“- Yanlış yaptık

Transkript

“- Yanlış yaptık
“- YANLIŞ YAPTIK. İTALYA’YA GİTMELİYDİK.”
Bu sözler havaalanında bagajlarını bekleyen 50-55 yaşlarında bir bayana aitti.
Uçaktan yeni inmiştim. Hani bazen çok güzel bir rüyadan uyanırsınız da gözlerinizi
kapattığınız zaman devam edeceğinizi sanırsınız ve yataktan çıkasınız gelmez.
Halbuki güneş, perdeden içeri sızmıştır bir kere. Büyü bozulmuştur artık. İşte tam ben
de bu rüyanın bitmemesi için hayaller kurarken kadının bu sözleri, perdeyi sonuna
kadar açmaya yetti de arttı bile. Işık içeri girmişti. Rüya bitmişti artık.
Kadına döndüm. İçimden “zavallı kadın” diye geçirerek, alaycı bir gülümseyişle
gözlerinin içine baktım. Eşiyle konuşan kadın beni gördükten sonra bir an duraksadı.
Gülümseyişimi, onay şeklinde almış olmalı ki daha da kendinden emin bir ses
tonuyla:
“- Ben sana demiştim, görülecek ne var şu MISIR’da diye ...” devam etti.
Evet ne vardı Mısır’da? Neydi Mısır’a gidenleri bu kadar hayrete düşüren ya
da kayıtsız bırakan. Bir ülke bu kadar mı gizemli ya da sıradan olabilirdi? Sanırım
Mısır’a gidenlerin tamamına aynı soruyu sorsanız, hepsinden de farklı farklı yanıtlar
alırsınız. Aslında hepsi de haklıdırlar. Çünkü dünya üzerinde bu kadar kaosu
üzerinde barındıran çok da fazla ülke olduğunu sanmıyorum.
Fly Havacılık A.Ş. ve Kosmos Tura içten teşekkürlerimle ...
Comolos’lu Abdul Fattah’a, Papyrus ustası Abdo Mekawy’e, Dalma hocası
Ahmed’e, Polis Ahmet’e, Milan’ı yendiğimiz gece bana sadece bir yarı katlanabilen
İtalyan çocuğa, İskenderiye Tren İstasyonu Şefi Saad Metry’e ve tekrar görüşmeyi
umutla beklediğim, hala sıcacık gülümsemesi gözlerimin önünden gitmeyen
Magdalena’ya sevgilerimle ...
İşte benim hikayem ...
03 Mart 2001 Cumartesi (1. gün),
Telefonun alarm sesiyle uyandım. Saate şöyle bir baktım. 05.45. İnsanın
kaderini kendi icat ettiği bir şeye bırakması ne garip. Ya o saat çalmasaydı, ya
gecikip uçağı kaçırsaydım. Neyse hayıflanmanın gereği yoktu. Evden çıkmak için 15
dakikam daha vardı. Her şeyimi dünden hazırlamıştım. Ufak mavi sırt çantam ve
fotoğraf makinem.
Havaalanına tedbir olsun diye yarım saat kadar erken gitmiştim. Kontrollerden
geçtikten sonra beklemeye koyuldum. Neydi beni bu maceraya iten? Daha bir hafta
öncesine kadar aklımın köşesinden bile geçmeyen MISIR, şimdi nasıl oluyor da kısa
bir hava yolu mesafesi kadar yakın olabiliyordu? Tesadüf mü yoksa kader mi? Bu
sorunun cevabını şu an bile verebilmem zor.
Turizm Acentalarına ve uçaklara hizmet veren bir Havayolu şirketi müşterim
var. Geçenlerde ihtiyaç sebebiyle beni çağırdıklarında, onlara da cazip gelen şöyle
bir teklif yaptım: Servis ücreti ödemek yerine beni Bayram’da bir yerlere gönderin.
Onlar da İtalya, Portekiz, İzlanda, Tunus veya Mısır’dan birini seçmemi söylediler.
Mısır’ı seçtim hiç düşünmeden. Çünkü Avrupa ülkeleri pek ilgimi çekmiyordu. Biraz
Tunus ile Mısır arasında kararsız kaldıktan sonra Mısır deyiverdim. Onlar da kabul
ettiler ve 3 Mart günü en geç saat 7’de havaalanında olmamı söylediler. “-Bilet” diye
sorduğumda ise bilete gerek olmadığını söylediler. Eh, bu da onların işiydi. Ama
içimde hala bir şeylerin ters gideceği, Mısır’a gidemeyeceğim endişesini de taşımıyor
değildim.
Havaalanında beklerken bir süre insanları incelemeye koyuldum. Çok ağır bir
ekonomik kriz geçirmemize rağmen bayram arifesi havaalanı bayağı kalabalıktı.
Kimileri kayak takımlarını sırtlanmış kaymaya gidiyorlar, kimileri dalgıç takımlarını alıp
dalmaya. Bu insanlar ekonomik krizden etkilenmemişler miydi, yoksa ülkenin bu kötü
şartlarına rağmen yaşama sevincini yitirmemiş nadir insanlardan mıydılar? Ya ben?
Sanırım kendimi –biraz da kaybedecek pek de fazla bir şeyim olmaması sebebiyleikinci gruba rahatlıkla kabul edebilirim.
Beni uçağa bindirecek kişiyle buluşmamıza dakikalar kala, içimdeki şüpheler
de artıyordu. Acaba bir aksilik çıkacak mıydı? Her ihtimale karşı bilet fiyatını sormaya
karar verdim. Eğer hesaplı ise, bir aksilik çıkması durumunda kendim de bilet alıp
gidebilirdim. Gidiş-Dönüş biletinin 560 $ olduğunu öğrenince hayallerim suya düştü.
Çünkü benim tatilde harcamayı düşündüğüm toplam para uçak parasından daha
azdı. Aksilik çıkmaması gerekiyordu. Başka şansım yoktu.
Aksilik çıkmadı. Arkadaş belirlediğimiz saatte geldi ve kolayca biniş kartını alıp
uçağa bindim. Gerçi aynı sıkıntıları dönüşte de hissedecektim ama en azından şu
anda uçaktaydım ve 15 dakika içinde havalanacaktık.
Uçağa bindikten sonra fark ettim ki aslında bindiğim uçak; bir turizm şirketi
tarafından kiralanmıştı. Bazı müşterilerini almak için ilk önce Ankara’ya uğrayacak,
oradan da Luxor’a uçacaktık. Ama benim ilk önce turun rehberini bulup dönüş için
zaman ve yeri öğrenmem gerekiyordu. Ne de olsa minibüsçülerin argo tabiriyle
“ördek” yolcu olduğumdan pek de hoş karşılanmadım. Haklıydılar çünkü insanların
yüzlerce dolar ödeyerek uçtukları yere bedava uçuyordum. Sonunda uçağın dönüşte
Kahire’den hareket edeceğini ve Kahire’de kalacakları oteli öğrendim. Dönüş için de
içim biraz rahatlamıştı.
Uçak havalandıktan sonra yanımda oturan bayanın 55-60 yaşlarında İsviçreli
bir bayan olduğunu fark ettim. Yaptığımız sohbet esnasında kendisinin bir çok ülkeyi
gezdiğini, genelde yalnız seyahat ettiğini, hatta Mısır’dan sonra Avustralya’ya yalnız
gideceğini ama Mısır’a yalnız gitmeye cesaret edemediğinden dolayı bir Türk
arkadaşı dolayısıyla Türkiye’den bir tur ayarladığını öğrendim. Kendisine daha önce
Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’ya da yalnız seyahat ettiğimi söylememe
rağmen cesaretimden dolayı beni kutladı. Ben de ona Mısır’da da yalnız seyahat
etmeye mani bir durumun olmadığını söyledim. Asıl amacım onu ikna etmek değildi
elbette. Sadece buna kendim de inanmak istiyordum.
Bu arada Mısır hakkında konuşmak için rehberi gözetleyip durdum. Fakat
bütün yolculuk boyunca uyukladığı için bir türlü konuşma fırsatı bulamadım. Her ne
kadar internetten araştırmış dahi olsam, henüz rotamı bile tam olarak
belirleyememiştim. Daha önce defalarca Mısır’a gitmiş bir rehberden alınacak birkaç
öğüt çok işime yarayabilirdi.
Aslında biraz da kendimi sonbaharda dökülmüş bir yaprak gibi kader rüzgarına
bırakmayı seviyorum. Bazen yolumu kaybedip ilginç insanlarla tanışmayı, bazense
hiç de hazırlıklı olmadığım bir anda neden çıktığını bile bilmediğim bir kavganın
içinde buluvermeyi ne yalan söyleyeyim oldukça eğlenceli buluyorum. Zaten
kimilerine göre “sefillik” olarak nitelendirilebilecek bu tatil tipini çok yıldızlı otellere
tercih etmemin sebebi, maddi kaygılardan çok, macera ve özgürlük düşkünü
ruhumdur. Lüks alış veriş mağazalarının o huzur veren ama oldum olası soğuk ve
maddiyat kokan havasını teneffüs etmektense bir halk pazarında kaybolmayı, bağrış
çağrış içinde kavga mı ettikleri yoksa malını satmaya mı çalıştıkları belli olmayan
satıcılarla kıran kırana pazarlık yapmayı, annesine şeker aldırmak için bir yandan
ağlarken bir yandan da eteğini çekiştiren çocuğu izlemeyi, sanki malıyla
ilgileniyormuş gibi yaptığım yaşlı teyzenin güzel kızıyla göz göze gelmeyi tercih
etmişimdir hep. Bir de ne zaman o çok yıldızlı otellerin kapısından içeri girsem,
kendimi oraya ait değilmişim gibi hissederim. O yüzden 3. – 4. sınıf otelleri, hostelleri
tercih ederim. Çünkü o otellerde insanlar sizi baştan aşağı süzüp not vermezler.
Kıyafet seçiminde birinci faktör beğenilmek değil, rahatlık ve kullanışlılıktır. Lüksünüz
çok azdır ama zaten ihtiyacınız da yoktur. Akşam, Polonyalı, İspanyol, İtalyan hep bir
arada oturup gezdiğiniz ülkelerdeki anılarınızı ve kendi ülkenizi, ülkenizin insanlarını
anlatırsınız. Belki de okul yıllarından beri unuttuğunuz paylaşmanın zevkine
varırsınız.
Bazı insanlar vardır yalnız sinemaya bile gidemezler. Sanki kendileriyle baş
başa kalmaya korkuyorlarmış gibi. Sanki kendileriyle barışık değillermiş, kendileriyle
vakit geçirmek hoşlarına gitmiyormuş gibi. O insanlara acımışımdır hep. Halbuki bir
kere yalnız tatile çıksalar, belki kendi kendileriyle yüzleşme fırsatına da sahip
olacaklar. Yalnız tatile çıkmayı sevmemin birinci sebebi bu: Kendi kendimle baş başa
kalmak. Aynaya bakmak gibi bir şey bu. Ama içerilere, daha derinlere. İkinci sebebi
ise özgürlük ve sorumsuzluk hissi. Gözünüzü açtığınız anda, daha önce gitmediğiniz
bir ülkenin tanımadığınız bir sokağında buluyorsunuz kendinizi. İnsanların dillerini
bilmiyorsunuz. Konuşmaları, yüz hatları hatta el kol hareketleri bile yabancı. Ne
gidecek bildik bir yeriniz var, ne de başınız sıkıştığında aranacak bir dost. Sanki bir
bebek gibi hayata yeniden başlıyorsunuz işte. Size öğretilen tüm değer yargılarını,
çatalı sol elle tutmanız gerektiğini, topluluk içinde geğirmenin ayıp olduğunu, bir
arkadaşınızla yolda karşılaştığınızda iki kere yanağından öpmeniz gerektiğini unutun.
Çünkü artık yeni bir toplumda, yeni bir kültürdesiniz. Siz yep yeni bir insansınız artık.
Öğrenmeye hazır mısınız? O heyecanı, sıfırdan başlama heyecanını hissedebiliyor
musunuz? O halde yeni bir dünyaya hoş geldiniz.
Luxor havaalanı neredeyse çölün ortasında. Mısır’ın % 95’inin çöl olduğunu
okumuştum ama çölü sadece filmlerde gördüğümden gözümün önünde
canlandıramamıştım. Ama şimdi gözümün önündeydi işte: Uçsuz bucaksız kum
tepeleri. İstanbul’dan ayrıldığımda hava biraz soğuk ve yağmurlu olduğu için
mecburen kışlık sayılabilecek polarımı giymiştim. Oysa şimdi çölün ortasındayım ve
sıcaktan pişmek üzereyim.
Türk vatandaşları vizeyi havaalanından alabiliyorlar. Ücreti daha önce
öğrendiğimden 35 $ cebimde çoktan hazırdı. Fakat ben henüz etrafla ilgilenirken
garip bir şey oldu. Oldukça iyi giyimli bir arap gelip, turu bir köşeye doğru götürdü.
Ben de henüz grubun içinde olduğumdan ben de onlarla birlikte hareket ettim. Adam
cebinden bir zarf çıkartıp içinden mavi ve kırmızı renkli iki pulu gösterip İngilizce bir
şeyler anlatmaya başladı. İngilizce diyorum ama arap şivesi ile İngilizceyi anlaması
bayağı zor oluyor. Hem arkada olduğumdan, hem de ingilizceyi arap şivesiyle
konuşmasından dolayı bir şey anlamadım. Neden sonra insanların pasaportlarını
çıkartıp ona verdiğinde anladım ki, gösterdiği pul vize imiş. Kalabalık bir sıra oluştu
hemen. Sırası gelen pasaportunun bir sayfasını açıyor, adam da ona “-Kosmos” diye
sorduktan sonra pulu yapıştırıyordu. Sıra bana geldiğinde arap sordu:
-“Kosmos?”
bir an teredütten sonra
“- Evet. Kosmos.”
Pulu yaladıktan sonra pasaportuma yapıştırdı. Vizeyi de beş kuruş para vermeden
almıştım. O an vicdanım biraz sızlamıştı ama daha sonra Mısırlıların bana atmaya
çalıştıkları, hatta attıkları kazıkları düşündükçe oh olsun diyorum. Elime sağlık.
Kosmos tura son bir yüzsüzlük yapıp şehir merkezine kadar onlarla gelip
gelemeyeceğimi sordum. Onlar da yer olursa gelebileceğimi söylediler.
Luxor’dayım. Otobüs Nil nehrinin kıyısında durdu. İnsanlar bagajlarıyla uğraşıp
binecekleri ve dört gün boyunca Nil’de seyahat edecekleri gemiyi incelerken ben
gruptan ayrıldım. Sanırım onlarla dönüşe kadar görüşemeyecektik. Çünkü rotamız
farklıydı.
Biraz Nil’in keyfini çıkarmaya karar verdim. Her ne kadar elimde internetten
dökümanlar olsa da otel bulmanın o kadar da kolay olmayacağını biliyorum. Ama
hava kararmasına da çok vardı ve erken kalkılan bir günün yorucu bir uçak
yolculuğundan sonra Nil kenarında biraz dinlenmeyi hak etmiştim. Fakat ne mümkün.
Henüz on onbeş metre ilerlemiştim ki, adamın bir yanıma gelip taksi isteyip
istemediğimi sordu. Ben elimle hayır işareti yapmama rağmen sanki evet demiş gibi
taksinin kapısını açıp sırtımdaki çantayı almaya yeltendi. Ben de daha sert bir
hareketle hayır diyip biraz ilerledim. Daha sonra at arabası, tekne gezisi için de aynı
şeyleri yaşadıktan sonra ilk önce bir otel bulup bu turist görüntüsünden kurtulmanın
daha akıllıca bir iş olduğuna karar verdim. Nil kenarında satıcılardan yürümek zor
olduğundan ara sokaklara daldım.
Sıcağın altında git gide yüküm daha da ağırlaşıyordu. Ama yol yorgunluğuna
ve yüküme rağmen caddelerde başı boş gezmek ve arapça tabelaları incelemek de
hoşuma gitmişti. Küçüklüğümde bitiremesem de Kur’an okudum. O yüzden arapça
harflere ve rakamlara çok da yabancı değilim. Tam bir tabelayı çoktan unuttuğum
arapçamla çözmeye çalışırken yan bankta ağaç gölgesi altında bir şeyler tıkınan
gençlerden biri garip bir ses çıkardı:
- Ssszzzt.
İki üç kere bu sesi çıkardıktan bana bir şeyler söylemeye çalıştığını anlayıp ona
döndüm. Sonradan öğrenecektim ki bu sesi Mısırlılar bir birlerine seslenirken veya
kızlara laf atarken kullanıyorlar. Tıpkı bizdeki Şişşşt gibi.
Gençlerden biri yerinden kalkmadan oraya gelmemi anlatan bir el işareti yaptı.
Bir an tereddüt ettiğimi görünce kalkıp yanıma geldi.
Abdül Fattah. Comolos adalarından. -Türkiye’ye gidince haritaya bakıp yerini
bulacağıma söz verdim- Kapkara bir suratı ve kocaman elleri var. Elinizi sıktığı
zaman size güven hissi veriyor. Mısır’da Fransız Edebiyatını bitirmiş. Şimdi bir
Papyrus dükkanında satıcı olarak çalışıp dönüş uçak parasını biriktiriyormuş. Kendi
hesabına göre dört – beş ay daha çalışması gerekiyormuş. Aylık maaşı sadece 150
L.E. (1)
Bana kendisinin de Mısır’lı olmadığını söyledi. Türk ve müslüman olduğumu
öğrenince ilgisi iki kat daha arttı. Kendisinin de Kahire’de okurken Türk arkadaşlarıyla
aynı yurtta kaldığını ve bana istersem otel bulma konusunda yardım edebileceğini
söyledi. Yardım teklifini severek kabul ettim. Yüzü bende hiç de hırsız, dolandırıcı
izlenimi uyandırmamıştı. Ne çeşit otel istediğimi sordu. Ben de o klasik yanıtı verdim:
“- Temiz ve ucuz olsun.”
Minibüse bindik. Ücreti ödememe müsaade etmedi. Beraber üç yıldızlı bir otele
gittik. Resepsiyonist çocukla arapça bir şeyler konuştuktan sonra bana fiyatı söyledi.
Fiyat düşündüğümden biraz yüksekti. O da sorun olmadığını başka bir otele
gidebileceğimizi söyledi.
İkinci gittiğimiz otel belli ki daha ucuz bir oteldi. Resepsiyonda genç bir arap
kızıyla birlikte pala bıyıklı üzerinde koyu renkli bir Galabia ( 2) olan bir adam vardı.
Resepsiyonda çalışan kızla birlikte odalardan birini görmeye çıktım. Oda, içinde
tuvaleti de olan sıradan 3.sınıf otel odalarındandı. Hakkını yememek lazım, bir de
klima vardı odada. Çarşafları kontrol ettikten sonra kıza onaylayan bir işaret yaptım.
Yorgundum ve duş almak istiyordum. Daha fazla uğraşamazdım. Abdül, bir süre
onunla da görüştüktan sonra bana fiyatı söyledi: 100 L.E. Ben bu fiyatın da yüksek
bulduğumu söyleyince adam son olarak iki gecelik 70 L.E. yapacağını söyledi. Ben
de gecelik olarak 35 L.E. ödeyeceğimi ve yarın kalıp kalmayacağıma henüz karar
vermediğimi söyledim. 40 L.E. verdim. Bozuk parası olmadığı için paranın üstünü
sonra vereceğini söyledi. Bu arada Abdul Fattah benden izin isteyip eğer istersem
saat 19.30 gibi otele gelebileceğini, beraber dolaşabileceğimizi söyledi. Tamam
dedim. Duş aldıktan sonra o saate kadar dinlenmeyi planlıyordum.
Fakat ılık bir duş kendime getirmişti beni. Dinlenmek yerine dışarıda
buluverdim kendimi. Tabii yazlık kıyafetlerle. Nil etrafında şortla dolaşan turistler
görmüştüm. Ama kaldığım otel biraz daha içerlerdeydi. Çok da yabancısı olmadığım
İslami kurallar sebebiyle şort giymek yerine uzun pantolon ve kısa kollu bir t-shirt
giymeyi tercih ettim. Ne de olsa bir müslüman ülkedeydik ve hoşgörü sınırlarını
henüz bilmiyordum.
Tam otelin karşısında bir kalabalık gözüme ilişti. Biraz yaklaşınca bir semt
pazarının girişi olduğunu anladım ve o sokağa doğru yürümeye başladım.
Gördüklerim tam anlamıyla nefeslerimi kesmişti. Değişik meyve ve sebzeleri bağıra
çağıra satmaya çalışan satıcılar. Tezgahın üzerindeki etleri kesip, tartıp, poşetleyen
açık hava kasapları, aldıkları sebze-meyveleri başlarının üzerindeki sepette taşıyan
kadınlar. Daracık bir sokak olmasına rağmen insanları ezercesine geçen at arabaları,
bisikletliler. Ekmek arası şu anda bile tam kestiremediğim şeyler satan sokak
satıcıları. Önünde şişası (3) ile etrafı izleyen ak sakallı bir arap. Bir elinde tepsi, diğer
elinin avucunda şeker taşıyan esnafa çay dağıtan çaycı. Tam bir kaos. Ama öyle
ahenkle çalışıyor ki asla bir birinin yolunu kesmiyor. Ufak tefek kazaların dışında.
Sokakta ilerledikçe insanların bakışları benim üzerimde odaklaşıyordu. Ne de
olsa turisttim ve bu özellikle de giysilerimden belli oluyordu. Halbuki ben halkın
arasına dalmak, sanki onlardan birisiymiş gibi rahatsız etmeden ve edilmeden
dolaşmak istiyordum. Bir şekilde kamufle olmalıydım. Ama nasıl? O anda aklıma bir
1
1 USD = 3.85 LE (Egyptian Pound)
Galabia: Entari benzeri erkeklerin giydiği geleneksel bir Arap giysisi.
3
Şişa: Nargile
2
fikir geldi. Bir galabia almak. Pazarda bu kıyafeti satan bir satıcı bulmak çok zor
olmadı. Çat pat İngilizce de biliyordu.
- Essalamün Aleyküm.
- Va Aleyküm Selam ve Rahmetullah. Nereden?
- Türkiye.
- Türkiye? Helva.(1)
Mısır’da müslüman olmak çok büyük bir avantaj. İnsanlar sizi turist, yani
yolunacak kaz olarak görmekten vaz geçip müslüman kimliğinizle görüyorlar. Türk
olmak da çok büyük avantaj. Çünkü bir kısmının Türk akrabası olduğu gibi herkes
Türkleri çok seviyor. Bir ülkeye gittiğim zaman o ülkenin kültürünü, dilini öğrenip
mümkün olduğu kadar kullanmaya çalışırım. Daha önceki seyahatlerimde yanıma o
ülkenin dilinde basit sözcükleri içeren kitaplar almıştım. Ama bu sefer vakitsizlikten,
“Türkçe-Arapça Konuşma Kılavuzu” benzeri bir kitap alamadım. O yüzden halktan
öğrenmeliydim.Böylesi daha yavaş sürse de daha kalıcı ve eğlenceliydi. Günaydın,
teşekkür ederim, nasılsınız vb. günlük hayatta çok kullanılan sözcükleri öğrenmek ve
mümkün olduğu kadar onlar gibi telaffuz etmeye çalışmak bir anda onların gözünde
değerinizi yükseltiyor. Bir çok avrupalı turistin –burnu büyüklüğünden olsa gerekbirkaç basit sözcük öğrenmeye bile çalışmadıklarını hayretle görüyorum. Halbuki
iletişim ve karşılıklı olumlu elektrik için bu şart.
Adam şaşkınlığını attıktan sonra gerçekten galabia isteyip istemediğimi sordu.
Benden evet yanıtını alınca da gösterdiğim giysiyi ipten alıp bana verdi. Giymeme ve
çıkarmama yardım etti. Daha incelemeye bile fırsat vermeden bir poşete koyup elime
tutuşturuverdi. Sıra pazarlığa gelmişti. Normalde pazarlık etmesini çok severim.
Üstelik de alıcıysam. Ama şu Mısır seyahatim boyuna satıcıdan, taksiye, postanede
telefon kartı satan memurdan, polise, minibüsçüden otel sahibine kadar o kadar
kişiyle pazarlık ettim ki bir süre artık pazarlığın adını bile duymak istemiyorum. O
yüzden pazarlık kısımlarını kısa keseceğim. Ama sanmayın ki, kolay oluyor. Uzun
süren bir pazarlık sonunda 20 L.E. gibi Mısırlılar tarafından bile makul sayılabilecek
bir fiyata aldım. Yalnız o kargaşa esnasında önündeki ufak bir söküğü görememişim.
Daha doğrusu satıcı görmeme fırsat vermedi. Onu da şu anda tüm iyi niyetimle nazar
boncuğu olarak sayıyorum.
Hemen otele dönüp üstümü değiştirdim. Artık ben de bir Mısırlıydım.
Resepsiyondaki kız şaşkınlığını gizleyemedi. Ben sanki normalmiş gibi kıza hiç
aldırmadan Luxor Temple’ı ziyaret etmek üzere fotoğraf makinamla birlikte otelden
ayrıldım.
Otel çıkışında bıyıklı, Türke benzeyen bir adam yolumu kesti. İlk önce otelde
kaldığımdan emin olduktan sonra bana tekne gezisi isteyip istemediğimi sordu.
Müslüman ve Türk olduğumu öğrenince de eğer bayramda burada olacaksam beni
evinde misafir etmekten ve ailesiyle tanıştırmaktan mutlu olacağını ve bu sayede
benim de gerçek bir Mısır evi görme şansım olacağını söyledi. Kibarca salladım. O
da ısrarcı olmadı.
En az beş yıl öncesinden kalma bir öğrenci kimliğim var. Türkiye’de her ne
kadar işe yaramasa da yurt dışında bayağı işe yarıyor. Diğer yurt dışı seyahatlerimin
tamamında kullandım. Öğrenci ücreti olan 10 L.E. ile birlikte eski öğrenci kimliğimi de
gişedeki adama uzattım. Adam bunun geçerli olmadığını, uluslar arası olması
gerektiğini söyleyip benden tam ücret olan 20 L.E. aldı. Sonradan öğrendim ki ISIC
(2) sahibi olmam gerekiyormuş. Üstelik ISIC kartı sahibi olmak için öğrenci olmana da
gerek yok. Bastır parayı al kartı. Tam Türk işi. Yoksa Arap işi mi demeliydim.
1
2
Helva: İyi, çok iyi.
ISIC: International Student Identification Card
Luxor Temple’ı gezdikten sonra henüz havanın kararmamış olmasına sevinip,
biraz gün baytımı fotoğrafı çekmek için Nil kıyısına indim. Fakat fotoğraf çekmek için
flukaların (1) kiralandığı yere kadar gitmem gerekiyordu ve bu iş, teknelerini kiralamak
isteyen ısrarlı satıcılardan dolayı hiç de kolay değildi. Aslında ben de bu teknelerden
birini kiralamayı istiyordum. Ama fiyatlar 40 L.E. den başlıyordu ve bu bir gecelik otel
paramdan fazlaydı. En sonunda gençlerden birini gözüme kestirip yanaştım. 10 – 15
dakika süren kıyasıya bir pazarlıktan sonra adam yorgun düşüp 5 L.E. ye anlaştık.
Tam kıyıdan açılmak üzereydik ki, başka bir çocuk iki Hollandalı turist getirdi.
Onlardan kişi başına 35 L.E. aldığını gözlerimle gördüm. Şimdi Mısır’a giden
arkadaşlarımdan ücret konusunda neden farklı tepkiler aldığımı anlayabiliyorum.
Pazarlık etmeyi biliyorsanız Mısır çok ucuz bir ülke. Ama eğer bilmiyorsanız.
Hollandalı çift gibi her şeyin fiyatının belli olduğu bir Avrupa ülkesinden geliyorsanız,
5 L.E. lik geziye 35 L.E. ödemeniz içten bile değil.
Nil’de gün batımı gerçekten müthiş. Her ne kadar fotoğraf çekmekten bunu
tam olarak yaşayamasam da Hollandalı çift eminim verdikleri paranın keyfini
çıkarttılar. İnsan kaç kere sevgilisiyle birlikte Nil üzerindeki bir yelkenlide gün batımı
izleyebilir ki?
Fluka gezisinden sonra pek de hoş olmayan bir sürpriz oldu. Tam karaya
adımımı atmıştım ki, otel çıkışında tekne isteyip istemediğimi soran adamla
karşılaştım. Pek bozuntuya vermemeye çalıştım ama biraz utanmıştım doğrusu.
Tekne gezisinin nasıl olduğunu sordu. Ben güzeldi dedim, donuk bir ifadeyle. O da
evinde misafir etme teklifini yineledi. Ama ben muhtemelen yarın Luxor’dan
ayrılacağımı söyleyip adamın cevabını beklemeden oradan uzaklaştım.
Otele geldiğimde Abdül beni bekliyordu. O da kıyafetimi görünce şaşırdı ve
eliyle güzel anlamına gelen bir işaret yaptı. Bizde tamam (o.k.) anlamına gelen baş
parmağın yukarı doğru kaldırılmasıyla yapılan işaret onlarda güzel anlamına geliyor.
Biraz Nil kıyısında dolaşıp, yer fıstığına benzeyen bir fıstık yedik. Şeker kamışı
suyu içtik. Yapımı ve tadı çok ilginç. Boyu 1.5 – 2 metreyi bulan şeker kamışlarını ikili
üçlü gruplar halinde buzdolabı büyüklüğünde bir makinaya sokuluyor. Makinadan
gacır gucur sesler geldikten sonra kamış başına yaklaşık 1-2 bardaklık su çıkıyor.
Rengi yeşil. Tadı şekerli su gibi. Değişik, anlatması zor. Daha sonra aynı kamışı
çocukların kemirerek yediklerini de görecektim. Yurttaki Türk arkadaşlarının sebepsiz
yere kavga çıkarttıklarından, Luxor’da kız arkadaşı olmadığından, ama Kahire’de bu
işlerin çok daha kolay olduğundan bahsettik. Şimdi birkaç arkadaşı ile birlikte bir evde
kalıyorlarmış. Para biriktirmek için ara sıra Fransızca ders de verdiği oluyormuş..
Gece yarısına doğru bir şeyler içmek üzere bir kahveye giderken yolda bir
arkadaşına rastladık: Abdo Mekawy.
Abdo Mekawy. Papyrus ustası zengin bir babanın oğlu. Kahire ve Karnak’da
Papyrus dükkanları var. Kısa boylu ve zayıf. Beyaz tenine rağmen kap kara bir
gözleri var.
Hemen bir iskemle bulunup Abdo’nun yanına oturtturuldum. Abdül, benim
hakkımda bir şeyler dedikten sonra. Abdo bana döndü ve:
-Wellcome.
-Şükran. (2)
-Apfvan. (3)
Türk ve müslüman olmam, üstelik de birkaç kelime de olsa arapça konuşmam
ilgisini çekmişti. Şişa isteyip istemediğimi sordu. Ben istemediğimi ama kahve
1
Fluka: 5-6 kişilik yelkenli tekne
Şükran: Teşekkür ederim.
3
Apfvan. Bir şey değil.
2
içebileceğimi söyleyince bir ağa edasıyla garsonu çağırıp misafirine bir türk kahvesi
getirmesini söyledi. Çok geçmeden türk kahvesi su bardağında geldi. Yanında da bir
bardak su. Çok dolaşmıştık ve susamıştım. Tam suyu içmeye hazırlanırken, başka
bir arkadaşları masaya geldi ve sormadan benim suyun yarısını götürdükten sonra
Abdo’nun şişasından da derin bir nefes çekti. Ben Abdo’nun kızmasını beklerken
onlar derin bir sohbete dalmışlardı bile. Ben bir şey diyemezdim. Yeni bir su istemek
de saygısızlık olabilirdi. Ama tanımadığım birisinin bardağından su içmek de pek akıl
karı gelmiyordu. Bir süre daha susuz kalmayı göze alacaktım. Hiç olmazsa kahveden
olmayalım diye kahve bardağını elime aldım.
Onların sohbeti esnasında çevreyi inceleme fırsatı buldum. Hemen yanımızda
bir sokak satıcısı vardı. Bol sarımsaklı ve salçalı bir şeyler yapıyordu. Kokusu
genzimi yakmıştı. Salça kutusunun plastik kapağını ağzıyla açıp, işi bittikten sonra
yine ağzıyla kapatıyordu. Hemen çaprazımızda iki ihtiyar bir yandan domino oynuyor,
bir yandan şişalarını tüttürüyorlardı. Uzaklardan da zar sesi geliyordu. Belli ki birileri
de tavla oynuyordu. Sonradan gelen arkadaşları gittikten sonra Abdo ile koyu bir
sohbete daldık. İngilizcesi yetersiz olduğu için genelde kısa cümleler kurmaya
çalışıyordum. Hatta bazen beni anlamadığından emin olsam da anlamış gibi kafasını
sallıyordu. Bana bir kere diskoya gittiğinden, kızlara olan düşkünlüğünden ama
müslüman olduğundan bahsetti. Luxor’da kızlar konusunda dikkatli olmam gerektiği,
çünkü Kahire’ye göre daha kapalı ve islami bir şehir olduğunu söyledi. Ertesi gün
Karnak Temple’ı ziyaret edeceğimi öğrendiğinde cebinden yeni bastırdığı kartını
çıkartıp verdi. Kartta adresi yazıyordu. Hemen Karnak Temple’ın yanındaydı ve yarın
muhakkak uğramamı istedi. Hatta söz bile verdirdi. Bu arada sık sık elindeki cep
telefonuyla oynuyordu. Bana cep telefonum olup olmadığını, eğer varsa markasını
sordu. Kendisininkinin benimkinden bir model üstün olduğunu duyunca rahatladı.
Cep telefonu numaramı telefonuna kaydetti ve kendisininkini de bana verdi.
Konuşmanın pahallı olduğunu ama mesajlaşabileceğimizi söyledi. Bu arada Abdül
sohbete pek katılmıyordu. Neden sonra uykusuzluktan gözlerinin kapandığını
gördüm. Kibarca kalkmak istedim. Abdül de beni onaylayınca hararetli bir el
sıkışmadan sonra kahveden ayrıldık. Abdül beni otelime bıraktı ve yarın eğer otelde
olursam aynı saatte gelebileceğini söyledi. Ben henüz karar vermediğimi ama büyük
bir ihtimalle ayrılabileceğimi söyledim. O zaman gitmeden önce isterse ona
uğrayabileceğimi söyleyip iş yerinin adresini bir kağıda yazıp tarif etti.
Çok yorgundum. Odama çıktım. Eğer sivrisinekler izin verseydi uyuyacaktım
da. Aptallık yapıp sivrisinek kovucu kremi yanıma almamıştım. Bu da bana pahallıya
mal oldu. Sivrisineklerle savaşı kazanıp uyuduğumda saat sabahın dördüne
geliyordu.
4 Mart 2001 Pazar (2. gün),
Sabah ezan sesiyle uyandım. Ama daha ayılamamıştım. Çok da geç kalkmak
istemediğimden saati 08.30’a kurup tekrar uykuya daldım.
Saat çaldığında hala uykumu alamamıştım henüz. Ama son bir gayretle
yataktan fırlayıp soğuk suyla elimi yüzümü yıkadım. Mısır’daydım ve uykuya vakit
ayıracak kadar lüksüm olmadığını düşünüyordum. Galabiamı giyip otelin yemek
yenilen bölümüne indim. Mutfakta bulunan bir adama kahvaltı istediğimi söyledim.
Kahvaltı tabakları daha önceden hazırlanmış olduğundan çok geçmeden kahvaltım
bir bardak çayla birlikte masamdaydı. Ben genelde çay içmeyi pek sevmem. Ama
tatillerde bu alışkanlığımın dışına çıkarım biraz. Zaten tatil demek biraz da sıra dışı
şeyler yapmak değil mi? Kahvaltımın bitmesine yakın bir Japon çift geldi.
Gülümseyerek selamlaştık. Kahvaltılarını beklerken çantalarından haritalarını
çıkarmış, bugün gidecekleri yerleri işaretliyorlardı. Aslında ben de artık plan yapsam
fena olmayacaktı.
Saat 11.00’e kadar otelde eşyalarım kalabilirdi. Bu yüzden erkenden Abdül’ü
ziyaret edip daha sonra da otelden eşyalarımla birlikte ayrılabilirdim. Her ne kadar
akşamki dolaşmamızda önünden geçtiğimiz dükkanını bana gösterse de oldum olası
yol bulmakta zorlanırım. Dürüst olmak gerekirse yol ve yön tayinim hiç gelişmemiştir.
Yine de geçtiğimiz yolları kafamın içinde canlandırıp koyuldum yola. Biraz ilerledikten
sonra kısa boylu, şişman bir çocuk yolumu kesti. Yüzü hiç yabancı gelmemişti. Dün
pazarda gezerken bir ara yanıma gelip bana eşlik etmişti. Bahşiş isteyince yanımda
bozuk para olmadığını söyleyip kibarca kovalamıştım. Belki bana Abdül’ün dükkanını
bulmamda yardımcı olabilirdi. Böylece dün akşam hak etmediği ufak bir bahşişi de
alabilirdi.
Ona Abdül Fattah’ı ve çalıştığı papyrus dükkanının ismini söyledim. Emin
olmamakla birlikte sokağın ismini de söyledim. Kafasını salladı ve onu takip etmemi
söyledi. Ben de hızlı adımlarla yürüyen çocuğa uydum.
Ara sokaklardan geçiyorduk. İnsanların sefalet içerisinde yaşadığı, bizim gece
kondu mahallelerinin bile çok lüks kaldığı yerlerden. Biraz ileride bir şey dikkatimi
çekti. Biraz yaklaştıktan sonra yerde ekmek teknesi içinde hazırlanmış beyaz,
yuvarlak hamurları gördüm. Üzerlerine sanırım çörek otu serpilmişti. Biraz daha
yaklaştıkça gözlerime inanamadım. Çörek otları hareket ediyordu. Hayır, hayır. Onlar
çörek otu değil koca koca sineklerdi. Allahtan fotoğraf makinam yanımdaydı. Ben
fotoğraf makinamı çantasından çıkartırken hamurları hazırlayan kadın geldi. Elbette
fotoğraf karesinde onun da yeri vardı. İzin almak istedim. İzin vermedi. Yaşadıkları
sefil hayatın belgelenmesini istemiyordu. Haklıydı.
Ara sokaklardan geçtikten sonra rehberimle birlikte bir papyrus dükkanına
girdik. Sahibine arapça bir şeyler söyledi. Sahibi de yanıma gelip beğendiğim
papyruslerin numaralarını bir kağıda yazmam için elime bir kağıt ve kalem tutuşturdu.
Ama ben papyrus satın almak istemiyordum ki. Amacım sadece dün bana çok
yardımcı olan arkadaşımı bulup vedalaşmaktı. Adamın ısrarlarını atlatıp zor bela
dükkandan dışarı attım kendimi. Tabii kılavuzum da arkamda. Kendisine papyrus
almak istemediğimi, sadece bir arkadaşımı ziyaret etmek istediğimi söyledim. Bu
sefer anlamış gibi göründü ve yine onu takip etmemi söyledi. Ben arkasından gittiğim
ve ara sıra fotoğraf çektiğim için durup benim ona yetişmemi sabırla bekliyordu.
Bir başka papyrus dükkanındaydık. Sahibi Abdül’ü tanıdığını, kendisinin diğer
dükkanda çalıştığını, o dükkanın da kendisine ait olduğunu söyledi. Eğer bu
dükkandan alış-veriş yaparsam daha büyük bir indirim yapacağını da ekledi.
Bu sefer gerçekten kızmıştım. Bir saate yakın süredir ara sokaklarda, papyrus
dükkanlarında dolaşıyorduk. Üstelik otelden ayrılma vaktime de fazla kalmamıştı. Bu
sefer kılavuza uymamaya karar verdim. Üstelik beni geciktirdiği ve oyaladığı için
bahşiş de vermeyecektim. Ama nasıl yaptı bilmiyorum bir kez daha beni kandırmayı
başardı. Üstelik şimdi küçük bir arkadaşı da bize eklenmişti. İki kılavuzum önde, ben
arkada Luxor’un arka sokaklarına daldık yine.
Bu sefer sokaklar tanıdık gelmeye başlamıştı. Belki de bana öyle geliyordu. Şu
berberin önünden dün akşam geçtiğimize eminim. Sonunda doğru dükkanı
bulmuştuk. Ama Abdül dükkanda yoktu. Onca yolu, onca zahmeti boşa mı çekmiştim.
Dükkan sahibinin, birkaç dakika içinde geleceğini söylediğinde pek inanmamakla
birlikte yine de biraz rahatladım.
Gerçekten Abdül de birkaç dakika içinde geldi. Sanki uzun yıllardır iki
dostmuşuz da uzun süredir birbirimizi görmüyormuşuz gibi sarıldık birbirimize. Bir
birimizin sırtını sıvazladık uzun süre. Beni içeri davet etti. Ne içmek istediğimi sordu.
Sadece su istedim. Suyumu içerken bana çalıştığı dükkanı gezdirdi. Arada sırada
dükkan sahibinin yanından geçerken papyrus isteyip istemediğimi soruyordu. Belli ki,
dükkan sahibine de işini iyi yaptığını göstermek istiyordu. Ben taşımanın güç
olacağını söyleyip reddettim. O da laf olsun diye sorduğundan üstelemedi. Sadece
beğendiğim bir papyrusun yanında beraber bir fotoğraf çektirdik.
Maalesef Abdül’den ayrılmam uzun sürmedi. Çünkü sokak sokak papyrus
dükkanını ararken bayağı vakit kaybetmiştim. Yine hararetli bir sarılma ve veda
faslından sonra beni uğurlamak için dükkan dışına kadar eşlik etti. İki kılavuzum da
dışarıda beni bekliyordu. Onları tamamen unutmuştum. Abdül bir bana bir onlara
baktı. Tam onları kovalamak için hamle yapacaktı ki, ben elimle onu tutup
durdurdum. Dükkanı bulmama yardımcı olduklarını ve ufak bir bahşişle
ödüllendireceğimi söyledim. O da onları azarlamaktan vazgeçti. Ama bakışlarından
onlara pek de güvenmediğini seziyordum.
Artık yolu öğrenmiştim. Dönüşte minibüsle gitmeliydim. Bu bana hem vakit
kazandıracak hem de kılavuzlardan kolay yollu kurtulmamı sağlayacaktı. Cebimden 2
L.E. çıkartıp büyük olanına verdim ve paylaşmalarını tembih ettim. Fakat sanki ben
hiçbir şey dememişim gibi parayı özenle katlayıp cebine soktu ve hızla oradan
uzaklaşmaya koyuldu. Küçük olanı yolun ortasında kala kalmıştı. Ben elimle onu
takip etmesini işaret ettim. Bir bana bakıyor, bir de kaçar adımlarla uzaklaşan
arkadaşına. Bir türlü benden ikinci bir bahşiş koparmanın mı, yoksa arkadaşından
hakkı olan bahşişi almanın mı daha kolay olduğuna karar veremiyordu. Bu arada
minibüs geldi ve ben minibüse bindim. Arkama baktığımda, arkadaşını yakalamak
için çoktan koşmaya başlamıştı bile. Yakalayabildi mi bilmiyorum.
Otele biraz gecikmiştim. Ama her şey normal gözüküyordu. Odama çıktım ve
daha önceden hazır olan eşyalarımı sırtladım. Resepsiyona indiğimde otelin sahibi
namaz kılıyordu. Hem vedalaşmak için hem de dünden kalan 5 L.E. alacağımı almak
için namazının bitmesini bekledim. Uzun sürmedi. Sert bir biçimde elini sıkıp tam
çıkacakken sanki birden aklıma gelmiş gibi dönüp alacağımı istedim. Adam gayet
pişkin bir biçimde o fiyatın iki gece için olduğunu, halbuki benim bir gece kaldığımı,
dolayısıyla fiyatın arttığını söyledi. O zaman bayağı içerlemiştim. Ama daha sonra
yaşadıklarım, bunun sadece sıradan bir hareket olduğunu öğretecekti bana.
Karnak’a gitmek için minibüse binmeden önce minibüsün ne kadar olduğunu
bir gençten öğrendim. İyi ki de öğrenmişim. Çünkü reis(1) tam 10 katını istedi. Ben de
1
Reis: Arapçada hem araba şoförleri hem de gemi kaptanları için kullanılan sözcük.
ona fiyatı bildiğimi söyledim. İkna olmayınca dün aynı yere daha önce gittiğim
yalanını uydurdum. İstemiye istemiye parayı aldı.
Yolda ilk önce Abdül’ün bizi kahvede tanıştırdığı Abdo’nun papyrus dükkanına
uğramaya karar verdim. Dün akşam çok samimiydik ama bugün acaba beni
hatırlayacak mıydı. Karnak Temple’a yaklaşırken bir papyrus dükkanı gördüm.
Abdo’nun olabileceğini düşünerek minibüsten indim. Ama başka bir papyrus
dükkanıydı. Dün yaşananlardan sonra onlara Abdo’nun dükkanını sormanın pek de
iyi bir fikir olmayacağına karar verdim. Eğer sorsam, kesin bana bir şey satmaya
kalkacaklardı. Bu sıcakta hiç mi hiç uğraşamazdım. O yüzden Karnak Temple
yakınlarında olduğunu tahmin ettiğim dükkanı kendim bulmaya karar verdim.
Yolda yine Kaleş(1)’çiler yolumu kesti. Yolun karşı tarafına geçiyor, bazen
hızlanıp bazen yavaşlıyor, fakat yine de onlardan kurtulamıyordum. Bir ara çok
yaklaşmış olmalılar ki çantamın sapı arabanın bir yerlerine takılıp söküldü. Ne garip
bir tesadüf ki, Yunanistan gezimde çantanın aynı yeri sökülmüştü. Bu hasara rağmen
pek vazgeçecek gibi görünmüyorlardı. Ben de bunun üzerine yolu terkedip kumdan
yürümeye başladım. Ayakkabıma kum giriyordu ama onlardan nihayet kurtulmuştum.
Abdo’nun papyrus dükkanını bulmam çok zor olmadı. Abdo ve arkadaşları
öğle sıcağında kendilerine gölge bir yer bulmuşlar sohbet ediyorlardı. Beni görür
görmez ayağa kalktı. Başıyla bir selam verdi. Ben de sağ elimi kalbimin üstüne
götürüp selamını aldım. Arkadaşları bu arada şaşkın şaşkın bizi izliyorlardı. Onlara
arapça bir şeyler söyledi. İçinde sadece Türk kelimesini anlayabilmiştim. Onlar da
ayağa kalkıp teker teker beni selamladılar.
Papyrus dükkanı düşündüğümden daha büyük ve lükstü. İçerisi son derece
güzel ışıklandırılmış ve zevkle dekore edilmişti. İrili ufaklı papyrusler iki cam arasına
sıkıştırılıp duvarlara asılmıştı. Sayamadım ama sanırım dükkanda çalışan onun
üzerinde eleman vardı. Şu anda dükkanda hiç müşteri olmadığından hepsi aylak
aylak geziyor ve bir birlerine şakalar yapıyorlardı.
Ayağım uğurlu gelmiş olacak ki, henüz dükkanı gezmeye başlamadan Baltık
ülkelerinden bir turist kafilesi geldi. Abdo da bana buz gibi bir kızılcık şerbeti ikram
ettikten sonra müsademi istedi kısa bir süre için. Bu arada dükkanı gönlümce
gezebileceğimi ve eğer beğendiğim bir papyrus olursa sadece söylememin yeterli
olduğunu söyledi. Ama turistlerle ilgilenmesi uzun sürmedi. Onları adamlarına
emanet etmişti. Beni bir köşeye götürdü. Masanın üzerinde bir leğen içerisinde su,
leğenin yanında bir takım bitkiler ve bir merdaneyle eski portakal sıkma makinalarına
benzer bir alet duruyordu. Bana papyrusun nasıl hazırlandığını öğreteceğini söyledi.
Papyrus; yaklaşık yarım metre boyunda bir yeşil kamışın üzerinde salkım
saçak otlar olan bir bitki. İlk önce cebinden çıkarttığı çakısıyla papyrusun kabuğunu
soydu. Daha sonra tahta çekiç ile dövdükten sonra bir merdaneyle hamur yoğurur
gibi açıp suya attı. Suda uzun süredir beklediği belli olan başka bir iki papyrus daha
vardı. Fakat hepsinin de renk tonları farklıydı. Kimisi açık sarı, kimisi sütlü kahve
renginde, kimisi de koyu kahverengi idi. Sonradan öğrendim ki, papyrusun suda
bekletilme süresine göre rengi değişiyormuş. Eğer bir hafta bekletilirse açık sarı, bir
ay bekletilirse koyu kahve rengini alıyormuş. Daha sonra bu papyrusleri alıp portakal
sıkacağına benzettiğim ama aslında mengene olan aletin içine kimini dikey kimini
yatay olacak şekilde özenle yerleştirdi. Bir süre suda bekleyen papyrusler bu el
mengenesi ile sıkıştırılıp üzerine desen çizilebilir papyrus haline geliyorlarmış.
Turist kafilesi gittikten sonra dükkanda en beğendiğim papyrusu seçmemi
istedi. Ben de üzerindeki desenlere aldırmadan en parlak olanını seçtim. Seçimim
1
Kaleş: At arabası.
dolayısıyla beni tebrik etti. Çünkü seçtiğim papyrusu iyi bir papyrus ustası
hazırlamıştı. Sol alt köşede de imzası vardı zaten. Hemen yanındaki daha büyükçe
bir papyrusu camdan çıkartıp ikisini de elime verdi ve kıyaslamamı istedi. Gerçekten
benim seçtiğimin renkleri daha canlı ve albeniliydi. Papyrusde çizili olan insanların
gözlerine de bakmamı işaret etti. Benimkinin gözleri daha bir özenle çizilmişlerdi.
Papyrus testini geçmiştim sanırım.
Seçtiğim papyrusu hediye etmek istedi. Bense acaba satmaya mı çalışıyor
yoksa gerçekten hediye mi etmek istiyor diye kestiremedim. O yüzden daha yolumun
uzun olduğunu ve yolda ona bir zarar gelirse üzüleceğimi söyledim ve ekledim eğer
param kalırsa Kahire’den alacağım diye. Hangi gün Kahire’ye gideceğimi sordu. Ben
henüz tam olarak bilmediğimi ama muhtemelen 4-5 gün sonra Kahire’de
olabileceğimi söyledim. O da asıl dükkanlarının Kahire’de olduğunu, eğer
ayarlayabilirse kendisinin de Kahire’ye gelip bana daha büyük bir papyrus hediye
etmekten gurur duyacağını söyledi. Daha fazla hayır diyemezdim. Teşekkür ettim.
Abdo ve adamlarıyla birlikte gölgeye geçtik. Bana aç olup olmadığımı sordu.
Ben de geç yediğimi henüz acıkmadığımı söyledim. Halbuki acıkmaya başlamıştım
ama daha fazla yüzsüzlük etmek istemiyordum.
Uzun bir süre o ve arkadaşlarıyla havadan sudan konuştuk. Abdo, kimi zaman
patron olmanın verdiği ağırlıkla her şeye gülmüyor, kendini geri çekiyor, kimi zaman
da yaptığı şakalarla ölçüyü kaçırıyordu. Sohbet konusu futbola geldiğinde bayağı
şaşırdım. Çünkü içlerinden tamamı Galatasaray’ı tanıyor, hatta birisi kadroyu eksiksiz
sayabiliyordu. Galatasarayın kadrosunu arap şivesiyle bir araptan dinlemelisiniz. Bu
kadar erkek bir araya gelir de konu kadınlara gelmez mi. Abdo’nun elemanlarından
genç ve esmer olanı Türk kadınlarına çok ilgi duyduğunu söyleyip bir Türk kızıyla
tanıştırmamı rica etti. Ben de söz veremeyeceğimi ama birkaç arkadaşıma konuyu
açacağımı söyleyip konuyu kapattım. Abdo, dün akşamki konuşmamızdan benim evli
olmadığımı biliyordu. Kız arkadaşım olup olmadığını sordu. Ben de Türk erkeğinin
adını lekelememek için çok diye cevap verdim.
Biz erkekler bazen komik oluyoruz. Konu kadınlar oldu mu hindi gibi
böbürlenmeyi, tavus kuşu gibi gösterişi pek severiz. Sanki toplumun bize vermiş
olduğu bir görev varmış gibi kendi kendimize görev ve sorumluluklar edinir, sonra da
kendi kendimize yüklediğimiz bu sorumlulukların altında eziliriz. Sanki kadınlara hatta
daha çok da erkek arkadaşlarımıza bir şeyler ispatlamak istermiş gibi. Biz erkekler
bazen gerçekten komik oluyoruz. Ne zor şeydir şu erkeklik.
Birden fazla kız arkadaşımın olması hoşuna gitmişti Abdo’nun. Yanımda
fotoğraflarının olup olmadığını sordu. Olumsuz yanıt aldıktan sonra isterse
İstanbul’dan ona fotoğraf gönderebileceğimi ve onun da kız arkadaşımın resmini
papyruse çizdirebileceğini söyledi. Bu fikir hoşuma gitmişti. Ben de ona Türkiye’de
tekstil ürünleri ucuz olduğu için gömlek, pantolon, ayakkabı gönderebileceğimi
söyledim. Hemen ölçülerini verdi. Beden: 36, Ayak Numarası: 40.
Sohbete dalıp oraya asıl geliş amacımı unutmuştum. Karnak Temple’ı
dolaşmak üzere müsaade istedim. Eşyalarımın dükkanda emin ellerde olduğunu ama
fazla geç kalmamamı söyledi.
Karnak Temple da tıpkı Luxor Temple gibi gösterişli bir yer. Her sütunda, her
heykelde tarihin o derin kokusunu içinizde hissedebiliyorsunuz. Bazen düşünüyorum
da yüzyıllar sonra insanlar bizi neyle anımsayacaklar. Doğayı çirkinleştiren
gökdelenlerimizle mi, ilk depremde yerle bir olan 6-7 katlı gece kondularımızla mı.
“Dünya bize atalarımızdan kalan değil, torunlarımıza bırakacağımız bir mirastır” ( 1).
Torunlarımızın yerinde olmak istemezdim.
Döndüğümde Abdo ve adamlarını aynı yerde sohbet ederken buldum. Belli ki
ben gittiğimden beri hiç müşteri gelmemişti. Beni tekrar aralarına aldılar. İçlerinden
biri kürtlerle sorunumuz olup olmadığını sordu. Ben de hiçbir sorunumuz olmadığını,
benim de kürt kökenli bir çok arkadaşım olduğunu söyledim. Tatmin olmamış olacak
ki, peşi sıra soruları sıralamaya başladı. Bense kısa ve politik cevaplar verip konuyu
kapatmaya çalışıyordum. Canım ne politika yapmak ne de Türkiye’deki sorunları
konuşmak istiyordu. Tatildeydim.
Abdo bana buradan nereye gideceğimi sordu. Ben de Aswan deyiverdim.
Aswan; Luxor’un güneyinde kalan bir yerleşim birimi. Aslında Aswan’a mı yoksa
Kızıldeniz kıyısında şirin bir şehir olan Hurghada’ya mı gideceğime karar
verememiştim henüz. Aswan’a oradan da Hurghada’ya geçmek istiyordum ama
Aswan’a gitmem demek yaklaşık bir gün kaybetmem demekti. Çünkü dönüşte tekrar
Luxor üzerinden gitmem gerekiyordu.
Abdo, Aswan’a trenle gitmem gerektiğini. Çünkü şoförlerin deli gibi araba
kullandıklarını, trenin ise biraz uzun sürmesine rağmen rahat ve konforlu bir yolculuk
için şart olduğunu söyledi. Saatine bir göz attıktan sonra da eğer trene yetişmek
istiyorsam acele etmem gerektiğini söyledi.
Tam vedalaşmaya hazırlanırken bir eşek anırmasıyla irkildim. Arkama
baktığımda bir eşek arabasına yüklenmiş çeşit çeşit meyve gördüm. Meyve satıcısı
adam muzları Abdo’ya gösterdi. Abdo’dan onay aldıktan sonra başladı poşete
doldurmaya. Araya bir iki portakal ve elma da attı ve ağzına kadar dolu poşeti
Abdo’ya uzattı. Abdo da bana. Abdo parayı adama uzattığı anda içeride bir telefon
çaldı ve Abdo’ya seslendiler. Abdo da koşar adımlarla içeri girdi. Onu göremeyen
adam paranın üstünü bana verdi. Bir süre sonra yanımıza gelen Abdo’ya paranın
üstünü uzattım. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra arkadaşlarından biri paranın üstü
olduğunu söyleyince gülümsedi. Benim iyi ve dürüst biri olduğumu söyledi. Onun
parasıyla dürüstlüğümü ispat etmiştim. Ben de karşılık olarak muzlardan birisini
soyup ona uzattım. Teşekkür edip geri çevirdi. Bizde adettir ısrar etmek. Üçüncü
veya dördüncü ısrarımdan sonra baklayı ağzından çıkardı. Oruçluydu. Utanmıştım.
Çünkü onun yanında sanki nispet yapar gibi şerbetler, kahveler içip her ikram ettiği
her şeyi gözünün önünde yemiştim. Elimde soyulmuş bir muz vardı ve ikram ettiğim
kişi de oruçluydu. Gözünün içine baka baka yemek de olmazdı, soyulmuş muzu
tekrar poşete atmak da. Ben de çareyi, muzu bir Türk kızıyla tanışmak isteyen
arkadaşına uzattım ve ekledim madem bir Türk kızıyla tanışmak istiyorsun al,
ihtiyacın olacak. Allahtan arkadaşı oruçlu değildi. Hep beraber gülüştük. Bunu da
atlatmıştım.
Veda faslı uzun sürdü. Hepsinin teker teker elini sıktım. Sıra Abdo’ya
geldiğinde bana her gittiğim yerden mesaj atmamı, telefona mesaj geldiğinde çocuk
gibi sevindiğini söyledi ve ilişkiyi kesmememizi istedi. Gözlerine baktım. İçten ve
samimiydi. İlk gelen minibüsü durdurdu. Şoföre ücretimi vermeyi de ihmal etmedi
tabii.
Yolda fikrimi değiştirdim. Aswan’a gitmek bana bayağı zaman kaybettirecekti.
Hem trene binmeden önce bir şeyler de yemek istiyordum. Ana caddede bir lokanta
seçtim ve daldım içeri. Masadaki listede yemeklerin fiyatları yazıyordu. Yalnız yemek
isimleri ingilizce yazmasına rağmen fiyatlar arapçaydı. Gerçi benim için sorun yoktu.
Çünkü arapça rakamları ezbere biliyordum. Ama bu belli ki turistler için oynanmış bir
1
Bir Afrika atasözü.
oyundu. Menüden güveç ve pilavı seçtim, bir de su istedim. Yemeklerinin tadı
bizimkilerden pek de farklı değil. Sadece güveçin dibi biraz acıydı.Yemekten sonra
hesabı istedim. Tahmin ettiğim gibi epeyce yüksek bir hesap geldi. Garsonu çağırdım
yanıma. Çantamdan bir kalem ve kağıt çıkartıp yediğim yemeklerin fiatlarını listeden
gösterip kağıda yazıp topladım. Tabii arapça. Yalnız ufak bir teknik hata yapmıştım:
Sağdan sola yazmam gerekirken ben soldan sağa yazmıştım. Garson çok şaşırmıştı.
Ama şaşkınlığı uzun sürmedi. Kağıdı elimden sinirli bir şekilde alıp toplamın altına bir
ücret daha yazıp bir toplam da o aldı. Bu ne dedim. Ekmek dedi. İki dilim ekmeğe
pilavın beş katı ücret ödemiştim. Garsonun yüzünde savaş kazanmış bir komutanın
edası vardı. Evet, savaşı kaybetmiştim, ama daha bu bir başlangıçtı.
Hurghada’ya tren olmadığı için otobüsün kalktığı yeri buldum. Saatini ve
ücretini öğrendim. İki üç saat vaktim olduğu için ve sırtımdaki yüklerle dolaşmak
istemediğim için bir internet kafe bulup vakit geçirmenin iyi bir fikir olduğunu
düşündüm. Internet kafe ararken yine bir taksi şoförü musallat oldu. En sonunda ısrar
etmekten vazgeçsin diye Hurghada’ya gideceğimi söyledim. Hay söylemez olaydım.
Hurghada’yı duyunca adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. Beni Hurghada’ya götürmeyi
teklif etti. Ben de oyuna uyup laf olsun diye fiyatını sordum. Otobüsün tam yirmi katı
para istedi. Ben o kadar param olmadığını hem olsa bile otobüsle gideceğimi
söyledim. O da bana otobüste bayram sebebiyle yer olmadığını, otobüs bileti satan
kişinin arkadaşı olduğunu söyledi. Bir an şüpheye düştüm. Saat kaçta hareket ettiğini
ve ücretini öğrenmiştim ama yer olup olmadığını sormamıştım. Ya yer gerçekten
yoksa. Taksi şoförünün tüm ısrarlarını arkamda bırakıp tekrar bilet satılan yere
döndüm. Allahtan korktuğum başıma gelmemişti. Yer vardı. Ama bu sefer işimi
sağlama alıp bileti cebime koydum.
Internet kafeye gitmek için hala vaktim vardı. İlk gördüğüm yere daldım.
Eşyalarımı görebileceğim bir yere bırakıp geçtim bilgisayarın başına. Daha önce
bahsettim mi bilmiyorum. Türkiye’deyken hem Mısır’da yaşayan birilerinden bilgi
almak hem de belki Mısır’da buluşuruz umuduyla internetten bir iki arkadaş
edinmiştim. Aynı şeyi Bulgaristan gezimde de yapmıştım. Internette tanıştığım bir
kızla Sofya’da buluşmuştum Böylece görülmeye değer yerleri araştırma ve bulma
zahmetinden kurtulmuş ve hoş vakit geçirmiştik. Mısır bir islam ülkesiydi ve
tanımadığım bir kızla buluşma konusunda ciddi şüphelerim vardı. Bu şüphelerimin
gerçekçi olduğunu çok geçmeden anlamıştım. Görüşmeyi teklif ettiğim kızlar ya
mesajlaşmayı kesiyor ya da aile baskısını öne sürerek kibarca reddediyorlardı.
İçlerinden sadece bir tanesi ile işler beklediğimden de kolay gelişti. İsmi Riham’dı. Bir
iki beylik cümlelerden sonra Kahire’de buluşmayı kararlaştırdık. Yalnız benim gezi
planım belli olmadığı için tarih ve yer saptayamamıştık. İtiraf etmem lazım ki internet
kafeye asıl gidiş sebebim internette ona rastlamayı ümit etmemdi. Beklediğim gibi de
oldu. Netteydi. Yazışmaya başladıktan bir süre sonra içimi bir şüphe kapladı. Sanki
bana konuşmaları garip gelmeye başlamıştı. Konuyu getirip daha önceki
konuşmalarımızdan bir iki soru sordum. Bana farklı cevaplar verdi. İsmini
hatırlayamadığımı bahane edip birkaç kere ismini sordum ama yanıt alamadım. Son
defa bana ismini söylemesini aksi taktirde kalkacağımı söyledim. Bana hiç
beklemediğim bir şekilde kalkmamam için yalvardı. Ben de otobüsü kaçıracağımı
bahane edip bilgisayarı kapattım. O da olabilirdi, onun bilgisayarını kullanan başkası
da. Ama gerçekten garip konuşuyordu. Belki tekrar onunla temasa geçmeyi
deneyebilirdim.
Hava kararmış, neredeyse otobüsün kalkma saati gelmişti. Üzerimde rahat
olsun diye iki üç gündür çıkartmadığım galabiyam vardı. Otobüsün kalktığı yere
vardığımda otobüs çoktan gelmiş, insanlar eşyalarını otobüse yerleştirmeye
başlamışlardı. Ben de çantalarımı otobüse verip, fotoğraf makinamı yanıma alıp
otobüse çıktım. Yerim orta sıralardaydı. Yanımda kimse olmamasına rağmen doğru
dürüst uyuyamadım. Ben otobüs yolculuklarında genelde uyuyamam. O yüzden
yolculuk söz konusu olduğunda uzun da sürse treni tercih ederim.
Hurghada’ya vardığımızda saat gece 01.00’i geçiyordu. Otobüs Garından
ayrılıp bir süre sağa mı yoksa sola mı gideyim tereddütünü yaşadıktan sonra sağa
gitmeye karar verip yürümeye başladım. Bir gece önce sivri sinekler yüzünden
uyuyamadığımdan çok yorgundum. Tek dileğim fazla uğraşmadan bir otel bulup
güzel bir uyku çekmekti. Biraz ileride açık bir eczaneye rastladım. Bir taşla iki kuş
birden vurmuştum. Hem sivrisinek için sprey alıp hem de civarda ucuz bir otel adı
öğrenmiştim. Oteli bir süre aradıktan sonra buldum. Resepsiyondaki adam fiatın 20
L.E. olduğunu söyledi. Hem pazarlık edecek halim yoktu hem de fiyat gerçekten
pazarlık edilmeyecek kadar uygundu. Sadece adamdan yarın otelden geç ayrılmak
için izin istedim. Kabul etmedi. Bir ara otelden ayrılacakmışım gibi blöf yapmama
rağmen adam oralı olmayınca fazla ısrar edemedim. Mısır’daki ikinci gecemi
Hurghada Down Town’da üçüncü sınıf bir otel olan St.George’da geçiriyordum. Çok
yorgun olduğum için duş bile almaya üşenip yastığa başımı koyar koymaz uyudum.
Ertesi gün için belli bir planım olmadığından saati de kurmaya gerek duymamıştım.
5 Mart 2001 Pazartesi (3. gün),
Sabah uyandığımda gün çoktan doğmuştu. Perdeyi aralayıp temiz havayı
içime çektim. Dün akşam çok geç bir saatte yorgun argın geldiğimden otelin
Hurghada’nın neresinde olduğundan dahi haberim yoktu. Sadece Down Town diye
bir bölgede olduğunu öğrenmiştim otelin kartından. Ama internetten çıkarttığım
haritada böyle bir yer adına rastlayamadım. Acaba denize yakın mıydı? Sanmıyorum.
Eğer yakın olsaydı muhakkak deniz kokusunu farkederdim.
Otelden apar topar çıktım. Her ihtimale karşı yanıma deniz şortumu ve
havlumu da almıştım. Bir gece önce sinek ilacı aldığım eczaneyi buldum. Amacım
halkın gittiği bir plaj adı öğrenmekti. Ama kapalıydı. Durakta minibüs bekleyen
gençlerden birine yaklaşıp plajın ne tarafta olduğunu sordum. Aslında acemice bir
soruydu. Genç, bana üç dört plaj ismi sayıp hangisine gitmek istediğimi sordu. Ben
de seçimi ona bıraktım. Ne tavsiye edeceğini düşünürken minibüsü geldi. Minibüse
binerken ağzından “Sulukule Beach” benzeri bir şey duydum belli belirsiz. Eliyle de
yönünü işaret etmişti.
En azından gideceğim yerin yönünü biliyordum. İlk gelen minibüsü durdurdum.
Binmeden önce camdan kafamı uzatıp şoföre mümkün olduğunca adamın şivesini
taklit edip “Sulukule Beach” deyiverdim. Adam da kafasını sallayıp oturmamı işaret
etti. Minibüste benden başka 3 küçük çocuk bulunuyordu. Onlar da kısa bir süre
sonra indiler zaten. Biz yaklaşık dört beş kilometre daha hiç konuşmadan devam
ettik. Ben etrafı inceliyordum. Git gide yapılar azalmaya başlamıştı. Minibüs, bir süre
sonra oldukça büyük bir binanın yanında duruverdi. “Beach” dedi. 10 L.E. istedi.
Gittiğimiz mesafeye göre 1 bilemediniz 2 L.E. alması gerekirken 10 L.E. istiyordu.
Üstelik de bunu isterken gözümün içine bakıp pis pis sırıtıyordu. Öyle ki ince
dudaklarının arasından altın dişi bile gözüküyordu. Yine kandırılmıştım. Cebimden
çıkartıp 5 L.E. verdim ve arkamı dönüp uzaklaştım. Sanırım arkamdan birkaç şey
söyledi. Ama ısrar edemedi. Çünkü o bile çoktu.
Minibüsten iner inmez üşümeye başladım. Öyle bir rüzgar esiyordu ki, değil
denize girmek ayakta durmak bile zordu. Bir tarafta dalgadan bembeyaz olmuş bir
deniz, diğer tarafta kum fırtınasını çağrıştıran bir çöl. Ortalarında da ne yapacağını
şaşırmış ben. Birkaç saniye daha bocaladıktan sonra hem biraz ısınmak hem de
nerede olduğumu sormak için binaya doğru yürümeye başladım. Biraz yaklaşınca
tabelası gözüme ilişti. Minibüs şoförü, “Beach” kelimesini duyduktan sonra neresi
olduğunu sormaya bile gerek duymadan kendi bildiği bir otele getirmişti: “Palm
Beach”.
Tekrar geldiğim yere geri dönmeye karar vermiştim. Tabii bir vasıta
bulabilirsem. Çünkü yaklaşık üç beş dakikadır bir turist otobüsünden başka hiçbir
araç geçmemişti. Tam rüzgardan donmaya yüz tutmuşken bir minibüs geldi. İki kere
ısrarlı “Down Town” dedikten sonra minibüse bindim. Gerçi pek ikna olmamıştım ama
yapacak bir şeyim yoktu. O rüzgarda daha fazla beklemek istemiyordum. Biraz ileride
Mısırlı olmadığı her halinden belli sarışın bir bayan minibüsü durdurdu. Önde Mısırlı
bir genç oturuyordu. Ona arkaya geçmesini, kendisinin öne tek başına oturmak
istediğini söyledi. Çocuk oralı olmadı. Hatta şoföre bir şeyler söyleyip gülüştüler.
Kadın tedirgin oldu. Kapıyı hızla çarpıp gerisin geriye yürümeye başladı. İşte o
zaman t-shirtünün arkasındaki yazıdan tur rehberi olduğunu anladım. Önde oturan
çocuk camdan kafasını çıkartıp bir şeyler daha söyledi. Sonra kadının arkasından
çapkın çapkın bakıp tekrar gülüştüler. Sanırım bir laf atma olayı gerçekleşmişti. Bir
erkek olarak ben de zoraki gülümsedim.
Biraz ileride sarışın bir bayan daha bindi. Ama o hiç zorluk çıkartmadan
minibüsün arka kapısını açıp üstelik de onca boş yer varken yanıma oturdu. Tabii,
şoförün ve öndeki gencin ilgisinin hemen arkaya kaydığını söylememe gerek yok.
Kıza bozuk ingilizcesiyle “Selam” dedi genç. Kız da donuk bir ifadeyle karşılık verdi.
Kızın cevabından cesaret almıştım. Kısa bir tanışma faslından sonra başladık
sohbete. Fransız’dı. Mısır’da çalışmaya başlayalı henüz bir iki ay olmuştu. Büyük
otellerden birinde masörlük ve step öğretmenliği yapıyormuş. Ben de ona sabah
başıma gelen olayı, minibüs şoförünün beni yanlış yere götürmesini anlattım. Güldü.
Gülünce sol yanağında bir gamze olduğunu farkettim. Gamzesi olan kızlar beni hep
etkilemiştir. Sanırım gitmek istediğim yerin “Sekalla Beach” olduğunu söyledi. Bu
arada şoför ve yanındaki genç hayran hayran beni izliyorlardı. Hemcinsleri olarak
gözlerinde değerim bayağı artmıştı. Yazık ki, bir süre sonra çalıştığı otele geldik ve
vedalaştıktan sonra indi. Ne yalan söyleyeyim bir an için ben de inip inmemekte
kararsız kaldım. Şoförün ve genç arkadaşının onca teşviğine rağmen yoluma devam
etmeyi tercih ettim.
Bu sefer de üstü kan lekeleriyle dolu beyaz bir galabia giyen bir arap bindi
minibüse. Neden sonra aklıma geldi ki bugün Kurban Bayramı’nın birinci günüydü.
İşin garibi erken sayılabilecek bir saatte sokağa çıkmama rağmen ne boğazlanan bir
hayvan ne de mazgallara karışan oluk oluk kan görmüştüm. Her nasıl yapıyorlarsa bu
işi herkesin önünde gösteriş gibi yapmamakla doğrusunu yapıyorlar bence. İki gün
önce sevip, ellerimle ot yedirdiğim bir canlının ayaklarından bağlanıp, gırtlağının
kesilmesi ve birkaç dakika içinde parça parça edilmesi hala çocukluğumun
unutamadığım anılarındandır. Bence insan, bu konuda biraz daha hassas
davranmalı. Beraber oynadığı, duygusal bir bağ kurduğu bir arkadaşını gözleri
önünde, üstelik de bu şekilde öldürmek –emir Allah’tan gelmiş olsa bile- bir çocuğun
kolay kolay kabul edebileceği bir şey değildir.
Yine Down Town’daydım. Bir saatten fazla bir süre kaybetmiştim. Otele dönüp
dönmemekte kararsızdım. Çünkü resepsiyondaki adamla uğraşmamak için söz
verdiğim saatte otelden ayrılmak istiyordum. Son bir kere daha şansımı denemeye
karar verdim. İlk önce “Sekalla”’ya gidip daha sonra otele dönüp ayrılacaktım. Orayı
gördükten sonra Hurghada’da bir gün daha geçirip geçirmeyeceğime karar verip belki
de kalmadan methini çok duyduğum Sharm-el Sheikh’e doğru yol alacaktım.
Ulaşmak bana bayağı pahallıya patlasa da Sekalla’yı sevmiştim. Uzunca düz
ve geniş bir caddenin iki tarafına kurulmuş irili ufaklı otel ve dükkanlar. Luxor’dan
sonra bana gerçek bir tatil beldesi gibi gelmişti. Öyleydi de. Fazla zamanım kalmadığı
için gezme işini öğleden sonraya bırakıp sadece fikir edinmek için bir iki otel fiyatı
öğrendim. Makul fiyatlardı. Hele sıkı bir pazarlıktan sonra.
Otele dönüp sabahtan topladığım eşyalarımı aldım. Galabiamı katlayıp
çantamın içine düzgünce yerleştirdim. Çünkü burası bir tatil beldesiydi ve minibüse
binen kasap hariç kimsede bu kıyafeti görmemiştim. Çevreye uyum sağlamalıydım.
Bir iki otele baktıktan sonra hem denize hem de merkeze yakın “Royal City”
adında 3 yıldızlı bir otel buldum. 150 L.E.’den başlayan pazarlık 50 L.E. ye kadar
inmişti. Üstelik açık büfe kahvaltı da dahildi. Adamı daha fazla zorlamanın imkansız
oladuğuna karar verip bu fiyatta anlaştım. Daha önce kaldığım otellerle
kıyaslanmayacak kadar lüks bir oteldi. Odada televizyon ve minibar olması da
cabası. Bir yıldız da benden. Ilık suyla banyomu yaparken, keşke ilk gece de burada
kalsam diye geçirdim içimden.
Eşyalarımı yerleştirdikten sonra denize girmenin vakti geldi diye düşündüm. Bir
çantanın içine havlumu ve şapkamı koyup sahilin yolunu tuttum. Kumsal büyük
sayılmazdı. Bir kısmı turist bir kısmı yerli halktan olduğunu tahmin ettiğim insanlar,
sıra sıra dizilmiş şezlonglarda güneşin tadını çıkartıyorlardı. Ben de kendime boş bir
şezlong bulup eşyalarımı koydum. Bir süre acaba şezlong kirası için birileri gelecek
mi diye etrafıma bakındım. Kimse gelmedi. Sahilde öylece bir yürüyüp bir iki kare
fotoğraf çektim. Artık sezonu açma vaktiydi. Bu da Kızıldeniz’de nasip oluyordu. Su,
ılıkla soğuk arasındaydı. Girerken biraz zorlandım ama sonra da çıkasım gelmedi.
Deniz, temiz olmasına rağmen zemin alışık olmadığım türdendi. Sanki jölenin
üstünde yürüyor gibiydim. Bir süre yere basmamayı denedim. Ama baktım ki insanlar
endişe etmeden yürüyorlar, ben de endişelenmeyi bıraktım.
Sudan çıktıktan sonra kurulanıp biraz uzandım. Sanırım bir süre uyuya
kalmışım. Kalktığımda karnımın zil çaldığını hissettim. Sabah ne yediğimi düşündüm.
Hiçbir şey yememiştim. Yemeğe o kadar düşkün olan ben, neredeyse akşamüstüne
kadar yemek yemeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Hemen toparlanıp otele
gittim. Ilık bir banyodan sonra günün ilk yemeğine hazırdım.
Minibüsle Mc Donalds’ın önünden geçmiştim. Ama canım fast food tarzı
yemek yerine sulu yemek çekiyordu. Luxor’da birkaç kere favorim olan kuru fasülye –
pilav bulmayı denemiş fakat başarılı olamamıştım. Burası daha turistik olduğu için
burada da bulacağımı hiç sanmıyordum. O yüzden fazla aramamaya karar verdim. İlk
gördüğüm esnaf lokantasına benzeyen bir lokantaya daldım. Eğer bir lokantaya ilk
defa gidiyorsam, vitrinden çok insanların ne yediğine bakarım. Yan masada bir çocuk
patates yemeği yiyordu. Ben de aynısından sipariş edip bir de pilav ekleyiverdim.
Tadı bizim yemeklerimizi andırıyordu. Yemiştim, ama sabahtan beri bir şey
yememenin verdiği açlıkla doymamıştım. Lokantanın girişinde, dışarıda bir adamın
ocakta et pişirdiğini görmüştüm. Şimdi ızgara kokusu tüm lokantanın içini kaplamıştı.
Sanırım arka masada oturan Rus grup için pişiriliyordu. Ben de aynısından sipariş
ettim. Buzdolabından etlerin ocakçıya gitmesini beklerken ki Türkiye’de böylesine
alışmıştık, ocakçılık yapan adam elindeki bıçağı bir güzel bileyledi. Daha sonra da
vitrinde asılı duran ama daha önce fark etmediğim bir but parçasından benim etleri
çıkardı. Malaya benzer bir aletle etleri ızgaralık hale getirdikten sonra ocağa attı.
Şaşırmıştım. Etler, müşterinin siparişine göre kesiliyordu. Yine de et hazır olduğu ve
benim yüzümden oracıkta bir hayvan boğazlamadıkları için şanslı olmalıydım.
Karnım tıka basa doymuştu. Daha doğrusu bir kuru yemişçinin önünden
geçinceye değin öyle sanıyordum. Kuru yemişçi dediğime bakmayın. Öyle bizimkiler
gibi zengin bir menü sunmuyor sizlere. Üç çeşit kabak çekirdeği ve iki çeşit fıstıktan
başka bir şey yok. Fıstıkların birisi koyu, diğeri açık renkliydi. İkisinin de tadına
baktım. Koyu olanı tuzlu, açık olanı tuzsuzdu. Tatları aynı bizim yer fıstığına
benziyordu. Çok az tuzsuz olanından alıp cadede yürümeye devam ettim.
Caddeyi boydan boya dolaştıktan sonra bir açık hava kahvesinin önüne
geldim. Yalnız bu kahve turistlerden çok oranın yerlilerine hitap ediyordu. Bu, hem
fiyatların uygun oluşundan hem de oturanların kıyafetlerinden belliydi. Biraz dinlenme
ihtiyacı hissettiğimden bahçeden içeri girdim. Manzara Mısır’da gördüğüm diğer
kahvelerden pek de farklı değildi. Bir tarafta Şişa içip sohbet edenler, bir tarafta tavla
oynayanlar. Tavla oynayan iki gencin yanına yaklaştım. Bir diğeri de onları izliyordu.
Benim ilgilendiğimi gören gençler; istersem oturup onları izleyebileceğimi söylediler.
Bense oynamayı tercih edeceğimi söyleyip onları izleyen arkadaşlarına baktım.
Teklifim kabul görmüştü.
Servis yapan bayan tavlayı getirdikten sonra ne içeceğimizi sordu. Ben türk
kahvesi, oyun arkadaşım ise çay istedi. Pulları dizdiğim sırada, sonradan isminin
Ahmet olduğunu öğreneceğim rakibim tüm pulları eline almış benim ne yaptığımı
anlamaya çalışıyordu. O, mahpusa (1) oynamamızı bekliyordu. Bu oyunu daha önce
bir iki kere oynamıştım ama sadece o kadar. Deplasmanda olduğum için silahı seçme
şansım yoktu. Ahmet’e bu oyunu pek bilmediğimi, eğer sıkılırsa bırakabileceğimizi
söyledim. O da sorun değil dedi. Anlaşılan iddialıydı.
İlk oyunu kaybetmem uzun sürmedi. Ama bu arada sohbet koyulaşmış, iyi bir
dost oluvermiştik. Dalma hocasıydı. Bana uzun uzun dalmanın inceliklerinden, köpek
balığı tehlikesinden, sertifika almadan önce beşi gece olmak üzere 21 dalış
gerçekleştirmek gerektiğinden bahsetti. Ara sıra Türkiye’de bu işlerin nasıl olduğunu
ve iyi dalış yerlerinin olup olmadığını soruyordu. Bir ara Almanlardan şikayet etti.
Almanlarla dalmak istemiyormuş. Özellikle köpek balığı tehlikesi olduğu için
dalanların öğretmenlerinin uyarılarına muhakkak uyması isteniyormuş. Almanlar ise
genellikle dalıştan önce içtikleri için pek onları dinlemiyorlarmış. Her ne kadar
dalıştan önce başlarına gelebilecek tehlikelerin kendi sorumlulukları olduğuna dair bir
belge imzalatsalar da yine de sorun çıkmaması için Almanlarla dalmaya pek
yanaşmıyorlarmış.
1-0 mağlupken ona ortada bir iddia olmasını teklif ettim. Eğer o yenerse
hesabı ben ödeyecektim. Ama eğer ben yenersem, yarın beni dalma turuna
götürecekti. Gülerek kabul etti. Yalnız, yarın dalmaya gidip gitmeyeceğinden emin
olmadığını, eğer giderlerse götürebileceğine dair söz verdi. Tabii yenersem.
Çok şanslıydım. 5-1 yendim. Üstelik yabancısı olduğum bir oyunda. Adaşımın
biraz bozulduğunu fark ettim. İlk önce bu oyunu pek bilmediğimi söylemiş sonra,
üstelik de arkadaşlarının yanında onu yenmiştim. Dalış turunda ısrar etsem, belki
verdiği söz sebebiyle beni götürmek zorunda kalacaktı, ama belli ki gönülsüzdü. Israr
edip etmemekte çok kararsız kaldım. Hiç hesapta yokken çıkan Kızıldeniz’de dalma
fırsatını kaçıracaktım. Üstelik de hiç ders almadan. Konuyu bir daha açmadım. O da
açmayınca bizim dalma işi yattı. Birer kahve içtikten sonra müsaade isteyip
arkadaşlarının masasına döndü. Kendi içtiklerimizi ödemiştik.
Otele dönerken büyük bir ilan gördüm. İlanda Sharm-el Sheikh’e giden bir
Ferry Boat’un resmi yer almaktaydı. Resepsiyondan bilgi almaya karar verdim.
Hurghada’yı sevsem de daha görülecek çok yer vardı.
Otele döndüğümde hava kararmak üzereydi. Resepsiyoniste Sharm el
Sheikh’e ulaşım hakkında bilgi almak istediğimi söyledim. O da bir yere telefon
açtıktan sonra, Ferry Boat’un sabah saat 03.00’de olduğunu, 1.5 saatte Sharm el
Sheikh’e vardığını, fiyatının 40 $ olup istersem yer ayırtabileceğini söyledi. Henüz
karar vermediğimi söyleyip akşama kadar müsaade istedim.
Odama çıktığımda güneş henüz batmıştı. Gece mavisi tüm odayı kaplamıştı.
Gün batımından hemen sonraki dakikalar günün en sevdiğim bölümlerindendir.
Nedendir bilmem bana huzur verir. Balkona çıkıp havanın kararmasını seyrettim.
Hafiften bir rüzgar başlamıştı. Rüzgar denizden karaya doğru esiyor ve İstanbul
boğazından alışık olduğum o deniz kokusunu ciğerlerime boca ediyordu.
Hava karardıktan sonra sokağa attım kendimi yine. Bu sefer kalın bir şeyler
giymiştim çünkü rüzgar şiddetini arttırmıştı. Ana cadde boyunca ilerlerken tur satan
birkaç dükkan ilgimi çekti. Birisinin önünde durup ilanları incelemeye başladım. Luxor
ve Kahire turlarının yanı sıra günü birlik dalma turları , adalar turu, denizaltı turu,
çölde dört tekerlekli motorla gezinti, deve, at ve eşek turları gibi aktiviteler yer
almaktaydı. İşte ben de tam bunları okurken bir çift yanıma yaklaştı. Aralarında
Türkçe konuşuyorlardı. Bir süre onları dinledim. Hatta bir ara yanlarına yaklaşıp turist
taklidi yapmak da aklımın köşesinden geçmedi değil. Ama sonra vazgeçtim. Turla
1
Mahpusa: Hapis. Bir tavla oyunu türü.
bugün gelmişlerdi ve anlaşılan bir hafta Hurghada’da kalacaklardı. Ne yapacaklarına
karar vermek için aralarında tartışıyorlardı. Hemen lafa girdim. Şaşırdılar. Onlara
Luxor’dan, Mısır’lılarla giriştiğim kıyasıya pazarlıklardan ve internette edindiğim kısa
ama faydalı bilgilerden söz ettim. İlgiyle beni dinlediler. Yurt dışında Türklerle pek de
ahbaplık etmeye hevesli olmadığımdan kısa kesip ayrıldım yanlarından. Bu, bir
haftalık tatil boyunca ilk ve son Türkçe konuşmam olacaktı.
Tatilde karar vermekten nefret ediyorum ama karar vermem gerekiyordu yine.
Ya Sharm el Sheikh’e gidip daha yoğun bir program yapacaktım, ya da Sharm el
Sheikh’i bir sonraki sefere bırakacaktım. Kolay olanı, yani ikinciyi seçtim. Yarını da
burada dinlenerek ve denize girerek geçirip akşam otobüsüyle Kahire’ye gitmeye
karar verdim.
Daha önceden gözüme kestirdiğim bir alış veriş merkezine girdim. İçerisi
oldukça büyüktü. Giriş katına bambudan masa ve sandalyeler atılmış, kafe olarak
kullanılıyordu. Sonraki üç katta bir kısmı boş olmasına rağmen hediyelik eşya satan,
tur satan, tekstil ürünleri satan dükkanlar dizilmişti. En üst katta ise bir sinema ve
genelde fast food türü yiyecekler satan büfeler vardı.
İçeri girdiğim sırada en alt katta üç dört çalgıcıyla birlikte bir adam arapça
şarkılar söylüyordu. İlk önceleri pek ilgilenmedim. Fakat adamın şarkısı biter bitmez
sahneye bir dansöz geldi. Hem kıyafeti hem de dansı daha önce Türkiye’de izlediğim
dansözlerden oldukça farklıydı. Figürleri değişikti. Onun gösterisi bittikten sonra
sahneye bir erkek dansöz; üzerinde, döndükçe açılan ve içinden gökkuşağını andıran
renklerde iki etekle sahneye çıktı. Bir etek elinde, bir etek boynunda, bir etek de
belinde olmak üzere gösterisini tamamladı. Daha sonra da kızlı erkekli karışık gruplar
çıkıp, folklör ile göbek dansı karışımı bir showla gösterilerini bitirdiler.
Ne yazık ki, fotoğraf makinam yanımda değildi. Bazen bütün gün boyunca
hamallığını yapıp, tek bir kare çekmeden döndüğünüz olur, bazense üşengeçliğiniz
tuttuğu anlarda, fotoğraf kareleri siz onları çerçevenin içine hapsedemeden
gözünüzün önünden uçar gider. İşte şimdi de öyle olmuştu.
Otele dönerken tur satan bir dükkanın içinde buluverdim kendimi. Üstelik bu
sefer kolumdan tutup içeri çekiştiren birisi de olmamıştı. Kendi ayaklarımla gidip
teslim olmuştum satıcıya. Uzun pazarlıklar sonucunda 15 $’lık adalar turunu 11 $’a
anlaştık. Sabahın oldukça erken bir saatinde dükkanın önünden bir adam alıp beni
tura götürecekti. Parayı da ona ödeyecektim.
Hayatımızı tesadüfler sinsilesinin yönettiğini hissettiğiniz olur mu hiç? Ben sık
sık bunu hissederim. Belki o gün arkadaşınızın doğum gününe gitmeseniz kız
arkadaşınızla ya da eşinizle tanışmayacaktınız. Belki gazetedeki o ilanı o gün es
geçseniz bugün oturduğunuz evde değil de bam başka bir evde oturup farklı farklı
komşularınız olacaktı. İşte ben de onca dükkanı geçtikten sonra eğer ayaklarım o
dükkanın önünde durmasalardı belki de tatilimin en tatlı sürprizlerinden biriyle
karşılaşamayacaktım.
Otele gittiğimde saat oldukça geç olmuştu ve yarın erken kalkacaktım. Yine de
biraz televizyonda kanallar arasında dolaşmak istedim. Fazla kanal yoktu. Birisinde
müzikli bir eğlence programı, birisinde siyah beyaz bir hint filmi vardı. Ama bir tanesi
var ki bahsetmeden geçemeyeceğim. Sanırım Almanya’dan yayın yapan –ki
reklamlar Almanca’ydı- bir kanalda erotik demeye dilimin varmadığı bir film
oynuyordu. Üstelik bu film bir Türk filmiydi. Hemen aklıma onu bir Türk kızıyla
tanıştırmamı isteyen Abdo’nun çapkın arkadaşı geldi. Yoksa onun Türk kızlarına ilgisi
bu tip filmlerden mi kaynaklanıyordu. Yok canım, çocuğun günahını almayayım. Bes
belli, bu uydu üzerinden yayın yapan bir kanaldı.
Bir süre televizyon izledikten sonra uyudum. Daha önce kaldığım otellerdeki
yataklarıma göre son derece konforlu bir yataktı. Üstelik de dışarıdan ne en ufak bir
gürültü geliyor ne de sivri sineklerle boğuşmak zorunda kalıyordum. Sabaha kadar
deliksiz bir uyku çektim. Tabii işimi sağlama alıp hem resepsiyona sabah kalkmak
istediğim saati bildirmiş, hem de telefonun çalar saatini ayarlamıştım.
6 Mart 2001 Salı (4. gün),
Uyandırılmam için telefon çaldığında ben çoktan hazırdım. Çantalarımı
yüklenip odadan çıktım. Yastığın arasına 5 L.E. bakhşiş ( 1) koymayı da ihmal
etmedim tabii.
Kahvaltı etmek için yaklaşık yarım saatim vardı. Açık büfe kahvaltı menüsü
1.sınıf tatil köylerini aratmayacak zenginlikteydi. İki tabağı kahvaltılıklarla tıka basa
doldurduktan sonra asıl cevherlerin masanın sonundaki kapalı sahanlarda olduğunu
farkettim. Tabakları masaya koyduktan sonra üçüncü bir tabakla alttan ısıtılmaya
devam edilen sahanların kapağını kaldırdım. Kahvaltıda pek de alışık olmadığımız
türden sıcak ve sulu yemeklerdi bunlar. Ben hangisinden ne kadar alacağıma
şaşırmış durumdayken aşçı geldi ve bana yardımcı oldu. Bir gün yolunuz düşerse,
barbunya fasülyesine benzeyen ve aşçının Mısıra özgü olduğunu söylediği soslarla
lezzet kattığı yemeği denemenizi tavsiye ederim.
Nedense özellikle yurt dışı tatillerimde yemek yemek bana sanki yapılması
gereken bir angarya gibi gelir. Bir an önce yemek yiyip yeni insanlarla tanışmak,
keşfedilmesi gereken yerleri keşfetmek daha çok ilgimi çeker. Yemek yemeye
harcadığım zamanı gezmemden, eğlenmemden çalınmış bir zaman olarak kabul
ederim. Ama şimdi, yarım saat içerisinde sanki tüm atladığım o öğünlerin acısını
çıkartmak istiyormuşcasına ne varsa silip süpürmüştüm. Bu açık büfeler beni
öldürecek. “Açık Büfe”’nin isminde sanki bir meydan okuyuş var. Açık Büfe: Ye
yiyebildiğin kadar. Zaten ne kadar yiyebilirsin ki? Belki de bilinç altımızda küçükken
annelerimizin kulağımıza küpe ettiği “- Tabakta lokma bırakılmaz.” sözleri çınlıyor.
Deniyorum, deniyorum ama bitmiyor bu “Açık Büfe”, anne! Bu açık büfeler beni bir
gün öldürecek.
Çantalarımı resepsiyona bıraktıktan sonra koşar adımlarla buluşma yerine
geldim. Benden başka kimse yoktu. İyi ki ücreti peşin ödememişim diye düşündüm.
Ama çok geçmeden uzun boylu bir adam gelip beni aldı. Beraberce başka bir otelin
yanına gittik. Orada bizi anne-kız iki turist bekliyordu.
Adam bizi tekneye götürecek bir minibüs bulmaya giderken bizim de bir süre
sohbet etmeye fırsatımız oldu. Polonyalıydılar. 3 gündür Hurghada’daydılar. Benim
otelin hemen arka sokağındaki bir otelde kalıyorlardı. Dün bir günlüğüne Kahire’ye
gitmişler ve çok memnun kalmışlardı.
Magdalena; küt kesilmiş açık kahverengi saçların arasından parlayan yemyeşil
gözler. Öyle ki, hararetli bir tartışmanın ortasındaki kaçamak bir bakışı size düşler
alemine bir pencere açıp ne söylediğinizi unutturuveriyor. Ya da gözlerinin içinde
kaybolduğunuz hüzünlü anlarında okyanusun en ulaşılmaz yerinde baş başa
kalmanın dinginliğini hissedebiliyorsunuz. En monoton, en sıradan hikayeler bile ufak
bir dokunuşuyla sizi heyecanlandırmaya yetiyor, dokunduğu yerden kalbinizin
herkese açmaya kıyamadığınız kapılarını bir alev topuyla zorluyor, sonra da sessiz
bir çığlık olup boğazınızda düğümleniveriyor.
Tekneye doğru yol alırken gözlerimi Magda’dan ayıramıyordum. Aramızda
sadece bir koltuk olmasına rağmen içimde ona daha yakın olmak için kuvvetli bir
istek duyuyordum. Konuşmayı çok seviyordu. Sanırım bu özelliğini babasından almış
olmalıydı. Anna, bizim sohbetimize pek karışmıyor sadece arada sırada başını
sallayarak kızının söylediklerine destek çıkıyordu. Yolculuğumuz pek uzun sürmedi.
Halbuki, o minibüste saatler hatta günlerce yol almaya razıydım.
1
Bakhşiş: Bahşiş
Limana geldiğimizde bizi bırakan adama ücreti ödedim. O da bize en arkadaki
teknelerden birini işaret edip iyi günler diledikten sonra yanımızdan ayrıldı. İşaret
ettiği tekneye ulaşabilmemiz için iki üç tekneden geçmemiz gerekiyordu. İlk tekneye
atladım. Magda ve annesi bir an için tereddüt etmişlerdi. Limanda dalga olmamasına
rağmen kıyı ile teknenin arası biraz açıktı. İlk önce Anna’ya daha sonra da Magda’ya
tekne geçişlerinde yardım ettim. Magda’nın her elini tutuşunda gözlerinin içine
bakıyor ve bir daha bırakmak istemiyordum.
Sonuncu tekneye geldiğimizde tekne içinde bir sandıkta duran palet ve
şnorkellerden kendimize uygun olanlarını seçip boş sayılan teknede kendimize güzel
bir yer aramaya koyulduk. Hava biraz rüzgarlı olmasına rağmen üst katı tercih
etmiştik. Güverte kısmında iki üç genç çocuk daha vardı sanırım ama onları gözüm
görmüyordu bile.
Sohbet esnasında 25 yaşında olduğunu, Tıp Fakültesini geçen sene bitirdiğini
ve Nörolog olmayı istediğini öğrendim. Ülkemde genelde doktorların kadın doğum
veya çocuk doktoru olmayı tercih ettiklerini söylediğimde bana ideallerinden bahsetti.
Çok düzgün bir İngilizcesi olmasına rağmen söylediklerini yarım yamalak anlıyordum.
Çünkü ara sıra gözlerinde kayboluyor, hayallere dalıyordum. Bu arada annesi de
sohbete katıldı. Ama üzerinde bir tedirginlik hissetmiştim. Bir üniversitenin sağlıkla
ilgili bir bölümünde öğretim üyeliği yapıyordu. Tıpkı şu an Girit’te görevli olan eşi gibi.
Yunanistan’dan, Magda’nın gezip gördüğü ülkelerden, o ülkelerde edinilen
kalıcı dostluklardan bahsettik. Bu arada yarım saati aşkın bir süre geçmiş ve biz hala
limandan demir almamıştık. Ama ben o tekneye niye geldiğimizi bile unutmuş,
Magda’nın denizle birlikte renk değiştiren gözlerini, heyecanlandıkça incelen ses
tonundaki kadife yumuşaklığını, keman ustasını andıran parmaklarıyla yaptığı
hareketleri izliyordum. Beni rüyadan uyandıran Anna oldu. Uzun süre teknede
beklememiz onu huzursuz etmişti. Halbuki Magda hiç de halinden şikayetçiymiş gibi
gözükmüyordu.
Aşağı inip çocuklardan birine ne zaman hareket edeceğimizi sordum. O da
kaptanın dün akşam içkiyi fazla kaçırdığını, uyuya kalmış olabileceğini söyledi
gülerek. Ciddi miydi yoksa değil miydi çözemedim. Ben de yukarı çıkıp çocuğun
söylediklerini Magda ve Anna’ya olduğu gibi aktardım. Anna’nın huzursuzluğu bir kat
daha artmıştı. Bizse sanki hiçbir şey olmamış gibi sohbete kaldığımız yerden devam
ettik.
Yaklaşık bir yarım saat sonra, ufak bir çocuk gelip başka bir tekneye
geçmemiz gerektiğini söyledi. İşte o zaman farkettim ki limanda bizimle beraber bir iki
tekneden başka tekne kalmamıştı.
Yeni teknemiz biraz daha büyükçeydi. Çoğunluğunu Rusların oluşturduğu bir
grup, denize açılmak için bizi bekliyordu. Daha önce beklediğimiz teknede pek de
farketmediğim bir Mısırlı genç de bizimle birlikte yeni tekneye gelmişti. O da bizim
yanımıza oturdu. Karadan uzaklaşırken rüzgar da şiddetini arttırmış, deniz dalgaların
etkisiyle hafiften köpürmüştü. Bir ara Magda’nın annesiyle konuşmasından yararlanıp
bizimle gelen çocuğa bir selam verdim. O da selamımı aldı. Ahmet; Hurghada Polis
Karakolunda görevli bir polismiş. Nöbetten çıkıp geziye geldiği için biraz uykusuz ve
yorgun gözüküyordu. Kısa bir kaynaşma döneminden sonra onu da Magda ve
Anna’yla tanıştırdım. Böylece dörtlü bir grup olmuştuk.
Bazı insanlar vardır konuşurken karşısındakine ufak dokunuşlarda bulunmayı
severler. Daha doğrusu bu, onların konuşma, kendilerini ifade biçimidir. İşte Magda
da onlardan biri. Bu masum dokunuşlar bile bazen tüylerimin diken diken olmasına
yetiyor.
Sohbet esnasında bazen onun da benimle aynı şeyleri paylaştığı hissine
kapılıyor, ümitleniyorum. Ama iki dakika sonra aynı sıcaklığı sanki polis arkadaş
Ahmet’le görüşürken de hissediyorum. Aynı gülücükler, aynı masum dokunuşlar.
Kendimi tutuyor, hatta içte içe kızıyorum.
Bir ara fotoğrafını çekmek geldi içimden. Fotoğraf makinamı elime alıp izin
istedim. İlk önce annesiyle bir anı fotoğraf çektirmek istediğimizi sanıp annesinin
yanına geçti. Halbuki ben sadece onu çekmek istiyordum. Ama bunu söylemek
kabalık olurdu. Hem böyle bir iki fotoğraf çektikten sonra tekrar onu çekebilirdim. Bu
arada Ahmet de yanımıza geldi. Ben fotoğrafı çekecek birisini ararken Ahmet,
Magda’nın yanına oturup çoktan samimi bir poz vermişti bile. Oraya ben oturmayı
düşünüyordum. Ahmet’e biraz bozulmuştum doğrusu. Yoksa onu kıskanmış mıydım?
Karadan açıldıkça rüzgar ve dalgalar şiddetini arttırıyordu. Ne kadar gittik
bilemiyorum. Neden sonra kaptana daha ne kadar gideceğimizi sormak geldi aklıma.
“- Kaptan ufukta kara gözükmüyor. Daha ne kadar var adalara?”
“- Ne adası? Biz dalmaya gidiyoruz.”
İşte Mısır böyle tesadüfler ülkesi. Kaptanın gelmemesi yüzünden bir saati
aşkın bir süre bir teknenin içinde beklemiş, ama sonunda 2.5 kat daha pahallı olan
dalış turuyla ödüllendirilmiştik. Üstelik bizim bundan haberimiz bile yoktu. Bu durumu
bizimkilere söylediğimde Anna biraz şüpheyle karşıladı. Ahmet ise alışıktı bu tip
durumlara zaten. Magda ise yine halinden memnun gözüküyordu.
Bir süre daha gittikten sonra masmavi denizin ortasında bir yeşillik beliriverdi.
Çok garip ama bu yeşilliğin yanına geldiğimizde etrafta rüzgarı kesecek hiçbir şey
olmamasına rağmen rüzgar da, dalga da şiddetini azaltmıştı. Bu yeşillik; denizin orta
yerindeki mercan kayalıklarıydı.
10-15 kişilik Rus grup dalgıç elbiselerini giymişler dalmaya hazırlanıyorlardı.
Bir ara Ahmet yanımızdan kayboldu. Onu bir daha gördüğümde denizdeydi. Bize el
kol işareti yapıp gelmemizi, denizin çok güzel olduğunu anlatmaya çalışıyordu.
Magda annesinin gözlerine baktı. Annesi onay vermişti. Paletlerimizi ve
şnorkellerimizi takıp hep beraber suya atladık. Kısa bir süre sonra mercan
kayalıklarının üzerindeydik.
Mercan kayalıklarını, o muhteşem kıvrımları, o renk cümbüşünü, önünüzden
sürüler halinde geçen irili ufaklı, gökkuşağı renkli balıkları nasıl anlatacağım
bilemiyorum. Hepimiz beklemediğimiz bu güzellikler karşısında şok olmuştuk. Sanki
belgesel bir filmin başrol oyuncusu gibiydik. Kimi zaman Ahmet, yarısı sarı yarısı
lacivert kocaman bir balığı görüp eliyle onu işaret ediyor, kimi zaman ben hayatımda
ilk defa gördüğüm balık çeşitleri karşısında heyecanımı gizleyemeyip suyun içinde
sevinç çığlıkları atmaya çalışıyordum. Hepimiz büyülenmiş gibiydik. Ne yalan
söyleyeyim kısa bir süre için dahi olsa Magda’yı bile unutmuştum.
Bir ara ağzı açık bir deniz kabuğu gördüm. Koyu mavi helezon bir doku iki
kabuğunu bir birine bağlıyor, üzerindeki özenle serpiştirilmiş kırmızı noktalar da ayrı
bir güzellik katıyordu. Ellerimi suyun içinde bir birine vurduğum zaman kabuklarını dış
dünyaya kapatıyor, bir süre sessiz kaldığımda ise tekrar kabuklarını açıp o muhteşem
renk uyumunu gözlerimize sunuyordu.
Bir süre hareketsiz kaldığınızda balık sürüleri burnunuzun dibinden geçiyordu.
Hatta sürüden büyükçe bir balığın yönünü değiştirip şnorkelimin önünde durduğuna,
kısa bir süre de olsa meraklı gözlerle bakıştığımıza yemin bile edebilirim.
Sanki başka bir alemdeydik. Her mercanın, her kıvrımın altından bizi bir
öncekinden de fazla şaşırtacak bir canlı çıkıveriyor, nefeslerimizi kesiyordu. Bu
canlıların arasında beni en çok etkileyen şeffaf bir balık oldu. Evet. Yanlış
duymadınız: Şeffaf. Öyle ki, sadece kılçıklarının grimsi izleri gözüken, baktığınızda
arkasındaki bir başka balığı görebileceğiniz bir balık. Doğanın bu kadar cömert
oluşuna ilk defa rastlıyordum.
Bir düdük sesiyle hepimiz rüyadan uyandık. Artık kalkma vakti gelmiştik. Ancak
gönülsüzce tekneye çıktıktan sonra üşüdüğümüzün, derimizin buruş buruş
olduğunun farkına vardık. Demir alırken, muhteşem manzara hala gözlerimin
önündeydi.
Annesi saçlarını kurularken Magda’yı görmenizi isterdim. Tıpkı küçük bir kız
çocuğu gibi şirinlikler yapıyor, hepimizi gülmekten kırıp geçiriyordu. Güneşten hafif
yanmış, yanakları ve burnu pembeleşmişti. Bir ara göz göze geldik. Daha doğrusu
hayran hayran onu izlerken yakalandım. Ama bu sefer daha önce yaptığı gibi
gözlerini kaçırmadı. Sanırım o da bir şeyler hissediyordu.
İkinci mola yerine varıncaya değin hiç konuşmadık Magda’yla. Ama ara sıra
onun da beni takip ettiğini hissediyordum. Biraz annesiyle sohbet ettik. Evlilikten,
torun sahibi olmayı isteyip istemediğinden konuştuk. Konuşmamız esnasında çoğu
defalar Magda’yı kontrol ettiğini farkettim. Magda tek kızlarıydı ve eminim ona çok
düşkündü. Sanırım bana da şüpheyle yaklaşıyordu ki, tüm sorularıma kaçamak
cevaplar verdi.
İkinci mola yerine vardığımızda akşamüstü olmuştu. İlk önce köfte, pilav,
salata ve koladan oluşan klasik tekne turu yemeğimizi yedik. Tabağı Magda’ya
uzatırken bilerek eline dokunuyor, o da bana boş kola şişesini uzatırken aynı şekilde
karşılık veriyordu.
Daha önce dalmaktan yorulan Rus grup teknenin çeşitli yerlerine dağılmış
uzanıyorlardı. Kaptanın türlü çağrılarına ve şakalarına karşılık birçoğu ısrarla dalmak
istemediklerini söylediler. Dalanların sayısı bayağı azalmıştı. O anda aklımdan bir
şeytanlık geçti. Tavla’da hak ettiğim dalmayı burada gerçekleştirebilirdim. Kaptanla
biraz sohbet ettikten sonra bunun pek de zor olmayacağına kanaat getirdim. Ahmet’le
birlikte dalmak istediğimizi söyleyince hiç zorluk çıkarmadılar. Hatta elbiseyi
giymemize ve tüpü takmamıza yardım bile ettiler.
Tam tekmil suyun içindeydim. Sadece teknede bir iki nefes alma eğitimi
yapmış, bir de tehlike anında bir birimize yapmamız gereken işaretleri öğrenmiştik.
Ahmet’in de benim de başımızda bir dalış hocası vardı.
Yaklaşık 10 metreye daldık. Ne yazık ki, başımın zonklamasından, gözümün
sanki yerinden çıkacak gibi olmasından dolayı aşağıda fazla kalamayıp hocaya
çıkmak istediğimi işaret ettim. Ama sonuç olarak her dalgıçın rüyasını
gerçekleştirmiş, kısa bir süre de olsa Kızıldeniz’de dalmıştım.
Artık dönüş yolundaydık. Biraz da sarsıntının etkisiyle sırtüstü yere uzandım.
Bir süre sonra Magda da geldi yanıma uzandı. Heyecanlanmıştım. Yanımda onun
uzandığını bilmek bile heyecan vericiydi. Tekne bir o tarafa bir bu tarafa sallanıyordu.
Birden, parmak uçlarımın bir şeye değdiğini hissettim. Üstelik her seferinde bu şeyin
bana daha da yaklaştığını hissediyordum. Acaba Magda mıydı? Gözlerimi açıp
bakmaya cesaret edemedim. Eğer o değilse bile öyle olduğunu hayal etmek
istiyordum. Artık Magda’nın eli olduğundan emindim. Acaba farkında mıydı yoksa
teknenin sallanmasından dolayı bana doğru kaymış mıydı. Uyuyor muydu, yoksa o
da benim gibi uyanık ve bu güzel anın zevkini çıkartmaya hazır mıydı? Ben bunları
düşünürken, bir süre sonra küçücük parmakları avucumun içindeydi.
Ne garip. 32. yaşıma girdiğim gün, yani daha beş gün önce, en son ne zaman
aşık olduğumu, bir daha aşık olup olamayacağımı düşünmüştüm. Belki de uzun
süredir kapımı çalmayan bu olgu, parmaklarımın ucunda onu kavramamı bekliyordu.
Bir gülüşün, bir dokunuşun beni bu kadar etkilemesi nadirdir. Ama değerli olan şeyler
de doğada nadir bulunmazlar mı zaten? Yeter ki, bu fırsatın farkına varalım. Su gibi
avucumuzun içinden sızmasına, denize düşüp bir balık gibi kaçmasına fırsat
vermeyelim. Ama elimizi sıkı sıkıya kapatıp da onu hapsetmeyelim, öldürmeyelim.
Bir anda Anna’nın kendi dillerinde bir şeyler söylediğini farkettim. Ses tonu sert
değildi. Bağırmamıştı da. Ama o kelimeler her neyse, Magda’nın elini avucumun
içinden çekmesine ve hızla kalkmasına yetmişti. Ne yapmalıydım? Ya ben de kalkıp,
Magda’nın elini tekrar avucumun içine alıp, annesinin gözlerinin içine bakmalı, ya da
kalkıp hiçbir şey olmamış gibi davranmalıydım. Ama hiç birini yapamadım. Öylece
kalıp, Magda’nın tekrar yanıma uzanmasını, ellerini tekrar avuçlarımın içine almayı
hayal edip durdum boş yere. Büyü bozulmuştu bir kere.
Karaya vardığımızda güneş henüz batmıştı. Yolda Magda’yla yalnız
kalabilmek için fırsat kolladım. Ama bir türlü olmadı. Annesi kızını kanatlarının
arasına almış, hiç de bırakmaya niyetli gibi görünmüyordu. Aslında ona da hak
verdim. Mısır gibi bir çok Avrupalı için şüpheli bir yerde, kızını tanımadığı birisiyle yan
yana görmek, onu oldukça tedirgin etmiş olmalıydı. Üstelik tek kızını. Biricik
Magda’yı. Ahmet’se yol boyunca uyumuş, akşam karakoldaki arkadaşlarından nöbeti
devralmaya hazır gözüküyordu.
Karaya indiğimizde tahmin ettiğim gibi bizi minibüsle getiren adam ortada
yoktu. Rus grubun minibüsleri ufak olduğu için bizi de alması zordu. Ben yürümeyi
teklif ettim. Böylece Magda ile bir süre daha beraber olabilecektim. Yolda Magda’nın
e-mail adresini almayı akıl ettim. Ahmet bir süre sonra karakoluna gitmek üzere
bizden ayrıldı. Üçümüz kalmıştık. Onlara bir dükkanın önünde şeker kamışı suyu
içmeyi önerdim. Yolda bu tatlı sudan bahsetmiştim. Bir birlerine baktılar. Usulca
kulağıma eğilip, bardakların çok pis olduğunu, muhtemelen yıkanmamış olabileceğini
söylediler. Belki de haklıydılar, ama bir kere kafama koymuştum. Tezgahın arkasına
geçip tam bardakları yıkamak üzereyken buna gerek olmadığını söyleyip beni
durdurdular. İkisi sadece bir bardak istediler. Tabii ilk bardağı ikinci ve üçüncü bardak
kovaladı. Beğenmişlerdi.
Onları otellerine arka sokaklardan götürmeye karar verdim. Böylece turistik
ana caddenin yanında halkın yaşadığı muhitleri de görebileceklerdi. Ama bu pek de
iyi fikir değildi. Daha ilk sokağa sapar sapmaz bizi gören üç beş çocuk: “-Bakhşiş”
diyerek üzerimize atıldı. Magda biraz korkmuş olacak ki, koluma sarılıp arkama geçti.
Çocuğa öğrendiğim birkaç arapça kelimeyle kovaladım. Magda’nın takdirini
kazanmama rağmen annesi hala soğuk davranıyordu.
Yolda bana bu yaz sonu Kapadokya’ya gelmeyi istediklerinden bahsetti. Bir de
adını hatırlayamadığı Pamukkale’den. Ben de onlara istedikleri kadar bilgiyi
internetten gönderebileceğimi söyledim. Acaba bunu neden son dakikaya saklamıştı.
Tekrar görüşebileceğimizi mi ima etmeye çalışıyordu? Sanırım bu sorularımın
cevabını öğrenmek için Magda ve ailesinin Türkiye gezilerini beklemem gerekecekti.
İlk önce benim otelin önüne geldik. İsterlerse bir duş aldıktan sonra
buluşabileceğimizi söyledim. Ama Anna, Magda’nın ağzını açmasına fırsat dahi
vermeden çok yorgun olduklarını söyleyip kibarca reddetti. Tüm kapılar suratıma
kapanmıştı. Çaresizdim artık.
Otobüsümün kalkmasına daha çok vardı. Mc Donalds’da bir şeyler yedikten
sonra dün gece gittiğim alış veriş mağazasına gitmeye karar verdim. Bugün fotoğraf
makinam da yanımdaydı. Belki dün akşamki gösterilerden bir tanesine denk gelir bir
iki kare fotoğraf çekerdim.
Ama umduğum gibi olmadı. Hem gösteri üst katlardaki ücretli bir kafeye
alınmış hem de çok geç bir saate konmuştu. Belki Magda’ya rastlarım ümidiyle
sokaklarda boş boş dolaştım. Yorulduktan sonra da bir internet kafeye gidip
maillerimi kontrol ettim. Bir elimle klavyede bir şeyler yazmaya çalışırken diğer elimle
de sivrisinekleri kovmaya çabalıyordum.
Otobüsümün kalkmasına yaklaşık bir saat kala otele gidip resepsiyondaki
çantamı aldım. Minibüse atlayıp otogara gittim. Üzerinde Milan forması olan bir çocuk
yardımıyla biletimi aldım ve hemen karşıda sıralanan bir kahvede otobüs saatini
beklemeye koyuldum.
Otobüs tam vaktinde geldi. Fotoğraf makinamı yanıma alıp diğer eşyalarımı
bagaj kısmına koydum. Koltuğuma oturmak için otobüse bindiğimde beni bir sürpriz
bekliyordu. Koltuk arkadaşım evli bir bayandı. Halbuki Magda’nın olmasını ne çok
isterdim. Şaşırmıştım. Türkiye gibi laik bir ülkede bile bilet alırken bay mı, bayan mı
olduğunuzu sorarlar, gerekirse bir boş koktukla gidilir ama bayan yanına yabancı bir
bay alınmazdı.
Yanımdaki bayan da benim gibi hafif kilolu olduğundan koltuğa zor sığıyorduk.
Ara sıra kalçalarımız bir birine değiyor, fakat hemen ardından sanki çok büyük bir
günah işlemiş gibi ikimiz birden doğruluyorduk. Bu oyun, ikimizin de yorgun düştüğü
gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Daha sonra ikimiz de bıraktık kendimizi. Tabii
karı koca gibi olmamıştık ama, kalçalarımızın kollarımızın bir birine değmesi de
umurumuzda değildi artık.
Sakin bir yolculuk geçirdik. Yalnız bir ara otobüsten uğultular yükseldiğinde
gözümü bir açtım ki, sis bulutunun içindeyiz. Türkiye’de bu tip manzaralara alışkın
olduğumdan ve yapabilecek bir şeyim de olmadığından kaygısızca kestirmeye devam
ettim.
7 Mart 2001 Çarşamba (5. gün),
Otobüsten indiğimde gün çoktan ışımıştı. Saatin oldukça erken olmasına
rağmen Kahire’nin kalabalıklığına, trafik karmaşasına daha iyi bir dalış
düşünemiyorum. Otobüsün bizi bıraktığı yer tam şehrin göbeği. Taksiler,
motorsikletliler, at arabaları, bir birine karışan klakson sesleri. Daha sabah
mahmurluğunu üzerimden atamamışken, nereye nasıl gideceğime henüz karar
verememişken taksi şoförleri rahat bırakmıyor. En sonunda bir taksiciyle “Garden City
Hotel”’e gideceğimi söyleyip atlıyorum taksiye. Taksinin camından etrafı izliyorum.
Luxor; geleneksel bir şehir, Hurghada bir tatil beldesi ve sonunda Kahire ise tam bir
kaos başkenti.
Birkaç kişiye sorduktan sonra taksi şoförü iki caddenin kesiştiği bir yerde
bıraktı beni. Eliyle rastgele bir tarafı işaret edip biraz yürümemi söyledi. Halbuki otelin
nerede olduğu hakkında en ufak bir fikri olmadığına adım gibi eminim. Belki başlarda
bu tip davranışların üstüne gider, hatta gurur meselesi yapardım. Ama adamların
yaşam biçimi bu. Şahsi bir şey olarak algılamıyorum artık. Ya da belki de yavaş
yavaş onlara benzemeye başlıyorum.
Yine sırtımda çantalar, üstelik hava da sabahın ilk saatlerinin etkisiyle kasvetli.
Bir an Hurghada’da kalsam daha mı iyi olurdu diye düşünüyorum. Hem Magda ...
Uzun aramalardan sonra oteli buluyorum. İlk ilgimi çeken asansör oluyor. Otel
üçüncü katta ve otele merdivenlerin arasında, kalın kayışlar yardımıyla hareket eden
açık hava asansörüyle ulaşıyorsunuz. Üstelik de asansörün bir tarafından binip, diğer
tarafından iniyorsunuz. Uykusuzluktan ve yorgunluktan olsa gerek bunu bile çözmek
bayağı vaktimi aldı. Babaannem geliyor aklıma. 90’lı yaşlarında ilk defa asansöre
bindiği zaman, daha asansör hareket etmeden, aynanın olduğu diğer taraftan çıkmak
için kapı kolunu aramıştı rahmetli.
Sadece asansör değil oteldeki tüm eşyalar tarihi bir filmden çıkmış gibi. Yanlış
anlaşılmasın. Harabe demek istemedim. Ama pirinç kapı kolları, resepsiyondaki çağrı
zili, bir ayağı tamir görmüş ama ihtişamından hiçbir şey kaybetmemiş kanepe, hepsi
uyum içinde. Resepsiyona yaklaştım. Resepsiyondaki yaşlı adam bir yandan deftere
bir şeyler karalarken bir yandan da beni kesiyor. Çantalarımı yere bıraktıktan sonra
tek kişilik bir oda istediğimi söyledim. Hem ucuz hem de sivrisineklerle uğraşma
riskini göze alamadığımdan banyosuz bir oda istiyorum. Her ne kadar internetten
yerimi ayırtmış olsam, fiyatı belli de olsa yine de belki daha ucuza kalırım diye
kendimi tanıtmadım. Ama nerde. Internette anlaştığım ücretin tam iki katı bir ücret
çıkıyor karşıma. Şaşırmıyorum. Çantamdan yazışmalarımızı çıkartıp adama
gösteriyorum. Adam da daha fazla üstelemenin gereksiz olduğuna kanaat getirip 9
no’lu odanın anahtarını bana uzatıyor.
Odam; biraz karanlık ve ana caddeye bakıyor. Çarşaflar temiz. Yatağa
ilaveten eski türk filmlerini anımsatan bir komidin ve kapakları kapanmayan bir
gardrop da var. Eşyalarımı öylece odada bırakıp otelin lokanta kısmına geçtim.
Sabahın erken saati olmasına rağmen 3-4 yaşlı ayrı ayrı masalarda kahvaltı
ediyorlar. Ben de kahvaltı istiyorum. Kızarmış ekmek, tereyağ, reçel, zeytin , yumurta
ve sütlü neskafeden oluşan zangin kahvaltım çok geçmeden hazır. Yarı uykulu
vaziyette kahvaltımı bitirip dinlenmek üzere odama çekiliyorum.
Aslında yatağa girerken amacım yol yorgunluğunu atmak için yarım saat
kestirip güne öyle başlamaktı. Ama iki saat sonra görevlinin kapımı çalmasıyla
uyandım. Kayıt için pasaportum isteniyordu. Resepsiyondaki yaşlı adam kayıt işiyle
uğraşırken genç bir çocuk yanıma yaklaştı. Hal hatır sohbetinden sonra asıl niyetini
anlıyorum. Piramitleri gezmek isteyip istemediğimi, eğer istersem 40 LE.’ye bir taksi
bulabileceğini söylüyor. Ben taksiden başka bir ulaşım aracı olup olmadığını
sorduğumda ise biraz tereddütle hayır diyor. Ama belli ki var. Nazikçe biraz yorgun
olduğumu, belki yarın gidebileceğimi söyleyip açık kapı bırakıyorum her ihtimale
karşı.
Üzerime rahat bir şeyler giyip kendimi dışarı attım. Bahardan kalma bir hava,
halbuki İstanbul’da eminim ortalığı sel götürüyordur. Sabah farkına varamamışım,
otel tam Nil’in kenarında. Nil kıyısında birkaç fotoğraf çektikten sonra saatin öğleyi
geçtiğinden fazla oyalanmadan Giza’ya, piramitlere gitmem gerektiğinin farkına
varıyorum. Her zaman yaptığım gibi yolda yürüyen bir genci çevirip Giza
minübüslerinin nereden geçtiğini ve ücretini öğreniyorum.
Minibüste giderken Atina’dan tren dönüşü İspanyol arkadaşların “İstanbul’un
Merkezi” neresi diye sordukları ve kahkahalarla gülüşüm aklıma geliyor. Selanik,
Atina, Sofya ve Bükreş için üç aşağı beş yukarı bir şehir merkezi tarif etmek mümkün.
Ama İstanbul için öyle mi ya? Her taraf bina, her taraf insan, her taraf başlı başına
merkez. Tıpkı Kahire gibi. Uzun bir yol gitmememize rağmen Nil boyunca görkemli
binalar, İstanbul’u bile aratacak araç seli, her gölgenin altında, her yeşil alanda
kümelenmiş insan manzaraları Kahire’nin de ne kadar büyük bir şehir olduğunun
ispatı gibi.
Giza minibüs duraklarında piramitlere giden minibüsü halka sorup içine
atlıyorum. Fakat bir şoför beni o minibüsten çıkartıp içinde hiç yolcu bulunmayan
başka bir minibüse oturtuyor. Kahire – Giza arasına 0.50 LE. verdiğimden Giza –
Piramitler arasına da en fazla aynı parayı veririm diye düşünüyorum. Tabii bu benim
düşüncem. Bir süre sonra beni boş minibüse oturtan şoför yanıma gelip ücreti istiyor:
10 LE. Tabii itiraz ediyorum. Dün aynı yere gittiğimi ve sadece 0.25 L.E. ödediğimi
söyleyip blöf yapıyorum. Adam da blöfümü yutmuş olacak ki tekrar dolu olan
minibüse geçmemi işaret ediyor isteksizce. Minibüse bindiğimde beni bekleyen
insanların gülümsemeleriyle karşılaşıyorum. Sanki bir sınava girmiş ve sınavı
başarıyla vermiş birisi gibi hissediyorum kendimi.
Minibüsten iner inmez uzun boylu bir çocuk karşılıyor beni. At, deve, eşek
isteyip istemediğimi soruyor. Benden olumsuz bir yanıt alınca da ayaküstü bir yalan
uyduruyor. Bugün bayram olduğu için yürüyerek gitmek yasakmış, sadece at, deve,
eşek veya taksiyle içeri giriş serbestmiş. Bu tip yalanları yutmayacak kadar
tecrübeliyim artık. Yürüyerek içeri giriyorum. Hemen girişte turizm bürosu var. İçeri
girip biraz broşür topluyorum. İçerideki türbanlı ama modern giysiler içindeki bayan
Türk olduğumu öğrenince bana piramitler hakkında bilgi veriyor. Biraz Türk turistler
hakkında sohbet ediyoruz. Gezilecek yerlerin çok olduğunu ve erken kapandığını
söyleyip beni kapıya kadar uğurluyor.
Piramitler, muhteşem yapılar. Gözümün önüne bir Keops’u getirip hemen
yanına da Levent’teki çelik ve cam yığınlarından birisini yapıştırıyorum. O dönemde
ve o teknolojiyle böylesine görkemli ve bir o kadar da estetik bir yapıyı meydana
getirmek, gerçekten inanması güç geliyor insana.
Fotoğraf makinamı çıkartıp fotoğraf çekmeye başlıyorum. Bir ara fotoğrafını
çektiğim deve üzerindeki polislerden birisi bahşiş istiyor. Allahtan tedbirli davranıp
yanıma çokça bozuk para almışım. Çıkarıp 1 L.E. veriyorum. Beğenmiyor ama
almamazlık da etmiyor doğrusu.
Hava sıcak, iklim tam bir çöl iklimi. Şapkamı yanıma almayı unuttuğum için
kızıyorum kendime. Başımı güneşten korumak için bir şey almaya karar veriyorum.
Arapların kafalarına taktıkları bir parça beyaz bezden ve renkli bez kuşaktan oluşan
bir örtü var. Galabia’ma da yakışacağımı düşünüp ondan almaya karar veriyorum ve
kafamdan da ortalama bir miktar belirliyorum: 4 L.E. Çocuklardan birisi yanıma
yaklaşıyor ama kurt alıcı gibi davranıp onunla hiç ilgilenmiyorum. Uzun pazarlıklar
sonunda 20 LE.den istediğim fiyata düşürüyorum. Ama 5 LE. verip, paranın üzerini
beklerken çocuk gitmeye kalkıyor. Normalde bahşiş olarak bırakılabilecek bir para
ama inat ediyorum bu sefer. Çocuğu kolundan yakalayıp paranın üstünü istiyorum. O
da bana cüzdanını gösterip, yeminle bozuk parası olmadığını söylüyor. Öok ısrar
edince de çantasından 1 LE. yerine 10 tane posta kartı teklif ediyor. Bir kere inadım
tuttu. Hayır. O zaman çocuk ne yapsa beğenirsiniz. Çantasından 4 LE.ye aldığım ve
hesaplı aldığıma inandığım örtünün aynısından bir tane daha veriyor bana ve çekip
gidiyor. Ben öylece kalıveriyorum. Miktar önemli değil ama şu kazıklanma hissi
canımı sıkıyor. İşin kötüsü bu o günkü tek yediğim kazık olmayacaktı.
Etrafında kurulan çeşitli ufak müzelerin yanında Keops’un içine de girmeniz
mümkün. Ama piramitler, Mısır ve mumyalar hakkında bir film seyretmiş insanların
hayal kırıklığına uğrayacağını peşinen söylemeliyim. Çünkü piramitlerin içinden çıkan
eserlerin neredeyse tamamına yakını Kahire müzesinde sergilenmektedir.
Piramitler, Sfenks, çöl, atlar ve develer. Deli gibi fotoğraf çekiyorum. Bir ara bir
Türk turist kafilesinden bir kız fotoğrafını çekmemi istiyor. Çekiyorum. Teşekkür
ediyor, bir şey değil diyorum. Tabii tüm bu konuşmalar İngilizce geçiyor. Türk
olduğumu söylemiyorum. Zaten tip olarak pek benzemiyorum da.
Kapanış saatine yakın çıkış kapısındaki tüm seyyar satıcıları atlatıp
piramitlerden çıkıyorum. Fakat çıkış kapısındaki bir ilan tüm planlarımı değiştiriyor.
Akşam ışık ve ses gösterisi olduğunu öğrenip, özellikle de fotoğraf çekmek için tekrar
gelmeyi planlıyorum. 1-2 saatliğine otele gitmek yerine hem bir şeyler atıştırmayı hem
de çevreyi gezmeyi tercih ediyorum.
Boş boş gezerken yolun ortasına iskemle atmış nargile içen adamlar ilgimi
çekiyor. Özellikle de iri yarı ve bıyıklı olanı tam fotoğraflık diyorum kendi kendime.
Yavaşça yanına yaklaşıp izin isteyip istememekte kararsızlık geçirirken yanındaki
iskemleyi işaret edip oturmamı istiyor. Arayıp da bulamadığım fırsat. Birkaç dakika
sonra çaylar, kahveler söyleniyor. Babaannesinin Türk olduğunu öğreniyorum. Hatta
boşu boşuna o kadar para vermememi, istersem gösteriyi evinin balkonundan da
seyredebileceğimi, beni misafir etmekten mutluluk duyacağını söylüyor, Mahmut.
Kararsız kalıp, cevap veremiyorum.
Sohbet arasında, oldukça şık giyimli bir genç koku satın almak isteyip
istemediğimi soruyor. Mahmut’a bakıyorum, başıyla onaylıyor. Oturduğumuz yerin
hemen karşısında, oldukça geniş bir dükkanda buluyorum kendimi. Aslında bir şey
satın almaya niyetim yok. Ama nasıl olsa boş vaktim var ve dükkan ilgimi çekiyor.
Dört köşe duvar boyunca sıra sıra cam şişelerin içinde kokular var. Zaten dükkana
girer girmez baharat, çiçek kokuları birbirine karışıp genzinizi yakıyor. Beni köşeye,
üzeri kilimle örtülmüş sedirin üzerine oturtuyor genç çocuk. Kokunun tarihçesini, nasıl
hazırlandığını, nasıl saklandığını uzun uzun anlatıyor. Sonunda satın almayacağım
için pek ilgili görünmemeye çalışıyorum, ama kabalık etmemek için de ara sıra
ilgileniyormuş gibi yapıp küçük sorular sormayı da ihmal etmiyorum. Bir su
bardağının içini musluk suyuyla doldurup içine iki-üç damla esans atıp karıştırıyor ve
sonra koklamamı istiyor. Evet, gerçekten aynı parfüm gibi kokuyor. Kendi parfümünü
kendisi yaptığını, sadece kalıcı olması maksadıyla su yerine saf alkol kullandığını
söylüyor. Tanıtımı bittikten sonra, tam da kahvelerimizin geldiği anda bana hangi
parfümü kullandığımı soruyor. Gio Armani diye cevaplıyorum. Yerinden kalkıp, biraz
ileride sakin tavırlarla bizi izleyen adamla birkaç fısıldaşmadan sonra elinde bir
şişeyle yanıma geliyor. Şişeyi ters yüz edip kokunun kapağa bulaşmasını sağlıyor.
Özenle kokunun kapağını açıp sanki altın suyu gibi değerliymişcesine kapağa
bulaşan kokuyu şişenin kenarlarına sürerek tekrar şişeye geri gönderiyor ve uzatıp
koklamamı istiyor. Kabul etmem gerekir ki aynı koku. Ama çok bilinen bir marka
söyleyerek onun şovuna katkıda bulunmuştum. Yine de bozmayıp, şaşırmış gibi
yapıyorum. O da bundan cesaret alıp bu mesleğin babadan oğula geçen bir meslek
olduğunu, burunlarının çok hassas olduğunu dükkandaki yüzlerce –ki abartmıyorkokudan hepsini tanıyabileceğini söylüyor.
İşte tam o anda meydan okumak geçiyor içimden. Çok da fazla kendimi
tutamayıp bir teklifte bulunuyorum. Ona, gözlerini kapatıp yüzlerce şişe içinden bir
şişe seçsem sadece koklayarak bu parfümü ayırt edip edemiyeceğini soruyorum.
Sorar sormaz da kabalık yaptığımı düşünüp, hafiften kızarıyorum. Çocuksa sanki bu
meydan okumayı beklermiş gibi cebinden siyah bir ipek mendil çıkartıp dizinin üstüne
koyuyor. Müsaade isteyip burnuna koyu renkte bir şey çekip burnunu yıkıyor.
Sonradan öğreniyorum ki, koku almayı daha hassas hale getirmek için kahve;
bildiğimiz kahve ile yıkamak gerekiyormuş. Artık gözleri bağlı ve benden bir koku
seçip getirmemi bekliyor. Yüzünde en ufak bir endişe belirtisi yok. Şişelerin üzerinde
arapça isimleri yazılı. Bir an için acaba arapça bilmediğim için mi bu kadar rahat diye
düşünüyorum. Ama hiç şansı yok. Belki tamamını okuyamasam bile en azından
birkaç harfi çok rahat çıkartabilirim.
Uzakta bir bölümden, üst sıralardan içinde mavi renkli sıvı dolu bir şişe
seçiyorum. Seçerken de üzerindeki harfleri biraz olsun tanıyabilmem baş kıstas.
Yanına gidip tıpkı onun yaptığı gibi özenle kokuyu kapağa bulaştırıp burnuna
götürüyorum. Elimden kapağı alıp kapağı burnuna sürdükten kısa bir süre sonra
ismini söylüyor. Bu sefer gerçekten şaşırıyorum. Gözünü açtıktan sonra elini sıkıp
tebrik ediyorum. O da bana bunun bir şey olmadığını iki kokuyu karıştırıp getirsem
bile kokuları çıkartabileceğini söylüyor. Bu sefer inanıyorum.
Koku dükkanında yaklaşık bir saatimi geçirmeme rağmen hiçbir şey almadan
çıkıyorum dükkandan. Işık ve ses gösterisinden sonra uğrayabileceğimi söylüyorum.
Tok satıcı görünümünde fazla ısrar etmiyor.
Gösteriye fazla kalmadığından ayaküstü bir şeyler yemek maksadıyla ilk
gördüğüm büfe tarzı dükkanlardan birisine yanaşıyorum. Ciğer, mantar, soğan
karışımı üç dört minik sandviçi mideye indirdikten sonra koştura koştura gösterinin
yapılacağı alana gidiyorum.
Gündüz giriş 10 LE. olmasına rağmen Gösteri girişi 33 LE. Acımadan parayı
veriyorum. Gösteri çoktan başlamış. Ön sıralarda pek yer kalmamış. Rahat ve
çevredekileri rahatsız etmeden fotoğraf çekmem için ön sıralarda bir yer bulmam
lazım. Biraz dolaştıktan sonra ikinci sırada bir yer buluyorum. Gösteri alanına sıra
sıra koltuklar dizilmiş. Sfenks’i ve üç piramidi de aynı anda görmeniz mümkün.
Piramitlerin üzerine laser ile şekiller çizilip, piramitlerin yapılışları, özellikleri, hiyoroglif
yazı ve firavunlar hakkında destansı hikayeler anlatılıyor. Yeteri kadar fotoğraf
çekemediğimden İngilizce gösteriden sonra Fransızca’ya da kalıp bu sefer en ön ve
orta bir yer seçiyorum kendime. Şanslıyım bu gece dolunay da var.
Gösteriden sonra otele gitmek için yola koyulduğumda oldukça yorgun
olduğumu farkediyorum. Fakat gösteri çıkışında Mahmut ile karşılaşıyorum. Bana
gösteriyi beğenip beğenmediğimi sorduktan sonra cevabımı bile dinlemeden
arkadaşından koku alıp almadığımı öğrenmek istiyor. Hayır, cevabını alınca da onu
takip etmemi daha yakın bir arkadaşı olduğunu, daha uygun fiyata bir şeyler
alabileceğimi söyleyip arkasına bile bakmadan yola koyuluyor. Bir an hızla kaçıp
gitmek geliyor içimden ama baktım ayıp olacak, takip ediyorum gönülsüzce. Ara
sokaklardan birine dalıyoruz. Beni götürdüğü dükkan sabahki dükkanın yarısı bile
değil. Koku şişeleri özensizce dizilmiş ve çok az sayıda. Mecburen kısa da olsa koku
yapımını ve özelliklerini ikinci baskı dinlemek zorunda kalıyorum. Belli ki, hiç
ilgilenmesem de ufak bir şey almadan bırakmayacaklar beni. Yorgunum, çabuk pes
ediyorum. Kendilerine fazla param kalmadığını, taşımanın da zor olduğunu söyleyip
sadece bu iş için 10 $ ayırabileceğimi söylüyorum. Şu kokular inanılmaz pahallı. lotus
çiçeğinin kokusu hoşuma gidiyor. Ufak bir şişenin içinde hediyemi alıyorum. Tam 10
$’a kurtulduğumu sanırken son bir şey daha göstermek istediğini söyleyip içerki
odadan beyaz renkte koyu kıvamlı bir sıvı dolu şişeyle geliyor. Sandal otu olduğunu,
sıklıkla masajlarda kullanıldığını söylüyor. Tabii fiyatının biraz daha pahallı olduğunu
da eklemeyi ihmal etmiyor. İlgileniyorum. Artık bir şişe de sandal otum var. Üstelik
yarı fiyatına. Daha önce defalarca yaptığım bir hatayı tekrarlayıp adama 20 $
uzatıyorum ve boşu boşuna üstü olan 5 $’ı vermesini bekliyorum. Sonuçta paranın
üstü yerine bir şişe daha lotus çiçeği uzatıyor bana. Dükkandan çıktığımda yediğim
kazığa kendim bile inanamıyorum. Belki aldığım kokular değerli kokular, belki de
değil. Ama hiç ihtiyacım yokken o kadar para vermeme ben bile şaşırıyorum. Hatta
şaşırmanın da ötesinde kızıyorum kendi kendime.
Otele gitmek için otobüsü tercih ediyorum bu sefer. Turizm bürosundaki kızdan
öğrenmiştim numarasını: 125. Çok beklemiyorum. İlk gelen otobüse atlıyorum.
Otobüs çok kalabalık değil. Hatta en arka sırada oturacak bir yer bile var. Arkaya
oturup insanları izliyorum. Otobüse binen insanların çoğu fakir görünümlü insanlar.
Ama sohbet edip, bir birlerine şakalar yapıp gülüyorlar. Her şeyi olan, ama ekonomik
kriz sebebiyle yüzleri asık dolaşan ülkemin insanlarını düşünüyorum ...
Arka kapıdan yaşlı bir bayan biniyor. Kalkıp yer veriyorum. Hemen yanımda
oturan amcanın ki yer verdiğim kadınla hemen hemen aynı yaşta, takdirini
kazanıyorum. O da kalkıp bana yer veriyor. Ben kabul etmiyorum tabii. Aramızda tatlı
bir tartışma oluyor. Ön sıradakiler bize bakıyor. Sonra arka sıralardan bir gencin bir
sonraki durakta inmesiyle yer sorunu kendiliğinden halloluyor. Demek onlarda da var
bu yaşlılara yer verme adeti ve yazık ki onlarda da, bizlerde olduğu gibi unutulmaya
yüz tutmuş.
Otele vardığımda sabah aklımda olan, fakat gezi esnasında unuttuğum bir şeyi
hatırlıyorum: Bugün Galatasaray’ın maçı var. Hemen otel resepsiyonundaki çocuğa
maçı nereden seyredebileceğimi soruyorum. O da istersem otelde izleyebileceğimi
söylüyor. Meğer, Galatasaray’ın bütün avrupa kupası maçları devlet televizyonu
tarafından veriliyormuş. Türkiye’deki arkadaşlar kahve köşelerinde, ya da on onbeş
kişi bir eve tıkılıp dekoderden maç seyrederken ben şifresiz seyredecektim.
Türkiye’de sürekli beraber maç izlediğimiz bir iki kişiye mesaj çekip dalga geçtim.
Galabia’mı giyip maçın başlamasına kısa bir süre kala televizyonun karşısına
kuruluyorum. Hatta Türk olduğumu öğrenen garsonlardan bir tanesi bana en öndeki
yerini vermeyi teklif ediyor. O sırada etrafımda üç gencin daha olduğunu
farkediyorum. Sabah onları görmemiştim. Sonradan öğreniyorum ki, onlar da otelde
kalıyorlarmış. Bir Polonyalı, bir İspanyol ve bir İtalyan. İtalyan daha çok ilgimi çekiyor
tabii. Rakip ne de olsa bir İtalyan takımı: Milan. Belli ki futboldan anlayan birisi,
Fiorentina’dan, Hakan Şükür’den, Fatih Terim’den bahsediyoruz. Daha önceki
Galatasaray – Milan karşılaşmalarının skorlarını ezbere biliyor. Kuyruk acısı var
arkadaşın anlaşılan. Ara sıra sohbetimize İspanyol arkadaş da katılıyor. Grupta bir de
İspanyol takımı var. Milan’ın yenilmesi onun da işine geliyor. Açıkça bu maçta
Galatasaray’ı tuttuğunu söylüyor.
Maç başlıyor. Milan gol kaçırdıkça İtalyanca küfürler öğreniyorum. Bizimkiler
gol kaçırdıkça yerimden fırlayıp ortalığı bir birine katıyorum. İspanyol arkadaş ile bir
olup bizim kibirli İtalyanı da kızdırmayı ihmal etmiyoruz.
Ve Gooool. Statta olsam bu kadar sevinemezdim. Çıkardığımız gürültüye
mutfaktan şefler, garsonlar gelip bakıyor. Onlar da sevinicime ortak oluyor. Ne de
olsa bir Türk ve müslüman takımı. İspanyol arkadaşla havada ellerimizi birbirine
vururken İtalyan’a el kol hareketleri yapıyoruz. O da maçın bitmediğini söyleyip
saatini gösteriyor. İlk yarı 1-0 Galatasaray’ın galibiyetiyle bitiyor. İtalyan hiçbir kelime
etmeden hafiften somurtarak odasına çıkıyor. Agresif davrandığımızdan mıdır, yoksa
takımının yenileceğini bildiği için midir bilmem İtalyan kardeş ikinci yarı aramızda yok.
Maç bitiminde dışarıdan klakson sesleri, bağırmalar, çağırmalar bekliyorum. Maçın
havasına fazla kaptırdım kendimi galiba.
Çok yorgun olmama rağmen maçtan sonra bir canlılık geliyor üzerime.
Kendimi sokakta buluyorum. Gece geç saat olmasına rağmen sokaklar inanılmaz
kalabalık. Tarihi Galata köprüsünde itiş kakış balık tutan insanlar gibi tüm Nil boyunca
nehir kenarlarında ve köprülerde sıra sıra insanlar dizilmiş kah sohbet ediyorlar, kah
gelen geçeni kesiyorlar. Gündüz sıcağın etkisiyle olacak bu kadar kalabalık değildi.
Şehrin gece aydınlatması da çok güzel düşünülmüş. Özellikle büyük binaların
aydınlatılması şehre ayrı bir hava katmış. Bir ara gidip fotoğraf makinamı almayı
düşünüyorum. Ama iki gecem daha olduğunu hatırlayıp, vazgeçiyorum. Biraz
turladıktan sonra Mc Donalds’ta bir şeyler atıştırıp tekrar otelin yolunu tutuyorum.
Güzel bir duş alıp yatağa mutlu ve huzurlu giriyorum. Otelin hemen yol
kenarında olmasına rağmen korktuğum başıma gelmiyor. Gürültüsüz, derin bir uyku
çekiyorum.
8 Mart 2001 Perşembe (6. gün),
Sabah, saatin çalmasına birkaç dakika kala kalktım. İskenderiye (Alexandria)
trenine yetişmeliydim. Bir önceki gece tembellik yapıp, giyeceğim ve yanımda
götüreceğim eşyaları hazırlamadığımdan alel acele kot çantama bir şeyler tıkıp yola
koyuldum.
Otelden aldığım şehir haritasına göre tren istasyonuna metroyla gitmem gerek.
Ama yine de emin olmak için bilet satan memura ısrarla soruyorum. Hayret, oraya
metro yok, taksiyle gitmelisiniz demiyor.
Metro, Bulgaristan ve Romanya’daki gibi büyük olmasa da temiz ve düzenli.
Sabahın erken saati olmasına rağmen aşırı bir kalabalık yok.Etrafı ve insanları
izlerken zaten iki durak sonra ineceğim yere varıyorum. Allahtan arapça tabelaların
yanında ingilizcelerini de koymuşlar. O yüzden çıkacağım kapıyı bulmak zor olmuyor.
Saat kritik. Trenin kalkmasına benim saatime göre sadece beş dakika var.
Ama saatim geri de olabilir. Koştura koştura bilet satılan yeri buluyorum. Görevli
memur, bilet kalmadığını, ama yine de trene binebileceğimi söylüyor. Bir yandan
trene doğru koşarken bir yandan da iki saat ayakta yolculuk yapacağımı düşünüp bir
saat sonraki treni beklemenin daha iyi olup olmayacağını kestirmeye çalışıyorum.
Tren tam kalkmak üzereyken yetişiyorum. Önümde uzun boylu bir kadın, belli
ki o da yetişmek için nefes nefese kalmış, beraberce trene biniyoruz. Hatta binerken
oldukça büyük olan bavulunu taşımasına yardım da ediyorum.
Kompartımanın içine girer girmez şaşırıyorum. İtiş, kakış ayakta yolculuk
etmeyi beklerken geniş koltuklar, müzik yayını ve etrafta dolaşıp çay, kahve servisi
yapan iyi giyimli garsonlar. Sanırım kompartıman da klimalı. Üstelik de neredeyse
bom boş. Bilet kesen kadının yer olmadığını söylemesi garibime gidiyor. Yoksa yanlış
trene mi bindim? Adama nereye oturacağımı soruyorum. Adam da beraber bindiğim
bayanın yanını gösteriyor. O zaman farkediyorum ki, bu bayan Mısırlı değil. Sarı
saçları ve renkli gözleriyle muhtemelen bir Avrupalı. Kafamla selam verip usulca
yanına oturuyorum. O da gülümseyip selamımı alıyor.
Bir süre sonra iyi giyimli adamlardan biri yanımıza yaklaşıp bilet ücretini istiyor.
Sabah trene yetişme telaşıyla paramı bozduramadım. Yanımda sadece 31 L.E. var.
Ama trenin de 30 L.E. olduğunu öğrendiğim için içim rahat. Nasıl olsa İskenderiye’de
bir döviz bürosu bulup bozdururum. Adama 30 L.E. uzatıyorum. Yanımdaki Avrupalı
bayan da parayı uzatıyor. Adam, çantasından çıkardığı bir koçandan iki bilet
kestikten sonra bileti bir miktar parayla birlikte bana uzatıyor. İyi ama adamın para
üstü vermemesi lazımdı. İçimden şüpheye düşüyorum. Acaba 30 L.E. yerine 50 L.E.
mi vardı. Paraları karıştırmış olabilir miyim? Belki de. Ama o zaman bana 20 L.E.
para üstü vermesi gerekirdi, halbuki burada o kadar para yok. Amaan, her neyse.
Tam koltuğa gömülüp sabah erken kalkmanın acısını çıkartmaya
hazırlanırken, yanımdaki bayan bize bilet kesen adamı çağırıp Arapça bir şeyler
söylüyor. İyi Arapça konuşuyor, nasıl öğrenmiş acaba? Konuşma, bir süre sonra hafif
bir tartışmaya dönüşüyor. Adam her ne kadar umursamaz bir tutum gösterip alttan
almaya çalışsa da kadın konuyu kapatacak gibi değil. Ara sıra eliyle beni
göstermesinden konuyu anlıyorum. Meğer, trene aynı anda bindiğimiz için biletçi bizi
beraber zannetmiş. O yüzden de kadının para üstünü bana vermiş. Üstelik de bileti,
trenin içinden aldığımız için 30 değil 33 L.E. vermemiz gerekiyormuş. İyi ama ne
olacak şimdi? Bende sadece 31 L.E. var. Hemen yanlış anlaşılmadan dolayı
bayandan özür dileyip cebime çoktan koyduğum para üstünü bayana veriyorum.
Tabii üstüne de 1 dolar ekleyerek. Bayan, Fransız aksanıyla konuştuğu İngilizcesiyle
sorunun bende olmadığını, adamın yanlışlık yaptığını ve onun özür dilemesi
gerektiğini söylüyor. Bir yandan da adama laf yetiştirmeye devam ediyor. Adam gayet
kibar konuşuyor, ama sanki onun bu kibar ve biraz da umursamaz tavrı bayanı
çileden çıkartıyor. Sesini yükselttikçe yükseltiyor, karşısındakine ders vermek
istermişcesine. Tam sorun halloldu derken, bu sefer de benim 1 dolar problem olıyor.
Ne biletçi, ne de yanımdaki bayan bu parayı almak istemiyor. Mısır’da doların
geçmediğine de ilk defa şahit oluyorum. Kadına İskenderiye’de kısa bir süre beklerse
bozdurup borcumu ödemeyi teklif ediyorum. Ama kadın oralı olmuyor. Sorunun para
olmadığını, bu Arapların hep böyle yaptığını söylüyor. O zaman anlıyorum ki, sorun
gerçekten de para değil. Sorun; uzun süredir Mısır’da yaşamış Avrupalı bir bayanın
kendinden her bakımdan aşağı gördüğü bir Afrikalı Arabı küçük düşürme
çabasından başka bir şey değil. Bir süre sonra adam çaresiz doları almayı kabul
ediyor. Bu bile bizim Avrupalı bayanı sakinleştirmeye yetmiyor. Bir iki arapça
cümleden sonra kafasını cama doğru hızlıca çevirip son sözü söyleme zevkini de
kimselere bırakmıyor.
Sabah sabah bu hareket, üstelik de istemeden benim sebebiyet olduğum bu
tartışma, beni biraz yoruyor. Koltuğu arkaya yatırıp bir süre kestiriyorum.
Uyandığımda yanımdaki bayanın sinirinin geçmiş olduğunu gözlemliyorum.
Çantasından Fransızca bir kitap çıkarmış, okumaya dalmış. Daha bir saatten fazla
yolumuz olduğu için konuşmak geçiyor içimden. Ama beni de terslemesinden
korkuyorum.Biraz cesaret toplayıp bir konu atıyorum ortaya.
Allahtan beklediğim gibi olmuyor. Konu konuyu açıyor. Fransız bir arkeolog
olduğunu beş yıldır Mısır’da kaldığını, hala bazı şeylere alışamadığını söylüyor. Beni
de Avrupalı kabul etmiş olacak ki, son derece nazik bir ses tonuyla konuşuyor. Türk
olduğumu öğrenince cüzdanından bir sürü kart çıkartıyor. Onlar arasından birisini
seçip bana gösteriyor. İzmir’de bir üniversitede öğretim üyesinin kartı. Bana Mısır’da
bir kazıda tanıştıklarını ve çok iyi dost olup hala mektuplaştıklarını söylüyor. Biraz
daha rahatlıyorum.
Bir ara Mısır’da evlerin neden çatı katlarının olmadığını ve dışlarının boyasız
olduğunu soruyorum. Bir süre düşündükten sonra bunun iki nedeni olduğunu
söylüyor. Birinci sebep nüfusun hızla artmasından dolayı sık sık eve bir kat daha
ekleme ihtiyacı. İkincisi ise eğer çatıyı yapıp da evi boyarlarsa aşırı bir vergi ödemek
zorunda oldukları, halbuki bu şekilde bırakıp inşaat halindeymiş gibi göstererek
vergiden kaçırmaları. Tam Türk işi desenize.
İnsanlardan, Mısır’dan, gezdiği ülkelerden bahsediyoruz. O da bir yabancıyla
sık konuşamıyor olsa gerek ki, anlattıkça anlatıyor. İskenderiye’ye ne zaman geldik,
farkında olmuyorum. Tesadüf eseri trene beraber binmemize rağmen kendi
isteğimizle trenden beraber iniyoruz. Tren garından çıkar çıkmaz her zaman olduğu
gibi ısrarlı bir şekilde bir taksi yanaşıyor. Yol ortasında taksi şoförüyle hararetli bir
tartışmanın ortasında vedalaşıp, ayrılıyorum.
Aklımda bir gün önceki çöl iklimi kalmış olacak ki, yanıma yağmurluk almayı
akıl edememişim. Hava soğukça, yağmur yağdı yağacak. Benimse üzerimde sadece
incecik bir tişört var.
İlk önce şu para bozdurma işini halletmeliydim. Bir de daha önemlisi tuvalet
bulmalıyım. Yurt dışında ne zaman tuvalet ihtiyacım olsa stres basıyor. Mısır’da bu
konuda şanslıydım. Onca garip şey yememe rağmen bağırsaklarım saat gibi düzenli
çalışmışlardı ve ihtiyacımı kaldığım otellerde görebilmiştim. En azından şimdiye
kadar. Acaba buradaki camilerde de bizim oradakiler gibi tuvalet var mıydı?
Ana caddede döviz bürosu ve umumi tuvalet ararken aklıma ikisini de aynı
anda halletmek gibi dahiyane bir fikir geldi. Bir banka şubesi bulup, dövizimi orada
bozdururken aynı zamanda tuvaletinden de faydalanacaktım. Belki biraz düşüğe
bozduracaktım ama, en azından tuvaleti umumi tuvalet olmadığı için pis olma riski
daha azdı.
Çok geçmeden bir banka buldum. Üstelik de hemen hemen döviz
bürosundakiyle aynı orandan paramı bozdurdum. Daha da önemlisi hiçbir sorun
yaşamadan tuvaletlerini kullandım. Tuvalet, son derece temiz, düzenli ve insanları da
güleryüzlü ve yardımsever idi. Temel sorunlarımı hallettiğime göre İskenderiye’yi
fethe hazırdım.
Bankadan dışarı çıktığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Luxor’da
havaalanındaki halim geldi gözümün önüne. Çölün ortasında üzerinde polarla terden
sırılsıklam olmuş bir tip. Oysa ki o polara en çok ihtiyacım olan yerde, üzerimde
incecik bir tişörtle üşüyorum.
Amacım ilk önce limana inip bir iki fotoğraf çekmek. Ama biraz ileride bir pazar
yeri ilgimi çekiyor ve dalıyorum pazara. Sabah kahvaltımı muzla yapıyorum. Muzlar
ufak ve şekilsiz, ama oldukça lezzetli. Pazar boyunca yürüyorum. Esnafa selamün
aleyküm dedikçe, hele bir de Türk olduğumu öğrendiklerinde oturup onlarla bir şeyler
içmem için ısrar ediyorlar. Kimini kibarca reddediyorum, kimini kıramıyorum.
Pazar çıkışında sokak boyunca kahveler sıralanmış. Çoğu orta yaşın üstünde
adamlar şişa içip sohbet ediyorlar, domino veya tavla oynuyorlar. Urfa geliyor aklıma.
Özellikle yaşam ve portre fotoğrafı çekmeyi sevenler için Urfa ve civarı oldukça
meşhurdur. Ama buradaki kahveler, kahvede oturan çeşit çeşit insanlar, insanların
yüzündeki tecrübe ve daha çok da zorlu bir hayatın izi olan çizgiler. Sanki fotoğrafın
içinde yürüyorsunuz. Ama nasıl yapmalı da insanları fotoğraf çektirmeye ikna etmeli.
Belki aynı dili konuşsak, kısa bir sohbet ortamından sonra izin almak zor olmayacak.
Ama her ne kadar Türk ve müslüman bir turist de olsam ortada dil sorunu varken ikna
etmek zor olacak.
Fotoğrafını çekmek için izin almak, zaman zaman ülkemde de karşılaştığım
bir sorun. Kimi vardır fotoğrafını çekmeniz için adeta yalvarır, halbuki siz onun
yanında oturan arkadaşını çekmek istiyorsunuzdur. Ne kadar dil dökerseniz nafile, Ya
yazgınızı kabul edip uzaklaşırsınız, ya da teleyi takıp gizli gizli fotoğraf çekmeye
çabalarsınız. Tabii farkedildiğiniz anda başınıza gelebilecekleri göze almak şartıyla.
Bu tereddütlerle birkaç kahve geçtikten sonra gözüm, bir sonraki kahvede
iskemlenin üzerinde bastonuna yaslanıp uyuyakalmış bir dedeye takılıyor. Kahvenin
diğer köşeleri karanlık olmasına rağmen sanki nur yağmış gibi dedenin ak sakalına
çok tatlı bir ışık düşmüş. Heyecanlanıyorum. Ne olursa olsun bunu çekmem lazım
diyorum kendi kendime. Son bir cesaretle kahveye dalıyorum. Beni gören garson tam
bana oturmam için masa gösterecekken ben elimdeki fotoğraf makinasını ve orada
öylece uyuyakalmış yaşlı adamı gösteriyorum. Garson da o dedenin önündeki bir
masanın iskemlesini çekip oturmam için hazır hale getiriyor. Ona elimle henüz
oturmak istemediğimi söyleyip, önümden çekilmesini söylüyorum.
Ben fotoğraf makinasındaki ayarlara dalmışken kahveden bir uğultu yükseldi.
İlk önceleri önemsemeyip kadraj, ışık ölçümü gibi ayarlara devam ettim. Tam
deklanşöre basacağım sırada uğultular bağrışmaya dönmüş olacak ki, gürültüden ak
sakallı dede uyanıverdi. Fotoğraf kaçmıştı. Gözümü makinanın vizöründen
kaldırdığımda, kahvenin neredeyse ayaklandığını ve üzerime yürümeye başladığnı
gördüm. Onlara derdimi anlatmaya çalışmaktansa kaçmak daha mantıklı geldi.
Öğrendiğim birkaç arapça kelime ile onları önce biraz şaşırtıp sonra da arkama
bakmadan sıvıştım. Sanırım, ben fotoğraf makinamı ve yaşlı adamı göstermeme
rağmen garson oturmak için bir yer aradığımı zanledip bana yaşlı adamın önündeki
masada oturmam için sandalyeyi çekmişti. İzin almadan fotoğraf çektiğimi görünce de
haklı olarak tepki vermişler, ben fotoğraf makinasının ayarlarıyla uğraşmaya
koyulduğumdan bu uğultuları yorumlayamamış, bu kayıtsız davranışım onları daha
da kızdırmıştı. Ufak, zararsız bir yanlış anlaşılma yani.
İlk önce pazar yeri, daha sonra da sıra sıra kahvelerin olduğu sokak aklımı
başımdan etmiş, deniz kenarına gideceğim yere tam aksi istikamette yürümüşüm.
Geçtiğim yerlerden, ama bu sefer uslu uslu gerisin geriye dönüp ilk önce tren
istasyonunu sonra da sahile inen yolu buldum.
Havanın çok da iyi olmamasına rağmen sahil kenarı hınca hınç dolu. Özellikle
çocuklar ve gençler sahil kenarındaki bankları doldurmuşlar, bırakın sahilde yürümek,
durup şöyle bir etrafa bakmak bile bu kalabalıkta oldukça güç. Yolda çocuklar
boynumdaki fotoğraf makinasını görüp onları çekmem için yollarını değiştiriyorlar.
Bazen başıma onbeş yirmi çocuk doluştuğu oluyor. Ben de onları kırmamak için
fotoğraf makinamı onlara doğru doğrultup çekermiş gibi yapıyorum.
Sahil kenarında yürürken mendil satan bir arap kızı dikkatimi çekiyor. Esmer
bir cildi olmasına rağmen gözleri mas mavi. Son derece yılışık bir tavırla özellikle
gençlere yanaşıp mendil satmaya çalışıyor. Bir süre onu takip ediyorum. Henüz hiç
mendil satamadı. Fotoğrafını çekmeyi aklıma koyuyorum. Çaktırmadan önüne geçip
bana da aynı tavrı sergilemesini bekliyorum. Beklediğim gibi de oluyor. Turist
olduğumu görünce biraz mesafeli davransa da bana mendil satmaya çalışıyor. Ben
de ona mendil alacağımı ama bir şartım olduğunu, fotoğrafını çekmek istediğimi
söylüyorum. Beklemediğim bir şekilde beni reddediyor. Bu beni daha da
hırslandırıyor. Biraz ileride tekrar karşılaşıyoruz. Bu sefer elimle üç işareti yapıp
pazarlığı yüksekten açıyorum. Kafası karışıyor. İkna oldu olacak. Bu arada bir turistle
mendil satan bir kızın el hareketleriyle konuşması oldukça ilgi görmüş olacak ki,
etrafımız bir anda çocuklar ve gençlerle doluyor. Mavi gözlü kız, ilk önce mendil
almamı söylüyor. Tartışmak istemiyorum. Verdiği mendili elimde tutup, kıza fon
olarak kullanacağım palmiye ağacının önünde durmasını söylüyorum. Bu arada
etrafımız çembere alınmış şekilde. Çocuklardan bir tanesi, beraber fotoğraf çektirmek
için kızın yanına geçmeye çalışıyor. Kız eliyle onu itiyor. Bu arada etrafımızı çeviren
grupta ufaktan itişmeler başlıyor. Kendi aralarında tartışıyorlar sanki. Ne yapacağımı
şaşırıyorum. Grubun en uzun boylu olanı kıza oldukça sert ifadelerle bir şeyler
söylüyor. Kız, çaresizce önüne zor geçmeye ikna ettiğim palmiyeden uzaklaşıyor.
Çocuğa dönüp bir şeyler söyledikten sonra çocuk yanıma gelip bana arapça bir
şeyler anlatmaya çalışıyor. Yanındaki en az on velet bu sefer bizi çembere almış
vaziyette. Diğer gençler ve bazı aileler ise bu kalabalığın sebebini anlamak
istermişcesine bir bize bir de bir birlerine bakıyorlar. Sonunda, çocuğun aldığım
mendilin parasını kıza vermemi istediğinin farkına varıyorum. Kıza parayı veriyorum.
Çocuğa dönüp amacımın sadece fotoğraf çekmek olduğunu anlatmaya çalışıyorum,
ama nafile. Bu, fotoğraf aşkı yüzünden bugün başıma gelen ikinci vukuat. Fotoğraf
makinamı çantasının içine koyup, çocukları kendi aralarında tartışır vaziyette
bırakarak hızlı adımlarla ayrılıyorum.
Akşamüstü olmasına rağmen hala sabah yaptığım kahvaltıyla duruyordum.
Ara sokaklardan birinde kalabalık bir fast food dükkanı gözüme ilişiyor. İçeri
giriyorum. İnsanlar genelde sandviç arasına kahverengi bir bulamaç koydurup onu
yiyorlar. Fiyatı da uygun. Kasadan fiş alıp, sıraya geçiyorum. Sıra bana geldiğinde,
sandviçin arasına ismini şimdi hatırlayamadığım şeyi sürdükten sonra tam elini
üzerine koymak için nohutlara uzattığı sırada yabancı olduğumu farkediyor.
Tezgahtan plastik bir kaşık bulup nohutları kaşıkla sandviçimin arasına koyuyor. Tabii
benden sonrakilere aynen elle muameleye devam. İçinde ne olduğu hakkında en
ufak bir fikrim yok ama tadı enfes. Bir tane daha yiyorum.
Tam da yediğim şeylerin etkisiyle üzerime bir rehavet çökmüşken tren saatinin
çoktan gelmiş olduğunun farkına varıyorum. Yine koştura koştura tren istasyonuna
zor yetişiyorum. Fakat yine bilet yok. Bu sefer trenin hangi perondan kalkacağını
öğrenmem de zor oluyor. Kahire treninin nereden kalkacağını sorduğum bir adam, ilk
önce bilet almam gerektiğini söylüyor, bilet kalmadığını söyleyince de bana yardımcı
olacağını, bir köşede onu beklemem gerektiğini söylüyor. Trenin kalkmasına da çok
az zaman kalmış. Beklemesem acaba kabalık mı etmiş olurum?
Ben köşede o adamı beklerken birkaç genç yanımda sohbete koyuluyorlar.
Ama yan gözlerle beni izlediklerine de eminim. Bu arada orta yaşın üstünde bıyıklı,
zayıf bir adam yanıma gelip ne beklediğimi soruyor. Ben de ona bilet bulamadığımı,
bir arkadaşın bana yardımcı olacağını ve onu beklediğimi söylüyorum. Kendisinin
istasyon şefi olduğunu, yanımda sohbet eden çocukların hırsız olduğunu, kendisini
takip etmem halinde bana bilet bulacağını söylüyor. Kim iyi adam, kim kötü adam
şaşırıyorum. Üzerinde resmi bir kıyafet olmamasına rağmen istasyon şefi olduğunu
söyleyen adamın yüzü güvenilir gelmiyor pek ama yine de onu takip ediyorum. Yolda
birkaç kişiyle selamlaşıyor. Ya bu adam gerçekten istasyon şefi olmalı, ya da bunların
hepsi bir çetenin elemanı.
Çok geçmeden bana bilet kalmadığını söyleyen biletçinin yanına gidiyoruz.
Adamla bir şeyler konuştuktan sonra bana 30 L.E.’lik bileti 23 L.E.’ye alıyor. Bir an
için biletin sahte olduğundan şüpheleniyorum. Sonra da bu şüpheciliğimi bugün
yaşadığım gergin olaylara verip gülüyorum içimden.
Yolda iki üç kişiyle daha selamlaşıp en uçtaki perona gidiyoruz birlikte. Trenin
kalkmasına yaklaşık bir saat olmasına rağmen trene beraber biniyoruz. Koltuklardan
birini ters çevirip oturuyor karşıma.
Saad Metry; bıyıklı, saçları tamemen dökülmeye yüz tutmuş, orta yaşın
üstünde bir arap. İskenderiye Tren İstasyonu şefi. Hristiyan. 4 kızı ve 1 oğlu var.
Damatlarından birisi Flipinli ve ondan oldukça şikayetçi.
Kısa bir süre sonra koyu bir sohbete dalıyoruz. Bu arada kompartımanda
görevli memura kahve sipariş etmeyi de unutmuyor. Türkleri sevdiğini ve bir ara
muhakkak Türkiye’ye gideceğini söylüyor. Uçak ücretinin çok yüksek olduğunu
öğrenince, gemiyle kaç gün süreceğini soruyor.
Konu dine geldiğinde, peygamberlerin ismini sayıp Allah’ın tek, bütün
peygamberlerin de kendi peygamberi olduğunu söylüyor. Kolunu sıvayıp bir dövme
gösteriyor ve kendinin hristiyan olduğunu ekliyor. Dövmenin hristiyan olmakla veya
hristiyanlıkla ne ilgisi var bilemiyorum.
Sohbet ederken, bir yandan da kendime kızıyorum. Genelde insanlara
şüpheyle yaklaşmam. Özellikle de yeni tanıdığım bir insansa, ölçülü davranmama
rağmen o kişinin hakkında komplo teorileri üretmem. Sonsuz olmasa da güvenirim.
Genelde diyorum çünkü o anki ruh halim bu durumu çok etkiler. Sanırım, bugün
yaşadığım gerilimler, İskenderiye İstasyon şefinden hırsız, beni kandırmaya çalışan
birisiymiş gibi şüphelenmeme sebep olmuş olabilir.
Trenin kalkma saatine yakın kırk yıllık dost gibi vedalaşıyoruz. Tekrar
koltuğunu gidiş istikametine doğru çeviriyor. Mısır’da trenler ters istikamete
gidecekleri zaman komple kompartıman ters çevrilmiyor. Koltuklar teker teker 180
derece ters çevriliyor. İlginç.
Yolda, arkadaşlarına tembih etmiş olacak ki, diğer yolcuların biletleri kontrol
edilmesine rağmen beni es geçtiler. Sipariş vermeden çaylar, kahveler getirip üstelik
de ücretini ödememe müsaade etmediler.
Otele vardığımda hava çoktan kararmıştı. Odama girdiğimde bir sürprizle
karşılaştım. Odama birileri girmiş, yatağımı toplamış, çöp sepetini boşaltmıştı. Yurt
dışı tatillerimde tedbir olsun diye tüm paramı yanıma almam. Bir kısmını otelde bir
yere saklarım. Sabah çıkmadan önce paramın yarısını naylon poşete koyup, diğer
yatağın köşesine gizlemiştim. İlk işim onu kontrol etmek oldu. Yerinde duruyordu.
Ama yine de tedirgin oldum. Resepsiyona gidip, odayı toplamaya zahmet
etmemelerini zaten birkaç gün kalıp gideceğimi söyledim. Asıl sebebini anlamamış
olmalılar ki ertesi akşam odam yine toplanacaktı.
Dün gece, çok yorgun olduğum için Kahire’yi gece fotoğraflama işini bu
geceye bırakmıştım. Ama bu gecede çok yorgundum. İyi geceler Kahire. Seninle
umarım yarın görüşürüz.
10 Mart 2001 Cuma (7. gün),
Sabah erken saatte uyandığımda bir önceki gece rüya görüp görmediğimi
hatırlamaya çalıştım. Bugünkü programım çok yoğun olmadığı için biraz yatakta
tembellik yapmaya hakkım vardı. Garip ama tüm Mısır seyahatim boyunca hiç rüya
gördüğümü hatırlamıyorum. Yorgunluktan olsa gerek, yatağa yatmamla uyumam bir
oluyor, sabaha kadar kesintisiz bir uyku çekiyordum. Tabii ilk gece Luxor’da ,
sivrisineklerle yaptığım meydan muharebesini saymazsak.
Kahvaltım yine aynı menüden oluşuyordu: Kızarmış ekmek, tereyağ, reçel,
zeytin, yumurta ve sütlü kahve. Ama bu sefer garson ve diğer kahvaltı yapanlar
değişmişti. İki masa arkamda orta yaşlı japon çift, haritadan gidecekleri yerleri
işaretliyorlar, yanımdaki masada ise aralarında Fransızca konuşan iki kumral genç
hararetle bir konuyu tartışıyorlardı. Daha genç olanı tartışmanın arasında beni
kaçamak bakışlarla süzüyordu. Farketmiştim. Bir ara yanlarına gidip tanışmayı
düşündüm. Ama onlar kahvaltılarına bitirmiş olmalarına rağmen bense henüz
başlamıştım. Kahvaltı tabaklarını toplayıp yanlarına gitmenin ve reddedilme
durumunda da aynı tabaklarla masaya dönmenin komik olacağına karar verip
harekete geçmekten vazgeçtim. Kahvaltım bittiğinde ise çoktan gitmişlerdi. Kuş
kaçmıştı. Bir daha da görmedim zaten.
İlk durağım Kahire Müzesi’ydi ve otelime çok yakındı. Sabah açılış saatine
yakın bir saatte orada olmama rağmen girişteki kalabalık beni çok şaşırttı. Otobüsler
dolusu insanlar kapıda uzun kuyruklar oluşturmuş içeriye girmeyi bekliyorlardı. Ben
de mecburen kuyruğun en arkasına geçtim. İçeri girmem yaklaşık 15-20 dakikayı
buldu. Öğrenci kimliğim burada da işime yaramıştı. 20 L.E. öğrenci olduğum için, 30
L.E. de fotoğram makinam için verdim.
Kahire Müzesi’nin içi oldukça büyük. Normal şartlar altında bile yarım
gününüzü alacak geziye eğer fotoğraf da çekmeyi düşünüyorsanız bir tam günü
ayırmanız gerekiyor. İçeride, farklı kıyafetli, ellerinde gruplarının onları ayırt etmesini
sağlamak için çeşit çeşit bayrak, balon vs. taşıyan rehberler, kendi gruplarına farklı
dillerde bilgi veriyorlar. Öyle ki, bir mezarın veya bir firavunun hikayesini dinlemek için
dakikalarca sıranın sizin rehbere gelmesini beklemek zorunda kalabiliyorsunuz.
Müzenin içinde ayrı bir müze olarak nitelendirebileceğimiz iki ayrı bölüm var.
Bunlardan ilki, Tutankhamon’un ve özel eşyalarının bulunduğu bölüm. Burası ücretsiz
ve flaş kullanmamak şartıyla fotoğraf çekebiliyorsunuz. Ama mumyaların olduğu
bölüme girmek için 20 L.E. daha ödemeniz gerekli ve kesinlikle fotoğraf çekmenize
müsaade etmiyorlar.
Müzeden çıktığımda saat öğleyi çoktan geçmişti. Biraz ilerideki Mc Donalds’da
bir şeyler atıştırdıktan sonra haritamda yerini işaretlediğim Mohammed Ali Citadel’e
doğru yola koyuldum. Aslında mesafe uzak olmasına karşılık buraya yürüyerek
gitmeyi planlıyordum. Ama müzede çok vakit kaybettiğim için taksiyle gitmeye karar
verdim. Uzun bir pazarlıktan sonra taksiye atladım. Bu seferki taksi biraz daha lükstü.
En azından teybi vardı. Şoförden güzel bir kaset koymasını rica ettim. Adam da
sağolsun kırmadı beni. Ama ben mezdeke benzeri hareketli bir şeyler beklerken,
yanık sesli bir hocadan Kur’an dinleyerek bitirdik kısa yolculuğumuzu.
Citadel dedikleri, aslında genişçe bir alana yayılmış çok sayıda irili ufaklı cami
ve medrese benzeri yerlerden oluşuyor. Genişçe bir avlunun iki tarafına inşa edilmiş
camilerden büyük olanını seçip içine giriyorum. Girişte oturmakta olan bir adam beni
karşılamak için ayağa kalkıp ayakkabılarımı istiyor. Ayakkabılarımı cami girişindeki
ayakkabılığa koyduktan sonra bahşiş istememesine şaşırıyorum.
Caminin girişindeki halıların üzerine güneş vurmuş. Tam da güneş ışığının
düştüğü yerde oynaşan iki minik kedi yavrusu gözüme ilişiyor. Onları fotoğraflamak
için yaklaştığımda onlar da beni farketmiş olmalılar ki oynamayı kesip bana doğru
geliyorlar. Caminin içinde, üstelik de ibadet edilen yerde gönüllerince oynayan kedi
yavruları garibime gidiyor. Ama caminin içinde ilerledikçe gördüğüm manzara beni
daha da hayrete düşürüyor. Bir köşede toplanmış, alçak sesle dedikodu yapan ve bu
arada camiye girip çıkanı baştan aşağı süzen kadınlar, caminin karanlık bir
köşesinde çocuğunu emziren bir anne, tam orta yerde yere serdikleri örtüden bir
şeyler atıştıran bir dede ve torunu, cuma hutbesinin verildiği yerine altına uzanmış
ikindi uykusu çeken ak sakallı bir adam, ön sırada ibadet eden biri genç, biri yaşlı iki
kadın ve fotoğraf çeken bir turist. Hepsi aynı camide. Öyle bir mozaik ki, bu mozaiğin
hiçbir parçasının gölgesi bir diğerinin üstüne düşmemiş, birbirine saygı ve
hoşgörünün hakim olduğu Allah’ın evinde.
Bir tarihte yine fotoğraf çekmek amacıyla Sultanahmet camisine gitmiştik. Hem
cami imamı hem de camide ibadet edenler tarafından pek de hoş karşılanmadığımızı
tahmin edebilirsiniz. Cami fotoğrafı çekmek için valilikten izin almak gerekiyormuş.
Camiden kovulma olayı Edirne Selimiye ve birkaç camide daha başımıza geldi. Bu,
çok sakallı ama kıt zekalı insanlarla Mevlana’ları, Hacı Bektaş Veli’leri, Yunus
Emre’leri yetiştiren aynı toprak. İnanması güç.
Yemek vakti. Citadelin etrafında bir büfe buluyorum. Büfenin dışında tıpkı
bizdeki gibi beyaz önlüklü bir adam döner bıçağıyla döner kesmekte. Tek farkı, döneri
kestikten sonra eti, pişmiş domates ve soğanla karıştırması. Bence mahsuru yok. Bir
tane söylüyorum. Kesmiyor, ikinciyi söylüyorum.
Ara caddelerde ilerlerken yine bir pazar yeri dikkatimi çekiyor. Belli ki, burası
turistik bir pazar değil, halk pazarı. Renkli kumaşlardan yapılmış çeşit çeşit yerel
kıyafetler, takılar, kumaşlar, muz ağırlıklı meyve ve sebzeler. Ne ararsanız var. Tabii
benim ilgimi çeken daha çok insan kalabalığı. Çıkartıp fotoğraf makinamı, başlıyorum
çekmeye. Çok geçmeden bir makara bitiriyorum.
Bir ara genç bir çocuk yanıma yaklaşıp bir süre ne yaptığımı gözlemledikten
sonra bayanları çekmememi, yasak olduğunu söylüyor.
“- Haram, ya habibi. Vallahül azim külliyen haram.” deyip,
çocuğu şaşırtıyorum. Kısa bir sohbetten sonra bana güzel kızları nerede
çekebileceğim bilgisini verecek kadar samimi oluyoruz.
Saatin nasıl geçtiğinin farkına varmıyorum. Başımı yukarı kaldırdığımda
güneşin batmak üzere olduğunu görüp telaşa düşüyorum. Bir an önce Nil kenarına
inip son gecemde, evet maalesef son gecemde gün batımını fotoğraflamak istiyorum.
Acele bir taksi bulup doğruca otele gitmesini söylüyorum. Ama maalesef Kahire’nin
keşmekeş trafiği son gün batımını da kaçırmama sebep oluyor.
Otelde biraz dinlendikten sonra gece biraz fotoğraf çekmek için dışarı çıkmaya
karar veriyorum. Ama yeni film takmak için fotoğraf çantamı elime aldığımda başka
filmimin kalmadığını farkediyorum. Bütün Mısır gezim boyunca fotoğraf makinasını
taşımanın verdiği külfetten olacak, film bulmak için pek de istekli değilim doğrusu.
Tatile çıkmadan önce yanıma kaç tane film almam gerektiğine karar verememiş,
hepsini almıştım. Tamamını, yani 12 makara filmi de bitirmek beklemediğim bir şeydi
doğrusu.
Yarın Mısır’a beraber geldiğim turla buluşup, sabah erken saatte İstanbul’a
uçacak olmamıza rağmen henüz rehberlerle irtibat kurmadım. Sadece Hilton
Oteli’nde kaldıklarını biliyorum. Bu, rahat bir insan olmamdan mı kaynaklanıyor,
yoksa uçağı bile bile kaçırmak için kendi kendime oynadığım bir oyun mu emin
değilim. Belki de her ikisi.
Hilton çok da uzakta değil. Yürüyerek on onbeş dakikada otele varıyorum.
Resepsiyondaki bayana turun ve rehberin adını verip görüşmek istediğimi
söylüyorum. Epey uğraştıktan sonra bilgisayarda kayıtlarının bulunmadığını söylüyor.
Otelde Türk grubu olarak sadece Asya Tur varmış. Kıza inanmayıp lobide Türk
aramaya başlıyorum. Yorgunluktan deri koltukların üzerine yayılmış olan bir grup
ilgimi çekiyor. Türk olduklarına kanaat getirip yanlarına yaklaşıyorum. Yanılmıyorum
da. Ama onların söyledikleri de otelde onlardan başka bir Türk grubunun olmadığı
yönünde. Ama nasıl olur? Uçakta Mısır’a gelirken yaptığımız kısa sohbette Hilton’da
kalacaklarını söylediklerine eminim. Hatta defterimde bir yerlere de yazmış olmam
lazım.
Otele dönüp defterimi buluyorum. Günlük şeklinde değil ama, unutmamak için
o gün yaşadığım önemli olayları, gezide tanıştığım kişilerin adres ve telefonlarını,
bazı şeylerin fiatlarını kısa kısa not alırım. Evet, yazmışım ve aklımda doğru kalmış:
Hilton.
Mısır’da bir süre daha kalma ihtimalim belirdiği için sevinmeli miyim yoksa
dönüşe tüm tatilde harcadığımın yaklaşık üç katı kadar ödemem gerektiği için
üzülmeli miyim, bilemiyorum. Pes etmemeye karar veriyorum. Belki de Shereton’dur,
yanlış anlamışımdır, ya da yanlış söylemişlerdir diye düşünüyorum. Kahire’de iki
Shereton olduğunu kaldığım otelden öğreniyorum. İlk önce yakın olanına gidip
soruyorum. Yoklar. Sonra da ikinciye gidiyorum. Bu son ümidim. Ama orada da
yoklar. Ne yapacağım şimdi? Yarın muhtemelen uçağım kalkıyor ve ben bırakın bileti,
rezervasyonu, saatini bile bilmiyorum.
Son bir şey daha deneyeceğim. İstanbul’daki arkadaşları arayıp, tur sahibinin
cep telefonunu öğreniyorum. Gelirken, tur sahibinin de Mısır’a geleceğini
söylemişlerdi. Geç sayılabilecek bir saat olmasına rağmen numarayı çeviriyorum.
Kötü bir zamanda yakalamış olmalıyım ki, telefon uzunca bir süre çaldıktan sonra
açılıyor. Tur sahibi, Shereton’da kaldıklarını söylüyor. Geç bir saatte aradığım için
İkisine de gittim, orada yoklar diye ısrar edemiyorum. Son bir defa daha Shereton’a
gidip orada kaldıklarından emin olduğumu söylüyorum. Bu sefer resepsiyonda daha
ilgili davranan genç bir bayan var. Ama o da kesinlikle otelde öyle bir grup olmadığını
diğer Shereton’ları kontrol etmemi söylüyor. İngilizcem çok da iyi olmamasına
rağmen bana sanki çoğul konuşuyormuş gibime geliyor. Son cümlesini tekrar
etmesini rica ediyorum. Evet, evet sonunda “s” takısı var. Meğer bir Shereton da
şehir dışında, havaalanına yakın bir yerde varmış. Telefon numarasını alıyorum.
Bizim otel çevresinde bir telefon klübesi buluyorum. Yanımda Luxor’dan
aldığım telefon kartım var nasıl olsa. Yan yana iki telefon klübesi var. Bir tanesi dolu,
diğeri boş. Boş olana gidip kartı sokuyorum. Ama kartı soktuğum yer kırılmış
olduğundan kartım içine düşüyor. Almak için bayağı uğraşıyorum ama mümkün değil.
Sinirli bir şekilde kartımı çıkartmaya uğraşırken bir polis yanıma gelip ne yaptığımı
soruyor. Ben de telefonu gösterip kartımın içinde kaldığını anlatmaya çalışıyorum. O
da fazla kurcalamamamı söylüyor. İyi ama bu benim tek kartım. O saatte açık dükkan
bulabilir miyim, nerededir en ufak bir fikrim bile yok. Zaten saat geç olmuş. Bir de
rehberleri uyandırmak istemiyorum. Hem zaten o oteldeler mi ondan da emin değilim
ya.
Çaresizlik içinde düşünürken diğer klübede telefon eden çocuklardan birisi
gözüme ilişiyor. Sanki tanıdık gibi. Biraz daha yaklaşınca beraber Galatasaray maçını
seyrettiğimiz İspanyol olduğunu anlıyorum. Görüşmesi bitince o da beni hatırlıyor.
Derdimi anlatınca da cebinden bir tomar kart çıkartıp istediği kadar alabileceğimi
söylüyor. İçinde az kredi kalan kartlarla şehirler arası konuşulamıyormuş. Ama şehir
içini rahatlıkla arayabileceğimi söylüyor. Ben, her ihtimale karşılık iki tane alıp
teşekkür ediyorum.
Resepsiyondaki kız orada olduklarını söyleyip yüreğime su serpiyor. Hemen
tur operatörlerinden her hangi birisiyle konuşmak istediğimi söylüyorum. O da hemen
birisine bağlıyor. Fakat konuştuğum kişi Türk değil. Aynı turun Mısırlı rehberi. Uçağın
kaçta kalkacağını öğrenip, beni bir Türk rehberle konuşturmasını rica ediyorum. Bir
süre beni telefonda beklettikten sonra hepsinin yatmış olduğunu söylüyor. Olsun,
ziyanı yok. En azından uçağın kalkış saatini öğrendim. Biraz rahatlamıştım.
Yatmadan önce Nil kenarında gezerken üstleri lambalarla donatılmış tekneler
gözüme ilişiyor. Kendimi içinde buluyorum. Oryantal müziği eşliğinde dolunayda
yarım saat kadar bir Nil gezisi yapıyoruz. Karadan biraz açıldıktan sonra yanlış seçim
yaptığımı anlıyorum. Yanımızdaki teknede genç ve güzel kızlar, müziğin çalmaya
başlamasıyla kendilerini ortaya atmışlar, en güzel figürlerini sergilerken, bizim
teknede çıt yoktu. Teknedekilerin yaş ortalaması oldukça yüksek olup genelde
ailelerden oluşuyordu.
10 Mart 2001 Cumartesi (8. gün)
Sabah erken kalkıyorum. Erken bir saat olduğu için henüz kahvaltı hazır değil.
Resepsiyondakilerle vedalaşıp yola koyuluyorum. Bir taksi bulup, 100 LE’den açılan
pazarlığı 20 L.E.’de sonlandırıyoruz. Ama adamdan bir isteğim var. Anlaştığımız
ücrette bir problem olmadığını ama taksimetreyi açmasını istiyorum. Adam kabul
ediyor. Otele vardığımızda taksimetre 8 L.E.’yi gösteriyor.
Erken bir saat olmasına rağmen lobi oldukça kalabalık. Resepsiyondan bizim
grubun biraz sonra kahvaltıya ineceğini öğreniyorum. Lobinin, her tarafı gören hakim
bir köşesine geçip deri koltuklardan birisinin içine gömülüyorum.
Çok geçmeden uçaktan hatırladığım simalar birer birer restorana inmeye
başlıyorlar. Aralarında rehber var mı diye yaklaştığımda karnımın zil çalmakta
olduğunu farkediyorum. Kahvaltı, açık büfe. Ha bir eksik, ha bir fazla diye düşünüp
elime büyükçe iki tabak alıp dolduruyorum. İki kişilik bir masa seçip etrafla fazla
ilgilenmeden kahvaltımı yapıyorum. Bir yandan da rehberlere yakalanırsam ayıp
olacağını düşünmeden edemiyorum. Ne de olsa beleş uçtuk. Şimdi de üzerine beleş
bir kahvaltı.
Kahvaltıyı aceleyle bitirip tekrar lobiye geçiyorum. Toplam ne kadar
harcadığımı bulabilmek için cebimdeki paraları sayıyorum. Bir haftada 220 $
harcamışım. Her şey dahil.
Tam uyuklamak üzereyken rehber geliyor. Selamlaştıktan sonra, uçak
yolculuğumla ilgili sorun olup olmadığını soruyorum. Sorun olmadığını öğrenince
rahatlıyorum.
Otobüsle havaalanına yolculuk sırasında insanların aralarındaki konuşmaları
dinleyip, yüz ifadelerinden memnun olup olmadıklarını anlamaya çalışıyorum ama
nafile. Henüz kimsenin afyonu patlamamış. Hepsinin yüzünde yorgunluk ve
uykusuzluk.
Yaklaşık 1 saat rötorla uçağa biniyoruz. Uçağa binmeden önce Mısır’lı
görevliler hepimizi teker teker sayıyorlar. 3 yolcu fazla çıkıyor. Tek ördek yolcu ben
değilmişim demek. Fazla yolcuların havaalanı vergisini alıp sorun çıkarmadan bizi
uğurluyorlar. Uçağa binmeden rehbere benim için ödediği ücreti fazlasıyla veriyorum.
Uçak havalanmadan rehber Cemal yanıma gelip benimle biraz konuşmak
istediğini söylüyor. Yan yana oturuyoruz. Diğer yanımda oturan eczacı bayan turdan
olmadığımı anlayıp sebebini öğrenmeye çalışıyor. Ben de hikayeyi baştan sona
anlatmaya hazırlanırken rehber Cemal kendisini beklememi rica ediyor. Uçakta genel
bir konuşma yaptıktan sonra yanıma oturan Cemal, ağzındaki baklayı çıkartıyor. Tura
yeni yerler eklemek için yalnız seyahat edip araştırma yapması gerekiyormuş. Tek
başına seyahat ederken karşılaştığım sorunları, gittiğim yerleri sorup bilgi almak
amacı. Bense tüm Mısır hikayemi baştan sona özetliyorum. Hikayemi anlatırken arka
sıralardan insanların beni dinlemek için uçağın önüne doğru gelmeleri bir an için
uçağın dengesini bozacak diye korkmama rağmen hoşuma gidiyor. Kabul, biraz
abarttım ama insanlar beni dinlemek için ön tarafa gelmeleri benim daha büyük bir
zevkle ve heyecanla anlatmama sebep oluyor. Sonradan öğreniyorum ki eczacı
hanım iki bayan arkadaşıyla yalnız gezerlermiş. Ama Mısır’da buna cesaret
edememişler. Yazık.
Anlattıklarımdan etkilenmiş olacak ki, uçağın tekrar Mısır’a döneceğini
öğrenen Cemal; Mısır’a geri dönüp dönmemekte bir an kararsız kaldı. Hatta bir süre
durup düşündü. Sonra, bavullarının bagajda olduğunu hatırlayıp vazgeçti.
Bavulların bagajdan çıkmasını beklerken uçakta olayları tekrar yaşamanın da
etkisiyle tüm yaşadıklarım bir an gözümün önünden geçti. Abdul Fattah’ı, Abdo’yu
düşündüm. Magdalena düştü yüreğime. Kızıldeniz belgeseli, hayatımdaki ilk dalışım
gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. İskenderiye’li İstasyon şefi geldi aklıma.
Yediğim kazıklar, çeşit çeşit yemekler, piramitler, sfenks, Kahire Müzesi, Citadel’deki
cami geçti gözlerimin önünden. Taa ki 50-55 yaşlarındaki bir bayan beni bu rüyadan
uyandırıncaya değin:
“- YANLIŞ YAPTIK. İTALYA’YA GİTMELİYDİK.”