GİZ`li Gülşen - E

Transkript

GİZ`li Gülşen - E
GİZ’li
Gülşen
İlmimin kaynağı,
Üstadım,
AHMED HULÛSİ’ye
Ahmed Bâki’nin Yayınlamış Diğer Kitapları
∼ Ho log raf ik Bak ış ∼
∼ A yn ad ak i Ev ren ∼
Ahmed Bâki’nin Websitesinde Yayınlanan
Diğer Eserleri
∼ Son Misafir ∼
∼ On lin e Sohb etler ∼
∼ K av anoz Y a lan ma k l a
B a lın T ad ına V ar ıl ma z ∼
∼ N ed en DİN ∼
Ahmed Bâki’nin İngilizce’ye Çevirdiği
Üstad Ahmed Hulûsi’nin Yayınlanmış Eserleri
∼H z. Muh amme d ’ in Açık lad ığ ı ALLA H∼
∼ İSLA M∼
∼ D in i Yan lış A lg ıla ma k ∼
∼ D OST’ t an Do s ta ∼
∼ S is t e mi n S e slen iş i ∼
∼ Evr en se l S ır l ar∼
∼ Mesaj lar ∼
Üstad Ahmed Hulûsi’nin ve Ahmed Bâki’nin yayınlanmış tüm
eserlerini ve İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca,
Rusça,
Flemenkçe,
Arnavutça
mevcut
çevirilerini
www.ahmedbaki.com adresinde “Tasavvuf ve Bilim” konulu
websitesinden ücretsiz okuyabilirsiniz.
Bismi’llâh’ir-Rahmân’ir-Rahîm:
Elhamdu lillahi rabbil âlemiyn,
erRahman’ir Rahiym,
Mâliki yevmid din,
iyyake na’büdü ve iyyake nestaıyn,
ihdinas sıratal mustakıym,
sıratalleziyne en’âmte aleyhim
gayrıl mağdubi aleyhim
veladdâlliyn.
Rahman ve Rahîm olan ALLAH isminin
manâsıyla:
Hamd, âlemlerin rabbı olan, Rahman ve Rahîm
Allâh’a aittir. Din gününün mâlikidir. Yanlız sana
kulluk eder ve yanlız senden yardım isteriz.
Hidayet et bize, doğru yola; O doğru yola ki,
en’âmda bulunduklarına nasib ettin o yolu;
gazabına ulaşanların ve dalâlette kalanların
değil.
“Allahu lâ ilâhe illâ hu, elhayyul
kayyum,
lâ te’huzûhu sinetün velâ nevm,
lehu mâ fiys semâvâti ve mâ fiylard,
men zelleziy yeşfeu indehu illâ biiznih,
yâ’lemu ma beyne eydiyhim ve ma
halfehüm,
velâ yuhıytune bişey’in min ilmihî illâ
bimâ şa’,
vesiâ kürsiyyühüs semâvâti vel arda,
velâ yeuduhu hıfzuhuma, ve huvel
âliyyül azıym.”
ALLAH ki, tanrı yoktur ancak O vardır, diridir ve
kendi kendine kâimdir; ne uyuklaması ne de
uyuması sözkonusudur; yerde ve göklerde ne
varsa O’nun içindir; O’nun katında kim şefaat
edebilir ki izni olmaksızın; bilir önlerinde ve
arkalarında olanların hepsini; izni olmadan
ilminden bir şeyi kapsamak mümkün değildir;
kürsüsü semâları ve yeri içine almıştır; koruması
dışında bir şey kalamaz; yüce ve azamet
sahibidir.
Kul, Hûvallahu AHAD,
Allahus SAMED,
Lemyelid ve lemyuled,
Velemyeküllehû küfûven AHAD.
Deki : ALLAH AHAD’dır ⎯sınırsız, sozsuz
TEK’tir.
ALLAH, SAMED’dir ⎯BÜTÜN’dür.
LEMYELİD ve LEMYULED’dir ⎯başka
birşeyden BÖLÜNMEMİŞTİR, ⎯kendisinden
birşey AYRILMAMIŞTIR.
Yanısıra dengi - benzeri birşey olmamıştır,
AHAD’dır.
“
Bütün ilimlerin başı ALLAH’ı
BİLMEK’tir; ALLAH’ı bilmeyenin
ilmi, boşa emektir.
⎯AHMED HULÛSİ
”
“İNSAN GİBİ DÜŞÜNEN
TANRI SANISINDAN,
ALLAH GİBİ DÜŞÜNEN
İNSAN ANLAYIŞINA…”
⎯AHMED HULÛSİ
SUNU
Değerli Dostum,
Gayesi, İslâm Dini’nin özüne yönelerek
“ALLAH’ı BİLMEK” olan Tasavvuf İlmi, Modern
Bilimler eşliğinde değerlendirilirse ortaya şu
gerçek çıkar:
Yaşamı “OKU”yabilenler için, “beynin” eseri
olarak algılamakta olduğumuz ve içinde
yaşadığımız bu Evrensel Düzen, insana kendi
hakikatini anlatan mecazlar bütünü bir “KİTAP“
işlevi görür!
Buna karşılık, beş duyu ve bireysellik kaydında
yaşanması halinde ise, kişiyi büyük acı ve
azaplara maruz bırakan, bilincinin sonsuza dek
içinde hapsolduğu “koza”sı durumunda kalır...
Bizim düşüncemize göre, insanı ve insanlığı,
kendisine bahşedilmiş sayısız güzelliklerİ
yaşamaktan mahrum bırakan gerçek düşmanı,
cehalettir! Tüm insanlığa gelmiş ALLAH
RASÛLÜ ve son Nebi Hazreti Muhammed
Mustafa aleyhisselâm’ın bildirdiği “ALLAH”
ismiyle işaret edilenin ne olduğunu öğrenmemek
ise yaşanan ve yaşanacak tüm acı ve azapların
kökünde yatan “cehaletin” baş sebebidir...
“ALLAH” ismiyle işaret edilenin yukarıdaki
yargıç bir “tanrı” olmadığını; evrenin var edeni ve
kendi hakikatimiz olduğunu, aslımız olarak
özümüzde mevcut olduğunu farkedebiliyorsak
eğer, bizim için beş duyu düzeyiyle sınırlı her
şey, terkedilmesi gereken birer aldanış
hükmündedir!
Bu
Hakikatin
bilincinde
yaşayandan kimseye asla zarar dokunmaz; aksine,
sevgi, saygı, şükran, cömertlik, yardım, hizmet,
dua ve ilim gibi yollarla çevresine sürekli manevi
güç yayılır... Bunu yaşayabilenlerin seçkinleri,
maneviyat ehliyle birlikte Allah Rasûlü’nün
yolunda
olmaktan
iftihar
duyarlar
ve
varlıklarıyla,
insanların
evrensel
yaşam
“KİTABI”nı OKUyabilmeleri amacına hizmet
ederler.
Öte yandan, beş duyu ötesine, maneviyata
yönelebilme yetisinden yoksun ⎯dolayısıyla
ALLAH ismiyle işaret edilen Gerçeği kabul
edemeyen⎯ ekseriyeti oluşturan “insansı”lar ise,
hayatta kalmanın vazgeçilmez kuralı olarak
“ben”cillik ve sahiplenmeyi bilirler! Şartlandıkları
göresel-dünyevi
değerlerine
ve
değerlendirmelerine öylesine sıkı tutunurlar ki,
onları korumak ve kaybetmemek için savaşır ve
bu uğurda karşılarındakine her türlü zararı
verebilirler!..
Oysa, toplumsal şartlanmalardan, değer
yargılarından, bedensel bağımlılıklarından ve
duygusal yaşamdan kopamayan bireyler için
dünya, bilinçlerinin çevresine örülmüş ve
özlerindeki sınırsız özellikleri yaşamalarına mâni
olan farkedemedikleri “kozaları” olarak kalır.
Gayemiz cehaletin karanlığından kurtulmak
ise, bunun yolunun Hakikat ilmini edinmek ve
bu ilmi elimizden geldiğince çevremizle
paylaşmak olduğunun farkına varmalıyız! Zira,
mevcut kaynaklarımızı, öncelikle gerçeklerin
xii
bilinmesi yolunda bu ilmin yayılması için
değerlendirmediğimiz, dolayısıyla zihinlerin bu
bilgiyle aydınlanmasına ve cehaletin elinden
kurtulmasına yardım etmediğimiz sürece,
algıladığımız bu beş duyu dünyası, bilincimiz için
bir “koza” olma işlevini devam ettirecek, bununla
birlikte, hakikat bilgisinden yoksun kalan
bireyler de, cehalet denen düşmanın elindeki
birer araç, hatta onun birer parçası olarak
kalmaktan kurutlamayacaklardır...
Kur’an öğretisiyle bütünleşmeyen, DİN’i
gökteki “tanrı”nın emirleri olarak kabul eden
ilkel anlayışların, insanlığı tarih boyunca
sürüklediği felaketler ve bugün getirdiği nokta
ortadadır.
Bu gerçekler ışığında düşünürsek görürüz ki,
kurtuluşa ermenin yolu, önyargıyı ve taklitçiliği
bırakıp, yaşam sisteminin işleyişini açıklayan
İslâm Dini’ni, “ALLAH ismiyle işaret edilen
indindeki DİN” olarak, “Allah indi”nden bakışla,
çağdaş
bilimler
eşliğinde
yeniden
değerlendirmekten geçer.
Bu amaca hizmet gayesiyle hazırladığımız
“Tasavvuf
ve
Bilim”
konulu
(www.ahmedbaki.com) Internet websitemizde
yaklaşık bir yıl boyunca yayınlanan mesajlardan
oluşan ve yayın hayatına son verdiğini açıklayan
Üstadım
Ahmed
Hulûsi’nin
en
yeni
açıklamalarını da içeren (64’üncüden sonraki bazı
mesajlar içerisinde) bu kitabın, DİN’in gerçeğinin
sorgulanmasına ve doğrunun değerlendirilmesine
bir vesile olmasını, düşünen beyinlere yeni
ufuklar açmasını diler; yazılmasına, okunmasına
xiii
vesile olan ve okuyan tüm dostlarıma Allah’tan
selâmet niyaz ederim.
ALLAH bizlere Hakikati görebilmeyi ve
hazmedebilmeyi kolaylaştırsın...
AHMED BÂKİ
03.10.2001
www.ahmedbaki.com
xiv
~Giriş~
Y
a etraftan duyduklarımızla yetinecek ve
sonuçlarına katlanacağız… Ya da
kendimiz araştıracak ve doğruyu
aklımızla değerlendireceğiz…
“ALLAH” adıyla işaret edilenin ne olduğunu
araştırıp, öğrenmemek ve ALLAH’a İMAN
etmemek, kendini, aslını ve kendindeki düşünsel
güçleri inkâr etmek ve bu yüzden, “cennet” diye
anlatılan kendindeki kozmik bilince ait
melekelerin yaşam boyutuna geçememek
demektir!...
İSLÂM DİNİ’ni araştırıp öğrenmemek ve
gereğini
yerine
getirmemek,
yaşadığın
EVRENSEL SİSTEM ve DÜZENE ters düşen
davranışlarda bulunarak, pahasını ölümötesi
yaşam şartlarında aciz ve güçsüz kalmakla
ödemek demektir!
19
AHMED BÂKİ
“İSLÂM”, şu veya bu topluluğun, veyahut da
müslüman denen toplumların dininin adı değil,
ALLAH RASÛLÜ’nün açıkladığı ve ALLAH
İSMİYLE İŞARET EDİLEN HAKİKAT
İNDİNDEKİ DİN’in adıdır; İSLÂM’I açıklayan,
kutsal kitabımız Kur’an-ı Kerim’e göre!…
Yani, İSLÂM, “ALLAH” İSMİYLE İŞARET
EDİLEN SINIRSIZ VE SONSUZ BİLİNÇ VE
KUDRET SAHİBİNİN, EVRENDE İŞLEYEN
SİSTEMİNİN adıdır.
İSLÂM olmak veya olmamak, İSLÂM’ı
korumak veya karşı çıkmak denen kavramlar
gerçekte yoktur ve olamaz! ALLAH’ın varettiği
SİSTEM ve DÜZEN her an, her yerde
yürürlüktedir. Ancak, İSLÂM’I “anlayıp,
değerlendirebilmek” veya “ondan mahrum
yaşamak” sözkonusu olabilir…
“İSLÂM”dan herkesin ne anladığı ise, kendi
MÜSLÜMANLIĞI’dır
ve
kimsenin
müslümanlığı, “İSLÂM”ı bağlamaz!
Hazreti
Muhammed’in
(aleyhisselâm)
açıkladığı “İSLÂM”, yaşamdaki SİSTEM ve
DÜZENİ anlama ve değerlendirme BİLGİSİ’dir,
ve içinde tarikat, mezhep, şeyh, mürid, tekke,
ayin, dinsel tören, dinadamı, din devleti gibi,
toplumların kendi anlayış düzeyleri ve yaşam
şartlarına göre gelenekleriyle harmanlamak
suretiyle çıkardıkları kavramlar ve amaçlar
yoktur! Ne Rasûlullah aleyhisselâm’ın hayatında
bunlar amaç olmuştur, ne de bir ALLAH EHLİ
bu tür amaçlar için yaşamıştır.
20
GİZ’Lİ GÜLŞEN
İSLÂM’I, bedeninizin tâbi olduğu birkaç
saniyelik madde dünyasında bırakıp gideceğiniz
göresel değerlerinize ulaşmak için değil,
BİLİNCİNİZİN yaşamına devam edeceği ve
milyarlarca yıl sürecek ÖLÜMÖTESİ yaşam
gerçekleri için değerlendirmek zorundasınız!
“İSLÂM”ı değerlendirebilmenin
“ALLAH’a İMAN”dır.
ilk
şartı
“ALLAH’a İMANIN” şartı ise, önce “ALLAH”
ismiyle işaret edilenin ne olduğunu bizzat
araştırarak öğrenmek ve anlamaktır…
Yoksa, kulaktan dolma bilgilerle herkesin
kendi
kafasına
göre
hayalini
kurduğu
“yukardakine”, “ALLAH” diye tapınarak, sadece
kendinizi kandırmış olursunuz!
Çünkü Hazreti Muhammed’in “ALLAH
ismiyle bildirdiği HAKİKAT”, gönlü hoş
edilmesi gereken, insanların günah ve
sevaplarıyla meşgul, ceza veya mükâfat dağıtan
bir tanrının adı değildir…
Bugünün bilimsel verileri ve iletişim
imkânlarına rağmen, “ALLAH” ismiyle işaret
edilenin ve ÖLÜMÖTESİ YAŞAM’ın ne
olduğunu öğrenme yollarını hâlâ bulamamışsanız
ve bu yolda bir çabanız yoksa, adınıza ve
ünvanınıza ne denirse densin, “kafanızda
yarattığınız tanrı ve din sanılarınız” mübarek
olsun!… Öğrenmediğiniz sürece de, sizin tek
yapabileceğiniz, o tanrınızın(!) ve onun yolladığı
dinin(!) tartışmalarıyla “gerçekçi ve samimi
düşünceden” uzak biçimde, yegâne sermayeniz
21
AHMED BÂKİ
olan dünya yaşamınızı tüketmektir…
Bu eserimizde, MODERN BİLİM’in, “Evrenin
özde tek ve bütün, bilinçli bir enerjiden
meydana geldiği” tesbitinden hareketle açıkladığı
gerçekler ile “DİN”in çoğunlukla mecaz yollu
açıkladığı gerçeklerin paralelliğini…
Ve İNSAN’ın evrende varoluş gayesinin,
beynini değerlendirmek suretiyle, kendini fizik
bedenin ötesinde, ORJİNİNİ SINIRSIZ BİR
BİLİNÇ’ten alan “düşünsel bir varlık” olarak
tanımak ve bunun gereğini yaşamak olduğunu
okuma imkânı bulacaksınız…
İster, BİLİMİ ve DİNİ kaale almadan kendinizi
şartlandığınız madde beden ZANnederek dünya
yaşamınızı sarfedin; isterseniz, “ALLAH” ismiyle
işaret edilenin ve EVRENİN ÖZDE tek ve
bütün bir BİLİNÇ olmasının ne anlama geldiğini
araştırın, okuyun, düşünün; yolunuzu kendi
aklınızla bulun ve değerlendirin!…
Ne lâfla ve taklitle bir yere varabilirsiniz; ne de
falan yerde böyle denmişti diyerek mazeret
sunup mahrumiyetinizden sıyrılabilirsiniz!
Tüm bunların sonucu, artık her insanın
önünde iki seçenek var:
•
Ya et-kemik bir bedenden ibaret
olduğunuz kabulüyle, bedensel isteklerin
tatmini yolunda “ben ve başkaları” diyerek
ayrılık ve kavgalara hizmet edeceksiniz…
•
Ya da, ister BİLİMSEL DÜŞÜNCE
yoluyla olsun, isterse DİN İLMİ yoluyla;
22
GİZ’Lİ GÜLŞEN
görünen ayrılıklara rağmen herşeyin ve
hepimizin aslında ÖZDE BİR olduğumuzu
ve SINIRSIZ TEK EVRENSEL BİLİNÇ’ten
meydana geldiğimizi kabul ederek, BİRLİĞE,
BÜTÜNLÜĞE ve SELÂMETE (barışa)
hizmet edeceksiniz.
Bir başka deyişle;
Ya, siz aşağıda bir beden ve ⎯insanlar
için insanca kaygıları olan kafanızdaki
tanrınız(!) yukarıda⎯; bedensel ve bireysel
kaygılarınızla dünyanızı şekillendireceksiniz;
ve böylece, gözünüzle gördüğünüzün ve
şartlandırıldıklarınızın
peşinde
yaşayıp,
çevrenizdekileri de buna şartlandırma ve
dolayısıyla Hakikatten perdeleme görevini
yerine getiriyor olacaksınız ⎯ki insanların
çoğu hüsrandadır…
•
• Ya da “ALLAH” ismiyle işaret edileni
öğrenip, bilip, “ALLAH KULU” olmanın
bilincine ermek ve gereğini yaşayabilmek
için yaşamınızı değerlendireceksiniz! Ve
böylece, çevrenizdekilere de Hakk’ı tavsiye
edip, bu konuda bildiklerinizi paylaşıp,
şartlanmalarını
ve
yanılgılarını
terketmelerine, bu suretle kendilerindeki
BİLİNÇ boyutuna ve Evrensel Öz’e
yönelmelerine hizmette olacaksınız.
Ötede bir “tanrı” kabulünün büyük bir yanılgı
olduğunun ve varolanın sadece “ALLAH” ismiyle
işaret edilen olduğunun anlaşılmasına hizmet
23
AHMED BÂKİ
etmediğiniz sürece, bildiklerinizi bu yolda
paylaşmadığınız sürece, sadece insanların
yanılmasına ve hüsranlarına hizmet etmiş
olursunuz ve BİR’liğe hizmetiniz sadece lâfta
kalır.
Seçim de herkesin kendisine ait, karşılaşacağı
neticeleri de!
J
24
▪1
~Uyuma ki Farkı
Farkedesin~
D
İN, temelde iki esası vurgular: “ALLAH”
ismiyle
işaret
edilen
Hakikatin
TEKliği… Ve bedenin ölümüyle birlikte
yeni bir boyutta yaşamın devam edeceği
gerçeği…
• “ALLAH”
ismiyle
işaret
edilen
HAKİKATİ farkedebilme, anlayabilme ve
değerlendirebilme,
veya;
•
“ÖLÜMÖTESİ YAŞAMI” anlama ve de
o boyutta karşılaşılacaklardan KORUNMA
kaygısı taşımayan tartışmalar;
İLAHİYAT (tanrı bilim) konusuna girebilir,
ancak Kur’an-ı Kerim’de bildirilen İSLÂM
DİNİ’ni bağlamaz!
Bir konunun ebedi yaşamınızdaki yerini ve
önemini bilmek istiyorsanız, o konunun
YUKARDAKİ
TANRININ
VERECEĞİ
BİLİNCİNİZİN
KARŞILIKLA
DEĞİL,
kazanacağıyla size ne getirdiğine bakın!
25
AHMED BÂKİ
Eğer:
Kendinizi BİLİNÇ BOYUTUNDA tanıma
gayesi içermiyorsa veya ÖLÜMÖTESİ yaşam
şartlarında korunmanıza vesile olacak bir değer
taşımıyorsa, “dini bilgi” adı altında dahi olsa, o
konunun üstünde durarak sadece yapınızı
avutmuş olursunuz!
14.03.2000
J
26
▪2
~Bayram O Bayram Ola~
C
an, Canân’ını bulunca,
Kul, Sultanını görünce,
Cümle günah afvolunca,
Bayram, o bayram olur...
Nefisler kurban olunca,
Gönülden Hakkı sevince,
Cennet kapısı fetholunca,
Bayram, o bayram olur...
Dildeki Rahman olunca,
Her derde derman olunca,
Hürriyet ferman olunca,
Bayram, o bayram olur...
Fıtr Bayramı 2000
27
▪3
~Korunmak İsteyenlere~
E
VRENSEL SİSTEM’i bildiren “İSLÂM
DİNİ’ni” değerlendirirken yöresel veya
kişisel
şartlanmalar
penceresiyle
kayıtlanmak istemeyen iman sahipleri şu esası
gözden kaçırmazlar:
Rasûlullah aleyhisselâm’tan gelen bilgi, ya;
• Kişinin, varedeni ve hakikati olan
“ALLAH”
ismiyle
işaret
edilenin
BİLİNCİNE VARMASINA ve bunun
gereğini YAŞAMASINA ışık tutan bilgidir.
Ya da;
•
Beynini
değerlendirmek
suretiyle
kendini BİLİNÇ BOYUTUNUN değerleriyle
tanıyarak, hiç olmazsa ÖLÜMÖTESİ
yaşamda
karşılaşacaklarından
KORUNMASINA vesiledir…
Bu amaca yönelik olmayan, ancak din adı
altında yapılan arayış, tartışma ve akıl
yürütmelerin temelinde, açık veya gizli “ötedeki
⎯yukarıdaki⎯ tanrı hayali” yatar, isim olarak
“Allah” dense dahi!
28
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Kur’an,
“korunmak
göstericidir…
J
29
isteyenlere”
yol
▪4
~Modern Bilimin
Dünya Görüşü~
“S
izin şu anda ‘ben’ derken kastettiğinizle,
her bir varlığın ‘ben’ derken kastettiği
aynı şeydir…
Çok sayıda algılayıcı olmasına rağmen, Evrende
tek bir akıl, ya da tek bir bilinç vardır. Evrenin
herhangi bir yerinde birbirinden bağımsız iki ayrı
akıl mevcut olamaz… Dolayısıyla, ‘nefs’ diye
bilinen, yani normalde ‘ben’ derken kasdettiğiniz
bir hayaldir, yanılsamadır; ancak, evrensel tek
olan gerçektir…
Evrende ‘tek bir akıl’dan başka birşey olamaz.”
⎯Profesör Fred Alan Wolf’un “SPIRITUAL
UNIVERSE: Kuantum Fiziğine Göre Ruhun
Kanıtı. Bir Fizikçinin Ruh, Can, Madde ve Nefse
Bakışı” isimli kitabından… Yıl: 1999.
J
30
▪5
~Bakış Açısı~
“A
LLAH” ismiyle işaret edilen gerçeğe
imanın gerektirdiği bakış açısına sahip
bir beynin, yaşam ve olayları
yorumlama ve değerlendirmesi ile, iman
nurundan ve imanın getirdiği bakıştan mahrum
olan bir beynin aynı olaylar hakkındaki yorum ve
değerlendirmeleri birbirinden tamamen farklıdır.
J
31
▪6
~Beş Duyu Kaydından
Kurtul~
A
kvaryumdaki balıklar, acaba dışarıyı
arzuladıklarından mı hep cama vurarak
yüzerler?
Araştırmacılar
tarafından,
bir
balığın
hafızasının en fazla bir kaç saniye süreli olabildiği
tesbit edilmiş…
Her bir sonraki anda, bir önceki anda yaşanan
tutsaklığın anısının dahi kaybolduğu bir yaşam!..
Algı ve değerlendirme kapasitesi sadece o an
görebildiğiyle sınırlı bir beyin için, yaşamın
“kozada” geçmesi ile “okyanusta” geçmesi
arasında nasıl bir fark olabilir?…
Beş duyuyla algılayabildiklerinde tutsaklığı
yaşamak üzere varolmuş bir beyin, “ALLAH”
ismiyle işaret edilen hakikati farkedip, özündeki
“Evrensel Bilincin” sınırsızlığına yönelebilir mi?
30.03.2000
J
32
▪7
~Karşılık Beklemeden
Ver~
“V
ericilik”; dolu bir cep değil, “sahiplik”
kavramının geçersizliğini gören bir
yürek ister!..
“Şükür”; aldığına karşılık veren dilin değil,
“muhtaciyet” kavramının geçersizliğini farkeden
bilincin halidir.
“Hizmet”; kendini “halka” adayan değil;
“ayrılık” kavramının geçersizliğini görüp, “Hak”
ile birliği yaşayan bilincin halidir...
31.03.2000
J
33
▪8
“S
~Bakışının Yönünü
Çevir~
en”in Æ “O”ndan bahsin, “çoklukta”
yaşayanın Tek’e bilgi yollu ermesidir…
Oysa gerçekte “sen” yoktur;
Kendi mânâlarını ve âlemlerini seyreden Å
“ALLAH” indinde!
Oluşumlar ve seyir, sandığın gibi “sen”den Æ
“O”na doğru değil, hakikatte “O”ndan Æ
“alemlerine” doğrudur…
Mi’râç hadisesini işittikten sonra, Rasûlullah
aleyhisselâmın düşmanlarından Ebu Cehil, O’nu
görmeye gider. Rasûlullah aleyhisselâm kabul
eder.
“Bir ayağını yerden kaldırabilir misin?” der Ebu
Cehil. Rasûlullah kaldırır.
Ebu Cehil, diğerini de kaldırmasını isteyince,
Rasûlullah
aleyhisselâm,
kaldıramayacağını
söyler.
Bunun üzerine Ebu Cehil: “Peki daha iki
ayağını yerden kaldıramazken, dün gece göğün
katlarına gidip gördüğünü nasıl söylersin?”
dediğinde, Rasûlullah efendimiz şöyle cevaplar:
34
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“Ama ‘ben gittim’
gösterildi” dedim…
demedim
ki,
bana
Derdine şifa dileyen, kulağını açsın!
“Ben” girdabından çıkmak isteyen, “ALLAH
KULU” olduğunun bilincine varsın!
04.04.2000
J
35
▪9
B
~İnanmadan Göremezsin~
eyin, duyularla,
görür…
varlığın
“çok”luğunu
Bilinç, “ALLAH” ismiyle işaret edilenin
TEK’liğini…
Her gününü yaşadığın varlığa bir bak!
“Birçok” ayrı varlık ile birebir (beraber) misin?
Yoksa, TEK ile “birlikte” misin?
Eğer “çok” sayıda varlıklar olduğu inancına
göre konuşup, düşünüp, sonuca varıp,
davranıyorsan; “ALLAH”ın TEKliğine İMANı ne
zaman ve nerede yaşayacaksın?!..
06.04.2000
J
36
▪ 10
B
~Azabın Sebebi~
ütün
azaplar,
kendi
hakikatini
bilememekten ve zannettiği kadar, sınırlı
bir varlık olduğuna inanmaktan doğar.
Kişi, sınırsız TEK’ten başka bir varlık
olmadığını farkedebildiği ve “ALLAH” ismiyle
işaret edilene imanın gereğini yaşayabildiği
ölçüde ve yerde, ayrılıklar ve zıtlıklar kaybolur
ve orada azap son bulur…
J
37
▪ 11
D
~Kendi Eden
Kendi Bulur~
ilediğin kadar açıkgöz ol! Suçla, kına,
şikayet et, karşı koy, haketmedim de,
isyan et!…
Bugün yaşadıklarının,
düşünce ve fiillerin
göremiyorsan, “âmâ”sın!
dün senden çıkan
karşılığı olduğunu
Değilim diyorsan, kendini gör; yandığında, ateşi
dışarda arama!
J
38
▪ 12
~Ne Ekersen Onu
Biçersin~
M
uteber, yani itibârlı.. Bazı çevreler
tarafından değer verilen!.. Farklı değer
atfedilen!..
Oysa Gerçek indinde:
“Değeriniz,
değer
(DOST’tan Dosta)
verdiğiniz
kadardır”
Kişinin karşısındakine gösterebildiği itibar,
gerçekte kendi itibârının ölçüsüdür.
Bu sebeple, biz itibâr etsek te, etmesek te,
herkesin “itibârı” karşısındakine “itibâr” edebildiği
kadardır.
Eğer iki kişi birbirlerine “itibâr etmeyen” kişiler
ise, biz itibâr etsek te etmesek te, onlar
karşılarındakine “itibârsız” oldukları için, her
halûkârda “itibârsız”dırlar.
Hakikat indinde “itibâr” sahipleri, evrensel
değerler ışığında tüm yaradılmışı kucaklayan ve
her bir yaradılmışa hizmeti ön plânda tutanlardır.
08.04.2000
J
39
▪ 13
~Başkaları Diye
Uzaklaştığın Kendi
Özünden Başkası
Değil~
K
işinin dünyası ne kadar “başka” kavramı
ile doluysa, o derece “ALLAH” ismiyle
işaret edilene İMANLI yaşamdan uzak
düşmüştür demektir; kim kime ne adı, hangi
mertebeyi verirse versin…
“ALLAH”a
şekillendiren
kelimesi!
İMANI olmayanın dünyasını
kavramın karşılığıdır “başka”
Hakikat bilgisini dilimizden düşürmediğimiz
halde, “dünyamız” ne kadar “başkaları” ile dolu,
bunu hiç düşündünüz mü?
“Başkasına”
kızar,
“başkasına”
söver,
“başkasını”
sever;
“başkasını”
horgörür,
“başkasını” hoşgörür; “başkasını” çekiştirir,
“başkasını” ÖVER, YÜCELTİR, “başkasını”
ÇÖZER, ANLAR, “başkasını” değerlendirir,
“başkasına” sığınır, erer…. İlâ nihaye “başka” ile
dolu başka dünyalarda yaşar gideriz…
“Gayrı yoktur”u dillerde terennüm ede ede!
⎯“Aynadaki Evren”den…
40
▪ 14
U
~Ayrılık Sanısı~
ğruna tüm yaşamınızı harcadığınız…
Her istediğini yerine getirdiğiniz…
Hiçbir şeye ondan önce yer ve değer
vermediğiniz…
Herşeye karşı savunduğunuz, koruduğunuz…
Ve her fırsatta yücelttiğinizin,
Hiç ama hiç varolmadığını,
Ve sandığınız şeyden ibaret olmadığınızı,
Yaşam boyu böyle bir hayalle kendinizi
aldattığınızı,
sınırladığınızı
ve
kozaya
hapsettiğinizi mutlaka göreceksiniz!
Çünkü, er veya geç herkes, kendini “ALLAH”
edilen,
sınırsız,
sonsuz,
ismiyle
işaret
bölünmemiş,
parçalanmamış
HAKİKAT
huzurunda bulacak!!!
Ayın Ondördü” gibi, apaçık, karanlık ortasında
“aydınlık”!
O gün, “GERÇEĞİN HUZURUNDA”,
hayalinizdeki varlığınızın elinizden kaybolup
41
AHMED BÂKİ
gitmesiyle ve aslınızı hakkıyla tanıyamamış
olmanın sonuçlarıyla yüzleştiğinizde nasıl bir
hâlde olacağınızı düşündünüz mü?
“ALLAH”
ismiyle
işaret
edilenin
HAKİKATİNİZ olduğuna inanıyorsanız, böyle
bir güne tedbiriniz nedir?
J
42
▪ 15
B
~İki Gözünü Kapa ki
Onunla Göresin~
ilinç, algıladığını ya iki beden gözü
sınırlarında tesbit eder; ya da “ilim” ve
“iman” gözüyle çözer, değerlendirir…
Allah Rasûlü “müminin, ahırette, gece ayı
ondördünde gördüğü gibi Rabbini göreceğini”
bildiriyor…
Ayette, “Dünyada amâ olanın (göremeyenin),
ahırette de amâ olduğu” bildiriliyor…
“İmanından” ve “ilminden” başka gözün
göremeyeceğini biliyorsan, şu anda görmek için
neyi bekliyorsun?
17.04.2000
J
43
▪ 16
N
~Pişerken~
ohut danesi pişerken, kaynadığı kabın
kenarından dışarı sıçramaya çalışır ve
şöyle der, aşçısına:
“Bunu niye yapıyorsun bana?”
Aşçı da kepçesini daldırıp onu karıştırdıkça der
ki:
“Sana eziyet ettiğimi düşünüyorsun değil mi!
Hiç dışarı atlamaya çalışma! Ben sana lezzet
veriyorum, ki baharatla ve pirinçle karışasın da
bir insanın vazgeçemeyeceği lezzet olup ona
canlılık, enerji veresin.
Bahçede yetişirken sular içtiğin zamanı hatırla.
İşte o günler bunun içindi!”
Önce letafet. Aşkın zevki, ve pişince yeni bir
yaşam başlar, böylece Dost’un sofrasına lezzetli
bir yemek olur.
Sonunda, nohut, aşçıya şöyle der:
“Daha da pişir beni! Kepçe ile çal bana! Zira
bunu ben kendi kendime yapamam!
Ben sürücüsünün farkında olmayan ama taa
44
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Hindistandaki bostanların hayalini kuran fil
gibiyim!
Sen
benim
aşçımsın,
benim
sürücümsün, varlığa giden yolumsun. Senin
pişirmene aşığım!”
Bunun üzerine, aşçı şunu der:
“Bir zamanlar ben de senin gibiydim, hamdım,
topraktan yeni çıkmış gibi. Ve zamanla piştim,
bir vücutta piştim iki şiddetli pişmeyle.
Hayvanlığım çok güçlendi, onu ibadetlerle
denetim altına aldım, ve daha bi piştim; bunun
da ötesinde daha piştim… Ve işte böylece senin
yetiştiricin oldum!”
⎯Mevlâna Celaleddinî Rûmi’den...
J
45
▪ 17
“K
~Her Zerre O’nunla
Kaim~
utsal” kabul ettiğin tüm inançlarını ve
hayatına yön veren şartlanmalarını bir
yana koy ve hür bir bilinçle bak:
Varlığının her zerresinde, tüm
enerjisinin mevcut olduğunu düşün!
evrenin
Ve sonra, kendini, evrenin sınırsızlığında bir
kişi gibi düşünmek yerine, sadece “ALLAH”
ismiyle işaret edilen mânâyı ve O’nun indindeki
yokluğunu anlamaya çalış!
Eğer bu bilişin, herşeyden ayrı bir varlığının
olmadığını ve “ben”inin yoktan varolduğunu
hissedip, yaşamânâ erdiriyorsa; Allah herşeye
Kadir’dir diyebiliyorsan, Huzurdasın!
22.04.2000
J
46
▪ 18
“A
~Kozmik Tesirler~
strolojiye inanmayan astronom, beyni
bilip de dalga üretiminden haberi
olmayan kasap gibidir.”
⎯“DOST’tan Dosta”dan – 766
J
47
▪ 19
~Boyutsal Derinlik~
D
eğer yargılarımızla şartlandığımız bu beş
duyu
dünyasının
ötesine
geçebildiğimizde,
yasayabileceğimiz
sayısız boyutlar ve boyutsal özellikler mevcuttur.
Bildigimiz fiziksel kurallarin, kabullerin ve
sınırlamaların geçerli olmadığı o boyutlara giden
yol kendi özümüzden geçer!
Hakikati
BİLMENİN
gereği
olarak,
samimiyetin, sevginin, vericiliğin, hizmetin,
bağışlayıcılığın, şükrün sınırsız yaşandığı yaşam
boyutları… Ve hepsinin anahtarı insanda:
“Allah” ismiyle işaret edilen mânâya inanıyor
olmanın ötesine geçip, “ALLAH”ı BİLEREK
yaşamak...
26.04.2000
J
48
▪ 20
Y
~Herşey Senin
Bakışınla~
aşam bir oyalamacadan, varsanıştan
ibaret, Kur’an’ın hükmüne göre!
Aynı zamanda bu yaşamda sahip
olduklarımız,
kullanabildiklerimiz,
yegâne
sermayemiz!
“Kalan yaşam sürem içerisinde “ALLAH”
ismiyle bana açıklanan hakikati anlayıp, gereğini
yaşayamazsam ve şu anki halimle ölümötesine
geçersem, bir daha asla bu yolda ne bir çalışma
yapma ve ne de kendi gerçeğim olan o Hakikate
erme imkânım olmayacak” diye düşündünüz mü,
hiç?
Bu âlemin aslının bir hayâl olduğunu ve sadece
ALLAH’ın ilminde var olduğunu göremeden
gidersem; bana verilenleri değerlendirememiş
olmanın ve yanılgılarla harcanan bu yaşamın
pişmanlığının altından nasıl kalkarım” diye
korktunuz mu, hiç?
Ötedekinin korkusunu
korkusunu tattınız mı hiç?
değil,
“ALLAH”
27.04.2000
49
▪ 21
P
~İnsanlığın Gereği~
ahası en ağır ödenen şey cahilliktir.
Bugün yeryüzünde bir çok konunun
eğitimi sözkonusu iken, “insan olmanın
gerektirdiği biçimde nasıl yaşanması” konusunda
ciddi eğitimin olmayışı, bu ilmin kaynağı olan
“İSLÂM
DİNİ’nin”
hakkıyla
değerlendirilemeyişinin ve “ALLAH” ismiyle
işaret edilen mânânın ne olduğunun doğru
anlaşılamamasının sonucudur; ve bu hal belki en
büyük insanlık ayıbıdır.
28.04.2000
J
50
▪ 22
D
~Dostunun Seni Neye
Yönlendirdiğine İyi
Bak~
ünyada nice büyük işler yapanlar, dünya
için yaptıklarını dünyada bırakıp gittiler
ve götüremediklerinin acısıyla başbaşa
kaldılar!
Kendisinin bir bilinç varlık olduğunun ve
insanların her yaptıklarıyla ebedi yaşamlarını
kendi elleriyle hazırladıklarının bilincine
erişmemiş olandan daha cahil ve zalim kim
olabilir?
Kendini bir bedenden ibaret zannederek
ömrünü tüketenin kendine ne hayrı olmuştur?
Cehaletinin farkına varabilecek kadar dahi
akıldan nasiplenmemiş olandan medet umanın
varacağı yer neresidir?
29.04.2000
J
51
▪ 23
“A
~Bari Mânâsını
Öğren~
LLAH” dendiği anda, her şeyin helâk
olmuşluğunu ve gayrının yokluğunu
göremiyorsan…
Sadece bulunduğun yerden
hakkında hüküm vermektesin!
“ötendeki”
Hayalinde yarattığı “O”na dayalı “ötedekinin
dinini”, “ötedekinin adamı” görüntüsüyle,
“ötedekilere” anlatana, Tasavvuf bahçesinde
“müşrik” denir ⎯ikilikten kurtulamamış
anlamına!
“Gerçeğin ehli”, karşılık beklemeden verendir,
insanlardan paye beklemez; “ego”suna umduğu
paye verilmedi diye öfkelenip te, öfkesini âleme
dinin uyarısı gibi pazarlamaya kalkmaz!
Öfkesinin önüne geçecek kadar aklı olan,
Rasûlûllah’ın bildirdiği ilmin başı olan “ALLAH”
ismiyle açıklanan mânâyı öğrenmeden ve kabul
etmeden, DİN’den görüntü ile lâf etmekten uzak
durur; zira “ALLAH zalimleri sevmez” uyarısı ne
demektir iyi bilir!!!
02.05.2000
52
▪ 24
İ
~Ego Tanınmaya
Muhtaçtır~
nsanın en ilkeli, her haliyle kendini kanıtlama
çabası içerisinde olandır.
“Ben Tasavvuf’a da girdim” izlenimi vererek
tatmin arayıp, hâlâ etraf için yaşamaya devam
ettiğin sürece, kendini kandırmaktasın…
Senin yaptığınla, ALLAH’a kazandıracağın
birşey yok!
Tasavvuf kapısından girmenin işareti odur ki,
“kendini başkalarına kanıtlama” sevdasından
kaynaklanan davranış ve düşüncelerden geçer
kişi…
“ALLAH” ismiyle açıklanan mânâyı anlayabilen
ve ölümötesinin ciddiyetini farkeden bilir ki,
“kendini haklı çıkarma”, “önemli biri olarak
gösterme”,
“çevrenin
ilgisini
çekme”,
“başkalarının gözünde yer edinme”, “başkalarına
istediğini yaptırabilme”, “farklı ve güçlü
görünme”, “önder olma” gibi davranışlarla kişi
gerçekte Tasavvufun önerdiği BİRLİĞİ yaşamaya
değil,
egosunun
istediği,
başkalarından
AYRILIĞI yaşamaya hizmet etmektedir…
Her
davranış
ve
53
düşüncesiyle,
“BEN
AHMED BÂKİ
BAŞKALARINDAN
FARKLIYIM”
hırsına
hizmet edip, karşısındakine(!) “bak ben de varım”
diye çırpınırken; nerede kaldı beş duyu
kaydından kurtulup, “ALLAH”tan gayrının
varolmadığını anlamak ve O’nun indinde
yokluğunu hissedebilmek!!!…
03.05.2000
J
54
▪ 25
A
~Benlik Yükünün
Enkazı Altında
Kalma~
dam bir yol seçmiş ki, önderi, bu
kapıdan girmek istiyorsan “ölmeden
evvel öl” diyor!
O ise, evet, iman ettim buna deyip, her sözü
ve davranışıyla kendini kanıtlama çabası içinde,
kendini önemli ve güç sahibi biri olarak
göstermeye,
istediğini
ele
geçirmeye,
başkalarının(!) gözünde yer edinmeye çalışarak,
başa geçerek yaşamak için çırpınıyor!.. Hizmete,
vericiliğe, şükre, samimiyete, affediciliğe yer yok
yaşamında!
Ömür tükenip vade dolunca bir de bakıyor ki,
peşinde koşup “ben”ini kanıtlamak için
biriktirdiklerinin enkazı altında kalmış; hitap
geliyor, faydasız, kıyama durmak için kalkamaz
olmuş…
04.05.2000
J
55
▪ 26
~Halkın İndindeki
Mi?
Hakk’ın İndindeki
Mi?~
Bilim ve din adamlarının(!) katıldığı toplantıda
dinin durumu ele alındı…”
⎯Basın’dan…
E
vrenin her zerresinde KOZMİK SİSTEM,
yani “ALLAH indindeki DİN’in” hükmü
kesintisiz yürümekte…
Ne mutlu İNSANLARIN DİNLERİ ile
uğraşmak için değil, ALLAH İNDİNDEKİ DİN’i
anlayıp
gereğini
yaşamak
gayesi
ile
varolmuşlara…
Ne mutlu “ALLAH” ismiyle açıklanan
hakikate erme yolunda ALLAH RASÛLÜ’nü
rehber edinmiş, Onun sevgisiyle ardına düşenlere
ve ALLAH ilmi uğruna varlığından geçenlere!
Ne mutlu “ALLAH”ı, “RASÛLÜ”nü ve “DİNİ”
bilenlere, bulanlara…
Vay haline, bilincini beş duyu dünyasına
mahkûm edip, Özündeki ALLAH’tan habersiz
geçip-gidenlerin!
Vay
haline,
hayalinde
56
yarattığı
tanrısı,
GİZ’Lİ GÜLŞEN
peygamberi,
tükenenin…
“DİNİ”
ve
“dinadamı”
ile
Vay haline “egosunun” karanlığında sıkışmış
aydın(!)ların!
Vay haline uyanıklık çarşafı altında uyuyan
insanlığın…
05.05.2000
J
57
▪ 27
H
~Varlığa Tutunma ki
Yokluğa Tahammülün
Olsun~
AKİKAT indindeki yerini görmek
istiyorsan,
“YOK”LUĞA
TAHAMMÜLÜN NE KADAR, ona
bak!
Varlığın
kadar
AŞAĞI
çekilmektesin;
Mahşerde de o ağırlıkla dünyaya mahkûm
kalacak, Güneş ⎯Cehennem⎯ kuşattığında
kaçamayacaksın!
Hazmın ve yokluğa tahammülün kadar
HÜRSÜN, dünyadan azadesin! “Yok”u bağlayan
ağırlık olamayacağı için, Ahırette de o kadar
menziline yükselebilir…
Bu Sistemin ciddiyetini anlayamıyorsan,
varlığını beş duyu DÜNYAN doldurmuş,
AĞIRLIĞINDAN nefes bile alamıyorsun,
demektir…
06.05.2000
J
58
▪ 28
A
~Her Şeyin Bedeli
Var~
hıretteki varlığın, dünyadaki etinkemiğin, paran, mülkün, mevkin
değildir; onları dünyada bırakacaksın!
Ahıretteki VARlığın “BENİM” zannederek
sahiplendiklerinin,
bağlandıklarının
BİLİNCİNDE KAPLADIĞI YERDİR…
Zira, dünyada mekânın değişse de, KAFANDA
kaldığı sürece ahıret için birşeyi terketmemişsin,
demektir.
Ahıretteki varlığın, bilincindeki kendini beden
sanışın, bilincinde sahiplendiklerin, yerin, halin,
“benim” diye bağlandıklarındır!
Haline bak ki, ağzınla “puta tapmam” derken,
bilinç mabedin putlarla dolu; onlar ile, onlar için
yaşıyor,
emniyeti
onlara
sığınmakta
buluyorsun…
Onları dünyadan sonra asla terkedemeyeceksin,
“sen” nerede isen onlar orada ayak bağın artık;
kâh Sırat köprüsü üzerindeki kancalar onlar, kâh
cehennemdeki çukurlar…
Beş duyuyla kayıtlanıp, şartlanmalar ve ötede
59
AHMED BÂKİ
bir tanrı var zannı yüzünden “ALLAH” ismiyle
açıklananı anlayamamanın ve “ALLAH imanını”
yaşayamamanın cezasıdır…
08.05.2000
J
60
▪ 29
~Düşünesiniz Diye~
“K
UR’ÂN”da “Biz size misâllerle”
herşeyi anlattık dendiğini öğrenince;
“mushafta” (ciltli sahifelerden ibaret
elindeki kitapta) anlatılanların hikaye olduğunu
zannederek, hayâl dünyasından yeni bir hayâl
dünyasına gidiyor, ekseriyet!
Kendindeki “düşünce” fonksiyonunun farkında
olmadan yaşamını tüketen beş duyu mahkûmu
ne bilsin: “KURÂN” ismiyle işaret edilenin “ciltli
kâğıt sayfalar” demek olmadığını…
“OKU”nası KİTABIN, içinde yaşadığı ve her
an, her zerrede hükmü yürümekte olan
EVRENSEL SİSTEMİN hükümleri olduğunu…
Ne bilsin!
Yaşadığı
bu
EVRENSEL
SİSTEM
KİTABINDA, her an kendinden ortaya çıkan
“düşüncenin” karşılığını yaşamakta olduğunu…
Bu âlemde OKUNASI herşeyin, olup-bitenin
tamamının, kendindeki mânâların dile gelişi
olduğunu;
“Misâllerle” gözü önünde cereyan ettiğini…
61
AHMED BÂKİ
Algılanan bu âlemin, ona kendi hakikatini
anlatan mecazlar olduğunu…
Kendindeki “düşünce” fonksiyonunun farkında
olmadan yaşamını tüketen kozalı, ne bilsin!…
11.05.2000
J
62
▪ 30
“A
~Bilgi ile İrfan~
slında hepimiz biriz…”
Veya;
“Sen farklısın, ben farklı, hepimiz
farklıyız…”
Her iki sözü inanan da söyleyebilir, inanmayan
da…
Ancak…
Egosunun tuzağına düşenin düşüncesi ve
sözleri “taraftarlık”, “karşıtlık”, “mücadele”,
“ayrılık” ve “yarış” üretir…
Gerçeğin şuurunda olan bilir ki “çokluk”,
“ayrılık” ve “tarafların” varlığı demek değil, “farklı
oluşların zenginliğini seyir” içindir…
Üretiminize bakın, halinizi değerlendirin!
17.05.2000
J
63
▪ 31
~Yorumsuz Seyret~
Y
aşam sisteminin ve oluşların içyüzünü
görmekten kişiyi perdeleyen, kendi yargı
yorum,
ve
yorumlarıdır.
Oysa
yorumlanana değil, sahibine aittir ve kendi
halinin dile gelişinden başka birşey değildir.
“ALLAH” tüm kayıtlardan beri olarak diler ve
dilediği olur; O’na sual edecek başka bir varlık
olmadan!
Sebepler, egonun KANMASI içindir; oluşları
yargısız
ve
yorumsuz
seyredemeyenin,
bulunduğu anlayış düzeyinden aşağı düşmemesi
için tutunduğu askılardır…
Sebepler, Alime “hikmet”, İrfan ehline ise
“perde”dir…
“ALLAH” ismiyle işaret edilene iman
yaşanmadan, oluşlar hakkında getirilen yorumlar
ve anlayışlar, gerçekte birimin kendi veri
tabanına GÖRE, hayalindekinin dile gelişidir.
“ALLAH’ı” bilenin, seyir talebi bile olmaz ki,
onun yanında kendi yorumunun sözü olsun.
24.05.2000
64
▪ 32
~Kendi Sınırlarını
Âlemin Sınrıları
Sanma~
S
ize şu anda bulunduğunuz yerde, aslında
denizlerin, dağların, ırmakların, ağaçların
olduğu ve öyle bir ortamda gezindiğiniz
söylense ne dersiniz?
Peki, rüyanızda böyle yerler görürken, orada
size bulunduğunuz yerin, aslında küçük bir oda
olduğu ve odanın bir yerinde yatmakta
olduğunuz söylense, ne derdiniz?
İşte “rüyadaki dünyamız” gibi, bu “fizik
evrenle” kayıt altına girmeyen, bilincin algılama
araçlarına GÖRE var olan sayısız algı
düzeylerinin her biri bir “boyut” olarak ifade
edilir…
Uyku, ölüme misaldir. Her insan buradan
uyandığında da, “ahıret” denen bambaşka bir
boyutta (alemde) bulur kendini…
“Boyutlar” aslında enfüsidir (özdedir) ve
hayaldir, ancak algılanış biçimi itibariyle afakta
(ufukta-dışarıda) gibidir ve her biri, algılayanın
somut gerçeğidir…
26.05.2000
65
▪ 33
~Yargıların Ötesine
Geç, Yeni Âlemleri
Seyret~
“H
ikmeti” görmek için, ötede, ayrı bir
“hikmet boyutu” yoktur.
Karşılaştığınız
olayları
ve
yaşadıklarınızı, ya “akıl ve imanla” değerlendirip,
“hikmeti” görecek veya “ibret” alarak yapmanız
gerekenleri farkedeceksiniz;
Ya da “egonuz ve zekanız” ile bakıp karşınızda
(başkalarında) hatalar ve kusurlar görüp,
“şikayetlerle” ego tatmini arayacaksınız…
Evrensel Sistemin sonucu olarak, değişmez
şekilde, takdirinizdekileri yaşayacaksınız! İster
herşeyi yerli yerince görün, oradaki Sistemi
anlamaya çalışın; isterse kusurlar, hatalar görüp,
şikayetlerle egonuzu avutun!
Seçiminiz ne ise haliniz öyle olacak ve haliniz
ne
ise,
ebediyyen
onun
neticelerini
yaşayacaksınız.
Hakkınızdaki takdiri bilmek istiyorsanız, asla
kimseyi suçlamadan kendi yaşadığınız hale bakın!
Ne yaşadıysanız, hakkınızdaki takdirdendir.
29.05.2000
66
▪ 34
B
~Ne Diye Şaşı
Olmuşuz~
ir yanda “yaratan” ve onun ötesinde, diğer
yanda “yaratılmışlar” gözlemi, kalıtsal bir
şaşılığa benzer.
Ne, evreni yaratan ve yarattıklarını kendi
başına bırakan uzakta bir “tanrı”; ne de bir tanrı
tarafından “yaratılmış, başıboş varlıklar”
yoktur ve varolmamıştır!
“Yaratılmış”, Sınırsız ve Sonsuz olanın
özelliklerinin belirli bir boyutta ⎯algılama
düzeyinde⎯ gözlenebilir olmasına verilen addır.
Yaradılmış denen tüm varlık, “Yaradan” denen
ile ve O’nun özellikleriyle, O’nda vardır ve her
anda aslı olan Varedenine ihtiyarsız, mutlak
“kulluk” halindedir.
Evrendeki herşey, varlığını, Özündeki sınırsız,
sonsuz ve parçalara ayrılmamış TEK’ten alır.
Sınırsız BİLİNÇ ve sınırsız KUDRET vasıflarıyla
tanımlayabileceğimiz O TEK’e “ALLAH” ismiyle
işaret edilmiştir ki, hakikatte “ALLAH” ismiyle
işaret edilen Hakikat dışında hiçbir şey
varolmamıştır ve yoktur!
67
AHMED BÂKİ
Var diye algılanan herşey, yürürlükteki ve şu
an içinde bulunduğumuz, bu sınırsız Bilinç ve
Kudretten varolan EVRENSEL SİSTEME
tabidir.
SİSTEM’i
doğru
anlama
ve
değerlendirebilmenin başlangıcı ve yegâne yolu
ise “ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikatin ne
olduğunu öğrenmek ve ilmini devamlı artırarak
Hakikatin O olduğunun kesintisiz BİLİNCİNDE
yaşayabimektir!
Yanlış algılamanın temelinde “ALLAH” ismiyle
işaret edilen Hakikatin TEK’liğinin ne anlama
geldiğini bilememek ve YAŞAM SİSTEMİNİ,
“tanrısız olarak” değerlendirememek yatar!
J
68
▪ 35
H
~Oku~
azreti Muhammed’e (aleyhisselâm)
gelen ilk hitap olan “OKU”nun anlamı
kavranılmadığı sürece;
Ne “OKU”nan, ne “OKU”yan,
“OKU”mamız gereken anlaşılamaz!
ne
de
Ve… “Allah”, din, melek, kuran, cennet,
cehennem gibi sayısız kelimelere karşılık
kafamızda oluşturduğumuz hayaller içerisinde
yaşar, sever, savaşır; sonra da bu hayallerle geçip
gideriz dünyadan…
Oysa “DİN”, hayali bir dünyayı değil, şu anda
direkt gözümüzün önünde olan YAŞAMIN,
GERÇEĞİNİ açıklamaktadır.
Ve “YAŞAMDA ARALIKSIZ İŞLEYEN,
TÜM VARLIĞIN TABİ OLDUĞU BU
SİSTEMİ OKU” hitabı, her an, her olayda, her
BİLİNÇ SAHİBİNE gelmektedir.
Hâlâ işitemiyorsanız, ne için yaşıyorsunuz?
İşitiyorsanız, ne “OKU”yorsunuz?
02.06.2000
69
▪ 36
K
~İpler Kimin Elinde~
endi hakikatine yönelmekten uzak…
Beyninin özelliklerinden, düşüncenin
gücünden habersiz…
Modern
Bilimin
bulguları
bilinçlenmekten mahrum…
ışığında
Fiziksel bedeni ve beş duyusundan başka araç
tanımayan…
Üstelik dünyasında tek gördüğü; yanlışlar,
hatalar, eksiklikler…
Sıkınca, içinden kin, nefret, haset ve öfkeden
başka birşey sızmayan…
Tek bildiği nankörlük ve kendini aldatma…
Lokal yargılar ve şartlanmalar duvarıyla çevrili,
Gurur kodesinde mahpus,
Duygu ipleriyle sağa sola çekilen nasipsizler…
Cehaletiyle arzı endam eden, kendi yarattığı
etiketlerle tatmin bulanları bırakın!
Bırakın, Hıristiyanlığı Hazreti İsa’nın dini
zannetsinler…
70
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Bırakın,
etsinler…
İslâmiyetin
kurulması(!)ndan
lâf
Onlar, Özden geleni, hitabı işitmezler…
Onlar, Adem aleyhisselâmdan beri gelmiş tüm
Rasûl’lerin varolan EVRENSEL SİSTEM ve
DÜZEN’i insanlara bildirmekte olduklarını
kavramamak üzere varlar…
Onlar, “ALLAH” isminin işaret ettiği mânâya
dayalı işleyen SİSTEM ve DÜZEN’i algılamadan
kulluklarını
yerine
getirmek
üzere
varolmuşlardır…
13.06.2000
J
71
▪ 37
~Kıldan İnce Kılıçtan
Keskin~
“S
ırat”, düşüncen kadar ince ve keskin bir
geçit…
Karşılaştıkların
“istemediklerin” varsa;
içerisinde
Olan herhangi bir şeyi “sana” veya “senin için”
yapılmış gibi algılıyorsan;
Ve hâlâ başkasına(!) senin birşey yapabileceğini
sanıyorsan;
İkiliktesin, ki Hak’tan gafletin cezasıdır.
Derdinin şifası “ateş”tir!
Ateş, düşeni yakar!
Ta ki ikilik kalmayana kadar…
İnsan ol, her yandığında, düşüncendeki yükünü
farket!
16.06.2000
J
72
▪ 38
B
~Hayali ile Gerçeği~
iliriz ki “yağmur”, bir isimdir…
Ama “yağmur” kelimesi, yağmurun
kendisi değildir ve bizi ıslatmaz…
“ALLAH” kelimesi de bir isimdir…
“ALLAH isminin işaret ettiği” ise apaçık ortada
olan varlığın hakikati!…
“ALLAH” ismine inanabilirsin… Ve hatta o
ismi herşeyden üstün tutabilirsin…
Ancak “amentübillahi” diyorsan, “ALLAH”
ismine değil, “ALLAH’ın bizzat varlığına”
inandım diyorsun!
O varlığa bizzat inanmak nasıl birşey acaba ve
acaba yaşamımızın kaç saniyesi, kaç dakikası, kaç
saati, kaç günü… ismine değil, bizzat varlığına
inanarak yaşıyoruz?
Yoksa, kozamız içinde “yağmur - yağmur”
demekle, “yağmurda ıslanmayı” aynı şey sanacak
kadar gaflette mi yaşıyoruz?
17.06.2000
73
▪ 39
Y
~Aldanma
Görünene~
aşam her birimiz için bir “SİSTEM”
içerisinde, sonsuz biçimde sürecek!
“Ego”sunun gözüyle bakan, yüzeydeki
dalgaları gerçek sanacak ve zanlarıyla
tükenecek…
“ALLAH”
ismiyle
işaret
edilene
ve
RASÛLÜ’NE İMANın gerektirdiği bakışa
erebilen, yaşayabildiği kadarıyla özündeki
hakikati tanıyacak…
Yaşamına, şimdi seçimlerin; ölümle birlikte ise
bu seçimlerinin hasılası yön verecek…
Egosuna güvenene, onun zilleti…
“ALLAH” ve RASÛLÜ’ne
Özündeki hakikatin izzeti…
iman
edene,
02.06.2000
J
74
▪ 40
“A
~Teslimiyet~
LLAH DİLEDİĞİNİ YAPAR!”
Amenna!!!…
Peki, nerede?
Ne zaman?
Nasıl?
…
Olup-biten veya olabilecek herhangi bir şeye
gönül huzuru içinde RIZA göstermeyip, TEPKİ
verdiğin veya hissettiğin anda ve halde,
“ALLAH DİLEDİĞİNİ YAPAR” âyetine
İMANLI YAŞAMIN gerektirdiği bakış açısından
çok, çok uzaktasın…
Bu halinin karşılığı zincirleme gelişecek
yanılgıların,
yorumların,
tepkilerin
ve
duygularınla, içinde alevlenen ateşin yakması
kaçınılmaz olur; sen, seni yakan cehennemin seni
dışardan kuşatmakta olduğunu algılarken…
Yandıkça için için, şikayet edersin, suçlarsın,
kınarsın dışardakini(!), artık!
Sen kendi ellerinle tutuşturduğun bu ateşte,
75
AHMED BÂKİ
halinin sonuçlarına katlanırken; “ALLAH
DİLEDİĞİNİ YAPAR” gerçeği, evvelinde olduğu
gibi sonrasında da kesintisiz biçimde yaşamda
hükmünü yerine getirmeye devam eder!
23.06.2000
J
76
▪ 41
İ
~Tövbemiz
Bağışlanmamızdır~
TİRAF, hatadan dönmenin
çözmenin ilk adımıdır.
ve
sorunu
Görmezlikten gelmek veya çıkarına oluşan
şartlardan dolayı hatasını meziyet gibi görmek
ise, HATADA ISRARIN işaretidir ve hüsranın
habercisidir!
“Hata”, ALLAH SİSTEMİ’nin sonuçlarından
gaflette olmaktır!
“Tövbe”, yanılgıdan ve gafletten yüz çevirip,
özündeki “ALLAH”a dönmektir.
Özündeki, hakikatin olan “ALLAH”a dönmek,
“bağışlanmanın” ta kendisidir! Çünkü, kendine
döndüren, “TEVVAB”, ALLAH’tır ve yanılgıdan,
hakikatine dönmek en büyük mükâfattır.
“Nasuh tövbe”, yaşanan hatadan gereken dersi
alıp, o tür fiilin SİSTEM içerisindeki sonuçlarını
farketmek, yani yaşanan olaydan kendisine ulaşan
“nasihati” değerlendirip, tekrar aynı gaflete
düşmeyecek şekilde hatadan yüz çevirmek ve
artık orada SİSTEMİN gereklerinin bilincine
varmaktır.
77
AHMED BÂKİ
İçinde alevlenen ateşle SİSTEM’in verdiği
nasihati işitemeyen, çıkarıldığı yerden aşağılara
(gaflete) düştüğünü görür de, gözüne aldanarak
düşeni hâlâ başkası(!) zanneder!
Kafandakine değil, “ALLAH SİTEMİNE”
tâbiolduğunu hâlâ göremiyor musun?
25.06.2000
J
78
▪ 42
~Geç Olmadan Aç
Pencereni~
“A
LLAH’ın rahmeti”, güneşten yayılan
ışık gibi, yüzünü döneni ayırt
etmeksizin aydınlatırken, “iman”
penceresini, “beş duyu” perdesi ile kapamış olan
nasipsiz, bedeninin zifiri karanlığında çürüyor!…
Beş duyu dünyasını gerçek zanneden aydınsı,
modernlik diye övündüğü imansızlığı sebebiyle
neyi kaçırdığının, nelerden mahrum kaldığının
farkına varamıyor! “İnsan” olmaktan uzak, icad
ettiği beşeri etiketiyle övünerek, avunuyor!
“Rasûl”, ALLAH indinden, hakikati bildirirken;
hürriyeti
müjdeleyip,
uzay-zaman-madde
zincirinden kurtulmaya davet ederken…
“Sandığın bu beden kadar basit bir varlık
değilsin sen, bir BİLİNÇSİN, SINIRSIZ bir
DÜŞÜNCESİN! Özünde, aslın olan, varedenin,
“ALLAH” ismiyle işaret edilene ait sınırsız güçler
mevcut, onlara erebilirsin! Onun için, “ALLAH”
ismiyle işaret edilen, kendi hakikatin olan TEK’i
tanı! Yanılgıyı bırakıp, aslın olan “ALLAH’ı” tanı!
O’na imanlı bakışla gereğini yaşayabilirsen,
kendindeki sayısız boyutlara, sayısız özelliklere,
sayısız güzelliklere erebilirsin ve yaşamın cennete
79
AHMED BÂKİ
döner!..”
Araştırmamış, öğrenmemiş, hitaba da kulağını
tıkamış nasipsiz, “hayır, ben bu kadarım,
herşeyim bedenim ve bu süslü dünyam”, diye
inkârdan öteye geçemiyor!
“ALLAH”
ismiyle
açıklanan
hakikati,
yukardaki “tanrı”; “Rasûlü”nü, yeryüzü elçisi;
“Kuran’ı”, tanrının fermannamesi; DİN’i de
bilmem ne zannetmeyi SEÇİYOR!…
Hayaller,
kendini
aldatmalar
böbürlenmelerle tükeniyor ömrü…
ve
Günü geliyor, bu kez terkedemediği dünyası
ve bedeni terkediyor onu! Tek başına, gerçekle
yüz yüze kalıyor!
Ardından
papağanlar,
atalarından
öğrendiklerini tekrarlıyorlar: “Hakkımız helal
olsun!”, “hakkımız helal olsun!”, “Allah rahmet
eylesin!”, “Allah rahmet eylesin!”…
Hangi “hak”? Hangi “rahmet”? Düşünen yok!…
“ALLAH’ın rahmeti” denen, “ALLAH’I bilip,
HAKİKATİNE İMAN etmenle ulaşacağın
RAHMET”!…
“ALLAH’ın rahmetini”, sana İRSAL olunan
İLMİ değerlendirmen ve gereğini yaşamanla
kabul etmiş olursun!…
“ALLAH’ın rahmeti” ÖTENDEN değil,
Özünden kesintisiz yağıyor! Sensin bilip, bulacak
ve değerlendirecek olan!…
Hey hat, dönüşü yok, gitti giden! “İman”
80
GİZ’Lİ GÜLŞEN
penceresini, “beş duyu” perdesi ile kapamış olan
nasiplenemedi; kendindeki aydınlığı asla ve asla
göremedi, göremeyecek! Çünkü, kendi ASLI’na
“hayır” dedi, HAKİKATİ olan ALLAH’a ait
özellikleri bilip, gereğini yaşamayı reddetti!
Merhamet edip, kurtaracak yukarıda bir
TANRI da yok!!!
Kabrinin
çürüsün!…
zifiri
karanlığında
çürüdükçe
Gafletine, gururuna yansın şimdi!
Özündeki
“ALLAH”ı
bilip,
İMANLI
yaşayamamanın pişmanlık ateşinden kaçış yok!
26.06.2000
J
81
▪ 43
~Herkes Kendi
Ateşini Kendi Eliyle
Götürür~
M
ilyarlarca
insanı,
yakmayacak kadar
tanrısı!
cehenneminde
merhametliymiş
Mübarek olsun!…
Bugüne kadar kaç kez yandın? Kimdi yakan
seni, farkedemedin mi hâlâ?..
Üzüldüğünde, üzüntünle yandın! Kızdığında,
öfkenle yandın! Gücün yetmeyince, zayıflığınla,
hırsınla, tamahınla yandın! Paye bulamayınca
benliğine, gururunla yandın!
Kaybettiğinde elindekini, günlerce, aylarca,
yıllarca yanmaktasın acıyla!…
Miden burkulurcasına, pişmanlıkla, çaresiz,
için için!…
Yanarken acıyla sen, koyan kim o ateşi içine,
başkası mı ötenden?
Gündüz-gece yakarken seni,
çıkarabildi mi içinden o acını?…
Sonradan seni kurtaracak
neredeydi evvelinde?
82
kimse
idiyse
alıp
ateşten,
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Ötendeki mi koydu ki ateşi böğrüne, ötendeki
çıkarsın?
Hakikate
imansızlığınla
ve
Sistemi
bilmezliğinle sen kendi nefsine kendin azap
vermedesin!
Tanrın ise bir hayal!.. Merhameti, ham hayal!
“ALLAH”ı bilemedikçe,
anlamadıkça,
kendi
hakikatini
Ellerinle taşıdığın ateşe kör olur,
Ötendeki yakıyor zanneder, sonra da olmayan
ötendekinin kurtarmasını çok beklersin!..
27.06.2000
J
83
▪ 44
A
~Din Sopasıyla
Güdülenlere~
dı, “dinadamı”!
Şu veya bu ülkede, şu veya bu dinden!
Değişik adlarda, acayip hallerde!
Gelenekle, diplomayla veya seçimle gelmiş
“dinadamı”, ün sahibi, ünvan sahibi!
Kendince bir mantık çerçevesi
kabilesinin değerlerine dokunmadan;
çizmiş,
Kafasındaki din, günahlar ve sevaplardan
ibaret!
İşi, doğruyu-yanlışı ayıklamak, zamanın
ağalarının onaylayacağı kılıfta kalabalığa sunmak!
Dağılmasınlar, bozulmasınlar!..
Evrensel boyutlardan, bilimden; düşüncenin,
imanın, zikrin, beynin gücünden habersiz!…
Anlatılırsa, dinler sadece!
Artık yobazlığın sökmediğini, içindeki ilkel
kimliği gizlemesi gerektiğini de farketmiş…
Taklitle de olsa, çağdaş görünme çabası
içinde…
Halkına bir nimet! Adet ve geleneklere,
84
GİZ’Lİ GÜLŞEN
arzulara ve zevklere dokunmadan, bildiğini
okuyanı memnun eden yorumları kutsal
bilinenlere uyarlamada uzman!
Kendisine “aydın” veya “aziz” densin diye,
uğraşıyor, didiniyor, yazıyor, konuşuyor, ama hep
“demiştir ki...” ile avutuyor…
Yobaz diye beğenmediklerinin ak dediğine
kara, kara dediğine ak diyor! Köyüne yeni
gelenekler getirerek, reformlar da yapıyor!
Dinsel
törenlerden
geri
kalmıyor,
kıyafetlerinden, tapınmalarından… Bıyıkaltından
hallerine gülse de, tek tanrılı dünya dinlerini ve
diğer “din adamlarını” da kabul ediyor…
Çıkarına dokunulana kadar, hoşgürülü de…
Kafasındaki “tanrısı” öylesine ulu, öylesine
büyük, öylesine yüksekte ki, Rasûlullah’ın
“ALLAH” ismiyle açıkladığı gerçeği araştırmaya
ve öğrenmeye tenezzül(!) edemiyor, çakılmış
gibi bildiği yerde duruyor!
Mahşerde “ALLAH’a secde edin” hitabı
geldiğinde, bilinci etmek isteyecek de, sırtına
boydan boya kalas bağlıymış gibi, eğemediğinden
egosunu hiçliğe doğru, yüzükoyun yere
kapanacaklar gibi…
“ALLAH” ismiyle açıklanan gerçeği bilemediği
için, “ALLAH İNDİNDE DİN” ne demek, ondan
da habersiz… Kendi dini zannediyor! Neredeyse
Allah Rasûlü’nün öğretisine geçit vermeyeceğini
sandıracak kadar büyük egosu, öfkeli ve kibirli…
“Peygamber” diye, gök tanrının Arabistan
85
AHMED BÂKİ
konsolosunu anar gibi!
Kutsalları var, kendine inanmayanları dövmek
için ele geçirdiği “tanrının sopası” gibi…
“ALLAH”
ismiyle
açıklanan
hakikati
bilmediğini bilemiyor; araştırmıyor, öğrenmiyor!
SİSTEM’in işleyişinden ve sonuçlarından
habersiz, ünvanıyla geziniyor ortalarda! Bir kısım
Kureyşlinin Rasûlullah’ı görmeden evvel, yol
boyunca tapındığı, acıkınca da yediği kurabiyeler
gibi…
“ALLAH”
ismiyle
açıklanan
öğrenmemekte direnenlere…
“Din”
sopasıyla
varolmuşlara…
güdülmek
hakikati
üzere
“Dinadamı”!…
29.06.2000
J
86
▪ 45
~Hâlâ Anlamayacak
Mıyız~
“A
lın yazısı” denenin “beyin programı”
olduğu ve onun bilgisinin de “gen”
denen moleküllerde yazılı olduğunu
işitti DÜNYALILAR bu kez; ve bu gerçeğin
sonuçlarının anlaşılıp, değerlendirilebilmesine bir
adım daha yaklaşıldı, belki… Her ne kadar, beş
duyudan başka araç ve maddeden başka DÜNYA
tanımayanlar, olayı “et-kemik bedenlerinin ömrü
uzayacak” hayali ötesinde değerlendiremeseler
de…
Kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek şimdi:
“Neyi, nasıl yaşayacağınız, daha siz doğmadan
anne karnında iken belirlenmiş!” Siz, şu olsun-bu
olmasın diye “takdir”den habersiz yaşam
savaşınızı verip, olaylara sevinip, üzülerek,
karşılaştıklarınızda cennet veya cehenneminizi
yaşarken…
“Alın yazısı”nın yaşamda nasıl söz sahibi
olduğu duyuldu, şimdi belki sıra “feleğin
çemberi” diye işaret edilen gerçeğin öneminin
farkedilmesinde…
Üranüsün
Kova
yenilenmelerle devam
87
burcundaki
seyri,
ediyor, düşüncede
AHMED BÂKİ
reformlar hız kazanıyor… Yay’daki Pluto’nun
seyri ile eski inanç ve anlayış biçimleri yıkılıyor,
tapınmalar yok oluyor!… Chiron, bir süre sonra
Pluto’yla tekrar buluşacak…
2000 yılının Temmuz ayı özel bir öneme
sahip: İki güneş tutulması ve bir ay tutulması bu
ay içinde gerçekleşiyor… Bakalım neyin işareti
bu, ne tür sonlara ve ne tür başlangıçlara sahne
olacak dünya!… Kim bilir, alnımıza ne
yazılmış?…
“Uzay-zaman” kozası içerisindeki yaşamdan
“dünyaNIZ(!)” diye bahseden ve “ALLAH”
ismiyle Hakikatini açıklayan RASÛLULLAH
ALEYHISSELÂM’ın, “KADER” kelimesiyle
işaret ettiği gerçeği acaba hâlâ farkedemeyecek
mi DÜNYALILAR? Daha kaç kez feleğin
çarkından geçmesi gerekecek DÜNYANIN?…
Ve acaba O Zât’ın SESLENİŞİNİ, yöresel ve
göresel yargılarımızla yorumlama; O Zâtı, kendi
“beşeri değerlerimiz çerçevesinde” tanımlamaya
çalışma budalalığından kurtulmak için hâlâ ders
almayacak mıyız?…
04.07.2000
J
88
▪ 46
D
~Dostunu Tanı~
OST var, ÖZ’den; “ALLAH” için
yaratılmış olana “ÖZÜNÜ” bildiren,
bulduran…
DOST var, “insan’ın” gerçek evreninin bilinç ve
bilgi boyutu olduğunu bildiren…
DOST var, kutsallıkların koza dışında hiçbir
değeri olmadığını, nice “toplumsal kurabiye
tanrının” yendikten sonra hiçbir değeri
kalmadığını anlatan... Ve kozadan çıkamadan
tükenecek bir ömrün, en büyük, telâfisiz kayıp
olduğunu anlatan...
Dostluklar var, DÜNYA’dan; “tanrısallık” için
varolana “kurabiyeler” sunan…
Dostlar var, toplumdan yarar sağlamak için,
çıkarları
doğrultusunda
her
yaklaştığını
kutsallıklara şartlandırmadan başka bir şey
olmayan…
Dostlar var, “dost” dediklerini egoist çıkarları
için “kurabiye idol” haline getiren, ve kendileri
de o yolda tükenen…
Ego
ve
şartlanmalardır,
89
tanrılaştıran
ve
AHMED BÂKİ
tanrılaştırılan kurabiyeler gibi! Sanatçısından,
dinadamına, ağasından, diktatörüne kadar çeşitli
payelerle her yüceltilen, “toplumsal kurabiye
tanrılardır” zamanı gelince yenmek üzere
beşeriyet mutfağında pişirilen… Kendi için
yaşamını
değerlendirmekten,
ÖZÜNDEKİ
hakikati bilip, bulmaktan uzak, yoksun, çekip
giden; vakti geldiğinde kabilesinin arasından!
Hayranlık ve ibretle okuyorum! Kaç yüzyıl
geçmiş aradan, Hazreti Ömer’in “kurabiyeden
tanrılar (idoller) yapıp, yol boyunca tapınıp,
sonra da acıkınca onları afiyetle yeme
özelliğine” işaret etmesinden insanoğlu denen
kabile yaratığının!
Nice “kurabiye idoller” var hâlâ bugün de,
ÖZÜNDEN habersiz; toplumun ağız tadına göre
tadlandırılarak yapılan ve eninde-sonunda
afiyetle yenen, dönüşü olmayan yolculuğa
gönderildiğinde…
Toplumsal çıkarlar için şartlandırılıp, ego
kafesine tutsak, bilgisiz, güçsüz, aciz, yoksun bir
şekilde, çok büyük ihtimalle ebedi ateşe
gönderilenler ve ardından, hâlâ dünyasında
taklitçiliklerini sürdürerek onlarla eğlenen
kabile “dostları”; böyle dostlara(!) böyle canlar,
“kurban”!!!
Yoksa, kurbanlar cennete mi gitti dersiniz;
Özündeki hakikatin, Varedeninin özelliklerini ve
güçlerini farketmiş, bilmiş, hissetmiş, yaşamış ve
gereğini ortaya koymuş olarak???
Belki de bir tanrı vardır merhamet eden,
90
GİZ’Lİ GÜLŞEN
yukardan izleyip, kurabiyelerin ardından
konuşulanlara göre tatlı zevkler bahşedecek; ne
dersiniz!!!
Kâh iç yüzünü bilmediğine sevinen, kâh iç
yüzünü bilmediğine üzülen, ama etrafında
gördüğünü velveleyle taklitçilikten başka bir
yeteneği olmayan ilkel kabile yaşamından çıkıp,
“insan” olma yoluna adım atmanın tek çaresi var:
ALLAH RASÛLÜ’nün ilmine tâbiolmak ve
SESLENİŞE kulak vermek!…
DOST!…
“ALLAH” için varolana!…
06.07.2000
J
91
▪ 47
~İnsan Olan Anlar
Bizi~
E
ğer bir kedinin kuyruğunu çekerseniz,
döner,
tırmalar
tereddütsüz;
kim
olduğunuza bakmadan! Çünkü sinirler
vasıtasıyla beynine ulaşan sinyaller, ona bu
savunma komutunu verir anında…
Çalılar arasından bir ses dalgası giderse kulağına
ceylanın, fırlar kaçar anında! Çünkü kulağına,
oradan da beynine ulaşan sinyalle kanına
adrenalin fışkırır ve gerilen kaslar koşmayı
başlatır…
Dışardan gözleyen, “hayvan kendini savundu”
veya “av olmaktan kurtuldu” gibi yorumlarla
ifade eder bu durumu…
Oysa, “algı” denen ve beynine ulaşan “uyarılar”
vücudun kimyasını harekete geçirerek bu
faaliyetleri oluşturmuştur, elinde olmaksızın
hayvanın…
“İnsansı” var, dikkati sadece “dışına – dış
dünyasına” dönük, insan görünümünde, aslından
habersiz… “Duyularının algılayabildiklerine”
GÖRE davranışlar ortaya koyan! Duyularına ve
oradan beynine ulaşan sinyallerle kâh sevinen,
92
GİZ’Lİ GÜLŞEN
kâh üzülen, kâh öfkelenen, kâh kırılan, kâh
kıskanan, kâh alınan, kâh ağlayan, kâh azıtan, kâh
savaşan… İçin için duygular yaşamayı ve
egosunu tatmin etmeyi herşeye tercih eden…
Beyniyle, dışardaki nesneler arasında âdeta
görünmez bağlar var, o “bağ” ne tarafa çeker veya
iterse, onun gereğini yaşar, özgürce(!) tavrını(!)
ve tepkisini(!) ortaya koyarak!
Egosu ve şartlanmalarıdır tek referansı, tek
idolü; ama bilmez bunu, farkedemez,
anlayamaz!! Tepkisinin ve duygusunun türü,
egosu ve şartlanmalarına GÖRE çıkar ortaya!…
Uygunsa egosunun çıkarına ve şartlanmalarına
“beğenir”, değilse “nefret eder”… Uygunsa egosuna
ve şartlanmalarına “sevinir”, değilse “üzülür”…
Uygunsa egosuna ve şartlanmalarına “över,
yüceltir”, değilse, “şikayet eder, yerer”… Uygunsa
egosuna ve şartlanmalarına “hoşgörür, sabreder”,
değilse, “kınar, yerden yere vurur”… Uygunsa
çıkarına ve şartlanmalarına “teşekkür eder”,
değilse “nankörlük”… Uygunsa çıkarına ve
şartlanmalarına “alır, sahiplenir”, değilse “bırakır,
terkeder”… Uygunsa çıkarına ve şartlanmalarına
“bağışlar”, değilse “öç alır”… Uygunsa çıkarı ve
şartlanmalarına “dost” edinir, değilse “düşman”…
Hatta ve hatta, uygunsa çıkarına ve
şartlanmalarına “iman ettim” der, değilse “inkâr
eder”…
Egosunu ve şartlanmalarını, nesnelerle beyni
arasındaki “algı denen bağlar” ne tarafa çekerse,
ona göre koyar tepkisini ve tavrını ortaya…
Tepkisiz, tavırsız, bağımsız yaşayamaz!
93
AHMED BÂKİ
Dünyası “ben”i ve “bedeni” üzerine kurulmuştur;
içinden gelen “güdü”südür rehberi, güdülür
“içgüdüsüyle”… Bir ceylan kadar(!) özgürdür
sağlam vücut biyokimyasıyla!?! Biyokimyası
sayesinde, bir aslan kadar hükmedicidir, bir tilki
kadar kurnaz, bir sırtlan kadar fırsatçı; bir karınca
kadar çalışkan; bir maymun kadar taklitçi; bir ayı
kadar zevkperesttir!…
Bir de “insan” var ki, bilinci ÖZÜNE dönük
yaşayan; eliyle, gözüyle, kulağıyla, herşeyiyle
ÖZÜNDEKİ Varedenine hizmette olan!
Çıkarına, bedenine, egosuna, şartlanmasına
hizmet etmek yerine, çevresine birşeyler vermek
isteyen! Üreten, ÖZÜNDEN geleni dağıtan,
bağışlayan! Dışarda görünen nesneler ve olaylar
değil, Özünün sesidir davranışlarına yön veren!
şimdi
ne
“Karşımdakinin
karşısında
yapmalıyım?” kaygısıyla değil, “ÖZÜMÜN,
ASLIMIN, HAKİKATİMİN İNDİNDE hangi
bakış açısını kazanmalı ve ona göre ne tür fiiller
ortaya koymalıyım” düşüncesi içinde yaşayan! Ve
bu yolda yeni idraklarla her dem ilerleyen!
Başkasına(!) karşı değil, ÖZÜNE karşı sorumlu
olduğunu ve EVRENSEL bir SİSTEM’in
kesintisiz işlediğini farketmiş! “Şartlanmalara”
göre değil, EVRENSEL GERÇEKLERE göre
düşünce ve davranışlarına yön vermeyi seçmiş…
Ayrı görmez kimseyi, herkes ne gaye ile
varolmuşsa, onun gereğini yerine getirecektir,
bilir… Kızmadan, kırılmadan, alınmadan,
üzülmeden, kıskanmadan, tavır almadan,
öfkelenmeden, öç almadan, tepkisiz yaşamı
94
GİZ’Lİ GÜLŞEN
benimsemiştir! Çünkü karşısındakiyle dava
değildir
gayesi,
HAKİKATİNİ
farkedip
yaşamasına engel olanlardan arınmaktır amacı!
Emrem Yûnus’un dediği gibi, “dövene elsizdir,
sövene dilsiz” ve dahi gönülsüz! Elindekini
paylaşır, ihtiyacı olana verir, eksiği olanın eksiğini
giderir, muhtaca yardım eder, sevgiyle bakar,
korur, çevresindekiler için dünyayı daha iyi
yaşanacak, daha iyi değerlendirilecek bir yer
haline getirmek için uğraşır! İmanıyla da bilir bu
arada, bunlarla dahi kayıt altına girilmeyeceğini;
aslında eksiğin, noksanın, muhtacın olmadığını…
ÖZÜNDEN aldığıyla, karşısındakine ulaşan
nimete sadece vesile olduğunu! Ama kulluğudur
bu da, bilir haddini, yerine getirir gönlünce,
rızayla…
“Evrensel insan”dan bahsedilir bir de, dünyevi
gözle de olsa! Tüm beşeri değerleri, sırtından
ceketini çıkarır gibi çıkarıp bırakmış dünyada,
teslim etmiş varını-yoğunu Sahibine, yokluğunu
bilmiş ve gereğine ermiş Sınırsızlık âleminde!
Kendinden değil, sadece bıraktığı izinden ve
anısından bahsedilen aslında!… Sınırsız bilinçten,
sınırsız ilimden, her halde sınırsız ve koşulsuz
şükürden, sınırsız ve koşulsuz sabırdan, sınırsız
ve koşulsuz hoşgörüden, sınırsız ve koşulsuz
hizmetten, sınırsız ve koşulsuz vericilikten,
sınırsız ve koşulsuz samimiyetten ve sevgiden
başka
eser
bırakmayan…
Karşılıktan,
beklentiden arınmış, ne bugün, ne yarın için, ne
dünyalık, ne ahretlik hiç bir beklentisi
olmayan… Sınırsızlık âlemine CAN olup,
“insanların” dünyasında görünen!… ALLAH
95
AHMED BÂKİ
için, ALLAH’tan, ALLAH’ta varolmuş ve
nihayet ALLAH’a dönmüş… Hakikati olan
“ALLAH” indindekini, varlığını izhar ettiği
“insana” bildiren, bulduran! ALLAH’tan
İNSANA ulaşanı ulaştıran! Özünden İNZAL
olanı, varlığından İRSAL eden…
Tüm yaşamı, “algıladıklarına” reaksiyon
vermek üzere kurulmuş, “tepki” ve “tavırdan”
başka üretimi olmayana, “etraf”sız olamayana,
“başkasız”
düşünemeyene,
vücudunun
biyokimyasına tutsak, ego ve şartlanmalar
mabedine kapanmış olana ne ifade eder bu
sözler?…
Ama, ÖZÜNDEKİ cevheri görüp te O’na
ermek için “herşeyini” feda edebilene, bu uğurda
“kimsesiz” olabilene, “hürriyet” arzusuyla
“bağ”lardan arınmayı gaye edinebilene; “ALLAH”
bana kâfidir idrakıyla “ALLAHUEKBER” deyip
“herşeyi” ardına atıp ta ÖZÜNE yönelebilene ise,
elbette çok şey ifade eder!!!
Yine Emrem Yûnus’un dediği gibi, “insan olan
anlar”, insana ulaşmak üzere dile geleni!…
Bize “İNSAN” olmanın yolunu gösteren
RASÛLULLAH’a salât ve selam olsun!…
09.07.2000
J
96
▪ 48
~Sorgulayan ve
Eğitilebilir Beyinler~
tede bir tanrı olmadığına göre, örneğin,
“ALLAH’ın” şirki affetmemesi ne
demektir, ve “ALLAH” neden şirki
affetmez? Hiç sorguladınız mı?
Ö
İSLÂM
DİNİ’ni
değerlendirebilenler,
“sorgulayan” ve “eğitilebilir” akıl sahipleridir.
“EğitilMİŞlik”
kaydında
birikimine
“şartlanarak” dinamizmini yitirmiş, yeniye
kapalı bir kafa, bireysel bakış açısı ve mantık
kalıpları içerisindeki lokalize değerlendirmelerin
ötesine asla geçemez!
“Soru sormak” ile “sorgulama”nın farkını ayırt
edememek, sorgulayamayan zihnin özelliğidir.
Soru
soran,
sorduğuna
bir
“cevap”
arayışındadır, hatta onaylayabileceği(!) bir cevap
peşindedir!
“Sorgulayan” ise, tarafsız ve kayıtsız bir
biçimde düşünce gücünü kullanarak, her dem
yeni keşifler ve çözümlerle, gerçeği OKU’yarak
ilerleyen, gelişendir…
Bin
yıllık
ibadetten
97
daha
hayırlı
olan
AHMED BÂKİ
“tefekkür”, sorgulamanın sonucunda ulaşılan
“düşünsel üretim”dir.
Sorgulamayan ve yeniye açık olmayan zihnin
faaliyeti, “tefekkür” değil, kuru bilgi birikiminden
“nakil”dir…
“Hakikati arayanlar”, sorgulayanlardır ve
“sorgulamadan” kimse ne gerçeği farkedebilmiş,
ne de Hakikate erebilmiş değildir…
Tasavvufta “Hakkı aramak” diye tabir edilen,
bir köşede oturup kendisine havadan inecek bir
sihirli değneği beklemek değil; düşünce gücünü
kullanarak, hiçbir bilgiyle dahi kayıtlanmadan,
iman gerektiren konuların içyüzünü, gerekçesini
çözmek ve yeni şeyler keşfetmek için devamlı
sorgulamak demektir.
Sorgulaması ve düşünsel üretimi olmadan, “ben
Hakkı arıyorum” diye şiirsel cevaplar arayışında,
sırtını sıvazlayan birinin peşine takılanlar, işin
mecazından ve taklitten öteye geçememiş
mukallitlerdir…
SİSTEMİ anlamanın yolu, sorgulamaktan ve
zihnini eğitebilmekten geçer!
Evet! Ötede bir tanrı olmadığına
“ALLAH” neden şirki affetmez?
göre,
16.07.2000
J
98
▪ 49
Y
~Beşeriyete Hapsolmuş
Bilinç ile Beşeriyeti
Deneyimleyen Bilinç~
aradılıştan nankördü, değerlendiremedi,
geleni geri çevirdi…
Mağrurdu, gizliden gizliye…
Eksikle, kıtlıkla doluydu gönlü, kıstı, daralttı!
Verileni göremedi! Vermedi dedi, aldığını da
istismar etti!
Sevildi, bilemedi! Değer verildi, inanmadı!
Bağışlandı, ama o kendini bağışlayamadı!
İstedi, eremedi, derdini yine göremedi…
Elindekiyle mutlu olmak
olmayanın hesabını güttü…
yerine,
Yaşadığını
değerlendirmek
yaşayamadım dediğiyle yandı!
elinde
yerine,
Borçlu gibi gördü her el uzatanı, bekledi, alsa
bile doyamadı!
Hakikat ilmi geldi,
değerlendirmedi…
ama
özümsemedi,
İlim meclisinde buldu kendini, ama değilmiş
gibi bildiğini okumayı seçti…
99
AHMED BÂKİ
Melekûtun kapıları açıldı, ona değilmiş gibi
yanaşmadı!
Fazlasından şüphe etti, azını egosuna yonttu,
nefsi için kullandı…
Bakış açısını, beynine kazınmış yargılarını
bırakmadı!
Perde kapanınca geriye bir tek “hüsranı” kaldı!
Çünkü kendini veremedi,
“ALLAH”ı hiç göremedi…
öylece
kaldı!
* * *
Yaradılıştan sadıktı! Lütûftu herşey ona!
Bollukla, şükranla doluydu gönlü her dem…
Bilmese de, sevdi! Almasa da, verdi!
Kıymet bildi, ulaşanı değerlendirdi…
Kimseden birşey
karşılıksız dağıttı!
beklemedi,
Gurura esir olmadı!
elindekiyle mutlu oldu…
istemedi,
Söyleneni
yaptı,
Nimeti paylaştı, şükretti; şükrettikçe çoğaldı!
Öğrendikçe, bilgiye susuzluğu arttı! İlmi
arttıkça, eksiğini farketti…
Kabul gördükçe, baş tacı etti!
Geçmişe tutunmadı. Terketti,
Yargılamadı, kandırmadı, avunmadı!
Açılan kapıdan tereddüsüz girdi!
100
yol
aldı!
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Sonunda felaha erdi!
Çünkü kendini verdi, “yok”luğa erdi; apaçık
Hakikatini gördü!
18.07.2000
101
▪ 50
“A
~Seyre Dal Aynada O
Güzelliği~
şk”, özünde bulduğunu, karşında
görmektir!
Aşk, bilincin kendi sûretini
karşısında görüp, ikilikten kurtulmak uğruna
Tekliğin cazibesine kapılmasıdır!
Aşkın alâmeti, güzelliğine hayran olanın
yüzünde görünür, ama onu da aşıklardan başkası
tanımaz! Çünkü aşıklar, her dem aynada kendi
seyrine dalanlardır! Seyrine ermeyen, aşkı
bilemez, anlayamaz!
“Aşk”, Allah bahşidir, karşılıksız lütûftur,
dilediği kuluna yüzünü göstermesidir!
Ve aşk “Hakikat” saadetine götüren “sevgi”
yoluna davettir. Aşk, hem de sevginin
“kıvılcımıdır”, onunla tutuşursa eğer gönül, ışıl
ışıl bir “meşale” olur, yanar, yandıkça yolu
aydınlatır!
Aşkın amacı, gören ve görülen ikiliğinden
kurtarıp, sevginin bütünlüğüne erdirmektir,
hazmedebileni!
Aşk meşalesinin tutuşmasından gaye, sevgi
102
GİZ’Lİ GÜLŞEN
yolunu göstermesidir yolcuya! Aşk kapısından
girmekten gaye, “sevgi” yolunu adımlayarak Birlik
sarayına erebilmektir.
“Aşk”ı söndüren, havasız bırakan köpük
“gururdur”! Gurur, benliği tutan kaptır, benliğin
muhafazasıdır, bireyi bütünlükten ayrı tutandır!
“Aşk” meşalesini yanar tutmanın çaresi,
“benliği” ona yakıt yapmaktır! Benlik yandıkça,
aşk ışıldar ışığı artaraktan… “Aşka” “benliğini”
tercih edenin meşalesi söner, yolu karanlık kalır.
Kaybedenler, “aşkı”, benliği uğruna feda
edenlerdir…
Sevginin yolu sonsuzdur, yaşandıkça ufku
enginleşir, bitmez, tükenmez… Aşk meşalesi
yandıkça, sevgi yolu aydınlık görülür. Sevgi
“bilinçle” yaşanır, “akılla” yaşanır, “ilimle”
olgunlaşır, sağlamlaşır!
Sevgi, akılsız, bilinçsiz yaşanmaz! Aşkı akılsız
da tadabilir ama, aklı olmayan sevgi yolunu
katedip nihai hakikatine sağlam ulaşamaz! Aşka
dahli yoktur kimsenin, o bir kıvılcımdır, eczaya
sürtünen kibrit gibi bir anda yanar, ama sevgiye
erdirmesi, aklın ve ilmin eseridir…
Sevgi yolunu katetmekten gaye ise, yoldaki
“başka” kavramlarını terk edip “birliğin
saadetine” ulaşmaktır! Sevgiyle yaşadığın
“duygular” değil, “sevgin uğruna neleri
terkebildiğindir” saadete erdiren! O yolu alanlar,
sevdası
uğruna
terkedebildikleri
kadar
ilerleyenlerdir!
“Sevgi” yolunda ilerlemeye ayakbağı, “sevgiyi”
103
AHMED BÂKİ
yaşamaya engel olan, “başkalarını ve etrafı”
görmendir, bir olamamandır! “Çokluk” bir yana,
“ikilik” dahi sevgi yolunda şaşı kalmaktır!
“Etraf” ve “başkası” kaygısı terkedilmedikçe,
sevginin hasılasına erilmez, sevdiğinle bir
olunmaz! Yolda kalmamanın çaresi, gördüğünde,
sevdiğinden başkası olmadığını yaşamandır…
Sevmek, her yüzde sevdiğini bir türlü haliyle
görmeyi gerektirir. Sevmek, başkası diye
kimseden yüz çevirmemeyi gerektirir. Sevmek,
başkası diye kimseyi kıskanmamayı, kızmamayı,
alınmamayı, kınamamayı gerektirir! Sevmek, her
yüze sevdiğin gibi teveccüh etmeyi gerektirir;
her an sevdiğinle olduğunu ve her yaptığının
sevdiğine ulaştığını yaşamayı gerektirir. Seven,
huyunu terkeder, yargısını terkeder, tepkisini
terkeder! O yoldan ayrılmamak için neyi varsa
feda eder! Sevginin hakikatini yaşayanlar, gözü
sevdiğinden başkasını görmeyenlerdir!…
Gözün sevdiğinden başkasını görmez olursa
eğer hakikaten, “gayrı” kalkar dünyandan,
kendini de göremezsin ve dahi gören, bu bildiğin
“sen” olmazsın! Görürsün ki, başlangışta yüzünü
gösteren AŞK’tır, nihayetinde kendi güzelliğine
hayran olan! Ne sevensin sen orada, ne de
sevilen karşında! Sadece AŞK’tır Bâki olan
Birliğin Saadetinde… Tıpkı evvelinde olduğu
gibi…
21.07.2000
J
104
▪ 51
İ
~Hepisinden İyice Bir
Gönüle Girmektir~
NSAN”, sever!
Çünkü “insanın” hakiki dünyası, “KALP”,
“GÖNÜL” âlemi de denen “BİLİNÇ
BOYUTU”dur…
Sevgi,
madde
görüntüsünün
ardında
BİLİNCİN GÜZELLİĞİNE cezbolunmaktır…
Onun için, sevilen, sevenin GÖNLÜNDE’dir ve
sevgi KALP’te yaşanır, denmiştir…
“Kalbin gıdası sevgidir” dendiği gibi, bilincin
gıdası İLİM’dir, BİLGİ’dir…
Bilgi, keşfedilerek, öğrenilerek, ve dahi imanla
elde edilir; özümsenerek, îkanla yaşanır. Bildiği
kadarıyla bilinçlidir insan…
“Aşk, sevgi” öğrenmenin, keşfetmenin ve
anlamanın en güzel yolu ve zeminidir…
Neden mi?..
Seven, kendinde olup ta yaşayamadığını sevdiği
aynasında görür ve tanır. Ona ermek, onunla BİR
olmak uğruna, varını-yoğunu; bağımlılıklarını,
şartlanmalarını, yargılarını, malını, canını,
benliğini ve herşeyini terketmeyi göze alır;
105
AHMED BÂKİ
sevdiğinin peşinden gider!
Oysa hakikatte peşinden gittiği, bilincinde
gördüğü, tattığı mânâ; terketiği ise bilincinin
değerlerini yaşamaktan mahrum bırakan beş
duyu dünyasının kaygılarıdır…
Eğer bedenselliği aşabilmişse seven, sevgisi
uğruna her terkedebildiğiyle, bilinç boyutunda
kendindeki yeni bir gücü, yeni bir özelliği
KEŞFEDER, ÖĞRENİR ve gerçeğe teslimiyeti
kadar onu yaşamaya başlar!
Birimsellikten doğan kayıtlılıklarını terkeder;
kendini unuttukça sevdiğinde seyrettiği yeni bir
mânâ ile, yeni bir hâl ile hallenir; vehminden
doğan kendi sınırlılıklarından kurtulmaya başlar;
ve eğer “ben”ini de terkedebilirse, “verme”nin
sırrına erebilirse, böylece “seveni değil, Sevileni
yaşamaya başlar”…
İşte böyle bir yaşama eren için, aşk, sevgi,
binek olmuş, onu maddi dünyanın kaygılarından
kurtarmış
ve
BİLİNCİN,
KALBİN
DÜNYASINA erdirmiştir.
Sevgi, aşk maddeye değil, madde görüntüsü
ardındaki mânâya duyulur! O mânâyı yaşamanın
çaresi, sevdiğinin haliyle hallenmektir! Öğrenip,
keşfedip, hallendiğin her mânâ, bilincine bir
gıdadır, bilincinde bulduğun yeni bir özellik ve
güzelliktir… Birimsellik kabuğundan çıkıp,
bilincinin sayısız özelliklerini ve güzelliklerini
keşfedip yaşamanın yoludur sevgi! Sevmekten
daha güzel öğrenme yolu olmaz!
Sevmek, görünenin aslını farkedip, ona erdikçe
106
GİZ’Lİ GÜLŞEN
bilinçlenmektir!
Sevenler
dünyaNIZdan
kaybolurlar
ama,
BİLİNCİN
dünyasına
doğarlar…
Onun için, talebi, varoluş gayesi “BİLİNÇ
BOYUTU”nun
değerlerine
ermek
olan
“sevmekten” ve sevgiyle hakikati öğrenmekten
geri duramaz…
“İnsan”, hakikatte bilinç varlığın adıdır, gerçek
dünyası “bilinç boyutudur”. Ve “insan” sever!…
25.07.2000
J
107
▪ 52
D
~Büyük Doğuşlar~
İN’de REFORM OLMAZ!.. Olması
gereken,
DİN’İ
“ANLAMADA”
REFORM’dur!
YUKARIDAKİ HAYALİ TANRI (!) ile
yerdeki “kulları” ilişkisine dayalı HAYALİ DİN
için Reform öngörülebilir ve bunun için meselâ
mabedlerdeki halıların değişmesi gibi konular(!)
tartışılabilir!!!...
“ALLAH” İNDİNDEKİ DİN, yani Hazreti
Muhammed’in (aleyhisselâm) bildirdiği ve
Kur’an ‘da açıklanan İSLÂM ise, EVRENDE her
an yürürlükte olan SİSTEM ve DÜZEN’in
adıdır. IK’RA hitabı ile OKUnan (KUR’AN) bu
SİSTEM ve DÜZEN’dir.
Günümüzün Modern Bilim verileri ışığında
Hazreti
MUHAMMED’in
AÇIKLADIĞI
“ALLAH” ismiyle işaret edilen mânânın ve bu
esasa dayalı olarak EVRENDE işleyen SİSTEM
ve DÜZEN’in farkedilmesi en büyük
REFORM’dur...
DİN’İN DOĞRU DEĞERLENDİRİLMESİ,
“DİN”in esası olan “ALLAH” kavramının ne
108
GİZ’Lİ GÜLŞEN
olduğunu farkedebilmek ve bu bilgi ışığında
“DİN”İ YANLIŞ ALGILAMAK’tan kurtulmakla
başlar! Bundan başkası, yanılgılarla ve
dedikoduyla uğraştan ibarettir.
Aydın birey, yanılgılarla uğraşan değil, asıl
olanı araştıran ve öğrenendir! Varlığın hakikatine
işaret eden “ALLAH” isminin mânâsı ALLAH
Rasûlü’nün açıkladığı şekilde anlaşılmayıp
ötedeki bir “tanrı” varsayımına etiketlendiği
sürece, yerel örf ve adetlerle harmanlanarak
kafalarda yaratılan göresel dinler, varsayım
TANRI(!) ADINA verilen fetvalarla(!) “havanda
su dövme” metoduyla REFORME edilmeye
devam edecektir! Bu bağlamda, halıların rengi de,
minarelerin yüksekliği de tartışılsa, OKU’NAN
“ALLAH” SİSTEM ve DÜZENİ, yani
KUR’AN’ın hükümleri değişmez biçimde
ebediyyen işlemeye ve bu sistemde herkes
yaptıklarının karşılığına erişmeye devam
edecektir!
ANLASA DA, ANLAMASA DA!..
J
109
▪ 53
~Anlayışta Reform~
E
ğer “ALLAH” ismiyle işaret edilenin ne
olduğunu bilmezseniz, doğal olarak
“İSLÂM”ı Dünyadaki çeşitli tek tanrılı
DİNLERDEN biri gibi sanırsınız! Bunun da
doğal sonucu olarak, değişen günün şartlarında
“İSLÂM’DA REFORM”dan lâf edebilirsiniz!…
Ancak, eğer “ALLAH” ismiyle işaret edilenin
ne olduğunu OKUR ve ÖĞRENİRSENİZ, o
zaman “ALLAH İNDİNDE DİN” ne demek,
bunun mânâsı da yavaş yavaş açılmaya başlar. Ve
o zaman görürsünüz ki “ALLAH indindeki DİN”
olarak tarif edilenin, insanların kafalarında
yarattıkları ve uyguladıkları tanrısal inanç
biçimleriyle hiç alâkası yoktur…
“İSLÂM”, AHAD olan ve ALLAH ismiyle
işaret edilenin varlığı ve kudretiyle, ilminde
varolan ve O’nun hükmünün yürürlükte olduğu,
değişmez “EVRENSEL SİSTEM ve DÜZENİN”
adıdır.
“İSLÂM’da REFORM” demek, “EVRENDE
YÜRÜRLÜKTE olan ALLAH SİSTEM ve
DÜZENİ”nde yeni bir formasyondan, yeniden
şekil vermekten bahsetmek olur ki, hiç bir aklı
110
GİZ’Lİ GÜLŞEN
başında basiret sahibi, böyle bir ifadeyi ağzına
almaz! Akıldan nasiplenmiş olan, ALLAH’ın
FORME ettiği, VARETTİĞİ SİSTEM olan
“DİN’İN”, evrenin sonsuzluğunda bir hiç
mesabesindeki
dünyalılar
tarafından
REFORMASYONUNU konu etmez!
Olması
gereken,
“A N L A M A D A ” REFORM’dur!
İSLÂM’I
İSLÂM’I ANLAYABİLMEK için de herşeyden
önce, Hazreti Muhammed aleyhisselâm’a
yöneltilen “ALLAH NEDİR?” sorusuna cevap
olarak vahyolunan, İHLAS suresindeki tarifiyle
“ALLAH” ismiyle işaret edilenin ne oduğunu
OKUMAK ve ÖĞRENMEK gerekir ki; bu
mânâ
anlaşılamadığı
sürece,
DİN’in
MECAZLARINI hakikat zannetmekten dolayı,
kafamızdaki tanrılar ve onlara dayalı dinlerle
uğraşımız hiç ama hiç bitmez!
İSLÂM’I ANLAMADA ÇAĞDAŞ BAKIŞIN
GEREKTİRDİĞİ REFORM BAŞLAMIŞ VE
YERİNE GELMİŞTİR…
Modern
Bilimler
ışığında
DİN’İ
değerlendirmek isteyen samimiyet sahipleri için
yapılması gereken iş, önderlik sevdasını bırakıp,
yeniye açık, sorgulayan ve eğitilebilir bir bilinçle
OKUYARAK ve ÖĞRENEREK bu reformu
kendi zihinlerinde yaşamaya başlamalarıdır…
Şunu akıldan hiçbir zaman çıkarmamalıyız ki,
İSLÂM’ın hükümleri, insanların, geriye dönüşü
olmayan ve sonsuz EBEDİ SAADETLERİ’ni
dünyada iken kazanmaları için bildirilmiştir;
111
AHMED BÂKİ
yoksa bir takım toplulukların, ebedi yaşam
yanında birkaç saniye kadar bile değer ifade
etmeyecek DÜNYA SALTANATLARI için
değil…
22.07.2000
J
112
▪ 54
~Arınmamışlar El
Sürmesin~
K
UR’AN-I KERİM’İN İŞARET ETTİĞİ
SIRLARI ANLAYABİLMENİN ilk ve
temel koşulu, ⎯kulaktan dolma bilgilerle
bir “tanrıya” ve onun “peygamberine” DEĞİL⎯
“ALLAH” ve “RASÛLÜ” kelimeleriyle işaret
edilen mânâya İMAN ederek, bu İMANIN
gerektirdiği bakış açısını kazanmak suretiyle
ŞİRK’ten ARINABİLMİŞ olmaktır…
“Lâ ilahe ill’Allah” = “tanrı yoktur; sadece
ALLAH vardır!”
“Lâ yemessehu ill’el mutahharun” = “Ona
temas, dokunma yoktur; sadece ARINMIŞLIK,
TAHİR OLMAK’tır erdiren!”
Günümüzdeki “Kur’an-ı Kerim” tefsirlerinin
hemen tamamında, bu âyetlere karşılık
“Allah’tan
başka
tanrı
yoktur”
ve
“temizlenmemişler bu kitaba el sürmesinler”
cümlelerini okursunuz!
“Kur’an” hükümlerini bedeniyle ilgili hitap
olarak algılayanlara gore, kirlilik, yani necaset,
elde, yüzde, ayakta olandır ve yine abdesti
bedenin temizliği gibi algılayanlara göre,
113
AHMED BÂKİ
yıkanmak veya abdest almak bu temizliğe
ulaşmanın yoludur…
Ancak Kuran-ı Kerim’deki tarifine göre
“necaset-kirlilik”, bedende değil, BİLİNÇTE
olandır ki, buna da ŞİRK diye tarif edilen hâlden
kurtulamamış olmakla işaret edilir, “şirk ehli
necistir (pistir)” âyetiyle…
Bu hükme göre, ŞİRKTEN arınmamış olanların
KUR’AN’ı, yani EVRENDE YÜRÜRLÜKTE
OLAN ALLAH SİSTEM VE DÜZENİNİN
HÜKÜMLERİNİ “OKU”MASI, ÇÖZMESİ,
ANLAMASI yoktur, mümkün değldir!…
KURAN’a ermek isteyen, şirk hâlinden tahir
olsun, ARINSIN!
Şirkten arınmanın tek yolu ise, “ötede-bir-tanrı
varolmadığını kavradıktan sonra, ALLAH ismiyle
işaret edilenin ne olduğunu öğrenmek ve o
mânânın gereğine iman etmektir ki, bu İMANIN
getirisi, kişinin BİLİNCİNDE, yaşamı ve kendini
anlayış biçiminde gerçekleşecek en büyük
REFORM’dur”!
Ne yazık ki topluluklar, tıpkı 2000 yıl önce
Hazreti İsa’nın vadettiği ve her insanın kendi
özünde EVRENSEL BİLİNCE ermek suretiyle
yaşayacağı “Semanın Krallığını”, beş duyu
dünyasındaki yeryüzü krallığı veya devlet reisliği
şeklinde yorumladıkları gibi…
Bugün
de
hâlâ,
İSLÂM’I
A N L A M A D A
YAŞANACAK
REFORMU, insanın kendi özündeki bilincin
hakikatini farkederek KOZMİK BİLİNCİN
114
GİZ’Lİ GÜLŞEN
değerlerine ermek suretiyle iç dünyasında
yaşayacağı REFORM yerine; dış dünyada, bir
takım
devletlerde,
yahut
müslüman
topluluklarda yaşanacak bir DEVRİM gibi birşey
zannetmekteler!!!
Siz kendi BİLİNCİNİZİ ve ÖZÜNÜZDEKİ
ALLAH’ı tanımadıktan ve HAKİKATİNİZE
İMAN etmenin nasıl bir bakış ve değerlendirme
getireceğini farkedip, hissedemedikten sonra…
O hakikate imanın getireceği bakışla
YAŞAMIN GERÇEĞİNİ farkedip, âlemi bu
gözle seyredemedikten sonra…
Ve yanılgılarla bilinmezlikler içerisindeki bu
halinizle ölümötesi ebedi yaşamınıza geçtikten
sonra…
Dünyadaki şu veya bu toplulukta, şu veya bu
ülkede, şu veya bu devletin yapısında, şu veya bu
kurumun din anlayışında yaşanacak reformun,
sizin ebediyyen kendi gerçeğini göremeyecek kör
kalmış halinize, özünde mevcut “evrensel”
özelliklerini
yaşamaktan
yoksun
kalmış
bilincinize ne faydası olacaktır???
Doğanın
düzeni
olarak
YERKÜRE
ÜZERİNDE sayısız reformlar olmuş ve olmaya
devam etmekte! Sayısız topluluklar, ve adları
aynı dahi olsa son derece farklı yönetim ve
anlayış biçimleri, farklı yasalar ve adalet
anlayışları var! Ama dünyada herkesi kaçınılmaz
bir son bekliyor: BİLİNCİNİZ, ölümü tadmanızla
birlikte geçeceği yeni bir boyutta, dünyada
kazanabildiğiniz “melekelerle” yaşamına devam
115
AHMED BÂKİ
edecek! Karşılaştığınız ortam ve olaylarda ya
bilincinizdeki güçleri
kullanarak
hüküm
süreceksiniz, her istediğiniz gerçekleşecek; ya da
bilincinizdeki güçleri kullanma melekesini elde
edememişseniz, kaydbettiklerinize yanıp, olaylar
karşısında zayıf, çaresiz, acınacak hale
düşeceksiniz! Yaşadığınız ülkenin sosyal, siyasal,
ekonomik yapısı şu veya bu olabilir! Siz şu an
kendi yaşadığınız hâlinize bakın! Özünüzde
mevcut, sizi var eden ALLAH’ın “İLMİ ve
KUDRETİ”
kelimeleriyle
tanımlanmış
“EVRENSEL BİLİNCİN ve EVRENSEL
ENERJİNİN” ne kadar farkındasınız ve
kendinizde mevcut bu özellikleri ne kadar
değerlendirebiliyorsunuz?…
Öyleyse insan olana lâzım olan, YERYÜZÜ
reformları değil, KENDİ BİLİNCİMİZDE,
KENDİ
HAKİKATİMİZİ
TANIYARAK,
YAŞAMI
ANLAYIŞ
BİÇİMİMİZDE
EREBİLDİĞİMİZ REFORM’dur. Ölümötesinde
kişinin hangi devletten ve rejimden geldiği değil,
BİLİNCİNİN TABİ OLDUĞU “RABBİ”,
“KİTABI” ve “NEBİSİ” sorulacaktır…
ALLAH ve RASÛLÜNÜ bilmeyen, bu
isimlerle işaret edilen mânânın ne olduğunu
araştırmayan, öğrenmeyen, bu mânâları bilmenin
gerektirdiği bakış açısını edinemeyen, KUR’AN-I
KERİM’in işaret ettiği sırları farkedemez; onun
yerine, MECAZLAR havuzunda, yukarıdaki
“tanrısıyla”, onun yerdeki “peygamberiyle” ve
“yukardaki tanrının yeryüzündeki peygamberi
vasıtasıyla insanlara yolladığı fermannamesi”
ile avunur!…
116
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“ALLAH” ismiyle işaret edileni farkedemeyen
ve “ALLAH”a İMANI yaşayamayan, şirkten
arınamaz ve şirkten arınmamış olan KURAN’A
EREMEZ, Kur’an-ı Kerim’in hükmüne göre…
Şirkten kurtulabilecek olanlar “ALLAH” ve
“RASÛLÜ”nü öğrenip, bilenler ve İMAN
edenlerdir! İçinde yaşadığımız SİSTEM ve
DÜZENDE, EVRENSEL SİSTEM KİTABIMIZ
KURAN-I KERİM’İ ANLAYABİLMENİN
başka yolu yoktur!…
ALLAH, bizlere cahillik kozasını kırıp, kendi
hakikatimizi tanımak suretiyle “yerin başka bir
yer, semanın başka bir sema olduğunu yaşatacak”
reformu, bilincimizde yaşayabilmeyi nasip etsin!
20.07.2000
J
117
▪ 55
D
~İnsanlığa Yükseliş~
oğa, ders alınacak misallerle doludur!
Arılar arasında ne kadar güçlü bir
organize yaşam olduğunu pek çoğumuz
seyretmiş veya okumuşuzdur. Ana arı, kraliçe,
işçi arılar, hepsi de kendi görevlerini bilir ve bir
düzen içersinde yerine getirerek yaşamlarını
sürdürürler…
Ormandaki tüm canlıların kendi aralarında
kendilerine göre sosyal yaşamları vardır…
Arslanların, maymunların, gorillerin, fillerin,
karıncaların, tüm yaratıkların içgüdü dediğimiz
yöntemle bilip uyguladıkları, bir koloni veya
kabile şeklinde sosyal yaşam düzenleri ve
kuralları vardır… Sürü başları, kabile reisleri,
savaşçıları, hizmetçileri, erkekler, dişiler, hepsi
bir düzen içinde kendi geleneklerine göre
görevlerini yerine getirirler… Oynar, eğlenirer,
yarışırlar, güçlenirler, avlanmayı öğrenirler, yeriçerler, övünürler, eşleşirler, yuva kurarlar,
çiftleşirler,
yavrularlar,
bakıp-büyütürler,
törenler yaparlar, bağırıp-çağırarak, atlayıpzıplayarak kutlarlar, savaşırlar, kazanırlar veya
kaybederler, ele geçirirler, reis olurlar, hüküm
118
GİZ’Lİ GÜLŞEN
sürerler, ilâ nihaye…
…Sizce bu sosyal yaratıklardan herhangi biri,
örneğin yakınlarında bir mezrada yaşayan bir
insan topluluğunun yaşam düzeni, gelenekleri,
kuralları, anlayış ve davranış biçimleri hakkında
ne kadar bilgi sahibi olabilir veya ne derece
isabetli değerlendirmede bulunabilir? Meçhul!..
Peki, böyle bir dar yerleşim biriminde, yetiştiği
çevrenin şartlanma ve yerel değer yargılarına göre
eğitilmiş ve kendi yöresinin dışında ne kadar çok
değerler ve inançlar olduğunu farketmemiş,
görmemiş;
günleri,
avlandığı
ormanla,
kulübesindeki yatak arasında gidip gelmelerle
tükenen bir kabile üyesi, modern bilimin
bulguları, teknolojideki gelişmeler veya modern
dünyanın yönetimi, yasaları, siyasal veya sosyal
yapılanma biçimleri hakkında ne derece fikir
sahibi
olabilir
veya
bu
konudaki
değerlendirmeleri ne derece gerçekçi olabilir?…
Meçhul!..
Öte yandan, modern dünyada yaşayan, ancak
bir Fizikçi David Bohm’un, bir Nörofizyolog Karl
Pribram’ın, bir Michael Talbot’un bulgularından
habersiz, okumamış, anlamamış; kuantum
boyutunda Evrenin Bütünlüğünün ne anlama
geldiğini, beynin hologram prensibine göre
çalışmasının, insanın tüm yaşam programının
genlerde yazılı olmasının ne sonuçlar
doğuracağını değerlendiremeyen; olaylara bakışı,
“bu doğru-şu yanlış” şeklindeki yargı düzeyini
aşamamış, gözlemden uzak, “atom, maddenin
yapıtaşıdır” mantığının tekrarıyla eğitilmiş,
119
AHMED BÂKİ
yaşamı boyunca fiziği ve insan beynini
gençliğinde aldığı eğitimden gelen bakışla
anlamaya çalışan, hangi geri kalmış ülkenin
bilmem hangi enstitüsündeki sözümona bir
bilimadamı, ÇAĞDAŞ(!) BİLİM ve YAŞAM
ANLAYIŞIYLA ne kadar içiçedir?.. Meçhul!..
Peki… Modern Bilimin sonuçlarından, evrensel
değerlerden bilgi olarak haberdar olsa dahi, onları
uygulamaya koyma ve yaşama imkânına sahip
olamamış; toplumsal şartlanmalar, yöresel değer
yargıları ve beşeri duyguların ne demek
olduğunu ve bu tür kayıtlılıklarından neden
arınması gerektiğini farkedememiş; kendisinin etkemik değil, düşünceden ibaret bir varlık, bir
bilinç varlık olduğunu ve ölümün kendisi için bir
son olmadığını, her yaptığı ve düşündüğüyle
ebedi geleceğini şekillendirdiğini anlayamamış;
“düşüncenin” ve “imanın” yaşama yön verici
gücünü hissedememiş; iç dünyasına bir kez olsun
dönememiş;
dolayısıyla
kendi
aslını
farkedememiş, özündeki evrensel bilincin
değerlerini tadmaktan mahrum yetişmiş biri,
gereken bakış açısıyla evrensel kozmik değerleri
yaşamanın nasıl birşey olduğu ve ona “imanla”
yaşamın ne sonuç vereceği hakkında ne kadar
fikir sahibi olabilir??? Meçhul!..
Karıncalardan, gorillere, oradan ilkel bir insan
kabilesine, daha sonra bir geri kalmış topluluğa,
sonra bilim dünyasına ve oradan maneviyata
yönelim yeteneğini geliştiren bireylere doğru bir
seyir…
Nereden ve nasıl geldiğini dahi bilmeden
120
GİZ’Lİ GÜLŞEN
elindeki veya altındaki teknolojiyi tıpkı sihirli
değnekler bulmuşçasına kullanmasına rağmen,
kafasında hâlâ ormanda hayatta kalma savaşı
veren ve sırf bedensel ihtiyaç ve arzuları
kaygısıyla, her an her şeye saldırmaya hazır,
herşeye karşı düşman kesilebilen; bağışlama,
sabretme, hoşgörme, sevme, kanaat etme,
karşısındakine saygı duyma, şükran duyma,
paylaşma, hizmet etme gibi özellikleri
kazanamamış, bunların bir kez olsun tadına
varamamış bir birim, medeniyetin ortasında da
bulunsa, taklit yoluyla süregiden örneğin goriller
arasındaki sosyal kabile yaşam düzeyini ne kadar
aşabilmiştir?…
…”ALLAH” ismiyle işaret edilen mânânın ne
olduğunu
ve
ne
olmadığını
okuyup,
öğrenmekten mahrum biçimde, hayalinde
yarattığı bir varlığa bu adı takarak ömrünü
tanrısıyla, dindarlık gafletinde tüketen, iman
esaslarının hakikatine duyarsız…
Üçbin senedir yaşam düzeyi değişmemiş,
yağmur ormanları ortasındaki bilmem ne tunga
kabilesinin dahi anlamadığı için şartlandırılmak
istendiği inancı terkedebildiği bir çağda, eline
aldığını
“Göktanrının
kutsal
Fermanı”
kabulüyle, kendi kabile fertlerinin ihtiyaçlarına
göre bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışmayı
meslek edinmiş…
“ALLAH” gerçeğine dayalı bakışı kazanamamış,
böyle bir anlamın varlığından ve onu okuyarak
öğrenmesi gerektiğinden dahi habersiz, imanlı
bakış açısıyla yaşamın ne tür değişimler
121
AHMED BÂKİ
gerektirdiği ve bunun nasıl bir yaşam olabileceği
hakkında en ufak bir tefekkürü olmayan;
kendindeki EVRENSEL BİLİNCİN varlığından
habersiz, ÖZÜNDEKİ ALLAH’ı farkedememiş,
farkedemediğini hiç farkedememiş, “ALLAH
İNDİNDEKİ DİN” ifadesininin derinliğini
kavrayamayan bir birimin…
Tüm bu anlatılanlarla dahi kayıt altına
alınamayan, “ALLAH” isminin işaret ettiği
mânâya dayalı olarak YAŞAM SİSTEMİNİ
açıklayan ZAMANÜSTÜ EVRENSEL SİSTEM
KİTABI
olan
KURAN-I
KERİM’i
değerlendirmesi, yorumlaması, ne derece tutarlı
ve gerçekçi olabilir?…
“ALLAH İNDİNDE DİN” olan “SİSTEMİ”
açıklayıcı, ancak maneviyatı değerlendirme
yeteneğine sahip beyinler için OKUnası
KİTAP’tan bahsediyoruz…
ALLAH SİSTEM ve DÜZENİNDE herşey
yerli yerincedir ve her birim ne gaye ile
varolmuşsa, sadece onu yerine getirerek, nihai
hedefine ulaşacaktır…
Hiç kimsenin, “ALLAH” adına İSLÂM DİNİ’ni
bildiren RASÛLULLAH ALEYHISSELÂM’tan
başka kimseye tâbi olma zorunluluğu yoktur…
Kişinin “KURAN-I KERİM” nedir sorusuna
vereceği cevap son derece önemlidir; çünkü bu
cevap, onun DİN konusuna gerçekçi veya
mukallit
yaklaşımının
düzeyini
gösterir!
“ALLAH” ismiyle işaret edileni bilmeyen, “DİN”i
asla bilemez!
122
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Ölümötesinde hiç bir mazeretin geçerliliği
olmadan ve hiç bir duygu yer almadan “herkes
kendi beyniyle hazırladıklarının neticesine
ulaşacaktır” hükmünü hatırdan çıkarmadan,
kimsenin “ben falancanın yanlış yönlendirmesinin
kurbanıyım”, diye af bulamayacağını hesaba
katarak, artık yaşamınızı dilediğinize oynayın!
28.07.2000
J
123
▪ 56
~Nefs Ayrılığı İster~
“A
LLAH” bilincinden yoksun olan, her
düşünce ve fiiliyle kendinin ve
çevresinin helâkına; ALLAH ismiyle
işaret edilenin bilincine varan ve ilmini çevresiyle
paylaşan da çevresinin hayrına hizmet
halindedir… İkisinin arasında başka bir yol ve
seçenek yoktur!
Başkalarından alıp, sahiplendiğinizde (zannınız
olan) egonuzun herşeyden ayrılığına; karşılıksız
verdiğinizde ise, (hakikatiniz olan) Evrensel
Birliğe, Bütünlüğe hizmet etmiş olursunuz!
Karşınızdakileri dışladığınızda, egonuzun “ben
ve onlar” şeklindeki ayrılık yanılgısına; kabul
edip, kucakladığınızda, hizmet edip, verdiğinizde
ise
hakikat
olan
Birliğe,
Bütünlüğe
hizmettesiniz…
Öç
aldığınızda,
kınadığınızda,
şikayet
ettiğinizde, gıybet, dedikodu yaptığınızda,
böbürlendiğinizde, hırs ve tamah ettiğinizde
egonuzun “ben ayrıyım ve farklıyım” zannına;
bağışlayıp, hoşgördüğünüzde, dil uzatmayıp,
baştacı ettiğinizde, kanaat edip, paylaştığınızda
ise hakikat olan Evrensel Bütünlüğe hizmet
124
GİZ’Lİ GÜLŞEN
halindesiniz!
Varlığınızı ve kendinizi kanıtlama çabalarınız
sizi egonuzun “ben başkayım” ayrılığını yaşamaya;
haddinizi bilip, Evrensel Bütünlük indinde ayrı
bir varlığınız olmadığı gerçeğini hazmetmeniz
ise, Sınırsız Birliği yaşamaya erdirir…
Fiiller
niyetlere
göredir!
Ne
için
yaşamaktasınız? Birlik-bütünlük için mi, ayrıgayrılık için mi?
J
125
▪ 57
D
~Düşüncenin Gücü~
ÜŞÜNCENİN
mi?…
GÜCÜ’nü
farkettiniz
DUA’nın,
düşünce
gücünü
değerlendirmek olduğunu gördünüz mü?…
Beynimizdeki “düşünce fonksiyonunun” ne
kadar farkındayız, onu ne derece tanıyoruz ve ne
kadar doğru değerlendirebiliyoruz?…
Düşünce, gücünü “İMAN”dan alır!
Biliriz ki “dua”, ALLAH’ın istemesiyle vücuda
gelir ve dolayısıyla icabet bulur, gerçekleşir…
“Ve mâ teşa’une illâ enyeş’a Allah” = “Yoktur
istemeniz, ancak Allah’tır isteyen”.
Dileyenin
hakikatte
Allah
olduğuna
İMANIMIZDAN dolayı, duanın sonunda, “bu
hakikate İMAN üzereyim ve dolayısıyla ortaya
çıkan bu dileğin gerçekleşeceğine EMİN oldum”
anlamına “AMİN” deriz…
“ALLAH” ismiyle açıklanan hakikati bilen ve
ALLAH’a İMAN üzere olanın, her duasına
“AMİN” denmiştir… Bunun için ehlullahın duası
126
GİZ’Lİ GÜLŞEN
makbûldür.
Biliriz ki ALLAH, dua edenin, duasına icabet
eder. Öte yandan, çok istediğimiz, arzuladığımız,
aklımızdan çıkmayan birşeyin olmadığını;
istemekten vazgeçtiğimizde, isteğimizi aradan
çıkardığımızda ise kendiliğinden olduğunu sıkça
tecrübe etmişizdir.
Neden?… Şimdi bunu cevaplamaya çalışalım.
“ALLAH” ötemizden Duamızı kabul veya red
eden bir tanrı olmadığına göre, acaba bu ifadenin
anlamı, “ALLAH ismiyle işaret edileni ve içinde
yaşadığımız O’nun EVRENSEL SİSTEM’ini ne
kadar
iyi
okuyup,
anlayıp,
bilip,
değerlendirebilirsek… Özümüzde mevcut olan,
her an, her şeyimizle bizim varedenimiz olan
ALLAH’a ait güçleri, o kadar iyi bilme, anlama,
hissetme ve değerlendirme imkânına sahip
olabiliriz ve dolayısıyla bu hakikatimize olan
imanımızın gereğini o nisbette yaşamda
müşahade edebiliriz” şeklinde olabilir
mi?…
ALLAH’ın AHAD oluşu dolayısıyla, ALLAH’a
iman etmiş olmak, “ayrılık diye birşeyin
varolmadığına, varlığın hakikatte tek bir bütün
olduğuna, dolayısıyla çokluk olarak görünen
herşeyin, göremesek bile temelde birbiriyle
ilintili bir halde tek ve bütün bir sisteme
tâbiolduğunu” kabul etmemizi gerektirmez mi?
Bu durumda, Dua ederken veya birşeye
ulaşmayı isterken, acaba bu “EVRENSEL
BÜTÜNLÜK” gerçeğinin ne kadar farkındayız ve
127
AHMED BÂKİ
bu gerçeğe ne kadar inanç üzereyiz?
Düşünce, yani DUA, gücünü İMAN’dan
aldığına göre, kişi, diliyle istediğini değil, kalbiyle
İMAN ettiğini, inandığını yaşar… Nitekim:
“ALLAH
kalplerinizde
(bilinçlerinizdedüşüncenizde) olana bakar!” (Ayet)
Şimdi bu düşünceler ışığında bakarsak:
Dilinizde birşeye “ulaşmayı” istediğinizde,
gerçekte,
⎯ulaşmak
istediğiniz
için⎯
bilincinizde o şeye “uzak olduğunuza”
İNANDIĞINIZIN farkında mısınız?…
Dilinizde bir şeyden “kurtulmayı” istediğinizde,
düşüncenizde o şeye “bağımlı olduğunuza”
Dilinizde
“yokluğu”
inandığınızın…
istediğinizde,
düşüncenizde
“varlığınıza”
inandığınızın… Dilinizde BİRLİĞİ istediğinizde,
düşüncenizde AYRILIĞA inandığınızın…
Farkında mısınız?…
Oysa, uzak olduğunuza inandığınızda, bu
inancınızın neticesi olarak, sadece uzaklığı,
bağımlı olduğunuza inandığınızla bağımlılığı, vs.,
yaşamak durumundasınız!
Dilinizdeki
tekrarların
değil,
BİLİNCİNİZDEKİ
İMANIN
karşılığını
yaşadığınızın ve yaşamakta olduğunuzun farkında
mısınız?…
İşte bu sebeple, ehlullah demiştir ki: “Nefsinle
istediğin hiçbirşey olmaz, ama “ALLAH” ile
istediğin herşey gerçekleşir, çünkü onda nefsinin
dahli yoktur!”
128
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Yine bu esastan, “olmayacak duaya AMİN
denmez” denmiştir…
“ALLAH”, derin düşünebilmeyi, bildiğimizi
sandığımız hakikati idrak etmeyi, o hakikate
imanın gereğini yaşayabilmeyi ve yaşamımızın
her
anını,
taklitle
değil,
düşünerek
değerlendirmeyi nasip etsin…
AMİN!
13.08.2000
J
129
▪ 58
~Beyin ve Zekât~
“H
ak’tan aldıklarından neyi verirsen,
zekât olarak, karşılıksız olarak;
Allah’ın kurmuş olduğu düzen ve
sistem gereği, o gelir sana, misli misli!.
Allah anayasasındaki sistem ve düzen, ne
verirsen misli misli o gelir sana!.
Para dağıtırsan, misli misli para gelir; bina
dağıtırsan, bina gelir; ilim dağıtırsan, ilim gelir;
bâtın ilimi, maneviyat dağıtırsan o yoldan sana
açılım olur!.
Patlıcan tohumu
bekleyemezsin!.
ekip,
gül
yetişmesini
Bu niçin böyle..?
Kısaca bunu da açıklamaya çalışayım..
Allah’ın kurmuş olduğu sistem ve düzen
gereği, insanda meydana gelen her şey beyin
aracılığıyla ortaya çıkar, farkedilir hâle gelir!..
Beyinde hangi konu ağırlık kazanırsa, o konu
üzerinde beyindeki açılımlar genişler ve alışları
artar!.
130
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Verme fiili, beyindeki ilgili kapasitede
genişleme oluşturur!.. Hangi fiilller kişiden açığa
çıkarsa, o fiillerin kökeni olan hücre bloğunda
büyüme, gelişme olur; o alanda faaliyet gösteren
hücrelerin sayısı artar!.
“Anlamasan da ibadet et” önerisinin ardındaki
gerçek budur!. Fiiller, açılımları zorlar ve yeni
kapasiteler meydana getirir…
Netice, zekâtını hangi yoldan neye dönük
olarak verirsen, karşılığını da aynı yoldan, misli
misli alırsın!. Maddiyata dönükse, o yoldan;
maneviyata dönükse, o yoldan!”
⎯Üstad Ahmed Hulûsi’nin “İSLÂM”
kitabından…
J
131
▪ 59
~Yeni Şeyler
Zamanı~
M
odern Bilim sayesinde bazı gerçekler
yeni yeni kavranılmaya başlar gibi…
“Kelimei tevhid”in birinci yarısının
bir bölümünün anlamı açılmak üzere: “La
ilahe,…”!
Ancak bu kez de gafiller “içimizdeki tanrı”
hayalinin cazibesine kapıldı…
Ne fayda, TANRI ne içimizdedir ne de
dışımızda! Çünkü tanrı hiç varolmadı!
Ne yukarıda! Ne aşağıda!
Bir adım daha ilerle ve gör:
Hakikatte, senin ne dışın var, ne de için!
Çünkü “sen”, sandığın değilsin… Ayrı başına bir
varlık da değilsin. “Sen” dediğin bir gayenin, bir
muradın yerine gelmesinden ibaret!
Varlığın, beş duyundan doğan bir hayal!
Hakikatte, ALLAH ismiyle işaret edilen
Sınırsız Tek Hakikatten gayrı birşey yok! Sonu,
içi, dışı olmadan!
Hayalden geç, benlikten uzak dur, sadece
132
GİZ’Lİ GÜLŞEN
teslim ol!
ALLAH dilediğini yapmada…
J
133
▪ 60
B
~İnsanoğlu~
ekliyorlardı, geldi!
“ALLAH” dedi!
“Hocam!” dediler, düştüler peşine…
Ama şartlanmalarına uymadı!…
“Yobaz” dediler, terkettiler…
“ALLAH ismiyle işaret edileni” açıkladı!
“Aydın” dediler, düştüler peşine…
“Zındık” dediler, terkettiler…
“Sadece ALLAH var”, dedi!
“Veli” dediler, düştüler peşine…
“Deli” dediler, terkettiler…
“HÛ” dedi!
“Mehdi” dediler, düştüler peşine…
“Mmm!” dediler, terkettiler…
Ve sonunda…
Kendi başlarına terkedildiler!
134
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Çünkü, “ALLAH” diyemediler, “ALLAH’ı”
bilemediler…
Ve hâlâ bekliyorlar…
Haydin dostlar! Aşk ile ve şevk ile, hep bir
ağızdan deyelim bir daha:
Eşhedü* ennee……
(şahidim) ki……
⎯Şehadet
ediyorum
26.08.2000
J
135
▪ 61
“A
~Düşünen Beyinler
Dinlesin~
LLAH”
ismiyle
işaret
edilen
HAKİKAT, bir “tanrı” değildir!…
Nefsiniz de bir “tanrı” değildir ve
bizler “tanrılar” değiliz!
Hakikatte, yeryüzünde insanlar iki gruptur:
• “ALLAH’I
BİLMEMEK
yüzünden,
nefsini
TANRILAŞTIRMAK
suretiyle
nefsine zulmedenler…
•
Nefsinin hakikati olan “ALLAH’ı”
bilerek, elinden geldiğince bu Hakikatin
gereğini yaşamaya çalışanlar…
Sistemdeki her oluşum şu ifadeyi
getirmekte ve daimi zikretmektedir:
dile
“TANRI ve TANRILIK yoktur; sadece Vahid
ve Kahhar olan ALLAH vardır.”
Zalimler bu gerçeği, hakikatlerinin gereğini
ortaya
koyamama
ATEŞİ
ile,
TANRILAŞTIRDIKLARININ yanıp ta yok
olduğunu gördüklerinde, taa cehennemin dibinde
işitecekler…
136
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Düşünen beyinler, bugünden işitsin!
27.08.2000
137
▪ 62
~Kır Testiyi Su
Irmakla Bir Olsun~
T
asavvufun Bilgi Gülşeninde açıklanan
gerçekler ile, popüler bazı mistik
ekollerin, “gökte bir tanrı olmadığı”
gerçeğinden hareketle gelebildiği noktayı iyi ayırt
etmek lâzım:
“Bizler = tanrılar” değiliz!…
“Nefsimizin hakikati, ALLAH’tır”…
Anlayışı kıtlara aynıymış gibi gözüken bu iki
ifade, aslında birbirine tamamiyle zıt iki ifadedir
ve bilinci tamamen birbirine zıt hedeflere
götürür…
“Nefsimin hakikati ALLAH’tır” diyenin
menzilinde, “ALLAH” ismiyle işaret edilen
HAKİKAT vardır ve Gerçeği anlayıp, hissedip,
yaşayabilmenin yegâne çaresinin “ALLAH”
İNDİNDE “varsaydığı benliğinin yokluğunu”
değerlendirebilmesi
olduğunun
anlayıp,
bilincindedir…
Evrenin bütünlüğünü ve yukarıda bir tanrı
olmadığını farkettikten sonra, o halde “tanrı
benim” hezeyanına kapılan ise, var zannettiği
138
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“benliğine”, “tanrı” etiketini yapıştırmaktan
başka birşey yapmamıştır ve bu kez “benliği” =
“tanrısı” olmuştur!
Benliğini
“tanrılaştırmaya”
sınırlanmak neresi…
çalışmakla
“Nefsinin hakikatının ALLAH” olduğu
bilinciyle,
Sınırsızlık
indinde
“yokluğu”
yaşayabilmek neresi?…
Biri, suyun “testide mahpusluğu” ise…
Diğeri, testinin kırılıp, içindeki suyun ırmağa
karışıp ta “okyanusta yok olması” gibidir…
Su hep sudur, amma… Testi kırılıp ta, içindeki
su ırmakla bir yol tutmadıktan ve okyanusa akıp,
kaybolmadıktan sonra, “okyanus benim” dese ne
olur?…
Bu ikisi arasındaki farkı değerlendirebilecek
kadar dahi anlayıştan nasiplenmemiş olanları
bırakın, “tanrı” olmaya devam etsinler…
28.08.2000
J
139
▪ 63
~Bilinç Sıçraması~
A
kıl sahibi odur ki, “ben tanrıyım” deyip
te “benliğini” yüceltebileceği zannıyla
yeni bir hayale dalmak yerine, elinden
geldiğince “ALLAH” ismiyle açıklanan hakikati
anlamaya ve gereğini değerlendirmeye çalışır!
İmanın gereği de budur!
Zira…
Hakikatin olan Evrensel Bilince (İnsan-ı
Kâmil’e), erdiren yol, “tanrı oldum” hayalinden
değil, ALLAH indinde “yok olduğun” gerçeğini
farketmekten ve hazmedebilmekten geçer.
Hallac-ı Mansur, “ben tanrıyım” dememiştir!
“Ene’l Hakk!” demiştir. Bunun mânâsı,
“Hakikatimden ayrı değilim! Dolayısıyla “ben”
dediğimle o “Hakikatime”, yani “Hakka” işaret
etmekteyim,” demektir; yoksa “tapınılan o “tanrı”
benim” gibi yorumlar anlayışı kıtların anlayış
seviyelerinden başka birşey göstermeyen
varsayımlardır…
J
140
▪ 64
İ
~Medine Treni~
nsanlara gerçekleri açıkladıktan sonra, onları
inandıkları tanrılarıyla başbaşa bırakarak
köyüne çekilen Aksaçlı Bilge sormuş:
⎯ Medine Treni’ni bilir misin?... 25 katarlı
lokomotif, nasıl iki katarla varmış Medine’ye?..”
Ve sonra anlatmış:
⎯ Osmanlı devrinde bir tren kalkarmış,
İstanbuldan - MEDİNE’ye…
Uzun yol treni…
Yolcular ve de arkasında yük vagonları sırayla
dizilirlermiş birbiri ardına…
Lokomotifin hemen arkasında Medine
yolcuları vagonu, ardında Medine yolcularının
yük vagonu…
Onun ardında Ürdün yolcuları vagonu ve
onların yük vagonları... Ardından Şam yolcuları
vagonu ve onların yük vagonları...
Böylece, Antakya, Konya, Eskişehir, Bilecik,
Adapazarı yolcuları, her biri kendi vagonuyla
sırasıyla aynı lokomotife katılırmış...
141
AHMED BÂKİ
Lokomotif yola çıkar, önce Adapazarı’na
varırmış! Adapazarı’na varınca, ilk yolcularla
yükleri orada katardan ayrılırmış vagonlarıyla!
Çünkü onların yolu, Adapazarı’na kadarmış...
Sonra Bilecik’te, Bilecik yolcularının vagonları,
ardından Eskişehir’de, Eskişehir yolcularının
vagonları
ve
yük
vagonları
ayrılırmış
katarlarından. Eskişehir’e kadarmış onların da
yolları...
Konya, Şam, Ürdün derken, böylece vagonlar
azala azala, ardında 2-3 vagonla Medine’ye
varırmış lokomotif...
Oysa başlangıçta 25-30 vagon takılırmış
peşine... İşte böyleymiş Medine Treni!
25 katarla yola çıkan lokomotif, işte böylece iki
katarla varmış Medine’ye...”
Ve sormuş ardından:
“Nerede o trenler şimdi?...”
03.09.2000
J
142
▪ 65
K
~Mürşid Nedir~
öyündeki Bilgeye ulaşıp sormuşlar....
⎯ Üstad, “mürşidi olmayanın mürşidi
şeytandır” deniyor... Ne dersin sen?
Mürşidimiz yoksa, illâki biz şeytana mı tâbiyiz?
⎯ Siz bu açıklamayı, gidip bir mürşid bulup
ona tâbi olmak diye anlıyorsunuz, değil mi?
⎯ Evet Üstad... Başka nasıl anlayabiliriz ki?
⎯ “Mürşid” isminin mânâsı “aydınlatan”
anlamındadır. Önce bunu iyi anlayın!.. Kur’an,
cehaleti “karanlık”la, ilmi ise “nur” kelimesiyle
sembolleştirmiştir.
Yani, senin cehalet karanlığının aydınlatılması
işini yapana “mürşid” denmiştir. “İrşad etme” =
“aydınlatma”dır...
Şimdi diğer taraftan farkedelim ki... Karanlıkta
kalmış, önünü, yolunu, geleceğini göremeyen
adam ne yapar? Elbette “ZAN” üzere hareket
ederek bir tarafa yönelir.
Hatırla ki, Kur’ân daima “ZAN” üzere hareket
etmeyi yermiştir. İnsanların gerçek ve yakîn
143
AHMED BÂKİ
üzere hareket etmelerini önermiştir.
“ZAN”nın kökeninde ise “VEHİM” vardır!.
“Vehim”
ise
insanın
ilim-akıl-mantık
doğrultusundan
sapıp,
“ZAN”
üzere
DUYGULARI, şartlanmaları ve buna dayanan
değer yargılarıyla hareket etmesine yol açar...
“VEHME” tâbi olmanın Kur’an’daki anlatım
veya tâbiri “ŞEYTANİYET”e tâbi olmaktır.
Şeytan diye bir kavim yoktur; “şeytanlaşmış”
cin kavmi vardır. Bu yüzden “ŞEYTANİYETE
BÜRÜNMÜŞ” cin ve insan topluluğundan
bahsedilir ki, Kur’ân’da bundan sakınmamızı
tavsiye eder.
İnsanın aklı durur, mantığı zayıflarsa, artık
ilmin gereğini değil; bedensel dürtülerinin ve
duygularının gereğini “VEHMİNİN” oluşturduğu
bir şekilde açığa çıkan “ZAN”larına göre ortaya
koyar... Ki, bu da onun “Mürşidinin şeytan
olması” benzetmesiyle anlatılır.
İlim-akıl-mantık çizgisini bırakarak bedensel
dürtüler ve duygular yolunda davranışlar ortaya
koyan kişi, şeytanı mürşid edindiği için de helâk
olur!.
“ALLAH” için harcayamadığı varlığını bedensel
dürtüleri ve duygular doğrultusunda harcayanlar,
elbette
ki
bunun
sonucunda
hüsrana
uğrayacaklardır.
Ebu Cehil de Hazreti Muhammed’i tanıyor,
hemen hergün O’nu görüyordu; ama O’nun
getirdiklerine tâbi olmadığı için; “vehim” ve
144
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“zan”nı terkedip yani “şeytana tâbi olmayı”
bırakıp, Rasûl’ün getirdiği ilim-akıl-iman
çizgisine girmediği için hüsrana uğramıştır.
Demek ki, “HEVASINI İLAH EDİNEN”,
bedensel dürtüleri ve duyguları doğrultusunda
hareket edenler, kimi tanımış olurlarsa olsunlar,
sonuçta hüsrana uğrayacaklardır, “şeytaniyet”e
tâbi oldukları için...
Bilmem yeterince açık oldu mu?...
... Diye açıklamalarını tamamlamış
ziyaretçilerini uğurlamış Bilge:
ve
⎯ Haydi, Allah “Selâm” ismi mânâsıyla zahir
olsun sizlere.... Bu kadar uzak yola geldiğiniz için
teşekkür ederim...
09.09.2000
J
145
▪ 66
~Korunma Duası~
D
UA ve ZİKİR isimli kitapta bulunan ve
cinlere karşı korunma olarak bilinen,
dualarla ilgili çok fazla spekülasyon
yayılınca ortaya, bu konuyu iyice anlamak
amacıyla bizim ak saçlı bilgeyi çekildiği köyünde
rahatsız etmekten başka çare bulamadık…
Dağları, ovaları, okyanusu aşıp, kapısını çaldık
gene…
⎯ Üstadım bir sorunumuz var… Pek çok kişi
bu korunma dualarının gereksiz olduğunu
söyleyerek insanları bu dualara devamdan ala
koyuyormuş!…
Cinler
onlara
bir
şey
yapmazmış!!! Hatta bu duaları okuyanlara
musallat olurmuş cinler!!!… Böyle laflar
yayıyorlar ortalıkta… Lütfen bu konuya bir
açıklık getirir misiniz?
⎯
Evlat,
Sistemi
“OKU”yamayanlar,
görecek
mekânizmaların
nasıl
çalıştığını
basiretten mahrum olanlar, Kur’ân’ın tavsiye
ettiği bir şeyi gereksiz bulabilirler elbette!.
Önce şu realiteyi iyi anla!… “İnsan” ve “cin”
isimleriyle işaret edilen iki tür topluluk vardır.
146
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Bu türler içinden, “vehim” gücü ağır basıp
“ZAN”larına tâbi olarak yanlışı seçenler ve
başkalarını da bu yanlışa sürükleyenlere, ortaya
koydukları bu işlev itibariyle “ŞEYTAN”;
yaptıkları bu işe de “ŞEYTANİYET” denmiştir.
“İblis” denmesi de, “zan”na kapılarak ikileme
düşmesinden kinâyedir.
“İnsan ve cin şeytanları” ifadesi de bu yüzden
kullanılmıştır.
Şimdi şu gerçeği farkedelim:
Cinlerden, “şeytaniyet” vasfı ağır basanlar
insanları etkilerler. İnsanlardan da “şeytaniyet”
vasfı ağır basanlar diğerlerini etkilerler.
Yani, kişi gerçek dururken, vehmine tâbi
olarak, akıl ve ilim yolundan sapıp; kesin
bilginin gerektirdiği şekilde olmayarak, “ZAN”
üzere, bir davranış içine girerse, bu “şeytana
uymak” diye tanımlanır.
“VEHMİN”, nefsin çeşitli mertebelerinde türlü
oyunları vardır.
Düşünün ki, Kur’ân, bize ders olmak üzere bir
“NEBİ”nin “şeytan”dan korunma duasını
öğretmekte ve inananların “şeytandan” yani
“ŞEYTANİYETTEN”
nasıl
korunmaları
gerektiğini öğretmektedir.
Hele ki DUA ve ZİKİR kitabının 268.
Sayfasında nakledilen Hazreti Rasûl’ün Mirâca
çıkarken şeytanın musallat olmasına karşı
okuduğu korunma duasını hatırlarsak…
Adama,
“sakla
samanı
147
gelir
zamanı”
AHMED BÂKİ
atasözünden bahsediyorsun, evini balya balya
samanla dolduruyor!… Bu anlayışta olana DİNİ
ve Tasavvufu anlatmak fevkalade zordur!.
Çünkü DİN ve Tasavvuf çok büyük ölçüde
benzetme ve misallerle anlatılmaya çalışılmış bir
öğreti, bir sistemdir.
Sen bu korunma dualarını illâ ki dışarıdaki bir
insanın ya da kötü cinin bıçaklı saldırısından
korunmak için okumazsın!!!… O Nebi veya
Allah Rasûlü de dışarıdan saldıran bir şeytanın
saldırısından korunmak için bu duayı, yani
yönelişi yapmamıştı!.
Şimdi dikkat et!
Allah adıyla işaret edilenin bir esma terkibi
olarak var olan veri tabanın, zaman zaman da
vehminle zan üzere yaklaşır konulara ve bu
yüzden de yaşamında önemli yanlışlar yapmânâ
yol açar. Bu durumda sen şeytana uymuş
olursun!…
Bu özellikle mülhime nefs bilincinde olanlarda
çok çok görülen bir hâldir.
Şimdi kişinin bu dualara devam etmesi
zorunludur!… Niye?
Çünkü bu duaları “RAB”bına yaparak,
vehmine, zanlarına uymaktan korunmayı talep
edersin ki, “rabbin” de mutlaka buna icabet
eder!… Rabbının icabeti, beyninden veri
tabanına olur!
Burada çok önemli bir sır vardır ki, onu ancak,
yaşayan ehli bilir…
148
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Bu anlattıklarımdan bir şey anlıyorsan, hangi
mertebede olursa olsun, herkesin her gün bu
korunma dualarına devam etmesinin zorunlu
olduğunu fark edersin.
Anlamıyorsan da, bana inanıyorsan gene devam
edersin.
Bilin ki, şeytaniyet ister zahir, ister bâtından
zuhur etsin; yegane korunma yolu bu korunma
dualarıdır. Niceleri bu yolda heba oldu gitti,
Rabbine bu yolda yönelişi olmadığı için!… Eğer
“RAB” kelimesiyle işaret edilenin ne olduğunu
anladıysan mesele yok!… Anlamadıysan sana
onu öğretecek birini ara!…
Haydi yolun açık ola!…
Anlatılanları anladık… Anlatılmak istenilenleri
kavramaya çalıştık… O köyden köyümüze
dönerken, bir yandan da mecazlar üzerine binâ
kurmaktan koruması için Rabbimize dua
ettik!…
17.09.2000
J
149
▪ 67
G
~Başka Dünyalar~
özlerin, denizin üzerinde “kaybolan
dalgaları” bâki sanmakla meşgûl!
Bilinç gözün ise denizi tanımak için
var!…
Kör değilsen gör!
Evrenin ÖZ’ünde bir SİSTEM işliyor…
Yaşamın ÖZÜNDE bir DÜZEN hâkim!
Zanlarından bağımsız, “egonun” tam zıddına!
Sevenin, sevildiği…
Dövenin, dövüldüğü…
Verene, misliyle verilen…
Karşılıksız bağışlayanı, hürriyete erdiren…
Sen hoşça kandır kendini dalgalarla yüzeyde,
düşünmeden, OKU’madan…
Al ki, belki sahip olasın!
Tut ki, belki mutlu olasın!
Söv ki, belki sevilesin!…
150
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Gözünün
dünyası
“görmüyorsun”!
“MEKR”ten
ibaret,
Beyin sermayen tükeniyor, farkında değilsin!
Neler uğruna neleri yitirmekte olduğunu asla
bilmiyorsun…
SİSTEMİN SESLENİŞİ’ni duy; varlığın bir
aldanıştan ibaret!
ALLAH’a firar etmekten başka kurtuluşun
yok!
02.10.2000
J
151
▪ 68
~Kim Neye Hizmet
Etmede~
D
oğru
düşünebilmek,
yanılgılardan
kurtulmakla mümkündür! Yanılgılardan
kurtulabilmek ise, ancak “hakikati”
bilmekle mümkün olur…
Yaşadığımız varlığın ve sistemin hakikati,
“ALLAH” ismiyle Rasûl’ünün dilinden tüm
insanlığa bildirilmiştir…
“ALLAH” ismiyle açıklanan hakikati esas
almayan düşünce ve tespitler göreseldir,
yanılgıdır, faydasızdır… Ve dahi, hayır gibi
görünse de sonucu gerçekte şerdir = yanıltır,
gerçekten alakoyar…
“ALLAH” isminin işaret ettiği hakikati esas
alarak
düşünebilmek,
“ALLAH”
gibi
düşünebilmek demektir…
Peki, bu hakikati yaşamaktan mahrum olan
için geriye ne kalır?…
Geriye, “ego” varsayımına GÖRE düşünmek ve
sonuçta “hakikat” yerine aldanışlara göre yaşamı
tüketmek kalır!
“Ego” herşeyi tersinden gösterir ve aldatır!
152
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“Ego”, hakikatte varolmayan, ancak varmışçasına
uğruna yaşanılan bir savunma faaliyeti ve bir dar
düşünce ürünüdür.
Oysa, varoluşumuzun gereğini yaşadığımız bu
SİSTEM, “bireysel ayrılıklar” zannına göre değil,
“ALLAH’ın
TEKLİĞİ
ve
EVRENSEL
BÜTÜNLÜK”
gerçeğine
dayalı
olarak
yürürlüktedir.
Burayı çok iyi değerlendirirsek, bir çok
sualimiz cevabını bulmamız kolaylaşır…
İlmimiz, bilincimiz ve düşüncelerimizle ya
Hakikate kulluğumuzun farkındayız, ya da,
beşeriyetimize,
yani
“egomuz”
zannına
hizmetteyiz! Kimse için ikisinin dışında başka
bir yol sözkonusu değildir!
“Nice şeyler vardır, “size” şer gibi görünür,
hakikatte hayırdır; hayır gibi gözükür, hakikatte
şerdir… “ALLAH” bilir, “siz” bilmezsiniz!”
(Kur’an-ı Kerim).
Kurtuluşa erenler, egodan, bencillikten
kaynaklanan dürtülerinin zıddına hareket eden
ve yanılgıdan arınanlardır… İnsan olana bu bir
zarurettir ve bunun en kısa yolu VERİCİ
OLMAK’tır…
“İblis’in” kulluğu
etmemektir…
ise,
“Adem’e”
secde
Kim, ne sanmada, neye hizmet etmede?
İnsanlık bunu değerlendirebilecek düzeyde mi
acaba?…
27.08.2000
153
▪ 69
~İman İçin Akıl
Gerek~
“A
KILLI İNSAN”, aslını ve orjinini
farketmeyi ister; hür düşünce için
şartlanmalardan,
yargılardan,
bağımlılıklardan ve duygulardan arınmak ister!
AKIL, bilgiyi değerlendirir! Evrenin aslının
BÜTÜNLÜK ve TEKLİK olduğunu kavrar! Göz
göremese de, AKIL, TEK’LİK GERÇEĞİNİ
görür; ki buna BASİRET denir… Bu görüşünün
gereğini yaşamak için “BEŞ DUYU” yerine
İDRAK ve “İMANI” kullanır. Duyularla
algıladıklarını,
İMANI
ile
yorumlar,
değerlendirir; böylece “zanlar” yerine, “hakikat”
esasına göre yaşar.
“ALLAH’a İMAN”, AKLIN gereğidir!
AKLI olmayanın, İMANI olmaz! Onun için,
akılsız mes’ul değildir, denmiştir.
Yaşamda bir SİTEMİN yürürlükte olduğunu,
AKIL değerlendirir. SİSTEMDE neyin, ne sonuç
getirdiğini AKIL farkeder!
AKILdan nasibi olmayan, YAŞAMDA bir
SİSTEM’in varlığını kavrayamaz; her defasında
aynı fiili ortaya koyup, farklı bir karşılık almayı
154
GİZ’Lİ GÜLŞEN
umar! Örneğin, “benliğini yüceltmeye çalışmanın
sonucunun zillete düşmek olduğunu” her
defasında tecrübe eder, fakat bunun sistem
gereği böyle olduğunu kavrayamaz! Bir sonraki
sefere benliğini daha bir gayretle yüceltmeye
kalkışır ve bu kez daha büyük zillete düşer! Ama
o yine de daha çok gayretle benliğini yüceltmesi
gerektiğini zannetmeye devam eder…
Onun için akılsızın NASİHAT almasını
beklemek de akılsızlıktır! Akılsızın hatasında
ısrarının sebebi, işleyen SİSTEM’de aynı fiili
ortaya koyduğu sürece, aynı akibetle
yüzleşeceğini
anlayamamasıdır…
Bunu
anlamadıkça, “hatasının” ne demek olduğunu da
anlayamaz! Hatasını göremediğinden, özür de
dileyemez, tövbe de edemez! Tövbeden mahrum
olunca, bağışlanmayı da bulamaz! Çünkü
bağışlanma, tövbenin karşılığıdır!
Dolayısıyla, akılsız, hep akılsız kalmaya,
ahmaklığı yaşamaya mahkumdur; ne değişir, ne
gelişir!… Şartlanmalar, yargılar ve duygulara
bağımlılıktan kopmaz, kopamaz! Eğitilebilir
olmadığından, ilgi duysa bile, açıklanan bilgiyi
değil, temelde kendi bildiğini okur! Ehlinin
dediği gibi, “bin’a okur, döner, döner, yine okur…”
Efendimiz Muhammed Mustafa aleyhisselâm
“devası olmayan tek dert AHMAKLIKTIR”
demiştir.
Dünyadaki
en
kıymetli
şey
sorulduğunda
ise,
“AKILDIR”
diye
cevaplamıştır…
AKLIN üstünü ise, ileriyi düşünebilen, hatta
görebilendir!
155
AHMED BÂKİ
NE KADAR İLERİYİ?… Bu soruya
cevabımızla, her birimiz AKLIMIZI ne kadar
kullanabildiğimizi ölçebiliriz!…
05.10.2000
J
156
▪ 70
~Köylü’ye Yöneliş~
B
ize yıllar gibi gelen bir süreçten sonra,
kafamı meşgul eden bir sorun dolayısıyla
köyüne çekilmiş aksaçlı Dost’umu ziyaret
zorunluluğunu hissettim...
Sorunum, Kur’ân’daki Dâvud aleyhisselâm
olayıyla ilgili idi. İki kişinin gelip, doksandokuz
koyunu olanın tek koyunu olanın elindeki
koyunu alması; bu olay hakkındaki Dâvud
aleyhisselâmın değerlendirilmesinin alınmasıydı.
Ne var ki, Dâvud aleyhisselâm yaptığı yorumdan
sonra, rukû (secde değil) ederek tevbe ediyor ve
sonraki âyette de bağışlandığı ifade ediliyordu.
Dağları, tepeleri, okyanusu aşıp, “DOST”a
ulaştım!..
Kapısını çaldım! Açtı, önce bir yüzüme baktı,
hâlâ mı kurtulamadım senden dercesine, sonra
hoş etti, kabul eyledi katına...
Girizgâhtan sonra sorunumu anlattım...
Her zaman olduğu gibi, direkt cevap yerine
konularda gezinmeye başladı...
⎯ Bilir misin Kur’ân’ın en çok sevdiğim
157
AHMED BÂKİ
bölümleri nereleridir?...
Elime aldığım anda aklıma, mantığıma ters
gelen, yanlış gördüğüm bölümleri!. İşte bütün
sırlar o bölümlerdedir!.
Sınırlı ve şartlanmış göreli mantığım, ne zaman
nereyi kendine uyduramasa, tecrübemle hemen
anlarım ki orada sırlar gizli!... Bilirim orada bir
“GİZ”li GÜLŞEN olduğunu ve dalarım içine!.
İnsanlar çoğunlukla, düşünmeden kabul
ettiklerini tasdik ettirmek amacıyla bakarlar
Kur’ân meallerine!. Ben ise her defasında,
farketmemiş olduğum bir başka GERÇEĞİ
okumak amacıyla önyargısız elime alırım
Kur’ân’ı...
Önyargılı yaklaşıp, duyduğunu tasdik ettirmek
için meâllere “bakan”lar, beyinlerine tek kelime
girmeden kapatıp koyarlar kitabı daha sonra da
bir yana!.
Kur’ân okumanın edebi, her eline alışta, ilk
defa açıyormuşçasına içine girip, defalarca
okumuş bile olsan, hiç bir şey bilmiyormuşçasına
orada yazılı olanı okuyup ne dediğini, neye işaret
ettiğini anlamaya çalışmaktır!.
Arabaya bindiğinde, uçağa bindiğinde çalıştırıp
hareket ettirmek için marşa basarsın! Namazın
da marşı “subhaneke...”yi “OKU”maktır!...
Farkında mısın bunun?
Namazla uçuşa geçeceksen eğer, önce
“subhaneke...”yi okumak ve bu arada kelime
sonlarındaki “...ke” zamirinin kime işaret ettiğini
158
GİZ’Lİ GÜLŞEN
kavramak suretiyle marşa basmak gerekir!...
Bunu bilir miydin?
Kur’ân’da yazılı olanların da neye işaret ettiğini
anlaman için, O Kitabın ÖNCELİKLE neyi
anlatmak istediğini kavramalısın!... Geçmiş
hikayeleri, olayları değil; bir düşünce, bir bakış
açısını, bir değerlendirme sistemini açıkladığını
farkedip kavramalısın!. Bundan sonradır ki,
anlatılan bütün olayların sana neyi farkettirmek
istediğini kavrayabilirsin!.
Allah bu!... Dilediğini yapar!.. Yaptığından sual
olunmaz!..
Bir iman edebilsen!...”
Anladım ki diyecekleri bitti; haydi yolcu
yoluna demek istiyor; kalktım, öptüm ellerini,
dedim:
⎯ Huuu!.
Dedi:
⎯ Y A H U!
07.10.2000
J
159
▪ 71
~Ne Suçla, Ne Kına,
Ne de Şikayet Et~
H
er
karşılaştığınız(!),
aslında
“KENDİNİZDEN
ÇIKANDIR”!
Yaşadıklarınızın tamamı sizden çıkar ve
sizden çıkanı yaşamanız kaçınılmazdır! Şaşı
bakıp, “başıma geldi” dedikleriniz dahil olmak
üzere…
“ALLAH”I BİLMEK ve SİSTEMİ ANLAMAK
ise
gayeniz,
karşılaştıklarınızdan
ve
yaşadıklarınızdan dolayı asla kimseyi suçlamayın
ve şikayet etmeyin!
Bilin ki, her ne yaşamış olursanız olun ve her
ne yaşayacaksanız, sadece ve sadece sizde mevcut
olanı yaşamaktasınız! Bir şeyi yaşamanız, o şeyin
sizin varlığınızdaki mevcudiyetindendir. Sizde
oluşan halin sizin dışınızda bir sebebi asla yoktur!
Bir limon sıkıldığında, ondan sadece limon
suyu çıkar; bal damlamasını beklemezsiniz!
Limon istediği kadar şikayette bulunsun,
sebepler bulup suçlasın, içinden sızan suyun
“ekşi” olmasının sebebi başkasının onu ezmesi
veya sıkması değildir…
Sıkılmak veya ezilmek, belki onun içindekinin
160
GİZ’Lİ GÜLŞEN
dışa sızmasına vesiledir…
“İçinde ne var ise,
Dış yüzüne o sızar”
beytiyle Yunûs Emre, bu önemli gerçeğe öz bir
ifadeyle işaret etmiştir…
Aynı şekilde, siz de başkasının yaşadığının
sebebi olamazsınız!…
Ne adla anarsanız anın, dışınızda bir “tanrının”
veya o “tanrı tarafından yaratılmışların”
varolmadığının farkında olarak, sadece bir
SİSTEMİN işlediğini ve bu sistemde her birimin
KENDİ ÖZÜNDEN çıkanı yaşadığı, sizin de
varlığınızda
olanı
yaşadığınız
gerçeğini
değerlendirebilmek için HAYATI her an
OKUYUN ve İLMİNİZİ sonsuza dek artırın!…
23.10.2000
J
161
▪ 72
K
~Taklitten Tahkike
Ûruc~
andillerini kutlamışlar birbirlerinin,
Dinden görünmek için mukallitçe…
Usülden “kandilimizi” kutlayanların,
biz de “avizelerini” ve “şamdanlarını” kutlarız,
karşılık olarak…
Taklitçiliğin temeli bilinçsiz tekrarlardır…
“Düşünen insan”, idrak ettiğini ifade sadedinde
kullanır “kelimeleri”…
Mübarek olan “kandil” değil, GECE’dir; Mi’rac,
Berat, Kadir gibi özel GECELERdir… Allah
Rasûlü’nün bildirdiği İSLÂM DİNİ’nde, ne
kutlanacak “kandiller” vardır, ne de “mevlit
törenleri” ve ne de “bir takım nağmelerle,
anlamadan Kelâmullah’ı çığırmalar”…
Toplumsal şartlanmalara ters düşmemek,
etrafın onayını almak veya bir takım
duygularınızı tatmin etmek için çeşitli toplumsal
törenler ve kutlamalarla oyalanabilir, hoşça vakit
geçirebilirsiniz. Ama, unutmayın ki, ALLAH
Rasûlü’nden sonra çıkarılan uygulamalarla, ne
“ALLAH” ismiyle işaret edilen HAKİKATİ
anlama yolunda, ne içinde yaşadığınız SİSTEMİ
162
GİZ’Lİ GÜLŞEN
farketme ve değerlendirme yolunda, ne de
ÖLÜMÖTESİ YAŞAMA hazırlanma anlamında
bir çalışma yapmış olmazsınız!
Kendi anlayış düzeyine göre “mecazlar” ve
“sembollerle” açıklanan evrensel gerçekleri, ilkel
egosunun ve beşeri duygularının tatmini için,
gelenekleriyle harmanlamak suretiyle sayısız
tapınma türleri, toplumsal törenler türetmiştir
insanoğlu binlerce yıldan beri…
“Mi’rac” diye anlatılan olayla “peygamber,
kanatlı bir at sırtında gökyüzünü kat kat çıkıp
tanrı ile buluşmuş” değildir!
Muhammed Mustafa ismiyle bilinen Zat’ın,
kendi derûnunda, Zahirden Batınına giden
yoldan
EVRENSEL
ÖZ’e
yönelerek,
HAKİKATİ, VAREDENİ ve Rabbi olan
“ALLAH” İNDİNDE varlığını müşahadesi
sözkonusudur ki, bu yükselişinde (urûcunda)
katettiği fiziksel gökyüzü değil, İSİMLER ile
işaret edilen (ESMA) MÂNÂ BOYUTLARI,
yani SEMA’nın katlarıdır!… Bunun ne anlama
geldiğini kavrayabilmek için, fiziksel olarak
görünenin ne olduğunu ve nasıl göründüğünü de
iyice kavramış olmak gerekir…
ASLININ ve ORJİNİNİN “ALLAH” olduğuna
İMANIN getirisinin neler olabileceğine bir örnek
olarak insanlığa sunulan müjdelerdir Rasûlullah
aleyhisselâm’ın açıklamaları…
“ALLAH”a giden yol, kişinin özünden, kendi
derûnundan geçer; yukarıdan, gökten yanına
varılacak bir tanrı yoktur! Kur’an-ı Kerim
163
AHMED BÂKİ
sahifeler halinde gökten aşağı inmemiştir, vahiy
yoluyla derûnundan, Rasûlullaha İNZAL
olmuştur… Nüzul, yön itibariyle Urûc’un
karşıtıdır…
ALLAH’tan, bizlere bu gecenin feyzinden ve
bereketinden istifade ederek derin tefekkürle,
mecazlar ve semboller gerisindeki hakikatimize
yönelebilmeyi… Ve bu gecede Müminin Mi’racı
olarak tarif edilen Salâtı yaşayabilmeyi… Ve
yapılan çalışmaların, Zahirden Batınımıza giden
ve sonucu “ALLAH”a ulaşan sıratı müstakiym
üzere bir yaşama vesile olmasını niyaz ederim…
Amin…
Mi’râc Gecesi 2000
J
164
▪ 73
~Sadece Güzele Yönel,
Gayrını Anma Bile~
A
LLAH, Settar’dır; kusurları örter…
Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, “bir kötülük
gördüğünüz zaman onu yaymayın,
üzerini toprakla örtün” buyurmuşlardır.
Sorunların çözüm yolu, sorun üzerine
odaklanıp, kaynakları soruna sarfedip, herkesle
birlikte sorunun parçası haline gelerek, sorunun
ve nefretin alanını yaymak değildir!
Şerre karşı şer kullanmak, sadece şerrin ve
nefretin alanının katlanarak artmasına katkıda
bulunmaktır. Ehil olmayan yetki sahiplerinin
içine düştüğü hâl budur.
Yanılgının aksine çözüm, sorunu itiraf etmek
suretiyle ona kaynaklık eden temel eksiklikleri
anlamak ve ardından sorunsuz noktalara ve alana
yönelerek orada ilmin gereğini ortaya koymakla
doğrunun alanını elden geldiğince sevdirerek
genişletmek ve böylece cehaletin alanının
katkıda
daralmasına
ve
kaybolmasına
bulunmaktır.
Yüzyıllar boyunca din adamları(!) ve
felsefeciler, DİN’in NE OLMADIĞINI ve neyin
165
AHMED BÂKİ
YANLIŞ olduğunu anlatagelmişler… “ALLAH”
ehli olan Mutasavvıflar, ÖZ’e ermişler ise
temelde, HAKİKATİN NE OLDUĞUNU
açıklamışlar, halkı, açıkladıkları bu hakikatten
uzak düşüren noktalarda uyarmışlardır…
Eğer bir toplum, hergün cehalete, kötüye ve
endişelerine odaklanmak, onlardan nefret etmek
ve dolayısıyla eldeki kaynaklarını, aynı
yöntemlerle mücadele için sarfetmek yerine;
İLM’in ve DOĞRU’nun anlaşılması için
değerlendirirse, İLM’in ve DOĞRUNUN kısa
sürede genişleyen sahası içerisinde “cehalet” ve
“yanlış” kendine yaşama alanı bulamayıp yok
olacaktır…
Neyin “YANLIŞ” olduğunu, neyin “DİN”
olmadığını anlatarak yeni bir anlayışa ve
yapılanmaya varamazsınız!… Yeni bir anlayışa ve
yapılanmaya erdirecek yegâne yol, ilminiz
elveriyorsa, “DİNİN NE OLDUĞUNU” ve
DOĞRUNUN ne olduğunu açıklamaktan
geçer…
İlmin başı, DİNİN TEMELİ olan “ALLAH”
kavramının ne olduğunun bilinmesidir!
“ALLAH” ismiyle işaret edilenin NE
OLDUĞU anlaşılmadan, ⎯ adını ne takarsanız
takın⎯, sadece insanların yukardaki tanrıları(!)
uğruna kavgalarına ve yaşamlarını nefretle
tüketmelerine hizmet etmiş olursunuz…
“KOLAYLAŞTIRIN,
zorlaştırmayın;
SEVDİRİN, nefret ettirmeyin!” temel prensibi,
166
GİZ’Lİ GÜLŞEN
bu
anlayışın
işaretidir
ve
kurtulmanın yegâne anahtarıdır.
sorunlardan
16.11. 2000
J
167
▪ 74
~Sanı~
A
ksaçlı Bilge şöyle diyordu:
“⎯ Her insan hayallerinin sonuçlarını
yaşar!.. Bazen müsbet bazen de menfi
şekilde!.
İnsanoğlu, çevresindeki insanları da, hiç bir
zaman olduğu gibi görmez; kendi hayalinde
tasavvur ettiği şekilde görür; düşünür. “Olduğun
gibi görün” sözü yetersizdir. Çünkü temelde
mümkün değildir. Görünen değil, ALGILAYAN
esastır!
Düşüncenin bir mekaniği vardır.
Genetik ve astrolojik veriler birimin veri
tabanının neleri kabullenebileceğini düzenlerken;
içinde yaşadığı çevresinden kendisine ulaşan
veriler de onun düşünce sistemine yön verir
değer yargılarını oluşturarak!.
Birim, veri tabanındaki bu sistemin
çalışmasıyla, hayalinde dünyasını yaratır!.
Karşılaştığı olayları veya kişileri, veri
tabanında bulunan ⎯doğru ya da yanlış
bilgilere göre oluşmuş⎯ o konuya ait yerlere
168
GİZ’Lİ GÜLŞEN
oturtarak, o olayı ya da kişiyi değerlendirir.
Esasen daha önce de açıkladığım üzere, herkes
karşısındakileri değil, kendisine yansıyandan
algılayabildiği kadarıyla, hayalindekini görür ve
değerlendirir.
Mesela…
Kişi tasavvufla ilgilendi ve “veli” kavramını
edindi veri tabanına… “Veli”lik kavramıyla ilgili
bazı özellikler öğrendi… Bu özelliklerden
bazılarını benzettiği birine hemen o montajı
yapar ve artık kafasında onu “veli” olarak hayal
ederek; yaşamını buna göre yönlendirir!...
Oysa o kişinin “veli”lik kavramıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur!… O özelliklere sahip
değildir!.
Bunun gibi, kimini şeyh, kimini mehdi, kimini
gavs, kimini kahraman, kimini büyük adam,
kimini alim, kimini başka bir şey hayal eder,
öylece hayaller içinde ömrü tüketir!.
“Veliler”, “tanrılar” yaratır kurabiyeden, sonra
da onları yeriz!.
Yetersiz bilgiyle doldurulmuş veri tabanları
gerçekleşmesi mümkün olmayan ham hayaller
kurarlar; sonucunda da sükûtu hayaller yaşarlar.
Kim ne zaman sükutu hayale uğramışsa, bu
onun kurduğu yanlış veya geçersiz hayallerinin
sonucudur!.
İnsan veri tabanındaki verilere dayanarak hayal
kurar… Bu kurduğu hayallerin de gerçek
169
AHMED BÂKİ
olmasını bekler. Oluşması için kuvvelerini
harekete geçirir!. Sonuçta da hayalleri gerçek
olabilir!.
Ne var ki, o isteklerinin hayalleri
doğrultusunda gerçekleşmesi çoğu zaman da
mümkün olmaz!. Çünkü oluşturmak istediği ya
da oluşmasını beklediği konuda yanlış veriler
edinmiştir. Bu yüzden de sükûtu hayal mukadder
olmuştur kendisine, elleriyle yaptıklarının
sonucu olarak!…
“Herkes elleriyle yaptıklarının sonucunu
yaşamaktadır” hükmünü aklımızdan hiç
çıkartmayalım,
eğer
tanrının
varlığına
inanmayanlardansak!…”
16.11.2000
J
170
▪ 75
~Dua~
stad Ahmed Hulûsi’nin, sabah ve akşam
olmak üzere günde hiç olmazsa iki defa
okunmasını tavsiye ettiği “DUA”yi
Ramazan
Ayı
münâsebetiyle
“Giz’li
Gülşen”imize teberrûken alıyor ve dostların
istifadesine sunuyoruz...
Ü
Euzü billâhis semiül âlimi mineş şeytanir
racim.. Bismillâhir rahmanir rahîm.. Rabbî enniy
messeniyeş şeytanu binusbin ve azab; rabbî
euzübike min hemezatiş şeyâtiyni ve euzübike
rabbî en yahdurun. ve hifzan min külli şeytanin
marid. (20 defa oku). Innallahe ve melâiketehu
yusallûne alennebiyyî, ya eyyühelleziyne amenu
sallu aleyhi ve sellimu teslima. Allahumme sallî
ve sellim ve bârik alâ seyyidina Muhammedin ve
alâ alihi ve sahbihi biadede ilmike. Bismillahir
rahmanir rahîm elleziy vahidül ahad!.. Ferdün
Hayyun Kayyumun Hakemun Adlûn Kuddûs..
Seyec’alullahe bâ’de usrin yusra.. Valllahu alâ
külle şeyin kadîra.. Ikra’ bismirabbîkelleziy halâk,
halâkal insane min alâk, ikra’ ve rabbukel ekrem
elleziy alleme bilkalem, âllamel insane malem
ya’lem.. Er rahman âllemel kur’an, halâkal insane
allemehul beyan.. Errahman alelarş isteva lehû
171
AHMED BÂKİ
mâ fiys semâvati ve mâ fiyl ardı ve mâ
beynehûma ve mâ tahtes sera. Zalike fadlullahi,
yü’tiyhi men yeşa’.. İnnâ nahnu nûhyil mevta(3)..
Emvatûn gayrı ahya.. Nasrun min allahi ve
fethun karîb. İnna fetahnaleke fethan mübîyna.
Liyağfire lekallahu matekaddeme min zenbike ve
mea teahhara, ve yutimme ni’metehu aleyke, ve
yehdiyeke
sıraten
mustakiyma,
ve
yensurekallahu nasren azîza.. Ve nusiybu
birahmetina men neşaû.. Feveceda abden min
ibadina, ateynahu rahmeten min indina ve
allemnahu min ledünnâ ilma. Ve kezalike
evhayna ileyke ruhan min emrina, ma künte
tedriymel kitabu ve lel iymanu, ve lakin
cealnahu nuren, nehdiy bihi men neşau min
ibadina, ve inneke letehdi ilâ sıratın mustakiyma..
Ve enzelallahu aleykel kitabe ve hikmete ve
allemeke malem tekun ta’lem.. Ve kâne
fadlullahi aleykel azîyma.. Allahu yectebiy ileyhi
men yeşau.. Ve lekad yessernel Kur’ane liz zikra..
Senuriyhim ayatina filafaki ve fiy enfüsiküm
hatta yetebeyyene lehüm ennehül hakk!.. Ve
lekad künte fiy gafletin min hâza, fekeşefna anke
gıtaek ve basaruk, el yevmel hadiyd.. Yevme
tubeddelül arza gayrel arz.. Limenil mülkil yevm,
lillahil vahidil kahhar.. Şehidallahu ennehu lâ
ilâhe illâ hu!. vel melâiketü ve ulul ilmi kaimen
bilkıst ve huvel azîzül hakîm.. Allahu NURus
semavati vel arz; meselü nûrihi kemişkatin fiyha
misbah, elmisbahu fiy zücâce, ez zücâcetü
keenneha kevkebün dürriyyün yukadu min
şeceretin
mübâreketün
zeytunetün,
lâ
şarkıyyetin ve lâ garbıyyetin yekadu zeytuha
yudıyu, ve lev lem temseshu nar; nurun ala nur;
172
GİZ’Lİ GÜLŞEN
yehdillahu linurihi men yeşa.. Fesebbih bismi
rabbikel a’lâ..Tebarekelleziy biyedihil mülk ve
hüve alâ külli şeyin kadir.. Ve lâ havle ve lâ
kuvvete ve lâ kudrete illâ billah.. Allahu lâ ilahe
illa hu el hayyul kayyum, la te’huzuhu sinetün
vela nevm, lehu mafiys semavati ve mafilard,
men zelleziy yeşfau indehu illa biiznih; ya’lemu
ma beyne eydiyhim ve mahalfehüm; ve la
yuhıytune bişey’in min ilmihi illâ bima şâ’, vesia
kürsiyyühüs semavati vel ard, ve la yeuduhu
hıfzıhuma ve huve aliyyul azıym.. Lâ yahfa
âlallahi minhüm şey.. Ve lehu mekalidus
semavati vel arz!.. Ve ma remeyte iz remeyte
velâkinn Allahe rema’.. Vallahu ganiyyul anil
âlemiyn.. Subhanallah!.. Leyse kemislihi şey’a, ve
huves semîul basiyr.. Efemen şerehallahu sadrehu
lil’İslâm fehuve alâ nurin min rabbihi.. Ve men
yettekıllahe yec’allehu mahreca ve yerzukhu min
haysu lâ yahtesib, vemen yetevekkel alallahi
vehuve hasbûh. Elem neşrahleke sadrek ve
vada’na anke vizrekelleziy ankada zahrek
verafa’naleke zikrek; feinne meâl usri yûsren,
inne meal usri yusra; feiza ferağte fensab ve ilâ
rabbike fergab.. Ve in yemseskallahu bidurrin
felâ kaşife lehu illa hu; ve in yuridke bihayrin
felâ radde lifadlih, yusıybu bihi men yeşau min
ibadih ve huvel gafurur rahîm.. İza cae nasrullahi
vel feth, ve reeyten nase yedhulune fiy diynillahi
efvacen, fesebbih bihamdi rabbike vestağfirh,
innehu kâne tevvaba.. Kulillahumme malikel
mülk, tu’til mülke men teşau ve tenzilül mülke
min men teşaa; tuizzu men teşau ve tuzillu men
teşa, biyedikel hayr ve inneke alâ külli şeyin
kadîr.. Allahu latıyfun biibadihi, terzuku men
173
AHMED BÂKİ
yeşau bigayrı hisab. Bismillahir rahmanirrahim;
elhamdulillahi rabbûl âlemiyn, errahmanir rahîm,
maliki yevmiddin, iyyake na’budu ve iyyake
nestaıyn, ihdinas sıratel mustakıym, sıratelleziyne
en’amte aleyhim, gayrıl mağdubi aleyhim ve
laddaaliyn. Kul hu vallahu ahad, Allahus samed,
lem yelid ve lem yuled, ve lem yekun lehu
kufuven ahad... Subbûhun Kuddûsun rabbûl
melâiketi ver ruh ve rabbûl arşıl azıym..
Subhanallahi ve bihamdihi adede halkıhi ve rızae
nefsihi ve zînete arşıhi ve midade kelimatihi.. La
ilahe illallahu vahdehu lâ şerike leh, lehûl mülkü
ve lehûl hamdu, yuhyi ve yumitu ve huve
hayyun lâ yemutu biyedihil hayr, ve huve alâ
külli şeyin kadîr.. Subhane rabbike rabbül izzeti
amma yasıfun, veselâmün alel mürseliyn, vel
hamdu lillahi rabbulalemin.. (üç fatiha oniki ihlas
okuyalım başta Hazreti Rasûl aleyhisselam ve
tüm
evliyaullah
ile
bütün
mümin
kardeşlerimizin ruhuna.) Allahumme salli ve
sellim ve barik alâ seyyidina Muhammed..
Allahumme salli ala men ruhuhu mihrabûl
ervahi vel melâiketi vel kevn, allahumme salli alâ
men huve imamûl enbiyai vel mürseliyn,
allahumme salli alâ men huve imamu ehlil
cenneti ibadullahil müminin...
J
174
▪ 76
~Bayramlık~
B
ayramda âdettir ya, büyükleri ziyaret edip
el öpmek, hayır dualarını almak; biz de
büyüğümüz saydığımız Aksaçlı Bilgemizi
ziyaret edip, saf hayır olan Rahman’ın nefesiyle
nefeslenmek istedik…
Dere, tepe, yollar geçtik, okyanusu aştık…
Kapısını çaldık yine…
⎯ Selâmu aleykum!..
Bayramınız mubarek olsun Üstadım…
⎯ Aleykum Selam ve Rahmetullahi ve
berekâtuhu…
Hoş, beş derken, sözü getirdik yine sorumuza...
⎯ Üstadım gerçek Bayramı kimler yapar?
⎯ Fesubhan Allah!…
⎯ Tamam Üstadım, “Subhan Allah” amenna
da, her şey dönüyor bir merkezin çevresinde!…
“Sebh” dönmeden bahsediyor… Dönmek için de
bir merkeze ihtiyaç var, merkez olacak ki
etrafında da dönülsün…
175
AHMED BÂKİ
Bu dönme olayını ve merkez kavramını nasıl
anlamalıyız ve bunlarla, “Allah” adıyla işaret
edileni nasıl bütünleştirip anlayacağız?
⎯ Evlat, her dönen şey mutlaka bir merkezin
çevresinde döner… Yani, dönen her şeyin
merkezinde görünmeyen bir NOKTA vardır!..
Değil mi?..
⎯ Evet!… Görsek de görmesek de her dönen
şeyin merkezinde bir NOKTA olması lâzım
gelir…
⎯ Makro ya da mikro kozmozda her şey
dönmektedir!
Şimdi, karşıdan baktığın zaman bir “daire”
görürsün, bir de ortasında merkez NOKTA’yı…
Yani, bir yapı, “iki” algılanır karşıdan
baktığında…
Oysa…
İşin aslı, daire ve nokta değil; NOKTA’dan
oluşan KONİ’dir!.
Nokta’nın projeksiyonuyla
vardır gerçekte!..
oluşmuş
daire
NOKTA asıldır, projeksiyonla oluşmuş daire
ise hayâl!..
Yani bir tür, NOKTA’dan, Nokta’nın ilmiyle,
ilminde oluşmuş projeksiyon!
Karşıdan bakan, daire ve merkez ikileminden
çıkamaz!.. Şirkten kurtulamaz görüş olarak…
Varlığını kaldıran ise, Nokta’da seyredenle
176
GİZ’Lİ GÜLŞEN
seyreder projeksiyonu!… Tek Nokta, kendi
hayalini seyretmiş olur... Şirk kavramına yer
kalmaz burada!.
Daire ve merkezde nokta fikri göz
yanılgısıdır!… Şuuru, organına tâbi olanların
hâlidir bu!.
Salt şuur olarak algılayan ise, SALT ŞUUR
olarak projeksiyonu seyreder…
Organa göre çizgi vardır! Şuurda ise, yalnızca
noktalar vardır, çizgiyi oluşturan…
NOKTA!… Projeksiyon… Projeksiyonda
noktalardan oluşan çizgiyle oluşmuş daireler…
Dönenler… Dönmede sanılan nokta’lar…
Fe SUBHAN ALLAH!…
Çocuk bana HİÇ olduğumu hatırlattın gene!…
Bayram ettirdin bana! Bayramınız kutlu ola
inşaallah…
Aldım bayramlığımı, sarıldım, öptüm elini.
Şükranımı ifade edemeden, dedim:
⎯ HAY ALLAH!
Dedi:
⎯ Ey vallah…
26.12.2000
J
177
▪ 77
~Bağışlanmayan
Günah~
Ş
eytan, tüm bilgisine rağmen, “ALLAH”
ismiyle
işaret
edilen
hakikati
değerlendiremeyip,
TANRILAŞTIRMAKTAN kurtulamadığı için,
ŞİRK’in cezası olarak ebediyyen ateştedir…
“ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikati
değerlendirememenin temelinde yatan sebep;
Benliğini “ALLAH’a” şirk koşmak, yani “nefsini
TANRILAŞTIRMAK”tır!
Oysa nefsinin hakikati ALLAH’tır! ALLAH
ismiyle işaret edilen hakikate ait olan özelliklerle
bezenmiş olan nefsine hakkını verememek ise,
nefse zulümdür.
En büyük zulüm, şirktir.
Zulümden ve ateşten kurtaracak olan ise,
“ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikate olan
İMANdır…
“ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikatin
BİLİNCİNDE olarak yaşayamamanın telâfisi
yoktur! Bilinçsizce geçen dakikalarınız ve
saatleriniz sonrasında, bilinçli bir ömür yaşamış
178
GİZ’Lİ GÜLŞEN
gibi olmazsınız!..
ALLAH’tan BİLİNÇSİZ olmanın sonucu,
ALLAH’a İMANLI yaşamın getirisi olan ve
“cennet” diye adlandırılan boyutu tadmaktan
mahrum kalmaktır!
Bilincinizde yer vermediğiniz müşahadenin,
ruhunuzda
da
kaydı
olmayacağından,
ölümötesinde getirisini yaşayamazsınız?
“Allah
dilediğini
bağışlamaz!”
bağışlar,
ama
şirki
O halde, cennete erdiren sadece “iman”dır ve
ALLAH ismiyle işaret edilen hakikatin ne
olduğunu öğrenmeyenler ve ona “imanı
olmayanlar” ebediyyen cehennemdedirler...
29.12.2000
J
179
▪ 78
~Benlik Sınırlarının
Ötesi~
“A
LLAH” ismiyle işaret edilenin
BİLİNCİNDE olup; Allah’a ait
özellikleri,
ASLINIZ
ve
VAREDENİNİZE ait özellikler olarak kabul
edip, aslınızın hiç bir şeyle sınırlanamayacağı
gerçeğininin
farkında
olarak
düşünüp,
davranmadığınız
sürece,
varsaydığınız
“benliğinizin - kişiliğinizin” sınırlarından ötesine
eremezsiniz!
Bu durumda, sizden ortaya çıkan özellikleri,
varsaydığınız “birimsel kişiliğinize” atfetmek
suretiyle benliğinizi “tanrılaştırmak” (şirk)
çukurunda mahpus kalmış olursunuz.
Yaşadığınızı ya Allah’tan bileceksiniz, ya da
benliğinizden! Bu ikisi dışında başka bir yol
yoktur.
• Beş
duyunuz
yoluyla
tanıdığınız
kişiliğinizle sınırlı kalırsanız, sizi ve fiillerinizi
her an varedeniniz olan ALLAH’a İMAN
etmenin getirisi olan, gaybınızdaki sınırsızlığa
yönelme ve onun sonsuz özelliklerini tadma
nimetinden kendinizi mahrum etmiş
olursunuz!
180
GİZ’Lİ GÜLŞEN
• Yukarda bir “tanrı” veya onun affı
sözkonusu olmadığı için, varlığınızdaki
sınırsız
özelliklere
inanmamanın
kayıplarından ve bu özelliklerden mahrum
kalmış olduğunuzu farkettiğinizde yanmanın
azabından sizi kimse kurtaramaz!
Zira, sizin yaşadıklarınız size kendi özünüzden
geldiği için, sizin kendi varlığınızda yaşamayı
kabul etmediğinizi, tadmadığınızı, sizin adınıza
size dışardan yaşatacak başka bir varlık
sözkonusu olamaz! Böyle bir mahrumiyeti siz
kendi kendinize hazırlamakta olduğunuz için, o
mahrumiyeti affedip, yerine, size, sizdeki O’na
ait özellikleri hissettirip, yaşatacak başka bir
varlık ta sözkonusu olamaz.
Acaba “Allah şirki affetmez” ifadesinin
anlamını bu şekilde anlayabilir miyiz?...
Veya kısaca, kendini beş duyuyla tanıyabildiği
özelliklerle sınırladığı halde, benliğini tanrı
edinene, kabul etmediği “ALLAH” ismiyle işaret
edilene ait sınırsız özellikler hep kapalı
kalacaktır, bunu da kendinden başka kimse
değiştiremeyecektir, diyebilir miyiz?
Gerçek buysa, bunun doğuracağı sonuçların
farkında mıyız acaba?
29.12.2000
J
181
▪ 79
~Asıl Tanrın
Benliğindir~
A
LLAH ismiyle işaret edilen hakikat
dışında birşey olmadığına göre, “benliğini
tanrılaştırmak” deyimiyle kasdedilmek
istenen nedir?
Önce şunu hatırlayalım:
•
İnananlar, ya herşeyi yaratmış ve sonra
yarattıklarının dışına, öteye yükselmiş
“tanrısal bir varlığa” inanırlar...
•
Ya da “ALLAH ismiyle işaret edilen
hakikatin” ne olduğunu farkedip, mevcudatı
meydana getiren O hakikati anlamaya
çalışırlar...
AHAD olan ve “ALLAH” ismiyle işaret edilen
yukarda(!) bir tanrı olmadığına göre, bu ismin
gerisindeki anlaşılması gereken mânâ, bir ilimdir.
“ALLAH’a ermek” deyimiyle ifade edilen,
bilincin “ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikatin
özelliklerini, kendi özünde farkedip, bilerek,
varlığını değerlendirebilmesidir.
“Yukardaki tanrıya” inanan birinin tanrısı
gerçekte bir vehim ve hayal ürünüdür. Ancak,
182
GİZ’Lİ GÜLŞEN
bir hayal olmasına rağmen, o tanrısı sebebiyle,
kişi, “ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikati
kabûl edemez. Beş duyusuyla algıladığı yaşamda
kendini ve herkesi o hayalindeki tanrının
yarattığı ve sonra da kendi başına bıraktığı
bedenden ibaret birimler olarak kabul etmenin
ötesinin olabileceğini farkedemez, ALLAH
ismiyle işaret edilenin BİLİNCİNDE olarak
hayata bakamaz...
Bu durumda kişi, yaptığı birçok şeyi
kendinden; aklı eremediklerini de hayal ettiği
tanrısından kabûl eder... Bu kabûl, onun yaşam
içerisinde karşılaştığı olaylar sebebiyle, gittikçe
kendisini dünyada güçlendirmesi, yüceltmesi,
önemli kılması, daha çok şeye sahip olması, daha
üstün özelliklere ulaşması gayretini doğurur... Ve
bu gayretiyle erebildiği şeyler için “bunları ben
yaptım, ben elde ettim, yapan, eden benim” der,
ancak “ben” kelimesiyle, beş duyusuyla
algılayabildiği, sınırlı, diğerlerinden ayrı, maddi
bir varlığı kasdeder!
İşte bunun anlamı, kişinin “benliğini
tanrılaştırması”dır... Yani, özündeki ALLAH’a ait
özelliklerle (yukardaki tanrının özellikleri değil)
varolduğu halde, ⎯yani Allah bilinciyle yaşamak
varken,⎯ bundan gafleti sebebiyle, Allah’ın
varettiği o özellikleri beş duyusu sınırlarında
algıladığı müstakil kişiliğine atfetmesi ve
dolayısıyla bir kısım olayları kendinden, geriye
kalan aklı eremediği olayları da bir “tanrıdan”
veya kendi deyimiyle “yüce bilmem ne”den
bilmesi...
183
AHMED BÂKİ
Gerçekte sanki yukarıdaki bir tanrıya
inanıyormuş gibidir, ancak o tanrısı tam
anlamıyla bir “hayal” olduğundan, tanrısı olarak
gerçekte geriye kalan sadece benliğidir. İşte
bunun
için
şirkin
temelinde
“nefsini
tanrılaştırmak” yatar... Şirk içinde olanın tanrısı
bir “hayal”, benliği ise adetâ tanrısıdır.
• ALLAH’ı bilen, aslının beş duyu yoluyla
tanıdığı özelliklerle sınırlı olmadığının,
kendini ve fiillerini her an varedenin sınırsız
kudret ve ilim sahibi ALLAH olduğunun
farkında olarak, gaybındaki sınırsızlığa yönelir
ve Özündeki sınırsız kudret ve bilince
teslimiyeti nisbetinde gelen nimete açık olur..
•
“Nefsini tanrılaştıran” ise, “ALLAH’a
teslim olan bir bilinçlilikle SINIRSIZLIK ve
SONSUZLUĞA
yönelmek
varken”,
“müstakil bir varlığa sahip çıkan bir
yanılsama ile şartlanmalar, değer yargıları,
duygular ve maddi değerlere bağımlılık
batağında” mahvolmayı kabûl etmiş,
özündeki Allah’ı bilmeye kapısını kapatmış
olur. Gerçekte, nefs diye ayrı bir varlık
yoktur; onu var sandıran, şartlanmalar, değer
yargıları ve sahiplik duygusudur!..
Kim ALLAH ismiyle işaret edilenin AHAD
oluşunu bilip, kabul edip, gereğini yaşamayı
amaç
edinmezse,
nefsini
tanrılaştırmak
tehlikesiyle yüzyüzedir! “Nefsini tanrılaştırmak”
ise nefse en büyük zulümdür; çünkü onu tanrı
edinmek, “ALLAH” ismiyle işaret edilene ait
184
GİZ’Lİ GÜLŞEN
sınırsız özellikleri yaşamayı kabul etmeyerek,
gaybındaki
kozmik
bilinç
boyutunun
güzelliklerini seyretmekten ebediyyen mahrum
bırakmaktır.
31.12.2000
J
185
▪ 80
~Mukallit
Uyarıcılar~
D
ar düşünce ve şartlanmalı bakıştan
kurtulamamak
sebebiyle,
bazı
toplumlarda zaman zaman önemli
saptırmacalar yayılmış, “ALLAH” ismiyle işaret
edileni öğrenmeden DİN’i yorum yoluna
gidildiğinden, işin boyutları Rasûlullah’ı “postacı”
olarak görme ve “hadis” düşmanlığına kadar
varmıştır.
Bu kişilerin iddialarını ispat için kullandıkları
bir yol da, âyetler bulup buluşturup, “işte bakın
Kurân’da ne diyor” diyerek, “hadis” kelimesinin
geçtiği âyetleri saptırmacalarına delil olarak
göstermek olmuştur…
Bu tür saptırmalar yayıldığında, uyanık
kalmaya yardımcı olacak bilgiler almak için,
zorunlu olarak gene bizim Aksaçlı Bilge’yi
rahatsız etme gereği doğdu…
Çaldık kapısını sorduk: “Üstadım, bu ne iştir
böyle?”
Lûtfetti, geri çevirmedi yönelimimizi; zulmetle
186
GİZ’Lİ GÜLŞEN
yüzyüze bırakmadı bizi! Nasibinde olana ulaşır
diye biz de aldık buraya sözlerini:
⎯“Allah” ismini güya Türkçeleştirmek
amacıyla, “tanrı” diye çevirerek kavram
saptıranlar; “Kurân’daki Rasûl ve Nebi”
kelimelerinin anlamlarından habersiz, bu
kelimeleri “PEYGAMBER” diye değiştirenler;
acaba burada niye “HADİS” kelimesini işaret
ettiği anlamıyla Türkçe’ye çevirmeyip, dilimize
yerleşmiş anlamıyla yetiniyorlar dersiniz?
Kur’ân’da geçen “Hâdis” kelimesi, bizim bugün
dilimizdeki “vûku bulmuş hadise, olay”
anlamında kullanılır çoklukla… Söz, “vahiy”
anlamına kullanıldığı dahi vâkidir. Ama,
Kurân’da “hadis” sözcüğü hiç bir zaman “Hz.
Muhammed’in sözleri” anlamında olarak
kullanılmamıştır!
Eğer Kur’an’da “hadis” sözcüğü bir takım
saptırmacıların dediği anlamda kullanılsaydı, o
takdirde Kur’ân’ı tebliğ edenle Kur’an’ın
yorumlamasını yapan aynı kişi olduğu için çelişki
olurdu.
Kur’ân, Rasûl hayattayken gelmiştir ve hiç bir
âyeti de Rasûl’ün yaşam ve sözlerine çelişki
göstermez, ters düşmez!. Nasıl böyle bir şey
düşünülebilir ki? Kur’ân mentalitesini savunan
birinin O’na ters düşen şeyler söylemesi ya da
yapması sözkonusu olabilir mi?…
Kim “hadisleri” red için, Kur’ân’da bazı
âyetlerde geçen “hâdis” kelimesini delil
gösterirse, bu onun bilgisiz biriyse cahilliğini;
187
AHMED BÂKİ
bilgili biriyse kasıtlı saptırıcılığını ispatlar.
Rasûl’ün âhırete intikâlinden sonra, onun
sözleri anlamına kullanılan “hadis” kelimesinin
anlamıyla, Kur’ân’da geçen “hâdis” kelimesinin
anlamının hiç alâkası yoktur.
Bu konuyu iyi anlamayanlar elbette
duyduklarına inanırlar gerçeği fark etmeden!.
ki
Mukallitler ve onlara tâbi olanlar hiç bir zaman
gerçekleri göremezler ve usta saptırıcılar
tarafından kolayca saptırılırlar.
Deccal dahi, geldiğinde Hak üzere olduğunu,
HAK olduğunu iddia edecek ve tüm mukallitler
ona inanacaktır neredeyse…
Mukallitlerin önemli bir kısmı, “MESH”e
uğramış olanların neslidir!...
Kur’an, “MESH” edilmiş ve maymunlaşmış
kavimden söz ettiğinde, buradaki inceliği fark
edemeyenler; yukarıdan bir elin uzanıp,
insanların yüzünü “mesh” ettiğini sanıp; bu
“mesh” sonunda da o insanların suretlerinin
maymuna döndüğünü anladılar… “Sakla samanı,
….” atasözünü duyup da, evini samanla dolduran
anlayışı kıt gibi!..
Oysa,
beynini, tefekkür, muhakeme
kuvvelerini kullanmayanların, kendilerindeki bu
ilahi kuvveyi kullanmamak suretiyle “mesh”e
uğrayıp, maymunlaştığını; çevresindekileri taklit
ederek muhakeme kuvvesini kullanmadan
yaşama tarzının “MESH” olduğunu anlayamazlar!
“MESH”in geçmişte kaldığını sanırlar anlayışı
188
GİZ’Lİ GÜLŞEN
kıtlar!…
Evet evlâd!… Bugün dahi, “MESH”e uğramış
insanlar ve insansılar, insanları, onların yaşadıkları
mekânları fena kuşatmıştır!.
İnsanlar, “MESH”e uğramışların ve insansıların
âkıbetini çaresiz paylaşacaklardır aralarında
oldukları takdirde!…
“İnşâallah” derken, özündekinin dilemesine
işaret ettiğini kavrayamayanlar, “tanrı”ya ve onun
“postacı peygamber”lerine inananlar ile, Rasûlü ve
O’nun hadislerini inkâr edenler, birbirlerinin
âkıbetlerini paylaşacaklardır.
Mukallit uyarıcılar ve arkalarındaki ordular,
tâbileriyle
birlikte
“MESH”e
uğramanın
sonuçlarından kurtulamayacaklardır.
Selâm, “Allah” adıyla işaret edilene iman
edene, Rasûlullah’ın izinden yürüyenlere; akıl ve
ilim yolundan ayrılmayarak muhakemelerini
başkalarına ipotek etmeyenlere olsun!.
Haydi yolun açık ola…
13.01.2001
J
189
▪ 81
T
~Sanal~
oplumlar bunaldı bir hayli…
Sıkıldılar… Sıkılmış limon gibi….
Bir kaç kişinin keyfi için, milyonlar
kurban edildi Kurban(!) Bayramlarında…
Herkes burnundan soluyor!
Demokrasiyi bilmeyen, insan haklarını vs. ile
uğraşmayan topluluklara; bu tür konular hiç
problem olmaz… Düşünmezler asla bu tür
kısıtlamalara, yasaklara karşı çıkmayı… Genler,
sultanlara kapıkulluğundan geldiği için, baştaki
otorite ne derse, ne yaparsa yapsın, haklarını
korumayı hiç düşünmezler!.
“Devlet” adı altında, kim ve ne gelse başlarına,
hep kabullenirler rahatlıkla…
Ama...
İş bu defa galiba kötü!
Çünkü sorun, demokrasi, insan hakları,
Müslümanlık falan değil; PARA!… Mide…
Ödemek zorunda kalınmış borçlara karşılık,
eldeki paranın değerinin hiç olup gitmesi…
190
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Bu şartlar, sayısız insanı patlama noktasına
getirdi; ve her an basınç artıyor…. Kapak atmak
üzere!…
Mars Yay’da… Plüto ile öpüşecek; Uranüs’le
selamlaşacak; Satürn’le bozuşacak Uranüs’le
selamlaşırken… Derken, Oğlağa geçip toprağı
dalgalandırmaya çalışacak…
Olanlar bir-bir hatırlatmaktaydı Aksaçlı
Bilgenin uyarılarını... “Söylediklerim teker teker
gerçekleşmeye başladığında; sizlerden çok çok
uzaklarda olmayı diliyorum. Çünkü o halinizi
görmeye katlanmak benim için çok zor olacak”
demişti... Böylesine bunalımlı bir evre öncesinde,
Ak Saçlı Bilgemiz bize ne önerirdi acaba…
Gene aştık dağları, okyanusu; çaldık kapısını…
Hâlimizi dile getirmemize gerek yoktu; zira,
köyünden seyrediyordu her şeyi…
“Ne olacak memleketin, bizlerin hâli?”
demedim… Mâlumu ilana gerek yoktu…
O söze başladı:
⎯ Sanal nedir bilir misin?…
⎯ Bir tür hayâl…”
⎯ Evet… İnsanlar, cenneti ancak hayâllerinde
yaşayabilirler…
Dünya yaşamında, insanın, kendindeki
özelliklerin çoğunu yaşaması mümkün değildir!
Gerçek cennet yaşamının yaşanabilmesi için önce
“korku”nun atılması, terk edilmesi gerekir.
191
AHMED BÂKİ
“Korku”ların olduğu sürece cennete giremezsin!..
“Tutku”ların olduğu sürece de, cennet senin için
mümkün değildir!.
“Dün”ü ve “yarın”ı olanın cenneti olmaz!…
Çünkü “dün” veya “yarın” düşüncesi, senin içinde
bulunduğun anda, cennetini yaşamanı engeller!.
Allah, cennet için yaratmışsa seni, senden
“korku”yu kaldırır, “dün” ve “yarın”dan seni
kurtaracak idrâki ihsan eder!.
Madde dünyası, maddeyle kısıtlanmış yaşam
dünyası demektir!.
Bedenin dolayısıyla maddenin
şartlarına bağımlısındır!
Ama unutma ki, maddeye
bağımlısın; bilincinle değil!…
kurallarına,
madden
ile
Bilinç madde değildir ve bilincini özgür
kılabilmişsen, dünyada yaşarken cennetini
yaşaman mümkündür; “korku”yu atabilmiş,
“dün”
ve
“yarın”
düşüncesinden
kurtulabilmişsen!.
“Dün”
yapılanların
sonuçları
yaşanacaktır;
kesindir!…
Kimse
değiştiremez!.
bugün
bunu
Ama, bunu yaşarken dahi, sana hoş gelmeyen
bir yaşantı ise bu, ondan bilinç boyutunda
kurtulabilmen mümkündür!… Kendini beden
olduğun yolundaki düşüncenden arındırman
ölçüsünde!..
Sana, “SANAL DÜNYAN”ın kapısı her an
192
GİZ’Lİ GÜLŞEN
açıktır!.
Her gece uykuya girdiğinde, “sanal dünyan”a
girdiğin gibi, ölüm sonrasında dahi kıyâmete
kadar, “sanal dünyan”da yaşayacaksın!…
Cennet zaten tümüyle “sanal dünyan”dır!.
Sana, tüm gerçekler çeşitli misâllerle
anlatılmıştır!…. Sen bu misâllerle işâret
edilenleri kendine GÖRE çeşitli nedenlerle
anlamamakta ısrar edersen, bunun sonuçlarını da
kaçınılmaz olarak yaşarsın!.
Belâlar hakkedilmiştir!… İnsanlar, kopan
tesbih tanelerinin dökülüşü gibi hakkettiklerini
yaşayacaklardır. Aralarındaki hakketmeyenler
de, diğerlerinin âkıbetine katlanacaklardır,
paylaşacaklardır. Bu da kaçınılmazdır...
Buna karşılık akıllı olanların, bedensel
sıkıntıları bir yana koyup, “sanal dünya”larına
kaçma yolu açıktır!. İbrahim aleyhisselamın
olduğu gibi, ateşin içinde cennet ortamını
yaşamaları mümkündür.
“Ama herkes yanarken, ben nasıl gülerim”
deme sakın!… Lâflama!… Komik olma!
Tüm yaşamın, her an milyarla insanın açlık
sınırında bir deri-bir kemik yaşadığı dünyada
geçiyor; onları hiç düşünmeden sen keyfine
bakıyorsun!… Milyonla hane ağlarken, sen
zevklerin peşinde koşuyorsun!.
Bonfileyi eksik etmezken sofrasından, kesilen
kurbanlara acıdığını söyleyen; keyf için balık
avlarken, kurban kesimine karşı çıkanların ilkel
193
AHMED BÂKİ
komikliğine düşme!
Sakın kendini aldatma!..
Kendini aldatmanın asla telâfisi yoktur!.
Aklını başına topla ve cennetini keşfetmeye
çalış!… Yoksa, biri daha gitti, diyecekler
ardından!.”
...
Bunları işittikten sonra ekleyecek başka bir şey,
soracak bir sorumuz kalmadı…
Eyvallah…
25.02.2001
J
194
▪ 82
B
~Meal Yeterli Mi~
irtakım kişiler hep çokça konuşurlar her
yerde, “Kurân meâli okumak önemlidir;
Arapça’sı gereksizdir,” diye…
Elbette mânâsını anlamak ve gereğini
uygulamak önemli Kurân’ın… Peki ama
Arapça’sı okunmamalı mı?
“Din” adı altındaki her konuyu bütün bir
sistem olarak ele alan ve tüm eserlerinde bu
sistemi açıklamaya çalışan bildiğimiz tek kişi
durumundaki Aksaçlı Bilgemizi okyanus
ötesinde çekildiği köyünde ziyaretten başka
çaremiz yok… Gene aldık âsâmızı elimize,
giydik çarıklarımızı, koyulduk yola…
⎯ Üstadım, sizden de öğrendiğimize göre,
Kurân’ı OKUmak ve anlamak zorunlu!. Ancak
ne var ki, bu günlerde kendini dinde otorite(!)
olarak halka sunan bazıları, sadece meâl
okumanın yeterli olduğundan söz ediyorlar…
Arapça bilmeyenlerin, Arapça olarak okuyup
anlamayanların, orijinal Arapça metni
okumalarını gereksiz, hatta abes görüyorlar…
Şu konuya bir açıklık getirir misin lütfen?..
195
AHMED BÂKİ
⎯ Bizim olmadığımız yerde meydanı boş
bulanların atıp-tutması kolaydır!… Hele din
adamları(!) meydanında atıp tutmak çok daha
kolaydır. Çünkü çok büyük çoğunluğu zaten
olayın ne olduğunun bile farkında değildir! Halk
ta zaten mukallitliğin ötesini araştırmamakta,
hele bir de iki çift mantıklı söz söyleyeni
bulunca, hemen peşine takılıp onu ilâh
edinivermektedir...
Çok yıllar önce Kurân’ın anlamının önemli
olduğunu anlatmış ve yazmıştım. Kurân’ın
mutlaka meâl ve tefsirlerinin okunarak üzerinde
düşünülmesini hep savunageldim…
Ancak ne var ki…
Bu asla yeterli değildir!.
Herkesin Arapça’sını okuyup, hiç değilse belli
başlı bölümlerini ezberlemesi de zorunludur.
Hatimlerin mutlaka Arapça ile yapılıp;
ardından da meâlinin okunması ve mânâsının
anlaşılması lazımdır.
Niçin?
Anlayışı sınırlıların şu realiteyi çok iyi fark
etmesi gerekmektedir!…
İnsanın “ruh”u, bedenlere, ötedeki bir
gezegende
yaşayan
tanrı
yanından
yollanmamaktadır!.
İnsanın
ruhu,
beyni
tarafından üretilmekte ve beynindeki tüm veriler
de, eskilerin “ruh” adını verdikleri beyin
dalgalarından
oluşan
beden
üzerine
yüklenmektedir.
196
GİZ’Lİ GÜLŞEN
İnsanın beynine giren tüm veriler, ⎯okuduğu
Kurân da buna dahil⎯, beyin tarafından
üretilmesi devam eden ruha yüklenmektedir.
Bu boyut itibariyle ise, ruhta lîsan kavramı
yoktur.
Rüyada, hiç lîsan bilmediğin halde, Arapça
konuşanı ya da başka bir dil konuşanı
anlayabilirsin.
Duyduğumuza göre, hiç Arapça bilmeyen bazı
manevi görevi olan kişiler, Arapça bilenlerle,
manevi âlemde lisan ayrıcalığı olmaksızın
konuşabilmekteymişler...
İşte bu sebepledir ki, insanlar, Kurân’ın
Arapça’sını okumak ve ölüm ötesi yaşamda
kendilerine ışık tutacak bölümlerini ezberlemek
zorundadırlar… Meselâ, Fatiha, İhlâs sûreleri
gibi…
Ölümötesi yaşamın, kabir âlemi, mahşer,
cehennem ve cennet evrelerinde, insanların hep
Kurân’daki
işaretlere,
ikazlara
ihtiyaçları
olacaktır. Bu bilgiyi ruhlarında bulanlar, orada
kazançlı çıkacaklardır.
Ayrıca, meâller, yalnızca onu hazırlayanın
anlayışıyla kayıtlıdır!. Oysa, “el elden üstündür”
gerçeğince, o âyetlerden çok daha fazla anlam
çıkartabilenler mevcuttur.
Arapça Kurân metnini ezberlemiş olanlar,
dolayısıyla ruhunda bunu bulunduranlar,
gelecekteki çeşitli aşamalarda, bu âyetleri, o
ortam şartları içinde yeniden değerlendirme
197
AHMED BÂKİ
imkânına sahip olacaklardır.
Yalnızca birisinin meâliyle kendini bağlayanlar
ise, elbette ki âyetlerin derinliğindeki çeşitli
mânâlardan mahrum kalacaklardır!.
Sözün özü, Kurân’ın Arapça’sı iman eden her
mümine zorunludur,olabildiğince.
05.03.2001
J
198
▪ 83
~Dile Gelen
Mânâlar~
B
İLİNCİN evrensel değerleri yanında,
bedenin dünyasal değerlerinin bir hiçten
öteye
anlam
ifade
etmediğini
farkedemeyen mukallitler, “ALLAH” ismi ile
işaret edileni ve evrensel gerçekleri açıklayan
“ALLAH ehlini” de kendileri gibi sandılar...
“Kurân’ın Arapça’sının iman eden her mümine
zorunlu” olduğunu işitince kafası karıştı
mukallitlerin...
Dünyasal değer yargılarından arî – sâf olarak,
“Evrensel” Bilinçle yaşayan ve insanlığa “evrensel”
değerleri
açıklayan
ALLAH
Rasûlü’nün,
“dünyaNIZ” diye sözettiği kozada bir “kavmi”
olamayacağını düşünemediler...
“NEBİ”yi “kâhin-peygamber” zannedenin,
“ALLAH
RASÛLÜ”ünü,
“kabile
reisi”
zannetmesinden başka ne beklenebilir ki?
“Ama Tanrı bizim lisanımızı anlamaz mı ki?”
diye homurdanmaya başladı kimi de...
Açıklandığı halde, “ALLAH” ismiyle işaret
edileni hâlâ öğrenemeyen anlayışı kıtların
farkedemediği şey, “ibadet denen çalışmaların bir
199
AHMED BÂKİ
tanrı için veya o tanrının anlaması için
yapılmadığı”! “Okuduklarını veya söylediklerini
anlaması gereken, onları gözetleyen yukarda bir
tanrı olmadığı”!..
ALLAH’ı hayalindeki tanrı zannetmekten
kurtulmuş olan, söylediklerini “tanrının” anlayıpanlamadığı tartışmasını bırakıp, ağzınızdan
çıkanın ne kadarını kendisi anlayabiliyor, ona
bakar!
Lîsan, mânânın iletişimi için kullanılan
“araçtır”… İnsan, dilini, anladığı şeyi veya halini
ifade etmek maksadıyla kullanır!. Aynı şekilde,
“kelimeler”, anlatılmak istenenin iletişimini
sağlayan araçlardır. Mühim olan, papağanlık
değil, kelimelerin o anlaşılanı ifade etmek
gayesiyle kullanılabilmesi, isimlerle işaret edilen
gerçeğin farkedilmesidir.
Misal olarak, herkesin bildiği Besmeleyi veya
Fatihayı düşünelim! Orijinaliyle “Elhamdülillahi
rabbül âlemin” demediniz de, yerine, “Alemlerin
rabbına hamd olsun” dediniz! Dediniz, ancak
neyi anlamış oldunuz? Bu kelimeleri dilinizle
söylediğinizde, BİLİNCİNİZle neyi ifade etmiş
oldunuz?
“Alem” nedir, “alemler” diyerek hangi boyutları
kasdettiniz?
“Alemlerin Rabbı” nedir, neye işaret ettiniz?
“Alemlerin rabbına Hamd” nedir, nasıl olur?
Bu kelimelerle ve bu ifadeyle nasıl bir gerçeğe
yönelmektesiniz?
200
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“Yukarıdaki yüce bir tanrının gönlünü hoş
ettiğinizi veya ondan bir istekte bulunduğunuzu”
düşünmüyorsanız, neden bu ifadeyi kullandınız;
karşılığında neyi hissettiniz ve bilincinizde ne
yaşadınız? Bunun farkında mısınız?
Kur’an’ın mesajını anlamak, kelimeleri bir
lisandan alıp diğerine çevirmekle değil, işaret
edilen gerçeğin YAŞAM SİSTEMİ’ndeki yerini
farketmiş olmakla ölçülür! Esas olan, çeviri değil,
orjin kelimeler gerisinde kasdedilen gerçeğin
anlaşılması,
bilincine
varılması
ve
yaşanmasıdır… Bunun için Kur’an’ın orijinali
her mümine gereklidir.
İnsanın hakiki dünyası “BİLİNÇ BOYUTU”
olduğu gibi, hakikatte lisanı da “BİLİNCİNDEN
DİLE GELEN ANLAMLARDIR”… Bedenin dili
kabirde çürüyecektir, ancak BİLİNCİN DİLİ,
yani BİLİNÇTEKİ ANLAMLAR, MELEKELER
her an konuşmaktadır ve de ahırette her
halimize şahitlik edecektir… Ruhun lisanı
bilinçten dile gelen anlamlardır ve ruh, beynin
çalışmasından elde edilmiş olan enerji ve
bellekteki anlamlar kadar güç bulabilecektir
kendinde… Hesap ta, nimet te bu doğal sistemin
işleyişi sonucunda gerçekleşecektir.
Lisanımızı anlaması gereken bir tanrı yoktur;
ancak insanın anlaması gereken EVRENSEL bir
SİSTEM var ve o sistemi açıklayan KUR’AN!
KUR’AN’ın açıkladığı SİSTEM’İ OKUyup,
anlayamazsak veya ihtiyaç duyacağımız anlamları
ruhumuza,
belleğimize
kaydedemezsek,
BİLİNCİMİZ bu birikimden mahrum kalırsa,
201
AHMED BÂKİ
yaşamı ve kendimizdeki güçleri tanımaktan
ebediyyen
mahrum
kalma
tehlikesiyle
yüzyüzeyiz!
Ölümötesi yaşam ortamlarında, Kur’an’daki
işaret ve ikazların ışığına duyacağımız ihtiyaçtan
dolayı, Kur’ân metnini ruhlarında bulanlar,
olabildiği kadarıyla onun sayısız anlamlarını
yeniden değerlendirme imkânına sahip olacak ve
karşılık gelen güce erişebileceklerdir… Bu bilgiyi
ruhlarında bulamayanlar ise, böyle bir imkânı
kaybetmiş olacaklardır.
Kabile veya kavim düzeyinde bakış açılarından
kurtulamadıkça, çevresel değer yargıları ve
şartlanmalardan
arınmadıkça,
SİSTEM’in
“evrensel” değerlerini anlayabilmek asla mümkün
olmaz!
İnsanın kendine yapacağı en büyük zulüm,
ibadetinin dili falan değildir, çünkü ruhta dil
farkı yoktur; kendini herşeyden ayrı bir birim,
Varedeni ALLAH’ı da, ötede bir tanrı
zannederek, KENDİNİ KANDIRMASIDIR!
“Şirk”, Hakikate rağmen kendini kandırmaktır
ve “kendini kandırmak”tan daha büyük kayıp
yoktur!
KUR’AN’ın
ne
olduğunu
bilemeden,
anlayamadan, O’nunla “temâs”ın nasıl birşey
olduğunu yaşayamadan, “ARINMAK” suretiyle
yaşadığı SİSTEM KİTABINI ÖZÜNDEN
OKU’yamadan beynini yitirmek, en büyük
kayıptır!
Onun
için,
taklitçilik
202
ve
papağanlıktan
GİZ’Lİ GÜLŞEN
kurtulmak için ilk iş, “ALLAH” ismiyle işaret
edilenin ne olduğunun anlaşılması ve onun
ışığında
DİN’deki
orijinal
ifadelerin
değerlendirilmesi olmalıdır. Bunun için de, farkı
farkedememiş bakış açılarının ürünü olan
meâller ve tefsirler asla yeterli olmaz.
“Beşeri
yorumlarla”
avunmak
yerine,
Rasûlullah’a ve getirdiği “ALLAH ilmine”
yönelmediğimiz sürece, zulüm sona ermez…
Allah bizlere, taklitçiliğimizin boyutlarını
farkettirip, taklidi terketmeyi ve tahkiki nasip
etsin, ki böylece ASL olana yönelebilme kapısı
açılabilsin!…
27.05.2001
J
203
▪ 84
~Kara Bulutlar
Neden~
G
ünden güne kararıyor bulutlar... Kararan
bulutlar içini de karartıyor insanların...
Sorguluyorlar, “Ne olacak bu işin sonu?...
Neden başımıza geliyor bunlar?” diye...
Başımız sıkıştıkça, içimiz karardıkça, bir
serinlik, bir ferahlık umarak; bir teselli, bir umut
bekleyerek
çalıyoruz
kapısını
Aksaçlı
Bilgemizin...
⎯ Üstadım nedendir bu başa gelenler? Neden
yaşanmakta bu sıkıntılar? Allah niye toplumlara
böyle azap yaşatıyor?
⎯ Yavrum sen hiç Kur’ân okumadın mı?...
“Ellerinizle
yaptıklarınızın
sonuçlarını
yaşarsınız!” uyarısını fark etmedin mi?...
İnsanların başına ne gelirse, çok büyük bir
çoğunlukla, kendilerini akıllı, çevrelerindekileri
aptal kabul etmelerinden gelir!.
“Sen âlemi kör, herkesi aptal mı sanırsın?”
atasözü neden söylenmiştir acaba?
İnsanların içine düştüğü tüm yangınlar “kendi
204
GİZ’Lİ GÜLŞEN
elleriyle” ya da daha kapsamlı ifadesiyle
“organlarının yaptıklarının” sonucudur!.
Bir kişi;
• Ya âhıret hayatını hedef alıp, o yolda
çalışmalar yapmak için yaşar!... Allah Rasûlü
ve yolundan gidenler gibi!
•
Ya da, geçici dünya zevkleri gözünü kör
eder; basiretini bağlar; artık başka hiçbir şeyi
düşünmez olup; yalnızca organlarını nasıl
tatmin edeceğini düşünerek yaşar!...
Birinci düşüncede olanların tek amacı, içinde
bulunduğu her ortam ve şartta, beyninde ve
elindekileri insanlarla paylaşarak Rasûlullah
yolunda yürümektir.
İkinci düşüncede olanlar ise, imanı ve ahıret
kaygısını bir yana atarak yalnızca bedensel
zevklerini daha iyi tatmin için yaşarlar...
Çevrelerini, başkalarını düşünme yeteneğini
yitirmişlerdir!.. “Allah”, onlar için bir kelimeden
ibaret kalmıştır; âhıretleri ise yarınki günden
ibarettir!.. Sahip oldukları şeyler MEKR yollu
kendilerinde olduğu için de Rasûl yolunda
değerlenmezler, dünya batağında onları biraz
daha batırıcı yük olarak boyunlarında asılı kalır!.
Onlar ne oruç bilir, ne namaz!... İçki de
mubahtır, zina da! Lâfta melekûtta gezerler, ama
ne çare ki, eylemde esfeli sâfilinde
saplanmışlardır; uyanasıları yoktur!
Tasavvufun kıyısından geçmişlerse eğer,
aldıkları ilim kendilerini beşeriyet batağında
205
AHMED BÂKİ
batırmaya yarayan gülleler olarak yığılıp kalmıştır
üzerlerinde!.
Dünyaları hüsrandır; âhıretleri hüsran!.
İnsanlar ne zaman, organlarının zevkleri için
yaşamayı hedef alıp, bu uğurda çevresindekileri
ezip geçmeye başlarlarsa; başkalarını düşünmeyi
bir yana bırakıp, yalnızca kendilerine zevk veren,
eğlendirenler için yaşarlarsa,
işte o zaman
musibetlere dâvet çıkarmış, karabulutları çağıran
paratoner olmuşlardır! Ummadığı anda yıldırım
çarpar!. İnme iner; sille yer!.
Allah’ın yeryüzünde konuşan dilleri vardır;
hayra ileten elleri vardır!.. Onlar HAK’kı tavsiye
ederler!.. Onları değerlendirmeyip, nankörlük
yapanlar; kendilerine uzanan yardım ellerini,
“benim malımda mülkümde, koltuğumda, sahip
olduklarımda gözü var da onun için bana hitap
ediliyor,” diye geri çevirenler, bunun sonucunu
da yaşarlar!
Allah yoluna harcanmayanlar nereye gider?...
Bunu göremeyecek kadar kör olanlar düştükleri
batağı fark ettiklerinde iş işten iyice geçmiş
olacaktır!.
Şeytanına tâbi olarak, gerçekleri görmekten
perdelenmiş olanlar, TÖVBE de edemeyecekleri
için; kendi elleriyle kendi geleceklerini
cehennem etmektedirler.
Bil ki, insanlar düşünce, değerlendirme ve
yaptıklarıyla ya cenneti yaşayacaklardır; ya da
bu alanlardaki yanlışları ve yanlışta ısrarları ile
hem kendilerini hem de kendilerine bağlı
206
GİZ’Lİ GÜLŞEN
olanları helâk edeceklerdir!.
Karabulutlar kendileri gelmeyip; insanların
davetine icabet ederek onların başı üzerinde
birikmeye, yoğunlaşmaya başlamıştır!.
“Rüzgarın esmeye başlamasından yağmurun
geleceğini anlarsınız!” diyen İsa aleyhisselamı ne
çabuk unuttunuz!...
18.04.2001
J
207
▪ 85
~Herkes Layıkıyla
İdare Edilir~
“B
izi kimler bu hale getirdi gibi bir soru
“insana” yakışmayan, en tutarsız
sorgulama biçimidir!..
Güdülmek üzere varolmuş mahlûkun,
güdüldüğünü farketmesi ve güdenini sorgulaması
muhâldir!..
Öte yandan, güdülen bir mahlûk olmadığının
farkında yaşayan için ise, kendini güdeni aramak
gibi bir sorgulama, sadece akılsızlıktır...
Her birey gibi, her toplum da kendi elleriyle
yaptıklarının neticesini hakeder ve hakettiğini
yaşar; kim, kimi neyle suçlarsa suçlasın... Çünkü
ne gökte, ne de yerde insanlarla veya toplumlarla
uğraşan bir tanrı yoktur!..
İnsansılar ve onların mukallitleri, varlığın özü
ve aslının “ALLAH” ismi ile işaret edilen Hakikat
olduğunun bilincinde olamayacaklarından, kendi
hayallerinde varettikleri “tanrıları” tarafından
güdülürler...
Hakikatten gafil yığınlar geçmişte tapınma
duygularını kendi dışlarındaki nesnelere “güç”
atfedip,
onları
put
edinerek
tatmin
208
GİZ’Lİ GÜLŞEN
bulmuşlardır...
Bu zamanın göya zeki, gelişmiş, aydın(!) ⎯ama
ne yazık ki Rasûlullah aleyhisselâm’ın bildiridiği
ALLAH ismiyle işaret edilen Hakikati
öğrenmeye yanaşamayan⎯ nesli de, taştan,
topraktan putlar yerine, kendi zihinlerinde
yaratıkları putlara tapar olmuşlar; onları “güç”
sahibi değerli varlıklar olarak benimseyerek...
Kiminin mevkisi, mertebesi... Kiminin malı,
mülkü, parası... Kiminin sevdiği, eşi veya işi...
Sahip oldukları, şan, şöhret, ünvanı, saltanatı...
Her kim, nede “güç” görür ve ona herşeyden
öncelikli değer verir, üstün görür, sahip olmak
isterse, o şey “putu” olur... Sahip olma duygusu,
geçekte o şeyi tasarrufu altına almanın değil, o
şeyle “bağlanmış olmanın” sonucudur. Bu hal,
“ALLAH” ismiyle işaret edilen hakikatten
gafletin ve bilinçsizliğin cezasıdır...
Ve herkes neye taparsa, o taptığının ardına
koyulur ve onun sopasıyla dövülür... Para
sopasının dövebildiği, paraya tapan ve paranın
ardında olandır... Şöhret sopası, şöhrete tapanı
döver... Mal-mülk sopası, saltanat sopası herbiri,
kendilerine sahiplenip, vazgeçemeyenleri döver.
Tanrılar ve sopaları saymakla bitmez... Oysa tanrı
edinmemeyi başarabilenin sopası da olmaz,
dayağı da!
Her kim neye tapınmakta ise, onun elinden
alınışını ve yokluğunu görüp ⎯la ilahe⎯,
nihayetinde “ancak ALLAH”ı itiraf etmeyi
yaşayacaktır...
209
AHMED BÂKİ
Cehennemin kuyuları sayısızdır; birinde
yanmasını tamamlayanlar, bir diğerine aktarılır...
Kevser ırmağına varabilenler ise, tapınmaktan
arınan, bilinci pâk olanlardır...
Bedensel arzu, istek ve korkular ile şartlanma
ve duyguların yön verdiği yaşam biçiminden
kurtulan, özündeki bilinç boyutunun değerlerine
yönelebilen “insanlar” ise, gaybında ALLAH’a ait
güçlerin bilincine varmak suretiyle, cennetini
yaşar...
Bilinç, cehaletini ve gururu yenip de, “mülkün
sahibinin ALLAH olduğu” gerçeğini itiraf edene
dek, tanrı edindiği şeyin sopasıyla dövülmekten
⎯zebaninin topuzuyla o cehennem çukuruna
atılmaktan⎯ kurtulamaz.
Taa ki, kuşatan bu “rahmet” sonucu, yana yana
tanrısını ve ona tapınmasını terkede!..
J
210
▪ 86
~Her Olay Bir Ders~
Y
aşamda bazı küçük ayrıntılarda önemli
sınavlar gizlidir... Bilincimiz, bilgisini
almış olduğumuz şeylerin gereğini
yaşayabilmemiz, o yolda bir şartlanmamızı
terkedebilmemiz için, bu tür sınavlarla bizi sık
sık yüzyüze getirir! Ancak, sabırsızlık, hırs,
hüküm
verme,
şartlanmalarımızı,
beklentilerimizi ille de elde etme arzusu,
kaybederim korkusu gibi vehme dayalı birçok
davranış yüzünden, çok kere o sınavların getirdiği
önemli fırsatları elden kaçırır, bir daha da ele
geçiremeyiz...
Günümüz imkânlarını gözardı ederek kişinin,
“eskiden bu işin usûlü böyleymiş” diye, aynı
yöntemle birşeyin üzerine gitmesi, taklitçilik
sebebiyle, ayağına kadar gelmiş “yeni”yi yaşama
fırsatının kaçırmasına sebep olur. Size her öğün
açık büfede yüzlerce çeşit yiyecek sunulurken, siz
her defasında ille de daha evvelden tadmış
olduklarınızı seçerseniz, yeni şeyler tanımış olur
musunuz?
Yaşadığınız her bir şey sayesinde, o mânânın
daha sonra daha kolay yaşanmasını sağlayıcı yeni
211
AHMED BÂKİ
açılımlar oluşur beyinde... Yani neyi yaşarsanız, o
yönde bir açılım ve gelişme olur beyinde.
Yaşamış olduklarınız, yaşayacaklarınızı belirlediği
sürece ise, hiçbir yeni açılım olmaz; sadece
tekrarlar ve taklitle yetinirsiniz...
Gözardı ettiğimiz ve sabırsızlandığımız basit
gibi görünen nice ayrıntı, aslında böyle açılımları
yaşayabilme fırsatlarını beraberinde getirir...
İmtihan, genellikle şartlanmalarımıza, değer
yargılarımıza, duygularımıza, alışkanlıklarımıza,
beklentilerimize ters gelir; bizi zorlar, sıkar,
korkutur...
Sabırsızlık ederek belki şartlanmamızın veya
beklentimizin karşılığını bulabiliriz; ama
gerçekte her bulduğumuzla büyük bir ihtimalle
o sınavın getirmiş olduğu aşamayı kaybederiz!
Ve bir daha da aynı fırsatı elde etme şansımız
olmaz. Çünkü bir şeyi bir kez gördükten sonra,
bir daha görmemiş gibi asla olamazsınız.
Kayıplarınız için tasalanmayın, korkmayın!
ayıplarınız belki dünyalığınızı götürecektir
ama, doğru değerlendirebilirseniz, onlarsız da
olabileceğinizin ve bağımlılıklarınız olmadan da
yaşayabileceğinizin tecrübesiyle kendinizdeki
sayısız güçleri keşfetmenize kapı açacaktır. Ve
böylece SİSTEM’i anlama ve ALLAH’ı bilme
yolunda bir adım daha atmış olursunuz...
Kendinizi büyük görmeyin, ama varlığınızı
meydana getiren Hakk’ın yüceliğine layık olmaya
çalışın!.. Hiç bir şey yapamıyorsanız, Varedeniniz
ve herşeyin Varedeni ALLAH’a teslim olmayı
212
GİZ’Lİ GÜLŞEN
öğrenerek,
yaşamın
değerlendirmeyi başarın...
J
213
sunduğu
fırsatları
▪ 87
B
~Allah Kuluna~
ir yanda, bütün bir dünya ömrünün,
Berzah yaşamına nispetle ancak saniyelerle
ifade edilebildiği gerçeği...
Öte yanda, dünyamızı, günlerimizi hayli
karartan, üzerimize çiselemeye başlayan kara
bulutlar...
Bir ışık, bir değişik ses, bir değişik nefes almak
istiyor insan...
Gün geçtikçe dünyamızın üzerini kaplayan bu
karartı arasında, Aksaçlı Bilge’den gelen ve bizleri
yeni ufuklara götüren bir seslenişi işittik... Ve
hemen düşünen dostlarla paylaşmak için bu
hitabı sayfamıza aldık...
“İnsanca düşünen TANRI’dan; Allah gibi
düşünen insana!.”
Dünyamızı, evrenimizi az bir süre de olsa
değişelim istedik ve yine çaldık kapısını
Üstadın... Kabul etti, hoş sâfa eyledi... Sorduk:
⎯ Üstadım, neredeyse tüm öğretinizi
özeltleyen yeni bir ifadeyle bize yeni ufuklar
açtınız! Bunu okurlarımızla da paylaşmak istedik.
214
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Lütfen, biraz daha açar mısınız?
⎯ 1989 senesinde “ALLAH” isimli kitabı
yazmaya başladığımda, kitabın ismi kararlaştığı
zaman Antalya’da idim ve Cuma namazı
sırasında, “Muhammed’in ALLAH’ı” olarak içime
doğmuştu...
Cuma’dan döndükten sonra yanımdaki dostlara
kitabın isminin bu olacağını açıklamıştım...
Ancak ne var ki, kitap basıldıktan daha sonraki
dönemde, anlayışı kıtların çoğunluğunun, hele
ilahiyatçıların bu ifadedeki espriyi hiç
anlayamadıkları ortaya çıktı...
Bunun üzerine mecburen, bu ismi biraz
değiştirerek “Hazreti Muhammed’in açıkladığı
ALLAH” şekline dönüştürdüm...
Geçtiğimiz günlerde Broadway’de dolaşırken,
yolum 70. Cadde civarındaki Amerika’nın en
büyük kitapçısı Barnes&Noble’a düştü... Önce,
“Tanrıyı tanımak” üzerine yeni yazılmış birkaç
bestseller gözüme ilişti... Daha sonra onların
arasından ve dünyalarından ayrılıp, kendi
düşünce evrenime yöneldim. İkinci kata,
Astronomi bölümüne yürüdüm... Galaksiler
arasında gezindim... Elbette ki çarıklı-asalı bir
gezinti değildi bu!...
İnsanı ve tanrısının evrendeki yüz milyarlarca
yıldız arasındaki yerini düşünüyordum ki, tüm
öğretimizin ve bireysel misyonumuzun adı içime
doğdu!...
“İnsanca TANRI’dan; Allah “kulu”na”...
215
AHMED BÂKİ
Ancak çok büyük bir çoğunluk, yetişme
dönemindeki düşünsel eksiklikler sebebiyle, bu
özlü ifadeyi de anlayamayacaktı... O yüzden, bu
kısa ve öz tanımlamayı biraz daha açarak kaleme
almak gerekti; böylece o bahsettiğin ve sayfanda
okunan şekle dönüştürdük...
“İnsanca tanrı” ne demek diyorlarmış anlayışı
sınırlılar.... Açmaya çalışalım biraz...
İnsanların,
yaşadıkları
şartlara
ve
edindikleri fikrî altyapıya dayalı olarak
tasavvur ettikleri, Tanrı kabulü demektir bu...
Mesela uyuması ya da uyuklaması söz konusu
olan, dalgınlığı anında o farkında olmadan bir
şeyler vuku bulan TANRI!!!... Böylesine ilkel
düşünen insanlara cevaben, uyuyan ya da
uyuklayan bir tanrı olamayacağı vurgulanıyor
Kurân’da...
Şimdi düşünün ki, binlerle yıllardır insanlar,
hep kendileri gibi düşünen, kendileri gibi
değerlendirme yapan ve yargılayan bir TANRI
tasavvuruyla yaşarken... Arada çıkan bazı
Hakikat ehli kişiler, işin böyle olmadığını
vurguluyorlar aldıkları vahiyler ile...
“Allah kulu” yani “abd-ı Allah” ifadesindeki
inceliği anlamayıp, bunu tanrının yeryüzündeki
bir tâbisi gibi düşünen ilkel anlayışı kıta nasıl
anlatabilirsiniz; “Allah KULU”nun hakikati olan
esma-sıfat boyutunun kapsamı ve gerekleriyle
Allah’ın dilediği kadarıyla yaşamakta olan Zât,
olduğunu!...
Allah “KULU”nun, Hazreti İsa dilinde, “Sen
216
GİZ’Lİ GÜLŞEN
insanca düşünüyorsun, Allah gibi değil” şeklinde
ifade bulan uyarısının dışında; Allah gibi
mahlûkatı
değerlendirdiğini
nasıl
fark
ettirebiliriz anlayışı sınırlı olanlara?
Oysa insanın macerası, bu ikisi arasındakinden
başka bir şey değildir!.
“İnsanca Tanrıdan; Allah KULU’na”!.
Her ferd, bu tanımlama içindeki bir basamağı
oluşturmak
üzere
vardır...
Yaptıklarıyla,
düşündükleriyle ebeden oturacağı bu basamağı,
şu dünya hayatında kendine hazırlamaktadır.
Eğer kişi, bu cümleyi duyduğunda içinde bir
heyecan, bir ürperti hissetmiyorsa, bırakınız onu
kendi haline; bir et-otobur olarak yaşamına
devam etsin, yalnızca birkaç organının zevkiyle
tatmin olsun!... Masal gibi de bu anlatılanları
dinleyip, sonra gene günlük eğlencesine dönsün!.
“İnsanca TANRI’dan;
macerasının neresindeyiz?
Allah
KULU’na”
Bunu sorgulamayı önemli ve değerli bulan
dostlarıma Selâm olsun!.
10.04.2001
J
217
▪ 88
İ
~Ulu Tanrı
Korkusu~
lkel toplumlar o kadar ilkellermiş ki… “Çok
tanrıya taparlarmış”…
Çok şükür; şimdiki topluluklar çoktan
vazgeçip, “tek tanrıya tapıyorlar!”…
Değişen sadece sayısı!
Kendi için varettiğinin gözü ⎯basireti⎯,
“ALLAH” adıyla işaret edilenden gayrını
görmeyip, onda ALLAH KULLUĞUNU
yaşarken…
“İnsan”lık düzeyine ulaşamamış olan da,
hayalinde yarattığı tanrısına tutsak olarak
kulluğunu yerine getirmekte SİSTEM’de yine…
ALLAH dilediğini yapmada!… Yaptığından
sual olunmadan!
Görene hikmet, hayret, haşyet!
Göremeyene, ALLAH’ı bilememe
“İnsanca
düşünceden”,
“beşeri
yargılarından” arınamama cezası!
cezası!
değer
ALLAH TAKDİRİ ise her an yürürlükte…
Hiç bir şey yersiz değil!
218
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Muhakkak bir hikmeti var olup-bitenin! Ama
bunu görebilmek için “insanca düşünceden”,
“beşerce biz”den arınmış olmak gerek! Zira hitap
açık: ALLAH bilir, “siz” bilmezsiniz!
Aksaçlı Bilge’ye vardığımda kapıyı eşi açtı!
İçeri girdiğimde, secdedeydi; sesi şöyle geliyordu
kısık bir şekilde secde hâlindeyken…
“Allahım, orman ehline, ULU TANRI
MANİTU’nun var olmadığını sakın fark
ettirme!... Eğer bunu farkederlerse, dişlemedik,
parçalamadık mahlûk ve insan bırakmazlar
çevrelerinde!... Lütfen, hayvanlar anlamasınlar
ULU TANRI MANİTU’nun asla yaratılmamış
olduğunu!... “İnsan”lara merhamet et ve
hayvanları bu gerçeği idraktan perdele!... Bu
konuda yaptığım açıklamalardan dolayı beni
bağışla!… Hayvaniyetleri için yaşayanlardan
muhafaza eyle çevrelerindekileri… Kalplerine
“ulu tanrı” korkusu saç kudretinle!”
Bu duayı duyunca anladım ki,
okuyamayanların ve asla okuyamayacak
çokluğu hikmetine dayalı olarak,
yaratılmamış mahlûkatta “ulu tanrı
allahım” anlayışı!...
sistemi
olanların
boşuna
- güzel
“ALLAH” adıyla işaret edileni bilmek; ve
ALLAH KULLUĞUNU dünyadayken fark edip,
yaşayabilmek! İşte “İNSAN”a has olan!
Fetebarekallahu ahsenül hâlikiyn!.
Fesubhanallah!
13.06.2001
219
▪ 89
~Tanrıya Tapanlar~
E
vren denen uçsuz-bucaksız yapı bir
okyanus ise, “dünya” denen gezegen,
okyanusun kıyısında bir kum taneciği
mesabesinde bile değil!… Ve o kum taneciği
üzerinde yaşayan, yiyen-içen, birbirini üzenseven,
kum
taneciğini
yakıp-yıkan
“mikroorganizmalar” misali, bir “hiç” mesabesinde
milyarlarca yaratıklar ⎯yanıbaşındaki uydusu bir
başka kum taneciğinden dahi görünemeyen!
O kum tanesi gezegenin ötesinde ise, okyanus
gibi dev, güçlü, kuvvetli, ulu bir tanrı!…
Kenarda, kıyıda ise “yaratıkları”!… Ne muhteşem
bir zekâ!…
İlkel insanlar “çok tanrıya taparlarmış”…
“Çok tanrılı dinler”…
Şimdi, tapınılan “tanrılar” tekmiş…
“Tek tanrılı dinler”…
İlkel tanrılara göre daha gelişmiş, ulu bir “tanrı”
şimdi!
Ve o kum tanesi yanında okyanus gibi “ulu
tanrı”, o ıssız ücra bir sahilde, hiç görünmeyen
220
GİZ’Lİ GÜLŞEN
milyarlarca kum tanelerinden hiç bilinmeyen biri
üzerindeki, mikroorganizma misali yaratıklarına
takmış kafayı; bunların hangilerini suçlayıp
azapla yakayım, hangilerinin sevişmelerini
sağlayıp mutlu edeyim?…
Topluluklar ve onların “din adamları” da bunu
“din” diye pazarlarmış… Ne muhteşem bir
kurgu!…
Elbette okyanusun yerinde öyle ulu bir tanrı
yok! O “tanrı”, “ALLAH” ismiyle işaret edileni
öğrenmemekte direnen nankörlerin kafasında,
ALLAH takdiriyle varolmuş bir hayal!…
Karşılıksız verilen İLMİ görmemekte, önünde
açık duranı okumamakta ısrarın bedeli, o!…
Bırakın tartışıp dursunlar o tanrının dinini; kimi
cennete kimi cehenneme atar, neyi ister, neyi
istemez diye!…
Bir gece başını kadırıp ta göğü kaplayan
yıldızlar arasından uzaklara dalabilen, hisseder
belki dünyanın da oralardan bakana nasıl hiç
olup, görünmezlikte kaybolduğunu!…
Tek de olsa, çok da olsa, “tanrı” yok!
Peki ya “ALLAH’ın TEK” olması ne demek?
Duymuşuzdur,
“yalnızlık
mahsustur,” demiş birileri…
ALLAH’a
Şimdi bir de bunu, “ALLAH Yalnızdır”
şeklinde düşünelim…
Evet, “ALLAH ismiyle işaret edilen”,
kendinden başka hiçbirşey olmadığı için yalnızdır
ve “TEK”tir…
221
AHMED BÂKİ
Onun için de “ALLAH’a ortak koşmak en
büyük günahtır” denmiş! Anlayabilene!
“ALLAH”, senin bilincinde kabul edeceğin,
kendi kendine yegâne varolanın ismidir; evvelisonrası, önü-arkası, başlangıcı-sonu, hatta varlığıyokluğu düşünülmeden, kendinden başka
hiçbirşey olmayan “O”dur! Sadece “O” vardır,
TEK O’dur!
İşte, “ALLAH’ın TEK olması”, bir TEK olanın
“ALLAH” ismiyle işaret edilen olmasındandır…
“Sen” dediğin ise, ötende olmayan ⎯ içinde de
olmayan⎯, “O’ndan O’na” giden “KULU”sun!
O’nunla! O’nda! O’ndan! O’nun dilediği gibi!
O’nun verdiğiyle! O’ndan başka hiçbirşeyin
olmadan!…
Hâlâ “sen” kendinin farkında değilsen,
uykudasın! Uyuyorsun! Arada bir de dışardan
kulağına gelen hitabı işitip, onları da yine uykulu
kafanda şekillendiriyorsun! Uykundaki “sen”in
varoluş gayesini farketmeden, gördüğünün rüya
olduğunu kabul edip, hissetmeden ve rüyanda
tasavvur ettiğin “sen”den aklını hür kılmadan
evvel de uyanası değilsin!…
ALLAH’ı bilip, gayrı olmadığına ve TEK’liğe
imanla uyanık durmak varken; “yaradan ve
yaratılmışlar” diye varlığı ikiye ayırmış, sonra da
mahlûkata karışıp, derin uykuya dalmışsın!
Hapsetmişsin hayal kozana kendini. Bu yüzden
“tek tanrı hayalinden” kurtulamamışsın?
Uyanmak ve bilincini hür kılarak ASLINA
222
GİZ’Lİ GÜLŞEN
ermek yolunda, sınırsız TEK’liğin bilincinde
yaşayarak “ALLAH ilmi ve bakışıyla” hallenen
KUL musun?
Yoksa, hâlâ “O’na” mı inanıyorsun?
16.06.2001
J
223
▪ 90
~Bilincin Yaşı~
G
eçici dünya hayatının kapkara bulutları
daha üzerimize boşalmadan, tüm
insanlar büyük bir sıkıntı ve âdeta
bunalım içinde görünüyor…
Bu kadar karabasan arasında günümüze aydınlık
verecek bir konudan söz edelim size…
“Cennette her erkek 33 yaşında, her kadın da
18 yaşında olacak” deniyor ya hani…
Bunu düşündünüz mü hiç?
Bu kez de yine konumuzu aldık, Aksaçlı
Bilgemiz’in kapısını çaldık! Lûtfetti ve
gönüllerimize ferahlık veren tebessümüyle bu
konuda bize şunları söyledi...
“Şu andaki hâlinizi düşünün bir…
Bedeninizle ilgilenmediğiniz, bedensel bir
sorununuz olmadığı zamanlar, kaç yaşında
hissediyorsunuz kendinizi?
Çoğunluk, hatta psikolojik sorunu olmayan
hemen herkes, merdiveni 60-70 ve hatta
yukarısına dayamışlar dahil, ⎯fizik beden yaşı
kaç olursa olsun⎯, kendini 18-30 yaş arası
224
GİZ’Lİ GÜLŞEN
hisseder!.
O yüzden de genç davranışlı pek çok yaşlı
bedeni eleştirirler; “hiç de yaşına uygun
davranmıyor, yaşamıyor” diye…
Bunu diyenler, kendilerini et-kemik beden
kabul eden bilinçlerdir.
Oysa, bilinç varlık “insan”ın yaşı yoktur!.
“İnsan”ın birikim yaşı vardır…
“İnsan”ın akıl yaşı vardır.
Bedenin ise eskime yaşı vardır…
Aslına bakarsanız, bedenin yaşı bile yoktur!…
Zira o beden, çoktan yenilenmiştir birkaç yıl
içinde!…
Eğer siz hâlâ kendini beden zanneden
bilinçlerdenseniz, söyleyecek bir sözüm yok
size…
Ancak, kendini beden ötesi bilinç varlık
olarak algılayabilenler için bir önemli işaretim
var…
Cehennem,
beden
cehennemi,
dünya
cehennemi, kabir cehennemi ve nihayet mutlak
cehennem gibi çeşitli evrelere nasıl ayrılmışsa…
Cennet de aynı şekilde, dünya cenneti, bilinç
cenneti, kâbir cenneti, mutlak cennet gibi
yaşanmakta ve yaşanacak evreler hâlindedir…
Bu takdirde bir düşünün bakalım “cennette
insanlar şu yaşta olacaklar” sözünün
anlamını, bu işaret ettiğim gerçeğe göre…Cennet
225
AHMED BÂKİ
hâlini yaşam anında kaç yaşında olmaktalar
insanlar
acaba?…
Bakalım
neleri
keşfedeceksiniz?...”
20.07.2001
J
226
▪ 91
~Beyin Sağlığı~
D
ünyadayken kişinin kendi hakikatine
ermesinin,
“beynini”
kullanıp
değerlendirebilme
düzeyi
ve
kapasitesine bağlı olduğunu, artık sayfamızdaki
eserleri takibeden herkes biliyor. Önemine
binaen, beyin sağlığı konusunda gelişmeleri
yakından izlediğini bildiğimiz Aksaçlı Bilge’mizin
araştırmalarından ve pratik bilgilerinden istifade
etmek için, bu konuda da kendisine sualler
sorduk; lûtfetti, o da talebimizi geri çevirmedi,
tesbitlerini ve tavsiyelerini bizimle paylaştı:
— Üstadım, değişen yaşam şartları ile birlikte,
sağlık konusunda, özellikle beyin sağlığı
konusunda dikkat çeken inceliklerin de
değiştiğini gözlemliyoruz! Bir çok insan, hâlâ
kafalarından atamadıkları ilahi(!) “adalet”e
güvenip, korunma ihtiyacı hissetmeden önüne
geleni yiyip içerek, kendince gününü gün
ederken, çok azınlık ta olsa, zamana ve
gelişmelere ayak uydurmaya çalışan, özellikle de
beynine ve sağlığına önem veren bir grup insan
da, güncel bilimsel bulguları değerlendirmek
suretiyle, yeni bir yaşam tarzı ve sağlık anlayışı
benimsiyor. Bu konudaki sizin gözlemlerinizden
227
AHMED BÂKİ
bazılarını bizimle paylaşır mısınız lütfen!
⎯ Rahmetli “ADALET” vefat ettiğinde 1986
yılında, —ki annem olur kendileri— hayli
üzülmüştüm… Ama, Sistemin bir gerçeği idi bu
da; paşa paşa kabullenilecekti.
Öyle oldu…
76 yaşında vefat etmeden yaklaşık 2 sene önce
çevresinden
kopmaya
başlamıştı…
Son
günlerinde ise beni dahi zor tanıyabiliyordu.
Teşhis konamamıştı o zaman.. Şeker hastalığına
bağlanmıştı olay!
Ancak aradan bir kaç yıl geçip “Alzheimer’s”
keşfolunup, semptomları yazılınca, anlamıştım
ki, rahmetlinin vefat sebebi de buydu!.
Altmışına merdiven dayamış bir yaşlı olarak
düne baktığımda…
Biz çocukken, evde bakır kaplarda pişerdi
yemekler… Arada bir kapı önünden geçen
“kalaycı”lar bakır kapları kalaylardı. Yemekler de
bu kalaylanmış kaplarda pişerdi.
Sonra birden alüminyum furyası çıktı!.. Herkes
bakır kaplarını satıp evi alüminyum kaplarla
doldurmaya başladı… Büyük kolaylıktı. Hafifti,
ucuzdu, kalaylanma derdi yoktu!..
Yıllar yılı alüminyum kaplarda
yemeklerle beslendi beyinlerimiz!.
pişmiş
Derken çelik kaplar, teflon tencereler çıktı
yakın yıllarda, bizler mezara bir karış
yaklaştığımızda…
228
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Ve atıldı ortaya bir yeni keşif!
“Alzheimer’s”, yani ALUMİNYUM hastalığı!.
— Bu tamamen beynin fonksiyonlarıyla ilgili
bir rahatsızlık, değil mi?
⎯ Evet! Bu hastalığa yakalananların beyin
hücrelerinde normalin 4 katına kadar alüminyum
fazlalığı tespit oldu 1989 da… Özellikle, beynin
hafızayla alâkalı hippocampus bölgesindeki
hücrelerde bu birikim çok fazla olarak bulundu.
İnsanların farkında olmadan gıda ve diğer
yollarla aldıkları fazla alüminyum beyni iflasa
sürüklüyordu…
İsimleri, yerleri, kişileri
hatırlamaz hale getiriyordu “ALZHEİMER’S”
hastalığı; insan ister fakir bir çöpçü, ister
başbakan olsun!
⎯ Ve bunda, kullanılan alüminyum kapların
etkisi çok büyük!
⎯ Yapılan araştırmalara göre, normal kapta
pişen domatesteki alüminyum oranı, alüminyum
kapta piştiğinde yüzde yüze yakın artıyordu.
Şimdi alüminyum tencereler kullanılmıyor pek
ama tehlike geçti mi?
Bu defa en başta alüminyum “kutu”larda
saklanan, içilen konserve ve meşrubat türü
gıdalar çıktı karşımıza!
⎯ Bunlar yanısıra vücuda alınan bazı ilaçlara
da dikkat edilmeli sanırım!
⎯ Meselâ, stresli toplumlar sürekli mide
229
AHMED BÂKİ
yanmalarına karşı antiasid almaya başladılar…
Ki alınan antiasid hap veya şurupların pek
çoğunda yoğun miktarda alüminyum hydroxid
ve alüminyum tuzları bulunmakta!..
Yanı sıra ishal kesici (antidiarrheal) haplar dahi
alüminyumlu maddeler ihtiva etmekte.
Bir kısım ağrı kesici aspirinler, kepek olmasını
önleyici bazı şampuanlar, bazı deodorantlar, hep
beynimizin belası alüminyumu ihtiva etmekte…
Bilmem alüminyumlu nesnelerden
uzak
durmamız gerektiğini yeterince anlatabildim mi?
Yanı sıra kesinlikle LIGHT ve DIET yazan
yenecek ve içeceklerden uzak durmak
gerekiyor…
Rafine beyaz şeker, beyni “turn-OFF” yapan
(çalışmasını
durduran)
madde
olarak
adlandırılıyor.
Tadlandırıcıların her türünden uzak durmak
gerek…
⎯ Ya beyne yararlı ne alabiliriz?...
⎯ USA’daki benim ulaşabildiğim verilere
göre... Normal, sağlıklı, orta yaş biri için...
Royal Jelly, fresh olacak, softgel (kapsül-toz
olmayacak)... Günde 500 mg. 50 yaş üstü için
1000 mg olabilir 2 defada sabah ve akşamüzeri
saat 17-18 gibi aç karnına.
Ginko Biloba… günde en az iki defa; 60 mg…
Softgel olursa daha iyi… Veya kapsül..
230
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Ginseng… 500-1000 mg’lık, bir veya iki
defada. (Yüksek tansiyonu olanlara tavsiye
edilmiyor.)
Coenzym Q10… 30 mg, günde 2 tane.
DHEA… 25mg günlük...
Melatonin 2-3 mg’lık. Yatmadan 2 saat önce.
Kalsiyum ve Magnezyum… 1000 mg, günlük
yatmadan önce…
Ayrıca kapsamlı bir multivitamin-multimineral
kompleksi…
İmkanı olanlar bunları değerlendirebilirse…
Bir rahmet onlara…
⎯ Peki ya imkânı olmayanlar?
⎯ Hiç olmazsa
dursunlar!…
alüminyumdan
uzak
BAL yemeğe gayret etsinler sabah akşam birer
yemek kaşığı yemekten 20 dakika önce…
Allah
beyin
yaşadıkça…
sağlığı
versin
hepimize
01.08.2001
J
231
▪ 92
~Zor Günler~
Şartlar, sayısız insanı patlama noktasına getirdi;
ve her an basınç artıyor…. Kapak atmak
üzere!…
Söylenmişti bir zamanlar, yakın zamanda
birşeylerin başlangıcı kastedilerek...
“Mars Yay’da… Plüto ile öpüşecek; Uranüs’le
selamlaşacak; Satürn’le bozuşacak Uranüs’le
selamlaşırken… Derken, Oğlağa geçip toprağı
dalgalandırmaya çalışacak…”
Yay’daki, Mars Plüto kavuşumunun düşünsel
planda oluşturduklarının sonuçları, Marsın
Oğlağa girdiği gün, fiziksel planda tezahür
etmeye başladı... Toprağı dalgalandırdı... Yay’daki
Şiron, Ay’a zıt açı yaptığında...
Marsın enerjisi bu geçen sürede, Yay’da, dünya
değerlerini ve sınırlamaları silen Şiron’la el
sıkıştı... Plüto, Satürnü karşısına aldı, bozuştu...
Saturn yapılanma, Plüto ise yıkım, eskinin
bitip, yeninin başlaması demek!
Bakalım! Sonrasında gerçekte nelerin yıkılıp,
nelerin
yeniden
yapılanmaya
başladığı
232
GİZ’Lİ GÜLŞEN
netleşecek...
Yay’daki
Şiron,
Kova’daki
Üranüsle
selamlaşınca, hangi değerler ölüp, yerine neler
gelecek!
Zor günler...
Merkür 1-22 Ekim arası rötarda... Bu arada
Dünya’da epey insan hayli yanlış kararlar alma
durumunda kalabilir...
İş bu kadarla kalmıyor.
Kasım başı ise gene karmakarışık...
28 Ekim tarihinde Kova’ya giren Mars, havaları
allak bullak edebilir ateşli
dalgalarıyla
Dünya’da...
Mars önce Kasım başında Neptün’le buluşup,
pek çok adamı yanlış hayaller peşinde koşturup;
sonu sükutu hayal ve pişmanlık verecek kararlar
almaya zorlayacak...
Sonra, 20’sinden itibaren Uranüs’le el sıkışacak
Kova’da...
25 inde AY devreye girecek KOÇ’tan, Güneş
ise Yay’dan; birlikte!
Bu arada Mars ile Uranüs Kova’da el sıkışırken;
Satürn’de İkizler’den Yay’daki Pluto’ya tüm
despotluğuyla bindirme yapmakta!
Pluton, Mars-Uranüs desteğiyle despot
Saturn’ü sindirme arzusunda, âdeta ortadan
kaldırmak istercesine...
Böylesine güçlü bir göksel çatışma Dünya’ya,
233
AHMED BÂKİ
insanlara neler getirir!... Bunu iyi düşünmek;
yarının hesaplarını ona göre yapmak lazım
sanırım.
USA, Irak ve Afganistan’ı cezalandırmayı
düşünürken, Çin fırsattan istifade Tayvan’ı
almayı hayal ediyor... USA’nın buna müsaade
etmeyeceği açık!
İsrail, Filistin sorununu bitirmek istiyor...
Suriye’nin hayali Hatay’ı Türkiye’den almak...
NATO, USA ile beraber... Rusya, kayıplarının
peşinde...
Perde arkasında kimler kimleri destekliyor?..
Meçhul!..
Kimin hayali ne zaman ne kadar gerçekleşir?
Allah hepimizin yardımcısı olsun...
01.08.2001
J
234
B
ugün, gerek USA ve gerekse tüm Dünya
üzerindeki vicdan sahibi insanlar New
York’ta katledilen 3 binin üzerindeki
insanın acı ve üzüntüsünü çekiyorlar.
Ancak bu katliamın, “müslüman”lar tarafından
“DİN” adına yapıldığı tespiti ise, maalesef çok
büyük bir yanlışı getirmektedir olayın sonrasında.
İslâm Dünyasında çok çok büyük bir topluluk
bu zâlim anlayışı kesinlikle paylaşmamaktadır.
Suudi Vahhabî zihniyetinin gerçek İslâm
anlayışıyla
asla
bağdaşmayan
“zorlamacı
müslümanlık”
kabulünün
hâkim
olduğu
Afganistan ile İran’ın zorlamacı “din” anlayışı
dışında kalan 1 milyara yakın Müslüman kitle,
İslâm Dinini, kesinlikle zorlamacı bir din olarak
görmemekte, her türlü terörist eyleme karşı
düşünceyle yaşamaktadır.
İslâm Dini’ni anlamış ve benimsemiş olan çok
çok büyük çoğunluk, Dünya’nın hangi köşesinde
ve kime karşı yapılırsa yapılsın her türlü terörist
harekete karşıdır.
Gerçekçi değerlendirme yapalım...
Teröre karşı olan, Dünya üzerindeki bir
milyara yakın İslâm Dini’ni benimsemiş insan, bu
katliamdan dolayı terörist safında görülerek bir
savaş başlatılırsa bunun faturası kimsenin hayal
edemeyeceği kadar ağır olacaktır!...
Bu, NY’deki suçsuz insanları katletmekten çok
daha büyük suçtur!.
Akıllı strateji, 3-5 bin kişi için bir milyarlık
235
AHMED BÂKİ
kitleyi karşıya almak değildir.
Belki, kendi bireysel çıkarlarını düşünen bazı
ufak toplulukların işine bu strateji yarayabilir...
Ne var ki, bu strateji, kesinlikle akıl ve
mantıkla olayları değerlendiren bir devletin
yöneticilerinin
bakış
açısı
olamaz
ve
olmamalıdır.!.
Şu an için, en öncelikli konu, bu ayırımın çok
iyi yapılarak buna göre bir strateji ile terörün
üstüne gidilmesidir.
Aksi takdirde bu değerlendirme ve strateji
yanlışı hiçbir aklın hayâl edemeyeceği kadar
önemli sonuçlara yol açacak; çıkacak “DİNLER
SAVAŞI” hiç kimseye yaramayacaktır.
NOT: Bana ulaşan haberlere göre NY, NJ ve
USA’nın çeşitli yerlerinde masum suçsuz
müslümanlara
saldırılar
olmakta,
onlar
suçlanmakta ve taarruz edilmektedir. Bu durum
tasvip edilebilir mi? TV yayınlarıyla bu durumun
önüne geçilmesi gerekmez mi?
—Ahmed Hulûsi
16.09.2001
J
236
▪ 93
~Din’in Hakikati~
S
orgulayan beyinler, her gün yeni bir bakış
açısıyla binlerce deneyim yaşar... Mukallit
ise, aynı deneyimi binlerce gün yeniden
yaşar... Anlayışı kıt da, anlayamadığını
anlayamadığından, her şart ve durumda akıl
satmaya devam eder...
Dünyada bugün gelinen şartlar, kimini, silahını
doğrultacak düşman arama noktasına, kimini de
DİN’in Hakikatini sorgulama, gerçeğini anlama
noktasına getirdi... Bilelim ki, gelinen Modern
Bilim çağında insanlığın kurtuluşu, esas olarak,
yukarda veya ötede bir “tanrı” kabulünü geride
bırakıp, “ALLAH” ismiyle açıklanan mânâyı
ÖĞRENMEK, BİLMEK ve YAŞAM SİSTEMİNİ
bu bilinç ışığında değerlendirmekten geçer.
Bilimsel ifadesiyle, evrenin özündeki temel
BÜTÜNLÜĞÜ kavrayarak, yaşam anlayışımızı
bu
BÜTÜNLÜK
gerçeğinin
sonuçlarını
değerlendirerek
yeniden
düzenlemekten...
Bunun DİN’deki adı, en basit düzeyde
“ALLAH’a İMAN”dır.
Mukallit yorumları artık aşarak; “ALLAH”
ismiyle işaret edilmiş Hakikatin ne olduğunu
237
AHMED BÂKİ
ÖĞRENMEK ve bu bilinçle YAŞAM
SİSTEMİNİN İŞLEYİŞİNİ, yani “DİN”i yeniden
değerlendirmek zorundayız!. Bunun anlamı,
OLAYLARI VE YAŞAMI, ŞUNA VEYA
BUNA GÖRE YARGILAMA DÜZEYİNİ
AŞARAK, “ALLAH’A GÖRE”, YANİ “ALLAH”
İSMİYLE
BİLDİRİLEN
HAKİKATİN
BİLİNCİNDE OLARAK, YANİ “ALLAH
İNDİNDEN BAKIŞLA”, “ALLAH GİBİ
DÜŞÜNEREK” ANLAMA, DEĞERLENDİRME
VE BU DÜZEYDE YAŞAMA AZMİ VE
CEHDİ İLE OLMAK ZORUNDAYIZ, selâmete
ermek istiyorsak eğer... Anlayışı kıtlar, bu
söyleneni hiç bir zaman kavrayamayacaklar ve
“ALLAH” dendiğinde, kafalarındaki “tanrı”yı
hayal etmeye devam edeceklerdir.
Rasûlullah’ın açıkladığı ALLAH ismiyle işaret
edilen Hakikatin ne olduğu öğrenilmediği,
bilinmediği ve öğretilmediği sürece, şartlanma
yollu kabul edilmiş, insan gibi yargıları olan yüce
“tanrılar” uğruna ve o tanrıların “dinleri”
uğruna kavga, düşmanlık ve şiddet son
bulmayacağı gibi, insanlığın zilletten kurtulması
da asla mümkün olmaz! Başka yerde çözüm
aramak, nankörlükten ve hakikate körlükte
ısrardan başka kazanç getirmez!
Düşman arayan sonunda kavga, savaş ve zillete;
DİN’in Hakikatini arayan ise, selâmet ve izzete
erecektir!
İSLÂM DİNİ’nin hakikatini anlamanın yolu
ise, taklitçiliği bırakıp, tahkike yönelmekle ve
DİN’in temeli olan ve “ALLAH” ismiyle işaret
238
GİZ’Lİ GÜLŞEN
edilen Hakikatin ne olduğunun bilincine varmak
ve DİN hükümlerini bu mânâ ışığında doğru
değerlendirmekle başlar...
15.09.2001
J
239
▪ 94
~İlim Yay, Cehaletle
Çatışma~
T
üm kötülüklerin kaynağı cehalettir!
Burada bilinmesi gereken önemli husus,
gerçekte cehaletin temel sebebinin,
önyargı sebebiyle “insanın varedeni olan ve
ALLAH ismiyle işaret edilen Hakikatin ne
olduğunu öğrenememek ve bilememek”
olduğudur.
İnsan için, Hakikatin ne olduğu bilinmeden,
“selâmete” ermek, yani barış ve esenliğe çıkmak
mümkün
olmaz!
Hazreti
Muhammed
aleyhisselâm, dışımızdaki bir tanrının gönlünü
etmek için değil, kişinin kendi hakikatine
yönelerek selâmete erebilmesinin formülü olarak
“ALLAH’a İMAN” ı önermiştir.
Şiddet, acizlik hissedenin
hükmetme ihtiyacından doğar!..
karşısındakine
Yaşanmışlardan ders alırsak eğer, şunu görürüz:
Fizik boyutta, yani dünyada, şiddetin kökü
kazınamaz! Çünkü, şiddetin kökü dünyada değil,
cehaletle örtülmüş zihinlerdedir. O halde çözüm
de, bedenlere kasdetmekte değil, zihinlere
yönelmektedir!
240
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Dünyada ortaya çıkan, karşılaştığımız herşeyi
üreten, başlangıçta, o dünya yaşamını paylaşan
bireylerin düşünceleridir. Hatta ve hatta, ister
kötü,
ister
iyi
diye
nitelendirelim,
yaşadıklarımızın tamamı, bir boyutta, tüm
insanlığın ortak bilincinin ürünüdür!.. Burası işin
bir başka yanı!..
Ancak bilmeliyiz ki, evrendeki düşünce
titreşimlerini, topla, tüfekle yok etmeye
çalışmak, Donkişot’luktan bile öteye bir gaflettir!
Bireylerin bilinçlerinde Hakikat örtülü kaldığı ve
yukardaki “tanrı” kabulü devam ettiği sürece;
“ALLAH’ı” bilememenin cezası olan “cehalet”
giderilmediği, acizlik ve hükmetme ihtiyacı
zihinlere hâkim olduğu ve negatif düşüncelerin
üretimi devam ettiği sürece, bunun neticelerinin
yeryüzünde toplumsal boyutlarda acı biçimde
yaşanması da kaçınılmazdır...
Çözüm, bir noktada ortaya çıkan şiddeti,
kötülüğü veya düşmanlığı, aynı yöntemle
karşılayarak yaygınlaştırmak değildir! Düşmanlığa
karşı düşmanlıkla karşılık vermek, şiddete
katılımı artırarak, cehalet ve nefretin sahasını
genişletmekten öteye bir işe yaramaz! Nefretin
ve düşmanlığın alanını yayarak kapsamını
genişletmek ise, dostluğa ve barışa hizmet değil;
aksine, dostluğun ve barışın yaşam alanını
kısıtlayarak daraltmaktır sadece. Bu basit
gerçeğin farkına varılmalıdır!
Çare, bize ulaşmış olan “ALLAH İLMİ”ni
değerlendirerek, barış, dostluk, saygı, sevgi gibi
insani değerlerin yaşam alanına yönelmek ve
241
AHMED BÂKİ
kaynakları bu ilmin
değerlendirmektir!
yayılması
yolunda
Açıkçası, bugüne dek yapılanın tam zıddını
yaparak, şiddete bulaşmış olana şiddetle karşılık
vererek çözüm aramak yerine, şiddete
bulaşmamış olanların yaşatılabilmesi ve ilim
alanlarının genişletilebilmesi için Hakikat
Bilgisinin mümkün olduğunca yayılması amaç
edinilmeli, eldeki kaynaklar herşeyden önce bu
yönde değerlendirilmelidir.
16.09.2001
J
242
▪ 95
~En Büyük Lütuf~
“A
LLAH” ismiyle işaret edilen Hakikati
Rasûlullah aleyhisselâm’ın bildirdiği
şekilde kabul eden hiçbir insan bir
başkasına zarar veremez! Çünkü “ALLAH”ı
bilen, insanlardan bir takım beklentileri olan ve
yapılanlar karşılığında mükâfat dağıtacak bir
tanrının varolmadığını bilir ve ona göre yaşar!
Dünyanın en barbar kişisine dahi “ALLAH
ismiyle işaret edilen Hakikatin” ne olduğunu
açıklayabilir ve idrak etmesini sağlayabilirseniz,
eğer imanı varsa, ondaki tüm kötü düşünceler
tuzun suda eridiği gibi kaybolur, gider! Bunun
gerçekleşmemesi, iman eksikliğinin sonucu
olabilir. Öte yandan, cehaletin yerini ilim
almadığı sürece, kişiler ortadan kaldırılsa dahi,
zarar verici “anlayış” biçimleri her dem yaşamaya
devam eder...
Hakikat İLMİni yaymak suretiyle “insan”ca
yaşam alanlarının genişletilmesi, önce cehaletten
doğan negatif alanların daralması ve sonra da
ilmin gelebildiği ölçüde, nefretin yerini sevginin,
kavganın yerini hoşgörünün, düşmanlığın yerini
dostluğun almasıyla sonuçlanır ve nihayetinde
cehaletten doğan olumsuzlukların yaşam sahası
243
AHMED BÂKİ
minimuma iner.
Elimizde tek bir çare vardır: Bütün önyargı ve
şartlanmaları bir yana bırakıp, Modern Bilimin
verileri ışığında “ALLAH” ismiyle işaret edilen
Hakikatin ne olduğu bilgisini yaymak! Bu da,
“ALLAH” ismiyle işaret edilen Hakikatin evvelâ
ne olduğunu öğrenmek, anlamak ve sonra bu
bilince ermenin gereği olarak, en yakın
çevremizden başlamak üzere bunu anlatmak,
öğrendiklerimizi paylaşmak ve insanların gaflet
ve yanılgılardan kurtulmalarına yardımcı olmakla
mümkündür...
Dünyanın
içinde
bulunduğu
hali
değerlendirebilen
ve
insanlığın
selâmete
çıkmasını isteyen herkese, nerede ve hangi
geçmişe sahip olurlarsa olsunlar, ellerinden
gelebildiği kadar “Hazreti Muhammed’in
Açıkladığı ALLAH” isimli kitabı yaymalarını ve
geniş kitlelerin bu mânâyı farketmelerine vesile
olmalarını öneririm. Değerlendirilebilirse, bu,
günümüzde insanlığa bahşedilmiş en büyük
lûtufdur.
16.09.2001
J
244
▪ 96
B
~Dostluğun Gereği~
ilelim ki, İLİM, cehaletle asla çatışmaz!
Cehaletle çatışan yine cehalettir, cehaletin
bir başka türü olarak!
“İnsan”lığın her devirde en büyük düşmanı,
“cehalet” olmuştur! Cehalet, insanın kendi
hakikatine karşı körlüğünden doğar! Bireyler
ve toplumlar kör bilinçli kaldığı sürece, bu
“insan”lık düşmanının birer organı ve azası
fonksiyonunu görürler ve sadece “zulme” hizmet
ederler! İLMİN gereği ise, düşmanlığa veya
çatışmaya dahil olmadan, paylaşım, vericilik,
sevgi ve hizmet yoluyla İLMİN alanını sürekli
genişletmek ve bu sayede cehalet ve zulmün
yaşam alanını elden geldiğince daraltmaktır!
Bunun gerçekleşebilmesi için önemli olan,
inanç ve iyi niyettir. Gayemiz kötülüğe ve
düşmanlığa aynı yöntemle karşılık vererek
bunları yaygınlaştırmak değilse ve bu yöntemin
çözüm getiremeyeceğinin farkına varabiliyorsak,
o halde en kısa sürede elimizdeki imkânları
paylaşım ve hizmet yoluyla ilmin ve dostluğun
yayılması
yönünde
kullanalım!
İçinde
yaşadığımız “sistemin gerçeklerinin” ve bu
245
AHMED BÂKİ
sistemde
“insanın
varoluş
gayesinin”
farkedilebilmesi için, “Hazreti Muhammed’in
Açıkladığı ALLAH” ilminin ve “Dinin Temel
Gerçekleri” bilgisinin daha geniş kitlelere
ulaşabilmesi için kaynaklarımızı değerlendirelim!
Zira, bilgi ne kadar geniş kitlelere yayılabilirse,
yanlış algılamaların ve cehaletin hükmettiği
alanlar o düzeyde daralacaktır.
Değerli düşünür Dr. Wayne Dyer’ın yaptığı
hesaplamalara göre, günümüzde dünya üzerinde
savaş için yapılan harcamalar ile açlık ve sefalet
sebebiyle yaşamını yitiren insanların sayısı
biraraya getirildiğinde, geçen her on dakikada bir,
büyük bir yolcu uçağının 450 yolcusuyla birlikte
yere çakılmasına eşdeğer bir bilanço ortaya
çıkmaktadır!.
Oysa, kaynaklar doğru değerlendirildiğinde,
dahası savaş harcamalarının belki trilyonlarda
biri, çağdaş bilimler eşliğinde Hakikat ilminin
yayılması yolunda değerlendirildiği vakit,
“cehalet” ve “düşmanlık” denen şey en büyük
darbeyi yiyecek ve insanlığa yepyeni ufuklar
açılacaktır... Kafa keserek yeryüzünden kimse
cehaleti ve zulmü kaldıramaz! Ancak,
bilmeyene, yukarıda insanlara mükâfat dağıtacak
bir tanrının varolmadığını anlatabilirseniz ve
“ALLAH” isminin, insanların şartlanmalarına
göre hayal ettikleri ötemizdeki bir tanrıya
verilmiş bir isim olmadığını; sınırsız – sonsuz,
varlığın ve her şeyin aslı – özü olan, iman
edilmesi ve yaşam boyu bilincinde yaşanması
gereken, Evrensel Bütünlüğe ve “Tek”liğe işaret
ettiğini” ve yaşam sisteminin ancak bu mânâya
246
GİZ’Lİ GÜLŞEN
iman edilmesi sayesinde okunabileceğini
açıklayabilirseniz, akıl sahibi her kişinin yaşama
ve kendine bakışı da tamamen değişecektir.
İnsanların dikkatlerini başka noktalara çekerek,
bu bilgiden mahrum şekilde yaşamlarını
tüketmelerine seyirci kalıp onlara dostluk ve
iyilik etmiş olmuyoruz! Daha da önemlisi, belli
bir süre kaldığımız şu dünya yaşamını paylaşan
bilinç yapılar olarak dünyamızda yaşanan hiçbir
şeyden bağımsız değiliz! Yaşanan herşeye
yakından veya uzaktan katılımcıyız, sadece
seyrediyor olduğumuz vakitte dahi! İç
dünyamızda, bilinçlerimizde, ilimle biz huzuru
sürece,
bu
yapıdaki
bulamadığımız
bilinçlerimizin üreteceği, beyinlerimizin yayacağı
düşüncelerin
neticelerini
yaşamaktan
kurtulamayacağız. Mutlak mânâda “huzura
ermek”, “ALLAH huzuruna ermek” demektir, ki
bu da “Hazreti Muhammed’in Açıkladığı
ALLAH”ı öğrenmek ve bilmek ve hakikatte,
zaten her an “ALLAH” huzurunda olduğunu
farkedememe
cehaletinden
kurtulmakla
mümkündür!. Huzurda olan sadece, ALLAH’ı
bilendir. Bilmeyen, gökteki tanrısına ulaşma
hayaliyle tükenendir.
Temel
prensibimiz
şudur:
“KOLAYLAŞTIRIN, zorlaştırmayın; SEVDİRİN,
nefret ettirmeyin!”
Ve bunlarla birlikte yine hiç akıldan
çıkarmayalım ki, ALLAH takdiri her an
yürürlüktedir; dilenenler mutlaka yerine
gelecektir! Düşman arayan sonunda kavga ve
247
AHMED BÂKİ
savaşa, selâmeti arayan ise sonunda DİN’in
Hakikatine erecektir.
İSLÂM’ı doğru değerlendirebilmenin ve
selâmete ermenin yegâne yolu, yaşam sisteminin
varedicisi olan ve “ALLAH” ismiyle işaret edilen
mânânın ne olduğunu öğrenmek, kabul etmek,
anlamak ve DİN hükümlerini “Allah isminin
işaret ettiği mânâ” ışığında değerlendirmekten
geçer...
Allah, bu yolda hizmet verenlerin yardımcısı
olsun...
15.09.2001
J
248
▪ 97
~Sevgiden “Yana” Ol,
Nefrete “Karşı” Değil~
“Düşmanınızı sevin!”
—Hazreti İsa aleyhisselâm
S
esler durduğunda nasıl ki zeminde sessizlik
hâkimse, çatışmanın olmadığı yerde de
aslında özde barış hâkimdir, ki bu barış
ÖZE, selâmete erme diye bilinir.
“Müslüman,” kelime olarak ta “selâmı yaşayan”,
“barıştan, selâmetten” yana olan anlamınadır.
İnsan, ancak “Allah ismiyle işret edilen
Hakikatinin” bilincinde olabildiği sürece selâmet
bulur.
“ALLAH” ismiyle işaret edilenin bilincinde
yaşamın gereği, şerre dahi olsa “karşı” gelmek
değil, “hayırdan yana” olabilmektir. Sözkonusu
barışın kendisi bile olsa, “şiddete karşı” olmak
değil,
“barıştan
yana”
olabilmektir.
Nefrete”karşı” olmak değil, “sevgiden yana”
olabilmektir.
İkisi arasındaki fark şudur:
Karşı olduğunuz herşeyle —her ne olursa
249
AHMED BÂKİ
olsun—, dışarda olduğu kadar iç dünyanızda da
mücadele içerisindesiniz, demektir. Karşı
olduğunuz şeyi alt edebilmek için güce ihtiyaç
duyarsınız ve bu yolla beyniniz çevrenize
karşıtlık düşünceleri yayar. Bu ise, “ayrılık”
anlayışını besler, güçlendirir, bireysellikte
kökleşmeye sebep olur. Karşıt düşünceleriniz
zihninizi işgal ettiği sürece de beyniniz onun
dışındaki yönelimlere ve yeni açılımlara kapalı
kalır.
Karşısında değil, yanında olduğumuz şey için
ise, iç dünyamızda uyum, barış ve en önemlisi
“birlik” içerisinde oluruz. Yani “birlik, bütünlüğe”
yönelimimiz artar ve beyinde de bu yönde
açılımlar olur. Herşeyle birlik - bütünlük
hissederek yaşamak, kişiye manevi güç
kazandırır. Bu halde kişi, iç dünyasına, özündeki
huzura yönelmiş olur.
Karşısında olduğunuz şey “şiddet” dahi olsa,
karşı olduğunuzda, “karşıtlık düşünceleriniz ve
karşıt davranışlarınızla” hâlâ dış dünyanıza
yöneliksiniz ve hâlâ sorunun bir parçasısınız!
Selâmetten, barıştan yana olduğunuzda ise, dış
dünyayla irtibatınız, sadece “vericilik, hizmet,
sevgi, yardım” gibi davranışlar şeklinde olur ve
çözüm üretmiş olursunuz!
Yutulması zor lokmadır bu! Ehil olmayanın
boğazında kalır!.. İsa aleyhisselâmın “Bir
yanağınıza vurulduğunda, siz de ötekini dönün”
dediği rivayet edilir... Nefrete karşı durmak
varken, rızadan, barıştan yana kalmak, er kişi
işidir; her kişi değil!..
250
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“Barıştan yana olmanın en güzel yolu”,
çevremizin “Allah bilincine” ermesine vesile
olacak şekilde ilmin yayılmasına hizmet
etmektir!.
Allah kolaylaştıra!
15.09.2001
J
251
▪ 98
~Soğan Cücüğü
Gözlüler~
K
aranlıkta kalmışlıklarını farkedemeyip,
aydınlığa erdiklerini zannederek tartışan
“sistemli
düşünce
yoksunlarını”,
Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi, “soğan
cücüğü gözlüler” diye tarif eder, Amak-ı Hayâl
isimli eserinde... İçinde bulundukları hâl tam
mânâsıyla “gurur ve cehaletin karanlığı” iken,
aydınlıkta oldukları zannı ve iddiası ile ahkâm
kesmeyi sürdürenler için, “Hakikati görmekte
bunların gözleri arpacık soğanı kıymet ve
nisbetindedir” der...
İslâm Dini’ni “materyalist müslümanlıkla”
çözdüğünü zanneden, “maneviyat gözü” kapalı,
dinden görüntülere bürünmüş mukallitler her
devirde var olmuştur ve olacaklardır...
“MECAZI”, Hakikat zanneden; Hakikati
“mecaza” sığdırmaya çalışan, din taklitçileri...
“ALLAH”ın AHAD oluşunu kabul etmedikleri
veya anlayamadıkları için, balın kavanozunu
yalayıp, balı tatdıklarını zannedenler...
DİN İLMİNİN, AHAD olan ALLAH’ı özünde
bilip, Aslın, Orjinin ve HER ZERREDE, HER
252
GİZ’Lİ GÜLŞEN
AN HER ŞEYİN VAREDENİ olarak yaşama
ilmi olduğunu göremeyip, tanrının insanları
zevklendirmek veya cezalandırmak için kafasına
göre yolladığı emirler gibi tanıtan din
pazarlamacıları...
NİYE ve NEDEN sorgulaması oluşmaz
beyinlerinde... “Semadan inzal” olmayı, Gökten
aşağı inme gibi algılarlar... “Semanın katlarına
urûcu”, göğe yukarı yükselmek diye algılarlar...
Onun için, ismine “Allah” deseler de, tanrılarını
da yukarda “arş”a oturturlar...
“Cennet” kelimesinin bir mekânın ismi değil,
meleki “boyutlara” işaret eden bir mecaz
olduğunu farkedemezler. “Cennette” diye
anlatılanların, birer algısal sembol olduğunu,
“ardındaki mânânın” hissedilebilmesine yönelik
benzetme
yollu
işaretler
olduğunu
düşünemezler.
Yüzyıllar
önce
meleklerin
cinsiyetini
tartışanlarla alay ederler; ama bugünde
“cennetteki erkekler ve dişilerden” bahsederler...
Yaş ve cinsiyet gibi kavramların beden ötesinde
hükmünü yitireceğini göremezler...
Kur’an’da bildirilen, “erkeğe karı, kadına koca”
değil, insana, karşısında birebir (beraber)
algıladığı suret olan “eşi” ile birlikteliği
yaşayabilme nimetidir... Nitekim Adem’in
cennetinde hitab: “Ya Adem, sen ve EŞin şu
cennette iskan edin” deniyor. Kuran’da
cennetlikler için “zevc”=“EŞ” tabiri geçiyor,
“onlara tertemiz EŞLER vardır” diye... Eşinin
imanını paylaşmıyorsa, onlara işaret ederken
253
AHMED BÂKİ
“Nuh’un karısı”, “Lût’un karısı” gibi ibareler
kullanılıyor. Yani, cennet denen yaşam
boyutunda her insan için EŞLER sözkonusu.
Beden ve beş duyu ötesini değerlendiremeyen
beyinler; ALLAH’ın AHAD oluşunun ve
Hakikatin cüzlere bölünmemiş, ayrılmamış
oluşunun ne mânâya geldiğini, başını ne yana
çevirirse gördüğü surette hakikati olan ALLAH’ı
sevmenin, onunla “bir”liği yaşamanın, onunla
bedensiz “bir”leşmenin nasıl birşey olduğunu, ve
bunların neden birer cennet nimeti olduğunu
bilemez, hissedemezler!
Ahıreti, bilincin madde beden ötesi yaşam
boyutu olarak ve kendini beden ötesi bilinç
varlık olarak algılayabilenler için tavsiyem şu:
DİN’de her konunun, ALLAH ismiyle işaret
edilen mânâ ışığında çözümü ve değerlendirmesi
vardır. Hakikatte DİN’in tüm hükümleri, bu
mânânın bilinmesi ve gereğinin yaşanmasına
yöneliktir.
Saptırmacalardan
korunmak
istiyorsanız, DİN’in konu edildiği yerde, en başta
DİN’in temeli olan ve “ALLAH” ismiyle işaret
edilen Hakikatin ne olduğunun ne kadar farkında
olunduğuna bakın! DİN diye tartışılan, Sınırsız,
sonsuz ve TEK olması dolayısıyla, benzetilecek
veya eş tutulabilecek kendinden başka hiçbir şey
olmayan, AHAD olan ALLAH’ın yürürlükteki
EVRENSEL SİSTEMİ mi? Yoksa, insanları
terbiye etmek veya sınamak için, ötelerdeki,
herşeyden ayrı bir tanrının yukardan dünya
üzerine indirmiş(!) olduğu emirler mi!?... DİN’i
insanlığa bildiren; her şeyin, her an varedeni,
ÖZ’ü ve Hakikati olan ALLAH’ın, evrenimizde
254
GİZ’Lİ GÜLŞEN
yürürlükte
olan
SİSTEMİNİ
boyutsal
derinlikleriyle “OKU” mak suretiyle ifadeye, dile
getiren Allah KULU ve Rasûlü bir Nebi mi?
Yoksa, sanki göğün katlarıyla dünya arasında
mekik dokuyan süper kanatlı bir peri vasıtasıyla,
yukardan kendisine yollanan özel ulak sürpriz
fermanları(!) geldikçe alıp bir bir etrafına okuyan,
bu arada da ne denmek istendiğini anlamaya
çalışan, ancak yeterince netleştirememiş postacı(!)
veya elçi(!) görevi üstlenmiş bir peygamber(!) mi?...
Eğer bunu değerlendirebilirsek görürüz ki,
ortalıkta din diye tartışılan ve bulandırılan
konular,
algısal
ve
boyutsal
derinliği
farkedilmeden beş duyu sınırları içerisinde
biryerlere oturtulmaya çalışılan, gerçekte işin
MECAZ ve SEMBOLLERİDİR ve kendi
Hakikatini tanıyabilme, kendini beden ötesi
bilinç varlık olarak algılayabilme, ölümötesi
denen bilinç boyutunun değerlerine yönelebilme
gibi asli amaçlardan son derece uzaktır...
ALLAH ismiyle işaret edilenin ne olduğunu,
Rasûlullah aleyhisselâmın bildirdiği anlamıyla
öğrenmemiş olan mukallitlerin, adları ve
ünvanları ne olursa olsun, bahsini ettikleri din,
Allah
Rasûlü’nün
bildirdiği,
ALLAH
İNDİNDEKİ DİN değil, “halkın indindeki din”
olan ve yukardaki(!) tanrının(!) emirleri(!)
diye yerleşmiş Müslümanlık dini’dir. Çünkü;
ALLAH ismiyle işaret edilenin ne olduğunu
bilemeyenin, “ALLAH ismiyle işaret edilen
Hakikat İNDİNDEKİ DİN’in” ne anlama
geldiğini ve Dindeki anlatımların gerçekte neye
işaret ettiğini TAHKİK EHLİ olarak bilmesi ve
255
AHMED BÂKİ
değerlendirmesi asla mümkün olmaz. Böylece,
“KENDİNİ TANIMAKve YAŞAM SİSTEMİNİ
OKUYABİLMEK” amaç olmaktan çıkar, ne
yaparsam tanrının(!) sözünü tutmuş olurum, onu
kızdırmam ve keyfime bakarım anlayışı ön plana
geçer...
Tahkike
dayanmayınca,
o
zaman
cennettekilerin cinsiyeti de tartışılır, şeytanların
renkleri de...
“... Şehirleri oldukça süslü bir şekilde inşa
edilmiş olup, sanat kollarında da hayret edilecek
ilerlemeler göstermişlerdi. Hele edebiyat, ilahiyat
ve felsefeye son derece önem verilmekte olup,
sayısız
üniversitelerde
meşhur
alimleri,
öğretmenleri bulunuyordu. Bir gün din
üniversitesinin mezuniyet imtihanlarına gittim.
Artık öğretmen ve öğrenciler sevinçten ne
yapacaklarını şaşırmışlardı. İmtihan başladı. ‘Bibi’
adında zekâsı ile meşhur talebeleri âlemin
yaratılışı hakkında şöyle bir ifadede bulundu:
“—Bundan seneler önce, ‘Tat’ adlı alimin
sözüne göre onbeşbin sene önce Beyaz İfrit, altın
semada, mor şeytanlarla beraber oturmaktaydı...”
Sözün burasında dinleyiciler içinden bir itiraz
ve tenkit sesi duyuldu:
“—Üç bin senedir bu yanlış fikirde devam edip
duruyorsunuz! Beyaz İfritin yanındaki şeytanlar
mor değil, açık mavi idi.” dedi.
Üniversite başkanı:
256
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“—Efendi, şimdi imtihan sırasıdır, itiraz
olamaz. Başka bir zaman sarı Şeytan
Hazretlerinin karşısında alimlerimizle imtihan
olabilirsiniz..” dedi.
Meğer, umumun fikrine aykırı bir takım yeni
fikirler neşrine kalkıştığı için, hükûmetin
zorlayıcı kuvveti ile susturulmuş “Tantan” adlı
meşhur bir alim üniversiteye gelerek ... itiraz
etmişti....Talebe yine konuşmaya devam etti:
“—Mor şeytanlar, beyaz İfrit’e son derece itaat
ediyorlarsa da çok aptal şeyler olduğunudan
Beyaz İfrit az çok zeki ve akıllı bir mahlûk ortaya
koymaya niyet etti. Gökyüzünün süprüntüleri ile
sekiz köşeli bir meydan yaptı. Fezaya tükürdü.
Bir deniz meydana geldi. Meydanı denizin üstüne
koydu. İşte bu bizim âlemimizdir.... Onun
üzerine bir kazan yapıp âlemin üstüne astı. Bu
kazanı tükrüğü ile doldurup nefesi ile kaynattı.
âlem ısındı. Ondan sonra mor şeytanlardan bir
ikisini yontarak küçülttü. Sonra delip içini şişirdi.
Bunları ortalığa salıverdi. İşte bunlar da bizim
atalarımızdır.”
Bunun üzerine itiraz eden alimin yine sesi
duyuldu:
“—Kazan, kazan! Bir kazan patırtısıdır gidiyor.
Ama, kazanın kaç kulpu vardır, kaç kolundan
nereye asılıdır? Ne ile asılıdır? Bunu bileniniz, bu
sırra ereniniz yok. Hey cahiller!”...
Sonunda her iki tarafta gürültü etmeğe
başladı.... Ve haftaya kadar bütün meşhur
alimlerin huzurunda fikirlerini arzetmeleri
257
AHMED BÂKİ
kararlaştırıldı...
Bir hafta sonra şehrin en büyük meydanında
bir yüksek meclis kurulmuştu.... Âlimler ikiye
ayrılmışlardı.... Birisi “Tantan”ın başkanlığında
dini yenileyen ve irfan sahipleri topluluğuydu.
Diğeri ise “Tonton” isimli fâkihlerin başkanının
takımıydı.... Tonton dedi ki:
“—Ey Tantan! Binlerce yıllık araştırma,
inceleme ve uğraşma neticesinde elde edilen ilmi
sonuca gereksiz itiraz uygun değildir. Şimdi
şarlatanlık sırası geçti, haydi bakalım, Sarı şeytan
hazretleri huzurunda bize olan itirazını açıkla.”
Tantan cevap verdi:
“—Ey Tonton! Ben size her konuda karşı
değilim ama siz gelişme ve ilerleme
düşmanısınız. İncelemede bulunmuyorsunuz.
Öğrendiklerinizi arttırmıyorsunuz. Meselâ, Beyaz
İfrit’in yanındaki şeytana mor diyorsunuz.”
“—Öyle denilmiştir.”
“—Evet ama hatadır! Zira binlerce sene Beyaz
İfrit’in huzurunda oturan şeytanların rengi aslen
mor olsa bile onun nuru tesiriyle açılarak maviye
dönüşmesi gerekmez mi? Ey Tonton insaf et!”
“—Olabilir, ama bu konuda bir delil yok!”
“—Nasıl yok? Ateşin karşısına katı bir cisim
bıraksak sonunda yumuşuyor. Hatta bazı cisimler
eriyor. Demek ki Mor Şeytan’ın rengi de şimdiye
kadar mavi olmuştur.”
—Dedim ya, olabilir.”
258
GİZ’Lİ GÜLŞEN
“—Âlemin üzerine asılan kazan sayesinde bize
sıcaklık geldiğine inanıyorsunuz.”
“—Bize sema kazanından sıcaklık geldiği gece
ve gündüzün sıcaklık farkıyla ve mevsimlerle
sabittir.”
“—Peki, kaç kulpu vardır?..”
Bu önemli soruya Tonton cevap veremedi.
Tantan dedi ki:
“—Sustunuz ha! İşte sizin bilemediğiniz bu en
önemli şeyi ben keşfettim. O semanın büyük ve
güçlü kazanının tastamam 768 buçuk kulpu
vardır.”
....
Devamı “Amak-ı Hayâl’de”..
30.10.2001
J
259
▪ 99
İ
~Reddetme, Kabul Et,
Ama Araştır~
slâm Dini, Kur’an-ı Kerim ve Rasûlullah
aleyhisselâm’ın Hadislerinden ibarettir!
Asırlardan beri yapılan derin araştırmalar ve
keşifler sonucunda “Kütübü sitte” ismiyle bilinen
altı eser yanısıra, bir kaç Hadis Külliyatındaki
hadislerin kesinlikle doğruluğu tespit edilmiş ve
bu hadisler İslâm Dini’nin Hakikatini bize
açıklayan
Tasavvuf
büyüklerimizin
açıklamalarına temel teşkil etmişlerdir.
Yaşam sistemini anlamak ve gereğini
yaşayabilmek istiyorsanız, Kur’an’ı ve Allah
Rasûlü’nün hadislerini okuyun; bunların çeşitli
tefsirlerini ve yorumları görün, bilgi sahibi
insanlarla sohbet edin, karşılıklı sorular sorun;
ancak ayet ve hadislere ters düşen fikirlere asla
itibar etmeyiniz!..
Ebû Hureyre radıya’llâhu anh’in naklettiği bir
hadiste,
Rasûlullah
aleyhisselâm
şöyle
buyurmuştur:
“Okunmakta olan hadîsimi koltuğuma
yaslanmış olarak herhangi birinizin dinlemesini
ve sonra da okuyana, “Sen hadîsi bırak, onun
260
GİZ’Lİ GÜLŞEN
doğru veya yalan olduğunun anlaşılması için
Kur’ân’dan bir şeyler oku” dediğini kat’iyyen
bilmeyeyim!.. Söylenen o sözü ben söyledim!”
Rasûlullah aleyhisselâm, Kur’an’da bildirilen “O
kendi hevasından konuşmaz” özelliği dolayısıyla,
varlığın tüm gerçeklerini, yaşadığı devrin şartları,
insanlarının anlayış ve ilmi çerçevesinde, çeşitli
şekillerde —daha çok benzetmeler, mecazlar ve
misaller yoluyla— insanlara bildirmiştir. Bu
gerçekleri
değerlendirip
içindeki
sırları
çözebilmemiz, ancak ilmimizi geliştirebildiğimiz
düzeyde gerçekleşebilecektir.
Bize
düşen
iş,
öncelikle
Rasûlullah
aleyhisselâm’dan geleni olduğu gibi itirazsız
kabul etmektir. Daha sonra, eğer anlamak
istiyorsak, bu kabûl ettiğimiz şeyin, neden, nasıl
olduğunu, araştırmaktır. Bulabilirsek, ne mutlu!..
Bulamazsak, bu defa o konuyu olduğu hâliyle
kabul etmiş olarak araştırmamızı zamana
bırakmalıyız. Çünkü; şâyet reddedersek,
kendimizi ebedî olarak o konunun gerçeğinden
ve o ilimden mahrum bırakmış oluruz!.
CİNLER, en büyük oyunlarını, hassasiyet
kazanmış, alıcıları güçlenmiş olan beyin
sahiplerine oynar ve kendilerini bir şey
zannettirerek “inkârlarını” tahrik ederler.
Dolayısıyla, onların belirli ayet ve hadislere
dayanan dualardan ve çalışmalardan mahrum
kalmalarına, onun yerine yersiz şüpheler
içerisinde, işin felsefesiyle, boş hayallerle
ömürlerini tüketmelerine sebep olurlar. Böylece
o kişiler de beyinleri varken imanın gereğini
261
AHMED BÂKİ
yaşayamadan ve hiçbir gelişme elde edemeden
ölümötesine güçsüz bir halde geçmiş olurlar.
Tüm bu bilgilere rağmen bazı dar çevrelerde
hadis konusu üzerine sürdürülen tartışmalar
nakledildiğinde,
Aksaçlı
Bilge’nin
çevresindekilere şunu söylediğini işittim:
“İsa şöyle dedi” veya “İsa böyle yaptı” dan ibaret
olan kitap, İncil adı altında kutsal kitap kabul
ediliyorsa... O halde, aynı şartlarda oluşmuş olan
“Hadisler” niçin kutsal kitap değil?..
Hazreti İsa’nın sözleri, yaptıkları “hadis” ise,
niçin o yaptıkları ve söylediklerinden ibaret olan
kitaba kutsal kitap deniyor ve dört kitaptan biri
kabul ediliyor? Ve bu durumda aynı hükümde
olan Hadisler niçin kutsal kitap değil?
Tanıdıgınız dinadamlarına ve şeyhlere sorun,
araştırın bakalım:
İncil, “Kur’an-ı Kerim” gibi gelmiş bir kitap
mıdır? Yoksa İsa aleyhisselâm’ın sözlerinin ve
yaşamının derlenmişi midir?
Hazreti İsa’nın sözlerinin derlenmişi ise... O
zaman, kutsal kitap değil, HADİS düzeyinde
olmaz mı?
Hazreti İsa’nın sözlerinin derlenmişi “kutsal
kitap” oluyorsa, o zaman Hazreti Muhammed’in
sözleri ve yaşamı da (hadisleri) kutsal kitap
hükmünde değil midir?...”
…
Onun
için,
anlayabilene,
262
“İDRAKIN
GİZ’Lİ GÜLŞEN
YÜCELİĞİNE
EREMİYORSANIZ,
BÂRİ
İNKÂRIN BASİTLİĞİNDEN SIYRILINIZ”
denmiştir.
Unutmayalım ki; şeytan onca bilgisine rağmen,
idrâk edemediğini reddettiği için “İBLİS” oldu!
14.04.2002
J
263
▪ 100
~Nebi ve Rasûl~
“Eğer bir Kur`an mealinde, “Allah” kelimesinin
geçtiği yerde “TANRI” kelimesi kullanılmışsa;
“Rasûl” veya “Nebi” kelimesi orijinalinde
mevcutken bunlar “peygamber” diye tercüme
edilmişse; kesinlikle biliniz ki, bu meal sizi
Kur`an’da işaret edilen hakikatlara ve sırlara
erdirecek bir çeviri değildir!... RASÛL-NEBİ ile
Peygamber farkını farketmeyenlerin,
GÖKTANRIdan haber getiren elçi anlamındaki
“peygamber” anlayışları ile çevirdikleri KUR’ÂN
MEÂLLERİNİ okuyanlar, hep meâli yazanın
kitabını okuyorlar; Kur’ân’ı değil!.”
⎯Ahmed Hulûsi
K
ur’an-ı Kerim’de işaret edilen sırlara ve
gerçeklere erebilmek istiyorsak, onun her
bir yerinde geçen değişik kelimelere,
kullanılış gayesine göre hakkettiği dikkati ve
değeri vermek zorundayız!
İslâm Dini’ndeki bu inceliği anlayıp kabul eden
kişi, kulaktan dolma bilgilerle DİN’e yaklaşarak,
Kur’an’ın getirdiği yenilikleri yok sayıp, hâlâ tarih
öncesinden kalma yukardaki “tanrı”dan ve onun
264
GİZ’Lİ GÜLŞEN
yerdeki “peygamber”inden söz etmez!
Kur’an’da açıklanan ve “ALLAH” ismiyle işaret
edilen Hakikat, yukardaki bir TANRI olmadığı
gibi;
Ne “RASÛL” kelimesiyle işaret edilen, ne de
“NEBİ” kelimesiyle işaret edilen, yukarıdan(!)
haber getiren bir “PEYGAMBER” veya kehanette
bulunan anlamına bir PROPHET değildir.
“Canım ne farkeder? Ha Nebi, ha Rasûl, ha
peygamber!” gibi lâflar edenler, kelime ve
isimlerin değil, içerik ve kavramın önemli
olduğunu kavrayamamış, Kur’an’ın orijinalliğini
farkedememiş, bilgi ezberleyip, nakletmeyi
“alim”lik zanneden şaşkınlar ve mukallitler
olabilir ancak.
Ayrı, ayrı “Rasûl” ve “Nebi” kelimeleri yerine,
her yerde topyekün “peygamber” tanımlamasını
kullanmak, herşeyden önce, Kur’an’daki bu iki
kelimenin işaret ettiği farklılığı yok saymak ve
dolayısıyla değişik iki kavramla işaret edilen
farklı gerçeklerin idrakinden yoksun kalmaktır..
Kur’an’da verilmek isteneni görememenin
sonucu ise, Kur’an’ı ve DİN’i doğru
değerlendirememektir..
Ayrıca, haber getirenin “postacılık” işlevine
işaret eden “peygamber” kelimesi veya
“peygamberlik” işlevi, asla Kur`an-ı Kerim’de
kullanılan bir tanımlama değildir!
Kur’an’da, topluma dönük olarak, “nübüvvet”
kapsamında yeralan işlevleri yerine getirene
işaret edilirken “NEBİ”; “risalet” kapsamında
265
AHMED BÂKİ
yeralan işlevleri yerine getirene de “RASÛL”
kelimesi ile işaret edilerek anlam ve işlev
bakımından birbirinden farklı iki kavram
kullanılmıştır!.
Nübüvvet dünya yaşamıyla ilgili ve Nebinin
ahırete intikaliyle son bulan işlevdir. Oysa Risalet
kıyamete kadar geçerlidir. Allah “Rasûl”ü ve
“Nebi”si Muhammed Mustafa aleyhisselâm’ın
kulluğuna ve sonsuz işlevi olan risaletine
işaretledir ki, kelime-i şehadette “Eşhedüenne
Muhammeden Abduhu ve Rasûluhu” deriz; “ve
Nebiyyuhu” değil!
“İçeriklerine” ve dayandıkları “Hakikate”
binaen, bu isim ve vasıfların orijinalinin dışında
karşılıkları yoktur ve çevirilerde aynen muhafaza
edilmeleri gereklidir.
Kur’an Meallerinde, bu kelimelere ve
kavramlara sadık kalmak yerine başka yollara
sapmak, insanları Kur’an’ın orijinal mesajından,
işaret ettiği sırlar ve gerçeklerden perdeleyerek,
altından kalkılamayacak bir vebale girmek olur
ki bu duruma hiçbir inanan düşmek istemez.
İlim paylaşmak, insanların İSLÂM DİNİ’nin
EVRENSEL HAKİKATİ’ne ermelerine yardımcı
olmaktır; tarih öncesinden kalma göktanrı
varsayımlarına ve peygamber şartlanmalarına
taşımak değil!.
Bilgi ezberleyip, nakletmeyi “alim”lik zanneden
şaşkınlar ve mukallitler yollarında devam
etsinler! Ancak, nasibi olan kişi, bütün bunlar
açıklandığı halde, Kur’an’daki “Rasûl” ve “Nebi”
266
GİZ’Lİ GÜLŞEN
kelimelerini topyekün “peygamber” kelimesine
indirgeyerek yuvarlamaz; böyle bir hatası varsa
eğer, en kısa sürede bu gerçeği farketmeye
yönelir ve gerekli düzenlemeleri yaparak
hatasından döner!
26.04.2002
J
267
▪ 101
~Rasûl’e İman,
Allah’a İmandır~
Andolsun ki, onlara içlerinden bir Rasûl geldi
de onu inkâr ettiler. Bunun üzerine, zulüm
yaparlarken azap da onları yakalayıverdi.
⎯Ahmed Hulûsi
“A
LLAH”
ismiyle
işaret
edilen
Hakikatin ne olduğunu farkederek,
ALLAH’a İMAN ETMEK, aynı
zamanda, ALLAH ismiyle işaret edilen Hakikati
bildiren Rasûlullah’ı İTİRAF etmek demektir.
ALLAH ismiyle işaret edilenin, varlıkta
mutlak mutasarrıf AHAD, yani “kendinden gayrı
olmayan
Sınırsız-Sonsuz
Tek”
olduğunu
anlayarak, bu Hakikate iman eden, bu ilmin
kaynağının Rasûlullah aleyhisselâm olduğu
gerçeğini örtemez.
Bu gerçeğin farkında olmayan veya örtme
gayreti içerisinde olan, henüz Rasûlullah
aleyhisselâm tarafından açıklanan ve ALLAH
ismiyle işaret edilen Hakikati, olduğu gibi kabul
etmiş değildir ve henüz egosunun hayal
dünyasındadır...
268
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Rasûl’e iman eden, Rasûl’e imanından dolayı,
Rasûl’ün bildirdiği ALLAH’a iman eder.
ALLAH’a iman eden, ALLAH’a imanından
dolayı, ALLAH’ı bildiren Rasûlü’ne iman eder;
varlıkta hiçbirşeyin yersiz olmadığını ve herşeyin
Allah’ın dilemesiyle ve oluşturmasıyla yerine
geldiğini farketmiş olarak...
ALLAH’ın TEK’liğini kabul eden, aynı
zamanda mevcudattaki her birimin, varoluşu
itibariyle Özündeki, kendisini var kılan, aslı olan
ALLAH’a, her anda zaten “kul” olduğunun
bilincine varır.
Bu bilinç, kişinin şehadetidir:
O vakit, şehadet eder ve der ki: “Bilincindeyim
ki bir tanrı yoktur, sadece ALLAH vardır. Ve
yine bilincindeyim ki, Muhammed, O’nun kulu
ve O’nun Rasûlü’dür”.
Bu gerçeğin idrakı ve itirafı olmadan,
EVRENSEL SİSTEM —İSLÂM— kabul edilmiş
olmaz!
Bu gerçeği örten, hayalindeki tanrısı(!),
hayalindeki peygamberi(!) ve hayalindeki dini(!)
ile ömrünü tüketir, geçer gider dünyadan! Ne var
ki, geçip gidemez dünyasından...
03.05.2002
J
269
▪ 102
“R
~Velâyet, Risalet,
Nübüvvet Vardır;
‘Peygamberlik’
Yoktur~
asûl” ve “Nebi”ye inanmanın, bir
“peygamber”e inanmaktan hangi farklı
yönleri vardır?
Yukarda bir tanrı(!), onun peygamberi(!) ve
onun yolladığı bir din(!) sözkonusu olmadığına
göre; “nübüvvet” ve “risalet” varlığını nereden
alır?
Hazreti Muhammed aleyhisselâm ne yönüyle
“Rasûl”dür, ne yönüyle “Nebi”dir?
Kur’an’da toplumla ilgili hangi işlevlere işaret
edilirken “Nebi”, hangi işlevlere işaret edilirken
“Rasûl” kelimesi kullanılmıştır?
Son Nebi ne demektir, son olmasının nedeni
nedir?
“Nübüvvet” Hazreti Muhammed aleyhisselâm
ile son bulduğuna göre, İsa aleyhisselâm’ın ahir
zamanda zuhuru nasıl olacaktır?
Düşünen beyinler için bunlar önemli sorulardır
ve yaşam sisteminin anlaşılabilmesi için bu
kavramlar yerli yerine oturtulmalıdır...
270
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Velayet içindeki üst sınıf olan risalet, insanlara
hakikatlerini bildirme ve gereğini yaşamaya davet
etme, yol gösterme işlevidir. Toplumsal yaşama
yön vermekten ziyade, insanın kendini ve
hakikatini tanımasına dönüktür.
Yeryüzündeki her toplulukta, çevresindekilere
“tanrılara tapınmaktan uzak durmalarını ve
ALLAH’a kulluk etmelerini” öğütleyen, ilim ve
hikmet öğreten, sistemin seslenişini dillendiren
Rasûl mutlaka bulunmuştur.. Risalet, hakikatte,
aslı “ümmül kitap” olan, levh-i mahfuzda yazılı
Kitabın,
yani
“KUR’AN’IN
RUHU”nun
OKU’nması ile yaşanan işlevdir. Bununla birlikte,
velayet ve risalet dünyada örtülüdür, halkın
yargılarıyla ölçülemez, dışardan bilinemezler.
Yaşam devam ettiği sürece kendini ve
hakikatini tanıma ve bilme de devam edeceği
için, risalet diye tanımlanan işlev de sonsuza dek
devam eder. Kur’ân’da yeralan ve “risâlet”
kemalâtından kaynaklanan bilgiler, sonsuza dek
gündemini koruyan evrensel hükümlerdir...
Geçmişte yaşamış kimi “Rasûl”, yaşadığı
devirde zâhiri itibariyle “nübüvvet” sahibi olmuş,
kimi de olmamıştır. Fıtratı itibariyle, risalet
sahibinden dünyada halka dönük yönüyle zuhur
eden ve ahırete intikaliyle son bulan nübüvveti,
madde ötesi ahıret yaşamının şartlarını bildirerek,
toplumu o şartlara göre yaşamaya yönlendirme
işlevidir.
Nebi, “risalet”inden aldığı kemalat ile Kur’an’ın
RUHU’nu OKUR; ve “nübüvvet” kemalatı ile de
yaşadığı günün ve toplumun şartları içerisinde bu
271
AHMED BÂKİ
RUH’un gerektirdiği yasaları toplumsal yaşama
yön verici ifadeleriyle sunar.
Dolayısıyla, her Nebi’nin “risaleti” itibariyle
OKU’duğu aynı ve tek EVRENSEL KİTAP’tır!
Fark, içinde bulunulan zaman ve şartlara göre
toplumsal yaşama yön verici olarak sunulan
ifadelerindedir. “Risalet” kemalatı ile “OKU”nan
KUR’ANIN RUHU’nun, günün ve çevrenin
şartları içerisinde geçerli gereklerini ifade eden;
toplumların davranışlarına yön veren, evlenme,
miras, şahitlik gibi konularla ilgili olarak
toplumsal yaşamı düzenleyici olan bilgiler ve
hükümler “nübüvvet” kemalatındandır ve dünya
yaşamı süresince bağlayıcıdır.
Demek ki Nebi, bir tanrıdan gelen emirleri
insanlara bildiren değil; kendisine ayan olan
Melek suretiyle OKUması sayesinde başlayan
risalet’inin ardından, aslı ve özü olan ilahi
Hakikatinin bahşettiği özellikleri ve güzellikleri
ve bunların yaşanabilmesi için gerekli korunma
tedbirlerini ve zorunlu çalışmaları, yaşam
Sistemi’nin
gerekleri
olarak,
büründüğü
örtüsünün açılması suretiyle halka bildiren
Rasûl’dür. Nebi, işlevi hasebiyle toplum
tarafından bilinir, ancak inananı ve inanmayanı
olur.
Nebi, toplum üzerinde otorite sahibidir, idare
edicidir; iyi olanı emreder, kötü olanı yasaklar,
aydınlatıcılık, şahitlik, uyarıcılık işleviyle yaşar,
küfre karşı mücadele eder. İnanan halkın
neredeyse tamamına yakını, Din’i bildiren zatın
velayet ve risaletinden ziyade, bu yönleriyle
272
GİZ’Lİ GÜLŞEN
tanınan nübüvvetine yönelik inanç sahibidir.
Nebi’nin getirdiği şeriat, yargıç bir tanrının o
kişi aracılığıyla koyduğu kurallar değil; tıpkı
Efendimiz’in Mi’râc hadisesiyle farz kılındığını
belirttiği beş vakit Salât gibi, müjdelenen
güzelliklerin yaşanabilmesine karşılık, Sistemin
gereği olarak zahirde ortaya konan, yerine
getirilmesi gerekli asgari çalışmalar, yaşam biçimi
ve kurallarıdır ki, bunlar aslen hakikatin
yaşanması ile bir bütündür.
Veli’nin Nübüvvetine ve Kur’an’ın lafzına
iman kişiyi cehennem azabından korur ve cennet
denen özüne ait güzelliklerin yaşam boyutuna
erdirir. İnsanın, varedicisi olan ALLAH’a ermesi
ise, Veli’nin Risaletine iman ve Kur’an’ın
Ruhu’na vukuf ile mümkündür...
Hazreti Muhammed aleyhisselâm’ın Hatemün
Nebi olması, yukardaki bir tanrının yeryüzündeki
dinsel bir ünvana son vermesi değil; insanda,
kulluk bilinciyle ulaşılabilecek nihai ilim ve
müşahadenin tebliğ edilmiş olmasından ve ondan
öteye bildirilecek bir hakikat olmayışındandır; ki
o hakikat İhlas Suresi’nde yeralan “Huvallahu
AHAD” ayetidir. “Sınırsızlık”tan ötesi sözkonusu
edilemez, tefekkür edilemez!
İnsanın isimlendirebileceği nihai Hakikatı
bildiren Allah Rasûlü Muhammed Mustafa
aleyhisselâm’ın varisleri olan ve hadislerde her
yüzyılda bir geleceği bildirilen zamanın
Müceddid’leri, kendilerindeki velayet ve risalet
kemalatıyla, bu Hakikati, içinde bulundukları
günün ve toplumun şartlarında AÇIKLAR ve
273
AHMED BÂKİ
iman sahiplerini bu hakikati yaşamaya davet
ederek, Din’i tecdid ederler.
Tasavvuf’ta “hatemül evliya” da denen son
Müceddid, İnsan-ı Kâmil, “Mehdi” lakabıyla
bilinen Allah Rasûlü’dür.
Nübüvvet son bulmuştur. Ahir zamanda
yeryüzüne gökten bir peygamber gelmeyecektir!
Ahir zamandaki Hazreti İsa aleyhisselâm’ın
zuhuru Nebi olarak değil, Rasûl oluşu
yönüyledir. Çünkü, nübüvvet, tebliğin bitimiyle
devrinde son bulan, risalet ise sonsuza kadar
devam eden işlevdir.
Kıyamet sonrası Mahşer gününde, halk, inancı
ve algısı itibariyle nübüvvet sahibi hangi rasûl’e
tâbi ise, onun sancağı altında toplanırlar.
Bunları araştırıp farketmek yerine, “peygamber”
kelimesi ile farklı kavramlar harmanlanıp
geçiştirildiğinde, tüm işaret edilen gerçekler
örtülür ve bunların sonucu olan sırlar da kapalı
kalır...
14.05.2002
J
274
▪ 103
~Et Beyinliler~
U
zunca bir aradan sonra güneşin parlak
ışıkları yeniden üzerimize vurmaya
başladı.
Aksaçlı Bilge’nin, “Okyanus Ötesi”ndeki
köyünden, okyanus berisindeki köyümüze teşrifi
ile mevsim denk düşmüş; gülşenimizdeki
goncalar coşmuş, güller en şımarık günlerini
yaşamaya başlamıştı yine, her biri bir renkte
açarak... Bahar tüm güzelliğiyle sarmıştı Olympos
dağının eteklerini...
İkindiden sonra rengârenk bahçemizde güllerin
ve karanfillerin hoş kokuları arasında gezindik
bugün biraz, sohbet ettik, köylerimizden
bahsettik.. Denizi, dağları ve günbatımını
seyrettik birlikte. Hava kararıp ta doğa kendine
dönünce, yıldızlar bir bir parlamaya başladı...
Seyre koyulduk biz de onları, uzaklardan,
sessizce!
Bir an düşüncemden geçenleri sıralamak
isteğiyle söze girecek oldum ki, döndü ve ışıltılı
tebesümüyle “yaklaş” dercesine gözlerimin içine
bakarak; “okudum” dedi konuşmadan, “aklından
geçenleri”! Ve sonra göğe yöneldi! Başımı
275
AHMED BÂKİ
kaldırıp ben de göğün karanlığında daldım
yıldızlara ardından...
Usulca devam etti sözlerine:
“Mahlûk, bakıyor...
Uzayda dolaşan kitle!... Burçlar, diyor; yıldız,
diyor; gezegen, diyor; uydu, diyor! Bunlar,
cansız-şuursuz şeyler; diyor!
Mahlûk, bakıyor uzaydan Dünya’ya; kıpırdayan
et parçaları, diyor! Et parçalarının içine bakıyor,
“et beyinliler”, diyor!
Bilemiyor uzaydaki mahlûk, “et beyinli”lerin
beyin içre dünyalarını!
Bilemiyor Dünya’daki mahlûk, yıldız ya da
gezegen adı takılmış birimlerin “iç dünyaları”nı;
“taş kafalı”lar diyor!
Mahlûk ne bilsin gördüğünün ardına
geçmeyi!... O gördüğüyle kayıtlanıp buna göre
yaşamak ve hüküm vermek için yaratılmış!
Ötesine geçemez!. İster “taş kafalı”, ister “et
beyinli”!
Mahlûk suretine bürünüp, herhangi bir “isim”le
kendini etiketleyen ise seyreyler tüm mahlûkatı,
canlı-şuurlu ve kendi dünyasında dünyalarıyla
yaşayanlar olarak!.
Taş kafalılara göre, et beyinliler!...
beyinlilere göre, taş kafalılar!...
Et
“Taş kafa” ya da “et beyinli”lerde sayısız
hünerlerini
seyreyleyen,
onların
değer
yargılarından da beri olan!…”
276
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Zordu bütün bunları kavrayabilmek bir anda!
Kendi kendimi sorgulamadan edemedim o an:
“Tanı kendini, hangisisin?.. Cansız ve
şuursuzların olmadığı bir evreni seyreyleyen mi;
kendi gibilerini canlı-şuurlu kabul edip, kendi
gibi olmayanları cansız-şuursuz sayanlardan
mısın?
“Cansız ve şuursuz hiçbir şey yok”
diyebiliyorsan,
bunun
sonuçlarını
da
düşünebilecek kadar kapasitesi olan “et beyinli”
misin?..”
31.05.2002
J
277
▪ 104
~Semâyı Gök, Göğü
de Yer Sanma~
“Bilemiyor Dünya’daki mahlûk, yıldız ya da
gezegen adı takılmış birimlerin “iç dünyaları”nı;
“taş kafalı”lar diyor!”
—GİZ’li Gülşen, 104
B
u sırrın anlaşılması ve kabul edilmesi son
derece güç! Çünkü, herşeyi beş duyu ile
kayıtlayan birimlerin, “mekânsal”ın ötesini
farkedemeyenlerin, bu ilme erişmeleri mümkün
değildir. Sen de ister bunu böyle kabul et,
istersen, bu da bir fikir de, bir kenara koy! Zira,
göreceksin ki “fiziksel” veya “mekân” dediğin şey
gerçekte hiç var olmamış, sadece boyutsal olan,
algılamana hitap eder hale gelmiştir.
Normal olarak insanlar, kendi bedenlerini ve
bu bedenle yaşadıkları çevreyi, aralarında belli
mesafeler olan nesnelerden meydana gelmiş bir
yapı şeklinde algılarlar ve öyle kabul ederler. Bu
nesneler, görülen, dokunulan, ağırlığı, kütlesi
hissedilir şeylerdir. Bu ortam, insanın dünyasıdır
ve yerkürenin neresine gidersek gidelim, bu
böyledir; varolan şeylere dokunuruz, görürüz,
onların kütlesel özelliklerini ölçebiliriz.
278
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Dünyayı algılayışımız ve varlığı tanımlayışımız
böyle olunca, yani böylesi bir “yer” ve “gök”
kabulüne girdiğimizden, bu algıladığımız yapıya
göre de bir düşünce sistemi oluşur bizde! Ne var
ki, bununla birlikte yanılgıya da kapı açılır:
Dokunduğumuz dünyayı, fiziksel nesnelerden
ibaret bir mekân olarak kabul ettiğimizden,
burdan yola çıkarak, “evren” diye kasdettiğimiz
yapıyı da gözle görülür, elle tutulur, ağırlığı,
kütlesi ve benzer fiziksel özellikleri olan bir
nesneler topluluğu gibi tanımlamaya başlarız.
Çünkü, bu hükme varan bilincimiz dünyanın
şartlarına göre oluşmuş bir bilinçtir ve onu
dünyanın özellikleriyle, dünyasal değerlerle
giydirmiş, kayıtlamışızdır.. Tereddütsüz biçimde,
bu dokunduğumuz “dünyamızda”
tesbit
ettiğimiz fiziksel özellikleri, algılanan yapıların
“asli - değişmez özellikleri” gibi benimser,
farklılığa rastlarsak, bunu, o farklılığın ortaya
çıktığı ortamdaki eksikliğe bağlarız. “Madem ki
dünya elle tutulan, gözle görülen, ağırlığı olan
nesnelerden ibaret bir mekândır, o halde, evren de
böylesi
görülen,
dokunulan
mekânların
topluluğudur”, deriz… Ne var ki işin aslı böyle
değildir!
İnsanın bilinci, beynin algıladığı yapıya karşılık
olan, beynin eseri olan bir bilinçtir.
Aslolan ve “evren” denen yapı ise, algılanmaya
açık, aslen sınırsız boyutları olan bir mânâ
yapıdır; ve bu mânâ yapıda mekânsal değil,
boyutsal derinlikler sözkonusudur. Bedenimiz ve
dünyamızı maddi ve mekansal yapılar olarak
279
AHMED BÂKİ
algılamamız sebebiyle, dünyadan uzaklaşsak bile
ulaşacağımız her yapının da aynen buradaki gibi
maddi ve her ortamın da mekânsal olacağına
inanırız. Halbuki, görebildiğimiz evren mekânsal
değil, boyutsal bir yapıdır. Mekân ve madde diye
tanımladığımız yapılar, EVREN’e ait değil, kendi
bilincimize ait değerlerdir ve bunlar dünyanın
şartlarında bu özelliklerden oluşmuşlardır.
Bizim dünyadan uzaklaşma, yükselme diye
düşünüp, hayal ettiğimiz olay ise, gerçekte
mekânsal bir seyahat değil, boyutsal bir seyirdir.
Yani, ne “gökler”, dokunduğumuz dünya gibi
maddi mekânlardır, ne de “oralardaki” nesneler,
taş kafalı nesnelerdir. Dahası, “yer” ve “nesne”
diye bilinen “fiziksel” özellikler, o nesnelere ait
olmayan, sadece dünyamızda geçerli olan, kıyas
yollu varlığına hüküm verdiğimiz özelliklerdir.
“Oralar”
ise
bambaşka
boyutsal
mânâ
derinlikleridir ve oraların da dünyamızdan çok
farklı kendilerine has boyutlarda ve özelliklerde
algılanması sözkonusudur.
Bu farklılığa en iyi örnek, kendi güneş
sistemimizdedir. İnsanoğlu, dünyanın binlerce
kilometre uzağındaki uydusu Ay’a gidebildi..
Farklılık derhal kendini gösterdi: Ağırlık, kütle,
hız gibi kavramlar farklılaştı, ortam ve nesnelerin
özellikleri çok değişik bir hal aldı. Ancak
insanoğlu, aslında boyutsal olarak algılanan bu
değişikliği, hâlâ dünyasal değerler olan “ağırlık”,
“havasızlık”, “yerçekimi” gibi özellikler ile ifade
etmeye çalıştı. Sanki dünyada rastlanan ve
ölçülen fiziksel özellikleri “mutlak özelliler”miş
gibi alıp, örneğin, aslında bu nesne 10
280
GİZ’Lİ GÜLŞEN
kilogramdır da, oradaki eksiklikten dolayı 4 kilo
geldi, dendi. Oysa, ağırlık o nesneye ait değil, o
ortamdaki algılanma özelliğinin eseridir.
Buna rağmen hâla, dünyada olduğu için evrenin
her yerinde de ağırlık, hacim, kütle gibi elle
tutulur, gözle görülür özellikler ve hatta
burdakiler gibi canlılar arayışı içerisindeyiz. Oysa,
buradan yola çıkarak gökte çok daha uzak
yıldızlar ve gezegenleri düşünüp anlamaya
çalışırsak, göreceğiz ki, “uzaktaki yerler” diye
kabul ettiğimiz “oralar”, aslında son derece farklı
özelliklerin algılandığı, yepyeni boyutlar,
yepyeni algılayış biçimleri, “yepyeni bilinç
dünyaları”dır.
Buradan algılayabildiğimiz her gezegen, her
yıldız, her galaksi, yani “GÖKLERDEKİ(!)” her
bir yapı, apayrı algılayış ortamları ve apayrı
bilinç boyutlarıdır! Buradan varlığına hüküm
verdiğimiz göksel varlıkların ötesinde öyle
boyutlar ve ortamlar sözkonusudur ki, bunların
varlığını dünyasal değerlerimizle tesbit etmemize
imkân yoktur. Ne ağırlık, ne kütle, ne mesafe, ne
zaman, ne de buradaki “fiziksel” özelliklerin
hiçbiri geçerli değildir oralarda(!).. Hatta, bunun
ötesinde, bildiğimiz türde ne maddi ve ne ışınsal
yapısı olmayan, sırf bilinç kitleleri sözkonusudur.
Oralardan dünyaya inildikçe —ki bu iniş her
nasılsa, ehli bilir—, şu anki değerlerimize göre
boyutsal olan özellikler, neticede mekânsal ve
fiziksel özellikler olarak şekillenmeye başlar ki
orası da “dünyamız” olur. Bilmem anlatabildim
mi?..
281
AHMED BÂKİ
Onun için kafanı kaldırdığında baktığın
SEMA’yı iyi anla! Üstündekini GÖK sanma!
Gördüğün o yıldızları, burçları, üstünde gezip
tozabileceğin taş kafalı maddi kütleler olarak
değil, bambaşka anlam kitleleri, bambaşka
boyutlar olarak değerlendirmeye çalış! O yepyeni
boyutlara varmak için de, mekânsal seyahatler
değil, boyutsal seyirler gerektiğini bil! O
boyutlara urucunu sağlayacak bineğin de
BİLİNCİN’dir, ki unutma, o da uzakta değil,
sende!
SEMANIN KRALLIĞINA ERMEK İSE
GAYEN, ÖZÜNE DÖNMEK VE BİLİNCİNİ
TANIMAKTAN BAŞKA YOLUN YOK!
2.05.1991
J
282
▪ 105
~”Sünnet”in
RÛHU~
R
asûlullah’ı severiz; O’nun sünnetini de
severiz… Ancak, O’nu ve sünnetini ne
kadar
ve
ne
derece
doğru
değerlendirebilmekteyiz, acaba bunu sorguladık
mı hiç?..
Aksaçlı Bilge’m Ahmed Hulûsi’nin, bizi
“Sünnetin Ruhu”na yönlendiren ve dahi
“Rasûlullah’ın
sünneti”
konusunda
asıl
anlaşılması gerekenin de bu ruh olduğunu
düşündüren birkaç sözünü, hatırımda kaldığı
kadarıyla siz düşünen dostlarla paylaşmak
istedim Gülşenimizde…
Halimizi, içinde bulduğumuz zamanın
ötesinden
ışıldayan
bakışlarıyla,
şöyle
sorguluyordu, Aksaçlı Bilge…
“Düşünün bakalım!…
Hazreti Muhammed aleyhisselâm bundan 1400
küsur sene evvel, içinde bulunduğu toplumun
yaşam biçimine, giyim-kuşamına, saçına-sakalına
uygun mu yaşıyordu; yoksa, onların giyimkuşamlarına karşı çıkıp, onlardan tamamiyle
farklı bir şekilde mi giyiniyordu?
283
AHMED BÂKİ
Biliyoruz
ki,
Hazreti
Muhammed
aleyhisselâm’ın geldiği toplum putperest bir
topluluktu; ve o topluluktaki bireyler putlara
tapınmaktaydılar. Hatta o devirde, Kâbe’nin
içerisinde 360 ayrı put vardı ve o topluluk bu
putlara
tapınarak
yaşamaktaydılar
birer
putperest olarak... 8-10 hanif hariç…
Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm da, içinde
bulunduğu o putperest topluluğun giyindiği gibi
sarık, cüppe, entari giyinip, onlar gibi sakal
bırakmış, onlar gibi yiyip içmiştir…
Peki, Nübüvvetinden önce o topluluğun
bireyleri gibi entari, sarık giyinmiş, kuşanmış da;
Risaletin gelmesinden sonra kendi giyimkuşamında bir değişiklik yapmış mıdır?... Yoksa
aynen öncesindeki gibi içinde bulunduğu
toplumun giyim kuşamına uygun şekilde mi
giyimine devam etmiştir?…
Risaletinden sonra da giyim kuşamında bir
değişiklik yapmayıp; önceden oldugu gibi, yaşamı
boyunca içinde bulunduğu toplumun giyim
kuşamına uygun hareket etmiştir…
O halde, Hazreti Muhammed aleyhisselâm bu
konuda yeni bir giyim kuralı getirmemiş, bu
konu önemli olmadıgı için putperestlerin
sünnetini yerine getirmiştir… Yani, Hazreti
Muhammed aleyhisselâm yaşadığı devirde, içinde
bulunduğu putperest topluluğun giyim-kuşam
sünnetine göre hareket etmiştir…
Eğer Hazreti Rasûlullah, o süreçte, yaşadığı
toplumun giyim kuşamına uymayıp ta, onlara
284
GİZ’Lİ GÜLŞEN
karşı çıkıp, mesela şort giyse idi, o zaman, o karşı
çıkıp ta değiştirdiği tarz kendine ait bir sünnet
olurdu! Oysa, putperest topluma bu konuda
karşı çıkmayıp, onların benimsemiş olduğu
kurallara uygun hareket etmiştir…
Demek ki bugün, 1400 sene öncesinin kılıkkıyafetine bağlı kalmak, Hazreti Muhammed
aleyhisselâm’ın değil, O’nun karşı çıkmadığı
putperestlerin sünnetini yerine getirmek olur…
Rasûlullah’ın kendine özgü sünnetine uymak
degil!
Bundan da çıkan sonuç şudur:
Kur’an-ı Kerim’in hükümlerine ters düşmeyen
konularda, içinde bulunduğun toplumun
sünnetine uygun hareket etmek, “sünnet”e uygun
olan davranıştır. “Sünnetin RUHU”nu anlayabilir
ve değerlendirebilir isen eğer…
Dahası, şunu da düşünün!…
“Rasûlullah”, yani “Allah Rasûlü” diyoruz.
“Allah’tan aldığını irsal eden”…
“Allah Rasûlü’nün sünneti” ise ancak “Allah
sünneti” olur!
Allah sünnetininin ne oldugunu açıklayan
Kur’an’daki hüküm ise şudur:
“Ve len tecide lisünnetallahi tebdilâ —Allah
sünnetinde asla değişiklik olmaz” ayetidir…
İşte o “değişmeyen sünnet”, Rasûlullah’ın da
gerçek sünnetidir....”
12.07.2002
285
▪ 106
~Ego~
E
go, Latince “ben” demektir, ve “ben”inin
her ne olduğunu düşünüyorsan, o
“ego”ndur. Eğer, bunda bir sınır olması
gerek ve o sınırın ötesinde ne düşünüyorsam o
olmalıyım, diyorsan, bil ki orada egon işbaşında!..
Egonun tarifi bu kadar yalın, ancak arınılması
da bu derece zordur!..
Bu açıklamayla bir bütün olarak ele
alındığında, ego, “kendini tanıma” yolunda
engellerin en büyüğüdür. Çünkü “ben”inin her
ne olduğunu zannediyorsan, Hakikatte, o
değilsin! Onların istisnasız hepsi, egonun yanlış
yönlendirmeleridir.
Ego saptırmacalarının en büyüğü, kişinin,
hakikatini
farkettiğini
düşünerek,
“tanrı
içimizdedir” deyip, sonra da kendisini herşeyin
üstünde o “tanrı” veya o tanrının “parçası”(!)
zannetmesidir!
“Tanrı olmak”, “tanrıyla bütünleşmek”,
“tanrıya erişmek” gibi hayaller, aldanmaların en
büyüğü olduğu halde, ego, “bir tanrının
varolmadığı” gerçeğini kabul etmemek için
286
GİZ’Lİ GÜLŞEN
elinden geleni yapacaktır! Çünkü, ego, daima,
karşısındakinden ayrı, farklı, daha üstün ve daha
yüce birşey olduğunu kanıtlamak işlevi ile
vardır; bunu gerçekleştirebilmesi için de kendini
bir “tanrı” ile bağlantılı hissetmek, onunla
özdeşleşmek, vazgeçilmez, eşsiz bir icattır!.
“Tanrı” kavramı, gerçekte varolmayan, ancak,
ALLAH’ı
bilememekten
dolayı,
kendini
kanıtlamak, daha üstün olmak, büyüklenmek,
ululanmak, yüceltilmek gibi arzularla varolan
“ego”nun, kendine ayna edindiği, ulaşmak üzere
hedefine koyduğu “icadıdır”. “Ego”nun asla kabul
etmeyeceği ve göremeyeceği şey ise, “kendisinin
yokluğu, ve ALLAH ismiyle işaret edilenin bir
tanrı olmadığı” gerçeğidir.
“Ego” ne kadar gerçekse, “tanrı” da o kadar
gerçektir! Adetâ, biri vehmin enfüsteki, diğeri
afaktaki zuhuru olan zanlardır! Vehim ortadan
kalkmadığı sürece de varolmaya devam ederler.
Vehmi ortadan kaldıracak yegâne güç ise, sadece
ve sadece ALLAH’a “iman” gücüdür.
Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de, özellikle
mistik okullarda, evrensel bütünlüğü ve ötede
bir tanrı olamayacağını farkedip, yaşam gerçeği
hakkında, sistemli olmayan kısmi bir takım
bilgilere ulaşan nice maneviyata yönelmiş kişi, bir
yerde bu tür ego girdaplarında kaybolur giderler
de, hiç soran olmaz…
Ahir zaman diye bilinen süreçte ortaya
çıkacağı ve en büyük fitne olacağı bildirilen
Deccal, dünyada “Ego”nun en ileri derecede
zuhuruna verilen addır! “ALLAH” ismiyle işaret
287
AHMED BÂKİ
edilen Hakikate karşı kâfir olan Deccal,
farkettiği,
ancak
komple
bir
sisteme
dayanmayan, mantıksal bütünlükten uzak kısmi
gerçekler karşısında,”tanrı içimizdedir” ve
dolayısıyla “Tanrı benim” iddiası ile ortaya
çıkacaktır! Savunucuları da buna inanacak ve
kendileri de bir tanrı olma hayali peşinde ardına
takılacaklardır. Doğal olarak, bu dev ‘Ego’,
korkunç boyutlarda fiziksel güç sahibi olacak,
egonun arzularını fizik dünyada en iyi şekilde
tatmine çalışacak ve yaşamın gerçeğinin komple
bir sistem olduğu hakkında temel kavramlardan
habersiz olan insanların büyük çoğunluğunu,
egolarını ve duygularını okşamak suretiyle yanlış
yönlendirebilecektir…
Ego’nun (Deccal) yanlış yönlendiremelerinin
karşısına sadece “ALLAH RASÛLÜ’nün
bildirdiği iman anlayışı” (Mehdi) çıkabilecektir.
Ego, hakikatin tersini doğruymuş gibi gösterir.
Ebedi kurtuluşun çaresi, egoya zor geleni
yapabilip, kendini Deccalin cehennemine
atabilmektir. Bunun eşiği de, insan gibi düşünen
bir “tanrı” olmadığının bilincine vardıktan sonra,
RASÛLULLAH aleyhisselâm’ın bildirdiği iman
anlayışını şuuruna yerleştirerek “ALLAH kulu”
olmanın bilincine varmak; bu yola kendini
adamak ve bu yolda çalışmalar yapmaktır.
27.07.2002
J
288
▪ 107
~Tanrıya Karşı
Şeytan~
D
in konusunda yeterince araştırma
yapmamış, derin düşünmeyen meraklı
kişiler, duydukları bir takım mecazi
anlatımları gerçek sanarak soruyorlar…
“Tanrı neden ilahi metinlerde ‘şeytanı’ âdeta
rakibiymiş gibi karşısına alıp onunla sanki boy
ölçüşürcesine konuşuyor?..”
Sözkonusu
ayetlerde,
zahiri
yanıyla,
“şeytaniyet”e
bürünmüş
cin
ve
insan
topluluklarının tanıtımı yanısıra, Kur’an’ın işaret
ettiği gerçekler konusunda bize açılan bir mânâ
da şudur:
Yukarda oturan bir “tanrı” olmadığını ve
Evrenin özde bir “bütün” olduğunu anlayan ve
kendi gerçeğini farketmeye yönelen kişilerin yolu
belirli bir yerden sonra ikiye ayrılır:
Ya, ALLAH’ı bilememenin cezası olarak, elde
ettiği bilgilerden, “tanrı içimizdedir” sanısına
kapılır ve egosunun, bu gerçekleri farketmiş
olmasından doğan büyüklenmesine uyup, daha
üstün, daha yüce, daha önemli vasıflarla
bezenmiş o “tanrı”, yani egosunun arzu ettiği o
289
AHMED BÂKİ
“en büyük”, olacağı zannına kanar;
Ya da, “ALLAH” ismiyle Rasûlullah
aleyhisselâm’ın işaret attiği Hakikatin ne olduğu
kendisine açılır ve O Hakikate imanı sayesinde
“yanlış yönlendirmelerinden korunmak” üzere,
Allah indinde nefsinin “hiçliğini” kabul eder,
bunun gereğini yaşamaya yönelir…
“ALLAH’a iman” ile “Tanrı içimizdedir”
inancı tamamen birbirine zıt yönlere götüren
anlayışlardır.
“ALLAH’a iman”, kulun “hiçliğini” farkettirir
ve yaşatır!
“İçimizdeki tanrı” inancı ise, “Ego”nun daha da
büyüklenip, geliştikçe “daha üstün” birşey
olacağı zannıyla kandırır!..
Biri, “ben yokum ve hiçim”; “Allah’tan ayrı
birşey yoktur”, hakikatinin farkındalığı…
Diğeri, egonun “ben varım ve olduğumdan
daha üstün birşeyim, ben tanrıyım” zannı...
“ALLAH” ismiyle işaret edilen, ALLAH
RASÛLÜ’nün bildirdiği ve “iman” edilmesi
gereken Hakikattir! Bunun dışındaki inançlardaki
“Tanrı” ise, devamlı övülmek, yüceltilmek, üstün
görülmek isteyen “ego”nun icat ettiği ve kendinin
büyüğü gibi varsaydığı “zannı”dır!
Hakikatini bilmeye yönelen her kişi mutlaka
bu yol ayrımına gelir; ancak bundan sonra ya
imanın gereğini yaşar ve “Hak”ka tâbi olur, ya da
vehim ve hayalle “zan”na tâbi olur…
290
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Bunun için, RASÛLÜ diliyle açıklanan
“ALLAH”a iman edip, gereğine yönelebilmek,
dünyada ulaşılabilecek en büyük nimettir.
Şuurunda, zerre kadar “ALLAH RASÛLÜ’nün
bildirdiği iman anlayışı” olmaması sebebiyle, bu
ikisi arasındaki farkı görememek ve bir “tanrı”
zannına kanmak ise, dünyadaki en büyük kayıp
ve en büyük zulümdür, Kur’an-ı Kerim’e göre…
Kur’an’da, sanıldığı gibi bir “tanrı”,
“şeytanı” karşısına alıp sorgulamıyor!
bir
Sözkonusu ayetlerde, bahsettiğimiz yönüyle,
RASÛLULLAH
aleyhisselâm’ın
bildirdiği
“ALLAH” ismiyle işaret edilen Hakikate imanın
sonuçları ile; ALLAH’ı bilememekten dolayı
kendi varedenini bir “Tanrı” olarak gören —
ALLAH’a şirk koşan— “Ego”nun hali ve ona
aldanılmasının (şeytaniyetin) sonuçları, her iki
perspektiften, mecazi anlatımla karşılıklı olarak
dile getiriliyor…
RASÛLULLAH aleyhisselâm’ın bildirdiği
“İMAN” ANLAYIŞI ile, “ego”nun “tanrı”
hevasının
getirdiği
“ŞEYTANİYET”tir
karşılaştırılan!.
İtaatsizliğine rağmen, tövbe edip “ben kendime
zulmettim” diyen Adem (insan), ALLAH’ı
bilmenin dile gelişidir…
Onca ilmine rağmen, “beni azdıran sen idin,”
diyen İblis (şeytaniyet), ALLAH’ı hakkıyla
bilememenin, “tanrılaştırmanın” dile gelişidir…
27.07.2002
291
▪ 108
~Tanrılık İddiası~
D
eccaliyetin en başta gelen özelliği
“tanrılık” iddiasıdır ve bu da “sistemli
düşünce” yoksunluğunun (sağ gözün kör
oluşun) ürünüdür!
Günümüzde, gerek Doğu’da ve gerekse Batı’da
hızla yayılan spiritualist öğretiler sonucunda,
“tanrı içimizdedir” diyerek, kendini “tanrı”
olarak tanımlayanların ve yaşamını bu yola
koyanların sayısı her geçen gün artmaktadır.
“İnsan gibi düşünen Tanrı” sanısına kanmak
yerine, Allah “kulu” oluşunun bilincinde, gereğini
yaşama yolunu seçen için, “tanrılık” iddiası,
“tanrı” kavramının kendisi gibi, küçük bir
sorgulama ile dahi tuzun suda eridiği gibi yok
olur, gider!..
Bir grup Batılı yazardan biri, okuduğu
kitaplardan farkettiklerini internette bir online
sohbet ortamında şöyle ifade ediyordu:
“Kuantum fiziğine göre, gören, görülen ve
görme aynı şeydir. Hepimiz aynı şuurdan
meydana geldik! Benim şuurum, evreni meydana
getiren o şuurdur. Ben istemezsem, hiçbir şey ve
292
GİZ’Lİ GÜLŞEN
hiç kimse olmazdı. Geçen gece rüyamda maç
yapan iki takım ve binlerce seyirci gördüm. Bu
insanlar gerçekte neredeydiler? Hayalimde
varoldukları için hepsi benim şuurumdaydılar ve
onları vareden bendim.”
Ve sonuçta ulaştığı nihai gerçeği şu sözlerle
özetliyordu:
“Sonunda yaşamın gerçeğini anladım. Herşeyi
ben hayalimde var ediyorum ve hepsi birer hayal.
Benim varetmediğim, benim dışımda hiçbir şey
yoktur. Herşeyi yaratan benim. ‘Ben Tanrıyım’.
Burası benim evrenim.”
Ona şu soruyu yönelttim ve bir daha cevap
alamadım:
“Madem ki herşeyi yaratan sensin ve hiçbir şey
senin dışında değil... O halde, neden “ben
tanrıyım” diyerek; kendini, “yarattığın birşey ile
tanımlama” ihtiyacı hissediyorsun?... İki kez
düşün!”
27.07.2002
J
293
▪ 109
C
~Kaç Kur’an Var~
um’a’dan çıkışta dostlarla el sıkıştıktan
sonra, Aksaçlı Bilge sordu:
“Kaç tane Kur’ân-ı Kerîm var?...”
Hemen hükmü verdim: “BİR tane!...”
“Kaç Hazreti Muhammed aleyhisselâm var?”
Yine aynı cevabı verdim: “Elbette BİR tane
var!...”
“Acaba?...” diye sordu ve bir süre bekledikten
sonra “Önyargısız düşünün bakalım!...” diyerek
tebessümle aramızdan uzaklaştı…
Sahilde dolaşırken bu düşünceler içerisinde
akşam olmuştu ve yeniden karşılaştık!
“Şimdi önyargısız düşün bakalım!...” dedi.
“Birbirinden farklı anlatım ihtiva eden ne kadar
meâl ve ne kadar anlayış var?...
Şimdi diyeceksin ki, meal, Kur’ân sayılmaz!...
Elbette!...
Ama bir düşün bakalım..
Herkesin Kur’ân yorumu farklı!.. Herkesin
294
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Kur’ân bilgisi de farklı!... Kimi Kur’ân’dan beş
âyet biliyor, kimi yirmibeş, kimi de
ikiyüzellibeş!... Sonra da o bildiğine “Kur’ân”
diyor!... Evet bildiği kadarı “Kur’ân’dan”; ama
Kur’ân değil!... Bu ikisi arasındaki farkı çok iyi
anlamak gerek!. Kur’an’ın özelliği bir bütünlüğü
anlatmasıdır. Anlayışlar ise bu bütünlüğü ya
bozmakta, ya da parçalayıp parçalarla
kayıtlamaktadır.
Sadece otomobilin tekerleğini gören birim,
lastiğe otomobil derse, bu ne kadar doğrudur?
Kur’ân-ı Kerim’i kabul ediyorum, diyen iki
âlimden biri diğerine, anladığı Kur’ân’a dayalı
olarak, “kâfir” bile diyebiliyor!
En katı ve şekilci anlayışlardan, en hoşgörülü
ve geniş düşünen anlayışlara kadar hepsi de
Kur’ân-ı Kerim’e dayandırılmakta; hepsi de
“Kur’ân böyle diyor” demektedirler.
Bu da orijinalde Hazreti Muhammed’in tek bir
Kur’ân tebliğine rağmen, yürürlükte herkesin bir
diğerinden farklı Kur’ân’ı varmış gibi bir gerçek
ortaya çıkmaktadır.
Hatta neredeyse, Müslümanların sayısınca
Kur’ân var Müslümanların zihinlerinde denebilir.
Hazreti Muhammed hakkındaki anlayış da
elbette aynı şekilde böyledir!.
İşte bu gerçeği fark edersek, belki şöyle bile
denebilir olayı açıklama sadedinde:
Müslümanların sayısınca Kur’ân ve Hazreti
Muhammed var; orijinalinde ikisinin de TEK
295
AHMED BÂKİ
olmasına rağmen!.. Tıpkı İSLÂM’ın orjin ve TEK
olmasına rağmen, inanan toplumların ve
bireylerin
sayısınca
birbirinden
farklı
“Müslümanlık” anlayışları olduğu gibi…”
Bu durumda şunu iyi düşünmek lazım...
Ortada TEK Kur’ân ve Hazreti Muhammed
olmasına rağmen, bunlar herkesin zihninde farklı
ise, Müslümanların birliği nasıl oluşacaktır?...
İnsanların kendilerine göre âlim-ârif kabul
ettiklerinin çevrelerinde halkalanmaları yalnızca
bunların sayılarını bir miktar azaltabilir; ama
hepsi o kadar!... Oysa bunların varlığı ve geliş
amacı dağınıklık değil, “birlik” sağlama amacına
dayanıyordu, diye biliyoruz!...
Acaba öyle mi?
Yoksa bilmediğimiz başka bir gerekçe mi var?
10.08.2002
J
296
▪ 110
“L
~Ne Ekersen Onu
Biçersin~
eyse lil’insani illa ma se’a”: Yoktur insan
için, yaptığının dışında birşey. (53:39)
“İnsan için yaptığının karşılığından(!)
başka birşey yoktur” değil! “Yaptığının dışında
birşey yoktur”; sadece yaptığıdır olan!
“Karşılık”, insanın bakış açısına, şartlanmasına
göre mecazi bir anlatımdır… Gerçekte yapana
ulaşan, yaptığının karşılığı değil, YAPTIĞININ
TA KENDİSİDİR!... Ancak o anda bu gerçeğin
farkında olmasa bile, izlediği yolda, bu haliyle
yüzleşeceği bir olay ile er veya geç mutlaka
karşılaşır ki, bu da, “yaptığının karşılığını” buldu
diye yorumlanır...
“Aksaçlı Bilge”, vaktiyle şöyle demişti:
“Kime ne yaparsanız yapın, hakikatte onu
evvelâ misliyle kendinize yapmaktasınız! Sizden
çıkanla karşınızdakine bir misli tesir ulaşıyorsa,
sizden çıkışıyla o tesir size yüzlerce misliyle
ulaşmıştır. Şunu düşünün! Bir ışığın şiddeti ve
tesiri çıktığı kaynağa yakın yerde mi daha
büyüktür, yoksa karşısında vurduğu, yansıdığı
yerde mi? Elbette, kaynağında en tesirlidir! Aynı
297
AHMED BÂKİ
şekilde sizden çıkan her fiil ve her düşünce de
evvelâ tesirini en yüksek düzeyde, misliyle sizde
oluşturur, sonra da çok çok daha düşük
düzeylerde karşınızdakinde!...”
Bunu anlamaya çalışırsak, sistemin
işlediğini ve şu gerçeğini farkederiz!
nasıl
Bizden çıkan her düşünce ve davranışın
tesirini, gerçekte aslıyla kendi içimizde
yaşamaktayız! Belki ondan sonra da, bununla
mukayese edilemeyecek kadar misliyle az bir
düzeyde de o tesir karşımıza projekte olur!..
Meselâ, kızgınlık evvelâ sahibini misliyle yakar,
sonra tesiri çok daha az düzeylerde
karşısındakine ulaşır! Yine aynı şekilde, sevenin
sevgisinin hasılası, evvela sahibine misliyle, sonra
karşısındakine daha az düzeyde erişir! Nankörlük
eden evvelâ misliyle nimete kendi kapısını
kapatır, sonra da belki çevresini mahrum eder.
Cömertçe paylaşan, veren, karşısındakine
yaşattığı, vesile olduğu bolluğu evvela misliyle
kendine yaşatır! İşte bu düzene işaretle de, bu
dünya “etme - bulma dünyası” denmiştir.
Kendinize ne yaşatmak istiyorsanız, ürettiğiniz
o olur! Ortaya koyduğunuz ne ise, kendi
yaşadığınız ve haliniz de odur!
Kime ne yaparsanız, önce aslıyla ve misliyle
onu kendinize yaptığınızı bilin; ve dilediğinizi
yapın!… Ve hayali bir yana bırakıp, sizden
çıkana bakın, halinizi anlayın!
“İnsan için yaptığının dışında birşey yoktur.”
26.07.2002
298
▪ 111
~Her Birim Kendi
Dünyasında Yaşar~
“...Seyreyler tüm mahlûkatı, canlı-şuurlu ve kendi
dünyasında dünyalarıyla yaşayanlar olarak!.”
—GİZ’li Gülşen, 104
T
efekkürle bir adım daha ilerle ve şunu
gör:
Hakikatte, kimse kimseye zarar
veremeyeceği gibi, kimse de kimseyi hidayete
erdiremez.
Ancak, herkes kendi varoluş gayesini, özünden
gelen bir biçimde ortaya koyar.
Çünkü…
Hiç birimiz asla karşımızdakinin “kendisi” ile
muhatap değiliz!
Herkesin, karşısındaki diye muhatap olduğu,
gerçekte karşısındaki kişi değil; kendi zihninde,
kendi veritabanına göre oluşmuş, o kişinin
“imajı”dır.
Herkesin karşısındaki hakkında yargıya vardığı,
dile getirdiği de, yine o karşısındaki kişi değil, o
karşısındakine karşılık kendi zihninde, kendi
299
AHMED BÂKİ
veritabanına göre varolmuş, düşünsel “imaj”dır.
Dolayısıyla, herkesin dile getirdiği, aslında kendi
veri tabanının projeksiyonundan başka birşey
değildir!
Bunu böyle bildikten sonra, farkederiz ki,
bizden çıkan hiç bir yorum, hiç bir
değerlendirme aslında karşımızdakine ait değil ve
de asla karşımızdakine ulaşmıyor.
Çünkü bizden ona ulaştığını sandığımız şey de
gerçekte bizden çıkan değil, o kişinin
veritabanına göre varolmuş, “kendi imajındaki
bizden” algıladığıdır...
Herkes, herkesin dünyasında gözükür, ama
herkes kendi dünyasında, kendi dünyasıyla yaşar.
O halde, ne yaparsanız yapın, sadece kendinize
yaptığınızı ve kendi dışınızda kimseye asla
ulaşamadığınızı bilin ve dilediğinizi yaşayın!
Ya teslimiyet ve rıza ile sonsuz huzur…
Ya istediğim olsun diye, bitmeyen azap….
“İnsan için, ortaya koyduğunun dışında birşey
yoktur.”
26.07.2002
J
300
▪ 112
~O Senden Gayrı
Değil~
nsan, en önemli açılımları, anladığını
düşündüğü konuları aralıksız sorgulamakla
elde eder! Sanırım, anladığımızı ve kabul
etmediğimizi
düşündüğümüz
“tanrı”
kavramımızı tekrar tekrar gözden geçirmemizde
önemli faydalar var!
İ
Biliyor veya kabul ediyoruz ki “insana mükâfat
veya ceza veren bir tanrı yoktur ve insanın
yaşadıklarını ona yaşatan, bir tanrı değildir!..”
Bu durumda, yani “insana ve yaşadıklarına
müdahale eden, dışarda bir tanrı olmadığına
göre”; o halde, insanın yaşadıklarını, “kendi
dışındaki bir başkası” ona yaşatıyor olabilir
mi?..
Kişinin içinde bulunduğu halden dolayı,
sorumlu
tutabileceği,
suçlayabileceği,
kınayabileceği, bir “başkası” olabilir mi?
Yoksa, kişinin yaşadığını ve içinde bulunduğu
hali, karşısındakinden veya başkasından bilmesi;
onu sorumlu tutması, “tanrı” varsayımından
kurtulamamış olması halinin bir karşılığı mıdır?
“Ötedeki”nin yerini alan farklı tür bir “tanrı”
301
AHMED BÂKİ
anlayışı mıdır, bu?..
Bundan önceki birkaç gülşeni okur ve bu
suallerle bağlantı kurabilirsek eğer, o zaman
görürüz ki, insana yaşadıklarını yaşatan dışardaki
bir tanrı olmadığı gibi, insana yaşadıklarını
yaşatan herhangi bir başkası da değildir!.. Çünkü
bunların ikisi de netice itibariyle aynı şeydir, aynı
zandan doğarlar.
Ne kişiye cenneti ikram eden, ne de cehennem
ile cezalandıran, ötesindeki bir “tanrı” değildir ve
ne de karşısındaki bir “başkası”dır!.
Herkesin ne yaşadığı, hakikatte kendisinin ne
ortaya koyduğudur ki, o da fıtratı üzere
kendisinden çıkandır…
Kişi her an kendinden çıkanı yaşar; onunla
hallenir ve o hal üzere kabre girer, o hal üzere
sonsuza dek varolur…
O halde, tanrıya inanmıyor ve ALLAH ismiyle
işaret edilenin bir tanrı olmadığını kabul ediyor
isek, kesinlikle bilelim ki:
Ne yaparsak yapalım, onu sadece kendimiz
yaşamaktayız ve onunla kendi halimizi
dillendirmekteyiz!. Kimsenin yaşadığından dolayı
sorumlu tutulacak ne bir “tanrı” vardır, ne de bir
“başkası”!
O halde, ya ALLAH ismiyle işaret edileni bir
tanrıyı anlar gibi, hayal ve vehimle tanımaya
çalışarak ve bunun yanısıra, yaşamda yine
bildiğimizi okuyarak kendimizi avutacağız; içine
düştüğümüz istenmeyen hallerden dolayı onu,
302
GİZ’Lİ GÜLŞEN
bunu suçlayıp, sorumlu tutarak…
Ya da, her tür “tanrı” kavramı ve
“tanrılaştırma” meylinden arınmış olarak,
“ALLAH Rasûlü’nün bildirdiği iman anlayışı”nı
bilincimize yerleştirerek “ALLAH” isminin işaret
etiiği mânânın ne olduğunun bilincine erip,
bunun gereği olarak herşeyin, her boyutuyla,
yerli yerinceliğini her an ve burada yaşıyor
olacağız!
Zira, yaşadıklarımızı bize yaşatan ne bir
tanrıdır, ne de tanrı denmeyip, ama adetâ tanrı
yerine konan bir başkası!…
İnsana ve yaşadıklarına müdahale eden dışarda
hiçbir şey yoktur!
Bilincin öze dönük olması “melekiyet”e; dışa
dönük olması ise “şeytaniyet”e yönelmektir..
“İnsan için ortaya koyduğunun dışında birşey
yoktur.”
7.08.2002
J
303
▪ 113
A
~Sahanın Sırrı~
ksaçlı Bilge’nin bir sohbetinden:
“Yaşamın sırrına vakıf olan bir zat
varmış asırlar öncesinde... Bir de onun
bildiklerine merak salmış bir genç.
Delikanlı hayli gelip gidip yaşlı adamın
hizmetinde bulunurmuş...
Bir gün ihtiyar adama ısrarla sormuş:
—Hocam bana şu yaşamın sırrını öğretseniz...
Bunca
yıldır
yanınızdayım
ama
hâlâ
öğrenemedim hakikati!.
Yaşlı adam kırmak istememiş delikanlıyı...
—Evlat bu iş sana hayli yorgunluğa patlar...
—Olsun Efendim... Ne gerekse yaparım!.
—Peki öyleyse yarın gel, sana bir emanet
vereceğim... Onu Mısır’da Niyazî Efendiye
götüreceksin... O da sana bu sırrı verecek... Kabul
mü? Yapabilir misin?
—Elbette... Kesinlikle!.
Ertesi gün sabah namazından sonra damlamış
304
GİZ’Lİ GÜLŞEN
delikanlı ihtiyarın yanına. İhtiyar adam bir sahan
uzatmış delikanlıya, kapağı kapalı.
—Bunu bir bohçaya sar ve kesinlikle kapağını
açma!. Götür Niyazi Efendiye ver!.. Ama bak
uyarıyorum, sakın kapağını açıp emanete ihanet
etme!..
—Söz, Efendim!
kapağını!..
Kesinlikle
açmayacağım
Delikanlı almış kapalı sahanı, sarmış bir
bohçaya, almış azığını düşmüş Mısır’ın yoluna!...
Bir-iki gün yol gittikten sonra kurt kemirmeye
başlamış içini. Acaba sahanda ne var ki, ta Niyazî
Mısrî’ye yollanıyor?
“Hem..” demiş, kendi kendine; “açsam kapağı
nerden haberi olacak ki... Ben gene açmamış gibi
davranırım. Onlar da bilmez!”
Dayanamamış, açmış
yavaşça kapağı ki...
bohçayı,
kaldırmış
Fırlamış bir fındık sıçanı sahanın içinden ve
kaçıp gözden kaybolmuş!.
Önce şaşmış delikanlı... “Bir fındık sıçanı için
mi yolladı beni ta Mısır’a” diye... Sonra, “vardır
bir hikmeti”, diye düşünmüş..
“Neyse, ben gene açmamış gibi kapağı kapatır,
bohçaya sarar götürürüm sahanı!.” Demiş...
Öyle de yapmış!.
Niyazi Mısri’nin yanına gelip emaneti teslim
ettiğinde kapağı kaldırmış Niyazî Mısrî, sahan
305
AHMED BÂKİ
boş!.
—Evlat, Efendin boş sahan yollamaz... Ne vardı
bunda?
Delikanlı biraz kem kümden sonra dökülmüş:
—Efendim içindekini merak edip sahanın
kapağını açtım yolda, bu sahanın sırrı ne ola ki,
diye; içinden bir fındık sıçanı atlayıp kaçtı!.. O
yüzden de sahanı boş getirmek zorunda kaldım!!!
Niyazi Mısrî gülmüş...
—Evlat senin Efendin sana ders vermek
istemiş... Bir sahanın fındık sıçanı sırrını
saklayamayıp kaçıracak kabiliyette olan birine
yaşamın sırrı nasıl emanet edilir ki!... Hadi sen
gene dünyana dön de, boyundan büyük konulara
girme!
Hikâye işte!.
Ama her devirde benzeri şeyler oluyor...
“Biz size her şeyi misallerle benzetmelerle,
mecaz yollu anlattık” deniliyor... Kendine özgü
Tasavvuf ıstılahlarıyla, hakikat diye bir şeye
işaret ediliyor! Anlatılıyor.. Bir kısım insanlar bu
mecaz ve benzetmeleri hayâllerinde süsleyip,
taklit yollu öğrendikleriyle etiketleyip, “gerçek”
diye taliplerine pazarlıyorlar... Mukallidan
bilgisiyle,
şeyhlik
taslayıp,
çevrelerine
topladıkları insanlarla tatmin oluyorlar... Paye
bulup mertebe sahibi(!) oluyorlar..
Ezberlemişler
taklit
yollu
“Lahûtu”,
“Ceberûtu”... “Sıfat âlemini”, “esma âlemini”, “zat
306
GİZ’Lİ GÜLŞEN
âlemini”...
niyetine..
Tekrarlayıp
duruyorlar
“Hakikat”
Farkında değiller ki, bu anlatımlar “sahandaki
sır” idi!.. Bunlar hep mecâzlardı... Bunların işaret
ettiği gerçekler vardı yaşamda!... Ve açılmamış
sırlardır o gerçekler ehliyle karşılaşana kadar...
“Sistemi OKU’du ve onları mecâzlarla,
benzetmelerle anlattı”, denildiği halde yaşamları
taklitle geçti gitti!... Hayâllerindeki hikayelerle
avuttular kendilerini ve çevrelerindekileri...
Kendilerine verilen sahandakilerle hemen
kendilerini erip mertebe sahibi oldukları
vehmine kaptırıp, şeyhlik halkalarını kurup
ömürlerini tüketmedeler... “Ehil olmayanlar
bunlarla avunsunlar, kendi yollarında yürüyüp
gitsinler”, diyeydi bunca mecaz ise.. İnsanoğlu 99
oyun öğrenince başpehlivan sanıp kendisini yaşlı
ustasına kafa tutarmış ya!..
Nedir “Lâhut”, nedir “Ceberût”?...
“mücerret”, Nedir “müşahhas”?
Nedir
Nedir “Sıfat âlemi”, nedir “Esmâ âlemi”, nedir
“esma bileşimi” tâbirleriyle işaret edilenler?
Mahşerde terazinin iki kefesine konacakmış
sevaplar ve günahlar...
Herhalde Mahşere daha dijital terazi
teknolojisi ulaşmamış!!!.. Ki, orada kefeli terazi
kullanılıyor!. (Anlayışı kıtlar için açıklama: 1400
küsur sene evvel bir âhıret gerçeği ancak bu
misalle anlatılırdı. Aynı olayı gören bugünkü biri
de kefeli terazi misali yerine dijital teraziden
307
AHMED BÂKİ
örnek verebilir; belki bin sene sonra aynı gerçeği
gören de o devrin teknolojisiyle olayı
misallendirebilir. Burada önemli olan misalin
kendisi değil misalle anlatılmak istenen olaydır.
Sembolleri, misalleri orijin sanmak mukallit
mesleğidir.)
Biz eğer, gerek içinde bulunduğumuz yaşama
ve gerekse dünya ötesi yaşama dâir anlatımların,
bazı gerçeklerin sembolize edilmiş mecazbenzetme yollu anlatımlar olduğunu fark
edemezsek; sembollerle anlatımların dünyasını
hayâlimizde geliştirir, sonra da “Allah düzeni”
diye bu hayâl dünyamızdakini etiketleyerek
dünyadan geçer gideriz!.
“Biri daha gitti!” derler ötelerden birileri de
ardımızdan...
“Sahanın Sırrını” saklayamayıp, üç beş taklit
bilgiyle kendilerini ermiş sanıp, dünyasının
efendisi olanlar ve taklit bilgi dedikodusuyla
avunanlar, gerçekle yüz yüze kaldıklarında neler
yitirdiklerini anlayacaklardır...
Ancak yaşamın bir gerçeğidir ki, asla geri
dönüş yoktur sistemde!”
26.08.2002
J
308
▪ 114
~İnsan Gibi
Yargılayan Tanrı~
...Evrenin “uzaysal olarak düz” olduğu
doğrulandı!..
...Evrenin madde içeriğinin hassas biçimde
ölçülmesine olanak sağlandı!..
...Evrenin yoğunluğu, yaşı ve genişleme oranı
vs.’nin ortaya çıkarılabildiği belirtildi!..
...1992’de Evrenin yoğunluğu ölçüldü!..
...Evrenin genişleme hızının arttığı da
doğrulandı!..
—Basın’dan…
T
üm bu hükümlere varan insanın, içinde
yaşadığı ortam, hiç bir zaman aklının
alamayacağı büyüklükte bir dünya!
Ve adına gezegen denen, o dünya gibi nice dev
kürenin içinde küçülüp, karanlıkta yok olduğu
uçsuz bucaksız bir boşluk.. Ve o boşluğun
merkezinde, dünyadan çok çok uzakta bir
yerlerde, çevresine ışık saçan, ateşten dev bir
cehennem: Güneş!.. Bir milyon üçyüzüçbin
dünya büyüklüğünde...
Güneş dediğimiz o yıldız gibi milyarlarca
309
AHMED BÂKİ
yıldızın birer kıvılcım parıltısı ölçüsüne indiği,
içinde kararıp kaybolduğu, milyarlarla dev
cehennemi bünyesinde barındıran, Samanyolu
adını verdiğimiz galaksi!.. Sesten hızlı jet hızında
yol alsan, galaksi içindeki o cehennemlerin
aralarındaki mesafeleri katedip, birinden diğerine
gitmek için 100 yıllık ömrün yetmez! Onların
milyarlarcası bir galaksi…
O galaksiyi çevreleyen sanki sonsuz bir
karanlığın içerisinde, binlerce ışık yılı uzağında,
yine bir kıvılcım ölçüsüne inmiş, bu kez bir
başka galaksi!.. Onun da binlerce ışık yılı
uzağında, içindeki milyarlarca yıldızı ve uyduları
ile bir başka galaksi daha! Bunlar gibi, aralarında
binlerce ışık yılı mesafler olan galaksilerin
onlarcası!.. Ve daha yüzlercesi!… Binlercesi…
Milyonlarcası!…
Milyarlarcası!…
Ve
yüzmilyarlarcası!… Bu nereye kadar devam eder,
bilmiyoruz, hiç bir fikrimiz yok!...
Varsayabildiğimiz
kadarıyla
“Evren”den
bahsediyoruz! Daha doğrusu, adını ağzımıza
alıyor, lâfını ediyoruz!
Güneş platformunda dünya isimli uydu
üzerinde yaşayan canlının, beş duyusuyla
algılayabildiğinden ibaret kendi dünyasından
ölçebildiklerine GÖRE, yüzmilyarlarca galaksileri
barındıran “Evren” hakkında vardığı hükümler,
yukardakiler!.. Eliyle ve gözüyle dünyasında
erişebildiklerine GÖRE, lâfını ettikleri…
Oysa, Evrenin gerçek boyutlarından habersiz
oluşun dile gelişi sadece...
310
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Tıpkı bir karikatür gibi!..
Ama, toplumsal şartlanmaları, değer yargıları
ve duygularıyla örülmüş kozaları içinde
yaşayanların, kendi kendilerini “aydın” diye
tanımlamalarından daha komik bir karikatür
değil!
Veya... Daha komşularında bile geçerliliğini
yitiren, beş duyu ortamlarına has beşeri değer
yargılarını “evrensel” diye pazarlamalarından daha
ibret verici!
Bir avuç alanı önüne alıp, aklın hayalin
alamayacağı, “sonsuz” dediği Evren hakkında
hükme varmak! “Evrensel değerlere” sahip olmak!
Kendi dünyasının sınırlarını, Evrenin sınırları
zannetmek!..
Sonra da bu böyledir diyerek, sırrını çözdük
edâsıyla, kutuyu kapayıp, üstünü etiketlemek!
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlence, birbirinize
karşı böbürlenmeden ibarettir” diyor, Kur’an-ı
Kerim!…
Süper aydınlatıcıların pazarladıkları “tanrı”
inancı da böyle değil mi?
“Tanrı büyüktür, tanrı sevgidir, tanrı affeder,
tanrı şunu der, tanrı bunu emreder, vs!..” Niye?
Çünkü… Beş duyu dünyalarında insansı
duygularıyla “büyüklük” kıymetli birşey onlar
için.. Severler, affederler… Bedenlerinin kimyası
gereği bu duyguları tadabilen canlılar oldukları
için kendileri, bunlara çok daha fazlasıyla sahip
311
AHMED BÂKİ
bir de tanrı hayal ederler… Ulu yaratan, ulu
affedici!.. Sevgili Tanrı!!! Kendileri küçük, o
büyük!… Büyük olacak ki, küçüklere emretsin,
hesap sorsun!!!...
Aralarında sonsuz boşlukların yeraldığı,
içerisinde dünyaların ve güneşlerin dizildiği,
onların büyüğü gibi bir evren(!) vareden ve de
insan gibi duygularla düşünen(!), insan gibi
yargılayan yargıç bir tanrı! Gerektiğinde seven,
koruyan, affeden… Hatta zaman zaman taraf
tutup dengeleri koruyan…
Daha da ötesi, insanca değer yargıları ve
duyguları ile varlığına hükmedebildikleri için,
öyle birşeyi tahayyül edebildikleri için, bir
“tanrı”!.. İnsanoğlu ve tanrısı... Evren kadar olsa o
tanrı, yanında bir insanın hükmü ne olur, hesabı
ne tutar, düşündünüz mü hiç?..
Kendisine benzetilebilecek hiç bir şey
varolmayan, “lemyekûn lehu küfûvan AHAD”ı
bildiren “ALLAH Rasûlü”ne yönelmemenin ve
O’nun getirdiği, “varlığın hakikatini açıklayan
ilmi” değerlendirememenin cezası…!
Peki... “ALLAH RASÛLLÜĞÜ” nedir? Bu
ifadeyi ağzımıza almadan önce, işaret ettiği
anlamı ve boyutlarını düşünebiliyor muyuz
hiç?…
21.10.2002
J
312
▪ 115
~Sadece Şahit Ol~
çinde bulunduğumuz yaşam sisteminin nasıl
işleyeceği ve dünyada geçen yaşam süremiz
içinde nelerle ve ne tür olaylarla
karşılaşacağımız hakkında, hiç birimizin,
başlangıçta hiç bir seçimi yoktur! Ne
bedenimizin herhangi bir parçasını, ne bedenimiz
vasıtasıyla ilişkide olduğumuz çevremizdekilerin
herhangi
birini
ve
ne
de
düşünsel
kabiliyetlerimizi seçmedik.
İ
Ancak,
karşımıza
çıkan,
çevremizde
algıladığımız “nesneler ve olaylardan” ziyade, o
nesneler ve olaylar karşısında bizim “kendi
içimizde” yaşamayı seçtiğimiz hislerdir, gerçekte
bizim yaşadıklarımız...
Karşılaştığımız olaylar hakkında hangi tavrı
takınmayı, ne tür bakışı ve neyi hissetmeyi
seçmişsek, aslında onu yaşamış oluruz ve onun
neticesi ile baş başa kalırız.
Allah sistemi ve düzeni gereği, olaylar her
zaman olmaya ve siz de o olaylar içerisindeki
313
AHMED BÂKİ
rolünüzü yerine getirmeye aralıksız devam
edeceksiniz... Geçmişte olanların olmaması
mümkün değildi ve gelecekte olacakların da
olmaması mümkün değildir!
Yaşadığımız anda ise… İsterseniz bu gerçeği
hiçe sayıp, olan şeyler karşısında öfke ve
kızgınlığı veya üzülmeyi, mutsuzluğu seçerek
olup bitene tepki verin, duygularınızı yaşayın…
Ve böylece yaşamınızı öfkeyle, üzüntüyle,
mutsuzlukla vs. doldurun…
İsterseniz de, karşınıza çıkan şeylerin ve her
şeyin “sistemin gereği olduğuna iman ederek”,
kendinizi ve hatta olaylara karşılık aklınızdan
geçenleri bir üst boyuttan, âdeta bedeninizin
dışından gözlemlemeye çalışın ve olanları oradan
sessizce seyre koyulun! Kendinizi, o tepkilerin,
duyguların sahibi veya o fiillerin aktörü bir “kişi”
olarak algılamak yerine, bunun dışına, ötesine
geçip, olanlardan ve bedenden bağımsız bir
şekilde, âdeta yukarıdan seyreden “bilinç” olarak
bir başka gözle sadece şahit olun...
Eğer bunu başarabilirseniz, işte o zaman
kendinizi bir beden olarak algılamak yerine,
bedenden bağımsız bir bilinç olarak algılamanın
nasıl bir şey olduğunu da hissetmeye başlarsınız...
Bedeninize ve olaylara karşılık aklınıza gelen
yargılara, düşüncelere sahiplendiğiniz kadar,
onlarla özdeşleşip “olayların” ve fiziksel dünyanın
parçası haline gelir ve bedensel tepkilerinizin
sonuçlarıyla, duygularınızla, oradan oraya
sürüklenirsiniz; etrafınızda cereyan edenlerin yön
verdiği şekilde...
314
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Hiç bir yorum ve yargıda bulunmadan,
olayların dışından, sırf bir gözlemci olarak
seyretmeyi başarabildiğiniz ölçüde ise, kendinizi
bilinç boyutunda bulur ve bu sayede de
oluşumların hikmetini ve sistemin işleyişini
anlamaya yönelmiş olursunuz. Ve o zaman
farkedersiniz ki, karşılaştığınız şeyler gerçekte
asla “size” değil, sadece “bedeninize” karşılık
olagelen şeylerdir... “Siz” ise, özde ebedi
“huzurdasınız”.
Zerre kadar dahi iman eden, misliyle onun
neticesini alır. İman etmeyen ise, iman
etmediğinden ebediyen mahrum kalır.
“Ameller, niyetlere göredir.”
7.11.2002
J
315
▪ 116
~Tanrılık Şarabı
Değil, “Enel Hakk”~
“B
en”ini terk etti, varlık zannından geçti;
“en’el Hak” sözü ondan dile geldi…
Bunu duyan mukallit, “ben de(!)
Hakkım” diyerek, farkedemediği “ben”ine
“tanrılık” atfetti, küfre gitti…
Lâfzın gerisindeki inceliği anlayamayan keskin
zekâ ahmak da hemen hükmü verdi, “en’el Hak”
diyeni, Hak’tan gayrı(!) varsayıp, tekfire kalkıştı.
Damla, bir kez Deryaya erdi mi, damlalığı yok
olur, kaybolur, adı dahi geçmez bir daha.
Eğer, “ben Deryadan bir parçayım(!)” sözünü
işitirsen, bil ki onu söyleyen henüz Deryaya
ermemiş, damlada tutsak habersiz!
Hiç derya böyle bir söz söyler mi? Kendini
damlanın kaygılarıyla kayıt altına alır mı?
“En’el Hak” sözü, şuurdaki “hiçim ve Bâkisin”
müşahadesinin itirafıdır, hakikatte.
Beşeri yargılardan, insanca düşünceden
arınamadıysan eğer, insan gibi düşünen Tanrın ile
baş başa olmaktır halin ancak! Bir kere, “tanrı”nın
316
GİZ’Lİ GÜLŞEN
kendisi, “insanca” bir düşüncedir!.. Kendini
aydınlanmış(!) sayıp, tanrının parçası(!)
olabilirsin mukallitlerin gözünde. Belki de
insanca düşüncenle, “insan gibi düşünen tanrına”
erer, onun ilahi(!) işleriyle kendi işlerini
karmalar,
mucizeler(!)
sergileyebilirsin...
Çevrene, kafandaki tanrının yolunu gösterir,
kafandaki tanrının kitabını açıklar, onları
kafandaki tanrının dinine yönlendirebilirsin.
Ancak, nasibinde tahkik olanın, “Allah” ismi ile
işaret edilenin ne olduğunu ve farkı
farkedebildiği zamandır ki, insan gibi düşünen
tanrıdan, “Allah kulu” olma yolculuğu başlamış
olur... O zaman, hangi sözün “Deryaya”, hangi
sözün “damlaya” ait olduğu apaçık görünür. Ve o
zaman, “en’el Hak” kadehinden bir yudum içip
de sızmazsın “tanrılık” şarabında, sarhoşlar gibi.
Tevhid ile küfrü ayırt edemeyen, ya taklit
ehlindendir, ya da anlayışı kıt, nasipsiz!
2.12.2002
J
317
▪ 117
G
~O Gönüle
Hayranım~
önül, “aklın sevenine” verilen addır.
Gülşen, o gönlün sevda bahçesi...
“GİZ”lidir Gülşen, sırlarla: Gören’e...
Gizlidir o bahçe; “varlık” perdesinin gerisinde.
Köre ne?
Varlık ile tok olanın görmez gözü güneşin
ışığını, Gülşenin renklerini!
İşitmez kulağı onun sedasını..
Almaz hiç ondan yayılan nefesi; gülün, miskin,
amberin güzel kokusunu...
Yokluğa ise apaçıktır o, aşikâr...
Her bakışıyla, renk renk, çeşit çeşit goncalar
açar onda, yokluğa talip olanın...
O bahçede “Sevilen,” oysa, ne güldür, ne de
gonca!
Sevilen, “özgürlük”tür hakikatte...
Getiren,
oraya...
“özgürlük
sevdası”dır,
318
sevenleri
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Öyle bir “özgürlük” ki, nihayetinde “kendinden
azade olmaktır.”
“Ben”lik mabedine doluşmuş tanrıları yıkarak,
İbrahim gibi hür kılmaktır neslini...
Dünya ve ahıret “gaye pabuçlarını” çıkarıp,
“Musa” gibi yalınayak kalmaktır Eymen
vadisinde...
Uçsuz bucaksız bir ovada, çırıl çıplak!
Dinin gayesi, hürriyete davet etmektir insan
olanı!
“Vahdet” o davetin sırrıdır.
Kul için hürriyete ermenin yolu, “hiç” olmaktır;
her şeyden ve kendinden “azade!”
“Kendi hevasından söz etmeyen, özgürlük
aşıklarının Önderi,” bağımsızlığa davetle,
“ölmeden evvel öl” der!
Bağlarından, kendi için duyduğu kaygılardan
ölen; varlıktan azade, hür olur!
Varedeni, hakikati olan Allah’a “kul”
olduğunun bilinciyle, aslî âlemine kanat çırpar!
“Kul”un varlığı olmaz! Kul ademdir, kulun
zenginliği “fakr”ıdır!
Kul, saf aynadır, her şeyi Sultanıdır; Sultan ne
dilerse, kulda o görünür sadece!
Kulu ile, kulda, kuldan dilediğini yapan,
Sultan’dır.
Bir kez doğan bu varlık âlemine, yaşarken
319
AHMED BÂKİ
ölmeli ki, doğsun burdan da aslî âlemine!
Kulak ver o Gönül Eri’ne, bak ne diyor:
“İnsanoğlu iki kere doğmadan semavatın
melekûtuna erişemez!”
Vahdet bir deryadır, damlaları yok eder
vücudunda; O’na gelen, usulca O’na döner...
Güller, mevsimi
bahçesinde...
geldiğinde
açar
sevda
Ama güzelliği, sadece sevdalısınadır; himmeti,
değerlendirebilene...
İlim, fıtratında olanın yüreğinde bulur yerini;
olmayanın egosundan döner geriye!
Aşıkların gayreti de, fıtrattandır...
İbrahim, Musa, Muhammed Mustafa…
Selâm olsun tüm özgürlük önderlerine...
Onlar geldikleri toplumlara “tanrı” inancının
ne kadar boş olduğunu gösterdiler ve bağlanılan
tanrıları bir, bir yıkıp yok ettiler...
Şükürden acizim ki, onların varoluş gayesine
hayran olmamak ve o gayeye hizmet etmemek
elimde değil.!..
14.12.2002
J
320
▪ 118
B
~Bazen Cevaplar
Beklediğin Yerin
Dışındadır~
ayram
ziyaretleri
sırasında
açılan
sohbetlerde şöyle bir soru sordum bir kaç
dosta:
“Biliyoruz ki, yaşadığımız sistemde tek bir
mutasarrıf Bilinç ve tek bir Kudret söz konusu!
Dolayısıyla, bu gerçeğin gereği olarak, olmuşbitmiş hiç bir şey yersiz değil; yaşanan her şey
evrensel bir düzen ve tertibin sonucu olarak yerli
yerince...
Bunu bildikten sonra, şimdi, bir kişinin,
kendinden sadır olmuş bir davranışı veya yaptığı
bir işi, daha sonra “ben hata ettim” diye
değerlendirdiğini düşünelim... Meselâ, birisini
kırmasını veya kınamasını veya yapması gereken
bir çalışmayı yerine getirmemesini.
Yaşadığı bir olaydan sonra kişiden sadır olan bu
“hata ettim” düşüncesi, o kişinin, o fiil sebebiyle
Hakikatten
gaflete
düşmüş
olduğunu
farketmesinden; yani ortaya koyduğu davranışın
Sistem içersindeki yerini ve onunla kendini
Hakikatten
perdelemiş
olduğunu
değerlendirmesinden de kaynaklanabilir —
kısacası olaydan sonra Hakikati görmesinden!..
321
AHMED BÂKİ
Bunun tam aksine, Hakikati göremeyip,
egosunun hükmü altına girmesinden ve o fiili
Allah’ın dilemesi dışında, kendini de Allah’tan
ayrı iş gören bir “kişi” olarak görmesinden, yahut
her şeyin yerli yerinceliğini görememesinden de
kaynaklanabilir!
Bir başka deyişle, “ben hata ettim” düşüncesi
veya görünürdeki itirafı, kişinin “vicdanının sesi”
de olabilir, tam aksine “benliğinin sesi” de!..
Peki, “ben yanlış yaptım” düşüncesinin hangi
durumda bunlardan hangisi olduğunu, yani,
hakikati farketmekten mi yoksa egomuzun
hükmü altına girdiğimizden mi kaynaklandığını
nasıl fark edeceğiz?”
Soruya çeşitli cevaplar verildi: “Karşısındaki
hak etmemiş de yapmışsa, nefsindendir...
Başkasına zarar vermemişse değildir... Keşke
yapmasaydım şeklinde bir düşünceye sebep olur
ise egodandır... Şöyle ise vicdanın sesidir, yok
eğer değil ise egodandır...” gibi görüşler dile
getirildi...
Oysa, sorunun cevabı bunlardan hiç birisi
değildi!..
Neden?
Şimdi bunun açıklamasını yapmaya çalışalım:
Cevapların tamamı, sadece, kişinin bir
davranışı ortaya koyması ile, sonrasında o
davranışa bakıp “ben hata yaptım” demesi
arasında geçen, yani hata yaptığını farketmesi
öncesindeki sürecin gözlemlenmesi ve analiz
322
GİZ’Lİ GÜLŞEN
edilmesi neticesinde varılan kanaatlerdi...
Halbuki, sorunun cevabı, itiraftan önceki sürecin
değil; bu itirafın sonrasında yaşanacak sürecin
içinde saklıydı! Yani, bir fiili yapmak ile onun
“hata” olduğunu farketmek arasında geçen
sürecin içerisinde değil, “yaptığının hata
olduğunu”
farketmekle
başlayacak
ve
devamındaki süreçte gizli idi... Peki neydi?
Kişi “yaptığım yanlış idi, hata idi” sözünü
çeşitli nedenlerle söyleyebilir! Ancak, bunun
gerisinde olanın “hakikate iman” olmasının işareti
odur ki, kişi, bu idrakı sayesinde, Özündeki
hakikate döner, Huzura yönelir ve Selâmet
bulur... Hakikate imansızlık, kendini Hakikatten
ayrı görmek ise, yani egonun hükmü altında
kalmak ise, huzur ve saadetin zıddına, kişiyi
bireyselliğin zilletine, karmaşaya ve azaba duçar
eder! Dolayısıyla, mühim olan, “yaptığım bir
hataydı” itirafının, kişinin bilincini neye
yönelttiği, nereye götürdüğüdür!
Kur’an-ı Kerim, bu hususta ders almamız
gereken ayetleri, Adem ile İblis kıssası yoluyla
bize açıklar:
Adem (insan), Allah’ın nehyettiği şeyden uzak
duramayıp, beden ağacına dokunur, ayıp yerleri
görünür olur... Fakat bunun sonrasında,
yaptığının hata olduğunu farkeder ve bu
farkedişle birlikte, fıtratının gereği olarak, nefsini
kınar ve tövbe eder; “yaptığımla, kendime
zulmettim...” der...
İblis (şeytan) ise, insanları Hakikatten
saptırma, “Allah’tan ayrı(!) düşürme” işlevi
323
AHMED BÂKİ
konusunda kendisine kıyamete kadar mühlet
verilmiş olduğu halde bu işlevini yerine getirir ve
fakat bu durumda lanetlenip de yaptığının hata
olduğunu farkedince, “beni azdıran sen(?) idin”
diye, içine düştüğü halden dolayı, “Allah” ismiyle
işaret edilen Hakikati, ötesinde bir tanrı(?) gibi
varsayarak, kendi dışındaki O’nu(!) sorumlu
tutar ve halinden onu(!) suçlamaya kalkışır!
Bu iki birbirinden farklı bakış açılarının sonucu
olarak, Adem, “dokunma!” emrine riayet
etmemiş olsa da, hatasının idrakı ve tövbesinin
sonucunda Huzur ve Saadete; İblis ise, varoluş
gayesini yerine getirdiği halde, hatasından ve
içine düştüğü halden dolayı “karşısındakini(!)
sorumlu tuttuğu, kendi dışındaki başkasını(!)
suçladığı” için, bu bakış açısından dolayı
ebediyen ateşe ve azaba gider!
Burada belirtmek istediğim nokta şuydu:
Her birimizin oluşmuş veritabanımıza göre
görüşümüzü belirleyen bir perspektifimiz, bir
bakış açımız ve bir görüş alanımız var...
Oysa, tâbi olduğumuz Evrensel Yaşam
Sisteminin işleyişi, bizimki gibi sayısız
veritabanlarını ve sayısız görüş alanlarını kapsar.
Hiç
bir
konunun
çözümü,
doğru
değerlendirmesi, bizim görüş alanımızla kayıtlı
olmadığı gibi, örneğimizdeki gibi, çoğu zaman
bizim görüş alanımızın tamamen ötesinde,
kapsama alanımızın tamamen dışında da olabilir.
Oysa biz, çoğu zaman bu
farkedememekten
dolayı,
sadece
324
gerçeği
kendi
GİZ’Lİ GÜLŞEN
perspektifimiz içinde kalan dar bir alanda her
şeyin
çözümlenmesi
gerektiğini,
orada
çözebileceğimizi,
hatta
çözdüğümüzü,
anladığımızı, bildiğimizi zanneder, ondan ötesini
göremez; sonra da, bu iş niye böyle olmadı, diye
kendimizi cehenneme atarız.
Halbuki, bir işin iç yüzünü, hikmetini,
sistemini görebilmek, kendi veri tabanımızla
sınırlı bakış alanımızın dışındaki alanı ve
alanlarının varlığını da hesaba katabilmemiz
düzeyinde mümkündür her zaman... Lokal ve
indi değerlendirmelerimize bağlı kaldıkça, kendi
sınırlamalarımızın acı sonuçlarına katlanmaktan
da kurtulamayız!
Neden “benim istediğim gibi olmuyor” veya
“olmadı” diye dert edinmek, Allah ismiyle işaret
edilenin ve O’nun Sisteminin sınırsızlığına
“imanlı” bir bakışın sonucu değildir ve karşılığı
“yanma”dır!
Yaşamı ve karşılaştığımız her olayı, kişisel
görüş ve anlayışımızın ötesinde, sayısız görüş ve
anlayışların varolduğu gerçeğine “imanlı” bakış ile
değerlendirebilmenin bir adı da, “Allah ahlakıyla
ahlaklanmak”tır ve bu, “Allah” ismiyle işaret
edilen mânâyı bilen her iman sahibi için en başta
gelen gayedir.
22.12.2002
J
325
▪ 119
~Hükümler Senin
Bakışından Doğar~
K
imi insanın yapısında “Zahir” isminin
manası
ağırlıklıdır,
algılama
ve
değerlendirmeleri
dışa
dönüktür!
Kiminde ise “Batın” isminin; dolayısıyla, algılama
ve değerlendirmeleri içe, öze dönüktür.
Akıl zahire tatbik edilince, idrake ve yaşama
maddeye yönelik değerlendirmeler yön verir.
Akıl, batına tatbik edilince, idrak ve yaşamda
maneviyat yönü ağır basar.
Zahirden giden yol “ötelerde” aratır, Batından
giden ise “öz”ünde ve “gayb”ında buldurur...
Hakikati ötede bulacağı yanılgısı yüzünden,
insanoğlu kendinde mevcut olanı hep ötelerde
arayarak, ömrünü zanlarla ve hayallerle tüketir...
Kur’an-ı Kerim’de Adem ve İblis kıssalarıyla
anlatılan sensin; onlarla ötelerden bir tarih dersi
verilmiyor, bir “insanlık” dersi veriliyor. Anla!
Şeytanlığı tanıyıp, uzak durasın, Ademiyete
yönelip selâmet bulasın diye...
Şeytanlık, her şeyi sırf zahiriyle, kendine
görünen yanıyla yargılar! İnsanlık ise gördüğünün
326
GİZ’Lİ GÜLŞEN
ardına geçebilmeyi gerektirir.
Şeytanlığın yolu “mukayese”den başlar!
Kendini haklı ve üstün görmek için önce
“mukayese” gerekir. Bunun için, kendiyle
karşısındakini mukayese eder, karşılaştırır,
hükme varır!
“Beni ışınsal yapıda varettin, onu ise maddi
bir bedenle” diyen ve bu mukayesesi dolayısıyla
yanmaya başlayan İblise bak! Kıyasladı, hükme
vardı ve tuttuğu yolda yanıldı... Bu bakışı
yüzünden, Sistemi anlayamadı, yerini bilemedi,
sonrasında da, başkasını suçlamaya kalkıştı; “beni
azdıran
sendin”
diyip
O’nu(!)
“tanrılaştırmaktan” kurtulamadı!
İnsanlık (Adem) ise, zor olanı tercih etti;
başkasını suçlamadı, sadece “nefsime zulmeden
benim” diye tövbe etti!
İblis “ikilikten” ve “ayrımdan” yanadır; bunun
için de önce kendini(!) karşısındakiyle(!)
mukayese eder, ki suçlasın, kınasın! Böylece de
bireysellikten ve bencillikten başka bir şeyi
artmaz! Adem ise “birlikten” yanadır, bakışı
özüne dönüktür, halinden dolayı başkasını
suçlamaz, kınamaz, ne ararsa kendinde arar!
Bunlardan ibret al, nefsine zulmedenlerden
olma! Şeytanlığın seni yakmasını istemiyorsan,
tutkularından vazgeç, “karşılaştırma” ve
“mukayeseyle” hükme varıp, “kendini haklı
çıkarma” çabasından uzak dur! Yanıyorsan,
kendine bak, hatanı gör, dışarıya dönüp
başkasıyla uğraşma! Yanmana sebep olanın senin
327
AHMED BÂKİ
bakışın olduğunu anlayıp, kendi hatanı düzelt!
Bizler, karşımızdakini eleştirmek, yargılamak,
değerlendirmek veya hakkında taktirde
bulunmak için varolmadık! Hakikatimizi bilip,
anlayıp, gereğini yaşayabilmek için varolduk!
Bil ki, bakışın dışa dönük olduğu sürece, özüne
sırt çevirme ve özünden uzaklaşma tehlikesiyle
yüz yüzesin! İlacın, hemen tövbe edip, doğru
yöne yönelmektir!.. Yok eğer bakışın özüne
dönükse ve huzurdaysan, o vakit de şükret;
kendine hiç pay çıkarma, çünkü bil ki özüne
döndüren, Tevvab olan Allah’tır...
29.12.2002
J
328
▪ 120
K
~Her Kızanın Kızdığı
Kendisidir~
ızgındır cehennem ateşi, yakar insanı!..
Ve “kızgınlık,” cehennem ateşindendir!
Beyin, idrakinin ve kapsamının yetersiz
kaldığı bir durumla karşı karşıya geldiğinde, içine
düştüğü durumdan çıkabilmek için her
zamankinden yüksek performansla çalışma
gayreti içerisine girer ve yüksek dozda enerji
üretir! Bu enerji beynin uzantıları olan sinir
hücreleriyle tüm vücuda yayılır! Ne var ki, öylesi
bir yükü kaldırmakta zorlanan nöronlar ve
uzantıları olan sinirlerden bazıları zarar görür,
kimi âdeta yüksek voltaj elektriğe maruz kalmış
gibi olur! O sırada, beynin düşünsel faaliyetleri
bloke olur, kişinin aklı başından alınır! Sinirlerin
kontrolü adamakıllı ele aldığı kişiye onun için
“sinirlenmiş” denir ve başlar “kızmaya!” Oysa
kızdıran, içerden başlamış olan yanmadır!
Dışa vurumu farklı şekillerde olsa da, her
kızanın gerçekte kızdığı “kendi idraksizliğidir!”
Yakan, izlediği yolun kaybettirdiklerini
görmesi ve geçmişin telafisi olamayacağını
farketmesidir!
329
AHMED BÂKİ
Kızgınlığın
gerisinde,
beklentilerden
kurtulamamak yatar! Şartlanmalar, beklentileri
ve sonuçta duyguları doğurur!
Karşılaşacaklarının,
beklentilerine
göre
gerçekleşeceğini zannederek yaşayan kişi, günü
gelip de beklediğini bulamayınca, başlar
yanmaya! Yanınca, yakan ateşin verdiği kızgınlık,
kişinin haline uygun bir tarzda dışa vurur!
Oysa, gerçekte kişiyi yakan, kızdıran, olup
biten şey değil, içine düşmüş olduğu ve nihayet
farkettiği
“kendi
idraksizliğidir!”
Farkedemedikleri sebebiyle yitirdiklerinin artık
ele geçmeyeceğini görmesi ve bu sonuçla
yüzleşeceğini idrak edememiş olmasıdır! Çünkü,
bireysel yargılarından doğan “beklentileri”
sebebiyle idraki ve görüşü kapanmış, olayların ne
şekilde gelişeceğini görememiş veya elde etmeyi
umduğu sonuca göre yön verememiştir davranış
ve düşüncelerine, o ana kadar... O an ise, halinin
sonucuyla karşı karşıya, eksiği ve hatasıyla yüz
yüze gelmiştir!
Kur’an-ı Kerim’in hükmüne göre, sistemde, bir
sineğin kanat çırpışı kadar dahi yersiz bir şey
yoktur! Bu demektir ki, yersiz diye gördüğün ne
varsa, orada gerçekte görünen o şeyin yersizliği
değil, senin kendi görüşünün yetersizliği, “kör”
noktasıdır.
Beyin, ruhtan aldığı “nuranî” güçle, varoluş
gayesi olan Hakk’ı ve Hakikati, bir başka ifadeyle
“evrensel bilinci ve sistemini,” dünya boyutunda
seyredebilmek gayesiyle varolmuş aracı bir
katmandır! Arada engel olmadan, özündeki,
330
GİZ’Lİ GÜLŞEN
hakikati olan evrensel bilincin gözüyle, her
yerde, her an “Mürid” olan “Allah”ın tasarrufunu,
onun dileğinin gerçekleşmekte olduğunu, onun
muradının yaşandığını seyredebilmek için vardır!
Eğer bu gayeyi yerine getirmesine bir bedensel
mani ile karşılaşırsa, “acı” ve “azap” dediğimiz
hissediş başlar! Eğer bu seyrine bir zihinsel mani
ile karşılaşırsa, o vakit beyin, bu asli işlevinden
alıkonulduğu(?!) için, “yanma” başlar... Ki
gerçekte yanma, maddi değil manevidir ve şu
anki
“ruh”
boyutumuzda
—güneş
platformundaki asıl bedenimiz olan “ışınsal
holografik bedenimizde”— gerçekleşir! Bu
yanmanın sonucunda, kişi başlar kızmaya, ve
beraberinde karşısındakini suçlamaya, kınamaya,
kırmaya, vs, vs...
“Kızgınlık” şeklinde alevlenen ateş, kişiyi yakar,
yakar, yakar... Ta ki, o kişi gerçeğin sisteminin,
şartlanmalarıyla oluşmuş beklentisi gibi değil,
“Allah ismiyle işaret edilenin murad ettiği” gibi
olduğunu kabul edene kadar... Velev ki bu
idrakinin önündeki engeller yanıp yok ola, bu
idrak ile bütünleşe ve o zaman o konuda yanması
da bite! İşte o zaman artık “kızmaz” olur, ateşin
“kızgınlığı” kalmaz!
Basiretin önündeki perdelerden arınılmadığı
sürece, kişinin idraksizliği varolmaya devam eder
ve dolayısıyla kızgınlıkları son bulmaz!
Ateş, bir yönüyle rahmettir, bilinçteki perdeyi
yakıp yok eder, idraki açar! Kızgınlık, doğru
değerlendirilirse, kişiye eksiklerini işaret eden bir
eğitici gibidir.
331
AHMED BÂKİ
Mantık, çevresel değer yargılarına göre
oluşmuş akıl yürütme faaliyetidir! Hakikat
mantıkla sınırlı olamaz! Onun için, mantıkla
değil, “iman”la son bulur yanma! İmandan
mahrum olanlar, yanmadan asla kurtulmazlar!
Kim “varolan her şey, bir tek Allah’ındır; Allah
ne dilerse, o olur” diyebilirse inanarak, orada
yanması biter; ateşi de, kızgınlığı da kalmaz!
İnansın ve inanmasın, herkes gerçeğin bu
olduğunu er veya geç itiraf edecektir! Dünya
yaşamında gönül rızasıyla bu itirafı ve gereğini
yaşamaya yanaşmayanlar, ruh boyutunda bunu
kabul ve itiraf edene kadar kıyasa gelmez
hararetteki bir kızgınlık içersine düşüp yanmak
zorunda kalacaklardır.
Allah, bizleri basiret ve idrak yetersizliğinden
kurtarsın!
30.12.2002
J
332
▪ 121
~Aydın İnsan
Kimdir~
“A
ydın,” bilinciyle de “kıyamda”
olabilen insana verilen addır.
Nedir kıyam hali?.. Kıyam hali,
varlıkta her an geçerli Sistem ve Düzeni yürüten,
Hay ve Kayyum olan “ALLAH” hükmünün
insandan açığa çıkışıdır.
İnsan, “kendi Zatına yönelebilen” yegâne varlık
olması hasebiyle, hakikatiyle nurdur, “aydın”dır;
bu vasfı taşımayan ise henüz insanlıktan
nasiplenememiştir.
Biyolojik insan, günümüzden birkaç milyon yıl
önce ortaya çıkmıştır. “Özüne dönük bilinci” ve
manevi değerleriyle hakikat ehli aydın “insan” ise,
bu biyolojik insandan gelişen kollardan birinde,
bundan onbinlerce, belki yüzbinle ifade
edilebilecek bir süreç öncesinde...
İlk aydın insan Hazreti Adem’dir ve Adem ile
Havva, yeryüzünde “aydın insan” neslinin
başlangıcıdır.
O devirde, yeryüzünde biyolojik olarak
bugünkü “insana” son derece benzeyen, ancak
zihinsel
fonksiyonları
yönünden
insanî
333
AHMED BÂKİ
vasıflardan yoksun; “bozgun çıkarıcılık ve kan
dökücülük” vasıfları ile tanınan, insan bedeninde
hayvanlığı yaşayan “Neanderthal” topluluklar
vardı ki biz bunlara “insansı” demekteyiz.
Adem ve Havva, evrensel bilinç boyutunun
değerleriyle yeryüzünde cennet hayatı yaşarken,
kaderlerindeki o hatayı yaparak mahcûb
olmuşlar ve içine düştükleri perdelilik halinin
kendilerinde doğurduğu idrâk ile, “Rabbimiz biz
kendi nefislerimize zulmettik; eğer bizi
bağışlamaz ve merhamet etmezsen hüsrana
uğrayanlardan olacağız” diye bağışlanma
talebinde bulunmuşlardır.
Bu ifade son derece anlamlı, “aydınlanmanın”
ilk basamağına ve “insan” olmanın sırrına işaret
eden bir ifadedir!..
Kalemin elverdiğince şimdi
üzerinde durmaya çalışalım:
bu
ifadenin
Bu ifade, “insan”lık düzeyine ulaşmak için, her
şeyden evvel “beş duyu dünyasına odaklanmış
ilkel bencillik duygusu” ile değil, “özümüze
dönük bir bilinçle” bakış ve değerlendirmenin
zorunluluğunu gösteren bir ifadedir!..
Bu ifade, “insan”lık düzeyine ulaşmak için,
yaşadığımız halin, “kendi yaptıklarımızın
neticesinden başka birşey olmadığı” gerçeğini
farketmemiz gerektiğine işaret eden bir ifadedir!..
Bu ifade, “nefse zulmetmenin” anlamının
“bedene eziyet etmek” olmadığını; “nefse
zulmetmenin, kendi hakikatimizi tanıyamamak,
bilememek, bunun hakkını yerine getirememek”
334
GİZ’Lİ GÜLŞEN
olduğunu açıklayan bir ifadedir!..
Bu ifade, beş duyuya dayalı sırf beden kayıtları
gereği ortaya koyduğumuz davranışların,
“hakikatimizin gereğini yaşamamıza engel
olduğunu, böylece hakiki benliğimizin gereğini
yerine getirmekten perdelendiğimizi” vurgulayan
bir ifadedir!..
Bu ifade, insanlık düzeyine ulaşmak için, “eğer
yaptığımız
hatadan
geri
dönmezsek,
hakikatimizin gereğini yerine getirmekten
ebediyen perdelenmiş olarak azap duyarız,”
idrakinde olmamız gerektiğine işaret eden bir
ifadedir!..
Bu ifade, insanlık düzeyine ulaşmak için,
çevremizde yaşananlardan ve yaşadıklarımızdan
ibret alarak, “yaşamın gerçeğinden gaflette olarak
ömrünü
tüketmenin
getireceği
hüsranı”
farketmemize ve “hüsrana uğrayanlardan
olmamak için, vakit geçirmeden uyanmamız ve
hatalarımızdan dönmemiz” gerektiğine işaret
eden bir ifadedir!..
Bu ifade, insanlık düzeyine ulaşmak için,
“kendi varlığının bir aslı, özü, hakikati, Rabbi
olduğunu farketmiş olmak gerektiğini” ve “içine
düştüğümüz üzüntü duyduğumuz hallerden
kurtulmak için yapmamız gerekenin, O’na
yönelmek ve O’ndan bağışlanma dilemek”
olduğunu vurgulayan bir ifadedir!..
Bu ifade, insanlık düzeyine ulaşmak için,
“özümüzdeki, zatımızdaki, varlığımızdaki madde
ötesi
güçleri
ve
özellikleri
müşahade
335
AHMED BÂKİ
edebilmemiz” gerektiğine işaret eden önemli bir
ifadedir...
İşte bu idrak ve açılımların gereği olarak...
Dikkat edip, bilelim ki;
Adem, evvelâ “hatasını idrak etmiş, inkâra
sapmamıştır!”
Sonra...
İçine düştüğü halden dolayı “kendini haklı
çıkarma” çabası içerisine girmemiş; hatasını
kabul etmiştir.
Beraberinde yaşayan madde beden veya ışınsal
yapılı “şeytaniyet” vasfını haiz diğer varlıklar gibi,
yaşadığı halden dolayı, “karşısındakini suçlama”
yolunu
tutmamış,
kimseyi
suçlamamış,
kınamamış, kimseden şikayet etmemiş, kimseyi
sorumlu tutmamıştır...
Bu kemalâtın ortaya çıkmasının eseri olarak
Adem, karşısındakileri, mücadele edilmesi
gereken düşman varlıklar olarak gören ilkel ve
bencil yaşam şeklinin üzerinde, ötesinde, kendi
için istediğini karşısındaki için tercih eden,
öncelikle karşısındakini düşünen, maddeötesini,
ölümötesini, varlığının hakikatını düşünen yapıya
ve yaşam anlayışına sahip hakiki “insan” neslini
başlatmıştır...
Başlangıç burasıdır. Bunlar kemâlat sahiplerine
intikal etmiş büyük değerlerdir...
Günümüzde yeryüzünde, milyonlarca yıl
öncesinden aynı atadan gelmelerine rağmen,
“homosapiens” ve “neanderthal” topluluklar ile
336
GİZ’Lİ GÜLŞEN
bu iki nesilden gelenlerin yaptığı birleşmeler
dolayısıyla oluşmuş, değişik genetik özelliklere
sahip iki yönlü hususiyetler ortaya koyan sayısız
nesiller içiçe yaşamaktadırlar. Ki insan ve
insansılar gerçeğini bu yönüyle sitemizdeki “Akıl
ve iman” isimli kitabıyla ilk kez açıklayan,
Üstadım Ahmed Hulûsi’dir...
Çoğunluğu oluşturan “insansılar,” günümüzde
de, Neanderthal vasıflarıyla, beş duyu
dünyalarında bedensel zevklerini en iyi şekilde
tatmin etmek için, ellerinden gelen her şeyi
yapmak üzere tereddüt etmeden kan döküp,
fesat
çıkartarak
yaşamlarına
devam
etmektedirler...
Onlar,
hayatta
kalmanın
vazgeçilmez kuralı olarak “ben”cillik ve
sahiplenmeyi bilirler! Onlarda, beş duyu ötesine
yönelim, kendilerini bilinç boyutunda, manevi
güçlerle tanıma, ölümötesi yaşam kavramı ve
buna dayalı olarak o yaşama hazırlanma gibi
kaygılar hiç yoktur! Şartlandıkları göreseldünyevi değerlerine ve değerlendirmelerine
öylesine sıkı tutunurlar ki, onları korumak ve
kaybetmemek için savaşır ve bu uğurda
karşılarındakine her türlü zararı verebilirler!..
Genlerindeki, beyinlerindeki özelliklerin sonucu
olarak doğal, içgüdüsel yaşam şartlarıyla
ömürlerini sürdürürler...
“İnsan” ise, karşısındakinden hoşnut olmanın
yollarını arar, ona zevkle saygı duyar, rıza
gösterir, sevgiyle bakar, değer verir, elindekini
memnuniyetle paylaşır, cömertçe verir, hizmet
eder ve kendisine verileni şükrederek
değerlendirir, böylece iç dünyasında huzur ve
337
AHMED BÂKİ
saadet içinde yaşar. İnsanların, bilinçlerini özgür
kılmaları ve hakikatlerini düşünerek yaşamaları
için çabalar. Kendi için istemediğini, karşısındaki
için de istemez. Bunlar yanısıra, içinde
bulunduğu halden veya karşılaştıklarından dolayı
karşısındakini kınamaz, suçlamaz, eksik-hatalı
görmez, kimseden şikayet etmez, kırılmaz,
darılmaz, yargılamaz, takdirde bulunup hüküm
vermez, öç alma peşinde koşmaz, dedikodudan,
gıybetten uzak durur, kimsenin birşeyine el
uzatmaz,
kimseyi
zorlamaz,
kimseye
hükmetmeye çalışmaz... En nihayetinde, rıza
gösterir, hoşgörür ve sabreder... Bunları
zorlamayla veya gösteriş için değil, içinden
gelerek ve zevk alarak yapar...
Velhasılı... “İnsan” olmak, ender kişlere özgü
bir haslettir!..
Aydın insandan bahsediyoruz! Ceddimiz
Adem’den... Gerçeklerden gafil, taklitçi “aydınsı”
ile karıştırılmaya!..
“İnsanlık”tan aldığı nasibi değerli bulan ve
“insanlığının” hakkını verebilmek uğruna
“insansı” vasıflarını kurban eden ve bunu yaşam
gayesi edinebilenlere selâm olsun!
19.01.2003
J
338
▪ 122
“A
~”Önce Sen”
Diyebilmek~
damın biri kendini darı zanneder,
nerede tavuk görse köşe bucak
kaçarmış.
Akıl hastanesine yatırmışlar. Uzun süre tedavi
görmüş, sonunda Hekimi, iyileştiğine kanaat
getirmiş, yanına çağırmış:
“İyisin değil mi evladım, artık darı değil koca
bir adam olduğunu anladın! Kendini darı
zannetmek gibi bir sorunun yok sanıyorum
artık!”
“Evet, iyiyim,” demiş adam, “darı olmadığımı
iyi öğrendim!”
Ve taburcu edilmiş. Hekimiyle vedalaşmış,
hastaneden çıkmış..
Ne var ki çok geçmeden, Hekim bir bakmış,
adam kan ter içinde koşarak geri gelmiş!
Hekimi, “Ne oldu evladım, bu halin ne, neyin
var?” diye sormuş!
Adam, “Efendim!” demiş, “Bende sorun yok!
Ben darı olmadığımı öğrendim de... Bunu
tavuklara da öğrettiniz mi?..”
339
AHMED BÂKİ
Yaşamın güldüren akıl oyunları var böyle!
Bazılarımız bir hitap işitiyor: “Daima
karşınızdakini kendinize tercih edin; sakın ‘önce
ben!’ demeyin!..”
İş, hoşumuza da gidiyor. Ne var ki, “herkes
kendi yaptığının neticesini yaşar” hükmünü tam
anlamıyla algılayamadığımızdan, içten içe,
“acaba ‘önce sen’ demeyi karşımdakiler de
öğrendi mi” akılsızlığından kurtulamıyoruz. Ve
kan ter içinde yetişiyoruz Hekime, yahut
başlıyoruz etraftakilere darı olmadığımızı(!)
anlatmağa:
“—Okudun değil mi? ‘Önce sen’ diyeceksin!”
Üstelik, bunu diyen anlayışı kıtın farkında
olmadan dile getirdiği düşüncesi şu: “Önce ‘beni’
gözeteceksin, ona göre!”
Sonuçta, “önce sen”, dönüp, dolaşıp, oldu yine
“önce ben”!..
Sizce Hekim, hikayemizin kahramanına ne
cevap vermiştir?..
25.04.2003
J
340
▪ 123
“A
~Akıl Nerede~
klını başına al!”... “Aklın neredeydi?”...
Bu tür sorular ve uyarılar hep
yapılır da niye aklın yeri sorgulanır
düşündünüz mü?
Aklı yaratan ulu tanrı onu üstün özelliklerle
bezedikten sonra beyne oturtmuş!... Ama akıl
bakmış ki çevresine hiçbir şey görünmüyor!..
Şaşırmış... “Etraf mı karanlık ben mi körüm”,
diye düşünmüş..
Çözememiş olayı ve sormuş tanrıya:
-Tanrım beni mükemmel yarattın ama galiba
körüm!... Beni hareketli, oynak, kıvrak, her şeye
anında adapte olabilir yarattın ama önümü,
çevremi göremiyorum, bulunduğum yeri
göremiyorum!.. Sadece bulunduğum yerden bana
gelenleri değerlendirip onları amaçlarına göre en
mükemmel şekilde yönlendiriyorum..
Tanrı cevap vermiş:
-Seni öylesine mükemmel yarattım ki, ayrıca
bir de göze ihtiyacın yok!.. Kör olman daha
hayırlı; işlevini hakkıyla yapabilmen için!.. Seni
341
AHMED BÂKİ
öyle bir mekâna yerleştirdim ki, orada her şey,
sana ulaşabilecek şekilde var!. Sana, sadece gelen
verileri değerlendirmek kalıyor!.. Sen evrenin
merkezindesin bulunduğun mekân itibariyle!.
Orada sana gelen verileri değerlendirirsen
bulunduğun ortamın sultanı olursun!. Unutma ki
çözümsüzlük anında sana yol gösterecek iman
kuvvesini de koydum o mekâna hemen yanına!
Peki, demiş akıl ve işlevini hakkıyla yerine
getirmeye başlamış...
Ama insanlar çoğalıp her birinde işlev gören
akıl farklı verilerle karşılaşırken, bazen hayret ve
şaşkınlıktan, bazen dışardan gelen yanlış
verilerden, bazen de hormonların dürtmesinden
ayağı kayıp kana karışıp, soluğu başka bir
organda alıverir olmuş bir anda!.
Kör olduğu için de, gittiği yeni mekânı (organı)
tanıyamayıp, kendini hâlâ eski mekânında
sanarak, o organın kendisine sağladığı verilere
göre, o organa en mükemmel şekilde hizmet
vermek üzere işlevini, yerine getirir olmuş!..
Bu yeni mekân bazısında mide olurmuş,
bazısında cinsel organ; bazısında ayak olurmuş,
bazısında kalp!..
Kimi sadece yemek için yaşarmış bu durumda;
kimi insanlığını imanını unutur yalnızca seks
yapmak için yaşarmış; kimi kendini yalnızca
spora verirmiş, kimi de tüm yaşamına
duygularıyla yön veren davranışlar ortaya koyup
sürekli pişmanlıkları yaşarmış akıl dinlenmeye
geçtiğinde de!...
342
GİZ’Lİ GÜLŞEN
Evet, akıl, kutsal tahtı beyinden düşünce bir
başka organa, insanlar ona “aklını başına al”
derlermiş!... Ama nasıl alsın ki!. Akıl gitmiş
yerleşmiş bir organın içine!. Beyni o organ olmuş
artık!
Devası?..
İMAN!
Ya iman ağır basar ve aklı bulunduğu yerden
kopartır ve eski tahtına oturtur!.. Ya da akla söz
geçiremez... Onunla ilişkisini kopartır bu
durumda ne hâlin varsa gör!” diyerek... Böylece
akıl da artık imansız bir şekilde bulunduğu
organdan mutlu bir şekilde yaşamına devam edip
imansız bir şekilde dünyasını değişir!...
Bakarlar ötelerden ve derler:
-Biri daha gitti imansız!
—Ahmed Hulûsi
29.07.2003
JJ
343
▪ 124
~Mi’râc~
“L
eyse lil’insani illâ ma sea.” (53:39)
Anlaşılabilmesi zor, hazmedebilmesi
zor!
Belki de yutulması en güç lokma, bu âyetin
verdiği mesajı alabilmek, kabullenebilmek!
Bilmenin ötesinde, bu ayete imanlı bakış
açısını kazanabilmek ise, insanlar içinde çok
nadir zevatın nasibi!
Derinliklerinde nice sırlar gizli, sisteme dair!
“İnsan için sadece yaptığı vardır.”
“Kendi yaptığının dışında hiçbir şey yoktur.”
Ne verirsen senden, odur sana geri dönen...
Sözün kısası: Ne yaparsan, onu yaşarsın!..
“Yaşıyorsam, yapan benim” gerçeğini kabul
edebilmek, hazmedebilmek ve bunun böyle
olduğunu imanlı bakış ile görebilmek...
Tüm olayları ve tüm yaşamı, bütünüyle bu
bilinçle, bu anlayışla değerlendirebilmek...
Ve nihayetinde zıdları cem edip; cümle âlemi,
344
GİZ’Lİ GÜLŞEN
varlığın ile bir görebilmek.
“Yaptığımdan
diyebilmek…
başkası
değil,
bu
yaşanan”
İşte, sisteme bu imanla bakışın müşahadesidir,
Yunus’tan dile gelen, nihayetinde:
“Bu cümle canda oynayan, damarlarımda
kaynayan,
Külli dillerde söyleyen, külli dili diyen benem.
Çark (felek) benim hükmümdedir, her canda
ben
oturmuşam,
Mülk benim elimdedir, yıkan benem yapan
benem!”
İnsan için...
“Sadece yaptığı”!..
“Radiyallahü anhüm ve radi anh.” Allah,
kulundan razı; kul da O’ndan!.
23 Eylül 2003
J
345
▪ 125
H
~Huzur İçinde Yaşa~
uzurlu bir yaşam sürmek ister misiniz?
Cevabınız evet ise, şu sırrı hiç
unutmayın:
Karşılaştığınız
olaylar
veya
içinde
bulunduğunuz koşullar ne olursa olsun... Bu
karşılaştıklarınıza vereceğiniz her tür tepki
yanında, —yani, kızmanız, alınmanız, darılmanız,
kıskanmanız, dövünmeniz, üzülmeniz, nefret
etmeniz, suçlamanız, kınamanız, şikayet etmeniz,
vs.—, bunları yaşamanız yanında, “huzurlu
olmak” her zaman diğer bir seçenek olarak
içinizde sizi beklemektedir. İster orada bu
tepkilerinizden birini yaşamayı seçin, isterseniz
her zaman hazır, seçiminizi bekleyen, “huzuru”
yaşamayı!
Eğer, yaşamınız huzur içinde geçsin
istiyorsanız, neyle karşılaşırsanız karşılaşın, ne
halde olursanız olun, o yaşadığınız halinizin
yanında, “huzurlu olmanın” her zaman diğer bir
seçenek olarak varlığınızın özünde mevcut
olduğunu bilin! Seçimi yapacak olan sizsiniz ve
bu
seçiminizin
“huzur”
olmasını
size
engelleyebilecek, sizden başka hiç kimse veya hiç
346
GİZ’Lİ GÜLŞEN
birşey yoktur. Yeter ki sizin tercihiniz, huzurlu
yaşamak olsun! O, her zaman varlığınızın özünde
mevcut!
Unutmayın ki, “huzurun” dışında hiç bir
tercihinizle, huzuru bulmuş ve yaşamış
olmayacaksınız!
Huzur yerine, hangi tepkiyi veya duyguyu
yaşamayı seçerseniz seçin; bilin ki orada sizi
yakan ateşi de siz kendi ellerinizle taşımış
olacaksınız! Ateşi seçiminizden dolayı asla
kimseyi veya birşeyi suçlamayın!.. Kendi içinizde
yaşamayı seçtiğiniz şey için, dışınızda bir sebep
bulmaya ve hele suçu ona yüklemeye hiç
kalkışmayın!
“E ama, bugün huzuru seçersem, o zaman yarın
başıma gelecek istemediğim durum karşısında ne
yapacağım peki?..”
Yapacak şey çok basit, yarın yine “huzuru”
seç!.. Her zaman huzuru seç!.. Zaten başka
türlüsünü seçmenin sana ne faydası var?
“E ama, hep huzuru seçmek ‘pasiflik’ anlamına
gelmez mi?”
Hayır gelmez! Tam aksine, huzursuzluk,
pasifliktir, bloke olmaktır!.. Aktif ol, ama
aktiviteni huzur içerisinde yürüt!
Yaşanmışı değiştiremezsiniz! Ama, huzuru
seçtiğiniz zaman, göreceksiniz, beyniniz daha iyi
çalışacak, görüşünüzün önündeki darlık kalkacak,
daha geniş düşünecek ve gerçekleri daha net
göreceksiniz, gelişiminiz daha hızlanacak,
347
AHMED BÂKİ
çevrenize daha faydalı olacaksınız ve dünyanız
daha güzelleşecek! Kişinin, eşine, dostuna,
yakınına, uzağına yapabileceği en büyük
iyiliklerden biridir huzuru seçmesine yardımcı
olmak, ona bu konuda yol göstermek!
Selamete çıkmanın yoludur bu! Nasibi
olmayana, bir sözümüz yok elbet, “Allah selâmet
versin!” demekten başka...
Allah, “huzursuzluğu feda edebilmeyi” ve
“huzur içinde bir yaşam sürmeyi” kolaylaştırmış
olsun bizlere!
Şükür Bayramı, 2003
J
348
▪ 126
~Uyan Ey Gözlerim
Uyan~
D
elikanlının biri, vaktiyle, aradıklarını
Tasavvuf kitaplarında bulmuş... Kitapları
okudukça
merakı
artmış!
Çok
etkilenmiş... Öğrendiği hakikatler karşısında
hayretler içerisinde kalmış... “Hay Allah” demiş,
“Hakikatin ne olduğundan kimsenin haberi yok
oysa! Dünya âlem bilgisizlik ve gaflet içinde
yaşıyor. İnsanlar daha Allah’ı bilmiyorlar,
kendilerini tanımıyorlar... Din diye putlara ya da
hayallere tapıyorlar. Boş yere de kavga gürültüyle
birbirlerini üzüp kırıyorlar” demiş. “Bu yaşta
bunları farketmem çok iyi oldu!” diye düşünmüş.
“Benim şimdi esas işim bu bilgileri tüm dünyaya
Eğer, insanlar bu hakikatleri farkederse, herşey
değişir, kimse karşısındakine zarar veremez; o
zaman dünya güllük-gülistanlık olur, insanlar
huzur içinde yaşar... Ben de insanlığa iyi bir
hizmet vermiş olurum...”
Derken düşmüş yollara, bir memleketten
ötekine başlamış dolaşmaya. Gittiği her yerde
anlaşabildiği insanlarla dostluklar kurup,
bildiklerini başlamış paylaşmaya! Dinleyen
buldukça anlatmış; anlattıkça kendisi de yeni
349
AHMED BÂKİ
şeyler farketmiş... Yıllar geçmiş. Gel zaman git
zaman, yaşı gelmiş yirmilerden otuzlara... Bir gün,
sakin bir köşeye çekilip düşünmeye başlamış.
Geçen zamana dönüp şöyle bir bakmış;
gösterdiği gayreti ve olup-biteni muhakeme
etmiş. Bakmış ki sonuçta dünya yine hep aynı,
değişen hiç bir şey olmamış! Dostluklar da, kavga
gürültüler de aynen eskisi gibi devam edip
gidiyor... Bilen biliyor, bilmeyen bilmiyor... “Ya
hu” demiş, “ülkeler değiştikçe, insanlar da
değişiyor; her milletin farklı değer sistemi, farklı
birikimi ve farklı bakış açıları var. Bilip
tanımadığım toplumlara benim bu bilgileri
anlatıp, birşeyleri değiştirebilmem çok güç! En
iyisi ben kendi memleketime emek vereyim!
Kendi lisanımdan anlayanlarla daha iyi paylaşırım
bu bildiklerimi”...
Başlamış bu kez, köy köy, kasaba kasaba
gezmeye memleketini... Her gittiği yerde ilgiyle
karşılanmış. Sohbetler etmiş, kitaplardan pasajlar
okumuş... Derken, yaşı gelmiş kırklara... Bakmış
ki, kendi memleketinin insanları da çeşit çeşit.
Her bir köyün farklı adetleri, farklı anlayışları
var. Kime ne söylerse söylesin, kolay kolay
vazgeçmiyor insanlar bildiklerinden... Kimi
söylenenleri öyle anlıyor, kimi böyle! Bilen yine
biliyor, bilmeyen bilmiyor! Seven yine seviyor,
söven yine sövüyor... “Hey hat” demiş, “bu
insanlara benim bir faydamın olması çok zor!
İçlerinde tek tük anlayan çıksa da, onlarla da
bütün ömrümü geçirmem mümkün değil! Ben
bunun yerine, hiç olmazsa kendi eşime-dostuma
yöneleyim. Biraz onlara tatlı dille birşeyler
350
GİZ’Lİ GÜLŞEN
anlatayım. Başkaları nasıl olursa olsun, beni
tanıyıp sözümü dinleyenlerle sevgi ve hoşgörü
yayan örnek bir topluluk olalım, bari...
Ama ne fayda sonuçta bir kez daha aynı
gerçekle karşılaşmış... Bu arada kırklı yaşlar da
kalmış geride. Derken, son çareyi bulmuş! “Ben
kimseden mesul değilim, kendi ailem ve
çocuklarımdan başka”, demiş. “O zaman kalan
zamanımı çoluk çocuğuma ve yakınlarıma
bildiklerini anlatarak değerlendirmeye bakayım”
demiş...
Başlangıçta herşey yolunda gitmiş. Adam, her
sabah yeni bir hevesle uyanmaya başlamış.
Derken, zaman her zamankinden hızlı geçmeye
başlamış! Yıllar birbirini kovalamış... Yaş ellilere
varınca, yine bir gün durup düşünmüş. Bakmış
ki, aslında ev halkında da değişen pek birşey yok.
Herşey değişmiş, iyi gidiyor gibi görünse de,
birgün ola ki tabiatlarına ters gelen birşeyle
karşılaşsalar, al takke ver külah, yollar yine
karışıyor. Konuşulanlar unutuluyor, herkes kendi
tasasının peşine düşüyor. Büyükler büyüklüğünü,
küçükler küçüklüğünü devam ettirip gidiyor...
Çaresiz, adam çekmiş elini eteğini etraftan.
“Demek ki takdir böyle” demiş; “benim pek de
yapabileceğim birşey yokmuş”...
Zamanla adamın saçı sakalı ağarmış, bembeyaz
olmuş. Altmışlar da birer birer tükenmiş... Artık,
ömrünün son günlerinin yaklaşmakta olduğunu
hissetmiş. Günler geceleri, geceler gündüzleri
takip ederken, yine bir gün sabaha doğru
rüyasında nur yüzlü, ak saçlı bilge zatı görmüş ve
351
AHMED BÂKİ
ondan yaşamın gerçeğine dair şu sözleri işitmiş:
“Kalktığın bir sabah kesinlikle son sabahın
olacaktır!”
O an kafasında bir ışık yanmış: “Hey hat”
demiş, “Dünya âlemi değiştirmeye çalıştım,
ömrüm geçti!.. Meğer gözüm hep dışarıdaymış!
Oysa, benim esas değiştirmem gereken
kendimdi,
kendime
bakmalıydım;
onu
unuttum!.. Herşeyi yerli yerince göremedim,
değiştirmeye çalıştım! Onun için de hiç
değişemedim, hiçbir şey de değişmedi...”
Ve seslenmiş kendisine gün doğduğunda:
“Uyan ey gözlerim uyan!.. Uyan uykusu çok olan
uyan!..”
“Kalktığın bir sabah kesinlikle son sabahın
olacak!”
21 .03.2004
J
352
▪ 127
~Neyin Bayramı~
K
urban, ilkel insanlardan beri gelen bir
uygulama; “tanrı”dan gelebilecek gazaba
karşı korku ve endişelerini gidermek için
uygulamışlar... Hazreti İbrahim aleyhisselâm,
bunun kişinin kendine dönük mücahede yanını
göstermiş... Hazreti Rasûlullah aleyhisselâm,
devam eden uygulamayı, tanrıya karşı borç
ödeme anlayışından çıkartarak “insan”a dönük
yanıyla hac içerisinde seçenek olarak bırakmış...
Tanrıya borç ödemenin veya bir beslenme
olayının kutlaması değil söz konsu olan; kimse
kimseyi et yediği veya dağıttığı için veya tanrıya
borcunu ödediği için kutlamıyor! Hacdaki
arınmanın şükrü olarak aç insanları doyurmak
amacıyla haccını yapanlar için bir vecibe, yerine
getirilen...
İbadet olan kurban değil, şükür ile varlığından
“verme” düşüncesi ve fiilini yaşayabilmektir.
İbrahim aleyhisselâm buna işaret etmiştir, önce
onu anlamak gerekir.
Hazreti Rasûlullah’ın önerilerini anlayabilmesi
için de kişinin önce tanrıyı terkedip, “ALLAH”
ismiyle işaret edileni ve “sistemini” anlamaya
353
yönelmiş olması lazım.
Tanrıya karşı birşey yapmakla tanrı uğruna
birşey yapmanın esasında farkı yoktur. Mühim
olan tanrı kavramından sıyrılmayı başararak
düşünebilmek ve değerlendirebilmektir. Ayet,
akıttığınız kanlar Allah’a ulaşmaz diyor...
Şuurunuza, takvanıza bakar demiyor mu? O
halde, “kurban” nasıl bir ibadet veya olur?
Ondört yüzyıl öncenin koşullarını düşünelim,
bugünün
geri
kalmış
kırsal
yaşamıyla
benzeştirerek... Hayvan kesmek, o günki
insanların yaptıkları büyük bir fedakârlık... Tıpkı
bugün kırsalda birinin elindeki en kıymetli varlığı
olarak gördüğü örneğin besili bir danasını
çevresindekilere ikram etmesi gibi... Büyük bir
fedakârlık... İşte o günde varlık sahiplerine böyle
bir fedakârlık ve “paylaşım”, önerilen... Çünkü, o
günün koşullarını ve insanların sahip oldukları en
değerli
mallarının
neler
olduğunu
düşündüğümüzde
görürüz
ki,
önemli
sayılabilecek bu fedakârlığı yapabilmenin yolu
kurbandı...
Olayın
gözümüz
önündeki
bu
yanı
görülemediğinden, “din” dendiğinde hâlâ
dogmaların dürtüsüyle hareket ediyoruz:
Bugünün
yaşadığımız
koşullarında,
elimizdekilerin ve kıymetli olanın neler
olduğunu ve çevremize ne ikram edersek, bize
nasip olmuş hangi değerleri onlarla “paylaşırsak”
makbul olacağını muhakeme etmeden, doğrudan
taklide başvurarak hâlâ yüzlerce yıl öncesinin
kuzu kesme geleneğini ve adını da ibadet
354
GİZ’Lİ GÜLŞEN
koymayı sürdürüyoruz, tanrıyla her sene oynanan
bir oyun gibi... Öğrendiklerimizi konuşma balonu
gibi üstümüzde taşıyıp, aşağıda şartlanmalarımızı
incitmeden sürdürmeyi her yıl yeniden seçerek...
Elindekini paylaşmak Kur’an’ın insanlara bir
emridir. Bugünkü açlığın ne olduğunu
görebilenler için, Kur’an’ın öncelikli emri “ilim”
paylaşmak insanlığın en öncelikli gereğidir.
Yediği gıdayla kişi gününü, ama alabildiği “ilimle”
ebedi geleceğini kurtarabilme imkânına ulaşır.
Kurban tanrıya kesilir! Paylaşmak insana hastır!
Hazreti Muhammed aleyhisselâm bir peygamber
değil, “tanrı yoktur” hükmüyle gelen Rasûl ve
Nebi’dir. Önerdiği her şey ise İNSAN İÇİN!.
Tanrı için değil!.
21 Ocak 2005
J
355

Benzer belgeler