ADOM e-bülten

Transkript

ADOM e-bülten
ADOM e-bülten
Editörden
ADOM e-bültenin 2. Sayısıyla, her zaman daha
iyisini meydana getirme idealinden yola çıkarak siz
okuyuculara daha iyi ve kaliteli bir çalışma
sunmanın vermiş olduğu heyecanla karşınızdayız…
Aramıza yeni katılan arkadaşlarımdan birisi de
Yusuf Hüseyin Şahin karikatürlerini ile dergimize
destek verecek ve ilerleyen sayılarımız için bir
karikatür köşesi oluşturmanın çalışmasını
yapıyoruz en kısa sürede bu köşemizi sizlerle
buluşturacağız.
Bu sayıda yeni birçok konuya değindik. Öncelikle
‘’Suriye İç Savaşına Genel Bakış’’ yazısı ile
ekibimize yeni katılan Muhammed arkadaşım yanı
başımızda meydana gelen Suriye iç savaşını sizler
için kaleme aldı. ‘’Avrupa Birliği Ekspresinde Kıbrıs
İstasyonu’’ yazısı ile Kıbrıs sorununu çok iyi analiz
eden ve sizler için hazırlayan sevgili dostum Nuray
Altındağ’ın yazısı yer almakta. Hemen ardından
‘’Grexit’’ yazısı ile Yunanistan ekonomik krizi
değerlendirmesi ile sevgili arkadaşım Altuğ
Çakmur’un yazısı bulunuyor. ‘’Avrupa Birliği ve
Organları’’ yazısı ile Cengiz Han arkadaşım AB
kurumlarını ve onun tabir ettiği şekilde AB’nin
organlarını sizlere anlattı. Bu sayımızın Coğrafya
kısmında Avrupa’daki Türkler yazısı ile İlknur
arkadaşım sizlere Avrupa da yaşayan Türkler ve
bundan 40-50 yıl evvel yaşanan göçler hakkında
önemli noktalara değiniyor. ‘’Futbol Sadece Ne
Zaman Futboldur?’’ yazısı ile Kamil arkadaşım
EURO 2012’yi aynı zamanda bu tür turnuvaların ev
sahibi ülkelere kazanımları ve meydana getirdiği
gelişmeleri ele aldı. Portre köşemizde ‘’Gustave
Flaubert’’i ele alan sevgili arkadaşım İsmail
Aydoğdu yazarın hayatını sizler için iyi analiz
ederek sunmaya çalıştı. Hemen ardından
Üniversitemiz öğretim üyelerinden İktisat Fakültesi
Dekanı Prof.Dr. S.Rıdvan Karluk ile yapmış
olduğumuz mülakatı sizlere sunacağız. Bir sonraki
sayıda röportajın ikinci kısmını sizlere sunmaya
devam edeceğiz. Kronoloji köşemizde
bulunduğumuz ay içerisinde geçmişte meydana
gelen önemli gelişmelerin bulunduğu keyifli bir
köşemiz. Sevgili arkadaşlarım Büşra ve İlknur sizler
için analiz edip güzel bir köşe oluşturdular.
Her sayıda takım arkadaşlarımla beraber,
elimizden geldiğince yeni fikirler ve yeni projeler
ile ADOM e-bülten’i daha da farklı bir boyuta
taşıyacak, sizlere en güzelini sunacağız.
Bu sayıda bizlere yeni katılan arkadaşlarımız
olduğu görmektesiniz. Ekibimiz gün geçtikçe daha
kalabalıklaşıyor ve sizlere en iyiyi sunmak için
arkadaşlarım ile yoğun olarak çalışıyoruz.
Öncelikle Sayın Hocam Özgür TONUS’a destekleri
için tekrar tekrar teşekkürlerimi sunuyorum. Ekip
arkadaşlarımın hepsine tek tek ve tekrar tekrar
teşekkür ediyorum. Teknik aşamada desteklerini
aldığım Arif Yılmaz, Doğuş Küçük ve Sinan
Akyazı’ya da sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum.
ADOM e-bülten amatör bir ruhla, gönüllülerin
ortak girişimiyle oluşmuştur. Bu projeye destek
vermek isteyen, katkı sağlayabilecek tüm
üniversite öğrencilerine ADOM e-bülten'in kapısı
açıktır. Bizimle iletişime geçmenizi bekliyoruz.
Fatih GÖKYILDIZ
BU SAYIDA
Sayfa No:
SURİYE İÇ SAVAŞINA GENEL BAKIŞ ......................... 3
AB EKSPRESİ’NDE KIBRIS İSTASYONU..................... 5
GREXIT .................................................................... 8
AVRUPA BİRLİĞİ VE ORGANLARI ............................ 9
AVRUPA’DAKİ TÜRKLER........................................ 12
FUTBOL NE ZAMAN SADECE FUTBOLDUR?.......... 15
GUSTAVE FLAUBERT............................................. 17
RÖPORTAJ: PROF. DR. S. Rıdvan Karluk ............... 21
KRONOLOJİ ........................................................... 24
1
ADOM e-bülten
Dergi Editörü
&
ADOM Müdürlüğü Asistanı
Dergi Genel Yayın Yönetmeni
&
ADOM Müdürü
Fatih GÖKYILDIZ
Doç. Dr. Özgür TONUS
Uluslar arası İlişkiler
2. Sınıf Öğrencisi
Altuğ ÇAKMUR
Nuray ALTINDAĞ
Osmangazi Üniversitesi
Bahçeşehir Üniversitesi
Uluslar arası İlişkiler
Ekonomi Bölümü Arş. Görevlisi
4. Sınıf Öğrencisi
İsmail AYDOĞDU
Büşra KARATAŞ
Anadolu Üniversitesi
Sakarya Üniversitesi
İng. İktisat Bölümü
2. Sınıf Öğrencisi
Türkçe Öğretmenliği Bölümü
3.Sınıf Öğrencisi
İlknur PİŞKİN
CENGİZ HAN AKSU
Anadolu Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
İng. İktisat Bölümü
2. Sınıf Öğrencisi
Hukuk Bölümü 4. Sınıf
Öğrencisi
Kamil ÖZKASAP
M. Mücahid DALKILIÇ
Anadolu Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
İktisat Bölümü
4.Sınıf Öğrencisi
Uluslararası ilişkiler
3.Sınıf Öğrencisi
Sinan AKYAZI
Yusuf Hüseyin ŞAHİN
İstanbul Teknik Üniversitesi
Dergi Kapak Tasarımı
Bilgisayar Mühendisliği
2.Sınıf Öğrencisi
"Bültenimizde yer alan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir, ADOM açısından bağlayıcılığı yoktur."
2
ADOM e-bülten
SURİYE İÇ SAVAŞINA GENEL BAKIŞ
Suriye’de meydana gelen olaylara Arap Baharının
bir parçası olarak bakacak olursak ortada bulunan
tabloyu daha net bir şekilde görebiliriz. Öncelikle
Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da gerçekleşen
devrimler Suriyeli muhalifler için bir ilham kaynağı
niteliğindeydi. Önce Zeynel Abidin Bin Ali sonra
Hüsnü Mübarek son olarak da Muammer
Kaddafi’nin uzun yıllar hâkim oldukları topraklar
üzerindeki meşruiyetlerini bir bir kaybetmeleri
Suriye’de yaşayan, özgürlüğe ve demokrasiye
özlem duyan muhaliflerin içinde bir kıvılcım etkisi
yaratmıştı. Daha önce gerçekleşmiş bir örnek olay
tabiî ki de daha sonra meydana gelecek olaylar
için bir ışık olmuştur.
Bir tarafta, yaptıkları muhalefet sebebiyle Beşşar
Esed tarafından hain ilan edilen muhalifler, diğer
tarafta ise kendisine yapılan muhalif hareketlere
karşı kendi halkına eziyet edebilen, iktidarı
bırakmaya niyeti olmayan Beşşar Esed yer
alıyordu.
Suriye böylesine kanlı bir savaşın içine girerken,
muhalifler 2011 yılının yaz aylarında Özgür Suriye
Ordusunu(ÖSO) kurdular. Bölgede çatışma devam
ederken uluslararası kamuoyu tabiî ki olup
bitenlere göz yummadı. Bu çerçevede Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi toplandı ve Beşşar
Esed’in görevden çekilerek yetkilerini
yardımcısına bırakması çağrısında bulunulan
tasarı oylamaya sunuldu. 15 üye devletin
oylamasına sunulan tasarıya 13 evet oyu
çıkmıştır. Ancak Rusya ve Çin Halk
Cumhuriyeti’nin aleyhte oy kullanmaları ve bahsi
geçen üye ülkelerin veto etme hakları gereği
tasarı geçmemiştir.
15 Mart 2011’de Suriyeli muhaliflerin
ayaklanmaları, eylem yapmaları, gerçekleşen
toplu yürüyüşler ile Suriye’de artık muhalifler
isteklerini dile getirmişlerdi. Muhalifler baskıcı
Baas rejimini devirmek ve yerine daha demokratik
daha özgürlükçü niteliklere sahip bir sistem
istiyorlardı. Ancak Beşşar Esed tüm bu isteklere
kulaklarını kapadı. Hatta ilk başlarda gerekli
reformları yapacağını söyleyerek Türkiye’yi ve
Avrupa’yı biraz olsun bu işin dışında tutmak istedi.
Ancak pratikte Beşşar Esed söylediği reform
hareketlerinden hiçbirini yapmadı. Hatta
muhaliflerin etkisi giderek artınca bu muhalif
hareketlerin dış kaynaklı olduğunu, yapılan
eylemlerin arkasında emperyal güçlerin olduğunu,
kendisi ülkede halkın refah seviyesini yükseltmek
için reform yaptıkça ülkede terör eylemlerinin
arttığını ifade eden birçok demeç verdi. Bu sayede
Uluslararası kamuoyuna, halkına, haklı olduğunu
ispat etmeye çalışıyordu. Beşşar Esed
ayaklanmaları bastırmak için tanklar ve keskin
nişancılar kullanmaya başladı. Suriye artık resmen
bir iç savaşa girmişti.
Uluslararası alanda bu gelişmeler yaşanırken,
Suriye’de gerilim git gide tırmanıyor ve günde
yüzlerce binlerce masum sivil hayatlarını
kaybediyorlardı. Büyük devletlerin Suriye
meselesi konusunda çıkarlarının uyuşmaması bu
konuda bir karar alınmasını geciktiriyor ve bu
durum da içeride meşruiyetini devam ettirmek
isteyen Beşşar Esed’in vahşetinin artmasına sebep
oluyordu. Yaşlıların, çocukların, masum insanların
katledilmesi, insan hakları ihlalinin olması
nedeniyle Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi
Suriye rejimine yaptırım kararı almak için
toplandı. Ancak Rusya ve Çin Halk Cumhuriyeti
yine veto haklarını kullanmış ve uluslararası
sistemde Beşşar Esed’i doğrudan destekleyici
görünmeseler de kullandıkları veto haklarıyla
Esed rejiminin yanında imajı sergilemişlerdir.
3
ADOM e-bülten
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinde 5 daimi
üyenin bulunması, bu beş daimi üyenin veto
hakkının bulunması ve bu beş devletten en az
birinin menfaatine olmayan durumlarda karar
alınamaması BM gibi güçlü bir örgütün çok önemli
olaylarda bazen eylemsiz kalmasına neden
oluyordu. Uluslararası kamuoyu nezdinde olan
son gelişme ise; Suriye’nin, Türkiye’nin F4 savaş
uçağını düşürmesiyle(Haziran 2012) NATO’nun
olağanüstü toplanması ve çok sert şekilde olayı
kınamasıdır. Suriye’nin Türk uçağını düşürmesi
olayı ile zaten gergin olan Suriye-Türkiye ilişkileri
iyice kriz seviyesine yükselmiştir. Bu konuya
ayrıntısıyla girmemekle beraber, yaşanan bu
talihsiz olayı iki ülke açısından değerlendirmekte
fayda var. Öncelikle şu konunun altını
çizmemizde yarar var: Suriye, Türkiye’nin F4 savaş
uçağını düşürerek o bölgede yeni bir krizin
başlamasına sebebiyet verdi. Suriye’nin içinde
başlayan karışıklıklar insan hakları ihlalleri olduğu
için tüm dünyayı ilgilendirir bir hal almaya
başlamıştı zaten. Bunun üzerine ek olarak
Suriye’nin savaş uçağımızı düşürmesi iki ülkeyi
karşı karşıya getirmiş oldu. İç karmaşa yaşayan
Suriye bir de dış savaşla burun buruna gelmişti.
Ortamın hala yumuşadığını söylemek mümkün
değil ancak olayın sıcaklığı biraz olsun geçtiği için
her kafadan bir ses çıkmıyor. Türkiye, bu konudaki
duruşunu, tavrını net olarak ortaya koydu
diyebiliriz.
birine destek veren birçok muhalif grup da
Suriye’de mevcuttur. Muhaliflerin ortak yönü ise
Esed karşıtı olmaları ve Esed’in devrilmesini
istemeleridir. Muhalif hareketlerinin tam bir
dayanışma içinde olduğunu söyleyemeyiz hatta
bunun tersine her muhalif hareketi kendi
bölgesini oluşturup o bölgeye sahip olma
düşüncesi içerisine girmiştir. Günler ilerledikçe
olaylar girift bir hal almakta ve çözümden
uzaklaşılmaktadır. Beşşar Esed, kendisini
istemeyen halka terörist muamelesi yaptıkça,
BM’de çıkar anlaşmazlığı yüzünden karar
alınamadıkça çözüm bulunması mümkün
görünmemektedir.
Türkiye’nin hali hazırda devam eden olaylar için
tavrı ise çok önemli hal almıştır. Suriye iç
savaşında birçok karmaşık olay meydana gelirken
yüzlerce spekülasyon ortaya atılmaktadır. Türkiye
bölgede sakin tavrını korumalı, barışı, huzuru tesis
edici büyük devlet yönünü ortaya çıkarmalıdır.
Son dönemlerde sıkça dile getirilen ‘bölgesel güç’
kavramını somut hale getirmek için bölgede daha
da fazla etkin olmalıdır. Yapılmaması gereken çok
önemli bir hususu da belirtmek gerekir:
Hükümetler değişir, yöneticiler değişir ama halk
aynen varlığını sürdürür. Türkiye Cumhuriyeti
bölgede, uluslararası hukuk çerçevesinde Suriye
halkının güvenliğini sağlayıcı önlemler almalı,
halkla ters düşmemelidir. Türkiye’ye yerleşen
mültecilere gösterilen hassasiyet devam
ettirilmelidir.
Suriye’deki muhalif hareketleri incelemeye
kalktığımızda karşımıza 3 tür muhalefet
hareketinin çıktığını görebiliriz.
M. Mücahid DALKILIÇ
1. Sadece rejimi devirip demokratik sistem inşa
etmek isteyen muhalifler
2. Aşırı İslamcı, şeriat düzenini isteyen muhalifler
3. Özgürlük isteyen Kürt muhalifler
Yukarıda bahsetmiş olduğum muhalif hareketleri
dışında veya da dolaylı olarak bu hareketlerden
4
ADOM e-bülten
AVRUPA BİRLİĞİ EKSPRESİ’NDE KIBRIS İSTASYONU
Kıbrıs Sorunu zaman içinde farklı dönemlerde
soruna farklı aktörlerin dâhil olması ile zaman
zaman boyut değiştiren ve kapsamlı çözümlerin
bile tarafların uzun süredir gösterdiği direnci
kırmakta yetersiz kaldığı bir hale bürünmüştür.
Sürecin uzaması ve dolayısıyla giderek
karmaşıklaşan yapısı, soruna doğrudan taraf olan
Türk ve Rum iradelerinin dışında, uluslararası
aktörlerin de bu süreçte etkin rol oynamasına
sebep olmuştur.
90’lı yıllardan sonra gerçekleşen kısmına yer
verilecektir.
Kıbrıs, Türkiye ve Avrupa Birliği üçgeninde, ele
aldığımız dönem içerisindeki ilk kilometre taşını,
Temmuz 1990’da Kıbrıs Rum Yönetimi’nin tüm
Kıbrıs adına AB’ye üyelik için başvurusu olarak
kabul edebiliriz. Başvuru sonrasında -BM’nin ve
Türk tarafının uyarılarına ve başvurunun hukuksal
açıdan uygunsuzluğuna rağmen- topluluğun 11
Eylül 1990’da bu başvurunun normal süreç içinde
değerlendirilmesi kararı ve sonrasında üyelik
müzakerelerinin başlaması, üyelik için aranan
Kopenhag Kriterleri’yle tam olarak uyum
sağlamamaktadır. Bu sonuç ise söz konusu sürecin
ilk çarpıcı özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Haziran 1993’te AB’nin, Kıbrıs’ın tam üyelik için
gerekli şartları taşıdığını belirten görüşünü
yayınlamasının ardından, 24 Şubat 1997’ye
gelindiğinde, üyeliğin gerçekleşebilmesi için adada
önce siyasi bir çözümün şart olduğunu,
görüşmelere Türklerin de katılması gerektiğini
belirtmesi Kıbrıs’ın üyeliğine ilişkin bu zamana
kadar göstermiş olduğu tavrını değiştirdiğini
ortaya koymuştur. 1997’de yayınlanan
Lüksemburg Sonuç Bildirgesi ile Kıbrıs sorununun
2003 yılına dek çözülmemesi durumunda Rum
yönetiminin Kıbrıs adına üye olabileceğinin ve
üyeliğinin 2004 yılında kabul edileceğinin
açıklanması, Kıbrıs’taki çözümsüzlüğü daha da
arttırmış ve AB’nin bu yaklaşımı uluslararası
anlaşmaları ihlal ettiğini de kanıtlamıştır.
Kıbrıs sorunu, genel olarak Türkiye ile AB arasında
90’lı yılların sonlarında siyasi bir sorun haline
gelirken, Rum yönetiminin tam üye olması
sonrasında, Türkiye’nin üyeliği için bir ön koşul
niteliğine bürünmesiyle AB üyelik sürecinin bir
anlamda kilitlenmesine sebep olmuştur.
Gelişmelerin sonuçları her basamakta derin etkiler
doğurarak Türkiye’nin BM ve AB ile olan
ilişkilerindeki manevralarına da yön vererek, Türk
dış politikasını hem ikili hem de kolektif ilişkiler
boyutunda etkileyen sonuçları da beraberinde
getirmiştir.
Genel olarak 1974 sonrası dönemde gündeme
gelen öneriler, birbirlerinin devamı gibidir ve
önerilerin hiç biri üzerinde taraflar arasında tam
bir kabulü içeren uzlaşma olmamıştır. Ayrıca, farklı
etkenler de sorunun çözümsüzlüğünün
urlaşmasına sebep olmuştur. Konunun tarihsel
boyutu çok geniş olduğu için bu çalışmada sadece
dönüm noktası olarak değerlendirilebilecek ve
Türkiye-AB ilişkilerini etkileyen en temel unsurların
Lüksemburg Kararlarını bir bütün olarak
değerlendirdiğimizde, zaten AB’den dışlanmış bir
Türkiye’nin, bir de birlikle olan siyasal diyaloğunu
kesmesi, AB’nin Türkiye’ye karşı kullanabileceği
kozlarının bütünüyle elinden alınması ve çıkarları
doğrultusunda hareket edebileceği alanının da
5
ADOM e-bülten
kısıtlanması anlamına geldiği için büyük bir hata
olduğu sonucuna ulaşmamız mümkündür. Zira
durumun gidişatı hakkında doğru öngörüde
bulunan Almanya, Hollanda, İtalya ve Fransa ortak
bir deklarasyonla, bölünmüş bir Kıbrıs’ın AB’ye
tam üyeliğinin ciddi problemler meydana
getireceğine vurgu yaparak, soruna çözüm
bulunana dek bu üyeliğe taraftar olmadıklarını
belirtmişlerdir.
ilişkileri zorlamak ve kendi çıkarları doğrultusunda
sorunu araçsallaştırmak istediği de aşikârdır.
AB Komisyonu’nun 7 Kasım 2000’de açıkladığı ve
Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecindeki “yol
haritasını” çizen Katılım Ortaklığı Belgesi’nde
(KOB) yer alan kısa vadeli öncelikler bölümünde
Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin kısıtlayıcı
ifadeler Türkiye-AB arasında büyük bir krize neden
olmuş ve Türk siyasileri tarafından sert bir tepkiyle
karşılanmıştır. Türkiye-AB ilişkileri nezdinde Kıbrıs
sorununun siyasi bir kriter olduğunun ifade
edilmesi ve dolayısıyla ilişkilerin Kıbrıs’a
endekslenmeye çalışılması son derece dikkat çekici
ve endişe uyandırıcı bir etki yaratmıştır.
2002 yılında Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ne
girmesine kalan süre azaldığı için yaşanan
diplomasi trafiği hız kazanmış, sonraki süreç ise
Annan Planı ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye üye
olması ile devam etmiştir.
Nisan 2003’te GKRY’nin AB’ye Katılım
Antlaşması’nın Türklerin uyarılarına rağmen
imzalanmasıyla GKRY’ni çözüme teşvik edebilecek
önemli bir unsur yitirilmiştir. Aynı zamanda BM
Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde
Annan Planı’ndan yararlanarak kapsamlı bir
çözüme ulaşılması maksadıyla müzakerelere
devam etmeleri istenmiş, bu talebe karşı Türklerin
olumlu ve çözüm odaklı tavrı neticesinde, yapılan
New York görüşmeleri başarılı geçmiştir.
Müzakerelerin ardından son haline kavuşan planın
Türk toplumu tarafından kabulüne rağmen,
referandum öncesinde Rum liderlerce yürütülen
‘’hayır kampanyaları’’nın da etkisiyle Rum kesimi
tarafından kabul edilmemiştir. Böylelikle AB ve BM
dahil olmak üzere tüm uluslararası arenanın
arkasında durduğu çözüm önerisi de bir sonuca
bağlanamamıştır. Kıbrıs ile birlikte dokuz yeni
üyenin AB’ye katılmasından sonra, Türkiye Mayıs
2004’te diğer üye devletleri Gümrük Birliği
Kararı’na dahil etmesine rağmen Kıbrıs’ı hariçte
tuttuğunu ilan edince şiddetli baskılara maruz
kalmış ve neticede Kıbrıs’ı da birliğe dahil etmek
AB’nin 10-11 Aralık 1999’da yaptığı Türkiye’nin AB
ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası olan
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin tam üyelik için
adaylığı resmi olarak kabul edilmiş, zirvenin sonuç
belgesinde genişleme sürecindeki Türkiye’nin
konumu ve Kıbrıs sorunuyla ilgili özel maddelere
de yer verilmiştir. Üyelik için şart koşulan
Kopenhang ve Maastrich Kriterleri’nin hayata
geçirilmesini, Türkiye’nin çağdaşlaşma ülküsü
bakımından değerlendirildiğimizde, pozitif yönde
ivme kazandırıcı etkilere sahip olduğunu
söyleyebiliriz. Ancak sınır sorunlarına dair Kıbrıs’a
yapılan atıfta, Yunanistan’ın Türkiye ile olan
6
ADOM e-bülten
zorunda kalmıştır. Böylelikle Kıbrıs sorunu
Yunanistan ve Türkiye’nin ikili ilişkilerindeki sorun
olmaktan çıkmış ve doğrudan AB-Türkiye sorunu
haline gelmiştir.
durumu bozmaya yönelik her girişimi engellemeye
çalışması bu perspektifle incelenmelidir. GKRY’nin
uzlaşmaz tutumunu ortadan kaldırmanın tek yolu
barış anlaşmasıyla ilgili çalışmalara devam ederken
kararlı bir şekilde KKTC’nin tanınması yönündeki
girişimlere ağırlık vermekten geçmektedir.
Tam üyelik başvurusunun kabulü durumuna
günümüz şartlarıyla bakarsak; genişleyen AB
içerisinde Türkiye ile sorunları olan iki üye ülkenin
varlığı, getirilen kriterlerle beraber, Türkiye
açısından sürekli veto engelinin nasıl aşılacağı
sorunsalını göz önünde tutmayı gerektirmekte;
dolayısıyla, Türkiye’nin manevra alanını
sınırlandırmaktadır. Durum AB’nin diğer üyeleri
için de sorun oluşturmaktadır. Türkiye’nin AB’ye
üyeliği sonrasında yaratacağı katkıyı
değerlendirebilen üyeler için küçük bir üye
devletin sürekli olarak sorun çıkarması ve Birliğin
işleyişini sekteye uğratması istenen bir durum
değildir. Diğer yandan, Türkiye’nin üyeliğine karşı
çıkan devletler içinse aynı durum bir avantaj
olarak kabul edilmekte; Türkiye üzerinde baskı
yaratılması ve üyeliğin önünde sürekli bir engel
oluşturulması fırsatı olarak değerlendirilmektedir.
KKTC ile GKRY arasında kalıcı ve adil bir barış
anlaşması tesis etmek için mevcut statükonun
değiştirilmesine yönelik yeni bir strateji
belirlenmesi gerekmektedir. Bu strateji
oluşturulurken adada ulaşılacak kapsamlı çözümün
sürdürülebilir olması birinci öncelik olmalıdır.
Dolayısıyla, çözümün devamı için garantör
tarafların da önemli bir rol oynayabileceği, ayrıca
Yunanistan’ın ve genel olarak AB’nin içerisinde
bulunduğu ekonomik kriz göz önüne alındığında,
bu aktörler için Kıbrıs konusunun ikinci planda
kalması sebebiyle özellikle Türkiye’nin ön planda
yer alabileceğini de öne sürülebiliriz. Bunların yanı
sıra Birleşmiş Milletlerin de kısıtlı bir rol oynadığı
göz önüne alındığında, sorunun çözümü uzun
vadede Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde daha etkin
ve güçlü roller üstlenmesini de beraberinde
getirebilir. Böylece, Türkiye’nin bölgesel gücü ve
etkisi artabilir. Aynı zamanda Türkiye ile AB
arasında sürmekte olan müzakere sürecinde
yaşanan sorunların ortadan kaldırılmasına ve
ilişkilerin daha hızlı ilerlemesine katkı sağlanabilir.
Sorun çözüldüğü takdirde hızlanan AB süreci ile dış
politikada da eksen kayması tartışmalarının önüne
geçilerek komşuları ile sıfır sorun politikası izleyen
ve bölgesinde etkin güç olmak isteyen Türkiye’nin
yönünün halen Batı olduğu ve AB üyelik
hedefinden vazgeçilmediği dünyaya kanıtlanmış
olacaktır. Sorunun çözülmemesi durumunda ise
Türkiye’nin üyelik sürecinin çıkmaza girmesi
muhtemeldir.
Soruna ABD perspektifiyle bakarsak; Irak’taki
gelişmeler ve İran’la yaşanılan problemlerden
dolayı Türkiye ile olan ilişkiler gün geçtikçe önem
kazanmaya devam etmektedir. Dolayısıyla ABD,
Kıbrıs yüzünden Türkiye’yle problem yaşamak
istememekte ve sorunun tıpkı Türkiye’nin yaptığı
gibi BM çerçevesinde ele alınması gerektiğini
savunmaktadır. Diğer taraftan ABD’nin Kıbrıs’a
olan hassasiyeti, daha çok 11 Eylül saldırılarıyla
gündeme gelen politikasında Orta Doğu’ya
müdahale için stratejik öneme sahip olan Kıbrıs’ta
istikrarın sağlanması üzerinedir.
Rum Kesimi AB üyesi olduktan sonra yaşanan
süreç bize açık bir şekilde göstermektedir ki;
Kıbrıs’taki mevcut statüko GKRY’nin lehinedir ve
NURAY ALTINDAĞ
7
ADOM e-bülten
GREXIT
Avrupa’daki mevcut krizi dile getirince hemen
herkes tarafından “Günah Keçisi” ilan edilmiş
Yunanistan’ın içsel politik çatışmaları ve kemer
sıkma politikaları bir yana dursun; bu yazımda
Eurozone’dan çıkış yapması nasıl olacak ve ne gibi
sonuçlar ortaya çıkacak sorularına cevaplar
vermeye çalışacağım.
çıkışlarının bu gayri resmi oranı daha da
arttıracağını tahmin etmekteler. Güvensiz kur
hepimizin öngöreceği üzere daha da değer
kaybedecektir. Aslında bu kısa dönemde kabus gibi
görülse de uzun dönemde Marshall – Lerner
koşulu dediğimiz ticaret dengesinin iyileştirilmesini
sağlayacaktır. Değersiz kur ithalatı dizginlerken
ihracatı canlandıracak ve ülkeye uzun dönemde
pozitif getiriler sağlayacaktır. Sözün özü
Yunanistan açısından kara bulutların arasında
süzülen tek ışık uzmesi de ticari dengenin
sağlanması ihtimalidir ancak politik stabilitenin de
çok önemli bir faktör olduğunu hatırlatmakta
fayda var. Katı iktisat kuralları ne derse desin
ekstrem durumlarda beklenmedik sonuçların
doğduğu her kriz ortamında gözlemlenmiştir.
Grexit olarak adlandırılan Yunanistan’ın
Eurozone’dan çıkma işlemi (Grexit: Greece –
Yunanistan, Exit – Çıkış kelimelerinin birleşimi)
sadece Yunanistan’ı değil tüm AB’yi ilgilendiren ve
geniş bir ölçekte ekonomik dalgalanmalara neden
olabilecek bir durum olma özelliğini taşıyor. Peki
Yunanistan Euro’dan önceki para birimi olan
Drahmi’ye nasıl dönecek?
Öncelikle yeni Drahmi için çıkarılacak bir kanun ile
yeni bir kur belirlenmesi lazım. Böylece ülke içinde
bulunan finansal varlıkların yeni para birimi
üzerinden değerlerinin hesaplanması işlemine
geçilecek. Bu noktada öngörülen en büyük sıkıntı
Yunanistan’dan büyük miktarlarda kapitalin
çıkması. Bu çıkışın engellenmesi için olası kanunlar
çıkarılması da öngörülmesine rağmen AB hukuk
kurallarınca sermaye ve işçi hareketliliğine üye
ülkelerce kısıtlama getirilememekte. Yunanistan
zaten son bir yılda büyük miktarda sermaye
çıkışlarını yaşamakta ve olası Drahmi’ye geçiş
süreci bu konuda daha da sıkıntıya yol açacak
izlemini veriyor. Aşağıdaki grafikte krizden en çok
etkilenen AB ülkelerinin son bir yıllık sermaye
hareketliliği gösterilmektedir. Yunanistan’ın diğer
ülkelere oranla daha çok sıkıntı çektiğini açıkça
gözlemleyebiliyoruz.
Benim şahsi fikrim Yunanistan’ın sıkı bir kemer
sıkma paketi geçirmesi ve Eurozone’da kalması
gerektiği yönünde keza uzun dönemde pozitif
dönüşler almak için birkaç yıl boyunca ekonomide
çok büyük sıkıntılar çekmek pek de rasyonel bir
eylem olamaz. Türkiye 2001 krizi sonrasında
IMF’den aldığı krediler ve stand by programı ile
mali disiplin getirebilmesine rağmen programın ilk
iki yılı boyunca hayli sıkıntılı günler geçirmek
zorunda kaldı. Bu noktada Yunanistan’ın AB fonları
ile desteklenmesi imkanı varken Türkiye’nin böyle
Bir sonraki adımda olası başka bir konu da
güvenilmeyen bu yeni Drahmi’nin kara piyasa
yaratması. An itibari ile vergiden kaçmak için
resmileştirilmeyen istihdam oranının tüm
istihdamın %25’i olduğunu tahmin eden otoriteler,
güvensiz kur ortamı ve büyük miktardaki sermaye
8
ADOM e-bülten
bir şansı yoktu. AB gibi büyük bir medeniyet
projesi kapsamında merkantilist siyasi ve iktisadi
düşüncelerle kredibilitesini hayli kaybeden
Yunanistan için; hala iş işten geçmemişken,
sirtakiyi bırakıp realistik politikalara dönme imkanı
var. Yunanistan’ın bir an önce; AB’ye düşman
kesilip devlet bütçesini halkına dağıtan liderlerin,
Yunan halkına iyilik değil kötülük ettiğinin farkına
varması gerekmektedir. Uzlaşmacı ve ılımlı bir
lider ile bu krizin aşılması mümkündür fakat
mevcut tablo ne yazık ki pek de umut verici değil.
Altuğ ÇAKMUR
AVRUPA BİRLİĞİ VE ORGANLARI
1) Genel Olarak
Avrupa Birliği ya da kısaca AB 1992 yılında
Maastricht Antlaşması’nın yürürlüğe girmesi ile
kurulmuştur. Aslında bu antlaşma ile tamamen
yeni bir örgüt kurulmamış, var olan Avrupa
Ekonomik Topluluğu’nun görev ve sorumluluk
alanı genişletilmiştir. Avrupa Birliği’nin devamı
niteliğinde olduğu Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun kökenleri ise 2.Dünya Savaşı
sonrasına dayanır. Aşırı milliyetçiliğin yol açtığı
dünya savaşlarından bunalan Avrupa yeniden
kalkınma düşüncesiyle işbirliği yoluna gitmiş ve
bunun sonucunda da Avrupa Ekonomik
Topluluğu’nun temelleri atılmıştır. Bugün 27 üyesi
bulunan Avrupa Birliği yaklaşık 500 milyonluk
nüfusuyla siyasi ve ekonomik anlamda dünyanın
en etkili uluslararası örgütlerinden biridir. Temel
amacı üyesi olan 27 devletin siyasi, ekonomik ve
sosyal gelişimin sağlanması ve Avrupa halkı
arasında birlik ve beraberliğin sağlanmasıdır.
hukukunun uygulanması gerekir. Bu bağlayıcılık
Avrupa Birliği hukukunun temelini oluşturmaktadır
ve bağlayıcılığın kabul edilmesi Avrupa Birliğine
girmenin temel şartlarından biridir.
3) Yönetim
Avrupa Birliği hedeflerine ulaşmak için hukuki,
siyasi, ekonomik, sosyal vs. faaliyetlerde bulunur.
Bu faaliyetleri çeşitli kurumaları aracılığıyla yerine
getirir. Avrupa Birliği Antlaşması’nın 13.
maddesine göre başlıca Avrupa Birliği kurumları:
Avrupa Parlamentosu, Avrupa Komisyonu, Avrupa
Birliği Konseyi, Avrupa Birliği Zirvesi, Avrupa Birliği
Adalet Divanı, Avrupa Birliği Sayıştayı, Avrupa
Birliği Merkez Bankası ve diğer kurum ve organlar.
a) Avrupa Parlamentosu
Doğrudan halk tarafından seçilen organdır. Birliğe
üye devletlerin vatandaşlarının haklarını ve
görüşlerini temsil eder. Yasama yetkisi Konseyle
birlikte Parlamentoya aittir. Bir hukuki
düzenlemenin kabul edilmesi hem
Parlamento’nun hem de Konsey’in izni ile
mümkün olur. Bazı konularda ise danışma organı
niteliğindedir. Diğer bir önemli yetkisi ise siyasi
denetimdir. Komisyona yazılı ve sözlü soru sorma,
soruşturma komiteleri kurma gibi siyasi yollarla
Komisyonu denetler. Genel kurul Strasbourg’ta
2) Avrupa Birliği Hukuku
Avrupa Birliği çeşitli yasal düzenlemeler üzerinde
ayakta durmaktadır. Bu yasal düzenlemeler çeşitli
siyasi ve ekonomik gelişmeler de dikkate alınarak
sürekli güncellenmekte ve üye devletleri ve
yurttaşları doğrudan etkilemektedir. Buna
doğrudan etki kuralı denir. Üye ülkeler
kurumlarında Avrupa Birliği Hukukuna göre
hareket eder. Üye devletlerin yasalarında yer alan
bir hüküm ile Avrupa Birliği hukukunda yer alan bir
hükmün çelişmesi halinde Avrupa Birliği
9
ADOM e-bülten
toplanır.
sağlanır. Asıl amaç ekonomik birliğin ve
kalkınmanın sağlanmasıdır. Bu vazifesi nedeniyle
ekonomik konularda üye devletler ve birliğin diğer
organları üzerinde denetim yetkisine sahiptir.
Diğer bir önemli vazifesi ise bütçe ile ilgilidir.
Komisyon tarafından gönderilen bütçe ön
tasarısının tasarı haline gelebilmesi için Konseyin
onayına ihtiyaç vardır. Başkanlık 18 aylık dönemde
üç ülke tarafından yürütülür. Lizbon Antlaşması
çerçevesinde kararlar kural olarak nitelikli
çoğunlukla alınır. İstisna olarak ise basit oy ve oy
birliği usulüne başvurulur.
b) Avrupa Komisyonu
Tam adı Avrupa Toplulukları Komisyonu’dur.
Avrupa Birliği politikasının düzenleyicisidir. Birliğin
yürütme organıdır. Avrupa Parlamentosu’na ve
Avrupa Konseyi’ne mevzuat önerileri hazırlar ve
sunar. Aynı zamanda bu organlarca hazırlanan
program ve bütçeleri uygular. Avrupa Birliği
Hukuku’nun uygulanmasını Avrupa Birliği Adalet
Divanı ile sağlar. Uluslararası alanda Birliğin
temsilciliğini üstlenir.
d) Avrupa Birliği Zirvesi
Avrupa Birliği Liderler Zirvesi. Üye devletlerin
başbakanları veya devlet başkanları ile AB Zirve
Başkanı ve Avrupa Komisyonu Başkanının katılımı
ile oluşan Avrupa Birliği’nin en yüksek kurumudur.
Yasama ve yürütme yetkisi yoktur ancak birlik ile
ilgi önemli konular görüşülür. Bu nedenle her ne
kadar yasama ve yürütme yetkisi olmasa da gerek
üst düzey yöneticilerin katılması gerek görüşülen
konuların önemi nedeniyle Avrupa Birliği’nin
motor gücü denilebilir. Avrupa Birliği’nin
ekonomik ve sosyal gelişimi ile üye devletlerin
bütünlüğü ile ilgili konular görüşülür. Birliğin orta
ve uzun vadeli politikası belirlenir. Zirve yılda en az
4 defa Brüksel’de toplanır. Zirve başkanı 2,5
yılığına üye devletler tarafından atanır.
Her devletten bir temsilcinin yer aldığı 27 üyesi
vardır. Başkanı Avrupa Birliği Zirvesi tarafından
belirlenir. Ataması ise Avrupa Parlamentosu
tarafından yapılır. Başkanla birlikte, başkanın üye
devletlerin göstereceği adaylar arasından seçeceği
Komisyon komiserlerinin de Avrupa
Parlamentosu’nun onayını alması gerekir.
Komiserler üye devletlerden birinin vatandaşı
olmasına rağmen ülkesinin değil birliğin
menfaatlerini ön planda tutmalıdırlar. Komisyon
bağımsız çalışır. Hiçbir kurum veya devletten
talimat almazlar. Komisyonun merkezi Brüksel’dir.
e) Avrupa Birliği Adalet Divanı
Avrupa Birliği’nin yargı organıdır. Birliğin bünyesi
içinde yer alan en yüksek mahkemedir. AB
mevzuatının tüm üye devletlerde aynı şekilde
uygulanmasını ve yorumlanmasını sağlamakla
görevlidir. Yetkisi Birlik tasarruflarının
yorumlanması ile sınırlı olup ulusal
anlaşmazlıklarla ilgili karar verme yetkisi yoktur.
AB hukukundan kaynaklanan davalara bakmaya
yetkilidir. Bunlar üye devletlerin ve AB
organlarının AB hukukuna uyup uymadığının
denetlenmesidir. Ayrıca ulusal mahkemelerde
görülmekte olan davaların çözüme bağlanması için
gerekli olduğunda AB hukukunun
c) Avrupa Birliği Konseyi
Üye ülkelerin bakanlık düzeyinde temsil edildiği
organdır. Avrupa Parlamentosu ile birlikte yasama
yetkisini kullanır. Konseyin toplantılarına
görüşülecek konu doğrultusunda üye devletin ilgili
bakanı katılır. Konsey üye devletlerin
menfaatlerinin temsil edildiği organdır. Üye
devletlerin ekonomi politikaları arasındaki uyum
10
ADOM e-bülten
yorumlanmasıdır. Lüksemburg’da faaliyet
göstermektedir. Divan, her üye devletten bir
yargıçtan, Genel Mahkeme ise yine her üye
devletten en az bir yargıç olmak üzere 27 yargıçtan
oluşur.
tek yetkilidir. Merkezi Frankfurt’tadır. Karar alma
organları Yürütme Kurulu, Yönetim Kurulu ve
Genel Kurul’dur.
h) Diğer Kurum ve Organlar
AB Antlaşması’nın 13. maddesinde belirtilen
organlar dışında pek çok kurum, organ ve ajans
vardır. Ekonomik ve Sosyal Komite, Parlamentoya,
Konseye ve Komisyona yardımcı olmak amacıyla
kurulmuş bir danışma kuruludur. Kararları
bağlayıcı değildir. Bölgeler Komitesi ise bölgesel ve
yerel yönetimlerin temsilcilerinden meydana gelen
danışma organıdır. Karar alma sürecinde bölgesel
ve yerel görüşlerin dikkate alınmasını sağlar.
Avrupa Yatırım Bankası ise Birliğin dengeli
büyümesine katkıda bulunacak yatırım projeleri
için kredi sağlayan bir kurumdur. Avrupa
Ombudsmanı ise AB vatandaşlarının veya AB
ülkesinde ikamet eden gerçek kişilerin ve AB’de
kayıtlı olan tüzel kişilerin AB kurumları hakkındaki
şikayetlerini dinler.
f) Avrupa Birliği Sayıştayı
İyi bir mali idarenin temin edilmesi amacıyla
Birliğin tüm gelir ve giderlerini inceler; işlemlerin
hukuka ve usule uygunluğunu denetler. Sayıştay’ın
temel görevi AB bütçesinin doğru kullanılmasını
sağlamaktır. Bu görevi yerine getirirken AB gelir ve
giderlerini idare eden her kurumun kayıtlarını
inceleyebilir. Bir önceki mali yıla ilişkin rapor
hazırlar Avrupa Parlamentosu’na veya Komisyon’a
sunar. Her üye devletten birer temsilci olmak
üzere 27 üyeden oluşur. Üyelerin bağımsızlıkları ve
tarafsızlıkları teminat altına alınmıştır. Merkezi
Lüksemburg’dadır.
g) Avrupa Merkez Bankası
Bağımsız bir Avrupa Birliği organıdır. Euro bölgesi
içinde bulunan 17 ülkenin para politikasını
yönetmekle yükümlüdür. Temel görevi Euro’nun
idaresi, AB ülkelerindeki fiyat istikrarının
korunması, AB ekonomi ve para politikasının
oluşturulması, Euro’nun alım gücünün
korunmasıdır. Bu görevini üye devletlerin merkez
bankaları ve AB Merkez Bankası’ndan oluşan
Avrupa Merkez Bankaları sistemi içinde yerine
getirir. Euro bölgesi içinde para basımı konusunda
Cengizhan AKSU
KAYNAKLAR;
http://www.dpt.gov.tr
http://www.abgs.gov.tr
http://www.ikv.org.tr
11
ADOM e-bülten
AVRUPA’DAKİ TÜRKLER
Avrupalılar ve Türkler, tarihin çok eski
zamanlarından bu yana coğrafi konumlarının
yakınlığı nedeniyle sürekli etkileşim halinde
bulunmuşlardır. Türklerin Avrupa’ya
yerleşmeleri,1800’lü yıllarda Jön Türklerle
başlamış, II.Dünya savaşından sonra Avrupalıların
yabancı işçi göçü almaya başlamasıyla devam
etmiş ve sayıları hızla artmıştır.
Türklerin çalışmak amacıyla Avrupa’ya gidişi ilk
olarak 1960’lı yıllarda Almanya ile başlamış, 31
Ekim 1961’de,İş ve İşçi Bulma Kurumu, Türkiye
Cumhuriyeti Çalışma Bakanlığı ve Almanya’da ki
irtibat büroları vasıtasıyla ikili anlaşmalar
imzalanmıştır. Almanya ile başlayan ikili
anlaşmalar, 1964’ de Belçika, Avusturya, Hollanda,
1965’de Fransa, 1967’de İsveç ile imzalanarak
devam etmiştir.
70.000 işçi çıkarıldığında bile çoğu Türkiye’ye
dönmeyip, Hollanda ve Belçika gibi ülkelere
gitmişlerdi.
Dönüş planları uzayınca, çare aile birleşiminde
arandı. Altmışlı yılların başından, yetmişli yılların
başına kadar genellikle işçi yurtlarında geçen
hayat ’aile birleşimi’ ile yeni bir döneme girdi ve
yeni bir göç dalgası başladı. Aynı zamanda, işçi
yurtlarından ayrılan Türk işçileri, yerli halk ile
birlikte apartmanlarda yaşamaya ve onlarla
etkileşimde bulunmaya başladılar. Seksenli yılların
başından itibaren artık neredeyse Avrupa’da
yerleşik hayata geçmişlerdi. Bu yerleşik hayata
hazırlıksız ve önbilgisiz yakalanan Türkler birçok
sorunla karşılaşmışlardı. Özellikle aile birleşimi ve
O dönemde Türk işçileri konuk işçi sıfatıyla ve
sadece erkekler kaydıyla alınmıştı. Dönüşüm
ilkesine göre işçilerin bir yıl sonunda ülkelerine
dönmeleri gerekmekteydi, fakat daha sonra
dönme planları sürekli iki yıl sonrasına
ertelenmeye başladı. Böylece iki yıllar dört yıl, dört
yıllar sekiz yıl oldu. 1966-67’deki krizde yaklaşık
12
ADOM e-bülten
çocukların Avrupa’da büyümesi Türk işçileri için
büyük bir mesuliyet ve sorun oluşturmuştu.
dönmeye özendirilmiştir.1973’de Avrupa’ya
çalışmaya giden işçi sayısı 100.000’lerde iken,
1974 ’de bu sayı 640’a kadar düşmüştür. Gitmek
için sırada bekleyen 1 milyon kişiden bazıları turist
pasaportu ve siyasi iltica talebiyle gitmeye devam
etmiştir. Siyasi sığınmacılar 1976’da yaklaşık 800
kişi iken, 1980 askeri darbesinden sonra bu sayı
57.913’e çıkmıştır. 1990’larla birlikte ise ilk dönem
Türk işçilerinin çocuklarının evlenme yaşına
gelmesi ile birlikte, bu kez “ithal damat-gelin”
süreci ile tekrar canlanmıştır. İkinci kuşak Türk
göçmenlerin Avrupa’ ülkelerinden bir eş
seçmektense, Türkiye’den evlenmeyi tercih
etmeleri ve Türk göçmenlerin eğitim ve ekonomik
statü olarak Avrupa ülkelerinin ortalamalarının
altında oranlara sahip olması, birçok Avrupa
ülkesinin göçmen ve entegrasyon politikalarını
gözden geçirmeye başlamasıyla sonuçlanmıştır.
Bunun üzerine Türkler, ailelerini ve kimliklerini
korumak, inanç ve kültür değerlerini yaşamak için
çeşitli camiler ve dernekler açarak faaliyetlere
başladılar. Bu faaliyetlere başlamalarının asıl
sebebi ise; Türkiye’deki siyasi, sosyal gelişmeler ve
Avrupa’da hızla yayılan ‘ayrımcılık, dışlama ve
ırkçılıktır’.Türkiye’de yaşanan her siyasi ve sosyal
olay Avrupa’daki Türkleri yakından ilgilendiriyordu.
Ve kendi aralarında sorunlara sebep oluyordu.
Aynı zamanda yerli halktan aşırı uçlar ve ırkçılar
tarafından tecavüze uğrayan, yolları kesilen ve
evleri kundaklanan Türkler, kendilerini korumak,
güç birliği oluşturmak ve meselelerini ilgili
kurumlara duyurmak için Sivil Toplum
kuruluşlarına çok önem veriyor ve her fırsatta
Anavatan Türkiye’den yardım istiyorlardı. Fakat o
dönemde Türkiye kendi iç karışıklıklarıyla uğraştığı
için bu pek mümkün olamadı. Ama Türk işçilerin
kurdukları derneklerin faaliyetleriyle bazı hak ve
özgürlüklere sahip olmayı başarmışlardır.
Karşılaştırma sitesi Enuygun.com’un araştırmasına
göre ,1,4 milyonu işçi statüsünde olmak üzere şu
anda toplam 3.7 milyon Türk yurtdışında
yaşamaktadır. Yurtdışında ikamet eden Türklerin
yüzde 45’i Almanya’da bulunmaktadır. Almanya
bu oran ile yurtdışındaki Türklerin en çok yaşadığı
ülkedir. Fransa yüzde 12.4 ile ikinci, Hollanda
yüzde 10 ile üçüncü sıradadır. Almanya’da yaşayan
1.66 milyon Türk’ün yüzde 33’ü, Fransa’da
yaşayan 460 bin Türk’ün yüzde 43’ü, Hollanda’da
yaşayan 373 bin Türk’ün ise yüzde 34’ü bu
ülkelerde işçi olarak çalışmaktadır. Bu Türkler
çalıştıkları ülkelerin ekonomilerine önemli katkıda
bulunmaktadırlar. Türk vatandaşlarının çoğu artık
sadece işçi konumunda olmayıp, doktor,
mühendis, gazeteci, iş adamı, sanatçı gibi değişik
alanlarda etkinlik göstermektedirler. Ekonomik
alanda birçok Türk işçi konumundan işveren
konumuna geçmiş durumdadır ve bu sayı hızla
artmaktadır. Avrupa’daki Türk işletmelerinin sayısı
2011 itibariyle 140.000 civarında olmakla birlikte
bu işletmeler 640.000 kişiye istihdam
sağlamaktadır ve ciroları toplam 50 milyar Avro’yu
aşmıştır. Batı Avrupa’daki Türklerin harcamaları ise
toplam 22,7 milyar Avro’dur.
Göçler esnasında çekilen bir fotoğraf
Türklerin Avrupa’ya göçü, 1973 yılında Avrupa’da
meydana gelen ekonomik krize kadar sürekli
artmıştır. Ancak 1973 krizinde yabancı işçi alımları
durdurulmuş ve ülkede bulunan işçiler geri
13
ADOM e-bülten
Tablo 1: Yurtdışında Bulunan Türklere İlişkin Göstergeler (2011)
Türkiye’den gönderilen
öğretmen sayısı
Türkiye’den gönderilen din
görevlisi sayısı
Türkiye’den gönderilen
okutman sayısı
Türk üniversite öğrencisi
sayısı
İlköğretim-ortaöğretim
öğrencisi sayısı
Türk dernek sayısı
1.479
1.293
99
130.000
838.000
3.900
Paris’te düzenlenen I. Jön Türk Kongresi
İlknur PİŞKİN
KAYNAKÇA:
http://www.atb-europa.com/
http://www.turkiyekulturportali.gov.tr
http://www.turkiyeavrupavakfi.org
http://tr.wikipedia.org/wiki/Avrupa'da_ya%C5%9Fayan_
T%C3%BCrk_vatanda%C5%9Flar%C4%B1
14
ADOM e-bülten
FUTBOL NE ZAMAN SADECE FUTBOLDUR?
İnsanlar ekran başında veya stadyumda 100 metre
koşusu, cirit atma gibi sporları izlerken kitleler
halinde milli duygularını fazla ön plana çıkarmazlar
ya da kendini sporu yapanla özdeşleştirmezler.
Futbol bu kategorinin dışında.
ağır işçileri. 30 yıl öncesinde haftada 1-2
antrenman yapan oyuncuların artık yılda izinli
olduğu süre 1 ayı bulmuyor. Futbol sezonu içinde
ise en fazla 1 gün izinli geçirebiliyorlar. Futbol
müsabakalarında 1965-1970 arasında ilk kez
oyuncu değiştirebilme hakkı tanındı. Bugün 3
oyuncu değiştirebilme hakkı yetersiz görünüyor.
Avrupa’daki takımlar için milli takım düzeyinde en
iyi belirlemek için oynanan EURO 2012 finalinde
finalist İtalya bu yüzden 34 dakika 10 kişi oynamak
zorunda kaldı. Oyun içinde 10 kilometre
koşmayan futbolcular yeterince mücadele
etmiyor! Futbolcular artık ya kahraman ya da
hainler olarak gösteriliyorlar.
Futbol 80’li yıllardan itibaren kitle iletişim
araçlarında yaşanan ilerlemeler ile tahmin
edilemeyecek hızda büyüyerek futbol endüstrisine
dönüştü. Artık futbol takımları hatta milli takımlar
birer marka haline geldiler. Takımların sponsorluk
anlaşmalarından, yayın gelirlerinden, lisanslı
ürünlerinden ve stat gelirlerinden kazandıkları
paralar ile yeşil sahada kazanılan kupalar veya
galibiyetlerden yani sporun özünde olan
başarılının ödüllendirilmesinden kazanılan para
arasında büyük uçurumlar oluşmaya başladı.
Aradaki fark ise günden güne artıyor. Çünkü futbol
popüler kültürün iteklemesiyle kitle kültürü haline
geldi. Mehmet Demirkol’un tabiriyle futbolcular
günümüzün gladyatörleri oldular. Futbol artık
kitlelerin en sevilen oyuncağına dönüştü.
Sahada oynanan futbol sanki endüstrinin küçük bir
parçasıymış görünümü kazanıyor. Artık golü atan
değil golü atanı gösteren golü atanın üstüne
geçirdiği formadaki reklamın sahibi, gösteriyi
hazırlayanlar, stadını büyüterek organizasyonu en
gösterişli sunanların kazandığı bir iş alanı futbol.
Son yıllarda giderek artan kulüp satın almalar ve
kulüplerin başkanlarının holding sahibi veya ünlü
işadamları olması da bunu kanıtlar nitelikte.
Avrupa’da futbol organizasyonlarının en büyüğü
Avrupa Futbol Şampiyonası. Her Avrupa
Şampiyonası’nın ayrı bir futbol topu, maskotu,
logosu, sloganı, şarkısı, hatıra parası ve turnuvaya
özgü ticari ürünleri bulunuyor. Dünya’nın en büyük
şirketleri bu ortamda kendi reklamlarını ve
şampiyonaya özgü ürünlerini yaratıyor. UEFA,
EURO 2012 öncesi turnuvaya katılan ülkelere 196
milyon euro ödül dağıtacağını belirtti. UEFA’nın bu
turnuvada sponsorluk anlaşmalarından tahmini
geliri ise 1.6 milyar dolar.
Futbol endüstrisinin bu denli büyüyebilmesinde
günün getirdiği koşullara uygun olarak kuralların
düzenleyebiliyor olması cazibesini ve tazeliğini
koruyarak arttırdı. Artık kurallar, oyunun şartları,
fiziksel gereklilikleri seyircilerin zevkine ve futbol
endüstrisindeki büyük yatırımcıları tatmin edecek
şekilde değişiyor. Futbolun oynanma hızı ve maç
sayıları giderek artıyor. Futbolcular artık sektörün
Avrupa Futbol Şampiyonası ve EURO 2012
İlk Avrupa Futbol Şampiyonası, Dünya Kupası
organizasyonun başlamasından otuz sene sonra
1960’da düzenlendi. Avrupa Futbol
Şampiyonasının fikir babası Henri Delaunay
1927’de Fransa Futbol Federasyon’u başkanı iken
15
ADOM e-bülten
Avrupa’daki milli takımların kendine ait bir
turnuvası olması gerektiğini düşünerek bir başka
Fransız 1921-1954 arası FIF(Uluslararası Futbol
Birliği) başkanı olan Jules Rimet’e iletti. Rimes bu
teklifi kabul etmedi ama 1920’li yıllarda yeni
serpilmeye başlayan bu sporun Olimpiyat
Oyunlarıyla sınırlı kalmasını istemiyordu. FIFA’nın
1928’de yaptığı kongrede 1930 yılında ilk Dünya
Kupası’nın Uruguay’da düzenlenmesine karar
verildi. 1954'te UEFA'nın (Avrupa Futbol
Federasyonları Birliği) kurulmasıyla Henri
Delaunay genel sekreter koltuğuna oturdu. Artık
Delaunay projesini gerçekleştirebilirdi. Yine de
herkes Delaunay ile hem fikir değildi. Kimileri maç
takvimin dolma olasılığının altını çizerken, İngiliz
Futbol Federasyonu Başkanı Sir Stanley Rous
organizasyonun aşırı ticari olmasından endişe
ediyordu. Sir Stanley Rous belki de olabilecekleri
görüyordu ama 1958’deki UEFA Stockholm
kongresinde bazı federasyonların karşı çıkmalarına
rağmen UEFA Başkanı Ebbe Schwartz’ın da
destekleriyle ile o zaman ki ismi ile Avrupa Uluslar
Kupası’nın düzenlenmesine karar verildi.
Elemelerine Türkiye’nin de katıldığı turnuvada
kurallar gereği yarı finale çıkan takımlardan biri ev
sahipliği yapacaktı. UEFA ilk ev sahipliğini Henri
Delaunay anısına Fransa’ya verdi. ArthusBertrand'ın tasarladığı kupaya da Henri Delanuay
kupası ismi verildi.
Sovyetler Birliği hükmen galip sayıldı. General
Franco 1940’lı yıllarda bile futbolun toplum
üzerindeki etkisinin farkındaydı. Real Madrid
kulübünün hala kullandığı Bernabeu stadının
inşasını emrederken “Bana yüz bin kişilik uyku
tulumu yapın” sözü politikacıların futbolu ne denli
ciddiye aldıklarını ya da hangi düzeyde olursa
olsun kimsenin futbola kayıtsız kalamayacağını
gösteren sayısız örneklerden biri. 2008’de
düzenlenen Avrupa Futbol Şampiyonası’nda
Avusturya ile Polonya arasında oynanan
karşılaşmada, hakem Howard Webb’in Avusturya
lehine çaldığı penaltı maçın sonrasında, Polonya
Başbakanı Donald Tusk “Onu öldürmek istiyorum”
diyerek, ülke çapındaki karalama kampanyasını
başlatmış oldu.
2012 Avrupa Futbol Şampiyonası Polonya ve
Ukrayna’da üçüncü kez iki ülkenin ev sahipliğinde
gerçekleşti. Futbol anlayışının sürekli değişmesine
rağmen futbolseverlerin alışamadığı 4-6-0
formatında forvetsiz oynayan İspanya kupanın
sahibi oldu. 2004’te Yunanistan’ın defansif
oyunuyla kazandığı turnuvadan sonra bu kez de
İspanya her ne kadar sıkıcılık konusunda
Yunanistan kadar olmasa da topu rakibe
bırakmayan orta sahasıyla Delaunay kupasını
kazandı.
Avrupa Futbol Şampiyonası ev sahibi ülke veya
ülkelere büyük etkiler yaratıyor. Futbol
Şampiyonası düzenlenebilmesi için ülkedeki çoğu
stadın kapasiteleri arttırılıyor ya da yeni statlar
inşa ediliyor. Gelen takımların ve izleyicilerin
kalabilmesi için otellerin yeterliliği, ekonomik
açıdan görünen büyük parçalar. Bir de bu işin ev
sahipliği kısmında ortaya çıkan reaksiyonlar var.
İlk Şampiyonada kupanın sahibi Sovyetler Birliği
oldu. Sovyetler Birliği çeyrek finalde İspanya ile
eşleşti. Fakat dönemin İspanya lideri General
Franco Komunist olarak nitelendirdiği Rusların
kendi ülkelerine gelmesini istemiyordu. İspanya
Franco’nun diretmesiyle maçlara çıkmadı ve
16
ADOM e-bülten
Şampiyona öncesi sokak hayvanlarını toplayarak
henüz canlı iken yakarak itlaf eden Ukrayna
hükümeti, hayvan hakları derneklerinin hedefi
haline geldi. İtlafa karşı imza kampanyaları
başlatıldı ve protesto gösterileri düzenlendi.
Yaratılan baskı sonucu UEFA Operasyon Müdürü
Martin Kallen’da hayvan kontrolü adı altında
yapılan hiçbir zulmü onaylamadıklarını açıklamak
zorunda kaldı. Ukraynalı aktivist ve feminist grup
FEMEN, şampiyonanın ülkelerindeki seks
turizmine hizmet ettiğini öne sürerek turnuva
öncesi ve sırasında çıplak protestolarda bulundu.
Her şampiyonanın kendine özgü enteresan
gelişmeleri olur. Irkçılık maalesef bu turnuvada da
değişmeyenlerden oldu. Polonya'da gerçekleşen
Yahudi karşıtı protestolar, Ukrayna'da bazı
grupların Nazi selamı verip maymun sesleri
çıkararak oyuncuları taciz etmesi turnuva öncesi
büyük gerilim yarattı. Şampiyona boyunca UEFA
tarafından İngiliz, İspanyol, Hırvat ve Rus
taraftarların ırkçılık yaptığı belirtilerek, bu
ülkelerin federasyonları para cezasına çarptırıldı.
Futbol artık kitlelerin duygularını yansıtma aracına
dönüştü. Ne yazık ki öfke en başta olmak üzere.
Kamil ÖZKASAP
KAYNAKÇA
http://tr.eurosport.com/futbol/avrupa/2012/euro-1960tarih_sto3295466/story.shtml
http://www.uefa.com/uefaeuro/history/background/thetrophy/index.html
Lisans Tezi Popüler Kültür ve Futbol , Betül Alma
GUSTAVE FLAUBERT
Fransız yazar. Edebiyatta gerçekçiliği başlatan kişi
olarak kabul edilir. En ünlü yapıtı; burjuva
yaşamını gerçekçi bir anlatımla sergileyen ve
ahlakdışılık suçlamasıyla dava konusu olan
Madame Bovary’dir
üzerinde büyük bir etki bıraktı. 1840’ta liseyi
bitirince babası onu dönemin en önemli anatomi
bilginlerinden Jules Cloquet ile birlikte Pireneler’i
ve Korsika’yı gezmeye göndermiştir.
Çevresini keskin bir gözle izlemeye, kabul gören
basmakalıp düşüncelere karşı büyük bir tiksinti
duymaya başladı. Eğlence olsun diye bu
düşünceleri içeren bir sözlük bile hazırlamıştır. Le
Poittevi ile birlikte ‘le Garçon’ (oğlan) adını
verdikleri, gülünç, hayali bir karakter
yaratmışlardır ve kendilerine en bayağı gelen
sözcükleri onun ağzından dile getiriyorlardı.
Flaubert zamanla burjuvalardan iğrenmeye
başlamıştı; ona göre bu sözcük, ‘dar ve yüzeysel
düşünen’ herkesi kapsıyordu.
12 Aralık 1821’de Fransa Rouen’de doğdu.
Champagne bölgesinden olan babası Achille
Flaubert, Rouen'daki bir hastanenin baş cerrahı ve
klinik profesörüydü. Önemli devlet memurları
yetiştirmiş bir aileden gelen annesi de bir hekim
kızıdır.
Flaubert yazmaya okul çağında başladı; ilk
çalışmasını 1837’de, Le Colibri adlı pek önemli
olmayan bir dergide yayımladı. Genç yaşta
düşünür Alfred Le Poittevin ile yakın bir dostluk
kurdu. Onun karamsar düşüncelerinin büyük
ölçüde etkisi altında kaldı. Babasının mesleği
dolaysıyla tanıdığı büyük cerrahlar, bulunduğu
hastahaneler ve anatomi dersleri de Flaubert’in
Kasım 1841’de Paris Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu.
Yirmi iki yaşındayken, tam anlaşılamamakla
birlikte sara olduğu kabul edilen bir sinir
17
ADOM e-bülten
rahatsızlığına yakalandığı anlaşıldı. Bu yüzden
hukuk öğrenimini yarım bıraktı.
romanındaki Marie Arnoux karakterini, Elisa’dan
yola çıkarak yaratmıştır. Georges Sorel’e göre bu
roman, 1854 darbesinden önceki dönemi
inceleyen bütün tarihçilerin okuması gereken bir
eserdir.
1846’da babasını ve çok sevdiği ablasını kaybetti.
Rouen yakınlarındaki Croisset’ye yerleşti. Geri
kalan yaşamı hemen hemen burada geçti.
La Tentation de Saint Antoine Flaubert’in elde
ettiği ilk sonuçlarla yetinmeyen yazarın
kusursuzluğu aradığını ve kararlılığını gösterir. Bu
kitabın faklı yıllarda yazılmış dört versiyonu vardır.
Bu farklı dört versiyonda Flaubert’in
düşüncelerinin nasıl değiştiğini görürüz.
Flaubert, 1849-51 arası Maxime du Camp ile
birlikte Mısır, Filistin, Suriye, Anadolu, Yunanistan
ve İtalya’yı dolaştı. Yola çıkmadan önce arkadaşları
şair Louis Bouilhet ile du Camp’a görüşlerini almak
üzere ‘Ermiş Antonius ve Şeytan’nın taslaklarını
okudu. Bouilhet ile du Camp ‘hepsini ateşe at ve
bir daha hiç sözünü etme.’ diye acımasızca
eleştirdiler. Bouilhet bir öğüt daha verdi: ‘Esin
perine, ekmek ve sudan başka bir şey
vermemelisin, yoksa bu şiirsellik onu öldürecek.
Balzac’ın Yoksul Akrabalar gibi daha ayakları yere
basan bir roman yaz. Örneğin Delamare’in
öyküsünü…’
Temmuz 1846’da Paris’e yaptığı bir ziyaret
sırasında, heykelci James Pradier’nin stüdyosunda
şair Louise Colet le tanıştı. Birlikte yaşamaya
başladılar fakat Flaubert’in bağımsızlığa olan
düşkünlüğü ve Colet’in kıskançlığı yüzünden
1855’te ayrıldılar.
Eugene Delamare, karısı Delphine’in kendisini
aldatması üzerine yıkılan ve kederinden ölen
Normandiyalı bir taşra hekimiydi. Flaubert,
Madame Bovary’yi yazarken bu öyküden yola
çıkmıştır. Romanın esinlendiği bir başka kaynak ise
Gabrielle Leleu’nun 1946’da Rouen kentinin
kitaplığında bulduğu ‘Madame Lodovica’nın
Anıları’ adlı yazmaydı. Burada da heykelci James
Pradier’in karısı Louise’nin başından geçenleri ve
talihsiz yaşamını kendi ağzından anlatıyordu;
Louise’nin öyküsü, intiharı dışında Emma’nın
öyküsü ile çok benzeşiyordu.
Flaubert 1847 yılında tanıştığı Maxime du Camp ile
birlikte, Loire Irmağı ve Britanya kıyılarında bir
geziye çıktı. Bu gezi esnasında tuttuğu günlükler
ölümünden sonra 1886’da ‘Par les champs et par
les greves’ (Kırlarda ve Kumsallarda) adıyla
yayımlandı.
Yazar, olgunluk döneminde daha önce yazmaya
çalıştığı eserleri yeniden kaleme aldı. Kendisinden
11 yaş büyük olan Elisa Schlesinger’e karşı
beslediği acı veren gizli aşkı anlattı Memoires d’un
fou’yu (Bir Delinin Anıları) 16 yaşındayken
tamamlamıştır. Flaubert, ‘L’Education
sentimentale: Historie d’un jeune homme ‘
Flaubert’e, Madame Bovary yarattığında kimi
örnek aldığı sorulduğunda, Flaubert: ‘Madame
Bovary benim’ demiştir. Yine romanı üzerinde
çalışırken şunları yamıştı: ‘Benim zavallı Bovar’m,
şu anda Fransa’da 20’den fazla köyde acı çekiyor
18
ADOM e-bülten
ve ağlıyor.’ Madame Bovary Flaubert’e beş yıl
süren zorlu bir çalışmaya mal oldu. Ve 1 Ekim-15
Aralık 1856 arasında tefrika edildi. Kısa süre sonra
Fransız Hükümeti ahlak dışı olduğu savıyla romanı
dava etti. Flaubert mahkum olmaktan zor
kurtuldu.
Flaubert, ansızın gelen bir inme sonucu öldü.
Masasının üzerinde bitmemiş romanı ve 2.cildi için
tuttuğu notları kalmıştı. Diğer yapıtları ise:
Basmakalıp Düşünceler Sözlüğü ve Kitap
Deliliği’dir.
Sanat Görüşü;
Flaubert’in sanattaki amacı güzelliği ve
kusursuzluğa ulaşmaktı. Bu güzellik kaygısı onda,
gerçeği sergilerken çoğunlukla ahlaksal ve
toplumsal konulara baskın çıkıyordu. Yavaş ama
düzenli çalışan bir yazardı. Louise Colet’e yazdığı
mektupların birinde ‘şiir kadar ritmik, bilim dili
kadar keskin’ bir üsluba ulaşmak istediğini yazıyor,
‘ söz düşünceye ne kadar çabuk bağlanırsa, etkisi
de o kadar güzel olur.’
diyordu. Eşanlamlı
sözcük diye bir şeyin olmadığını ve bir yazarın
düşüncesini kesin bir şekilde aktarabilmesi için ‘tek
doğru sözcüğü’ bulup çıkarması gerektiğini sık sık
yinelerdi. Ama aynı zamanda düzyazıda, dilin
ritmik akışını ve sesli hecelerin uyumunu arıyordu.
Böylece yazı okuyucunun yalnızca zekasına değil,
tıpkı müzik gibi, zihnin derinliklerine
seslenebilecekti. Dolayısıyla sözcükler, düz
anlamlardan daha derine işleyen bir etki
bırakabilecekti. Onun için yazarlık, gerçekten zorlu
ve sıkıntılı bir uğraştı.
Falubert Madame Bovary’den sonra Antik
Kartaca’yı konu alan Salambo romanı üzerine
çalışmaya koyuldu. Roman, bütünüyle kurmaca bir
karakter olan Hamilcar’ın kızı Salambo’nun üzücü
öyküsünü, paralı askerlerin İÖ 240-237’de
Kartaca’ya karşı ayaklanmaları gibi bir tarihsel arka
planla birlikte veriliyordu.
1863’te Gönül Şatosu adlı oyununu yazmıştır.
1870 Fransız-Alman Savaşı’nın patlak vermesinden
birkaç ay önce yayımlanan Bir Delikanlının
Hikayesi’nin değeri o dönemlerde pek
anlaşılmamıştır. Aynı şekilde Zayıf Cins ve Aday
oyunları da başarı sağlayamadı. Flaubert
yaşamının son yıllarını mali sıkıntılarla geçirdi.
Kendini çalışmalarına verdi. Kendisini George
Sand, İvan Turgenyev, Emile Zola, Alphonse
Daudet gibi genç romancılarla, özellikle de
arkadaşı Alfred Le Poittevin’in kız kardeşi Laure’in
oğlu olan ve kendisini Flaubert’in izleyicisi olarak
gören Guy de Maupassant’la kurduğu dostluklarla
avuttu
Flaubert, yazılarında her şeyden önce nesnellik
arıyordu: ‘Yazar yapıtında, evrendeki tanrı gibi her
şeyde hazır ve nazır olmalı, ama hiçbir yerde
görünmemeli’ diyordu.
1887’de Üç Hikaye’yi yazdı. Üç Hikaye sadık bir
hizmetkarın sıkıcı ve basit hayatını anlatan Saf Bir
Kalp, Konuksever Saint Julien ve Herodias adlı
öykülerden oluşur. İşlenen temanın çeşitliliğiyle
Flaubert’in başyapıtı olduğu söylenir.
Sözleri;
 Hayatın en güzel günleri "daha erken" demekle
geçer, sonra "çok geç" olur...
 Hayat, biraz aşk, biraz ıstırap, sonunda,
allahaısmarladık!
 Deha Tanrı vergisidir, ama yetenek bizimdir.
 "Seyahat bir insanı mütevazı yapar ve aslında
dünyada ne kadar küçük bir yer işgal ettiğini
görmesini sağlar"
 Burjuvadan nefret etmek, bilgeliğin
başlangıcıdır.
Bouvard ile Pecuchet’in kahramanları, bir mirasa
konarak birlikte taşraya çekilen iki din adamıdır.
Boş zamanlarında birbiri ardına verimsiz deneylere
girişirler. Sonunda, önce bilimsel tarım
yöntemlerini sonra arkeoloji, kimya ve tarih yazımı
gibi konulara dalarlar. Ayrıca terk edilmiş bir
çocuğun bakımını da üstlenirler. Ama her şey ters
gider; çünkü kitaplardan öğrendikleri bilgiler,
yoksun oldukları sağ duyunun yerini tutamaz.
19
ADOM e-bülten

İsmail AYDOĞDU
“ Madame Bovary Moeurs de province!”
(Madam Bovary benim!)…
KAYNAKLAR:
ANA BRİTANNİCCA,GENEL KÜLTÜR ANSİKLOPEDİSİ,
CİLT:12
BÜYÜK LAROUSSE, SÖZLÜK VE ANSİKLOPEDİSİ,
CİLT:8
http://www.dipnotkitap.net/ROMAN/Madame_B
ovary.htm
Hakkında söylenenler;
Orhan Pamuk, “Batı dışı ülkelerde, yazarların
ayakta durabilmek, direnebilmek için Flaubert gibi
keşiş yazarları kendilerine örnek almaları, hatta
kendilerini onlarla özdeşleştirebilmeleri şarttır”
diyor
Nabokov: "Flaubert olmadan Fransa'da Proust.
İrlanda'da Joyce, Rusya'da Çehov olmazdı," der.
Yüzeysel burjuva hayatının yapay parıltısına
kapılarak, sınıf atlama tutkusu ile kendi öz
değerlerini yitirerek kendi çöküşünü hazırlayan
"Madame Bovary" pek çok yazara ilham kaynağı
olmuştur. Romantizme tepki olarak öncülük ettiği
realizm akımı ile Flaubert, yazarın, olayları, tarafsız
bir şekilde, yargılamadan, ders vermeden,
açıklamalar yapmadan ortaya koyması gerektiğini
savunur. Üslupta mükemmelci olan Flaubert'in
alaycı, sinik ve zeki bir söylemi vardır. Pek çok
yazarın az ya da çok öykündüğü, bir yazar olarak
kabul gören Flaubert çağdaş romanın tartışmasız
en büyük edebiyat ustalarından biridir.
20
ADOM e-bülten
RÖPORTAJ: Prof. Dr. S. Rıdvan KARLUK
Üniversitemiz öğretim üyesi ve İktisat Fakültesi
Dekanı Sayın hocamız Rıdvan Karluk ile yapmış
olduğumuz mülakatı sizlere iki sayı olarak
sunacağım.
süre içinde Avrupa Birliği 15 üyeden 27 üyeye
ulaşmıştır. Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013 tarihinde
AB’ye katılımıyla üye sayısı 28’e çıkacaktır. Sırada
Sırbistan dahil Balkan ülkeleri ve İzlanda vardır
ama Türkiye yoktur.
Hocamız Türkiye - AB ilişkilerini ve Türkiye’nin
AB’ne başvurduğu tarihten günümüze kadar olan
süre zarfında yaşanan gelişmeleri ve ortaya çıkan
tabloyu değerlendirdi. Sayın Karluk önemli birçok
noktanın altını çizerken gelecek için de yapılması
gerekenler hakkında önemli mesajlar verdi. Bu
röportaj şüphesiz ki AB ile alakalı birçok konuda
kafamızda ki soruların giderilmesini sağlayacaktır.
Lucius Annaeus Seneca, yüzyıllar öncesinde
söylediği bir özdeyişi hatırlatarak görüşümü
açıklamak istiyorum. Seneca, “Hangi kapıya
yöneldiğini bilmeyen hiçbir zaman uygun esen
rüzgarı bulamaz ” demiştir. Türkiye bu rüzgarı
yakalamak için en azından 200 yıldır çaba
harcamaktadır. Türkiye, Tanzimat’tan bu yana
Batı’ya yönelmiş dünyada ki ülkedir. Büyük Önder
Atatürk’ün ifade ettiği gibi Türkler, Batı’ya
yönelmiş bir millettir. Atatürk, 29 Ekim 1923
tarihinde bu konudaki tercihini şöyle açıklamıştır:
“Memleketimizi asrileştirmek istiyoruz. Bütün
çalışmamız Türkiye’de asri binaenaleyh batılı bir
hükümet vücuda getirmektir. Medeniyete girmek
arzu edipte Batı’ya yönelmemiş millet hangisidir?”
Türkiye, laik ve demokratik ilkeleri benimsemiş,
Batı dünyası ile ortak sınıra sahip ve ona komşu,
AB ülkeleri ile tarihi ilişkileri bulunan, dünya
üzerinde mevcut 57 İslam ülkesi arasında
ekonomik, politik, sosyal, kültürel ve sportif
alanlarda en gelişmişler arasında yer alan, hayat
tarzı olarak kendi kültürel değerlerini koruyarak
Batı’yı seçmiş bir ülke olmasına rağmen, maalesef
bazı batılılar nezdinde bir İslam ülkesi olarak
algılandığı için yarım yüzyıldır AB üyesi
olamamıştır.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ortak üyelik
başvurusunun üzerinden 53 yıl geçti ama Türkiye
AB üyesi olamadı. 1982 yılında Devlet Planlama
Teşkilatı’nda AET Dairesini kuran bir
akademisyen olarak bunu nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin AB’ye ortak üyelik için yaptığı
başvurunun (31.07.1959) üzerinden 53, 14 Nisan
1987 tarihinde o dönemki adıyla Avrupa Ekonomik
Topluluğu’na üyelik başvurusu üzerinden 25,
gümrük birliğinin gerçekleşmesinin (31.12.1995)
üzerinden 16, adaylık statüsü kazanmasının
(12.12.1999) üzerinden 13, müzakerelerin
başlamasının (3 Ekim 2005) üzerinden 7 yıl,
Avrupa Birliği Kapısında Türkiye kitabını
yayınlamamın üzerinden de 10 yıl geçmiştir. Bu
AB Türkiye ilişkilerinin durma noktasına gelmesi,
Türkiye’de eksen kayması konusunu gündeme
getirmiştir. Bu konudaki düşüncenizi öğrenebilir
miyim?
Türkiye’de eksen tartışmalarının doğmasına zemin
hazırlayan gelişme, Türkiye - AB ilişkilerinin bir
çıkmaz sokağa girmesidir. Türk kamuoyu artık
Türkiye’nin bir gün AB üyesi olacağına
21
ADOM e-bülten
inanmamaktadır. Devlet Bakanı ve Başmüzakereci
Egemen Bağış pek çok AB vatandaşının Türkiye’ye
karşı saldırgan ve olumsuz tavrından, Türkiye’ye
karşı reddedici tutumla iç politikada puan
toplamak isteyen siyasetçileri sorumlu
tutmaktadır.
Toplulukları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin
2010 yılında yaptığı ankete göre, Türk halkının
yüzde 32,8´,i AB üyeliğinin hiçbir zaman
gerçekleşmeyeceğini düşünmekte, yüzde 83,9´u,
AB’nin Türkiye’ye karşı güvenilir ve samimi
davranmadığına inanmaktadır. Türk-Avrupa Eğitim
ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı (TAVAK), Türk
halkının AB’ye bakışını kapsamlı bir araştırma ile
ortaya koymuştur. 20-30 Haziran 2012 tarihleri
arasında İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya Kayseri,
Gaziantep, Artvin ve Trabzon’da, 18-60 yaş
aralığında ki 1110 kişiyle yapılan araştırmaya göre
“Türkiye AB’ye üye olacaktır” diyenlerin oranı
yüzde 17 olmuştur. 2011’deki aynı araştırmada bu
oran yüzde 34.8 idi.
Türkiye’ye karşı uyguladığı çifte standart sebebiyle
Türk kamuoyunda AB’ye verilen destek daha da
düşeceğine göre, bazı alternatifler gündeme
gelebilecektir. Çünkü, kamuoyu desteği olmadan
Türkiye Cumhuriyeti’nde hiçbir hükümet AB’ye
üyelik konusunda istekli olmayacak, bu durumda
Türkiye ile Batı dünyası arasındaki ilişkiler
zayıflayacak ve Türkiye’de bir eksen kayması belki
bu durumda olabilecektir.
Türkiye- AB üyelik müzakere süreci tıkanmış
mıdır?
Maalesef tıkanmıştır. Avrupa Birliği Devlet ve
Hükümet Başkanlarının 17 Aralık 2004 Zirvesi’nde
aldığı karar doğrultusunda Türkiye 3 Ekim 2005
tarihinde AB’ye katılım müzakerelerine
başlamıştır. Bu karar alınırken, Avrupa
Komisyonu’nun Türkiye’nin Kopenhag siyasi
kriterlerinin yeterli ölçüde karşıladığını belirten
tavsiye kararı dikkate alınmış ve Türkiye’nin AB
üyelik sürecinde son aşamaya girilmiştir. Tarama
Süreci 20 Ekim 2005 tarihinde başlamış ve 13 Ekim
2006’da sorunsuz biçimde tamamlanmış,
belirlenen takvime bağlı kalınmıştır.
Başbakan Erdoğan 12 Ağustos 2010 tarihinde
Ankara’daki büyükelçilere vermiş olduğu iftar
yemeğinde "Türkiye’nin dış politika ekseni
değişmemiştir" dese de önümüzdeki 50 yıl içinde
dünyada, bölgemizde ve Avrupa’da büyük
değişikler olacaktır. Aslında eksen zaten Batı’dan
Doğu’ya kaymak üzeredir.
Bu gerçeği görerek Türkiye yeni bir strateji
belirlemek zorundadır. 63 yıl önce NATO
kurulduğunda hiç kimse 1989 yılında Sovyetler
Birliği’nin çökeceğini, Avrupa'nın iki bloklu
yapısının ortadan kalkacağını, Varşova Paktı’nın 1
Temmuz 1991'de dağılacağını ve böylece Savaş
sonrası Avrupa'sının iki kutuplu yapısının askeri
bakımdan tarihe karışacağını, Polonya, Çek ve
Slovak Cumhuriyetleri, Slovenya, Macaristan,
Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya ve
Bulgaristan gibi eski sosyalist ülkelerin bir gün
Türkiye’den önce Avrupa Birliği üyesi olacaklarını
tahmin etmiyordu.
11 Aralık 2006 tarihli AB Genel İşler Konseyi’nde
Dışişleri Bakanları 8 başlıkta müzakerelerin
başlatılmamasını öneren 29 Kasım 2006 tarihli
Komisyon Tavsiyesini kabul etmiştir. Böylece
Komisyon Türkiye’nin Ek Protokol’e ilişkin
taahhütlerini yerine getirdiğini doğrulayana kadar,
Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne yönelik
kısıtlamalarını ilgilendiren politika alanlarını
kapsayan 8 başlığın açılmayacağı ve geçici olarak
kapatılmayacağı kararlaştırılmıştır.
Türkiye’de AB üyeliğine verilen destek azalmakta
mıdır?
Evet, azalmaktadır. 1999-2005 yıllarında
kamuoyunun yaklaşık yüzde 80’i tam üyeliğe
destek verirken, bu oran son yıllarda çok
gerilemiştir. Ankara Üniversitesi, Avrupa
Fransa’da tam üyelik öngördüğü gerekçesiyle 5
müzakere başlığının açılmasını veto etmiştir. Kıbrıs
sorunu ve eski Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas
22
ADOM e-bülten
Sarkozy’nin engellemeleri sebebiyle süreç bugün
donmuş durumdadır. AB ile müzakerelerde
şimdiye kadar 13 başlık müzakereye açılmış,
bunlardan sadece Bilim ve Araştırma başlığı geçici
olarak kapatılmıştır.
“de facto” olarak gerçekleşmektedir. Türkiye
geçen yıl Japonya’yı geride bırakarak Avrupa
Birliği’nin 6’ncı büyük ticaret ortağı olmuştur.
Türkiye, AB’nin yedinci en büyük ticari ortağı, AB
ise Türkiye’nin en büyük ticari ortağıdır.
Türkiye’nin toplam ticaretinin yarısı AB ile
gerçekleşmekte ve Türkiye’deki doğrudan yabancı
yatırımların yaklaşık yüzde 80’i AB’den
gelmektedir.
Müzakereye açılan başlıklar hangileridir?
Müzakereye açılan başlıklar şunlardır: Bilim ve
Araştırma, İşletme ve Sanayi Politikası, İstatistik,
Mali Kontrol, Trans-Avrupa Ağları, Tüketicinin ve
Sağlığın Korunması, Fikri Mülkiyet Hukuku,
Şirketler Hukuku, Bilgi Toplumu ve Medya,
Sermayenin Serbest Dolaşımı, Vergilendirme,
Çevre, Gıda Güvenliği, Veterinerlik ve Bitki Sağlığı
Politikası.
Türk ve AB ekonomilerinin giderek bütünleştiği
AB’nin 12 Ekim 2011 tarihli Türkiye 2011 Yılı
İlerleme Raporu’nda da şu ifadelerle yer almıştır:
“AB’nin Türkiye’nin toplam ticareti içindeki payı
2009 yılında yüzde 42,6 seviyesinde iken, 2010
yılında yüzde 41,7’ye gerilemiştir… AB ülkeleri
kaynaklı doğrudan yabancı sermaye girişleri gayrimenkul ve diğer yatırımlar hariç- 4,356 milyar
Euro’dan 4,723 milyar Euro’ya çıkmıştır… Sonuç
olarak, AB ile ticari ve ekonomik bütünleşme
yüksek seviyelerde seyretmeye devam etmiştir.”
AB Türkiye’ye bir katılım tarihi vermeli midir?
Evet, AB Türkiye’ye üyelik için tarih vermelidir.
Müzakereler somut bir katılım tarihi verilmeksizin
ucu açık bir şekilde yürütülmemelidir. Eğer siz AB
üyesi olamayacaksanız, o zaman neyi müzakere
ettiğiniz sorusu gündeme gelir. Ben Türkiye
Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı olan
2023’ün Türkiye’ye üyelik tarihi olarak
belirlenmesi düşüncesindeyim. Çünkü AB´de 20142020 bütçe döneminde, Türkiye’nin üyeliğini
dikkate alan bir bütçe planlaması yapılmamış,
açıkçası Avrupalılar Türkiye’yi 2014-2020 arasında
üye olarak görmemişlerdir.
AB, Türkiye’ye mali yardım yapmakta mıdır?
Mali yardım konusunda Türkiye’ye, 2011 yılında
Katılım Öncesi Mali Yardım Aracından (IPA)
yaklaşık 781,9 milyon Euro tahsis edilmiştir. 20112013 Çok Yıllı Endikatif Planlama Belgesi taslağı,
Haziran 2011’de Komisyon tarafından kabul
edilmiştir. AB’nin desteği, yargıdaki ve kolluk
hizmetlerindeki siyasi reformlarla doğrudan ilgili
kurumlara, öncelikli alanlarda AB müktesebatının
kabul edilmesi ve uygulanmasına ve ekonomik,
sosyal ve kırsal kalkınmaya odaklanmıştır. 2011
yılında, uygulama aşamasına geçilmiş ve fonların
kullanımı artmaya başlamıştır.
Türkiye Avrupa Birliği arasındaki siyasi ilişkiler
istenilen ölçüde gelişmez ve müzakere sürecinde
istenilen ilerleme sağlanamazken, ekonomik
ilişkiler ne durumdadır?
Türkiye Avrupa Birliği arasındaki siyasi ilişkiler
istenilen ölçüde gelişmez ve müzakere sürecinde
istenilen ilerleme sağlanamazken, ekonomik
ilişkiler hızla ilerlemekte ve ekonomik bütünleşme
Fatih GÖKYILDIZ
23
ADOM e-bülten
KRONOLOJİ
1 Eylül
1985 - Amerikalı denizbilimci Robert Ballard ve
ekibi RMS Titanic'in enkazını Atlas Okyanusu'nun
4000 metre derinliğinde iki parça halinde buldu.
14-15 Nisan 1912 tarihinde Atlas Okyanusu’nda bir
buz dağına çarparak batan devrinin en büyük ve
lüks yolcu gemisi olan Titanic’in, uzunluğu 271 m,
genişliği 28 m, derinliği 29 metre, deplasmanı
60.000 tondu. Çift tabanlı tekne gövdesi 16 su
geçirmez bölmeden meydana gelmişti. İçi son
derece lüks olan geminin her tarafı pırıl pırıldı.
6 Eylül
1939 - Nazi Almanya’sı tüm
Yahudi vatandaşların Sarı
Yahudi yıldızı taşımasını
zorunlu kıldı.
7 Eylül
1776-Dünyada ilk kez bir
denizaltı saldırısı düzenlendi.
Amerikalıların imal ettiği Turtle (Tr: Kaplumbağa)
adlı araç suyun altından giderek New York
limanında demirlemiş İngiliz donanmasının bayrak
gemisi HMS Eagle'ın altına zaman ayarlı bir bomba
iliştirdi. Saldırı başarısız olmuştur.
11 Eylül
2001 – 11 Eylül saldırıları, El Kaide tarafından 11
Eylül 2001 tarihinde düzenlenen Amerika Birleşik
Devletleri'nde yaşayan sivil ve askerleri hedef alan
bir dizi terör saldırısıdır. Bu saldırıda, 2.976 kişi
öldü, 6.291 kişi de yaralandı.
2 Eylül
1666 - Büyük Londra Yangını başladı ve üç gün
sürdü; 13.200 ev ve 87 kilise kül oldu.
1969 - ABD'deki ilk ATM cihazı Rockville CenterNew York'ta kuruldu.
3 Eylül
1895 - İlk profesyonel futbol maçı yapıldı. Latrobe,
Jeanette'i 12-0 yendi
1912 - Deniz kuvvetlerine yiyecek sağlamak için,
dünyanın ilk konserve fabrikası İngiltere'de açıldı.
1939 - II. Dünya Savaşı başladı: Fransa, Birleşik
Krallık, Yeni Zelanda, ve Avustralya, Almanya'ya
savaş ilan etti. Milyonlarca kişinin öldüğü savaşın
başlamasının 50. yılında, Dünya Barış Günü ilan
edildi.
5 Eylül
1698 - Rus Çarı I. Petro, ülkesini batılılaştırma
çabalarının bir parçası olarak, din adamları ve
köylüler dışında sakal bırakan her erkeğe özel bir
vergi yükümlülüğü getirdi.
12 Eylül
1963 - Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu
arasında ortaklık antlaşması imzalandı.
1980 – Türkiye’de 12 Eylül Darbesi gerçekleştirildi.
27 Mayıs 1960 darbesi ve 12 Mart 1971
muhtırasının ardından Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde silahlı kuvvetlerin yönetime üçüncü açık
müdahalesidir. Bu müdahale ile Süleyman
Demirel'in Başbakan'ı olduğu hükümet görevden
alındı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi lağvedildi ve
1970 sonrasında değiştirilen 1961 Anayasası
tamamen rafa kaldırıldı.
15 Eylül
1890 - Agatha Christie İngiliz yazar doğdu. (ö.
1976) Popüler edebiyatın en önemli isimlerinden
biri ve dedektif Hercule Poirot ‘un yaratıcısıdır.
24
ADOM e-bülten
Mary Westmacott takma adıyla aşk romanları da
yazmıştır. Ama asıl ününü dedektif romanlarıyla
kazanmıştır.
18 Eylül
1981 - Fransa'da idam cezası kaldırıldı.
19 Eylül
1893 - Yeni Zelanda Kolonisi, kadınlara oy hakkı
tanıyan ilk ulus oldu. Bu atılımın öncüsü, 1866'da
kadın hareketini başlatan Kate Sheppard idi.
1935 - Almanya'da Yahudilerin kamu sektöründe
çalışmasını yasaklandı.
20 Eylül
1519 - Portekizli kaşif Ferdinand Magellan, 270 kişi
ve 5 gemiyle İspanya'dan yola çıktı.
1633 - Galileo Galilei,
İspanyol engizisyon
mahkemesinde dünyanın
güneşin etrafında
döndüğünü söylediği için
yargılandı. Galileo hem
yüzyıllardır hakim olan
Aristoteles akımından, hem
de Kutsal Kitaptan şüphe
duyarak Orta Çağ’daki bilim
anlayışında devrim yaratmıştır.
1928 - İtalya'da "Yüksek Faşist Konsey" en yüksek
yasama organı oldu.
21 Eylül
1860 - Arthur Schopenhauer, Alman filozof öldü.
(d. 1788)
23 Eylül
-Dünya Otomobilsiz yaşam günü
1939 - Sigmund Freud, Avusturyalı ruhbilimci ve
filozof öldü. (d. 1856)
24 Eylül
1852 - Fransız Henri Giffard ilk kez zeplinle uçtu.
25 Eylül
1950 - Birleşmiş Milletler askerleri Kore'de Seul'u
ele geçirdi.
26 Eylül
1947 -İngiltere, Filistinlilerle Yahudilerin kendi
geleceklerine kendilerinin karar vermesi
gerektiğini açıkladı; Bu nedenle Filistin'i boşaltma
kararı aldı.
27 Eylül
1998 - Google web sitesi açıldı.Şirket ilk olarak,
Larry Page ve Sergey Brin tarafından, Stanford
Üniversitesinde doktora öğrencisi oldukları sırada
kurulmuştur. Şirketin şu an 32,467 tane çalışanı ve
yaklaşık 38 milyar geliri vardır.
28 Eylül
1864 - Londra'da Uluslararası İşçi Derneği Birinci
Enternasyonal kuruldu.
29 Eylül
1902 - Émile Zola, Fransız romancı öldü (d. 1840)
1913 - Rudolph Diesel, Dizel motorun mucidi
Alman makine mühendisi öldü.(d. 1858)
30 Eylül
1207 - Mevlânâ Celaleddin-i Rumi, Fars şair doğdu.
(ö. 1273)
Büşra KARATAŞ & İlknur PİŞKİN
25

Benzer belgeler