Ahval 3 - WordPress.com
Transkript
Ahval 3 - WordPress.com
Temmuz - Ağustos/3 m a R + Şevval n a az Editör’den Selamın Aleyküm Değerli Ahval Dostları, Yaklaşık altı ay önce başladığımız bu maceralarımızın semeresini alabilmiş olmaktan ekip adına oldukça memnunuz. İçimde sanki ilk toplantımızı bir hafta önce yapmışız gibi bir his bulunsa da sizlerin karşısına Allah’ın inayetiyle üçüncü sayımızla çıkıyoruz. Bu sayımızda da sizlerin katkıları ve dergi ekibinin ummalı çalışmalarıyla çok güzel bir içerik oluşturuldu. Malum zaman aralığı yaz okuluna ve Ramazan’a denk geldiğinden bu konular unutulmadı ve içerik elimizden geldiğince bu minvalde oluşturulmaya çalışıldı. Ahval dergisi genel olarak kampüs meselelerinden yemek tariflerine, derin politik konulardan okul derslerine kadar geniş bir konu yelpazesini içerisinde barındırabilen bir dergi olması hasebiyle bana kalırsa tam bir “öğrenci işi”. Gündelik problemlerden okul ile ilgili sorunlara, yemek tarifinden bir zihin sorgulamasına kısacası hayata dokunan az çok her meseleye ilişkin bir şeyler bulma imkânınız bu üçüncü sayıda da mevcut olacak inşallah. Bu sayının içeriği de birbirinden güzel yazılarla dolu fakat aklımda ilk kalan yazılardan birinin eski mezunlardan Mustafa Özel hocanın hayatına dair röportajı olduğunu burada belirtmekte şahsen bir beis görmüyorum. Belki bu sefer derginin çıkışı -daha ziyade editoryal sebeplerden ötürü-biraz gecikmiş olabilir. Fakat yaz okulu, Ramazan ayı ve bayram üçgeninde çalışmak ve bir ürün ortaya koymak takdir edersiniz ki, pek de kolay bir iş değil. Bir de bunun üstüne yaz sıcağının etkisi işleri daha da zorlaştırıyor. Lakin Rabbi Rahim kendi rızası için çalışan kullarını inayetiyle mükafatlandırıyor ve onların işlerini kolaylaştırıyor. Selim’in yurtdışında olması hasebiyle bu sayının editoryel işleri ve “editörden” yazısının yazımı bendeniz fakire kaldı. Umarım üzerimde olan bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirebilmişimdir. Bununla beraber dergi ekibindeki çalışma arkadaşlarımın cehd ve gayretlerini gördüğüm zaman samimiyetle söyleyebilirim ki ben dergi adına pek de bir şey yapamadım ama duam buradan hasıl olan sevaptan bir parça kapabilmektir. Bu sayıda katkılarını ve yardımlarını esirgemeyen Fatih Elmalı, Mustafa Özel, Mustafa Kırca, Zehra Betül Koçak, büyüklerimize ve kardeşlerimize en derinden teşekkürlerimizi ve saygılarımızı dergi ekibi olarak sunmaktayız. Allah onlardan razı olsun. Cehd bizden, tevfik Allah’tandır. Dergi Ekibi Adına Mustafa Runyun Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Runyun Kapak Tasarım Ayşe Dilara Arslan Yayın Kurulu STAFF Görsel Editör Şeyma Özel Röportaj Ekibi Mustafa Özel Şeyma Özel Redaksiyon Esmanur Yılmaz Hande Yıldırım Hatice Büşra Özkan Tasarım Ayşe Dilara Arslan Web Sitesi Ali İhsan Akbaş Seden Nadire Harputluoğlu Şeyma Özel Kapak Resmi: (Ressam) Zehra Betül Süner İletişim: [email protected] ~ facebook.com/ahvaldergisisayfasi ~ twitter.com/ahvaldergisi İÇİNDEKİLER Serim...............................................................................1 Back to Fıtrat Hande Yıldırım............................................................................................................................2 Aptallık Teknolojileri Abdullah Eren, Şeyma Özel..................................................................................................3 Faith Yazemin Erva Önal...................................................................................................................4 Bir Ramazan Daha Mustafa Runyun.........................................................................................................................5 Düğüm.............................................................................6 Ehlen ve Sehlen Ya Şehr-i Ramazan Büşra Ünlü.................................................................................................................................7 Ramazan Amman’da da Ramazan Mustafa Berk Erdal..................................................................................................................8 Erasmus’ta Ramazan Saime Kara..................................................................................................................................9 Srebrenica: Bir Acılar Mansumesi Faruk Erdoğan Buldur............................................................................................................11 Provokatif Sorular Yakıcı Cevaplar Mustafa Runyun.......................................................................................................................12 Mustafa Özel ile Ağrı’dan Boğaziçi’ne Şeyma Özel...............................................................................................................................13 Mutfakların Ahvâli Hilal Demircen, Hatice Büşra Özkan, Nagehan Elif Akyağ....................................16 Burjuva Zevkler Hande Yıldırım, Hatice Büşra Özkan, Hilal Demircen...............................................18 Bizim Büyük Yüreklerimiz: Majid Majidi Seçkin Azınlık............................................................................................................................19 Çözüm............................................................................20 Ramazan Risalesi Üzerine Tuğba Türkoğlu.........................................................................................................................21 Dua Fatih Elmalı................................................................................................................................24 Chapter 1: Serim 1 ~ Ahvâl BACK TO FITRAT1 Serim Hande Yıldırım Bugün hiçbir kitaba atıfta bulunup hiçbir ismi referans gösteresim yok. Sadece annemden duyup ezberleyegeldiğim replikleri sinek ilacı arabası kovalarken arkadaşlarıma satasım var. Yorulasım bile yok bugün ve yorasım. Flütle yeni bir şey çalasım da yok, sadece notalarını bildiğim yere kadar, yakın akraba telefonunun besteleyici kısmına dizip zil sesi yapmak istediğim İstiklal Marşı. -izm ve -istlerle uğraşmak istemiyorum bugün. “Hitler” kelimesi, Sevimli Kahramanlar’ın eski bir bölümünde Bugs Bunny’nin taklit ettiği bir mefhum olarak kalsın sadece, bıyıklı Bugs ve “Heil Hitler!”. Gerçi Bugs’ın kendisi kapitalist diy mi, “Acme kuş yemi”; hay aksi! Bu, yapasım edesim var kalıbı isterse çok yerel olsun, ne zamandır şive komiği yapasım var. Yıllarca katmak fiilini nasıl “gatmak” sandığımı ve “katmak” diyenleri garipsediğimi anlatıp ortamda komiklik şakalar yapan arkadaş olasım var. Sahi, sizde de mesela “gelesi oldu” ya da “gelesiye kadar” falan denir mi? Ne bileyim, bu okulda her şeye kafa patlatır oldum. Belki bunlar da benim yıllar yılı infrayöresel bildiğim ama aslında çok yerel olan şeylerdir. Bir keresinde beşinci sınıftayken öğlenciydim. O zamanlar değişik salatalar yapmaya sarmıştım, gastronomi severim. Sonra pide almaya gönderildim. Evet, Ramazandı. Hop, burdan da Ramazan’a bağladım. Neyse ama uzun zamandır bunu bi’ anlatasım var zaten. Param yüz bin lira eksik çıktı, o zamanlar altı sıfır hâlâ tedavülde. Bir tek onunla kalsa, kocaman iki bin beş yüz lira bozukluklar var çiçekli. İşte abi “Tamam abim sonra getirirsin önemli değil.” dedi. Bi’ koşu gittim, akşamları bin bir nazla kendimi taşıttığım beş katı bir çırpıda çıkıp parayı getirdim büfeye. “Abim sonra getirirsin derken hemen dememiştim yav.” diye güldü abi, çok sevinmiştim galiba doğruötesi bir şey yaptım diye. Üzerimde atlı eşofmanım vardı, sonra onu kardeşim giydi yıllarca. Keşke hâlâ israf etmesek. Gerçi küçükken bir yerde mü’minin “iyi mânâda” da olsa keşke dememesi gerektiğini okumuştum. Ezan beş gibi okunmuştu o zaman. Evet ya ne sandınız, kış Ramazanı çocuğuyuz; #forzakışramazanı. Pidenin kokusu karanlıkta daha güzel yayılıyor ve çorba soğukta daha içli içilir. Dede Ramazan’a özel kış Kur’ân faslı yapabilir, Reha Yeprem Samanyolu’nda iftar programı sunabilir. Saat 3’te (3 a.m.) Aşağı Hisar Fırını’ndan çıkan ekmeğe tereyağı sürüp yediğimiz yer yine evin önündeki yol olsun istiyorum. Yollar hâlâ ortasına sofra bezi açıp bağdaş kuracak kadar güvenli mi? Her yerin bir hisarı vardır. Halam bir keresinde onlarda kalırken korkunçlu rüya görüp sayıklayınca çok gülmüştük, Allah’ım affet. O zamanlar Ay onların evinden çok parlak ve yakın göründüğü için -bu çıkarımı şimdi yaptım- lise ikiye kadar falan Ay’a tırsarak baktığım için kurt adam muamelesi gördüm, sebebi Amerikan bestseller romanlarıdır. Pedallerine boyum henüz yetişmediği için yirmi bir vites bisiklete ayakta binesim var. Öğle sıcağında -sıcağın cıvcıvı 1: Allah Azze ve Celle, Seyyid Kutub’un şehadetini kabul eylesin 2: Bir dönem Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın hazine katipliğini de yapmış Galata Mevlevihaneli nakkaş, divan şairi, hattat. (ö. 1699) denir bizde- sokakta kimse yokken hayatım boyunca ailemin bana öyle olduğumu yutturduğu inatçılığımdan, aşağı inip başıma güneşi yedikten sonra “Ananeğ öğlen sadece su içsem orucum bozulur muğ lüdven?” diyesim de yok değil. Tabii o zamanlar cümlenin sonunda bir noktalama işareti olarak “enter” kullanmıyorum. Antalya eylül-ekimde bile lüdvenlik sıcak oluyor. Dereye inip bir buçuk litrelik plastik şişeyi keserek kurbağa ve balık larvalarını içine doldurmak suretiyle eziyet eden arkadaşlarıma dur demeyi aklıma getirmediğim için affet Allah’ım, Sonra bir keresinde dedemi kaydıraktan yüzükoyun kayıp pat diye yere yapışarak nefes alamamak suretiyle çok korkuttuğum için de, “Sadece benim ilah, rab” dediğin halde bilmeyerek mala, aşa, işe uluhiyyet addeddiysem de. (Buraya pek haz etmediğiniz bir yazarın pek sevdiğim bir tamlamasını alacaktım ama haz etmeyişleri de göresim yok.) Zaten Fasih Dede2 gibi, kedilerimi yer sofrasının başına toplayıp iftar veresim de var. Bakın bu bilinç akışıdır, Ahmet Hamdi’yi o kadar sahiplenmeyin. Hazır Ramazan’da şeytanlar zincirlenmişken ve sadece nefsimle kalmışken ringin karşılıklı köşelerinde, dua hakkımı kamuda kullanıp olabildiğince bol amin almaya çalışıyorum. Ha, derseniz ki “Ee ne alaka Boğaziçi’nde Ramazan’la?”; Boğaziçinizle doğmadım ki onunla öleyim! Estağfirullah, elhamdülillah, sübhanallah. Kainatın bu üç cümlede olduğu gibi hep Allah parantezinde olduğunu bileyim. Amin. Ahvâl ~ 2 Serim APTALLIK TEKNOLOJİLERİ Ramazan Ramazan Bürokrasi Abdullah Eren Şeyma Özel “Bureaucracies are not themselves forms of stupidity so much as they are ways of organizing stupidity.” - David Graeber (Utopia of Rules, 2015) Başlıktan dolayı bu yazının sosyal medya ve soysal medyanın insanı aptallaştırması üzerine olduğunu düşünebilirsiniz ya da modern icatların ve teknolojik aletlerin ima edildiği de gelebilir aklınıza. Fakat biz modern devlet ve modern devletin kurumlarıyla gelen başka icatlardan bahsedeceğiz: bürokrasiler. Aslında niyetimiz Ramazan Ramazan yaz okulunda başımızdan geçen bir olay üzerine çıkarımlarımızı sizlerle paylaşmak. Tabii sosyoloji öğrencisi olduğumuz için (ya da artistlik olsun diye) önce teorik bir çerçeve çizeceğiz, ardından bu olayı okulda bize öğrettikleri kişi ve kavramlar üzerinden okumaya çalışacağız. İşin bu boyutuyla ilgilenmeyenler direkt dördüncü paragraftan başlayabilirler okumaya1 (alttakinin altındaki). Aptallık mevzusundan başlarsak aslında kabalık ettiğimiz söylenemez. Sağ olsun Graeber, ki bizim departmanda iyi tanınır, bu kavramsallaştırmayı kendisine borçluyuz. Graeber bürokrasiyi aptallık teknolojileri (technologies of stupidity) olarak tanımlar. Burada kastedilen, bürokrasinin özü özüne aptalca olduğu değil, aptallığı organize ediyor olmasıdır. Bu aptallık da yapısal şiddet sonucu ortaya çıkan eşitsizliğe işaret ediyor. Bürokrasinin buradaki rolü bu eşitsizlik ve görünmez şiddeti ete kemiğe büründürmektir. Güç ilişkileri ile eşitsizliği sürdürmek burada bir amaç olarak yorumlanabilir fakat son takdiri okuyucuya bırakıyoruz. Modern devletin yeni yönetim teknolojilerinden Fuko da bahseder. Bizim bölümden olmasa da kendisini severiz. Biz bürokrasinin moderniteyle beraber insan hayatını hapseden yönetim kademesindeki boyutunu da ondan devşirdik. “İyi güzel diyorsunuz da, neticede hayatın devam etmesi için belli kurallar koyulması gerekiyor, yoksa bu işler nasıl yürüyecek?” diye soracaksınız belki. Biz de bu noktada “Eskiden bürokrasi mi vardı kardeşim?!” diyeceğiz. Hatta konuyu Simmel’e bağlayacağız ama yazı daha fazla teorik olmasın diye vazgeçiyoruz. Bu kadar yaygara koparmamıza sebep olacak ve tepkimizi içimizde tutmamıza mani olacak kadar bizi sinirlendiren olaya gelecek olursak: Yaz okulundan ders aldık, kapattılar! (Okumayı öyle kesmeyin hemen, durun... Çünkü bu dersin kapanması sadece bir dersin kapanmasından ibaret değildir. It is more than itself. It is not the closing of a summer course but closing of the Turkish mind.2) Şevkle 1: Ömer hocaya selam olsun. 2: Compare to Allan Bloom, The Closing of the American Mind, 1987 3 ~ Ahvâl beklediğimiz dersin kapandığını yaz okulu başlamadan önceki gün gelen bir e-mail ile öğrendik. Burada asıl mevzu şevkle beklememiz değil ama ilk başta dersi çok istediğimiz için tekrar açılmasını talep ettik. Yaz okulu ofisiyle görüştüğümüzde dersi verecek hocanın da bizim kadar şevkli olduğunu öğrendik. Hatta gerekirse dersin açılabilmesi için okuldan herhangi bir ücret almamaya bile razıymış. Fakat ofis, kuralları gereği sadece dört türk öğrencinin aldığı bir dersi resmen açamıyormuş. Bir yabancı öğrenci yeterli fakat on Türk gerekiyormuş. Bu 1’e 10 oranının hesaplamalarımız sonucu ekonomik bir sebep olduğu gerçeğini öğrendik. (Çünkü aramızda iktisat okuyanlar da varmış). İşte burada maddiyat üzerinden uygulanan yapısal bir şiddet var. Parayı vererek düdüğü çalan bir yabancı öğrenci dersi açmaya yeterken, dört istekli öğrenci olamayabiliyor. Hocanın teklifi neticesinde ekonomik sorun ortadan kalksa bile kural var olmaya devam ediyor ve ders açılamıyor. Yani olay tamamen bürokratik. Yaz okulu koordinatörlüğüyle bu seviyede bir temas bize çok yol aldırtmadı. Bölümden birkaç hoca, sağ olsunlar, epey ilgilendiler; konu yaz okulu genel koordinatörlüğü ve onun üst kurullarına kadar çıktı süreç içerisinde fakat neticede çabalarımız bürokrasinin çelik zırhını delmeye yetmedi. Son olarak, bunun bir sosyoloji dersinin başına gelmesini de oldukça manidar bulduğumuzu ekleyelim. Ders, konusu itibariyle çok nadir rastlanan bir ders, fakat ne yazık ki ülkemizde çok ilgi çekmiyor. Dolayısıyla sayımız dördü geçemedi. (Bu gidişle geçmez de zaten.) Bir yandan hoca da çok mağdur olmuş. Bir sürü fedakârlık yaparak gelmiş Türkiye’ye. Kendisi, ders için ücret talep etmemesiyle sistemin “bug”ını buluyor, kuralı geçersiz kılıyorken, buna rağmen kuralın ısrarla uygulanıyor olması hepimize aptalca geliyor. Fakat bu durum aptallıktır deyip geçmeyelim. Dedik ya it is more than itself. Aslında bu genel olarak bürokrasideki aptallığı gün yüzüne çıkarıyor, yapısal ve görünmez şiddete de işaret ederek teorik çerçevemizi destekliyor. Şu aşamada maalesef tek tesellimiz bu. Okulumuza, bu mevzu hakkında pratikte olanları görme imkânı verdiği için bu uygulamalı eğitimden dolayı teşekkür ediyoruz! Sizlerin de böyle tecrübeleri çokça edindiğinizden ve bunların aptalca olduğunu düşündüğünüzden eminiz. Saçma bürokratik engeller sadece Boğaziçi’nde çıkmıyor karşımıza elbet, modern devletin damarlarında akan kandır kendileri. Bu vesileyle dilinize tercüme olduysak ne mutlu bize! Hepinize hayırlı Ramazanlar diliyoruz! Dipnot: Boğaziçi Sosyoloji ve direniş temalı olmasına rağmen Gezi’ye selam çakmayan bu yazı hepimize armağan olsun. Gözlerimiz, son haftasına mutlaka Gezi ile ilgili metinlerin eklendiği syllabuslara o kadar aşina oldu ki bitirirken değinmeden edemedik! FAITH Serim Yasemin Erva Önal -Hocam Einstein cennete girecek mi? - Dert etme yavrum, sen eniştenden başla anlatmaya… Ne içtim biliyorum, karışık meyve suyu, içinde havuç olanından. Aklıma gelmesiyle beni uykumdan eden ise Ramazan programları ve ilginçlikleri ile ufkumuzu genişleten seyirci soruları… “Hocam GTA indirmek günah mı?”, “Hocam ben bir çocuğa kavuşmak için dua ediyorum, o başkasına kavuşmak için dua ediyor; hangimizinki kabul olur?”, Hocam Toblerone orucu bozar mı?” Bu sefer kafamı kurcalayan ise biraz daha geleneksel olan; “bilmem kim - muhtemelen bir bilim adamı - cennete girecek mi?” soru kreasyonu… Kendi imanı yerine başka insanları düşünen bir insanın ekstrem hümanizmi var bu soruda. Bir kere, soran kendisinin ebedi hayatını pek takmıyor, sonuçta “kitlelerin iyi bildiği” biri değil; kendi halinde zavallı bir adam. Bir icadı yok yani. Hümanist “bence”lerin övgüyle bahsettiği biri değil. “Allah onu nasıl bilir?”e gelince; onu Allah bilir. Ama konumuz bu değil, nitekim sonucun, “bence”lerin şiddeti ile şekillendiği bir âlem burası. Her ne kadar kulağa ilginç gelse de, bu soruda; soranı, soruda geçen ismin akıbetine göre üzen ya da sevindiren bir yön var. Yani bizi soruyu soran insanların samimiyetine inanmaya itecek bir yön… Fakat bir yandan bir lüzumsuzluk, soruyu mantıklı olmaktan alıkoyuyor; soruda ismi geçen kimselerin bu tarz kaygıları olmadığı düşünüldüğünde. Mescid için toplanan imzalar ile hâlihazırda uğruna bir talep bulunmayan ibadethaneleri de kapsayan Prayer Room açmak da aynı hümanist tadı taşıyor. Sonra da “Prayer Room mescid gibi davranıyor!” yaygarası koparılıyor. Gene, ibadet etmek için mücadele veren bir topluluk dayatmacı bir konuma koyulurken, ibadet talebi olmayan insanlara ibadeti dayatacak bir Prayer Room tahayyülü kurulduğu unutuluyor. Benim yarı uykulu zihnimin uydurması olan tüm bunlar gerçek olsaydı neredeyse aynı mantıkta olurdu, yani. Geçen gün bir kız benimle kendi inancı üzerine konuştu. Bana İncil’den kıssalar anlattı, bir süre sohbet ettik. Bana şöyle dedi: Faithim olursa Tanrı beni her ne pahasına olursa olsun affedermiş. Ona, “İnancıma ek olarak benim mesela günde en az beş kere namaz kılmam gerek.” dedim. Ardından, “Peki senin ibadet etmen gerekmiyor mu?” diye sordum. O da ibadetler yalnızca Tanrı’yı övmek içindir, dedi. Yani ibadet etmese de cennete gidiyormuş çünkü inancı varmış. Onun adına tam sevinecektim ki, ezan okundu; “İstersen gidebilirsin, beklerim ben.” dedi, gittim. İslam, hem inancı hem de ibadetleri gerektiren bir din ve niyetimiz doğrultusunda her işimizi ibadete çevirebildiğimiz. Sadece bilim adamı olmak, çok iyi bir baba olmak, bunlar yeterli değil onun için. Çünkü o, olaylara bütüncül yaklaşan bir din. İnancın yanında ilim öğrenmeyi, iyi bir baba olmayı da gerektiren bir din aynı zamanda. Allah’a olduğu kadar insana, doğaya, hayvanlara, eşyaya da; Allah’ın halifeliğini bahşettiği insanı sorumlu kılan bir din… Hayatın her alanını kapsayan ve her hareketimizin nasıl olması gerektiğini kararlaştıran bir yaşama biçimi. Kur’an-ı Kerim’de, namazın da belli vakitlerde bize zorunlu kılınmış başlıca bir ibadet olduğu şöyle geçiyor: “Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde yatarken (daima) Allah’ı anın. Huzura kavuşunca da namazı dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” 1 Hümanizmi doruklarında yaşayanların anlamak istemediği ise böylesine bir dini benimsemiş, vahiy ile bağını kesmeyi reddeden kimselerin ibadet talepleri. Hâlihazırda bir talebi olmayan gruplar tespih imamesindeki sembole kadar kafa yoran incelikteki kimseler, talebi olan bir grup söz konusu olduğunda 610 m uzaklıktaki Cami’yi işaret ediyor, ben şaşırıyorum. Kazaya bırakın diyenleri anacak hacimde bir yazı olmayacak bu metin neyse ki. Yoksa “kaza” gibi bilincin devre dışı kaldığı durumları kasten kullanılan bir kelimenin; tam bir şuurla yapılması teklif edilen namazı terk etme eylemi için kullanılmasının ironisinden bahsederdim. Neyse ki böyle şeyler gerçek olamayacak kadar gerçek olmayan şeyler. Sonuçta sevgi, saygı, hoşgörü, sadakat... (Yok, sadakat buranın değildi.) Var yani. Muhakkak olmalı. Bazen tavırların samimiyetine inanmak, yapılanın gerçekten insana saygı gibi “iyi bir niyet” doğrultusunda yapıldığına inanmak istersiniz. Sonra bu iyi niyetli tavrın hep sizi hariç bırakacak biçimde tekerrür ettiğini görürsünüz. İşte bu nerede “mazhar olacağımız”ı kestiremediğimiz samimiyet, Malcolm X’in “dışlanma”sını anlatırken ağzından dökülen şu sözlerini akla getiriyor: “İlahi bir insan olduğumu iddia etmiyorum. Ben, eğitim görmüş biri değilim. Hiçbir konuda uzman da değilim. Ama ben samimiyim. Samimiyetim, itibarımdır.”2 1: Nisa, 103 2: Malcom X, Sheraton Park Hotel, Basın Toplantısı, 12 Mart 1964 Ahvâl ~ 4 Serim 5 ~ Ahvâl Chapter 2: Düğüm Ahvâl ~ 6 Düğüm EHLEN VE SEHLEN YA ŞEHR-İ RAMAZAN Büşra Ünlü Ramazan daima güzeldir, İstanbul’da ise başka güzeldir. Söylendiği gibi gerçekten de bereketiyle gelir. Bereket öğrenci evlerine de uğrar, dolan yalnızca buzdolapları değil, misafir salonları, geniş sofralar ve müminlerin sevinçli kalpleridir. Peki ya Ramazan’ın gelmesiyle Hisarüstü’nde neler değişir? Görünüşte çok şey değişmez, kafeler ağzına kadar doludur, sigaralar duman duman tüttürülür. Oruca değil özgürlüğe saygı vurgulanır. Derste bir hocanın “Ayılıp bayılmalara karşı suyunuzu, yemeğinizi alıp gelin.” demesinin akabinde “Ramazan’da oruçken ne yemeği hocam?” dediğimde ise düşündüğüm, zaten sınıfta yiyip içmekte serbest davrananlara engel olmaktan ziyade bunu bir de dillendirip yaygınlaştırması ve meşrulaştırmasına karşı bir tepkidir. Tabii bir dahaki derste hoca yemek bahsini açmayıp “Derse hazırlıklı gelin.” der. Bütün gün aç kalmanın Allah’a bir faydası olmadığını söyleyen hocaların da zaten ne yaparsak kendimize olduğunu anlamasını beklemiyoruz. Hisarüstü’nün olumsuz yüzü bu kadar yeter. Asıl bir de iç yüzü vardır ki başta öğrenci evleri gelir burada. Bir gün bile misafiri eksik olmayan bir Ramazan geçirmek nasip oldu bize elhamdülillah, sahurlarımız yirmi kişiyi buluyordu ama o maneviyat yirmi kişiyi aşıyordu. “Böyle de sahur olur mu?!” demeyin, hem de nasıl güzel oluyordu. İftardayken beraber olduğumuz ya da bir anda aklımıza gelen arkadaşlarımızı davet ediyor, gelenler de arkadaşlarını çağırıyor ve zincir gittikçe büyüyordu. İftarlarda ise her gün başka bir hava tadıyorduk. Bir gün Süleymaniye’de, bir gün BYV’de, Sultanahmed’de, yemekhanede, Güney Çimler’de, kimi dernek-vakıflarda, Kuzey Çimler’de yaptığımız ders halkalarıyla tadına 7 ~ Ahvâl doyamadığımız iftarlar. Uhuvvetin tavan yaptığı, eski dostların birbiriyle görüştüğü, yeni arkadaşlarla samimiyet kurduğumuz değerli iftarlar. Mesela Fatih Abimiz ile yaptığımız tefsir derslerinin olduğu gün bir hayırsever abimizin verdiği, Süleymaniye’nin bahçesindeki mis gibi havayı tadarak yaptığımız ve bahçeyi doldurduğumuz iftar adeta gelenekselleşmiştir. Güney Meydan’da kimi zaman kendi aramızda bir şeyler hazırlayıp bölüm iftarları yaparız. Arkadaşlarla iftardan sonra Sultanahmed’de Ramazan’a özel olarak açılan, Osmanlı şerbetlerinden, tatlılarına, el sanatlarına kadar pek çok şeyi bulabileceğiniz nostaljik bir alan olan Tatlılar Koridoru’na gideriz. BYV Konak’ta mezuniyetin ertesine ayarlanan mezun-öğrenci iftarında konağın güzel doğasıyla iftar sevincini yaşarız. Bir de Ramazan’ın, orucun asıl manasını anladığımız işler vardır ki yardım faaliyetleri; Armutlu ailelerine, Suriyeli ailelere, Hisarüstü’nde ihtiyacı olanlara erzak dağıtımları gibi. Allah razı olsun Ramazan’da, öncesinde bu işi yapan gönüller var, kimi malıyla kimi beden gücüyle destek oluyor. Bu işleri yaparken anlıyor ki insan oruç kendini o kardeşinin yerine koymak, halden anlamak, bir gönüle nasıl giriliri bulmakmış, doya doya yemek değil şükrüyle doymakmış. Bütün bu iftarlar uhuvvetin artması, görüşemeyen dostların görüşmesi, yeni dostlukların oluşmasına vesiledir; orucun öneminin anlaşılması, midelerin değil asıl kalplerin doldurulması demektir. Allah (c.c.) bizi nice Ramazanlara ulaştırsın, İstanbul iftarlarını bize nasip etsin. Samimiyetimiz, maneviyatımız eksilmesin. İstanbul’da Ramazan başkadır. Düğüm RAMAZAN AMMAN’DA DA RAMAZAN Mustafa Berk Erdal Yıllar yılı alıştığımız Ramazan geleneklerimiz vardır hemen hepimizin. Yok, yok, “Ah o Feshane’de Ramazan şenlikleri…” tarzı bir güzelleme değil benim bahsettiğim. Hani ailecek her Ramazan en azından bir kere gittiğiniz mesirelik yerden, asla yalnız açılmayan iftarlardan, teravih için seçtiğiniz camiden, sahura kadar yaptığınız muhabbetlerden; size has olan, çocukluğunuzdan bu yana Ramazan’la aranızda kurmuş olduğunuz ünsiyetin kaynağından bahsediyorum. Üniversite dönemine adım attıktan sonra bu yaşanmışlıklardan da uzaklaşılmaya başlanıyor birer birer. Yaz okulu, kurslar, arkadaşlarla yapılan tatil planları neticesinde, önce aile yanında geçirilen Ramazanlar unutuluyor; ardından yurt dışı planları devreye girince aradan çıkarılmaya başlanan bayramlar oluyor ve en çok da bu süreçleri yaşarken hatırlanıyor o kurulan ünsiyet. Bu sene Ramazan’ın gündemime girişi bu duygularla oldu. Bu sene, Amman’da nasip oldu bu mübarek aya kavuşmak. Yurt dışında Ramazan zorlukları ve klişeleri bir yana, yaşadığımızdan farklı bir Müslüman ülkede –hadi Müslüman bir Ortadoğu ülkesi diyeyim- olmak bu duruma farklı bir güzellik katıyor. Bir Ramazan bereketi olarak, sıcak ve bunaltıcı geçmesini beklediğimiz bu zamanların güzel ve serin seyretmesi insanı şaşırtıyor. Ürdün, Türkiye’ye nispeten daha güneyde olduğundan yaklaşık iki saat daha az oruç tutuluyor. Sokaklarda, alışveriş merkezlerinde gözünüzün içine bakarak yemek yiyen ve su içen insanların olmaması da cabası. Öyle ki, bulunduğum ortam gereği çokça rastlaştığım gayrimüslimler dahi bu durumu kanıksayıp ona göre hareket ediyorlar. Bunun dışında, insanların Ramazan’a bir festival havasıyla baktığını da görmek mümkün. Hemen her evin camlarında, kapılarında görebileceğiniz hilal-yıldızlı motifler, ışıklı süslemeler geceleri bazı sokakları rengârenk bir cümbüş haline sokuyor. İftarlarda - Türkiye’de olduğu gibi -bazı camilerde yemek ikramı yapılıyor. Önce hurmayla, suyumuzla orucumuzu açıyoruz. Sonrasında namazı kılıp tekrardan caminin içerisinde arka taraflara geçerek iftarımızı yapıyoruz. Annenin hazırladığı sahurlar olmadan oruç tutmak; bilmiyorum, belki de çocukluğumuzda tutmaya çalıştığımız oruçlarla aynı tadı vermiyor bana. Ama arkadaşlarla beraber hazırlanan sahurların, beraber gidilen sabah namazlarının, yemek yapma ve bulaşık nöbetlerinin de Ramazan’da ve gurbette başka bir neşesi var. Dersler ve ödevler arasında kalan boş zaman- larımı bunlara harcamak zorunda olmak bana başta bir külfet gibi gelse de sonradan içimde bunun Ramazanlarımızı daha bereketlendirdiğine dair bir his de uyanmadı değil. Tabii dersler deyince yazın ve Ramazan’da girmek zorunda olduğumuz derslerden bahsetmiyorum bile ama olsun, sabrın sonu selamettir. Amman’da en çok dikkatimi çeken ve hoşuma giden Ramazan’a dair şeylerden biri de teravih namazlarındaki Türkiye’den biraz daha farklı olan usul. Şu ana kadar muhtelif camilerde karşılaştığım teravihlerde en dikkat çekici özellik “sakinlik” oldu. Bizdeki gibi namaz öncesi ısınma hareketleriyle hazırlanan, yanına su istifi yapıp yarışa başlayan bir kitleyle karşılaşmadım henüz burada. Camilerde genelde sekiz rekat olarak eda ediliyor teravih namazı. Bu sakinliğin sebeplerinden biri bu olsa da Türkiye’den erken olmuyor cemaatin camilerden çıkış saatleri. Optimum seviyede çalışmaya ayarlanmış bir sistem gibi. Bulunduğum pek çok camideki imamların ortak özelliği güzel, sarih ve sakin kıraatleri; belki hatimle kılınmıyor teravih fakat okunan Kur’an miktarı da yarım sayfadan az olmuyor. Türkiye’de olmasını istediğim güzel başka bir adet daha var, o da teravih aralarında imamların cemaatle sohbet etmesi. Bu bazen vaaz şeklinde oluyor, bazen daha samimi bir şekilde. Yatsı namazı farzından ve teravih namazının ortasından sonra imam ya da cemaatteki başka bir görevli 10 dakikalık sohbetler yapıyor. Cemaate soluklanma şansı tanıyor, camiyi bir yaşam alanına çeviriyor. Ek olarak teravih namazının ikişerli rekatlar halinde kılınması insanı fiziksel bir yorgunluktan alıkoyarak, namazların huşû içinde kılınmasına imkan sağlıyor. Herkesin Şafi olması başta garip gelmiyor değildi. Vitr namazı bir rekat olarak kılınıyor. Sabah namazlarını cemaatle kıldığınızda sabahın farzının ikinci rekatında açıktan dua edilmeye başlanıyor. Sanırım alışılması en zor farklılıklardan biri de buydu benim için. Evet, sonuç olarak “Ramazan her yerde aynı Ramazan!” demek geliyor içimden. Allah ecrini sadece Allah’tan umarak kendini birçok dünya zevkinden uzak tutmak. Fakat tam olarak Ramazan her yerde aynı, demek de içimden gelmiyor açıkçası. Farklı anılar, farklı yaşanmışlıklar ve farklı insanlar gayet tabii Ramazan’ı da bizim için farklı kılıyor. Her ne kadar, Ürdün’de geçirmiş olduğumuz bu günler farklı ve güzel bir Ramazan deneyimi olarak bizlerde yer etse de, Türkiye’de geçirilen, çocukken yaşanan Ramazanlar benim için hep bir ukde olarak kalacak ve hep hasretle yad edilecektir. Ahvâl ~ 8 Düğüm ERASMUS’TA RAMAZAN Saime Kara Yazıma Erasmus’ta Ramazan ile başlayacaktım ancak Erasmus’ta Ramazan’dan önce geçirdiğim dört ayı anlatırsam söyleyeceklerim daha anlaşılır olur. Okuldan yakın arkadaşlarımdan biriyle Erasmus için Almanya’ya geldik. Yalnız okulumuz ve kaldığımız yer, Almanya’nın doğusunda, Saksonya eyaletinde. Almanya’ya oldukça yayılan Türklere burada rastlamak çok zor (Türk dönerciler hariç). Tabii ki kaldığımız şehir ve çevresi, Neo-Nazi insanlarıyla, İslam ve göçmen karşıtı Pegida hareketiyle de ünlü olduğu için, Türk ve Müslüman nüfusunun neden fazla olamadığını haliyle anlayabiliriz. Arkadaş çevremizin çoğunluğu çeşitli milletlerden oluşuyor: Macar, Fransız, Rus, Çek, Alman, Slovak… Çoğu İslam hakkında ya kulaktan dolma bilgilere ya da yalan yanlış bilgilere sahipti. Ama Müslümanlığı bizimle tanıştıklarında tanıdıklarını da söyleyebilirim. Peki, bu tanışma nasıl oldu? Arkadaşlarımızın yaşadığı şoklarla başlamak istiyorum: Erasmus demek parti demek, öyle bilinir. Burada okulun yaptığı etkinliklerde önce yavaş bir giriş-tanıtım, yemek vs. oldu, sonra da büyük parti başladı. Arkadaşlarımızın Müslümanlıkla ilk tanışması alkol aracılığıyla oldu. “What!!! You don’t drink alcohol!! At all?? Never!!! Oh my God! Why?” tepkileriyle ve sorularıyla başladı. -“No, because of our religion, we don’t drink alcohol.” “Oh my God, I cannot imagine!” sözleriyle devam eder bu. Ama illa nedenini öğrenmek isterler. -“Do you think it is healthy?” “No, but you get fun.” -“If I don’t remember or if I behave absurd, why should I drink alcohol?” “Yes, you are right, but...” Bu noktadan sonra “Okay.” diyerek yollarına devam ederler. 9 ~ Ahvâl İşin eğlenceli tarafları, yabancı arkadaşlarımızı evimize çay içmeye davet etmekle başladı. İnsanlar alkol içmediğimizi biliyordu ama çayı çok içtiğimizi bilmiyorlardı. Bu biraz din mevzusundan çıkıp kültüre giriyor ama neden bahsettiğimi yazının sonunda anlayacaksınız. Gel zaman git zaman, bu yabancı arkadaşlarla çay içmek için buluşmaya başladık. Bizim evimizde ya da onların evinde. Ve insanlar partilere eğlenmeye gitmek yerine çay içip sohbet etmek için bize gelmeye başladı. Herkes kültürünü anlatıyor, biz de İslam’ı ve Türk geleneklerini anlatıyoruz. Bu, “Hadi oturun bakalım, size İslam’ı anlatacağız.” şeklinde olmuyor tabii. Hal ve davranışlarımızla ilgili bir şey dikkatlerini çekiyor ve öğrenmeye çalışıyorlar. İkinci şokları domuz etiyle başladı. A: “You don’t eat pork? Why! It is read meat!” B: “We don’t eat it because of our religion.” Kafalarında hemen, bunların dini de her şeyi yasaklıyor canım, düşünceleri gezmeye başlıyor bu noktada. Ancak devam ediyoruz. B:“It is forbidden. Firstly, the fat in pork is not healthy for human body. Secondly, pigs can eat everything they find, even their own stool, so I don’t want to eat their meat. Lastly, I can afford my read meat necessity with cow and sheep.” A:“Hmm... It makes sense.” Kafalarındaki İslam dininin yavaşça şekillendiğini görürsünüz o an. Ve sizi yemeğe her davet ettiklerinde yemeklerini vejeteryan yapmaya özen gösterdiklerini, tavuk veya diğer kırmızı et çeşitlerini kullandığını görünce mutlu olur, şükredersiniz. Arkadaşım ve ben tesettürlü değiliz ancak usturuplu giyinmeye özen gösteririz. Bir gün yoldayken, Slovak arkadaşım neden açık giyinmediğimizi sordu. Arkadaşım da erkekler tarafında cinsel bir obje olarak görülmek istemediğinden bahsetti. Kızın cevabı ise, “Zaten erkekler tarafından öyle Düğüm görülmek için açık giyinirsin.” idi. Tabii böyle cevaplar karşısında kafa sallamakla yetiniyorsunuz. IT DOESN’T MAKE SENSE CANIM diyemiyorsunuz. Oruç kısmına geçmeden önce namaz kısmından bahsetmek istiyorum. Bu konu biraz geniş. Buradaki Türk arkadaşlarımızın verdikleri tepkilerle başlayacağım: Bir gün yemekhanede Türk arkadaşım ve Slovak arkadaşımla yemek yiyorduk. Konu Müslümanlığa geldi. Türk arkadaşım durdu ve “So you say you are a Muslim but for God’s sake, tell me do you pray for five times a day?” şeklinde bir soru sordu. Ben de “Yes, I do.” dedim. Sonra çocuk döndü ve “Tamam, şimdi kıza istediğini anlatabilirsin.” dedi Türkçe olarak. Kız arkadaş, namazın mantığını bir türlü anlayamıyordu, çok fazla ve yük gibi geliyordu ona. “What! Five times a day! How do you do that, I cannot understand.” Yabancılara dininizi anlatırken felsefe yapmak yerine somut anlatmaya çalışacaksınız, öyle işliyor. Sonra anlatmaya başladım: -“Now think of a person who gives you shelter, food, clothes and cares about you. Everything you have is his or hers. And this person tells you that I’ll give anything you want but just come to me five times a day to say hello and thank me. You accept it immediately, right? When you think this way, everything seems to make sense, right?” “Yes, it seems so.” -“Now think of God now. Everything you have is thanks to God and God just wants you to go and thank to God and want something more.” Karşınızdaki kişinin bunun mantığını tam anlamıyla kavramasını bekleyemezsiniz ancak bir şeylerin yerine oturduğunu bilirsiniz. Çünkü bu konuşmayı yaşadığım arkadaşım, ertesi gün gelip benden, kendisi için namazlarımda dua etmemi istedi. Namazın önemli olduğunu anladı, duaların önemli olduğunu anladı. Dualarının kabul olacağına inandı. Çok şükür. Ve gün geçtikçe bu yabancı arkadaşlarımız namaz saatlerimize de alıştılar. A:“Hım… We should find a train after girls’ praying.” B:“Can I pray in your room?” A:“Yeah sure.” Kaç tane farklı din ve milletin evinde namaz kıldığımızı hatırlamıyorum bile. Çok şükür. Şunu diyebilirim ki bizim tanıştıklarımız çok anlayışlı, dinimize meraklı ve bize göre planlar yapan insanlardı. Biz yanlarında namaz kılıyorsak sessiz konuşmaya gayret gösteriyorlar ancak bizleri de göz ucuyla süzmeyi ihmal etmiyorlar. Bizi merak edip öğrenmeye çalışıyorlar. Gelelim Ramazana. Erasmus’ta Ramazan bizler için, her planın Haziran 18’den öncesine konulmasıyla başladı. Gezilecek ve görülecek yerler, yapılacak uluslararası yemek geceleri Haziran 18’den önce yapılmalıydı. Ve tek bir soruyla başladı: A: “Why?” B: “Because it is Ramadan and we will fast from morning to evening.” A: “Okay, but how many hours?” B: “Approximately, 18 hours.” A: “What! Without any food or water? Are you crazy?!” B: “Yes, we, Muslims sometimes rock and we love it!” Ve Ramazan başladı. İlk sahur yapıldı, ilk iftar gecesine geldik. İki Türk arkadaşımla ve sunum yapacağımız için Slovak arkadaşımla ilk iftarda beraberdik. Yemekler pişirdik, çorbalar yaptık. Her şey öğrenci usulüydü, herkes küçük bir kapta bir şeyler getirdi ve soframız zengin oldu. Duamızı ettikten sonra orucumuzu açtık. Slovak arkadaşımızın, ağzımıza attığımız her lokmada yüzümüze bakması, nasıl bir duygu halinde olduğumuzu anlamaya çalışması yine her şeye değerdi. Ramazanın üçüncü günü Macar arkadaşımızın ailesi bizi iftara davet etti. Tekrarlıyorum; herhangi bir dine mensup olmayan bu Macar aile, bizimle tanışmak için evlerinde iftar yemeği verdi. O insanların sizin için beklemesi, sizinle birlikle ilk sularını içmesi ve lokmalarını yutması öyle güzel bir his ki. Hatta on sekiz saat oruç tuttuğumuzu öğrendiklerinde “You are the heroes!” demeyi ihmal etmediler. Sonra Türk bir arkadaşımızın aracılığıyla camii bulabildik. Fatih Cami adı. Üç katlı bir bina. Ramazan’da iftar veriyorlarmış ve bizim de vakit buldukça gelmemizi rica ettiler. Oradaki Müslümanlar hayrına yemek veriyorlar. O kadar uzun zamandan sonra ezan sesi duymak ve camide namaz kılabilmek özlediğimiz bir histi. Bugün Ramazanın onuncu günü. Ancak bir gün bile yalnız iftar yapmadık burada. Ya Türk arkadaşlarla birlikte ya yabancı arkadaşların davetinde ya da camide orucumuzu açıyoruz. Allah’ın en güzel lütfu. Herhalde Ramazan’da yalnız olsam buruk olurdum. Çok şükür. Yarın da yabancı arkadaşlarımız iftara bize davetli. Genel olarak ben burada Almanya’da Ramazan’ı, iftarları ve sahurları çok sevdim. Belki ailemizden uzaktayız bu Ramazan ama hiç yalnız kalmadık. Size çoğunlukla anılarımızı anlattım, belki daha da çok vardır. Erasmus’ta Müslüman olmak çok güzel bir duyguymuş, insanlara Allah’ı, Kur’an’ı, İslam’ı ve Müslümanlığı anlatabilmek çok güzel bir lütufmuş. Allah’ın lütfu. Umuyorum ki yanlış veya eksik olmadan bunları insanlara aktarabilmişizdir. Ve burada bir şeyi daha anladım ki, biz aslında dinimizi çok da iyi bilmiyoruz. Allah’a inanmayanlar ve farklı bir dinden olanlar sorguluyor, neden, diye soruyorlar. Onlara o cevapları verebilmek için önce bizim bilmemiz gerektiğini anladım. Bu da tek Kitap’tan geçiyor. Allah’a emanet olun. Ahvâl ~ 10 Düğüm SREBRENİCA: BİR ACILAR MANSUMESİ Faruk Erdoğan Buldur Dönemin bitmesinin ardından üç yakın arkadaşımla birlikte Balkan ülkelerini gezmek üzere yola çıktık. Niyetimiz Osmanlı’nın bir zamanlar hüküm sürdüğü Balkan topraklarını yakından görmek ve ecdadın maddi-manevi eserlerini yakînen inceleme fırsatı bulmaktı. Gezdiğimiz ve gördüğümüz yerler, yaşadığımız olaylar bir bahs-i diğer lakin özellikle Bosna ve Srebrenica’yı anlatmak, gördüklerimizden ve hissettiklerimizden sizleri de haberdar etmek istedim. Öncelikle şunu belirtmek lazım ki Balkan topraklarında yaşayan Müslüman ve Türklerin Osmanlı Devlet-i Alîyesine karşı hasreti sürüyor. Herkes dönemin adalet, refah ve mutluluğunu mumla arıyor. Nitekim bu topraklar Osmanlı hükümranlığından sonra acılar, savaşlar ve kanlarla yoğruldu. Öncesinde Balkan Savaşları, ardından Birinci ve İkinci Cihan Harbleri ve nihayetinde Yugoslavya’nın dağılma döneminde patlak veren savaşlar... Kanaatimce dünya üzerinde vuku bulan savaşlar coğrafya ve zaman farketmeksizin belli idealler üzerinde cereyan eder. Bosna ve Sırbistan arasındaki bu savaş Hilal ile Haç’ın mücadelesinin ayyuka çıkmış halidir sadece, nitekim bu söylediklerimi doğrular nitelikte birçok Sırp komutanın sözleri mevcuttur. Bu yaşanan savaş, kazanan ya da kaybedeniyle birçok tartışmanın konusu olabilir lakin bize yüreğimizden hiç silinmeyecek 11 ~ Ahvâl bir acı bırakmıştır: Srebrenica. Srebrenica, Sırp sınırına gayet yakın bir yerleşim yeri, bugünkü Bosna sınırlarında. Savaş zamanında çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu bu şehir, BM tarafından güvenli bölge ilan edilmesi hasebiyle ölümden kaçanların, Srebrenica’nın ölümün yeni adı olacağını bilmeden sığındıkları bir mevki olmuş. Sırp ordularının BM’nin zayıf tutumundan, yetersiz korumasından yararlanarak binlerce insanı katletmesi tam olarak 11 Temmuz 1995’e rastlıyor. Sırp Komutanı Ratko Miladiç, Srebrenica saldırsının hemen ardından şu sözleri sarf ediyor: “İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri Srebrenica’dayız. Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta “Türkler”den intikam almamızın vakti geldi”. Biz gittiğimizde ölenlerin hatırası için hazırlanmış (soykırım zamanında insanların tutulduğu, işkence edildiği bir fabrika binası) Srebrenica Memorial Room’u ve şehitliği geziyoruz. Srebrenica’da yakınlarını kaybedenlerin konuşmalarıyla hazırlanmış bir film hissiyatımızı alt üst ediyor. Sonrasında şehitlikte okunan Kur’an ve dualar ardından ayrılıyoruz ama Srebrenica artık içimizde bir yara hâlini alıyor. Mekana ve zamana atılmış bir yara izi. Düğüm PROVOKATİF SORULAR YAKICI CEVAPLAR Üniversite’de Okumak Haram mı? Mustafa Runyun “Bu ülkede aptallarla konuşabilmek için para ve diploma lazım. Akıllılarla ise her türlü konuşabilirsiniz.” - İsmet ÖZEL Çok değil 80’lerden beri Türkiye’de Müslümanlar üniversitelere bu kadar yoğun girebiliyor. Tabii burada çok daha derin bir İslamcılık ve Müslümanlık tartışması var ama bu tartışmaya burada girmeye gerek yok. Üniversitelere olan bu yoğun talebi, bir vizyon meselesi olarak görmekten ziyade bir refah meselesi olarak görmek daha uygun olacaktır. Zira Müslümanların bu ülkede kaynak dağıtımından gerekli payı alıp en azından orta sınıf ve orta-üstü seviyelere gelebilmeleri de bu zaman dilimine rastlar. Tabii ki, üniversiteye girebilmenin kendisi pek çok farklı olguyu ve durumu da beraberinde getirdi. Mücadeleler, üniversite kamusalında var olma, başörtüsü, eylemsellik, gettolaşma bu durum ve olgulardan sadece birkaçı. Müslümanlar bunların ne kadarını çözebilmiş, ne kadarını görmezden gelmişler, bu tartışılır fakat şu an için Müslümanların gündemine yeni yeni girebilen ve hayati bir öneme sahip olduğunu düşündüğüm bir başka mesele daha var. Bir yerde kritiğin kritiği olarak da görebileceğimiz bu mesele üniversitenin, daha genelde akademinin Müslümanlar için “anlamı ve mahiyeti” üzerine olmalıdır. İlk başta fazlaca retorik gibi gözüken “Üniversitede okumak haram mı?” sorusu kendi içerisinde örtük bir atıflar dünyasını barındırmaktadır. Başlı başına bir önerme olarak görebileceğimiz bu cümlenin kendi içinde barındırdığı en önemli soru, üniversitenin Müslümanlar için nasıl bir mânâ ihtiva etmesi gerektiğidir. Bununla birlikte, akademinin kendisinin, kendi etiğinin, imkân şartlarının, söylem havuzunun ve dilinin Müslüman bir epistemolojiyle ne kadar uyumlu olabileceği meselesi karşımıza çıkmaktadır. Bu iki hususu birbirinden ayırmamızı sağlayan başat özellik elbette ki birinin öğrencilik hayatını, birinin öğrencilik sonrası üniversite hayatını ilgilendirmesidir. Bahsetmeye çalıştığım ilk durum, öğrencilerin gündelik yaşamlarında karşılaştıkları olaylar ve açmazlardan başka şeyler değil. Kadın-erkek ilişkilerinden tutun da, üniversitenin kendisinde geçirilen boş vakitlere kadar –ki burada bahsettiğim şey sadece derslere odaklanarak not kaygısına düşmek ve entelektüel, ilmi aktivitelerden uzak kalmak- karşılaşılan pek çok sorun öğrencilerin kendilerini konumlandırdıkları yeri bile etkilemektedir. Fedakârlık seviyesinin ne ölçüde yapılması gerektiği tartışmalarının yapıldığı 90’lardan, sermaye birikimi yapan kapitalistler gibi bir not biriktirme kaygısına düşüldü. Picasso Ahvâl ~ 12 Düğüm Öğrenilen bilginin mahiyet ve mânâsı artık o dersi alan kişiler için bir değer ihtiva etmemeye başladı. Elbette ki, bunu kendinden mülhem bir problematik olarak ele almak her durumda mümkün olmayacaktır. Söz gelimi, akademiden sadece kişisel ve entelektüel bir haz alan ve amacı materyalist anlam dünyasından beri olmayan insanların etkinlikleri, kariyerizm çarkında kapitalist etkinlikler içerisine giren insanların etkinliklerinden sadece mahiyet açısından farklıdırlar, değerler ve mânâ açısından değil. Tartışmayı biraz daha felsefi ve deruni bir yere çekmeye çalıştığımızda, üniversite eğitiminin kendisini bir paradigma olarak düşünürsek temelde yatan ideolojiyi ne olarak görmek gerekir? Buna tam olarak bir cevap bulmamız zor gibi duruyor. Lakin var olan gerçeklikte bir akreditasyon aracı olarak diplomanın önemini hiçbirimiz yadsıyamıyoruz. Alternatiflerin kendisini yok eden post-modern dönemde de üniversite eğitiminin, hatta üniversitenin kendisinin bir alternatifinin üretilemeyişi, imkân problemlerinin ötesinde hâkim düşünce dünyasının şartsız kabulünden ileri geliyor. Daha sarih bir ifade ile üniversite okuyarak komşuyu çatlatmak herkes için daha kolay. Bu kolaylığın getirdiği en büyük kolaycılık da öğrenilen bilgilerin ve kazanılan perspektifin kritiğinin edilmesinin ilk seneden sonra tamamen bırakılması ve bu bilgi ve perspektiflerin sorgulanmadan kabul edilmesidir. Zaten zihinlerimiz sınavlardan geçilmek için öğrenilen ve aynı zamanda da kritiği yapılan bir düzeni sürekli kaldırabilecek kadar da kuvvetli kalamıyorlar. Bütün bunlarla birlikte ve bunların haricinde, üniversite kamusalında var olabilmek gibi bir sorun çıkıyor karşımıza. Başörtülü ve sakallı üniversiteye girebilme belki şekil itibariyle atlatılmış bir problem gibi dursa da, kendini seküler olarak tanımlayan üniversitenin kendisi Müslümanlara şüpheyle bakmaya devam ediyor hâlâ. Değişen hükümetler ve hâkim görüşlerden bağımsız olarak bazı içkin ideolojiler bu kamusalı inşa etmeye devam ediyor. Artık “iyi/kötü” Müslüman tanımlamalarının yapıldığı bu konjonktürde kabul edilebilir Müslümanlık ve kabul edilemez Müslümanlık gibi eskiden olduğu gibi açıkça beyan edilemeyen, bununla birlikte herkesin zihninde olan bir sınıflandırma mevcut. Bunun kısa vadede çok bir pratik sonucu görüleceğe benzemiyor ama kartların tekrar dağıtıldığı kriz dönemlerinde bu hafızanın tekrar su yüzüne çıkmayacağını düşünmek de safiyane ve fazla naif bir düşünce olacaktır. İkinci meseleye geldiğimizde sorun çok boyutlu hale geliyor ve buradaki denklemin çözümü daha zor. Üniversite eği- 13 ~ Ahvâl timinden sonra kendisini idealist olarak nitelendiren insanlar hakikat arayışlarını ilmi alanda yapmak isterlerse onlara kapı açan tek kurum maalesef akademi oluyor. Buradaki sorunlar artık aile kurmayla gelen maişet kaygısı, akademinin mahiyeti ve hakikati, İslami metodoloji ile olan gerilimi, çalışılan alan ve disiplinler-arasılık gibi belki de sınırlarını saptamanın imkânsız olduğu bir yere doğru gidiyor. Bu sorunlarla bağlantılı bir sorun da akademinin kendisinde var olabilmek. Olayın bu ikinci veçhesi aslında daha geniş bir epistemoloji eleştirisini kapsıyor ama bu yazı bunu yapabilecek bir iddiada değil. Fakat şu kısma değinmek mümkün: Özellikle Bilim Sanat Vakfı gibi alternatif eğitim kurumlarının kurulması ile birlikte açığa çıkan bir vizyon var. Bu vizyon Batılı ve İslami (geleneksel) bilginin meczedilerek yeni bir paradigma ortaya çıkarmaktan ziyade, Batılı bilginin hâkim paradigma olan akademi içerisinde temsil edilerek burada savunulması ve üretilen bilginin bu süzgeçten geçirilerek piyasaya sürülmesi gibi bir amaca hizmet ediyordu. Buradaki temel sorunsal, akademinin yakıcı baskınlığı ve var olan seküler pozitivist dilin bu amaca ne kadar hizmet edebileceğiydi. Zaten kısa zamanda seküler post-modern bir dille İslami bir paradigmanın inşası sorun olmaya başladı. Müslümanların kendi alışkanlıkları, alışkın oldukları bir söylem dünyaları, dilleri vardı ve bunların akademide o an için -ve hatta şimdi- bir yeri yoktu. Bu sebeple Müslümanlar akademide sadece Müslüman oldukları için bulundurulmadıklarına dair bir dizi mit oluşturdular. Halbuki, dünyadaki akademik literatür incelendiğinde bile görülebilen en temel şey, bu alandaki çalışmaların ve İslami perspektifin hâkim olduğu araştırmacıların oldukça az bir orana sahip olduklarıdır. Muhtemelen, bu üstesinden gelinmesi daha kolay bir sorundu; en azından zahiri itibariyle. Çünkü artık sosyal statü olarak üst sınıfa çıkan Müslümanların sahip oldukları ekonomik güç onların kendi üniversitelerini kurmaya yetecek kadardı. Maalesef kendi “akademi”lerini kuracak bilgi birikimi ve tecrübeye sahip değillerdi. Kendi üniversitelerini kurmak da bir nevi gettolaşma manasını taşıyordu. Sanırım bu haliyle sorun çözümlenmekten ziyade daha büyük bir çözümsüzlüğe itilmişti. Sonu en başından belli olan böyle bir yola giren Müslümanların bir çözüm arayışı içerisine girmeleri için tekrar yasakların mı başlaması gerekiyor? Kriz zamanlarında üretkenliğin arttığı bir gerçek ama kendi kendimize düşünmemiz gereken zamanlar geldi de geçiyor. Düğüm MUSTAFA ÖZEL İLE AĞRI’DAN BOĞAZİÇİ’NE Şeyma Özel Mustafa Özel 1956 yılında Taşlıçay’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ağrı’da tamamladı (Atatürk İlkokulu, 1968; Naci Gökçe Lisesi 1974). Boğaziçi Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun oldu (1980). Marmara Üniversitesi’nden İktisat Tarihi Yüksek Lisans (1992) ve Doktora derecelerini aldı (1999). Marmara, Beykent, Fatih ve Bahçeşehir Üniversiteleri’nde lisans ve yüksek lisans dersleri verdi. Şu anda İstanbul Şehir Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri Fakültesi öğretim üyesidir. Dergâh, İzlenim, Yeni Şafak, Aksiyon ve Anlayış gibi yayın organlarında yazı ve çevirileri yayımlandı. Evli ve üç çocuk babasıdır. Başlıca çalışmaları şunlardır: Amerikan Yüzyılının Sonu (Türkiye Yazarlar Birliği 1993 Fikir Ödülü), Birey, Burjuva ve Zengin, Piyasa Düşmanı Kapitalizm, Niteliğin Egemenliği, İstikbal Köklerdedir, Tarih Risaleleri, İktisat Risaleleri, Yöneticilik Dersleri, Liderlik Sanatı, Etkici Yönetici, Medeniyet ve Modernlik, Aklı Karışıklar İçin Kılavuz (Schumacher’den çeviri. 1990 Türkiye Yazarlar Birliği Tercüme Ödülü), Medeniyet ve Kapitalizm (Braudel’den çeviri) ve Jeopolitik ve Jeokültür (Wallerstein’den çeviri). Ahvâl: Boğaziçi’ndeki ilk günlerinizi hatırlıyor musunuz? Neler hissetmiştiniz Ağrı’dan Bebek’e vasıl olduğunuzda? Boğaziçi’ne 1974 Eylül ortalarında geldim. Adresi Bebek olarak aklımda tuttuğumdan, Eminönü’nden bindiğim Sarıyer otobüsünden Bebek’te indim ve Bebek Kapı’ya kadar yürüdüm. Kapıya geldiğimde, aşırı yorgunluk deyin, hayat acemiliği deyin, ilk şoku yaşadım: “Üniversite dedikleri bu küçücük bina mıydı? Oraya kaç kişi sığardı ki?” Güvenlik görevlisi hâlime acımış olacak ki, asıl üniversite yukarda, ister yürü, ister burada bekle biraz, gelen arabalardan birine binersin, dedi. Yukarıyı tasavvur edemesem de, herhalde fazla “yukarı” değil, diye düşündüm. Gaflet işte! Yürü babam yürü, bitmek bilmez bir yokuş. Neredeyse yolun yarısında, “Ulan böyle üniversitenin!” deyip geri dönmek işten bile değildi. Ağrı’da tercih sıralaması yaptığımızda, Boğaziçi adını işitmiş değildim. Uyanık bir arkadaşın telkiniyle olacak, BÜ Mühendislik fakültesini üçüncü sıraya yazmışım, asteriks işaretine dikkat etmeden. Trafikçilerin aksi kanaatteyim: Bazı dikkatsizlikler hayat kurtarır! İşareti okumuş olsaydım, okul harcının 5000 lira olduğunu anlar ve kesinlikle tercih etmezdim! Kayıt sırasında o parayı istediler tabii. Cebimde topu topu 300 lira var. “Yani kaydımı yapmayacak mısınız?” dedim. Nasıl demişsem, beni hemen burs komisyonuna yönlendirdiler. Komisyon üyeleriyle çabucak kaynaştık tabii. Yüzlerce kolej talebesi arasına Ağrı’dan bir kardelen geliyor! Kaç kardeş olduğumuzu sordular, “Yedi.” dedim, “Bir de bacımız var!”. Herkes yerlerde tabii. Netice: Beş bini almadıkları gibi, bana ayrıca aylık 450 lira yemek, yıllık 250 lira kitap bursu “yazdılar”! Kız yurdunun arkasındaki spor salonunu (sonradan yapılan balonu kastetmiyorum, o yoktu zaten!) yurt haline getirmişler, üst ve alt katlarda 40-50 kişi kalıyoruz. Yatak, yorgan hiçbir şeyim yok. Sürveyana git dediler. Ya son sınıf ya master öğrencisi olacak, Mehmet Kabasakal ile tanıştım. Bana iki battaniye verdi, birini altıma birini üstüme serip hafta sonuna kadar idare ettim. Sonra işi hallettik. O ilk dönemde Ramazan nasıl geçiyordu Boğaziçi’nde? Rahat oruç tutabiliyor muydunuz; iftar, sahur? Ramazan yeni mi başlamıştı, sonuna mı geliyorduk, tam hatırlamıyorum. Hatırladığım, koca ü n i v e r s i t e d e (koca dediğime bakmayın, yatılı ve gündüzlü, bütün öğrencilerin sayısı 820 idi) oruç tuttuğumu bir tek Alman hoca anladı! Akşam yemeği iftardan 10-15 dakika kadar önce bitiyordu, ben de son beş dakikada yemeğimi alıp, çeyrek saat kadar bekliyordum. Beklerken Hermann Hesse kılıklı Prof. Fuchs yarıladığı yemeğiyle yan taraftan benim masaya kaydı. “Oruçlu musunuz?” Evet, dedim. “Ne güzel, maneviyatın ayakta durması ne muhteşem bir şey, Size teşekkür ediyorum!” Şaşırmış, doğrusu biraz da işkillenmiştim. Samimi miydi söyledikleri? Ağzımdan laf mı almak istiyordu? Sanki büyük bir örgütün elemanıydım da, Hitler’in adamı bana kur yapıyordu. Sonradan epey samimi olduk Profesör Fuchs’la. Hesse’yi yıllar sonra okuduğumda, Fuchs’un maneviyat özlemini daha iyi anladım. Bir tür “Doğu Yolculuğu”na çıkmıştı o da. Her şeyde hemen bir roman havası yakalıyorsunuz. Okuma serüveniniz çok erken başlamış olmalı. Ağrı’da, Taşlıçay’ın bir köyünde doğmuşum, dört yaşına kadar ilçede yaşadık. Ben daha dört yaşındayken komşumuz Mevlüt Öğretmen bana alfabeyi belletmişti. İlkokula giderim, fakat ortaya gitmem, diyordum. Sebep? İlkokul evimize çok yakındı, ortaokul ise kasabanın öbür ucunda. “Eve dönünceye kadar bana avsir kalmaz!” diyordum. Avsir, az etli bol patates ve soğanlı yaygın yemeğimizdi. O zamanlar beş kardeştik ve sofraya geç oturan avucunu yalardı! Beş yaşındayken şehir merkezi Karaköse’ye taşındık. Okuma aşkım, babamın akşamları okuduğu Siret adlı kalın kitaptan kaynaklanıyor. Kitap’ta Hz. Peygamber çok dolaylı olarak zikrediliyordu. Asıl kahramanlarımız Hz. Ali ile Battal Gazi Ahvâl ~ 14 Düğüm idiler. İlkokula 7 yaşında başladım. Talihe bakın, Ağrı İl Halk Kütüphanesi yıkılmış, geçici olarak bizim okulun genişçe bir dersliği kütüphaneye çevrilmiş. Okumayı söker sökmez kütüphaneye dadandım, saatlerce okumaya başladım. Kütüphanede birer nüsha ders kitabı da olurdu ve ben ilkokulda ortaokul kitaplarından, ortada ise lise kitaplarından ders çalışırdım. Kütüphanelerde ne de olsa resmi gözetimden geçmiş kitaplar olur. Hep onlarla mı beslendiniz? Beni “paradigma dışı” kitaplara yönelten, Ahmet Abim oldu. Erzurum İmam Hatip’te okuyordu. Gelişlerinde Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in, Rasim Özdenören’in, Erdem Beyazıt’ın kitaplarını getirirdi. Benim gözümde Necip Fazıl dünyanın gelmiş geçmiş, gelecek en büyük yazarıydı. Çoğu kitaplarını ezberlercesine defalarca okurdum. Orta son sınıftan itibaren yavaş yavaş siyasi ortam hareketlenmeye başladı. Kendimi Ülkü Ocakları’nda buldum. Lisede ve akşam sanat okulunda çok yetişkin ülkücü hocalar vardı, sıradan tipler değillerdi. Ama neticede kavmiyetçi bir zihne sahiptiler. Benim aşırı Necip Fazıl, Sezai Karakoç eğilimim onları rahatsız ediyordu. Güzel bir duvar gazetesi çıkarırdık. Necip Fazıl’dan şiirler, İdeolocya Örgüsü’nden pasajlar, Sezai Karakoç’un bazı yazılarını koyardım. Başka yazılar bir hafta asılı kalırken benimkiler hemen sökülürdü. Necip Fazıl yüzünden lise ikide Ülkü Ocakları’ndan koptum. Köken olarak Kürt bir aileden geliyorsunuz. Ülkü Ocakları’nda sorun yaşamadınız mı? Ağrı’da halk arasında “Kürt sorunu” yoktu. Kürt, Acem, Laz gibi sıfatlar doğaldı, kimse bunları “Türklük” için birer dinamit saymazdı. Babama Kürt Kâmil, ilkokul birinci sınıf öğretmenimize Acem İdris deniyordu. Annem köyde büyüdüğü için Türkçe konuşamaz, annemin halası Cemile Nene ise Kürtçe bilmezdi. Acem İdris beni çok seven bir hocamızdı. Bir gün beni tahtaya kaldırıp “Biz Kürt müyüz Türk müyüz?” diye sordu. Biraz düşündükten sonra, “Evde Kürt’üz okulda Türk’üz” dedim. O beni çok seven hoca çok üzüldü, bozuldu, beni azarladı. “Bu nasıl cevap? Hepimiz Türk’üz” diye. Yedi yaşımda, bugünkü açılım politikalarına istikamet verebilecek, çok mantıklı bir cevap verdiğimi sanıyorum. Ağrı Lisesi mezunu olarak Boğaziçi Üniversitesi’ni nasıl kazanabildiniz? İktisat bölümünü bilinçli bir tercihle mi seçtiniz? Neler oluyor hayatta! Üniversiteye Çanakkaleli matematik hocamız Necati Ünsal sayesinde girebildik. Aslında profesör olabilecek biriydi, kanatları vardı adeta. Fakat o kanatlarla kendisi uçacağına, bizi uçurdu. Dönem arkadaşım Çetin Kaya Koç, dünyanın önde gelen kriptoloji profesörlerinden biri oldu. Gece gündüz çalıştırdı bizi Necati Hoca. O yıl en az bir düzine Ağrı Lisesi mezunu, birinci sınıf üniversitelere girmeye hak kazandı. Ben de Boğaziçi Mühendislik’e girdim. Aklımda özel bir şey yoktu, boyuna kitap okuyor ve tıptan kaçıyordum. “Bir iki sene bakarız, olmazsa başka üniversiteye geçerim.” diyordum. Bir sene mühendislik okuduktan sonra iyi bir mühendis olamayacağımı anladım ve İktisat/İşletme tarafına geçtim. İstanbul’da da Necip Fazıl aşkınız devam etti mi? Necip Fazıl yüzünden Ülkü Ocakları’ndan kopmuştum. İstanbul’a geldikten bir süre sonra Üstadımız ülkücü oldu! Bende de sol düşünceye eğilimler başlamıştı. Dinî inancım hiçbir zaman sarsılmadı ama işin sosyal yönü bakımından Kemal Tahir’i, Attila İlhan’ı, hatta doğrudan Marks’ın kitaplarını okumaya başlamıştım ve söylediklerinin ciddiye alınması gerektiğini hissediyordum. Derken Cemil Meriç’le karşılaştım. Tüm kitaplarını yutar gibi okudum. Kendisiyle tanışmak da nasip oldu. Bütün bu sağ, sol vb. fikirler zihnimde yerli yerine oturmaya başladı. Cemil Meriç benim kutup yıldızımdır! ü letme Kulüb 1979 BÜ İş 15 ~ Ahvâl MUTFAKLARIN AHVÂLİ Düğüm Hilal Demircan Hatice Büşra Özkan Nagehan Elif Akyağ (Şeyma Özel de içecek alıp gelecek) orbası ndığınız için yeteri akvaıdbairr Ç t r u ğ o Y ra tıka alan pil çoradan son z am an k i O çorb ang etmez mi? “B u g ü n h ptınız ve pilavı ya ma o da yarına y uza kaldırın . Ve n: İf tara yoğ urt ç in ir p İf tar için i? Yarına kaldı a oyarak buzluğ un buzluktan çıkarı kap kacak ve rı m m ek yenmedi uzdolabı poşetin ünüz zaman onla şünerek minimu b ğ ü ü d a y d i e n v in şü a ü ev b ka ed öğ rencini yım?” diy bayı yapa ıyoruz . Tarifi bir p a y umurta çorbası y veriyorum . apıl ışı: rt, un ve Y u ğ le o y y e e d e nın olmalzem ir tencer rta sa rısı eler: k ad a r Ma lzem bir av uç ha ldeyse rda ğ ı a ış b m n ay a ç Ha şl ac a k sa 1 n a şl a h pirinç, pirinç oğ urt a k a şığ ı y 4 -5 çorb n u ı ğ şı ka 1 yemek sı* (va rsa) a nın sa rı 1 y umurt a sıv ı ya ğ (va rsa) ve y Tereya ğ ı rda ğ ı su a b 5-6 su Na n e Tu z b u Önceli k le . Evde yok sa y um ve ya ğ ek lenip pılır irinç p , su e n sa rısı çır ü 10 da k ideğ il. Üst a ate şte ya k la şı k ma sı şa rt rt o e ve tu z n ra a ta n son a ya k ın n ay lm çorba tı k aynad ık a ap k lenirse ir. A lt ı k meden e iş p k a pişiril . rt n u u ğ yet ols u zu yo ha zır, a fi ek lenir (t Çorba nız ). ir il b le kesi mak iç in yca ayır la o k ı ın rak te rs r ıs elik aça tanın sa k bir d *Yumur çü ı ve saü n k sı a k ır ıp a ba a k m k ir te pesini ğ layab ın ma sını sa be ya zın ak ay r ıl r çe vir ip la a k e ind r ısının iç . iz n si ir il b Yalancı Tavuk Göğüsü Malzemeler: 1 su bardağı şeker 1 su bardağı su 1 litre süt 125g (yarım paket) margarin 1 paket vanilya Yapılışı: 1 bardak şeker ve 1 bardak un, bir kabın içinde harmanlanır. Tenceredeki 1 litre soğuk sütün içerisine şeker ve un karışımı süt çırpılarak eklenir. Spatula yardımıyla tencere dibine tutmasın diye kaynayıncaya kadar (göz göz olana kadar) karıştırılarak pişirilir. Yapılan karışım, kolayca soğuması için başka bir kaba alınır. Yarım paket margarin ve 1 paket vanilya eklenir, çırpıcı yardımıyla soğuyuncaya kadar çırpılır. Soğuduktan sonra sudan geçirilmiş (servisi kolay olsun diye) borcam gibi bir kaba dökülür. Süslemesi için tarçın, Antep fıstığı vb. kullanılabilir. Afiyet olsun. Not: “Kim Ramazan orucunu tutar ve one Şevval ayından altı gün ilave ederse sanki yıl orucu tutmuş gibi olur.” (Müslim, Sıyam: 204; Tırmizi, Savm; Ebu Davud, Savm: 58) Ahvâl ~ 16 Düğüm Sahurluk^^ - Ovmaç Malzemeler: Yapılışı: 2 yımırta 2 yufka (biri sarıp yemek için) 1 avuç katık* 1 kaşık tereyağı Yukaların biri elde para para bölünüp parçalanır. Genişçe bir tavada tereyağı pembeleşip kokusu çıkana kadar ısıtılır, ufalanan yukalar içine atılır. Bir müddet çıdırdayana kadar karıştırılarak kızartılır. Katık eklenir ve karıştırılır, yumurtalar isteğe göre çırpılarak veya direkt kırılarak eklenir. Beyazı pişene kadar karıştırılıp ateşten alınır. Yukanın içine koñup yiñir. Ekmeğinen ekmek yiñir mi dimeyin, pek gözel yiñir. Afiyet olsun. *Katık: çörek otlu yağsız tulum peyniri. Katığınız yoksa lor peyniri, istediğiniz herhangi bir peynir hatta yağlı olur demezseniz kaşar bile olur. ilavı Bulgler:ur P e Ma lzem ı sıv ı ya ğ y ba rda ğ a ç Ya rım ağı şığ ı terey 1 ç ay k a an 1 ba ş soğ msa k rı r sa iş d 3 lı k bu lg u a ğ ı pilav rd a b 1 su Tu z reye Yapıl ışı: a ğ tence a k sıv ı y rd a ince b e c m in rı Ya ş soğ a n a b ir ilir. B d e konur. e ilave ya ğ ın için sına ya k ın ıp n ra ğ do lma ce n k avru Soğ a nla rı lmada n) ince in kru e v a k k sa m m a (t ç d iş sa rı la birü ış m n doğra r soğ a n rımda k la rda k lenir. Sa ra bir ba n so n te k ü erek n ld ö le li kte d a ek bu lg ur ış la şı k k m a n Y a . ık y ba şla nır a y a a rak lm z ö k avru reya ğ , g k a şığ ı te ış su m a n y a bir tatlı k k ik i ba rda ıra k ılır. rı tu z ve irmeye b iş p ip il ilave ed u n. A fiyet ols Fırında Püreli Köfte Malzemeler: Köfte’nin yapılışı: Köfte için: 250g kıyma Yarım ekmek içi (1 bardak galeta unu) 1 baş soğan 1 tutam maydanoz 1 yumurta Tuz, karabiber, pul biber, kekik 250 gram kıymaya yarım ekmeğin içi ya da 1 su bardağı galeta unu eklenir. 1 baş ince rendelenmiş soğan, karabiber, pul biber, kekik, bir tutam ince doğranmış maydanoz ve tuz ilave edilir. 1 adet yumurta kırılır. Malzemeler karışana kadar iyice yoğrulur (bir gece önceden yapıp bekletilmesi daha iyi olur). Püresi için: 4 adet orta boy patates 1 kibrit kutusu kadar tereyağı 1 su bardağı süt Tuz 17 ~ Ahvâl Püre’nin yapılışı: 4 adet orta boy patates kabukları soyularak haşlanır. Güzelce haşlandıktan sonra henüz sıcakken çatal yardımıyla ezilir. Patatesler soğumadan 1 kibrit kutusu tereyağı ve tuz eklenip patatese yedirilir. Daha sonra 1 su bardağı süt ilave edilip karıştırılır. Önceden hazırlanan köfte, dibi yağlanmış fırın tepsine zemini eşit kalınlıkta olacak şekilde yayılır. Püre, köftenin üzerine yine eşit kalınlıkta olacak şekilde dökülür. Önceden 200 derecede ısıtılan fırına verilir. Yaklaşık yarım saat piştikten sonra rendelenmiş kaşar peyniri eklenerek kaşarlar eriyip kızarana kadar fırında tutulur. Afiyet olsun. BURJUVA ZEVKLER Düğüm Hande Yıldırım Hatice Büşra Özkan Hilal Demircan »»Tabağı yıkanmışçasına sünnetleyip bir sonraki yemekte önceki yemeğin tadını almamak –The ironi »»Avokado salatası ve malzemelerine ulaşabilmek için elit bir muhitte ev »»Mini Cooper’a “Mini” demek »»Çayı alabildiğine koyu, demli ve şekersiz içmek »»Öndeki teyzenin/amcanın ayağının üstüne secdeye gitmemek için teravihte en öndeki safta durmak + Henüz sünnetleri kılarken, “Sübnane Rabbiyel A’la”ları aceleye getirmemek için öndekiyle senkronize hareket etmeye çalışarak aynı anda secdeye gitmek »»Namazı hızlı kıldırdığı için imamı dövmek (bkz: http:// www.dailymotion.com/video/x9tw4a ) »»Eller karın üzerinde bağlı anneanne modunda dolaşıp yedi yirmi dört kıyamda olmak var.” diyerek vazgeçmek (thug life) »»Yatsıyı okununca kılmak »»Abdestli doğmuşçasına sabah abdestiyle yatsıyı kılmak »»Namazı çimlerde ve kütüphanede kılmak »»Fotoğraf makinesini analog kullanıp fotoğrafları banyo ettirmek »»Herkes Güney Çimler’e akın ederken Kuzey Çimler’de onlayn olmak »»BİM’den Hollanda vafılı almak »»Roka sevmek (İhtilaf var.) »»Kütüphanede asistan masası kapmak (Lamba içerir.) »»İftar sonrası dışarıda gezerken bu sayfaya madde ekleyememek »»Kedilerin sudan korktuğunu bildiğinden, elindeki suyu içmek yerine kedinin üzerine dökenleri uyarmak, (Kamu spotu: Bu dünyada misafirsin eşyaya da kendine de zulmetme!) »»Ürgüp’te peri bacalarının üzerinde balon turu hayali kurup beş yüz lira olduğunu öğrenince Feshane’de discovery’e binmeye karar vermek. (Feshane’de discovery > Vialand’de roller coaster) »»Eteğin tesettürüyle pantolonun rahatlığı arasında kalıp şalvar giymek »»Akşamı iftarlı camide kılıp teravihe rakip camiye gitmek »»Nafi Baba’da zaten hanımlara mahsus olan yukarı kattaki mahvilden kovulup aşağıdaki şadırvanlı kısımda namaz kılmak, ders çalışmak, uyumak, vs. »»Cümle içinde “makro, mikro, patriarchy, refer etmek, mündemiç, mütemadiyen, konjönktür, ünsiyet ve uhuvvet” kelimelerini bolca kullanmak »»Köpeklerden korunmak için ayet okumak (Mü’minun, 36) »»Eline geçen her fırsatta modernizme saymak »»Huzur Sokağı’ndaki Feyza’nın kızıyla aynı isme sahip olmak »»Klasik gitar konserine gitmek »»Hellim peynirli salata yemek »»Beş yaşındayken göbek üstü pantolon giymek »»Ramazan umresi yapmak »»Ali Express’ten ucuza kalemlik alıp satmak »»Gender dersinde hocaya atar yapıp ön sıralardan kalkarak dersten çıkmak »»Kurumsal aplikasyon yazdırmak »»Çay sevmeyip süt içmek (Burjuva olduğu konusunda ihtilaf var.) »»Tatillerde Avrupa fotoğrafı layklamak (Tercihen Bosna başta olmak üzere bilimum Balkan ülkeleri) »»Her şeyi eleştirip çözüm üretmemek çünkü neden üreteyim. »»Final zamanı okulu bırakmaya karar vermek »»“Evlil*k” kelimesini sansürleyerek yazmak (Dergi prensibi) »»“Nasılsın?” sorusunu sorana akademik hayatını anlatıp kişiyi sorduğuna pişman etmek (bkz: @poetikkliseler) »»Lokal olmak (İhtilaf var.) »»Özel sektöre girmeyip akademiye yönelmek »»Tahin’e gitmek »»Kütüphanede sabahlamak »»“Ne kadar burjuvasınız?” testinde peasant çıkmak »»“Bourgeois” yı tek seferde doğru yazmak »»Ahvâl alırken sadaka vermek »»Amerika’ya Ahvâl kargolamayı düşünüp “Zaten sitemiz Ahvâl ~ 18 Düğüm BİZİM BÜYÜK YÜREKLERİMİZ: MAJİD MAJİDİ Seçkin Azınlık Baştan anlaşalım, öyle okuyun yazıyı. Ben bir film eleştirmeni değilim. Kendi doygunluk krizimi çözmek için kullandığım yöntemlerden biri bol bol film izlemek. İddiasız, üzerimde baskı olmadan. İzliyorum, üzülüyorum, seviniyorum. Kendimi hatırlıyorum, insanlığımı. Ve belki de koşuşturmalar arasında çok ortaya çıkartamadığımız kalbimi hatırlıyorum. Bazı filmlerden daha çok etkileniyorum ve sizlerle paylaşıyorum. Belki bir hissiyata, fikre benim paylaşımımla dokunursunuz. Tamamen bu. Bu yazının kahramanı: İranlı yönetmen Majid Majidi [Mecid Mecidi] Kendisi İran’da yaşanan İslami Devrim sonrası ülkeyi terk etmeyenlerden. Baskı ortamında kamerasının yüzünü insana çeviren, iyiliğe dönen, içi boşaltılmamış maneviyata yönelen bir yönetmen. Şiir gibi senaryolar, kendimizden parçalar bulduğumuz oyunculuklar ve görsel işçilik. Kendisinin üç filmini izledim. Baran, Cennetin Çocukları, Cennetin Rengi. Bu şahane filmlerin konusu ve izlerken yaşadığım duygu yoğunluğu hakkında birkaç kesit sunacağım. Cennetin Rengi [1997] Bir çift ayakkabının yokluğundan olağanüstü hikâye yaratılır mı, yaratılır. Aklınıza oğluna flüt alamayan İbrahim Tatlıses gelmesin. Oldukça fakir bir ailenin üç çocuğundan ikisi arasında yaşanan muhteşem bir bağlılık. Kız kardeşinin yırtık ayakkabısını tamir ettirdikten sonra kaybeden abinin yaşadığı mahcubiyeti ve iki kardeşin bu durumu sağlam bir dayanışma ile nasıl hallettiklerini anlatıyor. Film arabesk eğilimlerin çok ötesinde, iki kardeşin birbirlerine duydukları sevgi ve güvenle insanlığımızı tekrar vitrine koyuyor. Gözlerim dolarak izlediğim bir şaheser. Baran [2001] Yalın bir senaryoyla yerle bir olduğum harika bir film. İran’da bir inşaat, kaçak olarak çalışan Afgan işçiler. 17 yaşında, inşaatın getir götür işlerini yapan hırslı Latif’in, inşaattan düşen babasının çalışamayacak duruma gelmesiyle, onun yerine inşaata gelen narin bedenli Rahmat’la yaşadığı uhrevi ilişki. Bir aşk hikayesi. Majid Majidi, bize filmin satır aralarında şunu hatırlatıyor; aşk vazgeçmektir. 19 ~ Ahvâl Kendi yoksulluğunu unutan Latif’in, Rahmat’a duyduğu sevginin doğallığı içinde ilerliyor. Rahmat’ın yoksullukla ve şanssızlıkla dönen çalkantılı iç dünyası, 17 yaşındaki neşeli karakter Latif’in kaderi oluyor. Her türden duyguyu barındıran bir yapımdı. Bazen yolda giderken yaşlı bir amca’dan öğütler dinledik: “Yalnız yaşayan, Allah’a komşu olur.” “Ayrılık, öyle bir ateş ki; acısı yürek yakar.” Filmin bir diğer etkileyici tarafı, Sovyet işgali ile ülkelerini terk eden milyonlarca Afgan’ın İran’da yoksulluğa direnmeleri. Cennetin Rengi [2007] Hayatı parmak uçlarında ilerleyerek hisseden kör bir çocuk ve ondan kurtulmaya çalışan bir babanın hikayesi. Kimsenin onu sevmediğini bilmesine rağmen hayata neşe saçan Muhammed ve onu sırtında yük olarak gören, ondan kurtulmak isteyen ancak vicdanın sonsuz sorularıyla bir türlü yapamayan bir baba. Muhammed, huşuyla ve sevgiyle Allah’ı arar, babası onu kaybetmek ister. İşte bu çatışmayla, nasıl bittiğini anlamadığımız şiirsel bir hikâye daha. “Kimse beni sevmiyor! Ninem bile! Kör olduğum için herkes benden kaçıyor. Eğer görebilseydim, diğer çocuklarla birlikte köy okuluna devam edebilirdim... Ama dünyanın ta öbür ucundaki körler okuluna gitmek zorundayım. Öğretmenimiz, Allah’ın bizleri diğer kullarından daha çok sevdiğini söylüyor ama ben de diyorum ki, madem öyle, bizi kör yaratmazdı. Ki böylece O’nu görebilelim. Öğretmenimiz dedi ki, ‘Allah görünmezdir, O her yerdedir, O’nu hissedebilirsin, O’nu parmağının uçlarını kullanarak görebilirsin’. Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım. Ve bulduğumda da, kalbimin bütün sırları dâhil, her şeyi anlatacağım.” Gündemin kalbimizi sıkı bir şekilde tahrip ettiği bu günlerde, bu filmlerle biraz olsun kalbimizi hatırlayabilmek dileğiyle. Chapter 3: Çözüm Ahvâl ~ 20 Çözüm RAMAZAN RİSALESİ ÜZERİNE Tuğba Türkoğlu Bismillahirrahmanirrahim. Esselatu vesselâmu alâ rasulüne Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain. Elhamdülillah başı rahmet, ortası mağfiret, sonu Cehennemden kurtuluş olan mübarek ay Ramazan-i Şerif’e eriştik. Bu Ramazan’ın başında Risale-i Nur’dan Ramazan Risalesi’ni tekrar tekrar okumaya niyet ettim. Her okuyuşumda ve dinleyişimde farklı manalar kalbime gelirken, her seferinde ulvi hakikatler zihnimde farklı bir yer ediniyor. Üstad Bediüzzaman Hazretleri, Ramazan-i Şerif’in pek çok hikmetlerinden yalnız dokuz hikmetini beyan eden dokuz nüktede ele alıyor bu küçük risaleyi. Ben de Ahvâl’in Ramazan sayısında, naçizane, sizlerle anladıklarımı, dinlediklerimi ve hissettiklerimi paylaşma niyetine giriştim. Ramazan Risalesi’nin Birinci Nüktesi’nde, Cenab-ı Hakk’ın rubûbiyeti yani “Rabb”liği noktasındaki çok hikmetlerinden birisinin, Allah’ın yeryüzünü bir sofra-i nimet suretinde yaratması, bütün nimet çeşitlerini o sofra üzerine dizmesi ve mükemmel rububiyetini, Rahmâniyet ve Rahimiyetini o vaziyetle ifade etmesine karşılık, insanların gaflet perdesi altında ve sebepler dairesinde o vaziyetin hakikatini görememeleri hatta unutmalarını nazara veriyor. İşte tam bu noktada orucun büyük hakikati göze çarpıyor ve Üstad’ın kendi ifadeleriyle: “Ramazan-ı Şerif’te ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz.” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne (kulluğa yakışır bir tavır) göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle (kullukla) mukabele ediyorlar.” İkinci Nükte ise şükre bakıyor. Tablacı (tezgâhtar) hükmünde olan insanlar bir fiyat istiyorlar. Nimetlerin hakiki sahibi olan Cenab-ı Hakk ise kullarından nimetlerinin karşılığında şükür taleb ediyor, diyor Üstad, tıpkı Birinci Söz’de bahsettiği gibi. Bizler tablacı hükmünde olan sebeplere ve insanlara gereğinden fazla minnettar oluyor, müstehak olmadıkları hürmet ve teşekkürü ediyoruz, hâlbuki Cenab-ı Hakk, tüm bunlardan daha fazla şükre layık. “Peki, ama nasıl bir şükür?” diye düşündüğümüzde ise şu satır çıkıyor karşımıza: “İşte O’na teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.” Ve devam ediyor: “İşte, Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır.” Sebebi ise gayet açık. Hakiki açlığı hissetmeyen insanların çoğu, çok nimetlerin kıymetlerini anlayamıyor ve haliyle vazifesi olan şükrü tam olarak eda edemiyor. Ancak “Padişahtan ta en fukaraya kadar herkes Ramazan-ı Şerif’te o nimetlerin kıymetini anlamakla bir şükr-ü maneviye (manevi bir şükre) mazhar olur.” Demek bizler dille ikrar etmesek dahi, Ramazan’da oruçla 21 ~ Ahvâl bir nevi şükür halinde bulunuyoruz. Tıpkı risalelerin başka bir yerinde geçen açlığın bir fiilî dua hükmüne geçmesi hakikati gibi. Diğer Nükte orucun insanın sosyal hayatına bakan çok hikmetlerinden bir hikmetine dair. İnsanlar maişet cihetinde çeşitli suretlerde yaratılmışlar ve Cenab-ı Hakk, bu ihtilafa binaen zenginleri fakirlerin yardımına davet ediyor, diyor Üstad. “Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler (…) Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.” Dördüncü Nükte’nin ihtiva ettiği orucun nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden birisi de, Ramazan-ı Şerif’te en zenginden en fakire kadar herkesin nefsinin, kendisinin malik (sahip) değil, memlük (kul,köle); hür değil bir abd (kul) olduğunu anlaması. Zira nefis, “Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye, mevhum rububiyeti (tasavvur ettiği rabblik iddiası) kırılır, ubûdiyeti (kulluğu) takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.” Evet, Cenab-ı Hakk emretmezse elimizi suya uzatmak gibi en basit bir işi dahi yapamayız. Bunu ise nefse ancak oruçla kabul ettirebiliriz. Zira nefsin istemesine rağmen ve aslında helal olan yeme içmenin Cenab-ı Hakk’ın tayin ettiği belli bir vakte kadar yasaklanmış olması, kendisini hür ve malik tanıyan nefsin terbiyesi noktasında çok büyük bir hikmet. Diğer Nükte’de Üstad, Ramazan-ı Şerif’in orucunun, nefsin tehzib-i ahlakına (ahlakı güzelleştirmesine) dair ve serkeşane (baş kaldırır bir şekilde) muamelelerinden vazgeçmesi cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmetini açıklıyor. Evet, burada söylediği gibi hakikaten nefis, mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu görmez ve görmek istemez. “Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne (ölümsüz gibi), kendini ebedî tahayyül (hayal) eder gibi dünyaya saldırır. Şedit (şiddetli) bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını (Yaratıcısını) unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie (kötü ahlak) içinde yuvarlanır.” “İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç, en gafillere ve mütemerridlere (inatçılara) zaafını, acizliğini ve fakirliğini ihsas ediyor (hissettiriyor). Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin Firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr (tam bir acizlik ve fakirlik) ile dergâh-ı İlâhiyeye (ilahi dergâha) ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır -eğer gaflet kalbini bozmamışsa!” Çözüm Diğer Nükte yani Altıncı Nükte, ilk okuduğumda beni en çok etkileyen yerlerden biriydi. Burada, Ramazan’daki orucun Kuran-ı Hakîm’in inmesine ve Ramazan-i Şerif’in bizzat Kuran-ı Hakîm’in en mühim inme zamanı olmasındaki çok hikmetlerinden bir hikmetine çeviriyor nazarlarımızı. Uzunca ve daha derin ele aldığı bu meselede şöyle diyor Üstad: en parlak ve kudsi bir bayram hükmünde olduğundan, bu ayda “yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına (hayvani ihtiyaçlarına) ve mâlâyâni ve hevâperestâne (boş ve nefsin isteklerine düşkün bir şekilde) müştehiyata (nefse hoş gelen şeylere) girmemek için, oruçla mükellef olmuş”. Böyle geçici hayvanlıktan çıkıp melekiyet vaziyetine girmek ve ahiret ticareti için dünyevi ihtiyaçlarını geçici olarak bırakmakla, o insanın uhrevi bir adam ve cisimleşmiş bir ruh vaziyetine girerek, orucu ile Samediyete, yani Allah’ın hiç bir şeye muhtaç olmaması ama her şeyin ona muhtaç olması anlamına gelen Samed ismine bir çeşit ayinedarlık etmesini, yani ayna olmasını açıklıyor sonra Üstad ve ekliyor; “Kur’ân-ı Hakîm, madem Şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş (inmiş). O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu (inme zamanını) istihzar (göz önüne getirme) ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek (güzel karşılamak) için Ramazan-ı Şerif’te nefsin hâcat-ı süfliyesinden (aşağılık ihtiyaçlarından) ve mâlâyâniyat halattan (malayani/boş hallerden) tecerrüt (sıyrılma) ve ekl ve şürbün (yemek ve içmenin) terkiyle melekiyet (meleklik) vaziyetine benzemek, bir surette o Kur’ân’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi (ilahi hitapları) güya geldiği ân-ı nüzulünde (iniş anında) dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem’den (a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den (ezeli kelam sahibi Allah’tan) dinliyor gibi bir kudsî hâlete (hallere) mazhar olur.” “Peki bu uhrevi ticaretlerden mahrum kalmamak için tuttuğumuz orucun en mükemmel hali nasıl olur?” diye bir soru sorarsak, şöyle bir cevap çıkıyor karşımıza: Anlaşılıyor ki; hayvanlarla ortak noktamız olan yeme, içme gibi hallerden sıyrılma nispetinde ilahi kelama olan muhatablığımız artıyor, melekî bir vaziyete bürünüyoruz. Cenab-ı Hakk, bu cihetle merhametiyle Kur’an ayı olan Ramazan’da bizleri ezeli kelamına daha fazla yakınlığa ve muhatablığa davet ediyor. “Ve o orucun ekmeli (mükemmeli) ise, mide gibi bütün duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye (insandaki cihazlara) dahi bir nevi (çeşit) oruç tutturmaktır. Yani, muharremattan (haramlardan), mâlâyâniyattan (boş işlerden) çekmek ve her birisine mahsus ubûdiyete (ibadetlere) sevk etmektir.” “Evet, Ramazan-ı Şerif’te güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan, âyetini, nuranî, parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’ân ayı olduğunu ispat ediyor.” Diğer nükte, Ramazan’daki orucun ahiret ticaretine ve ziraatine bakan çok hikmetlerinden bir hikmetini ele alıyor ve şöyle diyor: “Ramazan-ı Şerif’te sevab-ı a’mâl (âmellerin sevabı) , bire bindir. Kur’ân-ı Hakîm’in, nass-ı hadisle, her bir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerif’te her bir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler; ve Ramazan-ı Şerif’in Cumalarında daha ziyadedir.Ve Leyle-i Kadir’de (Kadir Gecesi’nde) otuz bin hasene sayılır. Evet, her bir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ (Tuba ağacı) hükmüne geçiyor ki, milyonlarla o bâki (ebedi) meyveleri Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın (harflerin) kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette (zararda) olduğunu anla.” “İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır.” Ramazan Üstad’ın tabirleriyle hem bir pazar hem amellerin yeşermesi için bir nisan yağmuru hem de Cenab-ı Hakk’ın saltanatına karşı insanların ibadetlerinin resmi geçit yapmasına “Evet, bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını(meyvelerini) kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i katıadır (kesin bir delildir).” Ama nasıl? “Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak ve o lisanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men edip gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair cihazata (diğer cihazlara) da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i eşgal ettirilse (işlere son verilse) , başka küçük destgâhlar (tezgahlar) kolayca ona ittibâ ettirilebilir.” Sekizinci Nükte, Ramazan-ı Şerif’in insanın şahsi hayatına bakan çok hikmetlerinden birisine dikkatleri celbediyor. Bu meseleyi iki yönlü ele alıyor Üstad. İnsanın nefsi yeme içme hususunda istediği gibi hareket ettikçe hem maddi hayatına tıbben zarar verdiği gibi hem helal haram demeyip rast gelen şeye saldırmanın manevi hayatı da zehirleyeceğini söyler. Böyle hareket ettikçe kalbe ve ruha itaat etmenin o nefse ağır geleceği ve baş kaldırarak dizginini ele alıp insanın ona değil onun insana bineceğini söyler. Yani biz yeme içme hususunda emirleri gözetmediğimiz takdirde yalnızca haramlara girmekle kalmıyor, aynı zamanda nefsin dizginini eline vererek başka mevzularda ruha ve kalbe itaatini zorlaştırıyoruz. “Ramazan-ı Şerif’te, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi Ahvâl ~ 22 Çözüm bozmamaya çalışır.” Demek nefis Ramazan ayı boyunca Allah için helali dahi terk etmeye alıştıkça, haramlardan çekinmek için akıl ve şeriatın öngördüğü emirleri dinlemeye bir kabiliyet kazanıyor. Aksi takdirde haramlardan çekinmesi zorlaşıyor ve bu da nefsin dizginini eline alması, kalbe ve ruha itaatte zorlanmasını kolaylaştırıyor. “Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat (geçici) bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse (iş bırakmazsa), o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın (cihazların) hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder (karıştırır). Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten (geçici olarak) unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i velâyet (evliyalar), tekemmül (ilerlemek) için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat (diğer cihazlar), o fabrikanın süflî (aşağı) eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler (lezzetlenirler), nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler derecâtına (derecelerine) göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara (sevinçlere) mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin (latifelerin) o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat (ilerleme) ve tefeyyüzleri (feyizleri) vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.” Ve son nükte, Ramazan-ı Şerif’in orucunun doğrudan 23 ~ Ahvâl doğruya nefsin rabblik iddiasını kırmak ve ona acizliğini göstermekle kulluğunu bildirmek noktasından pek çok hikmetlerinden birini anlatıyor. “Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; Firavunâne kendi rububiyet rabblik) istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerif’teki oruç, doğrudan doğruya nefsin Firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd (kul) olduğunu bildirir. Hadisin rivayetlerinde vardır ki: Cenâb-ı Hakk nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?” Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.” Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş: “Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş: “Men ene? Ve mâ ente?” Nefis demiş: Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.” Üstad’ın kırk dakikada süratle yazdığını belirttiği bu risale küçük ama içinde çok derin hakikatlerin kısa hülâsalarını ihtiva ediyor. Ben naçizane bu risalede yer alan dokuz nüktedeki bazı kısımlara değinmeye çalıştım. Elimden gelse kendi sözlerim yerine tüm risaleyi koyacaktım. Merak eden kardeşler “Ramazan-İktisat-Şükür Risaleleri” başlıklı küçük risaleden ya da Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mektubat Kitabı’nın 29. Mektubu’nun “İkinci Risale olan İkinci Kısmı”ndan “Ramazan Risalesi”ni okuyabilirler. Selametle. Çözüm Selamun aleykum, Ey bizi bir hiçken var eden, her şeyimizi borçlu olduğumuz Yaratıcımız, bu mübarek ayda, bu enfes ibadet ikliminde, ellerimizi Sana açtık şükür ve niyaz için huzurundayız.. Rabbimiz, bu misyoner dergahı eğitim kurumunda, şu kadar mümini bir araya denk getirdin. Yarab Senin gazabına yol açacak türlü hallerin, işlerin meydana geldiği bu fucur yuvasında, burada Sana bağlılıkla el açmış bu güzel gençleri, Sana bağlı kalmaya azmetmiş, bu onurlu genç insanları, Senin hadlerini aşmamaya, Senin davana hizmet etmeye, Senin hoşuna gidecek imzaları bu yalan ama ahiretin tarlası olan arz’ın üstüne atmaya, muvaffak eyle! Yarab bu genç ömürleri, ateşin ve azabın değil Senin sonsuz rahmetinin vesilesi eyle ! Bu yiğit gençleri, bu iffetli, tertemiz hatunları kariyer ve modern hayat standartının peşinde koşan, İslam dünyasındaki kardeşlerini, kendi vücudunun diğer kısımları olarak görmekten acze düşmüş, senin ihsan ettiği her türlü rızık ve serveti, bu kardeşleriyle paylaşmaktan geri duran, fakir duasının değil, zengin sofralarının, müstakbel makamların cazibelerine kapılmış diploma için takla atıp, dünya ikbalini riske atmamak için, cehd etmekten kaçmanın yollarını arayan bir zillet halinden muhafaza buyur yarab ! Yarab Boğaziçili olmak, bize gaflet sebebi olmasın ! Yarab dünya, bize Seni ve hakikatleri unutturmasın ! Peşinde koştuklarımız, itibar ettiklerimiz bizin Senin katında itibarsızlaştırmasın ! Yıllarca para ve itibar için İngilizce öğrenip de başka yerlerde çobanların bile bildiği Arapça, Kuran ve İslami ilimlerin cahili olmaktan bizleri muhafaza buyur ! Bizlere hidayet eyle ki, Senin doğru yola rehberliğin sayesinde bu genç adamlar, sahip oldukları her şeyi, Senin yolunda yerlere sersinler Senin kelimenin yüceltilmesi, Senin davanın en etkili bir şekilde ifade edilmesi, yaşanması için cehd etsinler, bedel ödemeyi göze alsınlar ! İnsanlarla, hakikat arasındaki kilitleri açmayı, Senin yolunda fütuhatı, ganimet bilsinler ! Başkasının hidayetine vesile olabilmeyi, bulunduğumuz bu serhat diyarında, bu cihad sahasında Senin hoşnutluğunun vesilesi bilsinler ! Bu kıymetin peşinde başarı üzerine tefekkür etsinler, para ve emek harcasınlar. Gençliklerini Senin yolunda infak etsinler. Boğaziçili olmanın zekatını, verdiğin yetenek ve becerileri Senin yolunda kullanarak ödesinler.. - Fatih Elmalı Mazlumların, muhtaçların, bilgiye, yol yordama muhtaç olanların dudaklarında onlara dua olsun ! Bu yiğit kardeşlerim, şu etrafımızdaki gariban mahallelerinde, bizim buralarda Senden gafil olmadığımızın şahitlerini edinsinler ! Ne olur Yarab, Senin mahkemende şefaatçimiz olacak, amellerimiz olsun ! bizim Senin rızan uğrunda cehdimiz olsun, hesabını verecek bir hayatımız olsun ! Hayatımız, bu ahiret azığını toplamaya yönelik olsun ! Bizleri, kulluğun ihtirası ile ziynetlendir Yarab ! Senin elçin: ‘Müslüman yaptığı işi, en iyi yapandır” buyuruyor. Buradaki dindar kardeşlerimize, ümmeti temsil ettiklerini unutturma ! Sınıflarında silik, tembel, sorumsuz insanlar olmasınlar !. Tersine iyi hasletlerle Müslüman kimliğini ortaya koysunlar, ama gaflete düşüp de; derse, kariyere ve sisteme mağlup olmasınlar ! Yarab burada el açmış kardeşlerimizin, hakiki kardeşlerine düşkünlüğü olsun. Onlara yapılan her türlü zulme karşı hassasiyetleri olsun ! Yapamadıkları vecibelerin, yapamadıkları iyiliklerin sızısı kalplerinden gitmesin ! Rabbimiz bir kaç sene öncesine kadar, bacılarımız burada okuyamıyordu zalimin zulmü yılar ve yıllarca nice hayatları kararttı Yarab ne olur, şimdi bu rahatlığın tadını çıkaran bizleri zalimin nasıl tetikte beklediğinden gafil bırakma !.. Yarab ataletin, gevşemenin, keyif ve ucuz dünya metaına kapılmanın sonunda nasıl bir zillet ve musibet getirdiğinden, bizleri gafil bırakma !.. Yarab, bugün İslam davasına hizmetten kaçmanın sonunda nasıl bir utanç, nasıl mahcubiyet ve eziklik geleceğinden, bizleri gafil bırakma !.. Rabbimiz, bu genç adamlar, Senin davanın adamı olsunlar Hakkı söylemekten, Sana teslim olarak yaşamaktan, bütün isyankarların gözüne soka soka Sana secde etmekten çekinmesinler ! Ve Yarab bu nasipsiz belde de bize, Seni zikredebileceğimiz bir mabed ihsan eyle ! Yarab bu yeni nesli, bu mabedin vesileleri olmakla şereflendir !. Yarab bu kardeşlerimizi, Boğaziçi’ndeki ümmetin birliğinin, hakkın tebliğinin, nice nefislerin hidayetlerinin, vesilesi eyle !.. Nice baskın kalabalıkların önünde onları hakkı haykırmakla şereflendir !.. Yarab bu günah beldesi; bu amin diyen kardeşlerimin secdeleri, onların hakkı zikretmeleri, onların güzel ahlakı ile, onların hakkı hal ile tebliğ etmeleri ile, bir selam diyarına, bir rıza beldesine dönsün. Ahvâl ~ 24 Çözüm Rabbimiz bizlerin, bu şehitliğin yanında eğitim almamızı takdir ettin Etrafımızda yatan şühedaya burada can verdiren, 90 yaşındaki koca Eyüp’ü İstanbul surlarına getiren ilkeler, Boğaziçilinin pusulası olsun, onları diğer istikametlerden korusun ! 90 yaşında; cihaddan kaçınmak için her türlü bahanesi mevcut olan bir kutlu müminin hayatını, sıhhatini, ve neyi varsa bütün benliğini Sana arz edişi bizler için asaletin, zenginliğin, itibarın ölçüsü olsun ! Yarab senin imtihan için cazibeli gösterdiğin bu Boğaziçi denen manevi çöplük bu genç müminlerin burnuna güzel kokmasın ! Yarab, bu koca şehrin üçte biri aç, mahrum, mazlum yatarken, 15 milyonluk kalabalıkta, nice gariban yapayalnız kıvranırken, buradaki süslü ve düzmece tiyatro, hiç bir kardeşimin aklını başından almasın ! Yarab bizler eğitimde belli başarılar elde ederek buralara geldik ama bizler hakikatte aciziz, Sana hep muhtacız ne olur bizi doğru yoldan ayırma ! Ne olur bizi bu dünyada ve daha önemlisi hakikat zamanında rezil etme ! Ne olur bizi hidayetten, rehberliğinden nasipsiz bırakma ! Boş, havai, Senin katında kıymetsiz yerin 2 metre altına girdiğimizde 5 para etmeyecek dertlerin peşinde, bizleri maskara eyleme ! Bunca nimet ve sonunda, bunların şükründen gafil birer cehennem odunu olmayalım ! Yarab, gözümüzün bebeği, bizi sana yaklaştırmaya vasıta bildiğimiz Şura’mızı ve Halka’mızı kurtuluşumuza, ve büyük mahkemende Sana hesap verebilmemize vesile eyle ! Bu dünyevi vasıtalarla, Senin davana hizmet edebilmeye bizleri muvaffak eyle ! 25 ~ Ahvâl Yarab bu güzel kardeşlerimizin her türlü sıkıntısını izale eyle ! Zamanı gelince, dinlerini tamamlamaya ve iflahlarına vesile olacak, tertemiz evlilikler ihsan eyle. Alem uyurken, helalleri olan eşleriyle beraberce kıyama geçip, Seni zikretsinler, Sana boyun büksünler ! Zalim fuhşuna inat, bizim iffetimiz, bizim takvamız, bizim Senin hadlerine tabi olmamız bizim asaletimiz olsun ! Yarab bu genç, ve her biri kalbimin sahibi bu genç kardeşlerimize Senin rızan için, ölçülü bir hayat nasib eyle ! Aciziz, şaşkınız, günahkarız ama Senden başka gidecek kapımız, Senden başka umarımız, çaremiz yok amelimiz az, günahımız çok ama Sen biz Ğaniy, Kerim Rabbimizsin ne olur bu Ramazandan bizi nasipsiz bırakma ! Kibirli, kasıntı, ölçüsüz nefsimizi, orucun feyziyle yontmaya, düzeltmeye, terbiye etmeye bizleri muvaffak eyle Senin her şeye gücun yeter Sen Affedicisin, Affı seversin ne olur bizleri affeyle tevbe vazgeçtik bizleri affeyle pişmanız, mahcubuz, yardımına, rahmetine muhtacız, ne olur affeyle ! amin, ya muin, ve selamun alel murselin velhamdu lillahi rabbilalemin el-Fatiha Selamun Aleykum This page was intentionally left blank Neden intentionally left blank?