Burhan Dergisi 70. Sayı

Transkript

Burhan Dergisi 70. Sayı
¿mH
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
EDİTÖR
Rasûlullah (s.a.v) buyurdular ki:
“Diğer milletler, tıpkı sofraya yemek için üşüşen insanlar gibi sizin üzerinize üşüşecekler.”
Bunun üzerine sahabiler şaşkınlıkla sorarlar:
“Ya Rasûlallah, o gün sayımız çok mu
az olacak?” Efendimiz (s.a.v): “Hayır” der. “Bilakis, o gün sayınız çok olacak. Fakat siz -çokluğunuz- bir akıntıya taşınan çer-çöp gibi olacaksınız.
Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizin korkunuzu
silecek, sizin kalbinize de “vehn” verecek.”
Bunun üzerine sahabilerden biri sorar:
“Vehn nedir ya Rasûlallah?..”
O da buyurdu ki: “Dünya sevgisi ve
ölümü sevmemek, ondan nefret etmek.” (Süneni
Ebû Davut: 4/111, hn. 4297; Müsnedi Ahmed: 5/278, hn. 22450)
Yıl 6
Sayı 70
Temmuz 2011
Dünyayı öne alma hastalığı hepimizi vurdu.
Hepimizi derken ümmet-i Muhammed’den bahsediyorum. Bocaladık, halifesiz kaldık, başsız kaldık.
Kimin nereye gittiği, kimin ne yaptığı belli değil.
Uyku sersemiyiz, mahmuruyuz. Biraz yerin üstünü
düşündüğümüz kadar yerin altının hesabını da yapıyor olsak hiçbir şey önümüzde duramayacak.
Bölük pörçük olduk. Gücümüz kuvvetimiz yok
oldu. “Biz” den “ben”e döndük bir türlü “biz” olamadık. İmanların arasına çekilen sahte sınırlar bizi
imandaşlarımızdan kopardı. Fırsat vermemeliydik
oysa. Şam ile İstanbul arasına, Kudüs’le Konya arasına sınır koyanlara inat tüm sınırları yüreklerden
sökmeliydik oysa. İmana sınır mı olur diye haykırmadık, haykıramadık hâlâ uyku mahmurluğu var
üzerimizde.
Çirkefliğin ve şerefsizliğin çağında yaşıyoruz.
İçimizdeki beyinsizlerin yüzünden Iraktaki Nur bacının feryadı gibi nice feryadlar yükseliyor. Tunus,
Cezayir, Libya, Suriye, Yemen… Say sayabildikçe.
Hep ağlayanlar Müslümanlar. Keşmir’den Filipinler’e, Sudan’dan Filistin’e, Çeçenistan’a, Bosna’ya
hep yükselen feryatlar Müslümanların feryatları.
“Arap baharı” deniyor Müslümanlar can veriyor,
başındaki zalimi deviriyor ama öylesine adice bir
çark kurulmuş ki ümmetin başına bir türlü o çarktan dışarı çıkılamıyor. Müslümanların medeniyetlerine sahip çıkmamalarının faturasını Müslümanlar
bu geçtiğimiz yüzyılda çok pahalı ödedi. Ümit ederiz ki verilen her şehid umursamaz suratlara bir uyanış şamarı ve zalimlerin yüzüne yüreğine bir korku
tokadı olur.
Zalimlerin dünyayı sömürmek ve elleri altında bulundurmak için çizdiği sahte sınırlara aldırış etmemeliyiz. İmana sınır olmaz. Kalplerimiz hep
müminlerle atmalı. Şam’da bir çocuk ağlasa İstanbul’da feryat kopmalı. Keşmir’de bir civan vurulsa
dünya başımıza dar gelmeli. Mümin için çarpmayan yürek bir ismi de “Mümin” olan Allah’ın kuluna yakışmaz. Peygamberimiz (s.a.v) bir
hadislerinde şöyle buyuruyor: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Müslüman müslümana zulmetmez. Müslüman müslümanı (başına gelen
musibette) yalnız bırakmaz.” (Buhari, Mezalim, 3)
Tartışmalıyız. İslam birliği, İslam ortak savunma paktı, İslam ortak para birimini tekrar savunmalıyız. Ümmetin birliğini gündeme
getirmeliyiz. Bir tek ümmetiz bizler. Üzerimizde oynanan oyunların her birinden sıyrılmak için değerlerimize sıkı sıkıya sarılmalıyız. İmkânlar ölçüsünde
değil, imanlar ölçüsünde kardeşlik ve birlik tesisi için
çalışmalıyız. Üzerimize örülen her türlü örgüyü yok
etmek için “dost ve düşman” kavramlarını iyi öğrenmeliyiz. Kim dost kim düşman iyi bilmeliyiz.
Asla ümitsizliğe kapılmamalıyız. Eninde sonunda kazanacak olan İslam’dır, Müslümanlardır.
“İnsan hayır istemekten usanmaz. Fakat
kendisine bir kötülük dokunursa hemen
ümitsizliğe düşer, üzülüverir.” (Fussilet, 49)
İnanıyoruz ki bu zulümlerin ve yapılanların hesabı er geç görülecektir. Bizler üzerimize düşen vazifelerin gereğini yerine getirelim yeter. Vazifelerimizin
farkında olalım, gerekenleri yapalım.
“(Resulüm!) Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, Allah onları (cezalandırmayı) korkudan gözlerin dışarıya fırlayacağı
bir güne erteliyor.” (İbrahim, 42)
AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ
Yıl: 6 Sayı: 70
Temmuz 2011
SAHİBİ
Burhan Basın Yayın
İÇİNDEKİLER
Oluk Oluk Müslüman Kanı Akıyor Müslümanlar
Bakıyor 4
Güneş Gibi Gerçekler 8
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Nureddin YILDIZ
Eğitim ve Tur. Ltd. Şti.
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ
Serdar TAŞAR
İslam Dünyasının İçinde Bulunduğu Acıklı Durum 10
Kamil ABDULLAHOĞLU
YAYIN DANIŞMANLARI
Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR
“İslam’ı Nasıl Yok Edelim?” 14
Nihat MORGÜL
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR
YAYIN KURULU
Bu Coğrafyada Artık Birşeyler Değişiyor 18
Hasan BAŞAR
Yusuf ELİBOL
Ramazan ÇAKIR
Aydın BAŞAR
Müslüman Ülkelerdeki Değişim Rüzgarları 22
Yusuf KARAGÖZOĞLU
Salih AYDIN
Musa KARACA
Redaksiyon
Birlikte Allah'ın İpine Sarılma Zamanı Gelmedi mi? 24
Fuat TÜRKER
Müslümanca Yaşamak İçin Müslümanca Kazanmak…
28
Talha Hakan ALP
Mürsel LÜLECİ
DAĞITIM ORGANİZASYONU
Asim AYDOĞDU 0538 233 5000
Fiyatı
Tek Sayı: 6 TL
Dinlerarası Diyalog Ve Misyonerlik Faaliyetleri 34
Dr.Ebubekir SİFİL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 TL
6 Aylık Abone: 36 TL
Yurtdışı
1 Yıllık Abone: 75 Euro
“Bana Ne Diyemezsin” 44
Ersan BİLGİN
Abonelik İçin Hesap Numaraları
Posta Çeki No: 5091167
Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi
Ramazan Işık: “İslam’da Elbette Tatil Vardır.” 48
Röportaj Aydın BAŞAR
Burhan Basın Yay.Eğt.Tur.Ltd.Şti.
Müşteri No: 291928
IBAN:TR67 0020 6000 6300 2919 2800 01
İbrahim Fahreddin Efendi 50
Ahmet HALİLOĞLU
Ziraat Bankası Sultanbeyli Şubesi
Hesap No: 1673–44165588-5002
IBAN:TR690001001673441655885002
Tahkikî İmanın Önemi 54
Aydın BAŞAR
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ
Mehmet Akif Mah.
Kuran Kursu Cad.No: 87
Sultanbeyli / İST.
Muhabbet Bahçesi 58
Yusuf ELİBOL
Tel: +9 (0216) 498 94 00
Faks: +9 (0216) 498 94 00
İNTERNET ADRESİ
[email protected]
[email protected]
www.burhandergisi.com
Çoçukların Dini Eğitimleri Okul Sınavları Kadar Önemli
Değil Mi? 60
Dört Soru 62
M. Emin KARABACAK
Sezgin ÇAKIR
BASKI
Milsan A.Ş. 0212 697 1000
Bir dostun ardından 64
Enver GENCER
YAYIN TÜRÜ
Aylık Süreli Yayın
Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez.
Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir.
Burhan Çoçuk 66
Musa KARACA
Dostluk Bilinci 68
Sebahaddin TÜZÜN
Oluk Oluk Müslüman Kanı Akıyor Müslümanlar
4 Bakıyor
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
İslam Dünyasının İçinde Bulunduğu Acıklı
Durum 10
Kamil ABDULLAHOĞLU
Birlikte Allah'ın İpine Sarılma
24 Zamanı Gelmedi mi?
Fuat TÜRKER
Bir dostun ardından
Enver GENCER
68
Dostluk Bilinci
Sebahaddin TÜZÜN
64
Başyazı
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
OLUK OLUK
MÜSLÜMAN KANI
AKIYOR
MÜSLÜMANLAR
BAKIYOR
Prof. Dr. Mustafa AĞIRMAN
z. Peygamber Efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret edip Medîne’de İslâm Devleti’ni
kurduktan sonra Mekke müşrikleri boş durmadılar; bu devleti yıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları ile bu devleti
yıkacaklarını zannettiler ama her seferinde kaybeden
taraf müşrikler oldu. Savaştan yana olmayan Hz. Peygamber, Mekkelilerle bir barış yapmak ve bu barış ortamının vereceği imkânla bütün dünyaya açılmak
istiyordu; istediği de oldu. Hicretin altıncı yılında (Zilkâde 6/ Mart 628) Mekke müşrikleri ile yapılan Hudeybiye antlaşması Hz. Peygamber’e bu fırsatı verdi.
H
“Ey insanlar! İstemediğiniz şey,
ele geçirmek üzere yola çıktığımız şeydir, yâni şehid olmaktır.
Biz, genellikle döğüşmeye alışmış insanlar değiliz. Biz, ancak,
şerefimizi yükselten Müslümanlık için savaşıyoruz. Hemen ilerleyelim. Bu sâyede iki güzel
neticeden birine erişiriz: Ya gâzî
oluruz, ya şehîd!”
4
Hudeybiye antlaşmasının sağladığı barış ortamından istifâde eden Hz. Peygamber, çevresindeki hükümdarları, devlet ve kabîle başkanlarını İslâm’a dâvet
mektupları kaleme aldırdı. Bu mektupları, o ülkeyi tanıyan arkadaşları (sahâbîleri) ile ilgili şahıslara gönderdi. Hz. Peygamber’in kendisine dâvet mektupları
gönderdiği idareciler, bu mektuplara verdikleri tepkilere göre üçe ayrıldılar: 1-) İslâm’ı kabul edenler, 2-)
İslâm’ı kabul etmeyip Hz. Peygamber’in mektubunu
ve elçisini iyi karşılayanlar, 3-) Devletlerarası hukuku
ayaklar altına alarak ve “elçiye zeval yoktur” ilkesini ayaklar altına alarak Hz. Peygamber’in elçisine
kötü davranan ve mektubunu yırtanlar.
Şimdiki İran topraklarında o zaman Sâsânî sülâlesi hüküm sürüyordu. Hz. Peygamber, Sâsânî hükümdarı (Kisrâ) Hüsrev Perviz’e sahâbîlerden
Abdullah b. Huzâfe’yi gönderdi. Abdullah, Sâsânîler’in başkenti Medâyin’de mektubu Kisra’ya sununca,
Kisrâ Hüsrev Perviz mektubu yırttı. Muhammed isminin kendi isminden önce yazılmasını bahane ederek
Hz. Peygamber’in mektubunu parçaladı. Durumu geri
dönen elçiden öğrenen Hz. Peygamber de yakın zamanda ülkesinin parçalanması için ona bedduâ etti.
Yüce Allah, bu bedduâyı kabul etti. Hüsrev Perviz,
taht kavgası yüzünden oğlu tarafından öldürüldü; ülkesi de Hz. Ömer’in hilafeti zamanında İslâm Devleti’nin topraklarına katıldı.
Hz. Peygamber, dünya hükümdârlarını ve
büyük eyâletlerin vâlilerin birer mektupla İslâm dinine
dâvet ettiği sırada sahâbîlerinden Hâris b. Umeyr’i de
elçi olarak ismi kaynaklarımızda geçmeyen Busrâ vâlisine göndermişti. Hz. Peygamber’in mektubunu yanında bulunduran ve diplomat sıfatıyla seyahat
etmekte olan Müslüman elçi, Mûte civarında Bizans
İmparatorluğunun buradaki bölge valisi ve Gassâni
emîrlerinde Şurahbil b. Amr’ın topraklarından geçerken yol üzerinde durduruldu ve adı geçen emîrin hu-
zuruna çıkarıldı. Hâris’in, Hz. Peygamber tarafından
görevlendirilmiş Suriye’ye doğru gitmekte olan bir elçi
olduğunu öğrenen Şurahbil, Müslüman elçiyi bir iple
bağlattı ve sonra da boynunu vurmak suretiyle öldürttü. İslâm peygamberinin öldürülen ilk ve tek elçisi
olan Hâris b. Umeyr’e karşı yapılan bu davranış Hz.
Peygamber’i son derece üzdü. Şimdiye kadar Hz. Peygamber’in hiçbir elçisi öldürülmemişti. Bu çirkin hareket açıktan açığa Müslümanlara bir saldırıydı. Bu
fâciadan çok üzülen Hz. Peygamber, hemen üç bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Kölelikten âzâd ettiği evlatlığı
Zeyd b. Hârise’yi bu orduya komutan olarak tayin etti.
Bu orduyu Medine’den şu sözlerle uğurladı: “Şâyet,
Zeyd savaşta şehid olursa, komutayı Câfer b.
Ebî Tâlib alsın. Câfer de şehid olursa, orduya
Abdullah b. Revâha komutanlık etsin. O da
şehid düşerse içinizden biri idâreyi ele alsın!”
Zeyd, Hz. Peygamber tarafından kendisine verilen emre göre ordusu ile birlikte Mûte’ye kadar geldi.
Yine Hz. Peygamber’den aldığı tâlimata göre önce
düşmanı İslâm’a dâvet edecek, kabul etmezlerse bu
sefer de onları vatandaş olmaya dâvet edecekti. Bunu
da kabul etmezlerse işte o zaman iki taraf arasında
savaş kaçınılmaz olacaktı.
İslâm ordusunun Medîne’den çıkışını duyan Şurahbil, durumu hemen Bizans imparatoruna bildirdi
ve ondan yardım istedi. Bir rivâyete göre yüz bin, bir
başka rivâyete göre iki yüz bin kişilik bir ordu toplayan
Şurahbil, Müslümanları tedirgin etmeye başladı. Komutan Zeyd, savaştan önce bir yüksek danışma meclisi topladı. Yapılan görüşmelerde durumun Hz.
Peygamber’e bildirilmesi ve alınacak cevaba göre hareket edilmesi fikri ileri sürülmek üzere iken Abdullah
b. Revâha öne atıldı ve şöyle dedi:
“Ey insanlar! İstemediğiniz şey, ele geçirmek üzere yola çıktığımız şeydir, yâni şehid olmaktır. Biz, genellikle döğüşmeye alışmış
insanlar değiliz. Biz, ancak, şerefimizi yükselten Müslümanlık için savaşıyoruz. Hemen ilerleyelim. Bu sâyede iki güzel neticeden birine
erişiriz: Ya gâzî oluruz, ya şehîd!” Medîneli ensârden olan kahraman şâir Abdullah’ın bu sözleri, ordunun mâneviyatı üzerinde büyük etki yaptı. Hep bir
ağızdan: “Abdullah b. Revâha doğru söylüyor!”
dediler ve harekete geçtiler.
Mûte civarında iki ordu karşılaştı. Müslümanlar
için şehid olmaktan başka çare yoktu. Zeyd, Câfer ve
Temmuz 2011
5
Abdullah aynı gün sırayla şehid oldular. Zaten Hz.
Peygamber, onları Medîne’den yolcu ederken şehid
olacaklarını müjdelemişti. Üçüncü komutanın şehid
olmasından sonra bozgun havasına giren ordumuzu
bu havadan yeni Müslüman Hâlid b. Velid kurtardı.
Askerin önüne geçti, bozgunun tehlikelerini anlattı ve
kaçışı önledi. Herkes, Hâlid’in etrafında toplandı.
Bütün mücâhidlerin ittifakı ile Hâlid, komutayı üstlendi ve sancağı eline aldı, akşama kadar çarpıştı.
Kendisinin nasıl bir komutan olduğunu gösterdi. O
gün, elinde dokuz kılıç parçalandığını bizzat kendisi
söylemiştir.
Hâlid, ertesi gün ordusuna yeni bir düzen verdi.
Sağ taraftakileri sola, soldakileri sağa aldı. Öndekileri
arkaya, arkadakileri de öne geçirdi. Düşman birlikleri
karşılarında yeni simâlar görünce, İslâm ordusuna
yeni yardım kuvvetinin gelmiş olduğuna hükmettiler.
Tam bu sırada Hâlid şiddetli bir hücuma geçti ve düşmanı bozguna uğrattı. Hatta düşmana birçok zayiât
verdirdi. Aynı zamanda bu durumdan faydalanmayı
ihmal etmedi. Askerini hemen geri çekti. Büyük bir
bozguna uğratmadan muntazam bir yürüyüşle Medine’ye kadar getirdi. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, savaşın birinci günü Medine mescidinde oturarak savaşı
olduğu şekliyle mescitteki ashâbına anlattı ve sözlerinin sonunda şöyle dedi: “Şimdi Allah’ın kılıçlarından bir kılıç sancağı eline aldı ve Allah,
mücâhidlere fetih nasib etti.”
Saygıdeğer okuyucularım!
Ben size, İslâm tarihinin altın sayfalarından bir
sayfa sundum. Maksadım, size tarihi olayları okutmak
ve sizi ağlatmak değildir. Maksadım sizi düşündürmektir. Bir Müslüman’ın kanı aktığı için, o zamanın
süper gücü Bizans’ı arkasında bulunduran bir devlete
karşı savaş açan ve bundan hiç korkmayan bir peygamberin ümmetiyiz. Ne oldu bize? Ölü toprağı mı
serpildi üzerimize? Bugün oluk oluk Müslüman kanı
akıyor, Müslümanlar da bakıyor. Kim, dur diyecek bu
zalimlere? Kim, haddini bildirecek bunlara? Zâlimler,
ya kendi elleriyle veya Müslümanların başına bela ettikleri kuklalarıyla oluk oluk Müslüman kanı akıtıyorlar bugün. Biz de sadece üzülüyoruz.
6
ŞU
MADDELERİ YENİDEN
BİR DAHA GÖZDEN GEÇİRELİM:
* Dâvet mektubunu parçalayan Kisrâ için bedduâ eden Hz. Peygamber, bu sünneti ile bize hiçbir
şey öğretmiyor mu? Çevremizdeki zâlimleri ne zaman
Kahhâr olan Allah’a havâle edeceğiz? Bedduâ için ellerimiz ne zaman semâya kalkacak? Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlerin hem duâ örnekleri hem de
bedduâ örnekleri vardır. Duâ ve bedduâ sadece bizim
peygamberimizin değil, bütün peygamberlerin sünnetidir. İhmal ettiğimiz sünnetlerden biri de bu galiba.
Tez zamanda sarılalım bu sünnete.
*“Elçiye zevâl yoktur.” İlkesini hiçe sayarak
Hz. Peygamber’in elçisini öldürenlerin yaptıkları yanlarına kâr kalmamıştır. Zâlimler yaptıklarının bedelini
ağır bir şekilde ödemişlerdir. Ama gelin görün ki, mazlûm ve mağdûr Gazze halkına insânî yardım götüren
insanlarımızı şehid eden zâlimlerden kimse hesap sormadı, soramadı. Hz. Peygamber’in, sahâbenin ve evliyânın menkiberini okuyup ağlamak mıdır
Müslümanlık? Sünnet denildiği zaman yeme, içme,
giyme, yürüme ve oturma şekillerini anlayan çağımızın Müslümanları, Hz. Peygamber’i gerçek hayatıyla
ve asıl yüzüyle ne zaman tanıyacaklar?
*Dikkat ettiyseniz Hz. Peygamber, bu zâlimleri
öylesine küçümsüyor ki, kendisi gitmiyor ordusunun
başında; kurmaylarını gönderiyor. Kurmayları da Hz.
Peygamber’in eksikliğini hissettirmiyorlar. Yapılması
gerekeni en güzel şekilde yapıyorlar. İçinde yaşadığımız bu çağda bütün Müslümanlar, Hz. Peygamber’in
kurmayları değil midir?
*Mûte savaşında üç değerli komutanımızla birlikte on iki şehid verdik ama İslâm’ın izzetini ve geleceğini kurtardık. İslâm’ın izzeti bizim hepimizin
hayatından daha önemlidir. Biz müslümanlar, bizim
dünyalığımıza değil, İslâm’a öncelik vermeliyiz.
*İki arada bir derede kalan, düşmanın gücünden dolayı geri adım atmayı düşünen ordumuzu harekete getiren, onlara can ve kan aşılayan Abdullah b.
Revâha gibilerine ne kadar da çok ihtiyacımız var
bugün. Ağzı olup dili olmayan, konuşmaktan çekinen,
pısırık, sünepe, pasif insanlarla nereye gidebiliriz ki?
Unutmayın, büyük yangınların başlangıcında bir kıvılcım vardır. İşte o kıvılcımı arıyoruz bugün. İslâm
dünyasını harekete geçirecek işte o kıvılcımı.
Temmuz 2011
HAKEV
HACI ŞABAN EFENDİ EĞİTİM KÜLTÜR VE
YARDIMLAŞMA VAKFI
VAKFIMIZ, RESMÎ GAZETE’NİN 25 HAZİRAN 2011CUMARTESİ,
27975 SAYILI YAYINIYLA RESMEN TESCİL EDİLMİŞTİR. VAKFIMIZIN
MÜTEVELLİ HEYETİ İLK MÜTEVELLİ HEYET TOPLANTISINI 23
TEMMUZ 2011 TARİHİNDE CUMARTESİ GÜNÜ İSTANBUL
SULTANBEYLİ’DE BULUNAN MERKEZ BİNASINDA YAPACAKTIR.
MÜTEVELLİ HEYETİNDE BULUNAN KİŞİLERİN BU TOPLANTIDA HAZIR
BULUNMALARI ÖNEMLE RİCA OLUNUR.
VAKFIN
MÜTEVELLİ HEYETİ ALFABE SIRASINA GÖRE:
1.Ahmet DEMİRÖZ
2. Ali BÜYÜKADALI
3. Arif KAÇMAZ
4. Arif ÖZTÜRK
5. Avni ADIGÜZEL
6. Bahaddin ELÇİ
7. Burhanettin ÇALGAN
8. Engin KORHAN
9. Fatih BURAK
10. Halil ÇALIŞKAN
11. Halil İbrahim TAŞTAN
12. Halit EŞKAN
13. Hami SÖNMEZ
14. Hanefi KILIÇOĞLU
15. Hicabi ZEYBEK
16. Hikmet ÖZTÜRK
17. Hükmü ÖZATA
18. İlhami DEVELİ
19. İsmail YILMAZ
20. Kamil ABDULLAHOĞLU
21. Kemal KARAAHMETOĞLU
22. Şahin YÜCEL
23. Lütfi BÖLEN
24. Mahmut DEVELİ
25. Mihmail BAŞYİĞİT
26. Mehmet ÇAVUŞ
27. Mehmet TEMUR
28. Muhsin DEMİR
29. Murat KUMBASAR
30. Mustafa ANTİKA
31. Mustafa MANGAN
32. Mustafa TEMUR
33. Münir BOZKURT
34. Naci MERT
35. Nazir DUMAN
36. Nurettin BURAK
37. Orhan AKKOYUNLU
38. Salih AKBAŞ
39. Salih BOYLU
40. Sebahattin YAŞA
41. Sezgin ÇAKIR
42. Suat PAMUKÇU
43. Süphi KILBAŞ
44. Şinasi BAŞARAN
45. Veysel KÖKSAL
46. Yılmaz ERTURAL
47. Yusuf DAŞTAN
48.Zeki ÇİFTÇİ
NUREDDIN YILDIZ
[email protected]
GÜNEŞ GİBİ
GERÇEKLER
1- Allah azze ve celle KÂDİRDİR, MUKTEDİRDİR. Göklerde ve yerde O’nun kurdeti kesindir, kimse
o kudretin önünde var olduğunu iddia edemez. Ve
Allah Teâlâ’nın kudreti, sonradan kazanılma bir kudret değildir. Dilemek o kudretin tahakkuku için yeterlidir. Meleklere, cinlere, insanlara ve hayvanlara hatta
cemadata o kudreti ile hükmetmektedir Allah. Ne bu
zamana kadar ne de bundan sonra hiçbir güç, O’nun
iradesine karşı ortaya çıkabilecek bir irade beyan edemeyeceği gibi, O’nun yapmayı dilediğini de engelleyemeyecektir. Çünkü Allah Teâlâ kâdirdir, muktedirdir.
Denizlere bakan o kudreti gödüd. Dağlara bakan
görür. Bir karıncaya ve bir file bakan o kudreti görür.
Kendine bakan insan da üzerinde O’nun muhteşem
kudretini görür. ‘Bir göz kıpırdatması’ kadar bir
zaman, her şeyin olması veya yokluğu için yeterlidir o
kudretin önünde.
2- Allah azze ve celle ALÎMDİR; RAKÎBDİR. Biliyor. Bilmek neyi gösteriyorsa ondan daha çoğunu, öğrenme ihtiyacı olmadan biliyor. Hiçbir şey O’nun
bilgisi haricinde olamaz. Ne O’na kulluk edenler ne de
ısyan estirenler, O’nun bilgisi dışında değildirler. Her
şey O’nun bilgisi ve kontrolündedir; iyi de kötü de,
güzel de çirkin de.
‘Sen herhangi bir durumda bulunsan,
Kur'an’dan herhangi bir şey okusan ve sizler
herhangi bir iş yapsanız, daha siz bir şeye giri-
8
şir girişmez, üstünüzde biz size şahitizdir.
Gökte ve yerde zerre kadar bir şey ve ondan
daha küçük ve daha büyük hiçbir şey Rabbinden
kaçmaz ve hepsi apaçık bir kitaptadır.’ (Yunus, 61)
3- İnsan acizdir, çaresizdir. Güç ve kuvveti cılızdır.
İnsan kendi başına kalsa bir an bile ayakta duramaz.
Allah onu korursa o var olabilir. Tam anlamıyla ‘Allah'tan başka güç ve kuvveti olmayan’ bir mahluktur.
İnsanın var zannettiği ne varsa o da geçicidir. İnsanın
ürktükleri de geçicidir, cılızdır. İnsan cılız olduğu için
cılızları büyütür gözünde. Asıl korkulacak olanı unutur da korkulmaya değemzlerden korkar.
4- İnsan, acizliğine rağmen, etrafındaki çemberi
kıracak sebeplerle de donatılmıştır. O sebepleri kullanmayı becermesi hâlinde kendisini daraltan, bunaltan çemberi kırabilir.
Sebepleri kullanmakla sebeplere tapınmak arasında dengeyi kurabilen insan mü'min insandır. Allah'ın yardımı da onun üzerine gelecektir. Çünkü iyiyi
de kötüyü de yaratan ve bir plan üzerinden yeryüzüne
yayan Allah Teâlâ, batılın adamlarını ayakta tutarken
hakkın adamlarına da adamlıklarını ispat edecek gayretlere girmelerini ve sebepleri iyi kullanmalarını emretmiştir. Denge bu plan üzerinde yürümektedir.
Planın işleyişine uymayanların beklenti içinde olamları hakları değildir.
Temmuz 2011
5- En büyük kanunlardan biri herkesin kendini
değiştirmesi kanunudur. Millet olarak da fertler olarak
da bakıldığında Allah, değişeni değiştirecek, değişmek
istemeyeni olduğu gibi bırakacaktır. Elbette bu değişme isteği bir dilekçeyle talep edilen bir istekten çok
tavırlarla ispat edilen bir talep olarak ortaya konacaktır.
Ra’d suresinin on birinci âyeti bu hakikati hiçbir
tartışmaya mecal bırakmayacak şekilde anlatmaktadır. Surenin on birinci âyeti bu hakikati beyan ediyor
ama biz dokuzuncu âyetinden on ikinci âyetine kadar
olan kısmı bir arada görelim ve Kur'an’ın üslubunu da
anlamaya çalışalım:
‘O’dur görünmeyeni ve görüneni bilen ve her
şeyden ulu, her şeyden üstün olan!
Sizden sözü gizleyen de açığa vuran da, gece
gizlenen de gündüz belirip ortaya çıkan da, O’nun için
birdir.
Onları devamlı olarak önlerinden ve arkalarından Allah'ın emriyle takip edip denetleyen izleyiciler
vardır.
Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe
şüphesiz Allah onların durumunu değiştirmez.
Ve eğer Allah bir topluma kötülük/helâk dileyecek olursa, onu onlardan kimse uzaklaştıramaz ve
onlar için Allah'tan başka bir koruyucu yoktur.
Korkuyla ve umutla O’dur şimşeği size gösteren
ve ağırlaşmış bulutları üretip yaratan!’
Anlatılacak olan kural şudur:
‘Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe şüphesiz Allah onların durumunu değiştirmez.’ Ama bu bize anlatılırken Allah etala’nın farklı
kudret örnekleri arasında anlatılmaktadır. Gökte gördüğümüz şimşekten, üzerimize düşen yağmura kadar
her şeye hükümranlığı olan ve her şeyi bilen Allah:
‘Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe şüphesiz Allah onların durumunu değiştirmez.’demiştir. bunu
anlamaya mecburuz. Duadan önce bu gelmelidir.
Evet, pek çok sebep vardır. O sebepler elde edilecektir ama bizim Allah Teâlâ’dan göreceğimiz yardımın ya da Allah'ın bizim için zafer lütfetmesinin temel
dayanağı, bizim değişmek istediğimizi göstermemiz
olacaktır. Fert olarak da toplum olarak da değişme heyecanımız, zaferimizin müjdesidir.
Temmuz 2011
6- Bizi kuşatan sorunlar kemerinin kırılabilmesi
için yük bizim omuzumuzdadır. Biz değişeceğiz ki
Allah da değiştirecek. Ve bu değişim isteği, temennileri
aşacak günlük hayatımızın bölümleri arasına girecektir.
KONUŞAN
MÜSLÜMAN,
YERİNE İŞ ÜRETEN, ÜRETİLENE KATILAN
ALLAH'I VE DİNİNİ HER ŞEYİN ÜSTÜNDE SEVEN, O’NA
GÜVENEN,
GELECEK ENDİŞESİNİ ‘DİNİN GELECEĞİ,
İMANLA ÖLMESİ’ OLARAK ANLAYAN,
İNSANLARIN
KALBE DÜNYA SEVGİSİNİ BİR PUT OLARAK SOKMAYAN,
DÜNYAYI ALLAH'IN GÖRDÜĞĞÜ GİBİ BİR SİNEK KANADI
KADAR BİLE ETMEZ GÖREBİLEN,
MÜBAHLAR
İÇİNDE BOĞULUP KALMAYAN, CİHADI EN
ULVİ GÖREV BİLEBİLEN,
KAVRAMLARINI HAYAT İLKESİ OLARAK KULLANAN, İNSANLARA VE DÜNYAYA KUR'AN’IN BAKTIĞI GİBİ BAKAN,
ALLAH'IN
YASAKLARININ TOPLUMDA YER BULMA-
SINNDAN UYKULARI KAÇAN
OLAN
MÜSLÜMAN,
DEĞİŞİM TALEBİ
MÜSLÜMAN’DIR.
Kurtuluş da bu Müslüman neslin elinde biiznillah gerçekleşecektir.
9
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Kamil ABDULLAHOĞLU
İSLAM DÜNYASININ
İÇİNDE BULUNDUĞU
ACIKLI DURUM
irk, zulüm ve Haksızlıklarla dolu bir dünya yaşanıyordu. Hiç kimse ne canından nede malından emindi. Dünyada terör, Haksızlık,
adaletsizlik, kadınları ve güçsüzleri ezmek nerde ise
doğal duruma gelmişti. Yüce Allah insanlığa merhamet etti de kâinatın güneşi Efendimiz (s.a.v.)i hidayet
rehberi olarak gönderdi.
Ş
Allah Resulü (s.a.v.) bozulmuş bu hayatın tüm
eğriliklerini düzeltmiş, toplumlardaki her ferde hak ettiği mevkii verip, hak ermediği bir makama çıkmasına
da engel olmuş ve herkesi ancak layık olduğu mevkie
yerleştirmiştir. Böylece insanlık tekbir aile şekline bürünmüş, babaları Hz. Adem, O’ da topraktan var edilmiş gerçeğine dönmüştür.
İslam, Resulüllah (s.a.v.)in tesis ettiği menhec
üzere devam ettiği sürece kalplerdeki nüfuzunu sürdürmüş ve Müslümanları dünyanın efendisi haline getirmiştir. Toplumlarda hiçbir değeri olmayan Salman-i
Farisi, Bila-i Habeş-i, Suheyb er-Rumi, Ammar vb. ile,
toplumun aristokrasisinde yer alanların arasında takva
hariç hiçbir üstünlük farkının kalmadığını net bir şekilde görüyoruz. Tesis edilen bu yüce insanlık değerlerini yıkan ve dünya Müslümanlarının zillete
düşmesine sebep olan nedenler üzerinde kısaca durmamızda faide mülahaza etmekteyiz.
- İslam’ın tesis ettiği kardeşliğe en büyük darbeyi
vuran ve İslam birliğini ortadan kaldıran en büyük
hastalık hiç şüphesiz ırkçılık hastalığıdır. İnsanın benliğine kodlanmış olan bu hastalık, imanın zafiyete uğradığı dönemlerde tıpkı habis bir ur gibi ortaya çıkar
ve ümmetin birliğine en büyük zararı verir. Allah Resulü (s.a.v.) “Hepiniz Âdemin çocuklarısınız,
Âdem de topraktandır. Atalarıyla övünenler
bundan vazgeçsin. Vazgeçmeyenler Allah’ın indinde kertenkelelerden daha aşağıdır.”1 “Irkçılığı isteyen onun için savaşsın. Irkçılık uğrunda
ölen bizden değildir.”2Bu ve benzeri pek çok sözleriyle tarihte insanlığın çok çektiği bu cahiliye anlayışını yıkmış ve yeniden canlanmaması için de elinden
geleni yapmıştır. Ne yazık ki iblisin dini olan bu cahiliye ruhu kâinatın Efendisi (s.a.v.)in vefatından kısa
zaman sonra yeniden hayatiyet bulmaya çalışmış.
Asr-ı saadet ruhunu ve nebevi anlayışı baltalayan, ümmeti birbirine kırdıran anlayış bu hasta anlayışın sonucudur. Hz. Ali (r.a.)ye karşı çıkıp Arapçılık
ruhunu yeniden hortlatan Emevi hanedanının ümmette ne gibi onulmaz yaralar açtığını, sahabe ve tabiinin büyüklerinin öldürülmesine, hatta nesebi
Temmuz 2011
tahirenin temsilcilerinden olan Hz. Hüseynin katledilmesine kadar varan anlayışın, bu hasta anlayıştan
başka bir şey olmadığını anlamak gerekir. Bu hastalık
okadar ileri gitti ki, Emevi saltanatına gelen ve beşinci
halife unvanını kazanan Ömer İbn Abdulaziz’in bu
görevi kabullenmesinin nedenini oluşturuyordu. O bu
nedenleri üç noktada özetliyor ve diyor ki, bu görevi
almakla üç temizlik yapmayı amaçlamıştım. Birincisi,
ümmetin başında bulunan zalim Haccacı def etmekti.
Ben vazifeye başlamadan iki hafta önce öldü ve o pislik paklandı. İkincisi, Cumada hutbelerde Ehl-i Beyte
lanet okunuyordu.
Bunu kaldırmaktı. Ehl-i Beyt övgüye layık Allah
Resulü (s.a.v.)in temiz nesebidir. Onlar övgüye ve saygıya layıktır. Bunu da hallettik. Üçüncüsü de, devlet
malına çöreklenmiş Emevi hanedanının ellerini devlet
malından el çektirmekti. Tüm yöneticileri toplayarak
şöyle söze başladı, öncelikle kendi maaşımı belirlemek
isterim dedi ve şöyle devam etti; Dedem Hz. Ömer
(Ömer İbn Abdülaziz Hz. Ömer’in ana tarafından yedinci torunu) kendine günlük olarak iki dirhem almaktaydı. Aradan her ne kadar zaman geçti ve enflasyon
olduysa da ben yinede O’nun aldığı kadar alacağım
dedim. Bunu duyan yönetim kadrosu sessizce dağılıp
gittiler ve göreve gelmediler. Zira bu, halife olduğu
halde bu kadar alıyorsa bize ne verir düşüncesiyle tuzbuz oldular ve bu meselede kendiliğinden halledildi.
Toplumun malını sömürmenin ve insanları ezmenin en
güzel şeytani herhalde bu olsa gerek.
11
Aynı hasta düşünce tarihin her devresinde ortaya çıkmış ve bu zihniyete sahip olanlar kendi menfaatleri doğrultusunda insanları ezmekten geri
kalmamışlardır. Irakta Saddam’ın oğullarının iğfal etmediği kız ve yağmalamadıkları mal kalmamıştı. Prof.
Dr. Suphi Saatçı’nın ifadesiyle, bir bayram sabahı Kerkük’te toplayıp götürdükleri insanlardan 53 ünün cesediyle karşılaştılar. Bu zulmün arkasında hanedan
menfaatleri, ırki, mezhebi ya da ideolojik sebepler bulunmaktadır. Bu düşüncelerden biri diğerini tetiklemektedir. Osmanlının yıkılmasının arka planında da
bu anlayış yatmaktadır.
Fransız ihtilalinde doruk noktaya ulaşan milliyetçilik özellikle İngilizlerin gayretleriyle İslam coğrafyasına sıçramış ve her zaman batı için tehdit unsuru
sayılan Müslüman gücünün dağılmasına sebep olmuştur. Osmanlının dağılmasından sonra kurulan milli
devletler de hep başkalarının güdümünde aşiret devleti şeklinde olmuştur. Bugün Arap yarımadasında nüfusu milyona ulaşmamış devletlerin varlığı ile yokluğu
arasında ne fark olabilir. Müslümanların mallarına çöreklenmiş bir avuç hanedanların arpalığından başka
bir şey olmasa gerek. Tabiî ki asıl payı, İslam coğrafyasını bu hale düşüren batılı yamyamlar almaktadır.
Şu anda Müslüman Arap toplumlarında meydana
gelen olayların arkasında ki asıl neden, toplumların
mallarına çöreklenmiş hanedanların sömürü ve zulümleridir. Dış güçlerde küçülmüş bu devletçiklerde sürekli olarak milli, mezhebi ve farklı etnik anlayış ve
12
unsurları kaşımaktadırlar. Afganistan’da Ruslara karşı
büyük bir mücadele veren Müslümanlar, kendi içlerindeki milli hisleri yenemediler ve bugün Amerikanın
oyuncağı haline geldiler.
Bu bahsi Allah Resulü (s.a.v.)in bir sözüyle bitirelim; “Allah indinde en şerefliniz takvaca en
ileri olanınızdır. Arabın Arap olmayana bir üstünlüğü yoktur. Arap olmayanında Arap üzerine
bir üstünlüğü yoktur. Siyah derili olanın beyaz
derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Beyazın da
siyah derili üzerine bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük sadece takv ailedir.”
“Kim hevasına uyarak batıl yolda cenk
eder, kavmiyetçiliğe çağrıda bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, cahiliye ölümü üzere ölür.”3
- Müslümanların içinde bulunduğu bu duruma
sebep olan nedenlerden bir diğeri dinin siyasetten ayrı
olarak telakki edilmesidir. İdareyi ellerine geçirenler
din alimleri kadar dine vakıf olmadıklarından ve belkide böyle hassasiyete sahip olmadıklarından dolayı
halka karşı zorbalığa kalkıştılar.4 Bu tür devlet adamlarında cahiliye temayülleri baş gösterdi.
Dünya zevk ve sefasına daldılar. Kendilerine paralar yetmez oldu. Halka hizmeti unuttular. Vergileri
artırdılar. Müslüman görünseler de dini hassasiyet
Temmuz 2011
Müslümanların içinde bulunduğu bu duruma sebep olan nedenlerden bir diğeri dinin siyasetten ayrı olarak telakki edilmesidir. İdareyi
ellerine geçirenler din alimleri kadar dine vakıf olmadıklarından ve
belkide böyle hassasiyete sahip olmadıklarından dolayı halka karşı
zorbalığa kalkıştılar.
kendilerinde kalmadığından dini ve toplumu temsil
kabiliyetleri kalmadı. Allah’ta onlardan heybeti söküp
aldı. Gelinen noktada durumu hepimiz müşahede etmekteyiz.
- Müslüman yönetiminde bulunanlarla, ilimle
iştigal edenler, dünya menfaatini sağlayacak faydalı
ve pratik ilimlere de ehemmiyet vermediler. Tarihin
belli devrinden itibaren ilim adamlarımız kelami konuları yunan felsefesinin öngördüğü metodoloji ile tartışıp, toplumlara pek de fayda sağlamayan konularla
meşgul olurlarken, yönetimde bulunanlarda kendi
dünyalarında eğlenip bulundukları konumlarını nasıl
koruyacaklarının hesaplarını yapıyorlardı. Gelinen
noktada ezilmiş toplumlar, bu şehvetperestlerin saltanatlarını nasıl yıktıklarını görmekteyiz. Yirminci yüzyıl
Müslümanlar açısından tamamen kayıp bir asır olurken, yirmi birinci yüzyılda da batı karşısında ezik, terörle başı dertte, açlık ve sefalet içerisinde büyük bir
coğrafya. Günlük petrol geliri 3 milyar dolar olan
Suudi Arabistan’ın bu gelirleri nereye gidiyor.
Müslümanların kutsal şehri Mekke’nin içler acısı
durumunu maalesef üzülerek seyretmekten başka çaremiz yok. Ümmetin bu varlığını kimlere nereye ve
niçin kullanıyor!!! “Onlara (düşmanlara) gücünüz
yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp beslenen atlar hazırlayın, onunla Allah’ın düşmanını, sizin düşmanınızı ve onlardan başka sizin
bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri korkutursunuz. Allah yolunda ne harcarsanız size eksiksiz ödenir, siz asla haksızlığa
uğratılmazsınız.”5 İlahi fermanı ile “Onlara
(düşmanlara) gücünüz yettiği kadar kuvvet hazırlayın, biliniz ki, güç atmaktır, güç atmaktır,
güç atmaktır.”6 Nebevi fermanı yönetenlere, makamlarını koruma pahasına Yahudi ya da Hıristiyan-
Temmuz 2011
larla her türlü ilişkileri kurup ümmetin gelirlerini onlarla paylaşmayı mı? Emrediyor?
- Müslümanların yaşantılarında sapıklık ve bidatlerin yaygınlık göstermesi; Yaşadığımız çağda Müslümanların tevhid anlayışı ve doğru din telakkileri
bozularak, bidat ve sapık düşüncelerin yaygın hale
geldiği, iyi ile kötüyü, hak ile batılı ayıracak yapıda olmadıklarından başkalarının kolayca yönlendirmelerine alet olmaktadırlar. Bir asrı aşkın bir zamandan
beri İslam toplumları cahil, fakir bırakılarak sürüler haline dönüştürülmüştür. Zorba sistemleri destekleyen
Belam kılıklı din adamlarının ekranlarda boy göstermesi de ayrı bir fitne oluşturmaktadır. Hâlbuki Hz. Muhammed (s.a.v.)in getirdiği Kur’an ve Sünnet merkezli
din batılın peşinden gitmeyi reddeder. Müminler doğru
din anlayışına ve Allah rızasına sahip olurlarsa onları
kimse hak yoldan uzaklaştıramaz. “Rızasını arayanı
Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onları
iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir.”7 Ayeti bu gerçeği ifade eder.
Müslümanların geri kalmışlıklarının ve çalkantı
içerisinde olmalarının sadece birkaç örneğini sunmaya
çalıştık. Başka nedenlerinde mutlaka başkaları tarafından kaleme alınarak istifademize sunulacağı muhakkaktır. Allah Azze ve Celle İslam coğrafyasına
sükun ve hayırlar bahşetsin. Amin.
....................................
1)- Tefsir’u-İbn-i Kesir, 7/392
2)- Ebu Davud, Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvi, Müslümanların gerilemesiyle Dünya Neler
Kaybetti, 77
3)- Prof.Dr. İbrahim CANAN, Kütüb-i Sitte, 4/256,257
4)- Nedvi, 108
5)- Enfal, 60
6)- Müslim, İmare, 167
7)- Maide, 16
13
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
“İSLAM’I NASIL
YOK EDELİM?”
NİHAT MORGÜL
[email protected]
ıllar önce okuduğum bir kitabın adı tam olarak
buydu.Halen kütüphanemde mevcut bu kitap,1
1700’lü yıllarda Osmanlı ülkesinde görevli bir
İngiliz ajanın hatıralarını anlatıyor. Bu ajan İngiliz
sömürge bakanlığında aynı isimde bir kitap olduğunu
söylüyor ve oradaki bazı tavsiyeleri kitabında
naklediyor.
Y
"Hile yoluyla faizli alış-verişte
bulunur, sığırların peşine
düşer ziraate razı olur ve
cihadı da terk ederseniz, Allah
size öyle bir zillet verir ki,
dininize tekrar dönmedikçe o
zilleti kaldırmaz."
Kitapta anlatılanları burada özetleyecek değilim
ama başlıklardan bir kaçını zikretmek günümüz İslam
coğrafyasını anlamak açısından faydalı olur
kanaatindeyim.
Kitapta
müslümanların
güçlenmemesi, onların kolay yönetilmesi için İngiliz
hükümetine ajanlar tarafından tavsiye edilen
adımlardan çok az bir kısmı özetle şunlar:
1. Müslümanlar arasındaki ihtilafı, fitne ve
kargaşayı körüklemek,
2. Müslümanlar arsındaki cehalet ve bilgisizliği
yaygınlaştırmak,
3. Tembelliği teşvik etmek,
4. Ekonomik geriliğin, işsizlik ve yoksulluğun
yayılmasını sağlamak,
14
5. İslam memleketlerinin yöneticilerini halklarını
içki, kumar fuhuş gibi kötülüklere sürüklemek,
6. Müslümanların ırkçı ve milliyetçi duygularını
kamçılamak,
7. Din âlimleri ile halk arasında karşılıklı saygı ve
dostane ilişkileri bozmak,
8. Kâfirler ile savaş ve cihadın vacip olduğu
fikrini sarsıntıya uğratmak,
9. Müslümanlar arasında ‘dinden maksadın
sadece İslam olmadığı’ inancını yaymak,
10.Müslümanları ibadetlerden alıkoymak ve
ibadetlerde şüphe uyandırmak,
11.İslam’ı kışkırtıcı (terörist) bir din olarak
tanıtmak. Bunun kanıtı olarak İslam ülkelerindeki
karışıklıkları göstermek,
12.Müslüman kadınların tesettürden vaz geçmesi
için olağan üstü çaba sarf etmek,
13.İmamlara ve cemaate yönelik çeşitli ithamlar
yayarak cemaatle namazı azaltmak, halkın din
adamlarına teveccühünü kırmak,
14.Müslümanların zihinlerine özgür düşünce adı
altında sorgulayıcı bir din anlayışını yerleştirmek,
15.İslam öğretilerinin evrensel
reddetmek, İslam’ın aslında yerel
vurgulamak,
olduğunu
olduğunu
16.Kuran’ın asıl ve gerçek olduğu konusunda
şüpheler uyandırmak, vs.
Üç yüz sene önce planlanan ve izahı uzun bu ve
benzeri stratejiler meyve vermiş olacak ki İslam
dünyası son yüz yıl içinde çok acılar gördü ve hala
görmektedir. Neticede Osmanlı parçalandı, İslam
birliği bozuldu. Başta Filistin olmak üzere tüm İslam
coğrafyası ondan sonra hiç durulmadı.
Afrika’nın halkı müslüman devletlerinde ise
baskı ve zulmün verdiği bir sessizlik hâkimdi. Fas,
Tunus, Cezayir, Libya, Mısır, Sudan.. Hepsi Batıya
karşı kuzu, halkına karşı kurt yöneticilerle idare edildi.
Afganistan, Çeçenistan, Pakistan, Irak, İran, Arabistan,
Yemen malum.
Neredeyse tüm İslam coğrafyası sadece baskı,
zulüm, kan ve gözyaşıyla anılır oldu. Bu baskılar
neticesinde bazı ülkelerde gizli kapaklı örgütler ortaya
çıktı. Bunlar kendilerince hak aramaya başladılar.
Bazılarının yaptığı gerçekten terördü. Bazılarının haklı
mücadelesi de terör olarak adlandırıldı. Neticede
Temmuz 2011
İslam ve müslümanlar, terör, anarşi, intihar eylemleri
ile anılır oldu. Batı, bilerek bu kötü imajı besledi.
Batıda hatta kendi ülkemizde yapılan filmlerde
müslümanlar uçak kaçıran, adam öldüren, kadınlara
karşı hoş görüşüz, medeniyetten uzak, güvenilmez
insanlar olarak lanse edildi.
İnsanlar İslam’dan ve Müslümandan korkar hale
geldiler. İnsanlar korktukları, emin olmadıkları, şüphe
duydukları bir düşünceyi, bir inancı benimsemezler.
Dolayısıyla bu kötü imaj batıda İslam’ın yayılmasının
önüne geçtiği gibi siyasi olarak batılı devletlerin
müslüman halklar üzerine yapacakları operasyonların
gerekçesi olarak sunuldu.
Batı bunu yaparken kendini gayet medeni,
gayet insancıl olarak sundu. Oysa batının insancıllığı
sadece kendineydi. Geçmişteki haçlı seferleri bir yana,
bu yüzyılın başında İslam dünyasını sömürmek için
yaptığı
işgallerde
Afrika’da,
Hindistan’da,
Ortadoğu’da, Anadolu toprağında yaptıkları zulüm ve
işkenceler, daha dün Avrupa’nın ortasında Bosna’da
yaptıkları insanlık dışı muameleler unutulmuş değildir.
Nasıl unutulsun ki hala Afganistan’da, Irakta ve şimdi
Libya’da binlerce sivil insan batılı devletlerin
operasyonlarıyla öldürülmekte ve birçokları kadın
erkek
demeden
hapishanelerde
işkenceden
15
geçirilmektedir.
Bu sivil insanları öldüren batılı
güçlerin yaptıkları tek açıklama var; yanlışlıkla oldu!??
Evet, batı bu konuda masum değildir. Fakat
müslümanların gördüğü zulüm ve işkencelerin,
müslüman coğrafya üzerindeki kan ve gözyaşının tek
müsebbibi de sadece onlar değildir. Bu zülüm onların
yerli işbirlikçileri eliyle de acımasızca sürdürülmüştür
ve sürdürülmektedir.
Birleşmek tüm dünya Müslümanlarının aynı işle
uğraşması anlamına gelmez. Nasıl ki bir camiyi ayakta
tutan sütunlar vardır. Birleşmek adına bu sütünları bir
araya getirirseniz cami yıkılır. Önemli olan direklerin
farklı yerlerde, farklı ebatlarda olmalarına rağmen
hepsinin aynı kubbeye omuz vermeleridir.
2.DEĞİŞİME
KENDİMİZDEN BAŞLAMAK EN DOĞRU
YERDEN BAŞLAMAKTIR
Şimdilerde tüm Ortadoğu’da ve kuzey Afrika’da
halkların yönetime karşı isyanıyla beraber gelişen bir
isyan, bir değişim ve umut, bir halk hareketi vardır.
Birden bire ortaya çıkan ve sadece müslüman
ülkelerde gelişen bu değişim rüzgârının sadece masum
halk hareketi mi yoksa dış destekli mi olup olmadığı
şimdilik ikinci plandadır.
Bizim açımızdan temel soru şudur;
İslam coğrafyasında zulüm ve gözyaşı ne zaman
ve nasıl bitecek?
Meseleyi siyasi yönden değerlendirmek
mümkün. Ancak biz müslümanlar olarak evvelemirde
Kuran ve hadis penceresinden olaylara bakıp ilahi
reçeteleri araştırmak, fert ve toplum olarak üzerimize
düşen vazifeler varsa onları yerine getirmekle
mükellefiz.
1.BİR VE BERABER OLMAK
Düşmanlar güçlü değil, fakat biz zayıfız.
Zayıflığımızın temelinde ise ihtilafları büyütmek, bir ve
beraber olmamak var. Onlar güçlerini bizim
aramızdaki ihtilaflardan almaktadırlar. Oysa Allah
Teâlâ; “Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a)
sımsıkı yapışın; parçalanmayın”2buyurmaktadır.
16
Bir kişi, bir parti, bir gurup gelecek her şey
düzelecek diye beklemek yanlıştır ve kolaycılıktır. Bu
anlayış Kur’an’a da aykırıdır. Allah Teâlâ şöyle
buyurmaktadır: “Şüphesiz ki, bir kavim kendi
durumunu değiştirmedikçe Allah onların
durumunu değiştirmez.”3
3.GÜNAH VE İSYANI TERK ETMEK
İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: "Bir
kavimde gulûl (denen devlet malından hırsızlık)
zuhur ederse, Allah o kavmin kalplerine korku
atar. Bir kavim içinde zina yayılırsa orada
ölümler artar. Bir kavim, ölçü ve tartılarda (hile
yaparak) miktarı azaltırsa Allah ondan rızkı
keser. Bir kavmin (mahkemelerinde) haksız
yere hükümler verilirse, o kavimde mutlaka kan
yaygınlaşır. Bir kavm ahdinden dönüp gadre yer
verirse, Allah onlara mutlaka düşmanlarını
musallat eder."4
4.KİŞİSEL
GÜNAHLARIMIZA TÖVBE ETTİĞİMİZ GİBİ
TOPLUMSAL GÜNAHLARIMIZA VE HATALARIMIZA DA
TÖVBE ETMEMİZ GEREKİR.
Kur’an; “Ey müminler! Hep birden Allah'a
tövbe
ediniz
ki
kurtuluşa
eresiniz”5
buyurmaktadır. Bunun için kendimizin iyi olması
yetmez, toplumun dönüşmesi içinde çaba sarf etmek,
Temmuz 2011
gayret etmek, vakıflar dernekler cemiyetler kurarak,
varsa kurulmuş cemiyetlere destek olarak iyi niyetimizi
belli etmek zorundayız.
5.KARDEŞLİK DUYGUSUNU PEKİŞTİRMEK
Aramızdaki sanal sınırlara aldırmadan, Suriyeli,
Türkiyeli, İranlı, Pakistanlı, Sudanlı demeden
hepimizin kardeş olduğunu bilerek hareket etmemiz,
ırk, mezhep, meşreb, terikat, cemaat taassubuna
düşmememiz gerekir. Müslüman kardeşimizde
gördüğümüz hata başkasının değil bizim hatamız
olduğunu bilmeliyiz. Kur’an’ın; “Müminler ancak
kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını
düzeltin ve Allah'tan korkun ki esirgenesiniz”6
ikazının hepimize vazifeler yüklediğini unutmamamız
gerekir. Çünkü dikkat edilirse ayet ihtilaf durumunda
üçüncü şahısları ihtilafın çözümde sorumluluk
üstlenmeye çağırmaktadır.
6.MÜSLÜMANLARA
KARŞI SEVGİ VE MUHABBET
BESLEMEK VE BUNU DAİMA CANLI TUTMAK
Müslüman kardeşlerimize karşı tavrımız
Kur’an’ın; “Muhammed, Allah’ın Resûlüdür.
Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin,
birbirlerine karşı da merhametlidirler”7
ikazındaki gibi merhamet ve hoş görü temelli
olmalıdır. Bu gün ayet-i kerimenin tersine bazı
müslümanların kendi inancını paylaşmayan Hristiyan,
Yahudi veya inançsız bir Uzakdoğuluya gösterdiği
müsamaha ve hoşgörüyü kendi mezhebinden, kendi
meşrebinden değil diye bir müslümana göstermemesi
acı bir durumdur.
7.ZALİMDEN YANA TAVIR KOYMAMAK
Zalimler, kendilerine arka çıkan, onları
destekleyenler veya yapılanlara sessiz kalanlar
olmadıkça zulümlerini sürdüremezler. Bedeli ne olursa
olsun konumumuz ne olursa olsun ‘zalime karşı,
mazlumdan yana’ tavır almak sadece mazlumu değil
bizim izzetimizi ve geleceğimizi de ilgilendirir.
Başkasına yapılan haksızlığa karşı çıkmayanlar
kendilerine haksızlık yapıldığında onları savunacak
kimse de bulamazlar.
Nitekim Kur’an-ı Kerim; “Zulmedenlere
meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin
Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size
yardım da edilmez”8buyurulmaktadır. Evet, zulüm
er ya da geç, bumerang gibi döner kendine yardım
edenleri vurur. Zalimlerin ilk fırsatta kendi yakınlarını
cezalandırdığı çok görülmüştür.
hizmetleri ihmal etmemize sebep olabilir. Böyle olunca
çevremizdeki kötülüklere duyarsız olabiliriz. Buda bizi
toplumsal felaketlere sürükler. Kötülükler çoğalır ve
izzetimiz kaybolur. "Resûlullah (s.a.s.) buyurdular ki:
"Hile yoluyla faizli alış-verişte bulunur,
sığırların peşine düşer ziraate razı olur ve
cihadı da terk ederseniz, Allah size öyle bir
zillet verir ki, dininize tekrar dönmedikçe o
zilleti kaldırmaz."9
Sonuç olarak; İslam’ı yok etme çabaları sürse de
muvaffak olamayacaklar. Çünkü onun sahibi Allah’tır.
Kur’an’da;“Onlar ağızlarıyla Allah'ın nûrunu
söndürmek
istiyorlar.
Hâlbuki
kâfirler
istemeseler
de
Allah
nûrunu
tamamlayacaktır”10buyurulmaktadır. Ne var ki
Müslümanların izzet içinde yaşamaları da kendi
çabalarına bağlıdır. O çaba, Hazret-i Peygamberimizin
ifade ettiği gibi tekrar fert ve toplum olarak hep birlikte
dine dönme, çözümü dinde arama çabasıdır.
...................................................................
1)İslamı Nasıl Yok Edelim, Bir İngiliz Ajanının Hatıraları (Hâtırât-ı Hampher), Nehir Yay.
Çev. Nevzat Göktaş
2)Ali İmran, 103.
3)Rad, 11, Enfal, 53
4)Muvatta, Cihâd 26, (2, 460).
5)Nur, 31
6)Hucurât, 10
8.DÜNYA
İÇİN ÇALIŞMAK FAKAT DÜNYAYI VE
DÜNYALIĞI DİNİ GAYRETİN ÖNÜNE GEÇİRMEMEK
Dünya hırsı, çok kazanma arzusu, bazen dini
Temmuz 2011
7)Fetih, 29
8)Hûd, 113
9)Ebu Dâvud, Büyû' 56, (3462).
10)Saf, 8
17
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
BU COĞRAFYADA
ARTIK BİRŞEYLER
DEĞİŞİYOR
HASAN BAŞAR
Batı bazı kavramları kasıtlı
olarak kullanıyor. Özellikle
de radikal İslam kavramını.
Çünkü bu kavram sayesinde
zalimler kendi halkına zulmü
meşru hale getirmektedir.
“Kan, gözyaşı, zulüm, işkence” bizlere
ne kadar aşina kelimeler. Müslüman dünyasının
içinde bulunduğu durumu ne güzel özetliyor. O
kadar kanıksadık ki bu kavramları sanki hayatımızın bir parçası oldu. Etrafımızda, yani Müslüman dünyasında her gün bir yerlerde insanlar
özellikle de Müslümanlar ölüyor ve bize gayet
doğal bir şeymiş gibi geliyor. Ne kadar acı verici
bir şey değil mi? İnsanımızın bir hayvan kadar
bile değeri yok. Oysa bizler “bir kişiyi öldürmek
bütün insanlığı öldürmek gibidir” anlayışına
sahip bir dinin mensubu iken. Müslüman kardeşlerimizin zulmün altında acı çekmesi acı; ama bundan
daha vahimi ve daha acısı da biz Müslümanların bunu
kanıksaması ve kabullenmesi. Müslüman dünyasının
içinde bulunduğu durumu uzun uzun anlatmayacağım. Yazımın başında söylediğim gibi: “ Kan, gözyaşı, zulüm, işkence” her şeyi bütün çıplaklığı ile
anlatıyor.
Evet, İslam dünyasında durum içler acısı
değil. Önce bunu kabul edeceğiz. Ama çok mu
18
BATI KENDİ KAVRAMLARI İLE BİR MÜSLÜMAN İMAJI ÇİZERKEN, KENDİ ÇİZDİĞİ SINIRLARA YERLEŞTİRDİĞİ UŞAKLARIYLA HALKA ZULÜM ETMEKTEDİR. BU SINIRLARI DÜN İNGİLTERE ÇİZERKEN,
BUGÜN AMERİKA ÇİZMEYE ÇALIŞMAKTADIR. BU DURUMA BİR DUR DEMEDİĞİMİZ MÜDDETÇE ZALİMLERİN İSMİ DEĞİŞİR AMA ZULÜM DEĞİŞMEZ.
kötüyüz? İşte bu noktada ben farklı düşünüyorum. Evet, ekonomik ve siyasi durumumuz kötü
olabilir ama kültürel, sosyal ve insani acıdan
kötü bir durumda olduğumuza inanmıyorum ve
bunu asla kabul etmiyorum. Hatta şunu da söyleyebilirim ki o övdükleri Batı medeniyeti bu
konu da bizim elimize su bile dökemez. Önce sorunun ne olduğu iyi anlaşılmalı ondan sonra
çözüm yolları aranmalıdır. Ben diyorum ki Müslüman dünyasında ki sorun ekonomik ve siyasidir. Bu sorunları çözdüğümüz anda o parlak
medeniyetin tekrar ortaya çıktığını göreceğiz.
Müslüman dünyası fakir çünkü kendi kaynaklarını kendi kullanamıyor. Kötü evlerde oturuyor,
kötü elbiseler giyiyor, şehirleri kötü yani halk sefalet içinde. İşte bütün bu manzara da bizleri geri
kalmış, cahil bir topluluk konumuna sokuyor.
Çünkü dünyaya dayatılan algı bu. Hep dışa bakmamız isteniyor. Öze yani insani olana itibar
edilmiyor. Önemli olan elbise ve dış görüntü,
içindeki önemli değil.
Temmuz 2011
Ben bütün samimiyetimle söylüyorum ki
Müslüman’ın en cahili dediğimiz kişi bile Batının
entelektüelinden daha insancıldır. Ama maalesef
dünya yalana teslim olmuş. Ve daha acısı bizleri
de bu yalana inandırmışlar. Kendi medeniyetimizi, Müslümanlığı sorgular hale gelmişiz. Kafamızı, şuurumuzu bulandırmışlar sonra da
kurtuluş reçeteleri sunmuşlar bizlere. Kavramları
kendileri belirlemişler. Yok, ılımlı İslam, yok radikal İslam, yok normal İslam. Bu kavramların
hiçbirisi bize ait kavramlar değil. Batının bizlere
çizdiği kavramlardır. Bize göre İslamiyet’in
önüne sıfatlar eklemeye gerek yok. İslam İslam’dır o kadar. Bir bakın başka dinlerin önünde
bu ve buna benzer sıfatlar var mı? Hiç duydunuz
mu radikal Hıristiyanlık, ılımlı Hıristiyanlık ya da
radikal Musevilik, ılımlı Musevilik diye.
Batı bu kavramları kasıtlı olarak kullanıyor.
Özellikle de radikal İslam kavramını. Çünkü bu
kavram sayesinde zalimler kendi halkına zulmü
meşru hale getirmektedir. Bütün bu zulmü ya-
19
parken ne diyor zalimler: “Ben radikal İslam’la mücadele ediyorum, onun için böyle
davranıyorum.” Böylece yaptıklarını halka
meşru göstermeye çalışıyorlar. Ama halk artık bu
basit numarayı yutmuyor.
Bu coğrafyada kanın, zulmün, gözyaşının
gitmesi, huzurun, refahın ve kardeşliğin yerleşmesinin birinci şartı Batıdan ve onun uşaklarından kurtulmaktan geçer. Çünkü bu topraklarda
kanın, gözyaşının, zulmün sebebi halk değil, ya
Batının bizzat kendisi ya da halka zulüm eden
zalim idarecilerdir. Yani siyasi irade, devlet yöneticileridir. İp onların elinde olduğu müddetçe
bizlere huzur yok. İşimiz kolay mı? Bu petrol
kaynakları olduğu müddetçe zor. Çünkü bu kaynağa sahip olan dünyanın efendisidir. Kendisini
dünyanın efendisi gören Batı, bu kaynaklardan
kolay kolay vazgeçmeyecektir. Peki, biz bu
zulmü kabul edecek miyiz? Hayır. Geleceğimiz
için, memleketimiz için, çocuklarımız için ve
bütün dünyanın saadeti için savaşacağız. Bize
biçilen rolü kabul etmeyeceğiz. Yapmamız gereken ilk şey onların uşaklarından kurtulmak ol-
malıdır. Kendi milli devletimizi kurduğumuz
zaman, kendi devletimizi kendimiz yönettiğimiz
zaman göreceğiz ki hiçbir sorun kalmayacaktır.
Bir sorunu çözerken önce sebeplerine inmeliyiz. Niye bu hale düştüğümüzü araştırmalıyız. Bu durumun onlarca, yüzlerce iç ve dış
sebeplerini sayabilirsiniz. Ama hiç şüphesiz bu
durumun yani kan ve gözyaşının en önemli sebebi dış güçler yani Batı ve onların işbirlikçi
uşaklarıdır.
Hani çocukluğumuzda bir çizgi film vardı
çoğumuzun hatırladığı. “Varyemez Amca.”
Gözlerinde dolar işareti olan ördek. Gözler fıldır
fıldır döner ve sonunda dolar işareti olurdu. Varyemez Amca, bütün dünyaya para gözüyle bakardı. Bugünkü Batıyı düşününce aklıma
BU COĞRAFYADA KANIN, ZULMÜN, GÖZYAŞININ GİTMESİ, HUZURUN, REFAHIN VE KARDEŞLİĞİN YERLEŞMESİNİN BİRİNCİ ŞARTI BATIDAN VE ONUN UŞAKLARINDAN KURTULMAKTAN GEÇER. ÇÜNKÜ BU TOPRAKLARDA KANIN, GÖZYAŞININ, ZULMÜN SEBEBİ HALK
DEĞİL, YA BATININ BİZZAT KENDİSİ YA DA HALKA ZULÜM EDEN ZALİM İDARECİLERDİR.
20
Temmuz 2011
Varyemez Amca geliyor. Batılı devletler de Ortadoğu ve Müslüman coğrafyaya bakınca petrol
kuyuları görüyorlardır. Maalesef içinde bulunduğumuz bu durumun baş aktörleri Batı ve onun
işbirlikçi uşaklarıdır. Bu coğrafyayı kafalarına
göre bölmüşler, devletleri ele geçirmişler, başlarına da istedikleri gibi kullanabilecekleri kuklalar koymuşlar. Bu kuklalar sayesinde yeraltı
kaynaklarını özellikle de petrolü kontrol etmişler, istedikleri gibi sömürmüşler ve hala da sömürmeye devam etmektedirler. Bu arada
uşaklarını da ihmal etmemişler, onları da bu sayede zengin etmişler, maddi manevi her türlü
desteği sağlamışlardır. Bunlara kukla deyip küçümsediğime bakmayın aslında kendi halkına
zulüm eden birer eli kanlı zalimlerdir.
“SURDA BİR GEDİK AÇTIK MUKADDES Mİ MUKADDES
EY KAHPE RÜZGÂR ARTIK NE YANDAN ESERSEN ES...”
Bütün bu olaylar yaşanırken bize düşen
en önemli görev bütün ön yargıları ortadan
kaldırarak Müslümanların kardeş olduğu gerçeğini kabullenmektir. Bu coğrafyada halkların birbirlerine düşman olduğu ve sevmediği
algısı dış güçlerin bir oyunu ve yalanıdır. Sadece bu yalanı bile bozmak bütün oyunları
bozmaya yetecektir.
Emperyalist güçler ve küresel Karun’lar bu
petrol kaynaklarını rahatça sömürebilmek için
bu toprakları kan ve gözyaşına mahkûm etmişlerdir. Batı sömüreceği coğrafyayı kafasına göre
şekillendirmeyi ve o coğrafyadaki halklar arasına nifak tohumları atarak kendi istediklerini istediği gibi elde etmeyi kendisine bir hedef olarak
belirlemiştir. İçinde bulunduğumuz durum tamda
onların istediği bir ortamdır. Ve onlar bu durumun devam etmesi içinde ellerinden gelen her
türlü oyunu ve hileyi büyük bir maharetle sergilemektedir.
Batı kendi kavramları ile bir Müslüman
imajı çizerken, kendi çizdiği sınırlara yerleştirdiği
uşaklarıyla halka zulüm etmektedir. Bu sınırları
dün İngiltere çizerken, bugün Amerika çizmeye
çalışmaktadır. Bu duruma bir dur demediğimiz
müddetçe zalimlerin ismi değişir ama zulüm değişmez. Ama Müslüman dünyasında ki son yaşanan olaylar özellikle de Ortadoğu’da yaşanan
olaylar bende umut ışığı doğurdu. Bu coğrafyada artık bir şeyler değişecek ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Batı olayları kendi lehine
döndürmeye çalışsa da ya da kendi yönlendirmeye kalkışsa da kazanan eninde sonunda Müslüman dünyası olacaktır. Plan yapıcılar bütün bu
olayları kurgulasalar da olaylara karışan gençler
davalarında samimiler. Ve bu samimiyet eninde
sonunda meyvesini verecektir. Çünkü onları harekete geçiren mevcut duruma bir isyandır. Müslüman dünyası mukaddes yolda kutlu yürüyüşe
başlamıştır ve inşallah eninde sonunda hedefine
ulaşacaktır. Necip fazıl’ın dediği gibi:
Temmuz 2011
21
YUSUF KARAGÖZOĞLU
MÜSLÜMAN ÜLKELERDEKİ DEĞİŞİM
RÜZGARLARI
ütün Arap dünyasını ve Ortadoğu’yu kasıp kavuran halk ayaklanmaları yıllardır ülkelerinde
ahtapot misali iktidarlara çöreklenen despot,
halktan kopuk saraylarında müsrifce yaşayan, petrodolar alemi yapan şeyh yada kraliyet ailesinden gelme
zevatın işlediklerine karşı verilen aşırı reaksiyon patlamasıdır. Tabii ki, bunun yanında yoksulluk, işsizlik,
ifade özgürlüğünün kısıtlanması, siyasi yozlaşma, baskı
ve istibdat, kötü ve ağır yaşam koşulları vb. başta
gelen nedenler arasında sayılabilir. Bugün yerüstü ve
yer altı zenginliğine sahip birbuçuk milyarlık İslam
alemi faklı ülkelere bölünmüş, bu ülkelerin her birindeki kukla liderler BM, NATO VE ABD gibi emperyalist güçlerin güdümünde ülkelerini felaketin eşiğine
getirdiler. Leş arayan bir karga misali sömürgeci güçler Müslüman Ülkelerin üzerinde hedef stratejisi kuruyorlar. Daha sonra gözüne kestirdiği ülke üzerinde
komplo teorileri kuruyor; ardından demokrasi, özgürlük ve insan haklarıgetireceğiz yalanlarıyla dünya kamuoyunu
uyutuyorlar.
Halbuki
fesattan,
bozgunculuktan, her yeri tarumar etmeden başka getirecekleri bir şey yok. “Onlara yeryüzünde bozgunculuk yapmayın denildiğinde, biz sadece
ıslah edicileriz derler. Onlar gerçekten bozguncular değiller mi? Fakat bunun farkında değillerdir” (Bakara/ 11-12) Sömürgeciler aynen bir avcı misali
avını yakalıyorlar ve dünya seyrediyor bunu. Irak’ta
ve Afganistan’da bunu yaptılar ne yazık ki, hem de biz
müslümanların gözü önünde. Geçmişi emperyalizm,
kan, zulüm ve gözyaşıyla dolu ABD'nin Irak'ta, Afganistan'da yaptığı vahşeti, işkence ve katliamları, Ebu
Garib'de yaşattıklarını hafızalarımızdan nasıl unutabiliriz? Şu bilançoya bakarmısınız Amerika, Irak'ta 6.5
milyon çocuğu babasız bıraktı... Yaklaşık 150 bin kadına tecavüz ve ve işkence edildi 2.5 milyon kadın dul
B
22
kaldı, 60 bini psikolojik tedavide halen 600'e yakın
çocuk gözaltında ve hangi şarlarda bulunduğu bilinmiyor. BM Çocuklara Yardım Fonu'nun Mayıs'ta yayınladığı verilere göre ülkedeki işkencenin boyutu
tahmin edilmiyor. Afganistan'da da her gün onlarca
sivil katlediliyor. Düğün konvoylarını ve evleri gözünü
kırpmadan savaş uçaklarıyla bombalayan işgal kuvvetlerinin vahşeti aralıksız sürüyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü, sadece 2004 yılında 5 bin sivilin
öldürüldüğünü belirttti. Örgüte göre, 2007 ve 2008'de
öldürülen insan sayısı 4 kat arttı. Afgan hükümet temsilcilerine göre 5 yılda 30 binden fazla sivil hayatını
kaybetti.
ABD; Bush döneminde zirveye çıkan vahşeti,
başarılı bir halkla ilişkiler çalışması sonucu tüm dünyada estirmeyi başardığı Obama rüzgarı ve 'ilk siyah
başkan' figürüyle unutturmaya çalışıyor. Özgürlük ve
demokrasi sloganıyla Ortadoğu coğrafyasını parça
parça bölerek kan gölüne çeviren ABD; kirli ellerini,
Demokrat Obama'nın 'değişim sabunu' ile temizleme
kampanyası başlattı.1 Bugün aynı oyun Libya’da oynanıyor. NATO güçleri ülkeye müdahale etti. Üstelik
ülkemizi de yanına alarak, bir Irak benzeri durum yaşanacak gibi görünmektedir. Libya’nın petrol ülkesi olması emperyalist ülkelerin bu ülke üzerinde oyun
oynamaları için yeterlidir.
Libya’ya yönelik bu saldırılar sonrasında oturup
analiz yapıldığında, ortaya çıkan tablonun Vietnam,
Afganistan ve Irak’tan farklı olmadığı görülecek.
Emperyalistler sürdürdükleri savaşlarla, Müslüman topraklarını işgal ederken, Müslümanların kanını
da akıtmaktadırlar. Ortadoğu’da dün savaş vardı,
Temmuz 2011
bugün de savaş var. İran-Irak Savaşı, Körfez Savaşı,
Çekiç Güç, Somali Operasyonu ve Irak’ın işgali hep
petrolcüler tarafından çıkarılan savaşlardır. Batı islam
dünyasının zenginliklerine gözünü dikmiş, yeri ve zamanı gelince bir yolunu bulup operasyonlarla Müslümanların ellerindeki kaynaklara hakim olup
hegemonya kurmak isterler. 'İslâm Dünyası; dünya
petrol rezervlerinin % 65’ne sahiptir. İslâm Ülkeleri,
diğer madenler yönünden de zenginliklerle doludur.
Dünyadaki maden üretimine göre; uranyum üretiminin % 39’u, kalay üretiminin % 52’si, pamuk üretiminin % 21’i, fosfat üretiminin % 41’i İslâm Ülkeleri’nin
elinde bulunmaktadır. Ancak ne acıdır ki, Müslümanların sahip olduğu bu kadar ekonomik zenginlik, Batılı sömürgeci güçlerce tarumar edilmekte ve
sömürülmektedir. '2 Uyuyan İslâm Dünyası artık acı
günleri geride bırakıp bir intifada meşalesi ile yavaş
yavaş her tarafa yayılıyor. Bu küçük kıvılcım dalgasında halklar, insanca yaşam taleplerini yani bireyin
hak ve özgürlüklerinin elinden alınmadığı, müreffeh
ekonomik asgari geçim standardının olduğu, baskı ve
şiddetin olmadığı, sosyal güven ortamının oluştuğu
şartları istiyorlar. Artık kukla rejimlerin zamanı geçmiştir. Mustazaf ve mazlum halklar bir direniş muştuyla, bir kıyam türküsüyle aydınlık günlerin fecrine
doğru yürüyorlar. Bu müstekbir yöneticilerin, çağdaş
firavunların, tağutların, nemrutların alaşağı olup saltanatlarının sonuna işaret ediyor. “ Zulmetmekte
olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini pek yakında bileceklerdir. ”(Şuara /227)
Müslüman Halk ayaklanmaları önce Tunus’ta başlayan daha sonra Cezayir, Mısır, Libya, Ürdün, Yemen,
ve son olarak Suriye’ye sıçramıştır. Bu isyan post modern Arap Halklarının isyanıdır. Bu rüzgar şuan bazı ülkelerde meltem olarak eserken, Tunus ve Mısırda
rüzgara ve kasırgaya dönüşüyor. Zulümler elbette payidar olmaz. Devletler asla zulümle ayakta duramaz;
ancak adaletle ayakta durur. Uzun süreden beri halkalrına işkence eden, baskı kuran ve arkasına süper güç
devletlerin desteğini alan diktatörler birer birer düşerek
ortadan kaybolmaktadırlar. Tunus’ta başlayan zulme ve
diktaya başkaldırı yangını, Mübarek’i de yaktıktan sonra
şimdi Kaddafi’nin paçasını sarmış durumda.Tağut Zeynel Abidin Bin Ali. 23 yıllık Tunus iktidarı yaklaşık iki ay
süren gösterilere dayanamadı. Soluğu Arabistan‘da aldı.
Tunus‘ta Bin Ali‘yi deviren halk diğer halklara da örnek
teşkil etti. Artık Arap halklar da kendi güçlerinin farkına
varmaya başladı. Firavun Hüsnü Mübarek 30 yıllık dikatörlük dönemi halkının isyanı ile noktalandı.Mübarek’in de Arabistan’a gittiği sanılıyor. İsyanın sembolü
haline gelen Kahire‘nin ünlü Tahrir Meydanı‘nı Mısırlılar
18 gün boyunca boş bırakmadılar. 1969‘dan beri
Libya‘yı yöneten Muammer Kaddafi, Libya’da İslam ilkelerine dayanan yeşil sosyalizmi kuracaktı! Şimdi
Temmuz 2011
kendi halkını bombalıyor. Kaddafi’ye karşı isyan bayrağı açan Libyalılar bir çok şehri ele geçirmesine rağmen, Kaddafi birlikleri geri almayı başardı.
Kuzey Afrika’da ve Orta Doğu’da olup bitenleri
anlayabilmek için, ABD tarafından sekiz yıl önce devreye sokulan Büyük Orta Doğu Projesi’ni bilmek gerekiyor. İsrail ve ABD tarafından yürütülen projeyle
ılımlı İslam yani Amerikancı İslam, bölgeye hakim olacak suya sabuna karışmadan güle oynaya yaşayan
hissetmeyen düşünmeyen liberal demokrat Müslüman
modeli üretmek. Türkiye’nin de eş başkanlığını yürüttüğü ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi ile beş temel
hedefi vardı:
1- Orta Doğu’nun kontrolünü ele geçirmek.
2- İsrail’in güvenliğini garanti altına almak.
3- Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarının denetimini sağlamak.
4- Avrupa Birliği, Çin ve Japonya’yı bölgedeki ekonomik zenginliklerden uzak tutarak, rekabette öne geçmek.
5- Var olduğunu iddia ettiği “İslâmi terör”ü bitirmek…3
Toplumların eceli, yani yıkılış zamanı gelince
bunun bir anlık süre için öne alınmayacağı gibi, geriye
bırakılmayacağı da bildirilir. Sürelerini dolduran ümmetler ve uluslar, tarih sahnesinden silinir ve egemenliklerini kaybeder, başka ulus ve yönetimlerin egemenliği
altına girerler. “Her ümmetin (takdir edilmiş) bir
eceli vardır. Ecelleri gelince ne bir an geriye atabilirler, ne de bir an ileriye alabilirler (Allah’ın
takdir ettiği vakitte yok olup giderler).” (7/A’râf, 34)
Bu zulümler sadece, zalimleri ve avanelerini sorumlu tutmaz. Bu zulümleri engellemek adına hareket
etmeyen tüm Müslümanları da sorumlu kılar. Bakın
Rabbimiz bu konu hakkında bizleri nasıl uyarıyor:
“Sadece içinizden zulmedenlere erişmekle
kalmayacak olan bir azaptan sakının ve bilin ki
Allah, azabı çetin olandır.” (Enfal 25)
Zulümden sahici anlamda kurtulup, bütüncül gerçek adalete ulaşmak, ancak, bütün halkların ve insanların yaratıcısı olan ve hepsine adaletle en temel hakları
lütfetmiş bulunan Allah (c)’ın hükümlerine dayalı bir
anayasayla ve İlâhî vahyi esas alan bir sistemle mümkündür. Umarım inşallah bu ayaklanmalar Afrika’da ve
Ortadoğu da esen rüzgârlar; bağımsızlığın, tevhidin, adaletin, özgürlüğün rüzgârı olsun. Bütün ülke halklarını barışa esenliğe götürsün.
KAYNAKLAR
1)Vahşete Kara Örtü / Muhacirin.blogcu.com 2)Petrol Politikası, İslâm Dünyası ve Türkiye /
Şevki Çobanoğlu 3)Bin Ali, İn Aliİ, Cin Ali..,.Ortadoğudaki gelişmeler/Ahmet Kalkan
23
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
BİRLİKTE
ALLAH'IN İPİNE
SARILMA ZAMANI
GELMEDİ Mİ?
FUAT TÜRKER
[email protected]
ur'an'da, “fitne kalmayıncaya ve dinin
hepsi Allah'ın oluncaya kadar onlarla
savaşın...” (Enfal Suresi, 39) buyrulurken, bizler Allah'ın dinine ne kadar yardım ediyoruz?
K
Müslümanlar arasında mezhep,
görüş ve uygulama anlamında çeşitli
farklılıklar olabilir. Ancak bu farklılıklar, Kur'an'da bildirildiği gibi “tanışıp kaynaşmaları” içindir. Farklı
olmaları birbirlerinin din kardeşi olduğu gerçeğini değiştirmez. Vicdanlı
Müslümanlara düşen, Kur’an ahlakı
gereğince bu kardeşliği korumak ve
güçlendirmektir.
Allah, İslam'ın hakimiyetini ve Kendi nurunu tamamlayacağını, "Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa
Allah, Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve
hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu
(hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı
üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese
bile. (Saf Suresi , 8-9) ayetiyle vaad ederken, bizim
buna vesile olmak için bir çabamız var mı?
Allah, samimi müminleri yeryüzünde varis
kılacağını, "İşte (yeryüzünün hakimiyetine ve
ahiretin nimetlerine) varis olacak onlardır.
(Mü'm i nun Suresi , 10)
ayetiyle müjdelerken, bizler bu
müjdeyle müjdelenenlerden olmak için ne kadar
gayret ediyoruz?
24
“İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız)
yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk
(fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73)
İnkar edenler ve kötülükleri örgütleyip düzenleyenler çıkarları gereği nasıl birlikte hareket
ediyorlarsa, Müslümanlar da birlik olmalıdırlar;
ittihad zorunludur. İslam dünyasında yıllardır
yaşanan acılar ve dökülen kanlar, “İnkar
edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz
bunu yapmazsanız (birbirinize yardım
etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir
fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat)
olur.” (Enfal Suresi, 73) ayetiyle ifade edildiği üzere
birlik olmayıp parçalanmanın getirdiği sonuçlardan biridir. Kan ve gözyaşının durması, acıların ve fitnenin sona ermesi, insanların huzuru
için İslam aleminin birlik olmasının önemi çok
açıktır. İslam ahlakının hakimiyetinin en önemli
aşamalarından biri, İttihad-ı İslam'ın sağlanmasıdır. Allah'ın buyruğu, Peygamberimiz (s.a.v)’in
vasiyetidir İttihad-ı İslam.
Müslümanlar'ın namaz, oruç gibi ibadetleri
farz kabul edip, "Allah'ın ipine hepiniz sım-
Temmuz 2011
sıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın... (Al-i İmran Suresi, 103)
ayetini ve birliği emreden benzer ayetleri
göz ardı etmesi ne büyük yanılgı. Hakkı, iyiliği,
barışı hakim kılmak için birleşmek ve "bir bina
gibi saf bağlayarak" birlikte mücadele etmek
tüm Müslümanlar üzerinde sorumlulukken,
İslam ahlakının dünya hakimiyetini ütopya olarak görebilir miyiz? Allah bu dini, Kitabı, Peygamber
(sav)'ini
hakim
olsun
diye
göndermişken, İslam birliğinden yana olmayan
insan, Müslümanlardan yana olur mu? Bir Müslümanın bunu dile getirmemesi ve arzu etmemesi büyük hata değil mi?
Günümüz dünyasında yönetimdeki ve
ekonomideki aksaklıklar, savaşlar, baskıcı yönetimler insanların açlık, yoksulluk, parasızlık çekmelerine neden olmaktadır. Zor koşullarda ya
da ağır şartlarda yaşayan, imkanları olmayan
insanlar yardıma muhtaçtırlar. Kur'an zayıf bırakılanlar için neden mücadele etmediğimizi,
25
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden
çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu
sahib) gönder, bize Katından bir yardım
eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75) ayetiyle sormaktadır.
Evet bize ne oluyor?.. Umursamaz, kayıtsız, kendini kurtarma peşindeki bir yaklaşım
Müslümana yakışmaz. Dünyanın herhangi bir
köşesinde bir Müslümana gelen zarardan tüm
Müslümanlar sorumluluk hissetmelidirler. Bir
Müslüman, acı içindeki masum insanlar, tecavüze uğrayan kadın ve çocuklar için yapabileceği birşey olmadığını düşünüyorsa zulme ortak
demektir. Çünkü Müslümanlar, "... haklarına
tecavüz edildiği zaman, birlik olup karşı
koyanlardır. (Şura Suresi, 39) Ve eğer gerçekten elinden hiçbir şey gelmiyorsa kişi bu yönde samimi
dua edebilir.
Müslümanlar arasında mezhep, görüş ve
uygulama anlamında çeşitli farklılıklar olabilir.
Ancak bu farklılıklar, Kur'an'da bildirildiği gibi
“tanışıp kaynaşmaları” içindir. Farklı olmaları
birbirlerinin din kardeşi olduğu gerçeğini değiştirmez. Vicdanlı Müslümanlara düşen, Kur’an
ahlakı gereğince bu kardeşliği korumak ve güçlendirmektir.
İslam Birliği, 'İslam kültürü' temeli üzerine
inşa edilen, üye ülkelerin bağımsızlıklarını ve
milli sınırlarını korudukları bir birlik olmalıdır.
Son dönemde, Müslüman ülkelerin ileri gelen
devlet adamlarının konuşmalarında birliğe yö-
Umutsuzluğu, ürkekliği, teslimiyetçiliği ve korkaklığı bırakmalıyız; korkulacak tek güç Yüce Allah’tır. Küresel güç edebiyatı yapan, Amerika ile
korkutan ve Müslümanları pasifize etmeye çalışanları kaale almamalıyız.
Çünkü İslam alemini dayanaksız "öcü" lerle korkutmaya çalışanlar, şeytanın etkisinde ve bu konuda görevli olan kişilerdir.
26
Temmuz 2011
nelik mesajlar verilmektedir. Uluslararası toplantı ve konferanslarda, İslam dünyasının yaşadığı karmaşanın üstesinden gelmenin tek
yolunun İslam ülkelerinin ittifakından geçtiği yönünde açıklamalar yapılmaktadır. İslam dünyasındaki tüm politika ve yönetimlerin, birlik ve
beraberliği arttırmaya yönelik olması gereği vurgulanmaktadır.
K ORKU E DEBİYATI
Umutsuzluğu, ürkekliği, teslimiyetçiliği ve
korkaklığı bırakmalıyız; korkulacak tek güç Yüce
Allah’tır. Küresel güç edebiyatı yapan, Amerika
ile korkutan ve Müslümanları pasifize etmeye çalışanları kaale almamalıyız. Çünkü İslam alemini
dayanaksız "öcü" lerle korkutmaya çalışanlar,
şeytanın etkisinde ve bu konuda görevli olan kişilerdir.
Kur'an ahlakının dünyaya hakimiyeti gerçekte çok kolay olduğu halde zor gösteren şeytandır. Bazı kişiler, Müslümanları ümitsizliğe sevk
etmek için şeytanın sözcülüğünü yapmaktadırlar.
İslam'ın tüm dünyadaki önlenemez yükselişi gözler önündeyken bu kimseler "İslam asla hakim
olmaz" demeyi sürdürmektedirler. Onların yaygaraları arasında İslam çığ gibi büyümekte,
Kur'an ahlakının insanı ısıtan sıcaklığı tüm dünyayı sarmaktadır.
Kur’an ahlâkının yeryüzü hakimiyeti, Allah'ın Kur’an'da haber verdiği bir vaadi iken bazı
Müslümanların bu konuda ümitsiz ve karamsar
olmaları hata olur. Ümitsizlik insanın, din ahlâkını şevk içinde yaşamasını engelleyen en
önemli unsurlardandır. Allah, inananlara hiçbir
olay karşısında ümitsizliğe kapılmamalarını,
Kendisine dayanıp güvenmelerini emreder.
S ONUÇ O LARAK ;
Peygamberimiz (sav), "Size iki şey bırakıyorum onlara sımsıkı sarıldıkça asla dalalete
düşmeyecek ve sapmayacaksınız; Kur’an ve sünnetim" hadis-i şerifiyle Müslümanlara uymaları
gereken yolu gösterir. Bizlere düşen, O'nun aydınlattığı yola uymak ve Allah'ın şu buyruğunu
unutmamak:
Allah'ın ipine hepiniz sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O,
kalplerinizin arasını uzlaştırıp-ısındırdı ve siz
O'nun nimetiyle kardeşler olarak sabahladınız.
Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz
diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar. (Al-i İmran
Suresi, 103)
Bir Müslüman’ın gönlündeki en büyük istek
Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaktır; Kur'an ahlakının dünyaya hakim olmasıdır. Müslüman
Asr-ı Saadet Müslümanlığını ister. Dileğimiz, insanların korku duymadan, güvenle ve barış
içinde yaşadıkları bir dünya. Bu, Allah'ın dilemesiyle gerçekleşecek olan bir olay. Bolluğuyla,
bereketiyle, insanlara sağlayacağı refah ve huzur
dolu ortamıyla her Müslüman’ın ulaşmak isteyeceği ve hayal ettiği bu yaşamla müjdelenmek,
kuşkusuz tüm Müslümanlar için üstün bir şeref.
Allah Saffat Suresi'nde, “Ve şüphesiz; bizim
ordularımız, üstün gelecek olanlar onlardır." buyurarak zaferin, Saff Suresi'nde ise yakın
bir fethin müjdesini verir:
Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var:
Allah'tan 'yardım ve zafer (nusret)' ve yakın bir
fetih. Mü'minleri müjdele. (Saff Suresi, 13)
Temmuz 2011
27
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
MÜSLÜMANCA
YAŞAMAK İÇİN
MÜSLÜMANCA
KAZANMAK…
TALHA HAKAN ALP
[email protected]
eden sâlih ameller konusunda gevşek ve istikrarsız oluyoruz? Neden camilere, vaaz ve sohbetlere karşı ilgi ve heyecanımız az? Neden
Allah’a, kitaba, peygambere ve ahirete dair sözleri, nasihatleri dinlemeye bu kadar tahammülsüzüz? Bir
hoca konuşmaya başladığında neden gözümüz hep
saattedir? Neden hep camilere girişte değil de çıkışta
izdiham yaşanır?
N
Allah Yahudilere lanet etsin [Üç
kere]. Allah onlara hayvanların
iç yağlarını haram kıldı. Onlar
da iç yağını tüketmediler ama
alım-satımını yaptılar, parasını
yediler. Şüphesiz Allah bir şeyin
yenmesini haram kıldığında
onun satış bedelini de haram
kılmıştır.”
Bu ve benzer sorular, bugün Müslümanlığımızı
çeken iplerin ne kadar inceldiğine, adeta pamuk ipliğine döndüğüne işaret ediyor. Bu sorulara verilecek
tek bir cevap yok şüphesiz. Havasını soluduğumuz
ortam, içinde yaşadığımız hayat Müslümanlığımızla o
kadar ilintisiz ve hatta o kadar çelişik ki, bu sorulara
cevap bulmak için neresini ele alsanız size bir yazı,
belki bir kitap oluşturacak malzeme sunabilir.
Meseleyi nazarî örgüye dolandırmak ve işin retoriğini yapmak niyetinde değilim. Doğrudan sadede
gelmek ve görünen açık ve etkin sebebe-illete temas
etmek istiyorum. Bu sadette kazanç-sâlih amel ilişkisi
28
üzerinden tatmin edici cevap bulabileceğimizi düşünüyorum.
[Araya girip bu satırları yazarken yaşadığım(ız)
bir sıkıntıyı paylaşmak isterim. Yazınızda sık sık “Sâlih
amel” terkibine atıf yapmak zorundaysanız, “Sâlih”
kelimesini sadece özel isim olarak hatırlayan unutkan
bir dilin azizliğine uğramak, döne döne ilk harfi küçültmek zorundasınız demektir. Özel isimlerini, inancının sıfatlaştırdığı isimlerden seçen bir milletin, sıfatları
unutup/yitirip özel isimleriyle iktifa ettiği sığ zamanlarda yazı araçları bile sıfatları kabul etmez oluyor…
İşin mütehassısı birileri şu ofis programlarına dilimizi
hatırlatabilse ne güzel olur!]
Malum Kuran-ı Kerim “tayyibattan/helal ve
temiz olandan yiyin ve sâlih amel işleyin” (Müminun: 51) buyurur. Birçok âlim bu ayet-i kerimeden
helal ve temiz kazanç ile sâlih amel arasında sebepsonuç ilişkisi çıkartmaktadır. Sâlih amelin ancak helal
ve temiz kazancın sonucu olabileceğini, dolayısıyla kazancı helal ve temiz olmayan kimsenin sâlih amele
muvaffak olamayacağını ısrarla ifade ederler.
Bu denge sadece sâlih amelle alakalı da değildir
üstelik. Duaların kabulü de kazancın helal ve temiz olmasına bağlıdır. Meşhur bir hadis-i şerif açık ve dokunaklı bir tasvirle bunu aklımıza kazır:
«Bir kimse uzun sefere çıkar, saçları dağılmış, toza toprağa bulanmış bir hâlde ellerini
semaya kaldırarak: Yâ Rabbî, yâ Rabbî! diye
duâ eder. Hâlbuki yediği haram, içtiği haram,
giydiği haramdır. Haramla beslenmiş birinin
duası nasıl kabul edilir?!»(Müslim, Zekât, 19.)
Helal ve temiz kazanç nedir? Nasıl elde edilir?
Şartları nelerdir? Bunlar ve benzer sorular tabiatıyla
sâlih amel derdinde olan müslümanın hayati sorularıdır. Fıkıh, muamelat bahsiyle bu sorulara biraz teknik
de olsa detaylı ve sistemli cevabı bulabileceğimiz alanın adıdır. Ne var ki, dili ve problemi ele alış tarzı biraz
teknik olduğu ve biraz da örnekleri bugüne tam tekabül etmediği için okuyucuyu kadim fıkıh kaynaklarına
yönlendiremiyoruz. Mesela Mülteka tercümeleri var,
oradan Kitabü’l-büyu’u (alış-verişler bahsi) okuyun,
öğrenin demek mümkün olmuyor. Kadim fıkıh kaynaklarına, ihtisası olan âlimlerimiz, hocalarımız müracaat etsinler. Helal kazancın şartlarını, prensiplerini
ilgili kaynaklardan beslenerek -dil ve üslup bakımından- günümüz şartlarında uygulanabilir maddeler halinde bize anlatsınlar.
Çok şükür birçok hocamız bu hizmeti imkânların ve şartların el verdiği nisbette yapmaya çalışmış.
Allah emeklerini zayi etmesin. Bu meyanda ticaret ilmihali ya da helaller ve haramlar gibi isimlerle neşredilen birçok kitap var. Detaylı ve kaynaklı bilgi
isteyenler bu kitaplarda aradıklarını bulurlar.
Burada temas etmek istediğim, helal ve temiz
kazanca dair İmam Gazzali’nin getirdiği formülasyondur. Genel olarak İmam Gazzali’ye neden ayrıcalıklı bir ilgi duyulursa, “Gazzalî acaba bu
konuda ne diyor?” sorusu da onun için ayrı bir
önem taşır bizim için.
Malum İmam Gazzali, hususi bağlamı ve ait olduğu alan her ne olursa olsun meseleleri en temelde
nefis terbiyesi gündeminde ve Allah’a yakınlaşabileceğimiz ipuçlarını tespit hassaslığında ele alır. Gerek
meselenin nasıl anlaşılacağı konusunda gerekse pratiğimize nasıl taşıyacağımız hususunda Gazzali’nin dilinde hep bu tecessüsü görürüz.
İmam Gazzali fakih kimliğinin yanında sufi kimliğiyle de temayüz etmiş bir âlimdir. Bu temayüz ona
kazandırdığı birçok meziyetin yanında özellikle soyutteorik meseleleri somuta ve yaşanan hayata uyarlama
konusunda apayrı bir maharet kazandırmıştır. Bu bakımdan o dinin her bir prensibini sadece inceleyip teorize etmekle kalmamış, ayrıca ruh dünyasında
Temmuz 2011
29
hazmedip günlük hayattaki açmazlara doğrudan
temas edecek biçimde formüller de geliştirmiştir. İhya
bilhassa pratik hayata kolayca taşınabilecek formülleriyle bizim için apayrı bir yere sahiptir. Bu durum,
Müslümanlar neden yüzyıllar boyunca İhya okumuş,
onu başucu kitabı saymıştır, sorusuna da bir nebze
cevap teşkil ediyor olsa gerek.
İmam Gazzali İhya’da helal ve temiz kazanç
prensibini de işte böyle bir formülleştirmeye giderek
pratiğimize taşıyor.
İhya’dan anladığımız o ki, Müslümanın helal ve
tayyib kazanç için özellikle şu dört şarta riayet etmesi
gerekiyor: 1- Sıhhat 2- Adalet 3- İhsan 4- Dinde şefkat.
Birinci şartı oluşturan sıhhat kazanç faaliyetlerinin haram-helal, sahih-fasid ölçülerine uygun olması
demektir ve ağırlıklı olarak teknik anlamıyla fıkhî bir
konudur. Diğerleri daha çok kişinin ahlaki ve vicdanî
yapısıyla alakalıdır. Gerek teknik boyutuyla gerekse
vicdan ve ahlak boyutuyla iş bu formülasyon kazancı
helal ve temiz kılabileceğimiz kuşatıcı bir prensipler listesi sunuyor bize.
1-) Ticaret sıhhatli/sahih olacak: Kazancın
sahih olması Allah Resulü’nün helal kazanç için getirdiği fıkhî ölçülere bağlıdır.
30
Kazanç temini için gerçekleştirilen her türlü ticaret ve ortaklık sözleşmelerinde özde Allah Resulü’nün
beyanatına dayanan bir kısım şartlar vardır. Bunlar temelde iki hakkı gözetmek üzere tanzim edilmiştir. Birincisi Allah hakkıdır. İkincisi kul hakkıdır. Allah
hakkının muhafazası için sözleşmeye konu olacak
eşya veya emtianın helal kılınan şeylerden olması
lazım. İçkinin ve bilumum haram işler için üretilmiş
malların ticareti haramdır. Allah’ın, yenmesini, tüketilmesini haram kıldığı bir şeyin Müslümanlar tarafından üretimi de yapılamaz. Keza üretici ile tüketici
arasındaki hizmetleri de üstlenilemez. Bu sadette Allah
Resulü içki üreten, içki taşıyan, içki sektörünün herhangi bir biriminde yer alan müslümanın lanetlik olduğunu ifade etmiştir. Faiz de böyledir. Faiz alan,
veren, aracılık eden, yazışmasını ya da şahitliğini
yapan ve faizli muameleye kıyısından köşesinden adı
geçen herkesin lanete muhatap olduğunu bildirmiştir.
Keza Allah Resulü şöyle buyurur: “Allah Yahudilere
lanet etsin [Üç kere]. Allah onlara hayvanların
iç yağlarını haram kıldı. Onlar da iç yağını tüketmediler ama alım-satımını yaptılar, parasını
yediler. Şüphesiz Allah bir şeyin yenmesini
haram kıldığında onun satış bedelini de haram
kılmıştır.” (Buhari, Enbiya, 51.)
Dinimiz bir kötülüğü yasakladığında o kötülüğün köklerini kazımayı da hedefler ve bunu Müslümanlara bir vazife olarak yükler. İslam “tavşana kaç,
tazıya da tut” demez. Böyle bir anlayışı da doğru
görmez. Kuran-ı Kerim, “iyilik ve takva üzerine
yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın” (Maide: 2) buyurur. Ve kötülüğün sadece işlenmesinin önüne geçmez, üretim aşamasından lojistik
aşamasına kadar bir şekilde tedavülüne imkân verecek yolları da tıkar.
Keza iyilik ve kötülük İslam’da kolektiftir. İyilik
sadece uygulayıcısının işi değildir, o bir toplum hareketidir. Bunun için İslam iyiliğin fertlerin dünyasına
hapsolunmasına fırsat vermez. Seküler bir toplum yapısını asla hoş görmez. Dileyenin dilediğini yapabildiği, kanunlarını, kamusal normlarını beşerin özgürce
düzenlediği bir toplumda İslam’ın haram ve helalleri
fertlerin kişisel dünyalarında mahpus kalır. Toplumsal
koşullarla yürek arasında, hayat pratikleriyle inanç
arasında gerilim başlar ve sonunda toplumsal koşullar
yüreklere, hayat pratikleri inanca galip gelir. Bu bakımdan seküler toplum düzeni her ne kadar ferd olarak dinin hayatını sürdürmesine karşı nötr dursa da
beslediği dindışı toplumsal düzen ferdi hayatı da di-
Temmuz 2011
zayn etmeye başlar. Bu inançla hayat arasındaki geçişken ilişkiden kaynaklanır. İnandığı gibi yaşayamayan insanlar, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya
itilirler.
Fıkıh, kazanç faaliyetleri sadedinde yapılan sözleşmelerde taraflar arasında fırsatçılığa meydan verecek ve zamanla tarafları birbirlerine düşürecek
boşluklara, belirsizliklere karşı tedbirler almıştır.
Bunlar fıkıh kitaplarının muamelat bölümünde akit
şartları nevinden genişçe anlatılır. Genel olarak
akitlerin, yani sözleşmelerin veya ticari muamelelerin tarafların birini diğerine ezdirecek şartlardan
uzak olmasını şart koşar. Mesela bir ev satıyorsunuz, akde bir şart ekliyorsunuz. Bu şart size bir
yarar sağlıyor. Bu alışverişi geçersiz sayıyor fıkıh.
Mesela evimi satıyorum ama sözgelimi üç ay veya
altı ay içinde ikamet etmem şartıyla. Bunu şart olarak ileri sürmeyi meşru saymıyor fıkhımız. Nitekim
alışverişin mantığına ve amacına da aykırı bir şarttır bu. Ödediği bedele karşılık müşterinin, elde ettiği mülkten faydalanamaması, kendi mülkünde bir
başkasının -muvakkat da olsa- hak iddia etmesi gibi
tezat bir durumdur.
Sözleşmenin sağlam ve açık ifadelere dayanması gerekir. Yarın bir gün taraflar arasında
anlaşmazlığa meydan vermemek için gözetilmesi
gereken şartlardır bunlar. Fıkıh kitaplarında akitler için belli ifade kalıplarının vazedildiği, geçmiş zaman kipinin kullanılması gerektiği bunun
için ifade edilmiştir. Bunu insanlar garipsiyorlar
ama akdin net ve sağlam olması için gereklidir.
Temmuz 2011
Bunun gibi haksız kazanç, havadan para kazanmak, piyasada tekel oluşturmak gibi avantacılara da
meydan vermemek için bu şartlara riayet gereklidir.
Mesela miktarı, mahiyeti, türü ve vasıfları belli olmayan malın alım-satımını da geçerli saymamıştır fıkıh.
Böyle bir alım-satım taraflardan birinin hayal kırıklığına yol açabilir. Keza arada bir kırgınlığa ve anlaşmazlığa meydan verebilir. Yarın mal eline ulaştığında
seni bir sürpriz bekliyordur. Bu kumar gibi bir şeydir.
Keza teslimi sözkonusu olmayan ya da çok güç olan
şeylerin de alım-satımı yasaklanmıştır.Havadaki
kuşun, sudaki balığın alım-satımı böyledir. Burada havadan para kazanmak ve tarafların umduğunu bulamaması ve anlaşmazlığa düşmesi gibi sakıncalar
sözkonusudur.
Keza garar, yani alış-veriş vb. akitlerin riskli bir
mahiyet arz etmesi de sakıncalı görülmüştür. Henüz
olgunlaşmamış ya da çiçeğindeki meyvenin satışı böyledir. Bunların olgunlaşıp olgunlaşmayacağı belli değildir. Belki afet olacak, belki de meyveler
büyümeyecek.
Yine Allah Resulü kişinin elinde olmayan malı
satmasını da yasaklamıştır.Teslim almadığın malı bir
başkasına satamazsın. Satarsan karşı tarafa mahcup
olabilir, sözünü tutamayabilirsin. Teslim almadığın mal
eline ulaşmayabilir ya da ulaştığında umduğun ve
müşterine anlattığın gibi çıkmayabilir. Bu durumda sadece sen değil, müşterin de mağdur olur ki bu zararın
zincire bağlanması demektir. İslam bunu zincire bağlanmadan kesmek ister. Bunun için henüz elinize geçmemiş malı satamazsınız.Şu da var ki, günümüzde
31
gerek iletişim araçlarının gerekse üretim teknolojilerinin gelişmesi hasebiyle bazı riskler, yanlış anlamalar
ve haliyle niza sebebi olabilecek arızalar eskiye göre
azalmış olabilir. Bu bakımdan işbu prensibin uygulanmasında günümüz şartları da değerlendirilmelidir. Konuya has yeni fıkıh araştırmalarında bu sadetteki bazı
gelişmeler, ilgili prensibin uygulama alanı ve sınırları konusunda bize farklı ufuklar açmaktadır. Muhyiddin Ali
el-Karadâğî’nin bey’ul-madum/olmayan malın satımı
konusundaki araştırması buna bir misal sayılabilir.
Keza alışverişlerde muhayyerlik, vazgeçme hakları vardır. Müşteri satın aldığı bir malı eğer baştan belirtmişse üç gün içinde iade edebilir. Satıcı geri almak
zorundadır böyle bir şart baştan gündeme getirilmiş
ve akde geçmiş ise. Görmediği ama vasıflarını ve türünü anlatım üzerinden öğrendiği bir malı da gördükten sonra iade hakkı vardır. Keza malda bir kusur
gördüğünde bunu da iade hakkı vardır.
Keza yalan söyleyerek, malın ayıp ve kusurunu gizleyerek, malı olduğundan üstün göstererek yapılan satımlar da haramdır. Bugün reklam
sektörü büyük oranda yalan üzerine kuruludur.
Yer yer tanıtım-reklam broşürlerinde de böyle bir
aldatmaca var. Broşürde son derece kaliteli veya
büyük görünen ürün gerçekte ne o kadar göz
alıcı, ne o kadar kaliteli ne de o kadar büyüktür.
Çok basit bir misal, lokanta, pide ve kebapçıların el broşürlerinde sıkça karşılaşılan bir durumdur bu.
32
Keza din istismarı da haramdır. Din istismarı sadece siyasette olmuyor. Çıkar beklentisi güdülen her
alanda oluyor. Bunların başında da ticaret geliyor. Birçok satıcı dindar bir müşterisi geldiğinde bir anda ağzı
zikrullahla doluyor. Peyniri keserken bismillah diyor,
meyveyi tartıya yerleştirirken elhamdülillah diyor.
Müşterilerle onların duygu ve düşüncelerine göre iyi
ilişkiler kurma politikası gereği dindarla dindarlık, sekülerle sekülercilik oynuyor adeta. Bunlar haramdır.
Tüccar velilerden Yunus b. Ubeyd’in yanında çalışan
bir genç, kumaşı müşteriye açarken “Allah’ım bize
cennet nasip et” demiş. Yunus b. Ubeyd, dindar
şahsiyet iması üzerinden malın kalitesine dair güven
tedaisi yapacağından korkarak işçisine malı yerine geri
koy, demiş ve malı satmamıştır.( İhya, 2, 75) Ticarette din
istismarına çok hassas bir örnek…
Pazarlamacılar genelde yalan karıştırıyorlar işin
içine. Ürünün eksiğini, zayıf noktalarını, daha önce şikâyet konusu olan hususları bile bile gizliyorlar. Bir
adet daha fazla satmak ve daha fazla prim almak için
bunu yapıyorlar.
Ticarette yalanın en çok karıştığı yerlerden biri
de malın sermayesine, maliyetine dair yapılan açıklamalardır. Vallahi bu mal bana şu kadara maloldu,
bana gelişi şu kadar vs. sözlerle müşteriyi ikna etme
çabaları yalana karşı bizi zayıf düşürüyor.
2-) Ticaret adil olacak:Muhtevasında haksızlık bulunmayacak. Karaborsacılık, haksız rekabet
Temmuz 2011
bunun en açık örnekleridir. Darda kalan adamın malını yok pahasına satın almak da böyledir. Bu hususa
dikkatimizi çekmeyen yaygın bir adaletsizlik olarak şu
örneği verebiliriz: Fıkıhtasatıcı malı teslimle, alıcı da
bedeli teslimle mükelleftir. Satıcı malın teslimi için gerekli masrafları üstlenir, alıcı da bedeli teslimle ilgili
masrafları üstlenir. Aksine bir anlaşma olmadıkça bu
böyledir. Müşteri çek verdiğinde provizyon masrafını
hesaba katmalıdır. Değilse kul hakkına girer. Provizyon masrafı bedelin tesliminden kaynaklanan bir masraftır ve bu masraf müşteriye aittir, satıcıya değil. Bu
noktada şöyle bir fıkhî mülahaza yapılabilir: Artık bu
durum örf halini almıştır. Mecelle kaidesi gereği örfte
yeri olan, açıktan şart koşulmuş, üzerinde anlaşılmış
gibi kabul edilir. Dolayısıyla satıcı çeki kabul ettiğinde
provizyon masrafını da kabullenmiş demektir. Bu mülahaza yerinde olmakla beraber şurası unutulmamalıdır: Uzun ve katı pazarlık neticesinde düşük bedelli bir
satıştan sonra satıcının eline çek tutuşturulabiliyor. Piyasa şartları ve haksız rekabet ortamında müşteriyi kaçırmamak adına satıcı bunu kerhen kabul ediyor, ama
gönlü razı olmuyor. Alan-veren razı olmadığında da
kazanç bulanıklaşır, tayyib olmaz. Kadim âlimlerimiz
alacağın tahsili için alacaklının değil, borçlunun ayağa
gitmesini gerekli görmüşlerdir. Alacağın tahsilinde külfet alacaklıya değil, borçluya aittir. Çünkü borç alacaklıya değil, borçluya tanınmış bir kolaylıktır, faydası
alacaklıdan çok borçluya dönüktür. Külfet nimetlenenin omuzlarınadır.
Günümüzde alacaklısını ayağına çağıran borçlular meseleye sadece ekonomik bir mesele olarak
değil, bir de iyiliğe şükran gözüyle ahlaki boyutundan
yaklaşmalılar.
3-) Ticarette ihsan olacak:İhsan, en genel
anlamıyla iyilik demektir. Ticaretimize iyilik duygusunun hâkim olması gerekir. Müslüman ticaretinde cömert olacak, hasis olmayacak. Müslüman ticaretinde
katı ve ısrarcı olmayan, gereksiz detaylarla muhatabını
bunaltmayan, hakkını ararken ya da bir kazanç planlarken müsamahalı ve paylaşmacı olandır. Meşru olsa
bile fazla kar payı uygulamayacak. Alacaklısına ya da
borçlusuna karşı iyilik düşünecek. Vadesi dolmadan
borcunu ödemeyi düşünebilecek, vadesi geldiği halde
ödenmemiş alacağı için de ek süre tanıyacak. Buhari
ve Müslim’de bir hadis-i şerif var Huzeyfe (radıyallahü
anh) kanalıyla gelen: “Melekler önceki ümmetlerden bir adamın ruhunu kabzetmeye gelirler.
Adama sorarlar: hiç hayır işledin mi bugüne
kadar? Adam: işlediğim bir hayır bilmiyorum
Temmuz 2011
der. Melekler iyi bak, bir düşün derler. Adam
düşünür ve der ki, bildiğim bir hayrım varsa o
da ticarette müsamahakâr olmamdır. Muhatabımın durumu müsait değilse alacaktan vazgeçerdim. Durumu müsait olanı da daraltmaz,
rahatlatırdım. Ve Allah onu bu sebeple cennete
koydu.” (Buhari, Enbiya, 51)
“İnsanların en hayırlısı kazası/ödemesi en
güzel olanıdır…” (Buhari, Vekalet, 6)
4-) Dinde şefkat olacak: Harıl harıl dünya
için çalışmayacak Müslüman, ahretini de düşünecek.
Alacak-verecek hesabı yanında sevap-günah hesabı
da yapacak. En az iyi bir ev, iyi bir araba umudu
kadar cennet umudu da taşıyacak. İflas korkusu kadar
cehennem korkusu da duyacak. Kendisini mesai disiplinine kaptırıp nafilelerini unutmayacak. Çalışmasına ara verecek, abdest alıp namaz kılacak, Kuran-ı
kerim okuyacak, zikredecek, tefekkür ve muhasebede
bulunacak. Akşama kadar rakamların zihin ve ruh
dünyasını karartmasına fırsat vermeyecek, zikrullahla,
ölüm muhasebesiyle ruhuna mavera ufukları açacak,
kendine gelecek. Kulluğunu düşünecek, dünyalık
adına ahretliğini ezdirmeyecek…
Müslümanca kazanmanın neliği ve nasıllığı konusunda işbu 4 madde somut bir adım kabul edilebilir…
33
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
DİNLERARASI
DİYALOG VE
MİSYONERLİK
FAALİYETLERİ
DR.EBUBEKİR SİFİL
[email protected]
zellikle son yıllarda ülkemizin değişmez gündem
maddeleri arasında kendisine sağlam bir yer edinen dinlerarası diyalog ve misyonerlik faaliyetleri, orta ve uzun vadede ülkenin geleceği üzerinde kalıcı
ciddi etkiler yapabilecek tabiatı dolayısıyla, karşı karşıya
bulunduğumuz handikaplar listesinin başlarına, hatta en
başına yerleştirilmelidir.
Ö
Diyalog faaliyetlerinin "İslamî",
hatta "İslam'ın emri" olduğunu ileri
sürmekle, hal-i hazırda diyaloğu
bir "politika", içeride (ve hatta belki
"dışarıda" da) yaşanan sıkıntılardan bir "çıkış yolu" olarak görmek
birbirinden farklı şeylerdir.
Zira söz konusu faaliyetler, ülkemizi ve insanımızı
"din" ve "kültür" gibi temel varoluş alanlarında zayıflatmayı, kuşatmayı ve son tahlilde teslim almayı hedeflemekte, bu hedefe ulaşabilmek için başta siyaset ve
ekonomi olmak üzere birçok enstrümanı etkin biçimde
kullanmaktadır.
Bu bakımdan dinlerarası diyalog ve misyonerlik
faaliyetleri yürütülürken ön plana çıkarılan "hoşgörü,
barış, çoğulculuk, farklılıklara tahammül, İbrahimî dinlerin birliği..." gibi kavramsal gücü olan
"masum" ve "sivil" tabirlerin, bu meyanda yalnızca birer
"maske" işlevi gördüğünü tesbit etmek durumundayız.
Elbette bu kanaatimiz sadece bu iki faaliyetin AB
süreci ile birlikte büyük bir ivme kazandığı vakıasından
34
kaynaklanmıyor. Bu faaliyetlerin
maksadına, yürütülüş biçimine, aralarındaki ilişkiye ve yürütenlerine atfedilecek yüzeysel bir nazar bile,
özellikli bir tarihin ve özellikli bir coğrafyanın çocukları olarak bizleri bu
faaliyetler hakkında başkalarından
daha hassas olmaya icbar ediyor.
İlerleyen paragraflarda ilgili dokümanlardan iktibasen göreceğimiz
gibi "diyalog" ve "misyon(erlik)",
en azından Vatikan için birbirinden
ayrı ve bağımsız düşünülemeyecek iki
kavramdır. Vatikan için bir yerde diyalog varsa, orada perde gerisinde
misyon(erlik) vardır ve bir yerde misyon(erlik) varsa orası daha önce diyalog faaliyetleri tarafından "uygun
zemin" haline getirilmiş demektir. Bu,
en azından II. Vatikan Konsili'nden
sonra kesin olarak böyledir.
Bu itibarla bu tebliğde dinlerarası diyalog faaliyetleri ile misyonerlik faaliyetleri birbirinden bağımsız
olarak ele alınmamış, bu iki olguya
aynı bağlamın birbirini bütünleyen
cüzleri olarak itibar edilmiştir.
DİYALOG FAALİYETLERİNİN
TARİHÎ ARKAPLANI
Dinlerarası diyalog faaliyetlerine ülkemizden iştirak edenler tarafından geliştirilen, "diyaloğun yeni
değil, insanlık tarihi kadar eski olduğu, zira insanın bulunduğu yerde
mutlaka diyaloğun da mevcut olacağı, İslam'ın da başından beri diyaloğu fiilen gerçekleştirmiş bir din
olduğu"... gibi, aslında "anakronizm"den başka bir şey olmayan söylem tarzı, diyaloğun bir kavram
olarak ne ifade ettiği konusunda serapa manipülatiftir.
Zira Vatikan tarafından ortaya
atılana kadar "diyalog"un en azından
Temmuz 2011
kavramsal ölçekte bu yaygınlıkta kullanımda olmadığı açıktır. Şu halde bu
kavram hakkında objektif olabilmek
için onu teori ve pratiğiyle ortaya
koyan II. Vatikan Konsili'ne bakmak
durumundayız.
Vatikan'ın 1962-1965 yılları arasında
düzenlediği "II. Vatikan Konsili"nin
diğer konsillerden[1] farkı sadece katılımın en yoğun olduğu konsil olması
değildi şüphesiz. Diğer Hristiyan mezhepleri ve özellikle de diğer dinlere
karşı o zamana kadar görülmemiş bir
açılımı öngörmesi, bu konsili diğerlerinden ayıran en önemli unsurdur.
Hristiyan dünyanın bölünmüşlüğü sebebiyle Kilise'nin kendi görevlerini yapmada yaşadığı sıkıntılar bu
konsilin toplanmasındaki önemli etkenlerden biri ise de, asıl temel etken,
modern dünyada Kilise'nin, misyonunu arzu edilen seviyede gerçekleştirebilmek için ihtiyaç duyduğu
açılımlar olarak tesbit edilebilir. Dolayısıyla II. Vatikan Konsili, Katolik Kilisesi'nin, klasik misyon anlayışını terk
ederek diğer din mensuplarıyla,
hatta diğer Hristiyan mezheplerle
diyalog suretiyle iletişim kurma talebini, misyonu bu iletişim zemini
üzerinden gerçekleştirme öngörüsünü ve bunun teolojik temelini
ifade ettiği bir konsildir.
Nitekim açış konuşmasında
Papa XXIII. John'un kullandığı "aggironamento" kelimesi, Konsil'in hedef
ve amaçlarını ifadede anahtar konumundadır ve "Kilise'yi günümüze
taşımak ve onu, çağdaş misyonunu yerine getirmede daha etkili hale getirmek" anlamına
gelmektedir.[2]
Bu konsil sürecinde alınan kararlar hemen her dereceden dokümanda ifade edilmiştir:
- Kilise hakkındaki dogmatik yasa
(Lumen Gentium),
- Kilise hakkındaki pastoral yasa
(Gaudium et Spes),
- Nostra Aetate, Ad Gentes, Diginitatis Humanae gibi deklarasyon ve
kararlar,
- Eclesiam Suam isimli genelge
bunlardan başlıcalarıdır.
Burada dikkat çekici olan,
Konsil öncesi diğer din mensupları ve
bilhassa Müslümanlar, kategorik olarak "kötü" iken, Konsil sonrası bir tavır
değişikliğine gidilmiş ve "kötü"ler, bu
yeni süreçte "Hristiyanlığa aday" olarak tavsif edilmiştir.
Hemen belirtelim ki Katolik Kilisesi'nin bu konsilde aldığı kararlar ne
Kilise dogmalarına aykırı, ne de geleneklere tersdir. Kilise'nin burada
bütün yaptığı, dünya çapında hızla
yayılmakta olan Kilise'den uzaklaşma
tavrına karşı ve Kilise'nin kaybetmekte olduğu prestij, nüfuz ve etkinlik alanlarını yeniden kazanabilmek
adına yöntem ve söylem belirlemekten ibarettir.
II. Vatikan Konsili'nde Katoliklik dışındaki Hristiyan mezhepleriyle
diyalog konusunda alınan kararlar ilgi
alanımızın dışında olduğu için, burada diğer dinlerle ve bu arada İslam'la ilgili olarak Konsil sırasında ve
sonrasında Kilise resmî dokümanlarına geçen hususlara kısaca değineceğiz.
İLGİLİ KAVRAMLAR
1. DİYALOG
Katolik Kilisesi, diğer dinler
hakkındaki görüşünü ve bu dinlerin
35
mensuplarıyla diyaloğa girme isteğini
Konsil'in "Nostra Aetate" isimli deklarasyonunda ifade etmiştir. Bu deklarasyon, Kilise'nin, diğer dinlerle ilişkisi
konusunda müstakil olarak hazırlanmış bir belge olması dolayısıyla son
derece önemlidir.
Deklarasyon, Katolik Kilisesi'nin diğer dinlerle diyaloğa girme isteğini şöyle ifade etmektedir:
"… Bu yüzden Kilise, evlatlarını,
diğer dinlerin mensuplarıyla basiret
ve yardımseverlik içinde görüşmeye
ve işbirliğine davet eder."[3]
Esasen Nostra Aetate'de mevcut, diğer dinlerle diyaloğu öngören
ifadeler, diğer Konsil dokümanlarına
göre üslupta bir farklılık arz etse de,
teolojik temeller açısından aralarında
herhangi bir uyumsuzluk söz konusu
değildir. "Lumen Gentium" isimli
dogmatik yasa, Kilise'nin diğer dinlerle ilişkisini belirlerken, diğer din ve
kültürlerle bunların mensuplarında,
düzensiz ve bütünlük arz etmekten
uzak olsa da bir takım iyi unsurlar bulunduğuna işaret etmektedir. Bu "iyi
unsurlar" onların sadece kalp ve düşüncelerinde değil, ayin ve geleneklerinde de mevcuttur. Bu unsurlar,
Kilise'nin misyoner faaliyetleri vasıtasıyla sadece muhafaza edilmekle kalmayacak, aynı zamanda saflaşacak,
yücelecek ve mükemmel hale gelecektir.[4]
"Nostra Aetate"de de bu husus
teyit edilir ve şöyle denir:
"Katolik Kilisesi, bu dinlerdeki
(Hristiyanlık dışındaki dinler) gerçek
ve kutsal olan hiçbir şeyi reddetmez.
Kendi öğretisinden birçok yönden
farklı olmakla birlikte, bütün insanlığı
36
aydınlatan ilahî gerçeğe ait bir parça
ışık yansıtan doktrin, ahlakî kural, hareket ve hayat tarzlarına büyük saygı
duyar. Yine de Kilise, gerçek yol, ilahî
hakikat ve doğru hayat olan Mesih'i
ilan etmeye mecburdur."[5]
Burada, "Acaba bu "iyi unsurlar" Hristiyanlık dışındaki
dinlerde nasıl olup da yer bulabilmiştir?" gibi bir soru akla gelebilir. Bu soruya da II. Vatikan Konsili'nin
misyoner faaliyetleri hakkındaki "Ad
Gentes" isimli kararı cevap vermektedir. Bu kararda, söz konusu "iyi unsurlar"ın Kutsal Ruh tarafından onlara
saçıldığı ve bunların adeta Hristiyanlığa dönüşün zeminini teşkil eden
birer "nüve" olarak görüldüğü dikkat
çekmektedir.[6]
Öyle de olsa, diğer dinlerdeki
bu "gerçek" ve "kutsal" şeyler, müntesiplerini kurtuluşa götürmek için yeterli olamaz mı?
Cevap yine "Ad Gentes"den:
"Tanrı'nın insanlığı kurtarma planı, bir
tür gizlilik içinde sadece bir kişinin ruhunda gerçekleşmez. Sadece insanların Tanrı'yı bulmak için körü körüne
araması ve çok yönlü çabalarla gerçekleşmez. Çünkü bu teşebbüsler,
İlahî İnayet'in müşfik çalışmaları vasıtasıyla aydınlatılmaya ve saflaştırılmaya muhtaçtır. Bu teşebbüs veya iyi
unsurlar zaman zaman gerçek Tanrı
hakkında bir eğitim veya İncil'e bir
hazırlık olarak hizmet edebilirler."[7]
Yukarıda zikredilen "Nostra
Aetate" isimli deklarasyon, Katolik
Kilisesi bakımından diğer dinlerin konumunu şöyle belirlemektedir:
Hristiyanlar'la özel bir bağı olan Yahudiler Katolik Kilisesi'ne en yakın
olan kimselerdir. İkinci sırada, mono-
teist bir inanca sahip olan ve Hz. İbrahim'i örnek alan Müslümanlar vardır. Daha sonra münzevi yaşantı,
derin meditasyon ve Tanrı'ya güven
ve sevgiyle yönelmek suretiyle kurtuluşu arayan Hindular ve kendilerine
özgü çabalarla aynı amaca yönelmiş
bulunan Budistler gelmektedir.[8]
Bunlar dışındaki dinlerden ise genel
olarak bahsedilmiştir.
Burada Yahudiler'e tanınan ayrıcalıklı konum hemen dikkat çekmektedir.
Bu
durum
Yüce
Kitabımız'ın "Ehl-i Kitap" diye kategorize ederek aralarındaki "özel" yakınlığa dikkat çektiği[9] bu iki kesim
hakkındaki haberlerine ve vakıaya da
mutabıktır. Burada Papa XXIII.
John'un Yahudiler'e olan özel ilgisi ile
Yahudiler'in II. Vatikan Konsili resmî
dokümanlarına girebilmek için kullandığı bireysel ve kurumsal her türlü
inisiyatifin etkisi açıktır.[10]
Hatta Hristiyan olmayan dinlerle ilişkiler hakkındaki "Nostra Aetate" isimli genelge, sözünü ettiğim
ilgi ve etki sebebiyle başlangıçta sadece Yahudiler'le ilişkileri düzenleyen bir belge olarak tasarlanmıştı.
Arap ülkelerindeki Hristiyan azınlıkların zarar görmesine yol açabileceği endişeleri dile getirilince ya
diğer dinlerden de bahsedilmesi
veya hiçbirisinden bahsedilmemesi
gündeme gelmiş, uzun tartışmalar
sonucunda bugün elde bulunan
metin ortaya çıkmıştır.[11]
Dolayısıyla Müslümanlar ve
diğer din mensuplarıyla diyalog
meselesi, "Yahudiler sayesinde" Vatikan belgelerine girebilmiştir
demek yanlış olmayacaktır.
Mezkûr deklarasyonda Müslümanlar'la ilgili ifadeler şöyledir:
Temmuz 2011
"Katolik Kilisesi Müslümanlar'a
da büyük bir saygıyla bakar. Onlar
tek, diri, mevcut, bağışlayıcı ve Kadiri Mutlak, Cennet'in ve yeryüzünün
yaratıcısı, insanlara seslenmiş olan
Tanrı'ya taparlar. Onlar, inancıyla
kendi inançları arasında kuvvetli bir
bağ kurdukları İbrahim'in kendisini
Tanrı'nın planına adadığı gibi Tanrı'nın gizli emirlerine çekinmeden
boyun eğmeğe çalışırlar. Her ne
kadar Tanrı olarak kabul etmeseler de
İsa'yı bir peygamber olarak yüceltir,
O'nun bakire annesine hürmet eder
ve hatta zaman zaman onu samimiyetle anarlar. Dahası Müslümanlar,
hüküm gününü ve ölümden sonra
tekrar dirilişi takiben Tanrı'nın vereceği karşılığı beklerler. Bu sebeple
onlar, dürüst yaşamaya oldukça
önem verir ve Tanrı'ya özellikle dua,
sadaka ve oruç vasıtasıyla ibadet
ederler."[12]
Acaba bu ifadeler diğer dinlerin ve özellikle İslam'ın insanları kurtuluşa götürücü özellikte olup
olmadığı konusunda nasıl anlaşılmalıdır?
Şurası unutulmamalıdır ki, II
Vatikan Konsili'nden ne önce ne de
sonra Kilise, diğer dinlerin böyle bir
özelliğe sahip olduğu konusunda herhangi bir şey söylemiştir. Hatta mezkûr konsili toplayan fakat faaliyetler
devam ederken vefat eden XXIII.
John'un yerine geçerek konsil faaliyetlerini devam ettiren Papa VI. Paul,
bu süreçte yayımladığı "Eclesiam
Suam" adlı genelgesinde şöyle demiştir:
"Biz her ne kadar Hristiyan
olma yan dinlerin manevî ve ahlakî
değerlerini tanıyor, onlara saygı gösteriyor, kendileriyle diyaloğa hazırlanıyor ve din hürriyetini savunmak,
insanlık kardeşliğini tesis etmek, kültür, sosyal refah ve sivil iradeyi oluşturmak gibi hususlarda diyaloğa
girmek istiyorsak da, dürüstlük bizi,
gerçek kanaatimizi açıkça ilan etmeye
mecbur etmektedir: Yegâne gerçek
din vardır, o da Hristiyanlık'tır."[13]
Temmuz 2011
Bütün bu ifadelerde dikkatli bir
göz için kaçırılması mümkün olmayan bir incelik bulunmaktadır: Metinler diyalog bağlamında "İslam"dan
değil, "Müslümanlar"dan bahsetmektedir. Bu, son derece önemli bir
inceliktir. Zira Thomist çizgideki Hristiyan teologlardan Gadret ve Anawati
gibi isimler, bid !"din" olarak İslam'la
diyaloğun mümkün olmadığını, bu
faaliyetin ancak "Müslümanlar"la gerçekleştirilebileceğini söyler.[14] :Bu düşüncenin,
Konsil
metinlerinde
benimsendiği, hatta hayli etkili olduğu görülmektedir.
Bu ifadeler, dinlerarası diyalog
faaliyetleri ile misyonerliğin niçin birbirinden ayrı telakki edilemeyeceği
sorusunun da cevabını oluşturmaktadır. O halde buradan diyalog-misyonerlik ilişkisine geçebiliriz:
2. MİSYON
Öncelikle şu hususu kesin bir
hakikat olarak tesbit edelim: Kilise,
yapısı gereği misyonerdir ve bu, Kilise'den asla ayrı düşünülemeyecek bir
özelliktir. Zira Kilise kendisini İsa Mesih'in biricik temsilcisi olarak görmekte, onun getirdiği mesajı, onun
bıraktığı yerden bütün insanlığa ulaştırma sorumluluğunun muhatabı olarak telakki etmektedir. Eğer Kilise
dışında kurtuluş yoksa, ki Kilise'ye
göre yoktur, misyonerlik faaliyetleri de
insanlığı kurtuluşa çağırmanın biricik
vasıtası olarak elbette devam edecektir.
Kilise'nin kendisine tanıdığı
merkezî rol öylesine vazgeçilmezdir ki,
Katolik teolojisine göre Kilise İnciller'den doğmamış, aksine İnciller Kilise'den doğup zuhur etmiştir.[15]
Kilise'nin ontolojik mahiyeti hakkındaki bu tesbit, Hristiyanlık üzerine konuşurken daima hatırda tutulmalıdır.
Kilise'nin misyonerlik faaliyetleri hakkındaki kararı "Ad Gentes"de
şöyle deniyor: "Kilise tabiatı gereği
misyonerdir. Bu misyon, ona sonradan ilave edilmiş bir özellik olmayıp,
bilhassa onun özünden kaynaklanır.
Çünkü o, Baba'nın istek ve kararıyla
Oğul'a tevdi edilen ve Kutsal Ruh'la
desteklenen bir misyondur."[16]
Şu halde diyalog faaliyetleri ile
misyonerlik faaliyetleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkartmak hayatî derecede
önemlidir.
1974 yılında Roma'da yapılan
bir toplantı bu noktada ayrı bir önem
arz etmektedir. Dünyanın birçok yerinden gelen Kilise temsilcilerinin iştirakiyle yapılan Dünya Piskoposlar
Toplantısı'nda dinlerarası diyaloğun
Kilise misyonundaki yeri enine boyuna tartışılmıştır.
Bu toplantıda dinlerarası diyalog, Hristiyan misyonunun ayrılmaz
bir bölümünü oluşturan "Evangelizasyon"un tabii bir parçası olarak
tarif edilmiştir. Yine bu toplantıda
şöyle denmiştir: "Diyaloğun temel
amacı, Mesih'in yüklediği temel sorumluluk gereği, Hristiyanlar'ın bütün
insanlara hizmet etmek ve sevgi duymak isteğine şehadette bulunmaktır.
Bu sebeple diyaloğa giren her Hristiyan, bir taraftan samimi ve açık kalpli
iletişim vasıtasıyla diğerlerinin dinî
tecrübeleri hakkındaki değerlendirmelerini genişletirken, diğer taraftan
kendi inancını keyifle takdim etmelidir. Diyaloğun temel kuralı, Hristiyan
olmayanların dinî ve kültürel kimliklerine saygı duymaktır. Bunun sebebi,
Tanrı'nın herkesi Mesih'in imajında
37
yaratması ve herkesin aydınlığa kavuşmasını istemesidir."[17]
Bu toplantının sonunda yapılan kapanış duasında da şöyle denmiştir: "Kutsal Ruh, misyonunu ve
sevgisini bütün Hristiyan olmayanlara götürme konusunda
uyanık ve şuurlu olan bütün Kilise'yi hassasiyetle desteklemeye
devam etmektedir."[18]
Bu noktada bir hususun altını
çizmek istiyorum: Yeni Papa XVI. Benedict'in dinlerarası diyaloga soğuk
bakan birisi olduğu söylenerek bu sürecin bitebileceğinin ileri sürülmesi
bana göre doğru değil. Zira II: Vatikan Konsili'nde misyonerlik için belirlenen yeni yöntem, yani diyalog, şu
an için Katolik dünya bakımından
herhangi bir risk içermiyor. Kilise misyondan vaz geçemeyeceğine ve şu
an için misyona diyalogdan daha elverişli bir zemin bulunmadığına göre,
yeni Papa'nın tavrını amiyane tabirle
biraz "naz yaparak" konumunu muhafaza etme ve belki diyalogun diğer
taraflarından biraz daha taviz koparma siyaseti olarak okuyabiliriz.
3. EVANGELİZASYON
Süreç içerisinde diyalog-misyon ilişkisi çeşitli Kilise metinlerinde
şu veya bu şekilde ifadelendirilmiş,
ama en önemli sarahatini müteveffa
Papa II. John Poul'ün "Redemptoris
Missio" (Kurtarıcı Misyon) isimli genelgesinde bulmuştur.
Bu genelgede Kilise'nin kuruluşu,
misyonu ve bu misyonun bütün insanlara yönelik olduğu belirtildikten
sonra şöyle denir:
"Dinlerarası diyalog, Kilise'nin,
bütün insanları Kilise'ye döndürme
amaçlı misyonunun bir parçasıdır.
Karşılıklı bilgilenme ve anlayışı zenginleştirme vasıtası ve metodu olarak
38
diyalog, misyona zıt değildir. Esasen
misyonla ve misyonun şekilleriyle diyalog arasında özel bir bağ vardır. Bu
misyon aslında Mesih'i ve İncil'i bilmeyenlere ve diğer dinlere mensup
olanlara yöneliktir. Tanrı Mesih vasıtasıyla bütün insanları kendisine çağırmakta, vahyinin ve sevgisinin
mükemmelliğini onlarla paylaşmak
istemektedir. (…) Bu açıklamalar yapılırken, kurtuluşun Mesih'ten geldiği
ve diyaloğun evangelizasyondan ayrılmadığı gerçeği göz ardı edilmemiştir."[19]
Burada geçen "Evangelizasyon" kavramı son derece önemlidir.
Bu kavramın mana ve muhtevası,
Papa VI. Paul'ün "Evangelii Nuntiandi" isimli genelgesinde açık biçimde ifade edilmiş ve Kilise'nin
"evangelizasyon" için var olduğu vurgulandıktan sonra şöyle denmiştir:
kilde ifade edilen hususlar arasında
şunu görüyoruz: "Diyalog, Kilise'nin
kurtuluşun tabii yolu olduğu kanaatiyle yönlendirilmeli ve ikmal
edilmelidir."[21]
Söz konusu genelgenin dinlerarası diyalogla ilgili bölümü şu ifadelerle sona ermektedir: "Çok iyi
bilmekteyim ki, birçok misyoner ve
Hristiyan cemaat Mesih'e samimi şehadette bulunmak ve diğer dinlerin
mensuplarına cömertçe hizmet sunmaktan dolayı kendilerini zorluk
içinde ve sık sık diyaloğun yanlış anlaşılmış tarzı içinde bulmaktadırlar.
Onları, gayretleri iyi anlaşılmayan
yerlerde bile inançlarında ve sevgilerinde sebat göstermeye teşvik etmek
istiyorum. Diyalog, Tanrı'nın Krallığı'na doğru bin yoldur ve bunun süresini ve mevsimini sadece Baba bilse
de, mutlaka sonuç verecektir."[22
]
"Bu yüzden Kilise için evangelizasyonun anlamı, "iyi haberler"i insanlığın
bütün
tabakalarına
götürmek, bunun etkisiyle insanlığı
içten değiştirmek ve onu yenilemektir. Fakat her şeyden önce eğer vaftizle yenilenmiş ve İncil'e göre
yaşayan yeni insanlar yoksa, insanlık
da yoktur. Bu yüzden evangelizasyonun amacı bu iç değişikliği gerçekleştirmektir…"[20]
Yine aynı genelgede evangelizasyonun, Kilise tarafından ilan edilen İncil mesajını işitenlerin Kilise'ye
girmesiyle tamamlanacağı, bu sebeple Kilise'nin, Hristiyan olmayan
kültür ve cemaatlerin arasına dikilmesinin evangelizasyona dahil olduğu vurgulanmıştır.
Müteveffa Papa II. John Paul'ün yukarıda adı geçen genelgesine
dönecek olursak, orada diyalog-misyon ilişkisi konusunda sarih bir şe-
Buradaki "Tanrı Krallığı"nın,
Hristiyan teolojisinde, kıyametten
önce Mesih'in yeryüzüne tekrar gelerek Tanrı'nın egemenliğini ilan ve
bütün insanlığı huzur ve esenliğe vasıl
edeceği zaman dilimi olduğunu hatırlayalım.
4. İNKÜLTÜRASYON
Yine mezkûr genelgenin, "Hristiyan Olmayan Halkların Kültürlerinde İncil'in Tecessümü" başlıklı
bölümünde "İnkültürasyon"un Kilise misyonundaki öneminden bahsedilmektedir.
"Hristiyan mesajının ve hayat
tarzının, dünyanın muhtelif yerlerinde
yaşayan cemaatlerin sahip olduğu
çeşitli kültürlere uygun hale getirilerek
sokulması ve canlandırılması" olarak
tarif edilen bu kavram[23] diyalog-misyonerlik ilişkisi bağlamında merkezî
yer tutan ikinci kavramdır.
Temmuz 2011
Papa II. John Paul bu kavramla ilgili olarak şu ifadeleri kullanmıştır: "Kilise'nin Hristiyan olmayan
kültürlere girme süreci oldukmça
uzun bir yoldur. Bu, sadece dışarıdan
bir adaptasyon meselesi değildir.
Çünkü İnkültürasyon, hakiki kültürel
değerlerin Hristiyanlıkla bütünleşmek
suretiyle aslî bir değişime uğraması ve
Hristiyanlığın çeşitli insan kültürlerine
sokulması anlamına gelir. Kilise, İnkültürasyon vasıtasıyla İncil'i çeşitli
kültürlerde canlandırır ve aynı zamanda insanları kendi kültürleriyle
Kilise cemaatine sokar. Kilise bu insanlara kendi değerlerini aktarır ve
aynı zamanda onlarda mevcut olan
iyi unsurları alır, onları içten tekrar yeniler. İnkültürasyon vasıtasıyla Kilise'nin ne olduğu, neyin işareti olduğu
daha iyi anlaşılır ve bu suretle Kilise,
misyonunda daha etkili olur."[24]
5. PROCLAMATİON
II. Vatikan Konsili ile birlikte
resmî Kilise belgelerine giren bir diğer
kavram da "proclamation"dur. Mesih'in ve İncil'in, bütün insanlara açık
ve doğrudan, minnet ve övgü ile ilan
edilmesi anlamına gelen bu kavram
da, diğer üç kavramla iç içedir. Birbirini bütünleyen bu kavramları gereği
gibi tanımadan ve aralarındaki ilişkiye vakıf olmadan dinlerarası diyalog faaliyetlerine nüfuz etmek
mümkün değildir.
DİYALOG FAALİYETLERİ VE İSLAMİ
ARGÜMANLARI
Buraya kadar söylenenler, II.
Vatikan Konsili'nden itibaren Katolik
Kilisesi'nin diğer din mensupları ve
bahusus Müslümanlar'la ilişkiler konusunda izlediği tutumu sağlıklı bir
okumaya tabi tutabilmek için bilinmesi gerekenleri özetlemektedir.
Temmuz 2011
Bir de meselenin "bizim cenahımız dan" arz ettiği durum var ki, diyalog
meselesi
söz
konusu
edildiğinde mutlak surette ele alınıp
tahlil edilmesi gerekir.
Bu cümleden olarak ülkemizde
diyalog faaliyetlerini yürütenler tarafından, bu faaliyetlerin "meşruiyetini", hatta "elzemiyetini" ifade ettiği
ileri sürülen argümanlara kısaca atf-ı
nazar etmek istiyorum.
EHL-İ KİTAP'LA ARAMIZDAKİ
"ORTAK KELİME"
Diyalog
faaliyetlerine
Kur'an'dan zemin teşkili için "(Resulüm) de ki: "Ey Ehl-i Kitap! Sizinle
aramızda müşterek olan bir söze
gelin: Allah'tan başkasını mabud tanımayalım, O'na hiçbir şeyi ortak kılmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz
kimimizi ilahlaştırmasın…" mealindeki 3/Âl-i İmrân, 64. ayetinin sıkça
kullanıldığı dikkat çekiyor.
İleride ele alacağım "mübâhale ayeti"nden hemen sonra yer
alan bu ayetin diyalog faaliyetlerine
delil yapılmasının tam bir "el çabukluğu" örneği olduğunu söylemek zorundayız. Zira ayetin ne mantuk ne
de mefhumu, bugün müşahede ettiğimiz tarzda bir "diyalog"a geçit vermektedir.
Önce ayetin "mefhum"undan
başlayalım: Eğer "Allah'tan başkasını
mabud tanımamak, O'na hiçbir şeyi
ortak kılmamak ve insanları ilah edinmemek" Müslümanlar ile Ehl-i Kitap
tarafından herhangi bir farklılık arz etmeyecek tarzda kabul gören ortak bir
kelime ise ayet niçin "hasılı tahsile" çağırsın?
Bir başka şekilde söylersek;
ayette dile getirilen bu üç temel nokta
Müslümanlar ile Ehl-i Kitap arasında
aynı tarzda benimsenip bağlanılmış
hususlar olsaydı, "gelin bu hususlar
üzerinde birleşelim" demenin elbette
hiçbir anlamı olmazdı. Şu halde burada, Ehl-i Kitab'a, çarpıttıkları, tahrif
ettikleri bir gerçek hatırlatılıyor olmalıdır ki, kitaplarının ve bütün ilahî dinlerin esasıdır. Nitekim –Allahu a'lem–
66. ayette dile getirilen husus da bu
noktaya işaret ediyor olmalıdır ki,
orada Ehl-i Kitab'ın, "hakkında bilgi
sahibi oldukları hususlarda tartıştığı"
dile getirilmektedir. Yani ayetin ilk
muhatapları olan Ehl-i Kitap, mezkûr
üç nokta üzerinde yapılan tahrif faaliyetinin bilincindedir ve meselenin
aslından haberdardır…
Ayetin mantukuna gelince, dikkat
edilirse burada Ehl-i Kitab'a bir çağrı
var: "Gelin" diyor ayet. Yani Efendimiz (s.a.v)'e bir noktada sabit durması ve Ehl-i Kitab'ı da o noktaya
çağırması emir buyuruluyor. Elbette
İlahî Kelam'ın hiçbir kelimesi hatta
harfi için "abes" söz konusu değildir.
Buradaki "Gelin!" çağrısı, ayetten,
biraz bizim gitmemiz, biraz onların
gelmesi suretiyle bir "ortak nokta"da
buluşulması tarzında bir diyalog çıkarılmasını kesinlikle engellemektedir.
Öyleyse eğer bu ayetten hareketle dinler arasında bir diyalog faaliyeti başlatılacaksa, Müslümanlar'ın,
muhataplarına öncelikle ayette ifade
buyurulan çağrıyı, Tevhidî konumlarını muhafaza ederek yapmaları gerekir. Yani diyalogun zeminini bizim
durduğumuz yer ve mezkûr üç temel
nokta teşkil etmelidir.
Burada dinlerarası diyalog faaliyetlerinin içini, "tanıma ve anlama"
kelimeleriyle doldurmaya ve diyalogun başka bir anlamı bulunmadığını
söylemeye çalışanlara da bir uyarı
bulunduğunu söyleyebiliriz: Bu ayet-
39
ten anladığımız odur ki, Müslümanlar'la diğer din mensupları arasındaki
ilişki, onları tanıma ve anlama gayesine matuf ve bundan ibaret bir "diyalog" değil, "tebliğ" zemininde
yürütülmelidir.
Üstelik Yahudiler'i ve Hristiyanlar'ı tanımak ve anlamak için dinî metinlerimiz ve tarihsel tecrübemiz hangi
noktalarda yetersiz kalmıştır ki, bugün
böyle bir diyalog sürecine ihtiyaç duyulmaktadır? "Ehl-i Kitap hakkındaki
ayetler günümüzde yeni bir bakış açısıyla ele alınmalıdır" diyenlerle
Kur'an'ın "tarihsel bir metin" olduğunu söyleyenler arasında nasıl bir
fark vardır?
EFENDİMİZ (S.A.V)'İN TEBLİĞ
FAALİYETLERİ
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, İslam'ı tebliğ maksadıyla çeşitli kabilelere gitmesi, Ebû Cehil gibi
müşriklerin ayağına kadar defalarca
gitmekten imtina etmemesi de dinlerarası diyalog faaliyetlerine dayanak
yapılmaya çalışılan hususlar arasında
bulunuyor.
Oysa bu ve benzeri hususların,
Tevhid'i tebliğ amacına yönelik olduğu ve esasen bir peygamber olarak Efendimiz (s.a.v)'in en temel
görevinin tebliğ olduğu gerçeği göz
önünde bulundurulduğunda bu argüman kendiliğinden buharlaşacaktır.
Eğer bugünkü diyalog taraftarları "Tevhid'i tebliğ" maksadıyla hareket ettiklerini söyleyecek olurlarsa,
"tanıma, anlama ve hoşgörme"
söylemini nereye terk ettiklerini sormak gerekir. Ve yine sormak gerekir:
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, tebliğ maksadıyla gittiği yerlerde muhataplarını
"tanıma, anlama ve hoşgörme"
tavrında olduğunu gösteren bir belge
var mıdır?
NECRAN HEYETİ MESELESİ
Bir diğer argüman da Hz. Peygamber (s.a.v)'in Necran hristiyanları
ile görüşmesi ve kendilerine ibadet et-
40
meleri için Mescid-i Nebi'yi tahsis etmesi olayıdır.
Necran hristiyanlarını Medine'ye getiren eğer Hz. Peygamber
(s.a.v)'in onları iman ile cizye arasında bir seçim yapmaya çağıran
mektubu ise, olay daha başından diyalog zemininden uzak bir tarzda
başlamış demektir. Zira burada da
"tanıma, anlama ve hoşgörme" söylemi ile taban tabana zıtlık teşkil eden
bir durumun mevcudiyetini teslim
etmek zorundayız.
Akabinde Necran heyeti Medine'ye geldiğinde, sırf üzerlerindeki
ipek giysiler ve altın takılar sebebiyle
Hz. Peygamber (s.a.v)'in kendileriyle
konuşmayı reddetmesini "diyalog ve
hoşgörü"nün neresine yerleştirebiliriz?
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, herhangi bir Ehl-i Kitap grup ile
–bugün yapıldığı tarzda– kendilerini İslam'a çağırmaksızın
"sizi olduğunuz gibi kabul ediyorum" tavrıyla diyalog kurduğunu gösteren bir belge
var mıdır?
Nihayet ipek ve altınları çıkardıktan
sonra huzura kabul edilen heyetle
Efendimiz (s.a.v) arasındaki söz
dönüp dolaşıp Hz. İsa (a.s)'a geldiğinde 3/Âl-i İmrân, 59-61. ayetleri
nazil oldu. Necran heyeti "mübâhale"yi kabulden imtina ettiğinde
olanları biraz sonraya bırakarak bu
ayetlerin muhtevasına bakalım:
"Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir.
Allah onu topraktan yarattı; sonra
ona "Ol!" dedi ve (o da) oluverdi.
(Bu), Rabb'inden gelen bir gerçektir. Öyleyse şüphecilerden olma!
Sana bu ilim geldikten sonra seninle
bu konuda tartışanlara, "Gelin, sizler
ve bizler de dahil olmak üzere, karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım; sonra da dua
edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim" de."
İmdi, Hz. İsa (a.s) hakkında
muhataplarına Kur'an'daki sarahati
ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in net tavrını izhar etmeye yanaşmayan/izhar
edemeyen diyalogcuların Necran heyeti hadisesini diyaloga delil getirmesi
ne kadar tutarlıdır?
Bir de olaya şu açıdan bakalım: Necran heyeti, öyle görünüyor ki
Medine'ye İslam'ı kabul etmek üzere
değil, "bir orta yol bulabilme ümidiyle" gelmiştir. Bu niyetle başlayan
macera, sonunda en temel anlaşmazlık konularından biri olan Hz. İsa
(as.)'nın kimliği/kişiliği noktasına gelip
dayanmıştır.
Bu noktada inen yukarıdaki
ayetler, Efendimiz (s.a.v)'e –aralarında kendisinin Hak Peygamber olduğunun farkında bulunanlar da
olduğu halde–, bu heyet hakkında
"diyalog, tanıma, anlama ve hoşgörü"yü değil, "karşılıklı lanetleşme"yi,
yani köprüleri atmayı emretmektedir,
neden?
Nihayet "mübâhale ayeti"nin
gereğini icra etmek için Efendimiz
(s.a.v), yanına torunları, Hz. Fatıma
ve diğer bazı eşleri (Allah hepsinden
razı olsun) bulunduğu halde karşılıklı
lanetleşmek için yola çıktı.
Ancak durumun vehametini
sezen heyetten bazıları, başlarına gelecek büyük belayı savuşturmak için
Hz. Peygamber (s.a.v)'e "anlaşma"
teklif ettiler ki, bence diyalog faaliyetleri ile Necran heyetinin Medine macerası arasında kurulması gereken
ilişkinin tam bu noktada aranması gerekir.
Bu teklif üzerine Efendimiz
(s.a.v)'in yazdırdığı anlaşma metni
şöyle:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in Necran (halkına) yazısıdır. Onların bütün mahsulleri, sarı,
beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında Resulullah'ın hükmü,
Temmuz 2011
onlara ihsanda bulunmaktır. Bin adet
Recep, bin adet de Safer ayında
olmak üzere ikibin adet elbise verecekler; her bir elbise kırk dirhem (bir
okiyye) değerinde olacaktır. Elbiselerden haraç vergisini aşan ve okiyyelerden
eksilen
olursa,
hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri zırhlar, atlar, binek hayvanları
ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan alınacaktır.
"Necranlılar elçilerimi yirmi gün
ve daha az müddetle ağırlayacaklar
ve hiçbir elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve
olay vuku bulursa otuz adet zırh, otuz
adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir. Vermiş oldukları
zırh, at ve bineklerden telef olanlar
tazmin edilmek suretiyle Necranlılar'a
geri verilinceye kadar elçimin kefaleti
altındadır. Necranlılar'ın canları, dinleri, vatanları, malları, burada bulunanları ve bulunmayanları, aşiretleri
ve onlara bağlı olanlar, Allah'ın himayesi ve Peygamber Muhammed'in
emanı altındadırlar. Şu an içinde bulundukları hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından
hiçbir şey değiştirilmeyecektir. Ne bir
piskopos bu görevinden, ne bir rahip
rahipliğinden, ne de bir kilise bakıcısı
bu görevinden alınacaktır. Ellerinde
bulunan az ya da çok her şeyleri kendilerinindir. Artık ne geçmişten dolayı
bir töhmet, ne de kan davası vardır.
Onlar savaş için çağırılmayacak,
mahsullerinden de ondabir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir. Kim hakkını
isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan insaf ile hükmedilecektir.
"Bundan sonra kim faiz alırsa
benim emanımdan çıkmış demektir.
Onlardan hiç kimse diğerinin yerine
cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları yükümlülükleri yerine
Temmuz 2011
getirip iyi hal üzere devam ettikleri sürece bu sayfada yazılı olan hususlar
Allah'ın emri gelinceye kadar Allah'ın
himayesi Resulullah Peygamber Muhammed'in emanı altındadır."
İSLAM'A DAVET MEKTUPLARI
Efendimiz (s.a.v)'in, çeşitli kişilere hitaben yazdığı, literatüre "İslam'a davet mektupları" olarak
geçmiş bulunan mektupların dinlerarası diyalog faaliyetlerine "meşruiyet" gerekçesi yapılması, en hafif
tabiriyle "çarpıtma"dır.
Eğer bu mektuplar diyalog faaliyetlerine gerekçe yapılmaya uygunsa, bu faaliyetleri yürütenlerin,
muhataplarına bu mektupların muhtevasında gördüğümüz tavrı aynen
takınması, yani evvelemirde onları
Tevhid'e çağırması gerekir. Yoksa bu
mektupları diyaloğa referans olarak
takdim etmenin kabul edilebilir bir
yanı olamaz.
Hz. Peygamber (s.a.v)'in, herhangi bir Ehl-i Kitap grup ile –bugün
yapıldığı tarzda– kendilerini İslam'a
çağırmaksızın "sizi olduğunuz gibi
kabul ediyorum" tavrıyla diyalog kurduğunu gösteren bir belge var mıdır?
Şurası açık ki, bu mektupların
muhtevasında tebliğden mücerret
(soyutlanmış) bir diyalogdan eser bile
bulmak mümkün değildir. Temel görevi "tebliğ" olan peygamberlerin, insanları Hakk'a çağırmaksızın, onları
oldukları hal üzere kabullendiğini
söylemek, görevlerini yapmadıklarını
söylemekten farksızdır!
Eğer "tebliğ eşittir diyalog"sa, dinlerarası diyalog faaliyetlerinin üzerine inşa edildiği
"tanıma, anlama, hoşgörme" gibi
temel söylemler arasında niçin "tebliğ"e yer yok? Yıllardan beri yürütü-
len bu faaliyetler meyanında "tebliğ"
anlamına gelebilecek bir tavra niçin
tesadüf edilmiyor?
Eğer "tebliğ eşittir diyalog" değilse, Tevhid'e davetten başka hiçbir
anlama gelmeyen bu mektupları
niçin "tebliğsiz diyalog" faaliyetlerine
gerekçe olarak kullanıyorsunuz?..
Denebilir ki "tebliğ, doğası gereği diyalogla bağdaşmaz; diyaloğun
ilk şartı, tarafların birbirini "olduğu
gibi" kabullenmesidir." O zaman biz
de deriz ki, diyalog faaliyetlerine kitleler nazarında meşruiyet kazandırmak –hatta belki daha önce kendinizi
ikna
etmek!–
için
tebliğ
maksatlı/muhtevalı Nebevî söz ve
davranışlara sığınmaktan vaz geçin!..
MEDİNE VASİKASI
Medine vesikasına gelince;
Her şeyden önce bu vesikanın,
daha önce merkezî bir yönetime
sahip bulunmayan Medine ahalisi
için yepyeni bir sistem inşa ettiğini görüyoruz. Bu sistemde Hz. Peygamber
(s.a.v) ve Müslümanlar "metbu" (tabi
olunan), diğerleri ise "tabi" konumundadır.
Bu o kadar böyledir ki, –Muhammed Hamidullah'ın da vurguladığı gibi– bu vesika, Yahudi
kabilelerini kesinlikle müstakil varlıklar olarak tayin ve tavsif etmemekte,
aksine Müslüman Arap kabileleri ile
müttefik olan Yahudi kabilelerinin birtakım hak ve sorumluluklarından söz
etmektedir. Hatta Yahudiler'in özellikle siyasî bağımsızlıklarını kısıtlamıştır. Dolayısıyla Yahudiler'in bu
vesikada, Müslümanlar'la eşit konumda olduğunu söylemenin imkânsız olduğu açıktır…
Bütün bunlar bir yana, Yahudiler'in, mezkûr vesikanın iki madde-
41
sinde geçen "Allah'ın Resulü Muhammed" (s.a.v) tabirini kabul etmiş
olmaları dahi bu vesikanın diyalog
faaliyetlerinin meşruiyetine delil olarak kullanılmasının "akla ziyan" bir
iş olduğunu ortaya koymaya yeterlidir!
Yine bu meyanda mezkûr vesikada zikredilen kimseler arasında
vuku bulabilecek bütün anlaşmazlıklarda veya öldürme hadiselerinde konunun "Allah'a ve
Resulü'ne götürülmesi"nin hükme
bağlanmış olması, altı çizilmesi gereken hususlar arasında bulunmaktadır.
Bugüne kadar izlediği seyir
ve katılımcı tarafların konumları itibariyle dinlerarası diyalog faaliyetlerinde bu vesikanın muhtevasıyla
refere edilebilecek herhangi bir
husus var mıdır?
Öyle görünüyor ki, diyalog
faaliyetlerinin Medine vesikasına
dayandırılması çabası, bu vesikada
Yahudiler'in dinî hayatlarına karışılmayacağının hükme bağlanmış olmasından kaynaklanıyor.
Tarih boyunca İslam devletlerinin tebaası durumunda bulunan
Gayrimüslimler'in dinlerine ve kimliklerine dokunulmamış olması da
aynı maksatla öne sürülen hususlar
arasında bulunuyor.
Ancak yukarıda da söylediğim
gibi burada İslam'ın, "tabi (Gayrimüslimler) ile metbu (Müslümanlar)"
arasındaki
ilişkiyi
düzenleyen hükümleri bahis konusu-
42
dur. Dinlerarası diyalog faaliyetlerinin
yürütüldüğü konjonktür için ise (reel
durumda Müslümanlar'ın metbuiyetinden söz edilemeyeceğine göre)
iki şıktan biri geçerlidir: Ya esasen
böyle bir "tabi-metbu ilişkisi"
yoktur veya bu ilişki bugün için tersinden yürümektedir; yani Müslümanlar tabi, Gayrimüslimler metbu
durumundadır.
Bu şıklardan hangisini kabul
ederseniz edin, dinlerarası diyalog
faaliyetlerinin taraflarının şu anki konumları Medine vesikasındaki durumu yansıtmaktan uzaktır. Şu halde
bu vesika da diyalog faaliyetlerine
dayanak teşkil etmeye elverişli olmamalıdır…
Bu vesika sonrasında Medine
Yahudileri ile Müslümanlar arasındaki
ilişkinin nasıl bir seyir izlediği ise ehlinin malumudur…
Hasılı, Dinlerarası diyalog faaliyetlerini yürütenlerin, yaptıkları işin
meşruiyetini (hatta "zaruretini"!) isbatlamak amacıyla ortaya attıkları sözümona "delil"lerin, maksadı hasıl
etmekten uzak olduğu açıktır.
SONUÇ OLARAK
1. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin "İslamî", hatta "İslam'ın emri" olduğunu ileri sürmekle, hal-i hazırda
diyaloğu bir "politika", içeride (ve
hatta belki "dışarıda" da) yaşanan sıkıntılardan bir "çıkış yolu" olarak görmek birbirinden farklı şeylerdir.
Bunlardan ilki, yapılan işin
"mahza emr-i ilahî" olarak nitelendi-
rilmesi sebebiyle, diyaloğun İslam'ın
"olmazsa olmazı" olduğunu ileri sürmek anlamına gelirken, ikincisi, –ucu
yine Din'e dokunmakla birlikte– belli
bir oluşumun sübjektif anlayış ve politikası sınırında tutulması ve anlaşılması gereken bir faaliyet olarak
hadiseyi lokalize eder.
Diyalog faaliyetlerini yürütenler, meseleyi ilk nokta-i nazardan ele
aldığı ve dahi sonuçları da umumi
olacağı için, önümüzde, bütün
Ümmet-i Muhammed (s.a.v)'i ilgilendiren bir durum var demektir.
Bu gerçeği meseleye bakışımızın temel hareket noktası yaparak
devam edersek:
2. Şu haliyle diyalog faaliyetlerinin İslam'ın onayladığı biçimde yürütülüp yürütülmediği konusunda
diyalogcularla aramızda görüş ayrılığı
bulunduğuna göre, meselenin bizim
baktığımız pencereden arz ettiği görünümü dile getirmek bizim için hem
bir "hak", hem de "sorumluluk"tur.
Şimdi şu ikileme bir bakın:
Bir yanda Ümmet-i Muhammed
(s.a.v), diğer yanda Ehl-i Kitap ve diğerleri.
Diyaloğun "İslam'ın emri" olduğunu söyleyenler, nedense bunun,
öncelikle Müslümanlar'a yönelik olarak yerine getirilmesi gereken bir emir
olduğunu düşünmüyor, dillendirmiyor; onları olduğu gibi kabul edip kanaatlerine saygı duymuyor, hatta
canları sıkıldığında Müslümanlar'ı
türlü olumsuz sıfatlarla tavsif etmekten geri durmuyor.
Temmuz 2011
Peki aynı kesimin Ehl-i Kitap
ve diğerleri hakkındaki tavrı nasıl?
Siz şimdiye kadar bu kesimin
politikalarını belirleyenlerden, Ehl-i
Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik her türlü ithamat ve hücümatını tenkit mahiyetinde bir satır
okudunuz ya da duydunuz mu?
Bütün kesimleriyle Ehl-i Kitab'ın İslam ve Müslümanlar'a yönelik olarak her sahada yürüttüğü
"kuşatma" politikalarına inat ve ısrarla sessiz kalınırken, Müslümanlar'ın uyarı ve eleştirilerine
tahammülsüzlük gösterilmesi belki
diyalog zemininin zedelenmemesi
kasdıyla ya da kendilerine yönelik
eleştirilere haklılık payı kazandırmama düşüncesiyle açıklanabilir;
ama bu tavrın "meşru/dinî" bir izahı
yapılamaz!
3. Diyalog faaliyetlerinin, "yeryüzünde barış ve adaletin tesisi" söylemiyle gerekçelendirilmesi de inandırıcı
olmaktan hayli uzaktır. Zira yeryüzünde barış ve adaletin tesisinin önündeki en büyük engelin bizzat Ehl-i Kitap
olduğunu görmemek için ya aşırı saf
veya maksatlı olmak gerekir.
Diyelim ki bu gerekçeye samimi olarak inanıyorlar. Peki bugüne kadar "diyalog ve hoşgörü" adı
altında düzenlenen organizasyonlar
bu amacı gerçekleştirmeye ne kadar
hizmet etmiştir? Dünya çapında Alayı vala ile yapılan 200'ün üzerinde
organizasyondan geriye kalan
nedir?
4. Bunu da izninizle ben söyleyeyim: Bu organizasyonlar Müslüman milletimizin hafızasını silici,
Tevhidî hassasiyetini zedeleyici ve
kültürel/toplumsal dokusunu tahrip
edici bir işlev görüyor.
Özellikle son yıllarda ortaya
atılan "İbrahimî/semavî dinler", "dinlerin aşkın birliği" gibi kavramlar, İslam'la Yahudilik ve Hristiyanlık
Temmuz 2011
arasındaki "temelli" ihtilafları buharlaştırıcı bir etki yapıyor. Gayrimüslimler ile aramızda "geriye dönük"
ortak noktalar ihdas etmeyi hedefleyen bu kavramların yanı sıra, bir de
"hakikati" buharlaştıran bir kavram
kullanımda: "Dinsel çoğulculuk."
"… Ancak ne yazık ki günümüzde Müslümanların çoğunluğu
Allah tarafından kabul edilebilir ol-
ride kaldığını, artık "izafiliğin" kabul
edilmesi gerektiğini söylüyoruz!..
Aynı garabet, ülkemizde ve
pek çok coğrafyada "Geleneksel İslam'ın Bayraktarı" ünvanıyla göklere
çıkarılan bir isimde, Seyyid Hüseyin
Nasr'da da görülüyor: Hz. İsa
(a.s)'ın, tanrısal bir varlık olarak
kabul edilmeyi insanlara asla öğretmediğini, bu anlayışın Kilise'nin
ürünü olduğunu ve artık terk edilmesi gerektiğini söyleyen Hristiyan
bilim adamı John Hick'e itiraz eden
Nasr, bu doktrini Hristiyanlar için
Tanrı'nın murad ettiğini, bu doktrini
kabul etmenin bir hata olmadığını
ve Hristiyanlar'ın da buna böyle
inanmaları gerektiğini söylüyor![26]
Alemlerin Efendisi (s.a.v) ne buyurmuştu: "Karış karış, arşın arşın sizden
öncekilerin yoluna uyacaksınız.
Hatta onlar bir keler deliğinden
girse, siz de gireceksiniz…"
------------------------------------[1] Hristiyan dünyada 325 yılındaki I. İznik Konsili'nden itibaren 1962'ye kadar 21 büyük konsil toplanmıştır. Bu konsillerde,
mayı sadece Hz. Muhammed'in mesajını yani kurumsal İslam'ı
izleyenlerle sınırlayarak tıpkı Yahudi
ve Hıristiyanların yaptıkları gibi kendilerinin dışındakilere karşı dışlayıcı
bir tutum takınmaktadır. Bunu yaparken de Hz. Muhammed'in misyonunun ne yeni bir din kurmak ne
de Yahudi ve Hıristiyanlık gibi diğer
dinsel geleneklere hakkıyla tabi
olanları kendi izleyicisi yapmak olmayıp bilakis Hz. İbrahim'in dinine
uymak, onu tamamlamak ve kendinden önce gelen peygamberleri
tasdik etmek olduğu gerçeğini unutmaktadırlar…"[25]
Hristiyanlığın iç meseleleri, İsa Mesih'in tabiatı, ikonların kutsal
değeri, Kilise-Devlet münasebetleri, Papa'nın seçilme usulü, yanılmazlığı, piskoposlarla ilgili çeşitli meseleler ve Protestanlığın zuhuru, Aydınlanma'nın zorladığı açılımlar gibi içe, Haçlı seferleri,
Moğol istilası, Kudüs'ün Müslümanlar tarafından ele geçirilmesi,
Grek saldırıları, Osmanlı fütuhatı... gibi dışa dönük meseleler
görüşülmüştür. Bkz. Mehmet Aydın, Hristiyan Genel Konsilleri
ve II. Vatikan Konsili, 15 vd. [2] Ali İsra Güngör, Vatikan Misyon ve Diyalog, 88.[3] NA, 2. (Bu yazıda Vatikan belgelerine
yapılan atıfların tamamı bir önceki paragrafta mezkûr çalışmadan alınmıştır.)[4] LG, 17. [5] NA, 2. [6]AG, 9 vd. [7] AG, 3.
[8]NA, 2 vd. [9]Bkz. 2/el-Bakara, 135; 3/Âli İmrân, 72,3; 5/elMâide, 18... [10] Geniş bilgi için bkz. Güngör, 90 vd. [11]
Güngör, 94 vd.[12] NA, 3. [13] Güngör, 209. [14] Suat Yıldırım, Mevcut Kaynaklara Göre Hristiyanlık, 369-70. [15] Yıldırım, 133. [16] AG, 2. [17] Güngör, 171. [18] Güngör, 172.
Bir müslümanın kaleminden
dökülen bu satırlar, bu ülkeyi misyonerlik için "verimli bir alan" haline
getirmek dışında bir fonksiyon icra
edecekse eğer, hiç şüpheniz olmasın,
o, "ebedi hüsran"dan başka bir şey
olmayacaktır. Zira Kur'an, İslam'dan
gayrı bir din arayanın bu çabasının
hüsran olduğunu vurgularken bizler
"hakikatin mutlaklığı" döneminin ge-
[19] RM, 55. [20] EN, 18. [21] RM, 55. [22] RM, 57. [23]
Güngör, 180. [24] RM, 52. [25] Mahmut Aydın, Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları, 99. [26] Mahmut Aydın, İsa
Tanrı mı? İnsan mı?, 170. Nasr'ın bu bağlamda "izafi mutlak"
kavramını kullanmasının sebeb-i hikmetini öğrencisi İbrahim
Kalın'a sorduğumda, farklı dinlere mensup heterojen kitlelere
hitap ettiğini; onları ürkütmemek için böyle bir dil kullanmak zorunda
olduğunu söylemişti. Acaba Tevhid'e kendi ayağıyla bu kadar yaklaşmış bir Hristiyanı "Tanrı böyle istiyor" diyerek Teslis'in kucağına iteklemeye
çalışmanın sebeb-i hikmeti ne ola ki?!
43
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
“BANA NE
DİYEMEZSİN”
Ersan BİLGİN
Rabbimiz buyuruyor:
-“Asra yemin olsun ki, insanlık hüsrandadır. Ancak ve ancak hakkıyla iman edenler,
Salih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı ve
sabrı tavsiye edenler felaha-kurtuluşa ermiştir.”
(Asr 1,2,3)
“Sen, (insanları) Rabbi’nin yoluna
hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!
Rabbin, kendi yolundan sapanları
en iyi bilendir ve O, doğru yolda
olanları da çok iyi bilir.”(Nahl,125)
- “İnsanları Allah'a davet eden, Salih ameller (dünya ve ahiret için iyi işler) yapan ve ‘Ben
şüphesiz müslümanlardanım’ diyen kimselerden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
- “Ya ümitsizsiniz. Ya da ümit sizsiniz. Ya çaresizsiniz. Ya da çare sizsiniz.”
- “Kendini Hak ile meşgul etmezsen, batıl
seni işgal eder.” (İmâmı Şâfîi)
- Kendinle beraber başkalarının saadeti için yaşanan bir hayat, yaşamaya değer erdemli bir hayattır.
- “Allahım! Hakkı hak olarak bize göster ve hakka
tabi olmakla bizleri şereflendir. Batılı da batıl olarak
44
bize öğret ve batıldan uzak durmakla bizleri kıymetlendir.” Amin. (Hadis-i Şerif)
- Gerek şahsî işlerimizde gerekse ibadet ve İslamî
hizmetlerde, çalışmalarda muvaffak mı olmak istiyoruz? Öyleyse: Önemseyecek, Benimseyecek, Planlayacak, Uygulayacak, Fedakarâne çalışacağız. Sabırlı
olacağız. Daima Rabbimiz’e sığınacağız.
Peygamberimiz aleyhisselam byuruyor:
“İsrailoğulları arasında zulüm yaygınlaştığı dönemlerde, bir kimse diğerini günah işlerken görünce
evvela onu bu yaptığından sakındırırdı. Fakat (daha
sonraları) ertesi gün onunla oturup kalkabilmek ve
yiyip içebilmek için kötülükten sakındırmaz oldular.
Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kalblerini birbirine
benzetti ve haklarında: “İsrailoğulları'ndan küfredenler, Davud ve Meryem'in oğlu İsa diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve
aşırı gitmeleri yüzündendi. Onlar, işledikleri
kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları ne kötüdür!” (Maide,78-79)
ayetlerini indirdi. Evet, siz de ya zalime engel olup
onu, hakka çekersiniz, ya da bu durum sizin başınıza
da gelir.” (Tirmizi)
- Kainat’ın Efendisi (sav) buyuruyor: “Canım
kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki siz ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ya da Allah (cc)
kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman
dua edersiniz fakat duanız kabul edilmez.” (Tirmizi)
Temmuz 2011
- Hz. Lokman, oğluna şu nasihatte bulunuyor:
“Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere
sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir.” (Lokman,17)
- “(Ey Rasulüm)De ki: İşte benim yolum
budur; ben sizi (körü körüne değil) basiret
üzere Allah'a davet ediyorum.” (Yusuf,108)
- İnsanlığın önderi ve örneği Peygamberimiz
(sav) buyuruyor ki: “Mazluma da zalime de yardım edin.” soruluyor. “Mazluma yardımı anladık
da zalime nasıl yardım edebiliriz?”
“Onun zulmüne engel olmaya çalışın, bu
da ona bir yardımdır.” (Tirmizî, Fiten/68, 2255)
Zalime yardım edin, yani zulmüne engel olmaya
çalışın ki başkasına daha fazla zulmetmesin. Ona yardım edin ki kendine de daha fazla zarar vermesin.
Öyle ya, zulmüne devam ettikçe Allah’ın lâneti, mazlumların ahı ve bedduası onun peşini bırakmayacaktır. Hem bu dünyada, hem de ötede fitil fitil
burnundan gelecektir. Yaptığı haksızlıkların karşılığını
mutlaka görecektir. Siz yine de merhametli olun, ona
engel olmaya çalışın. Zalime asla prim vermeyin, yüz
vermeyin, destek vermeyin…
Müslümanlar her yönden güçlü olacaklar, otorite Müslümanların elinde olacak, zalime zulüm yapacak fırsat tanınmayacak, zalimin eline imkan
geçmeyecek. Müslümanlar güçlü olduğu kadar cesur
45
veremez...” (Mâide: 5/105) âyetini okudular. Sonra da
bunu şöyle tefsir ettiler: “Allah Teâlâ içlerinde işlenmekte olan fenalıklara ve kötülüklere engel olmaya
gayret etmeyen ve bunlara nefret gözüyle bakmayan
toplumlardaki tüm insanları cezalandırdığı gibi onların
dualarını da kabul etmez.” Hz. Ebubekir Sıddîk bunları söyledikten sonra iki parmağını iki kulağına sokarak “Eğer ben bunları dosttan işitmemişsem şu iki
kulağım sağır olsun” dedi.[Hayat’üs Sahabe]
- Hz. Ebubekir şöyle buyurmuştur: “Kendilerini
engelleyebilecek kadar güçleri olduğu halde ümmet,
içlerinde Allah’a isyan edenlere engel olmaz ve onlara
karşı çıkmazsa Allah üzerlerine bir bela indirir. Sonra
bu belayı da onlardan uzaklaştırmaz.”
Müslümanın gayesi, bütün insanların dünya ve
ahiret mutluluğu ve saadeti için çalışarak Yüce Allah’ın rızasını kazanmaktır. Her Müslüman, Yüce Allah’ın kendisine verdiği meziyetlerle (akıl, irade, his,
ünsiyet, vs.) bütün gücüyle çalışmayı vazife bilir, en
büyük ibadet sayar. Her Müslüman, kendi mutluluk
ve saadetinin toplumun ve insanlığın mutluluk ve saadetinden geçtiğinin şuurundadır.
olacak, bir ve beraber olacak, alimleri önde olacak ki
zalim diz çöksün…
Her Müslüman; Doğru ile yanlışı ayırır ve Doğrunun hakim olması için,
-İyi ile kötüyü ayırır ve İyinin hakim olması için,
Hz. Ebubekir’in; “Siz Kendinizi Korumaya
Bakın!” (Mâide 5/105) Ayetini Tefsir Etmesi…
- Hz. Ebubekir radıyallahu anh, halife seçildiğinde
minbere çıkarak Allah’a hamdettikten sonra şunları
söyledi: “Ey insanlar! Sizler ‘Ey iman edenler!
Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz zaman başkasının dalâlete (yanlışa ve
sapıklığa) gitmesi size bir zarar veremez...’ (Mâide:
5/105)
âyetini okuyor fakat doğru yorumlayamıyorsunuz. Ben Hz. Peygamber’in (sav); “İnsanlar, işlenen
bir kötülük gördüklerinde ona engel olamazlarsa Allah
Teâlâ onları, tamamını kapsayan bir belaya düçar
eder” buyurduğunu işittim” [Kenz II/138]
- Ebubekir Sıddîk, Allah Rasûlü’nün Halifesi ünvanını aldığı gün Hz. Peygamber’in minberine çıktı.
Allah’a hamd ü senâlar ettikten, Hz. Peygamber’e
salât u selam getirdikten sonra ellerini, Hz. Peygamber’in hayatlarında iken oturmakta oldukları basamağa koyarak şunları söyledi:
“Bir keresinde dost (Hz. Peygamber as)
şuraya oturdular ve “Ey iman edenler! Siz kendinizi korumaya bakın. Siz hidayette olduğunuz
zaman başkasının dalâlete gitmesi size bir zarar
46
-Faydalı ile zararlıyı ayırır ve Faydalının hakim olması için,
-Adalet ile zulmü ayırır ve Adaletin hakim olması için
canla başla çalışır. Çünkü mutluluk ve saadet; doğrunun, güzelin, iyinin, faydalının ve adaletin hakim olması ile mümkündür.
- Milli Görüş Liderimiz Merhum Prof. Dr. Muhterem Necmettin ERBAKAN Hocamız, bizlerin diğer insanlar üzerindeki sorumluluğunu şu veciz örnekle
anlatıyordu:
“Örneğin sen şurada masada oturuyorsun. Bir
adam elinde baston gözleri ama karşıdan tık tık geliyor. Onunla senin aranda üzerinde 500 bin volt eletrik bulunan bir çıplak kablo var, adam bassa yanacak.
O kablo senin masanda bir düğmeye bağlı. Sen o
düğmeye basarsan elektriği kesip adamı ölmekten
kurtarabilirsin. Ancak öyle yapmaz da -Efendim bu
adamı buraya ben mi çağırdım?
-Efendim kabloyu ben mi döşedim?, -Elektriği de
kabloya ben vermediğime göre bana ne? derse, Allah
Teala o kimseyi yargılar. “Be adam sen odun musun,
Temmuz 2011
taş mısın, gözünün önünde adam ölüyor sen seyrediyorsun.” - Efendim ben tam basacaktım ceketim kancaya takılmış, - Tam basacaktım ki 5 kişi kolumdan
tuttu… Gerekirse ceketin yırtılacak, o beş kişiyle mücadele edip kolunu kurtaracaksın ve düğmeye basacaksın. Çünkü o kimsenin yaşamı senin ceketinden de
beş kişiyle mücadele etmenden de çok daha mühimdir. Asla bana ne diyemezsin.
İnsanlar şuurlansın, Hakkı üstün tutan bir düzen
kurulsun amacıyla yapılan hizmetler bu düğmeye basmak gibidir. Bizim yolumuz ikna yoludur. Tatlı dildir,
güleryüzdür.”
- Dr. H. İbrahim KUTLUAY Hocamız bir yazısında
şöyle haykırıyordu:
“Bugün İslâmî bir duruşa, İslâmca, Kur’anca,
müslümanca duruş’a muhtacız. Bugün böyle bir duruşa şiddetle ihtiyaç var. Olayları, kişileri, tarihi, coğrafyayı, siyaseti, ekonomiyi, bilimi, hayatı, geçmişi ve
geleceği değerlendirirken İslâmî bir duruş bekleniyor,
bizden..
Duruşumuz onurlu, kararlı, istikrarlı, ilkeli kısaca
gerçek anlamıyla İslâmî bir duruş olmalı; ama tavizsiz
ve korkusuz bir duruş olmalıdır. Tavrımız, her vesileyle
gönlümüzdeki iman ve ihlası, sevgi ve şefkati ortaya
koyduğumuz samimî bir tavır olmalıdır.
Arkadaş!.. Yıllardır bu dâvâya hizmet ettiğini
söyleyen sen.. Şu anda nerede ve hangi konumdasın?.. Bana “Dâvâ, kimsenin umurunda değil,
herkes menfaat peşinde”, deme.. Arkadaşım, bizden sadece konuşan, suçlayan, eleştiren değil; icraat
sergileyen, inandığını yaşayan, kendine has imanî duruş’unu ortaya koyan mü’min olmamız isteniyor.
Soruyorum… Arkadaşım!.. Ne yaptın, Allah
için?!. Ne yapıyorsun, Allah için?.. İslâm’a, müslümanlara hizmet etme noktasında planın, programın
ne?.. Düşündün mü?!.. Hangi meslekte olursan ol, dâvâna ve dinine hizmet edebilirsin. Yeter ki azimli, gayretli ve ümitli ol!.. Seni pasifize ve nötralize eden, söz
ve tavırlara aldırma.. Yerli veya yabancı din, iman,
vatan düşmanları… Planlı ve programlı çalışırken
senin onlardan daha düzenli, daha sistemli, daha
planlı ve daha programlı çalışman gerekmez mi? İslâm
dâvâsına karşı bu ilgisiz, kayıtsız ve duyarsız duruş’un
ne zaman sona erecek, Allah aşkına?
Kardeşim… Dünkü samimî ve ihlaslı duruşunu
tekrar kazanmaya çalış. Başkasından bekleme, sen
gayret et… Sen çalış... Fedakâr ve vefakâr ol. Sevgi
ve şefkat elçisi ol. Sen hikmetle ve basiretle yürürsen
mutlaka senin arkandan gelenler olacaktır.
Önce sen, her şey seninle başlıyor.. Uyan, kendinle barış ve uyandır, insanlığı.. Ayağa kalk, artık ve
samimî bir gönülle koşmaya başla!. Kum feenzir!..(Kalk ve uyar!..) (Müddessir, 2)”
- Allah Teala buyuruyor:
“Sen, (insanları) Rabbi’nin yoluna hikmet
ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde
mücadele et! Rabbin, kendi yolundan sapanları
en iyi bilendir ve O, doğru yolda olanları da çok
iyi bilir.” (Nahl,125)
- Sevgili Peygamberimiz (sav), sadece ve sadece
İslam’a davet amacıyla gittiği, pek meşakkatli Taif yolculuğundan, oradaki insanların düşmanlığı sonucu elleri ve ayakları kanlar içinde dönerken Rabbimiz’e
şöyle yalvarıp yakarıyordu:
“İlahi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen,
çektiğim mihnetlere, belalara hiç aldırmam.
Fakat Sen’in lütuf ve ihsanın, benim için daha
geniştir. İlahi! Gazabına uğramaktan, rızasızlığına duçar olmaktan Sana sığınırım… İlahi!
Sen razı olasıya kadar affını diliyorum. Bütün
kuvvet ve her kudret ancak Sen’dendir, Ya
Rabbi!” (İbn-i Hişam)
Temmuz 2011
47
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
RÖPORTAJ AYDIN BAŞAR
RAMAZAN IŞIK:
“İSLAM’DA ELBETTE TATİL
VARDIR.”
amazan Işık Hoca kelimenin tam anlamıyla bir
Arapça sevdalısı… Genç yaşından itibaren
Arapça’dan tercümeler yapmaya başlamış...
Arabistan’da ve Irak’ta bulunmuş. Muhammet Es Sabuni ve Mahmut es Savaf gibi âlimlerin derslerine katılmış. Kitaplarını her yerde bulmak mümkün... Lafı
fazla uzatmadan “sözü ve sohbeti tatlı güzel bir
alim” diyerek özetleyelim onu... Ayrıca www.sumbulefendicamii.com adresindeki vaazını dinlemenizi
tavsiye ederiz. Kendisiyle yaptığımız söyleşinin ikinci
bölümünü okurlarımızın istifadesine sunuyoruz.
R
Bir müddet yurt dışında bulunduktan
sonra İmam Hatip Lisesi’nde idarecilik ve öğretmenlik yaptınız. Nasıl bir öğretmendi Ramazan Hoca? Mesela sıfırlarınız bol muydu?
Kesinlikle ben kimseye zayıf vermedim. Üçlük
talebeye dört, dörtlük talebeye de beş vermişimdir.
Zayıf vermek caydırıcı olabilir, talebelere çeki düzen
vermek ve onları kitaba bağlamak için faydalı olabilir.
Ama o zayıfla talebeyi dersten soğutacaksanız, notun
48
bir kıymeti kalmıyor. Amaç hâsıl olmadıktan sonra o
zayıf neye yaradı? Ben âcizane bunu tüm öğretmenliğim müddetince uyguladım ve hamdolsun güzel şeyler oldu. Talebelerim de beni hakikaten hiç üzmedi.
Genç meslektaşlarınıza tavsiyeleriniz var mı?
Efendimiz sallalahü aleyhi ve sellem; “Ben muallimim” buyuruyor. Efendimiz nasıl bir öğretmendi?
Biz buna bakacağız ve kendimize ayar vereceğiz. Ne
yaptı Peygamberimiz? Gitti sahabelerin arasına
oturdu. Demek ki öğrencilerden kaçmayacağız… Onların arasına gireceğiz. En başta talebeyle iletişimiz
güçlü olacak… Talebe istediği zaman gelip sorusunu
soracak, sıkıntısını paylaşacak, çekinmeyecek.
İyi bir öğretmen öğrencilerine nasıl davranmalıdır?
İnsan tabiatı güzelliklere uygun yaratılmıştır. Bu
yüzden iyi bir öğretmen talebelerine tebessüm etmeli,
güler yüz göstermelidir. Bu şekilde eğitilirlerse çocuk-
lar; zorla değil de bir telkinle anlayacak kıvama gelirler. Bir şeyleri zorla yaptırmanın talebeye bir menfaati
olmaz.
Malumunuz yaz tatilindeyiz. “Müslüman’ın
tatili olmaz” diye bir söz var. Sizce bu söz
doğru mu?
Hayır, doğru değil. Hadis-i şerifte; “Men la tatile lehu la tahsile leh…” yani; “Tatili olmayanın
tahsili de yoktur” buyruluyor. Kafasını dinlendirmeyenin, tatil yapmayanın tahsil durumu olmaz deniliyor. Tatil, burada boş durmak, yan gelip yatmak
anlamında değil… Çalışmalarımıza biraz daha hız verebilmemiz için, dinlenmek, deşarj olmak anlamında… Tatil yapacağız ki daha verimli çalışalım.
Arapçadaki “tatil” bizim anladığımız anlamda mı?
Tabi… Mesela “taattalatil medarisu” diyoruz.
Yani okular kapandı, yani son verildi demek. Bir işi
geçici olarak bırakmak, ara vermek söz konusu. Okullar kapanınca derslere ara verilmiş oluyor.
Bu ibret konusunu biraz açalım mı? Tabiatı seyrederken ne düşünmeliyiz?
Onun Allahü Telala’nın kevni ayeti olduğunun
bilinciyle onu seyretmeliyiz. Kur’an bize nasıl Allah’ı
anlatıyorsa, tabiat dediğimiz kevni ayetler de bize
O’nu anlatıyor. Yani, tabiat bize bir ders veriyor. Allahü Teala “Yerlerde göklerde nice ayetler vardır” buyuruyor. Buradaki “ayetler” Allah’ın varlığını
birliğini izhar eden işaretler anlamındadır. Yeryüzüne
bakıyorsunuz size bir meyve ikram ediyor. O da size
şifa kaynağı oluyor. Her birisinin ayrı tadı, ayrı lezzeti
var… Her birinde ayrı vitaminler var… Bunları ağaçlardan sarkıtan kim? Kim bu ziyafet sofrasını önümüze
serdi? Demek ki bu güzel bitkileri çıkartan toprağa emrini geçiren bir Zat var. Sonra gökyüzüne bakıyorsunuz, kuşları görüyorsunuz. Allah kuşları öyle yaratmış
ki onların kemiklerinin içi boştur, hafiftir… Onlar bu
sayede rahat uçabiliyorlar. İşte bunları ibret nazarıyla
düşünüyorsunuz. Allahü Teala kainattaki bu uyumu,
bu düzeni insanlar görsünler diye yaratmıştır. Ama
gafil insan ne yapıyor? Kuşlara bakıyor: “Aaa ne güzel
Dinimizde tatil yapmayla ilgili bir sıkıntı
yok anlaşılan…
Adam yıl boyu çalışıyor, zihnen ve bedenen yoruluyor, yıpranıyor. Yazın birkaç hafta ağaçlar olan, ırmaklar olan bir yerlere gidiyor. Bunda ne mahsur
olacak? Hatta dinimiz bunu tavsiye de ediyor. Allahü
Teala Kur’an-ı Kerim’de “essayihun” buyurarak “seyahat edenler”i övüyor. Önemli olan bu seyahatin
meşru dairede olmasıdır. Yani tatil yapıyorum diye
farzları terk ederse, ibadetlerinden, namazından,
Kur’an’ından uzak kalırsa o tatil, tatil olmaz…
Ağaçlar, çiçekler, deniz veya bir göl kıyısı
ve ferah bir rüzgâr… Bu güzellikleri görmeliyiz
diyorsunuz öyle mi?
Allahü Teala denizler, nehirler, dağlar, ormanlar yaratmış… Bunların hepsi de insanın hoşuna giden şeyler. Demek ki Allah insanoğlunun
huzurlu yaşaması için ne lazımsa ortaya koymuş.
İnsan bu nimetlerden neden istifade etmesin? Mesela biz İstanbul’da yaşıyoruz. Her şey İstanbul’da
bulunamayabilir. Bazı yerler var ki insanın ibret nazarını celp ediyor, öyle mesajlar veriyor ki hayretini artırıyor…
Temmuz 2011
kuş” diyor. Oysa asıl onu yaratan Allah güzeldir; o
kuşu yaratmış ki onu Yaratan’ı bilesin diye.
İbretle bakmanın eğitimi olabilir mi? Yani
bu öğretilebilen bir şey mi?
Allahü Teala her yere ibret levhalarını yerleştirmiş. Onu görmeyi bilmektir mesele… Mesela Eminönü’nden vapurla karşıya geçerken bakıyorsunuz bir
anne martılara ekmek atıyor, martılar gelince de çocuklarına seyrettiriyor. İşte size güzel bir eğitim. Çocuğa ibretle bakmayı öğretiyor anne… Soruyor;
“evladım bu martı kuşlarının ayakları neden
perdelidir?” Sonra şu cevabı almaya çalışıyor;
“Suda yüzmesi için böyle yaratılmış.” Demek ki
Allah martıları denizde seyahat edenler ibret alsınlar
diye yaratmış…
Allah razı olsun bize vakit ayırdığınız için…
Allah cümlemizden razı olsun.
49
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
İBRAHİM
FAHREDDİN
EFENDİ
AHMET HALİLOĞLU
[email protected]
alvetiyye; Osmanlı coğrafyasında neşvü
nema bulan; kök saldığı yerlerde sökülmeyen
Ehl-i Sünnet çınarı bir vuslat yolu. Bizim coğrafyamızda pek çok alt şubeye ayrılan Halvetiliğin; en
önemli kollarından birisi de Ramazaniyye’den Hazreti
Pir Nureddin Cerrahi vasıtasıyla müstakil bir meşrebe
tebdil edilen Cerrahilik. Karagümrük’teki Cerrahi Asitanesi Devlet-i Aliyye’nin sultanları dahil pek çok kişiyi
tenvir etmiş; insan üstü insan olma yollarını öğretmiş
kutlu bir ocak… Bu ocağın en önemli hususiyetlerinden birisi de Batılılaşma rüzgarının tarumar ettiği onca
tekkeye karşın Cerrahi Asitanesinin bugün dahi dimdik ayakta olması.. Bunda en büyük pay sahibi kuşkusuz Asitanenin Osmanlı’dan miras şeyhi İbrahim
Fahreddin Şevki Efendi Hazretleridir.
H
1940’ların en zorlu günlerinde bile
tekkenin kapısına kilit vurmaz, vurdurtmaz. Pek çok tekke ve dergâh
yıkılırken Cerrahi Asitanesi İbrahim Fahreddin Efendi’nin olağanüstü gayretiyle zikir halkasını tatil
etmez.
İbrahim Fahreddin Efendi; 1886’da asitanede
dünyaya teşrif buyurur. Babası asitanenin şeyhi Mehmed Rıza Efendi’dir. Daha yürümeyi doğru düzgün
öğrenmeden ilim meclisleri ile tanışır, zikir halakalarına karışır. Bir yandan ulum-u diniyye tahsili ile meşgul olur, ardından Canfeda Hatun Mahalle Mektebine
50
başlar. Fahreddin Efendi dokuz yaşına bastığında; dergahın postnişini olan amcasına intisap eder. On bir yaşındayken Piri Muazzam Nureddin Cerrahi’nin tertip
ettiği virdi okuma müsaadesi alır. On iki yaşındayken
amcasının terk-i dünya etmesi üzerine babası Mehmed Rıza Efendi’ye intisap eder. Artık ulvi iklimlere
yolculuğa başlar. Bugün dervişlik kolay iş ama o devrede dervişlik ancak er kişilerin işidir. Şeyhinden
“Himmet dede” diyerek yardım isteyen dervişe
“Hizmet evlat” denildiği zamanlardır. Bu yüzden İbrahim Fahreddin Efendi’ye şeyh-zade olması hasebiyle babası ve mürşidi Mehmed Rıza Efendi
Hazretleri müsamaha göstermez. Dergâhın hizmetine
başlar. Önce kahve nakipliğine getirilir. Rüşdiye’de
okurken Fatih Dersiamlarından Hafız Fazıl Efendi’den
Arapça dersleri alır. Filibeli Ahmet Efendi’nin rahlesinin önüne diz çöküp mürekkep yalar. Hat dersleri alır.
İki hat çeşidinden icazet alır. Birisi sülüstür, diğeri
nesih. Makamı yükseldikçe hizmet mesuliyeti de artar.
Asitanenin çerağcılığına terfi eder. Matbah-ı asitanede
aşçı yamaklığı ile dervişlerin çorbasını pişirir. Pişirdiği
çorbalar nur olur. Hizmetteki son makamı ise türbedarlıktır. Eriştiği şerefin büyüklüğüne bakın. Hazreti Pir
Nureddin Cerrahi Hazretlerinin makamında O’na hizmet şerefine nail olur. Türbedarlık yaparken Melami
Temmuz 2011
Şeyhi Abdulkadir Belhi Hazretlerinin talebelerinden
Fazlullah Rahimi Efendi’den Farsça öğrenir. 1901 yılında babasından hilafet alır. Yol bitmiş ama hizmet
bitmemiştir. Mevlana’nın buyurduğu gibi halka hizmet
hakka hizmettir denir ve hizmetin en zorlusuna gönderilir. 1905 yılında Rumeli’nde Koçana (bugün Makedonya sınırları içinde) Cerrahi Tekkesine tayin edilir.
Rumeli’nin kargaşa dönemidir ama Koçana’da onlar
gönül uyandırır, yüzlerce cana hizmet eder. Koçana
hizmeti bitince İstanbul’a geri döner ve Üsküdar Mehmed Arif Dede Dergahında canları uyandırır. Nice
gönül çerağını tutuşturur.
1912’de yılında babası ve mürşidi Mehmed Rıza
Efendi Hazretleri hakk’a yürüyünce asitanenin postnişinliğine Meclisi Meşayıh tarafından tayin edilir.
Devir Osmanlı devridir, bugünkü gibi kendi başınıza
şeyh olamazsınız. Mürşidinizin hilafetname vermesi
yetmez, kemalatınızı mürşitlerin oluşturduğu Meclis-i
Meşayıh tasdik etmezse irşat edemezsiniz. İşte böyle
zorlu bir geçişten sonra postnişin olarak irşad vazifesini
üstlenir.
Birinci Dünya Savaşının ardından Dersaadet
işgal edilir. Herkes gibi İbrahim Fahreddin Efendi’nin
51
de içi kan ağlar ama çaresizdir. İşgale sessizce direnirler. Yapabilecekleri bir şey yoktur. Yerli Rumlar ve
Ermenilerin şımarıklığı bir yandan, işgalci İngiliz ve
Fransız askerlerinin taşkınlığı diğer yandan Dersaadet
halkını kahreder ama çaresiz susmak zorunda kalırlar.
Ama bir gün Haydarpaşa Garında şahit olduğu manzaraya dayanamaz. Sohbeti baldan tatlı, yüzü nurdan
parlak Allah dostu şahlanır.
İşgalci Fransız subayı; muhtemelen esaretten
gelmiş, harbin bin bir çilesini görmüş garip bir Osmanlı erini çağırır. Yüksek sesle tabii Fransızca bağırmaya, el kol hareketleri ile de niye selam vermediğini
sorar. Ama garibim Osmanlı Askeri Fransızca’yı ne bilsin. Yıl 1920’dir ve Osmanlı’nın harp çilesi 1911’de
başlamış dokuz yıl geçmesine rağmen bitmemiştir.
1911’de evinden çıkanlar Libya’dan Rumeli’ne koşmuşlar, iki Balkan Harbinde terhis görmeden Birinci
Dünya Savaşına girmişlerdir. Şehit olmayanları esaret
günlerini yaşamışlardır. Osmanlı Askerinde bu hali pür
melalde Fransızcamı kalır? Zaten işgalci Fransız Subayının niyeti başkadır. Birkaç kelamdan oluşan bağırmadan sonra basar zavallı ere tokadı. Er çaresiz ne
yapsın, iki damla gözyaşı döker gözünden, karşılık verememenin acısı ile eğer başını önüne…
52
Olayı karşıdan seyreden İbrahim Fahreddin
Efendi bu manzara karşısında dururmu? Hamiyet-i diniyesi şahlanır. Zaten işgalcilerin tutumunda ötürü
bıçak kemiğe dayanmıştır. Eliyle gel diye işaret eder
ve çağırır Fransız subayını yanına. Fransız subay; Fahreddin Efendi’nin nur çehresinin heybetine kapılır
koşa koşa gelir. Nefti yeşil Cerrahi tac-ı şerifi ile, simsiyah cübbesi ile adeta nuranileşmiş bir çehre karşısında basireti bağlanır Fransız Subayın, selam vermeyi
unutur. Az önce subayın Osmanlı askerine yaptığı el
kol hareketlerini tekrarlar Fahreddin Efendi ; hal diliyle “Hani Selam” der. Ardında da bir Osmanlı tokadı
akşeder ki yeniçerilerin talimlerinde mermere attıkları
tokat gibidir. Haydarpaşa Garı tokadın şiddetinden
inler. Fransız subayı; Osmanlı tokadı ile bir seksen iki
doksan uzanır kalır yere. Manzarayı gören işgalci askerler bir şey yapamazlar, döner arkasını gider İbrahim Fahreddin Efendi.
İşgal günlerinde İngilizlerin alimlerden ve meşayıhtan çekinip pek ilişmemeleri nedeniyle Anadolu’ya
direnişe katılmak isteyen pek çok subaya yardımcı
olur. Kimisi cübbesinin altında silah kaçırır, kimisi subayların Anadolu’ya geçmesine yardımcı olur. İbrahim Fahreddin Efendi de pek çok subaya yardım
Temmuz 2011
edenler arasındadır. Hoş işgalden kurtulduktan sonra
yeni düzen şeyhleri gözden çıkarır ya orası da ayrı bir
konu. 1921 yılında tüm yokluklara rağmen Nureddin
Cerrahi Asitanesini aslına uygun olarak tamir ettirir.
Miladi 1925 yılı Anadolu’ya bir karabasan gibi
çöker. Binbir bahane ile medreseler ve tekkeler kapatılır. Bin yıllık irfan yuvaları bir kalemde silinir, atılır.
Arapça’nın, Farsça’nın en fasih usullerinin öğretildiği,
mantıkta İsmail Gelenbevi gibi bir kametin yetiştirildiği ilim ve hikmet mektepleri gözden çıkarılıverir. Tekkelerin harem kısımları şeyh efendilere lojman adı
altında verilir ama tevhidhaneler ile selamlık kısımları
ya mühürlenir ya da kiraya verilir. İşte böyle bir ortamda bir gün Nureddin Cerrahi Asitanesinin de kapısı çalınır. Gelen gariban bir memurdur. Asırlardır
devran meclislerinin ruhları cuşu huruşa kaldırdığı tevhidhanenin camına kiralık levhasını asmaya gelmiştir.
İbrahim Fahreddin Efendi; gelen gariban memur emir
altındadır diye önce mutedil davranır, kalbini kırmak
istemez. Yaptığı işin vebalini anlatmaya çalışır. Ama
laftan anlamayacağını görünce; memuru yaka paça
dışarı atar. “Ben sağken o levhayı buraya asamazsın” diyerek inanılmaz bir direniş gösterir.
Ardından da bağırır :” Seni gönderen; o levhayı
karısının alnına assın.”
O dönemin zor şartlarında bile tekkeyi kapattırmamak içinden gelen uğraşı verir. Kolay değildir, İstanbul’un en çok bilinen tekkelerinden birisinde üstelik
Fatih gibi büyük bir merkezde vazifeye devam etmek.
Ama tabiri caizse kelle koltukta hizmete devam eder.
Hak aşıklarını Maşuklarına erdirmek için gecesini gündüzüne katar. Bütün bu hengâme arasında 1941 yılında tekkeyi bir kez daha tamir ettirme şerefine nail
olur.
Muhibbi Sefer Dal olmak üzere on dört insan-ı kamili
yetiştirmeyi başarır. Ardında on dört mürebbi-i rabbani bırakır.
1940’ların en zorlu günlerinde bile tekkenin kapısına kilit vurmaz, vurdurtmaz. Pek çok tekke ve dergâh yıkılırken Cerrahi Asitanesi İbrahim Fahreddin
Efendi’nin olağanüstü gayretiyle zikir halkasını tatil
etmez. Baskılara rağmen Allah Allah sesleri susmaz.
Envar-ı zikrullah Arş-u Ala’dan Karagümrük’teki Cerrahi Asitanesine katre katre değil adeta oluk oluk
yağar. Günah ve masiyetlerden kararmış kalpler zikrullah ile, zikir halakasının rahmetinden İslam’a karşı
yumuşar.
Rüya tabirinde ehil olan Fahreddin Efendi; 1966
yılında başucunda halifesi Sefer Efendi Hazretlerinin
okuduğu evrad-ı Cerrahi ile Hakk’a yürümüştür. Sefer
Efendi ve Kemal Efendi’nin su dökmesi ile mübarek
naşı Kitapçı Hacı Muzaffer Efendi tarafından yıkanmıştır. Anne ve baba tarafından seyyid olan Fahreddin
Efendi’nin vasiyeti üzerine gözlerinin üzerine Kerbela
toprağı konulur. Fatih Camii’nde on binleri bulan muazzam bir katılımla cenaze namazını Hacı Muzaffer
Efendi kıldırır. Cerrahi Asitanesine getirilen naaşını
Sefer Efendi Hazretleri ebedi istirahatgahına indirir.
Son kez Efendisinin yüzünü görmek için kefeninin
açan Sefer Efendi; Fahreddin Efendinin gözlerinin
üzerindeki Kerbela taşından yapılmış tabletleri kaldırmaya uğraşır ama bir türlü kaldıramaz ve o hal üzere
sırlanır.
Envâr-ı Hazret-i Nûreddîn-i Cerrahî, Sualname
ve Tarikatname isimli üç tane eser telif etmeye vakit
bulabilen İbrahim Fahreddin Efendi, ikisi kendisinden
sonra postnişin olan Sahaflar Şeyhi Muzaffer Özak ve
Kendisinden sonra irşad postuna ve Cerrahi Asitanesinin postnişinliğine halifesi Muzaffer Efendi Hazretleri geçmiştir. Allah cümlesinin haliyle bizleri
hallendirsin, şefaatlerine nail eylesin.
Temmuz 2011
53
AYDIN BAŞAR
TAHKİKÎ
İMANIN
ÖNEMİ
Aliya İzzet Begoviç “Doğu Ve Batı Arasında
İslam” adlı eserinde “Ey Allah’a teslimiyet!
Senin adın İslamiyet’tir” diyerek İslam’ın
“teslimiyet” anlamına dikkat çekmiştir ki esasında
bu tanım Hz Ali’ye isnat edilir. Bediüzzaman Said
Nursi de; “İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve
inkıyaddır; iman ise, hakkı kabul ve tasdiktir.”
(Mektubat, Dokuzuncu Mektup) diyerek İslam’ın
“teslimiyet” anlamına geldiğini ifade etmiştir.
Yani
demek
ki
Müslümanlığın
özünde
“teslimiyet” kavramı bulunmaktadır. İslam’la
imanın iç içe geçmiş olduğunu düşündüğümüzde,
İslam olmadan iman olamayacağına göre demek ki
teslimiyet olmadan da iman olmamaktadır.
Günümüzde “teslimiyet” mefhumu zaafa
uğradığından dolayı, insanlar dinî meselelere bile
54
genellikle şüphe ile yaklaşır olmuşlardır. Böyle bir
ortamda inkâr akımları karşısında kendisini
savunamayan ve bir takım aklî izahlarla inkârın
oluşturduğu şüphe bulutlarını dağıtamayan bir
iman, zayıflamaya ve hatta yok olmaya mahkum
olacaktır. İman hakikatlerini delilleri ile bilmek,
ondaki hikmetleri sezmek ve bu meseleyi iyice
kavramak imanın muhafazası noktasında hayati bir
öneme sahiptir.
İman mefhumunda ise “kabul etmek”
olgusu ağır basmaktadır. İnsan derinlemesine fikir
sahibi olduğu bir şeyi de kabul edebilir, üzerinde
hiç kafa yormadığı bir şeyi de kabul edebilir. Onun
bu kabulü sorgusuz sualsiz, körü körüne bir taklide
dayanıyorsa;
bir
düşünce
serüvenine
dayanmıyorsa; İslam’ın içeriğine vakıf olunmadan
Temmuz 2011
tabiri caizse babadan görüldüğü şekliyle bir kabul
ise buna “taklidi iman” denilmiştir. Bu kabul bir
özümseme evresinin neticesinde, hikmetine vakıf
olunarak oluşmuşsa; yani “nedeni, niçini” tatmin
edici bir izah ile açıklığa kavuşmuş bir kabul ise
buna da “tahkiki iman” denilmiştir.
Kelam kitaplarında imanî meseleler uzun
uzaya tartışılmıştır. İslam kelamcıları kitaplarında
Allah’ın varlığına iman meselesini çok çeşitli
delilerle ispat etmişlerdir. Mesela bu ispatlardan bir
tanesi şu şekildedir: Bir insan, bir resmin ressamı
olmadan, bir heykelin de heykeltıraşı olmadan
kendiliğinden oluştuğunu iddia edemez. “Boyalar
tesadüfî olarak bu tabloya sıçramıştır ve bu
orman resmi böylece oluşmuştur” diyemez.
Resmi görüp de o resmi yapanı inkar etmek nasıl
mümkün değilse, kainattaki muazzam sanatın
Sanatkar’ını inkar etmek de öyle mümkün değildir.
Nasıl bir arabanın parçaları kendiliğinden bir araya
gelip bir araba oluşamıyorsa, kainat ve içindeki bin
bir türlü mahlukat da kendiliğinden oluşamaz.
Bu örnekte “Allah’ın varlığına iman”
konusu aklî bir metotla ispat edilmiştir. Diğer imanî
meselelerle ilgili de kelam kitaplarında çeşitli
izahlar yapılmıştır. Hatta denilebilir ki kelam ilmi
şüpheleri ortadan kaldırmak ve imanı tahkikî
düzeye ulaştırmak için vardır. Kelam ilminde amaç
bu olsa bile -temel meseleleri bir tarafa bırakırsakkelam alimlerinin geçmişte tartıştığı konularla
bugünkü tartışılan konular farklılıklar arz
etmektedir.
Geçmişte kelamcılar kendi dönemlerindeki
insanlarının aklına takılan meseleler üzerinde
tartışmışlardır. “Allah’ı görmek mümkün mü?”
veya “Kur’an yaratılmış mıdır?” gibi konular
bunlardan bazılarıdır. Bu konuda Prof. Dr.
Süleyman Uludağ’ın tespitleri şöyledir: “Artık
bugünkü kelamcı ruyetullah caiz midir değil
midir, onun üzerinde tartışmayacak; kimse
onu konuşmuyor zaten; Halkul Kur’an
meselesi de artık geride kaldı, bugünkü
insanın problemi değil. Aktüel problemi
bırakıp, bin sene evvel konuşulan meseleleri
konuşmak çağın dışına gitmek olur. Bunun
kimseye bir faydası yok. Teorik olarak bilmek
lazım, düşünce tarihimizi bilmemiz gerekiyor.
Bir komünizm, bir ateizm, bir pozitivizm gibi
bugün toplumu tehdit eden veya etkileyen
Temmuz 2011
“EĞER
DALÂLET
CEHALETTEN GELSE
İZALESİ KOLAYDIR.
FAKAT
DALÂLET, FENDEN VE
İLİMDEN GELSE, İZALESİ
MÜŞKİLDİR”
şeyleri
konuşmak
gerekir.”
(Tasavvuf
Akademisyenleri İle Konuşmalar 1, Ankara, 2003, s. 61)
Bugün günümüz insanını imanî açıdan tehdit
eden unsurlar neler ise o unsurlar üzerinde
durmamız faydalı olacaktır. Nitekim Muhyittin İbni
Arabi’nin de dediği gibi en güzel iman küfrün
menşei, kaynağı görülerek vücuda gelen imandır.
Günümüzde iman çeşitli felsefi akım ve
ideolojilerin saldırısına maruz kalmaktadır.
Pozitivizm, materyalizm, ateizm ve daha nice
hastalıklı felsefe bir şekilde bilimsellik maskesi ile
insanlara sunulmaktadır. Bu felsefelerin açtığı
yaralar ancak iman hakikatlerinin yayılması ve
tahkiki imanın kalplere yerleşmesi ile onarılabilir.
Bediüzzaman Said Nursi; “Eğer dalâlet
cehaletten gelse izalesi kolaydır. Fakat
dalâlet, fenden ve ilimden gelse, izalesi
müşkildir” derken bilim perdesi arkasından
yapılan yıkımın kolay kolay tamir edilemeyeceğini
ifade etmiştir.
55
Seyyid Ahmed er Rufai Hazretleri
Muhabbetin
Alametleri
Malik b. Dinar (ra) anlatır;
“Benim arkadaşım vardı. Allah adına yemin
ederim ki irfan sâhibi zâtlardan biriydi. Bir gün hastalandığını duydum ve ziyaretine gittim. Semaya
doğrulmuş şu duayı ediyordu: “Seni sevdiğimi biliyorsun. Sana vuslatı bana nasip eyle!” duasını tamamlar tamamlamaz ruhunu teslim etti.”
Biri rüyasında Malik b. Dinar (ra)’ın tarife sığmayan bir güzelliğe sahip olan semada asılı duran bir sarayda oturduğunu görür. Ona “Allah, sana nasıl
muamele etti?” diye sorunca Malik şu cevabı verir:
“Rabbim beni, gördüğünüz bu köşkte ağırladı. Her
ne vakit istersem, cemalini seyretmeme izin verdi.
Alemlerin rabbine hamd olsun!”
Efendim Şeyh Mansur (ra) vefat etmek üzereydi.
Biz etrafında ağlaşıyorduk. Bir ara baygınlığından ayıldı
ve şu şiiri söyledi:
“Aşığın ölümü, sonu olmayan bir hayattır.
Öyle bir topluluk öldü ki kendileri tüm insanlar için
hayattır.”
Bu şiirin ardından, kelime-i şehadet getirdi ve ruhunu teslim etti.
Allah ondan ve sâlih kullarının cümlesinden razı
olsun
Peygamberlere selam olsun.
Alemlerin Rabbine hamd olsun… Amin.
Abbas b. Abdulmuttalip (ra) Resulullah (sa) Efendimizin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Rab olarak Allah’ı, din olarak İslam’ı, Peygamber
56
Temmuz 2011
olarak ta Hz. Muhammed (sa)’i seçen kişi imanın tadını tadabilir.
Hadis-i Şerifte bahsedilen zevk, razı olmanın
(seçmenin) neticesinde elde edilen marifettir. Marifet,
Allah Zü’lcelal Hazretlerinin sevdiği kullarının kalbine
yerleştirdiği bir nurdur. (O’nun nazarında) bu nurdan
daha yüce ve değerli bir şey yoktur. Marifetin esas
manası ise; “… ölü iken dirilttiğimiz…” ayeti sırrınca, kalbin el- Muhyi, yani dilediğine hayat veren
Yüce Allah ile hayat bulmasıdır.
Allah Teala, Kur’an’ı Kerim’de;
“Hayatı (aklı, duygusu) olanı (gafletten)
uyandırması için..”
“…ona hoş bir hayat yaşatacağız…”
“…sizi kendinize hayat verecek şeylere
davet ettiği zaman Allah ve Resulü’nün davetine icabet edin…” buyurmuştur.
Kem nefsini öldürürse, dünyası ondan uzaklaşır.
Kimde kalbini öldürürse, Mevla’sı ondan uzaklaşır
İbn-i Semmak’e;
“Kul marifetin özüne erdiğini ne zaman anlar?
Diye soruldu. Veli zât, şöyle cevap verdi:
“Kul Hakk’ı ayn-ı itibar eder ile gördüğü zaman
marifete erer. O’ndan (Hakk’tan) gayri ne varsa gözünden silinir, yok olur.”
Bazı büyükler marifet hakkında şunları söylemişlerdir;
“Marifet, (kulun nazarında) Allah Teala’dan
gayri ne varsa, bir hardal tanesinden daha değersiz
hale gelerek önem ve kıymetini kaybetmesidir.”
rini yayarak yeryüzüne doğması gibi, ilahi yardımını
sürdürmesiyle olur. Siz, gönlünüzü arındırmaya
bakın. O’nun iltifatının muhatabı ve sırrının meskeni
gönüldür. Allah’ı hakkıyla tanıyan (arif) O’ndan başkasını gönlüne yar seçmez” buyurmuştur.
Bir hadis-i şerifte;
“Allah Teala, insanları bir karanlık içerisinde yarattı.
Sonra üzerlerine nurundan bir tutam nur serpti. Saçılan bu
nurdan kendisine isabet eden hidayete erdi, nurdan alamayan insanlar yolunu şaşırıp sapıttı.” Buyrulmuştur.”
Bu nur, Hakk’ın ihsan otağından çıkar, kalbe
gelip yerleşir. fuad onunla aydınlanır. Nur huzmeleri
ceberut alemine kadar yükselir. Ceberut ve Melekut
âlemlerinin perdeleri kalkar, bütün sırları ayan olur.
Bu tecellilere mazhar olan kul, artık tepeden tırnağa
nur kesilir. Oturması-kalkması, yemesi-içmesi velhasıl
tüm filleri hal ve tavrı sözü sohbeti, her arzusu nura
dönüşmüştür. Hayat ve ölüm, ikisi de onun için birdir, her halükarda nurlar içindedir.
“Allah göklerin ve yerin nurudur… Allah dilediğini nuruna eriştirir..”
Sufilerden biri bu makamda, şöyle bir şiir okumuştur:
“Benimle olmasan da, zikrin her an benimledir.
Gözüm seni görmesem de, kalbim seni her an görür.”
Yahya b. Muaz (ra) marifet hakkında şunları söyler;
“Marifet, kalbin yakın olana (Allah’a) yakınlığıdır. Ruhunun sevgiliyi murakabe etmesi düşüncesini O’nun üzerinde yoğunlaştırmasıdır. Her şeyden uzaklaşarak, Mucip
olan Sultan’a kendisinden bir şey talep edenlerin isteklerini
geri çevirmeyen Allah’a yönelmesidir.
............................
1)-“Zevk; Arapça; “bir şeyi tatmak anlamına gelir. Tasavvufi manada bir hali zevk ede-
Allah Teala, “… Allah de sonra onları bırak”
buyurmuştur. Allah’a gönül veren; ne dünya ya iltifat
eder, ne de ahirete. Ârifin gönlünün güneşi, gündüzün güneşinden daha parlak ve göz kamaştırıcıdır.
Marifet nurlarının kaynağı olan arifin gönlünden şu
beyitler taşar:
bilme, ancak bütün ilgi ve engellerden kalbi arındırmakla mümkündür. Tatma duyusu, (zahiri ve batıni anlamda) bütün tatlardan arınmadığı sürece, herhangi bir tadı
idrak edemez.
2)-En’am Suresi (6) 122
3)-Yasin Suresi (36) 70
4)-Nahl Suresi (16) 97
5)-Enfal Suresi (8) 24
Geceleyin doğar aşının güneşi,
Hiç batmadan, öylece parlar durur.
Geceleyin batar gündüzün güneşi,
Gönüllerin güneşi asla batmaz.
6)-Ayn-ı itibar, ibret gözüyle görmek demektir. Görünenden görünmeyene, görünmeyenden görünene geçmektir.
7)-En’am Suresi (6) 91
8)-Fuad; Kalp Gönül. İlahi tecellileri seyretme mahalli.
9)-Ceberut alemi, maddi alem (görünür alem) ile manevi alem (gayb ya da melekut
Zünnun-u Mısri Hazretleri; “Allah’ın bazı sırları
aydınlatması (açığa çıkarması) güneşin ışık huzmele-
Temmuz 2011
alemi) arasında bulunan orta alem. İki alemin de bazı özelliklerine sahiptir.
10)-Melekut alemi, Gayb alemi, Allah’ın vasıtasız baktığı alemdir.
57
Muhabbet Bahçesi
ADAMIN ÖNEMİ
Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sordu: - Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?
Birisi, "Benim falan vadi dolusu altınım
olsun isterim. Onu harcayarak İslâm'a daha
çok hizmet edeyim diye" dedi. Bir başkası, "Şu
kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve
mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları
sarfederek dine yararlı olayım diye" dedi.
Herkes buna benzer şeyler söyledi. Hz. Ömer hiçbirini beğenmedi. Bu defa meclistekiler, Hz.
Ömer'e sordu:
- Ya Ömer peki sen ne dilerdin? Cevap verdi:
- Ben de Muaz, Salim, Ebû Ubuyde gibi müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm'a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye.
BÜREYDE B. HUSAYB
(....-63/682) Eslemoğullarının Sehm kolundandır. Hicret sırasında Sevgili Peygamberimizin
başına konulan muazzam ödülü alabilmek için 70
kişilik bir süvari birliğiyle peşlerine düşer. Mekke
ve Medine arasındaki Amim bölgesinde Efendimizle karşılaşır. Fakat Efendimizi şahsen tanımadığı için farkedemez. Büreyde, Efendimizin tatlı
dili ve güler yüzünü görüp hayran kalır. Arkadaşlarıyla oracıkta müslüman olurlar. Yatsı namazını
birlikte kılarlar. Bu sırada Meryem suresinin ilk
ayetlerini bizzat Efendimizden öğrenir. Sabah
olunca başındaki beyaz sarığı çözerek mızrağına
58
Yusuf ELİBOL
bağlar ve "izin verirseniz önünüzde ilk bayraktarınız olayım" diyerek Eslem arazisinden çıkana
kadar refakat eder. Böylece İslamın ilk bayraktarı
olur. Efendimiz, Büreyde'nin bu samimiyetine
karşılık ona şu müjdeyi verir; "Sen, Zülkarneyn
aleyhisselamın inşa ettirdiği bir şehre gideceksin ve kıyamet gününde doğu ülkesinin
nuru ve rehberi olacaksın."
Uhud'tan itibaren Efendimizin bütün savaşlarına katılır. Hayber'in fethinde surlarda açılan
gedikten içeri ilk dalan sahabedir. Efendimiz vefatlarına yakın hazırladıkları Üsame komutasındaki Suriye Ordusunun sancaktarıdır.
Sevgili Peygamberimizin katipliğini de
yapan Büreyde, Süleymoğullarına yazılan mektubu kaleme almıştır. Kendisinden 164 hadisi şerif
nakledilmiştir. Süleyman ve Abdullah isimli iki
oğlu bilinmektedir.
Efendimiz bir konak yerinde bazı eşyaları
Büreyde'nin sırtına yüklerler ve ez Zâmile / yük
devesi diye latife ederler. Büreyde, bu hatırasını
sık sık anlatır ve şerefle naklederek; "At sırtında
düşmana saldırmaktan daha güzel bir hayat
şekli yoktur" derdi.
Hazret-i Ömer döneminde ordu komutanı
olarak görev yapar. Basra şehri kurulunca buraya
yerleşir. Hazret-i Osman döneminde Horasan'ın
fethine katılır. Yezid b. Muaviye döneminde
62/681 şehid düşer. Horasan bölgesinde en son
vefat eden sahabidir. Merv şehrinde defnedilir.
Türkmenistan sınırları içerisinde bulunan kabri,
bugün de Türkler tarafından daima ziyaret edilmektedir. Ziyaretine gidenler Onu, doğunun
Eyüp Sultanı olarak isimlendirirler.
Temmuz 2011
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE’YE BENZEMEK
Hazreti Ali (kerremallahü vechehu) hurma
bahçesinde akşama kadar çalışmış, akşam da
devesinin üzerine bir çuval hurma yükleyerek
evinin yolunu tutmuştu.
Devenin yuları yardımcısı Kamber'in elinde
kendisi de önde gidiyordu. Medine'nin içine
girdiklerinde yolun kenarından bir ses geldi.
Yoksulun biri elini açmış sızlanıyordu:
aldı. Bundan sonra başka bir yere uğramadan
doğru Harun Reşid'in huzuruna çıktı ve yeni bir
vazife istedi. Harun Reşid, "Behlül daha demin
vazife verdik sana ne çabuk bıktın?" dedi.
Behlül açıkladı: - Efendimiz çarşı pazarın
ağası varmış. Benden önce ekmekleri tartmış,
vicdanları tartmış, buna göre herkes hesabını
ödemiş, bana ihtiyaç kalmamış.
DERVİŞ KAŞIKLARI
- Ne olur Allah rızası için!... diyordu.
İşte bu sırada sesi duyan Hazreti Ali (ra) ile
arkadan deveyi getiren Kamber arasında şu
konuşma geçiyor. Hazreti İmam soruyor:
- Kamber ne istiyor bu yoksul?
- Hurma istiyor Efendim!
- Ver öyleyse!...
- Hurma çuvalda Efendim!
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine.
"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu
yaşayanlar arasında ne fark vardır?"
"Bakın göstereyim" demiş ermiş. Önce
sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak
onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar
yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar
gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir
metre boyunda kaşıklar.
- Çuvalla ver öyle ise!...
- Çuval da devenin üzerinde!...
- Deveyle ver öyle ise!...
Emri yerine getiren Kamber der ki:
- Devenin ipi de benim elimde, demekten
korktum. Çünkü beni de deveyle birlikte yoksula
vermekte tereddüt etmeyebilirdi.
ÇARŞI PAZAR AĞALIĞI
Behlül Dana birgün Harun Reşid'den bir
vazife istedi. Harun Reşid de ona çarşı pazar
ağalığını (denetimini) verdi. Behlül hemen işe
koyuldu. İlk olarak bir fırına gitti. Birkaç ekmek
tarttı hepsi normal gramajından noksan geldi.
Dönüp fırıncı ya sordu: "Hayatından memnun
musun, geçinebiliyor musun, çolukçocuğunla ağzının tadı var mı?" Adam her
soruya olumsuz cevap verdi. Memnun olduğu bir
şey yoktu. Behlül birşey demeden ayrıldı ve bir
başka fırına geçti. Orada da birkaç ekmek tarttı
ve gördü ki bütün ekmekler gramajından fazla
geliyor, eksik gelmiyor. Aynı soruları bu fırının
sahibine de sordu ve her soruya olumlu cevap
Temmuz 2011
Ermiş
"Bu kaşıkların ucundan tutup öyle
yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş.
"Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler.
Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü
döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En
sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç
kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş.
"Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe"
Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı
insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa.
"Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını
çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine
uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri
diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar
sofradan.
"İşte" demiş ermiş.
"Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini
görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır.
Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da
kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şüphesiz
şunu da unutmayın. Hayat pazarında alan
değil veren kazançlıdır her zaman..."
59
E
KARABACAK
ÀÍYjºA M.ějºA
A
ÀnI
MİN
ÇOÇUKLARIN DİNİ
EĞİTİMLERİ OKUL
SINAVLARI KADAR
ÖNEMLİ DEĞİL Mİ?
ir gün Hz. Ömer (r.a) camiye giderken bir çocuğun acele acele camiye gittiğini görür. Hz.
Ömer (r.a):
B
- “Yavrum ne oldu niye acele acele camiye
koşuyorsun?” der. Bu soruya karşılık çocuk da:
- “Efendim, namaza gidiyorum.” der.
Hz. Ömer (r.a):
-“Yavrum, sen daha küçüksün, sana
namaz farz olmamıştır” Çocuk da:
-“Ya Emirel Müminin! Bu işin büyüğü küçüğü olur mu? Benden daha küçük bir çocuğu
dün mezara koydular.” der. Bu cevaba çok duygulan Hz. Ömer (r.a) gözyaşlarını tutamaz.
Allah’ın bir emaneti olarak verilen bu çocuklar,
anne babalar için de birer imtihandır. Çocukları en
güzel şekilde yetiştirip büyütmek, anne babaların en
başta yer alan görevlerinin arasında bulunmaktadır.
“Allah anne babasına bağışlasın” diye dua
ettiğimiz bu çocuklar, bu dünyada anne babalar için
vazgeçilmezlerin en başında yer almaktadır. Çocuklar
için canlarını vermeye hazır olan anne babalar için de
fedakârlık boyutunu göstermektedir.
60
Eskilerin tabiriyle ceketini satıp bu çocuğu okutmak isteyen günümüz anne babalarının da çocukları
için ellerinden geleni fazlasıyla yapmaya çalıştıklarını
görmekteyiz.
Çocuklar büyüyüp okul çağına gelmeye başlayınca anne babaları da tatlı bir telaş sarmaktadır.
Anne babalar çocuklarını en iyi okul ve en iyi öğretmene verebilme gayreti içine girmektedirler. Bu konuda gerekirse adres değişikliğine giden anne
babaların hedefi de çocuklarına en iyi eğitimi verdirebilmedir. Bunun dışında ekonomik durumu iyi olan
aileler ise durumlarına göre çocuklarını, bulundukları
yerin en iyi özel okuluna vermeye çalışacaklardır.
Çocukların yaşıyla birlikte sınıfları da büyümeye
başlayınca aileler, bu sefer de çocuğun eğitimine dışarıdan takviyeler yapmaya çalışacaklardır. Çocuklarının geleceklerinin iyi bir eğitimden geçeceğini bilen
bu anne babalar, imkânlar ölçüsünde bu çocuklara
özel dersler aldırmaya veya özel dershanelere göndermeye çalışacaklardır.
Çocuklarına iyi bir gelecek hazırlamak amacıyla
onları en iyi lisede okutarak eğitim aldırmaktır. Yine bu
anne babalar, çocuklarının eğitimi için fedakârlıklarını
Temmuz 2011
lise öğrenimi ve üniversite öğrenimi için de aynen
devam ettirmeye çalışacaktırlar.
olmadığı için bu da yaz dönemlerinde açılan iki aylık
yaz kurslarında yapılmaya çalışılmaktadır.
Çocuklarının geleceği için her fedakârlığı yapmaya çalışan bu anne babalar; aslında önemsemedikleri ya da ikinci plana attıkları bir gerçeği akıllarına
getirmek istememektedirler.
Yaz dönemlerindeki kurslara da çocukların
devam etme ve ders çalışma konusunda gereken hassasiyeti göstermemelerinden sağlıklı bir Kur’an öğretimi yapılmasının önüne geçmektedir. Bunun yanında
ailelerin yaz kurslarına gereken önemi vermemeleri,
tatil planlarını kurs programlarına göre yapmadıkları
için çocukların dini eğitimleri de hep eksik kalmaktadır.
Bu durumu Cenab-ı Hakk Kuran-ı Kerim de
şöyle buyurmaktadır:
“Ve iyi biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız
birer imtihan aracından başka bir şey değildir.
Büyük mükâfat Allah’ın katındadır.” (Enfal Süresi:28)
Çocuklarının bu dünyada rahat edebilmeleri için
her şeyin en iyisini ve bu konuda her fedakârlığı da
yapmaya hazır olan bu anne babalar, çocuklarının
dini eğitimleri söz konusu olunca çok fazla önemsememekteler ve bunu ciddiye almamaktadırlar.
Çocukların dersleri ve sınavları için özel ders aldırtıp, özel dershanelere gönderen bu anne babalar,
dini eğitimleri için aynı hassasiyeti göstermemektedirler.
Okulların tatil olduğu yaz dönemlerinde çocuğuma en iyi Kur’an ve dini eğitimi nasıl verdirtirim
diye düşünme yerine; çocuk için en iyi yaz okulu nerede ya da ailece nereye gitsek diye tatil hesabı yapmaktadırlar. Oysa aynı anne babalar, çocuklarının
okul hassasiyetlerine gösterdiklerini Kur’an öğretimi
ve din eğitimi konusunda da gösterselerdi; bu çocukların hem bu dünyası hem de öbür dünyası için hayırlı
bir iş yapmış olacaklardır.
Çocuklar içinde en hayırlısı hakkında Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmaktadırlar:
“ Hiçbir baba, çocuğuna güzel terbiyeden
daha üstün bir hediye veremez.” (Tirmizi)
“Çocuklarınızı şu üç edep üzerine yetiştirin; Peygamberini sevmek, onun aile halkını,
dost ve yakın arkadaşlarını sevmek, Kur’an
okumak.” (Tabarani)
Yine Sevgili Peygamberimiz (s.a.v): “Çocuklarınız güzel davranıp iyilik ve ikramda bulunuz. Onları en
güzel şekilde terbiye ediniz.” (İbni Mace) buyururlar.
Eskiden çocuklar ilkokulu bitirdikten sonra bir
veya iki yıl Kur’an Kurslarına gider; orada Kur’an öğretimini ve dini konularını öğrendikten sonra öğrenimine devam ederdi. Oysa şimdi ise böyle bir imkân
Temmuz 2011
Çocukların dersleri ve sınavları konusunda gereken hassasiyeti gösteren aileler, aynı duyarlılığı çocukların Kur’an öğrenimi ve dini eğitimleri konusunda
da gösterselerdi yaz tatillerinde Kur’an öğretimi ve dini
eğitimi nasıl alması gerektiği konusunda kafa yorarlardı. Gerekirse ingilizce, matematik gibi dersler için
aldırdığı özel dersler gibi bu konuda çocuklarına özel
ders dahi aldırmayı düşünürlerdi.
Yine bu aileler; çocuklarının okul döneminde sınavlarına çalışma konusunda gösterdikleri hassasiyeti
Kur’an öğretimi için de göstermiş olsalardı bu çocuklar; yazılıya hazırlanır gibi dini bilgiler için çalışır, sınavlar için her gün en az 100 soru çözer gibi günde en
az Kur’an-ı Kerim’den 100 ayet okurlardı.
Çocukların daha yaşı küçüktür kafası karışır,
derslerini engeller diye geciktirilen Kur’an öğretimi
normal çocuğun okula geç gönderilmesi kadar sakıncalıdır. Nasıl ki ilköğretimi bitirmiş ergenlik çağındaki
bir çocuğu sanayiye vermek zorsa; Kur’an öğretimi de
bu çocuklara hem zor gelecek hem de ailelerin karşısına bir problem olarak çıkacaktır.
“Çocuklarınız yedi yaşına gelince namaz
kılmasını öğretin…”(Tirmizi)
Resulullah’a bundan (namazın çocuğa ne
zaman emredileceğinden) sorulmuştu: “Çocuğun sağını solundan ayırmasını bildi mi ona namazı
emredin.” buyurdu. (Ebu Davud)
Peygamber Efendimizin (s.a.v) yukarıdaki hadiste de buyurdukları gibi yedi yaşın en önemli özelliği çocukların somut zekâdan soyut zekâya geçiş
döneminin başlamasıdır. Öğrendiklerini hayalinde
canlandırabildiği ve öğrenmenin en uygun yaşı olduğunu göstermektedir.
Sonuç olarak okul çağı dönemi dediğimiz 6-15
yaşları çocukların Kuran öğretimin yapılabileceği en
uygun bir dönemdir. Onun içindir ki bu dönem çocukların Kur’an öğrenmesi için ideal dönemdir. Atalarımızın “demir tavında dövülür ve ağaç yaş iken
eğilir” sözü bunu bize çok güzel anlatmaktadır.
61
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
Sezgin ÇAKIR
[email protected]
DÖRT SORU
ziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor:
“Onlar, Allah'ın kadrini hakkıyla takdir
edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir, Azizdir.” (Hac süresi, 74)
A
Yaşantıda, kabul ve retlerde, helal ve haramda
geçerli söz Allah’ındır. Siyasette hüküm, ekonomide
mülk, kültürde söz Allah’ındır. Canınızın istediği gibi
yaşayamazsınız Rabbimizin istediği gibi yaşamak zorundasınız. Allah’ın istediği gibi yaşamayıp canımızın
istediği gibi yaşamak “hevaya tabi” olmaktır. Bu ise
gerçek müminlik değildir. Allah ile ilişkimizi secdeyle
sınırlayamayız. Hiç kimsenin Allah’a alan belirleme
hakkı yoktur. Yeri göğü ve bütün âlemleri yaratan
O’dur ve bu mülkün sahibi olan Allah mülkünde yegâne söz sahibi olandır. Günde beş kez ezan-ı Muhammediyye bu söz sahipliğini haykırır bütün
dünyaya. Allahu ekber demek yerde gökte onun gibi
bir hükümran-ı mutlak yoktur. Söz onundur. İstediğini
istediği gibi yapar kimse O’na karışamaz, kimse O’na
hesap soramaz, kimse O’nun iradesinin üstüne irade
koyamaz demektir. Biz buna Tevhid diyoruz.
62
Allah’a bağımlı, birlikte, barışık yaşamak zorundayız.
Allah’ın ve Allah yolunun delisi olmalıyız. Bizi Allah’tan uzak düşürecek her ne ise mutlaka o şeyi hayatımızdan çıkarmalıyız. Eğer Allah’la beraber
değilseniz, kimin desteğini alırsanız alın yine de yalnızsınız. O bizimleyse korkumuz yok, yeter ki o bize
vekil olsun, kefil olsun. “O kuluna yeter.” Eğer Allah’ı teğet geçiyorsak bu gidiş nereye. Bir 28 Şubat
oldu müthiş bir savruluş yaşadık. Kimilerimizi mescidlerden, sohbetlerden, dergâhlardan topladılar ve sakallar kısaldı, hanımlar tesettürden çıkartıldı. Dava,
cihad, tesettür, tebliğ gibi kavramlar rafa kalktı. Bu tür
kavramları konuşmadığımız gibi konuşanları da yadırgar olduk. Zamanı mı şimdi? Dedik. Bir 28 Şubat
daha olursa korkarım ki bizleri hiç ummadığımız yerlerden toplayacaklar.
Bizi silkeleyecek kendimize getirecek sohbetlerimiz var mı? Bizi uyaracak, yol gösterecek kardeşlerimiz var mı? Bizi sırf “Allah rızasına sevk eden”
dostlarımız var mı? Bizi Rabbimize taşıyacak secdelerimiz var mı? Bizi kendimize getirecek iki damla göz-
yaşımız var mı? Yani tüm mesele hayatın yoğunluğu
içinde Allah’a yoğunlaşabilmek! Allah için yaşamak…
Soru bir: Kimin için yaşıyorsunuz?
Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Ey
inananlar, Allah'tan nasıl sakınmak lâzımsa
öyle sakının ve ancak Müslüman olarak can
verin.” (Ali imran, 102)
Takva, Allah’ın dur dediği yerde durmak, ol dediği yerde olmak, öl dediği yerde ölmektir. Kişi kendini, Rabbini, hesabını, haddini bilecek. Takva,
şeytana ve avanelerine karşı direniş, Allah’ın emir ve
yasaklarıyla da diriliş içeriyor. Takva müminin iman,
amel ve ahlak noktasında Rabbinin istediği gibi olması
veya olmaya gayret göstermesidir. Takva, aklını Kâinatın Serveri’nin (s.a.s) getirdiklerine kurban edip rahata ermektir. Takva derdi olmayanları bir fetva derdi
almış gidiyor. Yapıp ettiklerine hoca hoca kitap kitap
gezip gönlünü rahatlatma derdi. Rızık telaşı ki her tarafı kaplamış. Rızık telaşı olanın ilk önce “kulluk” telaşı olmalı! Bir insanın unutamadığı elbiseleri vardır:
evleneceği gün giydiği elbise, hacca gidenlerin giydiği
ihram ve ölenlerin kefeni. Bütün bunların en güzeli de
takva elbisesidir. Soru iki: Üzerimizdeki elbise hangi
elbise?
Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Allah
uğrunda, hakkını vererek cihad edin. O, sizi
seçti; din hususunda üzerinize hiçbir zorluk
yüklemedi; babanız İbrahim’in dininde (de böyleydi). Peygamberin size şahit olması, sizin de
insanlara şahit olmanız için, O, gerek daha
önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda
(Kur’an’da) size "müslümanlar" adını verdi. Öyle
ise namazı kılın; zekâtı verin ve Allah’a sımsıkı
sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır,
ne güzel yardımcıdır!” (Hac süresi 78)
Tevhid, takva, cihat, zikir. Birileri cihatla terörü
eşleştirmeye kalkıştı. Artık kimse kolay kolay cihat
ayetlerini gündemine almaz oldu. Sadece cihat üzerinden slogan bizi kurtarmıyor. Cihadın hakkını vermek lazım! Cihad savaşla anlamı kısıtlandırılamaz.
Cihad bir yaşam tarzıdır. O zaman cihadla cinayeti
ayıracağız. Sadece cihadı konuşmak yetmez, topyekûn bugünün cihadı nedir, bunu da bilmek lazım. Bazı
kavramlara sansür uygulanıyor gündemden düşüyor.
Cihat, Allah yolunda mücadele hazzı ile hayatın her
anını bu bilinçle yaşamak. Zikir, Allah’ı sürekli gündemde tutmak, hiç unutmamak. Cihad, zikrettiğimiz
Allah’ın hukukunun yerine getirilmesi için sürekli mücadele halinde olmaktır. Yani cihadsız zikir, zikirsiz
cihad olmaz. Bir mümin iki kanatlı kuş gibidir. Bir kanadı cihad, bir kanadı zikir kanadıdır. İki kanattan biri
olmazsa yol alamaz. Soru üç: Hangi kanadınız kırık
acaba?
Aziz ve celil olan Allah şöyle buyuruyor: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler (den bazısı) onu,
hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar, ona iman
ederler. Onu inkâr edenlere gelince, işte gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.” (Bakara 121)
Hafızamızdaki kuran bizi kurtarmayacaktır, hafızamızdaki ve hayatımızdaki kuran bizi kurtaracaktır.
Hayatın merkezindeki Kur’an hayat vericidir ve kurtarıcıdır. Bedevi'yi medeni yapan Kur’andı! Kuranın
sayfasını açmamız yetmez biz de kendimizi kurana açmamız gerek. Hira dağında efendimize inen Kur’an’ın
bizim hayatımıza inmesi lazım. Yüreğe indikten sonra
yürürlüğe girmesi lazımdır. Kuranla hayat bulmalıyız
ama önce Kur’an hayatımızda hayat bulmalı.
Kur’an’la hayat bulmamız içinde O’nu hayatımıza tebliğ eden efendimizin hayatıyla hayatımızı buluşturmak
zorundayız. Bu ise O’nun sünnetine uymakla mümkündür. Sünnet Kur’an’ın pratiğe geçirilmiş halidir.
“Onun ahlakı, hayatı Kur’an’dı” sözü bu hakikati
beyan ediyor. Soru dört: Hayatınız kimin hayatına
benziyor?
Temmuz 2011
63
ENVER GENCER
BİR
DOSTUN ARDINDAN
RUFAİ
DERGÂHINDAN BİR
SUFİ GELDİ GEÇTİ
eçtiğimiz yıl (16.06.10) tarihinde elim bir
trafik kazası sonucu kaybettiğimiz H. Nuri
abimizi ve kendisiyle birlikte rahmet-i
Rahmana uğurladığımız yakınlarını rahmet ve
özlemle anıyoruz. Koca bir yıl nasıl da geçti H.
Nuri babasız anlayamadım. Âcizane haddim
olmayarak H. Nuri abi ile olan bir anımı anlatmak
istiyorum.
G
H. Nuri abimiz çok hızlı bir şekilde mesafe kat
ederek gönüllerimizi fethedip ebedi âleme öylece
göçüp gitti. Kendisine bir gün “Hacı abi senin Rufai
meşrebine çok uygun bir mizacının var olduğunu
görüyorum. Gel sende bizim gibi Rufai meşrebine
intisap ette beraber olalım” dediğimde “Ben zaten
sizin zikirlerinize ve hocaefendinin sohbetlerine
geliyorum, benim yakamı bırakın” derdi. Fakat
daha önceden Bayburt’ta, kayınbiraderi olan Veyis
abinin halinden çok etkilenmiş olmalı ki kendisini
sanki Rufai gibi görürdü. Bir gün “Hadi Allaha
ısmarladık, ben falanca şehre falanca şeyhin
ziyaretine gidiyorum, bana dua edin” dedi. Biz
de “Git ama sen bir Rufai’sin, biz seni öyle
görüyoruz” dedik. Yola çıktıktan sonra H. İlhami,
H. Hasan, H. Talip ve ben devamlı onu
yolculuğunda arayarak, “yolculuk nasıl geçiyor”
diye ikide bir soruyoruz. Onunla birlikte yolculuğa
çıkan ziyaretine gittikleri şeyh efendinin
bağlılarından bir kardeşimiz beni arayarak “Yahu
Nuri Babanın yakasını bırakın tam ders
alacağım derken biriniz bırakıp, biriniz
arıyorsunuz,
ne
hikmetse
etkinizden
kurtulamıyor” dedi. Bilmiyordu ki bizim elimizde
olan bir şey değildi. Dolayısıyla oraya bağlanmak
nasip değilmiş.
adabına riayet edin” dediğini duyuyor ve hemen
bunu bir başkasına naklederek ve ayakkabılarını
çıkışta yere yavaşça bırakarak “ben bunu yeni
öğrendim, buna riayet etmiyormuşuz” demesi
onun böyle bir konuda bile ne kararlılıkla öğrenme
ve amel etme noktasında olduğunu göstermesi
açısından manidardır.
Ziyaret dönüşünde bize gelip şunu söylemesi
bizim de şaşırmamıza neden oldu. Onun tabiriyle
“Hacı Enver, o İlhami’yi de bul, beni çabuk
Hocaefendiye götürün ders alacağım.” dedi.
Fakat söyleyiş tarzını bir görseniz; bu H. Nuri
babanın ne acelesi var dersiniz.
H. Nuri abimizin, ders alıp bağlandıktan
sonra hiç teheccüd namazını terk etmediğini, hasta
babasını adeta bir bebek nazıyla baktığını, bir an
babasının yanından ayrılsa “babam beni bekler”
deyip hemen babasının yanına koştuğunu, infak
hususunda çokça cömert olduğunu, öğrendiğiyle
hemen amel etme hususunda acele ettiğini,
Medine-i Münevvere’den bahsedilince gayr-i
ihtiyari olarak başının öne eğilip gözlerinin
yaşardığını, en çok “Medine yoluna vardım, can
Muhammed’i aradım” ilahisini söyleyip ağladığını,
ihvanlarının ona kısa sürede iyi hallerinden dolayı
“Nuri Baba” dediğini, Mürşidinin kendisi için
“gerçekten derviştir” buyurduğunu biliyoruz ve
bizlerde kendisi için “iyilerden olduğuna” şahitlik
ediyoruz.
İstişarelerimizi vs. yaptıktan sonra hemen H.
İlhami, H. Talip kardeşi de alıp düştük yola, doğru
Rufai dergâhına Sultanımın yanına.
Sonunda güzel ve derunî bir ortamda Rufai
tarikatının beş şartı üzerine H. Nuri abimiz dersini
aldı. Bu arada sürekli mürşidinin sohbetlerine ve
zikirlere devam ediyordu. Mürşidi Hocaefendi
hazretlerinin ve diğer hocaların sohbetlerini adeta
bir süngerin suyu çekmesi gibi içselleştiriyor ve
aldıklarını birebir uygulamaya azami bir gayret
gösteriyordu. Sohbetlerden çok etkileniyor,
sohbetten
sohbete
koşuyor
ve
duyup
öğrendikleriyle
birlikte
hayatında
gözle
görülebilecek değişiklikler oluyordu.
Bir gün bir hocaefendinin camideki
sohbetinde
“camiden
çıkarken
ayakkabılarınızı yere sertçe vurup toz
kaldırmayın, ses, gürültü yapmayın, mescid
Kısa bir süre denecek bir zaman aramızda
kaldı. Tanıyan herkesin tabiriyle “bir geldi, pir
geldi” ama bizlere güzel dersler vererek gitti.
Cenab-ı Allah sevdikleriyle birlikte kılsın orada
inşallah.
H. Nuri abinin şahsında rahmeti Rahmana
kavuşan bütün kardeşlerimizin ve Ümmeti
Muhammed’in mekânları cennet, kabirleri nur
olsun. Ruhları için el Fatiha. (Amin)
Musa KARACA
[email protected]
KARDEŞLİK
Sevgili arkadaşlar, bugün sizlerle “Kardeş olun, o senin kardeşin, kardeşlik böyle mi olur?”
gibi sıkça duyduğumuz “kardeşlik” kelimesi üzerinde durmak istiyorum. Sizce kardeşlik nedir? Şöyle
biraz düşünmenizi istiyorum. Çok farklı tanımlar akla geliyor değil mi? Doğru, bu kelimenin tek anlamı
yok. Ama asıl anlamı şu olsa gerek: “Kardeşinin sevinciyle sevinmek, üzüntüsünü paylaşmak,
sıkıntısını gidermek, onun yanında kendini güvende hissetmek, ayrılığında ise eksikliğini
hissetmek, kendisi için istediğini başkası için de istemek, kendisine yapılmasını istemediği
bir şeyi başkası için de istememek,
komşusunun
açlığını
hissetmektir
kardeşlik.”
Böyle bir kardeşliğin olduğu yerde hiç
hüzün olur mu? Tabiî ki olmaz tam aksine
mutluluk olur. Böyle zamanlar “Mutluluk çağı”
diye anılır. Mutluluk çağında (Asr-ı saadet) bu
kardeşliği Mekke’den hicret eden muhacirlerle
Medine’nin yerlisi ensar arasında görüyoruz.
Allah (c.c) ve Rasulullah’a muhabbetinden başka
her şeylerini Mekke’de bırakan Muhacirler
Medine’ye geldiklerinde ne yiyecekleri bir şeyleri,
nede barınacakları yerleri vardı. Hepsini
Mekke’de bırakıp gelmişlerdi.
Rasulullah (sav) Medineli yardımsever
Ensar’la, hicret eden Mekkeli müslümanları bir
araya toplayarak kardeş ilan etmişti. Medineli
ailelerden
her
birinin
reisi,
Mekkeli
Muhacirlerden bir aileyi yanına alacak, mallarını
onlarla paylaşacak, beraber çalışıp beraber
kazanacaklardı. Dünyaya örnek olacak bu
kardeşlikte aynı anne babadan olmayan, önceden hiç tanışmadıkları halde sadece din kardeşliğinden
dolayı gösterdikleri samimiyet tüm insanlığa örnek olmalıdır. Medineli Sa’d bin Rebi
(r.a.), muhacir olan Abdurrahman bin Avf’a (r.a.): "Ben mal cihetiyle Medineli
Müslümanların en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım." demiştir.
İnsanlık tarihinde böyle bir kardeşliğe başka yerde şahit olunmamıştır.
Bu kardeşlik neticesinde Medine’de muazzam bir kuvvet doğmuş ve kısa
zaman içerisinde bütün Arabistan’ı bu kuvvete boyun eğmek mecburiyetinde
bırakmıştır. Şimdi İslam coğrafyasındaki yaşanan savaşlar, zulümler, akan
gözyaşlarını görünce insan düşünmeden edemiyor, acaba bu kardeşlik
bozulduğu için mi bu zulümler oluyor.
"Doğudaki bir Müslümanın ayağına diken batsa, batıdaki
Müslüman onun acısını kalbinde duyacaktır." buyuruyor Hz. Peygamber
(s.a.v). Yeniden bu kardeşlik duygusunu geliştirebilirsek o zaman yeniden bir
kuvvet oluşmuş olur ve İslam coğrafyasında yaşanan işkence ve zulümler ortadan
kalkar. Bu kardeşlik duygusuna ulaşabilmek temennisiyle.
66
Temmuz 2011
ANTRENÖR DURSUN
Boksör Temel iri yapılı rakibi ile maç yapar.1.rauntta rakibi temeli epey
haşlar, raunt sonunda Temel köşesine gider. Antrenörü Dursun moral vermek için
Temel’e “Sen dövüyorsun devam et” der. 2.ve3. rauntlarda da aynı şeyler
olur.4. rauntta kaşı ve gözü patlamış olan Temel, raunt sonunda güç bela köşesine
gider.
Dursun yine “Aslanım Temel, adamı parçaladın.” der. Temel güç bir
şekilde Dursun’a bakarak: “Ben mi dövüyorum?” der. Dursun: “Evet sen
dövüyorsun.”
Temel: “Öyle ise etrafa iyi bak, başka birisi beni fena halde dövüyor!”
ÜLKE BULMACA
1- Rus’lara karşı yapılan savaşı kazanan, 2001 yılından
itibaren ABD tarafından işgal edilen başkenti “Kabil”
olan İslam ülkesi.
2- Balkanlarda başkenti “Tiran” olan ülke
3- Başkenti “Bakü” olan soydaş ülke
4- Güney Asya kıtasında, resmi dini islam, başkenti
“Dakka” olan İslam ülkesi.
5- Kuzey Afrika’da bulunan Arapça’da “adalar”
anlamına gelen başkenti “Cezayir” olan ülke.
6- Kuzey Afrika’da başkenti “Rabat” olan ülke
7- İsrail işgali altında olan İslam ülkesi
8- Kuzeybatı Afrika ülkesinde başkenti “Conakri”
olan ülke.
9- Arap yarımadasında tek komşusu Suudi Arabistan
olan, başkenti “ Doha” olan İslam ülkesi.
10- Orta Asya ve Doğu Avrupa’da toprakları olan, yüz
ölçümü ile dünyanın en büyük dokuzuncu ülkesidir. Müslüman ülkelerin ve Türk devletlerinin yüz ölçümü
bakımından en büyüğü başkenti “ Astana” olan ülke
11-Başkenti “Kahire” olan İslam ülkesi.
12-Kuzey Afrika’da bulunan başkenti “Trablus” olan İslam ülkesi
13-Orta Doğu’da yer alan başkenti “Bağdat” olan komşumuz.
14-Güneybatı Asya’da başkenti “Tahran” olan komşu İslam ülkesi.
15-Ortadoğu'da ırak ve Türkiye ile komşu olan başkenti “Şam” olan komşu ülke.
16-Güney Asya’da bulunan başkenti “İslamabad” olan İslam ülkesi
17- Afrika'nın en büyük yedinci ülkesidir. Başkenti “ Bamako” olan ülke
Cevaplar: 1-Afganistan 2- Arnavutluk 3- Azerbaycan 4- Bangladeş 5- Fas 7- Filistin 8- Gine 9- Katar 10- Kazakistan 11- Mısır 12- Libya 13- Irak 14- iran 15- Suriye 16- Pakistan 17-Mali
Temmuz 2011
67
ÀÍYjºA ějºA A ÀnI
“Manevi buhrandan Hakk’ın Burhan’ına”
DOSTLUK
BİLİNCİ
SEBAHADDİN TÜZÜN
ivayet edilir ki Aziz ve Celil olan Allah Hazreti
Musa’ya “Ey Musa! Benim için ne yaptın?”
diye sorar. Hazreti Musa (AS) “ Rabbim!
Senin için oruç tuttum, namaz kıldım, cihad
ettim vs..” şeklinde cevap verir. Allah (C.C) “ Ey
Musa! Oruç senin kabir karanlığındaki ışığın,
cihad cehennem azabına karşı kalkanın, namaz
sırattaki bineğindir. Bunların hepsi senin için,
Benim için ne yaptın?” diye sorar. Hazreti
Musa(AS) “Rabbim! Senin için yapılması gereken amel nedir?” diye sorunca Allah(C.C) “ Ey
Musa! Dostlarıma dost, düşmanlarıma düşman
olursan benim için ibadet etmiş ve bu cihetle
dostluğumu kazanmış olursun” şeklinde cevap verir.
R
“Onlar öylesine halis, öylesine
has müminler ki gösterdikleri
asil duruştan dolayı Allah onları
sever, onlar da Allah’ı. Onlar kâfirlere karşı yalçın dağlar gibi
dik ve diri, birbirlerine karşı
alçak gönüllü ve toprak gibidirler. Ve onlar bu duruşu sergilerken hiç kimsenin kınamasından
etkilenmez, kalplerini yalnızca
Allah’a odaklarlar”
68
Anlaşılıyor ki Allah’a dost olmanın ölçüsü O’nun
için sevmek ve yine O’nun için buğzetmektir. Kul olmakla dost olmak ayrı iştir. O’nun emir ve nehiylerini
bihakkın yerine getirmek kulluk vazifesidir. Ama bununla birlikte O’na daha fazla yaklaşma iştiyak ve gayreti dostluğun pekiştirilmesine matuf bir ameliyedir.
Hazreti Muhammed Mustafa (sav)’nın biricik eşine hi-
taben “Ey Aişe! Çok şükreden bir kul olmayayım mı?” Sözündeki mana dostluğa ilişkindi. Evet,
geçmiş ve gelecek bütün günahlardan arî olmasına
rağmen bu ıstırabın bu tedirginliğin bu iştiyakın nedeni muhabbetti. Yani dostluk hassasiyetiydi.
“Ey iman edenler! Küfrü imana tercih ediyorlar ise babalarınız ve kardeşleriniz dahi olsa
onları dost edinmeyin. Aksi davrananlar nefislerine zulmetmiş olurlar. ” (Tevbe/23) Ve yine Maide
suresinin 51.ayetinde Mevla’mız olan Allah (CC)“ Siz
ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost
edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudur. Sizden
kim onları dost edinirse o da onlardan olur.
Şüphesiz ki Allah zalim bir topluma asla yol
göstermez ve rehberliğini bahşetmez” şeklinde
uyarıda bulunur. Burada çok ince bir ayırım vardır. Bu
ayetlerin manası iman etmeyenler ile sosyal siyasal
politik ekonomik vs. tüm ilişkilerin kesilmesi amaçlanmaz, bilakis onların kazanılması için bu tür ilişkiler teşvik edilir. Rabbimizin meramı açık ve nettir. Dostluk
sırdaşlık müttefiklik ve gönüldaşlıktır. Çünkü dostluk
bir gönül işidir. Gönül yaratılışı gereği kendine bir
mecra arar. Eğer doğru bir mecraya kanalize olmaz ise
yanlış mecralara akar. Doğru olan mecra fıtrata uygun
olandır. Rabbimizin bu dostluktan bir kazancı yoktur.
Bu işi sever ama ihtiyacı yoktur. Zira O akla gelebilecek her şeyden uzak ve tüm noksan sıfatlardan münezzehtir. Allah(CC) kullarının iki dünyalık saadetini
istediği için bunu emreder. Allah(CC) İnsanın ne kendi
cinsine ne de eşyaya kul olmasını istemediği için bunu
emreder. Onun iki dünyalık saadet ve kurtuluşunu teminat altına almak ister. Kalplerimizin doktoru Hazreti
Muhammed Mustafa(sav) “La ilahe illallah deyin
ve kurtulun” derken bu sözün ne denli bir kurtuluş
reçetesi olduğunu biliyordu. Mademki gönül bir kapıya
adanacak gerçek ve baki olana adanmalıdır. Sahte ve eğreti olana değil. “ALLAH iman edenlerin dostudur.
O dostlarını karanlıktan aydınlığa, zulmetten nura
çıkarır. Kâfirlerin dostu ise tağuttur(şeytani güç
odakları) O da kendi dostlarını aydınlıktan çıkarıp
karanlığa sürükler…” Bakara/257
Allah İbrahim’e dostum diyordu. Onu candan
bir dost kabul etmişti. Çünkü O bütün benliğini Allah’a teslim eden, daima O’nun için iyilik yapan ve
her tür batılıdan yüz çeviren Halil bir dosttu. Çünkü
O sevdiğini de sevmediğini de Mevla’sına göre tanzim
etmişti. Hazreti İbrahim “Allah kâfirleri, zalimleri,
hainleri, münafıkları, dönekleri, cimrileri, müsrifleri vs. sevmez” diye sevmiyordu. Yine O “Allah
mü’minleri, muhsinleri, sadıkları, doğruları, cömertleri vs. sever” diye seviyordu. Bundan dolayı
Efendimiz(sav) “İlahi! Kalbime sevgini ihsan et.
Sevdiklerinin sevgisini ihsan et. Ve Sana yaklaştıran amel ve nesnenin sevgisini ihsan et” diyordu. Çünkü dostluğun gereği buydu. Âşık
maşukunun sadece zatını değil fiillerini de, sevdiklerini de sevmeliydi. Aynen Mecnun gibi. O müthiş bir
muhabbetle bir köpeğin başını okşarken dudakları şu
“İLAHİ! KALBİME SEVGİNİ
İHSAN ET. SEVDİKLERİNİN
SEVGİSİNİ İHSAN ET. VE SANA
YAKLAŞTIRAN AMEL VE NESNENİN SEVGİSİNİ İHSAN ET”
Temmuz 2011
69
sözleri terennüm ediyordu. “Demek sen Leyla’nın mahallesinden geldin ha!” Dostluk böyle bir şey işte.
Gülü seven dikenini de seviyor. Katlanmak mı? Ona
karşılıklı ve pazarlıklı sevgi denir.
Allah müminlerin dostluk bilincini vahiy ve
O’nun mümtaz ve muazzez elçisi eliyle inşa etti. Razı
olduğu mümin ve müslüman profilini mealen şöyle
tarif etti. “Onlar öylesine halis, öylesine has müminler
ki gösterdikleri asil duruştan dolayı Allah onları sever,
onlar da Allah’ı. Onlar kâfirlere karşı yalçın dağlar gibi
dik ve diri, birbirlerine karşı alçak gönüllü ve toprak
gibidirler. Ve onlar bu duruşu sergilerken hiç kimsenin
kınamasından etkilenmez, kalplerini yalnızca Allah’a
odaklarlar” Sahabeden biri içki içtiği için sık sık Resulullah’ın yanına getirilerek kendisine had cezası uygulanırdı. “Allah bu adama lanet etsin ne de çok
içiyor” diye serzenişte bulunan başka bir sahabeye “
O’na lanet etme! Zira o Allah ve Resulünü çok seviyor” diye çok sert tepki verdi Rahmet Peygamberi.
Hâlbuki “içki bütün kötülüklerin anasıdır” sözüyle her
türlü mel’anetin içkiden neş’et ettiğini söyleyen yine
O idi. Ölçü bu. Ölçü Allah’ın mukaddes sözü. Ölçü
müberra Peygamberin örnek hayatı.
Gerçek dost Allah’tır, O’nu temsil eden peygamberler ve ona tabi olanlardır. Bunun için Rabbimiz mealen “Ey iman edenler! Allah ve Melekleri
Peygamberini vahiy ile destekler. sizde fiili ve
kavli dualarınız ile O’na destek olun. Hem getirdiği risalete teslim olun hem de O’nu içten
bir muhabbetle devamlı anın” derken sürekli dost-
70
luk bilincimizi yineler. Çünkü bu bilinç inşası bir kurtuluş
reçetesidir. Hatırlatır ve devamlı hatırda tutmamızı emreder. “Allah’ı ve ahireti devamlı hatırda tutanlar için” sözüyle tasavvurumuza hassas ayar yapar. Çünkü hak ile
meşgul olmayan kalbin batıl tarafından işgal edileceğini
bilir. Her kalbe bir Leyla’nın musallat olacağını, her kalbi
bir Leyla’nın meşgul edeceğini bilir.
Âlemlerin efendisi bize bu yönde de ebedi bir
miras bıraktı. O son demlerini yaşarken mübarek dudaklarından şu sözler dökülüyordu “Allah’ım beni
yüce dostlarının arasına kat. Ya Allah, ya İlahi! Er Rafiku’l-A’la ” Aslında bu söz bir ömür Fatiha suresinde
okuduğumuz dua ayetinin tam karşılığıydı. “Rahman
ve Rahim olan! Bizi nimet verdiklerinin yoluna ilet”
Peki kendilerine nimet verilenler kimlerdi? Bu sorusunun cevabını merak edenlere ise Mevla Nisa suresinin
69. ayetini gösteriyordu. Bunlar Allah’ın dostluğuna
nail olmak için bir ömür cihad eden ve gönlü Allah’tan
başkasına kör olan Nebiler, sadıklar, şehitler ve salihlerden başkası değildi. Bu manada Nebevi haber
ebedi saadetimize ilişkin “kişi ahirette sevdiği ile
beraberdir” uyarısını yapar. Ukbadaki dostluğun
ancak bu dünyada iken kurulabileceği gerçeğini hatırlatır. Yani ahirette salihler ile beraber olabilmenin
yolunun dünyadan geçtiği hakikatini bildirir. Aksi
durum gönlü Hüseyin’den ama kılıcı Yezid’den yana
bir dostluk olur ki bu dostluktan Allah’a sığınır ve
Efendiler Efendisinin söylediğini söyleriz.
“Rabbim! Sevdir bize sevdiklerini, yerdir
bize yerdiklerini” Âmin…
Temmuz 2011

Benzer belgeler