ADOM e-bülten
Transkript
ADOM e-bülten
ADOM e-bülten Editörden ADOM e-bültenin 2. Sayısıyla, her zaman daha iyisini meydana getirme idealinden yola çıkarak siz okuyuculara daha iyi ve kaliteli bir çalışma sunmanın vermiş olduğu heyecanla karşınızdayız… Aramıza yeni katılan arkadaşlarımdan birisi de Yusuf Hüseyin Şahin karikatürlerini ile dergimize destek verecek ve ilerleyen sayılarımız için bir karikatür köşesi oluşturmanın çalışmasını yapıyoruz en kısa sürede bu köşemizi sizlerle buluşturacağız. Bu sayıda yeni birçok konuya değindik. Öncelikle ‘’Suriye İç Savaşına Genel Bakış’’ yazısı ile ekibimize yeni katılan Muhammed arkadaşım yanı başımızda meydana gelen Suriye iç savaşını sizler için kaleme aldı. ‘’Avrupa Birliği Ekspresinde Kıbrıs İstasyonu’’ yazısı ile Kıbrıs sorununu çok iyi analiz eden ve sizler için hazırlayan sevgili dostum Nuray Altındağ’ın yazısı yer almakta. Hemen ardından ‘’Grexit’’ yazısı ile Yunanistan ekonomik krizi değerlendirmesi ile sevgili arkadaşım Altuğ Çakmur’un yazısı bulunuyor. ‘’Avrupa Birliği ve Organları’’ yazısı ile Cengiz Han arkadaşım AB kurumlarını ve onun tabir ettiği şekilde AB’nin organlarını sizlere anlattı. Bu sayımızın Coğrafya kısmında Avrupa’daki Türkler yazısı ile İlknur arkadaşım sizlere Avrupa da yaşayan Türkler ve bundan 40-50 yıl evvel yaşanan göçler hakkında önemli noktalara değiniyor. ‘’Futbol Sadece Ne Zaman Futboldur?’’ yazısı ile Kamil arkadaşım EURO 2012’yi aynı zamanda bu tür turnuvaların ev sahibi ülkelere kazanımları ve meydana getirdiği gelişmeleri ele aldı. Portre köşemizde ‘’Gustave Flaubert’’i ele alan sevgili arkadaşım İsmail Aydoğdu yazarın hayatını sizler için iyi analiz ederek sunmaya çalıştı. Hemen ardından Üniversitemiz öğretim üyelerinden İktisat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. S.Rıdvan Karluk ile yapmış olduğumuz mülakatı sizlere sunacağız. Bir sonraki sayıda röportajın ikinci kısmını sizlere sunmaya devam edeceğiz. Kronoloji köşemizde bulunduğumuz ay içerisinde geçmişte meydana gelen önemli gelişmelerin bulunduğu keyifli bir köşemiz. Sevgili arkadaşlarım Büşra ve İlknur sizler için analiz edip güzel bir köşe oluşturdular. Her sayıda takım arkadaşlarımla beraber, elimizden geldiğince yeni fikirler ve yeni projeler ile ADOM e-bülten’i daha da farklı bir boyuta taşıyacak, sizlere en güzelini sunacağız. Bu sayıda bizlere yeni katılan arkadaşlarımız olduğu görmektesiniz. Ekibimiz gün geçtikçe daha kalabalıklaşıyor ve sizlere en iyiyi sunmak için arkadaşlarım ile yoğun olarak çalışıyoruz. Öncelikle Sayın Hocam Özgür TONUS’a destekleri için tekrar tekrar teşekkürlerimi sunuyorum. Ekip arkadaşlarımın hepsine tek tek ve tekrar tekrar teşekkür ediyorum. Teknik aşamada desteklerini aldığım Arif Yılmaz, Doğuş Küçük ve Sinan Akyazı’ya da sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. ADOM e-bülten amatör bir ruhla, gönüllülerin ortak girişimiyle oluşmuştur. Bu projeye destek vermek isteyen, katkı sağlayabilecek tüm üniversite öğrencilerine ADOM e-bülten'in kapısı açıktır. Bizimle iletişime geçmenizi bekliyoruz. Fatih GÖKYILDIZ BU SAYIDA Sayfa No: SURİYE İÇ SAVAŞINA GENEL BAKIŞ ......................... 3 AB EKSPRESİ’NDE KIBRIS İSTASYONU..................... 5 GREXIT .................................................................... 8 AVRUPA BİRLİĞİ VE ORGANLARI ............................ 9 AVRUPA’DAKİ TÜRKLER........................................ 12 FUTBOL NE ZAMAN SADECE FUTBOLDUR?.......... 15 GUSTAVE FLAUBERT............................................. 17 RÖPORTAJ: PROF. DR. S. Rıdvan Karluk ............... 21 KRONOLOJİ ........................................................... 24 1 ADOM e-bülten Dergi Editörü & ADOM Müdürlüğü Asistanı Dergi Genel Yayın Yönetmeni & ADOM Müdürü Fatih GÖKYILDIZ Doç. Dr. Özgür TONUS Uluslar arası İlişkiler 2. Sınıf Öğrencisi Altuğ ÇAKMUR Nuray ALTINDAĞ Osmangazi Üniversitesi Bahçeşehir Üniversitesi Uluslar arası İlişkiler Ekonomi Bölümü Arş. Görevlisi 4. Sınıf Öğrencisi İsmail AYDOĞDU Büşra KARATAŞ Anadolu Üniversitesi Sakarya Üniversitesi İng. İktisat Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi Türkçe Öğretmenliği Bölümü 3.Sınıf Öğrencisi İlknur PİŞKİN CENGİZ HAN AKSU Anadolu Üniversitesi Marmara Üniversitesi İng. İktisat Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi Hukuk Bölümü 4. Sınıf Öğrencisi Kamil ÖZKASAP M. Mücahid DALKILIÇ Anadolu Üniversitesi Selçuk Üniversitesi İktisat Bölümü 4.Sınıf Öğrencisi Uluslararası ilişkiler 3.Sınıf Öğrencisi Sinan AKYAZI Yusuf Hüseyin ŞAHİN İstanbul Teknik Üniversitesi Dergi Kapak Tasarımı Bilgisayar Mühendisliği 2.Sınıf Öğrencisi "Bültenimizde yer alan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir, ADOM açısından bağlayıcılığı yoktur." 2 ADOM e-bülten SURİYE İÇ SAVAŞINA GENEL BAKIŞ Suriye’de meydana gelen olaylara Arap Baharının bir parçası olarak bakacak olursak ortada bulunan tabloyu daha net bir şekilde görebiliriz. Öncelikle Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da gerçekleşen devrimler Suriyeli muhalifler için bir ilham kaynağı niteliğindeydi. Önce Zeynel Abidin Bin Ali sonra Hüsnü Mübarek son olarak da Muammer Kaddafi’nin uzun yıllar hâkim oldukları topraklar üzerindeki meşruiyetlerini bir bir kaybetmeleri Suriye’de yaşayan, özgürlüğe ve demokrasiye özlem duyan muhaliflerin içinde bir kıvılcım etkisi yaratmıştı. Daha önce gerçekleşmiş bir örnek olay tabiî ki de daha sonra meydana gelecek olaylar için bir ışık olmuştur. Bir tarafta, yaptıkları muhalefet sebebiyle Beşşar Esed tarafından hain ilan edilen muhalifler, diğer tarafta ise kendisine yapılan muhalif hareketlere karşı kendi halkına eziyet edebilen, iktidarı bırakmaya niyeti olmayan Beşşar Esed yer alıyordu. Suriye böylesine kanlı bir savaşın içine girerken, muhalifler 2011 yılının yaz aylarında Özgür Suriye Ordusunu(ÖSO) kurdular. Bölgede çatışma devam ederken uluslararası kamuoyu tabiî ki olup bitenlere göz yummadı. Bu çerçevede Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi toplandı ve Beşşar Esed’in görevden çekilerek yetkilerini yardımcısına bırakması çağrısında bulunulan tasarı oylamaya sunuldu. 15 üye devletin oylamasına sunulan tasarıya 13 evet oyu çıkmıştır. Ancak Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin aleyhte oy kullanmaları ve bahsi geçen üye ülkelerin veto etme hakları gereği tasarı geçmemiştir. 15 Mart 2011’de Suriyeli muhaliflerin ayaklanmaları, eylem yapmaları, gerçekleşen toplu yürüyüşler ile Suriye’de artık muhalifler isteklerini dile getirmişlerdi. Muhalifler baskıcı Baas rejimini devirmek ve yerine daha demokratik daha özgürlükçü niteliklere sahip bir sistem istiyorlardı. Ancak Beşşar Esed tüm bu isteklere kulaklarını kapadı. Hatta ilk başlarda gerekli reformları yapacağını söyleyerek Türkiye’yi ve Avrupa’yı biraz olsun bu işin dışında tutmak istedi. Ancak pratikte Beşşar Esed söylediği reform hareketlerinden hiçbirini yapmadı. Hatta muhaliflerin etkisi giderek artınca bu muhalif hareketlerin dış kaynaklı olduğunu, yapılan eylemlerin arkasında emperyal güçlerin olduğunu, kendisi ülkede halkın refah seviyesini yükseltmek için reform yaptıkça ülkede terör eylemlerinin arttığını ifade eden birçok demeç verdi. Bu sayede Uluslararası kamuoyuna, halkına, haklı olduğunu ispat etmeye çalışıyordu. Beşşar Esed ayaklanmaları bastırmak için tanklar ve keskin nişancılar kullanmaya başladı. Suriye artık resmen bir iç savaşa girmişti. Uluslararası alanda bu gelişmeler yaşanırken, Suriye’de gerilim git gide tırmanıyor ve günde yüzlerce binlerce masum sivil hayatlarını kaybediyorlardı. Büyük devletlerin Suriye meselesi konusunda çıkarlarının uyuşmaması bu konuda bir karar alınmasını geciktiriyor ve bu durum da içeride meşruiyetini devam ettirmek isteyen Beşşar Esed’in vahşetinin artmasına sebep oluyordu. Yaşlıların, çocukların, masum insanların katledilmesi, insan hakları ihlalinin olması nedeniyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Suriye rejimine yaptırım kararı almak için toplandı. Ancak Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti yine veto haklarını kullanmış ve uluslararası sistemde Beşşar Esed’i doğrudan destekleyici görünmeseler de kullandıkları veto haklarıyla Esed rejiminin yanında imajı sergilemişlerdir. 3 ADOM e-bülten Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde 5 daimi üyenin bulunması, bu beş daimi üyenin veto hakkının bulunması ve bu beş devletten en az birinin menfaatine olmayan durumlarda karar alınamaması BM gibi güçlü bir örgütün çok önemli olaylarda bazen eylemsiz kalmasına neden oluyordu. Uluslararası kamuoyu nezdinde olan son gelişme ise; Suriye’nin, Türkiye’nin F4 savaş uçağını düşürmesiyle(Haziran 2012) NATO’nun olağanüstü toplanması ve çok sert şekilde olayı kınamasıdır. Suriye’nin Türk uçağını düşürmesi olayı ile zaten gergin olan Suriye-Türkiye ilişkileri iyice kriz seviyesine yükselmiştir. Bu konuya ayrıntısıyla girmemekle beraber, yaşanan bu talihsiz olayı iki ülke açısından değerlendirmekte fayda var. Öncelikle şu konunun altını çizmemizde yarar var: Suriye, Türkiye’nin F4 savaş uçağını düşürerek o bölgede yeni bir krizin başlamasına sebebiyet verdi. Suriye’nin içinde başlayan karışıklıklar insan hakları ihlalleri olduğu için tüm dünyayı ilgilendirir bir hal almaya başlamıştı zaten. Bunun üzerine ek olarak Suriye’nin savaş uçağımızı düşürmesi iki ülkeyi karşı karşıya getirmiş oldu. İç karmaşa yaşayan Suriye bir de dış savaşla burun buruna gelmişti. Ortamın hala yumuşadığını söylemek mümkün değil ancak olayın sıcaklığı biraz olsun geçtiği için her kafadan bir ses çıkmıyor. Türkiye, bu konudaki duruşunu, tavrını net olarak ortaya koydu diyebiliriz. birine destek veren birçok muhalif grup da Suriye’de mevcuttur. Muhaliflerin ortak yönü ise Esed karşıtı olmaları ve Esed’in devrilmesini istemeleridir. Muhalif hareketlerinin tam bir dayanışma içinde olduğunu söyleyemeyiz hatta bunun tersine her muhalif hareketi kendi bölgesini oluşturup o bölgeye sahip olma düşüncesi içerisine girmiştir. Günler ilerledikçe olaylar girift bir hal almakta ve çözümden uzaklaşılmaktadır. Beşşar Esed, kendisini istemeyen halka terörist muamelesi yaptıkça, BM’de çıkar anlaşmazlığı yüzünden karar alınamadıkça çözüm bulunması mümkün görünmemektedir. Türkiye’nin hali hazırda devam eden olaylar için tavrı ise çok önemli hal almıştır. Suriye iç savaşında birçok karmaşık olay meydana gelirken yüzlerce spekülasyon ortaya atılmaktadır. Türkiye bölgede sakin tavrını korumalı, barışı, huzuru tesis edici büyük devlet yönünü ortaya çıkarmalıdır. Son dönemlerde sıkça dile getirilen ‘bölgesel güç’ kavramını somut hale getirmek için bölgede daha da fazla etkin olmalıdır. Yapılmaması gereken çok önemli bir hususu da belirtmek gerekir: Hükümetler değişir, yöneticiler değişir ama halk aynen varlığını sürdürür. Türkiye Cumhuriyeti bölgede, uluslararası hukuk çerçevesinde Suriye halkının güvenliğini sağlayıcı önlemler almalı, halkla ters düşmemelidir. Türkiye’ye yerleşen mültecilere gösterilen hassasiyet devam ettirilmelidir. Suriye’deki muhalif hareketleri incelemeye kalktığımızda karşımıza 3 tür muhalefet hareketinin çıktığını görebiliriz. M. Mücahid DALKILIÇ 1. Sadece rejimi devirip demokratik sistem inşa etmek isteyen muhalifler 2. Aşırı İslamcı, şeriat düzenini isteyen muhalifler 3. Özgürlük isteyen Kürt muhalifler Yukarıda bahsetmiş olduğum muhalif hareketleri dışında veya da dolaylı olarak bu hareketlerden 4 ADOM e-bülten AVRUPA BİRLİĞİ EKSPRESİ’NDE KIBRIS İSTASYONU Kıbrıs Sorunu zaman içinde farklı dönemlerde soruna farklı aktörlerin dâhil olması ile zaman zaman boyut değiştiren ve kapsamlı çözümlerin bile tarafların uzun süredir gösterdiği direnci kırmakta yetersiz kaldığı bir hale bürünmüştür. Sürecin uzaması ve dolayısıyla giderek karmaşıklaşan yapısı, soruna doğrudan taraf olan Türk ve Rum iradelerinin dışında, uluslararası aktörlerin de bu süreçte etkin rol oynamasına sebep olmuştur. 90’lı yıllardan sonra gerçekleşen kısmına yer verilecektir. Kıbrıs, Türkiye ve Avrupa Birliği üçgeninde, ele aldığımız dönem içerisindeki ilk kilometre taşını, Temmuz 1990’da Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm Kıbrıs adına AB’ye üyelik için başvurusu olarak kabul edebiliriz. Başvuru sonrasında -BM’nin ve Türk tarafının uyarılarına ve başvurunun hukuksal açıdan uygunsuzluğuna rağmen- topluluğun 11 Eylül 1990’da bu başvurunun normal süreç içinde değerlendirilmesi kararı ve sonrasında üyelik müzakerelerinin başlaması, üyelik için aranan Kopenhag Kriterleri’yle tam olarak uyum sağlamamaktadır. Bu sonuç ise söz konusu sürecin ilk çarpıcı özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Haziran 1993’te AB’nin, Kıbrıs’ın tam üyelik için gerekli şartları taşıdığını belirten görüşünü yayınlamasının ardından, 24 Şubat 1997’ye gelindiğinde, üyeliğin gerçekleşebilmesi için adada önce siyasi bir çözümün şart olduğunu, görüşmelere Türklerin de katılması gerektiğini belirtmesi Kıbrıs’ın üyeliğine ilişkin bu zamana kadar göstermiş olduğu tavrını değiştirdiğini ortaya koymuştur. 1997’de yayınlanan Lüksemburg Sonuç Bildirgesi ile Kıbrıs sorununun 2003 yılına dek çözülmemesi durumunda Rum yönetiminin Kıbrıs adına üye olabileceğinin ve üyeliğinin 2004 yılında kabul edileceğinin açıklanması, Kıbrıs’taki çözümsüzlüğü daha da arttırmış ve AB’nin bu yaklaşımı uluslararası anlaşmaları ihlal ettiğini de kanıtlamıştır. Kıbrıs sorunu, genel olarak Türkiye ile AB arasında 90’lı yılların sonlarında siyasi bir sorun haline gelirken, Rum yönetiminin tam üye olması sonrasında, Türkiye’nin üyeliği için bir ön koşul niteliğine bürünmesiyle AB üyelik sürecinin bir anlamda kilitlenmesine sebep olmuştur. Gelişmelerin sonuçları her basamakta derin etkiler doğurarak Türkiye’nin BM ve AB ile olan ilişkilerindeki manevralarına da yön vererek, Türk dış politikasını hem ikili hem de kolektif ilişkiler boyutunda etkileyen sonuçları da beraberinde getirmiştir. Genel olarak 1974 sonrası dönemde gündeme gelen öneriler, birbirlerinin devamı gibidir ve önerilerin hiç biri üzerinde taraflar arasında tam bir kabulü içeren uzlaşma olmamıştır. Ayrıca, farklı etkenler de sorunun çözümsüzlüğünün urlaşmasına sebep olmuştur. Konunun tarihsel boyutu çok geniş olduğu için bu çalışmada sadece dönüm noktası olarak değerlendirilebilecek ve Türkiye-AB ilişkilerini etkileyen en temel unsurların Lüksemburg Kararlarını bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, zaten AB’den dışlanmış bir Türkiye’nin, bir de birlikle olan siyasal diyaloğunu kesmesi, AB’nin Türkiye’ye karşı kullanabileceği kozlarının bütünüyle elinden alınması ve çıkarları doğrultusunda hareket edebileceği alanının da 5 ADOM e-bülten kısıtlanması anlamına geldiği için büyük bir hata olduğu sonucuna ulaşmamız mümkündür. Zira durumun gidişatı hakkında doğru öngörüde bulunan Almanya, Hollanda, İtalya ve Fransa ortak bir deklarasyonla, bölünmüş bir Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliğinin ciddi problemler meydana getireceğine vurgu yaparak, soruna çözüm bulunana dek bu üyeliğe taraftar olmadıklarını belirtmişlerdir. ilişkileri zorlamak ve kendi çıkarları doğrultusunda sorunu araçsallaştırmak istediği de aşikârdır. AB Komisyonu’nun 7 Kasım 2000’de açıkladığı ve Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecindeki “yol haritasını” çizen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde (KOB) yer alan kısa vadeli öncelikler bölümünde Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin kısıtlayıcı ifadeler Türkiye-AB arasında büyük bir krize neden olmuş ve Türk siyasileri tarafından sert bir tepkiyle karşılanmıştır. Türkiye-AB ilişkileri nezdinde Kıbrıs sorununun siyasi bir kriter olduğunun ifade edilmesi ve dolayısıyla ilişkilerin Kıbrıs’a endekslenmeye çalışılması son derece dikkat çekici ve endişe uyandırıcı bir etki yaratmıştır. 2002 yılında Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ne girmesine kalan süre azaldığı için yaşanan diplomasi trafiği hız kazanmış, sonraki süreç ise Annan Planı ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye üye olması ile devam etmiştir. Nisan 2003’te GKRY’nin AB’ye Katılım Antlaşması’nın Türklerin uyarılarına rağmen imzalanmasıyla GKRY’ni çözüme teşvik edebilecek önemli bir unsur yitirilmiştir. Aynı zamanda BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde Annan Planı’ndan yararlanarak kapsamlı bir çözüme ulaşılması maksadıyla müzakerelere devam etmeleri istenmiş, bu talebe karşı Türklerin olumlu ve çözüm odaklı tavrı neticesinde, yapılan New York görüşmeleri başarılı geçmiştir. Müzakerelerin ardından son haline kavuşan planın Türk toplumu tarafından kabulüne rağmen, referandum öncesinde Rum liderlerce yürütülen ‘’hayır kampanyaları’’nın da etkisiyle Rum kesimi tarafından kabul edilmemiştir. Böylelikle AB ve BM dahil olmak üzere tüm uluslararası arenanın arkasında durduğu çözüm önerisi de bir sonuca bağlanamamıştır. Kıbrıs ile birlikte dokuz yeni üyenin AB’ye katılmasından sonra, Türkiye Mayıs 2004’te diğer üye devletleri Gümrük Birliği Kararı’na dahil etmesine rağmen Kıbrıs’ı hariçte tuttuğunu ilan edince şiddetli baskılara maruz kalmış ve neticede Kıbrıs’ı da birliğe dahil etmek AB’nin 10-11 Aralık 1999’da yaptığı Türkiye’nin AB ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası olan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyelik için adaylığı resmi olarak kabul edilmiş, zirvenin sonuç belgesinde genişleme sürecindeki Türkiye’nin konumu ve Kıbrıs sorunuyla ilgili özel maddelere de yer verilmiştir. Üyelik için şart koşulan Kopenhang ve Maastrich Kriterleri’nin hayata geçirilmesini, Türkiye’nin çağdaşlaşma ülküsü bakımından değerlendirildiğimizde, pozitif yönde ivme kazandırıcı etkilere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak sınır sorunlarına dair Kıbrıs’a yapılan atıfta, Yunanistan’ın Türkiye ile olan 6 ADOM e-bülten zorunda kalmıştır. Böylelikle Kıbrıs sorunu Yunanistan ve Türkiye’nin ikili ilişkilerindeki sorun olmaktan çıkmış ve doğrudan AB-Türkiye sorunu haline gelmiştir. durumu bozmaya yönelik her girişimi engellemeye çalışması bu perspektifle incelenmelidir. GKRY’nin uzlaşmaz tutumunu ortadan kaldırmanın tek yolu barış anlaşmasıyla ilgili çalışmalara devam ederken kararlı bir şekilde KKTC’nin tanınması yönündeki girişimlere ağırlık vermekten geçmektedir. Tam üyelik başvurusunun kabulü durumuna günümüz şartlarıyla bakarsak; genişleyen AB içerisinde Türkiye ile sorunları olan iki üye ülkenin varlığı, getirilen kriterlerle beraber, Türkiye açısından sürekli veto engelinin nasıl aşılacağı sorunsalını göz önünde tutmayı gerektirmekte; dolayısıyla, Türkiye’nin manevra alanını sınırlandırmaktadır. Durum AB’nin diğer üyeleri için de sorun oluşturmaktadır. Türkiye’nin AB’ye üyeliği sonrasında yaratacağı katkıyı değerlendirebilen üyeler için küçük bir üye devletin sürekli olarak sorun çıkarması ve Birliğin işleyişini sekteye uğratması istenen bir durum değildir. Diğer yandan, Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan devletler içinse aynı durum bir avantaj olarak kabul edilmekte; Türkiye üzerinde baskı yaratılması ve üyeliğin önünde sürekli bir engel oluşturulması fırsatı olarak değerlendirilmektedir. KKTC ile GKRY arasında kalıcı ve adil bir barış anlaşması tesis etmek için mevcut statükonun değiştirilmesine yönelik yeni bir strateji belirlenmesi gerekmektedir. Bu strateji oluşturulurken adada ulaşılacak kapsamlı çözümün sürdürülebilir olması birinci öncelik olmalıdır. Dolayısıyla, çözümün devamı için garantör tarafların da önemli bir rol oynayabileceği, ayrıca Yunanistan’ın ve genel olarak AB’nin içerisinde bulunduğu ekonomik kriz göz önüne alındığında, bu aktörler için Kıbrıs konusunun ikinci planda kalması sebebiyle özellikle Türkiye’nin ön planda yer alabileceğini de öne sürülebiliriz. Bunların yanı sıra Birleşmiş Milletlerin de kısıtlı bir rol oynadığı göz önüne alındığında, sorunun çözümü uzun vadede Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde daha etkin ve güçlü roller üstlenmesini de beraberinde getirebilir. Böylece, Türkiye’nin bölgesel gücü ve etkisi artabilir. Aynı zamanda Türkiye ile AB arasında sürmekte olan müzakere sürecinde yaşanan sorunların ortadan kaldırılmasına ve ilişkilerin daha hızlı ilerlemesine katkı sağlanabilir. Sorun çözüldüğü takdirde hızlanan AB süreci ile dış politikada da eksen kayması tartışmalarının önüne geçilerek komşuları ile sıfır sorun politikası izleyen ve bölgesinde etkin güç olmak isteyen Türkiye’nin yönünün halen Batı olduğu ve AB üyelik hedefinden vazgeçilmediği dünyaya kanıtlanmış olacaktır. Sorunun çözülmemesi durumunda ise Türkiye’nin üyelik sürecinin çıkmaza girmesi muhtemeldir. Soruna ABD perspektifiyle bakarsak; Irak’taki gelişmeler ve İran’la yaşanılan problemlerden dolayı Türkiye ile olan ilişkiler gün geçtikçe önem kazanmaya devam etmektedir. Dolayısıyla ABD, Kıbrıs yüzünden Türkiye’yle problem yaşamak istememekte ve sorunun tıpkı Türkiye’nin yaptığı gibi BM çerçevesinde ele alınması gerektiğini savunmaktadır. Diğer taraftan ABD’nin Kıbrıs’a olan hassasiyeti, daha çok 11 Eylül saldırılarıyla gündeme gelen politikasında Orta Doğu’ya müdahale için stratejik öneme sahip olan Kıbrıs’ta istikrarın sağlanması üzerinedir. Rum Kesimi AB üyesi olduktan sonra yaşanan süreç bize açık bir şekilde göstermektedir ki; Kıbrıs’taki mevcut statüko GKRY’nin lehinedir ve NURAY ALTINDAĞ 7 ADOM e-bülten GREXIT Avrupa’daki mevcut krizi dile getirince hemen herkes tarafından “Günah Keçisi” ilan edilmiş Yunanistan’ın içsel politik çatışmaları ve kemer sıkma politikaları bir yana dursun; bu yazımda Eurozone’dan çıkış yapması nasıl olacak ve ne gibi sonuçlar ortaya çıkacak sorularına cevaplar vermeye çalışacağım. çıkışlarının bu gayri resmi oranı daha da arttıracağını tahmin etmekteler. Güvensiz kur hepimizin öngöreceği üzere daha da değer kaybedecektir. Aslında bu kısa dönemde kabus gibi görülse de uzun dönemde Marshall – Lerner koşulu dediğimiz ticaret dengesinin iyileştirilmesini sağlayacaktır. Değersiz kur ithalatı dizginlerken ihracatı canlandıracak ve ülkeye uzun dönemde pozitif getiriler sağlayacaktır. Sözün özü Yunanistan açısından kara bulutların arasında süzülen tek ışık uzmesi de ticari dengenin sağlanması ihtimalidir ancak politik stabilitenin de çok önemli bir faktör olduğunu hatırlatmakta fayda var. Katı iktisat kuralları ne derse desin ekstrem durumlarda beklenmedik sonuçların doğduğu her kriz ortamında gözlemlenmiştir. Grexit olarak adlandırılan Yunanistan’ın Eurozone’dan çıkma işlemi (Grexit: Greece – Yunanistan, Exit – Çıkış kelimelerinin birleşimi) sadece Yunanistan’ı değil tüm AB’yi ilgilendiren ve geniş bir ölçekte ekonomik dalgalanmalara neden olabilecek bir durum olma özelliğini taşıyor. Peki Yunanistan Euro’dan önceki para birimi olan Drahmi’ye nasıl dönecek? Öncelikle yeni Drahmi için çıkarılacak bir kanun ile yeni bir kur belirlenmesi lazım. Böylece ülke içinde bulunan finansal varlıkların yeni para birimi üzerinden değerlerinin hesaplanması işlemine geçilecek. Bu noktada öngörülen en büyük sıkıntı Yunanistan’dan büyük miktarlarda kapitalin çıkması. Bu çıkışın engellenmesi için olası kanunlar çıkarılması da öngörülmesine rağmen AB hukuk kurallarınca sermaye ve işçi hareketliliğine üye ülkelerce kısıtlama getirilememekte. Yunanistan zaten son bir yılda büyük miktarda sermaye çıkışlarını yaşamakta ve olası Drahmi’ye geçiş süreci bu konuda daha da sıkıntıya yol açacak izlemini veriyor. Aşağıdaki grafikte krizden en çok etkilenen AB ülkelerinin son bir yıllık sermaye hareketliliği gösterilmektedir. Yunanistan’ın diğer ülkelere oranla daha çok sıkıntı çektiğini açıkça gözlemleyebiliyoruz. Benim şahsi fikrim Yunanistan’ın sıkı bir kemer sıkma paketi geçirmesi ve Eurozone’da kalması gerektiği yönünde keza uzun dönemde pozitif dönüşler almak için birkaç yıl boyunca ekonomide çok büyük sıkıntılar çekmek pek de rasyonel bir eylem olamaz. Türkiye 2001 krizi sonrasında IMF’den aldığı krediler ve stand by programı ile mali disiplin getirebilmesine rağmen programın ilk iki yılı boyunca hayli sıkıntılı günler geçirmek zorunda kaldı. Bu noktada Yunanistan’ın AB fonları ile desteklenmesi imkanı varken Türkiye’nin böyle Bir sonraki adımda olası başka bir konu da güvenilmeyen bu yeni Drahmi’nin kara piyasa yaratması. An itibari ile vergiden kaçmak için resmileştirilmeyen istihdam oranının tüm istihdamın %25’i olduğunu tahmin eden otoriteler, güvensiz kur ortamı ve büyük miktardaki sermaye 8 ADOM e-bülten bir şansı yoktu. AB gibi büyük bir medeniyet projesi kapsamında merkantilist siyasi ve iktisadi düşüncelerle kredibilitesini hayli kaybeden Yunanistan için; hala iş işten geçmemişken, sirtakiyi bırakıp realistik politikalara dönme imkanı var. Yunanistan’ın bir an önce; AB’ye düşman kesilip devlet bütçesini halkına dağıtan liderlerin, Yunan halkına iyilik değil kötülük ettiğinin farkına varması gerekmektedir. Uzlaşmacı ve ılımlı bir lider ile bu krizin aşılması mümkündür fakat mevcut tablo ne yazık ki pek de umut verici değil. Altuğ ÇAKMUR AVRUPA BİRLİĞİ VE ORGANLARI 1) Genel Olarak Avrupa Birliği ya da kısaca AB 1992 yılında Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile kurulmuştur. Aslında bu antlaşma ile tamamen yeni bir örgüt kurulmamış, var olan Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun görev ve sorumluluk alanı genişletilmiştir. Avrupa Birliği’nin devamı niteliğinde olduğu Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kökenleri ise 2.Dünya Savaşı sonrasına dayanır. Aşırı milliyetçiliğin yol açtığı dünya savaşlarından bunalan Avrupa yeniden kalkınma düşüncesiyle işbirliği yoluna gitmiş ve bunun sonucunda da Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun temelleri atılmıştır. Bugün 27 üyesi bulunan Avrupa Birliği yaklaşık 500 milyonluk nüfusuyla siyasi ve ekonomik anlamda dünyanın en etkili uluslararası örgütlerinden biridir. Temel amacı üyesi olan 27 devletin siyasi, ekonomik ve sosyal gelişimin sağlanması ve Avrupa halkı arasında birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır. hukukunun uygulanması gerekir. Bu bağlayıcılık Avrupa Birliği hukukunun temelini oluşturmaktadır ve bağlayıcılığın kabul edilmesi Avrupa Birliğine girmenin temel şartlarından biridir. 3) Yönetim Avrupa Birliği hedeflerine ulaşmak için hukuki, siyasi, ekonomik, sosyal vs. faaliyetlerde bulunur. Bu faaliyetleri çeşitli kurumaları aracılığıyla yerine getirir. Avrupa Birliği Antlaşması’nın 13. maddesine göre başlıca Avrupa Birliği kurumları: Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği Konseyi, Avrupa Birliği Zirvesi, Avrupa Birliği Adalet Divanı, Avrupa Birliği Sayıştayı, Avrupa Birliği Merkez Bankası ve diğer kurum ve organlar. a) Avrupa Parlamentosu Doğrudan halk tarafından seçilen organdır. Birliğe üye devletlerin vatandaşlarının haklarını ve görüşlerini temsil eder. Yasama yetkisi Konseyle birlikte Parlamentoya aittir. Bir hukuki düzenlemenin kabul edilmesi hem Parlamento’nun hem de Konsey’in izni ile mümkün olur. Bazı konularda ise danışma organı niteliğindedir. Diğer bir önemli yetkisi ise siyasi denetimdir. Komisyona yazılı ve sözlü soru sorma, soruşturma komiteleri kurma gibi siyasi yollarla Komisyonu denetler. Genel kurul Strasbourg’ta 2) Avrupa Birliği Hukuku Avrupa Birliği çeşitli yasal düzenlemeler üzerinde ayakta durmaktadır. Bu yasal düzenlemeler çeşitli siyasi ve ekonomik gelişmeler de dikkate alınarak sürekli güncellenmekte ve üye devletleri ve yurttaşları doğrudan etkilemektedir. Buna doğrudan etki kuralı denir. Üye ülkeler kurumlarında Avrupa Birliği Hukukuna göre hareket eder. Üye devletlerin yasalarında yer alan bir hüküm ile Avrupa Birliği hukukunda yer alan bir hükmün çelişmesi halinde Avrupa Birliği 9 ADOM e-bülten toplanır. sağlanır. Asıl amaç ekonomik birliğin ve kalkınmanın sağlanmasıdır. Bu vazifesi nedeniyle ekonomik konularda üye devletler ve birliğin diğer organları üzerinde denetim yetkisine sahiptir. Diğer bir önemli vazifesi ise bütçe ile ilgilidir. Komisyon tarafından gönderilen bütçe ön tasarısının tasarı haline gelebilmesi için Konseyin onayına ihtiyaç vardır. Başkanlık 18 aylık dönemde üç ülke tarafından yürütülür. Lizbon Antlaşması çerçevesinde kararlar kural olarak nitelikli çoğunlukla alınır. İstisna olarak ise basit oy ve oy birliği usulüne başvurulur. b) Avrupa Komisyonu Tam adı Avrupa Toplulukları Komisyonu’dur. Avrupa Birliği politikasının düzenleyicisidir. Birliğin yürütme organıdır. Avrupa Parlamentosu’na ve Avrupa Konseyi’ne mevzuat önerileri hazırlar ve sunar. Aynı zamanda bu organlarca hazırlanan program ve bütçeleri uygular. Avrupa Birliği Hukuku’nun uygulanmasını Avrupa Birliği Adalet Divanı ile sağlar. Uluslararası alanda Birliğin temsilciliğini üstlenir. d) Avrupa Birliği Zirvesi Avrupa Birliği Liderler Zirvesi. Üye devletlerin başbakanları veya devlet başkanları ile AB Zirve Başkanı ve Avrupa Komisyonu Başkanının katılımı ile oluşan Avrupa Birliği’nin en yüksek kurumudur. Yasama ve yürütme yetkisi yoktur ancak birlik ile ilgi önemli konular görüşülür. Bu nedenle her ne kadar yasama ve yürütme yetkisi olmasa da gerek üst düzey yöneticilerin katılması gerek görüşülen konuların önemi nedeniyle Avrupa Birliği’nin motor gücü denilebilir. Avrupa Birliği’nin ekonomik ve sosyal gelişimi ile üye devletlerin bütünlüğü ile ilgili konular görüşülür. Birliğin orta ve uzun vadeli politikası belirlenir. Zirve yılda en az 4 defa Brüksel’de toplanır. Zirve başkanı 2,5 yılığına üye devletler tarafından atanır. Her devletten bir temsilcinin yer aldığı 27 üyesi vardır. Başkanı Avrupa Birliği Zirvesi tarafından belirlenir. Ataması ise Avrupa Parlamentosu tarafından yapılır. Başkanla birlikte, başkanın üye devletlerin göstereceği adaylar arasından seçeceği Komisyon komiserlerinin de Avrupa Parlamentosu’nun onayını alması gerekir. Komiserler üye devletlerden birinin vatandaşı olmasına rağmen ülkesinin değil birliğin menfaatlerini ön planda tutmalıdırlar. Komisyon bağımsız çalışır. Hiçbir kurum veya devletten talimat almazlar. Komisyonun merkezi Brüksel’dir. e) Avrupa Birliği Adalet Divanı Avrupa Birliği’nin yargı organıdır. Birliğin bünyesi içinde yer alan en yüksek mahkemedir. AB mevzuatının tüm üye devletlerde aynı şekilde uygulanmasını ve yorumlanmasını sağlamakla görevlidir. Yetkisi Birlik tasarruflarının yorumlanması ile sınırlı olup ulusal anlaşmazlıklarla ilgili karar verme yetkisi yoktur. AB hukukundan kaynaklanan davalara bakmaya yetkilidir. Bunlar üye devletlerin ve AB organlarının AB hukukuna uyup uymadığının denetlenmesidir. Ayrıca ulusal mahkemelerde görülmekte olan davaların çözüme bağlanması için gerekli olduğunda AB hukukunun c) Avrupa Birliği Konseyi Üye ülkelerin bakanlık düzeyinde temsil edildiği organdır. Avrupa Parlamentosu ile birlikte yasama yetkisini kullanır. Konseyin toplantılarına görüşülecek konu doğrultusunda üye devletin ilgili bakanı katılır. Konsey üye devletlerin menfaatlerinin temsil edildiği organdır. Üye devletlerin ekonomi politikaları arasındaki uyum 10 ADOM e-bülten yorumlanmasıdır. Lüksemburg’da faaliyet göstermektedir. Divan, her üye devletten bir yargıçtan, Genel Mahkeme ise yine her üye devletten en az bir yargıç olmak üzere 27 yargıçtan oluşur. tek yetkilidir. Merkezi Frankfurt’tadır. Karar alma organları Yürütme Kurulu, Yönetim Kurulu ve Genel Kurul’dur. h) Diğer Kurum ve Organlar AB Antlaşması’nın 13. maddesinde belirtilen organlar dışında pek çok kurum, organ ve ajans vardır. Ekonomik ve Sosyal Komite, Parlamentoya, Konseye ve Komisyona yardımcı olmak amacıyla kurulmuş bir danışma kuruludur. Kararları bağlayıcı değildir. Bölgeler Komitesi ise bölgesel ve yerel yönetimlerin temsilcilerinden meydana gelen danışma organıdır. Karar alma sürecinde bölgesel ve yerel görüşlerin dikkate alınmasını sağlar. Avrupa Yatırım Bankası ise Birliğin dengeli büyümesine katkıda bulunacak yatırım projeleri için kredi sağlayan bir kurumdur. Avrupa Ombudsmanı ise AB vatandaşlarının veya AB ülkesinde ikamet eden gerçek kişilerin ve AB’de kayıtlı olan tüzel kişilerin AB kurumları hakkındaki şikayetlerini dinler. f) Avrupa Birliği Sayıştayı İyi bir mali idarenin temin edilmesi amacıyla Birliğin tüm gelir ve giderlerini inceler; işlemlerin hukuka ve usule uygunluğunu denetler. Sayıştay’ın temel görevi AB bütçesinin doğru kullanılmasını sağlamaktır. Bu görevi yerine getirirken AB gelir ve giderlerini idare eden her kurumun kayıtlarını inceleyebilir. Bir önceki mali yıla ilişkin rapor hazırlar Avrupa Parlamentosu’na veya Komisyon’a sunar. Her üye devletten birer temsilci olmak üzere 27 üyeden oluşur. Üyelerin bağımsızlıkları ve tarafsızlıkları teminat altına alınmıştır. Merkezi Lüksemburg’dadır. g) Avrupa Merkez Bankası Bağımsız bir Avrupa Birliği organıdır. Euro bölgesi içinde bulunan 17 ülkenin para politikasını yönetmekle yükümlüdür. Temel görevi Euro’nun idaresi, AB ülkelerindeki fiyat istikrarının korunması, AB ekonomi ve para politikasının oluşturulması, Euro’nun alım gücünün korunmasıdır. Bu görevini üye devletlerin merkez bankaları ve AB Merkez Bankası’ndan oluşan Avrupa Merkez Bankaları sistemi içinde yerine getirir. Euro bölgesi içinde para basımı konusunda Cengizhan AKSU KAYNAKLAR; http://www.dpt.gov.tr http://www.abgs.gov.tr http://www.ikv.org.tr 11 ADOM e-bülten AVRUPA’DAKİ TÜRKLER Avrupalılar ve Türkler, tarihin çok eski zamanlarından bu yana coğrafi konumlarının yakınlığı nedeniyle sürekli etkileşim halinde bulunmuşlardır. Türklerin Avrupa’ya yerleşmeleri,1800’lü yıllarda Jön Türklerle başlamış, II.Dünya savaşından sonra Avrupalıların yabancı işçi göçü almaya başlamasıyla devam etmiş ve sayıları hızla artmıştır. Türklerin çalışmak amacıyla Avrupa’ya gidişi ilk olarak 1960’lı yıllarda Almanya ile başlamış, 31 Ekim 1961’de,İş ve İşçi Bulma Kurumu, Türkiye Cumhuriyeti Çalışma Bakanlığı ve Almanya’da ki irtibat büroları vasıtasıyla ikili anlaşmalar imzalanmıştır. Almanya ile başlayan ikili anlaşmalar, 1964’ de Belçika, Avusturya, Hollanda, 1965’de Fransa, 1967’de İsveç ile imzalanarak devam etmiştir. 70.000 işçi çıkarıldığında bile çoğu Türkiye’ye dönmeyip, Hollanda ve Belçika gibi ülkelere gitmişlerdi. Dönüş planları uzayınca, çare aile birleşiminde arandı. Altmışlı yılların başından, yetmişli yılların başına kadar genellikle işçi yurtlarında geçen hayat ’aile birleşimi’ ile yeni bir döneme girdi ve yeni bir göç dalgası başladı. Aynı zamanda, işçi yurtlarından ayrılan Türk işçileri, yerli halk ile birlikte apartmanlarda yaşamaya ve onlarla etkileşimde bulunmaya başladılar. Seksenli yılların başından itibaren artık neredeyse Avrupa’da yerleşik hayata geçmişlerdi. Bu yerleşik hayata hazırlıksız ve önbilgisiz yakalanan Türkler birçok sorunla karşılaşmışlardı. Özellikle aile birleşimi ve O dönemde Türk işçileri konuk işçi sıfatıyla ve sadece erkekler kaydıyla alınmıştı. Dönüşüm ilkesine göre işçilerin bir yıl sonunda ülkelerine dönmeleri gerekmekteydi, fakat daha sonra dönme planları sürekli iki yıl sonrasına ertelenmeye başladı. Böylece iki yıllar dört yıl, dört yıllar sekiz yıl oldu. 1966-67’deki krizde yaklaşık 12 ADOM e-bülten çocukların Avrupa’da büyümesi Türk işçileri için büyük bir mesuliyet ve sorun oluşturmuştu. dönmeye özendirilmiştir.1973’de Avrupa’ya çalışmaya giden işçi sayısı 100.000’lerde iken, 1974 ’de bu sayı 640’a kadar düşmüştür. Gitmek için sırada bekleyen 1 milyon kişiden bazıları turist pasaportu ve siyasi iltica talebiyle gitmeye devam etmiştir. Siyasi sığınmacılar 1976’da yaklaşık 800 kişi iken, 1980 askeri darbesinden sonra bu sayı 57.913’e çıkmıştır. 1990’larla birlikte ise ilk dönem Türk işçilerinin çocuklarının evlenme yaşına gelmesi ile birlikte, bu kez “ithal damat-gelin” süreci ile tekrar canlanmıştır. İkinci kuşak Türk göçmenlerin Avrupa’ ülkelerinden bir eş seçmektense, Türkiye’den evlenmeyi tercih etmeleri ve Türk göçmenlerin eğitim ve ekonomik statü olarak Avrupa ülkelerinin ortalamalarının altında oranlara sahip olması, birçok Avrupa ülkesinin göçmen ve entegrasyon politikalarını gözden geçirmeye başlamasıyla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine Türkler, ailelerini ve kimliklerini korumak, inanç ve kültür değerlerini yaşamak için çeşitli camiler ve dernekler açarak faaliyetlere başladılar. Bu faaliyetlere başlamalarının asıl sebebi ise; Türkiye’deki siyasi, sosyal gelişmeler ve Avrupa’da hızla yayılan ‘ayrımcılık, dışlama ve ırkçılıktır’.Türkiye’de yaşanan her siyasi ve sosyal olay Avrupa’daki Türkleri yakından ilgilendiriyordu. Ve kendi aralarında sorunlara sebep oluyordu. Aynı zamanda yerli halktan aşırı uçlar ve ırkçılar tarafından tecavüze uğrayan, yolları kesilen ve evleri kundaklanan Türkler, kendilerini korumak, güç birliği oluşturmak ve meselelerini ilgili kurumlara duyurmak için Sivil Toplum kuruluşlarına çok önem veriyor ve her fırsatta Anavatan Türkiye’den yardım istiyorlardı. Fakat o dönemde Türkiye kendi iç karışıklıklarıyla uğraştığı için bu pek mümkün olamadı. Ama Türk işçilerin kurdukları derneklerin faaliyetleriyle bazı hak ve özgürlüklere sahip olmayı başarmışlardır. Karşılaştırma sitesi Enuygun.com’un araştırmasına göre ,1,4 milyonu işçi statüsünde olmak üzere şu anda toplam 3.7 milyon Türk yurtdışında yaşamaktadır. Yurtdışında ikamet eden Türklerin yüzde 45’i Almanya’da bulunmaktadır. Almanya bu oran ile yurtdışındaki Türklerin en çok yaşadığı ülkedir. Fransa yüzde 12.4 ile ikinci, Hollanda yüzde 10 ile üçüncü sıradadır. Almanya’da yaşayan 1.66 milyon Türk’ün yüzde 33’ü, Fransa’da yaşayan 460 bin Türk’ün yüzde 43’ü, Hollanda’da yaşayan 373 bin Türk’ün ise yüzde 34’ü bu ülkelerde işçi olarak çalışmaktadır. Bu Türkler çalıştıkları ülkelerin ekonomilerine önemli katkıda bulunmaktadırlar. Türk vatandaşlarının çoğu artık sadece işçi konumunda olmayıp, doktor, mühendis, gazeteci, iş adamı, sanatçı gibi değişik alanlarda etkinlik göstermektedirler. Ekonomik alanda birçok Türk işçi konumundan işveren konumuna geçmiş durumdadır ve bu sayı hızla artmaktadır. Avrupa’daki Türk işletmelerinin sayısı 2011 itibariyle 140.000 civarında olmakla birlikte bu işletmeler 640.000 kişiye istihdam sağlamaktadır ve ciroları toplam 50 milyar Avro’yu aşmıştır. Batı Avrupa’daki Türklerin harcamaları ise toplam 22,7 milyar Avro’dur. Göçler esnasında çekilen bir fotoğraf Türklerin Avrupa’ya göçü, 1973 yılında Avrupa’da meydana gelen ekonomik krize kadar sürekli artmıştır. Ancak 1973 krizinde yabancı işçi alımları durdurulmuş ve ülkede bulunan işçiler geri 13 ADOM e-bülten Tablo 1: Yurtdışında Bulunan Türklere İlişkin Göstergeler (2011) Türkiye’den gönderilen öğretmen sayısı Türkiye’den gönderilen din görevlisi sayısı Türkiye’den gönderilen okutman sayısı Türk üniversite öğrencisi sayısı İlköğretim-ortaöğretim öğrencisi sayısı Türk dernek sayısı 1.479 1.293 99 130.000 838.000 3.900 Paris’te düzenlenen I. Jön Türk Kongresi İlknur PİŞKİN KAYNAKÇA: http://www.atb-europa.com/ http://www.turkiyekulturportali.gov.tr http://www.turkiyeavrupavakfi.org http://tr.wikipedia.org/wiki/Avrupa'da_ya%C5%9Fayan_ T%C3%BCrk_vatanda%C5%9Flar%C4%B1 14 ADOM e-bülten FUTBOL NE ZAMAN SADECE FUTBOLDUR? İnsanlar ekran başında veya stadyumda 100 metre koşusu, cirit atma gibi sporları izlerken kitleler halinde milli duygularını fazla ön plana çıkarmazlar ya da kendini sporu yapanla özdeşleştirmezler. Futbol bu kategorinin dışında. ağır işçileri. 30 yıl öncesinde haftada 1-2 antrenman yapan oyuncuların artık yılda izinli olduğu süre 1 ayı bulmuyor. Futbol sezonu içinde ise en fazla 1 gün izinli geçirebiliyorlar. Futbol müsabakalarında 1965-1970 arasında ilk kez oyuncu değiştirebilme hakkı tanındı. Bugün 3 oyuncu değiştirebilme hakkı yetersiz görünüyor. Avrupa’daki takımlar için milli takım düzeyinde en iyi belirlemek için oynanan EURO 2012 finalinde finalist İtalya bu yüzden 34 dakika 10 kişi oynamak zorunda kaldı. Oyun içinde 10 kilometre koşmayan futbolcular yeterince mücadele etmiyor! Futbolcular artık ya kahraman ya da hainler olarak gösteriliyorlar. Futbol 80’li yıllardan itibaren kitle iletişim araçlarında yaşanan ilerlemeler ile tahmin edilemeyecek hızda büyüyerek futbol endüstrisine dönüştü. Artık futbol takımları hatta milli takımlar birer marka haline geldiler. Takımların sponsorluk anlaşmalarından, yayın gelirlerinden, lisanslı ürünlerinden ve stat gelirlerinden kazandıkları paralar ile yeşil sahada kazanılan kupalar veya galibiyetlerden yani sporun özünde olan başarılının ödüllendirilmesinden kazanılan para arasında büyük uçurumlar oluşmaya başladı. Aradaki fark ise günden güne artıyor. Çünkü futbol popüler kültürün iteklemesiyle kitle kültürü haline geldi. Mehmet Demirkol’un tabiriyle futbolcular günümüzün gladyatörleri oldular. Futbol artık kitlelerin en sevilen oyuncağına dönüştü. Sahada oynanan futbol sanki endüstrinin küçük bir parçasıymış görünümü kazanıyor. Artık golü atan değil golü atanı gösteren golü atanın üstüne geçirdiği formadaki reklamın sahibi, gösteriyi hazırlayanlar, stadını büyüterek organizasyonu en gösterişli sunanların kazandığı bir iş alanı futbol. Son yıllarda giderek artan kulüp satın almalar ve kulüplerin başkanlarının holding sahibi veya ünlü işadamları olması da bunu kanıtlar nitelikte. Avrupa’da futbol organizasyonlarının en büyüğü Avrupa Futbol Şampiyonası. Her Avrupa Şampiyonası’nın ayrı bir futbol topu, maskotu, logosu, sloganı, şarkısı, hatıra parası ve turnuvaya özgü ticari ürünleri bulunuyor. Dünya’nın en büyük şirketleri bu ortamda kendi reklamlarını ve şampiyonaya özgü ürünlerini yaratıyor. UEFA, EURO 2012 öncesi turnuvaya katılan ülkelere 196 milyon euro ödül dağıtacağını belirtti. UEFA’nın bu turnuvada sponsorluk anlaşmalarından tahmini geliri ise 1.6 milyar dolar. Futbol endüstrisinin bu denli büyüyebilmesinde günün getirdiği koşullara uygun olarak kuralların düzenleyebiliyor olması cazibesini ve tazeliğini koruyarak arttırdı. Artık kurallar, oyunun şartları, fiziksel gereklilikleri seyircilerin zevkine ve futbol endüstrisindeki büyük yatırımcıları tatmin edecek şekilde değişiyor. Futbolun oynanma hızı ve maç sayıları giderek artıyor. Futbolcular artık sektörün Avrupa Futbol Şampiyonası ve EURO 2012 İlk Avrupa Futbol Şampiyonası, Dünya Kupası organizasyonun başlamasından otuz sene sonra 1960’da düzenlendi. Avrupa Futbol Şampiyonasının fikir babası Henri Delaunay 1927’de Fransa Futbol Federasyon’u başkanı iken 15 ADOM e-bülten Avrupa’daki milli takımların kendine ait bir turnuvası olması gerektiğini düşünerek bir başka Fransız 1921-1954 arası FIF(Uluslararası Futbol Birliği) başkanı olan Jules Rimet’e iletti. Rimes bu teklifi kabul etmedi ama 1920’li yıllarda yeni serpilmeye başlayan bu sporun Olimpiyat Oyunlarıyla sınırlı kalmasını istemiyordu. FIFA’nın 1928’de yaptığı kongrede 1930 yılında ilk Dünya Kupası’nın Uruguay’da düzenlenmesine karar verildi. 1954'te UEFA'nın (Avrupa Futbol Federasyonları Birliği) kurulmasıyla Henri Delaunay genel sekreter koltuğuna oturdu. Artık Delaunay projesini gerçekleştirebilirdi. Yine de herkes Delaunay ile hem fikir değildi. Kimileri maç takvimin dolma olasılığının altını çizerken, İngiliz Futbol Federasyonu Başkanı Sir Stanley Rous organizasyonun aşırı ticari olmasından endişe ediyordu. Sir Stanley Rous belki de olabilecekleri görüyordu ama 1958’deki UEFA Stockholm kongresinde bazı federasyonların karşı çıkmalarına rağmen UEFA Başkanı Ebbe Schwartz’ın da destekleriyle ile o zaman ki ismi ile Avrupa Uluslar Kupası’nın düzenlenmesine karar verildi. Elemelerine Türkiye’nin de katıldığı turnuvada kurallar gereği yarı finale çıkan takımlardan biri ev sahipliği yapacaktı. UEFA ilk ev sahipliğini Henri Delaunay anısına Fransa’ya verdi. ArthusBertrand'ın tasarladığı kupaya da Henri Delanuay kupası ismi verildi. Sovyetler Birliği hükmen galip sayıldı. General Franco 1940’lı yıllarda bile futbolun toplum üzerindeki etkisinin farkındaydı. Real Madrid kulübünün hala kullandığı Bernabeu stadının inşasını emrederken “Bana yüz bin kişilik uyku tulumu yapın” sözü politikacıların futbolu ne denli ciddiye aldıklarını ya da hangi düzeyde olursa olsun kimsenin futbola kayıtsız kalamayacağını gösteren sayısız örneklerden biri. 2008’de düzenlenen Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Avusturya ile Polonya arasında oynanan karşılaşmada, hakem Howard Webb’in Avusturya lehine çaldığı penaltı maçın sonrasında, Polonya Başbakanı Donald Tusk “Onu öldürmek istiyorum” diyerek, ülke çapındaki karalama kampanyasını başlatmış oldu. 2012 Avrupa Futbol Şampiyonası Polonya ve Ukrayna’da üçüncü kez iki ülkenin ev sahipliğinde gerçekleşti. Futbol anlayışının sürekli değişmesine rağmen futbolseverlerin alışamadığı 4-6-0 formatında forvetsiz oynayan İspanya kupanın sahibi oldu. 2004’te Yunanistan’ın defansif oyunuyla kazandığı turnuvadan sonra bu kez de İspanya her ne kadar sıkıcılık konusunda Yunanistan kadar olmasa da topu rakibe bırakmayan orta sahasıyla Delaunay kupasını kazandı. Avrupa Futbol Şampiyonası ev sahibi ülke veya ülkelere büyük etkiler yaratıyor. Futbol Şampiyonası düzenlenebilmesi için ülkedeki çoğu stadın kapasiteleri arttırılıyor ya da yeni statlar inşa ediliyor. Gelen takımların ve izleyicilerin kalabilmesi için otellerin yeterliliği, ekonomik açıdan görünen büyük parçalar. Bir de bu işin ev sahipliği kısmında ortaya çıkan reaksiyonlar var. İlk Şampiyonada kupanın sahibi Sovyetler Birliği oldu. Sovyetler Birliği çeyrek finalde İspanya ile eşleşti. Fakat dönemin İspanya lideri General Franco Komunist olarak nitelendirdiği Rusların kendi ülkelerine gelmesini istemiyordu. İspanya Franco’nun diretmesiyle maçlara çıkmadı ve 16 ADOM e-bülten Şampiyona öncesi sokak hayvanlarını toplayarak henüz canlı iken yakarak itlaf eden Ukrayna hükümeti, hayvan hakları derneklerinin hedefi haline geldi. İtlafa karşı imza kampanyaları başlatıldı ve protesto gösterileri düzenlendi. Yaratılan baskı sonucu UEFA Operasyon Müdürü Martin Kallen’da hayvan kontrolü adı altında yapılan hiçbir zulmü onaylamadıklarını açıklamak zorunda kaldı. Ukraynalı aktivist ve feminist grup FEMEN, şampiyonanın ülkelerindeki seks turizmine hizmet ettiğini öne sürerek turnuva öncesi ve sırasında çıplak protestolarda bulundu. Her şampiyonanın kendine özgü enteresan gelişmeleri olur. Irkçılık maalesef bu turnuvada da değişmeyenlerden oldu. Polonya'da gerçekleşen Yahudi karşıtı protestolar, Ukrayna'da bazı grupların Nazi selamı verip maymun sesleri çıkararak oyuncuları taciz etmesi turnuva öncesi büyük gerilim yarattı. Şampiyona boyunca UEFA tarafından İngiliz, İspanyol, Hırvat ve Rus taraftarların ırkçılık yaptığı belirtilerek, bu ülkelerin federasyonları para cezasına çarptırıldı. Futbol artık kitlelerin duygularını yansıtma aracına dönüştü. Ne yazık ki öfke en başta olmak üzere. Kamil ÖZKASAP KAYNAKÇA http://tr.eurosport.com/futbol/avrupa/2012/euro-1960tarih_sto3295466/story.shtml http://www.uefa.com/uefaeuro/history/background/thetrophy/index.html Lisans Tezi Popüler Kültür ve Futbol , Betül Alma GUSTAVE FLAUBERT Fransız yazar. Edebiyatta gerçekçiliği başlatan kişi olarak kabul edilir. En ünlü yapıtı; burjuva yaşamını gerçekçi bir anlatımla sergileyen ve ahlakdışılık suçlamasıyla dava konusu olan Madame Bovary’dir üzerinde büyük bir etki bıraktı. 1840’ta liseyi bitirince babası onu dönemin en önemli anatomi bilginlerinden Jules Cloquet ile birlikte Pireneler’i ve Korsika’yı gezmeye göndermiştir. Çevresini keskin bir gözle izlemeye, kabul gören basmakalıp düşüncelere karşı büyük bir tiksinti duymaya başladı. Eğlence olsun diye bu düşünceleri içeren bir sözlük bile hazırlamıştır. Le Poittevi ile birlikte ‘le Garçon’ (oğlan) adını verdikleri, gülünç, hayali bir karakter yaratmışlardır ve kendilerine en bayağı gelen sözcükleri onun ağzından dile getiriyorlardı. Flaubert zamanla burjuvalardan iğrenmeye başlamıştı; ona göre bu sözcük, ‘dar ve yüzeysel düşünen’ herkesi kapsıyordu. 12 Aralık 1821’de Fransa Rouen’de doğdu. Champagne bölgesinden olan babası Achille Flaubert, Rouen'daki bir hastanenin baş cerrahı ve klinik profesörüydü. Önemli devlet memurları yetiştirmiş bir aileden gelen annesi de bir hekim kızıdır. Flaubert yazmaya okul çağında başladı; ilk çalışmasını 1837’de, Le Colibri adlı pek önemli olmayan bir dergide yayımladı. Genç yaşta düşünür Alfred Le Poittevin ile yakın bir dostluk kurdu. Onun karamsar düşüncelerinin büyük ölçüde etkisi altında kaldı. Babasının mesleği dolaysıyla tanıdığı büyük cerrahlar, bulunduğu hastahaneler ve anatomi dersleri de Flaubert’in Kasım 1841’de Paris Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Yirmi iki yaşındayken, tam anlaşılamamakla birlikte sara olduğu kabul edilen bir sinir 17 ADOM e-bülten rahatsızlığına yakalandığı anlaşıldı. Bu yüzden hukuk öğrenimini yarım bıraktı. romanındaki Marie Arnoux karakterini, Elisa’dan yola çıkarak yaratmıştır. Georges Sorel’e göre bu roman, 1854 darbesinden önceki dönemi inceleyen bütün tarihçilerin okuması gereken bir eserdir. 1846’da babasını ve çok sevdiği ablasını kaybetti. Rouen yakınlarındaki Croisset’ye yerleşti. Geri kalan yaşamı hemen hemen burada geçti. La Tentation de Saint Antoine Flaubert’in elde ettiği ilk sonuçlarla yetinmeyen yazarın kusursuzluğu aradığını ve kararlılığını gösterir. Bu kitabın faklı yıllarda yazılmış dört versiyonu vardır. Bu farklı dört versiyonda Flaubert’in düşüncelerinin nasıl değiştiğini görürüz. Flaubert, 1849-51 arası Maxime du Camp ile birlikte Mısır, Filistin, Suriye, Anadolu, Yunanistan ve İtalya’yı dolaştı. Yola çıkmadan önce arkadaşları şair Louis Bouilhet ile du Camp’a görüşlerini almak üzere ‘Ermiş Antonius ve Şeytan’nın taslaklarını okudu. Bouilhet ile du Camp ‘hepsini ateşe at ve bir daha hiç sözünü etme.’ diye acımasızca eleştirdiler. Bouilhet bir öğüt daha verdi: ‘Esin perine, ekmek ve sudan başka bir şey vermemelisin, yoksa bu şiirsellik onu öldürecek. Balzac’ın Yoksul Akrabalar gibi daha ayakları yere basan bir roman yaz. Örneğin Delamare’in öyküsünü…’ Temmuz 1846’da Paris’e yaptığı bir ziyaret sırasında, heykelci James Pradier’nin stüdyosunda şair Louise Colet le tanıştı. Birlikte yaşamaya başladılar fakat Flaubert’in bağımsızlığa olan düşkünlüğü ve Colet’in kıskançlığı yüzünden 1855’te ayrıldılar. Eugene Delamare, karısı Delphine’in kendisini aldatması üzerine yıkılan ve kederinden ölen Normandiyalı bir taşra hekimiydi. Flaubert, Madame Bovary’yi yazarken bu öyküden yola çıkmıştır. Romanın esinlendiği bir başka kaynak ise Gabrielle Leleu’nun 1946’da Rouen kentinin kitaplığında bulduğu ‘Madame Lodovica’nın Anıları’ adlı yazmaydı. Burada da heykelci James Pradier’in karısı Louise’nin başından geçenleri ve talihsiz yaşamını kendi ağzından anlatıyordu; Louise’nin öyküsü, intiharı dışında Emma’nın öyküsü ile çok benzeşiyordu. Flaubert 1847 yılında tanıştığı Maxime du Camp ile birlikte, Loire Irmağı ve Britanya kıyılarında bir geziye çıktı. Bu gezi esnasında tuttuğu günlükler ölümünden sonra 1886’da ‘Par les champs et par les greves’ (Kırlarda ve Kumsallarda) adıyla yayımlandı. Yazar, olgunluk döneminde daha önce yazmaya çalıştığı eserleri yeniden kaleme aldı. Kendisinden 11 yaş büyük olan Elisa Schlesinger’e karşı beslediği acı veren gizli aşkı anlattı Memoires d’un fou’yu (Bir Delinin Anıları) 16 yaşındayken tamamlamıştır. Flaubert, ‘L’Education sentimentale: Historie d’un jeune homme ‘ Flaubert’e, Madame Bovary yarattığında kimi örnek aldığı sorulduğunda, Flaubert: ‘Madame Bovary benim’ demiştir. Yine romanı üzerinde çalışırken şunları yamıştı: ‘Benim zavallı Bovar’m, şu anda Fransa’da 20’den fazla köyde acı çekiyor 18 ADOM e-bülten ve ağlıyor.’ Madame Bovary Flaubert’e beş yıl süren zorlu bir çalışmaya mal oldu. Ve 1 Ekim-15 Aralık 1856 arasında tefrika edildi. Kısa süre sonra Fransız Hükümeti ahlak dışı olduğu savıyla romanı dava etti. Flaubert mahkum olmaktan zor kurtuldu. Flaubert, ansızın gelen bir inme sonucu öldü. Masasının üzerinde bitmemiş romanı ve 2.cildi için tuttuğu notları kalmıştı. Diğer yapıtları ise: Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü ve Kitap Deliliği’dir. Sanat Görüşü; Flaubert’in sanattaki amacı güzelliği ve kusursuzluğa ulaşmaktı. Bu güzellik kaygısı onda, gerçeği sergilerken çoğunlukla ahlaksal ve toplumsal konulara baskın çıkıyordu. Yavaş ama düzenli çalışan bir yazardı. Louise Colet’e yazdığı mektupların birinde ‘şiir kadar ritmik, bilim dili kadar keskin’ bir üsluba ulaşmak istediğini yazıyor, ‘ söz düşünceye ne kadar çabuk bağlanırsa, etkisi de o kadar güzel olur.’ diyordu. Eşanlamlı sözcük diye bir şeyin olmadığını ve bir yazarın düşüncesini kesin bir şekilde aktarabilmesi için ‘tek doğru sözcüğü’ bulup çıkarması gerektiğini sık sık yinelerdi. Ama aynı zamanda düzyazıda, dilin ritmik akışını ve sesli hecelerin uyumunu arıyordu. Böylece yazı okuyucunun yalnızca zekasına değil, tıpkı müzik gibi, zihnin derinliklerine seslenebilecekti. Dolayısıyla sözcükler, düz anlamlardan daha derine işleyen bir etki bırakabilecekti. Onun için yazarlık, gerçekten zorlu ve sıkıntılı bir uğraştı. Falubert Madame Bovary’den sonra Antik Kartaca’yı konu alan Salambo romanı üzerine çalışmaya koyuldu. Roman, bütünüyle kurmaca bir karakter olan Hamilcar’ın kızı Salambo’nun üzücü öyküsünü, paralı askerlerin İÖ 240-237’de Kartaca’ya karşı ayaklanmaları gibi bir tarihsel arka planla birlikte veriliyordu. 1863’te Gönül Şatosu adlı oyununu yazmıştır. 1870 Fransız-Alman Savaşı’nın patlak vermesinden birkaç ay önce yayımlanan Bir Delikanlının Hikayesi’nin değeri o dönemlerde pek anlaşılmamıştır. Aynı şekilde Zayıf Cins ve Aday oyunları da başarı sağlayamadı. Flaubert yaşamının son yıllarını mali sıkıntılarla geçirdi. Kendini çalışmalarına verdi. Kendisini George Sand, İvan Turgenyev, Emile Zola, Alphonse Daudet gibi genç romancılarla, özellikle de arkadaşı Alfred Le Poittevin’in kız kardeşi Laure’in oğlu olan ve kendisini Flaubert’in izleyicisi olarak gören Guy de Maupassant’la kurduğu dostluklarla avuttu Flaubert, yazılarında her şeyden önce nesnellik arıyordu: ‘Yazar yapıtında, evrendeki tanrı gibi her şeyde hazır ve nazır olmalı, ama hiçbir yerde görünmemeli’ diyordu. 1887’de Üç Hikaye’yi yazdı. Üç Hikaye sadık bir hizmetkarın sıkıcı ve basit hayatını anlatan Saf Bir Kalp, Konuksever Saint Julien ve Herodias adlı öykülerden oluşur. İşlenen temanın çeşitliliğiyle Flaubert’in başyapıtı olduğu söylenir. Sözleri; Hayatın en güzel günleri "daha erken" demekle geçer, sonra "çok geç" olur... Hayat, biraz aşk, biraz ıstırap, sonunda, allahaısmarladık! Deha Tanrı vergisidir, ama yetenek bizimdir. "Seyahat bir insanı mütevazı yapar ve aslında dünyada ne kadar küçük bir yer işgal ettiğini görmesini sağlar" Burjuvadan nefret etmek, bilgeliğin başlangıcıdır. Bouvard ile Pecuchet’in kahramanları, bir mirasa konarak birlikte taşraya çekilen iki din adamıdır. Boş zamanlarında birbiri ardına verimsiz deneylere girişirler. Sonunda, önce bilimsel tarım yöntemlerini sonra arkeoloji, kimya ve tarih yazımı gibi konulara dalarlar. Ayrıca terk edilmiş bir çocuğun bakımını da üstlenirler. Ama her şey ters gider; çünkü kitaplardan öğrendikleri bilgiler, yoksun oldukları sağ duyunun yerini tutamaz. 19 ADOM e-bülten İsmail AYDOĞDU “ Madame Bovary Moeurs de province!” (Madam Bovary benim!)… KAYNAKLAR: ANA BRİTANNİCCA,GENEL KÜLTÜR ANSİKLOPEDİSİ, CİLT:12 BÜYÜK LAROUSSE, SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ, CİLT:8 http://www.dipnotkitap.net/ROMAN/Madame_B ovary.htm Hakkında söylenenler; Orhan Pamuk, “Batı dışı ülkelerde, yazarların ayakta durabilmek, direnebilmek için Flaubert gibi keşiş yazarları kendilerine örnek almaları, hatta kendilerini onlarla özdeşleştirebilmeleri şarttır” diyor Nabokov: "Flaubert olmadan Fransa'da Proust. İrlanda'da Joyce, Rusya'da Çehov olmazdı," der. Yüzeysel burjuva hayatının yapay parıltısına kapılarak, sınıf atlama tutkusu ile kendi öz değerlerini yitirerek kendi çöküşünü hazırlayan "Madame Bovary" pek çok yazara ilham kaynağı olmuştur. Romantizme tepki olarak öncülük ettiği realizm akımı ile Flaubert, yazarın, olayları, tarafsız bir şekilde, yargılamadan, ders vermeden, açıklamalar yapmadan ortaya koyması gerektiğini savunur. Üslupta mükemmelci olan Flaubert'in alaycı, sinik ve zeki bir söylemi vardır. Pek çok yazarın az ya da çok öykündüğü, bir yazar olarak kabul gören Flaubert çağdaş romanın tartışmasız en büyük edebiyat ustalarından biridir. 20 ADOM e-bülten RÖPORTAJ: Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK Üniversitemiz öğretim üyesi ve İktisat Fakültesi Dekanı Sayın hocamız Rıdvan Karluk ile yapmış olduğumuz mülakatı sizlere iki sayı olarak sunacağım. süre içinde Avrupa Birliği 15 üyeden 27 üyeye ulaşmıştır. Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013 tarihinde AB’ye katılımıyla üye sayısı 28’e çıkacaktır. Sırada Sırbistan dahil Balkan ülkeleri ve İzlanda vardır ama Türkiye yoktur. Hocamız Türkiye - AB ilişkilerini ve Türkiye’nin AB’ne başvurduğu tarihten günümüze kadar olan süre zarfında yaşanan gelişmeleri ve ortaya çıkan tabloyu değerlendirdi. Sayın Karluk önemli birçok noktanın altını çizerken gelecek için de yapılması gerekenler hakkında önemli mesajlar verdi. Bu röportaj şüphesiz ki AB ile alakalı birçok konuda kafamızda ki soruların giderilmesini sağlayacaktır. Lucius Annaeus Seneca, yüzyıllar öncesinde söylediği bir özdeyişi hatırlatarak görüşümü açıklamak istiyorum. Seneca, “Hangi kapıya yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen rüzgarı bulamaz ” demiştir. Türkiye bu rüzgarı yakalamak için en azından 200 yıldır çaba harcamaktadır. Türkiye, Tanzimat’tan bu yana Batı’ya yönelmiş dünyada ki ülkedir. Büyük Önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi Türkler, Batı’ya yönelmiş bir millettir. Atatürk, 29 Ekim 1923 tarihinde bu konudaki tercihini şöyle açıklamıştır: “Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek arzu edipte Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?” Türkiye, laik ve demokratik ilkeleri benimsemiş, Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu, AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan, dünya üzerinde mevcut 57 İslam ülkesi arasında ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve sportif alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak Batı’yı seçmiş bir ülke olmasına rağmen, maalesef bazı batılılar nezdinde bir İslam ülkesi olarak algılandığı için yarım yüzyıldır AB üyesi olamamıştır. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ortak üyelik başvurusunun üzerinden 53 yıl geçti ama Türkiye AB üyesi olamadı. 1982 yılında Devlet Planlama Teşkilatı’nda AET Dairesini kuran bir akademisyen olarak bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı başvurunun (31.07.1959) üzerinden 53, 14 Nisan 1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 25, gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995) üzerinden 16, adaylık statüsü kazanmasının (12.12.1999) üzerinden 13, müzakerelerin başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 7 yıl, Avrupa Birliği Kapısında Türkiye kitabını yayınlamamın üzerinden de 10 yıl geçmiştir. Bu AB Türkiye ilişkilerinin durma noktasına gelmesi, Türkiye’de eksen kayması konusunu gündeme getirmiştir. Bu konudaki düşüncenizi öğrenebilir miyim? Türkiye’de eksen tartışmalarının doğmasına zemin hazırlayan gelişme, Türkiye - AB ilişkilerinin bir çıkmaz sokağa girmesidir. Türk kamuoyu artık Türkiye’nin bir gün AB üyesi olacağına 21 ADOM e-bülten inanmamaktadır. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış pek çok AB vatandaşının Türkiye’ye karşı saldırgan ve olumsuz tavrından, Türkiye’ye karşı reddedici tutumla iç politikada puan toplamak isteyen siyasetçileri sorumlu tutmaktadır. Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin 2010 yılında yaptığı ankete göre, Türk halkının yüzde 32,8´,i AB üyeliğinin hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşünmekte, yüzde 83,9´u, AB’nin Türkiye’ye karşı güvenilir ve samimi davranmadığına inanmaktadır. Türk-Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı (TAVAK), Türk halkının AB’ye bakışını kapsamlı bir araştırma ile ortaya koymuştur. 20-30 Haziran 2012 tarihleri arasında İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya Kayseri, Gaziantep, Artvin ve Trabzon’da, 18-60 yaş aralığında ki 1110 kişiyle yapılan araştırmaya göre “Türkiye AB’ye üye olacaktır” diyenlerin oranı yüzde 17 olmuştur. 2011’deki aynı araştırmada bu oran yüzde 34.8 idi. Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standart sebebiyle Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek daha da düşeceğine göre, bazı alternatifler gündeme gelebilecektir. Çünkü, kamuoyu desteği olmadan Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye üyelik konusunda istekli olmayacak, bu durumda Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması belki bu durumda olabilecektir. Türkiye- AB üyelik müzakere süreci tıkanmış mıdır? Maalesef tıkanmıştır. Avrupa Birliği Devlet ve Hükümet Başkanlarının 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde aldığı karar doğrultusunda Türkiye 3 Ekim 2005 tarihinde AB’ye katılım müzakerelerine başlamıştır. Bu karar alınırken, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerinin yeterli ölçüde karşıladığını belirten tavsiye kararı dikkate alınmış ve Türkiye’nin AB üyelik sürecinde son aşamaya girilmiştir. Tarama Süreci 20 Ekim 2005 tarihinde başlamış ve 13 Ekim 2006’da sorunsuz biçimde tamamlanmış, belirlenen takvime bağlı kalınmıştır. Başbakan Erdoğan 12 Ağustos 2010 tarihinde Ankara’daki büyükelçilere vermiş olduğu iftar yemeğinde "Türkiye’nin dış politika ekseni değişmemiştir" dese de önümüzdeki 50 yıl içinde dünyada, bölgemizde ve Avrupa’da büyük değişikler olacaktır. Aslında eksen zaten Batı’dan Doğu’ya kaymak üzeredir. Bu gerçeği görerek Türkiye yeni bir strateji belirlemek zorundadır. 63 yıl önce NATO kurulduğunda hiç kimse 1989 yılında Sovyetler Birliği’nin çökeceğini, Avrupa'nın iki bloklu yapısının ortadan kalkacağını, Varşova Paktı’nın 1 Temmuz 1991'de dağılacağını ve böylece Savaş sonrası Avrupa'sının iki kutuplu yapısının askeri bakımdan tarihe karışacağını, Polonya, Çek ve Slovak Cumhuriyetleri, Slovenya, Macaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerin bir gün Türkiye’den önce Avrupa Birliği üyesi olacaklarını tahmin etmiyordu. 11 Aralık 2006 tarihli AB Genel İşler Konseyi’nde Dışişleri Bakanları 8 başlıkta müzakerelerin başlatılmamasını öneren 29 Kasım 2006 tarihli Komisyon Tavsiyesini kabul etmiştir. Böylece Komisyon Türkiye’nin Ek Protokol’e ilişkin taahhütlerini yerine getirdiğini doğrulayana kadar, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik kısıtlamalarını ilgilendiren politika alanlarını kapsayan 8 başlığın açılmayacağı ve geçici olarak kapatılmayacağı kararlaştırılmıştır. Türkiye’de AB üyeliğine verilen destek azalmakta mıdır? Evet, azalmaktadır. 1999-2005 yıllarında kamuoyunun yaklaşık yüzde 80’i tam üyeliğe destek verirken, bu oran son yıllarda çok gerilemiştir. Ankara Üniversitesi, Avrupa Fransa’da tam üyelik öngördüğü gerekçesiyle 5 müzakere başlığının açılmasını veto etmiştir. Kıbrıs sorunu ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas 22 ADOM e-bülten Sarkozy’nin engellemeleri sebebiyle süreç bugün donmuş durumdadır. AB ile müzakerelerde şimdiye kadar 13 başlık müzakereye açılmış, bunlardan sadece Bilim ve Araştırma başlığı geçici olarak kapatılmıştır. “de facto” olarak gerçekleşmektedir. Türkiye geçen yıl Japonya’yı geride bırakarak Avrupa Birliği’nin 6’ncı büyük ticaret ortağı olmuştur. Türkiye, AB’nin yedinci en büyük ticari ortağı, AB ise Türkiye’nin en büyük ticari ortağıdır. Türkiye’nin toplam ticaretinin yarısı AB ile gerçekleşmekte ve Türkiye’deki doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 80’i AB’den gelmektedir. Müzakereye açılan başlıklar hangileridir? Müzakereye açılan başlıklar şunlardır: Bilim ve Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik, Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku, Şirketler Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya, Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme, Çevre, Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı Politikası. Türk ve AB ekonomilerinin giderek bütünleştiği AB’nin 12 Ekim 2011 tarihli Türkiye 2011 Yılı İlerleme Raporu’nda da şu ifadelerle yer almıştır: “AB’nin Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı 2009 yılında yüzde 42,6 seviyesinde iken, 2010 yılında yüzde 41,7’ye gerilemiştir… AB ülkeleri kaynaklı doğrudan yabancı sermaye girişleri gayrimenkul ve diğer yatırımlar hariç- 4,356 milyar Euro’dan 4,723 milyar Euro’ya çıkmıştır… Sonuç olarak, AB ile ticari ve ekonomik bütünleşme yüksek seviyelerde seyretmeye devam etmiştir.” AB Türkiye’ye bir katılım tarihi vermeli midir? Evet, AB Türkiye’ye üyelik için tarih vermelidir. Müzakereler somut bir katılım tarihi verilmeksizin ucu açık bir şekilde yürütülmemelidir. Eğer siz AB üyesi olamayacaksanız, o zaman neyi müzakere ettiğiniz sorusu gündeme gelir. Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı olan 2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi olarak belirlenmesi düşüncesindeyim. Çünkü AB´de 20142020 bütçe döneminde, Türkiye’nin üyeliğini dikkate alan bir bütçe planlaması yapılmamış, açıkçası Avrupalılar Türkiye’yi 2014-2020 arasında üye olarak görmemişlerdir. AB, Türkiye’ye mali yardım yapmakta mıdır? Mali yardım konusunda Türkiye’ye, 2011 yılında Katılım Öncesi Mali Yardım Aracından (IPA) yaklaşık 781,9 milyon Euro tahsis edilmiştir. 20112013 Çok Yıllı Endikatif Planlama Belgesi taslağı, Haziran 2011’de Komisyon tarafından kabul edilmiştir. AB’nin desteği, yargıdaki ve kolluk hizmetlerindeki siyasi reformlarla doğrudan ilgili kurumlara, öncelikli alanlarda AB müktesebatının kabul edilmesi ve uygulanmasına ve ekonomik, sosyal ve kırsal kalkınmaya odaklanmıştır. 2011 yılında, uygulama aşamasına geçilmiş ve fonların kullanımı artmaya başlamıştır. Türkiye Avrupa Birliği arasındaki siyasi ilişkiler istenilen ölçüde gelişmez ve müzakere sürecinde istenilen ilerleme sağlanamazken, ekonomik ilişkiler ne durumdadır? Türkiye Avrupa Birliği arasındaki siyasi ilişkiler istenilen ölçüde gelişmez ve müzakere sürecinde istenilen ilerleme sağlanamazken, ekonomik ilişkiler hızla ilerlemekte ve ekonomik bütünleşme Fatih GÖKYILDIZ 23 ADOM e-bülten KRONOLOJİ 1 Eylül 1985 - Amerikalı denizbilimci Robert Ballard ve ekibi RMS Titanic'in enkazını Atlas Okyanusu'nun 4000 metre derinliğinde iki parça halinde buldu. 14-15 Nisan 1912 tarihinde Atlas Okyanusu’nda bir buz dağına çarparak batan devrinin en büyük ve lüks yolcu gemisi olan Titanic’in, uzunluğu 271 m, genişliği 28 m, derinliği 29 metre, deplasmanı 60.000 tondu. Çift tabanlı tekne gövdesi 16 su geçirmez bölmeden meydana gelmişti. İçi son derece lüks olan geminin her tarafı pırıl pırıldı. 6 Eylül 1939 - Nazi Almanya’sı tüm Yahudi vatandaşların Sarı Yahudi yıldızı taşımasını zorunlu kıldı. 7 Eylül 1776-Dünyada ilk kez bir denizaltı saldırısı düzenlendi. Amerikalıların imal ettiği Turtle (Tr: Kaplumbağa) adlı araç suyun altından giderek New York limanında demirlemiş İngiliz donanmasının bayrak gemisi HMS Eagle'ın altına zaman ayarlı bir bomba iliştirdi. Saldırı başarısız olmuştur. 11 Eylül 2001 – 11 Eylül saldırıları, El Kaide tarafından 11 Eylül 2001 tarihinde düzenlenen Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşayan sivil ve askerleri hedef alan bir dizi terör saldırısıdır. Bu saldırıda, 2.976 kişi öldü, 6.291 kişi de yaralandı. 2 Eylül 1666 - Büyük Londra Yangını başladı ve üç gün sürdü; 13.200 ev ve 87 kilise kül oldu. 1969 - ABD'deki ilk ATM cihazı Rockville CenterNew York'ta kuruldu. 3 Eylül 1895 - İlk profesyonel futbol maçı yapıldı. Latrobe, Jeanette'i 12-0 yendi 1912 - Deniz kuvvetlerine yiyecek sağlamak için, dünyanın ilk konserve fabrikası İngiltere'de açıldı. 1939 - II. Dünya Savaşı başladı: Fransa, Birleşik Krallık, Yeni Zelanda, ve Avustralya, Almanya'ya savaş ilan etti. Milyonlarca kişinin öldüğü savaşın başlamasının 50. yılında, Dünya Barış Günü ilan edildi. 5 Eylül 1698 - Rus Çarı I. Petro, ülkesini batılılaştırma çabalarının bir parçası olarak, din adamları ve köylüler dışında sakal bırakan her erkeğe özel bir vergi yükümlülüğü getirdi. 12 Eylül 1963 - Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında ortaklık antlaşması imzalandı. 1980 – Türkiye’de 12 Eylül Darbesi gerçekleştirildi. 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971 muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden alındı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi ve 1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası tamamen rafa kaldırıldı. 15 Eylül 1890 - Agatha Christie İngiliz yazar doğdu. (ö. 1976) Popüler edebiyatın en önemli isimlerinden biri ve dedektif Hercule Poirot ‘un yaratıcısıdır. 24 ADOM e-bülten Mary Westmacott takma adıyla aşk romanları da yazmıştır. Ama asıl ününü dedektif romanlarıyla kazanmıştır. 18 Eylül 1981 - Fransa'da idam cezası kaldırıldı. 19 Eylül 1893 - Yeni Zelanda Kolonisi, kadınlara oy hakkı tanıyan ilk ulus oldu. Bu atılımın öncüsü, 1866'da kadın hareketini başlatan Kate Sheppard idi. 1935 - Almanya'da Yahudilerin kamu sektöründe çalışmasını yasaklandı. 20 Eylül 1519 - Portekizli kaşif Ferdinand Magellan, 270 kişi ve 5 gemiyle İspanya'dan yola çıktı. 1633 - Galileo Galilei, İspanyol engizisyon mahkemesinde dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söylediği için yargılandı. Galileo hem yüzyıllardır hakim olan Aristoteles akımından, hem de Kutsal Kitaptan şüphe duyarak Orta Çağ’daki bilim anlayışında devrim yaratmıştır. 1928 - İtalya'da "Yüksek Faşist Konsey" en yüksek yasama organı oldu. 21 Eylül 1860 - Arthur Schopenhauer, Alman filozof öldü. (d. 1788) 23 Eylül -Dünya Otomobilsiz yaşam günü 1939 - Sigmund Freud, Avusturyalı ruhbilimci ve filozof öldü. (d. 1856) 24 Eylül 1852 - Fransız Henri Giffard ilk kez zeplinle uçtu. 25 Eylül 1950 - Birleşmiş Milletler askerleri Kore'de Seul'u ele geçirdi. 26 Eylül 1947 -İngiltere, Filistinlilerle Yahudilerin kendi geleceklerine kendilerinin karar vermesi gerektiğini açıkladı; Bu nedenle Filistin'i boşaltma kararı aldı. 27 Eylül 1998 - Google web sitesi açıldı.Şirket ilk olarak, Larry Page ve Sergey Brin tarafından, Stanford Üniversitesinde doktora öğrencisi oldukları sırada kurulmuştur. Şirketin şu an 32,467 tane çalışanı ve yaklaşık 38 milyar geliri vardır. 28 Eylül 1864 - Londra'da Uluslararası İşçi Derneği Birinci Enternasyonal kuruldu. 29 Eylül 1902 - Émile Zola, Fransız romancı öldü (d. 1840) 1913 - Rudolph Diesel, Dizel motorun mucidi Alman makine mühendisi öldü.(d. 1858) 30 Eylül 1207 - Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Fars şair doğdu. (ö. 1273) Büşra KARATAŞ & İlknur PİŞKİN 25