Oku

Transkript

Oku
GALATASARAY LİSESİ NEŞRİYAT KOLU TARAFINDAN ÇIKARILIR
""'"'
_:sız
Onu da Yitirdik
meyen koca, asırlık çınarda
Gün 20 Kasım. Saat 10.
Dersteyiz. önümdeki «:ıc>
ve bizlerde ondan bir iz bulli ey> 1i bir denklemi çözmuyor muyuz? Sabahları omeğe çalı:;ııyorum. Birden hanun sesiyle uyandığımız, isva kararıyor.
Yeller eskisi
tekle, inançla yataklarımız­
gibi esmiyor artık. Bir ködan on a koştuğumuz günler
tülük var. Bir haber, var
ne çabuk geride kaldı.· Ve
duymak istemediğim.
Eski,
şimdi o, insanlığını bütün bir
görkemli, koca, tas bina tithayat boyu bizlere dağıtmış
riyor sanki. Kalemim 2x in
olarak bizleri bıraktı. Ve oüzerinde dolaşıyor olumsuznunla dolu anılarımız bugün
ca. Ve sonra 2 bir anı :x: se
geçmiş denilen o tatlı düşün
bir gözyaşı oluyor.
içinde eridi gitti .
. ..
Yeni, üstün bir okula girBir kasımda iki insan.
menin heyecanı içinde, elleÇok fazla bu bizim için. Derim babamınkilere kenetli,
ğerli, gerçek iki insan. Gebiraz çekingen. ağaçlı yolçen hafta Ata için ağladık.
!arın o çekici
güzelliği a- - - - - - - · · - - - - - · Bugün de onun için ağlıyorasında ilerliyorum. Gözlerim onunkilerle çaruz. Galatasaray ortamı, o bölünmez, parçalantışıyor. O dinç, uzun kirpiklerinde mutlu gemaz Galatasaray ağacı en büyük, en belirli, en
leceklerin asılı örneklerini görüyorum. Adım- olgun dalını da yitirdi. Acımız büyük. Acımız
!arım değişiyor. Şimdi onlar daha sert, daha
paylaşılmaz.
O, öylesine bizimdi ki acısı da
erkekçe, daha emin. Göz bebeklerinde geçmiş yalnız bizim olmalı. O, bizim olan bir varlık- .
bir yaşamanın mutlu kalıntılarını izliyorum. tı. Neden bozuldu bir yelle, kötü, insafsız bir
Bana güvenle bakmasını öğretiyor. Ve ayakla- yelle bu düzen? Niçin bizim insanımız bize
rımda eriyen yıllar beni bu mutsuz güne gefazla görilndü? Neden doğal adalet bozuldu?
tirip ortak anılarımızı canlandırıyor.
Haykırmak, Ifmetlemek geliyor gökleri içimiz- ·
Dudakları heran aralık, gözleri duru, parden. Bir kez daha dolaşmak loş, yalnız korilak, kolları herkese açık, iyi değerli bir insan. dorlarda. Ona kapanıp onun anılarını yeniden
O, oniki yaşımın küçücük, dar fakat saf ufkun- yaşamak. O olabilmek, ona layık bir evl~t çatla böylece yer etmişti.
basıyla onu yaşamak. Bütün herşeyiyle o olan
Sizlerle beraber söz etmek, hatırlamak isbu kutsal ortamda onu bulabilmek içimizde.
tiyorum arkadaşlarım. Gizlice arka bahçenin 0
Bambaşka bir tutkuyla ona ulaşabilınek
tek
gayemiz.
kutsal sessizliğine kaydığımız günler uzak değil, Uzun ders .saatlerinin tüm sıkıntılı artıkla­
Dün 20 Kasım 1963. Çok büyük bir ins~ın
rını onun temiz tertemiz alnının ince çizgiİe­
kaybettik.
Kederle gömülü kalblerimiZ ·tek bir
rinde ve ·o inandırıcı görüntüsünde yok etmez
; miydik? Batmış güneşlerin çekilmez acısını ya erekle çarpıyor artık. Onun yüce varlığı kat~
şısında eğilmek ve onu utandırmamak.· ·. ·
havuzun kenarında ürkek ürkek kayık yüzdürüp tüketirken ya da ·.ı:Grand-Cour» un ağ­
Öğretmenlerim! Kardeşlerim! Dün k:endi"larında endimizi ararken hep onun tatlı, yu:.
rnizden bir parçayı ebediyetin güven do1u.'iw1:.
muşak ve ürkütmeyen sesiyle kendimizi bul!arına teslim ettik.
'
! duğumuz bir gerçek değil miydi? Gill bahÇesiAcımız büyük. Acımız sonsuz
! nin sarı, boynu bükük yapraklarında, baş eğBaşımız sağolsun.
1
. .. .
1
1
G 'A
L .A T
kalacaktık. Daha yeni buluşmuştuk; aralanan dallar arasında nemir eriniz Philippe'i farkettik. Bizi birden şaşırttı. Ben
mahvolduğumuzu
anladım ve bir çığlık
attım. O zaman dostum bana «Sessizce yüzerek gidin ve beni bu adamla yalnız bı. rakın sevgilim» dedi.
«Giderken duyduğum heyecanla az
kalsın boğuluyordum. Eve döndüğüm zaman, koıkunç bir şey bekler oldum.
<<l3ir saat sonra, salonun koridorunda
Philippe,e rastladım. Bana alçak sesle «Eğer bana verilecek mektub varsa emirlerinize amadeyim>> dedi. O zaman anladım ki,
adam satılmıştı sevgilim onu satın almıştı.
«Ona. mektuplarımı verdim. Tabii bütün mektuplarımı. O, onları götürdü ve
cevaplarını getirdi.
«Bu böyle, aşağı yukarı iki ay kadar
sürdü. Sizin olduğu gibi bizim de ona itimadımız vardı.
«Fakat baba, olana bakınız. Bir gün,
yine aynı adaya yüzerek gelmiştim. Bu sefer yalnızdım. Fakat adaya çıktığımda karşımda emir erinizi buldum. Beni bekliyoı­
muş gibiydi. Eğer arzularına boyun eğmez­
·Sem her şeyi size söyliyeceğini, çalıp saklamış olduğu mektupları size teslim edeceğini haber veriyordu.
«Oh!. Baba, babacığım korktum. Bu a. şağilık; layık olunmıyan bir korku idi. Bilhassa sizden korkuyordum. Sizden, sizin
gibi iyi bir insandan ve benim tarafımdan
aldatılmış olmanızdan. Onun için de korkuyordum. Onu öldürecektiniz. Kendim iÇin korkuyordum. Belki de ne bileyim ben
delirmiştim, çıldırmıştım. Bu adamı, hem
de· beni seven bu sefili bir daha satın alabilirim zannetmiştim. Ne iğrenç!
«Bizler çok zayıfız. Sizden çok daha
fazla ve çabuk kafamızı kaybediyoruz. İn­
san bir defa düşmiye başladımı; daima da. ha .daha aşağılara düşüyor. Ne yaptığımı
bil.miyordum. Yalnız anladım ki; ikimizden biri ve ben ölmeye gidiyorduk. Ken·öimi bu duygusuzluğa kaptırdım.
. «Görüyorsunuz ya baba, kendi kendi'mi affetmek iÇi nuğraşmıyorum. İşte o za.. filan, o. zaman, evvelden sezmek mecburi.: '.yetin.de olduğum şey· başıma gelmişti. İs-
A s A R A y
tediği
zaman ,beni korkutarak, tekrar tekO da diğeri gibi benim
aşığım idi. Bütün günlerim böyle geçiyordu. Bu çok fena bir şey. değil mi? Bana ne
büyük bir işkence bu baba?
«0 zaman ben kendi kendime: Ölmek
lazım dedim. Yaşarken, böyle bir şeyi size
itiraf etmiye muvaffak olamıyacaktım. ölü iken her şeye cesaret edebilirim. Ölmekten başka bir şey yapamazdım. Beni
hiç bir şey temizliyemezdi. Çok lekelenmiştim. Ne sevebiliyor ne de sevilebiliyordum. Bana öyle geliyordu ki sadece bir el
sıkmakla herkesi baştan aşağı kirletiyordum.
«Biraz sonra banyo yapmaya gideceğim ve bir daha geri dönmiyeceğim.
«Sizin için olan bu mektup önce aşığı­
ma gidecek. O, bunu benim ölümümden
sonra alacak ve hiç bir şey anlamadan, benim son isteğimi tamamlayarak mektubu
size teslim edecek. Siz bunu, mezarlıktan
rar
kullanıyordu.
döndüğünüzde okuyacaksınız.
«Elveda baba, size söyliyecek hiç bir
şeyim yok. Beni affediniz.»
Albay terle kaplanmış alnını sildi. Soğuk kanlılığı, harb günlerinin soğuk kanlılığı birdenbire getj gelmişti.
Zile bastı. Uşak göründü.
Albay ~ Bana Philippe'i gönder, dedi.
Ve arkasından masasının çekmecesini
araladı.
Emir eri hemen odaya girmişti. Kızıl
bıyıklı, kurnaz tavırlı, sinsi bakışlı kocaman bir askerdi.
Albay ona dimdik bakarak:
- Bana karımın sevgilisinin adını
söyliyeceksin, dedi.
- Fakat albayım ...
Subay yarı açık çekmecesindeki tabancasını eline aldı:
- Haydi ve çabuk. Görüyorsun ki şa­
ka yapmıyorum.
- Peki.. Albayım .. Yüzbaşı Saint Albert.
Aske rdaha ismi söylememişti ki, bir
alev gözlerini yaktı. Alnının ortasına bir
kurşun yedi ve yüz üstü yere yığıldı .
Guy ·de Maupassant'dan
Çeviren: Ersin Pöğün
5
GALATASARAY
'TO RK Ç E ÜSTÜNE
Dr. İbrahim KUTLUK
i
Bir ozanımızın «Sözümüz sevgilinin öyküsü
olsun> dediği gibi ben de, dil üstüne, özellikle
Türkçe üstüne, sözaçmaktan mutlanırım.
Dil toplumun geleceğidir. Türkçe'yi kurtarırsak, Türk toplumu da kurtulacaktır.
Nasıl
eğitim ve öğretim bütün ilerlemelerin nedeni
ise, dil de eğitim ve öğretimin bütünlüğünü,
gerektiği gibi olmasını sağlar. Toplumların gelimesi, ulusların uygarlığı dildedir. Dildir bir
toplumun kalıcılığını inanca altına alan. Her
nen ölümlüdür de, dillerin verileri ölümsüzdür. Kişileri de ,ulusları da ölümsüz kılan dildir.
Duhamel, savaştan sonra yazdığı betiğin­
de, Fransızlara, bütün varlıklarının önemsizliğini anlatmıya çalışır; Fransız dilinin, bütün
Fransanın
geçmişi,
geleceği
olduğunu,
yalnız
dilleriyle öğünebilecekleri savını ileri sürer.
Bir yanlış sa.v vardır, bilen bilmiyen söyler: dil yapılmazmış. Kim demiş onu? Dil yapılır. Görmüyorlar mı Almanları? Çok değil,
bir kaç yüzyıl önce Fransızcayla anlaşmayı uygun buluyorlardı. Leibniz, Herder, Goethe,
Sebiller alınan dilinin ustaları oldular. Onların dil bilinci bugün o duruma geldi ki, «telefom• demeyi bile dillerine karşı saygısızlık
saydılar, Almancalaştırdılar. ·
Görmüyorlar mı İsrail'i, binlerce yıl önceki Tevrat'ın, Mazamir'in unutulmuş, ölü dilini yaşar dil yaptılar. Ozanlar, bu yeni dille
yırlarını söylüyorlar, öğretmenler, bilimin verilerini bu dille öğretiyor öğrencilerine. Ulus
büyükleri uluslarını bu dille yönetiyor, bilginler bu dille anlaşarak atom çağına giriyor. Bu
dille yazışıyor budun, bu dille konuşuyo·r.
Bir dildeki kök sözcükler nereden gelmiş­
tir? Hiç düşündük mü? Neden taş, su yerine
kullanılmamıştır? Neden uzak sözcüğü, Tanrı
anlamına değildir? Çünkü ilk uyduran
öyle
uydurmuştur da ondan. Ama·Tanrı sözcüğü oldukça, Tanrıça, tanrılık sözcükleri belli kurallara uyularak yapılır. Taş kökü durdukça, taş­
lık, taşçı, taşlama... belli ·kurallarla
yapılan
yeni göğdeler, yeni anlamlardır. Bu sözcükler
uydurulduktan sonradır ki, hem
sözcükler,
hem de onları kullanan bizler dilin bu değiş­
mez kurallarına boyun eğeceğizdir.
Öyleyse başka ulusların yaptığını biz neden yapmıya:lım? Bizim gibi bir ulusu, kendi
geçmişini böylesi yadsıyan, güzelim dilini unutan böylesi bir ulusu, bu yeryüzü bir daha
görmiyecektir. Öylesi bir geçmiş ki, göçlerle
savaşlarla
bütün batı ülkelerine uygarlık taşı­
öylesi bir dil ki, batıdaki bugünün uygar
uluslarının daha dilleri yokken, ya da
ilkel
sayılabilecek bir dille anlaşırken Yenisey ve
Göktürk yazıtlarında kişi usunun yapabileceği
en üstün bir dil-Türkçe-evrimlerini bütünlemişti, bir yazı dili olmuştu.
Öyleyse neden dilimizin arınmasına karşı­
yız? Neden Türkçe'nin özbenliğine kavuşması­
na karşıyız? François de Malherbe (1555-1628)
in kendi çağında başardığını yapmıya çalışan
ozanlara, yazarlara ve bu işi bilimsel olarak
mutlu bir sonuca ulaştırmaya çalışan Türk Dil
Kurumu'na neden karşıyız?
Hiç bir gerçek nedeni yok. Türkçemiz yok
da ondan. Türkçe ile düşünemiyoruz, şöyle
böyle düşündüklerimizi de Türkçe ile anlatamıyoruz da ondan. Dil bilincimiz oluşmamış da
ondan. Bir de dil konusunda bilgimizin yetersiz oluşundan .
Her dil bir başka dilden sözcük almıştır,
alacaktır da. Bu demek değildir ki, bu sözcük
alma sürüpgidecektir. Bu demek değildir ki,
alınan sözcük o dile yerleşecektir. Alınan s.özcükler, bir gün, dilden atılmalıdır. Nitekim
Almanlar, kullanmakta oldukları telefon sözcüğünü dillerinden koğmuşlardır.
Dil bilinci
olmasa bile, nasıl olsa ayni kaynaktan gelmiyen dillerdeki yabanc; sözcükler bir arada ya şıyamazlar. Bir gün, başka bir dilden sözcük
almanın dili güçlendirmediği, tersine kısırlaş­
tırdığı anlaşılacaktır. Kimi yerde «ilgi>, kimi
yerde eaiaka~ demenin uygunsuzluğunu anlamak için dil bilgini olmak gerekmiyecek, Türkçe'nin bilincine varmış sağduyulu olmak yetip artacaktır bile.
Türkçe mutlu bir dildir. Kendi dil yurdunu korumasını bilir. Türkçe, .uslara durgunluk verecek oranda ussal kurallı bir dil olmuştur, çok eskiden beri. Şimdi bu. ussal dili,
bu kökünü ve yapısını sağlam temellere dayamış, evrimini yapmış, özelliğini
yaratmış
dili bozmak, karıştırmak olanak değildir. Kendi yapısına, kök ilkesine yabancı olan bütün
batı dilleri, bütün doğu dilleri onun. için ne
denli girerlerse girsinler - ayırtlı anlamlar taşıyacaklarsa - Türkçe, kendi yurdundan . bu
yabancı sözcükleri atacaklar. Dillerin: geUşme­
si kendi kurallarının dışına çıkamaz. Türkçe,
bir kökten türeyen, bitişik dillerin 'anasıdır. Alınan yabancı sözcüklerse, Türkçe sözcük kurallarıyle türeyemez. Öyleyse, ergeç atılıicak-
mış;
GALATASARAY
.6
tır. Görmüyor muyuz bin yıldır dilimize, ekinimize egemen olan Arapça-Farsça'yı? Nerde
şimdi o sözcükler? Bilenleri bile kalmadı.
Sonra Türkçe'de, hiç bir dilde .olmıyan bir
tür~me gücü vardır. Gelişigüzel aldığım
iki
kök sözcüğün türetmelerini örnek olarak vereceğim:
TAŞ:. «Taşcı,
taşcılık,
taşcıl,
taşlı,
taşlık,
taşlılık, taşlama, taşlamak, .taşlanmak, taşlaş
-
mak, taşlarulmak, taşlatmak taslatılmak, taş­
ra, taşralı, taşralık, taşrağıı> Derleme Dergisinden yazıyorum:
«Taşarağar, taşağrı, taşahır, taşaşası. taşaşma, .taşa tan, taşçakma, taşdöğen, taşdöven,
TaşeE:meği,
taşenek,
taşgan,
taşgırmak,
taşır­
. gamak, taşırkma, ~taşırkmak, taşkala, taşkalacı,
taşlah,
taşot,
taşramak,
taşura,
taşuk,
taşüt,
taşyatırlanmak».
GÖZ: «Gözcü, gözcük, gözcülük.
gözlü,
gözlük, gözlüklü, gözlüklülük, gözlükcü, gözlükcülük, göze, gözemek, gözene, gözenmek,
gözeyici, gözer, gözgöre, gözde, gözgü, güzel
(göz-el), güzellik, gözükmek, gözlem, gözlemek, gözlemlemek, gözleme, gözlemen, gözenmek, gözetmek, gözetilmek, gözetlemek, gözettirmek; gözleği.» Derleme Dergisi'nden yazıyo­
rum: cGözek, gözelek, gözelemek, gözceğen,
gözcek, gözal, gözebi, gözeğir, gözelim, güzelleme, gözen, gözenek, gözenerk, gözeni, gözenti, göz~nü, gözerlemek, gözerrriek, gözkeç,
·gözgen, gözgere:ı-.
.Bu iki örnekten birincisinden 42, ikincisinden 54 sözcük türetilmiştir. Derleme Dergisi'nden taradığım sözcükler bugün Anadolu'da
kullanılmaktadır. öteki sözcükler ise yazı diline de geçmiştir. Bunlar bizim şimdilik bilebildiklerimizdir, yeni çıkacak Derleme Dergi'leri'nde bu sözcükler 1/4. oranında artacaktır.
Bu sözcüklere, bileşik sözcükler sokulmamış­
tır. Böylesi olanakları, usları durduracak bir
dilimiz varken düşünmek, direnmek
niye
Hangi yabancı dil bu olanakları verebilir?
Öyleyse bundan ne anlaşılır, ya da ne anlamalıyız?
I - Türkçe, her yabancı sözcüğü, her somut ve soyut varlığı, kavramı· anlatmak yeteneğindedir. Bu alanda, hiç bir dil, Türkçe oranında başarılı değildir, olamaz da. Yaratılan,
bulunan her Türkçe karşılık devingendir. Her
eylemi, her düşünüyü karşılamak gücündedir.
Daha da ileriye giderek diyeceğiz ki, karşılığı nı b.ulmakla yetinmiyecek, yeni yeni kavramlar
yaratacak, yerii bulunan ve bulunacak olanlara
da ad olacaktır.
· II-:-- ·Başka bir dilden alacağımız her sözcük, türeyemez; do.nar, kalır. Artık kalıplaş­
mıştır. O anlamın her küçük ayrıtları için ye-
ni . yeni yabancı sözcükler alacağız demektir.
Bunun sonu gelmiyeceğine göre de Türkçe'yi
yabancı bir dilin sözcükleriyle geliştirmek olanak değildir. Sözcükleri başka bir dilden alın­
mış dile de Türkçe dememek gerekir. Türk
düşüncesi Türkçe ile anlatılır başka bir dille
düşünülen, Türkçe olamaz . · ·
III - DHimiz sanıldığı, ileri sürüldüğü gibi yoksul değildir. Her terimi, her kavramı
bugün yaşamakta olan sözsüklerimizle karşıla­
yabiliriz.
IV - Dillerin birbirlerinden sözcük alcı­
bilmeleri için bir kökten gelmiş olmaları gerekir. Oysa Türkçemizin sözcük alacağı, Türkçe'den ileri, başka bir dil ortağı yoktur.
Bir dil kökünden olduğumuz Fin ve Ugriyen dilleri bizden uzaktır, ilinti ve ilişkimiz olmıyan bir dildir. Samoitçe, Moğulca, Tunguzca dilleri ise Türkçe'ye etkide bulunamıyacak
bir durumdadır.
V - Yapısı böylesi ussal k1;1rulmuş bulunan Türkçe'ye yabancı sözcük almak - bir
başka dilin sözlüğündeki bütün ayrıtları alsak
bile - yine de Türkçe'nin düşünce ve duyarlı­
ğını, o sözcükler, yüklenemez. Çünkü hiç bir
dil, ayırtlı anlamlarda, Türkçe oranında yetenekli değildir.
Bütün bunlar gösterir ki, biz ne denli, çabasızlığımızdan,
bilgisizliğimizden
,aşağılık
duygusunun etkisi altında oluşumuzdan, dil
bilincimizin yeterince gelişmeyişinden .dolayı
yabancı sözcüklere sarılırsak sarılalım boşuna­
dır. Türkçe her yeni sözcük,
tutunduğumuz
dalları kıracak, dayandığımız ağaçları devirecektir.
Şunu iyice bilmek gerek: dil yazıda sessiz, konuşmada sesli düşüncedir. Düşünce olmayınca konuşma da, yazma da olmaz. Demek
istiyoruz ki, dil, düşüncenin ta kendisidir. Dillerini unuttuklarından, yitirdiklerinden dolayıdır ki, her alanda uygarlık kurumlarını yaratan Türk ulusları püyük düşünürler yetişti­
rememişlerdir. Arı bir dilden yoksun oluşları­
dır bunun gerçek nedeni. Dil olmayınca üstün
bir ozan da olmaz, ünlü bir düşünür de.
Çünkü bir dilin anlamca en uzak sözcükleri arasında bile bir ilinti vardır. Düşünce ve
duyarlığı yaratan işte bu ilintidir.
Yaprak
sözcüğünün su ile, ana'nın taşla, toprak'ın Tanrı ile bir ilintisi, bağıntısı vardır. Yapraktaki
güzelliği, sudaki mutu, anadaki sevgiyi, taşta­
ki katı yüreği, gücü, sağlamlığı, topraktaki alçakgönüllülüğü ve yaratılmışı, Tanrı'daki sonsuzlukları hep bu ilintilerle anlarız, bu ilintilerle duyarız. Kullandığımız her yabancı sözcük bizi dil ağacından ayırır, ilintileri yok e~
der. İyice bakarsak göreceğizdir, dilimize gi-
GALATASARAY
ren her yabancı sözcük, tümcelerimizde, çoğu
kez, gereksiz olarak yeralmıştır. Onunçündür
ki, Osmanlı yırlarında, düz yazılarında gerekli
sözcükten çok, gereksiz sözcük vardır. Eşit anlamdaki sözcükler kullanılmıştır. Bu yüzden
düşünce ve duygulardaki arılık, bütünlük, kesinlik ortaya çıkmamıştır. Söz kalabalığıdır yapılanlar. Hep bir anlamdaki düşünceler söylenip durur. Bu bir çıkmazdır. Çıkmazlığını
biz anlıyamamışız, Türkçe öğretmiştir bize.
Öyleyken yine de direnir dururuz.
Divan Yazını ile ilintimiz neden kopmuş­
tur? Ondaki duyguları, düşünceleri neden anlamıyoruz? Anlasak bile neden duygulanmıyo­
ruz? Bir dilin, bir ulus düşünüsünün, bir ulus
duyarlığını nasıl yitirdiğini görmek için Divan
Yazını'na bakmak yeter. Her yabancı sözcük
Türkten kopan, ayrılan bir düşünce ve duyarlık olmuştur. Her kopan, ayrılan düşünce ise,
bu kez, yeni bir yabancı sözcüğü gerektirmiş­
tir. Böylece alabildiğine toplumdan uzaklaşıl­
mış, toplum yazını, yazın da toplumu yitirmiş­
lerdir. Toplumun gözgüsü olması gereken yazın böylelikle niteliğini yitirdiğinden yapmacık
bir yazının olumsuz yöndeki bir çabası, ya da
süsü durumuna düşüvermiştir. Sonunda, koskoca bir yazın, bütün gürültülü patırdılı sözcükleriyle, ölçüleriyle, değer yargılarıyle, güzellik anlayışıyle göçüp gidiverdi.
Yazınımızın,
hececileri karşısında tutunayok olup giden Divan Yazını'nı, ne yazık ki, yaşatmak için uğraşanlar da çıkmıştır.
Bir kaç yıl sonra, o yazının yıkıntıları altında
kendilerini de yitirmiş olmak mutsuzluğundan
kurtulamıyacaklardır; nitekim daha yaşarken
bile ölmüş bulunuyorlardı.
Kısacası: Türkçe'nin arı dile yönelen akı­
mı, Türkçe'ye yönelmedir,- durdurulamaz. Bu
akımın önünde durmıya kalkmak boşuna çabadır, kendi kendini yitirmektir, yazıklıktır.
Bilimin, yılda 15.000 sözcük yarattığı bu yeryüzünde, Osmanlıca'dan yana olmak demek,
geri kalmak için direnmek demektir. Bilimde
ilerlemiş uygar ulusların bulduğu
sözcükleri
de almak çıkar yol değildir. Türkçe'nin mutlu
geleceği yarınlardadır, uzak değil.
Genellikle bugün yazıda ve konuşmada
Türkçe %70 dir. Romanda %90 a yükselmiştir.
Sorumluluğunu taşıdığım «Türkçe» dergisinde
ise, bu oran, %98 in üstündedir.
Kendi öz dilimizle, Türkçemizle, düşüne­
mıyan,
ceğimiz, duyacağımız, seveceğimiz, kızacağımız.
öğeceğimiz, yereceğimiz
günler uzak değildir.
bir sözcüktense.
yanlış söyliyeceğim, yazacağım arı dilimi yeğ
tutarım. Çünkü o benim kafamdır, çarpan yüreğimdir. Her dilden üstündür, güzeldir:
«Türkçem, benim ses bayrağım>.
Doğru kullanacağım
yabancı
7
....
Zarlar ve insanlar
İbrahim HIZALAN
Zar atıyorum, zarları atıyorum.
Mor, turuncu, perme veya renk.siz zarlar. Üzerinde 1, 2; 2, 6; 4, 3 yazan veya rak_amsız zarlar.
&nk_lerini, maddelerini tam ola rak_ belirliyemıyorum, rak_amlarını okuyamıyorum. Fak_at, biliyorum ki
bunlar zar.
Atıyorum onları. Üç diyorum, beş
diyorum !{örmeden !{öremeden. Hal buk_i belk_i sek_iz, belk_i onbeş yazıyor
üstlerinde. Atıyorum, tekrar atıyorum.
Avucumun içi sırılsık_lam olmuş, avucumdan k_ayıp düşüyor zar. Dört! diye
ba"Rzrıyorum, ![Örmeden, duymadan.
Yanımda dört diye fısıldıyor birisi. Bir
ses hile yaptın diyor. Hayır! V allahı'
hayır! Görmedim, ![Örmüyorum, !{öremem diyorum. Duymuyorlar, duymak
istemiyorlar. Bir bez .r::etirip ![Örmeyen
J<özlerimi kapıyorlar. Zarlar elimde, atıyorum, atıyorum. Hırsla atıyorum; sinirle atıyorum. Avucumun içinde atı­
yorum. Vaktim bitesiye kadar hevesimi
almak için atıyorum onları. Oysa ki
val(timin bitece'f,ı' korkusundan hevesimi alıp almadı'f.ımı bile bilmeden atı­
yorum. Çünk..i bilmiyorum ne zaman
bitece'Rini vaktimin. Ama bilıyorum k_i
erf{eç bitecek_. Belki hemen şu an, belki de şurada zar aatn herkesin vak_ti
bittikten sonra ...
... Yeter, diyorlar birden, haydi f{t·diyoruz, vakit Keldi. Olmaz diyorum,
olmaz. Ne olur biraz daha kalayım, biraz daha atayım şu zarları. Hem, inanın bana hile yapmıyorum. Gidiyoruz
diyorlar, üzülme senin yerı"ne başkaları
atar o zarları, söyleriz onlara. Cevap veremiyorum bu kez. Zavallılar, bilmiyorlarki herk.es kendisi atar zarını:
1
GALA~ASARAY
8
Eski
Galatasaraylılar
:
Abdi ipekciyle
DergiIT)izde, zaman zaman, eski Galatasaröportajlar yayınlanır. Bu sene de okulumuz 47-48 mezunlarından, hepimizfa tanıdığı, Milliyet
gazetesi
yazı işleri müdÜrü Abdi İpekçi ile bir konuş­
ma yapmağa karar verdik. Bu kararımızın asıl sebebi· Abdi İpekçi'nin aynı zamanda dergimizin, «Gafatasaray» adı ile, ilk çıktığı sene
Neşriyat Kolunda vazife almış ve daha sonra
bu ·kolu bilfiil idare etmiş olmasıydı.
Gazetedeki işleri dolayısıyla çok. meşgul
olduğundaµ, birkaç defa telefon ettikten. sonra ancak randevu alabildik ve bir perşembe
akşamı Milliyet gazetesinin, Molla Fenari sokağındaki idarehanesine geldik. Kendisi henüz
toplaı:ıtıdaydı. S.evimli sekreterinin
odasında
bir süre bekledikten sopra, Abdi İpekçi bizleri
yazıhanesine aldı. Teyp ve fotoğraf makinelerinin işler hale getirilmesinden sonra konuş­
maya başladık.
Bu aracla bir nokta üzerinde durmak isteriz. Bizler bu röportaja hiçbir şekilde hazır­
lanmadık; Konuşma kendiliğinden açıldı, gelişti ve sorularımız kendiliğinden ortaya çıktı.
.Önce, eski dergilerden birini göstererek,
kendisinden, ilk çık.aranlardan birisi olması sı­
fatıyle, fikrini sorduk. Abdi İpekçi, «görünüş
itibarıyla güzel. bulduğunu, fakat yazıları o):\:umadan tam fikrini belirtemiyeceğinh açık­
ladı. Ve,· eski ve yeni dergilerin karşılaştırıl­
ması şekliı:ıde. bçışlayan konµşmçı, eski ve yeni
raylı ağabeylerimizle yapılan
konuşma
karşılaştırılması şekline dökülGalatasaray'da, okul içi ve okul
dışı faaliyetlerin azaldığından; izcilik,
resim,
tiyatro, edebiyat, satranç ve bilhassa spor gibi
övündüğümüz ve ilerde olduğumuz
branşlar­
da, şimdi maalesef, bir varlık gösteremediği­
mizden bahisle; bu gerilemenin, talebelerin olduğu kadar ,idarecilerin de aiakasızlığının sonucu olduğunu kabul ettiğimizi anlattık. Kendisi bu duruma hakikaten üzüldü, fakat düzeltilmesinin de büsbütün imkansız olınadığını,
bu arada bilhassa son sınıflara oldukça mühim vazifeler düştüğünü belirtti. «Bizim zamanımızda da dedi eskiler mektebin gerilediğini, kendi zamanlarında daha iyi olduğunu
söylerlerdi. Fakat biz, son sınıf olarak bu gibi sözlerden ümitsizliğe kapılmaz, eskilerin
yeni nesillere daima kusur bulduklarını düşü­
nerek kendimizi teselli eder, fakat yine de daha iyi olmaya çalışırdıkı>. Bizlere, bir Galatasaraylı büyüğümüz olarak söylediği bu
öğüt
yollu sözlerden sonra, kendisine, gençliğin gidişi hakkında düşündüklerini sorduk. Abdi İ­
pekçi, gençlerin memleket meseleleri karşısın­
daki davranış ve hassasiyetlerinin, ilerisi için
umut verici olduğunu söyledi. Daha sonra, İs­
viçre'nin «İllustre» dergisinde, talebeliği zamanında, Türkiye hakkında çıkan bir yazıya,
dergimizde vermiş olduğu cevapla ilgili bir sual sorarak şimdi de gençliğindeki kadar milliyetçi olup olmadığını, daha doğrusu milliyetGalatasarayın
dü:
Şimdiki
9
GALATASARAY
çilik fikrinin
madığını
bazı değişikliklere uğrayıp uğra­
öğrenmek
istedik. «Şüphesiz» dedi
daha şuurlu bir hal aldığı­
nı, insanlığa yararlı olmuş bir Afrikalının, mesela, akisleri hala devam eden, o iki Alınan
gencinin .öldürülmesi hadisesinin failleri olan
iki canavara (kendi tabiridir) tercih edeceğini
ve bu fikrin
şimdi
açıkladı.
Hayat felsefesini. eHumanisb bir felsefe
olarak açıklayan Abdi İpekçi doğruluğun baş­
langıçta zararlı bile olsa ileride faydalı olduğuna inandığını da ilave etti.
Bundan sonra
tekrar dergi ve mekteple alakalı konuşma ve
sorulara dönüldü. Dergiyi çıkarmak için ilk
zamanlar nasıl zorluklarla karşılaştıklarını, fakat buna rağmen yine de iki ayda bir dergi
çıkarmağa muvaffak olduklarını anlattı. Şim­
diki dergide bilhassa .ı:humour» eksikliği farkettiğini de belirtti.
Bu arada vakit ilerlemekte, yazıhanesinin
üzerindeki telefon daha sık çalmaktaydı. Son
olarak okul hayatıyla ilgili sorular sorduk. Yetiştiriciden geldiğini, umumiyetle iyi bir talebe olduğunu, mektepteyken biraz tenis oyna-
dığını
fakat spordan çok spor yazarlığı yaptı­
söyledi. Son sınıfa kadar mimarlık ve gazetecilik arasında bir ayırım yapamamış, son
sınıfta «nihayet birinden birini seçmeğe». karar vermiş ve gazeteciliği seçmiş olan Abdi İ­
pekçi ayrılırken bizlere: eOkula yararlı olmak,
siz, son sınıf öğrencilerinin elinde» diyordu.
NEŞRİYAT KOLU
ğını
~111111111111111111111111111111nıuının1111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111111ıuıut1U1111nRUlllllllllUlllllllllllHHlllUIUUllllUllll
1 YELKENSİZ YELKENLİLER
§Tak tak_ diye öter
~Ayakkabı topukları kaldırımlarda
§BClfka ses yoktur
§Köfede bir yosma siJ?ara ı'çer
~Belki de yarım saatte bir
llllllllllllflllllllllllllllll1UUUlft,o;
1
§
~
§
§
~
KİMYAGERE GÖRE
Bakışların comburant
Kalbim combustible
[Bir otomobil geçer
1Kırr;ıızı
§Y~
1ba;:.ken kayıklar kıyıya çekı'lir
~
~
!;~.·
1
:
§Sardalyalar dökülür ağlardan
I~~
§Sert balıkçı yüzlerinde KÜneş
1Tak tak diye öter
§Ayakkabı topukları
1Başka ses yoktur
YAŞANTI
lşte yClJantımızı bı'tirdik_
kaldırımlarda
§Yalnız bir k_öşede yalnız bir yosma yalnız
1
I~
§Kırmızı
Is~
1Sardalyalar tartılır derk_ı:n...
bir sigara içer
~
§
1
~~~
1Yeşil
1
1
~ Yelk.ensiz yelkenliler sallanır rıhtımda
isarı
§
§
§
1
Misafirdik do'f.ada
Umdu'f.umuzu bulamadık ama
içimizde sevmek duyf?USU boldu
1
1
1
Yaşadık
1
Birşeyler yClJadık
f.ena
mı
§
oldu..
§
Adnan ONART
~
1
1
~l111111111111ııttıııııtıııı111ııııııı111tıı1111111unıı11111111111111111111ttnınııınıı1111uı111uııuıuJUUllllllHllllHHUHHlllUllUlllUllll~lllllllllHIUlllllllllllUlljltll!lllUllUIUlllUllUlllltı>~
10
GALATASARAY
RATE
Turhan ILGAZ
L'homme s'etait assis sur un banc. İl
regardait, depuis un certain moment, le
chat qui portait dans sa gueule une toute
petite souris qui vivait encore et s'agitait
entr.e ses dents pointus.
L'homme revait, ensorcele par les balancements sans esperance de ces pattes
minces. İl revait'a des vagues souvenirs.
Un petit garçon, sa mere,
son pere.'
Le
petit enfant joue dans le jardin d'une
maison. İl est presque nu, parce qu'il fait
a:ssez chaud. Un chien noir, et, des diners
sur UI1; balcon rectangulaire, pendant les
soirs d'ete sous un vaste ciel etoile.
İls vivent dans une contree chaude.
Un jour le gros chien meurt, empoisonne par les agents. L'enfant pleure. Le
ciel noircit; on ne mange plus sur le balcon
rectangulaire. Le pere se föche assez
souvent, la mere erle. Les nuits deviennent
de plus en plus noires et les jours de plus
en plus chauds, de plus en plus etouffants.
Apres, un aeroport. Des avions. Dans
un coin l'enfant. sa mere et un vievillard.
C'est le grand-pere. İl fait tres chaud. Et
ils volent vers une nouvelle contree que
l'enfant ignore. Un nouveau commencement; mais cette fois dans un appartement
d'un grand immeuble. Car la nouvelle
contree est une grande ville. Les jours se
suivent ...
Et puis, de nouveaux visages. Des
femmes et des hommes auxquels l'enfant
n'est pas habitue. Une nouvelle famille.
Une autre femme pres du pere et, une
petite fille. Puis des annees qui passent. ..
Le garçon grandit, la petite fille aussi.
İls s'aimaient tendrement, comme un
frere et une soeur. Mais a mesure qu'il
grandit, le garçon, de plus en plus, se
renferme en soi meme. Pourtant le pere
l'aime, et meme beaucoup. Mais c'est cet
amour exagere qui le gene en realite. İl
en eprouve de l'ennui. Cet amour pese sur
lui comme une masse insupportable au
point qu'il ne peut plus respirer. İl etouffe.
Sa vie devient de jour en jour plus insignifiant, plus superficielle, volatile pour
ainsi dire. İl ne peut agir par lui-meme.
Touj ours cet image de son pere, de cet
homme si robuste en apparance mais si
fragile en realite, se dresse devant lui. Les
jours, les mois, les annees passent l'un
apres l'autre. L'ennui s'empare du jeune
homme. Cependant il a une vie normale
aux yeux des autres. Mais a vrai dire il
soufre. İl doit cacher, meme ses actes les
plus normaux, aux yeux de son pere. Alors
tout cela lui met la mart dans l'ame. Ses
etudes finies, il se jette dans la vie. Mais
quoi? Les defaites succedent aux defaites.
Sa vie sentimentale n'est qu'une longue
decheance. İl aime les femmes, mais il ne
sait pas leur plaire. De plus en plus un
sentiment d'inferiorite l'obsede. Son intelligence et sa culture ne lui sont d'aucun
secours. İl est completement desempare.
İl n'ose pas songer au suicide. Peut
etre qu'il a peur, peut etre qu'il concidere
que ce n'est pas une solution. En tout cas
il eprouve encore de la curiosite pour la
vie. İl trouve pour s'y attacher des raisons
qui ne sont peut etre que des pretextes.
Peu a peu il commence a hair la
societe. İl oublie deja cette petite maison
au milieu du jardin, ce balcon rectangulaire, ce ehlen noir. Maintenant une
audeur suffocante l'asphyxie: L'haleine de
cette faule d'hommes feroces qui le tient
entre ses dents comme ce chat qui tient,
en se pourlechant, cette petite souris
eperdue et sans defense.
11
GALATASARAY
Gercek
Müzik
,
Alpay EVİN
kolunda açıklayıcı ve d.inleme yollarını
gösteren kaynaklara daha çok ihtiyaç var.
Suçu eğiticilere yükledik ama biraz da
kendimizden bahis edelim. Evet biz gençler niye klasik müzikten, vebadan kaçar
gibi kaçarız da onu anlamayı, sevmeyi denemeyiz? Aramızda popüler müzik sevmeyen, ondan zevk almayan yoktur da niye
popüler müziğin babası olan, ona hayat veren klasik müziği inkar ederiz? Birçok popüler müzik hayranı acaba zevk ile dinledikleri melodilerin çoğunun klasik eserlerin temleri olduğunu bilseler ne yaparlar?
Nedenlerini bir türlü çözemediğim, bir
klasik müzik düşmanlığı var bizde.
Bir operadan, bir baleden bahis açıldığı
zaman karşınızda söz sahibi olabilecek bir
«kişi» bulamamak, söz sahibi olanları ise
«snob» lukla yargılamak, duyulan herhangi bir klasik şaheseri cenaze marşına benzetmek niye? Daha ileriye gidemeyen örümcekli kafalar niye hakiki müziği daima inkar ederler?
çeşit
Bu gün Türkiyede klasikten anlayan
ve seven bir avuç insanın niye çoğunluğu­
nu yaşlılar teşkil eder? Niye A vrupada
büyük gençlik kütlelerinin takip ettiği
konserlere bizde sadece bir avuç yaşlı gider?
Evet son söz size; zevkle dinlediğiniz
müziklerin babası klasik müziği inkar etmeyiniz, onu dinlemeye, anlamaya çalışı­
nız, gör~ceksiniz küçük bir gayretiniz sizlere çok şey kazandıracak.
«Bir müziğin tadına varmak, o müzikle kuracağınız yakınlığa bağlıdır» der
Paul Grabbe.
Oysa bizde de zaman zaman iyi niyetiyi niyetli topluluklar
kurmuş, gençliğe bu zevki aşılamaya çalışmışlardır. Ama sonuç ne oldu? Bundan
birkaç sene önce mektebimizde de faaliyet
gösteren <~eunesse Musicale>> topluluğu,
alaka ile izlenmişti. Bu işi yönetenler ne
oldu?
li
kişiler çıkmış,
Bizler birer müzik bilgini olmak zorunda değiliz, hoşumuza giden eserlere doğan kulak dolgunluğu yeter de artar bile.
Her zaman her şeyde olduğu gibi bir sese
uzaktan seyirci kalırsak onun inceliklerine
inemez ve ondan en ufak bir zevk dahi alamayız. Oysaki yakınlık kurduğumuz şe­
yi çok daha iyi anlarız.
Bence bütün bu acı gerçeklerde suç
gençlikte değil, bizlere yön veremiyenlerdedir. Ne için işe iyi niyetle başlayanlar,
döneklik ederler? Ortaokulda okuduğumuz
müzik dersinde bizlere niçin sıkıcı çocuk
şarkıları ve lüzumsuz solfejlerden başka
bir şey öğretilmez? Oysaki müzik gibi belirsiz, çözülmesi büsbütün güç bir sanat
Kardeşimiz
Ahmet Vedat
kaybettik. Galatasaray
Evet inkar edemeyiz Bach'ları, MoBeethoven'leri, yenilere geleli,
' Debussiy'leri, Ravel'leri, Bartok'ları...
zart'ları,
Abacıoğlu'nu,
acılı
ailesine
I/XII/1963 gunu,
diler.
başsağlığı
12
.
GALATASARAY
,,....
HiKAYE
l
•
UFKA DOGRU
Tayfun İNDİRKAŞ
Ufka doğru bir atılış. Ona ulaşabilmek, onu ellerinde tutabilmek, sıcaklığını okşayabil­
mek. Bu umutla ayrılınıştı köyünden. Bir eşek­
le. terketmişti yalnız kentini. Çocukluk hikayeleri, sevileri, anıları bir anda eriyivermişti,
tozlu mikroplu yolların ardında.
kıyıda bakımsız bir yerde, tıpkı bainsanlar gibi. Doğa ile kişi elele vermiş göçüyorlardı bilinmeyen bir sonuca doğru.
o··yılınadı. Ufka doğru atıldı. Yazgısında o da
varmış. ~e yapsın? Ona ufku, kıpkızıl,
kan
rengi, sarımtırak, mavi ufku göstermişlerdi. Ama. kara ufku kimse göstermemişti. Onu, kendisinin bulmasını arzuluyorlardı· herhalde. Geceleri yıldızları sayardı başı dönenedek. Bir
akşam bir yıldız ·kaydı bir ufka doğru. Ve bir
kentin. bir köyünden isimsiz, soysuz bit adam
çıktı bu yola.
Kenti
rındırdığı
Y-01 çetindi. Tozluydu. Bulantı, tiksinti veriyordu. Biçimsiz varlıklarla dolu, dopdoluydu yol. Çaresiz. Yolu geçmek gerekti ufka ulaşabilmek için. Yaklaştıkça ufuk kaçıyordu.
Tuhaf tuhaf bakındı etrafına. Yalnızdı. Yapayalnız ... Giysilerini çıkarttı. A,rtık çıplaktı. Ayaklarında acayip, hissetmediği şeyler batıyor­
du. Bir kahkaha duydu. Bir kahkaha, bir kahkaha daha. İrkildi. Döndü ve baktı. Kent halkı onu
çağırıy-0r ve gülümsüyorlardı.
Kara
karaydı elleri. Çürük dişleri de karaydı. Olumsuzca sallıy-0rlardı kollarını.
Neden mi?
Nerden bilsin o! Gereği de yoktu zaten. Önüne
bir şey çıkmıştı. Çarptı. Ve düştü. Bir zaman
emekledi. Sonra katılıncayadeğin güldü, güldü. Yüz çizgileri yumuşadı. Gerildi. Tekrar
yumuşamadı. Ağlamaya başladı.
Yıllar
'Emeklemişti.
gerisin geriye döndü. Zaman ilerliyordu. O ise duruyordu. Birden anası geldi aklıruı .. Hiç sevemediği anacığı. Nasıl da .ölmüştü.
Gözleri katılaşmış, anlamsız, dikine ufka ba• kan gözlerini hatırladı; Ya babası, -0nu hiç ta• nımamıştı. Savaşta ölınüş. Renksiz .bir güz sa; bahı onu yatağından, nazlı, sevgili karısının
koynundan ·Çekip koparmışlardı. Ama o döl a-
nasında kalmıştı. Sıcak
bir yaz günü de o doğ­
Çirkindi: Kafası çarpıktı. Anası onu
ormanda ardıç ağacının dibine lanetlemişti. Ebe yok ,doktor yok. Anasının dişleri var. Anası ölürken dişsizdi. Hala emekliyordu. Dört ayak yürümek daha rahat diye düşündü. Ağzi
tuzlu tuzluydu. Gözyaşları çizgilerle dudaklar.nda son buluyordu. Dudaklarını ısırdı. Yavuklusunun dudakları çatlaktı. Güneş kurutmuştu çatlakları. Derisini hep yolardı. Tiksindi. Kusmak istedi. Hfila dört ayaktı. Bir tak
yaptı. Ayaklar:nda kuvvet kalmamıştı. Tırnak­
ları parçalanmıştı. Nasırlı parmaklarından kan
geliyordu. Kanlı avuçlarını ağzrna götürdü. Emiş o emiş. Emdikçe kan tatlı gelmeğe başla­
dı ağzına. Fadimenin, onun gibilerinin ağızları
geldi aklına. Kötü şey düşünmüyordu gerçi.
Bir türlü de köyünden uzaklaşmamıştı. Altın­
da dönen dünyayla yarışıyordu sanki. Okulda,
Ahmet hoca -0nlara dünyanın döndüğünü söyleyince amma da şaşırmışlardı ha! Tam bir
hafta" düşünmüş, sonra da öğretmene dünya
dönmez demiş ve dayak yemişti. Demek ki ho"'
ca haklıydı. İnanniak vazifesiydi. İnanmak,
hiç bir şey beklemeden inanmak. Ölünceye
dek bağlanmak bir inanca şarttı. Nasıl bir inanç olursa olsun inanmak var olmak demekti. Ahmet Beyin şamarında bunlar gizliydi. İ­
lerde kişiliğini daha henüz bulmaya başlarken
tüm bunun etkisi altında kalınıştı. Fakat neye? İşte bunu hiç bir an cevaplandıramamıştı.
Belki korkmuştu. Kimbilir? Belki de başka
bir tokat yemekten çekinmişti. Yerde sürünüyordu. İnancı sarsılmamıştı. Ufka tekrar tekrar baktı. Gözleri dolu doluydu.
Tuz çatlak. du.
daklarını yakıyordu. Yine çıplaktı. Yine yalnız.;.
dı. Kalkmak. insanca yürümek zorunluluğunu
duydu. Kalktı binbir gayretle. Kahkahalat.. kesilmişti. Güneş -0nunla beraberdi.
Ufka d-0ğru
yürüy-0rlardı. Aralarındaki fark şuydu: Biri U"
fukta ölecekti, diğeri ise ölümsüzdü. Ölecek o-'
lan ufuklardı. Anasının gözleri ufuktaydı. ÖlÜ
gözleri...
muştu.
GALATASARAY
KONSER
SENENİN
ri çok
ilk hafif batı müziği konsebir seyirci önünde yapıldı.
kalabalık
Hazırlığı bir ay evvel başlıyan bu konser için başta Alparslan olmak üzere bütün 12 edebiyat arı gibi çalıştı. Bilhassa
Alp o kadar çok uğraştı ki - tabi hep fuzuli işlerle - birisi hariç olmak üzere, ders
lerini, ailesini velhasıl herşeyi ihmal etti.
Söylentilere göre başta M.. Balleret, M.
Vouzelaud ve M. Goudmand olmak üzere
bütün hocalar Alp ile tanışacakları günleri
heyecan ve sabırsızlıkla bekliyorlarmış.
Gelelim konser gününe: O gün bütün
sınıflarda hummalı bir faaliyet
göze
çarpıyordu. Bilhassa Hayrettin'in
ceketi
ve gömleği ile asorti bir kravat bulmaktaki çabası, Alp'ın saçlarını aynanın karşı­
sında yarım saate yakın taraması, K. Zaferin sivilcelerini ultra-modern usullerle
imha etmesi ve K. Tahsinin büyük heyecan ve neşesi gözden kaçmıyordu.
son
13
bağırış, çağırış, zıplayışlarını
hayretle izledik. Sadece solo gitar Ertuğrul iyi bir gitarcı olarak temayüz etti.
10,dakikalık bir aradan sonra gözümüz
ister istemez ön sıralara takılıyor. Fakat
belirtelim ki her sene birinci sfrada görmeye alıştığımız güzel kızları - mesela
Fatmayı - birkaç kişi hariç göremedik. Kabahat kimde acaba?
En önde Alp, Tülin ve Sevinç oturuyordu. Tülin burnu bir karış havada geldi,
ve bütün konseri aynı şekilde seyretti. Bu
arada bazı tanıdıklara dahi selam vermemesini üzülerek ve hayretle gördük. Ondan bu hareketi hiç beklemezdik. Sevinç ise güzel olduğu kadar mütevaziydi de. Biraz ilerde Hamit - Çiğdem, Berk - Semra,
Emin - Cevza, Şinasi - Meryem, Tahsin Gülen, A. Kamil - Keriman, Ali - İnci,
çiftleri oturuyordu.
Bu arada K. Selim ve Şevket usta haen verimli günlerinden birisini
yatlarının
yaşadılar.
İlk olarak öğle yemeğinden sonra her-
üzere kapıya aetti. Mehmed'in ve Alp'ın kapıda uzun
uzun bekleyişleri ve ümitsiz halleri çok enteresandı. Biz şahsen Mehmet'ten
böyle
bir hareketi beklemezdik, bunu ona hiç
yakıştıramadık. Alp'a ise bolca güldük, zira bu onun ne ilk bekleyişi idi ne de sonuncusu olacaktı.
14,45 de başlayacağı ilan edilen konser
ancak 15,15 te başlayafüldi. Sahneye ilk olarak Kentet G.S. adı altında küçük kardeşlerimiz çıktılar. Çok kısa bir zamanda
hazırlanan bu grup, çalışırlarsa ilerde daha başarılı olacakları kanısını uyandırdı­
lar. Daha sonra sahneye çıkan Cahit Obenin yaptığı müzik fiyakalı gitar ve kıyafet­
leriyle ters orantılı idi. Cahit Obenin sahne arkasında yaptığı çocukça hareketleri,
kes
«şeyleriyle» buluşmak
kın
Şimdi
sahnede Şevket Uğurluel orgörüyoruz. Onların gözükmesiyle, en önde oturan Serayın birden he:yecanlanmasının sebebini doğrusu anlayamadık. Özellikle I will fallow him, Not responsable da başarılı olan grup aynı zamanda sahnede neşeli hareketleriyle de sempati topladılar.
kestrasını
Bu esnada Sezen Cumhur sebebini anbir olaydan dolayı salonu terk
ederken, hepimizin tanıdığı ve hepimizin
sevdiği Fatma konsere henüz yeni geliyordu. Fatma'nın, Tanez'in yanına oturması
epey zor oldu. Fatma ve Tanez'i yanyana
görünce ister istemez hatırımıza Mehmet
lamadığımız
14
GALATASARAY
ve K. Aydın geldi. İyi insan lafının üstüne
gelir derler: işte Galatasaray Vokal gurubu bir eksiği ile sahnede göründü. Timur,
Mehmet, Tolga ve Aydın'ın gözükı::pesiyle
büyük bir gürültü kopuyor. Herkes. hay retler içinde ..
Salondaki uğultu ilk şarkıları <<J'irai
pleurer sous la pluie>> ile birdenbire kesiliyor. Onları tanımıyanlar hayretler içinde. Aman Allahım bu ne şahane bir çift
ses, bu ne enfes bir müzik.. Birinci şarkıyı
«J'entends siffler le train», «Devil in dhisguaise», <<Les deme guitares», <<All my
sarrow» ve diğerleri takip ediyor.
Bize tam .bir müzik ziyafeti çeken G.S.
vokal grubu, yaptıkları şahane müziğin
yanında, o nisbette mütevazi
oluşlariyle
herkesi kendilerine hayran bıraktılar. Mazeretinden dolayı aralarında bulunamıyan
Vasıf'ı sanki o da varmış gibi anons etmeleri, Vasıf'ın çok sevdiği All my sarrow'u
onun için söylemeleri ancak Galatasaraylı­
lardan beklenebilecek bir jest idi.
Konserin bu en başarılı orkestrasını
candan tebrik ederiz.
Tekrar salondakilere bakıyoruz: Alpay
ve Ali Kaçel'in idaresindeki fotoğraf cılar
enteresan pozlar yakalamaya çalışırken,
Ali Kaçel devamlı surette kızların ayaklarına basıyor. Diğer taraftan tanıyanların
ISLAK
Bir zamanlar
ıslak kaldırımlar
Baiıa
Seninle
dolaşırken ıslanan saçlarını
Hatırlatırdı
Birikmiş
sularda hayilini
Görür
Yağan yağmurda
sesini
işitirdim
Karanlık
geceler hana
çok sevdiği Üsküdar Kolejinden Sibel ve
Arnavutköy Kolejinden Gül'ii de aramızda
görmek bizi çok memnun ediyor. Bu arada Üsküdar Türk Kız Kolejinden Yüksel,
Oya, Nimet, Bingül, ve Nesrin sempatik
tavırlariyle hepimizin sevgisini
kazandı­
lar. Ayrıca Birgül'ü de aramamıza rağm.en
göremedik. Serra ve Mustafanın çok mesut bir halleri vardı!? ..
Daha sonra sahneye çıkan Faruk Akel
hepimizi· hayal kırıklığına uğrattı. Fakat
bunda G.S. vokal grubunun arkasından
çıkmalarının da rolü büyüktü. Faruk Akel
özellikle .:Roberta», «Remember me>> ve
«Let me cry» de başarılıydı.
Bu arada konser bitmeden salonu terk
edenler de vardı. Mesela A. Kamil ve güzel sarışın arkadaşı ve daha bir çokları ..
Şunu da belirtelim: konserin yöneticiliğini yapan Doğan bu işi hiç zorluk çekmeden başardı. Doğan sahnedeyken ağabe­
yisinin ve salonun en güzeli olan yengesinin ağızları kulaklarına varıyordu. Aynı
anda salonda dolaşan birtakım düğün davetiyeleri ve Alp'ı hararetle tebrik edenler de mevcut idi.
Netice olarak konserin intizamını sağ­
lıyan, Baran'a, Azmi'ye, A. Turhan'a, M.
İlhan'a, İbrahim'e teşekkür eder, Alparslan'ı ise büyük başarısından dolayı tebrik ederiz.
KALDl~~MLAR
Gözlerini
Solan yapraklar hayalini
Getirirdi ...
Dünden beri hepsi hepsi hatıra
Oldu
Bu gün ıslak kaldırımlar bana
Yağan yağmuru,
Solan yapraklar ise
Sadece sonbalıarı hatırlattı.
Metis AYGÜN
15
GALATASARAY
FAUVİSME
Ertuğrul
Günümüzün resmi artık tam hürriyetini
Gerek bizdeki gerekse yabancı
ülkelerdeki sergilerde teşhir edilen resimlerde,
renk kullanış tarşı bunu ortaya koymakta.
kazanmıştır.
20'. yüzyılın başlarına kadar, bir ressam
kendi ruh halini sınırlı bir şekilde, resim sanatının koyduğu bazı kaidelere bağlı kalarak
ifade etmek zorundaydı. Bir iki sanatçı birleşerek, bu kaidelere uymaksızın, yeni bir tarz
ortaya attılar mı. sanat çevreleri karışır, resimler ve yaratıcıları ağır surette tenkid edilirlerdi.
CANER
adımları, resim tarihinde inkılap yapacak olan
neticesine yaklaştırmaktaydı. Resimde çiğ ve
sert renkleri benimseyen bu ressamlar, 1905
yılında tam olarak Matisse'in çevresindeydiler
ve bir sene sonra da «Bağımsızlar» sergisinde,
hiç bir ekole mensup olmayan, sadece · görüş
benzerliğinden bir araya gelen eserleri teşhir
edilmekteydi. Empresyonizmin hakim olduğu
bu devirde, renklerin tüpaen çıktığı gibi kullanıldığı bu akıma eleştirmeci Louis Voauxcelles,
«Fauvisme» damgasını vurdu.
Resim bu serbestisini, son asrın başların­
da, biribirinden habersiz ve ayrı ayrı yerlerde
çalışan bir avuç sanatkara borçludur. Yüzyı­
lımızın ilk sanatkarane devrimini yapmış olan
bu adamlar belli başlı üç gurupta toplanmış­
lardı: Marquet, Manguin, Camoin, Puy birinci grubu meydana getiriyorlardı. İkinci gurup,
<tChatou» gurubu, Derain ve Vlaminck'den kuruluydu. Nihayet «Havre» gurubu Friesz,
Duffy, Van Dongen üçlüsünden ibaretti. Matisse bu akımın öncüsü ve takdimcisi sayılı­
yordu. Zamanla bu üç gurup onu.n etrafında
toplandı. Sadık arkadaşı Marquet onunla çalışmakta ve çalışmalarını izlemekteydi.
Manguin ve Camoin'de aynı şeyi yaptılar. Matisse'
in Academie Carriere'den Jean Puy ve Derain
ile tanışması ise 1899 yılına rastlar ki bu sıra­
larda Derain, Chatou'daki atölyesini Vlaminck'
le paylaşmaktaydı. Böylece Matisse Vlaminck'i
de tanımış oldu. Bir iki yıl sonra, bu topluluğa
Van Dongen, Friesz, Duffy ve Braque'da dahil
oldular.
Matisse'in, 1899 daki peyzaj taslaklarında,
esas olarak, bir nevi noktalama sistemi şeklinde ortaya çıkan «Fauvisme», kendisi tarafın­
dan şöyle açıklanır: «Renkli dizilişlerle, güneş ışığının resimde eşit değerini
vermek».
Aslında Fauvisme iki esas unsura dayanmaktadır: Renk şiddeti, bu renklerin yanyana dizilişi. Artık resimde gölgeler, kabartmalar, biçimleri belirten kenar çizgileri hep renk kuvveti ve bu renklerin yanyana kullanılışı ile i,..
zah edilecekti. Böylece Fauvisme, ressama ilk
defa tam bir hürriyet sağlayan akım oldu ..
Renk dizilişi bakımından esas olarak kalırken,
1907 de, kompozisyon bütünlüğü yönünden, yerini «Cubisme» e bıraktı, kuralları günümüzün
resmini meydana getirdi.
Son olarak, Fauvisme'in, günümüze kadar
gelen en iyi temsilcilerinden Vlaminck'i biraz
tanıtmak yerinde olur. Sert havalarda dolaş­
maktan hususi zevk alan bir insandır bu Vlaminck. Zaten, rüzgarın nefes kesen hızını tiıa­
line, tam bir canlılıkla, başka türlü nasıl .aksettirebilirdi. Toprağı sıcak ve müşfik renkl.erle boyayarak, ovanın denizden daha şefkatli
olduğunu, denizi renklendirirken,
onun iki
yüzlü çehresini, tam bir renk hürriyeti içinde
anlatışı onun, daha çok karaya bağlı bir insan olduğunu açıkça ortaya koymakta.
1899-1901 seneleri, bu yeni sanat akımı­
ilk adımlarının atıldığı devirdir. Bir taraftan Matisse ve Marquet'nin çalışmaları, diğer
taraftan Derain ve Vlaminck'in gayretleri bu
Vlaminc, «şahsiyetini sınırlayan unsurlardan» nefret
ederdi. Bence de Fauvisme; . şahsi_;
I
yetini sınırlayan unsurlardan nefret .eden insanların ekolü.
Şimdiyse, modern anlamda çalışılan eserler, eskisi gibi ağır hücumlara artık uğramamakta; ressam ve fırçası tam hürriyetini kazanmış durumda .
nın
s u
Sultanide her sene bir «Neşriyat Kolu»
derdi ':"ardır. Son sınıf öğrencilerinden üç beş
kişi, bu kolu alarak: «şunu yapalım, bunu gerçekleştirelim, aman üç dergi çıkaralım» diye
hummalı bir faaliyete lafla geçer. İlk iş olarak da onbirinci sınıftan iki tane çırak seçilir;
bunlar da hevesle işe girer: «Öyle mi ağbi, yaparız ağbi, reklam da alırız» diyerek işe baş­
lar ve ertesi gün «ağbi, reklam almaya gittik
kovdular bizi, ha! matbaa mı? Unuttuk, yarın
gideriz.:ı> diye dönerler. Böylece yedek ve asıllar kasım ayının ortasını bulurlar. Netice sı­
fır elde var sıfırdır. !fundan sonradır ki iş fiiliyata dökülür; zaten devamlı ısrarlar karşı­
sında tek tük yazılar da gelmeye başlamıştır.
ıJnce klasik kapağın değiştirilmesi için müza-
L
T
A
N
T' den
kerelere girişilir. «Baştan aşağı resim olsun»,
«yok yahu olur mu sarı kırmızı kalsın», <Gül
Baba'nın resmini basalım», «çeşmeyi
koyun,
çeşmeyi:!>. Ve daha sonra ,bu iş için, dam tepelerinde, mektebin demir parmaklıkları üstünde, arka bahçede tarzanvari numaralarla
fotoğraflar çekilir.
Bundan sonra basımevi arama işine baş­
lanır. Sabahtan izin alınır, ve Babıalinin kaldı­
rımlarında yarı aç ,yarı tok akşamadek dolaşılır: «Baksana yahu, falan matbağa ucuza basıyor, oraya bastıralım:ı>; <bırak allasen, o adamı gözüm tutmadı hem klişelerde bize ait, bir
de onlarla mı uğraşalım» gibi hararetli münakaşalardan sonra en ucuz (!) ve en temiz
basımevi bulunur.
>
-~-·'-.
-Lt..~ - •. ;
B
A
B
A L T 'ye
Öte yandan kapı kapı dolaşıp reklam aranmaktadır; sağolsunlar
Galatasaraylı
ağa­
beylerimiz, nazik bir şekilde, iktisadi buhrandan, işsizlikten söz açarak «gelecek dergi içim,
«kısmet olursa» ilan vermeği vaadederler. Onbea yirmi müessese dolaşıldıktan sonra bu da
biter.
Nihayet bir cumartesi günü, monden zevkler bir tarafa bırakılıp, bütün malzemeler koltuk altrna sıkıştırılarak, neşriyat kolu basıme­
vine kapağı atar. Mizanpaj büyük şamatalarla
tamamlandıktan sonra dergi nihayet çıkar. Çı kar ama bir de satması var o:nu: Neşriyat kolu
tam kadro satışa başlar: Ve «ağbi pazartesiye,
valla-billa param yok»; «leyli meccaniyim ağ­
bh; «daimiyim param gclınedt» gibi sevgili
arkadaşlarımızın
protestoları ve «ne demek
dersimi kesip dergi satmak»; «başka zaman gelemez misiniz»; «Müdür beyden izniniz var
mı?» diye sayın hocalarımızın yapıcı tenkidleri arasında dergi satılır. Birkaç hafta vade
ile kalan paraların bir kısmı da toplanır.
Arkadaşlar, bütüı'l. bunlar işin karikatürize
edilmiş şekli; amaç derginin yaşamasıdır. Fakat, bu amaç yalnızca bir geleneğin devam ettirilmesi değil, aynı zamanda Galatasaray kültürünün, Galatasaraylılık ruhunun da devam
ettirilmesidir. Bu da karşılıklı çalışma ve yardımlaşmayla olur kanısındayız.
Dergiyi benimseyiniz, destekleyiniz.
NEŞRİYAT
KOLU
18
GALATASARAY
KANUNUN
Kanunun kapısı önündeki bekçi ayakta duruyordu. Taşralı adam kendisini tanıttı ve içeri girip giremiyeceğini sordu.
Fakat bekçi, şimdilik buna izin veremiyeceğini söyledi. Bunun üzerine adam, kısa
bir tereddütten sonra, ileride içeri alınıp
alınmıyacağını öğrenmek istedi. Bekçi, «Olabilir dedi; fakat şimdi değil». Ve her
zaman açık duran kapının önünden çekildi. Taşralı adam içerisini görmek için bir
parça eğilmişti ki, beriki· onun bu hareketini farketti ve. gülerek: «Burası dedi seni bu kadar çekiyorsa dene bakalım, iznim
olmadan içeri girmeği. Fakat, şunu da iyi
bil: Senden kudretliyim. Hem de ,bu bakımdan, buradaki öteki bekçilerin sonuncusu sayılırım. Her koğuşta birbirinden
kudretli bekçiler var. Benden sonra üçün. cü geleninin hali bana bile dehşet veriyor.»
Doğrusu ya taşralı adam hiç bu kadar zorluk beklemiyordu; kanun herkese, her zaman açık olmalıydı. Fakat şimdi, kürk paltosuna burünmüş, sivri burunlu, ince-uzun
siyah Tatar sakallı bekçiye biraz daha yakından baktığı için, kendisine içeri girme
izni verilene kadar beklemeğe karar verdi. Bekçi de ona bir tabure verdi ve, fazla
da yaklaşmamak üzere, kanunun kapısı­
nın önüne oturttu.
Orada Taşralı adam,
öylece oturmuş bir halde günlerce, senelerce kaldı. Pek çok gayretler sarfetti içeriye girebilmek için, ve bekçiyi epeyi yordu, ardı arkası kesilmeyen dualarıyla.
Bekçi de bazan onu sorguya çekerdi; memleketine ait şeyler ve daha bir çok başka
başka şeyler sorardı. Fakat bunlar kayıt­
s~zlıkla, adeta bir senyör edasıyla sorulmuş suallerdi. Ve her seferinde bekçi; henüz onu içeri alamıyacağını tekrarlıyarak
son verirdi sorgusuna. Uzun bir seyahat
için gayet iyi hazırlanmış olan adam, bekçiyi kandırmak için, ne kadar pahalı olursa olsun, bütün çarelere baş vurdu. Beri-
ÖNÜNDE
ki gerçi her şeyi kabul ediyordu, ama hemen de ilave ediyordu: <<Hiç bir şeyi unutmadığını iyice göresin diye kabul ediyorum.» Böylece, seneler ve seneler boyunca adam hiç ara vermeden bekçiyi izledi.
Diğerlerini unutmuştu bile. Bu birincisi,
Kanunun kapısını aşabilmesci için yegane
engeldi onun gözünde. İlk yıllar, kötü talihini durmadan ve yüksek sesle lanetlerdi. Daha ~onraları, ihtiyarladığında, dişle­
ri arasından sızlanmakla yetiniyordu. Derken bunadı, ve artık senelerce gözleye
gözleye bekçiyi, kürkündeki pirelere varıncayadek tanıdığından ,pirelere yalvarmağa, onları yardıma çağırmağa
başladı
bekçiyi yumuşatmak için. Nihayet gözleri de zayıfladı ve bir an geldi ki, etrafının
mı daha. karanlık olduğunu, yoksa gözlerinin mi onu aldattığını. bile anlamamağa
başladı. Fakat şimdi, çok iyi tanıdığı sonsuz bir ışık, karanlığın içinde, kanunun kapısı önünde parıldamaktaydı. Artık
çok
ömrü kalmamıştı Taşralı adamın. Ölmeden
önce, kafasında kaynaşmış· bunca yıllık
tecrübeleri, o zamana kadar bekçiye sormadığı bir soruya inkilap etti. Bekçiye eliyle gelmesini işaret etti. Kanun kapıcısı
onu duymak için iyice eğilmek zorundaydı. Çünkü boyları arasındaki fark zamanla, Taşralı adamın al ey hine olarak değiş­
mişti. <<Ne öğrenmek istiyorsun hala diye
sordu bekçi, tatmin olmuyorsun bir tür1il>>. Adam: «Şay~t dedi herkes kanunu
arzuluyorsa niye bunca yıldır benden baş­
ka kapısını çalan olmadı?» Kanunun bek.çisi adamın sonunun nihayet· geldiğini hissederek ,duvar gibi sağır kulaklarına ağ­
zını yaklaştırıp gürledi: <<Buraya senden
başkası giremez, çünkü bu kapı yalnız senin için yapılmıştır. Şimdi gidiyorum ve
kapatıyorum kapıyı.»
Franz Kafka'dan çeviren:
Turhan Il..GAZ
19
GALATASARAY
Orta köyde
Lisenin her
sınıfında
bulunan ve Ortaköyen
tatlı, en mesut senelerinin bu deniz kıyısında­
ki tarihi, havası sıcak ve samimi binada geçirdiklerini söylerler. Bizlerin de bu röportajdaki gayemiz bu arkadaşların hatıralarını canlandırmak, oradaki günlük hayatı, küçük kardeşlerimizi elimizden geldiği kadar sizlere ta -
de
okumuş
olan
arkadaşlarımıza sorarsanız
nıtmaktır.
İzin formalitelerini ve derginin baskı işle­
ri ile ilgili bazı meseleleri hallettikten sonra,
saat 12 ye doğru «aşağı okula» geldik.
Müdür İbrahim Uygur bey de zaten bizi
bekliyordu. Son dersi kaçırmamak için hemen derslere girmeği uygun bulduk ve birinci
sınıfın kapısını çaldık.
Kürsünün etrafında
çepeçevre dizilmiş sıralarda küçük Galatasaraylılar oturmuştu. Öğretmenleri ise çoğumu­
zun tanıdığı, Galatasaray'da dokuzuncu senesini tamamlamakta olan Mme. İllac'dı. Bizleri
güler yüzle karşılayan Mme. İllac, derslerinin
c:Lecture» olduğunu, fakat çocukların okumasını yeni öğrendikleri için dersin fazla enteresan olmadığını, fransızcalarını görebilmemiz
ıçın «Langage» yapmağı teklif etti. Bu teklifi
hep beraber kabul ederek dersi takibe başla­
dık. Kürsünün üzerinde bulunan mektep maketi üzerine sorulan soruları bütün çocuklar
güzel bir fransızcayla adeta biribirleriyle yarış edercesine cevaplandırıyorlardı. Hele Mme.
İllac'ın sorduğu soruların o sabah
öğrenilen
derse ait olduğunu öğrenince bayağı şaşırdık,
fakat iftihar da ettik. Çocuklar sınıf içinde bir
serbestiye sahip. Arzularını Türkçe olarak söylüyorlar, öğretmenlerinden fransızca cevap alıyorlar. Mme. İllac'ın türkçe bilmesi, küçüklerin arzu ve isteklerini anlayarak yerine getirmeğe çalışması, onları sıcak ve samimi bir
hava içine sokuyordu. Sınıfından memnun olup olmadığını sorduğumuzda: «İls sont gentils, mais c'est difficile de les faire apprendre
en meme temps le français et la 1ecture et
b r
gun
l'ortographe» .dedi. Ayrıca bu seneki I. sınıf talebeleri diğer senelerdekilerden daha küçük
olduklarından öğretim zorlaşıyor.
Fakat üç
dört ay içinde normal bir seviyeye geleceklerini de Mme. İllac ilave etti.
Kendisinden müsaade isteyip ayrıldıktan
ssınra Ytş. A sınıfına girdik. Burada Mme. Salzedo'nun dersi vardı. Bizi şaşırtan şey sınıfın
karanlık olması ve projeksion gösterilmesiydi.
Bu hiç alışkın olmadığımız bir. ders şekliydi.
Üç sene evvel Ortaköyde tatbikine başlanan
«audio visueh sistemin kontrol bölümünü yapıyorlardı. Bu derste projeksion makinesi perdeye bir imaj aksettiriyor ve bu imajla aHikalı
sözler, aynı anda, teypde duyuluyordu. Bu arada öğretmen, talebelere teker teker. duyduklarını tekrar ettiriyordu. Dersde, bilhassa dikkatimizi çeken şey, çocukların teypde söylenenleri, bir fransız aksanıyla tekrar etmeleri
oldu. Biraz sonra yemek zili çaldı. Lisede görmeğe alışkın olduğumuzun tersine, koşarak yemeğe gideceklerine etrafımızı
çevirip sualler
sormağa başladılar. Sualleri, en fazla lise ile
ilgiliydi. Yukarı mektepteki tanıdıklarına, lisenin derslerine, 15.30-17.00 arası izinlerine ait
türlü türlü şeyler bir sürü ağızdan çıkarken,
bir kısmı da herbirimizi bir kolumuzdan yakalamış, kendi yemekhanelerine gelmemiz
ıçın
ısrar ediyorlardı. Yemekhaneleri de, hakikaten, liselileri kıskandıracak kadar mükemmel.
Küçükler tek sıra halinde yemekhaneye
giriyorlardı .Bunun sebebini İbrahim Uygur'dan sorduğumuzda: .:Böyle yapmamızın sebebi, çocukların sıcak yemek yemelerini sağla maktır. Sırayla, yemeği konan masalarda oturanlar böyle gurup halinde girerler» dedi.
Dördüncü sınıfların masasına oturunca,
yemeği büyük bir neşe içinde, durmaksızın onların arkası gelmeyen, fakat zekice sorulmuş
suallerine cevaplar yetiştirmeğe çalışarak ancak yarım saatte bitirebik!ik. Yemek teneffüsünde 4 lerle 5 ler arasındaki voleybol maçını
seyrettik. 5. sınıfın büyük gayretlerine rağ­
men 4. sınıf maçı 3-0 kazandı.
Ders zili çaldığında, küçük Galatasaraylı­
lar sınıflarına koşarken bizler de İnci Hanı­
mın nezaretinde Phonetik laboratuarının yolunu tuttuk. Burada üç ayrı hücre ve her hücrede birer teyp, mikrofon ve kulaklık vardı. Bu
konuda Fransa'da özel ihtisas yapmış olan İnci
hanım deneme için Ytş. B sınıfından bir talebeyi bir hücreye soktu ve bize bu yeni usulü
izah etti. Talebe ilk önce teypteki sözleri (ki
bunlar kafi aralıklarla banda alınmıştır.) tekrarlıyordu, mikrofona söylediği,
tekrarladığı
kelimeler ,hususi surette yapılmış olan bandın
20
GALATASARAY
EUGENE
1954 senelerinde Eugene İonesco Paris'te, Fransızların «rate» tabir' ettikleri bir
kişi olarak tanınıyordu. Hayranları par makla gösterilecek kadar azdı. Kendisine
karşı hem; nüktesinin şekillerine şaşırmış
olan büyük bir halk topluluğu, hem de ha~
ıa «bağlı» edebiyatla «bağlı olmayan» edebiyat arasındaki harp sonrası ayırımlarla
uğraşmakta olan bir kısım avangard «intelligentia» sı bulunuyordu. Ne bir dava
güden; ne de bayrağı olan bu franco-romen
ortalığa endişe vermekteydi. Nihayet dananın kuyruğu «Sandalyeler>> in tekrar oynamasıyla koptu: Bu sadece bir piyesin
basit bir başarı kazanması değil ,fakat hız­
la Almanya, İngiltere, İtalya, Polonya, İs­
rail ve Güney Amerikaya zincirlemesine
sıçrayan bir tepkiydi. Bugün ise artık hiç
İONESCO
bir şey _İonesco'nun tiyatrosunun kendini
zorla kabul ettirmesine mani olamaz.
Bu arada kritiğin silahlarını tamamiyle bıraktığı söylenemez. Öyle ya, Fransa'da
rasyonalizmin geleneksel şekillerine keridi
tarzlarında hepsi, ama hepsi sadık oian
budjuvalar olduğu gibi entellektüeller de
vardır. Bunlara has, daha evvelden 1mal
edilmiş petek gözlerinin hiç birinin içine
girmeyen bir yazara nasıl itimat edilebilinir? Bu tiyatroda en çok şaşırtıcı taraf da,
şüphesiz, gülmenin yardımcı bir unsur olarak değil de, bir şiir kuvveti olarak kullanıldığıdır. Bazan öyle olur ki,
örneğin
«Albay'ın Rüyası» nda olduğu gibi, çıkış
noktası ilkönce hikayeye çevrilmiş bir düş­
tür. Sonra da bu hikaye piyes şekline dö(Devamı ·-sayfa
25 ·de)
ııııtıı11111111111111ıı11111ıı11ıııııı111111ıı111ııtııııııııı11ıtıııı1111111111111111ııııııı111ıııı111ııııı11ııııı11ıııttlttlllllllllllllllllllllltlllllllltlllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllllltlllllllllllllllll
alt kısmına alınıyordu. Bundan sonradır ki talebe kendi sesini dinliyor ve yanlışlarını düzeltmek imkanını buluyordu. Daha sonra, talebenin konuşması silinebiliyor ,fakat asıl
«texte» asla silinmiyordu. İnci hanım bize, bu
laboratuardan her gün, 16.00-18.00 arasında
60 talebenin devamlı olarak geçmekte olduğunu
söyledi. Ertesi gün ise sınıfta proj eksiy<mla
öğrenilen şeylerin tekrarı (memorisation), yapılıyor. İki üç ay kitap takibetmiyorlarmış. Sene sonu sınavlarındaysa, yazılılarda klasik
metodla çalışan sınıflarla aynı netice alınıyor,
sözlülerdeyse tatbiki daha iyi bir sonuç elde
ediliyor. İbrahim Beyden aldığımız bilgiye göre laboratuar daha da genişleyecekmiş. Biz de
böyle bir laboratuarı yukarı okulda da görmeği temenni ederek İnci hanıma teşekkür edip
fyrıldık.
Daha sonra girdiğimiz 5. sınıfta Mr. Pilet'nin matematik dersi vardı. Sınıfın en çalışkan talebesi olan 140 Mehmet Kısmet'in defterini bize gösterdi. Ödevleri kontrol ettikten.
sonra, derse kaldırdığı bir talebeden, bir üçgeBxh
nin alanının - - - olduğunu ispat etmesini
2
istedi. Yani bizde, yedinci sınıfta sorulan bir
soruyu, ilkokul 5 .sınıf talebesine sordu. Sebebini ise ,bu sınıfı iki senedir okuttuğu, bu yüzden onlara böyle suplementaire konular öğ­
rettiği bu sınıfın diğer sınıflara nazaran en iyi old~ğu şeklinde izah etti. Vaktin ilerlemesi ve daha ziyaret edeceğimiz bir sınıfın olması yüzünden bu meraklı dersten ayrılmak
zorunda kaldık.
Son olarak, üçüncü sınıfta, Seza hanımın
verdiği türkçe dersindeydik. «Atam seni anı­
yoruz» adlı bir parçayı inceliyorlardı. Çocukların hepsi dersi alaka ile takib ediyorlar, parmaklar kalkıp iniyordu. Hummalı bir çalışma
ile cevaplar veriliyor,
sözlüklere baliilıyor,
cümleler kuruluyordu. Buradan da istemiyerek ayrıldık ve İbrahim Uygur'a teşekkür ederek «Büyük Galatasarayım yolunu tuttuk.
Aşağı Mektepte bulunduğumuz zaman zarfında vaktin nasıl geçtiğini anlayamadık. Okula doğru yol alırken hafızamızda unutulmaz
bir gün, sevimli talebeler, güleryüzlü, nazik
öğretmenler ve... ertesi
günkü derslerimiz
vardı.
NEŞRİYAT KOLU
il
İNSAF
SENİ DÜŞÜNÜYORUM
"Yuvarlak. topa bak." dediydi falcı k._adıti
Seni dü:[Ünüyorum :[Öyle bir
Sıkı sıkı yumdum gBzümü
Yedi,
altı,
. Öylesine yetiyorsun
yirmibe:f...
hislerime
Her Kece dü:[lerimdesin
Hepsini
Seni atamaz oluyorum
Tane tane
Unutamaz oluyorum
Teker tek.er
Seninle doluyorum, doluyorum.
Yediden yirmibe:[e
Ahi Ne Künler Keçireceğiz beraber kjm bilir?
Masal gi,bi
Beraber oturacağız, yaşıyacağız
Tek.er teker...
Aynı
Bir ak:fam vakti
tencereden yiyeceğiz
Aynı küpten içeceğiz
Yan· sokaklardan birinde
Birbirine sokulmu:f iki insan Kördüm
Sonra
k.t
Atsam atamam
Satsam satamam
onları
Yemye:[il bir parkta, ye,[il
bankın
üstünde
Kördüm
Ah.! N' aparım ben senlen
Müstakbel kaynanam!
Gözlerinde fer, dudaklarında ay ...
Derk.en bı"r karanlık. çöktü
m
.. MIYORUM
Bu sefer bir Kar ,çok çok. trenler Kördüm
Altı numaralı
perondaki
Kader yüklü
vaKonları
Ağustos
kızıl
lokomotifi
KÜne:[inde buharla:[an KÖZyCl:[larmı
Ne batan KÜnü yererim
Ne
doğanı
överim ...
Ne
k.u:fları
sevmesini
Sonra ...
Ne k_.edi dövmesini
Hiçbir :[ey
Beceririm ...
Yalnız oynak. bir kalemin kağıt üzerindek.ı
Ne uçan k.ufa püf
iniltileri
Ve bir ReminKton yazı makinesinin
uzak.tan Kelen
N.-:: düfene uf...
Aralık_lı
Ne Kelene övKÜ
tok. hayk_ınrları
Ne Kiden sevf!.iliye çağrı
Yazamıyorum
Anlaşılıyor
"İnsaf" dedim falcı k_adına
"Reklamı
mu dostum?
bu i:[e de soktunuz"
Ben bu i,[i beceremiyorum.
Vurdum kapıyı çık_tım.
Doğan
FERAY
Doğan
FERAY
COGİTO
Hamdi
gibi
Renkler var önümde çapraşık, müze
soğuk, büyük sanat eserleri renkler.
İstemiyomm onları.
den.
Çıksınlar düşlerim­
Yıkılsınlar duvarlarından,
çöksünler
yuvalarında. Yağmur çiseliyor.
Neonlar
var üzerinde. Ayaklarım üşüyor, ben yürüyorum. Bir şeyler olmak istiyorum.
Merdiven zorlu, uzun, yıkıcı, yorucu bir
merdiven. Çıkamıyorum, kıvrılıyorum taşa, soğuk taşa. Hissediyomm yalnızlığımı.
Yarmak istiyorum si::;i, akşam sisini düşüncemle. Neyim ben? Kimim ben? Birşeyler kurmak, hayallere dalmak umuduyla içiyorum. İçki değil bu acı bir su, o da
bana boşluk veriyor. Dolmuş arıyorum ...
Lamba üzerime geliyor, paçal arım çamurlanmış, darı.lıyorum yağmura, sonra ağlı­
yorum yalnızlığıma. Düşüyorum merdivenden. Ayakkabım ıslak oln;ı.uş. Mutlu kişileri düşünüyorum. Gene omuz silkerek
yürüyorum. Tiksiniyomm şu an etraftan.
Kaçıp kurtulmak istiyorum, bir saçmalık
yapmadan.
Renkler: gene geldiler; sarılı, morlu,
Her şeyde bir şey var, bana bakıyorlar. Ne
var bende? Bir vücut, çıkık bir gırtlak,
düz saçlar, umduğunu bulamamış boşluk
gözler, gülmeğe çalışan bir yüz.
Dayanamıyorum. Kokuyor etraf. Düşünüyorum. Bir şeyler bulurum ümidiyle.
Otobüs durağında yok, beni bekleyecek olan ladvertli kız. Onu da kaybettim galiba. Topuz saçlarını özlüyorum, mavi kur-
BARIŞTIRAN
delesini arıyorum, çocuksu gülüşünü görüyorum, gene gelmemiş. Ağlıyorum bir
kez daha, yağmur altında. Belki yağmur
suyudur gözümden akan. Renkler köşede,
renkler, duvarda, afişte, renkler lambalarda. Kırmızı var lambada, demek burada da
şansım yok. Karşıya geçemiyorum, geriliyorum bir şeyler yapmak umuduyla. Şişko
biri geçiyor bir kadınla, çok gülüyorlar.
Boğuluyorum bayağı. Çelme takmak, çamur atmak istiyomm, ama elime ne geçer.
Düşünüyorum rüzgarı, gelsin dağıtsın bu
renkleri diyorum. Ben de alayım topuz saçlımı diyorum, sonra istemiyorum hiçbirini.
Yaşıyor muyum acaba? Önemli olan bu.
Alık alık yürüyorum vitrinler boyunca. Evimi özlüyorum. Üşümek istiyorum rüzgarda. Off! Fena renkler önümde, kurtuluş yok dönüyorum. Gülüyorum onlara.
Ben artık varım diyorum, mevcudum diyorum. Çünkü hiç olmazsa sizin hiçliğini­
zi düşünebiliyorum. İnsanlara iyilik için
kaybettim sevdiğimi. Hayasız, zavallı,
hırslı insanlar için. Ama onlar beni vurdular, ele verdiler, sonra çekip gittiler. Yalnızım. Ama düşünüyorum. Renkleri bile
düşünsem mutluyum. Kendimi buldum düşünmek hırsıyla. Renkler yükseliyor karmakarışık, göğe. Tersyüz olmuş
istenen,
arzulanan renkler. El sallıyorum onlara,
güle güle diyorum cici renklere. Oturuyorum. Gülüyorum katıla katıla saçmalığı­
ma.
23
GALATASARAY
SULTANtDEN
10 KASIM
Ataya
saygı
Kültür ve Edebiyat kolu, Atatürk'ün
25. ölüm yıldönümü münasebetiyle 10 Kasım'da, geçen yıllardan daha zengin ve daha uzun süreli bir anma töreni tertip etti.
Kıymetli öğretmenlerimiz ve arkadaşları­
mızın şiir ve konuşmalarına ilaveten, sahnedeki beyaz perdeye aksettirilen Anıt Kabir'in projeksiyonları bu seneki töreni daha da renklendirdi. Bunlardan başka,
programdaki «Fantastik Temsil», ufak aksaklıklarına rağmen, bu. seneki 1O Kasım
günü ayrı bir özellik kazandırdı.
Ayrıca, 15 kasım Cuma günü, Hukuk
Fakültesi profesörlerinden Tarık Zafer
Tunaya, okulumuzda Atatürk hakkında bir
konferans vermiştir.
KÜLTÜR KOLU FAALİYETLERİ :
Okulumuz Kültür ve Edebiyat kolu da
diğer okul içi kolları gibi 1963-64 ders yılı
faaliyetlerine başlamış bulunmaktadır.
Bu yıl başkan 12 Fen'den Semih Abut
ve diğer üyeler ise 12 Edebiyattan Doğan
Feray, 11 Fen'den Bülent Pabuççuoğlu, Timur Göral ve 10 C'den Adnan Onart'tır.
Edebiyat kolu, rehber öğretmen Zeki
Ömer Defne'nin idaresinde üç yönetim kurulu ve bir genel kurul toplantısı yapmış,
sene içinde yapılacak faaliyetler üzerinde
görüşmüştür. Özellikle sınıflar arasında
tartışmalar tertiplemek ve okulumuza kendi alanlarında ün yapmış önemli kişileri,
konferanslar vermek üzere davet etmek
bu faaliyetler arasındadır. Kültür ve Edebiyat kolumuz ayrıca okulumuzda Jean
Cocteau için bir gün hazırlamaktadır.
Genel Kurul
11111111111111111111111111
ÖZEL BİRLİK ;
«İstanbul liseler arası Kültür ve Edebiyat Kolları» içinde teşekkül eden ve birkaç lise'nin meydana getirdiği «İstanbul
liseler arası Kültür ve Edebiyat Kolları
Özel Birliği>> nin ilk toplantısı lisemizde
olmuş ve bu birliğin, 1963-64 ders yılında
yapacağı kültürel faaliyetler görüşülmüş­
tür. Bu faaliyetler arasında, önemli olarak
«Sanat akımı günleri» ve «liseler arası bilgi yarışmaları» vardır.
toplantısı
ııııııııııııııııııııtıtıııı
SATRANÇ
Okulumuz satranç kulübü de faaliyetlerine başlamış bulunmaktadır. Bu kol, 12
Fen'den Semih Abut ve II Edebiyat'tan
Suat İnanç tarafından yönetilmektedir.
Ortaokul satranç turnuvası tertiplenmiştir ve devam etmektedir. Bu arada İs­
tanbul Liseler arası satranç turnuvasına okulumuzun da iştirak etmesine karar verilmiştir.
Saturanççılarımıza başarılar
dileriz.
24
GA.LATASARA~
FLA~ELİST KULÜBÜ
Kulübümüz, 1962-63 ders yılı faaliyetlerinden olmak üzere 7-15 Eylül 1963 tarihleri arasında, Spor ve Sergi sarayında
açılan «İstanbul. 6?» Enternasyona! Pul
Sergisi'ne katılmış ve bir jüri diplomasıyla
YEN(
edilmiştir.
Bu
yılki
faaliyetler araLisemizde bir liseler
arası pul sergisi açmak ve «Filateh>, Faris
enternasyonal sergisine katılmak bulunsında, Şubat ayında,
maktadır.
HOCALARIMIZ
Lisemiz bu sene de, bir çok değerli
Biz, neşriyat kolu olarak, yeni öğretmenlerimize bazı sualler
sorduk:
öğretmene kavuştu.
Fransız
taltif
hocalara :
1/ Ou avez-vous fait vos etudes superieures?
2/ Oiı etiez-vous avant d'arriver en
Turquie?.
3/ Yat-il quelque chose en Turquie
que vous n'avez pas encore habituee?
4/ Pourriez-vous nous decrire en un
mot notre lycee?
5/ Comment trouvez-vous la vie
sociale de la Turquie?
6/ Etes-vous pessimiste ou optimiste
sur l'avenir de l'humanite?
'
Aldığımız cevaplar :
Mme Françoise Somerville (Français):
1/ A Faris, a la Sorbonne-Ecole Normale Superieure de Sevres.
2/ A Evreux.
3/ A l'impolitesse de certains eleves.
G/ Ça ressemble aux autres lycee.
5 / Assez bas par rapport a la France.
6/ 02timiste.
M. Pierre Cartet (Mathematique) :
1/ A Lion en France.
2/ A Lion en France.
3/ 1 ·Non.
4/ Sympathique.
5/ Bien.
6/ Optimiste relativement.
Mme. Jacqueline Pierlot. (Français)
1/ .A Faris a la Sorbonne.
2/ A Maroc.
3/ La circulation a İstanbul.
4/ Difficile mais sympathiqµe.
5/ Comme ailleur.
6/ Plutôt optimiste.
M. Daniel Pierlot (Français)
1/ A Paris a la Sorbonne.
2/ A Maroc.
3/ Les classes et le niveau en Français.
4/ İnteressant.
5/ J'ai pas encore d'idee.
6/ Optimiste.
Türk hocalara :
1/ Galatasaray Lisesine gelmeden evvel nerede öğretmenlik yaptınız?
2/ Yüksek tahsilinizi nerede yaptı..,
nız?
3/ Lisemiz hakkında düşündükleri­
nizi bir kelimeyle söyler misiniz?
4/ İnsanlığın geleceği için iyimser
misiniz yoksa kötümser mi?
Aldığımız cevaplar :
Bayan Melahat Mansuroğlu (Edebiyat) :
1/ İstanbul Atatürk Erkek Lisesi.
2/ İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı dalı.
3/ Galatasaray Lisesi, Türkiyemizin
kültür hayatında ideal bir isimdir. Ne yapılsa ülküye varılmış olamaz.
4/ İnsanlığı sona. götürebilecek gibi
görünen yıkıcı buluşlardan sonra kişinin
iyimser olmasına imkan var mı?
Dr. İbrahim Kutluk (Edebiyat)
1/ Haydarpaşa Lisesi.
2/ Yüksek Öğretmen Okulu.
3/ Şimdilik iyi.
4/ Yaşayabilmem için iyimser olmam
gerek.
(Devamı
sayfa 28 de)
GALATASARAY
Eugene
(Baştarafı
sayfa.20 de) ·
külür. Fakat tam bir ne.sir içinc:Je bul;unduğumuzu sandığımız anlarda bile tema ve
gagların zincirlemesinin düşsel bir mantiğın kurallarına uyduğunu görürüz: Kişi­
ler ani değişmelere uğrayabilirler: «Gergedan» da olduğu veya «J acques» ın nişanlı­
sının başına geldiği gibi birer canavar olabilirler, veyahut da «Aylıksız Kaatil» deki
kapıcı, «Vazife Kurbanlar.ı» ndaki müfettiş gibi hüviyet değiştirebilirler: Bu arada
olaylarda sanki bir kabus görüyormuşuz
hissini veren devamlı bir hızlanmaya maruz kalabilirler; sandalyelerin sayısı o kadar fazladır ki sahnede hareket etmenin
imkanı yoktur, yumurtalar durmadan çoğalır, «Yeni Kiracı» nm eşyaları korkunç
bir hızla üstüste yığılır, «Amedee» deki
ceset aynen bir «Hendesi silsile» gibi büyümeğe başlar ve gergedanlar her yeri istila ederler.
Hızlanış ritmleri çoğu zaman tesirli sebep ilgilerinin sistemli bir şekilde ve gerilemesiyle meydana gelen aksi-ritimlerin
refakatindedir. "Yeni kiracının» eşyaları nı taşımakta görülen kolaylık bu eşyaların
büyüklük ve ağırlığıyle orantılıdır. «Kel
şarkıcı» da kapının zili üç defa çaldığı zaman kapıda kimsecikler yoktur, fakat Mrs.
Smith «bu tecrübe bize, kapının çalındığı­
nı duyduğumuz zaman, kimsenin olmadığı­
nı öğretiyor» der demez zil bir dördüncü
defa daha duyulur ve itfaiyeci başı içeri
girer. J acques kendisine nişanlı olarak seçilen kızın güzel olduğunu öğrenince çirkin birine varmak için tepinir durur. Ve
Amedee havada uçarak jandarmaların burunlarının dibinden kaçarken, bin bir türlü özür beyan eder ve «yüksekliğe karşı
bulunduğunu, kendiliğinden mevcut olduğunu» söyler.
Fakat bu senkop bağlantılarının hiç
biri ne ayrılabilir, ne de kelimesi kelimesine tercüme edilebilir: Hepsi kuvvetli ve
zayıf zamanlar, hızlanma olayları ve ölü
anlar simetri ve disimetrilerden yapılmış
olan ahenkli bir kuruluşun içindedirler.
25
ionesco
İşte bunun içindir ki İonesci'nun her piye-
. si .lise ve kolejlerde metinleri anlatma ın~­
toçilarırıa karşı bir meydan okumadır. Bu
arada, bu tiyatroya her tü.rlü mana faziletini reddetmenin çok ağır bir hata olacağını da ilave edelim: Biz burada, şairlerde
olduğu gibi, sadece kuruluşların arasından
şekillenen ve anlamlaşan bir «Vasıtalı» ifadeyle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu da
düşüncenin daima tiyatro ifadesinden daha evvel geldiği Sartre'ın tiyatrosunun en
mükemmel antitezidir.
Zaten Ionesco'nun kişileri, eğer «Gizli
Toplantı» veya «Kirli Eller>> deki, hafiften
ayak takımı tavrı takınan agrejeler tarzın­
da münakaşa eden muhakemeciler gibi
dertlerini anlatmağa kalksalardı bunda epey zorluk çekerlerdi. Onların muhavereleri çoğu zaman paralel monoloklar şeklin­
dedir ve Nathalie Sarruate'un yaratıkları
gibi ancak «ortak bir yer» sayesinde münasebette bulunabilirler. Fakat burada ortak yerler sistemli olarak intizamı bozul muş, mantıklı mekanizmalar bağlı olarak
tahrik edilmiştir ve, bu geveze, şaşkın küçük burjuvaların oturduğu küçük şehirler­
de zihni faaliyet bir kasıtlar, muhakeme,
otomatik birleşme halitası tarafından temsil edi)miştir. Ionesco'nun insanı aynen,
Süveyş krizi sırasında radyasyonlara karşı korunmak için bakkalların tuz stokları­
na hücum eden kütleler tarzında hareket
eder, adeta bir, «Şarta bağlanış» karıncalar
kainatında yıkanır. Ve bu kainattan dışarı
çıkmay~ aklından .bile geçirmediği içindir
ki dram değil komedi vardır, daha doğru­
su dram havası kendini ancak, bu çıkış niyeti görüldüğü zaman, «SandalyeleD> ve
«Gergedan» da olduğu gibi, gösterir.
Fakat Paris'te, Lübeck'te, Küba'da,
Varşova'da veya Hong-Kong'da Ionesco'yu
alkışlayan seyirciler bu hususta yanılma mışlardır ve bu saçmanın tiyatrosuna, metafizikle hiç bir ilgisi olmayan, manevi bir
ızdırap örtüsü örtmüşlerdir: «Şarta bağlan­
mış» insanın ızdırabı ...
Gilbert Gadoffre'den çeviren:
Bülent Pabuççuoğlu
YENİ HOCALAIUMIZ ;
(Baş tarafı
Sayfa 24 de)
Bay Mustafa İstanbullu (Fransızca) :
1/ Antakya Lisesi.
2/ Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi.
3/ İdeal.
4/ Kötümser.
Bay Ömer Sümer (Resim-İş)
1/ Aydın İlk Öğretmen Okulu, İstanbul Mahmutpaşa Ortaokulu ve Galatasaray lisesi.
2/ Güzel Sanatlar Akademisi Resim
Şubesi.
3/ Mevcut mekteplerimizin en iyisi.
4/ İyimser.
Bay Gıyaseddin Barbarosoğlu. Deniz
Yarbayı (Milli Güvenlik) :
1/ Seyir ve Hidrografi dairesi kurs
müdürü.
2/ Deniz Harp Okulu.
3/ Asker gözüyle disiplin az.
4/ İyimser .
Topçu yarbay Meh.met Nebioğlu (Milli
Güvenlik) :
1/ 1943 Galatasaray lisesi, 1956
Balıkesir Lisesi matematik ve Milli Güvenlik öğretmeni, 1962 Bingöl lisesi matematik öğretmeni ve 1963 de tekrar Galatasaray Lisesi.
2/ Kara Harp Okulu.
3/ Disiplinli çalışmak lazım.
4/ Çok iyimser.
Bay Ali Tayeri (Edebiyat)
1/ İlk hocalığım.
2/ İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Türkoloji Bölümü.
. 3/ Umduğum gibi bulmadım.
4/ İyimser.
Yeni formül
BOL VİTAMİNLİ
PİRiNÇ UNLARI
besler ve kuvvetlendirir.
J~~
karşıllksız
mükemmel .·:\
bir hizmet
41!!!~1\
&111&
. . .•.
,}~:~\
Edirne
1-
w
2
uı
~
(Londra asfaltı)
İnciraltı
(İzmir)
artlk
rahatınız
temin
edilmiştir..
BÜTÜN DÜNYADA YAYGIN BP TOURING SERViCE TEŞKİLAT!
Turistlerin yola çıkmadan ve yolda her türlü ihtiyaçlarını
giderebilecekleri ve istedikleri .malumatı bulabilecekleri
en emin yer...
BP MOCAMP'LARI Çadırlı. Turistlerin
cekleri modern kamp sahalarıdır.
BP INFORMATION
rahatça kalabile·•
CENTER'LER
yol,
şehir
ve Turistik bölgelere ait en kıymetli
broşürleri, haritaları sizlere bedelsiz olarak verecek dolayısı ile en iyi rehberiniz
olacaktır.
Bakım, akaryakıt ikmali, konaklama ve
bütün ihtiyaçlarınız için BP Touring Service zinciri emrinizdedir.
TOURING
SERViCE
c
SOGUKTAN
ARABAN iZi DA
KORUYOR
MUSUNUZ?
./
I
Yazın olduğu
gibi kışın da
motörünü korursanız, otomobilinizden beklediğiniz randımanı
alabilirsiniz. En şiddetli sıcaklarda fazla incelmeven MOBILOIL SPECIAL
dondurucu soğuklarda da fazla kalın­
laşmaz. MOBILOIL SPECIAL, bugünün ve yarının ihtiyaçlarını yaz,
kış karşılayacak yegane motör yağıdır.
arabanızın
Mobiloil
Speeid
•
Soğukta
motörUn ilk hareketini
kolaylaştırır.
• AkU ömrUnU uzatır.
• Aşınmayı azaltır.
• MotörUn gUcllnU artınr.
• Yakıtta ekonomi sağlar.
MOBILOIL gibi üstün vasıflı, mükemmel bir motör
özel şekilde hazırla·
nan MOBILOIL SPECIAL arabanızın ömrünü uzatır,
tamir, yakıt ve yağ masraflarınızda ekonomi saQlar•
yağının imalıitçıları tarafından
•
MOBILOIL SPECIAL, AP! klasifikasyonunda.
"ML MM MS DG DM" ser:vislerini karşılar.
TÜRKİYE ŞİŞE
VE CCAM
FABRİKALARI
A. Ş.
P AŞABAHÇE FABRİKASI
Her
çeşit
Ecza, kolonya, gazoz ve içki
ev ve sofra eşyaları, lüks dekor
ve tezyinatlı züccaciye takımları, vazo ve
tabaklar, her türlü elektrik glopları,
lamba ve fener camları, kavanozlar,
damacanalar v.s. mamulleri ile sayın
Müşterilerin emrindedir.
şişeleri
Tel : 68 00 Ol - 69
ÇAYIROVA FABRİKASI
Memleketimizde, 2 mm. den 8 mm. ye
kadar kalınlıkta cam imalatında gittikçe
ilerlemektedir. Memleket ihtiyacını faz~
lasıyle karşılamakta olan mamullerimiz
aynı zamanda yapılan ihracatla, Amerika
ve Hollanda gibi yabancı memleketlerde
de büyük rağbet görmektedir. Evsaf ve
kalite üstünlüğünü her bakımdan isbat
eden mamullerimizi görmeniz menfaatınız
icabıdır.
Tel: Tuzla 90
UMUM MÜD(JRLtrK
CAMİŞ - İSTANBUL
Tel: 49 28 37 /38
32
GALA T·A SABA Y
GALATASARAY
Sayı:
!
42 -
Aralık
1963
!
. Sahibi:
Muvaffak Benderli
'fazı işlerini fiilen idare
eden:
Melahat
Mansuroğlu
Bu sayıyı hazırlCJ,yan
Neşriyat Kol~:
8ÇEŞtT
Turhan ILGAZ
ÇORBA
İSPANYOL
İŞKEMBE
Niyazi ÖKTEM
DOMATES
İlhan
SEBZE
BEZELYE
TARHANA
MERCİMEK
EKSEN
AHKAÇEL
Muammer
OKUMUŞ
YAYLA
Mete GÜRER
Ayrıca SANTRAL'ın
evler için hazırlattığı
süt tQzunu siz de dlneyiniz. SANTRAL'ıı:Lkon­
danSe süt kutuları, hazır sütlü tatlıları bütün
bakkallarda eln.rinizdedir.
Santral Süt ve. Gıda Maddeleri Sanayii T. A. Ş.
Ad.: Galatasaray, yeni çarşı No. 2 Tel: ~ 59 02
BAHA MATBAASI -
!STANBUL, 1963
Ali ÇINAR
Foto.ğraflar
G.S.L.
Fotoğraf
Kolu

Benzer belgeler