pdf indirmek icin

Transkript

pdf indirmek icin
Devrimci Karargah
Ana Dava
Tutsakları
Savunması
İSTANBUL
9. AĞIR CEZA MAHKEMESİ
DEVRİMCİ KARARGÂH DAVASI HEYETİNE
Dosya No:2009/213Es
Okan DUMAN, Cemal BOZKURT, Fatih AYDIN
SEREZ’DEN BOSTANCI’YA BU TARİH BİZİM
SİYASİ SAVUNMA
5 TEMMUZ 2013
ÖNSÖZ
“Aslanlar kendi tarihlerini yazana kadar
avcılık hikayeleri her zaman avcıyı yüceltecektir”
Afrika Atasözü
MERHABA! Issız bir adanın ortasında açılmış derin kuyudan inatçı bir MERHABA!..
Muktedirin kirli elleri boğazımıza yapışmış olsa bile MERHABA!
Son nefesimizi çoşkulu bir ‘merhaba’ ile tüketme pahasına, MERHABA!...
Tarih boyunca egemenlerin elinde oyun hamuruna dönüştürülen gerçeklerle sadakatle
kurulduk yanınıza; destur beklemeden, anlayış dilemeden. Tıpkı haklılığına yürekten inanan
barbar bir Celalî gibi…
Söyleyecek sözümüz, haykıracak nefesimiz var. Egemenlerin kendi dünya çıkarları
uğruna üstünde tepinip iğdiş ettikleri gerçeklerin gün yüzüne çıkartılmaya ihtiyaç var.
Ezen - ezilen kavgasında nice gerçekler halklara en çarpıtılmış biçimleriyle sunuldu,
kuşkusuz bu kapışma sürdükçe güçlü olanlar kendi kabullerini ‘gerçek’miş gibi sunmaya devam
edecektir. Afrikalının sözü bu anlamda gerçeğin bam teline basıyor.
Elbette gerçekler, devrimcilik niteliğini hak edecek kadar inatçıdır, dinamiktir ve
aradan asırlar geçse bile bulduğu ilk boşluktan günışığını yakalayacak denli kararlıdır aynı
zamanda. İşte 1953’te mahkeme savunmasında Fidel’e “Tarih bizi aklayacaktır” çıkışını
yaptıran da, gerçeklerin sonsuza dek toprağın altında kalmayacağına olan bilinçli inancıdır.
Aynı inancı biz devrimciler de katıksız bir bağlılıkla taşıyoruz. Bu inanca ve
gerçeklere yaslanarak şahidi ve emekçisi olduğumuz özgün tarihimizi kalemimiz ve belagatimiz
yettiğince ve tüm devrimci samimiyetimizle sunmaya çalışıyoruz. Elinizdeki çalışma bu
samimiyetin ürünüdür.
Bu çalışmayı egemenlerin gerçekleri iğfal edercesine tahrip ettiği, onları birer
fosseptik çukuruna atarak temiz ve onurlu olan ne varsa bununla kirlettiği bir dönemde
yapıyoruz. Üstelik düşmanın ideolojik mücadele araçlarını en etkin şekilde işlettiği böylesi bir
dönemde yapmaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki işimiz hayli zor.
Elinizdeki çalışmanın en temel varlık nedeni Devrimci Karargâh’ı birinci ağızdan
tanımaktır. Çünkü bugüne dek başkaları, ikinci üçüncü şahısları tanımayanlar hakkımızda çok
şey söylediler. Birçoğu eksik, yanlış yahut çarpıtılmış aktarımlar üzerinden hareketimizle ilgili
spekülasyonlar her seferinde yeniden üretildi.
Kendi emeğimize, tüm devrimcilerin ortak değeri olan Orhan yoldaşımıza,
halklarımıza, devrimcilere ve tarihe olan saygımız gereği, yaratılan spekülasyonları boşa
çıkartacak, kirli perdeyi indirmeye çalışacağız. Bu, oldukça gecikmiş bir ödevin karşılanma
çabası olarak düşünülebilir.
***
Kamuoyu Devrimci Karargâh’ı çoğunlukla Orhan YILMAZKAYA yoldaşın İstanbulBostancı’da sergilediği destansı direniş üzerine tanıdı. Ayrıca burjuva medyada hakkımızda
çıkan haberlerden, kısmen İsmail Saymaz’ın sorunlu aktarımlarla dolu kitabından, kısmen de
pespaye yazarlık pratikleriyle yan yana düşen Ahmet Şık ve Mehmet BARANSU’nun
kitaplarından öğrendi. Fakat gerçeklerden uzak ve çarpıtılmış halleriyle…
Özellikle devleti sahiplenen çizgideki medya ve yayıncılık anlayışı Devrimci
Karargâh’ın itibarı zedelemek için kara propaganda açısından oldukça bonkör davrandı. Kimi
şarlatan oportünist sol çevreler de devletin kafaları karıştıran kara propaganda salvolarına içten
içe destek sunmakta herhangi bir sakınca görmediler. Çünkü Devrimci Karargah yaptığı
eylemlerle, ortaya koyduğu devrimci mücadele anlayışıyla hem sağdan hem de sözüm ona
soldan kimi çevreleri rahatsız etmişti. Hele kendisine ‘sosyalist’ sıfatını yakıştıranlar… Bir
taraftan Hareketimiz üzerinde yaratılmaya çalışan şaibe bulutlarını beslemeye çalıştılar, diğer
taraftan ise Şehit Orhan Yılmazkaya’nın destansı direnişinden nemalanmaya soyundular. Evet,
kim olduğumuzu biliyoruz, utanmazlığınızdan iğreniyoruz.
“Statükocu Solculuk” diye adlandırdığımız ve günümüz devrimci-sosyalist varoluş
biçimine ait arızalı özelliklerden biridir; oportünizmle, kaçkınlıkla harmanlanmış rekabetçiliktir
bu. 12 Eylül 1980 faşist darbe döneminde beridir süregelen, düzenin güvenli limanlarına demir
atanların zarar görmeden eyleştikleri bir solculuk tarzıdır, bu.
Unutmadık, unutmayacağız ve her karşımıza çıktıklarında yüzlerine tükürürcesine
bunu onlara hatırlatacağız.
Oysa şurası bir gerçek ki karar-propaganda faaliyetlerinin esasta hedeflediği şey
Devrimci Karargâh’ın kurumsal varlığından ziyade bizzat devrimciliğin kendisiydi. Türkiye
devrimci hareketi bunu okuyabildiği halde maalesef saldırıya karşı koyma refleksini bir türlü
üret(e)memiştir! (Öte yandan bu süreçte Kürt Özgürlük Hareketinin yoldaşlık desteğinin hiçbir
zaman unutulmayacağını buradan da belirtelim). Anlıyoruz bunun nedenini. Yeryüzünün
Lanetlileri olan bizler, bazılarının alışageldiği siyaset zeminine kibrit suyu döktük; rahatı
bozulanlar oldu. Demokrasicilik, liberalizm ve reformizme saplanmış olanlardan zaten hiçbir şey
beklenemezdi. Ancak bu dersten devrimciler de kalmıştır. Bunun üzerine düşünülmelidir. Bizim
dışımızdaki devrimci çevrelerin dergi veya gazetelerinde Devrimci Karargâh eylemlerini haber
yapmamaları bir yana, devletin ürettiği “Ergenekon bağı” gibisinden yalanlara karşı oldukça
kayıtsız kaldıklarını not etmemiz gerekir. Bu duyarsızlık hangi devrimci amaca hizmet eder,
kimin işine yarar?
Fakat Türkiye Devrimci Hareketini (TDH) de kapsayan bu eleştirilerin evvelinde kesin
bir kayıt düşmekte yarar var. Söz konusu kara propagandaların üstesinden gelme, bununla
savaşma konusundaki birincil sorumluluk Devrimci Karargâh’a aittir. Tüm şüpheleri gidermenin,
kara propagandaları altetmenin mesuliyeti herkesten önce bize düşüyor. Bugüne kadar bu
saldırılara gerekli yanıtı üretemedik, yanlış tercihlerde bulunduk kimi zaman; iddiamıza denk
düşmeyen tutumlar sergiledik, saldırıların ideoloji muhtevasını yeterince kavrayamadık. Bu
yetersizlikler, hatalar bize ait olan, geride bıraktığımız gerçekliklerdir. Tamamıyla en keskin
haliyle yüzleşme sorumluluğumuz vardır, bundan kaçmayacağız elbette. Geriye kalanlar ise
yalnızca sınırlı bir eleştirinin konusu olabilir sadece.
Elimizdeki bu çalışma sıradan bir ürün değildir; onu sıradanlıktan çıkartan şey,
bitirildiği vakit muhataplarını adaletli ve devrimci bir değerlendirmeye davet edecek oluşudur.
Çünkü bu çalışmanın hazırlanmasına vesile olan süreç boyunca kitabın öznesi her cenahtan
çirkin ithamlarla, adalet duygusundan yoksun önyargılarla, hasetle, akıl ve izandan nasibini
almamış değerlendirmelerle boğuştu. Sorunu, aynı zamanda kendisini de aşan boyutuyla ele
aldığı için boğuşmaktan asla yılmadı. Bu nedenle hatalarına, eksikliklerine karşın meseleye
ciddiyetle yaklaşıp saldırılara göğüs germeye çalıştı.
***
Şimdi bu çalışmanın kimi teknik detaylarına ilişkin bazı ön bilgilendirmelerde bulunalım.
. Bu çalışma Devrimci Karargâh’ın internet sitesinde yer alan kimi makale, bildiri ve
açıklamalarıyla beraber, süreç içerisinde yaşanan gelişmelerin zindan yapısı tarafından
değerlendirildiği yazılarımızın “derlenmesiyle” vücuda kavuşmuştur. Bu anlamda elinizdeki
“DERLEME”nin Devrimci Karargâh’ı tanıma ve anlama klavuzu olduğunu belirtebiliriz.
. Ayrıca bu çalışmanın ardından Orhan YILMAZKAYA yoldaşın yazdığı önemli
makalelerden oluşturacağımız bir başka derlemeyi daha sunmaya çalışacağız. Devrimciliği
inandığı gibi yaşamaya gayret eden bu büyük savaşçının akıcı bir üslupla kaleme aldığı etkileyici
düşüncelerini ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.
•
Derlemenin 1. Bölüm’ünde:
-­‐
‘Statükoculuk’ başlığı altında, yeni bir çıkış olarak Devrimci Karargah sürecini
başlatmaya neden gerek duyduğumuza, neden Kürdistan dağlarına yöneldiğimize, ilerleyen
bölümlerde bunun siyasal sebeplerini daha geniş ve detaylıca vermek üzere özet olarak geçmiş
uygun gördük.
-­‐
Devrimci Karargah’ın üstlendiği eylemleri, teknik detaylara girmeden aktarmaya
çalıştık (ileride bunu da karşılayan ve özgün sürecimizi detaylıca ele alacağımız daha farklı bir
ürün çıkarma hedefimiz var). Asıl öne çıkarmamız gereken şey, hangi siyasal gerekçelerle
mücadelenin pratik alanına atıldığımızdı. Hareketimizle ilgili adaletli değerlendirmelerin
yapılabilmesi için meselenin teknik detaylarla boğulmaması gerekliydi.
-­‐
Orhan yoldaşın sergilediği destansı direniş önemliydi. Hayatını ve mücadelesini özet
bir anlatımla bu bölüme geçtik.
II Bölüm:
-­‐
Düşmanın karşı atağa geçeceğini bekliyorduk. Savaşın yasaları gereği böyle olacaktı.
Dolayısıyla, askeri- ideolojik-politik ve psikolojik saldırılarına maruz kaldık. Bu saldırılara
dönük solun, TDH’nin farklı yaklaşımları oldu. Bunları “Operasyonlar ve Kara Propaganda
Süreci” başlığına ele aldık.
III Bölüm:
-­‐
2006’da Kürdistan’da askeri eğitim ve hazırlık döneminde “Şimdi Denizlere Açılma
Zamanıdır” adlı politik bildirgemizi kaleme almıştık. Bu bildirge Devrimci Karargâh’ın ilk resmi
programı olması yani kendisini ideolojik politik düzlemde gerekçelendirmesi bakımından önemli
bir çalışmaydı. Aynen buraya aktardık. Elbette aradan geçen süre göz önüne alındığında 2006’da
yapılan analizlerin güncellenmesi gerekiyor. Politik bildirgemizin devamında Emperyalist
yönelimlerin günümüzdeki şekillenişine ve T.C’nin restorasyonu sürecine, TDH’nin kendi
krizinden çıkış için önerdiğimiz dört ana mücadele oluşan “devrimci çizgi”nin içeriğine yer
verdik.
IV. Bölüm:
-­‐
İsmail “Yoldaş!” ın sorunlu kitabına
-­‐
Ahmet ŞIK’ın şık olmayışının ötesine taşan pespaye akıl yürütmelerine kısaca yanıt
üretmeye çalıştık.
V Bölüm
-­‐
“Sonuç” kısmıyla söyleyeceklerimize virgül koymuş olduk.
***
Değerli dostlar, siper yoldaşları, kardeşler… Şimdi bu mütevazı çalışmayı tarihin ve sizlerin
adaletine, bilgisine sunuyoruz. Gerçeklerin devrimciliğine olan inancımızla, umutla ve
dirençle…
Bu çalışma 27 Nisan 2009 yılında Bostancı’da Orhan yoldaşımızın direnişi sırasında polis
kurşunuyla hayatını kaybeden Mazlum ŞEKER’e adanmıştır.
1 BÖLÜM
DEVRİMCİ KARARGÂH SÜRECİ
ÇIKIŞ, EYLEMLER VE OPERASYONLAR
1990’larda sosyalist blokun çökmesiyle beraber şişirilen Yeni Dünya Düzeni balonu
on yıllık kısa ömrünün ardından 11 Eylül 2001 saldırısıyla patlayıvermişti. Modern Batı’nın
barbar Doğu’yu ehlileştireceği sürecin gongu çalınmıştı.
Bununla beraber uluslararası finans kapital küresel ölçekte siyasi ve ekonomik
buhrana doğru sürükleniyordu. Öyle ki, öngörülen krizin büyüklüğü 1929 petrol kriziyle
karşılaştırılarak anlaşılabiliyordu. Buhrandan çıkış için, enerji kaynakları üzerinde hakimiyet
kurmak gerekliydi. Stratejisi buna göre düzenleyen emperyalizm böylece “yeniden
sömürgecilik” dönemini açtı.
Ortadoğu bu anlamda küresel kapışmanın merkez coğrafyası olarak seçilecek, yeni
dönemde etkin olmak isteyen bütün güçler buraya yönelecekti. Öyle de oldu. Emperyalizm
2000’lerin başında itibaren bölgeye aktif bir güç yığdı.
Lakin Batılı’nın modernist kafası silahlı işgalin gölgesinde dillendirilen demokrasi
söyleminin ikna ediciliğine aşırı derece güvenmişti. Ortadoğu’da ‘Yabancı’ya ait değerler
sisteminin kavrayamayacağı kadim gerçekler vardı. Bu gerçeklere yaslanan direnç,
emperyalistlerin tahminlerinin de ötesindeydi. Döktüğü kanlara milyarlarca dolarlık masraflara
rağmen emperyalizm bu nedenle halen Ortadoğu’yu tam anlamıyla kazanamamıştır.
Öte yandan T.C’nin bölgede emperyalist planlara göre en uygun şekilde
konumlandırılması gerekiyordu. Türkiyeli tekelci burjuvazinin açmazlarını, yuvarlandığı krizi
bertaraf edebilmesinin yolu emperyalist planlara eklemlenmekten geçiyordu ayrıca. Fakat
T.C’nin 90 yıllık ömrü boyunca yüklendiği ideoloji, kasıntılı alışkanlıklar bu eklemlenmeye
uyum sağlama konusunda ayak bağı oluşturuyordu. Dolayısıyla T.C’nın yeni süreç için yeniden
yapılandırılması gerekliydi. Bu süreç, yani T.C’nin restorasyonu eskinin tutucu, sürecin
ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak kliklerinin tasfiyesi anlamına geldiği için bu dönüşüm hayli
sancılı geçti.
Yeni sürecin düzenleyici öznesi olarak AKP zaten işbaşına gelmeden evvel ABD ile
gerekli mutabakatı sağlamıştı. AKP, gerçek İslam dini ile alakası olmayan, inananları devlete
biat etmeye çağıran ılımlı islam ideolojisiyle donanmıştı. Ve hem Türkiye’de hem Ortadoğu’da
halkları içeriden kuşatmanın, onlara şirin görünmenin etkili bir aracıydı İslam. AKP bahsedilen
araç rolünü istenildiği kadar oynamasa da egemenlerin elinde daha iyi bir Truva atı yoktu.
Bu süreçte, özellikle 1 Haziran 2004 devrimci atılımıyla AKP’ye ve emperyalist
yönelimlere en büyük engeli Kürt Özgürlük Hareketi çıkarttı. Kürtler T.C.nin ve emperyalizmin
topyekün tasfiye girişimlerine rağmen kıyasıya bu mücadele yürüterek hem askeri hem siyasi
açıdan ustalıklı hamlelerle bu süreçten devrimci kazanımlarla çıkmayı başardı. 21. yy’ın
Kürtlerin çağı olacağını dosta düşmana ilan etti.
Yukarıda kabaca tarif ettiğimiz nesnelliğin kendiliğinden büyük olanaklar sunmasına
karşın ne yazık ki bütün bu sürecin en etkisiz en silik cenahı Türkiye Devrimci Hareketi ve
Türkiye Sol-Sosyalist hareketleri (TSH) idi. Yerel ve uluslararası güçler savaş arenasında tozu
dumana katarken bizler, yani devrimciler, sosyalistler arenanın tribününde yüksek siyaset
tecrübelerimizle(!) başta Kürtler olmak üzere her tarafa akıl vermeye çalışıyorduk. Pratik
devrimci politikanın yerini uzunca bu süredir ağırlıklı olarak sözlü siyaset almıştı. Hikmet
Kıvılcımlı ustanın70 yıl önceki serzenişinin nedenleri hala karşımızaydı: “Kürtler dağa çıkıyor,
biz şehirlerde bildiri dağıtıyoruz. ”
19 Aralık 2000’deki hapishanelere yönelik katliam devrimciliğin üzerinden silindir
gibi geçmişti. Buna Sol’da içten içe sevinenler olmuştu. Devrimciliğin, tatlı su solculuğunun
önünü kestiği türünden karşı devrimci sızlanmalar bilinçaltında fışkırmaya başlamıştı. Güya
birilerine gün doğmuştu. Fakat aradan geçen onca yıla rağmen ulusalcı veya liberal gericiliklere
yaslanmak bile onları abad etmemiştir.
Siyasi arenada aktör olmama hali aslında uzunca bir dönemdir TDH ve TSH’nin
gerçekliğiydi. 2000 sonrasında bu gerçeklik en yoğun, en acı haliyle üzerimize çökmüştü.
Gündem belirlemek bir yana, mevcut gündeme dâhil olmanın bile uzağındaydık. Siyaset
üretemiyorduk, basın açıklamaları siyasi çevrelerin ağırlıklı olarak meylettiği müdahale aracı
haline geldi ki, o da bir müddet sonra bıktırıcı-tüketici bir işlev görmeye başladı.
Kitlelerden hem duygudaşlık hem de fizik bakımdan uzaktık. Dahası sokaklara
çıkmaya kalktığımızda hitap ettiğimiz halkın linç girişimlerine maruz kalıyorduk, ezik bir
görüntü sergiliyorduk.
İdeolojik ön kabullerimizi gerekçe göstererek Kürt devrimciliğiyle olan mesafemizi de
açmıştık. Bu durum Kürtlerin yalnızlaştırılmasına hizmet ettiği gibi, Türkiyeli devrimciliğin
devrimsizleşme ivmesini de hızlandırmıştır.
Verhasıl durum genel olarak pek de parlak değildi. Çünkü bu olumsuz tablonun
varlığına neden olan, bu olumsuzluğu sürekli besleyen ve ondan beslenen ağır bir STATÜKO
halini yaşıyorduk. Ulusalcılık, batıcılık, modernizm, elitizm, devletçilik (bunları kapsayan ve
bunlarla beraber edinilen kemalizm), yasalcılık, iradesizlik (beklemecilik), parçacılıkta ısrar,
tanımsız rekabetçilik, dar grupçuluk, kendi gerçekliğini tanımama ,liberalizm, devrimcilikten
kaçış, vb. yığınlarca olumsuz nitelik ve eğilim, şu veya bu ölçüde TDH’yi, TSH’yi sarıp
sarmalamıştı. Biz bu dönme “statükocu solculuk” adını vermiştik. 1980’lerden günümüze uzanan
süreçte statükocu tarz sola egemen olmuştu. Öyle ki bu tabloya TDH’nin veya TSH’nin
Türkiyeli ezilenlere umut verecek hali dahi yoktu.
Solu bu hale getiren statükocu tarzı terk etmek için teorik, ,ideolojik, örgütsel ve
devrimci nitelikte pratik bir yenilenmeye ihtiyaç vardı. (Bu dört başlık ikinci bölümün sonunda
daha geniş ele alınacaktır.) Devrimciliğin yeniden kitleler nezdinde itibar görmesi, politikada
güçlü bir özne olmasına bağlıydı. Bunu dışımızdaki devrimcilerle çok daha etkili yapmak
mümkündü. Elbette yalnız kalma riskini de taşıyordu, bu süreç. Öyle olsa dahi kendi
programımıza kendimiz sarılacak, bizim de içerisinde yer aldığınız ( fakat çıkmak için çaba
gösterdiğimiz) statükocu devrimciliği-solculuğu sarsacak, gerekirse bu hatta tek başımıza
yürüyecektik. Bu inançla yola koyulduk.
b) Özgür Dağlara:
Evet, Komutan Orhan YIlMAZKAYA öncülüğünde. Devrimci Karargah sürecimizi
başlatmak askeri eğitim almak için özgür Kürdistan dağlarına yöneldik. Medya Savunma
Alanları’nda Kürt Özgürlük Hareketinin eşsiz yoldaşlığıyla tanıştık. Devrimci dayanışmanın,
zorlukları beraberce aşmanın en içten örnekleriyle karşılaştık. Benzerine dünyada belki de az
rastlanır alaka sayesinde kendimizi orada hiç yabacı hissetmedik. Sosyalist ahlakı, devrimci
değerleri içselleştirmiş, sözleri ile davranışlarını tutarlı kılmayı başarmış gerilla gerçekliğiyle
tanıştık. Savaş koşullarındaki fedakarlık ve paylaşımın yoldaşlık bağını, davaya bağlılığını nasıl
etkilediğine, bir militanın maneviyatını nasıl güçlendirdiğine tanıklık ettik.
İradesini kendi ellerine aldığında kadının ne denli özgürleşebileceğinin örneklerini gördük.
Kürt kadınları Beritan hevalin izinden yürümek için özgür dağlara akın ediyordu. Onları
tanıdıkça metropollerdeki TDH ve TSH kadın örgütlenmelerinin ve bilincinin yetersizliği
açıkçası gözümüze daha çok battı.
“Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” demişti, Dadaoğlu. Yalnızca bu coğrafyada değil,
Spartaküs’ten Hz. İsa havarilerine, Hz Muhammet’ten Şeyh Bedreddin’e İspanyol İç
Savaşındaki direnişçilerden Kuzey ve Güney Amerika yerlilerine II. Dünya Savaşı’ndaki
Avrupalı partizanlardan Mao’nun halk ordusuna, Koçero’lardan İbrahim Kaypakkaya’lara kadar
dağlar ezilen devrimciliğine mesken olmuştu. Folklorumuzda dağlara neden bu denli methiyeler
dizildiğini, dağların insana neden engin bir özgürlük duygusu yaşattığını daha iyi anladık.
Ve dağlar son derece dürüst yaklaştı bizlere. Zaaflarımızı, yetersizliklerimizi
yüzümüze vurdu, kararlılığımızı sınadı, geriliklerimizle uzlaşmadı; kendimize, dostumuza,
düşmanımıza ve devrimci mücadeleye her seferinde daha gerçekçi yaklaşmamız gerektiğini
hatırlattı.
Kırsaldaki sürecimiz boyunca her mevsimin ayrı zorluklarını ayrı güzelliklerini
yaşadık. Sohbet edebildiğimiz her gerilla ile Kürdistan’ın çığlık çığlığa acılarına, samimi
coşkusuna bilenmiş öfkesine, yakınlaşan umutlarına tanık olduk. Her biri dünyamızı
zenginleştiren emsalsiz deneyimlerdi.
Aynı yağmurda ıslandığımız, aynı patikadan yürürken beraber türküler söylediğimiz,
aynı sığınakta yan yana düşman ateşine maruz kaldığımız değerli gerilla yoldaşlarımızdan
şehadete ulaşanlar oldu. Onlar artık mücadelemizin güçlü ve ortakça ilerlemesinin mayası
oldular.
Politikleşmiş Kürt halkını tanıdık; tanıdıkça onlara olan saygı ve hayranlığımız arttı.
Gizlenmiş şöven önyargılarımızın varlığından utandık. Gönlü zengin bu mazlum ve direngen
halkın sevecenliğinde yunduk. Kirlerimizde arınmaya çalıştık.
Yaşadığımız bu sürecin birikimi, örgütsel hafızamızın hiçbir zaman silinmeyecek
kıvrımlarında en detaylı haliyle kayıtlıdır ve her pratik zaferde bu birikimin değerli izi mutlaka
olacaktır. Tavsiyemiz oldur ki, kendisine devrimciyim, sosyalizm diyenler mücadelenin,
yoldaşlığın, dayanışmanın Kürdistan dağlarında nasıl yaşandığını anlamak ve Kürtler daha iyi
tanımak için en azından kısa bir süreliğine de olsa Medya Savunma Alanları’nı ziyaret
etmeleridir. Devrimci değerlerin, maneviyatın savaş gerçekliğinde nasıl üretildiğini
deneyimlemek eminiz ki devrimcilere çok şey katacaktır.
Ayrılmak pek de kolay değildi. Fakat uzunca bir eğitim sürecinin ardından, doğrudan
devrim hedefini pratikleştirmek amacıyla kendi mücadele alanımıza, yani Türkiye’ye döndük.
c) Dönüş
Ülkeye dönmek pek sorun olmadı. Ancak asıl zorluklar bundan sonra başladı. Şurası
kesin ki devrimci mücadelenin askeri boyutu içerisinde “Lojistik”1 şartlar konusu, en öz
1
Lojistik: Askerlik sanatının, savaştaki veya hareket halindeki bir ordunun iaşe ve ibate (barınma, üslenme-CB)
yol, haberleşme, sağlık, vb. hizmetlerinin savaş yeteneği bakımından en etkili durumunda bulundurulması, en
eylemlerin başarılı icrası kadar hayatiyet arzediyor. Lojistiğin arka planda ve ikincil derecede
önemliymiş görünüyor olması kimseyi yanıltmamalıdır. Üslenme, günlük temel ihtiyaçları
karşılama, eylemlerin altyapısı için gerekli masraflara kaynak bulma gibi konular lojistik
imkânlarla ilgilidir. Bu imkânlar her zaman kadroların, militanların, gerillaların önüne hazır bir
şekilde gelmeyebilir ki çoğunlukla mücadele gücü bu ihtiyaçları kendi öz çabasıyla giderir.
Özellikle ilk çıkış döneminde öncü kadrolar bunu kendileri yaratmak durumundadırlar.
Elbette belirtmeden geçmemek gerekiyor; kısıtlı imkânların aşılması çabası kimi ekstra
riskleri beraberinde getirir. Bu noktada kritik olan husus göze alınan riskin yaratacağı güvenlik
açıklarına karşı daha fazla uyanık olmaktır.
Bizler de mücadele sahasına döndükten sonra üstlenme aşamasında önceleri zorlandık, lojistik
kısıtlarımız sebebiyle kimi sıkıntılar yaşadık. Normalde benzeri sorunlar yaşandığında kadroların
moral düzeyinde, motivasyon ve coşkusunda, kararlılığında kırılmalar yaşanır. Önemli husustur
bu. Lakin bizler bu tür aksiliklere karşı hazırlıklıydık, problemleri hep beraber aşmak yönünde
irade geliştirdik.
Engels, “İhtiyaçlar icatların anasıdır” der. Arayışı tutku düzeyinde olanlar, sorunlara karşı son
derece yaratıcı çözümler geliştirebilirler. Bizler bu açıdan Orhan yoldaşın lojistik sorunlara
yönelik geliştirdiği çözümlerden de, yaratıcı zekâsından da bir hayli yararlandık.
Lojistik şartların düzelmesi eylemsellik sürecimizdeki sürecimizdeki motivasyonumuza
kuşkusuz olumlu olarak yansıdı.
EYLEMLERE BAŞLIYORUZ
a) Havan Eylemi:
Evet! Üsküdar Selimiye’deki I. Ordu Kışlasına yönelik olarak 7 AĞUSTOS 2008 tarihindeki
havan topu saldırısını biz yaptık. Sabah saatlerinde Karacaahmet Mezarlığına gelerek havan topu
rampasını kurduk ve dört adet 60’lık havan topu güllerini kışlaya gönderdik.
Eylemin ardından hızla üssümüze çekildik. Öncesine eylem yerine kurduğumuz tuzak ise
polislerin şansına maalesef çalışmamıştı.
Bu eylemimizi 1 ve 2 no’lu bildirilerle sahiplenmiş ve kamuoyuna duyurmuştuk.
1 NO’LU BİLDİRİ
Devrimci Karargâh 1 no’lu Bildiri
Türkiye işçi sınıfına, emekçi halklarına ve tüm dünyanın devrimci güçlerine duyurulur:
iyi ve mükemmel şekilde sağlanması hususunu üstlenen bölüm. (Misalli Büyük Türkçe Sözlük Yayınları,
2011) Devrimci Karargâh’a bağlı Şehit Ongan Müfrezesi TC ordusunun 1. Ordu karargâhına
yönelik bir havan saldırısı girişiminde bulunmuştur. Savaşçılarımız üslerine dönmüşlerdir.
Eylemle ilgili olarak devrimci kamuoyu daha sonra ayrıntılı olarak aydınlatılacaktır. Bununla
birlikte şimdiden söylenecek olanlar da vardır:
1- Devrimci Karargâh, TC ordusunu ve AKP hükümetini Türkiye emekçi sınıflarının, her
milletten halkların, aydınların ve aydın düşüncenin, ilerici yurtsever gençliğin ve devrimci ve
demokratların düşmanı olarak görmektedir. Bölge ve Türkiye halklarına karşı Amerikan
emperyalizminin çıkarları doğrultusunda çalışan bu işbirlikçi ortaklığa karşı saldırılarımız
sürecektir.
2- Çünkü TC ordusu ve AKP hükümeti 12 Eylül 1980’den beri ülkemizde yaşanan faşist ve
gerici, sömürücü ve sömürgeci talan ve şiddetin kurucusu; emek, adalet ve ahlak düşmanı
soygun ve zulüm düzeninin koruyucusu, kollayıcısı ve uygulayıcısıdırlar. Çünkü TC ordusu
ve AKP hükümeti kardeş Kürt halkını ve onun özgürleşme ve demokratikleşme istemlerini
uzun yıllardır sömürgeci zulmüyle ezme faaliyetini özellikle son yıllarda inkar ve imha
temelinde tüm bölgeye yayma çabasındadır. Çünkü TC ordusu, Amerikan emperyalizminin
tüm Ortadoğu’yu işgal etme planının bir parçası olarak Amerikan genelkurmayının emrinde
olan bir ordudur, çünkü AKP hükümeti talimatlarını Oval Ofis’ten alan bir emperyalist
işbirlikçisidir.
3- Her ne kadar eylem girişimimiz teknik başarısızlıkla gerekli etkinliğe ulaşamamışsa da
Devrimci Karargâh bu eylem tarzıyla artık faşist ve sömürgeci tüm karar ve uygulama
merkezlerinin dokunulmazlığına son vermektedir. Bundan sonra halk ve demokrasi düşmanı
güçlerin, mazlumların ekmek, adalet ve özgürlük istemlerine karşı ateş ve ölüm yağdırıp,
onları kan, acı ve gözyaşı içinde bıraktıktan sonra kendi güvenlikli ortamlarında ahmakça
basın açıklamalarıyla onlarla alay etme ve ezilenlerin çığlığını duymadan sanki hiçbir şey
olmamış gibi kendi yaşamlarına dönme hakları artık ellerinden alınmıştır. Bundan böyle
sömürücü ve sömürgeci sistemin askeri, siyasi, idari, kültürel ve sosyal bütün merkezi kurum
ve kuruluşları ve bunların işgal ettikleri bütün alanlar savaşçılarımızın menzili dahiline
alınmıştır. Katliamcı Özel Savaş kurmaylarının kullanmaktan çok hoşlandıkları ifade ile
yineleyecek olursak; ‘bütün’, bütün’ü oluşturan her şeyi içermektedir. Bu, özgürlük,
demokrasi ve sosyalizm savaşımızın bundan sonraki askeri niteliğinin tarifidir.
4- Devrimci Karargâh’ın bu eyleminin öncelikli siyasal anlamı Türkiye işçi sınıfına ve tüm
emekçi yığınlarına yöneliktir. Ülkemizde devrimin 80 yenilgisinden bugüne kadar düzen
partilerinin tümünü deneyen halkımız geçen zaman içinde sadece AP-DYP, CHP, MHP,
Refah Partisi gibi eski kuşak burjuva partilerinin değil, aynı zamanda ANAP, AKP gibi yeni
kuşak burjuva partilerinin de emek, demokrasi ve insanlık düşmanı yüzünü görme imkânı
buldu. Devrimin bir alternatif olmadığı bu süre içinde eski-yeni düzen partilerinin tümü
ülkemize savaş, açlık ve yoksulluk, adaletsizlik ve yozlaşmadan başka hiçbir şey getirmedi.
Sadece kendi zenginliklerini artırmak için soygunculukta ve halk düşmanlığında birbirleriyle
yarıştılar. Artık bu gidişe dur demenin vakti gelmiştir; artık emekçilerin kendi öz iradelerini
egemen kılma, kendi taleplerini iktidar kılma vakti gelmiştir. Devrimci Karargâh’ın bu eylemi
Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine kendi iktidar yürüyüşlerini bir kez daha başlatma
çağrısıdır.
5- Devrimci Karargâh’ın bu eyleminin özellikli siyasal anlamı ise Türkiye devrimci
hareketine yöneliktir. Türkiye devrimci hareketi son 30 yıllık ömrünü, yenik ve teslimiyetçi
siyasal akımlara kapılıp liberal labirentlerde geçirmekten dolayı, ne emekçi sınıfların ve
halkların iş, ekmek, özgürlük ve demokrasi taleplerine yönelik uluslararası emperyalizmin ve
yerel gericiliğin saldırganlıklarına siper olabildi ve bu yüzden ne de en şiddetli alternatif
boşluğuna ve emekçi kitlelerin en yüksek alternatif arayışlarına karşın onlara cevap olabildi.
Öncü, öncü olma iradesini ortaya koymadıkca kitlenin kendisi olamaz. Oysa devrimimiz
mücadelenin bütün alanlarında kendini örgütleyebilecek güç ve zenginlikte bir kolektif tarih
ve birikime sahiptir. Devrimci Karargâh’ın bu eylemi, bu kolektif tarih ve birikimin güncelde
maddeleşmesi için Türkiyeli tüm devrimcilere bir toplanma, toparlanma davetidir.
6- Devrimci Karargâh’ın bu eylemi, aynı zamanda, özgürlük bayrağını, Oramar’da, Zap’ta,
Bezele’de Dersim’de, Botan’da, Diyarbakır’da kısacası Kürdistan’ın tüm özgür alanlarında
zirveye diken Kürt halk kurtuluş savaşçılarını ve sınırsız sömürgeci terörüne karşın öncüsüne,
şehitlerine bağlılığını ve özgürlük tutkusunu serhıldanlaştıran Kürt halkını selamlamak
içindir.
İşçiler, emekçiler, gençler, kadınlar
Zulüm perdesini yırtmak için Devrimci Karargâh altında toplanalım ve kendimize ve
insanlığa layık bir yaşamı kendi ellerimizle kuralım.
Yaşasın sosyalizm, yaşasın devrim!..
Yaşasın halkların kardeşliği!..
Zafer savaşkan sosyalizmin olacaktır!..
07.08 2008
***
2 NOLU BİLDİRİ
Devrimci Karargâh 2 nolu Bildiri
Türkiye işçi sınıfına, emekçi halklarına ve tüm dünyanın devrimci güçlerine duyurulur:
“Bitmedi o kavga sürüyor, sürecek…”
“Ya bir yol bulacağız, ya bir yol açacağız”
Kartacalı General Annibal
Devrimci Karargâh olarak, 7 Ağustos 2008 tarihinde İstanbul Selimiye’de bulunan 1. Ordu
Karargahı’nı havan topuyla vurduk. Kamuoyuna yaptığımız ilk açıklamamızın ve oluşan
dezenformasyonun aksine, iki havan mermimiz kesin olarak kışlanın ana binasının içindeki
büyük iç avluya düşmüştür. Ancak burada sadece askeri personelin olması ve polisin izin
almadan araştırma yapma şansının bulunmaması nedeniyle, generaller atışlarımızın başarısını
polisle işbirliği içinde saklama yoluna gitmişlerdir. Olay sırasında kesinlikle 4 adet patlama
olmuştur. Buna bölgedeki vatandaşlar ve militanlarımız tanıktır. 1. Ordu Komutanı’nın,
İstanbul Valisi ve Emniyet Müdürü’nün olayı saklama konusundaki acemi tavırlarına herkes
tanık olmuştur. Öğleden sonra, Valiyle Orgeneralin görüşmesinde Vali hala lafı gevelemeye
çalışırken, 1. Ordu Komutanı artık dayanamamış ve atışın havan olduğunu, sesi tanıdığını,
çok havan attırdığını, içeride şarapnel parçaları olduğunu gazetecilere söylemek zorunda
kalmıştır.
Olay sırasında belediye emekçilerinin yaralanması bilinçli bir hareket değil, kazadır.
Hedefimizin belediye binası olması söz konusu bile edilemez. Yaralanan emekçilerden özür
diliyor, geçmiş olsun dileklerimiz iletiyoruz.
Devrimci Karargâh, değişik örgütlerde mücadele ettikten sonra, içinden geçilen dönemde
devrimci hareketin yetersizliklerini görmüş militanlardan oluşan yeni bir yapıdır.
Sözümüz ve eylemimiz, Türk ve Kürt emekçi halklarının devrimci ve sosyalist sözüdür. Bir
isyan çağrısı, var olan zulüm ve yalan zincirini kırma çığlığıdır. Bu sözü geçmişte büyütmüş
her devrimci örgüt ve militana vefa borcumuzdan kaynaklanan saygımızın ifadesi, bundan
sonra büyütmesi gerekenlere ise yol gösteren mütevazı mesajımızdır.
Dünya bir vicdansızlık ve duyarsızlık, “bezirgân saltanatı ve zulüm” karanlığı içinde
yaşamaktadır. Günümüz dünyasında her 5 saniyede bir çocuk sadece açlıktan ölüyor. Basit
hastalıklar, savaşlar buna dâhil bile değil… Batı’nın obezite sorunuyla mücadele, kozmetik ya
da evcil hayvan bakımına harcadığı parayla dünyanın tüm açları birkaç kez doyuyor. Ama
buna rağmen ülkemizde ve dünyada zenginler, ne yapacaklarını bilemez halde pastalarının
üzerine altın koyup yiyorlar. Bu kadarını Pompei ve Sodom halkları dahi yapmamıştı. Bu
gidişi gazetelerde okuyup, televizyonlarda izledikten sonra iğrenmeyen ve eyleme geçmeyen
artık “insan” değildir. İnsan olmak için arınmak gerekiyor. Devrimci olmak bile şart değil.
Batı dünyasının ve ülkemizin küçük burjuva solcularının yaptığı gibi, “halkla ilişkiler”
kampanyaları eşliğinde yardım konseri türü “sosyal sorumluluk” projeleri sadece düzeni
temizler. Emperyalizmin liderlerinden açlar için birkaç milyon dolar dilenenler, okul yaptırıp
vergiden düşenler, çocuk yuvalarına magazin muhabirleri eşliğinde oyuncak dağıtanlar. Bu
ikiyüzlülük maskelerinizi artık indirin. Sizden tiksiniyoruz...
Biz onlardan değil, “Yeryüzünün Lanetlileri”ndeniz. Sorunlara ve çözümlere işaret ediyoruz.
Türkiye ve Kuzey Kürdistan halkları, emekçileri ağır bir baskı ve sömürü altındadır. Türkiye,
emperyalizmin, işbirlikçilerinin, sermaye sınıfının doymak bilmez kar etme hırsının,
gericiliğin, milliyetçiliğin dişleri altında ezilmektedir. Kürdistan ise, Türk şovenizminin
sömürgeciliğine, faşizme, gerillayı katletme çabalarına, ulusal inkârcılığa, emperyalizme,
Güney Kürdistan’ın işbirlikçi önderleri vasıtasıyla teslim alınma çabalarına karşı
direnmektedir.
Ortadoğu, emperyalist işgalcilerin oyun sahası olmuştur. Irak’ta işgal başladığından beri 1
milyon Arap ölmüş, ülke yıkılmıştır. Ne mutlu ki emperyalist işgale karşı savaşanlar var.
Afganistan harabedir ama direnmektedir. Filistin, siyonizmin azgın ve ahlaksız saldırısı
altında 60 yıldan beri inlemekte ama teslim alınamamaktadır. Lübnan, siyonizmin
saldırganlığını Hizbullah ve devrimci – komünist güçler vasıtasıyla defetmesine rağmen yine
tehdit altındadır. Siyonizm ve emperyalizm İran’a da saldırıya hazırlanmaktadır.
Emperyalizmin orduları, kendi içtimalarına toplanmayan her odağa saldırıya yemin etmiştir.
Bizim de yeminimiz var: Emperyalizmin ve kapitalizmin askeri olmayacağız. Özgürlük,
halkların kardeşliği, devrim ve sosyalizm çığlığını her şart altında haykıracağız. Bu uğurda
ölüm nereden gelirse gelsin, hoş geldi, safa geldi…
Hareketimiz ABD-İngiliz emperyalizmlerini ve İsrail siyonizmini de vurmaya ant içmiş
militanlardan oluşmaktadır. Yoksa mankafalaştırılmış TV izleyicisini cezbetmesi için şöyle
mi demeliydik: “Bizi izlemeye devam edin?..”
Devrimci Karargah olarak, devrimciyiz, sosyalistiz, komünistiz. Marx, Engels ve Lenin’i
önder kabul ediyoruz. Batı merkezli hiçbir kurtuluş ve ilerleme projesini, demokrasi
programını Türkiye ve Kürdistan’ın emekçi halkları için mümkün ve gerekli görmüyoruz.
Işığın Doğu’dan yükseleceğini biliyoruz. Buradaki Doğu sadece coğrafi bir yön değil; Batı
merkezci uygarlık tarifinin dışında ve karşısında olandır tabii... ABD’ye, NATO’ya, AB’ye
karşıyız. Sadece karşı değil, bu kuruluşların düşmanıyız. Onlar da bizi düşmanları bellesinler.
Kinimizden kaynaklanan sözümüz açık ve samimidir.
Türkiye ve Kürdistan solculuğunun başına bela olan liberalizmden, reformizmden, Batı’dan
medet ummaktan ve milliyetçilikten bıktık usandık. Türkiye devrimci hareketi, faşizmle dans
eden ulusal solculuk ve dünya ufku Kopenhag Kriterleri olan AB’yi aşamayan, Batı hayranı
çirkef liberal solculuk seçeneklerinden ikisine de muhtaç değildir. Lanet olsun Mussolini ve
Kautsky kılıklı kifayetsiz muhteris solculara… Bizim devrimci tarihimiz, bu denklemi
parçalayacak birikime sahiptir ve şimdi artık Devrimci Karargah var.
Devrimci hareketimizin çizgisi enternasyonalist, anti-emperyalist, anti-sömürgeci, antişovenist, anti-siyonist, işçi sınıfçı, devrimci, halkçı ve silahlı olmak zorundadır. Halkımızın
samimi İslami inançlarıyla bizim hiçbir derdimiz yoktur. Halkımız, “topraktan öğrenip,
kitapsız bilendir”. Laikçiler’den değiliz. Ama AKP gibi ABD uşaklarının emekçi halkımıza
giydirdiği deli gömleğinin de parçalanması gerektiği inancındayız. Fethullah Gülen’i bir din
adamı değil, ABD ajanı olarak görüyoruz.
Bizim, zorla ya da gönüllü olarak askerlik yapan halk çocuklarıyla bir sorunumuz yok. Ama
hedef aldığımız orduyu yöneten generaller, geçmişte de şimdi de halkımızın, bizim
düşmanımızdır. Ordunun yönetim yapısı cumhuriyet tarihi boyunca emperyalizm tarafından,
sermaye sınıfının genel çıkarları doğrultusunda şekillendirildi. Mustafa Kemal ve İsmet
İnönü’nün tercihi Batılı olmaktı. O anda dünya tarihinin izin verdiği ölçüde Batıcı ama aynı
zamanda ulusal bir politika izlediler. Batıcılık tercihleri, ulusalcılık zorunluluklarıydı.
Türkiye’de başarıya ulaşan tüm askeri darbeler, NATO’nun, ABD’nin bilgisi, onayı ve
yönlendirmesiyle muvazzaf subaylar tarafından yapıldı. Menderes Türkiye’yi NATO’ya
soktu; Menderes’i devirip asan generallerin ilk açıklaması NATO’ya ve CENTO’yla bağlı
olduklarıydı. Türk askeri NATO’ya girebilmek için Kore halkının sosyalizm kavgası veren
militanlarına kurşun sıkmak zorunda bırakıldı. Generaller, sosyalizme, halka, işçilere düşman
her türlü askeri faaliyetin içinde oldular. Ülkeyi ABD’nin Jüpiter füzeleriyle, nükleer
bombalarıyla doldurdular. Halklarımız uyanık olsun, İncirlik hala da öyledir…
Generaller günümüzde de Afganistan, Lübnan ve Bosna Hersek’de asker bulundurarak Türk
ordusunun emperyalizme hizmetini sağlar; İsrail’in nükleer silahlarına karşı çıkmazken
İran’ın üretmesine itiraz eder; siyonist İsrail’in en büyük destekçisi ve silah satın alıcısı
durumundalar. ABD Irak halkını katlederken, uçaklarına yakıtlarının büyük bölümünü aynı
generaller sağlamıştı; generaller Batılı karargâhlarda eğitim alarak kontr-gerillacılık
öğreniyorlar… Ergenekon davası belki bir tiyatro ama, kontr-gerillayı halkımız Mustafa
Suphiler’in katlinden, 1 Mayıs 1977’den, Kürdistan’dan, Maraş’tan, Çorum’dan, Sivas’tan, 19
Aralık Cezaevi Katliamı’ndan, Hırant Dink’in katlinden çok iyi biliyor. Sivas’ta Alevi
halkımız, sosyalist aydınlarımız gericiler tarafından cayır cayır yakılırken kısacık bir
mesafedeki binlerce askeri harekete geçirmek bu generallerin aklına bile gelmemişti. Hani
gericiliğe karşıydılar?.. Daha kısa süre önce 19 Aralık’ta cezaevlerinde savunmasız devrimci
tutsakları katleden subaylar zaman aşımı nedeniyle aklanmadılar mı? Generaller, 12 Mart ve
12 Eylül dönemlerinde bünyelerinden çıkan devrimci subayları işkencehanelerde ezdiler,
sokaklarda katlettiler, ordudan attılar. Ama tarihleri boyunca işkenceci subaylarını
korumadılar mı? Halen Albay Ali Öz, Tuğgeneral Levent Ersöz gibiler her gün bir skandal
haberle gazetelerin manşetlerinde değil mi? Bunları herkesin unutacağına gerçekten inandılar
mı? Biz unutmadık, unutturmayız… Şimdi ABD denetiminde ve AKP-Genelkurmay
ittifakıyla yapılan bir tasfiye hamlesi bu kadar pisliği yıkamaya yeter mi? Halen 33 Kurşun’un
tetikçisi Mustafa Muğlalı’nın adı tetiği çektiği Van Özalp’de kışlanın kapısında yazılı değil
mi? Topal Osman’ın heykeli açılırken, Seyyid Rıza’nın fotoğrafını gençlerin elinden
toplamıyor mu Dersim’de polis? O zaman bu düzene, onun tetikçisi generallere neden
inanalım?.. Neden inanalım sokak tezgahlarından Ahmet Arif alıp okurken?..
Generallerin Cumhuriyet tarihi boyunca oynadıkları uğursuz rolü en iyi Kürt halkı biliyor.
Türk milliyetçiliği üzerine şekillendirilen, Kürt halkını yok varsayan bir siyasetin en militan
uygulayıcısı generaller olmuştu. Onlarca isyanı, on binlerce Kürt köylüsünü ve direnişçi
gencini katlederek bastırdılar. Ne için?.. “Kürt halkının olmadığını kanıtlamak” için.
Şimdilerde gazetelere demeç vererek, “Çok yanlışlar yapıldı; Kürtler’le Türkler kardeştir;
emperyalizm kışkırtıyor” diyorlar. Peki, bu haksız savaşta ölen on binlerce Kürt ve Türk
gencinin hesabını kim verecek? Yeşilyurt köyündeki “pisliğin”, Diyarbakır, Mamak, Metris
cezaevlerinin, panzerlere bağlanıp sürüklenen insanlığın, kayıpların, Hizbulkontra’nın,
bombalanan gazetelerin, o gazeteyi dağıttığı için katledilen çocukların, gerillanın karşısına
dağlara sürülüp öldürülen eğitimsiz yoksul halk çocukları askerlerin suçlusu kim?
Bize göre bu suçların sorumluları, Türk milliyetçiliği tarafından gözleri kör edilmiş asker ve
sivil yöneticilerdir. Mustafa Kemaller, İnönüler, Topal Osmanlar, Mustafa Muğlalılar, Cemal
Gürseller, Celal Bayarlar, Fahri Korutürkler, Alpaslan Türkeşler, Kenan Evrenler, Memduh
Tağmaçlar, Baki Tuğlar, Esat Oktay Yıldıranlar, Cem Erseverler, Veli Küçükler,
Pamukoğulları, Kundakçılar, Sarızeybekler… Bu listeyi biz bile kütüphane olmadan zor
yaparız.
Bir de zulüm görenlere sorun bakalım…
1990’larda TBMM’nin bir komisyonu dahi binlerce Kürt köyünün ve mezrasının askerler
tarafından yakılıp boşaltıldığını, milyonlarca Kürt köylüsünün evini terk etmek zorunda
kaldığını tespit etmedi mi? Genelkurmay, DTP’yi bile terörist ilan ediyor, tanımıyor. Tayyip
Erdoğan, DTP’li vekillerin elini dahi sıkmıyor. ABD, PKK’yi terörist ilan ederek, 5 Kasım
2007 Beyaz Saray görüşmesinden bu yana, Kürt sorununa “nihai askeri çözüm” konusunda
generalleri ve sivil yöneticileri kışkırtıyor. İsrail buna Heron insansız uçaklarıyla yardım
ediyor. Hani nerede, “PKK’yi ABD destekliyor” diye bir süre önce bas bas bağıran her
boydan faşistler? Bu soruyu sol görünümlü milliyetçilere, ulusal solculara da soruyoruz…
Cevap verin sahtekâr solcular…
Bunların sorumlusu, generaller ve Kürt halkını görmezden gelen, asimile edebileceğini sanma
yanılgısına düşen sivil yöneticilerdir.
Biz devrimciler baştan beri, İhtiyat Kuvvet: Milliyet (Şark) adlı eseri Dr. Hikmet Kıvılcımlı
1930’larda yazdığından, 1960’larda Doğu Mitingleri’ni yaptıktan, Deniz Gezmiş idam
sehpasından iki halkın mücadele birliğini 1972’de haykırdıktan, İbrahim Kaypakkaya
Kemalizm ve ulusal sorun konusundaki tezlerini yine 1972’de yazdıktan sonra ve bugüne
kadar Kürt halkının yanındayız ve öyle olmaya devam edeceğiz. Bir halkı ezen halk özgür
olamaz. Biz, Türk halkının özgürlüğünün, Kürt halkının özgürlüğünden geçtiğini biliyoruz.
AB’nin yolu Diyarbakır’dan değil, Türkiye devriminin yolu Kürdistan devriminden geçer.
Tersi de doğrudur.
Taraf gazetesi gibi paçavraların ve liberal solcu azgınların yaptığı propagandanın tersine,
devrimci hareketin tarihi temizdir. Her dönemde iktidarı desteklemenin ideolojik temasını
bulan ve devrimcilikten korkup kaçtıktan sonra düzenin sol yanına yamalananlar yakamızdan
düşsün artık. Rasim Ozan Kütahyalı, devrimci önderlere ettiğin küfürler için seni de “not
ettik”.
Biz, devrime ve sosyalizme inanıyoruz. Marksizm’e ve Leninizm’e… “Bitmedi o kavga
sürüyor, sürecek / Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek.” Devrime, şiire inandığımız kadar
inanıyoruz. İnandığımız gibi yaşıyoruz. Tüm devrimcilere de tavsiyemiz de odur. Can
Yücel’in dediği gibi, “Ne kadar yalansız yaşarsak, o kadar iyi.” Kafasını Beyoğlu’ndan
kaldıramayan, düzen sınırlarını aşamayan tüm devrimci dostlarımıza da âcizane tavsiyemiz
odur. Yeni ufuklara açılmanın zamanıdır. Her devrimci, bulunduğu noktada bunun yöntemini
bulmalı, araçlarını yaratmalıdır. Devrimci Karargâh, denize doğru giden büyük devrim
ırmağına katılmak isteyen küçücük bir dereciktir. Denize kavuşacağız. Hep birlikte…
İnanmayanlar, güvenmeyenler duysun. Biz bir mesaj verdik bu mesaj şimdi size ulaşıyor.
Ötesi var mı?.. Büyük laf edeceğimize, küçük iş yapalım. Yetmez mi?
Devrimci Karargah olarak, siyonizme karşı Filistin ve Lübnan halklarının yanındayız.
İşbirlikçi tüm Arap rejimlerini lanetliyoruz. George Habbaş’ı, FHKC’nin Genel Sekreteri
Şehit Ebu Ali Mustafa’yı, HAMAS’lı Şehit Abdülaziz Rantısi’yi saygıyla anıyoruz. Buradan
kimseden gocunmadan Hizbullah ve lideri Hasan Nasrallah’a selam gönderiyoruz.
Latin Amerika’nın sosyalizme akan tüm halklarını, mücadele dinamiklerini selamlıyoruz.
Binbaşı Ernesto Che Guevera’yı gönlümüzün en müstesna yerinde anarken, FARC’ın
geçtiğimiz aylarda ölen kurucu lideri Manuel Marulanda ve şehit Raul Reyes’i unutmuyoruz;
Fidel Castro’ya, Hugo Chavez’e, Eva Morales’e, asi kıtanın topraksız köylülerine, işsiz
işçilerine, aydınlarına, madencilerine Türkiye ve Kürdistan halklarının en içten devrimci
selamlarını iletiyoruz.
Geleneğimizi, tüm hata ve eksiklerimizi öğrenmeye ve aşmaya çalışarak, “cahil kendini aklar,
kâmil özünü yoklar” düsturuna bağlı kalıp özeleştirilerimizi vererek, şehitlerimiz ve inadımız
üzerine kurabileceğimizi biliyoruz. Gücümüzü ve cesaretimizi, Mustafa Suphi, Mahir Çayan,
Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Erdal Eren, Necdet Adalı, Remzi
Basalak, Tamer Arda, Bedri Yağan, Sinan Kukul, Mehmet Demirdağ, Cafer Camgöz, Bülent
Ramazan Ongan, Hasan Ocak, Veysel Güney, Mazlum Doğan ve Agit’ten alıyoruz. Tüm
devrimcileri ve devrimci örgütleri yoldaşımız belliyoruz.
Eylemimizi yaptığımız yerde, şehih devrimciler Sinan Cemgil ve Sabahat Karataş’ın
mezarları da bulunuyor. Bu şekilde şehit devrimcilerin çelik selamını cellatlarına
gönderiyoruz. Devrimcilerin hafızası tarihtir. Ve biz tarihi, ezilenlerin, isyan edip o anda
yenilse bile tarihsel zafere yazgılı olanların tarafından okuyup yazmaya meyilliyiz. Yoksa,
beylerin, paşaların tarafından değil… Hızır Paşa’yı, Çelebi Mehmet’i sevmeyiz; sevdamız,
dedelerden Pir Sultan’a, şeyhlerden Bedreddin’edir.
Halkın haklı öfkesi katilleri bulacak… 12 Eylül cuntacısı Kenan Evren ve “1000 operasyonun
icracısı” Mehmet Ağar, siz de dikkatli olun; bir gece ansızın gelebiliriz…
Son olarak, şöyle bağlamak mümkün gibi görünüyor bize… Devrimcilik dedikleri de bir tür
dervişlik. Dervişliğin ne olduğunu ise Yunus Emre anlatıyor: “Dervişlik dedikleri hırka ile taç
değil / Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil.” Biz hırkaya muhtaç değiliz.
Devrimciliği bir gönül ve yürek işi olarak kavramaktayız. Başarabilir miyiz bunu?..
Denemeye değmez mi?
Selam olsun bizden önce geçene, selam olsun silah elde düşene…
Eylemimiz oldukça geniş yankı uyandırdı. Metropollerde bu tarz bir eylem devrimciler
tarafından en son 1980’lerde yapılmıştı. IRA savaşçılara dönemin İngiltere Başbakanı, Margreth
Thatcher’e karşı havanlı karşı havanlı eylem düzenlemiş, “ Demir Leydi” bu saldırıdan hafif
yaralı kurtulmuştu.
Kuşkusuz havan eylemi, iç savaş gibi kaosun olmadığı, düşman denetiminin şehirlerde
üstn düzeyde olduğu dönemlerde gerçekleştirilmesi güç bir eylem tarzdır. Havan rampasının
gizlice imal edilmesi mühimmatların temin edilerek şehre sokulması gibi [konular bile]başlı
başına bir eylemdir ki, [biz] bunun ötesine geçmeyi yani silahı kurup eylemi yapmayı
başarmıştık.
Düşmanın şansına havan güllerinde istediğimiz verimi alamadık. (4 gülleden ikisi
hedefi vurmuştur.) Fakat bu bile o dönem Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin başına
getirilen T.C Devletinin eylemimiz nedeniyle alay olması engelleyememişti.
“Nasıl olur da eşkıyalar şehrin göbeğinde havanlı eylem yapardı. Teröristler bir de
Çamlıcaya doçka kursalardı tam olur”du… Şurası kesinki, devrimci yaratıcılığın sınırsız
olduğunu bilmeyenler bunu hiçbir zaman anlayamayacaklardır.
1 Nolu bildirgede geçen kimi ifadeler bazı detayları işaret ediyor. Örneğin “ Şehit
Ongan Müfrezesi ismindeki “ Ongan”ın nerede geldiği… Ongan ismi 16 Haziran Hareketi (16
HH) nin militanlarından olan ve 23 Ocak 1990’da İstanbul Memkul Kıymetler Borsası’na
bombalı eylem düzenlerken bombanın kazara patlaması sonucu şehit düşen Bülent Ramazan
Ongan’dan gelir. Şehit yoldaşımızı kavgamızda yaşatmak amacıyla müfrezemize bu ismi
vermiştik.
Diğer bir detay olan 16 HH ise Devrimci Karargâh’ın bileşenlerinden birisidir. 16 HH.
Dr Hikmet Kıvılcımlı geleneğinden gelen, daha sonraları harekete ve davaya ihanet ederek
düşmana sığınan Sarp Kuray ve arkadaşlarınca kurulan Partizan Yolu örgütünün devamı olarak
1988’de kuruldu. 3 yıl boyunca aralarında 24 Mart 1988’deki Büyük Metris Firari’nin da olduğu
(bu eylem TKP. ML TİKKO ve Devrimci Yol tutsaklarıyla ortaklaşa organize edilmiştir) bir dizi
ses getiren eylemler de düzenledi yoldaşlarımız. Ne ki Sarp Kuray’ın ihanetine paralel gelişen
düşmanın ağır operasyonları sonu hareket eylemsel gücünü yitirdi. Devam eden süreçte 16
HH’yi yürütenler daha çok dergi faaliyetlerinde bulundular; ta ki 2005’te Devrimci Karargah’ın
temellerini atıncaya dek..
***
İlk eylemimizin etkileri olumlu karşılığını üretmekte gecikmedi. Bir süredir merkezi
düzeyde görüşmeler yürüttüğümüz Devrimci Sol, kendisini feshederek hareketimize katılma
kararı almıştır. Hareketimizin yayınladığı 3’nolu bildiri bu katılıma ilişkindir:
3 NO’LU BİLDİRİ
Devrimci Kamuoyuna ve Halklarımıza Duyurulur..
DEVRİMCİ KARARGAH DEVRİMCİ SOL’LA ARTIK DAHA GÜÇLÜ!.
Yoldaşlar,
Devrimci Sol, artık bir Devrimci Karargâh bileşeni olma kararı almıştır.
Devrimci Sol’un bu kararı, dağınıklığı ve eylemsizliği statüko haline getiren Türkiye
Devrimci Hareketinin bugününe bir müdahaledir.
Devrimci Sol’un bu kararı Türkiye sosyalizminin birleşme ve ayrılık kültürüne bir
müdahaledir.
Türkiye Devrimci Hareketi 80’den beri ciddi bir kriz içindedir. 80’lerin sonlarında yaşanan
kısmi iyileşme süreci 90’ların başında kesilmiş, dünyada sosyalizmin darbe almasıyla oluşan
ideolojik ve siyasal çöküntü örgütsel karşılığını da bulmuş ve Türkiye devrimci hareketi her
gün kendi krizini ve bayağılaşmasını üreten bir döngüye girmiştir. Sürecin karakterinin bu tür
şekillenmesinde başka bazı girişimlerin yanı sıra özellikle kent devrimci hareketinin en diri
kesimini oluşturan Devrimci Sol güçlerin öncü kadrolarının karşı devrim tarafından imhasıyla
ağır bir şekilde darbe alması ve ardından bu yapının kendi iç krizi sonrasında derin zaaflara
uğraması önemli bir moment oluşturmuştur. Önder yoldaş Bedri Yağan’ın ve diğer öncü
kadroların şehit olmasıyla ayrıca darbelenen Devrimci Sol yapısı, devrimci mücadelenin
düşük konjonktürünün de etkisiyle Türkiye devrimci hareketinin, ayrıcalıksız herkesi içine
alan eylemsiz, yenik, tüketici ve dağınık statükosunun bir parçası olmaktan uzun süre kendini
kurtaramamıştır. Devrimci Sol, bu yenilgi yıllarında dünya ve Türkiye devrimci hareketinde
ortaya çıkan yeni durumları değerlendirip mücadeleye eleştirel yeni bakışlar geliştirirken,
kendi tarihiyle ilgili özeleştirel bir tutum almaktan çekinmemiştir. Ancak bu özeleştiri ve yeni
siyasal mülahazalar, 70’lerin militan mücadele çizgisini sürdüren pek çok siyasal yapının
aksine, devrimci mücadelemizin atak ve iradi tarzlarını mahkûm eden, onu karşı devrimin
hoşgörüsü sınırlarına mahkûm eden, ideolojik ve siyasal zeminde sistemin dekoratif bir
parçası olmayı benimseyen teslimiyetçi ve liberal çizgiye vardırılmasını özellikle reddeden bir
tutum içinde gelişmiştir. Türkiyeli savaşkan sosyalizm tarihinin yanı sıra kendi güçlü özel
mücadele tarihi ve şehitlerinin yüksek devrimci çizgisi, statüko sosyalizminin, bütün zaaf ve
zayıflıklarına karşın Devrimci Sol’u ruhen asla teslim alamamasını sağlamıştır
Devrimci Sol, kendi militan tarihine ve mücadele anlayışına bağlı kalarak Türkiye
sosyalizmindeki asıl ayrımın bütün bölükleriyle bir ve aynı statüko partisiyle devrimci öncü
irade güçleri arasında olduğunu belgeleyen bir konum almış ve bugüne kadar bu konumunu
sürdürmüştür. Devrimci Sol’un bu tutumu Türkiye solundaki ayrılıkların ana karakterinin
“ideolojik” vb.. sınıf zeminli modern ayrılıklar olmasından ziyade sisteme karşı tavır
geliştirmedeki “devrimci” ve “düzen içi” eğilimler arasındaki tarihsel ve yapısal ayrılıklar
olduğunu göstermiştir.
Türkiye devrimci hareketinin bu tarihsel ve yapısal ayrılık temeli aynı zamanda devrimci
birlik zeminin de tanımını vermektedir. Nasıl düzen içi eğilimler ayrı örgütsel durumlarına
rağmen bir ve aynı statüko partisi oluşturuyorsa devrimci çizgilerde bir ve aynı düzen karşıtı
devrim partisini oluşturmak ama sistemin karşı devrimci egemenliğini alt edebilmek adına
bunu örgütsel birleşikliğe taşımak, merkezi ve tekci bir organik bütünlüğe ulaştırmak
zorundadırlar. İşte Devrimci Sol bu anlayıştan hareketle kendisiyle aynı paralelde düşünen ve
davranan yapılarla harmanlanma arayışlarını sürdürerek kendisiyle benzeri süreçleri yaşayan
bileşenlerden oluşan Devrimci Karargâh yapısı içinde onlarla yoldaşlaşmayı, sentezleşmeyi
gündemine almıştır.
Devrimci Sol bu örgütsel eylemiyle Türkiye devrimci hareketini karşı devrim karşısında derin
zaaflara uğratan, Türkiye sosyalizminin olumlu devrimci gelenekleri, tarih ve kültürleri
arasındaki kopukluğun giderilmesi yolunda Türkiye devrimci hareketine olumlu bir örnek
sunmaktadır.
Türkiye sosyalizminin tarihi iki ana damardan, bu damarların sosyalist mücadelede
yarattıkları gelenek ve kültür tarihinden oluşmaktadır. Bunlardan birincisi Bolşevik
devriminin etkisiyle özellikle İstanbul proletaryası eliyle oluşturulan örgütsel ifadesini
TKP’de bulan klasik komünist gelenek, bir diğeri ise Türkiye’nin tarihsel ve sosyal
özgünlüğünün bir ürünü olan özellikle aydın gençlik eylemciliğinin 60’larla
sosyalistleşmesinin yarattığı devrimci gelenektir. Birincisi her şeyi sınıfın kendiliğinden
eylemine bağlayan ve bu yüzden zaman içinde iyice oturganlaşan, marksizmin lafzını
ruhunun önüne geçiren teorik ortodoksiyi oluştururken, diğeri, siyasal enerjisiyle giderek
kendi eylemini sınıfın yerine ikame etmeye yönelen aşırı voluntarist, pratikçi tarzını
ideolojileştiren yeni kuşak sosyalizmi olarak sosyalist tarihimizde yerini almıştır. Birincisi,
diğerinin yenilgili tarihi üzerinden kendi teorik ortodoksisini pratik ve iradi varoluşu reddeden
bir düzen içi sosyalizm anlayışına vardırırken, ikincisi, diğerinin düzen içi konumuna kılıf
ettiği teorik söylemi üzerinden Marksizm’in ana teorik referanslarını reddeden proletarya dışı
bir devrimci çizgi durumuna düşmüştür. Türkiye devriminin gelenekler ve tarihler arası
kopukluğunu gidermek ve geçmiş zaafları aşmak için yeni bir devrimci dizilişin gerekli
olduğu ve bunun devrimci mirasımızın olumlu ve doğru yanlarının sentezleri üzerine
yükseleceği açıktır.
Devrimci Karargâh devrimci tarihimizin değişik damarlarından gelen yapıların kendi
geleneklerine yönelik yaptıkları bu tür özeleştiriler zemininde oluşmaktadır. Devrimci
Karargâh bünyesindeki geleneksel soldan gelen bileşenler Marksist teorik referanslara ve sınıf
gerçeğine daha yakın duruşlarını bir lafız olmaktan çıkartarak bunu doğrudan burjuva devlete
karşı bir savaşım düzeyine çıkaran bir pratik durum haline getirme çabalarıyla Devrimci
Karargah içinde bulunurken, şimdi Devrimci Sol, yoğun bir pratik tarihi ve mücadele çizgisini
sınıfsız devrimciliğin otokritiği üzerinden Türkiyeli bir Leninci Marksizm’in aynı zamanda
teorik yeniden üretimine de yöneltmiş olmaktadır.
Devrimci Sol bu hamlesiyle sadece kendi evrimindeki ve Türkiye devrimci hareketindeki bir
örgütsel düzey sıçraması yapmamaktadır, aynı zamanda en önde gelen temsilcilerinden
olduğu 60 sonrası devrimci geleneğin birinci olarak devrimi daha ziyade öncünün askeri
mücadeleye indirgenmiş bir pratik faaliyeti olarak gören ve örgütleyen taktik çizgisine
devrimde proleter öncülüklü bir kentli siyasal başkaldırıyı başat kılan bir düzeltme
yapmaktadır. İkinci olarak ise, içinden geldiği devrimci geleneğin bütün eylemcil duruşuna
karşın özellikle ulusal sorunda devletçi bir yaklaşımdan kendini kurtaramayan ideolojik ve
siyasal duruşuna bir otokritik getirerek Kürt halkının özellikle Kürt Özgürlük Hareketinin
önderliğinde geliştirdiği anti sömürgeci halk kurtuluş mücadelesini onaylayan ve bu
mücadelenin yanında olmayı kendi proleter öncülüklü anti-oligarşik halk devrimciliğinin
vazgeçilmez bir taktik öğesi kılan bir düzeltme yapmaktadır. Böylece bu iki değerlendirmenin
mantık ve esas sonucu itibariyle ve üçüncü olarak, devrimci mücadelemizin bugünkü aşaması
itibariyle artık tümüyle küçükburjuva sosyalizmine ait olan halkçı devrim perspektifi yerini
proleter devrimciliğin teorik ve pratik perspektifleri almış bulunmaktadır.
Devrimci tarihimizin iki ana geleneğinden gelen bu yapıların kendi içlerinde yaptıkları teorik
ve fiili otokritikler sonrasında geliştirdikleri bu beraberlik, mücadelenin ihtiyacı olan temel
ideolojik, örgütsel ve strateji hamlesinin, küçük burjuva devrim çizgilerinin ısrarla
vurguladıkları gibi tarihimizin bu iki devrimci damarı arasındaki bir kopuşma değil, aksine
bu iki devrimci çizginin devrimci değerleri arasında bir buluşma, bir sentez olduğunun kritik
bir denemesidir. Devrimci Sol’un bu örgütsel hamlesi, bu haliyle sadece kendi tarihlerini
ilgilendiren özel bir düzey oluşturmamakta, bunun yanı sıra devrimci tarihimizin gelenekleri
arasında bir sentezi öngören stratejik yenilenmenin bir prototipini yaratmanın tarihsel
anlamını da taşımaktadır. Bu haliyle bu birleşme hamlesi, Türkiye devrimci hareketinde az da
olsa daha önceleri de gördüğümüz başka başarılı birlik momentlerine nazaran bu tür bir
özgünlük de taşımaktadır. Özellikle statüko sosyalizminden rahatsız olan, bu siyasal düzeyin
aşılması için istekli ve inançlı devrimci kamuoyunun devrimci hareketlerin gelenekleri
arasındaki bu organik buluşma momentini destekleyerek büyütmeleri, devrimciliğin yeni
dönem dizilişi açısından dirimsel bir siyasal değer taşıyacaktır.
Yoldaşlar,
Devrimci Sol’un bu örgütsel hamlesi aynı zamanda devrimci tarihimizin kanayan yarası sol
içi çatışmalara da bir müdahaledir. Devrimci Sol, küçük burjuva devrimciliğinin açmazları
üzerine Bedri Yağan yoldaşla başlayan arayışlarının, ne yazık ki kanlı bir kardeş kavgasına
dönmesini engelleyememiş, her ne kadar kendini savunma pozisyonunda tutmaya çalışsa da
bu kanlı çatışmanın bir tarafı olma konumundan kendini kurtaramamıştır. Yoğun emek ve
şahadetler pahasına yaratılan devrimci birikimlerin kendi tıkanıklık momentlerini bir tür
iktidar kavgasıyla aşmaya çalışmaları solumuzun bir eğilimi durumundadır. Devrimimizin
küçük burjuva küçük mülkiyetçi yapısınca tetiklenen bu tür grup mülkiyeti eğilimleri, bu özel
siyasal alanı yaratan emek sahiplerince ne kadar meşru görülürse görülsün, devrimin kendi
sorunlarını aşma tarzına uygun düşmemektedir. Devrimci Sol, her ne kadar sonradan
parçalanan tarihinde doğrudan ve organik emek sahibi ise de bundan böyle bu tarihin ve
özellikle onun güncel pratik değeri üzerinde bir hesaplaşmanın sol içi çatışmanın bir gerekçesi
kılınmasını şiddetle reddetmektedir. Devrimci hareketin sol içi ayrımlarda esas çözüm
yöntemi olarak benimsediği “ilkelerde savaş, devrimci kardeşlik” düsturu, Devrimci Sol
tarihin organik temsilcileri tarafından bundan böyle de esas alınacaktır. Bu bağlamda;
Devrimci Sol, kendi tarihiyle bütünleşmiş örgütsel künyesinin, bundan böyle aynı tarihle
ortaklaştığı DHKP-C’yle bir mülkiyet hesaplaşmasına konu olmasına son vermek üzere bu
künyeyi genelde devrimci hareketin uzun, özelde Devrimci Karargah’ın kısa tarihine
devretmektedir. Devrimci Sol’un uzun ve zorlu mücadelelerle dolu geçmişinde kayıplarının
acıları hala sıcak yoldaşlarının DHKP-C’yle ortaklaştığı anıları, bütün diğer devrim
şehitlerimiz gibi bundan böyle Türkiye devrimci hareketinin tarihine mal olmaları
dolayımıyla Devrimci Karargahı’n da en derin saygıyla selamladığı ve benimsediği devrim
değerleri olacaktır. Devrimci Sol’un sadece kendi özel tarihine ait değerler ise, başta Bedri
Yağan yoldaş olmak üzere tüm şehitlerimiz artık Devrimci Karargah’ın devrimci eylemine
yol gösteren özel öncüler olmaları dolayımıyla Türkiye devrimci hareketinin tarihine ait
olmaktadırlar.
Yoldaşlar,
Devrimci mücadelemizin 80’den itibaren iyice açığa çıkan, ama köklerini devrimci
hareketimizin yapılanmasında taşıyan krizine ilişkin stratejik müdahale sürecinin bu özel
hamlesi, emperyalizmin bütün boyutlarıyla tarihinin en derin krizlerinden birini yaşadığı bir
döneme denk gelmiştir. Uluslararası emperyalist dünya, birikim fazlası krizini çözmek üzere,
uluslararası finans kapital merkezlerinin kendi iç rekabetini de az çok kontrol altına
almalarına bağlı olarak gündemdeki yeniden paylaşım sürecini, özellikle doğulu emekçi
halkların yeniden sömürgeleştirilmesi temelinde çözmeyi planlamaktadırlar. Krizin çözümü
için gerekli olan yeni pazarların stabilize edilmesi ve enerji kaynaklarının doğrudan ele
geçirilmesine dayalı emperyal stratejinin esas uygulama alanı, ülkemizin de tam ortasında
olduğu ve yeni emperyalist stratejinin Büyük Ortadoğu adını verdiği bölgedir. Bugünkü
veriler itibariyle tarihin akışının artık çok açık bir şekilde görüldüğü üzere, gelecek yüzyıllara
şekil verecek, emekçi halkların uluslararası emperyalist-kapitalist sisteme köle olma ya da
ondan kurtulma sürecinin stratejik hesaplaşması bu bölgede, hem de artık çok da uzun
olmayacak bir gelecekte yaşanacaktır. Bölgemizde emperyalizmin dayattığı köleleştirme
sürecine karşı direniş sadece siyasal İslam ve Kürt özgürlük hareketi tarafından
yürütülmektedir. Sahip olduğu güçlü sınıf dinamikleri ve yoğun devrimci tarih ve tecrübesi
itibariyle bu direniş hattında çok önemli ve tarihi işleve sahip olabilecek Türkiye sosyalizmi
ise, kendi siyasal değerinin çok altında, ancak Kürt özgürlük hareketinin ısrarlı zorlamalarıyla
giriştiği kimi kurumsal çalışmalar dışında bir değer gösterememektedir. Devrimimizin içinde
bulunduğu krize ilişkin doğru çözümlemeler getiremeyiş, kendini bir yanıyla emperyal
ideolojik hegemonyanın bir alt başlığı olarak özellikle devrimci mücadelenin teorik ve pratik
değerlerine karşı geliştirdiği inkarcı liberal sol yaklaşımla, diğer yanıyla yeniden paylaşım
alanında olma hasebiyle yerel burjuvaların kendi paylarına sahip çıkma ve büyütme
eğilimlerinin bir alt başlığı olarak gelişen ulusalcı sol ideolojik ve politik duruşla iyice
kirlenmiş ve kilitlenmiş durumdadır.
Devrimci Sol’un varlığıyla güçlenen Devrimci Karargah, liberal ve ulusalcı sol açmazlara
karşı, emekçi halklarımızın devrimci sosyalizm alternatifini yaratma çabasıdır. Bu çaba
devrimci mücadelenin ideolojik, siyasal ve örgütsel birliğini en üst düzeyde pekiştirme süreci
olarak kesintisiz bir şekilde gelişerek ve genişleyerek sürdürülecektir.
Yoldaşlar,
Statüko sosyalizmi tarafından kirletilen ve kilitlenen devrimsizlik sürecinin aşılması,
tarihimizin ve geleneklerimizin tüm devrimci değerleri arasında bir buluşma, harmanlanma ve
sentez sürecidir. Ancak bu süreç, onu bir tür bürokratik düzenleme durumuna düşürecek tekil
bir örgütsel hamle olarak değil, gündemdeki stratejik savaşa hazırlanma, yeni siperler kazma
ve siperlerdeki yerlerimizi alma pratiği olarak da görülmelidir.
Devrimci Sol’un varlığıyla güçlenen Devrimci Karargah, proletaryanın öncülüğünde,
antiemperyalist, anti oligarşik, anti sömürgeci devrimci mücadelemizi, başta metropoller
olmak üzere tüm Türkiye sahasında yükseltmek için, PKK önderlikli Kürt özgürlük
hareketiyle yoldaş olmayı sadece enternasyonalist bir tutum olarak değil, bunu aynı zamanda
kendi devrimimizin de bir gereği olarak pratikleştirmek için siper yoldaşlığına çağrının
yenilenmesidir.
YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM!
YAŞASIN DEVRİMCİ KARARGÂH!
YAŞASIN TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN DEVRİMLERİ!
***
B) AKP İstanbul İl Binası’na Dönük Bombalama Eylemi:
Evet! 01.12 2008 tarihinde AKP’nin İstanbul İl Merkezi’ne dönük bombalı saldırıyı biz
gerçekleştirdik. Hem askeri hem siyasi açıdan son derece başarılı bir eylemdi.
Devrimci Karargâh ana dava iddianamesinde geçen ifadelere göre eylem şu şekilde vuku
bulmuştu:
Eylemden birinci dereceden sorumlu tutulan Cemal Bozkurt eylemden bir süre önce motokuryelerin buluşma yeri olan İstanbul-Zincirlikuyu’daki Kore Şehitleri denilen yere gidiyor.
Önce sınama amacıyla kuryelerden birisine bir paket verip onu Bilgi Üniversitesi’ne yolluyor.
Öyle anlaşılıyor ki, bu sınamada maksat böylesi bir durumda kuryelerin nasıl bir yaklaşım
sergilediğini anlamak ve bir sonraki adımı ona göre atmaktı.
Bozkurt’un Bilgi Üniversitesine yolladığı kurye İbrahim Şimşek’ti. Bir firmaya bağlı olarak
çalışan ve boş zamanlarında özel iş almak üzere tıpkı diğer moto kuryeler gibi Kore Şehitleri
mevki isine uğrayan İ. Şimşek devam eden günlerde C. Bozkurt’un kendisine verdiği birkaç
paketi daha adreslerine yolluyor.
En son 01.12 2008 tarihinde, kendisini “Kitapçı Ali” diye İ. Şimşek’e tanıtmış olan
Bozkurt bombalı paketi kuryeye teslim ediyor. Paketi AKP’ye götüren kurye Şimşek herhangi
bir şeyden şüphelenmiyor. Çünkü önceki servislerden bir sorun çıkmamış, dahası bir miktar
ekstra para eline geçmişti.
Şimşek bombayı Sütlüce’deki AKP il Binasına teslim ederek, oradan ayrılıyor. Bir
süre sonra, saat 15 e doğru bomba patlıyor. Binanın kurşungeçirmez ve esnek yapıya sahip
camları ve kalın duvarları nedeniyle basıncın tamamı içeriyi etkiliyor.
Bu eylem neticesinde içeride her tarafı toz duman kaplıyor, giriş katının asma tavanı
çöküyor, 5’i polis 12 kişi yaralanıyor… (Bu polislerden Hüsnü Uyan daha sonra tedavi gördüğü
hastanede öldü)
Eylem geniş yankı uyandırdı. Olumlu yaklaşımlar bir yana üç “farklı çevreden gelen
kınama açıklamaları, siyaseten değerlendirilmeyi hak ediyordu. Bu kınamalara dönük olarak
Orhan Yoldaşın kaleme aldığı yazıyı aynen aktarıyoruz. Tabii onun öncesinde bu eylemi
sahiplendiğimizi açıkladığımız 4no’lu bildirimiz var.
4NO’LU BİLDİRİ
Devrimci Karargâh 4 nolu Bildiri
Türkiye Proletaryasına ve Emekçi Halklarına Duyurulur;
Devrimci Karargah’a bağlı bir savaşçı grubumuz AKP İstanbul İl Merkezine yönelik bir
sabotaj eylemi düzenlemiştir.
Devrimci Karargah bu saldırısıyla;
1- Emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı ağır kriz nedeniyle, bu krizden çıkışın bir ön
gereği olarak genelde Doğu halklarını, özelde Ortadoğu halklarını Büyük Ortadoğu Projesi
adı altında sömürgeleştirme ve yağmalama seferlerine yeniden hız vermeye hazırlanan ABD
ve AB emperyalistlerini,
2- Emperyalistlerin Siyonistlerle birlikte bölge halklarını köleleştirme seferlerinde hem
işbirlikçi İslamcılığıyla Truva atı olmaya, hem de sahip olduğu büyük savaş makinesiyle koç
başı olmaya hazırlanan AKP hükümetini ve Türk Genel Kurmayı’nı uyarmaktadır:
Kürt, Arap ve Acem halklarına yönelik açmaya hazırlandığınız emperyalist-siyonist ve
işbirlikçi Türk-İslam cephesine, Türkiye metropolleri, Türkiye proletaryası ve emekçi halkları
cephe gerisi olmayacaktır. Aksine, Devrimci Karargâh, Türkiye proletaryası ve emekçi
halklarından aldığı/alacağı güçle Türkiye metropollerinde ve tüm Türkiye sahasında, siz
sömürgeci ve sömürücü güçleri “bütün” canlı, cansız varlıklarınızla, “bütün” kurum ve
kuruluşlarınızla ateş menzili içine almıştır ve bütün bu sahayı emperyalist-kapitalist sistemin
yerli yabancı bütün temsillerine karşı II. Kurtuluş Savaşı’mızın en sıcak cephesi kılmaya
yeminlidir. Askeri fabrikalarınızı zırh üretimine seferber etmek, Köşk’lerinizi, çatılarınızı
zırhlarla kaplamak, işsizliğe ve ekmeksizliğe, her türlü adaletsizliğe ve ahlaki çürümüşlüğe
mahkum etmeye çalıştığınız emekçi halklarımızın öfkesinden sizleri koruyamayacak, siyasal
ve coğrafi cephe gerisi kılmaya çalıştığınız bu saha, bugüne kadar sizin bizler için yapa
geldiğiniz gibi artık sizler için de, bir kan ve ateş cehennemi haline gelecektir.
Bu Devrimci Karargâh’ın sözüdür.
Yakarışımız halkımızadır;
İşçiler, işsizler, emekçiler, emekliler, ezgin ve yoksun tüm Türkiye insanları,
Bankaların, holdinglerin, paşaların ve tüccarların sistemi olan emperyalist-kapitalist sistemin,
kendi varlığını koruma adına bir bütün olarak insanlığı açlığa, her tür sosyal korumasızlığa,
acıya ve zulme mahkûm eden bir sistem olduğunu hiçbir şey göstermediyse yaşanmakta
olunan ve her gün derinleşen bunalım göstermektedir. Bankaların, holdinglerin, paşaların ve
tüccarların çıkarlarını korumanın zulüm, acı ve gözyaşı olan faturasını meydanlarda
haykırdığımız gibi biz ödemek istemiyorsak mücadeleyi daha yükseltmek, daha etkin ve
yaygın kılmak ve faturayı emperyalist kapitalist sistemin önüne koymak gereği ortadadır.
Devrimci Karargah bu eylemiyle tüm Türkiye çalışanlarını, kent ve kır yoksullarını, Türkiye
devrimci hareketinin bütün zaaf ve eksikliklerine rağmen emekçi halkın bağımsızlık,
demokrasi ve sosyalizm mücadelesi için bir mevzi olarak ayakta tutmaya çalıştığı devrimci-
demokrat-sosyalist parti, sendika ve derneklerinde hızla örgütlenmeye ve Türkiye devrimci
hareketinin öncülüğünde mücadeleye çağırmaktadır.
Ricamız ise Türkiye devrimci hareketinedir.
Yoldaşlar,
Finans kapitalizmin derin krizlerinden çıkışının en temel araçlarının savaşlar olduğu ortak
bilimsel bilgimiz, bilincimizdir. Ve keza hepimizin bildiği gibi, artık Das Kapital’e el basarak
konuşan uluslararası burjuvazi kendi krizini öngörmüş ve krizden çıkışını Büyük Ortadoğu
adıyla projelendirmiştir. Obama, sadece ABD sermayesinin bir kesimi tarafından değil, AB ve
Japon finans kapitalistlerinin ve Siyonistlerin de desteğini alarak ve bir bütün olarak küresel
emperyalizmin bu konjonktürdeki siyasal temsili olarak seçilmiştir. Bush döneminde yeniden
paylaşımın iç gerginlikleriyle akan süreci Obama’yla konjonktürel rasyonel iç dengelerine
oturtan emperyalizm, artık yeniden enerjisini dışa yöneltmeye hazır durumdadır. Gündemde
olan Irak’tan çekilme değil, aksine tam da Baker-Hamilton planında önerildiği gibi bölgesel
işgal ve savaşı yeni biçimler ve kombinasyonlar halinde yaymaktır. TC bu yeni biçim ve
kombinasyonların bir parçasıdır. Emperyalist sistem TC’yi kendi projesine sorunsuz monte
edebilmek için geleneksel Türk devletçiliğini ılımlı İslam ve ılımlı Kürt sosuyla yeniden
karmayı esas olarak tamamlamış durumdadır. Erdoğan-Başbuğ ittifakına Barzani’nin
eklenmesi gündemdedir. Şu eksikle ki; TC’nin bölgesel piyon olarak gerekli yerlerde
istihdamı için onun Kürt halkının özgürlük mücadelesinden ve Kürt özgürlük hareketinden
kurtarılması şarttır. Bu zorunluluk hali, sadece TC’nin projeye entegrasyonu anlamında taktik
bir hamle değil aynı zamanda BOP açısından stratejik bir saha oluşturan Kürdistan’ın gerici
ve işbirlikçi Kürt egemenlikleriyle kontrol altında tutulabilmesi için de stratejik bir hamledir.
Yoldaşlar,
PKK önderlikli Kürt özgürlük mücadelesinin örgütsel ve siyasal tasfiyesi emperyalist
kapitalistler, siyonistler ve TC için BOP’un galası olacaktır. Galayı magazin basınından
izlemek uluslararası emperyalizmin cümbüşünden haz duymak, ona öykünmektir.
Burjuvazinin “dizi” kültürüyle terbiye edilmişlik, yozlaşmışlık demektir. Egemen sömürgeci
“Türk” lük demektir.
Ama emin olunuz ki yoldaşlar, TC sıradan bir seyre bile izin vermeyecek ve devrimci
demokrat her türlü potansiyeli ve tezahürünü ezerek kendi cephe gerisini düzenlemeye
yönelecektir. “Ya sev ya terk et” politikası sadece Kürt halkına yönelik ırkçı bir 16 Aralık
çizgisinde değil, aynı zamanda bütün devrimci demokrat muhalif zemine yönelik, her alanda
yeni 19 Aralık’lara davetiye çıkarır bir çizgide uygulamaya konulacaktır. Bu hal ve koşullarda
Türkiye Devrimci Hareketinin görevi liberal ve burjuva demokrat kum havuzlarında
oynamak, statüko solculuğuyla oyalanmak değil, direnişçi Kürt özgürlük hareketiyle birlikte
Türkiyeli sınıf mücadelesini militanlaştırıp yükselterek bu emperyal galayı, uluslararası
emperyalist projelerin ve yerel gerici ve işbirlikçi iktidarların defin törenine çevirmektir.
Yoldaşlar,
Savaşların devrimlere gebe olması uluslararası politik tarihin bize öğrettiği, keza, ortak bilgi
ve bilincimizdir.
TC saldırganlığına karşı PKK önderlikli Kürt özgürlük hareketiyle siper yoldaşlığına girmek
bu yüzden sadece ezen ulus devrimcilerince yerine getirilmesi gereken enternasyonalist bir
tutum değil, aynı zamanda bu konjonktürde Türkiyeli bir devrim için de koşuldur.
Yoldaşlar,
Gündemdeki savaşın sıcaklığında kavrulmamak için biz de hazırlıklarımızı yapalım, biz de
zırhlarımızı kuşanalım. Devrimin zırhı devrimin örgütüdür. Sivil kurumsal siyaset alanından
sıcak savaş alanlarına kadar her düzeyde ortak kurmay merkezlerini gün geçirmeden kurmak
görev, bu görevde gecikme ve ihmale yol açmak ise düşmana hizmettir.
YAŞASIN TÜRKİYE VE KÜRDİSTAN HALKLARININ BAĞIMSIZLIK
DEMOKRASİ VE SOSYALİZM MÜCADELESİ!
KAHROLSUN EMPERYALİZM!
KAHROLSUN TC OLİGARŞİSİ
DEVRİMCİ KARARGAH EYLEMLERİNİN ORTAYA KOYDUKLARI
ORHAN YILMAZKAYA
Devrimci Karargah’ın eyleme geçmesi, çeşitli mahfillerde bizim açımızdan hiç de sürpriz
sayılmayan, ama genel geçer değerlendirmeler açısından zikredilmesi yine de ilginç olabilecek
bazı tepkilerin gözlenmesine yol açtı. Bu gözlemlerden yola çıkarak, bazı siyasi aktörlerle ilgili
belirlemeler yapmak olasıdır.
Sondan başlayarak anlatalım: Devrimci Karargah savaşçıların 1 Aralık 2008 tarihinde
emperyalizmin uşağı işkenceci, soyguncu, talancı, sömürgeci AKP’nin İstanbul il Merkezi’ne
giriştiği başarılı bombalın saldırının henüz dumanları tüterken, gün sona ermeden (saldırı
öğleden sonra 14:45’te gerçekleştirildi), üç öbekten erken kınama mesajları geldi. Arka arkaya
sıralayalım: İsrail Başbakanı Ehud Olmert, MÜSİAD ve DİSK, her üç kurumun AKP’nin
bombalanmasında bu kadar hızla rahatsız olup, örgütümüzü bu kadar erken kınaması üzerine
düşünmek gerektiği kanısındayız.
Siyonist İsrail’e dikkat çekmek isteriz. MOSSAD’ı hafife almak kimsenin haddine
değil. Burada hemen, İstanbul Selimiye’deki 1. Ordu Karargahı’na yönelik olarak 7 Ağustos
2008 tarihinde gerçekleştirdiğimiz havan topu saldırısında sonra 10 Ağustos tarihinde
yayınladığımız 2 Numaralı bildirimizin bir bölümü hatırlamak yerinde olacaktır. “Hareketimiz
ABD-İngiliz emperyalizmlerinin ve İsrail Siyonizmini de vurmaya ant içmiş militanlardan
oluşmaktadır.” Açıklamamızın devamında da, Siyonizme karşı Filistin ve Lübnan halklarının
yanında olduğumuzu işbirlikçi tüm Arap rejimlerini lanetlediğimizi FHKC’nin Genel Sekteri
Ebu Ali Mustafa’yı HAMAS’lı Şehit Abdulaziz Rankısi’yi saygıyla anladığımız, Hizbullah ve
lideri Hasan Nasrallah’a selam gönderdiğimizi belirtmiştik. Anlaşıldığı kadarıyla bu kısımlar
MOSSAD’ın dikkatini çekmiş. Çekmesi doğaldır ve Ortadoğu’da zorlanmakta olan emperyalistsiyonist projelerin en önemli ayaklarından birisi olan AKP’ye karşı girişilen devrimci atakların
Siyonit İsrail devletinde hızla endişe yaratması muhakkaktır. O yüzden, Ehud Omert saldırımızı
kınamak için Tayyip Erdoğan kadar hızlı davranmayı seçmiştir.
İsrail devleti ve Siyonist fikir adamları Türkiyeli devrimcileri iyi tanır. Biz, Filistin’de
savaşın Deniz Gezmişlerin şehit düşmüşTeğmen Aliler’in siyonizmin ülkemizdeki resmi
temsilcisi ve ajanı İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u cezalandıran Mahir Çayanların
devamcısı, mirasçısı çocuklarıyız… Genç savaşçılarımıza Leyla Halidler’i George Habbaşlar’ı
anlatırız. Deir Yassin’i Sabra ve Şatilla’yı hiç unutmayız.
Devrimci Karargah savaşçılarının başarıyla hedefe gönderdikleri. AKP İstanbul İl
Yönetimi toplantı halindeyken altlarında patladıkları bombanın sesinin, Tel Aviv’deki MOSSAD
karargahında ve İsrail Başkanlık ofisinde yankılanması hedefin ne kadar isabetle olduğunun
herhalde kanıtıdır. Düşmana bakıyoruz ve doğru yolda yürüdüğümüze bir kez daha inanıyoruz.
Dikkatle kaydediyoruz ve yoldaşlarımızın, taraflarımızın, dostlarımızın ve tüm
devrimci kamuoyunun dikkatini çekiyoruz. Buna rağmen, İsrail’i anlamamak da mümkün değil.
Bildiği tek şeyi yapıyor…
MÜSİAD ise İslamcı sermayenin sınıf örgütlenmesi. Kendisine Müslüman
diyemeyecek, ama bunu anıştırması için ismini başına “Müstakil” kelimesini koyacak kadar
şahsiyetsiz bir sermayen örgütü. Ülkemizdeki politik İslamcı hareketin devlet fideliğinde
büyümüş olmaktan kaynaklanan oportünist karakterlerinin tipik bir güncel görünümü. Biz bu
İslamcıları, ağababaları Necmettin Erbakan’ın 28 Şubat öncesinde MGK toplantılarında
askerden yediği fırçalar sonrasındaki terlemelerinde NATO’cu ordunun önlerine getirdiği İsrail
ve ABD ile ortak şekilde Akdeniz’de Güvenilir Denizkızı tatbikatları yapılması, tank
modernizasyonu projelerinin İsrail’e verilmesi tasarılarına imza atarken ki, hallerinden
hatırlıyoruz. Sonra Sincan’dan geçen bir tank taburunun yolu çarşıya sapınca nasıl
dağılıverdikleri de hatırlarımızdadır.
İslamcı Siyaset Türkiye’de devlete karşı hiçbir zaman devrimci bir pozisyon
almamıştır ve alma şansı da yoktur. Ama şimdilerde sol politik ortamımızdaki bazı “aptal
solcularımızın” dahi inandığı şekilde 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine karşı elde silah savaşan,
Kızıldereler’de şehit düşen, darağaçlarına çekilen, işkencehanelerde katledilen, Faşizme karşı
Birleşik Direniş Cephe pratiklerini sergileyen devrimci ve sol hareketin darbeci olduğuna,
İslamcı kesimin ise demokrasi savunucusu olduğunu inanmamız isteniyor. Sol ile devrimciliği,
sosyal demokrasi ile marksizmi eşitleyerek devrimciliğe saldırmanın bildik hafif yolu… Buna
halkımızın inanmasını kimse beklemesin. Kafası karışık birkaç solcu için ise bizim
yapabileceğimiz bir şey yok…
Bu fikirdeki MÜSİAD’ın Devrimci Karargah’tan rahatsız olup hemen laf yetiştirmeye
çalışmasında biz hiçbir anormallik görmüyoruz. Onların sınıf tavrıdır ve bizim diyeceğimiz bir
şey yoktur.
Fakat 1 Aralık günün dip noktasında bulunmayı, İsrail ve MÜSİAD’ı açık ara geçerek
DİSK hak ediyor. DİSK Başkanı Süleyman Çelebi olaydan sadece birkaç saat sonra yazılı bir
açıklama yaparak. Devrimci Karargah’ın eylemini kınamış, “demokrasiden” bahsedip. AKP’ye
destek sunmuştur. Kendilerinin yine 28 Şubat günlerinde nasıl içtimaya toplandıklarını 1
Mayıslarda “işimi seviyorum” dövizleri açtıklarını, isimlerinin İngilizce çevirilerindeki
“devrimci” lafını nasıl “evrimciye” çevirdiklerini, TÜSİAD’la nasıl can ciğer kuzu sarması
olduklarını, 1992 de DİSK yeniden açılırken yöneticilerin birikmiş yüklü tazminatları cebe atıp
sendikayı beş parasız bırakıp tarihi binalarını konfeksiyonculara sattıklarını, eski genel
başkanları alçak Rıdvan Budak’ı sosyal demokrat düzen partilerine milletvekili verdiklerini,
Gönen tezleriyle 1990’ların başında dönemin sağcılığına destek çıktıklarını, Süleyman
Çelebi’nin onmaz 10 Aralık Hareketi atraksiyonları içinde olduğunu hatırlayınca şaşırmadık.
Oysa bizim saldırımızdan sadece iki gün önce düzenleyicileri arasında DİSK’in de olduğu
Ankara mitinge AKP’nin emir verdiği polis saldırmış, onlarca emekçiyi ve devrimciyi
yaralanmıştı.
Ama biliyoruz; bu bir çizgidir. Sınıf uzlaşmacılığı, ABD sendikacılığı devrimci,
sendikaları tasfiye 12 Eylül’den sonra Selimiye’deki Sıkıyönetim Komutanlığı nizamiyesi
(bilmeyenler için hatırlatalım hani Devrimci Karargah’ın top atışına tutuğu yer) önünde teslim
olma kuyruğu oluşturma çizgisidir.
Artık bu çağının sonuna gelinmiştir. Süleyman Çelebi ve onunla ittifak yaparak o
koltuklarda oturan solcu eski devrimcilerin anlaması gereken odur ki, karşı devrimci dönem,
gericilik dönemi artık dünya ölçeğinde kapanmaktadır. Sınıf mücadelesinde top çevirerek günü
geçirme imkanı kalmamıştır. Ya “sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim” denecek ya da
demokrasi ve insan hakları” denilerek geviş getirilecektir. Eğer geviş getirilecekse devrimcilere
ve onların eylemlerine küfür etmek kaçınılmadır.
Biz gene de uyarımızı yapalım: Devrim programını savunan, bunun için kendini
mücadeleye yatıran, devletle, sermayeyle ve onun kurumlarıyla savaşan kadrolara küfretmek
kimseni haddine değildir. Bizden Süleyman Çelebi’ye ve DİSK’e hiçbir zaman zarar gelmez
ama, günün birinde devrimci işçiler bu ihanetlerin hesabını o koltuklarda oturanlardan sorarlar.
O zaman Süleyman Çelebi gibiler Tayyip Erdoğan gibilerinin koltuk altlarına koştuklarında, o
kapının da yüzlerine kapalı olacağını hesap etmelidirler.
Devrimci Karargah’ın 1.Ordu Karargahı’na havan atma eylemi de böyle ayak
dolaşmalarına neden olmuştu. İki mermimizin içeri düşmesini saklamak için nizamiye
girişindeki “1.Ordu Karargâhı” yazısını olaydan hemen sonra söktüren 1. Ordu Komutanı, ertesi
günü gazeteciler bunun nedenini sorduklarında. “Yok öyle şey karargah kaza yapan otobüs mü
ki, yazısını kapatalım” demişti. Oysa bir gazete her iki fotoğrafı ertesi gün basmıştı.
Eylemlerimiz karşısında saldırıların niteliklerini gizlemeye çalışan, “AKP İstanbul İl
Örgütü’nde güvenli zafiyet yok” diyen, havan işimizden sonra Başbakan’dan fırça yiyen, olayı
PKK’nin üstüne yıkmaya çalışan Vali Güler ve “ Cerrah Müdür” ikilisi hakkında bir şey yazmak
ise pek mümkün olmuyor. O kadar zavallılar ki … 12 Eylül döneminin İstanbul Valisi ve
emniyet müdürleri bile daha nitelikli memurlardır. Ağarlar, Ünal Erkan, Kozakçıoğulları
yükselip önemli görevlere gelmişlerdir. Bu validen muhtar, emniyet müdüründen bekçi bile
olmaz. Bunların güçleri ancak silahsız, savunmasız işçilere, öğrencilere göz atmaya, el kelepçeli
devrimcileri işkencede öldürmeye yeter…
Devrimci Karargâh militanları görev başında…
Herkes ayağını denk alsın….
****
c) İlk Operasyon: Önemli Dersler Var!..
Elbette düşman boş durmayacaktı. Devrimci Karargâh dava iddianamesinden de anlaşılacağı
üzere siyasi polis, çok da sıkı olmayan bir çalışma sonucu Devrimci Karargâh savaşçısı Cemal
Bozkurt’a ulaştı. Tarih 12 Ocak 2009’u gösterirken, öğlen saat 12:00 sularında, Kadıköy’den
Topkapı yönüne gitmekte olan bir halk otobüsünde yapılan operasyonla Cemal Bozkurt
düşmanın eline geçti.
Polis, sorguda C.Bozkurt’a “biz seni deşifre edip bulamadık, bunları sen kendin bize
sundun” derken ironi yapmıyordu elbette, ama pek de haksız sayılmazdı belki de.
Cemal Bozkurt’un yakalanış hikayesi, devrimci mücadeleye nefer olan veya olmak
isteyenlere önemli dersler sunması bakımından kesinlikle dikkate değerdir. Yakalanış
hikayesinin stratejik ve teknik boyutları vardır. Bunların üzerinde düşünmek, tartışmak ve
akıldan çıkartılmayacak şekilde bunları içselleştirmek gerekiyor. Devrimci pratiklere perspektif
ve katkı sunacağı inancıyla bu deneyimleri paylaşmayı önemsiyoruz. Fakat evvela bir hususu
hatırlatmakta yarar var. Bu deneyimleri çıkartırken elimizdeki yetersiz verilerden hareket
ettiğimizi, dolayısıyla belirleme ve çıkarsamalarımızda kimi boşlukların veya hataların
olabileceğini, bu ihtimalin de dikkate alınması gerektiğini belirtmiş olalım.
C. Bozkurt’u yaşadığı somut deneyime geçmeden önce, siyasi polisin tahkikat
yöntemine ilişkin bir, iki genel hususu vurgulayalım.
Siyasi polis açısından her türlü “eylem” failinin ele geçirilmesinin iki kritik aşaması
vardır: Deşifre ve temas2 …
Bir eylemi açıklığa kavuşturmak isteyen siyasi polis deşifre etmek için “kim yaptı?”
Ele geçirmek için (yani temas için)”nerede?” soruları üzerinden hareket eder.
Birinci kritik aşama eylem failinin deşifresidir. Bunun için polisin yapacağı ilk iş
eylemcinin kimliğini belirlemesine yardımcı olacak verilerin peşine düşmektir. Parmak izi, kan,
doku, tükürük, kamera görüntüsü, tanık kıl-tüy vb. faili işaret edecek ne kadar deney varsa polis
bunları toplamaya çalışır. Bunu sağladıktan sonradır ki ikinci aşamaya geçer.
İkinci kritik aşama “temas kurmaktır”. Bundan sonraki iş “fail nerede” sorusunu
cevaplamaktır. Yani polis için sadece eyleminin bilinmesi, kimliğinin deşifre olması yetmez.
Eylemciyi veya onun bağlantılarını tespit etmesi gerekir.
Bu gerçekliğe göre hareket eden polis failin temasa geçebileceği muhtemel kişileri
belirler ve buralara “ağ atar” Bu kişiler eyleminin ailesi”, akrabaları arkadaşları, iş veya sosyal
çevresi olabilir. Polis, meselenin ehemmiyetine göre bu kişileri: hem teknik hem de fiziki takibe
alabilir, ağını geniş veya dar bir alana atabilir. Telefonları dinler, ortam dinlemesi yapar, e-mail ,
kredi kartı, banka hesaplarındaki hareketlilikleri takip eder, peşlerine adam takabilir vs. vs. Ağ
buralara atılır.
2
Aslında polisiye açıdan bütün “suç”lara yaklaşımda aynı aşamalar izlenerek sonuca ulaşılmaya çalışılır. Fakat
konuyu politik mücadele düzleminde ele aldığımız için bizim açınızdan suç “eylem”, suçlu da “ eylemci-devrimci”
olarak konu içerisinde işlenecektir.
Artık polisin yapacağı şey eylemcinin bu ağa takılmasını beklemektir. En hayati yanlış
yapılırda eylemci bu ağ ile bağlantı kurarsa, polis açısından temas sağlanmış demektir, tabii eğer
eylemci devletin denetimi altında bir bölge ise…
Sonrası eylemci açısından bir hayli netamelidir. Çünkü devlet, karşı devrim örgütlenmesinin,
özellikle teknolojik üstünlüğünü ve egemenliğinden kaynaklanan avantajlarını en etkin şekilde
kullanmaya çalışır. Ağ ile bir şekilde ilişkiye geçen eylemci açısından devletin kendisiyle temas
kurduğunu fark etmesinin ve bu teması koparmasının mevcut durumumuz düşünüldüğünde bir
hayli güç olduğunu itiraf etmemiz gerekiyor. Bu nedenle polis operasyonları çoğunlukla etkili
sonuçlar verir ve devrimciler tutsak edilir.
Yukarıda belirttiğimiz iki kritik aşamaya dair birkaç hatırlatma yapmakta fayda var.
Devrimcilerin, polisin çalışma tarzını, yöntem ve imkânlarını mümkün olduğunca iyi bilmesi,
eylem kurgusunu, hazırlıklarını en az iz bırakacak şekilde profesyonelce yapması gerekir. Bir
eylem yapılmışsa hiç iz bırakılmayacaktır gibi düşünmek yanlıştır. Fakat bu durum, aşırı
derecede hassasiyet geliştirilmesine neden olmamalıdır. Pimpirikli tarz, eylem yapmaktan
alıkoyabilir: dikkat edilmelidir. Bu tarz olumsuzlukların önüne geçilmelidir.
Kabul etmek gerekir ki deşifrasyon konusunda dezavatajılı olan taraf eylemcidir.
Çünkü polise nerede iz bıraktığını deşifre olup olmadığı yüzde yüz bilme şansı son derece azdır.
Dolayısıyla önlemlerini, bu ihtimali hesaba katarak almalıdır.
Fakat başka bir hususu da vurgulamakta fayda var. Eylemcinin kimliğinin deşifre
olması onun savaş dışı kaldığı, eylemsel gücü ve imkânlarının ortadan kalktığı anlamına gelmez.
Devrim mücadelesi tarihi, kimliği deşifre olduğu halde birçok eylem yapan sayısız örnekle
doludur.
İkinci kritik aşama devrimciler açısından deşifrasyona göre daha hayatidir. Bu konuda
inisiyatif ise kesinlikle devrimcilerin elindedir. Profesyonel bir savaşçı polislerin nerelere ağ
atabileceğinin hesaplarını az çok yapabilir. Bu hesaplardan hareketle nerelerde bulaşıp
bulaşmayacağını sağlıklı şekilde değerlendirebilir. Böylece polisin kendisiyle temas kurabileceği
olasılıklara önceden engel olur; üssünü, kullandığı adresleri polis denetiminden uzak tutar.
Bu genel belirlemelerin ardından Cemal Bozkurt’un özgün deneyimine geçebiliriz.
Sırayla gidecek olursak ilk hatanın, havan eyleminde materyallerin yok yere yerinde
bırakılması ve bırakılan materyallerin yeterince temizlenmemiş olmasından kaynaklandığını
görebiliriz.
Polis, bulduğu izler üzerinden arşiv kayıtlarını inceleyerek Bozkurt’a ulaşıyor. Çünkü
önceki yıllarda Bozkurt birkaç kez gözaltına alınmıştı. Dahası henüz eylemden 1.5 ay önce onu
Fatih Aydın ile beraber Aksaray’da sahte kimlik kullanmaktan dolayı bir gün boyunca nezarette
ağırlamışlardır.
İddiaya göre Bozkurt ile beraber Fatih Aydın ve Özgür Dinçer’de deşifre edilmişti.
Bunun üzerine polisten sonraki adım geldi. Ağ atmak…
Tahmin edileceği üzere polis, aile ve akraba çevresine ağ atarak, bu noktaları canlı takibe aldı.
Aradan sadece 5 ay kadar sonra eylemciler ağa takıldı. Bu süre zarfında Devrimci
Karargâh ikinci büyük eylemini gerçekleştirerek AKP İstanbul İl Merkezi’ne sabotaj eylemi
düzenlemişti.
Bu eylem ardından bombayı AKP’ye bıraktığı söylenen kurye İbrahim Şimşek
polisteki sorgusunda Kitapçı Ali diye bildiği şahsı anlatacak ve polisin ona gösterdiği
fotoğraflardan hareketle ve polisin yönlendirmesiyle Cemal Bozkurt’u işaret edecektir.
Şurası kesindir ki, eğer havan eyleminde polise iz bırakılmamış olsaydı, polis AKP
eyleminin bombacısı olarak gözaltına aldığı kuryeye herhangi bir teşhis yaptıramayacaktır.
Dolasıyla çok büyük ihtimalle bu eylem kayıtlara “faili meçhul” bir “Devrimci Karargâh eylemi”
olarak geçecekti.
Geri dönecek olursak: Havan eyleminden 5 ay, AKP ye dönük eylemden 1 ay sonra Cemal
Bozkurt polisin ağına takıldı. Süreç şöyle gelişmişti.
Cemal Bozkurt kimi vesilelerle sık sık Kadıköy’e gidiyor, ara sıra orada eski bir
arkadaşında kalıyordu. Bir gün yine Caferağa Spor Salonu’nun olduğu caddede yürürken eskiden
tanıdığı, ama aynı zamanda yeğeninin arkadaşı olan Engin Aydoğan ile ansızın karşılaştı.
Normalde uyarılara kulak verip kendisini tanımazlıktan gelmesi gerekiyordu. Bir müddet sohbet
ettiler. Bozkurt arkadaşına “beni gördüğünü ablamlara, yeğenlerime kesinlikle söyleme” diye
tembihte bulundu. Aydoğan’dan para istedi. Ertesi gün parayı almak üzere anlaşıp ayrıldılar.
Buluşmaya Engin, Cemal’in yeğeni olan Cengiz ile beraber gelmişti. Kısa bir sohbetin
ardından Bozkurt istediği parayı alıp ayrıldı. Bir daha onlarla buluşmama konusunda karar
verdiyse de artık geçti ve işin kötü yanı kendisi bunun farkında değildi.
Bu tür buluşmaları ankesörlü telefon üzerinden, kartlı görüşmeyle yapıyordu.
Aydoğan ile de bu şekilde buluşmuştu. Dahası, onunla buluşmalarında kullandığı telefon kartını
başka görüşmelerde de kullanıyordu.
Bu süreçte Bozkurt’un yeğeni Cengiz’in, ailesine Cemal’i gördüğünü söylemesi polisi
harekete geçirdi. Anlaşıldığı kadarıyla polis buradan yola çıkarak Engin Aydoğan’ın hangi
telefon kartıyla aradığını tespit etti, önce. Ardından bu telefon kartının yeniden sinyal vermesini,
yani kullanılmasını bekledi.
Aynı telefon kartı 11 Ocak 2009 akşam yeniden sinyal verdi. Bozkurt o akşam
evlerinden misafir olarak kalmak için bir arkadaşını aradı. Polis dinlemedeydi. Aranan telefon
numarasını ve evi tespit etti. Kalabalık bir polis grubuyla sıcak takip başladı. 12 Ocak sabah,
Bozkurt arkadaşlarından ayrıldı. Yeni bir deneme için ufak tefek malzemeler alarak Topkapı
yönüne giden hak otobüsüne bindi. Mecidiyeköy’de otobüs içindeki operasyon ile polise
yakalandı.
Hatalar zinciri dikkatle takip edilmelidir. Birincisi havan eylemindeki özensiz
yaklaşım nedeniyle iz bırakıldı. Materyaller çamaşır suyu, aseton gibi malzemelerle iyice
temizlenebilirdi. Eylem yeri terkedilirken havan rampası hariç oradaki malzemeler alınabilir
veya yakılabilirdi.
Lojistik, mali sorunlar nedeniyle daha fazla riskli alana geçildi. Ağ atılabilecek
muhtemel noktalarda temasa geçildi. İnisiyatif bu şekilde yitirilir. Devrimciler üzerlerindeki
gündelik ihtiyaçların sağlanamamasının neden olduğu basınç nedeniyle stratejik hatalara
düşebiliyorlar. Aslında bu örnek de devrimci mücadelede lojistik konusunun ne kadar hayati
olduğunu gözler önüne sermektedir. Eğer lojistik açıdan problem yaşanmasaydı büyük ihtimal C.
Bozkurt, Engin Aydoğan ile bir temas kurma ihtiyacı hissetmeyecek, tanınması muhtemel
yerlerde görüntü verme riskine girmeyecekti.
Diğer bir hata da teknolojinin kullanımına dair olan özensiz yaklaşımdır. Bu konuda
devletin elinin ne denli güçlü olduğu biliniyor. Devrimcilerin bu konuda ilkel yöntemleri
gündemlerine almaları, teknolojik açıdan da alternatifli-bağımsız ve devlet açısından
denetlenmesi zor alanlara yönelmeleri gerektiği ortadadır.
Fakat iletişimde “sıfır teknoloji kullanımı” gibi bir ilke, özellikle metropollerde
mücadele verenler açısından pek gerçekçi ve pratik görünmemektedir. Bunun yerine,
teknolojinin en azami güvenlik önlemleriyle ama en asgari düzeyde kullanımı üzerinde hesap
yapılmalıdır.
Teşhis edilme olasılığı devrimciler tarafından mutlak hesap edilmelidir. Bu olasılığın
önüne geçmek ve düşmanının teknolojik avantajlarını boşa düşürmek için eylemcilerin az da olsa
makyaj sanatında kendileri geliştirmeleri gerekir. Kır gerillası nasıl ki kıyafetleri ile dağlarda
kendisini kamufle ediyorsa, şehirde mücadele veren devrimciler de küçük makyaj hileleriyle
kendilerini kamufle edebilirler. Böylece olası tanıklıklar manipüle edilir, düşmanı yanıltma şansı
doğar. Devrimciler esir düşeceklerse bile bu, çok ucuz ve acemice eksikliklerden dolayı
olmamalıdır.
d) Bank Pozitif Eylemi:
İlk operasyonun yani Cemal Bozkurt’un 12 Ocak 2009 tarihinde gözaltına alındığı günün
akşamında Bank Pozitif eylemi gerçekleşiyor.
Aynı günlerde bir süredir İsrail Siyonizmi’in Gazze’ye yönelik katliam girişimlerinin bir
yenisi daha yaşanıyordu. Türkiye’de de, tıpkı birçok Müslüman ülkede olduğu gibi Siyonizm
karşıtı kitlesel eylemlerin yükselişi söz konusuydu. Fakat şiddete dayalı tek karşılık Devrimci
Karargah’tan geldi. Hareketimiz, sözünü ettiği Siyonizm karşıtlığını lafta bırakmadı ve üçüncü
eylemini “Bank Pozitif” adlı İsrail ortaklı bir bankayı hedef alarak yaptı. Tarih 12 Ocak 2009
yani C. Bozkurt’un yakalandığı gündü. Akşam saatlerinde bir kişi bankanın 4. Levent şubesinin
önüne bombalı paketi bıraktı. Eylemcilerin olay yerinden uzaklaşmasından bir müddet sonra
paket infilak etti; bankanın vitrinleri indi, çevredeki araçlar hasar gördü. Eylemde ölen ya da
yaralanan olmadı.
Kamera kayıtları patlayıcıyı yerleştiren siyah giysili biri haricinde başka bir şey teşhis
edememişti, eşgal dahi alamamıştı. Bu eylem “hedefin seçimi, planlandığı şekliyle vurulması ve
geride en az iz bırakılmış olması” bakımından başarıyla uygulanmış bir pratiktir.
Eylemin ardından hareketimiz 5 no’lu bildirisini yayınlayarak sabotaj eylemini
sahiplendiğini duyurdu.
5 NO’LU BİLDİRİ
Selam Olsun İstanbul’dan Gazze’ye…
12 Ocak 2009 tarihinde Devrimci Karargâh’a bağlı bir savaşçı timi, Siyonist finans kuruluşu
BankPozitif’in 4. Levent’teki Şubesi’ni bombalayarak tahrip etmiştir.
BankPozitif, kendi ifadesiyle, “dünya çapında iştirakleri, şubeleri ve temsilcilikleri bulunan
İsrail’in en büyük bankası Bank Hapoalim’in B.M. (Hapoalim)” Türkiye ayağıdır. Siyonist
finans kuruluşu Bank Hapoalim, 2005 yılında Türkiye’ye girmiş, 2008 Mart ayındaki sermaye
artışıyla Bank Pozitif’teki payını yüzde 65’e yükseltmiştir. BankPozitif, halis muhlis Siyonist
İsrail bankasıdır. Bankanın hâlihazırdaki 9 kişilik yönetim kurulu üyelerinin beşi İsrail
vatandaşı, birisinin adı ise Zion Kenan’dır. İlişki bu kadar nettir.
Savaşçılarımız bir uyarı olarak, bu seferlik bankayı kapalı olduğu bir saate vurmuştur.
Gelecek sefere böyle olmayacaktır. Bu, adı geçen bankayla çalışan Türk vatandaşları için de
bir uyarıdır.
Devrimci Karargâh, Siyonist İsrail devletiyle girişilen her tür askeri, ekonomik, kültürel
ilişkiyi hedef alma kararlılığındadır. Bunu daha önce değişik vesilelerle dile getiren
örgütümüz, bu sözünü tutmuş olmanın huzuru içindedir. Ama dahası da gelecektir.
Buradan, İsrail’le ilişki geliştiren her Türkiye cumhuriyeti vatandaşını ve kurumunu, özelkamu ayrımı yapmadan uyarıyoruz. İlişkilerinize bir an önce son verin. Aynen ırkçı hükümet
döneminde Güney Afrika’ya yapıldığı gibi, İsrail de her tür araçla boykot edilmelidir.
Akademisyenler ortak bilimsel çalışma yapmamalı, iş adamları üç beş kanlı kuruş kazanıp
Gazze’de çocukların katlini finansa etmekten vazgeçmeli, sporcular İsrailli sporcularla maç
yapmamalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin İsrail’le geliştirdiği ilişkileri sona erdirmesini istemek
durumunda değiliz. Kendinden önceki tüm hükümetler gibi AKP de, İsrail ilişkileri sayesinde
orada oturmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın İsrail'e tepki gösterdiğini düşünmek ve söylemek için
dünyadan bihaber olmak gerekir. Bu işler Kasımpaşa’da kahve konuşması yapmaya
benzemez.
Kanıtını birkaç günden beri Arap sokakları gösteriyor. “Modern firavun” Hüsnü Mübarak’in,
Suudi Kralı’nın, Ürdün Kralı’nın posterleri Arap halklarının ayaklarında paspas olurken,
Ortadoğu’ya binlerce kilometre uzaklıktaki Venezuela’nın sosyalist Devlet Başkanı Hugo
Chavez baş tacı ediliyor, adı Lübnan’da caddelere veriliyor. Yapılması gerekeni yine
devrimciler gösteriyor.
Biz de sözümüzü bombamızla söylüyoruz. İşgale, ilhaka, sömürgeciliğe, Siyonizm’e, ırkçılığa
direnen güçlere “terörist” denmesini büyük bir ahlaksızlık olarak görüyoruz. Gazze’de
savaşmakta olan HAMAS’lı, Filistin Halk Kurtuluş Cepheli, Demokratik Cepheli, Genel
Komutanlık mensubu, İslami Cihadlı, El Aksa Şehitleri Tugayı mensubu tüm savaşçıları
yoldaşımız sayıyoruz. Siyonizm’e sıkılmış her mermi mukaddestir.
Toprağını işgale ve zillete karşı savunmayan alçağın biridir; direnen ise terörist değil özgürlük
savaşçısıdır. Biz devrimciler, Filistin’de direnip savaşanın kim olduğuna bakmayız; çünkü
“mazluma dini sorulmaz…”
Bi ruh, bi dem nefdiki Ya Filistin
(Ruhumuzla, kanımızla seninleyiz Filistin)
Kahrolsun Siyonizm, Yıkılsın İsrail…
Kahrolsun Emperyalizm…
***
e) MÜSİAD EYLEMİ
Hatırlanacağı üzeri AKP İl Merkezi’ne yapılan bombalı eylem sonrası, eylemi ilk kınayan
açıklamalar İsrail, DİSK ve MÜSİAD’tan gelmişti. Daha barut kokusu geçmeden MÜSİAD’tan
kınama gelmesi bizi şaşırtmaz. Keza İsrail ve DİSK ‘ten de.. Bu kınamaların üzerine Orhan
yoldaşın ikinci bir bomba etkisi yaratacak “Devrimci Karargâh Eylemcilerinin Ortaya
Koydukları” makalesi yayınladı.
MÜSİAD İslamcı sermayenin sınıf örgütlenmesi olarak AKP’yi büyük oranda finanse
eden bir kuruluştur. Ortadoğu halkına ve K. Afrika halkına “demokrasi” adı altında kan ve
gözyaşının akmasına rol oynayan bu “yeni Türk burjuvazisi” kendisine “Müslüman diyemeyecek
ama bunu anıştırması için isminin başına “ müstakil kelimesini koyacak kadar şahsiyetsiz bir
sermaye örgütü” dür. Bu sermaye örgütü emperyalizmin ve siyonizmin Büyük Ortadoğu
Projesine bağlı olarak Genişletilmiş Ortadoğu projesi kapsamında yağma ve talana ortak olup
Ortadoğu halklarının sömürülmesinde ve katledilmesinde ön planda yer almaktadır.
Son birkaç yılda Ortadoğu ve K. Afrika’da gelişen halk ayaklanmalarına karşı paramiliter
güçlere ciddi bir derecede lojistik ve mali destek sağlayan MÜSİAD, Türkiye’nin emperyal
hedeflerinde de gerek askeri sanayinin gelişimi gerekse de ekonomik ilişkiler bağlamında
İsrail’le arka plandaki ilişkileri her şeye [rağmen] devam ettirmektedir.
5no’lu bildirimizden hazırlayalım: “Devrimci Karargâh, Siyonist İsrail devletiyle
girişilen her tür askeri, ekonomik, kültürel ilişkiyi hedef alma kararlılığındadır.”
Devrimci Karargâh, 30 Temmuz 2011 tarihinde Beyoğlu Sütlüce’de bulunan
MÜSİAD binasına sabah saatlerinde bombalı eylem gerçekleştirmiştir. Devletin bu saldırı
eylemine dönük ilk girişimi etkili bir oranda sansür olmuştur. Zira eylem stratejik bakımından
küçümsenmeyecek bir etkiye sahipti. Bu aynı zamanda kamuoyunda yaratılan algıya karşı
Devrimci Karargâh’ın çökertilemediği anlamını da taşıyordu. Her şeyden önce Devrimci
Karargâh’ın kararlılığı askeri- politik sağlamlığından geliyordu. Bu durumda “bilinmez gücü”nü
de ekleyerek düşmanın devrimci irade karşısındaki çaresizliğini geçmişte yaşanan örnekler gibi
bugünde gözler önüne sermiş sermaye bileşenlerinin bir kurumu vurularak bir kez daha
göstermiştir.
[Devrimci Karargâh, MÜSİAD saldırısına ilişkin olarak da bir bildiri yayınladı. Sadece burjuvazi
açısından değil, Türk ve Kürt solculuğu açısından da dönem statükoda uzlaşma dönemi olduğundan bu
bildiri mutlak bir sansüre uğratıldı. Devrimci Karargâh tutsaklarının elinde bulunmaması nedeniyle
savunmalarına koyamadıkları bu bildiriyi, yoldaşların savunma sunuş tarzına uygun olması açısından da
buraya koyarak özgürleştirmeyi uygun gördük.-yn]
Devrimci Karargâh 16 nolu Bildiri
Devrimci ve Demokrat Kamuoyuna Duyurulur..
Devrimci ve Demokrat Kamuoyuna Duyurulur..
İşçiler, Emekçiler, Gençler, Kadınlar..
Yoldaşlar,
1- Gerici faşist AKP hükümetinin arkasındaki İslamcı yeni Türk burjuvazisinin
tapınaklarından olan MÜSİAD, Niyazi Aydın’lardan Kemal Pir’lere uzanan şehitlerimiz
anısına Hareketimize bağlı „Temmuz Şehitleri Müfrezesi“nden savaşçılarımız tarafından
vurulmuştur.
2- Bugüne kadar en olmadık yerde, en olmadık zamanda ve en olmadık biçimde
Hareketimizi merkezine alan operasyonlar icad eden fethullahçı medya ve Erdoğan’ın
talimatlarıyla hizaya giren diğer medya tekelleri bu kez eylemimiz üzerinde ağır bir sansür
uygulama yoluna gitmiştir. Bu durum sömürücü ve sömürgeci AKP iktidarının devrimci
eylemlerden, özellikle metropol merkezli devrimci eylemlerden ne kadar korktuğunun
göstergesidir. Hareketimiz İslamcı Türk burjuvazisini ve onun siyasi temsilcilerini bu
korkularında haklı çıkarmak, Türkiye‘de devrimci savaşı yükseltmek ve kurumlaştırmak
için elinden geleni yapacaktır.
3- İçinde bulunduğumuz dönemde MÜSİAD’ın hareketimiz tarafından hedef olarak
seçilmesi anlamlıdır. MÜSİAD, referandum sürecinden itibaren ülke ve bölge üzerindeki
egemenliğini kurumlaştıran yeni Türk burjuvazisinin merkezi örgütlenmesidir. Yeni Türk
burjuvazisi, cumhuriyet kapitalizminin kuruluşundan 80’lere kadar „Koç’lar-Sabancı’lar“
diye tarif edilen geleneksel finanskapitale yataklık yaparak onu iktidar kılan Anadolu tefeci
bezirgânlığının 12 Eylül’le birlikte yeni emperyalist birikim modeline uygun olarak
yapılandırılmasından türemiştir. Yeni Türk burjuvazisi, arkasındaki 7bin yıllık yataklık ve
yaltaklık kültürünü özellikle BOP süreciyle birlikte egemen sermaye ve siyasal iktidar
biçimine evrilmiş bulunmaktadır. Geleneksel finans kapital, egemenlik ilişkilerini
hazırladığı raporlarla, anayasa teklifleriyle açığa vurduğu haliyle Türkiye’yi AB
platformlarına taşıyıp, Kürdistan pazarına „yeni sömürgeci“ tarzlarla yönelmeyi öngörürken,
yeni Türk burjuvazisi AKP eliyle ideolojik ve rantçı sermaye yakınlığıyla Arap-İslam
pazarıyla bütünleşmeyi, bunun için de Arap-İslam pazarıyla orta Anadolu sermaye
yoğunlaşması arasındaki Kürdistan parçasının sömürge statüsünü korumayı ve
kalıcılaştırmayı istemektedir. AKP iktidarından liberal dönüşümler ve demokratik
değişimler bekleyen küçük burjuva liberal solcu ve sosyalistlerin yanılgılarının merkezinde,
Türkiye’nin egemen ilişkilerini ve bu ilişkilerin kendi iç değişimlerini bu yönlü
gözleyememeleri bulunmaktadır. Bu nedenle, Türkiye metropollerinde sömürü ilişkilerini
ağırlaştırmaya, Kürdistan’da sömürge statüsünü korumaya ve derinleştirmeye çalışan AKP
iktidarının arkasındaki yeni Türk burjuvazisinin merkezi bir kurumu olduğu için MÜSİAD‘a
yönelttiğimiz saldırı, dileriz küçük burjuva liberal solcu ve sosyalistlerin siyasal körlüklerine
de bir nebze olsun derman olabilir.
Yoldaşlar,
Bu eylem bildirimi temelinde küçük bir durum değerlendirmesi yapmak da kaçınılmaz
olmaktadır.
Seçim öncesi düşman provokasyonlarına yol vermemek amacıyla Kürt Özgürlük
Hareketi’nin eylemsizlik kararına destek vererek, kendi konumlanmamızı, geçmişten
gördüğümüz bugünün savaş koşullarına göre düzenlemeyi planlamıştık.
O günden bu güne;
1Seçim oldu:
12 Haziran seçimlerinden halklar ve demokrasi güçleri adına sadece Kürt halkı
mücadelesinin bütün kazanımlarını TC sömürgeciliğinden söke söke aldı. Kürt halkı kendi
„demokratik özerklik“ programını onayladı ve programını doğrudan hayata geçirme sürecine
geçti.
Kürt halkı sokaklarda, dağlarda kendi temsilcileriyle, kendi diliyle kendi siyasetini
konuşuyor. İzliyor, dinliyor, öğreniyoruz.
Ama ya Türkiye cephesi?!..
Türkiye demokrasi güçleri bu güne kadar değişik mesafelerle ilişkilendikleri Kürt özgürlük
güçleriyle en yakın tutumu bu seçimlerde aldılar. Özellikle liberal ve küçük burjuva
solcular, seçimler sonrasında gelişeceklerini umdukları nispi demokratik bir iklimde, Emek
Demokrasi ve Özgürlük Bloku’yla metropol emekçisinin sorunlarına yönelik bir faaliyeti
planlayabileceklerini düşünüyorlardı. Bir kısmı ise bu planlamasını CHP’ye yaslanarak
gerçekleştirebileceğini düşünerek Kürt hareketiyle arasındaki Kemalist mesafeyi bozmaya
hiç yanaşmadı, bile.
Oysa, hem konjonktürel gelişmelere bakarak, hem de bu konjonktür çerçevesinde Türkiyeli
sınıf hareketlerini gözleyerek seçimlerden sonra bir „Savaş Meclisi“nin oluşacağı ve bir
„Savaş Hükümeti“nin kurulacağı saptamasında bulunan devrimciler de vardı. Yüksek
demokratik muhalefet hayalleriyle yatıp kalkan küçük burjuva liberal solu ve statüko
solcuları 13 haziran sabahı görmemek için ellerinden geleni yaptıkları gerçeğin suratlarında
patlamasından kurtulamadılar. Gericilik %50 oyla iktidara geldi.
CHP ve MHP’nin %42’lik Referandum oy toplamı bu seçimlerde %39’a gerilerken
AKP’nin %47’lik doğrudan oy düzeyi %50’ye çıkmış durumdadır. Yani %3’lük bir oy
potansiyeli CHP-MHP zemininden AKP’ye akmıştır. Genel oyda görülen bu kayma aslında
AKP iktidarına muhalif olan kentli kesimlerin oyudur yani AKP’ye doğru hareketlenen „%3
kentli oy“ söz konusudur. AKP’ye yönelik olarak Referandum‘da gözlenen Kürt kuşatması
12 Haziran seçimlerinde pekişirken sahillerin kuşatması dağılmıştır.
Sol-sosyalist aydınlarımız elit gözlükleriyle ve batılı eğitimleriyle bu sonucu gene batılı
sosyolojik veri ve tanımlarla açıklamaya çalıştılar ama doğulu toplumların kendilerine özgü
dinamikleri üzerinden süreci kavramaya çalışmak kimsenin aklına gelmedi. Oysa Türkiye
devriminin güncel literatüründe bu gelişme de öngörülmüş ve önceden bildirilmişti. „Sivil
toplum“u zaaflı olan Doğulu halk dinamiğinde sadece gerileme değil aynı zamanda „içine
çökme“ de söz konusuydu. Doğulu toplumlar genelde „devrimsiz“ toplumlardır ve değişim
ve dönüşüm bu toplumlara „dışarıdan“ ya da „tepeden“ dayatılır. Bu yüzden, bu „dış“ ya da
„tepeden“ müdahale olmadığında, modernitenin „sivil“leşmesini değil, antikitenin „tebaa“lık
kurumlaşmasını yaşayan doğulu toplumlar tevekküllerini içe çökerek sürdürürler, kendi
tarihlerinin kara deliklerine gömülürler.
Dipten akan tarihsel sürecin aktüel bir gerçek olması, bu kadim tortuyu toplumun üzerinden
kaldıracak bir „dış“ ya da „tepeden“ müdahaleyi ön koşul koyar. Kadim tarihin barbar
akınlarına analojiyle, yığın hareketine koşut bir devrimci örgütlenmenin ve onun devrimci
şiddetinin daimiliğini kaçınılmaz kılan işte bu doğulu tarihsel gerçekliktir.
Doğunun bu gerçekliğini emperyalist burjuvazi anladı ve uyguluyor ama bizim küçük
burjuva statüko ve sistem solcuları anlamamakta ısrarlarını ve anlaşılmamasında çabalarını
sürdürüyorlar. Oysa bu gerçekliğin kavranmasını kolaylaştırmak için konjonktürün de büyük
bir yardımı oldu; bizdeki „12 Haziran“ çöküşüyle bir ve aynı „doğulu“ sosyo-tarihsel
kurgunun tezahürleri olarak yaygın bir halk hareketliliği gelişti;
2Arap coğrafyası hareketlendi.
Sınıflı toplumların en görülmez, en hissedilmez, en yaprak kıpırdamaz dinginliğinde bile
emek sermaye çelişkisinin hükmedilemez kanunları işler. Toplum bu çelişkiyi taşıyabileceği
sürece biriktirir. Taşıyamadığı gün ya patlar –patlama gücü varsa.. ya da altında kalır, içine
patlar, yozlaşır, çürür. Sivil toplumu Gramsci’nin deyimiyle „pelte“ kıvamında etkisizleşen
doğulu toplumlarda çelişki birikimi isyan’a ve oradan ihtilal’e sıçrayamaz. Bu toplumlarda
kendiliğinden toplum hareketliliklerine neredeyse rastlanmaz.
İşte emperyalistler hem Marksizm’in çelişki birikimini kendilerine esas veri olarak aldılar,
hem de bu birikimi patlatıp açığa çıkaracak bir iki Cuma operasyonuyla „Leninizm“in
dışarıdan müdahale pozisyonuna geçebildiler. Birikim kontrollü bir şekilde patlatılarak
halkın öfkesi ve eylemi emperyalizmin bölgesel düzenleme politikalarına altlık edildi. Bizim
sol-sosyalist aydınlarımıza da olanların devrim olup olmadığını tartışmak düştü.
Oysa bu kesimler düşünme süreçlerini ileriye yürüterek devrimle alakalandırabilselerdi
toplumsal çelişki birikiminin niçin Türkiye’de açığa çıkarılamadığını ya da örneğin 15-16
Haziran’daki gibi özel açığa çıkış momentlerinin öznelliklerini anlamaya gayret ederlerdi ya
da verili sürecin yoğun çelişki birikimine karşın niçin karşı devrimci siyasal statünün ve
gericiliğin kent yoksulları içinde bile giderek yoğunlaştığını sorgulamaya yönelirlerdi..
Ve belki de böylece, devrimin ateşleyicisi olarak kitleleri harekete geçirip yönetecek bir
devrimci öncünün gereğini idrak edebilirlerdi. Aslında bütün bu gerici atmosfer altında bile
ülkemizde büyük bir devrimin kurgulanmakta olduğunu Leninci Marksizmin ışığında ön
görebilirlerdi. Onlar bilemiyor, göremiyor ve inanmıyorlar ama emperyalistler ve gericilik
Türkiyeli devrimin nasıl bir yoğunlaşma içinde olduğunu biliyor.. ve bildiği içindir ki
ülkemize;
3„Mevhum“ solcular zamanı geldi.
Geçmişin yenilgileriyle bilinci körelen, karşı devrimini zılgıtı karşısında ruhen sefilleşen
Türkiye solcuları, devrimin doğulu kurgularını hiç kimseden öğrenmiyorlarsa „hami“leri
Soros’un „renkli“ devrim girişimlerinden de gözleyebilirlerdi. Ama belki de şimdi onlar
Türkiyeli kaçınılmaz bir devrimi sisteme tehdit olmaktan çıkarmanın sigortaları olarak
parlatılıyorlardır. Ve belki de bu yüzden doğunun bu özgün devrimselliklerine göre kendini
stratejileştiren Devrimci Karargâh’a yönelik düşman propagandasının bir unsuru olma
konumuna düşürülüyorlardır.
Diyorlar ki, Devrimci Karargah devrimi, yığınların başkaldırı düzeyiyle orantısız bir şekilde
siyasal gündeme taşıyor.. Doğrudur, Devrimci Karargâh devrimci şiddeti kitlenin eylemiyle
ölçümlemez ve gerekeni gerektiği tarzda yapmaya çalışır, çünkü Türkiyeli melez kapitalizm
ilişkileri içindeki yığınların devrimci iradesinin yığınlara bilinç+eylem taşıyan bir öncü
eliyle açığa çıkartılabileceğini ön görür. Ve diyorlar ki, böylece Devrimci Karargah
geçmişin aşılmış yanlışlarını propaganda ediyor.. Yanlıştır, çünkü Devrimci Karargâh,
öncelleri olan devrimci yapılar gibi devrimi kendi şiddetinde arama ya da örgütleme
anlayışında değildir. Devrimci Karargâh devrimin kara yığınların işi olduğunu bilir. Modern
toplumsal devrimi kadim prangalarından kurtarabilmek için kara yığınları tevekkülden
isyana çıkışa zorlar, onları isyandan ihtilale taşımak üzere örgütlenir.
Dolayısıyla geride bıraktığımız yakın dönem Türkiyeli bir devrimin stratejisini tartışmak
için de önemli veriler sunmuş ve Devrimci Karargâh’ın Bildirge’sinde belirlediği stratejik
devrim modelinin geçerliğini göstermiştir. Taktik planda ise, konjonktürel opsiyonların,
mali kriz dayatmalarının ve denge tahammüllerinin sonuna gelinmesi nedeniyle giderek
daralması ülke içi siyasal gelişmeleri öylesine kendi gerçeklerine taşımaya başladı ki,
4„Mevhum“ solcuların zamanı geçti.
AKP iktidarından Türkiyeli emekçilere demokrasi, Kürt halkına özgürlük beklemenin ölü
gözünden yaş beklemekle aynı olduğu artık tartışılamayacak bir kesinlikle ortaya çıktı.
İslamcı yeni burjuvazisinin yeniden şiddetlendirdiği Türk sömürgeciliğinin Kürt meselesine
getirdiği çözüm yönteminin askeri olduğu ve özellikle Kürt özgürlükçülüğünün imhası
esasına dayandığı ortadadır. Böyle bir politikanın Türkiyeli emekçi halka demokrasi
getiremeyeceği, aksine daha fazla sömürü ve diktatörlük geliştireceği tartışma götürmez.
AKP’nin sivilleşme afyonuna kendini kaptıran liberal solcular, statüko sosyalistleri için sığ
sularında yelken açacakları deniz kalmamıştır. Artık devrim gibi demokrasi mücadelesi de
sistemi doğrudan karşısına almaya cesaret edemeyen statüko aydınının işi olmaktan
çıkmıştır. Kalıcı ve tarihsel demokrasi mücadelesi bundan böyle devrimci savaşın
karargahlaştırılmış düzeylerine koşut mücadelelerde mümkün olabilir. Başkası kumda
demokrasicilik ve sosyalizmcilik oynamaktır.
Daha ne bekleniyor? Sürecin artık sağa sola gidecek takadı kalmamıştır. Topluma yön
vermek isteyen aydın, onu dönüştürmek isteyen devrimci bölgesel ve ülkesel kıyamet
alametlerini hala göremiyorsa ne zaman görecektir? „Görmek istemeyen bir gözden daha
körü yoktur“
İşte emperyalist müdahale Suriye’nin kapısında. Libya başarısızlığı, „ikinci dip“ tehditi
derken olası hamlesel tıkanmalarda işte Lübnan, işte İsrail müdahalesi.. Kürt
özgürlükçülüğünün „demokratik özerklik“i artık batı Kürdistan’ın da gündemine sokacak
kertede sömürgeci sınırları giderek geçersiz kılması.. Ve elbette Türk sömürgeciliğinin buna
seyirci kalamayacak olması.. Bu potansiyel gelişmeleri bir kenara bırakalım. Kürdistan‘daki
devrimci halk savaşının taktik kolaylaştırıcılığında Türkiye metropollerinde oligarşiye karşı
devrimci savaşı yükseltmek Türkiye proletaryasına ve emekçi halklarına bağlılığımız ve
siyasal iddialarımız gereği devrimci bir görevimiz değil midir?
Hareketimiz, AKP markalı savaş hükümetinin uluslararası emperyalizm adına Kürt, Arap ve
Fars halklarına yönelik savaş ve işgal programlarını sorunsuz uygulayabilecek karşı
devrimci bir gündemle iş başına geldiğini ve öncelikli görevinin böyle bir savaşın cephe
gerisi sayılabilecek Türkiye topraklarında başta işçi ve emekçi kesimlerin demokrasi
mücadelesini tasfiye etmenin esas olduğunu öngörmekte ve buna karşı devrimci görevin
başta proletarya olmak üzere Anadolu halklarının Devrimci Savaşını örgütlemek olduğunu
bilmektedir.
Devrimci Karargâh, Türkiyeli devrimci savaşın örgütüdür.
Devrim için savaşmayana sosyalist denmez, diyenlerin örgütüdür.
Ve bu süreç zarfında Hareketimiz devrimci bir hazırlık olarak önemli bir eksiğini daha
giderme yoluna girmiş;
5Behdinan saha eğitim birimini oluşturmuştur.
Beyoğlu eyyamcılığıyla proleter devrimciliğin gereklerini ayrıştırmayı bilebilen...
Statükocu önderliklerin devleti karşılarına almaktan imtina eden „cici sosyalizm“lerini aşma
arzusu duyan...
Gerici faşist AKP iktidarının baskısından korunmak için „sıra kimde?“ diye ağlaşarak sicilli
işkenceci ve devrimci katillerinin dostluklarına sığınma onursuzluğuna düşenlere karşı „Sıra
bizde; Devrimde!!“ diye haykırabilen... , demokratik alan mücadelesini siyasal mücadelenin
tamamına tekabül ettiren oportunist statüko solcularının, gericiliğin baskıları karşısında “sıra
kimde” diye ağlaşıp fareler gibi kaçışmasına karşın benzeri perspektifle devrimci savaş
zeminini geliştiren eylemleriyle “sıra bizde; Devrimde!” şiarını yükselten bütün devrimci
kadrolar Devrimci Karargah birimlerinde harmanlaşmanın ve yoldaşlaşmanın imkanlarını
bulabileceklerdir.
Bu temelde Hareketimiz eylemleriyle ve varlıklarıyla devrimci mücadeleyi gündemleştiren
Türkiye devrimci hareketinin diğer savaşkan örgütlerini ve bu örgütlerden yoldaşları
selamlar.
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!
Yaşasın Kürt Halkının Demokratik Özerklik Mücadelesi!
Yaşasın Devrimci Karargah!
6 Ağustos 2011
f) Kara-Propaganda Faaliyetleri Başlıyor:
Sınıflar mücadelesinde devrimcilerin karşılaşacağı ve uğraşmak zorunda kalacakları kirli bir
araçtır, kara propaganda. Bu aracı, egemenler ülkemizde de sıkça kullana geldi. Kitleleri
toplumsal muhalefetten uzak tutmada suni dengenin korunmasında ve devrimcileri karalamada
bu aracın oldukça etkili kullanıldığı söylenebilir. Örnekleri hatırlamak için çok uzağa gitmeye
gerek yok. 1Mayıs 1977 katliamının devrimcilerin üzerine yıkılmaya kalkıldığını unutmadık.
(geçtiğimiz yıl Halil Berktay adındaki fosilleşmiş karşı-devrim sözcüsü 1 Mayıs 77 katliamı ile
ilgili olarak bayat yumurtalarını yeniden pazara çıkarmıştır). Keza, Gazi ve 1 Mayıs
mahallelerinde 1995’te gerçekleşen katliamların da devrimciler tarafından başlatıldığı şeklinde
bir yığın safsata ortaya atılmıştır. Bu konuda PKK’nin ve önderliği Sayın Abdullah Öcalan’ın
maruz kaldığı ithamlar ise sayılamayacak denli çoktur. 3
Dolayısıyla biz de eylemlerimizin devleti bir hayli huzursuz ettiğini biliyor ve
karşılığında devletin topyekûn saldırıya geçeceğini bekliyorduk. Siyasi polis bir yandan
Devrimci Karargâh’ın geride kalan eylem gücünü araya dursun, öte yandan psikolojik savaş
araçları da karşı taarruza başladı. İlk karşı hamle ABD uşağı ve Ergenekon imamı olan Fethullah
Gülen’e bağlı Samanyolu TV (STV)’den geldi.
O günlerde (2009’un Mart ayında) “Desa Deri” fabrikalarından uzun bir süreden beri
devam eden bir grev vardı. DESA’nın Düzce ve Sefaköy fabrikalarında çalışan işçiler
sendikalaştıkları için işten atıldılar. İşçiler bu nedenle greve gitmişlerdi. Grevin yankısı doğal
olarak patronu ve devleti rahatsız etmişti.
Görünen o ki Desa Deri patronu ile STV arasında çok somut bir çıkar birliği vardı ve
başlarındaki “bela”ları toplumsal destekten mahrum bırakmak [amacıyla] ortak bir kurgu
3 Devrimcilerin, sosyalistlerin etki kurabildiği alanlarda bu örnekler belki karşılığını bulmamıştır. Lakin halkın
geri kalanı için aynı şeyi söyleyemeyiz.
üzerinde duruyorlardı. Birkaç uyduruk itirafçı ve gizli tanık yaratılarak Devrimci Karargâh’ın
güya Ergenekon tarafında kurulduğu, Desa direnişinin de ülkede huzursuzluk çıkarmak
maksadıyla Devrimci Karargah’a yaptırıldığı öne sürülecekti.
STV Desa direnişi görüntüleri eşliğinde verdiği gizli tanık beyanlarıyla aklı sıra
direnişe gölge düşürmeye gayret etti. Öttürülen gizli tanık, “her şeyi bilen adam” edasıyla
Devrimci Karargâh ve Ergenekon arasındaki olmayan bağı anlatıp duruyordu.
“Son Tezgâh” rumuzlu gizli tanığa göre Devrimci Karargâh’ın legal-illegal alanlara
yayılmış pek çok uzantıları vardı. Bunların arasında, AKP il Merkezi’nin bombalanması
eylemini kınayan DİSK merkezine, bu kınamadan dolayı eleştiri getiren sendikalardan
bahsediliyordu. Örneğin, Basın-iş ve Deri- iş sendikaları Devrimci Karargâh’ın “kötü” (!)
emelleri doğrultusunda harekete geçirilenlerdi vs vs. zaten Desa direnişini de Deri-İş
örgütlemişti. Böylece taşlar yerine oturuyordu.
Son Tezgâh’a okutulan ve hareketimiz ile Ergenekon arasında ilişki kurmaya çalışan
zorlama hikâyenin hemen ardından 7 nolu bildirimizi yayınladık. “Fethullahçı Medya Karşı
Devrim Borazanını Çaldı” başlığıyla yayınladığımız uzun bildiride özetle şu ifadeleri geçmiştik:
Dönem itibariyle T.C. oligarşisi esaslı ve yeniden yapılanma süreci yaşıyordu. Deyim
yerindeyse döküntü bir araçla tarihi bir viraj alınmaya çalışılıyordu. Yol bozuktu ve bu döküntü
araç viraj alınırken aynı zamanda tamir edilmek zorundaydı. Çünkü ABD’nin bölgede kendisine
biçtiği rolü mevcut yapısıyla oynayamayacağı açıktı. Bu nedenle Devlet kendince bir yeniden
yapılanma süreci başlatmıştı.
Fakat süreç son derece hassastı; yoldaki engellerin kaldırılması, muhtemel engellerin
de önceden bertaraf edilmesi gerekliydi. Yoldaki engellerden biri de Devrimci Karargah ve
yükselme işaretleri gösteren sınıf hareketiydi, ki bunun günceldeki öncülüğünü Desa direnişi
yapıyordu. Bu engelleri bertaraf etmenin klasik yollarından biri de karalama faaliyetleriydi.
AKP’nin tüm karşıtlarını “Ergenekon” çuvalının içine koyarak onları itibarsızlaştırmaya,
etkisizleştirmeye ve tasfiye etmeye çalışması bu tür karalama faaliyetleri üzerinden de
gerçekleştirilmek isteniyordu. 4
Öte
yandan
Devrimci
Karargah’ı bu denli “şişirme” nin elbette uyarı niteliği vardı. Bu uyarıyı dikkate alıp aynı
bildirimizde şu öngörülerde bulunduk: “ Belki de AKP aldığı emperyalist ve Siyonist desteklerle
üzerimize yönelik kapsamlı operasyon hazırlığındadır. Bize karşı uygulamaya koyacağı devlet “
ceberut”luğuyla mücadeleye hazırlanan örgüt ve kitlelerde “kerim devlet” algısını tazelemek
istiyor, olabilir. Biz bu uyarıyı alalı çok oldu ve hazırlıklarımız tamamdır. Buna rağmen biz
devrim savaşçıları çok iyi biliyoruz ki savaşlar hele ki sınıf savaşları belirsizlik ortamlarıdır. Biz
bütün önlemlerimize karşın düşmanın olası saldırısından ağır darbeler de alabiliriz. Bu bizi
zerrece ürkütmüyor, gelecek günlere olan inanç ve umudumuzda zerre kadar sarsıntıya yol
açmıyor. Devrimci Karargah, nasıl devrimci mücadelenin küllerinden doğmuşsa, biliyor ve
4 Son Tezgah’ın beyanları öyle büyük itibar gördü ki, daha sonra hazırlanan Devrimci Karargah dava
iddianamesinde bu beyanlar genişletilmiş versiyonuyla yer aldı. “Son Tezgah” rumuzunun STV’ye ( ve o
cemaate) ait jargonla örtüşmesi tesadüf olmasa gerek!...
inanıyoruz ki, Devrimci Karargah ‘ın küllerinden de onlarca Devrimci Karargah doğacak,
mücadeleyi “zafere kadar devrim” sloganıyla kesintisiz sürdürecektir” (7 no’lu bildiri)
Gizli Tanık eşliğinde STV aracılığıyla başlatılan kara propaganda faaliyeti özelde
Devrimci Karargâh’ı hedeflemişse de esas amaç kitlelerin devrimcilere, devrimciliğe daha fazla
itibar etmesinin önüne geçmekti. Bunu bildiğimiz için devrimci ve sosyalist kesimleri karapropagandalara karşı birlikte davranmaya hareket geçmeye davet ettiysek de Türkiye solundan
böyle bir karşılık gelmedi. Statüko hali öyle kolayca yerinden kımıldayacak gibi görünmüyordu.
Ve düşmanın canını yakan ağır kılıç darbelerini kendi cılız kollarımızla indirmeye devam
edecektir[k-?].
f) ikinci Operasyon ve Orhan Yoldaşın Destansı Direnişi!
Karşı devrim Mart 2009 seçimlerinin hemen sonrasında topyekün saldırıya geçti.
Beklediğimiz bu yönelimi açık açık bildirmiştik; ne ki düşmanın darbesi beklediğimiz bu
yönelime dönük hazırlıklarımızı aşarak geldi. 27 Nisan 2009’daki polis operasyonun darbesi ağır
oldu. Hareketimizin kurucu kadrolarından Orhan Yılmazkaya yoldaş tarihi bir direnişe imza
atarak şehit düştü.
Ayrıca bu operasyonda kimlikleri önceden deşifre edildiği iddia edilen Fatih Aydın ve
Özgür Dinçer’in de aralarında bulunduğu, Orhan yoldaş ile bir vesileyle diyaloğa geçmiş
geçmemiş, alakalı alakasız bir çok insan gözaltına alınıp tutuklandı.
Tabii bizim açımızdan bu süreçle ilgili olarak önemsenmesi gereken hususlardan biri
de operasyona neden olan süreçten payımıza düşen dersleri çıkarmaktır. Polis nasıl bir yöntem
izledi, devrimciler nerelerde eksikliğe düşmüştü, bunları da irdelemek gerekir.
7 Ağustos 2008’deki havan saldırısında iz bıraktığı iddia edilen Fatih Aydın ve Özgür
Dinçer’in çevrelerine de polis ağ atmıştı, tıpkı C. Bozkurt’a yaptığı gibi…
Ağa ilk takılan Özgür Dinçer oldu. Buna yol açan neden, telefonları polis tarafından
takibe alınan çevresiyle Özgür Dinçer’in temas kurmasıydı. Sorun şu ki, Dinçer’in bu ağdan
haberi yoktu. 5 Şubat 2009’da polis onu sıcak takibe almıştı ve artık ikamet ettiği yeri de
biliyordu. Böylece Dinçer günlük pratiğine istediği kadar dikkat etsin, yeniden sabit adresine
dönmek zorunda olduğu için polis sıcak takibi neticeye ulaştırana dek ilerletecekti. Aynı durum
Orhan yoldaş için de geçerliydi.
Özgür’ün deşifrasyonu üzerinde polis Orhan’a ulaştı. Birçok buluşmayı takip eden
polisi Orhan yoldaşın defalarca atlatmasına rağmen sıcak takibi geliştiren polis sonraki
buluşmalar üzerinden Bostancı’daki üssü deşifre etti.
İpin ucunu yakalayan polis bir süre sonra da Fatih Aydın’a ve 27 Nisan
operasyonunda tutuklanan diğer şahıslara ulaştı. Buna rağmen bütün ilişkilerin deşifre
edilemediğini özenle ve üşenmeden pratiğe dökülen takip atlatma yöntemleri sayesinde kimi
ilişkilerin korunabildiğini de belirtmek gerekir.
Deşifre olmalarına karşın arkadaşlarımızın sıcak takiplere karşı ara sokaklardaki
dairesel, çapraz yürüyüşlerinin, ters istikametlere farklı araçlarla yönelmelerinin (örneğin
Kartal’dan Kadıköy’e giderken Bostancı da inip İçerenköy’e gitmek gibi…) düşmanı bir hayli
uğraştırdığını polisin yazdığı tutanaklardan anlamak mümkündür. Bu önemli bir ayrıntıdır ve
“yakalandıktan sonra takip atlatmış olmanın bir önemi yoktur” şeklinde meseleye kabaca
yaklaşılmamalıdır. Düşmandan neyi ne kadar saklayabilirsek o devrimin karınadır.
Nihayetinde, tarih 27 Nisan 2009’u gösterdiğinde siyasi polis harekete geçerek
operasyona başladı. Yıllardır “hücre evi” baskınlarından elini kolunu sallayarak rahat sonuçlar
alan polis, bundan kaynaklı özgüven ile belirlediği adreslere baskın yaptı. Sonunda rezil
olacağını bilse muhtemelen bunun üzerinde bir kez daha düşünürdü…
Ve destansı direnişin mimarı Komutan Orhan YILMAZKAYA…
HAYATI, KİŞİLİĞİ, MÜCADELESİYLE BİR DEVRİMCİ:
ŞEHİT ORHAN YILMAZKAYA YOLDAŞ VE 27 NİSAN 2009
B0STANCI DİRENİŞİ
Her tarihsel duruş kendine özgü renkler taşır, yaşandığı “an” içinde. Parmak izleri gibi
eşsizdirler ve hayatı sarsacak kadar büyüktür etkileri. Ona tarihsel niteliğini kazandıran da eşsiz
oluşu ve yarattığı etkinin büyüklüğüdür, işte.
Fakat tarihten bağımsız bir şekilde “an” ı ele almak tarihe karşı haksızlık olabileceği
gibi, eksiklikler ve yanılgılar da taşır, kendi içerisinde. Çünkü “an” tarihe bağlıdır: geçmişin
birikimini artısıyla-eksisiyle ruhunda yaşatır. Aslında tarihin yoğunlaştığı momenttir, yaşanan ve
yaşatılan. Benzerlerinin izlerini yansıtır; “an” a damgasını vuran irade ilhamını tarihten almıştır.
Tanıklık edenler de vardır, elbet bu tarihsel anlara. Akıl ve duygu dünyası zaman
tünelinde yolculuğa çıkar. Geçmişten günümüze iz bırakan benzer duruşlarla çağrışımlar kurulur,
derinliği yüreklere kazınır böylece, yaşanılanın gerçek anlamına kavuşulur. Tarihsel birikimler
hatırlanarak “an” ın taşıdığı değerin hakkı teslim edilebilir ancak ve insanlığın tarihe olan borcu
yeniden kayda geçirilir.
27 Nisan 2009 direnişi ve destansı direnişin mimarı, işçisi, savaşçısı, komutanı olan
Şehit Orhan YILMAZKAYA yoldaşın yaşamını, kişiliğini mücadelesini de bu bütünlük
içerisinde değerlendirmek gerekir. Bu, tarihe olan borcumuzun ve saygımızın gereğidir.
Orhan yoldaş 1970’de Almanya- Tulinger’de dünyaya gelir. İlkokul çağına geldiğinde
babası tarafından asıl memleketleri olan Çanakkale-Bayramiç’e, dedesinin yanına gönderilir.
Dedesinin belirleyici bir etkisi vardır üzerinde. Okuma yazmayı öğrendikten sonra dedesinin
okuttuğu kitaplar ve aşıladığı dünya görüşüyle, erken yaşlarda kendisini hayatta olup bitenlere
karşı duyarlı kılar.
Liseyi, İstanbul Kabataş Erkek Lisesi’nde yatılı okur. Sınıf arkadaşlarıyla beraber okul
gazetesi çıkarırlar. Gazetecilik mesleğine olan ilgisi bu dönemde şekillenir ve dışarıdan meslekle
ilgili kimi dersler alır.
1987’de İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü
kazanır. Bu dönem aynı zamanda TDH’nin 12 Eylül faşist darbesinin fiziksel etkilerinden
sıyrılmaya çalıştığı ilk yıllardır. Orhan yoldaş da üniversitedeki ilk yıllarında itibaren örgütlü
çevrelere girer. Gerek okulda, gerekse de sokakta yapılan eylemlerde hep ön saflarda yerini alır.
Ömrü boyunca unutamayacağı ilk kürtçe kelimleri burada öğrenir ve benimser. “Berxwedan
Jiyane” sloganı, içselleştirilecek bir devrimci duruştur onun yüreğinde.
Öğrenci gençliği ve akademik çevrelerde etkinliği olan “Gelenek” dergi çevresiyle
beraber hareket etmeye başlar. Dergi 1993 yılında Sosyalist Türkiye Partisi (STP) adıyla
mücadelesine devam eder. Kapatıldıktan üç ay sonra da Sosyalist İktidar Partisi (SİP) adıyla
yeniden kurulur.
Orhan yoldaş kuruluşundan itibaren SİP’in çeşitli kademelerinde görevler alır. Legal
partinin kimi “zor”lu işlerine girişmekten imtina etmez. SİP’in il ilçe yöneticiliklerinden merkez
düzeydeki yöneticiliklerine kadar bir dizi pozisyonlarda görev almıştır. 1995’teki Gazi
Direnişi’nde de aktif olarak saf tuttuğu gibi, “Demokrasi” gazetesinin yayınlanmasına uzun süre
emek vererek Kürt halkının mücadelesine katkı sunmaya çalışmıştır. PKK önderliği Sn.
Abdullah Öcalan’ın 15 Şubat 1999’da esir alındığı dönemlerde, Türkiye solu Kürtlerden
kaçmaya çalışırken o uluslararası komploya karşı PKK’nin merkezi açıklanmasın Radyo
Umut’ta okuyarak gerçek enternasyonalist duruşun örneğini sergilemiştir.
Bu dönemde aynı zamanda SİP’in ideolojik politik düzlemde ciddi tartışmalar yaşadığı
bir dönemdir Orhan Yoldaş bu tartışmalar üzerinden yaşanan 1999’daki bölünmede devrimci
kanadın öncülerinden biridir. Kemalizme ve orduculuğa yaslanan, yasalcılığa saplanarak politik
şiddetten kaçan, Kürt Özgürlük mücadelesine sırtını dönen ve İslamiyet inancına karşı laisist
gericiliği benimseyen SİP merkezinin anlayışına karşı etkili bir muhalefet geliştirse de, parti
merkezinin tecrübeli, ayak oyunlarını iyi bilen hamlelerine karşılık veremeyerek tasfiye
olmaktan kurtulamazlar.
2000 yılında sonra TKP ismini alan SİP’de somutlaşan “solculuk” tarzının derin
çözümlemesine girerler ve belirledikleri temel ilkeler etrafında devrimci pratiğin zeminini
örmeye başlarlar. Özellikle iki olay vardır ki, bunlar mücadeleye ve devrimciliğe ilişkin yaşadığı
kopuşların güçlenmesine neden olur. Birincisi 1999 Nisan’ında yaşananlardır. SİP’in
bölünmesinin hemen öncesinde, Türkiye’de genel seçimler yapılacaktır (sonrasında DSP ve
MHP’nin sandıktan galip çıkacağı, ülkenin “kurda kuşa” emanet edildiği meşhur 99 seçimleri…)
Seçim mitinginden dönen SİP konvoyuna İstanbul Kozyatağı’nda sivil faşistlerce saldırı
düzenlenir; caddede kavga çıkar. Azılı bir faşist silahını çekerek Hüseyin DUMAN adlı yiğit bir
devrimciyi katleder. Şehit düşen arkadaş Orhan yoldaşın üzerine emek verdiği genç, yoksul bir
tekstil işçisidir.
İkincisi ise 19 Aralık 2000’de faşizmin zindanlara dönük yürüttüğü katliam hareketidir. Faşist
girişime cevap olamamanın dayanılmaz ağırlığını tüm devrimciler gibi, o da yüreğinde yoğun bir
biçimde hisseder.
Yalnızca devrimin ihtiyaçları değil, bu iki olay da Orhan yoldaşın politik pratik
eğilimlerinin şekillenmesine etki etmiştir. “Düşmanın tekelinde bulunan şiddet aygıtına karşı
devrimci şiddeti uygulayacak profesyonel araçları yaratmak hem meşrudur hem de
zorunluluktur.”
Kuşkusuz bu eğilimin, işaretin zeminini devrimci önderlerin militanların kritik anlarda
gösterdikleri tutumlar da oluşturmuştur. Mahir’lerin Deniz’ler için kendilerini ateşe atan feda
ruhu, Deniz’lerin idam sehpasındaki kararlı-cüretli duruşu, İbo’nun devrimci kopuşu perçinleyen
sır vermez tavizsiz direnişi, üniversitedeyken dağlara uğurladığı siper yoldaşlarının şehadetleri
Orhan yoldaşın devrimcilik anlayışının şekillenmesinde derin izler bırakmıştır.
SİP bölündükten sonra bir grup arkadaşıyla beraber “Gerçek” adlı bir dergi çıkararak
yola devam ederler. Temel kalkış noktaları belirginleşmiştir. Marksizm’de ısrar Kürt Özgürlük
Hareketi (KÖH) ile müttefiklik, islami değerleri dikkate alan bir toplumsallık kavrayışı ve
devlettin bizzat kendisine karşı katıksız bir düşmanlık…
Bu temel çerçevelerden hareketle Devrimci Karargâh’ın kuruluşu için çeşitli çevrelerle
görüşmeleri bizzat yürütmüştür. Asgari düzeyde sağlanan olgunluğun ardından yegâne projesini
devreye koyarak, profesyonel bir savaş aygıtının oluşturulması için Kürdistan’a gider. Medya
Savunma Alanları’nda beklediğinin ötesinde etkileşimler yaşar. Türlü zorlamalar karşısında nasıl
bir iradenin sergilenmesi gerektiğini, imkânsızlıkları aşmanın nasıl bir değer taşıdığını yeniden
ve yeniden üretir. Yalnızca teknik olarak askeri malzemelerin kullanılışı veya askeri strateji ve
taktik geliştirme gibi konularda sınırlandırmaz öğreneceklerini. Çünkü o coğrafyada yaşanılanın
alelade bir savaşın ötesinde nitelikler taşıdığının farkına varmıştır. “Nefes alıp veren, canlı bir
sosyalizmdir, yaşanan” diye tanımlar deneyimlerini. Bizzat tanışıp sohbetler kurduğu, dostluklar
geliştirdiği PKK gerillası yoldaşlarının şehadetlerine ve tüm muhafazakar geleneklere
başkaldırarak dağlara, özgürlüğe yürüyen Kürt kadınlarının devrime katılımlarına şahit olmuş,
yürekten etkilenmiştir.
Devrim yolunda şehit düşenlere karşı yüreğinde taşıdığı sonsuz minnet duygusuyla
adlarını mücadelesinde yaşatmaya çalışmıştır.
2007 sonbaharında Erzurum eyaletine geçiş yaparken pusuda şehit düşen Arap
halkının onurlu evlattı PKK gerillası Kadir USTA yoldaşın: yine 2008’de Botan’da şehit düşen
gerillacılığı ve sanatını buluşturmayı başarmış sinemacı HALİL DAĞ yoldaşın adlarını
makalelerinde yaşatmaya çalışmış, onları çevresindekilere tanıtmaya gayret etmiştir.
Şehre döndükten sonra kullandığı “Remzi” kod ismini de TİKB’ li savaşçı Şehit
Remzi Basalak’tan almıştır. Remzi Basalak yoldaş da 1990 ‘larda faşizmin azgınlaştığı
Adana’da düşmana esir düşer. Siyasi Şubenin teşhir masasına basının önüne tekme atıp devrimci
sloganlarla düşmana meydan okuyunca devrimci-sosyalist kamuoyunun dikkatini çekmiştir.
Devrimci duruşunun karşılığı olarak şubede yargısız infaza maruz kalır.
Sömürüye, faşizme karşı cüretli duruşların hakkı ödenmez hiç kuşkusuz. Orhan yoldaş da
bunun bilincindeydi: bu nedenle hiçbir örgüt ayrımı yapmadan, devrim şehitlerini yoldaşı bildi
ve adlarına sonuna kadar layık olmaya çalıştı. Geriye güçlü bir miras olarak bıraktığı
anlayışlardan biri de budur.
Devrimci Karargâh’ın kuruluşunda en aktif emeği sergilendiği özellikle belirtmek
gerekir. Bağlantıları sağlamış, ön görüşmeleri yapmış planlamayı ve pratiği üstlenmiştir.
Konumu merkezidir. Projeye kendisini hem düşünsel hem de fiziki anlamda sonuna dek
katmıştır. Pratik sahada da en üst yöneticilik pozisyonunda yer almıştır.
Henüz genç yaşlardayken dahi SİP’teyken yürüttüğü yöneticilik görevini, askeri
alanda daha üst niteliklere kavuşturarak yetkinleştirmiştir. Örgütlü mücadelenin ilk yıllarında
itibaren, mücadelenin kritik anlarında sürekli yer alma çabası, kişiliğinde öne çıkan öncülük
vasıflarının gelişmesine vesile olmuştur. Prensipleri devrimci ve tutarlıdır. Merkezi görevleri
ikiletmeyen örgütlü kültürü sahiplenme ve anlam verme bilinci yoğundur. Fakat edilgen değildir.
Kararları uyguladıktan sonra sorgulama iradesine, sorumluluğuna da sahiptir. İnisiyatif
geliştirme ve üretkenlikte de yetkin olduğundan memurvari devrimcilik tarzına tamamen
kapalıdır.
Nitelikli öncü kadrolarda, bir arada bulunması gereken birçok özellik vardır, Orhan
yoldaşta. Hayatının her şeyini feda edebilecek katıksız bir inanç şarttır, öncü kadrolar için.
Maddi birikimlerini, ortalamanın üzerine çıkabileceği yaşam standardını, eşi dahil olmak üzere
bütün aile bağlarını “sosyal statüsü”nü tereddüt etmeden kopartıp atmıştır hayatından, geri dönüş
gemilerini yakarak küle çevirmiştir.
Kıvrak bir zekâya, entelektüel birikime, engelleri tanımayan özgüvene, girişkenliğe ve
yaratıcı düşünce gücüne de sahiptir. Yaratıcı olabilmenin de ön şartları vardır; öğrenme isteği,
doyumsuz bir merak ve ilgi gereklidir. Tarihten sosyolojiye, kimyadan edebiyata kadar oldukça
geniş bir donanıma da sahiptir. Araştırıp öğrenmek ve birikimlerini hem yazılı ürün olarak
değerlendirmek hem de pratik sahada gerçeklikle buluşturmak mücadelenin ihtiyacı gereğidir.
İhtiyaçlar söz konusu olduğunda ise her türlü uğraş, faaliyet birer külfet olmaktan çıkar, onun
için.
Geniş ve derin düşünebilmeye aynı anda birçok konuyu planlayabilmeye, kıyaslama
yetisi geliştirmeye önem vermiştir. Bu nedenle, hareketimizin eylemlerinde öne çıkan
yaratıcılıktaki payı büyüktür. Çok sınırlı imkânlara karşın önemli işlerin yegâne yaratıcısıdır.
Mücadelede bir kadronun oynayabileceği olağanüstü rolün kanıtıdır. Oldukça pratiktir. Anında
olumlu refleksi harekete geçirebildiği gibi planların sürüncemeye uğramasına izin vermeyecek
bir takipçiliğe de sahiptir.
İrade, her zorluğu aşmaya ant içmiş bir devrimciyi devrimiyle birlikte geliştiren
özelliktir. Diz çökmemektir, engellerin önlerinde. Nerede yaşanırsa yaşansın gerçekçi
olunduğunda imkânsızlıkların aşılabileceğine olan inancı taşımaktır; yılgınlığa kapılmadan
denemeye devam etmektir, bıkmadan usanmadan. Ama her seferinde daha iyisini yapabilme
becerisini sergileme gayretidir, aynı zamanda. Orhan yoldaşın güçlü iradesi de kişiliğinde öne
çıkan hususlardan biridir. Hem Devrimci Karargâh’ın öncesindeki toparlanma çabalarında, hem
Kürdistan’da ilk zamanlar yaşanılan fiziksel zorlanmalar karşısında hem de şehre döndükten
sonraki imkansızlıklarda “olmaz”ın teorisin karşı net tavrını devrimci duruştan zerrece taviz
vermeden sergilemiş, olmaz denilenleri gerçekleştirmiştir.
Fakat öte yandan kimi durumlar da vardır, ağırına giden. Günümüz Türkiyeli devrimci
hareketlerin genel olarak “ezik” görüntü sergilemeleri, linç girişimleri yüzünden yansıyan aciz
ve tutuk halleri, kitlesel eylemlerde polisten kaçarken sergilenen vahim görüntüler, dağınıklık
hali Orhan yoldaşta üzüntüden ziyade bir isyanın, öfkenin büyümesine neden olmuştur. Daha iyi
bir pratik sergileme ihtiyacı ile onu özgür dağlara yönlendiren nedenlerden birisidir, bu… Bir
diğeri de KÖH’nin devrimciler tarafından büyük oranda yalnız bırakılmasıdır. Çabası, zayıflayan
bağları güçlendirmek ve aslında KÖH’nin Türkiyeli devrimcilerce eksik ve yanlış anlaşıldığını
dost çevrelere aktarmaktır, aynı zamanda.
Kürdistan projesini bu çerçevede hayata geçirip dostluğun ve müttefikliğin ötesine
geçen, yüreğinin derinliğine işleyen duygularla özgür dağlardan ayrılıp şehre döner.
VE 27 NİSAN 2009 SABAHI
…
Ey ömrü destan gibi yürüyenler
Yaşayan kimdir gerçekte
Ölen kim
Yürürken bile tükenenler mi
Yılgın yılgın düşenler mi
Yoksa çekilip tarihin burçlarına
Bayrak bayrak ölümsüzleşenler mi….
Adnan Yücel
Devrimciliğe sövmenin ülkede moda olduğu, Marksistliğin elitlere ait “akademik bir uğraş”
diye sanıldığı, devlet düşmanlığının ise “aptalca bir heves” veya “psiko-patalojik ruh dünyasının
yansıması“ diye topluma yutturulmak istendiği bir dönemde gerçekleşti Orhan yoldaşın şehadeti.
Birileri yazarlık, gazetecilik kimliği olan, birçok konuda ileri birikime ve “elit” bir sosyal
çevreye sahip bir insanın nasıl olur da böylesine çılgınca bir cüreti gösterebildiğine anlam
veremedi. Anlam vermeleri de beklenemezdi zaten! Çünkü onların ruh dünyalarına, zayıflamış
vicdanlarına yabancı bir duruş vardı, o gün, Bostancı’daki o evde. Bunu yalnızca zulme karşı
dövüşenler ve acılarını gül bahçesine çevirmeye yeminli ezilenler anlayabilir.
Kızıl alevler saçan namlunun ucunda bir destan daha kazınacaktı, bu topraklara. Güneş
henüz yeni almıştı nöbeti geceden, fakat bir yıldız vardı ki, parlamakta ısrarcıydı, hala o sabah.
Işığını söndürmek için yüklendikçe yüklendi karanlık; direndikçe ışıldadı yıldız; nakış gibi işledi
aydınlığını. Gökyüzü boşluğunda kaybolmamak üzere, tarih yeniden tanık oldu, bir devrimcinin
direnişe.
Düşman ise şaşkın, kendini yiyen, içten içe tüketen bir çaresizlik içinde debelenmekte.
Acınası haline son vermek istiyor, kuşatmayı yoğunlaştırıyor. Fakat bir yandan da korkuyor,
düşman içine düştüğü yangının büyümesinden.
Ve o an çıldıran, isyan eden, bir şey yapamamanın girdabında çırpınan yüreklerimize
yetişiyor, Orhan yoldaşın sesi. Kararlı, sakin ve kendinden emindi seslenişi…
“Teslim olmayan bir feda devrimci kuşağının layığı olmaya çalışacağım. İsmim Orhan
YILMAZKAYA. Devrimci Karargâh Savaşçısıyım. Türk ve Kürt Halklarının mücadele birliği
için savaşıyorum. Emperyalizme karşı, faşizme karşı, siyonizme karşı savaşıyoruz.
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Yaşasın Türk ve Kürt Emekçilerinin Mücadele Birliği!
Biz düşeceğiz, fakat bizden sonra bu kavga mutlaka sürecek. Nasıl binlerce yıldan beri
sürdüğü gibi… Thomas Münzer’lerden, Şeyh Bedreddin’lerden beri sürdüğü gibi Mahir
Çayan’lardan, İbrahim Kaypakkaya’lardan, Deniz Gezmiş’lerden beri sürdüğü gibi.” (Şehit
Orhan YILMAZKAYA yoldaşın 27 Nisan sabahı telsiz konuşmasından)
Yeniden ayaklandı, devrimci yürekler ve çoştu; destanlara yakışan direnişin yanında
duygularıyla saf tuttu.
Kalıcı izler bırakan bir destana mecburdur, 27 Nisan şafak vakti. Çünkü Serez’de
çiseleyen yağmurun altında, yapraksız bir dalda asılan Bedreddin yoldaşıdır direnen; kılıçtan
geçirilen Paris’li komünarlardan biridir. Kızıldere’de aynı inançla direnerek şehit düşmüştür,
Denizlerle beraber idam sehpasına çekincesiz yürümüştür. İbo’yu hatırlamıştır kurşunlarla
parçalanırken bedeni, ölüm oruçlarında kızıl bandı alnına takan sıra neferlerinden biridir ve
çekerken bombasının pimini Zilan gibi gülümsemiştir özgürlük düşlerine…
6 saat boyunca eğitimli faşist sürüsüne direnerek, soludukları havayı onlara zehir ederek,
düşmanın kişiliksiz karakterini ve canlarını fena halde acıtarak şehit düştü yoldaşımız.
Savunduğu üsse, tıpkı İsrail’li efendilerinin Filistinli direnişçilere yaptığı gibi yani bitişik
dairenin duvarını patlatarak ancak girebilmişti düşman. Belki üs artık onlarındı, fakat tarihi zafer
kesinlikle komutanındı.
Tarihi birikimleri bağrında taşır, her büyük direniş. 27 Nisan sabahında yaşananlar
gibi derin anlamlarla yüklüdür. Ses verir uyanan toprağa ve filizlenen yeni nesle.
19 Aralık 2000’deki zindan katliamının ardından cenazesi kaldırılıp gömüldüğü ilan
edilen Türkiye’li devrimciliğin yüksek sesli itirazıdır bu direniş. Sömürü ve zulüm devam ettikçe
hayatın egemenlere zehir edileceğinin yeniden ilanıdır.
Devletin uyguladığı şiddete karşı, devrimci şiddetin meşru olmaktan öte gerekli ve
uygulanabilir olduğuna dair çağrıdır.
Aynı zamanda bu direniş Türkiyeli yeni nesil devrimci gençliğe Mahir’lerin, İbo’ların,
Deniz’lerin görkemli direnişlerinin duygu uygunluğuyla yeniden anlatılmasıdır. Bir büyük
direnişin canlı tanığı olmanın heyecanı yeni nesil devrimciliğin duruşunda mutlaka karşılığını
bulacaktır.
En önemli noktalardan biri de, Orhan yoldaşın şehadetinin Türkiye ve Kürdistan
devrimlerinin kandaş bir bağla yeniden güçlendirilmesine vesile olmasıdır. Çünkü yoldaşımızın
kendisinin de ifade ettiği gibi, değer yargılarının şekillenmesinde Kürt halkının onurlu
mücadelesinin emeği ve manevi etkisi çok büyüktür. Direnişinin mayasında Kürt ve Türk emekçi
halklarının kan kardeşliği vardır.
Nihayetinde 27 Nisan direnişi onurlu bir mirası geçmişten devralıp geleceğe uzatan
devrim kızıllığında bir meşaledir. Bu meşaleyi aynı inançla sonuna dek taşıyıp yeni kuşaklara
aktaracağımızın sözünü veriyoruz. Ve bu vesileyle Şehit Orhan YILMAZKAYA yoldaşın
şahsında tüm devrim şehitlerinin yüce anıları önünde saygıyla ve minnetle eğiliyor, bıraktıkları
mirasa layık olmaya ve onu büyüteceğimize dair yeminimiz yeniliyoruz.
SELAM BİZDEN ÖNDE GİDENE
SELAM OLSUN, SİLAH ELDE DÜŞENE!..
II BÖLÜM
OPERASYONLAR VE KARA PROPAGANDA SÜRECİ
a)
Orhan Yoldaşın Ardından:
27 Nisan direnişi her kesimde büyük etki yarattı. Devrimci, Sosyalist kamuoyu deyim
yerindeyse güçlü bir silkelenmeyle devrimciliğin bu destansı örneğini coşkuyla selamladılar.
Hiçbir örgüt ayrımı yapmadan tüm devrimcileri kendi yoldaşı belleyen Orhan yoldaşı farklı
örgütlerden sosyalistler, devrimciler ve yurtseverler bir araya gelerek andılar. Şehadetinden
birkaç gün sonra Gazi Mahallesinde toplanan sosyalistler- devrimciler önemli bir sahiplenmeyle
komutanı kendi yoldaşları gibi bağırlarına bastılar, ortak bir anma örgütlediler. TDH ve TSH’ye
sinmiş olan ve çoğu kez devrimin genel çıkarlarının önüne geçen grupçu hissiyatın kırılması
açısından çok değerli buluşmaydı bu. Ayrıca o dönem PKK ve MLKP’nin siper yoldaşlığına
yakışır bir tutumla ortak eylemler yaptıklarını da anmak gerekir.
Militan ruh, direnişin ardından gelen 1 Mayıs’a da yansıdı. Devrimciler özellikle
İstanbul’daki çatışmalı geçen ve polisin ablukaya aldığı Taksim Meydanı barikatlarına daha bir
kararlı, moralli ve çoşkulu yüklendiler. Taksim’in emekçiler, devrimciler tarafından
kazanılmasına vesile olan kararlılığın 27 Nisan direnişinden ilham almadığı söylenebilir mi?..
Yalnızca kendisini “sosyalist, solcu, devrimci,” diye tanımlayanlar için değil, apolitik
zannedilen fakat bir nedenle devlete kin güden bir çok insanın, yoldaşımızın direnişini heyecanla
karşıladığını, direniş mevzisinde bizzat kendisi kurşun sıkıyormuşçasına coştuğunu iyi biliyoruz.
Dolayısıyla bu duygudaşlığa bakarak, aslında Bostancı’da tek başına bir insan değil, devletten
hıncını almak isteyen yığınların çarpıştığın anlıyoruz.
27 Nisan direnişiyle bu devletin sınıfsal adaletinin son derece güçlü işlediğine bir kez
daha şahit olduk. T.C. Oligarşisi, direniş nedeniyle yaşadığı şoku üzerinden atmak için oldukça
hızlı refleks gösterdi. Yaptığı ilk iş, özel eğitimli katil güruhuna saatlerce kök söktüren devrimci
direnişin TV’lerde görüntülenmesini sansürlemek oldu. 1 Ordu Kışlasına yaptığımız havan
saldırımızın sonrasında kışlanın tabelasını gizleyerek prestijini kurtaracağını sanan devlet bu kez
de TV yayınlarına yasak koyarak dökülen makyajını toparlamaya koyuldu.
Ardından ise aynı operasyonla gözaltına alınanların birçoğunun şaşkınlık ve korkuyla
karşıladığı, inanamadıkları tutuklanmalar gerçekleşti. Kendilerince korkmakta son derece
haklıydılar. Çünkü devletin çok fena canı yanmıştı; dahası bu direniş keskin bir viraja girerek
yeniden yapılanmaya çalışan T.C. ‘ye atılmış kaya gibi sağlam bir tekmeydi ve devamı halinde
devletin bu dönemeçten şarampole savrulması tehlikesi vardı.
Belirttiğimiz üzere devlet çok fazla ürkmüştü ve direnişin etkilerini boğmak için kara
propaganda araçlarını, belki de tarihte hiçbir örgüte yöneltmediği kadar komplike güçlü ve etkili
bir şekilde yöneltti. Yeni sürece devletin komploları damgasını vurdu.
b)
I. İddianame
27 Nisan operasyon sonucu gözaltına alınanların 15’i mahkeme tarafından tutuklandı, bir kişi
ise tutuksuz yargılanmak suretiyle serbest bırakıldı. AKP’ye bombayı götüren kurye İbrahim
Şimşek ve 12 Ocak 2009 da yakalanan C.Bozkurt’la beraber tutuklu sayısı böylece 17’ye çıktı.
Bu ikinci dalga operasyonuna dair hazırlanan iddianame ancak 30 Eylül 2009’da
mahkemeye sunulabildi. Garabetlerle doldu 99 sayfalık iddianame, her yönüyle sapır sapır
dökülen TC oligarşisinin “adalet ve hukuk”u nasıl bir düşman aidiyetiyle işlettiğinin (ki ‘doğal’
olan da budur) yeni geldiğinde gerçek sınıf yasalarının, yazılı yasaların üzerine nasıl kolayca,
fütursuzca çıkabildiğinin örnekleriyle şişirilmişti.
Fütursuzluk daha henüz tutuklama sürecinde başlamıştı. Hareketimizle alakası
olmayan onca insan sırf bir nedenden dolayı, Orhan yoldaşla temas halindeler diye gözaltına
alınıp tutukladılar. Tutuklandılar, çünkü 27 Nisan direnişi devletin canını fena halde yakmıştı:
bunun acısı birilerinden çıkarılmalıydı. Dava ile alakasız insanların tutuklanmasıyla hareketimiz
yapay olarak şişirilerek ve bunun üzerinden de devrimcileri kirletmek için imkân doğacaktı.
Yüksek yerlerden emir verenler minareyi çalmadan önce kılıf hazırlıyordu.
Bu daha başlangıçtı, kuşkusuz. Fütursuzluk iddianamenin hazırlanma aşamasında
devam etti. Savunma avukatları soruşturma sürecine vakıf olamazken, yani savcılığın bu yönde
dosyaya gizlilik kararı vermesine rağmen aynı savcı (o dönem soruşturmayı yürüten ve
iddianameyi hazırlayan savcı Kadri Altınışık’tı. Kendisi üstün hizmet performansı nedeniyle
Devrimci Karargâh davası sürüyorken Yargıtay üyeliği ile “ödüllendirildi”. Muhtemelen istikbali
daha da partatılmak istenecektir) başta “Sabah Gazetesi” olmak üzere (ne tesadüf ki en çok da
sahte Müslümanların burjuva medyası bu işlere bulaşıyordu) burjuva basına soruşturma
sürecindeki ifadeleri telefon tapelerini “delil” niteliği taşımayan ve ancak dedikodu malzemesi
değerindeki materyalleri servis etmekten çekinmemişti.
Kuyruğuna basılan devletin buradaki amacı da tıpkı diğer örneklerdeki gibi Devrimci
Karargâh’ın yarattığı coşkulu ve moralli devrimci atmosferi bir an evvel dağıtmaktı.
İddianame, siyasi polisin hazırladığı fezlekenin bir nevi konsantre hali gibiydi. Savcı
fezlekede var olan ifade bozukluklarını bile redakte etme tenezzülünü göstermemişti. Bilgisayar
ortamında yapılan basit bir “copy-paste” (kopyala-yapıştır) işlemiyle fezlekeden iddianame
üretildiği çok belliydi.
Mevzu bahis egemenlerin devrimcilere karşı tutum sergilenmesi olunca yazılı
yasaların askıya alınacağını bilmek için allame-i cihan olmak gerekmiyor. Bu nedenle, normal
bir yargılanmada “delil” niteliğine haiz olmayan materyallere Devrimci Karargâh dava
iddianamelerinde teveccüh gösterilmekten kaçınılmamıştır. Şeyh Bedreddin, Marks, Engels,
Lenin, Mao, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Mahir, İbo, Deniz gibi devrim ve sosyalist önderlerinin
yazıları veya resimleri, Orhan yoldaşın 2005 öncesinde yazdığı “Türk Hamamları” kitabı,
günümüz Türkiyeli sosyalistlerinin kimi makaleleri, 15-20 yıl öncesindeki gözaltılar, legal alan
faaliyetleri, özel nitelikli telefon görüşmeleri “mülakat” adı verilen ve hukuken izah
edilemeyecek polis yalanları vb bir dizi “hukuk dışı” (biliyoruz ki aslında bunlar gerçek sınıf
savaşımı hukukunun normal karşılıklarıdır) unsurlar savcı tarafından en ufak bir tutarlılık,
hukuksallık kaygısı gözetilmeden iddianameye yerleştirilmiş ve esasen sanıklar lehine
değerlendirilmesi gereken onca delil ise görmezden gelinmişti.
Ayrıca devlet Ümraniye hapishanesinde uyuşturucu meselesinden mahkûm olmuş
Şerafettin Çelik adlı bir meczubu Devrimci Karargâh’ı Barzani’ye kadar bağlayan deli saçması
kurgusuna iddianamede yer vermekte de sakınca görmemişti. Oysa bu şahıs daha evvel de kimi
siyasi davalara da bire bir aynı ifadeleri vererek müdahil olmaya çalışmıştı. Savcı bu meczuba bu
şekilde değer atfederken kendi zekâsıyla mı dalga geçiyordu yoksa kamuoyunun algılarını mı
sınıyordu, henüz anlamış değiliz; fakat şundan eminiz ki eskiden düşman düşmanlığını tüm
içtenliğiyle sergilerken bu denli aptal değildi. Oysaki bunlar hem düşman hem de aptal! Allah
insana düşmanın da hayırlısını versin.
Fakat öyle bir örnek var ki bunca fütursuzluğun üzerine dikilmiş koca bir tüy gibi
sırıtıp durduğu için ayrıca ele alınmayı kesinlikle hak ediyor. O da AKP adaletinin icat ettiği eşi
benzeri görülmemiş olan sözde “Gizli Tanık”lık müessesesidir…
Evet. Gizli Tanık denen şey egemenlerin kendi iç mücadelelerinde rakip klikleri saf
dışı bırakmak ve/veya muhalifleri bastırmak sindirmek amacıyla devletin psikolojik savaş
karargahlarında üretilen manipülatif senaryoların birilerine öttürülmesidir. Kolektif bir merkezi
faaliyet olarak yürütüldüğü için de “müessese” kavramını sonuna kadar hak etmektedir.
Devrimci Karargâh dava iddianamesinde adı geçen ve polis fezlekesinde enteresan
“bilgi” lerine bol bol yer verilen sözde gizli tanığın ismi ise “Son Tezgâh“tır. Kendisi pek değerli
görüşlerinin bir kısmını daha önceden DESA Direnişi vesilesiyle STV. Desa patronu işbirliğiyle
kotarılan senaryoyla paylaşmıştı.
İşin ilginç yanı Son Tezgâh nedense “bilgi” lerini taksit taksit paylaşmayı uygun
görüyordu. Devrimci Karargâh’ı en ücra köşelerine dek biliyormuş havasıyla aktardığı şeyler
nedense hep siyasi polis operasyonu ardından geliyordu. Her operasyon sonrası polis “yeni bilgi”
lere ulaştıkça bunu takiben uygun kurguları oluşturmak Son Tezgâh’ın fantastik ruh dünyasına
kalıyordu.
Sergilediği fantastik dünyanın tamamına burada yer vermeyi gerekli görmüyoruz,
dileyen dava klasörlerinden bunları öğrenebilirler. Ancak bir fikir oluşturması açısından kısa bir
örnek verebiliriz.
Daha evvel de belirttiğimiz üzere Orhan yoldaş SİP (şimdiki TKP) kökenliydi. Son
Tezgâh, açığa çıkan bu bilgiden hareketle Devrimci Karargah’ın lideri olarak Yalçın Küçük’ü
(hani şu ulusalcı tezlerle kendisini zehirlendiği yetmezmiş gibi geride kalan solu da zehirlemeye
çalışan kalpaklı Ergenekon aydını…)işaret ediyordu. Hayranlık uyandıran akıl yürütme SİP’e
dair geriye dönük bir araştırmaya giderek 1980 öncesinin Sosyalist İktidar dergisine ulaşıyor. Y.
Küçük’ün öncülük ettiği bu derginin içinden birilerinin 1990’lar sonrasında SİP’i kurması, Y.
Küçük’ün daha sonra bir dönem PKK’ye güya akıl hocalığı yapması, sonrasında ise orducu
oluşu üzerinden Devrimci Karargah’ın sözümona ilişkiler ağı tek tek deşifre edilmiş oluyordu!...
Amaç her şeyden önce devrimcileri Yalçın Küçük gibi ulusalcı fosiller üzerinden
Ergenekon’a bağlamak olunca devletin çok da tutarlılık ve mantık kaygısı gütmediği buralardan
da belli oluyor.
Toplumda alakasız materyaller yığınını andıran iddianameyle duruşmalar başladı. 23
Şubat 2010’da görülen celse neticesinde on kişi serbest bırakıldı. Öte yandan hareketimizi
karalamaya yönelik komplolar da devam ediyordu. Bu arada 29 Eylül 2009 tarihinde bir
operasyon daha gerçekleşmişti.
c)
II Operasyon: 29 Eylül 2009
İkinci “büyük” operasyon 29 Eylül 2009 tarihinde yapıldı. Hareketimizle bağı olduğu öne
sürülen Ulaş Erdoğan ve onunla ilişki oldukları gerekçesiyle 16 kişi gözaltına alındı. Bunlardan
8’i mahkemece tutuklandı. (devam eden duruşmalar neticesinde bu dosya üzerinden
tutuklananlardan sadece Ulaş Erdoğan’ın tutuklu kaldığını belirtmiş olalım)
Siyasi polis Ulaş Erdoğan’ı ve onun söylediğini iddia ettiği, Devrimci Karargah’ı ve
önderi Serdar Kaya’yı hedef alan karalamaları bu operasyonun merkezine aldı.
Polisin iddiasına göre Ulaş Erdoğan sorgusunda hareketimizin Ergenekon’un
beklentileri doğrultusunda eylemler yaptığını, önderimizin karanlık ilişkilere sahip olduğu
şekilde bir dizi karalamada bulunmuştu.
Elbette bu sürecin burjuva medya ve özellikle Fethullahçı basın aracılığıyla
kamuoyuna dönük işlenmesi de gerekiyordu. Daha önce olduğu gibi, yine sanık avukatlarının
ulaşmasına izin verilmeyen bilgiler basına sunuldu. Siyasi polisin servis ettiği ve Ulaş
Erdoğan’ın ifadeleri olduğu iddia edilen yalanlarla Devrimci Karargâh itibarsızlaştırılmaya,
kirletilmeye çalışıldı.
Fakat karalama kampanyasına malzeme olan bu “ifadeler” Ulaş Erdoğan’dan işkenceyle
alınmıştı. Daha doğrusu, savunmasına göre Ulaş Erdoğan ifade tutanağını okumadan, zorla
imzalamıştı, içeriğinden haberdar değildi. (Erdoğan’a göre) polis deşifre ettiği dijital veriler
üzerinden senaryo yazmış, komplo tezgâhlamıştı. Bu senaryoya göre hareketimiz 2009’da
hükümetin başlattığı “açılım” politikalarını sabote etmek maksadıyla uçak kaçırma, lüks
semtlerde araba yakma, Zaman gazetesine sabotaj, işçi cinayetleri dolayısıyla tersane sahiplerini
cezalandırma, Ege limanlarındaki yatların kundaklanması, vb. eylemlerin planlaması üzerinde
duruyordu. Bu “veri” lerden hareketle de Devrimci Karargâh’ın Ergenekon faşizmi lehine
eylemlere girişmek niyetinde olduğu, güya ona hizmet ettiği yalanları medyada işledi.
Doğrusunu söylemek gerekirse “açılımı baltalamak” kavramı bir yana bahsi geçen
hedeflere yönelmek hala son derece anlamlı ve yerinde fikirler gibi görünüyor. Sırf Ergenekon
ile bağ kuracaklar diye bunu belirtmekten kendimizi alıkoyamayız. Çünkü egemenler
devrimcilerin her hareketini, Ergenekon ile bağlandırmak üzerinden okumaya çalışırlar. Bunu
yapmamaları için devrimcilerin politika sahnesinden tümden çekilmesi gerekir. Bizim de bunu
yapamayacağımıza göre, kara propagandalara takılmadan yolumuza devam edeceğiz.
Hareketimizin Orhan yoldaşın ardından belirlediği Türkiye sorumlusu olarak
kamuoyuna medya tarafından lanse edilen Ulaş Erdoğan gözaltına aldığı anda siyasi polisin
siyasi ve psikolojik işkencelerine maruz kalmıştı. Beraber tutuklandığı ev arkadaşları ve
akrabalarının öldürüleceğini, zarar görecekleri tehditleri nedeniyle polis senaryosuna imza atmak
gibi büyük bir yanlışa düşmüştü. (Her ne kadar Ulaş Erdoğan ilk mahkemede söz konusu
ifadelerin kendisine ait olmadığını ve işkenceyle ifade tutanağının imzalattırıldığını söylemişse
de iş işten geçeli çok olmuştu.)
İlk mahkeme savunmasında Erdoğan, Ergenekon iddiaları hakkında şunları belirtmişti:
“Ergenekon iddiaları var. Statükocuların ve Fethullahçıların devlete sahip olma mücadelesinin
yaşandığı günlerdir. Sosyalizm cephesinde duran bir insan olarak diyebilirim ki bu iddialar
komplocu zihniyetin bir ürünüdür. Bu ülkenin devrimcileri, işkenceciler ve katilleriyle yan yana
gelmeyecekleri gibi, Fethullahçıların değirmenine de su taşımazlar. Bizim sokaklar pırıl pırıl
devrim kokar. Emek alınteridir su gibi aydınlıktır.
Söz konusu bensem, lafı bile olmaz. 12 Eylül’ün o karanlık günlerinde Selimiye
Kışlası’nda, Kabakoz’da, babasını görmeye çalışan çocuğum ben, Ergenekoncular ne benim ne
de sosyalistlerin bulunduğu sokaktan dahi geçemezler. Bu ülkenin sosyalistlerini yalanlar ve
komplolarla itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Kocaman fiyasko operasyonlarını bu yalanlarla
süslemeye çalışıyorlar…”
Kendine sosyalistim diyen eski tüfekler (ki mekanizmaları, namluları paslandığı gibi
barutları da sırılsıklamdır) de aynı kirli koroya katılmaktan kendilerini alamadılar. Mahir Sayın
adlı “eski tüfek” de bunlardan biriydi.. Ulaş Erdoğan düşman medyasının kuyruğuna takılan bu
gibi solcuların da dilindeydi artık ve onlara da cevap yetiştirmekle meşguldür. Ekim 2010’da
Birgün Gazetesinde Ulaş Erdoğan’ın cevap niteliğinde bir yazısı yayınlanır. Aynen aktarıyoruz.
Basına ve Kamuoyuna
Gönderdiğim basın açıklanmasının amacı polemiğe girmek değil; amacım okyanus ötesinden
sosyalist avına çıkarılan bu coğrafyada bu oyuna son verebilmek ve şahsım üzerinden yürütülen
‘kara propaganda’ya dur diyebilmek. Mağdur durumdayım ve benimle beraber sosyal
ilişkilerimde de mağduriyetimizi anlatabilmek adına kamuoyuna yazdığım bu mektubu
yayınlarsanız sevinirim.
1 Ekim 2010 tarihinde Hürriyet Gazetesinde yayınlanan, Mahir Sayın’ın
açıklanmalarına cevaben yazılmıştır.
“Örgüt iddianamesinin 1 numaralı sanığı Ulaş Erdoğan’ın sadece adi suçlarla ilgili
sabıkası olmaması da ‘tuhaf’. Hırsızlık, sahtecilik, dolandırıcılık gibi suç kayıtları bir mafya
örgütünün iddianamesinde yer alsa anlarım. Bunları duyunca gülüyorum. Bunları söyleyen
kişinin suç kaydında bunların bulunması olası değil!”
Yukarıdaki açıklamalar Mahir Sayın’a ait. 18’inde ODTÜ’ye girmiş ve komünist
olmuş. 27 yıldır İsviçre vatandaşı olan, bereli ve gülümseyen fotoğrafıyla. Söz konusu
devrimciler ve sosyalistler olunca burjuva basını ve Fethullahçı basın, saldırı için aynı dili
kullanıyor, her şey mübah.
12 Eylül’den önce adı Mahir, Cevahir, Ulaş, Deniz konulmuş yüzlerce çocuktan
biriyim. 12 Eylül gelince babam tutuklandı. Zor koşullarda annemle beraber Yozgat’ın bir
köyüne amcamın yanına sığındık. Cezaevinde olan bir komünistin çocuğu olarak orada
büyümenin zorluklarını anlayamazsınız, sığıntı gibi yaşamayı… Pazartesi ve Cuma günleri
okulda okunan İstiklal Marşı’ndan sonra ‘düzgün oku komünistin çocuğu’ diye yediğim
dayakları anlayabilir misiniz, üstadım.. Babası gibi komünist olmasın diye zorla Kuran Kursuna
gönderilmenin, orada üzerimde kırılan sopaları da bilmenize imkân yok. Komünistin çocuğu diye
akranlarınızın arkadaşlık etmemesini bilemezsiniz. Tek sevincim babamın ziyaretine gittiğim
anlarda Selimiye Kışlasıydı. Metris Cezaeviydi. Böyle bir köyden kurtulmak için 13 yaşımda bir
köylünün traktörünü çalıp, ilçeye ulaşıp oradan otobüsle babamın yanına gitmemi
anlayamazsınız. İlçe girişinde jandarma aldı, kamu davası açtı, yıllarca devam etti. Siyasi olarak
ilk gözaltına alınınca bu mahkeme yıllarca devam etti.
İddianameye eksik girmişler, bir İstiklal Marşı sonrası okul müdürüne silah çekip boşa
giden mermileri ve mahkemeye intikal eden olayı yazmamışlar. Babalarımız 12 Eylül’ün
muhatabıdır ve onların yaşadıklarıyla ilgili çok şey bilmiyor olabiliriz, ama biz çocukların neler
yaşadıklarını bilemezsiniz. 12 Eylül sonrası toplumla ilgili sizlerin analizleri de vardır, bilirim
ama adı Mahir, Ulaş, Hüseyin olan adı Deniz, Yusuf olan çocuklarımız hakkında hiçbir bilginiz
yok.
Dolandırıcılık konusuna gelince tamamen benim hatam, babamın bir dostunun
bürosundan bir odayı inşaat ve tadilat işleri yapmak için kullandım. Ben reklam ajansı olarak
biliyordum. Mali Şube polisleri basınca anladım, ne iş yaptığını tutuklanınca öğrendim.
Sahtecilik mi, bunu en iyi sistem içine sızmış cemaatçi yapılar sahte deliller üreterek yapıyor.
Hırsızlık mı dediniz, Türkiye’nin dört bir yanında sosyalizme gönül vermiş insanları tutuklayıp
ömrünü çalıyorlar. Dikkatmii çeken bir başka bölüm var açıklamanızda “ Benim anlayışım
farklı, basından izlediğim kadarıyla bu örgüt öncü savaşçı bir örgüt. Ben farklı bir sosyalist
anlayış, çoğulcu sosyalizmi savunuyorum.”
Okyanus ötesinden düğmeye bu operasyonlarda artık kimin hangi anlayışta olduğuna
bakmıyorlar. Bu ülkede sosyalistlere dönük sürek avı başladı, 2 yıldır. Örnek mi Konya’da
gözaltına aldıkları gençlere bakın, ilgisi olmayan bir siyasetten tutuklandılar. Samsun
Halkevi’nde tutuklananlara bakın. Daha birçok örnek var. Örneğin bizim iddianamede,
politikadan bihaber insanlardan tutun İGD’lilere kadar herkes var.
Savaşın hiç vicdanı olur mu, ama yazılı olmayan kurallar vardır: yaşlılara, kadınlara,
çocuklara ve savaşla ilgili olmayanlara dokunulmaz. Ama şu an yaşadığımızı görünce bu
cemaatçi çetenin yaptığı vicdansızlıklar ve utanma duyguları kalmamış. Adalet anlayışları yok.
Merhabalarımızı, sevinçlerimizi, hüzünlerimizi paylaştığımız her insanı tutukluyorlar, yetmiyor,
mektuplaştığımız insanları tutukluyorlar.
İlk komplo bize yapıldı. 3 Haziran 2010’daki mahkemeyi izleyenler cemaatçi çetenin
sahteciliğini, hırsızlığını, arsızlığını gördü. Gözaltına alındığım andan sonra 2 saat boş bir
arazide 20 yaşlarında 3 alakasız arkadaşı öldürme tehdidiyle yaptıkları şantajı haykırdım. Kaçta
gözaltına alındığım kaçta Emniyet’e götürüldüğüm ortada. Koşulları anlatacak kimseyi
bulamadım. Kimliğimle ilgili yapılan spekülasyonlara eşlik edenlerin de bu zulme dur diyenlerin
de bilmesini isterim, boyun eğmeyeceğim. 95’te tutuklandığımda hiç ilgim olmayan, sadece
misafir kaldığım evden gözaltına aldıklarında işkencelerine, cinsel tacizlerine boyun eğmedim.
17 yaşındayım, gururuma yedirip söylememiştim. Şimdi duyuruyorum artık, boyun eğmeyeceğim.
Artık onlar için fark etmiyor, hangi siyasetten olduğunuz. Sürek avı başladı, biz ve onlar var. 7
Aralık’ta mahkemeden sonra izleyeceğim; aynı kayıtsızlık devam ederse okyanus ötesinden
yapılan bu devlet terörüne dur diyebilmek ve bu karanlığı aydınlığa çıkarabilmek için bedenimi
kullanmaktan geri durmayacağım… saygılarımla (Ulaş Erdoğan, Edirne F Hapishanesi)
(Gelişen aşamada Ulaş Erdoğan üzerinden yapılmaya çalışılan komplo ve
itibarsızlaştırma faaliyetleri boşa çıkmıştır. Bunda U. Erdoğan’ın mahkeme süreçlerindeki
savunmalarının ve özeleştirel tutumunun payı vardır. Fakat önemli bir hususu hatırlatmadan
geçemeyiz. Her fırsatta “komünist ve devrimci” olduğunu, devrimciliğe devam edeceğini
haykıran U. Erdoğan’ın polis sorgusundaki pratiği mahkûm edilmelidir. Çünkü sorgudaki
duruşu, genel devrimci ilkeler üzerinden değerlendirildiğinde ihanetle eşdeğerdir; örgüte değil,
onu aşan bir şekilde devrimci değerlere ihanettir…)
( siyasi polisin uyguladığı hiçbir işkence, yaşanan hiçbir acı, tehdit, şantaj, vs.
kırılmaları, irade teslimi, ihanet meşrulaştıramaz! Devrimci mücadelenin toplam tarihinde U.
Erdoğan’ın başına gelenlerin bin beteri nice devrimcinin, komünistin başına gelmiştir. Polisler,
işkenceci cellatlar devrimcilerin eşlerine, çocuklarına onların gözleri önünde tecavüz etmiş fakat
buna rağmen devrimciler sorumluluklarının gereği olarak değerleri çiğnetmemeyi başarmışlardır.
İbrahim Kaypakkaya yoldaş bunun en büyük ve sembolleşmiş örneğidir. Keza Serdar Kaya
yoldaşımızın, yaşadığı büyük işkencelere rağmen onurlu duruşu koruduğunu siyasi polis kadar
U. Erdoğan’da gayet iyi bilmektedir. Bunca destana, deneyimin varlığına rağmen sorguda
çözülmeyi, kırılmaların çeşitli bahanelerle gerekçelendirilmeye çalışılmasını kesinlikle kabul
etmiyor, savunduğumuz ve yükseltmeye çalıştığımız devrimci değerlere aykırı bulduğumuzu
belirtiyoruz.
Ne yazık ki devrimci direniş geleneğinde genel açıdan aşınmaların olduğu, siyasi
poliste en ufak bir zorlanma nedeniyle kırılma ve çözülmelerin yaşandığı da günümüz
devrimciliğinin acı gerçeklerinden biridir. Başka sebeplerin yanında bu durum ideolojik netliğin,
militan duruşun “düşman” tanımındaki kesinliğin liberal, post-modernist katkılarla seyretmesinin
doğal bir çıktısı olarak okunmalıdır. Bu konuda geçmişin direnişçi deneyimlerinin güncellenmesi
ve içselleştirilmesi sorunu en önemli görevlerden biri olarak devrimcilerin önünde durmaktadır.
Yani yalnızca liberalizmden arınıp ideolojik netliğe kavuşmakla yetinilmemelidir. Örneğin Yaşar
Ayaşlı’ın yazdığı “Adressiz Sorgular” kitabı tüm devrimcilerce üzerinde ciddi derecede
yoğunlaşabileceği faydalı perspektif sunmaktadır.
Meseleye, “devrimci insan sorumluluğunu bilen insandır. Polis sorgusuna karşı özel
eğitim vermeye gerek yok.” şekilde kaba ve özensiz yaklaşımı yanlış buluyoruz. Bu konu silah
kullanmayı bilmek kadar hassas ve “politik” bir konudur; doğrudan kendi karşılıklarını üretir.
Devrimci niyetler, kişiyi an’da oluşabilecek zaaflara, yetmezliklere karşı şerbetlemez
dolayısıyla her devrimciyi an’ın ihtiyaçlarına karşı mümkün mertebe eğilmek gerekir. Kuşkusuz
bu sorunu salt “eğitim şart” şeklindeki bilinçlendirme faaliyetiyle halledebileceğimizi
söylemiyoruz. Fakat polis karşısında devrimci tutum sergilemek konusunda özel eğitim başlığı
açıp sonuç almış yapıların referans alınabileceği söylenebilir. Örneğin TİKB’nin kolektif bir yapı
olarak bu konuda dikkat çektiği herkesçe bilinmektedir.
Kuşkusuz düşman sorgu tekniklerinde son yıllarda görece bir yumuşamaya gelmiş,
meseleyi psikolojik işkenceye ağırlık vererek halletmeyi dönemsel olarak daha çok tercih
etmiştir. Fakat bu, onun insan haklarına saygı duyduğu için fiziksel işkenceyi asgari düzeye
çektiği anlamına gelmez. Artık istediği bilgiye, teknolojik avantajını da kullanarak daha
komplike süreçlerle ulaşmaktadır. Fiziksel ve psikolojik işkence artık bilgi alma çabasından
ziyade iradeyi teslim alma amacıyla uygulanmaktadır. Şurası kesindir ki, yarın öbür gün
ellerindeki teknolojik avantaj ve diğer imkânlar devrimciler karşısında yetersiz kaldığında
fiziksel işkence yeniden devreye girecektir.
Devrimci değerlerin aşınmasından bahsetmişken aynı operasyonla (23 Eylül 2009)
tutuklanan “Sosyalist” sendikacı Murat Akıncılar’ın mahkeme tutumu için de iki çift laf etmek
gerekiyor.
Bu vatandaş sol kamuoyunca yaşını başını almış tecrübeli bir sosyalist olarak bilinir.
O da bu tecrübesine rağmen faşizmin adalet dağıttığı sahnede dik durmak yerine hareketimizi
egemenlerin karalama diliyle sıfatlandırmayı tercih etmek gibi rezilce bir tutum sergilemiştir.
Böylece düşman karşısında dik duruşun temel kriterinin bilgi, tecrübe, birikim gibi ölçülerden
ziyade yürek işi olduğunu bir kez daha anladık. “Benim terörist örgütlerle işim olmaz” türünden
manevralar en fazla düşmanı memnun eder. Mahkemede hareketimizin (hele ki bir “sosyalist’in
ağzından) “terör örgütü” diye imlenmesi yenilir yutulur bir şey değildir. Birilerinin devrimci
değerlere değer katmak amacıyla bedenlerini feda ettiği yerde eskimiş solcuların 3,5 yıllık
bedelden kurtulmak için devlete yaranma girişimlerinin elbet bir karşılığı olacaktır. Kimse bu
değerler üzerinde kendi bireysel kaygıları, tutsaklık endişeleri nedeniyle tepinemez…)
d)
III. Operasyon
Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) , Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) ve işkenceci
Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh’a Bulaştırılması
Fütursuzluğun zembereği bir defa boşalmıştı ve devrimciler kirletme konusunda devlet bir
hayli kararlıydı. Hareketimiz bu kez de 21 Eylül 2010 komplosuyla SDP ve Hanefi Avcı adlı
meşhur işkenceci emniyet amiri üzerinden itibarsızlaştırılmaya çalışılıyordu.
“Devrimci Karargâh → Sosyalist Demokrasi Partisi → Hanefi Avcı arasında somut
örgütsel bağ varmış gibi oluşturulan senaryonun dayanak noktası olarak bir tek şey
gösteriliyordu. O da 27 Nisan direnişinde Orhan yoldaşın şehit düşmesinin ardından ailesinin
eski evinden Orhan yoldaşa ait bir takım eşyalarıyla birlikte bilgisayarını polise teslim etmesiyle
yapılan bilgisayar incelemesinde çeşitli dökümanların yanı sıra iddiaya göre Bedreddini
Hareketi’nin SDP’deki varlığı üzerine yazılan bir doküman daha çıkmıştı. Yaratılan algıya göre
bu doküman çatışmanın yaşandığı evden çıkmıştı. Hâlbuki Orhan yoldaşın eski bilgisayarının da
bulunduğu bir takım eşyalarla birlikte polise teslim ettiği tutanaklarca da belliydi. Mart 2005’te
(yani henüz Devrimci Karargâh’ın hazırlık döneminin öncesinde) yayınlanan bu belge “SDP’de
olmamızın anlamı üzerine” başlığını taşıyordu. İddianameye de geçen yazıda şunlar yer alıyordu.
SDP Bedreddini Hareket Eğilimi Tarafından Yayınlanmaktadır.
SDP’de Olmamızın Anlamı Üzerine:
Bedreddini Hareketi’nin kendisini SDP içinde ifade etmesi üzerinden bir ilk değerlendirmeye
ihtiyaç duyacak kadar zaman geçtiğini düşünüyoruz. Geçen zaman içinde Bedreddini Hareket
militanları kendilerini SDP’deki merkezi ve bazı yerel kurullarda ifade etmeye başladılar. Lafı
uzatmadan söylemek gerekiyorsa, ilk izlenim karşılıklı olarak olumludur. Bedreddini Hareket’in
SDP’ye bir emek koyduğu, bu emeğin samimi ilişkiler üzerine oturmaya başladığı Bedreddini
Hareket açısından politik sonuç alınma potansiyeli olunduğunun görüldüğü ortadadır.
SDP merkezi açısından, partiye yeni bir ekibin katılımının prestiji arkaya alınmıştı.
Aynı süreçte Odak grubunun ayrılığı düşünüldüğünde bu katılıma SDP merkezi tarafından
verilen değer artmıştır. Bir yoldaşımız MYK’da üç tanesi Parti Meclisi’nde birisi Sosyalist
Demokrasi gazetesinde, birisi İstanbul ilde, bazıları Bahçelievler ilçede çalışmaya
başlanmışlardır. Yoldaşlarımızın bulundukları tüm bu kurullarda tartışmalara katılımları, bu
tartışmaların temel tezlerimiz doğrultusunda anlam ifade etmesi ve SDP’ye değer katması,
üzerlerine aldıkları görevleri takip edip sonuçlandırmaları, çalışkanlıkları dikkat çekmiştir.
Bu süre zarfında, Sosyalist Demokrasi gazetesinde düzenli yazılarımız çıkmaya
başlamış, bir yoldaşımız MYK’ya “işçi sınıfı” üzerine tezler sunmuş, avukat yoldaşımız
Denizli’de tutuklanan SDP’li öğrencilerin vekilliğini üstlenerek bu il’e bazı ziyaretler
gerçekleştirmiş ve orada toplantılara katılmış, ildeki yoldaşımızın önerisi doğrultusunda
Maltepe’de SEKA işçileriyle dayanışma gecesi yapılmış, SDP’nin bulunduğu eylemlere katılım
gösterilmiş, “Yeniden Birleşik İşçi Sendikası” planlanması konusunda SDP’nin işçi Bürosuyla
ortaklaşılmış. Ekmek Davası gazetesinin SDP kanalındaki mevcut dağıtımının verimli hale
getirilmesi konusu değerlendirilmiş, bir üniversiteli yoldaşımızın üzerinden bu okuldaki
SDP’lerden bir birim oluşturulmuş ve çalışmaya başlamış, SDP Kadın Konferansına “Ev
Eksenli Kadın Emeği” konulu ilgi çekici bir tebliği sunulmuş, Çerkez Sürgünü ’nün yıldönümü
konusunda SDP’nin bir etkinlik yapması için öneri sunulmuştur.
Bir grubun SDP’ye katılımının parti merkezinde yarattığı olumlu havanın getirdiği
iyimserlik payını düştükten sonra dahi katılımımızın SDP’de coşkuyla karşılandığını, bizim
açımızdan da değerlendirilmeyi bekleyen bir dinanizm potansiyeli getirdiğini düşünüyoruz.
SDP’ye harmanlanma sürecinin ön aşamalarından birisi olabilecek bir kurguya sahip
olduğu, bu nedenle kendisini “çatı partisi” olarak tarif ettiği için; Kürt ulusal hareketiyle yakın
durma stratejik yaklaşımının, bizim “Kürt devrimi Türkiye devriminin stratejik ortağıdır”
stratejik yaklaşımımıza çok yakın düştüğü için: bizim harmanlanma açısından önemli
gördüğümüz devrimci gruplarla yanyana durup iş yapmaya özen gösterdiği için gençlik içinde
son 2 yılda yarattığı birikimin ÖDP deneyiminin bu parti kadroları ve siyaset yapma biçiminde
yarattığı tahribatı giderme potansiyeli taşıdığını tespit ettiğimiz için katıldık.
Aradan geçen kısa sürede gördük ki, bu tespitlerimiz doğrudur ve her biri üzerinde
çalışılmayı, devrimci irademizi ve emeğimizi beklemektedir. SDP, ÖDP’nin yarattığı liberalizm
ikliminden çıkmaya çalışmaktadır. Bu yolda bizim emeğimizin Türkiye devrimci hareketini
ileriye taşıyacağını düşünüyoruz.
Türkiye devrimci hareketinin bilindik güçsüzlüğü, kadroları ortalama olarak
“ideolojik saflık” duygusuyla politika yapmaya itmektedir. Kadrolar nezdinde “Devrimcikomünist duruş” olarak kendisini ifade eden bu pozisyon, çoğu zaman kerameti kendinden
menkul bir devrimciliğin hatta reformizmin belirtisi olarak da yorumlanabilir.
Polis, ailesinin teslim ettiği, Orhan yoldaşın eski bilgisayarından çıktığını iddia ettiği
bu değerlendirmelerden hareketle “Bedreddini Hareket-SDP” ilişkisine dair kimi sonuçlara
ulaştı. Evet, böyle bir ilişki vardı. Şimdi bu ilişkiyi biraz geriye giderek aktarmaya çalışalım.
SİP’in 1999 ‘da ciddi bir bölünme yaşadığını belirtmiştik. O bölünmede farklı gruplar
vardı. Bunlar SİP’ten tasfiye edildikten sonra kendi aralarında “Sosyalist Birlik Hareketi” adlı
çatıyı oluşturdular. Fakat bu gruplar bir müddet sonra dağılmaktan kurtulamadılar.
Ayrı bir oluşuma giden gruplardan biri, daha sonra “GERÇEK” dergisi adıyla faaliyet
yürüten ve Orhan yoldaşın da öncülüğünü yaptığı gruptu. Kürt özgürlük mücadelesiyle
müttefiklik, Anadolu ve Ortadoğu halklarının genel aidiyeti olan islam inancının anlaşılması,
ezilenlerin mirasını sahiplenme ve pratik devrimci yenilenme gibi başlıkları temel perspektifi
olan GERÇEK çevresi yalnızca dergi pratiği ile yetinmiyordu.
Örneğin işçi sınıfının gittikçe sayısal ağırlığını oluşturan enformel sektör bölüğüne
ilişkin geniş saha araştırmaları yapıldı. PTT’de taşeron işçi olarak sefalet koşullarında çalıştırılan
işçilerin grevi örgütlendi. Bu grevin belgeseli çekildi. Yine sendikal alanda inşaat işçilerinin
örgütlenmesi konusunda çeşitli çabalar oldu. O dönemlerde gelişen F tipi hapishanelere karşı
Ölüm Orucu Eylemleri’ne aktif destek verildi.
“GERÇEK” çevresi 2004 yılında “Bedreddini Hareket” adını alarak yeni bir süreç
başlattı. Belirlenen dört temel mücadele başlığı üzerinden Türkiye devrimin öncü gücünün
yaratılabileceği tezini benimseyen Bedreddini Hareket pratiğini buna göre şekillendirdi. Teorik
yenilenme, ideolojik yerelleşme, örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcileşme şeklinde tasnif
edilen bu dört mücadele başlığını daha sonra Devrimci Karargâh da benimseyerek programına
aldı.
“Devrimci” olmasa da taşıdığı potansiyel, politik yönelimler örtüşmeler ve sergilediği
dayanışmaya açık pratik nedeniyle SDP’ye katılma kararı alan Bedreddini Hareket bunu 2005’te
pratiğe geçirdi.
İşte bu bilgilerden yola çıkarak polis, 27Nisan operasyonunun ardından SDP’yi takibe
aldı. Zaten her türlü örgütsel ilişkileri açık olan partiye illegal örgüt muamelesi yaparak mevcut
ilişkilerden hareketle Devrimci Karargâh’ı karalamaya yarayacak kimi sonuçlar çıkartmayı
umuyordu.
Polisin yoğun takibi sonuç veriyordu. Devlet egemenliğine karşı büyük tehdit (!)
oluşturan Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) temsilcileri ile SDP arasındaki bağ deşifre
edilmişti. Bunun yanında ayrıca kimi dergi yazarları ve eski bir sendikacıyla Devrimci
Karargâh’ın olmayan ilişkisi yakalanmıştı.
Fakat bunlardan ziyade polisin hazırlamak için yazıp tutuştuğu senaryoya en uygun
malzeme başka bir yerden geldi; Necdet Kılıç’tan…
Necdet Kılıç kim miydi? SDP’de çoğunluğu oluşturan geçmişi 1980 öncesine kadar
dayanan “Kurtuluş” grubunun eski bir militanıydı. Kılıç, 1980 öncesinde Mersin Tarsus’ta
Kurtuluş’un lise çalışmalarını yürütüyordu. Darbeden sonra gözaltına alındı. Dönemin Siyasi
Şubesinin başında olan Hanefi Avcı’nın işkence tezgahında 3.5 ay boyunca sorgulandı.
Yıllar sonra H. Avcı yaptığı işkenceler dolayısıyla mağdur ettiği kişilerden özür
dileyip helallık istedi. N. Kılıç hakkını helal etti. 21 Eylül 2010 operasyonuna dek zaman zaman
görüşüyorlardı.
Tabii bu arada Necdet Kılıç, Kurtuluş’çu eski yoldaşlarıyla olan irtibatını
kopartmamıştı. Örgütlü olmamasına karşın SDP yönetici ve üyeleriyle zaman zaman bir araya
geliyordu.
Polisin takibi bu ilişkiyi açığa çıkardı.
Ne tesadüftür ki yine yanı dönemde H. Avcı “Haliç’te Yaşayan Simonlar: Dün Devlet Bugün
Cemaat” kitabını yayınlayarak T.C ‘nin yeniden yapılanmasında etkin rol oynayan Gülen
Cemaati’nin çıkarlarına ters bir işe girişmişti. Egemen klikler arasında geçen kavgada herkes
kendi cenahından hamle yapıyordu.
Polisin elde ettiğini “bilgi”lerden hareketle cemaat, rakibi olan kliklerin H. Avcı
hamlesini boşa çıkarıp onu devre dışı bırakmanın ve aynı zamanda Devrimci Karargah’ı H. Avcı
üzerinden itibarsızlaştırmanın fırsatını yakalamıştı. Karar verildi ve komplo için 21 Eylül
2010’da düğmeye basıldı. Önce SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan, parti yöneticileri ve üyeleri,
TÖP sözcüsü Oğuzhan Kayserilioğlu, yöneticilerinden Tuncay Yılmaz ve Semih Aydın, eski
Kurtuluş’çu Necdet Kılıç ve farklı gerekçelerden dolayı Red dergisi yazarı Hakan Soytemiz,
Bilim ve Gelecek dergisi editörü Osman Baha Okar ve eski sendikacı Kemal Hamzaoğlu
gözaltına alınıp tutuklandılar.
Bu uyduruk operasyonun nedenleri üzerine kafa yorarken, asıl amaçlanan şeyin ne
olduğu bir hafta sonra netleşti. 28 Eylül 2010’da Hanefi Avcı, Necdet Kılıç’a bilgi aktardığı
gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklandı. O da artık bir Devrimci Karargâh “mağduruydu”!
Gündem bu gelişmeyle çalkalandı. Bu yeni zırvalara, H. Avcı’nın Devrimci Karargâh
ile bağı olduğuna ilişkin yalanlara inanmayanlar çoktu. En başta ideolojik olarak net olan,
devrimcilerle işkencecilerin asla yan yana gelemeyeceğini bilen ahlaklı ve namuslu insanlar,
devrimciler buna inanmadılar. Akıl, mantık ve vicdan sahibi olanlar buna inanmadılar. Karapropagandayı üretenler inanmadılar; bunlar daha çok inanmış gibi yaptılar. Devrimcilikten
korkan ciğersiz, oportünist, liberal zevat buna inanmak istediler. Bütün söylentileri olguları
yaratılmak istenen “şaibe” yi doğrulamak üzere bağlantılandırmayı tercih ettiler. Ayrıca kendine
devrimci diyen fakat Devrimci Karargâh’ın çıkışı nedeniyle keyifleri bozulan cenah da devletin
yalanlarına inanmak istedi. Öyle ya, samimi birçok kadro, içinde debelenilen üçüncü dönem
oportünizminden bıkıp usanmıştı, aranış içerisindeydi, bu çürüten karanlığı yırtıp atmaya çalışan
devrimcilere sempati besliyordu. Statükoculukla beslenen ve oyalanan örgüt merkezlerinin
rahatlıkla izleyebilecekleri bir durum değildi bu. Dolayısıyla hareketimize dönük kirli ithamlar,
karalamalar yer yer dolaylıca, yer yer doğrudan ifadelerle sürekli verildi. Gafiller!... Devletin
karalama çabalarına soldan omuz vererek atlattıklarını sandıkları karabasan er ya da geç
huzurlarını tümden bozacaktı.
Sınav Vakti
Devrimcisinden sosyalistine, komünistinden sosyal demokratına–demokratlarına kadar
Türkiye solunun geniş bir bölümünün geriye çeken ve boğucu bir statüko hali yaşadığından,
devrimci tavır alışlarda aşınmalar yaşandığından bahsetmiştik.
Bu statüko halinden kaynaklanan sıkıntılar her sınavda kendini açığa vuruyordu.
Devletin baskısına karşı sergilenen tutumlara baktığımızda da bunun örneklerine rastlamak
mümkündür. 21 Eylül 2010 operasyonu ve sonrasında yaşananlar bu açıdan da göze batmaktadır.
Sol siyaset alanında lafa gelince mangalda kül bırakmayan, yayınlarında koca koca puntolarla
“devrim ve devrimcilik”den bahsedenlerin, iş düşman karşısında sınav vermeye geldiğinde nasıl
çuvalladıklarına, mahkeme kürsüsünde nasıl ezildiklerine, neredeyse yalvaran bir pozisyon
aldıklarına şahit olduk; yaptıklarından dolayı devrimcilik ve sosyalistlik adına bizler utandık.
11 Ağustos 2011’de görülen birleştirilmiş ana dava celsesinde 21 Eylül operasyonu
mağdurları ilk defa söz aldılar. Sanıklardan TÖP sözcüsü “35 yıllık sosyalist” (bu onun kendi
deyimidir.) Oğuzhan Kayserilioğlu’nun savunması solculuk adına utanç verici bir örnektir.
Bu 35 yıllık sosyalist, mahkeme kürsüsünü düşmanla hesaplaşmak için kullanmak
yerine Devrimci Karargâh’ı yargılanmak, düşman karşısında onu boşa düşürmek gibi küstahça
bir amaç için kullandı.
Devrimcilerin, sosyalistlerin mahkeme kürsülerini nasıl “kullanmaları” gerektiğinin en
çarpıcı örneklerini sunmasından dolayı, O. Kayserilioğlu’nun oldukça uzun savunmasından kimi
ibretlik örnekler verelim:
“…. Kendi görüşlerinden dolayı yargılanmak bizim için aslında hakikaten çok iyi olurdu.
Ama hiç alakam olmayan görüşlerine katılmadığım gibi yanlış da bulduğum bir siyasi yapının
içinde olmakla yargılanıyorum, aktarıldığı kadarıyla bu örgütün görüşlerine kesinlikle
katılmıyorum, teorik bakışını, ideolojisini, politika yapma tarzını, örgütlenme biçimini, silahlı
eylem vesairesi merkeze alınarak siyaset yapma biçimini yanlış buluyorum. …Devrimci
Karargâh’ın ideolojik paradigmasını doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum. Devrimci
Karargâh’çı olmama imkan yok, hiçbir şekilde yok ( bizce de buna imkan yok –nb)… Türkiye’de
bugünkü siyasi mücadele açık, meşru bir şekilde yapılırsa bir anlam ifade eder. Kitleleri ben bu
görüşlerimle gizli ve silahlı mücadeleyi temel alan bir örgüte örgüt diyebileceğimi
düşünmüyorum. Ancak açık olan, kendini gösteren meşru bir politika yaparsa anlamı olacağını
düşünüyorum…” ve bu eksende devam eden, perpaye bir küstahlıkla dile gelen bir dizi
masumiyet beyanı…
Buradaki asıl sorun cici sosyalistimizin Devrimci Karargah’ın perspektif ve pratiğini beğenip
beğenmemesi değildir; mücadelenin hangi alanlarının meşru ve dolayısıyla hangi alanlarının
“gayrı meşru” olduğuna ilişkin düzen içi sınırları işaret eden parlak (!) fikirlerini sol içi
ortamlarda polemik konusu yapabilirdi. Esas sorun bu düşüncelerle, devrimcilerin düşmana karşı
taarruza geçtikleri bir mevziden hareketle Devrimci Karargâh’a, hatta “devrimci mücadele
anlayışına” ateş açılmasıdır.
Heyet başkanının müdahalesine karşı O. Kayserilioğlu’nun geliştirdiği refleks de
ilginçtir. Savunmasının uzaması dolayısıyla heyet başkanının “toparlayın” uyarısına “ikna
olduysanız burada bitireyim” diyen O. Kayserilioğlu böylece yegâne derdinin topukları yağlayıp
bir an evvel devrimci ortamdan, hapishaneden çıkmak olduğunu kanıtlamıştı.
Oysa devletin, kendisinin Devrimci Karargâh ile bir alakasının olmadığını bildiğini bal gibi
biliyordu. Peki, bunu bildiği halde devlet ne istiyordu. Oğuzhan Kayserilioğlu’ndan? Tayyip
Erdoğan’ın o günlerde sıkça yaptığı “ terörle aranıza mesafe koyun” çağrısına cevap istiyordu; ”
ikrar” istiyordu devlet; gittikçe daraltılan düzeniçi sınırlara riayet edilip edilmeyeceğinin ikrarını
istiyordu!...
35 yıllık sosyalist bu ikrarı verdi. “Açık-meşru mücadele“ ifadesi o denli sıklıkla
vurgulanıyorduki mahkeme heyetine ( yani devlete) bir nevi “Bakın biz de onların meşruluğuyla
ilgili tıpkı sizin gibi düşünüyoruz, meşru olmadıkları konusunda hem fikiriz, sizinle aynı
zemindeyiz” mesajı veriyordu. Değil sosyalistliğe, demokratlığa bile yakışmayacak bu tutumu
literatürümüzde karşılayacak en hafif tabirler “teslimiyet, yaranma çabası, uzlaşma gayreti”
dir….dileğimiz odur ki hiçbir devrimci ve sosyalist, düşmanın karşısında böylesi utandırıcı bir
duruma düşmez.
SDP bundan geri durur mu? Genel başkanları ve yardımcıları savunmalarında TÖP ile
aynı yolu izleyerek “yasal- meşru” zeminde mücadele verdiklerini ısrarla savundular. Peki
“yasal-meşru” mücadele verdiklerini bu denli vurgulamanın aynı zamanda “illegal olmanın
gayrimeşru olduğu” anlamında yorumlanabileceğini bu deneyimli sosyalistlerin bilmemesine
imkan var mı?
Oportünizm dolaylı nitelemeleri tercih eder. Kendi gerçekliğini doğrudan dile
getiremeyeceği için bu tarz kurnazlıklarla durumu kurtarmaya çalışır. Kendilerine sorsak, illegal
mücadelenin aslında ne kadar meşru olduğu konusunda bizim önümüze geçip bir ton keskin laf
ederler. Fakat mesele düşman karşısında konumlanmaya geldiğinde, onun nezdinde temize
çıkmanın derdi her şeyin önüne geçer.
Sırf bu dert yüzünden yargılama aşamasının ücra köşelerinde duran en ironik noktalar
dahi değerlendirilmek istenir. Mesela Orhan yoldaşın SDP’ye dönük eleştiri ve iğnelemelerini5
Rıdvan Turan yaptığı savunmada, örgütsel bağlantılarının olmadığı yönünde kanıt olarak
göstermekten çekinmemesi son derece ilginçtir.
Devrimcilerle aralarına mesafe koyduklarını, devletin belirlediği güvenli sınırlara
riayet edeceklerini ispatlamak için dışarıdaki SDP-TÖP’lüler de boş durmadılar. “Sıra Kimde?”
isimli bir inisiyatif kurarak şaşkınlık dolu sorularına cevaplar aradılar. İnisiyatif ara sıra basın
açıklamaları yaptı. Bu açıklamalarında küstahlığın dik alası olan “karargâh çuvalı” küfrünü
kocaman pankartlara taşımaktan çekinmediler. Çünkü kanıtlamak istedikleri şey devrimciliğe
uzak oldukları kadar, tatlı su solculuğuna ne kadar yakın olduklarıydı; devletin kendilerini
izlediğini çok iyi biliyorlardı. Onun için tutumlarına “çeki düzen verdiklerini, hizaya girdiklerini
kanıtlama derdine düşmüşlerdi.
Aynı küstahlık yayınlarında da sürdürüldü. Hareketimizin adını olduğu gibi yazmak
bile onlar için büyük bir riskti. Bu riski aklınca ironi yaparak giderebileceğini sanan zavallılar
muhatap olduğumuz süreci “fantastik örgüt davası” diye nitelendirdiler. Böylece korkaklık ve
seviyesizlik söz konusu olduğunda ne denli biçim değiştirmeye yatkın olduklarını ilan ettiler.
Mahkeme Sürecinde Son
21 Eylül 2010 operasyonunun ardından epeyce uzun bir süre geçti. Bu sırada başka
duruşmalar da oldu. Duruşmalarda devrimciliğe yakışmayan görüntülerin oluşmaması için
yoldaşlarımız yetersiz de olsa belli bir tavır sergilediler. Hanefi Avcı’nın dosyaya iliştirilmesi
komplosuna onun aynı duruşma salonunda devrimcilerle yan yana tutulmak istenmesine karşı
tavır aldılar; bunun belli karşılıkları da oldu.
Silahı ve illegal mücadelenin meşruluğunu mahkemede tartışma konusu yapan densizlere
karşı silahlı mücadelenin meşruluğunu savundular. Koydukları devrimci tavır nedeniyle
salondan atıldıkları da oldu duruşmaya katılım yasağı aldıkları da…
Kimileri ise mahkemede devrimci tavır sergilemek yerine duvarların dışında olmayı yeğ
tuttular. Henüz ilk mahkemede buna uygun tavır takınanlar istedikleri sonuca ulaştılar ve
“özgür” kaldılar. Fakat ne acıdır ki üzerimize bulaştırdıkları pislik nedeniyle en ufak bir
rahatsızlık emaresi göstermediler. İşin en trajik yanı da budur zaten. Hanefi Avcı’yı
hareketimizle bağlantılıymış gibi gösteren akıl, kendi kurduğu ilişki zincirini kendisi bozmuş
olmasına rağmen onu halen davada tutmaktadır. “Devrimci Karargâh→SDP→N. Kılıç→H.Avcı
5 SDP’nin o dönemler yayın organı olan Sosyalist Demokrasi” adlı yayın dahil kimi internet sitelerine Orhan
yoldaş bazı yazılar gönderiyordu. “Genç Siviller” gibi liboş takımına sitelerinde ve sayfalarında yer ayıran
oportünistlerin, devrimci görüşlere sansür uygulamasına Orhan yoldaş itiraz etmiştir. Bu tutumu eleştirmiştir.
Rıdvan Turan mahkeme savunmasında Orhan yoldaşın bu eleştirilerini “örgütsel” bir bağın olmadığının ispatı
olarak göstermeye çalışmıştır.
seklindeki zincirin normal şartlar altında, SDP ve N. Kılıç’ın tahliyesinin ardından dağılması H.
Avcı’nın da dosya dışı kalması gerekiyordu.
Fakat öyle olmadı. Sanki H. Avcı, SDP ve N. Kılıç üzerinden hareketimize
bulaştırılmamış gibi işkencecinin davada tutulmasına devam edildi. Bu, davanın tamamen siyasi
saiklerle yürütüldüğünün, devrimcilerin itibarsızlaştırılmaya çalışıldığının, bu yapılırken de
siyasi rakiplerin ekarte edilmek istendiğinin en çarpıcı örneğidir.
BİR OPERASYONUN SİYASİ ANATOMİSİ6
İktidarın alınamadığı koşullarda düzenin dönen çarklarına çomak sokma pratiği hem
yeni nizam ve ülke koşulları hem de dış konjonktür ve özellikle bölge konjonktürü, hem Türkiye
sol, sosyalist ve devrimci hareketin içinde bulunduğu halet-i ruhiye ve tam da böylesi bir
dönemdeki çıkış bir arada düşünüldüğünde çok daha büyük önem kazanmaktadır. Bu anlam,
hem Sol Sosyalist cenah ile devrimcilik arasında kopan bağın yeniden tesis edilmeye
çalışılmasında, hem Türkiyeli devrimciliğin Kürt Özgürlük Hareketi ile yeniden kardeşlik,
yoldaşlık köprüsü kurmasında, hem de devrimciliğin çok daha nitelikli bir eyleyiş tarzıyla tekrar
sahneye çıkmasında kendini bulacaktır.
Bugüne kadar Devrimci Karargâh’a düzenlediği iddia edilen bütün operasyonlar
burjuva medyanın (teşbihte hata olmaz!) mal bulmuş mağribi gibi üzerine atlanılan medya
gösterilerine dönüştürülmüştü. Uzun bir dönemdir devlet cenahında yeni bir dönem yaşanıyor ve
yeni dönem yaşanırken ve inşa edilirken buna çomak sokacak unsur ya da arızlar istenmiyordu.
Zaten değil mi ki devletin bu kadar kendine güven içerisinde yeniden inşa sürecine girmesine
cesaret edebilmesinin asıl nedeni, Türkiye devrimci hareketinin yerinde yeller esiyor oluşu [değil
midir]? İşte tam da bu nedenden dolayı o cesareti sarsan, başbakanın sinir krizlerine girmesini
valilerin emniyet müdürlerinin uykularının kaçmasını ve bugün şans eseri yaşıyor oluşlarını,
ordu karargâhının tabelalarının değiştirilmesini, cumhurbaşkanlığı köşkünün çatılarının zırh ile
kaplanmasını, cuntacıların az kalmış ömürlerinin kalan kısmının yüksek güvenlikli askeri
lojmanlarda geçirmeye mecbur bırakılması kendi TV’lerinin canlı yayınlarına kendileri
tarafından sansür uygulanmasını sağlayan iradeye devlet çarçabuk bir hızla ve (iddia ediyoruz
ki, İsrail işbirliğiyle) devam eden süreçte komplolarla, siyaseten ve fiziken,- bir bakıma ikisi de
aynı şey- yok etme temelinde yönelmedi mi? Devlet cenahını da kısa sürede yaşanan moral
bozukluğu ve görece yenilgi durumu elbette ki karşı saldırı ile telafi edilmeye çalışılarak bu karşı
devrimci saldırıda komplolarla süslenecekti. Şunu belirtmekte fayda var ki, devrimcilerin devlet
karşısında komplolara maruz kalıyor oluşu onların ezilenler nezdindeki olumlu kazanımları
apoletler olacaktır.
Bu başlangıcı yapanların sözlerinden dolayı onların legal ya da açık alan faaliyetlerini
reddettiğini iddia etmek epey bir kolaycılık olacaktır. Ancak onların ne yaptıklarını
bilmeyenlerin, görmezden gelenlerin statüko solculuğuna saatlerini kurmuş olanların, süreci
kendi lehlerine çevirmek için irade oluşturmayanların ve bunların doğal bir sonucu olarak da
devletin iç gerilimlerinde “taraf” pozisyonuna düşenlerin, “Kürt Özgürlük Hareketiyle bağ
kuracağım” derken milletvekili olamayışına hayıflananların ve bunda bir “bit yeniği”
arayanların oluşturmuş olduğu hangi platformun, açtıkları hangi pankartın, söyledikleri hangi
6
Bir kısmını aktardığımız bu bölüm SDP_TÖP’lülerin tahliye edildiği 11 Ağustos 2011 tarihindeki duruşmaların
ardından hapishanedeki yoldaşlarımız tarafından kaleme alındı, alandaki devrimci örgütlerle paylaşıldığı gibi
Devrimci cephe sitesinde de yayınlandı. Önemli olduğunu gördüğümüz yazının genişletilmiş II. Bölümüne
burada yer veriyoruz.
sözün, hangi yürüyüşlerin ve mitinglerin siyaseten bir hükmü olabilirdi ki? Siyasetin algısını ve
saatini, bu psikolojiye ayarlamış olanların tamamen bozuk olan bu temele sağlam ‘çatı’da
çatılamaz.
TC kurulduğundan beridir bu ülkenin sosyalist ve devrimcileri üzerinde siyaseten ve
fiziken ‘yok etme’ politikası yürütülüyor. Bunu yaparken de komplolara başvuruyorlar. Devrimci
Karargâh’a düzenlendiği iddia edilen ve daha çok da SDP –TÖP gibi reformist çevreler
üzerinden yürütülen operasyon da bunlardan biridir. Yalnız bir farkla! Yukarıda en başından
beri anlatmaya çalıştığımız devletin ‘reorganizasyon’ sürecinin özgünlükleriyle… Bu özgün
koşuların getirmiş olduğu en önemli sonuç ise, devletin kendisi yenileme çabasıyla, kendisine
karşı onların ya da karşıymış gibi görünen unsurların hareket alanına kesin, net ve sert sınırlar
çekmesi olmuştur. Devlet, silahlı devrimciliği-başkaldırı geleneğini tarihin çöplüğüne
göndermek ve geçmişteki izlerini silmek ya da onun geçmişini çarpıtmak istiyor. Bunu bilmek,
bunu anlamak için derin derin analizler yapmaya, koca koca kitaplar okumuş olmaya, parti
genel başkanı ya da onun yardımcısı olmaya gerek yok! Bunu bilmek, bunu anlamak için biraz
hayat bilgisi dersi almış olmak, biraz da tarih derslerinde ortalamayı tutturmuş olmak yeterlidir.
Bu konuda kuşkusu olanlar TC’nin ilk 15-20 yıllık toplum mühendisliği pratiğine bakabilir. Ve o
bakış bugünlere rahatlıkla ışık tutabilir.
Devlet silahlı devrimcilikte ısrar edenlerin üzerine ısrar ve şiddetle yönelirken
demokratik unsurları da zindana atarak terbiye etmek için çabalıyor bunu yaparken de “liberal
demokrasi” safsatasını öne çıkartıyor. Statüko sarmalından çıkamayan Sol-Sosyalist hareketin
çok büyük kısmı ise liberal tazyikin altından kalkamıyor ve oluşan atmosferde “devlet ve
devrimcilik” arasında devlet açısından güvenli sınırlara çekilebiliyor, mücadelede silah
kullanmayı ve şiddet gerekliliklerden biri olarak belirleyenleri de tam da TC Başbakanının
“terörle aranıza mesafe koyun!” dediği ve bunu bir papağan edasıyla tekrarladığı bir dönemde
“tu kaka” ilan edebiliyordu.
Bugün gelinen noktada devlet bu memleketin sosyalistlerini öyle bir hale getirmiştir ki,
bir yandan kendilerini muhalif olarak tanımlarken diğer yandan da kendilerine devletin
operasyon düzenlemesine şaşar hale gelmişlerdir. Bu şaşkınlık halini o kadar öteye
götürmüşlerdir ki, kurdukları platformun adını dahi “Sıra Kimde?” koyarak tarih dersinden
nasıl çaktıklarını kamuoyu nezdinde ispatlamış, bu şaşkınlık halini o kadar ileri taşımışlardır ki
“Sıra kimde?” platformunun yapmış olduğu basın açıklamasında hapishanede tutsakları,
mezarda şehidi olan bir örgüte “çuval” nitelemesini yapabilecek kadar ileri gitmişler,
düzenledikleri, toplantılarda Devrimci Karargâh’ı “Ergenekon bağlantılı, karanlık bir örgüt”
şeklinde niteleme küstahlığını gösterebilmişlerdir.
Bugün kendilerine ‘sosyalistim’ diyenler burjuva basına röportaj verirken “ evlerimiz
terörist evi gibi basıldı” diyebilmektedirler. Sırf bu aymazlıktan dolayı bile, üzülerek belirtmemiz
gerekir ki devlet Türkiye Sol – Sosyalist Hareketi’ne ağır bir hezimet yaşatmıştır. Devletle ciddi
bir biçimde ilk karşı karşıya gelişlerinde paçalarını kurtarabilmek için devrimcilere “terörist”
nitelemesi yapılması bugün “normal” hale gelmiş, getirilmiştir. Bunun adına da “legal-meşru
siyaset” denmiştir.
Bugün SDP’nin genel başkan yardımcısı, kendini bilmez bir biçimde kimin ‘gayrimeşru’ olduğunu belirtme ihtiyacı hissetmeden kendi partisinin aylardır “meşruluk” mücadelesi
(siz onu yasallık olarak anlayın!) verdiğini utanmadan söyleyebilmektedir. Yine aynı basına ve
kamuoyuna yönelik yapılan açıklamada ne “ne yaptığından” ne de “ne dediğinden” bihaber
haber olan zat hem I. operasyonda hem de III. operasyonda gözaltına alınıp tutuklanan kişileri
devletin önüne yem olarak atmaktan çekinmeyebiliyordu.
Bugün gelinen noktada legal parti kurabilmek için kırk takla atan TÖP’ün muhtemel
genel başkanı Ağustos duruşmalarında sadece ve sadece devlete yaranabilmek için silahlı
mücadeleyi “eski”, o tarz örgütlenme biçimlerini anlamsız, bunda ısrar edenleri de “inat
hareketi” olarak tanımlamaktadır. Oğuzhan Kayserilioğlu daha da ileri giderek tarihsel olarak
(Kayserilioğlu’nun bugüne kadar yeryüzünde gerçekleşmiş bütün devrimleri yeniden
okumasında fayda var) kapitalizme karşı silahlı mücadele tarzlarının şansı olmadığını yüzü
kızarmadan ifade edebilmektedir. Bu ‘ihtiyar delikanlı’ zat-ı muhterem, insanların gençken
dünyaya bakışı ile ellili yaşlardaki dünyaya bakışının farklı olduğunu söyleyerek aslında
Devrimci Karargah tarzında mücadeleye yönelenlerin gerçekleştirmiş oldukları eylemleri “çoluk
çocuk işi” olarak gördüğünü belirtmektedir. Fakat O. Kayserilioğlu Devrimci Karargâh’ı
özellikle yönetsel mekanizmalarında yer alanların yaş ortalamasını duyduğunda ve şu anda ne
işlerle iştigal olduklarını öğrendiğinde dudaklarının uçuklayacağına eminiz. 50’li yaşlara
gelmiş, mücadelede çok şey görüp geçirmiş olduğunu iftiharla düşman karşısında ilan eden bu
bay, gizli ve silahlı mücadeleyi temel alan bir örgüte örgüt demeyerek “legal - meşru”
kavramlarını sırf paçasını kurtarabilmek için düşmanın karşısında “gayrı meşru” ilan
edebiliyordu.
Bugün “sol - sosyalist” diyebileceğimiz gazetelerde bu dava ile ilgili yayınlarahaberlere sansür uygulanmaya çalışılıyor. Tekzipler yayınlanabiliyor. Biraz devletten biraz da
kendi korkularından kendilerini hapsettikleri bu siyaset alanından çıkamayanların komplonun
başlangıcının Orhan YILMAZKAYA’nın polisle girdiği çatışmada şehit düşmesiyle başlamış
olduğunu görebilmeleri galiba tesadüflere kalan bir olgu olarak ortaya çıkıyordu. Orhan
yoldaşın infazı ile ilgili basın açıklaması yapmaya cesaret edebilen ve bunu kamuoyuna ve
mahkemeye övünçle anlatabilme yeteneğine sahip olanların, bunun önderliğini üstlenen
arkadaşların bu önemli olguyu atlamış olmaları garip bir paradokstur.
Bugün bu ülkede bir tercih olarak işkenceci eski bir polis şefinin eski icraatlarını
mahkeme mahkeme dolaşarak anlatmasının memleket açısından hayırlara vesile olabileceğini ve
sırf bu yüzden mahkemelerde “itidalli” olunması gerektiğini salık verenler var! Sanki bugüne
kadar anlatmamış gibi, sanki bugüne kadar anlattıklarının ve anlatacaklarının sınırlarının
çıkartmış olduğu kitabın hacmini aşmasının imkânsız olduğunu bizler bilmiyormuşuz gibi.
“Akıllı” sosyalistlerimiz, bu eski işkenceci polis şefinden eski icraatlarını mahkemelerde ifşa
etmesini bekleyedursun devletin iktidar partisi onu kendi liberal demokrasi safsatasına ya da
yeni nizamın inşa sürecine payanda yapmıştı bile!
Bugün Türkiye Sol - Sosyalist Hareketi’nde 40 yıllık gelinen aşamasında pragmatizm
almış başını gitmiş, “siper yoldaşlığı” cümlesinin içeriği boşaltılmış, ahlaken ve kültürel olarak
yozlaşma, bir “bayağı” laşma hali verili süreçte ortaya çıkan kadro tipolojilerinin hücrelerini de
büyük ölçüde teslim almıştır. Kişiler, genel olarak yaratılan kolektif değerlerin önüne geçirilmiş,
bir yandan kendilerine “devrimci” payesi biçerlerken, diğer yandan da gerçek manasıyla
devrimcilik ile, ortaya çıkan olay ve olguları değerlendirme, bunu analiz etme hali birbirine
“eşdeğer” tutulmuş kısaca bir tür “ tribün solculuğu” peydah olmuştur.
Beyoğlu kafelerinde bu işlerin nasıl olabileceğine dair fikir verenler, bu konularda
vaaz vermekten çekinmeyenler, söyledikleri doğruları hayata geçirme iradesi gösteremeyenler, o
iradeyi gösterebilenlerin açtıkları siyaset alanında cambazlık yapmaya kalkmaktadırlar.
Bilinmelidir ki, o cambazlığın yapılmaya çalışıldığı ip tahmin ettiklerinden daha fazla incedir. O
ipte oynamak ustalık ister. Ve özellikle tüm Devrimci Karargâh operasyonlarından sonra alınan
tavırlar ve konumlanışlar göz önünde bulundurulduğunda “cici sosyalistler” kendilerini
devrimci sananlar tamamen sınıfta kalmışlardır. Açılan bu siyaset alanına kendilerini sunmaya
çalışan cambazlar vitrine de geçmişte yaşadıkları işkence maceralarını sunmaktalar. Bugün
herhalde geçmişte işkencede direnmeleri karşılığında devrim mücadelesinden madalya
bekleyenler var, artık! Hem de direnmelerinin bir görev olduğu unutmuş olarak! Devrimci
Karargâh militanları hakkında “bunlar bekçi düğmesi bile kopartamaz, bir atımlık barut
bunlar” laflarını söylemiş olmanın nedametini getirmek için de güzelleme yazıları yazmayı tek
kurtuluş yolu olarak görmek eski köye yeni adet getirmenin aracı olarak öne çıkartılmaktadır.
Bugün böylesine bir ortamda bizler TSH’nin Kürt Özgürlük Hareketi ile ittifak yapma,
birlikte mücadele hattı oluşturma niyetiyle ilişkilenen bölüklerinin bir kısmının yarın öbür gün
Türkiye metropollerinde Kürt Halkına karşı geliştirilebilecek herhangi bir kitlesel yönelimde ya
da yargısız infazların yaşanması gibi çok daha sert bir konjonktürde pratiğe girilmesi
karşılığında var olan bu siyasal konumlanış ve liberal halet- ı ruhiye ile “ siper yoldaşlığı”
deyiminin hakkını verebileceğine dair çok ciddi şüpheler taşıdığımızı üzülerek belirtmek
durumundayız.
Ve sona gelirken;
Sözlerimiz, bir örgütün mezarda şehidi, hapishanede tutsakları bulunmasına rağmen,
“Kurtlar Vadisi” dizisinin estirmiş olduğu “komplovari” beyinleri teslim alma operasyonuna
beyaz bayrak çekmiş olanlara…
Sözlerimiz ezen devletin şiddetine karşı ezilenlerin şiddetini meşru görmeye,
liberalizasyon hamlesine ve bunlardan dolayı açılan “ara alan”a teşne olanlara… Bunun
“dönemsel bir taktik” olduğunu dillendirmeye çalışan zevatın gülünç hallerine…
Sözlerimiz, milletvekili adayı olamayınca, hapishaneden çıktığında verdiği ilk
röportajda “Kürtlerle karşılıksız aşk yaşıyoruz galiba” diyen densizlere…
Çağrımız ve selamımız “eski” nin bağrında ondan keskin ve tavizsiz kopan, bunun için
çaba harcayan saatlerini buna göre kuran, bunu yaparken yenilenen, yenilenirken bir dönem
açan, yol bulan, bulamadığında da o yolu açma iradesi ve cesaretini gösteren, bunun için bedel
ödeyen, ödediği bedel için hayıflanmayan, yani her daim aşklarını karşılıksız yaşayanlara…
Ve her şeyden önemlisi de tıpkı Mahir Çayan’ın yıllar önce söylediği gibi: “Aynılar
aynı yere, ayrılar ayrı yere”
21 Mart 2012
***
Sonuç itibariyle SDP ve TÖP’lüler muratlarına erdiler. 21 Eylül 2010 operasyonunda göz
altına alınıp tutuklananların çoğu ilk mahkemede, geriye kalanlar ise sonraki duruşmalarda
tahliye edildiler. (ki doğru olan da buydu). Bir kişi haricinde…. H.Avcı ile başbaşa kaldık.
Aradan geçen bunca zamana rağmen H. Avcı bu davada tutulmaya devam ediliyor. Komploya
maruz kaldıklarını her fırsatta bas bas bağıranların neden oldukları bu utanç peşlerini
bırakmayacak ve her seferinde karşılarına dikilecektir.
e)
6 Aralık 2011 Operasyonu TC Tarihinde Bir İlk Olarak MİT’in
Davaya Müdahil Edilmesi
Yasal - açık alan mücadelesi yürüten Kürt yurtseverlerine KCK operasyonları düzenleyerek
onları devre dışı bırakmaya çalışan devlet, sol-sosyalist açık alan faaliyet yürütenleri de
Devrimci Karargâh davalarına bağlayarak sindirmenin derdine düşmüştür. SDP-TÖP operasyonu
üzerinden gösterdiği sopayla yasal, sol-sosyalist alana uyarıcı etkisi yüksek bir sınır çizgisi
çekmişti. Belli oranda bunun karşılığını da aldı. Stratejik düzeyde uygulanması gereken politik
şiddetin geriye çekilişi legal siyasete dönük solun ilgi ve eğiliminin artması, sokaklardaki ürkek
protestoculuğun “sağduyulu–itidalli” solculuğu ağırlık kazanması yine bu döneme denk gelir.
Fakat devletin işine gelen bu tarz etkisiz solculuğun dışında kalan, çekilen sınırları
tanımayan Devrimci Karargâh “çok tehlikeli bir örgüt “ (Eski İstanbul Emniyet Müdürü
Celaleddin Cerrah’ın beyanıdır) olduğundan, bir an için bile olsa kafasının kaldırılmasına izin
verilmemeliydi. Dolasıyla polis, birilerinin Devrimci Karargâh ile bağlantılı olduğuna kanaat
getirdiği an ilk fırsatta onlara müdahale etmeye koşullanmıştı.
Bu noktada devletin en çok üzerinde durduğu şey “ Devrimci Cephe” adlı sosyalist
dergi oldu. Devrimci Karargâh’ın yasal zemindeki uzantısı olduğu ve onun propagandasını
yaptığı gerekçesiyle Devrimci Cephe dergisi bir süredir polisin takibi altındaydı. Zaten 30
Temmuz 2011’de MÜSİAD’a yönelik yaptığımız sabotaj eyleminin faili olarak tutsak düşen
Okan Duman, daha önceleri Devrimci Cephe dergisi yazı işleri müdürü olarak göründüğünden
dolayı bu durum polisin Devrimci Karargâh üzerine yoğunlaşmasına vesile olmuştu.
Devrimci Karargâh’ın buradan hareketle örgütleneceğini düşünen devlet, devrimci
sosyalist bir çizgide yayın yapmaya çalışan Devrimci Cephe dergisi çalışanlarını boğmak
maksadıyla bu çalışmada yer alanlara, dergi okurlarına ve alakasız daha bir dizi insana
operasyon düzenledi.
6 Aralık 2011’de gerçekleşen operasyonda Devrim Cephe dergi çalışanı ve okurlarının
yani sıra (Volkan Karakuş, Deniz Küçükburun, Şenay Küçükburun, Vedat Yıldız, Tamer Taş,
bayram Akdoğdu…) Türkiye Gerçeği yazarı Mehmet Güneş, Toplumsal Dayanışma Ağı Derneği
üyesi Ersin Sarıçam dahil toplam 14 kişi gözaltılar sonrası tutuklandılar.
Paranoyaklıkla karışık fütursuzluk bu operasyon özelinde de devam etti. Dava
iddianamelerinde ve polis fezlekelerinde hareketimizin askeri kanat sorumlusu olarak gösterilen,
fakat gerçekte Devrimci Cephe dergisi yazarı ve editörü olan, yurtdışında yaşayan Şemdin
Şimşir’ın kardeşi Gülseren Poyraz da tutuklananlar arasındaydı. Polisin, onun hakkındaki
şüphesini açığa vurduğu sorusu ilginçti: “Kardeşiniz Şemdin Şimşir ile neden
görüşüyorsunuz?...”
Neticede tutuklamalar çevre halkayı da kapsayacak şekilde genişletilmiş, en alakasız
insanlar da tutuklanmıştı. Tutuklananların hareketimizle ilişkilendirilmesine delil olarak
sunulanların diğer operasyondakiler kadar boş, temelsiz ve soyut olması yeni bir karalama
girişiminin belirtileriydi. Hareketimiz bu defa da, tıpkı devleti geçmişte zorlamış bir çok
devrimci yapının defalarca maruz kaldığı bir saldırı-hakaret biçimi olan “uyuşturucu” vb kirli
mafyatik pisliklere bulaşmış gibi gösterilmeye çalışıldı. Fakat iddialar o denli zorlamaydı ki,
bunu kamuoyunda işleme tenezzülünde bile bulunmadılar.
Öte yandan, aynen önceki operasyonlarda ve başka siyasi davalarda olduğu gibi,
tutuklananların suçluluğuna kanıt oluşturduğu gerekçesiyle öne sürülen “deliller” de hayli dikkat
çekiciydi. Newroz’a katılmak, gitar dersi almak, devrimci önderlerin yazı ve resimlerini
bilgisayarda bulundurmak, Devrimci Karargâh dava tutsaklarının mahkemelerine izleyici olarak
gitmek, vb. bir yığın “tehlike”(!) arzeden nokta acar Türk polisi ve savcısının gözünden
kaçmamıştı; hazırlanan iddianame bu açıdan da kusursuzdu.
Buradan konuyu ilerletmeden önce bir adım geriye giderek operasyonun “gözaltıSiyasi Şube” aşamasına ilişkin de birkaç şey söylememiz gerekiyor. Gözaltında olanları zor
durumda bırakmak üzere yeni bir yöntem geliştiren siyasi polis son olarak işbirlikçi avukat
numarasıyla tuzak kurmaya başladı. Gözaltında kendisinden koz alabileceğini düşündüğü
şahıslara işbirlikçi avukatları göndererek şansların denemektedir.
Bizim özelimizde ise Serkan Keleş aldı işbirlikçi bir polis avukatı gözaltı sürecinde
devreye girdi. Gözaltına alınan birkaç kişinin tecrübesizliği ve deneyimli olanların da çekingen,
duyarsız yahut “dalgın” yaklaşımları nedeniyle birkaç kişi polisi tuzağına düştü. Polis “bu
avukatı baro gönderdi, avukatlarınız parayı az bulduğu için size bakmaktan vazgeçtiler” diyerek
yeni numarasını “okuttu!”
Neticede tuzağa düşenler polisin hazırladığı ifade tutanaklarını işbirlikçi avukatın
yönlendirmesiyle okumadan imzaladılar. Tutanaklarda, elbetteki “suçluluk” ifadeleri vardı…
İddianame Ve Bir ilk:
6 Aralık 2011 tarihinde gözaltına alınıp tutuklanan 14 kişi için hazırlanan iddianame yaklaşık
4 ay sonra 28 Mart 2012 tarihinde mahkemece kabul edilerek ana dava ile birleştirildi. Fakat
bunda bir fark vardı; son iddianamede TC hukuk tarihinde bir ilke daha imza atıldı.
Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) hareketimiz hakkında güya uzun süredir üzerinde
çalıştığı detaylı ve kapsamlı bir rapor (siz buna “fişleme” deyin) hazırlanmıştı. Bu raporda
hareketimizle uzaktan yakından alakası olmayan birçoğu eski Kıvılcımlı geleneğinden gelen
Devrimci Sol davasından gelen fişlenmiş kişiler, onlarca insan hareketimizin hiyerarşisinde
tanımlı görevler alıyorlarmış gibi sunulmuştu. Oysa kolaj yöntemiyle oluşturulduğu belli olan
rapordaki verilere detaylı bir aramadan ziyade yüzeysel bir arşiv çalışmasıyla ulaşıldığı bariz
biçimde ortadaydı.
İşte 9. Ağır Ceza Mahkemesi (ana davaya bakan İstanbul’daki mahkeme) MİT’in
hazırladığı bu raporu “delil” olarak kullanmak gibi kendi yazılı yasalarına bile ters olan
pervasızlığa imza atmaktan kendisini alamadı. Üstelik bu raporun her sayfasının altında iri
puntolarla “istihbarı nitelikte olan bu bilgiler hukuki bir delil olarak kullanılmaz” diye
belirtilmesine rağmen…
Bu, usulen yapılmış bir “hukuki hata”nın ötesinde anlamlar taşıyan bir yönelimdi. Bir
dizi sebebin yanında Mit raporu üzerinden asıl amaçlanan şey:
1)
Devrimci Karargâh’ı kriminalize ederek onu “şaibeli” göstererek sol- sosyalist
ortamda itibarsızlaştırmak, yalnızlaştırmak.
2)
Hareketimizle bağlantılı olduğunu düşündüğü kesimleri darbeleyerek etkisiz kılmak;
3)
Sol-sosyalist kesimlere yönelik olarak da nerede durmaları gerektiğini tekrar tekrar
hatırlatmaktı.
Bir İtirafçı Olarak Murat Şahin’in Hikâyesi
Bu 4. dalga operasyonunda gözaltına alınıp tutuklananlar arasında bir de Murat Şahin adlı
sorunlu bir şahsiyet vardı. M. Şahin siyasi polisteki anlatımına göre Avrupa’da yaşayan (daha
ziyade İsviçre’de yaşayan) öncesinde Maoist Komunist Parti (MKP), 2010 sonrasında ise
Devrimci Karargah aleyhine hareket ederek T.C devletine “içeriden” bilgi aktaran, MİT’e bağlı
çalışan bir elemandı. Hareketimizin güya Avrupa ve Anadolu çalışmaları arasındaki
koordinasyonu sağlayan kuryeydi. Ayrıca MİT’e Avrupa’da yaşayan farklı devrimci kurum
çalışanları hakkında bilgiler vermişti.
M. Şahin sorguda siyasi polisin de yönlendirmesiyle Devrimci Cephe dergi çalışanları
aleyhinde ifade verdi; bazılarının tutsaklık yaşamlarında birinci dereceden rol oynadı. F Tipi
hapishanedeki tutukluluğunun sekizinci gününde, MİT’e Başbakanın sağladığı koruma kalkanı
sayesinde serbest kaldı. Güya o, kadrolu bir MİT elemanıydı: ama gerçekte Mit’in kullanıp
kenara attığı kirlenmiş bir peçeteden ibaretti. Deşifre olduğu için artık işe yaramazdı.
Operasyonun ardından 1 yıl geçmişti ve Avrupa’ya döndüğünde Mit tarafından ortada
bırakıldığını hissetti; kendi deyimiyle “devrimci adalete” sığındı. Devrimciler tarafından
sorgulanan7 M.Şahin devletin, kendisi üzerinden tezgahlamaya çalıştığı kirli hesapları, Kürt
hareketine ilişkin tasarlanan komplolar, Paris’te katledilen 3 Kürt kadın devrimcisinin tetikçisi
olarak Fransız polisince tutuklanan Ömer Güney’e ilişkin bildiklerini anlattı. Yaptığı açıklamalar
Avrupa’da yayın yapan Özgür Politika dergisi ve Nuçe TV’de de yayınlandı. Böylece MİT’in
devrimcilere karşı kullanmak istediği bomba kendi elinde patlamış oldu.
Şimdi, devrimci örgütlerin Murat şahin’i sorgulamalarıyla ilgili olarak 1 Mart 2013 tarihli
haftalık sosyalist gazete Atılım’da çıkan haberi konunun önemi nedeniyle buraya aktarıyoruz.
Devrimci Örgütler MİT’çi Murat Şahin’i Sorguladı
TKP/ML İsviçre Örgütü, MLKP İsviçre Yönetimi ve Devrimci Karargah İsviçre Örgütü, Paris
Katliamıyla yeniden gündeme gelen Mit’çi Murat Şahin ile ilgili yazılı bir açıklama yaptı.
MİT’çi M. Şahin’i sorgulayan devrimci örgütler, elde ettikleri bazı bilgileri
kamuoyuyla paylaştı. Buna göre M. Şahin gönüllü olarak MİT’e çalıştı. Bu çalışmayı önce Zürih
Konsolosluğu’nda görevli “Mutlu” adlı kişiyle, daha sonra Bern Konsolosluğunda görevli Ali
Doğan ile yürüttü. MİT, M. Şahin’den devrimci- demokratik kurumlara gidip gelmesini,
kendisine gösterilen fotoğraflardan kimlik tespiti yapmasını, ayrıca örgüt üyesi ya da
“yöneticisi” olduğu iddia edilen kişiler hakkında bilgi toplanmasını istedi.
Ankara’ya çağrıldığını anlatan M.Şahin, “Teyze” diye bilenen Mit görevlisiyle
görüştüğünü, bu görüşmede kendisine “Devrimci Karargah yöneticileri olduğu iddiasıyla
fotoğraflar gösterildiği ve bunlardan iki kişinin önemli ve kendileri açısından mutlaka ele
geçmesi ya da etkisiz hale getirilmesi gerektiği” nin söylendiğini anlattı. Kendisine Cengizhan
filmindeki “kelle uçurma” sahnesi seyrettirilerek, söz konusu iki kişinin adının verildiği ve
7 Devrimci Karargâh, TKP/ML ve MLKP’nin İsviçre örgütleri M. Şahin’i sorguladılar. Bu sorgulamaya ilişkin 1
Mart 2013 tarihli haftalık sosyalist gazete olan Atılım’da bir haber çıktı. İlerleyen sayfalarda bu habere olduğu
gibi yer vereceğiz.
“Düşün sen de onların kellesini böyle uçuruyorsun” denildiğini söyledi. Üst düzey yöneticilerin
infazı için kendisine 100-150 bin Euro verileceğini söylediğini belirten M.Şahin Ankara’daki
görüşmede Paris Katliamın zanlısı olarak tutuklanan Ömer Güney’in fotoğrafının gösterilerek
tanıyıp tanımadığının sorulduğunu, tanımadığını söyleyince ”Bu, Paris elemanı, bu Heval
oluyor” denildiğini aktardı.
Şahin, Mit tarafından ortada bırakılmasaydı çalışmayı sürdüreceğini ancak ortada
bırakıldığı için kullanıldığı duygusuna kapıldığını, pişmanlık duyduğunu ve devrimci örgütlerin
adaletine sığındığını söyledi.
Egemen sınıfların ajanlaştırma ve devrimci örgütlere ajanlarını sızdırma çabalarının
geçmişten bu yana sürdüğünü hatırlatan TKP/ML, MLKP ve Devrimci Karargâh’ın İsviçre
örgütleri, “Ulusal ve devrimci hareketlerin tarihinde böylesi örneklere rastlamak mümkündür.
Lakin devrimci ve ulusal hareketlerin mücadele tarihi göstermiştir ki, düşmanın bu tür sızmaları
kimi kayıplara yol açsa da devrimci hareketin yürüyüşünü ve gelişimini engelleyememiştir,
engelleyemez. Keza biz gücümüzü tarihsel haklılığımızdan ve ezilen halkımızın özgürlük
güçlerine olan derin bağlılığımızdan alıyoruz” dedi.
Erdoğan’ın eliyle yürürlüğe sokulan “entegre strateji” konusunda devrimci demokratik
kamuoyunu uyarmak ve buna karşı bir tavır geliştirmenin gereğine dikkat çekmek için söz
konusu açıklamayı yapma ihtiyacı hissettiklerini belirten 3 örgüt, şunları kaydetti. “Entegre
stratejinin tarif ve kapsamı iki yönlü taktik üzerinde ortaya çıkmaktadır. Demagoji ve yalan ile
oyalama, imha sürecinde derinleşme. Bunlar TC’nin yeni dönemde eksi politikalarının
cilalanmış bir isimle yeniden ortaya sürülmesinden başka bir özellik taşımıyor. Somutta AKP ve
RTE, bir tarafta “İmralı Süreci” adı altında Abdullah Öcalan’ı merkez alan bir barış ve
demokrasi perdesi arkasında Kürt Halk dinamiğini etkisiz ve hareketsiz kılmaya çalışırken diğer
tarafta, Paris suikasti, gerillaya yönelik imha operasyonları ve Kandil bombardımanlarıyla Kürt
özgürlük hareketine karşı psikolojik üstünlük kurmaya yöneliyor.”
“Entegre Strateji”nin imha planının sadece Kürtlerle sınırlı olmadığının altı çizilen
açıklamada. “Avrupa’daki Türkiye nüfusunun oluşturduğu bütün demokratik örgütlenmeler
‘terörün mali kaynağı’ kapsamında hedef alınırken, Avrupa’daki sürgün devrimciler ise ‘ellerini
kollarını sallayarak dolaşamayacaklar’ söylemiyle doğrudan tehdit edilmektedirler. RTE,
Avrupa’daki sürgün devrimcilere yönelik imha emrini ‘Paris olayları yakında Almanya’da da
görülür’ şekildeki ifadesiyle net bir şekilde verdiği gibi ‘teröre gösterilen müsamaha noktasında
da hiç tahammülümüz kalmamıştır’ sözleriyle bunun TC’nin resmi kurumsal bir politikası
olduğunu ilan etmiş bulunmaktadır” denildi.
***
Tabii bu arada mahkemeler devam ediyordu. Tutsaklar savunmalarında Mit raporunu teşhir
ederek M. Şahin’in aleyhlerindeki beyanlarına karşı çıktılar. Mahkemeden Mit’e yazı
yazılmasını, M. Şahin ile olan münasebetlerinin (ajan mı, muhbir mi, kadrolu mu, vb)
tanımlanmasını istediler. Bu talep mahkemece henüz karşılanmadı. Fakat M. Şahin’in Avrupa’da
devrimcilerce sorgulanmasının ardından MİT köşeye sıkıştı. İki ucu pis bir değnek MİT’in
elindeydi. Ya M. Şahi’in kendi adamları olduğunu söyleyerek onun beyanlarının arkasında
duracaktı (ki bu aynı zamanda M. Şahin’in devrimcilere yaptığı itirafların Mit tarafından bir nevi
“tasdiki” anlamına gelirdi) ya da M. Şahin’i tanımazlıktan gelerek Paris’te yaşandığı giib
devrimcilerin katledilmelerine ilişkin üzerine yapışan “olağan şüpheli” etiketinden sıyrılacaktı
(ki bu durumda ise, MİT’in ve M. Şahin’in Devrimci Karargah soruşturmalarında mahkemeyi
etkileyen beyanları güvenirliğini yitirecekti. Fakat bu o kadar dert değildi; nasıl olsa
mahkemelerin kanaatlerle işleyen niteliği sayesinde zaten amaç hasıl olmuştu!..)
Öte yandan başka bir noktanın da burada vurgulanmasında yarar var. Mit ve M.Şahin
meselesi bir yana son dalga operasyonlarda tutuklananların mahkemelerdeki devrimci
duruşlarının altı mutlaka çizilmelidir.
Önceki SDP- TÖP savunması ne kadar “ hiza tanıyan” bir çizgiyi temsil ittiyse, Devrimci
Cephe dergisi özelindeki genel savunmalar da bir o kadar “hizayı takmayan” savunma çizgisi
olarak dikkat çekti.
Önceki savunma ne kadar “yasallık ve meşruluk”denklemine sığındıysa, son savunma
bir o kadar “devrimci meşruiyet” i esas aldı.
Önceki savunma ne kadar ezik bir görüntü verdiyse, son savunma da bir o kadar
cüretliydi. Önceki savunma ne kadar “suçsuzluk ispatı” na dayalı “yargılanan” bir savunmaya
kilitlediyse, son savunma o denli “ yargılayan” bir dili benimsemişti.
Yani önceki savunma ne kadar “savunma” idiyse, son savunma bir o kadar “saldırı” ruhunu
kuşanmıştı.
Tahliye olmayı değil, düşmanın fütursuz saldırılarına göğüs gererek öne atılmayı bu
uğurda birkaç ay fazladan yatmayı önemsemeyen devrimci sorumluluk duygusu son
savunmalara damgasını vurdu. Hem de gencecik “ dergi çalışanlarının” 35 yıllık sosyalistleri,
parti genel başkanı ve yardımcılarını utandıracak denli başı dim dik bir savunmayla vurulmuştu,
bu damga. Özellikle Devrimci Cephe dergisi çalışanı Volkan Karakuş’un ilk mahkemede yaptığı
savunma bu açıdan örnek bir nitelikteydi. Yine dergi çalışanlarına “yardımcı olması” gerekçe
gösterilerek Devrimci Karargâh’a üye olmaktan tutuklanan Vedat Yıldız da devletin hukuk eliyle
devrimcileri marjinalize etme saldırısına onurluca göğüs gerdi. “bizden sosyalist olmamamızı,
hiçbir şeyi sorgulamamazı, koyun olmamızı bekliyorsunuz. Olmayacağız!...” diyerek dayatılan
yozlaşmaya karşı çıktı. Keza Türkiye Gerçeği dergisi yazarı Mehmet Güneş’in savunmasını da
anmak gerekir. Bu savunma aslında sosyalistlerin-devrimcilerin mahkemelerde nasıl duruş
sergilemeleri gerektiğine ilişkin “ders” niteliğindeydi. Böylece düşman saldırısını devrimci bir
tavırla karşıladı. Bazılarının ‘Devrimci Karagah’la alakam yoktur, aman bize dokunmayın!”
türlü kapıldıkları liberal, reformist kaygılara tamah etmedi; “savunma” yapmayı kendisi için
hakaret olarak gördüğü devrimci çizgiyi coşkulu bir şekilde işledi. Birilerinin (hatta her
sosyalistin- devrimcinin) bu savunmaları incelemesinde fayda olduğunu düşünüyoruz. Bu
nedenle Volkan Karakuş’un Ağustos 2012 tarihli duruşmada yaptığı savunmayı aşağıya
aktarıyoruz:
9 AĞIR CEZA MAHKEMESİNE
İSTANBUL
Esasa ilişkin savunmama geçmeden evvel Ankara Bahçelievler’de Türkiye İşçi Partisi üyesi 7
sosyalisti katledenlerden Ünal Osmanağaoğlu ve Bünyamin Adanalı adlı faşist katilleri 1 ay
önce salıveren “yüce” TC adaletini kınıyor, katledilen kardeşlerimizi saygıyla andığımızı
belirtmek istiyorum.
Bu örnek de bizlere göstermiştir ki devrimcileri, emekçileri, halkı katleden faşist
sürülerden bu kirli düzen değil, sadece devrimciler ve emekçi halk hesap sorabilir.
Ayrıca, demokratik ölçülerin yasalara ve hayata geçmesi bahsinde hala TC
faşizminden medet umanlar varsa, bu tahliye örneğinin kulaklarına küpe, hafızalarına da çarpıcı
bir veri olmasını tavsiye ederiz.
Ben Devrim ve Sosyalizm düşüncesini inanç boyutuyla da sahiplenen bir insanım.
Devrimci kültürü benimseyen her insan gibi benim de temel ahlaki değerlerim, kabul ve red
ölçülerim vardır. Bu değerler yüzyıllar öncesinden, yani köleci düzene karşı isyan eden
Spartaküslerden günümüze dek egemene karşı mücadele verenlerce ağır bedeller ödenerek
oluşturulmuştur.
Dolayısıyla bu değer ve ölçüleri korumak bunlara dönük saldırılara gereken cevabı
vermek en doğal sorumluluğumuzdur. Bu sorumluluğu yerine getirmek için örgütlü olmak da
gerekmez.
Devlet, egemenliği boyunca ezilenlere karşı hiçbir zaman sadece fiziksel şiddete
başvurmamıştır. Aynı zamanda ezilenlerin büyüterek günümüze taşıdığı devrimci değerlere,
maneviyata saldırmayı da hiç ihmal etmemiştir. Özellikle günümüzde en uygun bir şekilde
yaptığı iftira ve kara çalma faaliyetleri tam da bu amaç içindir. Yani yaratılan kültürü iğdiş
etmek ve kendi karakterine has ahlaksızlıklarla devrimcilerin itibarını zedelemek için
yalanlardan, iftiralardan hiçbir zaman imtina etmemiştir.
Bu kirli ve ahlak dışı saldırılara siyasi polis sorgusunda bizde maruz kaldık. Sorgu
bahanesiyle itham edilen çirkinliklerin adını dahi anmak istemiyorum. Ruhundaki kartvizitte
“her türlü ahlaksızlık itina ile yapılır” diye yazan polis teşkilatının siyasi sorgu birimleri
devrimcilerin güya kirli işlere bulaştıkları yalanını atıyor. Kendi yalanlarına inanıp
inanmadıkları umurumda bile değil. Fakat onların hayasız iftiralarını yanıtlama hakkımı burada
kullanmak istiyorum. Eskiden beri yürüttükleri fiziki işkence ile ifade alma tekniklerini devrimci
değerlerimize saldırarak, yani psikolojik boyuta taşıyarak zenginleştirmişler, mercimek kadar
akıllarıyla bizi kışkırtıp sözüm ona ağızımızdan laf alacak zavallılar!...
Narkotik birimlerin kendi meslektaşlarına düzenledikleri operasyonlardan tanırız polisleri.
Uyuşturucunun her çeşidinin dağıtımından sevkiyatından onlar iyi anlar. Dahası, uyuşturucu bu
devlet için her zaman bir finans kaynağı olarak ele alınıp değerlendirilmiştir. Kürt halkına,
Alevilere ve devrimcilere karşı tertiplenen her türlü kontra faaliyetinin uyuşturucuyla finanse
edildiği gerçeğini artık bilmeyen kalmamıştır.
Uyuşturucu ile içten bir bağımlılık ilişkisi bu devletin siciline kazınmıştır. Bu belayı
topluma yayan da yine kendisidir. Toplumu, güya kutsal olan çıkarı doğrultusunda yönlendirmek
için bazen onun zihnini şovenizm zehriyle bazen de eroin, esrar, vb zehirlerle uyuşturan sizin
devletinizdir.
Özellikle 1970’lerden beridir sol-sosyalist ideoloji ve örgütlenmelerin yaygın olduğu
bölgelerde bu kültürü kurabilmek için devlet, sistemli bir şekilde uyuşturucu çetelerini besleyip
kollamaktadır. Buna karşın yerelliklerde bu mafyoz tiplerle mücadele eden sadece devrimciler ve
sosyalistler olmuştur.
Ayrıca yeri gelişmişken söylemeliyim: Devletin uyuşturucuya karşı mücadele verdiğini
ilan eden haber ve görüntüler gerçeği perdelemek içindir. Devletin yaptığı şey, kendi kontrolü
dışına çıkan mafyatik ilişkilere çeki-düzen verme ve piyasayı kendi kontrolünde tutma çabasıdır.
Yaptığı operasyonlar sadece buz dağının görünen kısmına dairdir.
Bir de başka iftira var ki, karşılığında kitap dolusu argümanlar geliştirmek bile
yetmez. O nedenle şimdilik birkaç cümleyle yetineceğim.
Erkek ve kadın bedeni üzerinden yürütülen her türlü yoz kültür, devletinizde işlettiği
asalak sınıfların egemen olduğu sisteme ait bir özelliktir. Bu devletin yasa koyucuları kadın
bedeninin pazarlandığı, insanların düşkünleştirildiği genelevlerin faaliyet gösterebileceği yasal
zemini sunarlar. Bu mekanlara işletme ruhsatı verip resmileştiren, vergiler toplayan, yani bir
nevi genelevlerin ortağı olan bu devlettir. Zaman zaman buralardan öyle yüksek gelirler elde
ederler ki genelev patroniçelerini ödüllerle onurlandırırlar. Yani girişimcilerin sırtını
pışpışlarlar, bir nevi.
Kendine Müslümanım diyen mevcut hükümet de bu 90 yıllık TC tarihi boyunca
süregelen bu yozlaşmadan hiç de rahatsız değildir. Şaşırmıyoruz!... Çünkü kadın bedeni
metalaştırarak onu köleliğe sürükleyen bu devletin başka bir karakteridir. Mesele ahlak ve
zihniyet meselesidir. Yani sorun sadece genelevlerle sınırlı değildir.
Birkaç yıl önce Siirt’te yaşanan bir hadise, devletin bu tür konulara hangi pencereden
baktığını göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir. Hatırlanacağı üzere Siirt Yatılı İlköğretim
Bölge Okulu’nda öğretmenlerin, müdürlerin, ordu personeli ve polislerin de karıştığı tecavüz
vakaları yaşanmıştı.
Bu olaya ilişkin dönemin Siirt valisi’nin sözleri devletin gerçek zihniyetini teşhir
etmiştir. PKK saflarında gerillaya katılan Kürt kadınlarına gönderme yaparak “Terörist
olacaklarına fahişelik yapsınlar daha iyi!” diye veciz bir söz etmiştir.
Aklı uçkurundan ayrılmayan devlet zihniyetinin dile gelmesidir, bu. Münferit bir
yaklaşım olduğu sanılmasın. Bu zehirli bakış 1970’lerde Türkiye ve Kürdistan’daki
politikleşmeyi, gelişen sol toplumsallığın etkinliğini kırmak için kendi eliyle pornografi
yozluğunu hayata sokup yaygınlaştırmaya çalışmıştır.
Devrimcilere uyuşturucu ve fuhuş üzerinden saldıranlara iftiralarını iade ediyoruz. Hepsinin
canı cehenneme… Biliniz ki, uyuşturucu ve kadın ticareti yapan çetelerin kurduğu bir vakıf veya
dernek olsaydı, sunduğu olanaklar nedeniyle mukaddes devletimize “ömür boyu üstün hizmet
ödülü” verirlerdi.
Polis ve Mahkeme Arasındaki İlişki:
Savunmama, bizleri gözaltına alıp sorgulayan siyasi polis ile mahkemeleriniz arasındaki
sorunlu hiyerarşik ilişkiyi açığa çıkaran şahsen tanık olduğum bir ayrıntıyı paylaşarak devam
etmek istiyorum. Bu örnek, yargılama ve hüküm verme aşamalarında gerçekte kimlerin karar ve
irade sahibi olduğunun ispatıdır.
Gözaltına alınışımızın dördüncü gününde savcılığa getirildik. Savcılık hepimizin
tutuklanması talebiyle bizi nöbetçi mahkemeye sevk etti. Hepimizi tek tek götürdüler. Mahkeme
kapısının önünde beni bekletirlerken, bizleri sorgulayan siyasi polis, daha sonra serbest
bırakılacak olan ve henüz mahkemeleri devam eden beş kişinin cep telefonları ve kimliklerini
getirdi. Daha mahkeme bitmemişken, yani karar açıklanmamışken kimlerin bırakılacağını polis
nereden biliyordu ki, serbest kalacakların şahsi eşyalarını iade etmeye gelmişti? Anlaşılan o ki
tıpkı polis devletlerinde olduğu gibi kimlerin tutuklanacağının kararı başka mercilerde veriliyor.
Öğrenme ve sormak hakkımızdır!... O gün bizim tutuklanmamızı kim veya kimler salık
verdi. Mahkemeler talimatları kimden alır, kime hizmet eder? Siyasi polis sorgu sırasında
“zaten mahkemeler değil, asıl kararı bizler veriyoruz. Mahkemeler sadece görüntü olsun diye
var” vb sözleri çıplak gerçeğin itirafı değil midir? Açıklayınız.
Buradan da anlaşılıyor ki, bu dava siyasi düzlemde yürüyen bir davadır. Kararları, bu
mahkemelerin üzerinde, yani devlet nizamını tesis eden asıl organlar tarafından verilmektedir.
Polise-mahkemeye ve bizlere de “hukuk” adı verdiğiniz orta oyununu sahnelemek düşünüyor. Bu
gerçekleri bildikleri halde devletin adaletinden medet umanlar mıymıntı tarzlarıyla
figüranlıklarını icra etsinler ama devrimciler bu orta oyununa katılmayacaktır.
Siyasi polis ile ilgili bu bahsi bir parantez ile bitireyim. Gözaltı süresince polisin ve
polis hesabına çalışan sicili bozuk bir polis avukatının manipülatif girişimleri oldu. Bu düzmece
avukatın adı Serkan Keleş’tir. Bu şahsa ve polis ile ortaklaşa girişilen manipülasyona diğer
arkadaşlar ve avukatlarımız değinecekleri için şimdilik es geçiyorum. Sadece şunu söylemek
istiyorum. Kimse işkencenin bittiğinden bahsetmesin. İşkence, psikolojik baskı ve tehditlerle, yeni
yöntemlerle halen icra edilmektedir.
Gelelim Dergi Meselesine!
Daha önce de belirttiğim gibi ben sosyalizm fikrini benimseyen bir insanım. Bu fikri savunan
yayınları imkanım el verdiği ölçülerde takip etmeye çalışırım.
Devrimci Sosyalist kesimlerin kimi merkezi kitapçılarda rahatlıkla ulaşabildiği içerisinde açık
adresi ve telefonu yazan Devrimci Cephe dergisi de böyle bir dergidir. Ben de bu iletişim
bilgileri üzerinden dergiyle irtibat kurdum.
Dergi varlığını-meşruluğunu tamamı ile ezilenlerin haklı tarihsel mücadelelerine
dayandırır. Sahiplendiği ilkeler ve yayıncılık anlayışı benim düşüncelerimle örtüştüğü için
Devrimci Cephe dergisi çalışmalarına katkı sunmaya çalıştım.
Devrimci Cephe dergisinin sahiplendiği ve benim de benimsediğim kimi ilkelerini
birkaç maddede şöyle özetleyebilirim..
1)
Devrimci Cephe Dergisi Marksizmi, İşçi Sınıfının birliğini, halkların kardeşliğini ve
ulusların her koşulda kendi kaderini tayin etme hakkını savunur. Demokrasinin, bir devrim
sorunu olduğuna inanır.
2)
Milliyetçilik ya da ulusalcılık adı altında toplumu zehirleyen, halkları ötekileştiren
fikir ve eylemleri yayınlarında teşhir eder. Coğrafyamız özelinde Kürtlerin, Alevilerin, çeşitli din
ve milliyetten ezilenlerin sesini yazılarına taşır.
3)
Toplumları Emperyalizm ve Siyonizm çıkarlarına göre biçimlendirmeye çalışan
işbirlikçileri teşhir eder.
4)
Türkiye Cumhuriyetindeki halkları kuruluşundan beri yoksulluğa, işsizliğe, açlığa, iş
cinayetlerine mahkum eden burjuvaziye karşı emekçileri bilinçlendirmeye gayret eder.
5)
Erkek egemen zihniyetin, hayatı başta kadınlar olmak üzere toplumun bir çok kesimine
uyguladığı zorbalığa karşı kadınları aktif mücadeleye çağırır.
6)
Sırf cinsel yönelimleri gerekçe gösterilerek ve tamamen devletin yönlendirmesiyle
geliştirilen nefret cinayetlerine vahşi saldırılara maruz kalan ve ötekileştirilen kesimlerin sesi
olmaya çağırır.
7)
Lafa gelince devrimci sosyalist geçinen, fakat korkaklık ve devlet kuyrukçuluğundan
başka bir politik hat izlemeyen, duyarlı kesimlerin öfkelerini soğurmayı siyaset sanan statükocu,
oportünist ve reformist anlayışlara karşı yazılarında devrimci çizgiyi savunur.
8)
Sınıf mücadeleleri tarihi boyunca günümüze dek büyütülerek taşınan devrimci
değerleri sahiplenir.
İşte bu ilkeler çerçevesinde derginin son sayısını çıkartma hazırlıkları yaparken tutukladık.
Anlayacağınız, savcının iddianamede bir suç aleti gibi sunmaya çalıştığı bu dergi normalde
halen yasal olarak yayın hayatında devam etme imkanına sahiptir. Sorun şu ki, iddianameyi
kendi ideolojik kurgusuna göre düzenleyen savcılık Devrimci Cephe Dergisi’ni daha en başından
kriminalize ederek savunma zeminimizi ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Bu çabanın hukukla falan bir alakası yoktur ve ne anlama geldiğini ortadır. Devlet
sosyalist fikirler taşımamızdan ve dergide Orhan YILMAZKAYA’dan bahsedilmesinden
hoşlanmamıştır. Savcılık, devletin bu rahatsızlığını sözüm ona hukuki olan bu zemine taşımıştır.
Yani daha genel bir ifadeyle söyleyecek olursak doğru olanı dile getirmiş oluruz. Sınıf
mücadeleleri, yazılı olan hukuku aşarak kendi gerçek yasalarıyla işlemeye devam etmektedir.
Az önce belirttiğim üzere, Devrimci Cephe Dergisi halen yasal bir dergidir. Şemdin
Şimşir de bu derginin editörü ve yazarıdır. Bu kişi sosyalisttir, aydın görüşlü biridir. TC faşizmin
işkence tezgahlarından geçmiş anti demokratik yasalarından dolayı ceza almış, iltica etmiştir.
Onunla olan iletişimim tamamen dergi faaliyetleri nedeniyledir. Bazen cep telefonuyla
bazen de ucuz olduğundan ankesörlü telefonla görüşmüşüm. Sanırım bu yönlü seçme
özgürlüğüne sahibim… Belirttiğim gibi bu görüşmeler dergi faaliyeti dolayısıyladır.
Yurt dışından, yani derginin editöryasından gönderilen paraları yine bu dergi için
kullanmamız gayet doğaldır. Bilgisayar buluruz, derginin yazı ve dizgisi için kullanırız; para
gelir, basımı ve dağıtımı için kullanırız. Bunun neresi anormal?
Savcı bey olur olmadık yerlerden suç fiili türetmeye kalkıyor. Olguları çarpıtarak
sunuyor…
Bu yaptığı suçtur.
Aynı çarpıtma Murat Şahin meselesinde de görülüyor. Meşruluğu vicdanlarda kabul
görmeyen ve uluslararası arenada da devletinizi rezil eden “gizli tanık” uygulamasının bir
türevi de Murat Şahin özelinde yaşıyoruz. Muhtemelen erkenden deşifre olduğu için gizli tanık
statüsüne alamadığınız M.Şahin’e MİT içinde istihdam sağlamak gibi parlak bir formül bulundu.
Öyle ya, MİT’in maaşlı elemanı gibi gösterilince itibar görüyor ve sözleri delil kabul ediliyor.
İddianamede yer alan ve M.Şahin’e ait olduğu söylenen ifadelerden hareketle şahsıma
dönük isnat edilenleri reddediyorum. Söz konusu ifadelerin bu denli önemsenmesi, suçlu yaratma
niyetinizin sonucudur. Güya bana teslim edilmesi için M. Şahin’e yurtdışından bir not verilmiş.
Bu notun da MİT’e verilmek üzere evvela havaalanında fotokopisinin çekildiği söyleniyor. Yalan
böyle bir not yok!... Eğer böyle bir not varsa, “delil” niteliği taşıdığı için mahkemeye
sunulmasını talep ediyorum. Şu güne kadar eğer MİT, delil üretmek için sahte bir not
hazırlamamışsa bu iddianın da soyut olduğu anlaşılacaktır.
İddianamenin Ciddiyeti!
Bildiğim kadarıyla iddianamelerin en temel yükümlülüklerinden birisi de iddia ettiği
hususları maddi delillerle temellendirmektir. İddianameler bunu başarabildiği kadarıyla ciddiye
alınır.
Peki savcılık ne kadar ciddi? Yani iddialarını nasıl temellendiyor? MİT’in sunduğu
soyut iddialarla….
Hukukçu biri değilim ancak, ben bile bu mantığın yani bir iddiayı soyut bir iddia ile
desteklemeye kalkmanın adalet ile uzaktan yakından alakalı olmadığı biliyorken, siz koskoca
kelli-felli cübbeli hâkimler, savcılar bunu nasıl bilemezsiniz? Nelerin delil yerine geçip
geçmeyeceğini bilmeyecek kadar cahil ve hukuktan bihaber misiniz? Tabii ki, haberdarsınız,
fakat işlettiğiniz şey objektif hukuk ilkeleri değil, düşmanlık hukukudur. Bunu görüyor biliyoruz.
Bir istihbarat örgütüne ait ve güvenirliği son derece tartışmalı olan raporların bir
yargılama için delil niteliğinde değerlendirilmesi TC faşizmine ait müstesna buluşlardan biri
olsa gerek. Objektif yaklaşması mümkün olmayan bu raporun iddianamede yer almasının bir tek
açıklaması olabilir: Gerçek hayatta işleyen sınıf mücadelesi yasalarını uyduruk materyallerle
tahkim etmek…
Anlaşılan savcılık delil toplama konusunda büyük bir acze düşmüştür. Öyle ki, her
sayfasında “hukuki delil olarak kullanılamaz” ibaresine rağmen şahsıma dönük hazırlandığı 3
sayfalık iddianamenin 1 sayfasını, yani üçte birini bu rapordan bir takım şeyler devşirerek
hazırlamıştır.
Raporun soyut olduğunu söylemiştik. Basit bir örnekle bunu açıklayacağım:
Savcının itimat ettiği bu raporda birçok kişiyle beraber Orhan YILMAZKAYA ile de irtibatlı
olduğum söyleniyor. Orhan YILMAZKAYA’yı 27 Nisan 2009’daki destansı direnişinden
hatırlıyorsunuzdur.
Haydi şimdi hayatta olanları, bir yana bırakalım da, Orhan YILMAZKAYA ile irtibatlı
olduğum iddiası neye dayandırılıyor, çok merak ediyorum. Buna ilişkin toz zerresi kadar somut
delil gösteremezsiniz. Çünkü yok böyle bir şey. Keşke olsaydı!...Keşke o büyük devrimci ile
tanışma onuru yaşasaydım!... Tıpkı Mahir’i, İbo’yu, Deniz’i, Komutan Agit’i, Beritan’ı ve Zilan’ı
tanımış olmayı dilediğim gibi, Orhan YILMAZKAYA’yı tanımayı da dilerdim; tanısaydım inkâr
da etmezdim.
Kaldı ki eğer tanımış olsaydım Orhan YILMAZKAYA’nın şehit düştüğü operasyonda
ona selam veren ne kadar alakasız insan varsa hepsini tutukladığınız gibi beni de tutuklardınız.
Tutuklamadınız çünkü böyle bir irtibat hiç olmamıştı.
Dolasıyla: iddia makamının bu yönlü somut delilini sunmasını talep ediyorum.
Sorun sadece rapordaki soyut iddialar değildir. MİT raporu savcılık tarafından dolgu
malzemesi olarak da kullanılmıştır. Kendisini mi kandırıyor, aklımızla mı dalga geçiyor belli
değil; ancak sırf ikna edici olmak için olsa gerek, iddianameyi habire şişirmiş.
Savcı bey muazzam bir suç delili keşfetmişçesine şok edici bir tespite yer vererek
ipliğimi pazara çıkarmış!... Neymiş? İstanbul Maltepe’deki “Sokak Kültür Merkezi” ne gitar
öğrenmeye gitmişim; gitar satışı ve tamiri yapan Volkan Lot’a ait işyerine uğramışım…
Bravo!... Bu sayede devlet, gitar çalmak suretiyle icra etmeye niyetlendiğim terör
faaliyetini deşifre etmiş oldu.
Esprileriyle sempatimizi kazan zekâ küpü bir içişleri var. Ne demişti yakın geçmişte?
“Sanat yoluyla terör yapıyorlar. Şiire, tuvale, notalara yansıtıyorlar terörü” diye söylemişti.
Belki ki savcımızda İdris Naim Şahin ile aynı marangozdan çıkmışlar. Örnekler farklı da olsa,
kusursuz bir benzerlikle aynı mantığı yürütüp benzer refleksleri ürettikleri görülüyor.
MİT raporu başka ne tür “hayati” deliller sunuyor savcı beye?
Kimi eylemlere katıldığım için çeşitli tarihlerde gözaltına alındığıma ilişkin bilgilere yer
verilmiş. Doğrudur, siyasi nedenlerle üç-beş defa gözaltına alındığım oldu. İddianamede de yer
alan göz altılardan birisi de 2000 yılında katıldığım F Tipi Hapishaneler karşıtı eylemdir.
“Bahsi geçen eylemlere katıldığım doğrudur!...”
Savcı bey bunu mu duymak istiyor: yani buradan ne tür bir sonuç çıkartmaya
çalışıyor, belli değil. Bir siyasal çizginin, yani sosyalist ideolojisinin ve devrimci duruşun
savunuculuğunu yaptığımı mı ispat etmeye çalışıyor? Bunun için bu denli çırpınmasına gerek
yok, sorsaydı anlatırdık…
Savcının bu çabasını nasıl okuyalım? Ne yani F Tip Hapishanelere karşı eylemlere
katılmak yasak mı? (doğrusu, yasak da olsa fark etmez ya!...)Yahut her F Tipi karşıtı eylemlere
katılanlar illegal örgüt üyesi etiketi yemeyi mi hak ediyor? Önce savcının meramını anlasak ona
göre savunma geliştireceğiz ama bu konuda bir belirsizlik olduğundan sadece genel bir
açıklama yapabilirim.
Şu anda F Tipi hapishane tutsaklığını yaşayan biri olarak bu eylemlere katılmakta ne
kadar haklı olduğumu daha iyi anlıyorum. Çünkü somut olarak ortaya çıktı ki, F Tipi
hapishaneler ile devletin amaçladığı şey bu düzene muhalif olan devrimcileri, komünistleri,
sosyalistleri yavaşlatılmış idam ile savaş dışı bırakmaktı; koyulaştırılmış tecrit politikalarıyla
sosyal çevresinden kopartarak ruhsuz, biyolojik bir varlığa, yahut bir robota çevirmekti. Hasta
tutsaklara ise zindan içinde zindan, acı içinde acı yaşatarak pişmanlıklara savurmaktı.
Lakin bunu başaramadı devlet!... F tipi işkencehaneler devrimcileri yıldıramadı. “Diz
çökerek yaşamaktansa ayakta ölmek yeğdir” dedi devrimciler. Ağır bedeller ödeyerek direndiler,
devlete kök söktürdüler.
Bunun için hapishanelerde devletin saldırıları bir yere kadar durdurulabilmişse bu
yalnızca devrimcilerin içerideki büyük direnişleri sayesindedir. Maalesef 2000’lerin
başlarındayken yaptığımız cılız faaliyetlerin kayda değer bir etkisi olmamıştır.
Hapishanelerde ve özellikle F tiplerinde fiziki, psikoloji ve günün 24 saatine yayılan
mekânsal işkence ve saldırılar halen devam etmektedir. On küsür yıl önce bizim itiraz ettiğimiz
uygulamaları bugün dışarıda başka insanlar dile getiriyorlar. “Devrimci Tutsaklar
Onurumuzdur!” diye haykırıyorlar.
Ne yapacak savcı bey? Bu insanları da mı tutuklatacak? Elbette bunu yapabilecek
güçlü bir potansiyeliniz var. Ne de olsa adeletiniz de F tipine uygun bir şekilde işliyor. Yine de
bu faşist adalet anlayışına rağmen, bedelini ödeme pahasına insanlarımız devrimcilere sahip
çıkmaya devam edecektir. Zindanlarınızın bu bağlılığı kıramadığına onyıllardır tanık olduk.
Sizler de buna tanıklık edeceksiniz.
Bu konuda sonuç olarak talebim şudur: F tipi hapishaneler karşıtı eylemler dâhil, katıldığım
eylemler nedeniyle gözaltına alınışımı savcılık hangi maksatla iddianameye geçmiştir? Bunlarla
neyi ispat etmeye çalışmaktadır? Bu siyasi detaylardan hareketle mahkeme heyeti üzerinde
kanaat oluşturmaya mı çalışmaktadır? Bu sorularımın cevaplarını almak istiyorum.
Detaylara indiğimizde görülecektir ki, savcımız aklına estiğini iddianameye
doldurmak açısından ipin ucunu kaçırmış. İnsan okudukça sinirleniyor! Yani iddianameye
doldurulan alakalı ve alakasız şeylerle boğuşmaktan bıkalım diye mi bunlar yapılıyor,
bilemiyorum.
Mesele Bayram Akdoğdu ile görüştüğümden bahsetmiş ama neden görüşmüşüm,
görüşmenin içeriği nedir, bunlara dair bir tek açıklama yok. Yani Bayram Akdoğdu ile görüşmek
mi suç, görüşmenin şekli mi suç? Bilemiyoruz işte!... Savcının anlam ve içerik yoksunu
iddianame labirentinden çıkmaya çalışıyoruz.
Bizimle beraber tutuklanan Mehmet Güneş’ten Demokratik Dönüşüm adlı dergiden kalan bir
bilgisayarı almak üzere kendisiyle görüşmüşüm. Buradaki suç nedir, beni zan altında bırakan
şey nedir onu anlamak mümkün değil. Sorun Demokratik Dönüşüm dergisi ise savcıya
“günaydın” demek isterim. O dergi çıkmayalı 3 yıl oluyor ve ben dergi filan da değil sadece bir
bilgisayar almak istemişim. Bu, başka bir bilgisayar da olabilirdi. Ki başka bilgisayarımız da
vardı. Ne yani bilgisayar edinecekken emniyet veya valilikten izin belgesi, temiz raporu filan mı
almamız gerekiyor? Böylesine saçma ve sıradan şeylerle savunma yapmaya zorlanmamız, yeni
bir işkence testi olsa gerek.
Başka siyasi davalarda da gördük. Hukuki olarak meselenin merkezinden uzak ne
kadar malzeme varsa iddianameye doldurmak artık sıradanlaşmış bir tarz olmuş. Yaygın olarak
piyasada bulunabilen kitap, film, müzik, CD’ler, devrimci önderlere ait resimler, fotoğraflar
mahkemeleriniz tarafından suçlu yaratma çabasına alet ediliyor.
Bilgisayar olan ve toplumsal meseleler üzerinde fikir yürüten herkeste bulunabilecek
makaleler benim bilgisayarımda da vardı. Bunlara da sarılmış savcı bey. Peki, bu yazıların
bilgisayarımdaki varlığından nasıl sonuç umuluyor? “Komün İnisiyatifi” “Leninizm” “PKK ve
Kürt halkı” gibi konulara ait yazılar var, doğrudur. Biraz daha uğraşsalardı muhtemelen başka
yazılar da bulabilirlerdi. Tamam da bunlar savcının işini nasıl görecek? Bu yazılardan hareketle
Devrimci Karargâh üyesi olduğum sonucu mu çıkar? Bu yazıları daha sonra okumak üzere
indirip bilgisayarıma kaydetmiş olamaz mıyım? Diyelim ki kendim yazdım o yazıları: buradan
nereye varacağız? Velev ki yazıları Devrimci Karargâh sitesinden indirmiş olayım, bu neyi
kanıtlar? Ben söyleyeyim: Savcının delil sunabilme konusundaki acizliğini kanıtlar!...
“Komün inisiyatifi” başlıklı yazı önceki iddianameye de konulmuştu. Eğer bu yazıda
bir suç unsuru olsaydı herhalde tahliye edilmezdim.
“Leninizm” yazısı da dava ile hukuki bir alaka taşımıyor. Ayrıca bütün kitapçılarda
Lenin ve Leninizm ile ilgili yığınlarca materyal varken savcı bey neden bilgisayarımda kayıtlı
olan Leninizm yazısına teveccüh göstermiştir. Bu yazıyı hukuki bakımdan ayrıcalıklı kılan şey
nedir? Bir zahmet bunları da savcılık cevaplayıversin.
Diğer bir yazı da özetle “PKK Kürt halkının temsilcisidir” diyor. Bu da iddianamede
var. İyi de bu gerçeği bugün devrimcilerin, sosyalistlerin dışında farklı ideolojilere mensup
insanlardan da duymak mümkün.
Anlaşılan savcının uykusu pek derin ki bu realiteden de bihaber.
Yeri gelmişken söyleyeyim. Bence de PKK Kürt halkının tek gerçek ve meşru
temsilcisidir. Bu belirleme siyasal gerekçelere dayanır. Kesinlikle “övgü” değildir. Öyle
değerlendirilmemelidir. Neden öveyim ki? 30 yıldır Kemalist faşizmin burnunu sürte sürte onu
dize getiren koskoca PKK’nin benim övgüme ihtiyacı mı var? Dolasıyla PKK’ye dair
söylediklerimizi birer siyasal tespit olarak değerlendirmek gerekir.
Elbette Kürtlerin tek temsilcisi PKK’dir. Bu temsilciliği AKP gericiliğinin yaptığını
söyleyenler halt etmiştir. AKP Kürtlerin temsilcisi değildir, olamaz da! Çünkü AKP’nin Kürtlere
vadettiği tek şey Roboski ve benzeri katliamdır. 90 yıllık TC tarihinde bunu görmek mümkündür.
Şeyh Said, Koçgiri, Dersim, Ağrı İsyanları, Zilan ve 33 Kurşun katliamları bu halkın belleğine
bir daha silinmemek üzere kazınmışken katliamcı mirasın sürdürücüsü olan AKP’yi Kürtlerin
temsilcisi olarak sunmak zavallılıktır.
AKP Kürtlere katliam vaadediyorken PKK ne yapıyor? Tarihin derinliklerinde kaybolmaya
itilmiş bir halkı Sn. Abdullah Öcalan öncülüğünde ayağa kaldırıyor. Bu gerçeklere kendinizi
alıştırsanız iyi olur. Hazımsızlığınız ileride ciddi travmalara yol açabilir.
Bütün bunların haricinde bir de “kod isim” kullandığım şeklinde bir yakıştırma var.
Birincisi “Hamza” ismi, ailem ve yakın çevrem tarafından kullanılan isimdir. Bilen bilir.
Anadolu’da geleneksel bir alışkanlıktır ve sadece ailede, sadece bende değil, kardeşim ve annem
için de aynı şey geçerlidir. Yani günlük hayatlarında kimlik isimleri kullanmazlar.
Vural ismiyle bir alakam yoktur. Kimse bana bu isimle hitap etmemiştir.
Şimdilik savunmam bundan ibarettir. Tahliyemi talep ediyorum
Ağustos 2012
Volkan KARAKUŞ
f)
Operasyonlar ve Mahkemelerin Sonuçları:
Dört büyük operasyon dalgasının toplamında 75 sanıklı davada 52 kişi tutuklu olarak
mahkemelere çıktı. Bu 52 kişinin içinden ise devletin elinde hepitopu 7 kişi kaldı. 1.Dalga
operasyondan Fatih Aydın, Cemal Bozkurt, Özgür Dincer; 2. Dalga operasyondan Ulaş Erdoğan;
4 dalgadan ise Okan Duman, Volkan Karakuş ve Bayram Akdoğdu….(3 dalga operasyonunda
kalan işkenceciyi Devrimci Karargah dava tutsağı olarak görmediğimizi belirtmek isteriz. Onun
ki ayrı bir “dalga” (kaldı ki bu tutsaklar arasında mahkemelerin yukarıdan aldığı emirler
nedeniyle tutsaklığı devam edenler de mevcuttur.
Neticede 4 Şubat 2013’e gelene dek süren “yargılamalar” sonucunda mütalaa okundu.
Mütalaa, mantık ve içerik bakımından önceden mahkemeye sunulmuş iddianamelerden pek de
farklı değildi; birleştirilmiş iddianamelerin özeti gibiydi. O nedenle sadece mütalaaya dönük özel
bir değerlendirmede bulanmaya gerek görmüyoruz. Yalnızca son olarak şu söylenebilir.
Mütalaada göze çarpan en önemli şey “sanık” pozisyonundaki 75 kişinin neredeyse tamamına
yakınına savcılığın yüklü cezalar istemesidir. Onca insanın “en azından Devrimci Karargâh
üyesi” olduğu iddiasına sıkı sıkıya yapışmıştı savcılık. Sahi! Acaba öyle olsaydı, bugün
Devrimci Karargah’a pislik bulaştırmaya çalışan o savcılar, buna ortak olan hakimler, planlayan
hükümet ve çeşitli karşı devrimci güçler, faşist medya yerinde duruyor olur muydu?...
Bizim nezdimizde bu sorunun yanıtı son derece nettir. Mesele yalnızca “zaman” ile
alakalıdır.
***
Diğer bölüme geçmeden önce 1 Nisan 2013 tarihinde gerçekleştirilen operasyona değinmekte
fayda var.
“Devrimci Karargah’a Son Darbe” başlığıyla basında bir hayli yer tutan bazı video ve
görüntülerin siyasi polisin eline geçmesiyle “örgütün uzun süredir aranan iki yöneticisinden!)
Ahmet Köse ve İbrahim Kaya, İstanbul ve Van’da yapılan operasyonlar sonucu gözaltına
alınıp tutuklandılar.
Yaratılan bilgi kirliliği ve manipülasyonlara bakılacak olursa, Devrimci Karargâh
sadece yöneticilerden oluşuyor. Zira yapılan operasyonlar sonucu polise göre yönetici sayısı
neredeyse üye sayısını geçecek boyuta vardırılmış.
Bu operasyonun şekillenişi ise 2013 yılının ŞUBAT ayına dayanıyor. Siyasi polisin iddiasına
göre 28 Şubat 2013 tarihinde Abidin Kürkçü diye bir şahsın Emniyete posta yolu ile gönderdiği
iddia edilen 2 adet DVD ve A4 kağıdına yazılmış, el ürünü mü yoksa bilgisayar çıktısı olarak mı
yazıldığı belli olmayan bir de bilgilendirme notu….
Bu DVD’ler ana dosyaya 25 Nisan 2013 tarihinde “Video İnceleme, Tespit ve
Değerlendirme Tutanağı” olarak ekleniyor. Gönderildiği iddia edilen bilgilendirme ise söyle:
“bir dönem sempati duyduğum, üyelerini ve örgütü tanıyınca onlardan tiksindiğim Devrimci
Karargâh’la ilgili belge ve görüntüleri size gönderiyorum” Devamı var mı yok mu Abidin
Kürkçü kimdir, nedir? Henüz belli değil.
Açıkçası bizi ve örgütü tiksinecek kadar tanıyan ama bizim bir türlü tanışma fırsatı
bulamadığımız bu uyduruk düşkün kimdir, merak etmekteyiz… Öyle ya, siyasi polise göre
“örgüt çökertilmiş” bütün üyeleri ve hatta yöneticileri -Nisan ayında gerçekleştirilen son
operasyonu da sayarsak- ele geçirilmiş. Demek ki halen daha “tiksinti duyulabilecek”
militanlarımız var ki bunun gibiler çıkıyor, ortalığı bulandırabiliyor veya bulandırttırılıyor. Geniş
bir hareket olmanın dezavantajları olsa gerek, bizi tiksinecek kadar tanıyan ama bizim her ne
hikmetse tanımadığımız insanları çoğaltabiliyorlar.
Açıktır ki siyasi polis birkaç şeyi başarma adına her zaman olduğu gibi giriştiği bu
seviyesiz oyunda da yine kendisinin ne kadar da ciddiyetsiz ve çaresiz olduğunu kanıtlamıştır.
Hâlbuki böyle ucuz oyunlara girmeden videoları servis etselerdi daha bir itibar kazanırlardı.
Olmadı bizim, duruşmalarda bugüne kadar verdiğimiz demeçleri takip etselerdi işlerine
yarayabilecek birçok veriye ulaşabilirlerdi.
Görüntülere gelecek olursak, zaten bütün mahkeme aşamalarında açıkça bahsettiğimiz
olguların bütünlüğüdür. Söylemeden geçmeyelim, bize bu nostaljiyi tekrar yaşattığı için bu
düşküne teşekkür ediyoruz. Onun “tiksinmesi” sonucu bu güzel ve eşşiz anları/duyguları tekrar
yaşamış olduk.
ıGenel olarak görüntülerin anlattığı şey esasında Özgür Kürdistan topraklarında bulunmamızın
anlam ve değer bütünlüğünü koyuyor ortaya. Bu dosyayı inceleyenlere de tavsiyemiz bu anlam
ve değer bütünlüğünde büyük resme bakmalarıdır. İlk bakışta birkaç kişinin verdiği pozlar,
silahlı eğitim, vb. görüntüler görülebilir. Fakat asıl derinliğine inildiğinde birazdan anlatılarak
bütünlüğün farkına varabilirler.
Bizler özellikle 1980’den sonra zaman zaman çıkışlar olsa da, ülkede gelişim
gösteremeyen, bir türlü ölü toprağını üzerinden atamayan Türkiye devrimci hareketinin bir
bileşeni olarak bu yenik ve yılgın statüko dönemini tekrar savaşkan sosyalizm çizgisine
döndürmek için hemen yan başımızda bulunan Özgür Kürdistan topraklarına giderek militan
devrimciliği tekrar pratiğe geçirmeye çalıştık. Nesnel gerçeklikten öze, evvela geçmişten bugüne
tüm devrim şehitlerine olan boynumuzun borcuydu bu. İnanıyoruz ki, bu küçük adımımız ve
arkasında gelen, Orhan yoldaşımızın destansı direnişi ve komutasındaki süreç Türkiye sahasında
militan bir çizginin gelişiminde bir yapı taşı olmuştur.
Kürt Özgürlük Hareketinin Medya Savunma Alanları’daki varlığı başta TC olmak
üzere tüm küresel bölgesel ve yerel düşmanlara inat sürsün diye özgürlük savaşçısı gerillalarla
yoldaşlaşarak mevzilerinde sipere yattık. Oradaki amacımız ne sadece öğrenilen askeri teknik,
bilgi ve becerileri Türkiye topraklarına taşımak, ne de enternasyonalist bir yaklaşım gereğidir.
Tüm bunları da kapsayan, emperyalizm Doğu halkaları üzerine azgınca saldırdığı bu saldırıların
önünü kesmenin devrimci cephesinin orası olduğu içindi. Sistemin payandası durumuna düşmüş
sol ile devrimcilik arasındaki açı farkının tartışılması açısından da önemli adımdı. Devrimci
olmanın ilkesel bir tavır, tarihe karşı sorumlu davranış açısından orada yerimizi aldık.
Bu anlamı ve bütünlüğü çok iyi ortaya koyan, öngörüsüyle günceliğiyle kaybetmeyen
ve yaşanan süreci etraflıca değerlendiren “KAVGA SÜRECEK!” başlığıyla yayınlanan 9 nolu
bildirinin önemli bölümlerini paylaşmak isteriz.
Devrimci Karargâh 9 nolu Bildiri
Devrimci kamuoyuna ve halklarımıza duyurulur...
KAVGA SÜRECEK!
(….)
2005 yılının yaz aylarında, Bedrettin Hareketi ve 16 Haziran Hareketi kadrolarının Türkiye
devrimci hareketinin dibe vurmuş konumu ve bundan çıkış yolları üzerine yaptıkları ilk
tartışmalar, hızla savaşkan bir sosyalizm çizgisini devrimci bir direniş merkezi olan Kürt
özgürlük çizgisiyle yoldaşlaştırarak Türkiye sosyalizminde egemenliğini sürdüren
oportünizme ve reformizme alternatif devrimci bir yol çizme görevinde birleşik bir örgütsel
yapı oluşturma kararına vardı.
Tartışmalarda kolayca ortaklaşılan en birincil taktik örgüt ve mücadele halkası, artık
neredeyse sadece söylemde kalmış militan bir çizginin pratik vurgusunu yapmak ve bu
temelde statükocu sol devletçiklere tepkili devrimci arayıştaki kadro ve kitle potansiyelinin
önünü açmaktı. Devrimci mücadelenin yakın tarihindeki iki ağır yenilgi ve takip eden
süreçteki devrimci zorlamaların keza başarısızlıkları üzerinden böylesi taktik bir görevin
başarılabilmesi önemli zorluklar içeriyordu. Statüko solculuğunun, kendi sistem içi duruşuna
meşruiyet verdiğini düşündüğü en önemli argümanı devrimci zorlamaların sistem
karşısındaki etkisizliği ve nihai olarak başarısızlığı çerçevesinde oluşturuluyordu. Bu
engellerin aşılması için hem mücadelenin askercil taktiklerine yeni üstünlük öğelerinin
katılmasının gerekliliğini, hem de bu mücadele çizgisinin özellikle proletaryanın yoğun
bulunduğu metropollerde görece istikrarlı bir varoluş göstermesi gerektiğini kestirmek herkes
için kolay ulaşılabilecek mantık sonuçlardı. Düşmanın gelişkin örgütlenmesi itibariyle
özellikle kent alanlı ve dar kadro örgütlenmesine dayalı silahlı mücadele tarzlarının ömrünün
fazla olmadığı, Türkiye ve dünya pratiğinden bilinir bir durumdu. Ancak sosyalist hareketin
90’dan beri ağırlıkla liberal sol ve sivilci tarzlarla geçen faaliyetinin verimli olmayan siyasal
bilançosu da ortadaydı. Türkiye devrimci hareketinde aşağı yukarı on yıllık bir savaşkan
tarza karşılık, post modernist, yasalcı ve liberal-sivil toplumcu anlayışların ortaya çıkardığı
statüko sosyalizminin neredeyse çeyrek asırlık ve günümüze ulaşan tarihinin toplumsal
kurtuluş hedeflerimize manen ve madden kattıkları kıyaslandığında negatif veriler ağırlıkla
ikincisinin hanesinde bulunmaktaydı. Bütün tezahürleriyle, toplumsal dönüşümü bir hukuk
süreci olarak algılayış, kapitalizmi sonuçları üzerinden reforme etme çabaları, devlet
ceberutluğuna karşı liberal demokrasiyi, dinsel gericiliğe karşı burjuva modernizmini
savunma çizgisi statüko sosyalizminin politik ve programatik konumunu çerçevelemekteydi.
Oysa emperyalist kapitalizmin içine girdiği derin bunalım süreci, kendi yeni bir “yeniden
paylaşım” konjonktürünün birincil gerilimlerini ülkemizin de içinde bulunduğu Ortadoğu’ya
bindirmekteydi. Proletaryayla uluslararası burjuvazi arasındaki sınıfsal çelişkilerin
baskılandırılması sayesinde emperyalist burjuvazi bölgedeki bütün etnik-ulusal, dinimezhepsel gerilimleri kendi egemenliğinin bir koşulu olarak yükseltirken, gerilimlerin çözümü
için halkların emperyalist hegemonyaya tâbiyetinin dayatıldığı bir politik konjonktür
oluşturuyordu. Savaşkan sosyalizmin mücadele ve örgüt tarzlarını rafa kaldırmış onlarca
yapının işçi sınıfının ve ezilen halkların muhalefetini oluşturmada ve temsil etmedeki aşırı
başarısızlığı ile emperyalist kapitalizmin yapısal bunalımını çözüm için özellikle yüklendiği
Ortadoğu’da ve dolayısıyla ülkemizde giderek yükselen gerilimin ters orantısı devrimci
yapıları, kadroları ve emekçi yığınları yeni bir çıkış arayışına sokmaktaydı. Bu konjonktürel
muhasebelerin yanı sıra tarihsel ve teorik olarak da Türkiyeli bir devrimin, silahlı mücadele
taktiğini devrimci bir örgütün stratejik planlamasının zorunlu ve daimi bir parçası kıldığı
görüşünde ortaklaşan tartışmalar bütün caydırıcı ve zora düşürücü faktörlere karşın devrimci
ve savaşkan bir sosyalizm çizgisini yaşama geçirme kararına vardı. Oportunizmin
“olabilecek olanı yapmak”, devrimciliğin ise “olması gerekeni yapmak” olduğu konusundaki
tarihsel ve ahlaki tarifler Devrimci Karargâh’ın yolunu belirledi.
Yeni yapılanmanın oluşturulmasında birinci dereceden rol oynayan Orhan yoldaşımız,
çizginin pratikleştirilmesinde de en önde görev aldı. Onun komutasındaki bir grup savaşçımız
özgür Kürdistan dağlarında, Kürt özgürlük savaşçılarının en sınırsız yoldaşlık
dayanışmasıyla ağırlanırken, iki hareket bir taraftan Türkiye devrimi için en kapsayıcı
olduğuna inanılan “Şimdi Denizlere Açılmanın Zamanıdır” isimli bildirge çerçevesinde
ideolojik-politik temelde sentezleşme sürecini, diğer taraftan da faaliyetin militan özünün
açığa çıkarttığı yol arkadaşlıklarından arınmalarla daha da güçlenen yoldaşlaşma sürecini
derinleştirdi. Böylece başlangıçta sadece askeri bir kolun örgütlenmesi olarak tasarlanan
Devrimci Karargah yapılanması giderek askeri-politik bir öncü örgütlenmeye evrildi.
Askeri faaliyetin düşman tarafından daraltılmış imkânlarına katılacak yeni taktik ögelerle az çok
istikrarlı bir askeri-politik varlık sürecinin bu potansiyel arayışlarda yeni sentezleşmeler ve yeni
açılımlar getireceği umudu kendi faaliyet dönemimizin başlangıç duygusuydu. (…)
***
Öncelikle askercil tarzımıza düşmanı etkileyecek yeni ve bilinenden daha yüksek taktik
ögelerin katılması gerçekleştirildi. Bilindiği gibi askercil taktik askercil tekniğin bir
fonksiyonudur. Gerek Türkiye devrimci hareketinde gerekse de Kürt özgürlük direnişinde son
zamanlara kadar düşmana yöneltilen saldırılar ağırlıkla ferdi silahların etkinliği
çerçevesinde olmuştur. Kır gerillasında, düşmanı göreli savunmasız bırakan açık alan
avantajlarının ferdi silahlarla saldırı temelinde değerlendirilmesi mümkün olmasına karşın,
şehir gerillasında ve özellikle bizdeki seyri itibariyle denebilir ki, düşmanın, devrim açısından
hedef oluşturan noktalara yönelik yakın ve katı koruma sistemi devrimin caydırıcı ve yol açıcı
şiddetini büyük çapta etkisiz kılmış ve silahlı mücadele sonuç getirmeyen militan ataklar
halinde giderek silahlı mücadelenin etkisizliği fikrini yeniden üreten başarısız eylemler
dizgesi haline dönüşmüştür. Silahlı devrim çizgilerimiz, savaşçılarının tüm ataklığına ve
fedakârlığına karşın feodal surların karşısında çaresiz kalan kabile güçleri durumundadır.
(…)
Düşmanın en korunaklı noktalarına, en yüksek ateş gücünü, olabilen en az riskle sevk
edebilme imkânı, zaten insan kalitesindeki üstünlüğünü tarihsel olarak kendiliğinden bulan
devrimci harekete silahlı mücadele temelinde önemli bir boyut katacaktı. Böylece devrimin,
karşı devrimle askercil hesaplaşmasında elde ettiği ağırlık, giderek yığınların siyasal
bilincinde de ağırlık kazanmasının bir aracı haline dönüşebilecekti. Moskova ayaklanmasında
el bombalarının, İspanya iç savaşında molotof kokteyllerinin, Filistin direnişindeki halk
patlayıcılarının çizdiği askercil tekniğin devrimci mücadeleye entegrasyonu sürecinde, keza
Filistin ve Lübnan direnişinde giderek sanayileşme özelliğini gösteren ve “halk topçuluğu”
denilebilecek bir düzeyi olgunlaştırdığı görülmekteydi. Diğer taraftan hemen yanı
başımızdaki HPG pratiğinde de, kır gerillasının ferdi silahlara dayanan klasik tarzlarına ek
olarak, düşmanın korunaklı noktalarına ve faaliyetine uzaktan kumandalı tuzaklama ve Bezele
saldırısında görüldüğü gibi giderek geri tepmesiz top ve havanlar da kullanarak artırılan
vuruş gücüyle yönelme, TSK’nın kırsal etkinliğinin kırılmasında önemli bir rol oynadığı gibi,
TC’yi askeri düzeyde başarı fikrinden giderek uzaklaştıran bir etki yarattığı da ortadadır.
Sonuç olarak, İstanbul’daki ordu komutanlığını hedef alan havan saldırımızda somutlandığı
üzere “halk topçuluğu” diyebileceğimiz askercil bir düzeyin teknik ve taktik bilgisi
oluşturuldu. Devrimin, Filistin direnişinde basit kimyasal gübreyi “halk patlayıcısı”na
çeviren yaratıcılığı, bizim pratiğimizde dehşetengiz “sesini bildikleri” ateşi, basit bir su
borusu düzeneğiyle düşmanın en korunaklı üslerine sevk etmek şeklinde tezahür etti.. Havan
gülleleri.. onlar gerçekti, askeri sanayinin ürünleriydi. Edinilmesi ise her biri küresel yeniden
paylaşımın önemli kriz noktalarını oluşturan Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu üçgeninin
tam ortasında yaşayan devrimciler için pek de sorun değildir. Ya da niyet sorunudur. Bunu
düşman çok iyi algıladı ve üzerinde çok önemle durdu. Bütün siyasal ve askeri uzmanlarıyla,
yazılı ve sözlü bütün değerlendirmelerinde olayın değil, olgunun adını anmaktan imtina
ederek bu saldırı boyutunun kendi sistemlerinde ne denli stratejik gerilemelere yol açacağını
üstü kapalı tarzlarda ifade ettiler. Selimiye tabelasının üstünün kapatılmasıyla kendini açığa
vuran devekuşu paniği, Evren’i klasik tarzda güvenlikli kılan çiftliğinden kent içine
taşınmaya, Köşk’ün çatısının zırhlarla kaplanmasına varan ciddi önlemlere yol açtı. Bunlar
basına yansıyanlarıydı. Yansımayanları bilemiyoruz, ancak hangi düzeyde olursa olsun hiçbir
önlemin kentli bir mücadelenin bir parçası haline getirilmiş bu tarzın üstesinden gelebilecek
güçte olmadığını bilebiliriz. Kolayca görülebileceği üzere, tartıştığımız içerik düşmanın
çaresizliğinin askercil taktik ve bir savaş felsefesi olarak tarifidir.
Eylemin genel kapsamı itibariyle düşman hızla kendini güvene alacak kısmi tedbirlere
yönelirken esas olarak da halk topçuluğu tarzının akıllardan uzak tutulmasını, devrimci
mücadelenin genel çizgileri içine dahil edilmemesini sağlayacak manipülasyonlara, düşünsel
blokajlara yöneldi. Bir taraftan eylemin etkinliği küçültülmeye çalışıldı, “acemi” bulundu.
Kötü niyetli olmadıklarını varsayarak, Sol’dan da bu görüşe itibar edenler olduğu için
söylemeliyiz ki, bu atışları acemi bulanların kendileri aslında acemi idi. Topçulukta ilk atışlar
hesaplamaların kontrolü içindir. Kesin ayarlama ilk atışları takiben yapılır. Bir kent eylemi,
eylemciye bu denli görece uzun zaman tanımayacağı için Devrimci Karargâh nokta atışı
değil, olası istenmeyen sivil zayiatlara yol açmayacak tarzda geniş hedef alanları gözetmiş ve
bunlardan birine yönelmiştir. Şehir eyleminin gerektirdiği bir serilikte de hedefe isabetli
vuruşlar yapılmıştır. Düşman, eylemin kendisinde yarattığı korku ve şaşkınlığı özel olarak
kontrol altında tutulmaya çalışarak, medyada etkiyi ve tarzı küçümseyen söylemle eylemin
yaratacağı sempatinin ve örnek olma halinin önüne geçmeye çalışmıştır. Diğer taraftan
kullanılan tekniğin özelliği itibariyle hızla Ergenekon bağlantısı kurulmaya çalışılmış ve bu
tarz silahlı mücadelenin devrimci örgütlerin işi olamayacağı düşüncesi hem kamuoyuna hem
de devrimci örgütlere yönelik işlenmiştir. Ve ne yazıktır ki, gene devrimci ortamımızın grupçu
rekabet alışkanlığı içinde sol’dan; “mujiğin çakmaklı tüfeği”nin ötesine geçemeyen,
statükoyu fazlaca etkilemediği için karşıtlarını bile memnun etmekte olan bayağılaşmış silahlı
mücadele anlayışının, sağ’dan; umutsuzluk ve teslimiyet batağı içinde olmanın, devrime ve
devrimci yaratıcılığa inançsızlığın, statükoya angaje dengelerin sarsılmasından korkmanın
örtük bir tezahürü olarak düşmanın bu manipülasyonuna güçlü bir katkı sağlamış ve “yeni”
bir örgütle, bu denli “kalifiye” savaşçılık, birbiriyle bağdaştırılamamıştır. Oysa Devrimci
Karargâh örgütsel bünye olarak “yeni” çatılan bir yapı olmakla birlikte, Türkiye devrimci
hareketinin birikimlerini kendi mücadele hattını belirlemekte değerlendirebilecek kadar
“eski”ye uzanımları olan bir yapılanmadır. Keza, pek çok ileri sosyalist kadronun bildiği,
tanıdığı Orhan yoldaşın temsil ettiği üzere deneyimli ve kararlı bir kadro yapılanması
mevcuttur.
Türkiye devrimci hareketi, küçükburjuva yapısallığının getirdiği saiklerle Devrimci
Karargâh’a bir tür “boyalı kuş” muamelesi yapıyorken aslında kendi birikimlerine,
potansiyeline, yaratıcılığına, atılganlığına ve devrimci programına ne kadar yabancılaştığını
resmetmiştir. Bu yabancılaşmanın yol açtığı yatkınlık gereği, fethullahçı medyanın gobelsvari
yalanlarına ikna olmada Ahmet Altan gibi bir Amerikan beslemesi ve yeminli bir devrim
düşmanıyla yan yana düşmek ne yazık ki kaçınılmaz olmaktadır.
Sırların artık açığa vurulduğu bugünkü aşamada, Devrimci Karargâh’ın tarz ve insiyatifine
düşmanın söylemiyle yaklaşanların, bize değil belki ama kendi kendilerine mutlaka bir
otokritik borçları vardır. Bu otokritik sorumluluğu onların devrime samimiyetlerinin ölçüsü
olacaktır.
***
Gücümüzün maddi değerinde, her darbe yiyen örgüt gibi elbette bizim de, 27 Nisan öncesine
göre bir hırpalanma mevcuttur, ancak 27 Nisan bize, öncekinden daha güçlüsünü yaratmanın
bütün imkan ve potansiyellerini sunmuştur. Hareketimiz hızla yaralarını sarmaktadır. Bundan
öte, biliyoruz, görüyoruz ve hissediyoruz ki, Devrimci Karargâh’ın ve Orhan yoldaşımızın
mücadele çizgisi Türkiye devrimci hareketinin bağrında pek çok filize tohum olmaktadır.
Düşmanın, “çökerttik” söylemi boştur. Devrimci Karargâh çökertilemez.. çünkü her şey bir
yana, Devrimci Karargâh’ın salt örgütsel bir bünye değil, askeri-politik bir devrim
anlayışıdır. İsmet İnönü’nün Sakarya’nın kaybedilmesi ihtimaline karşı söylediği gibi “savaş
kurmay heyetinin kafasında kaybedilir”. Devrimci Karargâh’ın gelinen aşama itibariyle
yaptığı süreç analizlerinde “keşke”ler bulunmamaktadır. Zor bir yola çıkılmazdan evvel
yapının kendini yeniden üretim imkânlarının zenginleştirilmesinin beklenilmesi, bunun için
kimilerinin “ön hazırlık” adı altında yaptığı ve liberal sol çalışmadan sadece söylem
düzeyinde farklılık gösteren çalışmaların yapılması gerektiğine dair akıl öğretmelere hiç
ihtiyacımız yoktur. Sınıfın siyasal mücadeleyi devrime taşıyacak modern başkaldırı kültürü ve
geleneklerinin olmadığı, devrimin ağırlıkla proletarya dışı kesimlerdeki etkisi üzerinden
öncünün örgütlendiği ülkelerdeki devrimci mücadele tarihinin bize öğrettiği, “savaş dışı stok
olamayacağı”dır. Umberto Ortega’nın devrimci haliyle ve devrimci öncünün inşası için
yapılan benzer tartışmalar içinde belirlediği bu çerçevenin açık manası şudur: Hangi zeminde
örgütleniyorsanız, o zemin öncüyü kendine tabi kılar.
Devrimci Karargâh’ın bildirgesinde tanımlanan devrim ve mücadele anlayışı, yola çıkarken
olduğu gibi, bugün de Türkiye işçi sınıfını ezilen halklarını iktidara taşımanın yolunu ve
yordamını tarif etme gücünü korumaktadır.
***
Bununla birlikte, Devrimci Karargâh, kendi yeniden üretim imkânlarının muhasebesi ötesinde
emperyalist krizin içinde bulunduğumuz evresinin özellikleri itibariyle birleşik devrimci
öncünün inşasındaki aciliyeti hatırlatmak üzere devrimci kadro ve kurmayların dikkatini
Türkiye devrimci hareketinin birikim ve potansiyellerinin değerlendirilmesine çekmeye
özellikle ihtiyaç duymaktadır.
(…)
Nasıl ki Orhan yoldaşın eylemi, bize direnişçi tarihimizi yeniden hatırlattıysa, Devrimci
Karargâh’ın kendi kısa tarihini oluşturan süreçte geçtiği yollar, devrimci hareketin kendi
direniş cephesini kurabilmesi için hangi yollardan geçilmesi gerektiğini ve bu yolların
geçilebilirliğini göstermesi açısından da değerlendirilmelidir.
(…)
Türkiye devrimci hareketinin Devrimci Karargâh’ın tarz ve insiyatifine yönelik tutumu, aynı
zamanda Kürt özgürlük hareketine ilişkin yaklaşımlarının da test edilmesine imkân
sağlamıştır. Devrimci Karargah’ın, PKK’nin bir “yan örgüt”ü olduğuna dair propagandası
devrimci hareketin özellikle kemalist eğilimli ulusalcı sol bünyeleri tarafından ayniyle
kullanılmıştır. Devrimci hareketin eylem ve faaliyetlerinde düşük etkinlik düzeyine uygun
olmayan ama devrimci iyi niyeti taşıyan herkes tarafından olmasını istediği ve beklediği bir
tarz ve insiyatifin açığa çıkması bir moral yükselme, bir diriliş yaratacağı yerde, bu hamle,
özellikle umutsuzluk ve teslimiyeti içselleştirmiş olanlarla, kemalist ve ulusalcı sol yapılar
tarafından Türkiyeli bir devrimin öz dokusundan çıkarılarak Kürt devrimine ait kılınmaya
çalışıldı. Devrimci Karargâh, Kürt devriminin bir parçası sayılmasından siyasal ve ahlaki
hiçbir sıkıntı duymazdı, eğer ki gerçek böyle olsaydı.
Devrimci Karargâh’ın Kürt devrimiyle ilişkilenmesi genel çerçevede ezilen ulusun kendi
kaderini tayin hakkını sınırsızca tanıyan leninci ideolojik çizgisinin bir gereği olarak, özel
durumda ise Kürt devriminin, Türkiye devrimine stratejik ve taktik planda imkân açan
programatik istihdamının bir gereği olarak ve özellikle de, içinde bulunduğumuz konjoktürün
ve bölgesel gerilimlerin Kürt özgürlük hareketine ve Kürt halkına tarihen yüklediği misyonu
algılamanın bir gereği olarak gerçekleşmiştir. Yani kolayca görülebileceği gibi, Devrimci
Karargâh’ın Kürt özgürlük hareketiyle ilişkilenmesi, tümüyle Türkiyeli bir devrim üzerinden
ve Türkiyeli devrimciler için tarif edilmiştir.
Devrimci Karargâh, daha embriyon halindeyken kendini özgür Kürdistan dağlarına
taşımasına ve hatta Kürt devrimi, Devrimci Karargâh’a bir tür koza işlevi görmesine karşın
iki örgütün arasında organik ilişkilenme arayışı değil ama sonuna kadar devrimci dayanışma,
sonuna kadar özgürlük çizgisinde yoldaşlaşma, çoğu yerde birleşik bir tarihin birbirine
kaynaştırdığı enternasyonalist bir kardeşleşme yaşamsal kılınmıştır. Bu sadece Devrimci
Karargâh’ın Türkiyeli bir devrime aidiyetinin gereği olmamıştır, belki de ondan daha fazla
Kürt özgürlük hareketinin genelde özgürlükçü devrimci çizgilerle dayanışmaya, ama en fazla
Türkiyeli devrimci örgütlerle yoldaşlaşmaya verdiği yüksek değer ve ölçülemez hassasiyetin
bir gereği olmuştur.
Güncel pratik göstermektedir ki, Türkiye devrimci hareketi, Kürt özgürlük hareketine göre
ikincil, geri bir konumda olduğu hiçbir ilişkilenmeye gönlünü tümüyle açmamaktadır. Bunda,
böyle bir ilişkilenmenin TC’nin kendilerine şiddetle yönelecek olmasının yarattığı korku
kadar, Kürt devrimiyle ilişkisi açısından Türkiye devrimci hareketinin ezen ulus bünyesinden
olmasının, “türk” olmasının getirdiği şoven kompleksler de rol oynamaktadır. Devrimci
Karargâh’ı, eylemi üzerinden değil de, eylemini ve varlığını PKK’ ye bağlayarak, Kürtlük
üzerinden gizli açık yabancılaştırmaya çalışmak şoven Türk ideolojisinin devrimci
hareketimizde kendini açığa vuruşudur.
(…)
Devrimci Karargâh, devrimci atılganlığı güçlendirdiği, uluslararası emperyalizmin,
siyonizmin ve TC gericiliğinin bölgesel programlarını bozma gücündeki Türkiye ve Kürdistan
devrimlerinin genel boyutta yoldaşlaşmasının önünü açtığı için bedel ödemiştir. Ancak,
Orhan yoldaşın dediği gibi, kavga sürüyor, sürecek ve devrim, onu değersizleştirenler elinde
değil, kendisi için verilen bedeller üzerinden zafere yürüyecektir.
KOMUTAN ORHAN YILMAZKAYA ÖLÜMSÜZDÜR!
YAŞASIN DEVRİM VE SOSYALİZM!
YAŞASIN TÜRK VE KÜRT HALKLARININ MÜCADELE BİRLİĞİ!
YAŞASIN DEVRİMCİ KARARGÂH!
III. BÖLÜM
PROGRAM, GÜNCEL ANALİZLER VE DÖRT MÜCADELE BAŞLIĞI
Bu bölümü kendi içinde üç farklı başlığa ayırdık. İlkin hareketimizin varoluşunu
gerekçelendirdiği programatik metne yer verdik. Bu metin 2006 tarihinde yani Devrimci
Karargâh’ın hazırlık aşamasında “Şimdi Denizlere Açılma Zamandır” başlığıyla kaleme alınmış
ve “Programatik Çerçeve” olarak kabul görmüştü; olduğu gibi aktarıyoruz.
İkinci başlık altında ise program metninin ardından,2006 yılında beri dünyada yaşanan
gelişmeleri, emperyalizmin yeni yönelimlerini, Ortadoğu’daki değişimleri ve TC’nin
restorasyonunu ele aldığımız belirlemelere yer verdik.
Bu bölümün sonunda ise TDH’nin bütünsel krizinin nedenlerini ve bu krizi aşmak için nasıl
bir dönüşüm yaşaması gerektiğini aktardığımız, “Dört Mücadele Başlığı” olarak adlandırdığımız
“Teorik Yenilenme, İdeolojik Yerelleşme, Örgütsel Harmanlanma ve Pratik Devrimcileşme” ye
ilişkin hedeflerimizi açıklamaya çalıştık.
1) PROGRAM
ŞİMDİ DENİZLERE AÇILMA ZAMANIDIR
EKİM 2006
Ekim 2006
Giriş
On yıllardır devrimci hareket Türkiye emekçi halklarının ne politik ne de ideolojik temsilini
yapabiliyor. 20’li yıllardaki komünist kuruluş, 60’lı yıllardaki militan çıkış devrelerinden
sonra,
çeyrek asırdır yaşanan örgütsel, politik ve ideolojik etkisizlik hali, devrimci hareketin
tarihinde
neredeyse üçüncü bir periyot durumunu alarak statüleşti. Statü, kendiliğinden gidişi örgüt ve
siyaset pratiği olarak benimseyen, bundan çıkış için irade geliştirmeyen sol-marksist
kesimlerce
her gün yeniden üretiliyor. Üçüncü dönemin egemen örgüt ve siyaset anlayışı statükoculuk
olmuş durumdadır. Yeni bir devrimci çıkış, anılan sol statünün ve statükocu solculuğun
üzerine
yürünerek yapılacaktır. On yılların pratik politik ataleti statükocu solculuğu, onun örgütsel,
politik ve ideolojik duruşunu karşımıza almadan, parçalamadan aşılamayacaktır.
20’lerden gelen komünist faaliyetin çıkışsızlığı Denizler’in saf devrimci militan çizgisiyle
aşıldı. Basit bir analoji bizi “Deniz olunmalı”ya götürmektedir. Bu küçük burjuva romantik
bir
öykünme değil, bölgesel savaşın bütün ağırlığıyla ülkemize yığılmakta olduğu yeni dönemin
kaçınılmaz devrimci tutumudur.
Bu anlayıştan hareketle, (X ve Y yapıları) geçmişin statükoculuğu içinde aşınan örgütsel
yapılarını terk ederek yeni zeminde buluşmuş, sınıf mücadelesinin günümüzdeki dingin
sularından bölgesel savaşın kaosuna açılmak amacıyla güçlerini birbirlerine katmışlardır.
Aşağıdaki bildirge, bu kararlaşmanın örgütsel ve siyasi çerçevesini belirlemektedir.
Leninci marksizm pusulamız, devrimci tarihimiz rotamız olacaktır.
Devrimci selamlarımızla…
A - GENEL DEĞERLENDİRME
-IEMPERYALİST
DÜNYA YENİ BİR YENİDEN PAYLAŞIM SÜRECİNE GİRMİŞTİR!
Dünya yeni yüzyıla proletaryanın uluslararası hareketinin yokluğu koşullarında girdi.
Sosyalist
çöküşün yarattığı vakum bir taraftan emperyalist-kapitalist dünyayı içine çekerken, diğer
taraftan karşıtına göre örgütlenmiş bu cepheyi biçim anomalilerine uğrattı. Emperyalist
dünyanın soğuk savaşa göre şekillenen yapısı esas olarak ABD’nin askeri aygıtına ve
Avrupa’yla Japonya’nın hem uluslararası sermaye genişlemesini hem de ABD askeri aygıtını
finanse eden gerçek sermaye yapısına dayalı bir işbölümü tarzında idi. Sosyalist sistemin
çöküşüyle başlayan yeniden paylaşım süreci, ABD’yi reel sermaye gücü açısından, AB ve
Japonya’yı ise askeri güç açısından uygunsuz durumda yakaladı.
ABD, soğuk savaş dönemindeki motivasyonu ve askeri güç üstünlüğüyle yeniden paylaşım
döneminin bu yeni açılışında atağa geçmekte gecikmedi. Dönemin yeniden sömürgecilik
karakterini “önleyici savaş doktrini” adı altında kavramsallaştırırken, Avrupa sermayesinin
lokomotifi durumunda olan Almanya, kendi doğusunu entegre etme uğraşısı içinde zaman
yitiriyordu. Ardından, oğul Bush ve neo-con’larca, Reagan döneminden beri ifade edilen
“Yeni
Dünya Düzeni” kavramından anladıklarını “Yeni Satranç Tahtası” ile Ortadoğu üzerine
programlaştırarak, çağı “Amerikan Yüzyılı” kılma hedeflerini açıkça ilan ettiler ve sadece
doğulu halklara değil, aynı zamanda bütün diğer emperyalist odaklara da meydan okuyan bir
sürece giriş yaptılar.
Sosyalizmin çöküşüyle “Tarihin Sonu”nu ilan eden emperyalist dünya, sosyalizmin boşalttığı
alanları ele geçirmede artık “Medeniyetler Savaşı” aşamasına geçiyor ve W. Bush bunu yeni
bir
“Haçlı Seferi” olarak ilan etmekten çekinmiyordu. Olay, emperyalist-kapitalist dünyanın
coğrafi
adı olan Batı’nın, geçmişte doğrudan sosyalizmin içinde ya da sosyalist sistemin varlık
koşullarında ve desteğiyle emperyalist sisteme karşı görece özerkliğini koruyabilmiş ülkeler
coğrafyası olan Doğu’yu sömürgeleştirme, sisteme mutlak entegrasyonunu sağlama
programıydı. Ya da başka sözcüklerle ifade edecek olursak, yapılmak istenen hem batı ile
doğunun yüzyıllardan gelen tarihsel, sosyal, kültürel farklı oluşlarını, hem de bunun yol açtığı
ekonomik ve politik farklı duruşlarını yeni politik aşamada emperyalist zorla aşma
girişimiydi.
11 Eylül bu kaçınılmaz hesaplaşmanın gongunu çaldı. Bu hesaplaşmada ilk darbeyi atlatan
Rusya ve Çin, hızla kendilerini toparlayarak, emperyalist paylaşım sürecinde kendilerine yer
bulmak amacıyla sosyalist altyapılarını yeniden düzenleyerek kapitalist pazar paylaşımı
kavgasında yerlerini güçlü bir şekilde aldılar.
Tarihsel ve toplumsal şekilleniş olarak Batı, Girit’ten başlayan teknik ve teknik dolayımlı
üretici güçler coğrafyasını oluştururken, Doğu, Mezopotamya bataklıklarından yükselen insan
ve insan dolayımlı üretici güçler coğrafyasıydı. Bu nedenle sosyalizmi alaşağı etmiş ileri ve
zengin ülkeler sistemi olan emperyalizmin, doğunun yoksul ve geri halklarını kolayca dize
getireceği ve oralara “ileri insanlık” adına moderniteyi taşıyacağı düşünülüyordu. Oysa doğu
insanı, batının yabancılaşmayı en üst düzeyde yaşayan insan ve toplum bilinçlerinin
algılayamadığı bir direnç gösterdi. Sosyalizmin, sömürülen ve ezilen insanlara ait bir kurtuluş
ideolojisi olmaktan düşmesinin sonrasında bu direniş bölge halklarının tarihsel ideolojisi olan
İslam adına yapılıyordu. Özellikle de İslam’ın Şii versiyonu tarafından… ABD emperyalizmi
yakın tarihte İslam’ın Sünni devletleşmeleriyle kolayca işbirliğine gidebilmiş ve onlar
üzerinden sosyalizmi kuşatmak için “Yeşil Kuşak” projesini gerçekleştirebilmişti. Şii İslam
ise
emperyalist politikalara şiddetle direniyor ve anti-emperyalist dünya halklarının sempatisini
kazanıyordu.
Şii İslam’ın modern siyasal tarihte yerini alışı İran İslam devrimiyle oldu. Bu devrim,
Bolşevik
devrim ve ardından gelen diğer sosyalist ve anti-sömürgeci başkaldırılardan sonra, geri doğu
halklarının emperyalizme ikinci meydan okuyuşuydu ve emperyalizmin bölgesel yayılışı
ikinci
kez engellenmiş oluyordu. Emperyalist sistem, 70 yıllık bir aradan sonra Bolşevik devriminin,
sosyalizmin üzerinden geçmeyi başardı. Şimdi sıra İran devrimindedir. Bu yüzden bölgesel
kaosa ait bütün güncel ve çoğu birbirine karşıt gibi ortaya çıkan veriler, hep bu genelde Batı,
özelde ABD-İran karşıtlığı üzerinden okunur ve anlaşılır olmalıdır. Hristiyan dünya ile İslam
dünyası arasındaki artan gerilim kaynaklarını bu bağlamda düşünmek, önceden çok tanık
olunmayan şekilde gerginleşen sembolik olayları bu şekilde okumak gerekmektedir. Batı
uygarlığı nasıl sömürgecilik döneminin papasını, sosyalizmle mücadele döneminin papasını
bulup çıkarttıysa; Papa 16. Benedict de anılan güncel çizgisinin de en az onlar kadar politik
papası olacaktır.
Doğru anlaşılması gereken birinci konu, tek dünya gücü konumunda politika üreten ve
dünyanın en gelişkin savaş makinesi olan ABD’nin dünya siyasetine kadir-i mutlak statüde
yön
verebilmesinin söz konusu olamadığıdır. ABD, hem Irak ve Afganistan’daki direnişin altında
kalmış ve giderek kendisi için yeterli gördüğü asgari programlara doğru çekilmektedir, hem
de
Irak ve Lübnan’da kendine karşıt güçleri büyütmekten kaçınamamıştır. Doğru okunması ve
anlaşılması gereken ikinci gerçek ise, emperyalist dünyanın bir ABD imparatorluğu şeklinde,
bir süper emperyalizm düzeyinde örgütlenip politika yürütemediğidir.
ABD, özellikle Bush’un birinci döneminde bütün dünyayı, “ya bizimlesiniz ya da bize karşı
taraftasınız”, şeklinde bir tasnifle hegemonyası altına alma politikasına yöneldiğinde sadece
işgal ettiği Irak halkının direnciyle değil, başta Almanya-Fransa ekseni olmak üzere geniş bir
Avrupa bloğu ve bu blokla ortaklaşan Asya ülkelerinin karşıtlığıyla karşılaştı. Dışındaki
emperyalist dünyanın mali ve siyasi direnci, ABD’yi tek kişilik gösteriden BM zemininde
politika yapmaya mecbur etti. Bugün, Bush yönetiminin ikinci dönemi esas olarak bu yeni
yaklaşımla yürütülüyor. ABD’nin, bölgesel soygunu diğer emperyal ülkelerle paylaşmaya
yanaşması, Irak savaşı sırasında ortaya çıkan trans-Atlantik çatlağını artık kapatmış görünse
de,
ABD’nin hem Irak, hem İran politikalarındaki tutuk davranışları paktın iç direncinin bir başka
işareti olmaktadır.
Yüzyılın ortalarından beri “emperyalizmin Ortadoğu’daki hançeri” rolünü Filistin ve diğer
Arap
halklarının siyonist ırkçılıkla ezilmesi, topraklarının işgal altında tutulup ilhak edilmesi
politikalarıyla sürdüren İsrail devleti, gelinen aşamada Ortadoğu’daki bilinen sorunun adının
“Filistin sorunu” değil, “İsrail sorunu” olduğunun sarih şekilde görülmesine neden olmuştur.
İsrail’in varlığı ve politikalarıyla Filistin halkının bağımsızlığına, özgürlüğüne kavuşması
hiçbir
şart altında mümkün değildir. Yahudi ve Arap halklarının tarihte yüzlerce yıl olduğu gibi
birlikte ve barış içinde yaşayabilmesinin yolu, İsrail’in yıkılmasından geçecektir. Bu aynı
zamanda Ortadoğu üzerindeki emperyalist vesayetin de parçalanması anlamına gelecektir.
***
Sosyalizmin bir sistem olarak çökmesi ve emperyalizmin atağı sadece bölge ve dünya
politikalarının bu kaoslara sürüklenmesine yol açmadı, aynı zamanda dünya olaylarının
leninci
marksizm tarafından algılanıp yorumlanmasının da önüne geçti. Marksizm içinden hareketle
genelde emperyalizmin, özelde ABD’nin hâkimiyetini kutsayan sol teoriler, Fukuyama ve
Huntington teorilerinin marksist versiyonları olarak ortaya sürüldüler. Emperyalizmin
sosyoekonomik
alt yapısı olan finans kapitalin, sadece emek dünyasından karşıtları için değil, aynı
zamanda aynı pazara göz diktiği rakipleri için de saldırgan olmasının yapısal olduğu gerçeğini
görmezden gelen yeni finans kapitalizm ve süper emperyalizm teorileri burjuva batı solu
eliyle
“imparatorluk” kavramıyla birlikte ileri sürüldü. Günümüz emperyalizm teorileri aslında eski
Kautskici finans kapitalizm yaklaşımlarının post modernizm soslarıyla yeniden
pazarlanmasından öte hiçbir yenilik taşımamaktaydı. İmparatorluğu, finans kapitalizmin
emperyalizmden de yüksek bir aşaması sayan kavramsallaştırma içinde, kapitalist sistemin
öngörülemez şekilde kendini yenilediği ve artık proletaryanın ve onun enternasyonalizminin
siyasal değerinin kalmadığı esaslarına dayanarak emperyal diktatoryaların yerini alan “içeren
imparatorluk” u ezilen halklar için de kabul edilmesi gereken bir sistem olarak sunan, onun
saldırgan yüzünü “içerme” gibi ne idüğü bilinmeyen düzeylerle saklamaya çalışan, dünya
YDD,
BOP gibi doğrudan Amerikan projelerinin saldırısı altındayken imparatorluğun merkezsiz ve
herkesin imparatorluğu olduğu tezini işleyen türedi ideolojiler sadece emperyalizmin gücüne
tapan, yenilgin burjuva ve küçük burjuvalar tarafından savunulur olmaktan öteye
geçememektedir.
Günümüz emperyal olaylarını algılamak ve anlamak açısından leninizmin emperyalizm teorisi
yeterince açıklayıcı olduğu ve emperyalizmin özellikle doğulu halklara yönelik BOP kapsamlı
saldırısına karşı leninist “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin!” sloganının
bizlere
zaferin yolunu gösterdiği görüşündeyiz…
-IITÜRKİYE
BÖLGESEL EMPERYALİST-SİYONİST POLİTİKALARIN
KARARGAHLARINDAN BİRİDİR!
ABD emperyalizmi, Ortadoğu halklarına saldırısı öncesinde, Türkiye’yi İsrail’den sonraki en
önemli bağlaşıklarından biri olarak görmüştü. Türkiye, emperyalizmin gündemdeki saldırısına
hem güçlü ordusuyla vurucu güç görevi görebilir, hem de İslam toplumu olması nedeniyle
bölge halkları nezdinde emperyalist saldırının haçlı yüzünü kamufle edebilirdi. Bu nedenle
emperyalist doğuya açılma programlarının öngününde Akparti’nin iktidar olması sağlandı.
Ancak bu durumda, ülkenin geleneksel kemalist-devletçi yönetici sınıflarıyla politik yönetimi
arasındaki çelişki şiddetlendirilmiş oldu. ABD pragmatizmi bile, Ortadoğulu siyaset sarkacını
kavramakta sıkıntı çekti, bedelini 1 Mart tezkeresinin Meclis’te takılmasıyla ödedi. Tezkere
oylamasının sonrasında Türkiye-ABD ilişkilerinde uyumsuzlaşma süreci yaşanmaya başladı.
W. Bush’un birinci döneminde ABD ve AB arasındaki yaklaşım farkları tüm bölge ülkelerine
olduğu gibi Türkiye burjuvazisine de özerk bir politika alanı yaratabilmişti. Tezkere krizinin
hemen ertesinde hızla AB’ye katılma programına yüklenen Akparti hükümeti, Avrupa
ülkelerinin desteğiyle kemalist yönetici sınıflarıyla özellikle ordunun basıncını
göğüsleyebiliyordu. Bush’un ikinci dönemi birinci döneme kıyasla iki temel politik kaymayla
karakterize oldu. Birincisi, yukarıda da değindiğimiz gibi ABD ve AB arasındaki çatlağın
kapatılması sürecine girildi ve böylece Akparti yönetiminin özerk bir manevra alanı kalmadı.
İkincisi ise, Irak’da Şiilerin, Filistin’de Hamas’ın seçimlerden başarıyla çıkması ve bu iktidar
sürecinde ülkede hızla yükselen anti-Amerikan eğilim, Bush ve neo-con’ların İslam’ın
içindeki
radikal ve ılımlı İslam ayrımını gözeten politikalar yerine kendilerine doğrudan uyum
gösteremeyen İslam’ın her türüne tedbir almaya yönelen politikalara dönüştü. Özellikle
Erdoğan’ın Bush yönetimi nezdindeki kredisi hızla düşürüldü.
Akparti’ye emperyalist merkezlerce verilen destek Akparti iktidarının İslam’ı batı
emperyalizmine entegre etmede bir model olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin
gözlendiği sürece devam etti. Akparti’nin Sünni İslam’ının yapısal olarak bölgesel İslam
direnişinin Şii gerçeğine model olamayacağının anlaşılması için ise, üniversitelerdeki ve
araştırma kuruluşlarındaki yüzlerce akademisyene ve onların hazırladığı binlerce sayfa teze
karşın bir siyasal öngörüyle değil, ancak deneysel oldu ve bu deney emperyalizme oldukça
pahalıya mal olan bir işgal sürecinin yaşanmasını gerektirdi.
ABD şimdi Türkiye’yi yeniden siyasal biçimleme tezgâhına sokmuştur. Bu tezgâh bir taraftan
AKP İslamı’nı gene bir şekilde egemen politika alanında istihdam ederken, aynı zamanda
dinsel
yapının siyasal yaşamdaki etkisini azaltmaya yönelik girişimlerle kendini gösteriyor; bu
sınırlandırmayı Amerikancı bölge politikalarına doğrudan yatkın burjuva partilerini siyasal
etkinlik alanlarına doğru taşıma planlarıyla birlikte yürütülüyor.
Bu aşamada ABD’nin Türkiye’ye vermek istediği en önemli siyasal biçim ise, özellikle Kürt
sorunu çerçevesindedir. Geleneksel Türk devlet politikaları hala Irak Kürt federe yönetimiyle
dahi diplomatik ilişki geliştirmeye direnirken, ABD’nin özellikle gündemdeki İran savaşı
itibariyle cephe gerisini tahkim edebilmek ve İran’a güçlü vurabilmek için ihtiyaç duyduğu en
temel taktik adım, TC ve Kürt federasyonunun birbirine yakın kılınmasıdır. Irak’ın bütünlüğü
programından çoktan vazgeçen ABD’nin parçalanmış bir Irak’ta ve hele ki İran savaşı
koşullarında bölgede kendisine en güçlü yataklık ilişkileri gösteren federe Kürt yapısını bile
korumakta güçlük çekeceği açıktır. Bu yüzden TC-Barzani ittifakı ya da en azından
aralarındaki
ilişkinin sorunsuzluğu ABD açısından stratejik önemdedir. Türk ordusunun böyle bir ittifaka
direnmesi Misak-ı Millici devlet politikası nedeniyledir. Güney Kürtleri’ni ve onların
siyasallaşmasını meşru gören bir politik tutumun Kuzey Kürtleri’ni de özgürlükçü temelde
harekete geçireceğinden korkan sömürgeci zihniyet, özellikle Öcalan tarafından ileri sürülen
“iktidarcı ve devletçi olmayan” siyasal programlarla sakinleştirilmeye çalışılmaktadır.
Gelinen
aşamada hem devlet ve ordu güçleri içinde, hem de sivil siyaset sınıfları içinde bugüne kadar
Kürt sorununda “şahin” politikalar izlemiş olanların da katkısıyla ABD politikalarına oldukça
uyumlu bir Türk siyasal ortamının gerçekleştirileceği şimdiden görülebilmektedir.
Bütün bu bölgesel kaos içinde Türkiye büyük burjuvazisi, bugüne kadar olduğu gibi bugün
de,
saf bir siyasal sunuş ve ağırlık oluşturmak gücünde değildir. En yukarıda bir avuç Türk finans
kapitalisti ve onlarla yakın işbirliği içindeki Anadolu kodaman bezirganlığı sürekli karlarını
büyütmenin tatmini içinde bağımsız bir siyasal çizgi oluşturmaya bile yönelmemektedirler.
Onlar için aslolan, tümüyle entegre oldukları emperyalist dünyayla Türkiye siyasetinin ters
düşmemesi ve Türk siyasal yapısının uluslararası emperyalizmin bütün istemlerine harfiyen
uymasıdır. Aksi takdirde uluslararası mali piyasaların küçük bir hamlesiyle Türkiye
burjuvazisinin sermaye birikiminin büyük bir kısmının değersizleştirilmesi, geçmişte ve en
son
borsa krizinde görüldüğü gibi mümkün olabilmektedir. Uluslararası emperyalist kurumlarda
ilan edilen “yükselen pazar”lar ancak emperyalist politikalara harfiyen uyan ülkeler bazında
belirlenmektedir. İradesini böylesine uluslararası emperyalizme teslim etmiş Türkiye egemen
sınıflarının ardı sıra devlet elitinin de bölge politikalarına uyumlandırılması, siyasal iktidar ve
yönetici sınıflar arasındaki çelişki yatıştırıldıktan sonra elbette çözümlenecektir. Türk ordusu
Büyükanıt’ın ağzından, düzen partileri de yeni siyasal adaylar Ağar ve Bahçeli’nin ağzıyla
Amerikan politikalarına biat edeceklerini açıklamış durumdadırlar. Cumhurbaşkanlığı
seçimleri
öncesinde düzenlenecek siyasal yapı bir taraftan Bush ve neo-con’ların da artık korktuğu
İslamı
daha kontrol edilir ve karşıt bir siyasal basınç oluşturamaz sınırlara çekerken Federe Kürt
devletiyle daha ileri politik ve Kuzey Kürdistan halkıyla kültürel politikalar temelinde bir
yakınlık oluşturacaktır. Görülen odur ki, İmralı politikaları da bu gelişmeye kolaylık
sağlamakta, egemen politik aktörlere ihtiyaç duydukları bütün kozları vermeye yatkın
durumdadır.
Türkiye emperyalizm adına bölge halklarına karşı yürütülecek bir savaşın unsuru hatta alanı
olmaya doğru hızla ilerlemektedir.
-IIISALDIRGAN
EMPERYALİZME KARŞI TÜM DÜNYA HALKLARININ VE
EMEKÇİLERİNİN KURTULUŞU SOSYALİZMDEDİR!
Küresel ve bölgesel emperyalist politikalara karşı bugün bölge halkları kendi direnişlerini
büyük bir ağırlıkla kadim dinsel ideoloji ya da uzlaşmacı burjuva ideoloji ve politikalar
çerçevesinde dillendirebilmektedir. Emperyalizme karşı proleter ve emekçi ideoloji ve
programlarla karşı koyuş ne yazık ki gündemde değildir. Sosyalizmin bölge halklarının
gündemine gelmeyişi sadece uluslararası sosyalizmin yıkılmış olması nedeniyle değil, aynı
zamanda varlık koşullarında da bölge halklarıyla doğru temelde ilişki geliştiremeyişi
nedeniyledir. Bu ifadeyi tersinden kurmak da mümkündür; zaten sosyalizm özelde bölge
halkları, özellikle İran devrimi ve genelde geri ülke halklarıyla doğru ilişki kuramamış
olmasından dolayı yıkılmıştır. Geleceğe bölge devrimleri üzerinden bir yön verebilmek için
bu
kapsamı açmak zorunludur. Bunun için de kısaca da olsa sosyalizmin teorik ve pratik tarihine
bakılmalıdır.
Bir toplum düzeni olarak sosyalizm, verili kapitalist düzenin egemen düşünce yapısı olan
felsefi
idealizme karşı Marx ve Engels tarafından geliştirilen tarihsel materyalizm düşüncesine bağlı
olarak kuramlaştı. Tarihsel materyalizm toplumun maddi üretim ilişkilerini esas alan ve
toplumsal dönüşümleri bu ilişkilerdeki değişimlere göre koşullayan bir devrim anlayışına
sahipti. Dolayısıyla yeni toplum projesi evrensel ölçekte en ileri üretim ilişkilerine sahip olan
Avrupa kapitalizmi üzerinden kuramlaştı. Batı kapitalizmi daha ileri toplumsal yapılara
geçilmesi için verili bir seviye olarak görüldü. Bu nedenle tarihsel materyalizm kuramı bir
tarih
kuramı olmaktan çok kapitalizmin ekonomi politiği üzerinden kavrandı. Özetle marksizmin
temel eserleri ve kuramları bir batı düşüncesi olarak gelişti. Kapitalizmin pazar krizi
sömürgecilik politikasını geliştirirken, Avrupa iç devrimlerinin yenilgisinin yarattığı
boşluktan
yararlanan tarihsel materyalizmin kurucuları ömürlerinin son dönemlerinde doğu’yla da
ilgilenme fırsatı bulduklarında, doğu ve batı toplumsal formasyonları arasında şu çarpıcı
tarihsel
farkı fark etmekte gecikmediler: Batı gelişmesi kadim tarihten beri özel mülkiyet üzerinden
yapılıyorken doğunun kadim tarihinde ve hatta Rus devrimcilerinin bildirdiği tarzda verili
zamanda da hala kolektif mülkiyet ilişkileri görülebiliyordu. Marx’ın son zamanlarında,
Engels’in ise Marx’ın ölümünden sonraki tüm faaliyet süresi içinde kuramlarını vulger bir
ekonomi politik kavrayıştan, yegane bilim olarak gördükleri tarih biliminin sınırlarına çekme
gayretleri modern toplumun güçlü batıcıl formasyonu içinde yetişen ardılları üzerinde
yeterince
etkili olamadı. Öyle ki bu takipçiler, olmuş bitmiş bir proleter devrimi, Rus devrimini bile
devrimden saymamakta inatçı bir tutum ortaklığı geliştirdiler.
Rus devrimi, marksist devrim kuramının batıcıl algılanışına karşı bir devrim teorisi ve
stratejisi
geliştirmişti. Batı marksistlerine göre sosyalizme kapitalizmin en ileri olduğu toplumlarda
geçilebilirdi. Oysa Rusya henüz tam kapitalist bile sayılamazdı. Lenin’e göre ise kapitalizm
öncesi ilişkilerin emekçi sınıflarda ve toplumda yarattığı çelişkiler devrim için yeterliydi.
Modern toplumun üretici güçleri proleter iktidar altında yukarıdan da geliştirilebilirdi. Bu
yaklaşımla Lenin geri üretim ilişkilerinin kapitalizme uğramadan sosyalizme atlayabileceği
pratiğini, pek de Marx’ın son dönem bunları da ifade eden görüşlerine ihtiyaç duymadan
yaşamsal kıldı. Geri ülke devrimleri, toplumsal dönüşümleri tarihsel materyalizmin tarih
kuramında özerk yerini alamadan Lenin tarafından politika teorisine dahil edildi. Artık dünya
devriminin sloganı “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen halkları birleşin!” olmuştu.
Nasıl Marx’ın ardılları Marx’ın teorisini sadece bir ekonomi politik kuram çerçevesinde
algılamışsa, Lenin’in ardılları da leninist politika teorisini sadece tek ülkede sosyalizm pratiği
çerçevesinde algıladılar. Marksizmin batıcıl kuramlaşmasını kendi doğucul pratiklerine yeterli
gördüler. Teorik olarak algılayamadıkları pratik gerçekleri bir tür pragmatizmle aşmaya
kalktılar. Sovyetler Birliği’nin her şeyi salt kendi ülkesini ayakta tutma gerçeğine göre kendi
etrafına çektiği duvarlar, özellikle II. Paylaşım Savaşı sonrasında geri ülkelerin sosyalizme
akmasını engelleyemedi. Sosyalist dünyanın bu tarihsel gerçeği kavrayamadığı “kapitalist
olmayan kalkınma” ve “toplumsal ilerleme” teorilerince belgelendi ve haliyle geri ülke
devrimlerini yönlendirme başarısını da gösteremediler.
Olay sonuç olarak, geri toplumsal formasyonlar ve bunlara ait üretici güçlerin modern toplum
ilişkilerine entegre edilmesiydi. Emperyalizm bunu zor yoluyla yapıyor ve yeni sömürgeci
yöntemlerle kendine işbirlikçi sınıflar geliştiriyordu. Sovyetler Birliği ise, geri ülkelerin
doğrudan ya da dolaylı bir şekilde sosyalizmle ilişkilenmesinin tarihsel nedenlerini anlamak,
bu
ilişkiye yol açan geri toplumların tarihsel üretici güçlerini keşfetmek gibi bir çaba içine
girmeksizin sadece verili konjonktürü verili politik ve askeri düzeylerde bir ittifak gücü olarak
değerlendirmekten öteye gidemiyordu. Geçen zaman içinde sermaye birikim süreci işleyen ve
giderek sınıf farklılaşması derinleşen bu ülkelerde bizzat devlet eliti kapitalistleştiği için süreç
bu ülkelerin Sovyet ekseninden uzaklaşarak emperyalizme yönelmesiyle sonuçlanıyor, bu da
Sovyet yöneticilerinin geri ülke devrimlerine güvensizliğini ve kapalılığını geliştiriyordu.
Ortadoğu’daki bütün Baas yönetimleriyle Sovyet ilişkisi bu genel çizgide seyretti ve çözüldü.
Daha farklı bir zeminde gelişse de, gene de doğulu özgün tarihsel güçlerin emperyalist
kapitalist
sisteme karşı kendini iktidar kılmasının bir başka tezahürü olan İran devrimine karşı
Sovyetlerin
takındıkları tutum, hem Sovyetler’in geri ülke devrimleriyle ve bölgesel güç paylaşımındaki
ağırlığını oluşturan doğulu ülkelerle ilişkilerini çözdü hem de emperyalizme karşı kuşatmasını
kaldıran siyasal ve ideolojik yapının kendi içine çökmesine neden oldu.
Özetle Sovyetler Birliği teorik olarak tarihsel materyalizmin kavranış normları içinde, aslında
kendisinin öncüsü olduğu doğulu devrimlere karşı takındığı yanlış politik pratik itibariyle
yukarıdan sosyalizmin yukarıdan çözülüşü şeklinde tarih sahnesinden çekildi.70 günlük Paris
Komünü pratiği nasıl devlet ve iktidar teori ve pratiğinde Bolşevik deneyimine yol açmışsa,
70
yıllık Sovyet deneyimi de tarihsel materyalizmin batıcıl değil küresel kavranışı, modern ve
tarihsel üretici güçlerin uluslararası proletarya ve ezilen halklarının emperyalist kapitalizme
karşı direnişinde nasıl entegre edilebileceğine dair de geleceğin sosyalizm anlayışına ve
politik
yönelmelerine yol gösterecek bir zenginlik kattı. Bu değerler itibariyle leninist “Bütün
ülkelerin
işçileri ve ezilen halkları birleşin” sloganı artık geleceğin sosyalizmini daha derinlikli
kavramış
sosyalizm pratiğine geçmişten daha fazla ışık tutan bir yönelme halini almıştır. Özellikle de
sosyalizmin ve devrimin yerel ve küresel bir varlığının olmadığı emperyalist kapitalist
sistemin
istediği gibi at koşturduğu 15 yıllık bir zaman diliminin halklara daha fazla savaş, terör ve
sömürü getirdiği koşullarda, halkların ve emekçilerin daha iyi bir dünya arayışına somutça
yöneldiği günümüz koşullarında…
Günümüz koşulları, özellikle Latin Amerika’da giderek istikrar kazanan devrimci duruşların
güçlü olarak ortaya çıktığı bir dönem anlamına gelmektedir. Kıtadaki sol mücadele
çeşitlerindeki zenginlik, farklı kavga biçimlerinin aynı anda başarılı şekilde birlikte akıyor
olması, yükselen anti-Amerikancılık, halk ve sınıf dinamizmleri üzerinde yükselen sınıf ve
kadro örgütleri gerçeği, güçlü bir entelektüel uyanış gibi belirtiler, Che’nin ve Fidel’in
evlatlarının bizim cephemizden birçok kez daha dünyayı sarsacağının somut kanıtları olarak
ortada durmaktadır. Castro’nun ve Chavez’in anti-Amerikan Ortadoğu açılımları bu gerçeğin
güncel görüntüsüdür.
-IVTARİHSEL
VE YEREL KOŞULLAR TÜRKİYE DEVRİMİNİ YENİ BİR ÇIKIŞIN EŞİĞİNE
GETİRMİŞTİR.
Uluslararası proleter hareketin çöktüğü ve emperyalist sistemin bütünüyle Ortadoğu’ya
kilitlendiği günümüz konjonktüründe bölge halkları ve emekçilerinin direnişinin öncülüğünü
kadim tarihsel güçler ve onların ideolojileri yapmaktadır. Bu güçlerin emperyalizmle
savaşlarının nihai olarak halkların kalıcı kazançları haline dönüşemeyeceği, toplumlar
tarihinin
gidiş yönü itibariyle bellidir. Bölge emekçilerinin ve halklarının nihai kazanımının proleter
sosyalist hareketi küresel ve bölgesel gerilimlere bir alternatif olarak kendini dayatmasıyla
mümkündür. Bu aynı zamanda küresel emperyalizme karşı uluslararası proletaryanın yeni bir
başkaldırı sürecinin de işareti olacaktır. Çünkü değil mi ki gelinen aşama itibariyle bütün güç
odakları ve güç politikaları Ortadoğululaşmıştır, o halde Ortadoğu’daki her politik güç ve
Ortadoğu’ya yönelik her politika da küreselleşmiştir. Bu nedenle Ortadoğulu yeni bir sosyalist
diriliş, uluslararası proleter hareketin bir kez daha küresel çapta yüksek bir konjonktürünün
oluşturulması anlamına gelecektir.
Ortadoğu’da ülkeler tarihi içinde en gelişkin işçi ve devrimci hareketin Türkiye’de olduğu
söylenebilir. Bütün ağır yenilgi ve tersine konjonktürlere rağmen Türkiye işçi ve devrimci
hareketi sürekli bir yeniden başlangıç yapma çabasında ve arayışındadır. Ve keza, bütün
yenilgili tarihine karşın işçi ve devrimci hareketin kolektif hafızasında bir o kadar da başarı
kayıtlıdır. Devrimci faaliyetin hala aşağılarda seyrettiği bu dönemde de emekçi, aydın, ilerici,
devrimci, demokrat bütün güçler, devrimin geçmişteki başarılı günlerine duyduğu özlemde
odaklanmış, küresel emperyalizmin bölgeye yönelişinin yükselttiği politizasyon ve bölge
halklarının da buna karşı yükselttiği direnişten aldığı motivasyonla, neredeyse çeyrek asırdır
süregelen düşük direniş konjonktüründen çıkmanın arayışlarına girilmiştir. Bu pratik hissiyat
ve
yönelmenin kalıcı mücadele ve örgüt düzeylerine tekabül ettirilmesi ve konjonktürü kendini
koşullayan birikime denk bir özelliğe taşınabilmesi ancak geçmiş devrimci harekete
özeleştirel
yaklaşmamıza, bu özeleştiriden örgütsel, politik ve stratejik sonuçlar çıkarabilmemize, bu
sonuçları gelecek dönem mücadelesinde somut, elle tutulur mekanizma ve kurallar halinde
sistematize edebilmemize bağlıdır. Devrimci hareketimiz, teorik yenilenme, ideolojik
yerelleşme, örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcileşmeyi başarmak zorundadır. Bu
başlıkların altına girilmesi, hareketi içinde bulunduğu “bitkisel hayattan” çekip çıkarmanın tek
yolu olarak görünmektedir.
***
Türkiye’de komünist örgütlenme, uluslararası ölçekte öncü kuşaktan sayılabilir. TKP’nin
kuruluşu 1920’lere dayanmaktadır. Bolşevik devriminin ağırlıklı etkisinin olduğu o günkü
konjonktürde, I. Paylaşım Savaşı’nın doğrudan konusu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun
parçalanma koşullarında sanayinin ve işçi sınıfının en gelişkin olduğu İstanbul’daki burjuva
aydın ve işçilerin klasik tarzdaki bir komünist örgütlenme olarak gerçekleşir. Bir yandan
proletaryanın işgal altındaki İstanbul’da kuşatma altında tutulması, diğer yandan ulusal
burjuvazinin Anadolu’daki önderliği, keza özellikle 1920’lerden sonra yoğun bir uluslararası
politika olarak SBKP tarafından dünya komünist partilerine dayatılan tek ülkede sosyalizm
hedefi ve buna bağlı olarak emperyalizmle hesaplaşan ulusal burjuvazilere destek olma
programı, burjuva cumhuriyetin kuruluş sürecinden proleter hareketin etkisiz olarak
çıkmasına
yol açmış ve benzer çizgilerin sürdürülmesi gelişen Türkiye burjuvazisi karşısında komünist
hareketi iyice güçsüz kılmıştır. Buna rağmen kemalizmin ve cılız ülke finans kapitalizminin
devletleşme süreçlerindeki iç güvensizliği ve soğuk savaşın doğrudan alanlarından birinin
Türkiye olması, devlet terörünün sürekli komünist hareketin üstünde olmasına yol açmış,
hareket ağır darbeler almış ve parti kadroları sürekli takibat, operasyon ve ağır hapis
koşullarında tutulmuştur. Örgüt yapısının bu cılızlığı Türkiye proletaryasının, tarihsel arka
planını oluşturan Anadolu halk ve devletleşme gerçeğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan,
“kerim devlet” ve “devlet baba” anlayışının bir organik devamını oluşturacak şekilde
devletten
kopuşamamasıyla, devlete karşı bir düşünce ve davranış düzeyine geçemeyişiyle, egemen
kadim tevekkül güdüsü içinde davranışıyla bütünleşince, dünyanın en eski komünist ve işçi
hareketlerinden biri olmasına karşın, TKP çizgisinden günümüze kalan sadece onun leninist
devrim programı olmuştur.
Türkiye burjuvazisinin II. Paylaşım Savaşı sonrasında, ülkeyi Marshall Yardımı programları
çerçevesinde emperyalizme peşkeş çekmenin yarattığı sosyo-ekonomik daralmaya karşı, 27
Mayıs 1960’ta yönetici sınıfların müdahalesi ülkeye özellikle asker-sivil aydın gençliğin
taşıdığı bir demokrasi havası estirdi. Sermaye sınıflarına karşı, kemalizmin devletçi ve halkçı
söylemine sahip çıkan üniversiteli gençlik sistemi zorlayan muhalefetleri karşısında doğrudan
Kemalist yönetimlerce de baskıya uğrayınca, dünyada Küba, Cezayir ve Vietnam
devrimleriyle
yükselen yeni devrim konjonktürünün de etkisiyle hızla sosyalizme kaydı. Bir dönem sonra
gençlik tanımı sosyalist ya da devrimci tanımıyla özdeşleşti. Bu devrim ve sosyalizm dalgası
1920’lerden beri gelen komünist ve işçi hareketinin bir uzantısı değildi. Kendi toplumsal
gerçeği içinde kendi devrimci yatağını kendi açan bir aydın gençlik hareketiydi.
Ülke 60 darbesinden sonra, uluslararası konjonktürün özellikle Vietnam devrimi ve geri
ülkelerin hızla yükselmekte olan anti-emperyalist direnişi sonrasında emperyalizmin içine
düştüğü yeni kriz konjonktürünün bir yansıması olarak yeniden finansman krizine girdiği bir
dönemde, emekçi sınıf ve kitleler adına, devrim ve demokrasi muhalefetini Dev-Genç’le
başlayan, ardından THKO, THKP-C, TKP-ML gibi örgütlenmelerle sürdüren aydın gençlik
devrimciliğinin sistemi tümüyle karşısına alan silahlı direniş çizgisiyle tanıştı. Burjuvazinin
cevabı 12 Mart faşizmi oldu.
Yenilgisinin büyüklüğüne karşın, darbenin hemen ertesinde, dünyadaki yüksek devrim
konjonktürünün de etkisiyle, aydın gençlik bütün kesimleriyle yeniden silahlı devrim
çizgisinde
örgütlenmekte gecikmedi. Buna mahalle gençliği de karşılık verdi ve devrimci sosyalizm
anlayışı bütün ülkede egemen oldu. Ne ki, aydın gençliğin küçük burjuva yapısallığı proleter
devrim çizgilerine, özellikle Sovyetik revizyonist anlayışlara duyulan tepkiyle tümüyle
kapanmış haldeydi. Bu yapısallık, “proletaryasız proleter devrimcilik” ideolojik çizgisi ve
eylem tarzıyla, aydın küçük burjuvazinin bir toplumsal dönüşüm programının öznesini
oluşturma sürecine girmesini, gündelikçi bir anti-faşist eylemcilik düzeyinden öteye
geçmesini
engelledi. ABD öncülüklü “düşük yoğunluklu savaş” konseptiyle tüm dünyada 70’lerin
ortalarından itibaren geliştirilen karşı devrim rüzgârı bu kez 80’de bir daha ülkeyi vurdu.
Yüzbinlerce devrimci işkenceden geçirilerek zindanlara tıkıldı, yüzlercesi katledildi, onlarcası
asıldı. Devrim kuşağı bir kez daha ağır bir darbeyle sindirildi.
60’ların ortalarından 80 darbesine kadar geçen sürede devrimci siyasetin sosyal tabanını aydın
gençlik oluşturuyordu. Bu damar 20’lerden gelen komünist-işçi devrimciliğinden farklı bir
damardı. 20’lerden beri gelen birinci damar özellikle revizyonist Sovyet politikalarına tabi
gidişiyle giderek süren bir çizgiyi oluşturdu ve nihayet 90’da Sovyetlerin dağılmasıyla kendi
varlık nedeni ortadan kalkmış oldu. 60’ların ortalarından itibaren geleneksel olarak politik
aktivitesini sosyalist zeminde sürdüren aydın gençliğin devrimciliği ise üst üste aldığı iki ağır
yenilgi sonrasında kendi sosyal tabanını da kaybetti. Neticede güce bakan küçük burjuvazi,
toplumsal çelişkilerini “demokrasi” zemininde dillendiren bir siyasallığa çekildi ve gençlik
devrimciliği 80’den günümüze, zaman zaman çıkış denemelerinde bulunsa da esas olarak bir
dibe vurma dönemine girdi. Türkiye devrimci hareketi kendi dinamiklerinde bu büzüşmeyi
yaşıyorken, uluslararası konjonktürde önce sosyalist sistemin çöküşü, ardından devrimci
hareketin yenilgisi ertesinde yükselen ve bu yükselişle zaman zaman Türkiye devrimini de
motive eden Kürt özgürlük hareketinin 90’ların sonundaki uzlaşma-devrimsizleşme
stratejisine
yönelmesi devrimci hareketin krizini süreğenleştirdi. Devrimci hareket ne yaslandığı sosyal
kesimlerin kendilerini toparlayıp ayağa kalkmasıyla bir diriliş yaşayabiliyordu, ne de bilimsel
olarak hem kendi yenilgilerini, hem de uluslararası proletaryanın yenilgisini nedensel ve
çözümsel olarak bir sonuca vardırıp kendini yeniden eyleme kaldıracak bir bilinç netliğine
ulaştırabiliyordu. Özellikle dünya gündemi bölgeye gelip kilitlenince gündelik verilerle
evrensel
gündemin içinde debelenip durma sarmalının dışına çıkamadı. Bugünkü kesitte en
radikalinden
en liberaline kadar bütün Türkiye solu nüanslarla ifade edilebilecek aralıkların dışında aynı
duruş ve davranış düzlemini oluşturuyor ve paylaşıyor. Bunun tek tanımı vardır:
Statükoculuk… Statükoculuk, sol hareketimizde devletçilik, yasalcılık, halka uzak duruş,
Kürde
uzak duruş, batıcılık, elitlik, aydıncılık, parçalılıkta ısrar, tanımsız rekabetçilik gibi geri
özelliklerinin hem zemini hem de sonucudur.
20’lerden gelen birinci ve 60’lardan gelen ikinci dalga devrimciliklerin, konjonktürden de
beslenen ama farklı sosyalliklerin devrimcileşmesiyle oluşan dönemsel çıkış ve egemenlikleri
bugün bir yanılsama olarak Türkiye solunda krizden çıkış için yeni bir devrimci konjonktürün
beklentisini güçlendirmiştir. Oysa ne dünyada ne de ülkede kendiliğinden bir devrim dalgasını
oluşturacak bir sosyal kesit kalmamıştır. Bu nedenle konjonktür beklentileri kendiliğindenci
ve
statükocu devrimciliği güçlendiren ya da tersinden gündelikçi ve statükocu devrim
anlayışlarının kendilerini konjonktür beklentileriyle gerekçelendirdikleri bir kısır döngü
etrafında dolanmaktadır.
Aşağı yukarı 25 yıllık, yani çeyrek asırlık, yani neresinden baksanız üç siyasal kuşaklık bir
zaman sürecinde statükocu devrimciliğin kendisinin de bir statüko kazandığını, yani
birincisini
20’lerden 60’ların sonlarına, ikincisini 60’lardan 90’lara kadar yaşadığımız devrimci
konjonktürler bu çeyrek asırlık faaliyetleriyle üçüncü bir dönemi de yaşamış sayılmalıdır. Bu
dönemde batılı solun her türlü yapısalcı, post modernist, post marksist liberal sosyalizm
anlayışlarını deneyci tarzlar içinde yaşamış devrimci ortamımız açısından deniz bitmiş,
özellikle küresel dengelerin bölgeyi bir ateş çemberine çevirmekte olduğu bu tarihsel moment
karşısında halk sınıfları ve samimi devrimciler statükoyu parçalamayı, devrimci iradeyi
geçmişin tüm zaaflarından çıkartılan derslerle yeniden oluşturmayı gündemlerine almış
bulunmaktadırlar. Küçük küçük başlayan, ama yaygınlaşması ve kolektifleşmesi kaçınılmaz
olan bu gidişin bölgesel savaşın ideolojik ve politik özneleri olan doğucu/İslamcı ve
batıcı/emperyalist karşıtlığına evrensel bir devrimci sosyalist alternatif olarak çıkma ve tüm
bölge ve dünya emekçi halklarına kurtuluş bayrağını taşıma imkanı bütün geçmiş ve günümüz
koşulları itibariyle mümkündür. Yeter ki bu imkanları değerlendirecek bilinç ve cesaret
zemininde devrimci enerjiler kolektifleşebilsinler…
-VKÜRT
ÖZGÜRLÜK HAREKETİ TÜRKİYE VE BÖLGE DEVRİMİ İÇİN VAZGEÇİLEMEZ
BİR DİNAMİKTİR!
Türkiye devrimi 80 darbesiyle aldığı ağır yaranın etkisiyle yeni bir siyasal dönemi ve dirilişi
başlatmakta zorlanırken, 84 yılında Kürt özgürlük hareketi adına Eruh ve Şemdinli’de sıkılan
kurşunlar, 39 Ağrı İsyanı’ndan beri tevekkül içinde yaşayan Kürt halk gerçeğini sömürgeci
TC’ye karşı ayaklanma sürecine girişte “ilk kurşun” işlevini gördü. Kürt halkı, 84’ten itibaren
devlete karşı bir irade oluşturmanın ve bu iradeyi devlete dayatmanın aygıtlarını kullanma
yoluna girdi. PKK önderlikli Kürt halkı günden güne Kürdistan’da hem gerillayı hem de
siyasal
halk hareketini geliştirdi. PKK’nin başlangıç programı sosyalist zeminde bağımsızlık ve
demokrasi programıydı. Bir yandan Türkiye sol hareketinin hemen yanı başında yükselen bu
çizgiye ittifak gücü sağlamaktan çok uzak oluşu, hatta ideolojik zeminde kemalizmden
etkilenmiş bakışlarla Kürt özgürlük hareketine küçümseyen ve ciddiye almayan siyasal
duruşu,
diğer taraftan 90’da sosyalizmin çözülüşü, gelişen ve büyüyen Kürt özgürlük hareketinin
başlangıç programındaki sosyalist vurgunun hızla ulusal zemine kaymasına ve ulusal çözümü
yeni dünya konjonktürünün oluşturduğu çerçevede aramaya yöneltti. PKK de başlangıçta,
tıpkı
Türkiye devrimci solu gibi metropollerdeki ve Türkiye devrimci hareketi içinde yetişen
Kürdistanlı öğrenci gençlik kadroları tarafından kurulmuştu. Ancak 84 atağından sonra
yıllarca
sindirilmiş Kürt halk gerçeğinin bu zemine akışı PKK’yi halklaştırdı. Sürecin ilerleyen
evrelerinde, hem bölgesel çapta devrimin düşük etkisi, hem de Kürt burjuvazisinin bu hareket
etrafında toplanması hareketin ideolojik ve siyasal yönelmelerinde toplumsal özgürlük
programlarını ve ilkelerini giderek silikleştirirken, yerine ulusal özgürlük taleplerini
koyulaştırdı. Ve nihayet 90’da uluslararası sosyalist hareketin çöküşü bu sürecin iyice
kalıcılaşmasında belirleyici bir moment oluşturdu.
90’lı yılların ilk yarısında bir taraftan halk gerçeğiyle buluşmuş PKK’nin örgütsel ve askeri
güçlü atakları, diğer taraftan ise değişen dünya koşullarında ideolojik ve siyasal yalpalamaları
iç
içe gelişmekteydi. PKK’nin bu dönemde hiçbir TC partisinin giremediği Kürdistan
siyasallığını
sosyal demokrat partiyle ittifak yaparak sistem içinde tutunma taktiği ve ardından ilk ateşkes
çağrısı ve uygulamasına girişmesi aslında izlenecek esas yolun verili Türk siyasal sistemi
içinde
bir uzlaşı arayışı olduğunu göstermekteydi. Ancak 700 yıllık sömürgeci Osmanlı’nın bütün
devlet geleneklerini benimseyen ve sürdüren TC’nin Kürt özgürlük hareketindeki bu
kaymaları
rasyonel bir çizgide istihdam edebilecek politik esnekliği yoktu. Kürt özgürlük hareketinin
üzerine 93’ten itibaren düşük yoğunluklu savaş stratejisiyle yönelindi. Devletin ve sermayenin
içine girdiği sosyo-ekonomik açmaza müdahale açısından da bu çeteleşme ve meşruiyet dışı
tarzlarla savaş Türkiye ekonomi ve politikalarına bir çıkış aramanın gerekçesi kılındı.
PKK’nin uzlaşı arayışlarına karşı, TC’nin düşük yoğunluklu savaşla karşılık verişi sürecin
siyasal olarak kilitlenmesini getirdi. Devlet PKK’yi ne askeri ne de örgütsel olarak Kürdistan
dağlarında etkisiz kılabiliyordu ama siyasal bir düğümlenme içindeki PKK de ne askeri ne
örgütsel olarak faaliyetini kentlere, özellikle metropol kentlerine doğru taşımakta kayda değer
bir gelişme gösterebiliyordu. Devletin zoruyla Kürdistan kentlerinde söndürülen serhildanlarla
yeni bir çıkış aranmadığı gibi, metropol emekçi sınıfları ve metropoldeki Kürt kitlesini
arkasına
alabilecek bir kitle siyasetini de örgütleyemiyor, metropoldeki Kürt kitleyi ve metropol
siyasetini sadece Kürdistan dağlarındaki askeri mücadelenin bir lojistiği olarak
değerlendiriyordu.
Kürdistan dağlarındaki askeri denge hali ve Kürt özgürlük hareketinin siyasal çözümü sadece
emperyalist sistemin yeni uluslararası dengelerinde bulabileceğine dair siyasal kilitlenme
mücadeleyi kendi içine yöneltti ve durağanlaştırdı. TC ile uzlaşmaya imkan verecek bir
çözüm
daha ziyade uluslararası alanda bir yer bulma arayışına tabi görüldüğü için “diplomasi” özel
bir
kavram ve siyaset tarzı olarak öne çıkarıldı. Sürecin bu bayağılaşmasının ertesinde TC ve
Türk
ordusu, PKK’nin cephe gerisini oluşturan ilişkilere yöneldi. Suriye’ye yönelik bir kampanya
sonrasında 99 yılında PKK önderi Öcalan, Suriye’yi terk ederek tam da yeni siyasal
açılımının
odağı olarak gördüğü Avrupa’ya yöneldi. Bu maceranın sonu, Öcalan’ın CIA timleri
tarafından
TC’ye teslim edilmesiyle sonuçlandı. Bu andan itibaren pratikte iyice esnetilmiş ve siyasette
yerlerini yenilerinin uygulamalarına çoktan geçilmiş bulunan paradigmalarda sözel ve
programatik netleşmeler hızla Öcalan tarafından Kürt ulusal hareketine bildirilmeye başlandı:
Askeri mücadele yanlıştı, Kürt askeri yapısı Türkiye sınırlarından çekildi, özgürlükçü ve
ayrılıkçı tutum yanlıştı, Kürtler devlet ve ülke istemlerini geri çektiler, sadece kültürel
özerklik
talepleriyle siyaset sahnesindeydiler artık...
Bugüne kadar uğruna binlerle şehit veren Kürt halkı açısından bu değişiklikler oldukça keskin
oldu. Örgütsel ve siyasal düzeyde bir kargaşa dönemi yaşandı. Ancak Kürt halkı bir toplumsal
değer olmayı, yüzlerce yıllık sindirilme politikasının, baş eğme güdüsünün bir unsuru
olmaktan
bu hareket ve bu önderlik eliyle çıkmışlardı. Aşiret gelenekleri siyasal tarzlarda kendi
yansımasını buldu ve Kürt ulusu birleştirici bir önderlikten yoksun olduğu koşullarda dağılıp,
o
güne kadar ki tüm kazanımlarını yitireceği öngörüsüyle, Öcalan etrafında birliğini pekiştirerek
hem devletle gerilimlerini sürdürmeye devam etti, hem de örgütsel ve siyasal faaliyetini yeni
koşullarda yeniden organize etmeye yöneldi. Öcalan’ın klasik PKK yapısının ideolojik ve
örgütsel olarak çözülmesi için geliştirdiği her yeni paradigma, Kürt halkının birlikçi tutumu
ve
buna ihtiyacından dolayı yeni söylemlerle Kürt ulusal yapısının yeniden toparlanmasına
yardımcı oldu. Emperyalist dünyanın özellikle bölge krizi itibariyle Kürt halk yapısını
kendisine
eklemlemek için örgüt içi operasyonlara girişmesi ve örgütü bizzat yukarıdan, tıpkı reel
sosyalizmi çözdüğü gibi çözme girişimleri bu halk gerçeği ve ona bağlı kadroları eliyle
bozuldu. Ortaya bir taraftan hiçbir devrimci içeriği olmayan, tümüyle post modern bir Kürt
söylemi ve ideolojik yapısı ile, hayatı bundan fazla etkilenmeyen bir Kürt devrimci halk
yapısı
ve örgütü çıktı. Aslolan hayattı ve bölge dengeleri ve sömürgeci TC’nin geleneksel
politikaları
Kürtler’e “savaş” gerçeğinden başka bir seçenek bırakmıyordu. Hayat savaşa göre kurulunca,
en
teslimiyetçi, post modern tezler bile emperyalizm karşıtı yeni dünyaya ait bir kutsal metin
işlevi
görebiliyordu. Hayatın bu egemen akışı, neticede Öcalan’ın ve uluslararası emperyalizmin
bütün çabalarına karşın 1 Haziran 2004 kararlarıyla PKK’nin 99’dan beri süren örgütsel ve
siyasal krizi aşmasına yol açtı. Şimdi PKK toplumsal ve örgütsel varlığıyla, ideolojik ve
siyasal
yapısı arasında şizoid bir bölünme yaşamaktadır. Türk solu ağırlıkla, özellikle Öcalan
tarafından ifade edilen ideolojik ve siyasal söylemleri, onun söylediği nominal tarzlarıyla esas
alan bir politik tutumla PKK’yi ve Öcalan’ı şiddetle mahkum etme gayreti içindedir. Bu
gayret
Türkiyeli emekçi sınıflarla ve Türkiye devrimiyle Kürt halk gerçeğinin ve bu gerçeğe bağlı
Kürt
örgüt ve kadro yapısı arasındaki yakınlaşmayı engellemektedir. Oysa Kürt özgürlük
hareketinin
esas iradesinin bölgesel ve küresel güçlerin siyasal çatışmalarının bir türevi olarak realize
olduğu kavranmalı ve Kürt hareketinin pratik tutumu esas alınmalıdır. Bu pratik tutum bölge
üzerindeki siyasal akış itibariyle belirlenmektedir. Bu nedenle bölgesel çelişki ve çatışmalara
bir kez daha ama Kürt hareketini merkeze alarak bakmak gerekli olmaktadır.
Öcalan Roma’ya çıktığından beri uluslararası sürecin egemen unsurunun Amerika olduğunu
belirtmiş ve Kürt meselesinin çözümünü Amerikan eksenli politikalara bağlamıştır. Bu
nedenle
Öcalan’ı TC’ye teslim eden ABD olmasına karşın komplo analizlerinde uzun süre ABD adı
anılmamış ve hareketin bütün medyası Amerikancı kadro ve yayınlarla doldurulmuştur.
Nihayetinde bu gidiş Osman Öcalan tarafından örgütün ABD’yle doğrudan temasa girmesi ve
yukarıdan tasfiye sürecine sokulmasına kadar vardırılmıştır. İşte bu noktada örgütün kurucu
kadroları hareketin var oluş programları ve şehitler adına Haziran kararlarıyla gidişe
müdahale
ettiler ve Osman ve Amerikancı çizgi tasfiye edildi. Ancak buna karşın örgütün politik
analizlerinde, özellikle İmralı tarafından belirlendiği üzere hala bağımsız bir irade oluşması
mümkün olmamakta, sadece bölgesel iradelerin kendi varlıklarına yönelişine göre refleksiv
politikalar üretilmektedir. Bu aşamada örgütsel hesap ve beklentiler gene de Amerika’nın
sürecin egemen tarafı olduğu ve olmayı sürdüreceği yaklaşımına göre yapılmaktadır.
Dolayısıyla TC’yle savaşı barışa erdiren, İran’la ise yükselten bir askeri yaklaşım belli belirsiz
işlerliğe sokulmaktadır. Amerika’nın PKK’ye ilişkin politikası ise, tümüyle İran politikasının
bir dolayımı olarak PKK’nin hem TC ve ABD arasındaki, hem de TC ve federe Kürt devleti
arasında bir yakınlaşmaya engel oluşturmayacak tarzda tasfiyesi ama İran Kürdistanı’nda ve
İran operasyonunda istihdam edilecek kertede ayakta tutulması esasına dayanmaktadır. Bunun
pratik sonuçlarının daha önce Osman yönetiminde de gündeme gelen genel bir af ve
yöneticilerin Avrupa ülkelerine ilticası formülüyle devreye sokulmuştu. Bir kez daha aynı
planlar yürürlüktedir ve ek olarak PKK’nin onbinlerle İran içlerine yerleşmesi
dillendirilmektedir. Bu ABD’nin PKK için azami planıdır ama PKK’nin bugünkü yönetimi ve
tarihi bu manevra için yeterince engeldir.
Diğer taraftan TC, Türkiye Kürtleri’nin gelecekte sorun yaratmalarını engellemek açısından
bu
süreci PKK üzerinde askeri bir başarıyla kapatmak istemekte, dolayısıyla Kuzey Irak’ta bir
askeri operasyonu dayatmaktadır. Buna da bölgede giderek bağımsız bir siyasal güç haline
gelmekte olan Barzani yönetimi karşı çıkmaktadır. PKK-TC arasındaki savaş sonuç olarak
ABD tarafından iki tarafı da kendine mahkum etme politikasıyla bir dengede yönetilmektedir
ama zamanın ABD-İran savaşına doğru hızla ilerlemesi, ABD’nin de bu aşamada giderek
daha
dayatıcı olacağını göstermektedir. ABD Başkanı’na bağlı bir PKK danışmanı atanması
süreçteki bu hızlanmanın işaretidir. Sürecin PKK’nin onurlu, demokratik ve özgürlükçü
çözüm
arayan kadro ve politikalarının tasfiyesi şeklinde yönetileceği açıktır. Ancak yakın siyasal
süreçlerin gösterdiği üzere, PKK ve Kürt halkının buna karşı refleksi tarihinden güç alan
şekilde
tecelli edecektir. Kürt halkı, gerillası ve öncü kadroları PKK tarihinin ve mücadelesinin
tasfiyesine ve emperyal politikaların basit bir uzantısı olmasına müsaade etmeyecektir, çünkü
bütün bunların olabilmesi için, Başkan Apo’ya yapıldığı gibi, ABD tarafından TC’ye
sunulmak
istenen kendi varlıklarıdır.
Kürt halkının sömürgeciliğe karşı verdiği özgürlük mücadelesi, geçmişte de bugün de taktik
farklıklara rağmen Türkiye devriminin müttefikidir. Kürtsüz bir Türkiye devrimi ve
sosyalizmsiz bir Kürt özgürleşmesi güdük kalacak, mümkün olmayacaktır.
B- ANALİTİK DEĞERLENDİRME
Dünyanın, bölgenin ve ülkenin çize geldiğimiz bu panoramik görüntüsünden emekçi halklar
adına bir devrimci süreç ve toplumsal dönüşüm tarihi çıkarabilmek için Türkiyeli devrimciler
tarafından gerçekleştirilmesi gereken örgüt ve mücadele zeminin daha analitik bir biçimde
tarif
edebilmek, görev ve hedefleri daha net bir şekilde tanımlamak gereklidir.
-IDEVRİMİMİZ
PROLETER ÖNCÜLÜKLÜ BİR SİLAHLI MÜCADELE ÇİZGİSİ SONUCU
GERÇEKLEŞECEKTİR!
Ülkemiz orta gelişkinlikte bir sanayi ülkesidir. Egemen ekonomi biçimi kapitalizmdir.
Bununla
birlikte kapitalizmin doğuştan geç gelişimi, tam bir burjuva demokratik devrimiyle tasfiye
edilemeyen kapitalizm öncesi sermaye biçimlerinin de ülke siyasetinde etken kılan bir
ağırlıktadır. Ülke finans kapitali, bu sermaye yapısının gerici ve dağıtıcı etkisini ancak
devletçiliğin Kemalist modernizmiyle dengeleyebilmektedir. Ülkedeki laiklik-dincilik,
TÜSİAD-Anadolu Kaplanları gibi gerilimler bu sermaye şekillenişlerine tekabül eden siyasal
tezahürlerdir. Bu ikili sermaye yapısı ülkede devlet bürokrasisine de özel bir ağırlık vermiş,
bir
darbeler tarihi boyunca gelenekleşen ordu müdahaleciliği özellikle sömürgeci iç savaş ve
bölgesel savaş konjonktürünün de yardımıyla 28 Şubat’tan itibaren doğrudan bir siyasal
egemenlik haline dönüşmüştür. Yönetici sınıf ve tabakaların bu yapısallığı ekonomik yapının
zayıflığı koşullarında özellikle ABD emperyalizmine yedeklenmekten başka bir ortak ve çıkar
yol bırakmamış ve sosyo-ekonomik temeli giderek zayıflayan bu egemen blok, bir taraftan iç
çatışmalarını yaşarken, öte taraftan halk kitlelerinin en cılız muhalefeti bile bastırmak adına
devlet terörünü kurumlaştırarak TMY’li çözümlere yönelmekte ve bunun da yetmezliğini
bildikleri koşullarda ülkeyi hızla bir bölgesel savaşın aktörü haline getirmeye yönelmişlerdir.
Onlar açısından bundan başka bir çıkar yol yoktur. Kurtuluşları sadece bölgesel paylaşımdan
paylarına düşecek miktarı artırmaktadır. Egemen sınıflar bu haldeyken, ezilen emekçi sınıflar
bir taraftan devlete karşı örgütlenme ve ayaklanma geleneklerinin zayıflığından, diğer taraftan
bu yolda yürüyen solun devlet karşısında süreğen yenilgi halleri nedeniyle kendi bağımsız
iradelerini dayatıcı bir örgütlenmesine girişememektedir.
Türk solunun Tanzimatçı aydın gelenekleri itibariyle batıdan belirlenen bakış açısı, ülke
proletaryasının keza geleneksel sokak tıkanıklığınca güçlenmekte ve “proletaryaya elveda”
diyen batı solunun burjuva eğilimi, ülke küçük burjuvazisi tarafından benimsenerek, neo
liberal,
post modern-post marksist ideolojilere tutkunluk bir hastalık düzeyinde gelişmektedir. Oysa
hedefimiz sadece demokrasiyi geliştirmek, kapitalizmi yaşanır kılmak gibi siyasi genişleme
faaliyeti değil de, tüm dünyada ve ülkede sömürüsüz bir düzenin ve buna bağlı toplumsal
yapıya dönüşümün programı ise, her şeyden önce böyle bir sistemi yaşayabilecek ve
yaşatabilecek bir üretici sınıfa yani proletaryaya, onun toplum kuruculuğuna ihtiyaç bilimsel
apriori olandır. Türkiye devrimi yapısal olarak hiç yanaşamadığı ama geçmişinde hiç değilse
ideolojik olarak sahip çıktığı proleter devrimcilik zeminine önce ideolojide, sonra da siyaset
ve
örgütlemede yeniden sahip çıkmalı ve devrimci yeniden doğuşu bu zeminde ve bu zemindeki
güçler eliyle gerçekleştirilmelidir.
Doğrudur, Türkiye proletaryası bugüne kadar kendi basit ve yalın çıkarları için bile istikrarlı
ve
yapısal bir direniş çizgisi geliştirememiştir. Ancak buna karşın 15-16 Haziran, Tariş, DGM ve
Faşizme Karşı İhtar eylemlerinde olduğu gibi ülkenin modern tarihindeki en ciddi sistem
karşıtı
kalkışmaların proletarya eliyle gerçekleştirildiği unutulmamalıdır. Sol, genel bir çizgi
oluşturamamasına karşın sınıfın bu momentcil patlayışlarının hangi koşullarda ve nasıl
gerçekleştiğini çözümleyebilmelidir.
Sosyalizm gibi bir toplum modelinin proletaryasız gerçekleşmesinin mümkün olmaması ve
ülke proletaryasının kentlerde önemli bir demografik ağırlık taşıması devrimimizi proletarya
ve
proletarya öncülüğündeki kentli yığınların genel ayaklanmasına göre stratejileştirmeyi gerekli
kılmaktadır. Bu strateji planına göre kentli yığınların ayaklanması, kendiliğinden gelişecek bir
devrim süreci gibi algılanmamalıdır. Yukarıda açıkladığımız gibi, ülke halkının ve onun bir
parçası olarak proletaryanın devlet karşıtı genel bir tutum almaktan ziyade tevekkülü isyana
tercih eden bir politik davranış tarzını göz önüne alan devrimci hareketin, proletaryanın
momentcil patlayışlarında kendini daima gösteren sistem dışı devrimci örgütlerin militan
çizgisini süreklileştirmesi, yani taktik zeminde askeri mücadeleyi proletaryanın ideolojik,
politik ve ekonomik mücadele alanları arasına dördüncü bir mücadele alanı olarak
sistemleştirmesi gereklidir. Geri ülkelerde gelişkin olmayan sivil toplumlar itibariyle öncünün
askeri-politik tarzda örgütlenme zorunluluğu ülkemiz açısından da devrimci bir zorunluluk
olarak değerlendirilmelidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, ülkemizin geçmiş
dönemlerinde çok vurgulu yaşanan ve devrimin ağır yenilgilerinde, bu nedenle önemli bir pay
sahibi olan küçük burjuva devrim çizgileriyle yukarıda tanımladığımız askeri-politik
yapılanma
arasına çizilen ayrım çizgisidir. Biz askeri-politik çizgiyi ve bir dördüncü boyut olarak askeri
mücadeleyi proletaryayı iktidara taşımanın stratejik tarzı olarak tanımlamıyoruz. Türkiye
devrimi proletaryanın ve kent yoksullarının ayaklanmasıyla, siyasal bir sürecin gereği olarak
gerçekleşecektir. Yoksa küçük burjuva devrimci çizgilerin iddia ettiği ve kuramlaştırmaya
çalıştığı gibi karşı devrimi askeri bir yenilgiye uğratarak ve bunu gerçekleştirecek bir askeri
cihaz eliyle değil. Bizim silahlı mücadelemiz proletaryanın şiddetinin önünü açmak ve onun
siyasal ayaklanmasına yardımcı olmak üzere inşa edilecek ve uygulanacaktır.
-IIAYNI
ZAMANDA MEŞRU, ÇOĞULCU KURUMSAL SİYASET TARZI DA
DEVRİMCİ ÖNCÜNÜN VE KİTLENİN BİRLEŞİK MÜCADELESİ İÇİN
ZORUNLUDUR!
Devrimci hareket bir taraftan silahlı mücadele çizgisiyle devrimin tarihsel meşruiyetini sınıf
ve
emekçi halklar hareketine taşırken, diğer taraftan yığınların verili ve geleneksel siyasal bilinç
ve
tarzlarını da nihilistçe inkar etmemelidir. Türkiyeli yığınlar verili sistem içinde bir tür
yasallığını sağlayabilen siyasal yapılar içinde muhalefetlerini kurumsallaştırmayı tercih
etmektedirler. Bu nedenle, yığınların gözünde bir şekilde örtüşük algılanan yasallık ve
meşruiyeti temsil eden kurumsal siyasal yapılar, klasik konjonktürel legalite taktiğinden daha
ötede bir süreğen legaliteyi istismar çizgisine oturtularak istihdam edilmelidir. Legalite taktiği
hem yığınların muhalefetlerini daha korkusuz ifade edeceği ortamları oluşturacak, hem de
verili
kesitte meşruiyet sınırlarında sürdürebileceği kitlesel siyaset tarzıyla, yığın muhalefetini ve
demokratik zorlamanın ortalama çizgisini politikleştirecektir. Bu düzey Türkiye solunun
asgari
programlarda ortaklaşan kesimlerinin bir araya gelmesine ve doğrudan kitle siyaseti
zemininde
çoğulcu bir siyasal yapı oluşturmalarına olanak tanıyacaktır. Demek ki bir taraftan silahlı
mücadele yoluyla sisteme karşı en özgür devrimci iradeyi sunuş, diğer taraftan bu iradi
zorlamayla giderek genişletilen meşruiyet alanında yürütülen çoğulcu kitlesel devrimci
siyaset,
emekçi halkların siyaset tarz ve biçimlerinin ikili yönünü oluşturmak zorundadır. Yasal
zeminde ve kitleyi yönlendirmede ortaklaşan, asgari buluşma düzeylerini bu kolektif
çalışmanın
bir sonucu olarak yükselten devrimci çizgilerin mücadelenin daha azami biçim ve tarzlarında
da
buluşabilecekleri ve ortaklaşabilecekleri öncüleyin söylenebilir. Bu gelişme hem devrimci
örgütler arasında bugüne kadar süren küçük burjuva yaklaşımlar nedeniyle artık kronikleşen
grupçuluk ve parçalanmışlık haline bir müdahale olacak ve devrimciler arasında bir
ortaklaşma,
siper yoldaşlığı, birlik süreçlerinin yaşanmasını sağlayacak, hem de devrimci hareketle kitle
arasındaki siyasal dışavurumlar arasındaki kopukluğu kaldırarak, öncü-kitle ilişkisinin
kurulduğu siyasal düzlemlerin kurulmasını sağlayacaktır.
-IIISINIF
DIŞI, EZİLEN TARİHSEL VE SOSYAL KOLEKTİVİTELER DEVRİMİMİZDE
MUTLAKA İSTİHDAM EDİLMELİDİR!
Başta Türkiye proletaryası olmak üzere, tüm ülke ve bölge halklarının sosyalist kalkışmasına
tarihsel öncülük misyonuyla yola çıkacak bir devrim örgütlenmesi, bölgenin tarihsel ve sosyal
gelişim düzeyini gözeterek, modern işçi sınıfı dışındaki tarihsel direnç ve devrim
kategorilerini
de stratejik örgütlenme ve mücadele planlamalarında mutlaka istihdam etmek zorundadır.
GELENEKSEL AYDIN GENÇLİK DEVRİMCİLİĞİ TARİHSEL BİR DEVRİM
DEĞERİMİZDİR!
Bu bağlamda, ülke devriminin 60’lardan itibaren yükselticisi ve bugünlere kadar taşıyıcısı
olan
aydın gençlik üzerine özel olarak yönelinmelidir. Özellikle 80’lerden sonra devletin özel
operasyonlarıyla siyasal pratikten düşürülmüş aydın gençliğin mücadeleye akmasında en
önemli engel, gençlik devrimciliğinin yenilgisini mutlaklaştıran ve onun devrimci ataklığını
mahkum eden neo-liberal ve post marksist, post modernist ideolojiler ve statükocu siyasal
anlayışlar olmaktadır. Gençliğin ataklığının önüne geçen bu ideolojik zemin mutlaka tasfiye
edilmeli ve bunların kurumsal ve edebi siyasal tarzları mutlaka teşhir ve tecrit edilmelidir. Bu
nedenle yeni bir devrimci kalkışma hem marksizmin ideolojik krizini çözmeye hem de
ülkedeki
devrimci gençlik potansiyelini pratik kılacak bir ideolojik hamleyle birlikte düşünülmelidir.
Evrensel çapta tarihin kilitlendiği bu coğrafyanın devrimcileri, tarih biliminin düşünsel
düğümlerini parçalamaya aday olmadan kendi öncülük iddiasını pratik kılamaz. Bu nedenle
ideolojik mücadeleye verilmesi gereken önem askeri-politik mücadeleye verilen önemle
eşdeğer olmak zorundadır.
DEVRİMİMİZİN YENİDEN YÜKSELİŞİ KENDİ KADIN DEVRİMİNE BAĞLIDIR!
Türkiye devriminin tarihindeki yenilgilerin nedenini tek bir gerekçeye indirgemek mümkünse
eğer, devrim mücadelemizin halklaşamamasını, işçileşip köylüleşememesini özellikle kentli
küçük burjuva zeminde gelişmesini söyleyebiliriz. Devrimin yenilgilerinden dersler
çıkaramaması da, hala ısrarla sürdürdüğü çok parçalılık da aslında bu küçük burjuva
yapısallıktan kaynaklanmaktadır. Devrimin yenilgisinin nedeni halklaşamamaksa,
halklaşamamasının en önemli nedenlerinden biri ve bugüne kadar en örtük kalanı olduğu için
bugünkü eşikte özel olarak vurgulanması gereken nedeni ise devrimimizin
kadınlaştırılamamasıdır.
Kapitalizmin devrimci tarzda gelişmediği doğulu toplumlarda kadının ayrıca cinsel sömürü ve
ayrımcılık konusu edilmesi ve sistemin en temel birimi olan geleneksel ailede ocağın ve
dayanışmanın temsilcisi olması sistem ve birey arasındaki ilişkinin kadın dolayımıyla
güvence
altına alınmasını ve sistem karşıtı bütün siyaset ve ideolojilerin hem kadının aile dolayımıyla
statükoculuğu üzerinden hem de erkeğin kadın üzerindeki mülkiyetinin yaygınlığı üzerinden
etkisiz kalmasını getirmektedir. Oysa kadın özgürleşmesi, hem sistemin kendini her gün
ürettiği
aile hukukunun hem de toplumumuzun yarısı olan kadının bin yıllardır bastırılmış olan
enerjisini açığa çıkaracaktır. Bu özgürlük düzeyini yaşayacak kadın gücünün bir daha geri
düzeylere geriletilmesi mümkün değildir. Yanı başımızdaki Kürt özgürlük hareketinin
yaşadığı
onca krize karşın kendini koruyabilmesi ve yeniden ayağa kalkmasında da özgürleştirilmiş
kadın gücünün bağımsız siyasi istihdamı çok önemli bir rol oynamıştır. Dağlarda ve
siyasallaşmış Kürt sivil toplum ilişkilerinde özgürlüğünü yaşayan Kürt kadınının artık ne
dağlardan indirip eski feodal erkek hukukuna geri döndürmek, ne de siyasal özgürlük
iradesini
sistemin egemenlerine terk etmesini beklemek mümkün olamadığı için, Kürt özgürlük
hareketi
kadın ve toplum üzerinden korunmaya alınmış ve yeniden üretim mekanizmalarını
işletebilmiştir. Toplumumuzdaki kadın özgürleşmesinin egemen algısı ise, kadını pazarın
kölesi
haline getiren kapitalist uygarlığın sınırlarıyla çizilmiştir. Hareket’imizin safları bu sınırların
ihlal edildiği yerler, kadın kurtuluşunun mevzileri olacaktır. Devrimimizin güçlenmesi ve
gelecek güvencesi kadının sosyal ezilmişliğini sisteme karşı siyasal bir başkaldırı düzeyine
yükseltilmesine, özerk siyasal kadın hareketinin yaratılmasına bağlıdır.
TOPTAN BİR KATEGORİ OLARAK KENT YOKSULLARI DİNAMİZMİ
DEVRİMİMİZDE MUTLAKA İSTİHDAM EDİLMELİDİR!
Aydın gençlik devrimciliğine ve kadının özgürleşmeci siyasallığına özel önem vermesi
gereken
devrimci yeniden yapılanma süreci, özellikle küresel emperyalizmin orta gelişkinlikteki
sanayi
toplumlarında dünya pazarının merkezileşmesine bağlı olarak yol açtığı sanayisizleştirme ve
enformelleşme sürecinin en önemli olgusu olan varoş gerçeğini de siyasal ve örgütsel
düzlemde
istihdam edebilmeyi mutlaka başarmalıdır. Modernleşme sürecindeki kırsal ekonominin hızlı
çözülmesinin yol açtığı çarpık kentleşme, kentlerin yarı köylü, yarı proleter ve özellikle genç
bir nüfustan oluşan varoşlarla çevrilmesine yol açmıştır. Kentsel emek süreçleriyle doğrudan
bağlantıları olan ama bu bağların süresiz ve kesintili süreçleri nedeniyle tam olarak
proleterleşemeyen bu kesimlerin, özellikle Türkiye kırının Alevilik ve Kürtlük gibi tarihsel
devrimci yapılarını kentlere taşımaları ve emek süreçleriyle bu geleneksel devrimci
tepkilenmeler arasında doğrudan bir ilişki kurmaları açısından konumlanmaları çok
stratejiktir.
METROPOL KÜRTLERİ SADECE KÜRT ÖZGÜRLÜK HAREKETİNİN ÖZGÜCÜ
DEĞİL,
AYNI ZAMANDA TÜRKİYE DEVRİMİNİN DE EN TEMEL MÜTTEFİKİDİR.
Kent yoksullarının Kürt dinamizmi bugün Kürt özgürlük hareketi tarafından
örgütlenmekteyse
de, sadece ulusal bir programa sahip bu hareket kentli Kürt yoksullarının hayatlarının tümüne
egemen olamamakta, onların özellikle emek süreçlerinde oluşan devrimci potansiyellerinin
önemli bir kısmını açıkta bırakmaktadır. Diğer taraftan, yeni paradigmaların verili sistemle
Kürtler’i buluşturma çizgisi metropollerdeki Kürtler’in ulusal devrimci potansiyellerini de
zaman zaman boşa düşürmektedir. Türkiyeli devrimci bir yapılanma, Kürt özgürlük
hareketinin
ayrılma hakkını kullanmama tercihine karşın, ısrarla ayrılma hakkını savunan ve vazeden bir
tutumla kentli Kürt yoksullarına ulusal zeminde seslenmek üzerinden, ama ulusalcı bilincin ve
gerilimlerin ötelediği doğrudan emek süreçlerindeki çelişkilerinin yarattığı devrimci
potansiyellerini de istihdam etmeyi başarmalıdır.
SİSTEMİN RESMİ SÜNNİ İDEOLOJİSİNE KARŞI, GELENEKSEL ALEVİ
BAŞKALDIRISI KEZA HEM KENTLERİMİZDE HEM DE TÜRKİYE KIRLARINDA
DEVRİMİMİZİN EN TEMEL MÜTTEFİĞİDİR!
Kırsal çözülmenin kentlere taşıdığı bir diğer tarihsel devrimci dinamizm Aleviliğin komünal
kolektif davranış gücüdür. Osmanlılığın Sünni devletleşmesi tarafından Aleviliğin komünal
kır
sosyalliğini yüzyıllarca baskı ve katliamlara uğratılması, Osmanlılığın devlet ve yönetim
geleneklerini üstlenen TC tarafından da sürdürülmüş, özellikle Türk finans kapitalinin
kırlardaki hakimiyetinin unsuru ve en temel müttefiki olan bezirgan sermayenin Sünni
ideolojisince bu baskı ve dışlanma kurumlaşmıştır. Türkiye’deki Kemalist devletçi ve dinci
bezirgan kesimler arasındaki geleneksel çelişki ve bu çelişkinin zaman zaman devlet
egemenlikli bir konjonktür olarak ortaya çıkması Alevi toplulukları hızla devlete ve Kemalist
devletçiliğe yakın bir tutuma sürüklemiştir. Özellikle Kürt ulusal mücadelesinin yayılma
alanını
sınırlamak açısından Aleviliğin devletin özel ilgi alanlarından birini oluşturması ve Aleviliği
sisteme bağlayacak politik ve sosyal yönelmelere girişilmesi Alevilikle devlet arasındaki
ideolojik ve siyasal ilişkiyi güçlendirmiştir. Bununla birlikte Alevi toplumunda sosyal
farklılaşma, örneğin Kürtlere kıyasla daha fazla bilinçlere çıkmış ve Alevi topluluklarda
emekçi
ve burjuva sosyallik farklı sosyo-politik düzey örgütlenmelerine yol açmış durumdadır. Alevi
burjuvazi açısından Cem Vakfı ve cemevleri, emekçi kesimlerin ve özellikle Alevi gençliğin
örgütlenmesi olarak Pir Sultan dernekleri bu farklılaşma temelindeki örgütsel farklılaşmayı
göstermektedir.
Türkiye devrimci hareketinin Alevi kolektivitesiyle ilişkileri Sovyetlerin geri ülke
devrimleriyle
aynı ilişki kurgusu içinde gelişmiştir. Önceleri Alevi gençliği kendiliğinden sosyalizme akmış
ve Alevi halk kesimleri devrimci sosyalizmin doğal tabanını oluşturmuş, ardından, daralmalar
yaşayan devrimci hareketin Alevilikle ilişkilenmesi son derece pragmatik ve kendi sosyalist
zeminini dayatan, Alevi doğallığını reddeden bir çizgide gelişmiştir. Yapılması gereken Alevi
topluluğun sorunlarına, onun kendine ait doğallığı içinde devrimci çözümler bulmaya yönelen
bir tutumla, Alevilikle devlet arasındaki ilişkinin kopartılması ve Alevi doğal çıkarlarını
yeniden devrimci faaliyetin rotasına sokmak olmalıdır. Bu nedenle, devrimci faaliyetin Alevi
halk ve gençlik hareketi üzerindeki etkisini, salt dar tekil örgüt yapılarını güçlendirici bir
pragmatizmle değil, onun kendi sorunlarının sosyal ve siyasal çözümleri zemininde istihdam
etmeye önem veren, devletle ve Sünni kasaba gericiliğiyle olan çelişkilerinde kendi
yapısından
zor örgütlerini ve tarzlarını öngören bir şekilde çözüme yönelen bir pratik geliştirilmelidir.
C - SİYASAL ZEMİNDE TAKTİK-PRATİK YÖNELMELER
1- Çağımız yeni bir yeniden paylaşım krizini yaşıyor. Ulusların emperyalist kapitalizmin
birikim fazlası kriziyle şiddetlenen bu yeniden paylaşım döneminin bu momentteki konusu
Ortadoğu’dur. TC, Lübnan’a ve ardından Afganistan’a asker göndermedeki istekliliğiyle,
emperyalizmin İran’a yönelik saldırısında da müttefik olacağını şimdiden ilan etmiş
sayılmalıdır. Dolayısıyla ülkemizin ve tüm bölge halklarının ve emekçi sınıfların birincil
görevi
başta ABD olmak üzere bütün emperyalist güçlerin bölgeyi paylaşma ve yeniden
sömürgeleştirme amaçlarına karşı çıkmak ve emperyalizmin beraberinde sömürgeciliği ve
siyonizmi getirdiği bu politikalarına karşı tüm bölge halklarının anti-sömürgeci,
antiemperyalist
anti-siyonist enternasyonalist çıkarları etrafında çarpışmak ve giderek bu
enternasyonalizmi bölgede egemen kılmaktır. Ülkenin savaşa sürüklenmesi koşullarında bir
taraftan Bolşeviklerin barış taktiklerini uygularken diğer taraftan, Türk, Kürt, Fars ve Arap
halkları arasında dayanışmayı esas alan ve bu zeminde bu halkların devrimci örgütlerini bir
araya getiren bölgesel enternasyonalist kurumlaşmalara yönelen bir çalışma gözetilmelidir.
2- Uluslararası sosyalizmin yıkılışı ile bölgesel anti-emperyalizmin bayraktarlığı İslam’a,
özellikle de Şii İslam’a geçmiştir. Batıcı-modernist anlayışın etkisindeki marksizmin
toplumsal
gelişim tarihi açısından bir kıyasla söylenebilen doğulu geri halklarla, gelişkin batı medeniyeti
arasında kendiliğinden batı yanlısı bir çözüme taraf olan yaklaşım, marksizmin tümüyle
burjuva
ve batılı bir yorumlamasıdır. Bölgesel anti-emperyalist, anti-siyonist ve anti-sömürgeci
enternasyonalist direniş sadece batı emperyalizminin doğulu bölge halkları üzerindeki
hegemonya isteklerine değil aynı zamanda batılı entelejensiyanın batı medeniyetleri yanlısı
tutumla şekillendirdikleri evrensel düşünce kalıplarının hegemonyasına da son verecektir.
Doğulu üretici güçlerin somut siyasal bir tezahürü olan siyasal İslam, özellikle Şii İslam bu
anlamda devrimci sosyalist karşı çıkışın temel bir ittifak gücünü oluşturmalıdır. Kemalist
ideolojinin etkilerini hala taşımakta olan solun, tarihsel modernist-dinci geriliminden
hareketle
radikal-siyasal islama karşı tutum gözden geçirilmeli ve Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya
uzatılan enternasyonalist dayanışmacı politikalar ve siyonist saldırıya karşı Lübnan’da,
Lübnan
Komünist Partisi’yle Hizbullah arasındaki dayanışma ve ortak zafer mutluluğu bizler için de
öğretici, yol gösterici olmalıdır.
3- Emekçi halkların ve devrimin özgür ve nihai iradesini bütün düşman ve karşı güçlere
göstermek için bir silahlı mücadele hattı kurulmalıdır. Bu silahlı mücadele hattı kendine
sürekli
bir eğitim ve yönetim karargahı oluşturmalıdır. Mücadelenin askeri-politik kurmayı bu
karargâhta mevzilendirilmelidir. Özellikle ilk aşamada metropol kent ağırlıklı olarak
mevzilendirilecek silahlı mücadele alanlarına giderek kır yoksullarına ilişkin kır gerillası ve
enternasyonalist dayanışma açısından başta Kürdistan olmak üzere Ortadoğu ve uygun Latin
Amerika alanları eklenmelidir.
4- Yığınların burjuva yasallığı içindeki meşru siyaset anlayışlarını istismar ve istihdam etmek
açısından yasal sosyalist partilerden X uygun çalışma alanı olarak belirlenmeli ve işçi,
gençlik,
kadın çalışmaları yığın örgütlenmelerinin verili perspektifleri bu araç üzerinden
gerçekleştirilmelidir. Keza, devrimci solun olabildiğince geniş kesimleri X içinde çoğulcu bir
yapıya kavuşturulmak üzere teşvik edilirken, Y çalışması da bu zemine doğru
yönlendirilmelidir.
5- Enformel sektör içindeki sendika ve mahalle çalışmaları güçlendirerek sürdürülmelidir.
Buralarda attığımız gelişmeye açık mütevazı adımların Hareket’in oluşum harcında gerekli
olan
emekçi, halkçı ve genç dinamizmini sağlaması için çaba harcanmalıdır.
6- Kürt özgürlük hareketiyle askeri alanda kurulan dayanışma, yasal siyasal alanda uzun
vadeli
bir çizgi ve ilişki içinde, Türk ve Kürt solunun demokratik yasal siyasal yapıları arasında
oluşturulmalı, bu ilişki giderek çatı partisi gibi daha organik ve süreğen zeminlere
taşınabilmelidir.
7- Keza, Kürt özgürlük hareketiyle askeri alanda kurulan dayanışma ve siyasal alanda
oluşturulan kardeşliğin pekişmesi ve ...(güvenlik nedeniyle çıkartıldı..-DK)
8- Ülkenin hızla içine itilmekte olduğu bölgesel savaş hali gözetilerek, gerici ve saldırgan
AKP ve ordu blokunun, Amerikan politikaları doğrultusunda girecekleri bütün uygulamaları
özellikle İslam’dan etkilenen Türkiye halkına teşhir ve tecrit uygulayabilecek bir ajit-prop
zemin önümüzdeki dönemde özel önem taşıyacaktır. Keza benzer şekilde Kemalist devletçi
politikalara yatırılan Alevi kitlenin bir taraftan İran savaşında diğer taraftan Kürt isyanında
emperyalist bölge politikalarına destek olmaktan çıkarılması da güçlü bir ajit-prop çalışma
gerektirecektir. Ajit-prop çalışmanın bütün kesimleriyle Türkiye halkına kesintisiz bir şekilde
yapılabilmesi hiçbir şekilde susturulamayacak ve engellenemeyecek ajit-prop araçları
gerektirmektedir. Bu zeminde ...(güvenlik nedeniyle çıkarıldı..-DK)
9- En kısa sürede Türkiye’de süreli bir teorik-politik yayın çıkartılmalı, bu yayın devrimci
hareketin kadrolarına ve sol ortama seslenmeyi hedeflemelidir.
10- Mücadele ve örgütlenmenin her aşamasında kadını öne çıkarma amacı özel olarak
gözetilmelidir. Bu nedenle Hareket içinde pozitif ayrımcılık esas alınarak kadın kotasının
uygulanması prensip edinilmelidir. Örgütlenme ve mücadele tarzlarında kadının özerk siyasal
şekillenişini de hedefleyen bir yönelme tercih edilmeli, kadın yoldaşlar ve taraftarlar
örgütlenmenin ve mücadelenin her alanında ve aşamasında geçici ya da kalıcı özgür siyasal
düzeyler üretmeye yönelmelidirler.
11- Bu programatik çerçeve bütün kapsamıyla Türkiye devrimci hareketinin diğer
gruplarınca kolektif olarak işlenmeye, geliştirilmeye açık tutulmalı, yeni örgütsel-siyasal
harmanlanmalara zemin oluşturması gerekliliği sürekli gözetilmelidir.
D – ÖRGÜTSEL YAPILANMA
1- ... (güvenlik nedeniyle çıkarıldı.. -DK)
2- ... (güvenlik nedeniyle çıkarıldı.. -DK)
3- ... (güvenlik nedeniyle çıkarıldı.. -DK)
4- Konferans’a kadar çalışmaları yürütmek üzere, Geçici Koordinasyon, Türkiye Komitesi ve
Askeri Komite oluşturulmuştur.
ASKERCİL ANLAMDA DEVRİM ANLAYIŞIMIZ NEDİR?
Bir gerilla, bir halk savaşcısı bir devrim savaşçısıdır. Bu yüzden gerillayı tanımlayabilmek
için devrimin ne olduğunu bilmek gereklidir. Devrim yeni bir toplumsal düzen kurmak, eski
düzenin bütün toplum ve mülkiyet ilişkilerini yenisiyle değiştirmek demektir. Bunun için
yapılması gereken ilk iş eski düzenin sahiplerini egemenliklerini sürdürdükleri yönetici sınıf
olma mevkisinden silip atmak gerekir. Yeni toplumsal düzeni kurmak isteyenlerin bu isteklerine
karşı, egemenler bütün zor ve şiddet yöntemleriyle yürüyerek onları sindirmek, kendi düzenlerini
korunmak isterler. Bu nedenle her devrimci mücadele egemen sistemin zor ve şiddet
uygulamalarını boşa çıkarmak, kendi iradesini üste çıkarmak açısından keza bir devrimci zor ve
şiddet örgütlenmesi ve buna bağlı bir mücadele tarzı geliştirmek zorundadır. Zor adı üstünde
savaştır, silah kullanılmasını gerektirir.
Genel olarak devrim teorisine baktığımız da devrimci mücadelenin üç temel alanından
söz edildiği görürsünüz. Bunlar ekonomik, ideolojik ve politik mücadele alanlarıdır. Devrimci
savaş politik mücadelenin bir devamı, en üst aşaması olarak formüle edilir. Bu formülasyon daha
ziyade burjuva demokratik devrimini tamamlamış ileri kapitalist ülkeler açısından geçerlidir.
Ancak, özellikle ikinci paylaşım savaşından sonra devrimci atılımlar yapan geri kapitalist ülke
halkları, sömürgeci, baskıcı despotik yönetimler yüzünden demokratik haklarını
kullanamamışlar, en basit bir örgütlenme, hak arama mücadelesi bile egemenlerin yüksek
terörüyle karşılaşmıştır. Bu yüzden en sıradan örgütlenme ve hak mücadelesini yürütebilmek için
sömürücü üst sınıfların terörüne karşı kendi şiddet ve zor mekanizmalarını geliştirmek, silahlı
mücadeleyi ekonomik, demokratik mücadelenin yanı sıra süreğen bir mücadele tarzı haline
getirmek, bu gerekirliği giderek stratejileştirmek zorunda kalmışlardır. Böylece silahlı mücadele,
özellikle geri ülke devrimlerinde ezilen yığınların ekonomik, ideolojik ve politik mücadelelerinin
yanına dördüncü bir mücadele alanı olarak eklemlenmiştir. Bu ülkelerde silahlı mücadele politik
mücadelenin bir uzantısı değil, doğrudan kendisi bir politik tarz olarak yürürlüğe girmiştir. Şöyle
demek de mümkündür, gelişkin ülkelerde silahlı mücadele politik mücadelenin bir
tamamlayıcısıdır, politik mücadelenin önünü açıcıdır. Dolayısıyla süreğendir. Bu haliyle
doğrudan, yalın bir savaş hali değil, genel strateji planına bağlı olarak hayata geçirilen taktik
anlamlı bir strateji uzantısıdır.
Daha açıcı olmak üzere konuyu pratik zeminde ele almalıyız. Dünya devrim tarihinde
esas olarak iki türlü devrim edimi, fiiliyatı görülmüştür. Bunlardan birincisi devrimin, ülkenin
çelişkilerinin birikmesiyle gelişeceği ve bu gelişimin kendini devrime evrilteceğini söyleyen
genel devrim teorisidir. İkinci ve daha ziyade geri ülke devrimlerinde ise devrim yapılır. Yani
birincide doğrudan devrim nesnelliği kendiliğinden belirleyendir. İkinci de, devrimci öznellik
devrimci nesnelliğin aynı zamanda bir yaratıcısı olarak devreye girer. Bu edimlerin tarihsel
tezahürü ise Bolşevik devrimiyle, genel ayaklanma stratejisine bağlı olarak birinci kurgu, Çin ve
özellikle Vietnam devrimiyle halk savaşı stratejisine bağlı olarak ikinci kurgu yaşanmıştır.
Burada özellikle dünya devrim pratiğini güncelde de çok etkileyen Latin pratiği tartışılmaya
değerdir. Latin tarzı bir taraftan kırlardaki gerilla şekillenmesiyle halk savaşına dahil bir strateji
planına dahil edilirken diğer taraftan silahlı mücadelenin yanı sıra kentlerdeki ayaklanmacı
yanıyla da sanki üçüncü bir tarzı oluşturmaktadır. Ama bu yanılgılı bir bakıştır. Latin tarzı nihai
zaferi askeri bir büyük savaşa bağlamadığı, kentli kitlelerin ayaklanmasında nihai zafer gördüğü
ve yaşadığı içindir ki bu kategoriler içinde genel ayaklanma parantezinde ele alınmalıdır.
Bununla birlikte kentli ayaklanmayı açığa çıkarmak ve desteklemek üzere sürdürülen silahlı
mücadele özellikle ülkemizdeki PC çizgileri tarafından Birleşik Devrimci Savaş tanımı etrafında
üçüncü bir çizgiye ve giderek bu çizgiyi halk savaşı çerçevesinde gören bir bakışa sahiptirler.
Temel argümanları ise BDS’nin şehir, kır diyalektiğine göre stratejileştirildiğidir. Oysa bu içi
boş bir tanımlamadır. Çünkü Leninist işçi-köylü ittifakı da bir şehir-kır diyalektiğidir, Giapçı
kırdan şehirlerin kuşatılması da… Ama her ikisinde de ağırlık kaymaları vardır! Birincide
şehirlere, ikincide kırlara …BDS, bu iki alanın eşit ele alınacağını söylemek ise, bu kavrayış
strateji tanımının kendisine ters düşer… Çünkü strateji aynı anda bütün alanlarda en güçlü
olunamayacağı kavrayışından hareketle düşmanın en zayıf noktasına kendi güçlerinin en
büyüğünü yığma sanatı olarak tanımlandırılır. Bu yüzden latin tarzında da bir ağırlık kayması
vardır ve bu kayma şehirlerden yanadır. Başarılı Latin devrimleri, Nikaragua ve Küba’da
devrimini nihai olarak kentli yığınların ayaklanmasıyla ve buna destek veren gerilla birlikleri
tarafından gerçekleştirildiğini önderleri belirtmiştir.
Peki biz bu çerçevede nerede durmaktayız?
Biz her şeyden önce, kentli devrimci dinamikleri esas alıyoruz
Buna bağlı olarak siyasal sürecin kentlerdeki ayaklanmayla çözüleceğini öngörüyoruz.
Ancak her türlü demokratik faaliyetin düşmanı gerici, despotik bir ülkede askeri mücadelenin
süreğen bir tarz olarak kentli kitlelerin eylemini açığa çıkartmak ve iktidara yöneltmek açısından
gerekli olduğunu görüyoruz.
Dolayısıyla askeri tarzımızı kentleri esas alan bir örgüt ve mücadele biçim ve
programına göre oluşturmayı benimsiyoruz.
Bu yaklaşım elbette ülkemizdeki kır gerçeğini görmezden gelmemize yol açmamaktadır. Kır
yoksullarına seslenecek bir kır gerillası faaliyeti taktik bir mevzilenme olarak gündemimizdeki
ama bugünkü örgütlenme düzeyimiz itibariyle geleceğe ait bir proje olarak önümüzde
durmaktadır. Stratejik önem kent gerillasına tanınmaktadır.
(..)
(Devrimci Karargah’ın aynı adlı örgütsel eğitim broşüründen alınmıştır)
2) GÜNCEL ANALİZLER
2006’dan bu yana dünyada önemli gelişmeler yaşandı. ABD, Ortadoğu’daki hesaplarını ve
pozisyonunu gözden geçirmek zorunda kaldı. George W. Bush’un yerine seçilen Demokratların
adayı Barack Obama’yı küresel bir kriz karşıladı. ABD’den Euro bölgesine sıçrayan bu kez
büyük şirketleri ve dahası kimi ülkeleri iflasın eşiğine getirdi.
Bununla beraber kriz merkezlerinde emekçilerin isyanları gelişti. Bu isyanlar Tunus’tan
tetiklenerek Mısır’a, Libya’ya, Bahreyn’e, Yemen’e, Suriye’ye yayılan Arap halklarının
ayaklanmasıyla buluştu.
Türkiye’de ise bir taraftan Kemalist ideolojinin tasfiye edilerek emperyalizmin
planlamalarına daha uygun olacağı öngörülen neo Osmanlıcı yeni bir dönem başlatılırken, diğer
taraftan kendi Kürt sorununu düzen içi formülerle “içererek aşma” nın yöntemlerinin denendiği
ikili bir süreç yürütüldü. Gelinen aşama TC’nin bu her iki süreci belirli bir olgunluğa evrilttiğini
“Ergenekon” adını verdiği süreçle düzenin kirli unsurları ve miladi dolmuş paradigmasını tasfiye
ettiği ve öte yandan “Kürt Açılımı” denilen süreç ile de uzlaşı yoluyla önemli mesafe katettiğini
söyleyebiliriz.
Şimdi bu gelişmelere biraz daha yakından bakalım.
Emperyalist Dünya Ve Yeni Yönelimler
İtirazlarımızı hayat doğruladı. Geçen süre zarfında ABD üzerinden üretilen “imparatorluk”
tezlerinin ne denli yanlış olduğuna ve buna neden olan “kadir-i mutlaklık” inancının çöktüğüne
tanık olduk. Afganistan’da müttefikleriyle batağa saplanan, Irak’tan ise güçlerini çekmek
zorunda kalan ABD emperyalizmi kendisine atfettiği ve bir dönem genel kabul gören “tek süper
güç” iddiasına çeki düzen vererek önce “lider güç” ardından da diğer emperyalistlere muhtaç
olduğunun itirafı anlamına gelen “vazgeçilmez güç” pozisyonlarına razı olmak durumunda kaldı.
Buna dair en önemli vurgu, sözün sahibinin Brzezinsky*8 olması bakımından son derece
çarpıcıdır: “Dünyada tek bir gücün egemen olduğu dönem kapanmıştır….” diyor ve ABD gibi
dünyada statükoyu dengeleyecek bir unsurun yokluğundan kimsenin (yani emperyalist
asalakların) faydalanamayacağı, kaosun yaşanacağı konusunda uyarılarda bulunuyor,
Brzezinsky. Bu uyarı ABD’nin artık bundan böyle rakiplerinin kendisine olan ihtiyaçlarına
sığınmak zorunda kalacağını göstermektedir.
Bir zamanlar dünyaya tepeden bakan süper gücün kısa sürede ( ki aslında bunun tarihseltoplumsal kökleri derinlere dayanır) bu pozisyona gerilemesinin belli başlı nedenleri vardır.
Bunlardan biri aşırı savaş harcamalarının neden olduğu ağır mali yüktür. Öyle ki günümüz ABD
emperyalizmi küresel askeri harcamaların yüzde 40’ına denk gelen bir harcama rakamına
sahiptir. Bu kendisinden sonra gelen 20 ülkenin toplam harcamalarından fazladır. ABD, 2012
itibariyle askeri bütçeye 700 milyar dolar ayırmıştı; üstelik bu rakam 450 milyar dolarlık bir
kesinti zorunluluğuna rağmen belirlenmişti.
Bu durumun da yol açtığı ve derinleşmesine katkı sunduğu mali zaaf ABD’nin küresel
politikalarını sürdürülebilir olmaktan düşürürken diğer taraftan da sermaye yapısı onu daha güçlü
rakipleri karşısında daha uzlaşmacı bir çizgiye mahkum etmiştir. Özellikle Ortadoğu’ya açtığı
savaşın faturasını Birleşmiş Milletler üzerinden diğer ülkelere paylaştırmak istemesinin nedeni
budur.
8
Zbignew Brzezinky: Eski ABD başkanlarından Jimmy Carter’in danışmanı ve halen ABD başkanlarına
doğrudan kendisi yahut öğrencileri üzerinden akıl veren bir dış politika uzmanı(!)dır.
İkincisi yine bu savaşa bağlı olarak şişen spekülatif sermaye balonunun patlamasıyla
buluşan 2009’daki küresel krizdi. “Mortgage Krizi” diye adlandırılan 1929 Büyük Buhran’ı ile
kıyaslanan bu kriz aslında bir “zincirleme borç krizi”dir.
Bu kriz ABD’de konut ve emlak krizi olarak başlamıştı. Banka kredisi çekilerek
edinilen konutların geri ödenememesi nedeniyle bankalar konutlara el koymak durumunda
kalmıştı. Bu durum konut fiyatlarının aşırı değersizleşmesini beraberinde getirmişti. Bunun
neden olduğu genel güvensizlik öte yandan mevduat sahiplerinin bankalara hücum ederek
paralarını çekmelerine yol açtı. Dolasıyla bu kez de bankalar, kredi verdiği kuruluşlardan
alacaklarını talep etti. Her borçlu, kendi alacaklarının peşine düşünce bu zincirleme talep “borç
krizi” olarak bütün dünyayı sardı.
Krize konu olan her şey (emlak, konut, fabrika, şirketler, vs) hızla değersizleşti.
Zayıfların güçlüler tarafından yutulduğu döngünün ilerleyen aşamalarında iflasın eşiğine gelen
kritik bankaları kurtarmak için ABD’de (ve bir çok ülkede) devlet müdahalesi gerçekleşti.
Halkın cebinden çıkan vergilerle biriken trilyonlarca dolar sayesinde bankalar kurtarıldı.
Chavez’in ‘ABD sosyalist sisteme geçiyor’ diye alaya aldığı “kamulaştırmalar” bu dönemde
yaşanmıştır.
ABD’yi zor duruma düşüren diğer önemli husus ise, başta Doğu halkları olmak üzere
emperyalizme karşı sergilenen etkin direnişlerdir. Bununla birlikte savaşın yıpratıcı etkisini
ekonomik ve sosyal düzlemde yaşayan ABD halkının memnuniyetsizliğindeki artış ve “Wall
Street” i İşgal Et” ( Occupy Wall Street) eylemleri de bu bağlamda değerlendirilebilir.
ABD’yi artık dünyaya kendini dayatan ve küresel gidişatı bütünüyle belirleyen bir güç
olmaktan çıkaran başka bir neden de, özellikle Ortadoğu’ya yönelik hamlelerini “Satranç”
oyununa göre kurgularken, tarihsel ve sosyal yapısı nedeniyle bölgenin daha ziyade “Go”
oyununa benzeyen niteliklerini algılayamamasıdır. Doğulu değerlerin sosyal yaşamda ne tür
karşılıklar üretebileceği ihtimallerine kapalı olan Batı’ya özgü küstah bakış, kendi dar
kafalılığının ceremesini çekmiştir.
Böylece ABD yeniden Ortadoğu’ya dönmek üzere (çünkü daha önce de belirttiğimiz
gibi bu onun tercihi değil, zorunluluğuydu) taktik nitelikte bir geri adım attı. Bir süre boyunca
kendi mali yapısını toparlamak ve politik sorunlarını gidermek amacıyla güç toparlayabilecek bir
zamanı kazacağı uluslararası bir konumlanmaya geçmeyi denedi. Irak’tan askeri gücünün büyük
bir bölümü çekerek güvenliği yerel hükümete bıraktı. Obama’nın 2 kez başkan seçilmesinin
öncesinde İran ile olan gerilim yumuşatmaya çalıştı; İsrail’in Filistin’e dönük saldırganlığını
gemlemek üzere müdahalelerde bulundu, kendince. Her ne kadar neo-con’lar heveslendiyse de
yeni bir savaşa, agresif bir kapışmaya halkın hazır olmaması da onun saldırganlığının önüne
geçti. “Demokrat” Obama’yı ikinci kez başkan seçtiren de yine bu soluklanma ihtiyacıydı.
ABD’nin bu nedenlerden dolayı BOP sürecindeki geri çekilişini, aslında gelecekteki
sıçramaya yönelik bir hazırlık olarak da okumak gerekir. Öngörülen ve hazırlığı yapılan bu
sıçramanın koordinatlarını da dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hilary Clinton işaret etti.
“Dünyanın geleceğine Afganistan’da ve Irak’ta değil, bizzat Asya’da karar verilecek. Amerikan
devletinin önümüzdeki on yıl için üstlendiği en önemli görevlerden biri de Aysa-Pasifik
bölgesinde diplomatik, ekonomik stratejik yatırımlarını önemli ölçüde artırmaya odaklanmak
olacaktır. (…) ABD tarihi bu dönemeçte bulunuyor”
Elbette bu yönelim BOP sürecinden vazgeçildiği anlamına gelmez. Bilakis BOP süreci
bundan böyle, ABD emperyalizmin Asya, Pasifik konumlanmasının bir öngereği olarak
işletilecektir.
Cliton’a ek olarak Obama da yeni askeri tehdit doktrininde özel bir önem taşıyan
Avustralya’ya yaptığı ziyaret ile yeni stratejiyi şöyle açıklandı. “Önümüzdeki yüzyılın çatışma
mı işbirliği mi olacağını, dünyanın nükleer gücünün büyük bir kısmına ve insan nüfusunun
yarısına sahip Asya büyük ölçüde belirleyecektir… Ulusal güvenlik ekibime Asya-Pasifik’teki
varlığımızı ve misyonumuzu birincil öncelik olarak görmeleri emrini verdim… ABD bir Pasifik
gücüdür ve buradan gitmeye niyeti yok. Tam tersine Amerika’nın Asya Pasifik’teki savunma
tarzımızı modernize ediyoruz. Savunma güçlerimizi daha geniş bir alana yayacağız. Japonya ve
Kore yarımadasında güçlü varlığımızı korurken bir yandan da Güneydoğu Asya’daki varlığımızı
çoğaltarak… Buna Güney Çin denizi de dahildir...”
Burada Asya-Pasifik hattından kastedilen elbetteki, dünya nüfusunun yarısına ve
dünya üretiminin de yarısına sahip olan Asya’da, hegemonyası ve gücü gittikçe yükselen Çin’dir
ki, bu gelişkinlik ABD’nin uykularını kaçırmaktadır.
Güney Çin Denizi ise, tahmini 213 milyar dolarlık petrolü ve dünya ticaret’nin
%40’ının buradan geçmesi sebebiyle önem taşıyor. Çin ile ABD’nin stratejik çıkarları da burada
düğümlenmektedir.
Çünkü burası ABD’nin en büyük rakiplerinden biri olan ve tehdit olarak algıladığı
Çin’in en kritik ihtiyacı olan enerji gereksinimini karşılayacağı stratejinin alanı dahilindedir.
Fakat bu alan, ABD’lilerin tanımlamasıyla Çin’in “inci kolye stratejisi”nin yalnızca bir kısmını
oluşturmaktadır. Buna göre Çin, gittikçe yükselen üretim kapasitesini karşılayacak enerji
kaynaklarına ulaşmak ve bölgedeki hegemonyasını arttırmak üzere Güney Çin Deniz’inden Hint
Okyanusu’na, orada da İran Körfezine kadar uzanan hat boyunca yeni üsler kurmanın ve
diplomatik ilişkiler geliştirmenin peşine düşmüştür.
ABD ise bu kolyenin incilerini koparmak için bir yandan Burma’da (Myanmar’da)9
Tayland’da, Filipinler’de Çin karşıtlığını yükseltecek manipülasyonlara girerken diğer yanda da
Vietnam’daki eski üslerine geri dönmek üzere müzakereler yürütmektedir. Yine ABD’nin
Hindistan ile ilişkileri geliştirmek için bu dönemde dış politika aktörleri üzerinden yakın markaj
uyguladığı gözlenmektedir.
Eğer ABD bu strateji de başarılı olursa, yani Çin’in Hint Okyanusu ve Güneye Çin
Denizi’inde hegemonya kurmasını engelleyebilirse (ki bu aynı zamanda ABD’nin kendi
hegemonyasını kurması anlamına da gelir) hem olası bir büyük kapışmada Çin’in yaşamsal
önem taşıyan hammaddelere, özellikle de Körfez’den ve Afrika’dan gelen petrole ulaşma
yollarını kesecek ve hem de ayrıca Çin’i kontrol altında tutabilecektir..
Geçen süre zarfında hareketli zamanlar yaşayan sadece ABD değildi. AB
emperyalizmi de bir yığın sorun ile boğuşmak zorunda kaldı. ABD’den sıçrayan küresel krizle,
proleteryanın huzursuzluklarıyla başetmeye çalışırken AB, diğer yandan da Mağrip
ayaklanmaları dolayısıyla yaşanan gelişmelere göre fırsatlar kovaladı ve Suriye’deki
gündemlerde en uygun pozisyonlar için çabaladı.
9
2012 Haziranı’ndan beridir Myanmar’da yaşanan ve “Budistler ile Arakanlı Müslümanlar arasındaki çatışma”
olarak dünya gündemine yansıyan sorunun gerçek nedeni de Çin’in Güneybatısındaki Bengal Körfezi’nden
başlayarak Myanmar’ın ortasında geçirmek üzere açmaya çalıştığı Shwegas petrol doğalgaz boru hattı projesidir.
Avrupa’daki Euro krizinden başlamak gerekirse, öncelikle meselenin iktisadi
açıklamasının yetersiz olacağını belirtmek gerekir. Çünkü mesele emperyalizmin yeniden
birikim ve paylaşım süreçleriyle alakalıdır.
Euro krizi mükemmel bir turnusol işlevi gördü. Bu sayede büyük Avrupa Birliği
medeniyetinin aslında Almanya ve Fransa’ya (daha çok Almanya’ya, geri ekonomiye sahip
Avrupa ülkelerinin sömürgeleştirilmesi anlamına geldiği ortaya çıktı. Sürece yayılan bu
sömürgeleştirme projesi başarılırken “Euo Sistem” adını verdikleri ortak para kullanım
mekanizması büyük rol oynadı. AB’ye bağlı 27 ülkenin 17’si bu sistemin içindeydi.
Önce Avrupa finans- kapitalizmi (özelde Alman Sermayesi) Euro sistemine dahil ettiği
kimi Avrupa ekonomilerini (İrlanda, Portekiz, Yunanistan ve eski Doğu bloku ülkeleri) zamanla
kendisine borçlu kıldı. Ekonomileri öteden beri ithalat ve kamu harcamaları üzerinden canlı
tutulan bu ülkeler, küresel krizin durgunluk, istikrarsızlık vb özellikleriyle birleşen yapısal
sorunları dolayısıyla ödeyemezlik durumuna düşünce kriz Avrupa’ya sıçramış oldu. Zaten kriz
dolayısıyla aşırı değer kaybına uğramış Amerikan kağıtlarını edindikleri için zarara uğrayan
Avrupa özel finans kurumların kurtarmak için ödenen trilyonlarca Euro yeterli sonucu
vermemişti; dahası AB devletlerinin bu çabası kasadaki yangını daha da harladı. Öyle ki bu
ülkelerin birçoğu çırpındıkça borçlandı: AB’ye üye olmanın şartlarını düzenleyen Maastrich
krizlerinin borçlanmayla ilgili hükümlerinin darma duman olduğu ortaya çıktı.
Borçlanmalar AB ülkelerinin geri ekonomilerini ve hatta Ispanya ve İtalya gibi
gelişkin ekonomileri Almanya-Fransa ilişkisinin belirlediği mali politikalara mahkûm etti.
Bunun karşılığında Almanya elini cebine attı. Batık ülke İzlanda’yı, İrlanda’yı, Yunanistan’ı,
Portekiz’i, İspanya’yı ve hatta İtalya’yı düzlüğe çıkarmak değildi, amaç. Yukarıda da
belirttiğimiz esas amaç Almanya’ya sömürge kılmaktır. Buna yönelik hazırlanan mali sözleşme
Euro bölgesindeki 17 ülke tarafından imzalandı. Böylece neredeyse bütün Avrupa’nın merkezi
ya da yerel kurumları Almanya-Fransa ortaklığının belirlediği eksene tabi oldu.
Euro bölgesi krizinin faturası elbette de bu bağımlılık ilişkisine göre düzenlenecek ve
dolayısıyla acı reçete, yardıma muhtaç Avrupa ülkelerinin proletaryasına yazılacaktı, öyle de
gerçekleşti. Kemer sıkma politikaları nedeniyle İrlanda, İzlanda, Portekiz, Yunanistan, İspanya,
İtalya gibi “köklü” Avrupa ülkeleri ve eski Doğu bloku ülkelerinde emekçilerin gelir seviyeleri
düştü, işten çıkarmalar yaşandı, özellikle genç işsiz nüfus hızla arttı, emeklilik yaşı yukarıya
çekildi. Buna mukabil kendiliğinden sınıf bilinci yüksek olan Avrupa proletaryası ve hızla
mülksüzleşen küçük burjuvazi meydanları doldurmakla gecikmedi. Birçok ülkenin büyük
şehirlerinde ‘occupy!’ (işgal et) eylemleri yaygın ve yığınsal katılımlarla gerçekleşti. Durum
öyle bir noktaya geldi ki AB’nin dönem başkanı Manuel Barrosso Avrupa’da yayılan protesto
gösterilerinin artmasında kaynaklanan endişesini “Ekonomik kriz böyle giderse Avrupa’da askeri
darbeler olabilir” diyerek dile getirmişti.
O çok övülen Avrupa demokrasisinin aslında ne denli kırılgan bir yapıya sahip
olduğunun itirafıydı, bu adeta. Nihayetinde belki askeri darbeler olmadı ama protestolar
nedeniyle İtalya ve Yunanistan’da hükümetler devrildi; yerlerine ite-kaka, güçlükle hükümetler
kuruldu. İtalya’da da Mario Monti adlı ünlü bir CEO ısmarlama yöntemle başa getirildi. Fakat
hiçbir yeniliğin yapacak fazla bir şeyi yoktu. Almanya- Fransa çıkarları için kendi proletaryasına
ve emekçilerine yüklenmeye devam edecekler. Buradan yola çıkarak, tarihsel kazanımları
gaspedilme tehlikesi yaşayan Avrupa proletaryasından kısa vadede etkili bir devrimsellik
beklemek hayal olur, belki ama artık hiçbir şeyin onlar için eskisi gibi olamayacağı da
söylenebilir.
Arap İsyanları: Kıvılcımdan Yangına…
2010 yılı sonunda Tunus’ta Muhammed Buazizi adlı işsiz bir gencin geçim tezgahına el
konmasını protesto etmek için bedenini ateşe vermesiyle öyle bir kıvılcım çakıldı ki, Arap
halklarının adeta barut fıçısına döndüğü anlaşıldı.
Kıvılcımı Tunus’tan çakılan isyanlar, çok geçmeden Mısır, Yemen, Bahreyn, Ürdün,
Cezayir ve Fas’a sıçradı (doğrudan emperyalist kışkırtmaya konu alan Suriye ve özellikle
Libya’yı bu bağlamın dışında ele almak gerekir.) Bu ülkeler büyük çatışmalara sahne oldu.
Doğrusu kimse onlarca yıllık baskıya rağmen tevekkülü elden bırakmayan Arap
halklarından böylesi sarsıcı bir çıkış beklemiyordu. Dahası, anlamak şöyle dursun, batıcı
modernist sözde komünistler gibi bu isyanlara burun kıvırmaktan kendilerini alamayanlar da az
değildi.
Ayrıca “engellenen üretici güçler sosyal devrimlere yönelirler” şeklindeki marksizmin temel
görüşlerinden birini arap toplum-toplumlarının biat ve itaate göre şekillenen yapısı üzerinden
eleştiren burjuva görüşler de bu isyanlar nedeniyle hayat karşısında duvara tosladı.
Komplo teorilerinin aksine Arap ayaklanmaları büyük oranda proleter, emekçi
sınıfların kendiliğinden bir çıkışı ve gelişmesi şeklinde yaşanmıştı. Geniş bir coğrafyaya yayılan
isyan alanındaki Arap nüfusunun üçte ikisinin genç ve bu gençlerin de yarısının işsiz oluşu
işsizliğin genel olarak %20 gibi büyük oranda seyretmesi, buna karşın azınlıktaki yöneticilerin
ve mülk sahibi sınıfların şatafatlı yaşamları 2000’lerden sonraki gıda kriziyle ve neo liberal
politikalardan kaynaklı yoksulluğun 2008 kriziyle buluşması Arap halklarının sessizlik içinde
biriken öfkesinin patlamasına neden olmuştur.
Fakat bu açıklama geçmişte de benzer şartların oluşmasına rağmen Arap halklarının
neden isyan etmediği açıklayamamaktadır. Bu daha çok Doğu halklarına özgü tevekkül toplumu
olma özelliğiyle alakalı bir husustur. Bu özgünlükte, tarihsel olarak Doğu’lu egemenliğin (tıpkı
Anadolu’da olduğu gibi) halkın biat ve itaatiyle oluşturulan devlet sınıflarına yaslanma gerçeği
vardır.
Güncel örnekte, Arap halkını kuşatan bu tarihsel kabuğun çatlaması, çelişkilerin artık
patlamaya neden olacak kadar birikmiş olmasıyla açıklanabilir.
Öte yandan aynı nedenlerden dolayı bu isyanların en fazla bir burjuva devrimine yol
açarken toplumun devlete olan bağlılığının tazelenmesine, toplum ile devlet arasında oluşan
açının bir süre sonra kapanmasına vesile olabileceği beklenebilir. Çünkü isyanlar en başından
beri sistemden kopuş iradesiyle yüklü değildir.
Bununla beraber daha somut gerçeklik ise bu isyanların yönünün bir süre sonra
emperyalist müdahalelerle belirlendiğidir. İlk şoku çabuk atlatan emperyalistler ayaklanan halkın
huzursuzluğunun yatıştırılması ve patlama basıncının azaltılması için halka bıkkınlık getirmiş
hanedanlıkların devrilmesi ile mümkün olduğunu görerek korktukları gelişmeleri kendileri için
avantaja çevirmeye çalıştılar. Örneğin Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Aliye’yi, Mısır’da Hüsnü
Mübarek’i ilk başta korumaya dönük bir refleks gösterseler de, sonrasında bundan vazgeçtiler.
Çünkü halk nezdinde zorbalığın timsali olarak nefret edilen bu iki figürden faydanılamayacağı,
bunun yerine muhaliflerin büyük çoğunluğunun onaylayacağı ve özellikle BOP ( dahası GOP.
Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) sürecinden emperyalistlerin de işine yarayacak alternatiflere
yönelmesi gerektiği çok çabuk kavrandı.
Bu çerçevede sömürü ilişkilerini İslami bir içerikle meşrulaştıran “ılımlı İslam”
ideolojisinin sembolü “Türkiye ve AKP” ayaklanan kesimlere model olarak sunuldu. Bu modelin
Mısır’daki karşılığı Müslüman Kardeşler’di. Ayaklanmanın ilerleyen aşamalarında sürece dahil
olan ( Şubat 2011), anti- emperyalist veya anti Siyonist hiçbir söylem tutturmayan Müslüman
Kardeşler, toplum ve yönetici sınıflar arasındaki bütünleyici dengeyi sağlayacak özne olarak öne
çıkarıldı.
Tunus’ta da benzer nitelikte bir süreç işletildi. Devrilen Zeynel Abidin Bin Ali yerine
AKP benzeri bir parti olan Raşit Gannuşi liderliğindeki En Nahda’nın ayaklanmalar sonrasındaki
ilk seçimlerde birinci çıkması sağladı.
Ayaklanan diğer ülkelerden Ürdün, Yemen, Bahreyn’de ise emperyalizm mevcut
işbirlikçi- gerici iktidarların bekasına oynadı. Çünkü buralarda ayaklanmalara Şiiler veya El
Kaide yanlısı anti- emperyalist güçler damga vuruyordu. Bu açıdan alternatifsizlik
emperyalistleri statükoya mahkum etmişti. Fas ve Cezair’de ise toplumsal muhalefet hükümetleri
sarsacak etkinlik düzeyine ulaşamamıştır.
Öte yandan eş zamanlı gelişen Libya ve Suriye’deki karışıklıkları farklı bağlamda ele
almak gerektiğini belirtmiştik. Çünkü bu iki ülke yönetimleri bölge ve dünya siyasetinde
oynadıkları rol, işgal ettikleri yer gereği emperyalizm için ciddi bir ayak bağı niteliğindeydi.
Libya’da Muammer Kaddafi öteden beri emperyalizme ve siyonizme karşı etkin bir
muhalif tavır sergilediğinden, yerine kim gelirse gelsin emperyalizm için yeğdi. Libya’nın
aşiretlerin petrol gibi maddi çıkarlarına dayalı birliği, emperyalistlerin parçalayıcı
provakasyonlarına zemin sunuyordu. Kaddafi’ye rakip olan işbirlikçi aşiretler zaten bir süredir
silahlandırılıyordu. Uygun zaman geldiğinde yeni Arap isyanları Mağrip coğrafyasında
yayılmaya başladığı andan itibaren emperyalist merkezlerde düğmeye basıldı. Kaddafi karşıtı
bütün güçler harekete geçtiler. Birleşmiş Milletlerde Libya’ya karşı hızlıca konsensüs
oluşturuldu. Libya hava sahası kapatıldı. Muhalifler Kaddafi’ye karşı zor duruma düştüğünde
emperyalistler, havadan müdahale ederek sık sık devreye girdiler. Nihayetinde Kaddafi’nin
alçakça linç edilmesiyle “küstah ve arızalı” bir engel bertaraf edilmiş oldu.
Burada Libya’yı emperyalistler açısından değerli kılan husus elbette ki zengin petrol
kaynaklarının varlığıdır. Bu sayede emperyalistler oldukça stratejik bir yerde, özellikle Avrupa
içn “petrol istasyonu” diye nitelendirilebilerek bir kazanım elde ettiler. Bu ABD’nin İran’a
dönük askeri müdahalesinin yolaçabileceği petrol krizi konusunda endişeler yaşayan Almanya’yı
da rahatlatacak bir kazanımdı. Libya’ya dönük müdahalede Almanya ve Fransa’nın yangından
mal kaçırırcasına aceleci davranması tam da bu nedenledir. Böylece ABD gelecekteki İran
yöneliminde AB emperyalistlerinden yükselecek olası mızmızlanmaların önüne geçmiş oldu.
Uzun zamandır “şer ekseni” içinde tarif edilen Suriye de öngörülen emperyalist
müdahaleden nasibini aldı. Esad Hanedanlığının emperyalizmin hedefindeki İran ile stratejik
müttefikliği, İsrail siyonizmine karşı savaşan Filistin’li cihatçı hareketlere, keza Lübnan
Hizbullahı’na en aktif şekilde destek vermesi müdahaleye maruz kalması için emperyalistler
açısından yeterli gerekçeleri oluşturmaktaydı.
2011 yılının baharından itibaren gittikçe yükselen Esad karşıtı hareket bir süre sonra iç
savaş halini aldı. Bu iç savaş üç farklı öznenin hegemonya mücadelesine konu oldu. İçeride
çeşitli inanç ve milliyetlerden gruplara ve mülk sahibi sınıflara yaslanan Esad’ı dışarıdan Rusya,
İran (ve hatta Çin) desteklemekteydi. Rusya’nın desteklemesinin yegane nedeni Akdeniz’deki
tek üssün Suriye’nin Tartus kentinde olması, olası bir iktidar değişikliğinde bu üssü kaybedeceği
tehlikesi ve dolayısıyla ABD- AB etkinliğinin bölgede artma ihtimaliydi. Bu aynı zamanda İran
için de alarm zillerinin çalması demekti. Çünkü İran’da biliyordu ki Suriye’nin düşmesi halinde
Şiiliğin etkisi altındaki Lübnan ve can düşmanı İsrail ile çatışan Filistinli güçler zor duruma
düşecek, bu da etrafındaki kuşatmanın daralmasına yol açacaktı.
Esad’ın karşısında ise Sünni- Arap kesimlerin oluşturduğu çok parçalı bir blok vardı.
Bu blok Ürdün, Katar, Suudi, Arabistan gibi emperyalizmin uşağı olan işbirlikçi – gerici Arap
rejimlerinden olduğu kadar, kuzeyden TC oligarşisinin yoğun desteğini almaktaydı. Bu ülkeler
muhaliflere askeri siyasi eğitim ve lojistik imkanlar başta olmak üzere her türlü yardımı,
emperyalizmin de katkılarıyla vermekteydi. Emperyalizm, savaşı bu ülkelerle verdiği vekâlet
üzerinden yürütüyordu.
Üçüncü özne ise, örgütlülüğü uzun süre öncesine dayanan, bu örgütlülük sayesinde
Suriye’nin kuzeyinde oluşan iktidar boşluğunu demokratik özerkliğini ilan ederek dolduran
Rojava Kürtleriydi. TC ile Suriye sınırındaki önemli bir kuşağı çatışma yaşamadan denetimine
alan Rojava Kürtlerinin bu kazanımından en büyük endişeyi yaşayan TC oldu. Çünkü kâbus gibi
üzerine çöken bu kazanımın Kürtlere çok stratejik avantajlar sağlayacağını biliyordu. Bu nedenle
Rojava Kürtlerinin devrimini henüz kurumsallaşma sağlanmadan boğmak için bir yandan
beslediği Suriyeli çeteleri kışkırtırken, diğer yandan da Güney Kürdistan’ın işbirlikçi Kürt
yönetimi eliyle ambargo silahını işletmeye çalıştı. Buna rağmen TC’nin bunda muvaffak
olamadığını söyleyebiliriz.
Neticede “herkesin savaşı” olarak tanımlanabilecek Suriye’deki kapışma aynı zamana
hegemonya mücadelesinin tıkandığı alan haline geldi. Çünkü neredeyse bütün uluslararası ve
bölgesel güçlerin çıkar hesapları burada çakışmaktaydı.
Öte yandan bu tıkanıklık küresel hesaplarını on yıl sonraya kaydıran ABD açısından,
Rusya ve İran’ın bölgeye yoğunlaşarak oyalanmalarına ve yıpranmalarına neden olacağı için bir
fırsattır. Böylece ABD, kazanma imkanını kesinleştiremediği bir bölgesel savaşı herkes için bir
kayıp haline getirme imkanını deneyebilecektir. Nasıl olsa bugün için bölgedeki varlığını vekâlet
verdiği TC gibi işbirlikçi devletler eliyle yürüterek yıpranma payını minimuma düşürme
imkânına da sahiptir.
Kürtler:
2006’tan beri yaşanan gelişmelerde bölgede etkinliğini arttıran örneklerden biri de Kürtlerdi.
Bir tarafta Güney (Irak) Kürdistanı’nda Barzani-Talabani liderliğindeki işbirlikçi Kürtler öte
taraftan ise diğer üç parçada örgütlü olan PKK önderlikli Kürt Özgürlük Hareketi ( KÖH)
kendileri adına önemli kazanımlar elde ettiler.
Güneyde işbirlikçi Kürtler giderek pozisyonları sağlamlaştırırken İran etkisindeki
Irak’ın Şii hükümeti ile olan ittifakı 2012’den itibaren dağılmaya başladı. Öyle ki iki ayrı güç
sıcak bir savaşın eşiğine kadar geldi. Bunda Kürtlerin kendi bölgelerinde daha bağımsız hareket
ederek merkezi hükümeti işlevsizleştirerek uluslararası petrol anlaşmalarına imza atmalarının ve
TC ile işbirliğini arttırmalarının payı büyüktür. Merkezi hükümet ile olan bu gerginliğin İran’a
yönelik somut bir emperyalist müdahale nedeniyle gerçek bir iç savaşa dönüşmesi muhtemeldir.
Bu karşıtlıkta Güney’li Kürtleri cesaretlendiren şey, ABD’nin bölgede ona duyduğu stratejik
ihtiyaçtır. Benzer bir ihtiyacı farklı bir gerekçeyle TC’de duymaktadır. O da PKK’nin Barzani
üzerinden (bir başka deyişle PKK’nin ulusal halk savaşı dolayısıyla dengelenmesi ihtiyacıdır.)
Böylece Güney’de Kürtlerin bu iki “büyük” gücün mecburiyetlerini kullanarak bölgedeki
ağırlığını artırması mümkün olabilecektir.
Öte yandan restleşmenin diğer ucundaki Irak hükümeti ile, Şii’lik bağları dolayısıyla İran’ın
bölgedeki uzantısı gibi hareket ederek ABD’nin yoluna taş koyacak bir pratik hat izleyebildi.10
KÖH’e gelirsek: 2013’e dek bir çok farklı araç ve manevrayla bölgedeki gücünü sıçratarak
geliştirmeyi bildi. Yerel seçimlerde belediye sayısını artırarak Ermenistan sınırına dayandı;
bağımsız milletvekilleri ile, parlamentoda grup kuracak çoğunluğa ulaştı: TC sömürgeciliğirnin
tek umudu olan AKP’nin bölgedeki etkisini sınırladı. Askeri olarak da oldukça etkili eylemlerle
faşist orduyu zorladı. Güney’deki Medya Savunma Alanları’na dönük TC operasyonlarını boşa
çıkardı. Özellikle, 2012 baharından itibaren yükselttiği Devrimci Halk Savaşı süreciyle devleti
bir hayli yıprattı.
Kürtler açısından en stratejik kazanım ise Rojava (Suriye Kürdistanı) da yaşandı. Suriye’deki
karışıklıkların neden olduğu iktidar boşluğundan yararlanan KÖH uzun yıllara dayanan
örgütlülüğü sayesinde Türkiye-Suriye sınır hattı boyunca uzanan Kürt bölgesinde insiyatifi eline
aldı. Kürtler özsavunma taburlarını örgütleyerek demokratik özerklik modelini yaşama
geçirmeye çalıştı.
10
Irak hükümetinin bu konumlanışının ABD’yi oldukça aciz bir duruma düşürdüğünü ABD dışişleri bakanı
John Kerry’nin Mart 2013’te Irak Başbakanı Maliki’ye “İran’ın hava sahanızı kullanarak Suriye’ye yaptığı silah
sevkiyatına engel olmalısınız” şeklindeki tavsiyesinden anlıyoruz.
Çatışma yaşanmadan sağlanan bu kritik kazanım elbetteki TC sömürgeciliğini ürküttü. Güney
Kürdistan’da Barzani’ye mecburen onay verenler şimdi bir de PKK’nin etkisindeki Rojava ile
uğraşmak durumunda kalacaktı.
Rojava kazanımı KÖH’ün moral motivasyonunun güçlendirdiği gibi TC ile olan pazarlık
payını artırmasında büyük bir koz işlevi gördü.
Fakat bunca kazanıma rağmen 15 Şubat komplosu sonrasında yeni paradigma üzerinden
şekillenen ideolojik ve siyasal çerçeve, Kürt devrimini bölgesel bir devrimin lokomotifi olma
imkanından uzak tutmaktadır. Toplumsal kurtuluştan ziyade bölgesel gelişmelerin açtığı ulusal
birlik alanına yatkınlık, 70 yıllık savaşın kadro ve halkta yarattığı yorgunlukla birleşince
KÖH’ün yöneliminin İran’a olası bir saldırıda batılı emperyalistlerle çatışmaya girmeyecek bir
pozisyonu tercih edeceği maalesef yüksek ihtimaldir.
2013 yılı başından itibaren PKK önderliği TC devleti arasında yapılan pazarlıklardan da
anlaşılacağı üzere yönetimin Kürt-Türk ittifakına doğru evrileceği neredeyse kesinleşmiş gibidir.
Zaten bölge için asıl kritik gelişme de budur; yani KÖH’ün yönününü Kürt-Şii ittifakından
ABD’nin İUran projeksiyonuna engel olmayacak şekilde Kürt-Türk ittif
akına çevirmesidir.
ABD’nin bölgesel savaşta kazanmayı garantileyebilmesi için bu ittifak vazgeçilmez bir koşuldur.
Sorun bu işbirliğinin nasıl gerçekleşeceğidir.
Esasında arzu edilen şey en başından beri işbirliğinden ziyade KÖH’ün tasfiye edilmesiydi.
Bunun da iki yolu vardı: Birincisi askeri yöntemdi, yani işbirlikçi Güney’li Kürtlerin, ABD’nin
ve TC’nin topyekün girişeceği bir Sri Lanka modeliydi. Her ne kadar TC’nin içten içe arzuladığı
tasfiye yöntemi bu olsa da hem Barzani’nin oynamaya çalıştığı “ulusal lider” rolünün buna
uygun olmayışı ve KÖH’ün Güneyli Kürtler içinde artan etkinliği, hem ABD’nin sonu belli
olmayacak böylesi bir manevrayla iyice yıpranacağından endişelenmesi hem de 30 yıllık savaşın
verdiği deneyimle KÖH’ün neler yapabileceği konusunda TC’nin belli bir fikir sahibi olması
“Sri Lanka Modeli” seçeneğini gerçekçi olmaktan uzaklaştırıyordu.
Tasfiyenin ikinci yolu ise ABD’nin AKP saldırganlığını bir nebze gemleyerek KÖH’ü düzen
içi çözüm formüllerine ikna etmekti. Yukarıda da belirttiğimiz gibi KÖH’ün yeni paradigması,
ulusal birlik eğilim halktaki ve kadrolardaki yorgunluk ve “kazanacak taraftan yana olma” tercihi
gibi temel faktörler dolayısıyla Türk-Kürt ittifakının bir ara formülle sağlandığı az çok ortaya
çıkmıştır.
Kuşkusuz Kürtlerin düzen içi çözüm formüllerine sömürgecilerle uzlaşma “seçeneğine” (!)
meyletmesinde Türkiyeli devrimci ve sosyalistlerin problemli siyasi tutumlarının da sorumluluğu
vardır. Bu açıdan devrimciler savaş cephesinde Kürtleri uzun süre yalnız bırakıp uzaktan ahkam
kesmenin ötesine geçmemiş, devrim kaçkını oportünist sosyalistler ise devrimciliği
metropollerde yükseltmek yerine Kürtleri sömürgecilerle uzlaştırmanın çarelerine
yönelmişlerdir. Oysa tıpkı Kürdistan’da olduğu gibi metropollerde yükseltilecek devrimci bir
savaş AKP’nin yayılmacı heveslerini kursağında bırakabilecek, devrimcilerin hedeflerinin ise
daha reel bir imkana dönüştürebilecekti. Ne yazık ki, takm tersi oldu: Türk-Kürt işbirliği
sayesinde artık AKP’nin hayalleri daha gerçekçi bir zemine kavuşurken devrimciliğin hesapları
yakın vade için adeta bir fantezi halini aldı.
TC DEVLETİNİN RESTORASYONU
“Restorasyon” kelimesini “harap olmuş, bozulmuş bir mimari eseri aslına uygun biçimrde
onarma, tamir etme” diye açıklamış, büyük Türkçe sözlük. Bu açıklama TC devletinin bir süredir
içinde bulunduğu dönemle yaklaşık olarak örtüştüğü için süreci “restorasyon” olarak
adlandırmak oldukça uygun görünüyor.
Evet, bu anlamıyla TC harap olmuş, bozulmuş bir yapı olyarak, aslına sadık kalmak koşuluyla
egemenler tarafından elden geçirilmeye muhtaçtı.
12 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduya siyasi polislerce düzenlenen
operasyonda bir miktar el bombası ve patlayıcılar “bulunmuş”tu. Bunun takip eden
operasyonlarla birçok emekli ve muvazzaf subay, general gözaltına alındı, tutuklandı. Hükümeti
devirmeye yönelik olduğu öne sürülen andıçlar, eylem planları, darbe girişimleri peşpeşe deşifre
edildi…
TC’yi onarma girişimi (restorasyon) tam olarak hangi tarihte başladı, bilinmez ama sözkonusu
el bombaları ve patlayıcıların bulunmasından itibaren “Ergenekon Operasyonları” adı verilen
süreçle beraber “restorasyon” görünür bir hal aldı. Bu süreç, 29 Temmuz 2011’de generallerin,
kuvvet komutanlarının istifa etmeleri ve 2011 Yüksek Askeri Şüra toplantısında askerlere ayrılan
koltukların azaltılmasıyla önemli bir eşiği atlamış oldu. Ordu bürokrassi artık vitrinin önünde yer
almayacaktı. Fakat bu gerileme Ordu’nun devlet idaresinden tümden tasfiye edildiği anlamına
gelmez. Hatta bu restorasyon süresinde Ordu bürokrasisi de kendine bir rol biçmiştir; tıpkı
AKP’nin, cemaatlerin (bu açıdan Gülen cemaati başı çekmektedir) ve dahası ABD’nin kendisine
rol biçtiği gibi…
Bu süreç, TC devletinin yeniden yapılandırılma sürecidir ve bizzat devletin kendisince
yürütülmeye çalışılmaktadır.
Bu süreç, devlete egemen iki gerici klik (aydınlanmacı, faşist, Kemalist, orducu gericilerle
muhafazakar, neo Osmanlıcı, sözde Müslüman gericiler) arasındaki tarihsel kapışmanın güncele
taşınması sonucu ve bir mecburiyet gereği pratiğe sokulmuştur. Handikap, bu mecburiyet
nedeniyle yüksektir; sürecin tamamen egemenlerin kontrolünde, tek merkezden ve planlandığı
şekliyle yürütülemeyeceğinin göstergesidir.
Peki, Restorasyon ile amaçlanan şey nedir? En genel anlamıyla devletin amacı TC’nin
kurumsal yapısına dokunmadan (yani devletin aslına sadık kalarak) konjonktürün ve geleceğin
ihtiyaçlarına cevap vermeyecek, kritik tehditleri savuşturamayacak, yıpranan, bozulan
unsurlardan kurtulmak, değişen dünya ve ülke gerçekliğine göre devleti ideolojisiyle beraber
yeniden düzenlemektir, amaçlanan.
Ergenekon oparasyonları da sürecin pratik ayaklarından biridir ve önemlidir. Ancak öyle iddia
edildiği gibi gerçekte Ergenekon’un tasfiyesi diye bir şey yoktur. Ergenekon, bu devletin
kendisidir. Tasfiye edilen ise yeni dönemin ihtiyaçlarına açığa çıkması muhtemel fırsatlarına
cevap veremeyecek unsurlar, kirlenen bireyler ve “ideoloji”dir. Fakat “devletin kurumsal yapısı”
ile “araçları”nı birbirine karıştırmamak gerekir. Bu açıdan kurumsal anlamda eskiyen “yapılar”
tasfiyenin değil “dönüşümün” konusudur. Örneğin ipliği pazara çıkmış olan Jitem’in, Özel Harp
Dairesi’nin “Kamu Güvenliği Müsteşarlığı”adı altında yeniden düzenlenmesi gibi; keza eski
Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin yerine getirilen Ağır Ceza Mahkemeleri veya Özel Yetkili
Mahkemeler gibi…
Yanılsamaya meydan vermemek gerekiyor. Eski devlet neye, kime hizmet ettiyse restorea
edilmiş devlette aynı şeye hizmet edecektir. Bu bağlamda da devletin ezilenlere karşı
konumlanışında kategorik bir fark olmayacaktır. Devlete egemen olan her iki gerici klik,
aralarındaki kapışmada kendilerini toplumsal destek ile güçlendirmek için manüpülasyonlara
sarılmaktadırlar.
Mesela, liberal zevatların destek çıktığı neo-osmanlıcı muhufazakar gericiler restorasyonu
“demokratikleşme, devletin şeffaflaşması” şektlinde yutturma peşindeler. “12 Eylül ile
hesaplaşma”da solu ve emekçileri bu sürece payanda yapmakta kullanılan favori argümanlardan
biridir. Ne yazık ki, solun şakuli kaymış sivil toplumcu liberal kanatları bu söylemlere
yedeklenmekten kendilerini alamamışlardır.
Diğer gerici klik olan Kemalist, ulusalcı klik ise restorasyon sürecine karşı “cumhuriyetin
kazanımları elden gidiyor, klasik terkediliyor, gericiler karşı devrimle şeriatı getiriyor” türü
yaygaralarla bir panik havası yaratarak toplumsal desteği saptırmanın derdindeydi. Öteden beri
Kemalist ideoloji ile, aydınlanmacılıkla hem hal olan TDH ve TSH’nin geniş bir bölümü “ilericigerici” diye adlandırdığı sorunlu tasniflemede ilericilik adına kemalizme yedeklendi. Yeri
geldiğinde Türkiyeli emekçileri, yoksul proletaryayı devlete biat edişlerinden ötürü cellatına
sevdalanmakla (Stockholm Sendromu) itham edenler: (Türkiyeli sol), Kemalist cumhuriyetin
tarih boyunca kendilerine ve halklara kan kusturduğunu kemalizmin ilericilikle alakasının
olmadığını, AKP ve cemaatlerde somutlanan şeyin Kemalist gericiliğin ürettiği bir devlet dini
olduğu gerçeğini bir kenara bırakarak tarihsel trajedinin “komik” bir örneğini sergilediler…
Soldaki bu yanılma 12 Eylül 2010’da yapılan referandumda oldukça belirgin şekilde açığa
çıkmıştı. Solun çok geniş bir kesimi devletin bu iki gerici kanadından birinin kuyruğuna
takılmayı politika olarak benimsemişti.
Oysa restorasyon, ne “demokratikleşmle” (muhafazakar palavra), ne de “cumhuriyetin
tasfiyesi (Kemalist yaygara) anlamına geliyor. Yaşanan şeyi tek cümle ile ifade etmek gerekirse:
“sistem içi iktidar kayması” diye tanımlamak gayet mümkündür. Burada oluşan sürtünme
toplumsal yapıya ve bloklaşmalara da yansımıştır.
Çok aktörlü böylesi dönüşüm süreçlerinin sancılı geçmesi gayet doğaldır. Adı üstünde
“yeniden yapılanma”, yani eskinin yıkılıp yenisinin inşa edilmesi. Elbetteki toplumsallıkla ilgili
süreçlerde bu tür grişimler eski bir binanın yıkılarak yenisinin dikilmesi kadar kolay olmaz. TC
devletinin kuruluşunun öncesinden başlayan, devlete egemen klikler arasında süregelen iktidar
mücadelesinden kaynaklanan çatışmadan bahsediyoruz. Birileri iktidar olmanın hevesiyle yanıp
tutuşurken, diğer yandan pozisyonunu kaybetmek istemeyenler de tatsızlık çıkararlar, reaksiyon
gösterirler. İşte TC’nin restorasyonunda da bu türden çatışmalı bir süreç yaşanmaktadır. Ancak
belirtmek gerekir ki, çatışmanın iki gerici kanadı gerçek bir iktidar mücadelesi verseler de, bu iki
gerici kanat icap ettiğinde “devletin bekası” için ortak tutum almaktan imtina etmemektedirler.
Kürtlerin asimülasyonu,KÖH’ün tasfiyesi veya etkisizleştirilmesi bahsinde “Fırat’ıon Doğusu”
egemenlerin bir blok halinde tutum sergileyişlerine çokca tanıklık etmiştir. Bu konuya, yani
restorasyonun Kürtlerle ilgili boyutuna ileride değineceğiz.
Restorasyon süreci özelinde açığa çıkarılması gereken hususlardan biri de devletin dönüşüme
zorlayan dinamiklerin neler olduğu ve tarihsel olarak bu dinamiklerin nerelere yaslandığıdır.
Restorasyonu zorlayan iki ana dinamik vardır. Bunlardan birincisi, emperyalizmin Ortadoğu
üzerine kurguladığı hesaplar nedeniyle TC egemenlerinin iştahını kabartan “bölgesel güç” olma
fırsatıdır. Fakat bu fırsatın reel bir tarşılığa dönüşmesi için dış politikada sekter, iticive
düşmanlaştırıcı olan mevcut zihniyetin tasfiyesi şarttır. Bu zihniyet, devletin iç ve dış
yönelimlerine perspektif sunan Kemalist ideolojidir. “Ulusalcılık” diyerek yumuşattıkları Türk
milliyetçiliğidir.
90 yıllık TC tarihi boyunca Kemalist milliyetçilik hem komşu ülkelere, hem de Anadolu ve
Kürdistan halklarını kendisi için birer potansiyel tehlike olarak kabul etmiştir. Komşu ülkelerin
birer rakipden de öte “düşman” veya “tehdit” olarak varsayılması bölgedeki ortak (muhtemel)
faydaların gözetilmemesine, dikkate alınmamasına neden olmuştur. Tersinden, komşu ülkelerin
TC’ye karşı konum belirlemelerinde de bu tutum etkileyici olmuştur. Mesela, Türkiye’nin vakti
zamanında Sovyetler Birliği’ne sırtını dönmesi (veya “batıyı müttefik seçmesi” de diyebiliriz)
Onun Suriye, İran, Bulgaristan gibi ülkelere dönük siyasetini de belirlemiş, bu ülkelerle kıyasıya
didişmeler yaşanmıştır. ABD ve İsrail’in bölgede Türkiye’yi tepe tepe kullanması da aynı
paralelde değerlendirilmelidir.
Tabi böylesi bir dış politika anlayışı ve bölge dengeleri göz önüne alındığında hem
emperyalistler hem de yerli egemenler için ayakbağı haline gelmişti. Dışlayıcı ve düşmanlaştırıcı
tarzın, egemenlerin bölgesel fırsatlara dönük perspektifini karşılamayacağı açıktı. Milliyetçi
eğilim tasfiye edilerek, Ortadoğu halklarının kadim inançlarıyla bağ kurabileceği düşünülen neo
Osmanlıcılık eğiliminin geliştirilmeye çalışılması bundandır.
Ayrıca bu çaba iç dinamiklerin egemenler lehine yeniden mevzilendirilmesinde ve/veya
muhalefetlerin kabul edilebilir bir marjda sınırlandırılmasında işlevli bir alternatif olacağı
öngörülmektedir.
Tabi milliyetçi paradigma, egemenliği boyunca dış politikada sekterliği baz alırken içeride de
tek tip millet yaratmayı birincil proje olarak önüne koymuştu; sömürü sisteminin, TC
egemenliğinin bekasını bu projenin başarısına bağlamıştı. Devleti dönüşüme zorlayan ikinci
dinamik de bu projeye tepki olarak zamanla oluşmuştur.
TC’nin kuruluşunda ve öncesinde egemenler batı modernleşmesini “muassır medeniyet
seviyesi” olarak referans alırken, Anadolu ve Kürdistan halkalarına yabancı bir yaşam tarzını zor
yoluyla dayatmışlardır. Kılık Kıyafet, Şapka, Harf “inkılapları” (!), Şark İslahat Planı, Pan
Türkist eğitim tedrisatı gibi bir dizi görüşlerle halkların yüzlerce yıllık kültürü ve inancı, aynı
halk ile beraber adeta torna tezgahından geçirilmek istenmiştir. Yine Kemalist gericiliğin
“laiklik” ilkesi gereğince Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması, inanç gruplarının tasfiye edilmeye
çalışılması, “istiklal mahkemeleri” denilen dönemin ağır ceza mahkemelerinde halk önderlerine
yargısız infazların yapılması (Seyit Rıza, Şeyh Sait, İskilipli Akif Hoca), devletin sahipleri ile
ezilenler arasında günümüze denk süren çekişme çatışmaların görünür nedenleridir. Kısacası,
devletin kurucu unsurları, milliyetçi tekçilik üzerinden emekçi halklara bir “deli gömleği”
giydirmeye kalkmıştır. Bugün bu gömlek lime lime olmuş, ne dikiş ne de yama tutacak yeri
kalmıştır…
Elbette tarih tek yönlü akmıyor; bir yandan da karşıtlıklar olgunlaşıyor. Kemalist oligarşi
iktidar gücü olmaya başladığı andan itibaren Ermeni Soykırımı’nda Kürtlerin, Alevilerin
katledilmesinde, çok partili sisteme geçişte, darbelerde, muhtıralarda, anayasa ve kanunların
düzenlenmesinde, dinin devletleştirilmesinde, resmi ideolojinin yaygınlaştırılmasında, dış
politikanın şekillendirilmesinde her daim birincil karar mercii olmuştur. Nihayetinde, ordu
bürokrasisinin krallığı, en başta Kürtlerin, Alevilerin, sonrasında ise sünni Müslümanların
tepkilerini yoğunlaştırmıştır.
Kürtler ve aleviler devlet baskısına çeşitli biçimlerde direnç gösterip bunun günümüze dek bir
şekilde taşırken, sünni Müslümanlar aynı zulme maalesef devleti çekingence sahiplenen bir
tutumla yaklaşmışlardır. Bu tutumlarında devlet eliyle yaratılan ve gerçek islam diniyle alakası
olmayan kişiyi allaha değil, devlete biat etmeye çağıran resmi din anlayışının payı büyüktür.
Diğer yandan, 1960’lardan itibaren kitleselleşen emekçi halk hareketlerine karşı devlet dinsel
çevrelere daha fazla töleranslı yaklaşmaya başlamıştır. “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ile
bazen açıktan bazen de gizliden destekler sunulmuştur. Devlet ile cemaatlerin yakınlaşmaları bu
dönemde artmış, halkın anti komünist ön yargılarla kuşatılmasında cemaatler önemli bir işlevi
yerine getirmişlerdir.11
12 Eylül 1980 faşist darbesi bu yakınlaşmada kritik bir milat olarak tarihteki yerini
almıştır.Ordu içerisinde, polis teşkilatında, yani neredeyse hayatın her alanında yaygın bir
biçimde taraftar bulan sola karşı devlet kıyıcı bir tasfiyeye yönelmiş, yerlerine cemaat mensubu
veya onlara yakın kadroların istihdam edilmesinin önü açılmıştır. Ayrıca, İmam Hatip
Okulları’nın açılması ve din derslerinin zorunlu hale getirilmesi de sonraki süreçte cemaatlerin
toplumsal tabanının yaygınlaşmasında büyük rol oynamıştır. Denilebilirki devletin bi tercihi
cemaatlerin devlete olan bağlılığının ödülüdür.
Politik içeriği ve yönelimi ağırlıklı olarak devrimcilik-solculuk karşıtlığıyla biçimlenmiş olan,
ekonomik dayanışmacılığı da kapitalizmle buluşturan cemaatler devletin “koruyan ve kollayan”
yaklaşımını iyi değerlendirmiştir. Ekonomik imkanları artırmak ve politik bir güç haline gelme
hedefi oldukça stratejik bir yönelimdi. Bu stratejiyi cemaatler sabırla başarıya uygulamıştır.
11
Halkın geniş kesimlerinin anti komünizmi içselleştirmesinin en büyük sorumluluğu sola aittir. Bu konuda
devlete veya İslamcılara kızmanın bir anlamı yoktur. TDH ve TSH’nin kemalizm etkilenmeli ideolojik-politik
söylem ve pratiklerinin halkın ön yargılarını beslediğini itiraf etmek gerekir. Solun, halkın inandığı değerlerle
buluşmak bir yana (bu bahiste Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın değerli ancak bireysel kalan çabalarını ayrı bir yere
koyuyoruz.), bu değerleri karşısına alan dışlayan aydınlanmacı, faşist vurgularla anti komünistliğin toplumsal bir
taban kazanmasına olumsuz etki yaptığını düşünüyoruz.
Cemaatler bir yandan kapitalizmle entegrasyonlarını kimi alanlarda tekelleşmelere doğru
ilerleterek pekiştirirken, ülke dışında da özellikle arap sermayesiyle sıkı bağlar kurarak
ekonomik alt yapıszını tahkim etmeye yönelmiştir. ABD ile işbirliğinde ise en ufak bir pürüz
yoktur. ABD’nin etkinliğini dünyanın dövrt bir yanında açtığı kurumlarla artıran Fethullah
Gülen ve Cemaati’nin ABD’de karargâh kurması rastgele yapılmış bir tercih değildir.
Şimdi restorasyon sürecinin pratik uygulayıcısı olarak sahnenin önünde rol kesen AKP’ye
gelebiliriz. Cemaatler, TC tarihi boyunca kısmen Demokrat Parti, Adalet Partisi, Doğru Yol
Partisi, Anavatan Partisi gibi merkez sağ diye tabir edilen Kemalist-ulusalcı egemenlere rakip
olan zdüzen partilerinde, fakat ağırlıklı olarak 70’lerden sonra islami referanslı Milli Nizam
Partisi, Refah Partisi, Fazilet Partisi, Saadet Partisi çatısı altında “milli görüş” çizgisi olarak
lanse edilen partilerde temsiliyetlerini bulmuştur.
Cemaatlerin son gözdeasi olan AKP ise 28 Şubat 1997’de balans ayarı verilen TC
demokrasisinin has evladı olarak Refah Partisi’nden doğmuştur.
Fakat yukarıda “islami referanslı” diye saydığımız düzen partilerini ya da AKP’yi,
cemaatlerin siyasi alandaki homojen izdüşümü-uzantısı şeklinde düşünmemek gerekir. Özellikle
AKP bu anlamda yeni kadro yapılanması ve programı itibariyle “devlet+islam” koalisyonunu
oldukça güçlü şekilde yansıtmaktadır. AKP hükümetlerinde görev almış kişilere bakıldığında
cemaat ve eski milli görüşçülerin yanında Cemil Çicek, İ. Naim Şahin, Vecdi Gönül, İsmet
Yılmaz gibi çekirdekten yetişme devlet kadrolarını görmek mümkündür. Bu bizlere egemen
klikler içerisindeki konsensusun AKP’deki biçimine dair küçük bir fikir verebilir.
AKP, TC tarihinde eşine az rastlanılır bir oy çokluğuiyla iktidara geldi. Değişik bir süreçti bu.
1999 genel seçimlerinde ömrü billah görebilecekleri en yüksek oya ulaşan DSP ve MHP
yanlarına ANAP’ı da alarak genieş bir koalisyon hükümeti kurmuştu. Fakat bu hükümet fazla
dayanmamıştı. Özellikle dünya ölçeğinde yaşanan 2001 ekonomik krizi hükümeti zorladı ve
ABD’nin de basıncıyla 3 Kasım 2002’de erken seçime gitme kararı alındı.12
AKP, (tıpkı geçmişte AP ve sonra ANAP’ın başardığı gibi diğer partilere hezimet yaşatarak
seçimlerde birinci gelir. Önceki mecliste yer alan partiler dışarıda kalırlar. Bu seçimler
neticesinde meclis AKP ve CHP’ye kalır. Devlete egemen iki rakip kliğin siyasi uzantıları
mecliste başbaşadır. AKP’nin çıkarttığı vekil sayısı tek başlarına hükümet kurmaya yeterli gelir.
Menderes, Özal geleneğini Tayyip Erdoğan devralır.
Tabi, bu bayarının inşasında medyanın döktüğü alın teri de vurgulanmalıdır. Bu aynı zamanda
ulusal ve uluslararası finanskapitalin bir desteği anlamına gelir. Keza AKP’nin ideolojik yapısı,
kendisini sunuş tarzı ve halkın imgelemindeki yansıması, düzen içi ve düzen dışı muhalefetin
silikliği, vb. bir dizi etkenin konjonktürel gelişmelerle de buluşması AKP’yi “başarıya mahkum”
bırakmıştı.
-­‐
AKP tıpkı propagandalarında da belirttiği gibi köklü bir muhafazakar geleneğin
üzerine çöreklenmişti. Bu muhafazakar geleneğin “devletli islam” ını13 günümüz
12
Dönemin başbakanı Bülent Ecevit daha sonraki bir konuşmasında “hükümetimiz boyuncabaşımıza gelen iki
şeye bir türlü anlam verememiştim. Birincisi, Öcalan Türkiye ‘ye neden iade edildi, ikincisi de neden erken seçim
kararı alındı? Bu ikisinin nedenini anlamadım.”dedi.
13
Burada kastedilen ve egemen sınıfların referans gösterdiği islamı, Müslümanların ezilenlerden yana
konumlanmaları gerektiğini farz kılan, özellikle günümüzde anti kapitalist Müslüman gençliğin savunduğu “gerçek
islam”dan ayırdığımızı belirtelim. Bu konuya ileriki bölümlerde yer alacak olan “ideolojik yerelleşme” başlığı
altında değineceğiz.
şartlarına göre yeniden ürettiler. Popüler tabirle anılan “ılımlı islam”14 denilen
paradigma da aslında devletli islamın güncelleşmiş halidir ve AKP-Cemaat işbirliğinin
bunda katkısı büyüktür.
İslami söylem üzerinden emekçi halkın geniş kesimlerinin hassasiyetlerini etkili bir şekilde
kullanmak AKP’nn başarısıdır. Bunu kendileri için politik bir karşılığa çevirerek güç
oluşturmuşlardır. Batı metropollerinin varoşlarında yaşayan sünni Türk proletaryası,
Anadolu’nun yoksul köylülüğü ve Kürt halkının belli bir bölümü AKP’nin söylemine taşıdığı
ve biçimsel düzeyde uygulamaya çalıştığı islami retoriğe güç verdi.
Böylece AKP’ye sunulan toplam destek adeta geri beslemeli bir mekanizma gibi gelişti.
Eldeki güç ile yerel ve yabancı sermayenin desteğini aldıkça halkın güvenini (ve oyunu) daha
fazla kazandı. Halkın güvenini kazandıkça bu kez alternatifsiz kaldı ve istikrara hasret kalan
yerel ve yabancı sermayeden daha fazla destek aldı.
Kürt sorununun tasfiye edilmesi ihtiyacı da AKP’ye yaramıştır. Ve bu aynı zamanda
Restorasyon sürecinin konusudur.
Restorasyon sürecinin operasyonel anlamda iki ayağı vardır. Bunlardan birincisi “Ergenekon
Operasyonları” adını verdikleri ordu bürokrassini sahnenin gerisine iten, kirlenmiş-deşifre olmuş
unsurları tasfiye etmeyi amaçlamış süreçtir: Buna değinmiştik.
İkincisi ise, PKK’nin bir şekilde sorun olmaktan çıkarılmasıdır. PKK ile karşı karşıya gelinen
30 yıllık savaş boyunca devletin öğrendiği önemli gerçeklerden biri de Kemalist inkarasimülasyon siyaseti ve askeri imha denemeleriyle Kürt özgürlük mücadelesinin
durdurulamayacağı idi. TC devletinin (ve emperyalistlerin) Kürtleri devre dışı bırakması için
önünde iki seçenek duruyordu.
Birisi zaten düşük bir yoğunlukla yürütülen kirli savaşı “Sri Lanka Modeli” diye anılan tarz
ile üst aşamaya çıkartıp topyekün bir kıyım gerektiren askeri harekata girişmekti. Bu kanlı
fantezi için dışarıda Güneyli işbirlikçi Kürt yönetiminin, ABD’nin ve hatta İran’ın içeride ise
toplumun büyük çoğunluğunun desteği gerekiyordu.
Oysa ne Kürt halkının önderliğine oynayan barzani’nin buna eyvallah çekmesi, ne de başına
yeni bir askeri bela almak istemeyen ABD’nin izin vermesi mümkündü. İçeride şovenizmle
zehirlenmiş halkın önemli kısmının Sri Lanka modeli müdahalaye onay verecek olması ise bu
yöntemin ne tür sonuçlar doğuracağının kestirilememesi vb belirsizlikler nedeniyle gündemden
düşürüldü. Bunda 2012 yılına girmeye birkaç gün kala TC’nin gerçekleştirdiği ve çoğu çocuk 34
Kürt insanının katletildiği roboski katliamından kaynaklı infialin de payı vardır.
Devletin önündeki ikinci seçenek ise Kürt sorununu (daha doğrusu “PKK” sorununu)
“içererek aşma” yöntemiydi, diğer bir deyişle Kürt dinamiğinin düzen içi kanallara çekilerek ve
kimi taktik tavizlerle etkisizleştirilmesiydi.
Bölgesel gelişmeler bakımından tarih tekerleğinin Kürtlerden yana dönmesi, bu gelişmelerin
TC’ye bölgede insiyatifini güçlendirme fırsatları sunması ve emperyalistlerin çıkar hesapları bu
ikinci seçeneği (içererek aşma) bir seçenek olmaktan çıkartıp mecburi istikamet niteliğine
dönüştürüyordu.
14
AKP, ılımlı islam modeli olarak kurumsallaştırılyan bir ideolojik tarzın politik temsilcisidir. Bu temsil R. T.
Erdoğan’ın “islamın ılımlısı, ılımsızı olmaz; islam islamdır!” şeklindeki itirazına rağmen böyledir. Çünkü her türlü
ezilen devrimciliğine olduğu gibi islami devrimciliğe de karşıdırlar. Bu onları “son tahlilde” değil anında karşı
devrimci yapar, ki öyle de olmuştur.
Fakat içererek aşma yöntemi Kemalist ideolojinin hayat suyu olan milliyetçi-tekçi
paradigmayı kuşanan egemen kliğin niyet edebileceği ve pratikleştirebileceği bir yöntem değildi;
dolayısıyla Kemalist ideolojinin ve kadrolarının devlet yönetiminden tasfiyesi gerekiyordu.
İşte AKP’yi egemenler açısından vazgeçilmez kılan en önemli faktörlerden biri de onun Kürt
sorununu içererek aşma yöntemiyle bertaraf edebilecek yegane aktör niteliklerini
barındırmasıdır. Çünkü AKP bir yandan bölgedeki aşiret yapılanmasından faydalanarak etkin
olmuş AP, DP, DYP, ANAP geleneklerini bünyesinde toplamış, diğer yandan bununla paralel
biçimde islamiyete bağlılığını kullanarak cemaatler üzerinden bölgeye nüfuz edebilmiş en büyük
devlet partisidir.
AKP’nin bu misyonu yerine getirme potansiyeli taşıması bile onu başlı başına diğer düzen
partilerinin on adım ötesine taşımıştır. Çünkü ne CHP’nin böyle bir kapsayıcılığı ne de MHP’nin
böyle bir derdi vardır.
Gelinen aşama itibariyle AKP, restorasyon sürecini zorlayan, onu bir dizi reform niteliğindeki
taktik tavizlere mecbur eden PKK’yi uzlaşma zemininde tutarak silahlı mücadeleyi devreden
çıkaracağı bir pozisyona razı etmiştir. Bu anlamda Restorasyon’un Kürt sorununu aşma
hedefinin kendi rotasında ilerlediğini, AKP’nin, yüklendiği misyornu yerine getirme konusunda
hayli mesafe kattettiğini söyleyebiliriz. Çünkü PKK, İmralı’da esir tutulan önderliğinin çağrısına
uyarak Kuzey Kürdistan’daki gerilla güçlerini 2013 yılı Mayıs ayından itibaren Güney’e
çekmeye başlamıştır.
Kürtlerin ne istediğinden bağımsız olarak restorasyonun ve AKP’nin bu anlamda “başarılı”
olduğu belirtilebilir.
-­‐ AKP’nin bir diğer kısmeti de, ılımlı islam paradigmasını bölgede emperyalizmin
hizmetine sunabileceği uygun bir konjonktüre doğmasıdır.
Emperyalizm Ortadoğu’da “yeniden sömürgecilik”15 modelini BOP projesiyle hayata geçirdi
geçirmesine, fakat halen bölgeyi kontrolü altına alamadığı gibi insiyatifi hepten yitirme
tehlikesiyle de başbaşadır.
Doğulu toplumsallıklara özgü gerçekliklerin önemsenmeden, bölgeye hem fiziki hem de
düşünsel anlamda son derece yabancı bir tarzda yapılmaya çalışılan dışsal şekillendirme çabaları
doğulu halklardaki enerjiyi yoğun biçimde açığa çıkardı. Özellikle Geoge W. Bush döneminde
en üst düzeyde uygulanan islam karşıtı çizgi anti ABD’ciliği ve dolayısıyla islami devrimciliği
neredeyse bütün müslükman âleminde güçlendirdi.
Anti İslamcı dil ile buluşan hoyrat ve kıyıcı müdahalelerin bir yandan islami devrimciliği
güçlendirirken diğer yanda bölge üzerinde kurulmaya çalışılan kontrolü zorlaytırdığının
farkedilmesinden itibaren Ortadoğu’ya karakterini veren kadim değerlerin kapsaması
doğrultusunoda bir paradigma değişikliğine gidildi. Barack Obama ile başlayan yeni dönemde
adeta geçmiş retorik dolayısıyla günah çıkarılmaya başlandı. “Türk’e Türk’ü anlatmak” denilen
sırt sıvazlama tarzıyla islamiyeti övücü ifadelerle bezeli konuşmalar emperyalistlerin
repertuarlarında en üstlerde yer almaya başladı.
Fakat bu örgü, islamın ılımlı versiyonunu yücelten, islamın aslında ne kadar hümanist
olduğunu izah etmeye çalışılırken ezilenin şiddetini şeytanlaştıran egemenlere diğer yanağını da
uzatan bir İslamcılığa dönük övgüydü.
15
Yeniden sömürgecilik: “yeni sömürgecilik” tarzının uygulandığı gizli işgaller espirisinin yerini doğrudan ve
açık askeri müdahalelere bırakması anlamına gelen emperyalist sömürgecilik modelinin yeni versiyonunun
kavramsallaştırılmasıdır. Bu tarz yeniden yönelimin işareti, ABD’nin diğer emperyalistlerin ve yerel güçlerin
desteğini arkasına alarak kalkıştığı I. Irak müdahalesiyle verildi.
AKP’nin varlığı bir de bu noktalarda anlam kazandı. Ilımlı islamın örnek bir model olarak
bölgede etkinleştirilmesi için emperyalizm tarafından AKP’nin önü açıldı. Sırf Ortadoğu
halklarının gönlünü fethetmesine vesile olması için İsrail ile AKP hükümeti arasında suni
gerginlikler üretildi; Siyonistlerle danışıklı dövüş gösterileri düzenlendi. Bu sayede Tayyip
Erdoğan’ın resimleri özellikle Arap halklarının elinde bayraklaştırılırken Türkiye tipi ucube bir
dömokrasi Arap isyanları döneminde “model” olarak yutturulmaya çalışıldı. Yani AKP, ABD
politikalarının bölgede hayat bulması için “cilalı Truva atı” olarak işlevselleştirildi.
Onu emperyalistlerin yönlendirmeleri doğrultusunda haraket etmeye zorlayan en önemli
etkenlerden biri spekülatif sermaye yatırımlarının tehdit ettiği cari açıktır. Emperyalizmin elinde
olan bu koz AKP’ye sıcak para bolluğu sayesinde inşa ettiği sarayın aslında ne denli kırılgan
olduğunu hatırlatmaktadır.
***
Restorasyon ve Sol: Restorasyonun iki önemli operasyonel ayağının (Ergenekon’un ve
Kürtlerin tasfiyesi) yanına bir de TDM’ni düzeniçileştirmeyi, legalize etmeyi hedefleyen tasfiye
çabalarını da ekleyebiliriz. Devlet bu manada önemli bir emek sarfetti. 19 Aralık 2000’de
gerçekleştirilen hapishaneler operasyonuyla katliama uğrayan, vuruş gücü zayıflamış ve morali
kırılmış devrimcilere de yüklenildi. Bir yandan kimi yasal adımlarla devrimciler düzeniçi siyaset
kanallarında oyalanmaya heveslendirilirken diğer yandan da politik şiddete dayalı mücadele
yürütmekte ısrarcı olanlara karşı kıyasıya bir savaşa girişildi. Çünkü devlet restorasyon gibi
kritik bir dönemeçte başına bela olacak, tekerine çomak sokacak herhangi bir arıza istemiyordu.
Nitekim bu çabaların belli bir sonuç verdiğini söylemek gerekir. Restorasyonun az çok
egemenlerin belirlediği istikamette ilerlemesinin bir nedeni de budur. Egemenlerin bu stratejik
manevrasına engel olabilecek devrimci hareketlerin politik arenadan silinmesi ve sol siyasetin
neredeyse bütün ağırlığını düzen içi zemine yönlendirmesi egemenlerin işini kolaylaştırmıştır.
-­‐
Solun, devrimcilerin bir “oyun bozan” olarak restorasyon sürecine müdahalelerde
bulunma iradesini gösterememesi, karşılığını emekçi halkın ezilenlerin tutumunda
bulacaktır. Çünkü restorasyonun başarıyla sonuçlanması ezilenlerin, egemenlerin
manevralarına payanda edilmesine bağlıdır. Egemenler, bu yeniden yapılandırma
sürecine ezilenleri katabildikleri, bunu onlara onaylatabildikleri kadar süreçten güçlü
çıkarlar. Bunun başarılması, devletin ezilenler üzerindeki hegemonyasının uzun
süreliğine artması, tazelenmesi anlamına geleceği açıktır. Dolayısıyla yoksul halk
kitlelerinin restorasyona yedeklenmesi bu sürecin anahtarı olacak ve başarı biraz da
buradan ölçülecektir. Bunun test edileceği alan ise “yeni anayasa” referandumu
olacaktır.
-­‐
Sadece restorasyon süreci için geçerli olan değil, genel olarak doğru olan bir
belirlemeyi tekrar etmekte yarar var: Egemen klikler arası kavga katiyen devrimcilerin
taraf tutacağı, birini diğerine göre “ehveni şer” bulacağı bir kavga değildir.
Devrimciler kendi ideolojik hattı üzerinden düzen dışı ve devlet bloku karşıtı net bir
pozisyonu zemin olarak almalı ve politikasını bu pozisyona göre oluşturmalıdır.
Bu bakımdan devrimci ve sosyalistlerin gözünde AKP’nin işgal ettiği yere dair de birkaç şey
söylemek gerek. Çünkü, bu konuda da bariz bir kafa karışıklığının, şaşılığın olduğu ortadadır.
Liberal görüşlerin sızma yaptığı sol kesimlerde AKP’ye diğer düzen partilerine kıyasla belli
bir tölerans tanıyıp onun “demokrat” olduğu ifade edilebiliyor (-du) Bu eğilim, 2010 Anayasa
referandumunda, birkaç maddenin değiştirilmesine dönük tavrını “yetmez ama evet” olarak
belirtenlerde vücut bulmuştu. Bu kesimlerde AKP’nin İslamcı dokusunun, Milli Görüş16
döneminde haksızlıklara uğrayışlarının, mazlum (!) oluşlarının onları demokratikleştirdiği
tarzında çarpık bir mantık mevcut. Neyse ki iktidarlarını pekiştirmeleri bu çarpık mantığı gülünç
duruma düşürdü. Oysa AKP kendi tabanının en masumane, demokratik bir talebi olan türbanınbaşörtüsünün serbest kalması konusunda bile tamamen çıkarcı davranacak kadar tıynetsiz, basın
açıklamalarına tahammül edemeyecek kadar anti demokratiktir. MHP ne kadar özgürlükçü ise,
AKP’de o kadar özgürlükçüdür. CHP ne kadar sosyalist veya demokrat ise AKP’de o kadar
demokrattır.
Bir de AKP ve CHP (veya ulusalcılar) kamplaşmasında AKP’yi diğerlerine göre daha
“tehlikeli” gören sakat düşünceler var ki asıl bu düşünceler sol adına tehlikedir. Sol siyasetin
ulusalcı kulvara yanaşması, hatta o kulvara kaymasına neden olur. Ve bu, geçmişte yapılmış
hataların tekrarı anlamına gelir. 1980 öncesi TDH “ulusal demokratik cephe” projesiyle CHP’ye
yedeklenmeye çalışıldığı için iktidar perspektifi kötürümleşti; yenilginin nedenleri bu hatada da
karşılığını buldu. Aynı hatayı AKP karşıtlığında tekrarlamanın alemi yok. Doğrudur, AKP
hükümet olduğu için fazlasıyla göze batıyor olabilir, normaldir. Ancak bu durum, CHP,
kemalizm ve ulusalcılıkla ilgili gerçekliklerin gözardı edilmesine yol açmamalıdır.
CHP, Kemalistler vb de en az AKP kadar gericidir. En az onun kadar bu düzenin has
evlatlarıdırlar. Bu farklı egemen klikler ezilenler üzerindeki baskıyı ve gericiliği kendi
meşreplerine uygun araç ve yöntemlerle işledikleri için ve egemenliğin hiyerarşisinde farklı
pozisyon aldıkları için “farklı” oldukları sanrısı oluşuyor.
Yoksa hiçbirinin diğerinden farkı olmadığı gayet nettir, aslında. Birisi gericiliğini ulusalcı
görüntü ve içerikte icra ediyor, diğeri bunu muhafazakar içeriğe göre yapıyor. Zaten aralarında
kategorik bir fark olmadığından dolayı söz konusu güçler bu düzenin tehlikeye girdiği
zamanlarda ve yerlerde tam bir mutabakatla hareket edebiliyorlar. Bu mutabakatın en bariz
örneği Kuzey Kürdistan’de Kürtlere karşı yapılırken belli oluyor. Batıda kedi köpek gibi birbirini
yiyen egemenler, konu Kürtler olduğunda Fırat’ın doğusunda yekpare bir görüntü veriyorlar.
Dolayısıyla gerici klikler içerisinde birini diğerine yeğ tutmak “sol” bir politika olamaz.
Olursa bunun adı düzen siyasetine soldan eklemlenmek olur. Bu sıkıntı özellikle son yıllarda
AKP karşıtlığına indirgenmiş, CHP gericiliğine alan açan bir eksende kendini gösterebiliyor.
-­‐
TDH ve TSH, restorasyon boyunca mevcut konumundan bir türlü kurtulamadı. Dahası
kurtulmak yönünde irade geliştirmek yerine mücadelenin çıkış yapabileceği kulvarı
düzen güçlerinin kapsadığı yerlerde aradı; bağımsız ve devrimci bir hat bir türlü
ağırlıını koyamadı. Bunda mücadele perspektifini yasal sınırlara hapseden, basın
açıklamaları ve sloganlarla yetinen pratik tarzın da payı vardı. Yani Kürtlerin dağa
çıkmaya devam ettiği yerde TDH ve TSH bildiri dağıtmaya devam ettiler. Bu döneme
oportünist siyaset tarzı damgasını vurdu. Oysa etkisiz eylemlerle gün be gün kendisini
tüketen, aşındırıcı politika tarzına karşı güçlü bir çıkışın zemini vardı. Bu zeminin
değerlendirilmesi için bizler sorumluluk aldık, irade geliştirip müdahale ettik. Kimi
16
Tayyip Erdoğan AKP’nin kuruluş yıllarında kendilerinden endişe eden kesimleri biz o gömleği (milli görüş
düşüncesini kastediyor) çıkarttık” diyerek teskin etmeye çalışmıştı.
stratejik tercihlerimizin hatalı olmasından dolayı başarısızlığa uğradık. Nihayetinde
restorasyonun sol düzen içi mücadele kanallarına yönlendirme hamleleri büyük oranda
karşılığını buldu.
3) DEVRİMCİ ÇİZGİ: DÖRT MÜCADELE BAŞLIĞI
“İnsanlar değişimi ancak zorunluluklar
karşısında kabul ederler; zorunlulukları ise
yalnızca kriz dönemlerinde görebilirler.”17(x7)
Uzunca bir süredir TDH’nin içinde bulunduğu tıkanıklıklar üzerine yazılıyor, çiziliyor ve
tartışılıyor. Bu tıkanıklığın bu denli gün yüzüne çıkmasının nesnel kimi gelişmelerle ilgisi vardır
ve teorik-politik örgütsel boyutları bulunmaktadır. Özellikle sosyalist blokun çökmesiyle
tıkanıklık sürecinin görünürlüğünün hız kazandığı söylenebilir.
Öte yandan tıkanıklığa ilişkin öne çıkan analizler de bu konudaki yetersizliklerin
resmini ortaya koymaktadır: İşçiler ve ezilenler içinde örgütlenme konusunda emek sarfetmeme
veya becerikli olmama, devrimci öncüyü-partiyi kuracak iradenin bir türlü şekillenememesi,
devrim stratejisinden yoksunluk, politika üretmedeki beceriksizlikler, kitleleri devrimci eyleme
itecek nesnel şartların olgunlaşmaması… vb pratik yetersizlikler TDH’nin tıkanıklığının
sebepleri olarak sıralana geldi.
Yukarıda belirtilen etmenlerin her biri mevcut tıkanıklığın kimi “görüntüleri”
hakkında açıklayıcı olsa da bizce sorun daha derinlerdedir. Öyle ki TDH’nin, Marksizmin teorik
ayağıyla kurduğu problemli-yanlış ilişkiden kaynaklı ideolojik güçsüzlük hali yukarıda sayılan
tüm öznel ve nesnel etmenleri öncelemektedir.
Devrimci hareket 1970’lerdeki dünyasal ve ülkesel ölçekteki politik olumluluklar
nedeniyle (solun kitleselliği, sosyalist blokun varlığı, kapitalist-emperyalist kriz, vb) teorik ve
ideolojik zayıflıklarını gözden kaçırmıştır. Günümüzde ise bu olumluluklar ortadan kalktığı için
aynı zayıflıklar artık göze batmaya başlamıştır.
Tıkanıklığın beraberinde getirdiği sonuç devrimciler açısından trajiktir. Ya burjuva
ideolojisinin çıktısı olan ulusalcı veya liberal reformizme savrulmalar yaşanmış yahut dönemin
gereklerine ayak uyduramayan “tarih dışı” bir devrimcilik tarzına saplanılmıştır.
17
Bedreddini Hareket: Politik Bildirge, Eylül 2005. Sayfa:16
Devrimcilikte ısrar elbette değerlidir. Ne var ki sonuç alıcı devrimci pratiğe olanak
tanımayan, eskimiş ideolojik-politik-örgütsel çerçevede ısrar etmek ile devrimcilik de inat ederek
buna uygun bir yenilenmeye yönelmek aynı şey değildir. Bugün TDH’de yaygın olarak
gözlemlenen eğilim devrimciliğin önüne açacak bir yenilenmeye doğru yol almak değil, an’a
dokunup dönüştürmenin gerisinde kalan statükoya sıkı sıkıya sarılmaktan ibarettir. Yaşanan ne
yazık ki teorik düzlemle ilişkili ideolojik-politik kriz halidir ve bu kriz halinin devrimsel
olanaklardan faydalanmayı mümkün kılmaması devrimci hareket içerisinde yeni değişim
arayışlarını zorunlu kılmaktadır.
Devrimci Karargâh yola çıkış gerekçesini tam da bu gerçeklikte bulmaktadır.
Bağımsız varoluşunun temel gerekçesi başarının yeni yollar açmak suretiyle geleceğini
öngörmesinde ve devrimci hareketin krizinin aşılmasında aktif öznelerden biri olma iddiasıdır.
Devrimci Karargâh bu perspektif doğrultusunda teorik yenilme, ideolojik yerelleşme,
örgütsel harmanlanma ve pratik devrimcilik başlıklarını kapsayan, devrimci yenilemeyi
hedefleyen bir çizgiyi benimsemektedir. Türkiye devriminin yolunu açacak olan çizgi bu dört
mücadele başlığında kat edilecek mesafeyle sıkı sıkıya bağlıdır ve hiç kuşkusuz bu çizginin
başarısı, iddianın arkasında duranların iradesine, cesur ve yaratıcı pratiklerine, nitel ve nicel
olarak kendilerini aşmalarına bağlıdır. Bunu biliyor ve iddiamızın arkasında olduğumuzu
yineliyoruz.
a)Teorik Yenilenme:
Marksizm neredeyse yüz yıldır çoğul bir karakter arz etmektedir. Yani bir tek
Marksizmden değil, birden fazla Marksizmlerden bahsetmek gerekir. Üstelik bu farklılıklar bir
dizi politik ayrım sebebiyle daha da fazla çeşitlenmiştir.
Bunun anlamı marksizmin önüne çıkan herhangi bir soruna birden fazla yanıtın
verildiğidir. Bu Marksizmin krizidir!
Modernizme ve post modernizme ait tezler marksizmin geneline ağırlıklı olarak
sirayet etmiştir. Aydınlanmacı idealist felsefenin bu iki akımı arasındaki tartışmalarda Marksizm
maalesef her iki akımdan birine eklemlenen pozisyonlara savrulmuştur. Marksizme içkin olan
yapı deforme olmuştur.
Modernizm ve post modernizm “özne-yapı, parça-bütün, birey-toplum, ideoloji-bilim,
görüngü-gerçek, determinizm-rölativizm” vb ikiliklere dair idealist açıklamalar getirirken
Marksizm bu vb. ikiliklere kendi özgün diyalektiğinden ziyade modernizmin yahut post
modernizmin penceresinden bakan sorunlu bir mantığı işletmiştir.
Örneğin marksizmin bilimi “öznesiz, ereksiz” bir tarihsel süreç tarifi yaparken
modernizme göre tarihi, mantığıyla aklıyla hareket eden özneler yapar. Özne eğer aklını
belirleyen çevresel etkilerin bilgisine vakıf olursa davranışlarına tamamen yön verebilir. Bir
başka ifadeyle özne, doğayı aklıyla anlar ve onu değiştirir. Yani değişimin aslı kaynağı
modernizme göre akıldır.
Maddenin zihni belirlediğine ilişkin en temel materyalist teze taban tabana zıt olan bu
modernist önerme Marksizme egemen olmuş ve bir burjuva ideolojisi olan Aydınlanma
ideolojisinden kopuşulamamıştır.
Bu olumsuzluğun politik alana en basit şekliyle yansıması, ezilenlerin bilinçlenmeyle
eyleme geçeceği sanısında ve/veya eyleme geçmeyişlerini onların bilinç düzeyinin geriliğiyle
açıklamaya kalkma inancındadır.
Post modernizm için de özne merkezdedir, ancak bu özne tarih yapmakla mükellef değil,
kendi toplumsallığını her an yeniden kurmakla meşguldür. Özne’nin “birey” olmaya çalışması
gerekir. Birey kendisini yeniden üreatmesi gerektiğinin farkına vardıkça özgürleşebilir vs..vs..
Bu bağlamda, aslında modernizm ve post modernizm aydınlanmacı idealizmin has
çocuklarıdırlar.
Günümüz Marksizmin post modernizme itirazı ise çoğunlukla modernizmin pozitivist
ilerlemeci zemininden yükselmekte ve tarih yapmakla yükümlü olmayan öznenin karşısına
“aklı” kuşanmış, bilimsel bilginin yol göstericiliğini kuşanması halinde tarih değiştirecek olan
özne ile çıkmaktadır.
Oysa belirtiğimiz üzere tarihsel materyalizm (Marksist bilimi) tarihi öznesiz bir süreç
olarak belirlemiştir. Marksizme musallat olmuş Aydınlanmacı’lığın ideolojik ve politik
çıktılarına sonraki bölümde değineceğiz. Şimdi Marksizmin ne olup ne olmadığına ilişkin temel
belirlemeleri hatırlayalım.
Marksizm Modernist Değildir: Marksizm birçok temsilcisi modernizmin tezlerine
yedeklenmiştir. Bu yedeklenme hali siyasal pratikte iki türlü karşılık bulmaktadır: Sorunlu
(modernist) Marksizmler ya modernizmi ya da ve onun kazanımlarını hiçbir burjuva akımın
savunamayacağını, bunu ancak Marksistlerin savunabileceğini belirten ve ulusalcı sol çizgiye
savrulan aydınlanma ideolojisine yedeklenme yahut sosyalist deneyimlerin yenilgilerini yanlış
uygulamalarla açıklanmaya çalışan, doğru biçimde uygulandığında sosyalizmin en gerçekçi
aydınlanma projesi olduğu şeklindeki yine modernist ideolojinin sınırları içinde hapsolma…
•
Modernizmin savunduğunun aksine Marksizm yalnızca deneysel yöntemlerle elde
edilen bilginin güvenilir olabileceğine hükmeden “ampirizm”i (deneycilik) reddeder. Çünkü
ampirik yöntemle gerçeğin bilgisine ulaşılmaz, yanılgılara neden olur. Tam da ustaların söylediği
gibi “Şeyler”in dış görünüşler ile doğaları, özleri doğrudan çakışsaydı tüm bilim gereksiz
olurdu.” (K.Marks Kapital Cilt III)
Marksizm kurucuları özellikle 1860’lardan sonra tüm teorik üretimlerini kapitalizmin
duygularla ampirik olarak algılanamayan işleyiş yasalarını bilimsel bir temelde açıklamak
yönünde vermişlerdir. Tarihsel materyalizm bu arayışın sonucunda üretilen bilgilerle
şekillenmiştir. Marksizme göre bilgiler “ampirik” olarak elde edilmez, tam tersine zihinsel
süreçlerin işletilmesi sonucu üretilir. Dolayısıyla ampirik olarak elde edilmeyen bilgileri,
doğruluğu ya da yanlışlığı ampirik olarak duyu ve deneylerle sınanamaz. Çünkü bilgi üretimi
bilgiden hareketle ve bilgi aracılığıyla gerçekleşir.
Bu yüzdendir ki Kapital’de Marks’ın açıkladığı kapitalizmin hem doğası itibariyle her
yerde olan hem de görünüş itibariyle hiçbir yerde olmayan bir kapitalizmdir.
Öte yandan Modernizm bu hususa ampirik gözle baktığı için kapitalizm görünüşünün
günümüzde değişmiş olmasından hareketle Marksizmin öldüğünü ilan edebilmektedir.
•
Marksizmi modernizmden ayıran en köklü farklardan biri de aydınlanmacı düşünceyi
reddetmesidir. Marksizm aydınlanma felsefesinin içinden doğmuşsa da kendi felsefi ve bilimsel
materyalizmini oluşturacak Aydınlanmacılıktan kopmuştur.
Aydınlanma, insanın ve insanlığın doğrusal bir ilerleme çizgisinde hareket ettiği masalına
dayanır. Bu çizgiye “insan-özne” yön verir ve bu özne tarihe ve doğaya içkin olan amacın
bilgisine sahip olabildiği oranda bilinçli faaliyette bulanabilir. Yani aydınlanmacı düşünce tarihi
özneli ve erekli (amaç ve hedefli) bir oluş olarak tanımlamaktadır. Bu idealist felsefeden
etkilenen sorunlu bir Marksizm yorumu komünizme doğru amaçlı bir biçimde ilerleyen bir tarih
kavrayışına ve bu amaç için varolduğu sanılan kurtarıcı “işçi sınıfı”na ulaşır. Aydınlanmacı
düşünceden türetilmiş komünizm ve işçi sınıfı materyalist değil, metafizik bir içeriğe kavuşur;
birer “mit” haline gelir.
Bu sorunlu Marksizm nedeniyle aydınlanmacı-ilerlemeci düşünceyi benimsemiş sol
politik özneler belli bir andan itibaren düzen içi politik pozisyon almaktan nesnel olarak
kaçınamamıştır.
•
Marksizme göre tarih öznesiz ve ereksizdir. Marksizm kendisini oluştururken,
aydınlanmacılıktan farklı bir felsefe olmakla yetinmemiş, politika ve bilim ayaklarının inşasını
da kuruluşunun bir parçası haline getirmiştir. Marksist bilim, gerçekliği nesnel olarak
açıklanabilmesinin mümkün olduğu hipotezinden hareketle oluşmuştur. Bu düşünce felsefi
açıdan sübjektif bir kategori olarak özneyi bilimsel açıklamanın dışında bırakmayı gerektirmiştir.
Marksizmin bilim ayağının öncelikli inceleme nesnesi ise soyut bir gerçek olarak
kavramsallaştırılan “üretim tarzları” olmuştur.
Marks, genel bir tarih felsefesi oluşturmaya çalışmamış tersine, bir nesnel gerçeklik
olarak kapitalist üretim tarzını kavramlarla ve kavramlar arasında kurduğu iç bağlantılar
çerçevesinde nedensellik ilişkilerine dayalı bir sistem olarak açıklayabildiği oranda ve bu
açıklamaların geçmişe ve geleceğe dönük uygulaması yoluyla tarihsel materyalizm tarih bilimi
olabilmesinin, kapitalist üretim tarzına dair çözümlemeden yola çıkarak tüm tarihe
uygulanabilecek altyapı (temel)-üst yapı arasında kurduğu belirleme ve zorunluluk ilişkisine dair
açıklamasına borçludur. Kendisine içkin bir emek (amaç) doğrultusunda ilerleyen aşkın bir tarih
felsefesi veya rasyonel öznelerin bilinçli faaliyetleri sonucunda ilerlemekte olan özneli bir tarih
kavrayışı, tarihsel materyalizmin inşası sırasında kesin bir biçimde dışarı atılmışlardır.
Marksizmin bilimsel açıklamasını yaptığı tarih kesinlikle öznesiz ve ereksiz ama üretici güçlerin
gelişimine bağlı olarak temel ile üst yapı arasında tarif edilen belirleme ilişkisinin ışığında
açıklanabilen bir tarihtir.
Temelin üstyapı belirlemesinde dayanan açıklama ”TEORİK”tir. Bu bilimsel bilgiye
sahip olan bir Marksist, gündelik yaşamında karşılaştığı toplumsal nitelikli konjonktürel
gündemlere dair açıklama getirirken bu genel ve soyut bilgiden bağımsız hareket etmez. Ancak
bir şey açıklamak ile o şeyi dönüştürmek arasında kategorik bir fark bulunmaktadır. Açıklamanın
hammaddesi bilgi iken, dönüştürenin hammaddesi eylemdir. Dönüştürmeye hizmet etmeyen bir
açıklama tüm bilimsel gücüne karşın gerçek yaşamda bir değer taşımaz. Örneğin kurak bir
bölgede yağmura muhtaç olan insanlara yağmur yağışının bilimsel bilgisini aktarmak hiçbir işe
yaramaz! İnsanlar verili bir anda somut çözümlerle ilgilenirler. Ancak verili bir anda önerilen
herhangi bir somut çözümün de benimsenebilmesi için, bu çözümün yapılabilir, yani verili
konjonktüre uygun olması gerekir. Keza bir işçi için de sömürüldüğünü bilmesi ile sömürüye
karşı devrimci savaşa katılması arasında bir nedensellik ilişkisi kurmak mümkün değildir.
Oysa devrimci, sosyalist hareketin neredeyse tamamı bütün pratiğini bu temel yanlışın
üzerine inşa etmeye kalkıştı. Bu yanlış temele göre işçiler sömürü ilişkilerinin bilimsel bilgisine
kavuşmalarıyla birlikte devrimci-sosyalist mücadeleye atılacaktı. Haliyle eyleme geçişin
(dönüştürmenin) anahtarı olarak bilinçlendirme (bilgi) faaliyeti esas alındı.
Kuşkusuz buradaki itirazımız bilinçlendirme faaliyeti değil, bunun “anahtar”
görüldüğü ve aslında “zihnin (de) maddeyi belirlediği” yorumunu savunmaya kadar giden
idealist yaklaşımadır.
Dolayısıyla bir öznenin Marksizme hakim olması veya tarihsel sürecin bilgisine vakıf
olması onu an’da Marksist olmayanlar karşısında üstün veya önsel olarak avantajlı kılmaz.
Çünkü her bir an’a etki edebilecek sonsuz sayıda faktör mevcuttur: bu faktörler an be an yerini
yenisine bırakır ve bu faktörlerin hepsinin hesaba katılması imkansızdır.
İşte tam da bu nedenle tarihsel düzlemde insan-özne’den bahsedemeyiz ve yine tam da
bu nedenle Lenin 1917 Şubat Devrimi’nin arifesinde Rusya’da devrimi kendisinin ve yaşıtlarının
göremeyeceğini beyan edebilmiştir. Bu ne Marksizmin ne de Lenin’in yetersizliği veya
yanlışlığıdır. Bu iradenin dışında gelişen nesnelliğin ve gelişmelerin kesin biçimde
bilinemeyeceğini gösterir.
Tüm bu nedenlerden ötürü tarihsel materyalizm evrensel bir politik-ideolojik hat ve
sabit bir eylem çizgisi önermez. Çünkü pratik politika alanında her değişen konjonktür yeni
güçler konumlanışını beraberinde getirir ve bu da yeni politik taktikleri, yeni ideolojik açılımları
ve yeni örgütsel mevzilenişleri gerektirecektir.
Post Modernizm Karşısında Marksizm:
•
Marksizmin bilim ayağı hem “bütüncü”dür hem de insan-özneyi bir felsefi kategori
olarak dışında bırakır. Ne var ki post modernizm belirlemelerini görüngüler aleminde veya
sadece gerçekliğin “gerçek” (maddi somutluk) düzleminde temellendirir. Anti bilimci kategori
nedeniyle post modernizm “şeylerin” dış görünüşü dışında kalan nesnel gerçekliğinin
aranmasına dönük teorik faaliyeti gereksiz görür. Bu bahiste post modernizm, insan-öznelerin
sözkonusu şeye yüklediği anlamlar dünyasının deşifre edilmesiyle elde edilecek bilgilerin
ötesinde, bu şeyin bir gerçekliğinin olmadığı ön kabulünden hareket eder. Dolayısıyla bir şeye
yüklenen insan-özne sayısı kadar anlamı olabileceğinden, aynı sayıda gerçeklikten söz
edilebileceğini savunur. Bunun politik pratikteki karşılığı ve şekil, içerik ve bileşim açısından
birbiriyle benzeşmeseler de mevcut iktidar ilişkilerine itiraz etme noktasında ortaklaşan isyancı
ve uzlaşmacı çok sayıda “yeni toplumsal hareket” e dayanmanın dışında bir politik zemini tarif
etmekten kaçınmaktır. Yani mevcut itiraz şekillerini tek mücadele biçimi olarak benimsemekle
yetinilmesi gerektiği savunulur. Günümüz “küreselleşme karşıtı hareketler” de politik karşılığını
en yoğun haliyle barındıran postmodernizme bir kısım Marksistin itirazı, maalesef modernizmin
düşünce yapısı üzerinden yükselmektedir.
Örneğin kimi Marksistler küreselleşme karşıtı hareketi kapitalist toplumdaki temel “sınıfsal”
ayrımları bulanıklaştırıcı bir hüviyete sahip olduğu iddiasıyla olumsuzlamaktadırlar. Bu
modernist Marksist (!) anlayışa göre “işçi sınıfı”nın merkezinde yer almadığı toplumsal
hareketin kapitalizmi yıkması mümkün değildir. Ancak bu anlayış ise sendikalarının ve işçi
partilerinin neden bu harekete öncülük yapamadığı, içinde yer almadığı veya bunu aşacak başka
bir hareketi geliştirmediği konusunda materyalist bir açıklama getirmez. Getiremez çünkü
modernist marksizmin sınıf teorisi, daha doğrusu sınıf teorisi ile pratik arasında kurmaya çalıştığı
nedensellik ilişkisi sorunludur.
•
Marksizmin “sınıf” kavramı bilimsel düzeye aittir. Marksizmde üretim ilişkileri
karşısındaki konumuna göre tanımlanan sınıf kavramı tıpkı tüm bilimsel kavramlar gibi bir
genellemeyi ifade etmektedir. Yani “somut-gerçek” i değil, teorik olanı (soyut gerçek) ifade
etmek için kullanılmıştır.
Tarihsel materyalizm düzleminde sınıflar, üretim ve mülkiyet ilişkileri bağlamında soyut
toplumsal kategoriler olarak ek alınır. Üretici güçlerin gelişimi ile üretim ilişkileri arasında
meydana gelen ve toplumsal devrimlere yol açan çelişki, toplumsal düzeyde sınıflar arasındaki
çelişkide somutlanır. Sınıflar arasındaki çelişki ise sömürü mekanizmalarının devreye girdiği
andan itibaren sınıflar savaşımında vücut bulur. Bu anlamda sınıf kavramı, esasında tarih bilimi
içerisinde ekonomi politik disipline aittir. Üretim tarzlarının açıklanması sırasında işlevseldir.
Temel ile üstyapı arasındaki belirleme ilişkisi uyarınca, gerçek hayatta meydana gelen olguların
sınıflar savaşımından ayrı açıklanamayacağına, yani tüm tarihsel olguların “sınıfsal” olduğuna
işaret eder. Bu nedenle Marks, an da hangi ideolojik–politik görünümle açığa çıkmış olursa olsun
tarihe bütünsel bir gözle bakıldığında bunun “sınıf savaşımları tarihi” olduğunu söyler. Ne var ki,
bunun bilgisi “an”da sınıf’a vazgeçilmez ve ayrıcalıklı bir kornum kazandırmaz. Yani sınıf
kavramının Marksizm içindeki tartışılmaz teorik önceliği, politika alanında ortadan kalkar.
Politika düzleminde somut devrimci toplumsal dinamikleri ve konjonktürel çelişkileri
gözönünde bulundurmaksızın “sınıf” vurgusunda ısrar edildiğinde, apolitik bir sınıfçı tutum
sergilenmiş olunur. Bu yaklaşım örneğin ABD Irak’ı işgal ettiğinde bir marksistin “önce işçileri
örgütleyelim sonra ABD’yle savaşırız” veya “ işçiler ABD’yle savaşmak istemiyor, dolayısıyla
biz de şu an için savaşmayalım” vb sınıf kuyrukçusu tutum almasına benzer.
Verili bir anda, bir ülkedeki işçilerin reformist veya muhafazakâr olması, kapitalizmin
temel çelişkisinin emek-sermaye çelişkisi olduğu gerçeğini değiştirmediği gibi, tersinden başka
bir ülkede işçi hareketinin devrimci eylemin merkezinde konumlanması da kapitalizmin ana
çelişkisinin emek-sermaye çelişkisi olduğu gerçeğini güçlendirmez. Çünkü sınıf, marksizmde
üretim ilişkilerine göre tanımlanan teorik bir kavramdır. Her teorik kavram gibi bütüne dair bir
genellemedir, bir “soyut gerçek”tir ve başka kavramlara (üretim ilişkileri, emek sermaye çelişkisi
vb) ilişkisi içinde açıklayıcı gücüne kavuşur.
Marks ve Lenin döneminde işçi hareketine toplumsal dinamikler üzerinde bir ayrıcalık
ve üstünlük tanımışlardır. Fakat bu onların teorideki sınıf ile gerçek hayattaki sınıfı birbirinin
aynısı gördükleri anlamına gelmez.
Özellikle Marksizmin kurucuları olgunluk eserlerinde teknik ve yapısal belirlemelerde
“sınıf” kavramını, toplumsal-politik belirleme veya açıklamalarda ise “proletarya” kavramını
kullanmışlardır. Bu onların soyut-gerçek ile somut-gerçek arasındaki kategorik farkı gözönünde
bulundurduklarının göstergesidir. Örneğin teorik bir çalışma olan Kapital’de proletarya
kavramına neredeyse hiç başvurulmazken, “işçi sınıfı” kavramı üzerinden veya daha doğrusu
“sınıf” tanımına göre tasnifler yapılmıştır. Keza toplumsallığa ilişkin belirlemelerde “lümpen işçi
sınıfı” yerine “lümpen proletarya” kavramının kullanılması da bariz bir farkı gözettiklerinin
işaretidir.
Buna rağmen marksizmin kurucularının iki kavramın arasında ayrım koymak
konusunda çok özenli davranmamışlardır. Çünkü teorideki işçi sınıfı kategorisi ile gerçek
hayattaki proletarya 19yy’da Avrupa’da dönemsel olarak aynı toplumsal olguya takabül
ediyordu.
Ancak bu, teorideki işçi sınıfının her konjonktürde proletaryaya tekabül ettiği veya
edeceği anlamına gelmez. Bu gerçek nedeniyle Marks ömrümün sonlarında işçi sınıfı toplumsal
düzlemde “mavi yakalı-beyaz yakalı” olarak tasniflemiş ve işçi hareketinin sağa kayışını
açıklama için sosyo-politik disipline ait olan “işçi aristokrasisi” kavramını geliştirmiştir.
Marksizm kurucuları devrimciydi… Yaşadıkları dönemin işçi hareketinin devrimci
yıkıcılığı özel mülkiyetin son bulacağı bir sosyalizm için büyük avantajdı. Marks ve Engels’in
proletaryaya politik olarak ayrıcalıklı bakmaları bu nedenle son derece doğru ve anlamlıydı.
Onlar düzen dışı politik dinamiği önemsiyorlardı; bunu, üretim ilişkilerindeki konumlanışlara
göre belirlemediler. Tam da bu nedenle Avrupa’daki işçi hareketi düzen için kanallara akmaya
başladığında Rusya’daki köylülüğü temel alan devrimin komünizme yürümesinin mümkün olup
olmadığını sorguladılar.
Marks-Engels önsel olarak devrimi önemsemişlerdir. Ancak Rusya vb. örneklere dair
tek endişeleri buralardaki üretici güçlerin gelişkinlik seviyeleri itibariyle olası devrimlerin
Avrupa devrimleriyle bütünleşip bütünleşmeme ihtimaliydi.
Lenin’de Ekim devriminde benzer bir sıkıntıyı yaşamıştır, ancak Lenin devrimci
olduğu için Sovyet iktidarında ısrar etmiş ve Avrupa devrimlerinin yenilgisinin ardından, Sovyet
devrimine müttefik olarak “ezilen halklar” ı işaret etmiştir.
Buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç marksist politikanın her zaman “an”da devrime
işaret eden parametrelere göre hareket etmesi gerektiğidir. Bunu yapmayanlar marksist teoride
ne denli yetkin olurlarsa olsunlar, pratikte Kautsky ve Plekhanov gibi marksizmin dışına
savrulurlar.
Marks – Engels de, Lenin de ve 20yy’ın tüm muzaffer devrimlerinin önderleri de her
zaman “ezilen”den yana saf tutmuşlardır. Kuşkusuz ki ezilenlerden yana saf tutulan her durumun
zaferi garantilediği söylenemez ancak ezilenlerden yana saf tutmayanların başarı şansı-imkanı
hiç yoktur. Böyle bir örnek görülmemiştir. Dolayısıyla teorik düzeyde “sınıf” kavramına ne
kadar sahip çıkmak gerekiyorsa, politikada da ezenlerin karşısında ezilenlerle önkoşulsuz saf
tutmak o ölçüde gereklidir.
•
Marksist politikanın ayırt edici yönü sınıfçılığı değil, politikayı konjonktürel ve
dinamik bir süreç olarak kavramasıdır. Bir başka deyişle Marksist teori, pratik politikadaki
devrimci dinamiğe asla işaret etmez; bunu konjonktüre bakarak çıkarmak Marksist politikanın
işidir. Bu açıdan politik pratik becerilmeksizin, teorik kavrayış hiçbir işe yaramaz.
Çünkü somut gerçeğe genelleştirilmiş bilgiyle (teori) müdahale edilemez. Somut gerçeğe
ancak bu somutluğa temas eden ve somut gerçeklikte karşılığı bulunan çözümler hayata
geçirildiğinde bir politik tutum geliştirilmiş olunur.
Mesela: Deprem riski taşıyan bir apartmanın sakinlerine alternatif barınma
imkanlarının veya maddi durumlarının uygun olup olmamasına bakmaksızın oturdukları binayı
yıkarak yenisi yapmaları gerektiğini söylemek, yukarıda bahsettiğimiz teorisist-apolitik
yaklaşımın veya somut bir soruna somut olmayan bir çözüm önerisi sunmanın tipik bir örneğidir.
Apartman sakinlerinin binayı boşalttıktan sonra başka bir yerde kiraya gitmeleri, barınma
sorununu kendi başlarına halletmeleri ve dahası, yıkılan binanın yerine yenisini yapmaları
mümkün mü? Bunları hesaba katmaksızın soruna bir çözüm önerisi sunmak boş konuşmaktır.
Keza geçim sıkıntısını iliklerine kadar yaşayan bir “son ütücü” ye eşitlikçi tek düzenin
komünizm olduğu anlatarak onun somut sorunlarına somut bir çözüm önerisi getirdiğini sanmak
da boş konuşmanın-apolitikliğin başka bir örneğidir.
•
Teorik olarak devletin kapitalist sınıfın iktidar aygıtı olduğu bilinir. Ancak devlet
sahip olduğu baskı aygıtları ideolojik aygıtlar ve tarihsel birikimiyle beraber ezilenlerin
karşısında somut bir gerçek- varlık olarak bilinir. Soyut gerçeklik olarak kapitalizmin yıkılması
ancak ve ancak somut gerçekte varolan devlet ve onun kurumlarına karşı yürütülecek eylemli bir
mücadele ile mümkündür.
Böyle bir pratik sergilemeyen, devleti karşısına almayan bir özne istediği kadar Marksizmin
kavramlarını kullansın bu onu ne devrimci yapar ne de Marksist….
Somut gerçekliğin teorik arka planını-bilgisini yadsıyan post modernizm bu özelliği
sayesinde bu konu özelinde modernist akımlara göre daha fazla isyancı bir görüntü
sergileyebilmektedir. Çünkü post modernizmin bakışları somut olana odaklıdır. Dolayısıyla
politik düzlemdeki somut sorunları ve bu sorunların ilk elden sorumlularını görebilmek gibi bir
özelliği vardır.
Fakat yine aynı özelliği, yani somut olarak görünen ile yetinmesinden, sorunları
bağlamından kopartarak “tekil” ele almasından dolayı bütünsel bir çözüm mücadelesi yürütemez.
Bu onun Marksist politikadan ayrıldığı önemli noktalardan biridir. Marksist politika görünen ile
somut olarak ilgilenmenin yanında, bunun diğer mücadele alanlarıyla, tarihle ve iktidar
mücadelesiyle bağını kurmaya çalışır.
Bu açıdan askerlik terminolojisinde Marksist politikada kullanılmaya son derece
elverişli olan bir analiz yöntemi vardır: Düşman- Misyon- Arazi- Kuvvet analizi…
Her konjonktürde bu dörtlü analizi yeniden ve yeniden yapmak gerekir. Yukarıda
bölümde aktarılanlardan yola çıkarsak devam edersek, düşman devlettir. Ancak devlet her
ülküde aynı olmadığından her devletin içindeki bloklaşmalar, baskı aygıtlarının gücü veya
ideolojik aygıtlarının etkinliği iyi analiz edilmelidir. Bu analiz sayesinde düşman daha
somutlaşır, görünür kılınır. Misyon Marksist politika açısından sınıfsız toplum hedefinin
gerçekleşebilmesi için devletin yıkılması, kurumlarının parçalanmasıdır. Arazi, devrimcilerin
üzerinde hareket ettikleri nesnelliktir. Bu nesnellik sözkonusu konjonktüre etki eden ekonomik,
politik ve ideolojik faktörlerin hesaba katılması ve somut güç dengelerinin tespitiyle analiz
edebilir. Kuvvet analizi ise, o an için devrimci savaşıma katılma potansiyelini barındıran ve
devrimci çağrıya yanıt vermesi olası olan toplumsal dinamikleri belirtmek üzere yapılır
***
Bu bölüm süresince “hangi Marksizm” sorusuna ilişkin teorik sorunları çözmeyi
hedeflemekten çok teorik pozisyon belirlemeye ve kısmi açıklamalar üretmeye çalıştık. Bugün
bunu yapmak aydınlanmacı düşünceden, post modernizmden tam anlamıyla kopuşmak ve
Marksizmin yeniden güç kazanmasını sağlamak için gereklidir, zorunludur.
b) İdeolojik Yerelleşme:
Yukarıdaki bölümde TDH’nin modernist-aydınlanmacı veya post modernist her türlü burjuva
ideolojisinden kopması, yaşadığı tıkanıklığı aşması için bir teorik yenilenmeye ihtiyaç
olduğundan bahsetmiştik.
Bu yenilenme faaliyetinin sağladığı kavrayıştan yola çıkarak günümüz konjonktürüyle
uyumlu yeni bir ideolojik-politik çerçevenin üretilmesi mümkündür. Bu bahiste amacımız,
üzerinden yaşadığımız toprakların güncel ve tarihsel gerçeklikleriyle buluşamamaktan kaynaklı
açmazların aşılması konusunda ideolojik yerelleşmenin sunacağı olanakları aktarmak olacaktır.
TDH ve TSH, üzerine politik hattını inşa ettiği ideolojik donanımını oldum olası
dışarıdan ithal ederek sağlamıştır. Sorunun büyüğü buradadır. Çünkü ideolojiler tekil bir
özgünlüğe sahiptirler, bu özgünlüğü yakalayabildikleri oranda benimsenirler (kuşkusuz bir
ideolojinin belli bir coğrafya ve zamanda benimsenmesinin tek şartı özgünlüğü kavraması
değildir, en önemli şartı olmakla birlikte başka etmenlerle buluşmuş olması gerekir)
TDH ve TSH bu konunda, yani bu toprakların özgünlüğüne uygun bir ideoloji yaratma
konusunda başarısız olmuşlardır. Marksizm bu toprakların gerçekliğinde üretilebilmelidir.
Bunda Türkiye aydının yetersizliğinin, kimi dar-pragmatist kaygılarla dışardan
ideoloji ithal etme hatasının payı büyüktür. 19 yy sonlarında yayılan ulusçuluk akımından
etkilenen ve sosyalist ideolojiyi ulusçuluğa içkin olan aydınlanmacı-ilerlemeci düşünce
üzerinden benimseyen ülke aydını, dönemin reel politik ihtiyaçları dolayısıyla sosyalist
ideolojiyi önceleyen Marksist bilim ile, teori ile yeterince ilişkilenmemiştir. Dolayısıyla bu
ülkeye sorunlu bir Marksizm ve yabancı ideolojiler aşılanmıştır. Bunun ilk elden yükleniciliğini
ise Ekim Devrimi ve 1. Dünya Savaşı gibi çalkantılı bir ortama doğan TKP yapmıştır.
Genç SSCB’nin uluslararası çıkarları gereği taktiksel olarak Kemalizmi desteklemesi
(ve TKP’yi de buna yönlendirmesi) zaten problemli bir muhteva arz eden sosyalist ideolojinin
sorunlarını kemikleştirmiş ve sonuçları uzun vadede olumsuz olan bir miras bırakmıştır.
(Öte yandan İbrahim Kaypakaya’nın Kemalizm bağlamında ayrı bir yerde durduğunu,
bu konuyla politik Marksizmin en parlak örneğini teşkil ettiğini vurgulamak gerekir.)
Bir kez daha aydınlanmacı-ilerlemeci düşüncenin alanına girilince Türkiye’de
Kemalizmin karşı devrimci-gerici değerleriyle buluşma kaçınılmaz oluyor. Bunu biraz açalım:
Aydınlanma ideolojisi “tarihsel (olarak) ileri” yi temsil eden, eskisine göre daha
“aydınlanmış” olan sınıfı gözetir-önemser, ”politik (olarak)” ileri olana ise kapalıdır. Bu
düşünceye göre “ilkel-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist-komünist” şeklinde sıralanan tarihsel
ilerleme dizgisi veri alındığında Osmanlı, feodalizmi ve onu yıkan güç olarak Kemalist TC de
kapitalizm-burjuvaziyi temsil etmektedir. Kapitalizmden sosyalizme geçişin öznesi olarak
görülen işçi sınıfı ise henüz o döneminde yeterli nicel-nitel olgunluğa erişmemişti. İşçi sınıfının
gelişebilmesi için de kapitalizmin ülkede gelişmesi gerekir. Bu gelişmeye engel olacak sınıf veya
toplumsal katmanlar önsel olarak gerici ilan edilir.
TKP’nin 1920 ve 1930’larda Kürdistan’da yaşanan Kürt isyanlarının kapitalizmin
gelişimine engel oldukları, bu isyanların tarih tekerleğini geriye (feodalizme) çevirmeye
çalıştıkları şeklindeki tezleri hatırlanacaktır. Bu gerici tezlere yaslanan TKP, söz konusu
isyanları “gerici isyanlar” politik temsilcilerini “kara güç” olarak belirlenmiştir. Bunun
karşısında Kemalistleri “ak güç” olarak tasniflemesi ve safını “ ak güç” ten yana kullanması bu
hastalıklı ilerlemecilik düşüncesi dolayısıyladır.
Keza “din” konusuna dönük TKP’nin pozisyonunu burjuva ideolojisinin (ve
Kemalizmin) bir diğer ilkesi olan laikliğe göre belirlemesi de aydınlanmacı hastalığın bir başka
yansımasıdır. Buna göre din, aydınlanmanın organı olan aklı körelten, sınıflar savaşımının fark
edilmesini engelleyen bir afyondur, uyuşturucudur. Dolayısıyla din gibi aklın özgürleştirici (!)
aydınlığa zincir vurma potansiyeli olan her tür metafizik düşünceye karşı mücadele etmek ve
bilgiyi-bilinci-eğitimi yükselterek cahillik zincirlerinden kurtulmak gerekir. Ayrıca ilerleme,
insan aklının fenomenleri sorgulamasıyla başlar, fakat din sorgulamayı, değil biat etmeyi farz
kıldığından dine karşı savaş açılması gerektiği vazedilir... gibi anti-marksist önermeler Kemalist
aydınlanmacılığın çıktıları olarak üretilir.
Kendisini bu tarz önyargılara göre kuran politika bu toprakların özgünlüğüyle ne kadar
buluşabilir? Yahut soruyu tersten soralım: TKP’yi de aşan haliyle günümüz solunun hali hazırda
Müslüman Anadolu ezilenleriyle bağ kuramamış olmasında, onun dine-islamiyete yönelik
Kemalist-aydınlanmacı ideolojiden etkilenmiş gerici bir bakışa sahip olmasının payı yok mudur?
Sadece TKP değil, onun ardından gelen Türkiyeli devrimciler de başarılmış diğer
devrimlerin ideolojilerini edinerek Marksizmle ilişkilenmişlerdir. Sovyetik, Maocu, Enver
Hocacı veya Latin Amerika’cı ideolojilerin hemen hepsi Türkiye’ye nüfuz etmiştir. 1970’lerin
dünyasında politik olarak işlevsel olan bu ideolojik akımları edinmek ilk elden avantajlı görünse
de, bu şablonculuk aynı zamanda Marksizmin bu toprakların özgünlüğünde yeniden
üretilmesinin gereksiz görülmesine neden olmuştur. Çünkü ne de olsa somut olarak
“doğruluğunu kanıtlanmış”(!) modeller vardı; bunları edinip uygulayarak örgütlenmek, kitlelerle
buluşmak mümkündü; bir de fazladan ideoloji üretmeye çalışmak zaman kaybı olacaktır.
Fakat 1980’lerin sonlarından itibaren yaşanan tarihsel dönüşümler tüm dünyada
olduğu gibi Türkiye’de de devrimci-sosyalist hareketin ayağının altındaki toprağın kaymasına
neden oldu. Sosyalist sistemlerin yıkılması ile beraber gelişen yeniden paylaşım mücadelesinin
neticesinde uluslararası ilişkiler, ekonomik yapılanmalar, yeni biçimler almaya başladı. Deyim
yerindeyse sular çekildi ve Marksizmin sorunları örten ne kadar unsur varsa yavaş yavaş yerini
gerçekliklere bıraktı. Yalnızca Sovyetik, Maocu, Enver Hocacı, Latin Amerikacı ideolojilerin
değil, aynı zamanda görece yerelleşmiş olan Mahirci, İbocu, Kıvılcımcı ideolojilerin de
kendilerini dayandırdıkları tezlerin yetmezlikleri ortaya çıkmıştır.
Her tarihsel dönem değişikliğinin üstesinden gelmenin yolu ideolojik-politik düzeyde
gerçekleştirilecek bir yenilenmeden geçer. Oysa bizde, devrimci harekette, tarihsel olarak
ideoloji teoriyi öncelediği ve teori ancak ideolojinin gözlüklerinden bakarak algılanabildiği için
bu noktada bir açmazla karşı karşıya kalınmaktadır. Geçmiş tarihsel evreye özgü ideolojik
çizgileri tartışmak, gözden geçirmek ve hatta bunları değiştirmek Marksist teoriyi olumsuz
anlamda revize etmek olarak anlaşılmakta ve böylesi bir çaba yerine “statükocu ve tarih dışı”
ideolojik pozisyonda kalmak daha güvenlikli görünmektedir. Halbuki ideolojik yenilenmeyle
teorik yenilenme arasında bir örtüşme ilişkisi yoktur. Marksizmin hali hazırdaki teorik yapısı
bile, ideolojik gözlüklerin dışında bakılabildiğinde devrimci hareketle ideolojik ve politik
düzlemlerde yenilenme imkanı sunduğu görülecektir; yeter ki eski ideolojilerin sınırlandırıcı
boyunduruğundan kurtulmak başarılsın.
İşte çabasını yürüttüğümüz ideolojik yerelleşme başlığını da bu topraklara ve bu
toprakların ezilenlerine tarihsel ve kültürel açıdan yabancı olmayan devrimci bir ideoloji kurma
ihtiyacı oluşturmaktadır.
Her ideoloji kendi varlığını bir tarihe, tarih yazımına dayandırır. TDH ve TSH kendi
tarihini yazarken, bu tarihi en uzaktaki kişilik olarak Mustafa Suphilerle ilişkilendirir. 1971
devrimci kopuşuyla şekillenen devrimci hareketin önemli bir bölümünde Mustafa Suphi
Kemalizm tarafından katledilmesi olayına özel önem verirler. Ancak bilindiği üzere 1970’lere
gelene dek sol hareket ezilenlerle, işçilerle, halka buluşamamıştır. Öte yandan kitleselleşmeyi
başaran 1970’lerin sol hareketi ideolojisini Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı ile ilişkilendirerek
kendisine bir tarih kazandırma çabasına girişmiştir. Bu resmi devlet tarihi anlatısını esas
almaktadır. Bunun dışında ezilenlerin tarihine yönelmeyi sol hareket öncelikli görmemiştir.
Kemalizm ile arasına net bir çizgi çeken Kaypakkaya’nın da bu anlamda özgün bir tarih
yazımına girişemediği söylenmelidir.
Bu konuda Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ve çabalarını ayrı bir yere koymalıyız. Dr resmi
devlet tarihi anlatımını bir kenara bırakmış ve ufuk açıcı bir yaklaşımla ezilenlerin bu
coğrafyadaki tarihsel köklerinin keşfi için değerli bir kazı çalışması yapmıştır. Kendisine has bir
tasniflemeyle “sosyal devrimci/ tarihsel devrimci” ayrımından yola çıkarak bu topraklardaki ilk
sosyal devrimci olan Şey Bedreddin’i keşfetmiştir.
On binlerce köylünün katımıyla, yeni bir toplumsal düzen kurma hedefiyle
gerçekleştirilmiş ve Osmanlı’nın T.C devletinin tüm karşı çabalarına rağmen bugüne kadar
türkülerle, şiirlerle yaşayarak gelmiş olan Bedreddin isyanı, bu topraklarda mücadele veren tüm
devrimciler için ilk tarihsel kaynak olmayı fazlasıyla hak etmektedir. Dolayısıyla bizler 15. yy
Osmanlısından üretim araçlarının ortak kullanımına dayanan bir toplumsal düzeni kurmaya
dönük adımları da içeren, isyan hareketi niteliğini aşarak farklı din ve etnisitelere mensup
halkları bir araya getirmeyi başarmış bir devrim deneyiminin önderi olarak Şeyh Bedreddin’i ve
devrimini hiç tereddütsüz referans alıyoruz.
Şeyh Bedreddin’e referans vermek aynı zamanda Kemalizm Anadolu ve Trakya
halklarının, tarihi kendi ortaya çıkışıyla başlatan resmi tarih çarpıtmalarına da itiraz amacını
taşımaktadır. Kemalizm tamamen ideolojik gerekçelerle yaptığı “harf devrimi”, “kılık kıyafet
devrimi” vb uygulamalar Anadolu ve Trakya halklarının geçmişleriyle bağlantılarını büyük
oranda koparmıştır. Bu operasyon Cumhuriyet rejimi ile Osmanlı devletinin kopuşu amacını
gütmesinin yanı sıra Türkiyeli isyancılarla Osmanlı döneminin isyancılarının bağını da
koparmıştır. Dolasıyla bu bağı yeniden kurmak, ezilenlerin tarih yazımına yönelmek, egemen
resmi tarihinden ve onların değerler sisteminden kopmak için Şeyh Bedreddin’i referans vermek
son derece işlevlidir. Bu çaba aynı zamanda bu topraklarda ezilenlerin isyan pratikleri olan
Celali İsyanları, Patrona Halil İsyanı vb değerlerimizle bağ kurmanın imkanını sunacaktır.
Bu bahiste son olarak Bedreddin’e referans göstermenin TDH ve TSH’nin din olgusu
karşısında yaşadığı açmazların aşılabilmesi için de önemli bir referans sunduğu düşündüğümüzü
belirtmeliyiz. Ancak bunu açmadan önce Marksizmin din karşısındaki teorik-felsefi pozisyonu
ile pratik-politik pozisyonu birbirinden ayırdığımızın altını çizelim. Marksist bilim herhangi bir
toplumda dinin nasıl bir fonksiyona sahip olduğunu analiz etmenin ötesinde, o dinin
doğruluğunu –yanlışlığını –ahlakını vb inceleme nesnesi yapmaz. Bu açıdan hiçbir din kendi
içinde kategorik bir fark taşımadığı gibi, aynı şekilde diğer inanç sistemleriyle ( ideolojilerle) de
kategorik bir fark taşımaz.
Pratik politika ise durum değişir. Binlerin, ezen-ezilen kapışmasında nasıl bir politik
pozisyon aldıklarıyla ilgili olarak Marksistlerin farklı tavırlar almaları mümkündür. Bu noktada
söz konusu dinin, mezhebin veya inanç sisteminin devletle kurduğu ilişkinin yanı sıra insanların
dinle nasıl bir ilişki kurduğu da Marksistlerin konusu haline gelir.
Her bir dinin çok farklı yorumları ve bu düzeyde de farklı politik tutum alışları
sözkonusu olduğuna göre Marksizm de dine karşı çok farklı politik tutum alışları ortaya çıkar.
Marksist politika açısından egemenlerin kendilerini gerekçelendirdikleri dini referanslar ile
ezilenlerin isyanlarını gerekçelendirdikleri dini referanslar arasında fark vardır ve Marksistler bu
farkı gözetmek durumundadır. Örneğin ABD’ye uşaklık edişini Kur’an hükümlerine dayanarak
“farz”diye açıklamaya kalkan Suudi İslam ile Afganistan’da, Irak ‘ta ABD işgaline karşı yine
Kuran hükümlerine dayanarak cihat çağırısı yapan İslamı birbirinden ayırmakla ve buna göre
ezilenlerden yana saf tutmakla yükümlüdür Marksist politika.
Oysa sol hareket, aydınlanmacı düşüncenin ve Kemalist laikliğin değerler sistemini
benimsemesi nedeniyle İslamın her türlü biçimini genel bir “din” başlığının altında
değerlendirmiş, bunların sınıflar mücadelesindeki pozisyon farklılıklarını görmezden gelerek
hayati bir yanlışa düşmüştür. Keza sol aynı yanlışı Hz Muhammed’in İslamı ile Muaviye’nin
islamını, Hasan Sabbah’ın islamı ile Abbasi – Selçuklu İslamı, “Şeyh Bedreddin İslamı”18 ile
Osmanlı islamı ve nihayetinde halkın islamı ile egemenlerin islamını bir ve aynı şey görerek
bütünen mahkûm etmekle yapmıştır. Bu günümüzde sıradan bir Müslümanın CHP’ye İP’ye
bakarak tüm komünistleri bir çırpıda hiçleştirmesinden daha beter bir hatadır. Çünkü Marksistler,
edindiklerini iddia ettikleri bilimsel analiz ve tasnif yöntemine rağmen bu hataya düşmüştür,
gariban Anadolu Müslümanı ne yapsın…!
TDH, din hususuna dair yaşadığı bu bocalama halinden çıkmalıdır. Bu konuda ümit
verici gelişmeler olsa da oldukça yavaştır. Bir burjuva akımı olan laikliğin, solun genlerine kadar
işlemesi nedeniyle, bu gelişmeler yavaş seyretmektedir. Hâlbuki yanı başımızda Kürt Özgürlük
Mücadelesi’nde “ezilenlerin İslamı” nın ne denli kritik bir rol oynadığı apaçık ortadadır. Tarih
yetmiyorsa, bu güncel örnek gözleri açmaya yetmelidir. Yine bunun yanında samimi
Müslümanların çabaları da dikkate alınmalıdır. Örneğin günümüzde ilahiyatçı Profesör İhsan Eli
açık ve Anti-Kapitalist Müslüman Gençlik’in açmaya çalıştıkları yol solun islam ile buluşması
açısından samimi, etkili ve derin bir kanal açmaktadır. Bu alan ile ciddi bir etkileşime
geçilmelidir.
C)
Örgütsel Harmanlama:
“Harmanlama” kelimesi Türkçe’de: farklı çeşitten birçok parçanın önce kendi içinde
ayrıştırılarak sonra da aynı işlemden geçmiş diğer parçalarla birleşmek suretiyle yeni bir bütün
haline getirilmesini ifade etmek üzere kullanılıyor.
Bütün devrimlerin en “temel” sorunu iktidar sorunuysa, TDH’nin en “başat” sorunu
da “devrimci öncülüğün yaratılması” sorunudur. Çünkü Türkiye’de mevcut devrimci veya
sosyalist öznelerin hiç birisi bu ihtiyacı karşılayacak düzeyde gelişkin değildir, öncülük sıfatını
hak etmemektedir. Ve ayrıca bunu başarabilecek potansiyeli tek başlarına taşıyamadıkları da
söylenmelidir. (Elbette bu tespit Türkiye sahasında devrimci öznelerin olmadığı anlamına
gelmemektedir.) Bize göre bu sorunun (öncülük sorunu) aşılabilmesinin yolu harmanlanmadan
geçmektedir.
Fakat, bu bölümün başında tanımını yaptığımız harmanlanmanın anlamından da
çıkarabileceği üzere bu “iş” öyle kendi kendine olmuyor: “işçi” nin (öznel faktör) varlığını ve
onun bilinçli-amaçlı faaliyetini gerektiriyor. Yani devrimci hareket ile ilgili bir harmanlanmadan
bahsederken de iradi bir süreç kastediyoruz. Dahası, harmanlanma sürecine içkin olmayan
amacın özne tarafından önceden belirlenmesi gerektiğini söylüyoruz. Aynı şekilde, yürütülecek
bir harmanlama faaliyetinin parçalarının, ön işlemden geçirilerek önceden belirlenmiş amaçla
bağdaşmaz unsurlarından arındırılması veya arınmaya uygun hale getirilmesi zorunludur.
TDH veya TSH’nde harmanlanma girişimlerinin beklenen sonuçları çoğu kez
verememesi harmanlanma sonrasında varılması öngörülen amaçla, harmanlanmaya konu olan
18 Evet, TDH ve TSH Şeyh Bedreddin’i sahiplenirler. Fakat bu sahiplenişte çoğunlukla Şeyh’in bir İslam
devrimcisi olduğu gerçeğini kökten bir reddediş vardır. İslama alerji duyan solcuya göre Şeyh Bedreddin aslında
islamı terk etmiş, fakat toplumsal gerçeklik nedeniyle bunu müritlerine, halka anlatamayacağını düşünerek
Allahsızlığını gizlemiştir. Bu önyargıya yürekten inanan “aydınlanmış sol cahillik” o dönemde diğer dinlere
inanan kişilerin Şeyh Bedreddin de temsilini bulan İslam anlayışına nasıl olur da gönüllere geçtiğini mantıklı
biçimde asla açıklayamaz.
parçaların verili anda mevcut niteliklerinin bu amaca uygunluğu arasına bir açı olmasından
kaynaklanmıştır.
Basitleştirerek söylersek, devrimci bir parti yaratmak isteniyorsa hali hazırda
devrimcilik üretebilen veya buna potansiyelleri olan örgütlerin bir birleşiminin hedeflenmesi
gerekir. Veya etkin bir politik yapılanma hedefleniyorsa, hali hazırda kısmi de olsa politika
üretebilme kapasitesine ve bu konuda bir yönelime sahip yapıların sürece dahil edilmesi uygun
olur. Eğer harmanlanmadan murat edilen Marksist bir yapılanmaysa bugünkü teorik, politik ve
pratik faaliyetleriyle Marksizm alanında yer alan yapılara seslenilmesi gerekir. Amacı nicel
güçlerin bir araya gelmesi anlamında sadece birleşmek olan, nitel dönüşümü geleceğe havale
eden harmanlanma girişiminin ise bir karmaşa ve bir dağılma ile sonuçlanması kaçınılmaz
olacaktır. Dolayısıyla nitel bir dönüşüme yol açmayan bir birleşme girişimi harmanlanma
anlamına gelemeyecektir.
Diğer yandan harmanlanma, Kıvılcımlı’nın devrimci lügata katmış olduğu “düzene
girmek, toparlanmak ”olarak derleniş“ kelimesinden de daha geniş bir anlamı taşımaktadır.
Aslında devrimci hareket içinde özellikle son 20-25 yıldır yaşanmış birlik deneyimleri, ironik
biçimde Kıvılcımlı geleneğinin büyük oranda dışında kaldığı “derleniş” girişimleri şekline
yaşanmıştır.19 Bu girişimlerden ise yalnızca Enver Hocacı gelenek içinde gerçekleştirilen ve
bugün ESP ile açık alanda ifadesini bulan birlik girişimi, derlenme anlamında başarılı sonuç
vermiştir. Bu yapılanma bugün hem söz konusu gelenek içinde merkezileşmeyi sağlamış ve hem
de bu merkezileşmenin getirdiği güç, bu politik çizgiyi devrimci hareket içinde ağırlığı olan bir
pozisyona taşımıştır. Ne var ki, devrimci bir sonuç vermesinin yanı sıra başarılmış bir birlik
girişimi olarak da TDH’inde olumlu bir referans olan bu derleniş deneyiminin, bir harmanlanma
olarak değerlendirilmesi yanlış olacaktır. Sürecin bileşenleri derleniş yapmak istemişler bunu da
başarmışlardır. Ancak daha önce de altını çizdiğimiz gibi, harmanlanma derlenmeden daha geniş
bir anlama sahiptir.
Daha çok harmanlamayı hedefleyen bir deneyim olarak ise Kuruçeşme süreciyle
başlayan, önce BSP’ye ve ardından ÖDP’ye uzanan süreç görülmektedir. Bu sürecin parçası olan
ve geçmişte farklı geleneklerden gelen politik özneler, geçmiş döneme dair ideolojik ayrımların
geçersizleşmesiyle birlikte, bu ayrımları aşmayı ve yeni ideolojik-politik çerçeve ile yeni bir
örgütsel gövdeye ulaşmayı esas alan bir yeniden kuruluş perspektifini önlerine koymuşlardır.
Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi harmanlanma faaliyetinin başarısı, öne konulan hedefe
harmanlanmaya sokulacak parçaların verili niteliklerinin en azından potansiyel uyumluluğu
şartına bağlıdır. Açıktır ki, ÖDP sürecine bir harmanlanma perspektifiyle katılan politik özneler
bir eksen birliğinden yoksun yola çıkmışlardır. “ÖDP bir devrimci parti mi olacaktır?”, “ÖDP bir
reformist kitle partisi mi olacaktır?”, “ÖDP hangi toplumsal ve sınıfsal zemine oturacaktır?”,
“ÖDP’nin ideolojik-politik çerçevesi hangi teorik referanslara dayandırılacaktır?”, “ÖDP’nin
eylemi ne olacaktır?”, “ÖDP’nin kadro politikası olacak mıdır, olacaksa nasıl olacaktır?” gibi
sorulara neredeyse ÖDP’de bir araya gelen siyasal özne sayısı kadar çok sayıda yanıt
üretilmiştir. Elbette bu tür girişimlerin başında yanıt birliği olması gerekmiyor. Ancak verilecek
yanıtların ekseni konusunda farklı tercihler sahip iki politik özenin, partinin eyleminin ne olacağı
konusundaki görüş ayrılığıyla, partinin devrimci olması gerektiği konusunda hem fikir olan iki
politik öznenin uygun olduğu için ne bir harmanlanmaya ne de derlenmeye yol açmıştır. Bu
19 Kıvılcımlı geleneğinden gelen ve Devrimci Karargâh’ın öncellerinden olan 16 Haziran Hareketi’nin
harmanlanma sürecine iradesi koyması sebebiyle bu genellemenin dışında tutuyoruz.
proje olarak ÖDP sadece kim bileşenlerinin toparlanması dışında bir sonuca yol açmaksızın
bitmiştir.
Aktardığımız örneklerden de yola çıkarak derlenişi içermeyen bir harmanlanma
hedefinin hareketimiz tarafından benimsenmediğinin altını çizelim. Çünkü derlenişi içermeyen
bir harmanlanma çalışmasının ters tepip dağılmaya neden olacağı deneyimlerle sabittir. Öte
yandan harmanlanma hedefine yönelmeyen bir derleniş de kısıtlı kalacak ve TDH’nin içinde
bulunduğu tıkanıklık halini aşmaya yetmeyecektir. Hareketimiz derlenişçi bir harmanlanma
hedefini reel ve gerekli bulmaktadır.
Peki derlenişi içeren bir harmanlanma hedefinin içeriğini nasıl doldurulacaktır. Yani
harmanlanma birleşenlerinin hangi kriterleri benimsemiş veya benimseyecek olmaları gerekiyor?
Her şeyden önce harmanlanmanın “devrimci yenilenme” yi hedefleyen, Marksizmin
Krizine şu ya da bu ölçüde işaret eden, bu krizi aşmanın aranışında olan yapılarla işletilmesi
zorunludur. Öyle ya “devrimci” niteliğini hak etmekle beraber böyle bir aranışı gündemine
almayan örgütler de vardır. Ve bu örgütleri harmanlanma alanında kabul etmek saflık olacaktır.
Dolayısıyla harmanlanma sürecine bileşen olarak katkı sunmanın temel şartı devrimci
yenilenmeciliği gündemine almak şeklinde belirlenmiştir.
Tabii temel kıstas bu şekilde belirlenince “devrimcilik” niteliğine dair ayrım
noktalarından da bahsedilmelidir. Çünkü devrimcilik, maalesef günümüzde içi büyük oranda
boşatılmış, düzen içi siyaset kanallarını tek meşru çizgi olarak benimseyenlerin dahi dillerinden
düşürmedikleri bir kavram haline getirilmiştir. Bu içeriksizleştirmeye dair kısa da olsa kimi
şeyler söylemek gerekiyor.
Devrimcilik, devrimci romantizme öykünmek, yazılarda veya söylemlerde devrimci
kavramlar kullanmak değildir. Keza kimi politik yapılarda olduğu gibi, iktidara yürüyüş
programı olarak sunulan metinlerde devrimden bahsetmek, devrimci durum anında iradesini
devrimden yana koyacağının taahhüdünde bulunmak da değildir.
Devrimcilik, devlet egemenliğine karşı pratik bir varoluş şeklinin konusudur.
Devrimcilik, belli bir dönem boyunca devletin-egemenlerin şiddet tekelini kırmak amacıyla
karşılarına devrimci şiddet koymakla ve buna bağlı olarak devletin karşı şiddetine maruz
kalmakla ölçülür.
Kuşkusuz bu ölçü yere ve zamana göre değişir. Çünkü Norveç veya İngiltere gibi
ülkelerde devlete taş atmanın politik karşılığı ile Filistin’de İsrail’li askerlere taş atmanın politik
karşılığı farklıdır.
Dolayısıyla devrimciliğin temel kriteri olarak lafazanlık değil politik şiddetin
uygulanışı esas alınmalıdır. Bu aynı zamanda politikada Marksist olmanın temel şartıdır. Bu
ölçüye göre baktığımızda hali hazırdaki devrimci yapıların bir elin parmaklarını geçmedikleri
söylenebilir. Öte yandan gelecekte bu doğrultuda hareket etme yönünde potansiyeller taşıyan,
devrimciliğe açık kimi grupların da olduğu-olacağı kaydedilmelidir.
Elbette devrimci yenilenmeden bahsederken bu kıstasa ek olarak devrimci
yenilenmecilerin Kemalizm karşısındaki konumlanışlarının ve Kürt Sorununa yaklaşımlarının da
bir ölçü olarak göz önünde bulundurulduğu belirtilmelidir. Bu iki başlıkta doğru tutuma sahip
olmayan özneler kaçınılmaz olarak ulusalcı solun politika alanına dahil olmakta, yani Marksizm
alanının dışına çıkmaktadır.
TC Oligarşinin hem kurumsal hem de ideolojik düzlemdeki karşılığı olan Kemalizm
ile Marksizmin ne bir örtüşmesi ne de paralelliği söz konusudur. TDH uzun süre yaşadığı
bocalamadan kurtulmalı, Kemalizm ile en ufak bir ortak payda aramamalıdır. Türkiye solunda
“Cumhuriyetin kazanımları” palavrası üzerinden Kemalizmi müttefik görme, Kemalizm
alanındakilerin devrimci mücadeleye katılabileceği şeklinde yanılsamalar mevcuttur. Düzen içi
kamplaşmalarda taraflardan birinin yanına savrulmak türündeki tarihsel hatayı tekrarlamak, pek
doğaldır ki kendini harmanlanma alanının dışında tarif etmek olacaktır.
Keza Kürt Sorunu’na yaklaşım ve Kürt halkının temsilcisi olan PKK ile tarif edilen
ilişkileniş de aynı paralelde değerlendirilmektedir. TDH, PKK’nin yaşadığı ideolojik
dönüşümlere, Marksizmi terk edişine ve özellikle açık alan siyasetinde bir tarz haline gelen post
modernist söylemlerine göre pozisyon belirleyemez. T.C sömürgeciliğince baskı altında tutulan
Kürt halkı ve onun devrimci öncüsüyle müttefiklik temelinde ilişkilenmek veya en azından omuz
mesafesinde yan yana durmak ve anti-sömürgeci mücadele hattını benimsemek de harmanlanma
bileşenlerinin önkabülü sayılmaktadır.
Bu başlığı toparlayacak olursak, aktarmaya çalıştığımız çerçevede Devrimci Karargâh
çok yönlü bir yenilenme faaliyetini, yenilenmeci karaktere sahip Marksist özneler bir
harmanlanma sürecini örme perspektifine uygun biçimde yürütmeyi önüne koymaktadır.
Devrimci Karargâh:
Teorik düzlemde modernist ve postmodernist ideolojiler karşısında Marksist teoriyi yeniden
güçlendirmeyi;
Örgütsel politik düzlemde bir yandan devlet karşısında devrimci cephenin örülmesi
çabasına güç vermeyi, diğer yandan da yeni proleter kesimler içinde yeni örgütsel mevziler
yaratılmasını;
İdeolojik-politik düzlemde ise Türkiye proletaryası ve ezilenlerin anlamlar dünyasını
(örneğin İslamiyet) veri almak suretiyle yerel karakterde devrimci bir ideolojik-politik çerçeveyi
tesis etmek üzere, kimi kalkış noktalarına burada değindiğimiz yaklaşımları geliştirmeyi
dönemsel taktiksel hedefler olarak değil, temel bir yönelim, yeni bir yol açma hedefi olarak
belirlemiştir.
Bu hedeflerin değişmesi yalnızca alınacak mesafeye göre gündeme gelebilecektir.
d) Pratik devrimcileşme
Türkiye'de devrimci mücadele 90'lı yılların sonlarından itibaren büyük bir geriye çekiliş
yaşadı. Özellikle 19 Aralık 2000'deki hapishaneler katliamı ardından devlete karşı girişilen
siddet eylemlerinde gözle görülür bir azalma yaşandı. Hatta bazı sözde solcuların bu
topraklarda devimciliğin bittiği "müjdesini" verdiklerine dahi tanık olduk.
Devrimciliğin geriye çekilişinden nemalanacağını zaneden reformist, liberal, devrimci
olmayan sol da bu dönemde hüsrana uğradı. Devrimci pratiğin, yani şiddet unsurunun
yokluğu pratik alanda solu iyice daralttı. Daralma, ideolojik kırılmaları da beraberinde getirdi.
Legal, açık, yarı açık siyaset kanallarında varolma eğilimi bu dönemde adeta bir moda halini
aldı. Bir elin parmaklarını dahi geçmeyecek kadar az olan devrimci yapılarımız da
devrimciliğin tasfiyesi sürecine silahlı pratiklerini neredeyse tamamen geriye çekerek
olumsuz katkıda bulundu. Tabi son bir iki yıldır canlandırılmaya çalışılan devrimcilik için
kimi önemli girişimleri bundan ayırıyoruz.
Sol siyaset düzen içi kanallarda eyleşirken devrimcilik daha ziyade söylem düzeyinde seyretti.
"Devrimcilik, anti-faşizm, anti-emperyalizm, savaş, mücadele" kavramları devrimci pratiği
soğuran söylemler haline geldi. Devletin baskıları arttığında "artık bıcağın kemiğe dayandığı"
haykırışına rağmen karşı saldırıya geçilemedi. Böylece sözün (devrimci lafazanlık) eylemin
yerine ikame edildiği politika tarzı devrimci sosyalist harekete egemen oldu. Devrimci olan
ile devrimci olmayan arasındaki kategorik fark istisnalar haricinde tamamen silindi.
Oysa devleti rahatsız etmeyen düzen içi legalist politika tarzı ile yol alma mümkün değildi.
Politika alanının toparlanabilmesi devrimcilerin bu alanda etkinleşebilmesi için pratik olarak
devrimcileşmek gerekiyordu.
Bu bakımdan "pratik devrimcileşmeden" kastımız, düzenin belirlediği siyaset zemininin
dışına çıkmanın tek yolu olan silahlı mücadeleye başvurmaktır. Düzen/devlet ezilenlere
şiddete başvurmadıkça her türlü siyaseti yürütebileceklerini belirtir. Çünkü devlet böylesi bir
zemini eninde sonunda kendisinin belirleyeceğini bilir, nihayetinde şiddet tekelini elinde tutan
odur. İşte Devrimci Karargâh, devletin elindeki şiddet tekelini kırmanın zorunluluğu
dolayısıyla pratik devrimcileşmeyi gündemine almıştır.
Zorunluluk devrimci pratiğin belirleyenidir. "Yeni toplumsal düzeni kurmak isteyenlere karşı
egemenler bütün zor ve şiddet yöntemleriyle yürüyerek olanı sindirmek kendi düzenlerini
korumak isterler. Bu nedenle her devrimci mücedele egemen sistemin zor ve şiddet
uygulamalarını boşa çıkarmak, kendi iradesini üste çıkarmak açısından keza bir devrimci zor
ve şiddet örgütlenmesi ve buna bağlı bir mücadele tarzı geliştirmek zorundadır. Zor, adı
üstünde savaştır. Silah kullanılmasını gerektirir." (“Askercil Anlamda Devrim Stratejimiz"
yazısı www.devrimcikarargah.org)
Tabii politik şiddete, silahlı mücedeleye vurgu yapıyor oluşumuz diğer mücedele alanlarını
yadsıdığımız anlamına gelmez. Bizler açık, yarı açık, illegal olsun hiçbir mücadele alanını
ilkesel olarak reddetmiyor, yeri geldiğinde parlemetonun da, mahale derneklerinin de
kesinlikle değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu bağlamda "Şimdi Denizlere Açılma
Zamanı" adlı bildirgemizde geçen ifadeyi tekrarlamakta yarar var: " Biz askeri-politik çizgiyi
ve bir dördüncü boyut olarak askeri mücadeleyi proletaryayı iktidara taşımanın stratejik tarzı
olarak tanımlıyoruz. Türkiye devrimi, proletaryanın ve kent yoksullarınınn ayaklanmasıyla,
siyasal bir sürecin gereği olarak gerçekleşecektir. Yoksa küçükburjuva devrimci çizgilerin
iddia ettiği ve kurumlaştırmaya çalıştığı gibi karşı devrimi askeri bir yenilgiye uğratarak ve
bunu gerçekleştirecek bir cihaz eliyle değil.. Bizim silahlı mücadelemiz, proleteryanın
şiddetinin önünü açmak ve onun siyasal ayaklanmasına yardımcı olmak üzere inşa edilecek ve
uygulanacaktır."
Silahlı mücadelenin istihdanamına ilişkin genel bakışımızı gayet net biçimde ortaya koyan bu
belirmemizi aktardıktan sonra "politik şiddet" bahsinde yapılagelen tartışmalara liberallerin
reformistlerin manipülatif önermelerine devrimcilerin ve sosyalistlerin zayıf ve sorunlu
argümanlarına değinebiliriz.
- Liberal ve Reformist Manipülüsyona Karşı Ezilenlerin Şiddeti:
* Özellikle son yıllarda sıkça gevelenen ve maalesef sol içinde de karşılığını bulan
manipülasyonlardan birisi "kimden ve nereden gelirse gelsin terörün (şiddetin) her türlüsünü
karşı çıkma(lı)" çağrısıdır.
Bu çağrıda yansıtılmaya çalışılan tarafsızlık tutumu koca bir yalandır. Çünkü bu söylem
mevcut ezen-ezilen karşıtlığını yok sayan, egemenlerin varlığının bizzat ezilenlere uyguladığı
şiddet üzerinden gerçekleştiği gerçeğini yadsıyan, toplumsal alanın tüm insanlarca eşit şekilde
paylaşıldığı yanılsamasını yaratmaya çalışan bir manipülasyondur.
Egemenler kuruluşlarının en başında silahı (şiddeti) ellerinde tutarlar ve bu tekel sayesinde
toplum üzerinde egemenlik kurarlar. “Şiddetin kurucu fonksiyonu” diye tanımlanan şey
budur.
İnsanlık tarihinde şiddeti uygulamadan kurulmuş veya varlığını sürdümüş hiçbir devlet
uygarlık veya ideoloji yoktur. “Bil ki kılıç ve kalem, yani devletin askeri ve mülki teşkilat ve
memur kadroları devlet sahibinin devletin idare edilmesi için bir vasıta ve alettir. O, bu iki
kuvvettin yardımıyla devletini idare eder. Bununla beraber devlet ilk kuruluş ve hazırlık
çağında, mülki ve idari kurullardan ziyade orta teşkilatına muhtaçtır” (İbni Haldun'un
“Mukaddime” adlı eserinden aktaran: Aylık sosyalist dergi “Barikat” Mart 2006, sayı: 39)
Bundan 600 yıl önce İbni Haldun belirlemeyi yapmış. Egemenlikler şiddet eliyle kurulurlar ve
devamlılıkları da bu şiddetin uygun biçimlerde istihdamına bağlıdır.
Fakat egemenler baskı araçlarını ezilenler üzerinde “an be an” uygulayamaz. Bu tepkilerin
yoğunlaşmasına yol açar. Dolayısıyla şiddetin kurucu fonksiyonu kendi rolünü oynadıktan
sonra ideolojik baskı aygıtları ve sistemin kontrol mekanizmaları devreye girer, egemenlik
kitlelerin içine (zihnine ve yüreğine) taşınmaya çalışılır.
Ayrıca egemenlerin elindeki ordu, polis ve istihbarat gücü, mahkemeler, hapishaneler gibi
kurumlar, resmi geçit törenlerinde askeri şovlar, tankların uçakların ağır silahların
kullanıldığı tatbikat görüntüleri vb. birer şiddet biçimi olduğu gibi bunlar aynı zamanda
egemeliğin ezilenlerin zihninde yeniden üretilmesine, içselleştirmesine katkı sunan ideolojik
saldırılardır.
İtirazımızın başına dönecek olursak “terörün her türlüsüne karşıtlık” söylemi egemenlerin
şiddet tekelini elinde bulundurduğu ve ezilenlere karşı kullandığı her durumda ezilenleri
kafadan silahsızlandırmayı amaçlayan egemenin varoluş zeminini görmezden gelen ve
perdeleyen sinsi bir söylemdir. Dahası bu söylem ezilenlerin politik şiddetini gayrı meşru
kılmayı amaçladığı için karşı devrimci bir söylemdir.
Ezilenlerin ezenlere karşı yürüttüğü her türlü politik şiddet meşrudur. Çünkü onun ezilen
konumunda oluşu, ezenlerin kendi düzenlerine sahip çıkma çabasının doğal sonucudur.
Ezilenler bu ilişkiye tabi kalmak zorunda değildir. Dolayısıyla “ileri-demokratik” ülkelerde
dahil olmak üzere ezen ezilen ilişkilerinin var olduğu her coğrafyada ezilenlerin her türlü
şiddeti meşrudur ve ahlakidir. Ahlaki olmayan ise buna cepheden karşı çıkmaktır.
Öte yanden meşruluk tartışması bir yana “şiddetin kurucu fonksiyonu” gerçeği aynı şekilde
ezilen mücadelesi için de geçerlidir. Ezilenler şiddet pratiğiyle kendilerine etkinlik alanı
açarak kendilerini kurarlar. Bu olmaksızın mücadelenin belli bir olgunluğa kavuşmasının
imkanı yoktur. Bu anlamda şiddet ezilenler için “gerek şart” niteliğindedir. Ve politikanın
başka şekillerde icra edilmesidir.
Ayrıca liberallerin çokça dillendirdikleri “barış” için bile ezilenlerin politik şiddetine, güçlü
bir savaşım yürütmesine ihtiyaç vardır. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca, yeryüzünde savaşsız
bir tek günün bile geçmediğini gerçeği bizlere barış içinde yaşamamızın koşulunun sınıflar
mücadelesinin nihayete erişmesi olduğunu hatırlatır. Bu nedenle ezilenler devrimciler
sosyalistler kurtuluş mücadelesini egemenlerin yürttüğü tahakküm mücadelesinden daha
kıyıcı ve gaddarca vermek zorundadırlar.
Savaşlar böyle son bulur. Örneğin Vietnam'da ABD'ye hüsran yaşatan şey çalgı çengili
protestolar değildi. Vietnam'lı gerillar ağır beddeller ödeyerek-ödeterek Yankee'leri kovdu.
Bugün Afganistan'da Taliban savaşçılarının zaferin eşiğine gelmesi de keza kıyıcı bir savaşla
mümkün oldu. Yanıbaşımızdaki PKK örneğini es geçmek olmaz; fedai tarzın
kazandırıcılığının kanıtıdır, Kürt gerillaları.
“Her türlü savaşa (teröre) karşıtlık” çağrısı aynı zamanda “silahsızlanma” çağrısıdır.
Egemenlerin bu çağrıyı umursamayacakları, dahası kendi silahlı güçlerinin gayrı meşruluğunu
gizlemek amacıyla liberallerin bu söylemini yücelttikleri belli olduğu halde her fırsatta bu
tekerlemenin dilendirilmesinin bir tek anlamı olabilir. O da silahsızlanma çağrısının ezilenlere
yönelik yapıldığı gerçeğidir.
Oysa Lenin'in dediği gibi “silahsızlanma yalnızca can sıkıcı gerçekten kaçmak ve buna karşı
savaşım vermemek demektir.” (Sosyalizm ve Savaş)
Peki, silahsızlanma çağrısı yapanlar ezilenlere nasıl bir mücadelle yöntemi öneriyor? Devlete,
egemenlere zarar vermeyen en pasifist yöntemleri elbette!.. Fakat egemenler sınıf savaşımları
tarihinde zenginliklerini ve iktidarlarını bırakma yolunda pasifisit veya ahlaki ricalara en ufak
bir karşılık dahi vermemiştir. Gerçek ve doğal olan budur, ezilenler de mücadelelerini bu
gerçeğe uygun olarak yürütürler, yürütmeleri gerekir! Tam aksine devrimler kitlesel bir
silahlanma ile kendi yolunu açar ve geliştirir. “Her sınıflı toplumda iç savaş doğal ve bazı
koşullarda sınıf savaşımının kaçınılmaz, devamı, gelişmesi ve şiddetlenmesidir. Bu, her
büyük devrimle doğrulanmıştır. İç savaşı kabul etmemek ya da görmezlikten gelmek büyük
bir oportünizme düşmek ve sosyalist devrimi yadsımak olur.” (Lenin; Sosyalizm ve Savaş,
s53, Sol Yay, Ekim 2009, çev: N. Solukçu) Paris Komünü, Sovyet, Çin, Küba devrimleri bir
devrim için iç savaşın kaçınılmaz ve gerekli olduğunun ispatıdır.
Öte yandan tersi bir gerçeği vurgulayıp bu maddeyi kapatalım: Ezilenlerin silahsızlandırıldığı,
iç savaşın yaşanmadığı durumalarda sistemin kendi gediklerini kapatma, tahkimatını
arttırararak pozisyonunu güçlendirme imkanı da doğar. Ezilenler neden hangi gerekçeyle buna
olanak tanısınlar.
- Bir diğer manipülasyon da özellikle refomist cennahtan gelen “kitlelerin siddeti (silahlı
mücadeleyi) benimsemediği, buna rağmen silaha bulaşan solcuların (devrimcilerin)
maceracılık oynadığı” iddiasıdır.
Doğrudur. Belli bir dönem için silahllı mücadele dahil bir çok yönteme kitleler mesafeli,
hassas, hatta karşıt yaklaşıyor olabilir. Lakin mücadele, kitlelerin andaki siyasal egilimleri
„temel“ veri olarak baz alınamaz. Literatürde buna kitle kuyrukçuluğu deniyor. Öncüyü boşa
düşüren, ezilen mücadelesini kendiliğindenciliğe hapsetmeyi vazeden bir yaklaşımdır bu.
Öyle ya, kitleler şiddet karşıtlığının ötesinde sosyalist ideolojiye de karşı olabilirler; bu
durumda ne yapılması öneriliyor? Mücadelenin bırakılması mı? Yani anlaşılan o ki gericilik
dönemleri için reformizmin önerisi tası tarağı toplayıp alanı terketmektir ki, ki kendileri de
öyle yapmışlardır.
Devrimciler politika sahasında kitlelerin ne düşündüğünü, eğilimlerini elbette veri alırlar.
Kitlelere dönük politika geliştirilirken onlara ait ontolojik gerçeklikler gözardı edilemez.
Fakat bu gerçeklikleri dikkate almak başka bir şeydir,reformistlerin önerdiği şekliyle bu
gerçekliklere esir olmak (başka) bir şeydir... Devrimci politika açısından mücadele
kaçınılmazdır. Çünkü ezilenlerin kendiliğinden bilinci en ileri noktada bile olsa düzeniçi
sınırları aşamaz, aşması için öncünün müdahalesi ve yönlendirmesi gerekir.
Bu bahiste Leninci marksistlere kulak vermek yerinde olacaktır: “Öncünün devrimci eylemi
'kendisi için sınıf' bilincine dönüştürücü katkılar üzerinden sınıfın kitleyi ayaklanmaya
taşıyacak zorunlu bir öncülük tarzıdır. (...) Eylemin kendisi, yığının egemenleriyle arasındaki
hegemonik duvarları yıkan, onların sosyal varlıklarına içkin ama toplum-tarihsel kurgularla
baskı altında tutulan kolektif aksiyon zembereğini boşaltmaya yarayan kendisi için varlıksınıf olma düzeyine sıçratan bir bilinç taşıma işlemidir. “ (Serdar Kaya “Ne Yapmalı?” adlı
makalesinden alınmıştır. Demokratik Dönüşüm dergisi Nisan 2009)
Yukarıdaki alıntı “Maceracılık” yaftasına yönelik cevabı da içerisinde barındırır, aslında.
Liberalerin, reformsitlerin, silahtan korkan devrim kaçkınlarının sığındığı bir liman gibidir
“Maceralık” argümanı. Silahlı mücadeleyi bir çırpıda hiçleştiren, küçümseyen bu bakış
sınıflar savaşımının ciddiyetinden ve düşman gerçekliğinden nasibini almamış demektir.
Hâlbuki silahlı mücadele şiddet meraklısı romantizmin keşfettiği maceraperestlerin egolarını
tatmin ettiği bir mücadele alanı değildir. Dolayısıyla sağdan-soldan gelecek yaftalamaların
ciddiye alınır bir yanı yoktur. Kaldı ki ezilenlerin politik şiddeti maceralık ruhuyla
gerçekleşiyor olsa bile, bu ruh, reformistlerin, kaçkınların sinik, mızmız rasyonalizmiyle
kıyaslanamayacak kadar değerlidir.
Ayrıca politik şiddetin “maceracılık” ötesinde bir yaygınlığa kavuşması (popüler deyimle
“marjinalik”ten kurtulması) geriye çekilmesiyle sağlanamaz. Aksine ezilenlerin şiddeti iradi
zorlamalarla bir sürekliliğe kavuşursa yaygınlaşır, bu, ne kadar sık ve yoğun uygulanırsa
kitleler tarafından o denli benimsenir. Çünkü böylece şiddet dar bir öncülüğün iradi
müdahelesi olma özelliğini aşarak “nesnel bir meşruiyet” kazanır.
- Politik Marksizm ve TDH'nin-TSH'nin şiddete Bakışındaki Yanılgılar
Politik marksizmin iki temel kıstası vardır ve bu temel kıstaslar yerine getirilmeksizin
politikada Marksist olunamaz. Marksist olmak her bakıma düzenden kopmak demektir. Yani
marksizmin üzerinde hareket ettiği zemin, düzenin belirlediği, sınırlarını yazılı ve doğal
hukukla çizdiği alanın tamamen dışında olmak zorundadır.
Bu anlamda birinci temel kıstas düzenin karşısına sürekliliği sağlanmış, devleti hedef alan
şiddet bağlamlı bir mücadele yürütmektir. Politik şiddetin uygulanmadığı hiçbir varoluş tarzı
devrimci olamayacağı için ayn zamanda düzen dışı da olamaz.
İkincisi egemen sistemin ideolojik alanıyla, ölçüleriyle, değer yargılarıyla ortaklaşan, kesişen
bir cizgi de marksist olamaz.
Yani marksizm politik pratik ve ideo-politik düzlemde, her iki alanda da düzene ait zeminden
kopmak zorundadır. Aksi halde marksistliğin reformist ulusalcı, post-modern, sol-komünist
akımlarla arasında varolan ayrımlar silikleşir ve ortalığı “ulusalcı marksist”, “liberal
marksist”, “akademik marksist” vb. iğreti öbekleşmeler doldurur (ki öyle de olmaktadır).
Bu çerçeve benimsenmeden belki “devrimci” veyahut “politik”olunabilir, ancak “politik
marksist” olunamaz. Bizim iddia ve çabamız politik Marksist olma üzerinedir.
TDH'de bu çerçeveye TKP/ML-TİKKO önderi İbrahim Kaypakkaya haricinde uyan bir örnek
yoktur. (O, hem bu düzenin resmi ideolojisiyle hesaplaşma yoluna giderek düzen dışına
çıkmış hem de bu düzeni zor yoluyla değiştirme pratiğine yönelerek kopuşunu pekiştirmiştir.
Lakin ardıllarının devrimcilikteki ısrarlarına rağmen bu kopuşu kurumsallaştıramadıklarını,
Kürt sorununa yaklaşımdaki ideolojist bakış nedeniyle pratikte ulusalcılıkla yanyana
düştüklerini, ayrıca Mao'nun sorunlu tezlerini sahiplenen ısrarları nedeniyle tarih dışı
kaldıklarını düşünüyoruz.) Kaypakkaya'nın dışında kalan TDH ve TSH devrimci mücadeleyi
de, politik mücadeleyi de zayıf sorunlu argümanlarla temellendirmiş ve bununla birlikte
yanlış pozisyonlara savrulmuşlardır. Şimdi bu zayıf ve sorunlu argümanların öne çıkanlarına
daha yakından bakalım. Burada önceden yaptığımız kimi belirlemeleri yer yer tekrar
edeceğiz.
- Devrimciliğin Algılanması: Genel olarak solun devrimcilik algısı sorunludur. Devrimcilik
niteliğinin ayırt edici kıstası sosyalist-komünist ideolojiyi benimsemek, söylemsel düzeyde
bunun savunusunu yapmak ve ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan gelecekteki bir
devrimci durum anında iradesini “devrim”den yana kullanmak kararlılığında olmak değildir!..
Keza örgüt programına “devrim” yazmakla da devrimci olunmaz.
İtiraz ettiğimiz bu çerçeveye onay veren, yani itirazımıza itiraz eden yaklaşım devrimciliğin
lafzını eylemli varoluşla bir tutar ve haliyle reformist, oportünist tarz ile devrimciliği
birbirinden ayırt edemez; “düzen-içi, düzen-dışı” siyasetlerin tasniflemesini objektif şekilde
yapamaz.
Oysa devrimcilik, varlığın söylemsel düzlemde değil, an'da eylemsel düzlemde ve şiddetli bir
varoluşla ispatlayan bir niteliğe sahiptir. Devrimcilik iddiası, iddia sahibini devlete, düzene
karşı şiddet pratiği sergilemek yükümlü kılar.
İtirazımıza konu olan anlayışın, yani devrimciliği soyut bir devrimci duruma ilişkin tutum
alışla açıklayan anlayışın taşıdığı saflık düzeyinde teknik sorunlar da vardır. Devrim, devrimci
pratik içinde yoğrulmuş, motivasyon ve tarz olarak kendisini “zor” bir konjonktüre hazırlamış
kadroların ve bu öncülüğü sahiplenen kitlelerle yapılır. Yani devrim, devrime her anlamda
hazır olanların işidir. Üstelik devrimci durum anında devrimcilik “özel” bir anlam da ifade
etmez. Çünkü nesnellik ve kitleler o vakit zaten devrimcidirler. Unutulmamalıdır ki siyasi
yapılar ve kadrolar hangi zeminde hareket ediyorlarsa o zemine göre şekillenirler. Kendisini
pratik açıdan devrimciliğe yatırmamış, hazırlığını buna göre yapmamış bir anlayıştan devrim
anında bile devrimci iradeyi sergilemesi beklenemez. Bu, niyetle alakalı bir sorun değildir.
Örneğin günümüzün TKP, ÖDP, EMEP, TÖP gibi yapıları bir devrime nasıl öncülük
edecektir? Devrim anının gerektirdiği motivasyon ve niteliği taşımakta mıdırlar? Yıllar yılı
legal alanda siyaset yapan kadroların, icap ettiği an silaha sarılacaklarının, karşı devrim
güçlerine karşı kurşun atacaklarının garantisi var mıdır? Yoksa bu iş “askeri sovyetler”imize
mi havale edilecektir?
Dediğimiz gibi burada bir niyet sorgulaması yapmıyor, verili ve potansiyel gerçeklerimize
ayna tutmaya çalışıyoruz. Lenin'in devrim anına ilişkin belirlemesini herkes bilir:
“Yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği”
an'dır, devrim anı. Fakat hatırlatmakta yarar var, böylesi bir moment yalnızca bu momente
hazır olan güçler için gerçek manada bir fırsat anlamına gelir, ki tarihte pek çok kez yaşandığı
gibi bu an'ı karşı-devrimci güçler de egemenliklerini restore etmek için değerlendirmeye
çalışabilirler. Dolayısıyla kimse tarihin altın tepsi içerisinde devrimi kendine sunacağını
zannetmemelidir. Kimileri öyle sanıyorki ileride bir gün kitlesel ayaklanmalar
gerçekleştiğinde sahne sırası devrimcilere gelecek, ezilenler de onları bağırlarına basacak ve
“buyrun bize öncülük edin” diyecekler!..
Tarihin hiçbir döneminde böyle bir kurtarıcılık pratiği yaşanmamasına rağmen karikatürize
ettiğimiz bu saflığı taşıyanlar hiç de az değil.
- “Burjuva demokrasinin gelişmesiyle beraber açılan kanaları kullanmak, buralarda
örgütlenmek, yani açık alanı istismar etmek ve belli düzeyde güç biriktirdikten sonra devlete
açıktan müdahale etmek vs...” Bu önerme kulağa ilk başta hoş gelebilir. Yalnız, istismar
hevesindeki uyanıklığı kimi şartlara bağlamak gerekir. Evet, istismar etmek için fırsatlar
kaçırılmamalıdır. Ancak “açık-legal, yarı açık” olanları, devrimci öncünün merkezinde
yeraldığı mücadele hattına bağlamak gerekir. Yani açık alanlar tıpkı diğer alanlar gibi stratejik
merkeze bağlı bir uzantı olarak işlev görmelidir.
Aksi halde, yani devrimci bir merkeze bağlanmaksızın açık- legal alanda yürütülecek
faaliyetler ve kurumsallaşmalar düzen içi sınırları aşamayacak ve düzen içi siyaset çizgisinin
soldan meşrulaştırılmasına yarayacaktır. Kuşkusuz bu, açık legal alanları istismar etmek değil,
düzenin açtığı kanallarda boğulmak, istismar edilmek anlamına gelecektir.
Son yıllarda Türkiye solunun açık alanları kullanmaya dönük artan hamleleri devrimci
pratiğin geriye çekilişiyle beraber düşünüldüğünde, aslında bu hamlelerin istismardan ziyade
devrimciliğin tasfiyesine hız kazandırdığı söylenmelidir. Dolayısıyla itirazımız legal alanın
istismarına değil bu bahaneyle devrimciliğin geriye çekilmesidir.
Ayrıca “burjuva demokrasisi geliştikçe açık alanı istismar etme imkânının artacağını,
örgütlenmenin kolaylaşacağını, mücadelenin buradan dinamizm kazanabileceğini iddia etmek,
tarihen boşa düşürülmüştür. Öyle ya, Türkiye solu on yıllardır açık alan siyasetine
yüklenmesine rağmen neden hala bir arpa boyu yol alamamıştır? Demek ki gizemi çözecek
anahtar devletin demokratikleşmesinde veya açık-legal mücadele alanlarının genişlemesinde
değildir.
- Devrimcilerin Yenilgileri: Silahlı mücadele yürütmüş örgütlerin yenilgileri devricilikten
kaçış için gerekçe gösterilemez. Birileri denizde boğuluyor diye kimse denize girmemezlik
etmediğine göre devrimcilerin yenilgileri de ezilenleri devrimci mücedeleden vazgeçiremez,
Devrimler yenilebilir, asıl mesele bu değil! Daha önemli olanı, devrimciliğin zorunluluğunu
görmek ve bunun peşine düşmektir.
Evet, belki silahlı mücadeleye atılmış her örgüt başarı yakalayamamış olabilir. Ancak öte
yandan, silaha bulaşmadan muktedir olabilmiş bir tek “ezilen” örneği dahi gösterilemez.
Geriye yapacak tek şey kalıyor: Yenilmek, ama her seferinde daha iyisini yaparak yenilmek!..
- TDH'nin silahlı mücadeleyi gerekçelendirme argümanları zayıftır. Egemen devletin faşist
karakteriyle, feodal gericilikle, diktakörlükle, yarı-tam sömürge olmakla veya emperyalist
işgalle gerekçelendirme son derece güçlüdür. Zayıf olan budur. Öyle ki T.C için burjuva
demokrasisinin bir çeşidi olduğunu, klasik faşizm olmadığını söylemek devrimcilikten
kaçmanın gerekçeleri olarak mahkum edilebiliyor. Yani Türkiye'de Avrupa tipi demokrasi
olsa devrimcilerimize göre silahlı mücadelnin meşruiyeti ortadan kalkacak!
Oysa temel yaklaşım bu olmamalıdır. Ezen-ezilen karşıtlığında ezilenin ezene yönelttiği her
türlü şiddet meşrudur ve devrimci politika her yer ve zamanda devrimci pratiği uygulamanın
olanaklarını arar, çelişkinin yoğunlaştığı noktaları gözlemler. Çünkü bu çelişkilere pratik
devrimci müdahalelerde bulunduğunda, uygun tarzı yakaladığında egemenlerin surlarında
gedik açabileceğini bilir.
-Devrimcinin Mazlumluğu: devrimci siyasete de sirayet etmiş başka bir sorun daha var.
Devrimcileri sosyalistleri zorba devletin gadrine uğrayan mazlumlar olarak resmetmekten ve
her seferinde egemenlerin zalimliğini tekrar edip durmaktan vazgeçilmelidir. Bu tarz bir
görüntü, özellikle ezilenlerin karşı şiddetinin sergilemediği durumlarda devrimcilere
sosyalistlere hiçbir fayda sağlamaz; yalnızca yürekteki korku ve ümitsizliği besler ve ayrıca
devrimci, sosyalist cenahta burjuva hümanizminin yeşermesine, özgüven yitimine neden olur.
Devrimciler, ezilenlere cesaret, karşı koyuş, cüreti açıklamakla yükümlüdürler. Ezilenleri
harekete geçirmek bununla mümkündür, ezik bir görüntü vermekle değil. Çünkü ezilen
kitleler zayıf ve güçsüz olanın ardında savaşkan bir duruş sergileyemezler.
Devlet mi, kapitalizm mi?: “Her pozitif hukukun sınırı bir doğal hukuk tarafından, güç
ilişkisinin bir belirtisi olan devletin zor aygıtı tarafından belirlenir. Zor aygıtı zaten varolmak
yanında ‘ideolojik aygıtın’ açmazla karşılaştığı her an kısa devre yaparak devreye girer. Zor
aygıtı fiziksel, formda maddi bir güçtür ve maddi güç ancak maddi güçle yenilir.” (K. Marks)
Devlet de, kapitalizm de kesin kategorik farklara sahip iki ayrı olgudur, farklı gerçekliklerdir;
birbirlerine bağlıdırlar, ama aynı şey değildirler. Kapitalizm emek sömürüsüne dayalı bir
üretim biçimidir, sistemidir ve toplumsal alanda yaşananların ana kaynağıdır. Yol açtığı
sonuçlar üzerinden varlığını kanıtlar yani soyut gerçektir. Elle tutulamaz. Somut olan ortaya
çıkardığı sonuçlardır, onlarla günlük yaşantıda karşılaşırız. Devlet ise her türlü soruna
kaynaklık eden sömürü sistemlerinin düzenleyici organizasyonudur. Sömürünün istikrarlı
işlemesi, korunması ve geleceği devletin emeğiyle sağlanmaya çalışılır. Bu çabayı kurumları,
örgütleri ve ideolojisi üzerinden yürütür.
Dolayısıyla devletin fiziksel formda maddi bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. Meclisler,
bakanlıklar, resmi daireler, silahlı ve silahsız güçler, mahkemeler, hapishaneler kapitalist
sömürü çarkının dönmesi için devlet tarafından koordineli bir şekilde işletilmeye çalışılır.
Yine aynı amaç için egemen ideoloji okularda, medyada her an yeniden üretilerek topluma
servis edilir.
Neticede “kapitalizm” bir sistemdir ve kişilerin işin başında durup birilerine tektek komut
vermelerini gerektirmez. Makina kurulup düğmeye basılınca, yani sistem çalışmaya
başlayınca o kendini yaşatır. Devlet de bu sistemin ilelebet çalışması için gerekli denetimi
yapar. İçap edilen yerlere müdahale eder, değiştirilmesi gerekeni değiştirir, eklenmesi
gerekeni ekler vs...
Kapitalizm ve devlet, aralarındaki böylesi kategorik farklılıklardan dolayı birbirlerine
indirgenemezler. Dolayısıyla politik alanda düşman tanımını muğlaklaştıran, devlet
karşıtlığını anti kapitalist retorikle ikame eden çerçeveden çıkılmalıdır. Devrimciler politikada
sözkonusu farklılığı gözönüne alarak pratikte devlet karşıtlığını, devlet düşmanlığını öne
çıkarmalıdır.
Tabii bu eksen anti kapitalist mücadelenin gereksizliğini savunmaz. O başka bir alandır.
Politikayla bağını ideolojik alan vasıtasıyla kurar ve kesinlikle anti-kapitalist mücadele
olmassa olmazdır. Buradaki kritik nokta, devrim mücadelesi veren öznenin hangi zemin
üzerinde yürüdüğünün bilincinde olmasıdır. Oysa Türkiye'de kendini “aktör” gören yapıların
çoğu ideoloji ve politika (ve teori) alanlarını net olarak tanımlamaktan uzaktır. Bu nedenle
anti-kapitalist söylem geliştirirken devlete karşı iş yapıldığı sanılmaktadır.
Hatırlanmalıdır! Devlet, eylemlikten hazetmediği içindir ki en masumane sokak gösterilerine
bile müdahale ediyorken gazetelerde, dergilerde yayınlanan en radikal en “uzlaşmaz” devrim
ve savaş propagandalarını görmezden gelebiliyor. Ülkenin dört bir yanında isminde
“komünist” ibaresi geçen parti bürolarının açılmasına için veriyor ama silahlı bir devrim
savaşçısının üzerine katliam ordusunu yollamaktan çekinmiyor. Devletlerin, muhaliflerin
kafalarındaki ve dillerindeki karşıtlıktan ziyade pratikle ilgilendiği buradan bellidir.
Kapitalizm, Marks’ın belirlemesi üzerinden düşünecek olursak, muhalifin karşısına fiziksel
formda maddi bir güçle dikilir. Devrimcilerin yapacağı şey de budur.
Elbette fiziksel formda bir güç olan devletin devrimcilerce karşıya alınmasındaki gerek
şartlardan biri de bu karşıtlığa uygun bir form taşımaktır. Marksizmin, Leninizmin teorikideolojik bilgisiyle donanmış olmak devlet karşısında hiç bir işe yaramaz. Çünkü maddi
güçlerin karşıtlığının (savaşının) kaderini “üretici güçler ile üretim ilişkileri” arasındaki
münasebeti en doğru şekilde bilenler, yahut “artı-değer sömürüsü”nün bilimsel bilgisine sahip
olanlar değil, kitleleri en iyi hazırlayan, askeri hazırlığını kadrolarıyla beraber yapan,
stratejisini buna göre yapanlar belirleyebilirler. O halde bu bağlamda devrimcilerin
sosyalistlerin devrimci bir askerlik yöntemini, savaşımını edinmeleri gerekir.
- “Direniş”çilik!: Düşmanın hamlesine göre pozisyon almaya programlanmış olan
“direniş”çilik, yıkıcı bir devrimcilik için yetersizdir ve eskiyen dönemin ruhudur. Bu nedenle
direniş değil saldırı tarzı benimsenmelidir. Düzeni yıkmak, yürüyen tekere çomak sokmak,
istikrara karşı kaos yaratmak esas alınmalıdır. Çünkü düzenin istikrarı ezilenlerin daha fazla
ezilmesi, düzenin kendisini güçlendirmesi, devrimci zorlamalara karşı direncini arttırması
anlamına gelir. Buna neden izin verilsinki? Devrimcilik, devrimci olmayan dönemde istikrar
bozucu yöntemiyle öne çıkmalıdır. Hristiyanlara atfedilen özdeyişte söylendiği gibi “kaos
zamanlarında tanrı, ezilenlerden yanadır.”
- Önceden de dikkat çektiğimiz hususun altını tekrar çizerek bu bölümü kapatalım: Konu
başlığı olması nedeniyle pratik devrimciliğe, silahlı mücadeleye bu denli vurgu yapmamız
diğer mücadele alanlarını önemsiz, tali veya gereksiz gördüğümüz anlamına gelmemelidir.
Hayır! Bizim açımızdan silahlı mücadele “(savaş) politikanın başka araçlarla devamıdır.” (Bu
meşhur belirleme Prusya'lı general Karl Von Clausewitz'e aittir. “Savaş Üzerine” adlı eserinde
geçer. Lakin biz “şiddet” meselesine araçsallık düzeyinde değil, ezilenlerin varoluş biçimi
olarak bakıyoruz.)Dolayısıyla politikanın diğer alanlarıyla buluşmadıkça mücadelenin
stratejik başarısını yakalaması zor olacaktır.
IV. BÖLÜM
İSMAİL SAYMAZ “YOLDAŞ”IN "HANEFİ YOLDAŞ" KİTABINDAN
AHMET ŞIK'IN "ŞIK" OLMAYAN AKIL YÜRÜTMELERİNE
"Eğer bilimin ve düşüncenin tutarlı
evrimine bir katkı ise amacımız,
öznelleşmemeli ne ağzımız
ne de yazılarımız."
Yalanın merkezi ellerde üretilip ve giderek büyüyen bilgi kirliliği dezenformasyon sayesinde
toplumun algılarıyla oynamak artık sistemin eliyle kimi gazetecilere de bulaşmış durumda. Bu
bölümde İsmail Saymaz'ın "Hanefi yoldaş" kitabı ve Ahmet Şık'ın "000 Kitap'ı ile ilgili
düştükleri durumu yansıtmaya çalıştıkları öznelliği irdeleyeceğiz.
İsmail Saymaz’ın araştırmacı gazeteci(!) kimliğiyle yazdığı "Hanefi Yoldaş!" kitabını bu bilgi
kirliliğine ve asıl olarak sistemin yapmak istediği manipülasyona nasıl hizmet ettiğini dilimiz
döndüğünce açıklamaya çalışacağız.
Devlet tarafından Hareketimize dönük yapılan karalamalar kimi gazeteciler eliyle de devam
ettirilmiş ve ne yazık ki bu bulanıklağa sol-sosyalist cevrelerden de çanak tutanlar olmuştur.
Yaratılan dezenformasyon neticesinde algıların bulanıklaştırıldığı bu yaşadımız bir kaç yıllık
süreçte artık moda haline gelmiş olan polis fezlekelerinden iddialar devşirmek Saymaz'ın bu
kitap pratiğine de yansımıştır. Hazır dizilmiş haldeki tutanaklar, fezlekeler, iddianameler, vb.
karmaşa, bilgisayarda sınırlı bir emekle ve kes-kopyala yapıştır yöntemiyle biçimledirilip,
bunlara biraz da edebi dil ekleyerek piyasaya kitap diye sunulmuştur. Devam eden bir davada
polis fezlekesinin ve iddianamenin kitap olarak çıkarılıp topluma sunulması ise ayrı bir
tartışma...
Değerlendirmemize sorunlu gördüğümüz kitabın ismiyle başlamakta fayda var. Kitaba verilen
"Hanefi Yoldaş" ismi yazarın niyetinden bağımsız olarak her ne kadar bir "ironi" yapılıyor
gibi görünse de aslında toplum nezninde yaratılan olumsuz algıları besler nitelikte ve belli bir
kanaatınn oluşumuna yardımcı olması açısından sorunlu bir başlıktır. Keza alt başlık olarak
belirlenen "Gizli Örgütün Çökertilmesi" nitelemesi de devrimcilikten hazetmeyen alerjik
tutumun dile gelmesidir.
Bu başlıklara parlel olarak işlenen bir diğer başlıksa I. Bölümün "Çıkmaz Sokak'ta Bir Hücre"
başlığıdır. Bu başlık yazarın örnek aldığı ve kitabını adadığı Uğur Mumcu'ya aittir. Uğur
Mumcu'nun 12 Mart 1971 darbesi sonrasinda tutuklanan kimi sol örgüt liderleriyle yaptığı
görüşmeler sonucu silahlı mücadeleye eleştirel yaklaşıp mahkûm ettiği, 1979 yıllında ilk
basımı çıkan kitabına verdiği isimdir.
Kemalizmin kalemşörü Uğur Mumcu'dan alınan başlık aslında bugüne kadar silahlı
mücadelelerden sonuç alınamamış, boş hayalcilik ve maceracılık olarak görünen, ama barışçıl
yöntemlerle sonuç almış, liberal sivil toplumcu izlenimini vermektedir. Oysa gerek kadim
tarih gerekse de modern tarihin bize öğrettiği asıl "Çıkmaz sokak"ların pasifist hümanizmin
sokakları olduğudur. Tarihsel gelişim itibariyle yığınla örnekler vardır, bu topraklarda ve
ezilenlerin iç çekişlerinde...
Günümüzde devrimci değerlere ve önderlere verilen önem küçük burjuvaca sahiplenmelere
çekilmiştir. Bu sahiplenme tarzıyla devrimci değerlerimiz içeriksizleştirilmiştir. Dünya
ölçeğinde Che'ye, ülkemizde Deniz, Mahir, İbo ve diğer önder devrim şehitlerinin öncü
kimlikleri ve kendi kişilikleriyle bütünleşmiş mücadelelerinden soyutlayarak onları romantik,
maceracı "küçük burjuva idolleri" haline getirip yol gösterici pratikleri soluklaştırılmıştır. Bu
anlamda bir nevi Saymaz'ın ve Şık'ın kitabıda buna hizmet etmektedir.
İnsan, belli bir fikri üretimden ve etiğinden yoksun olunca Saymaz ve Şık gibi sistemin
parelelliklerinden beslenme de kaçınılmaz oluyor. Devrimciliği her fırsatta küçümseyip
belden aşağı vurmak için açık arayıp ve bunun üzerinden prim elde edeceklerini zannedenler
ve kendini bu şekilde var etmek isteyenler ne yazık ki "demokrat" çevrelerde de
küçümsenmeycek kadar türemiştir.
Saymaz'ın kitabı (edebileştirilmiş fezleke demek daha doğru olacaktır) tamamen bilgi ve
detaylardan oluşmaktadır. Yine de bu teknik detayların küçük bir bölümünü kaplayan öznel
değerlendirmeleri de pas geçmemek gerekir.
Kitabında yer verdiği, “Güzeltepe’de Bir Cephanelik” başlığıyla “Yazılamadan Hapis” Fatih
Aydın’a dönük polis üretimi değerlendirmelere dönük düşülen öznellik açısından kısaca
değinmek yerinde olacaktır.
"Yazılamadan Hapis" Fatih Aydın, Ordu'da 1999 yıllında hangi örgüte üye olduğu dahi
belirlenemeden "Yasadışı örgüt mensupluğu" ithamıyla tututlanarak Ordu Efirli E Tipi
Hapishanesinde yaklaşık 2 ay kadar kalmış, mahkeme Erzurum DGM'de devam ederken ara
kararla tahliye olmuş ve mahkemenin beraat kararıyla sonuçlanmış bir hikayedir.
Fatih Aydın o dönem (96-99) Sosyalist iktidar Partisi'nin Ordu'da faaliyet gösteren
üyelerinden biridir. 97-99 yılları yoğun pratik faaliyet boyunca dönemin valisi Kemal
Yazıcıoğlu ve Emniyetin bu durumdan rahatsızlıkları had safhaya ulaşmıştır. Zira 95-96
dönemi Karadeniz'de üniversitelere dönük gerçekleştirilen kapsamlı operasyonlar sonucu
görece bir geri çekilme söz konusudur, devrimciler açısından. Bu yoğun pratik faaliyeti
kaldıramayan Vali ve Emniyet gözaltı yapmak için sağlam dayanaklara başvurmak
istemektedir. (Kırsalda da gerilla hareketlenmeleri yoğundur. Hatta Mesudiye kırsalında iki
çoban özel timciler tarafından katledilmiştir) Fakat gerek yaratılan devrimci etki gerekse de
birlik ve dayanışma siyasi polisin operasyonunu geciktirmektedir. Bu fırsat polisin eline
sonbaharın ilk aylarında geçecektir.
2000 yıllı zindan katliamının habercisi devlet politikaları neticesinde hapishanelerde devrimci
örgütlere karşı yapılan baskılar, saldırı ve işkenceler devlet gözetiminde yoğunluğunu
arttırmıştı. Tüm bu siyasal atmosferden etkilenen iki liseli genç ellerine sprey boya alarak
basından ve gazetelerden gördükleri duydukları bütün devrimci örgütlerin isimlerini
sloganlarla kentin duvarlarına yazarak bir eylem gerçekleştirir. Örgütsüz bu gençler
yazılmamaları gündüz yaptıkları için gözaltına alınmakta gecikmezler. Bu durum tam da
siyasi polisin beklediği an olarak belirginleşir ve düğmeye basılır. Fatih ve beş yoldaşının beş
günlük sürecek işkence ve dayak esareti başlamıştır. Her ne hikmetse yazılamalar
sorgularında kendilerine sorulmaz. Çoğu 17-18 yaşlarında, devletin işkence tezgahıyla
karşılaşan SİP'li gençler, devrimci ve SİP'li olduklarını polise kabul ettirerek çıkarlar, siyasi
şubeden. Dönem itibariyle basında da “ikinci Manisa davası” olarak yer alan süreç hapishane,
DGM ve sonunda beraat olarak tamamlanır. Burada bir parentez açmakta fayda var. Gittikçe
reformizmin batağına saplanan SİP'in de nasıl savrulduğunu bu gözaltı sürecinde anlamıştır,
Fatih. Zira sorgudaki kararlı tutumundan kaynaklı partisinden “partiyi illegal bir yapı” gibi
lansettiği için uyarı almıştır. Zaten devrimci pratik faaliyetleri dolayısıyla merkezden sık sık
eleştiri aldıkları da olmuştur. Bunların toplamı neticesinde SİP'ten bütün bağını kopartarak
devrimciliğe devrimci bir çizgide devam etme kararı almıştır. Fatih Aydın'ın “Yazılamadan
Hapis” macerası kısacası böyledir.
Siyasi polisin Fatih Aydın'a dönük diğer bir algı yanılsamasını ve bulanıklığı besleyecek olan
ve kitapta da yer verilen “27 Nisan Sabahı Gelen Baskın...” sonucunda yaratılan
manipülasyondır. Özel olarak belirtmek gerekirse sabah 05:30 sularında evde tek kalan Fatih,
ayak seslerine uyanır ve saniyeler içinde durumu algılar. Ev, iki oda ve bir mutfaktan oluşan
zemin katta bodrumdan bozma bir dairedir. Yaratılan algıya göre polis aslında direnişi bu
evden beklemektedir. Öyle ki evin etrafı özel timlerle sarılmış, havada helikopter, tüm
sokaklar timlere ayrılarak tutulmuştur. Yalnız, polis çatışma beklemesine rağmen çevre
güvenliği almamış, evin kapısını da ev sahibinin kardeşine ve bir komşuya açtırmıştır. Polisin
şansına, gerek çevresel faktörler, gerekse de polisin kapıyı açmak için sivili kullanması
olabilecek bir sivil ölümüne neden olmaması açısından anlık olarak verdiği karar neticesinde
beklenen çatışma o evden gelmemiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki evden (yansıtılan kadar..tam okunamayan bir bölüm, nb) anlık çatışmayı sağlayacak kadar cephane de çıkmamıştır.
Dolu bir tabanca dışında üzerinde bir şey bulunmamaktadır. Usulüne göre çalınan kapı
akabinde anahtarla açılarak içeri girilmiş ve onlarca polis Fatih'in üzerine kapaklanmıştır. Bu
hengamede bırakın kendi ismini söylemeyi yüzünü yerden kaldıramamıştır.
Sonrası siyasi şube... Fatih Aydın, iddianame tutanaklarında da belirttiği gibi gözaltı süresince
susma hakkını kullanmıştır. Polisin oyunları diğer gözaltındakilere olduğu gibi ona da
oynanmıştır. İlk günler de kendisine gelen avukatıyla görüştürülmemiş, avukata da “görüşmek
istemiyor” diye belirtilerek kafa karışıklığı yaratmaktan da geri durulmamıştır. Bu süre
zarfında, Saymaz’ın da kitabında işlemekten çekinmediği hukuk garabetinden oluşan sağdan
soldan devşirilen bilgiler, teknik takip sonuçları vb. olgularla “mülakat” adı altında bir tutanak
oluşturulmuş ve bu mülakatın Fatih Aydın'la yapılan sohbetlerden oluşturulduğu lanse
edilmiştir. Fatih Aydın şahsında devrimcileri genel olarak kapsayan bu ve benzeri
kişiliksizleştirme ve itibarsızlaştırma propagandalarına Saymaz'ın ilgi duyması gibi, bu
kampanyaya dışarıdan da oldukça rağbet gösterenler olmuş ve dedikoduların ardı arkası
kesilmemiştir. İlk başlarda Fatih polis üretimi olan bu durumu pek ciddiye almasa da ilerleyen
zamanlarda bu öznelliğin yaygınlaştığını görünce, mahkeme aşamalarında bu durumu
dillendirmiş ve böyle bir şey varsa ispatlamalarını aksi taktirde bunu ortaya atanların ve buna
itibar edenlerin bu çirkefliğin altında ezileceklerini dile getirmiştir. Böyle bir belgenin varlığı
şu ana kadar ortaya çıkmamıştır. Fatih'in şahsına yapılan bu kirletme çabası boşa çıkmıştır.
Ve ne yazık ki yaratılan bu bilgi kirliliğine karşı hiç istemese de bunun olmadığını ispatlama
çabasına girmiştir. Bu durumun da bizlere tekrar gösterdiği şey değerlere ne kadar
yabancılaşıldığı ve öznelliğin herkesi nasıl teslim aldığıdır.
Tüm bu öznellik bir yana bir an için “mülakat” olgusunu kabul edelim. Tamamıyla teknik bir
olgu olarak bakarsak, mevcut burjuva hukukunda dahi yeri olmayan bu uydurma tutanak
altında imza vb... kişiyi belirleyecek bir şey olmamasına rağmen iddianamelere girmiş ve
dolayısıyla Saymaz'ın kitabında yer almıştır.
Bir nevi Saymaz, bu kitabıyla iddianameyi ve polis fezlekesini toplumsallaştırıp bu bilgi
kirliliğilye toplumun algılarıyla oynamasında sisteme payanda olmuş bir pratik sergilemiştir.
İnsanların anlamadığı konularda müdahil olup kulaktan dolma bilgilerle yargı geliştirmesi
yabancılaşmanın nasıl etkili olduğunu göstermektedir. Süre gelen davamızda birçok “itirafçı”
“gizli tanık” yaratılmış itibarsızlaştırma operasyonları kendilerini boşa düşürecek tarzda dahi
olsa pervasızca devam etmiştir. Hareketimize dönük “söylettirilenler” aslında devletin açığını,
Hareketimiz karşısında düştüğü aczi, kirli oyunları gözler önüne seriyordu. Yaratılan
itirafçılarn hiçbiri birbirine uymamaktaydı.
Birisi hareketimizi KDP'ye bağlarken aslında PKK'ye karşı kurulduğunu söylüyor, diğeri
PKK'nin yan örgütü olarak lanse ediyor. Bir diğeri ise uyuşturucu trafiğinden bahsederek mali
kaynağımızı buradan sağladığımızı aslında Ergenekona hizmet ettiğimizi belirtiyordu.
Bunlardan biri de Saymaz'ın kitabında "Bir Bilen" olarak işlediği “Son Tezgah”tı.
Hareketimizin tarihini ve pratiğini bizden iyi bilecek durumda ki Saymaz'ın kitabında önemli
görülüp yer alıyor. Bunun tek amacı yaratılan dezenformasyona katkı sunmaktan başka bir
şey değildir. Son Tezgah " bir bilen" olarak değil aksine hareketimiz başta olmak üzere
Türkiye devrimci hareketine karşı başlatılan itibarsızlaştırma kampanyasında yaratılıp
"öttürülen" uyduruktan başka bir şey değildir. Yapılan bir tezgahtır, ama bu tezgah ne ilk ne
de sondur. Bunları boşa düşürmenin yolu ise fezlekelerden beslenip kitaplarda yer vermek
değil, "bir bilene" danışılıp gerçekliği objektif olarak topluma sunmaktır.
Öznellikten beslenmeye devam: Saymaz, Ulaş Erdoğan ile ilgili de oldukça geniş bir yer
ayırmıştır kitabında. Kendisi Ulaş Erdoğan'la görüştü mü, bilmiyoruz. Ama kitabında
fezlekelerden verdiği örneklere bakacak olursak görüşmediği ortaya çıkıyor. Erdoğan'la ilgili
geçen bölümlerde yeteri kadar yer verildiği için burada sadece bir-iki hususa değinmekte
fayda var. Ayrıca belirtmek gerekir ki Ulaş Erdoğan'a karşı başlatılan karalama kampanyasına
Saymaz'da bu kitabıyla destek olmuştur.
Saymaz, 1 Mayıs 1977 katliamının izin sürmüş deneyimli ve sosyalist hukukçu(!) Rasim
Öz'den bahsetmektedir. Tüm değerlerini yitiren bu "eski" sosyalist Ulaş Erdoğan'ı gerek
gözaltında gerekse de savcılıkta yalnız bırakmış, bir nevi siyasi polisin çirkefliğine zemin
hazırlamıştır. Sonrasında mikrofon karşısına geçip olur olmaz açıklamalar yapmaktan da geri
durmamıştır. Bu durumda da polisin pervasızlığına, fezlekelere işlediği yalana dayalı
ithamlara Saymaz'da iştirak ederek toplumda yaratılan olumsuz algıyı beslemiştir.
Böylece araştırmacı gazeteci kimliği adı altında "polis üretimi tasarılar" toplum nezdinde
meşrulaştırılmış oluyor. Araştırmacı bir kimliğe sahip olmak hangi konu olursa olsun objektif
olmayı gerektirir. Subjektif verilerle bir devrimci örgütün çizgisini fezlekelerden beslenerek
tek yanlı olarak değerlendirmek, bu minvalde gazeteci kimliğiyle kitap yazmak hiçbir etiğe
sığmayacak bir pratiktir. İşiniz araştırmaksa sadece polis üretimlerinden beslenmeyecek, asıl
muhataplarının da görüşlerini alacaksınız. Yazılan bir öykü veya deneme kitabı değildir.
Yazılan devrimci bir örgüt hakkındaki polis fezlekelerini, asılsız iddia ve karalamaları
pekiştirmek için paralel açıdan sisteme yardımcı olan fezleke okumanın el kitabıdır.
xxx
Yazarlık kimliğini her şeyden anlama sertifikası olarak gören Ahmet Şık’ın hiç de Şık
olmayan, hapishanedeyken tamamlama fırsatı bulduğu ve özellikle “mağdur” konumunda
olduğu için demokrat-ilerici çevrelerden de destek gören “000 kitap”ına değinerek devam
edelim. Kitabın Ek-5 bölümünde Devrimci Karargâh’a dönük yaptığı tespitler, aslında
SAYMAZ’ı değerlendirdiğimiz bölümde de vurguladığımız gibi gerçekliği ihtiyaca göre eğip
bükmenin tekil bir örneğini göstermektedir. Yalnız burada bir parantezle belirtmek gerekir ki
Saymaz ve Şık arasında olaya yaklaşım açısından fark bulunmaktadır. Saymaz her ne kadar
fezlekeyi sınırlı bir emekle, araştırmadan kitaplaştırmışsa da olguları iddialar düzeyinde
bırakmıştır. Ahmet Şık ise hareketimizle ilgili yazdığı “ek”te her biri uzmanlık ve sosyolojik
birikimi gerektiren pek çok konuya yetersiz bilgi ve birikimle girerek hareketimizi
aşağılarcasına hakaretlerde bulunup devrimci çizgisini sorgulamaya kalkmıştır.
Şık’ın kitabına dönük ilk başta vurgulanması gereken nokta kendi öznel düşüncesine yukarıda
da belirttiğimiz gibi onlara ilerici-demokrat kimliğe sahip insan yedeklemeyi başarmasıdır.
Maalesef ki, bu ilerici kimliğe sahip insanlar bu seviyesiz ürünün altına imza atmalarıyla
kitabın genel kabullenirliğini arttırmış bir nevi Şık’ın devrimci örgüte pervasızca hakaretvari
saldırılarını desteklemişlerdir. Bu kişiler düştükleri bu durumu sorgulamalı ve özeleştirel bir
tutum içine girmeleri gerekmektedir. En azından kendilerine bir otokritik yapmaları devrime
ve mücadeleye olan inançları tazelemek ve bu samimiyeti ortaya koymak açısından gecikmiş
de olsalar mücadeleye olan borçlarıdır.
Genel olarak Ahmet Şık’ı geniş kapsamda ve merkezi olarak planlanmış bir yangında tanıdık.
Kendisinin de ifade ettiği “dokunan yanar” kervanına katıldı ve bizzat yaşayarak nasıl
yandığını gördü. Fakat, özel olarak hareketimize karşı değindiği dil kendisini de yakan dille
aynıydı.
Ahmet Şık, örgütsel bir yapıya karşı hoyratlığı aşan bir tazda neden böylesi bir yaklaşıma
girmiştir, bilemiyoruz. Kendisine de sorduk ama ne mektuplarımıza ne de çağrılarımıza kulak
verip cevap vermeye tenezzül etmemiştir.
Kitabında düştüğü yöntemsel yanlış evvela cemaat yönü ağır basan gazetecilerden ve polisten
bozma gazetecilerden yansıyan yönlendirilmiş bilgilere itibar ederek kendi öznelliğini
beslemesidir. Zira ne hareketimiz hakkında bir bilgiye sahiptir ne de devrimci tarihimiz
hakkında… Şık zaten kendi kafasında hareketimizin “şaibeli” olduğunu kanıksamış ve bunu
beslemek için “iliştirilmiş gazeteci” yakıştırmasını alma uğruna devşirilmiş gazetecilere
müracaat etmiştir.
Mevcut iktidar ve arka bahçesi bütün devrimci örgütlere yaptığı gibi hareketimizi
Ergenekon’a bağlamak için çok uğraştı. Bütün öne sürdükleri iddialar mahkeme
aşamalarında çürütüldü. Fakat atılan çamur iz bırakıyor ki Şık gibi bu kirli oyunlara
iliştirilmiş kişiler çıkıp bu iddialara itibar ederek değerlendirme yazıları yazabildiler. Şık,
biraz daha ileri giderek statüsüne hiç de şık düşmeyecek değerlendirme yapmaktan da
çekinmedi. Aslında “Devrimci Karargahın Ergenekoncu olduğu değil, tam tersine Ergenekon
güdümünde olduğuna inanmamız istenen devlet güdümlü bir örgüt olduğu”nu öğreniyoruz.
Şık’ın da kendi kafasının içine yerleştirdiği düşünceleri besleyen bir takım iddialar,
operasyonların gelişim seyirleri ve bazı kişilerin değerlendirmeleri gerek bu çalışma boyunca
gerekse de bugüne kadar mahkemeye sunulan (ve ileride ayrı bir çalışma olacak olan)
savunmalarda işlenmiştir.
Dedik ya. Hareketimiz herşeyden önce Şık’ın kafasında şaibelidir. Herhangi bir kanıta ihtiyaç
duymadan kafasında kararını vermiştir. Bu seviyesizliği ölçü kabul edince işlediği bütün olgu
ve olayları önyargısını besleyecek şekilde diziyor. Her söylemin her duruşun altında bu
söylemi besleyecek bir bit yeniği arıyor. Aslında kitabında işlediği genel konuya bakılırsa,
Hareketimize yönelik pespayeliği arasında bir paradoks içindedir.
Çoğu yerde çok zorlama tespitlere de gitmekten kendini alamamış. Örneğin, anti-siyonizm ile
anti-semitizmin ne anlama geldiğini ya bilmediğinden ya da karıştırdığından olsa gerek.
Siyonizm salt Yahudi düşmanlığıyla açıklayacak kadar bilgisiz. Bu basit durum bile Şık’ın
hangi ölçülerde bilgisinin olduğunu, yetersizliğinin üzerini nasıl kapatmaya çalıştığını, sadece
yazılmış olsun diye bu tür şeylere girdiğini gözler önüne seriyor. Burada siyonizmin ne olup
ne olmadığını açıklamaya gerek duymuyoruz. Konumuz da bu değildir zaten. Ama bu konu
hakkında geniş bir yelpazede ürünlerimiz, çalışmalarımız ve makalelerimiz Şık’ı da tatmin
edecek kadar fazladır. Merak edenler bu ürünlere rahatlıkla ulaşabilirler.
Kısaca belirtmek gerekirse, Ahmet Şık’a tavsiyemiz: Filistin’de savaşmış Deniz Gezmiş’leri,
orada şehit düşmüş Teğmen Ali’leri, Siyonizmin ülkemizdeki resmi temsilcisi ve ajanı
İstanbul Başkonsolosu Efraim Elrom’u cezalandıran Mahir Çayanlar’ı daha detaylı
öğrenmesidir. Ayrıca, Mahirlerin, Denizlerin ve nice devrimcilerin devrimci pratiklerinin
sadece Anadolu toprakları olmadığını, siper yoldaşlığıyla Ortadoğu halkının özelde Filistin
halkının ve devrimcilerinin özgürlük mücadelesi saflarında Siyonizme-emperyalizme karşı
savaşmak olduğunu da anlatmak gerekir. Devrimci tarihi bilmeden devrimci bir örgüte dil
uzatmak Ahmet Şık gibi aklı kıt, etiğini kaybetmiş kişilerin haddine değildir. Ya safını
belirleyecek karşı devrimci olacaksın ya da “adam” olup saygı göstereceksin… fazla mı
geldi? O zaman kalemine-dilline dikkat edecek, liberalizm “kum havuzlarında” oynamaya
devam edeceksin. Devrimci tedrisat’tan da bahsederek jargon tartışmasına dahi giriyor.
Kendisine bunu da sorduk.
Şık’ın mantık silsilesiyle olay ve olgulara bakacak olursak, zorlama bir çıkarsamayla Şık’ın
hapishaneden bırakılışını bize dönük kirli saldırısıyla ilişkilendirebiliriz. Ahmet Şık “bize
çamur atarak, karşılığında böylesi bir özgürlük ödülüyle salıverilmiştir.” İşlediği mantık
bizleri pekala bu noktaya getirebilir. Fakat bizler devrimciyiz ve bu devrimci ahlakı ve ilke
bütünlüğünde olguları değerlendirebiliriz. Böyle bir zorlamaya dilimizin varmayacağı gibi
etiğimiz de müsaade etmez.
Hareketimize dönük bu saldırı karşısında Şık yalnız değildir. Köşe yazılarında bizden
bahsederlerken parantez içinde “varsa” yazacak ve şaibe yaratacak kadar seviyesini düşüren,
özünü Laz İsmail’in TKP’sinde oluşturup bu gelenekten kopup gelen çürümüş muktedirler de
mevcut. Sapla samanın karıştırıldığı yerde bu özensizliği fırsat bilip sol görünüp aslında ne
olduğunu deşifre eden bu kifayetsizler fırsat bulduklarında devrimcileri bir kaşık suda
boğmak için sıraya girerler.
Aslında araştırıcı gazeteci kimliği, hele ki daha çok demokrat bir çizgide seyir ediyorsa, bu tür
davaları daha dikkatli ve özenli izlemeyi gerektirir. Bu yapılabildiği oranda polisin dosyaya
pek çok delili “sehven” (!) koyduğunu kabul eder hale düştüğü rahatlıkla görülebilir. Ama asıl
dert bu olmayınca, devrimci bir çıkış sağlayan hareketimizi karalayanlar, ortalık güllük
gülistanlıkken, devletin zorbalığı güya yokken böylesi ezberleri bozacak tarzda silahlı
mücadele çıkışı ve Orhan yoldaşımızın direnişi karşısında şaşkına dönenler; devrimci
mücadeleyi demokrasi mücadelesine indirgeyip liberal sivil toplumcu tarzlarla silahlı
mücadelenin meşruluğunu (ve dolayısıyla devrimci hareketi) sorgulayanlar, kendi reformist
çizgilerini sağlamlaştırmak için kendini açığa vurmuştu.
Devrimci Karargah “ne menem bir örgüt olduğu”nu kendi kısa tarihiyle kanıtlamıştır. Gerisi
devrimci ruhun canlanışında, kafalarının üstünde dolaşan hayaletten, uykularında bedenlerinin
üzerine “karabasan” gibi çöken devrimci iradeden korkup “bana dokunmayan yılan bin yıl
yaşasın” efsanesinden beslenenlerin sorunudur. Gedik açılmıştır. Ve gerçek devrimcidir.
Evet, hareketimizin çıkışı, başta devlet olmak üzere hemen herkesin ezberini bozmuştur. En
başta Orhan yoldaşımızın direnişi karşısında nutku tutulan kifayetsizler “şaşıran eşek kar yer”
misali ne yapacaklarını bilmeden devletin ucuz oyunlarına alet olarak “o” taraftan
beslenmekte hiçbir behis görmemişlerdir.
Polis imalatı belgeleri ilgili-ilgisiz bilgileri baskıya hazırlamayı gazetecilik marifeti
zannedenler öznellikten beslenerek devrimci bir örgütün çizgisini gazetecilik maskesi altında
karalamaya kalkmışlardır. Ne yazık ki değerlerin bulandırılıp, yabancılaşmanın akılları ve
yürekleri teslim aldığı bu koşullarda iliştirilmiş gazeteci sayısı artmış, meslek etiği ve
tutarlılık kimileri için ikincil plana düşmüştür.
Ne var ki, devrimci iradeyle ve can bedeliyle oluşturulan değerler, her türlü sahte bilgiyi ve
belgeciyi etkisiz kılacak niteliktedir. Bu bilinçle hareket eden ve leninci marksizm çizgisinde
savaşkan sosyalizmin mevzilerini bütün karalama kampanyalarına karşı adım adım örmeye
çalışan örgütümüz, devrimci çizgisini dosta da düşmana da kanıtlamış ve kurucu komutan
Orhan Yılmazkaya’nın ağzından, şehadetinin hemen öncesinde tüm dünya halklarına
duyurmuştur.
Hareketimiz pratiği ve vuruş gücüyle kendini devlete kanıtlamışken. Ahmet Şık ve benzeri
“kendine demokrat” olan iliştirilmiş gazetecilere kanıtlamak durumunda değildir. Kafası hem
bilim olarak hem de ahlaken karışıktır. Devrimciler, asıl muhataplar dururken polis
fezlekelerinin veya fezlekeleşmiş kişilerin ölçü alınmasının başka bir izahatı olamaz.
Ne yazık ki, sistemin yarattığı bu bulanıklık kimi kesimlerce içselleştirilerek ahlaki
değerlerden yoksunluğu doğurmuştur. Bunun sonucunda efendi-uşak ilişkisinin çeşitli
biçimlerdeki türevleri artarak kimlik iddialarının tersi yönünde savrulmalarını beraberinde
getirmiştir. Bu nedenle, eğer iliştirilmiş değilse bir gazeteci, yaptığı her çalışmada ve
değerlendirmede objektifliği gözetmek zorundadır.
Elbette tutarlılık hiç kimsenin tekelinde değildir. Gazeteciliğin ve demokratlığın tek bir tarifi
de yoktur. Ama örgütsel bir yapıya karşı hoyratlığı da aşan karalamaların ve özensiz üretimin
bir açıklaması olmak zorundadır. Devrimci Karargâh ilk çıkışı itibariyle olduğu gibi
kararlılıkla yoluna devam etmektedir. Bu yoldan korkanlara tek tavsiyemiz ise gölge
etmemeleridir.
SONUÇ
Buraya kadar aktardıklarımızın ardına virgül koymadan önce son olarak bir iki hususu
belirtelim:
Burada yaptığımız şey esasen bir “savunma”nın ötesine hareketimizin ne olduğunu ortaya
koymaktı. Gerçek anlamda bir “savunma” görmek isteyen, Devrimci Karargah’ın niteliğini
öğrenmek isteyen varsa 27 Nisan 2009 sabahındaki Orhan yoldaşın destansı direnişine dönüp
bakmalıdır. Onun ötesine geçen bir savunmaya girişmek haddimiz bile olamaz.
İkincisi: Devrimciler unutmaz ve affetmez…
18 Mayıs 1973’te İbrahim Kaypakkaya yoldaşın şehadetine yol açan süreci başlatan muhbir
TKP/ML TİKKO tarafından cezalandırılmıştı.
CIA ve MİT’in piposu Hiram ABBAS Dev-Sol tarafından infaz edildi.
Diyarbakır zindanında yaptığı zulümle nam salan Esat Oktay Yıldıran’ı da PKK gerillaları
cezalandırmıştı.
Keza TİKB savaşçısı Remzi Basalak’ın şehit olmasındaki birinci sorumlu olan Adana
Başsavcısı Ethem Ekin de TİKB tarafından cezalandırıldı.
Devrimciler unutmaz ve affetmez.
Hareketimize dair kirli senaryoları, kara propagandaları üreten, MOSSAD ve Fethullah
Gülen’e kadar bir dizi karanlık ilişkiler ağında yer alan Önder Aytaç’ı, karalama
senaryolarının pratik uygulayıcısı olarak misyon yüklenen ve Yargıtay üyeliğiyle
ödüllendirilen Kadir Altınışık’ı da biz cezalandıracağız, yaptıklarının hesabını soracağız.
Son olarak sizler, mahkeme heyeti olarak hareketimize dönük kirli siyasete bilerek ve
isteyerek ortak oldunuz. Bu devlet Ethem Eken’i bodyguardlarıyla beraber bile
devrimcilerden koruyamamışken sizleri emekliliğinizde nasıl koruyacak. Elbette sizlerden de
yaptıklarınızın hesabını soracağız. Son sözümüzü söylemediğimizi bilin. Biliyoruz ki uzun
yılları bulan cezalar verecek, bizleri faşizmin zindanlarında çürütmek isteyeceksiniz. Belki
sağlam belki de sakat çıkacağız buralardan. Ama siz de şunu bilin ki, bir elimizde baston
diğer elimizde silahlarımızla yeniden karakollarınızın karşısına dikileceğiz!..
Kahrolsun T.C. Oligarşisi!..
Katil devlet hesap verecek!..
Yaşasın devrim ve sosyalizm!..
Yaşasın Devrimci Karargah!..