İndir - Ada bülteni

Transkript

İndir - Ada bülteni
Bizim Şehrin Bülteni
RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 11 SAYI: 42 Temmuz - Ağustos - Eylül 2014
ISSN 1305 - 5356
Hoşgeldin
Ya Şehr-i
Ramazan
Uygulanması Zarûri ve Kolay Olan Bazı Konular
Abdullah BÜYÜK
Eleştiri ̇ Ahlâkı ve
Toplumsal Sorumluluğumuz
Yusuf YAVUZYILMAZ
Oysa Müslümanlar
Tek Vücut Değil miydi?
Hanım Sahabiler
Sevde Bint Zem’a (r.anha)
Abdurrahman KOÇ'un röportajı
Yusuf E. ERDEM
Kalite ve hizmet odaklı çalışan filizfidan yapı
müşteri memnuniyetini ön planda tutan bir firmadır.
Bünyesindeki markalarla yapı sektöründe toptan ve
perakende hizmet vermektedir.
• Graniser seramik
• Ece vitrifiye,armatür ve banyo dolapları
• Penta armatür-Sanica banyo sistemleri
• Durul banyo sistemleri
• Art floor laminat parke
• Bumay cam mozaik ve inox bordür
• Zaffiro cam mozaik
• Japar
• Damla banyo dolapları
ve sayamadığımız birçok marka ile toptan ve perakende hizmet vermektedir.
Tel: 0264 241 39 04 - Fax: 0264 241 39 05
Küpçüler Mahallesi Karasu Yolu Caddesi No: 10/87 Erenler/SAKARYA
2
www.filizfidanyapi.com.tr
Seramik
Editörden
İslam Dünyasına
Yeni Tehditler
Yusuf E. ERDEM
S
on günlerde Ortadoğu’da mezhep ve meşrebe dayandırılmak
istenen çatışmalar, İslam dünyasını tehdit eder boyuta ulaştı.
Sağduyu, barış ve kardeşliğe her
zamankinden daha çok ihtiyacımız
var. Rabbimizden tüm Müslüman
kardeşlerimizin basiretli olmalarını niyaz ediyorum. Konuyla
ilgili Diyanet İşleri Başkanı Sayın
Mehmet Görmez’in 18 Haziran’da
yayınladığı son derece önemli
açıklamalarının bazılarını size
aktarmayı bir görev biliyorum:
“Müslüman kimliği, her türlü mezhebi, meşrebi, coğrafi, etnik, siyasi
ve politik aidiyetin üstündedir.
Hiçbir yapı, İslam kardeşliğini ve
vahdetini bozmaya yönelik çalışmalara izin vermemelidir. Kur’an
ve Sünnet, insanların birbirine
canını, kanını, malını ve ırzını
dokunulmaz kılmıştır. Haksız yere
bir insanın kanını dökmek, dini
bakımdan en büyük cürüm olarak
kabul edilmiştir. 1400 yıldır
bütün farklılıklarıyla bugünlere
gelen bir toplumu dini, mezhebi ve
etnik temellere dayalı bir yapı ile
yönetme imkânı yoktur. Hiç kimse
ya da hiçbir grup, bir başkasının
inancına, değerine ve düşüncesine
savaş açamaz. Herkes yaşadığı topraklarda tarihsel birikimine uygun
olarak özgürce yaşama hakkına
sahip olmalıdır. Bunun aksine
olan her tutum ve davranış, selam
ve eman yurdu olan bu topraklarda fitne çıkarmak isteyen unsurlar
olarak görülmelidir.
Hiç kimsenin bir başkasını
İslam’dan çıkartma salahiyeti
yoktur. Tekfiri esas alan yapılar,
nasıl ki tarihte Müslüman vicdanlar tarafından mahkûm edilmişse
bugün de nevzuhur bu düşüncelerin maşeri vicdan tarafından kabul
görmeyeceği açıktır. Sağduyu ve
vicdan sahibi her Müslüman, basiret ve ferasetiyle, bu tür yapıların
kökleşmesine hiçbir zaman fırsat
vermeyecektir. Çıkar çatışmalarının kurbanı olan savunmasız
insanların, çocukların, kadınların
ve yaşlıların yok edilmesi ve insanların yerlerinden yurtlarından
sürülmesi üzerine inşa edilecek bir
yapının, kendisini İslam’la bağdaştırması mümkün değildir.
Aynı şekilde bazı çevrelerin
diğerlerine karşı cihat ilan etmesi
de kabul edilemez. Zira Kur’an ve
Sünnet, Müslümanın Müslümana
canını ve kanını helal gören bir
cihadı asla emretmemiştir. Bugün
Müslümanların topyekûn başvuracağı en büyük cihad; taassuba,
fakirliğe, cehalete, fitneye ve tefrikaya karşı yapacakları cihattır.
Hiç kimse, zulme karşı cihad iddiasıyla başkaca mazlumiyetlerin
yaşanmasını meşru gösteremez.
Sıcak çatışma bölgelerindeki
dini kurum ve kuruluşların
temsilcileri bir araya gelerek
başta Irak ve Suriye olmak üzere
çatışma alanlarıyla ilgili dini ve
ahlaki temelli çözüm girişimlerini başlatmalıdır. İslam dünyasındaki dini-manevi sahadaki kanaat
önderlerinden oluşan bir heyet,
mezhep odaklı kamplaşmaların
ortadan kaldırılması için inisiyatif
almalıdır. Bu yönde uluslararası
niteliği haiz Müslüman kurum ve
kuruluşlar, sorumluluk üstlenmelidir.”
Ada’da kalın...
3
iÇiNDE
iÇiNDEKiLER
6
UYGULANMASI ZARÛRİ VE
KOLAY
OLAN BAZI KONULAR
Abdullah BÜYÜK
MUSİKİ VE
10 KAFA
KARIŞIKLIĞI
Hamza TEKİN
18
KATILIM
YÜKSEK DEĞİL
"NAMAZ SANDIKLARI"
Mustafa AYDIN
4
13
ELEŞTİRİ AHLÂKI
ve TOPLUMSAL
SORUMLULUĞUMUZ
Yusuf YAVUZYILMAZ
20 TAASSUB
Sahir AKÇA
22 FAALİYETLERİMİZ
EKiLER
26
SUDAN
GÜNLÜĞÜMDEN - 4
Harun ÇALTIKOĞLU
28
ÇOCUKLARA
ÖYKÜLERLE
40 HADİS
Halil ATALAY
30
OYSA
MÜSLÜMANLAR
TEK VÜCUT
DEĞİL MİDİR?
Abdurrahman KOÇ'un röportajı
32
HANIM SAHABİLER
36
BU ÇATIŞMALARIN
HAKLI TARAFI OLMASI
NEYE YARAR?
SEVDE BİNT ZEM’A (R.Anhâ)
Yusuf E. ERDEM
Mehmet KUZU
RİBAT EĞİTİM VAKFI
ADAPAZARI ŞUBESİ
YIL: 11 SAYI: 42
TEMMUZ - AĞUSTOS - EYLÜL
2014
RİBAT EĞİTİM VAKFI
Adapazarı Şûbesi Adına
Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü:
Sâhir AKÇA
Yayın Kurulu:
Sâhir AKÇA
Yusuf Ertuğrul ERDEM
Yusuf ERKAN
Cihan YILDIZ
Genel Yayın Yönetmeni:
Yusuf Ertuğrul ERDEM
Reklâm Sorumlusu:
Yusuf ERKAN
Tel: 0532 314 33 58
İrtibat Adresi:
Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6
(İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI
[email protected]
www.adabulteni.com
Telefax: 0264.277 19 46
Tasarım ve Baskı:
BURAK OFSET 0264 274 69 24
Sorumluluk:
Yayınlanan yazıların fikri sorumluluğu
yazarlara aittir.
Gönderilen yazılar iade edilmez.
İsim zikredilerek iktibas yapılabilir.
BASIM TARİHİ: TEMMUZ 2014
ISSN 1305 - 5356
5
Abdullah BÜYÜK
UYGULANMASI
ZARÛRİ VE KOLAY OLAN
BAZI KONULAR
Yaz mevsimine girdik. Uzun uzun yazılan makaleleri okumakta zorluk
çekeceğinizi düşünerek bu sayıda huzurunuza pratik, kolay ve lâzım olan
konulardan bazılarını seçere çıktık. Buna paralel olarak, Rabbimizin
kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’i de ellerinize tutuşturmak için, farklı bir usûl
ve üslup kullanmayı vazife bildik. Bu mesajımın anlaşılması için de şöyle
bir ricamızı sizlerle paylaşalım dedik: Önce okuyalım, okuduklarımızı
anlamaya çalışalım ve gerekeni yapalım.
6
1. “Ben cinleri ve insanları,
başka bir gâye için değil, ancak
beni Rab ve İlâh olarak tanımaları ve böylece bana kulluk ve
itaat etmeleri için yarattım. Ve
bu kulluğun faydası bana değil. Bizzat kendilerine olacaktır.” (Zariyat, 51/56) Mesajımızın
ilk adımını bu âyet meali ile başlatmanın, İnşâallah yazmamıza
ve okumanıza bereket getireceğine inanıyoruz.
Peygamber, insanlığı dosdoğru
bir yola çağırmaktasın.” (Şura,
42/52) Sakın ola ki şöyle bir düşünceye kapılmayalım: Bunlar her zaman okuduğumuz
âyetlerdir. Âyetleri tekrarlamanın
ne anlamı vardır (hâşâ). Böyle
bir düşünceye kapılırsak, şöyle
bir tehlike ile karşı karşıya gelmiş oluruz: “O hâlde Kur’ân’dan
sonra hangi söze inanacaklar?” (A’raf, 7/185). 2. “İşte sana da Ey Rasûlüm, ölü
kalplere emrimizle hayat bahşeden bu Kur’ân’ı gönderdik.
Oysa bundan önce sen, kitap
nedir, iman nedir bilmezdin.
Fakat şimdi bu Kur’ân’ı yürekleri aydınlatan bir nur yaptık
ki, onunla kullarımızdan dilediğimizi karanlıklardan kurtarıp doğru yola ulaştıralım. O
hâlde, hiç şüphe yok ki, sen Ey
“İşte sana gerçek olarak okuduğumuz
bunlar
Allah’ın
âyetleridir. Artık, Allah’tan ve
O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? (Casiye,
45/6) Şimdi ise kalplerimizi küt
küt attıracak bir başka İlâhî buyruk: “O, âlemlerin Rabbinden
indirilmiştir. Şimdi siz, bu sözü
mü küçümsüyorsunuz?” (Vakıa,
56/80-81) Öyle ise şimdi okudu-
ğumuz her âyetin üzerimizdeki
hakkını ödemede gevşeklik göstermeden rahat rahat okuyabiliriz.
3. “Bir ülkede zulüm, işkence işleniyorsa, orada nereden
başlanmalı?” sorusunun cevabı
Yûnus Sûresi’nin 87. âyetindedir.
Her şeyin bittiği, sıfırlandığı zor
zamanlarda Rabbimiz, mü’min
kullarına nereden başlanacağını
söylüyor: “Evlerinizden.” Böyle
bir çözümü yok sayarak, başka
adreslere yönelir ve evlerimizi ihmal edersek, başımızı taştan taşa
vurmaktan başka yapacağımız
bir şey kalmayacaktır.
4. Önde yürümenin, arkadan
gelmenin eğitim ve yönetim
alanlarındaki farkı göz önünde tutulmalıdır. Savaşta, hizmetlerde önde olmak güzeldir.
Ya eğitimde? (Tevbe, 9/100;
Âli İmran, 3/37) Eğitimdeki
ihmalkârlığımız ve kendimizi yok
sayarak veya çiğneyerek başka
taraflara yönelmemiz, çocuklarımızı başka dünyanın insanı yapıyor, bu acı gerçeği kabullenelim.
kendilerine gönderilen peygamberleri küçümsemişler, hakaret
etmişler. Hıristiyanlara gelince,
onlar da tam aksine, amele önem
verip, ilmi terk etmişler. İnsanın
içine önem verip, dış dünyasını
ihmal etmişler. Ruhbanlık sınıfı
oluşturmuşlar ve Peygamberlerini insanüstü varlık görmüşler.
Son ümmetin ilk iki ümmetin gittiği yoldan gitmemesi gerektiğini
de Rabbimiz âyetleriyle beyan
etmiş.
5. Yorulmak, tembellik, iştahsızlık din için, İslâm için olursa, tehlike işaretleri var demektir. Ticareti, hayatımızdaki
günlük cirolarımızı, günlük
kârlarımızı göz önüne getirirsek, hiç yorulmadığımızı anlarız. Çünkü kârdayız. Manevî,
ilmî ticaretimizdeki tembellik,
yorgunluk, çekilebilir bir hâl
değildir. (Saff, 61/10)
6. Dinde, Allah’ın yardımcısı
olmanın şerefini tatmak, ücret
ve mükâfatı O’ndan beklemek,
yorulmamak, kalbi sürekl i beslemek. (Şuara, 26/127; Bakara,
2/97) Yaşadığımız ülkenin üzerimizdeki haklarını da unutmamak
gerekiyor. Ekonomide dünyada
ikinci ve Avrupa’da birinci gelme
gerçeği, kenara atılmamalıdır. Bu
imkân ve nimetleri bizlere bahşeden Rabbimizin katından gönderdiği dini yaşayarak O’na yardımcı
olmak, inanan bir insan için ne
güzel bir şereftir.
7. Bugün, yeryüzünde çekilen
sıkıntı, acaba bilgisizlikten
mi yoksa amelsizlikten midir?
İnşirah Sûresi’ni nereye koyacağız? Kolaya kaçmak yerine,
ellerimizi taşın altına koymak
gerekmiyor mu? (Ankebut, 29/23) Amelsizlik hastalığını, bilgiyle
yenmemiz düşünülemez. Kur’ân-ı
Kerim baştan sona kadar inanmak ve inancı yerine getirmek
mesajını vermektedir. Ve bugün
huzursuzluğun altında yatan acı
gerçek, öğrendiğimiz bilgileri yerine getirmeme hastalığıdır.
8. İsrâil oğulları ile ikaz edilen ümmetiz… Günde tekrarlanan dualar ve hem de kırk
defa... (Cuma, 62/5) Merhameti
büyük olan Rabbimiz, son ümmetin, ilk iki ümmet gibi olmamasını istiyor. “Peki, ne yapmış
ilk iki ümmet?” derseniz, onun da
kısa cevabı şudur: Yahûdiler, ilme
önem verip, eylemi, ameli azaltmışlar. Dinde tefride gitmişler.
Yâni dini makaslamışlar. İnsanın dışına önem verip iç dünyasını ihmal etmişler ve son olarak
9. Kim, kimi şikâyet ediyor?
Suçlarımızı örtbas edemeyiz. Saptırıcılar mı, sapanlar
mı önde? (Tâhâ, 20/86-92-95;
Mâide, 5/105) Bu konu aslında bir
hastalık hâline gelmiştir. İlgili
âyetlerin Müslüman ümmete verdiği mesaj bellidir. Herhangi bir
olumsuzlukla, sıkıntı ve belayla
karşı karşıya geldiğinizde, bu
suçların ilk sorumlusu toplumun
ta kendisidir. İkinci suçlu olan
ise o toplumun lideridir, başkanıdır. Son suçlu olan ise o toplumu
bozan ve o toplumu yozlaştıran
kimsedir. Bizler Cumhuriyet döneminde, suçluyu ters taraftan
aramış ve sürekli kendimizi masum ve mazlum göstermişizdir.
İşte yukarıdaki Tâhâ Sûresi’nin
ilgili âyetleri bu yanlışı düzeltmektedir. Lütfen okuyalım.
10. Aile problemlerinin çözülmesi ve problemlerin oluşmaması, ailenin kurumsallaşmasına bağlıdır. Aile hayatımız
başıboşluk içinde olamaz...
(Nisâ, 34-59; İsrâ, 17/84) Aile hayatımızla alakalı problemlerin çözülmesinde de Kur’ân-ı Kerim’in
ortaya koyduğu usûle riayet edilmemiştir. Böyle olunca yaralar
sarılamamış, meseleler halledilememiş ve sonu mahkeme salonlarında boşanma ile sona ermiştir.
7
Ülkemizde boşananlar, evlenenlerin önüne geçmiştir. Ne korkutucu bir tablo değil mi? Çözüm
belli. Nisâ Sûresinin 34 ve İsrâ
Sûresinin 59. âyetlerini gündeme
almak ve gereğini yapmak.
11. Tevbe, pişman olmanın
özür dilemenin bir simgesidir.
İstiğfar ise bağışlanmanın bir
gerekçesidir. Her şeye rağmen
geri adım atmak yok... (Tahrim,
66/8) Düşünelim bir kere. Peygamberimiz, kalbinin üzerinde siyah bulutlar gibi bir şeylerin döndüğünü bildirerek, günde 70 veya
100 defa istiğfar ettiğini bildiriyor. Müzzemmil Sûresi’nin ışığında gerçekleşecek gece hayatımız
azaldıkça, gündüz hayatımızdaki
sıkıntılar sürekli çoğalmaktadır.
Bu vurdumduymazlığımızı, seher
neşteri ile çözebiliriz. Bunun aksini dile getirmek tembelliktir.
12. Gecelerimizin mahiyetinde
ve hâkimiyetinde olmayan gündüzlerimiz, denetimden uzak
tutularak kullanılıyor. Unutmayalım ki günlerimiz misafirlerimizdir. (Müzzemmil ve Müddessir Sûreleri) Yukarıdaki 11.
maddenin biraz şerh edilmesi için
konuyu pekiştirmek gerekiyordu,
sadece onu yaptık. Uykularını
kabre, rahatlıklarını cennete
havâle eden yiğit Müslümanlar, bu konuda ve bu sahada hayli
başarılı oldu. Toplumumuz bilim
adamlarını, ilim adamlarını gördü amma örnek alınacak insanlara hasret çekiyor bugün. Hayat
tarzını İlâhî bir kameranın altında geçirdiğini fark edemeyen bizler, evimizde çocuklarımıza bile
örnek olma özelliğini nerede ise
kaybettik. Vücut organlarımızın
model alınacak bir vitrin hâline
gelmesini unuttuk. Ve neslimiz,
yüz kızartıcı adresleri örnek al-
8
maya başladı. Öyle değil mi?
Öğrendiğimiz bilgileri ilimleri
nasıl, ne şekilde, hangi usûlle
sunacağımızın metodu, hikmetle elde edilir. Aksi hâlde
kaş yapalım derken göz çıkarırız. (En’am, 6/35) Asırların ötesinden gelen bir söz vardır. Atın
önüne et, itin önüne ot konulmazmış. Ekranlardan yansıyan bazı
bilgiler, fetvalar, konuşmalar,
toplumumuzun gönül, fikir ve
amel frekanslarıyla örtüşmedi.
“Bekâra hanım boşamak kolay
gelir” sözü tam da bazı ekran
aktörleriyle tıpatıp örtüştü. Şirin
görünmek adına, (hâşâ) dinimizi
hoş göstermek adına yapılan bazı
gayr-i meşru söz ve konuşmalar
hikmetten uzak kaldı. Neyi, nerede, nasıl, ne şekilde, ne dozajda
ölçülerine rağbet edilmedi. 13. Rasûlullah’ın
terbiye
tezgâhını bir daha gözden geçirmeliyiz. Bu bizler için çok
önemlidir. Cennet bahçelerine dikkat edelim. (Bakara,
2/129) Rasûlullah Efendimiz,
ilim ve zikir meclislerini cennet
bahçesi olarak gösterdi. İnsanın
yetişmesinin, olgunlaşmasının,
işe yarar hâle gelmesinin ve örnek bir insan olmasının, cennet
bahçesi ile yâni ilim meclisleriyle, zikir meclisleriyle mümkün
olacağını söyledi. Sigara dumanlarının altında sloganik sözlerle,
bir toplumu inşâ ve ıslah, sadece
kuru bir hayaldir. Bir toplumun
inşâsı, Bakara Sûresi’nin 129.
âyetinin ışığında gerçekleşebilir.
O zaman buyurun inşâ ve ıslah
hizmeti bizleri bekliyor.
14. İnsan-kâinat münasebetleri mekanik olmaktan çıkmalıdır. (Sad, 38/34) İsrâ Sûresi 44.
âyet, kâinatta her şeyin tespih,
zikir hâlinde olduğunu açıklar.
Dillerimizin, cildimizin ve konuşma yetkisi verilecek her şeyin
konuşacağı gerçeği, yaşarken bu
dünyada gündemimizde olmalı.
Kur’ân-ı Kerim âhiretten haber
verir, yaşanmasının dünyada
olacağını hatırlatır. Ağzına aldığı
lokmanın tespih sesini duymadıkça yutkunmayan insanların
yerini, kimler aldı? Ayaküzeri,
atıştırmakla (!) geçirilen, eşya
ile irtibatı mekanik bir anlayışa
mahkûm eden günümüz insanı,
kendisini de robotlaştırdı maalesef.
15. Her çeşit terör olaylarının
oluşması iki sebebe dayanır.
Acaba bizler bu sebeplerin neresindeyiz? Karşısında mı,
içinde mi? (Şuara, 26/183; Enfal,
8/73) İlgili âyetleri okur ve tanırsak, sadece dağdaki teröristleri
değil, şehirdeki teröristleri de
öğrenmiş oluruz. Hem de yakalarında kravat, altlarında son
model arabalar olduğu hâlde.
Dilimiz varmıyor ama şu soruyu
sormaktan da kendimizi alamıyoruz: Müslüman terörist eylemlere
bulaşabilir mi acaba? Kalbindeki
imanını zulme bulaştırmak nasıl
mümkünse (İman edip de, imanlarına zulüm bulaştırmayanlar,
En’am, 6/82) farkında olmayarak
teröre, anarşiye, bozgunculuğa çanak tutmak, âlet olmak da
mümkün gözüküyor!
Bu mesajımızı lütfen, sorumluluk duygularımızı tavan yaptırarak okumaya ve anlamaya
çalışalım. Tüm okurlarımıza
selâmlar ve saygılar sunuyorum.
aşevi
R İ BAT EĞİ T İM VAK FI
“Veren el ile alan el arasındaki köprü”
Komşusu Aç İken
Tok Yatan Bizden Değildir.
Hz. Muhammed s.a.v.
İhtiyaç sahipleri için
Zekat, Fitre, Sadaka, Kurban, Akika, Adak
Bağışlarınızı bekliyoruz.
Destekleriniz için
0264 277 19 46 - 0536 839 40 89
Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6 (İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI
Hamza TEKİN
MUSİKÎ VE
KAFA KARIŞIKLIĞI
Bir gençten bana bir mektup geldi, mektubunda; çocukluğundan beri mûsikîden hoşlandığını, şu anda okuduğunu
ve başarılıda bir talebe olduğunu söyledikten sonra diyor
ki: “Bir gün arkadaşlarımdan biri gelerek mûsikînin haram
olduğunu, eğlence ve lehiv bulunduğunu, insanı namaz ve
Allah’a ibadetten alı koyduğunu ve bütün eğlencelerin haram olduğunu söyledi. Ben ona, ben günde beş vakit namazımı vaktinde kıldığımı ve Allah’a karşı olan sorumluluk
ve kulluğumu tamamen yerine getirdiğimi söyledim. Boş
vakitlerimde de Mûsikî Cemiyetine giderek gündüzki işlerimden, gecedeki mütalaa ve müzakerelerinden yorulan
nefsimi ve ruhumu dinlendirdiğimi söyledim. Arkadaşım
bunu kabul edip ikna olmadı. Mûsikînin haram olduğunda
ısrar etti. Sonunda sizin hakemliğinize ve fetvanıza başvuruyoruz.” Delikanlı bu hususta benden Şeriat’ın hükmünü
ve kararını soruyor.
H
aram ve helâl diyenler arasındaki kararsızlık: Müslüman
kardeşlerimin açıklayacağımız beyanlarda, Allah’ın hükmünü anlamada kendilerine fayda sağlayacak
şeyler bulacağını umuyorum. Birçok
şeyde bir takım insanların dillerinde
dolaşıp durur ki bunun Şer’i hükmü
haramdır, bazı insanlarda onun Şer’i
hükmünün helâl olduğu konuşulur.
Bu hâlde insanlar şaşkın bir şekilde
ne yapacaklarını bilmedikleri gibi,
dini bir kargaşa içine de düşerler.
Hangi tarafı tercih edeceklerini de
bilmezler. Helâllikle haramlık arasında şaşkın ve mütereddit bir vaziyette kalırlar. Üzerinde bir türlü
birleşilemeyen bir kargaşa içinde
10
yüzüp dururlar.
İşte bunların bir örneği mûsikî öğrenme ve dinlemenin durumunu
soran bu mektubu gönderen kardeşimizdir. Gördüğünüz gibi bu meselede bu iki kişi iki ayrı görüş içindeler.
Birisi bazı Şer’i kitaplarda okuduğu
bazı sözlere dayanarak, ya da bazı
muttakî görüntüsü içine girmiş, o elbiseyi giymiş insanlardan dinlediğine dayanarak “mûsikî haram, dinlenmesi kesinlikle yasak, her lehiv
ve eğlence tamamen sakıncalıdır”
diyor. Diğerinin görüşü ise insanî
güdülerden ve hassalardan, akla ve
selim dine uygun bir hassadan meydana geliyor. Birincisi okuduğu veya
dinlediği kelime ve açıklamalardan
mûsikînin ve dinlenmesinin haram
olduğunu öğreniyor. İkincisi ise tabii
insanî içgüdü ile mûsikî öğrenmenin
ve dinlemenin haram olmadığını görüyor ve haram olmaması gerektiğini söylüyor.
İnsan fıtratı ve tabiatı, hoş ve lezzetli olana meyillidir: Bu gibi ve
buna benzer meseleler de insanların
bilmesi gereken esas ve kural, helâl
veya haramlığında ihtilaf edilen
meseleler de kaide, Yüce Rab insanı
nefsinde hoş etkiler bırakan temiz ve
lezzetli şeylere meyleder bir içgüdü
ile yaratmıştır. O güdü ve “dafia” ile
rahatlar, istirahat eder, canlanır, hareketlenir, bedeni ve azaları sükûn
bulur, istirahat eder. Görürsün ki
insan güzel manzara karşısında kalbi inşirah bulup rahatlar. Düzenli
yeşillikler, şırıl şırıl dalgalarla akan
temiz sular, baktığında sana gülen
güzel yüzler, bütün bunların hepsi
insanın gönlünü rahatlatır. Beden
ve ruhta hafiflik ve bir hiffet meydana getiren rüzgârlar inşiraha sebep olur. Dokunduğu, sert olmayan
yumuşak şeylerden özel zevk alır.
Gizli ve kapalı bilinmeyen bir şeyi
keşfedip anladığında ondan aldığı
tat ve lezzetten dolayı rahatlar, kendini uçacak gibi hisseder. Bunlarla
beraber insanın tabiatına, yaşamın
hoşlanılacak şeyleri sevmesi, kadın,
çocuk gibi hayatın süsü ve ziyneti
olan şeylere sevgi duyması içgüdüsü de verilmiştir. Altın ve gümüşten
kantar kantar servetinin olmasını,
sürü hâlinde atlarının bulunmasını,
davar ve malının olmasını, ziraat ve
ekin tarlalarının bulunmasını ister,
sever, bunlara meyleder ve yönelir.
Şeriatlar içgüdü ve meyilleri yok
etmez, onları düzenleyip dengeler: İnsanın bu yaşamda görev ve
ödevlerini, ne için yaratılmışsa onu
en güzel biçimde yapması ve yerine
getirmesi, bir takım “dafıa”lara ve
içgüdülere sâhip olmasına bağlıdır.
Bu güdüler onu arzu edilene doğru
yönlendirir. Bunlar bu yaşamda
Allah’ın yarattığı ve faydalanılması
gereken şeylerdir. İşte insan bunlardan muhtaç olduğu kadarını alıp faydalanır, ihtiyacını giderir.
İlâhî hikmet insanı bu atıfa ve güdülerle yaratmayı gerektirmiştir.
Allah’ın bunları yarattıktan sonra, bu güdülere kıymetli hikmetler
koyduktan sonra onları yok etmeyi
istemesi, onlarla mücadele etmeyi
emretmesi makul ve geçerli değildir.
Cenab-ı Hak böyle bir şeyi yapmaz.
Bunun için bütün semâvî Şeriatların hedefini, insanlığın hangi merhalesinde olursa olsun bu yaşamda
gerekli olan bu güdüleri yok etmeyi
istemesi mümkün değildir.
Bir insan güzel sesi
dinlemeye veya insandan
olsun hayvandan
olsun, beraberinde
çalgı bulunsun veya
bulunmasın hoş bir
nağmeye kulak vermeye
meyilli ise, ya da
bunlardan birini öğrenme
arzusu duyuyorsa yüce
Rabbin kendine verdiği
bu güzel his ve güdülerin
hakkını yerine getiriyor
demektir.
Evet, semâvî dinlerin ve Şeriatların
bu güdüler karşısında başka bir isteği vardır ki o da onu azgınlıktan
korumak, onu gemsiz ve tümden
serbest bırakmaktan kurtarmaktır.
Bunun mânâsı insan insanlığını,
ödev ve görevini unutacak hâle geldiğinde, ahlâkını fesada verdiğinde
ya da kendi ile yaşamı için gerekli ve
elzem olan işlerinin ve amellerinin
arasına girdiğinde bu güdülerle mücadele edip dengeyi sağlamasıdır.
Denge ve orta yol İslâm’da büyük
bir esas ve temeldir: İnsanın yaratılış içgüdülerine karşı bütün semâvî
ve vahye dayanan dinlerin durumu
da budur. En dengeli ve en adâletli
durum budur. Bu ayrıca yok edip silip süpürmek olmayıp düzenleme ve
dengeleme durumudur da. Bu esası
iyi anlamak gerekir. İyi anlayarak
semâvî Şeriatların hedeflerini buna
göre tartıp ölçmek vaciptir. Birçok
âyetinde yüce Kitap buna işaret buyurmuştur. Meselâ buyuruyor ki:
“Eli sıkı olma; büsbütün eli açık
da olma, sonra kınanır kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.”
(İsrâ, 29) “Ey Âdemoğulları! Her
secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin-için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri
sevmez.” (Araf, 31) “Yürüyüşünde
tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki,
seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19)
Böyle olunca Şeriat insanı içgüdülerinin gerektirdiği şeylerde en orta
yola yönlendiriyor. Yüce dinin getirdiği Ahkâm-ı Şer’iyye insandaki
mal sevgisini söküp çıkarmak ve yok
etmek için gelmemiştir. O sevgiyi,
içinde hırs ve cimrilik olmayan, içinde israf ve saçıp savurmak bulunmayan bir şekilde düzenlemek için
gelmiştir. Güzel manzaraları sevme
meyil ve güdüsünü yok edip sökmek,
tat veren lezzetli sesleri dinlemeyi
terk ettirip batırmak için değil, bunları insanın zararına olmayacak ve
şerri dokunmayacak biçimde düzenlemek için gelmiştir. Üzülme,
üzüntü duyma meyil ve güdüsünü
yok etmek için değil, onu içinde bağırıp çağırma bulunmayan bir şekilde
düzenlemek için indirilmiştir. Bütün
semâvî Şeriatlar diğer meyil ve güdülere karşı bu durumdadır.
Kulların sorumlu olmasının delil ve
hücceti olan akla yüce Rab bunları
Şeriatın getirdiği, dinin koyduğu
şekilde düzenleme sorumluluğunu yüklemiştir. Bir insan güzel sesi
dinlemeye veya insandan olsun
11
hayvandan olsun, beraberinde çalgı
bulunsun veya bulunmasın hoş bir
nağmeye kulak vermeye meyilli ise,
ya da bunlardan birini öğrenme arzusu duyuyorsa yüce Rabbin kendine verdiği bu güzel his ve güdülerin
hakkını yerine getiriyor demektir.
Bunu yaparken kendini dini vecibelerini yerine getirmeden çevirme
sınırında veya iyi ahlâktan uzaklaştırma hududunda durduruyorsa,
olması gereken yerde, olması kadar
bunları kullanıyorsa bu kişi güdü
ve hislerini düzenlemiş ve dengelemiştir. Böylece en doğru olan yolda
yürür. Allah ve insanlar yanında da
razı olunacak bir durumdadır.
Bu açıklama ışığı altında mûsikî öğrenmeye çalışan bu gencin durumu
meydana çıkar. Bu delikanlı namazlarına son derece düşkün ve vaktinde edaya itina gösteren bir durumda
olduğuna göre bunun bu hâli ve durumu Allah’ın Şeriat ve hükmü altındaki aklın meyil ve güdülerinden
kaynaklanıp meydana gelmektedir.
Bu yaşamda Şeriatların insanlardan
istediği en değerli davranış biçimi
de budur. Allah’ın Şeriatı dairesinde
kullanılan aklın gereği olarak iradesini bu meyillerde kullanmaktadır.
Mûsikî dinleme hakkında Fıkıhçıların görüşü: Benim kanaatime
göre mûsikî hakkında ve diğer insanın sevdiği, içgüdüsünün gereği arzu
duyduğu şeyler hakkında Şeriatın
hükmünü bilmek için bu kadarı yeterlidir. Ama ne yazık ki insanların
çoğu bununla yetinmezler, keşke
yetinseydiler. Bu şekilde helâl ve haramı tanıma tevcih ve tanımlarına
inanmazlar. Onları ikna etmek için
kitaplarda söylenenlerden, fıkıhçılardan rivayet edilenlerden bir şeyler
arz edip takdim etmek gerekir. Eğer
bu muhakkak gerekliyse bilsinler ki
fıkıhçılar insanları hacca yönlendiren, onları bu hususta şevke getiren,
askerleri savaşa teşvik eden sema ve
teganninin mubahlığında, bayramlar ve düğünler gibi sevinç vakitlerinde, gurbetten gelenin karşılan-
12
ması anında söylenen şarkı, türkü ve
tegannilerin mubah ve caizliğinde
ittifak hâlindeler. Bunların dışındaki semâ hakkında ise fıkıhçıları iki
gurupta görüyoruz. Bir kısmı haram
diyor. Bu iddialarını da bir takım
hadislere ve eserlere dayandırıyorlar. Diğer bir grup ise helâl olduğunu
söyleyip, helâl kabul ediyorlar. Bunların her bireri bu kabul ve hükümlerinde hadislere ve eserlere dayanıyorlar. Helâl olduğunu söyleyenler
diyorlar ki: “Ne Allah’ın kitabında,
ne Rasûlün sünnetinde ve ne de bu
ikisinden çıkarılıp yapılan kıyaslarda ve delillerde güzel, mevzuun ve
hoş sesleri âletli veya âletsiz dinlemenin haramlığını gerektirecek bir
delil yoktur. Haram olduğunu ileri
sürenlerin delillerini araştırıp tahkik ettikten sonra onların içinde delil
olmaya yeterli hiçbir sahih nasın bulunmadığını beyan ediyorlar.
Şeyh Nablusî’nin görüşü: 11. Asrın
verâ ve takvâ ile tanınan simalarından olan bir fıkıhçının bu mevzu ile
ilgili bir açıklamasını okudum. Bu
bir Risâle ve ismi de; “İzahuddelâlât
fi Simaıl’alat.” (Çalgı Âletlerini Dinleme Hakkındaki Delillerin Açıklaması) Bu Abdulgâni en-Nablusi’ye ait
bir kitap. Orada açıklayıp, izah edip
beyan ediyor ki; haramlığını iddia
edenlerin delil olarak getirdikleri hadisler -şayet sahihse- eğlence, şarap,
dansöz günah amel ve fücur, zikri
ile kayıtlıdır. Delil olarak zikredilen
bütün hadislerde bunlardan birinin
zikri mutlaka geçmektedir. Bu durumda ses veya âletle şarkı dinlemenin haram olma hükmü, beraber
ve birlikte icra edilen haramlardan
dolayıdır. Ya da haramlara vesile ve
vasıta edinilmesinden veya harama düşürmesinden dolayıdır. Eğer
semâ ve teganni, bütün bunlardan
uzak ve hâli olursa onu dinlemek,
onun icra edildiği yerde bulunmak,
onu öğrenmek mubah ve helâl olur.
Efendimizden sonra birçok ashap ve
tabiinden, büyük imam ve fıkıhçılardan nakledilenlere göre bunların
teganniyi dinlediği, haram ve günah
icra edilmeyen semâ meclislerinde
bulunduklarıdır. Birçok Fukahâ bu
görüşdedir. Bu görüş ve davranışları,
bizim yukarıda açıklamaya çalıştığımız tabii olan meyil ve güdülere karşı Şeriatın duruşuna uyan bir davranış biçimidir
Şeyh Attar mûsikîye önem verirdi: 13. Hicri asırda Ezher Şeyhi olan
şeyh Hasan el-Attar, semâa değer
verirdi. Mûsikî usul ve notalarını da
tam olarak bilirdi. Yazdığı kitapların
bazısında söylediği şu söz dikkat çekicicidir:
Hisli ve ince bir şiirden etkilenmeyen, / Irmakların kenarında /
Sazlarla, ağaç gölgeleri altında çalınan Bu sesi dinlemeyen / Tabiatı
kaba bir eşektir.”
Şarkı ve türkü dinlemede ve tegannide asıl olan helâlliktir, haramlık
ise ârızî ve sonradandır: Esas ve
kural bu olduğuna göre güzel sesli
veya güzel nağmeli çalgı âletlerini
dinlemenin sadece ses âleti veya insan sesi ya da hayvan sesi oldukları
için haram olmaları mümkün değildir. Eğer bunlarla harama yardımcı
olunursa, ya da haramı elde etmeye
bir vesile ve vasıta edinilirse veya
bunlar insanı bir görev ve sorumluluğundan alıkoyarsa o zaman haram
olurlar. Bu gibi meseleler de insanlar
Allah’ın hükmünü bu şekilde bilmeleri gerekir. Bu şekilde bildikten
sonra artık rast gele haramlığı veya
helâlığı ile söylenen ve ortaya atılan
sözlere kulak asmamalı ve dinlememelidir. Çünkü Allah’ın haram kılmadığını haram kılmak veya haram
kıldığını helâl kılmak her ikisi de
iftiradır. Bilmeden Allah adına konuşmaktır. Allah hakkında bilmediği şeyi söylemektir. “De ki: Rabbim
ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı,
hakkında hiçbir delil indirmediği
bir şeyi, Allah’a ortak koşmanızı
ve Allah hakkında bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf,33)
Yusuf YAVUZYILMAZ
ELEŞTİRİ AHLÂKI
ve TOPLUMSAL
SORUMLULUĞUMUZ
Siyasî anlamda muhaliflerin söylemlerini zayıflatan şey, her şeyi
eleştirmeleri ve hiçbir şey iyi gitmiyor psikolojilerinin arkasına
sığınmalarıdır. Bir şeyi eleştirmek karşı olmak doğaldır, doğal olmayan
eleştiri sırasında hak ve adâleti gözden kaçırarak davranmaktır.
Ö
ncelikle şunu belirtmek gerekir ki, eleştiri sağlıklı bir
düşünce sisteminin gelişmesinde
son derece önemlidir. Ancak eleştirinin doğru bilgiye dayanması,
tutarlı, samimi ve ahlâkî olması, eleştirinin gücünü ve etkisini
artıracaktır. İçinde yaşadığımız
toplumda yapılan eleştirel faaliyetlerin pek çoğunun bu kurallara uymadığı ve genel anlamda
etkisiz kaldığı söylenebilir.
Siyasî anlamda muhaliflerin
söylemlerini zayıflatan şey, her
şeyi eleştirmeleri ve hiçbir şey
iyi gitmiyor psikolojilerinin arkasına sığınmalarıdır. Bir şeyi
eleştirmek karşı olmak doğaldır,
doğal olmayan eleştiri sırasında
hak ve adâleti gözden kaçırarak
davranmaktır. Ak Parti ve Ak Partiye destek veren Müslümanlar
konusunda bu ölçü çoğunlukla
gözden kaçırılmaktadır. Ak Parti
karşıtlığı ve muhalif olma tutkusu adâlet duygusunu zayıflattığı
için, çoğunlukla gerçekliği ortaya
koyma ve tarafsız değerlendirme
imkânı kalmıyor. Bu da eleştiri
yapanların hem güvenilirliklerini hem de söylemlerinin gücünü
büyük ölçüde örseliyor.
Eleştiride hatadan korunmak ve
tek boyutlu değerlendirmelerden
kaçınmak için, konu veya olay
hakkında paralel okumalar yapmak gerekir. Okuma kültürünü
zenginleştirerek ve çeşitlendirerek sürdürmek gerekir. Tek boyutlu okumalar sizi içinden çıkamayacağınız, çıkmaya korkacağınız
paradigmanın içine hapseder.
Bilginiz yeterli olmadığı için size
gelen her eleştiriye kızar ve farkında olmadan bir fanatik olur
çıkarsınız. Karşınızdaki farklı
fikirde olanların sürekli menfaat
peşinde olduklarına inanırsınız.
Aslında bu iç dünyanızdaki tatminsizliğin ve ötekine karşı sevgisizliğin dışa vurumudur. Dini
tek bir kanaldan ve kaynaktan
öğrenip, sadece onunla ilgili yorumların doğruluğuna inanmak
ve bununla yetinmeyerek başka
yorumları dışlamak ve ötekileştirmek dini fanatizmin kaynağıdır. Burada samimi olmak insanı
kurtarmaya yetmez çoğu kez fanatizmin artmasıyla sonuçlanır.
Nitekim Hâricîler ibâdetlerine
son derece bağlı samimi insan-
lardı. Ama bu onların Hz. Ali taraftarlarını öldürmelerini engellemiyordu. Yanlış bir bilgiye ve
öğretiye samimiyetle ve sadakatle bağlanmak insanı felakete bile sürükleyebilir. Dine aşırı
samimiyetle bağlılık onları kanlı
cinayetler işlemekten alıkoymamıştır.
Tek boyutlu
okumalar sizi içinden
çıkamayacağınız,
çıkmaya korkacağınız
paradigmanın içine
hapseder. Bilginiz yeterli
olmadığı için size gelen
her eleştiriye kızar ve
farkında olmadan bir
fanatik olur çıkarsınız.
Fanatizmden sizi koruyacak olan
tek şey entelektüel dünyanızı
zenginleştirmektir. Sanıldığının
aksine dini bilgi de insanı fanatizme götürebilir. İslâm tarihin13
de dini bilginin insanı fanatizme götüreceğinin en iyi örneği
kuşkusuz Hâricîlik tecrübesidir.
Hâricîlik tecrübesi ve onun çağdaş formları dini fanatizmin insanı nerelere sürükleyeceğinin en
açık örnekleridir. Hâricîlik dini
sadece kendi yorumunun doğru
olduğunu, öteki yorumların meşru olmadığını savunan fanatik
dindarlığı besler. Tek doğru din
yorumunun kendi yorumu olduğunu savunan bütün dini anlayışlarda Hâricî bir boyut vardır.
Günümüzde sâdece eleştirdiği
alanı dindarlar ile sınırlayan insanlara rastlanmaktadır. Dindarların dışındakilerin hatalarını kolaylıkla hoş görebilen,
eleştiriden kaçınan, buna karşılık
sâdece dindarları eleştiren tavır
elbette sorunludur. Yaşar Nuri
Öztürk’ün şahsında gördüğümüz
ve neredeyse kendinden başka
bütün Müslüman grup ve cemaatleri eleştiren bu hastalıklı tavır,
dindarların hatalarını acımasızca
eleştirirken diğer grupları görmezden gelir. Dindarlar dünyanın
en aşağılık kişileridir ve onlardan
daha namussuz kimseler yoktur(!) Bu yönüyle Yılmaz Özdil
gibi Ulusalcı Kemalistlerden zerrece farkı yoktur. Sünnî Tasavvuf
eleştirisinden büyük zevk duyar.
Ama ondan çok daha sorunlu
olan Alevîlik hakkında tek bir
kelâm etmez. Din hakkındaki en
doğru anlayış ona aittir. Onun dışındaki herkes yalakadır, yalancıdır. Dünyanın en kötü partisi Ak
Parti en kötü lideri Erdoğan’dır;
Atatürk’ün dışında herkes bu ülkede dini siyasete alet etmiştir.
Halk câhildir, menfaatçidir, yalakadır. Bu eleştiri tarzının diğer
önemli aktörü İhsan Eliaçık’tır.
Gezicilerle ve toplumda hiçbir
karşılığı olmayan solcularla beraberdir. Eleştirisini diğer İslâmî
gruplar üzerinde yoğunlaştı14
rır. Bu yüzden Eliaçık’ın toplumda bilgi bakımından değil, ahlâkî
bakımdan bir karşılığı yoktur.
Eleştirelliğin bir boyutu da ikili
kadın-erkek ilişkilerinde, aile ve
toplumsal ilişkilerimizde ortaya
çıkar. Kendini hayatın merkezine
koyan, hatasız olduğunu düşünen
kişinin ilişkide bulunduğu insanların hayatını zindana çevireceği
açıktır. Hayatın bize gösterdiği
en önemli gerçek ikili ilişkilerin
çok boyutlu olduğudur. Elbette
kadın ve erkek arasındaki sevgi
ve buna bağlı evlilik ilişkileri ve
bunların niteliği, taraflar arasındaki karşılığı önemlidir. Ama hayat sadece bundan ibaret değildir
ve insan ömrü boyunca çok farklı
ilişki biçimleri yaşar. Baba-evlatanne, eş, öğretmen, amir, dost...
Hepsinin iyi ya da kötü bir karşılığı vardır hayatımızda. Bizim
değerimizi belirleyecek olan da
bu pozisyonları işgal ettiğimizde
ötekine gösterdiğimiz tavırdır.
İkili ilişkilerde ilk gerçek her zaman haklı olan biz değiliz. Her
zaman haklı olanın biz olduğu ve
karşımızdakinin sürekli yanıldığı fikrinin bizi bırakacağı eşik faşizm, egoizm ve üstünlük ahlâkı
- ahlâksızlığıdır.
Bir aydının, grubun, camianın,
partinin sosyal ve siyasal konulara ilişkin oluşturdukları dil
hem kendini ifade etme hem de
diğerleri tarafından anlaşılma
konusunda temel referanstır. Bu
referans oluşturulurken kullanılan kavramsal sistem açık ve anlaşılır olmalıdır.
Dini anlama, uluslararası sistemin durumu, siyaset anlayışı,
felsefî ve ideolojik duruş, toplumda ve siyasette farklı düşüncelerin kaynağıdır. Farklı düşüncelerin oluşumu insanîdir, insanî
olmayan herkesi kendi düşüncene ve anlama biçimine zorla davet etmektir. Bugün Türkiye’de
düşünsel ve ideolojik grupların
temel açmazı budur.
Türk düşünce tarihin de siyasi ak-
törlerin, edebiyatçıların, gazetecilerin, aydınların, din adamlarının toplumdaki yerini belirleyen
bilgi, birikim ve anlayışlarından
çok, farklı durumlar ve kendine
dönük eleştiriler konusundaki
tavrıyla ilgilidir. İnsanlar ahlâkî
olarak samimiyetine inandıkları insanların bazı hatalarını
kolaylıkla hazmedebilirler. Fikir
adamlarının yerini belirleyen
fikirlerinden çok ahlâkî duruşları ve kullandıkları dildir.
“Üslûbu beyan, ayniyle insan”dır
çünkü.
Kendi dışında kalanlar tarafından eleştirilen aydınlar ve kanaat
önderleri, aydınlar ve sivil toplum örgütleri bütün enerjilerini
sâdece eleştirilerin anlamsızlığı
üzerine inşâ etmemeli. Eleştiriye,
sorgulanmaya açık olmalı; kendi
düşünce sistematiğini ve görüşlerini sürekli sorgulamalı.
Eleştirinin de bir ahlâkî standardı olduğu kuşkusuzdur. UlusalcıLâik-Sol-Kemalist çevrenin gerek
iktidar gerekse dünya siyaseti
konusundaki eleştirileri tümden
yersiz değildir. Onların söylemini zayıflatan temel faktör eleştiri
ahlâkından yoksun olmaları ve
önerdikleri çözümün iktidarın
gerisinde kalmasıyla ilgilidir.
İktidarı demokratik olmamak ve
hukuk devleti ilkelerine saygı tutmamakla eleştirebilirsiniz, ancak
çözüm olarak tek parti dönemi
faşizmini önerip, Türkiye’de yaşayan çoğu insanın hafızasında
sorunlu olan bir dönemi kutsarsanız eleştirinizin değeri düşer. Aydınların en büyük açmazı,
kendini ifade ederken kurdukları kavramsal sistemin, paylaştığı
perspektifin, tarih ve toplum anlayışının ve gösterdiği ufkun bilgi
düzeyine başkalarınca yapılan
eleştirileri sâdece onların kötü
niyetleri olarak değerlendirme
hastalığıdır. Aydın elbette fikrî
birikim olarak diğer insanlardan
farklıdır. Ancak bu fikrî birikimi
insanlara baskı yapmaya, kendine ahlâkî bir ayrıcalık tanımaya
evrilmişse artık o bilginin kimseye faydası yoktur. Bilgi, insanlara
yol göstermenin, hakikat arayışının aracıdır, kendine ayrıcalıklı
bir yer edinmenin değil.
İslâm düşünce farklılıklarına
izin verir. İslâm tarihi boyunca
böyle olmuştur bu. Hz Peygamber ihtilafın rahmet olduğunu
söyleyerek farklı fikirlerin oluşmasının İslâm’ın düşünce dinamizmini artıracağını ifade etmiştir. İslâm’ın izin vermediği farklı
fikirleri ayrılık ve çatışma aracı
olarak kullanmaktır. Fikir üretimini artıracak farklı yaklaşımlar meşru, kardeşliği bitirecek
farklı değer yüklemeler sorunludur.
Aydınların, yazarların, düşünce
adamlarının, sivil toplum örgütü
ve cemaatlerin aynı konuda farklı
projeler üretmeleri, farklı anlayışlara sâhip olmaları bir sorun
alanı değil, zenginlik dinamizm
kaynağıdır.
Toplumsal ve siyasal sorunlar
karşısında farklı yöntemlerden
hareket etmek ve farklı düşüncelere sâhip olmak doğaldır. Bir düşünceye muhalif kalmak herkesin hakkıdır. Kürt sorunu, çözüm
süreci, milliyetçiliğin Kürt sorununun çözümündeki katkısı veya
engelleyici rolü, Ak Parti karşısındaki siyasal pozisyon, öncelikler gibi konularda farklı düşünceler doğaldır. Doğal olmayan bir
grubun sâdece kendi anlayışını,
yöntemini, düşüncesini zorla kabul ettirme eğilimidir. Faşizmin
eşiği de burasıdır zaten. Faşizmin
dili kendisinden farklı düşüneni
tanımlarken kullandığı satılmış,
ajan, iş birlikçi gibi ötekileştirici,
tahammülsüz kelimelerdir.
15
Öyle görülüyor ki, siyasal, toplumsal veya dini bir konuda tavır
geliştirme konusunda ahlâkî bir
sorunumuz var. İslâm hem kaynakları hem de yaşanan tarihî
süreç anlamında farklı yorumlara açıktır. Farklı yorumlar bir
zaaf değil, düşünsel dinamizmin
kaynağıdır. Farklı yorumları zenginlik kaynağı olarak değil tehdit olarak algılayan düşüncenin
fanatizme varmaması neredeyse
imkânsızdır.
Tarih boyunca farklı düşüncelerin, fırkaların, grupların, anlayışların, siyasî hareketlerin aralarındaki kanlı hesaplaşmaları
insanların zihninde bir travmaya
sebep olduğu açıktır. Çoğu iyi niyetli olsa da dini anlayışın birleştirilmesi konusundaki yaklaşımlar farklılığı tehdit kabul eden
bir alt yapının verdiği korkudan
kaynaklanıyor. Elbette burada
çoğu tarih ve toplumdan kopuk
konularda yaşanan fikir ayrılıklarının sebep olduğu olumsuzluk
da etkilidir. Özellikle gaybî konular üzerine bitmek tükenmek
bilmeyen tartışmalar son derece
anlamsız. İslâm felsefesini uzun
süre meşgul eden felekler tartışması böyledir.
Entelektüel konuda çok yapılan
yaygın bir yanlışlık da bir aydının doğası gereği tarihsel olan
ve birikimi, zihinsel algısı ile
sınırlı görüşleri bütün zamanlar
için değişmez modeller olarak kabullenmektir. Şartların değiştiği
bir zaman dilimi için daha önce
farklı önceliklerin yaşandığı bir
tarihsel ortamın içinden konuşan
bir düşünürün değişmez referans
kabul edilmesi, bugüne değil geçmişe yoğunlaşmanın tipik davranış modelidir.
Şunu unutmamak gerekir ki, hiçbir kişi, cemaat veya örgüt konumu, bilgisi, anlayışı ne olursa
olsun bütün zamanları kapsa16
yacak bir bilgi düzeni ve yöntemi oluşturamaz. Bundan dolayı
Cemalettin Afgânî, Muhammed
Abduh, Ali Şeriati, Murtaza Mutahhari, Mevdûdî, Seyyid Kutub,
Sait Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl... Tümüyle hatasız ve bütün zamanları kapsayan
düşünceler üretemez. O yüzden
eleştirilebilirler. Her eleştiriyi
peşinen reddetmemek, üzerinde
düşünmek gerekir. Elbette eleştiri yapabilmek için konu hakkında belli bir entelektüel birikime ulaşmak gerekir. Yüzeysel
bilgilerle, insanları karalamak
ve belli bir ikbal kazanmak için
yapılan eleştiriler elbette eleştiri
ahlâkından yoksundur.
Şartların değiştiği bir
zaman dilimi için daha
önce farklı önceliklerin
yaşandığı bir tarihsel
ortamın içinden konuşan
bir düşünürün değişmez
referans kabul edilmesi,
bugüne değil geçmişe
yoğunlaşmanın tipik
davranış modelidir.
Eleştirinin en iyi olanı da kişinin
kendisini eleştirme ve hataları
ile yüzleşme cesaretini gösterebilmesidir. Tevbe etmek aslında
bir anlamda hataları ile yüzleşme
davranışıdır. “Başınıza gelen felaketler kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.” Bu âyet
üzerinde uzun uzun düşünmek
gerekir. Kuşkusuz insanoğlunun
yeryüzünü hoyratça tüketmesi,
hırslarının kurbanı olması fesadın kaynağıdır. İnsanoğlunun
olaylardaki sorumlulukları elbette birbirinden farklıdır. En acısı
da bir insanın yaptıkları yüzünden başka insanların acı çekmesidir. Her felâkete maruz kalan
suçlu değildir elbette, suçlu olan
insan oğludur ve insanoğlunun
suçunun bedelini de masum diğer insanlar ödüyor. Bu konuda
hiç suçu olmayanlar ise yeryüzünün binlerce metre altında ekmek
parası peşinde koşan insanlardır.
Hepsi başka çareleri olmadığı için
bu işi yaptıklarını belirtiyorlar.
Suçlular ise riskli işlerde gerekli
tedbirleri almayan, alınan düzenlemelere uymayan yetkililerdir.
Şimdi ise yardım etmeyen herkes
sorumludur.
Karşılaşılan olayların farklı değerlendirmesi şaşırtıcı değildir.
Olayların gerçekliği tektir, ancak
bizim zihnimizden geçip sonuçlandığında semantik bir değişime
uğraması kaçınılmazdır. Gezi, 17
Aralık, Soma ve diğer olaylar konusunda değerlendirmeniz Sosyalist, Muhafazakâr, Milliyetçi,
Ak Partili, CHP’li, Kemalist, Anti-Kapitalist Müslüman, Cemaat...
gibi guruplardan hangisine aitseniz ona göre değişiyor. Bu noktada insanların fıtratındaki iyilik
damarına yönelmek gerekir. Bu
konuda tutarlı, ahlâklı ve samîmi
olan ve olaylara geniş açıdan bakmayı başarabilenlerin söylemi
öne çıkıp kabul görecektir.
Buradaki en elitist tavır, asla yanılmadığını savunan kişilerin
değerlendirmeleridir. Konuşmaya
şöyle başlarlar: “İşin aslı şudur
kardeşim.” Her şeyi en iyi bildiğini iddia eden bu tipler, kendi
bilgilerinden asla şüphe etmezler.
Her şeyin iç yüzünü bildiğini ima
eden bu kibirli tavra sâhiptirler.
Yaptıkları analizlerde en çok yanılanlar da bunlardır.
Bazılarına göre iktidarın her yaptığı yanlış ve hatalıdır. Gerçek
iktidarın her yaptığına muhalif
olmaktır. Bu tutum, iktidarı her
hâlükârda destekleyen bir zihinden zerrece farklı değildir. İktidarı sosyolojik açıdan değerlendirmek ve hangi toplumsal taleplere
karşılık geldiğini analiz etmek
gerekir. Çağımız sosyal olayları kendi dinamikleri içinde anlamaya çalışan İbn-i Haldun gibi zihinlere ve
onun metodolojisine muhtaçtır.
Değerlendirme yaparken şu
gerçeği unutmayalım: Gerçek
bir, görünümleri çoktur. O görünümlerden biri gerçektir ancak.
Gerçekliğin bizim kavradığımızın
dışında da olabileceğini düşünerek esnek bir tavra sâhip olmak
gerekir.
Eleştirel düşüncenin varlığının
en alt seviyede olduğu gruplar
cemaatlerdir. Bu anlamda Gülen
Cemaatinin din algısı ve bu algıya dayalı alarak yaptığı analizler
çok sorunlu bir noktaya doğru
gidiyor. Önce Malatya’da kayısıların donmasını, sonra Soma’daki
maden kazasını Ak Partiye verilen oylara ve verilen desteğin
sonucu olduğunu ima eden veya
doğrudan ifade eden yazılar çıkıyor. Bu arada kendi karşılaştıkları
olumsuzlukları Allah’ın bir ikazı
olarak değerlendirme eğilimindeler. Öyle görülüyor ki, cemaat
sâdece kendi dini yorumunu ve
algısını meşru diğerlerini gayri
meşru görüyor. Oysa hiçbir dernek, vakıf, kuruluş, cemaat sadece kendisinin
İslâm’ı temsil ettiği iddiasında
bulunamaz. Kendisi gibi siyasî
tercihler yapmayan Müslümanları felaketlerin kaynağı gibi
gösteremez. Cemaatin bu algısı
doğruysa neden Amerika ve İsrail
gibi zulüm merkezlerinde cezalandırıcı felaketler olmuyor? Yoksa onlar iyi de sâdece Ak Partiye
oy verenler mi hatalı? Bu bakış
farklı dini anlayışları dışlayan,
küçümseyen bir bakış. Bu anlayışın Yılmaz Özdil’in hiçbir insanî
ve ahlâkî değere uymayan bakışından çok fazla farkı yok. Her
ikisi de insanların başına gelen
felâketleri Ak Partiye verdikleri
desteğe dayandırıyorlar. Burada
teolojik bir sorunda var. Sanki cemaat Allah’ın muradının gerçekleştiği ve ona dokunanı Allah’ın
cezalandırdığı bir yer.
Her insan dünyada
meydana gelen
olaylardan etki
derecesine göre
sorumludur. Önlem
alması gereken almadığı
önlemden, denetlemesi
gereken doğru
denetlememesinden,
insanlar sessiz
kalmasından
sorumludur. Kuşkusuz
Afrika’da meydana gelen
bir faciadan herkes
değişik derecelerde
sorumludur.
Hiçbir insan yaşadığı dönemde
dünyada olup bitenlerden meydana gelen sorumluluktan kendini
tamamen sıyıramaz. Her insan
dünyada meydana gelen olaylardan etki derecesine göre sorumludur. Önlem alması gereken
almadığı önlemden, denetlemesi
gereken doğru denetlememesinden, insanlar sessiz kalmasından
sorumludur. Kuşkusuz Afrika’da
meydana gelen bir faciadan herkes değişik derecelerde sorumludur. Kur’ân karşılaşılan kötülüklerin insanların kendi elleriyle
kazandıkları sonucu olduğunu
söyler. Bu insana sorumluluğunu
hatırlatan çok önemli bir sosyolojik uyarıdır. Ama her şeyi izah
eden ve herkesin sorumluluğunu
ortadan kaldıran bir izah tarzımız var: “Kader ve Alın yazısı.”
Kur’ân’a göre kader kavramı ihsanın sorumluluğunu ortadan kaldıracak şekilde yorumlanamaz.
İnsanın eleştirel ve sağlıklı düşünmesinin önündeki en büyük
engeller kategorileştirme ve seçmeci yaklaşımdır. Kategorileştirme bakış açısını sınırlandırır.
Çünkü tarihte sınırları belirlenmiş kategorik düşünceler genellikle yoktur. Seçmecilik ise olayların içinden kendi görüşüne
uygun olanı seçmekle sonuçlanır.
Bu durumda önemli olan olgu değil, sizin zihinî tutumunuz olur.
Kategorik ve seçmeci bir zihin
yapısıyla toplumu okuyanların
başarılı olması mümkün değildir.
En fazla kendilerinin okuduğu bir
dergi ve sayısı bini geçmeyen dar
bir cemaate hitap edebilirler.
Ak Partiye yapılan her tür eleştiri ve muhalefeti eleştirmemek
gerekir. İnsan haklarını, adâleti
ve hukuk devletini temel alan
eleştiriler ve Ulusalcı-KemalistSol gibi Erdoğan’ın temsil ettiği
inancı temel alarak eleştiri yapan
iki tür eleştiriyi ayırmak gerekir.
Temelinde İslâm’a karşı duyduğu
antipati olan eleştirilerin yanında durmayız. Galiba Eliaçık bu
kesimlerle çok yan yana duruyor. Bu da söyleminin gücünü ve
samîmiyetini büyük ölçüde örseliyor.
Eleştirinin etkili olabilmesi
için doğru bilgiye dayanması,
samîmi ve ahlâklı olması gerekiyor.
17
Mustafa AYDIN
“NAMAZ SANDIKLARINA”
KATILIM YÜKSEK DEĞİL
Yurttaşlık görevi olarak katılım yüksek fakat mümin olarak namaza
katılım ise çok azdır. Bu düşündürücü bir sonuçtur. Cemaatsiz camiler
matemdedirler.
T
ürkiye’de seçme yaşı on sekiz,
seçilme yaşı yirmi beş, cumhurbaşkanı olma yaşı ise kırktır.
Siyasetin emeklilik yaşı yoktur.
Ülkemizin toplam seçmen sayısı;
52 milyon 721 bin 58, 26 milyon
704 bin 757 si kadın seçmen, 25
milyon 991 bin 75 i erkek seçmendir. Seçime katılma oranı ise %
90’nın üzerindedir.
Gelelim sadede, ben bir cami görevlisi/imamı olarak görevim gereği camilere namaz için katılım
oranına bakıyorum da katılımın
oldukça düşük/az olduğunu görüyorum.
Kaç çeşit namaz katılımı var derseniz? Ülkemizde günlük beş vakit namaz, haftalık Cuma namazı,
Ramazan da teravih namazları,
cenaze ve iki bayram namazı ol-
18
mak üzere on çeşit namazın var
olduğunu görüyoruz.
Ülkemizde tatil günlerini de dikkate alırsak, sabah ve yatsı namazını da dikkate alırsak katılımın
düşük olduğunu görüyoruz.
Türkiye’de namaz kılanların oranının yüzde 25’i geçmediğini istatistiklerde öğreniyoruz. Yaklaşık olarak 26 milyon akıl ve baliğ
olup mükellef olan erkeklerin –
Ğayri Müslimler hariç- diğerlerinin sayısına baktığımızda üzüntü
verecek durum vardır.
Camiler “namaz sandıkları” olduğuna göre, maalesef camiye
namaz kılmaya katılanlar ülke
gerçeğine bakıldığında azın azıdır. En iyimser hesapla sanki %
10 altında olduğu ya da % 5 civarında olduğu görülmektedir.
Bizler seçim sandıklarına katılımı sağladığımıza göre, camilerde
de namaz katılımını sağlayabilecek güce sahibiz. Gel gör ki camilerde sabah namazları bir ile üç
saf arasında (20 kişi ile 90 kişi)
cemaatle eda edilmektedir.
Namaz ve seçim arasındaki fark,
kazananlarla kaybedenlere yeni
bir bakışla göz atmalıyız. Zira
Kur’an namaz kılmayanların acı
akıbetlerini bize anlatmaktadır.
Yurttaşlık görevi olarak katılım
yüksek fakat mümin olarak namaza katılım ise çok azdır. Bu
düşündürücü bir sonuçtur. Cemaatsiz camiler matemdedirler.
“Camileri ancak …namaz kılanlar
şenlendirirler” Ayet
H
HZ ÖMER’İN KAZANIMI
z. Ömer - Allah ondan razı olsun - katı
bir İslam düşmanıyken, iman etme
şerefine nail olan ve ehlisünnetin sevdiği
ikinci bir sahabedir. Hz Ömer öyle bir, Allah
Resulü sevgisiyle doludur ki vefatı sonrasında kabrinin Allah elçisinin yanında olmasını talep etmiştir. Bugün de Resulullah’ın
yanında ki Ebu Bekri Sıddık’ın yanında
medfun bulunmaktadır.
Hz Ömer taklit ve istismar edilemez. Ve
kimsenin de tekelinde değildir. O’nun
adına kazanım için yola çıkılamaz. O kimsenin tekelinde değildir, sadece İslam’ın
sembol “Adalet” timsali ismidir.
H
Hz. Ömer yaşanan islamın sesi, cihad
ruhunun neferi, muhacirlerin şecaat eri,
Ensarın sevdalısı, İslamda ictihad ruhun
ve uygulayıcısının örnek insanı ve sonuncu olarak fetih sevdalısıdır.
“Muvafakati Ömer” denilen yüksek fazilet
insanıdır. Bu sebeple kazanan Hz. Ömer’in
öz şahsiyetidir. Hz. Ömer Ebu Bekri Sıddık
hayranı ve nefsinden çok sevdiği Resulullahın takipçisi ve Allahın şerefli bir
kuludur. İslam’ın örnek şahsiyetidir.
HADİSLERDE HZ. ÖMER
z. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Hz.
Ömer radıyallahu anh, Hz. Ebu Bekr’e:
“(Ey Ebu Bekr!) Allah’ın Rasulü Muhammed aleyhissalatu vesselam’dan sonra
insanların en hayırlısı” diye hitab etmişti.
Hz. Ebu Bekr:
“Sen böyle söylersen ben (de sana)
Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’dan işittiğimi söyleyeceğim. Demişti ki: “Güneş,
Ömer’den daha hayırlı bir kimse üzerine
doğup batmadı.” Tirmizi, Menakıb, (3685).
İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle
dua etmişti: “Allahım, İslâm’ı şu iki şahıstan sana en sevgili olanla aziz kıl: Ebu
Cehil ile veya Ömer İbnu’l-Hattab ile. Bunlardan Allah’a daha sevgili olanı Ömer’di.”
Tirmizi, Menakıb, (3682).
Yine İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm
buyurdular ki:
“Allah Teâla Hazretleri, hakkı, Hz. Ömer’in
diline ve kalbine koydu.” İbnu Ömer der ki:
“Halkın başına ne zaman bir iş gelmiş, (o
hususta) Ömer bir şey demiş, halk da başka
bir şey demiş ise mutlaka Ömer radıyallahu anh’ın dediği üzere Kur’ân’dan bir vahiy
gelmiştir.” Tirmizi, Menakıb, (3683); Ebu
Davud, Harac 18, (2962).
Hz. Ömer radıyallahu anh demiştir ki:
“Üç şeyde Rabbime muvafakat ettim:
- (Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a:)
“Ey Allah’ın Resulü! Makâm-ı İbrahim’de
bir namaz yeri edinsen!” dedim, arkadan
“İbrahim’in makamını namazgâh edinin”
(Bakara 125) ayeti nazil oldu.”
- “(Bir gün) “Ey Allah’ın Rasûlü! Huzurunuza iyiler de facirler de giriyor. Emretseniz
de ümmühâtu’l-mü’minin örtünseler!”
dedim. Bunun üzerine hicab (örtünme)
ayeti nazil oldu.”
- “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın
hanımları kıskançlıkta birleştiler. Ben de:
“O sizi boşarsa Allah O’na sizden hayırlısını verir” demiştim, bunun üzerine şu ayet
indi. (Mealen): “Rabbi O’na sizden daha
hayırlı olan, Allah’a teslim olmuş, iman
etmiş, ibadet ve itaatte sebat eden, günahlarından tevbe eden, Allah’a kullukta
bulunan, orucunu tutan hanımlar nasib
eder ki, onlardan dul olanı da bâkire olanı
da bulunur” (Tahrim 5). Buhari, Talak 32,
Tefsir, Bakara 9, Ahzab 8, Tahrim 1; Müslim,
Fezailu’s-sahabe 24, (2339).
19
Sahir AKÇA
TAASSUB
Hangi konuda olursa olsun, dış gerçeğe kapalı, değişime direnen
ve kendisine ait olanların dışında hiçbir görüş ve düşünceye
katlanamayanlardır. Müsamahasız, kendi bildiklerinin zaferi için
diğerlerini zarara uğratmak, yıkmak için maddî ve manevî baskışiddet kullanmaya hazırdırlar ve bunlarda şiddet sevgisi hâkimdir.
S
özlükte; “Taraf olmak veya bir
şeyi müdafaa etmek; bir dine,
bir görüşe, bir düşünceye veya bir
partiye aşırı ve körü körüne bağlanmak; akraba, kavim veya taraftarı olduklarına yardım etmek
ve onları aşırı biçimde kayırmak.
Birine yardım için çaba harcamak,
birine veya bir şeye karşı direnmek, karşı çıkmak, ırkçılık, din
veya mezhep gayreti göstermek,
bunları savunmak” gibi anlamlara
gelen taassub, düşünce tarihinde; “Belli bir eğilime körü körüne
bağlanma, yanlışlıkları delillerle
ispat edilse bile gerçeği reddetme
katılığı, bağnazlığıdır.”
Istılahta ise; “Bir tarafa olan meyilden dolayı delile rağmen hakkı
kabul etmemek, neyi ne için yaptığını bilmemek, bilinçsizliktir. Din,
ahlâk, âdet gibi konularda haksızlık ve husumet derecesine varacak
kadar saplantıya düşmek.” Bu ise;
bilgisizlikten, muhakemesizlikten, aşırı inatçılıktan kaynaklanır.
Bu da, toplumun sosyal, kültürel
ve iktisadî, medenî gelişmesine en
büyük engeldir.
Taassub; bağnazlık, doğru veya
yanlışlığa bakılmaksızın bir fik-
20
rin savunmasını yapmak, kendi
dinini, mensup olduğu düşünce
veya ekolü her türlü düşünce ve
inançtan üstün görmektir. Kendi
inanç ve görüşünü, benimsediği
din, mezhep veya akımı, bağlandığı kişi veya zümreyi gözü kapalı olarak savunma ve bunun için
haklı–haksız her türlü yola başvurmaktır. Bu bir kavim, insan,
toprak, ideoloji, görüş, tarikat, cemaat, mezhep, meşrep, vs. adına
olabilmektedir. Bunları yapana ve
bu düşüncedeki kişiye de “Mutaassıb” denir. Maalesef, mutaassıb
kelimesi halk arasında müsbet
mânâda, dindar anlamında kullanılıyorsa da, bu çok yanlıştır. Çünkü mutaassıb, taassubu yapan,
taassub sâhibi demektir. İslâm da
taassuba en çok karşı çıkan dinin
kendisidir.
Bir şeyi müdafaa etmek veya ondan yana tavır koymak böyle değildir. Yâni, doğru inançta sebat
gösterme, o uğurda ödün vermeme, izzet ve şerefle onu savunma,
haktan yana olma ve onunla iftihar etme, söz konusu taassubun
dışındadır.
Taassubtan gâye; “doğru ve hak
olandan yüz çevirmek, hatada
ısrar etmek”, diğer bir ifade ile
“insanları hak ile değil, hakkı
insanlarla değerlendirmek, delilden ve doğrudan yüz çevirmektir.”
Taassub, İslâm âlemini kasıp kavuran, fert ve cemaatleri dağıtan,
Ümmeti birbirine düşüren fitne,
İslâm topraklarını müstekbirlere–Emperyalistlere kaptırtan bir
veba, Ümmeti kamp ve fırkalar
ayıran bir illettir. Taassub, mezhep, meşrep veya bir görüş uğruna
İslâm’ı fedâ etmek, basit ihtilaflar
için İslâm’ı kurban etmek cüreti ve
İslâm’ı meşrep ve fırkalardan ibaret bilmektir.
Taassub, dünyada farklı cemaat ve
meşrepler arasında akan kanın en
önemli sebebidir. Taassub; psikolojik ve fikrî bir hastalıktır. Mutaassıb da; psikolojik rahatsızlığı olan, ancak bu hastalığından
habersiz olan kişidir.
Taassub, İslâm’ın öngördüğü fikrî
dinamizmin önüne geçer, araştırmayı önler, ictihad müessesesini
âtıl duruma getirir, Kur’ân’ın emrettiği tefekkür, araştırma, ibret
almanın önüne set çeker. Sâhibini,
yâni mutaassıb olanı körletir, gözü
olduğu hâlde göremez, kulağı olduğu hâlde duyamaz, aklı olduğu
hâlde düşünemez hâle getirir.
Allah muhafaza, mutaassıba göre,
benim görüşüm din, muhalifiminki ise inkârdır. Önderlerini Mehdi,
muhaliflerini ise Deccal ilân ederler ve bu uğurda Nass’ları fâsit bir
yöntemle tevil ederler, hevâ ve arzularına göre hareket ederler.
Taassub ve bağnazlık cehâletten–
bilgisizlikten daha kötüdür. Nice
câhil–bilgisizler aşk ve iştiyakla
bilgi ve hikmetin peşine düşerler.
Nice bilenler vardır ki, sermayeleri gururdur, kibirdir, taassubtur.
Bazı mutaassıblar, Peygamberlere
verilmiş olan bazı sıfatları câhilce
diğer insanlara verirler.
Ancak, inancının gereği, dininin icabı olarak görevini yerine
getirmeye gayret etmek, içinde
yaşadığı toplumun ortak değerlerine saygılı olmak, onları koruyup
savunmak gibi hasletler taassub
sayılmazlar. Bunlara Salâbet-i
Diniyye, Salâbet-i Milliyye veya
Salâbet-i Ahlâkîyye denir.
Bu kişinin bağlandığı inanç ve
görüş yanlış veya doğru olabilir.
Burada taassub olarak değerlendirilen onun düşüncesini savunma
şeklidir. Bunlar akıldan çok duygu
ve tutkularına bağlıdırlar, kendi
inanç ve düşüncesinin doğruluğu
üzerinde zihin yormaz, bunları
yaşatmak için gerektiğinde şiddete başvurmaktan çekinmezler.
Taassub, müsamaha–hoşgörü ve
hürriyetin zıddıdır.
Taassub, yaşanan alışkanlık, gelenek ve fikirlerin dışına çıkan herkese karşı bir nefret duygusu, yabancı veya garip gözüken her şeye
yenilik korkusu ile saldırı şeklinde
de tezahür eder.
Çünkü hangi konuda olursa olsun,
dış gerçeğe kapalı, değişime direnen ve kendisine ait olanların dı-
şında hiçbir görüş ve düşünceye
katlanamayanlardır. Müsamahasız, kendi bildiklerinin zaferi için
diğerlerini zarara uğratmak, yıkmak için maddî ve manevî baskı–
şiddet kullanmaya hazırdırlar ve
bunlarda şiddet sevgisi hâkimdir.
İkna yoluyla ilişki kuramadığı için
şiddet yoluyla ilişki kurmayı hedeflerler.
Geçmişte veya günümüzde, din
adına yapılan birçok şiddet eylemcilerinin temelinde bu yatar. Bunlar özü itibariyle dînî zihniyetin
tezahürleri değildirler.
İslâm, kendi ilke ve esaslarının kabul edilmesi hususunda şahsî rıza
ve iknayı temel kaide olarak ortaya
koyar. Şiddet, baskı ve zora dayalı
bir benimsemeyi değil, hikmeti,
güzel öğüdü ve en güzel tartışma
yoluyla insanların dine davetini
öngörür. Kur’ân’da Nahl, 125 de;
“(Rasûlüm, insanları) Rabbinin
yoluna / dinine hikmetle - güzel,
veciz sözle ve öğütle davet et...”
buyrulur.
İslâm, din adına vicdanlara baskı
yapılmasına izin vermez, hiç kimsenin başkasının imanı üzerinde
otorite kurma yetkisine sâhip olmadığını; Bakara 256 da; “Dine
girmede / iman etmede zorlama
yoktur. Doğruluk ile sapıkılık
/ iman ile küfür / hak ile bâtıl
meydana çıkmıştır…” âyeti ile
ortaya koyar. Efendimiz (sav)’de bu
kural ve sınırların dışına taşmamıştır. Vicdanlar üzerinde baskı
yapmadan, bekçi, gözcülük ve zorbalık yapmadan, doğruyu ve hakkı
anlatmış ve bildirmiş ve örneklik
sergileyerek görevini yerine getirmiştir.
Taassub, dînî veya din dışı her tür
müsamahasızlığı ifade eder. Tabii
olarak bunu sadece dine hasretmek
ve marazî bir olay olarak değerlendirmek de doğru değildir. Nitekim
hiçbir dînî niyet taşımayan kanaatlerin, ideolojilerin, siyasî ve sosyal
düşüncelerin de âdeta dînî bir şekil
alarak kendine has bir saldırganlık
ve uzlaşmazlıkla hareket ettikleri
her zaman görülmektedir.
Taassubda kör bir tarafgirlik ve
doğruluğu hiç araştırılmadan karşı düşünceyi inkâr vardır. İnsanda
herhangi bir konuda oluşan aşırı
sevgi ve heyecan, bilgi ile değil de
cehâletle desteklenirse, o konuda
taassub meydana gelir.
Hz. Peygamber (sav) Efendimiz
müşrikleri İslâm’a davet ettiğinde,
onlar körü körüne atalarının dînîne
sarıldıkları, hiçbir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini
üstün gördükleri için İslâmiyet’i
kabul etmiyorlardı. Kur’ân bu kör
inada “Hamiyyet-ül Câhiliyye”–
“Câhiliyye Taassubu” demektedir. Rabbimiz, Kur’ân Fetih 26’da;
“O kâfir olanlar, kalplerine asabiyeti, o câhillik asabiyetini / taassubunu / soy-sopculuğunu koymuşlarken, Allah da Rasûlünün
ve mü’minlerin üzerine huzur ve
güveni indirdi / ve öfkelerini dindirdi,...” buyurmaktadır.
Bugün de İslâmiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayıp, aksine eksik ve yanlış bilgilere sâhip
olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek
İslâm’a karşı olan mutaassıb aydınlar olabileceği gibi, dînî heyecanla,
fakat eksik dînî bilgisi ile mutaassıb dindarlar da olabilir. Müslüman
mutaassıb değil, müsamahalı–hoşgörülü olmalıdır. Efendimiz (sav)
de; “Dini anlatırken-kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” (Buharî,
Edeb) tavsiyesinde bulunmuşlardır.
Aslında taassubun en dehşetlisi ve
en acımasızı Batı ve bâtıl mukallitlerinde ve İslâm düşmanlarında
bulunur. Çünkü onlar, zanna dayanan şüphelerinde inat eden, ayak
direyen akılsızlardır.
21
Faaliyetlerimiz
12 Nisan Mısır’daki İdamlara Hayır
Basın Açıklaması
Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) üyesi sivil
toplum örgütleri, ocak, şubat ayı istişare ve koordinasyon toplantısında
ana gündem maddesi olarak Sapanca Gölü’nde yaşanan sorunu ve
şehir stadı arsasının TOKİ tarafından imara açılmasını ele aldı.
S
akarya Adalet Girişimi Başörtüsü Platformu
Mısır'da 529 kişinin idamına karar verilmesine
tepki göstererek bir basın açıklaması yaptı.
AKM önünde toplanan yaklaşık 100 kişilik grup
idam kararına tepki göstermek için eylem yaptı.
Basın açıklamasını SAGİR adına okuyan Özkan
Yasin Güler, “Mısır'da seçimle iş başına gelen
ilk Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi 3
Temmuz 2013 tarihinde askeri bir darbeyle
devrilmiş ve hapsedilmişti. Mursi’nin yaklaşık
bir yıl süren iktidarın ardından mübarek rejimi
adeta hortlamış ve Sisi cuntası görüntüsü
alarak askeri bir darbeyle devirdiği İhvanın
üzerine cuntalanmıştı. Bu süreçte darbeciler,
İhvandan ve sokak hareketlerinin özgürleştirici
etkilerden korkan Suud başta olmak üzere körfez
monarşileri ve Siyonist işgal devleti tarafından da
her yolla desteklenmiş ve ayakta alkışlanmıştı.
Darbenin ardından ülkenin tamamında
Müslüman kardeşlere yönelik bir baskı ve tehdit
kampanyası başlatılmıştı. Darbe karşıtlarının
Rabiatül Adeviyye meydanında haksızlığa
direnmek için örgütledikleri barışçıl gösteriler
darbe rejiminin gaddar ve canice saldırılarıyla
başlatılmış, bu müdahalelerle en az bin 200
kişi hayatını kaybetmişti. Yaşanan bu ölümlerin
faturasını da darbe karşıtlarına ve ihvana kesen
darbeci rejim, ihvanı, Mısır’ın sosyal ve siyasal
hayatından silmek için geniş bir kampanyaya
girilmişti. 529 kardeşimiz hakkında verilen
idam kararı da böyle bir bağlamda bütün hukuk
kaidelerinin ve temel ahlakın ihlaliyle verilmiş
bir karardır. Sanıkların katılmadığı, avukatların
22
alınmadığı, kimseye savunmasının sorulmadığı
20 dakikalık tek bir celse sonucunda verilen
bu kararlar, Mısır’ın darbeci müstekbirlerinin
gözü dönmüşlüğüne delil teşkil etmektedir.
Mısır’da vuku bulunan şey halkın egemenliği
ya da hukukun gereği değil, Tahrir’in ardından
tasfiye edilemeyen sistemin hortlayarak güç ve
zor yoluyla hak ve adalete meydan okumasıdır.
İhvanın da darbenin ardından ortaya koyulduğu
direnişle bu kutlu mektebe iyi bir talebe, iyi bir
müderris olduğunu göstermiştir. Bizde buradan
Mısırlı kardeşlerimizin direnişinde yanlarında
olacağımızı ilan ediyoruz” dedi.
Çanakkale Gezisi
Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği olarak programlarımıza
katılan genç kardeşlerimiz için Çanakkale gezisi düzenledik.
S
akarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği
olarak programlarımıza katılan genç
kardeşlerimiz için Çanakkale gezisi düzenledik.
26 Nisan 2014 Cumartesi günü Çanakkale’de
olan gençlerimiz rehberleri eşliğinde Çanakkale
Savaşlarının yapıldığı Gelibolu yarımadasında
Fatih, Namazgâh, Hamidiye, Mecidiye
tabyalarından başlayarak Soğanlı Dere Şehitliği
ve Hastanesinin yerini, Alçı Tepe, Kilit Bahir
Surlarını, Şahin Dere Şehitliğini, Çanakkale
Abidesi, Ezineli Yahya Çavuş Şehitliğini, Koca
Seyit Onbaşı’nın topunu ve 276 kilogramlık
mermilerini, Koca Seyit Anıtını ve Conkbayır'ını
gezerek tarihi yerleri yerinde görme imkânı
buldular.Metrekare başına dakikada binlerce
kurşunun düştüğünü ve kurşunların havada
birbiriyle çarpışacak derecede şiddetli
çatışmaların yaşandığı topraklarda olduklarını
öğrenerek Çanakkale ruhunu yaşadılar.Daha
Sonra Çanakkale Merkezi de gezen gençlerimiz
“Şimdiye kadar kitaplarda okuduğumuz ve
öğretmenlerimizden dinleyip resimlerden
görebildiğimiz Çanakkale’yi ve savaşın olduğu
alanları böyle canlı olarak görmekten çok
mutluyuz” dediler.
23
Faaliyetlerimiz
Çekirdek Kulübümüz
“Bi Dünya Öğrenci” ile
tanıştı
UDEF ile 25 Uluslararası Misafir Öğrenci
Derneği'nin organize ettiği, 104 ülkeden 55 bin
misafir öğrencinin Türkiye ile kucaklaşacağı
etkinlik için Sakarya'da Kent Meydanında
standlar kuruldu.
Sakarya Üniversitesi'nde okuyan yabancı
uyruklu öğrencilerin Kent Meydanı'nda açılan
standlarda kendi ülkelerini, kültürlerini tanıttığı
etkinliklere Çekirdek Klübümüz de katıldı.
Arifiye Rehabilitasyon
Merkezi Ziyareti
Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür
Derneğimizin programlarına iştirak eden
genç kardeşlerimiz 28 Nisan Pazartesi günü
Arifiye'de bulunan Rehabilitasyon Merkezini
ziyaret ettiler.
24
Cuma Sohbetlerine
Hamza Tekin’le Sezon Finali
Ribat Eğitim Vakfımızın yıl içerisinde aralıksız
olarak düzenlemiş olduğu Cuma Sohbetleri 23
Mayıs Cuma akşamı Hamza Tekin Hocamızın
katılımıyla gerçekleşen sohbet ile tatile girmiştir.
Yine Gençlik Derneğimizin Cumartesi günleri
devam ettirdiği Gençlik Sohbetleri de Haziran ayı
itibariyle sona ermiştir.
Sıcak Yemek Dağıtımı
“Veren El ile Alan El Arasındaki Köprü” sloganıyla sıcak yemek dağıtımı yapan Ribat Eğitim
Vakfı Aşevi günlük 120 kişiye(16 aile) 2 öğün
olarak 3 çeşit sıcak yemek dağıtımı gerçekleştirmektedir. Mevsim şartlarına göre aylık olarak hazırlanan
yemek menülerimiz gıda mühendisi tarafından
gerekli kontrolden geçirildikten sonra SAKVA
aşevi personelince hazırlanarak büyük bir çoğunluğu sefer taslarıyla öğün vakitlerinde mobil
ekiplerimizce ihtiyaç sahiplerine ekmekleriyle
birlikte ulaştırlmaktadır.
KIYAFET YARDIMI
Ribat Aşevi bünyesinde farklı bir yardım anlayışıyla hizmete sunulan, aşevimizden yardım alan
ailelere, rahat ve ihtiyaçları doğrultusunda ihtiyaç
sahiplerine kıyafet yardımı yapılmaktadır.
GIDA YARDIMLARI
Ribat Aşevi yapılan araştırmalar neticesinde yardıma muhtaç olduğu tespit edilen vatandaşlarımıza
hayırsever vatandaşların desteğiyle gıda yardımları yapmaktadır. Ribat Aşevi olarak ekiplerimizle
yardıma muhtaç aileleri ziyaret ederek tekrar bir ön
aştırma yaptıktan sonra yardımlarımızı gerçekleştirmekteyiz. Ramazanın gelmesi hasebiyle yapmış
olduğumuz gıda yardımlarına devam edeceğiz.
25
Harun ÇALTIKOĞLU
Genç kalemler
26
4
Sudan
Günlügümden
B
enim çok sevdiğim, güvendiğim, bütün sevinçlerimi ve
üzüntülerimi rahatlıkla paylaşabildiğim arkadaşımı sizlere son
üç makalemde tanıtmaya çalıştım. O, beni son üç sene hiç yalnız
bırakmadı. Hep yanımda oldu.
Sabah uyandıktan akşam yatana
kadar günlük hayatımı ve özel fikirlerimi kaydetti. Bunları bir dahakine “yapmaman” veya “yapman gerekir” diyerek beni uyardı.
Kim olduğunu tahmin edebildiniz mi? Tabii ki de “sevgili günlüğüm’’. Her akşam yatmadan önce
beni dinler, ondan sonra huzurlu
bir şekilde uyurum.
Siz hâlâ böyle bir arkadaş edinmediniz mi yoksa? Bence, bir an
önce bunun gibi bir arkadaş edinmeniz gerekir. Yalnız bazı dikkat
etmeniz gereken durumlar var.
Öncelikle ilk bir veya iki ay sizin-
le arkadaş olmamak için inat edecektir. Sakın pes edip onun yanından uzaklaşmayın. Yoksa
sizinle daha fazla inatlaşıp uzun
bir zaman küs olacaktır. Siz aksine onu her akşam yatmadan önce
ziyaret edin. Ne anlatmak istiyorsanız, anlatın. O sizi hiç sıkılmadan dinleyecektir. Bazı akşamlar
ziyaret etmeyi unutursanız, korkmayın. Hemen küsmez. Sonra bakacaksınız ki arkadaş değil sevgili olmuşsunuz ve daima sizin
yanınızda olmuş.
Son üç makalemi yazarken bu arkadaşımdan bilgileri almıştım.
Bazı bilgiler ondan başka kimsede yoktu. Sizlere o bilgileri takdim etmekle de çok mutlu oldu.
Ve son bir kez daha sizlere bir şeyler sunup, ondan sonra uzun yıllar benden başka kimseyle konuşmayacağını söyledi.
HAYALDEN GERÇEĞE
Eğer iki sene önce bana; “Yakın bir
zamanda Sudan’a gideceksin” deselerdi ve üstelik bunun üzerine;
“15 ay oralarda yaşayacak, oradaki farklı kavimlerden, belki de hayatında hiç duymadığın yerlerden
gelen Müslüman kardeşlerinle tanışacak, hatta bazılarınla dost olacak, kimisi de hocan olacak ve seninle bir sene boyunca her gün
ders yapacak” deselerdi herhâlde
çok şaşırırdım. Belki de sadece gülerdim. Ama hiç bir şey sizin zannettiğiniz gibi olmuyor. Bugün
evinizde olabilirsiniz. Ama yarın
farkında olmadan bir bakarsınız
ki dünyanın farklı bölgelerine gelmişsiniz. Kiminiz belli bir süre
kalacak, kiminiz belki de uzun
yıllar evinden ayrı kalacak. Benim de buraya gelmem hiç ummadığım bir anda oldu ve burada olalı bir seneyi geçti. Önümüzdeki
günlerde de Türkiye’ye döneceğim. Burada zaman o kadar hızlı
geçti ki, hayatın ne kadar kısa olduğunu daha da iyi anladım.
Bu Afrika ülkesinde bazı olaylara
tanık oldum. Ve bu olayları hayatım boyunca unutacağımı sanmıyor, bazı olayların ise gelecek hayatıma çok büyük etkisi olacağına
inanıyorum.
Sudan’a ilk geldiğim günün sabahında sabah namazı için küçük bir mescide girmiştik. İçerisi
serin
ve
tertemizdi.
Burnumuza güzel parfüm kokuları geliyordu. Etrafımda tenleri
simsiyah olan Müslüman kardeşlerimiz vardı. Müezzin kamet getirdikten 15 dakika sonra
namaza başladık. İmam öyle güzel okuyordu ki kendimi Mekke
de zannettim. Bu ilk heyecanımı
unutamıyorum.
İlk günün ilk kahvaltısında hayatımda daha önce içmediğim, güzel
kokulu çay içmiştim. Kaç bardak
içtiğimi sayamadım. Öyle etkile-
mişti ki beni, Türkiye’ye dönünce
bavullarımı burada bırakıp sadece
çay çuvallarıyla dönmenin planlarını yapmıştım.
Sabahları insanlar namazdan
evlerine dönünce kimi de mescitten ayrılmayarak her gün
mutlaka bir saat Kur ’ân-ı Kerim
okurlar.
İnsan için “su” neyse Sudanlı Müslümanlar için de “namaz” odur.
Öyle ki kimse benim kalbim temiz, yaşlanınca kılarım gibi
bahâneler bulmuyor. Çünkü namazı
Müslüman
olduğunun
alâmeti olarak görüyorlar, kılmamanın Müslümanlığa çok büyük
zarar verdiğini düşünüyorlar. Bu
da bana namazı eskisinden daha
da önem vermeye sevk etti. Özellikle her namazı mescitte kılmaya
çalıştım.
Geçen ki yazımda bahsettiğim
mescitlerdeki ilim halkalarına
katıldım. İlk başlarda anlamakta zorluk çeksem de sonraları
anlamaya ve keyif almaya başladım.
Dünyanın
bilinen
âlimlerinin sohbetlerine katıldım. Keşke Türkiye’de de her camiye o bölgenin meşhur, ilmi
kuvvetli hocaları gelip, özellikle
gençler için bir şeyler anlatsa da
gelecek nesil daha bilinçli olsa.
Birisi sizin Türk olduğunu anladığı zaman ya “Osmanlı”, ya “Murat
Alemdar” ya da “Erdoğan” der.
Özellikle başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ı çok severler. Türkiye’ye
İslâm âleminin lideri olarak bakarlar. Neredeyse her gittiğimiz
yerde bunları duyarız. Otobüslerin
üzerinde resimleri olur.
Beni en çok etkileyen olaylardan birisi de; günlerden bir gün
Nil kenarına doğru gitmiştik. O
kadar kalabalıktı ki sanki bütün
Sudan sıcaktan bunalıp oraya
toplanmıştı. Kulağımıza Kur’ân
sesleri geliyordu. Sonradan öğrendik ki burada ahlâka uyma-
yan davranışlar oluyormuş. Bazı
cemaatler buraya üzerinde büyük mikrofonlar olan minibüslerle gelip halkı uyarıyor,
Kur’ân-ı Kerim okuyorlar ve
vaaz ediyorlar. Ve daha önce
duyduğum kadarıyla açık bayan
resmi olan duvarlara asılmış
afişleri, reklâm kâğıtlarını
anında yok ediyorlarmış. Allah
onlardan râzı olsun ve bu davet
yolunda onlara yardım etsin.
Son olarak Rabbimden isteğim,
sevgili anneciğime, babacığıma,
kardeşlerim Muhammed Enes, Yusuf ve evimizin Sarıgül’ü kız kardeşim Erva’ya sağ sâlim kavuşmayı nasîp etsin diyor, bir daha ki
yazımda görüşmek üzere sizleri
Allah’a emanet ediyorum.
27
Halil ATALAY
Çocuklara Öykülerle 40 HADiS
6.HADiS
Bana arkadaşını söyle sana
kim olduğunu söyleyeyim
"Müminden başkasını dost tutma, yemeğini
de ancak muttakî olanlar yesin."
28
"İnsan, dostunun yaşayış tarzından
etkilenir. O hâlde her biriniz dost
edineceği kişiye dikkat etsin!"
“Müminden başkasını dost tutma, yemeğini de
ancak muttakî olanlar yesin.’ (1)
Dost ve arkadaş seçimi insanın en ciddi tercihle­
rinden biridir. Büyükler, “İnsan huy hırsızıdır.”,
“Kıratın yanında duran ya huyundan ya da
suyundan...” diyerek ar­kadaş seçiminde dikkatli
olunması gerektiğini belirtmişlerdir. Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan,
dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O hâlde
her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin!”
- Bu benim huyum. Sokmak benim yapımda var,
der. Bunun üzerine, tilki bir an durur, sonra yılana:
- Peki, yılan kardeş, der. Sok, ne yapalım. Bu benim kaderimmiş. Yalnız, yüzüme bir defacık bak
ki, ölmeden önce o güzel gözlerini son bir defa göreyim.
Bu sözlere aldanan yılan, başını uzattığı anda,
tetikte du­ran tilki, derhal atılıp, yılanın başını
koparıverir. Sonra da, ölen yılanı ırmağın kenarında, kumların üzerine boylu boyunca uza­tır ve
kendi hilesine kurban giden arkadaşına şöyle der:
- Yook yılan kardeş! Ben eğri büğrü arkadaş istemem! Benimle arkadaş olacaksan böyle dosdoğru
olacaksın!
(2)
Evet, sevgili çocuklar!
Öyleyse herkes, arkadaş olacağı kişilerde iyi özellikler aramayı, kötü arkadaşlardan uzak durmayı,
yani arkadaş seç­meyi öğrenmelidir. Zira arkadaş,
kişinin sadece bugününü de­ğil, yarınını da etkiler.
Arkadaş insana çok şey kazandırır, çok şey kaybettirir. Onun için dikkatli olunmalıdır. Nitekim
Peygamberimiz, bizleri bakın nasıl uyarıyor:
“Âhir zamanda ümmetim içerisinde en az bulunacak şey, helâl para ve kendisine güvenilir
arkadaştır.” (3) Ve Hz. Muhammed (s.a.v.), şöyle
dua ediyor:
Sevgili canlar, bu konuda şu hikâye ne kadar anlamlıdır: Bir tilki ile yılan arkadaş olur ve birlikte
yolculuğa çıkarlar. Bir ırmağın kenarına geldiklerinde yılan, tilkiye:
- Tilki kardeş, ben yüzme bilmem. Beni sırtına al
da, karşı kıyıya beraber geçelim, der.
“Allah’ım, gözleri üzerimde, kalbi beni gözetleyen, bir iyi­liğimi gördüğünde örtbas edip, bir
kötülüğümü gördüğünde ise bunu etrafa yayan
hilekâr dosttan sana sığınırım.” (4)
Tilki, arkadaşının teklifini kabul eder. Yılan, tilkinin beline sarılır, o da ırmağa girip yüzmeye başlar. Karşı kıyıya vardık­larında yılan:
“Arkadaşların en hayırlısı, sen Allah (c.c.)’ı
andığında yar­dım eden, unuttuğunda da sana
O’nu hatırlatan kimsedir.” (5)
- Tilki kardeş, ben seni sokacağım, deyiverir. Neye
uğra­dığını şaşıran tilki;
Atalarımız da şöyle demişlerdir: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”
- Yılan kardeş, biz seninle arkadaş değil miyiz?
Bak ben sana bunca iyilik ettim. Seni sırtıma almasam ırmağı geçemez­din, diye ne kadar dil dökmeye çalıştıysa da yılan hiç oralı olmaz
"Âhir zamanda ümmetim içerisinde
en az bulunacak şey, helâl para ve
kendisine güvenilir arkadaştır."
Kaynaklar:
1-Ebu Davud, Edeb 16. Tirmizi, Zühd 56.
2-Ebu Davud, Edeb 16. Tirmizi, Zühd 45.
3-Münavî, Feyzu’l- Kadir 2/71.
4-Münavî, age. 2/ 145.
5-Münavî, age. 3/ 469.
29
Oysa Müslümanlar
tek vücut değil midir?
(Abdurrahman KOÇ'un röportajı)
Müslüman’ların bulunduğu ülkelerde ‘güvenlik' sözcüğüyle karşılaşmak
artık neredeyse imkânsızdır. Suriye, Irak, Afganistan, Filistin derken
şimdi de Orta Afrika Cumhuriyeti'nden acı haberler geliyor. Orta Afrika
Cumhuriyeti İnsanî Yardım Seferberliği Ülke Temsilcisi Brahim Ousman,
ülkede yaşanan trajediyi Haber7'ye anlattı. Müslümanların envai yollarla
katledildiğini söyleyen Ousman, Kur'ân sayfalarının yakılarak içkilere
katıldığını belirtti.
1
960 yılında bağımsızlığını
ilân eden Orta Afrika bugüne
kadar istikrarsız bir siyasî rejime
sâhip oldu. 1993’e kadar darbeler, monarşi yönetimi ve güç kavgalarına sahne olan Orta Afrika
Cumhuriyeti’nde ilk demokratik
seçim 1993’te yapılmış ve AngeFelix Patasse devlet başkanlığına
geçmiştir.
10 yıl kadar iktidarda kalan
Patasse, 2003 yılındaki darbeyle
yönetimi Fransa destekli François Bozize’ye kaptırdı. 2013 yılına
kadar iktidarını korumayı başaran Bozize’nin sonu Mart ayında
çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Seleka İttifakı’nın darbesiyle
daha fazla dayanamayıp ülkeyi
terk etmiştir.
30
OLAYLAR NASIL GELİŞTİ
Özellikle son birkaç aydır kan
gölüne dönen ülkedeki olayların
asıl başlangıcını Fransız sömürgesi olarak yorumlayan Ousman,
sömürgenin ülkeyi istikrarsızlığa
ittiğini, böylece bir türlü barışın
ve güvenliğini sağlanamadığını
belirtti.
Fransa destekli François
Bozize’nin yönetimden indirilerek ülkeden sürgün edilmesinin
ardından olaylar patlak vermeye
başladı. Bundan sonrasını Brahim
Ousman’dan dinleyelim.
Fransa destekli Bozize iktidarını
kaybedince öfkelendi. Sürgün
edildikten sonra tekrar ülkeye gelerek Hıristiyanları ve Katolikleri
Müslümanlara karşı kışkırttı. Onlara ‘sizin dininizi değiştirecekler’
dedi. Bunu yaparken de Fransa
ve Hollanda gibi ülkelerde destek
çıktı. Hıristiyanlar, Müslümanları
yamyam ve câni olarak görmeye
başlamakla birlikte yönetimi ele
geçirmelerini ‘büyük tehlike’
olarak yorumlamaya başladı.
Kışkırtmanın daha etkili yapılması içinse medya organları kuruldu.
Fransa ve Hollanda destekli bir
radyo, gece gündüz Müslüman
karşıtı haberler yaptı. Böylece
çatışmaların fitili ateşlenmiş oldu.
On binlerce kişi yurtlarını terk ediyor. Camilerin içi
cesetlerle dolu. Paramız olmadığı için onları kefenleyip
defnedemiyoruz. Her yer ceset kokuyor. Orta Afrika
Cumhuriyeti'nde büyük bir zulüm yaşanıyor.
FRANSA GİRDİ, SABAH
KATLİAM YAPILDI
5 Aralık tarihi New York’ta toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi, oybirliğiyle operasyona
yeşil ışık yakan kararı onayladı. Fransızlar askerlerini Orta
Afrika Cumhuriyeti’nin başkenti
Bangui’de konuşlandırdı. Barışı
sağlamak için Fransa’nın ülkemize girdiği günün ertesi sabahı
sabah 5’te 40 kadar Müslüman
katledildi.
Katliam olduktan sonra Fransa
‘Bakın işte biz bunu engellemek
için geldik’ nazariyesi oluşturdu.
Fransa’nın 5 Aralık’ta ülkemize
girmesinden beri bizlerin güvenliği tamamen ortadan kalktı.
Onlar Müslümanların silahlarına
barışı sağlamak için el koyup,
bizi öldürmeleri için Hıristiyanlara verdiler.
MÜSLÜMANLARI ÖLDÜRÜP
ETLERİNİ YEDİLER
Dün (19 Ocak Pazar) 22 Müslüman yolculuk yaptığı sırada öldürüldü. 2’si sürüklenerek sokak
ortasına getirildi ve ateşe verildi.
Böyle yaparak bizleri korkutmak
istediler.
Bununla yetinmediler, öldürdükleri Müslümanların vücudunu
kesip yamyam gibi yediler.
Gözlerini oydular, ellerini ve
bacaklarını kestiler. Öfkeleri
dinmedi, parçaladıkları cesetleri
üzerlerine lâstik koyarak yaktılar. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde
böyle bir vahşet yaşanıyor. Can
güvenliğimiz yok.
AFRİKALI OLUNCA MÜSLÜMAN
OLAMIYOR MUYUZ?
Ancak bizi kahreden bir diğer
şey ise İslâm âleminin ülkemizi
âdeta görmezden gelmesidir.
Söyler misiniz biz Afrikalı olduğumuz için mi bize önem vermiyorsunuz? Oysa Müslümanlar tek
vücut değil midir? Aralarında
renk, ırk, dil ayrımı yapılır mı?
Bizler İHH’dan başka bölgeye
gelen Müslüman göremedik.
Fransa geldi ve Müslümanlara
karşı olan her kişi ve grubu destekledi. Ama biz İslâm âleminden
bir ses işitemiyoruz. Efendimiz
(sav) ‘Müslümanlar bir vücut
gibidir, vücudun bir uzvu hasta
olduğu zaman, diğer uzuvlar da
bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli
hastalığa tutulurlar.’ Bu yapılan
caiz değildir.
KUR’AN SAYFALARINI
İÇKİLERİNE KATIP İÇİYORLAR
Onların İslâm düşmanlığı öyle
bir raddeye geldi ki, kendi
mescitlerimizde bizi katlettikten
sonra Kur’ân-ı Kerim’lerin sayfalarını yırtıp içkilerine katıyorlar
ve içiyorlar. Onlar İslâm’a işte
böyle saldırıyorlar.
Kur’ân sayfalarını yırtıp helâya
götürüyorlar. Ben hepsini söylemek istemiyorum. Ancak orada
yaşanan zulüm ve vahşet bu anlattıklarımdan daha şiddetlidir.
On binlerce kişi yurtlarını terk
ediyor. Camilerin içi cesetlerle
dolu. Paramız olmadığı için
onları kefenleyip defnedemiyoruz. Her yer ceset kokuyor. Orta
Afrika Cumhuriyeti’nde büyük
bir zulüm yaşanıyor.
31
Hanım Sahabiler
“Bu hanımların bazıları, mü’minlerin anneleridir. Bazıları Hz. Peygamberin (s.a.v) kızlarıdır. Bazıları Rasûlüllah’ın Ehl-i Beyti’dir. Bazıları Allah’ın
yedi kat semânın üstünden şikâyetini duyduğu hanımlardır. Bazıları Âlim
ve Habîr olan Allah’ın onlar hakkında Kur’ân âyeti indirdiği hanımlardır.
Bazıları, Akabe bey’atında Resûlüllah’a bey’at eden hanımlardır. Bazıları
Cebrail’i gören hanımlardır. Bazıları, Allah’ın kendisine, ondan sonra asla
susamadığı şerbeti içirdiği hanımlardır. Bazıları Rasûlüllah’ı (s.a.v) en
beliğ ve en güzel şe­kilde tarif eden hanımlardır...
SEVDE
BİNT ZEM’A (R.Anhâ)
Sahabe Hayatından Tablolar / Abdulaziz eş-Şennavi
Bir muhâcirin dul hanımı, kendisi de muhâcir...«Vallâhi benim evlenmeye
aşırı bir isteğim yoktur. Ancak ben, Allah’ın beni kıyâmet gününde senin
zevcin olarak di­riltmesini istiyorum.»1
G
ünler, cihâdın ağırlığıyla
yavaş yavaş geçiyor, geceler
uykusuz­luğun mahmurluğu ve
zikirlerle dolu olarak uzuyor.
Muhammed (s.a.v) çocuklarının
annesi, evinin kadını, İslâm’da
veziri, cihâd da or­tağı Hadîce’nin
vefatından sonra yalnız... Kavminden gördüğü şeyler kendini
yorduktan sonra dünyasını dolduran hatırayla hâlleşebilmek için
kendini yalnızlığa bırakıyor.
Sahabe, Peygamberlerindeki
keder izlerini gözetliyor ve bu
yal­nızlığından endişe duyuyorlar.
Evlenmesini istiyorlar. Belki de
mü’minlerin annesi Hadîce’nin
vefatından sonra yapacağı bu
ikinci evli­likte yalnızlığını
unutur, diye düşünüyorlar. Ancak
içlerinden birisi bu evlilik konusunda onunla konuşmaya cesaret
32
edemiyor. Ta Havle binti Hakîm
es-Selîme bu işe teşebbüs edinceye kadar bu durum sürüyor.
Sevde bint Zem’a es-Sekran İbn
Amr İbn Abdişems’in (Süheyl İbn
Amr’ın kardeşinin) hanımıydı.
Es-Sekran ve hanımı Sevde Bint
Zem’a Mekke’de önce Müslüman
olanlardandı. Sevde Bint Zem’a
Peygambere (s.a.v) bey’at etmişti.
Kureyş’in Rasûlüllah’ın ashabına
yaptığı işkence artınca es-Sekran
İbn Amr ve hanımı Sevde ikinci
defa Habeşistan’a hicret edenlerin
arasına katıldılar. Allah yolunda
mallarını ve akrabalarını terkedip gittiler. Es-Sekran İbn Amr
hastalanınca hanımı Sevde Bint
Zem’a’yla birlikte Habeşistan’dan
Mekke’ ye geldi. Ve Mekke’de vefat
etti.
Mü’minlerin annesi Hz. Hadice
öldüğünde Havle bint Hakîm Hz
Peygamber’e koşup şöyle dedi:
—Ya Rasûlallah! Yanına girince
Hadîce’nin yokluğunu hissettim.
Peygamber (s.a.v):
—“Evet, o çocukların anası, evin de
görüp gözeticisi idi.”
Havle Bint Hakîm:
—Peki, niye evlenmiyorsun? Dedi.
Rasûlüllah (s.a.v):
—“Hadîce’den sonra... Kiminle?”
dedi. Havle bint Hakîm:
—Kız istersen kızla, dul istersen dulla, dedi. Peygamber (s.a.v) sordu:
—“Kız olan kimdir?” Havle bint
Hakîm:
—Allah’ın kullarından sana en lâyık
olan kız. Seni tasdik eden ve sana
iman edenlerin ilki olan Ebû Bekr’in
kızı dedi. Rasûlallah (s.a.v):
—“Ya dul olan kimdir?” diye sordu.
Havle bint Hakîm şu cevabı verdi:
—Sevde bint Zem’a’dır. Sana iman
etmiş ve söylediklerine tâbi olmuştur. Rasûlüllah (s.a.v):
—“Git. Benim hakkımda onlarla
konuş” dedi.
Havle bint Hakîm, Zem’a İbn Kays
İbn Abdişems’in evine gitti ve
Sevde’nin yanına girdi. Sevde’ye:
—Allah sana hayır ve bereketten ne
eriştirdi biliyor musun? Dedi. Sevde
bint Zem’a:
— Nedir o Ummu Şureyk? Diye
sordu. Havle Bint Hakîm:
—Rasûlüllah beni, sana dünürlük
için gönderdi dedi. Sevde bint
Zem’a kulaklarına inanamadı ve:
—Sevindim. Babamın yanına git,
bunu ona söyle dedi. Havle bint
Hakîm, Zem’a İbn Kays’ın yanına
gitti. O çok yaşlı bir zattı. Zem’a:
—Bu kim? dedi, Havle bint Hakîm:
—Ummu Şureyk’tir. Zem’a İbn Kays:
—Ne var, ne yok? Dedi. Ummu
Şureyk:
—Hz. Muhammed beni, dünürlük
için gönderdi dedi. Zem’a İbn Kays:
—İyi ve şerefli bir eş dedi. Daha
sonra tekrar sordu:
—Arkadaşın ne diyor? Havle bint
Hakîm:
—Bunu istiyor, dedi. Zem’a İbn
Kays:
—Onu benim yanıma çağır dedi.
Ummu Şureyk, Sevde bint Zem’a’yı
çağırdı. Babası ona:
—Yavrum! Bu arkadaşın, Hz.
Muhammed’in onu, sana dünürlük
için gönderdiğini söylüyor. O iyi
bir eştir... Seni ona vermemi ister
misin? Dedi. Sevde bint Zem’a:
—Evet dedi.
Zem’a İbn Kays, Havle bint
Hakîm’e:
—Onu çağır, dedi. Rasûlüllah (s.a.v)
geldi. Sevde Bint Zem’a:
—Emrini bekliyorum, ya Rasûlallah!
Dedi. Peygamber (s.a.v):
— “Seni nikâhlamak için kavminden birisini görevlendir”, dedi.
Sevde bint Zem’a Hatıb İbn Amr
İbn Abdişems’i görevlendirdi ve
o da onu evlendirdi. Rasûlüllah
Sevde’ye 400 dirhem mehir
verdi. Sevde bin Zem’a Hz.
Peygamber’in (s.a.v) Hadîce’den
sonra evlendiği ilk hanımdı. Bu
peygamberliğin 10. yılı Ramazan
ayında ve Mekke’de olmuştur.
Mekke’de Muhammed (s.a.v)’in
Sevde binti Zem’a’ya dünür
olduğu haberi yayılınca bazıları
buna inanmadılar. Sevde gibi birine dünür olmak. Yaşlı ve dul da
üstelik... Güzel de değil. Haşimli
gen­cin dünür olduğu gün Kureyş
kadınlarının hanımefendisi,
Kureyş ileri gelenlerinin evlenmeye can attığı Huveylid kızı
Hadîce’nin yerini tu­tacak öyle mi?
Sevde hiç bir zaman Hadîce’nin
yerini tutmak iddiasında değil­
dir. O, Rasûlüllah (s.a.v)’in evine,
gönlü alınmak ve aynı zamanda
amcazâdesi de olan kocası Sekran
b. Amf’ın ölümü dolayısıyla tazi­ye
edilmek için girdi.
Sevde kocası Sekran’la birlikte
Habeşistan muhâceretine katılmıştı. Sonra kocası Sekran vefat
etmiş, o da dul olarak kalmıştı.
Ko­casının vefatı onu gurbet ve dul
kalma sıkıntıları içinde bırakmıştı.
Rasûlüllah (s.a.v) Sevde’nin
hayatını gözleri önüne getirdi: O,
içinde yaşadığı, çocukluğunun
neşeli günlerini geçirdiği, olgunluk döneminde kalp huzuruyla
yaşamak istediği memleketine
veda et­miş, halkını tanımadığı, dilleri değişik, dinleri ayrı
meçhul bir ülke­ye gidip uzun süre
kalmıştı. Medine’ye dönüp garipliğin acısını üze­rinden atamadan,
ana yurdu Mekke’ye ayak basar
basmaz, kocası Sekran ruhunu
Hakk’a teslim etmişti. Ölüm yakasını bırakmamış, döner dönmez
yakalamış Mekke top­rağına aile
halkından, dostlarından birçoğunun son uykusunu uyu­duğu yere
defnedilmişti.
Rasûlüllah (s.a.v) bu imanlı dul
muhâcirenin durumundan son
derece müteessir olmuştu. Havle
bint Hakîm onu hatırlatınca, ömrünün son demlerinde dayanak
olmak, hayatın acılarını hafifletmek için merhametli elini ona
uzatmıştır.
Rasûlüllah (s.a.v) Medine’ye
hicret edip mescidini ve odalarını
inşa edince, Muhâcirlerle Ensar’ı
birbirleriyle kardeş yapıp evine
yer­leşince Zeyd İbn Harîse’yle
Ebû Rafî’i Mekke’ye gönderdi. Onlar Sevde bint Zem’a’yı,
Rasûlüllah’ın kızları Ummu Kulsum ve Fatma’­y ı, Zeyd’in hanımı
Ummu Eymen’i getirdiler. Abdullah İbn Ebî Bekr de Ebû Bekr’in
ailesini ve Resûlüllah’ın (s.a.v) eşi
Hz. Aişe’yi getir­di. Böylece hepsi
Medine’ye hicret etmiş oldular.
Rasûlüllah (s.a.v) bir gününü
Sevde bint Zem’a’ya, bir gününü
de Hz. Aîşe’ye ayırdı. Hz. Sevde
Rasûlüllah’ın evindeki yerini
almaktan, iri olmasına rağmen
Rasûlüllah’ın kızları Ummu Kulsum ve Fâtıma’ya hizmet etmekten son derece memnundu. Onun
ruhunun hafifliği Ra­sûlüllah’ın
kalbine sevinç ve mutluluk
sokuyordu. Bir defasında Hz.
Peygamber’e şöyle demişti.
—Ya Rasûlallah! Geceleyin arkanda
namaz kıldım. Rukûda o kadar
uzun kaldın ki kan damlamasından
korktuğum için burnumu tuttum.
Peygamber (s.a.v) onun bu sözüne
33
gülümsedi:
—“Sevde bint Zema Ebû Yezîd!
Kendinizi ele verdiniz. Şereflice ölseydiniz ya.” Rasûlüllah (SAV) ona:
—“Sevde! Allah’a ve Rasûlüne karşı
mı kışkırtıyorsun” dedi. Sevde:
—Ey Allah’ın Rasûlü! Seni hakla
gönderen Allah’a yemin ede­rim ki,
Ebû Yezîd’i elleri boynuna birleştirilmiş olarak görünce o sözü
söylemekten kendimi alamadım
diye cevap verdi.
Rasûlüllah (s.a.v) Hafsa bint Ömer
İbnu’l-Hattab’la daha sonra da
Zeyneb bint Kuzeyme ile evlendi.
Fakat Zeyneb sekiz ay sonra öl­dü.
Mü’minlerin annelerinden ilk
gömülen o oldu. Rasûlüllah (s.a.v)
Ummu Seleme’yle (Hind Bint
Ebbî Umeyye’yle) evlendi. Ummu
Sele­me, Zeyneb bint Huzeyme’nin
odasına yerleşti.
Sevde bint Zem’a, Rasûlüllah’ın
Aîşe’ye olan sevgisini biliyordu.
Aîşe’ye hizmet etmeye ve onu
hoşnut kılmaya çok dikkat ediyordu. Kendisi yaşlanmıştı. Yaşının
tecrübesiyle anladı ki, kendisiyle
Rasûlüllah’ın kalbi arasında küçümsenmeyecek bir engel vardır.
Rasûlüllah’tan kendi payına düşen iyilik ve acıma duygusudur.
Sevgi, ülfet ve imtizaç değildir.
Ama bu ona dokunmadı.
Rasûlüllah’ın onu bu mevkie
yükselt­mesi, Sekran b. Amr’ın dul
kalmış karısı iken mü’minlerin
annesi yapması yeter de artardı
bile... Rasûlüllah’ın evinde bir
yerinin olmasına, onun kızlarına
hizmet etmesine dünden razıydı.
Hz. Sevde, Hz. Aîşe gelinceye kadar Rasûlüllah’ın evinde bu min­
val üzere kaldı. Hz. Aîşe gelince,
hemen evin birinci mevkiini onun
için boşalttı. Gayretini genç gelinin hoşnut olacağı şekilde harcadı
ve onu rahat ettirmek için kendi
rahatından fedakârlık yaptı...
34
Rasûlüllah (s.a.v) onun yanına
çok gelmiyordu. Bunun üzerine
Sevde Bint Zem’a, Peygamber’in
kendisini terkedip ayrılmasından
korktu ve onun yanındaki yerini
kaybetmek istemedi ve ona şöyle
dedi:
—Ya Rasûlallah! Bana ayırdığın gün Aîşe’ye aittir. O gün de
onun yanında kalabilirsin. Beni
nikâhında tut. Vallâhi benim kocaya ihtiyacım ve hırsım yok. Ancak
kıyâmet gününde Allah’ın beni
senin zevcen olarak diriltmesi­ni
istiyorum.
Rasûlüllah (s.a.v) bunu kabul etti.
Bir konuda şu âyet-i kerime nazil
oldu:
“Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığından
en­dişe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine
bir en­gel yoktur. Anlaşmak daha
hayırlıdır.” (Nisa, 128)
Sevde Bint Zem’a Hz. Peygamber’in
hanımlarıyla birlikte çıkıp
Rasülüllah’la (s.a.v) birlikte
veda haccını yaptı. Bir gece Hz.
Peygamber’in hanımları toplanıp
şöyle dediler:
— Ya Rasûlallah! Sana kavuşma
bakımından en hızlımız hangimizdir. Rasûlallah (s.a.v) şöyle buyurdu:
— “Kolu en uzun olanınız.”
Onlar, onu ölçmek üzere bir kamış
aldılar. Kolu en uzun olan Sevde
Bint Zem’a idi. Rasûlüllah (s.a.v)
Rafîk-i a’la’ya kavuştuğunda, Sevde
Bint Zem’a hariç hanımlarından
hiçbiri haccetmemişlerdi. O şöyle
diyordu:
— Ondan sonra (veda haccından
sonra) asla haccetmem.
Mü’minlerin emiri Ömer İbnu’lHattab zamanında ona bir torba
dirhem gönderildi. O:
— Bunlar nedir? Dedi.
— Dirhemler, dediler.
Sevde bint Zem’a:
— Torbada sanki hurma var gibi,
dedi. Daha sonra hizmetçisini
çağırıp:
—Benim arkamdan dirhem torbasını yetiştir.
Daha sonra torbanın içindekileri
Medineli yoksullara dağıttı.
Sevde bint Zem’a Hz. Peygamber’in
hanımlarının Rasûlüllah’a (s.a.v) en
çabuk ulaşanıydı. O, Ömer Îbnu’lHattab’ın halifeliği esna­sında
ölmüştür.(1)
Aîşe Bint Ebî Bekr:
— Bundan sonra anladık ki onun
(Sevde Bint Zem’a’nın) kolu­nun
uzunluğu sadaka vermekten başka
bir şey değildi. Yani kol uzun­luğu el
açıklığıyla yorumlanmıştır.
Mü’minlerin annesi Aîşe (R.anhâ)
onun hareketini devamlı anar ve
vefakârlığını şöyle dile getirirdi:
— “Yerinde olmak istediğim kadınların bana en sevgilisi Sevde Bint
Zem’a’dır... Yaşlandığında şöyle
demiştir: Ya Rasûlüllah! Sana olan
nöbetimi Aîşe’ye bağışladım.”
Mübarek annelerimizden Sevde Bint Zem’a (r.anhâ) Allah’a
kulluğunun ve İslâm’a imanının mükâfatını, ömrünün
yaşlı günlerinde dünyada iken
Rasûlüllah’ın nikâhı altına
girerek mükâfatlandırılan şe­refli
bir İslâm kadını ve mü’minlerin
annesidir. Allah’a kulluğun ve
ibâdetin mükâfatı, dünyada
görüldüğü gibi sabredenler için
âhirette daha güzel bir şekilde
gösterilecek ve tattırılacaktır...
Rasûlüllah’a en çabuk ulaşan hanımı, Zeyneb Bint Cahş olarak da rivayet edilmektedir.
Yine «kolu en uzun olan» hanımın Zeyneb Bint Cahş olduğuna dair rivayetler vardır.
Müellif bu rivayetleri Sevde Bint Zem’a’nm hayatında anlatmıştır. (Çeviren: T. Uzun)
(1)
Katlanır Cam Sistemleriyle
Dört Mevsim
Balkon Konforu
r
a
l
n
a
k
e
m
l
e
Size öz
YA PI & DE KOR ASYON
Merkez: İstiklal Mh. Bağlar Cd. No5/A Serdivan / SAKARYA Tel&Fax: 0264 211 39 73
Şube: Çayiçi Mh. İstiklal Cd. No:7 Sapanca / SAKARYA Tel&Fax: 0264 582 62 60
www.akrayapi.com
Mehmet KUZU
BU ÇATIŞMALARIN
HAKLI TARAFI OLMASI
NEYE YARAR?
Fitnenin hedefinde İslâm kardeşliği vardır. Bu kardeşlik kalıcı hasar
alırsa ileriki zamanlarda yeni fitnelerin doğması için hazır tutulabilir.
Kardeşliğin bir adım ilerisinde de ümmet bilincinin ortadan kaldırılması
hedeflenmektedir. İslâm’ın hedef tahtasına konulduğu bu ortamda ferdi
olarak bizim tavrımız ne olmalıdır?
İ
slâm toplulukları farklı imtihanlardan geçiriliyor. Böyle
olması İlâhî adâlet gereğidir.
Zîra iman ettikten sonra insanların imtihana tabi tutulmadan
başıboş bırakılmayacağı vahiyle
bildirilmişti. Toplumsal imtihanın yaşandığı her şartlar altında
da insanlar ferdî imtihanlarını
olurlar. Büyük Kaderin şemsiyesi
altında cüzi iradeyle de imtihana tabi tutuluyoruz demektir bu.
Toplumsal fitnenin zuhur etmemesi için şüphesiz ki bizim teyak-
36
kuz hâlinde olmamız gerekiyor.
Fitnenin çıkışında ve sürdürülmesindeki tavrımız, üstlendiğimiz rol, mesuliyetimizin ölçüsünü belirleyecektir.
Ülkemizde iki güzide topluluğu
karşı karşıya getiren, sosyal içerikli bu elem verici kutuplaşmanın bir “Murad-ı İlâhî” içerikli
anlamı var. Bu İlâhî iradenin
gerçekleşmesi esnasında, bizlerin takınacağı tutumla mü’minlik
vasfını ne kadar yerine getirip
getiremediğimizin değerlendirilmesi bizim için asıl önemli olan
husustur. Nefis muhasebesi, içinde bulunduğumuz hâli görmemizi sağlamada gereklidir. Ölümü,
ölüm sonrası hesabı bilinç düzeyinde tutarak, bulunduğumuz
konumu değerlendirmemiz, fitne
hareketlerinde, Allah(cc)’ın hoşnutluğuna uygun bir tavır içinde
olup olmadığımızı bize gösterebilir. Fitne hareketlerinde genellikle akıl tutunması yaşanır.
Bu durum vahyin anlaşılmasına
engel olduğu gibi, çarpıtılarak,
tevillerle fitnenin büyümesinde
araç olarak kullanılabilir. Bunun
için de samimi bir nefis muhasebesine ihtiyaç vardır. Ayrıca mutlaka vahyi hayata aktaran Efendimiz (sav)’in hayatı da bu anlamda
incelenmeli. Sonra unutmamalı
ki fitnede imtihana tabi tutulan
insanların guruplara ayrılması,
onların mü’minlik vasfını ortadan kaldırmaz. O guruplar içinde
bu imtihandan yara alanlar, kaybedenler ve kazananlar çıkar. Hz.
Ali (ra) dönemini iyi kavramak
gerekir. Cemel ve Sıffın’ın her iki
tarafında da sahabe vardır. Her
gurup da kendine
göre haklı gerekçelere sâhip olduğunu düşünmekteydi.
Neticede o insanlar
fitne ile imtihanda
niyetleriyle, takındıkları tavırlarıyla
ilgili hesabı vermek üzere âhirete
intikal ettiler. Kendilerinden sonra
gelecek nesillere
örnekler bırakarak.
İslâm
toplumunun varlığı, uyum
içerisinde faaliyet
gösteren cemaatlerin varlığıyla kaimdir. İnsan
organizması buna en güzel örnek
olarak verilebilir. Nasıl ki vücudu meydana getiren organların
uyumlu çalışması bünyenin sıhhatli olmasına işarettir, aynen
bunun gibi cemaatlerin, toplum
için yüklendikleri hizmeti hakkıyla yerine getirmeleri de milletin sıhhati için önemlidir. Bunlar
kendilerine farklı hizmet alanı
seçerler ve o alanda gayret sarf
ederler. Her cemaat, farklı fıt-
Her cemaat, farklı fıtratta yaratılan insanın, kendi
fıtratına uygun hizmet yerini bulmasıyla oluşur. Hepsi
birden İslâm toplumunun vahiyle inşa etmek istediği
erdemli insanı ve toplumu oluşturmak için çabalarlar.
ratta yaratılan insanın, kendi
fıtratına uygun hizmet yerini
bulmasıyla oluşur. Hepsi birden İslâm toplumunun vahiyle inşa etmek istediği erdemli
insanı ve toplumu oluşturmak
için çabalarlar. Bazen bu hizmet
anlayışları arasında anlayış farklılıklarından dolayı çatışmalar da
yaşanabilir. Bu çatışmaların te-
melinde haset duygusunun etkisi
olduğu gibi, dış etkilerle birlikte,
nifak ehlinin de dahli bulunabilir. İslâm’ın intişarı döneminde,
mezheplerin doğuşunda da böyle
sancılar yaşandı. Zamanla taşlar yerine oturdu. Farklılıkların
kendi sınırları içinde toplum için
gerekli olduğu inancı yerleşti. Tasavvufun vahyin yorumuyla, insan yaşayışına bakış açısı, İslâm
toplumuna değer katarken, fıkıh
ve kelâmî görüşlerle ayrışması
bile, her görüşün kendi kabulleri
içinde değerlendirilmesiyle, çatışmanın ortaya çıkaracağı zarar
önlendi. Bazı fikri guruplaşmalarda arkada bıraktıkları tatsız
anılarla tarih sahifelerine gömüldü. Hulk-ul Kur’ân tartışmaları
buna misaldir. Kur’ân mahlûktur,
değildir çatışmasında nice kıymetli âlimler işkence gördü.
Buhâri Hazretlerine bu soru soruldu. O da Kur’ân’ın
geldiği
kaynak
itibarıyla mahlûk
olmadığını, ancak
kâğıda dökülmesiyle mahlûk olduğunu söyledi. Misafir
kaldığı evi taşladılar. O şehirden onu
kovdular. Kimlerdi
bunlar. Avam denilen bilgiyi üreten
değil
tüketenler.
Bugün bizler bu
olayları
hayretle
okuyor, insanların
kendi düşüncelerinde tercihlerine saygısızlığı anlayamıyoruz.
Fitne ile imtihan olunuyoruz.
Aynı idealler için yola çıkmış
insanların geçmişte ortaya koydukları güzel birliktelikleri hem
ülkenin demokratikleşmesinde,
hem de kalkınmasında büyük rol
oynadı. Cemaatlerin birbirlerinin
hukukuna saygı göstermeleri,
devletin milletiyle barışık olması,
ülkemizde ve İslâm âleminde yeniden dirilişin ümitlerini yeşertti.
37
İşte ümmetin imtihanı da burada
başladı. Evvela şunu bilmeliyiz
ki, Allah’ın lütfettiği nimetlerin
kıymeti bilinmez nankörlük yapılırsa, toplumsal ve ferdî imtihanın başlamasına davetiye
çıkarılmış olunur. Şartların en
ağır olduğu vakitlerde kenetleşenlerin, hangi sebeplerle olursa
olsun rehâvetin girdabına kapılınca batmaları kaçınılmaz olur.
Şimdi ise kardeşler birbirlerini
yok etmeye çalışıyorlar. Hem de
insanî ve ahlâkî olmayan yollarla. Toplumu, propagandalarla
guruplara bölenler bu bölünmeden rahatsızlık duymadıklarını
söylemek mümkün değildir. İmtihan başladıktan sonrada zaman
içinde öfkelerin alevlendirilmesiyle ülfet peyda oluyor. Kardeşlik
hukuku unutuluyor. Münâfık ve
kalbi hastalıklı olanların elinde,
amaçlarına hizmet eden piyonlar
hâline dönüşülüyor. Toplum parçalara ayrılıyor. Her gurup kendi
gurubunu savunma adına hak
üzere kendilerinin olduğunu söyleyerek, başkalarını ötekileştirip
düşman gibi görmeye başlıyor.
Her iki kutbun hangi gerekçelerle bu çatışmayı başlattıkları net
değildir. İnsanlara gösterilen sebepler çoğu zaman maniple edilerek verilmektedir. Evveliyatla
her insan kendini ait gördüğü
yapılanmaya taraf olmaktadır. Bu
yadırganacak bir şey de değildir.
Ancak fitnenin doğurduğu körlük taassubunun gözlere taktığı
at gözlüğü, haktan uzaklaşmaya
sebebiyet vermektedir.
Fitne, bazen topluma hizmet eden
“âlimlere” yönelik hedef belirler. Böylelikle onların halk üzerindeki olumlu etkileri kırılmak
istenir. Propaganda öyle etkili
rol oynar ki bu dönemde, söylentilerle, kitaplarını okuyup fayda38
landığınız, ruh dünyanızın hak
üzere olmasında vesile olan o çok
sevdiğiniz, sevilen âlim, birden
bire canavara dönüştürülmüştür.
Taassubu bir tarafa bırakarak vahiy penceresinden bakan kimse
“bu tanımlar benim tanıdığım
âlimle örtüşmüyor” der. Bu
tür fitne içerikli propagandaları
yapanlar ve yayılmasına vesile
olanlar bilmelidirler ki bu işin
mânevî ağırlığı çok büyüktür.
Fitnenin hedefinde devlet varsa
çok daha büyük hassasiyet göstermek gerekir. Devletin idarî
sorumluluğunu
üstlenenlerin,
şaibeye sebebiyet verecek davranışlardan uzak durması elbette
önemlidir. Hata yapanlar olursa
hukuk yoluyla hesaba çekilirler.
Şahıslar veya guruplar kendilerini yargı yerine koyup, ülkenin istikrarını bozma hakkına da sâhip
değillerdir. Hele kişilik hakları
karşısında adâletten ayrılmamak, fitneye âlet olmamak için
önemlidir. Unutulmamalı ki ülkenin kaybı içinde yaşayanların
kaybı demektir.
Hiçbir zümrenin bir diğerine
zulmetme hakkı yoktur. Tehditler korku doğurur. Her korku da
fitnenin ateşlenmesini sağlar.
Bu husus taraflar için geçerli.
Ümmet bu durumda tarafları
adâletsizlikten, korku salmaktan vazgeçirmek için gayret
sarf eder. Aşırılığa kaçanlara
karşı da hakta birleşir.
Fitnenin varlığı, ortaya çıkaracağı
hasar ve sonlanması, insanların
bu imtihanın asıl hedeflerini görmesiyle orantılı cehtlerine bağlıdır. Fitnenin hedefinde İslâm
kardeşliği vardır. Bu kardeşlik kalıcı hasar alırsa ileriki
zamanlarda yeni fitnelerin
doğması için hazır tutulabilir.
Kardeşliğin bir adım ilerisinde
de ümmet bilincinin ortadan
kaldırılması hedeflenmektedir.
İslâm’ın hedef tahtasına konulduğu bu ortamda ferdi olarak
bizim tavrımız ne olmalıdır? Evvela unutmamalıyız ki bir zaman
sonra bu fitne son bulur. Cüz’i iradeleriyle imtihan olan bizler de
âhiret hayatındaki hesapta “keşkelerle” baş başa kalırız. Onun
için hangi tarafta olursak olalım
hak bildiğimiz davayı savunurken dahi, söyleyeceğimiz her
sözü tartarak söylemeliyiz. Sözlerimiz yeni bir fitnenin başlamasına veya alevlenmesine sebebiyet
vermemeli. İman kardeşliğini zedeleyecek tavırlardan kaçınmalıyız. Bize ulaştırılan her haberin, şayianın yayıcısı olmamalı,
araştırıp değerlendirmeden karar
vermemeliyiz. Yazarlarımızın yazılarını değerlendirirken onların
da bu imtihan içinde olduklarını
unutmamalı. Öfkelerimizin bizi
haksızlığa sürüklemesine müsaade etmemeli. Vahyin davetleri,
bu imtihandaki kurtuluşumuzun
reçetesi olduğunu bilmeli, hususiyle “Hucurat Sûresi”nin çağırılarına gönül kapımızı açmalıyız.
Nefsimizin tahrikleri, nifak ehlinin gayretleri ve hasetçilerin çabaları sonucu hazırlanan at gözlüklerinin gözümüze takılmasına
müsaade etmemeliyiz.
“Murad-ı İlâhî” unutulmamalı,
mü’mince tavırdan ve yaşayıştan
uzaklaşmamalıdır. “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü
en güzel şekilde önle. O zaman
seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan dost
olur.” (41/34 el-Fussilet)
KUR’AN KURSU
VE HİZMET BİNASI
TÜKENMEYEN SERVET SADAKA-İ CARİYE
“Kim iyi bir çığır açarsa, bununla amel edenlerin ecri kadar ecri, bu çığırı açan alır.”
(Müslim, İbn-i Mâce.)
YARDIMLARINIZ İÇİN
KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI A.Ş.
Adapazarı Şubesi (79) TL
Iban TR73 0020 5000 0910 0142 5000 01
Adapazarı Şubesi (79) USD
Iban TR89 0020 5000 0910 0142 5001 01
Adapazarı Şubesi (79) EUR
Iban TR62 0020 5000 0910 0142 5001 02
TÜRKİYE HALK BANKASI A.Ş.
Bosna Cad. Şubesi (1532) TL Iban TR68 0001 2001 5320 0016 1000 05
Bosna Cad. Şubesi (1532) USD Iban TR05 0001 2001 5320 0058 1000 05
Bosna Cad. Şubasi (1532) EUR Iban TR32 0001 2001 5320 0058 1000 04
İRTİBAT TELEFONLARI
0264 277 19 46 - 0533 244 95 43 - 0542 402 88 88
17 Ağustos Şehitliği yanı Serdivan / SAKARYA
İstiklal Mah. Kirişhane Cad. No: 86 Serdivan / SAKARYA
Tel: 0264 333 11 11 Gsm: 0555 849 34 06

Benzer belgeler