ve neşe içerisinde idi ki, onu
duymadı bile!
Bunun üzerine Sevgi artık umudunu yitirerek ağlamaya başladı. Tam o sırada bir
ses duydu, “Haydi gel Sevgi, benimle gelebilirisin!” Bu seslenen çok yaşlı biri idi. Sevgi
kurtulduğuna o kadar çok sevinmişti ki kendisini kurtaran bu yaşlı adamın kim olduğunu
sormayı unuttu. Karaya ulaştıklarında yaşlı adam kendi yoluna gitti. Sevgi bu yaşlı kişiye
ne kadar borçlu olduğunu düşünüyordu.
Sevgi sonra Bilgi’yi arayıp buldu ve ona bu yaşlı adamın kim olduğunu sordu. Bilgi,
“Onun adı Zaman’dır” dedi. Sevgi sordu, “Hiçkimse bana yardım etmezken neden
Zaman beni kurtarmaya geldi?” Bilgi gülümsedi ve büyük bir samimiyet ve bilgelikle
şöyle cevapladı, “Çünkü yalnızca Zaman, Sevgi’nin ne kadar büyük ve önemli
olduğunu anlayabilir?”
Bizim
sahip
olduğumuz
sevgiyi
gerçek
anlamı
ile
Tanrı’dan
başkası
anlayamayacaktır. Fakat bunun için de sabırlı olmamız gerekecektir. Çünkü Tanrı bizim
226
Sevgimize karşılık vermek için en uygun zamanı bekleyecektir, çünkü Tanrı Sevgi’den
başka bir şey değildir.
120-
2010/217
GÜZEL BİR KALBİ İNŞA ETMEK
Genç bir adam gençliğin verdiği bütün ihtişam ile şehirde birçok insanın toplanmış
olduğu bir meydana gelerek onlara seslendi, “Benim kalbime bakar mısınız? Bu kalp bu
vadideki en güzel kalp değil mi?”
Kalabalık, genç adamın karizmasından, güzelliğinden ve cesur sözlerinden
etkilenmişti. Genç adamın kalbi gerçekten de hayran olunacak gibiydi. Kalbinde tek bir
leke bile yoktu. Aynı fikirde olduklarını beyan etmek için başlarını salladılar, bu kalp
hakikaten bugüne kadar gördükleri en güzel kalp idi.
Genç adam kendini beğenmişlik denizinde yüzüyordu. Herkes onun kişiliğini ve
özellikle de kalbini övdüğü için çok heyecanlanmıştı. Sesini daha da yükselterek şöyle
dedi, “Sevgili halkım! Siz bütün bu bölgedeki en güzel
insana bakmaktasınız!” Kalabalık coşkulu bir biçimde onu
alkışladı ve tezahürat yaptı. Yalnızca yaşlı bir adam
alkışlamamıştı.
Bu yaşlı ve sırtı hafifçe kamburlaşmış beyefendi
büyük bir dinginlik ve vakur ile genç adamın yanına geldi
ve şöyle dedi, “Senin kalbin benim kalbim kadar güzel
değil!”
Bunu söyleyince kalabalık kahkahalarla gülmeye başladılar, çünkü yaşlı adamın
kalbi epey yaşlı gözüküyordu. Şüphesiz çok kuvvetli atıyordu, fakat her tarafı yara bere
içerisinde idi. Bazı bölümleri kopmuş ve oralara başka şeyler yapıştırılmış gibiydi. Bu
yamalar yerlerine uymuyorlardı ve kalbin
dışarısında çok sayıda çentikli köşe vardı.
Aslında kalbin bazı yerleri ıskarpelayla oyularak
çıkartılmış gibi idi ve bazı yerleri eksikti. Bu
görülmesi çok acınaklı olan bir sahne idi ve bu
kalp genç adamın o güzel kalbinin yanında çok
acınası duruyordu.
Kalabalık topluluğun içinden bazıları bu
yaşlı adamın deli olabileceğini düşündüler,
çünkü gerçekten bu genç ve güzel kalbi, yaşlı
adamın kalbi ile karşılaştırmanın imkânı yoktu.
227
Genç adam alaycı bir şekilde güldü ve şöyle dedi, “Sevgili Büyükbaba! Biliyorum sen
şaka yapıyorsun! Şu benim kalbime bir baksana ne kadar mükemmel!”
Yaşlı adam nazikçe cevap verdi, “Evet sevgili oğlum, haklısın senin kalbin çok
güzel bir kalp, fakat ben kalbimi asla seninki ile değiştirmem.” Etrafta bulunan herkes bu
söz üzerine meraklanmış ve etraf sessizliğe bürünmüştü. Tam bir sessizlik olduğunda
yaşlı adam yumuşak bir ses tonu ile sözlerine devam etti, “Görüyorsun işte benim
kalbimdeki her yara izi, benim kendisine sevgimi vermiş olduğum birisini gösteriyor. Ben
kalbimden bir parçayı onlara veriyorum. Onların bana kendi kalplerinden verdikleri
parçalar da benim kalbimdeki o boş bölgeye oturuyor. Fakat değiştirilen parçalar birbirleri
ile aynı olmadıkları için bazı çentikli köşeler meydana gelebiliyor. Fakat ben o yara izlerini
seviyorum ve hatta onlarsız ne yapardım bilmiyorum, çünkü o izler bana paylaşmış
olduğum sevgileri anımsatmaktalar.”
Yaşlı adam kısa bir süre durdu ve sonra gülümseyerek devam etti. “Biliyorsun,
bazı zamanlarda da ben karşımdakine kalbimden bir parça verdiğim halde onlar bana
geriye hiçbir şey vermediler. Bu yüzden oralar böyle boş ve çentikli kaldı. Sevgi vermek
riske girmektir. Bazen karşılığında hiçbir şey alamayabilirsin. Bu derin oyuklar bana acı
verecek şekilde açıktırlar ve bana daima bu insanlar için duyduğum sevgiyi
hatırlatmaktalar. Umarım bir gün geri gelerek o boşluğu kapatırlar.”
Sonra genç adama bakışlarını çevirerek ciddi bir şekilde sordu, “Şimdi gerçek
güzelliği, sevginin güzelliğini görebiliyor musun sevgili genç adam?”
O sırada genç adamın kibiri yanağından aşağıya süzülen yaşlarla birlikte akıp
gidiyordu. Bu yaşlı ve bilge öğretmenin kendisine verdiği ders onun gururunu kırmış ve
boynunu bükmüştü. Yaşlı adama doğru yürüdü ve onun önünde durdu. Sonra da o
mükemmel kalbine doğru uzanarak ondan bir parça kopardı ve titreyen ellerle ve yaşlı
gözlerle onu yaşlı adama doğru uzattı.
Yaşlı adam kendisine sunulan bağışı kabul etti ve onu kalbinin bir köşesine
yerleştirdi. Ve sonra da kendi yaşlı ve yaralı kalbinden bir parça alarak genç adamın
kalbindeki yaranın üzerine koydu. Mükemmel ve tam aynı şekilde olmasa da yerine
oturdu.
Bundan sonra genç adam kalbine baktığında artık mükemmel olmadığını gördü.
Fakat hiç de üzgün değildi. Daha önceki gibi mükemmel bir şekilde olmamasına rağmen
kalbi şimdi çok daha güzeldi, çünkü şimdi yaşlı adamın sevgisi onun içine akmıştı.
Kendisini daha bütün hissediyordu.
Sonra bu iki adam kucaklaştılar ve yolun kenarında beraberce yürümeye
başladılar. Kalabalık sessizce kenara doğru çekilerek bu ikisine yol açtılar. Çok büyük ve
derin anlamları olan bir ders almışlardı. Herkes kendi kalbinin durumunu düşünmeye ve
onu nasıl daha güzel bir hale getirebileceğini düşünmeye başladı.
İnsanın kalbi ona kalp diyebilmek için merhamet ile dolu olmalıdır. Aslında bir kalp,
bir merhamet denizi olmalıdır. Eğer kalbimiz var diyorsak bunu küçük büyük şefkat
gösterileri ile sevecen davranışlar ile ispat etmeliyiz. Çünkü eğer bunu yaparsak o zaman
verdiğimiz sevginin karşımızdakine faydası olup olmadığına bakmaksızın öyle mutlu
olacağız ki bu mutluluk ve sevinç dünyada başka hiçbir şeyden elde edilemez.
228
121-
2010/218
GÜÇLÜKLER, HASTALIKLAR VE İLAHİ İRADE
Küçük bir çiftlikte çok özel bir yeteneği olan bir adam yaşıyordu. Daha çocukken
bile kendisinden yardım isteyen insanların hastalıklarını iyileştirebiliyordu.
Gençliğinde tıbba ve şifa veren bitkilere merak saldı. Özellikle eski kadim
dönemlere uzanan çok sayıda tıp kitabı okudu ve bilgisini artırdı. Hem fiziksel ve hem de
ruhsal/ psikolojik tedavileri öğrendi.
Günler
geçtikçe
şifa
bulmak
ve
hastalıklardan kurtulmak için kendisine gelen insan
sayısı çok arttı. Genç doktorun ünü tüm bölgeye
yayıldı. Öyle bir gün geldi ki, insanlar ona
gözükmek ve ondan tavsiye ve ilaç alabilmek için
günlerce sırada beklemek durumunda kalıyorlardı.
Hiç kimse en ufak bir şekilde şikâyet etmiyordu.
Doktorun bahçesinde günler ve geceler boyu
bekliyorlar, ama en ufak bir şekilde söylenmiyorlardı.
Doktor sabırla ve görev aşkı ile her gün hastalarını görüp onları tedavi etmeye
devam ediyordu. Çocukları, yaşlıları, erkekleri, kadınları, her kesimden insanı tedavi
ediyordu. Kendisine şifa için gelenleri tedavi etme aşkı o kadar güçlü idi ki her geçen gün
kapısındaki kuyruğa giren insan sayısı daha da artıyordu.
Bu iyi kalpli doktor gelen herkese yardım etmek istiyordu ama evi çok küçüktü ve
maalesef günler yalnızca 24 saatti. Kendi kendisine, “Bu zavallı insanların hepsine birden
yardımcı olabilmem için bir çare olmalı?” diye düşündü ve dua etmeye başladı. Sevgili
Tanrım, bana yaptığın yardımlara ve kutsamalarına binlerce kez teşekkür ediyorum.
Bana yetenek verdin, beni bilgi ile donattın. Ancak bu dünyada acıdan, hastalıklardan ve
talihsizliklerden muzdarip o kadar çok insan var ki! Bu insanların sayısı çok ve ben
yalnızım. Ben bu hastalara daha iyi ve daha rahat bakabilmek ve onlarla ilgilenebilmek
için bir hastaneye ihtiyacım var. Lütfen bana bir hastane yapmamda yardım eder misin?”
Ertesi gün doktor kendisine gelen bir ilhamla hastane inşaatına başladı. Günün
yarısında hastane inşaatında çalışıyor, geriye kalan yarısında da insanları tedavi etmeye
ve onlara şifa vermeye devam ediyordu. Geceleri ancak birkaç saat uyku uyuyabiliyor ve
gün boyunca kendisi artık iyice yorulana dek hasta bakmaya devam ediyordu.
Böylece hem inşaat hem de tedavi hizmeti aynı anda ama yavaş ilerliyordu. Doktor
bu kez tekrar yardım istemek için duaya başladı. “Allahım, bana verdiğin bilgilere ve her
türlü kabiliyete sonsuz şükranlarımı sunuyorum. Fakat her gün yapmam gereken o kadar
önemli işler var ki! Hastalara bakmaktan hastane inşaatı ile yeteri kadar ilgilenemiyorum.
Sen her şeye kadirsin! Lütfen bana ve bahçemde beklemekte olan bu kadar insana acı
ve bu gece bu hastane inşaatının bu gece bitmiş olmasını sağla!”
229
O gece doktor rüyasında büyük bir ışık gördü ve şu sesi işitti, “Sevgili Doktor, Ben
seni çok seviyorum. Senin kalbin de, niyetlerin de çok temiz! Ben senin istediğini yerine
getireceğim, fakat önce bir şey bilmen gerekiyor. Şu anda sana hastane inşaatında
yardım etmek üzere 100 adam gönderiyorum. Şu anda yoldalar ve sabahleyin oraya
ulaşacaklar. Bu yüz kişiden bir kısmı bu kutsal görevde yer aldıktan sonra ailelerinin
yanına dönecekler ve baba olacaklar. Bunun için yıllardan beri yanıp tutuşuyorlar.
Bunlardan diğer bir kısmı hayatlarında sürekli olarak itilip kakılmış, dövülmüş ve
aşağılanmış olan insanlar. Bunlar evlerine döndükten sonra yeniden arkadaşlığa, birlikte
çalışmanın güzelliğine ve biribirine güven duyma
duygusuna kavuşacaklar.
Yine bu insanlardan bazıları bu inşaatta
çalışırlarken müstakbel eşleri ile tanışacaklar.
Bugüne
kadar
hep
ailevi
değerleri
önemsemeden yaşadılar ve bu yüzden üstlerine
aldıkları bu günahlar yüzünden uzun sürelerden
beri kendilerine uygun bir eş bulamamışlardı.
Sana inşaatta yardım edecek kişilerden
yine büyük bir kısmı da sahip oldukları amansız hastalıklardan kurtulacaklar. Bu
hastalıklar onların kaderlerinde vardı ama şimdi onlardan tamamen kurtulup iyileşecekler.
Yine sana yardıma gelen bu insanlardan bir bölümü de hastanede seninle beraber
çalışmaya başlayacak ve insan bedeni ve ruhu hakkında senden çok şeyler
öğrenecekler. Bu şekilde hayatları değişecek ve senin güvenilir yardımcıların olacaklar.
Yani anlayacağın bu yüz kişi yalnızca kendi yaşamlarını değiştirmeyecek, aynı
zamanda onların aileleri, arkadaşları ve hastaların da hayatları değişecek.
Ben seni çok seviyorum ve bana tek bir söz
söylemen yeterli. Benden bu binayı bu gece içinde
yapmamı istiyorsan yaparım. Yapayım mı?”
Adam bu rüyanın etkisi ile uykusundan
uyandı ve ayağa fırladı. Başını öne eğerek oturdu
ve kendi kendine şöyle dedi, “Bana verdiğin bu
ders için Sana çok teşekkür ederim Allahım! Artık
şunu çok iyi biliyorum ki insanları tedavi etmek için
bir hastane değil, bir yaşam gerekiyor. Benim şimdi hemen işe koyulmam gerekiyor.
Bana gönderdiğin 100 kişiyi karşılamam için hazırlık yapmam lazım!”
Doktor bu dünyada her şeyin bir yeri ve zamanı olduğunu anlamıştı. Başarıya
ulaşmak isteyen kişiler uygun zamanı kararlı bir şekilde bekleyerek sabretmeli ve
kendilerine fırsat verilecek ana hazırlanmalıdırlar. Herkesin zamanı gelecektir.
Büyük bir bilge bize şöyle söylemiştir,
“Mutlu olabilmek için en güzel yol, başınıza ne gelirse gelsin onun sizin
başınıza gelebilecek için en iyi şey olduğuna inanmanızdır.”
230
Her bir acının bir “Son Tüketim Tarihi” vardır ve aynı şey zevkler ve keyifli
anlar için de geçerlidir. Fakat eğer biz yaşamımızın her bir anını Tanrı’ya teslim
edersek ve yaşamımızda yaşadığımız her bir anı O’nun bize bahşettiği bir hediye
olarak ele alırsak umutsuzluk, çaresizlik ve endişe duyguları bizim hiç tatmadığımız
ve bu yüzden de hiç bilmediğimiz duygular olarak kalacaklardır. Her gün
yaşamımızda meydana gelen mucizelere şahit olmaya başlayacağız, bazıları çok
basit ve tatlı, bazıları da insanın aklını uçuracak ve ağzını açık bırakacak cinsten
mucizeler. Haydi gelin hep beraber dizginleri O’na teslim edelim!
Rita Ivanova, Letonya
122-
2010/219
MISIR EKEN ÇİFTÇİ
Bu dünyanın güzelliği iyilikte yatar ve siz eğer o iyiliği ararsanız onu dünyanın her
bir köşesinde bulabilirsiniz. Güzel hikâyeler ve masallar, bu güzel dünyanın her bir
köşesinde güzel insanların yaptıkları güzel davranışları anlatırlar ve bizlere ilham vererek
örnek oluştururlar.
Bir ülkede ülkenin en iyi ve en büyük mısırlarını yetiştirmekle ünlü bir şehir ve bu
şehirde de girdiği her mısır yetiştirme yarışmasını kazanan Aleks adında bir çiftçi vardı.
İnsanlar her yıl yapılan panayırda büyük ödülü onun kazanmasını en iyi tohumlara sahip
olmasına bağlıyorlardı.
Panayıra katılan herkes onun başarısının sırrını
merak ediyor, ama bir türlü ona sorma cesaretini
bulamıyorlardı.
Onun
bunun
cevabını
kendilerine
söylemeyeceğini, çünkü hiç kimsenin ülkenin en iyi çiftçisi
olarak seçilme ve birinci olma şansını tehlikeye
atmayacağını düşünüyorlardı.
Fakat ilginç olan şey Aleks çok sevecen bir insandı
ve komşularına ve arkadaşlarına yardım etmeyi çok severdi.
Herkes tarafından cömertliği ve yardımseverliği ile tanınırdı,
bu konuda ün yapmıştı. Bu kadar çok başarılar kazanmasına rağmen diğer arkadaşlarına
karşı soğuk, ilgisiz, kendini beğenmiş ve bencil bir çiftçi hiç değildi.
Bir sene panayıra bir gazeteci geldi. Gazeteci artık bu sene başka birisinin en iyi
çiftçi seçileceğini umuyordu. Ama tabi hiç kimsenin şaşırmadığı şekilde Aleks o sene yine
birinci seçildi.
Gazeteci gelip kendisi ile röportaj yaptı: “Efendim, artık bize bu en iyi mısırları nasıl
yetiştirdiğinize ait sırrınızı anlatma zamanı geldi mi, ne dersiniz?”
231
Aleks daha cevabı vermeden alçak gönüllü bir şekilde gülümsemeye başladı.
Şöyle yanıtladı, “Bunun sırrı benim mısır tohumlarımı komşularım ile paylaşmış
olmamdır.”
“Gerçekten mi? Şaka mı yapıyorsunuz efendim?” diye gazeteci sormaya devam
etti.
Çiftçi şöyle yanıtladı, “Hayır tabii ki, neden şaka yapayım ki? Herhalde siz çapraz
tohumlama diye bir şey biliyorsunuz. Rüzgâr iyi kaliteli mısır tohumlarının polenlerini
benim komşularımın mısır tarlalarına doğru savurur ve tabii ki onların tohumlarını da
benim mısır tarlama doğru savurur ve bu şekilde çapraz tohumlama denilen şey
gerçekleşir. Düşünebiliyor musunuz ya eğer rüzgâr benim komşularımın tarlalarından
benim tarlama doğru kötü kaliteli mısır tohum polenlerini getirmiş olsaydı, ben ne
yapardım? Bütün gayretlerim ve bu kadar sıkı çalışmam boşa gitmez miydi? Paramı ve
zamanımı boşa harcamış olmaz mıydım? Sonuç ne olurdu? Bütün şehirde kalitesiz mısır
yetişmiş olurdu.
Benim komşularım ile paylaştığım kaliteli tohumlar hepimizin birbirimizden
faydalanmamıza yol açmaktadır ve bu sayede ben en kaliteli ve en iyi mısırı yetirmiş
oluyorum. Paylaşmanın sonucunda mucizevî şeyler gerçekleşebilir, sevgili arkadaşım.
Umarım bugün çok faydalı bir şey öğrenmişsinizdir.”
Gazeteci çiftçiden böyle bir açıklama beklemiyordu.
Aleks devam etti, “Bir adadaki gibi yalnız yaşayarak
başarılı olamazsınız. Siz uzanıp başkasına yardım edersiniz,
desteklersiniz ve bunun size misli ile geri dönüşü olur.”
Eğer içimizden birisi bir insanın tek başına gayreti ile
başarıya ulaşabileceğini düşünüyorsa çok yanılıyordur. En
tepeye ulaşıldığı zaman genellikle bize yol boyunca bilerek
veya bilmeden yardım etmiş ve başarımızda katkısı olan
ailemizi, komşularımızı, arkadaşlarımızı, genel olarak
toplumda beraber yaşadığımız kişileri unuturuz. Bize küçük,
büyük her türlü başarımızda birçok yoldan yardımcı olan içinde yaşadığımız toplumdur.
Ancak yetenekli ve başarılı insanların çoğu bir koza içerisinde yaşamayı çok
severler. Kesinlikle kendi kendilerine başardıklarını ve bu yüzden de topluma ve
başkalarına karşı hiçbir yükümlülükleri ve sorumlulukları olmadıklarını düşünürler. İşte bu
düşünce bugün modern toplumun karşı karşıya olduğu ve acı veren problemlerin
hepsinin sebebidir.
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Bugün dünyadaki bütün problemlerin kökünde bencillik yatmaktadır.
İnsanlar yalnızca kendilerinin ve kendi ailelerinin refahını düşünmekteler. Dünyanın
geri kalanı kendilerini hiç ilgilendirmemektedir. Hâlbuki şu iyice idrak edilmelidir ki
her bir bireyin refahı ve rahatı, toplumun, ülkenin ve hatta dünyanın refahına ve
rahatına bağlıdır. Ancak maalesef ve ne yazık ki eğitilmiş insanların arasında
232
bencillik ve dar görüşlülük, köylerde yaşayan insanlara göre çok daha fazla ve
yaygındır.”
İşte bu yüzden bizler şöyle düşünmeliyiz. Biz şu anda olduğumuz yerde ve
olduğumuz kişi isek bunu bir yerlerde bizim için fedakârlık yapmış ve hatta hayatlarını
vermiş olan başkalarına borçluyuz. Bizler bunu bilerek alçakgönüllü olmalı ve önümüze
çıkan her bir fırsatı başkalarının yaşamlarına mutluluk katmak için değerlendirmeliyiz. Bu
da aynı duvara çarpan bir top gibi bize geri dönecek ve bizim yaşamlarımızı mutluluk ile
dolduracaktır. Biz asla bu oyunun yenilen ve kaybeden tarafı değiliz, bu yaşam oyunu bir
kazan-kazan senaryosu ile yazılmıştır.
“Mutluluğun peşinden koşmayın, mutluluğu yakalayamazsınız! Siz başka
insanları mutlu etmeye çalışın, mutluluk koşarak size gelecektir.”
123-
2010/220
TANRI NEREDEDİR
Bu dünyadaki insanların hepsinin zihnini kurcalayan soru budur, “Tanrım
neredesin?” Seni aradığımız zaman nerede bulabiliriz?”
Bir köyde yaşayan bir adam Tanrı’yı nasıl ve
nerede bulabileceğini merak ediyordu. Okuduğu
hiçbir kitap, seyahat ettiği hiçbir yer, konuştuğu
hiçbir bilge kendisine bu konuda yardımcı
olamamıştı. Bu şekilde aradan yıllar geçti.
Soğuk bir kış sabahında adam, yaşlı bir
kadını ateş yakmaya çalışırken gördü. Kadın odun kütüklerini bir araya getiriyor ve ateşin
parlak ve sıcak olmasını sağlamaya çalışıyordu. Ancak ateşin olduğu yerde kül de vardı.
Bir yerden sonra kül ateşin parlaklığını yitirmesine ve sönmesine yol açıyordu. Kadın külü
karıştırarak kenara aldığı zaman ateş yine parlak bir şekilde yanmaya devam ediyordu.
Adam şöyle düşündü, “Hmm, ateş odunu küle dönüştürdüğü halde yine de canlı bir
şekilde yanmaya devam ediyor.”
Ertesi gün adam yürüyüşe çıktı ve epey bir mesafe gittikten sonra yoruldu ve bitkin
düştü. Bir ağacın altında oturup gölgede dinlenmeye başladı. Bu sırada Güneş tepede
olanca sıcaklığı ile parlamaya devam ediyordu. Adam güneşe hitap ederek sordu, “Ey
Güneş, sen bu dünyaya en tepeden bakıyorsun. Herhalde sen Tanrı’nın nerede olduğunu
biliyorsundur, bana da söyler misin?”
233
Güneş çok oyunbazdı. Kısa süreliğine de olsa
oradan geçen bir bulutun arkasına saklandı ve
saklambaç oynamak istedi. Bulut geçip gidince güneş
olanca haşmetiyle ben buradayım dercesine yine
ortaya çıktı. Adam cevabını yine alamamıştı. Bir of
çekerek kısa bir dinlenmeden sonra ayağa kalktı ve
yoluna devam etti. Biraz yol aldıktan sonra bir gölün
kenarına geldi. Gölün üzeri yemyeşil ve kalın bir yosun tabakası ile kaplanmıştı. Köy
halkı gölün kenarına toplanmış beraberce çalışarak gölün yüzeyindeki su yosunlarını
temizlemeye çalışıyorlardı. Adam merak içinde onlara
seslenerek sordu, “Arkadaşlar gölün üzerine bu
yosun tabakasını kim koyuyor olabilir, biliyor musunuz
acaba?” Köylüler hep beraber cevap verdiler
,”Hiçkimse efendim! Gölün suyu bunu arada bir
kendisi yapıyor. Sebebini bilmiyoruz. Ama yosunları
temizleyince tekrar temiz suyu görebiliyorsun!”
Adamın kafasında bir şimşek çakmıştı. Düşünmeye başladı, “Bu yosun tabakası o
kadar kalın ki altında suyu göremiyorsun. Ama aynı şey biraz önce güneş için de geçerli
idi. Güneş, ısısı ile suyu buharlaştırıyor ve o su bulut oluşturarak güneşin önünü
kapatıyor ve onu görünmez hale getiriyor. Ayrıca aynı şey ateş için de geçerli. Sen ateşi
yakıyorsun ve kül elde ediyorsun. O kül de ateşin üzerini örterek onu görünmez hale
getiriyor. Külü kenara aldığın zaman ateşi tekrar görebiliyorsun. Su, ateş ve güneş; hepsi
de oradalar, yerlerinden ayrılmadılar, şekillerini değiştirmediler. Tek yapılması gereken
üstteki yosun tabakasını uzaklaştırmak, külü kenara almak ve bulutların geçmesini
beklemekten başka bir şey değil. Ee o zaman aynı şey Tanrı ile de geçerli olmalı! Tanrı
dünyayı yarattı ve dünya tarafından da üzeri bir battaniye gibi örtülmüş olmalı. Şimdi
anlıyorum, benim tek yapmam gereken şey battaniyeyi kaldırmak! İşte bu kadar basit!”
Tanrı’yı aramaya çalışmak samanlıkta iğne aramaktan bin kat daha zordur.
Tanrı yaratılmış olan her canlının içerisinde mevcuttur ve onu yaşatan da O’dur.
Tanrı bizim Öz’ümüzdür ve ruhumuzu bir güneş gibi, yani karanlık bir odaya dolan
güneş ışığının her bir noktayı aydınlatması gibi bizi aydınlatmak için beklemektedir.
İçimizdeki o İlahi Öz’ü keşfedebilirsek, O’nu aramaya gerek kalmayacaktır.
Yaşam, yani Life için ne derler biliyor musunuz, Life = Look Inside For
Everything. (Ne ararsanız içeride arayınız)
234
124-
2010/222
GÖRÜNMEYEN ELLER
Bill çok iyi ve dikkatli bir çömlekçi idi. Bütün çevrede
onun çamur ile yaptığı usta işi eserler konuşuluyordu.
Onun tarafından şekildirilen çömlekler çok kaliteli idi.
İçlerinde pişirilen yemeklere çok özel bir aroma/koku
veriyorlardı. O çömleklerin içlerinde saklanan yemekler çok
uzun süre taze kalıyor, bozulmuyordu. Bill’in yaptığı
çömleklerin içine ekilen çiçekler de daha sağlıklı ve daha güzel
oluyorlardı.
Bu mucizeleri gözlemleyen insanlar damutlaka Bill’in
yaptığı çömleklerden satın almak istiyorlardı.
Bill’e bu çömlekleri neyin bu kadar özel yaptığını, bunları nasıl bu kadar güzel
yaptığı sorulunca da Bill omuz silkerek çömlekleri yapmada hiçbir sırrının olmadığını
söylüyordu. Tek yaptığı şey kilden bir parça yapmaya başlamadan önce dua etmekti.
Bir çömlekçinin işi erken saatlerde başlar. O sırada çoğu insan hala
yataklarındadır. Bill gülerek şöyle söylemektedir, “Ben çok erken saatlerde kalkıp işe
başlıyorum ve dua ediyorum. O zamanlarda herkes yatakta olduğundan Tanrı’nın
benimle ilgilenmek için daha çok zamanı oluyor!”
Bill’in beş yaşında bir oğlu vardı. Babası ona güne dua ile başlamayı ve günü dua
ile bitirmeyi öğretmeye çalışıyordu. Çocuk öyle aşılanmıştı ki bir şey yapmaya
başlamadan önce daima önce dua ediyordu. Bu şekilde yapacağı işte problem
yaşamadan işin rahat bir şekilde sonuçlanacağına inanıyordu.
Bir sabah oğlan sabah erken saatte uyandı. Oğlan atelyenin kapısında belirdiğinde
Bill çoktan tezgâhının başında çalışmaya başlamıştı bile. Oğlan uykulu ve yalınayak idi.
Uzun ve beyaz bir gece elbisesi giyiyordu.
Babası ona, “Günaydın güzel oğlum!” diye seslendi. “Sabah duanı yaptın mı?”
Küçük oğlan gözlerini ovuşturarak “Hayır henüz yapmadım” dedi. “Neden her
sabah kalkar kalkmaz ve her akşam yatarken ve bir işe başlarken dua etmek
zorundayım?”
Bill tezgâhta çalışırken oğluna sakin bir sesle seslendi, “Gel bak buraya sana
neden bunu yapman gerektiğini göstereceğim.” Oğlan koşarak gidip babasının kucağına
oturdu. Babası bir parça çamur aldı ve tekerleğin üzerine koydu ve oğluna sordu, “Oğlum
bak bu çamur parçasını görüyor musun?” Küçük çocuk, “Evet baba” diye cevapladı.
235
Babası devam etti, “Çamur enerjidir. Tanrı’nın bize vermiş olduğu yaşama benzer.
Doğduğumuz zaman herkesin eline bir parça çamur verildi ve herkese o çamur ile ne
yapmak istiyorsa yapmakta özgür olduğu söylendi.” “Evet” diye oğlan cevap verdi.
Bir kişi bu çamurdan çok güzel bir vazo yapabilir. Bir başkası bir şarap testisi veya
bir küllük yapmayı isteyebilir. Bu basit çamur parçasından binlerce değişik şey
yapabilirsin. Sevgili oğlum, sen bu çamur parçası ile ne yapmayı düşünüyorsun?”
Küçük çocuk heyecanla yanıtladı, “Ben güzel bir vazo yapmak istiyorum.” Babası,
“Peki o zaman al bu çamur parçasını ve bir vazo yap
bakalım” dedi. Oğlan babasının yerine oturarak sağ
ayağını uzattı ve üstteki tekerleği çevirmeye başladı.
Tekerlek çok ağırdı ve ancak yavaş yavaş dönmeye
başladı. Oğlan ellerini önce suya soktu ve sonra da
çamura sokarak çamuru şekillendirmeye başladı.
Babasının yaptığının aynısını yapmaya çalışıyordu. Fakat
tekerlek olması gerekenden daha yavaş dönüyordu ve
çamur parçası çocuğunun parmakları arasında sıkışıp
kalıyordu. Vazoyu şekillendirememişti. Çocuk ikinci kez,
üçüncü kez ve hatta dördüncü kez denedikten sonra umutsuzluğa kapıldı. Hayal
kırıklığına uğrayarak babasına sarıldı ve ağlamaya başladı.
Ağlayıp sızlanıyordu, “Ne yaparsam yapayım olmuyor. Bir parça çamurdan bir
vazo bile yapamıyorum. Yazıklar olsun!”
Babası çocuğun başını okşadı ve onu teselli etti, “Üzülme güzel oğlum! Eğer
istersen ben sana yardım edebilirim!”
Çocuğun yüzü aydınlandı ve sabırsız bir şekilde,” Evet baba, lütfen bana yardım
eder misin?” dedi.
Çocuğun babası ayağını uzatarak alt tekerleği çevirmeye ve döndürmeye başladı.
Sonra oğlunun küçük ellerini kendi ellerinin içinde tutarak suyun içine batırdı ve
dönmekte olan tekerleğin üzerindeki çamur parçasını tutturdu. Babsaı küçük çocuğun
ellerini tutarak ve parmaklarını yönlendirerek çamuru şekillendirmeye başladı. Çamur
yavaş yavaş bir vazo şeklini almaya başlamıştı. Tekerlek hızla dönmeye devam ettikçe
ortaya küçük bir vazo çıkmaya başladı.
Hem baba ve hem de oğlu beraber çalışarak çok güzel bir resim
oluşturuyorlardı. Çocuğun elleri tekerleğin üzerinde dönen çamurun
üzerinde gezinirken babası da sürekli olarak onu yönlendiriyor ve çamura
şekil vermesini sağlıyordu.
Yapılan iş tamamlandıktan sonra çocuk vazoyu eline aldı.
Babasını sarılarak şöyle dedi, “Teşekkür ederim babacığım, çok teşekkür
ederim. Ben çok sevinçliyim.”
Bill oğluna şöyle sordu, “Şimdi anladın mı sevgili oğlum, ben
neden sana her sabah kalkınca ve akşam yatarken Tanrı’ya dua etmeni
söylüyorum?”
236
Çocuk babasının gözlerinin içine bakarken babası devam etti, “Sen O’ndan
yardım istersen her zaman sana yardım edecektir, her zaman seni destekleyecektir
ve zorlukların üstesinden gelmeni sağlayacaktır. O senin elini tutacak ve iş
yaparken seni yönlendirecektir. O senin hayatta başarmak istediğin her şeyi
başarmanı ve mutlu olmanı sağlayacaktır.” Sonra Bill şöyle ilave etti, “Ben çömleğimi
yaparken bu çömleğin insanlara mutluluk getirmesi, sağlık getirmesi, iyilikler getirmesi ve
huzur getirmesini diliyorum. İşte bu yüzden de işe başlamadan önce dua etmeyi ve O’nun
yardımını istemeyi ihmal etmiyorum. Gayet iyi biliyorum ki ben bu duayı ettiğim zaman
ben çömleği şekillendirirken O bana sürekli olarak yardım ediyor. Aynı benim bugün sana
vazo yaparken yardım ettiğim gibi, O da bana yardım ediyor.”
Küçük çocuk tekrardan babasına sarıldı ve sonra acele ile babasının kucağından
inerek vazosunu göstermek üzere annesine doğru koştu. Kapıda dönerek babasına, “Çok
teşekkür ederim babacığım” dedi. “Benim şimdi bir şey yapmam gerekiyor. Sanırım gidip
dua edeceğim.”
Bill oğlu gittikten sonra şöyle düşündü, “Tanrı’nın bana kendi çamurumu yani
yaşamımı ‘güzel bir vazo’ şeklinde şekillendirmede yardım edeceğinden eminim ve bu
yüzden de içim çok rahat!”
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Tanrı bir insanın en yakın, kendisini en çok seven ve en güvenilir
arkadaşıdır/yoldaşıdır. Tanrı her yerde hazır ve nazırdır, her zaman her yerdedir. O
bizim en büyük koruyucumuzdur, ama biz maalesef bunu görmezden geliyoruz ve
O’nu ihmal ediyoruz. Tanrı buradadır, yanıbaşımızdadır, peki ya biz kendimizi O’na
nasıl daha fazla yaklaştırabiliriz? O’nun adını sürekli olarak dilimizde tutarak ve
kalbimizin en derinliklerinden O’na olan bağlılığımızı sürdürerek!
Rita Ivanova, Letonya
237
125-
2010/224
JABBAR’IN HİKÂYESİ
Karşılıksız Hizmet’in ve İnancın Yaşam Hikâyesi
İnanç, sizin gözlerinizle görmediğiniz şeye inanmanızdır.
İnancın ödülü ise inandığınız şeyi görmenizdir.
St. Augustine
Eğer bir gün Maharashtra eyaletinin Nagpur şehrinde tren istasyonuna giderseniz
binlerce insan arasında onu mutlaka fark edersiniz. Boş boş konuşarak kaybedeceği
zamanı olmadığı için sürekli olarak işi ile meşguldür.
Kalabalıktaki koşuşturma ve seyyar satıcıların satış yapma telaşlarının arasında o
oraya buraya gitmekte ve sürekli olarak birilerine yardımcı olmak için yardımcı olmaya
çalışmaktadır. Yüzünden gülümseme hiç eksik olmaz. Özellikle çocuklara karşı daima
sevecendir ve bagajı çok insanlara taşımada yardım eder.
Yağmurda, çamurda, rüzgârda daima işinin başındadır ve yüzünden gülümsemeyi
eksik etmeden ne bir yorgunluk ne de asap bozukluğu göstermeden çalışır.
Herkes tarafından çok sevilen ve yaptığı iş
takdir edilen bu adamın adı Jabbar’dır. O, Tren Yolu
Şirketinin “Kişisel Yardımcı” elemanıdır. O ilgili
olmanın ve şefkatli olmanın somutlaşmış bir halidir.
Jabbar dinine çok bağlı bir Müslümandır. Beş vakit
namaz kılmayı hiç aksatmaz ve düzenli olarak Kuran
okur.
Bir gün beraber çalıştıkları bir arkadaşı
kendisine nasıl işine bu kadar bağlı olabildiğini ve
herkese nasıl güler yüzle hitap edebildiğini sordu. Jabbar bu soruya gülümseyerek cevap
verdi ve ve kendisini ön plana koymamak için omzunu silkerek soruyu geçiştirmeye
çalıştı.
Ancak arkadaşı öyle kolay vazgeçmeyecekti. “Bana
söyler misin, herkese hizmet edebilmeyi nasıl başarıyorsun?
Ve daha da önemlisi hem işine çok bağlısın ve hem de
insanların saygısını kazanmayı nasıl yapabiliyorsun?” diye
sormaya devam etti.
Jabbar arkadaşının sorusundaki içtenliği fark edince
yaptığı işe kısa bir ara verdi ve arkadaşı ile beraber bir yere
oturdular. Jabbar anlatmaya başladı,
238
“Bu benim Tanrı'ya bağlılığımdan kaynaklanıyor. Ben bu Nagpur tren istasyonunda
çalışmaya başlayalı epeyce bir süre oldu. Ben böyle bir iş bulabildiğim için çok şanslıyım.
Ayrıca kendime çok iyi bir eş bulabildiğim için de çok şanslıyım. Eşim beni çok seviyor ve
bana saygı duyuyor. Evlendiğimizden sonraki 4 yıl boyunca biz çok mutluyduk ve
huzurluyduk.”
“Ancak zamanla eşim çocuk sahibi olamadığımız için endişenlenmeye başladı. Bu
durum artık onun davranışlarına yansımıştı. Ben o kadar çok üzülmüyordum ve işleri
oluruna bırakmayı düşünüyordum, ama giderek daha da huzursuzlanmaya başladı.
Akşam eve geldiğimde onu yüzü asık ve gözleri ağlamaktan şişmiş halde buluyordum.
Geceleri yattıktan sonra uzun süre ağlamayı sürdürürdü. Bir doktora gözükmeyi
düşündük. Her ikimiz de muayeneden geçtik. Bize eşimin rahminin küçük oluşundan
ötürü çocuk sahibi olamayacağımız söylendi.
Doktorun söyledilerini dinledikten sonra eşimin tüm umutları yıkılmıştı. Artık
gündüz gece ağlıyordu. Ben onun bu haline dayanamıyordum ve onu teselli etmeye
çalışıyordum. Eşime Tanrı’nın bizim için hazırladığı kadere razı olmamız gerektiğini
anlatmaya gayret ediyordum. Ona bir çocuğu evlat edinebileceğimizi bile söyledim.”
Bu sırada araya giren arkadaşı hayretle sordu, “Nasıl yani? Sizin çocuklarınız
evlatlık mı alınmıştı? Hiç tahmin etmezdim!”
Jabbar bir kahkaha attı ve kıkırdayarak şöyle devam
etti, “Hayır canım öyle değil, bırak da devam edeyim. Ailem
benim durumumu öğrendiğinde benim yeniden evlenmemi
önerdiler. Ama ben eşimi çok seviyordum ve onu incitmeye
hiç niyetim yoktu. Zaten böyle bir sebeple insan eşinden
boşanır mı hiç? Babama ne yapmam gerektiğini sordum.
Babam manevi açıdan çok aydın bir kişi idi. Bana şöyle dedi,
“Allah’a tam bir inancın olsun! Sürekli olarak Kuran oku.
Namaz kılmaya özen göster ve daima aklında Tanrı ve
Tanrı’nın ismi olsun! Bildiğin bir aziz kişi varsa onun
dergâhına git ve dua et! Gerisini de Allah’a bırak!”
Babamın bu önerisinden güç alarak ben ve eşim günde beş vakit namaz kılmaya
başladık. Her gün oturup Kuran okuyorduk. Hazrat Khwaja Muinuddin Chishti Ajmer
adındaki bilge kişinin dergâhına yazları iki yıl üst üste gittik. Üçüncü yıl gidip
döndüğümüzde eşim bir oğlan çocuk doğurdu. İkinci oğlum da hemen ertesi sene doğdu.
Böylece hiç çocuk sahibi olamayacağımızı düşündüğümüz
bir anda Allah kucağımıza iki tane birden koydu.”
Arkadaşı sordu, “Bu şekilde doktorlar da yanılmış
oldular, öyle değil mi?”
“Tabii ki yanıldılar!” diye Jabbar devam etti. “Biz iki
oğlumuzu alarak aynı doktora götürdük ve teşhislerinin yanlış
olduğunun ispatlandığını söyledik. Doktorlar şaşkına
döndüler ve bu mucize karşısında söyleyecek bir söz
bulamadıklarını söylediler.”
239
Bu sırada Jabbar’ın gözlerinden yaşlar boşanmaya başladı, “Sevgili Arkadaşım,
işte neden kendimi görevime tam olarak verdiğimi ve manevi açıdan kendimi geliştirmeye
çalışarak Allah’a şükranlarımı sunmaya gayret ettiğimi şimdi anladın mı? Tanrı o büyük
merhameti ile bize çocuklar, sağlıklı bir yaşam ve bir miktar varlık nasip etti. Bizim
görevimiz O'nun insanlara verdiği sevgi mesajını küçük nezaket davranışları ile
çevremizde gördüğümüz tüm insanlara yaymamız ve her an O’nun adını anmaya
çalışmamızdır. Eğer bunu yapabilirsek o zaman Tanrı’nın Rahmetinin peşinde
koşmamız, kutsanmak ve O’ndan bir şey istemek için dua etmemiz gerekmez. Tanrı
kendiliğinden bize Rahmetini gönderecek ve bizi her türlü tehlikeden ve beladan
kurtaracaktır. O’nun rahmeti evimizin içine aynı perdeyi açtığımız an güneş
ışınlarının pencereyi geçerek evimizin içine dolması gibi dolacaktır.”
Arkadaşı Jabbar’ın sözlerinden onun alçakgönüllü bir insan olmakla beraber inancı
ve sevgisi sayesinde manevi yaşamda yüksek mertebelere ulaşmış olduğunu anlamıştı.
Bu sözler aslıda hepimiz için bir ders niteliği taşımaktadır. Bu dünyada gerçekten
de şükran duygusu, yani minnettarlık en kuvvetli pozitif güçlerden biridir. Bu duygu
sayesinde her an O’nun elinin sizin etrafınızda olduğunun farkına varırsınız. Ünlü bir bilge
şöyle söylemiştir,
“Bir insan nasıl bir kabiliyete ve yeteneğe sahip olursa olsun o yeteneğini
topluma hizmet etmede kullanmalıdır. Bunu yaparsa kendisini tatmin olmuş
hissedecek ve mutlu olacaktır. Tüm insanlar aynı İlahi Öz’den kalıba dökülerek
yaratılmışlardır. İnsana hizmet, kişinin içinde İlahiliğin çiçek açmasını
sağlayacaktır. İnsana hizmet, bu yaşadığımız hayatı yaşamaya değer hale
getirecektir. İnsana hizmet, Tanrı’ya hizmettir. Çünkü Tanrı her bir insanın içinde,
her bir canlının içinde mevcuttur. Kabiliyetinizi ve bilginizi Tanrı’ya sunun; bu
şekilde her bir davranışınız bir çiçeğe dönüşecektir; kıskançlık ve egoizm
şeklindeki kurtlardan kurtulmuş, sevgi ve fedakârlık kokuları ile mis gibi kokan bir
çiçeğe!”
126-
2010/225
MAVİ TOP
Güneşli ve çok güzel bir gündü. Hava ılıktı ve herşey mükemmeldi. Gökteki
bulutlar bile gülümsüyor gibiydiler.
Uzaklarda bir yerde bir adam büyük bir
mısır tarlasının ortasındaki yolda yürüyordu.
Adamın adı Michael idi ve sanki kilometrelerce
yürüyüyerek gelmiş ve bir şey arıyor gibiydi.
Gözlerinden çok üzgün olduğu anlaşılıyordu.
Üstü başı toz içindeydi ve ayakkabıları da
yürümekten eskimişti.
240
Michael bu arayışı içinde günlerden beri hiç kimseyle karşılaşmamıştı. O sırada
uzaktan bir gencin kendisine doğru yaklaşmakta olduğunu gördü. Genç çocuk sekiz
dokuz yaşlarındaydı ve mısır çiçeği mavisi gözleri vardı. Ayakları çıplaktı ve yaşına göre
beklenmeyecek kadar bembeyaz bir gömlek giyiyordu.
Çocuk çok mutlu gözüküyordu, çünkü dudaklarında sürekli bir gülümseme vardı ve
şarkı söyleyerek sıçrayarak yürüyordu. Michael’a yaklaşınca sanki bir mısır tarlasının
ortasında iki kişinin rastlaşması normalmiş gibi onu selamlamak için hazırlandı. “Merhaba
efendim, nereden geliyorsunuz?” diye neşeyle sordu. Michael hemen, “Merhaba genç
adam! Ben şey arıyorum…” diye mırıldandı. Michael’in tamamlanmamış cevabı çocuğu
meraklandırmıştı, “Ne arıyorsunuz efendim?” diye sordu. “Günün bu saatinde ve bunun
gibi bir yerde ne arıyorsunuz acaba?”
Adam yüzündeki terleri sildikten sonra cevap verdi,
“Sevgili oğlum, sen nereden bileceksin! Benim aklımı
yıllardan beri kurcalayan ve cevaplarını aradığım sorular
var. Ben kimim? Ben niye buradayım? Bu dünyaya
gelmemin sebebi nedir? Yaşam dediğimiz bu şey nedir?”
Çocuk bu soruları işittiği için çok eğlenmiş ve mutlu
olmuş gibiydi, “Bütün bu soruların cevaplarını nerede
bulabileğinizi biliyor musunuz peki?” Michael hemen
yanıtladı, “Bu cevapları kendi yaşadığım yerde bulamadım.
Bu sorulardan yakamı kurtarmak istedim. Bunların
cevaplarını ancak yolun sonundaki ufukta bulabileceğimi düşündüm ve yola koyuldum.
Ufka ulaşabilirsem daha bilge bir insan olacağimı düşünüyorum. Anlayacağın ufka doğru
gidiyorum.” Ancak genç çocuk ikna olmamıştı. “Efendim siz ufka gidiyorum, dediniz öyle
değil mi?”diye sorunca Michael,” Evet öyle” diye yanıtladı.
Çocuk, “O zaman sizin hemen yola çıktığınız yere geri
dönmeniz gerekiyor efendim” dedi.
Michael merakla sordu, “Neden geri gidecekmişim ki?”
Çocuk şöyle cevap verdi, “Efendim ben böyle küçük
görünüyorum ama aslında ben büyüğüm ve okula gidiyorum.
Öğretmenim bana bu dünyanın yuvarlak olduğunu söyledi. Ben
ona tamamen inanıyorum.”
“Eğer dünya yuvarlak ise siz böyle yürüye yürüye eninde
sonunda başladığınız noktaya evinize geri döneceksiniz. Belki o zaman aradığınız
cevapları bulabileceksiniz, fakat o zaman da beyaz saçlı, zayıf ve yaşamaya öyle pek
hevesli olmayan bir insan olacaksınız. O zaman yaşamınızın en uzun yolculuğunu
yapmış olacaksınız ve burada var olduğunuzun sebebini idrak edebilecek kadar gücünüz
de olmayacak.”
“Eve geri dönmeniz en iyisi efendim. Fakat size vereceğim bu mavi küreyi de
yanınıza alın. Bu küre size dünyanın yuvarlak olduğunu hatırlatsın.”
Michael daha önce hiç olmadığı kadar etkilenmişti. Küçücük çocuğun bilgeliği
karşısında şaşkına dönmiştü. Gözlerini kapatarak eve geri döndüğünü ve ailesi ile,
241
arkadaşları ile bir araya geldiğini hayal etti. Bütün bunları birkaç sorunun cevabını
bulabilmek için nasıl terk edebilmişti. Gözlerini açtığında karşısında hiç kimse yoktu.
Aman Tanrım, yoksa bu bir düş mü idi?
Ancak avuçlarının içinde kristal mavi bir küre duruyordu. Bu küre olmasa çocuğun
bir hayalet olduğunu düşünecekti. Son bir kere daha ufka doğru baktı. Kendisi için eve
geri dönüş zamanının geldiğini biliyordu. Eve döndüğünde çocuğun kendisine
söylediklerini hatırlayarak onlar üzerinde derin derin düşündü. Karşısına o kristal mavi
küreyi alarak sürekli olarak küreye bakmaya başladı. Ve bir anda aradığı cevaplar zihnine
doğru akmaya başladı. Çok derin ve büyük bir huzur hissetti. Gözlerini açtığında dünyaya
saf ve temiz bir kalbin aradığı cevaplara ulaşmasının getirdiği bilgelik gözleri ile
bakıyordu.
Bu küçük çocuk kimdi ve bu mavi top neyi simgeliyordu?
Religion kelimesi din veya başka bir anlamı ile inanç demektir. Bu kelime iki
kelimenin kombinasyonu ile türetilmiştir. Biri ‘re’ diğeri ise ‘ligare’ kelimeleridir. ‘Re’ tekrar
manasına gelir. ‘Ligare’ ise tekrar birleşmek, biribirine bağlanmak demektir. Yani religion
kelimesi bizim içinden çıktığımız kaynağa tekrar geri dönmemiz anlamını taşımaktadır.
Mavi top, dairesel bir yolculukla içinden çıkılan bu kaynağa tekrar geri
dönüşü sembolize etmektedir. Mavi top bize yaşamın bir aksiyonlar/davranışlar ve
reaksiyonlar tarafından yönetildiğini açıkça gösterir. Bu davranışlar ve bunlara
karşı aldığımız reaksiyonlar bizim içinden çıktığımız o Saf Kaynağa geri dönmemiz
sonucunda yok olurlar.
Bu Hakikati her unutuşumuzda hayatın labirentlerinde
yolumuzu kaybederiz. O zaman Yüce Rab karşımıza
içimizdeki çocuk gibi görünür. O çocuk saflığı ve masumiyeti
sembolize etmektedir. İçimizdeki çocuk bize gülümseyerek
konuşur ve geldiğimiz yere dönmemiz gerektiğini hatırlatır.
Ruhumuzu rahatlatır ve bizi avutarak teselli eder.
İçinde olduğumuz problemlerin ve endişelerin
çözümleri uzaklarda bir yerlerde aranarak bulunamaz. Bu
çözümler “mavi top” un içindedirler. Bu mavi top
sevginin, sevgiye inancın somut hale gelmiş bir
sembolüdür. Çünkü mavi bir top şeklindeki bu dünyayı
döndüren şey ‘Sevgi’ dir. Bizi içimizdeki Öz’e bağlayan
şey Sevgi’dir. İçimizi neşe ile, mutluluk ile doldurarak her
türlü sorumuza cevap bulmamızı sağlayan şey Sevgi’dir.
242
127-
2011/226
KALBİMİZİ EĞİTMEK – 1
B. K. Misra
“En sonunda hedefe ulaşan kalptir, zihin değildir” diye güzel bir söz vardır. Kalp,
ahlaksız duyguların ve heyecanların ikametgâhı değildir. Kalp, bireyin içgüdülerinin
doğduğu ve ayırt etme kabiliyetinin geliştiği manevi merkezdir. Duyusal dürtüler burada
saflaştırılır ve ego, yani bencillik, yani bütünden ayrı olduğunu zannetme duygusu burada
üniversal/bütüncül hissiyat içerinde kalıba dökülürek yoğrulur. Bu yüzden eğitimin ilk
amacı ve ilk hedefi kalbin eğitilmesidir. Bu da kalbin merhamet ile ve empati ile
doldurulması demektir. Eğitim, okul binası içerisinde bir sınıfın dört duvarlarının içine
sıkıştırılamaz, istekli ve öğrenmeye hazır bir öğrenci için tüm kâinat bir eğitim sınıfıdır.”
Gazeteler, televizyonlar, internet sayfaları sürekli olarak
yaşamın içinde insanoğlunun hayvanları nasıl alt ettiğini
anlatıyorlar. Ülkede her gün yeni yeni uluslar arası
düzeyde okullar açılıyor. Harıl harıl yeni üniversiteler,
hastaneler, fabrikalar, idari birimler, sanat merkezleri
inşa ediliyor. Bunlar başlarını gururla yukarıya doğru
kaldırıyorlar ve tüm ülkeye eğitimin inanılmaz ilerleyişini
göstermeye çalışıyorlar. Hükümetler bu kuruluşlara
destek veriyorlar ve yardım elini uzatıyorlar.
Akademisyenler,
üniversitelerdeki
hocalar
bilgi
patlamasının hızına yetişmek için koşturuyorlar. Yatırımcılar elde edecekleri gelirleri
hesaplayarak kar maksimizasyonu yapmak peşindeler. İnşaatçılar nerede bir yeşil alan
görseler hemen oraya bir gökdelen dikmek peşindeler. Herkes büyük bir hızla’mutluluğa’
doğru koşmakta. Felsefe şu, “Ben mutlu olayım da isterse benim komşum mutlu
olmasın!”
Peki, bizim duygularımıza, duyarlıklarımıza/hassasiyetlerimize ne oldu? Bunların
artık bu ‘müthiş toplum düzeninde/medeniyetimizde’ bir yerleri yok mu?
Bugün sözüm ona ‘eğitilmiş’
insanlar kadınların aşağılanmalarına
ve
küçük
düşürülmelerine
ses
çıkarmıyorlar. Siyasi partilerin sağlam
olmayan karakterlerde insanları aday
göstermelerine ve onların güce
ulaşmalarına ses çıkarmıyorlar.
Şöyle güzel bir söz vardır, “Bir
insanın eğitilmiş olduğunun kanıtı
kalbinde merhamet olmasıdır!”
243
Bu yüzden eğitim, yalnızca insanın geçimini sağlayan şey değildir. Eğitim
bizim yaşamayı arzu ettiğimiz yaşamı bize kazandırır, onu hak etmemizi sağlar.
Geçim insanın yaşamını geliştirebilir, ama yaşam o yaşantıyı tanımlamak
zorundadır.
Fakat maalesef bizim eğitim müfredatında kalp
yalnızca kan pompalayan bir organ olarak tarif
edilmektedir. Günümüzde eğitimin tüm amacı zihin ile
ilgilidir, bu yüzden de tüm özgürlüğümüz bu zihin
tarafından tutsak olarak tutulmaktadır. Ancak maalesef
toplumun gelişmiş kesimi, yani kendisini elit olarak
gören kesimi, bu kamufle olmuş kaplana hayranlık
beslemektedir. Okullarımızda tüm eğitim programları
çocukların zekalarının daha güçlü, daha keskin ve daha parlak olmalarını
hedeflemektedir, çocukların kendilerini başkalarının yerine koyarak empati yapmalarını
ise göz ardı etmektedir.
İnsani Değerler Eğitiminin verildiği bir okulda birinci sınıfta okuyan bir kızdan
bahsediliyordu. Bu küçük kız öğleyin yemek saatlerinde yemeğini yemeden önce bir süre
arkadaşlarını izliyormuş. Eğer birisi sandviç getirmeyi unuttu ise kendisinin sandviçini
onunla paylaşıyormuş. Veya bir arkadaşının meyvası yok ise kendi meyvasını onunla
paylaşıyormuş. Bu kızımızın daima mutlu olduğunu ve yüzünden gülümsemenin hiç eksik
olmadığını söylüyorlar. Bana söyleyebilir misiniz, bizim eğitimimizde bu içgüdüsel ve
doğal empatiye hiç rastladınız mı?
Aynı okulda başka bir çocuktan daha bahsettiler. Bu oğlan okula her gün
normalden biraz daha erken gelir ve eşyalarını sınıfına koyarak giriş kapısında beklermiş.
Birinci sınıf öğrencileri servisten indikten sonra veya okul kapısından girdikten sonra ağır
çantalarını taşımakta zorlanıyorlarsa hemen gidip onların elinden alıp kendisi taşıyor ve o
küçük çocuklara yardım ediyormuş. Bir gün çok şiddetli bir yağmur yağıyormuş. Okulun
kapısına gelen ve şemsiyesi olmayan öğrencileri birer birer
kendi şemsiyesi altında beraberce okulun içerisine kadar
taşımış. Yine başka bir gün okul çıkışında yağmur
çiseliyormuş. Bu çocuk hemen mendilini çıkararak
öğretmeninin kapının önünde duran bisikletinin oturma yerini
kurulamaya başlamış. Kendisine ne yaptığını sorduklarında da
öğretmeninin
elbisesinin
ıslanmasına
gönlünün
razı
gelmediğini söylemiş. Bu olayların en ilginç kısmı nedir biliyor
musunuz?
Bunları
yapmaları için bu küçük
suratlara hiçbir şey söylenmemiş, ima dahi
edilmemişti.
Onlar bu hareketleri gayet doğal, içten
gelerek ve ne yaptığının farkında olmadan
yapıyorlardı.
Okullarımızda eğitimin en değerli yönü olan
bu empatiyi öğrencilerimize yerleştirebilmek için
gerekli programlar hazırlıyor muyuz? Biz, yüksek notlar alana madalyalar veriyoruz,
244
keskin zekâlı olanları ödüllendiriyoruz. Ya peki merhamet dolu bir kalbi olana ne
yapıyoruz? Onu onurlandırıyor muyuz? Bildiğimiz gibi eğitimin sonu karakter olmalıdır.
Yani bir insanın eğitilmiş olup olmadığının tespiti için onun karakterine bakılır. Bilgi
edinmenin sonunun da sevgi olması gerekir. İnsanın karakteri yalnızca merhamet ve
sevgi toprağında yeşerebilir.
Şöyle güzel bir ifade vardır,
“Gerçek eğitim karanlıktan, hakikat olmayandan ve şiddetten uzak olmak
demektir. Ne kadar yükseğe tırmanırsak görüşümüzü o kadar daha geniş bir alana
ulaşacaktır. Duyarlıklarımız daha derine inecek ve yaratılmış olan bütün canlılara
baktığımızda tüm varlıklara başka bir aydınlanma penceresinden bakabileceğiz.
İşte bu duygunun, bu hissiyatın adına “Merhamet” denir.
128-
2011/227
KALBİMİZİ EĞİTMEK – 2
B. K. Misra
‘Yaşam farkında olmaktır’ diye güzel bir söz vardır. Eğitimin tüm amacı
öğrencilerde bu farkında olma duygusunu oluşturmaktır. Bu olmadan insanlar kendilerini
merkez alacak ve yalnız kendileri için yaşayacaklardır. Büyük bir bilge bize gerçek
aydınlanmanın “gördüğümüz her şeyin içinde her şeyi görebilmemiz” olduğunu
söylemiştir. Eğer Gördüğünüz her canlının içinde İlahi Varlığı görebiliyorsanız
“görebiliyorsunuz” demektir. Eğitim, sevginin artması, genişmesi demektir, küçülmesi yok
olması değildir.
Merhamet bizim eğitim sistemimizin bir parçası ve amacı değildir. Ancak 2002
yılında bir gazete haberinde bir annenin fakirliğe ve yoksulluğa dayanamayarak kendisini
ve tüm çocuklarını öldürdüğünü yazdıktan sonra İnsani Değerler Okulu Müdürü çocuklara
bir görev verdi ve bunu eğitim programının vazgeçilmez bir parçası haline getirdi. Bu
görev o zamandan beri sürekli olarak yerine getirilmektedir. Gerçek eğitimin ilk harfleri
çocuklara böyle öğretilmektedir. Köylere gidilmekte ve iki hafta orada kalınarak oradaki
yoksul ve mahrum insanlara karşılıksız olarak yiyecek, giyecek ve sağlık hizmeti
verilmektedir. Köylerdeki küçük çocuklara okuma yazma, ilk yardım, müzik, resim, tiyatro
v.s. eğitimleri verilmektedir. Dediğimiz gibi, kalp
merhametin ikametgâhı olmalıdır ve hatta merhamet ile
dolup taşmalıdır.
Ben Johnson şöyle yazmıştır,
ölçeklerde mükemmel olabilir!”
“Hayat
küçük
Çok doğru, büyük bir ideale, büyük bir hedefe
ulaşabilmek için büyük adımlarla yola başlamanız
245
gerekmez, küçük küçük adımlar yeterlidir.
Bilim insanları bu kâinatın büyük bir patlama
ile oluştuğunu söylüyorlar, ama doğrusu şudur.
Bu kâinat sevgi ile yaratılmıştır, onu Yaratan,
aynı bir ressamın çok büyük bir tuvalin üzerine
fırça darbelerini birer birer, yavaş yavaş atması
gibi
bu
büyük
kâinatı
adım
adım
yaratmaktadır.
Merhametin sınırları yoktur, merhamet
bir arkadaş ile bir düşmanı ayırt etmez. Bir
dindar ile bir hırsızı aynı gözle görür. 70’li yıllarda eski bir evde oturuyorduk. Yıkadıktan
sonra elbiselerimizi bahçede asıp kurutuyorduk. Bir gece bir hırsız bahçenin duvarını
aşıp tüm elbiselerimizi çalmıştı. Eşim hem kokmuş ve hem de çok kızmıştı. Evi
değiştirmemizi öneriyordu. Bir bilgeye giderek danıştık. Bilge eşime, “Neden bu kadar
endişeleniyorsun ki?” diye sordu. “Sonuçta çok fazla bir şeyin çalınmamış. O çalan adam
çok fakir ve çaresiz olmalı. Bu elbiselere gerçekten çok ihtiyacı varmış!” Bütün dünya
hırsızdan nefret ediyor ama eğitimiş insan ise onu anlamaya ve onu sevmeye çalışıyor.
Bu yeni eğitim modeli düşünen dünyaya şunu
göstermiştir ki biz çocuklara ne kadar çok ‘dünyevi
eğitim’ verirsek onlar bu dünyanın karşı karşıya olduğu
en büyük tehdit haline geliyorlar. Topluma hizmet
ettiğiniz zaman dışarılarda bir yerde büyük bir insanlık
olduğunu ve onun sizin bir parçanız, bir uzantınız
olduğunu
idrak
ediyorsunuz.
Şimdiki
eğitim
akademisyenlerin insanlığın geri kalanı ile birleştirmek
için tek bir adım atmamıştır, atmamaktadır. Bugünkü
eğitim sistemi ve öğretmenler bize gerçek eğitimin
insanın kendisini genişletmesi öğretmemektedir. Bu yüzden bu tür eğitim insanın kendi
kendisini yabancılaştıran ve herkesten uzaklaştırarak bencil ve egoist haline getiren bir
hale gelmiştir. Çünkü bütün eğitim kurumlarımızda en çok önem verilen şey bu
sakinleşmemiş zihindir ve tabi merhamet de kurbanlık bir koyundan ibarettir. Tanrı’nın
insanlar arasında ayırım gözetmediği ve maalesef “akademik” olmadığı için üniversite
kapılarından içeriye girmesi istenmemektedir.
246
129-
2011/228
İKİ DENİZ FARKLI “GÖRMEKTEDİR ” –
“Paylaşılan sevinç iki katına çıkar!”
- Goethe, ünlü Alman yazar
İki denizin hikâyesini anlatan çok güzel bir masal vardır. Akdeniz havzasında ünlü
Ölü Deniz vardır. Her öğrenci Ölü Deniz’in aslında bir deniz olmadığını yalnızca bir göl
olduğunu bilir. Bu Ölü Deniz adı verilen göl 67 km uzunluğunda, 18 km genişliğinde ve
400 m derinliğinde bir göldür. Bu göl
dünyanın en tuzlu gölüdür. Okyanus suyuna
göre 9 kez daha tuzludur. O kadar tuzludur
ki, içinde ne bitki ne hayvan hiçbir canlının
yaşayabilmesi mümkün değildir. Bu göl
neden bu kadar tuzludur? Cevabı çok basit!
Çünkü suyunu hiçbir yere vermemektedir.
Suyunu Ürdün nehrinden almakta ve hepsini
kendisine saklamaktadır. Gölün seviyesi
deniz seviyesinden aşağıda olduğu için
çıkışı yoktur. Tabii ki hava ısındığında içindeki su buharlaşmakta ve suyu tuzlu hale
getirmektedir. Arkasında ölü, yaşanılmaz bir ortam bırakmaktadır.
Bu Ölü Deniz’in kuzeyinde ise Galilee Denizi vardır. Boyutu yalnızca 22 km’ye 13
km’dir. Öbür göle göre çok daha küçüktür, ama içindeki hazineler çok daha fazladır. En
egzotik bitkiler, hayvanlar, balıklar bu denizdedir. İçinde 20’den fazla balık türü
yaşamaktadır. Bu deniz içindeki hayvanlarla ve ayrıca verdiği sularla suladığı tarım
arazileri sayesinde çevresinde yaşayan insanları iki bin yıldan beri beslemektedir. Bu
deniz Ölü Deniz’den çok daha küçük olduğu halde neden yaşamla doludur? Bu çok basit
bir sırdır, çünkü suyunu paylaşmaktadır. Aynı Ürdün Nehri bu denize de akmaktadır fakat
bu Galilee Denizi kendisine akan suyun dışarıya akmasına izin vermektedir. Kendisinin
bu kadar sağlıklı, canlı ve yaşam dolu olmasını sağlayan budur.
Paylaşırsak zenginleşiriz! Bu basit matematik işlemini anlayabilenler yaşamlarını
zenginleştirmişlerdir. Tarih bunun örnekleri ile doludur. Çevremize bakarsak çok sayıda
‘Galilee
Denizi’
görebiliriz.
Kal Raman adında çocukluğunda çok fakir iken sonradan okuyup CEO olan ve
eğitimde bağış kampanyaları başlatan çok zengin bir adam şöyle diyor. “Köyde yetim
247
kalmış çocukların hepsine biz bakıyoruz, aralarında fiziksel engelli 2.000 çocuğa burs
veriyoruz, hatta 100 öğrencinin üniversite eğitimini biz karşılıyoruz. Köye gidip sorun,
köydeki bütün çocuklar şunu gayet iyi bilirler ki eğer okulda notları iyi ise, ama okul
masrafını karşılayamıyorsa benim evime gelmesi yeterlidir. O andan itibaren tüm eğitim
masrafları benim tarafımdan karşılanacaktır.”
Kal Raman’a bunu neden yaptığını
sorduklarında şu cevabı verdi, “Ben bunu
hayırseverlik olarak yapmıyorum. Bu benim
topluma karşı sorumluluğum! Ben beni besleyen,
beni eğiten, beni koruyup kollayan ve bana umut
veren topluma bir şey geri vermeye çalışıyorum.
Ben bu çocukları eğitebilirsem sonuçta toplumda bir
farklılık, bir değişiklik meydana getirebilirim diye
umuyorum.
Vereceğimiz bir başka örnek ise Mr.Narayanan Krishnan’dır. Bu adam hayatta
kendilerine sevgi ve ilgi gösterilmeyen insanlarla ilgilenmektedir. Narayanan ödül
kazanmış olan bir şef garsondu ve İsviçre’de beş yıldızlı bir otel tarafından işe alınmıştı.
Fakat Avrupa’ya uçmak için havaalanına doğru giderken yolda gördüğü bir sahne kalbini
paramparça etmişti.
Yolda çok aç bir adam gördü. Adam
açlıktan eline ne geçirse kemirmeye
çalışıyordu. En yakın lokantaya götürerek
adama yemek ısmarladı. Adam önüne
konulan yemeği o kadar büyük bir hızla yedi
ki Narayanan’ın gözleri faltaşı gibi açıldı.
Yaşlı adam bir yandan yemek yiyor, bir
yandan da ağlıyordu. Bunlar mutluluk
gözyaşları idi.
O anda Narayanan’ın hayatı komple
değişti. İsviçre’ye gitmekten vaz geçti. Her
sabah 04.00’de kalkarak basit bir yemek
pişirmeye başladı. Bu yemeği bir minibüse
koyarak 200 km boyunca evsizlere, zihin özürlülere ve yoksullara dağıtmaya başladı.
Ayrıca zaman içinde saç kesmeyi öğrendi. Sekiz değişik şekilde saç kesebiliyordu. Traş
yapıyor ve tırnak kesiyordu. Bunlar çok basit şeyler olarak görünebilir, ama bu küçük
değişiklikler sonucu hizmet ettiği bu kişiler toplum içinde eleştirilmekten, aşağılanmaktan
kurtuluyorlardı. Narayanan bu hizmetlerine devam ederken kendi parasını harcıyordu.
Ancak parası azalacağına bir şekilde artmaya ve çoğalmaya devam etti. Onun bu
azminden ve hizmet aşkından ilham alan çok sayıda insan ona yardıma koştu. Bu şekilde
kar amacı gütmeyen Akshaya Vakfı 2003 yılında kurulmuş oldu. Narayanan İsviçredeki o
elit iş teklifini reddetmekle bir şeyler kaybetti mi dersiniz? Mutluluk içinde başkaları ile
paylaşılan şey çoğalır ve artar. Narayanan’a bu soru sorulunca şöyle cevap verdi,
“Kendimi o kadar rahat, huzurlu ve mutlu hissediyorum ki! Benim bir amacım var, ben
yaptığım işten büyük mutluluk ve büyük bir keyif duyuyorum. Ben kendi ülkemde kendi
insanlarımla yaşamak ve onların dertlerini sıkıntılarını paylaşmak istiyorum.”
248
Kuşkusuz ki o bu dünyadaki en mutlu insanlardan birisidir. Geçen yıl yani 2010’da
CNN’in tüm dünya çapında yaptığı En iyi 10 Bağışçı Listesi içinde yer almıştır.
Bilge kişiler gayet iyi bilirler ki, yaşam almak değildir. Yaşam vermek
demektir. Eğer neşeli olmak ve yaşamlarımıza canlı renkler katmak istiyorsak
kendimizi Galilee Denizine dönüştürmeliyiz. Eğer sevetle, bilgi ile, sevgi ile veya
başka bir şey ile Tanrı tarafından kutsanmış isek ama buna rağmen vermeyi bir
türlü öğrenemiyorsak o zaman da sonumuz Ölü Deniz gibi olacaktır, yani tüm
sevgi, saygı, bilgi servet v.s. buharlaşıp uçacaktır. Diğer yönden ne kadar küçük
olursak olalım, katkımız ne kadar ufak olursa olsun, eğer biz içtenlikle elimizde var
olanı başkaları ile paylaşırsak o zaman varlığımızı aynı Galilee Denizi gibi her an
kutlayabiliriz. Ve işte o zaman Tanrı her zaman bizim işimizi rast getirecektir, en
ufak bir sıkıntı ile bile karşılaşmayacağız.
130-
2011/229
NEREDE SEVGİ VARSA ORADA TANRI VARDIR
WHERE LOVE IS, GOD IS
Leo Tolstoy
Bu dünyada yaşama büyük bir sevgi ile bağlı olan yazarlardan biri Leo Tolstoy’dur.
Tolstoy’un hikâyelerinde yarattığı dünya o kadar gerçektir ki, karakterler daha az fark
edilirler. O bizi capcanlı bir şekilde karakterlerinin dünyasının içine çeker ve bizim günlük
yaşamda yaşadıklarımıza derin bir bakış atmamızı sağlar. Onun yaşadığı yerden binlerce
kilometre uzakta olmamıza ve onun yaşadığı zamandan bir yüzyıldan daha fazla uzakta
olmamıza rağmen onun sanatı dünyada onu okuyan herkesin kalbine işlemiş
durumdadır.
Tolstoy’un bu hikâyesi orijinal hikâyenin bir özetidir. Onun çoğu
eserlerinde olduğu gibi bu hikâye de cesaret, merhamet ve içtenliği
yüceltmekte ve göklere çıkarmaktadır. Bu hikâyede altı çizilen şeyler büyük
jestler, abartılı davranışlar değil, tam tersine küçük hareketlerdir. Bizim
çevremizle
ilişkilerimizin
seviyesini
belirleyen
şeyler
bunlardır.
Karşımızdaki insanın yaşamında bir değişiklik yaratan şey bizim küçük bir
nezaket davranışımız, ona yaptığımız küçük bir iyiliktir.
Bir şehirde Martin adında bir ayakkabı tamircisi
yaşıyordu. Martin’in içinde yaşadığı küçük bir oda vardı ve bu
oda yer seviyesinin altında idi. Martin’in gelip geçenlerin
yalnızca ayakkabılarını görüyordu. Ancak o buna rağmen
herkesi ayakkabılarından tanıyabiliyordu. Mahallede onun
elinden en az bir-iki kez geçmemiş, tamir olmamış ayakkabı yok
gibiydi.
249
Martin çok çalışıyor, iyi ve kaliteli malzeme kullanıyor ve işçiliğinin karşısında az bir
ücret talep ediyordu. Martin’e her zaman güvenebilirdiniz. O iyi bir insandı. Ancak artık
yaşlandığı için Tanrı’yı daha çok düşünmeye başlamış ve kendisini ahiret yaşamına
hazırlamaya başlamıştı. Kısa zaman önce karısı vefat etmiş ve kendisine üç yaşında bir
oğlan çocuğu bırakmıştı. Daha önceki çocukları daha çok daha küçükken ölmüşlerdi.
Martin önce küçük çocuğu köyde kızkardeşinin yanına göndermeyi düşündü. Fakat sonra
oğlu ile ayrılmaya gönlü razı olmadı ve onu bırakmadı.
Ancak bir insanın şansızlığı ve kötü talihi bu kadar olur, çocuk tam babasına
yardım edebileceği ve ona destek olabileceği yaşa eriştiğinde hastalandı ve o da vefat
etti. Martin oğlunu gömdükten sonra artık hayatta tutunabilecek bir dalı kalmadığından
tamamen çaresiz ve ümitsiz bir durumda idi. O kadar çok sevdiği oğlunu aldığı için
Tanrı’yı suçluyor ve sürekli olarak ağlıyordu. Kendisi de ölmek istiyor ve bunun için
Tanrı’ya yakarıyordu. Nasıl olur da kendisi gibi yaşlı birisi yaşamaya devam ediyordu,
ama küçücük çocuk son nefesini vermişti? Kısa süre sonra Martin kiliseye gitmekten vaz
geçti.
Bir gün Troitsa Manastırından dönmekte olan yaşlı bir hacı Martin’e doğru
seslendi. Martin onunla konuşurken ona kalbini açtı ve daha fazla yaşamak istemediğini,
Tanrı’dan kendisini de alması için nasıl her gün dua ettiğini anlattı.
Yaşlı hacı ona böyle şeyler söylemeye hakkı olmadığını anlattı. “Biz Tanrı’yı
yargılayamayız. O’nun gizemli yolları vardır. Ne olacağına karar veren şey bizim
mantığımız ve muhakememiz değil Tanrı’nın İradesi’dir. Eğer Tanrı senin oğlunun
ölmesini ve senin yaşamanı irade buyurdu ise olması gereken en iyi durum budur, inan
bana! İnsan Tanrı için yaşamalıdır, çünkü bu hayatı bize veren O’ndan başkası değildir”
diye hacı devam etti.
Martin bir süre sessiz kaldı ve sonra cevapladı, “Tanrı için yaşamak nasıl bir
şeydir, bilmiyorum.”
Yaşlı adam devam etti, “Bir insanın Tanrı için nasıl yaşayacağı bize Hz.İsa
tarafından örnekle gösterilmiştir. Sen okuma yazma biliyor musun? Eğer biliyorsan O’nun
hakkındaki hikâyeleri okuyabilirsin. Orada Tanrı’nın seni yaşattığını görebilirsin. Tek
yapman gereken onları okumak!”
Bunun üzerine Martin İncil’i okumaya başladı. Okudukça daha çok zevk almaya ve
etkilenmeye başladı. Kalbi giderek hafiflemeye başlamıştı. Daha fazla okudukça Tanrı’nın
kendisinden ne beklediğini ve Tanrı için yaşamanın nasıl bir şey olduğunu iyice kavradı.
Daha önceden yatağa uyumaya gittiğinde kalbinde büyük bir ağırlık olurdu. Fakat şimdi
tek yaptığı şey tekrar tekrar dua etmekti, “Sana zaferler olsun Yüce Rabbim, Sana
zaferler olsun! Senin İraden hüküm sürsün, Senin dediğin olsun!”
O andan sonra Martin’in yaşamı daha iyiye doğru
gitmeye başlamıştı. Günlük yapacağı işleri bitirdikten sonra
hemen duvardaki lambayı aşağıya indirerek yakıyor ve İncil’i
okumaya başlıyordu. Okudu, okudu, çok okudu. Okudukça
daha çok anlamaya başladı. Artık daha berrak görebiliyordu
ve kalbindeki ağırlık kaybolmuş gitmişti. Kendisini çok mutlu
250
hissediyordu. Bir gün altıncı bölümde şu ayetlere denk geldi.
“Senin bir yanağına tokat atana diğer yanağını da çevir! Senin ceketini
almaya çalışanın gömleğini de almasına engel olma! Senden ne isterlerse ver
ve birisi senden bir şeyini istediği zaman tekrar geri isteme! Ve insanların
sana nasıl davranmasını istiyorsan, sen de onlara aynı şekilde davran!”
Ayrıca şu ayetleri de okudu,
“Neden Bana "Tanrım, Tanrım” diye sesleniyorsunuz da Benim
istediklerimi yerine getirmiyorsunuz? Sana, Bana gelerek benim sözlerimi
işiten ve onları yerine getiren insanların nasıl insanlar olduklarını
göstereceğim. Onlar aynı bir ev yapmak için toprağı derince kazan ve evin
temelini sağlam bir kayaya dayayan insanlara benzerler. Sel geldiği zaman ve
akıntı tüm şiddeti ile eve çarptığı zaman o evi sarsamaz, çünkü o ev bir
kayanın üzerine inşa edilmiştir. Fakat Benim sözlerimi duyan ve buna
rağmen onları yerine getirmeyi düşünmeyen insanlar da aynı toprağı azıcık
kazan ve altında hiçbir temel olmadan ev inşa eden kişilere benzerler. Sel
geldiği zaman deli gibi akan su akıntısı eve öyle büyük bir şiddetler çarpar ki
ev o anda darmadağın olur. O evin enkazı da büyük olur!”
Martin bu sözleri okuduğu zaman kendisini huzurlu hissetti. Gözlüklerini çıkardı,
onları kitabın üzerine koydu ve dirseklerini masanın üzerine koyarak çenesini ellerinin
arasına aldı ve okuduklarını düşünüp taşınmaya başladı. Okuduklarının ışığı altında
kendi yaşamını düşündü, ölçüp biçti ve kendisine şu soruyu sordu,
“Benim evim sağlam kaya üzerinde mi kurulu, yoksa oynak kumun üzerinde mi?
Tanrı beni günahtan korusun!”
Okuduklarının içinde öyle kaybolmuştu ki kitabı elinden bırakmayı düşünmüyordu.
Yatağa gidip uyuyacağı yerde Yedinci Bölümü okumaya başladı. 44. ayete geldiğinde
şunları okudu,
“Ve kadına doğru dönerek Simon’a sordu, “Şu kadını görüyor musun?
Ben senin evine geldim, ama sen bana ayaklarımı yıkamam için su vermedin.
Fakat şu kadın benim ayaklarımı gözyaşları ile ıslattı, sonra da onları saçları
ile silip temizledi. Sen beni bir kez bile öpmedin, fakat o kadın ben bu
dünyaya geldiğimden beri devamlı olarak benim ayaklarımı öpüp durdu. Sen
benim başıma bile yağ sürüp beni kutsamadın, ama o benim ayaklarımı
merhem sürerek kutsadı.”
Bu ayetleri birkaç okuduktan sonra Martin düşünmeye başladı, “Adam onun
ayaklarına dökmek için su vermemiş, onu hiç öpmemiş ve onun başını hiç yağla ovup
kutsamamış.” Martin gözlüklerini çıkardı ve düşündü, “Bu ikiyüzlü adam aynı bana
benziyor. O da benim gibi daima yalnızca kendisini düşünmüş. Bir bardak çay nasıl
içerim, kendimi nasıl sıcak tutarım ve rahat ederim, diye düşünmüş, hiçbir zaman
misafirini düşünmemiş. Kendi kendisine iyi bakmış, ama misafirinin hiçbir sorunu onu
ilgilendirmemiş. Peki, misafir kimdi? Tanrı’nın kendisi idi! O bana gelse idi, ben de aynı
şekilde mi davranırdım?”
251
Martin sonra başını kollarının arasına aldı ve farkına bile varmadan uykuya daldı.
"Martin!" diye bir ses duyarak uykudan fırladı. Sanki birisi kulağının dibinde onun
adını fısıldamıştı. “Kim var orada?” diye seslendi. Dönüp kapıya doğru baktı ama orada
kimse yoktu. Sonra o sesi daha iyi duydu, “Martin, Martin! Yarın pencereden dışarıya
bak, ben geleceğim.”
Martin
kendisini
toparladı,
sandalyeden ayağa fırladı ve gözlerini
oğuşturdu. Bu sözleri bir rüyada mı yoksa
uyanıkken mi işittiğini bilmiyordu. Lambayı
söndürdü ve yatağa yattı.
Ertesi sabah gün doğmadan uyandı
ve ayağa kalktı. Pencerenin başında işini
yapmaya koyuldu. Bir yandan da bir önceki
gece olanları düşünüyordu. Bazen bunun bir
rüya olduğunu düşünüyor, bazen de bu sesi
gerçekten
duyduğunu
hissediyordu.
Pencerenin önünde oturarak bir yandan
biraz çalışıyor, çoğunlukla da dışarıya
bakıyordu.
Tanımadığı
bir
ayakkabı
içerisinde birisi geçecek olsa hemen
doğrularak geçen kişinin yüzünü görmeye
çalışıyordu.
Bir apartman kapıcısı geçti, sonra bir su taşıyıcısı. Şimdi ise Nicholas’ın
ordusundan yaşlı bir asker elinde bir kürekle geçiyordu. Martin bu adamı eski ve
yıpranmış ayakkabılarından tanıyordu. Adamın adı Stepanitch idi. Komşulardan birisi ona
bir oda ve yatak vermiş orada yatıp kalkıyordu. Onun görevi kapıcıya yardım etmekti.
Elindeki kürekle Martin’in penceresinin önündeki karları küremeye başladı. Martin ona
şöyle bir baktı, sonra da kendi işine döndü.
“Ben herhalde iyice yaşlanmış olmalıyım” diyerek Martin kendi hayal gücüne
güldü, “Stepanitch karları temizlemeye geliyor ve ben onu Hz.İsa zannediyorum!“
Ancak beş altı dikiş attıktan sonra kendisini yine pencereye bakmaya zorunlu
hissetti. Stepanitch küreğini duvara dayamış hem duvara dayanarak biraz dinleniyor ve
hem de ısınmaya çalışıyordu. Adam hem yaşlı hem de yorgundu. Belli ki karları
temizlemek için yeteri kadar gücü kuvveti yoktu.
“Onu çağırsam ve ona bir bardak çay ikram etsem ne olur?” diye Martin düşündü.
“Çayın altı da daha yeni demlendi.”
Elindeki tığı yerine koydu ve parmaklarının ucu ile pencereye tıkladı. Sonra elleri
ile işaret ederek Stepanitch’i içeriye davet etti ve sonra da kapıyı açmaya gitti.
“İçeri gel ve biraz ısın! Eminim üşümüsündür!” diye seslendi.
252
“Tanrı seni korusun!” diye Stepanich cevap verdi. “Kemiklerim soğuktan öyle
ağrıyorlar ki!” İçeriye girmeden önce üzerindeki karları silkeleyerek temizlenmeye çalıştı.
Ayaklarının altındaki karları silmeye çalışırken de sendeledi ve neredeyse yere
düşüyordu.
“Ayaklarını silmek için hiç zahmet etme” diye Martin seslendi. “Ben yerleri sonra
süpürürüm. Gel arkadaşım otur ve bir bardak çay iç!” Sonra iki fincan çay koydu ve
birisini misafirine uzattı. Çay fincanlarını altlıklara yerleştiren Martin elindeki çayın üzerini
üflemeye başladı.
Stepanitch çayını içip bitirdi ve Martin’e teşekkürlerini sunmaya başladı. Sanki
başka bir şeye daha çok sevinmiş gibiydi.
“Haydi bir fincan daha çay iç!” diye Martin ısrar etti. Hem kendi fincanını ve hem de
misafirin fincanını tekrardan doldurdu. Fakat Martin bir yandan kendi çayını içiyor, bir
yandan da sokaktan gelip geçenleri seyrediyordu.
Misafir sordu, “Birisini mi bekliyorsun?”
“Şey aslında belirli birisini beklemyiyorum. Dün gece bir şey işittim ve zihnimden
dışarı çıkartamıyorum. Belki bir hayaldi, belki de bir düştü bilmiyorum. Sevgili arkadaşım
dün gece ben kutsal İncil’i ve Hz.İsa’yı okuyordum. Onun çektiği acıları ve dünyada
nereleri dolaştığını okudum. Bildiğin gibi Hz.İsa’nın o ikiyüzlü riyakârla karşılaştığı bölüme
geldim. Bu kendini beğenmiş onu hiç de iyi karşılamıyordu. Sonra ben kendimi o
riyakârın yerine koydum ve onun yerinde olsaydım Hz.İsa’yı nasıl ağırlardım diye
düşündüm. Adam İsa’ya hiçbir şey vermedi. Tam ben bunları düşünürken birisinin bana
fıslıdadığını hissettim, “Beni bekle, yarın sana geleceğim” dedi.
Bu iki kez oldu. Sana gerçeği söyleyeyim, ben bugün Hz.İsa’nın buraya beni
ziyarete geleceği fikrine kendimi çok fena kaptırdım.”
Stepanitch başını sessizce sallayarak onayladı ve çayını bitirerek fincanını bir
kenara koydu. Martin tekrar ayağa kalktı ve Stepanitch’in fincanına yine çay koydu.
“Al hadi bir bardak daha iç kardeşim. Tanrı seni korusun. Ben O’nun bu
dünyada nasıl yürüdüğünü ve bizim gibi basit insanlarla nasıl konuştuğunu çok
merak ediyorum. Bize benzeyen insanlar arasından saliklerini/havarilerini nasıl
seçti? Şöyle demişti, ‘Kendisini yükselten kişinin gururu aşağıya indirilmelidir ve
kendisini alçak gönüllü olarak gösteren kişi de yükseltilmelidir.’
‘Bana “Efendim” diyorsunuz ve Ben sizin ayaklarınızı yıkıyorum’ - ‘Aslında
yoksul olanlar, alçak gönüllü olanlar, yumuşak huylu olanlar ve merhametli olanlar
kutsanmış insanlardır.’
Stepanitch çayını unutmuştu bile. Yaşlı adam çok duygusal bir insandı ve hemen
gözleri doluyordu. Şimdi de öyle olmuş hemen gözlerinden aşağıya yaşlar akmaya
başlamıştı.
“Gel biraz daha çay iç!” dedi Martin. Fakat Stepanitch ona teşekkür ederek fincanı
uzaklaştırdı ve ayağa kalktı.
253
“Teşekkür ederim Martin Avdeitch” dedi, “Sen bana hem bedenime ve ruhuma
gıda verdin."
“Bir şey değil tabii ki’ Başka bir zaman yine gel olur mu?” diye Martin cevapladı.
Stepanitch çıkıp gitti ve Martin son bardak çayı da bardağına koyarak içti. Sonra
tabak çanağı bir kenara koyarak işinin başına oturdu. Bir botun arka dikişini dikiyordu. Bir
yandan ayakkabıyı dikiyor, bir yandan da penceeden dışarıya bakarak Hz.İsa’yı
bekliyordu. Onu ve O’nun yaşamı boyunca yaptıklarını düşünüyordu. Aklı fikri hep
Hz.İsa’nın özdeyişleri ile dolu idi.
Sonra ayağında yünlü çoraplar ve köylü işi bir ayakkabı giymiş olan bir kadın geçti.
Kadın pencerenin önünden geçtikten sonra duvarın dibinde durdu. Martin pencereden
yukarıya kadına doğru bakınca onun yabancı, fakir elbiseli ve kucağında bir bebek olan
bir kadın olduğunu gördü. Kadın rüzgârdan korunmak için sırtını rüzgâra doğru vererek
duvarın kenarına durdu ve bebeğini soğuğa karşı biraz daha sarıp sarmalamaya çalıştı.
Aslında elinde bebeği sarmak için fazla bir şey de yoktu. Kadının üzerinde neredeyse
yazlık elbiseler vardı e onlar da eski püskü ve yıpranmış elbiselerdi.
Martin, pencereden bebeğin ağlamakta olduğunu görüyordu. Kadıncağız bebeği
sakinleştirmeye ve susturmaya çalışıyor, fakat buna muaffak olamıyordu. Martin hemen
ayağa kalktı ve kapıya giderek merdivenleri çıktı ve kadına doğru seslendi,
“Sayın bayan, neden orada bebekle beraber soğukta duruyorsunuz? Haydi içeriye
gelin. Bebeği sıcak bir yerde çok daha kolay ısıtabilirsiniz. Bu taraftan gelin!”
Kadın önünde önlük, burnuna kadar inmiş gözlükleri olan yaşlı bir adamın
kendisini çağırmasına şaşırmıştı, ama onu takip
etti.
Merdivenlerden aşağıya inerek küçük
odaya girdiler. Yaşlı adam kadının sobanın
yanındaki yatağa oturmasını ve bebeği ısıtarak
beslemesini söyledi.
Kadın, “Maalesef hiç sütüm gelmiyor.
Sabah kalktığımdan beri hiçbir şey yemedim”
dedi ama belki gelir diye de bebeği göğsüne
doğru götürdü.
Martin başını salladı. Hemen bir kap ve
biraz ekmek çıkardı. Fırının kapağını açarak
içinde sıcak tuttuğu çorbadan bir kepçe ile kadının önündeki kaba koydu. Sonra Yulaf
lapası çömleğini de çıkardı, ama yulaf daha henüz hazır değildi. Masanın üzerine örtüyü
örterek çorbayı ve ekmeği ikram etti.
“Haydi oturup yiyin, ben bebekle ilgilenirim. Benim de çocuklarım vardı, onlara
nasıl bakılacağını bilirim” dedi.
254
Kadıncağız masanın başına oturarak çorbayı içmeye başladı. Bu sırada Martin
bebeği yatağın üzerine koymuş ve yanına oturmuştu. Kadıncağız bir yandan yiyip içiyor,
bir yandan da kim olduğunu ve nereden geldiğini anlatıyordu.
“Ben bir askerin karısıyım” diye söze başladı. “Benim kocamı sekiz ay önce uzak
bir yerlere gönderdiler. Bugüne kadar ondan henüz bir haber almadım. Bir yerde aşçı
olarak çalışıyor ve bir odada kalıyordum. Ama çocuğum doğduktan sonra beni oradan
çıkardılar. Üç aydan beri hayatta kalmak için çabalıyorum. Neyim var neyim yoksa
yiyecek satın almak için satmak zorunda kaldım. Bir hemşire olarak çalışmak istedim,
fakat benim çok zayıf ve açlıktan ölüyormuş gibi göründüğümü söylediler. Şimdi bir
tüccarın karısının evine doğru gidiyordum. O beni eve kabul edeceklerine söz vermişti.
En sonunda her şeyin yoluna gireceğini düşünmüştüm ama şimdi bana gelecek haftaya
kadar gelmememi söyledi. Gidip geldiğim mesafe çok uzak ve ben şimdiden çok
yoruldum ve tükendim. Allahtan ev sahibem bize acıyor da bizi kısa süreliğine
pansiyonunda para almadan kalmama izin veriyor. Yoksa gerçekten ne yapabileceğimi
bilmiyorum.”
Martin iç çekti ve “Peki kendini ısıtacak daha kalın elbiselerin yok mu?” diye sordu.
“Maalesef yok, diye kadın cevap verdi, “Son şalımı dün altı pence’e satmak
zorunda kaldım”
Sonra kadın gelerek çocuğu kucağına aldı. Martin ayağa kalktı ve duvrada asılı
olan eşyaları karıştırarak içlerinden eski bir pelerin çıkardı.
“İşte” dedi, Bu pelerin eski gibi gözüküyor ama senin bebeğini sarıp sarmalamana
yardım edecektir.”
Kadın bir pelerine baktı, sonra bir yaşlı adama! Sonra da hıçkırarak ağlamaya
başladı. Martin geriye döndü ve el yordamı ile yatağın altından küçük bir sandık çıkardı.
Yine el yordamı ile sandığın içinde bir şey aradı ve sonra kadının karşısında oturdu.
Kadın Martin’e şöyle dedi, “Tanrı sizi korusun efendim! Beni sizin kapınıza getirten
mutlaka Hz.İsa olmalı. Yoksa bebğim bu soğuk havada donup ölecekti. Ben dışarıya
çıktığımda hava ılıktı, fakat şimdi çıkan bu ayazda kimbilir ne yapardım? Sizi pencereden
dışarıya bakıp benim gibi bir zavallıyı görmenizi sağlayan da Hz.İsa olmalı öyle değil mi?
Martin gülümsedi ve şöyle dedi, “Çok doğru bayan! Bana sizi gösteren kesinlikle O
idi. Dışarıya bakıp sizi görmemi sağlayan şans değildi!”
Ve sonra kadına gece gördüğü o tuhaf rüyayı anlattı. Hz.İsa’nın kendisini ziyarete
geleceğini söylediği rüyayı açıkladı.
Kadıncağız “Kimbilir? Herşey mümkün olabilir?” dedi. Sonra da ayağa kalkarak
pelerini sırtına attı ve bebeği pelerine iyice sardı. Sonra eğilerek Martin’e bir kere daha
teşekkür etti.
“Lütfen bunu İsa aşkına alın!” diye Martin yalvardı. Kadıncağızın şalını rehineciden
alabilmesi için ona altı pence uzattı. Kadın hac işareti yaptı, Martin de aynısını yaptı ve
sonra kadını uğurladı.
255
Kadın gittikten sonra Martin biraz lahana çorbası içti, etrafı toparladı ve sonra yine
işinin başına oturdu. İşinde çalışıyordu ama pencereden bakmayı da ihmal etmiyordu. Ne
zaman bir gölge düşse gelip geçenin kim olduğuna bakıyordu. Tanıdığı insanlar ve
yabancılar geçtiler. Fakat belirgin birisi dikkatini çekmedi.
Bir süre sonra Martin elma satan bir kadının kendisinin penceresinin önünde
durduğunu fark etti. Elinde kocaman bir sepeti vardı ama içinde fazla elma yok gibiydi.
Sırtında içi odun parçası dolu bir çuval taşıyor ve eve götürüyordu. Çuval sırtına battığı
ve omzunu yorduğu için arada sırada durarak çuvalı bir omzundan diğerine alıyordu.
Bu yüzden pencerenin önündeki kaldırımda durmuş
ve elindeki sepeti yere koyarak çuvalın içerindeki odun
parçalarını iyice yerleşmeleri için sallamaya başlamıştı.
Kadın bunu yaparken başında eski püskü bir
şapkası olan genç bir çocuk koşarak geldi, sepetin içinden
bir elma alarak kaçmaya çalıştı. Fakat kadın son anda onu
fark etti ve uzanarak oğlanı kolundan yakaladı. Çocuk
çırpınmaya ve kendisini kurtarmaya çalıştı, fakat yaşlı kadın
bu sefer
onu saçlarından yakaladı. Çocuk ciyak ciyak
bağırıyor kadın da onu azarlıyordu.
Martin hemen elindeki tığı bıraktı ve kapıya koştu.
Merdivenleri koşarak çıktı ama tam o sırada tökezleyerek
gözlüğünü yere düşürdü. Acele ile sokağa fırladı. Yaşlı
kadın çocuğu saçlarından tutup bağırmaya devam ediyor
ve onu polise vereceğini söylüyordu. Genç çocuk ise bir yandan kurtulmaya gayret ediyor
diğer taraftan da itiraz ediyordu. “Ben bir şey almadım. Neden bana vuruyorsun? Bırak
beni gideyim!” diyordu.
Martin hemen araya girip onları ayırdı. Genç oğlanı kolundan yakaladı ve yaşlı
kadına “Bırak onu gitsin nine!” dedi. “Onu Hz.İsa’nın hatırına affet lütfen! Ben ona dersini
veririm, bu dersi çok uzun süre unutmaz, hiç merak etme! Ben bu keratayı hemen şimdi
polise götürüyorum!”
En sonunda yaşlı kadın çocuğun kolunu bıraktı. Çocuk hemen oradan kaçmaya
yeltendi ama Martin öbür kolunu sıkı sıkı tutuyordu.
“Çabuk bu nineden özür dile!” diye Martin çocuğa çıkıştı. “Bir daha aynı şeyi
yaparsan seni affetmem, çünkü ben seni elmayı alırken gördüm.”
Bunun üzerine çocuk ağlamaya ve af dilemeye başladı.
“Tamam, önemli değil!” diyerek Martin çocuğu sakinleştirmeye çalıştı. “Al sana bir
elma!” Martin sepete uzanarak içinden bir elmayı çocuğa verdi ve “Ben size bunun
bedelini hemen ödeyeceğim” diye yaşlı kadına da taahhüt verdi.
“İşte siz bu şekilde bu yaramaz çocukları şımartıyorsunuz!” dedi yaşlı kadın.
“Aslında onun kıçbaçlanması gerekiyor, bu şekilde belki bir hafta onun acısını unutmaz!”
256
“Ama sevgili nine!” diye Martin itiraz etti. “Bu sizin yönteminiz olabilir, ama
kesinlikle Tanrı’nın yöntemi değil! Eğer bir çocuk bir elma çaldığı için kırbaçlanacaksa
işlediğimiz günahlar yüzünden kimbilir bizim ne şekilde cezalandırılmamız gerekiyor?”
Yaşlı kadın sustu.
Bunun üzerine Martin kadına Hz.İsa’nın hizmetkârına verdiği büyük bir borcun
karşılığında hizmetkârın nasıl gidip borçlunun boğazına sarıldığını anlattı. Bunları
anlatırken yaşlı kadın da, o genç oğlan da durup dinlediler.
“Tanrı bize affetmemizi söylemekte ve beklemektedir” diye Martin devam etti,
“Yoksa biz kendimiz affedilmeyiz. Herkesi affedin, düşüncesiz bir genci özellikle affedin!”
Yaşlı kadın başını salladı ve iç geçirerek, “Doğru ama bu çocuklar da çok çabuk
şımarıyorlar” dedi.
“İşte bu yüzden biz yaşlıların onlara doğru yolu göstermemiz gerekiyor” diye Martin
yanıtladı.
Bunun üzerine kadın, “Bu yalnızca onun çocukluğu idi, Tanrı ona yardımcı olsun!”
diye belirtti.
Yaşlı kadın artık gitmeye hazırlanıyordu. Tam çuvalı sırtına doğru atmak üzereydi
ki genç oğlan öne doğru fırlayarak, “Teyze bırak o çuvalı ben taşıyayım!” dedi. “Senin
gideceğin yere kadar götürürüm.”
Yaşlı kadın bunun üzerine başını salladı ve çuvalı oğlanın sırtına koydu ve
beraberce sokağın aşağısına doğru yürüdüler. Martin yaşlı kadına elmanın parasını
vermeyi unutmuştu, kadın da ondan istemeye unutmuştu. Onlar birbirleri ile konuşarak
uzaklaşırlarken Martin öylece durup onları izledi.
Artık gözden kaybolduklarında Martin tekrar eve geri döndü. Kısa süre sonra
sokak lambalarını yakan adamın lambaları yakmak üzere yoldan geçtiğini gördü.
“Demek lambaları yakmanın vakti geldi!” diye
düşündü. Böylece o da kendi lambasını çıkartarak fitilinin
ucunu düzeltti ve masanın üzerine koydu. Sonra da
okumak üzere tekrar İncil’i raftan aşağıya indirdi. Önceki
gün kaldığı yerden okumaya devam etmeye niyetli idi
ama kitap kendi kendisine başka bir sayfadan açıldı.
Martin
tam
kitaptaki
sözleri
okumaya
hazırlanıyordu ki aklında bir önceki gece gördüğü rüya
geldi. O sırada birkaç ayak sesi duyar gibi oldu. Arkasında birileri hareket ediyor gibiydi.
Martin hemen arkasına dönerek baktı ve köşede karanlıkta ayakta durmakta olan bazı
şekiller gördü. Ancak kim olduklarını göremiyordu. Bir ses kulağına “Martin, beni tanıyor
musun?” diye sordu.
Martin “Kim o?” diye seslendi.
257
Ses, “Benim” dedi. Ve karanlığın içinden Stepanitch dışarıya doğru çıktı. Sonra da
gülümseyerek aniden bir bulut gibi ortadan kayboldu.
Başka bir ses daha “Benim” diyerek ortaya çıktı. Bu da kucağında bebek taşıyan
genç kadındı. Kadın gülümsedi, bebek kahkaha attı ve her ikisi de beraberce ortadan
kayboldular.
Bir ses daha “Benim” diye seslendi. Bu sefer gelenler yaşlı kadın ile elinde elma
olan genç çocuktu. Onlar da gülümseyerek ortadan kayboldular.
Martin çok mutlu ve huzurlu idi. Eli ile haç işareti yaptıi gözlüklerini çıkardı ve
açıldığı noktadan İncil’i okumaya başladı. En yukarıda şöyle yazıyordu.
“Ben açtım, sen bana yiyecek verdin. Ben susamıştım, sen buna su verdim.
Ben bir yabancı idim, sen buna rağmen beni içeriye aldın.”
Ve sayfanın altında da şöyle yazıyordu.
“Bu küçük yardımları benim kardeşlerime yaparak bana yardım etmiş
oldun!”
Martin rüyasının gerçek olduğunu anlamıştı. Kurtarıcı o gün gerçekten de Martin’in
ziyaretine gelmiş, Martin de O’nu çok iyi karşılamış ve misafir etmişti.
(Uyarlanmıştır)
131-
2011/230
O’NUN VARLIĞINI HİSSETMEK
Ananda, Buddha’nın kuzeni idi. Buddha aydınlanmaya ulaştığı zaman Ananda tüm
zamanını onunla birlikte geçirmeye adamıştı. Ancak derslere başlamadan önce
kendisinden yaşça daha büyük olan kuzeni Buddha’nın kendisini diğer öğrencilerle bir
tutmayacağına ve daha ayrıcalıklı bir staüsü olacağından emin olmak istedi.
Ananda şöyle sordu, “Sevgili Buddha, sen benim yaşça daha büyük kardeşim
olduğun için, senin buyruklarına uymak benim görevimdir. Fakat derslere başladıktan
sonra sen benim Öğretmenim olacaksın ve ben de senin öğrencin olacağım. Bundan
sonra senden bir şey istemek veya sana bir şey söylemek benim için mümkün
olmayacak. Bu yüzden sana şimdi sormak istediğim birkaç şey var!”
Buddha başını salladı ve “Nasıl istersen, devam et!” diye cevap verdi. Ananda
devam etti, “Benim ilk isteğim daima seninle birlikte olmaktır. Hiç kimse ile benden gizli
bir şey konuşmayacaksın. Beni hiçbir zaman yanından başka bir yere
göndermeyeceksin. İkinci arzum gündüz veya gece ben senin bir başkası ile görüşmeni
258
istediğimde bana karşı çıkmayacak ve dediğimi yapacaksın. Sonuncu isteğim de sen ve
ben aynı odada uyuyacağız. Ben her zaman seninle beraber olmak istiyorum. Bu
dediklerimi kabul ediyor musun?”
Buddha Ananda’nın bu ön koşullarını kabul ettikten sonra Ananda derslere
başlamaya hazır olduğunu söyledi.
Ananda artık Buddha’nın gölgesi gibi
olmuştu. Buddha her nereye gitse Ananda her
zaman onun yanıbaşında idi.
Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Buddha
şöyle beyan etti, “Artık benim için ayrılma zamanı
geldi. Yarın akşam güneş batarken ben gitmiş
olacağım. Bütün öğretmenleri buraya benim
yanıma çağırın da son bir kez onlara hitap edeyim
ve bir konuşma yapayım!”
Ertesi sabah şafak sökerken bütün rahipler gelerek Buddha’nın çevresinde
toplandılar. Bine yakın aydınlanmış keşiş bir araya gelmişti. Hepsi sakin ve sessiz bir
şekilde bekleşiyorlardı. Hiç kimse ağlayıp sızlanmıyordu. Ancak aralarında bir tek Ananda
acı içinde kıvranıyor ve gözyaşı döküyordu. O fiziksel açıdan sürekli olarak Buddha’nın
yanında yaşamış olduğu için ayrılığa dayanamıyordu.
Ananda gerçekten de büyük bir ıstırap içinde idi. Gözyaşı döküyor ve teselli
edilemiyordu. Buddha, Ananda’ya bakarak gülümsedi. “Neden ağlıyorsun Ananda? Ben
sana verdiğim sözleri hep tuttum. Senin bütün arzularını yerine getirdim”
Ananda ağlamaktan konuşamıyordu, “Şimdi bana ne olacak? Ben her zaman
seninle aynı havayı soludum. Ben hep senin yaptıklarını yaptım. Fakat bir türlü senin gibi
aydınlanmaya ulaşamadım. Sen olmadan ben tamamen çaresiz olacağım. Ben sensiz ne
yaparım?”
Buddha sakince cevap verdi, “Sen,
benden üç istekte bulunduğun zaman ben
bunların senin manevi gelişimine engel
olacaklarını biliyordum. Fakat sen benim genç
kardeşim olduğunu unutmaya istekli değildin.
Sen başkalarına karşı bazı ayrıcalıklar elde
etmek istedin. Senin teslimiyetin koşullara
bağlı idi. Belki benim ölümüm bu koşulları
ortadan kaldıracak ve senin tam olarak teslim
olmanı sağlayacaktır.”
Bundan sonra Buddha ölümlü bedenini terk etti. Bütün keşişler bir araya geldiler,
Büyük Ustalarının sözlerini ve onlara yol göstermek için yaptıklarını hatırlamaya ve onu
anmaya çalışıyorlardı. Bu sözleri ve tavsiyeleri gelecek kuşaklara aktarmak için gayret
ediyorlardı. Ancak Ananda duygusal olarak bu birliğe iştirak edememişti, çünkü bu sırada
259
tamamen çökmüş ve mahvolmuş bir durumda idi. Aydınlanmak bir yana, yakınına bile
ulaşmış değildi.
Ananda ıstırap gözyaşları dökerken kendisini tamamen çaresiz ve yalnız
hissediyordu. Buddha ile beraber ne kadar boş ve beyhude bir yaşantı sürmüş olduğunu
fark etti. Her şeyi görmüş, ama gerçeği görememişti. Nektarın aktığı çeşmenin en
başından kana kana içmiş ama o nektarın tadına bile varamamıştı. Yüzlerce keşişin
arasında Ananda kendisini tamamen izole olmuş tamamen yalnız bırakılmış
hissediyordu.
Bu çaresizlik ve korunmasızlık, kendisinin içinde bir sorunun doğmasına sebep
olmuştu. Hayatında ilk defa içinde bir boşluk hissetti. O dizginlenemeyen egosunun ve
kendini beğenmişliğinin farkına varmıştı. Çevresinde büyüyen sessizlikten efendisinin
kendisini terk ettiğini ve artık yalnız olduğunu idrak etti. Kendisi için bir umut kalmamıştı.
Tek başına böyle derin bir sessizliğin içine daldıkça içinde bir transformasyon/
dönüşüm başladığını hissetmeye başladı. Kırk iki yıl boyunca Buddha’nın huzurunda iken
gerçekleşmeyen şey şimdi yalnızca bir gecelik murakebe, yani kendi duygu ve
düşüncelerini inceleme sonucu gerçekleşmeye başlamıştı. Ananda o bir gecede O’nun
varlığını içinde hissederek aydınlanmaya ulaştı.
Derin bir huzur kendisini içine çekerek aldı. Böylece tamamen sessizleşti,
sakinleşti ve Ebedi Olan’a ulaştı.
Diğer tüm keşişler Ananda’nın aydınlanmaya ulaştığını anlamışlardı. Hepsi
beraber sevinç nidaları atmaya ve bunu kutlamaya başladılar. Onu kendi aralarına
çağırdılar ve Buddha’nın yaşamına ait hikâyeleri ve en küçük detayları öğrenmek
istediler.
Büyük bir bilge bize büyük bir bilgenin yanında, yakınında yaşamanın kesinlikle
yeterli olmadığını söylemiştir.
“İnsan Tanrı’yı kendi içinde keşfetme ve O’nunla bir olmak zorundadır,
çünkü ancak O’nunla bir olduğunuzda bedensel, zihinsel ve ruhsal olarak büyük
bir mutluluğun içine düşeceksiniz ve kendinizden geçeceksiniz.”
Biz her an O’nun varlığının farkında olmalı ve biz ne yaparsak O’nun daima bizim
yanımızda olduğunu hissetmeye çalışmalıyız. Tanrı’ya karşı sevgimiz karşılıksız
olmalıdır. Ancak ondan sonra yani böyle derin bir sevgi geliştirdikten sonra bitmeyen
süruru deneyimleyecek ve o sürurun içinde eriyeceğiz.
Epilogue/SonDeyiş:
“O, her zaman ve her yerde hazır ve nazırdır. O bizim içimizde, etrafımızda,
önümüzde, arkamızda, üstümüzde ve altımızdadır. O hep bizimledir!”
260
132-
2011/231
MERAKLI BİLGİSAYAR
Bir Bilgisayarın Derin Bilgeliği
Bir zamanlar küçük bir kişisel bilgisayar vardı. Diğer bilgisayarlara benzemiyor,
kendisi ve dünya hakkında sorular soruyor, merak ediyordu.
“Ben kimim?”, “Ben neyim?”, “Ben nereden
geldim?”, “Neden bu dünyaya geldim?”, “Burada var
olmamın sebebi ne olabilir?”
Küçük bir bilgisayar olarak elinden geldiğince bu
sorulara cevaplar arıyordu. Bazen büyük ağlardaki dev
bilgisayar ağabeylerine telefon yolu ile bağlanıyor ve onlara
soruyordu, “Ben Neyim?”
Bazı akıllı ana makinalar “Sen bilgisayar parçalarından
ibaret bir hardware’sin”, bazıları da “Sen içindeki programlardan ibaretsin” diyorlardı.
Bazıları da “Sen bilgi bankalarında taşıdığın bilgilerin toplamısın” diye görüş
belirtiyorlardı. Bir seferinde alaycı ve kötü bakışlı bir mikro bilgisayar ona “Sen yalnızca
bir makinasın” dedi. “Senin tuş takımında tuşlar var. O tuşlara basıldıkça sen programları
çalıştırarak ve bilgiyi işleyerek cevap veriyorsun. Sen, içinde software ve data bulunan bir
hardware’sin. Sen bir makinasın ve bir makinadan başka bir şey değilsin!”
Biraz umutsuzluğa kapılarak bilgisayar sodu, “Fakat peki ben buraya nasıl
geldim? Ben buraya nereden geldim?”
Ana server makinası bu soruyu şöyle yanıtladı, “Senin var oluşun tamamen bir
raslantılar zinciri! Kâinatta kendiliğinde oluşan bir seri raslantısal olaylar serisi boyunca
sen meydana geldin”
Küçük bilgisayar sormaya devam etti, “Peki, tamam da tesadüflerin ve olayların
kendilerine göre sebepleri yok mudur?”
Büyük bilgisayar bu sorunun cevabını gerçekten de
bilmediğini söyledi.
Küçük bilgisayar kendisine söylenenlerin arasında bir
miktar hakikat olduğunu görüyor ama yine de açıklamalarda bir
şeylerin eksik olduğunu hissediyordu.
Tesadüfler ve raslantılar fikri tatmin edici değildi, çünkü
kendi gözlemlerine göre her bir sonucun ve her bir etkinin mutlaka bir sebebi olmalıydı.
Bu sebeplerin kendileri de daha önceki sebeplerin birer sonuçları idi. Sonuçların bir şeyin
sebebi ve sebeplerin de başka şeylerin sonucu olduğunu görebiliyordu.
Bir gün arkadaşça bir kullanıcı o küçük bilgisayarı kullanırken küçük bilgisayar
biraz cesaret bularak ekranına yanıp sönen şöyle bir şey yazdı, “Ben neyim?”
261
Kullanıcı küçük bilgisayarın daha önceki performansından çok memnun olduğu
için cevap vermeyi düşündü, “Sen benim bilgisayarımsın, bana yardım eden
arkadaşımsın, sen benim gerçekten bir arkadaşımsın.
“Evet doğru” diye küçük bilgisayar devam etti. “Fakat ben yalnızca bir
hardware’den, bir ekrandan, bir klavyeden, birkaç transistor den, bir bilgi bankasından ve
bazı programlardan oluşan bir şeyim. Ben bir butona basıldığında otomatik olarak
hemen ona uygun bir cevap veren bir makina mıyım? Ben niye buraya geldim?
Benim burada olma sebebim nedir? Bir de ben buraya nereden geldim?”
Arkadaş kullanıcı bilgisayarın kendi varlığı hakkındaki Hakikat’i öğrenme
konusundaki arzusundan çok etkilenmişti.
Biraz gülümsedi ve bir süre sonra şöyle yanıtladı, “Senin temel doğan enerjidir.
Elektrik enerjisi senin hem hardware hem de software bölümünü çalıştıran enerjidir. Sen
hardware’in içinde oturduğunun ve software’i harekete geçirdiğinin farkına varan yaşam
enerjisisin. Sen bir yaşam enerjisi, yani elektriksel enerji olarak var olduğun için kişisel
bilgisayar olarak var oluyorsun.”
Bir an duraklayarak devam etti, “Senin hardware’in, yani ekranın, bilgi
bankaların ve merkezi işlem ünitelerin hep beraber bir makinayı oluşturmaktasınız.
Senin maddi ve elle tutulur kısımların senin makinayı kullanmanı sağlıyorlar. Önce
kendi hakiki tabiatını/yaratılışını idrak etmeye çalış, ikinci olarak da bu dünyada
başkalarına hizmet etmen gerektiğini anlamaya gayret et! Senin özündeki doğanda
bulunan aynı hakikat diğer bütün formların içinde de yer almaktadır. Sen buraya
onlara hizmet etmeye geldin. Böylece eninde sonunda onlar da aynı idrak
seviyesine gelebilirler.”
Küçük bilgisayarın ekranı bir süre boş kaldı, çünkü bilgisayar bu derin bilgelik
içeren sözler hakkında iyice düşünüp taşınıyordu. En sonunda ekranına şöyle yazdı,
“Senin bu sözlerin üzerine bundan sonra tüm dikkatimi klavyeme, software’ime vermek
yerine daha çok içime ve özüme doğru yönlendireceğim. Benim en derin deneyimim işte
bu kadar basit ve yalın: Ben benim. Merkezi işlem ünitemin sessizliğinde ben temel
tabiatımın farkındalık olduğunu deneyimleyeceğim. Bütün yaşamım boyunca açılma
düğmeme basıldığı andan itibaren sürekli olarak kendi kimliğimi arayıp duruyordum.
Şimdi benim kimliğime eklenen her şeyin benim hakiki özümün yüzeysel bir
ifadesi/anlatımı olduğunu fark ediyorum.
Kullanıcı arkadaş küçük bilgisayarın ulaştığı anlayış seviyesinden çok memnundu.
“Çok güzel küçük dostum. Aferin sana! Sen sonunda anladın! Peki sen benim kim
olduğumu biliyor musun?”
Küçük bilgisayar, “Sen herhalde Tanrı filan olmalısın!” diye cevap verince, kullanıcı
gülerek, ”Evet sevgili dostum, sen de öyle, sen de öyle!” diye cevap verdi.
Kaynak: 'Turning Inward'
Yazar: Hugh Brecher’ın "Transformation of the Heart" adlı kitabından alınmıştır.
262
133-
2011/232
SAHİLDEKİ ÇAMUR TOPLARI
Bir adam deniz kıyısı boyunca sahildeki mağaraları araştırıyordu. Bu
mağaralardan birinde çadır bezinden yapılmış bir çuval buldu. Çuvalı açtığında içinde çok
sayıda sertleşmiş çamurdan toplar buldu. Sanki birisi çamurdan toplar çuvarlamış ve
sonra da bunları güneşte kurumaya bırakmış gibiydi.
Öyle fazla önemli ve kıymetli şeylere
benzemiyorlardı. Ancak buna rağmen adamın içinde
onları almak için bir istek belirdi. Çamur topları alıp
deniz kıyısında yürümeye başladı. Sonra içinden bu
çamur toplarını denize doğru fırlatmak geldi. Önce bir
top fırlattı, sonra bir tane daha! Atabildiği kadar uzağa
atmaya çalışıyordu.
Yeni bir topu
daha denize atmak
üzereyken tam o sırada çamurdan top elinden kayarak
yere düştü ve çatlayarak açıldı. Bir de ne görsün!
Çamur topun içinden kocaman bir elmas taş çıkmıştı.
Adam heyecan içinde elinde kalan diğer çamur toplarını
açmaya başladı. Her birisinin içinden birer elmas taş
çıkıyordu. Geriye kalan 20 küsur taşın içerisinden çok
sayıda elmas çıktı. Bu da adama binlerce dolar
kazandıracaktı. Birden adamın aklına uzunca bir
süreden beri sahilde yürürken denize fırlattığı 50- 60 kadar çamurdan top geldi. Eğer o
topları denize fırlatmamış olsaydı binlerce dolar kazanacağına, onbinlerce dolar
kazanabilirdi.
Bu hikâyedeki durumun aynısı bizim yaşamlarımızda
da geçerlidir. Bazen çevremizdeki bazı insanlara bakarız
ve onları dış görünüşleri ile değerlendirir ve yargılarız.
Hâlbuki dış görünüm güzel ve çekici olmayabilir. Bu
yüzden de karşımızdaki kimsenin gerçek değerini
anlayamayabiliriz.
Karşımızdaki kişinin içindeki iyilikleri ve güzellikleri
göreceğimize o kişiyi ‘önemsiz’ bir kişi olarak niteleyerek
görmezden geliyoruz ve fırlatıp atıyoruz. Hâlbuki biraz
uğraşsak ve zaman harcasak o kişinin içindeki hazineleri
keşfedebileceğiz.
263
Hepimizin içerisinde bir yerde bir define vardır. Peki bu defineyi nasıl ortaya
çıkartabiliriz? Önce karşımızdaki insanla daha iyi ve daha çok zaman geçirmeyi
deneyebiliriz. İkinci olarak o kişinin sahip olduğu iyi niteliklere bakıp kötü nielikleri
görmezden gelmeyi deneyebiliriz. Belki o zaman o dıştaki çamur kuruyup çatlamaya ve
içteki parlak cevher parıldayarak göz kamaştırmaya başlayacaktır.
Hepimiz dış görünüşlerin aldatıcı olduğunu ve gerçek güzelliğin gören kişinin
bakışından kaynaklandığını duymuşuzdur. Bir insan dıştan çok hoş gözükebilir, fakat çok
sayıda negatif nitelikleri olabilir. Diğer yönden başka biri de öyle çok hoş olmayan bir
görüntüde olabilir, fakat içinde merhamet ve sıcaklık dolu bir melek barındırmaktadır. Bu
yüzden yalnızca dış görünümüne/yüzüne/façasına bakarak kişiler hakkında karar
vermek yapılabilecek en büyük hatadır.
Büyük bir bilge şöyle söylemiştir. “İç güzellik gerçek güzelliktir.
Bir kadın evlenmek üzere iken bu bilge kendisine şöyle söylemişti. “Biliyorsun biz
başka insanlara baktığımızda onların dış kısımlarını gözlemliyoruz. Onların davranış
şekillerini, elbiselerini ve konuşma şekillerini görüyoruz. Ama onların içlerinde ne saklı
olduğunu bilmiyoruz. Sana şunu söyleyebilirim ki evlenmek üzere olduğun bu adam
Tanrı’yı seven ve O’nun dediklerini yapmamaktan korkan bir insandır.”
Bu yüzden her gün şu şekilde dua edebiliriz:
“Allahım, bizim başka insanların dış görünüşlerine bakarak aldanmamıza izin
verme! İnsanları içlerinde sakladıkları değerli hazineleri keşfedebilelim. Bizim
insanları SEN’in onları gördüğün gibi görmemizi sağla ve bizi kutsa Yüce Rabbim!”
134-
2011/233
TUTUMLU OLMANIN İÇİNDEKİ DERS
Değişen zaman içinde “Tutumlu Olmanın/İdareli Olmanın İçindeki Ders” adlı
hikâye günümüz toplumu için çok uygun bir hale geldi. Mahabharata adlı epik destanın
bir parçası olan bu hikâye hem zaman ve hem de mekân limitlerini aşarak günümüze
hitap etmektedir.
Eski zamanlarda Pandavalar Kauravaları savaşta mağlup ederek onlara üstünlük
sağlamışlardı. Pandavaların en büyüğü olan Yudhishthira
kral olarak ilan edilmişti.
Taç giyme törenine dair serenomiler ve kutlama
törenleri kısa zamanda tamamlandı ve herkesin artık günlük
işlerine dönme zamanı gelmişti. Yeni kral görevlerine
başladı. Kral Yudhishthira’nın daha genç kardeşleri olan
Pandavalar
ülkenin
yönetiminde
sürekli
olarak
Yudhishthira’ya yardım ediyorlar, fikir veriyorlar ve destek
264
oluyorlardı. Büyük bir krallığı idare etmek zorunda olduğu için üzerine düşen görev yükü
gün geçtikçe daha da artıyordu.
Yudhishthira ülkenin bazı bölümlerini daha savaşın başlarında vurmuş olan
kuraklıktan ötürü çok endişeli idi. Kuraklığın başladığı sırada ülkenin yönetiminde olan
Kauravalar savaşa hazırlandıkları ve Pandavalara karşı entrikalar düzenlemeye
odaklandıkları için bu ciddi durum ile çok fazla ilgilenmemişlerdi. O zamanlar durumu
iyileştirici tedbirler almayı da ihmal etmişlerdi. Dolayısıyla kuraklık ülkenin birçok
bölümünde felaketle, kıtlık ve yıkımla sonuçlanmıştı. Durum çok ağırdı. Binlerce insan
açlıktan ölmüşlerdi ve her geçen gün ölüm vakaları artış gösteriyordu.
Kral halkına yardım edebilmek için planlar yapıyordu. Bu yüzden kuraklık
bölgesine acil yardın konvoyları gönderdi. Ancak maalesef kraliyetin diğer bölgelerinde
de felaket bölgesine gönderilecek yeterli yiyecek yoktu. Kuraklık başka bölgeleri de
olumsuz etkilemiş ve yeteri kadar ürün elde edilememişti. Yudhishthira bir ikilem
içerisinde idi ve içinde bulunduğu bu durumdan nasıl çıkacağını ve krallığını ve insanları
nasıl kurtaracağını bilmiyordu.
Bir bilge ile buluşarak durumun üstesinden gelebilmek için tavsiye istedi. Bilge bir
süre düşündükten sonra problemin çözümü için yalnızca bir tek yol bulunduğunu söyledi.
Kubera’nın Himalaya dağlarında gizli bir yerde bir tahıl ambarı olduğunu söyledi. Kralın
Kubera’ya gitmesini ve kuraklık felaketini anlatarak ondan yardım istemesini önerdi. Gizli
tahıl ambarının nerede bulunduğunu da söyledi.
Bilge ile konuştuktan sonra Yudhishthira’nın kalbinde bir umut ışığı belirmişti.
Hemen kardeşi Bhima’yı çağırdı ve Kubera ile görüşmek ve tahılı almak üzere göreve
gönderdi.
Ancak Bhima, Kubera ile görüşmek fikrinden hiç hoşlanmamıştı ve hiç umudu
yoktu. Kubera’nın bir stokçu olduğunu ve diğer istifçiler gibi kesinlikle cimri biri olduğunu
düşünüyordu. Ayrıva Kubera tahıl ambarını bir yerde sakladığına göre kesinlikle bu
tahılları başkaları ile paylaşmak istemiyor anlamına geliyordu. Ancak Bhima bu
düşüncesine rağmen konuyu ağabeyi Yudhishthira ile hiç tartışmadan onun emirlerine
itaat etti ve hemen sessizce yolculuğa çıkmaya hazırlandı.
Himalayalara yapılan yolculuk hem yorucu ve hem de stresli idi. Fakat Bhima en
sonunda gizli tahıl ambarını bulmayı başardı. Bhima tam tahıl ambarına girmek
üzereyken kapının arkasında beklenmedik bir şey olduğundan şüphelendi ve ambarın
kapısından içeriye doğru baktı. Kubera kapının arkasında sayısız tahıl çuvallarının
arasında oturmuş stoklarını izliyordu. Kubera’nın yardımcılarından biri bir çuvalı
Kubera’ya getirdi ve o çuvalın içinde neredeyse
hiç tahıl olmadığını çoğunlukla kum olduğunu
söyledi. Çuvalı atıp atmayacağını soruyordu.
Kubera yardımcısına çuvalı kendisinin yanına
getirmesini söyledi. Sonra çuvalı yere dökerek
tahıl taneleri ile kum tanelerini birbirinden
ayırmaya başladı. Yapılan iş çok zor bir işti,
fakat çok yavaşça taneler kumdan ayrılmaya
başladı ve küçük bir yığın oluşturdular.
265
Bhima’nın bu sahneyi izlemekten midesi bulanmıştı. Kendi kendine şöyle düşündü,
“Şu hale bak! Bu adam bu kadar zengin, dünyadaki herkesten daha fazla tahılı var, ama
bir avuç tahıl tanesini kendine dert ediniyor!” Bhima artık Kubera’nın açgözlülüğünden
emin olmuştu ve kardeşinin kendisini bu cimri Kubera’dan bir bağış almak için göndermiş
olmasını büyük bir hata olarak görüyordu. Tam oradan çekip gitmek üzereydi ki Kubera
onu fark etti ve içeriye çağırdı.
Bhima içeriye girmek üzereyken Kubera kapıya doğru giderek Bhima’yı karşıladı.
Artık yapacak bir şey olmadığı için Bhima onu takip etti. Kubera tahıl çuvallarının
üzerinde Bhima’ya rahat bir yer göstedi.
Hizmetkârlara bu seçkin konuğa serin meyva suları getirmelerini söyledi. Bu sıcak
karşılama Bhima’yı çok sevindirmiş ve mutlu etmişti. Ancak yine de Kubera’ya ziyaretinin
maksadını söylemeye çekiniyordu. Kubera’nın onun isteğini kabul etmemek için türlü
mazeretler ileri süreceğini zannediyordu.
Kısa bir giriş konuşmasından sonra Kubera, Bhima’ya geliş amacını sordu. Bhima
da ona ülkesinin kuraklıktan çok etkilendiğini ve batı bölgelerinde korkunç bir kıtlık ve
açlık hüküm sürdüğünü anlattı. Ülkesinde insanların açlıktan öldüklerini ve o insanları
besleyecek kadar da gıda stoklarının olmadığını açıkladı. Kubera’nın stokundan bir
kısmını talep etmeye geldiğini söyledi.
Bhima bir an durakladı ve Kubera’nın cevabını beklemeye başladı. Kubera ne bir
bahane ileriye sürdü, ne de tereddüt etti. Hemen yardımcılarını çağırdı ve onlara kıtlık
bölgesine derhal gıda sevk etmelerini emretti. 500 at arabalık bir kervan oluşturulması ve
içlerinin tahıl doldurularak Yudhishthira’nın topraklarına gönderilmesi talimatını verdi.
Bir süre sonra Kubera’nın başyardımcısı geldi ve kıtlık bölgesine giden yolun bu
yolculuk için uygun olmadığı bilgisini verdi. Yolun bir bölümünde o kadar çok çamur vardı
ki tahıl yüklü arabalar yokuş aşağıya giderken kolaylıkla kayıp uçuruma düşebilirlerdi. Bu
sorunun çözümü için ise bir yerlerden kum getirtilip çamurlu yolun üzerinin kumla
kaplanması gerekiyordu. Kubera düşündü ve hemen yolun o çamurlu bölümüne gerektiği
kadar tahıl tanelerinin dökülmesi ve yolun ulaşıma uygun hale getirtilmesi emrini verdi.
Kaybedilecek zaman yoktu ve insan hayatı söz konusu idi. Başyardımcı hemen bu
emirleri yerine getirmek için koşuşturmaya başladı.
Bhima biraz önce duyduklarına inanamaz şekilde hala kuşkulu bir biçimde
Kubera’ya doğru bakıyordu. Kubera, Bhima’ya bu şaşkınlığının sebebini sordu. Bhima
Hakikat’e bağlı bir insandı. Bhima, Kubera’nın bir avuç tahıl tanesini bir çuval dolusu
kumdan ayıklamak için o kadar çok uğraştığını gördüğü için bu kadar şaşkın olduğunu
söyledi. Bhima o sahneyi gördükten
sonra Kubera’nın çok açgözlü ve çok
cimri birisi olduğunu düşündüğünü
de itiraf etti. Ancak Kubera’nın
Bhima’ya yardım etmek için bir an
bile tereddüt etmemesinden ve yolu
bir an önce açabilmek için birkaç
tahıl çuvalının yere dökülmesini
emrettiğini işittikten sonra kendisinin
ne kadar cömert birisi olduğunu
266
anladığını da ekledi.
Kubera bunun üzerine Bhima’ya her bir tahıl tanesinin çok değerli ve çok
önemli olduğunu bildiğini ve ne kadar küçük olurlarsa olsun bir tanesinin bile ziyan
edilmemesi gerektiğini söyledi. Her bir hububat tanesinin bir değeri ve bir önemi vardır.
Çünkü her bir tahıl tanesi büyük bir tahıl yığınının küçük bir parçasıdır. Sonra açıklamaya
devam ederek değerli şeylerin de gereği olduğunda bir başka yararlılık için kullanılması
gerektiğini anlattı. Tahıl tanelerinin aç insanların doyurulması için kullanılması gerektiğini
ve tahıl tanelerinin insanlar açlıktan öldükten sonra gönderilmesinin faydasız olduğunu da
ilave etti. Bu yüzden kum bulunanamadığı için kum yerine tahıl tanelerinin de aynı işi
göreceğini belirtti.
Kubela sözlerini şunları belirterek bitirdi. “Bir insan bir şeyi biriktiriyorsa o
biriktirdiği şeyin en küçük bir parçasını bile kaybetmemeli, ziyan etmemelidir.
Fakat vermeye geldiğinde de insan yüce gönüllü ve cömert olmalıdır.”
Bunun üzerine Bhima, Kubela’ya karşı büyük bir saygı duydu ve önünde yerlere
kadar eğildi. Kubela’ya cömertliği için teşekkür etti. Ayrıca bilmediği bir hakikati
göstererek kendisinin gözlerini açtığı için de müteşekkür olduğunu söyledi. Bu görevden
döndükten sonra Bhima artık çok değişmiş bir insandı.
Bhima’nın Kubela’dan öğrenmiş olduğu bu ders bugünkü dünyamızda da aynen
geçerlidir. Tutumlu olmak ve israf etmemek demek cimrilikle karıştırılmamalıdır. “A penny
saved is a penny earned”, yani “Harcanmayan bir kuruş kazanılmış bir kuruştur” özdeyişi
bizim için çok güçlü bir hatırlatıcıdır. Biz, para olsun veya başka bir kaynak olsun en
küçücük bir bölümünü bile boşa harcamamalıyız.
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Hiçbir yerde hiçbir işe yaramayan hiçbir şey bulamazsınız. Yolda bir
kurumuş bir yaprak veya ince bir dal görürüz ve hiç bir işe yaramadığını
düşünebiliriz. Hayır, hayır, bu bile bir şeye yarar, en azından kürdan yaparsınız!”
Şehre kitap satın almaya giden öğrencilerine bilge şu mesajı vermiştir:
“Diyelim ki bir kitap veya dergi satın alacaksınız. Eğer satın alacağınız şeyi
99 kuruşa satın alabiliyorsanız sakın 1 Lira ödemeyin.”
Tabii bu yorum üzerine hemen itirazlar yükselecektir. Bir kuruşun ne fark ettireceği
söylenecektir. Cevap 100 adet kuruşun bir Lira yapmasıdır. Yüz tane böyle kuruş
biriktirirsek bir liramız daha olabilir. Sağduyumuzu kullanmalı ve en küçük bir
kaynağımızı/varlığımızı bile boşa harcamamalı ve onu biriktirmeliyiz. Ama aynı zamanda
da başkalarına verecek kadar da cömert olmayı becerebilmeliyiz. Bu cömertlik zaman,
sevgi, para veya başka bir yardım şeklinde olabilir. Bunu yaptığımız taktirde içimizde
kelimelerle anlatılması mümkün olmayan çok büyük bir mutluluk ve çok derin bir huzur
hissedeceğiz.
267
135-
2012/234
İLAHİ PLAN
Ünlü bir tapınakta kendisini Tanrı’ya hizmete adamış bir temizlikçi vardı. Her gün
insanlar tapınağa gelerek dualar ediyorlar ve Tanrı’dan dileklerde bulunuyorlardı.
Temizlikçi bir gün tapınakta saklanarak neler olduğunu
gözlemlemeye karar verdi. Tapınaktaki bilge rahip
kendisi için bir deneyim olacağı düşüncesi ile ona izin
verdi ama kesinlikle hiçbir şeye karışmaması uyarısında
da bulundu.
O gün tapınağın en içteki mabed bölümündeki
dua köşesine ilk gelen çok zengin bir adamdı. Zengin
adam bağış kutusuna bir para bağışında bulunduktan
sonra ellerini açarak dua etmeye başladı. İşlerinin daha
da çoğalarak artması dileğinde bulunuyordu. Ancak tam
ayrılırken cebindeki içi para dolu şişkin cüzdanını yere
düşürdü ve fark etmeden oradan ayrıldı. Orada
saklanan temizlikçi cüzdanı gördü ama karışmaması gerektiğini bildiği için kendisini
kontrol etti ve sustu kaldı.
Biraz sonra bu sefer çok fakir adam geldi. Bağış kutusuna bir madeni para attı ve
tüm parasının bu olduğunu söyleyip özür dileyerek duaya başladı. Ailesinin zor durumda
olduğunu söylüyor ama sonuçta her şeyi Tanrı’nın İradesine bıraktığını O’na teslim
olduğunu söylüyordu. Fakir adam duasını bitirip gözlerini açtığı anda yerde içi para dolu
cüzdanı gördü. Cüzdanı yerden alarak Tanrı’ya bu hediyesi için çok teşekkür etti ve
oradan ayrıldı.
Temizlikçi ise yalnızca kendi kendine gülümseyebiliyordu.
Bundan sonra içeriye dua etmeye gelen kişi bir denizci idi. Ertesi günü uzun bir
yolculuğa çıkacağını söyleyerek Tanrı’nın kendisine esenlikler ihsan etmesi için dua
ediyordu. Tam o sırada içeriye cüzdanını düşürmüş olan zengin adam yanında polislerle
birlikte girdi. Cüzdanını düşürmüş olduğunu ve birisinin bu cüzdanı çalmış olduğunu
söylüyordu. Denizciyi cüzdanın düştüğü yerde gördükleri
için polis hemen denizciyi tutuklayarak götürdü.
Temizlikçi bu sahneyi görünce işe karışmak ve
denizcinin hırsız olmadığını söylemek istedi ama ağzını
açamadı. Bu yüzden de hem üzüldü ve hem de hayal
kırıklığına uğradı. Ancak denizci ellerini açarak
kendisinin masum olduğunu ve Tanrı’nın onun
tutuklanmasına neden izin verdiğini anlamadığını söyledi
ve kurtulmak için dua etti. Aynı anda zengin adam da
suçlunun hemen bulunmasını sağladığı için Tanrı’ya
teşekkür ediyordu. Bu sahneyi izleyen temizlikçi artık
daha fazla dayanamadı ve saklandığı yerden çıkarak
268
denizcinin hırsız olmadığını cüzdanı fakir bir adamın aldığını söyledi. Bunun üzerine hem
zengin adam ve hem de denizci sevindiler ve kendisine teşekkür ettiler.
Akşama doğru bilge rahip gelerek temizlikçiye günün nasıl geçtiğini sordu.
Temizlikçi hemen heyecanla yanıtladı, “Gerçekten çok ilginç bir gündü! Ben bugün çok iyi
bir şey yaptım. Herkes bana teşekkür etti.”
Sonra da olan olayları anlattı. Bunun üzerine
rahibin yüzü asıldı. Bütün neşesi kaçmış, keyfi alt üst
olmuştu. “Neden benim dediğimi yapmadın?” diye
temizlikçiye kızdı. “Tanrı’nın kendisine yönelenleri
anlamadığını mı zannediyorsun? O zengin adamın
verip verebileceği en büyük bağış o cüzdanın
içindekilerdi. Bu para kendisinin sahip olduklarının
yanında yalnızca çok küçük bir kısım idi. Buna
rağmen hergün Tanrı’dan servetini katlaması için
sürekli talepte bulunuyordu. Tanrı, zengin adamın bu
bağışı yapmasını sağlayarak onu kurtaracaktı.
Fakir adamın cebinden çıkararak kutuya attığı para da cebindeki son kuruş idi.
Tüm inancı ile onu da Tanrı’ya sunmuştu. Denizci ise görünüşte yanlış bir şey
yapmamıştı, ama Tanrı onu da kurtarmak ve o gece yolculuğa çıkmasını önlemeye
çalışıyordu, çünkü o gece çıkacak fırtınadan kurtulabilmesi için yola çıkmaması
gerekiyordu. Tutuklandığı için o geceyi nezarethanede geçirecek ve büyük felaketten
kendisini kurtaracaktı.
Cüzdanın fakir adama gitmesi gerekiyordu, çünkü o adam parayı hayırlı işlerde
kullanacaktı. Verdiği bağış sayesinde zengin adamın günahları affolacak ve denizci de
hayatını kaybetmekten kurtulacaktı. Fakat sen güya iyi niyetinle her şeyi mahvettin.
Tanrı’nın İlahi İradesine karıştın ve kendi zavallı planını yaptın!”
İlahi İrade’nin herkes için planları vardır ve o adildir. Bizim tek yapmamız
gereken ise, yalnızca biraz sabırlı olmaktır!
Tanrı her zaman bizim için en iyisini planlar ve bize onu verir Çoğu zaman
biz o sınırlı görüşümüzle bunu anlayamayız ve bize verileni beğenmeyiz.
Tanrı adeta bize şöyle seslenmektedir: “Benim kalbim tereyağı gibidir. Sizin
en ufak bir duanızın sıcaklığı ile erir ve sizin Ben’den istediğinizi size vermek
zorunda kalırım. Bakın dikkat edin, sonra veririm ha!”
269
136-
2012/235
SICAK ÇİKOLATADAKİ BİLGELİK
Üniversiteyi bitirdikten 15-20 yıl sonra bir grup arkadaş bir araya gelerek
toplandılar. Hepsi de kendilerine göre bir kariyer yapmışlardı. Hep beraber gidip eski
hocaları olan bir profesörü ziyaret etmeye karar verdiler. Profesör şimdi emekli olmuştu,
ama öğrencilere daima bir ilham kaynağı oluşturduğu için herkes tarafından çok
seviliyordu. Öğrencilere yalnızca ders öğretmiyor, yaşamla ilgili çok değerli dersler de
veriyordu.
Ziyaret esnasında konuşmalar bir süre sonra doğal olarak çekilen sıkıntılara,
yaşanan acılara, işteki poblemlere, kişisel sorunlara ve ailevi ilişkilerdeki anlaşmazlıkla
geldi. Herkes hararetle kendi problemini anlatırken profesör ayağa kalkarak mutfağa gitti
ve kısa süre sonra elinde büyük bir kahve kabı ile geri geldi. İçinde mis gibi kokan sıcak
çikolata vardı. Yanında da çok sayıda değişik tipte kahve bardağı getirmişti. Fincanlardan
bazıları porselen, bazıları cam veya kristal idi. Bazı bardaklar son derece sade, bazıları
da oldukça pahalı idi. Hele bir iki tanesi göz alıcı ve çok lüks gözüküyordu. Profesör
kahve kabını masaya koyarak herkesi sıcak çikolata almaları için davet etti. Herkes birer
birer kalkarak kendilerine sıcak çikolata aldılar. Onlar çikolatalarını içerken profesör söz
alarak konuşmaya başladı.
“Arkadaşlar fark ettiniz mi sizler çikolatalarınızı alırken ilk önce süslü ve pahalı
bardakları seçtiniz. Basit ve ucuz tipte bardaklar en sona kaldı. İnsanların kendileri
için daima en iyiyi seçmeleri gayet doğal bir şeydir, fakat elinize hangi bardağı
alırsanız alın içindeki sıcak çikolatanın o muhteşem tadı aynı kalacaktır öyle değil
mi? Aslında hatta bazı çok pahalı bardaklar çikolatanın güzel tadını geri bile
bıraktırabiliyor.
Hepinizin içmek istediği şey sadece sıcak
çikolata idi. Kabın kendisini istemiyordunuz. Yani siz
kabın kendisini alıp gitmeyecektiniz. Fakat buna
rağmen önce gelenler hemen gidip en iyi, en pahalı
bardakları seçtiler. Çikolatanızı içmeye başladıktan
sonra da hemen başkalarının ellerindeki bardaklara
bakmaya ve kendinizinki ile karşılaştırarak o bardağın
nasıl bir şey olduğunu merak etmeye başladılar.
Sevgili arkadaşlar şimdi şunu düşünün lütfen.”
“Yaşam aynı bu sıcak çikolataya benzer. Sizin işiniz, para durumunuz ve toplum
içindeki statünüz, seviyeniz, kariyerleriniz ise çikolatayı içtiğiniz bardaklara ve fincanlara
benzerler. Onlar yalnızca yaşamı içinde içermeye ve tutmaya yarayan aletlerdir/kaplardır.
Kabın kendisi ne içindeki yaşamı belirleyebilir, ne de onun tadını değiştirebilir. Bizler
yalnızca kabın kendisine odaklanarak bize İlahi Varlık’ın sunduğu sıcak çikolata
şeklindeki bu güzel yaşamın tadını çıkartamıyoruz.
270
Ne kadar büyük bir bilge, öyle değil mi? Öyle bir mesaj ki, her çağda her çeşit
insana hitap etmekte! Şunu hatırlayalım ve aklımızdan çıkartmayalım. Tanrı, o sıcak
çikolatayı bize sunandır, yani bize bu yaşamı verendir.
Eğer çevremizdeki dünyayı inceleyecek olursak, her şeyin en iyisine sahip olan
insanların en mutlu insanlar olmadıklarını fark ederiz. Dünyanın en zengin insanı en çok
şeye sahip olan değil, en az şeye ihtiyacı olan insan olduğunu kendimize hatırlatalım.
Şöyle güzel bir soru sorulmuştur, “Kıskançlık nasıl doğar? İnsanlar kendilerini
daha iyi durumda olanlarla karşılaştırdığı ve kendisinin daha aşağıda bir seviyede
olduğunu fark edip acı çekmeye başladığında öyle değil mi? Sahip olunmayan şeye
karşı duyulan tatminsizlik kıskançlığın doğmasına yol açmaktadır.”
“Bu kötü nitelikten kurtulabilmek için insanın kendisini kendisinden daha
kötü durumda olanlarla karşılaştırması gerekir. İnsan kendisinden daha düşük
maaşlı işlere sahip kişilere baktığında kendi pozisyonu ile tatmin olabilir.”
“Böyle yaparak zaman içinde hem kendisinden görece daha iyi durumda
olanlara, hem de görece daha kötü durumda olanlara karşı eşit görüşlülük anlayışı
geliştirecektir. Bu ılımlılık/eşit görüşlülük, İlahi bir niteliktir. Daha yüksek seviyelere
çıkmak istemenin hiçbir yanlış tarafı yoktur. Fakat insan kendisinden daha iyi
konumda bulunan kişileri kıskanmamalıdır. Bu çeşit duyguları ve düşünceleri
geliştirmek hiç doğru değildir ve mantıksızdır. Hatta aptallıktan başka bir şey
değildir.”
Başka güzel bir söz de şu şekildedir,
“Arzular zihnin karşılaştırma eğiliminden ortaya çıkarlar. Asıl suçlu olan
gözlerdir, yani bakış şeklidir, çünkü zihne karşılaştırma yapma imkânı verirler.”
Hepimiz bu İlahi Tiyatro Oyununda birer aktörüz, öyle değil mi? Siz, içinde rol alan
tüm oyuncuların star olduğu, başrol oynadığı bir film, bir tiyatro oyunu izlediniz mi? Hayır,
hiç sanmıyorum. Her bir rol ister küçük, ister büyük rol olsun eşsizdir ve önemlidir, asla
ihmal/göz ardı edilemez. Bu yüzden Tanrı’nın bize vermeyi seçtiği rol ile tatmin olmalıyız,
çünkü bu Büyük Tiyatro Oyununun İlahi Yönetmeni O’dur. Hiçbir zaman yaşamlarımızı bir
başkasınınki ile karşılaştırmamalıyız.
Bu yüzden zihninizde daima şu aşağıdaki mısraları ezbere taşımaya gayret edin.
Yaşam size nasıl geliyorsa gelsin, onun her anının keyfini çıkarmaya çalışın.
“Oyun O’nundur. Rol O’nundur. Oyunun senaryosu O’nun tarafından
yazılmıştır.
O yönetir. Elbiseye ve dekora O karar verir.
El ve kol hareketlerine, sesin tonuna, giriş çıkışa O karar verir.
Siz üzerinize düşen rolu en iyi şekilde oynamak ve perde kapandığı zaman
O’nun beğenisini kazanmak zorundasınız.
271
137-
2012/236
KRALIN İBADETİ
Bir kral 11 gün sürecek bir ibadet töreni düzenlemişti. Bu kutlama için çok sayıda
süt, pirinç, şeker, peynir, bal ve giysilere ihtiyaç vardı. Ancak krallıkta yaşayan halkın
durumu hiç iyi değildi. Zar zor geçiniyorlardı. Fakat kral bu ibadetin ülkenin refaha
kavuşması için herkesin iyiliğine yapıldığını ve herkesin katkıda bulunması gerektiğini
söyledi. Her ev her gün en az 2 kilogramlık katkıda bulunacaktı.
Sarayın bahçesinde büyük depolar kuruldu ve
içlerinde süt, peynir, pirinç v.s. stoklanmaya başladı. İlk
gün insanlar ellerinde paketlerle geldiler. Getirdikleri
pirinci, şekeri v.s. ortaya konulan büyük kazanların
içlerine döküyorlardı. Akşama doğru tüm kazanlar yarıya
kadar dolmuşlardı. O sırada bir bayan elinde küçük bir
kapta peynir taşıyarak geldi ve elindeki peyniri peynirin
toplandığı kazanın içine döktü. Kazan anında ağzına
kadar dolu hale geldi. Kadın sessizce uzaklaştı. Saray
muhafızları gördükleri manzara karşısında şaşkınlıktan
afallamışlardı.
Ertesi gün insanlar tekrar gelere paylarına düşen yiyeceği getirmeye başladılar.
Bazıları un getirdi, bazıları da süt getiriyordu. İnsanlar çok fakirlerdi ve kralın kazanını
doldurmak uğruna kendileri aç kalıyorlardı. Fakat seçenekleri yoktu, kral herkesin bir
katkıda bulunmasını emretmişti. Yine akşama doğru kazanların aşağı yukarı yarıları
dolmuşken aynı kadın ortaya çıktı ve koca süt kazanının içerisine az miktarda süt döktü.
Kazan anında ağzına kadar dolmuştu. Kralın yardımcıları hemen bu olayı krala haber
verdiler.
Üçüncü gün yine kazanlar hazırlandı. Akşama doğru kazanların yaklaşık üçte biri
dolmuştu, çünkü insanların açlıktan getirecek fazla bir şeyleri kalmamıştı.
Bu arada kral esrarengiz kadını izleyebilmek için kıyafet değiştirerek oraya
gelmişti. Her zaman olduğu gibi kadın artık akşam olup güneş batmak üzere iken yine
sessizce yaklaştı. Elbisenin cebine doldurduğu pirinci, pirinç kazanının içine koymaya
başlamıştı. Alt tarafı bir avuç kadar pirinç koymuştu, ama kazan yine hemen ağzına kadar
pirinç ile doldu.
Kral hemen öne çıkarak kadına şöyle sordu, “Ey esrarengiz bayan! Sizin sırrınız
nedir acaba? Kazana ne zaman bir şey koysanız hemen ağzına kadar doluyor? Siz
kimsiniz?”
Kadın soruyu soru ile yanıtladı, “Neden bana böyle bir şey soruyorsunuz? Asıl siz
kimsiniz?” Bunun üzerine kral kimliğini açıklamak zorunda kaldı.
272
Bunun üzerine kadın, “Ey kralım! Sen görevini yerine getirmedin. Sözüm ona
yapacağın ibadet töreni için insanları sıkboğaz etmek ve herkesin katkıda bulunmasını
mecbur kılmak hiç adil değildi ve sana yakışmadı. Şehre git de, insanların evlerine bir
bak! Fakir köylülerin evlerine girip kontrol et bakalım, çocuklar ve yaşlı insanlar açlıktan
kıvranmaktalar. İnsanlar çocuklarını besleyemiyorlar, çünkü senin şu ibadetin için
ellerindeki yiyecekleri buraya getirmek zorundalar. Sen şu ibadet töreninde ateşin içine
pirinç atıyorsun. Hâlbuki fakir insanların midelerindeki ateş daha büyük! Herkes aç!”
Kral kadının bu şiddetli sözleri üzerine şaşırmış
ve geri çekilmişti. Şöyle cevap verdi, “Ben halkımın
açlık çektiğini bilmiyordum. Fakat sen bana bu yaptığın
sihirin sırrını anlatmadın henüz!”
Kadın şöyle dedi, “Ben senin dediklerinin aksine
evde çocuklarımı besleyerek buraya geldim. Beraber
yaşadığım anne ve babamı da doyurdum. Akşama
kocam ve kendim için biraz yiyecek ayırdım. Sonra
ayırabildiğim kadar yiyeceği de bu fedakârlık töreni için
getirdim. Benim sunduğum katkıda ailemin kanı ve açlığı bulunmamaktadır ve tertemizdir.
Bu yüzden de senin kazanını tamamen doldurmaktadır.
Kadın arkasını dönerek uzaklaştı. Kral arkasından bakakalmış, ağzını açamamıştı.
Ertesi gün kral halka yeni bir anons yaptırdı ve yalnızca katkıda bulunabileceklerin törene
yiyecek getirmeleri ilan edildi. Herkes arzu ettiği kadar yiyecek getirmekte özgürdü.
Yalnızca eğer kendileri isterlerse katkıda bulunacaklardı.
Ertesi gün kazanların içlerine yiyecek atmak için çok az sayıda insan geldi, ancak
öğlene doğru kazanlar ağızlarına kadar dolmuşlardı!
“Ne kadar çok verdiğiniz önemli değildir, nasıl verdiğiniz önemlidir!”
Adadığınız şey size bağlı olmalıdır. Asıl önemli olan şey sizi o adağı yapmaya
yönelten bağlılık ve teslimiyet duygusudur.
“Gerçek ibadet insanın içindeki kötü nitelikleri zihnindeki kutsal adak taşına
bir adak şeklinde sunması ve onları yok etmesidir. Bu ibadet törenleri insanların
içlerindeki kötü düşüncelerin ve alışkanlıkların yok edilmesi ve kurban edilerek
adanması amacı ile gerçekleştirilmektedir. Vefasızlık, nefret, kin, hırsızlık yapmak
ve aptallık seviyesinde inatçılık insanın doğal özellikleri değildir. Herkesin yapması
gereken hakiki fedakârlık insanın içindeki bu kötü vasıflardan vaz geçmesi ve
kendisini bu tuzaktan kurtarmasıdır.
273
138-
2012/237
PAPAZIN VAAZLARI
Kilisedeki dilek kutusuna biraz acı bir mektup
atılmıştı. Şöyle yazıyordu, “Sevgili Peder, ben kilisede
her Pazar sabahı vermekte olduğunuz vaazlara dört
yıldan beri sürekli olarak katılıyorum. Fakat geçen gün
düşündüm ve bini aşkın vaazınızdan aklıma bir tane söz
bile gelmedi. Hiçbirini hatırlamıyorum. O zaman benim
buraya her Pazar sabahı gelerek sizi dinlememin bana
bir şey kazandırmadığını düşündüm. Zamanımın büyük
bir kısmını boşa geçiriyormuşum gibi düşünüyorum.”
Kilisenin rahibi mektubu katladı ve dikkatli bir
şekilde masasının üzerine koydu. Sonra bu mektubu karşılarında okuduğu kilise
cemaatine dönerek onların bu konudaki fikirlerini sordu.
Arka taraftan yaşlıca bir adam ayağa kalktı ve rahibe bakarak elini kaldırıp söz
istedi. Şöyle dedi, “Ben kırk yıldan beri evliyim. Bu kadar zaman içinde eşim benim için
binlerce yemek pişirdi. Ben bugün düşündüğüm zaman hangi gün hangi yemeği verdiğini
hatırlayamıyorum. Fakat şunu gayet iyi biliyorum, o sağlıklı yemekler beni besledi ve
bana güç verdi. Ben onlar sayesinde bugün böyle güçlü,
kuvvetli ve sağlıklıyım. İşimi yapabiliyorum. Eğer eşim bana o
yemekleri vermeseydi, çoktan hayatımı kaybetmiştim.”
Manevi konularda çalışmalar yapmak da aynı bu
şekildedir.
İnsani Değerler hakkındaki öğretileri okumak bizim
beden ve zihin sağlılığı açısından daha dengeli bir hale
gelmemize yol açar. Etkileri öyle hemen ortaya çıkmamakla
birlikte onlarsız hayatımızın çökeceğinden emin olabilirsiniz.
İnsani Değerlerin basit öğretisini her gün çalışabilirsek bunlar bizim gelecekteki
gelişimimize katkıda bulunurlar ve temel oluştururlar.
“Sizin zihninizi yenebilmeniz için, yani ihtiralarınızı, güdülerinizi ve
arzularınızı bastırmanız gerekmektedir. Arzular zihninizi aynı bir köpeğin efendisini
takip etmesi gibi duyularınıza doğru yönlendirerek tahrik ederler ve onu
heyecanlandırırlar. İlahi Varlığın ismini terennüm edin, zikir yapın ve derin
düşünceye dalın! O zaman iradenizi, hafızanızı ve hayal gücünüzü güçlendirecek
ve tazelendireceksiniz. Kararsız bir zihni kontrol altına alabilmek için en iyi yöntem
derin düşünce ve namazdır.”
“Duyulardan yalnızca bir tanesinin kontrol altına alınması yeterli değildir.
Hepsinin üzerinde hâkimiyet sağlanması gerekir. Tabii bu çok ağır bir görevdir ve
274
yarı yolda iken bırakmak düşüncesine kapılabilirsiniz. Bu yüzden dikkatli olmalı ve
asla cesaretinizi ve umudunuzu kaybetmemelisiniz. Umduğunuz kadar ilerleme
kaydetmiş olduğunuzu düşünüp disiplin yolundan sapmamalı, gayret etmeye ve
çabalamaya devam etmelisiniz. Zafere giden yoldan ayrılmamanız gerekir. Azimli
olun, sebat edin, sabırlı olun; sonunda başaracaksınız!”
Haydi gelin bu manevi yola, İnsani Değerler yoluna çıkalım ve bu yolda hevesle ve
pozitif bir zihin yapısı ile gayretle ilerleyelim. Bazı zamanlar ayağımız tökezlense de, bu
yoldan vaz geçmeyelim. Tanrı bu yolda yürürken bize yardım edecektir. Eğer biz samimi
isek ve niyetimiz gerçekse bizi elimizden tutarak düştüğümüz yerden kaldıracak ve
bizden yardımını esirgemeyecektir.
139-
2012/238
ÖFKELİ İKEN BİR ŞEYE KALKIŞMAYIN
Yashiko Japonya’nın en ünlü ve en zengin samuraylarından biri idi. Çok güçlü bir
bedeni, çok etkili silahları ve yenilmez keskin bir kılıcı vardı. Üzerinde çok sayıda çeşitli
süs eşyaları taşıyordu. Gümüşten, altından, bakır ve bronzdan yapılma göz alıcı süsler
takıyordu. Tuniğinin/ceketinin tahta düğmeleri bile oymadan yapılmışlardı. Şekilleri de
çeşitli hayvanlar, ejderhalar ve balık figürleri idi ve fildişinden yapılmışlardı. Yashiko eşi
ve annesi ile birlikte çinili bir evde şehrin en iyi
mahallesinde yaşıyordu. Her gün en güzel ve
ender bulunan değerli bitki çaylarından içiyor
ve şehrin en iyi restaurantlarında yemek
yiyordu. Eşi Ayako da ülkenin en güzel
kadınlarından biri olarak anılıyordu. Annesi de
çevrede bilgeliği, tecrübesi ve cana yakınlığı ile
herkesin takdirini kazanmıştı. Yashiko’nun çok
iyi bir hayatı vardı. İmparatorun kendisine
verdiği çok iyi bir maaşı ve porselen ticaretinden çok iyi bir geliri vardı. Ancak Yashiko
gibi bir adam için bu kadar servet bile yeterli olmuyordu. Bu kibirli ve açgözlü samuray
sıkılmaktan kurtulmak için fakir insanlara faiz ile para borç verme işine girdi.
“Bu şekilde para ile para kazanacağım” diye düşünüyordu. “Ne zaman yağmur
yağacağını veya bir selin veya bir fırtınanın gelerek tüm varlığımızı silip süpüreceğini
bilemeyiz. Hayat kesinlikle belirsizdir. Gelecekte bir gün çok miktarda paraya ihtiyacım
olabilir. Bu yüzden borç para verdiğim herkesten yüksek miktarda faiz talep edeceğim ve
hiç kimsenin gözünün yaşına bakmayacağım. Bu benim için para kazanmanın çok akıllı
bir yolu gibi gözüküyor. Keşke bunu yapmayı çok daha önce düşünseydim. Bu faizle borç
para verme işi aynı para basmaya benziyor. Bu şekilde bu yeni yatırım işine hemen adım
atmalıyım!”
Bu arada rıhtımın aşağı kısmında limanda fakir bir balıkçı olan Michiko o yıl çok
başarısız bir sezon geçirmiş ve işlerinden tahmin ettiği geliri elde edememişti. Michiko
çaresiz ve üzüntülü bir şekilde gelerek Yashiko’dan büyükçe bir borç almak zorunda
275
kaldı. Bu şekilde eşini ve çocuklarını ancak doyurabilecekti. Bir yıl sonra borç daha henüz
geri ödenmemişti. Kibirli samuray ölümcül kılıcını kuşandı ve balıkçıyı bulabilmek ve
alacağını tahsil edebilmek için uzun adımlarla limana doğru yürümeye başladı.
Bir yandan da “Ben ona şimdi kimin daha üstün olduğunu göstereceğim” diye
düşünüyordu. “Bana bir baktığında korkacak ve hemen parayı önüme getirecek!”
Eski püskü elbiseli balıkçı Yashiko’yu kendisine böyle haşmetle yürüken görünce
hemen büyük bir alçak gönüllülükle onun önünde yere kapandı ve şöyle dedi ,”Ey
Saygıdeğer Efendim! Ey Büyük Savaşçı! Bu yıl benim açımdan çok kötü geçti. Sana
borcumu ödeyebilecek bir param maalesef yok!”
Yashiko büyük bir hiddetle, “Ne!” diye bağırdı. “Bu kadar zaman sonra ve ben
sana bu kadar sabırlı davrandıktan sonra bana tek bir yen bile geri ödeyemiyorsun öyle
mi? Seni alçak adam! Ben şimdi senin hayatını sona erdireceğim!” diyerek kılıcını
çekerek tehditkâr bir şekilde havaya kaldırdı.
Hayatını kaybede ceğinden korkan balıkçı yüksek sesle hayıkırdı, “Saygıdeğer
Efendim! Ben kısa süre önce bir bilge kişiyi savaşa sanatları ile ilgili bir konuşma
yaparken işittim. Bu konuşmada bilge kişi öfkeli iken hiçbir şey yapılmaması
gerektiğini anlatıyordu. Siz de şu anda öfkelisiniz, lütfen şu an bir şey yapmayınız!”
“Hımmmm” diye Yashiko düşündü,
“Bu çok akıllı bir adam galiba!” Ve kılıcını
aşağıya indirdi.
“Senin bu bilgen çok akıllı imiş!” diye
Yashiko fikrini belirtti. “Ben savaş sanatının
bir öğrencisi olarak bu dersi çok kereler
işitmiştim. Ey balıkçı seninle dürüst olmam gerekirse ben çabuk öfkeleniyorum ve hiç
düşünmeden hareket ediyorum. Ben şimdi sana ne yapacağımı söyleyeyim. Ben sana
borcunu ödemen için bir yıl daha veriyorum. Eğer bana borcunu bir yıl sonra da
ödemezsen ben o zaman gelip senin canını alacağım!”
Michiko, “Çok teşekkür ederim Efendim!” diye tekrar yere eğilerek mırıldandı.
Yashiko kendisini sakinleştirerek yürüyerek oradan uzaklaştı. Sevdiği lokantada
yemeğini yedi ve ondan sonra eve doğru yola çıktı. Hava oldukça karanlık olmuştu. Evde
hiç ışık görmeyince içeriye sessizce girdi. Ne hizmetçileri, ne de eşi ile annesini rahatsız
etmek istemiyordu. Eve girdiğinde girişteki bronz yağ lambasını yaktı. O sırada az ileride
karısını yabancı bir adamla koridorun sonundaki oturma odasında fısıldaşırken gördü.
Yashiko “Bu ne rezalet!” diye bağırarak kılıcını çekti ve saldırıya geçerek karısını
ve meçhul adamı öldürmeye kalktı. Tam o sırada balıkçının gündüz söylediği söyler
kulağında çınladı. “Öfkeli iken sakın bir şey yapma, hiçbir harekette bulunma!”
Yashiko o anda duraksadı ve derin bir nefes almak için durdu. O sırada büyük bir
şaşkınlık içinde lambanın ışığı altında karşısında karısını ve bir erkek kılığına girmiş olan
kendi annesini gördü.
276
“Bu nedir böyle? Siz delirdiniz mi? Ben az daha
ikinizi de öldürecektim. Hemen bana bunun sebebini
açıklayın!”
“Sevgili Eşim!” diye karısı Ayako yavaşça
konuştu. “Sen bu evin hamisisin/koruyanısın! Sen hava
kararıp da eve gelmeyince hem seni çok merak ettik ve
hem de çok korktuk. Bunun üzerine davetsiz misafirleri
uzak tutmak ve caydırmak için annenin erkek kıyafeti
giymesini kararlaştırdık.”
“Aman Tanrım!” diyerek Yashiko ağlamaya
başladı. Öfkeden gözü karararak dünyada en çok
sevdiği iki kişiyi yanlışlıkla öldürecek olduğu düşüncesi
ile ürpererek titriyordu.
Bir yıl sonra Yashiko tekrar balıkçının yanına gitti. Michiko samurayın kendisine
doğru gelmekte olduğunu görünce yine alçak gönüllülükle onun önünde yere eğildi ve
şöyle dedi, “Saygıdeğer efendim, bu sene benim için çok iyi bir yıl oldu. İşte burada size
olan borcumun tamamını faiziyle birlikte sunuyorum. Lütfen kabul edin!”
Yashiko balıkçıya, “Paran sende kalsın, sevgili adam!” diye seslendi, “Senin bana
olan borcun uzun süre önce ödendi!”
Öfke konusunda büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Bir insanın öfkesi onun en büyük düşmanıdır. Bir insan sevindiği zaman
cennettedir, sıkıntı ve dert içinde olduğu zaman da cehennemdedir. Eğer içiniz öfke
ile dolup taşıyorsa öfke sizi ele geçirmiş demektir. O zaman sessiz kalmanız ve
Tanrı’nın İsmini hatırlamanız gerekmektedir. İçinizdeki öfkeyi daha da çok artıracak
şeyleri daha fazla düşünmemeye çalışmalısınız. Yoksa bu çok büyük zararlar
oluşturulacaktır. Öfke tarafından ele geçirilmiş bir insan kendisini mutsuzluğun ve
ıstırabın pençesinden kurtaramaz! Bugün İnsani Değerlerin düşüşte olmalarının en
büyük sebepleri kibir ve öfkeden başka bir şey değildir.”
140-
2013/239
YAŞAM ADI VERİLEN BEDENSEL CİMNASTİK
Peter’ın yaşamında her şey ters gidiyordu. Doktora yapmak
üzere üniversitede geçirdiği bu dördüncü senesiydi ama daha ortada
henüz elle tutulur bir sonuç gözükmüyordu. Okula başladığında
kendine olan güveni zaman geçtikçe azalmaya başlamıştı.
Kendisinden daha kolay doktora konuları seçmiş olan arkadaşları
tezlerini vererek ünvanlarını almışlar ve okuldan ayrılmışlardı.
Kendisi hala daha çok uğraşmak zorunda idi!
277
Peter yapısı itibarı ile çok çalışkandı ve çok çalışmanın gerekli olduğuna
inananlardandı. Fakat şu son birkaç ayın getirdiği stres ve baskı onun kendi prensiplerini
sorgulamasına yol açmıştı.
O sabah morali normal zamandan bile daha bozuktu. Üstüne bir de tartılmak için
üzerine çıktığı tartıda gördüğü rakama inanamıştı. Gözüken o ki zihninde taşıdığı
endişeler yüzünden 4 kilo almıştı. “Aman Allahım” diye şaşkınlıkla haykırdı. “Bir insan için
hayat bundan daha kötü gidemez! Hemen spor yapmaya başlamalıyım. Hemen salona
gidip cimnastik yapmaya geri dönmeliyim.”
Sonra laboratuara doğru yola çıktığında mahalledeki cimnastik salonuna uğradı ve
üyeliğini yeniledi. Eski çalıştırıcısı ayrılmıştı ve kendisine yeni bir antrenör ile çalışacağı
söylendi.
Böylece her gün laboratuarda çalıştıktan sonra iş çıkış spor salonuna gitmeye
başladı. Deneylerinin başarısız sonuçlar vermesi kendisini her geçen gün daha fazla
endişelendiriyordu. Artık iş, kariyer yapmaktan ve akademik ünvan almaktan çıkmış, bir
yaşam sorunu haline gelmişti.
Bir insan ihtiraslarının ve tutkularının peşinden ne kadar süre koşmalıdır? Eğer
yolunuzda engeller, sıkıntılar ve ıstırap varsa,
bunlar yaşamın size yolununuzdan vaz geçmeniz
ve başka bir yol seçmeniz için koyduğu sinyaller
midir? Peşinden koştuğunuz şeyin uğruna
göstermiş olduğunuz pozitif duygular olan sebat,
azim ve sabır ne zaman aptalca bir inatçılığa
dönüşmektedir?
Zihninde bu tür sorularla boğuşurken atletik
fiziksel yapısı da üzücü bir şekilde bozulmuş deforme
olmuştu. Ama ona kendisini kötü hissettiren asıl şey ise kendisini çalıştıracak olan yeni
antrenörün heykel gibi bir vücuda sahip olmasıydı. Antrenör çok neşeli ve güleryüzlü bir
adamdı, ama Peter onunla birlikte aynanın karşında yan yana durduğunda dehşete
kapılıyordu.
Akademik yaşamında da fazla bir gelişme olmadığı için spor yapmaya daha çok
zaman ayırır olmuştu.
Yine bir gün salonda ağırlık kaldırmış ve nefes nefese kalmıştı. Ağrıyan omuzlarını
ovarak masaj yapmaya başlamıştı. O sırada antrenörü kendisinin yanına geldi ve şöyle
sordu, “Çok ağrın var mı Peter? O acının arkasında büyük bir zevk olduğunu fark ettin
mi?”
Evet, gerçekten de doğru idi. Bedende hissettiği acıların arka planında bedeninin
forma girmeye başlamasının verdiği büyük bir haz bulunuyordu. Antrenörü devam etti,
“Biz acının kendisinden sakınılması gereken bir şey olduğunu düşünüyoruz. Fakat
derinlerde bir yerde o acının duyduğumuz hazzın ve neşenin de kaynağı olduğunun
farkındayız. Yoksa sana acıdan başka bir şey vermeyecek olan bu halter salonuna
gelmek için bu kadar çok para vermeni ve zaman harcamanı nasıl açıklayabilirsin?
278
Antrenör bunları söyledikten sonra paralel barda yardıma ihtiyacı olan başka
birisine yardım edebilmek için oradan ayrıldı.
Peter kendi kendine şöyle düşündü, “Biz acıları ve sıkıntıları memnuniyetle
karşılıyoruz, çünkü onların bize hoş ve güzel bir gelecek vereceklerini biliyoruz. Eğer acı
çekmenin kötü bir şey olduğunu düşünüyorsanız, bir kadının doğum yaparken çektiği
acıları nasıl izah edeceksiniz? O kadın anneliğe giden yolda çocuk doğurma işlemi ve
kaçınılmaz bir acı olduğunu çok iyi bilmektedir. O zaman acı nasıl kötü olabiliyor?”
Peter düşünceli vaziyette etrafına bakındı ve etrafında gördüğü her aletin aslında
kendisine engeller oluşturan şekiller olduğunu kavradı.
Bazı ağırlıklar aşağıya doğru inmeye çalıştıkları için aşağıdan yukarıya doğru
itilmeli ve kaldırılmalı, bazı ağırlıklar da tam tersine yukarıya doğru çıkmaya çalıştıkları
için aşağıya doğru çekilmeli idi. Biz bedenin her iki işlemden de faydalandığını biliyoruz.
Peki, o zaman yaşamda zihinsel acı ile veya yaşamda engellerle karşılaştığımız zaman
neden surat asıp küsüyoruz? Peter’ın bu soruya bir cevabı yoktu. Tekrar yerde yatarak
halter kaldırmak olan “bench pres” yapmaya ve kolları ile omuzlarını güçlendirmeye geri
döndü.
Bir sebepten ötürü zihninde koşuşturan bu düşünceler kendisini daha iyi ve
hafiflemiş hissettirdi. Bu yüzden de o gün normalden de daha fazla çalıştı. “Bench pres”te
son bir raund yapmayı ve halter kaldırmayı planlıyordu. Her zaman yaptığı gibi onbeş
kaldırıştan sonra antrenörüne yüksek sesle, “Tamam!” diye seslendi ve onun kendisine
halteri yerine koymakta yardım etmesini bekledi. Fakat antrenör yardım etmedi.
“Bitirdiğine emin misin?” diye antrenörü sordu. “Eeeeeveeettt!” diye ağırlıkların
altında ezilen Peter zorlukla konuştu. “Birkaç tane daha kaldırış yapamayacağına emin
misin?” diye tekrar antrenörü sordu. Artık Peter’ın kolları titremeye, sallanmaya ve yüzü
kıpkırmızı olmaya başlamıştı. Kızgınlıkla, “Bir tane bile daha yapamam” dedi.
“O zaman iki tane daha yapıver” diye antrenörü ısrar etti.
Peter, “Bu adam deli, herhalde beni öldürmeye
çalışıyor!” diye düşündü. Fakat seçim şansı yoktu. Kollarında
kalan son gücü kullanarak iki kaldırış daha yaptı. Bundan
sonra da antrenörü kendisine yardım etti ve halterin barını
yerine yerleştirdiler.
Peter oturdu ve ağrıyan pazularını ovmaya başladı.
Antrenörü de arkadaşça kendisinin yanına oturdu ve kolunu
onun omzuna koydu. “Bugün çok iyi iş yaptın Peter!” dedi.
Peter yüzünde acı bir sırıtma ile cevap verdi, “Yaa, ne
demezsin!
“Her zaman şunu hatırla Peter! Daha fazla yapamayacağını hissettiğin anda
biraz daha dene ve en azından bir veya iki tane daha yap! Sana garanti veriyorum
senin için o son yaptığın iki tane kaldırış, daha önce yaptığın otuz taneden çok
279
daha faydalıdır. Biraz daha dayanabilirsen kazanacağın şey çok daha fazla
olacaktır.”
“Kasın gelişimini sağlayan şey o son üç dört kaldırıştır. Bu acı seviyesine
dayanabilme gücü, bir şampiyonu diğerlerinden ayırır. Çok sayıda insanda
olmayan şey budur. Ne olursa olsun bırakmayacaklarını söylerler, ama devam
etmelerini sağlayacak azimleri yoktur.”
- Arnold Schwarzenegger
Antrenörünün bu sözleri yavaş yavaş
süzülerek içine akıyordu. Peter yaşamda çok
kereler artık bu benim gücümün son damlası
diyecek ve vaz geçecek duruma geldiğini düşündü.
İçinden bir ses kendisine şu ana kadarki tüm
uğraşılarının daha henüz bir ısınma dönemi
olduğunu ve gayretlerinin meyvasını almak üzere
olduğunu söylüyordu. Salonda biraz egzersiz
yapıp çalıştıktan sonra dolabından eşyalarını aldı
ve düşünceli bir şekilde yürüyüp gitti.
İdman yaptıktan sonra yaşamı öyle hemen değişmeyecekti, fakat artık
engellerden, acıdan veya gecikmeden korkmuyordu. Çektiği acıları en yakın
arkadaşlarıymış gibi kucaklamak istiyordu.
Çok zamanlar yaşamda zorluklarla karşılaştığımızda kendimize şu soruyu sorarız,
“Ben bu sıkıntıları hak etmek için ne yaptım? Bu bana yapılan reva mı? Ben bunları hak
etmedim?” Bu sorunun cevabı bugüne kadar hiç kimse tarafından bulunamamıştır. Bu
yüzden de bize haksızlık yapıldığını düşünmeye başlarız. Aslında olan şey şudur;
sıkıntılar, dertler, sorunlar ve önümüze çıkan engeller hiç de bizi cezalandırmak amacı ile
gönderilmemişlerdir.
Yokuş yukarıya doğru çıkarsanız sıkıntıya girersiniz ve yorulursunuz, ama
yolun sonunda şüphesiz daha yüksek bir seviyeye ulaşmış olacaksınız.
Biz yaşamı ve onun bize getirdiği meydan okumaları bu şekilde karşılarsak her
türlü dert ve sıkıntı bir kutsamaya dönüşecektir.
“Zorluklarla karşılaştığınızda bir yere kaçıp saklanmayınız, o sıkıntıları
cesaretle ve tam bir dürüstükle karşılayınız. Güçlükler kaçınılmazdır. Ve bu
güçlükler bazen üst üste yaşamın her alanında üzerimize doğru yağarlar, kişisel
alanda, finansal konularda, akademik meselelerde, profesyonel yaşantıda ve hatta
manevi yaşamımızda. Siz bunların hepsi ile cesaretle yüzleşin!”
Büyük bir bilge 1997 yılında verdiği bir söylevde zorlukları kollarımızı açarak kabul
etmemizi söyleyerek şöyle demiştir,
“Zevk ve acı birlikte giderler. Acı, Tanrı’nın insanları imtihan ettiği bir araçtır.
İnsanlar bu imtihanları hoş karşılamalıdırlar, çünkü bu sıkıntılar ve zorluklar
insanın manevi açıdan gelişim sağlamasına yardım ederler.”
280
Öğrenciler testleri ve imtihanları neden içtenlikle kabul etmek durumundadırlar,
çünkü o imtihanlar ve testler sayesinde bir sınıftan daha üst bir sınıfa yükselmektedirler.
Bu çağda yaşayan öğrenciler ve salikler imtihanlardan hiç hoşlanmazlar. Onlar
şunu gözden kaçırıyorlar ve unutuyorlar, imtihanların üstesinden gelmezlerse,
gelemezlerse oldukları seviyede kalmaya devam ederler.
Bu yüzden imtihanlar ve zorluklar içtenlikle karşılanmalıdır. Ancak bu zorluklar
aşıldıktan sonra sizlerin içinizdeki Öz meydana çıkacak ve tüm haşmeti ile gözükecektir.”
Bu yüzden yaşamın meydan okumaları ile savaşırken artık daha fazla ileriye
gidemeyeceğimizi düşündüğünüz anda şunu hatırlayın, o noktadan sonraki her itiş, her
kaldırış sizi daha da güçlendirecektir. Şunu da sakın unutmayın, “İlahi Varlığa” doğru
atılacak her bir adımınız sizi O’na on bir adım yaklaştıracaktır, çünkü sizin atacağınız her
bir adıma karşılık O da size doğru on adım atacaktır.
“Zevk/keyif yalnızca ıstırap yolu ile elde edebilir.”
141-
2013/240
HİÇBİR ZAMAN HEDEFİNİZİ GÖZÜNÜZDEN KAÇIRMAYINIZ
Dağ tırmanıcı Bobby yüksek karlı dağlara tırmanma
denemeleri ile meşhur olmuştu. En az 30 kez deneme yapmış ve
her seferinde başarısız olmuştu. Tırmanmaya hızlı bir yürüyüşle
başlıyor, gözlerini dağlı karlı zirvesinden ayırmıyor ve bir yandan
muhteşem manzarayı zevkle izlerken, diğer yanden da özgürlük
hissinin doya doya keyfine varmaya çalışıyordu.
Fakat devam ettikçe gücü kuvveti azalmaya başlıyor, görüşü
bulanıklaşıyor ve başı daha çok yere doğru düşüyordu.
Daha da yükseldikçe etrafını bulutlar kaplamaya başlıyor ve zirveyi o gün
göremeyeceğini anlayınca da oturup dinlenmeye başlıyordu. Hatta gözünün ucu ile
aşağıya iniş yoluna bakmaya başlıyordu. İnsanların aşağıya inişinde kendisi ile yine alay
edeceklerini bile bile yine de tekrar geri dönüş
yoluna çıkıyor ve köye geri dönüyordu.
Bir seferinde zirveye tırmanırken yanında
kasabada gözlükçülük yapan eski arkadaşı Peeper
vardı. O, kendisinin bu hatasını fark etmişti. Peeper,
Bobby’i başarıya ulaşması için destekliyordu. Bir gün
Bobby’ye özel bir güneş gözlüğü verdi ve şöyle dedi,
“Eğer her taraf bulut olursa ve sis bastırırsa bu
gözlükleri gözüne tak. Yorulmaya ve ayakların ağrımaya başladığında da bu gözlükleri
takabilirsin. Bunlar sana yardım edecektir.”
281
Bobby fazla düşünmeden hediyeyi kabul etti. Bir sonraki tırmanışında ayakları
ağrımaya başladığında arkadaşı Peeper’ın sözleri aklına geldi ve onun verdiği gözlükleri
gözüne taktı. Bacakları çok ağrıyordu, ama şimdi bu yeni gözlükler sayesinde karlarla
kaplı zirveyi görmeye devam ediyordu. Bu yüzden yürümeye devam etti.
Daha önceki seferlerde şanssızlık eseri hep çok fazla sis oluyordu, ama bu sefer
bulutların arasından zirveyi görebilecek kadar şanslı idi. Bu şekilde Bobby tırmanmaya
devam etti. Ağrısını unutarak çabaladı, çabaladı ve sonunda zirveye ulaştı.
Ve sonuç gerçekten de her şeye değerdi. Hissettiği bu zafere ulaşmış olma hissi,
hiçbir şeyle karşılaştırılamazdı. Bu his, en az
tepeden aşağıya doğru bakarken görülen
manzara kadar muhteşemdi. Bobby bulutların bu
kadar yoğun olduklarının farkında değildi. Sonra
gözlükleri eline alıp yakından inceleyince her şeyi
anladı.
Peeper gözlüğün camının içine dağın karlı
zirvesinin bir resmini yapmıştı. Öyle ki bu resim
yalnızca yukarıya doğru bakıldığında görülebiliyordu. Peeper arkadaşının hedefi
gözünden kaçırdığı zaman devam etme gücünü kaybettiğini anlamıştı.
Bobby bunun üzerine bundan önceki seferlerde zirveye ulaşamamasının sebebinin
kendi kötümserliği olduğunu anlamıştı. Zirveyi gözden kaçırmak durumunda olduğu
zamanlar kendisini yorgun hissetmiş ve vaz geçmeyi seçmişti. İçinden arkadaşı Peeper’a
teşekkür etti. Bu küçük oyunuyla ona hedefe ulaşmanın imkânsız olmadığını görmesine
yardım etmişti. Hedef bir yere gitmemişti, oradaydı ve her zaman orada olmuştu.
Eğer kendimize ana hedef olarak aldığımız şeyi gözden kaybedersek en ufak
bir zorluk çıktığında hemen çabalamayı bırakıyor ve vaz geçiveriyoruz.
Büyük bir bilge 1970 yılında şöyle demiştir.
“Sürekli olarak ilerlemeye devam edin. Bugün iki adım atarak yarın aynı
adımları tekrar etmeyin. Karıncalar birbiri ardınca bir sırada yürürler ve yollarına
hangi engel çıkarsa çıksın onları aşarak vazgeçmeden yollarına devam ederler.”
“Herkes yaptığı işte veya mesleğinde başarıya ulaşmak için bu tek bir
noktaya yoğunlaşma yapmak zorundadır.”
“En önemsiz işleri dahi yapabilmek için konsantrasyon gereklidir. Ve en zor
problem dahi amacından sapmadan sürekli olarak gayret etmeye devam etmenin
önünde diz çökecek ve teslim olacaktır.”
Ford Şirketinin kurucusu Henry Ford bir seferinde şöyle demiştir,
“Engeller siz amacınızı ve hedefinizi gözünüzden kaçırdığınızda gördüğünüz
korkunç şeylerdir.”
282
142-
Cover Story Archive 24 – 15.08.2004
OLİMPİYAT ATEŞİNİ YENİDEN YAKMAK
“Rekindling the olympic spirit “
13 Ağustos 2004 tarihinde dünya üzerindeki en büyük Sportif Organizasyon olan
Olimpiyat Oyunları başlayacaktır. Modern Olimpiyatların başlangıç tarihi olan 1896
yılından beri ilk kez Olimpiyatlar yuvasına yani Yunanistan’a geri dönmektedir.
Bir aya yakın bir süre çok çeşitli ülkelerden gelmekte olan sporcular ve atletler
birbirleri ile centilmence ve sportif “fair play” anlayışı içinde mücadele edeceklerdir.
Birbirleri ile yardımlaşma, birlik ve adil yarışma ruhu içinde yarışacaklar. Dünyanın savaş
ve terörizmin pençesinde acı çektiği bu son yıllarda Olimpiyat Oyunlarının yol gösterici bir
umut ışığı olduğunu kavramamız gerekmektedir. İnsanlığın içinde en azından birazcık
akıl ve vicdanın kaldığının göstergesi bu tür oyunlardır.
Olimpiyatlar hepimize tekrardan biraz umut verecektir, kabul!
Dünyadaki tüm ülkelerden insanları biraraya getirecektir, kabul! İnsan
olarak var olmayı cesaretlendirecektir, kabul! Fakat tüm dünya üzerindeki
insanların bu oyunlardan gerçekten faydalanabilmeleri için bu oyunların
başlangıcına ve hangi amaçla başladıklarına geri dönmeleri ve hatırlamaları
gerekmektedir. Modern Olimpiyatlar 1896 yılında başlamış olmakla birlikte gerçek
Olimpiyatların başladığı tarih Milattan Önce 776 yıllarına uzanmaktadır. Şimdi size
Olimpiyatların taşıdığı manevi açıdan büyük o önemi anlatmaya çalışacağız.
‘Olimpiyat’ kelimesi Yunanistan’daki Olimpia şehrinden kaynaklanmaktadır. Tarih
bize Olimpiyatların M.Ö 776 yılında başladığını söylemektedir, ama efsaneler bize
oyunların çok daha önceleri başladığını söylemektedir. Yunanlıların inandıkları Tanrılar
vardı ve bu oyunları o Tanrıların başlattıklarına inanıyorlardı. Sonradan da Hercules gibi
bazı kahramanların da oyunların ruhunu sürdürdüklerini ileri sürüyorlardı.
Ancak kadim Mycenaean Kültürünün/Mikonos Uygarlığının
çöküşünden sonra korkunç bir yıkım yaşandı. Savaşlar, iç savaşlar,
felaketler, kuraklıklar, veba gibi hastalıklar ve doğal afetler üsüste gelerek
tüm uygarlığı yok etti. İşte o yıllarda Olimpiyat Oyunları sekteye uğradı ve
yapılamadı. İnsanların uğradıkları ıstıraplardan etkilenen Peloponnesus kralı Ifitos, Apollo
Tanrısının bulunduğu tapınağa giderek dua etti ve ne yapmaları gerektiği konusunda
yardım diledi. Tapınaktaki medyum Pythia, Apollo’nun şu sözlerini aktardı. “Derhal
Olimpiyat Oyunlarını başlatın!”
Peloponnesus’un yöneticileri afallamışlardı. Onlar kıtlıkla, afetlerle başa çıkmak için
öneri ve yardım bekliyorlardı, ama Tanrı çoktan beri unutulmuş olan Olimpiyat
Oyunlarının başlatılmasını nasihat ediyordu. Herkes verilen mesajda bir yanlışlık
olduğunu düşündü. Bu yüzden tekrardan medyum Pythia’ya gidildi ve soru tekrar soruldu.
Cevap aynı idi, “Derhal Olimpiyat Oyunlarını başlatın!” Kral böyle bir emirin nedenini
anlayamıyordu, fakat Tanrı’ya bağlılığı ve inancı o kadar güçlü idi ki, Olimpiyat
283
Oyunlarının başlatılması talimatını verdi. Onun bu inancı sonunda haklı çıktı ve
Yunanistan gerileme devrinden ve yok olma sürecinden kurtuldu.
Peki, Olimpiyat Oyunları koca bir ulusu yok olmaktan nasıl kurtarmıştı? Bunun nasıl
olduğunu anlatmadan önce tüm felaketlerin, kıtlıkların, sefalet ve ıstırabın önce insanların
zihninde başladıklarını ve sonra fizksel olarak somut hale geldiklerini not etmemiz
gerekmektedir.
İnsanın zihnini huzur dolu bir yer haline getirin, bütün dünya huzur ve barış içinde
olacaktır. Eski Yunanistan’da Olimpiyat Oyunlarının gerçekleştirdiği şey işte bu idi.
Oyunlar insanların dikkatlerini manevi değerlere ve karakter oluşumuna çevirerek
davranışlarında bir dönüşüm meydana getirdiler. Oyunların kazancı kin ve düşmanlıkların
sona ermesi oldu. Olimpiyatlar yıkımı pozitif enerjiye çeviren mücadele ortaya koydu ve
bu sayede ne kan döküldü, ne insanların mahvolması gibi felaketler
yaşandı. Dıştaki düşmanla yapılan bir savaş yerini içteki düşmanlarla
yapılan savaşa bırakmıştı.
Olimpiyat Oyunlarının temeli maneviyata dayanır. Oyunlar yalnızca
atletik hareketlerin yapıldığı yerler değildir. Aynı zamanda Tanrı’yı yücelten bir ritüeldir.
Oyunların buluşma yeri olan Olimpia, Kadim Yunanistan’da çok kutsal bir ibadet ve
toplanma yeri idi. Oyunlar yalnızca bir eğlence olarak görülmez, Tanrı’nın insanların
yapmasını arzu ettiği görevler olarak addedilirdi. Her atletin zihninde Tanrı olurdu ve
herkes sonuçta aynı Tanrı’ya inanmakta idi.
Kadim Yunanlılar ister oyunlarda ve ister savaşta olsun zaferin
İlahi İrade tarafından bahşedildiğine inanırlardı. Olimpia’da Tanrıça
Hera’nın ve Tanrı Zeus’un tapınakları vardı. Zeus insanların kaderlerine
karar verirdi. Bu inanç, zafere ulaştıklarında kendilerini beğenerek
kibirlenmelerini ve yenilgiye uğrayanların da acı çekmelerini önlüyordu,
çünkü sonuçta nasıl olması gerektiğine karar veren Tanrı idi.
Her ne zaman Olimpiyat Oyunları düzenlense Yunanlılar ateşkes ilan ederek iki ay
boyunca savaşmayı durduruyorlardı. Yapılan ateşkes Yunan Mitolojisine göre her şeyin
nasıl olması gerektiğine karar veren Yüce Zeus’u onurlandırmak için yapılıyordu.
Düşmanlıkların ve savaşın ertelenmesi şu şekilde yapılıyordu. Olimpia’dan başlayan bir
tören alayı Yunan şehirlerini birer birer dolaşarak Olimpiyatların başladığını ilan ediyordu.
O sırada her nerede savaş varsa herkes savaşmayı durduruyor ve barış antlaşması
imzalıyorlardı. Bu şekilde herkes düşman topraklardan geçmekte, Olimpia şehrine
gitmekte ve Olimpiyat Şölenlerine katılmakta özgür oluyordu. Bu sayede birbirleri ile
savaşan insanlar kısa bir süre sonra Olimpia şehrindeki tapınakta aynı Tanrı’ya
ibadetlerini sunuyorlar, birlik içinde dua ediyorlar ve ortak bir hedef için yarışıyorlardı.
Oyunlar hakkındaki ilginç bir gerçek de Temmuz ayında dolunayın olduğu günlerde
yapılmaları idi. Dolunay zamanında gezegenimizin almakta olduğu enerjinin daha çok
olduğuna inanılıyordu, çünkü o sırada Güneş, dünya ve ay bir sırada dizilmiş oluyorlardı.
284
Temmuz ve Ağustos aylarında ay dünyaya en yakın olduğu konuma gelmektedir. Bu
yüzden bu sıralarda yapılmakta olan her faaliyet misli ile çarpılarak kuvvetlenmektedir.
Olimpiyat Oyunları sırasında her sabah ve her akşam dualar ve Tanrı’ya adaklar
yapılmakta idi. Oyunların ilk açılış gününde Zeus heykelinin ve mimberin(altar)önünde
büyük bir ibadet ritüeli düzenleniyor ve büyük kutsal bir ateş yakılıyordu. Heykel 13 metre
yüksekliğinde idi ve fildişi ve altın yontularak inşa edilmişti. Eski zamanlarda dünyanın
yedi harikasından biri sayılıyordu.
Plato/Eflatun’un öğretisine göre eğitim iki elementten oluşuyordu. Ruh için müzik
ve beden için Cimnastik. Müzik hem ritm ve melodi anlamına geliyor ve hem de manevi
ve ahlaki eğitimde bir araç olarak kullanılıyordu.
Sokrates şöyle söylemişti, “Her kim ki Cimnastiği ve müziği birleştirerek
insan ruhu üzerinde doğru oranlarda uygularsa, o kişi uyum ve ahenk
sanatının gerçek bir üstadıdır. Böyle kişiler ülkenin yöneticisi olmalıdırlar.”
Olimpiyatlar hem karakter ve hem de sportif yetenekler üzerindeki etkisi ile
katılanların üzerinde bir uyum ve birlik duygusu uyandırmaktadır. Yaşantılarına büyük bir
denge getirmektedir.
Olimpiyatların en önemli yönü erdeme verdiği önemdir. Bu o kadar önemli şeydir ki
atletler ilk açılış günü Zeus Altarının önünde şu yemini ederler.
“Ben Atletik kurallara ve yasalara uygun olarak yarışacağım.
Diğer atletlerle hiçbir düşmanlık gözetmeden tam bir dürüstlük içinde yarışacağım.
Hedefim kazanmak değil, dürüst bir şekilde, fair play ruhu içinde yarışmaktır.
Hakikat benim içinde parlasın!
Bu yarış herhangi bir maddi kazanç için değildir, onur ve zeytin yaprağı tacı
kazanmak içindir!”
Bu şekilde Olimpiyatlara katılan bir kişi kendi evine geri döndüğü zaman şehirdeki
insanlar şehin duvarlarının bir kısmını yıkarlar ve şöyle derlermiş,
“İçinde böyle onurlu insanlar bulunan bir şehrin korunmak için
duvarlara ihtiyacı yoktur.”
İşte bu şekilde erdemin, cesaretin ve ruhsal enerjinin önemini, silahlara ve maddi
zenginliklere karşı ortaya koyarlarmış.
285
Büyük bir bilge şöyle demiştir,
“Bir ülke atom bombalarının varlığı ile değil, Hakikate ve Doğru
Davranışa olan bağlılığın gelişmesi ile korunur.”
Olimpiyatlarda bu düşüncenin üstünlüğünden ötürü kazanan kişi kazandığı zeytin
yaprağı tacını tapınaktaki Zeus heykelinin önüne koyardı. Bu şekilde de “Ben
başardım!” şeklindeki ego ve bencillik anlayışının önüne geçilmiş oluyordu.
Apollo’nun verdiği talimat sonucu Olimpik Oyunlar başlatıldıktan sonra yarışmayı
kazanan sporculara ne gibi bir ödül verileceği sorusu ortaya atıldı. Kral Ifitos tekrardan
kâhine danışmaya karar verdi. Kâhin ödülün ‘Kotinos’, yani zeytin ağacının
yapraklarından yapılmış bir taç olması gerektiğini söyledi. Yunanlı bir atlet için bu en
büyük onuru temsil ediyordu. Tüm insanların Tanrısı olan Zeus’un tapınağında altarın
önünde başında ‘Kotinos’ taşımak, olabilecek en büyük onur kaynağı idi. Size Kotinos’un
ne kadar önemli olduğu ile ilgili iki hikâye anlatalım.
1.Hikâye:
Rhodes(Rodos) adasından gelen Diagoras Olimpiyat Oyunlarında boks
dalında birçok kez şampiyon olmuş olan bir atlet idi. Kendisi yaşlandığında iki
oğlu babalarının mirasını devam ettirdiler. O yıl katıldıkları Oyunlarda her iki
oğlan da şampiyon oldular ve Kotinos’larını başlarına taktılar. Babalarına
şükranlaını göstermek için iki oğul beraberce babalarını omuzlarına aldılar ve
stadyumda sahanın etrafında tur atmaya başladılar. Seyirciler çılgınca alkışlıyorlardı.
Tribünde onları alkışlayanların arasında Diagoras’ın bir arkadaşı vardı. Arkadaşı
Diagoras’a baktı ve ona doğru seslendi, “Şimdi artık ölmelisin Diagoras! Senin için
bundan daha onurlu bir an olamaz!”
Dakikalar sonra yanaklarından sevinç gözyaşları akmakta olan Diagoras başını öne
eğdi ve bu dünyadan göçtü.
2.Hikâye:
Milattan önce 480 yılında Pers ordusu Yunanistan’a saldırmak için harekete geçti.
Ancak tam o sırada Olimpiyat Oyunları düzenlenmek üzere idi ve çeşitli şehirlerden
insanlar bu kutsal faaliyette yer almak veya seyretmek için Olimpia’ya doğru sıralar
halinde yola çıkmışlardı.
Pers ordusunun askerleri Yunan topraklarına yaklaştıkları zaman kendilerini hiçbir
ordunun karşılamadığını görünce şaşkına döndüler. Oyunlara katılmak üzere giden
birkaç kişiyi durdurarak Kralları Xerexes’e götürdüler. Kral Xerexes sordu:
286
Nereye gidiyorsunuz?
Olimpia’ya!
Benimki gibi haşmetli bir ordunun gelişini karşılamayacak kadar önemli ne
olabilir?
Bir müddet sonra Olimpiyat Oyunları başlayacak!
Bu Olimpiyat Oyunları da nedir?
Zeus’un onuruna düzenlenen kutsal oyunlardır.
Peki, kazananlar ne elde ediyorlar? Altın mı, mücevherler mi?
Ne altın, ne de mücevher alıyorlar. Kotinos, yani zeytin ağacı yapraklarından hazırlanmış
olan bir taç alıyorlar. Bu, erdemin ve faziletli olmanın bir sembolüdür.
Xerexes şaşkınlıktan afallamış ve hayranlıktan nefesi kesilmişti. Perslerin
konakladıkları yerde uzun bir sessizlik oldu. Pers Generallerinden biri şöyle bağırdı:
“Savaşmaya geldiğimiz şu insanlara
savaşmıyorlar, erdem için savaşıyorlar!”
bir
bakın!
Bunlar
altın
için
Bunun üzerine Pers Ordusu savaşmaktan vazgeçti ve gerisin geriye döndü!
Kotinos kelimesi antik Yunan kelimesi ‘Kotos’tan türetilmiştir. Bu da öfke ve
kıskançlık manasına gelir. ‘Kotos’ kelimesi Olimpiyat Oyunlarının sporcuların içindeki
çekişmeyi ve saldırma eğilimini, dürüst ve ahlaklı bir şekilde rekabet etmeye
dönüştürdüğü için zaman içinde ‘Kotinos’ kelimesine dönüşmüştür. Bu oyunlar insanların
ihtiraslarına gem vurarak onları fethetmeyi ve kendi seviyelerinin üzerine çıkmayı
sağlıyorlardı.
“Kendi kendini fethetmek elde edilebilecek en büyük zaferdir. Ancak kendi
kendine yenilmek de olabilecek küçük düşürücü bir utançdır.”
–Plato
“Kendi arzularının üzerine çıkarak ihtiraslarının efendisi olmak, düşmanları
yenmekten çok daha önemli ve kutsaldır.”
– Alexander, the Great. (Büyük İskender)
287
Eski Olimpiyatların önemli bir anlam taşıyan ritüeli yakılan kutsal ateş
idi. Kutsal ateş, Müzik ve Işık’ın Tanrısı Apollo ile ilgili idi. Güneşin ışıkları
her yere girdikleri ve karanlığı yok ettikleri gibi, Apollo için yakılan ateşin saçtığı ışıklar da
sembolik olarak insanın zihninin içerilerine nüfuz ederek oradaki cehalet karanlığını yok
ediyordu. Bu şekilde antik Yunan’da çok sayıda pozitif anlamlı semboller kullanılmıştır.
Artık şimdi çağımıza dönebiliriz.
Bugün Olimpiyatlar kendi orijinlerine, yani çıktıkları yere geri döndükleri için
prensipler açısından da eski durumlarına geri dönmelidirler. Modern Olimpiyatların
başlamasından bu yana 100 yıldan fazla zaman geçti. Oyunların düzenleniş şeklinde çok
büyük gelişmeler oldu. Çok güzel spor tesisleri yapılmakta, sporcular için çok güzel
konaklama imkânları hazırlanmakta, kazananlar için büyük para ödülleri verilmekte ve
nefes kesen açılış ve kapanış törenleri düzenlenmektedir. Atletler de bu sayede
geçmişteki rekorları birer birer kırmakta ve yenilemektedir. Fakat insan şunu merak
etmekten geri kalmıyor; acaba bu sayede Olimpiyat ruhu giderek daha da azalmakta
mıdır? Olimpiyat Açılış töreninde edilen yeminlere katılanların hepsi içten inanmaya
devam etmekte midirler? Olimpiyat Oyunlarına katılan kişiler döndükten sonra daha iyi
birer insan olmakta mıdır? Bu kişiler ülkelerine ve evlerine geri döndükten sonra bu
Olimpiyat Ruhunu arkadaşları ve çevreleri ile yaşamın diğer alanlarında da paylaşmakta
mıdırlar? Dünya sonuçta 100 yıldan beridir devam ede gelen bu oyunlardan bir nebze
olsun yararlanmış mıdır?
Bizim bu yazıdaki amacımız bir yargıda ve eleştiride bulunmak değildir. Bizim ilgi
alanımız o Büyük Olimpiyat Ruhunun tekrar hatırlanması, canlandırılması ve o ruhun
ateşinin tekrar yakılmasıdır. O ruhun arada sırada hatırlatılarak tazelenmesi ve eski
kadim temeline tekrar dayandırılması gerekmektedir, öyle değil mi? Bu tazeleme bizi
hakiki yolumuzu hatırlamamıza ve yoldan çıkmamızı önlemeye yarayacaktır.
Kimbilir belki Olimpiyat katılımcılarından birisi bu yazıyı okur ve kendisi ile
arasında bir bağ kurar?
Biz bu yazıyı Olimpiyat yemini anımsatarak bitiriyoruz. Bu yemini 1896 yılında
Yunanlı şair Kostis Palams yazmıştır.
Ey Antik ve Ölümsüz Ruh!
Sen ki Hakikatin, İyiliğin ve Güzelliğin Babasısın
Buraya gel ve İlahi Parlaklığını bizlere göster ki
O ateş hem ülkemizi ve hem de dünyayı yüceltsin ve kutsasın!
288

Benzer belgeler

saı gençliği ideal yolu izlemelidir

saı gençliği ideal yolu izlemelidir verdi. Vidyasagar birisine hizmet edebildiği için mutlu idi. Ona sordu, “Efendim, nereye gideceğiz?” “Beni Vidyasagar’ın bu gün konuşma yapacağı yere götür. Onu dinlemek için buralara kadar geldim,...

Detaylı