İndir - Ada bülteni
Transkript
İndir - Ada bülteni
Bizim Şehrin Bülteni RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 11 SAYI: 42 Temmuz - Ağustos - Eylül 2014 ISSN 1305 - 5356 Hoşgeldin Ya Şehr-i Ramazan Uygulanması Zarûri ve Kolay Olan Bazı Konular Abdullah BÜYÜK Eleştiri ̇ Ahlâkı ve Toplumsal Sorumluluğumuz Yusuf YAVUZYILMAZ Oysa Müslümanlar Tek Vücut Değil miydi? Hanım Sahabiler Sevde Bint Zem’a (r.anha) Abdurrahman KOÇ'un röportajı Yusuf E. ERDEM Kalite ve hizmet odaklı çalışan filizfidan yapı müşteri memnuniyetini ön planda tutan bir firmadır. Bünyesindeki markalarla yapı sektöründe toptan ve perakende hizmet vermektedir. • Graniser seramik • Ece vitrifiye,armatür ve banyo dolapları • Penta armatür-Sanica banyo sistemleri • Durul banyo sistemleri • Art floor laminat parke • Bumay cam mozaik ve inox bordür • Zaffiro cam mozaik • Japar • Damla banyo dolapları ve sayamadığımız birçok marka ile toptan ve perakende hizmet vermektedir. Tel: 0264 241 39 04 - Fax: 0264 241 39 05 Küpçüler Mahallesi Karasu Yolu Caddesi No: 10/87 Erenler/SAKARYA 2 www.filizfidanyapi.com.tr Seramik Editörden İslam Dünyasına Yeni Tehditler Yusuf E. ERDEM S on günlerde Ortadoğu’da mezhep ve meşrebe dayandırılmak istenen çatışmalar, İslam dünyasını tehdit eder boyuta ulaştı. Sağduyu, barış ve kardeşliğe her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Rabbimizden tüm Müslüman kardeşlerimizin basiretli olmalarını niyaz ediyorum. Konuyla ilgili Diyanet İşleri Başkanı Sayın Mehmet Görmez’in 18 Haziran’da yayınladığı son derece önemli açıklamalarının bazılarını size aktarmayı bir görev biliyorum: “Müslüman kimliği, her türlü mezhebi, meşrebi, coğrafi, etnik, siyasi ve politik aidiyetin üstündedir. Hiçbir yapı, İslam kardeşliğini ve vahdetini bozmaya yönelik çalışmalara izin vermemelidir. Kur’an ve Sünnet, insanların birbirine canını, kanını, malını ve ırzını dokunulmaz kılmıştır. Haksız yere bir insanın kanını dökmek, dini bakımdan en büyük cürüm olarak kabul edilmiştir. 1400 yıldır bütün farklılıklarıyla bugünlere gelen bir toplumu dini, mezhebi ve etnik temellere dayalı bir yapı ile yönetme imkânı yoktur. Hiç kimse ya da hiçbir grup, bir başkasının inancına, değerine ve düşüncesine savaş açamaz. Herkes yaşadığı topraklarda tarihsel birikimine uygun olarak özgürce yaşama hakkına sahip olmalıdır. Bunun aksine olan her tutum ve davranış, selam ve eman yurdu olan bu topraklarda fitne çıkarmak isteyen unsurlar olarak görülmelidir. Hiç kimsenin bir başkasını İslam’dan çıkartma salahiyeti yoktur. Tekfiri esas alan yapılar, nasıl ki tarihte Müslüman vicdanlar tarafından mahkûm edilmişse bugün de nevzuhur bu düşüncelerin maşeri vicdan tarafından kabul görmeyeceği açıktır. Sağduyu ve vicdan sahibi her Müslüman, basiret ve ferasetiyle, bu tür yapıların kökleşmesine hiçbir zaman fırsat vermeyecektir. Çıkar çatışmalarının kurbanı olan savunmasız insanların, çocukların, kadınların ve yaşlıların yok edilmesi ve insanların yerlerinden yurtlarından sürülmesi üzerine inşa edilecek bir yapının, kendisini İslam’la bağdaştırması mümkün değildir. Aynı şekilde bazı çevrelerin diğerlerine karşı cihat ilan etmesi de kabul edilemez. Zira Kur’an ve Sünnet, Müslümanın Müslümana canını ve kanını helal gören bir cihadı asla emretmemiştir. Bugün Müslümanların topyekûn başvuracağı en büyük cihad; taassuba, fakirliğe, cehalete, fitneye ve tefrikaya karşı yapacakları cihattır. Hiç kimse, zulme karşı cihad iddiasıyla başkaca mazlumiyetlerin yaşanmasını meşru gösteremez. Sıcak çatışma bölgelerindeki dini kurum ve kuruluşların temsilcileri bir araya gelerek başta Irak ve Suriye olmak üzere çatışma alanlarıyla ilgili dini ve ahlaki temelli çözüm girişimlerini başlatmalıdır. İslam dünyasındaki dini-manevi sahadaki kanaat önderlerinden oluşan bir heyet, mezhep odaklı kamplaşmaların ortadan kaldırılması için inisiyatif almalıdır. Bu yönde uluslararası niteliği haiz Müslüman kurum ve kuruluşlar, sorumluluk üstlenmelidir.” Ada’da kalın... 3 iÇiNDE iÇiNDEKiLER 6 UYGULANMASI ZARÛRİ VE KOLAY OLAN BAZI KONULAR Abdullah BÜYÜK MUSİKİ VE 10 KAFA KARIŞIKLIĞI Hamza TEKİN 18 KATILIM YÜKSEK DEĞİL "NAMAZ SANDIKLARI" Mustafa AYDIN 4 13 ELEŞTİRİ AHLÂKI ve TOPLUMSAL SORUMLULUĞUMUZ Yusuf YAVUZYILMAZ 20 TAASSUB Sahir AKÇA 22 FAALİYETLERİMİZ EKiLER 26 SUDAN GÜNLÜĞÜMDEN - 4 Harun ÇALTIKOĞLU 28 ÇOCUKLARA ÖYKÜLERLE 40 HADİS Halil ATALAY 30 OYSA MÜSLÜMANLAR TEK VÜCUT DEĞİL MİDİR? Abdurrahman KOÇ'un röportajı 32 HANIM SAHABİLER 36 BU ÇATIŞMALARIN HAKLI TARAFI OLMASI NEYE YARAR? SEVDE BİNT ZEM’A (R.Anhâ) Yusuf E. ERDEM Mehmet KUZU RİBAT EĞİTİM VAKFI ADAPAZARI ŞUBESİ YIL: 11 SAYI: 42 TEMMUZ - AĞUSTOS - EYLÜL 2014 RİBAT EĞİTİM VAKFI Adapazarı Şûbesi Adına Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Sâhir AKÇA Yayın Kurulu: Sâhir AKÇA Yusuf Ertuğrul ERDEM Yusuf ERKAN Cihan YILDIZ Genel Yayın Yönetmeni: Yusuf Ertuğrul ERDEM Reklâm Sorumlusu: Yusuf ERKAN Tel: 0532 314 33 58 İrtibat Adresi: Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6 (İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI [email protected] www.adabulteni.com Telefax: 0264.277 19 46 Tasarım ve Baskı: BURAK OFSET 0264 274 69 24 Sorumluluk: Yayınlanan yazıların fikri sorumluluğu yazarlara aittir. Gönderilen yazılar iade edilmez. İsim zikredilerek iktibas yapılabilir. BASIM TARİHİ: TEMMUZ 2014 ISSN 1305 - 5356 5 Abdullah BÜYÜK UYGULANMASI ZARÛRİ VE KOLAY OLAN BAZI KONULAR Yaz mevsimine girdik. Uzun uzun yazılan makaleleri okumakta zorluk çekeceğinizi düşünerek bu sayıda huzurunuza pratik, kolay ve lâzım olan konulardan bazılarını seçere çıktık. Buna paralel olarak, Rabbimizin kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’i de ellerinize tutuşturmak için, farklı bir usûl ve üslup kullanmayı vazife bildik. Bu mesajımın anlaşılması için de şöyle bir ricamızı sizlerle paylaşalım dedik: Önce okuyalım, okuduklarımızı anlamaya çalışalım ve gerekeni yapalım. 6 1. “Ben cinleri ve insanları, başka bir gâye için değil, ancak beni Rab ve İlâh olarak tanımaları ve böylece bana kulluk ve itaat etmeleri için yarattım. Ve bu kulluğun faydası bana değil. Bizzat kendilerine olacaktır.” (Zariyat, 51/56) Mesajımızın ilk adımını bu âyet meali ile başlatmanın, İnşâallah yazmamıza ve okumanıza bereket getireceğine inanıyoruz. Peygamber, insanlığı dosdoğru bir yola çağırmaktasın.” (Şura, 42/52) Sakın ola ki şöyle bir düşünceye kapılmayalım: Bunlar her zaman okuduğumuz âyetlerdir. Âyetleri tekrarlamanın ne anlamı vardır (hâşâ). Böyle bir düşünceye kapılırsak, şöyle bir tehlike ile karşı karşıya gelmiş oluruz: “O hâlde Kur’ân’dan sonra hangi söze inanacaklar?” (A’raf, 7/185). 2. “İşte sana da Ey Rasûlüm, ölü kalplere emrimizle hayat bahşeden bu Kur’ân’ı gönderdik. Oysa bundan önce sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat şimdi bu Kur’ân’ı yürekleri aydınlatan bir nur yaptık ki, onunla kullarımızdan dilediğimizi karanlıklardan kurtarıp doğru yola ulaştıralım. O hâlde, hiç şüphe yok ki, sen Ey “İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah’ın âyetleridir. Artık, Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? (Casiye, 45/6) Şimdi ise kalplerimizi küt küt attıracak bir başka İlâhî buyruk: “O, âlemlerin Rabbinden indirilmiştir. Şimdi siz, bu sözü mü küçümsüyorsunuz?” (Vakıa, 56/80-81) Öyle ise şimdi okudu- ğumuz her âyetin üzerimizdeki hakkını ödemede gevşeklik göstermeden rahat rahat okuyabiliriz. 3. “Bir ülkede zulüm, işkence işleniyorsa, orada nereden başlanmalı?” sorusunun cevabı Yûnus Sûresi’nin 87. âyetindedir. Her şeyin bittiği, sıfırlandığı zor zamanlarda Rabbimiz, mü’min kullarına nereden başlanacağını söylüyor: “Evlerinizden.” Böyle bir çözümü yok sayarak, başka adreslere yönelir ve evlerimizi ihmal edersek, başımızı taştan taşa vurmaktan başka yapacağımız bir şey kalmayacaktır. 4. Önde yürümenin, arkadan gelmenin eğitim ve yönetim alanlarındaki farkı göz önünde tutulmalıdır. Savaşta, hizmetlerde önde olmak güzeldir. Ya eğitimde? (Tevbe, 9/100; Âli İmran, 3/37) Eğitimdeki ihmalkârlığımız ve kendimizi yok sayarak veya çiğneyerek başka taraflara yönelmemiz, çocuklarımızı başka dünyanın insanı yapıyor, bu acı gerçeği kabullenelim. kendilerine gönderilen peygamberleri küçümsemişler, hakaret etmişler. Hıristiyanlara gelince, onlar da tam aksine, amele önem verip, ilmi terk etmişler. İnsanın içine önem verip, dış dünyasını ihmal etmişler. Ruhbanlık sınıfı oluşturmuşlar ve Peygamberlerini insanüstü varlık görmüşler. Son ümmetin ilk iki ümmetin gittiği yoldan gitmemesi gerektiğini de Rabbimiz âyetleriyle beyan etmiş. 5. Yorulmak, tembellik, iştahsızlık din için, İslâm için olursa, tehlike işaretleri var demektir. Ticareti, hayatımızdaki günlük cirolarımızı, günlük kârlarımızı göz önüne getirirsek, hiç yorulmadığımızı anlarız. Çünkü kârdayız. Manevî, ilmî ticaretimizdeki tembellik, yorgunluk, çekilebilir bir hâl değildir. (Saff, 61/10) 6. Dinde, Allah’ın yardımcısı olmanın şerefini tatmak, ücret ve mükâfatı O’ndan beklemek, yorulmamak, kalbi sürekl i beslemek. (Şuara, 26/127; Bakara, 2/97) Yaşadığımız ülkenin üzerimizdeki haklarını da unutmamak gerekiyor. Ekonomide dünyada ikinci ve Avrupa’da birinci gelme gerçeği, kenara atılmamalıdır. Bu imkân ve nimetleri bizlere bahşeden Rabbimizin katından gönderdiği dini yaşayarak O’na yardımcı olmak, inanan bir insan için ne güzel bir şereftir. 7. Bugün, yeryüzünde çekilen sıkıntı, acaba bilgisizlikten mi yoksa amelsizlikten midir? İnşirah Sûresi’ni nereye koyacağız? Kolaya kaçmak yerine, ellerimizi taşın altına koymak gerekmiyor mu? (Ankebut, 29/23) Amelsizlik hastalığını, bilgiyle yenmemiz düşünülemez. Kur’ân-ı Kerim baştan sona kadar inanmak ve inancı yerine getirmek mesajını vermektedir. Ve bugün huzursuzluğun altında yatan acı gerçek, öğrendiğimiz bilgileri yerine getirmeme hastalığıdır. 8. İsrâil oğulları ile ikaz edilen ümmetiz… Günde tekrarlanan dualar ve hem de kırk defa... (Cuma, 62/5) Merhameti büyük olan Rabbimiz, son ümmetin, ilk iki ümmet gibi olmamasını istiyor. “Peki, ne yapmış ilk iki ümmet?” derseniz, onun da kısa cevabı şudur: Yahûdiler, ilme önem verip, eylemi, ameli azaltmışlar. Dinde tefride gitmişler. Yâni dini makaslamışlar. İnsanın dışına önem verip iç dünyasını ihmal etmişler ve son olarak 9. Kim, kimi şikâyet ediyor? Suçlarımızı örtbas edemeyiz. Saptırıcılar mı, sapanlar mı önde? (Tâhâ, 20/86-92-95; Mâide, 5/105) Bu konu aslında bir hastalık hâline gelmiştir. İlgili âyetlerin Müslüman ümmete verdiği mesaj bellidir. Herhangi bir olumsuzlukla, sıkıntı ve belayla karşı karşıya geldiğinizde, bu suçların ilk sorumlusu toplumun ta kendisidir. İkinci suçlu olan ise o toplumun lideridir, başkanıdır. Son suçlu olan ise o toplumu bozan ve o toplumu yozlaştıran kimsedir. Bizler Cumhuriyet döneminde, suçluyu ters taraftan aramış ve sürekli kendimizi masum ve mazlum göstermişizdir. İşte yukarıdaki Tâhâ Sûresi’nin ilgili âyetleri bu yanlışı düzeltmektedir. Lütfen okuyalım. 10. Aile problemlerinin çözülmesi ve problemlerin oluşmaması, ailenin kurumsallaşmasına bağlıdır. Aile hayatımız başıboşluk içinde olamaz... (Nisâ, 34-59; İsrâ, 17/84) Aile hayatımızla alakalı problemlerin çözülmesinde de Kur’ân-ı Kerim’in ortaya koyduğu usûle riayet edilmemiştir. Böyle olunca yaralar sarılamamış, meseleler halledilememiş ve sonu mahkeme salonlarında boşanma ile sona ermiştir. 7 Ülkemizde boşananlar, evlenenlerin önüne geçmiştir. Ne korkutucu bir tablo değil mi? Çözüm belli. Nisâ Sûresinin 34 ve İsrâ Sûresinin 59. âyetlerini gündeme almak ve gereğini yapmak. 11. Tevbe, pişman olmanın özür dilemenin bir simgesidir. İstiğfar ise bağışlanmanın bir gerekçesidir. Her şeye rağmen geri adım atmak yok... (Tahrim, 66/8) Düşünelim bir kere. Peygamberimiz, kalbinin üzerinde siyah bulutlar gibi bir şeylerin döndüğünü bildirerek, günde 70 veya 100 defa istiğfar ettiğini bildiriyor. Müzzemmil Sûresi’nin ışığında gerçekleşecek gece hayatımız azaldıkça, gündüz hayatımızdaki sıkıntılar sürekli çoğalmaktadır. Bu vurdumduymazlığımızı, seher neşteri ile çözebiliriz. Bunun aksini dile getirmek tembelliktir. 12. Gecelerimizin mahiyetinde ve hâkimiyetinde olmayan gündüzlerimiz, denetimden uzak tutularak kullanılıyor. Unutmayalım ki günlerimiz misafirlerimizdir. (Müzzemmil ve Müddessir Sûreleri) Yukarıdaki 11. maddenin biraz şerh edilmesi için konuyu pekiştirmek gerekiyordu, sadece onu yaptık. Uykularını kabre, rahatlıklarını cennete havâle eden yiğit Müslümanlar, bu konuda ve bu sahada hayli başarılı oldu. Toplumumuz bilim adamlarını, ilim adamlarını gördü amma örnek alınacak insanlara hasret çekiyor bugün. Hayat tarzını İlâhî bir kameranın altında geçirdiğini fark edemeyen bizler, evimizde çocuklarımıza bile örnek olma özelliğini nerede ise kaybettik. Vücut organlarımızın model alınacak bir vitrin hâline gelmesini unuttuk. Ve neslimiz, yüz kızartıcı adresleri örnek al- 8 maya başladı. Öyle değil mi? Öğrendiğimiz bilgileri ilimleri nasıl, ne şekilde, hangi usûlle sunacağımızın metodu, hikmetle elde edilir. Aksi hâlde kaş yapalım derken göz çıkarırız. (En’am, 6/35) Asırların ötesinden gelen bir söz vardır. Atın önüne et, itin önüne ot konulmazmış. Ekranlardan yansıyan bazı bilgiler, fetvalar, konuşmalar, toplumumuzun gönül, fikir ve amel frekanslarıyla örtüşmedi. “Bekâra hanım boşamak kolay gelir” sözü tam da bazı ekran aktörleriyle tıpatıp örtüştü. Şirin görünmek adına, (hâşâ) dinimizi hoş göstermek adına yapılan bazı gayr-i meşru söz ve konuşmalar hikmetten uzak kaldı. Neyi, nerede, nasıl, ne şekilde, ne dozajda ölçülerine rağbet edilmedi. 13. Rasûlullah’ın terbiye tezgâhını bir daha gözden geçirmeliyiz. Bu bizler için çok önemlidir. Cennet bahçelerine dikkat edelim. (Bakara, 2/129) Rasûlullah Efendimiz, ilim ve zikir meclislerini cennet bahçesi olarak gösterdi. İnsanın yetişmesinin, olgunlaşmasının, işe yarar hâle gelmesinin ve örnek bir insan olmasının, cennet bahçesi ile yâni ilim meclisleriyle, zikir meclisleriyle mümkün olacağını söyledi. Sigara dumanlarının altında sloganik sözlerle, bir toplumu inşâ ve ıslah, sadece kuru bir hayaldir. Bir toplumun inşâsı, Bakara Sûresi’nin 129. âyetinin ışığında gerçekleşebilir. O zaman buyurun inşâ ve ıslah hizmeti bizleri bekliyor. 14. İnsan-kâinat münasebetleri mekanik olmaktan çıkmalıdır. (Sad, 38/34) İsrâ Sûresi 44. âyet, kâinatta her şeyin tespih, zikir hâlinde olduğunu açıklar. Dillerimizin, cildimizin ve konuşma yetkisi verilecek her şeyin konuşacağı gerçeği, yaşarken bu dünyada gündemimizde olmalı. Kur’ân-ı Kerim âhiretten haber verir, yaşanmasının dünyada olacağını hatırlatır. Ağzına aldığı lokmanın tespih sesini duymadıkça yutkunmayan insanların yerini, kimler aldı? Ayaküzeri, atıştırmakla (!) geçirilen, eşya ile irtibatı mekanik bir anlayışa mahkûm eden günümüz insanı, kendisini de robotlaştırdı maalesef. 15. Her çeşit terör olaylarının oluşması iki sebebe dayanır. Acaba bizler bu sebeplerin neresindeyiz? Karşısında mı, içinde mi? (Şuara, 26/183; Enfal, 8/73) İlgili âyetleri okur ve tanırsak, sadece dağdaki teröristleri değil, şehirdeki teröristleri de öğrenmiş oluruz. Hem de yakalarında kravat, altlarında son model arabalar olduğu hâlde. Dilimiz varmıyor ama şu soruyu sormaktan da kendimizi alamıyoruz: Müslüman terörist eylemlere bulaşabilir mi acaba? Kalbindeki imanını zulme bulaştırmak nasıl mümkünse (İman edip de, imanlarına zulüm bulaştırmayanlar, En’am, 6/82) farkında olmayarak teröre, anarşiye, bozgunculuğa çanak tutmak, âlet olmak da mümkün gözüküyor! Bu mesajımızı lütfen, sorumluluk duygularımızı tavan yaptırarak okumaya ve anlamaya çalışalım. Tüm okurlarımıza selâmlar ve saygılar sunuyorum. aşevi R İ BAT EĞİ T İM VAK FI “Veren el ile alan el arasındaki köprü” Komşusu Aç İken Tok Yatan Bizden Değildir. Hz. Muhammed s.a.v. İhtiyaç sahipleri için Zekat, Fitre, Sadaka, Kurban, Akika, Adak Bağışlarınızı bekliyoruz. Destekleriniz için 0264 277 19 46 - 0536 839 40 89 Cumhuriyet Mh. Hatip Sk. No.6 (İlim Yayma Kız Yurdu yanı) ADAPAZARI Hamza TEKİN MUSİKÎ VE KAFA KARIŞIKLIĞI Bir gençten bana bir mektup geldi, mektubunda; çocukluğundan beri mûsikîden hoşlandığını, şu anda okuduğunu ve başarılıda bir talebe olduğunu söyledikten sonra diyor ki: “Bir gün arkadaşlarımdan biri gelerek mûsikînin haram olduğunu, eğlence ve lehiv bulunduğunu, insanı namaz ve Allah’a ibadetten alı koyduğunu ve bütün eğlencelerin haram olduğunu söyledi. Ben ona, ben günde beş vakit namazımı vaktinde kıldığımı ve Allah’a karşı olan sorumluluk ve kulluğumu tamamen yerine getirdiğimi söyledim. Boş vakitlerimde de Mûsikî Cemiyetine giderek gündüzki işlerimden, gecedeki mütalaa ve müzakerelerinden yorulan nefsimi ve ruhumu dinlendirdiğimi söyledim. Arkadaşım bunu kabul edip ikna olmadı. Mûsikînin haram olduğunda ısrar etti. Sonunda sizin hakemliğinize ve fetvanıza başvuruyoruz.” Delikanlı bu hususta benden Şeriat’ın hükmünü ve kararını soruyor. H aram ve helâl diyenler arasındaki kararsızlık: Müslüman kardeşlerimin açıklayacağımız beyanlarda, Allah’ın hükmünü anlamada kendilerine fayda sağlayacak şeyler bulacağını umuyorum. Birçok şeyde bir takım insanların dillerinde dolaşıp durur ki bunun Şer’i hükmü haramdır, bazı insanlarda onun Şer’i hükmünün helâl olduğu konuşulur. Bu hâlde insanlar şaşkın bir şekilde ne yapacaklarını bilmedikleri gibi, dini bir kargaşa içine de düşerler. Hangi tarafı tercih edeceklerini de bilmezler. Helâllikle haramlık arasında şaşkın ve mütereddit bir vaziyette kalırlar. Üzerinde bir türlü birleşilemeyen bir kargaşa içinde 10 yüzüp dururlar. İşte bunların bir örneği mûsikî öğrenme ve dinlemenin durumunu soran bu mektubu gönderen kardeşimizdir. Gördüğünüz gibi bu meselede bu iki kişi iki ayrı görüş içindeler. Birisi bazı Şer’i kitaplarda okuduğu bazı sözlere dayanarak, ya da bazı muttakî görüntüsü içine girmiş, o elbiseyi giymiş insanlardan dinlediğine dayanarak “mûsikî haram, dinlenmesi kesinlikle yasak, her lehiv ve eğlence tamamen sakıncalıdır” diyor. Diğerinin görüşü ise insanî güdülerden ve hassalardan, akla ve selim dine uygun bir hassadan meydana geliyor. Birincisi okuduğu veya dinlediği kelime ve açıklamalardan mûsikînin ve dinlenmesinin haram olduğunu öğreniyor. İkincisi ise tabii insanî içgüdü ile mûsikî öğrenmenin ve dinlemenin haram olmadığını görüyor ve haram olmaması gerektiğini söylüyor. İnsan fıtratı ve tabiatı, hoş ve lezzetli olana meyillidir: Bu gibi ve buna benzer meseleler de insanların bilmesi gereken esas ve kural, helâl veya haramlığında ihtilaf edilen meseleler de kaide, Yüce Rab insanı nefsinde hoş etkiler bırakan temiz ve lezzetli şeylere meyleder bir içgüdü ile yaratmıştır. O güdü ve “dafia” ile rahatlar, istirahat eder, canlanır, hareketlenir, bedeni ve azaları sükûn bulur, istirahat eder. Görürsün ki insan güzel manzara karşısında kalbi inşirah bulup rahatlar. Düzenli yeşillikler, şırıl şırıl dalgalarla akan temiz sular, baktığında sana gülen güzel yüzler, bütün bunların hepsi insanın gönlünü rahatlatır. Beden ve ruhta hafiflik ve bir hiffet meydana getiren rüzgârlar inşiraha sebep olur. Dokunduğu, sert olmayan yumuşak şeylerden özel zevk alır. Gizli ve kapalı bilinmeyen bir şeyi keşfedip anladığında ondan aldığı tat ve lezzetten dolayı rahatlar, kendini uçacak gibi hisseder. Bunlarla beraber insanın tabiatına, yaşamın hoşlanılacak şeyleri sevmesi, kadın, çocuk gibi hayatın süsü ve ziyneti olan şeylere sevgi duyması içgüdüsü de verilmiştir. Altın ve gümüşten kantar kantar servetinin olmasını, sürü hâlinde atlarının bulunmasını, davar ve malının olmasını, ziraat ve ekin tarlalarının bulunmasını ister, sever, bunlara meyleder ve yönelir. Şeriatlar içgüdü ve meyilleri yok etmez, onları düzenleyip dengeler: İnsanın bu yaşamda görev ve ödevlerini, ne için yaratılmışsa onu en güzel biçimde yapması ve yerine getirmesi, bir takım “dafıa”lara ve içgüdülere sâhip olmasına bağlıdır. Bu güdüler onu arzu edilene doğru yönlendirir. Bunlar bu yaşamda Allah’ın yarattığı ve faydalanılması gereken şeylerdir. İşte insan bunlardan muhtaç olduğu kadarını alıp faydalanır, ihtiyacını giderir. İlâhî hikmet insanı bu atıfa ve güdülerle yaratmayı gerektirmiştir. Allah’ın bunları yarattıktan sonra, bu güdülere kıymetli hikmetler koyduktan sonra onları yok etmeyi istemesi, onlarla mücadele etmeyi emretmesi makul ve geçerli değildir. Cenab-ı Hak böyle bir şeyi yapmaz. Bunun için bütün semâvî Şeriatların hedefini, insanlığın hangi merhalesinde olursa olsun bu yaşamda gerekli olan bu güdüleri yok etmeyi istemesi mümkün değildir. Bir insan güzel sesi dinlemeye veya insandan olsun hayvandan olsun, beraberinde çalgı bulunsun veya bulunmasın hoş bir nağmeye kulak vermeye meyilli ise, ya da bunlardan birini öğrenme arzusu duyuyorsa yüce Rabbin kendine verdiği bu güzel his ve güdülerin hakkını yerine getiriyor demektir. Evet, semâvî dinlerin ve Şeriatların bu güdüler karşısında başka bir isteği vardır ki o da onu azgınlıktan korumak, onu gemsiz ve tümden serbest bırakmaktan kurtarmaktır. Bunun mânâsı insan insanlığını, ödev ve görevini unutacak hâle geldiğinde, ahlâkını fesada verdiğinde ya da kendi ile yaşamı için gerekli ve elzem olan işlerinin ve amellerinin arasına girdiğinde bu güdülerle mücadele edip dengeyi sağlamasıdır. Denge ve orta yol İslâm’da büyük bir esas ve temeldir: İnsanın yaratılış içgüdülerine karşı bütün semâvî ve vahye dayanan dinlerin durumu da budur. En dengeli ve en adâletli durum budur. Bu ayrıca yok edip silip süpürmek olmayıp düzenleme ve dengeleme durumudur da. Bu esası iyi anlamak gerekir. İyi anlayarak semâvî Şeriatların hedeflerini buna göre tartıp ölçmek vaciptir. Birçok âyetinde yüce Kitap buna işaret buyurmuştur. Meselâ buyuruyor ki: “Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma, sonra kınanır kaybettiklerinin hasretini çeker durursun.” (İsrâ, 29) “Ey Âdemoğulları! Her secde edişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin-için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Araf, 31) “Yürüyüşünde tabii ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19) Böyle olunca Şeriat insanı içgüdülerinin gerektirdiği şeylerde en orta yola yönlendiriyor. Yüce dinin getirdiği Ahkâm-ı Şer’iyye insandaki mal sevgisini söküp çıkarmak ve yok etmek için gelmemiştir. O sevgiyi, içinde hırs ve cimrilik olmayan, içinde israf ve saçıp savurmak bulunmayan bir şekilde düzenlemek için gelmiştir. Güzel manzaraları sevme meyil ve güdüsünü yok edip sökmek, tat veren lezzetli sesleri dinlemeyi terk ettirip batırmak için değil, bunları insanın zararına olmayacak ve şerri dokunmayacak biçimde düzenlemek için gelmiştir. Üzülme, üzüntü duyma meyil ve güdüsünü yok etmek için değil, onu içinde bağırıp çağırma bulunmayan bir şekilde düzenlemek için indirilmiştir. Bütün semâvî Şeriatlar diğer meyil ve güdülere karşı bu durumdadır. Kulların sorumlu olmasının delil ve hücceti olan akla yüce Rab bunları Şeriatın getirdiği, dinin koyduğu şekilde düzenleme sorumluluğunu yüklemiştir. Bir insan güzel sesi dinlemeye veya insandan olsun 11 hayvandan olsun, beraberinde çalgı bulunsun veya bulunmasın hoş bir nağmeye kulak vermeye meyilli ise, ya da bunlardan birini öğrenme arzusu duyuyorsa yüce Rabbin kendine verdiği bu güzel his ve güdülerin hakkını yerine getiriyor demektir. Bunu yaparken kendini dini vecibelerini yerine getirmeden çevirme sınırında veya iyi ahlâktan uzaklaştırma hududunda durduruyorsa, olması gereken yerde, olması kadar bunları kullanıyorsa bu kişi güdü ve hislerini düzenlemiş ve dengelemiştir. Böylece en doğru olan yolda yürür. Allah ve insanlar yanında da razı olunacak bir durumdadır. Bu açıklama ışığı altında mûsikî öğrenmeye çalışan bu gencin durumu meydana çıkar. Bu delikanlı namazlarına son derece düşkün ve vaktinde edaya itina gösteren bir durumda olduğuna göre bunun bu hâli ve durumu Allah’ın Şeriat ve hükmü altındaki aklın meyil ve güdülerinden kaynaklanıp meydana gelmektedir. Bu yaşamda Şeriatların insanlardan istediği en değerli davranış biçimi de budur. Allah’ın Şeriatı dairesinde kullanılan aklın gereği olarak iradesini bu meyillerde kullanmaktadır. Mûsikî dinleme hakkında Fıkıhçıların görüşü: Benim kanaatime göre mûsikî hakkında ve diğer insanın sevdiği, içgüdüsünün gereği arzu duyduğu şeyler hakkında Şeriatın hükmünü bilmek için bu kadarı yeterlidir. Ama ne yazık ki insanların çoğu bununla yetinmezler, keşke yetinseydiler. Bu şekilde helâl ve haramı tanıma tevcih ve tanımlarına inanmazlar. Onları ikna etmek için kitaplarda söylenenlerden, fıkıhçılardan rivayet edilenlerden bir şeyler arz edip takdim etmek gerekir. Eğer bu muhakkak gerekliyse bilsinler ki fıkıhçılar insanları hacca yönlendiren, onları bu hususta şevke getiren, askerleri savaşa teşvik eden sema ve teganninin mubahlığında, bayramlar ve düğünler gibi sevinç vakitlerinde, gurbetten gelenin karşılan- 12 ması anında söylenen şarkı, türkü ve tegannilerin mubah ve caizliğinde ittifak hâlindeler. Bunların dışındaki semâ hakkında ise fıkıhçıları iki gurupta görüyoruz. Bir kısmı haram diyor. Bu iddialarını da bir takım hadislere ve eserlere dayandırıyorlar. Diğer bir grup ise helâl olduğunu söyleyip, helâl kabul ediyorlar. Bunların her bireri bu kabul ve hükümlerinde hadislere ve eserlere dayanıyorlar. Helâl olduğunu söyleyenler diyorlar ki: “Ne Allah’ın kitabında, ne Rasûlün sünnetinde ve ne de bu ikisinden çıkarılıp yapılan kıyaslarda ve delillerde güzel, mevzuun ve hoş sesleri âletli veya âletsiz dinlemenin haramlığını gerektirecek bir delil yoktur. Haram olduğunu ileri sürenlerin delillerini araştırıp tahkik ettikten sonra onların içinde delil olmaya yeterli hiçbir sahih nasın bulunmadığını beyan ediyorlar. Şeyh Nablusî’nin görüşü: 11. Asrın verâ ve takvâ ile tanınan simalarından olan bir fıkıhçının bu mevzu ile ilgili bir açıklamasını okudum. Bu bir Risâle ve ismi de; “İzahuddelâlât fi Simaıl’alat.” (Çalgı Âletlerini Dinleme Hakkındaki Delillerin Açıklaması) Bu Abdulgâni en-Nablusi’ye ait bir kitap. Orada açıklayıp, izah edip beyan ediyor ki; haramlığını iddia edenlerin delil olarak getirdikleri hadisler -şayet sahihse- eğlence, şarap, dansöz günah amel ve fücur, zikri ile kayıtlıdır. Delil olarak zikredilen bütün hadislerde bunlardan birinin zikri mutlaka geçmektedir. Bu durumda ses veya âletle şarkı dinlemenin haram olma hükmü, beraber ve birlikte icra edilen haramlardan dolayıdır. Ya da haramlara vesile ve vasıta edinilmesinden veya harama düşürmesinden dolayıdır. Eğer semâ ve teganni, bütün bunlardan uzak ve hâli olursa onu dinlemek, onun icra edildiği yerde bulunmak, onu öğrenmek mubah ve helâl olur. Efendimizden sonra birçok ashap ve tabiinden, büyük imam ve fıkıhçılardan nakledilenlere göre bunların teganniyi dinlediği, haram ve günah icra edilmeyen semâ meclislerinde bulunduklarıdır. Birçok Fukahâ bu görüşdedir. Bu görüş ve davranışları, bizim yukarıda açıklamaya çalıştığımız tabii olan meyil ve güdülere karşı Şeriatın duruşuna uyan bir davranış biçimidir Şeyh Attar mûsikîye önem verirdi: 13. Hicri asırda Ezher Şeyhi olan şeyh Hasan el-Attar, semâa değer verirdi. Mûsikî usul ve notalarını da tam olarak bilirdi. Yazdığı kitapların bazısında söylediği şu söz dikkat çekicicidir: Hisli ve ince bir şiirden etkilenmeyen, / Irmakların kenarında / Sazlarla, ağaç gölgeleri altında çalınan Bu sesi dinlemeyen / Tabiatı kaba bir eşektir.” Şarkı ve türkü dinlemede ve tegannide asıl olan helâlliktir, haramlık ise ârızî ve sonradandır: Esas ve kural bu olduğuna göre güzel sesli veya güzel nağmeli çalgı âletlerini dinlemenin sadece ses âleti veya insan sesi ya da hayvan sesi oldukları için haram olmaları mümkün değildir. Eğer bunlarla harama yardımcı olunursa, ya da haramı elde etmeye bir vesile ve vasıta edinilirse veya bunlar insanı bir görev ve sorumluluğundan alıkoyarsa o zaman haram olurlar. Bu gibi meseleler de insanlar Allah’ın hükmünü bu şekilde bilmeleri gerekir. Bu şekilde bildikten sonra artık rast gele haramlığı veya helâlığı ile söylenen ve ortaya atılan sözlere kulak asmamalı ve dinlememelidir. Çünkü Allah’ın haram kılmadığını haram kılmak veya haram kıldığını helâl kılmak her ikisi de iftiradır. Bilmeden Allah adına konuşmaktır. Allah hakkında bilmediği şeyi söylemektir. “De ki: Rabbim ancak açık ve gizli kötülükleri, günahı ve haksız yere sınırı aşmayı, hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi, Allah’a ortak koşmanızı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” (Araf,33) Yusuf YAVUZYILMAZ ELEŞTİRİ AHLÂKI ve TOPLUMSAL SORUMLULUĞUMUZ Siyasî anlamda muhaliflerin söylemlerini zayıflatan şey, her şeyi eleştirmeleri ve hiçbir şey iyi gitmiyor psikolojilerinin arkasına sığınmalarıdır. Bir şeyi eleştirmek karşı olmak doğaldır, doğal olmayan eleştiri sırasında hak ve adâleti gözden kaçırarak davranmaktır. Ö ncelikle şunu belirtmek gerekir ki, eleştiri sağlıklı bir düşünce sisteminin gelişmesinde son derece önemlidir. Ancak eleştirinin doğru bilgiye dayanması, tutarlı, samimi ve ahlâkî olması, eleştirinin gücünü ve etkisini artıracaktır. İçinde yaşadığımız toplumda yapılan eleştirel faaliyetlerin pek çoğunun bu kurallara uymadığı ve genel anlamda etkisiz kaldığı söylenebilir. Siyasî anlamda muhaliflerin söylemlerini zayıflatan şey, her şeyi eleştirmeleri ve hiçbir şey iyi gitmiyor psikolojilerinin arkasına sığınmalarıdır. Bir şeyi eleştirmek karşı olmak doğaldır, doğal olmayan eleştiri sırasında hak ve adâleti gözden kaçırarak davranmaktır. Ak Parti ve Ak Partiye destek veren Müslümanlar konusunda bu ölçü çoğunlukla gözden kaçırılmaktadır. Ak Parti karşıtlığı ve muhalif olma tutkusu adâlet duygusunu zayıflattığı için, çoğunlukla gerçekliği ortaya koyma ve tarafsız değerlendirme imkânı kalmıyor. Bu da eleştiri yapanların hem güvenilirliklerini hem de söylemlerinin gücünü büyük ölçüde örseliyor. Eleştiride hatadan korunmak ve tek boyutlu değerlendirmelerden kaçınmak için, konu veya olay hakkında paralel okumalar yapmak gerekir. Okuma kültürünü zenginleştirerek ve çeşitlendirerek sürdürmek gerekir. Tek boyutlu okumalar sizi içinden çıkamayacağınız, çıkmaya korkacağınız paradigmanın içine hapseder. Bilginiz yeterli olmadığı için size gelen her eleştiriye kızar ve farkında olmadan bir fanatik olur çıkarsınız. Karşınızdaki farklı fikirde olanların sürekli menfaat peşinde olduklarına inanırsınız. Aslında bu iç dünyanızdaki tatminsizliğin ve ötekine karşı sevgisizliğin dışa vurumudur. Dini tek bir kanaldan ve kaynaktan öğrenip, sadece onunla ilgili yorumların doğruluğuna inanmak ve bununla yetinmeyerek başka yorumları dışlamak ve ötekileştirmek dini fanatizmin kaynağıdır. Burada samimi olmak insanı kurtarmaya yetmez çoğu kez fanatizmin artmasıyla sonuçlanır. Nitekim Hâricîler ibâdetlerine son derece bağlı samimi insan- lardı. Ama bu onların Hz. Ali taraftarlarını öldürmelerini engellemiyordu. Yanlış bir bilgiye ve öğretiye samimiyetle ve sadakatle bağlanmak insanı felakete bile sürükleyebilir. Dine aşırı samimiyetle bağlılık onları kanlı cinayetler işlemekten alıkoymamıştır. Tek boyutlu okumalar sizi içinden çıkamayacağınız, çıkmaya korkacağınız paradigmanın içine hapseder. Bilginiz yeterli olmadığı için size gelen her eleştiriye kızar ve farkında olmadan bir fanatik olur çıkarsınız. Fanatizmden sizi koruyacak olan tek şey entelektüel dünyanızı zenginleştirmektir. Sanıldığının aksine dini bilgi de insanı fanatizme götürebilir. İslâm tarihin13 de dini bilginin insanı fanatizme götüreceğinin en iyi örneği kuşkusuz Hâricîlik tecrübesidir. Hâricîlik tecrübesi ve onun çağdaş formları dini fanatizmin insanı nerelere sürükleyeceğinin en açık örnekleridir. Hâricîlik dini sadece kendi yorumunun doğru olduğunu, öteki yorumların meşru olmadığını savunan fanatik dindarlığı besler. Tek doğru din yorumunun kendi yorumu olduğunu savunan bütün dini anlayışlarda Hâricî bir boyut vardır. Günümüzde sâdece eleştirdiği alanı dindarlar ile sınırlayan insanlara rastlanmaktadır. Dindarların dışındakilerin hatalarını kolaylıkla hoş görebilen, eleştiriden kaçınan, buna karşılık sâdece dindarları eleştiren tavır elbette sorunludur. Yaşar Nuri Öztürk’ün şahsında gördüğümüz ve neredeyse kendinden başka bütün Müslüman grup ve cemaatleri eleştiren bu hastalıklı tavır, dindarların hatalarını acımasızca eleştirirken diğer grupları görmezden gelir. Dindarlar dünyanın en aşağılık kişileridir ve onlardan daha namussuz kimseler yoktur(!) Bu yönüyle Yılmaz Özdil gibi Ulusalcı Kemalistlerden zerrece farkı yoktur. Sünnî Tasavvuf eleştirisinden büyük zevk duyar. Ama ondan çok daha sorunlu olan Alevîlik hakkında tek bir kelâm etmez. Din hakkındaki en doğru anlayış ona aittir. Onun dışındaki herkes yalakadır, yalancıdır. Dünyanın en kötü partisi Ak Parti en kötü lideri Erdoğan’dır; Atatürk’ün dışında herkes bu ülkede dini siyasete alet etmiştir. Halk câhildir, menfaatçidir, yalakadır. Bu eleştiri tarzının diğer önemli aktörü İhsan Eliaçık’tır. Gezicilerle ve toplumda hiçbir karşılığı olmayan solcularla beraberdir. Eleştirisini diğer İslâmî gruplar üzerinde yoğunlaştı14 rır. Bu yüzden Eliaçık’ın toplumda bilgi bakımından değil, ahlâkî bakımdan bir karşılığı yoktur. Eleştirelliğin bir boyutu da ikili kadın-erkek ilişkilerinde, aile ve toplumsal ilişkilerimizde ortaya çıkar. Kendini hayatın merkezine koyan, hatasız olduğunu düşünen kişinin ilişkide bulunduğu insanların hayatını zindana çevireceği açıktır. Hayatın bize gösterdiği en önemli gerçek ikili ilişkilerin çok boyutlu olduğudur. Elbette kadın ve erkek arasındaki sevgi ve buna bağlı evlilik ilişkileri ve bunların niteliği, taraflar arasındaki karşılığı önemlidir. Ama hayat sadece bundan ibaret değildir ve insan ömrü boyunca çok farklı ilişki biçimleri yaşar. Baba-evlatanne, eş, öğretmen, amir, dost... Hepsinin iyi ya da kötü bir karşılığı vardır hayatımızda. Bizim değerimizi belirleyecek olan da bu pozisyonları işgal ettiğimizde ötekine gösterdiğimiz tavırdır. İkili ilişkilerde ilk gerçek her zaman haklı olan biz değiliz. Her zaman haklı olanın biz olduğu ve karşımızdakinin sürekli yanıldığı fikrinin bizi bırakacağı eşik faşizm, egoizm ve üstünlük ahlâkı - ahlâksızlığıdır. Bir aydının, grubun, camianın, partinin sosyal ve siyasal konulara ilişkin oluşturdukları dil hem kendini ifade etme hem de diğerleri tarafından anlaşılma konusunda temel referanstır. Bu referans oluşturulurken kullanılan kavramsal sistem açık ve anlaşılır olmalıdır. Dini anlama, uluslararası sistemin durumu, siyaset anlayışı, felsefî ve ideolojik duruş, toplumda ve siyasette farklı düşüncelerin kaynağıdır. Farklı düşüncelerin oluşumu insanîdir, insanî olmayan herkesi kendi düşüncene ve anlama biçimine zorla davet etmektir. Bugün Türkiye’de düşünsel ve ideolojik grupların temel açmazı budur. Türk düşünce tarihin de siyasi ak- törlerin, edebiyatçıların, gazetecilerin, aydınların, din adamlarının toplumdaki yerini belirleyen bilgi, birikim ve anlayışlarından çok, farklı durumlar ve kendine dönük eleştiriler konusundaki tavrıyla ilgilidir. İnsanlar ahlâkî olarak samimiyetine inandıkları insanların bazı hatalarını kolaylıkla hazmedebilirler. Fikir adamlarının yerini belirleyen fikirlerinden çok ahlâkî duruşları ve kullandıkları dildir. “Üslûbu beyan, ayniyle insan”dır çünkü. Kendi dışında kalanlar tarafından eleştirilen aydınlar ve kanaat önderleri, aydınlar ve sivil toplum örgütleri bütün enerjilerini sâdece eleştirilerin anlamsızlığı üzerine inşâ etmemeli. Eleştiriye, sorgulanmaya açık olmalı; kendi düşünce sistematiğini ve görüşlerini sürekli sorgulamalı. Eleştirinin de bir ahlâkî standardı olduğu kuşkusuzdur. UlusalcıLâik-Sol-Kemalist çevrenin gerek iktidar gerekse dünya siyaseti konusundaki eleştirileri tümden yersiz değildir. Onların söylemini zayıflatan temel faktör eleştiri ahlâkından yoksun olmaları ve önerdikleri çözümün iktidarın gerisinde kalmasıyla ilgilidir. İktidarı demokratik olmamak ve hukuk devleti ilkelerine saygı tutmamakla eleştirebilirsiniz, ancak çözüm olarak tek parti dönemi faşizmini önerip, Türkiye’de yaşayan çoğu insanın hafızasında sorunlu olan bir dönemi kutsarsanız eleştirinizin değeri düşer. Aydınların en büyük açmazı, kendini ifade ederken kurdukları kavramsal sistemin, paylaştığı perspektifin, tarih ve toplum anlayışının ve gösterdiği ufkun bilgi düzeyine başkalarınca yapılan eleştirileri sâdece onların kötü niyetleri olarak değerlendirme hastalığıdır. Aydın elbette fikrî birikim olarak diğer insanlardan farklıdır. Ancak bu fikrî birikimi insanlara baskı yapmaya, kendine ahlâkî bir ayrıcalık tanımaya evrilmişse artık o bilginin kimseye faydası yoktur. Bilgi, insanlara yol göstermenin, hakikat arayışının aracıdır, kendine ayrıcalıklı bir yer edinmenin değil. İslâm düşünce farklılıklarına izin verir. İslâm tarihi boyunca böyle olmuştur bu. Hz Peygamber ihtilafın rahmet olduğunu söyleyerek farklı fikirlerin oluşmasının İslâm’ın düşünce dinamizmini artıracağını ifade etmiştir. İslâm’ın izin vermediği farklı fikirleri ayrılık ve çatışma aracı olarak kullanmaktır. Fikir üretimini artıracak farklı yaklaşımlar meşru, kardeşliği bitirecek farklı değer yüklemeler sorunludur. Aydınların, yazarların, düşünce adamlarının, sivil toplum örgütü ve cemaatlerin aynı konuda farklı projeler üretmeleri, farklı anlayışlara sâhip olmaları bir sorun alanı değil, zenginlik dinamizm kaynağıdır. Toplumsal ve siyasal sorunlar karşısında farklı yöntemlerden hareket etmek ve farklı düşüncelere sâhip olmak doğaldır. Bir düşünceye muhalif kalmak herkesin hakkıdır. Kürt sorunu, çözüm süreci, milliyetçiliğin Kürt sorununun çözümündeki katkısı veya engelleyici rolü, Ak Parti karşısındaki siyasal pozisyon, öncelikler gibi konularda farklı düşünceler doğaldır. Doğal olmayan bir grubun sâdece kendi anlayışını, yöntemini, düşüncesini zorla kabul ettirme eğilimidir. Faşizmin eşiği de burasıdır zaten. Faşizmin dili kendisinden farklı düşüneni tanımlarken kullandığı satılmış, ajan, iş birlikçi gibi ötekileştirici, tahammülsüz kelimelerdir. 15 Öyle görülüyor ki, siyasal, toplumsal veya dini bir konuda tavır geliştirme konusunda ahlâkî bir sorunumuz var. İslâm hem kaynakları hem de yaşanan tarihî süreç anlamında farklı yorumlara açıktır. Farklı yorumlar bir zaaf değil, düşünsel dinamizmin kaynağıdır. Farklı yorumları zenginlik kaynağı olarak değil tehdit olarak algılayan düşüncenin fanatizme varmaması neredeyse imkânsızdır. Tarih boyunca farklı düşüncelerin, fırkaların, grupların, anlayışların, siyasî hareketlerin aralarındaki kanlı hesaplaşmaları insanların zihninde bir travmaya sebep olduğu açıktır. Çoğu iyi niyetli olsa da dini anlayışın birleştirilmesi konusundaki yaklaşımlar farklılığı tehdit kabul eden bir alt yapının verdiği korkudan kaynaklanıyor. Elbette burada çoğu tarih ve toplumdan kopuk konularda yaşanan fikir ayrılıklarının sebep olduğu olumsuzluk da etkilidir. Özellikle gaybî konular üzerine bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar son derece anlamsız. İslâm felsefesini uzun süre meşgul eden felekler tartışması böyledir. Entelektüel konuda çok yapılan yaygın bir yanlışlık da bir aydının doğası gereği tarihsel olan ve birikimi, zihinsel algısı ile sınırlı görüşleri bütün zamanlar için değişmez modeller olarak kabullenmektir. Şartların değiştiği bir zaman dilimi için daha önce farklı önceliklerin yaşandığı bir tarihsel ortamın içinden konuşan bir düşünürün değişmez referans kabul edilmesi, bugüne değil geçmişe yoğunlaşmanın tipik davranış modelidir. Şunu unutmamak gerekir ki, hiçbir kişi, cemaat veya örgüt konumu, bilgisi, anlayışı ne olursa olsun bütün zamanları kapsa16 yacak bir bilgi düzeni ve yöntemi oluşturamaz. Bundan dolayı Cemalettin Afgânî, Muhammed Abduh, Ali Şeriati, Murtaza Mutahhari, Mevdûdî, Seyyid Kutub, Sait Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl... Tümüyle hatasız ve bütün zamanları kapsayan düşünceler üretemez. O yüzden eleştirilebilirler. Her eleştiriyi peşinen reddetmemek, üzerinde düşünmek gerekir. Elbette eleştiri yapabilmek için konu hakkında belli bir entelektüel birikime ulaşmak gerekir. Yüzeysel bilgilerle, insanları karalamak ve belli bir ikbal kazanmak için yapılan eleştiriler elbette eleştiri ahlâkından yoksundur. Şartların değiştiği bir zaman dilimi için daha önce farklı önceliklerin yaşandığı bir tarihsel ortamın içinden konuşan bir düşünürün değişmez referans kabul edilmesi, bugüne değil geçmişe yoğunlaşmanın tipik davranış modelidir. Eleştirinin en iyi olanı da kişinin kendisini eleştirme ve hataları ile yüzleşme cesaretini gösterebilmesidir. Tevbe etmek aslında bir anlamda hataları ile yüzleşme davranışıdır. “Başınıza gelen felaketler kendi ellerinizle kazandıklarınız yüzündendir.” Bu âyet üzerinde uzun uzun düşünmek gerekir. Kuşkusuz insanoğlunun yeryüzünü hoyratça tüketmesi, hırslarının kurbanı olması fesadın kaynağıdır. İnsanoğlunun olaylardaki sorumlulukları elbette birbirinden farklıdır. En acısı da bir insanın yaptıkları yüzünden başka insanların acı çekmesidir. Her felâkete maruz kalan suçlu değildir elbette, suçlu olan insan oğludur ve insanoğlunun suçunun bedelini de masum diğer insanlar ödüyor. Bu konuda hiç suçu olmayanlar ise yeryüzünün binlerce metre altında ekmek parası peşinde koşan insanlardır. Hepsi başka çareleri olmadığı için bu işi yaptıklarını belirtiyorlar. Suçlular ise riskli işlerde gerekli tedbirleri almayan, alınan düzenlemelere uymayan yetkililerdir. Şimdi ise yardım etmeyen herkes sorumludur. Karşılaşılan olayların farklı değerlendirmesi şaşırtıcı değildir. Olayların gerçekliği tektir, ancak bizim zihnimizden geçip sonuçlandığında semantik bir değişime uğraması kaçınılmazdır. Gezi, 17 Aralık, Soma ve diğer olaylar konusunda değerlendirmeniz Sosyalist, Muhafazakâr, Milliyetçi, Ak Partili, CHP’li, Kemalist, Anti-Kapitalist Müslüman, Cemaat... gibi guruplardan hangisine aitseniz ona göre değişiyor. Bu noktada insanların fıtratındaki iyilik damarına yönelmek gerekir. Bu konuda tutarlı, ahlâklı ve samîmi olan ve olaylara geniş açıdan bakmayı başarabilenlerin söylemi öne çıkıp kabul görecektir. Buradaki en elitist tavır, asla yanılmadığını savunan kişilerin değerlendirmeleridir. Konuşmaya şöyle başlarlar: “İşin aslı şudur kardeşim.” Her şeyi en iyi bildiğini iddia eden bu tipler, kendi bilgilerinden asla şüphe etmezler. Her şeyin iç yüzünü bildiğini ima eden bu kibirli tavra sâhiptirler. Yaptıkları analizlerde en çok yanılanlar da bunlardır. Bazılarına göre iktidarın her yaptığı yanlış ve hatalıdır. Gerçek iktidarın her yaptığına muhalif olmaktır. Bu tutum, iktidarı her hâlükârda destekleyen bir zihinden zerrece farklı değildir. İktidarı sosyolojik açıdan değerlendirmek ve hangi toplumsal taleplere karşılık geldiğini analiz etmek gerekir. Çağımız sosyal olayları kendi dinamikleri içinde anlamaya çalışan İbn-i Haldun gibi zihinlere ve onun metodolojisine muhtaçtır. Değerlendirme yaparken şu gerçeği unutmayalım: Gerçek bir, görünümleri çoktur. O görünümlerden biri gerçektir ancak. Gerçekliğin bizim kavradığımızın dışında da olabileceğini düşünerek esnek bir tavra sâhip olmak gerekir. Eleştirel düşüncenin varlığının en alt seviyede olduğu gruplar cemaatlerdir. Bu anlamda Gülen Cemaatinin din algısı ve bu algıya dayalı alarak yaptığı analizler çok sorunlu bir noktaya doğru gidiyor. Önce Malatya’da kayısıların donmasını, sonra Soma’daki maden kazasını Ak Partiye verilen oylara ve verilen desteğin sonucu olduğunu ima eden veya doğrudan ifade eden yazılar çıkıyor. Bu arada kendi karşılaştıkları olumsuzlukları Allah’ın bir ikazı olarak değerlendirme eğilimindeler. Öyle görülüyor ki, cemaat sâdece kendi dini yorumunu ve algısını meşru diğerlerini gayri meşru görüyor. Oysa hiçbir dernek, vakıf, kuruluş, cemaat sadece kendisinin İslâm’ı temsil ettiği iddiasında bulunamaz. Kendisi gibi siyasî tercihler yapmayan Müslümanları felaketlerin kaynağı gibi gösteremez. Cemaatin bu algısı doğruysa neden Amerika ve İsrail gibi zulüm merkezlerinde cezalandırıcı felaketler olmuyor? Yoksa onlar iyi de sâdece Ak Partiye oy verenler mi hatalı? Bu bakış farklı dini anlayışları dışlayan, küçümseyen bir bakış. Bu anlayışın Yılmaz Özdil’in hiçbir insanî ve ahlâkî değere uymayan bakışından çok fazla farkı yok. Her ikisi de insanların başına gelen felâketleri Ak Partiye verdikleri desteğe dayandırıyorlar. Burada teolojik bir sorunda var. Sanki cemaat Allah’ın muradının gerçekleştiği ve ona dokunanı Allah’ın cezalandırdığı bir yer. Her insan dünyada meydana gelen olaylardan etki derecesine göre sorumludur. Önlem alması gereken almadığı önlemden, denetlemesi gereken doğru denetlememesinden, insanlar sessiz kalmasından sorumludur. Kuşkusuz Afrika’da meydana gelen bir faciadan herkes değişik derecelerde sorumludur. Hiçbir insan yaşadığı dönemde dünyada olup bitenlerden meydana gelen sorumluluktan kendini tamamen sıyıramaz. Her insan dünyada meydana gelen olaylardan etki derecesine göre sorumludur. Önlem alması gereken almadığı önlemden, denetlemesi gereken doğru denetlememesinden, insanlar sessiz kalmasından sorumludur. Kuşkusuz Afrika’da meydana gelen bir faciadan herkes değişik derecelerde sorumludur. Kur’ân karşılaşılan kötülüklerin insanların kendi elleriyle kazandıkları sonucu olduğunu söyler. Bu insana sorumluluğunu hatırlatan çok önemli bir sosyolojik uyarıdır. Ama her şeyi izah eden ve herkesin sorumluluğunu ortadan kaldıran bir izah tarzımız var: “Kader ve Alın yazısı.” Kur’ân’a göre kader kavramı ihsanın sorumluluğunu ortadan kaldıracak şekilde yorumlanamaz. İnsanın eleştirel ve sağlıklı düşünmesinin önündeki en büyük engeller kategorileştirme ve seçmeci yaklaşımdır. Kategorileştirme bakış açısını sınırlandırır. Çünkü tarihte sınırları belirlenmiş kategorik düşünceler genellikle yoktur. Seçmecilik ise olayların içinden kendi görüşüne uygun olanı seçmekle sonuçlanır. Bu durumda önemli olan olgu değil, sizin zihinî tutumunuz olur. Kategorik ve seçmeci bir zihin yapısıyla toplumu okuyanların başarılı olması mümkün değildir. En fazla kendilerinin okuduğu bir dergi ve sayısı bini geçmeyen dar bir cemaate hitap edebilirler. Ak Partiye yapılan her tür eleştiri ve muhalefeti eleştirmemek gerekir. İnsan haklarını, adâleti ve hukuk devletini temel alan eleştiriler ve Ulusalcı-KemalistSol gibi Erdoğan’ın temsil ettiği inancı temel alarak eleştiri yapan iki tür eleştiriyi ayırmak gerekir. Temelinde İslâm’a karşı duyduğu antipati olan eleştirilerin yanında durmayız. Galiba Eliaçık bu kesimlerle çok yan yana duruyor. Bu da söyleminin gücünü ve samîmiyetini büyük ölçüde örseliyor. Eleştirinin etkili olabilmesi için doğru bilgiye dayanması, samîmi ve ahlâklı olması gerekiyor. 17 Mustafa AYDIN “NAMAZ SANDIKLARINA” KATILIM YÜKSEK DEĞİL Yurttaşlık görevi olarak katılım yüksek fakat mümin olarak namaza katılım ise çok azdır. Bu düşündürücü bir sonuçtur. Cemaatsiz camiler matemdedirler. T ürkiye’de seçme yaşı on sekiz, seçilme yaşı yirmi beş, cumhurbaşkanı olma yaşı ise kırktır. Siyasetin emeklilik yaşı yoktur. Ülkemizin toplam seçmen sayısı; 52 milyon 721 bin 58, 26 milyon 704 bin 757 si kadın seçmen, 25 milyon 991 bin 75 i erkek seçmendir. Seçime katılma oranı ise % 90’nın üzerindedir. Gelelim sadede, ben bir cami görevlisi/imamı olarak görevim gereği camilere namaz için katılım oranına bakıyorum da katılımın oldukça düşük/az olduğunu görüyorum. Kaç çeşit namaz katılımı var derseniz? Ülkemizde günlük beş vakit namaz, haftalık Cuma namazı, Ramazan da teravih namazları, cenaze ve iki bayram namazı ol- 18 mak üzere on çeşit namazın var olduğunu görüyoruz. Ülkemizde tatil günlerini de dikkate alırsak, sabah ve yatsı namazını da dikkate alırsak katılımın düşük olduğunu görüyoruz. Türkiye’de namaz kılanların oranının yüzde 25’i geçmediğini istatistiklerde öğreniyoruz. Yaklaşık olarak 26 milyon akıl ve baliğ olup mükellef olan erkeklerin – Ğayri Müslimler hariç- diğerlerinin sayısına baktığımızda üzüntü verecek durum vardır. Camiler “namaz sandıkları” olduğuna göre, maalesef camiye namaz kılmaya katılanlar ülke gerçeğine bakıldığında azın azıdır. En iyimser hesapla sanki % 10 altında olduğu ya da % 5 civarında olduğu görülmektedir. Bizler seçim sandıklarına katılımı sağladığımıza göre, camilerde de namaz katılımını sağlayabilecek güce sahibiz. Gel gör ki camilerde sabah namazları bir ile üç saf arasında (20 kişi ile 90 kişi) cemaatle eda edilmektedir. Namaz ve seçim arasındaki fark, kazananlarla kaybedenlere yeni bir bakışla göz atmalıyız. Zira Kur’an namaz kılmayanların acı akıbetlerini bize anlatmaktadır. Yurttaşlık görevi olarak katılım yüksek fakat mümin olarak namaza katılım ise çok azdır. Bu düşündürücü bir sonuçtur. Cemaatsiz camiler matemdedirler. “Camileri ancak …namaz kılanlar şenlendirirler” Ayet H HZ ÖMER’İN KAZANIMI z. Ömer - Allah ondan razı olsun - katı bir İslam düşmanıyken, iman etme şerefine nail olan ve ehlisünnetin sevdiği ikinci bir sahabedir. Hz Ömer öyle bir, Allah Resulü sevgisiyle doludur ki vefatı sonrasında kabrinin Allah elçisinin yanında olmasını talep etmiştir. Bugün de Resulullah’ın yanında ki Ebu Bekri Sıddık’ın yanında medfun bulunmaktadır. Hz Ömer taklit ve istismar edilemez. Ve kimsenin de tekelinde değildir. O’nun adına kazanım için yola çıkılamaz. O kimsenin tekelinde değildir, sadece İslam’ın sembol “Adalet” timsali ismidir. H Hz. Ömer yaşanan islamın sesi, cihad ruhunun neferi, muhacirlerin şecaat eri, Ensarın sevdalısı, İslamda ictihad ruhun ve uygulayıcısının örnek insanı ve sonuncu olarak fetih sevdalısıdır. “Muvafakati Ömer” denilen yüksek fazilet insanıdır. Bu sebeple kazanan Hz. Ömer’in öz şahsiyetidir. Hz. Ömer Ebu Bekri Sıddık hayranı ve nefsinden çok sevdiği Resulullahın takipçisi ve Allahın şerefli bir kuludur. İslam’ın örnek şahsiyetidir. HADİSLERDE HZ. ÖMER z. Cabir radıyallahu anh anlatıyor: “Hz. Ömer radıyallahu anh, Hz. Ebu Bekr’e: “(Ey Ebu Bekr!) Allah’ın Rasulü Muhammed aleyhissalatu vesselam’dan sonra insanların en hayırlısı” diye hitab etmişti. Hz. Ebu Bekr: “Sen böyle söylersen ben (de sana) Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’dan işittiğimi söyleyeceğim. Demişti ki: “Güneş, Ömer’den daha hayırlı bir kimse üzerine doğup batmadı.” Tirmizi, Menakıb, (3685). İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle dua etmişti: “Allahım, İslâm’ı şu iki şahıstan sana en sevgili olanla aziz kıl: Ebu Cehil ile veya Ömer İbnu’l-Hattab ile. Bunlardan Allah’a daha sevgili olanı Ömer’di.” Tirmizi, Menakıb, (3682). Yine İbnu Ömer radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Allah Teâla Hazretleri, hakkı, Hz. Ömer’in diline ve kalbine koydu.” İbnu Ömer der ki: “Halkın başına ne zaman bir iş gelmiş, (o hususta) Ömer bir şey demiş, halk da başka bir şey demiş ise mutlaka Ömer radıyallahu anh’ın dediği üzere Kur’ân’dan bir vahiy gelmiştir.” Tirmizi, Menakıb, (3683); Ebu Davud, Harac 18, (2962). Hz. Ömer radıyallahu anh demiştir ki: “Üç şeyde Rabbime muvafakat ettim: - (Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’a:) “Ey Allah’ın Resulü! Makâm-ı İbrahim’de bir namaz yeri edinsen!” dedim, arkadan “İbrahim’in makamını namazgâh edinin” (Bakara 125) ayeti nazil oldu.” - “(Bir gün) “Ey Allah’ın Rasûlü! Huzurunuza iyiler de facirler de giriyor. Emretseniz de ümmühâtu’l-mü’minin örtünseler!” dedim. Bunun üzerine hicab (örtünme) ayeti nazil oldu.” - “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm’ın hanımları kıskançlıkta birleştiler. Ben de: “O sizi boşarsa Allah O’na sizden hayırlısını verir” demiştim, bunun üzerine şu ayet indi. (Mealen): “Rabbi O’na sizden daha hayırlı olan, Allah’a teslim olmuş, iman etmiş, ibadet ve itaatte sebat eden, günahlarından tevbe eden, Allah’a kullukta bulunan, orucunu tutan hanımlar nasib eder ki, onlardan dul olanı da bâkire olanı da bulunur” (Tahrim 5). Buhari, Talak 32, Tefsir, Bakara 9, Ahzab 8, Tahrim 1; Müslim, Fezailu’s-sahabe 24, (2339). 19 Sahir AKÇA TAASSUB Hangi konuda olursa olsun, dış gerçeğe kapalı, değişime direnen ve kendisine ait olanların dışında hiçbir görüş ve düşünceye katlanamayanlardır. Müsamahasız, kendi bildiklerinin zaferi için diğerlerini zarara uğratmak, yıkmak için maddî ve manevî baskışiddet kullanmaya hazırdırlar ve bunlarda şiddet sevgisi hâkimdir. S özlükte; “Taraf olmak veya bir şeyi müdafaa etmek; bir dine, bir görüşe, bir düşünceye veya bir partiye aşırı ve körü körüne bağlanmak; akraba, kavim veya taraftarı olduklarına yardım etmek ve onları aşırı biçimde kayırmak. Birine yardım için çaba harcamak, birine veya bir şeye karşı direnmek, karşı çıkmak, ırkçılık, din veya mezhep gayreti göstermek, bunları savunmak” gibi anlamlara gelen taassub, düşünce tarihinde; “Belli bir eğilime körü körüne bağlanma, yanlışlıkları delillerle ispat edilse bile gerçeği reddetme katılığı, bağnazlığıdır.” Istılahta ise; “Bir tarafa olan meyilden dolayı delile rağmen hakkı kabul etmemek, neyi ne için yaptığını bilmemek, bilinçsizliktir. Din, ahlâk, âdet gibi konularda haksızlık ve husumet derecesine varacak kadar saplantıya düşmek.” Bu ise; bilgisizlikten, muhakemesizlikten, aşırı inatçılıktan kaynaklanır. Bu da, toplumun sosyal, kültürel ve iktisadî, medenî gelişmesine en büyük engeldir. Taassub; bağnazlık, doğru veya yanlışlığa bakılmaksızın bir fik- 20 rin savunmasını yapmak, kendi dinini, mensup olduğu düşünce veya ekolü her türlü düşünce ve inançtan üstün görmektir. Kendi inanç ve görüşünü, benimsediği din, mezhep veya akımı, bağlandığı kişi veya zümreyi gözü kapalı olarak savunma ve bunun için haklı–haksız her türlü yola başvurmaktır. Bu bir kavim, insan, toprak, ideoloji, görüş, tarikat, cemaat, mezhep, meşrep, vs. adına olabilmektedir. Bunları yapana ve bu düşüncedeki kişiye de “Mutaassıb” denir. Maalesef, mutaassıb kelimesi halk arasında müsbet mânâda, dindar anlamında kullanılıyorsa da, bu çok yanlıştır. Çünkü mutaassıb, taassubu yapan, taassub sâhibi demektir. İslâm da taassuba en çok karşı çıkan dinin kendisidir. Bir şeyi müdafaa etmek veya ondan yana tavır koymak böyle değildir. Yâni, doğru inançta sebat gösterme, o uğurda ödün vermeme, izzet ve şerefle onu savunma, haktan yana olma ve onunla iftihar etme, söz konusu taassubun dışındadır. Taassubtan gâye; “doğru ve hak olandan yüz çevirmek, hatada ısrar etmek”, diğer bir ifade ile “insanları hak ile değil, hakkı insanlarla değerlendirmek, delilden ve doğrudan yüz çevirmektir.” Taassub, İslâm âlemini kasıp kavuran, fert ve cemaatleri dağıtan, Ümmeti birbirine düşüren fitne, İslâm topraklarını müstekbirlere–Emperyalistlere kaptırtan bir veba, Ümmeti kamp ve fırkalar ayıran bir illettir. Taassub, mezhep, meşrep veya bir görüş uğruna İslâm’ı fedâ etmek, basit ihtilaflar için İslâm’ı kurban etmek cüreti ve İslâm’ı meşrep ve fırkalardan ibaret bilmektir. Taassub, dünyada farklı cemaat ve meşrepler arasında akan kanın en önemli sebebidir. Taassub; psikolojik ve fikrî bir hastalıktır. Mutaassıb da; psikolojik rahatsızlığı olan, ancak bu hastalığından habersiz olan kişidir. Taassub, İslâm’ın öngördüğü fikrî dinamizmin önüne geçer, araştırmayı önler, ictihad müessesesini âtıl duruma getirir, Kur’ân’ın emrettiği tefekkür, araştırma, ibret almanın önüne set çeker. Sâhibini, yâni mutaassıb olanı körletir, gözü olduğu hâlde göremez, kulağı olduğu hâlde duyamaz, aklı olduğu hâlde düşünemez hâle getirir. Allah muhafaza, mutaassıba göre, benim görüşüm din, muhalifiminki ise inkârdır. Önderlerini Mehdi, muhaliflerini ise Deccal ilân ederler ve bu uğurda Nass’ları fâsit bir yöntemle tevil ederler, hevâ ve arzularına göre hareket ederler. Taassub ve bağnazlık cehâletten– bilgisizlikten daha kötüdür. Nice câhil–bilgisizler aşk ve iştiyakla bilgi ve hikmetin peşine düşerler. Nice bilenler vardır ki, sermayeleri gururdur, kibirdir, taassubtur. Bazı mutaassıblar, Peygamberlere verilmiş olan bazı sıfatları câhilce diğer insanlara verirler. Ancak, inancının gereği, dininin icabı olarak görevini yerine getirmeye gayret etmek, içinde yaşadığı toplumun ortak değerlerine saygılı olmak, onları koruyup savunmak gibi hasletler taassub sayılmazlar. Bunlara Salâbet-i Diniyye, Salâbet-i Milliyye veya Salâbet-i Ahlâkîyye denir. Bu kişinin bağlandığı inanç ve görüş yanlış veya doğru olabilir. Burada taassub olarak değerlendirilen onun düşüncesini savunma şeklidir. Bunlar akıldan çok duygu ve tutkularına bağlıdırlar, kendi inanç ve düşüncesinin doğruluğu üzerinde zihin yormaz, bunları yaşatmak için gerektiğinde şiddete başvurmaktan çekinmezler. Taassub, müsamaha–hoşgörü ve hürriyetin zıddıdır. Taassub, yaşanan alışkanlık, gelenek ve fikirlerin dışına çıkan herkese karşı bir nefret duygusu, yabancı veya garip gözüken her şeye yenilik korkusu ile saldırı şeklinde de tezahür eder. Çünkü hangi konuda olursa olsun, dış gerçeğe kapalı, değişime direnen ve kendisine ait olanların dı- şında hiçbir görüş ve düşünceye katlanamayanlardır. Müsamahasız, kendi bildiklerinin zaferi için diğerlerini zarara uğratmak, yıkmak için maddî ve manevî baskı– şiddet kullanmaya hazırdırlar ve bunlarda şiddet sevgisi hâkimdir. İkna yoluyla ilişki kuramadığı için şiddet yoluyla ilişki kurmayı hedeflerler. Geçmişte veya günümüzde, din adına yapılan birçok şiddet eylemcilerinin temelinde bu yatar. Bunlar özü itibariyle dînî zihniyetin tezahürleri değildirler. İslâm, kendi ilke ve esaslarının kabul edilmesi hususunda şahsî rıza ve iknayı temel kaide olarak ortaya koyar. Şiddet, baskı ve zora dayalı bir benimsemeyi değil, hikmeti, güzel öğüdü ve en güzel tartışma yoluyla insanların dine davetini öngörür. Kur’ân’da Nahl, 125 de; “(Rasûlüm, insanları) Rabbinin yoluna / dinine hikmetle - güzel, veciz sözle ve öğütle davet et...” buyrulur. İslâm, din adına vicdanlara baskı yapılmasına izin vermez, hiç kimsenin başkasının imanı üzerinde otorite kurma yetkisine sâhip olmadığını; Bakara 256 da; “Dine girmede / iman etmede zorlama yoktur. Doğruluk ile sapıkılık / iman ile küfür / hak ile bâtıl meydana çıkmıştır…” âyeti ile ortaya koyar. Efendimiz (sav)’de bu kural ve sınırların dışına taşmamıştır. Vicdanlar üzerinde baskı yapmadan, bekçi, gözcülük ve zorbalık yapmadan, doğruyu ve hakkı anlatmış ve bildirmiş ve örneklik sergileyerek görevini yerine getirmiştir. Taassub, dînî veya din dışı her tür müsamahasızlığı ifade eder. Tabii olarak bunu sadece dine hasretmek ve marazî bir olay olarak değerlendirmek de doğru değildir. Nitekim hiçbir dînî niyet taşımayan kanaatlerin, ideolojilerin, siyasî ve sosyal düşüncelerin de âdeta dînî bir şekil alarak kendine has bir saldırganlık ve uzlaşmazlıkla hareket ettikleri her zaman görülmektedir. Taassubda kör bir tarafgirlik ve doğruluğu hiç araştırılmadan karşı düşünceyi inkâr vardır. İnsanda herhangi bir konuda oluşan aşırı sevgi ve heyecan, bilgi ile değil de cehâletle desteklenirse, o konuda taassub meydana gelir. Hz. Peygamber (sav) Efendimiz müşrikleri İslâm’a davet ettiğinde, onlar körü körüne atalarının dînîne sarıldıkları, hiçbir araştırma ve tartışmaya girmeden kendi dinlerini üstün gördükleri için İslâmiyet’i kabul etmiyorlardı. Kur’ân bu kör inada “Hamiyyet-ül Câhiliyye”– “Câhiliyye Taassubu” demektedir. Rabbimiz, Kur’ân Fetih 26’da; “O kâfir olanlar, kalplerine asabiyeti, o câhillik asabiyetini / taassubunu / soy-sopculuğunu koymuşlarken, Allah da Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine huzur ve güveni indirdi / ve öfkelerini dindirdi,...” buyurmaktadır. Bugün de İslâmiyet hakkında yeterli ve doğru bilgisi olmayıp, aksine eksik ve yanlış bilgilere sâhip olan ve kendi bildiklerini tartışmasız doğru ve üstün kabul ederek İslâm’a karşı olan mutaassıb aydınlar olabileceği gibi, dînî heyecanla, fakat eksik dînî bilgisi ile mutaassıb dindarlar da olabilir. Müslüman mutaassıb değil, müsamahalı–hoşgörülü olmalıdır. Efendimiz (sav) de; “Dini anlatırken-kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” (Buharî, Edeb) tavsiyesinde bulunmuşlardır. Aslında taassubun en dehşetlisi ve en acımasızı Batı ve bâtıl mukallitlerinde ve İslâm düşmanlarında bulunur. Çünkü onlar, zanna dayanan şüphelerinde inat eden, ayak direyen akılsızlardır. 21 Faaliyetlerimiz 12 Nisan Mısır’daki İdamlara Hayır Basın Açıklaması Sakarya Dayanışma ve Kardeşlik Topluluğu (SADAKAT) üyesi sivil toplum örgütleri, ocak, şubat ayı istişare ve koordinasyon toplantısında ana gündem maddesi olarak Sapanca Gölü’nde yaşanan sorunu ve şehir stadı arsasının TOKİ tarafından imara açılmasını ele aldı. S akarya Adalet Girişimi Başörtüsü Platformu Mısır'da 529 kişinin idamına karar verilmesine tepki göstererek bir basın açıklaması yaptı. AKM önünde toplanan yaklaşık 100 kişilik grup idam kararına tepki göstermek için eylem yaptı. Basın açıklamasını SAGİR adına okuyan Özkan Yasin Güler, “Mısır'da seçimle iş başına gelen ilk Cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursi 3 Temmuz 2013 tarihinde askeri bir darbeyle devrilmiş ve hapsedilmişti. Mursi’nin yaklaşık bir yıl süren iktidarın ardından mübarek rejimi adeta hortlamış ve Sisi cuntası görüntüsü alarak askeri bir darbeyle devirdiği İhvanın üzerine cuntalanmıştı. Bu süreçte darbeciler, İhvandan ve sokak hareketlerinin özgürleştirici etkilerden korkan Suud başta olmak üzere körfez monarşileri ve Siyonist işgal devleti tarafından da her yolla desteklenmiş ve ayakta alkışlanmıştı. Darbenin ardından ülkenin tamamında Müslüman kardeşlere yönelik bir baskı ve tehdit kampanyası başlatılmıştı. Darbe karşıtlarının Rabiatül Adeviyye meydanında haksızlığa direnmek için örgütledikleri barışçıl gösteriler darbe rejiminin gaddar ve canice saldırılarıyla başlatılmış, bu müdahalelerle en az bin 200 kişi hayatını kaybetmişti. Yaşanan bu ölümlerin faturasını da darbe karşıtlarına ve ihvana kesen darbeci rejim, ihvanı, Mısır’ın sosyal ve siyasal hayatından silmek için geniş bir kampanyaya girilmişti. 529 kardeşimiz hakkında verilen idam kararı da böyle bir bağlamda bütün hukuk kaidelerinin ve temel ahlakın ihlaliyle verilmiş bir karardır. Sanıkların katılmadığı, avukatların 22 alınmadığı, kimseye savunmasının sorulmadığı 20 dakikalık tek bir celse sonucunda verilen bu kararlar, Mısır’ın darbeci müstekbirlerinin gözü dönmüşlüğüne delil teşkil etmektedir. Mısır’da vuku bulunan şey halkın egemenliği ya da hukukun gereği değil, Tahrir’in ardından tasfiye edilemeyen sistemin hortlayarak güç ve zor yoluyla hak ve adalete meydan okumasıdır. İhvanın da darbenin ardından ortaya koyulduğu direnişle bu kutlu mektebe iyi bir talebe, iyi bir müderris olduğunu göstermiştir. Bizde buradan Mısırlı kardeşlerimizin direnişinde yanlarında olacağımızı ilan ediyoruz” dedi. Çanakkale Gezisi Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği olarak programlarımıza katılan genç kardeşlerimiz için Çanakkale gezisi düzenledik. S akarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği olarak programlarımıza katılan genç kardeşlerimiz için Çanakkale gezisi düzenledik. 26 Nisan 2014 Cumartesi günü Çanakkale’de olan gençlerimiz rehberleri eşliğinde Çanakkale Savaşlarının yapıldığı Gelibolu yarımadasında Fatih, Namazgâh, Hamidiye, Mecidiye tabyalarından başlayarak Soğanlı Dere Şehitliği ve Hastanesinin yerini, Alçı Tepe, Kilit Bahir Surlarını, Şahin Dere Şehitliğini, Çanakkale Abidesi, Ezineli Yahya Çavuş Şehitliğini, Koca Seyit Onbaşı’nın topunu ve 276 kilogramlık mermilerini, Koca Seyit Anıtını ve Conkbayır'ını gezerek tarihi yerleri yerinde görme imkânı buldular.Metrekare başına dakikada binlerce kurşunun düştüğünü ve kurşunların havada birbiriyle çarpışacak derecede şiddetli çatışmaların yaşandığı topraklarda olduklarını öğrenerek Çanakkale ruhunu yaşadılar.Daha Sonra Çanakkale Merkezi de gezen gençlerimiz “Şimdiye kadar kitaplarda okuduğumuz ve öğretmenlerimizden dinleyip resimlerden görebildiğimiz Çanakkale’yi ve savaşın olduğu alanları böyle canlı olarak görmekten çok mutluyuz” dediler. 23 Faaliyetlerimiz Çekirdek Kulübümüz “Bi Dünya Öğrenci” ile tanıştı UDEF ile 25 Uluslararası Misafir Öğrenci Derneği'nin organize ettiği, 104 ülkeden 55 bin misafir öğrencinin Türkiye ile kucaklaşacağı etkinlik için Sakarya'da Kent Meydanında standlar kuruldu. Sakarya Üniversitesi'nde okuyan yabancı uyruklu öğrencilerin Kent Meydanı'nda açılan standlarda kendi ülkelerini, kültürlerini tanıttığı etkinliklere Çekirdek Klübümüz de katıldı. Arifiye Rehabilitasyon Merkezi Ziyareti Sakarya Gençlik Eğitim ve Kültür Derneğimizin programlarına iştirak eden genç kardeşlerimiz 28 Nisan Pazartesi günü Arifiye'de bulunan Rehabilitasyon Merkezini ziyaret ettiler. 24 Cuma Sohbetlerine Hamza Tekin’le Sezon Finali Ribat Eğitim Vakfımızın yıl içerisinde aralıksız olarak düzenlemiş olduğu Cuma Sohbetleri 23 Mayıs Cuma akşamı Hamza Tekin Hocamızın katılımıyla gerçekleşen sohbet ile tatile girmiştir. Yine Gençlik Derneğimizin Cumartesi günleri devam ettirdiği Gençlik Sohbetleri de Haziran ayı itibariyle sona ermiştir. Sıcak Yemek Dağıtımı “Veren El ile Alan El Arasındaki Köprü” sloganıyla sıcak yemek dağıtımı yapan Ribat Eğitim Vakfı Aşevi günlük 120 kişiye(16 aile) 2 öğün olarak 3 çeşit sıcak yemek dağıtımı gerçekleştirmektedir. Mevsim şartlarına göre aylık olarak hazırlanan yemek menülerimiz gıda mühendisi tarafından gerekli kontrolden geçirildikten sonra SAKVA aşevi personelince hazırlanarak büyük bir çoğunluğu sefer taslarıyla öğün vakitlerinde mobil ekiplerimizce ihtiyaç sahiplerine ekmekleriyle birlikte ulaştırlmaktadır. KIYAFET YARDIMI Ribat Aşevi bünyesinde farklı bir yardım anlayışıyla hizmete sunulan, aşevimizden yardım alan ailelere, rahat ve ihtiyaçları doğrultusunda ihtiyaç sahiplerine kıyafet yardımı yapılmaktadır. GIDA YARDIMLARI Ribat Aşevi yapılan araştırmalar neticesinde yardıma muhtaç olduğu tespit edilen vatandaşlarımıza hayırsever vatandaşların desteğiyle gıda yardımları yapmaktadır. Ribat Aşevi olarak ekiplerimizle yardıma muhtaç aileleri ziyaret ederek tekrar bir ön aştırma yaptıktan sonra yardımlarımızı gerçekleştirmekteyiz. Ramazanın gelmesi hasebiyle yapmış olduğumuz gıda yardımlarına devam edeceğiz. 25 Harun ÇALTIKOĞLU Genç kalemler 26 4 Sudan Günlügümden B enim çok sevdiğim, güvendiğim, bütün sevinçlerimi ve üzüntülerimi rahatlıkla paylaşabildiğim arkadaşımı sizlere son üç makalemde tanıtmaya çalıştım. O, beni son üç sene hiç yalnız bırakmadı. Hep yanımda oldu. Sabah uyandıktan akşam yatana kadar günlük hayatımı ve özel fikirlerimi kaydetti. Bunları bir dahakine “yapmaman” veya “yapman gerekir” diyerek beni uyardı. Kim olduğunu tahmin edebildiniz mi? Tabii ki de “sevgili günlüğüm’’. Her akşam yatmadan önce beni dinler, ondan sonra huzurlu bir şekilde uyurum. Siz hâlâ böyle bir arkadaş edinmediniz mi yoksa? Bence, bir an önce bunun gibi bir arkadaş edinmeniz gerekir. Yalnız bazı dikkat etmeniz gereken durumlar var. Öncelikle ilk bir veya iki ay sizin- le arkadaş olmamak için inat edecektir. Sakın pes edip onun yanından uzaklaşmayın. Yoksa sizinle daha fazla inatlaşıp uzun bir zaman küs olacaktır. Siz aksine onu her akşam yatmadan önce ziyaret edin. Ne anlatmak istiyorsanız, anlatın. O sizi hiç sıkılmadan dinleyecektir. Bazı akşamlar ziyaret etmeyi unutursanız, korkmayın. Hemen küsmez. Sonra bakacaksınız ki arkadaş değil sevgili olmuşsunuz ve daima sizin yanınızda olmuş. Son üç makalemi yazarken bu arkadaşımdan bilgileri almıştım. Bazı bilgiler ondan başka kimsede yoktu. Sizlere o bilgileri takdim etmekle de çok mutlu oldu. Ve son bir kez daha sizlere bir şeyler sunup, ondan sonra uzun yıllar benden başka kimseyle konuşmayacağını söyledi. HAYALDEN GERÇEĞE Eğer iki sene önce bana; “Yakın bir zamanda Sudan’a gideceksin” deselerdi ve üstelik bunun üzerine; “15 ay oralarda yaşayacak, oradaki farklı kavimlerden, belki de hayatında hiç duymadığın yerlerden gelen Müslüman kardeşlerinle tanışacak, hatta bazılarınla dost olacak, kimisi de hocan olacak ve seninle bir sene boyunca her gün ders yapacak” deselerdi herhâlde çok şaşırırdım. Belki de sadece gülerdim. Ama hiç bir şey sizin zannettiğiniz gibi olmuyor. Bugün evinizde olabilirsiniz. Ama yarın farkında olmadan bir bakarsınız ki dünyanın farklı bölgelerine gelmişsiniz. Kiminiz belli bir süre kalacak, kiminiz belki de uzun yıllar evinden ayrı kalacak. Benim de buraya gelmem hiç ummadığım bir anda oldu ve burada olalı bir seneyi geçti. Önümüzdeki günlerde de Türkiye’ye döneceğim. Burada zaman o kadar hızlı geçti ki, hayatın ne kadar kısa olduğunu daha da iyi anladım. Bu Afrika ülkesinde bazı olaylara tanık oldum. Ve bu olayları hayatım boyunca unutacağımı sanmıyor, bazı olayların ise gelecek hayatıma çok büyük etkisi olacağına inanıyorum. Sudan’a ilk geldiğim günün sabahında sabah namazı için küçük bir mescide girmiştik. İçerisi serin ve tertemizdi. Burnumuza güzel parfüm kokuları geliyordu. Etrafımda tenleri simsiyah olan Müslüman kardeşlerimiz vardı. Müezzin kamet getirdikten 15 dakika sonra namaza başladık. İmam öyle güzel okuyordu ki kendimi Mekke de zannettim. Bu ilk heyecanımı unutamıyorum. İlk günün ilk kahvaltısında hayatımda daha önce içmediğim, güzel kokulu çay içmiştim. Kaç bardak içtiğimi sayamadım. Öyle etkile- mişti ki beni, Türkiye’ye dönünce bavullarımı burada bırakıp sadece çay çuvallarıyla dönmenin planlarını yapmıştım. Sabahları insanlar namazdan evlerine dönünce kimi de mescitten ayrılmayarak her gün mutlaka bir saat Kur ’ân-ı Kerim okurlar. İnsan için “su” neyse Sudanlı Müslümanlar için de “namaz” odur. Öyle ki kimse benim kalbim temiz, yaşlanınca kılarım gibi bahâneler bulmuyor. Çünkü namazı Müslüman olduğunun alâmeti olarak görüyorlar, kılmamanın Müslümanlığa çok büyük zarar verdiğini düşünüyorlar. Bu da bana namazı eskisinden daha da önem vermeye sevk etti. Özellikle her namazı mescitte kılmaya çalıştım. Geçen ki yazımda bahsettiğim mescitlerdeki ilim halkalarına katıldım. İlk başlarda anlamakta zorluk çeksem de sonraları anlamaya ve keyif almaya başladım. Dünyanın bilinen âlimlerinin sohbetlerine katıldım. Keşke Türkiye’de de her camiye o bölgenin meşhur, ilmi kuvvetli hocaları gelip, özellikle gençler için bir şeyler anlatsa da gelecek nesil daha bilinçli olsa. Birisi sizin Türk olduğunu anladığı zaman ya “Osmanlı”, ya “Murat Alemdar” ya da “Erdoğan” der. Özellikle başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı çok severler. Türkiye’ye İslâm âleminin lideri olarak bakarlar. Neredeyse her gittiğimiz yerde bunları duyarız. Otobüslerin üzerinde resimleri olur. Beni en çok etkileyen olaylardan birisi de; günlerden bir gün Nil kenarına doğru gitmiştik. O kadar kalabalıktı ki sanki bütün Sudan sıcaktan bunalıp oraya toplanmıştı. Kulağımıza Kur’ân sesleri geliyordu. Sonradan öğrendik ki burada ahlâka uyma- yan davranışlar oluyormuş. Bazı cemaatler buraya üzerinde büyük mikrofonlar olan minibüslerle gelip halkı uyarıyor, Kur’ân-ı Kerim okuyorlar ve vaaz ediyorlar. Ve daha önce duyduğum kadarıyla açık bayan resmi olan duvarlara asılmış afişleri, reklâm kâğıtlarını anında yok ediyorlarmış. Allah onlardan râzı olsun ve bu davet yolunda onlara yardım etsin. Son olarak Rabbimden isteğim, sevgili anneciğime, babacığıma, kardeşlerim Muhammed Enes, Yusuf ve evimizin Sarıgül’ü kız kardeşim Erva’ya sağ sâlim kavuşmayı nasîp etsin diyor, bir daha ki yazımda görüşmek üzere sizleri Allah’a emanet ediyorum. 27 Halil ATALAY Çocuklara Öykülerle 40 HADiS 6.HADiS Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim "Müminden başkasını dost tutma, yemeğini de ancak muttakî olanlar yesin." 28 "İnsan, dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O hâlde her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin!" “Müminden başkasını dost tutma, yemeğini de ancak muttakî olanlar yesin.’ (1) Dost ve arkadaş seçimi insanın en ciddi tercihle rinden biridir. Büyükler, “İnsan huy hırsızıdır.”, “Kıratın yanında duran ya huyundan ya da suyundan...” diyerek arkadaş seçiminde dikkatli olunması gerektiğini belirtmişlerdir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “İnsan, dostunun yaşayış tarzından etkilenir. O hâlde her biriniz dost edineceği kişiye dikkat etsin!” - Bu benim huyum. Sokmak benim yapımda var, der. Bunun üzerine, tilki bir an durur, sonra yılana: - Peki, yılan kardeş, der. Sok, ne yapalım. Bu benim kaderimmiş. Yalnız, yüzüme bir defacık bak ki, ölmeden önce o güzel gözlerini son bir defa göreyim. Bu sözlere aldanan yılan, başını uzattığı anda, tetikte duran tilki, derhal atılıp, yılanın başını koparıverir. Sonra da, ölen yılanı ırmağın kenarında, kumların üzerine boylu boyunca uzatır ve kendi hilesine kurban giden arkadaşına şöyle der: - Yook yılan kardeş! Ben eğri büğrü arkadaş istemem! Benimle arkadaş olacaksan böyle dosdoğru olacaksın! (2) Evet, sevgili çocuklar! Öyleyse herkes, arkadaş olacağı kişilerde iyi özellikler aramayı, kötü arkadaşlardan uzak durmayı, yani arkadaş seçmeyi öğrenmelidir. Zira arkadaş, kişinin sadece bugününü değil, yarınını da etkiler. Arkadaş insana çok şey kazandırır, çok şey kaybettirir. Onun için dikkatli olunmalıdır. Nitekim Peygamberimiz, bizleri bakın nasıl uyarıyor: “Âhir zamanda ümmetim içerisinde en az bulunacak şey, helâl para ve kendisine güvenilir arkadaştır.” (3) Ve Hz. Muhammed (s.a.v.), şöyle dua ediyor: Sevgili canlar, bu konuda şu hikâye ne kadar anlamlıdır: Bir tilki ile yılan arkadaş olur ve birlikte yolculuğa çıkarlar. Bir ırmağın kenarına geldiklerinde yılan, tilkiye: - Tilki kardeş, ben yüzme bilmem. Beni sırtına al da, karşı kıyıya beraber geçelim, der. “Allah’ım, gözleri üzerimde, kalbi beni gözetleyen, bir iyiliğimi gördüğünde örtbas edip, bir kötülüğümü gördüğünde ise bunu etrafa yayan hilekâr dosttan sana sığınırım.” (4) Tilki, arkadaşının teklifini kabul eder. Yılan, tilkinin beline sarılır, o da ırmağa girip yüzmeye başlar. Karşı kıyıya vardıklarında yılan: “Arkadaşların en hayırlısı, sen Allah (c.c.)’ı andığında yardım eden, unuttuğunda da sana O’nu hatırlatan kimsedir.” (5) - Tilki kardeş, ben seni sokacağım, deyiverir. Neye uğradığını şaşıran tilki; Atalarımız da şöyle demişlerdir: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.” - Yılan kardeş, biz seninle arkadaş değil miyiz? Bak ben sana bunca iyilik ettim. Seni sırtıma almasam ırmağı geçemezdin, diye ne kadar dil dökmeye çalıştıysa da yılan hiç oralı olmaz "Âhir zamanda ümmetim içerisinde en az bulunacak şey, helâl para ve kendisine güvenilir arkadaştır." Kaynaklar: 1-Ebu Davud, Edeb 16. Tirmizi, Zühd 56. 2-Ebu Davud, Edeb 16. Tirmizi, Zühd 45. 3-Münavî, Feyzu’l- Kadir 2/71. 4-Münavî, age. 2/ 145. 5-Münavî, age. 3/ 469. 29 Oysa Müslümanlar tek vücut değil midir? (Abdurrahman KOÇ'un röportajı) Müslüman’ların bulunduğu ülkelerde ‘güvenlik' sözcüğüyle karşılaşmak artık neredeyse imkânsızdır. Suriye, Irak, Afganistan, Filistin derken şimdi de Orta Afrika Cumhuriyeti'nden acı haberler geliyor. Orta Afrika Cumhuriyeti İnsanî Yardım Seferberliği Ülke Temsilcisi Brahim Ousman, ülkede yaşanan trajediyi Haber7'ye anlattı. Müslümanların envai yollarla katledildiğini söyleyen Ousman, Kur'ân sayfalarının yakılarak içkilere katıldığını belirtti. 1 960 yılında bağımsızlığını ilân eden Orta Afrika bugüne kadar istikrarsız bir siyasî rejime sâhip oldu. 1993’e kadar darbeler, monarşi yönetimi ve güç kavgalarına sahne olan Orta Afrika Cumhuriyeti’nde ilk demokratik seçim 1993’te yapılmış ve AngeFelix Patasse devlet başkanlığına geçmiştir. 10 yıl kadar iktidarda kalan Patasse, 2003 yılındaki darbeyle yönetimi Fransa destekli François Bozize’ye kaptırdı. 2013 yılına kadar iktidarını korumayı başaran Bozize’nin sonu Mart ayında çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Seleka İttifakı’nın darbesiyle daha fazla dayanamayıp ülkeyi terk etmiştir. 30 OLAYLAR NASIL GELİŞTİ Özellikle son birkaç aydır kan gölüne dönen ülkedeki olayların asıl başlangıcını Fransız sömürgesi olarak yorumlayan Ousman, sömürgenin ülkeyi istikrarsızlığa ittiğini, böylece bir türlü barışın ve güvenliğini sağlanamadığını belirtti. Fransa destekli François Bozize’nin yönetimden indirilerek ülkeden sürgün edilmesinin ardından olaylar patlak vermeye başladı. Bundan sonrasını Brahim Ousman’dan dinleyelim. Fransa destekli Bozize iktidarını kaybedince öfkelendi. Sürgün edildikten sonra tekrar ülkeye gelerek Hıristiyanları ve Katolikleri Müslümanlara karşı kışkırttı. Onlara ‘sizin dininizi değiştirecekler’ dedi. Bunu yaparken de Fransa ve Hollanda gibi ülkelerde destek çıktı. Hıristiyanlar, Müslümanları yamyam ve câni olarak görmeye başlamakla birlikte yönetimi ele geçirmelerini ‘büyük tehlike’ olarak yorumlamaya başladı. Kışkırtmanın daha etkili yapılması içinse medya organları kuruldu. Fransa ve Hollanda destekli bir radyo, gece gündüz Müslüman karşıtı haberler yaptı. Böylece çatışmaların fitili ateşlenmiş oldu. On binlerce kişi yurtlarını terk ediyor. Camilerin içi cesetlerle dolu. Paramız olmadığı için onları kefenleyip defnedemiyoruz. Her yer ceset kokuyor. Orta Afrika Cumhuriyeti'nde büyük bir zulüm yaşanıyor. FRANSA GİRDİ, SABAH KATLİAM YAPILDI 5 Aralık tarihi New York’ta toplanan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, oybirliğiyle operasyona yeşil ışık yakan kararı onayladı. Fransızlar askerlerini Orta Afrika Cumhuriyeti’nin başkenti Bangui’de konuşlandırdı. Barışı sağlamak için Fransa’nın ülkemize girdiği günün ertesi sabahı sabah 5’te 40 kadar Müslüman katledildi. Katliam olduktan sonra Fransa ‘Bakın işte biz bunu engellemek için geldik’ nazariyesi oluşturdu. Fransa’nın 5 Aralık’ta ülkemize girmesinden beri bizlerin güvenliği tamamen ortadan kalktı. Onlar Müslümanların silahlarına barışı sağlamak için el koyup, bizi öldürmeleri için Hıristiyanlara verdiler. MÜSLÜMANLARI ÖLDÜRÜP ETLERİNİ YEDİLER Dün (19 Ocak Pazar) 22 Müslüman yolculuk yaptığı sırada öldürüldü. 2’si sürüklenerek sokak ortasına getirildi ve ateşe verildi. Böyle yaparak bizleri korkutmak istediler. Bununla yetinmediler, öldürdükleri Müslümanların vücudunu kesip yamyam gibi yediler. Gözlerini oydular, ellerini ve bacaklarını kestiler. Öfkeleri dinmedi, parçaladıkları cesetleri üzerlerine lâstik koyarak yaktılar. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde böyle bir vahşet yaşanıyor. Can güvenliğimiz yok. AFRİKALI OLUNCA MÜSLÜMAN OLAMIYOR MUYUZ? Ancak bizi kahreden bir diğer şey ise İslâm âleminin ülkemizi âdeta görmezden gelmesidir. Söyler misiniz biz Afrikalı olduğumuz için mi bize önem vermiyorsunuz? Oysa Müslümanlar tek vücut değil midir? Aralarında renk, ırk, dil ayrımı yapılır mı? Bizler İHH’dan başka bölgeye gelen Müslüman göremedik. Fransa geldi ve Müslümanlara karşı olan her kişi ve grubu destekledi. Ama biz İslâm âleminden bir ses işitemiyoruz. Efendimiz (sav) ‘Müslümanlar bir vücut gibidir, vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.’ Bu yapılan caiz değildir. KUR’AN SAYFALARINI İÇKİLERİNE KATIP İÇİYORLAR Onların İslâm düşmanlığı öyle bir raddeye geldi ki, kendi mescitlerimizde bizi katlettikten sonra Kur’ân-ı Kerim’lerin sayfalarını yırtıp içkilerine katıyorlar ve içiyorlar. Onlar İslâm’a işte böyle saldırıyorlar. Kur’ân sayfalarını yırtıp helâya götürüyorlar. Ben hepsini söylemek istemiyorum. Ancak orada yaşanan zulüm ve vahşet bu anlattıklarımdan daha şiddetlidir. On binlerce kişi yurtlarını terk ediyor. Camilerin içi cesetlerle dolu. Paramız olmadığı için onları kefenleyip defnedemiyoruz. Her yer ceset kokuyor. Orta Afrika Cumhuriyeti’nde büyük bir zulüm yaşanıyor. 31 Hanım Sahabiler “Bu hanımların bazıları, mü’minlerin anneleridir. Bazıları Hz. Peygamberin (s.a.v) kızlarıdır. Bazıları Rasûlüllah’ın Ehl-i Beyti’dir. Bazıları Allah’ın yedi kat semânın üstünden şikâyetini duyduğu hanımlardır. Bazıları Âlim ve Habîr olan Allah’ın onlar hakkında Kur’ân âyeti indirdiği hanımlardır. Bazıları, Akabe bey’atında Resûlüllah’a bey’at eden hanımlardır. Bazıları Cebrail’i gören hanımlardır. Bazıları, Allah’ın kendisine, ondan sonra asla susamadığı şerbeti içirdiği hanımlardır. Bazıları Rasûlüllah’ı (s.a.v) en beliğ ve en güzel şekilde tarif eden hanımlardır... SEVDE BİNT ZEM’A (R.Anhâ) Sahabe Hayatından Tablolar / Abdulaziz eş-Şennavi Bir muhâcirin dul hanımı, kendisi de muhâcir...«Vallâhi benim evlenmeye aşırı bir isteğim yoktur. Ancak ben, Allah’ın beni kıyâmet gününde senin zevcin olarak diriltmesini istiyorum.»1 G ünler, cihâdın ağırlığıyla yavaş yavaş geçiyor, geceler uykusuzluğun mahmurluğu ve zikirlerle dolu olarak uzuyor. Muhammed (s.a.v) çocuklarının annesi, evinin kadını, İslâm’da veziri, cihâd da ortağı Hadîce’nin vefatından sonra yalnız... Kavminden gördüğü şeyler kendini yorduktan sonra dünyasını dolduran hatırayla hâlleşebilmek için kendini yalnızlığa bırakıyor. Sahabe, Peygamberlerindeki keder izlerini gözetliyor ve bu yalnızlığından endişe duyuyorlar. Evlenmesini istiyorlar. Belki de mü’minlerin annesi Hadîce’nin vefatından sonra yapacağı bu ikinci evlilikte yalnızlığını unutur, diye düşünüyorlar. Ancak içlerinden birisi bu evlilik konusunda onunla konuşmaya cesaret 32 edemiyor. Ta Havle binti Hakîm es-Selîme bu işe teşebbüs edinceye kadar bu durum sürüyor. Sevde bint Zem’a es-Sekran İbn Amr İbn Abdişems’in (Süheyl İbn Amr’ın kardeşinin) hanımıydı. Es-Sekran ve hanımı Sevde Bint Zem’a Mekke’de önce Müslüman olanlardandı. Sevde Bint Zem’a Peygambere (s.a.v) bey’at etmişti. Kureyş’in Rasûlüllah’ın ashabına yaptığı işkence artınca es-Sekran İbn Amr ve hanımı Sevde ikinci defa Habeşistan’a hicret edenlerin arasına katıldılar. Allah yolunda mallarını ve akrabalarını terkedip gittiler. Es-Sekran İbn Amr hastalanınca hanımı Sevde Bint Zem’a’yla birlikte Habeşistan’dan Mekke’ ye geldi. Ve Mekke’de vefat etti. Mü’minlerin annesi Hz. Hadice öldüğünde Havle bint Hakîm Hz Peygamber’e koşup şöyle dedi: —Ya Rasûlallah! Yanına girince Hadîce’nin yokluğunu hissettim. Peygamber (s.a.v): —“Evet, o çocukların anası, evin de görüp gözeticisi idi.” Havle Bint Hakîm: —Peki, niye evlenmiyorsun? Dedi. Rasûlüllah (s.a.v): —“Hadîce’den sonra... Kiminle?” dedi. Havle bint Hakîm: —Kız istersen kızla, dul istersen dulla, dedi. Peygamber (s.a.v) sordu: —“Kız olan kimdir?” Havle bint Hakîm: —Allah’ın kullarından sana en lâyık olan kız. Seni tasdik eden ve sana iman edenlerin ilki olan Ebû Bekr’in kızı dedi. Rasûlallah (s.a.v): —“Ya dul olan kimdir?” diye sordu. Havle bint Hakîm şu cevabı verdi: —Sevde bint Zem’a’dır. Sana iman etmiş ve söylediklerine tâbi olmuştur. Rasûlüllah (s.a.v): —“Git. Benim hakkımda onlarla konuş” dedi. Havle bint Hakîm, Zem’a İbn Kays İbn Abdişems’in evine gitti ve Sevde’nin yanına girdi. Sevde’ye: —Allah sana hayır ve bereketten ne eriştirdi biliyor musun? Dedi. Sevde bint Zem’a: — Nedir o Ummu Şureyk? Diye sordu. Havle Bint Hakîm: —Rasûlüllah beni, sana dünürlük için gönderdi dedi. Sevde bint Zem’a kulaklarına inanamadı ve: —Sevindim. Babamın yanına git, bunu ona söyle dedi. Havle bint Hakîm, Zem’a İbn Kays’ın yanına gitti. O çok yaşlı bir zattı. Zem’a: —Bu kim? dedi, Havle bint Hakîm: —Ummu Şureyk’tir. Zem’a İbn Kays: —Ne var, ne yok? Dedi. Ummu Şureyk: —Hz. Muhammed beni, dünürlük için gönderdi dedi. Zem’a İbn Kays: —İyi ve şerefli bir eş dedi. Daha sonra tekrar sordu: —Arkadaşın ne diyor? Havle bint Hakîm: —Bunu istiyor, dedi. Zem’a İbn Kays: —Onu benim yanıma çağır dedi. Ummu Şureyk, Sevde bint Zem’a’yı çağırdı. Babası ona: —Yavrum! Bu arkadaşın, Hz. Muhammed’in onu, sana dünürlük için gönderdiğini söylüyor. O iyi bir eştir... Seni ona vermemi ister misin? Dedi. Sevde bint Zem’a: —Evet dedi. Zem’a İbn Kays, Havle bint Hakîm’e: —Onu çağır, dedi. Rasûlüllah (s.a.v) geldi. Sevde Bint Zem’a: —Emrini bekliyorum, ya Rasûlallah! Dedi. Peygamber (s.a.v): — “Seni nikâhlamak için kavminden birisini görevlendir”, dedi. Sevde bint Zem’a Hatıb İbn Amr İbn Abdişems’i görevlendirdi ve o da onu evlendirdi. Rasûlüllah Sevde’ye 400 dirhem mehir verdi. Sevde bin Zem’a Hz. Peygamber’in (s.a.v) Hadîce’den sonra evlendiği ilk hanımdı. Bu peygamberliğin 10. yılı Ramazan ayında ve Mekke’de olmuştur. Mekke’de Muhammed (s.a.v)’in Sevde binti Zem’a’ya dünür olduğu haberi yayılınca bazıları buna inanmadılar. Sevde gibi birine dünür olmak. Yaşlı ve dul da üstelik... Güzel de değil. Haşimli gencin dünür olduğu gün Kureyş kadınlarının hanımefendisi, Kureyş ileri gelenlerinin evlenmeye can attığı Huveylid kızı Hadîce’nin yerini tutacak öyle mi? Sevde hiç bir zaman Hadîce’nin yerini tutmak iddiasında değil dir. O, Rasûlüllah (s.a.v)’in evine, gönlü alınmak ve aynı zamanda amcazâdesi de olan kocası Sekran b. Amf’ın ölümü dolayısıyla taziye edilmek için girdi. Sevde kocası Sekran’la birlikte Habeşistan muhâceretine katılmıştı. Sonra kocası Sekran vefat etmiş, o da dul olarak kalmıştı. Kocasının vefatı onu gurbet ve dul kalma sıkıntıları içinde bırakmıştı. Rasûlüllah (s.a.v) Sevde’nin hayatını gözleri önüne getirdi: O, içinde yaşadığı, çocukluğunun neşeli günlerini geçirdiği, olgunluk döneminde kalp huzuruyla yaşamak istediği memleketine veda etmiş, halkını tanımadığı, dilleri değişik, dinleri ayrı meçhul bir ülkeye gidip uzun süre kalmıştı. Medine’ye dönüp garipliğin acısını üzerinden atamadan, ana yurdu Mekke’ye ayak basar basmaz, kocası Sekran ruhunu Hakk’a teslim etmişti. Ölüm yakasını bırakmamış, döner dönmez yakalamış Mekke toprağına aile halkından, dostlarından birçoğunun son uykusunu uyuduğu yere defnedilmişti. Rasûlüllah (s.a.v) bu imanlı dul muhâcirenin durumundan son derece müteessir olmuştu. Havle bint Hakîm onu hatırlatınca, ömrünün son demlerinde dayanak olmak, hayatın acılarını hafifletmek için merhametli elini ona uzatmıştır. Rasûlüllah (s.a.v) Medine’ye hicret edip mescidini ve odalarını inşa edince, Muhâcirlerle Ensar’ı birbirleriyle kardeş yapıp evine yerleşince Zeyd İbn Harîse’yle Ebû Rafî’i Mekke’ye gönderdi. Onlar Sevde bint Zem’a’yı, Rasûlüllah’ın kızları Ummu Kulsum ve Fatma’y ı, Zeyd’in hanımı Ummu Eymen’i getirdiler. Abdullah İbn Ebî Bekr de Ebû Bekr’in ailesini ve Resûlüllah’ın (s.a.v) eşi Hz. Aişe’yi getirdi. Böylece hepsi Medine’ye hicret etmiş oldular. Rasûlüllah (s.a.v) bir gününü Sevde bint Zem’a’ya, bir gününü de Hz. Aîşe’ye ayırdı. Hz. Sevde Rasûlüllah’ın evindeki yerini almaktan, iri olmasına rağmen Rasûlüllah’ın kızları Ummu Kulsum ve Fâtıma’ya hizmet etmekten son derece memnundu. Onun ruhunun hafifliği Rasûlüllah’ın kalbine sevinç ve mutluluk sokuyordu. Bir defasında Hz. Peygamber’e şöyle demişti. —Ya Rasûlallah! Geceleyin arkanda namaz kıldım. Rukûda o kadar uzun kaldın ki kan damlamasından korktuğum için burnumu tuttum. Peygamber (s.a.v) onun bu sözüne 33 gülümsedi: —“Sevde bint Zema Ebû Yezîd! Kendinizi ele verdiniz. Şereflice ölseydiniz ya.” Rasûlüllah (SAV) ona: —“Sevde! Allah’a ve Rasûlüne karşı mı kışkırtıyorsun” dedi. Sevde: —Ey Allah’ın Rasûlü! Seni hakla gönderen Allah’a yemin ederim ki, Ebû Yezîd’i elleri boynuna birleştirilmiş olarak görünce o sözü söylemekten kendimi alamadım diye cevap verdi. Rasûlüllah (s.a.v) Hafsa bint Ömer İbnu’l-Hattab’la daha sonra da Zeyneb bint Kuzeyme ile evlendi. Fakat Zeyneb sekiz ay sonra öldü. Mü’minlerin annelerinden ilk gömülen o oldu. Rasûlüllah (s.a.v) Ummu Seleme’yle (Hind Bint Ebbî Umeyye’yle) evlendi. Ummu Seleme, Zeyneb bint Huzeyme’nin odasına yerleşti. Sevde bint Zem’a, Rasûlüllah’ın Aîşe’ye olan sevgisini biliyordu. Aîşe’ye hizmet etmeye ve onu hoşnut kılmaya çok dikkat ediyordu. Kendisi yaşlanmıştı. Yaşının tecrübesiyle anladı ki, kendisiyle Rasûlüllah’ın kalbi arasında küçümsenmeyecek bir engel vardır. Rasûlüllah’tan kendi payına düşen iyilik ve acıma duygusudur. Sevgi, ülfet ve imtizaç değildir. Ama bu ona dokunmadı. Rasûlüllah’ın onu bu mevkie yükseltmesi, Sekran b. Amr’ın dul kalmış karısı iken mü’minlerin annesi yapması yeter de artardı bile... Rasûlüllah’ın evinde bir yerinin olmasına, onun kızlarına hizmet etmesine dünden razıydı. Hz. Sevde, Hz. Aîşe gelinceye kadar Rasûlüllah’ın evinde bu min val üzere kaldı. Hz. Aîşe gelince, hemen evin birinci mevkiini onun için boşalttı. Gayretini genç gelinin hoşnut olacağı şekilde harcadı ve onu rahat ettirmek için kendi rahatından fedakârlık yaptı... 34 Rasûlüllah (s.a.v) onun yanına çok gelmiyordu. Bunun üzerine Sevde Bint Zem’a, Peygamber’in kendisini terkedip ayrılmasından korktu ve onun yanındaki yerini kaybetmek istemedi ve ona şöyle dedi: —Ya Rasûlallah! Bana ayırdığın gün Aîşe’ye aittir. O gün de onun yanında kalabilirsin. Beni nikâhında tut. Vallâhi benim kocaya ihtiyacım ve hırsım yok. Ancak kıyâmet gününde Allah’ın beni senin zevcen olarak diriltmesini istiyorum. Rasûlüllah (s.a.v) bunu kabul etti. Bir konuda şu âyet-i kerime nazil oldu: “Eğer kadın kocasının serkeşliğinden veya aldırışsızlığından endişe ederse, aralarında anlaşmaya çalışmalarında kendilerine bir engel yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır.” (Nisa, 128) Sevde Bint Zem’a Hz. Peygamber’in hanımlarıyla birlikte çıkıp Rasülüllah’la (s.a.v) birlikte veda haccını yaptı. Bir gece Hz. Peygamber’in hanımları toplanıp şöyle dediler: — Ya Rasûlallah! Sana kavuşma bakımından en hızlımız hangimizdir. Rasûlallah (s.a.v) şöyle buyurdu: — “Kolu en uzun olanınız.” Onlar, onu ölçmek üzere bir kamış aldılar. Kolu en uzun olan Sevde Bint Zem’a idi. Rasûlüllah (s.a.v) Rafîk-i a’la’ya kavuştuğunda, Sevde Bint Zem’a hariç hanımlarından hiçbiri haccetmemişlerdi. O şöyle diyordu: — Ondan sonra (veda haccından sonra) asla haccetmem. Mü’minlerin emiri Ömer İbnu’lHattab zamanında ona bir torba dirhem gönderildi. O: — Bunlar nedir? Dedi. — Dirhemler, dediler. Sevde bint Zem’a: — Torbada sanki hurma var gibi, dedi. Daha sonra hizmetçisini çağırıp: —Benim arkamdan dirhem torbasını yetiştir. Daha sonra torbanın içindekileri Medineli yoksullara dağıttı. Sevde bint Zem’a Hz. Peygamber’in hanımlarının Rasûlüllah’a (s.a.v) en çabuk ulaşanıydı. O, Ömer Îbnu’lHattab’ın halifeliği esnasında ölmüştür.(1) Aîşe Bint Ebî Bekr: — Bundan sonra anladık ki onun (Sevde Bint Zem’a’nın) kolunun uzunluğu sadaka vermekten başka bir şey değildi. Yani kol uzunluğu el açıklığıyla yorumlanmıştır. Mü’minlerin annesi Aîşe (R.anhâ) onun hareketini devamlı anar ve vefakârlığını şöyle dile getirirdi: — “Yerinde olmak istediğim kadınların bana en sevgilisi Sevde Bint Zem’a’dır... Yaşlandığında şöyle demiştir: Ya Rasûlüllah! Sana olan nöbetimi Aîşe’ye bağışladım.” Mübarek annelerimizden Sevde Bint Zem’a (r.anhâ) Allah’a kulluğunun ve İslâm’a imanının mükâfatını, ömrünün yaşlı günlerinde dünyada iken Rasûlüllah’ın nikâhı altına girerek mükâfatlandırılan şerefli bir İslâm kadını ve mü’minlerin annesidir. Allah’a kulluğun ve ibâdetin mükâfatı, dünyada görüldüğü gibi sabredenler için âhirette daha güzel bir şekilde gösterilecek ve tattırılacaktır... Rasûlüllah’a en çabuk ulaşan hanımı, Zeyneb Bint Cahş olarak da rivayet edilmektedir. Yine «kolu en uzun olan» hanımın Zeyneb Bint Cahş olduğuna dair rivayetler vardır. Müellif bu rivayetleri Sevde Bint Zem’a’nm hayatında anlatmıştır. (Çeviren: T. Uzun) (1) Katlanır Cam Sistemleriyle Dört Mevsim Balkon Konforu r a l n a k e m l e Size öz YA PI & DE KOR ASYON Merkez: İstiklal Mh. Bağlar Cd. No5/A Serdivan / SAKARYA Tel&Fax: 0264 211 39 73 Şube: Çayiçi Mh. İstiklal Cd. No:7 Sapanca / SAKARYA Tel&Fax: 0264 582 62 60 www.akrayapi.com Mehmet KUZU BU ÇATIŞMALARIN HAKLI TARAFI OLMASI NEYE YARAR? Fitnenin hedefinde İslâm kardeşliği vardır. Bu kardeşlik kalıcı hasar alırsa ileriki zamanlarda yeni fitnelerin doğması için hazır tutulabilir. Kardeşliğin bir adım ilerisinde de ümmet bilincinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. İslâm’ın hedef tahtasına konulduğu bu ortamda ferdi olarak bizim tavrımız ne olmalıdır? İ slâm toplulukları farklı imtihanlardan geçiriliyor. Böyle olması İlâhî adâlet gereğidir. Zîra iman ettikten sonra insanların imtihana tabi tutulmadan başıboş bırakılmayacağı vahiyle bildirilmişti. Toplumsal imtihanın yaşandığı her şartlar altında da insanlar ferdî imtihanlarını olurlar. Büyük Kaderin şemsiyesi altında cüzi iradeyle de imtihana tabi tutuluyoruz demektir bu. Toplumsal fitnenin zuhur etmemesi için şüphesiz ki bizim teyak- 36 kuz hâlinde olmamız gerekiyor. Fitnenin çıkışında ve sürdürülmesindeki tavrımız, üstlendiğimiz rol, mesuliyetimizin ölçüsünü belirleyecektir. Ülkemizde iki güzide topluluğu karşı karşıya getiren, sosyal içerikli bu elem verici kutuplaşmanın bir “Murad-ı İlâhî” içerikli anlamı var. Bu İlâhî iradenin gerçekleşmesi esnasında, bizlerin takınacağı tutumla mü’minlik vasfını ne kadar yerine getirip getiremediğimizin değerlendirilmesi bizim için asıl önemli olan husustur. Nefis muhasebesi, içinde bulunduğumuz hâli görmemizi sağlamada gereklidir. Ölümü, ölüm sonrası hesabı bilinç düzeyinde tutarak, bulunduğumuz konumu değerlendirmemiz, fitne hareketlerinde, Allah(cc)’ın hoşnutluğuna uygun bir tavır içinde olup olmadığımızı bize gösterebilir. Fitne hareketlerinde genellikle akıl tutunması yaşanır. Bu durum vahyin anlaşılmasına engel olduğu gibi, çarpıtılarak, tevillerle fitnenin büyümesinde araç olarak kullanılabilir. Bunun için de samimi bir nefis muhasebesine ihtiyaç vardır. Ayrıca mutlaka vahyi hayata aktaran Efendimiz (sav)’in hayatı da bu anlamda incelenmeli. Sonra unutmamalı ki fitnede imtihana tabi tutulan insanların guruplara ayrılması, onların mü’minlik vasfını ortadan kaldırmaz. O guruplar içinde bu imtihandan yara alanlar, kaybedenler ve kazananlar çıkar. Hz. Ali (ra) dönemini iyi kavramak gerekir. Cemel ve Sıffın’ın her iki tarafında da sahabe vardır. Her gurup da kendine göre haklı gerekçelere sâhip olduğunu düşünmekteydi. Neticede o insanlar fitne ile imtihanda niyetleriyle, takındıkları tavırlarıyla ilgili hesabı vermek üzere âhirete intikal ettiler. Kendilerinden sonra gelecek nesillere örnekler bırakarak. İslâm toplumunun varlığı, uyum içerisinde faaliyet gösteren cemaatlerin varlığıyla kaimdir. İnsan organizması buna en güzel örnek olarak verilebilir. Nasıl ki vücudu meydana getiren organların uyumlu çalışması bünyenin sıhhatli olmasına işarettir, aynen bunun gibi cemaatlerin, toplum için yüklendikleri hizmeti hakkıyla yerine getirmeleri de milletin sıhhati için önemlidir. Bunlar kendilerine farklı hizmet alanı seçerler ve o alanda gayret sarf ederler. Her cemaat, farklı fıt- Her cemaat, farklı fıtratta yaratılan insanın, kendi fıtratına uygun hizmet yerini bulmasıyla oluşur. Hepsi birden İslâm toplumunun vahiyle inşa etmek istediği erdemli insanı ve toplumu oluşturmak için çabalarlar. ratta yaratılan insanın, kendi fıtratına uygun hizmet yerini bulmasıyla oluşur. Hepsi birden İslâm toplumunun vahiyle inşa etmek istediği erdemli insanı ve toplumu oluşturmak için çabalarlar. Bazen bu hizmet anlayışları arasında anlayış farklılıklarından dolayı çatışmalar da yaşanabilir. Bu çatışmaların te- melinde haset duygusunun etkisi olduğu gibi, dış etkilerle birlikte, nifak ehlinin de dahli bulunabilir. İslâm’ın intişarı döneminde, mezheplerin doğuşunda da böyle sancılar yaşandı. Zamanla taşlar yerine oturdu. Farklılıkların kendi sınırları içinde toplum için gerekli olduğu inancı yerleşti. Tasavvufun vahyin yorumuyla, insan yaşayışına bakış açısı, İslâm toplumuna değer katarken, fıkıh ve kelâmî görüşlerle ayrışması bile, her görüşün kendi kabulleri içinde değerlendirilmesiyle, çatışmanın ortaya çıkaracağı zarar önlendi. Bazı fikri guruplaşmalarda arkada bıraktıkları tatsız anılarla tarih sahifelerine gömüldü. Hulk-ul Kur’ân tartışmaları buna misaldir. Kur’ân mahlûktur, değildir çatışmasında nice kıymetli âlimler işkence gördü. Buhâri Hazretlerine bu soru soruldu. O da Kur’ân’ın geldiği kaynak itibarıyla mahlûk olmadığını, ancak kâğıda dökülmesiyle mahlûk olduğunu söyledi. Misafir kaldığı evi taşladılar. O şehirden onu kovdular. Kimlerdi bunlar. Avam denilen bilgiyi üreten değil tüketenler. Bugün bizler bu olayları hayretle okuyor, insanların kendi düşüncelerinde tercihlerine saygısızlığı anlayamıyoruz. Fitne ile imtihan olunuyoruz. Aynı idealler için yola çıkmış insanların geçmişte ortaya koydukları güzel birliktelikleri hem ülkenin demokratikleşmesinde, hem de kalkınmasında büyük rol oynadı. Cemaatlerin birbirlerinin hukukuna saygı göstermeleri, devletin milletiyle barışık olması, ülkemizde ve İslâm âleminde yeniden dirilişin ümitlerini yeşertti. 37 İşte ümmetin imtihanı da burada başladı. Evvela şunu bilmeliyiz ki, Allah’ın lütfettiği nimetlerin kıymeti bilinmez nankörlük yapılırsa, toplumsal ve ferdî imtihanın başlamasına davetiye çıkarılmış olunur. Şartların en ağır olduğu vakitlerde kenetleşenlerin, hangi sebeplerle olursa olsun rehâvetin girdabına kapılınca batmaları kaçınılmaz olur. Şimdi ise kardeşler birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Hem de insanî ve ahlâkî olmayan yollarla. Toplumu, propagandalarla guruplara bölenler bu bölünmeden rahatsızlık duymadıklarını söylemek mümkün değildir. İmtihan başladıktan sonrada zaman içinde öfkelerin alevlendirilmesiyle ülfet peyda oluyor. Kardeşlik hukuku unutuluyor. Münâfık ve kalbi hastalıklı olanların elinde, amaçlarına hizmet eden piyonlar hâline dönüşülüyor. Toplum parçalara ayrılıyor. Her gurup kendi gurubunu savunma adına hak üzere kendilerinin olduğunu söyleyerek, başkalarını ötekileştirip düşman gibi görmeye başlıyor. Her iki kutbun hangi gerekçelerle bu çatışmayı başlattıkları net değildir. İnsanlara gösterilen sebepler çoğu zaman maniple edilerek verilmektedir. Evveliyatla her insan kendini ait gördüğü yapılanmaya taraf olmaktadır. Bu yadırganacak bir şey de değildir. Ancak fitnenin doğurduğu körlük taassubunun gözlere taktığı at gözlüğü, haktan uzaklaşmaya sebebiyet vermektedir. Fitne, bazen topluma hizmet eden “âlimlere” yönelik hedef belirler. Böylelikle onların halk üzerindeki olumlu etkileri kırılmak istenir. Propaganda öyle etkili rol oynar ki bu dönemde, söylentilerle, kitaplarını okuyup fayda38 landığınız, ruh dünyanızın hak üzere olmasında vesile olan o çok sevdiğiniz, sevilen âlim, birden bire canavara dönüştürülmüştür. Taassubu bir tarafa bırakarak vahiy penceresinden bakan kimse “bu tanımlar benim tanıdığım âlimle örtüşmüyor” der. Bu tür fitne içerikli propagandaları yapanlar ve yayılmasına vesile olanlar bilmelidirler ki bu işin mânevî ağırlığı çok büyüktür. Fitnenin hedefinde devlet varsa çok daha büyük hassasiyet göstermek gerekir. Devletin idarî sorumluluğunu üstlenenlerin, şaibeye sebebiyet verecek davranışlardan uzak durması elbette önemlidir. Hata yapanlar olursa hukuk yoluyla hesaba çekilirler. Şahıslar veya guruplar kendilerini yargı yerine koyup, ülkenin istikrarını bozma hakkına da sâhip değillerdir. Hele kişilik hakları karşısında adâletten ayrılmamak, fitneye âlet olmamak için önemlidir. Unutulmamalı ki ülkenin kaybı içinde yaşayanların kaybı demektir. Hiçbir zümrenin bir diğerine zulmetme hakkı yoktur. Tehditler korku doğurur. Her korku da fitnenin ateşlenmesini sağlar. Bu husus taraflar için geçerli. Ümmet bu durumda tarafları adâletsizlikten, korku salmaktan vazgeçirmek için gayret sarf eder. Aşırılığa kaçanlara karşı da hakta birleşir. Fitnenin varlığı, ortaya çıkaracağı hasar ve sonlanması, insanların bu imtihanın asıl hedeflerini görmesiyle orantılı cehtlerine bağlıdır. Fitnenin hedefinde İslâm kardeşliği vardır. Bu kardeşlik kalıcı hasar alırsa ileriki zamanlarda yeni fitnelerin doğması için hazır tutulabilir. Kardeşliğin bir adım ilerisinde de ümmet bilincinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir. İslâm’ın hedef tahtasına konulduğu bu ortamda ferdi olarak bizim tavrımız ne olmalıdır? Evvela unutmamalıyız ki bir zaman sonra bu fitne son bulur. Cüz’i iradeleriyle imtihan olan bizler de âhiret hayatındaki hesapta “keşkelerle” baş başa kalırız. Onun için hangi tarafta olursak olalım hak bildiğimiz davayı savunurken dahi, söyleyeceğimiz her sözü tartarak söylemeliyiz. Sözlerimiz yeni bir fitnenin başlamasına veya alevlenmesine sebebiyet vermemeli. İman kardeşliğini zedeleyecek tavırlardan kaçınmalıyız. Bize ulaştırılan her haberin, şayianın yayıcısı olmamalı, araştırıp değerlendirmeden karar vermemeliyiz. Yazarlarımızın yazılarını değerlendirirken onların da bu imtihan içinde olduklarını unutmamalı. Öfkelerimizin bizi haksızlığa sürüklemesine müsaade etmemeli. Vahyin davetleri, bu imtihandaki kurtuluşumuzun reçetesi olduğunu bilmeli, hususiyle “Hucurat Sûresi”nin çağırılarına gönül kapımızı açmalıyız. Nefsimizin tahrikleri, nifak ehlinin gayretleri ve hasetçilerin çabaları sonucu hazırlanan at gözlüklerinin gözümüze takılmasına müsaade etmemeliyiz. “Murad-ı İlâhî” unutulmamalı, mü’mince tavırdan ve yaşayıştan uzaklaşmamalıdır. “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan dost olur.” (41/34 el-Fussilet) KUR’AN KURSU VE HİZMET BİNASI TÜKENMEYEN SERVET SADAKA-İ CARİYE “Kim iyi bir çığır açarsa, bununla amel edenlerin ecri kadar ecri, bu çığırı açan alır.” (Müslim, İbn-i Mâce.) YARDIMLARINIZ İÇİN KUVEYT TÜRK KATILIM BANKASI A.Ş. Adapazarı Şubesi (79) TL Iban TR73 0020 5000 0910 0142 5000 01 Adapazarı Şubesi (79) USD Iban TR89 0020 5000 0910 0142 5001 01 Adapazarı Şubesi (79) EUR Iban TR62 0020 5000 0910 0142 5001 02 TÜRKİYE HALK BANKASI A.Ş. Bosna Cad. Şubesi (1532) TL Iban TR68 0001 2001 5320 0016 1000 05 Bosna Cad. Şubesi (1532) USD Iban TR05 0001 2001 5320 0058 1000 05 Bosna Cad. Şubasi (1532) EUR Iban TR32 0001 2001 5320 0058 1000 04 İRTİBAT TELEFONLARI 0264 277 19 46 - 0533 244 95 43 - 0542 402 88 88 17 Ağustos Şehitliği yanı Serdivan / SAKARYA İstiklal Mah. Kirişhane Cad. No: 86 Serdivan / SAKARYA Tel: 0264 333 11 11 Gsm: 0555 849 34 06