Dini Hikayeler

Transkript

Dini Hikayeler
YEŞİL ELBİSE
Yolda karşılaştığımızda ezan okunuyordu.
-Gel seni camiye götüreyim, dedim. Bugün Cuma biliyorsun.
-Sen de benim camiye gitmediğimi biliyorsun, dedi
-Biliyorum ama, sebebini gerçekten merak ediyorum.
-Ne bileyim olmuyor işte, dedi.Hem pantolonumun ütüsü bozulup, dizleri çıkar diye endişe ediyorum.
Gayri ihtiyari gülmeye başladım.
-Herhalde şaka yapıyorsun, dedim. Bunun için cami terk edilir mi?
-Ciddi söylüyorum, dedi. Giyimime ve özellikle yeşile düşkün olduğumu bilirsin.
Gerçekten öyleydi. Giydiği birbirinden güzel elbiseleri mutlaka yeşilin bir başka tonundan seçer ve
her zaman ütülü tutardı.
-Peki, dedim.Hayatında hiç camiye gitmedin mi?
-Çocukken dedemle birkaç kere gitmiştim, dedi. Hem o yaşlarda dizlerim aşınacak diye herhalde
endişe etmiyordum. Fakat artık camiye gidebileceğimi zannetmiyorum.
Söyledikleri beni son derece şaşırtmış ve bu konuyu açtığıma pişman etmişti. Daha sonra el sıkışıp
ayrıldık.
Onunla konuşmamızdan 2 ay sonra, kendisinin camide olduğunu söylediler. Hemen gittim.
Bahçedeki namaz saflarının en önünde duruyordu ve üzerinde yine yeşiller vardı.
Yavaşça yanına yaklaştım ve kısık bir sesle:
-Hani, dedim. Camiye gelmeyecektin?
Hiç sesini çıkarmadı. Çünkü musalla taşının üzerinde, yeşil örtülü bir tabut içinde yatıyordu.
(Cüneyt SUAVİ'nin Hayatın İçinden Adlı Kitabından)
HZ. ÖMERİ AĞLATAN ÇOCUK
Hz. Ömerin mübarek adetlerinderdir ki, her zaman camiye erken giderlerdi.
Bir gün bir çocuğun erkenden koşarak, acele acele camiye gittiğini gördü.
Hz. Ömer çocuğa: Yavrum ne oldu, böyle acele acele nereye koşuyorsun? dedi.
Çocuk: Namaza gidiyorum efendim, namaz vakti yaklaştı, abdestim yok. Ezam okunmadan abdest
alacağım, dedi.
Hz. Ömer: Yavrum sen daha küçüksün, sana namaz farz olmamıştır, buyurdu.
Çocuk:: Efendim bu işin küçüğü büyüğü olur mu? Dün benden küçük bir çocuk vefat etmişti de
mezarlığa götürüyorlardı.
Hz. Ömer çocuğun bu cevabından öyle duygulandı ki, göz yaşlarını tutamadı ve “ Ya Rabbi! Bu
çocuk ne iyi, ne akıllı çocuk “ demekten kendini alamadı.
KREM
Televizyon spikeri, kameraman arkadaşı ile birlikte geldiği süpermarkette canlı bir röportaj
yapıyordu. Herkes ekranda görünmek için onların etrafını sarmış ve kendilerini ön plana çıkarabilmenin
telaşına kapılmıştı. Spiker, çevresindeki hanımları inceden inceye süzdükten sonra, elindeki mikrofonu
genç bir kıza uzatarak:
Sayın bayan, dedi. Güzellik konusunda tarafsız bir araştırma yapıyoruz. Özellikle cilt güzelliğinizi neye
borçlu olduğunuzu sorabilir miyim size?
Genç kız kot pantolonuna kadar sarkan saçlarını geriye savurup bakışlarını devirirken:
Henüz yeteri kadar para kazanamadığım için cildime salatalık kabukları yapıştırıyorum, dedi. Arada
bir de salatalık kremi kullanıyorum. Bu yüzden de parıl parıl parlıyor elbet.
Spiker bu sefer genç bir kadına dönerek:
Ya siz hamfendi? diye sordu. Sizin de cildiniz çok bakımlı görünüyor.
Kadın kendinden emin vaziyette:
Ben pahalı bir “ cilt bakım seti “ ne sahibim, dedi. Düzenli olarak cildime bakar, sabah akşam
kremleyip nemlendiririm.
Röportajın burasında, orta yaşlı bir hanım devreye girerek:
Vaktiyle ben de öyle yapmıştım kızım, dedi. Ama cildimin nemi fazla kaçmış olmalı ki, üç-beş sene
sonra ıslak çamaşır gibi aşağı sarktı.
Spiker canlı yayanda oldukları için durumun kötüye gittiğini anlamıştı. Kadının sözlerini boğuntuya
getirmek gayesiyle birkaç defa öksürüp lafı kıvırtarak:
İyi ama hamfendi, diye atıldı. Cildiniz fena görünmüyor ki:
Kadın boynundaki fuları çözüp altındaki dikişleri gösterirken:
Estetik ameliyat diye bir şey duymadın galiba, diye çıkıştı. Cildimi gerdirmek için az mı bıçak altına
yattım ben?
Spiker, bir anda berbat olup meslek hayatını tehlikeye sokan röportajını nasıl noktalayacağını
düşünürken, süpermarketin raflarına mal dolduran yaşlı bir kadını fark etti. Kadın, oldukça fakir
görünmesine rağmen çevresindeki bütün meraklılardan daha değişik güzelliğe sahipti. Spiker, çalıştığı
televizyona boy boy reklam veren kozmetik firmalarını daha fazla kızdırmamak gayesiyle ister istemez o
tarafa yönelerek:
Teyzeciğim, dedi. Lütfen bizi bağışlayın. Güzellik ve cilt bakımı konusunda araştırma yapıyoruz. Siz
ilerlemiş yaşınıza rağmen bu kadar güzel olan cildinize hangi kremi sürüyorsunuz?
Yaşlı kadın, nurlu yüzünü çevreleyen başörtüsünü biraz daha sıkarken, hafifçe gülümseyerek:
Biz yüzümüze krem falan sürmeyiz evlad, dedi. Ama yüzümüzü seccadeye süreriz. Farketiğin güzellik
secdelerin nurudur.
Cüneyd SUAVİ
Hayatın İçinden
EBU DÜCANE
Gönlü hakikat incileriyle bezenmiş yüce sahabe takvada en ileri derecedeydi. Bütün namazlarını
Peygamberin arkasında kılıyordu. Ebu Dücane seher vakti gelir gelmez evinden çıkıyor, Mescidi Nebevinin
yolunu tutuyor, sabah namazını devamlı olarak Kainatın Efendisiyle kılıyordu. Fakat namazı kılar kılmaz dua
ve tesbihleri beklemeden kalkıp gidiyordu. Bu husus Nebiyyi Muhteremin dikkatini çekmiş olacak ki bir gür
sordular:
- Ey Ebu Dücane! Neden acele çıkıp gidiyorsun?
Ebu Dücanenin gönül dudakları dile geldi ve:
- Ey Allah’ın Sevgili Rasulü, dedi. Sana feda olayım. Sebebi şudur: Komşumun bahçesindeki
hurmaların dalları bizim evin önüne kadar uzanıyor. Gecikecek olursam bizim çocuklar uyanacak ve
rüzgarın tesiriyle avucumuza dökülen olgun hurmaları bilmeyerek yiyecek, midelerine haram lokma girmiş
olacak. Buna meydan vermemek için dökülen hurmaları topluyor, komşumun evinin önüne bırakıyorum.
Varlığın sebebi olan Peygamber gökleri aydınlatacak şekilde tebessüm buyurdular ve
memnuniyetlerini bildirdiler.
ALLAH NAMAZ SAYESİNDE HATALARI SİLER
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in şöyle
söylediğini işittim: "Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa,
acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?"
"Bu hal, dediler, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!"
Aleyhissalâtu vesselâm: "İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler"
buyurdu."
ABDESTİN FAZİLETİ
Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Mü'min veya Müslüman- bir kul abdest aldı mı yüzünü yıkayınca, gözüyle bakarak işlediği bütün günahlar su ile veya suyun son damlasıyla- yüzünden dökülür iner, ellerini yıkayınca elleriyle işlediği hatalar su ile birlikte veya suyun son damlasıyla- ellerinden dökülür iner. Ayaklarını yıkayınca da ayaklarıyla giderek işlediği
bütün günahları su ile -veya suyun son damlasıyla- dökülür iner. (Öyle ki abdest tamamlanınca)
günahlarından arınmış olarak tertemiz çıkar."
ALLAH GÜNAHLARINI AFFETTİ
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Ben Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanında idim. Bir
adam huzuruna gelerek: "Ey Allah'ın Rasulü, dedi, ben bir hadd (suçu) işledim, cezasını tatbik et!"
Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) adama (bir şey) sormadı. Derken namaz vakti girdi. Rasulullah'la
birlikte o da namaz kıldı. Aleyhissalâtu vesselâm namazını tamamlayınca, adam yanına geldi ve: "Ey
Allah'ın Rasulü! dedi, ben hadd (çeşidine giren bir suç) işledim. Bana Allah'ın Kitabını tatbik et!" Efendimiz:
"Sen bizimle birlikte namazını eda etmedin mi?" diye sordu. Adam: "Evet!" dedi. Efendimiz: "Öyleyse git. Zîra
Allah, senin günahını affetti" veya -haddini affetti" dedi."
ÇILGIN
Genç mühendis, işe yeni başladığı şirketteki bir toplantıya katıldığında, masa üzerindeki gazeteye
göz atıp âniden yerinden fırladı ve ‘eyvah mahvoldum’ gibilerden bir şeyler söyleyip koşar adımlarla
odasına girdikten sonra, kapısını da arkadan kilitledi. Bir anda buz gibi bir hava esti içeride.
Şirket sahibi, çok babacan insandı. Toplantıyı bir bıçak gibi kesip:
-Bu işte bir bit yeniği var, dedi. Mühendise kötü bir şeyler oldu. Dikkat edin, canına kıyabilir.
Şirket çalışanları, müdürün ne kadar tecrübeli olduğunu bildiklerinden, hep birlikte yerlerinden
fırladı. Sekreterlerden biri, mühendisin okuduğu gazeteye bakarak:
-Biliyorsunuz ki bugün borsa tepetaklak geldi, dedi. Mutlaka çok sayıda hissesi vardı.
Bir başkası:
-Faiz veya repo da olabilir, diye araya girdi. Yüzde ikiyüz sınırı aşıldı.
Diğeri, kendinden emin bir tarzda:
-Dün dolar bozduracağını söylemişti, dedi. Bugün döviz âniden yükseldiği için, milyarlarca lira zarar
etmiş olmalı.
Şirketin muhasebe müdürü:
-Kesinlikle yanılıyorsunuz, diye lafa karıştı. Daha üç gün önce avans çekmişti. Paralı insan böyle
birşeyler yapmaz. Olsa olsa karısıyla kavga etmiştir.
Kadın sekreterlerden biri:
-Öyledir öyledir, diye atıldı. Hanımına geçen gün rastlamıştım, çok suratsız biriydi.
Bütün ihtimaller tek tek sıralanırken, şirket müdürü,:
-Konuşmakla vakit kaybetmeyelim, diye gürledi. Her an bir tabanca sesi gelebilir içerden..
Müdürün sözleri, ortalığı tekrar karıştırdı. Şirkette ne kadar çalışan varsa, mühendisin kapısına yığıldı.
Müdür bey, etrafındakileri bir el işaretiyle susturduktan sonra, yumuşak bir sesle:
-Mühendis beyyy!.. diye seslendi. Benim canım kardeşim, sakın bir çılgınlık yapma. Biliyorsun ki bu
dünya fânidir. Bir gün zaten öleceğiz, değil mi?
Mühendisin bulunduğu oda müstakil olduğu için başka bir mekana bağlanmıyordu. Bu yüzden de
herkes, onun içeride olduğundan emindi. Oda kapısı da özel olarak izole edildiği ve iki adet çelik
levhadan yapıldığı için bütün çabalara rağmen kırılmıyordu. Buna rağmen içeriden çıt çıkmıyordu. Bu
arada itfaiyeye haber verildi, altıncı katta bulunan odanın pencereleri altına brandalar gerildi ve
televizyon kameramanları, yüzlerce meraklı eşliğinde canlı yayına geçerek, adamın aşağı atlaması için
duaya başladılar. Mühendis bey, on beş dakika sonra kapıyı açtı. Yüzü ışıl ışıldı ve neler olup bittiğinden
habersiz görünüyordu. Kapı önündeki kalabalığın şaşkın bakışları arasında:
-Az kalsın ikindi namazını kaçırıyordum, diye gülümsedi. Dünya fâni olduğundan, bu iş ihmale
gelmez.
Cüneyd Süâvi (Hayatın İçinden)
SİZDEN FAZLA VEREN VAR
Hz. Ebu Bekirin halifeliği sırasında Medinede büyük bir kıtlık başgöstermişti. Halk ekmek yapmak için
buğday bulamaz olmuştu. Hz. Osman da bu sırada Şam’a bir ticaret kafilesi göndermiş, oradan yüz deve
yükü buğday satın alarak Medineye getirmişti. Bu miktar, halkın buğday ihtiyacını karşılayabilecek
kadardı.
Bazı tüccarlar derhal Hz. Osmana müracat ettiler. Şamdan getirtiği bu buğdayı satın almak istediler.
Buğdayın bir ölçüsüne 4 dinar veriyorlardı. Hz. Osman, “Sizden daha fazla veren var” dedi ve buğdayı hiç
kimseye satmak istemedi. Tüccarlar bu durumda teklif ettikleri fiyatı artırdılar. Fakat yine Hz. Osmandan,
“Sizden daha fazla veren var” cevabını aldılar. Nihayet buğdaya verebilecekleri en yüksek fiyatı verdiler.
Fakat yine Hz. Osmanın ağzından “Sizden daha fazla veren var” sözünden başka bir laf çıkmıyordu.
Bazıları onun bu tutumunu, fırsat düşkünlüğüne ve çok kazanma hırsına bağlıyordu. Konuyu Halife Hz. Ebu
Bekire anlatmaya karar verdiler. Ondan Hz. Osmanla aralarını bulmasını istediler.
Halifenin huzuruna çıkarak durumu olduğu gibi anlattılar. Hz. Ebu Bekir anlatılanları sonuna kadar
dinledi ve onlara, “ Bu işte bir gariplik var” dedi. “Bana öyle geliyor ki siz Hz. Osmanın sözünü iyi
anlayamadınız. O, halkın ihtiyacını fırsat bilip ondan kâr ve çıkar elde edecek kimse değildir. Böyle
davranışının mutlaka bir hikmeti vardır. Haydi beraber gidip konuyu bizzat kendisinden öğrenelim” dedi.
Hep birlikte Hz. Osmanın yanına vardılar. Hz. Ebu Bekir tüccarların anlattıklarını Hz. Osmana söyledi. Ona
malını niçin verilen fiyata satmadığını sordu. Hz. Osmanın bu soruya cevabı şaşırtıcıydı. Hz. Osman sadece
Alllahın hoşnutluğunu kazanmak için buğdayı yoksullara ücretsiz dağıtacağını söyledi.
HER MÜSLÜMANIN SADAKA VERMESİ GEREKİR
Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Her Müslüman’ın sadaka
vermesi gerekir" buyurdu. Kendisine: "Ya bulamayan olursa?" diye soruldu. "Eliyle, çalışır, hem şahsı için
harcar, hem de tasadduk eder" cevabını verdi. "Ya çalışacak gücü yoksa?" diye soruldu. "Bu durumda,
sıkışmış bir ihtiyaç sâhibine yardım eder" dedi. "Buna da gücü yetmezse?" dendi. "Ma'rufu veya hayrı
emreder" dedi. "Bunu da yapmazsa?" diye tekrar sorulunca: "Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkor.
Zîra bu da bir sadakadır" buyurdu.
SADAKA
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Rasulullah (aleyhissalatu vesselam) buyurdular ki: "Bir
adam: "Bu gece mutlaka bir sadaka vereceğim!'' deyip, sadakasıyla çıktı. Fakat (farkına varmadan) onu
bir hırsızın avucuna sıkıştırdı. Sabah olunca herkes: "Bu gece bir hırsıza sadaka verilmiş!" diye dedikodu
yaptı. Adam:
"Ya Rabbi bir hırsıza sadaka verdiğim için sana hamd ediyorum'' dedi ve ilâve etti:
"Ancak mutlaka bir sadaka daha vereceğim!'' Yine sadakasıyla çıktı. (Gece karanlığında bu sefer de)
bir zaniyenin avucuna sıkıştırdı. Sabahleyin herkes:
"Bu gece bir zâniyeye sadaka verilmiş!" diye
dedikodu yaptı. Adam: "Allah'ım bir hırsız ve zâniyeye sadaka verdiğim için sana hamdolsun! yine de bir
sadakada bulunacağım!'' dedi. Sadakasıyla birlikte sokağa çıktı. (Karanlıkta) bu sefer de bir zenginin eline
sıkıştırdı. Sabahleyin herkes:
"Bu gece bir zengine sadaka verilmiş!'' diye dedikodu yaptı. Adam:
"Allah'ım, bir hırsız, bir zâniyeye ve bir zengine sadaka verdiğim için sana hamd ediyorum!'' dedi. (Bilahare
rüyasında ona gelip şöyle denildi): "Senin sadakaların kabul edildi. Şöyle ki: (İhlasla yani Allah rızası için
vermen sebebiyle) hırsızın hırsızlıktan vazgeçip iffete gelmesi, zâniyenin zinadan vazgeçmesi, zenginin ibret
alıp Allah'ın kendine verdiklerinden tasadduk etmesi umulur."
ARADAKİ FARK
Hazret-i Ömer “r.a.” anlatıyor:
- Bir gün Resûl-i Ekrem “Sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” bize, askeri donatmak için, sadaka getirin
diye, emr ettiler. Benim malımın çok olduğu bir zamân idi. Gönlümden geçti ki, her zamânda, kardeşim
Ebû Bekr “radıyallahu teâlâ anh” sadaka husûsunda hepimizden fazla sadaka verirdi.
Ammâ bu defa ben ondan fazla vereyim diye, malımın yarısını götürdüm.
Rasûlullah “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” buyurdular ki,
- Yâ Ömer! Ev halkına ne alıkoydun.
Dedim ki,
- Yâ Resûlallah! Yarısını alıkoydum. Bu sırada Ebû Bekr “radıyallahu anh” cümle malını getirip, koydu.
Hazret-i Fahr-i Enbiyâ buyurdu ki,
- Yâ Ebâ Bekr!Ev halkına ne alıkoydun?
Ebû Bekr,
- Yâ Rasûlallah! Ehlime Allahü teâlâ yı ve Resûlünü alıkoydum, deyince,
- İkinizin arasındaki fark, cevâbınız arasında olan fark gibidir, buyurdular.
Ondan sonra, Ebû Bekr-i Sıddîkın her bir işte, önüne geçme ümidimi kestim.
EĞER SADAKA VERECEK BİR ŞEY BULAMAZSA NE YAPAR
Ebu Musa (radıyallahu anh) anlatıyor:
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): " Her Müslüman’ın sadaka vermesi gerekir " buyurdu.
Kendisine: " Ya Rasulullâh! Eğer sadaka verecek bir şey bulamazsa ne yapar, söyler misiniz? " diye
soruldu.
" Çalışır, elinin emeği ile kazandığını hem kendisi harcar, hem de sadaka olarak verir " cevabını verdi.
" Çalışmaya gücü yetmezse ne yapar? " diye soruldu.
" Bu durumda, sıkıntıya düşmüş bir ihtiyaç sâhibine yardım eder " buyurdu.
" Böyle bir yardıma da gücü yetmezse? " denildi.
" İyiliği veya hayrı emreder " buyurdu.
" Bunu da yapmaya gücü yetmezse? " diye tekrar sorulunca:
" Kendini başkasına kötülük yapmaktan sakındırır, bu da onun için bir sadakadır " buyurdu.
Rasulü Erkemin açıklamalarına göre; sadaka yalnız para veya mal ile muhtaçlara yapılan
yardımdan ibaret değildir. Mal ile para ile yapılan yardımlarla beraber aşağıda sayacağımız şeyleri
yapan kimselerde sadaka sevabına ulaşır.
 İnsanın kendisine ve aile bireylerine karşı görevlerini yerine getirmek
 Komşuları ile olan ilişkilerinde kırıcı olmamak, ona her konuda yardım elini uzatmak
 Bir yoksulu yedirip, giydirmek ve barındırmak
 Güler yüz ve tatlı dille insanların gönüllerinin almak, sevgi ile başları okşamak
 Üzgün ve dertli birini teselli etmek
 Bildiklerini başkalarına öğretmek
 Çevremizdekilere doğru yolu göstermek
 Hasta, yaşlı ve kimsesizleri ziyaret etmek
 Her konuda çevremizdeki insanların yardımına koşmak
 Hasta, sakat ve yaşlı bir kardeşimize taşıtlarda yer vermek, elinden tutup karşıdan karşıya
geçmesine yardım etmek
 Bir yolcuya, bir misafire gideceği veya aradığı yeri göstermek
 Çevremizde insanlara rahatsızlık, tiksinti veren şeyleri ortadan kaldırmak
 İnsan olsun hayvan olsun susayan birine su vermek
 Yaşlı, hasta bir komşunun çarşı-Pazar işlerini görmek
Kısaca; Allah ve Rasulünün bizden istediği, akıl ve vicdanın hoş gördüğü bir şeyi yapmak iyiliktir.
Hatta kötülükten sakınmak, başkalarına kötülük yapmamakta bir iyiliktir. Bütün iyiliklerde “ sadaka ” dır.
YAZIK OLDU SALEBE’YE
Medine Müslümanlarından Salebe, mala ve mülke karşı aşırı derecede hırslıydı. Zengin olmak
istiyordu. Nihayet bir gün Sevgili Peygamberimizin huzuruna çıkarak şöyle dedi:
- Ya Rasulallah! Allah’a dua et de zengin olayım.
Allah’ın Rasulü, Salebe'nin bu isteğine şöyle cevap verdi:
- Şükrünü yapabildiğin az mal, şükrünü yapamadığın çok maldan hayırlıdır.
Salebe, bir süre bu hadisin anlamı üzerinde düşünerek benliğini saran aşırı hırstan birazcık olsun
kurtuldu. Fakat bu duygu, onun yakasını bir türlü bırakmıyordu. Tekrar Peygamberimize müracaat etti:
- Ya Rasulallah! Dua et de zengin olayım.
Bu sefer biraz daha açık konuşan Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
- Be senin için kafi bir örnek değil miyim? Allah’a yemin ederim ki isteseydim şu dağlar altın ve gümüş
olarak arkamdan akıp geleceklerdi, fakat ben kabul etmedim.
Rasulullah'ın sözlerine rağmen Salebe israr etti:
- Seni hak peygamber olarak gönderene yemin ederim ki eğer beni zengin ederse fakir fukarayı
koruyacak, her hak sahibine hakkını vereceğim.
Salebe'nin bu kadar ısrarına dayanamayan Rasulullah (sav):
- Rabbim Salebe’yi istediği mala kavuştur, diye dua etti.
Salebe bundan sonra koyun alarak otlatmaya başladı. Koyunları sürüler tutacak kadar çoğaldı.
Daha evvel bütün namazlarını cemaatle kıldığı için “ Cami Kuşu ” diye anılan Salebe, artık sadece öğle
ve ikindiyi cemaatle kılabiliyordu. Diğerlerini koyunlarının ardında, bazen de kaza olarak kılıyordu.
Salebe’nin kısa zamanda bereketlenip çoğalan koyunları Medine yakınlarına sığmaz oldu. Uzak
çöllere, sulak yaylalara gitme gereği ile karşılaşan Salebe, artık öğle ve ikindi namazlarına da gelmiyor,
sadece cumaları mescitte görülüyordu. Nihayet koyunları, ona Cuma namazlarını da unutturdu.
Bir gün Rasulullah (sav): “Salebe görülmüyor, nerededir? diye sordu. Sahabeler:
- Koyun aldı. Koyunları buralara sığmaz olduğundan şimdi çöllerde, sürüsünün ardında dolaşıyor,
dediler.
Rasulullah (sav):
- Yazık oldu Salebe’ye! .. buyurdu.
İşte bu sırada zekat ayeti nazil olarak, mali durumu iyi olan Müslümanların, geçim sıkıntısı içinde
bulunan kardeşlerine yardım etmeleri emredildi. Bu emre büyük bir istekle uyan Müslümanlar, mallarının bir
kısmını, geçim sıkıntısı içinde yaşayan kardeşlerine seve seve verdiler. Salebe ise mallarının zekatını istemek
üzere gelen görevlilere: “ Bu sizin yaptığımız, düpedüz haraççılıktır.” diyerek onları eli boş çevirdi.
Haberi duyan Rasulullah (sav) üzülerek : “Yazık oldu Salebe’ye” sözünü tekrarladı.
Salebe, önceden; “Zengin olursam zekatımı vereceğim.” diye yemin etmişti. Fakat sonra bu
yemininden dönüp zekatını vermeyince Tevbe Suresinin 75 ve 76. ayetleri nazil oldu. Bu ayetlerde, zengin
oldukları takdirde fakirleri gözeteceklerini söyleyen kimselerin bu sözlerini unuttukları belirtiliyor ve onlar
münafık olarak nitelendiriliyordu.
Ayetlerin kendisini münafıklar sınıfına dahil ettiğini anlayan Salebe, Rasulullâh’a müracaat ederek
yoksulların hakkını getirdiğini söylediyse de Rasulullah (sav) kabul etmedi. Üzüntülü bir şekilde:
- Senin yardımını alamam artık Salebe; Allah beni bundan men etti. Haydi git! diye karşılık verdi.
Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebu Bekir'e başvuran Salebe, sırasıyla Hz. Ömer ve H.
Osman’a da müracaat etti. Ancak onlar da ; “Rasulullah'ın almadığı yardımı biz kabul edemeyiz” dediler.
Salebe Hz. Osman zamanında ölürken kulaklarında şu sözler çınlıyordu:
- Ya Salebe! Şükrünü yerine getirdiğin az mal, şükrünü yerine getiremediğin çok maldan hayırlıdır.
BEDELİ ÇANAKKALE'DE
Askerlik vazifesi yaparken vatan uğrunda şehadet mertebesine ermek veya gazi olmak her Türk için
tabii bir şeydir. Ancak bu 45 şehit ve 150 gazinin durumu başkadır. Zira bunların istisnasız hepsi (1909 ve
1914 Askeri Mükellefiyet Kanunu gereğince) askerlik vazifesinden ya muaf ya da maksureli (tecilli) tutulmuş
gençlerdir. Bu iki kanun sultani mektepleri talebe ve mezunları askerlik vazifesinden "maksureli" ettiği gibi,
Balkan Harbi sırasında mer'i olan 1909 kanunu da üstelik bütün İstanbul halkını askerlik vazifesinden azade
kılmaktadır. bu şehit ve gazilerin hepsi 17-22 yaşındayken ve bir kısmı henüz mektebin lise ve orta kısmında,
bir kısmıysa mezun ve İstanbul Darülfünunu veya Avrupa üniversitelerinde tahsildeyken, birbirleriyle yarış
edercesine askerlik şubelerine koşmuşlar ve gönüllü olarak askere yazılmışlardı. Hatta içlerinden Irak
Cephesi'nde şehit düşen 646 Celal İbrahim seferberliğin ilanıyla beraber geceden gidip askerlik şubesinin
kapısında sabahlamış ve "1 Numaralı Gönüllü" yazılmak şerefini elde emiştir.
Galatasaraylıların bu şüheda menkıbeleri arasında dünyada eşi bulunamayan bir tanesini (Mehmet
Muzaffer'in Destanını) Gazeteci Ziyad Ebuzziya şöyle dile getiriyor:
Üç aylık bir talimden sonra Mehmet Muzaffer "zabit namzedi" olarak Çanakkale'de idi. (Mart 1916)
müttefik İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Çanakkale'de uğradıkları mağlubiyetlerden ve verdikleri yüzellibin
zayiattan sonra Boğaz 'ı aşamayacaklarını anlamışlar, 1915'in son haftasıyla 1916'nın ilk haftasında bütün
hatları tahliye edip çıkıp gitmişlerdi.
Muzaffer Çanakkale'ye vardığında harp durmuştu. Zaman zaman İmroz ve Bozcaada'da üslenmiş
düşman gemileri ve uçakları bombardımanda bulunuyorlarsa da 1915 Nisan'ın da Aralık sonuna kadar
sekiz ay süren kanlı boğuşmalarla kıyasla bu bombardımanlar "hiç mesabesindeydi." Çanakkale'deki
birliklerin büyük bir kısmı Kafkas, Irak, ve Filistin cephelerine sevk edeceklerdi. Hazırlanma ve noksanlarına
ikmal emri aldılar. Muzaffer birliğinin alay karargahında görevliydi. Alay'ın kamyon ve otomobil lastiği ile
diğer bir takım malzemeye ihtiyacı vardı. Bunlar ise ancak İstanbul'dan sağlanabilirdi. O devirlerde bu gibi
basit mübayalar için arttırma yapmak ilanlarda bulunmak ne adetti, ne de bunlarla kaybedilecek vakit
vardı. Her şey "itimat" ile yürürdü. Muzaffer açıkgözlü ve becerikli İstanbul çocuğu olduğundan Karargah,
gerekli malzemenin temin ve mübayaasına onu memur etti. İcabeden paranın kendisine itası içinde
Erkan-ı Harbiye Riyaseti'ne hitaben yazılı bir tezkereyi eline verdiler.
O yıllarda İstanbul'da otomobil ve kamyon nadir rastlanan vasıtalardı. Bunların lastikleri de yok
denecek kadar azdı ve karaborsaydı. Muzaffer aradı, uğraştı, nihayet Karaköy' de bir Yahudi de
istediklerini buldu. Fiyatlar pek fahişti, ama yapacak başka bir şey yoktu. Anlaşmaya vardı. Lazım gelen
parayı almak üzere Erkan-ı Harbiye'ye gitti. Elindeki tezkereyi tediye merciine havale ettiler. Muzaffer az
sonra yaşlı bir kaymakam Yarbay 'ın huzurundadır. Kaymakam uzatılan tezkereyi okudu. Karşısında
hazırolda duran ihtiyat zabitine baktı. İsteyeceği paranın miktarını sormadan ,"Ne alınacak" dedi. "Oto
kamyon lastiği" cevabını verilince bir an durdu. Sonra Muzaffer'e dik dik baktı :
"Bana bak oğlum! Ben askerin ayağına postal sırtına kaput alacak parayı bulamıyorum. Sen
otomobil lastiğinden bahsediyorsun. Haydi yürü git, insanı günaha sokma para mara yok!...
Muzaffer selamı çaktı dışarı çıktı. Harbiye Nezareti'nin (bugünkü hukuk fakültesi binası) bahçesinden
dışarıya ağır ağır yürürken ne yapacağını düşünüyordu. Malzemelere Alay 'ın ihtiyacı vardı. Elindeki
(Almanların verdiği) iki Mercedes-Benz kamyon ve iki binek arabası lastiksizdi. Diğer malzemelerde
mutlaka lazımdı. Kendisi bulur alır diye görevlendirilmişti. Malzemeyi bulmuştu fakat para yoktu. Eli boş
dönemezdi, bir çaresini bulmak lazımdı...
Muzaffer bunları düşüne düşüne Beyazıt Meydanı'na vardı birden durdu. Kendi kendine gülmüştü
aradığı çareyi bulmuştu.
Doğru tüccar Yahudi' nin yanına gitti:
"Paranın tediye muamelesi akşamüstü bitecek, ezandan sonra gelip malları alamam. Gece
kaldıracak yerim yok. Yarın öğleden evvel vapur Çanakkale'ye kalkıyor, yetiştirmem lazım. Onun için
sabah ezanında geleceğim malları mutlaka hazır edin..."
Tüccar "peki" dedi. Muzaffer tam ayrılırken ilave etti. "Altın para vermiyorlar kağıt para verecekler"
yahudi yine "peki" dedi.
Ertesi sabah Muzaffer Merkez Kumandanlığından sağladığı araba ve neferlerle ezan vakti Yahudi'nin
kapısındaydı. Ortalık henüz ışıyordu. Tüccar malları hazırlamıştı. Hava gazı fenerinin yarım yamalık
aydınlattığı loşlukta mallar arabaya yüklendi. Muzaffer bir yüzlük kaime (yüz liralık kağıt para) verdi. Araba
dörtnal Sirkeci 'ye yollandı. Malzeme şat'a oradan dubada bağlı gemiye aktarıldı. Az sonra da gemi
Çanakkale yolunu tutmuştu.
Üç gün sonra Yahudi elindeki yüzlük kaimeyi bozdurmak üzere Osmanlı Bankası'na gitti. Bozmadılar
zira elindeki para sahte idi.
Muzaffer, evrak-ı nakdiyelerin basımında kullanılan kağıtın aynını Karaköy kırtasiyecilerinden tedarik
etmiş bütün gece oturmuş çini mürekkebi ve boya ile gerçeğinden bir bakışta ayırt edilemeyecek
nefasette taklit bir para yapmıştı. Tüccara verdiği ve yutturduğu para buydu. O devrin hakiki paralarının
üzerindeki yazılar arasında bir de şu ibare bulunuyordu: "Bedeli Dersaadet'te altın olarak tesviye
olunacaktır." Muzaffer yaptığı taklit paradaki bu ibareyi değiştirerek şöyle yazmıştı:
"Bedeli Çanakkale 'de altın olarak tesviye olunacaktır."
Onun burada altın dediği Çanakkale'de Mehmetçiğin akıttığı, altından daha kıymetli kanı idi.
Sahte paraya gelince...
Yahudi tüccar bunu mesele yapmadı. Yapmak mı istemedi, yapmaktan mı çekindi bilinemez.
Ancak olay bütün İstanbul'da yayıldı. Dünyada emsali olmayan ve olmayacak olan bu hadise Şehzade
Halim Efendi 'nin kulağına kadar gitti. Şehzade hemen lalasını göndererek Yahudi tüccarı buldurdu. Yüzlük
taklit evrak-ı nakdiyeyi bedelini altın olarak ödeyip aldı. Çok zarif sedef kakmalı, içi kadifeli bir mücevher
çekmecesine yerleştirip, İstanbul polis okulundaki emniyet müzesine hediye etti. Bu emsalsiz parça
müzede şeref mevkiinde muhafaza olundu.
BOMBA SIRTINDA NELER OLDU, BİLİR MİSİNİZ?
Çanakkale, "Osmanlı İmparatorluğu" adı verilen koca devin can çekişirken bile ne kadar büyük, ne
kadar asil olduğunu belgeleyen bir destanın adıdır. Osmanlı'nın yetiştirdiği son subaylardan biri olan
Mustafa Kemal'in yıldızı bu destanın yazılması sırasında parladı.O, Türk Milleti'nin yok olmayacağını ve bu
milletle büyük işler başarılabileceğini işte orada keşfetti.
Şimdi sözü kendisine bırakıyoruz:
"Size Bombasırtı vak'asını anlatmadan geçemeyeceğim. Düşmanla karşılıklı siperlerimiz arasındaki
mesafe sekiz metre. Yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler hiç biri kurtulmamacasına
tamamen düşüyor, ikincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar gıptaya şayan bir itidal ve
tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar kendisinin de öleceğini biliyor; en ufak bir
bezginlik göstermiyor, sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur'an-ı Kerim, Cennet'e girmeye
hazırlanıyorlar. Bilmeyenler Kelime-i Şehadet getirerek yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini
gösteren şaşılacak ve övülecek bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebesi'ni kazandıran bu
yüksek ruhtur."
GÖZLERİM GÖRECEĞİNİ GÖRDÜ KOMUTANIM!
Çanakkale bahsi açılır da kahramanlar kahramanı Seyit'ten söz edilmez mi hiç?
Deniz savaşlarının en şiddetli olduğu günler... Rumeli Mecidiyesi adıyla bilinen yerde konuşlanan Türk
bataryası düşman gemilerini durmadan taciz ediyor ve onlara korkulu anlar yaşatıyordu. Bunun üzerine
düşman bu bataryayı susturmaya karar verdi ve şiddetli bir ateş yağmuruna tuttu. Takım Sybayı Fehmi
Bey'in emriyle herkes sığınağa koşuyordu ki, cephaneliğin havya uçmasıyla büyük bir sarsıntı oldu ve
herkes yerlere yuvarlandı. Şehidler ve yaralılar vardı. Kimi de sarsıntının şiddetinden kendini kaybetmişti ki,
erlerden Seyit de bunlardan biriydi.
Seyit kendine geldiğinde hemen yanında takım arkadaşı Ali'yi gördü ve sordu:
"- Arkadaşlar nerede?
"- Arkadaşlar mertebelerini buldular, 14 şehid, 24 yaralımız var. Yani ayakta bir senle ben kaldık!"
Seyit kalkıp denize doğru baktı; düşman gemileri iyice karaya sokulmuş, taretlerinden alev ve
duman yükseltiyorlardı. Tabyanın içinde ise işe yarar bir tane top kalmıştı. Seyit bir gemilere, bir topa, bir
de yerde duran ve yaklaşık 270 kilo ağırlığında olan top mermisine baktı. Mermi adeta ona, "Beni namluya
sür" diyordu. Arkadaşına seslendi:
"- Gel Ali... Yardım et de şu gülleyi sırtıma alayım!"
"- Kaldıramazsın Seyit!"
"- Bir deneyelim hele!"
Birinci, ikinci, üçüncü deneme derken Seyit arkadaşının da yardımıyla gülleyi sırtına aldı. Sendeleye
sendeleye topa doğru yürürken gözleri sanki yerlerinden fırlayacak gibiydi. Ama başardılar... Mermiyi
namluya sürüp kamasını kapattılar. Numara eri oldukları için nişan ve yön tayini onların işi değildi ama
neylesinler ki başka çareleri de yoktu.
İlk atış uzun düştü. Aynı şekilde ikinci mermiyi getirip attılar, o da kısa düştü. Ama üçüncü mermi
onlara en yakın olan "Ocean" isimli gemiye öyle bir vurdu ki hem gemi, hem düşman şaşırdı.
Seyit dördüncü mermiyi sırtına almış; gözleri yuvalarından fırladı fırlayacak halde topa doğru
yürüyordu. Yanında iki Alman subayla birlikte ortaya çıkan Batarya Kumandanı Hilmi Bey O'na teşekkür
ederken Almanlar Seyit'in o halini görünce adeta hayretten donakaldılar.
Deniz savaşlarını yöneten Cevat Paşa durumu yerinde görmek üzere Rumeli Mecidiyesi'ne
geldiğinde artık Seyit'te hal kalmamış, kendini bir ağacın altına zor atmıştı. Cevat Paşa O'nu görüp "Neyin
var evlat?" diye sorunca hemen yerinden fırladı, esas duruşa geçti ama gözleri başka tarafa bakıyordu.
Komutan sordu:
"- Gözlerine birşey mi oldu oğlum?"
"- Üzülmeyin komutanım, gözlerim göreceğini gördü!.."
Durumu anlayan Cevat Paşa sessiz sessiz ağlıyordu.
SAĞ KOLUMU KAYBETTİM AMA SOL KOLUM VAR"
Seddülbahir ve Conkbayır'ın büyük kahramanlarından biri de Bombacı Mehmet Çavuş'tu. Bu
kahraman Anadolu çocuğu, İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını korkusuzca hemen yakalar,
karşı tarafa fırlatır ve zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu anlamış olacaklar ki bombaları bir
kaç sayı saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş 'un iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir
bomba Mehmet Çavuş'un elinde patlayarak sağ elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu yiğit
delikanlı vazife şuuruyla hastahaneden tabur kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"Sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol kolum var. Onunla da pekala iş görebilirim. Beni müteessir
eden ve yine kıtama iltihak edip düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın henüz kapanmamış
olmasıdır. Hastahaneden kurtularak halen harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz
muhterem kumandanım.."
NUSRET MAYIN GEMİSİ VE 18 MART ZAFERİ
Çanakkale savaşları deyince akla ilk gelen ve bu savaşların simgesi olan kahraman Nusret Mayın
gemisidir. 18 Mart Deniz Savaşı'nda Müttefik Donanmasını dağıtan, Müttefik Komutanlarını şaşkınlığa
uğratan, Türk askerine moral, Türk Milleti'ne sevinç kaynağı olan 26 mayınla bir yazgının değişmesine
sebep olan bir kahramanlık hikayesidir Nusret Mayın Gemisi.
Nusret Mayın Gemisi'nin başarısı o kadar büyümüştür ki destansı özellikler katılarak menkıbe
kitaplarında baş köşeyi almıştır. Çoğu kaynakta "17 Mart'ı, 18 Mart'a bağlayan gece" diye başlar Nusret'in
serüveni. Bu verilen tarih doğru olmamakla birlikte, olayın dramatik yanını artırması açısından kullanılmıştır.
Nusret'in kahramanlık hikayesi çok önceden başlar; Nusret Mayın Gemisi Boğaz sularına 3 Eylül 1914'te
geldi.
Almanya'da özel olarak inşa edilmiş bu tekne, dar alanlarda kolayca manevra yapabiliyor ve az su
çektiğinden mayın alanları üzerinde güvenle dolaşabiliyordu.
Müttefik donanmasının boğazlardaki tabyaları bombalamaya başlamaları (Şubat 1915) ile birlikte
Mart ayına kadar geçen süre içinde, dünyanın en büyük donanması boğaz önünde toplanıyor, keşif
uçuşlarıyla mayın alanları belirleniyor, mayın araştırma ve keşif gemileri boğazın içlerine kadar girip
mayınları temizliyorlardı. Nusret'in mayınlarını döktüğü Karanlık Liman önündeki mayın hatları ise tamamen
temizlenmişti.
Uzun süreli bu temizlik çalışmalarının ardından Müttefik donanmasının boğazı geçme girişiminde
bulunacağı kesinde. Bunun üzerine Müstahkem Mevkii komutanlığı daha önceden düşündüğü gibi, bir
Alman subayının da teklifiyle elde kalan son 26 Mayını Karanlık Liman'a dökme kararı aldı.
Bu olayın içinde yaşayan Müstahkem Mevkii Kurmay Başkanı Selahattin Adil anılarında şöyle
yazmaktadır :
"Düşman kesin saldırısının birkaç gün içinde yapılacağı belli oluyordu. Deniz işlerine bakan ve izleyen
tecrübeli, sevimli, uysal bir ihtiyar olan Alman Amirali Menter Paşa'nın teklifine uyularak, geride kalan
yedek mayınların atılmasına karar verilmiş ve 30 kadar mayın Nusret gemisinde hazırlanmıştı."
Böylece Müstahkem Mevkii Komutanı Cevat Paşa'nın da görevlendirilmesiyle, Yüzbaşı Tophaneli
Hakkı Bey komutasındaki Nusret Mayın gemisi 7/8 Mart gece yarısından az sonra göreve çıkıyordu.
Müstahkem Mevkii Mayın Grup Komutanı Yüzbaşı Hafız Nazmi (Akpınar) Bey'de Nusret Mayın
Gemisi'ndeydi.
7/8 Mart gece yarısından az sonra sisli bir havada Çanakkale'den ayrılan Nusret Mayın Gemisi bütün
ışıklarını söndürmüş, kıvılcım atmasın diye ocaklarını bastırmışlardır. Daha önceden dökülmüş olan
mayınların arasından, Nazmi Bey'in kılavuzluğunda geçerek karanlık Liman'a doğru ilerlemeyi sürdürürler.
Kıyıya paralel olarak 100'er metre aralıklarla ve suyun 4,5 metre altında 26 mayın da sessizlik içinde
dökülür. Görev tamamlandığında yine aynı sessizlik ve dikkatle geriye dönen Nusret Mayın Gemisi, bir
savaşın kaderini değiştirecek 26 Mayınlık imzasını bırakmıştır geride.
Ertesi günlerde, Müttefikler tarafından yeni keşif uçuşları ve mayın taramaları yapılmıştır. Her nasılsa
bu 26 sürpriz mayın kendilerini saklamayı başarmıştır. Hatta Karanlık Koy'da mayın bulunmadığına dair
rapor veren İngiliz Pilot, bu sürpriz mayınların başarısından bir gün sonra kurşuna dizilmiştir.
18 Mart günü yaşananlar Türk tarihinde gerçek bir zaferdir. Bu zaferde Nusret Mayın Gemisi'nin
başarısı tartışılmazdır. Winston Churchill 1930'da ""Revue de Paris" dergisinde bu olayı şöyle yorumluyordu.
"Birinci Dünya Harbi'nde bu kadar insanın ölmesine harbin ağır masraflara mal olmasına, denizlerde
5,000 tane ticaret ve savaş gemisinin batmasına başlıca neden, Türkler tarafından bir gece önce atılan ve
incecik bir çelik halat ucunda sallanan 26 adet mayındır."
Görüldüğü gibi Nusret Mayın Gemisi ve 18 Mart Zaferi bütünleşmiş ve bu zaferle birlikte anılan bir
destana dönüşmüştür.
Nusret Mayın Gemisi 2000 yılı itibariyle hala Mersin'de bulunmakta, batmaması için vakıflar ve
gönüllüler yardımı ile içindeki su boşaltılmaktadır. Belki Yavuz ve Midilli gibi jilet olmayacaktır, ama bu
kaderi paylaşmamak için yardıma ihtiyacı vardır.
ALLAH YOLUNU AÇIK ETSİN
Sene 1915. Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci Dünyâ harbi bütün cephelerde devam,
ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu. Yiğitlerin biri ölüyor, bini yetişiyor, ihtiyarı, genci
savaşıyor, didiniyor ve yurdumuza düşman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah'a dua ediyor. Cepheye
durmadan takviye kuvvetleri gidiyor, işte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik istasyonunda beklemektedir.
Askerlerin hepsi sakin, belki bir daha geri dönmeyecekler. Ama şehîd olmak inancı gönüllerine huzur
veriyor.
Sevkıyat subaylarından biri vagonların arasında sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla, şüpheyle
yaklaşır. O anda çakan şimşeğin aydınlığında şunlara şâhid olmuştur:
Ak saçlı, beli bükülmüş, soluk benizli, başı yaşmaklı, ihtiyar bir Türk anası çakılmış gibi orada duruyor.
Yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen huşu içinde beklemektedir. Anadolu'nun cefakâr vefa timsâli ve
sabırlı anası ile yaklaşan subay arasında şu konuşma geçer:
"Valide! Yağmurun altında niye böyle bekliyorsun?"
"Trende oğlum var. Onu selâmetlemeye geldim."
"Oğlun kimdir, nerelidir?"
"Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmedoğlu Hüseyin."
"Onu görmek ister misin, çağırayım mi?"
"Sana dua ederim. Ona söyleyecek tek bir sözüm var."
Hüseyin kısa zamanda bulunur. Elini öpen oğlunu bağrına basan ana son olarak; "Hüseyin' im, yiğit
oğlum benim!.. Dayın Sipka'da, baban Dömeke'de, ağaların Çanakkale'de şehîd düştüler. Bak son
yongam sensin. Eğer, minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri sönecekse sütüm sana haram
olsun. Öl de köye dönme. Yolun Sipka'ya uğrarsa dayının ruhuna bir Fatiha okumayı unutma. Haydi oğul!
Allah yolunu açık etsin" demiştir.
Hüseyin, son defa anacığının elini öpmüştü. Yaşlı gözlerle oğluna bakan Türk anası son evlâdını da
dualarla bu şekilde cepheye uğurlamıştır.
METE HAN'DAN ALACAĞIMIZ DERS
Oğuz Han adıyla da bildiğimiz Mete Han, gecesini gündüzünü katarak çalışıyor, Hun Türkleri'nin
devleti gittikçe güçleniyordu. Ancak ne var ki, komşuları olan Çinliler Türklerin kuvvetlenmesinden
kuşkulanmaya başlamışlardı.
Mete Han'la savaşmak için sebep arayan Çin Hükümdarı: günün birinde bir elçi göndererek O'nun
çok sevdiği atını istetti. Eski Türklerde devleti ilgilendiren böyle önemli konulara hakan kendi başına karar
vermediği için Mete Han hemen Kurultay'ı topladı. Durumu görüşen Kurultay, atın düşmana verilmemesi
görüşündeydi.
Ancak, Mete Han konuyla ilgili olarak söz aldı ve şunları söyledi:
"- İstenilen bu at bana aittir. Kendime ait bir mal için milletimi savaşa sürükleyemem.
Atım milletim için feda olsun!"
At, Çin'den gelen elçiye teslim edildi ve gönderildi.
Ancak, Mete Han!ın bu hareketi düşmanın cür'etini arttırmıştı: Yeni bir elçi göndererek Mete Han'ın
hizmetinde bulunan ve O'nun çok önem verdiği kadınlarından birini istediler.
Durum Kurultay'da görüşüldü ve kadının gönderilmemesi şeklinde bir karar oluştu. Son olarak Mete
Han söz aldı ve şunları söyledi:
"- Evet, bu kadın benim için çok değerlidir ama, milletim için feda etmekten çekinmeme doğru
olmaz.
Kendi menfaatim için savaşı göze almak milletin kaderiyle oynamaktır. Atım gibi onu da milletime
feda ediyorum!"
Artık Çinliler iyice şımarmışlardı. Mutlaka bir savaş sebebi bulmak ve daha fazla güçlenmeden Hun
Türklerini ortadan kaldırmak istiyorlardı. Elçilerini tekrar gönderdiler ve bu defa, iki ülke arasında bulunan bir
toprak parçasını istediler. Mete Hankonuyu Kurultay'a getirdi. Durum görüşüldü ama bu defa farklı bir
karar çıktı: Daha önce Mete Han'a mahçup olan Kurultay üyeleri, "verimsiz bir toprak parçasını düşmana
vermekten ne çıkar" görüşünü benimsediler.
Bunun üzerine Mete Han ayağa kalktı ve şöyle haykırdı:
"- Ey gün görmüş ihtiyarlar! Şimdiye kadar düşman tarafından istenen şeyler nefsime aitti. Şimdi
istedikleri toprak parçası ise milletimize aittir ve vatanımızın bir parçasıdır. Söyler misiniz, kimin malını kime
veriyoruz? Artık savaş kaçınılmaz olmuştur. Herkes bunu böylece bilsin ve hazırlığını yapsın!"
Kurultay üyeleri Mete Han'a bir defa daha mahçup olmuşlardı. Hemen hazırlıklara girişildi. Mete Han,
kısa zamanda toplanan ve savaşa hazır hale gelen ordusuna şöyle seslendi:
"- Vatanı için her an ölmeye hazır olan kahramanlarım! Artık düşmana verilecek bir şeyimiz kalmadı.
Şimdi onlara oklarımızla, kargılarımızla ve kılıçlarımızla cevap vereceğiz. İl Beyleri, Boy Beyleri, askerlerim!
Hedefiniz Çin ülkesidir; haydi, yürüyün!.."
Bu, Mete Han'ın kurduğu dünyanın ilk düzenli ordusunun ilk büyük seferiydi. Bu sefer, adına ve
kumandanına yakışır bir şekilde zaferle sonuçlandı. Çok geçmeden Mete Han'ın daha önce Çin'e
gönderdiği atı ve kadını da kurtarıldı.
KİM BİR MÜSLÜMANIN ...
Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Kim bir
mü'minin dünyevi kederlerinden birini giderirse, Allah da onun Kıyamet günü kederlerinden birini giderir.
Kim bir fakire kolaylık gösterirse, Allah da ona dünyada ve ahirette kolaylık gösterir. Kim bir müslümanı
örterse, Allah da onu dünya ve ahirette örter. Kişi kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da onun
yardımındadır. Kim ilim aramak düşüncesiyle bir yola düşerse, Allah onun cennete olan yolunu kolaylaştırır.
Bir grup, Allah’ın kitabını okumak ve aralarında tedris etmek üzere Allah’ın evlerinden birinde toplanırsa,
üzerlerine mutlaka sekine iner ve onları rahmet kaplar, melekler onları sarar. Allah da onları yanında
bulunan mukarreb meleklere anar. Bir kimseyi ameli yavaşlatırsa, nesebi hızlandıramaz."
MÜFLİS KİMDİR
Ebu Hüreyre radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Peygamber (sav):
Biliyor musunuz, müflis kimdir? dedi.
Bizce müflis parası ve malı olmayan kimsedir, dediler.
Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
Benim ümmetimin müflisi o kimsedir ki, Kıyamet Günü’nde namaz, oruç ve zekatla gelir, fakat şuna
sövmüş, şuna iftira etmiş, şunun malını yemiş, bunun kanını dökmüş ve şunu dövmüştür. Bundan dolayı
onun iyiliklerinden hakkını yediği kimselerden her birine verilir. Üzerinde olan haklar ödenmeden, iyilikleri
tükenirse, hak sahiplerinin günahları o kimseye yüklenir; sonra o kimse Cehennem’e atılır.
ANNESİNİ DARILTAN ALKAME
Son dakikalarını yaşayan bir hastanın (şehadet) getirememesini kötü manaya yoran bir kadın,
Rasulullâh Aleyhissalatü Vesselam'a müracaat ederek:
"Kocam son anlarını yaşayan bir hastadır. Bir müddetten beri yanında şehadet getiriyorum, dili
durduğu için o, bu şehadet kelimesini söyleyemiyor. Kelime-i Şehadet'i getiremeden ölür diye korkuyorum;
buna bir çare bul ya Rasulallah, dilinin tutulması sona ersin de Kelime-i Şehadet'i getirsin" dedi.
Rasulullah Efendimiz bu hastanın sıhhatli zamanındaki hareketlerini, hayatını sordu:
Kocanın yaşadığı hayat nasıldı? Müslümanlığı sadece iddia halinde mi idi, yoksa inandığının
icaplarını yerine getirir, İslam'ı fiilen yaşar mı idi?" Kadın:
- Ya Rasulallah, dedi. Kocamın Müslümanlığı öyle iddiadan ibaret bir Müslümanlık değildi.
İnandığının icaplarını tamamen yerine getirir, İslam'ın emirlerini nefsinde eksiksiz olarak tatbik etmeye
gayret ederdi. Dinin haram kıldığı fiillerden şiddetle kaçındığı gibi, kötü bir alışkanlığı da yoktu.
Bu sefer Rasulullâh Efendimiz:
- O halde sen git annesini çağır, dedi. Bir müddet sonra huzuru Risalet'e giren yaşlı bir kadın:
- Ben Alkama'nın annesiyim, çağırmışsınız geldim, ya Rasulallah, dedi.
Efendimiz ona sordu:
- Oğlun Alkama'dan memnun musun? Evlatlık vazifesini yerine getiriyor mu idi, yoksa sana karşı
itaatsizlikte mi bulunuyordu?
Kadın evvela biraz durakladı, halinden belli idi ki, öz evladına karşı bir kırgınlığı, küçük de olsa bir
dargınlığı vardı.
- Ya Rasulallah, dedi. Oğlum çok iyi, bana karşı itaat ve hürmette kusur etmezdi. Nedense bu saygısı
onu evlendirinceye kadar devam etti. Hele son günlerde ailesinin sözüne bakarak bana karşı tutum ve
tavrını iyice değiştirdi. Bu yüzden kalbimde oğlum Alkama'ya karşı bir kırıklık vardır.
Üzgün ve yaşlı annenin bu ifadesinden işin iç yüzünü anlayan Rasulü Ekrem Efendimiz, ashabına
odun toplayarak bir ateş yakmaları için emir verdi:
Kadın merakla sordu:
"- Ateşi ne için yaktırıyorsun ya Rasulallah?"
Efendimiz cevap verdi:
"- Oğlun Alkama'yı yakmak için."
"- Neden yakmak istiyorsun ya Rasulallah?"
"- Çünkü, karısının teşvikiyle anasını darıltıp, ailesinin haksız vesvesesi ile velinimetini küstürenleri
Cenab-ı Hak Cehennem'in şiddetli ateşinde uzun müddet yakacaktır. Sen hakkını helal etmezsen Alkama
da aynı şiddetteki azaba duçar olacağından, ben burada onu dünya ateşi ile yakayım da Cehennem'in
o şiddetli azabından kurtulsun."
Bu sözleri ile annesinin merhamet ve şefkatini harekete getirmeyi düşünen Rasulullah, nihayet kırgın
ve dargın anneden şu sözleri duyar:
"- Ya Rasulallah, ben hakkımı helal ediyorum, ciğer pare yavrumun ne dünyada, ne ahirette ateşte
yanmasına, azab çekmesine gönlüm razı değil."
Annenin oğluna hakkını helal etmesi üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz, ashabdan Bilal-i Habeşî ve
Selman-ı Farisî ile birlikte diğer zevatı Alkama'nın yanına göndererek:
"- Gidin bakın, Alkama'nın dilindeki bağ çözüldü mü?" der.
Ziyaretçiler evin önüne geldiklerinde Alkama'nın "Eşhedü en la ilahe illallah" diyerek şehadet
getirmeye başladığını işitirler...
Son sözü şehadet kelimesi olan Alkama'nın cenazesinde bulunan Rasulullah, mezarlıkta
Müslümanları ikaz ederek, aile sözü ile ebeveynini darıltanların Kelime-i Şehadet'ten mahrum
kalabileceklerini beyan buyururlar.
ANNEYE İTAAT
Veysel Karani, aşkı Rasulullah ile yanıp tutuşmuştur. Tek emeli, biricik gayesi Rasulullah’ın mübarek
cemalini görmekti. Bu aşk ile günler gelip geçiyordu. Bir gün annesine:
- Anneciğim! Eğer müsaade edersen gidip sevgili Peygamberimizin mübarek yüzünü göreyim. Gidip
Medine'de ziyaret edeyim, dedi.
Veysel Karani'nin anası uzun uzun düşündü.
Sonra:
- Bir şartla izin veririm. Rasulullah'ı hane-i saadetlerinde (mübarek evinde) ziyaret edeceksin. Başka
yerde değil, dedi.
Aşık-ı Resul olan Veysel Karani anam izin verdi diye sevinç içinde Medine yoluna düştü.
Günlerce yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı. Peygamberimizin evini sordu. Gösterdiler. Hane-i
Saadetin kapısını çaldı. İçeriden Hz. Aişe validemiz:
- Kim o? diye seslendi. Veysel Karani:
- Benim, ben, Veysel, Yemen'in Karan köyünden geldim. Rasulullahı ziyaret için geldim dedi. Hz. Aişe
validemiz:
Resulü Ekrem mescide gitti. Hemen oracıkta görebilirsin dedi. Veysel Karani:
- Ah! dedi. Gidemem, anamın izni buraya kadar dedi.
Hz. Aişe (R.A.) validemiz:
- Ey Allah'ın kulu! Kimsin sen? dedi. Veysel:
- Adım Veysel'dir. Yemen'in Karan Köyündenim. Çobanlık yaparım. Sevgili Efendimizi ziyaret için
buraya kadar anacığımdan izin almıştım. Demek ki görmek nasip değilmiş diyerek gerisin geriye döndü.
Rasulullah, mescidden döndüklerinde:
- Ya Aişe! Buraya Üveys (Veysel) mi geldi?
Onun beni bu dünyada görmesi nasip olmayacak. Allah onu imtihan ediyor. Annesine olan itaatının
derecesini ölçüyor, dedi.
Veysel Karani anasına geldi, olanları derin bir ah çekerek anlattı. Üzüntü ve kederinden sararıp
solmuştu. Anası:
- Üzülme oğlum, üzülme dedi. Sen beni memnun ettin ya, Allah'ta seni memnun edecek.
Sevgili Efendimizi öbür dünyada göreceksin dedi.
TOPLAM BORÇ 14 DOLAR 75 SENT
Küçük oğlu annesine geldi ve ona kağıdı uzattı. Annesi ellerini önlüğüne kuruladıktan sonra kağıdı
okumaya başladı;
Çimleri biçtiğim için 5 dolar
Odamı temizlediğim için 1 dolar
Alışverişe gittiğim için 50 sent
Küçük kardeşime baktığım için 25 sent
Çöpü attığım için 1 dolar
İyi bir karne getirdiğim için 5 dolar
Bahçeyi temizlediğim için 2 dolar
Toplam borç 14 dolar, 75 sent
Anne, umutla kendisine bakan oğlunun elinden kağıdı aldı ve kağıdın arka yüzüne şunları yazdı;
Seni 9 ay karnımda taşıdım BEDAVA
Hasta olduğunda başında bekledim, elimden geleni yaptım, senin için dua ettim. BEDAVA
Yıllar boyu değişik nedenlerle senin için gözyaşı döktüm BEDAVA
Senin için geceler kaygı duyup, uykusuz kaldım BEDAVA
Oyuncaklarını topladım, yemeğini hazırladım giysilerini yıkadım, ütüledim BEDAVA YAVRUM
ve bunların hepsini topladığın zaman gerçek sevginin bedelinin olmadığını görürsün, bedavadır çünkü...
Oğul annenin yazdıklarını okuyunca gözleri doldu.
Annesine baktı, "Anneciğim seni seviyorum" dedi ve kalemi alarak bu kağıda "HEPSİ ÖDENMİŞTİR"
yazdı.
HİÇ KİŞİ ANNE BABASINA SÖVER Mİ
İbnu Amr İbni'I-As radıyallahu anhüma anlatıyor: "Rasulûllah aleyhissalâtu vesselâm:
"Kişinin anne ve babasına sövmesi büyük günahlardandır!" buyurmuşlardı. Orada bulunanlar:
"Hiç kişi anne ve babasına söver mi?" dediler.
"Evet! Kişi, bir başkasının babasına söver, o da babasına söver; annesine söver, o da bunun annesine
söver!" buyurdular."
ANASININ DİLİNİ KOPARAN EVLAT
Vaktiyle evladını terbiye edemeyen bir ana, cezasını dilini kaybetmekle çeker. Hikaye şöyledir.
Üç beş yaşına gelen bir çocuk komşunun yumurtasını çalıp annesine getirir. Haram, helal bilmeyen
cahil ana, yumurtayı çocuğun elinden alır ve çocuğuna bir aferin çeker ve:
-Benim akıllı oğlum, aferin diyerek çocuğunun başını okşar. Çocuk, artık hergün veya gün aşırı
komşuların yumurtalarını eve getirmeye başlar. Bir gün böyle, iki gün böyle derken seneler geçer. Çocuk
yaşına göre hırsızlığı da ilerletir. Yumurtadan tavuğa, tavuktan horoza, horozdan koyuna, koyundan
kuzuya derken bir haramzâde olur çıkar. Eski zamanın çocuğu şimdi çevresinin bir numaralı ve azılı
eşkıyalarından olur. Artık bu eşkıyayı kimse durduramaz bir hale gelir. Hırsızlıklar, eşkıyalıklar derken bir gün
büyük bir cinayet işler. Kanun bunun yakasına yapışıp idama mahkum eder.
Oğlunun idam haberini dinleyen ana, mahkeme salonunda feryadı basar. Saçını, başını yolar.
Aman hakim bey, biricik oğlumu bağışla, benim hayatta ondan başka kimsem yok diye yalvarır.
İdam mahkumu eşkıya evlada sorarlar, son bir arzun var mı? Eskiden beri idam mahkumlarının son
arzularını yerine getirmek adet olduğu için bunun da son arzusu sorulur. İdam mahkumu genç:
-Bir tek dileğim var. Sevgili anacığımın o mübarek dilini öpmek isterim, izniniz olursa bu arzumu yerine
gelsin diye rica eder.
Mahkumun isteği yerine getirilmek üzere annesi getirilir:w
Benim sevgili oğlum, dilimi son bir defa öp bakayım diyerek dilini uzatır.
Eşkıya evlad, anasının dilini iki dişlerinin arasına alır. Öyle bir ısırır ki, dişler dili makas gibi keser, dil pat
diye yere düşer.
Orada bulunanlar, vah, vah, vah! Ne olacak eşkıya evlat! Bunca cinayetler yetmiyormuş gibi bir de
anasının dilini kopardı derler.
İdam mahkumu genç:
-Ey burada toplanan insanlar! Bilmeden boş yere konuşmayınız. Benim burada idama mahkum
oluşum o kopasıca dildendir, koptu ya! der.
Herkes hayretle sonunu dinler. Genç mahkum devam eder:
-Ben, çocukluğumda komşumun yumurtasını çalıp getirdiğimde anam bana aferin çekti, yumurtayı
alıp başımı okşadı. Eğer, o zaman beni terbiye edip men etseydi, bugün bu ölüm cezası bana
gelmeyecekti, der.
ÇOCUKLARI TERBİYE
Vaktiyle bir mahallede zengin bir adam varmış. Bu adamın iki tane oğlu varmış. Fakat bu adamın
çocukları çok şımarık ve başı boşmuş.
Komşulardan yaşlı başlı, akıllı, iyi ahlaklı, herkesin sevdiği bir zat da varmış. Bir gün bu zat:
-Komşu, şu oğullarına biraz din dersleri verdirsen senin için çok iyi ve hayırlı olur. Dini terbiye öğrenen
çocuklar güzel ahlaklı olurlar. Sonra bana dua edersin. Bak ben yaşlı, görmüş geçirmiş, tecrübeli bir
adamım. Siz daha gençsiniz, ne de olsa tecrübeniz azdır. Çocuklarına bir din dersi hocası tut, onlara
edeb, terbiye, din, ahlak, fazilet dersleri versin. Sonra çok rahat edeceksin ve bana dualar edip
hatırlayacaksın., der.
Çocukların babası, tecrübesi az, çok zengin olduğundan şımarıkça aklı pek iyi ermiyor, iyi derin,
inceden inceye düşünemiyormuş, çünkü yaşı gençmiş. Biraz da dünya perestmiş. Bunun için, o gün
görmüş ihtiyar komşunun öğütlerine kulak vermediği gibi şöyle konuşmuş:
-Ben çocuklarıma çok servet bırakıyorum. Bırakacağım miras onlara yeter. Din derslerine ahlak
derslerine ihtiyaçları yoktur, diyerek ihtiyarı paylamış.
Aradan on-onbeş sene geçmiş. Bir gün oğullarıyla beraber sofrada yemek yerken adam küçük
oğluna:
-Oğlum bana biraz su verir misin? der.
Küçük oğlu babasına :
-Baba! Su karşında duruyor, bardak orada, sürahi orada, alıp iç, der.
Küçük kardeşinin babasına karşı böyle konuşmasına güya kendi aklınca üzülen büyük oğlu da söze
karışıp şöyle demiş:
Baba, sen bu çocuğun huyunun, ahlakının böyle olduğunu biliyorsun, bir de kalkıp ondan su
istiyorsun! Sürahi yanında durup durur, uzanıver de koyup kendin iç, biraz da bana ver der.
ANNENİN HİZMETE İHTİYACI VAR
Ebû’l-Haseni’l-Harkânî (k.s)hazretleri şöyle anlatır:
“İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri
annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ’ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ’ya ibâdet
kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
—Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
—Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir
ses ona:
—Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
— Ben Allah Teâlâ’ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun
yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona:
—“Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı
hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
OĞLUNA DİNİNİ ÖĞRETMEYENİN BAŞINA GELENLER
Bir gün bir köylü ihtiyar gelip, kaza müftüsü olan hoca efendiye oğlunu şikayet eder:
-Muhterem hocam, der, dün oğlum beni tarlada dövdü, elindeki öküzleri kovaladığımız övendere
ile vurdu. Çok canım yandı, çok ağladım, ben bunun içi mi evlat büyüttüm, ben şimdi ne yapacağım bu
ihtiyar halimle. Bu gün koşup sana geldim, bana bir yol göster, bana bir akıl ver. Hocam ne yapacağımı
şaşırdım, yalvarıyorum sana, bana bir yardımda bulun. Müftü efendi:
-Fesubhanallah, der. Bir evlat, babaya nasıl el kaldırıp döver.! Peki sen oğluna dinini öğrettin mi?
Ana-babanın hakkının büyüklüğünü oğluna anlatmadın mı? Küçükken ahlak, terbiye dersleri vermedin
mi? Köylü:
-Kıymetli hocam! Köy halini biliyorsunuz, bu sizin malumunuz öğretemedim. Köy yerinde iş va güç
var, hayvanlar güdülmek ister, çift var, odun var. Bunlar hep yapılması gereken işler. Müftü efendi gözü
yaşlı ihtiyara:
-O halde ihtiyar köylü baba! Oğlunun kusuruna bakma, o seni çift sürdüğü öküzleri zannetmiştir.
Çünkü oğlunun yanında seninle, öküzleri arasında bir fark yoktur. Oğluna baba kıymeti öğretmemişsin. O
öküzlere vuruyorum diye sana vurmuş. Yoksa bir evlat babaya el kaldıramaz, diyerek köylünün oğluna
karşı babalık vazifesini yapmadığını ve eksik yaptığını anlatmıştır.
SANZOTU
Kapı komşu sayılırdık. Fakat onu ancak mahallemizdeki kahvehanede görürdüm. Her zaman
pencere kenarındaki bir masada oturur ve arkadaşlarıyla birlikte sabahtan akşama kadar kağıt oynardı.
Bir gün beni yanına çağırarak:
Gel bir çayımı iç dedi. Sadece selam verip geçmek olmaz.
Yalnız olduğu için gittim. El sıkışırken:
Sigara dumanı dokunduğundan pek uğrayamıyorum, dedim. Hem yapacak o kadar çok işim var ki.
Çok alıngan bir insandı. Küskün bir ifadeyle:
Doğru, dedi. Bizim yapacak bir işimiz yok.
Esasında hepimizin işi çok fazla, dedim. Ebedi hayatımızı bu kısa ömürde kazanmak zorunda değil
miyiz?
Haklısın, dedi. Fakat bu illettten bir türlü kurtulamıyorum.
Sebebini sordum.
Arkadaşlarımı kıramıyorum, diye cevap verdi. Her gün mutlaka çağırıyorlar.
Parmağımla işaret ederek :
Karşıdaki caminin müezzinini tanıyorsun değil mi ? dedim.
Yirmi yıllık müezzini nasıl tanımam diye atıldı. Neden sordun ki?
Öyle aklıma geldi işte, dedim. O da günde beş defa camiye çağırıyor da.
Yüzü hafifçe kızardı. Başını öne eğerken:
Ben ekiden böyle değildim, dedi. Fakat genç yaşta emekli olduktan sonra buralardan çıkamaz hale
geldim. Artık kurtulacağımı da sanmıyorum.
Aradan birkaç hafta geçtikten sonra, onu kahvehanede göremez oldum. Arkadaşlarına sorunca:
Çok hasta dediler. Pek fazla ümit yokmuş.
O akşam ziyaretine gittim. Aşırı derecede zayıflamış ve sanki on yaş birden ihtiyarlamıştı. Başında
Kuran okuyan oğlu beni görünce:
İyi ki geldiniz, dedi. Babam çok ağırlaştı.
Konuşabiliyor mu ? diye sordum.
Hayır, dedi. Ama arada bir “ sanzotu “ diye sayıklıyor.
O da ne ? dedim.
Bi de anlayamadık, diye cevap verdi. Fakat iyi duyduk “ sanzotu “ diyor.
Semizotu olmasın ? dedim. Sever miydi.
Ağzına bile koymazdı, diye atıldı eşi. Benim de aklıma geldi ama...
Herhalde bir ilaçtır, dedim. Hemen gidip bakayım.
Eczaneden elim boş döndüm. Eve geldiğimde herkes ağlıyordu. Kapıyı açan çocuk:
Babam biraz önce vefat etti, dedi. Üstelik hep o ilacı sayıklayarak. Bulabildiniz mi?
Artık önemi yok, diyerek lafı değiştirdim. Çünkü eczanede bana gülmüşler ve sanzotunun, iskambil
oyunlarında geçen bir kelime olduğunu söylemişlerdi.
Cüneyd SUAVİ
Hayatın İçinden
SARHOŞLUK
Üç karadenizli tren istasyonuna gitmişler, biri bilet almış görevliye sormuş:
Trene ne kadar var?
Bir saat onbeş dakika.
Dönmüş arkadaşlarına:
Trene daha çok var. Hadi gidip şu karşı meyhanede biri iki kadeh atalım.
Meyhaneye gitmişler, bir şişe rakı açtırmışlar biraz da meze, oradan buradan derken laf lafı açmış
birden kendilerine tren düdüğü ile gelmişler. Dışarıya fırlamışlar, koşuşmuşlar ama nafile, tren kaçmış.
Sormuşlar:
Bundan sonraki tren ne zaman?
Bir buçuk saat sonra!
Yine dönmüşler meyhaneye. Bir şişe daha... yine laf, yine düdük, yine koşuşmalar ve yine treni
kaçırmışlar...
Bir buçuk saat sonra bir tren daha olduğunu öğrenmişler.
Tekrar dönmüşler meyhaneye, sohbete kaldıkları yerden devam... Ama bu kez uyanıklar(!) Terini
uzaktan görünce ayağa fırlamışlar. Hesabı ödeyip dışarı çıkmışlar. Başlamışlar koşmaya. Onlar istasyona
gelinceye kadar tren hareket etmiş...
Bizimkilerin biri bir vagona, diğeri bir vagona zor atlamış. Üçüncüsü de geride kalmış, tren gitmiş.
Yerde kalan bir süre dövünmüş. Sonra başlamış katıla katıla gülmeye.
İstasyon memuru yanına gelmiş:
Ne gülüyorsun yahu? Hem treni kaçırdın, hem de gülüyorsun!
Karadenizli cevap vermiş:
Uy! Ben gülmeyeyum da kim gülsun! Esas yolcu bendum. Onlar beni uğurlamaya gelmişlerdi...
TAHTA DAKİ ÇİVİ
Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. " arkadaşların ile
tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.
Genç, birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol
etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış.
Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden
başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart (sök)" demiş.
Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış.
Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık
geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik)
bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacaktır
(kapanmayacaktır). Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. "
arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak" demiş.
Genç, birinci (ilk) günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol
etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış.
Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence "bugünden
başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart (sök)" demiş.
Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki her çivi çıkarılmış.
Babası ona "aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak. Artık çok delik var. Artık
geçmişteki gibi güzel olmayacak" demiş.
Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara (delik)
bırakır. Arkadaşına bin defa kendisini affettiğini söyleyebilirsin ama bu delik aynen kalacaktır
(kapanmayacaktır).
SEVGİNİN VE KARDEŞLİĞİN BÖYLESİ
Huzeyfe anlatıyor:
Hicretin 13. yılı, Yermuk Savaşı sırasında idi. Savaş, bütün şiddetiyle devam etmiş, akşam üzeri biraz
yavaşlamıştı. Bu arada ben, amcamın oğlu Haris'i bulmak için yaralılar arasında dolaşmaya başladım.
Biraz sonra onu buldum. Yaralanmıştı, kanlar içinde yatıyordu. Sadece kaş ve göz işareti ile
konuşabiliyordu. Susuzluktan dudakları kavrulmuştu.
— Su ister misin? diye sordum.
Göz işareti ile istediğini bildirdi. Ben kırbamın (su kabının) ağzını açtım. Suyu ona veriyordum ki, biraz
ilerde Hişam'ın sesi duyuldu:
— Su!... Su!... diye inliyordu.
Amcamın oğlu Haris, feryadı duyar duymaz su içmekten vazgeçti. Göz işaretiyle suyu arkadaşı
Hişam'a götürmemi istedi. Koşarak onun yanına gittim. Suyu ona verdim. Elini uzattı ve suyu aldı. Ağzına
götürdü, tam içecekti ki, biraz ilerden bir başka ses duyuldu:
— Ne olur, bir damla su verin! Allah rızası için bir damla su!... Bu, İyaş'ın sesiydi. Feryadı duyan Hişam,
elini geri çekerek suyu içmedi. Ateşler içerisinde yanmasına ve ağır yaralı olmasına rağmen, o da
arkadaşının kendisinden daha yaralı olduğunu düşünerek, suyu ona götürmemi işaret etti.
Hişam'ın yanından, İyaş'a doğru koşarak ayrıldım. Yanına vardığım zaman, kendisinin ancak son
kelimelerini işittim. Kelimeişahadeti söylüyordu. Şehit olmak üzereydi. Geldiğimi gördü. Ancak zamanı
kalmamış ve şehit olmuştu.
Oradan derhal geri döndüm. Koşarak Hişam'ın yanına geldim. Gördüm ki, o da şehit olmuştu.
Hemen onun yanından da ayrılıp, Haris'e koştum. Heyhat! Ne çare ki, ona da yetişemedim. O da diğerleri
gibi şehit olmuş-tu.Ben, hayatımda birçok olayla karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu olay kadar
heyecanlandırmadı. Aralarında akrabalık bile olmamasına rağmen, Müslümanların birbirine karşı olan bu
saygısını ve şefkatini imrenerek seyrettim. Bu, yüce bir ahlâkın ve üstün bir faziletin belirtisiydi. Bu hâl, ancak
yüce İslam dininin kazandırdığı İslâm kardeşliğinden kaynaklanıyordu.
Ahmet EFE
(Çocuklar Güle Benzer. 1980. s. 286)
SEVGİ
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine. "Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında
ne fark vardır?"
"Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara
bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından
da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.
Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye
teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar
ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş. "Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe." Yüzleri
aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa. "Buyrun" deyince her biri
uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece
her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.
"İşte" demiş ermiş. "Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç
kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz şunu
da unutmayın. Hayat pazarında alan değil veren kazançlıdır her zaman..."
EY ALLAHIN KULLARI KARDEŞ OLUNUZ
Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "Rasulullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki: "Sakın
zanna yer vermeyin. Zira zan, sözlerin en yalanıdır. Tecessüs etmeyin, haber koklamayın, rekâbet etmeyin,
hasetleşmeyin, birbirinize buğzetmeyin, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah'ın kulları, Allah'ın emrettiği
şekilde kardeş olun.
Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona (ihânet etmez), zulmetmez, onu mahrum
bırakmaz, onu tahkir etmez. Kişiye şer olarak, Müslüman kardeşini tahkir etmesi yeterlidir. Her müslümanın
malı, kanı ve ırzı diğer müslümana haramdır.
Allah sizin suretlerinize ve kalıplarınıza bakmaz, fakat
kalplerinize ve amellerinize bakar. Takva şuradadır -eliyle göğsünü işaret etti- : Sakın ha! Birinizin satışı
üzerine satış yapmayın. Ey Allah'ın kulları kardeş olun. Bir müslümanın kardeşine üç günden fazla küsmesi
helâl olmaz.
MÜSLÜMAN MÜSLÜMANIN KARDEŞİDİR
İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu tehlikede yalnız bırakmaz. Kim, kardeşinin
ihtiyacını görürse Allah da onun ihtiyacını görür. Kim bir müslümanı bir sıkıntıdan kurtarırsa, Allah da o
sebeple onu Kıyamet gününün sıkıntısından kurtarır. Kim bir müslümanı örterse, Allah da onu Kıyamet günü
örter."
MÜMİNİN ÖRNEĞİ BEDENİN ÖRNEĞİDİR
Nu'man İbnu Beşir (radıyallahu anhüma) anlatıyor: "Rasulullah aleyhissalâtu vesselam buyurdular ki:
"Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü'minlerin misali, bir bedenin misalidir.
Ondan bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar uykusuzluk ve hararette ona iştirak ederler." Buhari, Edeb 27;
Müslim, Birr 66, (2586).
HABEŞİSTAN’A GÖÇ EDENLER
Yıldan yıla, aydan aya, Mekke’de, müslümanların sayısı artıyordu. Mekkelilerin baskıları, İslam’a
inanmış kişileri, İslam’dan dönderemiyordu. Yapılan hücumlar erkek, kadın; halkın, İslam’a yönelişini
durduramıyordu. Müslüman halka, günden güne artan hücum, İslam’dan ayrılmadan, ümitsizliğe
düşmeden, ısrarla müslümanların birbirine daha sıkı yapışmasına sebep oluyordu. Ve hiç bir sebeble onları
İslam’dan vazgeçiremiyorlardı. Kureyş daha çok öfkeleniyor, sinirleniyor, günden güne müslümanlara
eziyetini artırıyor ve onları incitiyordu.
Müslümanların vaziyeti iyice sıkışmıştı ve o haldeyken sabrediyorlardı. Bunun için Resul-i Ekrem
(s.a.a) muvakkaten, Kureyş’in Müslümanlar üzerindeki elini kesmek için müslümanlara, Mekke’den
çıkmalarını, Habeşistan’a göç etmelerini teklif etti ve “Habeşistan hükümdarı adildir. Yüce Allah bir kolaylık
sağlayıncaya kadar bir müddet o civarda yaşayınız” buyurdu.
Müslümanların çoğu Habeşistan’a göç ettiler. Orada rahatça yaşıyorlardı. Mekke’de hiç bir
zaman hürce yerine getirmedikleri dini farizalarını ve işlerini, orada serbestçe yapıyorlardı.
Kureyş, müslümanların Habeşistan’a gittiklerini ve orada, rahatta olduklarını öğrenince
Habeşistan’da İslami bir merkez kurmalarından endişe ettikleri için, kendi aralarında müşavere ederek,
müslümanların Mekke’ye dönmeleri ve orada daima göz altında tutulmaları için bir plan yaptılar. Plan
gereğince, aralarından iki uygun ve zeki adam seçtiler. Onlarla birlikte, Habeşistan padişahı Necaşi’ye
pek çok hediyeler gönderdiler. Ayriyeten sözleri Necaşi’ye tesir edebilen, Necaşi’nin etrafındaki yüksek
mevkili kimselerede büyük hediyeler gönderdiler. Bu iki kişiye, Habeşistan’a vardıktan sonra ilk önce
Necaşi’nin etrafındaki büyüklere gitmeleri, hediyelerini vermeleri ve onlara “cahil ve tecrübesiz
gençlerimizden bir grup en son dinimizden çıktılar, sizin dininize de girmediler ve şimdi sizin ülkenize
geldiler. Kavmimizin büyükleri, sizden rica edip, bunları ülkenizden çıkarmanız ve bize teslim etmenizi,
söylemek için bizi gönderdiler. Lütfen bu konu, Necaşi’nin huzuruna geldiği vakit, bizim görüşümüzü teyid
ediniz” demeleri, emredildi.
Kureyş’in gönderdiği kimseler, ileri gelen şahsiyetlerle birer birer buluştular, her birine hediye verdiler
ve hepsinden padişahın huzurunda kendilerini teyid edeceklerine dair, söz aldılar.
Sonra Necaşi’nin huzuruna gittiler. Değerli ve nefis hediyelerini takdim ettiler ve hacetlerini
açıkladılar. Önceden kararlaştırdıkları gibi meclis jürisindekiler, hep Kureyş’in temsilcileri lehinde söz ettiler
ve müslümanların hemen çıkarılmasını ve Kureyş’in temsilcilerine verilmesi görüşünü savundular.Fakat
Necaşi, bu fikir ve görüşe boyun eğmedi. “Bir grup halk, ülkelerinden çıkıp, bizim ülkemize sığınmışlardır.
Tahkik edip görmeden, aleyhlerinde gıyabi bir hüküm vermem ve çıkarılmalarını emretmem doğru olmaz.
Ancak onları toplayıp dinledikten sonra ne yapmam gerektiğini söyleyebilirim” dedi.
Bu son cümle, Necaşi’nin ağzından çıktığı vakit, Kureyş temsilcilerinin renkleri kaçtı, solukları kesildi.
Zaten korktukları şey, Necaşi ile Müslümanların yüz yüze gelmeleriydi hatta onlar, müslümanların
Habeşistan’da kalmalarını, Necaşi ile karşılaşmalarına tercih ederlerdi. Çünkü bu yeni dinin her neyi varsa,
sözden ve kelamdan vardı. Özellikle Muhammed (s.a.a)’in “Allah tarafından bana vahiy geldi”
sözlerinden, bir cümleyi işiten herkes bu dine meftun olmamışımıydı? Yoksa o sözlerde gizli bir cazibe mi
saklıydı? Şimdi padişah, bunları biliyor mu acaba? Şayet Müslümanlar, geldiklerinde hepsinin ezberledikleri
aynı sözleri bu mecliste okurlarsa ve bu mecliste de Mekke meclislerinde bıraktıkları tesirin aynısını
bırakırlarsa, ne yapmak gerekir? Artık iş işten geçmiştir. Necaşi Habeşistan’a sığındıklarını söyleyen bir kaç
kişinin, huzuruna getirilmesini emretti.
Müslümanlar, Kureyş temsilcilerinin gelmelerinden, Necaşi sarayındaki meclis büyüklerinin evlerine
hediyelerin gelip gitmesinden, tamamen haberdar idiler ve onların planlarının yürümesinden ve Mekke’ye
gönderilmelerinden endişe ediyorlardı.
Necaşi’nin memuru gelip onları çağırdığı zaman, tehlikenin yaklaştığını anladılar. Toplandılar ve mecliste
ne söyleyeceklerini müşavere ettiler. Hepsi, hakikatten başka hiç bir şey söylemeyecekleri görüşünde
birleştiler. Yani, cahiliyetteki durumlarını ortaya koyacakalar ve sonra İslam hakikatini, İslam kurallarını ve
İslami davet ruhunu açıklayacaklardı ve hiç bir şeyi gizlemeden gerçek dışı bir kelime bile
söylemiyeceklerdi.
Bu düşünce ve kararla meclise girdiler. Diğer tarafta, yeni bir dinin araştırılması sözkonusu olduğu
için, Necaşi o zamanki Hıristiyan Habeşistan’ın, resmi din alimlerinden, bir kaçının da mecliste hazır
bulunmalarını emretti. Birkaç tanesi de özel bir merasimle katıldılar. Her birinin önünde birer Mukaddes
kitap vardı. Devlet makamındakilerde, özel yerlerine oturdular. Saltanat merasimiyle dini merasim, meclisin
başına geçmiş, diğerleri de derecelerine göre, kendi yerlerine oturmuşlardı. O azamet merasimini gören
herkes, farkında olmadan, mütevazilik duygusuna kapılıyordu.
İslama inanç ve imanları, kendilerine özel bir metanet ve vakar vermiş olan Müslümanlar,
kendilerinin haklı olduklarına inanarak, iradeli adımlar ve büyük bir sessizlikle azamet dolu o meclise
girdiler.
Müslümanlar, Habeşistan’daki liderleri Cafer bin Ebi Talib önde ve diğerleri peşinde olduğu bir
halde, içeri girdiler. Fakat sanki, meclisteki o celal ve azametlere aldırış etmiyorlardı, üstelik o zamanın
adetlerine göre saltanat makamına saygı diye yerlere eğilip, toprağı öpme kurallarına da uymadılar,
girdiler ve selam verdiler.
İhanet olarak nitelenen bu hareket, itirazlara yol açtı. Fakat onlar, hemen; “Biz dinimiz için buraya
sığındık. Dinimiz Allah’tan gayrı hiç kimse için, yerlere kapanmamıza izin vermez” diye cevap verdiler.
O hareketin görülmesi ve sözüm işitilmesi, gönüllere korku saldı ve müslümanlara heybet, azamet
ve değişik bir kişilik verdi. Öyle ki meclisin büyük azameti ve yüceliği, onun yanında önemsiz kaldı.
Necaşi, bizzat onları, sorguya çekmekle sorumluydu. “Sizin bu dininiz, nasıl bir dindir ki, hem asıl
kendi dininizden ve hem de, bizim dinimizden daha farklıdır?” diye sordu.
Emir ül-Müminin Ali aleyhisselam’ın büyük kardeşi olan Cafer ibni Ebi Talib, Habeşistan’daki müslümanların
reisiydi ve soruları cevaplandırıp açıklamakla sorumluydu...
Cafer şöyle dedi: “Ey padişah, biz öylesine bir halk’tık ki, cehalette yaşıyorduk, puta tapıyorduk,
murdar şeyleri yiyorduk, fahişelerle suç işliyorduk, akrabalarla bağlantımızı kesiyorduk, komşulara kötülük
yapıyorduk, kuvvetlilerimiz zayıfları eziyordu. Yaşantımız böyle iken Allah bize, nesebini ve temizliğini çok iyi
bildiğimiz bir Peygamber gönderdi. O, bizi, birliğe, tek Allah’a ibadete çağırdı. Bizi putlara, taşlara,
ağaçlara tapmaktan kurtardı. O bize sözlerimizde doğruluğa, emanetlerin sahiplerine verilmesini ve
akrabalara karşı iyi davranmayı, iyi komşuluğu ve toplumda saygılı olmayı, emir buyurdu. Bizim, fahişelere
yönelmemizi, temiz kadınları suçlamamızı, batıl sözler söylememizi ve yetim malını yememizi yasakladı.
Bize, ibadetlerimizde Allah’a ortak koşmamamızı, namazı, zekatı ve orucu emretti. Biz de, ona iman ettik.
Onu doğruladık ve saydığımız bu kaidelerin peşinden gittik. Fakat kavmimiz, bize saldırdı ve bu kurallardan
kurtulalım, yine eskiden olduğu gibi, aynı duruma dönelim, putperestliğe ve sahip olduğumuz aynı alçaklık
dönemine dönelim diye etrafımızı sardılar. Biz reddettikçe, bize azap ettiler, işkence ettiler. Onlardan
kurtulmak için, ülkenize geldik, şimdi burada emniyette olacağımızı ümit ediyoruz.
Cafer’in sözü buraya gelince Necaşi “Peygamberinizin vahy dediği ve kendisine diğer dünyadan
geldiğini iddia eden sözlerden, ezberinde var mı?” diye sordu.
Cafer: Evet.
Necaşi: Bir parça oku.
Cafer, hepsinin Hıristiyan olduğu, padişahın da hıristiyan olduğu ve önlerinde kitabı Mukaddes
İncil’in bulunduğu piskoposların da iştirak ettiği ve dolayısıyla Hıristiyanlık duygularının dalgalandığı
mecliste; Meryem, İsa, Zekeriya ve Yahya ile ilgili olan mubarek Meryem suresini, okumaya başladı. Kısa
fasılalarla ve uyumlu bitişlerle, özel bir ahenk meydana getiren surenin ayetlerini, ve kararlı ve istikrarlı bir
şekilde okudu. Aynı zamanda Cafer, bu ayetleri okumakla, Kur’an’ın, İsa ve Meryem hakkındaki mutedil
ve doğru mantığını, Hıristiyanlara anlatmak istedi. Ve onlara, Kur’an’ın, İsa ve Meryem’i son derece tasdik
ettiği halde, onları tanrılık sıfatından uzak tuttuğunu da, anlatmak istedi.
Necaşi: Allah’a andolsun ki, İsa’nın da dediklerinin, gerçeği bunlardır. Bu sözler İsa’nın sözleriyle
aynı kaynaktandırlar, dedi.
Sonra Kureyş’in temsilcilerine dönerek “doğru ülkenize”dedi ve hediyeleri de kabul etmedi.
Necaşi, sonra resmen müslüman oldu ve hicretin dokuzuncu yılında vefat etti. Resül-i Ekrem (s.a.a),
uzaktan cenaze namazını kıldı.
7. SINIF
HZ. LOKMAN ( AS )’IN OĞLUNA ÖĞÜTLERİ
Andolsun biz Lokman'a: Allah'a şükret! diyerek hikmet verdik. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş
olur. Nankörlük eden de bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, her türlü övgüye lâyıktır. Lokman,
oğluna öğüt vererek:
Yavrucuğum! Allah'a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti.
Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara
katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için) önce bana, sonra da anababana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. Eğer onlar seni, hakkında bilgin
olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme. Onlarla dünyada iyi
geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz ancak banadır. O zaman size, yapmış
olduklarınızı haber veririm.
(Lokman, öğütlerine devamla şöyle demişti:)
Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın
içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu
Allah, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.
Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret.
Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.
Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini
beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez. Yürüyüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en
çirkini merkeplerin sesidir.
Lokman Suresi 12-13-16-17-18-19
MİRAÇ GECESİNDE BİLDİRİLEN HÜKÜMLER
Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde
emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine "of!" bile deme; onları azarlama;
ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve: "Rabbim!
Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!" diyerek dua et.
Rabbiniz sizin kalplerinizdekini çok iyi bilir. Eğer siz iyi olursanız, şunu bilin ki Allah, kötülükten yüz çevirerek
tevbeye yönelenleri son derece bağışlayıcıdır.
Bir de akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver.
Gereksiz yere de saçıp savurma. Zira böylesine saçıp savuranlar şeytanların dostlarıdırlar. Şeytan ise
Rabbine karşı çok nankördür. Eğer Rabbinden umduğun (beklemek durumunda olduğun) bir rahmet için
onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı bir söz söyle. Eli sıkı olma; büsbütün eli
açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun. Rabbin rızkı dilediğine bol verir,
dilediğine daraltır. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görür.
Geçim endişesi ile çocuklarınızın canına kıymayın. Biz, onların da sizin de rızkınızı veririz. Onları
öldürmek gerçekten büyük bir suçtur.
Zinaya yaklaşmayın. Zira o, bir hayâsızlıktır ve çok kötü bir yoldur.
Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Bir kimse zulmen öldürülürse,
onun velîsine (hakkını alması için) yetki verdik. Ancak bu velî de kısasta ileri gitmesin. Zaten (kendisine bu
yetki verilmekle) o, alacağını almıştır.
Yetimin malına, rüşdüne erinceye kadar, ancak en güzel bir niyetle yaklaşın.
Verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu gerektirir.
Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terazi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi
bakımından daha güzeldir.
Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan
sorumludur.
Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir ne de
dağlarla ululuk yarışına girebilirsin. Bütün bu sayılanların kötü olanları, Rabbinin nezdinde sevimsizdir. İşte
bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdir. Allah ile birlikte başka ilâh edinme; sonra kınanmış ve
(Allah'ın rahmetinden) uzaklaştırılmış olarak cehenneme atılırsın.
İsra Suresi 23-39
KİMSENİN GÖRMEDİĞİ YER
Eski zamanda bir hoca, talebelerinden birini, çalışkanlığından, zeka ve anlayışından dolayı
diğerlerinden daha çok seviyor ve takdir ediyordu Hocanın bu sevgi ve takdiri diğer öğrenciler tarafından
biliniyor ve için için kıskanılıyordu "Hoca neden yalnız bu arkadaşa ilgi ve yakınlık gösteriyor, aramızdaki tek
zeki ve çalışkan o mu?" şeklinde laflar ediyorlardı Hoca da onların bu tür düşüncelerinin farkındaydı Hoca
efendi bir gün derse gelirken yanında öğrencilerinin sayısınca kuş getirdi Her öğrenciye bunlardan bir tane
vererek, "Haydi yavrularım, bu kuşları hiç kimsenin görmediği bir yerde kesin getirin, ama dikkat edin hiç
kimse görmesin haa!" dedi Bunun üzerine talebeler sağa sola dağıldılar Bir müddet sonra da kuşları kesip
kanlarını akıta akıta dönmeye başladılar Kimileri övünüyordu: "Ben falan yerde kestim, hiç kimse görmedi"
gibi Hoca da böyle övünenlere bir "aferin" çekiyordu Biraz sonra bütün öğrenciler kuşları kesmiş olarak
döndüler En sonra Hocanın sevdiği öğrenci geldi, üstelik kuşu da kesmemişti Hoca sordu:
- Oğlum, kuşu niçin kesmedin, bak arkadaşlarının hepsi kestiler, yoksa kimsenin göremeyeceği
biryer bulamadın mı?
- Evet hocam, insanların göremeyeceği yer ben de bulabilirdim, ama Allah'ın görmeyeceği yer
bulamadım O nedenle kuşu kesmeden döndüm
Bu cevap diğer öğrencilerin akıllarını başlarına getirdi Yaptıkları dikkatsizliği anladılar Hepsi biliyordu
Allah'ın göremeyeceği yer olmadığını, ama önemli olan onu düşünebilmekti Bundan sonra arkadaşlarının
farkını anlayıp hocalarının ona ilgisine hak verdiler
YALAN SÖYLEMEYEN ÇOCUK
Yaşı daha küçüktü ama, kalbi ilim öğrenme aşkı ile büyüktü:
- Anneciğim! Bana izin ver de Bağdat’a gidip, ilim öğreneyim.
Annesi:
- Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evladım. İlim öğrenmede Allahın rızası var. Eğer Hak
Tealanın rızası olmasaydı sana asla izin vermezdim. Huzur ve esenlik içinde sefere çık. Yolun açık olsun,
dedi ve bir müddet durakladıktan sonra sözüne şöyle devam etti.
- Seninle belki ebedi ayrılıyoruz. Sana son olarak nasihatim şudur: Eğer beni memnun etmek
istiyorsan, hiçbir zaman yalan söyleme, doğruluktan asla ayrılma! Allahu Teala her zaman ve her yerde
doğrularla beraberdir.
Çocuk, annesine yalan söylemeyeceğine ve doğru olacağına dair söz verdi. Gizli cebinde,
annesinin koyduğu 40 altın bulunan elbisesini giydi, annesinin elini öptü ve annesiyle vedalaştı.
Bağdat’a giden bir kervana katıldı. Yolda kervan bir sürü eşkıya tarafından basıldı.Eşkıyalar,
kervandakileri birer birer soyup, üzerlerinde ne buldularsa aldılar. Sıra çocuğa geldi. Eşkıyalardan biri:
- Fakir çocuk söyle bakalım, senin neyin var?
- Üzerimde yalnız kırk altınım var.
Eşkıya inanmamıştı. Bırakıp gitti. O arada başka bir eşkıya da sorup aynı cevabı alınca, durumu
reislerine bildirdiler. “ Bu çocuk 40 altınım var diyor” dediler. Bu defada reisleri sordu:
- Senin üzerinde ne var?
- Elbisemin gizli cebinde kırk altınım var.
Reisleri adamlarına dönerek dedi ki:
- Açın bakın, bakalım.
Adamlar kırk altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler. Eşkıya reisi hayretle sordu:
- Peki evlat, sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin? Çocuk:
- Ben evden ayrılırken, anneme asla yalan söylemeyeceğime söz vermiştim. Kırk altın için sözümü
bozar mıyım?
Bu sözleri duyup hakikata şahit olan çete başının gözleri yaşardı. Çocuğun hakikat dolu gözlerine
bakıp onunla kendi yaşını ölçtü. O güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle
haykırdı:
- Ey arkadaşlar. Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben bunca senedir Rabbimin emirlerine karşı geldim.
Ona isyan ettim. Şimdi ise içimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarımdan tevbe ettim. Bundan böyle
inşaallah, Hak Tealanın razı ve hoşnut olmadığı bir şeyi asla yapmayacağım.
Reislerine pek ziyade bağlı olan eşkıyalar hep bir ağızdan dediler ki:
- Efendimiz, reisimiz! Biz de sizden ayrılmayız. Eşkıyalıkta reisimizdin. Hidayet ve doğrulukta da reisimiz
ol!
Bunun üzerine kervandakilerden ne almışlarsa sahiplerine geri verdiler. Ve bir sürü eşkıya çocuğun
önünde tevbe ettiler.
Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleri insanları yanlış yoldan vazgeçirip, doğruyu bulmalarına çocuk
yaşta başladı. Bütün ömrü boyunca doğruluktan ayrılmadı.
DELİNİN VELİYE TAVSİYESİ
Bayezid-i Bestamî hazretleri. Büyük velilerden. Bir gün tımarhanenin önünden geçiyor. Tımarhane
hizmetçisinin tokmakla birşeyler dövdüğünü görüyor:
–Ne yapıyorsun?
Hizmetçi:
–Burası tımarhanedir. Delilere ilâç yapıyorum.
–Benim hastalığıma da bir ilâç tavsiye eder misin?
–Hastalığını söyle.
–Benim hastalığım günah hastalığı... Çok günah işliyorum..
–Ben günah hastalığından anlamam... Ben delilere ilâç hazırlıyorum..
Parmaklığının arasından konuşulanları duyan bir deli,(!) Bayezid-i Bestamî hazretlerine:
–Gel dede, gel! Senin hastalığının çaresini ben söyleyeyim, diye seslendi.
Bayezid-i Bestamî hazretleri, delinin yanına sokularak:
–Söyle bakalım, benim derdime çare nedir? dedi.
Deli(!) şu ilâcı tavsiye etti:
–Tevbe kökü ile istiğfar yaprağını karıştır... Kalb havanında tevhîd tokmağı ile döv, insaf eleğinden
geçir, göz yaşıyla yoğur, aşk fırınında pişir... Akşam-sabah bol miktarda ye... O zaman göreceksin senin
hastalığından eser kalmaz, dedi.
Bu güzel ilâcı öğrenen Bayezid hazretleri:
–Hey gidi dünya hey! Demek, seni de deli diye buraya getirmişler, deyip oradan ayrıldı.
Bu ilâç, halen günah hastası olanlara tavsiye olunmaya değer bir ilâçtır. Yani bu formülün hükmü
hâlâ devam etmektedir.
ALLAHÜ TEALANIN RAHMETİ SONSUZDUR
İşlenen günahlar ne kadar büyük olursa olsun, Allahü teâlâ onu affedebilir. Allahü teâlâ için güçlük
yoktur.
Önceki kavimlerden bir kimse vardı. Bu kimse, doksan dokuz kimseyi öldürmüştü. Sonra tevbe etmek
isteyerek bir "Âbid"in yanına vardı. Kendisine sordu:
Ben doksan dokuz kimseyi öldürdüm fakat, şimdi pişman oldum. Tevbe etmek istiyorum.Kabul olur
mu, diye sordu.
Âbid: Sen çok büyük günah işlemişsin, tevben kabul olmaz, dedi.
Bunun üzerine adam kızıp bu zâtı da öldürdü. Böylece öldürdüğü kimselerin sayısı yüze çıkmış oldu.
Sonra kendisine başka bir âbid tavsiye edildi. Ona gidip başından geçenleri aynen anlattı. Bu âbid
kendisine şöyle cevap verdi:
Evet çok günah işlemişsin.Fakat Allahü teâlâ, işlenen günahlar ne kadar büyük olursa olsun, tevbe
edenin günahlarını affeder. Seni bu hâle bulunduğun çevre getirmiş. Bulunduğun çevredeki insanlar çok
kötü kimselerdir. Onlardan uzak durman lâzımdır. Filan yerde bir köy vardır.Oranın halkı iyi kimselerdir.Şimdi
sen, bütün her şeyini köyünde bırak arkana "bakmadan köye git. O köyde kalır eski köyüne gitmezsen sen
de iyiler sınıfına dâhil olursun!..
Bu tavsiye üzerine, o kimse hiç arkasına bakmadan iyi insanların bulunduğu köye doğru yola çıktı.
Fakat daha o köye varmadan, iki köy arasında iken eceli gelip yolda vefat etti.
Bu kimsenin iyiler defterine mi yoksa kötüler defterine mi yazılacağı hususunda melekler, arasında
şöyle bir konuşma geçti: Azâb melekleri, "Bu kimse yüz kişiyi öldürdü, onun için bizimdir" dediler. Rahmet
melekleri de, "Evet yüz kişiyi öldürdü fakat tevbe etti, iyi kimselerden olmak istedi, onun için bizimdir"
dediler.
Bunun üzerine, Allahü Teâlâ-dan emîr geldi:
İki köy arasını ölçün! Hangisine daha yakın ise, o köyün ahâlisinden demektir, buyuruldu.
Ölçtüler. Halkı iyi olan köye daha yakın olduğu görüldü. Bunun üzerine iyiler defterine yazıldı.
GERÇEK İMAN SAHİBİ BİR GENÇ...
Hazreti Ömer, halifeliği zamanında sütçülerin süte su katmasını yasaklamış ve bu emrini her tarafa
duyurmuştu. Şehrin asayişini kontrol etmek için bir gece Medine'de dolaşırken yoruldu ve biraz dinlenmek
üzere bir evin duvarına yaslandı. Evin içinde anne ile kızı arasında geçen şu konuşmayı duydu: Anne:
- Haydi kızım: kalk da sütlere biraz su katıver. Kız:
- Halifenin sütlere su katılmasını yasakladığını bilmiyor musun? Anne:
- Evet biliyorum. Kız:
- Öyle ise Halifenin yasakladığı işi nasıl yapabilirim? Anne:
- Kalk da su koy şu sütlere, Ömer seni nereden görecek? Kız:
- Ömer görmez ama Rabbim görür. Vallahi ben O'nun göreceği yerde yapmadığım bir işi görmediği
yerde de yapmam.
Hazreti Ömer, bu konuşmaları dinledikten sonra evine döndü. İyi bir din terbiyesi görmüş bu yüksek
ahlâklı fakir kızı oğlu Âsım ile evlendirdi. (6)
İşte Allah inancının insanın davranışlarındaki olumlu etkisi...
KISSADAN HİSSE
Çok eski zamanlarda, bal satan bir adam varmış. Petek petek balını, sevimli eşeğine yükler,
sokaklarda dolaşarak satmaya çalışırmış. Ne hikmetse, kimse kendisinden bal almazmış.
Balını satamayan adamcağız üzülür, üzüldükçe kaşlarını çatarmış. Sesi sertleşir, yüzü asılırmış. Onu, o
hâlde görenler hemen yollarını değiştirirlermiş.
Aynı mahallede bir de sirke satıcısı varmış. Sirkeci, bir sokağa girince çocuklar arkasından
koşarlarmış. Mahalleli hemen çevresini sarar, gülüp şakalaşarak sirkesini alırlarmış. Balcı, bu adamın acı
sirkeyi nasıl böyle çabuk sattığını bir türlü anlayamazmış.
Bir gün, iki satıcı bir sokakta karşılaşmışlar. Hiç satış yapamayan balcının yüzü yine aşıkmış. Yavaşça
sirkeciye yaklaşarak:
- Bre sirkeci kardeş! Bunca zamandır seni gözler dururum. Ben. tatlı mı tatlı bal satıyorum. Kimse gelip
benden bal almıyor. Senin acı sirkeni ise herkes kapışıveriyor. Bunun hikmeti nedir? Söyle de beni bu
düşünceden kurtar, demiş.
Sirkeci, elini balcının omuzuna koymuş. Sevgi dolu bakışlarını onun gözlerine dikmiş ve:
- Balcı kardeş, senin elin bal satıyor, ama yüzün sirke satıyor, demiş.
Bu kıssadan hisse alanlar; başkaları ile iyi ilişkiler kurabilmek için güler yüzlü, tatlı sözlü olmak
gerektiğine inanmışlar.
TEMİZ KALBLİ FAKİRİN HACCI
Vaktiyle Bağdad şehrinin hâli vakti yerinde olanları hacca gitmek niyyetiyle hazırlığa başladılar.
Şehirde fakir fakat tevekkül sahibi sâlih ya'nî haramlardan kaçan dinin emirlerine tam uyan bir kimse vardı.
Bu kimse kendi kendine:
Onların malı mülkü varsa benim de Allahü teâlâya ve Ha-bîbine çok muhabbetim var. Bu
muhabbetin hürmetine Rabbim beni yolda bırakmaz, diyerek onlarla beraber yola çıktı.
Hac kafilesinde olanlar, bu zâtın bineksiz, azıksız olarak hac yolculuğuna çıktığını görünce şaşırdılar.
Bir komşusu dedi ki:
Hayrola komşu, yolculuk nereye?
Allah nasîb ederse hacca gidiyorum.
Bak herkesin bineği var, yol parası ve azıkları var senin bir şeyin yok böyle uzun yola nasıl çıktın?
Allahü teâlâ Razzâk-ı âlemdir, yarattıklarının rızıklarını ve*ıklanna kefil olmuştur. Rabbim beni yolda
koymaz.
Komşusu, fakirin bu sözlerine gülüp alaylı bir şekilde kendisine bakıp birşey söylemeden oradan
ayrıldı. Bir daha da hiç karşılaşmadılar.
Fakir kimse, Allahü teâlâya tam tevekkülü sebebiyle sağ-, salim, Mekke'ye vardı. Tavafım yaptıktan
sonra, geri döndü. Yolda, aynı komşusu ile karşılaştı. Komşusu sordu:
Kâ'be-i şerifi tavaf yapabildin mi?
Elhamdülillah Rabbim bana bu ni'meti nasîb etti.
Komşusu bu saf kalbli fakir ile alay etmek istedi.
Peki, sana berât verildi mi? Ya'nî Allahü teâlâ senin günahlarını affettiğine ve haccını kabul ettiğine
dâir senet verdi mi?
Hayır, bu söylediğin nasıl bir şeydir?
Alaycı kimse cebinden rastgele bir kâğıt parçası çıkartarak fakire gösterdi:
İşte böyle bir senet. Burada günahlarımızın affedildiği yazılıdır.
Fakir, buna kanıp ağlıyarak geri döndü. Yolda karşılaştığı kimselere de niçin geri döndüğünü anlattı.
Herkes hâline gülüp geçti.
Fakir, uzun yolculuktan sonra Kâ'be-i şerîfe varıp, ağlıyarak hâlini bildirdi:
Ey âlemlerin Rabbi olan Al-lahım! Sen herşeye Kadirsin. Diğer hacılara Cehennemden azâd
edildiklerine dâir berât vermişsin! Benim berâtım verilmedi. Yâ Rabbî beni bundan mahrum etme!
Bu şekilde sel gibi akan gözyaşı ile yalvardı. Sonunda bitkin hâle düşüp, kendinden geçti.
Sonra bir kişi gelip dedi ki:Kaldır başını, ey Allanın temiz kalbli kulu. Al şu berâtını da arkadaşlarına
yetiş!
Fakir berâtını aldığı gibi sevinçle koşarak yola koyuldu. Allahü teâlânm izniyle, kısa zamanda
arkadaşlarına yetişti. Komşusu yine alaylı bir şekilde sordu:
Berâtını aldın mı?
Evet aldım.
Ver bakalım bir görelim.
Al! Benimkini de seninkini yanına koy, bir zarar gelmesin Ben Ölünce, kabrime koyarsın!
Komşusu, berâtı görünce, şa'şırıp kaldı. Berât hiç dünya kâğıtlarına benzemiyordu. Dünya misklerine
benzemiyen bir de kokusu vardı. Kokusundan mest olup kendinden geçerek atından aşağıya düştü.
Kendine geldiğinde şöyle söyleniyordu:
Çok yazık bana! Bütün ömrümü boşuna geçirmişim! Şu küçümsediğim, fakir komşumun tevekkülü
ben de yokmuş. Keşke bende onun gibi Allahü Teâlâya sâdık kul olup onun kavuştuğu derecelere
kavuşabilseydim
ŞEYTANLA SAVAŞ
Horasan’da bir genç vardı. Gönlü ilim aşkıyla mum gibi yanıyordu. Iraka gitmiş, ilim peşinde bir hayli
koştuktan ve bir çok şey öğrendikten sonra memleketine dönmek üzere hazırlanmıştı. Adeta sevincinden
köpürüp taşıyor, kendisini bir kelebek kadar nazlı görüyordu. Tam bu ana ariflerden biri ile karşılaştı. Gönlü
yüce arif onu denemek için:
-Evladım, dedi. Horasan’da şeytan var mı?
Gen atıldı:
-A efendi, onun olmadığı yer mi var?
-Orada şeytanla nasıl savaşırlar?
-Ona karşı gelmekle!
-Ya tekrar gelirse?
-Yine ona karışı gelirler.
-Tuhaf şey!
-Neden tuhaf olsun?
-Bütün ömrümüz şeytanla didişerek mi geçecek?
Genç adamın aklı allak bullak oldu:
-O halde ne yapmalı? dedi.
Yüce arif söyle buyurdu:
-Yolda azgın bir çoban köpeğine rast gelirsen sana dişlerini gösteren köpeği kovmakla uğraşmak
kar etmez. Köpekten kurtulmanın en kestirme çaresi sahibini çağırmaktır. Çünkü sahibi ona hemen söz
dinletir ve seni korur.
Şeytanla savaşmanın yolu da budur, yani Allah’a yönelmektir.
MELEKLERİN DUÂSI
Arş'ı yüklenen ve bir de onun çevresinde bulunanlar (melekler), Rablerini hamd ile tesbih ederler,
O'na iman ederler.
Müminlerin de bağışlanmasını isterler: Ey Rabbimiz! Senin rahmet ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. O halde
tevbe eden ve senin yoluna gidenleri bağışla, onları cehennem azabından koru! (derler).
Rabbimiz! Onları da, onların atalarından, zevcelerinden, nesillerinden iyi olanları da kendilerine
vâdettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz azîz ve hakîm olan sensin!
Mümin Suresi 7-8-9
İMTİHAN
Geçmişin herkesin saygısını kazanmış derin hocalarından biri, yıllarca ders verdiği bir öğrencesini
birgün karşısına aldı ve şöyle dedi:
- Sen artık yılların tahsil ve terbiyesi sonucu belirli bir düzeye geldin Gerekli bilgileri nazari olarak
kavradın Ama bu öğrendiklerinden sonuç çıkaracak yorum yapacak, gerektiğinde bunlardan
yararlanacak hâle geldin mi bunu öğrenmek için sana bir soru soracağım Doğru cevap verdiğin takdirde
sana icazet (diploma) vereceğim Öğrenci:
- Peki hocam, sorunuzu sorun, bilirsem beni serbest bırakın, ben de zaten bunu istiyorum, dedi.
Hoca sorusunu şöyle yöneltti:
- Diyelim ben seni serbest bıraktım, ilk önce bir sıla-i rahim (yakın akraba ziyareti) yaparsın
Memleketine giderken elbette köylerden yaylalardan geçeceksin Yolun üstünde davar sürülerine, çoban
köpeklerine rastlayacaksın Varsayalım ki böyle bir yerde beş altı tane köpek birden sana saldırdı Nasıl
kurtulursun?
Öğrenci cevap verdi:
- Elimdeki sopa ile karşı koyarım
- Sopa ile beş altı köpekle baş edemezsin
- Köpekleri taşa tutarım
- Yine kurtulamazsın
- Silahımı çeker öldürürüm
- O zaman köpek sahipleri seni oradan sağ salim bırakmazlar Öldürmeseler bile iyice döverler,
pestilini çıkarırlar ve köpeklerin parasını da tazmin ettirirler
Öğrenci pes etti:
- Hocam bilemeyeceğim Anlaşılıyor ki bir süre daha sizden feyz almam gerekecek Fakat nasıl
kurtulabileceğimi siz söyler misiniz?
Hoca açıkladı:
- Dağda, bayırda, yaylada nerede olursa olsun böyle birkaç köpeğin birden saldırısına uğrayınca
ilk yapılacak şey köpeklerin sahiplerine veya köpekler kimin denetiminde ise ona haber vermektir Çünkü
köpekler daima sahiplerine yakın yerlerde bulunurlar ve sahiplerinin bir sözüyle, bir ıslığıyla saldırıdan
vazgeçerler
ŞAHANE BİR HİKAYE
Ben,40 yıllık bir kanser uzmanı olarak maddeyi aşan sayısız olayla karşılaştım ve bunları, o olaya
şahit olanlara birlikte belgeleyerek özel bir arşiv yaptım.Bunlardan 1976 yılında yaşanmış bir olayı size
nakletmek istiyorum:
Kanser hastanesinde başhekimken Serap adında genç bir hanım hastam vardı.Bu hastam
göğüs kanserine yakalanmış ve tedavi için yurt dışına gitmek istemesine rağmen,bazı formaliteler
sebebiyle o imkanı bulamamıştı.
Serap’ı özel bir ilgiyle bizzat ben tedavi altına aldım.Ve kısa bir süre sonra da
ALLAH(C.C)’ın izniyle iyileştiğini gördüm.Ancak Serap’ın da bütün diğer kanserliler gibi ilk 5
yıllık süreyi çok dikkatli geçirmesi gerekiyordu.
Bir iş kadını olan Serap,4 yıl kadar sonra 1 ihale için İzmir’e gitmek istedi.Kış aylarında
olduğumuz için uçakla gitmesi şartıyla kabul ettim.Maalesef bilet bulamamış ve benden habersiz
bindiği otobüsün kaza geçirmesi üzerine 6 saat kadar mahsur kalmıştı.Dönüşünden kısa bir süre
sonra kanser,kemik ve akciğerine yayıldı.Serap bacak kemiklerindeki metasaz nedeniyle
yürüyemez hale gelirken,hastalığın akciğerdeki tezahuru sebebiyle de devamlı olarak oksijen cihazı
kullanıyordu.Ve söylediği her kelimeden sonra ağzını o cihaza yapıştırarak nefes almak zorunda
kalıyordu.Evine gittiğim gün,yine güçlükle konuşarak:
“-Doktor Bey,”dedi.”Ben size dargınım.”
“Niçin?” diye sordum.
“Siz..dindar bir insanmışsınız.Niçin bana da,ALLAH(C.C’ı),ölümü ve ahireti anlatmıyorsunuz?”
Dini inançlarının çok zayıf olduğunu bildiğim için bu teklif karşısında oldukça şaşırdım.Onu
üzmemeye çalışarak:
“Doktora ulaşmak kolaydır” dedim.“Parayı bastırdın mı istediğine tedavi olursun.
Ancak iman tedavisi için gönülden istek duymalısın...”
Konuşmaya mecali olmadığından “Ben o isteği duyuyorum” manasında başını salladı.Artık
ümitsiz bir tıbbi tedavinin yanısıra,ebedi hayatın ve saadetin reçetesi olan iman derslerimiz başlamış
ve son günlerini yaşayan Serap için bu dersler “hızlandırmalı öğretime” dönmüştü.Anlattığım
iman hakikatlarını bütün ruhuyla meczediyor ve arada bir soru soruyordu.
Vefatına bir hafta kala:
“Doktor Bey,” dedi.“Ben ölürken ne söylemeliyim?”
“-Senin durumun çok özel.” Dedim. “Kelime-i Şahadet sana uzun gelir.O anı farkedince
“ Muhammed” (s.a.v) sana yeter.”
O,haliyle tebessüm ederek yine başını salladı.Çok ıstırabı olduğu için Serap’a sürekli morfin yapıyor
ve Onu uyutmaya çalışıyorduk. Ben,bir iş seyahati sebebiyle bir müddet ziyaretine gidemedim.
Dönüşümde annesi telefon ederek:
“-Serap,bir haftadır morfin yaptırmıyor.” Dedi.“Sabahlara kadar inliyor ve çok ıstırap çekiyor.”
Hemen eve gittim ve iğne yaptırmamasının sebebini sordum.Aldığım cevabı hala unutamıyor ve
hatırladıkça ürperiyorum:
“-Ya morfinin tesiriyle ölüme uykuda yakalanır ve son nefeste “Muhammed” diyemezsem?
İşte Serap,böyle bir hanımdı.Bu arada benden istihareye yatmamı ve eğer birkaç gün daha ömrü varsa,
son günü uyanık kalacak şekilde morfin yaptırılmasını rica etti.Ben hiç adetim olmadığı halde Cuma
gününe rastlayan o gece istihareye yattım ve Serap’ın acizliği hürmetine olacak ki Salı gününe kadar
yaşayacağına dair işareti sezdim.Ertesi gün Ona:
“-Hiç korkma!” dedim. “İğneyi vurdurabilirsin”
Ve Serap bir veda niteliği taşıyan bu son görüşmemizde son sorusunu da sordu:
“-Doktor bey...Azrail bana nasıl görünecek?”
“-Kızım ...” dedim.“O bir melek değil mi?Hiç merak etme,sana yakışıklı bir prens gibi gelecektir.”
Salı günü Serap’ın ağırlaştığı haberini alınca hemen evine gittim.Ancak vefatına yetişememiştim.
Ailesi tam manasıyla perişandı.Sadece kendisine uzun müddet bakan dindar bir hanım akrabası
ayaktaydı ve beni görünce yanıma gelerek:
“-Doktor bey,biliyor musunuz,bu evde biraz önce bir mucize yaşandı!” dedi ve devam etti:
“-Serap,bir saat kadar önce oksijen cihazını attı ve “yataktan kalkması imkansız” denmesine
rağmen kalkarak abdest aldı.İki rekat namaz kıldı.
Bütün ev halkı hayretten donup kıldık.Ve Kelime-i Şahadet getirerek vefat etmeden biraz önce de:
“-Doktor Bey’e söyleyin,” dedi.“Azrail,Onun söylediğinden de güzelmiş!!!”
Onk. Dr. Haluk Nurbaki
ALLAHI GÖRECEKMİYİZ
Allah`ı görmeyi ne çok istediğinizi biliyorum.
Büyüklerinize, kim bilir kaç defa:
- Allah`ı niçin göremiyoruz? diye sormuşsunuzdur.
Tıpkı balıklar gibi.Hani onlar da birbirine:
- Deniz diye bir şey varmış. Gidip,bizde görsek,derlermiş.
Allah, her zaman yanı başımızda; hatta kendinin de buyurduğu gibi, “Bize boyun damarımızdan
daha yakın!” Ama yine de biz onu göremiyoruz. Zaten göreceğimizde yok; çünkü bu gözlerimiz, Allah`ı
görecek şekilde yaratılmamış.
- Ya ahirette ? Orada da Allah`ı göremeyecek miyiz? diye sorarsanız, bu önemli sorunun cevabını
peygamber efendimizden alalım,derim.
Aynen sizin gibi, Peygamber Efendimizin arkadaşları da bu konuyu pek merak etmişler ve ona:
- Ey Allah'ın Elçisi! Biz, ahirette Rabbimizi görecek miyiz? diye sormuşlar.
Peygamber efendimiz de şunları söylemiş:
- Evet,göreceksiniz. Bir öğle vakti, açık bir havada, gök yüzünde hiçbir bulut yokken, güneşi
görebilmek için birbirinizi hiç itip kakar mısınız? Ayın on dördüncü gecesinde, açık ve bulutsuz gökyüzünde
ayı görebilmek için zorluk çeker misiniz?
Peygamberimizin arkadaşları bu soruya:
- Hayır,yâ Rasûlallah,diye cevap vermişler.
O zaman Peygamber efendimiz:
- Ayı ve güneşi görmek için zorluk çekmiyorsanız,ahiret günü, Allah Teâlâ yı görmek için de hiçbir
sıkıntı çekmeyeceksiniz, buyurmuş.
Bir başka gün de peygamberimiz şunları anlatmıştır:
Cennetlikler, cennete girince, Allah Teâlâ onlara:
- Size daha fazla şeyler vermemi ister mi siniz?diye soracak.
Onlar da:
- Rabbimiz!Sen bizim yüzümüzü ak ettin. Bizi cennete koyup cehennemden kurtardın. Senden daha
fazla ne isteyebiliriz? diyecekler.
O zaman Allah Teâlâ ,kendiyle kulları arasındaki engeli kaldıracak. Cennetlikler, Allah Teâlâ ya doya
doya bakmaktan daha üstün ve daha güzel bir şey olmadığını anlayacaklar.
Prof. Dr. Mehmet Yaşar KANDEMİR
Ahırete İnanıyorum
MÜJDE! MÜJDE!
Bir gün Peygamberimiz, Hazret-i Aişe annemizle konuşurken şöyle buyurdu:
- Allah'a kavuşmayı ve onu görmeyi kim isterse, Allah Teâlâ da o kulunu görmekten memnun olur.
Kim Allah'a kavuşmayı istemezse, Allah da onunla görüşmekten hoşlanmaz.
Peygamberimiz'in sözlerini zevkle dinleyen Aişe annemiz:
- İyi ama, ey Allah'ın sevgili elçisi! Bizler ölümü hiç sevmeyiz, dedi.
Peygamber Efendimiz:
- Hayır, hayır, diye açıkladı. Ölüm hiç de sizin bildiğiniz gibi değil. Bakın anlatayım:
Allah'ı seven ve O'na inanan bir kimse öleceği zaman, melekler onun yanına gelirler. Allah'ın onu ne
çok sevdiğini, ona vermek için ne güzel nimetler hazırladığını müjdelerler.O zaman bu mutlu insan, bir an
önce dünyadan ayrılmayı ve Allah'a kavuşmayı ister. Allah Teâlâ da o kuluna kavuşmayı arzu buyurur.
Ama Allah'a inanmayan adam böyle değildir. O zavallı, öleceği zaman, ahirette başına gelecek
felâketler kendine söylenir. Bunları duyunca çok üzülür ve ölümden nefret eder. Allah'a kavuşmayı hiç mi
hiç istemez. Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz.
Demek ki, sevgili çocuklar, iyi kimseler için ölüm, korkulacak bir şey değildir. Allah'a şükür biz
Müslüman’ız. Allah'ı seviyor ve O'na inanıyoruz. Öyleyse, bizim de dünyadan ayrılma, ahiret hayatına
başlama zamanımız gelince melekler etrafımızı alacaklar; bize Allah'ın selâmını getirecekler; cennetteki
yerimizi gösterecekler. Sonrada: «Haydi, buyur.gidelim!» diyecekler. O zaman biz, yüzümüzde tatlı bir
tebessümle cennete doğru uçup gideceğiz.
Biz ölümden korkmayız.
Ölümden kötüler korksun.
Prof. Dr. M. Yaşar KANDEMİR
(Ahirete İnanıyorum, İstanbul, 1983, s. 9-10.)
BEŞYÜZ YILLIK AMEL
Allahü Teâlânın kullarından biri vardı. Eni boyu otuz arşın olan küçük bir adada otururdu. Bu kimse
beş yüz sene bu adada Allah’a ibâdet etti. Allahü Teâlâ, kendisine parmak kalınlığında kaynayan tatlı bir
su ile her gün bir meyve veren bir nar ağacı verdi. Her gün bu su ile ab-destini alır, susadığında içer, karnı
acıktığında o bir narı yer karnını doyururdu. Bütün zamanını ibâdet ile geçiriyordu.
Bu kimse Allahü teâlâdan, ruhunu secde eder vaziyette iken almasını istedi. Ve âhır ete kadar bu
şekilde kalmasını diledi. Dileği yerine getirildi. Sonra Allahü Teâlâ, ahirette:
Kulumu rahmetimle Cennete koyunuz, buyurdu.
O kimse buna itirâz edip:
Ben yaptığım amellerin karşılığı olarak Cennete girmek istiyorum, dedi.
Bunun üzerine, Allahü teâlâ, meleklere emir verdi. Yapmış olduğu amellerin hesabının yapılmasını
istedi. Yapılan hesapta yapmış olduğu beş yüz yıllık ibâdetin sevabı sadece göz nimetinin şükrü bile
olmadığı görüldü. Yanî göz nimeti, kulun yaptığı beşyüz yıllık ibâdetten daha ağır geldi. Bunun üzerine
Allahü teâlâ, bu kimsenin Cehenneme atılmasını emretti. O kimse hatâsını anladı. Allahü teâlâya yalvarıp,
rahmeti ile muamele yapmasını istedi. Allahü teâlâ da kendisine acıyıp, rahmeti ile muamele ederek, onu
Cennetine koydu.
ÇÖLDEN ODUN TOPLAMA
Resul-i Ekrem (s.a.a) ashabla yolculuklarından birinde, boş ve otsuz bir yerde indiler. Odun ve ateşe
ihtiyaçları oldu. “Yakılacak bir şey toplayınız” buyurdu. “Ya Rasulullah’ın, bakınız, bu yer ne kadar boş, hiç
bir odun görülmüyor” dediler. “Buna rağmen herkes mümkün mertebe bir miktar toplayabilir” dedi.
Ashab sahraya dağıldı. Dikkatle yere bakıyorlardı. Eğer yere düşmüş, küçük bir dal parçası
gördülerse, hemen alıyorlardı. Herkes parça parça toplayabildikleri şeyleri getirdi. Sonra hepsi, topladıkları
şeyleri bir araya döktüler ve böylece çok miktarda odun parçacıkları toplandı.
Bu sırada Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu: Küçük günahlar, da bu küçük odunlar gibidir. Başlangıçta
göze batmaz. Fakat her şeyi arayan ve takibeden vardır. Aradınız takip ettiniz, bu kadar odun toplandı.
Günahlarınız da böyle toplanıp sayılır ve bir gün görürsünüz ki göze batmayan o küçük günahlardan,
büyük bir yığın meydana gelmiştir!
ÖNEMLİ BİR UYARI
Ahiretle ilgili kavramları sakın bu dünyadakilerle ölçmeye kalkışmayın. Ahiret alemi başka bir
alemdir. Ahirette olan şeylerin dünyada ancak adları vardır. Oradaki vücutlar, o aleme layık bir vücuttur. “
İsrafil, Sûr’a üfürecek, insanların amelleri tartılacak, herkesin defteri ortaya çıkacak; Sırat köprüsünden
geçilecek; Cennette şöyle nimetler var...” dediğimiz zaman hatırımıza dünyada bildiğimiz bir boru, bir
terazi, bir köprü, kağıttan bir defter gelmesin! O aleme ait bulunanların hepsi o alem cinsinden, sonsuz
aleme layık şeylerdir. Onların hakikatini, nasıl olduklarını Allah’tan başka kimse bilmez. Cennet meyveleri,
Cehennem ateşi de böyledir. Onlar bizim bildiğimiz, gördüğümüz şeyler değildir. Biz bunların asıllarına
iman eder ve hakikatini Allah’a bırakırız. İşte bu nokta önemlidir.
CENNETE GİRECEKMİYİM?
Saadet asrında bir gün, bir ihtiyar kadıncağız Nebiyyi Ahir zamanın mukaddes huzuruna geldi:
-Ey Allah’ın Sevgili Rasulü, dedi. Cennete girecek miyim?
Allah Rasulünün yüzünde hayal üstü bir gülümseyiş:
-İhtiyar cennete giremez! buyurdu.
Kadın gri döndü, gözlerinden iplik iplik yaşlar akmaya başladı. Gönlü hüzün ve kederle doldu.
Allah’ın Sevgili Peygamberi, öyle tatlı, öyle içten güldüler ki, mübarek dişleri inci taneleri gibi parıltılar
saçtı ve kadına haber gönderdiler.
-Cennete yaşlı girmeyecek, genç olarak girecektir.
Kadın bu defa da saadetinden uçacak gibi oldu.
İPİN HESABI
Bir zengin ölümüne yakın, oğullarına:
- Evlatlarım ben münker ve nekirin hesap sormasından çok korkuyorum, bin altın bile olsa mutlaka
bir adam bulun bana kabirde ilk gün arkadaşlık yapsın... diye tekrar tekrar vasiyet ediyor. Emr-i Hak, vaki
olup zengin adam vefat edince oğulları babalarının vasiyetini yerine getirmek için böyle bir kişi aramaya
başlıyorlar. Buna kimse yanaşmıyor. Nihayet bir hamal:
"- Ne olacak sanki, fakir bir adamım, zaten ölümden beter bir sıkıntı ve yoksulluk içinde yaşıyorum."
diyerek bin altına bu teklifi kabul eder. Cenaze yerleştirildikten sonra ona da bir yer ayırır bir de mezardan
dışarı çıkarılan boru ile yeteri kadar bir hava deliği bırakırlar. Hamal endişe ile beklerken sonra karanlık ve
sıkıntıya alışır vakit epey ilerleyince de iyice durum normale döner ve uykuya dalar. Rüyasında yine
cenaze ile beraber kabirdedir. Soru melekleri gelmiştir. Melekler bakar ki, bir mezarda iki kişi vardır. Biri
ölmüş, fakat birisi diri.
Melekler önce hangisinden başlayalım diye tereddüt ederler. Sonra - Nasıl olsa cenaze bizim,
bakalım şunun durumu nasıl, bir yoklayalım." derler.
Adama: -"Senin işin ne diye sorarlar."
-Hamallık der.
Peki ilk hamallığa başlarken kullandığın ipi nereden buldun? derler.
Adam bir türlü cevabım veremez. Çünkü helal bir yolla kendisine geçmemiştir. Sorgulama
saatlerce sürer. Nihayet adam gürültü ile uyanır. Çünkü öbür gün sabah olmuştur.
Zengin cenazenin oğulları artık mezarı açmaktadırlar. Hamal mezardan çıktığı gibi süratle
kaçmaya başlar, öbürleri de "Nereye gidiyorsun al şu altınları diye arkasından bağırırlar.
Adam: -" Onlar lazım değil; ben daha sırtıma sardığım yükün ipinin hesabım veremedim." diyerek
kaçmasına devam eder...
Bir hikaye bile olsa, ibret verici değil mi?
NİÇİN GÜLÜMSEDİĞİMİ BİLİYOR MUSUNUZ?
“Rasûlüllah (s.a.v.) ile ashabı ile beraber bulunuyordu, bir ara gülümseyerek:
— Niçin gülümsediğimi biliyor musunuz? diye sordular. Bizler, ‘hayır’ deyince, Resûl-i Ekrem Efendimiz
buyurdular ki:
— Kulun, Rabb’ine karşı kendisini müdâfaasından ve Allah ile aralarında geçen (şu) konuşmadan
ötürü gülümsüyorum.
Kul der ki:
— Sen, dünyada beni zulümden korumadın mı?
Allah Teâlâ:
— Evet, buyurur. Kul:
— O halde ben de yabancı şâhidi kabul etmiyorum. Bana, benden şâhit istiyorum, deyince Allah
Teâlâ:
— Peki, senin hesâbını kendi a‘zâların görsün ve Kirâmen Kâtibîn de şâhit olsun, buyurur ve dili
susturularak, a‘zâlarına, ‘Konuşun’ denir. A‘zâlar da teker teker yaptıklarını haber verirler. Sonra dili açılır.
Adam a‘zâlarına, ‘Başımdan def‘olun, ben sizi korumak için uğraşıyorum, siz ise yaptıklarınızı söylüyorsunuz’
der.”
GERÇEK GÜN YÜZÜNE ÇIKINCA
Zülkarneyn Aleyhisselam ordusuyla gece yolda giderken ordusuna “ayağınıza takılan şeyleri
toplayın” diye emir verir. Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:
-“Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık
mı yapacağız. Hiçbir şey toplamayalım” diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.
İkinci grup ise;
-“ Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordun
komutanına itaat etmek gerekir.” diyerek az bir şey topluyorlar.
Üçüncü grup ise;
-“Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete mebnidir”
diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.
Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına
değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca:
Hiç almayan birinci grup;
-Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bari alsaydık”
diyerek pişman oluyorlar.
Az alan ikinci grup ise;
-“Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık” diye
sitem ediyorlar kendilerine.
Çok alan üçüncü grup ise:
“Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi
doldursaydık, daha fazla alsaydık” diyerek, fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.
İşte bu misalde olduğu gibi, Ahirette bütün insanlarda bunun gibi ağıtlarda bulunacak.
Kafir olan;
- “Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da hiç olmasa Cehenneme girdikten sonra iman
etmemiz sonucunda Cennete girseydik,ebedi cehennemden kurtulsaydık,”
Mü’min, fakat az sevabı olan;
-“Keşke biraz daha sevap işleseydim de, biraz daha ikrama mazhar olsaydım.”
Mü’min,çok sevabı olan ise;
-“Ah ne olaydı da Makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha
fazla sadaka verseydim,oruç tutsaydım, biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım...” diyeceklerdir.
Rabbim bu misallerden ders alıp, Ahirette pişman olmayacağımız ameller işlemeyi nasip eylesin....
ALLAHIN RAHMETİNDEN ÜMİT KESİLMEZ
Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:
"Sizden önce yaşayanlar arasında doksan dokuz kişiyi öldüren bir adam vardı. Bir ara yeryüzünün en
bilgin kişisini sordu. Kendisine bir rahip tarif edildi. Ona kadar gidip, doksan dokuz kişi öldürdüğünü, kendisi
için bir tevbe imkânının olup olmadığını sordu. Rahip: "Hayır yoktur!" dedi. Herif onu da öldürüp cinayetini
yüze tamamladı.
Adamcağız, yeryüzünün en bilginini sormaya devam etti. Kendisine âlim bir kişi tarif edildi. Ona gelip,
yüz kişi öldürdüğünü, kendisi için bir tevbe imkânı olup olmadığını sordu. Âlim: "Evet, vardır, seninle tevben
arasına kim perde olabilir?" dedi. Ve ilâve etti:
" Ancak, falan memlekete gitmelisin. Zîra orada Allah'a ibadet eden kimseler var. Sen de onlarla
Allah ibadet edeceksin ve bir daha kendi memleketine dönmeyeceksin. Zira orası kötü bir yer. "
Adam yola çıktı. Giderken yarı yola varır varmaz ölüm meleği gelip ruhunu kabzetti. Rahmet ve
azab melekleri onun hakkında ihtilâfa düştüler. Rahmet melekleri: "Bu adam tevbekâr olarak geldi. Kalben
Allah yönelmişti" dediler. Azab melekleri de: "Bu adam hiçbir hayır işlemedi" dediler.
Onlar böyle çekişirken insan suretinde bir başka melek, yanlarına geldi. Melekler onu aralarında
hakem yaptılar. Hakem onlara: "Onun çıktığı yerle, gitmekte olduğu yer arasını ölçün, hangi tarafa daha
yakınsa ona teslim edin" dedi. Ölçtüler, gördüler ki, gitmeyi arzu ettiği (iyiler diyarına) bir karış daha yakın.
Onu hemen rahmet melekleri aldılar."
YA VARSA!
Bir gün Hz. Ali Efendimiz, namaz kılmış giderken müşriklerden biriyle karşılaşır. Müşrik Hz. Ali Efendimize
şöyle der:
“ Ya Ali! Şu sizin halinize bakıyorum da düşünüyorum. Ahiret var, insan bu dünyada yaptıklarından
bir bir hesab verecek diye, namaz kılıyorsunuz, oruç tutuyorsunuz; Cennet var, Cehennem var
diyorsunuz... Ben bunların hiç birine inanmıyorum. Hem aramızda ne fark var, sen de yaşıyorsun, ben de
yaşıyorum. Sizin bu kadar çabanız nedir? Her gün vaktinde namaz kılacağım, oruç tutacağım diye bu
kadar çaba niye?
Hz. Ali Efendimiz bütün bunları vakar ve sükunetle dinledikten sonra şu cevabı verir:
“ Ey koca kafir! Farzet ki, öldükten sonra dirilmek yok.( Var ya ) Bizim imanımız var. Farzet ki senin
dediğin gibi dirilmek yok. Senin dediğin çıkarsa, o zaman ben bu yaptıklarımdan ne kaybederim. Namaz
kılıyorum, dinimin emrini yerine getiriyorum, oruç tutuyorum. Bunlar benim kulluk vazifemdir. Bundan
dünyada hiçbir zarar görmüyorum. Ahirette bir zararım olur mu, ne dersin?... Adam biraz düşündükten
sonra, olmaz, dedi.
Oruç tutuyorum. Burada senin gözünde bir zarar görüyor musun? Hayır der. Zekat veriyorum, hem
dinimin emrini yerine getiriyorum, hem de fakir, muhtaç insanlara yardım etmiş oluyorum. Bundan benim
kaybım olur mu? Ne dersin? Kafir hayır, olmaz, der.
Ya ahiret varsa! Burada yaptıklarından hesab varsa, imandan, namazdan, oruçtan, zekattan
haktan, hukuktan, insan yaptığı işlediği her davranıştan hesaba çekilirse, ya bütün bunlar varsa! Ki var. O
zaman ey koca kafir, o zaman senin halin nice olur?
Ömrünü puta tapmakla geçiren ihtiyar müşrik, uzun uzun, derin derin düşünmeye başlar... Ve Hz.
Ali’nin önüne diz çökerek:
Ya Ali! Evet varsa der! Sizin dediğiniz gibiyse!...
Öldükten sonra yeniden dirilir, Allahın huzuruna çıkarsam o vakit benim halim nice olur? der ve
derhal iman eder.
YOLDAN BAŞTAN ÇIKMAMAK
Yoldan ve baştan çıkmamak için W. Foerster'in şu kısa ve gerçek hikâyesini dinleyip dinletmekte
fayda var:
"Vaktiyle bir adam krala gidip yoldan çıkmaya nasıl karşı koyacağını sordu. Kral ona ağzına kadar
zeytinyağıyla dolu bir fıçı verdi, bu fıçıyı şehrin bir kapısından öteki kapısına kadar bir damla yağ
dökmeden taşımasını emrederken, şöyle demeyi de ihmâl etmedi:
"- Eğer tek bir damla dökersen başın kesilecek."
Adamın yanına yalın kılıç iki gözcü verildi, bunlar bir damla yağ dökülür dökülmez kellesini
uçuruvereceklerdi.
Bir pazar günüydü, şehrin her yanı satıcı tezgâhlarıyla, insanlara doluydu, adam fıçıyı taşıyarak
yürüdü. Hem de ne dikkatle. Bir damla yağ dökülmedi.
Geriye döndükleri zaman kral;
"- Peki, şehirde ne var ne yok?" diye sordu. .
"- Kimleri gördün?"
"- Hiç bir şey görmedim, efendim. Aklım fikrim yağdaydı."
"- Şimdi yoldan çıkmamanın çaresini buldun işte. Allah'a da, fıçıdaki yağa baktığın gibi, dikkatle
bakarsan hiç bir şey seni baştan ve yoldan çıkarmaz." .
ÇAKMAK
Trende yan yana oturduğumuz adam. Karşımızdaki delikanlıya nutuk çekiyor ve
Sigara efkâr dağıtır, diyordu. Yak bi tane.
Çocuk, adamın kendisine uzattığı sigarayı kibarca reddederek
Sağ olun, diye cevap verdi. Kullanmıyorum.
Amma yaptın ha, dedi adam. Yoksa annen mi kızar?
Bu lâflar, çevremizdeki yolcuların gülüşmelerine yol açmış. benimse fena halde canımı sıkmıştı.
Uyumak niyetiyle kapattığım gözlerimi aralayarak delikanlıya baktım. 20-22 yaşlarında olmalıydı. Son
derece temiz bir ifadeye sahip olan yüzü adamın söylediklerinden sonra hafifçe kızarmıştı.
Adam: - Herhalde sen aslan sütü de kullanmazsın, diye devam etti. Kullanmazsın değil mi? Delikanlı,
onun içkiden bahsettiğini anlamıştı. Bu sefer susmayıp İçki haramdır, dedi. Elbette kullanmıyorum.
Konuşmaları, benim olduğu kadar, ayakta seyahat eden yolcuların da dikkatini çekmiş olmalıydı. Herkes
kulak kesilmiş, onları dinliyordu.
Adam - Peki, dedi. Ya Milli piyangoya ne dersin? Hani şu televizyonda reklâmları olan.
O da aynı şey, dedi delikanlı. Yâni o da bütün kumarlar gibi haram.
Adam, alaycı bir ifadeyle
Amma tutucu bir insansın be kardeşim, dedi. O haram, bu haram. Milli Piyangonun Milli Takımdan ne
farkı var ki?
Çocuk yine susmayı tercih etti. Ancak sıkıldığı her halinden belli oluyordu. Adam ise, aklı sıra onu
köşeye kıstırmış ve perişan etmişti. Bir kahraman edasıyla, sigarasının dumanını çocuğa doğru üflerken.
Cehennem korkusundan dünyanın bütün zevklerinden mahrum kalıyorsunuz, dedi. İş mi sizin
yaptığınız ?
Dayandığım yerden doğrularak adama baktım. Bu sefer bana dönerek,
Ne dersin dostum dedi. Haklı değil miyim? Hepimiz az çok yanmayacak mıyız? Üstelik hep beraber
olduktan sonra, ne var korkacak? Sinirlerim iyice tepeme çıktı.
Gerçekten cesur bir insanmışsınız, dedim. Sahi yanmaktan korkmuyor musunuz?
Korktuğumu söyleyemem, dedi. Elle gelen düğün bayram değil mi?
Böyle diyerek koltuğuna biraz daha gömüldü ve cam kenarındaki sigarasına doğru uzandı.
Paketin yanında duran çakmağı ondan önce alarak ateşledim ve,
Buyurun, dedim. Yakın. Paketten büyük bir pozla çıkarttığı sigarasını, çakmaktan âdeta fışkıran aleve
doğru uzatırken,
Hayır, dedim, sigaranızı değil, parmağınızı uzatın.
Anlayamadım, dedi. Neden parmağımı uzatacakmışım?
Cehennemde yanmaktan korkmadığınızı, bundan daha iyi nasıl gösterebilirsiniz, dedim. Doğrusu
hepimiz merak ettik.
Adam ne diyeceğini şaşırmış ve bir saattir işleyen çenesi, âdeta tutulmuştu. Yerinde bir müddet
kıvrandıktan sonra.
İneceğim istasyona geldim. diyerek ayağa kalktı ve kalabalığı yararak gözden kayboldu.
Çakmağın bende kaldığını adam gittikten biraz sonra farkettim. Bunu, karşımdaki delikanlı da
görmüş ve gülmeye başlamıştı.
Çakmağı ona doğru uzatırken.
Sigara içmiyorsun ama çakmak sende kalsın, dedim. Artık onu nerede kullanacağını biliyorsun.
KABUS
Çocukluğumdan beri dar mekanlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım.
İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım.
Oysa ki o dar mekanlara, şimdi ister istemez girecektim.Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir
tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların sesini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına
rağmen, her nasılsa onları duyabiliyordum.
-Genç yaşta öldü zavallı, diyorlardı. Halbuki yapacak ne kadar çok iş vardı. Gerçektende bir çok
işim yarım kalmıştı. Mesela oğluma iyi bir iş yeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz
bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak artık hayal olmuştu. Üstelik kış çok
yaklaştığı halde odun-kömür işini halledememiş ve çatını akan yerlerini aktaramamıştım.Yarıda kalan işimi
arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses beynimin en
ücra köşelerinde yankılanıyor ve:
“Geçti artık geçti,” diyordu.İçimden “Keşke geçmemiş olsaydı” diyordum. Nereden başıma
gelmişti o kaza bilmem ki? Halbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım. Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken,
dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapılarını örtmeye çalıştıklarını fark ettim.
Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne
de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından
sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:
-Aman Allah’ım, dedim. Ne olacak şimdi halim? Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada
omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştı. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli
oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu.Cenaze namazı için camiye gidiyor
olmalıydık.
Cami deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün 5 defa davet edilmeme
rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi 50 yaşına gelince namaza
başlayacak ve herkesin şikayet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet evet, şu kaza olmasaydı,
ileride ne iyi insan olacaktım.Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:
-“Geçti artık geçti.” diye tekrarladı. “Bitti artık.”Biraz sonra namazım kılınmış ve omuzlara
kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız
arkadaşların neşeli kahkahalarını işitiyor ve “herhalde ölüm haberini duymamış olacaklar” diye
düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu
tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabutumdaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer
ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı
piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu
taşıyan diğer biri ise yanındakinin kulağına fısıldayarak:
Rahmetlinin tersliği öldüğü günden belli, diyordu. Sırılsıklam olduk birader...! Duyduklarım herhalde
yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için feda ettiğim dostlarım değil miydi? Yolculuğum bir
müddet sonra bitmiş ve yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni
dibinde su toplanmış olan çukura doğru indirdi. Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım.
Aman Allah’ım, bu kabir değil miydi? O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim?
Sessiz feryatlarımı kimselere duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar
zifiri karanlıkta kalmış ve bütün acizliğimle dua etmeye başlamıştım.
- Yarabbi, diyordum. Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım. Ve kabrimi, Cennet
bahçelerinden bir bahçeye çevireyim? Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak: “Geçti artık
geçti,” diye tekrarladı. “Her şey bitti artık.” Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses
gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu.
- Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat
korkunç bir kabus görüyordum. Bitişik dairede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:
“Geçti artık geçti,” diye bağırıp duruyordu. “Geçti bak hiçbir şeyi kalmadı.” Yattığım yerden
yavaşca doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki 20 kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak halinde
yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu.Etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında
kendimi toplarlamaya çalışırken:
Yarabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun, diyordum. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha
vermeseydin!...
(Cüneyt SUAVİ'nin Hayatın İçinden Adlı Kitabından)
ANNESİNİ DARILTAN ALKAME
Son dakikalarını yaşayan bir hastanın (şehadet) getirememesini kötü manaya yoran bir kadın,
Rasulullâh Aleyhissalatü Vesselam'a müracaat ederek:
"Kocam son anlarını yaşayan bir hastadır. Bir müddetten beri yanında şehadet getiriyorum, dili
durduğu için o, bu şehadet kelimesini söyleyemiyor. Kelime-i Şehadet'i getiremeden ölür diye korkuyorum;
buna bir çare bul ya Rasulallah, dilinin tutulması sona ersin de Kelime-i Şehadet'i getirsin" dedi.
Rasulullah Efendimiz bu hastanın sıhhatli zamanındaki hareketlerini, hayatını sordu:
Kocanın yaşadığı hayat nasıldı? Müslümanlığı sadece iddia halinde mi idi, yoksa inandığının
icaplarını yerine getirir, İslam'ı fiilen yaşar mı idi?" Kadın:
- Ya Rasulallah, dedi. Kocamın Müslümanlığı öyle iddiadan ibaret bir Müslümanlık değildi.
İnandığının icaplarını tamamen yerine getirir, İslam'ın emirlerini nefsinde eksiksiz olarak tatbik etmeye
gayret ederdi. Dinin haram kıldığı fiillerden şiddetle kaçındığı gibi, kötü bir alışkanlığı da yoktu.
Bu sefer Rasulullâh Efendimiz:
- O halde sen git annesini çağır, dedi. Bir müddet sonra huzuru Risalet'e giren yaşlı bir kadın:
- Ben Alkama'nın annesiyim, çağırmışsınız geldim, ya Rasulallah, dedi.
Efendimiz ona sordu:
- Oğlun Alkama'dan memnun musun? Evlatlık vazifesini yerine getiriyor mu idi, yoksa sana karşı
itaatsizlikte mi bulunuyordu?
Kadın evvela biraz durakladı, halinden belli idi ki, öz evladına karşı bir kırgınlığı, küçük de olsa bir
dargınlığı vardı.
- Ya Rasulallah, dedi. Oğlum çok iyi, bana karşı itaat ve hürmette kusur etmezdi. Nedense bu saygısı
onu evlendirinceye kadar devam etti. Hele son günlerde ailesinin sözüne bakarak bana karşı tutum ve
tavrını iyice değiştirdi. Bu yüzden kalbimde oğlum Alkama'ya karşı bir kırıklık vardır.
Üzgün ve yaşlı annenin bu ifadesinden işin iç yüzünü anlayan Rasulü Ekrem Efendimiz, ashabına
odun toplayarak bir ateş yakmaları için emir verdi:
Kadın merakla sordu:
"- Ateşi ne için yaktırıyorsun ya Rasulallah?"
Efendimiz cevap verdi:
"- Oğlun Alkama'yı yakmak için."
"- Neden yakmak istiyorsun ya Rasulallah?"
"- Çünkü, karısının teşvikiyle anasını darıltıp, ailesinin haksız vesvesesi ile velinimetini küstürenleri
Cenab-ı Hak Cehennem'in şiddetli ateşinde uzun müddet yakacaktır. Sen hakkını helal etmezsen Alkama
da aynı şiddetteki azaba duçar olacağından, ben burada onu dünya ateşi ile yakayım da Cehennem'in
o şiddetli azabından kurtulsun."
Bu sözleri ile annesinin merhamet ve şefkatini harekete getirmeyi düşünen Rasulullah, nihayet kırgın
ve dargın anneden şu sözleri duyar:
"- Ya Rasulallah, ben hakkımı helal ediyorum, ciğer pare yavrumun ne dünyada, ne ahirette ateşte
yanmasına, azab çekmesine gönlüm razı değil."
Annenin oğluna hakkını helal etmesi üzerine Resul-i Ekrem Efendimiz, ashabdan Bilal-i Habeşî ve
Selman-ı Farisî ile birlikte diğer zevatı Alkama'nın yanına göndererek:
"- Gidin bakın, Alkama'nın dilindeki bağ çözüldü mü?" der.
Ziyaretçiler evin önüne geldiklerinde Alkama'nın "Eşhedü en la ilahe illallah" diyerek şehadet
getirmeye başladığını işitirler...
Son sözü şehadet kelimesi olan Alkama'nın cenazesinde bulunan Rasulullah, mezarlıkta
Müslümanları ikaz ederek, aile sözü ile ebeveynini darıltanların Kelime-i Şehadet'ten mahrum
kalabileceklerini beyan buyururlar.
ANNEYE İTAAT
Veysel Karani, aşkı Rasulullah ile yanıp tutuşmuştur. Tek emeli, biricik gayesi Rasulullah’ın mübarek
cemalini görmekti. Bu aşk ile günler gelip geçiyordu. Bir gün annesine:
- Anneciğim! Eğer müsaade edersen gidip sevgili Peygamberimizin mübarek yüzünü göreyim. Gidip
Medine'de ziyaret edeyim, dedi.
Veysel Karani'nin anası uzun uzun düşündü.
Sonra:
- Bir şartla izin veririm. Rasulullah'ı hane-i saadetlerinde (mübarek evinde) ziyaret edeceksin. Başka
yerde değil, dedi.
Aşık-ı Resul olan Veysel Karani anam izin verdi diye sevinç içinde Medine yoluna düştü.
Günlerce yolculuktan sonra Medine'ye ulaştı. Peygamberimizin evini sordu. Gösterdiler. Hane-i
Saadetin kapısını çaldı. İçeriden Hz. Aişe validemiz:
- Kim o? diye seslendi. Veysel Karani:
- Benim, ben, Veysel, Yemen'in Karan köyünden geldim. Rasulullahı ziyaret için geldim dedi. Hz. Aişe
validemiz:
Resulü Ekrem mescide gitti. Hemen oracıkta görebilirsin dedi. Veysel Karani:
- Ah! dedi. Gidemem, anamın izni buraya kadar dedi.
Hz. Aişe (R.A.) validemiz:
- Ey Allah'ın kulu! Kimsin sen? dedi. Veysel:
- Adım Veysel'dir. Yemen'in Karan Köyündenim. Çobanlık yaparım. Sevgili Efendimizi ziyaret için
buraya kadar anacığımdan izin almıştım. Demek ki görmek nasip değilmiş diyerek gerisin geriye döndü.
Rasulullah, mescidden döndüklerinde:
- Ya Aişe! Buraya Üveys (Veysel) mi geldi?
Onun beni bu dünyada görmesi nasip olmayacak. Allah onu imtihan ediyor. Annesine olan itaatının
derecesini ölçüyor, dedi.
Veysel Karani anasına geldi, olanları derin bir ah çekerek anlattı. Üzüntü ve kederinden sararıp
solmuştu. Anası:
- Üzülme oğlum, üzülme dedi. Sen beni memnun ettin ya, Allah'ta seni memnun edecek.
Sevgili Efendimizi öbür dünyada göreceksin dedi.
ÇOCUKLARI TERBİYE
Vaktiyle bir mahallede zengin bir adam varmış. Bu adamın iki tane oğlu varmış. Fakat bu adamın
çocukları çok şımarık ve başı boşmuş.
Komşulardan yaşlı başlı, akıllı, iyi ahlaklı, herkesin sevdiği bir zat da varmış. Bir gün bu zat:
-Komşu, şu oğullarına biraz din dersleri verdirsen senin için çok iyi ve hayırlı olur. Dini terbiye öğrenen
çocuklar güzel ahlaklı olurlar. Sonra bana dua edersin. Bak ben yaşlı, görmüş geçirmiş, tecrübeli bir
adamım. Siz daha gençsiniz, ne de olsa tecrübeniz azdır. Çocuklarına bir din dersi hocası tut, onlara
edeb, terbiye, din, ahlak, fazilet dersleri versin. Sonra çok rahat edeceksin ve bana dualar edip
hatırlayacaksın., der.
Çocukların babası, tecrübesi az, çok zengin olduğundan şımarıkça aklı pek iyi ermiyor, iyi derin,
inceden inceye düşünemiyormuş, çünkü yaşı gençmiş. Biraz da dünya perestmiş. Bunun için, o gün
görmüş ihtiyar komşunun öğütlerine kulak vermediği gibi şöyle konuşmuş:
-Ben çocuklarıma çok servet bırakıyorum. Bırakacağım miras onlara yeter. Din derslerine ahlak
derslerine ihtiyaçları yoktur, diyerek ihtiyarı paylamış.
Aradan on-onbeş sene geçmiş. Bir gün oğullarıyla beraber sofrada yemek yerken adam küçük
oğluna:
-Oğlum bana biraz su verir misin? der.
Küçük oğlu babasına :
-Baba! Su karşında duruyor, bardak orada, sürahi orada, alıp iç, der.
Küçük kardeşinin babasına karşı böyle konuşmasına güya kendi aklınca üzülen büyük oğlu da söze
karışıp şöyle demiş:
Baba, sen bu çocuğun huyunun, ahlakının böyle olduğunu biliyorsun, bir de kalkıp ondan su
istiyorsun! Sürahi yanında durup durur, uzanıver de koyup kendin iç, biraz da bana ver der.
ANNENİN HİZMETE İHTİYACI VAR
Ebû’l-Haseni’l-Harkânî (k.s)hazretleri şöyle anlatır:
“İki kardeş vardı. Bu iki kardeşin hizmete muhtaç bir anneleri vardı. Her gece kardeşlerden biri
annenin hizmeti ile meşgul olur, diğeri Allah Teâlâ’ya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allah Teâlâ’ya ibâdet
kardeş, yaptığı ibâdetten, duyduğu hazdan dolayı kardeşine:
—Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim, dedi.
—Kardeşi kabul etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüya gördü. Rüyasında bir
ses ona:
—Kardeşini affettik, seni de onun hatırı için bağışladık, deyince genç:
— Ben Allah Teâlâ’ya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni onun
yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz, dedi. Ses ona:
—“Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyacımız yok. Fakat, kardeşinin annene yaptığı
hizmetlere annenin ihtiyacı vardı, karşılığını verdi.
FATİHİN MUAMELESİ
Hazreti Fatih İstanbul'u fethettikten sonra, Avrupada fütuhata devam ediyordu. Bir seferinde
Sırbistan hududuna gelmiş ve Sırbistan'ın fethi artık an meselesi idi. Sırp Kralı Brankoviç bir yanda
Macaristan bir yanda da Türkler olduğu için arada zor durumda kalmıştı. Her iki büyük devletten birine
sığınmak, ondan yardım istemek düşüncesiyle, her iki tarafa da elçiler gönderdi.
"Sırbistan elinize geçer ve burayı fethederseniz nasıl muamele edeceksiniz?" diye fikirlerini öğrenmek
istedi. Sırplılar ortodoks mezhebine mensup olduklarından, katolik Macar Kralı Hünyad tarafından şu
cevabı aldı:
-Eğer Sırbistan bizim elimize geçer ve biz oraları istilâ edersek, bütün Sırplıları katolik edinceye kadar
mücadele ederiz ve bütün kiliseleri yıkar, yerlerine katolik kilisesi inşa ederiz...
Fatih Sultan Mehmet Hazretlerine giden elçi şu cevapla dönmüştü:
-Biz Sırbistan'ı alırsak, İslâmiyetin Allah indinde tek din olduğunu ilân ederiz. Ve bu arada hiç kimseyi,
kendi dininden dönmeye zorlamayız. İsteyen eski dininin icabı olan kiliseye gider, isteyen Allah indinde tek
din olan İslâmiyeti seçer, dünya ve ahiret selâmetine kavuşur.
8. SINIF
BİRLİKTE YEMEK
Resul-i Ekrem, dostlarıyla birlikte, binek hayvanlarından iner inmez, yüklerini yere koydular, daha
sonra bir koyun keserek yemek hazırlamaları için karar aldılar.
Birisi: “Koyunu ben keserim” dedi.
Diğeri: “Derisini ben yüzerim” dedi.
Üçüncüsü: “Etini de ben pişiririm” diye söze katıldı.
Dördüncü:............
Resul-i Ekrem (s.a.a): Çölden odunu da, ben toplarım.” buyurdu.
Topluluk: “Ey Allah’ın elçisi, siz zahmet etmeyip sakin bir köşede oturursanız, biz bu işlerin hepsini seve
seve yaparız” dediler.
Resul-i Ekrem(s.a.a): Evet, yapabileceğinizi biliyorum. Fakat Allah, “Her hangi bir kulunun, kendi
dostları ve arkadaşlarından, özel imtiyazlarla ayrılarak, seçkin bir vaziyette görünmesini sevmez” buyurdu.
Sonra çöle doğru gitti ve çölden çalı çırpı toplayıp getirdi.[1]
DÜŞÜNMEKTE ÇALIŞMAKTIR
Peygamber Efendimiz bir gün yolda giderken, hiçbir iş yapmadan tembel tembel oturan bir adam
gördü. Adama selam bile vermeden yanından geçip gitti.
Dönüşünde Peygamberimiz, yine aynı yoldan geçiyordu. Adam hala aynı yerde oturmaktaydı.
Peygamberimiz bu defa adama selam verdi.
Adam şaşırdı. Hemen kalktı ve Peygamberimize:
- Ya Rasulallah! Siz giderken de ben burada oturuyordum., bana selam vermemiştiniz. Fakat, şimdi
selam verdiniz. Bunun sebebi nedir? diye sordu.
Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu:
- Ben giderken, sen bomboş oturuyordun. Hiçbir iş yapmıyordun. Dönüşümde ise, eline bir çöp almış
yere birtakım çizgiler çiziyordun. Belli ki düşünüyordun. Düşünmek de çalışmaktır. Onun için sana selam
verdim.
Öyleyse Sevgili Gençler hiçbir zaman boş durmayalım. Küçük te olsa bir takım işlerle meşgul olalım.
Hiçbir iş yapmıyorsak, neler yapabileceğimizi, kendimize ve insanlara nasıl faydalı olabileceğimizi
düşünelim. İmkan ve fırsat bulduğumuzda iyi ve faydalı düşüncelerimizi gerçekleştirmeye çalışalım.
MERHAMET ETMEYENE MERHAMET EDİLMEZ
Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasulullah (aIeyhissalâtü vesselâm) (bir gün), Hasan İbnu Ali
(radıyallâhu anhümâ)'yı öpmüş idi. Bu sırada yanında bulunan Akra' İbnu Hâbis, (sanki bunu tuhaf karşıladı
ve:) "Benim on tane çocuğum var. Fakat onlardan hiçbirini öpmedim" dedi. Rasulullah (aleyhissalâtü
vesselâm) ona bakıp: "Merhamet etmeyene merhamet edilmez" buyurdu." Rezin ilâve etti: "(Rasulullah
(aleyhissalâtü vesselâm) şunu da söyledi:"Allah siz(in kalbiniz)den merhameti çıkardı ise ben ne
yapabilirim?"
CENNETE GİRECEKMİYİM?
Saadet asrında bir gün, bir ihtiyar kadıncağız Nebiyyi Ahir zamanın mukaddes huzuruna geldi:
-Ey Allah’ın Sevgili Rasulü, dedi. Cennete girecek miyim?
Allah Rasulünün yüzünde hayal üstü bir gülümseyiş:
-İhtiyar cennete giremez! buyurdu.
Kadın gri döndü, gözlerinden iplik iplik yaşlar akmaya başladı. Gönlü hüzün ve kederle doldu.
Allah’ın Sevgili Peygamberi, öyle tatlı, öyle içten güldüler ki, mübarek dişleri inci taneleri gibi parıltılar
saçtı ve kadına haber gönderdiler.
-Cennete yaşlı girmeyecek, genç olarak girecektir.
Kadın bu defa da saadetinden uçacak gibi oldu.
DELİKANLI SEN BENİ SIKINTIDA BIRAKTIN
Abdullah bin Ebi'l-Hamsa, Peygamberimizle olan ticarî bir hatırasını şöyle anlatmaktadır:
"Peygamberliğinden önce Rasulullah Aleyhisselâmla birlikte bir alış verişte bulunmuştuk. Bu alış
verişten kendisine biraz vereceğim kalmıştı. Onu, 'Bulunacağın falan yere getireceğim' diye söz vermiştim.
Fakat verdiğim bu sözü iki gün unuttum. Üçüncü gün hatırlayıp sabahleyin gittiğim zaman onu yerinde
buldum. Bana, 'Delikanlı, sen beni sıkıntıda bıraktın. Ben şuracıkta üç gündür seni bekliyorum' buyurdu."
BIRAKIN ONU! HAK SAHİBİNİN KONUŞMA HAKKI VARDIR
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'da bir adamın
(parası ödenmemiş) bir devesi vardı. Borcunu istemeye geldi. Bu sırada kaba sözler sarfetti, hatta
Ashab'tan bâzıları haddini bildirmek istedi. Ancak Rasulullah (aleyhissalatu vesselâm) buna meydan
vermeyip: Bırakın onu! Hak sâhibinin konuşma hakkı vardır" buyurdu, sonra da: Devesini verin!" diye
emretti, (ilgililer) devesini aradılarsa da bulamadılar. Fakat onunkinden daha değerli bir deve buldular.
Aleyhissalâtu vesselâm Efendimiz: "Bunu verin" dedi. Adam: "Bana borcunu tam ödedin, Allah da sana
ödesin" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm: En hayırlınız, borcunu en iyi ödeyendir!" buyurdu."
BIRAKIN ONU! HAK SAHİBİNİN KONUŞMA HAKKI VARDIR
İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: "Bir adam gelerek Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'dan
bir alacağını veya bir hakkını talep etti. Bunu yaparken nezâkete uymayan bazı yakışıksız söz sarfetti.
Rasûlullah'ın ashabı adama dersini vermek istediler. Ama Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm müsaade
etmeyip: "Bırakın! Zira alacaklı kimsenin, hakkını alıncaya kadar borçlu üzerinde söz hakkı vardır"
buyurdular."
BEN HAKKIMI TALEP EDİYORUM
Ebu Sa'îdi'l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: "Bir bedevi Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek,
Efendimizin uhdesinde bulunan alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hatta: "Borcunu
ödeyinceye kadar seni tâciz edeceğim" dedi. Ashab-ı Kiram hazretleri bedeviyi azarlayıp: "Yazık sana!
Kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba!" dediler. Adam: "Ben hakkımı talep ediyorum" dedi. Aleyhissalâtu
vesselâm, ashabına: "Sizler niçin hak sahibinden yana değilsiniz?" buyurdu ve Havle Bintu Kays radıyallahu
anhâ'ya adam göndererek: "Sende kuru hurma varsa benim borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince
borcumuzu sana öderiz" dedi. Havle: "Hay hay! Babam sana kurban olsun Ey Allah'ın Resûlü!" dedi. Kadın,
Rasûlullah'a borç verdi, O'da bedeviye olan borcunu kapadı ve ayrıca yemek ikram etti. (Bu tavırdan
memnun kalan) bedevi: "Borcunu güzelce ödedin. Allah da sana mükafatını tam versin" diye
memnuniyetini ifade etti: Aleyhissalâtu vesselâm da: "İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler) insanların
hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflah olmaz" buyurdular."
ŞURASI MUHAKKAK Kİ BEN SADECE HAKKI SÖYLERİM
Hz. Ebu Hüreyre radıyallahu anh anlatıyor: "(Ashab’tan bir kısmı): "Ey Allah'ın Resûlü! Sen bize şaka
yapıyorsun!" demişlerdi. "Şurası muhakkak ki (şaka da bile olsa) ben sadece hakkı söylerim! " buyurdular."
YANIMDA MAL OLSA BUNU SİZDEN AYRI OLARAK BİRİKTİRECEK DEĞİLİM
Ebu Sa’îdi’l-Hudrî radıyallahu anh anlatıyor: "Ensar radıyallahu anhüm'den bazı kimseler, Rasûlullah
aleyhissalâtu vesselâm'dan bir şeyler talep ettiler. Aleyhissalâtu vesselâm da istediklerini verdi. Sonra tekrar
istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o istediklerini yine verdi. Yanında mevcut olan şey
bitmişti; şöyle buyurdular: Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için) biriktirecek değilim.
Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı
davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda
bulunulmamıştır." Rezin rahimehullah şu ziyadede bulunmuştur: "İslâm'a girip, yeterli miktarla rızıklandırılan
ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse kurtuluşa ermiştir."
DEVE YAVRUSU
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Bir adam Aleyhissalâtu vesselâm'a gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü!
Beni bir deveye bindir!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm da: "Ben seni devenin yavrusuna bindireceğim!"
dedi. Adam:
"Ey Allah'ın Rasulü, ben deve yavrusunu ne yapayım (ona binilmez ki!)" deyince
Aleyhissalâtu vesselâm: "Acaba deveyi deveden başka bir mahluk mu doğurur?" buyurdular."
EY ALLAHIN RASULÜ CANIMI YAKTINIZ
Useyd İbnu Hudayr radıyallahu anh anlatıyor: "Ensardan mizahçı bir zat vardı. (Bir gün yine) konuşup
yanındakileri güldürürken Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm elindeki çubuğu (şaka yollu) adamın böğrüne
dürttü. Bunun üzerine adam "Ey Allah'ın Rasulü (canımı yaktınız). Müsaade edin kısas yapayım!" dedi.
Aleyhissalâtu vesselâm da: "Haydi yap!" buyurdu. Adam: "Ama üzerinizde gömlek var, benim üzerimde
yoktu (kısas tam olması için çıkarmalısınız)!" Adamın talebi üzerine, Aleyhissalâtu vesselâm gömleğini
kaldı(rıp böğrünü aç)tı. Adam, Rasulullah'ı kucaklayıp böğrünü öpmeye başladı ve: "Ben bunu arzu
etmiştim ey Allah'ın Rasulü!" dedi."
BU DEVENİN SAHİBİ KİM
Abdullâh İbnu Câfer (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Rasulullah(aleyhissalâtü vesselâm)'ın kazâ-i hâcet
yaparken geri tarafından istitar (perdelenme) için en ziyâde tercih ettiği sütre, bir bina veya bir hurma
kümesi idi. Bir seferinde Ensârdan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Rasulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Aleyhissalâtu vesselâm deveye
yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sâkinleşti.
"Bu devenin sâhibi kim?" diye sorarak ilgi gösterdi.
Ensar'dan bir genç: "O bana aittir ey Allah'ın Rasulü!" deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber onu payladı:
"Allah'ın sâna mülk kıldığı bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? Bâk! Bu bana şikâyette bulundu.
Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun."
ALEYHİSSALATÜ VESSELAM VE ASHABI BİR YIL GÜLDÜLER
Ümmü Seleme radıyallahu anha anlatıyor: "Hz. Ebu Bekr radıyallahu anh ticari maksatla,
Aleyhissalatu vesselâm'ın vefatından bir yıl önce Busra ya kadar gitmişti. Beraberinde Nu'aymân ve
Suvaybıt İbnu Hermele de varlardı. Bunlar Bedir gazilerindendi.. Nu'aymân erzakları gözetiyordu. Suvaybıt
mizahı seven şakacı birisiydi. Nuayman'a (bir ara): "Bana yiyecek bir şeyler ver!" dedi. O ise: "Bekle de Ebu
Bekir gelsin!" dedi. Suvaybıt (biraz öfkelenerek) "Vallahi seni kızdırmasını bilirim!" dedi. Râvi der ki: "(Bir
müddet sonra) bunlar bir kavme uğradılar. Suvaybıt onlara:
"Benim bir kölem var, satın alırsanız (ucuza
vereceğim)" der. Onlar da "Alırız!" derler. Suvaybıt: "Ancak şimdiden söyleyeyim, kölem çenebazdır, o size:
"Ben hür kimseyim (köle değilim)" diyecektir. Eğer o böyle dedi diye almaktan vazgeçecekseniz (alıcı olup
da) kölemle arama fesad sokmayın!" dedi. Onlar: "Hayır! biz onu senden satın alacağız!" dediler ve
(pazarlık edip) on deve mukabili Nuayman'ı satın aldılar. Sonra yanına gelip, boynuna sarık veya ip
bağladılar. Nu'ayman: "Bu adam sizinle alay ediyor, ben hürüm, köle değilim" dedi. Adamlar: "Senin böyle
söyleyeceğini bize haber vermişti (yalanlarınla bizi kandıramazsın)" dediler ve Nuayman'ı alıp götürdüler.
Derken Hz. Ebu Bekr geldi. Durumu kendisine haber verdiler. Ravi der ki: "Hz. Ebu Bekr o kavmin peşine
düştü, develerini geri verdi ve Nu'âyman'ı kurtardı. Rasulullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanına döndükleri
zaman hâdiseyi haber verdiler. Bu hadiseye Aleyhissalatu vesselâm ve ashabı bir yıl güldüler."
ATEŞLE CEZALANDIRMAK SADECE ATEŞİN RABBİNE HASTIR
Abdurrâhman İbnu Abdullah, babası Abdurrahman (radıyallâhu anh)'dan rivâyet eder ki şöyle
demiştir: "Biz bir seferde Rasulullah(âleyhissalâtü vesselâm) ile beraber idik. Rasulullah bir ara bir ihtiyacı
için yanımızdan ayrıldı. O sırada hummara denen bir kuş gördük, iki tane de yavrusu vardı. (Kuş kaçtı)
yavrularını aldık. Kuşcağız etrafımıza yaklaşıp çırpınmaya, kanatlarını çırpıp havada inip çıkmaya başladı.
Rasulullah (aleyhissalâtu vesselâm) efendimiz gelince:
"Kim bu zavallının yavrusunu alıp onu ızdıraba
attı? Yavrusunu geri verin!" diye emretti. Bir ara, ateşe verdiğimiz bir karınca yuvası gördü.
"Kim yaktı
bunu?" diye sordu. "Biz!" dedik. Ateşle azab vermek sadece ateşin Rabbine hastır" buyurdu."
AĞLAYAN KIZ ÇOCUĞU
Peygamber ( sav ) bir gün çarşıdan eve giderken, iki gözü iki çeşme ağlayan küçük bir kız çocuğu ile
karşılaştı. Peygamber ( sav ) çocuğa: Neden ağlıyorsun? Diye sordu.
Küçük kız: Ben bir hizmetçiyim. Ev sahibi un almam için bana para vermişti. Ama ben parayı
kaybettim, dedi.
Peygamber ( sav ) üzerinde olan bütün parayı küçük kıza verdi. Ancak küçük kız hala ağlamaya
devam ediyordu. Peygamberimiz ( sav ): Kaybettiğin paraya kavuştun, hala niye ağlıyorsun, diye sordu.
Küçük kız: Eve geç kaldım, beni dövmelerinden korkuyorum, dedi.
Peygamber ( sav ) küçük kızın elinden şefkatle tuttu: Korkma yavrum gel benimle dedi ve onu eve
kadar götürdü.
Kapıya gelince dışardan ev sahibine selam verdi. Ama kapı üçüncü selamdan sonra açıldı.
Peygamberimiz ( sav ) : İlk selamımı duymadınız mı? diye sordu.
Ev sahibi: Duyduk ama, sesinizi tekrar tekrar duymayı, selamınızın artmasını istedik. Size canımız feda
olsun, Ey Allah’ın Rasulü. Buraya kadar niye zahmet ettiniz? dedi.
Peygamberimiz ( sav ) : Bu kızcağız geç kaldığı için dövülmekten korkuyordu, bu sebepten onu size
kadar getirdim, buyurdu.
Ev sahibi Peygamberimiz ( sav ) in ziyaretine öyle sevinmişti ki : Buna sebep olan kız artık hizmetçi
değil evladımız sayılır, dedi.
YOKSUL VE ZENGİN
Rasulü Ekrem (s.a.a) her zamanki gibi meclisinde oturmuş ve dostları da etrafında halka şeklinde,
onu bir yüzük taşı gibi ortaya almışlardı. Bu arada eski elbiseli fakir bir Müslüman kapıdan içeriye girdi.
İslami adetlere göre herkes her hangi mevkide olursa olsun bir oturuma girince nerede boş yer bulursa
hemen oraya oturmalıdır. “Benim canım şurasını istiyor” görüşüyle özel bir yere oturmak gerekmez. O
adam etrafına bakındı ve boş bir yer buldu; gitti oraya oturdu. Tesadüfen ileri gelen zenginlerden birisinin
yanına oturmuştu. Zengin adam elbisesini toplayarak ondan bir az uzaklaştı. Bu hareketleri izleyen Resul-i
Ekrem (s.a.a) ona dönerek:
- Fakirliğinden sana bir şey geçer diye mi korktun?
- Hayır ya Rasulallah.
- Servetinden ona bir pay düşer diye mi korktun?
- Hayır ya Rasulallah.
- Elbiselerin kirlenir diye mi korktun?
- Hayır ya Rasulallah.
- O halde niçin yanından uzaklaşıp bir kenara çekildin?
- Yanlış bir iş yaptığımı ve hata ettiğimi itiraf ediyorum. Şimdi bu hatamın telafisi ve bu günahımın
keffareti olarak servetimin yarısını bu Müslüman kardeşime vermeye hazırım dedi. Çünkü ona karşı yanlış
bir hareket yaptım. Beni bağışlayın ya Rasulallah.
- Eski giyimli adam: Fakat ben bunu kabul etmeye hazır değilim.
- Cemaat: Niçin?
- ”Çünkü bir gün beni de bir gururun sarmasından ve bir Müslüman kardeşime, bu gün bu şahsın
bana yaptığı gibi, aynı hareketi yapmaktan korkuyorum” der.
ON MİSLİNDEN YEDİYÜZ MİSLİNE KADAR
Rasulullah (sav) bir kutsi hadiste şöyle buyuruyor:
Allah iyiliklerin ve fenalıkların yazılmasını emretti. Sonra güzellerin güzelliğini, fenaların da çirkinliklerini
açıkladı. Her kim bir iyilik yapmak ister de onu yapamazsa, Allah o kimseye bir iyilik sevabı yazdırır. Eğer o
kimse bir iyilik yapmak ister ve yaparsa, Allah ona on mislinden yedi yüz misline hatta daha çok iyilik
sevabı yazdırır. Her kimde kötü bir iş yapmak ister de onu yapmazsa, o kimseye bir iyilik sevabı yazdır. Eğer
o kimse fena işi yapmak ister ve fenalığı yaparsa, Allah ona bir kötülük ( günah) yazdırır.
ASLAN MI YOKSA KÖTÜRÜM TİLKİ Mİ OLMALI?...
Bir gün adamın biri avlanmak için ormana gider. Geceyi orada geçirmeye karar verir. Fakat yırtıcı
hayvanlardan korktuğu için, büyük bir ağaca çıkar. Ağaçta iken bir inilti duyar. Etrafına bakınır ve aşağıda
kötürüm bir tilki görür. Adam:
- Acaba bu tilki ne yer, ne içer?... diye düşünürken uzaktan bir aslanın geldiğini görür. Aslanın
ağzında bir ceylan vardır.
Aslan, ağacın dibine gelir. Ceylanı parçalar, bir güzel karnını doyurur ve çekilir gider. Aslan gidince,
kötürüm tilki sürüne sürüne ceylandan arta kalanları yemek üzere yaklaşır. O da, aslanın artıkları ile karnını
doyurur.
Ağaçtaki adam başlar düşünmeye:
“Yaaa... der. Demek ki kötürüm bir hayvanın bile yiyeceğini Allah ayağına gönderiyor ve onu aç
bırakmıyor. Öyle ise, ben niye böyle çalışıp yoruluyorum?!.. Bundan sonra ben de bir köşeye çekilip
beklemeliyim... ”
Bu düşünce ile adam, yol üzerindeki bir mağaraya girer, başlar beklemeye. Bir gün, iki gün, üç gün
bekler. Fakat gelen giden olmaz. Kimse ona yiyecek, içecek bir şey getirmez. Sonunda adam açlıktan
baygın düşer. Uyku ile uyanıklık arasında kendisine şöyle seslenildiğini işitir:
Kalk, be hey budala adam! Ne yatıp duruyorsun! Elin ayağın tutuyorken, bu miskinlik, bu tembellik
niye?!.. Niçin kendini kötürüm ve sakat tilki yerine koyuyorsun? Git, aslan gibi ol, avlan. Hem kendin ye,
hem de artanı ile başkaları geçinsin!...
Bu sözleri duyan adam, gerçeği anlar. Mağaradan çıkar. Çalışmak ve helâl rızk kazanmak üzere
köyünün yolunu tutar...
Sadi-i Şirazî, Bostan, Çev. Rıfat Bilge, İstanbul
1947, s. 70-71'den uyarlanmıştır.
BİR HİKMETİ VARDIR
Adamın biri bir pislik böceği görür
" Bu yaradılışı çirkin pis kokulu bir yaratıktır.Allah bunu niçin yaratmış ki ? " der.
Aradan zaman geçer, adamın yüzünde bir çıban çıkar. Nereye başvurduysa derdine bir derman
bulamaz. Çııban yara haline gelir. Bir gün sokakta dolaşırken, yüzündeki yara bir yolcunun dikkatini çeker.
ayak üstü sohbetten sonra yolcu kendine yardım edebileceğini, bu tip çıbanların oluşturduğu yaraların
tedavisini bildiğini söyler. Adam her ne kadar inanmadıysa Allah'tan umut kesilmez diyerek kabul eder.
Yolcu bir pislik böceğinin getirilmesini ister.Orada bulunanlar bu isteğe gülerler. Fakat hasta olan
adam, o böcek hakkında söylediği sözleri o an hatırlar ve derki ;
- Adamın isteğini yerine getirin, ne diyorsa yapın.
Yolcu getirilen böceği yakar ve külünü yaranın üzerine serper ve yara Allah'ın hikmetiyle iyileşir.
Bunun üzerine hasta olan adam etrafına der ki ;
- Unutmayın ! Allah'u Teala'nın yarattıklarının, yaratılışında bir hikmet vardır, bir derde deva vardır.
Velev ki pislik böceği olsa dahi.
KADERE MAHKUM MUYUZ?
Bazı insanlar, kaderlerinden şöyle şikayet ederler:
“Kader bizi bağlamış.”
“Kader utansın.”
“Kaderin mahkumuyum.”
Evet, insan kaderinin mahkumudur. Örneğin; annemizin veya babamızın kim olacağına biz karar
veremeyiz. Tenimizin rengini, boyumuzun uzun veya kısa oluşunu biz tayin edemeyiz. Şu uçsuz bucaksız
evrenin işleyişi de bizim isteklerimize bağlı değildir.
Ancak; kendi özgür irademizle yaptığımız işlerde, kaderi sorumlu tutamayız. Çünkü Yüce Allah, insanı
düşünce ve hareket özgürlüğü içinde yaratmıştır. Bu nedenle; yaptığımız her işten kendimiz sorumluyuz.
Kötüyü seçebildiğimiz gibi, iyiyi de seçebilme şansımız vardır.
Genellikle, kötüyü seçen insanlar, kendilerini savunmak için, kaderi bahane ederler. Oysa o konuda
samimi değillerdir. Örneğin; “ kader bizi bağlamış ” diyen bir insana bir tokat atsak, tepkisi ne olur?
Kaderim de bu da varmış diyerek susar mı, yoksa kendini savunmaya mı kalkar? Elbette kendini savunur.
Oysa bu kişi, kendi günahlarını örtbas edebilmek için, kadere mahkum olduğunu ifade ederek yalan
söyler.
Cuma günü ezan okunurken, camiye doğru koşanlarla, aynı anda meyhaneye doğru gidenler,
kendi istek ve iradeleri ile bu işi yapmaktadırlar. Yani; ne camiye giden, ne de meyhaneye giden kader
mahkumudur. Günaha veya sevaba yönelmek herkesin kendi isteğiyledir.
Namaz kılmayan bir adam, büyük bir din bilginine; “ Ne yapalım hocam, benim kaderimde namaz
kılmak yokmuş. ” deyince, hoca musluğu göstermiş:
- Kollarını sıvayıp şu çeşmeden abdest al. Arkasından iki rekat namaz kıl. İşte o zaman, kaderinde
namaz kılmak olacak, cevabını vermiş.
Kısacası; kader mahkumu olduğumuz konularla, kendi isteğimizle gerçekleşecek konuları birbirine
karıştırmamalıyız. Nitekim; Yüce Allah isteğimiz dışında gerçekleşen olaylardan bizi sorumlu tutmayacaktır.
Derleme ( Kandil Çocuk Dergisi, Aralık 1986, s.29 )
KADERDEN YİNE KADERE KAÇMAK
Hicretin 17. yılında HZ. Ömer, ikinci defa Şam’ı ziyaret etmek istedi. Bu defa muhacir ve ensardan
bazılarını da yanına aldı. Sarağ’a ( Şam ile Tebuk arasında hac yolu üzerinde bulunan bir yer )
geldiklerinde, ordu komutanları onları karşılayarak Şam’da salgın hastalık (veba) olduğunu söylediler.
Bunun üzerine Hz. Ömer, önce beraberinde gelen muhacir ve ensarla daha sonra da Fetih muhacirleri ile
ayrı ayrı görüştü. Fakat guruplardan hiçbirisi geri dönmek veya yola devam etmek konusunda fikir birliğine
varamadı. Vebadan kaçmak için geri dönmek isteyenler olduğu gibi, yola devam etmek isteyenler de
vardı. Sonra vakit gece olduğu için, karar vermeyi sabaha bıraktılar.
Geceyi orada geçirdikten sonra, ertesi gün Hz. Ömer: “ Ben geri dönüyorum, siz de geri dönün”
dedi.
Bunu duyan Ebu Ubeyde Bin Cerrah : “ Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz, ey müminlerin emiri? dedi.
Hz. Ömer de; Evet! Allah’ın kaderinden yine, Allah’ın kaderine kaçıyoruz” dedi ve ekledi: Bir vadide
biri verimli, biri kurak iki yamaç gören insan, hangisini tercih eder? Tercihi hangisi olursa olsu, yine de kaderi
seçmiş olmaz mı? Buna sen değil de bir başkası itiraz etse şaşırmazdım, Ey Ebu Ubeyde!” dedi.
Sonra bir kenara çekilip oturdu. Halk ise toplu halde kararı bekliyordu.
Bu arada yanlarına gece yapılan toplantıda bulunmayan Abdurrahman Bin Avf geldi. Durumu
öğrenince; “ Bu konuda benim de söyleyeceklerim var” dedi.
Hz. Ömer de; “Söyle, sen güvenilir bir kişisin” dedi.
Abdurrahman; “ Ben Rasulullah'ın bun konuda şöyle söylediğini duymuştum” dedi ve “Bir yerde
salgın bir hastalık olduğunu duyarsanız oraya yaklaşmayın; siz orada iken salgın hastalık çıktığında ise
oradan ayrılmayın” hadisini nakletti.
Hz. Ömer bunun üzerine “ Çok şükür Yarabbi!” dedi ve ekledi. “ Haydi hep beraber geri dönüyoruz.”
KERPİCİN ETKİSİ
Bir inkarcı, alimin birine şu üç soruyu sorar:
1- Allah varsa bana göster.
2- Her işi Allah yaratıyor da neden suçlu ceza görür?
3- Şeytan ateşten yaratıldığı halde ona cehennem ateşi nasıl etki yapabilir?
Alim bu soruları soğukkanlılıkla dinler. Sonra da yerden bir kerpiç parçası alıp inkarcının başına vurur.
Başı yarılan inkarcı soluğu mahkemede alır. Hakim, alime sorar:
- Bunun başına kerpiç vurmuşsun öyle mi?
- Bana üç soru sormuştu, ben sorularına karşılık kerpici vurdum.
- Nasıl?
- Anlatayım. Allah varsa bana göster demişti. Başının ağrıdığını iddia ediyorsa göstersin. İkinci olarak
da her şeyi Allah yaratıyorsa suçlu neden ceza görsün dedi. Madem ki niçin beni mahkemeye veriyor.
Üçüncü olarak da ateşten yaratılan şeytana cehennem ateşi nasıl etki yapar diye sordu. Cevabını aldı.
Topraktan yaratılan kendisine, yine topraktan olan kerpiç nasıl etki yapıyor?
Bu cevaplardan sonra alim beraat eder.
KAYNAK: GÜRAN, Kemal, Kendi Kendine Kur'an Okulu, Akit Gazetesi Yayını, s. 215
KADERDEN KAÇMAK
Hz. Süleyman'ın sarayına kuşluk vakti saf bir adam telaşla girer. Nöbetçilere, hayati bir mesele için
Hz. Süleyman'la görüşeceğini söyler ve hemen huzura alınır. Hz. Süleyman (a.s) benzi sararmış, korkudan
titreyen adama sorar:
- Hayrola ne var? Neden böyle korku içindesin? Derdin nedir? Söyle bana...
Adam telaş içinde:
- Bu sabah karşıma Azrail (a.s) çıktı. Bana hışımla baktı ve hemen uzaklaştı. Anladım ki, benim canımı
almaya kararlı..
- Peki ne yapmamı istiyorsun?"
Adam yalvarır:
- Ey canlar koruyucusu, mazlumlar sığınağı Süleyman! Sen her şeye muktedirsin. Kurt, kuş, dağ, taş
senin emrinde. Rüzgarına emret de beni buradan ta Hindistan'a iletsin. O zaman Azrail (a.s) belki beni
bulamaz. Böylece canımı kurtarmış olurum. Medet senden!
Hz. Süleyman, adamın haline acır. Rüzgarı çağırır ve:
- Bu adamı hemen al. Hindistan'a bırak!" emrini verir. Rüzgar bu... Bir eser, bir kükrer. Adamı alır ve bir
anda Hindistan'da uzak bir adaya götürür.
Öğleye doğru Hz. Süleyman, divanı toplayarak gelenlerle görüşmeye başlar. Bir de ne görsün, Azrail
(a.s.) da topluluğun içine karışmış, divanda oturmaktadır. Hemen yanına çağırır:
- Ey Azrail! Bugün kuşluk vakti o adama neden hışımla baktın? Neden o zavallıyı korkuttun?" der.
Azrail (a.s) cevap verir:
- Ey dünyanın ulu sultanı! Ben, o adama öfkeyle,hışımla bakmadım. Hayretle baktım. O yanlış anladı.
Vehme kapıldı. Onu, burada görünce şaşırdım. Çünkü Allah (cc) bana emretmişti ki:
- "Haydi git, bu akşam o adamın canını Hindistan'da al!" Ben de bu adamın yüz kanadı olsa, bu
akşam Hindistan'da olamaz. Bu nasıl iştir, diye hayretlere düştüm. İşte ona bakışımın sebebi bu idi.
Osman Nuri, Mesnevi Bahçesinden Bir Testi Su
DÜNYADA ÖLÜMDEN BAŞKASI YALAN
"Hiçbir yiğidin kaza ve kader okuna karşı kalkanı yoktur." Hazreti Ali (r.a.)
Kayseri-Kuşadası seferinde Konya yakınlarında akaryakıt tankeriyle çarpışan yolcu otobüsünün
alevler içinde cayır cayır yandıktan sonra geride kalan korkunç görüntüsü hafızalardan kolay kolay
silinecek gibi değil.
O korkunç kazada otobüsteki 48 kişiyle birlikte Türk milletinin yüreği alev alev yanmıştı ama
yanmayanlar da vardı! Otobüsün metal kısımları bile yanıp kavrulurken "Dünyada ölümden başkası yalan"
yazılı bir kağıt parçasının yanmaması tam bir ibret-i âlemdi.
Erciyes Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi 3. sınıf öğrencisi Şencan Komşusu adlı genç bir
kız da, o alev topu otobüste yanmaktan kurtulmuştu Fakat?!
Şencan Komşucu, Kayseri eşradından Faruk Çarşıbaşı adlı Hayırseverden burs alıyordu. Şencan,
Cumhuriyet Bayramı tatilini de fırsat bilip memleketine gitmek için otobüsten yerini ayırttı. Bursunu almak
için kazanın olduğu gecenin akşamı arkadaşlarıyla birlikte Faruk Çarşıbaşı'nın kapısını çaldı.
Şencan'a, resmi bazı aksaklıklardan olduğu ifade edilip resmi daireler kapalı olduğu için "Burs işini
pazartesi halledelim " denildi. Şencan, ailesine iki gün daha geç gideceği için üzülmesine rağmen "geç
olsun da güç olmasın" düşüncesiyle pazartesi görüşmek üzere vedalaşıp otobüs rezervasyonunu da iptal
ettirdi.
Ve Şencan, kaderin garip tecellisi olarak otobüse binmekten kılpayı kurtuldu.
Pazartesi günü Faruk Bey'e sabahın erken saatlerinde gelen Şencan, Siz benim hayatımı
kurtardınız. Bana cuma akşamı bursumu verseydiniz o alev yanan otobüsün içinde ben de yanacaktım. O
resmi problem çıkmasaydı bursumla biletimi alarak memleketime gidecektim. Bursumu alamayınca o
otobüse de binmedim. Dolayısı ile yanmaktan ve ölmekten kurtuldum." der. Daha sonra da, Faruk Bey'e
teşekkürlerini ifade edip memleketine gider.
Alev otobüse binmekten son anda vazgeçip hayatı kurtulan Şencan, memleketinden döndükten
sonra okula gitmek için otobüs durağına geldiğinde otobüsün hareket ettiğini görür. Aceleyle otobüsün
ön kapısına yetişir ama otobüs hareket halindedir. Otobüs ana caddeye çıkmak için durunca Şencan da
otobüsün kendisi için durduğunu zannederek tekrar kapıya koşar. Kapının açılacağını bekleyen Şencan
ayağını kapıya uzattığı anda Şencan'ı farketmeyen otobüs şöförü hareket edince bir anda aracın
tekerlekleri altında kalarak ezilir.
Feci bir şekilde yaralanan Şencan, alelacele Tıp Fakültesi Hastane'sine kaldırılır, fakat bütün
müdahalelere rağmen kurtulamaz.
Evet, ecel Şencan'ı yanan otobüste değil de başka otobüste yakalamıştır.
KADERE BAK...
Genç adam, köyüne gidecekti. Sabahleyin
erkenden otomobiline bindi, yola çıktı. Çoluk
çocuğunu yanına almamıştı. Yalnızdı. Şehrin kenar mahalleleri geride kalırken güneş doğmuş, ışıl ışıl bir gün
başlamıştı. İçi içine sığmıyordu, Radyonun düğmesini çevirdi. Bir türkü: "Azrailin gelir kendi / Ne ağa der, ne
efendi / Sayılı günler tükendi / Yolun sonu görünüyor..."
Biraz hüzünlenir gibi oldu. Boşver, dedi; dünya işte!... Sevdiklerine kavuşacağı anı hatırladı.
Mutlulukları, sevinçleri görür gibi oldu. Ruhunu ılık bir duygu doldurdu. İç geçirdi.
Artık şehirden kurtulmuştu. Önünde yaklaşık üç saatlik bir yol vardı. Acele etmiyor, güzel şeyler
düşünmeye çalışıyordu.
Ne olduysa tam o sırada oldu. Sol taraftan silme bir otomobil geçti. Elektrik çarpmış gibi titredi.
Direksiyon hakimiyetini kaybetti. Otomobil şarampole sürüklendi, ancak durabildi. Korkmuştu. "Kelle mi
götürüyorsunuz? diye söylene söylene otomobilden indi.
Tehlikeli bir şekilde kendisini sollayan lüks otomobil az ilerde çaprazlamasına yolun ortasında durdu.
Resmen yolu kesilmişti. Üstelik güpegündüz. Şaşırdı, biraz da panikledi. Otomobilden el kol hareketleri
yaparak ve bağırıp çağırarak inen iri yarı iki adam, kendine doğru geliyordu.
"Ulan sen, canına mısusadın?"
"Kör, sağına soluna bir baksana!"
"Kaplumbağa gibi gidiyorsun."
"Neden yol vermiyorsun?" diye bağırıp çağırmaya, hakaretler etmeye devam ediyorlar; küfürler
savuruyorlardı.
Genç adam şaşırmıştı. Biraz ürkek,
"Ben, kimseyi yol vermezlik yapmadım kendi yolumdan gidiyordum." diyecek oldu.
Dinlemediler bile. Biraz öfkelendi.
"Sizi şikayet edeceğim. dedi, yüksek sesle.
Sen misin onu söyleyen Biri üzerine atladı.
"Bak ulan hala konuşuyor." diyerek yakasından tuttu. Belinden tabancasını çıkardı, başına dayadı.
"Ulan sen, kim olduğumu biliyor musun? Seni gebertsem, şahidin bile olmaz." diye bağırıyor; bir
taraftan sarsıyor, tartaklıyordu
İyiden iyiye korkmaya başladı. Bir an, "galiba yolun sonuna geldik" diye düşündü.
Yakasını tutan ve başına silah dayayan kişi, arkadaşının, "bırak şu pisliği, işimiz acele." uyarısıyla
yakasını bıraktı. Bırakmadan önce şarampole doğru itti. Genç adam, sendeledi, dengesini kaybetti, yere
yuvarlandı. Bütün olaylar, kaşla göz arasında olup bitmişti.
Bu arada olay yerinden birkaç otomobil, birkaç kamyon ve bir otobüs geçti. Belki görenler, "ne
oluyor?" diye baktılar. O kadar...
Korkudan neredeyse dili tutulan adam toparlandı, kalktı. Üstünü başını düzeltti. Biraz üzgün, biraz
ürkek arabasına bindi. Torpido gözünden alelacele çıkardığı kalem ile şikayet etmeyi düşündüğü kişilerin
otomobilinin güç bela aklında tuttuğu plakasını avucuna yazdı.
Tabir yerindeyse eşkıya, kuş olup uçmuştu.
Otomobilini şarampolden yola çıkardı. Canı sıkkındı. Onca mutlu andan ve güzel düşüncelerden
sonra ölümle burun buruna gelmişti. Hayatında duymadığı küfür ve hakaretleri duymuş, hırpalanmış, tehdit
edilmişti. Şikayet edecek olsa, nasıl ispat edecekti? Sonra bu musibet insanlardan nasıl kurtulacaktı?
Olanlar, çok gücüne gitmişti. Karmaşık duygular içindeydi. Mazlum bir insan edasıyla ve sabrıyla bütün
olanları içine attı. Yoluna devam etti.
Bir müddet sonra da yolun kenarındaki kalabalığı fark etti. Bir trafik kazası olduğunu düşünerek
otomobilini yolun kenarına çekti. Kalabalığın olduğu yere gitti. Hurda haline gelmiş bir otomobilden
çıkarılan iki ceset yere gelişigüzel uzatılmış, henüz üzerleri bile örtülmemişti.
Gördüklerine inanamadı. Emin olabilmek için otomobilin plakasına baktı, sonra göz ucuyla
avucunun içine. Sarsıldı. Dili, damağı kurudu. Otomobil, o otomobil; ölenler, o adamlardı.
Kalabalığa "Ben, bu adamları tanıyorum." diye seslenmek istedi, sonra vazgeçti. Yazık, çok yazık!"
diye geçirdi içinden ve hızla oradan uzaklaştı.
Otomobiline bindi, yoluna devam etti. Bütün olanlara rağmen yine de üzülmüştü. Mustafa USLU
EBU HANİFENİN CEVABI
İmamı Azam Ebu Hanifenin çocukluk yıllarında idi. Allah diye bir yaratıcının olmadığını, her şeyi
tabiatın yarattığını iddia eden ve gittiği yerlerde bilginlerle görüşerek tartışmalar yapan bir dinsiz, döne
dolaşa Kufe şehrine geldi.
Sapık fikirlerini anlatmaya başlayan bu dinsizin, Kufe bilginleriyle görüşüp münazara yapma isteğine
gülen Müslümanlar; “ Bizim küçük bir bilginimiz var, eğer onunla karşılaşıp yenersen, büyük bilginlerimiz
seninle görüşebilir ” diye cevap verdiler. O bunu kabul etti. Sonunda görüşme yerini ve saatini
kararlaştırarak dağıldılar.
Kufeliler salonu tıklım tıklım doldurmuşlardı. Aradan yarım saat geçtiği halde, küçük bilgin hala
gelmemişti. Saatler ilerledikçe dinsiz bilgin gururlanıyor ve: “ Benden korktu tabii” diyerek gülüyordu.
Tam bu sırada küçük bilgin Ebu Hanifenin içeri girdiği görüldü.
Dinsiz bilgin:
- Niçin geç kaldın küçük? Yoksa çok mu korktun? diye sordu. O da:
- Hayır korkmadım Evimiz nehrin öte yakasında. Bu tarafa geçmek istediğimde köprünün yıkılmış
olduğunu gördüm. Geçemeyeceğimi anlayınca, oradaki ağaçlara, hemen bir sandal olup, beni
geçirmelerini emrettim. Onlarda sandal olup beni geçirdiler, bu yüzden geç kaldım, özür dilerim, dedi.
Bu cevap karşısında kahkahalarla gülmeye başlayan dinsiz bilgin:
- Hey akılsız çocuk! Hiç ağaç kendi kendine sandal olur mu? deyince, birden bire ciddileşen Ebu
Hanife:
- Asıl aklı olmayan sensin! Bir sandalın bile kendi kendine yapıldığını kabul etmiyorsun da, şu uçsuz
bucaksız alemin kendi kendine var olduğunu nasıl iddia ediyorsun? diye karşılık verdi.
Bu güzel buluş karşısında şaşırıp kalan inançsız bilgin:
- Beni gafil avladın küçük! Pekala şu varlığını iddia ettiğin Allahı göster de inanalım, dedi.
Ebu Hanife eline bir bardak süt alarak, dinsiz bilgine sordu:
- Yağ ve peynir neden yapılır?
- Tabii sütten yapılır.
- Öyleyse, şu sütün içinde bulunan yağ ve peyniri göster bakalım!
Dinsiz bilgin iyice şaşırmıştı.
- Elbette bu sütün içinde yağ ve peynir vardır, fakat görünmez dedi.
Dinsizi en zayıf yerinden yakalayan Ebu Hanife yerinden doğrularak:
Şu sütün içinde yağve peynir olduğunu kabul ettiğin halde onları gösteremiyorsun da, Yüce Allahı “
İşte Allah” diye göstermemi benden nasıl istiyorsun? dedi.
Bu inandırıcı cevaplara rağmen hala Allahın varlığına inanmayan adam:
- Son soruma da cevap verirsen, üstünlüğünü kabul edeceğim. Madem ki “ Allah vardır” diyorsun,
şu anda o ne yapmaktadır? diye sordu. Bir an dşünen küçük bilgin:
- Bulunduğun kürsüden aşağı in, sorunun cevabını orada vereceğimdiyerek dinsizin indiği kürsüye
çıktı ve :
- Şu anda Allah, senin gibi bir dinsizi bu kürsüden aşağı indirerek, benim gibi küçük bir kulunu çıkardı,
deyince, dinsiz bilginin konuşacak dermanı kalmamıştı. Binlerce insanın karşısında “ Kelime-i Şahadeti”
getirerek müslüman oldu.
SİZ MÜTEEKKİLSİNİZ
Hz. Ömer bir gün camiye girdiğinde, oturmuş sohbet eden bir topluluk görür. Yanlarına yaklaşıp
sorar:
-Siz kimsiniz, ne iş yaparsınız?
-Bizler mütevekkil (Allaha tevekkül eden) insanlarız, çalışmayız, Allah her canlının rızkını yaratmıştır.
Bizler vaktimizi ibadetle geçiririz.
Bu sözlere çok kızan Hz. Ömer:
-Sizler mütevekkil değil, müteekkil (hazır yiyici) insanlarsınız. Gerçek mütevekkil, tohumunu tarlaya
atan ve ondan sonra Allaha tevekkül eden kimsedir, diye söyler ve onları camiden kovar.
BİZDEN ÖNCEKİLER DİKTİ BİZ YEDİK
Hayat bizimle başlamamıştır. Elbette bizimle de son bulmayacaktır. Nasıl bizden önce yaşayanlar
olmuşsa bizden sonra da yaşayanlar olacaktır. Burada mühim olan, bizden öncekilerin bizlere devrettikleri
hizmetleridir.
Biz devraldığımız hizmetleri olanca azim ve fedakarlığımızla sürdürüyor, bizden sonrakilere bunu
daha kamil manada devretme azminde bulunuyor muyuz?
İşte bütün mesele buradadır. Bizden öncekilerin hizmeti gibi hizmetler üretmek, onlar gibi hayırla
yad edilecek hatıralar bırakarak gitmek...
Tıpkı halife Harun Reşid'in konuştuğu ihtiyar zatın hizmet anlayışında olduğu gibi. İsterseniz bu tarihî
olayı bir daha arz edeyim takdirlerinize de, bir daha hatırlayalım hizmet anlayışının nasıl olması lazım
geldiğini.
Efendim, Harun Reşid bir gün atına binip şöyle bir gezinti yaparak dinlenmek istediğinden
Bağdat'ın dışına çıkar, yol kenarında yaşlı bir zatın hurma fidanı dikmekte olduğunu görür. Yaşlı bir adamın
hâlâ fidan dikmeye uğraştığını biraz garip bularak sorar:
-Baba, der ne yapıyorsun, bu yaştan sonra fidan mı dikiyorsun?
-Evet oğul, der, görüyorsun ya hurma fidanı dikiyorum.
-Peki, diktiğin bu hurmalar kaç senede meyve verecek dersin?
-Hiç belli olmaz oğul; beş senede, on senede, hatta yirmi senede ancak meyve verenler de olur.
-Demek ki diktiğin hurmaların meyvesini yemen, biraz şüpheli. Mademki sen hayatta iken meyve
vermeyecek, o halde bu zahmetleri neden çekiyor; meyvesini yiyemeyeceğin fidanların meşakkatine
neden katlanıyorsun?
İhtiyar bu defa şu cevabı verir:
-Oğul, bizden evvelkiler dikip gitmişler, biz onların diktiği fidanların meyvesini yedik. Şimdi ise sıra
bize geldi, biz de dikelim de bizden sonra gelenler yesinler.
Cevap hoşuna giden Harun Reşid:
-Al baba, güzel konuştun, der kendisine bir kese dolusu altın atar. Altın dolu keseyi havada kapan
ihtiyar:
-Allah'a hamd ederim ki, başkalarının diktiği fidanlar senelerce sonra meyve verdikleri halde,
benim diktiklerim işte bu anda meyvesini verdi, der.
Harun Reşid, bu söze de hayran olur; ihtiyara bir kese dolusu altın daha atar. Ak sakallı zat, bu sefer
de şöyle söylenir:
-Allah'ıma şükrolsun ki, başkalarının diktiği fidanlar senede ancak bir defa meyve verdiği halde,
benimkiler iki defa meyve verdiler!..
Halife, ihtiyarın bu sözüne de hayran kalır ve tekrar çıkardığı bir kese altını daha atarak, yanındaki
vezirine:
-Burada daha fazla konuşmayalım, yoksa bu ihtiyar bizde para bırakmayacak, diyerek oradan
hızla uzaklaşır.
Arkadaş! Hizmetlerimiz ibadet hissiyle olmalı, meyvesini hemen almak düşüncesiyle olmamalı. Bizim
bu ihlasımız sebebiyle, Rabbimiz meyvesini hemen ihsan ederse, ona da şükretmeliyiz.
Ama unutmamalıyız ki, bizden öncekiler hizmet etmiş, bizlere hizmet bırakmışlardır. Biz de hizmet
etmeli ki, bizden sonrakilere hizmet bırakmalıyız.
Şimdi soru şudur: Var mı böyle hizmetlerin ucundan bucağından tutmak, karınca kararınca bir
şeyler yapıp çorbada bir tuz bulundurmak?
Yoksa biz sadece hurma mı yiyoruz, fidan dikenlerin arasında yerimiz yok mu?
ZİNCİRLEME
Küçük kız, hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine
sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardim eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı.
Hemen bir not yazdı,yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki, her öğle yemek yediği
lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı.
Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken, kazandığı paranın bir parçasını
her zaman köse başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı.Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki... İki
gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnini ilk defa doyurduktan sonra,bir apartman
bodrumundaki tek odasının yolunu islik çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki, bir saçak altında titresen köpek
yavrusunu görünce, kucağına alıverdi.
Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar
koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan
köpek öyle bir havlamaya başladı ki,önce fakir adam uyandı,sonra bütün apartman halkı...
Anneler,babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp,ölümden kurtardılar...
Bütün bunların hepsi,beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu.
(Tavuk suyuna çorba adli kitaptan)
DİĞER
KONUKLAR SOFRASI
... Sofrasında eksik olmaya görsündü konuklar, nasılda hüzünlenirdi. Öyle oldu bir süre. Bir hafta
misafir gelmedi kutlu evlerine. Konuklar babası mübarek İbrahim, belki bir misafir gelir diye bekleyerek
yemeğin vaktini geçirdi. Gelen giden olmayınca çıktı evinden, derelere, tepelere, yollara dört bir yana
bakındı.
Kırda saçı sakalı ağarmış, yaşlı bir adamı gördü. Yaşlı adama iltifat gösterdi, merhaba dedi ve kerim
insanların adeti veçhile:
- Gözümün nuru! Tenezzül buyurun, yemeği bizde yiyelim, diye teklifte bulundu.
Yaşlı adam, konuklar babasının cömertliğini ve konukseverliğini bildiği için kendisine yapılan teklifi
kabul ederek birlikte eve doğru yürümeye başladılar.
Ev halkı o gösterişsiz, söğüt gibi yaşlı adamı izzet ikramla karşıladılar. Hemen sofra yayıldı., oturdular.
Yemeğe başlarken oturanların tümü Bismillah dedikleri halde, yaşlı adamdan ss çıkmadı. Konuklar Babası:
- Ey çok görüp çok yaşamış adam! Yaşlılar sadık olurlar dinlerine, Allah’a yana yana yakarıp dua
ederler. Sende, bundan eser göremiyorum. Niçin susuyorsun? Yemeğe başlarken Razzak olan Cenabı
Hakkı gereğince anmak şart değil mi? dedi.
Yaşlı adam cevap verdi:
- Puta tapan efendimden böyle bir şey söyleneceğini işitmemişimdir. Başka türlü hareket edersem
ona karşı saygısızlık edeceğimden korkarım.
Konuklar Babası İbrahim, kötü talihli yaşlının puta tapar olduğunu anladı. İslama yabancı olduğu ve
temiz insanlar gözünde sapkın, murdar sayıldığı için yaşlı adamı uzaklaştırdı kutsal evinden.
Bu olay üzerine Cebrail (as) Cenabı Hak tarafından Konuklar babasına gönderildi. Heybetle bildirdi,
Cebrail, Allahın buyruğunu:
- Ya İbrahim! Ben, o yaşlı adamı yüz yıldır yaşatıyorum, rızkını veriyorum. Sn ondan çekindin,
uzaklaştın, ona bir öğün yemek vermedin. O, putperest ise kendine. Sen ondan cömertlik elini çektin.
Bu ilahi uyarı ve hitap üzerine konuklar babası İbrahim, yaşlı adamın peşinden koştu, gönlünü alıcı
sözler söyledi.
Nedenini sordu yaşlı adam.
Konuklar babası anlattı ve açıkladı onları.
Yaşlı adam ağlayarak.
- Ne Yüce Rabbdir ki, senin Rabbin, benim gibi aciz bir ihtiyar için Ulu peygamberine uyarıda
bulunup hitap ediyor. Konuklar babasının dini ne güzel dindir, dedi. Putperestliği terketti. Müslüman
oldu.Konuklar babasının sofrasında ağırlanma onuruna kavuştu.
FATİH SULTAN MEHMET VE ADALET
Fatih Sultan Mehmed Han'ın adalet anlayışı ile ilgili bir olay var ki akılları hayrete düşürür. Sultan Fatih
bir cami yaptırıyordu. Bu caminin mimarı işinin ehli olan bir Rum'du. Mabed yapılırken kullanılacak mermer
sütunları konusunda bu Rum mimar ile Sultan Fatih arasında bir anlaşmazlık çıktı.
Rum mimar, bu sütunları yaparken mimariye uygun olması gerekçesi ile Fatih'in dediği şekilde değil
de, kendi düşüncesi doğrultusunda yaptı.
Bunu gören Fatih öfkelendi. Rum mimarın, caminin estetiğini bozmak için böyle yaptığını düşünerek
onun elini kestirdi. Eli kesilen Rum, Sultan Fatih'den davacı olmak için kadı Hızır Çelebi'ye giderek
müracaatta bulundu. Hızır Çelebi, Rum mimarı dinledikten sonra bilirkişi heyetinden bu meseleyi
araştırmalarını istedi. Araştırma ve inceleme sonucunda tesbit edildi ki: Rum Mimar, caminin estetiği
bozulsun da kötü gözüksün diye değil, gerçekten de mimariye uygun olsun diye öyle inşa etmiş.
Anlaşıldı ki Fatih haksız. İstanbul ile birlikte nice ülkeleri ve krallıkları fetheden, çağ açıp çağ kapayan
Sultan Fatih, sanık sandalyesinde yargılanıyor...
Hüküm Verildi... Kısas'a kısas yapılacak. Rum mimarın elini kestiren Fatih'in de eli kesilecekti.
Rum mimar kararı duyunca şaşkınlıktan neredeyse dilini yutacak, yoksa bu bir rüya mıydı? Kendisi
gibi sıradan bir mimar, gayrimüslim olmasıyla beraber, İslam memleketinde, Müslümanların padişahı
karşısında haklı bulunarak mahkeme kararı lehinde çıkıyordu. Peki bu karara acaba Padişah ne
diyecekti? Kendisi ile beraber kadı da gümbürtüye mi gidecekti yoksa?
Fatih büyük bir teslimiyette hükme razı oldu ve "şeriatın kestiği parmak acımaz" diyerek cezaya
boyun eğdi.
Bu arada Fatih, kadıya dönüp kılıcını göstererek şöyle dedi:
Ey kadı! Şayet ben padişahım diye korkup haksız olduğum halde lehime hüküm verseydin, vallahi şu
kılıçla başını uçururdum!
Kadı Hızır Çelebi'de hemen yanı başındaki asılı olan topuzu göstererek:
Sultanım! Şayet sende Padişahlığını öne sürüp bu İslam mahkemesine saygısızlık etseydin, vallahi şu
topuzla müdahele edecektim!..
Bu durumu gören Rum mimar adeta kendini kaybetmiş, yerlere kapanmış, hıçkırıklarla, gözyaşlarıyla
ağlayarak diyordu ki:
-Hepiniz şahit olun ki!
Ben davamdan vazgeçiyorum ve bu adalet anlayışı karşısında müslüman oluyorum!..
Bilirkişi heyetinin tarafsız tesbitinden, hakimlerinin adaletine, sultanlarının hükme rızasına kadar her
hareketleri payitahtı güçlendirmiş ve Devleti Osmaniye, kılıç ve kalemin gölgesinde yükseldikçe yükselmiş,
üç kıta, yedi devlette at koşturmuş ilayı kelimetullahı her bir yana ulaştırmışlardı...
GIYBET
FAKİH diyor ki:
-Babam bana bir hikaye anlattı; dedi ki:
Gönderilen peygamberlerden biri bir rüya görür; rüyasında kendisine şöyle denir:
-"Sabah olunca , karşına ilk çıkanı ye. ikinci çıkanı sakla üçüncü çıkanın dileğini kabul et dördüncü
geleni üzme. Beşinciden de kaç."
Sabah oldu; dışarı çıktı. Yola koyulup gitti. Karşısına bir dağ çıktı. Bu koca dağı görünce şaşırdı. Kendi
kendine şöyle dedi:
-Rabbim bana bunu yememi emretti.
Sonra , şöyle dedi:
-Rabbim bana gücümün yetmeyeceği bir şeyi emretmez. Onu yemeğe karar verdi. Dağa doğru
yürüdü. Yaklaştıkça dağ küçüldü. Tam yaklaştığı zaman koca dağ bir lokmaya dönüşmüştü. Onu tutup
yedi, Baldan tatlı buldu. Allah'a hamdetti, yürüyüp gitti. Karşısına altından bir leğen çıktı.
Şöyle dedi:
-Rabbim , bunu da saklamamı emretti.
Bir çukur kazdı. onu gömdü. Yürüdü, az gittikten sonra dönüp baktı. Leğen toprak yüzüne çıkmıştı.
Geri döndü, tekrar gömdü Biraz gitti; baktı ki, yine çıkmış bir daha gömdü, yüne toprak üstüne çıktı. Kendi
kendine:
-Ben emredileni yaptım, diyerek bırakıp gitti.
Karşısına bir kuş çıktı. Peşinden bir şahin onu kovalıyordu.
Kuş ona şöyle dedi:
-Ey Allah'ın peygamberi, beni sakla. Bana yardım et. Onu aldı. Koynuna sakladı.
Peşinden şahin geldi; şöyle dedi:
-Ey Allah'ın peygamberi, ben açım. Sabahtan beri de bu kuşun peşindeyim. Onu yakalamak
istiyorum. Kısmetime engel olma.
Kendi kendine şöyle dedi:
-Üçüncünün dileğini yapmam emri verildi. yaptım. Dördüncüyü üzmemem emredildi.
Şimdi ne yapacağım.
Bu işe şaştı. Sonra bıçak aldı;kendi uyluğundan bir parça et kesti.
Şahine attı; o da kapıp kaçtı.
Daha sonra kuşu saldı. Bundan sonra, yürüyüp gitti. Kokmuş bir leş gördü. Onu da bırakıp kaçtı.
Akşam olunca şu duayı yaptı:
-Ya Rabbi, emrini yerine getirdim. Bu işlerin manası ne se bana bildir.
Daha sonra, rüyasında şöyle anlatıldı.
-Birinci görüp yediğin öfkedir. Önce koca bir dağ gibi görülür; sabırla öfke yutulursa, baldan tatlı olur.
İkincisi iyi amelindir. Ne kadar saklarsan sakla; yine meydana çıkar.
Üçüncüsü, sana bırakılan bir emanettir, ona hıyanet etme.
Dördüncüsü şudur: Bir insanin sana bir dileği ulaşırsa, onu yerine getir; isterse sana lâzım olan bir şey
olsun.
Beşincisi gıybettir. İnsanların gıybetini edenlerden kaç.
Şüphesiz herşeyi bilen Allah'tır.
AKILLI İNSAN
Akıllı insan, insanları idare etmesini bilen insandır.
İki arı havada uçarken karşı karşıya gelip burun buruna vuruşmaya başlarlar. O sırada oradan
geçmekte olan bir arıbeyi, neden burun buruna vuruştuklarını sorunca biri der ki:
Baksana şu yaban arısına, önüme çıktı, hedefime uçmama mani oluyor. İleriye doğru gitmeme izin
vermiyor. Bunun için burun buruna vuruşmak zorunda kalıyorum!
Arıbeyi ikazını yapar. Der ki:
Koskoca havada burun buruna vuruşmaya hiç gerek yoktur. Sen seviyeni birazcık yükselt,
göreceksin önünün bomboş olduğunu!
Gerçekten de bal arısı bir kanat çırpar, seviyesini birazcık yükseltir, bakar ki hedefi bomboştur. Uçup
gider maksadına doğru.
Evet, önünüze çıkan engellerle uğraşıp durmayın, bırakın onu, siz seviyenizi yükseltin, göreceksiniz ki,
önünüz bomboş. Uçup gidersiniz istikbalinize doğru.
Ama kilitlenirseniz koskoca boşlukta birine. Kalırsınız oracıkta. Ne hedef kalır, ne de istikbaliniz. Vuruş
bakalım vuruştuğun kadar. Bitmez tükenmez bir dedim ki, dedi ki, sürüp gider.
Muhataplarla geçinmeyi bilmeyişin, idare etmeyi öğrenmeyişin sevimsiz örneğidir bu.
YANMAK
Hikmet, belediyeye ait ekmek fabrikasında çalışan bir isçiydi.
İşine çok dikkat eder, vazifesini ihmal etmemeye çalışır, kazancının helal olmasını isterdi. Fabrikayı
hemen her akşam en geç o terk ederdi . Her gün binlerce ekmek çıkaran fırın oldukça büyüktü.
Belediyenin ekmeği biraz daha ucuz olduğu için halk rağbet ediyordu. Kocaman fırının içini ara sıra
temizlemek ihtiyacı hasıl olur, onu da genellikle Hikmet yapardı.
Dini bir bayramın son günüydü. Ertesi gün ekmek çıkarılacaktı. Hikmet, temizlik yapmak için
fabrikaya gitti. Dış kapıyı kilitledi . Işıkları yaktı, fırının kapağını açıp içerisine girdi. Gerekli temizliği yaptıktan
sonra gidecek, sabaha karşı dörde doğru gelen isçiler gelir gelmez elektrikle çalışan fırının düğmelerini
açacak, onlar hamuru yoğurup hazır hale getirene kadar da fırın güzelce ısınmış olacaktı.
Hikmet temizliğe dalıp gitmişti. Bir taraftan da kendi yakıştırdığı şeyleri mırıldanıyordu. Tam o
saatlerde fırının genç ustalarından Cengiz fabrikaya geldi. Kirlenmiş olan beyaz önlüğünü almak için
uğramıştı. O akşam yıkatıp ertesi gün temiz temiz giymeyi düşünüyordu. Dış kapıyı açtı. Hayret, içerideki
lambalar açık unutulmuştu. Gidip önlüğünü aldı. Fırının önünden geçerken açık unutulan fırın kapağını eli
ile şöyle bir iteledi. Çıkarken, ışıkları söndürmeyi ihmal etmedi. Elektriklerin sönmesi ile Hikmet hemen fırın
kapağına koştu. Fakat, heyhat kapak üzerine kapatılmıştı. Var gücü ile bağırmaya başladı. Fırının kapağını
yumrukladı. Çırpınması fayda vermiyor, sesini kimseye duyurması mümkün olmuyordu. Tüyleri diken diken
oldu. Dehşete kapılmıştı.
Uzun müddet kendisine gelemedi. Birazcık sakinleşince saatine baktı. Saat 23.05'i gösteriyordu.
Yaklaşık 5 saat kalmıştı. Bir anda ölümle burun buruna gelmişti. Yanmak onun için bu dünyada
başlayacaktı. Yavaş yavaş ısınacaktı fırın... Evvela terlediğini hissedecek, sonra bunalacak, sıcaklık
artacak, yavaş yavaş sürekli artacak, artacak, artacak... Vücudundaki yağlar erimeye başlayacak, etler
kızaracak ve daha bütün bunlar olmaya başlamadan belki de o kalpten gidecekti. Belki de çıldıracaktı.
Çılgın çılgın gülecekti... Ah, o en güzeli idi. Bir delirebilse idi. Düşüncenin kezzap gibi yakıcılığından
kurtulacaktı. Kim bilir bütün vücudu nasıl sızlayacaktı? Vücudunda ağrıyı sızıyı duyuran bütün sinirler feryat
ü figan edeceklerdi. Dayanilir miydi, dayanabilir miydi buna? En uç noktadaki sinir hücresine varana
kadar ulaşano müthiş sızıya...
Fırından yeni çıkan ekmekleri eline alınca parmaklarında duyduğu yanık acısı aklına geldi. Sadece o
kadarı... yanığın ilk safhası bile değildi ama, hemen elinden bırakırdı. Şimdi ekmekler gibi kendisi pişecekti.
Birkaç gün önce idi. İsçilerle açıkmışlar, küçük tüpün üstünde yemek pişirmişlerdi. Bir aralık tüpün kızgın
demirine değmişti eli... Hemen nasıl da kabarmış, su toplamış, sızladıkça sızlamıştı. Sadece iki parmağın
acısına dayanamamış, soğuk suyun içinde saatlerce tutmuştu. Ya şimdi?.. Yanan iki parmak ucu değil,
bütün vücudu olacaktı. Gözlerinin önünde filmlerde gördüğü yanan adamlar canlandı. Hikmetin hali
daha zordu. Bir anda yanmak değildi ki bu... Adım adım, hissede hissede... Terleye, çıldıra, dövüne
dövüne... İçerisinin ısındığını hissetti. Kapıyı kapatan her kimse fırını yakmış miydi yoksa? Bu hararet böyle
sürekli niçin artıyordu? Aman Allah'ım! Beklenen an ne çabuk gelmişti. Saatine baktı, saat gecenin 01.00'i
olmuştu. Nasıl geçmişti iki saat? Zaman su gibi akmıştı. Bir ömür gibi... Ömürleri yanmak vaktini meyve
veren insanlar gibi...
Elleri ile duvarlara, demirlere dokundu. Yok canım... Korkusundan fırının yanmaya başladığını
zannetmişti. Demirler soğuktu işte... Biraz sakinleşti. Evini düşündü.
Hanımı, oğlu merak ediyor olmalıydı. Hanımını niçin azarlamıştı sanki çıkarken?.. Hayat arkadaşına
karşı daha nazik, daha hürmetli olmalı değil miydi? Ya çocuğunu... Keşke dövmemiş olsaydı onu... Bir gün
evvel kaza ile kırdığı camdan ötürü dövmüştü. Keşke, dövmeden evvel kırılsaydı eli, diye düşündü.
Onlardan da mesul olduğu için onların hesabını da verecekti Allah'a... Keşke hanımının dediğini yapsaydı.
-Birlikte namaza başlayalım, demişti.
-Hayır, biraz daha yaşlanalım, diye cevap vermişti. Sanki sonrasında bütün bir ömrün hesabını
vermeyecek, sadece ihtiyarlığın hesabını verecekti. Niçin sanki fırına gelirken içeriye girmemişti? Müezzin,
gönlünün derinliklerinden geldiği belli olan sesiyle yatsı namazına davet etmişti; Allah'ın büyüklüğünü,
kurtuluşun onun yolunda olduğunu haykırmıştı.
Hiç değilse ölmeden evvel son vakit namazını kılmış olacaktı... belki Rabbi o son vakit hürmetine
affeder, diğerlerinin hesabını sormazdı. "Ah kafam ah!" diye inledi. Halbuki beş vakit namaz kılan bir
insanın hali ne güzeldi. Kıldığı bir vakti muhakkak onun eda ettiği son vakit olacaktı ve Rabbi'nin huzuruna
secdesiz bir alınla çıkmayacaktı. Öyle olmayı ne kadar isterdi.
Ya oğlu... Yedi yaşına girmişti. Bir baba olarak onun üstüne , başına, yiyip içtiğine dikkat ettiği kadar
kalbine niçin dikkat etmemişti? Daha o yaşta, her türlü pisliğin televizyon ekranlarından üzerine
sıçramasına nasıl da razı olmuştu? Çocuğuna Allah'ını, Peygamberini niçin sevdirmemişti. Aklı çocuğuna
gitti... Gençliğine uğradı. Tek tek dolaştı eski günleri... O günlerden elinde sadece pişmanlık veren,
utandıran günahlar kalmıştı. En ince teferruatına kadar bütün günahları aklına geldi. Demek bütün bu
tespit edilen şeylerin hesabını verecekti. Evlendiği yıllar, annesini, babasını üzdüğü günler... Ah, bilse hiç
yapar miydi? Başkalarına söylediği rahatsız edici en küçük sözden bile rahatsızlık duydu. İnsan bütün
yaptıklarını tekrar karşısına çıkacağını unutmasaydı hiç hata yapar miydi? Hatasız olmasa da hatasızlığa
yakın olabilirdi.
Aklına bir fikir geldi. Fırının içinde teyemmüm edip namaz kılsaydı. Toprak yoktu ki... Fakat olsun... Hiç
kılmamaktan iyiydi. Belki, bir ihtimal kabul edilirdi. Ellerini fırının içinde yere vurarak teyemmüm aldı.
Namaza durdu. Her şeyin bitip tükendiği noktada başka kime dayanılabilirdi ki? Aslında her namazda
öyle hissetmeliydi. Kendisini hayatında ilk defa Rabbi ile konuşur gibi hissetti.
Alemlerin Rabbine hamd etmeyi, ona dayanmayı, ondan yardım dilemeyi, dosdoğru olmayı ilk defa
iliklerine kadar duyarak. Yatsıdan sonra kaza namazları kıldı. Rabbinden gelmişti ve ona dönüyordu. Ah
dönüşün ona olduğunu hiç unutmamış olsaydı yoruldukça oturup tövbe etti, estağfurullah çekti.
Dinlenince tekrar namazına devam etti. Nasıl daracık yerde sıkışıp kalmıştı. Fırında olduğunu hatırladıkça
vücudunu ateşler bastı.
Cengiz, eve gidip yatmıştı. Gece bir aralık yataktan sıçrayarak uyandı. Saatine baktı. Saat 3.15'di.
Acayip bir rüya görmüştü. Arkadaşı Hikmet, Fırının içinde alev alev yanıyor, "Cengiz" diye bas bas
bağırıyordu. Nasıl bir rüyaydı bu böyle... Birden akşam aklına geldi. Olamaz! Fırının kapağını Hikmet'in
üzerine mi kapatmıştı yoksa? Hemen üzerini giyip sokağa fırladı. Hiç durmadan koştu. Evleri de fırına uzaktı.
3.45'de fırına geldi. Gece isçileri henüz gelmemişlerdi. Kapıyı açtı, Işıkları yaktı. Hemen fırının kapağını açıp
içeriye seslendi "Hikmet!" birkaç defa bağırdı. Hikmet, ağlaya ağlaya namaz kılıyordu. Öyle dalmıştı ki,
adının söylendiğini duyunca irkildi Olamazdı. Yanlış duyuyor, hayal görüyor olmalıydı. Fakat yine duydu.
Birisi "Hikmet" deyip duruyordu. Hem fırının ışığı da yanmıştı. Selam verdikten sonra kapağa doğru yürüdü.
Karşısında Cengiz'i gördü. Fırından çıktı.
Cengiz, bir anda hortlak görmüşçesine irkildi. Korkuyla "kimsin sen? Dedi. Hikmet'in Cengiz'e sarılmak
için uzanan kolları boş kalmıştı. Hikmet hala ağlıyordu.
- Ne demek, dedi, sen kimsin? Hikmet'im işte görmüyor musun? Dün akşam temizlemek için girmiştim.
Birisi üzerime fırının kapağını kapattı.
Olamaz, diyordu Cengiz. Sen Hikmet değilsin. Hikmet Cengiz'i anlayamıyordu.
Nasıl böyle söyler, Nasıl tanıyamazdı? Aklına geldi. Hemen aynaya doğru koştu. Baktı...
Hayır, bu yüz, bu saçlar kendisinin olamazdı. Ellerini, kırışmış, solmuş yüzüne, bembeyaz olmuş
saçlarına götürdü. Bir gecede ihtiyarlamıştı. Hıçkırıklarla sarsılıyordu.
Bir daha aynaya bakamıyordu.
Kendisinden korkmuştu. Yanmanın ne demek olduğunu bilseler, kim bilir bir gecede ne kadar insan
ihtiyarlayacaktı. Yarın denilecek kadar kısa bir süre yanmak ihtimali bu kadar hafife alınabilir miydi? Başı
ellerinin arasında kalakaldı.
BİR KOLU VE BİR BACAĞI VARDI
Vietnam'da savaştıktan sonra, sonunda evine dönmekte olan bir asker hakkında bir hikaye anlatılır;
Asker San Francisco'dan ailesini aradı.
"Anne baba, eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da
getirmek istiyorum."
"Memnuniyetle, onunla tanışmak isteriz" diye cevapladılar. Oğulları,
"Bilmeniz gereken birşey var" diye devam etti.
-"Arkadaşım savaşta ağır yaralandı. Bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir
yeri yok, ve onun gelip bizimle kalmasını istiyorum."
"Bunu duyduğuma üzüldüm oğlum. Belki onun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz."
"Hayır, anne, baba, onun bizimle yaşamasını istiyorum.
"Oğlum" dedi babası, bizden ne istediğini bilmiyorsun. Onun gibi özürlü biri bize korkunç bir yük olur.
Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu
arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır.
"Oğlu o anda telefonu kapattı ve ailesi ondan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San
Firancisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis
bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne baba hemen San Francisco'ya uçtular ve
oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Onu tanıdılar ve bilmedikleri bir şey daha
öğrenince dehşete düştüler. Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı!...
HİZMET EDEN MİSİNİZ, EDİLEN Mİ?
İsterseniz bir de Allah Resulü Efendimiz (sas)'e bakalım. Hizmet edenlerin mi, yoksa edilenlerin mi
içinde olmayı tercih etmektedir görelim.
Bir savaş dönüşünde mola verilmiş, öğle yemeği hazırlamak isteyen ashab kesecekleri koyunun
hizmetini konuşuyorlar.
Biri, ben koyunu getireyim, öteki ben de keseyim, bir başkası da et hazırlamada görev alayım,
derken Allah Resulü de oturduğu yerden kalkıyor ve şöyle diyor:
Ben de ötelerden odun toplayıp da ateşi yakayım.Diyorlar ki:
Haşa, yâ Resulallah! Siz oturun, biz hizmetin hepsini de yapar huzurunuza getiririz!
Şöyle buyuruyor Allah Resulü:
Bilirim ki siz bütün hizmeti yapar, ayağıma getirirsiniz. Ancak ben başkaları hizmet ederken, seyirci
kalmak istemem. Ben de hizmet edenler arasında yerimi almayı tercih ederim. Seyirci kalmak bana ağır
gelir. Hizmet etmek mutluluk verir.
İşte Allah Resulü hizmet edilen değil de eden olmayı böyle tercih ediyor, tüketen değil de üretenden
olmayı böyle ibretimize sunmuş oluyor.
*Nitekim bir adam hakkında konuşulurken biri şöyle bağladı sohbeti. Dedi ki:
Ben onunla hacca gittim, çok ibadet eden birisidir. Her konaklamada hemen namaza durur, çok
ibadet ederdi.
Efendimiz şöyle sordu:
Her konaklamada ibadet ederdi de devesinin yemini, suyunu kim verir, kendisinin hizmetini kim
yapardı?
Dedi ki:
Hizmetini biz yapardık.
Efendimiz burada da tarihî sözünü şöyle söyledi:
Demek ki siz ondan çok ibadet etmişsiniz! Çünkü o, hizmet edilenlerden olmuş, siz ise hizmet
edenlerden.
*Bu konuda en çarpıcı bir misal de meşhur Bağdat vaizi Yahya bin Muaz'ın kardeşine söylediklerinde.
Mekke'de mücavir kalan kardeşi gönderdiği mektubunda der ki:
Mekke'de durumum çok iyi. Bir de hizmetçim var, bana çok iyi hizmette bulunuyor.
Hicri 235'in ünlü vaizi kardeşine gönderdiği cevabında şöyle ikazda bulunur:
Hizmet edilen olmakla iftihar etme de hizmet eden olmakla iftihar et. Zira hizmet edilmek Allah'a
mahsustur. Hizmet etmek de kula mahsustur. Sen Allah'a mahsus sıfatla muttasıf olmayı düşünme de kula
ait sıfatla muttasıf olmaya çalış.
Misalleri burada kesiyor, kendimize sorular soruyoruz.
Bizim halimiz nasıl, durumumuz nedir? Hizmet etmeyi mi tercih ediyoruz, yoksa hizmet edilmeyi mi?
Allah'a mahsus sıfat mı, yoksa kula mahsus sıfat mı?
RÜYADAN GERÇEĞE
Osmanlı Beyliği'nin kuruluş günlerinde, zamanın büyük alimlerinden Şeyh Edebali Söğüt yakınlarındaki
bir dergahta oturuyor, Ertuğul Gazi'ye ve oğlu Osman Bey'e yardımcı oluyordu.
Osman Bey bir gün O'nun evinde misafir olmuştu. Geceyi geçireceği odada bir Kur'an-ı Kerim
duruyordu. Yorgundu, yatmak istiyordu ama, bu yüce Kitab'a saygısından dolayı bir türlü yatıp
uyuyamıyordu. Derken bir an daldı, kendisinden geçti ve rüya alemine daldı...
Gördü ki, Edebalı'nın koynundan bir ay doğdu. Ay dolunay haline gelince inip kendi koynuna girdi.
O anda kendi göbeği üzerinde bir çınar ağacı bitip büyümeye, yükselmeye başladı. Ağaç büyüdükçe
yeşillendi, güzelleşti.Dallarının gölgesi bütün dünyayı kapladı. Evliya Çelebi'nin söyleyişiyle, o ağacın
gölgesinde dağlar var, dağların dibinden pınarlar çıkar ve salınıp akarlar. Kimi bağını sular o sularla, kimi
de çeşmeler yapıp akıtır...
Sonra, ağacın yanında dört sıra dağlar gördü ki bunlar Kafkas, Atlas, Toros ve Balkanlar'dı. Ağacın
köklerinden Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri çıkıyordu. Bu nehirlerin üzerinde gemiler yüzüyordu. Tarlalar
hep ekinlerle ve başka ürünlerle doluydu. Dağların tepeleri ormanlarla kaplıydı, vadilerde şehirler
kurulmuştu. Şehirlerde camiler yapılmış, minareler arşa yükseliyordu. Camilerin altın kubbelerinde birer hilal
ışıldıyor, minarelerinde müezzinler ezan okuyor ve o ezanlar ağaç dallarındaki kuşların cıvıltılarıyla
karışıyordu. Öyle bir an oldu ki, ağacın yaprakları kılıç gibi uzamaya başladı. Derken bir rüzgar çıkıp bu
yaprakları İstanbul'a doğru çevirdi. Şehir, iki denizin ve iki karanın birleştiği yere kurulmuş, bir elmas yüzüğün
kıymetli taşı gibi orada duruyordu.
Osman Bey bu yüzüğü alıp parmağına takıyordu ki, uyandı!
Sabah olunca Osman Bey bu rüyayı Şeyh Edebalı'ya anlattı. Şeyh rüyayı şöyle yorumladı:
"Osman bir devlet kuracak ve üç kıtaya hakim olacaktır."
Sonra da, kızı Malhun Hatun'u Osman Bey'e eş olarak verdi.
Osman Bey, çok önceden, babasının sağlığında belirledikleri hedefe yani Bizans'a doğru ilerlerse, bu
rüyanın gerçekleşeceğine ve Şeyh Edebalı'nın haklı çıkacağına inanıyordu. Ne yazık ki kendisi,
Bursa fethedilmek üzereyken öldü. O büyük emelinin gerçekleştirilmesi artık oğluna kalıyordu.
GELİNCİK VE BEBEK
Yıllar önce genç bir kızla bir erkek evlenmişler. Genç aile ormanın kenarında yalnız ve kendi
başlarına bir hayat sürüyorlarmış. Derken kocasının vadesi yetip vefat eden kadıncağız hayatta yalnız
kalmış. Çaresiz kadere rıza göstererek hayatın çilesini yalnız başına yüklenmek zorunda kalmış. Artık o,
biricik evlâdı ile birlikte ve ondan bir an bile ayrılmadan hayatını sürdürmeye başlamış. Bütün acısını
onunla paylaşıyor, onunla dertleşiyor ve onunla avunuyormuş. Derken bir gün bebeğiyle birlikte ormanda
dolaşırken yavru bir gelincik bulmuş. Hem yavru gelinciğe yardımcı olmak ve hem de onun kendilerine bir
arkadaş, bir ses ve bir dost olabileceğini düşünerek eve getirmiş. Evlerinde artık üçüncü bir eğlenceleri
olmuş. Gelincik hem bebeğe arkadaşlık yapıyor hem de kadına ses oluyormuş. Gelincik onlara onlar
gelinciğe öylesine alışmışlar ki artık o da adeta aileden biri haline gelmiş. Gelincik aileye ayrı bir renk ve
ayrı bir huzur katmış. Derken günün birinde kadıncağız çocuğunu gelincikle yalnız bırakarak ormana
gitmek zorunda kalmış. Aslında bu duruma gönlü hiç razı değilmiş ama başka çaresi de yokmuş.
Ormanda epey bir süre oyalanan genç kadın işini bitirdikten sonra evinin yolunu tutmuş. Bir taraftan da
evde yalnız bıraktığı biricik evladını düşünüyormuş. Acaba kendisine bir şey oldu mu diye merak
ediyormuş. Bu endişe içerisinde eve ulaşmış. Evinin kapısına tam vardığında bir de ne görsün! Gördükleri
karşısında şaşkına dönen kadın yerde ağzı kanlar içerisinde yatan gelinciği görünce hiç düşünmeden
üzerine saldırarak onu hemen orada boğarak öldürmüş. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra diğer
odadan çocuğunun ağlama sesini duymuş ve heyecanla odaya koştuğunda heyecanı bir kat daha
artmış. Bir de ne görsün çocuğu beşikte yatıyor ve beşiğin hemen yanında kocaman bir yılanın cansız
cesedi durmuyor mu? O an yaptığı hatayı anlamış. Ama artık iş işten çoktan geçtiği için yapacak bir şey
de yokmuş. Hiç düşünmeden verdiği kararın bedelini çok ağır bir şekilde ödemiş.
BİZLER DE GÜNLÜK HAYATIMIZ DA BUNA BENZER HATALAR YAPMIYORMUYUZ ACABA!
“ÖNYARGILARI YIKMAK ATOMU PARÇALAMAKTAN DAHA ZORDUR”
Albert AİNSTAİN
YÜCE AHLAKLI ASKER
İsmi cihanı tutan Padişah Yavuz Selim Han, Mısır seferine çıkmıştı. Ordu, İstanbul-İzmit arasındaki,
bağ ve bahçeleri ile ünlü Gebze mevkiinde konaklamıştı. Bir ara Yüce gönüllü Padişah, Yeniçeri Ağasına:
- Ağa dedi, canım elma istedi, pazardan satın alınız.
Fakat o demlerde pazarda elma yoktu... Hatta askerlerin dağarcıklarında bile tek elma bulmak
mümkün değildi.
Ağa soluk soluğa Padişahın huzuruna geldi:
- Hünkarım, dedi; bir tek elma bile bulamadım!
Yavuz’un yüzünde celal şimşeği:
- Asker kullarımda da mı yok?
- Yok Hünkarım! Dağarcıklarını arattım hiç birinde tek elma çıkmadı.
Büyük cihangirin yüzü güneş güneş parıldadı:
- Eğer, dedi, bir askerin üstünde, halkın bahçesinden koparılmış bir tek elma çıkmış olsaydı; Mısır
seferinden vazgeçecektim!...
Şanlı Padişah ordusunun ahlakını denemek için böyle yapmıştı. İman ordusu billurlar gibi duru ve
berraktı.
BİR MUMU SÖNDÜRÜP DİĞERİNİ YAKTI
Bir gün Abdurrahman bin Avf, Müminlerin Halifesi Hz. Ömer’i ziyarete geldi. Selam verip oturdu.Halife
Hz. Ömer yanan mumu söndürüp sonra başka bir mumu yaktı.
Bu durum misafirin dikkatini çekmişti, Hz. Ömer’e:
-Ya Emirel Müminin! Önünüzde bir mum yanıyordu. Onu söndürdünüz. Yine ona benzer diğer bir
mumu yaktınız. Bunun bir hikmeti olsa gerektir.
Emirel Müminin Hz. Ömer tebessüm ederek:
-Ya Abdurrahman! Söndürdüğüm mum devletin malıdır. Yaktığım mum ise kendi paramla aldığım
mumdur. Devlet işlerini görürken devletin mumunu yakarım, şimdi seninle sohbet ederken devletin
mumunu yakmam helal olmaz, onu söndürdüm, kendi şahsi mumumu yaktım. Böyle yapmazsam Allaha
nasıl hesap veririm, dedi.
Abdurrahman bin Avf:
-Ya Rab! Hattaboğlu Ömer’i başımızdan eksik etme diye dua etti.
KAZ
Çok soğuk bir kıs günü padişah, tebdili kıyafet gezmeye karar vermiş.Yanına bas vezirini alıp yola
çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler..
Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş. Padişah, ihtiyari selamlamış.
"Selamünaleyküm ey pir'i fani..."
" Aleykümselam ey serdar'i cihan...
"Padişah sormuş." Altılarda ne yaptın ?"
" Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor..."
Padişah gene sormuş. " Geceleri kalkmadın mi ?"
" Kalktık...Lakin, ellere yaradı...
"Padişah gülmüş. " Bir kaz göndersem yolar misin ?"
" Hem de cıyaklatmadan..
" Padişahla bas vezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar. Padişah bas vezire dönmüş.
" Ne konuştuğumuzu anladın mi ?"
" Hayır padişahım...
" Padişah sinirlenmiş. " Bu aksama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım."
Korkuya kapılan bas vezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş.
Bakmış adam hala orada çalışıyor..
" Ne konuştunuz siz padişahla...
" Adam, bas veziri söyle bir süzmüş.
" Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim..
" Baş vezir, yüz altın vermiş.
" Sen padişahı, serdar'i cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.."
" Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi..
" Vezir kafasını kaşımış. " Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek...
" Adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış.
" Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mi ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de,
yalnızca altı ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.
" Vezir bir soru daha sormuş... " Geceleri kalkmadın mi ne demek ?
"Adam bir yüz altın daha almış. " Çocukların yok mu diye sordu..Var, ama hepsi kız.
Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim...
"Vezir gene kafasını sallamış. " Bir de kaz gönderirsem dedi, o ne demek...
" Adam gülmüş." Onu da sen bul..."
20 DOLAR
Meşhur bir hatip konuşmasına 20 dolarlık bir banknotu elinde tutarak başladı. 200 kişilik salonda:
"Bu 20 dolarlık banknotu kim ister?" diye sordu.
Salonda eller tek tek havaya kalkmaya başladı.
"Tamam bu 20 doları İçinizden birine vereceğim, ama önce lütfen izin verin bir şey yapayım" dedi
ve banknotu buruşturmaya başladı.
Tekrar sordu: "Hâlâ kim istiyor?" Salonda aynı eller havaya kalktı. "Pekala, şunu yaparsam ne
olacak bakalım?" dedi.
Banknotu yere attı ve ayakkabısının altında ezmeye başladı. Bir süre sonra eğildi ve parayı aldı.
Banknot kirli ve buruş buruş olmuştu.
"Hâlâ isteyen var mı?" diye sordu.
Salonda eller tekrar havaya kalktı. "Arkadaşlar, sanırım hepiniz çok önemli bir ders öğrendiniz.
Paraya ne yaparsam yapayım siz hâlâ onu istemeye devam ettiniz, çünkü biliyordunuz ki bu banknot
değerinden bir şey kaybetmedi. Hâlâ 20 dolar değerinde bir banknot!"
İşte bunun gibi hayatınızda çok defalar verdiğimiz kararlar yüzünden ya da karşı karşıya geldiğimiz
durumlar yüzünden yere düşeriz, çiğneniriz, üstümüz başınız kirlenir, çamur oluruz. Ama başımıza gelenler
ya da gelecekler, ne olursa olsun Allah'ın gözünde değerimizi asla kaybetmeyiz. Kirli ya da temiz, buruşuk
ya da ütülü olalım O'na göre bizler hâlâ paha biçilmeziz.
Hayatımızdaki bu değer yaşadıklarımıza ya da tanıdıklarımıza göre değil, kim olduğumuzu
bilmemize göre gelir! Çünkü sizler özelsiniz, bunu asla unutmayın! Küçücük bir mesajın bile kalplere ne
zaman işleyeceği hiç bilinmez. Bu yüzden sıkıntılarınızı değil, nimetlerinizi, size verilen lütufları saymaya bakı.
HIRSIZLIK VE ALLAHIN SOPASI
Hz.Mevlana, çok ibret dersi veren bir hırsızın başına gelenleri şöyle anlatır.
Vaktiyle hırsızın biri, bir bahçeye girer. Bahçede en güzel bir meyve ağacının başına çıkar,
meyvelerin iyi ve olmuşlarına uzanamaz. Dalları silkerek meyveleri yere dökmeye başlar. Dalların
hışırtısından bahçe sahibi durumu görür, koşarak ağacın yanına gelir. Adama bağırır:
- Hey nadan herif, ne yapıyorsun ? Kimsin ?. Bütün meyvelerim yere serildi. Allah'dan korkmazmısın?
bahçemin meyvelerini mahvediyorsun, der.
Ağaçtaki hırsız hiç oralı olmaksızın; sanki kendi malıymış gibi konuşur:
- Ne bağırıyorsun be adam. Tanrı'nın bağından, Tanrı'nın kulu bir meyve yerse bu suç mudur ?
Nedir yani, ne demek istiyorsun ? der. Bahçe sahibi:
- İn bakalım aşağıya in de görüşelim der.
Hırsız adam iner, bahçe sahibi, hırsızın elini kolunu güzelce bağlar. Hizmetçisini çağırır.
- Al şu sopayı. Vur şu herife der.
Hizmetçi sopayı vurdukça, hırsız feryad eder !
- Aman efendim ne olur ? Yapmayın, etmeyin. Allah'tan korkun... diyerek bağırıp çağırır. Bahçe
sahibi:
- Ne bağırıp çağırıyorsun be adam ! Sopa Allah'ın, vuran Allah'ın bir kulu, Allah'ın bir buyruğunu
yerine getiriyor, bunun ne günahı var?.. der.
İŞ BİLENE CAN KURBAN
Gazneli Sultan Mahmud, bir av merasiminden dönerken bir köyde, Ayas adında bir delikanlı ile
tanışmıştı Ayas'ın söz ve davranışlarındaki farklılık, bunlardan yansıyan zeka parıltıları karşısında Sultan
Mahmud, bu delikanlıda bir cevher olduğunu sezmiş ve onu kendi rızası, ana-babasının izniyle Gazne'deki
sarayına götürmüştü
Ayas, sarayda sultanın emriyle yoğun bir eğitim ve öğretime tabi tutuldu Tahminlerin ötesinde zeki
ve başarılı bir genç olduğu görüldü Her öğretileni hemen belliyor, köyden gelmişliğini hissettirmemek için
bir yanlışlık yapmamaya aşırı dikkat gösteriyordu
Sonuçta Ayas, Sultan Mahmud'un istediği nitelikte bir elaman olarak yetişti ve sultanın emrine girdi
Kendisine hangi görev verilse hakkından geliyor, her işte hükümdardan tam not alıyordu Sultan Mahmud
Ayas'ı keşfettiğine içten içe memnun oluyordu
Ayas, sarayda liyakat ve yetenek isteyen görevler için adı akla ilk gelen kimse olmuştu Sultanın bir
paye verdiği kimseler içinde en güvendiği, en gözde kişi Ayas'tı Bunun için Sultan'ın maddi ve manevi
iltifatlarına mazhar oluyordu Bu durum Ayas'la aynı rütbedeki vezirler ve diğer yüksek dereceli memurların
kıskançlığına, Ayas hakkında ileri geri konuşmalarına sebep oluyordu Ama Sultan Mahmud herşeyden
haberdardı Bir gün vezirlerinin kumandanlarının katıldığı bir gezi düzenledi Bu gezi sırasında yakınlarından
geçmekte olan bir kervan Sultan Mahmud'a, Ayas'ın değerini kanıtlamak için aradığı fırsatı verdi Sultan
Mahmud, vezirlerinden birini çağırdı ve ona,
- Git, şu kervan nereden geliyormuş sor, dedi Vezir gitti sordu ve döndü:
- Sultanım, bu kervan Çin'den geliyormuş
- Peki nereye gidiyormuş?
- Onu sormadım efendim
Sultan Mahmud bunun için bir başka vezir çağırdı ve ona,
- Git şu kervan nereye gidiyormuş öğren dedi Vezir öğrenip geldi:
- Sultanım Mısır'a gidiyormuş
- Anlaşıldı, yükü neymiş?
- Onu öğrenmedim efendim
Böyle kaç tane vezir denedi, kervan hakkında tatminkâr bilgi edinemedi Bunun üzerine mevcut
vezir ve diğer yetkililere şöyle dedi:
- Ayas'ı çekemediğinizi, hakkında ileri geri konuştuğunuzu, gözden düşürmeye çalıştığınızı biliyorum
Benim Ayas'a değer verişim sahip olduğu engin kabiliyetlerden, verilen her görevde gösterdiği ustalık ve
beceriklilikten dolayıdır Beşinizin, onunuzun birlikte üstesinden gelemediği bir işi tek başına hak edebilmesi
sebebiyledir En basiti şu kervan hakkında hanginizi görderdimse yeterli bilgileri edinemediniz Halbuki daha
önce böyle bir konuda Ayas'ı denedim, bir seferde tekmil bilgiyi, akla gelebilecek tüm soruların cevabını
öğrenip beni aydınlatmıştı İşte benim Ayas'ı tutmamın, ona farklı muamele yapmamın sebebi budur
ÇOCUKLARDAN ABDEST ALMASINI ÖĞRENEN İHTİYAR
Bir gün bir yaşlı bir Müslüman çeşmeden abdest alıyordu. Peygamber Efendimizin torunları Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyin ( ra ) da orada oynuyorlardı. Baktılar ki ihtiyar abdesti yanlış alıyor. Yanına sokulup
beklediler. İhtiyar abdestini bitirdi, cebinden mendilini çıkarıp kurulanırken çocuklar:
“Selamün aleyküm” bey amca, abdestinin hayrını gör dediler. İhtiyar müslüman: “ Sağ olun
evlatlar, Allah sizden razı olsun” dedi. Çocuklar:
“Bey amca, sizden bir ricamız var; bir kardeşimle bir bahse giriştik. Biz ikimiz de bir abdest alalım sen
bir bakıver, hangimizin abdesti doğru...”
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin her ikisi de ayrı ayrı abdest aldılar. Yaşlı amca da dikkatle onların abdest
alışlarını takip ediyordu. Çocuklar:
“ Nasıl bey amca, hangimizin aldığı abdest doğru? Benim ki mi usulüne uygun, kardeşimin ki mi?
Sen bize şimdi söyle de bir daha yanlış abdest almayalım. Hem sana dua ederiz. Bir kelime öğretsen sana
da sevabı var. Sen daha iyi bilirsin. Yaşlısın; biz daha çocuğuz” İhtiyar Müslüman:
“Çocuklar her ikinizin de abdesti doğrudur, hem tıpkı aynıdır. İkinizin de aldığı abdestin arasında
hiçbir fark yoktur. Abdesti yanlış ve eksik alan benmişim, bu yaşıma gelmişim de doğru dürüst abdest
almasını öğrenememişim. İşte şimdi sizler bana doğru abdest almasını öğrettiniz. Sağolun, var olun. Allah
sizlerden razı olsun. Siz kimin evlatlarısınız bakayım, isimleriniz nedir,. Siz bana çok büyük bir iyilik ettiniz”
Çocuklar:
“ Babamız Hz Ali’dir, biz Hasan’la Hüseyin’iz. Hem Hazreti Peygamberin torunlarıyız dediler.”
İhtiyar müslümanın gözlerinden tesbih tanesi gibi yaşlar geldi, çok duygulandı, pek memnun olduğunu
anlatmak için şöyle dedi:
“ Evet, belli, belli... Dine çok uygun davranış ve hareketiniz, terbiye ve nezaketinizden belli. O yüce
Peygamberin torunları ve Hz. Ali’nin evlatları olduğunuz, Peygamberimizin biricik kızı Fatımatüz-Zehra’nın
ciğer pareleri olduğunuz, edeb ve terbiyenizden hareket ve nezaketinizden bellidir... Hiç gönül kırmadan,
ben ihtiyarın kalbini incitmeden yanlış abdestimi düzelttiniz, bana abdest almasını öğrettiniz. Allah sizden
razı olsun diyerek çocuklara bol bol dua etti.”
GELECEĞİNİ BİLİYORDUM
Savaşın en kanlı günlerinden biri; asker, en iyi arkadaşının biraz ileride kanlar içinde yere düştüğünü
gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar. Asker
teğmene koştu ve "Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim? " Delirdin mi der gibi baktı teğmen.
"Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş, büyük olasılıkla ölmüştür bile, kendi hayatını da tehlikeye
atma sakın. Asker ısrar etti ve teğmen "Peki " dedi "git o zaman." İnanılması güç bir mucize; asker o
korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa döndü, birlikte siperin içine
yuvarlandılar.
Teğmen kanlar içindeki askeri muayene etti, sonra onu sipere taşıyan arkadaşına döndü, "Sana
değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez demiştim, bu zaten ölmüş.
" Değdi teğmenim dedi asker, "Nasıl değdi?" dedi teğmen "Bu adam ölmüş görmüyor musun?
"Yine de değdi komutanım. Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak,
dünyaya bedeldi benim için. Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı: " Jim!
Geleceğini biliyordum!" demişti arkadaşı, "geleceğini biliyordum."
Sizi sizin kadar tanıyan biri; sizi düşünen, düşünmeyi öğrenmiş, sakin, uslu, efendi, oturmayı kalkmayı
bilen, sevmeden edemediğimiz biri, size sizi anlatmayı seven, sizi başkalarına anlatmayı her şeyden çok
seven, sizin için çok şey yapmaya hazır biri, bazen biraz fazla konuştuğundan yakındığınız ama ne
söylediğini bildiğinden hep emin olduğunuz, sizi tanıdığı kadar kendini ve hayatı da tanıyan biri yalnızca
eşinize anlatabildiğiniz sırlarınızı anlatmaktan çekinmediğiniz, bazen düşüncesine şiddetle ihtiyaç
duyduğunuz biri. Sabahın üçünde "ayıp olur mu" diye endişelenmeden arayabildiğiniz ve üçüne beşine
bakmadan size duymanız gerekenleri söyleyen, gecenin o karanlığında kalkıp ışığı yakan, masanın başına
geçen biri. Kaleminiz, kağıdınız, aynanız, saatiniz, kravatınız olan, bazen gölgeniz olan biri ve bazen
vicdanınız, eh, bazen de, uykusuz bıraktığınız için, vicdan azabınız olan biri...
Hayatınızda böyle biri var mı? Varsa, kıymetini bilin. Kulağınıza küpe olsun böylesini bulmak herkese
kısmet olmaz. Bulur da kaybederseniz, yenisini bulma şansınız belki de hiç olmaz.
İHTİYAR İLE ATI
Öykü ünlü Çin düşünürü Lao Tzu'nun zamanında geçer.. Lao Tzu bu öyküyü çok sever, anlatırmış.
Köyün birinde bir yaşlı adam varmış. Çok fakir. Ama kral bile onu kıskanırmış.. Öyle dillere destan bir beyaz
atı varmış ki. Kral at için ihtiyara nerdeyse hazinesinin tamamını teklif etmiş ama adam satmaya
yanaşmamış.
"Bu at, bir at değil benim için.. Bir dost. İnsan dostunu satar mı?" dermiş hep. Bir sabah kalkmışlar ki,
at yok.. Köylü ihtiyarın başına toplanmış..
"Seni ihtiyar bunak.. Bu atı sana bırakmayacakları, çalacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün
sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var, ne de atın" demişler.. ihtiyar:
"Karar vermek için acele etmeyin" demiş.. Sadece 'At kayıp' deyin. Çünkü gerçek bu.. Ondan ötesi
sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması, bir talihsizlik mi, yoksa bir şans mı, bunu henüz
bilmiyoruz. Çünkü bu olay henüz bir başlangıç. Arkasının nasıl geleceğini kimse bilemez.."
Köylüler ihtiyar bunağa kahkahalarla gülmüşler. Ama aradan 15 gün geçmeden, at bir gece
ansızın dönmüş.. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş kendi kendine. Dönerken de, vadideki 12 vahşi atı
peşine takip getirmiş. Bunu gören köylüler toplanıp ihtiyardan özür dilemişler. "Babalık" demişler.
"Sen
haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için. Şimdi bir at sürün var."
"Karar vermek için gene acele ediyorsunuz" demiş ihtiyar.. Sadece atın geri döndüğünü söyleyin.
Bilinen gerçek sadece bu. Ondan ötesinin ne getireceğini henüz bilmiyoruz. Bu daha başlangıç.. Birinci
cümlenin birinci kelimesini okur okumaz kitap hakkında nasıl fikir yürütebilirsiniz?.."
Köylüler bu defa ihtiyarla dalga geçmemişler açıktan ama, içlerinden "Bu herif sahiden gerzek"
diye geçirmişler.. Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş
ve ayağını kırmış. Evin geçimini temin eden oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene
gelmişler ihtiyara. "Bir kez daha haklı çıktın" demişler.
"Bu atlar yüzünden tek oğlun bacağını uzun süre kullanamayacak. Oysa sana bakacak başkası da
yok.. Şimdi eskisinden daha fakir, daha zavallı olacaksın" demişler.. ihtiyar "Siz erken karar verme
hastalığına tutulmuşsunuz" diye cevap vermiş.
"O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu.. Ötesi sizin verdiğiniz karar.. Ama
acaba ne kadar doğru. Hayat böyle küçük parçalar halinde gelir ve ondan sonra neler olacağı size asla
bildirilmez."
Birkaç hafta sonra, düşmanlar kat kat büyük bir ordu ile saldırmış. Kral son bir ümitle eli silah tutan
bütün gençleri askere çağırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri
askere almışlar. Köyü matem sarmış. Çünkü savaşın kazanılmasına imkan yokmuş, giden gençlerin ya
öleceğini ya esir düşüp köle diye satılacağını herkes biliyormuş.
Köylüler, gene ihtiyara gelmişler.. "Gene haklı olduğun kanıtlandı" demişler.
"Oğlunun bacağı kırık, ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler belki asla köye dönemeyecekler.
Oğlunun bacağının kırılması, talihsizlik değil, şansmış meğer."
"Siz erken karar vermeye devam edin" demiş, ihtiyar.. Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen
bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde.. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin
şanssızlık olduğunu sadece Allah biliyor.
"Lao Tzu, öyküsünü su nasihatle tamamlarmış, etrafına anlattığında:
"Acele karar vermeyin. O zaman sizin de herkesten farkınız kalmaz.
Hayatın küçük bir parçasına bakıp tamamı hakkında karar vermekten kaçının.
Karar aklın durması halidir. Karar verdiniz mi, akıl düşünmeyi, dolayısı ile gelişmeyi durdurur. Buna rağmen
akıl insanı daima karara zorlar. Çünkü gelişme halinde olmak tehlikelidir ve insanı huzursuz yapar. Oysa
gezi asla sona ermez.
Bir yol biterken yenisi başlar. Bir kapı kapanırken, başkası açılır. Bir hedefe ulaşırsınız ve daha yüksek
bir hedefin hemen oracıkta olduğunu görürsünüz."
"Men âmene bil kader emine minel keder"
İKİ DEFA KURTARILAN HAYAT
"Hayatını aldıklarınla kazanırsan ama verdiklerinin üzerine bina edersin." Winston Churchill
Bie İngiliz karı koca, yanlarına oğullarını da alarak yaz tatillerini tabiatla iç içe geçirmek üzere İskoçya'nın
uçsuz bucaksız kırlarına gitmişlerdi.
Bu tatil günlerinin birinde genç adam köyün hemen yanıbaşındaki koruda tek başına dolaşmaya
çıktı. Ağaçlar arasındaki koruda tek başına dolaşmaya çıktı. Ağaçlar arasındaki su birikintisinin dayanılmaz
çekiciliğine kapılarak oracıkta soyunup suya girdi. Başına geleceklerden habersizdi tabii...
Delikanlı, vücudunu serin su birikintisinin keyfine bırakmıştı ki dayanılmaz bir sancıyla bir anda ne
olduğunu şaşırdı. Delikanlının ayağına kramp girmişti. Her kramp bir öncekinden daha şiddetli geliyor ve
onu acılar içinde kıvrandırıyordu. Genç adam birkiç dakika içinde kendini suyun üzerinde tutacak son
gücünü de tüketti.
Hayat mücadelesini kaybetmeye başladığını hissetmişti ki, dehşet ve panik içinde can havliyle
bağırmaya, yardım çağırmaya başladı.
Suyun yakınlarında bir yerde, tarlasında çalışmakta olan bir köylü çocuğu, canhıraş feryatları
duyunca hemen işini bırakıp sesin geldiği tarafa doğru koştu. Suyun içinde çırpınmakta olan bir yabancı
gören genç köylü hemen suya atlayarak delikanlıyı boğulmaktan kurtardı.
Delikanlının babası, oğlunun mutlak bir ölümden kurtulmasına vesile olan genç köylüyle tanışıp
teşekkür etmek için davet etti.
Delikanlının babası sohbet sırasında cesur köylüyle gelecekle ilgili planlarını sordu.
"Babam gibi çiftçi olacağım maalesef" diye isteksizce cevap verdi genç adam.
Baba şükran duygularıyla vefa borcunu ödemek için aradığı fırsatı bulduğunu düşündü.
"Başka bir şey mi olmak isterdin yoksa?" diye sordu genç köylüye.
"Evet" diye başını öne eğdi genç İskoç, "Hep doktor olmak isterdim. Ama bizler fakir insanlarız.
Böyle pahalı bir eğitimi babam karşılayamaz..."
"Üzülme... İstediğin olacak..." dedi, İngiliz baba. "Tıp fakültesinde okuman için gerekli bütün
masraflarını karşılayacağım!..."
--Hadisenin üzerinden uzun yıllar geçti.Tarihler Aralık 1943'ü gösterdiğinde Winston Churchill Kuzey
Afrika'da hastalandı. Teşhis zatürreydi.Hem de çok şiddetli bir zatürre... Hemen, o günlerde penisilin adı
verilen mucizevi ilacı keşfeden Sir Alexander Fleming'e haber gönderildi.
Fleming, İngiltere'den Afrika'ya uçtu ve yeni ilacını hastası İngiltere Başbakanı'na tatbik etti.
Penisilin keşfine kadar ölümcül bir hastalık olan zatürre, Churchill'i öldürmeyi başaramadı.
İlaç hemen tesirini gösterdi. Penisilini keşfeden ve bu ilacı başbakanı bizzat tedavi eden Alexander
Fleming, Churchill'in hayatını kurtardı.
Hem de ikinci kez!? Yıllar önce İskoçya'daki küçük gölde genç Churchill'i boğulmaktan kurtaran ve
çiftçi olacakken baba Churchill'in maddi desteği sayesinde tıbbiyeyi okuyan genç İskoç, Doktor
Alexander Fleming'ten başkası değildi.
AFFEDEMEDİĞİNİZ KİMSEYLE BİR MÜDDET GÖRÜŞMEME
Fakir köylü, eline kazmasını alır, her gün bahçesinin yolunu tutar, akşama kadar kazma sallayarak
toprağını verimli hale getirmeye çalışırmış.
Sıcakların alınlardan yağmur gibi ter akıttığı bir devreye rastlayan bu çalışma sırasında adam, biraz
ileride susuzluktan dilini çıkarıp ıslık çalan bir yılan görmüş. Zavallı hayvan neredeyse can çekişmekteymiş.
Adam buna acımış, su içtiği kabından azıcık su dökerek yılanın önündeki çukurdan su içmesini temin
etmiş.
Bir gün sonra, tekrar aynı yerde çalışırken yine meydana çıkan yılan bu defa da açlıktan gidemez
haldeymiş. Toprakların arasında sanki, yalvarırcasına köylünün yüzüne bakıyor, azığındaki sütten birazcık
olsun kendisine vermesini istiyormuş.
Adam merhamete gelmiş, meyve ağacının dalında asılı duran azık çantasının içindeki süt
şişesinden bir miktar süt döktüğü çanağı yılanın önüne doğru sürmüş. Bir hamlede başını çanağa uzatan
yılan, hepsini içerek birden cana gelmiş ve bundan sonra ilerideki otların arasına doğru kayıp gitmiş.
Böylece bir hayvana iyilik etmenin iç huzuruyla işine devam eden adam, kendi kendine:
“Sen bir iyilik et de denize at,Balık bilmez Hâlık bilir” atasözünü tekrarlayıp duruyormuş.
Bir gün sonra bakmış ki, aynı yerde beklemekte olan yılan, bu defa ağzında bir altın getirmiş; ışıl ışıl
parlatıp duruyor. Köylü bunu görünce tekrar azığındaki şişeden bir miktar süt döktüğü çanağı yine yılanın
yakınına bırakmış. Yılan da ağzındaki altını bırakıp süte uzanarak karnını doyurduktan sonra çekip gitmiş.
Böylelikle bir altın kazanmış olan adam, bu hali uzun müddet devam ettirmiş. O, her gün bir şişe süt
getiriyor, yılan da ağzından bir altın çıkararak karşılıklı alışverişi devam ettiriyorlarmış. Bu suretle yılan
epeyce semizleşirken, köylü de oldukça zenginleşmiş.
Fakat günler aynı minval üzere devam etmemiş. Köylü, bir gün başka bir işe çıktığı için bahçeye
çocuğunu göndermiş. Ancak, oğluna yılanın iyiliklerini de anlatmayı ihmal etmemiş. Ona yine süt
götürmesini sıkıca tembih etmiş. Aynı şeyleri tekrar eden oğul ise, sütü verdiği yılandan bir altını aldıktan
sonra, yılanın bu altını getirdiği yeri merak etmiş, bunun için de girdiği delikten aldığı altınları bir anda
almak niyetiyle yılanın kuyruğuna bir kazma sallamış. Kazma yılanın kuyruğunu kestiği halde geri dönen
yılan, çocuğun üzerine atılmış, zehirli dişlerini geçirdiği derisinin altına da zehirini dökerek çocuğu
öldürmüş.
Böylece yılanla adam arasındaki dostluk açgözlü oğul yüzünden bozulmuş.
Uzun aradan sonra tekrar ortaya çıkan yılan, adama yine aç ve mecalsiz vaziyette görünmüş.
Sanki yine eski dostluğumuzu kuralım der gibi bir tavrı varmış.
Ölen biricik yavrusunun hayali derhal gözlerinin önüne gelen adam, yılanın eski dostluğu tekrar
kurmak istemesi tavrına karşı şöyle konuşmuş:
“Bende senin zehirlediğin evlat acısı, sende de evladımın kestiği kuyruk acısı varken geçmişi unutup
yeniden dostluk kurmamız mümkün değildir! Şimdilik birbirimize görünmeden yaşasak daha iyi olur. Ola ki,
günün birinde birbirimize ettiklerimiz tekrar aklımıza gelir de, hislerimiz kabarır, karşılıklı intikam hislerimizi
tatmin etme çabasına düşeriz. Sen bir yılan olduğun için cibilliyetinin icabını yapar, zehirlemeye çalışırsın.
Ben de insanoğlu olduğum için, düşman bildiğim seni öldürmekten geri kalmam. İyisi mi, senin dostluğun
şimdilik lazım değildir. Uzaklaş benim çevremden. Acıyı unutup birbirimize zarar vermeyecek hale
gelinceye kadar.
YAŞAMAK İÇİN, YAŞATMAK İÇİN DUA
“ Duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi neylesin” Furkan Suresi 77 Ayet
İnsanın kendi acziyetini, Alemlerin sahibinin sonsuz kudretini idraki ve itirafıdır, DUA.
Bize bizden yakın olana, bizi bizden iyi bilene teslim olmaktır, DUA.
İçimizdeki saklı dünyayı, dışımızdaki kainatı her an görüp gözeten Yüce Yaratıcının huzurunda
olmaktır, DUA.
Yürekten kopup gelen niyaz, edeple eğilen baş ve gözden süzülen bir damla yaştır, DUA.
Alemlerin Rabbine kul olma şuuruna ermek, gönülden Hakka yönelmektir, DUA.
Cenabı Hakkın rahmet kapısından başka bir kapının olmadığının farkına varmaktır, DUA.
Sonsuz kudret ve merhamet sahibinin kapısında heyecan ve umutla bekleyiştir, DUA.
Kurumuş ve susamış dudakların rahmet ve lütuf pınarlarından içmeye iştiyakıdır, DUA.
Karşılıksız ve sınırsız verilmiş nimetlere teşekkürdür, DUA.
Dostun dostla, sevenin sevgiliyle muhabbetidir, DUA.
İnsanın kalbinden süzüle süzüle kopup gelen yalvarışın, yakarışının ifadesidir, DUA.
En mahrem sırları Padişahlar Padişahına açabilmektir, DUA.
Dünya gurbetinden gerçek sılaya yöneliştir, DUA.
Seher vakitlerinin kandili. Hac yolcusunun menzilidir, DUA.
İslam olmaktır, mümin olmaktır, özgür olmaktır, kul olmaktır, DUA...
“ Ey Rabbim! Senden başka ilah yoktur. Seni her türlü kusur ve eksikliklerden tenzih ederim. Ben
kendime zulmedenlerden oldum.”
Ey Rabbimiz! Hata eder veya unutursak bizi sorumlu tutma.
Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme.
Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz şeylerle bizi yükümlü tutma.
Bizi affet. Kusurlarımızı bağışla. Bize merhamet et. Sensin bizim Mevla’mız...”
“ Duanız olmadıktan sonra Rabbim sizi neylesin” Furkan Suresi 77 Ayet
Ebubekir Sifil
DOKTOR
Yataktaki adam, başucunda bekleyen genç doktora:
- Allah senden razı olsun evlâdım, dedi. Benim için yurtdışından zahmet edip buraya kadar
gelmeni, yaşadığım sürece unutmayacağım.
Ameliyat edilen kişi, büyük bir hastahanenin başhekimiydi. Tedâvisi ancak yurtdışında mümkün
görülen hastalığı aniden artınca, doktor arkadaşları onun böyle bir yolculuğa dayanamayacağını anlamış
ve kurtarma umudunun azlığına rağmen ameliyatı üstlenmeye karar vermişlerdi. Amaliyatın zor ve yeni bir
ihtisas sahası olmasından dolayı biraz tereddütleri de var idi.
Fakat o konuda sayılı bir uzman olan bu genç doktor nereden haber almışsa almış ve hızır gibi yetişip onu
kurtarmıştı. Yaşlı doktor, kendisine yapılan bu iyiliğe nasıl mukabele edeceğini bilemiyor ve hemen
yanında oturan genç adamın ellerini sıkarcasına tutuyordu. Hayata yeniden dönmenin sevinciyle hiç
durmadan konuşurken;
- Ameliyat için beni bayılttığınızda, her nedense gençlik yıllarıma döndüm, diye devam etti. Henüz
toy bir asistanken, anne karnındaki bir bebeğin sakat olduğunu anlamış ve onu bu şekilde yaşatmaktansa
öldürmeyi düşünürken, kalb atışlarını duyup kıyamamıştım.
"Plânlama" bahanesiyle sapasağlam yavruları bile katleden canavarlara rağmen o yavrunun
yaşamasını istediğim için, Allah seni imdadıma göndermiş olmalı.
Genç doktor, ancak bir babanın evlâdına karşı gösterebileceği sıcaklıkla kavranan ellerini kurtarıp
biraz geriye çekildi ve dizlerinden aşağısı "takma" olan bacaklarını gösterirken;
-Allah, hiçbir iyiliği unutmaz efendim, diye gülümsedi.
"Kurtardığınız o çocuk bendim."
Cüneyt Suavi
ABDULHAMİT HANIN KUMANDANI
Mehmet Âkif bir yaşlı zâtı anlatıyor: Sultan Ahmet camiine gidiyorum her sabah ne kadar erken
gidersem gideyim mihrabın bir kenarında saçı sakalı bembeyaz olmuş ihtiyar bir adam ümitsizce bedbin
durmadan ağlıyor. O kadar ağlıyor ki ağlamadığı tek dakikayı yakalayamadım. Nihayet bir gün yanına
sokuldum. Muhterem dedim, Ah Efendim dedim, Allah’ın rahmetinden bir insan bu kadar ümitsiz olur mu?
Niye bu kadar ağlıyorsun? Bana “Beni konuşturma” dedi, “kalbim duracak”. Ben çok ısrar edince ağlıya
ağlıya anlattı.
Dedi ki : “Ben Abdulhamit Cennet mekânın devrinde bir binbaşıydım orduda. Bir birliğim vardı
benim de. Annem babam vefat edince, servetimiz vardı payimar olmasın diye sadarete bir istifa dilekçesi
gönderdim. Dedim ki annem babam vefat etti falan yerdeki mağazalarımız, filan yerdeki gayri
menkullerimiz... bunlara nezaret edecek bir nezaretçiye ihtiyaç vardır. İstifam kabul buyurulursa, istifa
etmek istiyorum. Biraz sonra bana doğrudan doğruya hünkârdan bir yazı geldi, istifan kabul edilmedi.
Öyle anlaşılıyor ki istifa dilekçem padişaha gönderilmişti. Ben bir daha dilekçe verdim yine aynı cevap
geldi. Bizzat çıkayım huzuruna şifai olarak görüşeyim, bu celâdetli padişah cidden çok celadetli (yiğitlik,
kuvvet ve şiddet). Ben yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım. Tuhaf gelir size nasıl sen kaldın diyeceksiniz?
Yaşlı yaveriyle uzun zaman bir yerde kaldım, Abulhamit faytonda giderken faytonun sağındaki solundaki
nefes almaya bile korkarlardı, derdi. Medet Efendi. Allah rahmet etsin evliyaullahtan bir zâttı. Ben bizzat o
celâdetli, haşmetli padişahın huzuruna çıktım. Hünkârım dedim. İstifamın kabulünü rica edeceğim dedim.
Durumumuz budur dedim. Derin derin biraz düşündü. İstifa etmemi istemiyordu, yüzünün halinden belliydi.
Israrıma da dayanamadı, öfekeli bir edayla, elinin tersiyle beni iter gibi “Haydi istifa ettirdik” dedi seni. Ben
döndüm sevinerek geldim işimin başına.
Gece âlem-i manada orduların teftiş edildiğini gördüm. Gördüm ki son savaşı vermek üzere
şarkında ve garbında savaşan orduları bizzat Rasul-i Ekrem teftiş ediyor. Efendimiz (SAV) yıldızın önünde
duruyordu. Bütün Türk ordusu Aleyhissalatu Vesselam’a teftiş veriyordu. Osmanlı padişahlarının ileri
gelenleri vardı. Abdulhamit’de edeble, kemerbeste-i ubudiyetle kâinatın Fahr’ının arkasında duruyordu.
Bütün ordular geçti. Derken benim birlik geldi; başında kumandanı olmadığı için darma dağındı.
Efendimiz döndü Abdulhamit’e dedi ki “Abdulhamit! Nerede bu ordunun kumandanı?”, Abdulhamit “Ya
Rasulallah!, çok istedi, ısrar etti, istifa ettirdik.”. Efendimiz “Senin istifa ettirdiğini, biz de istifa ettirdik”
buyurdu. Ben ağlamayayım da kim ağlasın !?..”
KİŞİLİK
Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış
atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
Bir (0) daha...
"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
Sıfırlar böyle
uzayıp gidiyor:
Yetenek... disiplin... sevgi...
Eklenen her yeni (0)' ın kişilişi 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en
baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".
Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...
İYİ VATANDAŞ OLMAK İÇİN 10 AHLAK KURALI
1946 yılında Washington Ahlak Derneği’ne bir hayır sahibi beş bin dolar gönderip bununla çocuklar
ve gençler için ahlak konusunda kısa bir eser yazdırılmasını istedi. Eser için yarışma açıldı. Yarışmaya elli iki
eser geldi. Birinciliği on maddelik bu eser kazandı:
1- Sağlık : İyi vatandaş sağlıklı olmaya ve sağlığını devam ettirmeye çalışır. Vatanımızın refahı
sağlıklı ve çalışkan insanlara bağlıdır. Onun için:
 Elbisemi, vücudumu, ruhumu temiz tutacağım.
 Zararlı alışkanlıklardan sakınacağım. Faydalı alışkanlıklar kazanacağım ve onları devam
ettireceğim.
 Beni sağlıklı tutacak şekilde yemeğe, uyumaya ve spor yapmaya çalışacağım.
2- Nefse Hakimiyet: İyi vatandaş nefsine hakim olur. Vatana en çok hizmet edenler, nefislerine en
iyi hakim olanlardır.
 Dilime hakim olacağım. Kaba ve çirkin sözler söylemeyeceğim.
 Duygularıma hakim olacağım. Beni memnun etmedikleri için hiç kimseye, hiçbir şeye
kızmayacağım.
 Düşüncelerime hakim olacağım. Abuk sabuk arzuların iyi bir amacı bozmasına müsaade
etmeyeceğim.
3- Kendine Güvenmek: İyi vatandaş kendine güvenir. Kibir fenadır, fakat kuvvetli ve yararlı olmak
isteyince kendine güven gerekir.
 Benden büyük ve akıllı olanların öğütlerini dinleyeceğim. Fakat kendim de iyi düşünmeyi, iyi
seçmeyi, iyi hareket etmeyi öğreneceğim.
 Doğru bir şey yaparken, başkalarının benimle alay etmelerinden çekinmeyeceğim.
 Herkes yanlış ve kötü yapsa bile ben doğruyu yapmaktan korkmayacağım.
4- Doğruluk ve Güven: İyi vatandaş doğru ve güvenilir kişidir. Vatandaşlar birbirlerine ne kadar
güvenirlerse vatan o kadar yükselir.
 Sözlerimde ve hareketlerimde doğru olacağım, yalan söylemeyeceğim, hilekarlık yapmayacağım.
 Fenalığı anlaşılacağı için değil, fena olduğu için yapmayacağım.
 Benim olmayan şeyi sahibinden izinsiz almayacağım.
 Vaat ettiğim şeyi zamanında yapacağım. Olmayacak veya kötü bir şey vaat ettimse
yapamayacağım için hemen özür dileyeceğim. Benim yüzümden meydana gelen kötülüklerin önüne
geçmeye çalışacağım. Öyle konuşacağım ve öyle yapacağım ki insanlar birbirlerine daha kolay
güvenebilsinler.
5- Temiz Oyun: İyi çocuk doğru oynar.
 Mızıkçılık etmeyeceğim, para için oynamayacağım.
 Karşımdakine nazik davranacağım.
 Takım oyunu ise kendim için değil, takımın başarısı için oynayacağım.
 Kaybedersem kızmayacağım, yenersem şımarmayacağım, alçakgönüllü olacağım.
6- Vazife: Tembeller, başkalarının sırtından yaşamak, kendi görevlerini başkalarına yüklemek ister.
 Güç de olsa, kolay da olsa, madem ki vazifemdir, onu daima kendim yapacağım.
7- İyi İşçilik: İyi vatandaş işini yoluna koyar ve metotlu yapar. Vatanın refahı iyi işe bağlıdır. Onun için:
 İşimle ilgili öğrenilmesi mümkün olan her şeyi öğreneceğim. İşini iyi yapanların bilgisinden istifade
edeceğim.
 İşimi çok iyi yapacağım. Dikkatsiz yapılan bir tekerlek, bir demir çubuk, bir vida, bir çok insanın
ölümüne sebep olabilir.
 Beni takdir edecek kimse olmasa da işimi zamanında yapacağım. Elimden geldiği kadar iyi
yaptıktan sonra, benden daha iyi yapanları, benden daha çok kazananları kıskanmayacağım. Kıskançlık
işi ve işçiyi bozar.
8- Beraber Çalışma: İyi vatandaş, insanlarla dostça işbirliği yapar. Bir adam, tek başına bir demiryolu,
bir ev, bir köprü yapamaz. İnsanlar iyi işbirliği yaptıkça ülkemiz yükselir.
 Birlikte yaptığım işlerde kendi hisseme düşeni iyi yapacağım.
 Aletleri temiz ve muntazam tutacağım. Yerli yerinde bulunduracağım. Düzensizlik zaman ve sabır
kaybı demektir.
 Birlikte çalışırken neşeli olacağım, neşesizlik işçilere ve işe zararlıdır.
 Kazandığım parada ne cimri, ne müsrif olacağım. Tutumlu olacağım ve para biriktireceğim.
9- Sevgi ve Şefkat: Sevgi ve şefkat toplum hayatına yardımcı olur.
 Her düşüncemde şefkatli olacağım. Kimseye kin beslemeyeceğim, kimseden nefret etmeyeceğim.
Kimseyi aşağı görmeyeceğim.
 Her sözümde şefkatli olacağım. Dedikodu etmeyeceğim. Söz ya kalp kırar, ya da kalp yapar.
 Davranışlarımda da şefkatli olacağım. Kendi isteğimi yaptırmak için israr etmeyeceğim. Daima
terbiyeli ve anlayışlı olacağım. Bana hizmet edenlere boş yere eziyet etmeyeceğim. Zulmün ve haksızlığın
önüne geçmek için elimden geleni yapacağım. En büyük yardımı, ona en çok muhtaç olana
yapacağım.
10- Sadakat: İyi vatandaş sadık ve vefalıdır. Vatanın yükselmesi için vatandaşların bütün ilişkilerinde
sadık ve vefalı olmaları gerekir.
 Aileme sadık olacağım. Anama, babama itaat edeceğim. Ailenin her ferdinin kuvvetli ve faydalı
kişiler olmalarına elimden geldiği kadar yardım edeceğim.
 Okuluma sadık olacağım. Herkesin iyiliği için konmuş olan okul kurallarına uyacağım,
arkadaşlarımın da uymaları için onlara yardım edeceğim.
 Yaşadığım şehre, vatanıma sadık kalacağım. Ülkemin kanunlarına ve idarecilerine saygı
göstereceğim, başkalarının da saygı göstermesini sağlamaya çalışacağım.
 İnsanlığa sadık olacağım. Ülkemin diğer ülkelerle olan dostluğuna ve bu dostluğun devamına
elimden geldiği kadar çalışacağım. Kısacası: Aileme, okuluma, şehrime, vatanıma ve insanlığa sadık
olacağım.
M. Rahmi BALABAN
Tarih Boyunca Ahlak
DOLMUŞ
Bir acelesi olduğunu, görür görmez anlamıştım. Sağanak halinde yağan yağmura aldırış bile etmiyor
ve bükülmüş beline rağmen sağa sola koşuşuyordu.
Yanına sokularak:
Hayrola, teyzeciğim, dedim. Bir derdiniz mi var?
Sıcak bir tebessümle:
Buranın yabancısıyım evladım, dedi. Hastahane tarafına gidecek bir araba arıyorum.
Biraz beklerseniz aynı dolmuşa binebiliriz, dedim. Oraya geldiğimizde size haber veririm.
Teşekkür ederek yanıma yaklaştı ve küçük bir çocuk gibi şemsiyemin altına girdi. Nurlu yüzü yağmur
damlacıklarıyla ıslanmış ve yanacıkları pembe pembe olmuştu.
Torunlarımdan biri menenjit geçirdi, diye devam etti. Ziyaret saati bitmeden dolaşmak istemiştim.
Saatime baktıktan sonra:
20 dakikanız var, dedim. Hastahane yakın ama bu havada pek araba bulunmuyor.
Durağa herkesten önce geldiğimiz için, dolmuşa rahatlıkla bineceğimizi zannediyordum. Ancak
araba yanaştığında, arkamızda duran 4-5 kişinin bir anda hücum ettiğini gördüm.
İçeriye doluşan ve arkadaş oldukları anlaşılan adamlara:
İlk önce biz gelmiştik, dedim. Sırayı bozmaya hakkınız var mı?
Ön koltukta oturanı:
Hak istiyorsan Hakkari’ ye gideceksin arkadaşım, dedi. Hem oradaki haklarda KDV de alınmıyormuş.
Bu laf üzerine attıkları kahkahalarla bindikleri araba sarsılmış ve sinirlerim allak bullak olmuştu.
Sakinleşmeye çalışarak:
Ben biraz daha bekleyebilirim, dedim. Ama şu ihtiyar teyzenin hastahaneye yetişmesi gerekiyor.
Bu defa şoför lafa karışıp:
Teyzenin arabaya falan ihtiyacı yok be kardeşim, dedi. Okuyup üfledi mi hastahaneye uçuverir.
Tekrar kopan kahkahalarla birlikte araba uzaklaşıp gitti. Yaşlı kadına baktım, tevekkülle susuyordu.
5-10 dakika sonra gelen başka bir dolmuşa onunla beraber bindim ve şoföre, teyzeyi hastahanede
indirmesini söyledim. Yaşlı kadın yapacağı ziyaretten ümitsiz görünmesine rağmen şikayet etmiyordu.
Üstelik te trafik yarı yolda tıkanıp kalmıştı.
Şoför:
Yolun bu durumu hayra alamet değil, dedi. Sebebini anlasam iyi olacak dedi.
Arabayı çalışır vaziyette bırakıp ileriye doğru yürüdü ve biraz sonra döndüğünde:
Kısmete bak yahu, dedi. Bizden önce kalkan dolmuşa kamyon çarpmış.
Heyecanla:
Bir şey olmuş mu, diye atıldım. Yani yaralı falan var mı?
Herhalde diye cevap verdi. Dolmuşta bulunanları, teyzenin gideceği hastahaneye kaldırmışlar.
Göz ucuyla yaşlı kadına baktım. Solgun dudaklarıyla birşeyler mırıldanıyor ve sanki onlar için dua
ediyordu.
Şoför koltuğuna yavaşça otururken:
Kısmet işte, diye tekrarlayıp duruyordu. Sen kalk koca bir kamyonla çarpış. Hem de Türkiye’nin öbür
ucundan gelen Hakkari plakalı bir kamyonla.
Cüneyd SUAVİ
Hayatın İçinden
DEVLET HAZİNESİ
Hazreti Ömer (r.a.). Halife. Bir gece. Makamında. Ashabtan biri ziyaretine gelir. Selam verir. Selamı
alınmamıştır. Oturur. Ömer işiyle meşgul. Sahabe bekler. Ömer çalışır. Selam alınmamış, yüzüne bile
bakılmamıştır.
İş biter. Ömer mumu söndürür. Bir başka mumu yakar. O anda selamını alır. Konuşmaya başlar.
Sahabe sorar:
- Ya Ömer, niçin hemen selamımı almadın ve niçin bir mumu söndürüp diğer mumu yaktın ve
ondan sonra benle konuşmaya başladın?
Hazreti Ömer (r.a.):
– Evvelki mum devletin hazinesinden alınmışdı.O yanarken özel işlerimle meşgul olsaydım Allah
indinde mes'ul olurdum.
Seninle devlet işi konuşmayacağımız için kendi cebimden almış olduğum mumu yaktım, ondan
sonra seninle meşgul olmaya başladım.
Sahabenin gözleri yaşarır, ellerini kaldırarak şöyle dua eder:
–Ya Rabbi! Hattab oğlu Ömer'i bizim başımızdan eksik etme!
EN BÜYÜKLERİ YAPMIŞTIR
Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm kavmine bir peygamber olarak gönderildiğinde, onların puta tapıcı
dinî telakkilerine karşı çıkmış ve önlerinde eğildikleri putların işe yaramaz birer taş, metal ve ağaç yığını
olduklarını anlatmıştı. Onlar ise buna itiraz edip durmuşlardı. Bunun üzerine İbrâhim aleyhisselâm, kavminin
zihnini ve vicdânını harekete geçirmek ve onları uyandırmak yoluna başvurmuştu. Ve günün birinde şehir
halkı mesîreye çıkmışken, tapınaktaki bütün putları kırıp, baltayı da en büyüklerinin boynuna asmış; onlar
dönüp, bu durumu görünce de şaşırıp kalmışlardı. Şimdi hâdisenin gerisini Kur’ân-ı Kerim’den tâkip edelim:
Mesîreden dönen halk;
“— Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Muhakkak o zâlimlerden biridir, dediler. (Bir kısmı da)
‘Bunları diline dolayan bir genç duyduk; kendisine İbrâhim denilirmiş’ dediler. ‘O halde, dediler, onu
hemen insanların gözü önüne getirin. Belki şâhitlik ederler.’
Sonra da sordular:
— Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ey İbrâhim?
İbrahim aleyhisselâm cevap verdi:
— Belki de bu işi, şu büyükleri yapmıştır. Hadi onlara sorun; eğer konuşuyorlarsa!..
Bunun üzerine kendi nefislerine (vicdanlarına) döndüler (yani kendi kendilerine),
— Doğrusu siz, hakikaten zâlimlerin ta kendilerisiniz! dediler.
Sonra tekrar (eski) kafalarına döndüler (ve Hz. İbrâhim’e),
— Sen bunların konuşmadığını pekâlâ biliyorsun, dediler.
İbrâhim aleyhisselâm da,
— Öyleyse, dedi, Allâh’ı bırakıp da, hiçbir şekilde size ne fayda ne de zarar verebilen bir şeye hâlâ
tapacak mısınız? Size de, Allâh’ı bırakıp da tapmakta olduğunuz şeylere de yuf olsun! Siz hâlâ
akıllanmayacak mısınız?
Aralarından bir kısmı,
— Eğer bir iş yapacaksanız, yakın onu da ilahlarınıza yardım edin! dediler. (Hz. İbrâhim’in kavmi bu
teklifi kabul ederek, onu yakmak için büyük bir ateş hazırladı!.. Ve eli-kolu bağlı olarak ateşe attılar!
İbrâhim aleyhisselâm ise, “Bana Allâh’ın sahip çıkması yeter; o, ne güzel bir sahip” diyerek Allâh’a
sığınıyordu.)
“Biz, ‘Ey ateş! İbrâhim için serin ve selâmet ol!’ dedik.” Yani Cenâb-ı Hak, ateşten sıcaklık ve yakıcılık
tabiatını gideriverdi.
Âyet-i kerimede geçen “Bunun üzerine kendi nefslerine döndüler” ifadesindeki nefs, vicdan
demektir. Zira bu doğrudan bildiğimiz hevâ ve hevesi ifade eden nefs değil; doğru ve yanlışı, hakkı ve
bâtılı, adâlet ve zulmü biribirinden ayıran temel insânî ölçü olan vicdanı ifade eder. Nitekim bu hâdisede
Hz. İbrahim’in kavmi, bir an için bir taş yığını olan bir putun eline baltayı alıp diğer putları kıramayacağını
anlamış, hakikatin ta kendisiyle karşı karşıya gelmişti. Ne var ki, o bir anlık derûnî muhâsebe, akletme ve
gerçeği kabul etmenin tesirinden kurtulup, tekrar eski kafalarına dönmüşler; üstelik de putların dile gelip
konuşmayacaklarını itiraf etmek zorunda kaldıktan sonra.
Bu durumda Hz. İbrahim gayet haklı olarak “Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!” demekte,
hemen ardından da, “Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” diye sormaktadır...
Evet soru bu: “Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?”
Cenâb-ı Hakk’tan dileğimiz; verdiği akıl nimetini, kendi yolunda, rızâsına muvâfık şekilde kullanmayı
nasip eylesin. Âmîn...
TAŞ MI SERT KAFA MI
Vaktiyle bir çocuk vardı. Medresede okurdu. Hocalardan ders alır, öğretilenleri anlamaya çalışırdı.
Fakat kafası kalınca idi. Bütün gayretine rağmen pek bir şey öğrenemezdi. Okumaya karşı da fazla
istek duymazdı. Arkadaşları onu geçmiş, okumayı ilerletmişlerdi. O ise hala bir yıl öncesinin kitaplarını
okuyordu.
Günlerden bir gün kararını verdi:
“ Kafam çok kalın” diye düşündü. “ Zekam az. Bu durumda okuyamam. İyisi mi köye dönüp tarla
işlerine yardım edeyim” dedi.
Bu maksatla bir sabah yola koyuldu. Az gitti, uz gitti, bir ovaya düştü. Sıcak bastırmıştı. Çok da
yorulmuştu. Yolun kenarında bir mağara vardı, ama girmeye korkuyordu.
İçerisinin serin olduğundan emindi. Çünkü güneş almıyordu. Ama ya ayıya falan rastlarsa ne
olacaktı?
Bunları düşündüğü için yüreği ürperiyor, içeri girmeye bir türlü cesaret edemiyordu..
Sonunda sıcak ve yorgunluk baskın çıktı. Ne olursa olsun mağaraya girecekti. Kararını verdi.
Adımlarını ağır ağır attı.
Korktuğu şeylerle karşılaşmayınca sevindi. Korkusu biraz olsun dağıldı. Bir köşeye sığındı. Sonra
uzanıverdi.
Birden gözü mağaranın tavanından yere damlayan suya takıldı. Yukarıda birikiyor, büyüyor ve
damla kendini taşıyamayacak kadar büyüyünce kopup yerdeki taşın üstüne düşüyordu.
Kimbilir kaç yıldır böyle devam edip gidiyordu bu. Taş oyulmuştu. Oysa taş sertti. Su damlası ise
yumuşacıktı. Yumuşacık su damlası nasıl oluyor da taşı deliyordu?
Birden şimşekler çaktı beyninde. Yumuşacık su damlaları senelerce aka aka sert taşları deliyordu.
Kendisi de israrla derslerine çalışır, okuma isteğiyle hocalarını dinlerse, zamanla kafasına bir şeyler girerdi.
“ Benim kafam, şu taştan daha sert değil ya” diye söylendi.
Önemli olan sebat etmekti. Şu su kadar sebat etmek. Şu taş kadar sebat etmek. O zaman
kitaplarda yazılı olanlarla, hocaların anlattıkları kalın da olsa, kafada iz bırakırdı.
Hızla kalkıp gerisin geri medreseye döndü. Çalıştı, çabaladı. Arkadaşlarına yetişti. Hatta zaman
içinde hepsini geçti. Öyle bir bilgin oldu ki, kitapları hala ellerde dolaşır. Bu yüzden taş oğlu manasına
gelen, “ İbni Hacer” dendi adına.
Nurcan SEVİNÇ
Sevgi Yumağı
İLK VAHYİN GELİŞİ
Hz. Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm'a vahiy olarak ilk başlayan şey
uykuda gördüğü salih rüyalar idi. Rüyada her ne görürse, sabah aydınlığı gibi aynen vukua geliyordu. (Bu
esnada) ona yalnızlık sevdirilmişti. Hira mağarasına çekilip orada, ailesine dönmeksizin birkaç gece tek
başına kalıp, tahannüs'de bulunuyordu. -Tahannüs ibadette bulunma demektir.- Bu maksatla yanına azık
alıyor, azığı tükenince Hz. Hatice radıyallahu anha'ya dönüyor, yine aynı şekilde azık alıp tekrar gidiyordu.
Bu hal, kendisine Hira mağarasında Hak gelinceye kadar devam etti. Bir gün ona melek gelip:
"Oku!" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm:
"Ben okuma bilmiyorum!" cevabını verdi. (Aleyhissalâtu vesselâm hâdisenin gerisini şöyle anlatır: "Ben
okuma bilmiyorum deyince) melek beni tutup kucakladı, takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı.
Tekrar:
"Oku!" dedi. Ben tekrar:
"Okuma bilmiyorum!" dedim. Beni ikinci defa kucaklayıp takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra tekrar
bıraktı ve: "Oku!" dedi. Ben yine: "Okuma bilmiyorum!" dedim. Beni tekrar alıp, üçüncü sefer takatım
kesilinceye kadar sıktı. Sonra bıraktı ve:
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin kerimdir, o kalemle
öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alâk 1-5) dedi."
Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm bu vahiyleri öğrenmiş olarak döndü. Kalbinde bir titreme (bir korku)
vardı. Hatice'nin yanına geldi ve:
"Beni örtün, beni örtün!" buyurdu. Onu örttüler. Korku gidinceye kadar öyle kaldı. (Sükûnete erince)
Hz. Hatice radıyallahu anhâ'ya, başından geçenleri anlattı ve:
"Nefsim hususunda korktum!" dedi. Hz. Hatice de:
"Asla korkma! Vallahi Allah seni ebediyen rüsvay etmeyecektir. Zira sen, sıla-i rahimde bulunursun,
doğru konuşursun, işini göremeyenlerin yükünü taşırsın. Fakire kazandırırsın. Misafire ikram edersin. Hak
yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (halka) yardım edersin!" dedi. Sonra Hz. Hatice, Aleyhissalâtu
vesselâm'ı alıp Varaka İbnu Nevfel İbni Esed İbni Abdi'l-Uzzâ İbni Kusay'a götürdü. Bu zat, Hz. Hatice'nin
amcasının oğlu idi. Cahiliye devrinde Hıristiyan olmuş bir kimseydi. İbrani’ce (okuma) yazma bilirdi.
İncil'den, Allah'ın dilediği kadarını İbrani’ce olarak yazmıştı. Gözleri âma olmuş yaşlı bir ihtiyardı. Hz. Hatice
kendisine:
"Ey amcam oğlu! Kardeşinin oğlunu bir dinle, ne söylüyor!" dedi. Varaka Aleyhissalâtu vesselâm'a:
"Ey kardeşimin oğlu! Neler de görüyorsun?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm gördüklerini anlattı.
Varaka da O'na:
"Bu gördüğün melektir. O Hz. Musa'ya da inmiştir. Keşke ben genç olsaydım (da sana yardım
etseydim); keşke, kavmin seni sürüp çıkardıkları vakit hayatta olsaydım!" dedi. Rasûlullah aleyhissalâtu
vesselâm:
"Onlar beni buradan sürüp çıkaracaklar mı?" diye sordu. Varaka:
"Senin getirdiğin gibi bir din getiren hiç kimse yok ki, O'na husumet edilmemiş olsun! O gününü
görürsem, sana müessir yardımda bulunurum!" dedi. Ancak çok geçmeden Varaka vefat etti ve vahiy de
fetrete girdi (Kesildi)."

Benzer belgeler