Ahval 3 - WordPress.com

Transkript

Ahval 3 - WordPress.com
Temmuz - Ağustos/3
m
a
R
+ Şevval
n
a
az
Editör’den
Selamın Aleyküm Değerli Ahval Dostları,
Yaklaşık altı ay önce başladığımız bu maceralarımızın semeresini alabilmiş olmaktan ekip adına oldukça memnunuz. İçimde sanki ilk toplantımızı bir hafta önce yapmışız gibi bir his bulunsa da sizlerin karşısına Allah’ın inayetiyle üçüncü sayımızla çıkıyoruz. Bu sayımızda da sizlerin katkıları ve dergi
ekibinin ummalı çalışmalarıyla çok güzel bir içerik oluşturuldu. Malum zaman aralığı yaz okuluna ve
Ramazan’a denk geldiğinden bu konular unutulmadı ve içerik elimizden geldiğince bu minvalde oluşturulmaya çalışıldı. Ahval dergisi genel olarak kampüs meselelerinden yemek tariflerine, derin politik
konulardan okul derslerine kadar geniş bir konu yelpazesini içerisinde barındırabilen bir dergi olması
hasebiyle bana kalırsa tam bir “öğrenci işi”. Gündelik problemlerden okul ile ilgili sorunlara, yemek
tarifinden bir zihin sorgulamasına kısacası hayata dokunan az çok her meseleye ilişkin bir şeyler bulma
imkânınız bu üçüncü sayıda da mevcut olacak inşallah. Bu sayının içeriği de birbirinden güzel yazılarla
dolu fakat aklımda ilk kalan yazılardan birinin eski mezunlardan Mustafa Özel hocanın hayatına dair
röportajı olduğunu burada belirtmekte şahsen bir beis görmüyorum.
Belki bu sefer derginin çıkışı -daha ziyade editoryal sebeplerden ötürü-biraz gecikmiş olabilir. Fakat yaz
okulu, Ramazan ayı ve bayram üçgeninde çalışmak ve bir ürün ortaya koymak takdir edersiniz ki, pek
de kolay bir iş değil. Bir de bunun üstüne yaz sıcağının etkisi işleri daha da zorlaştırıyor. Lakin Rabbi
Rahim kendi rızası için çalışan kullarını inayetiyle mükafatlandırıyor ve onların işlerini kolaylaştırıyor.
Selim’in yurtdışında olması hasebiyle bu sayının editoryel işleri ve “editörden” yazısının yazımı bendeniz fakire kaldı. Umarım üzerimde olan bu sorumluluğu layıkıyla yerine getirebilmişimdir. Bununla
beraber dergi ekibindeki çalışma arkadaşlarımın cehd ve gayretlerini gördüğüm zaman samimiyetle
söyleyebilirim ki ben dergi adına pek de bir şey yapamadım ama duam buradan hasıl olan sevaptan bir
parça kapabilmektir.
Bu sayıda katkılarını ve yardımlarını esirgemeyen Fatih Elmalı, Mustafa Özel, Mustafa Kırca, Zehra
Betül Koçak, büyüklerimize ve kardeşlerimize en derinden teşekkürlerimizi ve saygılarımızı dergi ekibi
olarak sunmaktayız. Allah onlardan razı olsun.
Cehd bizden, tevfik Allah’tandır.
Dergi Ekibi Adına
Mustafa Runyun
Genel Yayın Yönetmeni
Mustafa Runyun
Kapak Tasarım
Ayşe Dilara Arslan
Yayın Kurulu
STAFF
Görsel Editör
Şeyma Özel
Röportaj Ekibi
Mustafa Özel
Şeyma Özel
Redaksiyon
Esmanur Yılmaz
Hande Yıldırım
Hatice Büşra Özkan
Tasarım
Ayşe Dilara Arslan
Web Sitesi
Ali İhsan Akbaş
Seden Nadire Harputluoğlu
Şeyma Özel
Kapak Resmi: (Ressam)
Zehra Betül Süner
İletişim: [email protected] ~ facebook.com/ahvaldergisisayfasi ~ twitter.com/ahvaldergisi
İÇİNDEKİLER
Serim...............................................................................1
Back to Fıtrat
Hande Yıldırım............................................................................................................................2
Aptallık Teknolojileri
Abdullah Eren, Şeyma Özel..................................................................................................3
Faith
Yazemin Erva Önal...................................................................................................................4
Bir Ramazan Daha
Mustafa Runyun.........................................................................................................................5
Düğüm.............................................................................6
Ehlen ve Sehlen Ya Şehr-i Ramazan
Büşra Ünlü.................................................................................................................................7
Ramazan Amman’da da Ramazan
Mustafa Berk Erdal..................................................................................................................8
Erasmus’ta Ramazan
Saime Kara..................................................................................................................................9
Srebrenica: Bir Acılar Mansumesi
Faruk Erdoğan Buldur............................................................................................................11
Provokatif Sorular Yakıcı Cevaplar
Mustafa Runyun.......................................................................................................................12
Mustafa Özel ile Ağrı’dan Boğaziçi’ne
Şeyma Özel...............................................................................................................................13
Mutfakların Ahvâli
Hilal Demircen, Hatice Büşra Özkan, Nagehan Elif Akyağ....................................16
Burjuva Zevkler
Hande Yıldırım, Hatice Büşra Özkan, Hilal Demircen...............................................18
Bizim Büyük Yüreklerimiz: Majid Majidi
Seçkin Azınlık............................................................................................................................19
Çözüm............................................................................20
Ramazan Risalesi Üzerine
Tuğba Türkoğlu.........................................................................................................................21
Dua
Fatih Elmalı................................................................................................................................24
Chapter 1:
Serim
1 ~ Ahvâl
BACK TO FITRAT1
Serim
Hande Yıldırım
Bugün hiçbir kitaba atıfta bulunup hiçbir ismi referans gösteresim yok. Sadece annemden duyup ezberleyegeldiğim replikleri sinek ilacı arabası kovalarken arkadaşlarıma satasım var. Yorulasım bile yok bugün ve yorasım. Flütle yeni bir şey
çalasım da yok, sadece notalarını bildiğim yere kadar, yakın
akraba telefonunun besteleyici kısmına dizip zil sesi yapmak
istediğim İstiklal Marşı.
-izm ve -istlerle uğraşmak istemiyorum bugün. “Hitler”
kelimesi, Sevimli Kahramanlar’ın eski bir bölümünde Bugs
Bunny’nin taklit ettiği bir mefhum olarak kalsın sadece, bıyıklı
Bugs ve “Heil Hitler!”. Gerçi Bugs’ın kendisi kapitalist diy mi,
“Acme kuş yemi”; hay aksi!
Bu, yapasım edesim var kalıbı isterse çok yerel olsun, ne
zamandır şive komiği yapasım var. Yıllarca katmak fiilini nasıl
“gatmak” sandığımı ve “katmak” diyenleri garipsediğimi anlatıp ortamda komiklik şakalar yapan arkadaş olasım var. Sahi,
sizde de mesela “gelesi oldu” ya da “gelesiye kadar” falan denir
mi? Ne bileyim, bu okulda her şeye kafa patlatır oldum. Belki
bunlar da benim yıllar yılı infrayöresel bildiğim ama aslında
çok yerel olan şeylerdir. Bir keresinde beşinci sınıftayken öğlenciydim. O zamanlar değişik salatalar yapmaya sarmıştım, gastronomi severim.
Sonra pide almaya gönderildim. Evet, Ramazandı. Hop, burdan
da Ramazan’a bağladım. Neyse ama uzun zamandır bunu bi’
anlatasım var zaten. Param yüz bin lira eksik çıktı, o zamanlar altı sıfır hâlâ tedavülde. Bir tek onunla kalsa, kocaman iki
bin beş yüz lira bozukluklar var çiçekli. İşte abi “Tamam abim
sonra getirirsin önemli değil.” dedi. Bi’ koşu gittim, akşamları
bin bir nazla kendimi taşıttığım beş katı bir çırpıda çıkıp parayı
getirdim büfeye. “Abim sonra getirirsin derken hemen dememiştim yav.” diye güldü abi, çok sevinmiştim galiba doğruötesi
bir şey yaptım diye. Üzerimde atlı eşofmanım vardı, sonra onu
kardeşim giydi yıllarca. Keşke hâlâ israf etmesek. Gerçi küçükken bir yerde mü’minin “iyi mânâda” da olsa keşke dememesi
gerektiğini okumuştum. Ezan beş gibi okunmuştu o zaman. Evet ya ne sandınız, kış
Ramazanı çocuğuyuz; #forzakışramazanı. Pidenin kokusu karanlıkta daha güzel yayılıyor ve çorba soğukta daha içli içilir.
Dede Ramazan’a özel kış Kur’ân faslı yapabilir, Reha Yeprem
Samanyolu’nda iftar programı sunabilir. Saat 3’te (3 a.m.) Aşağı Hisar Fırını’ndan çıkan ekmeğe tereyağı sürüp yediğimiz yer yine evin önündeki yol olsun istiyorum. Yollar hâlâ ortasına sofra bezi açıp bağdaş kuracak kadar
güvenli mi? Her yerin bir hisarı vardır. Halam bir keresinde onlarda kalırken korkunçlu rüya görüp
sayıklayınca çok gülmüştük, Allah’ım affet. O zamanlar Ay onların evinden çok parlak ve yakın göründüğü için -bu çıkarımı
şimdi yaptım- lise ikiye kadar falan Ay’a tırsarak baktığım için
kurt adam muamelesi gördüm, sebebi Amerikan bestseller romanlarıdır. Pedallerine boyum henüz yetişmediği için yirmi bir vites
bisiklete ayakta binesim var. Öğle sıcağında -sıcağın cıvcıvı
1: Allah Azze ve Celle, Seyyid Kutub’un şehadetini kabul eylesin
2: Bir dönem Köprülü Fazıl Ahmet Paşa’nın hazine katipliğini de yapmış
Galata Mevlevihaneli nakkaş, divan şairi, hattat. (ö. 1699)
denir bizde- sokakta kimse yokken hayatım boyunca ailemin
bana öyle olduğumu yutturduğu inatçılığımdan, aşağı inip
başıma güneşi yedikten sonra “Ananeğ öğlen sadece su içsem
orucum bozulur muğ lüdven?” diyesim de yok değil. Tabii o
zamanlar cümlenin sonunda bir noktalama işareti olarak “enter” kullanmıyorum. Antalya eylül-ekimde bile lüdvenlik sıcak
oluyor.
Dereye inip bir buçuk litrelik plastik şişeyi keserek kurbağa
ve balık larvalarını içine doldurmak suretiyle eziyet eden
arkadaşlarıma dur demeyi aklıma getirmediğim için affet
Allah’ım, Sonra bir keresinde dedemi kaydıraktan yüzükoyun kayıp
pat diye yere yapışarak nefes alamamak suretiyle çok korkuttuğum için de,
“Sadece benim ilah, rab” dediğin halde bilmeyerek mala,
aşa, işe uluhiyyet addeddiysem de.
(Buraya pek haz etmediğiniz bir yazarın pek sevdiğim bir
tamlamasını alacaktım ama haz etmeyişleri de göresim
yok.) Zaten Fasih Dede2 gibi, kedilerimi yer sofrasının başına toplayıp iftar veresim de var.
Bakın bu bilinç akışıdır, Ahmet Hamdi’yi o kadar sahiplenmeyin. Hazır Ramazan’da şeytanlar zincirlenmişken ve sadece
nefsimle kalmışken ringin karşılıklı köşelerinde, dua hakkımı
kamuda kullanıp olabildiğince bol amin almaya çalışıyorum.
Ha, derseniz ki “Ee ne alaka Boğaziçi’nde Ramazan’la?”; Boğaziçinizle doğmadım ki onunla öleyim!
Estağfirullah, elhamdülillah, sübhanallah. Kainatın bu üç
cümlede olduğu gibi hep Allah parantezinde olduğunu bileyim. Amin. Ahvâl ~ 2
Serim
APTALLIK TEKNOLOJİLERİ
Ramazan Ramazan Bürokrasi
Abdullah Eren
Şeyma Özel
“Bureaucracies are not themselves forms of stupidity so
much as they are ways of organizing stupidity.”
- David Graeber (Utopia of Rules, 2015)
Başlıktan dolayı bu yazının sosyal medya ve soysal medyanın insanı aptallaştırması üzerine olduğunu düşünebilirsiniz ya
da modern icatların ve teknolojik aletlerin ima edildiği de gelebilir aklınıza. Fakat biz modern devlet ve modern devletin kurumlarıyla gelen başka icatlardan bahsedeceğiz: bürokrasiler. Aslında niyetimiz Ramazan Ramazan yaz okulunda başımızdan geçen bir olay üzerine çıkarımlarımızı sizlerle paylaşmak. Tabii sosyoloji öğrencisi olduğumuz için (ya da artistlik
olsun diye) önce teorik bir çerçeve çizeceğiz, ardından bu olayı
okulda bize öğrettikleri kişi ve kavramlar üzerinden okumaya
çalışacağız. İşin bu boyutuyla ilgilenmeyenler direkt dördüncü
paragraftan başlayabilirler okumaya1 (alttakinin altındaki).
Aptallık mevzusundan başlarsak aslında kabalık ettiğimiz
söylenemez. Sağ olsun Graeber, ki bizim departmanda iyi tanınır, bu kavramsallaştırmayı kendisine borçluyuz. Graeber
bürokrasiyi aptallık teknolojileri (technologies of stupidity)
olarak tanımlar. Burada kastedilen, bürokrasinin özü özüne
aptalca olduğu değil, aptallığı organize ediyor olmasıdır. Bu
aptallık da yapısal şiddet sonucu ortaya çıkan eşitsizliğe işaret
ediyor. Bürokrasinin buradaki rolü bu eşitsizlik ve görünmez
şiddeti ete kemiğe büründürmektir. Güç ilişkileri ile eşitsizliği sürdürmek burada bir amaç olarak yorumlanabilir fakat son
takdiri okuyucuya bırakıyoruz. Modern devletin yeni yönetim
teknolojilerinden Fuko da bahseder. Bizim bölümden olmasa
da kendisini severiz. Biz bürokrasinin moderniteyle beraber insan hayatını hapseden yönetim kademesindeki boyutunu
da ondan devşirdik. “İyi güzel diyorsunuz
da, neticede hayatın devam etmesi için belli
kurallar koyulması gerekiyor, yoksa bu işler
nasıl yürüyecek?” diye soracaksınız belki.
Biz de bu noktada “Eskiden bürokrasi mi
vardı kardeşim?!” diyeceğiz. Hatta konuyu
Simmel’e bağlayacağız ama yazı daha fazla teorik olmasın diye vazgeçiyoruz.
Bu kadar yaygara koparmamıza
sebep olacak ve tepkimizi içimizde
tutmamıza mani olacak kadar bizi sinirlendiren olaya gelecek olursak:
Yaz okulundan ders aldık, kapattılar! (Okumayı öyle kesmeyin hemen, durun... Çünkü bu dersin
kapanması sadece bir dersin kapanmasından ibaret değildir. It is
more than itself. It is not the closing of a summer course but closing of the Turkish mind.2) Şevkle
1: Ömer hocaya selam olsun.
2: Compare to Allan Bloom, The Closing of the American Mind, 1987
3 ~ Ahvâl
beklediğimiz dersin kapandığını yaz okulu
başlamadan önceki gün gelen bir e-mail
ile öğrendik. Burada asıl mevzu şevkle
beklememiz değil ama ilk başta dersi çok
istediğimiz için tekrar açılmasını talep
ettik. Yaz okulu ofisiyle görüştüğümüzde
dersi verecek hocanın da bizim kadar şevkli
olduğunu öğrendik. Hatta gerekirse dersin
açılabilmesi için okuldan herhangi bir ücret
almamaya bile razıymış. Fakat ofis, kuralları
gereği sadece dört türk öğrencinin aldığı bir
dersi resmen açamıyormuş. Bir yabancı öğrenci yeterli fakat on Türk gerekiyormuş.
Bu 1’e 10 oranının hesaplamalarımız sonucu ekonomik bir sebep olduğu gerçeğini
öğrendik.
(Çünkü aramızda iktisat okuyanlar da varmış). İşte burada
maddiyat üzerinden uygulanan yapısal bir şiddet var. Parayı vererek düdüğü çalan bir yabancı öğrenci dersi açmaya yeterken,
dört istekli öğrenci olamayabiliyor. Hocanın teklifi neticesinde
ekonomik sorun ortadan kalksa bile kural var olmaya devam
ediyor ve ders açılamıyor. Yani olay tamamen bürokratik. Yaz
okulu koordinatörlüğüyle bu seviyede bir temas bize çok yol
aldırtmadı. Bölümden birkaç hoca, sağ olsunlar, epey ilgilendiler; konu yaz okulu genel koordinatörlüğü ve onun üst kurullarına kadar çıktı süreç içerisinde fakat neticede çabalarımız
bürokrasinin çelik zırhını delmeye yetmedi.
Son olarak, bunun bir sosyoloji dersinin başına gelmesini de
oldukça manidar bulduğumuzu ekleyelim. Ders, konusu itibariyle çok nadir rastlanan bir ders, fakat ne yazık ki ülkemizde
çok ilgi çekmiyor. Dolayısıyla sayımız dördü geçemedi. (Bu gidişle geçmez de zaten.) Bir yandan hoca da çok mağdur olmuş.
Bir sürü fedakârlık yaparak gelmiş Türkiye’ye. Kendisi, ders
için ücret talep etmemesiyle sistemin “bug”ını buluyor, kuralı
geçersiz kılıyorken, buna rağmen kuralın ısrarla uygulanıyor
olması hepimize aptalca geliyor. Fakat bu durum aptallıktır
deyip geçmeyelim. Dedik ya it is more than itself. Aslında bu
genel olarak bürokrasideki aptallığı gün yüzüne çıkarıyor, yapısal ve görünmez şiddete de işaret ederek teorik çerçevemizi
destekliyor. Şu aşamada maalesef tek tesellimiz bu. Okulumuza, bu mevzu hakkında pratikte olanları görme imkânı verdiği
için bu uygulamalı eğitimden dolayı teşekkür ediyoruz! Sizlerin de böyle tecrübeleri çokça edindiğinizden ve bunların
aptalca olduğunu düşündüğünüzden eminiz. Saçma bürokratik
engeller sadece Boğaziçi’nde çıkmıyor karşımıza elbet, modern
devletin damarlarında akan kandır kendileri. Bu vesileyle dilinize tercüme olduysak ne mutlu bize! Hepinize hayırlı Ramazanlar diliyoruz! Dipnot: Boğaziçi Sosyoloji ve direniş temalı olmasına rağmen Gezi’ye
selam çakmayan bu yazı hepimize armağan olsun. Gözlerimiz, son haftasına mutlaka Gezi ile ilgili metinlerin eklendiği syllabuslara o kadar
aşina oldu ki bitirirken değinmeden edemedik! FAITH
Serim
Yasemin Erva Önal
-Hocam Einstein cennete girecek mi?
- Dert etme yavrum, sen eniştenden başla anlatmaya…
Ne içtim biliyorum, karışık meyve suyu, içinde havuç olanından. Aklıma gelmesiyle beni uykumdan eden ise Ramazan
programları ve ilginçlikleri ile ufkumuzu genişleten seyirci soruları… “Hocam GTA indirmek günah mı?”, “Hocam ben bir
çocuğa kavuşmak için dua ediyorum, o başkasına kavuşmak
için dua ediyor; hangimizinki kabul olur?”, Hocam Toblerone
orucu bozar mı?”
Bu sefer kafamı kurcalayan ise biraz daha geleneksel olan;
“bilmem kim - muhtemelen bir bilim adamı - cennete girecek
mi?” soru kreasyonu…
Kendi imanı yerine başka insanları düşünen bir insanın
ekstrem hümanizmi var bu soruda. Bir kere, soran kendisinin
ebedi hayatını pek takmıyor, sonuçta “kitlelerin iyi bildiği” biri
değil; kendi halinde zavallı bir adam. Bir icadı yok yani. Hümanist “bence”lerin övgüyle bahsettiği biri değil. “Allah onu
nasıl bilir?”e gelince; onu Allah bilir. Ama konumuz bu değil,
nitekim sonucun, “bence”lerin şiddeti ile şekillendiği bir âlem
burası.
Her ne kadar kulağa ilginç gelse de, bu soruda; soranı, soruda geçen ismin akıbetine göre üzen ya da sevindiren bir yön
var. Yani bizi soruyu soran insanların samimiyetine inanmaya itecek bir yön… Fakat bir yandan bir lüzumsuzluk, soruyu
mantıklı olmaktan alıkoyuyor; soruda ismi geçen kimselerin bu
tarz kaygıları olmadığı düşünüldüğünde.
Mescid için toplanan imzalar ile hâlihazırda uğruna bir
talep bulunmayan ibadethaneleri de kapsayan Prayer Room
açmak da aynı hümanist tadı taşıyor. Sonra da “Prayer Room
mescid gibi davranıyor!” yaygarası koparılıyor. Gene, ibadet
etmek için mücadele veren bir topluluk dayatmacı bir konuma
koyulurken, ibadet talebi olmayan insanlara ibadeti dayatacak
bir Prayer Room tahayyülü kurulduğu unutuluyor. Benim yarı
uykulu zihnimin uydurması olan tüm bunlar gerçek olsaydı neredeyse aynı mantıkta olurdu, yani.
Geçen gün bir kız benimle kendi inancı üzerine konuştu.
Bana İncil’den kıssalar anlattı, bir süre sohbet ettik. Bana şöyle
dedi: Faithim olursa Tanrı beni her ne pahasına olursa olsun
affedermiş. Ona, “İnancıma ek olarak benim mesela günde
en az beş kere namaz kılmam gerek.” dedim. Ardından, “Peki
senin ibadet etmen gerekmiyor mu?” diye sordum. O da ibadetler yalnızca Tanrı’yı övmek içindir, dedi. Yani ibadet etmese
de cennete gidiyormuş çünkü inancı varmış. Onun adına tam
sevinecektim ki, ezan okundu; “İstersen gidebilirsin, beklerim
ben.” dedi, gittim.
İslam, hem inancı hem de ibadetleri gerektiren bir din ve
niyetimiz doğrultusunda her işimizi ibadete çevirebildiğimiz.
Sadece bilim adamı olmak, çok iyi bir baba olmak, bunlar yeterli değil onun için. Çünkü o, olaylara bütüncül yaklaşan bir
din. İnancın yanında ilim öğrenmeyi, iyi bir baba olmayı da
gerektiren bir din aynı zamanda. Allah’a olduğu kadar insana,
doğaya, hayvanlara, eşyaya da; Allah’ın halifeliğini bahşettiği
insanı sorumlu kılan bir din… Hayatın her alanını kapsayan
ve her hareketimizin nasıl olması gerektiğini kararlaştıran bir
yaşama biçimi.
Kur’an-ı Kerim’de, namazın da belli vakitlerde bize zorunlu
kılınmış başlıca bir ibadet olduğu şöyle geçiyor:
“Namazı bitirince de ayakta, otururken ve yanınız üzerinde
yatarken (daima) Allah’ı anın. Huzura kavuşunca da namazı
dosdoğru kılın; çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli
bir farzdır.” 1
Hümanizmi doruklarında yaşayanların anlamak istemediği ise böylesine bir dini benimsemiş, vahiy ile bağını kesmeyi
reddeden kimselerin ibadet talepleri. Hâlihazırda bir talebi olmayan gruplar tespih imamesindeki sembole kadar kafa yoran
incelikteki kimseler, talebi olan bir grup söz konusu olduğunda
610 m uzaklıktaki Cami’yi işaret ediyor, ben şaşırıyorum. Kazaya bırakın diyenleri anacak hacimde bir yazı olmayacak bu
metin neyse ki. Yoksa “kaza” gibi bilincin devre dışı kaldığı
durumları kasten kullanılan bir kelimenin; tam bir şuurla yapılması teklif edilen namazı terk etme eylemi için kullanılmasının
ironisinden bahsederdim.
Neyse ki böyle şeyler gerçek olamayacak kadar gerçek olmayan şeyler. Sonuçta sevgi, saygı, hoşgörü, sadakat... (Yok,
sadakat buranın değildi.) Var yani. Muhakkak olmalı.
Bazen tavırların samimiyetine inanmak, yapılanın gerçekten insana saygı gibi “iyi bir niyet” doğrultusunda yapıldığına
inanmak istersiniz. Sonra bu iyi niyetli tavrın hep sizi hariç
bırakacak biçimde tekerrür ettiğini görürsünüz. İşte bu nerede
“mazhar olacağımız”ı kestiremediğimiz samimiyet, Malcolm
X’in “dışlanma”sını anlatırken ağzından dökülen şu sözlerini
akla getiriyor:
“İlahi bir insan olduğumu iddia etmiyorum.
Ben, eğitim görmüş biri değilim.
Hiçbir konuda uzman da değilim.
Ama ben samimiyim.
Samimiyetim, itibarımdır.”2
1: Nisa, 103
2: Malcom X, Sheraton Park Hotel, Basın Toplantısı, 12 Mart 1964
Ahvâl ~ 4
Serim
5 ~ Ahvâl
Chapter 2:
Düğüm
Ahvâl ~ 6
Düğüm
EHLEN VE SEHLEN YA ŞEHR-İ RAMAZAN
Büşra Ünlü
Ramazan daima güzeldir, İstanbul’da ise başka güzeldir.
Söylendiği gibi gerçekten de bereketiyle gelir. Bereket öğrenci
evlerine de uğrar, dolan yalnızca buzdolapları değil, misafir salonları, geniş sofralar ve müminlerin sevinçli kalpleridir. Peki ya Ramazan’ın gelmesiyle Hisarüstü’nde neler değişir?
Görünüşte çok şey değişmez, kafeler ağzına kadar doludur, sigaralar duman duman tüttürülür. Oruca değil özgürlüğe saygı
vurgulanır. Derste bir hocanın “Ayılıp bayılmalara karşı suyunuzu, yemeğinizi alıp gelin.” demesinin akabinde “Ramazan’da
oruçken ne yemeği hocam?” dediğimde ise düşündüğüm, zaten
sınıfta yiyip içmekte serbest davrananlara engel olmaktan ziyade bunu bir de dillendirip yaygınlaştırması ve meşrulaştırmasına karşı bir tepkidir. Tabii bir dahaki derste hoca yemek
bahsini açmayıp “Derse hazırlıklı gelin.” der. Bütün gün aç
kalmanın Allah’a bir faydası olmadığını söyleyen hocaların da
zaten ne yaparsak kendimize olduğunu anlamasını beklemiyoruz. Hisarüstü’nün olumsuz yüzü bu kadar yeter.
Asıl bir de iç yüzü vardır ki başta öğrenci evleri gelir burada. Bir gün bile misafiri eksik olmayan bir Ramazan geçirmek
nasip oldu bize elhamdülillah, sahurlarımız yirmi kişiyi buluyordu ama o maneviyat yirmi kişiyi aşıyordu. “Böyle de sahur
olur mu?!” demeyin, hem de nasıl güzel oluyordu. İftardayken
beraber olduğumuz ya da bir anda aklımıza gelen arkadaşlarımızı davet ediyor, gelenler de arkadaşlarını çağırıyor ve zincir gittikçe büyüyordu. İftarlarda ise her gün başka bir hava
tadıyorduk. Bir gün Süleymaniye’de, bir gün BYV’de, Sultanahmed’de, yemekhanede, Güney Çimler’de, kimi dernek-vakıflarda, Kuzey Çimler’de yaptığımız ders halkalarıyla tadına
7 ~ Ahvâl
doyamadığımız iftarlar. Uhuvvetin tavan yaptığı, eski dostların
birbiriyle görüştüğü, yeni arkadaşlarla samimiyet kurduğumuz
değerli iftarlar. Mesela Fatih Abimiz ile yaptığımız tefsir derslerinin olduğu gün bir hayırsever abimizin verdiği, Süleymaniye’nin bahçesindeki mis gibi havayı tadarak yaptığımız ve
bahçeyi doldurduğumuz iftar adeta gelenekselleşmiştir. Güney
Meydan’da kimi zaman kendi aramızda bir şeyler hazırlayıp
bölüm iftarları yaparız. Arkadaşlarla iftardan sonra Sultanahmed’de Ramazan’a özel olarak açılan, Osmanlı şerbetlerinden,
tatlılarına, el sanatlarına kadar pek çok şeyi bulabileceğiniz
nostaljik bir alan olan Tatlılar Koridoru’na gideriz. BYV Konak’ta mezuniyetin ertesine ayarlanan mezun-öğrenci iftarında konağın güzel doğasıyla iftar sevincini yaşarız. Bir de Ramazan’ın, orucun asıl manasını anladığımız işler
vardır ki yardım faaliyetleri; Armutlu ailelerine, Suriyeli ailelere, Hisarüstü’nde ihtiyacı olanlara erzak dağıtımları gibi. Allah
razı olsun Ramazan’da, öncesinde bu işi yapan gönüller var,
kimi malıyla kimi beden gücüyle destek oluyor. Bu işleri yaparken anlıyor ki insan oruç kendini o kardeşinin yerine koymak,
halden anlamak, bir gönüle nasıl giriliri bulmakmış, doya doya
yemek değil şükrüyle doymakmış. Bütün bu iftarlar uhuvvetin artması, görüşemeyen dostların görüşmesi, yeni dostlukların oluşmasına vesiledir; orucun
öneminin anlaşılması, midelerin değil asıl kalplerin doldurulması demektir. Allah (c.c.) bizi nice Ramazanlara ulaştırsın,
İstanbul iftarlarını bize nasip etsin. Samimiyetimiz, maneviyatımız eksilmesin. İstanbul’da Ramazan başkadır. Düğüm
RAMAZAN AMMAN’DA DA RAMAZAN
Mustafa Berk Erdal
Yıllar yılı alıştığımız Ramazan geleneklerimiz vardır hemen hepimizin. Yok, yok, “Ah o Feshane’de Ramazan şenlikleri…” tarzı bir güzelleme değil benim bahsettiğim. Hani ailecek
her Ramazan en azından bir kere gittiğiniz mesirelik yerden,
asla yalnız açılmayan iftarlardan, teravih için seçtiğiniz camiden, sahura kadar yaptığınız muhabbetlerden; size has olan,
çocukluğunuzdan bu yana Ramazan’la aranızda kurmuş olduğunuz ünsiyetin kaynağından bahsediyorum.
Üniversite dönemine adım attıktan sonra bu yaşanmışlıklardan da uzaklaşılmaya başlanıyor birer birer. Yaz okulu,
kurslar, arkadaşlarla yapılan tatil planları neticesinde, önce aile
yanında geçirilen Ramazanlar unutuluyor; ardından yurt dışı
planları devreye girince aradan çıkarılmaya başlanan bayramlar oluyor ve en çok da bu süreçleri yaşarken hatırlanıyor o kurulan ünsiyet.
Bu sene Ramazan’ın gündemime girişi bu duygularla oldu.
Bu sene, Amman’da nasip oldu bu mübarek aya kavuşmak. Yurt
dışında Ramazan zorlukları ve klişeleri bir yana, yaşadığımızdan farklı bir Müslüman ülkede –hadi Müslüman bir Ortadoğu
ülkesi diyeyim- olmak bu duruma farklı bir güzellik katıyor.
Bir Ramazan bereketi olarak, sıcak ve bunaltıcı geçmesini beklediğimiz bu zamanların güzel ve serin seyretmesi insanı şaşırtıyor. Ürdün, Türkiye’ye nispeten daha güneyde olduğundan
yaklaşık iki saat daha az oruç tutuluyor. Sokaklarda, alışveriş
merkezlerinde gözünüzün içine bakarak yemek yiyen ve su
içen insanların olmaması da cabası. Öyle ki, bulunduğum ortam gereği çokça rastlaştığım gayrimüslimler dahi bu durumu
kanıksayıp ona göre hareket ediyorlar. Bunun dışında, insanların Ramazan’a bir festival havasıyla baktığını da görmek mümkün. Hemen her evin camlarında, kapılarında görebileceğiniz
hilal-yıldızlı motifler, ışıklı süslemeler geceleri bazı sokakları
rengârenk bir cümbüş haline sokuyor. İftarlarda - Türkiye’de
olduğu gibi -bazı camilerde yemek ikramı yapılıyor. Önce hurmayla, suyumuzla orucumuzu açıyoruz. Sonrasında namazı
kılıp tekrardan caminin içerisinde arka taraflara geçerek iftarımızı yapıyoruz.
Annenin hazırladığı sahurlar olmadan oruç tutmak; bilmiyorum, belki de çocukluğumuzda tutmaya çalıştığımız oruçlarla aynı tadı vermiyor bana. Ama arkadaşlarla beraber hazırlanan sahurların, beraber gidilen sabah namazlarının, yemek
yapma ve bulaşık nöbetlerinin de Ramazan’da ve gurbette başka bir neşesi var. Dersler ve ödevler arasında kalan boş zaman-
larımı bunlara harcamak zorunda olmak bana başta bir külfet
gibi gelse de sonradan içimde bunun Ramazanlarımızı daha bereketlendirdiğine dair bir his de uyanmadı değil. Tabii dersler
deyince yazın ve Ramazan’da girmek zorunda olduğumuz derslerden bahsetmiyorum bile ama olsun, sabrın sonu selamettir.
Amman’da en çok dikkatimi çeken ve hoşuma giden Ramazan’a dair şeylerden biri de teravih namazlarındaki Türkiye’den
biraz daha farklı olan usul. Şu ana kadar muhtelif camilerde
karşılaştığım teravihlerde en dikkat çekici özellik “sakinlik”
oldu. Bizdeki gibi namaz öncesi ısınma hareketleriyle hazırlanan, yanına su istifi yapıp yarışa başlayan bir kitleyle karşılaşmadım henüz burada. Camilerde genelde sekiz rekat olarak
eda ediliyor teravih namazı. Bu sakinliğin sebeplerinden biri
bu olsa da Türkiye’den erken olmuyor cemaatin camilerden çıkış saatleri. Optimum seviyede çalışmaya ayarlanmış bir sistem
gibi. Bulunduğum pek çok camideki imamların ortak özelliği
güzel, sarih ve sakin kıraatleri; belki hatimle kılınmıyor teravih fakat okunan Kur’an miktarı da yarım sayfadan az olmuyor. Türkiye’de olmasını istediğim güzel başka bir adet daha
var, o da teravih aralarında imamların cemaatle sohbet etmesi.
Bu bazen vaaz şeklinde oluyor, bazen daha samimi bir şekilde.
Yatsı namazı farzından ve teravih namazının ortasından sonra
imam ya da cemaatteki başka bir görevli 10 dakikalık sohbetler
yapıyor. Cemaate soluklanma şansı tanıyor, camiyi bir yaşam
alanına çeviriyor. Ek olarak teravih namazının ikişerli rekatlar
halinde kılınması insanı fiziksel bir yorgunluktan alıkoyarak,
namazların huşû içinde kılınmasına imkan sağlıyor. Herkesin
Şafi olması başta garip gelmiyor değildi. Vitr namazı bir rekat olarak kılınıyor. Sabah namazlarını cemaatle kıldığınızda
sabahın farzının ikinci rekatında açıktan dua edilmeye başlanıyor. Sanırım alışılması en zor farklılıklardan biri de buydu
benim için.
Evet, sonuç olarak “Ramazan her yerde aynı Ramazan!”
demek geliyor içimden. Allah ecrini sadece Allah’tan umarak
kendini birçok dünya zevkinden uzak tutmak. Fakat tam olarak
Ramazan her yerde aynı, demek de içimden gelmiyor açıkçası.
Farklı anılar, farklı yaşanmışlıklar ve farklı insanlar gayet tabii
Ramazan’ı da bizim için farklı kılıyor. Her ne kadar, Ürdün’de
geçirmiş olduğumuz bu günler farklı ve güzel bir Ramazan
deneyimi olarak bizlerde yer etse de, Türkiye’de geçirilen, çocukken yaşanan Ramazanlar benim için hep bir ukde olarak
kalacak ve hep hasretle yad edilecektir.
Ahvâl ~ 8
Düğüm
ERASMUS’TA RAMAZAN
Saime Kara
Yazıma Erasmus’ta Ramazan ile başlayacaktım ancak Erasmus’ta Ramazan’dan önce geçirdiğim dört ayı anlatırsam söyleyeceklerim daha anlaşılır olur.
Okuldan yakın arkadaşlarımdan biriyle Erasmus için Almanya’ya geldik. Yalnız okulumuz ve kaldığımız yer, Almanya’nın doğusunda, Saksonya eyaletinde. Almanya’ya oldukça
yayılan Türklere burada rastlamak çok zor (Türk dönerciler hariç). Tabii ki kaldığımız şehir ve çevresi, Neo-Nazi insanlarıyla,
İslam ve göçmen karşıtı Pegida hareketiyle de ünlü olduğu için,
Türk ve Müslüman nüfusunun neden fazla olamadığını haliyle
anlayabiliriz.
Arkadaş çevremizin çoğunluğu çeşitli milletlerden oluşuyor: Macar, Fransız, Rus, Çek, Alman, Slovak… Çoğu İslam
hakkında ya kulaktan dolma bilgilere ya da yalan yanlış bilgilere sahipti. Ama Müslümanlığı bizimle tanıştıklarında tanıdıklarını da söyleyebilirim.
Peki, bu tanışma nasıl oldu?
Arkadaşlarımızın yaşadığı şoklarla başlamak istiyorum:
Erasmus demek parti demek, öyle bilinir. Burada okulun yaptığı etkinliklerde önce yavaş bir giriş-tanıtım, yemek vs. oldu,
sonra da büyük parti başladı. Arkadaşlarımızın Müslümanlıkla
ilk tanışması alkol aracılığıyla oldu.
“What!!! You don’t drink alcohol!! At all?? Never!!! Oh my
God! Why?” tepkileriyle ve sorularıyla başladı.
-“No, because of our religion, we don’t drink alcohol.”
“Oh my God, I cannot imagine!” sözleriyle devam eder bu.
Ama illa nedenini öğrenmek isterler.
-“Do you think it is healthy?”
“No, but you get fun.”
-“If I don’t remember or if I behave absurd, why should I
drink alcohol?”
“Yes, you are right, but...” Bu noktadan sonra “Okay.” diyerek yollarına devam ederler.
9 ~ Ahvâl
İşin eğlenceli tarafları, yabancı arkadaşlarımızı evimize çay
içmeye davet etmekle başladı. İnsanlar alkol içmediğimizi biliyordu ama çayı çok içtiğimizi bilmiyorlardı. Bu biraz din mevzusundan çıkıp kültüre giriyor ama neden bahsettiğimi yazının
sonunda anlayacaksınız. Gel zaman git zaman, bu yabancı arkadaşlarla çay içmek için buluşmaya başladık. Bizim evimizde
ya da onların evinde. Ve insanlar partilere eğlenmeye gitmek
yerine çay içip sohbet etmek için bize gelmeye başladı. Herkes
kültürünü anlatıyor, biz de İslam’ı ve Türk geleneklerini anlatıyoruz. Bu, “Hadi oturun bakalım, size İslam’ı anlatacağız.”
şeklinde olmuyor tabii. Hal ve davranışlarımızla ilgili bir şey
dikkatlerini çekiyor ve öğrenmeye çalışıyorlar.
İkinci şokları domuz etiyle başladı.
A: “You don’t eat pork? Why! It is read meat!”
B: “We don’t eat it because of our religion.”
Kafalarında hemen, bunların dini de her şeyi yasaklıyor canım, düşünceleri gezmeye başlıyor bu noktada. Ancak devam
ediyoruz.
B:“It is forbidden. Firstly, the fat in pork is not healthy for
human body. Secondly, pigs can eat everything they find, even
their own stool, so I don’t want to eat their meat. Lastly, I can
afford my read meat necessity with cow and sheep.”
A:“Hmm... It makes sense.”
Kafalarındaki İslam dininin yavaşça şekillendiğini görürsünüz o an. Ve sizi yemeğe her davet ettiklerinde yemeklerini vejeteryan yapmaya özen gösterdiklerini, tavuk veya diğer
kırmızı et çeşitlerini kullandığını görünce mutlu olur, şükredersiniz.
Arkadaşım ve ben tesettürlü değiliz ancak usturuplu giyinmeye özen gösteririz. Bir gün yoldayken, Slovak arkadaşım neden açık giyinmediğimizi sordu. Arkadaşım da erkekler tarafında cinsel bir obje olarak görülmek istemediğinden bahsetti.
Kızın cevabı ise, “Zaten erkekler tarafından öyle
Düğüm
görülmek için açık giyinirsin.” idi. Tabii böyle cevaplar karşısında kafa sallamakla yetiniyorsunuz. IT DOESN’T MAKE
SENSE CANIM diyemiyorsunuz.
Oruç kısmına geçmeden önce namaz kısmından bahsetmek
istiyorum. Bu konu biraz geniş. Buradaki Türk arkadaşlarımızın verdikleri tepkilerle başlayacağım: Bir gün yemekhanede
Türk arkadaşım ve Slovak arkadaşımla yemek yiyorduk. Konu
Müslümanlığa geldi. Türk arkadaşım durdu ve “So you say you
are a Muslim but for God’s sake, tell me do you pray for five times a day?” şeklinde bir soru sordu. Ben de “Yes, I do.” dedim.
Sonra çocuk döndü ve “Tamam, şimdi kıza istediğini anlatabilirsin.” dedi Türkçe olarak. Kız arkadaş, namazın mantığını bir
türlü anlayamıyordu, çok fazla ve yük gibi geliyordu ona.
“What! Five times a day! How do you do that, I cannot understand.”
Yabancılara dininizi anlatırken felsefe yapmak yerine somut anlatmaya çalışacaksınız, öyle işliyor. Sonra anlatmaya
başladım:
-“Now think of a person who gives you shelter, food, clothes
and cares about you. Everything you have is his or hers. And
this person tells you that I’ll give anything you want but just
come to me five times a day to say hello and thank me. You
accept it immediately, right? When you think this way, everything seems to make sense, right?”
“Yes, it seems so.”
-“Now think of God now. Everything you have is thanks to
God and God just wants you to go and thank to God and want
something more.”
Karşınızdaki kişinin bunun mantığını tam anlamıyla kavramasını bekleyemezsiniz ancak bir şeylerin yerine oturduğunu
bilirsiniz. Çünkü bu konuşmayı yaşadığım arkadaşım, ertesi
gün gelip benden, kendisi için namazlarımda dua etmemi istedi. Namazın önemli olduğunu anladı, duaların önemli olduğunu anladı. Dualarının kabul olacağına inandı. Çok şükür. Ve
gün geçtikçe bu yabancı arkadaşlarımız namaz saatlerimize de
alıştılar.
A:“Hım… We should find a train after girls’ praying.”
B:“Can I pray in your room?”
A:“Yeah sure.”
Kaç tane farklı din ve milletin evinde namaz kıldığımızı hatırlamıyorum bile. Çok şükür. Şunu diyebilirim ki bizim tanıştıklarımız çok anlayışlı, dinimize meraklı ve bize göre planlar
yapan insanlardı. Biz yanlarında namaz kılıyorsak sessiz konuşmaya gayret gösteriyorlar ancak bizleri de göz ucuyla süzmeyi ihmal etmiyorlar. Bizi merak edip öğrenmeye çalışıyorlar.
Gelelim Ramazana.
Erasmus’ta Ramazan bizler için, her planın Haziran 18’den
öncesine konulmasıyla başladı. Gezilecek ve görülecek yerler,
yapılacak uluslararası yemek geceleri Haziran 18’den önce yapılmalıydı. Ve tek bir soruyla başladı:
A: “Why?”
B: “Because it is Ramadan and we will fast from morning
to evening.”
A: “Okay, but how many hours?”
B: “Approximately, 18 hours.”
A: “What! Without any food or water? Are you crazy?!”
B: “Yes, we, Muslims sometimes rock and we love it!”
Ve Ramazan başladı. İlk sahur yapıldı, ilk iftar gecesine
geldik. İki Türk arkadaşımla ve sunum yapacağımız için Slovak arkadaşımla ilk iftarda beraberdik. Yemekler pişirdik, çorbalar yaptık. Her şey öğrenci usulüydü, herkes küçük bir kapta
bir şeyler getirdi ve soframız zengin oldu. Duamızı ettikten
sonra orucumuzu açtık. Slovak arkadaşımızın, ağzımıza attığımız her lokmada yüzümüze bakması, nasıl bir duygu halinde
olduğumuzu anlamaya çalışması yine her şeye değerdi. Ramazanın üçüncü günü Macar arkadaşımızın ailesi bizi iftara davet etti. Tekrarlıyorum; herhangi bir dine mensup olmayan bu
Macar aile, bizimle tanışmak için evlerinde iftar yemeği verdi.
O insanların sizin için beklemesi, sizinle birlikle ilk sularını
içmesi ve lokmalarını yutması öyle güzel bir his ki. Hatta on
sekiz saat oruç tuttuğumuzu öğrendiklerinde “You are the heroes!” demeyi ihmal etmediler.
Sonra Türk bir arkadaşımızın aracılığıyla camii bulabildik.
Fatih Cami adı. Üç katlı bir bina. Ramazan’da iftar veriyorlarmış ve bizim de vakit buldukça gelmemizi rica ettiler. Oradaki
Müslümanlar hayrına yemek veriyorlar. O kadar uzun zamandan sonra ezan sesi duymak ve camide namaz kılabilmek özlediğimiz bir histi.
Bugün Ramazanın onuncu günü. Ancak bir gün bile yalnız
iftar yapmadık burada. Ya Türk arkadaşlarla birlikte ya yabancı
arkadaşların davetinde ya da camide orucumuzu açıyoruz. Allah’ın en güzel lütfu. Herhalde Ramazan’da yalnız olsam buruk
olurdum. Çok şükür. Yarın da yabancı arkadaşlarımız iftara
bize davetli.
Genel olarak ben burada Almanya’da Ramazan’ı, iftarları
ve sahurları çok sevdim. Belki ailemizden uzaktayız bu Ramazan ama hiç yalnız kalmadık.
Size çoğunlukla anılarımızı anlattım, belki daha da çok
vardır. Erasmus’ta Müslüman olmak çok güzel bir duyguymuş,
insanlara Allah’ı, Kur’an’ı, İslam’ı ve Müslümanlığı anlatabilmek çok güzel bir lütufmuş. Allah’ın lütfu. Umuyorum ki yanlış veya eksik olmadan bunları insanlara aktarabilmişizdir. Ve
burada bir şeyi daha anladım ki, biz aslında dinimizi çok da iyi
bilmiyoruz. Allah’a inanmayanlar ve farklı bir dinden olanlar
sorguluyor, neden, diye soruyorlar. Onlara o cevapları verebilmek için önce bizim bilmemiz gerektiğini anladım. Bu da tek
Kitap’tan geçiyor.
Allah’a emanet olun.
Ahvâl ~ 10
Düğüm
SREBRENİCA: BİR ACILAR MANSUMESİ
Faruk Erdoğan Buldur
Dönemin bitmesinin ardından üç yakın arkadaşımla birlikte Balkan ülkelerini gezmek üzere yola çıktık. Niyetimiz
Osmanlı’nın bir zamanlar hüküm sürdüğü Balkan topraklarını
yakından görmek ve ecdadın maddi-manevi eserlerini yakînen
inceleme fırsatı bulmaktı. Gezdiğimiz ve gördüğümüz yerler,
yaşadığımız olaylar bir bahs-i diğer lakin özellikle Bosna ve
Srebrenica’yı anlatmak, gördüklerimizden ve hissettiklerimizden sizleri de haberdar etmek istedim.
Öncelikle şunu belirtmek lazım ki Balkan topraklarında
yaşayan Müslüman ve Türklerin Osmanlı Devlet-i Alîyesine
karşı hasreti sürüyor. Herkes dönemin adalet, refah ve mutluluğunu mumla arıyor. Nitekim bu topraklar Osmanlı hükümranlığından sonra acılar, savaşlar ve kanlarla yoğruldu. Öncesinde
Balkan Savaşları, ardından Birinci ve İkinci Cihan Harbleri ve
nihayetinde Yugoslavya’nın dağılma döneminde patlak veren
savaşlar...
Kanaatimce dünya üzerinde vuku bulan savaşlar coğrafya
ve zaman farketmeksizin belli idealler üzerinde cereyan eder.
Bosna ve Sırbistan arasındaki bu savaş Hilal ile Haç’ın mücadelesinin ayyuka çıkmış halidir sadece, nitekim bu söylediklerimi doğrular nitelikte birçok Sırp komutanın sözleri mevcuttur.
Bu yaşanan savaş, kazanan ya da kaybedeniyle birçok tartışmanın konusu olabilir lakin bize yüreğimizden hiç silinmeyecek
11 ~ Ahvâl
bir acı bırakmıştır: Srebrenica.
Srebrenica, Sırp sınırına gayet yakın bir yerleşim yeri,
bugünkü Bosna sınırlarında. Savaş zamanında çoğunluğunu
Müslümanların oluşturduğu bu şehir, BM tarafından güvenli
bölge ilan edilmesi hasebiyle ölümden kaçanların, Srebrenica’nın ölümün yeni adı olacağını bilmeden sığındıkları bir
mevki olmuş. Sırp ordularının BM’nin zayıf tutumundan, yetersiz korumasından yararlanarak binlerce insanı katletmesi
tam olarak 11 Temmuz 1995’e rastlıyor. Sırp Komutanı Ratko
Miladiç, Srebrenica saldırsının hemen ardından şu sözleri sarf
ediyor: “İşte 11 Temmuz 1995’te Sırp şehri Srebrenica’dayız.
Büyük bir Sırp bayramı arifesinde iken bu şehri Sırp milletine
armağan ediyoruz. Nihayet, yeniçerilere karşı ayaklanmasından sonra bu toprakta “Türkler”den intikam almamızın vakti
geldi”.
Biz gittiğimizde ölenlerin hatırası için hazırlanmış (soykırım zamanında insanların tutulduğu, işkence edildiği bir fabrika binası) Srebrenica Memorial Room’u ve şehitliği geziyoruz. Srebrenica’da yakınlarını kaybedenlerin konuşmalarıyla
hazırlanmış bir film hissiyatımızı alt üst ediyor. Sonrasında
şehitlikte okunan Kur’an ve dualar ardından ayrılıyoruz ama
Srebrenica artık içimizde bir yara hâlini alıyor. Mekana ve zamana atılmış bir yara izi.
Düğüm
PROVOKATİF SORULAR YAKICI CEVAPLAR
Üniversite’de Okumak Haram mı?
Mustafa Runyun
“Bu ülkede aptallarla konuşabilmek için para ve diploma
lazım. Akıllılarla ise her türlü konuşabilirsiniz.”
- İsmet ÖZEL
Çok değil 80’lerden beri Türkiye’de Müslümanlar üniversitelere bu kadar yoğun girebiliyor. Tabii burada çok daha derin
bir İslamcılık ve Müslümanlık tartışması var ama bu tartışmaya
burada girmeye gerek yok. Üniversitelere olan bu yoğun talebi,
bir vizyon meselesi olarak görmekten ziyade bir refah meselesi
olarak görmek daha uygun olacaktır. Zira Müslümanların bu
ülkede kaynak dağıtımından gerekli payı alıp en azından orta
sınıf ve orta-üstü seviyelere gelebilmeleri de bu zaman dilimine rastlar. Tabii ki, üniversiteye girebilmenin kendisi pek çok
farklı olguyu ve durumu da beraberinde getirdi. Mücadeleler,
üniversite kamusalında var olma, başörtüsü, eylemsellik, gettolaşma bu durum ve olgulardan sadece birkaçı. Müslümanlar
bunların ne kadarını çözebilmiş, ne kadarını görmezden gelmişler, bu tartışılır fakat şu an için Müslümanların gündemine
yeni yeni girebilen ve hayati bir öneme sahip olduğunu düşündüğüm bir başka mesele daha var. Bir yerde kritiğin kritiği olarak da görebileceğimiz bu mesele üniversitenin, daha genelde
akademinin Müslümanlar için “anlamı ve mahiyeti” üzerine
olmalıdır. İlk başta fazlaca retorik gibi gözüken “Üniversitede
okumak haram mı?” sorusu kendi içerisinde örtük bir atıflar
dünyasını barındırmaktadır. Başlı başına bir önerme olarak görebileceğimiz bu cümlenin kendi içinde barındırdığı en önemli soru, üniversitenin Müslümanlar için nasıl bir mânâ ihtiva
etmesi gerektiğidir. Bununla birlikte, akademinin kendisinin,
kendi etiğinin, imkân şartlarının, söylem havuzunun ve dilinin Müslüman bir epistemolojiyle ne kadar uyumlu olabileceği meselesi karşımıza çıkmaktadır. Bu iki hususu birbirinden
ayırmamızı sağlayan başat özellik elbette ki birinin öğrencilik
hayatını, birinin öğrencilik sonrası üniversite hayatını ilgilendirmesidir.
Bahsetmeye çalıştığım ilk durum, öğrencilerin gündelik
yaşamlarında karşılaştıkları olaylar ve açmazlardan başka
şeyler değil. Kadın-erkek ilişkilerinden tutun da, üniversitenin
kendisinde geçirilen boş vakitlere kadar –ki burada bahsettiğim şey sadece derslere odaklanarak not kaygısına düşmek ve
entelektüel, ilmi aktivitelerden uzak kalmak- karşılaşılan pek
çok sorun öğrencilerin kendilerini konumlandırdıkları yeri bile
etkilemektedir. Fedakârlık seviyesinin ne ölçüde yapılması gerektiği tartışmalarının yapıldığı 90’lardan, sermaye birikimi
yapan kapitalistler gibi bir not biriktirme kaygısına düşüldü.
Picasso
Ahvâl ~ 12
Düğüm
Öğrenilen bilginin mahiyet ve mânâsı artık o dersi alan kişiler için bir değer ihtiva etmemeye başladı. Elbette ki, bunu
kendinden mülhem bir problematik olarak ele almak her durumda mümkün olmayacaktır. Söz gelimi, akademiden sadece
kişisel ve entelektüel bir haz alan ve amacı materyalist anlam
dünyasından beri olmayan insanların etkinlikleri, kariyerizm
çarkında kapitalist etkinlikler içerisine giren insanların etkinliklerinden sadece mahiyet açısından farklıdırlar, değerler ve
mânâ açısından değil. Tartışmayı biraz daha felsefi ve deruni
bir yere çekmeye çalıştığımızda, üniversite eğitiminin kendisini bir paradigma olarak düşünürsek temelde yatan ideolojiyi ne
olarak görmek gerekir? Buna tam olarak bir cevap bulmamız
zor gibi duruyor. Lakin var olan gerçeklikte bir akreditasyon
aracı olarak diplomanın önemini hiçbirimiz yadsıyamıyoruz.
Alternatiflerin kendisini yok eden post-modern dönemde de
üniversite eğitiminin, hatta üniversitenin kendisinin bir alternatifinin üretilemeyişi, imkân problemlerinin ötesinde hâkim
düşünce dünyasının şartsız kabulünden ileri geliyor. Daha sarih bir ifade ile üniversite okuyarak komşuyu çatlatmak herkes
için daha kolay. Bu kolaylığın getirdiği en büyük kolaycılık da
öğrenilen bilgilerin ve kazanılan perspektifin kritiğinin edilmesinin ilk seneden sonra tamamen bırakılması ve bu bilgi ve
perspektiflerin sorgulanmadan kabul edilmesidir. Zaten zihinlerimiz sınavlardan geçilmek için öğrenilen ve aynı zamanda
da kritiği yapılan bir düzeni sürekli kaldırabilecek kadar da
kuvvetli kalamıyorlar.
Bütün bunlarla birlikte ve bunların haricinde, üniversite
kamusalında var olabilmek gibi bir sorun çıkıyor karşımıza.
Başörtülü ve sakallı üniversiteye girebilme belki şekil itibariyle atlatılmış bir problem gibi dursa da, kendini seküler olarak
tanımlayan üniversitenin kendisi Müslümanlara şüpheyle bakmaya devam ediyor hâlâ. Değişen hükümetler ve hâkim görüşlerden bağımsız olarak bazı içkin ideolojiler bu kamusalı inşa
etmeye devam ediyor. Artık “iyi/kötü” Müslüman tanımlamalarının yapıldığı bu konjonktürde kabul edilebilir Müslümanlık
ve kabul edilemez Müslümanlık gibi eskiden olduğu gibi açıkça
beyan edilemeyen, bununla birlikte herkesin zihninde olan bir
sınıflandırma mevcut. Bunun kısa vadede çok bir pratik sonucu görüleceğe benzemiyor ama kartların tekrar dağıtıldığı kriz
dönemlerinde bu hafızanın tekrar su yüzüne çıkmayacağını düşünmek de safiyane ve fazla naif bir düşünce olacaktır.
İkinci meseleye geldiğimizde sorun çok boyutlu hale geliyor ve buradaki denklemin çözümü daha zor. Üniversite eği-
13 ~ Ahvâl
timinden sonra kendisini idealist olarak nitelendiren insanlar
hakikat arayışlarını ilmi alanda yapmak isterlerse onlara kapı
açan tek kurum maalesef akademi oluyor. Buradaki sorunlar
artık aile kurmayla gelen maişet kaygısı, akademinin mahiyeti
ve hakikati, İslami metodoloji ile olan gerilimi, çalışılan alan ve
disiplinler-arasılık gibi belki de sınırlarını saptamanın imkânsız olduğu bir yere doğru gidiyor. Bu sorunlarla bağlantılı bir
sorun da akademinin kendisinde var olabilmek.
Olayın bu ikinci veçhesi aslında daha geniş bir epistemoloji
eleştirisini kapsıyor ama bu yazı bunu yapabilecek bir iddiada değil. Fakat şu kısma değinmek mümkün: Özellikle Bilim
Sanat Vakfı gibi alternatif eğitim kurumlarının kurulması ile
birlikte açığa çıkan bir vizyon var. Bu vizyon Batılı ve İslami
(geleneksel) bilginin meczedilerek yeni bir paradigma ortaya
çıkarmaktan ziyade, Batılı bilginin hâkim paradigma olan akademi içerisinde temsil edilerek burada savunulması ve üretilen
bilginin bu süzgeçten geçirilerek piyasaya sürülmesi gibi bir
amaca hizmet ediyordu. Buradaki temel sorunsal, akademinin
yakıcı baskınlığı ve var olan seküler pozitivist dilin bu amaca ne kadar hizmet edebileceğiydi. Zaten kısa zamanda seküler post-modern bir dille İslami bir paradigmanın inşası sorun
olmaya başladı. Müslümanların kendi alışkanlıkları, alışkın
oldukları bir söylem dünyaları, dilleri vardı ve bunların akademide o an için -ve hatta şimdi- bir yeri yoktu. Bu sebeple
Müslümanlar akademide sadece Müslüman oldukları için bulundurulmadıklarına dair bir dizi mit oluşturdular. Halbuki,
dünyadaki akademik literatür incelendiğinde bile görülebilen
en temel şey, bu alandaki çalışmaların ve İslami perspektifin
hâkim olduğu araştırmacıların oldukça az bir orana sahip olduklarıdır.
Muhtemelen, bu üstesinden gelinmesi daha kolay bir sorundu; en azından zahiri itibariyle. Çünkü artık sosyal statü olarak
üst sınıfa çıkan Müslümanların sahip oldukları ekonomik güç
onların kendi üniversitelerini kurmaya yetecek kadardı. Maalesef kendi “akademi”lerini kuracak bilgi birikimi ve tecrübeye
sahip değillerdi. Kendi üniversitelerini kurmak da bir nevi gettolaşma manasını taşıyordu. Sanırım bu haliyle sorun çözümlenmekten ziyade daha büyük bir çözümsüzlüğe itilmişti.
Sonu en başından belli olan böyle bir yola giren Müslümanların bir çözüm arayışı içerisine girmeleri için tekrar yasakların
mı başlaması gerekiyor? Kriz zamanlarında üretkenliğin arttığı
bir gerçek ama kendi kendimize düşünmemiz gereken zamanlar geldi de geçiyor.
Düğüm
MUSTAFA ÖZEL İLE AĞRI’DAN BOĞAZİÇİ’NE
Şeyma Özel
Mustafa Özel 1956 yılında Taşlıçay’da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ağrı’da
tamamladı (Atatürk İlkokulu, 1968; Naci Gökçe Lisesi 1974). Boğaziçi Üniversitesi
İdari Bilimler Fakültesi İktisat Bölümü’nden mezun oldu (1980). Marmara Üniversitesi’nden İktisat Tarihi Yüksek Lisans (1992) ve Doktora derecelerini aldı (1999).
Marmara, Beykent, Fatih ve Bahçeşehir Üniversiteleri’nde lisans ve yüksek lisans
dersleri verdi. Şu anda İstanbul Şehir Üniversitesi İşletme ve Yönetim Bilimleri
Fakültesi öğretim üyesidir.
Dergâh, İzlenim, Yeni Şafak, Aksiyon ve Anlayış gibi yayın organlarında yazı
ve çevirileri yayımlandı. Evli ve üç çocuk babasıdır. Başlıca çalışmaları şunlardır: Amerikan Yüzyılının Sonu (Türkiye Yazarlar Birliği 1993 Fikir Ödülü), Birey,
Burjuva ve Zengin, Piyasa Düşmanı Kapitalizm, Niteliğin Egemenliği, İstikbal
Köklerdedir, Tarih Risaleleri, İktisat Risaleleri, Yöneticilik Dersleri, Liderlik Sanatı, Etkici Yönetici, Medeniyet ve Modernlik, Aklı Karışıklar İçin Kılavuz (Schumacher’den çeviri. 1990 Türkiye Yazarlar Birliği Tercüme Ödülü), Medeniyet ve
Kapitalizm (Braudel’den çeviri) ve Jeopolitik ve Jeokültür (Wallerstein’den çeviri).
Ahvâl: Boğaziçi’ndeki ilk günlerinizi hatırlıyor musunuz? Neler hissetmiştiniz Ağrı’dan Bebek’e vasıl olduğunuzda?
Boğaziçi’ne 1974 Eylül ortalarında geldim. Adresi Bebek
olarak aklımda tuttuğumdan, Eminönü’nden bindiğim Sarıyer
otobüsünden Bebek’te indim ve Bebek Kapı’ya kadar yürüdüm.
Kapıya geldiğimde, aşırı yorgunluk deyin, hayat acemiliği deyin, ilk şoku yaşadım: “Üniversite dedikleri bu küçücük bina
mıydı? Oraya kaç kişi sığardı ki?” Güvenlik görevlisi hâlime
acımış olacak ki, asıl üniversite yukarda, ister yürü, ister burada bekle biraz, gelen arabalardan birine binersin, dedi.
Yukarıyı tasavvur edemesem de, herhalde fazla “yukarı”
değil, diye düşündüm. Gaflet işte! Yürü babam yürü, bitmek
bilmez bir yokuş. Neredeyse yolun yarısında, “Ulan böyle üniversitenin!” deyip geri dönmek işten bile değildi.
Ağrı’da tercih sıralaması yaptığımızda, Boğaziçi adını
işitmiş değildim. Uyanık bir arkadaşın telkiniyle olacak, BÜ
Mühendislik fakültesini üçüncü sıraya yazmışım, asteriks işaretine dikkat etmeden. Trafikçilerin aksi kanaatteyim: Bazı dikkatsizlikler hayat kurtarır! İşareti okumuş olsaydım, okul harcının 5000 lira olduğunu anlar ve kesinlikle tercih etmezdim!
Kayıt sırasında o parayı istediler tabii. Cebimde topu topu
300 lira var. “Yani kaydımı yapmayacak mısınız?” dedim. Nasıl demişsem, beni hemen burs komisyonuna yönlendirdiler.
Komisyon üyeleriyle çabucak kaynaştık tabii. Yüzlerce kolej
talebesi arasına Ağrı’dan bir kardelen geliyor! Kaç kardeş olduğumuzu sordular, “Yedi.” dedim, “Bir de bacımız var!”. Herkes
yerlerde tabii. Netice: Beş bini almadıkları gibi, bana ayrıca
aylık 450 lira yemek, yıllık 250 lira kitap bursu “yazdılar”!
Kız yurdunun arkasındaki spor salonunu (sonradan yapılan
balonu kastetmiyorum, o yoktu zaten!) yurt haline getirmişler,
üst ve alt katlarda 40-50 kişi kalıyoruz. Yatak, yorgan hiçbir
şeyim yok. Sürveyana git dediler. Ya son sınıf ya master öğrencisi olacak, Mehmet Kabasakal ile tanıştım. Bana iki battaniye
verdi, birini altıma birini üstüme serip hafta sonuna kadar idare
ettim. Sonra işi hallettik.
O ilk dönemde Ramazan nasıl geçiyordu Boğaziçi’nde?
Rahat oruç tutabiliyor muydunuz; iftar, sahur?
Ramazan
yeni mi başlamıştı, sonuna
mı geliyorduk,
tam hatırlamıyorum. Hatırladığım, koca
ü n i v e r s i t e d e (koca dediğime bakmayın, yatılı ve gündüzlü,
bütün öğrencilerin sayısı 820 idi) oruç tuttuğumu bir tek Alman
hoca anladı! Akşam yemeği iftardan 10-15 dakika kadar önce
bitiyordu, ben de son beş dakikada yemeğimi alıp, çeyrek saat
kadar bekliyordum. Beklerken Hermann Hesse kılıklı Prof.
Fuchs yarıladığı yemeğiyle yan taraftan benim masaya kaydı.
“Oruçlu musunuz?” Evet, dedim. “Ne güzel, maneviyatın ayakta durması ne muhteşem bir şey, Size teşekkür ediyorum!”
Şaşırmış, doğrusu biraz da işkillenmiştim. Samimi miydi
söyledikleri? Ağzımdan laf mı almak istiyordu? Sanki büyük
bir örgütün elemanıydım da, Hitler’in adamı bana kur yapıyordu. Sonradan epey samimi olduk Profesör Fuchs’la. Hesse’yi
yıllar sonra okuduğumda, Fuchs’un maneviyat özlemini daha
iyi anladım. Bir tür “Doğu Yolculuğu”na çıkmıştı o da.
Her şeyde hemen bir roman havası yakalıyorsunuz.
Okuma serüveniniz çok erken başlamış olmalı.
Ağrı’da, Taşlıçay’ın bir köyünde doğmuşum, dört yaşına
kadar ilçede yaşadık. Ben daha dört yaşındayken komşumuz
Mevlüt Öğretmen bana alfabeyi belletmişti. İlkokula giderim,
fakat ortaya gitmem, diyordum.
Sebep?
İlkokul evimize çok yakındı, ortaokul ise kasabanın öbür
ucunda. “Eve dönünceye kadar bana avsir kalmaz!” diyordum.
Avsir, az etli bol patates ve soğanlı yaygın yemeğimizdi. O zamanlar beş kardeştik ve sofraya geç oturan avucunu yalardı!
Beş yaşındayken şehir merkezi Karaköse’ye taşındık. Okuma
aşkım, babamın akşamları okuduğu Siret adlı kalın kitaptan
kaynaklanıyor. Kitap’ta Hz. Peygamber çok dolaylı olarak zikrediliyordu. Asıl kahramanlarımız Hz. Ali ile Battal Gazi
Ahvâl ~ 14
Düğüm
idiler. İlkokula 7 yaşında başladım. Talihe bakın, Ağrı İl Halk
Kütüphanesi yıkılmış, geçici olarak bizim okulun genişçe
bir dersliği kütüphaneye çevrilmiş. Okumayı söker sökmez kütüphaneye dadandım, saatlerce okumaya başladım.
Kütüphanede birer nüsha ders kitabı da olurdu ve ben ilkokulda ortaokul kitaplarından, ortada ise lise kitaplarından ders
çalışırdım.
Kütüphanelerde ne de olsa resmi gözetimden geçmiş kitaplar olur. Hep onlarla mı beslendiniz?
Beni “paradigma dışı” kitaplara yönelten, Ahmet Abim oldu.
Erzurum İmam Hatip’te okuyordu. Gelişlerinde Necip Fazıl’ın,
Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in, Rasim Özdenören’in, Erdem
Beyazıt’ın kitaplarını getirirdi. Benim gözümde Necip Fazıl
dünyanın gelmiş geçmiş, gelecek en büyük yazarıydı. Çoğu
kitaplarını ezberlercesine defalarca okurdum. Orta son sınıftan itibaren yavaş yavaş siyasi ortam hareketlenmeye başladı.
Kendimi Ülkü Ocakları’nda buldum. Lisede ve akşam sanat okulunda çok yetişkin ülkücü hocalar vardı, sıradan tipler
değillerdi. Ama neticede kavmiyetçi bir zihne sahiptiler. Benim aşırı Necip Fazıl, Sezai Karakoç eğilimim onları rahatsız
ediyordu. Güzel bir duvar gazetesi çıkarırdık. Necip Fazıl’dan
şiirler, İdeolocya Örgüsü’nden pasajlar, Sezai Karakoç’un bazı
yazılarını koyardım. Başka yazılar bir hafta asılı kalırken benimkiler hemen sökülürdü. Necip Fazıl yüzünden lise ikide
Ülkü Ocakları’ndan koptum.
Köken olarak Kürt bir aileden geliyorsunuz. Ülkü Ocakları’nda sorun yaşamadınız mı?
Ağrı’da halk arasında “Kürt sorunu” yoktu. Kürt, Acem,
Laz gibi sıfatlar doğaldı, kimse bunları “Türklük” için birer
dinamit saymazdı. Babama Kürt Kâmil, ilkokul birinci sınıf
öğretmenimize Acem İdris deniyordu. Annem köyde büyüdüğü
için Türkçe konuşamaz, annemin halası Cemile Nene ise
Kürtçe bilmezdi. Acem İdris beni çok seven bir hocamızdı.
Bir gün beni tahtaya kaldırıp “Biz Kürt müyüz Türk müyüz?”
diye sordu. Biraz düşündükten sonra, “Evde Kürt’üz okulda
Türk’üz” dedim. O beni çok seven hoca çok üzüldü, bozuldu,
beni azarladı. “Bu nasıl cevap? Hepimiz Türk’üz” diye. Yedi
yaşımda, bugünkü açılım politikalarına
istikamet verebilecek, çok mantıklı bir cevap verdiğimi sanıyorum.
Ağrı Lisesi mezunu olarak Boğaziçi Üniversitesi’ni nasıl
kazanabildiniz? İktisat bölümünü bilinçli bir tercihle mi
seçtiniz?
Neler oluyor hayatta! Üniversiteye Çanakkaleli matematik
hocamız Necati Ünsal sayesinde girebildik. Aslında profesör
olabilecek biriydi, kanatları vardı adeta. Fakat o kanatlarla
kendisi uçacağına, bizi uçurdu. Dönem arkadaşım Çetin Kaya
Koç, dünyanın önde gelen kriptoloji profesörlerinden biri oldu.
Gece gündüz çalıştırdı bizi Necati Hoca. O yıl en az bir düzine
Ağrı Lisesi mezunu, birinci sınıf üniversitelere girmeye hak kazandı. Ben de Boğaziçi Mühendislik’e girdim. Aklımda özel bir
şey yoktu, boyuna kitap okuyor ve tıptan kaçıyordum. “Bir iki
sene bakarız, olmazsa başka üniversiteye geçerim.” diyordum.
Bir sene mühendislik okuduktan sonra iyi bir mühendis olamayacağımı anladım ve İktisat/İşletme tarafına geçtim.
İstanbul’da da Necip Fazıl aşkınız devam etti mi?
Necip Fazıl yüzünden Ülkü Ocakları’ndan kopmuştum. İstanbul’a geldikten bir süre sonra Üstadımız ülkücü oldu! Bende
de sol düşünceye eğilimler başlamıştı. Dinî inancım hiçbir
zaman sarsılmadı ama işin sosyal yönü bakımından Kemal Tahir’i, Attila İlhan’ı, hatta doğrudan Marks’ın kitaplarını okumaya başlamıştım ve söylediklerinin ciddiye alınması gerektiğini
hissediyordum. Derken Cemil Meriç’le karşılaştım. Tüm kitaplarını yutar gibi okudum. Kendisiyle tanışmak da nasip oldu.
Bütün bu sağ, sol vb. fikirler zihnimde yerli yerine oturmaya
başladı. Cemil Meriç benim kutup yıldızımdır!
ü
letme Kulüb
1979 BÜ İş
15 ~ Ahvâl
MUTFAKLARIN AHVÂLİ
Düğüm
Hilal Demircan
Hatice Büşra Özkan
Nagehan Elif Akyağ
(Şeyma Özel de içecek alıp gelecek)
orbası ndığınız için yeteri akvaıdbairr
Ç
t
r
u
ğ
o
Y
ra tıka
alan pil çoradan son
z am an k
i
O
çorb
ang
etmez mi?
“B u g ü n h
ptınız ve
pilavı ya ma o da yarına y uza kaldırın . Ve n: İf tara yoğ urt
ç
in
ir
p
İf tar için i? Yarına kaldı a oyarak buzluğ un buzluktan çıkarı kap kacak ve
rı
m
m
ek
yenmedi uzdolabı poşetin ünüz zaman onla şünerek minimu
b
ğ
ü
ü
d
a
y
d
i
e
n
v
in
şü
a
ü
ev
b
ka
ed
öğ rencini
yım?” diy
bayı yapa ıyoruz . Tarifi bir
p
a
y umurta
çorbası y veriyorum .
apıl ışı:
rt, un ve
Y
u
ğ
le
o
y
y
e
e
d
e
nın olmalzem
ir tencer
rta sa rısı
eler:
k ad a r
Ma lzem
bir av uç
ha ldeyse
rda ğ ı
a
ış
b
m
n
ay
a
ç
Ha şl
ac a k sa 1
n
a
şl
a
h
pirinç,
pirinç
oğ urt
a k a şığ ı y
4 -5 çorb
n
u
ı
ğ
şı
ka
1 yemek
sı* (va rsa)
a nın sa rı
1 y umurt a sıv ı ya ğ (va rsa)
ve y
Tereya ğ ı
rda ğ ı su
a
b
5-6 su
Na n e
Tu z
b
u
Önceli k le . Evde yok sa y um ve ya ğ ek lenip
pılır
irinç
p
,
su
e
n
sa rısı çır
ü
10 da k ideğ il. Üst a ate şte ya k la şı k
ma sı şa rt
rt
o
e ve tu z
n
ra
a
ta n son
a ya k ın n
ay
lm
çorba
tı
k aynad ık
a
ap
k lenirse
ir. A lt ı k
meden e
iş
p
k a pişiril
.
rt
n
u
u
ğ
yet ols
u zu yo
ha zır, a fi
ek lenir (t
Çorba nız
).
ir
il
b
le
kesi
mak iç in
yca ayır
la
o
k
ı
ın
rak te rs
r ıs
elik aça
tanın sa
k bir d
*Yumur
çü
ı ve saü
n
k
sı
a
k ır ıp
a ba a k m
k
ir
te pesini
ğ layab
ın
ma sını sa
be ya zın
ak ay r ıl
r
çe vir ip
la
a
k
e
ind
r ısının iç
.
iz
n
si
ir
il
b
Yalancı Tavuk Göğüsü
Malzemeler:
1 su bardağı şeker
1 su bardağı su
1 litre süt
125g (yarım paket) margarin
1 paket vanilya
Yapılışı:
1 bardak şeker ve 1 bardak un, bir kabın içinde
harmanlanır. Tenceredeki 1 litre soğuk sütün
içerisine şeker ve un karışımı süt çırpılarak
eklenir. Spatula yardımıyla tencere dibine tutmasın diye kaynayıncaya kadar (göz göz olana
kadar) karıştırılarak pişirilir. Yapılan karışım,
kolayca soğuması için başka bir kaba alınır. Yarım paket margarin ve 1 paket vanilya eklenir,
çırpıcı yardımıyla soğuyuncaya kadar çırpılır.
Soğuduktan sonra sudan geçirilmiş (servisi kolay olsun diye) borcam gibi bir kaba dökülür.
Süslemesi için tarçın, Antep fıstığı vb. kullanılabilir. Afiyet olsun.
Not: “Kim Ramazan orucunu tutar ve one Şevval ayından altı gün ilave ederse sanki yıl orucu tutmuş gibi olur.”
(Müslim, Sıyam: 204; Tırmizi, Savm; Ebu Davud, Savm: 58)
Ahvâl ~ 16
Düğüm
Sahurluk^^ - Ovmaç
Malzemeler:
Yapılışı:
2 yımırta
2 yufka (biri sarıp yemek için)
1 avuç katık*
1 kaşık tereyağı
Yukaların biri elde para para bölünüp parçalanır. Genişçe bir tavada tereyağı
pembeleşip kokusu çıkana kadar ısıtılır, ufalanan yukalar içine atılır. Bir müddet
çıdırdayana kadar karıştırılarak kızartılır. Katık eklenir ve karıştırılır, yumurtalar
isteğe göre çırpılarak veya direkt kırılarak eklenir. Beyazı pişene kadar karıştırılıp
ateşten alınır. Yukanın içine koñup yiñir. Ekmeğinen ekmek yiñir mi dimeyin,
pek gözel yiñir.
Afiyet olsun.
*Katık: çörek otlu yağsız tulum peyniri. Katığınız yoksa lor peyniri, istediğiniz herhangi bir peynir hatta yağlı olur demezseniz kaşar bile olur.
ilavı
Bulgler:ur P
e
Ma lzem
ı sıv ı ya ğ
y ba rda ğ
a
ç
Ya rım
ağı
şığ ı terey
1 ç ay k a
an
1 ba ş soğ
msa k
rı
r
sa
iş
d
3
lı k bu lg u
a ğ ı pilav
rd
a
b
1 su
Tu z
reye
Yapıl ışı:
a ğ tence
a k sıv ı y
rd
a
ince
b
e
c
m
in
rı
Ya
ş soğ a n
a
b
ir
ilir.
B
d
e
konur.
e ilave
ya ğ ın için sına ya k ın
ıp
n
ra
ğ
do
lma
ce
n k avru
Soğ a nla rı lmada n) ince in
kru
e
v
a
k
k
sa
m
m
a
(t
ç d iş sa rı la birü
ış
m
n
doğra
r soğ a n
rımda k la
rda k
lenir. Sa
ra bir ba
n
so
n
te
k
ü
erek
n
ld
ö
le
li kte
d a ek
bu lg ur
ış
la şı k
k
m
a
n
Y
a
.
ık
y
ba şla nır
a
y
a
a rak
lm
z
ö
k avru
reya ğ , g
k a şığ ı te
ış su
m
a
n
y
a
bir tatlı
k
k
ik i ba rda
ıra k ılır.
rı tu z ve
irmeye b
iş
p
ip
il
ilave ed
u n.
A fiyet ols
Fırında Püreli Köfte
Malzemeler:
Köfte’nin yapılışı:
Köfte için:
250g kıyma
Yarım ekmek içi (1 bardak galeta unu)
1 baş soğan
1 tutam maydanoz
1 yumurta
Tuz, karabiber, pul biber, kekik
250 gram kıymaya yarım ekmeğin içi ya da 1 su bardağı galeta unu eklenir. 1 baş
ince rendelenmiş soğan, karabiber, pul biber, kekik, bir tutam ince doğranmış
maydanoz ve tuz ilave edilir. 1 adet yumurta kırılır. Malzemeler karışana kadar
iyice yoğrulur (bir gece önceden yapıp bekletilmesi daha iyi olur).
Püresi için:
4 adet orta boy patates
1 kibrit kutusu kadar tereyağı
1 su bardağı süt
Tuz
17 ~ Ahvâl
Püre’nin yapılışı:
4 adet orta boy patates kabukları soyularak haşlanır. Güzelce haşlandıktan sonra henüz sıcakken çatal yardımıyla ezilir. Patatesler soğumadan 1 kibrit kutusu
tereyağı ve tuz eklenip patatese yedirilir. Daha sonra 1 su bardağı süt ilave edilip
karıştırılır.
Önceden hazırlanan köfte, dibi yağlanmış fırın tepsine zemini eşit kalınlıkta olacak şekilde yayılır. Püre, köftenin üzerine yine eşit kalınlıkta olacak şekilde dökülür. Önceden 200 derecede ısıtılan fırına verilir. Yaklaşık yarım saat piştikten
sonra rendelenmiş kaşar peyniri eklenerek kaşarlar eriyip kızarana kadar fırında
tutulur. Afiyet olsun.
BURJUVA ZEVKLER
Düğüm
Hande Yıldırım
Hatice Büşra Özkan
Hilal Demircan
»»Tabağı yıkanmışçasına sünnetleyip bir sonraki yemekte
önceki yemeğin tadını almamak –The ironi
»»Avokado salatası ve malzemelerine ulaşabilmek için elit
bir muhitte ev
»»Mini Cooper’a “Mini” demek
»»Çayı alabildiğine koyu, demli ve şekersiz içmek
»»Öndeki teyzenin/amcanın ayağının üstüne secdeye gitmemek için teravihte en öndeki safta durmak + Henüz sünnetleri kılarken, “Sübnane Rabbiyel A’la”ları aceleye getirmemek için öndekiyle senkronize hareket etmeye çalışarak
aynı anda secdeye gitmek
»»Namazı hızlı kıldırdığı için imamı dövmek (bkz: http://
www.dailymotion.com/video/x9tw4a )
»»Eller karın üzerinde bağlı anneanne modunda dolaşıp yedi
yirmi dört kıyamda olmak
var.” diyerek vazgeçmek (thug life)
»»Yatsıyı okununca kılmak
»»Abdestli doğmuşçasına sabah abdestiyle yatsıyı kılmak
»»Namazı çimlerde ve kütüphanede kılmak
»»Fotoğraf makinesini analog kullanıp fotoğrafları banyo
ettirmek
»»Herkes Güney Çimler’e akın ederken Kuzey Çimler’de onlayn
olmak
»»BİM’den Hollanda vafılı almak
»»Roka sevmek (İhtilaf var.)
»»Kütüphanede asistan masası kapmak (Lamba içerir.)
»»İftar sonrası dışarıda gezerken bu sayfaya madde ekleyememek
»»Kedilerin sudan korktuğunu bildiğinden, elindeki suyu içmek yerine kedinin üzerine dökenleri uyarmak, (Kamu spotu: Bu dünyada misafirsin eşyaya da kendine de zulmetme!)
»»Ürgüp’te peri bacalarının üzerinde balon turu hayali kurup beş yüz lira olduğunu öğrenince Feshane’de discovery’e
binmeye karar vermek. (Feshane’de discovery > Vialand’de
roller coaster)
»»Eteğin tesettürüyle pantolonun rahatlığı arasında kalıp
şalvar giymek
»»Akşamı iftarlı camide kılıp teravihe rakip camiye gitmek
»»Nafi Baba’da zaten hanımlara mahsus olan yukarı kattaki mahvilden kovulup aşağıdaki şadırvanlı kısımda namaz
kılmak, ders çalışmak, uyumak, vs.
»»Cümle içinde “makro, mikro, patriarchy, refer etmek, mündemiç, mütemadiyen, konjönktür, ünsiyet ve uhuvvet” kelimelerini bolca kullanmak
»»Köpeklerden korunmak için ayet okumak (Mü’minun, 36)
»»Eline geçen her fırsatta modernizme saymak
»»Huzur Sokağı’ndaki Feyza’nın kızıyla aynı isme sahip olmak
»»Klasik gitar konserine gitmek
»»Hellim peynirli salata yemek
»»Beş yaşındayken göbek üstü pantolon giymek
»»Ramazan umresi yapmak
»»Ali Express’ten ucuza kalemlik alıp satmak
»»Gender dersinde hocaya atar yapıp ön sıralardan kalkarak
dersten çıkmak
»»Kurumsal aplikasyon yazdırmak
»»Çay sevmeyip süt içmek (Burjuva olduğu konusunda ihtilaf var.)
»»Tatillerde Avrupa fotoğrafı layklamak (Tercihen Bosna başta
olmak üzere bilimum Balkan ülkeleri)
»»Her şeyi eleştirip çözüm üretmemek çünkü neden üreteyim.
»»Final zamanı okulu bırakmaya karar vermek
»»“Evlil*k” kelimesini sansürleyerek yazmak (Dergi prensibi)
»»“Nasılsın?” sorusunu sorana akademik hayatını anlatıp
kişiyi sorduğuna pişman etmek (bkz: @poetikkliseler)
»»Lokal olmak (İhtilaf var.)
»»Özel sektöre girmeyip akademiye yönelmek
»»Tahin’e gitmek
»»Kütüphanede sabahlamak
»»“Ne kadar burjuvasınız?” testinde peasant çıkmak
»»“Bourgeois” yı tek seferde doğru yazmak
»»Ahvâl alırken sadaka vermek
»»Amerika’ya Ahvâl kargolamayı düşünüp “Zaten sitemiz
Ahvâl ~ 18
Düğüm
BİZİM BÜYÜK YÜREKLERİMİZ: MAJİD MAJİDİ
Seçkin Azınlık
Baştan anlaşalım, öyle okuyun yazıyı.
Ben bir film eleştirmeni değilim. Kendi doygunluk krizimi çözmek için kullandığım yöntemlerden biri bol bol film
izlemek. İddiasız, üzerimde baskı olmadan. İzliyorum, üzülüyorum, seviniyorum. Kendimi hatırlıyorum, insanlığımı. Ve
belki de koşuşturmalar arasında çok ortaya çıkartamadığımız
kalbimi hatırlıyorum. Bazı filmlerden daha çok etkileniyorum
ve sizlerle paylaşıyorum. Belki bir hissiyata, fikre benim paylaşımımla dokunursunuz. Tamamen bu.
Bu yazının kahramanı: İranlı yönetmen Majid Majidi [Mecid Mecidi]
Kendisi İran’da yaşanan İslami Devrim sonrası ülkeyi terk
etmeyenlerden. Baskı ortamında kamerasının yüzünü insana
çeviren, iyiliğe dönen, içi boşaltılmamış maneviyata yönelen
bir yönetmen. Şiir gibi senaryolar, kendimizden parçalar bulduğumuz oyunculuklar ve görsel işçilik.
Kendisinin üç filmini izledim. Baran, Cennetin Çocukları,
Cennetin Rengi. Bu şahane filmlerin konusu ve izlerken yaşadığım duygu yoğunluğu hakkında birkaç kesit sunacağım.
Cennetin Rengi [1997]
Bir çift ayakkabının yokluğundan olağanüstü hikâye yaratılır mı, yaratılır. Aklınıza oğluna flüt alamayan İbrahim Tatlıses
gelmesin.
Oldukça fakir bir ailenin üç çocuğundan ikisi arasında yaşanan muhteşem bir bağlılık.
Kız kardeşinin yırtık ayakkabısını tamir ettirdikten sonra
kaybeden abinin yaşadığı mahcubiyeti ve iki kardeşin bu durumu sağlam bir dayanışma ile nasıl hallettiklerini anlatıyor.
Film arabesk eğilimlerin çok ötesinde, iki kardeşin birbirlerine
duydukları sevgi ve güvenle insanlığımızı tekrar vitrine koyuyor. Gözlerim dolarak izlediğim bir şaheser.
Baran [2001]
Yalın bir senaryoyla yerle bir olduğum harika bir film.
İran’da bir inşaat, kaçak olarak çalışan Afgan işçiler. 17 yaşında, inşaatın getir götür işlerini yapan hırslı Latif’in, inşaattan
düşen babasının çalışamayacak duruma gelmesiyle, onun yerine inşaata gelen narin bedenli Rahmat’la yaşadığı uhrevi ilişki.
Bir aşk hikayesi. Majid Majidi, bize filmin satır aralarında şunu
hatırlatıyor; aşk vazgeçmektir.
19 ~ Ahvâl
Kendi yoksulluğunu unutan Latif’in, Rahmat’a duyduğu
sevginin doğallığı içinde ilerliyor. Rahmat’ın yoksullukla ve
şanssızlıkla dönen çalkantılı iç dünyası, 17 yaşındaki neşeli karakter Latif’in kaderi oluyor.
Her türden duyguyu barındıran bir yapımdı. Bazen yolda
giderken yaşlı bir amca’dan öğütler dinledik:
“Yalnız yaşayan, Allah’a komşu olur.”
“Ayrılık, öyle bir ateş ki; acısı yürek yakar.”
Filmin bir diğer etkileyici tarafı, Sovyet işgali ile ülkelerini
terk eden milyonlarca Afgan’ın İran’da yoksulluğa direnmeleri.
Cennetin Rengi [2007]
Hayatı parmak uçlarında ilerleyerek hisseden kör bir çocuk
ve ondan kurtulmaya çalışan bir babanın hikayesi. Kimsenin
onu sevmediğini bilmesine rağmen hayata neşe saçan Muhammed ve onu sırtında yük olarak gören, ondan kurtulmak isteyen ancak vicdanın sonsuz sorularıyla bir türlü yapamayan bir
baba. Muhammed, huşuyla ve sevgiyle Allah’ı arar, babası onu
kaybetmek ister. İşte bu çatışmayla, nasıl bittiğini anlamadığımız şiirsel bir hikâye daha.
“Kimse beni sevmiyor! Ninem bile! Kör olduğum için herkes benden kaçıyor. Eğer görebilseydim, diğer çocuklarla
birlikte köy okuluna devam edebilirdim... Ama dünyanın ta
öbür ucundaki körler okuluna gitmek zorundayım. Öğretmenimiz, Allah’ın bizleri diğer kullarından daha çok sevdiğini söylüyor ama ben de diyorum ki, madem öyle, bizi kör
yaratmazdı. Ki böylece O’nu görebilelim. Öğretmenimiz
dedi ki, ‘Allah görünmezdir, O her yerdedir, O’nu hissedebilirsin, O’nu parmağının uçlarını kullanarak görebilirsin’.
Allah’ı bulana kadar ellerimle her yere dokunacağım. Ve
bulduğumda da, kalbimin bütün sırları dâhil, her şeyi anlatacağım.”
Gündemin kalbimizi sıkı bir şekilde tahrip ettiği bu günlerde, bu filmlerle biraz olsun kalbimizi hatırlayabilmek dileğiyle.
Chapter 3:
Çözüm
Ahvâl ~ 20
Çözüm
RAMAZAN RİSALESİ ÜZERİNE
Tuğba Türkoğlu
Bismillahirrahmanirrahim. Esselatu vesselâmu alâ rasulüne Muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmain. Elhamdülillah başı rahmet, ortası mağfiret, sonu Cehennemden kurtuluş olan mübarek ay Ramazan-i Şerif’e eriştik.
Bu Ramazan’ın başında Risale-i Nur’dan Ramazan Risalesi’ni
tekrar tekrar okumaya niyet ettim. Her okuyuşumda ve dinleyişimde farklı manalar kalbime gelirken, her seferinde ulvi hakikatler zihnimde farklı bir yer ediniyor. Üstad Bediüzzaman
Hazretleri, Ramazan-i Şerif’in pek çok hikmetlerinden yalnız
dokuz hikmetini beyan eden dokuz nüktede ele alıyor bu küçük
risaleyi. Ben de Ahvâl’in Ramazan sayısında, naçizane, sizlerle
anladıklarımı, dinlediklerimi ve hissettiklerimi paylaşma niyetine giriştim. Ramazan Risalesi’nin Birinci Nüktesi’nde, Cenab-ı Hakk’ın
rubûbiyeti yani “Rabb”liği noktasındaki çok hikmetlerinden
birisinin, Allah’ın yeryüzünü bir sofra-i nimet suretinde yaratması, bütün nimet çeşitlerini o sofra üzerine dizmesi ve mükemmel rububiyetini, Rahmâniyet ve Rahimiyetini o vaziyetle ifade etmesine karşılık, insanların gaflet perdesi altında ve
sebepler dairesinde o vaziyetin hakikatini görememeleri hatta
unutmalarını nazara veriyor. İşte tam bu noktada orucun büyük
hakikati göze çarpıyor ve Üstad’ın kendi ifadeleriyle: “Ramazan-ı Şerif’te ise, ehl-i iman, birden muntazam bir
ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine davet
edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz.” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne (kulluğa yakışır bir
tavır) göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle (kullukla) mukabele ediyorlar.”
İkinci Nükte ise şükre bakıyor. Tablacı (tezgâhtar) hükmünde olan insanlar bir fiyat istiyorlar. Nimetlerin hakiki sahibi
olan Cenab-ı Hakk ise kullarından nimetlerinin karşılığında
şükür taleb ediyor, diyor Üstad, tıpkı Birinci Söz’de bahsettiği
gibi. Bizler tablacı hükmünde olan sebeplere ve insanlara gereğinden fazla minnettar oluyor, müstehak olmadıkları hürmet
ve teşekkürü ediyoruz, hâlbuki Cenab-ı Hakk, tüm bunlardan
daha fazla şükre layık. “Peki, ama nasıl bir şükür?” diye düşündüğümüzde ise şu satır çıkıyor karşımıza: “İşte O’na teşekkür etmek, o nimetleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve
o nimetlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.” Ve devam
ediyor: “İşte, Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır.” Sebebi ise
gayet açık. Hakiki açlığı hissetmeyen insanların çoğu, çok
nimetlerin kıymetlerini anlayamıyor ve haliyle vazifesi olan
şükrü tam olarak eda edemiyor. Ancak “Padişahtan ta en
fukaraya kadar herkes Ramazan-ı Şerif’te o nimetlerin kıymetini anlamakla bir şükr-ü maneviye (manevi bir şükre)
mazhar olur.” Demek bizler dille ikrar etmesek dahi, Ramazan’da oruçla
21 ~ Ahvâl
bir nevi şükür halinde bulunuyoruz. Tıpkı risalelerin başka bir
yerinde geçen açlığın bir fiilî dua hükmüne geçmesi hakikati
gibi.
Diğer Nükte orucun insanın sosyal hayatına bakan çok
hikmetlerinden bir hikmetine dair. İnsanlar maişet cihetinde
çeşitli suretlerde yaratılmışlar ve Cenab-ı Hakk, bu ihtilafa binaen zenginleri fakirlerin yardımına davet ediyor, diyor Üstad.
“Halbuki, zenginler fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler (…) Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasıyla muavenete
mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakikî o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor.”
Dördüncü Nükte’nin ihtiva ettiği orucun nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden birisi de, Ramazan-ı Şerif’te en zenginden en fakire kadar herkesin nefsinin,
kendisinin malik (sahip) değil, memlük (kul,köle); hür değil
bir abd (kul) olduğunu anlaması. Zira nefis, “Emrolunmazsa, en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz
diye, mevhum rububiyeti (tasavvur ettiği rabblik iddiası) kırılır, ubûdiyeti (kulluğu) takınır, hakikî vazifesi olan şükre girer.”
Evet, Cenab-ı Hakk emretmezse elimizi suya uzatmak gibi
en basit bir işi dahi yapamayız. Bunu ise nefse ancak oruçla kabul ettirebiliriz. Zira nefsin istemesine rağmen ve aslında helal
olan yeme içmenin Cenab-ı Hakk’ın tayin ettiği belli bir vakte
kadar yasaklanmış olması, kendisini hür ve malik tanıyan nefsin terbiyesi noktasında çok büyük bir hikmet. Diğer Nükte’de Üstad, Ramazan-ı Şerif’in orucunun, nefsin
tehzib-i ahlakına (ahlakı güzelleştirmesine) dair ve serkeşane
(baş kaldırır bir şekilde) muamelelerinden vazgeçmesi cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmetini açıklıyor. Evet, burada
söylediği gibi hakikaten nefis, mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu görmez ve görmek
istemez.
“Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten
ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu
var gibi, lâyemûtâne (ölümsüz gibi), kendini ebedî tahayyül (hayal) eder gibi dünyaya saldırır. Şedit (şiddetli) bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem
kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını (Yaratıcısını)
unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie (kötü ahlak) içinde yuvarlanır.”
“İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç, en gafillere ve mütemerridlere (inatçılara) zaafını, acizliğini ve fakirliğini ihsas
ediyor (hissettiriyor). Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece
çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate
muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin Firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr (tam bir acizlik ve fakirlik) ile dergâh-ı İlâhiyeye (ilahi dergâha) ilticaya bir arzu hisseder ve
bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır
-eğer gaflet kalbini bozmamışsa!”
Çözüm
Diğer Nükte yani Altıncı Nükte, ilk okuduğumda beni en
çok etkileyen yerlerden biriydi. Burada, Ramazan’daki orucun
Kuran-ı Hakîm’in inmesine ve Ramazan-i Şerif’in bizzat Kuran-ı Hakîm’in en mühim inme zamanı olmasındaki çok hikmetlerinden bir hikmetine çeviriyor nazarlarımızı. Uzunca ve
daha derin ele aldığı bu meselede şöyle diyor Üstad:
en parlak ve kudsi bir bayram hükmünde olduğundan, bu ayda
“yemek içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hâcâtına (hayvani ihtiyaçlarına) ve mâlâyâni ve hevâperestâne (boş ve nefsin isteklerine düşkün bir şekilde) müştehiyata (nefse hoş gelen şeylere)
girmemek için, oruçla mükellef olmuş”. Böyle geçici hayvanlıktan çıkıp melekiyet vaziyetine girmek ve ahiret ticareti için dünyevi ihtiyaçlarını geçici olarak
bırakmakla, o insanın uhrevi bir adam ve cisimleşmiş bir ruh
vaziyetine girerek, orucu ile Samediyete, yani Allah’ın hiç bir
şeye muhtaç olmaması ama her şeyin ona muhtaç olması anlamına gelen Samed ismine bir çeşit ayinedarlık etmesini, yani
ayna olmasını açıklıyor sonra Üstad ve ekliyor; “Kur’ân-ı Hakîm, madem Şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş
(inmiş). O Kur’ân’ın zaman-ı nüzulunu (inme zamanını) istihzar (göz önüne getirme) ile, o semâvî hitabı hüsn-ü istikbal etmek (güzel karşılamak) için Ramazan-ı Şerif’te nefsin hâcat-ı süfliyesinden (aşağılık ihtiyaçlarından) ve
mâlâyâniyat halattan (malayani/boş hallerden) tecerrüt
(sıyrılma) ve ekl ve şürbün (yemek ve içmenin) terkiyle melekiyet (meleklik) vaziyetine benzemek, bir surette o
Kur’ân’ı yeni nazil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhiyeyi (ilahi hitapları) güya geldiği ân-ı nüzulünde (iniş anında) dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem’den
(a.s.m.) işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail’den,
belki Mütekellim-i Ezelî’den (ezeli kelam sahibi Allah’tan)
dinliyor gibi bir kudsî hâlete (hallere) mazhar olur.”
“Peki bu uhrevi ticaretlerden mahrum kalmamak için tuttuğumuz orucun en mükemmel hali nasıl olur?” diye bir soru
sorarsak, şöyle bir cevap çıkıyor karşımıza:
Anlaşılıyor ki; hayvanlarla ortak noktamız olan yeme, içme
gibi hallerden sıyrılma nispetinde ilahi kelama olan muhatablığımız artıyor, melekî bir vaziyete bürünüyoruz. Cenab-ı Hakk,
bu cihetle merhametiyle Kur’an ayı olan Ramazan’da bizleri
ezeli kelamına daha fazla yakınlığa ve muhatablığa davet ediyor.
“Ve o orucun ekmeli (mükemmeli) ise, mide gibi bütün
duyguları, gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı
insaniyeye (insandaki cihazlara) dahi bir nevi (çeşit) oruç
tutturmaktır. Yani, muharremattan (haramlardan), mâlâyâniyattan (boş işlerden) çekmek ve her birisine mahsus ubûdiyete (ibadetlere) sevk etmektir.”
“Evet, Ramazan-ı Şerif’te güya âlem-i İslâm bir mescid
hükmüne geçiyor. Öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar,
o mescid-i ekberin köşelerinde o Kur’ân’ı, o hitab-ı semâvîyi arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan,
âyetini, nuranî, parlak
bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’ân ayı olduğunu ispat
ediyor.”
Diğer nükte, Ramazan’daki orucun ahiret ticaretine ve ziraatine bakan çok hikmetlerinden bir hikmetini ele alıyor ve
şöyle diyor: “Ramazan-ı Şerif’te sevab-ı a’mâl (âmellerin sevabı) , bire
bindir. Kur’ân-ı Hakîm’in, nass-ı hadisle, her bir harfinin
on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerif’te her bir harfin on değil, bin; ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler; ve Ramazan-ı
Şerif’in Cumalarında daha ziyadedir.Ve Leyle-i Kadir’de
(Kadir Gecesi’nde) otuz bin hasene sayılır. Evet, her bir
harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle
bir nuranî şecere-i tûbâ (Tuba ağacı) hükmüne geçiyor ki,
milyonlarla o bâki (ebedi) meyveleri Ramazan-ı Şerif’te
mü’minlere kazandırır. İşte, gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki, bu hurufâtın (harflerin)
kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasârette
(zararda) olduğunu anla.”
“İşte, Ramazan-ı Şerif adeta bir âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır.”
Ramazan Üstad’ın tabirleriyle hem bir pazar hem amellerin yeşermesi için bir nisan yağmuru hem de Cenab-ı Hakk’ın
saltanatına karşı insanların ibadetlerinin resmi geçit yapmasına
“Evet, bir tek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını(meyvelerini) kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı
Kur’ân ile, bin aydan daha hayırlı olduğu, bu sırra bir hüccet-i katıadır (kesin bir delildir).”
Ama nasıl? “Meselâ, dilini yalandan, gıybetten ve galiz tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak ve o lisanı, tilâvet-i
Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle
meşgul etmek; meselâ gözünü nâmahreme bakmaktan ve
kulağını fena şeyleri işitmekten men edip gözünü ibrete ve
kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeye sarf etmek gibi, sair
cihazata (diğer cihazlara) da bir nevi oruç tutturmaktır. Zaten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruçla ona tatil-i
eşgal ettirilse (işlere son verilse) , başka küçük destgâhlar
(tezgahlar) kolayca ona ittibâ ettirilebilir.”
Sekizinci Nükte, Ramazan-ı Şerif’in insanın şahsi hayatına bakan çok hikmetlerinden birisine dikkatleri celbediyor. Bu
meseleyi iki yönlü ele alıyor Üstad. İnsanın nefsi yeme içme
hususunda istediği gibi hareket ettikçe hem maddi hayatına tıbben zarar verdiği gibi hem helal haram demeyip rast gelen şeye
saldırmanın manevi hayatı da zehirleyeceğini söyler. Böyle hareket ettikçe kalbe ve ruha itaat etmenin o nefse ağır geleceği ve
baş kaldırarak dizginini ele alıp insanın ona değil onun insana
bineceğini söyler. Yani biz yeme içme hususunda emirleri gözetmediğimiz takdirde yalnızca haramlara girmekle kalmıyor,
aynı zamanda nefsin dizginini eline vererek başka mevzularda
ruha ve kalbe itaatini zorlaştırıyoruz. “Ramazan-ı Şerif’te, oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır, riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Biçare zayıf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmakla
hastalıkları celb etmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terk ettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeye kàbiliyet peydâ eder. Hayat-ı mâneviyeyi
Ahvâl ~ 22
Çözüm
bozmamaya çalışır.”
Demek nefis Ramazan ayı boyunca Allah için helali dahi
terk etmeye alıştıkça, haramlardan çekinmek için akıl ve şeriatın öngördüğü emirleri dinlemeye bir kabiliyet kazanıyor.
Aksi takdirde haramlardan çekinmesi zorlaşıyor ve bu da nefsin dizginini eline alması, kalbe ve ruha itaatte zorlanmasını
kolaylaştırıyor.
“Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat (geçici) bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse
(iş bırakmazsa), o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın
(cihazların) hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle
meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o mânevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder (karıştırır). Nazar-ı dikkatlerini
daima kendine celb eder. Ulvî vazifelerini muvakkaten (geçici olarak) unutturur. Ondandır ki, eskiden beri çok ehl-i
velâyet (evliyalar), tekemmül (ilerlemek) için riyazete, az
yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri
anlarlar ki, sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair cihazat (diğer cihazlar), o fabrikanın süflî (aşağı) eğlencelerine
bedel, Ramazan-ı Şerif’te melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler (lezzetlenirler), nazarlarını onlara dikerler.
Onun içindir ki, Ramazan-ı Şerif’te mü’minler derecâtına
(derecelerine) göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, mânevî sürurlara (sevinçlere) mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır
gibi letâifin (latifelerin) o mübarek ayda oruç vasıtasıyla
çok terakkiyat (ilerleme) ve tefeyyüzleri (feyizleri) vardır.
Midenin ağlamasına rağmen, onlar mâsumâne gülüyorlar.”
Ve son nükte, Ramazan-ı Şerif’in orucunun doğrudan
23 ~ Ahvâl
doğruya nefsin rabblik iddiasını kırmak ve ona acizliğini göstermekle kulluğunu bildirmek noktasından pek çok hikmetlerinden birini anlatıyor. “Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; Firavunâne kendi rububiyet rabblik) istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o
damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte, Ramazan-ı Şerif’teki oruç, doğrudan doğruya nefsin Firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd (kul) olduğunu bildirir.
Hadisin rivayetlerinde vardır ki:
Cenâb-ı Hakk nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”
Nefis demiş: “Ben benim, Sen sensin.”
Azap vermiş, Cehenneme atmış, yine sormuş. Yine demiş:
“Ene ene, ente ente.” Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten
vazgeçmemiş.
Sonra açlıkla azap vermiş. Yani aç bırakmış. Yine sormuş:
“Men ene? Ve mâ ente?”
Nefis demiş:
Yani, “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin. Ben senin âciz bir abdinim.”
Üstad’ın kırk dakikada süratle yazdığını belirttiği bu
risale küçük ama içinde çok derin hakikatlerin kısa hülâsalarını ihtiva ediyor. Ben naçizane bu risalede yer alan dokuz
nüktedeki bazı kısımlara değinmeye çalıştım. Elimden gelse
kendi sözlerim yerine tüm risaleyi koyacaktım. Merak eden
kardeşler “Ramazan-İktisat-Şükür Risaleleri” başlıklı küçük
risaleden ya da Risale-i Nur Külliyatı’ndan Mektubat Kitabı’nın 29. Mektubu’nun “İkinci Risale olan İkinci Kısmı”ndan
“Ramazan Risalesi”ni okuyabilirler. Selametle.
Çözüm
Selamun aleykum,
Ey bizi bir hiçken var eden, her şeyimizi borçlu olduğumuz Yaratıcımız,
bu mübarek ayda, bu enfes ibadet ikliminde, ellerimizi Sana
açtık şükür ve niyaz için huzurundayız..
Rabbimiz, bu misyoner dergahı eğitim kurumunda, şu kadar
mümini bir araya denk getirdin.
Yarab Senin gazabına yol açacak türlü hallerin, işlerin meydana
geldiği bu fucur yuvasında,
burada Sana bağlılıkla el açmış bu güzel gençleri,
Sana bağlı kalmaya azmetmiş, bu onurlu genç insanları,
Senin hadlerini aşmamaya, Senin davana hizmet etmeye,
Senin hoşuna gidecek imzaları
bu yalan ama ahiretin tarlası olan arz’ın üstüne atmaya, muvaffak eyle!
Yarab bu genç ömürleri, ateşin ve azabın değil
Senin sonsuz rahmetinin vesilesi eyle !
Bu yiğit gençleri, bu iffetli, tertemiz hatunları
kariyer ve modern hayat standartının peşinde koşan,
İslam dünyasındaki kardeşlerini, kendi vücudunun diğer kısımları olarak görmekten acze düşmüş,
senin ihsan ettiği her türlü rızık ve serveti, bu kardeşleriyle paylaşmaktan geri duran,
fakir duasının değil, zengin sofralarının, müstakbel makamların cazibelerine kapılmış
diploma için takla atıp,
dünya ikbalini riske atmamak için, cehd etmekten kaçmanın
yollarını arayan
bir zillet halinden muhafaza buyur yarab !
Yarab Boğaziçili olmak, bize gaflet sebebi olmasın !
Yarab dünya, bize Seni ve hakikatleri unutturmasın !
Peşinde koştuklarımız, itibar ettiklerimiz
bizin Senin katında itibarsızlaştırmasın !
Yıllarca para ve itibar için İngilizce öğrenip de
başka yerlerde çobanların bile bildiği Arapça, Kuran ve İslami
ilimlerin cahili olmaktan bizleri muhafaza buyur !
Bizlere hidayet eyle ki, Senin doğru yola rehberliğin sayesinde
bu genç adamlar, sahip oldukları her şeyi, Senin yolunda yerlere sersinler
Senin kelimenin yüceltilmesi, Senin davanın en etkili bir şekilde ifade edilmesi, yaşanması için
cehd etsinler, bedel ödemeyi göze alsınlar !
İnsanlarla, hakikat arasındaki kilitleri açmayı, Senin yolunda
fütuhatı, ganimet bilsinler !
Başkasının hidayetine vesile olabilmeyi,
bulunduğumuz bu serhat diyarında, bu cihad sahasında
Senin hoşnutluğunun vesilesi bilsinler !
Bu kıymetin peşinde başarı üzerine tefekkür etsinler, para ve
emek harcasınlar.
Gençliklerini Senin yolunda infak etsinler.
Boğaziçili olmanın zekatını,
verdiğin yetenek ve becerileri Senin yolunda kullanarak ödesinler..
- Fatih Elmalı
Mazlumların, muhtaçların, bilgiye, yol yordama muhtaç olanların dudaklarında
onlara dua olsun !
Bu yiğit kardeşlerim, şu etrafımızdaki gariban mahallelerinde,
bizim buralarda Senden gafil olmadığımızın
şahitlerini edinsinler !
Ne olur Yarab, Senin mahkemende şefaatçimiz olacak, amellerimiz olsun !
bizim Senin rızan uğrunda cehdimiz olsun, hesabını verecek
bir hayatımız olsun !
Hayatımız, bu ahiret azığını toplamaya yönelik olsun !
Bizleri, kulluğun ihtirası ile ziynetlendir Yarab !
Senin elçin: ‘Müslüman yaptığı işi, en iyi yapandır” buyuruyor.
Buradaki dindar kardeşlerimize, ümmeti temsil ettiklerini
unutturma !
Sınıflarında silik, tembel, sorumsuz insanlar olmasınlar !.
Tersine iyi hasletlerle Müslüman kimliğini ortaya koysunlar,
ama gaflete düşüp de; derse, kariyere ve sisteme mağlup olmasınlar !
Yarab burada el açmış kardeşlerimizin, hakiki kardeşlerine
düşkünlüğü olsun.
Onlara yapılan her türlü zulme karşı hassasiyetleri olsun !
Yapamadıkları vecibelerin, yapamadıkları iyiliklerin
sızısı kalplerinden gitmesin !
Rabbimiz bir kaç sene öncesine kadar, bacılarımız burada okuyamıyordu
zalimin zulmü yılar ve yıllarca nice hayatları kararttı
Yarab ne olur, şimdi bu rahatlığın tadını çıkaran bizleri
zalimin nasıl tetikte beklediğinden gafil bırakma !..
Yarab ataletin, gevşemenin, keyif ve ucuz dünya metaına kapılmanın
sonunda nasıl bir zillet ve musibet getirdiğinden, bizleri gafil
bırakma !..
Yarab, bugün İslam davasına hizmetten kaçmanın
sonunda nasıl bir utanç, nasıl mahcubiyet ve eziklik geleceğinden, bizleri gafil bırakma !..
Rabbimiz, bu genç adamlar, Senin davanın adamı olsunlar
Hakkı söylemekten, Sana teslim olarak yaşamaktan, bütün isyankarların gözüne soka soka
Sana secde etmekten çekinmesinler !
Ve Yarab bu nasipsiz belde de bize, Seni zikredebileceğimiz bir
mabed ihsan eyle !
Yarab bu yeni nesli, bu mabedin vesileleri olmakla şereflendir !.
Yarab bu kardeşlerimizi, Boğaziçi’ndeki ümmetin birliğinin,
hakkın tebliğinin, nice nefislerin hidayetlerinin, vesilesi eyle !..
Nice baskın kalabalıkların önünde
onları hakkı haykırmakla şereflendir !..
Yarab bu günah beldesi; bu amin diyen kardeşlerimin secdeleri,
onların hakkı zikretmeleri, onların güzel ahlakı ile,
onların hakkı hal ile tebliğ etmeleri ile,
bir selam diyarına, bir rıza beldesine dönsün.
Ahvâl ~ 24
Çözüm
Rabbimiz bizlerin, bu şehitliğin yanında eğitim almamızı takdir ettin
Etrafımızda yatan şühedaya burada can verdiren,
90 yaşındaki koca Eyüp’ü İstanbul surlarına getiren ilkeler,
Boğaziçilinin pusulası olsun, onları diğer istikametlerden korusun !
90 yaşında; cihaddan kaçınmak için her türlü bahanesi mevcut
olan bir kutlu müminin
hayatını, sıhhatini, ve neyi varsa bütün benliğini Sana arz edişi
bizler için asaletin, zenginliğin, itibarın ölçüsü olsun !
Yarab senin imtihan için cazibeli gösterdiğin bu Boğaziçi denen manevi çöplük
bu genç müminlerin burnuna güzel kokmasın !
Yarab, bu koca şehrin üçte biri aç, mahrum, mazlum yatarken,
15 milyonluk kalabalıkta, nice gariban yapayalnız kıvranırken,
buradaki süslü ve düzmece tiyatro, hiç bir kardeşimin aklını
başından almasın !
Yarab bizler eğitimde belli başarılar elde ederek buralara geldik
ama bizler hakikatte aciziz, Sana hep muhtacız
ne olur bizi doğru yoldan ayırma !
Ne olur bizi bu dünyada ve daha önemlisi hakikat zamanında
rezil etme !
Ne olur bizi hidayetten, rehberliğinden nasipsiz bırakma !
Boş, havai, Senin katında kıymetsiz
yerin 2 metre altına girdiğimizde 5 para etmeyecek dertlerin
peşinde, bizleri maskara eyleme !
Bunca nimet ve sonunda, bunların şükründen gafil birer cehennem odunu olmayalım !
Yarab, gözümüzün bebeği, bizi sana yaklaştırmaya vasıta bildiğimiz Şura’mızı ve Halka’mızı
kurtuluşumuza, ve büyük mahkemende Sana hesap verebilmemize vesile eyle !
Bu dünyevi vasıtalarla, Senin davana hizmet edebilmeye bizleri
muvaffak eyle !
25 ~ Ahvâl
Yarab bu güzel kardeşlerimizin her türlü sıkıntısını izale eyle !
Zamanı gelince, dinlerini tamamlamaya ve iflahlarına vesile
olacak, tertemiz evlilikler ihsan eyle.
Alem uyurken, helalleri olan eşleriyle beraberce kıyama geçip,
Seni zikretsinler, Sana boyun büksünler !
Zalim fuhşuna inat,
bizim iffetimiz, bizim takvamız, bizim Senin hadlerine tabi
olmamız
bizim asaletimiz olsun !
Yarab bu genç, ve her biri kalbimin sahibi bu genç kardeşlerimize
Senin rızan için, ölçülü bir hayat nasib eyle !
Aciziz, şaşkınız, günahkarız
ama Senden başka gidecek kapımız, Senden başka umarımız,
çaremiz yok
amelimiz az, günahımız çok
ama Sen biz Ğaniy, Kerim Rabbimizsin
ne olur bu Ramazandan bizi nasipsiz bırakma !
Kibirli, kasıntı, ölçüsüz nefsimizi, orucun feyziyle
yontmaya, düzeltmeye, terbiye etmeye bizleri muvaffak eyle
Senin her şeye gücun yeter
Sen Affedicisin, Affı seversin
ne olur bizleri affeyle
tevbe vazgeçtik bizleri affeyle
pişmanız, mahcubuz, yardımına, rahmetine muhtacız, ne olur
affeyle !
amin, ya muin, ve selamun alel murselin velhamdu lillahi rabbilalemin
el-Fatiha
Selamun Aleykum
This page was intentionally left blank
Neden intentionally left blank?

Benzer belgeler