Kaygı, inkâr ve narsistik temizlik ekseninde milliyetçilik ve dincilik

Transkript

Kaygı, inkâr ve narsistik temizlik ekseninde milliyetçilik ve dincilik
Hepimiz çaresiz miyiz?
Kaygı, inkâr ve narsistik temizlik
ekseninde milliyetçilik ve dincilik
Ersin Aslitürk
Ernest Becker Anlamın Doğumu ve Ölümü (1971) adlı kitabında okuyucuya ilginç bir
egzersiz verir: “İnsan bir hayvandır” diye bir kaç kere tekrar edildiğinde bunun nasıl da kulağa ikna edici olmayan bir şey gibi geldiğini anlatır (s.13). İsterseniz “ben
bir hayvanım” diye on kere peş peşe ve hissetmeye çalışarak söyleyip içinizden geçen
duyguları dinlemeye çalışın. O duygular büyük ihtimalle bir milliyetçiye “Ben bir hainim” ya da ırkçı bir Türk milliyetçisine “Ben bir Ermeni’yim” dedirtmekle çok benzer
duygular. Heteroseksüelliğinden şüphe etmeyen bir insanın “Ben bir eşcinselim” demesi de aynı şekilde değerlendirilebilir. Etiketlenme korkusuyla psikologa ya da psikiyatriste gitmekten korkan insanların durumu da... Olmadığınızı düşündüğünüz ya da
dönüşmeye korktuğunuz herhangi bir kimlik kategorisi ile bunu yapabilirsiniz. Sonuç
herhalde, en azından bilinçaltı düzeyde, biraz kaygı, biraz utanç, biraz suçlulukla karışık ‘karanlık’ duygular... Bu karanlık nasıl işliyor ve nasıl bir psikodinamiği var? Sonuçları neler? Bu karanlığın kökleri dışarıda toplumun içindeki söylemsel kuruluşlarda
mı, yoksa içeride tek tek insanların ortak doğal özlerinde mi gizli?
Son yüzyılda Türkiye’de ve Dünya’da olanlara bakılırsa milliyetçi (ve dinci) duygular
milyonlarca insanın birbirine acımasızca kıymasına hatta bu kıyım sonrasında kendisini haklı görmesine neden olabilmektedir. Bu dünyaya ‘Türk’, ‘Kürt’, ‘Ermeni’, (hatta
‘Eşcinsel’, ’Beyaz’) ya da başka etnik kategoriden bir insan olarak gelmek sadece bir
olasılıktan başka bir şey olmamasına rağmen, bu etnik (ve sosyal) gruplara ait insanlar kendi aidiyetlerinin özsel bir niteliğinin olduğunu düşünebilmekte ve ‘yüce’ etnik
ideallilerinin peşinde başka etnik gruplara karşı nefret duyguları besleyebilmektedir.
İlginç olan, bir olasılık olarak ve şans eseri o ‘başka’ soyun ya da kategorinin içine
doğmuş olsalar bu insanlar, büyük ihtimalle bu sefer şu anki kendi soylarına düşman
olacaklardı ve bu banal manzarayı kaçınılmaz bir gerçekmiş gibi yasayacaklardı. Bu
naif gerçekçilik içerisinde özde ‘düşman’ından farksız fakat doğru (Tek milletli, Tek
devletli, Tek tanrılı, hatta Tek cinsiyetli) bir hayat sürdürdüğünün farkında bile olama-
5 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
yan bir insanın yaşayacağı sınanmamış hayat nasıl analiz edilebilir? Bu kadar farklı ve
biricik olmaya duyduğumuz narsistik ihtiyaç, her boyutta benzerliklerimizin de farkına biraz vardığımızda, narsistik bir yaralanmayla sonuçlanmak zorunda mıdır? Bahsedilen ‘karanlık’ duygulara karşı geliştirdiğimiz bu direncin-inkârın kaynağı nedir?
Psikanalizin, varoluşçuluğun ve modern sosyal ve kişilik psikolojisinin, milliyetçilik,
ırkçılık (ve homofobi, zenofobi, islamofobi de eklenebilir) gibi psikososyal sorunlar
üzerine ortaya koyduğu kuramlar hem çeşitli kimlik kategorileri arasındaki sorunların nasıl ve neden oluştuğuna dair açıklayıcı bir çerçeve sunmaktadır, hem de çözüm
için bazı ipuçları göstermektedir. İndirgemecilik sorununu ve deneysel literatürün
kuru dilini bir kenara bırakırsak, bunların arasında özellikle psikanaliz ve modern
psikodinamik kişilik teorisi ve deneysel varoluşçuluk kimi zaman sezgi-karşıtı olabilen, olan ama genelde akla yatan ilginç görgül verilerle karsımıza çıkmaktadır1.
“Nefret ediyorum, öyleyse varım”
Kimi deneysel psikanalitik çalışmalara ve varoluşçu varsayımlara bakılırsa, insanların
içlerinde bir kenara ittikleri, taşımaya ya da dönüşmeye korktukları, çoğu kez çocuklukta edindikleri, hatta kimi zaman bilişsel olarak farkında bile olmadıkları olumsuzlukları dışarıya yansıtmak ya da dışarıda bir yerde kötülüğü somutlayıp cisimlendirmek, dışarıda günah keçileri bulmak (Becker, 1975) kendilerini ‘temiz’ tutmak adına
yapabildikleri en fonksiyonel şeyler. Bilindiği üzere bu yansıtmayı Freud bir savunma
mekanizması olarak görmüş ve ego bütünlüğü içerisindeki yaşamsal fonksiyonundan
bahsetmiştir.
Kısaca değinmek gerekirse, Freud sonrası psikanalistlerden Jung, Klein, Winnicott ve
Lacan gibi kuramcıların benin ve ötekinin oluşumu üzerine yazdıkları milliyetçilik ve
ırkçılık gibi sosyopolitik olguların analizinde yaygın bir şekilde kullanılmıştır (bir toplu bakış için bk. Clarke, 2003). Bunların arasında özellikle Melanie Klein’in gelişimin
ilk aylarında iyi ve kötü (aşağılık), iç ve dış nesnelerin oluşumu, ayrışma ve yansıtma
üzerine yaptığı çalışmalar siyasal imaları acısından dikkate değerdir (or: Clarke, 1999;
Moran, 2002). Jung’un insanların kendi içinde istemediği, yadsıdığı, şüphe ettiği ve
kontrol etmek için büyük bir enerji sarf ettikleri özelliklerinden oluştuğunu söylediği gölge benlik kavramı da ırkçılık analizlerinde elverişli bir şekilde kullanılmaktadır
(ör: Reeves, 2000). Ayrıca Lacan’ın düşman-ötekini objektif ve sabit-özsel bir nesne
olmaktan kurtarması ve kültürel-siyasal söylem ile kurulu içsel dünyadan bağımsız olmadığını göstermesi de daha sonra politik bağlamlarda yapılan çalışmalarda ön açıcı
olmuş gibi görünmektedir (ör: Kinnvall, 2004)2. Bunların yanında çağdaş politik psikanaliz içinde Vamık Volkan’ın da önemli bir yeri vardır. Vamık Volkan’ın düşman-ötekini özsel ve algılayanın iç dünyasının ötesinde objektif olarak kurması ve kaçınılmaz
bir “düşman ihtiyacı”ndan bahsetmesi önemlidir (kısa birer değini için bk Kinnvall,
2004; Moran, 2002)3. İçimizdeki nefrete dışımızdaki ‘düşmanlara’ odaklanan bu psikanalitik varsayımlar çağdaş deneysel çalışmalar yoluyla görgül verilere de ulaşmıştır.
Örneğin deneysel ortamda pornografik imajlara maruz kaldıktan sonra cinsel olarak
heyecanlandığını inkâr eden savunmacı bireylerin, genel olarak uygunsuz (unfavorable) buldukları insanlara şehvet düşkünlüğü yakıştırdıkları yani yansıttıkları görülmüştür (Halpern, 1977). Benzer şekilde Adams ve arkadaşlarının Georgia Üniversitesi’nde
1 Sosyolojik bazı çalışmalar politik ekonomiye, kültüre ve ideolojik söylemlerin geniş kitlelerin üzerin-
deki etkisine odaklanırken, kimileri ise psikanalitik epistemolojiyi kullanarak insanların ‘içine’ ya da “iç”
tarihine odaklanmıştır. Hatta insan ve tarih arasındaki diyalektiği yakalama çabası doğrultusunda psikanaliz ile Marksizm’in sosyal kuram içerisindeki kadim evliliği de hatırlanabilir (Somay, 2003).
2 Ayrıca ötekilik (otherness), öznelerarasılık (intersubjectivity) kavramlarının psikolojik ve felsefi zemini üzerine kısa bir giriş için bkz. Coelho, & Figueiredo (2003).
3 Bir şekilde Volkan’ın çalışmalarının Türk dış diplomasisinde Gündüz Aktan gibi emekli diplomatlar
tarafından kullanılması da ayrı bir araştırmayı gerektirmektedir.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 6
yaptığı bir deneyde, Heteroseksüel homofobim erkeklerin, Heteroseksüel fakat homofobik olmayan erkeklerle karşılaştıklarında, homoseksüel erotik bir video izlerken
daha fazla ereksiyon oldukları penis çapındaki büyümenin ölçülmesi ile gözlenmiştir
(Adams ve ark, 1996)4. Jeff Schimel ve arkadaşlarının yaptığı çalışmada ise kendilerine deneysel olarak ‘kızgın’ oldukları geri bildirimi verilen katılımcıların, daha sonra
bu kızgınlığı kısa bir hikâye içine yerleştirilen farazi birisine yansıttıkları görülmüştür
(Schimel ve ark, 2000; 2003). Böyle bir yansıtma fırsatı verilen bireylerin verilmeyenlere göre daha fazla bir ‘rahatlama’5 içine girdiklerini de not etmek gerekir.
Bütün bu savunmacı yansıtma süreçleri de çoğu zaman insanların benlikleri tehdit
altında olduğunda tetiklenmekte ve de herhangi bir hedefe değil özellikle kalıpyargılarla anılan gruplara yöneltilmektedir (Govorun ve ark, 2006). Bütün bu süreçlerde
ayrıca görülmüştür ki bilişsel olarak insanların unutmaya çalıştığı ya da inkâr ettiği
her şey zihinde ‘rebound’ etkisi yapmakta ve insan hafızasında aşırı erişilebilir bir
hale gelmektedir. Örneğin, ‘beyaz ayılarla’ ya da ‘şiddet’ ile ilgili olarak beş dakika boyunca düşünmemeniz ve her türlü düşünceyi bastırmaya çalışmanız öğütlense, büyük
ihtimalle bastıramayacaksınız, dahası bu düşünceler ironik bir şekilde hafızanızda
erişilebilir bir yere oturacaklar. Deneysel verilere bakılırsa bu kronik ve erişilebilir
düşünceler özellikle bizim benlik algımızda bir yeri olan düşünceler olup, özellikle de
benliğimizde arzu etmediğimiz, bastırdığımız ya da dönüşmeye korktuğumuz özelliklerdir, dolayısıyla da dışarıya yansıtılırlar (Neman ve ark, 1997).
Gücünü ‘nesne ilişkileri’ üzerine yazılı literatürden alan modern psikodinamik kişilik
teorisi de (Bağlanma Teorisi) insanların içlerinde yaşadıkları yüksek bağlanma ya da
ilişki-kaygısının ve ilişkide-kaçınmanın yansıtma ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştur (Mikulincer & Horesh, 1999). Özellikle ilişkilerden kaçınan ve kaygıyı bilinçaltında
yaşayan bireylerin kendi içlerindeki istemedikleri özellikleri başkalarına yansıtmaları ve başkalarına olan benzerliklerini güvenli (daha az kaygılı ve daha az kaçınan) bireylere göre azımsama eğilimde olmaları yukarıdaki verilerle paraleldir (Mikulincer
ve ark, 1998). Sosyal gelişimi merkeze alan bu kişilik kuramına göre ilişki tarihi içerisinde tutarsız veya soğuk ya da ihmalkâr ebeveynlerle (bakım-verenlerle) büyüyen
çocukların ilişki içinde kaygı ve/veya kaçınma yaşayacağı işaret edilmiştir. Öfkenin ve
nefretin yuvasını oluşturan bu kaygı daha sonra, dünyanın tehlikeli bir yer olduğu düşüncesi üzerinden sağ kanat otoriteryanizmine, kaçınma ise sosyal baskınlık yönelimi
ile ilişkili olabilmektedir (Weber, & Federico, 2007). Bu yönelimler siyasal düzlemde
demokratik ilişkileri zedeleyebilmekte ve dogmatizmi besleyebilmektedir.
Bu psikanalitik kuram ve sistematik gözlemler hepimizin ‘düşmanlarımıza’ o veya bu
ölçüde benzediğini, sarf edilen kötü düşünce ve sözlerin en azından bir ölçüde sahiplerinin olduğunu ve insanların ’iç’ dünyasının dış dünyalarını kurabildiğini gösteriyor.
En önemlisi de kendi kendini gerçekleyen kehanetin diyalektiği bu yansıtma süreciyle
çalışmaya başlıyor. Kendi içine ‘düşman’ı oluşturanların bunu dışarıya yansıttıktan
sonra dışarıdan düşmanca bir tepki ile karşılaşması, ‘yabancıları’ ‘düşmanlara’ dönüştürmesi olağandır. Özetlenen bu psikanalitik varsayım ve destekleyici bulgulara
psikanalizden sonra gelişen varoluşçuluğun da eklediği bir şeyler bulunmaktadır.
Varoluşsal çaresizlik ve imkânsızlıktan düşman düzmek
Varoluşçuluk içerisindeki kimi deneysel çalışmalara göre ise bütün bu süreçleri tetiklenmesi ölümlülüğümüzün kaçınılmazlığıyla yüzleşirken oluyor. Doğada oldukça
zeki bir yaşam suren Homo Sapien Sapien’lerin bir yandan ölümlü-doğal-hayvani
4 Araştırmacılar sonuçları tartışırken kaygının cinsel heyecanda önemli bir rol oynayabileceğini de not
etmişlerdir. Homoseksüel uyaranlar, homofobik erkeklerde daha fazla kaygıya yol açmış olabilir, kaygı ise
ereksiyonu artıran bir şey.
5 Kelime tamamlama görevi verilmiş ve kızgınlık ile ilgili sözcüklerin sayısına bakılmıştır.
7 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
bir bedene sahip olmaları ve biyolojik varlıklarını sürdürme içgüdüleri, bir yandan
da bunun mümkün olmadığını bilmeleri onları sembolik ölümsüzlüğe, tümgüçlü bir
Tanrı, aşkın-ölümsüz bir kişisel Ruh, Herkesi bir araya getirecek bir Bayrak, bir kurtarıcı Baba, aşkın bir kültürel Anlam sistemi aramaya, eğer yoksa inşa etmeye doğru
itebilmektedir. Yıkılmaya mahkum bir hayat ve beden içinde Yıkılmazı ve sarsılmaya mahkum bir hayat içinde Sarsılmaz bir büyük ‘Güç’ü aramak veya yaratmak, onu
yeniden üretmek, kültürel bir savunma mekanizması inşa etmek, insanlık tarihinin
en büyük marifetlerinden birisi olarak görünmektedir. Zar zor kabul edebildiğimiz,
korktuğumuz, üzerinde çok düşünmek istemediğimiz, çok büyük oranda inkâr ettiğimiz bir şey ölümlü olduğumuz gerçeği. İşin özü, ölümle karşı karşıya geldiğimiz zamanlarda ya da en azından verili anlam sistemimizin tehdit altında olduğunu hissettiğimizde bu psikososyal ve kültürel yapıları daha fazla arar oluyor ve bu yapılardan
kendimizi ‘temize’ çekmek, kaygılarımızdan arınmak, geleceğe güvenle bakmak için
yardım alıyoruz (Becker, 1971, 1975). Genelde daha fazla milliyetçileşiyor ve daha fazla muhafazakârlaşıyoruz.
Örneğin, ölümlü oldukları deneysel olarak hatırlatılan bireyleri azınlıklara karşı varolan kalıpyargılarını aktive ettiklerini hatta azınlıkları kendi kafalarındaki resimlerdeki
rollerin dışında kendilerininkine benzer roller içinde gördüklerinde daha fazla negatif
reaksiyon gösterdikleri gözlenmiştir (Shimel ve ark, 1999). Yani ‘düşmanlarımız’ bize
benzediğinde, bizim gibi işlere sahip olduklarında, bizim gibi düşündüklerinde, onlardan daha çok çekinebiliyoruz ve en tahammül edemediğimiz şey olabiliyor sevmediğimiz birilerinin bir parçasının bir şekilde bize benzemesi.
11 Eylül’den sonra ABD’de olanlar, Kürt sorununun gündeme oturduğu dönemlerde
Türkiye’de olanlar da kaygının düşünce üzerindeki muhafazakârlaştırıcı etkisini gözlemlemek açısından önemlidir. Şiddet arttıkça kötülüğün kaynağı daha da dışarıya
yansıtılmakta ve malum ‘biz’ ve ‘onlar’ kategorileri güçlenmekte, bayraklar yükselmekte ve bütün süreçlerdeki kendi rolümüz, yani kendi kırılgan faniliğimizin oynadığı rolün üstü örtülmektedir (Pyszczynski, 2004). Bu korku dolu süreçlerde inkâr ve
yansıtmanın daha da güçlendiğini de gözlemek mümkün. Bu radikal dönüşümlerin
özellikle de hâlihazırda muhafazakâr olan düşüncenin üzerindeki etkisinin büyük olduğunu eklemekte fayda var (Jost ve ark, 2007). Bu açıdan Türkiye’de Kemalizmin de
gitgide muhafazakârlaşması dikkate değer görünmektedir.
Başka ülkelerde olduğu gibi bizler de Kurtuluş Savası’nda kurtarıcı bir tümgüçlü Baba,
daha sonra siyasal kaos dönemlerinde karizmatik Liderler çıkardık. Emperyalizmin
yarattığı korku karizmatik bir kurtarıcıya olan özlemi artırabiliyor. Aslında benzer
süreçler korkunun kimi Amerikalıların Bush’u desteklemesinde oynadığı rolde de görülebilir (Landau ve ark, 2005). Fakat bu tür arayışların halen sürdürülmesinin bizi
ne kadar özgürleştirmeye devam ettiği şüphelidir. Gecen yılki şeriat ve darbe tartışmalarında tehlike algısı oransızlaşan bir kişim muhafazakâr Kemalistlerin ‘Fathered’
bir toplum olmayı tekrar özlemesi, bayrak gibi milli ikonları tekrar ellerine almaları,
algılanan tehlike karşısında gelişiminin bir önceki güvenli evresine (ör: Cumhuriyetin
altın dönemlerine) öykünmesi ve bir kurtarıcı araması da bu açıdan ilginçtir6. Benzer şekilde, kendi Türklükle ilişkili benliğimizin anlatısal sürekliliğini korumak adına,
Kürt sorunu gibi etnik-politik bir sorunu yıllarca olduğundan başka bir şekilde, örneğin ‘bir avuç eşkıya’, ‘ecnebi kışkırtması’ ya da ‘bölgesel bir az gelişmişlik sorunu’
olarak (Yeğen, 1996) okumuş olmak da kendi içimizde kabul etmekte zorlandığımız
ve bastırdığımız ‘karanlık’ gerçeklerle ilgili. Ya da Ermenilere kendi ettiğimiz zulmün
boyutlarından hiç söz etmez ve unuturken, emperyalistler karşısındaki mazlum ve
mağdurluğumuzun tarih kitaplarında eksiksiz sergileniyor olması da... (bir eleştiri
6 Bu konuda bir benzerlik açsından Cem Kaptanoğlu (2005) ve Murat Paker’in (2007) Türkiye solunun
12 Eylül öncesiyle kurduğu ilişkiye dair yazdıkları görülebilir.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 8
için Akçam, 2004 ve Paker, 2007 görülebilir).
Bu dinamik dünya tamamen iyilerin ve tamamen kötülerin, iç ve dış düşmanların,
hainlerin ve casusların, devleti ele geçirip ülkeyi bedbahtlardan kurtarmaya çalışan
‘vatanseverlerin’, derinleşen devlet ve toplumların, eleştiri kaldıramayan bir kolektif narsizmin, geniş bütçeli suikastların, faili meçhullerin ve sistematik işkencelerin
dünyasıdır. Bu dünyada Milli Tarih narsistik bir kutlama süreci ile muzaffer bir edayla
yazılır ve ‘eskiyi’ yerip ‘yeniyi’ kutlamak anlamaktan daha değerlidir. Bu dünya, Yavuz
Erten’in (2004) yetkin bir şekilde özetlediği gibi, kırılgan bir kibrin ve zarar verici bir
gururun dünyasıdır. Bu tarih içerisinde, bir yandan örneğin Osmanlı’nın çöküşünden
eğlenceye düşkün padişahların sorumlu tutulması, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar
yenik çıktığı için yenik sayılmış olmamız, bir Türk’ün dünyaya bedel olması ve ilelebet egemen olacak olan ‘akıllı, zeki ve yüce’ bir Türk milleti vardır. Kohut’un narsistik
bozukluklardaki dikey yarılma kavramına referansla, Yavuz Erten bu büyüklenmeci
tavrın ve totaliteryan tarih yazımının karşısında (Greenwald, 1980), bir tür aşağılık
duygusunun, “biz adam olmayız” ve “eller aya biz yaya” gibi yaygın inanışların bulunduğunu da not ediyor. Daha sonra bu iki değerli duygu ve düşüncelerin yarattığı iç
rahatsızlık bir şekilde dışarıya yansıtılmaktadır:
“Entegre olup sağlıklı bir öz değer ve işlevsel bir gurura dönüşemeyen ve iç dünyadaki rahatsızlık ve huzursuzlukların kaynağı olan bu karşıtlık, dış dünyadaki
herhangi bir uyaranı sürekli şüphe ve kaygı ile takip etmeye yol açar. Bu paranoidleşen bileşke ile normal bir eleştiri veya dünyadaki reel politiğin olağan bir
yansıması, hemen küçük düşme hislerinin ortaya çıkmasına sebep olabilmektedir. Bu gibi zamanlarda hiddetle dış mihraklardan, Türkiye üzerine oynanan
oyunlardan söz edilmeye başlanır ve “Türk’e Türk’ten başka dost yok” denmeye
başlanır.” (vurgular eklendi, Erten, 2004)
Kısaca düşmanlarımız bizim dışımızda zaten varolduğu için “bizim bizden başka dostumuz yok” değil, bizim bizden başka dostumuz olmadığına inandığımız için dışarıdaki düşmanlıklarımızı yeniden üretmeye hatta yenilerini kazanmaya devam ediyoruz.
Belki bu narsistik yalnızlık içerisinde, kendimizi daha da yüceltiyoruz (Erten, 2001).
Yukarıda özetlenen psikanalitik ve varoluşçu tabloya bakılırsa, Türkiye kendi iç ve dış
dünyasını kuruyor ve eğer tabir-i caiz ise kendini gerçekleştiriyor, halı altına ittiği pisliklerin gün yüzüne çıkmasından rahatsız oluyor. Fakat bu tablo da eksiksiz bir tablo
sayılmaz. Nasıl ki bir birey içinde bulunduğu ilişkisel bağlamının dışında değerlendirilemezse, Türkiye de kendi içinde bulunduğu modernizmin ve küreselleşmenin tarihsel bağlamından soyutlanmamalıdır.
Modern özcülük, küreselleşme ve ontolojik güvenlik ihtiyacı
Aydınlanma süreciyle birlikte doğan ve yaklaşık ikiyiz yıllık bir geçmişi olan modern
ulus devlet projesi, tek tek bütün ulusların içinde toplumsal düzeyde bir içsel entegrasyon ve homojenizasyon isteği ile sonuçlandı. Herkes kendi evini inşa etmeye çalışmış, kendi çatısını kurmuş ve kendi içini de düzenlemeye çalışmıştı: Tek millet ve
o Tek milletin (the people) iradesiyle ve birleştirici gücüyle kurulmuş Tek devlet, aynı
zamanda kendi kendine yeten, birliğinden ve bölünmezliğinden (individual) şüphe
edilmeyen ve insanlık adına önemli bir gelişme olan “evrensel birey”in oluşumuna da
zemin sağladı (Kinnvall, 2004). Aklın duygulara, bilginin inanca, ilerlemenin bağnazlığa, özgürlüğün baskılara, bireyselleşmiş dinin kurumsallaşmış dine ve etik davranışın
kuralsızlığa üstün gelmeye çalıştığı bir çağda, kısaca “ilerleme ve modernlik” ile anılan
bir söylem ile doğdu bu ulusların evrensel bireyleri.
Fakat modern devletler bu modern bireyleri üretirken, birleştirici olması açısından
monolitik ve soyut kimlikler yaratırken, o kimlikleri somutlaşmak için önemli çabalar
9 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
sarf ederken, bu insanların bir özünün (essence) olduğunu ve doğal olarak tarihten
beri böyle geldiklerini iddia ettiler (Kinnvall, 2004). Örneğin Türkiye’de, “damarlarımızdaki asil kan”da cisimleşen ‘yüceliğimiz’ veya tarih boyunca Türk milletinin varolmuş olduğu ve aynı şekilde varolacağı söylemi süreklilik hissini pekiştirmiş, ancak Güneş Dil Teorisi ve kafataslarımızın bir cisim olarak incelenmesiyle de sonuçlanmıştır.
Yukarıda bahsedilen iki uçlu duygulardan da kaynaklanarak, özellikle 1970’lerden
sonra Türkiye’de bireylerin bu monolitik hikayeyi-anlatıyı ”sürekli kılma kapasiteleri”
(Giddens, 1991) önemli ölçüde sarsılmıştır.7 Bunun nedenlerinden birisi birey olma
sorununda gizli. Bireyselleşmek, kendini oluşturmak, kendini tanımlamak, kendini
keşfetmek, kendisi olmak, kendini yaratmak, karakter sahibi olmak, kişisel biricikliğine inanmak, hayatta bir amaç edinmek, iyi bir cv-iş-eş-ev-araba sahibi olmak gibi
narsistik görevlerle yükümlü modern insan benliği Yirminci Yüzyıl’ın sonlarında bir
’sorun’ olmaya devam etti (Baumeister, 1987). Artık kim olduğuna ve neye sahip olduğuna saplanmış ve ne olduğunu o kadar umursamaz insanların yaşadığı bir kültür
oluştu (Tura, 2001). Öyle görünüyor ki, kapitalizmin toplumsal katmanlara sosyoekonomik imkânlar sunmadığı Türkiye gibi yerlerde, bu kişisel kimlik arayışı büyük
tarihsel anlatılar aracılığıyla aşılmaya çalışılmıştır. Zira bireylerin kimlik oluşumları
bütünlüklü bir anlatı içerisinde kişinin hikâye ettiği dününü, algıladığı bugününü ve
beklediği yarının birbirine bağlayabildiğinde psişik fonksiyonunu yerine getirmektedir (McAdams, 1996). Birer tarihsel anlatı olarak milliyetçilik ve kurumsallaşmış-siyasallaşmış dincilik kapitalizmin geldiği bu aşamada, bireylerin sembolik kimlik algılarını devam ettirmeleri açısından tekrar önemli bir rol kazanmış gibi görünmektedir.
Bunun bir nedeni küreselleşmenin insan hayatının temellerinde yarattığı derin yaralanmalardır.
Modern ulusların bu ‘birey’ projesi küreselleşme ile birlikte son yıllarda büyük ekonomik ve sosyal bir sarsıntı geçirmektedir. Bir yandan ulaşım ve iletişimdeki gelişmeler, üretilen malların dünya çapında pazarlanmasındaki kolaylıklar, kozmopolitizmin
ve çok kültürlülüğün gündeme gelmesi genelde gelişmiş ülkelerin ve özellikle orta
ve üst sınıfların hayatını kolaylaştırmıştır. Diğer yandan çevre ülkelerde kapitalizmin
kriziyle çöken sosyal devlet ve sosyal adalet anlayışı, düşen ücretler ve maddi yaşam
kalitesi, sosyoekonomik dışlanma, artan işsizlik ve iş güvensizliği, araçsal ilişkiler, çarpık şehirleşme, devlete ve siyasetçilere olan güvensizlik, yapısal uyum politikaları ve
özelleştirmelerle daha da ulaşılamaz olan gıda-barınma-eğitim-sağlık-ulaşım hakları,
zorunlu göçler ve bir de medyanın pervasızlığı insanların güvenlikli ve ahenkli dünya
algısını sarsmış, geleceğe güvenle bakmalarını engellemiş, içinde oldukları kurumsal
yapılara ve devletlere yabancılaştırmıştır.
Buna bir de bireylerin kendilerine ve toplumlarına yabancılaşması eşlik etmiştir. Büyüyen içsel boşlukla yücelen meta-fetişizmi ve oradan doğan kronik alışveriş çılgınlığı8, her şeye ihtiyacı olduğunu düşünen “boş benliklerden oluşması (Cushman, 1990),
pazar günleri ne yapacağını bilememek ve rekabet ortamının insanları içtenliksiz bir
konformizme ve otantizmden uzak hayatlara doğru itmesini de geç dönem kapitalizmin yarattığı psikolojik etkiler arasında sayabiliriz (Kasser ve ark 2007). Bu süreçler
insanları savunmasız bırakmış ve kaygı düzeylerini gemlemiştir (Salzman, 2001). Kısaca, yaşadıkları ormanda kendini kurtarmaktan sorumlu bireyler, nerdeyse insanlığın, kültürel ve koruyucu olanın çöküşüne tanık oldular. Komünizm sonrası hegemonyasını pekiştiren neo-liberalizm de insanların vahşileşen bu dünyayı kanıksamalarını
ve bu hayatın bir alternatifinin olmadığına inanmaları için çaba sarf etti, maalesef de
7 Giddens’a göre modern bireylerin kimlikleri en iyi “belli bir anlatıyı sürekli kılma kapasitelerinde” bu-
lunabilir (Giddens, 1991, s. 54).
8 Bir Radikal İki yazarının tabiriyle “putperestlik”! (Özkan Gözel, Levinas‘ı Levinas‘tan okumak, Radikal
İki, 11 Temmuz 2004).
9 (http://en.wikipedia.org/wiki/TINA).
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 10
büyük oranda başarılı oldu: ”There Is No Alternative-TINA”9.
Bu başarının sonucu olarak algılanan çaresizlik, çıkışsızlık ve kontrolsüzlük hissi, varoluşsal kaygı düzeyinde daha da paralize edici olmaya başlamıştır. Evsizliklerini ve
korkularını kültürel-siyasal bir sembolizmle aşmaktan başka çare göremeyen insanların kimlik ve anlam ihtiyacı artmış ve anlaşılan o ki kendilerine ontolojik bir güvenlik
hissi verecek psikososyal yapıları tarihsel kökleri olan makro anlatılardan ‘seçmişler’,
onları tekrar göreve çağırmaya başlamışlardır. Birer kolektif savunma mekanizması
olarak da görülebilecek milliyetçilik ve dincilik bu çağrıya cevap vererek, bütün bu
toplumsal dağınıklığı toparlama, insanları bir çatı altında tekrar birleştirme, dünyayı
tekrar güvenli, ahenkli, “ahlaklı”, tahmin edilebilir ve iyi bir yer haline getirme sözü
vermiştir.
Yapılması gereken şey biraz içsel ve dışsal temizliktir. Yukarıda anılan psikodinamik
ve varoluşsal süreçler tetiklenmeye başlanmıştır. Kötüler dışarıdaysa sınırları daha
da güçlendirmeli, eğer içerideyseler dışarıya atılmalıdırlar. Hatta gerekirse içimizdeki
yabancılar hatırlanıp düşmanlaştırılabilir, içimizde yarattıkları kaos tehlikesi böylece aşılır, bizden başka bir şey oldukları ve aslında dışarıya ait oldukları söylenir ve
onların psikolojik olarak kontrol edilmesi daha da kolaylaştırılır. Bu açıdan örneğin
Gündüz Aktan’ın Kürt sorununa son çözüm olarak onlarla tam bir ayrışmayı işaret
eden sözler sarfetmiş olması bizler için ibret vericidir (Birikim dergisi, 2 Mayıs 2006,
Kim(lik) Vurduya Hayır!.. )10.
Bütün bu süreci ve ihtiyaçları tetikleyen ya da dolayımlayan emperyalizm de milliyetçilik ve dinciliğe çeşitli yollardan destek çıkmıştır. Doğrudan işgal dâhil her türlü yolla
uluslararası ölçekteki hegemonyasını pekiştirmeye çalışan emperyalizm, siyasal düzlemde ulusalcı veya dinci-muhafazakâr iktidarla işbirliğini devam ettirmiş, bölgesel
politikalarıyla karşılıklı düşmanlık algılarını da pekiştirmiştir. Kendi narsistik ihtiyaçları için diğer ulusları araçlaştıran, komünizm tehlikesi karşısında “Ilımlı İslam’ı” destekleyen, hatta gerektiğinde savaşlarda insanları öldüren emperyalist ülkeler de kimi
hususlardaki samimiyetsizliklerini açıktan ispat etmişler ve bahsedilen ulusların kendileriyle yüzleşerek demokratikleşmelerinin önünde bir engel olmuşlardır. Bu konuda belki de önemli örnek Ermeni katliamını idrak etmekte çektiğimiz sıkıntıdır. Hrant
Dink’in söylediği gibi Ermenilerin etnik temizliğe uğramış olduğuna dair Türkiye’ye
dışarıdan ikrar baskısının yapılması, Türkiye içinde inkâr duygularını pekiştirmekten
başka bir etki yapmamıştır.
İdeoloji, ‘insan doğası’, dinsel sembolizm ve kabul sorunu
Yazının başında, yaşadığımız duygusal karanlığın köklerinin dışarıda toplumun içindeki söylemsel kuruluşlarda mı, yoksa insanların doğal özlerinde mi gizli olduğunu
sormuştuk. Her ne kadar içimizde bir yerlerde duygusal, bilişsel ve motivasyonel
bazı süreçleri deneyimleysek de, bu süreçler insanların birbirleriyle karşılıklı bağımlılık içeren süreçlerini uzlaştırmaya çalışırken kurdukları ‘iyi’-‘kötü’, ‘doğru’- ‘yanlış’,
‘yüce’-‘aşağılık’ anlayışlarından bağımsız olamaz. Bu anlamda milliyetçilik ve dincilik,
doğal insan özünün kaçınılmaz birer yansıması değil, kurulu varoluş biçimleridirler,
tarihin şartlarından bağımsız ve evrensel değildirler. İnsanların toplumsal varoluşunun bireysel özlerinden hatta ölümlü oldukları gerçeğinden de önce geldiğini iddia
etmek de bu yüzden anlamlıdır.
İçinde yaşadığımız hayat bize ‘hırsız’ olmayı öğütleseydi, eşimizi misafirle paylaşmamızı, kadınların üstün insanlar ve erkek çocuklarının değersiz olduğunu söyleseydi,
eşcinsel ilişkinin onur verici bir şey olduğunu, hayvanları emzirmenin insanları em10 http://www.birikimdergisi.com/birikim/makale.aspx?mid=160 Aktan’ın yazısı için http://www.ra-
dikal.com.tr/haber.php?haberno=184063
11 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
zirmek kadar kutsal olduğunu, nehrin karşısının tanrılara ait olduğunu ve oraya gidilmeyeceğini öğütleseydi, bu düşünce ve davranışlar bizim hem korkularımızı hem
de narsistik benlik ideallerimizi şekillendirecekti. Hayatın duygusal manifestosu olan
ölüm korkusuyla tetiklenen içimizdeki kimi süreçler, yine aslında iyiyi ve kötüyü belirleyen dışımızla kurulacaktı, dışımızla şekil alacaktı. Hayattaki ilişki nesnelerini değerlendirme zemini veren bu iki uçlu sıfatları anlamak, her zaman iyi, kazanan, muzaffer
ve melek gibi mazlum olamayacağımızı kavramak, hatta bu yapıları duygusal bir değerlendirme, algı ve kategori kriteri olmaktan çıkarmak da alternatiflerimiz arasında.
Psikanalizin ve deneysel varoluşçuluğun yarı-deterministik dilini kullanarak yukarıda anlatılanlar bu gözle değerlendirilmelidir. Sunulanlar bazı verili psişik ve kültürel
faktörler altında belirlenen bireylerin milliyetçi ve dinci reaksiyonlarına dairdi. Yani
bu siyasal süreçlerin neden olduğuna ve nasıl çalıştığına dair bir dil. Olabilecek olanları
da, alternatif varolma biçimlerini de düşünmek bir görevse eğer, hiç uzatmadan belirtelim: Bütün bu süreçler insanların ortak iradesinden, ortaklaştırdıkları söylemlerden
tamamen bağımsız, gücün ve otoritenin otomatik bir biçimde banal bir kötülükle sonuçlandığı süreçler olmak zorunda değiller (Haslam, & Reicher, 2007). Başka alternatifleri de olabilecek süreçler.
Öyle bir dünya için birincisi kendimizi ve içinde bulunduğumuz dünyayı bütün kusurlu ve zorlantılı haliyle kabul etmeye çalışmamız ve içimizdeki yabancılıkla (ya da
ötekilikle) tanışmamız gerekiyor. Bu bizim aynı zamanda dışarıdaki yabancılıkları da
tolere etmemizi kolaylaştıracak bir tanışmadır. Kendini iyi hissetme, pozitif olma, özgüven sahibi olma gibi kültürel mitleri yıllarca pekiştiren psikoloji de (Hewitt, 1998),
artık bu kabul kavramının önemini keşfetmiş gibi görünmektedir. Kendimizi ve hayatın kendisini kabul etmenin en önemli dolayımlayıcılarından birisi kendi ölümlülüğümüz karşısındaki çaresizliğimizi, çaresizliğimizden yarattığımız çıkışları, başkalarının
da çaresizliklerini ve çıkış yollarını anlayabilmektir.
Burada birincisi önemli bir duygu, yavaş yavaş materyalizme kaybettiğimiz merhamet ve şefkat duygusudur. Bu doğrultuda Anadolu kültürünün zenginlikleri, Doğu felsefesinin bütüncüllüğü ve özellikle Budizm’in kabul sorunu ve hiçlik üzerine ortaya
koyduğu pratikler ve mutlaklığa nasıl meydan okudukları gözden geçirilebilir. Kendi
çıkış yollarını mutlaklaştıranlar, er geç başkalarının da o çıkışa doğru geleceğini ya da
gelmesi gerektiğini düşünenler çoğu zaman yabancı olana karşı merhametlerini yitirebilmektedir. Bu konuda siyasallaşmış dinin içtenliksiz söylemleri izlenebilir. Özellikle dinsel anlam evreninde gözlenen bu mutlaklık algısı, siyasal olanla buluştuğunda
kitleleri teokratik ve monolitik bir düzen arayışına itebilmektedir. Burada önemli olan
aydınlanmanın bireyselleşmiş din idealinin hatırlanması ve dinin kişisel özgürlükler
alanına çekilmesidir. Zaten din ancak başka kurumlarla dolayımlanmadan böyle içten
bir yaşantı ile deneyimlendiğinde psikolojik olarak insanları mutlu edebilmektedir
(Pargament, 2002).
İkinci olarak, bu aydınlanmacı ve demokratik görev aynı zamanda kozmopolit, çok
kültürlü ve de eşitlikçi bir toplumculuk projesi ile de buluşmalıdır. Kapitalizmin
ve küreselleşmenin pençesinde ezilen sınıflar ve aşağılanan insanlar, ancak böyle
her boyutta eşitlikçi bir toplum projesinin varlığında ve sosyal adalet düşüncesi ile
muhafazakârlıklarını aşabilirler. Belki o zaman kimse kimsenin başındaki örtüyle de
uğraşmaz, kimse de kendi güvenliğinden şüphe etmez. Toplumsal ruh sağlığımız için
bu son derece kritik görünüyor.
Referanslar
Adams, H. E., Wright, L. W., Jr., & Lohr, B. A. (1996). Is homophobia associated with
homosexual arousal? Journal of Abnormal Psychology, 105, 440-445.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 12
Akçam, T. (2004): From Empire to Republic: Turkish Nationalism and the Armenian
Genocide. London: Zed Books.
Baumeister, R. F. (1987). How the self became a problem: A psychological review of
historical research. Journal of Personality and Social Psychology, 52, 163-176.
Becker, E. (1971). The Birth and Death of Meaning. New York: Basic Books,
Becker, E. (1975). Escape from evil. New York: Free Press.
Clarke, S. (1999). Splitting Difference: Psychoanalysis, Hatred and Exclusion. Journal
for the Theory of Social Behaviour. 29, 21-35.
Clarke, S. (2003). Social Theory, Psychoanalysis and Racism. London: Palgrave
Coelho, N. E., & Figueiredo, L. C. (2003). Patterns of intersubjectivity in the constitution of subjectivity: Dimension of the otherness. Culture & Psychology, 9, 193-208.
Cushman, P. (1990). Why the self is empty: Toward a historically situated psychology.
American Psychologist, 45, 599-611.
Erten, Y. (2004). Çöküşten sonra utanç ve kibir. Psikanalitik Bakış-2: “Bireyin Tarihi, Tarihin Psikanalizi” Sempozyumu, 24- 26 Nisan (http://www.akildefteri-turkiye.
com/arsivoku.asp?feox=100).
Erten, Y. (2001). Yalnızlık-Yanlışlık. İcgörü Psikoterapi Merkezi. (http://www.icgoru.
com/content/view/92/21/?ref=SaglikAlani.Com).
Haslam, S. A., & Reicher, S. D. (2007). Beyond the banality of evil: Three dynamics of an
interactionist social psychology of tyranny. Personality and Social Psychology Bulletin,
33, 615-622.
Halpern, J. (1977). Projection: A test of the psychoanalytic hypothesis. Journal of Abnormal Psychology, 86, 536-542.
Hewitt, J. P. (1998). The Myth of Self-Esteem: Finding Happiness and Solving Problems
in America. New York: St. Martin’s Press.
Jost, J.T., Napier, J.L., Thorisdottir, H., Gosling, S.D., Palfai, T.P., & Ostafin, B. (2007). Are
needs to manage uncertainty and threat associated with political conservatism or ideological extremity? Personality and Social Psychology Bulletin, 33, 989-1007.
Giddens, A. (1991). Modernity and self identity: Self and society in the late modern age.
Cambridge: Polity Press.
Govorun, O., Fuegen, K., & Payne, B. K. (2006). Stereotypes focus defensive projection.
Personality and Social Psychology Bulletin, 32, 781-798.
Greenwald, A. G., The totalitarian ego: Fabrication and revision of personal history.
American Psychologist, 1980, 603-618.
Kasser, T., Cohn, S., Kanner, A. D. & Ryan, R. M. (2007). Some costs of American corporate capitalism: A Psychological exploration of value and goal conflicts. Psychological
Inquiry, 18, 1-22.
Kaptanoğlu, C. (2005). Yapısal Travmadan Tarihsel Travmaya Türkiye Solu ve Kafka.
Birikim, 198, 71-78.
13 ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008
Kinnvall,C. (2004), Globalization and Religious Nationalism: Self-Identity, and the Search for Ontological Security, Political Psychology, 25, 741-767.
Landau, M. J., Solomon, S., Greenberg, J., Cohen, F., Pyszczynski, T., Arndt, J., Miller, C. H.,
Ogilvie, D. M., & Cook, A. (2004). Deliver us from evil: The effects of mortality salience
and reminders of 9/11 on support for President George W. Bush. Personality and Social Psychology Bulletin, 30, 1136-1150.
McAdams, D. P. (1996). Personality, modernity, and the storied self: A contemporary
framework for studying persons. Psychological Inquiry, 7, 295-321.
Mikulincer, M., & Horesh, N. (1999). Adult attachment style and the perception of others: The role of projective mechanisms. Journal of Personality and Social Psychology,
76, 1022-1034.
Mikulincer, M., Orbach, I., & Iavnieli, D. (1998). Adult attachment style and affect regulation: Strategic variations in subjective self-other similarity. Journal of Personality
and Social Psychology, 75, 436-448.
Moran, A. (2002). The psychodynamics of Australian settler nationalism: assimilating
or reconciling with the Aborigines, Political Psychology, 23,667-701.
Newman, L. S., Duff, K. J., & Baumeister, R. F. (1997). A new look at defensive projection: Thought suppression, accessibility, and biased person perception. Journal of Personality and Social Psychology, 72, 980-1001.
Paker, M. (2007). Psiko-politik Yüzleşmeler. İstanbul. Birikim Yay.
Pargament, K.I. (2002). The bitter and the sweet: An evaluation of the costs and benefits of religiousness. Psychological Inquiry, 13, 168—181
Pyszczynski, T. (2004). What are we so afraid of? A terror management theory perspective on the politics of fear. Social Research. (http://findarticles.com/p/articles/
mi_m2267/is_4_71/ai_n13807478/print).
Reeves, K. (2000). Racism and projection of the shadow. Psychotherapy, 37, 80-88.
Salzman, M., B. (2001). Globalization, culture, and anxiety: Perspectives and predictions from terror management theory. Journal of Social Distress & the Homeless. 10(4),
337-352
Schimel, J., Greenberg, J., & Martens, A. (2003). Evidence that projection of a feared
trait can serve a defensive function. Personality and Social Psychology Bulletin, 29,
969-979.
Schimel, J., Pyszczynski, T., Greenberg, J., Arndt, J., & O’Mahen, H. (2000). Runnning
From the Shadow: Psychological Distancing From Others to Deny Characteristics people fear in themselves. Journal of Personality and Social Psychology, 78, 446-462.
Schimel, J., Simon, L., Greenberg, J., Pyszczynski, T., Solomon, S. & Waxmonsky, J.
(1999b). Stereotypes and terror management: Evidence that mortality salience enhances stereotypic thinking and preferences. Journal of Personality and Social Psychology, 77, 905–926.
Somay, B. (2003). Tarihin Bilinçdışı: Popüler kültür üzerine denemeler. İstanbul: Metis
Yay.
ELEŞTİREL PSİKOLOJİ BÜLTENİ, SAYI 1, MART 2008 14
Tura, S. M. (2001). Doğmak ve ölmek. Toplum ve Bilim, 90, 8-21.
Weber, C., & Federico, C. M. (2007). Interpersonal Attachment and Patterns of Ideological Belief. Political Psychology, 28, 389–416.
Yegen, M. (1996). The Turkish State Discourse and the Exclusion of Kurdish Identity.
Middle Eastern Studies, (32), pp-216.