Ayetlerde geçen “Allah yolundan alıkoymak” ibaresi, tefsirlerde nasıl

Transkript

Ayetlerde geçen “Allah yolundan alıkoymak” ibaresi, tefsirlerde nasıl
1
İçindekiler
Ayetlerde geçen “Allah yolundan alıkoymak” ibaresi, tefsirlerde nasıl açıklanmıştır? ...........3
Borcundan dolayı bir caminin elektriğinin kesilip ezanın susmasından kim sorumludur? .....4
Çocuk emziren bir kadın niyet edip başladığı ramazan orucunu (sahura kalkamadım diye)
bozarsa keffaret gerekir mi yoksa sadece kaza mı gerekir?........................................................5
Fussilet Suresi 11. ayette geçen "Sonra duman halinde olan göğe yöneldi, ona ve yerküreye:
İsteyerek veya istemeyerek, gelin! dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler." ifadesini açıklar
mısınız? Gelen iki şey nedir? .......................................................................................................6
“İffetli olmak isteyeni, Allahü teâlâ iffetli kılar” sözü bir hadis midir? İffetli olmayı istemek
nasıl olur? .....................................................................................................................................7
Bir ayette cinlerin gaybı öğrenmek için semaya oturdukları yazar fakat başka bir ayette
insanların ve cinlerin göğe çıkması için büyük bir güç olmadan çıkamazlar diyor. Bunun
açıklaması nedir? .......................................................................................................................10
Bazı evlerde "yangın çıktığını ve bazı eşyaların yandığını" izliyoruz. Bilimsel açıdan
parapsikoloji alanına giren bir konu. Bilim bu olayı "Pkiskokinezinin Kontrol Edilemeyen
Pirokinezi Tipi" olarak açıklıyor. İslami açıdan nasıl yorumlarsınız?....................................11
Buhari Ehl-i Beyt imamlarından olan İmam Cafer-i Sadık’tan neden hadis almamıştır?
Buhari, Harici olan Umran b. Hattan’dan neden hadis rivayet etmiştir? ...............................12
Kurbanın eti yenilmeyecek kadar lezzetsiz çıktığı için, satıcıdan kurbanın parasını geri
alırsak, kurbanımız geçerli olur mu? Yeniden kesmek gerekir mi?.........................................13
İdarecileriniz ve alimleriniz dürüst olursa yerin üstü altından hayırlıdır şayet idarecileriniz
ve alimleriniz dürüst olmazsa yerin altı üstünden hayırlıdır şeklinde bir hadis var mıdır?....14
Birisini seven kişi, bunu sevdiği kişiye söylesin diye bir hadis var mıdır açıklaması nasıldır?
.....................................................................................................................................................15
Abdullah b. Ömer’e Osman’ın durumunu soruldu ve şu cevabı verdi: Osman küçük bir
günah işledi hemen öldürdünüz. Ali’nin durumunu sorunca da şöyle dedi: “Onun
Rasulullah'ın yanındaki makam ve mevkiini bilmiyor musun?” Hz. Osman ne günah
işlemiştir? ....................................................................................................................................17
Tasavvufsuz fıkıh ve fıkıhsız tasavvuf tahsil etmek neden yanlıştır? Ben ilmihal okumadan,
bilmeden mesnevi okuyamaz mıyım?.........................................................................................18
2
Ayetlerde geçen “Allah yolundan alıkoymak” ibaresi,
tefsirlerde nasıl açıklanmıştır?
“Allah yolundan alı koymak” şeklinde tercüme edilen ayetlerin aslında yer alan anahtar
kelime “SADDE/YESUDDU” fiilidir. Bu kelime, bir şeyden alıkoymak, engellemek, mani
olmak manasına gelir.
Mesela: Hac suresinin 25. ayetinde “İnnellezîne keferû ve YESUDDÛNE an sebilillah Ve‟lMescidi‟l-Harami” “Şüphesiz kâfir olup da Allah yolundan ve Mescid-i Haram‟dan
alıkoyanlar/ veya: insanların Allah yoluna girmelerine ve mescid-i harama gidip tavaf
yapmalarına mani olurlar...” mealindedir.
Mesela: Enfal suresinin “Allah ne diye onları cezalandırmasın ki onlar kendileri Mescid-i
Haramı yönetmeye layık olmadıkları halde, üstelik orayı ziyaret etmek isteyen müminleri
de geri çeviriyorlar/engelliyorlar/mani oluyorlar” mealindeki ayette yine “YESUDDÛNE”
fiili kullanılmıştır.
Allah yolundan alıkoymak, insanların iman etmelerine mani olmak demektir. Çünkü Allah
yolunun temel esası iman konusudur. Ancak yerine göre, bu ifade dinin bütün emirlerini de
ihtiva edebilir. Nitekim Taberi, bunu “Allah‟ın dinine mani olmak” şeklinde tefsir etmiştir.
(Nahl:26. ayetin tefsiri)
Keza Kurtubî “Allah yolundan alıkoymayı”: Allah’a iman edip itaat etmeye mani olmak ve
insanları şirk ve isyana yönlendirmek olarak yorumlamıştır. (Kurtubı, HUd:19. ayetin tefsiri)
3
Borcundan dolayı bir caminin elektriğinin kesilip ezanın
susmasından kim sorumludur?
Fıkıh'ta bir hüküm vardır; bir başkasının mülkü olan mekana (eve, bağa, tarlaya…)
sahibinin izni olmadan girip namaz kılmak caiz değildir. Bu yer, orada bulunulduğu sürece
gaspedilmiş sayılır.
Elektriği bir özel şirket üretiyor veya satın alıyor, sonra bunu isteyene (abone olanlara) satıyor.
Abone olmak, satın almak demektir. Satın alan ister özel ister tüzel kişi (dernek, vakıf, şirket,
daire, cami, okul…) olsun aldığı elektriğin bedelini ödemeye mecburdur; ödemezse
haksızlık etmiş olur. Sahibinin rızası dışında kullandığı elektrik ışığında yapacağı ibadet de
zedelenir.
Çare, güçleri yetiyorsa cemaatin, yetmiyorsa daha geniş cemaatin (yakından uzağa çevredeki
Müslümanların) para toplayarak borcu ödemeleri ve helal elektriğe kavuşmalarıdır. Elektriği
bedava vermiyor veya eski alacağını istiyor diye şirketi suçlamak haksızlıktır.
Bizim meselemiz sahiplerini hiç tanımadığımız, hiçbir alakamız bulunmayan şirketi savunmak
değildir, bizim meselemiz Müslümanların hak hukuk konusunda kılı kırk yarmaları,
attıkları her adımın şeriata uygun olması konusunda titizlik göstermeleri yönünde
uyarıdır.
'Kesintinin ardından ezan sesinin de sustuğu camide' ifadesi de bize yakışmıyor. İlk ezan
mikrofona okunup hoparlörden duyurulmadı, bu aletlerin icad edildiği yakın zamanlara kadar
da ezanlar minarelerden insan sesiyle okundu ve duyuruldu. Adı geçen camide de mutlaka
insanlar ezanı okuyorlar ve seslerinin yettiği kadar çevreye duyuruyorlardır.
'Bu yüzden uzaklardan ezan duyulamıyor' dense buna bir şey diyemeyiz, ama 'ezan sesi de
sustu' ifadesi hilaf-ı hakikattir, bu da müminlere yakışmaz.
4
Çocuk emziren bir kadın niyet edip başladığı ramazan
orucunu (sahura kalkamadım diye) bozarsa keffaret gerekir
mi yoksa sadece kaza mı gerekir?
Hamile olan veya çocuk emziren kadınlardan oruç tutmaya sağlığı elvermeyenler ramazan
ayında oruçlarını tutmayabilirler ve daha sonra oruçlarını kaza edebilirler. Ancak hamile olan
veya bebeğini emziren bir kadın oruç tutmak için niyetlenmiş ise başladığı orucunu
tamamlaması gerekir. Zira sahura kalkmak sünnet olmakla birlikte oruç tutmak için şart
değildir.
Bu itibarla bahse konu olan kadın eğer oruç tutmaya niyet ettikten sonra gün
içerisinde hastalık gibi bir durum olmadan orucunu bozmuş ise keffaret gerekir, oruca
zaten niyet etmemiş ise bir şey gerekmez. Sadece o gün tutmadığı orucu daha sonra kaza
etmesi gerekir. çünkü keffaret, oruç tutmamanın değil, niyet edilerek başlanmış ramazan
orucunu bozmanın bir cezasıdır.
Ramazan orucunu tutmamak için geçerli mazeretlerden biri de gebelik veya çocuk emzirmektir.
Gebe veya emzikli olan kadınlar, kendilerine yahut çocuklarına bir zarar gelmesinden
korkmaları halinde oruç tutmayabilirler Bunlar bir yönüyle hasta hükmünde oldukları gibi,
onlara bu ruhsatı tanıyan hadisler de bulunmaktadır (Nesâî, Sıyâm, 51, 62; İbn Mâce, Sıyâm,
12). Kendisi dayanabilecek ve çocuk da etkilenmeyecek ise hamile ve çocuk emziren anne oruç
tutabilir. Bu konuda alanında uzman bir hekime danışılması uygun olur. Hamilelik ve çocuk
emzirme gibi meşru sebeplerle oruç tutamayan bayanlar, tutamadıkları bu oruçlarını şartların
elverişli olduğu başka zamanlarda kaza ederler (Merğinânî, el-Hidâye, I, 127).
İlave bilgi için tıklayınız:
Oruç ile ilgili sık sorulan sorular ve cevapları nelerdir?
5
Fussilet Suresi 11. ayette geçen "Sonra duman halinde olan
göğe yöneldi, ona ve yerküreye: İsteyerek veya istemeyerek,
gelin! dedi. İkisi de "İsteyerek geldik" dediler." ifadesini
açıklar mısınız? Gelen iki şey nedir?
Bu ayette muhatap yer ile göktür. “İkisi de isteyerek geldik” den maksat da yer ile göktür.
Allah yer ve göğe -bizim bilmediğimiz bir şekilde- onlarla konuştu ve “isteyerek veya
istemeyerek (bana itaat etmek üzere) buyruğuma gelin” buyurdu. Onlar da “isteyerek
geldik” dediler ve geldiler.
Bu ayette yer alan diyaloğu bir istintak sanatı çerçevesinde değerlendirebiliriz. Yani Cenab-ı
Hak kudretinin karşısında hiç bir şeyin nazlanıp da emrine itaatsizlik edemeyeceğini, ezeli
kudretin içine acizliğin sızamayacağını, dolayısıyla bir zerreyi yaratmak ile koca bir evreni
yaratmak arasında hiç bir farkın olamayacağını beyan etmek üzere, hikmet lisanıyla yapılmış
olan diyaloğu, istintak sanatı çerçevesinde tasvir etmek suretiyle insanların zihnine kudretinin
yansımalarını nakletmiştir.
Merhum Elmalılı Hamdi yazır, bu ayetin açıklamasında şunları kaydetmiştir: “İkiniz de ister
istemez gelin. Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz birlikte, birbirinize uyarak, bir
nizam üzere hareket edin" dedi. Bütün gökyüzü içinde, yeryüzünün ve havasının birlikte
hareket etmesini emreyledi. "İkimiz de isteyerek geldik" dediler. Bazıları bu emri ve
isteyerek boyun eğmeyi şuurî mânâda anlamak istemişlerse de mutlak emre uyma ve
boyun eğme manasına olması daha ağır basmaktadır. Yani verilen emirde, icra edilen
tesirde her biri tabiatındakinin aksine bir fiil ve harekete dahi sevkedilseler, onlar onun
kabulünü bir tabiat, bir huy edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik gibi çeşitli
tabiatta tesirleri tabiî gibi kabul ederler. İlâhî emre karşı hiçbir muhalefetleri meydana
gelmez”(ilgili ayetin tefsiri).
Taberi ayete şöyle bir yorum getirmiştir: Allah sözkonusu emriyle şöyle demek istemiştir:
“Ey gök ve yerküresi! İkiniz de sizin içinizde yarattığım şeyleri açığa çıkarın; ey gök, sen
sende yarattığım güneşi, ayı ve yıldızları ortaya çıkar... ve ey yerküresi! sen de sende
yarattığım bitkileri, ağaçları, meyveleri, ırmakları ve denzileri ortaya çıkar!” Onlar da bu
emri yerine getireceklerini söylemişler”(Taberi, ilgili ayetin tefsiri).
Bu açıklamadan da anlaşılıyor ki, ayette gök ve yerin; her birisinin kendisine mahsus bir nizam
ve intizama girmeleri, ilahi takdirce ön görülen amaçların tahakkukuna hizmet edecek şekilde
bir huy ve tabiata bürünmeleri hikmet lisanıyla veya “Kün” ile emredilmiş ve onlar da
“feyekun” olmuşlardır. Buna göre bu ayetteki ilahi kudretin gücü ve varlıkların bu kudrete
boyun eğmelerinin zorunluluğunun tasviri yapılırken, “Allah bir şeyi dilediğinde O‟nun
buyruğu, sadece “Ol!” demektir, hemen oluverir...”(Yasin, 36/82) mealindeki ayetin bir
nevi açıklaması yapılmıştır.
6
“İffetli olmak isteyeni, Allahü teâlâ iffetli kılar” sözü bir hadis
midir? İffetli olmayı istemek nasıl olur?
Evet bu anlamda bir hadis vardır:
Ebû Saîd el-Hudrî’nin (ra) naklettiğine göre, Ensâr'dan bazı kimseler Resûlüllah'dan (asm)
(ihtiyaçlarını karşılayacak kadar mal) istemişlerdi. Resûlüllah (asm) isteyen herkese muhakkak
verirdi ve öyle de yaptı. Nihayet yanında infak edilecek hiçbir şey kalmayınca, onlara şöyle
buyurdu:
“Yanımda bulunan ne kadar mal varsa, onları sizden asla esirgemem. Şunu da iyi bilin ki,
kim (istemeyip) iffetli kalmayı dilerse, Allah onu iffetli kılar. Kim de sabretmeye çalışırsa,
Allah ona sabır ihsan eder. Kim insanlardan müstağni olmak isterse, Allah onu müstağni
kılar. Sizlere sabırdan daha hayırlı ve daha büyük bir ihsanda bulunulmamıştır!”
(Buhari, Rikâk 20)
İffet, insanın bedenî ve maddî hazlara aşırı düşkünlükten korunmasını sağlayan erdem için
kullanılan bir ahlâk terimidir.
Sözlükte "haramdan uzak durmak, helâl ve güzel olmayan söz ve davranışlardan
sakınmak" anlamında masdar olan iffet kelimesi, daha çok felsefî mahiyetteki ahlâk
kitaplarında ve bunların etkisinde kalan diğer eserlerde insandaki arzu (şehvet) gücünün
ılımlı işleyişinden hâsıl olan erdemi ifade etmek üzere kullanılmış ve başta gelen
erdemlerden biri kabul edilmiştir. Bu kaynaklardaki iffet tanımlarını "yeme içme ve cinsî arzu
konusunda ölçülü olmak, aşırı istekleri bastırıp dinin ve aklın buyruğu altına" sokmak
suretiyle kazanılan erdem şeklinde özetlemek mümkündür. İffetli kimseye afîf denir.
Kur'ân-ı Kerîm'de iffet kelimesi geçmemekle birlikte dört âyette aynı kökten isim ve fiiller yer
almıştır. İffetle ilgili âyetlerin ikisi (Bakara 2/273; Nisâ 4/6) mal mülk, yeme içme
konularında ölçülü ve kanaatkar olmayı, ikisi de (Nûr 24/33, 60) cinsel istekler hususunda
ölçülü ve edepli davranmayı ifade etmektedir. Hadislerde hem iffet kelimesine hem de aynı
kökten başka kelimelere yer verilerek konu her iki açıdan ele alınmıştır. Meselâ, "Yâ rabbi!
Senden hidayet, takva ve iffet diliyorum" (Müsned, I, 389, 439) şeklinde dua eden Hz.
Peygamber (asm), Bakara sûresinin 273. âyetini delil göstererek yardıma en lâyık olan
kimselerin iffetlerini korumaya çalışan yoksullar olduğunu bildirmiştir. (Buhârî, Tefsir,
2/48) Diğer bir hadiste, "Allah, yoksul olmasına rağmen iffetini korumaya çalışan mümin
kulunu sever" denilmiştir. (İbn Mâce, Zühd, 5)
Ahlak felsefesinde nefsin nutuk(düşünme), gazap ve şehvet (arzu) olarak sıralanan üç temel
psikolojik kapasite ve yeteneğinin itidal ölçüsünde işleyişinden üç fazilet, bunların ve bunlara
bağlı diğer faziletlerin uyumlu birliği ve etkinliğinden dördüncü bir fazilet doğduğu kabul
edilerek bu dört fazilet çoğunlukla hikmet, şecaat, iffet, adalet şeklinde sıralanır.
İffeti, "nefiste yerleşen ve şehvetin insana üstün gelmesini önleyen nitelik" şeklinde
tanımlayan Râgıb el-İsfahânî, âyetlerde ve sorudaki hadiste geçen "isti'fâf" kavramını "iffetli
olmayı isteme, bir çeşit mümâresede bulunarak, kendine disiplin uygulayarak ruhunda
bu erdemi geliştirmeye çalışma" şeklinde açıklamaktadır. Ayrıca iffetin şehvet gücüyle, bu
gücün de hayvanî zevklerle ilgili olduğuna dikkat çekerek iffet erdemine ancak bu tür zevkler
karşısında nefsin dizginlenmesiyle ulaşılabileceğini söyler. (Müfredât, “İffet” mad)
7
İslâm ahlâkçıları, insanın aşırı zevklerden uzak durmasının iffet ve erdem sayılabilmesi için bu
tutumun bizzat kendi bilinçli tercihine dayanması ve güçlü bir iradî çaba ile
gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtirler. Psikoiojik veya bedensel bir zafiyetten, acizlik,
korkaklık ve bilgisizlikten yahut başka bir engelden dolayı zevklerini terkeden kişi erdemli
sayılmaz. Aynı şekilde ileride daha fazlasını elde etmek için mevcut bir zevkten feragat etmek
de erdem değildir. (Gazzâlî, İhya, III, 105)
Özellikle Mâverdî, iffet erdemini kişinin onuru ve saygınlığı bakımından da ele alarak iffetli
olmayı, nefsi aşağı sıfatlardan arındırmayı ve insanlara muhtaç konuma düşüp onların
yardımıyla yaşama zilletinden korunmayı insanın kendi kişiliğine karşı ahlâkî görevleri
olarak göstermiştir. (Edebü'd-dünyâ ve'd-dîn, s. 309-321)
Ahlâk kitaplarında diğer temel erdemler gibi iffetten doğan tâli derecedeki erdemler de
kaydedilmiştir. Meselâ Gazzâlî, bu tâli faziletler şöyle sıralanmıştır:
"Haya, mahcubiyet, müsamaha, sabır, cömertlik, işleri güzellikle ölçüp tartma, güler
yüzlü ve tatlı dilli olma, kolaylaştırıcı olma, düzenlilik, güzel görünüş, kanaat, ağır
başlılık, günahtan çekinme, yardımlaşma ve kibarlık." (Mizânü'l-'amel, s. 87)
Başta Kur'ân-ı Kerim ve hadisler olmak üzere İslâmî kaynaklarda olgun müslüman sayılmak
için sadece iman edip dinin bazı formel kurallarını yerine getirmek yeterli görülmemiş; insanın
iffet, haya, edep, zühd, kanaat gibi faziletlerle donanması ve genellikle din bakımından
günah sayılan, aklıselim sahibi insanlarca da ayıp ve kötü kabul edilen tutum ve
davranışlardan uzak durmasının gerekliliği de vurgulanmıştır.
Fahreddin er-Râzî'nin, "Günahın gizlisinden de açığından da uzak durun" (En'âm 6/120)
mealindeki âyeti açıklarken yer verdiği görüşler, İslâm âlimlerinin günahın her türlüsünden
kaçınmayı dinde ve ahlâkta kemale ulaşmanın şartı olarak gördüklerine işaret eder. Hz.
Peygamberin(asm), "Her kim ağzına ve cinsel arzularına hâkim olacağına dair bana söz
verirse ben de onun cennete girmesine kefil olurum" hadisi (Buhârî, Hudûd, 19) iffet
erdeminin kapsamını ve İslâm ahlâkındaki önemini ortaya koymaktadır. "Her dinin bir ahlâkı
vardır, İslâm'ın ahlâkı da hayadır" mealindeki hadis de (İbn Mâce, Zühd, 17) aynı gerçeği
bildirir.
İslâm ahlâkçıları, diğer erdemler gibi iffetin de öncelikle ruhî bir meleke haline getirilmesi
gerektiğini kabul ettikleri için insanın yeme içme ve cinsî arzularını disiplin altına alarak
ruhunu bu yönde terbiye etmesinin zorunluluğu üzerinde önemle dururlar.
Örneğin Gazzâlî, İhyâ isimli eserinin kırk ana konusundan birini insanın manevî ve ahlâkî
hayatını yıkıma götüren tehlikelerin en büyüğü olarak gördüğü "mide şehveti" ile "cinsî
şehvete" ayırmıştır. Aynı şekilde iffeti "nefsi, hayvanî zevklerden korumak" diye açıklayan
Râgıb el-İsfahânî bu erdemi kanaat, zühd, gönül zenginliği, cömertlik gibi erdemlerin esası
olarak görür ve iffetten yoksun olmanın bütün güzelliklerden mahrum kalmak demek olduğunu
belirtir. (ez-Zerî'a, s. 318)
Demek ki iffet;
Öncelikle bedenî hazlara ve nefsânî aşırılıklara ilgi duymaktan kurtarılmış bir ruhî yapıya sahip
olmaktır; buna "kalbin iffeti" denir.
Bundan sonra tam iffete ulaşmak için eli, dili, gözü, kulağı ve genel olarak bütün bedeni
ahlâka aykırı davranışlardan uzak tutmak gelir.
8
Diğer taraftan, ahlâk kitaplarında iffetin bir tür özgürlük kaynağı olduğu belirtilir. Çünkü
özgür olmak isteyen kişinin öncelikle tutkularının baskısından kurtulması gerekir. Râgıb elİsfahânî, "En alçaltıcı kölelik şehvet köleliğidir" derken, İbn Miskeveyh, iffet erdemini
kazanmış insanın tutkularına kul olmaktan kurtulup özgürleşeceğini belirtir. (Tehzîbü 'lahlâk, s. 40; bk. TDV İslam Ansiklopedisi, İffet md.; Prof. Dr. Osman Güner, Bir Mü'min Şiarı:
İffet, Yeni Ümit, Ekim-Kasım-Aralık 2010)
Tarihte yaşanmış sayısız iffet örneklerinden biri şöyledir:
Devir, adalet timsali, müminlerin emiri Ömeru’l-Fâruk’un (radıyallâhu anh) hilâfet dönemidir.
Medine’de âbidliği, zahitliği ve takvasıyla biline bir genç vardır. Hayatını „kalbi mescitlere
bağlı bir kimse‟ (Muvatta, Şi’r 14) olarak geçiren bir gençtir. Bu genç birden bire gözlerden
kaybolur ve Hz. Ömer bunun farkına varır; cemaate nerede olduğunu sorar; onlar da gencin
vefat ettiğini söylerler. Vefatı öncesinde evine gelip giderken bu gence nasılsa kötü niyetli bir
kadın musallat olur; peşine takılır ve onu ağına çekmek ister. Genç, bu fettan kadına tam
takılmak üzeredir ki, birden diline “Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir
vesvese dokunduğunda (Allah‟ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.”
(A’râf, 7/201) âyeti takılır. Genç adam, gayr-i ihtiyarî bu âyeti defalarca tekrar eder. Böyle bir
ihsasın vermiş olduğu heyecan ve duygu atmosferi içinde kalbi durur ve oracıkta ruhunu teslim
eder.
Hz. Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona:
“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır." (Rahmân, 55/46)
Şimdi sen istediğine girebilirsin.” diye seslenir. Hz. Ömer sözlerini henüz bitirmiştir ki, o
sırada herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: „Yâ Emire‟l-Müminîn!
Allah bana onun iki katını verdi.‟ (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, II/218)
Genç adam, takvalı ve iffetli yaşantısından dolayı Rabbinin katında mükâfatını fazlasıyla
almıştır. Hiç şüphesiz yaşanan bu hâdise, keyfiyeti meçhul, sıra dışı, harikulâde bir hâdisedir ve
Allah’ın rahmet ve lütfunun ne kadar sonsuz olduğuna bir işarettir.
9
Bir ayette cinlerin gaybı öğrenmek için semaya oturdukları
yazar fakat başka bir ayette insanların ve cinlerin göğe
çıkması için büyük bir güç olmadan çıkamazlar diyor. Bunun
açıklaması nedir?
“Ey cin ve ins topluluğu! Yapabilirseniz haydi göklerin ve yerin hududundan geçin
bakalım! Ama geçemezsiniz, ancak üstün bir güç, kuvvetli bir delil ve ilimle
geçebilirsiniz.” (Rahman, 55/33) mealindeki ayette cinlerin ve insanların -bir sultan/kuvvet
olmadan-yer ve göklerin hududundan çıkmalarının mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
“Önceleri biz göğün bazı yerlerinde oturup dinleme merkezleri edinirdik. Ama şimdi kim
dinlemeye kalkışırsa, derhal kendini gözetleyip izleyen bir alevle karşılaşıyor.”(Cin, 72/9)
mealindeki ayet ve benzerlerinde cinlerin göklerin bazı yerlerinde oturup kulak hırsızlığı
yaptıklarına vurgu yapılmıştır.
Rahman suresinde insanların ve cinlerin yer ve göklerin hududundan çıkmanın “bir
sultan/kuvvet” olmadan tahakkuk etmeyeceğini ve mümkün olamayacağına işaret edilmiştir.
Burada dikkat çeken anahtar kelimelerden biri göklerin çoğul olarak “Semavat” şeklinde
kullanılmasıdır. Bu ayetin çok değişik yorumlarını bir taraf bıraksak bile, sadece burada
“semavat” kelimesine baksak cinlerin bir göğe değil yedi gök hududundan çıkmasıyla ilgili
olduğu görülmektedir.
Cinlerin kulak hırsızlığı yapmak için eskiden çıktıkları yer yalnız yerküresine en yakın olan
“dünya seması”dır. Onun Kur’an’da cinlerin semaya çıktıklarını belirten bütün ayetlerde gök
tekil olarak “Sema” şeklinde kullanılmıştır. (bk. Saffat, 37/6; Fussilet, 41/12; Mülk, 67/5; Cin,
72/8).
Öyle anlaşılıyor ki, Rahman suresinde bütün göklerin sınırını aşmaları ve adeta başka bir
memlekete gitmeleri için insan ve cinlere bir taciz ve bir meydan okuyuş söz konusudur.
Diğer ilgili ayetlerde ise cinlerin gerçekten İslam’da önce rahatlıkla çıktıkları ve İslam’dan
sonra ise çıktıkları an başlarına ateşten bombaların yağdığı yer ise dünya semasıdır. Demek ki
ilgili ayetlerin ifadeleri arasında bir çelişki sözkonusu değildir.
10
Bazı evlerde "yangın çıktığını ve bazı eşyaların yandığını"
izliyoruz. Bilimsel açıdan parapsikoloji alanına giren bir
konu. Bilim bu olayı "Pkiskokinezinin Kontrol Edilemeyen
Pirokinezi Tipi" olarak açıklıyor. İslami açıdan nasıl
yorumlarsınız?
Alemde gördüğümüz göremediğimiz bir çok boyut ve bir çok varlık mevcuttur. Örneğin
bunlardan bir tanesi ''Parite'' kavramıdır. Bilimsel olarak da tespit edilen bu varlıklar dönem
dönem gözle de kısa süreli tespit edilebilmektedir. Görüntü kıvılcım şeklindedir.
Öte taraftan bu yangınların benzerlerini Avrupa ve Rusya'da da görmüştüm. Hatta bir tanesinde
hiç bir neden yokken adam durduk yerde yanarak ölmüştü. Aklıma o bilimsel açıklama
gelmekte. Açıklamada: İnsan beyninin elektriksel enerji ürettiği (bu enerji ile İstanbul'un 1
yıllık enerji ihtiyacı karşılanabiliyor) , vücudunda da elektriksel işlevler olduğudur. Gerek
üretim esnasında gerekse kullanım esnasında bazı kişilerde bir tür dışa boşaltım veya kaçırma
da olabiliyormuş. Bu tür işlev bozukluğu olan kişiler yangın çıkmasına vesile olabilir. Hele
hele bu genetik ise ve ailede bir kaç kişide mevcut ise yoğun yangın çıkabilir.
Paranormal araştırmacılar pyrokinesis noktasından bakarak bazı insanların benzin-çakmak gibi
araçlar kullanmadan ateş çıkarabilmektedir.
Bu olayın cinlerle ilgisi olduğuna yönelik yorumlar da yapılmıştır. Geçmiş yıllarda da bir
ilimizde bir vatandaşımızın evinde yangın çıkmaktaydı ve cinlerin buna neden olduğunu
belirten biri yaptığı uygulamayla cinleri hapsettiğini ve bir daha yangın çıkmayacağını
belirtmişti. Ondan sonra yangın çıktığına dair bir bilgi medyada yayınlanmadı.
11
Buhari Ehl-i Beyt imamlarından olan İmam Cafer-i Sadık’tan
neden hadis almamıştır? Buhari, Harici olan Umran b.
Hattan’dan neden hadis rivayet etmiştir?
İbn Hacer’in bildirdiğine göre, ehl-i sünnet hadisçilerin otoriterleri sayılan alimer onun "sika"
olduğunu söylemişlerdir. Hatta İbn Ebi Hatim gibi bir cerh-tadil otoritesi, babasından naklen:
“Cefar-i sadık gibi bir büyük insanın sika olup olmadığından sormak bile abestir”
manasına gelen ifadeler kullanmıştır(bk. Tahzib, 2/103-104).
İmam-ı Azam ve İmam-ı Malik de ondan hadis rivayet etmiştir. İmam Şafii onun sika olduğunu
söylemiştir. İmam Malik, onun hakkında şu övücü tespitler yapmıştır: “Ben Cefar-i Sadık‟ın
yanın her gittiğimde mutlaka onu ya namazda, ya oruçlu, yahut da Kur‟ân okurken
gördüm. Abdestli olmadan asla hadis rivayet etmezdi” (a.g.y).
İmam Cefar-i Sadık 148’de vefat etmiştir. Buhari ise 256’da vefat etmiştir. Buna göre,
Buhari’nin doğrudan ondan rivayet etme imkânı yoktur. Bundan anlaşılıyor ki, Buhari’nin
ondan hadis rivayet etmemesi, onun şahsından değil, ondan rivayet eden bazı kimselere itimat
etmemesindedir.
Umran b. Hattan’ın son zamanlarında harici mezhebinden döndüğü ve Buhari’nin de bu
sebeple ondan hadis rivayet ettiğine dair bilgiler vardır. Bununla beraber bu adamın harici
olmasına rağmen sika bir kişi olduğu bildirlmektedir.(bk. İbn Hacer, Tahzib, 8/138).
12
Kurbanın eti yenilmeyecek kadar lezzetsiz çıktığı için,
satıcıdan kurbanın parasını geri alırsak, kurbanımız geçerli
olur mu? Yeniden kesmek gerekir mi?
Bir hayvanın kurban edilebilmesi için, hayvanda bazı kusurların bulunmaması gerekir. Satın
alınırken kurbana engel bir kusuru olan hayvan kurban olarak kesilemez. Hayvan kusursuz
olarak satın alınıp da, alıcının elinde iken kurban olmaya engel bir kusurun ortaya çıkması
halinde, kişi zenginse ayıbı olmayan başka bir hayvan alıp keser. Yoksulsa yeni bir hayvan alıp
kesmesine gerek yoktur (Merğinânî, el-Hidâye, IV, 74-75; Kâsânî, Bedâiu’s-Sanâi, Beyrut
1982, V, 68; Mehmet Zihni, Nîmet-i İslam, 602).
Kurbanlık hayvanın hasta olduğu, kesildikten sonra ortaya çıkmış ve sağlık sebebiyle
etinin imha edilmesi gerekmiş ise, bu durumda iki ihtimal söz konusudur:
a) Satıcıya rücu edilip kurban bedelinin geri alınmış olması. Bu durumda, kurban kesme
günleri henüz çıkmamış ise, yeni bir kurban alıp kesmek gerekir. Kurban bedeli, kurban kesme
günlerinden sonra iade edilmiş ise, bu para fakirlere verilir.
b) Kurban bedeli satıcıdan geri alınamamışsa kişinin yeniden bir kurban kesmesi gerekmez.
Ancak imkânları yerinde ise ve henüz kurban kesim günleri geçmemiş ise, ikinci bir kurban
kesmesi ihtiyata daha uygundur.
13
İdarecileriniz ve alimleriniz dürüst olursa yerin üstü altından
hayırlıdır şayet idarecileriniz ve alimleriniz dürüst olmazsa
yerin altı üstünden hayırlıdır şeklinde bir hadis var mıdır?
Bu anlamda bir hadis vardır. Şöyleki: "Yöneticileriniz hayırlılarınız; zenginleriniz
cömertleriniz olduğu, işleriniz de aranızda danışarak görüldüğü sürece yerin üstü sizin
için yerin altından daha hayırlıdır. Yöneticileriniz şerirleriniz; zenginleriniz cimrileriniz
olduğu, işleriniz de kadınlara kaldığı zaman yerin altı sizin için yerin üstünden daha
hayırlıdır" (Tirmizi fiten 78 )
Tarihin tozlu sayfaları karıştırıldığında devletlerin çökmesi ve yıkılmasındaki etkenler
umumiyetle sosyal ve idârî bozulmanın temelinde kötü yöneticilerin başarısızlığı, ülke
servetinin, kendi çıkarları dışında başka hiç bir şeyi düşünmeyen bir kaç zenginin elinde
dolaşmasının neden olduğu görülecektir. Böyle bir ortamda fitne ve kargaşa çıkar ve müslüman
müslümanın kanını akıtmakla karşı karşıya kalır. Kargaşa ortamında zalim yöneticiler ve
zenginlerin çıkarları bir zarar görse masum halk on defa daha fazla zarar görmektedir. İşte bu
gün Suriye bunun açık bir örneğidir.
14
Birisini seven kişi, bunu sevdiği kişiye söylesin diye bir
hadis var mıdır açıklaması nasıldır?
Mikdam İbnu Mâdikerib (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Biriniz kardeşini (Allah için)
seviyorsa ona sevdiğini söylesin." [Ebû Dâvud, Edeb 122, (5124); Tirmizî, Zühd 54, (2393).]
Hadisin Açıklaması:
1- Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) , burada bir kimseye ziyade bir sevgi
duyduğumuz takdirde bunu kendisine söylememizi tavsiye buyurmaktadır. Şârihler, bu haber
verme ile, karşılıklı olarak sevginin artacağını, o sebeple Resulullah'ın bu tavsiyede
bulunduğunu belirtirler.
Hattâbî: "Hadisin ma'nâsı sevişmeye, kaynaşmaya bir teşviktir. Zira kişi, kardeşine
kendisini sevdiğini haber verince, bu sâyede onun kalbinin kendine meyletmesini sağlar
ve sevgisini celbeder" der.
Hattabî, hadisten şu ma'nâyı istihrac eder: "Eğer kişi bilirse ki seviliyor, kendisini sevenin
nasihatini kabul eder. İçinde bulunduğu bir ayıbı terketmesi veya kendinden vâki olan
hatayı düzeltmesi için haber verince bunu reddetmez, kabul eder. Eğer bunu önceden
bilmezse, hakkında suizan etmiş olmasına zâhib olur ve nasihatini kabul etmez. Hatta bu
durum arada soğukluğa ve düşmanlığa sebep olabilir."
Bağdadî der ki: "Bu teşvik, sevginin Allah için olması şartına bağlıdır. Dünyevî bir tamah
veya hevâ için olan sevginin bildirilmesi mevzubahis değildir. Dünya ve ihsan için sevgi
izhâr etmek bir dalkavukluk ve düşüklüktür."
Hadisle ilgili olarak Münâvî şu hususa dikkat çeker: "Hadis n zah r kadınlara şâm l
değ ld r. ünkü had ste geçen ahad
kel mes erkekler ç n kullanılır, vâh d
ma'nâsındadır. Kadınlar kasted lseyd hdâ
demesi gerekirdi. Ancak, tağlib
yoluyla kadına da şâmil kılınabilir. Betahsis erkeğin zikri, çoğunlukla hitabın onlara
gelmesi sebebiyledir. Bu durumda bir kadın, diğer bir kadını Allah için sevecek olursa
sevdiğini ona söylemesi mendubtur."
2- Bağdâdî'den de kaydettiğimiz üzere sevgiden maksad Allah için sevmektir. Sadedinde
olduğumuz hadisin metninde bu kayıt yoksa da başka hadislerde gelmiştir. Resulullah ısrarla,
tekrarla mü'minleri, Allah için birbirlerini sevmeye teşvik etmiştir.
Münâvî: "Mü'min, mü'min kardeşini onda bulunan güzel sıfatları sebebiyle sevmelidir"
der ve devam eder: " ünkü âlî himmet ve yüce ahlâk sâhiplerinin şe'ni, onlarda
bulunan bu makbul sıfatlar sebebiyle sevgidir, muhabbettir. ünkü onlar, zâtlarında
buldukları kemâl sebebiyle bu hasletlerde kendilerine iştirak edenleri severler. Böylece
onlar, hakikat-ı hâlde kendi zâtları ve sıfatlarından başka bir şeyi sevmiş olmuyorlar.
Aynı şekilde, bunu zâtî muhabbete şümûlü de iddia edilmiştir, yeter ki fâsid
maksadlardan ârî olsun."
15
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) 'ın yanında bir
adam vardı. Derken oradan birisi geçti. (Aleyhissalâtu vesselâm'ın yanındaki):
"Ey Allah'ın Resulü! dedi, ben şu geçeni seviyorum."
"Pekiyi kendisine haber verdin mi?" diye Aleyhissalâtu vesselâm sordu.
"Hayır!" deyince,
"Ona haber ver!" dedi. Adam kalkıp, gidene yetişti ve:
"Seni Allah için seviyorum!"dedi. Adam da:
"Kendisi adına beni sevdiğin Zât da seni sevsin!" diye mukabelede bulundu." [Ebû
Dâvud, Edeb 122, (5125).]
(Bk. Prof. Dr. İbrahim Canan, Kütüb-ü Sitte Tercüme ve Şerhi, Altıncı Fasıl, Karşılıklı
Muhabbet, c. 10, hadis no: 3337-3338)
16
Abdullah b. Ömer’e Osman’ın durumunu soruldu ve şu
cevabı verdi: Osman küçük bir günah işledi hemen
öldürdünüz. Ali’nin durumunu sorunca da şöyle dedi: “Onun
Rasulullah'ın yanındaki makam ve mevkiini bilmiyor
musun?” Hz. Osman ne günah işlemiştir?
Bu rivayetlerin haberine göre, Abdullah b. Ömer, Hz. Osman ile Hz. Ali’nin durumuna
soranlara verdiği cevapta Hz. Osman’ı öldürenlerin haksızlıklarından sözetmektedir. Ve buna
bir misal olarak da Uhud savaşı esnasında meydan muharebesini terk edenler arasında bulunan
Hz. Osman’ın bu günahı Allah tarafından affedildiği halde, “Siz” diyor, onun bazı ufak tefek
kusurlarını affetmeyip onu öldürdünüz.
“Uhud‟da büyük günah işledi” ifadesiyle, hadislerde büyük günah olarak adlandırılan
“savaştan kaçma”yı kastetmiştir. Uhud savaşı sırısında sadece Hz. Osman değil, sahabenin
çoğu kaçmaktan başka çare bulamamıştı. Hz. Peygamberin yanında kalan sahabiler pek azdı.
İbn Ömerin Hz. Ali’yi övmesi belki de onunla Hz. Osman’ı karşılaştırmaktan çok, ölümü asla
hakketmediğini vurgulamaya yönelik olabilir. Bununla beraber, Hz. Ali’yi Hz. Osman’dan
daha üstün de görmüş olabilir. Bunda bir sakınca yoktur. “Onun Rasulullah'ın (asm)
yanındaki makam ve mevkiini bilmiyor musun!?” sözleriyle de İbn Ömer Hz. Ali’nin Allah
resulünün nezdindeki itibarının herkesçe bilindiğine işaret etmiştir. (İlgili rivayetler için bkz.
Tehzibu’l-Hasais, s. 63-64)
17
Tasavvufsuz fıkıh ve fıkıhsız tasavvuf tahsil etmek neden
yanlıştır? Ben ilmihal okumadan, bilmeden mesnevi
okuyamaz mıyım?
Okuyabilirsiniz. Ancak ilmihal öğrenmek daha önceliklidir. İlmihal öğrenmek her müslümana
farzdır. Böyle bir tespit -yarı yarıya olsa da-tam doğru değildir. Çünkü, sistemleşen tasavvuf
çok sonradan ortaya çıkmış olmasına karşılık, fıkıh çok önceden vardır. Bununla beraber, fıkıh
konusu Kur’an-Sünnet hükümlerin zahirlerini esas alarak belli bir yargıya varmaktır. Mesela:
Namazın farzlarını, rükünlerini, vaciplerini, sünnet ve adabını ortaya koyarken alimlerin
müracaat kaynakları Kur’an ve Sünnetin konuyla ilgili hükümleridir. Bu iki temel kaynakta
bulmadıklarını benzerlik prensibinden hareketle kıyaslama yoluna giderler.
Bu tespit yarı yarıya doğrudur: Çünkü, tasavvuf amellerin kalbi hükmünde olan manevi/batınî
boyutunu esas alır. Emraz-ı kalbiye/kalbi hastalıklar olarak nitelendirdikleri insanın gönül ve
duygu dünyasının yansımalarına dikkat eder. Mesela: Bir insan namaz kılarken, fıkıh
kaynaklarında geçen şartları yerine getirdiği zaman fıkıh açısından bu adamın namazı
makbuldur, “bunu bir daha kaza et” denilmez.. Ancak fıkıh bakımından makbul olan bu
namazın gaflet, riya/gösteriş gibi manevi açıdan yaralanması durumunda tasavvuf bakımından
bunun makbul bir namaz olmadığına hükmedilir.
Bu açıklamadan anlaşıldığı üzere, “Tasavvufsuz fıkıh ve fıkıhsız tasavvuf tahsil etmek yanlış”
diyenlerin maksatları şudur: Bir insan sadece İslamî hükümlerin zahir tarafını ders veren formel hukuktan ibaret olan-fıkhı okur da, tasavvufi açıdan amellerin ruhu hükmünde olan
huşu, huzur, hudû’ ve ihlastan habersiz olursa, İslam’ın emrettiği şekilde hakiki manda
görevlerini yerine getirmiş olmaz.
Buna mukabil, sözkonusu manevi boyuttaki kalbi ve duygu tarafı olan batını ve tasavvufi kısmı
bilmesine rağmen, fıkhın ortaya koyduğu hükümlerin aslı olan zahir tarafını bilmezse yine de
makbul bir vecibeyi yerine getirmiş olamaz. Örneğin; gösterişe yönelik bir namazın kılması
tasavvufi bakımdan sakat olduğu gibi, büyük bir hüşü ve ihlas kılmasına rağmen ilgili amelin
omurgasını teşkil eden şartlarını yerine getirmezse yine de makbul bir amel yapmış olamaz.
Önemli bir nokta şudur ki, tasavvuf olarak nitelenen hususların yerine getirilmesi mutlaka
“tasavvuf” adı altında yapılması veya işlenmesi gerekmez. Bu sebeple, resmi olarak tasavvuftarikat dairesine girmeden bu tasavvufi manaları yerine getiren milyonlarca insan vardır.
Sorudaki tespitin tam doğru olmadığını söylerken, bu noktanın özellikle göz ardı edilmemesi
gereken bir husustur.
18

Benzer belgeler