Bâkî: divan edebiyatının en büyük şairlerindendir. Şiirlerini en ince

Transkript

Bâkî: divan edebiyatının en büyük şairlerindendir. Şiirlerini en ince
Bâkî: divan edebiyatının en büyük şairlerindendir. Şiirlerini en
ince ayrıntıya kadar işlediğinden Bâkî’ye şiirin kuyumcusu
denilmiştir. Çok sağlam bir dil ve üsluba sahiptir. Tasvirleri çok
canlı ve başarılıdır. Ahenkli şiirleri Osmanlı ülkesi dışında da zevkle
okunmuş ve şairlerin sultanı unvanını almıştır.
18
DİL ve EDEBİYAT
AY I N D O S Y A S I
Derleyen: Giray Tarhanoğlu
F
atih Sultan Mehmet Han ve II. Beyazıt Han
devirlerinde Arap ve Acem bilginleri ve
eserlerine çok değer veriliyor, davetiyeler
gönderiliyordu. Osmanlı payıtahtına gelenler, çeşitli ihsan ve rütbelerle ödüllendirilirken, gelemeyenlere de Asya ortalarına kadar hediye namıyla
paralar gönderiliyordu. Yabancıların gördüğü bu iltifat,
yerli âlimleri tabii olarak kıskandırıp gücendiriyordu.
Le’âlî ve Mesihî gibi şairler, duydukları kıskançlığı:
Eğer Âdemde marifetse murad
Ne fazilet verirmiş ana bilâd
Ve:
Mesîhî; gökten insen sana yer yok
Yürü, var, gel Arabdan, ya Âcemden
beyitleriyle açığa vurmuşlardı.
Yabancı şairlere gösterilen itibar, Türk şairlerinde bir gayret uyandırdı. II. Beyazıt devrinden itibaren
Osmanlı’da orijinal telif eserler görülmeye başladı.
Cem şairlerinden Sa’dî ile Yavuz Sultan Selim Han’ın
öfkesine kurban giden Câfer Çelebi, İstanbul’u konu
edindiler. Câfer Çelebî; tercümenin değil, icat ve ibdanın gerektiğini söyledi.
Yavuz Sultan Selim Han devriyle Kanunî Sultan
Süleyman Han’ın ilk zamanlarında yerli edebî eserlerde de büyük bir artış meydana geldi ve artık İstanbul
Türkçesi Osmanlı ikliminde hüküm sürmeye başladı.
Necâtî, Âhî, Zâtî gibi büyük şairler, adeta Bâkî devrini
müjdelemişlerdi…
Bâkî’nin Hayatı…
Şiirlerinde doğduğu şehrin lehçesini kullanarak
dîvan edebiyatımıza yenilik ve güzellik katan Mahmud
Abdülbâkî 1526 yılında İstanbul’un Fatih semtindeki mahallelerden birinde dünyaya geldi. Babası Fatih
Camii müezzinlerinden Mehmed adında bir zat olup
1566 Haziranında hac farizasını yerine getirirken yolda vefat etmiştir. Eski edebiyatçılardan bazıları, çeviri
eserlerinde kendilerinden söz ederken Bâki Mevahib-
AY I N D O S Y A S I
i-ledünniyye tercümesinde bunu yapmamış, aynı devirde yaşayan Tezkire-i şuarâ yazarları da Bâkî’nin
babasından bahsetmemiştir. Yalnız bu zatın 1565
senesinde Hicaz’a gittiği ve orada vefat ettiği Şakayık
zeylinde yazılıdır.
Buna göre; babası öldüğü sırada şair, kırk yaşlarında ve Atâyî’nin rivayetine göre kırk akça ile İstanbul’da
Murad Paşa Medresesi’nde müderrislik yapmaktaydı.
Babasının maddi durumu yetersiz olduğu için
Bâkî’yi saraç çıraklığına vermişti. İstanbul’un saraçlar
çarşısı, bugün Fatih parkının karşısında bulunan alandaydı Saraçhane semtine adını veren de bu çarşıydı. Saraçhanenin bir cephesi harap bir hâlde duran
Amcazâde Hüseyin Paşa Medresesi’nin karşısında olduğu gibi üç cephesi de medresede müteveccih kapısından girilince sağa, sola ve karşıya tesadüf eder, etrafı duvarla çevrilmiş, muhafazalı bir yerdi. 1908 yangını
oraları sildi, süpürdü.
İşte Bâkî, semtine yakın olan bu çarşıdaki
dükkânlardan birine devam ediyor, o devrin gözde
mesleklerinden biri olan saraçlık sanatını öğreniyordu.
Bâkî’nin hayatından bahseden her eser, şairin Karamanlı Mehmet Efendi tavsiyesiyle medreseye girdiğini
yazar. Fakat hangi tarihte ve hangi medreseye girdiğini
bildirmez.
Şiirlerinde doğduğu şehrin lehçesini
kullanarak divan edebiyatımıza
yenilik ve güzellik katan Mahmud
Abdülbâkî 1526 yılında İstanbul’un
Fatih semtindeki mahallelerden birinde
dünyaya geldi. Babası Fatih Camii
müezzinlerinden Mehmed adında
bir zat olup 1566 Haziranında hac
farizasını yerine getirirken yolda vefat
etmiştir.
DİL ve EDEBİYAT
19
Şakayık’ı tercüme eden Edirneli Mecdî Çelebi,
Karamanlı Hoca’yı anlatırken onun Konya’da okuyup
İstanbul’a geldiğini, Müderris olarak Konya’ya tayin edildiğini, oradan sırasıyla Edirne’ye, İstanbul’daki Haseki
Medresesi’ne, Sahn Medresesi’ne nakledildiğini, sonra
tekrar Edirne’ye gönderilip nihayet İstanbul’daki Süleymaniye medreselerinden birine getirildiğini yazar.
Atâyî de Şakayık zeylinde Karamanlı Mehmet
Efendi’nin sahndaki talebesinden on dördünün şair
olduğunu, Bâkî’nin de bunlar arasında bulunduğunu
haber veriyor.
Sahn medreseleri, oldukça ilerlemiş talebeye mahsus olduğundan bir saraç çırağının doğrudan doğruya böyle yüksek bir medreseye giremeyeceği tabiiydi. Onun için Bâkî’nin ilk hocası hakikaten Karamanlı
Mehmet Efendi ise onun Haseki müderrisi bulunduğu
sırada, yani 1551 yılında dersine devam etmeye başlamış, sonra üstadıyla birlikte Sahn’a geçmiş olabilir ki o
tarihte şair 25 yaşlarında olmalıdır.
Bâkî’nin Sahn Medresesi’ndeki iki senelik eğitimi
gayet neşeli geçmişti. Çünkü arkadaşlarından on üçü
şiire kabiliyetliydi. O medrese âdeta bir Encümen-i
Şuarâ ve bir Bezm-i Edeb hâlini almıştı.
Atâyî, Şakayık zeylinde ve Bâkî’nin babasının
20
DİL ve EDEBİYAT
tercüme-i hâli sırasında:
“İttifak-ı ara bunun üzerinedir ki ol tarihte Mevlânâ-yı
mezburun şem’ine cem olan emâsil ve yeni cem’iyetine rağbet eden kavâbil bir zamanda cem olmamış olsa, Hucurat-ı
medresesinde on dört şair cem olup kim görüptür ki ola
bahri habab içre nihan mazmunu ıyan olmuştu”
dedikten sonra bu on dört şairden: Hoca
Sa’deddin, Bâkî, Nev’i, Remzî Zâde, Husrev Zâde,
Üsküplü Vâlihî, Karamanlı Muhyiddin, Edirneli Mecdî
ve Cevrî ile Camcı Zâde Câmi Efendilerin isimlerini
haber veriyor. Bâkî’nin meşhur Sümbül kasidesini o
dönemde yazdığını bildiriyor.
Yukarıda belirtildiği gibi Karamanlı Mehmed Efendi
1554’te terfiyle Edirne’ye gönderilmişti. Nev’i, müderrisiyle beraber gittiği hâlde Bâkî gitmedi, Kadı Zâde
Efendi’nin Süleymaniye’deki dersine devama başladı.
Kadı Zâde diye şöhret almış olan bu zat, II.
Beyazıd’ın Sadrazamı ve (Şahkulu) muharebesinin kurbanı Atik Ali Paşa’nın azadlısı Bedreddin Mahmud’un
oğlu Şemseddin Ahmed Efendi’dir. Babası, azad edildikten sonra okumuş, âlim olmuş Edirne kadısıyken
ölmüştür. Oğlundaki kadı zadelik unvanı oradan gelir.
Kadı Zâde, babasının mesleğini takip ederek ilerlemiş, 1552 senesinde Süleymaniye müderrisi olmuş,
Bâkî de dâhil olmak üzere birçok talebeye ders okutmuş 1555’te Halep’e gidip gelmiş, nihayet 1577’de
Şeyhülislam olup 1580 de vefat etmiştir. Bâkî onun
için de bir kaside yazmıştır.
Şair, bu kasidesinde Süleymaniye Medreselerinden birinin Kadı Zâde gibi bir âlime verilmesi üzerine,
kendisi ve arkadaşlarının, senelerce medrese köşelerinde ilim tahsil etmişken denize akan nehirler gibi
onun dersine koştuklarını, açılan bir imtihanda görüşmeye girdiklerini, lakin üç yıldan beri medrese hücrelerinde kaldıklarını söylüyor. “Fazilet sahiplerinin kubbe
altında kalması layık mıdır, denizin bir habab (habâb:
Su üzerinde olan hava kabarcıkları) altında gizlenmesi görülmüş müdür?” diye soruyor. İhtiyacı olduğunu
söyleyip akranından geri kalıp taltif edilmediğinden
şikâyette bulunuyor. Bir yıl kadar bir binanın nezaretine memur edildiğini, orada iyi hizmet verdiğini hatırlatıp mükâfatını istiyor ve “Onun zamanı gelmiştir,
artık şanına ne düşerse ver” diyor. Sonra da “Nî’metin
vermekle biter mi? İbrahim Peygamber’in sofrasındaki
yemek, yenmekle tükenir mi?” diye soruyor. Nihayet
“Ben olanı bildiriyorum. Emir yine Efendi’mizin” diyerek
sözünü tamamlıyor.
Bu kasidenin 1454 tarihinde yazıldığını ve o tarihte
Nahcivan seferinden gelen Kanunîye verildiğini, bu-
AY I N D O S Y A S I
nun üzerine padişahın övgülerine mazhar olduğunu
Atâyî yazıyor. 1556’da Bâkî’nin Halep’e gönderildiğini
ve bazı mahkemelerde nöbetçi vekil olduğunu yine
Atâyî bildiriyor.
Yine Atâyî’nin beyanına göre Kadı Zâde Efendi
1555’te Halep kadısı olmuş, Bâkî de beraber giderek
bazı mahkemelerde hocasına vekillik etmiş.
Çağatayca bir tezkire-i şuarâ yazmış olan Sadık-ı
Kitabdar, bir seyahati esnasında Halep’e uğramış, orada nöbetçi olan Bâkî ile görüşmüş. Yekdiğerinden
hoşlandıkları için Sadık, her gün Bâkî’nin yanına gider,
o da yeni gazellerini ona dinletirmiş. Bir gün; “Hepsini
bu gece yazdım” diye beş gazel okumuş.
Lebib Efendi Cevahir-i mültekata adlı kitabında bu
fıkrayı Sadık’ın kitabından naklettiğini söylediği gibi Fehîm
Efendi’nin Sefîne-i şuarâ isimli eserinde de vardır.
Atâyî’nin yukarıya naklettiğim “Cenab-ı Mevlevîye
kaside-i râiyyelerin ihdâ etmişler idi” ibaresindeki Cenâb-ı Mevlevî, Bâkî’nin hocası olup maiyetinde
Halep’e gittiği kadı Zâde Efendi’dir. Bahsedilen kaside
ise divânında mevcuttur.
Bâkî, Halep’ten dönüşünde Konya’ya geldiği sırada,
vazifesi başına giden Şam kadısı Ebüssuud Zâde Mehmet Çelebi’ye rastlar ve ona bir kaside takdim eder.
Bu hadise Zeyl-i Şekayik’te yer almaktadır.
Mehmet Çelebi, kasideyi çok beğenir ve Bâkî’nin
ödüllendirilmesi için babasına bir mektup yazar. Bâkî,
Ebüssuud Efendi’ye danişmend ve 1593 Ramazanında mülazım olarak bir medreseye tayin edilir. Rumeli
kadıaskeri Hâmid Efendi, “kanuna uygun değil” diye
medreseye tayinine tereddüt göstermiş ise de üst
üste irade çıkması üzerine:
1563’te Silivri’deki Piri Paşa Medresesi’ne gönderildi. 1564’te İstanbul’da Murad Paşa Medresesi’ne
AY I N D O S Y A S I
getirildi. Bu tayinin sağladığı imkândan istifade ederek
Kanunî’nin kendisine gönderdiği şiirlerine onun emri
üzerine nazireler yazıyor, ayrıca padişaha kasideler
takdim ediyordu. Sultan’la aralarındaki bu alaka zeki
ve kabiliyetli şairin yeteneklerini padişaha göstermesine yardım etti. Bu yetenekli şairden hoşlanan Kanunî,
ona Keşşâf, Hidâye, Ekmel adlı kitapların nefis birer
nüshasını hediye etti. Bâkî de divanını padişahın emriyle düzenleyerek ona sundu. Padişahın iltifatı şairi manen ve madden zenginleştiriyordu. Bu münasebetle
Aralık 1565’te on akça terakkiye nail oldu. Aynı yılın
Zilhicce’sinde (Aralık 1566), hacca giden babasının
ölüm haberini aldı. Bu olaydan bir yıl sonra, Kanunî
Sultan Süleyman’ın Zigetvar’dan ölüm haberi geldi.
Daima himayesini gördüğü bu büyük sultana duyduğu derin ve samimi bağlılığı; onun tarihî, siyasî önemini ifade eden ünlü mersiyesini yazdırdı. Mersiyenin
sonunda yeni padişaha intisabını da belirtti. 1566’da
Murad paşa müderrisliğinden azledildi. 1567’de Mahmud paşa medresesine verildi. 1571’de Eyüp, 1573’te
Sahn, 1585’de Süleymaniye müderrisi oldu. Yeni padişahın akşamcı olduğunu herkes biliyordu. Bâkî kutlamak için parlak bir kaside yazdı ve hoşa gitsin diye
onun arasında:
Müselles gösterir daim temaşa eylesen elde
Meğer kim pâre-i elmastır câm-ı dırahşânı
Getir câm-ı sürûr encâmı ey sâki; yeter çektik
Cefâ-yı devr-i gerdûnu, belâ-yı- carh-ı gerdânı
gibi mizaca uygun beyitler bulundurdu. Zaten padişah ile veliahtlığından beri münasebeti vardı. Sahn
müderrisiyken veliaht tarafından mesireye davet edilmiş ve sohbette bulunmuştu.
III. Murad’ın tahta geçtiği zaman Nâmî mahlaslı
DİL ve EDEBİYAT
21
eski bir şairin:
Cihanın ni’metinden kendi âb-ü dânemiz yeğdir
Elin kâşânesinden gûşe-i virânemiz yeğdir
Gına sadrındaki mağrûr-ü nâ âsûde serverden
Fenâ bezminde hâbâlûd olan mestânemiz yeğdir
Tegafül yüzüne gaflet hicâbın geçti çün nâhid
Bizim andan tegafül gösteren divânemiz yağdir
Hezâran naz ile perverde olmuş bir gül-i terden
Lebâleb bâde-i gülgûn ile peymânemiz yeğdir
Hümâ-yi evc-i izzet gibi gayretsizden ey Nâmî
Mahabbet şem’ine şehper yakan pervânemiz yeğdir
Gazelindeki mahlas, şairi çekemeyenler tarafından
Bâkî’ye atfedilerek padişaha verildi ve onun bu gazel
ile II. Selim’e hicivde bulunduğu iddia edildi. III. Murad,
fena hâlde hiddetlendi. Bâkî’nin azl ve sürgün edilmesini buyurdu. Fakat o gazelin eski mecmualarda Nâmî
adına yazılı olduğu görüldü, şair sürgüne gitmekten
güçlükle kurtulabildi.
Edebiyyat tarihinde pek meşhur olan bu gazel, gariptir ki matbu divanının 110. sayfasına Bâkî’nin sözü
olarak geçirilmiştir.
Şairin yakayı ele vermekten kurtulmuş olmasını
hikâye ettikten sonra Atâyi diyor ki:
Ol esnada sultan Süleyman merbumun iltifatından
dûr ve dîvmennişan-ı nifak engiz mekrî ile mübtelâ-yı
şerr-ü şûr olduklarına telmih edip demişlerdir:
Şol dil ki câm gibi el üzere tutardı cem
Dest-i zemâne yerlere çaldı hazef gibi
“Cemin, yani Kanûnî Süleyman’ın kadeh gibi elde
tuttuğu bir kalbi, zamane eli, şimdi çanak, çömlek gibi
yere çarptı” mealindeki bu beyti Bâkî, daha sonra şu
suretle bir gazel şekline sokmuştur. Zoraki söylenmiş
22
DİL ve EDEBİYAT
olduğu beyitlerdeki insicamsızlıktan bellidir:
Kıymet gerekse kavline dürr-i Necef gibi
Bîyhûde yîre açma dehânın sadef gibi
Gûş eyle sâzı perde-i Saz-ü terâneden
Her yana tut kulağını mecliste def gibi
Şol dil ki cam gibi el üzere tutardı cem
Dest-i zemâne yerlere çaldı hazef gibi
Dilde hayâl-i hal-ü ruh-i yâr dermiyan
Sevday-ı hattı gerçi biraz bertaraf gibi
Vasf-ı cemal-i yâr ile Bâkî gazellerin
Biribirine sundu güzeller tuhaf gibi
Bâkî 1579’da Mekke ve 1580’de Medine kadılığına
gönderildi. 1581’de azlonup İstanbul’a geldi. 1584’te
İstanbul kadısı olup 1585’te azledildi. 1585’te İstanbul
kadılığına geçti ve o sene içinde Anadolu kadıaskerliğine yükseldi. 1587’de istirahate çekilip 1590’da tekrar
Anadolu ve 1591 senesinde Rumeli kadıaskeri oldu.
Bâkî, ikinci Anadolu kadıaskerliği sırasında epeyce
tehlike atlatmıştır.
Bin senesi Recebi içinde Bostan Zâde Mehmet Efendi Şeyhülislam-şair ve şeyhülislam Yahya
Efendi’nin babası-Zekeriyya Efendi Rumeli, Bâkî-ikinci
defa-Anadolu kadıaskeri, şeyhülislamın kardeşi Bostan
Zâde Muslihüddin Efendi de İstanbul kadısı görevindeydiler. Şeyhülislam, kardeşini daha yüksek makamlara getirebilmek için Bâkî’yi azlettirmek ve yerine onu
getirmek istiyordu. Bunu yapmak maksadıyla Anadolu
kadılarından bazılarını kışkırtmış, onlar da dîvana girip
kadıaskerden şikâyet etmişti.
Bâkî bunu işitince hiddetlendi. Dîvanda şeyhülislamın düzenbazlığından ve cahilliğinden bahsetti. Bunları
haber alan şeyhülislam da şairin bazı beyitlerini ileri
sürerek: “Anadolu kadıaskeri kâfirdir, rüşvet almaktadır. Azil ve sürgün edilmezse ben de fetva makamından çekilir, hatta başka bir ülkeye giderim” mealinde
bir arzuhal yazıp padişaha gönderdi.
Bâkî, telaşa düştü. Hoca Sâdeddin Efendi ile sadrazam Siyâvuş Paşa’ya koştu. Bostan Zâde’nin azlini,
Zekeriyya Efendi’nin, o olmadığı takdirde kendinin
şeyhülislamlığa getirilmesini rica etti. Fakat hocanın
ve paşanın iltimasına gerek kalmadı. Bostan Zâde’nin
“başka ülkeye giderim” demiş olmasına padişah çok
kızmıştı. Bunun üzerine onu şeyhülislamlıktan, kardeşini İstanbul kadılığından azletti. Zekeriyya Efendi’yi şeyhülislam, Bâkî’yi de Rumeli kadıaskeri yaptı. Bâkî’nin
yükselişi Hüdâyî mahlaslı bir şairin; “Bâki olasın Rûmeli
sadrında müdâm” tarihiyle alkışlanmıştı. Lakin Bâkî, bir
müddet sonra Rumeli kadıaskerliğinden azledildi. Ta-
AY I N D O S Y A S I
rihçi Naimâ, bu hadiseyi tarihinde ve Bâkî’nin divanındaki sözlerini şu şekilde nakletmiştir.
“Bu bostan korkulukları benden ne isterler. Büyükleri Bostan Zâde kırk yıldır tenehhnuh-ı- dilirâne ile
boğazın ayırtlar, dahi dürüst bir nağmesi sâdır olmuş
değildir. Yazdığı fetvalar dahi mütûne muhâliftir. Ol
mansıbı hazmettiği yetişmez, kardeşi olan Câmûsu
dahi bizim yerimize getirmek ister. Anın için şikâyetçi
peyda etmek insaf mıdır?”
Bostan Zâdenin Bâkîyi kâfir ilan etmesine sebep:
Bezm-i safa-vü-reşh-i cam, bu zemzem oldu ol makam
Meyhaneler beytülharam, pîr-i mugan şeyhülharem
ve
Seni Yûsüfle güzellikte sorarlarsa bana
Yûsüfü görmedim amma seni râna bilirim
Bâkî’nin iki erkek çocuğu dünyaya
geldi. Bunlardan ilki Şeyhî mahlasıyla
şiirler yazan Şeyh Mehmed müderrislik
ve kadılıklarda bulunduktan sonra
1629-30 yılında, Abdürrahman da
ağabeyi gibi müderrislik ve kadılık
mesleklerinde bulunup 1636
sonlarında vefat etti. Onun da Fâizî
mahlasıyla şiirler yazan oğlunun ölüm
tarihi 1665 ya da 1666’dır.
beyitleriydi. Birinci beyit, şairin:
Âlem hayât-ı nev bulur, canlar bağışlar dembedem
Enfâ-ı ruhullâhtır gûya nesim-i subhudem
Matlalı ve II. Selim’in niteliklerine dair bir gazelindendir. Ayyaş olan padişaha hulûs çakmak (Hulûs
çakmak: Yaranmaya çalışmak) için onun meclisi,
Kâbe’deki Makam-ı İbrahim’e kadehin yaşlılığı zemzem suyuna meyhaneler Kâbe’ye meyhaneci de şeyhulkereme benzetilmiştir.
İkinci beyitteki Yusuf, Yakub’un oğlu olup güzelliğiyle meşhur olan Yusuf Peygamber’e işarettir. Bâkî,
bu beytinde “Seninle Yûsuf Peygamber’den hangisi
daha güzel diye bana sorarlarsa onu görmedim, amma
seni pek iyi bilirim” diyor.
Birinci beyit, tevil edilebilir. İkincisinde ise suya, sabuna dokunur bir şey yoktur. Öyle olduğu hâlde Bostan Zâde Efendi, onları dinî bir gayretle değil, ancak
garaz ile kötü niyetine alet etmek istemiştir. Özellikle
birinci beyit, II. Selim devrinde 1574 / 1566 yazıldığı
hâlde Şeyhülislam Efendi, ona III. Murad zamanında
1575 / 1594 itiraz etmiştir.
Bâkî, 1594’ün beşinci ayında ikinci defa Rumeli kadıaskeri oldu ve o senenin Zilhiccesinde de azledildi.
1597 Receb’inde üçüncü defa Rumeli sadrine geçti ve
1598 Muharreminde istifa ederek çekildi. Şairin böyle
tekrar tekrar vazife başına geçmesine kendisinin:
Bâkî duâcı, pîr kulun geldi husreva
Eyler Cenâb-ı hazretine arz-ı iftikar
Mevrûstur cenâbına, memlûk tâpuna
Lâyık değil ki devr-i zaman îde hâr-ü zâr ve:
Kasr-ı kadrin âsman eyler olursa destgîr
Himmet-i vâlây-i şâhenşâh-ı âlîşan eğer
AY I N D O S Y A S I
ve:
Biz geda mihmânıyız lâyık görürse hükm anın
İşiginde nâna muhtac olduğun mihman eğer
ve:
Tâliinle niçe bir ceng-ü cidâl ey Bâkî
Âkibet kevkeb-i bahtın seni dîvana çeker
Devlet-i şâh-ı cevan bahta dua kıl ki seni
Kimse çekmez ileri, himmet-i şâhâne çeker
beyitlerini içeren kasidelerle III. Mehmed’e müracaatı
sebep olmuştu. O zamanlar, kadı askerlerin müstevfa tahsisatı, kendilerini rahat geçindirecek derecede
olduğu, Bâkî de o tahsisatı aldığı hâlde ateşe düşüp
ekmeğe muhtaç olduğundan bahsetmesi, müptelası
bulunduğu yüksek makam hırsına bir ölçü olabilir.
Nihayet 1599 Ramazanın 23’üncü Cuma günü
yetmiş beş yaşında olduğu hâlde vefat etti. Ertesi
gün cenaze namazını Fatih musallâsında Şeyhülislam
Sun’ullah Efendi kıldırdı ve şairin:
Kadrin-i seng-i musallada bilip ey Bâkî
Durup el bağlıyalar karşına yâran saf saf
Beytini tabutun karşısında okumakla büyük bir
zerâfet gösterdi.
Kalabalık bir cemaat, sabık Rumeli kadıaskerinin naaşını el üstünde götürdü. Edirnekapı’dan Eyüp’e giden
caddenin sol tarafındaki bir setin içine defnetti. Kabri
hâlâ bilinir ve ziyaret edilir. Vefatına Bağdadlı Hâdî:
Bâkî efendi gitti ukbâya bin sekizde
mısrasını tarihe düşürmüştü. Yazık ki bu mısra
mezarına yazılmamış ulemâdan ve sultan-ı şuaradan
Abdülbâkî Efendi gibi saçmasapan ibârelerle taşın yüzü
karartılmış, hatta vefat tarihi yanlış konulmuştu.
DİL ve EDEBİYAT
23
Gariptir ki Bâkî’nin mezar taşına sonradan bir keramet atfedilmiş, baş ucundaki taşa oturtulmuş dört
köşe bir parça oradan çıkarılıp evlerde saklanmaya
başlanmıştı. Güya işsiz bir memur, o taşı saklarsa iş
bulurmuş. Bu kuruntu dolayısıyla o parça taş genellikle
yerinde durmazmış. Sonra onu kenetlemek suretiyle
çalınmaktan kurtarmışlar.
Kanunî Süleyman, şaire (Tutî kadın) adında bir saraylı vermiş. Bunu duyan Nev’i:
“Birader; Tutîye kondun!” diye tebrik etmek istemiş
fakat Bâkî:
“O kadar uçurma. Tutî değil, karga!” cevabını vermiş. Meğer Tutî kadın, şiir okur, kocasına da -zayıf, esmer ve gaga burunlu olması dolayısıyla- “Karga Bâkî”
denildiğini bilirmiş.
la nüshası vardır. Ölümden sonra istinsah edilenlerle
divanının kitaplıklardaki adedi yüzden fazladır. Yalnız
bu rakam, zamanın tahribiyle, bilhassa İstanbul yangınlarıyla yitenleri hesaba katmasak bile, onun şiirlerinin
sonraki yüzyıllarda hiçbir Osmanlı şairiyle kıyas edilmeyecek kadar okunduğunu göstermeye yeterlidir.
2-Fezâyilü’l-cihâd: Ahmed bin İbrahim’in Meşâri’üleşvâk ile masâri’ül-uşşâk adlı Arapça eserinin tercümesidir. Cihadın faziletlerinden söz ederek Müslümanları
cihada teşvik eden bu eseri Sokullu Mehmed Paşa’nın
emriyle 1567 yılında Türkçeye çevirmiştir. Kendi eliyle
yazdığı bir nüshası Millet Kütüphanesi’ndedir.
3-Maâlimü’l-yakîn fî sîreti seyyidü’l-mürselîn:
İmâm-ı Kastalânî adıyla şöhret bulan Şibâbü’ddîn Ahmet bin Hatîb el-Kastalânî’nin el-Mevâhibü’l-ledünniye
bi’l-minahi’l-Muhammediyye aslı eserinin tercümesidir.
Bu eseri de Sokullu Mehmed Paşa’nın emriyle tercüme etmiş fakat birçok ilave ve tadiller yapmıştır. Şair
Nev’î tarafından istinsah edilmiş olan nüshada 1579
tarihi bulunduğuna göre, tercüme bu tarihten önce
gerçekleşmiştir.
4-Fezâyil-i Mekke: Bu eser de Sokullu’nun emriyle
şairin Mekke kadılığı esnasında, Kütbü’ddin Mehmed
bin Ahmed-i Mekkî tarafından yazılmış bulunan eli’lâmu fî ahvâli beledillâhi’l-harâm adlı eserinden tercüme edilmiş, 1579 tarihinde bitirilmiştir. Mekke’nin
tarihinden ve bilhassa Osmanlı sultanlarının oradaki
hayratından söz eder.
Bâkî’nin iki erkek çocuğu dünyaya geldi. Bunlardan
ilki Şeyhî mahlasıyla şiirler yazan Şeyh Mehmed müderrislik ve kadılıklarda bulunduktan sonra 1629-30
yılında, Abdürrahman da ağabeyi gibi müderrislik ve
kadılık mesleklerinde bulunup 1636 sonlarında vefat
etti. Onun da Fâizî mahlasıyla şiirler yazan oğlu 166566 yılında öldü.
Eserleri
1-Divan: Bâkî, ilk defa Kanunî Sultan Süleyman’ın
emri veya isteğiyle onun sağlığında divanını tertip etmiştir. Bundan sonra, muhtelif tarihlerde yeni şiirleriyle birçok defa yeniden düzenlenmiştir. Yalnız Türkiye
kütüphanelerinde şairin sağlığında yazılmış 10’dan faz-
24
DİL ve EDEBİYAT
5-Hadîs-i Erba’în Tercümesi: Bu eserin varlığından
haber veren Nevîzâde Atâyî, Bâkî’nin Eyüp müderrisi
olduğu sırada Ebû Eyyûb-i Ensâri’den nakledilen hadislerden kırkını şairin tercüme ettiğini, eserin türbede
bulunup ziyaretçilerin istifadesine sunulduğunu bildirmektedir.
Bâkî’nin Ahlakı
Agâh Sırrı Levend’in Edebiyat Târihi Dersleri’nde;
“Bâkî, çok hâris bir adamdır. Kanunî Süleyman, II. Selim,
III. Murad, III. Mehmed zamanlarını idrak etmiş ve hepsinden ayrı ayrı takdire mazhar olmuştur. Hâtta “Sultanüşşuara” lâkabını kazanmıştır. Buna rağmen yine bir
gazelinde:
Kadrini seng-i musallâda bilip ey Bâkî
Durup el bağlıyalar karşına yâran saf saf
Diyecek kadar huysuzluk göstermiştir” deniliyor.
Doğrudur.
Evet, Bâkî harîstir, mağrurdur, müstehzidir.
Ziya Paşa, “Harâbât mukaddimesi” nde der ki:
AY I N D O S Y A S I
Bâkî idi nîce sayf-ü kânun
Perverde-i—hâs*ı şâh-ı kanun
Her şi’r verişte; şâh-ı zîşan
Hem rütbe verirdi, hem de ihsan.
Paşa’nın dediğini Atâyî de tasdik eder ve bunları
“Şekayik zeyli”nde yazar.
Bâkînin basma divanında Kanunî’ye dair dört kaside vardır. Biri:
Hengâm-ı şeb ki küngere-i kasr-ı âsman
Zeyn olmuş idi şû’lelenip şem’-i ehtrân
beytiyle başlar. Gök yüzünde “seb’a-i- seyyâre”den
her biri bir işle meşgul iken Zühal seyyâresinin yedinci
katta oturup âlemin bu parlaklığı neden? diye düşündüğümü, sonra güneş ufkun üzerinde “Mühr-i Süleyman” gibi doğunca her tarafın aydınlandığını, âlemin
parlaklığı ve aydınlığının ancak Kanunî’nin devleti yüzünden olduğunu söyleyerek padişahın mehdine girişir. İkinci kaside:
Etti şehri şeref-i mukadem-i sultân-ı cihân
Reşk-i bâğ-ı irem-ü ğayret-i gülzar-ı cinan
matlalıdır ki bunu Kanunî’nin Nahcıvan seferinden dönüşünde yazdığı, bunun üzerine nâib olarak Halep’e
yollandığı yukarıda söylenmişti. Üçüncü kaside:
Hat-ı müşh+amınla ey gonce-i ter
Şekerdir o lebler mümessek, mükerer
beytiyle başlar ve Kanunî’nin yazısıyla şiirini metheder. Dördüncüsü de böyledir. Lâkin onun baş tarafına “Kıt’a der târif-i hatt-ı hümâyun ve gazel-i Hazret-i
sultân Süleyman” ibâresi yazılmıştır. Girişi şöyledir:
Cihân-ı ma’delet,kân-ı mürüvvet
Penah-ı mülk-ü millet, nusretüddin
Bir de Kanunî hakkında meşhur mersiyesi vardır ki
yedi dörtlükten oluşur. Sokullu’nun methine dair sonuna bir dörtlük eklenmiştir. Kanunî hakkında ayrıca
kıtaları vardır. Gazel sonlarında da gerek Kanunî’ye,
gerek devrine yetiştiği padişahlara övgü ve dualarda
bulunmuştur.
Mesela:
Duâmız oldur ey Bâkî hatadan saklasın bâri
Hudâvend-i cihan, sultân-ı âdil, seh Süleyman beyti Kanunî,
Meltubun elde tutmuş zanbak reh-i çemende
Arzede tâ ki hâlin sultân-ı kâmrâne,
Yâni o şâh-i mukbil, ol nüktedân-ı kâmil
Sâhib kırân-ı âdil Sultân Selim hâne
AY I N D O S Y A S I
Bâkî’nin basma divanında II. Selim
için yazılmış bir kaside vardır ki bir
“cülusiyye”dir. Bâkî; bu kasideyi yazıp
takdim ettiği sırada iftiraya uğramış ve
sürgüne gitmekten zor kurtulmuştur.
Sonraları II. Selim’in dost toplantılarına
katılacak kadar iltifat görmüş ise
de her nedense birden fazla kaside
yazmamış, bazı gazellerinin sonunda
adını anmakla yetinmiştir.
beyitleri II. Selim,
Han Murâd ol pâdişâh-ı suret-ü manâ, anın
Saltanat hakka kabâ-yı râstdır bâlâsına
beyti III. Murad,
Bâkıya âlem müzeyyen, iâd-ü Hürrem kâinât
Rüzkâr-ı devlet-i sultân Muhammed han gibi
beyti III. Mehmet için yazdıklarındandır.
Bâkî’nin basma divanında II. Selim için yazılmış bir
kaside vardır ki evvelce bahsettiğim gibi bir “cülusiyye” (Cülusiyye: Tahta çıkan padişahlar için söylenen
şiir) dir. Bâkî; bu kasideyi yazıp takdim ettiği sırada iftiraya uğramış ve sürgüne gitmekten zor kurtulmuştur.
Sonraları II. Selim’in dost toplantılarına katılacak kadar
iltifat görmüş ise de her nedense birden fazla kaside
yazmamış, bazı gazellerinin sonunda adını anmakla yetinmiştir.
Yine o divanda III. Murad için yazılmış olan medhiyelerin sayısı dörttür.
Birincisi beş bentten oluşan bir tercii benttir
(cülûsiye).
Bâkî, bu eserinde yeni padişahtan açıktan açığa bir
şey istemese de:
Sâhib-i fadl-u kemâlin verdi hakkın rûzgâr
Ol kemâl-i fadl-u haktan lutfa mazherdir gelen
Devletinde mihnet-i devrandan ey Bâkî ne gam
Hamdülillah pâdişâh-ı bendeperverdir gelen
Destfîr-i ehl-i dil kimdir deyû fâl eyledim
İşbu beyt-i Ruşen-ü pâkize gevherdir gelen
Sâye-i Yezdan, penâh-ı- dîn-ü deblet han murâd
DİL ve EDEBİYAT
25
Dâver-i devran, muizz-i saltanat Sultan Murad
Beyitlerini araya sıkıştırmaktan da kendini alamaz.
İkinci kaside:
Micmer-i zerrîn-i mihrî çarh, gerdân eyledi
Ûd-ü- anber kıymetin bûy-i- gül erzân eyledi
Beytiyle başlar ve:
Bakîye ez’adın ihsan eyledi eltâf-ı şah
Ol kerem kim şeh Selim-ü- han Süleymân eyledi
Anlar etti hâdken eflâke gerçi serfirâz
Menzlin şâh-ı cihân îvân-ı geyvân eyledi
Hidmet-i hâk-i- cenabından gelen kadr-ü şeref
Serfirâz-ı ehl-i dil, mümtâz-i akran eyledi
Beyitlerinden oluşur. Görülüyor ki bu beyitler;
“Padişah, bana Kanunî ve II. Selim’in yapmadığı lütuflarda bulundu. Onlar topraktan yükseltmişlerdi, fakat
bu, beni gökyüzüne kadar çıkardı” mealindedir. Çünkü Bâkî’nin Haremeyn ve İstanbul kadılığı ile Anadolu,
Rumeli kadıaskerliği bu devirdedir.
Üçüncü kaside, İran şehzâdesi Haydar Mirza’nın
İstanbul’a getirilmesi üzerine yazılmış,
Şâdman olsun Acemler, gözleri aydın yine
Mir Haydar nûr-i çeşm-i husrev-i İran gelir
beytiyle buna işaret edilmiştir. Dördüncüsü ise:
Dönülmüş zülfü müşk âsa o kad-di- dilsitân üzere
Döşenmiş sâye-i tûbâ bihişt-i câvidan üzre
matlalı kasidedir. Şair bunda da açıkça talepte bulunmamış ise de:
26
DİL ve EDEBİYAT
Gönüş bâğ-ı cihânda âzûr-ı berk-i ayş eyler
Felek mahz-ı hayât-i bi’sebâta imtinân üzere
demekten dilini tutamamıştır.
Yine mat’nu dîvanda üçüncü Mehmed’e dâir sekiz
kaside vardır. Birincisi:
Bihamdilillah refik oldu yine Tevfik-ı rab’bâni
Muzaffer kıldı sultân-ı cevanbaht-ü cihânbânı
beyitiyle başlar ki “Eğri” fethini tebrik için yazılmıştır.
İkincisinin girişi:
Minnet Cenâb-ı Hakk’a demâdem hezâr bâr
Fasl-ı şitâda bağ-ı cihân buldu necbahâr
Beytidir. “Şitaiye” (Şitaiye: Divan edebiyatında kış
mevsimini konu olarak işleyen şiir) olarak yazılmış,
içinde münasebet getirilerek, yahut münasebetsizlik
edilerek:
Bâkî duâcı pîr kulun geldi husrava
Eyler cenâb-ı hazretine arz-ı iftikar
Mevrûsdur cenâbına, memlûk tâpuna
Lâyîk değil ki devr-i zaman îde hâr-ü zar
denilmiştir. Üçüncüsü:
Can verirdim cevher-i can istese cânan eğer
Bezlederdim yoluna zîkıymet olsa can eğer
Beyitiyle başlar. On beş beyitten ibaret olan bu
kasidenin altı beyti dilenciliğe ayrılmış ve şunlar söylenilmiştir.
AY I N D O S Y A S I
Cû’-u- zillet derdidir etfâli giryan eyleyen
Ağlamazdı tıfl-ı- dil olsa elinda nân eğer
Harc kim bidehl ola mevcud olan nâbûd olur
Olsa mâlın filmesel mahsûl-i bahr-ü kân eğer
Lâcerem bir gün zemîn-i- huşk olur deryây-i- nîl
Menbaında yağmasa bir nîce gün bâran eğer
Derd-ü mihnet çekme dergâhında ey Bâkî; yürü
Ârz kıl bilmezse hâlin hasret-i sultan eğer
Kasr-î kadrin âsman eyler olursa destgîr
Himmet-i- vâlâ-yı şahenşâh-ı âlişân eğer
Biz gedâ mihmânıyız, lâyık görürse hükm anın
Eşiğinde nâne muhtac olduğun mihman eğer
Bâkî, koskoca eski bir kadıasker olduğu ve “arpalık”
adıyla birçok ödenek aldığı hâlde; gönül çocuğunun elinde ekmek bulunsa ağlamayacağını ve padişah kapısında müsafir bir dilenci olup ev sâhibi müsafirin ekmeksiz
kaldığını muvafık görürse emir, yine ona âid bulunduğunu söylüyor! Bir de ukalâlık ederek, “mevcut nakdin var
ya!” diyecek olanlara peşin cevap vererek:
“Bütün deniz ve mâdenlerin mahsulü senin olsa, dâimî
vâridat olmayınca masrafa dayanamaz, tükenir. Nitekim
kaynağında yağmur yağmazsa, Nil Nehri bir gün kuru bir
dereden ibâret kalır” diyor. Dördüncü kaside:
Kadr-i ekşim ol bilir kim kıymet-i gevher bile
Ruy-i zerdim hoş görür ol kim gubar-i zer bile
Beytiyle musadder ve okuyanları hayrette bırakacak olan şu beyitleri muhtevidir:
Bâkiya çarh-ı-sitemkârın sana ettiklerin
Yekbeyek arzet ki şâh-ı mâdelet güster bile
Hayli demdir hırka, rehn-i hâne-i hammârdır
Havfim oldur kim ola dîvan ile defer bile
Kokarım çabük süvar-ı arse-i irfan iken
Eseb nâge bir gece bicev kalâ ester bile
beyitini katıştırmış, kendi işsizken yüksek mevkide bulunanların cahil ve kaba olduklarını kelime oyunlarıyla
bildirmek istemiştir. Altıncı kasidenin girişi;
Dil-i sadçaki ser-i zülf-i perîşâne çeker
Bilir ol moy-ı gamın her ne ise şâne çeker
beytidir ki bunun:
Ehl-i dil gûşe-i bitûşe-i mihnette yatır
Hân-ı ihsanı felek merdüm-i nâdana çeker
Tâliinle nice bir ceng-ü cidâl ey Bâkî
Âkibet kevkeb-i bahtın seni dîvane çeker
Devlet-i- şâh-i cevanbahta düa kıl ki seni
Kimse çekmez ileri, himmet-i şâhâne çeker beyitlerinden yukarıda bahsedilmişti. Yedinci kasidede:
Bâkî ne gam penâhın ola rûzgârda
Sultan Muhammed ol şeh-i sâhib kerem gibi
Sekizinci kasidede:
Sözün lûlû-yi- lâlâdan zemâne tuttu zîkıymet
Neden şâh-ı cihân bîkıymet eyler böyle lâlâyı beyitleri vardır.
III. Mehmed’e verilen kasidelerin beyitleri ve edebî
kıymetleri az olmakla beraber sayısı diğer padişahlara
sunulanlardan fazladır. Çünkü Bâkî, ayrıldığı Rumeli kadıaskerliğini tekrar yakalamak için birçok defa müracaatlarda bulunmuş ve nihâyet amacına ulaşmıştır.
Bâkî, padişahlardan sonra sadrazamları, şeyhülislamları medhediyor ve hepsinden talepleri olmuştur. Sadrazam Ali Paşa için “Hâtem” kasidesiyle
“Bahâriye”si var.
Var ise irdi der-i lutfuna “şey lillâh”a
Kadıasker efendi, bu beyitlerde de hırkasının meyhaneciye rehin bırakıldığını, böyle giderse divanıyla
defterinin de rehin olacağını, hatta bir gece atının ve
katırının arpasız kalacağını yana yakıla anlatıyor.
Kasidelerin beşincisi:
Leb-i lâlin hayâlet gûşe-i uzlette pinhan ol
Dilâ; hem kân-i gevher kıl özün, hem gevher-i kân ol
matlaında ve güya nasihat vadisinde yazıldığı hâlde beyitler arasına:
Kabây-ı câh ile âdem geçinsin her kâba câhil
Güher göster Güher, meydana gir sen tîğ-ı uryanol
AY I N D O S Y A S I
DİL ve EDEBİYAT
27
“Şehir çok güzel, fakat içinde adam yok!” Cevabını
vermiş, bunun üzerine Emrî, Mecdî ve deli Kerim gibi
Edirneli şairlerin yazdıkları şiirlere karşı:
Görmemisin itlerin gavgasını bâzârda
İltifat etmez, küzâr eyler hırâman şîr-i ner demişti.
Bâkî’nin İlmi
Bâkî’nin medrese ilimlerini çok iyi tahsil edip onlar da üstat sayılacak bir dereceye varmış olduğundan
şüphe yoktur. Bilgisinin derinliğini “Mevahib-i ledünniyye” tercümesi ispat eder. “Bostan Zâde” için verdiği
fetvâlar mütûna muhâliftir” demesi,”beni şeyhülislâm
yaparsanız günde beş yüz fetvâ veririm” teklifinde
bulunması da kendisinin ilmine güvendiğini gösterir.
Lakin arkadaşı Nev’i gibi tasavvufla meşgul olmadığı
ve böyle konulardan zevk almadığı sözlerinden anlaşılmaktadır.
28
K’eylemiş kâsesini pürzer ü- gevher hatem
“Uyandır çeşm-i câni hâb-ı gafletten seher hîz ol
Çemen bülbülleriyle subhdem zikr eyle Mevlâ’yı”
diğerinde:
Ve:
Koma Bâkî kulunu cür’a sıfat ayakta
Destgîr ol ana ey dâver-i âlî mikdar
“Can la’lin eyler ârzu, yâr içmek ister kanımı
Yârab ne vâdidir bu kim can teşne, cânan teşnedir”
Yani “hâtem, galiba senin lütufkâr kapına yani Allah rızası için bir şey ver diye dilenmek için gelmiş ki
kâsesini altın ve inci ile doldurmuş
ve:
beyitleri gibi, gazellerinde nadiren bazı sofiye fikir ve
tabirlerine rastlansa da bunların duyularak değil, o yolda yazmak modasına uyularak kullanıldığı besbellidir.
Hikemiyyatına gelince:
“Ey derecesi yüksek olan vezir; Bâkî kulunu bir yudum gibi ayakaltında bırakma, elinden tutup kaldır”
diyor.
Bâkî’deki aşırı hırsın, onu küçük düşürdüğü, gösterilen örneklerden anlaşılmıştır.
Mevki itibariyle yüksek olanlara o kadar yaltaklanan şair, kendisinden aşağıda bulunanlara, hatta denk
olanlara karşı fevkalâde mağrurdu. Gazel tarzını zamanın şairlerine öğretmiş olduğunu söyleyerek kendi
kendine edebî saltanatını ilan etmişti. Şairlik iddiasında
bulunanların, onun karşısında aciz kaldıklarını söylüyor,
sözüne kulak asmayanların sözden anlamaz birer câhil
olduğunu iddia ediyordu.
Müstehziliğine gelince: Kendisinden şikâyet için divana dilekçe veren Anadolu kadıları için Bostan uyukları demiş, kazalarda adalet tevzi etmiş ve edecek olan,
bunu yapabilmek içinde bir parça ilmi bulunması lazım
gelen o adamları bostan korkuluğuna benzetmişti.
Edirne’ye gittiği sırada oradaki şairler tarafından
şerefine verilen bir ziyafette:
“Beldemizi nasıl buldunuz?” sorusuna:
Cihân efsânedir aldanma Bâkî
Gam-ü şâdî hayâl-ü hâba benzer
Şeref vermez dür-û gevher, kemâl olmaz zer-ü zîver
Hüner kesbet hüner, bahr-i fazîlet, kân-ı irfan ol
Derûnun pürmaârif, hemnişînin merd-i ârif kıl
Açılmâ ey yüzü gül, şahs-ı nâdâne kitâb âsâ
Bâkî; kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Himmet-i merdan ile âsân olur her müşkil iş
İnsân-ı- kâmil olmaya sa’y eyle âdem ol
Bu dünyâdır gehî mâtem, gehî sûr
DİL ve EDEBİYAT
Beyit ve mısraları gibi herkesce bilinen düşüncelerinden ibarettir.
KAYNAKLAR
* Tâhir Olgun, Bâkî’ye Dâir, Aydınlık Basımevi İstanbul 1938, s. 5-49.
* Mehmed Çavuşoğlu, Bâki ve Divânından Örnekler, Kitabevi İstanbul
2001, s.7-13.
* Mehmed Çavuşoğlu, “Baki”, DİA, İSAM İstanbul 1991, IV, 537-540.
* Haluk İpekten, Baki Hayatı, Edebi Kişiliği ve Bazı Şiirlerinin Açıklamaları,
Akçağ Ankara 1993.
* Mehmed F. Köprülü, “Baki, Mahmud”, İA, İstanbul 1949, II, 243-253.
AY I N D O S Y A S I
Bâkî’nin gazelini taştîr
Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız
Pürdür hayâl-i yâr ile her lâhza yâdımız
Mevkûfdur o mâha samîm-î fuâdımız
Âhir varında haddine hestî-i şâdımız
Hükm-î kazâya zerre kadar yok inâdımız
Baş eğmeziz edâniye dünyâ-yı dûn içün
Ettik fedâ zevâhiri şevk-î derûn içün
Sattık metâ-ı ömrü mey-î lâ’l-gûn içün
Nevbet çalınca rıhlet-i milk-î sükûn içün
Allah’adır tevekkülümüz îtimâdımız
Biz müttekâ-yı zerkeş-i câha dayanmazız
Bâlîn-i bahtı cây-ı mübâhât sanmazız
Pervâne-vâr şem’-i mükâfâtâ yanmazız
İkbâl içün mevâid-i iblîse kanmazız
Hakk’ın kemâl-i lütfunadır istinâdımız
Zühd ü salâha eylemeziz ilticâ hele
Âsâr-ı ittikâya bedel câm alıp ele
Dünyâda vârımız yoğumuz vermişiz yele
Çekmekteyiz kavâfil-i uşşâka meş’ale
Tuttu eğerçi âlem-i kevni fesâdımız
Meyden safâ-yı bâtın-ı humdur garaz hemân
Değmezdi yoksa sekrine peymâne-î mugân
Her câm içinde seyredilür başka bir cihân
Şürb-î müdâm içün neye kıldık fedâ-yı cân
Erbâb-ı zâhir anlayamazlar murâdımız
Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Elhak gazelde neşve-i Bâkî bekâ bulur
Ahlâf o nazma gûş tutarken safâ bulur
Taştîrimiz bu sâyede az çok bâha bulur
Bâkî kalur sahîfe-i âlemde âdımız
Yahya Kemal Beyatlı
AY I N D O S Y A S I
DİL ve EDEBİYAT
29

Benzer belgeler

Eski Türk Edebiyatı IV

Eski Türk Edebiyatı IV Şiir sahasında “şairlerin sultanı” olarak tanınmıştır. Şiirlerinde la-dini (din dışı) konulara yer vermiş ve dini konulara girmemeye çalışmıştır. Kanuni Sultan Süleyman’ın ölümü üzerine kaleme aldı...

Detaylı