Fotograf Dergisi

Transkript

Fotograf Dergisi
Kontrast
25
Eylül - Ekim 2011
Fotog raf Dergisi
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
1
Bizden Biri
Erol Büyükyazıcı
Usta İşi
İçindekiler
4
2
Erwin OLAF
T. Deniz Çakır
İmece
6
Fotoğrafın ve Resmin Gülen İnsanı
İlker Maga
f/64
Fikirsiz Fotoğraf
Özcan Yurdalan
5
Konuk Yazar Yeni Belgesel Fotoğraf
Ahmet Gökhan Demirer
Söyleşi
12
Can Gazialem
T. Deniz Çakır - Aysel Altun
Dosya Konusu
Fotoğraf ve Estetik
Hamdi Telli, Afşar Timuçin, Güler Ertan,
Jale Erzen, Meral Nalçakan, Elif Vargı
Söyleşi
Kazım Şahbudak
Nejla Can Güler
27
8
24
Fotoğraf Üzerine
Yaşam Sürerken Sana Aldırmadan
İbrahim Göğer
31
Kısa Metraj Minimal Öğeler ve Kusursuz Estetik
Bora Çekiç
32
İnce Elek
Herkese Rağmen Dergi Çıkarmak...
Altan Bal
Merhaba,
Yeni bir sayı ile sezona girerken dergimizde de bazı yenilikler yaptık.
Öncelikle sayfa sayımızı arttırdık. Yeni bir tasarım yaptık. Daha
rahat okunan, fotografa daha çok yer veren bir düzenleme yapmaya
çalıştık ve beğeninize sunduk. Önerilerinizle daha da iyi olacağına
inanıyoruz.
Yeni tasarım aşamasında bilgi ve birikimini bizden esirgemeyen
arkadaşımız Canan Bayram’a teşekkür ediyoruz.
Dost selamlarımızla, iyi okumalar...
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Mustafa ERTEKIN
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Koray OLŞEN
Grafik Tasarım
Nur ALTIN
Yayın Kurulu
Aysel ALTUN
Tuğçe Deniz ÇAKIR
Nejla CAN GÜLER
Ayşe SARAY
Redaksiyon
Ayşe SARAY
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Bestekar Sok. No: 28/21
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
AFSAD’ın ücretsiz yayınıdır.
Baskı
Mattek Matbaacılık Basım
Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Şti.
Adres: Adakale Sok. 32/37 Kızılay - Ankara
Tel: 0312 433 2310
Basım Tarihi: Eylül 2011
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Kapak Fotoğrafı:
Kazım Şahbudak
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara
Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya
eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın,
hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun,
materyalin tamamının ya da bir bölümünün
kullanılması yasaktır.
Dergide yer alan yazıların sorumluluğu
yazarlarına aittir.
Erol Büyükyazıcı
Bizden Biri
1
Yaşamın yansımalarından oluşan görüntüler sunarak, izleyicilerin yaşam üzerine anlamlar üretmelerini sağlamanın, fotoğrafın amaçlarından biri olduğunu düşünüyorum. Bunun yanısıra, fotoğrafçının
kendi düşüncelerini yaşamın fotoğrafik görüntüleri üzerinden aktarırken, yaşama dair anlamlar,
imgeler üretip bunları cümleler, paragraflar gibi sunması ve izleyicinin de bu fotoğrafik metinler
üzerinden düşünceler üretebilmesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü fotoğrafın eksik kalan, çok da
farkına varılmayan bu yönünün daha görünür kılınmasına dair bir inanç besliyorum.
Erol Büyükyazıcı
1955 yılında doğdu; tüm yaşamını Ankara’da geçirdi. 1989 yılında AFSAD’a üye oldu. Dernek bünyesinde
ortak sergilere ve proje çalışmalarına katıldı. Yarışmalarda çeşitli dereceler aldı. Bir Cumartesi Sabahı isimli
kısa filmi ve Bir Fotoğraf Sergisi isimli sergisi bulunuyor.
Usta İşi
T. Deniz Çakır
Erwin OLAF
2
1959’da Hilverstum, Hollanda’da
doğan Erwin Olaf, 80’lerin başından
beri Amsterdam’da yaşamaktadır.
Gazete fotoğrafçılığından stüdyo fotoğrafçılığına geçiş yapan Olaf,
uluslararası sanat sahnesinde ilk kez
1988’de “Chessmen” serisi ile Avrupa
Genç Fotoğrafçılar Ödülü’nü almıştır.
Rahatsız edici çalışmalarla, sınıf, ırk,
cinsellik, inanç, alışkanlık ve zarafeti
irdelediği sosyal dışlanmışlık konusuna
farkındalığı arttırmayı amaçlamıştır.
Başlangıçta siyah-beyaz ve belgesel tarzında çalışmış, daha sonra renkli
fotoğrafa ve sayısal düzenlemelere yönelmiştir. Arasında ciddi kontrast bulunan seri çalışmalar yapmıştır. “Mature”
(1999) serisi cilveli, süper model pozu
veren yaşlı kadınların altın rengindeki
portrelerinden oluşmaktadır. “Fashion
Victims” (2000) cinselliğin ve bununla
ilintili tasarımcı etiketlerinin tüketimde kullanımına ilişkin bir yorumdur.
“Paradise The Club” (2001) karanlık
ve barok yeraltı dünyasının palyaçoluk
ve çılgınlıklarını yansıtır. “Separation”
(2003) steril bir oturma odasındaki,
buz gibi soğuk ve içe kapanık bir aile
betimlemesidir.
Erwin Olaf, “Hope”, “Grief” ve “Fall”
serilerinde bilgisayar müdahalelerini
en aza indirgeyerek yeniden klasik
görüntüleme yöntemlerine döner.
“Dusk” (2009) ve “Dawn” (2010) serileri
güzel görünüme rağmen kültürün nasıl
baskı haline geldiğini gösterir. Benzer
bir değişim de “Hotel” (2010) serisinde
görülür. Erwin Olaf, bu seride, 1950’leErwin Olaf
rin özenle döşenmiş loş otel odalarında
melankoliyi irdeler.
Olaf’ın sanat anlayışı, kolay bir belgeselleştirme
yerine, söylenmemiş olanı ve gözden kaçanları görselleştirme üzerine kuruludur. En belirgin özelliği ise;
sosyal konulara ve tabulara çok stilize ve kurnazca
yaklaşmasıdır. İzleyici, sanatçının fotoğraf serilerindeki
gizliliği baştan kabul etmek durumundadır; çünkü, jilet
keskinliğindeki estetik sezgisi ile Erwin Olaf, kasıtlı
olarak serilerindeki temayı gizler. Nihayetinde sıradışı
tarzıyla dramatik ve duygusal görüntüler sunmaktan
asla kaçınmaz.
Sanat hayatı için önemli bir adım olan film çekmeye
1991 yılında başlar. Filmleri genellikle fotoğraflarıyla
paralellik içerisindedir. Olaf’ın mükemmelliyetçi ve kışkırtıcı tarzı reklam dünyası tarafından da benimsendi.
Diesel Jeans ve Heineken için dünya çapında yürüttüğü kampanyalar kendisine Cannes Lions Reklamcılık
Festivali’nde Gümüş Aslan ödülünü kazandırdı. Diğer
pek çok uluslararası sanat ve medya ödülünün yanısıra, 2006 yılında Uluslararası Renk Ödülleri seçiminde
Grief, Grace Portrait
Yılın Fotoğrafçısı oldu. 2007 yılında Kunstbeeld Dergisi
tarafından Hollanda’da Yılın Sanatçısı seçildi. Yakın
bir zamanda da tüm çalışmalarından dolayı Lucie
Ödülü’nü aldı.
Gerçek bir fotoğraf dehası olan Erwin Olaf‘ın yedi
serisi ve kısa filmlerinden oluşan “Captured Senses”
isimli, Ankara’daki ilk sergisinde yer alan “Hope”,
“Hope Portraits”, “Rain”, “Grief” ve “Grief Portraits”
ilhamını, 50’lerin sonu ile 60’ların başı arasındaki dönemin Amerikasından almıştır. Tanınmış aristokratların
beklenmedik ölümlerine yol açan darbeleri bir araya
getirdiği minimalist beyaz portrelerden oluşan “Royal
Blood”da, masum bir insanı kurbana dönüştüren şeyi
sorguluyordu.
Sergideki son seri “Paradise Portraits” ise, güzel
kadınlarla korkunç palyaçoların ihtişamlı portrelerini
gözler önüne seriyor.
“Captured Senses” aynı zamanda bu serileri
tamamlayan ve fotoğraflarla aynı öykülere sahip kısa
filmleri de içeriyor.
Selfportrait Warhol
Usta İşi T. Deniz Çakır
Erwin Olaf
Sanatçının 31 Mayıs 2011’de Ankara’da gerçekleşen söyleşisinden benim günceme düşen notlar
da aşağıdadır:
1990’da hazırladığı “Blacks” (Siyahlar) serisini
film ile üretmiş. Genelde orta format çalışıyor ve
kare kadrajları tercih ediyor.
Erwin Olaf, oluşturduğu serilerin çoğunun reklam fotoğrafı çekerken aklına düştüğünü söylüyor.
Fotoğraflarında 50’leri hissettiren ışığı kullanmayı
seviyor. Karanlık odada olmayı tercih eden Olaf,
sayısal fotoğraf işleme yazılımları ile de haşır neşir
olduğunu belirtiyor.
“Blacks” (Siyahlar) serisini gerçekleştirirken
her şeyi siyaha boyamış ve siyahtan gelen ışığın
cazibesinden heyecan ile bahsetti.
“Royal Blood”serisi için fotoğraf üretirken önce
modelleri tek tek görüntülemiş; ardından modellerin
üzerine yerleştireceği ifadeler için planlar hazırlanmış. Seride gördüğümüz yaraların fotoğrafları ayrıca hazırlanan setlerde çekilip, önceden tasarladığı
model fotoğraflarının üzerine, kurguladığı şekilde
birleştirilmiş.
“Grief” serisindeki Grace’in portresinde, fotoğraftaki yaşlı kadının sırtını çevirmeyi tercih etmiş.
Nedeni ise, kadının yüzünde o kadar yoğun bir
kibir varmış ki, sanki hayatı boyunca hiç pişmanlık
duymamış!
3
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
İmece
İlker Maga
FOTOĞRAFIN VE RESMİN GÜLEN İNSANI*
4
Bir model ya da herhangi bir insan ressam karşısında, üstelik birkaç seansa yayılan gülen** insan
pozu verebilir mi? Yapaylığa düşmeden ve üstelik her
defasında aynı ifadeyle...
Ressamlar tarih boyunca gülen insanı çizmenin zor
olmasından şikâyet ettiler.
Gülerek poz veremez insan. Gülmeyi sağlayan
kasların yüzü çabuk yorduğu, her insanın kendisinde
test edip görebileceği bir gerçektir. Ayrıca, gülmek
tekrarlanamaz. Gülmek, ancak bir duruma gösterilen
tepki olarak ortaya çıktığı için tekrarlanması mümkün
olmayan değişkenlikler gösterir.
Burada yazılanlar fotografın bulunuşundan önceki
dönemle ilgilidir. Ressam, gülen insan yüzü çizebilir
kuşkusuz; ancak ortaya çıkan varlığı şüpheli bir insana
ait olabilir. Klâsik resim tarihine bir de “gülen insan”
üzerinden tekrar bakmak, meselenin zorluğunu anlamak açısından faydalı olabilir.
Gülen insanla ağlayanı ayırt etmenin neredeyse
mümkün olmaması, klâsik resmin sorunlu bir sahası
olarak daha 15. asırda, yazılı belgelerde tartışılır. Bu
yüzyılda yaşamış olan Leona Battista Alberti, bunun bir
ressam açısından hiç de kolay olmadığını itiraf eder.
Kimi yansıttığı bilinen portrelerde “gülen yüz”den
kaçınılması boşuna değildir.
Portrelerde “gülmeyen insan kodu” belki de hiç farkına varılmadan, “teknik” bir sorunun doğal bir sonucu
olarak, ressam karşısında kendiliğinden gelişmiştir.
Peki ilk fotografik görüntülerde gülen insan yüzünün bulunmaması, resmin yukarıda anlattığımız kodu,
fotografa devretmiş olmasıyla açıklanabilir mi?
Kim olursa olsun insanların ressam karşısında benzer pozlar verip, bunun zamanla bir koda dönüşmesi
ve bulunuşunun hemen ardından klâsik portre anlayışıyla birlikte fotografa devredilmesi, hiç de yabana
atılacak bir tez değildir.
Ancak bir yere kadar... Çünkü burada fotografın
teknik özelliklerinden kaynaklanan, kendine has bir kod
geliştirdiği söylenebilir. Bunun için fotografın icat edildiği döneme dönmek gerekecektir: Nicephore Niepce, ilk
fotografı 1826’da sekiz saat pozlayarak elde edebilmişti. Sekiz saat boyunca hiç kıpırdamadan ve aynı şekilde gülerek poz veren bir insan düşünün! İlk kullanılabilir fotografı ise, 13 yıl sonra Daguerre bulabilecektir.
Louis Jacques Mande Daguerre’ın 1839’da elde ettiği,
dünyanın ilk kullanılabilir fotografının konusu da hareket hâlinde olmayan objelerdir. Bu arada yeni denemeler gerçekleştirilmiş ve Niepce’nin sekiz saat boyunca
elde edebildiği görüntüler, 20 dakikalık poz süresine
kadar indirilebilmiştir. Biz yine, gülen yüzüyle fotografçısına yirmi dakika poz veren bir insan düşünelim! Bu
nedenledir ki, ilk kullanılabilir fotografik görüntüler olan
daguerreotiplerde gülen insan göremiyoruz.
Biz ilk gülen insan fotograflarını Viyanalı fizikçi Friedrich Voiglaender’e borçluyuz. Voiglaender, en az yirmi dakikada elde edilebilen görüntü sürelerini, 1840’da
geliştirdiği objektifle bir buçuk, iki saniyeye kadar indirebilmişti. Fakat bu bile az bir süre değildi: Yüz hatları
net portre çekmek için ciddî ve kıpırdamadan durmak
gerekecekti. 1840’tan itibaren net fotograf çekmenin
şartı ciddî ve kıpırdamadan durmaktı. Bunun için fotografçıların stüdyolarında fotograf makinesi kadar önemli
bir demirbaş vardı: Modellerinin kıpırdamadan durmasını sağlayan koltuk ve metal tasarımlar. Fotografçı
karşısında hareketsiz duruşun zamanla kendi kodunu
geliştirdiği söylenebilir. Bu kod resimden geçmiş değil,
fotografın kendi içinden geliştirdiği bir koddur.
Burada sözünü ettiğimiz kodun rolü nedir tam
kestirilemez, ama en azından yok olduğu söylenemez.
Sonraki gelişmelere ve çekim süresinin, tekniğin gelişimine paralel kısalmasına rağmen, nüfus kâğıtlarında
ve pasaport gibi resmî belgelerde “ciddi” insan portresi
kullanılması bir kural hâline geldi. Dünyanın neredeyse
tamamında bir portre fotografın resmî belgelerde kullanılabilmesi için o yüzün “ciddi durması” şart koşuldu.
Resmî belgelerdeki gülen insan yasağı Batı Avrupa ülkelerinde ancak 1970’lerden itibaren kalkmaya başladı.
Son yıllarda ise pasaport gibi belgelerde kullanılacak
portrelerde yüzün objektif durmasını sağlayan kurallar
getirildi.
Bugün gülen insan resmi görebiliyor ve bunun gerçekte birine ait olduğuna inanabiliyorsak, bir fotograftan
üretildiği ve bunu da Voiglaender’e borçlu olduğumuz
kesindir. Gerçekte yaşanmış gülen insan görüntülerini fotografa borçluyuz. Ancak bir o kadar kesin olan,
yüzde sırıtık durmayan gülme ancak sokaktan, günlük
hayatın zenginliği içinden koparılan gerçek parçalarla,
an fotografıyla mümkün olur. Çünkü gülmek poz verilerek kurgulanamaz, sipariş edilemez; gülmek, insanın
komik olana kendi düzeyine bağlı olarak verdiği tepki
olduğu için, en doğal hâliyle ve o anın dondurulmasıyla
görüntülenebilir.
Güldüren görüntü ise tamamen farklı bir konudur.
Burada kelimenin sadık anlamında “görmesini bilmek”
ve “yakalamak” sorunu karşımıza çıkmaktadır. Güldüren görüntü söz konusu olduğunda, fotografın kardeşinin çizgi dünyasından karikatür ve bunun etrafında
dönen çizgi denemeleri olduğu söylenebilir.
* Fotografta gülme konusuna, gülmenin felsefesi
üzerine Türkçe yazılmış bir derleme kitapta (Gülme’nin
Kitabı, YGS Yayınları, 2002, İstanbul) kısa bir yazıyla
değinmiştim. Hatırı sayılır bir fotografçı çevremin yazıdan
haberli olmadığını fark edince konuya tekrar değinme
gereği duydum.
** “Gülmek” derken, sırıtma ya da aşağılamak için kullanılan “işaret” değil, daha çok gülünç bulunan bir durum
karşısında gösterilen tepki olarak “gülmek” kastedilmektedir.
“Memlekette yaygın olan fotoğraf tavrının kaynaklarına baktığımız zaman, teknik ve biçimsel kaygıların
öne çıktığını, içerikten mümkün olduğu kadar arındırılmış anlayışın 1980’lerden günümüze kadar kök salarak
geldiğini görüyoruz...”
Bu köşeyi okuyanlar benim bu türden tespitlerime
pek yabancı değiller biliyorum; ancak ister katılın ister
katılmayın, içeriğin arkaya itilerek biçimin öne çıkarıldığı fotoğrafların hangi zihinsel süreçler sonunda,
nasıl bir kollektif kabulle ortaya çıktığını, hangi politik
iklimin eseri olduğunu biliyorum; hayatımızdaki somut
etkilerine hiç şaşırmıyorum. Çünkü fotoğraf fikirdir. Fikir
yoksa, anlamlar ummanında medet arayan zavallı bir
suret çıkar karşımıza; hepsi bu.
Fotoğraf ortamımız entelektüel faaliyetten, gayretten ve ideallerden özenle arındırılmış bir yanılsamalar
âlemidir. “Fotoğrafın kendisi zaten bir yanılsamadır.”
diyecek olursanız birşey demem, doğrudur. Lakin
“hakikat” diye bir meseleyi dert edinenler, gerçeğin
görünümleri ile hakikat arasındaki ilişkiye kafa yoranlar,
sözkonusu yanılsamanın fotoğrafın çerçevesiyle sınırlı
kalmasını tercih ederler; kendi hayatlarına sirayet
etmesini pek istemezler.
İyi niyetli gayretler de yok değil; ancak, lise müfredatı kıvamındaki genel kültür bilgilerinden ibaret
birtakım seminerlerin, yaratıcı fikirlerin inşası için yeterli
olmayacağı, fotoğraflarımızı her türlü sınırın ötesine
taşıyabilecek, dolaşıma sokabilecek düşünsel bir
enerji yaratamayacağı açık. Bu iş kişisel merak ister;
bu merakın kışkırtılacağı ve örgütleneceği bir ortam,
topyekün bir ilgi ve paylaşım zemini gerekir.
Dünyada görüntünün mahiyetine dair araştırmalar,
taze fikirler, yepyeni kuramlar, analizler, felsefi açılımlar gırla gidiyor. Peki, bir zincirin tersli yüzlü halkalarını
teşkil eden Barthes, Berger, Sontag, Benjamin, Sekula,
Boudrillard gibi isimlerin referans metinleri bizim memlekette fotoğrafla uğraşanları ne kadar ilgilendiriyor?
Derneklerdeki eğitim seminerlerinde daha kaç zaman
ışık bilgisi, değişkenlerarası bağlantı ve kompozisyon kuralları ile yetinerek “temel” fotoğrafçılık bilgisi
verdiğimizi düşüneceğiz? Günümüzde “temel fotoğraf
bilgisi” demek aynı zamanda “fotoğraf felsefesine dair
bilgi” anlamına da gelmiyor mu? “Fotoğrafçılık kamera
aracılığıyla görüntü yaratma marifeti değil, hele güzel
görüntü çıkarma cambazlığı hiç değil; düşüncenin yaratıcı alanıdır” şeklinde bir ön kabulle hareket edip yeni
bir devran yaratsak. Biraz da bu ummanda çalkalanıp
dursak.
Sıkıcı bir ezber olduğunu biliyorum ama, “kitap
okumakla başımızın hoş olmadığını tekrarlamalıyım.
Hele fotoğrafçıların... Görüntünün kolay üretilebilir ve
aynı biçimde tüketilebilir olması hepimizin işine geliyor;
zahmetsizce sonuca ulaşıyoruz. Sergiler, gösteriler,
yarışmalar falan derken pekâlâ okuyup yazmadan da
fotoğrafçı olabiliyoruz. Halbuki “Öyle fotoğrafçı olunmaz; böyle olunur: Fotoğrafçının ışığı düşüncedir”
diye genel bir kabul olsa, bir önerme, kayda değer bir
teşvik, entelektüel eksiğimizi açığa çıkaracak bir ortam
yaratılsa... Olmayınca olmuyor. Okuması yazması kıt
fotoğrafçılar, meclis kurmuş birbirimizi ağırlıyoruz.
Sadık Oğuş, birkaç yıl önce kitap tezgahını kapadı.
Memleketin biricik kitap toplayıcısı, dağıtıcısı, satıcısı,
taksit yapıp veresiye defteri açan seyyar kitapçısıydı.
Aradığınızı bulur, ne istediğinizi bilir, kütüphanenizdeki
eksikleri hatırlayıp tamamlardı. İstanbul’daki fotoğraf
AFSAD
etkinliklerinde bir köşeye tezgah açar, kitapları fotoğrafçıların ayağına kadar getirirdi. “Okuyan zaten
yoktu, artık hiç kalmadı” diye herşeyi elden çıkardı.
Bu derginin yazarlarından İlker Maga’nın kurucusu ve
editörü olduğu YGS, görüntü kuramının peşine düşmüş
bir yayıneviydi. Önemli kitaplar yayınladı; ama varlığını
sürdüremedi. Fotoğraf teorisine kafayı takmış Murat
Karagöz, Hayalbaz diye bir yayınevi kurdu, birkaç
önemli kitap yayınladı, olmadı; araya bazı ticari meseleler de girince yayın programı yarım kaldı. Bunlar son
birkaç sene içinde çakan kıvılcımlar ve sönen ateşler.
Köy muhtarlıklarına kadar her fotoğraf yarışmasını
iştahla teşvik eden federasyon ve derneklerin gündeminde bu yayıncılar, bu kitap satıcısı ve bu kitaplar ne
kadar yer tuttu acaba?
İnsan denilen canlının en ilkel güdüsü olan ve
herhangi bir entelektüel yapılanma gerektirmeden gerçekleştirilen yarışmaları teşvik için harcanan emeğin,
gayretin, moral desteğin küçük bir kısmı gerçekten
düşünsel bir temele dayanan çalışmalar için ayrılsa
nasıl olur acaba? Yarışmadan duramayız biz, illa ki
yarışacağız deniyorsa, benim bir önerim olacak: Malum
fotoğrafçılık sadece fotoğraf çekmekten ibaret değil.
Bu işin kuramcılığı, tarihciliği, eleştiriciliği, derlemeciliği,
yayıncılığı gibi bir dolu farklı alan mevcut. Dikkatleri
biraz bu tarafa çevirmenin kimseye zararı olmaz. Her
yıl yayınlanan kitaplar arasından iyi bir çeviri, bir telif
kitap, bir araştırma, derleme belirlense ve gerekçeleriyle birlikte teşvik edilse. O yılki akademik tezlerle
ilgilenilse; fotoğrafa dair köşe yazısı, dizi yazılar falan
gözden geçirilse, teşvik ödülü verilse; daha çok ve
daha nitelikli düşünsel üretimlere zemin hazırlansa...
Bir takım kurumların çok parlak bir fikir sandığı fotoğraf yarışmalarının bir kısmının bu alana kaydırılmaları
sağlansa. Bu arada kadrolu jüri üyelerinin istihdamı da
ihmal edilmese, yine fotoğraf yarıştırarak tezgahtan
kavun seçmeye devam etseler...
Memlekete günün birinde demokrasi denilen şey
gelirse eğer, iyi kötü bütün bu gayretlerin bir faydası
görülür. Ayrıca, fikirsiz fotoğraflar yerine düşünceyle
şenlenmiş bir ortamımız olur; fotoğrafik görüntü ne menedir biraz onu anlarız; biraz da düşünceden, yaratıcı
tartışmadan ve gelişen fikirlerden zevk almaya başlarız. Ancak, bu işin riskli bir yanı da var: Düşünce iklimi
hareketlenince benim gibi birbuçuk fotoğrafçılık kitabı
yazdıktan sonra ortalıkta kuramcı edasıyla dolaşanların
sayısı artar; o olur...
Memleket küçük değil; ama çok kapalı. Bu kapalılık
giderek sığlaşmamıza yol açıyor. Üstelik, son birkaç
yıldır tuhaf durumlar yaşamaya başladık. İstanbul’da
önemli fotoğraf toplantıları oluyor; “workshop”lar,
“masterclass”lar, konferanslar düzenleniyor ve dünyanın değerli fotoğrafçıları kâh katılımcı, kâh eğitmen
olarak bu toplantılarda bulunuyor; Bangladeş’ten,
Ermenistan’dan, Pakistan’dan, Hollanda’dan, Moğolistan’dan ABD’den gelen fotoğrafçı arkadaşlarımız vesilesiyle haberimiz oluyor. Ancak, eğitmenler arasında
Türkiye’den kimse olmadığı gibi, katılımcılar arasında
da yok. Ne fotoğraflarımız ne de fikirlerimiz dünyada
dolaşımda yani. Doğaldır, fikir yoksa fotoğraf da olmaz.
Biz birbirimizi avutuyoruz. Kendimizle yetinmek, yerelin
özgünlüğünü önemsemek iyi hoş da, kendi sığlığımızda çırpınacağımıza derin denizlerde boğulalım daha iyi
bence.
Eylül - Ekim 2011
f/64 Özcan Yurdalan
FİKİRSİZ FOTOĞRAF
5
Ahmet Gökhan Demirer
Konuk Yazar
6
Yeni Belgesel Fotoğraf
1. Bölüm: Klasik Belgeselin Eleştirisi ve Bugünü
Son yıllarda bilgisayar temelli görüntü üretimindeki
gelişmeler ve görüntü işleme imkânlarının artması,
görüntünün gerçeklik ile bağlantısını ve dolayısıyla belgesel gerçekçiliğin daha etraflıca tartışılmasını sağladı
ve fotoğrafik gerçeklik hakkında tartışmalar yoğunlaştı.
Her ne kadar, dijital dönem öncesinde de fotoğrafın
inandırıcılığı meselesi tartışılmış ise de, “gerçek” fotoğrafların aslında tamamen bilgisayarda yaratılabileceği,
başka kaynaklardan toplanabileceği, birleştirilebileceği
bilgisi artık çok geniş bir kitlenin malumu olmuş ve böylelikle belge ve haber fotoğrafının en büyük dayanağı
olan “gerçek” büyük ölçüde yıkılmıştır.
Bilindiği gibi, klasik belge fotoğrafı denildiğinde;
gerçek hayatın önemli anları ve güzelliklerinin yanı sıra
çirkinliklerini, çelişkilerini de yakalayan ve aktaran bir
fotoğraf tarzı anlaşılır. Belgesel fotoğraf, gerçek dünyaya yaptığı göndermeyi aştığında ise, fotoğrafçı bir
sanatçıya dönüşür ve fotoğraf, sanatçının kendini ifade
eylemi olur. Mesela, Henri Cartier Bresson’un geniş
izleyici kitlesi nazarında belgesel ve haber fotoğrafının
sınırlarını aşması böyle bir şeydir.
Bu noktada, gerçek dünyayı referans alma ölçütünü
nasıl belirleyeceğimiz ve belgesel fotoğrafların sahiciliklerini nasıl kanıtlayacakları meselesi baş gösteriyor.
Bu, çözümü zor mesele çerçevesinde gerçek olan şu
ki; fotoğrafların istismar edilebilir olduğunu bile bile hep
onları kanıt olarak görmeye hazırız. Oysa, belgesel
fotoğraf aslında sosyal bir konunun gerçekçi bir görüntüsü değil, onu belgeleme eyleminin bir yansımasıdır.
Zaten 1970’ler ve 1980’lerde tarihçiler, eleştirmenler ve fotoğrafçılar, geleneksel belgesel anlayışını
yoğun olarak eleştirmişlerdir. Çünkü bakma ve kaydetme edimi asla yansız olamazdı ve güç ilişkilerinin
denetimi altındaydı. Klasik belgesel anlayış, esasen
kültürel olarak güdülenmiş, siyaseten yönlendirilmiş,
Batılı, sömürgeci ve eril bir bakış sahibiydi. Fotoğrafçı
ile acz içindeki kurban(ı) arasındaki ilişki sorgulanmalı
ve belgesel fotoğrafın acılara estetik cilası sürdüğü
eleştirisi dikkate alınmalıydı. (1) Klasik belgeseli eleştirenlerin en dikkat çekenlerinden biri Allan Sekula’dır.
Sekula, fikirleri ve yaptığı fotoğraf çalışmalarıyla felsefi
olarak daha net tavır koyan ve siyaseten solda olan
bir “yeni belgesel” kuşağına örnek olmuştur. Bu yeni
kuşaktan Fred Lonidier, Martha Rosler gibi kavramsal
ve postmodern fotoğrafik uygulama içinde olan “postbelgeselci”ler, klasik hümanist belgeselciliğin, seçkin
elitlerin güçsüzleştirilmişlere kendi vizyon ve değer yargılarını empoze etmekte kullandıkları bir araç olduğu
düşüncesindedirler.
Belgesel fotoğraf, son kertede çeken fotoğrafçının
değerlendirilmesine yaramakta, fotoğrafçısının ne
kadar cesur ve uyanık olduğu ve yönlendirilmezliği
konuşulmaktadır. Bu bağlamda, W. Eugene Smith,
David Douglas Duncan, Diane Arbus, Larry Clark,
Danny Lyon, Bruce Davidson, Dorothea Lange, Russel
Lee, Walker Evans, Robert Capa, Don McCullin,
Susan Mesielas gibi belgeselciler, ölüm tehlikesine
atılmış, toplumsal baskı yaşamış, tehdit edilmiş, sağlık
sorunlarına maruz kalarak bizi beladan kurtarmış veya
astronotlar gibi asla gidip görme umudumuzun olmadığı yerleri bize savaş fotoğrafı, varoş fotoğrafı, yoksul
fotoğrafı ve anormalin fotoğrafı olarak göstermiş olan
parlak belgesel yıldızlarıdır. (2)
Tabii klasik belgeselcinin şöyle bir ikilemi de vardı:
Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak kitabında, sanatın yaptığı şey dönüştürmek iken, felakete
tanıklığını sürdüren fotoğrafın ise, ‘estetik’ duruyorsa,
haddinden fazla sanat gibi olduğu için eleştirildiğini
söyler.
Haber fotoğrafçılığının dikizci konumundan kaçmak
isteyen bir fotoğrafçı ise bu defa da pekâlâ felaket
kurbanlarından seçkin sanat objeleri devşirmekle suçlanabilirdi.
Haber fotoğrafçılığı yukarıda belirttiğim üzere
‘gerçeğin’ aktarıcısı olup olmadığı ekseninde sorgulanırken, çok farklı kaynaklardan üretilen görüntülerin
taarruzuyla da ciddi olarak yaralanmıştır.
Amerikalı fotoğraf eleştirmeni Andy Grunberg, Ebu
Garib mahkûmlarının işkence fotoğraflarını yorumlarken, eski haber fotoğrafçılığının artık bittiğini söylemektedir. (3)
Zira, dünya kamuoyunda çok etkili olan bu fotoğraflar haber fotoğrafçıları tarafından objektif bir belge
olsun diye değil; o hapishanedeki askeri görevliler
tarafından arkadaşlarıyla eğlence ve şakalaşmalarını
paylaşmak üzere ucuz dijital kameralar ve cep telefonlarıyla çekilmişti. İşte o fotoğrafları çok güçlü kılan şey,
zaten haber fotoğrafçılığı pratiğinin dışında çekilmiş
olmaları, sahicilikleriydi. Bugün ikiz kulelerin yıkılışından, Londra bombalarına, pek çok günümüz felaketinin
tanığı fotoğrafın artık amatör elinden çıkma olduğunu
da kolaylıkla görebiliyoruz.
Öncelikle belgesel geleneğin günümüzdeki toplumsal işlevini tartışarak televizyonun yaygınlaşması ve
fotoröportaj dergilerinin yok oluşunun yanında, günümüzde toplumsal konulara azalan ilgiyi sebep olarak
öne çıkaran yorumlar da var.
Bugün dünyada hâlâ belgesel ve haber fotoğrafı
çekiliyor; ancak, uygulama, eski toplumsal ve politik
bağlamdan ayrılmış durumda. Mesela Salgado, fotoğraflarını kitaplaştırmadan önce galerilerde sergiliyor.
Efsanevi Magnum ajansı bugün bir fotoğraf galerisi gibi
çalışıyor ve yeni kuşak fotoğrafçıları için imza günleri
tertip ederek, albüm ve fotoğraf satıyor. Böylece belgesel fotoğrafı algılama koşulları da değişiyor ve galeri
sadece belgesel değil, haber fotoğrafı için de önem
kazanıyor. Bu noktada ilginç bir örnek de eski Magnum
fotoğrafçısı Luc Delahaye’dır. Savaş fotoğrafının önemi
askeri otoritelere de malum olup savaş alanlarında
çalışan fotoğrafçılar ordu birliklerine “iliştirilip” denetim
1- Martha Rosler, In, Around, and Afterthoughts (On
Documentary Photography), Liz Wells (Ed.), The Photography Reader, 2003, Routlege, London, s. 263
2- Martha Rosler, age. s. 265
3- Liz Wells (Ed.); Photography: A Critical Introduction,
4th Edition, Rothlege, London, 2009, s. 91
4- Görsel Grafik Tasarım Sözlüğü, Literatür Yayıncılık,
Aralık 2011, İstanbul, s. 114
Ahmet Gökhan Demirer
olamayacak kadar birbirininin yerine geçmiş olması
halidir.
Hipergerçekçi bir imge de gerçek imgenin ‘daha iyi’
ve ‘daha gelişmiş’ bir yorumudur. (4)
Sahnelenmiş fotoğraf (staged photography), iyi bir
postmodern örnek olarak seksenlerin başında sanat
gündemine hızla girmiş ve bu yeni tarz, gerçekçilikten
gerçekliğe doğru yönelen yeni belgesel anlayışının da
temelini oluşturmuştur.
Konuk Yazar
altına alınınca, bu duruma tepki olarak o da, savaş
fotoğrafçılığını yeni bir biçime taşıdı.
Savaşlardan canlı sahneler yerine uzaktan; ama
savaşın izlerini taşıyan, panoramik ve büyük format
makineler kulandığı fotoğraflarını galerilerde eski ressamların savaş tablolarını andıran çok büyük ebatlarda
sunmaya başladı. Böylece, klasik belgesel fotoğraf
medya dünyasının artık istikrarsız olan talebinden
uzaklaşıp, -Delahaye örneğinde tarzını değiştirereksanat dünyasına yaklaşmıştır.
Aslında belgeselin, bir form, bir tarz, gelenek, biçim
ve uygulama olarak değerlendirilebileceği düşünülse
bile, bugün fotoğraf türleri arasında yeni birleşmeler
yaşandığından, bir tarzı diğerinden ayırmak zaten çoğu
zaman güç ve belki de nafiledir.
Klasik belgesel fotoğraf asıl darbeyi ise postmodern
eleştiriden almıştır.
Fotoğraf zaten geçmişten bugüne modernizmin
ana taşıyıcısı, biçimlendiricisi olmuştur. Fotoğraf bu
taşıyıcılığını sadece zaman ve uzamı kaydırarak değil,
aynı zamanda farklı bir öyküleyici yapı edinip, insanın
görsel algılama yetisinin ötesinde bir bilgiye ve ayrıntıya ulaşarak gerçekleştirmiştir.
Toplumda sembollerin üretimi ve değiş tokuşu
üzerine eğilen Jean Baudrilliard’ın Hipergerçeklik ve
Simulakr düşüncesi, postmodernizmin temel kavramlarından olup, fotoğraf kuramında büyük ilgi görmüştür.
Hipergerçek, gerçek olanla temsili olanın, hangisinin nerede bittiği ve hangisinin nerede başladığı belli
7
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
Fotoğraflar: Can Gazialem
10 Mayıs 1977’de Ankara’da doğdu. Fotoğraf tutkusu; Afganistan’daki babasına doğumunu müjdelemek amacıyla çekilen fotoğraf için kullanılan makine ile çekim yaparak
başladı. Üniversite yıllarında profesyonel fotoğrafçı olmaya karar verip, foto muhabirliği
ve tanıtım fotoğrafçılığı yaptı. AFSAD’da eğitmenlik yaptı. Yaşamını, Ankara’da fotoğraf
çalışmaları yaparak sürdürmektedir.
Söyleşi
Aysel Altun - T. Deniz Çakır
Can Gazialem
8
Can Gazialem’in fotoğraf hikâyesi nasıl başladı?
Öncelikle biraz bundan bahsedelim.
Hemen herkes gibi ilk fotoğraflarımın çekildiği anda.
Bu fotoğraflar bir mektup ile Haziran 1977’de, Davuthan yönetiminde tazecik bir cumhuriyetten tekrar monarşiye doğru evrilen Afganistan’daki dört fotoğraftan
ibaret ve kuvvetle muhtemel ölmüş olan babama gönderilir. Fotoğrafların arkasına düşülen not: “Bir oğlumuz
oldu adını Can ya da Deniz koyacağım. Sevgi ile”.
Fotoğraf tarzlarından hangisi sana daha yakın
geliyor; belgesel, kurgu, vs…
Aslında tam olarak yanıtlayabilir miyim bilmiyorum, en yakın hangisi sorusunu. Ama doğa fotoğrafı
konusunda çok fazla çalışma yapmadım, onun dışındaki türlerin hepsine temas etmişliğim var. Arada
işleri birbirine karıştırmışlığım da var; sandıktaki saklı
fotoğrafların arasından, portre fotoğraflarını, doku
fotoğraflarıyla harman etmişim. Eksiklik sezmişim;
tutmuşum, boyamışım; boyadığım bu kartı zımpara ile
aşındırmışım, yakmışım çakmak ile yer yer… Olmamış
diye düşünmüş, sandığa kaldırmışım. Belgesel niyeti
ile yaptığım çalışmalarımı, üç kontrastla basmışım;
itinayla zarflamış duygularımı, düşüncelerimi yazmışım. Mış-mişlerin miktarına bakınca, özetle, o günler
hikâyeleştiler zaman içinde.
“Üzülmez” adlı bir belgesel fotoğraf projen var.
Bu projeye dair söylemek istediğin birkaç cümle
var mıdır?
İyi ki varmış. O olmasaymış ben ne yaparmışım?
Çok büyük bir talihti benim açımdan hem orayı görmek,
hem de maden işçisi arkadaşlarla tanışmak, aralarına
karışmak, dertlerini dinlemek... Projeyi Suderin Murat
örgütledi; İşletme müdürü Avni Cinel de destekledi.
Avni Cinel’i çalışmalarımızı tamamladığımız sıralarda,
uğradığı silahlı saldırı sonucunda kaybettik. Yaptığımız
çalışmalardan derleyip toparlayıp bir karma sergi, bir
de gösteri ve “hazır galiba” dediğim, sonra da “bakar mısınız” dediğim-iz çalışma. “O olmasaymış ne
Kendi arşivinde farklı üretim teknikleri ile üretilmiş fotoğrafların ve baskıların olduğunu biliyorum.
Fotoğraftaki arayış sürecinde, deneysellik senin
için ne ifade ediyor?
Biraz önce bahsetmiştim; deneysel, bir disiplin halini aldığı anda deneysellikten kopuyor. Benim fotoğrafın
tekniğindeki müdahalelere ilgim hep olmuştu sanırım;
ama işin “vay canına” dedirten kısımlarını, Eskişehir’de
öğrenciyken kütüphanede elime geçen alternatif fotoğraf kitabından çektirdiğim fotokopileri ufak ufak dene-
Peki, fotoğrafın mutfağı karanlık oda için neler
söylersin? Fotoğrafa başladığın ve tekniğini geliştirdiğin dönemleri anlatır mısın?
Pişirdikçe pişiyorsun derim. Fotoğrafa başladığım
dönem, hepimizdeki gibi önce çekim tekniğini anlamak
ve oturtmakla geçti; çok da uzun sürmedi açıkçası.
Sonsuz değişkeni olan yaşama bakarken, dört değişkeni kolayca yorumluyorsun. Zaten işin asıl kısmı da
çekimden sonra başlıyor. Doğru filmi seçtin mi? İstediğin gibi geliştirdin mi? Grenliliğe müdahale etmeli mi?
Kontrastı nereye doğru yollamalı? Kadraj [“crop” oldu
ya onun da adı, hatta daha fenası var kırp] yapmalı mı,
yoksa olduğu gibi mi basmalı? vs. vs…
Şimdi bir düşünsenize, 1/250 saniyede
pozlamışsın; e… şanslısın ya doğru da
pozlamışsın, kendine göre… Olay bu
mudur? Değildir... Sonra filmi yıkamaya
başladığın saniyeden “oh” dediğin ve
kartı ellerinin arasına alıp baktığın ana
kadar geçen süre, eğer özene bezene
çalışmışsan, en az 40 dakika, “1/250
saniyede mi oldu şimdi o fotoğraf?”
Tekniğimi geliştirdiğim dönem diyebileceğim dönem, tam da bu sorulara ve o
fotoğraflara bu kadar süreleri ayırdığım
sıralar. O günlerden bugünlere kadar da
kabaca bir tahminle 3000 kare fotoğraf
basmışsam, anlatacak çok şey çıkar,
yetmez yerimiz. Özetlersem, karanlık
oda, karanlıkta tek aydınlık şeyin fotoğraf olduğu yerdir ve bu durum bence çok
önemlidir.
“Teknik, içerik, estetik” kavramlarını fotoğraf açısından değerlendirir
misin? Senin fotoğraflarında hangisi
daha öne çıkıyor?
Çekinerek yanıtlıyorum, içerik. Teknikten kasıt, çoklukla çekim tekniği diye
anlaşılıyor; ama bence fotoğrafta teknik
haylice ekipman. Binbir zorlukla alınmış
28-105 mm, görece ucuz sayılabilecek
bir objektifle keskinlik asla garanti değildir; ama 400 ASA’nın arkasına saklayabilirsiniz bu zaafı. İçerik bence en
önemli öge, önemsediğim için de en çok
özendiğim kısım o. Ne var kadrajda? Ne
kadar hacimle duruyor? Neleri ayıklamalıyım ki o an hissettiğim, düşündüğüm
şeylerin tamamı geçsin fotoğrafa, ne
eksik ne de fazla…
Estetik ise, en göreceli öge. Bu soruda, fotoğrafta estetik için, estetiği “güzel”
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
Aysel Altun - T. Deniz Çakır
Bunun dışında belgesel fotoğrafa dair başka
projelerin var mı?
Son bir yıldır üzerine çalıştığım ve elbette ki burada
bahsetmeyeceğim bir çalışma daha var: Yeni yeni kontak baskılarına bakabilir hale geldim; akışın yönü çıktı
bu sene, o yöne doğru kareleri toparlamaya başlayacağım. Artık kaç yılda pişer bilmiyorum ama iki yıl içinde
tamam ederim gibi.
meye başladığımda öğrendim. Aslında iş biraz simyacılığı andırıyor. Kimyasalları okuyup misal, baryumun
ateşi görünce yeşile dönmesi fotoğraf kartı yaparken
neye neden oluru aklıma getiriyor; sonra öğreniyorum
ki, madde zehirli aman. Ama işin aslı şöyle gelişiyor;
yolda yürürken çöpe atılmış baryum sülfat paketleri buluyorum; internet aygıtı bu kadar güçlü değil,
giriyorum kütüphaneye kimya kitaplarını kurcalıyorum,
bilgiye böyle ulaşılıyordu; sanırsınız arkeolojik bir bilgiyi
paylaşıyorum şimdi.
Söyleşi
yaparmışım” kısmı ise fena; sonrasında anlatmaya ve
çalışmaya o kadar kaptırdım ki kendimi, derli toplu bir
çalışma daha yapamadım.
9
Aysel Altun - T. Deniz Çakır
Söyleşi
10
olarak algılarsam yanıtlamak için; ne kadar göreceli
olduğunu görürüz güzelin. Güzel olan ne? Çekimini
yaptığımız şey mi, kişi mi, olay mı, yani içerik mi?
Yoksa fotoğrafı sunuş biçimimiz mi, yoksa kuruduğumuz kadrajın güzel olup olmadığı mı? Fotoğrafçı olarak
“ben”, güzelin peşinde değilim açıkçası. Estetik ile ilgili
olarak ben de soruyorum; fotoğrafta estetik, ameliyattan önce mi yoksa sonra mı diye.
Fotoğraftaki estetiğin belirleyicileri var mı? Ya
da estetik fotoğrafın neresinde devreye girmeli?
Elbette vardır ya da yoktur. Bu kadar kesin yargılı
bir yanıt çok da mümkün değil bence.
Estetik kavramında “bence” kelimesi ayrıca önemli bir hal alıyor. Hele ki estetik ve fotoğraf bir arada
anılmaya başlandığında. “Fotoğrafı Çeken”, “Fotoğrafı
Çekilen” ve “Fotoğrafı İzleyen” üçlüsü ve bu üçü arasında tam bir uzlaşma varsa, fotoğraftaki estetiğin tüm
belirleyicileri uzlaşmışlar ve fotoğrafı güzel buluyorlarsa
“tamam, bu fotoğraf güzeldir” diyebiliriz… mi?
Aslında yine aynı yere geliyorum. “Estetik” ya da
“güzel” algısı çok değişken bir kavram günümüzde.
“Bu güzeldir” denilen şeye şüpheli mi yaklaşıyorsunuz,
yoksa kabul edip güzel mi buluyorsunuz? “Bu soruya
verdiğimiz yanıtı sorunuza da yanıt olarak kullanabiliriz” kestirme cümlesiyle kaçıyorum bu sorudan..
Dijital teknolojinin gelişmesiyle birlikte fotoğrafın tanımında, kullanıldığı alanlardaki farklılaşmalar
neler oldu sence?
Aslında fotoğrafın tanımında bir değişiklik yok;
olmamalı da zaten. Ancak kullanıldığı alanlarda değişimler oldu; kendisine yeni mecralar buldu fotoğraf.
Çevirisi sosyal ağ diye yapılan mecrada “profil fotoğrafı” diye bir şey çıktı mesela.
Fotoğrafa dijital teknolojisinin girmesiyle, günümüzde fotoğraf ile uğraşan kişi sayısında da büyük
bir artış oldu. Fotoğrafa, sayısal yaygınlığından çok
daha önce, filmli makinelerle başladın. Fotoğrafa
başladığın yıllar ile şu anda bulunduğumuz zamanı kıyaslamanı ve değerlendirmeni rica ediyorum.
Her iki dönemde fotoğraf üreten biri olarak neler
dersin?
Kütüphane - İnternet; Sergi - Sanal Sergi; Kitapevlerine Sipariş Edilen Kitaplar - Nihayet Çevrilmiş
Kitaplar; “Dene, Bir Hafta Sonra Gör, Öğren” - “Çek,
Gör, Öğrenme”; Karanlık oda - Monitör (umarım onu
da kalibre etmişsinizdir); Sergi Salonu Ara - İnternet
Sitesi Kur ya da Kurulularda Kendine Bir Yer Edin
vs., vs... Ne değişti? Kabaca bunlar değişti; ama asıl
değişen fotoğraf bir üretim aracı, bir anlatma aracından
bir tüketim aracına dönüştü, anlatılanı tekrar ve tekrar
anlatıp anlatılana karşı duyarsızlaşma aracı oldu. Biçim
öne çıkmaya başladı, içeriği gölgede bırakarak… Çok
karamsar oldu sanırım cümleler; ama bana göre bu
böyle oldu.
Sayısal fotoğrafın üretim ve tüketim hızı seni
korkutuyor mu? Bu kadar çabuk üretilen ve izlenebilen fotoğraflar, sosyal paylaşım ağlarının da
varlığı ile, fotoğrafı niteliksizleştiriyor mu; yoksa
estetize fotoğraflara mı kayıyor?
Bir önceki sorunun yanıtında söylediğim gibi fotoğraf, bir biçim bütünü, bir renk silsilesi, bir filtreler grubu
olarak sürekli yinelenen, özgününü yitirmeye başladığı-
mız bir şey olmaya başladı; anlatma aracından ziyade
kendini gösterme metası haline geliyor; bir yarış biçimi,
bir başarı aracı dolayısıyla bir yenme ve yenilme durumu… Bin yıl devridaim etti gözlerimizin önünde; akılda
kalır çalışmalar sayısındaki hızlı gerileme, bin yılın görsel günlüklerindeki içerik eksiği sanırım fotoğrafta da
yerini aldı. Bir bölü saniyelerde üret bir bölü saniyelerde tüketilsin; derdi olan fotoğrafçıyı bu silsilenin dışında
görüyorum. İnternette biraz dolaşın, aynı renklerin
arasında sıkışmış birbirinin kopyası, “olağanüstü” diye
de alkışlanmış, olağan fotoğraflara bakarken bulacaksınız kendinizi. Sonra kendi fotoğraflarınıza bir göz atın
gerekli görürseniz de özeleştirinizi verin.
Peki, hem profesyonel bir fotoğrafçı hem fotoğrafın eğitimini de veren biri olarak, fotoğraftaki de-
AFSAD
Fotomuhabirleri ve reklam
fotoğrafçılarının geleceğini nasıl
görüyorsun?
Karanlık. Kendi yaptığım iş bunu
söyletiyor bana. Firmayla görüşmeye
gittiğinizde, işverenin, her fikrinize,
“hımm bunu bizim yeğene (bu yeğen,
tomarla para vererek fotoğraf makinesi almış ve bir
an evvel o makineye harcadığı parayı geri kazanmak
zorunda olduğunu düşünen kişidir) yaptırabilir miyim
acaba?” diye tepki vermesi çok fena… Yalnızca bizim
açımızdan da değil bu; ortaya çıkacak olan çalışmanın
kalitesi açısında da çok fena. Amatör fotoğrafçı kavramı değişmeye başladı: Bir kere iktisadî olarak amatör
kalmak istemiyor amatör fotoğrafçı. Haftaiçi mesleğini
icra edip haftasonlarında ise, bu işten para kazanmanın peşine düşmüş durumda birçoğu. Hal böyle olunca,
hayatını sadece fotoğraftan geçindirmeye çalışan
tanıtım fotoğrafçısının da, foto muhabirinin de hayatını
idame ettirmesi çok zorlaşıyor. Bugün birçok dergi ve
gazeteye bakın, konusu fotoğraf olanlarda bile bir fotoğraf editörü yoktur. Çünkü gerek yoktur inancı vardır.
Eylül - Ekim 2011
Aysel Altun - T. Deniz Çakır
Söyleşi
ğişmeleri ve gelişmeleri bu alanlar
açısından nasıl değerlendirirsin?
İlk başlarda iş kolaylaşacak diye
düşünmedim değil; ancak bu böyle
olmadı maalesef… Tanıtım fotoğrafı
açısından inanılmaz kolaylık sağladı; ışığı yanlış kurma riski ortadan
kalktı; “polaroid”e gerek yok; bin
kere düşünmeye gerek yok; çek-bakdüşün-yeniden kur ışığı gerekiyorsa…
Ama fotoğrafı öğrenmeyi ya da o dört
değişkeni anlamayı hızlandırır, diye
düşünüyordum, tam tersi oldu: diyaframı kıstı; fotoğrafçı birkaç inçlik ekrana
baktı; “vay canına” dedi; “oldu” ya da
“olmadı” dedi; ama öğrenmedi. Gerekiyorsa aynı kadraja beş ya da altı el
deklanşör bastı, olsun diye; ama ne
olsun istediğini bilmeden; sonra daha
fena bir durumla karşılaştı, menüye
girdi ve kayboldu kendisine yetenin ne
olduğunu bilmeden; arkadaki her şeye
kafa patlatmaya başladı, dolayısıyla
kayboldu. Süper genelleme yaptım;
ama görerek ve inanarak yaptım bu
genellemeyi. “- Kaç Mp”, “-5 Mp”,
“- hıh, benim 12”, “- ne diyorsun!”
Sonra fotoğrafçıyız hepimiz artık; e…
Bir fotoğrafçı, başka bir fotoğrafçının
fotoğrafına bakarken, aslında fotoğrafçı fotoğrafta artık kendi fotoğrafçılığına
bakıyor ve “ben olsaydım” diyor, bir
gösteri izlediğinde müziğe takıyor
kafayı, “kim ki bu grup… ben de kendi
gösterimde bu kıvamda bir müzik
bulursam bir alkış kopar ki, unutulmaz
olur…” Bütün bunlar olup biterken
fotoğrafı çekilen ise sessizce fark
edilmeyi bekliyor.
11
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
Bu sayının dosya konusunu “Estetik ve Fotoğraf” veya “Fotoğraf ve Estetik” olarak belirledik. Fotoğrafın estetik ile ilişkisini irdelemek istedik ve farklı dallardaki sanat ve bilim
insanlarından, bu konuda dergimize yazı yazmalarını rica ettik.
Konu çok kapsamlı ve bütün sanat dallarının temelini oluşturuyor. Ricamızı kırmayıp
katkıda bulunanlar da fazla olunca, dosya konusunu iki sayıda ele almaya karar verdik.
Kuramsal ve uygulamaya yönelik olan yazıların, yeni döneme başlarken, bilgilerimizi
tazeleyeceği, renk ve zenginlik katacağı inancıyla, iyi okumalar diliyoruz.
Estetik, Sanat ve Fotoğraf Üzerine Kısa Bir Söyleşi
Hamdi Telli
Estetik sözcüğü, eski Yunan dilinde “aisthesis”den
gelir, algı ve duyum anlamını taşır. İlk kez Alexander
Gottlieb Baumgarten (1714-1762) tarafından kullanılmıştır. Christian Wolff’un öğrencisi ve izleyicisi olan
Baumgarten, ana yapıtına “Aesthetica” (1750) adını
vermiştir.
Baumgarten, bu girişimi ile estetiği, “Duyum Bilgisi
Bilimi” olarak ortaya koymak istemişti. Böylece bu
bilim, “aşağı bilgi kuramı” (gnoseologia inferior) olarak
Wolff’un sistemini (“Mantık”ını) tamamlayacaktı. Kavramın bu belirlenimine dayanarak Kant, estetiği, “genel
12
Hamdi Telli
AFSAD Lokali 1978
olarak duyarlık kurallarının bilimi” olarak gösterdi. Daha
sonra Husserl de kavramı bu anlamda kullandı. Ama
bu belirlemelerin yanısıra, yine Baumgarten’le birlikte
ve ondan bu yana yaygınlaşan bir başka belirlemeye
göre estetik, “güzel sanatlar ve güzel üzerine” düşünme bilimi olarak da anlaşıldı. Bu belirlemeye göre
estetik, artık bir “sanat felsefesi” oluyordu.
Yukarıdaki bilgilere dayanarak “Estetik”’in tarihini
1700’lü yılların ortalarından başlatmak tabii ki yanıltıcı
olacaktır. Zira estetik kavramı, tarihin en eski devirlerinden günümüze dek insanların üzerinde en çok tartıştıkları konulardan biridir. Hatta tarih öncesi devirlerde
mağara duvarlarına resim yapan insanların da bu
konuda söyleyecekleri bir çift söz olduğunu düşünmek yanlış olmaz.
Aslında Platon’un (M.Ö. 427-347) eserlerinde
ve felsefesinde, her şeyin aslının idealar dünyasında bulunduğu, bu dünyadakilerin hepsinin onun iyi
ve kötü taklitleri olduğu şeklinde bir görüş vardır.
Aristoteles ise insanda bir taklit (mimesis) yeteneği
ve hazzının bulunduğunu, insanların olayların ve
varlıkların özündeki ideali, fikri taklit ettiğini söyler.
Bu da sanatçıların ilgi ve uğraşı alanına girmektedir.
Şimdi de karşımıza tanımlanması gereken
bir başka kavram çıkıyor “Sanat”. Sanat da tarih
boyunca insanların üzerinde tartıştıkları bir başka
kavram. Birçok düşünür bu konuda farklı ya da
benzer tanımlar getirmiş. Bunların en önemli ve
kapsamlılarından birini ele alarak devam edelim.
Marks’a göre: “Yaratıcı eylem, insanın ve doğanın
karşılıklı etkileşiminin bir aşamasıdır. Bu, toplumsal
bir karakter taşır. Sanat, yaşamı insanileştiren bir
olgudur. Araştırıcı, yaratıcı, çok yönlü tümel insana
ulaşma çabası içinde sanatlar gelişebilir.”
“Yaratıcı eylem”in sanatın temel öğesi ve “insanın doğa ile etkileşimi”nin de insanın algı ve duyumlarının bir sonucu olduğunu düşünürsek, söyleşinin
başında değindiğimiz “Estetik” kavramına ulaşırız.
İşte bu nedenle, hangi felsefi yaklaşımı benimsersek benimseyelim, sanat ve estetik bir bütünün
ayrılmaz parçalarıdır.
İnsanlar çevrelerini duyuları yolu ile algılar,
sorgular ve yorumlar. Burada bir yanlış anlamayı
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
Hamdi Telli
Tekne Detay
önlemek için “doğa” yerine “çevre” sözcüğünü kullandık. Aslında, doğa sözcüğü ile yalnızca çiçekler, hayvanlar, dağlar, ovalar değil insanın da içinde bulunduğu
çevremizdeki her şey kastedilmektedir. Bunun dışındaki “Doğa” anlayışı, insanların özel olduğu ve diğer tüm
varlıkların ona hizmet için yaratıldığı yanılgısına dayanmaktadır. Doğayı algılama, sorgulama ve yorumlama
süreci sonunda insanlar bu yorumlarını başkalarına bir
yolla ifade etmeye çalışır. Şiir yazar, şarkı söyler, resim
yapar, dans eder… Bu ifade, çevresinde algıladıklarını
taklit etme yeteneği ve isteği gibi görünse de sonuçta
ortaya çıkan, nesnel değil öznel bir olgudur. Her ifade,
bir başka deyişle dışavurum, o kişiyi yansıtır. Bu eylem
insana özel olup, “yaşamın insanileşmesi” anlamını
taşır.
Çağdaş felsefecilerden Gill Deleuze, ressamın beyaz bir zemin karşısında, model olarak iş gören bir dış
nesneyi, orada yeniden üretmek üzere resim yapmadığını, figüratif anlayışın bu yanılgıdan kaynaklandığını
söyler. Ona göre ressam, dilediği en yalın tuvali yaratabilmek için zaten zihnindeki tuvalde kimi gerçek, kimi
potansiyel haliyle bulunan birçok nesneyi ayıklamakla,
temizlemekle uğraşacaktır.
Sanatsal yaratının, önemli toplumsal işlevleri olsa
da sanatçı için katıksız bir amaç olmaktadır. Sanatçı,
yaratı süreci içinde üretirken, kaynağını bu ürünlerin
oluşturduğu, yaratıya dayalı bir başka süreç çalışmakta
ve bir kısım insanlar da bu süreç içinde ürün vermektedirler. Bilim ve Teknoloji.
Bilim ve teknoloji, insanların yaşamını her alanda kolaylaştıracak ürün ve uygulamalar geliştirirken,
AFSAD
sanatçıların da bu yeni olanakların yararlanıcılarından
olacağı açıktır. Böylece sanatçı, daha etkin ve verimli
çalışacak olanaklar elde edecektir. Örneğin, ilkel bir
toplumun tam tam ve vuvuzelaları ile bir senfoni orkestrasının çalgılarını karşılaştırırsak, teknolojinin sanata
katkısı anlaşılacaktır. Açıkça anlaşılmalıdır ki bilim
ve teknoloji, sanatı yok edecek bir tehdit değil, ondan
beslenip onu geliştiren diğer bir yaratı sürecidir. Bir
anlamda birbirlerinin varlık nedenidirler.
İnsanların yaratıcı eyleminin bir aşaması olan algılama da, teknolojinin sağladığı destekle sınırlarını ve
olanaklarını genişletmektedir. Başta insanın bedensel
yetenekleri ile sınırlı olan algıları, yine kendi yarattıkları araç ve gereçlerle genişlemektedir. Örneğin çıplak
bedenimizle farkına varamadığımız, uzayın derinliklerindeki bir nebula, geliştirdiğimiz bir teleskop yardımı ile
görünür kılınmaktadır.
Aslında genellikle bilimsel buluş ya da teknolojik
gelişmenin kullanımı, belli bir alanla sınırlı kalmaz.
Uzay gemilerinde kullanılmak üzere geliştirilen teflonu
mutfakta köfte yapmak için de kullandığımız gibi, kimyacıların geliştirdiği yağlı boya, hem badanacı esnafın
hem de Pablo Picasso’nun çok işine yaramıştır.
M.Ö. 3000 yıllarında Sümerler tarafından astronomik gözlemler için kullanılan “Camera Obscura” yani
karanlık kutu, bugünün fotoğraf makinelerinin ana fikrini oluşturmaktadır. Bugünkü haline gelene kadar geliştirilerek, birçok ressam tarafından eserlerinin yapımında önemli bir araç olarak da kullanılmıştır. Nicéphore
Niépce 1822 yılında kutunun arkasına düşen görüntüyü sabitlemeyi başarana kadar bu teknolojinin sanata
Eylül - Ekim 2011
13
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
14
“Fotoğraf”, sanat için, bulunduğu güne kadar
geliştirilmiş olan diğer tüm buluş ve teknolojilerden
farklı bir olanak sunuyordu. Bu da aslında yanlış
olan bir anlayışla, sanatçının amacının salt doğayı
taklit etmek olduğu, fotoğrafın da bu işlevi kendiliğinden yerine getirdiği düşüncesi ile tepkilere neden
olmuştu. Evet, “Fotoğraf” bir görüntüyü kaydedebiliyor ve bu kayıt dilediğimiz kadar çoğaltılabiliyordu.
Böylece o güne dek savaş ressamları, gazete veya
kitap ressamları, arkeoloji ressamları, aristokratların portre ressamlarının yaptığı işler artık anlamını
yitirmeye başlıyordu.
Fotoğrafa yönelen tepkiler de daha çok bu
kesimlerden geliyor, tanınan hiçbir sanatçı veya
ressam bu konuda olumsuz bir yaklaşım göstermiyordu.
Aslında, çıkar çatışmaları dışında “Fotoğraf”ın
kavram kargaşasına neden olan iki temel işlevini
(belge – sanatsal araç) ayırabilmek bu karışıklığı
önlemek için yeterli olacaktır.
Bu konu ile ilgili bir anekdotu paylaşarak sohbetimizi sonlandırmak istiyorum.
Bir fotoğraf kurumunda fotoğraf ile ilgili bir söyleşi sonunda dinleyici sorularını yanıtlarken, bir hanımefendi el kaldırdı. Sorusu, “Günün Sorusu” olarak
kayıtlara geçti. “Hocam sizce fotoğrafa müdahale
Hamdi Telli
Lady in Red
etik midir?” Sanırım fotoğraf çekiyorsunuz dedim.
Evet tabii. Peki filtre kullanıyor musunuz? Evet. Etik
katkısı bu kadarla kalmıştır.
olup olmadığını düşündünüz mü hiç?
Niépce’nin bu buluşundan sonra insanlar, gördükleAslında fotoğrafçının karşısındaki görüntüye müdarini kaydedebilecek araç elde ettiler. Bugün neredeyse
halesi makinayı eline alması ile başlar. Amacına göre,
herkesin sahip olduğu bu olanak, bazıları için sanatın,
ya bu müdahaleyi en az düzeyde tutarak orjinale olaen azından resim sanatının sonu demekti. Öyle ya;
bildiğince sadık kalacak, ya da orjinalden çok farklı bir
eğer Aristoteles’in dediği gibi sanatçının tüm yaptığı
görüntüye ulaşabilecektir. Bir haber muhabirinin çektiği
doğayı taklit etmek ise, bu teknoloji herkesi mükemmel
fotoğraf gerçeği saptıracak şekilde değiştirilmiş ise (ki
bir taklitçi haline getirmekteydi. Ancak bu kaygıyı yabunun örnekleri dünya literatüründe vardır), yalan haşayanların ihmal ettiği nokta sanatçının taklit “mimesis”
ber niteliği taşıdığı için hiç de etik olmayacaktır. Ancak,
eylemi sürecinde estetik “aisthesis” kavramının varlıbir sanatçı için bu değişikliğin sınırlarını çizmenin ne
ğıdır. Zaten sanatı öznel kılan da budur. Bu nedenle
olanağı ne de gereği vardır.
“Fotoğraf” da sanatın sonunu getirecek olan tehditlerden biri değil, sanatçıya yeni ve çok geniş olanaklar
www.studiotelli.com
sağlayan bir araç niteliği taşımaktadır.
Fotoğrafta Güzel’i Yakalama
Afşar Timuçin
Sanat üzerine enine boyuna düşünmemiş olanlar fotoğrafın sanat olup olmadığı konusunda son
derece çeşitli ya da değişik görüşler üretirler. Bilgisi
olmadan görüşü olmak dediğimiz ve yaşamın her
kesiminde çokça gördüğümüz ilginç bir durumdur bu.
Fotoğrafın sanat olmadığı konusunda görüşler pek
yaygındır, bu görüşleri üretenler arasında yaşamları
boyunca eline fotoğraf makinesi almamış olanlar da,
bir gün bile estetiğin sorunlarına yönelmemiş olanlar
da vardır. Şu dünyada hiç kimse hiçbir şey bilmeyenler kadar bilgili değildir. Estetiğin pek bir anlam
taşımadığı, onunla ilgili konuların sanatçıları bile çokça ilgilendirmediği, en basit estetik sorunlarının bile
hiç tartışılmadığı, üniversitelerinde estetikle ilgili dişe
dokunur çalışmaların yapılmadığı ve kürsülerin olma-
dığı bir toplumda bunu olağan karşılamamız gerekir.
Olağan karşılamak elbette onaylamak değildir.“Ritim
mi, o da neymiş?” diyen müzikçiler ve “Simge de ne
oluyormuş” diyen şairler ülkesinde sanatsal yaratma tümüyle gelişigüzel etkinliğin acımasız ellerine
bırakıldığı gibi sanatla ilgili sorunlar da aklı her şeyi
çözmeye hazır öngörülü kişilerin insafına bırakılmıştır. Çocuklarına Simge adını koyup onun ne olduğunu bilmeyenler arasında sanatçılar da var mıdır?
Fotoğrafın sanat olmadığını söyleyenler onun
bu durumuna makineyle yapılıyor olmasını gerekçe
gösterirler. Bundan makineyle yapılan şey sanat olamaz sonucu çıkmaz mı? Çıkar elbette. Sinemanın da
makineyle yapıldığını söylediğinizde görüş sahibi kişi
öfkelenecek, “Efendim o başka” gibi sözler söyleye-
Tüm sanatlar yaşamı yorumlayarak güzel’e ulaşmak isterler. Burada güzel Dostoyevski’nin dünyayı
kurtaracak bir güç olarak belirlediği güzeldir. Güzel
yaşamın anlamıdır, onu plastik bir uyum nesnesi olarak
görenler dünyaya ilkel bir gözle bakanlardır. Dünyayı
güzel kurtaracak demek dünyayı doksan altmış doksan
ölçüsündeki kızlarımız kurtaracak demek değildir,
keşke bir umut onlar kurtarabilseler. Fotoğraf da tıpkı
öbür sanatlar gibi, roman gibi, şiir gibi, müzik gibi
güzeli gerçekleştirmeye yönelen bir sanattır. Yaşamın
anlamlarını ortaya koymaya kalktığımız yerde sanatsal
çabanın içine girmişiz demektir. Fotoğraf sanatçısı da
öbür sanatçılar gibi dünyada yalnızca bir defa görülebilecek olanı bulup çıkarmaya ve bize göstermeye
kalktığı noktada sanat yapmaya başlamıştır. Bu bir
defa görülebilecek olan sözü bizi yanıltmasın. Bir defa
görülebilecek olan yalnızca ve yalnızca özgün olandır.
Özgünlük her sanat yapıtının indirgenemez özelliğidir
ya da hatta mutlu yazgısıdır. Bir yapıt size ben bunu
bir yerde görmüştüm izlenimi veriyorsa yapıt olmak
konusunda zorlanıyor demektir. Bir sanatçının yapıtları
birbirine benzediğinde bize tedirginlik vermez mi? Biz
o sanatçının her yapıtını ayrı bir kişilik olarak görmek
istemez miyiz?
Sanat olmayan ve sanat gibi görünen uğraşlar
vardır. Güneşin batışını görüp duygulandığımda
Sanatın çağdaş anlamına baktığımız zaman onun
zaman ve uzam ögelerini kullanarak yapay bir anlatım
nesnesi oluşturmanın dışında bir amacı olmadığını
görürüz. Her sanat yapıtı doğal ögelerden gidilerek
oluşturulmuş yapay bir nesnedir. O yapaylık sanatçıyı tedirgin etmediği gibi izleyiciyi de tedirgin etmez,
tersine insanla ilgili anlamları taşımak açısından her
ikisine de güvence verir. Doğaldan uzaklaştığımız
ölçüde, doğalın sınırlarını kırmayı başardığımız ölçüde
sanata yaklaşırız. Kuşların gerçek sanıp gagalamak
isteyecekleri üzüm salkımları yapmak aptallıktır, çünkü
bizim boyayla yapmaya kalktığımız üzüm salkımı gerçeğinden daha gerçek olamaz, olsa da bir işe yaramaz.
Ayrıca orada duran üzüm salkımını tuvale aktarmanın
ne anlamı var, bırak olduğu yerde kalsın. Amaç kuşları
kandırmak değilse böyle bir üzüm salkımı yapma çabasına hiç gerek yoktur. Sanatçı estetik görünümlerden
giderek ya da kendi bilinç koşullarında özel olarak estetikleştirdiği nesnelerden giderek gerçek estetik nesne
olan yapıtı oluşturduğunda bunu insanla ilgili çok özel
anlamları ortaya koymak için oluşturmuştur. Her gerçek
sanat, fotoğraf sanatı da içinde, yaşamı doğru yorumladığı ölçüde bizi ilgilendirir.
Estetik ve Fotoğraf
Güler Ertan
Ülkemizde fotoğrafın geçmişine baktığımızda bir
sanat dalı olarak çok eski olmadığını görüyoruz. Bence
kişilerin her meslek ve her sanat dalında temel kuralları ve bilgileri öğrenerek başlamaları, onları başarıya
ulaştıracaktır.
19 Mayıs 1839 tarihinde Daguerre tarafından,
Paris’te topluma resmen duyurulan fotoğrafın geçmişinin resim, heykel ve diğer sanat dalları kadar eski
olmadığını hepimiz biliyoruz. Her şeye rağmen resim
sanatına rakip olarak görülen fotoğraf aynı koşulları
daha değişik ve daha hızlı çalışan bir malzeme ile
anlatma olanağı sağlarken, bakmakla görmenin de ayrı
şeyler olduğunu fark ettirdi.
AFSAD
Bu farklılıkla çekilen fotoğraflar mekanik kayıt değildir. Her fotoğrafa baktığımızda fotoğrafçının sınırsız
görüntü olasılıklarından sanatsal, estetik, altyapı ve
ayrıca bilgi birikiminin sonucu o görüntüyü seçtiğini fark
ederiz. Bu, rastgele çekilmiş aile fotoğraflarında bile
görülebilir. Fotoğrafçının görme biçimi ve o günkü psikolojik durumu konu seçimine yansır. Ressamın görme
biçimi, tuval ya da kağıt üstüne çizdiği çizgilerle canlandırılır. Halbuki, her imgede bir görme biçimi yatsa da
bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz aynı
zamanda görme biçimimize de bağlıdır. Ne var ki, imge
estetik ve sanatsal kurallara göre değerlendirildiğinde,
insanların ona bakışı sanat ve estetik konusunda edin-
Eylül - Ekim 2011
Fotoğraf ve Este k
kendime göre bir şiir yazdığım zaman şair mi olurum?
Her fotoğraf karesi bir sanat yapıtı mıdır? “Dur çekme, Asım enişte de gelsin!” durumunda ortaya çıkan
şeyin bir sanat ürünü olmaktan çok bir an’ı saptama
ürünü olduğu söylenebilir. Sanata yöneldiğimiz noktada öngörülerimize göre nesneyi oluşturmak diye bir
sorunla karşılaşırız. Bu sorun romancının da sinema
sanatçısının da sorunudur. Nasıl öykü yazarı öyküsünü oluştururken dural ya da taşlaşmış ya da donup
kalmış bir nesne ya da nesneler topluluğu karşısında
duymazsa kendini fotoğrafçı da böyle bir duyguya
kapılmayacaktır. Çünkü o da her sanatçı gibi devingen
bir dünya karşısındadır, ayrıca düzenleyebildiği bir nesneler dünyasının içindedir. Usta bir tiyatrocu bir oyunda
örneğin sarhoşu oynarken elini şöyle mi yoksa böyle mi
koyması gerektiğinin bilincindeyse fotoğraf sanatçısı da
bir nesneyi bir nesneye yaklaştırırken ya da bir nesneyi
bir başka nesnenin arkasına şu uzaklıkta koyarken
elbette benzer bir bilinçlilikle davranacaktır.
Dosya Konusu
cektir ya da inadını sonuna kadar sürdürerek sinemanın da sanat olmadığını söyleyecektir. Fotoğrafın
makineyle yapılması birilerini neden tedirgin eder?
Derler ki makine estetik nesneyi bildiğimiz gibi düzenlememize elvermiyor. İyi de, bu iş bütün sanatlarda böyle
değil mi? Siz yaşam gerçeğini bir güzel hiçe sayarak
nesneyi oluşturabilir misiniz? Sanat bir kurgudur ama,
öznenin belirleyiciliği sanatta çok büyük bir ağırlık taşır
ama nesnenin koşulları hiç mi belirleyici değildir. Romancı romanını yazarken nesnelliğin tümüyle dışında
mıdır? Romancı romanını yaşamdan soyutlamalarla
kurarken bildiği gibi rahat davranabilir mi? O kafaya
göre yaşamdan izlenimler verdiğinde roman yazmış
olur mu? Fotoğraf nesneye bağımlıysa sinema da
nesneye bağımlıdır.
15
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
16
dikleri varsayımlar dizisinin etkisinden kurtulamaz. Bu
varsayımlar şunlarla ilgilidir.
Güzellik, gerçek, deha, uygarlık, biçim, toplumsal
sınıf, beğeni...v.b.
Bu varsayımların bir kısmı içinde bulunduğumuz
çağa tamamen uymayabilir. Çünkü, çağımızda durum
salt nesnel bir gerçeklikten ibaret değildir, buna bilinçlilik de katılmıştır. Fotoğraf veya diğer sanat dallarında
estetik nedir diye bir soru sorulduğunda ilk akla gelen,
güzel kavramını ve sanatların doğasını inceleyen
felsefe dalı olduğudur. Diğer bir açıdan bakıldığında;
estetik kavramı sadece öznel olmayan, nesnel içerik
de taşıyan bir tanım yapmaya, başka bir açıdan ise,
bu değişik terimler arasındaki bağlantıları belirlemeye
çalışır.
Estetiğin geçmişine baktığımızda, özet olarak üç
dönem ile karşılaşırız.
1-Kant Öncesi Dönem
2-Kant Sonrası Dönem
3-Pozitif Dönem
Estetiği bağımsız bilim olarak kabul eden Alman
filozof Alexander Baumgarten’dir. Onun için estetik,
duygusal bilginin bilimidir. Konusu duygusal yetkinliktir.
Gerçekleştirmek istediği de güzel üzerine düşünme
sanatıdır. Estetik, insanın dış dünyaya gösterdiği güzel
ve çirkin sözcükleriyle dile gelen tepkileriyle de ilgilidir.
Bu bilgilerin kapsamları belirsiz, anlamları da öznel ve
görecelidir.
Sanat eleştirileri sadece çirkin, güzel kavramları ile
sınırlı olmayıp, anlamlı, uyumlu, yüce gibi terimler de
kullanılır.
Güzel
J. Margaret CAMERON
Güzel ve Doğruluk İlişkisi
Görselin düşünceye, öze uygun olması ve tekniğin
doğru uygulanması onun doğruluğunu gösterir. Örneğin, Platon’a göre, salt güzelliği kavrayan kişi, aynı
zamanda doğruyu, doğruluğu da kavrayacaktır. Oysa
doğru ve güzel aynı şeyler değildir. Doğru akla hizmet
eder, genel ve soyuttur. Güzel ise; duygularımıza ve
Teknoloji ürünü olan bir otomobilin pek çok insan gücünün üstünde olduğunu vurgularken,
tüketim ekonomisinin reklam aracılığıyla insanı nasıl etkisi altına aldığını da ortaya koymaktadır.
Güzel, Hoş Fayda İlişkisi
Kant “güzel”i, hiçbir karşılık gözetmeden hoşlanmanın nesnesi diye tanımlar. Güzel, hoş ve yararlı aynı
şey değildir. Çünkü hoş ve faydalı olan bir şeye istek
duyar, onu elde etmek isteriz. Oysa bir sanat eserini
böyle bir istekten bağımsız olarak, hiçbir karşılık beklemeden seyrederiz.
Güzel ve Yüce İlişkisi
Çirkin
Jaun SAUDEK
hayalgücümüze hitap eder ve somuttur. Bazı doğruluklar güzeldir, ama bazıları coşku uyandırmadığı için
güzel bulunmazlar. Bazen doğrulukla ilgisi olmayan,
hayalgücü ile yapılan eserler güzeldir. Kısaca, doğruluk
bir mantık yargısı; güzellik ise bir değer yargısıdır.
Güzel Ve İyi İlişkisi
Kant’a göre güzelliğin verdiği duygu doğrudandır.
Güzelin algısı hemen başlarken, yücenin uyandırdığı
duygu, algıdan sonra başlar. Üstelik güzellik duygusu
yalın, yücelik duygusu karmaşıktır.
“Yüce” olan genellikle büyük ve sınırsız, insanı
ezen, kontrolü altına alan olay veya varlıktır. Bizi aşan,
hayran bırakan büyüklük ve kuvvetlere “yüce” deriz.
Yüce güzelden daha güçlü, korkutucu olabilir. Örneğin,
muhteşem bir mimari eserle karşılaştığımızda yücelik
duygusuna kapılırız.
Sokrates, Platon, Aristoteles gibi ahlakçı filozoflar iyi ile güzel arasında doğrudan bir bağlantı kurar.
Sanatla ahlakı birleştirip güzelle iyinin özdeş olduğunu
savunurlar. Oysa, Kant güzel ve iyiyi birbirinden ayır-
Oscar REJLANDER
17
Güzel ve İyi İlişkisi - Hayatın İki Yolu
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
Fotoğraf ve Este k
İyi, amaçlıdır, faydalıdır; güzelin ise amaçlı ve
faydalı olduğu söylenemez. İyiliğin belli yasaları, bağımlılıkları vardır; güzellik ise özgürlüktür. Ahlaksal iyi,
güzel olabilir ama çıplaklık ahlaki değerlerle yargılanır
ve ayıplanır.
Dosya Konusu
maya çalışır. Çünkü Kant’a göre “iyi; ahlakla ilgili bir
kavramdır.” Güzel ise estetik bir değerdir.
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
18
Güler ERTAN
Konunun görsel ihtişamı konuya bakış açısı ve
kadraj ile oldukça kuvvetlendirilmiş
Serap ŞAHAN SOKOL
Fotoğrafin Farkı
Jale Erzen
Fotografta estetik konusu, hem fotograf felsefesini
hem de fotografın sanatsal ya da biçimsel niteliklerini
ilgilendiriyor. Ben her ikisine de değinmek istiyorum.
Önce fotografın biçimsel açıdan değeri ve önemi
üzerinde duracağım. Yazının sonunda, bu konuda geliştirilmiş literatürden yararlanarak fotograf felsefesi,
yani fotografın ne olduğu üzerinde bazı düşünceler
sunmaya çalışacağım.
Birçok fotografçı kendine sanatçı demese ya da
fotografı bir sanat olarak tanımlamasa da, sanat olsun
olmasın, fotografın her zaman sanatsal ya da biçimsel nitelikler barındırdığı üzerinde durmak isterim.
Fotograf ister bilgi iletmek, ister farkındalık yaratmak,
isterse politik bir uyarı olarak işlev görmek amacında
olsun, bunun her zaman sanatsal ya da estetik diyebileceğimiz niteliklerle mümkün olduğu görüşünü
savunacağım.
Fotografın tüm diğer ifadelerden farklı olan özelliği, onun bize, bütün görünebilirliklerin içinde bir
olayı ya da nesneyi en eşşiz şekilde gösterdiği hissini
vermesidir. Ara Güler ya da Cartier Bresson’un herhangi bir fotografında fotografçı ile, baktığımız olgunun
eşsiz bir görüntüsünü paylaştığımızı hissederiz. Herhangi bir fotograf bize derhal, belki farkında olmadan
şunu hissettirir: Bu olgu binlerce açıdan binlerce şekilde görülebilir ama bu görüntü en imtiyazlı olanı. İyi
bir fotografın bu niteliği, türü ne olursa olsun, basın,
belge, moda, reklam, gezi, vs. onu bakmaya layık kılan
en önemli niteliğidir. Bu ise, fotografçının rastlantısal
ya da kurgulanmış olsun, en doğru zaman ve mekânı
seçmesi ile ilgilidir.
Burada bir parantez açıp, resimle ilgili bazı paralel-
likler kurmak istiyorum. Bilindiği gibi camera obscura,
yani ilk basit fotograf aleti ressamlar tarafından 17.
yüzyılda yaygın olarak kullanılır. Özellikle iç mekân
ve özel konut yaşamı resimleri yapan Hollandalı
ressamlar resmettikleri mekânların kendileri için ne
denli özel olduğunu, seçtikleri görüş açısı dolayısıyla
anlatabilmişlerdir. Bu ressamların çoğu bir tür camera obscura ve resimlerini konuya en uygun, ya da iç
mekânı en zengin mekânsal olanaklarıyla gösteren
bakış açıları kullanırlar. 17. yüzyıl Hollanda resminin
seküler konular açısından en zengin resim ekollerinden biri olmasının nedenlerinin başında, bu mekânsal
sunum zenginliği gelir.
Bu mekân olgusunu birkaç farklı fotografçı
ile örnekleyerek açıklamak istiyorum. Örneğin,
20. yüzyıl başında modern dünyayı fotograflayan
Rodchenko’nun kent fotograflarının özelliği, seçtiği
bakış açılarıdır. Bu fotograflara baktığımızda kenti
herkesin görmediği bir şekilde gördüğümüzü hisseder, bir tür imtiyaz sahibi oluruz. Bu mekânsal özellik
zaman faktörü ile de ilişkilendirilebilir; fotografta bizi
etkileyen ve bizi olaya katan aynı zamanda, çok özel
eşsiz bir anı yaşadığımız hissidir. Fotografın en önemli
sanatsal ya da belgesel niteliği bu mekân ve zaman
niteliğidir.
Kontrast dergisinin bazı söyleşilerinde basın
fotografçılarımızın ya da foto muhabirlerinin güzel ve
çirkin, gerçek ve özenti gibi konular üzerinde odaklandığını okuyorum. Hiçbir fotograf yalnızca; güzel ve
çirkin ya da gerçek ve özenti olmaz. Fotografçının bu
konuları düşünmesi bile gerekmez. Güzel nedir? Çok
öznel ve görece bir ölçüt. Ama fotografçının baktığı
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
Fotoğraf ve Este k
kendi gözünün ve kendi aklının da yorum için sonsuz
potansiyeli var. Doğru resmi ya da olayı en iyi anlatan
resmi çekmek ancak bu farkındalık fotografçının içine
işlemişse ve sezgisel hale gelmişse olabilecek ve sonuçtaki fotograf bize gerçek duygusunu verecektir.
Biçimin ya da estetiğin ‘güzel’ ile birebir ilişkisi
yok. Çok çirkin bir görüntü de estetik olabilir, bizi
etkilediği, bize bir şey anlattığı, bir anlam taşıdığı,
bizi uyardığı sürece. Estetik demek duyuların yoğun
harekete geçirilmesi ve eğer görsellikten söz ediyorsak gösterilen ya da baktığımız şeyi en yoğun farkındalıkla görmemiz demek. İyi bir sanat eseri gözümüzü
yoğun şekilde harekete geçirecek, gördüğümüzün
varlığı bütün farkındalıklarımızın önüne geçecektir.
Bunun için de görsel biçimlerin bir bütünlük içinde
sunulması, üstün nitelikler içermesi gerekir. Eugene
Smith’in en korkunç ve çirkin denilebilecek konuları
sunan fotografları, bu tür nitelikler içerdikleri için bizi
angaje ederler ve estetiktirler.
Zaman içinde, estetik olanın, yani biçimsel olarak
insanı etkileyen düzenlerin ve niteliklerin de değiştiğini söyleyebiliriz. Bir başka deyişle, konunun uzmanı
olmayan kişiler için neyin estetik olduğu, daha ziyade
zamanın geçerli yaklaşımlarına bağlıdır. Bu yeni biçimleri de farklı tarihsel ve toplumsal koşulların etkisiyle
sanatçılar yaratır ve topluma sunar. Fotografta da
bugün daha ziyade gündelik olan, biçimlenmemiş gibi
duran, sanki alelade ve bazen de alışılmamış ve itici
olan çağdaş beğeni kazanmıştır. Her ne kadar kuralsız
gibi görünse de bu yeni biçim anlayışının kesinlikle
bazı kural ve ölçütleri vardır. Ama bunları ancak zaman
geçince deşifre edebiliriz.
Bu kanaatlerim özellikle basın ya da belgesel
fotograflar için önemli. Kuşkusuz bazı durumlarda biçimsel nitelik ne olursa olsun, salt yaklaşamadığımız,
kendi gözlerimizle göremediğimiz bir olayın izlerinin
fotograf olarak bize taşınması çok önemlidir ve başlıbaşına büyük bir değer taşır. Bu eşsiz ve normalde
ulaşamayacağımız görüntü, kalitesi ne olursa olsun
değerlidir ve fenomenolojik olarak salt bu açıdan, yani
anlamlılığından ötürü estetik olarak değerlendirilebilir.
Bu konu, yani fotografın dolaysız bir belge olması,
birçok yazar tarafından fotografı bütün diğer ifadelerden ayıran, onun özsel niteliği olarak görülüyor
ki, buna ben de katılıyorum. Susan Sontag da şöyle
söylemiş: ‘bir fotograf yalnızca bir imge değildir... aynı
zamanda bir izdir, bir ölü maskesi ya da ayak izi gibi,
gerçek üzerinden alınmış bir şablondur.’ (1)
Fotograf üzerine son okuduğum çok iyi bir yazıda,
aynı şekilde, fotografın bu özelliği vasıtasıyla bizimle bir yakınlık kurduğu üzerinde duruluyor. Mikael
Pettersson’un ‘Depictive Traces: On the Phenomenology of Photography’ (Tasvir Eden İzler: Fotografın
Fenomenolojisi) başlıklı yazısı (2) fotografı diğer
ifadelerden ayıran özellik olarak ‘yakınlık’ unsurunu
vurguluyor ve bunun aslında, bizim fotografın bir iz
ya da bir şablon olduğu inancımızdan dolayı bilhassa böyle hissedildiğini vurguluyor. Pettersson aynı
zamanda bu savına fotograf literatürünün önemli bazı
metinlerinden destek buluyor. Örneğin Andre Bazin’in
‘The Ontology of the Photographic Image’ (Fotograf
İmgesinin Ontolojisi) başlıklı yazısında fotografın
kurduğu bu yakınlığı Bazin’in gerçek mekânsal bir bağ
gibi anlattığını aktarıyor: ‘imgenin bizim üzerimizde-
Dosya Konusu
konunun birçok açıdan nasıl göründüğünü, hangi
ışıkta nasıl görünebileceğini önceden kestirmesi ya da
sezmesi önemlidir. Ara Güler’in birçok fotografına güzel diyemem ama etkili, doğru ya da eşsiz diyebilirim.
Bugün sanatsal ifadeleri yalnızca güzel, çirkin diye
tanımlamak yanlış olur. Ama sanatsal olanın farklı bir
gerçeği var. O da; bize sadece göstermiyor, ama bizi
olaya katabiliyor olması. Belgesel fotografta da sanat
fotografında da önemli olan budur. Hele belgesel olan
fotografta olaya katılabilmemiz önemli. Olaylara sadece politik ya da taraflı olarak bakanlar, bu olayların
görüntülerini de ister istemez önyargılarla görürler.
Fotografçı her zaman bunların ötesinde, makinesi ile
bütünleşmiş, olabildiğince tarafsızlık taşır. Sanatçı da
önce, aynı şekilde, baktığı şeyi en iyi şekilde görmek
ve göstermek sorumluluğunu taşır. Konuya ne denli
duygusal yaklaşsa da, fotografçı deklanşöre basarken
bütün duygulardan uzak olduğu vakit makinesiyle
bütünleşir. Çektiği fotograf duygu taşısa da, bu duygulu görüntüye kendisi duygusuz olarak yaklaşmalıdır. Monet’nin, ölür ölmez karısının yastıkta başının
resmini yapması gibi.
Bir fotografçı elinde makinesiyle sadece ‘gerçek’
olayı göstereceğim diye fotograf çekemez. Zira gerçek
diye bir şey yok, ya da hiçbir şeyi aslında olduğu gibi
göremiyoruz ve bilemiyoruz. Kendini gerçekçi sayan
fotografçı en büyük yalanı söylemektedir. Bir olayı
karşısındakine, yaşadığı ve anladığı şekilde göstermeye çalışmanın bazı teknikleri, metodları, biçimleri
vardır. Görüntülerde görsel nitelikleri gözardı edemezsiniz, eğer bir başkası ile bir yorum, bir yaşantı
paylaşacaksanız. Zira insan algısının eşikleri ya da
duyusal etkilenme koşulları var. Fotografçılar da
gerçekçi fotograf çekeceğiz diye bunları unutmazlar.
Biçim önemsendiği vakit netice özenti olmaz, ya da
ille ‘güzel’ yaratmak için biçim önemsenmez. Nasıl
ki ilk tanıştığınız birine “merhaba” demenin bir yolu,
sevdiğiniz insana “seni seviyorum” demenin bir yolu,
hasta ziyaretinde hasta ile konuşmanın bir yolu varsa,
gerçek olarak algıladığımız şeyi de başkalarının görebilmesi için göstermenin bir yolu vardır. Fotografçı
herhangi bir ifade biçimi ile içeriğin gerçeğini anlatabilir.
Batı uygarlığının 19. yüzyıl sonundan bu yana
geliştirdiği özeleştiri, özellikle endüstriyel gelişimle
birlikte ortaya çıkan toplumsal ve politik sorunlar, burjuva kültürünün, yani güzeli, biçimi, düzeni öngören
kültürün eleştirisine yönelmiştir. Birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Batı dışı kültürlerin ve özellikle
entelektüellerin çoğu hemen Batı’nın bu yeni tavrını
benimseyerek, biçime ve güzele karşı çıkmayı bir
ilericilik olarak gördüler. Bugün nihayet çirkin olanın
saygı gördüğünü, vahşi ve saldırgan olanın gerçek
olarak yorumlandığını görüyorum. Bir örnek: Mengü
Ertel Türkiye’nin yetiştirdiği önemli bir grafik sanatçısı
olduğu kadar, hoş, cazibeli, çekici bir insan. Yapı Kredi
yayınlarından çıkan kitabının kapağında ise saldırgan
bir Mengü Ertel var. Bu tavrın örnekleri çok yaygın.
Gerçek neden her zaman çirkin olsun? Eline fotograf
makinesi alıp da sokağa çıkıp biçim kaygısı taşımadan
fotograf çekmek neden gerçekçi oluyor? Moda olduğu
için.
Demek ki gerçek diye mutlak bir konum yok. Fotografçı önce bunun farkında olmalı. Elinde bir makine
var ve bu makinenin sonsuz potansiyeli olduğu gibi,
19
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
20
ki etkisi aslında özü olan model dolayısıyladır, yani
fotografın kendisi o modeldir’(3)
Bu yakınlığın Roland Barthes tarafından da ‘Bir fotograf gerçek anlamda gönderme yaptığı şeyin ortaya
çıkmasıdır’ şeklinde açıklandığını öğreniyoruz. (4)
Barthes’a göre fotograf aynı zamanda geçmişin tekrar
yaşanması olarak zaman açısından da bir yakınlık kurmaktadır. Barthes ayrıca fotograftaki şeyin varlığını
hiçbir zaman inkâr edemeyeceğimizi vurguluyor.
Aynı makalede, fotograf hakkında hepimizin bildiği
bir başka gerçek Balzac ile ilgili bir hikâyede karşımıza
çıkıyor ki bu da, fotografın nasıl algılandığı hakkında
önemli bir kanıt. Bilindiği gibi yerlilerin çoğu fotograftaki görüntülerinin aynı zamanda ruhlarını taşıdığı
ve bu nedenle fotografları çekilirse ruhlarının yok olacağını düşünür. Belki artık bugünlerde böyle yerli kalmadı ama, ilginç olan Fransız romancı Balzac’ın, döneminin büyük fotografçısı Nadar’a Daguerreotype’tan
son derece korktuğunu söyleyerek şöyle bir itirafta
bulunması: ‘çünkü bu imajlar üst üste getirilmiş ruhani
imgelerden oluşmaktadır’. (5) Kısacası, bu kanılar
insanların fotografı gerçeğin birebir izi olarak gördüklerini ifade ediyor. Yazar Pettersson burada, sevgilinin
yaslanarak vücudunun izini bıraktığı yastık gibi, fotografın maddi bir yakınlık taşıdığını anlatıyor.
John Berger’in ifade ettiği gibi fotograf imgenin ve
sanatsal deneyimlerin demokratikleşmesinin de bir
aracı. (6) Sanat olsun olmasın, ortaya çıktığı 19. yüzyıl
başlarından hemen sonra, herkesin kullanabildiği fotograf makinesi son derece popüler oldu. Güzel olsun
olmasın fotograf herkes için aynı zamanda bir bellek
aracı ve daha önce de belirtildiği gibi bizi o anda
olmayan bir şeyle yan yana, göz göze getirebiliyor.
Fotografik imge sanki saydamlaşıyor ve karşımızda
sevdiklerimizi, kaybettiklerimizi, bilip de hiç görmediklerimizi buluyoruz. Bir olayın şahidi bize gördüklerini istediği kadar detaylı anlatsın, hiçbir şahadet
bir fotograf kadar gerçeği karşımıza getiremez. Susan
Sontag şöyle demiş: ‘Shakespeare’in bir fotografına
sahip olmak, İsa’nın gerçek haçının bir çivisine sahip
olmak gibi olurdu’.
Fotografın sihiri, herkes için farklı değerler ve anlamlar taşıması ve herkesin gönlünce kullanabileceği
bir araç olmasıdır. Ancak bu işi vazife edinenlerin, hele
basın fotografı çekenlerin, fotografın bu çok yönlü
niteliklerinden sorumlu olduklarını tekrar vurgulamak
isterim.
Notlar:
1- Sontag, S. (2002) ‘On Photography’ (Türkçesi: Fotograf
Üzerine) London: Penguin Classics, s. 183
2- Pettersson, M. (2011) ‘Depictive Traces: On the Phenomenology of Photography’, The Journal of Aesthetics and Art
Criticism 69 (2): (185-196)
3- Bazin, A. ‘The Ontology of the Photographic Image’,
Pettersson M. (2011) makalesinde.
4- Barthes, R. (1981) Camera Lucida: Reflections on Photography (Aydınlık Oda: Fotograf Üzerine Düşünceler) New
York: Hill and Wang (80-81)
5- Pettersson, M. (2011) aynı eser, s. 189
6- Berger, J. (1984) ‘Uses of Photography’, About Looking, Writers and Readers, Londra
Fotoğraf ve Estetik Kavramlarına Mimarca
Değinmeler...
Meral Nalçakan
Var olanı anlamak ve anlamlandırmak, onu yeniden ele almak, geçmiş, şimdi ve gelecek bağlamında
mekânlar arası, insanlar arası yeni ilişkiler kurmak mekân
tasarımının en temel uğraşıdır. Bir mimar için ilişkilerin
bilgisi, “şeylerin” bilgisinden daha önemlidir. Tasarımda
bunu öne çıkaran bütüncül yaklaşım mekâna değer ve
anlam katarak, mekânın yani boşluğun potansiyellerini
ortaya çıkarır ve tasarlanan mekânı “o yer” haline getirir.
Aynı sanat yapıtı gibi o da bir yanıyla gerçeğe dayanırken, diğer yanıyla bir anlam varlığıdır ve onu estetik bir
obje olarak görmemizi sağlayan barındırdığı ifade ve
anlamlardır. Sanat yapıtına tasvir edilen olarak baktığımızda, o varlığı aşar ve bu aşkınlık, bizim ona bir anlam
yüklememize olanak tanır.
Sanat yapıtının içeriğiyle ilgi kuracak, onu estetik olarak algılayacak bilincin olmayışı onun anlaşılmadan kalması anlamına geleceği gibi, onunla ilgi kuranın kendi birikimine ve bakış açısına bağlı olarak farklı, yeni anlamlar
yüklenmesi de mümkündür. Her sanatçının amacı kendi
yapıtının başka içsel dünyalarda anlam ve yankı bulmasıdır. Ziya Osman Saba’nın “Sizler İçin” şiirini Tunalı, bu
isteği ortaya koyan bir sanat yapıtı olarak vurgular.
“Sizler okuyasınız diye bütün bu yazdıklarım,
Bu kelimeleri yan yana
Satırları alt alta getirmem;
Geçip karşısına sonra
Ya kahrolmam, ya sevinmem,
Sizler için bütün didinmem…
Sizler garip şiirimi okuyanlar,
Duyduklarımı duyanlar;
Sözüm yok ölmüşlere ama…”
Evet, bu metni bir mimar yazsaydı birkaç sözcük dışında bir şey değişir miydi acaba! Mimarlıkta da sözcüklerin yerini yan yana ya da üst üste gelen mekânlar alacaktı. Kaçınılmaz olarak bir de zaman boyutu eklenecek,
içinde yaşayan, dolaşan herkesin kendi şiiri olarak da
ele alınabilecek “kentler” söz konusu olduğunda, ilişkiler
daha da derinleşip, katmanlaşacak fakat varlık bulabilmesi için kaçınılmaz olarak bir üçüncü varlığa gereksinim
duyacaktır.
Mimar için birden fazla anlam ve fonksiyon içeren fotoğraf, mimari bir yapıtı konu alıyorsa, bunun
üzerinden okunabilecek, anlamlandırılabilecek neler
Santral İstanbul
olabilir? Yapıtın fiziksel gerçekliği, bakanın birikimine
ve mimari yapıta bağlı olarak tarihi ve estetik boyutları, mekânın yakın çevresi ve diğer her şeyle ilişkisini
okutabilir, daha da önemlisi sanat yapıtının potansiyeli
ortaya çıkabilir. Aslında bu noktada, fotoğraf bir sanat
yapıtı olarak, hem çeken açısından hem de ona bakan,
seyreden açısından “kendi kendimizden, kendi etkinli-
*Anadolu Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
İç Mimarlık Bölüm Başkanı, Eskişehir
Meral Nalçakan
Frankfurt MyZeil
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
Meral Nalçakan
ğimizden haz duymamız için bir araçtır. Çünkü Lipps’e
göre, “estetik haz, insanın kendi dışında bulunan bir
objede kendi kendinden haz duymasıdır.” Yani aslında önemli olan sanat yapıtı değil, bizim duyduğumuz
hazdır. Estetik; hazzın kendine özgülüğü, ruhsal bir
durumdur ve bu kendimizi tatmin olmuş, özgür ve
mutlu hissetmemizi sağlar. Bir sanat yapıtını kavramak
demek, o sanat yapıtını bir duyumlar bütünü olarak
algılamak demektir.
Böylece, derslerimde mekânsal ilişkileri ve detay
çözümlerini örneklemek üzere çektiğim fotoğraflar,
bu bütüncül yaklaşımla, aynı zamanda estetik obje
potansiyelini gerçekleştirebilir. Croce’ye göre “estetiğin alanı tümel bir varlık alanı olan sezgidir.” Estetik
gerçeklik kavram olarak nasıl sezgisel bir şey ise, onun
sanat yapıtına aktarımı da çoğu kez sezgisel ve duyusal (sensitive), açık seçik olmayan bilgi yoluyla olur.
Estetik biliminin kurucusu Baumgarten duygu bilgisi
kavramını ortaya koymuştur. Estetik duygusal bilginin
bilimidir. Mimar, estetik ve algı kavramlarına mesleki
yatkınlığı ile fotoğraf sanatıyla buluşabilme şansına
sahip olabilir.
Sonuç olarak; mimar, tasarıma farklı yaklaşımları ve duyarlılığıyla, bir kişiye veya nesneye şiirsel
mekânını kazandıran, onun içsel mekânının genişlemesine zenginleşmesine, farklı anlamlar kazanmasına
olanak sağlayan olmalıdır. Mimari, Victor Hugo’ya
göre sadece fiziksel bir gerçeklik değil, tüm sanatların kaynağı ve okunacak bir kitaptır. Fotoğraf da, tüm
potansiyelleriyle, mimarın elinde hem bir araç hem de
amaç haline gelebilir. Paylaşımı diğer sanat yapıtlarına
göre daha kolay ve etkin olan fotoğraf, kendisi estetik
bir obje, bir sanat yapıtı olarak bizi gündelik yaşantının
kaygılarından, kendi küçük dünyamızdan alıp, ruhumuzu arındırıp, bilincimizi zenginleştiren estetik algı ve
bütünlüğün parçası olmaktadır.
21
Fotoğraf ve Este k
Dosya Konusu
İmgelerdeki Gizli Estetik “Espriler”
Gözbebeğindeki Fotoğrafçı: Erwin Olaf ve
Aynadaki Ressam: Jan van Eyck
Elif VARGI
Hollandalı fotoğrafçı Erwin Olaf’ın “Paradise
Portraits-Matt” (Cennet Portreleri-Matt) fotoğrafına
bakarken, modelin gözbebeğindeki fotoğrafçının
kendi yansıması bana hemen bir resmi hatırlattı.
Olaf gibi Hollandalı olan ressam Jan van Eyck, 15.
yüzyılda yaşamış ünlü bir Rönesans sanatçısı. Jan
van Eyck’ın belki de en ünlü tablosu olan, 1434 tarihli
“Arnolfini’nin Düğünü” adlı eserine dikkatle bakmanızı
öneririm.
Resmi, İtalyan bir tüccar olan Arnolfini ve karısı, evlilik törenleri anısına ressam Jan van Eyck’a
sipariş vermiş ve bu anı ölümsüzleştirmek istemişler.
Önde sadakat sembolü olan küçük bir köpek, bir çift
takunya ve çiftin hemen gerisindeki duvarda asılı dışbükey bir ayna duruyor. Ayna resmin tam merkezinde
ve çifti resimde simetrik olarak ikiye ayırıyor. Bizler,
22
Jan van Eyck
Ayna - Detay
dışbükey ayna aracılığıyla odanın öbür tarafında
yer alan diğer kişileri seçebiliyoruz. Yani, ayna
aracılığıyla resmin bize göstermediklerini görüyoruz. Burada olduğu tahmin edilen iki kişi var.
Birisi nikâhı kıyan din görevlisi, diğeri ise ressam.
Aynanın hemen üstünde yer alan imza da (Jan
van Eyck buradaydı, 1434) bu fikri destekliyor
gibi. Ressam, ayna üzerinden resimde görünmeyen mekânı ve kendisini görünür kılmaya çalışıyor.
Ressamın resimde gösterdiği aynanın yansıması, Erwin Olaf’ın portre serisinde görülen yansımayla benzer gibi... (Gözbebeği ve resimdeki
ayna, ikisi de dışbükey!) Modelin gözüne herhangi bir yansıma düşürmemeye çalışan birçok
fotoğrafçı olabilir; ama, galiba Erwin Olaf bunu
bilinçli bir biçimde yapıyor. Modelin gözbebeklerindeki yansıma ile aynanın üzerindeki ressamın
Jan van Eyck
Arnolfini’nin evlenmesi
Fotoğraf ve Este k
görüntüsü bize birkaç şey söylüyor. İzlenen bir
nesne olarak fotoğraf veya resimde, bizler ilk
olarak görüntüye bakarız. Bu görüntü düğün
resmi veya portre olabilir. Gözlerimiz önce bu
görüntüdeki öyküye takılır. Daha sonra, görüntü üzerindeki detaylara bakarız. Bu detaylar ise bize yapıtın öyküsünden farklı bir şey
söyler. O da, ressamın ve fotoğrafçının “Ben
buradayım, sizi izliyorum, sizin izlediğinizi de
izliyorum” demesidir.
Dosya Konusu
Bizler, izleyici olarak bir esere baktığımızda
onu üreten sanatçıdan çok, eserin kendisiyle
iletişime geçeriz aslında. Çünkü karşımızdaki
bir sanat nesnesidir ve gözlerimiz bu nesne ile
estetik hazza dayalı bir ilişki kurar. Öte yandan, eserlerde saklı olan detaylar üzerinden
sanatçıyla da temas kurmuş oluyoruz bir bakıma. Ama aynı zamanda, o da hem izleyiciyle,
hem de izleyicinin izlediğiyle ilişki kuruyor.
Sanatçıların görüntülerinde kurgulamış
olduğu bu saklı estetik “espriler veya ayrıntılar” eserleri farklı bir gözle değerlendirmemizi
sağlıyor. Bizler “izleyici” olarak yapıtı izlenen
nesne konumuna sokarken, sanatçının yansımaları aracılığıyla aslında bizler de izlenen
nesne konumuna giriyoruz farkında olmadan...
Erwin Olaf
Paradise Portraits - Matt
Sayın okuyucumuz,
Kontrast Dergisinin sizlere daha sağlıklı ulaşımını sağlamak ve adres değişikliği
nedeniyle yaşanan sorunları çözmek amacıyla, Kontrast Dergisi dağıtım listesi yeniden
oluşturulmaktadır.
Gelecek sayıdan itibaren, yalnızca posta adres bilgilerini bize ulaştıran okurlarımıza
derginin dağıtımı yapılacaktır.
Kontrast Dergisini okumaya devam etmek istiyorsanız ve adresinizi Ekim 2011 sonuna kadar derginin e-posta adresi ([email protected]) veya AFSAD Sekreteryası
(0 312 417 21 15) yoluyla bize bildirirseniz, yeni sayıların size ulaşmasını sağlayacağız.
Yeni sayılarda görüşmek üzere,
Kontrast Dergisi
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
23
Söyleşi
Nejla Can Güler
Kazım Şahbudak
24
Fotoğraflar: Kazım ŞAHBUDAK
Lise yıllarında başlayan fotoğraf hikâyesi 1988 yılında AFSAD ile tanışmasından sonra ivme kazanmış; fotoğraf eğitmenliği ve AFSAD yönetim kurulu üyeliği yapmış olan Şahbudak, Mimar Sinan
GSF Fotoğraf Ana Sanat Dalında yüksek lisans eğitimini tamamlamıştır. Şahbudak’a göre, sanat
eseri kendi estetiğini kendisi yaratır ve içinde taşır. Çektiği fotoğraflara bitmemişlik ve kendisinden çok şey taşımadığı duygusuyla müdahale etmekte, kurgulanmış ve tasarlanmış fotoğraf
üretmektedir. Şahbudak, ayrıca, profesyonel fotoğrafçı olarak da çalışmalarını yürütmektedir.
Fotoğrafla nasıl tanıştınız, fotoğraf yolculuğunuz nasıl başladı? Hikâyenizi kısaca paylaşır
mısınız?
Lise yıllarında başladı diyebilirim. Yatılı okuduğum
Ankara Laborant Meslek Lisesi son sınıfında uygulamalı fotoğraf dersimiz vardı. Ancak, fotoğrafla gerçek
anlamda, çalışma hayatına atıldığım 1988’den bir yıl
sonra AFSAD aracılığıyla tanıştım. O dönem, Zafer
Çarşısı içinde Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Galerisini barındırıyordu. Bu galeride önemli sergiler açılırdı.
Ankaralıların önemli uğrak ve buluşma noktalarından
idi. Galeriye asılmış olan bir kurs ilanı beni AFSAD’a
yönlendirdi. Fevzi Çakmak Sokak’ta bulunan çatı katı
büyülü bir mekândı.Belki de bana öyle geliyordu. Güzel
bir müziğin eşliğinde fotoğrafı solurdunuz bu mekânda.
Güzel insanlarla tanıştım. Kısa süre sonra kendi kendimize çalışmaya başladık. Erdem, Rayzan ve Fatma.
Yoğun bir paylaşımımız oldu. Benim için verimli bir
dönemdi. Zafer Çarşısında açtığımız “Hasat” konulu
ortak sergimiz oldukça ilgi gördü.
2006’da, sonunda, ne zamandır beni çağıran
İstanbul’a kulak verdim ve Ankara’dan ayrılarak
İstanbul’a yerleştim. 2007’de Mimar Sinan Üniversitesi
GSF Fotoğraf Ana Sanat Dalında Yüksek Lisans eğitimine başladım ve 2010’da mezun oldum.
Sizce fotoğraf nedir? Fotoğrafçı fotoğrafa ne
katmalıdır?
Fotoğraf varoluşumuzun estetik kanıtıdır. Görüntüdür, saklamaktır; bizi güzel görmesini, beğenmesini
istediğimiz, çağımızın bir oyuncağıdır. Makinayı elinde
tutana, görüntüye sahip olana güç verir. Yeri gelir, propaganda malzemesi olur. Gerçekmiş gibi görünüp çok
güzel yalan da söyleyebilir.
Fotoğrafçı olmadan fotoğraf da olmaz. Bu nedenle,
fotoğraftan ziyade fotoğrafçıdan bahsetmek gerekir.
Vizörün arkasında duran kişinin bilgi birikimi, yeteneği, yaratıcılığı, sezgisel gücü fotoğrafa katacaklarını
doğrudan etkiler. Vizörün arkasında duran kişi bu
yetkinliklerden uzak ise sıradan ve benzer fotoğraflar
üretecektir. Fotoğrafçının fotoğrafa ne katacağı çalıştığı alanla da ilgilidir. Kurguladığı bir duygu ve düşünceyi
anlatma isteği taşıyan bir fotoğrafçı ile, belgesel çalışma iddiasındaki bir fotoğrafçının katkısı farklıdır. İlkinde
alabildiğince yaratıcılık ve hayal gücünün estetik olarak
sunumu, diğerinde mevcut gerçekliğe hakim olma, onu
iyi analiz edebilmesi ve ona sadık kalarak, analiz ve
gözlemlerini doğru kompozisyonlarla bizlere sunması
beklenir.
Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz?
Daha çok bir proje etrafında fotoğraf üretiyorum.
Geçmiş yıllarda sıkça doğrudan fotoğraf üretiyordum
ama kurgusal fotoğraf da bunu izliyordu. Son yıllarda
ise kurgusal fotoğraf beni iyiden iyiye sarıp sarmaladı. Bir konu ve kavram belirleyerek bunun etrafında
çalışıyorum. Fotoğrafa gerek çekim ve gerekse çekim
sonrası tüm aşamalarda müdahale etme isteği içimden gitmiyor. Elimde makinem, sokağa çıkıp fotoğraf
çekmeyeli uzun zaman oldu diyebilirim. Çekiyorsam da
bir amaç ve kurgu için çekiyorum.
Bir fotoğrafta olmazsa olmazlarınız nelerdir?
Böyle bir kaygı taşımıyorum doğrusu. Her şey de
olabilir, hiçbir şey de. Fakat her fotoğrafın bir duygusu
olmalı. İzleyeni kalbinden ya da aklından vurmalıdır.
Heyecan uyandırıp O’na bakılmasını sağlayacak bir
şeyler olmalıdır. Asıl önemlisi, kurgusal da olsa inandırıcılık ve samimiyet açısından beni ikna edebilmelidir.
“Türkiye’de fotoğraf” ve “fotoğrafçı olmak” hakkında bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Fotoğraf özellikle son yıllarda arzuladığımız yönde
değer kazanıyor. Galerilerde daha çok yer buluyor.
Günümüzde fotoğraf sanatsal bir değer olarak algısını
arttırmış durumdadır. Akademik eğitim yaygınlaşmakta,
buradan mezun fotoğrafçıların gerek sanatsal çalışmalarda ve gerekse tanıtım fotoğrafı sektöründe ağırlıkları
artmaktadır. Bu iyiye işarettir.
Türk fotoğrafına genel olarak baktığımızda iki ana
eksen görülür. Bunlar dernekler ve son yıllarda yaygınlık kazanan akademik eğitimdir. 2000’li yıllara kadar
Türk fotoğrafında amatör dernekler ağırlıktadır. Türk
fotoğrafını sırtlayıp bu günlere taşımışlardır. Örgütlü ve
gönüllü bir güç olmanın getirdiği istek ve sahiplenme ile
Türk fotoğrafına önemli katkıları olmuştur. Fotoğrafın
yaygınlık kazanarak toplumda benimsenmesini sağlamış; sergi, söyleşi, çeşitli uluslararası etkinlikler gibi
birçok işe imza atmışlardır. Fakat günümüzde durum
farklılaşmaktadır. Doğal olarak dernekler birer eğitim
kurumuna dönüşmektedir.
Türkiye’de fotoğrafçı olmak zordur. Yaptığınız
işe ucuz ve kolay gözü ile bakılır. Bu bakış özellikle
dijital sonrası yaygınlık kazanmıştır. Fotoğrafla uğraşan kişilerin ortaya etkili işler koyamaması da bunda
etkilidir. Bu düşünceleri yıkmak fotoğrafçıların olduğu
kadar, sektörün de bir sorunu olsa gerek diye düşünüyorum. Ciddi anlamda fotoğraf eleştirmenlerinin,
fotoğraf galerilerinin olması ve bir alıcı kitlesinin oluş-
Kendinizi fotoğrafla ifade etmeyi seçtiğinize
göre, sizin için fotoğrafı önemli kılan nedir?
İlk zamanlar kendimi ya da belirli bir şeyi anlatmak
gibi bir amacım yoktu. Belki de bir eğlence, çekerken
kendimi iyi hissettiğim, karanlık odada zevkle baskı
yaptığım bir oyundu. Süreç içinde fotoğraf beni iyiden
iyiye içine aldı. Fotoğrafın kendimi ya da yaşamı anlatmada bir yol olabileceğini kavradım. Benim için fotoğrafın en önemli yanı budur. Ayrıca, fotoğrafın bireysel
bir üretim biçimi olması da kendimi daha özgür hissettiriyor. Bir başıma güçlü işler yapmama izin verecek bir
süreci ve teknolojisi var fotoğrafın.
Kavramsal fotoğrafla ilgili düşünceleriniz önemli, anlatabilir misiniz?
Kavramsal sanat fikirlerin, düşüncelerin ön planda
olduğu bir alandır. Sanatçı, bir fikri O’nu rahatlıkla dile
getireceği malzeme ve yöntemleri seçerek anlatma
yolundadır. Bu nedenle her türlü malzeme ve sanatsal
disiplin kullanılarak ifade edilebilir. Önemli olan kavramın ya da fikrin sanatsal süreçler içinde anlatılmasıdır.
“Kavramsal sanat izleyicinin gözüne hitap etmekten
çok beynine hitap eder` der, Joseph Kosuth”.*
AFSAD
Kavramsal fotoğraf da aynı tanımlama içinde yer
alır. Bir fikrin ya da kavramın fotoğrafik yöntemlerle
anlatılmasıdır. Benim yapmaya çalıştığım da budur.
Çekim sürecinde kurgulanmış fotoğraflar da çekebilirsiniz ya da belirli bir kurguyu gerçekleştirmek için buna
dönük çekimler yaparak bilgisayarda bunları işleyebilirsiniz. Yaratıcılığa çok açık bir alan.
Sizi kavramsal fotoğrafa yönelten ne oldu?
Fotoğrafa başladığım yıllardan itibaren içimde
sürekli bir müdahale etme, görüntüyü dönüştürme
dürtüsü taşıyordum. Çektiğim fotoğraf çok iyi olsa da
bir bitmemişlik ve benden çok şey taşımıyor duygusu
vardı. Belki de aklımdaki görüntüleri arıyordum. Çalışmalarım kavramsal çalışmalar mıdır bilemiyorum, bu
şekilde adlandırmak da istemiyorum. Kurgulanmış ve
tasarlanmış fotoğraflar üretiyorum. Nasıl adlandırıldığı
ya da hangi kategoriye girdiği benim için önemli değil.
Türkiye’de kurgu, kavramsal ya da deneysel
fotoğrafın, nasıl tanımlarsak tanımlayalım hak ettiği
ilgiyi görmediği düşüncesindeyim. Hâlbuki doğrudan
fotoğraftan daha zordur. Yoğun bir düşünsel süreç ve
bunu görselleştirme süreci içerir. Fotoğrafçının son
derece özgür olduğu, sınırlarını aşabileceği bir yaklaşımdır kurgu fotoğraf. Son yıllarda kurgusal fotoğrafa
olan ilgide bir artış görülmekte, önemli işler de ortaya
çıkmaktadır fakat yeterli değildir. Yine de Türk fotoğrafında bundan sonraki süreçte kurgusal, kavramsal
fotoğraf etkin olacaktır.
Hobiniz mesleğiniz oldu. Neden fotoğrafçılığı bir
meslek olarak düşündünüz? Bunun sizce olumlu
ve varsa olumsuz yanı nedir?
Hobi eğlenmek için yapılan bir iştir. Yaşamınızı bir
şeye adamışsanız profesyonel davranmalısınız. Yaşamın devamı, düşüncelerin ve projelerin hayata geçmesi
için gerekli ekonomik girdiyi bir şekilde sağlamalısınız. Kısaca, yaptığınız işten para da kazanmalısınız.
Bu kötü bir beklenti değildir. Ayrıca, ürettiğiniz eserin
maddi bir karşılığı olmalıdır. Bu karşılık sonraki üretimlerinizin de alt yapısını hazırlayacaktır. Bunlar olumlu
yanlarıdır. Olumsuz yanları ise, ticari işle sanatsal üretim tamamen ayrı kategoride değerlendirilmelidir. Bu iki
olgu birbirine hem destek hem de düşmandır. Sürekli
Eylül - Ekim 2011
Söyleşi
Özellikle sizin çektiğiniz fotoğraf alanında “estetik” önemli.
Fotoğraf estetikten bağımsız
olabilir mi?
Estetik güzelliktir, güzel olandır.
Tüm insanlar güzel olana ilgi duyar ve hayatında olmasını ister. Bu doğal ve olması gereken bir durumdur.
Hiç kimse çirkin bir şeye sahip olmak istemez. Güzel
görünmek bizi mutlu eder, her şeyden önce. Estetik,
sanatın da en önemli konusudur. Bir sanat eseri kendi
estetiğini kendisi yaratır ve içinde taşır, estetik kaygı
gütmeyen bir sanat eseri bile böyledir. Sanatçı güzeli
en iyi bilen kişidir. Fotoğrafta da estetik kaygı kaçınılmazdır. Zaten fotoğrafın kendi başına güzelleştirme
gibi bir etkisi vardır. Özellikle kurgusal ve yaratıcı
işlerin. Fakat bir foto muhabirinin fotoğrafını salt estetik
yaklaşımla değerlendiremeyiz. Burada önemli olan
estetikten ziyade, mevcut gerçekliğin anlam kaymasına
neden olmadan fotoğraflanmasıdır. Zaten fotoğrafçı istemese de ortaya çıkan fotoğraf kendi içinde bir estetik
değer taşıyacaktır.
Fotoğrafçı kötü ve olumsuz bir durum ya da duyguyu bile güzel anlatmanın yolunu bulmalıdır. Dolayısıyla,
soruya döndüğümüzde, diğer sanat dallarında olduğu
gibi fotoğraf da estetikten bağımsız düşünülemez.
Nejla Can Güler
ması gerekmektedir. Tüm bunlar
tek başına fotoğrafçının çözeceği
sorunlar değildir. Sergi açmak ve
albüm yayımlamak birçok fotoğrafçıya önemli ekonomik zorluklar
getirmektedir. Ayrıca, fotoğrafçılar
olarak biraz da kendimizi eleştirmeliyiz. Türkiye‘de ne yazık ki
iyi fotoğraf üretilmiyor. İyi fotoğrafçımız az. Fotoğrafçılarımızın
çoğunda işin kuramsal, felsefi
boyutuna dönük eksiklikler var. Bu
iş sadece deklanşöre basmakla ya
da “photoshop”ta yapılan ilginçliklerle olmuyor.
25
Nejla Can Güler
Söyleşi
26
ve arzulu bir ticari arayış sanatsal üretiminizi öldürür. Sizi
ticaret erbabı yapar. Dengeyi
iyi korumak gerekir. Bunlar
tamamen kişinin seçimine
kalmıştır.
Kavramsal fotoğraf
çalışmalarınızda size ilham
veren, yönlendiren ögeler
nelerdir?
Beni etkileyen yaşamın
bizzat kendisidir. Yaşamdan
ve her türlü yaşanmışlıktan
etkilenirim. Çalışmalarım bir
fikir ya da düşünceden hareketle başlıyor genelde. Bunları
fotoğrafik olarak anlatacağım
yöntemleri çözümleyerek gerekli ekipmanları hazırlıyorum.
Üretici bir sürecin içinde bulunan kişinin ruhunu, duygularını
ve aklını beslemesi gereklidir.
Hayatla ve insanlarla etkileşim
içinde bulunmalıdır. Ben de mümkün olduğunca bunu
yapmaya çalışıyorum. Kitap okuyorum, müzik dinliyorum. Kendimi geliştirmeye ve yenilemeye çalışıyorum
diyebilirim.
Çalışmalarınızı nasıl paylaşıyorsunuz? İzleyiciye
düşünce ve duygularınızın ne kadarını aktarabildiğinizi düşünüyorsunuz?
Çalışmalarımı sergi açarak ve kişisel web sayfamda
yayınlayarak paylaşıyorum. İzleyicinin beni anlaması
ve duygularımı paylaşması gibi bir öngörüm yok. Doğru
ve iyi işler yapıyorsam beni anlar diye düşünüyorum.
Bir sanat eserinde izleyici sosyokültürel durumu ve kişisel gelişimi oranında farklı farklı duygulanımlar yaşar.
Onda farklı şeyler görerek bağlantı kurar. Sanat eseri
bir noktada sanatçısından çıkar ve kendi yaşamına
devam eder. Zaman, onun değerini gösterecek en iyi
süreçtir.
Bize yaptığınız işten bahseder misiniz? Güzel
anlarında insanların yanındasınız ve bu anları
kalıcı hale getiriyorsunuz. Mesela, doğum fotoğrafı çekmek nasıl bir duygu gerçekten çok merak
ediyorum.
Yeni başladığım bir iş diyebilirim. Henüz doğum
fotoğrafı çekmedim. Fakat bir ekibimiz var. Doğum çekimlerine genelde kadınlar giriyor. Para kazanmak için
yapılan bir iş bu. Son yıllarda ülkemizde de bu alanda
çalışan pek çok fotoğrafçı var. Yeni doğan çocuklar için
bir konsept doğrultusunda fotoğraf da çekiyoruz.
Düğün fotoğrafı çekmek çok zor olsa gerek. En
güzel kareyi bulmalısınız, her kareyi yakalamalısınız. Belgeselciler için çekimden önce diyalog çok
önemli. Siz nasıl yapıyorsunuz bu çekimleri?
Bu, doğum fotoğrafı kategorisinde yapılan bir iş.
Evet, zor bir iş diyebiliriz. İnsanların hayatlarında
yaşadıkları en önemli anın en etkili fotoğrafını çekmelisiniz. Tekrarı da yok. Çekim öncesi ailelerle tanışma
ve çekim konsepti üzerinde çalışma yapmak için bir
toplantı yapıyoruz. Onlardan gelen talepler ve bi-
zim önerilerimiz doğrultusunda konsepti belirliyoruz.
Çekimler stüdyo ve dış mekânda gerçekleştiriliyor.
İnsanların heyecanlı ve bir o kadar da telaşlı oldukları
bir zaman dilimi yaşandığı için burada fotoğrafçıya çok
iş düşüyor. Onları rahatlatacak bir çekim ortamı önemli.
Temel insani ilişkiler ve sıcak bir yaklaşım da önemli
rol oynuyor.
Ticari işlerin ön plana çıkması sanatsal fotoğraf
çalışmalarınızı etkiliyor mu?
Etkilediğini söyleyemem. Şimdilik bir sınır koymayı
becerebiliyorum sanırım. Henüz çok yoğun bir ticari
kapasitemiz de yok. Bu işte daha yeni sayılırım.
Proje çalışmalarınız, gelecekteki projeleriniz ya
da hayallerinizden bahseder misiniz?
İstanbul’da geçen dönemim iyi bir üretim süreci
oldu aynı zamanda. Şu an biten, sergilenmeyi ve albüm olmayı bekleyen birkaç projem var. Hepsi kurgusal çalışma. Şimdilerde ise başka bir çalışma yürütüyorum. Bunların gün yüzüne çıkmaması biraz da benim
tarzımdan kaynaklanıyor sanırım. Bir dönemim üretim
süreci ile geçiyor. Benim için en heyecanlı zaman aralığı, bu dönemler. Üretip bir kenara koyuyorum çalışmayı. Sonrasını benim yerime yönetecek bir asistanım
olsa çok iyi olacak belki de.
Bunun altında bir serginin tek başına anlamsızlığı
da yatıyor aslında. Fotoğraf mutlaka yayımlanmalı bence. Çalışma bir kitap ya da albüme dönüşmeli. Bunun
koşullarını yaratmak ise ülkemiz gerçekliği içinde zor.
2011 sonbaharı bu düğümlerin çözüldüğü bir dönemi
başlatacak diye bir beklentim var. Sanırım albüm ve
sergiler gün yüzüne çıkmaya başlayacak artık.
Kaynak veya başucu kitabı önerebilir misiniz?
John Berger “Görme Biçimleri”, Roland Bartes
“Camera Lucida”, Susan Sontag “Fotoğraf Üzerine”,
Levend Kılıç “Görüntü Estetiği”
*www.wikipedia.org
www.kazimsahbudak.net
Fotografın en yalın, kimliğine en uygun hali
kuşkusuz an fotografıdır. Anın öncesiyle sonrasında,
yaşamın akışı sürerken sana aldırmadan. Deklanşöre
dokunduğun o seçilmiş an, görünür olan içinde kadrajına sığdırdığın kesit. Durup, koparıp aldığın o anın
büyüsü. Yaşamın o anı değildir artık, anın soyutlaştırılmış simgesi olma gibi sanatsal değerler de taşır. Fotografçının yaşadığı çağı belgelemesi gibi bir işlevinin
olması gerektiğini düşünürüm. Diğer disiplinlere göre,
fotografın kimliğine daha yatkın bir davranıştır çağı
belgelemek. Edebiyatçıdan müzisyene, heykeltraştan
ressama bütün sanatçılar için geçerli bir kriterdir, yaşadığını sanatına akıtmak. Neyi nasıl yaparsak yapalım,
yaşamın bizi oradan oraya savururken koşullandırdığı alanlar dahilindeyizdir. O nedenle de sanat eseri
değerlendirilirken, sanatçının yaşadığı yer ve zaman
daima göz önünde bulundurulur. Fotografı çekmek
için yapılan yolculuk içsel de olabilir. Ben de baktığım
yerden görüneni anlık kesitlerle değil kurguladıklarımı
fotograflayarak anlatmak istedim. Mekan seçiminden
ışıklandırmaya, film tipinden baskı boyutuna kadar bir
bütün olarak tasarladığım fotograflarda, bazen yaptığım objeleri fotografın nesnesi olarak kullanıyorum.
Teknik ise bir amaç değil, anlatımımın bir parçasını
oluşturuyor.
Belirlenmiş bir tema üzerine yapılan fotografların
bütünlük içermesi, öyküsel bir omurganın üzerine serpilmiş olması beklenir. Bütünü oluşturan parçalar aynı
zamanda, öyküden bağımsız, tek başlarına da varlıklarını sürdürebilmelidir. Fotografçı tarafından yaratılmış
ya da saptanmış anlar için de durum değişmez.
Zor demeyeceğim ama pek bir değişikti bizim
gençlik yıllarımız. En azından şimdiki gibi değildi. Hani
şarkıda da söylendiği gibi “kaldırımlar biliyor, bi devir
muhteşemdik” * İşte o zamanlardı. Koşullar daha zor,
yaşam biraz daha sertti. Hepimiz daha sekterdik, tek
bir doğru olduğunu düşünür, o tek doğrunun herkes
için geçerli olmasını isterdik. Gençlik hareketleri pek
çok ülkede hoşgörüyle karşılanırken, coğrafi konumumuz gereği devlet baba bize kötü çocuk muamelesi
yaptı. Bu durum bizi daha bir kenetlemişti birbirimize, birey olmazdan evvel, toplum için toplu durmayı
öğrenmiştik.
AFSAD o zamanlar şimdiki Tavukçu’nun olduğu
binadaydı ve tiyatrocularla aynı daireyi paylaşıyorduk. Akşam üstleri herkes dernekte olurdu. Eski bir
alışkanlıktı her akşam iş çıkışı, okul çıkışı ya da her
neredeysen derneğe uğramak. Dernek hem eğitim
ve iletişim hem de sosyal paylaşım mekanıydı. E, ne
AFSAD
cep telefonu vardı ne de “facebook” henüz. Oralarda
yaşanırdı kavgalar da, aşklar da. İnternetin ve basılı
yayınların olmadığı ortamda bilgiye ulaşmanın tek yolu
vardı. Usta çırak ilişkisiyle yüzyüze iletişim.
Kemal Cengizkan’dan dernekçilik disiplinini ve
en yalın haliyle fotograf çekmeyi, Merter’den sosyal
gelişmeleri yorumlamayı, Akalın’dan Canon AE’yi,
Dora’dan Sartre ile Kafka’yı, Çerkes Karadağ’dan Doğulu birinin nasıl nü çekebileceğini, Tuğrul’dan nükteli
sohbet etmeyi, Özer Esmer’den alçakgönüllülüğü,
Ateş Erinanç’tan sağduyuyu, Alparslan’dan özveriyle
sahip çıkmayı, Özcan’dan kirlenmeden ilkeli kalmayı
öğrendik. Eren Özerdim’den duyguyu ışığa çevirmeyi,
Alyat Burç‘tan modelin karşısında elini ayağını karıştırmamayı da o zaman öğrenmiştik.
’80 sonrasıydı darmadağandı her yer, kaymıştı
altımızdaki toprak. Kapatılmamış pek az yerden biriydi
AFSAD, pek sevdim burayı ve fotografçılığı. Fotografa
başladığım yıllarda ben de, o büyülü anı bulabilmek
için elimde makina gezindim orada burada. Kaleye
gidilirdi önce, sonra yakın köylere, Dikmen’e giderdik
çarpık kentleşmeyi görüntülemek için. Kent-koop’la
birlikte kent mimarisi ve yaşamı fotograflamıştık.
Çalışan işçiler, yoksul işçiler, kadın işçiler, çocuk
yaşta olan işçileri çekerken amaç o yaşam koşullarına
duyarlılık sağlamaktı. Sempozyum düzenleme, danışma, yönetim, yayın, divan kurulları, dernek başkanlığı, jüri üyelikleri, paneller, söyleşiler gibi hizmet ve
etkinliklerden önce benim görevim, her ay iki kez dia
gösterisi düzenlemekti. İstanbul’dan davet ediyorduk,
Cengiz Akduman ve Karlıova’yı, İzzet Keribar’ı, Şahin
Kaygun’u, Mehmet Kısmet’i, Nevzat Çakır’ı, Mehmet
Bayhan’ı, Ahmet Öner Gezgin’i. Ersin Alok dağlarda
çektiği fotografları gösterirdi, Arif Aşcı Himalayalarda.
Gültekin Çizgen’in multivizyonlarını izlerdik. Ozan
Sağdıç, İbrahim Demirel, Tansu Gürpınar, Tahir, Tuğrul ve Çerkes Ankara’dan katılırdı gösterilere. Henüz
olmayan basılı ve görsel yayın hayatımızda, görmenin,
öğrenmenin ve de tadını çıkarmanın tek ve en sahici
haliydi gösteriler. Gösteriden sonra sohbet edilirdi. Aslında olmayan kültürel ortamda, dışarıdakilerden farklı
olmanın verdiği haz bir gün ben de yapabilirim umuduyla karışınca zaten sarhoş gibi olurduk, söyleşiden
sonra kafa çekmeye gitme ritüelini gerçekleştirmezden
önce.
1983’lere doğru, bir yandan dağcılığa merak salmıştım, doğa fotografları çekiyordum. Diğer yandan
kurgusal fotograflarla İstanbul Sanat Bayramı kapsamında, Yeni Eğilimler Sergisine katılıyordum. Aynı yıl
Eylül - Ekim 2011
İbrahim Göğer
Fotoğraflar: İbrahim Göğer
Fotoğraf Üzerine
Yaşam Sürerken Sana Aldırmadan
27
İbrahim Göğer
Fotoğraf Üzerine
28
Devlet Fotograf Sergisi ilk kez düzenleniyordu. AFSAD
Ulusal Sergisi ve Kent Koop’la birlikte yapılan serginin
1984’de ikincisi yapılıyordu. O güne dek dernek duvarlarında sergilenen, fotokopiyle çoğaltılan Görüntü
duvar gazetesi, uzun süre yayımlanacak olan FOTOGRAF dergisine dönüşüyordu.
Katalog edinmek için yurtdışı yarışmalara katılıyor,
dergilere abone oluyorduk. Kuzey Avrupa fotografını
şıp diye tanıyorduk, tıpkı japon fotografları gibi. Amerika ve İngiltere’nin sokaklarına gidip de görmüş gibi
aşina olmuştuk ama, Rusya’dan gelen fotografların
mükemmel siyah tonları ve sisli fonlarıyla beklemediğimiz kadar romantik olmasına şaşırıyorduk. AFSAD
uzun zaman önce aldığı kararla, fotografın her biçimini
çatısı altında toplamayı prensip edinmişti. Böylelikle
her yaklaşım kendine yer bulabiliyordu. Saptanmış
bir tema üzerinde sergi bazlı çalışmalar yapmazdan
evvel, ilk sergimizi Semih’le birlikte Bodrum Mavi’de
yaptık. Bodrum henüz keşfediliyordu. Kaş ise hala
bakireliğini koruyordu o zamanlar.
Sistem hıncını içeride olanlardan alıyordu, kimileri
en az on yıl kadar sürecek yalnızlığa, yurt dışına savruldular. Önceleri utanılırdı dışarıda olmaktan. Sonra
pek bir çabuk alışıverdiğimiz yeni dünya düzeni sadece herşeyden haberdar olacak kadar bilen entellektüel
bir kişiliği, gelişmelere açık ve alabildiğince hoşgörülü
olmayı gerektiriyordu. Bir süre hoş geldi bu durum.
Biraz gecikmeli de olsa gençliğimizi yaşarken agresif
kimliğimiz bu kez toplumun tutucu olan yanına toplu
itirazımızda buluşuyordu. Bizi iten toplumdan, onları
kurtarmaktan vazgeçerek hıncımızı alıyorduk. Kendimize özel yeni değerler keşfederken, onları sadece
bize benzer olanlarla paylaşmak gibi de bir bencilliğimiz vardı. Biz gözümüz gibi baktığımız plaklarda Pink
Floyd dinliyor, ‘jazz’ı keşfediyorduk. Onlarsa minibüs
teyplerinde arabesk.
Seksenlerin sonunda “Hayır”la ** birey olmayı keşfederken, kendine özgü olma davranışı nelere hayır
dediğinle biçim buluyordu. Türkiye yapısal olarak hızla
değişiyor, teknolojide Avrupa’yı yakalamaya çalışıyordu. Dünya ise tüketimi arttırmak için çılgınca üretim
seferberliğine girmişti. Bu durum aynı zamanda doğal
çevrenin hızla yok olması demekti.
Nilhan Saygon (resim) ve Eşber Karayalçın’la
(heykel) birlikte aynı tema üzerine üç farklı disiplininin
ortak çalışması olan “Tuz Biber CFC” (chloroflorocarbon) adlı sergimizi 1989 yılında açtık. Bilindiği
gibi CFC gazı ozon tabakasının delinmesine neden
oluyordu. Çevrenin kirlenmesine, doğanın zarar görmesine karşıydık karşı olmasına ama bunun için tıpkı
bir korkuluk gibi pasif bir duruş sergilemenin ötesinde
birşey yapmıyorduk. Yapmış olduğum korkuluğu, toplumun farklı kesimlerini temsil eden modellerle birlikte
fotografladım. İronik bir tarz da taşıyan işlerin sonuncusu, parçalanmış bir ayna üzerine serigrafi tekniğiyle
basılmış korkuluk figürüydü. Bu kez izleyici aynada
korkuluğun yanında kendisini görüyordu. 6x7 cm siyah
beyaz filme yaptığım çekimlerden, rulo kartlara yaptı-
İbrahim Göğer
“Gıyabında” aynı üçlünün ikinci sergisi oldu. Sergide resim ve heykellerin yanısıra 50x60 cm boyutlarında 21 fotograf yer aldı. Aradan yedi yıl geçmişti ve
artık herşey hızla yozlaşıyordu. ’80 sonrası dümdüz
edilen toplumsal dinamikler, değerleri olmayan bir top-
Aynıdanlaştırma, sıradan ol kurtul, tekdüzeleştirme. İkibinlere doğru geçerli olan politika buydu. “Red”
sergisinde bu politikaya karşı direnmeye çalışanların
fotografını yapmaya çalıştım. Fotografların çerçeveli
boyutu 80x100 cm’ydi, baskıların kimi 50x60 cm, kimi
AFSAD
Eylül - Ekim 2011
Fotoğraf Üzerine
ğım 60x80 cm’lik baskıların çerçeveli boyutu 90x110
cm’yi buluyordu. Sergide boyama ve montaj tekniklerini de denemiştim.
lum yaratmıştı. Önceleri Avrupalılaşıyoruz sanmıştık
ama olan hızla Amerikanlaşmaktı. Tanımakta zorlanıyordum insanları, kim kimdi, o muydu gerçekten. Ben
kimdim, ya sen, kimdik biz? Bu karmaşık duygularla
yaptığım maskları bana modellik edenlerle birlikte bu
kez stüdyoda fotografladım. Bazı masklar sadece yüzü
kaplayacak kadardı, bazılarıysa bütün vucudu. Kiminin vücudunu maskla aynı renge boyayarak, maska
dahil etmeye çalıştım. Sergideki fotografların vesikalık
gibi tam karşıdan olmasına özen gösterdim.
29
İbrahim Göğer
Fotoğraf Üzerine
30
ise kontakt boyutta 6x7 cm. Siyah
paspartulu, büyük bir çerçeveye
küçüçük bir baskı yerleştirdiğinizde izleyici yaklaşmak durumundadır ve artık onun bakış alanında,
fotografın dışında sadece siyah
bir yüzey vardır. Baskı ve kendisi
arasındaki herşeyden soyutlanmış
olur. Büyük bir baskıyı izlemek
için geri çekildiğinde diğer fotograf
ve izleyiciler, salonla birlikte görüş
alanındadır (epik etki). İzleyici
sergiyi eş uzaklıktan değil de
baskılara yaklaşıp uzaklaştığı bir
çizgiden takip eder.
O ne ya, kara kara baskılar,
bir karamsarlık, hiç güzel görüntü
yaratılamaz mı fotografla? Polaroid malzeme kendi yüzeyinde
değil de, Sohler karton gibi farklı
bir yüzeyde geliştirilirse, resimsel
etki yapıyordu. Yıllarca çektiğim
diapozitif filmleri kendi yaptığımız bir duplikasyon cihazı yardımıyla polaroid karta
pozlayabiliyordum. 10x12,5 cm’lik polaroid baskıları
elde edebilmek için Lunhof Kardan makina kullandım.
Hangi rengin ne kadar transfer olacağını yeni yüzeyin
nem oranı, sıcaklığı ve süre belirliyor olsa bile tesadüfilik oranının oldukça yüksek olduğu bir teknik. Bir de
sürece müdahale etmezseniz, kısa sürede polaroid bir
baskınız olacaktır.
Ilık suda emülsiyonun ayrılmasını sağlayarak, farklı
bir yüzeyde dilediğiniz müdahaleyi yaparak yeniden
şekillendirdiğinizde ise polaroid emülsiyon transferini
gerçekleştirmiş olursunuz.
Masklar, kurgu, modeller, ışık, renk, karta baskı,
çerçeveleme falan, sonuçta bir duyguyu geçirmeye
çalışmıyor muyuz izleyene. O zaman tel ile yapılmış
formlar, fotogram yöntemiyle karta
aktarılsa. Siyah zeminde oluşan
çizgiler de o duyguyu aktarıverse.
Olmaz mı? “Telden Şeyler” böyle
bir düşünceyle ortaya çıktı. Şimdilerde ise “Blackbrush” adını verdiğim bir tekniği kullanarak, tamamen fotografik malzemeyle resme
daha yakın işler yapıyorum. Teknik
basit. Agrandizör açık ve kart
pozlanır haldeyken, birinci banyoya
daldırdığım fırçayı kartın yüzeyinde gezdiriyorum. Fırçanın değdiği
bölgeler hemen siyahlaşıyor. Son
olarak kartı fikse ediyorum. Bu iş
boyayla da yapılabilir ama fırçadaki
boya tükeneceğinden kesintisiz
bir çizgi oluşturmak hayli sıkıntılı.
Ha, bir de en önemli fark, oluşan
çizginin hiçbir zaman keskin olmaması. İsmini ben verdim, çünkü bu
tekniğe daha önce rastlamadım.
Siz rastladıysanız, beni de haberdar ediverin lütfen.
* Sezen Aksu, Yelda Karataş
** Hayır (Adalet Ağaoğlu, 1987)
AFSAD
Gerçekliğin parçalanıp yeniden kurgulanmasıyla
elde edilen bir yapının, gerçekçiliği arka plana attığını
gören minimalistler, “zaten güzel olan gerçeğe ek bir
güzellik katmaya çalışmanın” gereksizliğini vurgulayan
bu düşünceyi alternatif olarak sunmuşlardır. Fakat
eleştirdikleri hataya düşerek oluşturdukları yapı, gerçekliğin hiç olmadığı kadar sıradan ve yoksunlaştırılmış
bir başka türevidir. Zira gerçeğin kendisi, hatalı buldukları tarzlardaki kadar atraksiyon ve gösterişe yaslanmamakla beraber, onların savunduğu kadar durağan bir
çizgi de takip etmeyebilir. Böylece damıtmaya çalıştıkları sanatı, farkında olmadan yoksullaştırdıkları görülür.
Kimdir bu minimalist sinemacılar?
Bir yönetmenden “minimalist sinemacı” olarak
bahsetmek, akımın bir sonuç olarak ele alınmasından
dolayı konuyu oldukça sınırlayıcı boyutlara ulaştırabilir.
Bu yüzden, “minimalist yönetmenler” yerine, “filmlerinde minimal unsurlara rastlanan yönetmenler” şeklinde
bir ifade kullanmak daha doğru olacaktır. İlk olarak
1930’larda, usta Japon yönetmen Yasujiro Ozu’nun
filmlerinde görülen bu tarz, Fransız yönetmen Robert
Bresson’un yalın tarzı ve arınmış sinematografisinde
de fazlasıyla görülmektedir.
Abbas Kiarostami, Bahman Ghobadi, Cafer Panahi, Majid Majidi gibi yönetmenleri barındıran İran
Sineması ise sade anlatımı ve sade olay örgüsü ile bu
akımın merkezinde yer alır. Dardanne Kardeşler, Jim
Jarmusch gibi isimlerin de eklenebileceği bu listenin
Türkiye’deki en önemli temsilcisinin ise Nuri Bilge Ceylan olduğu söylenebilir. Ancak, Nuri Bilge Ceylan bir
süre sonra bu akımdan kopmuştur. “Üç Maymun” isimli
filmi ile daha çok “gişe sineması” tarzına geçiş yapmış
ve minimalist sinemayı bırakmıştır. Türkiye’de Nuri
Bilge Ceylan’ın dışında bu akımdan etkilenerek sinema
yapmaya çalışan çok az sayıda yönetmen olduğu söylenebilir, bunların başında Semih Kaplanoğlu ve Tolga
Karaçelik gelmektedir.
KAYNAKÇA
Robert Bresson, Sinematograf Üzerine Notlar, Nisan
Yayınları, 2000.
İlhami Çiçek, Satranç Dersleri, Edebiyat Dergisi Yayınları,
1972.
Cahit Koytak, İlk Atlas, Yazı Yayıncılık, 1990.
Elif Özdemir, Sadeliğin Gerçekliği: Minimalizm, 2006
Eylül - Ekim 2011
Kısa Metraj
İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin hemen ardından, sanat alanında tüm dünyada yeniden hareketlenmeler başlamıştır. Sinema da “yedinci sanat”
olarak bu gelişmeler içinde yer almıştır. Tarihsel süreci
incelediğimiz zaman şunu rahatlıkla görebiliriz; özellikle
1960’ların başından itibaren sinemada belli biçimlerin
dayatılması ve Amerikan sinemasının empoze edilmeye çalışılması. Bu duruma tepki olarak özellikle Avrupa
kıtasından farklı sinema akımları ortaya çıkmıştır.
Minimalizm de bu akımlardan bir tanesi ve belki de en
etkililerindendir. Minimalizm kendisinden önceki kimi
sanat akımlarıyla etkileşime girerek olgunluk ve sağlam
bir altyapı kazanmıştır. Minimalizmin doğmasında etkin
olan sanat akımlarının ortak özellikleri; gerçekçilik,
işlevsellik, nesnellik ve sadeciliktir.
Avant-Garde bir akım olarak kabul edilen Minimalizm, “şeylerin” özünü araştıran, deneysel ve yalın
olandan yana tavır koyan bir akımdır. “Biçimsellik” ve
“estetik” en önemli unsurları arasında yer alır. Bundan
yola çıkarak, Minimalist sinemanın estetik olguların ön
planda tutulduğu ve her şeyin buna göre planlandığı
bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. Akımın ortaya
koyduğu yalın, temiz ve gerçekçi estetik anlayışı özellikle 60’larda “sanat sanat içindir” ilkesini yüceltmiştir.
Minimalist sinema, aşırı tüketime dayalı, üretimin ikinci
plana itildiği bir topluma kesinlikle karşı çıkan, gereksiz
eklentilerden, abartılı efekt kullanımlarından kaçınan,
yeteri kadarı ile estetik planların ve gerçekçi öyküsel
anlatımların yer aldığı yapımlar ortaya çıkarmıştır.
Anlatması gerekenden fazlasını anlatmayı, göstermesi
gerekenden fazlasını göstermeyi gereksiz bulan bir
görüşü temsil eden akım, “seçkin bir sadecilik” olarak
nitelendirilebilir.
Minimalist sinemanın temel özellikleri şu şekilde
sıralanır:
Amatör oyuncu kullanımı esastır. Profesyonelliğin
sebep olduğu aşırı mimikli, yüksek sesli oyunculuktan
kaçınılır.
Oyunculukta sadelik ve doğaçlama tercih sebebidir.
Bir oyuncu bir karakteri temsil eder. Birkaç oyuncu
aynı tipi oynamaz.
Dekor ve objeler olabildiğince sade ve işlevseldir.
Mümkün olduğunca doğal ışık kullanılır. Yapay ışık
kavramı neredeyse yoktur ya da film içinde izleyici
tarafından hissedilemeyecek boyutlarda kullanılmıştır.
Sabit kamera açıları ve uzun planlar tercih edilir.
Yapay efektlere asla başvurulmaz.
Dublaj yerine sesli çekim yapılır.
Dış müzik gibi destek öğelere asla yer verilmez.
Bresson’un ünlü deyimiyle “bir kemanın yettiği
yerde ikincisini kullanmamak” gerektiğini düşünen
minimalistler, tazelik, estetik ve yalınlık peşinde olmuşlardır. Gerçek ile sahtenin karışımının sahteyi verdiğini
düşündüklerinden bu ikisini ayırma ihtiyacı hissetmişlerdir.
Bora Çekiç
Minimal Öğeler ve Kusursuz Estetik
31
Herkese rağmen dergi çıkarmak...*
ltan Bal
Bu yazı İlker Maga’ya ithaf edilmiştir**
İnce Elek
A
32
Bir dergiyi ilk defa elime aldığımda 4-5 yaşındaydım. Resimlerine baktım yalnızca... Ağabeyimin her
hafta aldığı ve yılda bir kez özenle ciltlettirdiği Tercüman Çocuk ve Milliyet Çocuk çizgi roman dergileriydi bunlar. Okuma yazma bilmediğim için yalnızca
resimlerine baktım. Okuma bilmeden çizgi romanların
resimlerine bakmamın görsel sanatlara ilgi duymama yol açtığına inanıyorum. İlkokul süresince de bu
dergileri –evde ciltlenmiş olan eski sayılarını- defalarca
ama defalarca okudum... Ortaokul yıllarında ise, yine
ağabeyim sayesinde, eve giren Gırgır Dergisi hafta
boyunca elimden düşmedi. Orta üçe giderken Gırgır
Dergisi kapandı. HIBIR, DELİ gibi birçok mizah dergisi
çıktı. Ben de bu yeni mizah dergilerine ayak uydurarak, ortaokulda bir mizah dergisi çıkardım. Her hafta
mizah dergileri karıştırır, beğendiğimiz karikatürleri
sınıf arkadaşım Volkan bir daha çizer, ben de kendi
çapımda mizah yazıları yazardım. Tabii ki bilgisayarın
olmadığı bir zamandan bahsediyorum. Hepsini yapıştırır sonra fotokopi yoluyla çoğaltırdık. Dergi okulda çok
tutmuştu. Hatta biraz da para bile kazanmıştık. Okul
idarecilerinden izin almadan çıkardığımız bu derginin
ismi Espirik’ti.
Lise yıllarında da fotokopi ile çoğaltılan, dizgisini
benim evde daktilo ile yaptığım Kalemşör diye bir dergi
çıkarmıştık. Yine kimseden izin almadan. 3-4 sayı
yayınlamıştık. Bir kez daha lise yıllarında ağabeyimin
yönlendirmesiyle Adam Sanat Dergisi’yle tanıştım. Kapanana kadar takip ettim dergiyi. Fotoğrafçılığa merak
sarmamla beraber, Geniş Açı dergisi hayatıma girdi.
Sektörel dergi kıvamını aşamayan Fotoğraf Dergisi’ne
ise birkaç sayı dayanabildim. İFSAK dergisinde bir süre
çalıştım. Kurucuları arasında olduğum Gölge adlı fanzinin ilk iki sayısında yer aldım. Bir süre de internette
yayımlanan FotoRöportaj.org dergisini çıkardım.
Sevgili okuyucu,
Çocukluğumdan beri amatörce dergiciliğin içinden
biri ve önümüzdeki günlerde de yeni bir dergi çıkartacak ekibin parçası olarak, sevgili Kontrast Dergisi
gönüllüsü arkadaşlarımla birkaç lafın belini kırmak
istedim. İdare et olur mu?
Kontrast dergisinin ilk sayısından son sayısına
kadar emeği geçen herkese öncelikle çok teşekkür ediyorum. Çok önemli bir şey yaptınız ve yapıyorsunuz.
Düzenli yayınlanan bir dergisi olmayan herhangi bir
üretim disiplininin, yayılması, gelişmesi ve en önemlisi
yeni kadrolara ulaşması imkânsızdır. Yeni kadrolara
ulaşamayan bir sanat dalı ise, yaratıcı kimliği kaybeder, en kibar deyişle sıradanlaşır. Bir dergi her zaman
yeniye ortam sağlar.
Fotoğraf dergiciliğini bir dernek çatısı altında
yapmanın ne kadar zor olduğunu biraz biliyor, biraz da
tahmin edebiliyorum.
Yıllarca, iki-üç sayfalık, İFSAK’tan haberler şeklinde
yayımlanan bir bülten vardı. Etkinlik takvimi, yarışma
duyuruları, üyelerin evlenme haberlerinden oluşan bir
bültendi. Daha sonra, 2001-2002 tarihleri arasında
Ayhan Aydın’ın başı çektiği ekip (ben de uzaktan bir
parçası olabilme şansına sahip olmuştum) bir İFSAK
dergisi çıkardı. Dergi dernekte üretilen, konuşulan
fotoğrafın sınırlarını çok hızlı bir şekilde aştı. Tam anlamıyla buram buram fotoğraf ve sinema kuramı kokan,
bence Türkiye’de örneği olmayan bir dergi oldu. Öyle
ki, bir süre sonra üniversite kütüphanelerinde görmeye
başladık bu dergiyi. Yine gönüllüler çıkartıyordu ama
ortaya çıkan çok değerli ve etkili bir çalışmaydı. Uzun
bir süre çıktı. Sonra, zaman kaybettirecek tartışmalara
girmemek için isimleri atlıyorum, İFSAK yönetimi, “üyeler arasında bir anket yaptık, dergiyi kimse okumuyor”
şeklinde bir savunma ile dergi yayınına son verdi. İşte
oradan bilirim, dernek çatısı altında dernek sınırlarını
aşan bir dergi çıkarmanın ne kadar zor olduğunu.
Dernek içinde herkes ayın fotoğrafçısı, yılın fotoğraf
sanatçısı, on yılın dernek üyesi, derneğimizin FİAP
unvanlısı olma peşinde koştururken, bir dergi çıkartmak kimsenin aklında değildir çoğu zaman. En fazla
hayal edilen, kendi adıyla bir atölye kurup hoca tayfasına karışmaktır. Sonra birileri rahat durmaz, belki de
rahat batar, der ki, “ya, dernek çatısı altında her türlü
imkânımız var. Bir dergi mi çıkarsak. Duyuru yaparız.
İsteyen gelir çalışır.” Bu cümleyle başlar macera. İlk
yapılan duyuruya pek kimse kulak asmaz. İki-üç kişi
ancak toplanır. Siz de başlarsınız dergiyi hazırlamaya.
Kimse yardım etmez, ilgilenmez bile. Fotoğraf gezilerine otobüsler dolusu giden dernek üyelerinin ilgisi
yoktur fotoğraf dergisine. Olsun dersiniz. İlk sayıyı yayınlarsınız, bir sayı daha yayınladığınız zaman dernek
karışır. Herkes dergi uzmanı kesilir bir anda. Yok şu fotoğrafı niye yayınladınız, yok benim sergime niye daha
fazla yer ayırmadınız, dernekten haberler niye az vb.
Önceleri her söylenene cevap vermeye çalışırsınız.
Bunun bir dernek bülteni değil; derneğin yayınladığı
bir dergi olduğunu, Türkiye’nin her yerine yayıldığını,
bu yüzden dernek haberleri üzerine kurulamayacağını
kibarca anlatırsınız. Anlamış gibi yapıp dernek kulislerine hız verirler.
Dergi yeni sayılarla beraber duyulmaya, yayılmaya
başlayınca dernekte sesler iyice artar. Yıllarca derneğe
uğramadıkları halde, derneğin tapusu üzerlerineymiş
İyi bir şeyler yapmak için yola çıktığın halde, bıkarsın kısa bir süre sonra... Bırakırsın dergiyi… Başkaları
gelir çıkartmaya devam eder. Bir zaman sonra onlar da
aynı olayları yaşarlar. Onlar da bıkar, onlar da bırakır.
Çıkartacak kimse kalmayana kadar, ya da yeni yönetim dergiden vazgeçene kadar bu durumlar tekrarlanır
maalesef.
Kontrast dergisinin yayınlanmasına bu güne kadar
emeği geçen herkese, yıllar sonrayı beklemeden
seslenmek istedim. “İyi ki yaptınız, iyi ki yapıyorsunuz.
Devam.”
A
Dernek sınırlarını aşmak üzer onları. Derneğin
dergisi değil mi? Üyelerden bahsetsin, ayın fotoğraflarını boy boy yayınlasın, ha bir de yeni açılacak atölyelerden bahsetsin sürekli. Yeter bunlar. Bir röportaj,
bir kuramsal yazı daha fazla olsun diye bir kaygıları
yoktur. Beğendiklerini içinden, beğenmediklerini çığlık
çığlığa anlatırlar.
* Bu yazı duyduklarıma değil, benzer mevzulara tanıklığımdan ortaya çıkan tahminlere dayanarak yazılmıştır.
** İki sebepten dolayı. “Yalnız fotoğraftan anlıyorum diyen
aslında fotoğraftan da anlamıyordur” cümlesini yazarak
meseleyi bu kadar görünür, konuşulur hale getirdiği ve
Kontrast dergisinin geçen sayısındaki yazısı ile bu durumu
taçlandırdığı için. Teşekkürler İlker Bey.
Kontrast Yayın Kuralları
1- Dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstrasyon, vb. belgelerin kullanım hakları, elektronik ortamlar da dâhil olmak üzere, AFSAD’a (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği) ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir
bölümünün kullanılması yasaktır.
2- Yayımlanan yazıların tüm sorumluluğu yazarına aittir.
3- Dergide yayınlanacak yazı ve fotoğraflara yayın kurulu karar verir.
4- Yayın kurulu yazıyı düzgün, dil kurallarına uygun ve anlaşılır bir metin haline getirmek için gerekli
düzenlemeleri yapar. Bunun için yazardan izin alınmaz.
5- Yazım kurallarına aykırı, başkalarını rencide ya da rahatsız edici yazılara yer verilmez.
6- Yarım sayfa yazılar en fazla (boşluksuz) 1800, tam sayfa yazılar 3800 karakter uzunlukta olacaktır. Bu
sınırı aşan yazılarda, yayın kurulu tarafından kısaltma yapılabilir.
7- Yazarın ifadelerinde değişikliğe neden olabilecek düzeltmelerde yazar bilgilendirilir.
8- Yayımlanması için dergiye gönderilen fotoğraflar 300 dpi çözünürlükte ve A4 boyutunda basılabilecek
boyutlarda olacaktır.
9- Dergide yayınlanan her fotoğrafın fotoğrafçısı belirtilir.
10- Fotoğrafçısının onayı olmayan fotoğraflar dergide yayımlanamaz. Ancak, fotoğraf tarihine geçmiş,
herkes tarafından bilinen fotoğraflar fotoğrafçısının ismi de belirtilerek düşük çözünürlük ve boyutta
yayımlanabilir.
11- Dergide yayınlanan fotoğraflarda kadraj, renk, vb. gibi değişiklikler yapılmaz, fotoğraflar fotoğrafçının
gönderdiği biçimiyle yayımlanır.
12- Dergide yayımlanmayan yazı, yazarına iade edilir.
AFSAD
ltan Ba l
Bitmez şikayetleri ... Ayaklarına çağırıp ayar vermeye çalışırlar. Siz ortaya atılmadan önce kimsenin
umurunda olmayan dergi yüzünden, bir anda “lanet
olsun” dedirtecek kadar üzerinize gelirler.
Aradan yıllar geçer, yeni tanıştığınız birisinin kitaplığında görürsünüz dergiyi. Biri çıkıp der ki “Çok güzel
bir dergiydi. Ufkumu açtı”. Canınızı sıkan, acaba dedirten her şey gelip geçmiştir. Söz uçmuş yazı kalmış,
tüm çabalarınız, boşlukta bir yer kaplayarak, kelimelerden fotoğraflardan oluşan bir dergi şeklinde birilerinin
kitaplığında karşınıza çıkar. Yıllar sonra, yaptığınızın
ne değerli bir şey olduğunu anlarsınız siz de. “İyi ki
yapmışım” dersiniz.
Eylül - Ekim 2011
İnce E lek
gibi davranan fotoğraf “usta”ları şikayet etmeye başlarlar. Neden şu kişi yazıyor? Neden şu fotoğrafları yayınlamadınız? Neden benimle en son röportaj yaptınız...?
33

Benzer belgeler