“- Yanlış yaptık
Transkript
“- Yanlış yaptık
“- YANLIŞ YAPTIK. İTALYA’YA GİTMELİYDİK.” Bu sözler havaalanında bagajlarını bekleyen 50-55 yaşlarında bir bayana aitti. Uçaktan yeni inmiştim. Hani bazen çok güzel bir rüyadan uyanırsınız da gözlerinizi kapattığınız zaman devam edeceğinizi sanırsınız ve yataktan çıkasınız gelmez. Halbuki güneş, perdeden içeri sızmıştır bir kere. Büyü bozulmuştur artık. İşte tam ben de bu rüyanın bitmemesi için hayaller kurarken kadının bu sözleri, perdeyi sonuna kadar açmaya yetti de arttı bile. Işık içeri girmişti. Rüya bitmişti artık. Kadına döndüm. İçimden “zavallı kadın” diye geçirerek, alaycı bir gülümseyişle gözlerinin içine baktım. Eşiyle konuşan kadın beni gördükten sonra bir an duraksadı. Gülümseyişimi, onay şeklinde almış olmalı ki daha da kendinden emin bir ses tonuyla: “- Ben sana demiştim, görülecek ne var şu MISIR’da diye ...” devam etti. Evet ne vardı Mısır’da? Neydi Mısır’a gidenleri bu kadar hayrete düşüren ya da kayıtsız bırakan. Bir ülke bu kadar mı gizemli ya da sıradan olabilirdi? Sanırım Mısır’a gidenlerin tamamına aynı soruyu sorsanız, hepsinden de farklı farklı yanıtlar alırsınız. Aslında hepsi de haklıdırlar. Çünkü dünya üzerinde bu kadar kaosu üzerinde barındıran çok da fazla ülke olduğunu sanmıyorum. Fly Havacılık A.Ş. ve Kosmos Tura içten teşekkürlerimle ... Comolos’lu Abdul Fattah’a, Papyrus ustası Abdo Mekawy’e, Dalma hocası Ahmed’e, Polis Ahmet’e, Milan’ı yendiğimiz gece bana sadece bir yarı katlanabilen İtalyan çocuğa, İskenderiye Tren İstasyonu Şefi Saad Metry’e ve tekrar görüşmeyi umutla beklediğim, hala sıcacık gülümsemesi gözlerimin önünden gitmeyen Magdalena’ya sevgilerimle ... İşte benim hikayem ... 03 Mart 2001 Cumartesi (1. gün), Telefonun alarm sesiyle uyandım. Saate şöyle bir baktım. 05.45. İnsanın kaderini kendi icat ettiği bir şeye bırakması ne garip. Ya o saat çalmasaydı, ya gecikip uçağı kaçırsaydım. Neyse hayıflanmanın gereği yoktu. Evden çıkmak için 15 dakikam daha vardı. Her şeyimi dünden hazırlamıştım. Ufak mavi sırt çantam ve fotoğraf makinem. Havaalanına tedbir olsun diye yarım saat kadar erken gitmiştim. Kontrollerden geçtikten sonra beklemeye koyuldum. Neydi beni bu maceraya iten? Daha bir hafta öncesine kadar aklımın köşesinden bile geçmeyen MISIR, şimdi nasıl oluyor da kısa bir hava yolu mesafesi kadar yakın olabiliyordu? Tesadüf mü yoksa kader mi? Bu sorunun cevabını şu an bile verebilmem zor. Turizm Acentalarına ve uçaklara hizmet veren bir Havayolu şirketi müşterim var. Geçenlerde ihtiyaç sebebiyle beni çağırdıklarında, onlara da cazip gelen şöyle bir teklif yaptım: Servis ücreti ödemek yerine beni Bayram’da bir yerlere gönderin. Onlar da İtalya, Portekiz, İzlanda, Tunus veya Mısır’dan birini seçmemi söylediler. Mısır’ı seçtim hiç düşünmeden. Çünkü Avrupa ülkeleri pek ilgimi çekmiyordu. Biraz Tunus ile Mısır arasında kararsız kaldıktan sonra Mısır deyiverdim. Onlar da kabul ettiler ve 3 Mart günü en geç saat 7’de havaalanında olmamı söylediler. “-Bilet” diye sorduğumda ise bilete gerek olmadığını söylediler. Eh, bu da onların işiydi. Ama içimde hala bir şeylerin ters gideceği, Mısır’a gidemeyeceğim endişesini de taşımıyor değildim. Havaalanında beklerken bir süre insanları incelemeye koyuldum. Çok ağır bir ekonomik kriz geçirmemize rağmen bayram arifesi havaalanı bayağı kalabalıktı. Kimileri kayak takımlarını sırtlanmış kaymaya gidiyorlar, kimileri dalgıç takımlarını alıp dalmaya. Bu insanlar ekonomik krizden etkilenmemişler miydi, yoksa ülkenin bu kötü şartlarına rağmen yaşama sevincini yitirmemiş nadir insanlardan mıydılar? Ya ben? Sanırım kendimi –biraz da kaybedecek pek de fazla bir şeyim olmaması sebebiyleikinci gruba rahatlıkla kabul edebilirim. Beni uçağa bindirecek kişiyle buluşmamıza dakikalar kala, içimdeki şüpheler de artıyordu. Acaba bir aksilik çıkacak mıydı? Her ihtimale karşı bilet fiyatını sormaya karar verdim. Eğer hesaplı ise, bir aksilik çıkması durumunda kendim de bilet alıp gidebilirdim. Gidiş-Dönüş biletinin 560 $ olduğunu öğrenince hayallerim suya düştü. Çünkü benim tatilde harcamayı düşündüğüm toplam para uçak parasından daha azdı. Aksilik çıkmaması gerekiyordu. Başka şansım yoktu. Aksilik çıkmadı. Arkadaş belirlediğimiz saatte geldi ve kolayca biniş kartını alıp uçağa bindim. Gerçi aynı sıkıntıları dönüşte de hissedecektim ama en azından şu anda uçaktaydım ve 15 dakika içinde havalanacaktık. Uçağa bindikten sonra fark ettim ki aslında bindiğim uçak; bir turizm şirketi tarafından kiralanmıştı. Bazı müşterilerini almak için ilk önce Ankara’ya uğrayacak, oradan da Luxor’a uçacaktık. Ama benim ilk önce turun rehberini bulup dönüş için zaman ve yeri öğrenmem gerekiyordu. Ne de olsa minibüsçülerin argo tabiriyle “ördek” yolcu olduğumdan pek de hoş karşılanmadım. Haklıydılar çünkü insanların yüzlerce dolar ödeyerek uçtukları yere bedava uçuyordum. Sonunda uçağın dönüşte Kahire’den hareket edeceğini ve Kahire’de kalacakları oteli öğrendim. Dönüş için de içim biraz rahatlamıştı. Uçak havalandıktan sonra yanımda oturan bayanın 55-60 yaşlarında İsviçreli bir bayan olduğunu fark ettim. Yaptığımız sohbet esnasında kendisinin bir çok ülkeyi gezdiğini, genelde yalnız seyahat ettiğini, hatta Mısır’dan sonra Avustralya’ya yalnız gideceğini ama Mısır’a yalnız gitmeye cesaret edemediğinden dolayı bir Türk arkadaşı dolayısıyla Türkiye’den bir tur ayarladığını öğrendim. Kendisine daha önce Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’ya da yalnız seyahat ettiğimi söylememe rağmen cesaretimden dolayı beni kutladı. Ben de ona Mısır’da da yalnız seyahat etmeye mani bir durumun olmadığını söyledim. Asıl amacım onu ikna etmek değildi elbette. Sadece buna kendim de inanmak istiyordum. Bu arada Mısır hakkında konuşmak için rehberi gözetleyip durdum. Fakat bütün yolculuk boyunca uyukladığı için bir türlü konuşma fırsatı bulamadım. Her ne kadar internetten araştırmış dahi olsam, henüz rotamı bile tam olarak belirleyememiştim. Daha önce defalarca Mısır’a gitmiş bir rehberden alınacak birkaç öğüt çok işime yarayabilirdi. Aslında biraz da kendimi sonbaharda dökülmüş bir yaprak gibi kader rüzgarına bırakmayı seviyorum. Bazen yolumu kaybedip ilginç insanlarla tanışmayı, bazense hiç de hazırlıklı olmadığım bir anda neden çıktığını bile bilmediğim bir kavganın içinde buluvermeyi ne yalan söyleyeyim oldukça eğlenceli buluyorum. Zaten kimilerine göre “sefillik” olarak nitelendirilebilecek bu tatil tipini çok yıldızlı otellere tercih etmemin sebebi, maddi kaygılardan çok, macera ve özgürlük düşkünü ruhumdur. Lüks alış veriş mağazalarının o huzur veren ama oldum olası soğuk ve maddiyat kokan havasını teneffüs etmektense bir halk pazarında kaybolmayı, bağrış çağrış içinde kavga mı ettikleri yoksa malını satmaya mı çalıştıkları belli olmayan satıcılarla kıran kırana pazarlık yapmayı, annesine şeker aldırmak için bir yandan ağlarken bir yandan da eteğini çekiştiren çocuğu izlemeyi, sanki malıyla ilgileniyormuş gibi yaptığım yaşlı teyzenin güzel kızıyla göz göze gelmeyi tercih etmişimdir hep. Bir de ne zaman o çok yıldızlı otellerin kapısından içeri girsem, kendimi oraya ait değilmişim gibi hissederim. O yüzden 3. – 4. sınıf otelleri, hostelleri tercih ederim. Çünkü o otellerde insanlar sizi baştan aşağı süzüp not vermezler. Kıyafet seçiminde birinci faktör beğenilmek değil, rahatlık ve kullanışlılıktır. Lüksünüz çok azdır ama zaten ihtiyacınız da yoktur. Akşam, Polonyalı, İspanyol, İtalyan hep bir arada oturup gezdiğiniz ülkelerdeki anılarınızı ve kendi ülkenizi, ülkenizin insanlarını anlatırsınız. Belki de okul yıllarından beri unuttuğunuz paylaşmanın zevkine varırsınız. Bazı insanlar vardır yalnız sinemaya bile gidemezler. Sanki kendileriyle baş başa kalmaya korkuyorlarmış gibi. Sanki kendileriyle barışık değillermiş, kendileriyle vakit geçirmek hoşlarına gitmiyormuş gibi. O insanlara acımışımdır hep. Halbuki bir kere yalnız tatile çıksalar, belki kendi kendileriyle yüzleşme fırsatına da sahip olacaklar. Yalnız tatile çıkmayı sevmemin birinci sebebi bu: Kendi kendimle baş başa kalmak. Aynaya bakmak gibi bir şey bu. Ama içerilere, daha derinlere. İkinci sebebi ise özgürlük ve sorumsuzluk hissi. Gözünüzü açtığınız anda, daha önce gitmediğiniz bir ülkenin tanımadığınız bir sokağında buluyorsunuz kendinizi. İnsanların dillerini bilmiyorsunuz. Konuşmaları, yüz hatları hatta el kol hareketleri bile yabancı. Ne gidecek bildik bir yeriniz var, ne de başınız sıkıştığında aranacak bir dost. Sanki bir bebek gibi hayata yeniden başlıyorsunuz işte. Size öğretilen tüm değer yargılarını, çatalı sol elle tutmanız gerektiğini, topluluk içinde geğirmenin ayıp olduğunu, bir arkadaşınızla yolda karşılaştığınızda iki kere yanağından öpmeniz gerektiğini unutun. Çünkü artık yeni bir toplumda, yeni bir kültürdesiniz. Siz yep yeni bir insansınız artık. Öğrenmeye hazır mısınız? O heyecanı, sıfırdan başlama heyecanını hissedebiliyor musunuz? O halde yeni bir dünyaya hoş geldiniz. Luxor havaalanı neredeyse çölün ortasında. Mısır’ın % 95’inin çöl olduğunu okumuştum ama çölü sadece filmlerde gördüğümden gözümün önünde canlandıramamıştım. Ama şimdi gözümün önündeydi işte: Uçsuz bucaksız kum tepeleri. İstanbul’dan ayrıldığımda hava biraz soğuk ve yağmurlu olduğu için mecburen kışlık sayılabilecek polarımı giymiştim. Oysa şimdi çölün ortasındayım ve sıcaktan pişmek üzereyim. Türk vatandaşları vizeyi havaalanından alabiliyorlar. Ücreti daha önce öğrendiğimden 35 $ cebimde çoktan hazırdı. Fakat ben henüz etrafla ilgilenirken garip bir şey oldu. Oldukça iyi giyimli bir arap gelip, turu bir köşeye doğru götürdü. Ben de henüz grubun içinde olduğumdan ben de onlarla birlikte hareket ettim. Adam cebinden bir zarf çıkartıp içinden mavi ve kırmızı renkli iki pulu gösterip İngilizce bir şeyler anlatmaya başladı. İngilizce diyorum ama arap şivesi ile İngilizceyi anlaması bayağı zor oluyor. Hem arkada olduğumdan, hem de ingilizceyi arap şivesiyle konuşmasından dolayı bir şey anlamadım. Neden sonra insanların pasaportlarını çıkartıp ona verdiğinde anladım ki, gösterdiği pul vize imiş. Kalabalık bir sıra oluştu hemen. Sırası gelen pasaportunun bir sayfasını açıyor, adam da ona “-Kosmos” diye sorduktan sonra pulu yapıştırıyordu. Sıra bana geldiğinde arap sordu: -“Kosmos?” bir an teredütten sonra “- Evet. Kosmos.” Pulu yaladıktan sonra pasaportuma yapıştırdı. Vizeyi de beş kuruş para vermeden almıştım. O an vicdanım biraz sızlamıştı ama daha sonra Mısırlıların bana atmaya çalıştıkları, hatta attıkları kazıkları düşündükçe oh olsun diyorum. Elime sağlık. Kosmos tura son bir yüzsüzlük yapıp şehir merkezine kadar onlarla gelip gelemeyeceğimi sordum. Onlar da yer olursa gelebileceğimi söylediler. Luxor’dayım. Otobüs Nil nehrinin kıyısında durdu. İnsanlar bagajlarıyla uğraşıp binecekleri ve dört gün boyunca Nil’de seyahat edecekleri gemiyi incelerken ben gruptan ayrıldım. Sanırım onlarla dönüşe kadar görüşemeyecektik. Çünkü rotamız farklıydı. Biraz Nil’in keyfini çıkarmaya karar verdim. Her ne kadar elimde internetten dökümanlar olsa da otel bulmanın o kadar da kolay olmayacağını biliyorum. Ama hava kararmasına da çok vardı ve erken kalkılan bir günün yorucu bir uçak yolculuğundan sonra Nil kenarında biraz dinlenmeyi hak etmiştim. Fakat ne mümkün. Henüz on onbeş metre ilerlemiştim ki, adamın bir yanıma gelip taksi isteyip istemediğimi sordu. Ben elimle hayır işareti yapmama rağmen sanki evet demiş gibi taksinin kapısını açıp sırtımdaki çantayı almaya yeltendi. Ben de daha sert bir hareketle hayır diyip biraz ilerledim. Daha sonra at arabası, tekne gezisi için de aynı şeyleri yaşadıktan sonra ilk önce bir otel bulup bu turist görüntüsünden kurtulmanın daha akıllıca bir iş olduğuna karar verdim. Nil kenarında satıcılardan yürümek zor olduğundan ara sokaklara daldım. Sıcağın altında git gide yüküm daha da ağırlaşıyordu. Ama yol yorgunluğuna ve yüküme rağmen caddelerde başı boş gezmek ve arapça tabelaları incelemek de hoşuma gitmişti. Küçüklüğümde bitiremesem de Kur’an okudum. O yüzden arapça harflere ve rakamlara çok da yabancı değilim. Tam bir tabelayı çoktan unuttuğum arapçamla çözmeye çalışırken yan bankta ağaç gölgesi altında bir şeyler tıkınan gençlerden biri garip bir ses çıkardı: - Ssszzzt. İki üç kere bu sesi çıkardıktan bana bir şeyler söylemeye çalıştığını anlayıp ona döndüm. Sonradan öğrenecektim ki bu sesi Mısırlılar bir birlerine seslenirken veya kızlara laf atarken kullanıyorlar. Tıpkı bizdeki Şişşşt gibi. Gençlerden biri yerinden kalkmadan oraya gelmemi anlatan bir el işareti yaptı. Bir an tereddüt ettiğimi görünce kalkıp yanıma geldi. Abdül Fattah. Comolos adalarından. -Türkiye’ye gidince haritaya bakıp yerini bulacağıma söz verdim- Kapkara bir suratı ve kocaman elleri var. Elinizi sıktığı zaman size güven hissi veriyor. Mısır’da Fransız Edebiyatını bitirmiş. Şimdi bir Papyrus dükkanında satıcı olarak çalışıp dönüş uçak parasını biriktiriyormuş. Kendi hesabına göre dört – beş ay daha çalışması gerekiyormuş. Aylık maaşı sadece 150 L.E. (1) Bana kendisinin de Mısır’lı olmadığını söyledi. Türk ve müslüman olduğumu öğrenince ilgisi iki kat daha arttı. Kendisinin de Kahire’de okurken Türk arkadaşlarıyla aynı yurtta kaldığını ve bana istersem otel bulma konusunda yardım edebileceğini söyledi. Yardım teklifini severek kabul ettim. Yüzü bende hiç de hırsız, dolandırıcı izlenimi uyandırmamıştı. Ne çeşit otel istediğimi sordu. Ben de o klasik yanıtı verdim: “- Temiz ve ucuz olsun.” Minibüse bindik. Ücreti ödememe müsaade etmedi. Beraber üç yıldızlı bir otele gittik. Resepsiyonist çocukla arapça bir şeyler konuştuktan sonra bana fiyatı söyledi. Fiyat düşündüğümden biraz yüksekti. O da sorun olmadığını başka bir otele gidebileceğimizi söyledi. İkinci gittiğimiz otel belli ki daha ucuz bir oteldi. Resepsiyonda genç bir arap kızıyla birlikte pala bıyıklı üzerinde koyu renkli bir Galabia ( 2) olan bir adam vardı. Resepsiyonda çalışan kızla birlikte odalardan birini görmeye çıktım. Oda, içinde tuvaleti de olan sıradan 3.sınıf otel odalarındandı. Hakkını yememek lazım, bir de klima vardı odada. Çarşafları kontrol ettikten sonra kıza onaylayan bir işaret yaptım. Yorgundum ve duş almak istiyordum. Daha fazla uğraşamazdım. Abdül, bir süre onunla da görüştüktan sonra bana fiyatı söyledi: 100 L.E. Ben bu fiyatın da yüksek bulduğumu söyleyince adam son olarak iki gecelik 70 L.E. yapacağını söyledi. Ben de gecelik olarak 35 L.E. ödeyeceğimi ve yarın kalıp kalmayacağıma henüz karar vermediğimi söyledim. 40 L.E. verdim. Bozuk parası olmadığı için paranın üstünü sonra vereceğini söyledi. Bu arada Abdul Fattah benden izin isteyip eğer istersem saat 19.30 gibi otele gelebileceğini, beraber dolaşabileceğimizi söyledi. Tamam dedim. Duş aldıktan sonra o saate kadar dinlenmeyi planlıyordum. Fakat ılık bir duş kendime getirmişti beni. Dinlenmek yerine dışarıda buluverdim kendimi. Tabii yazlık kıyafetlerle. Nil etrafında şortla dolaşan turistler görmüştüm. Ama kaldığım otel biraz daha içerlerdeydi. Çok da yabancısı olmadığım İslami kurallar sebebiyle şort giymek yerine uzun pantolon ve kısa kollu bir t-shirt giymeyi tercih ettim. Ne de olsa bir müslüman ülkedeydik ve hoşgörü sınırlarını henüz bilmiyordum. Tam otelin karşısında bir kalabalık gözüme ilişti. Biraz yaklaşınca bir semt pazarının girişi olduğunu anladım ve o sokağa doğru yürümeye başladım. Gördüklerim tam anlamıyla nefeslerimi kesmişti. Değişik meyve ve sebzeleri bağıra çağıra satmaya çalışan satıcılar. Tezgahın üzerindeki etleri kesip, tartıp, poşetleyen açık hava kasapları, aldıkları sebze-meyveleri başlarının üzerindeki sepette taşıyan kadınlar. Daracık bir sokak olmasına rağmen insanları ezercesine geçen at arabaları, bisikletliler. Ekmek arası şu anda bile tam kestiremediğim şeyler satan sokak satıcıları. Önünde şişası (3) ile etrafı izleyen ak sakallı bir arap. Bir elinde tepsi, diğer elinin avucunda şeker taşıyan esnafa çay dağıtan çaycı. Tam bir kaos. Ama öyle ahenkle çalışıyor ki asla bir birinin yolunu kesmiyor. Ufak tefek kazaların dışında. Sokakta ilerledikçe insanların bakışları benim üzerimde odaklaşıyordu. Ne de olsa turisttim ve bu özellikle de giysilerimden belli oluyordu. Halbuki ben halkın arasına dalmak, sanki onlardan birisiymiş gibi rahatsız etmeden ve edilmeden dolaşmak istiyordum. Bir şekilde kamufle olmalıydım. Ama nasıl? O anda aklıma bir 1 1 USD = 3.85 LE (Egyptian Pound) Galabia: Entari benzeri erkeklerin giydiği geleneksel bir Arap giysisi. 3 Şişa: Nargile 2 fikir geldi. Bir galabia almak. Pazarda bu kıyafeti satan bir satıcı bulmak çok zor olmadı. Çat pat İngilizce de biliyordu. - Essalamün Aleyküm. - Va Aleyküm Selam ve Rahmetullah. Nereden? - Türkiye. - Türkiye? Helva.(1) Mısır’da müslüman olmak çok büyük bir avantaj. İnsanlar sizi turist, yani yolunacak kaz olarak görmekten vaz geçip müslüman kimliğinizle görüyorlar. Türk olmak da çok büyük avantaj. Çünkü bir kısmının Türk akrabası olduğu gibi herkes Türkleri çok seviyor. Bir ülkeye gittiğim zaman o ülkenin kültürünü, dilini öğrenip mümkün olduğu kadar kullanmaya çalışırım. Daha önceki seyahatlerimde yanıma o ülkenin dilinde basit sözcükleri içeren kitaplar almıştım. Ama bu sefer vakitsizlikten, “Türkçe-Arapça Konuşma Kılavuzu” benzeri bir kitap alamadım. O yüzden halktan öğrenmeliydim.Böylesi daha yavaş sürse de daha kalıcı ve eğlenceliydi. Günaydın, teşekkür ederim, nasılsınız vb. günlük hayatta çok kullanılan sözcükleri öğrenmek ve mümkün olduğu kadar onlar gibi telaffuz etmeye çalışmak bir anda onların gözünde değerinizi yükseltiyor. Bir çok avrupalı turistin –burnu büyüklüğünden olsa gerekbirkaç basit sözcük öğrenmeye bile çalışmadıklarını hayretle görüyorum. Halbuki iletişim ve karşılıklı olumlu elektrik için bu şart. Adam şaşkınlığını attıktan sonra gerçekten galabia isteyip istemediğimi sordu. Benden evet yanıtını alınca da gösterdiğim giysiyi ipten alıp bana verdi. Giymeme ve çıkarmama yardım etti. Daha incelemeye bile fırsat vermeden bir poşete koyup elime tutuşturuverdi. Sıra pazarlığa gelmişti. Normalde pazarlık etmesini çok severim. Üstelik de alıcıysam. Ama şu Mısır seyahatim boyuna satıcıdan, taksiye, postanede telefon kartı satan memurdan, polise, minibüsçüden otel sahibine kadar o kadar kişiyle pazarlık ettim ki bir süre artık pazarlığın adını bile duymak istemiyorum. O yüzden pazarlık kısımlarını kısa keseceğim. Ama sanmayın ki, kolay oluyor. Uzun süren bir pazarlık sonunda 20 L.E. gibi Mısırlılar tarafından bile makul sayılabilecek bir fiyata aldım. Yalnız o kargaşa esnasında önündeki ufak bir söküğü görememişim. Daha doğrusu satıcı görmeme fırsat vermedi. Onu da şu anda tüm iyi niyetimle nazar boncuğu olarak sayıyorum. Hemen otele dönüp üstümü değiştirdim. Artık ben de bir Mısırlıydım. Resepsiyondaki kız şaşkınlığını gizleyemedi. Ben sanki normalmiş gibi kıza hiç aldırmadan Luxor Temple’ı ziyaret etmek üzere fotoğraf makinamla birlikte otelden ayrıldım. Otel çıkışında bıyıklı, Türke benzeyen bir adam yolumu kesti. İlk önce otelde kaldığımdan emin olduktan sonra bana tekne gezisi isteyip istemediğimi sordu. Müslüman ve Türk olduğumu öğrenince de eğer bayramda burada olacaksam beni evinde misafir etmekten ve ailesiyle tanıştırmaktan mutlu olacağını ve bu sayede benim de gerçek bir Mısır evi görme şansım olacağını söyledi. Kibarca salladım. O da ısrarcı olmadı. En az beş yıl öncesinden kalma bir öğrenci kimliğim var. Türkiye’de her ne kadar işe yaramasa da yurt dışında bayağı işe yarıyor. Diğer yurt dışı seyahatlerimin tamamında kullandım. Öğrenci ücreti olan 10 L.E. ile birlikte eski öğrenci kimliğimi de gişedeki adama uzattım. Adam bunun geçerli olmadığını, uluslar arası olması gerektiğini söyleyip benden tam ücret olan 20 L.E. aldı. Sonradan öğrendim ki ISIC (2) sahibi olmam gerekiyormuş. Üstelik ISIC kartı sahibi olmak için öğrenci olmana da gerek yok. Bastır parayı al kartı. Tam Türk işi. Yoksa Arap işi mi demeliydim. 1 2 Helva: İyi, çok iyi. ISIC: International Student Identification Card Luxor Temple’ı gezdikten sonra henüz havanın kararmamış olmasına sevinip, biraz gün baytımı fotoğrafı çekmek için Nil kıyısına indim. Fakat fotoğraf çekmek için flukaların (1) kiralandığı yere kadar gitmem gerekiyordu ve bu iş, teknelerini kiralamak isteyen ısrarlı satıcılardan dolayı hiç de kolay değildi. Aslında ben de bu teknelerden birini kiralamayı istiyordum. Ama fiyatlar 40 L.E. den başlıyordu ve bu bir gecelik otel paramdan fazlaydı. En sonunda gençlerden birini gözüme kestirip yanaştım. 10 – 15 dakika süren kıyasıya bir pazarlıktan sonra adam yorgun düşüp 5 L.E. ye anlaştık. Tam kıyıdan açılmak üzereydik ki, başka bir çocuk iki Hollandalı turist getirdi. Onlardan kişi başına 35 L.E. aldığını gözlerimle gördüm. Şimdi Mısır’a giden arkadaşlarımdan ücret konusunda neden farklı tepkiler aldığımı anlayabiliyorum. Pazarlık etmeyi biliyorsanız Mısır çok ucuz bir ülke. Ama eğer bilmiyorsanız. Hollandalı çift gibi her şeyin fiyatının belli olduğu bir Avrupa ülkesinden geliyorsanız, 5 L.E. lik geziye 35 L.E. ödemeniz içten bile değil. Nil’de gün batımı gerçekten müthiş. Her ne kadar fotoğraf çekmekten bunu tam olarak yaşayamasam da Hollandalı çift eminim verdikleri paranın keyfini çıkarttılar. İnsan kaç kere sevgilisiyle birlikte Nil üzerindeki bir yelkenlide gün batımı izleyebilir ki? Fluka gezisinden sonra pek de hoş olmayan bir sürpriz oldu. Tam karaya adımımı atmıştım ki, otel çıkışında tekne isteyip istemediğimi soran adamla karşılaştım. Pek bozuntuya vermemeye çalıştım ama biraz utanmıştım doğrusu. Tekne gezisinin nasıl olduğunu sordu. Ben güzeldi dedim, donuk bir ifadeyle. O da evinde misafir etme teklifini yineledi. Ama ben muhtemelen yarın Luxor’dan ayrılacağımı söyleyip adamın cevabını beklemeden oradan uzaklaştım. Otele geldiğimde Abdül beni bekliyordu. O da kıyafetimi görünce şaşırdı ve eliyle güzel anlamına gelen bir işaret yaptı. Bizde tamam (o.k.) anlamına gelen baş parmağın yukarı doğru kaldırılmasıyla yapılan işaret onlarda güzel anlamına geliyor. Biraz Nil kıyısında dolaşıp, yer fıstığına benzeyen bir fıstık yedik. Şeker kamışı suyu içtik. Yapımı ve tadı çok ilginç. Boyu 1.5 – 2 metreyi bulan şeker kamışlarını ikili üçlü gruplar halinde buzdolabı büyüklüğünde bir makinaya sokuluyor. Makinadan gacır gucur sesler geldikten sonra kamış başına yaklaşık 1-2 bardaklık su çıkıyor. Rengi yeşil. Tadı şekerli su gibi. Değişik, anlatması zor. Daha sonra aynı kamışı çocukların kemirerek yediklerini de görecektim. Yurttaki Türk arkadaşlarının sebepsiz yere kavga çıkarttıklarından, Luxor’da kız arkadaşı olmadığından, ama Kahire’de bu işlerin çok daha kolay olduğundan bahsettik. Şimdi birkaç arkadaşı ile birlikte bir evde kalıyorlarmış. Para biriktirmek için ara sıra Fransızca ders de verdiği oluyormuş.. Gece yarısına doğru bir şeyler içmek üzere bir kahveye giderken yolda bir arkadaşına rastladık: Abdo Mekawy. Abdo Mekawy. Papyrus ustası zengin bir babanın oğlu. Kahire ve Karnak’da Papyrus dükkanları var. Kısa boylu ve zayıf. Beyaz tenine rağmen kap kara bir gözleri var. Hemen bir iskemle bulunup Abdo’nun yanına oturtturuldum. Abdül, benim hakkımda bir şeyler dedikten sonra. Abdo bana döndü ve: -Wellcome. -Şükran. (2) -Apfvan. (3) Türk ve müslüman olmam, üstelik de birkaç kelime de olsa arapça konuşmam ilgisini çekmişti. Şişa isteyip istemediğimi sordu. Ben istemediğimi ama kahve 1 Fluka: 5-6 kişilik yelkenli tekne Şükran: Teşekkür ederim. 3 Apfvan. Bir şey değil. 2 içebileceğimi söyleyince bir ağa edasıyla garsonu çağırıp misafirine bir türk kahvesi getirmesini söyledi. Çok geçmeden türk kahvesi su bardağında geldi. Yanında da bir bardak su. Çok dolaşmıştık ve susamıştım. Tam suyu içmeye hazırlanırken, başka bir arkadaşları masaya geldi ve sormadan benim suyun yarısını götürdükten sonra Abdo’nun şişasından da derin bir nefes çekti. Ben Abdo’nun kızmasını beklerken onlar derin bir sohbete dalmışlardı bile. Ben bir şey diyemezdim. Yeni bir su istemek de saygısızlık olabilirdi. Ama tanımadığım birisinin bardağından su içmek de pek akıl karı gelmiyordu. Bir süre daha susuz kalmayı göze alacaktım. Hiç olmazsa kahveden olmayalım diye kahve bardağını elime aldım. Onların sohbeti esnasında çevreyi inceleme fırsatı buldum. Hemen yanımızda bir sokak satıcısı vardı. Bol sarımsaklı ve salçalı bir şeyler yapıyordu. Kokusu genzimi yakmıştı. Salça kutusunun plastik kapağını ağzıyla açıp, işi bittikten sonra yine ağzıyla kapatıyordu. Hemen çaprazımızda iki ihtiyar bir yandan domino oynuyor, bir yandan şişalarını tüttürüyorlardı. Uzaklardan da zar sesi geliyordu. Belli ki birileri de tavla oynuyordu. Sonradan gelen arkadaşları gittikten sonra Abdo ile koyu bir sohbete daldık. İngilizcesi yetersiz olduğu için genelde kısa cümleler kurmaya çalışıyordum. Hatta bazen beni anlamadığından emin olsam da anlamış gibi kafasını sallıyordu. Bana bir kere diskoya gittiğinden, kızlara olan düşkünlüğünden ama müslüman olduğundan bahsetti. Luxor’da kızlar konusunda dikkatli olmam gerektiği, çünkü Kahire’ye göre daha kapalı ve islami bir şehir olduğunu söyledi. Ertesi gün Karnak Temple’ı ziyaret edeceğimi öğrendiğinde cebinden yeni bastırdığı kartını çıkartıp verdi. Kartta adresi yazıyordu. Hemen Karnak Temple’ın yanındaydı ve yarın muhakkak uğramamı istedi. Hatta söz bile verdirdi. Bu arada sık sık elindeki cep telefonuyla oynuyordu. Bana cep telefonum olup olmadığını, eğer varsa markasını sordu. Kendisininkinin benimkinden bir model üstün olduğunu duyunca rahatladı. Cep telefonu numaramı telefonuna kaydetti ve kendisininkini de bana verdi. Konuşmanın pahallı olduğunu ama mesajlaşabileceğimizi söyledi. Bu arada Abdül sohbete pek katılmıyordu. Neden sonra uykusuzluktan gözlerinin kapandığını gördüm. Kibarca kalkmak istedim. Abdül de beni onaylayınca hararetli bir el sıkışmadan sonra kahveden ayrıldık. Abdül beni otelime bıraktı ve yarın eğer otelde olursam aynı saatte gelebileceğini söyledi. Ben henüz karar vermediğimi ama büyük bir ihtimalle ayrılabileceğimi söyledim. O zaman gitmeden önce isterse ona uğrayabileceğimi söyleyip iş yerinin adresini bir kağıda yazıp tarif etti. Çok yorgundum. Odama çıktım. Eğer sivrisinekler izin verseydi uyuyacaktım da. Aptallık yapıp sivrisinek kovucu kremi yanıma almamıştım. Bu da bana pahallıya mal oldu. Sivrisineklerle savaşı kazanıp uyuduğumda saat sabahın dördüne geliyordu. 4 Mart 2001 Pazar (2. gün), Sabah ezan sesiyle uyandım. Ama daha ayılamamıştım. Çok da geç kalkmak istemediğimden saati 08.30’a kurup tekrar uykuya daldım. Saat çaldığında hala uykumu alamamıştım henüz. Ama son bir gayretle yataktan fırlayıp soğuk suyla elimi yüzümü yıkadım. Mısır’daydım ve uykuya vakit ayıracak kadar lüksüm olmadığını düşünüyordum. Galabiamı giyip otelin yemek yenilen bölümüne indim. Mutfakta bulunan bir adama kahvaltı istediğimi söyledim. Kahvaltı tabakları daha önceden hazırlanmış olduğundan çok geçmeden kahvaltım bir bardak çayla birlikte masamdaydı. Ben genelde çay içmeyi pek sevmem. Ama tatillerde bu alışkanlığımın dışına çıkarım biraz. Zaten tatil demek biraz da sıra dışı şeyler yapmak değil mi? Kahvaltımın bitmesine yakın bir Japon çift geldi. Gülümseyerek selamlaştık. Kahvaltılarını beklerken çantalarından haritalarını çıkarmış, bugün gidecekleri yerleri işaretliyorlardı. Aslında ben de artık plan yapsam fena olmayacaktı. Saat 11.00’e kadar otelde eşyalarım kalabilirdi. Bu yüzden erkenden Abdül’ü ziyaret edip daha sonra da otelden eşyalarımla birlikte ayrılabilirdim. Her ne kadar akşamki dolaşmamızda önünden geçtiğimiz dükkanını bana gösterse de oldum olası yol bulmakta zorlanırım. Dürüst olmak gerekirse yol ve yön tayinim hiç gelişmemiştir. Yine de geçtiğimiz yolları kafamın içinde canlandırıp koyuldum yola. Biraz ilerledikten sonra kısa boylu, şişman bir çocuk yolumu kesti. Yüzü hiç yabancı gelmemişti. Dün pazarda gezerken bir ara yanıma gelip bana eşlik etmişti. Bahşiş isteyince yanımda bozuk para olmadığını söyleyip kibarca kovalamıştım. Belki bana Abdül’ün dükkanını bulmamda yardımcı olabilirdi. Böylece dün akşam hak etmediği ufak bir bahşişi de alabilirdi. Ona Abdül Fattah’ı ve çalıştığı papyrus dükkanının ismini söyledim. Emin olmamakla birlikte sokağın ismini de söyledim. Kafasını salladı ve onu takip etmemi söyledi. Ben de hızlı adımlarla yürüyen çocuğa uydum. Ara sokaklardan geçiyorduk. İnsanların sefalet içerisinde yaşadığı, bizim gece kondu mahallelerinin bile çok lüks kaldığı yerlerden. Biraz ileride bir şey dikkatimi çekti. Biraz yaklaştıktan sonra yerde ekmek teknesi içinde hazırlanmış beyaz, yuvarlak hamurları gördüm. Üzerlerine sanırım çörek otu serpilmişti. Biraz daha yaklaştıkça gözlerime inanamadım. Çörek otları hareket ediyordu. Hayır, hayır. Onlar çörek otu değil koca koca sineklerdi. Allahtan fotoğraf makinam yanımdaydı. Ben fotoğraf makinamı çantasından çıkartırken hamurları hazırlayan kadın geldi. Elbette fotoğraf karesinde onun da yeri vardı. İzin almak istedim. İzin vermedi. Yaşadıkları sefil hayatın belgelenmesini istemiyordu. Haklıydı. Ara sokaklardan geçtikten sonra rehberimle birlikte bir papyrus dükkanına girdik. Sahibine arapça bir şeyler söyledi. Sahibi de yanıma gelip beğendiğim papyruslerin numaralarını bir kağıda yazmam için elime bir kağıt ve kalem tutuşturdu. Ama ben papyrus satın almak istemiyordum ki. Amacım sadece dün bana çok yardımcı olan arkadaşımı bulup vedalaşmaktı. Adamın ısrarlarını atlatıp zor bela dükkandan dışarı attım kendimi. Tabii kılavuzum da arkamda. Kendisine papyrus almak istemediğimi, sadece bir arkadaşımı ziyaret etmek istediğimi söyledim. Bu sefer anlamış gibi göründü ve yine onu takip etmemi söyledi. Ben arkasından gittiğim ve ara sıra fotoğraf çektiğim için durup benim ona yetişmemi sabırla bekliyordu. Bir başka papyrus dükkanındaydık. Sahibi Abdül’ü tanıdığını, kendisinin diğer dükkanda çalıştığını, o dükkanın da kendisine ait olduğunu söyledi. Eğer bu dükkandan alış-veriş yaparsam daha büyük bir indirim yapacağını da ekledi. Bu sefer gerçekten kızmıştım. Bir saate yakın süredir ara sokaklarda, papyrus dükkanlarında dolaşıyorduk. Üstelik otelden ayrılma vaktime de fazla kalmamıştı. Bu sefer kılavuza uymamaya karar verdim. Üstelik beni geciktirdiği ve oyaladığı için bahşiş de vermeyecektim. Ama nasıl yaptı bilmiyorum bir kez daha beni kandırmayı başardı. Üstelik şimdi küçük bir arkadaşı da bize eklenmişti. İki kılavuzum önde, ben arkada Luxor’un arka sokaklarına daldık yine. Bu sefer sokaklar tanıdık gelmeye başlamıştı. Belki de bana öyle geliyordu. Şu berberin önünden dün akşam geçtiğimize eminim. Sonunda doğru dükkanı bulmuştuk. Ama Abdül dükkanda yoktu. Onca yolu, onca zahmeti boşa mı çekmiştim. Dükkan sahibinin, birkaç dakika içinde geleceğini söylediğinde pek inanmamakla birlikte yine de biraz rahatladım. Gerçekten Abdül de birkaç dakika içinde geldi. Sanki uzun yıllardır iki dostmuşuz da uzun süredir birbirimizi görmüyormuşuz gibi sarıldık birbirimize. Bir birimizin sırtını sıvazladık uzun süre. Beni içeri davet etti. Ne içmek istediğimi sordu. Sadece su istedim. Suyumu içerken bana çalıştığı dükkanı gezdirdi. Arada sırada dükkan sahibinin yanından geçerken papyrus isteyip istemediğimi soruyordu. Belli ki, dükkan sahibine de işini iyi yaptığını göstermek istiyordu. Ben taşımanın güç olacağını söyleyip reddettim. O da laf olsun diye sorduğundan üstelemedi. Sadece beğendiğim bir papyrusun yanında beraber bir fotoğraf çektirdik. Maalesef Abdül’den ayrılmam uzun sürmedi. Çünkü sokak sokak papyrus dükkanını ararken bayağı vakit kaybetmiştim. Yine hararetli bir sarılma ve veda faslından sonra beni uğurlamak için dükkan dışına kadar eşlik etti. İki kılavuzum da dışarıda beni bekliyordu. Onları tamamen unutmuştum. Abdül bir bana bir onlara baktı. Tam onları kovalamak için hamle yapacaktı ki, ben elimle onu tutup durdurdum. Dükkanı bulmama yardımcı olduklarını ve ufak bir bahşişle ödüllendireceğimi söyledim. O da onları azarlamaktan vazgeçti. Ama bakışlarından onlara pek de güvenmediğini seziyordum. Artık yolu öğrenmiştim. Dönüşte minibüsle gitmeliydim. Bu bana hem vakit kazandıracak hem de kılavuzlardan kolay yollu kurtulmamı sağlayacaktı. Cebimden 2 L.E. çıkartıp büyük olanına verdim ve paylaşmalarını tembih ettim. Fakat sanki ben hiçbir şey dememişim gibi parayı özenle katlayıp cebine soktu ve hızla oradan uzaklaşmaya koyuldu. Küçük olanı yolun ortasında kala kalmıştı. Ben elimle onu takip etmesini işaret ettim. Bir bana bakıyor, bir de kaçar adımlarla uzaklaşan arkadaşına. Bir türlü benden ikinci bir bahşiş koparmanın mı, yoksa arkadaşından hakkı olan bahşişi almanın mı daha kolay olduğuna karar veremiyordu. Bu arada minibüs geldi ve ben minibüse bindim. Arkama baktığımda, arkadaşını yakalamak için çoktan koşmaya başlamıştı bile. Yakalayabildi mi bilmiyorum. Otele biraz gecikmiştim. Ama her şey normal gözüküyordu. Odama çıktım ve daha önceden hazır olan eşyalarımı sırtladım. Resepsiyona indiğimde otelin sahibi namaz kılıyordu. Hem vedalaşmak için hem de dünden kalan 5 L.E. alacağımı almak için namazının bitmesini bekledim. Uzun sürmedi. Sert bir biçimde elini sıkıp tam çıkacakken sanki birden aklıma gelmiş gibi dönüp alacağımı istedim. Adam gayet pişkin bir biçimde o fiyatın iki gece için olduğunu, halbuki benim bir gece kaldığımı, dolayısıyla fiyatın arttığını söyledi. O zaman bayağı içerlemiştim. Ama daha sonra yaşadıklarım, bunun sadece sıradan bir hareket olduğunu öğretecekti bana. Karnak’a gitmek için minibüse binmeden önce minibüsün ne kadar olduğunu bir gençten öğrendim. İyi ki de öğrenmişim. Çünkü reis(1) tam 10 katını istedi. Ben de 1 Reis: Arapçada hem araba şoförleri hem de gemi kaptanları için kullanılan sözcük. ona fiyatı bildiğimi söyledim. İkna olmayınca dün aynı yere daha önce gittiğim yalanını uydurdum. İstemiye istemiye parayı aldı. Yolda ilk önce Abdül’ün bizi kahvede tanıştırdığı Abdo’nun papyrus dükkanına uğramaya karar verdim. Dün akşam çok samimiydik ama bugün acaba beni hatırlayacak mıydı. Karnak Temple’a yaklaşırken bir papyrus dükkanı gördüm. Abdo’nun olabileceğini düşünerek minibüsten indim. Ama başka bir papyrus dükkanıydı. Dün yaşananlardan sonra onlara Abdo’nun dükkanını sormanın pek de iyi bir fikir olmayacağına karar verdim. Eğer sorsam, kesin bana bir şey satmaya kalkacaklardı. Bu sıcakta hiç mi hiç uğraşamazdım. O yüzden Karnak Temple yakınlarında olduğunu tahmin ettiğim dükkanı kendim bulmaya karar verdim. Yolda yine Kaleş(1)’çiler yolumu kesti. Yolun karşı tarafına geçiyor, bazen hızlanıp bazen yavaşlıyor, fakat yine de onlardan kurtulamıyordum. Bir ara çok yaklaşmış olmalılar ki çantamın sapı arabanın bir yerlerine takılıp söküldü. Ne garip bir tesadüf ki, Yunanistan gezimde çantanın aynı yeri sökülmüştü. Bu hasara rağmen pek vazgeçecek gibi görünmüyorlardı. Ben de bunun üzerine yolu terkedip kumdan yürümeye başladım. Ayakkabıma kum giriyordu ama onlardan nihayet kurtulmuştum. Abdo’nun papyrus dükkanını bulmam çok zor olmadı. Abdo ve arkadaşları öğle sıcağında kendilerine gölge bir yer bulmuşlar sohbet ediyorlardı. Beni görür görmez ayağa kalktı. Başıyla bir selam verdi. Ben de sağ elimi kalbimin üstüne götürüp selamını aldım. Arkadaşları bu arada şaşkın şaşkın bizi izliyorlardı. Onlara arapça bir şeyler söyledi. İçinde sadece Türk kelimesini anlayabilmiştim. Onlar da ayağa kalkıp teker teker beni selamladılar. Papyrus dükkanı düşündüğümden daha büyük ve lükstü. İçerisi son derece güzel ışıklandırılmış ve zevkle dekore edilmişti. İrili ufaklı papyrusler iki cam arasına sıkıştırılıp duvarlara asılmıştı. Sayamadım ama sanırım dükkanda çalışan onun üzerinde eleman vardı. Şu anda dükkanda hiç müşteri olmadığından hepsi aylak aylak geziyor ve bir birlerine şakalar yapıyorlardı. Ayağım uğurlu gelmiş olacak ki, henüz dükkanı gezmeye başlamadan Baltık ülkelerinden bir turist kafilesi geldi. Abdo da bana buz gibi bir kızılcık şerbeti ikram ettikten sonra müsademi istedi kısa bir süre için. Bu arada dükkanı gönlümce gezebileceğimi ve eğer beğendiğim bir papyrus olursa sadece söylememin yeterli olduğunu söyledi. Ama turistlerle ilgilenmesi uzun sürmedi. Onları adamlarına emanet etmişti. Beni bir köşeye götürdü. Masanın üzerinde bir leğen içerisinde su, leğenin yanında bir takım bitkiler ve bir merdaneyle eski portakal sıkma makinalarına benzer bir alet duruyordu. Bana papyrusun nasıl hazırlandığını öğreteceğini söyledi. Papyrus; yaklaşık yarım metre boyunda bir yeşil kamışın üzerinde salkım saçak otlar olan bir bitki. İlk önce cebinden çıkarttığı çakısıyla papyrusun kabuğunu soydu. Daha sonra tahta çekiç ile dövdükten sonra bir merdaneyle hamur yoğurur gibi açıp suya attı. Suda uzun süredir beklediği belli olan başka bir iki papyrus daha vardı. Fakat hepsinin de renk tonları farklıydı. Kimisi açık sarı, kimisi sütlü kahve renginde, kimisi de koyu kahverengi idi. Sonradan öğrendim ki, papyrusun suda bekletilme süresine göre rengi değişiyormuş. Eğer bir hafta bekletilirse açık sarı, bir ay bekletilirse koyu kahve rengini alıyormuş. Daha sonra bu papyrusleri alıp portakal sıkacağına benzettiğim ama aslında mengene olan aletin içine kimini dikey kimini yatay olacak şekilde özenle yerleştirdi. Bir süre suda bekleyen papyrusler bu el mengenesi ile sıkıştırılıp üzerine desen çizilebilir papyrus haline geliyorlarmış. Turist kafilesi gittikten sonra dükkanda en beğendiğim papyrusu seçmemi istedi. Ben de üzerindeki desenlere aldırmadan en parlak olanını seçtim. Seçimim 1 Kaleş: At arabası. dolayısıyla beni tebrik etti. Çünkü seçtiğim papyrusu iyi bir papyrus ustası hazırlamıştı. Sol alt köşede de imzası vardı zaten. Hemen yanındaki daha büyükçe bir papyrusu camdan çıkartıp ikisini de elime verdi ve kıyaslamamı istedi. Gerçekten benim seçtiğimin renkleri daha canlı ve albeniliydi. Papyrusde çizili olan insanların gözlerine de bakmamı işaret etti. Benimkinin gözleri daha bir özenle çizilmişlerdi. Papyrus testini geçmiştim sanırım. Seçtiğim papyrusu hediye etmek istedi. Bense acaba satmaya mı çalışıyor yoksa gerçekten hediye mi etmek istiyor diye kestiremedim. O yüzden daha yolumun uzun olduğunu ve yolda ona bir zarar gelirse üzüleceğimi söyledim ve ekledim eğer param kalırsa Kahire’den alacağım diye. Hangi gün Kahire’ye gideceğimi sordu. Ben henüz tam olarak bilmediğimi ama muhtemelen 4-5 gün sonra Kahire’de olabileceğimi söyledim. O da asıl dükkanlarının Kahire’de olduğunu, eğer ayarlayabilirse kendisinin de Kahire’ye gelip bana daha büyük bir papyrus hediye etmekten gurur duyacağını söyledi. Daha fazla hayır diyemezdim. Teşekkür ettim. Abdo ve adamlarıyla birlikte gölgeye geçtik. Bana aç olup olmadığımı sordu. Ben de geç yediğimi henüz acıkmadığımı söyledim. Halbuki acıkmaya başlamıştım ama daha fazla yüzsüzlük etmek istemiyordum. Uzun bir süre o ve arkadaşlarıyla havadan sudan konuştuk. Abdo, kimi zaman patron olmanın verdiği ağırlıkla her şeye gülmüyor, kendini geri çekiyor, kimi zaman da yaptığı şakalarla ölçüyü kaçırıyordu. Sohbet konusu futbola geldiğinde bayağı şaşırdım. Çünkü içlerinden tamamı Galatasaray’ı tanıyor, hatta birisi kadroyu eksiksiz sayabiliyordu. Galatasarayın kadrosunu arap şivesiyle bir araptan dinlemelisiniz. Bu kadar erkek bir araya gelir de konu kadınlara gelmez mi. Abdo’nun elemanlarından genç ve esmer olanı Türk kadınlarına çok ilgi duyduğunu söyleyip bir Türk kızıyla tanıştırmamı rica etti. Ben de söz veremeyeceğimi ama birkaç arkadaşıma konuyu açacağımı söyleyip konuyu kapattım. Abdo, dün akşamki konuşmamızdan benim evli olmadığımı biliyordu. Kız arkadaşım olup olmadığını sordu. Ben de Türk erkeğinin adını lekelememek için çok diye cevap verdim. Biz erkekler bazen komik oluyoruz. Konu kadınlar oldu mu hindi gibi böbürlenmeyi, tavus kuşu gibi gösterişi pek severiz. Sanki toplumun bize vermiş olduğu bir görev varmış gibi kendi kendimize görev ve sorumluluklar edinir, sonra da kendi kendimize yüklediğimiz bu sorumlulukların altında eziliriz. Sanki kadınlara hatta daha çok da erkek arkadaşlarımıza bir şeyler ispatlamak istermiş gibi. Biz erkekler bazen gerçekten komik oluyoruz. Ne zor şeydir şu erkeklik. Birden fazla kız arkadaşımın olması hoşuna gitmişti Abdo’nun. Yanımda fotoğraflarının olup olmadığını sordu. Olumsuz yanıt aldıktan sonra isterse İstanbul’dan ona fotoğraf gönderebileceğimi ve onun da kız arkadaşımın resmini papyruse çizdirebileceğini söyledi. Bu fikir hoşuma gitmişti. Ben de ona Türkiye’de tekstil ürünleri ucuz olduğu için gömlek, pantolon, ayakkabı gönderebileceğimi söyledim. Hemen ölçülerini verdi. Beden: 36, Ayak Numarası: 40. Sohbete dalıp oraya asıl geliş amacımı unutmuştum. Karnak Temple’ı dolaşmak üzere müsaade istedim. Eşyalarımın dükkanda emin ellerde olduğunu ama fazla geç kalmamamı söyledi. Karnak Temple da tıpkı Luxor Temple gibi gösterişli bir yer. Her sütunda, her heykelde tarihin o derin kokusunu içinizde hissedebiliyorsunuz. Bazen düşünüyorum da yüzyıllar sonra insanlar bizi neyle anımsayacaklar. Doğayı çirkinleştiren gökdelenlerimizle mi, ilk depremde yerle bir olan 6-7 katlı gece kondularımızla mı. “Dünya bize atalarımızdan kalan değil, torunlarımıza bırakacağımız bir mirastır” ( 1). Torunlarımızın yerinde olmak istemezdim. Döndüğümde Abdo ve adamlarını aynı yerde sohbet ederken buldum. Belli ki ben gittiğimden beri hiç müşteri gelmemişti. Beni tekrar aralarına aldılar. İçlerinden biri kürtlerle sorunumuz olup olmadığını sordu. Ben de hiçbir sorunumuz olmadığını, benim de kürt kökenli bir çok arkadaşım olduğunu söyledim. Tatmin olmamış olacak ki, peşi sıra soruları sıralamaya başladı. Bense kısa ve politik cevaplar verip konuyu kapatmaya çalışıyordum. Canım ne politika yapmak ne de Türkiye’deki sorunları konuşmak istiyordu. Tatildeydim. Abdo bana buradan nereye gideceğimi sordu. Ben de Aswan deyiverdim. Aswan; Luxor’un güneyinde kalan bir yerleşim birimi. Aslında Aswan’a mı yoksa Kızıldeniz kıyısında şirin bir şehir olan Hurghada’ya mı gideceğime karar verememiştim henüz. Aswan’a oradan da Hurghada’ya geçmek istiyordum ama Aswan’a gitmem demek yaklaşık bir gün kaybetmem demekti. Çünkü dönüşte tekrar Luxor üzerinden gitmem gerekiyordu. Abdo, Aswan’a trenle gitmem gerektiğini. Çünkü şoförlerin deli gibi araba kullandıklarını, trenin ise biraz uzun sürmesine rağmen rahat ve konforlu bir yolculuk için şart olduğunu söyledi. Saatine bir göz attıktan sonra da eğer trene yetişmek istiyorsam acele etmem gerektiğini söyledi. Tam vedalaşmaya hazırlanırken bir eşek anırmasıyla irkildim. Arkama baktığımda bir eşek arabasına yüklenmiş çeşit çeşit meyve gördüm. Meyve satıcısı adam muzları Abdo’ya gösterdi. Abdo’dan onay aldıktan sonra başladı poşete doldurmaya. Araya bir iki portakal ve elma da attı ve ağzına kadar dolu poşeti Abdo’ya uzattı. Abdo da bana. Abdo parayı adama uzattığı anda içeride bir telefon çaldı ve Abdo’ya seslendiler. Abdo da koşar adımlarla içeri girdi. Onu göremeyen adam paranın üstünü bana verdi. Bir süre sonra yanımıza gelen Abdo’ya paranın üstünü uzattım. Şaşkın şaşkın yüzüme baktı. Sonra arkadaşlarından biri paranın üstü olduğunu söyleyince gülümsedi. Benim iyi ve dürüst biri olduğumu söyledi. Onun parasıyla dürüstlüğümü ispat etmiştim. Ben de karşılık olarak muzlardan birisini soyup ona uzattım. Teşekkür edip geri çevirdi. Bizde adettir ısrar etmek. Üçüncü veya dördüncü ısrarımdan sonra baklayı ağzından çıkardı. Oruçluydu. Utanmıştım. Çünkü onun yanında sanki nispet yapar gibi şerbetler, kahveler içip her ikram ettiği her şeyi gözünün önünde yemiştim. Elimde soyulmuş bir muz vardı ve ikram ettiğim kişi de oruçluydu. Gözünün içine baka baka yemek de olmazdı, soyulmuş muzu tekrar poşete atmak da. Ben de çareyi, muzu bir Türk kızıyla tanışmak isteyen arkadaşına uzattım ve ekledim madem bir Türk kızıyla tanışmak istiyorsun al, ihtiyacın olacak. Allahtan arkadaşı oruçlu değildi. Hep beraber gülüştük. Bunu da atlatmıştım. Veda faslı uzun sürdü. Hepsinin teker teker elini sıktım. Sıra Abdo’ya geldiğinde bana her gittiğim yerden mesaj atmamı, telefona mesaj geldiğinde çocuk gibi sevindiğini söyledi ve ilişkiyi kesmememizi istedi. Gözlerine baktım. İçten ve samimiydi. İlk gelen minibüsü durdurdu. Şoföre ücretimi vermeyi de ihmal etmedi tabii. Yolda fikrimi değiştirdim. Aswan’a gitmek bana bayağı zaman kaybettirecekti. Hem trene binmeden önce bir şeyler de yemek istiyordum. Ana caddede bir lokanta seçtim ve daldım içeri. Masadaki listede yemeklerin fiyatları yazıyordu. Yalnız yemek isimleri ingilizce yazmasına rağmen fiyatlar arapçaydı. Gerçi benim için sorun yoktu. Çünkü arapça rakamları ezbere biliyordum. Ama bu belli ki turistler için oynanmış bir 1 Bir Afrika atasözü. oyundu. Menüden güveç ve pilavı seçtim, bir de su istedim. Yemeklerinin tadı bizimkilerden pek de farklı değil. Sadece güveçin dibi biraz acıydı.Yemekten sonra hesabı istedim. Tahmin ettiğim gibi epeyce yüksek bir hesap geldi. Garsonu çağırdım yanıma. Çantamdan bir kalem ve kağıt çıkartıp yediğim yemeklerin fiatlarını listeden gösterip kağıda yazıp topladım. Tabii arapça. Yalnız ufak bir teknik hata yapmıştım: Sağdan sola yazmam gerekirken ben soldan sağa yazmıştım. Garson çok şaşırmıştı. Ama şaşkınlığı uzun sürmedi. Kağıdı elimden sinirli bir şekilde alıp toplamın altına bir ücret daha yazıp bir toplam da o aldı. Bu ne dedim. Ekmek dedi. İki dilim ekmeğe pilavın beş katı ücret ödemiştim. Garsonun yüzünde savaş kazanmış bir komutanın edası vardı. Evet, savaşı kaybetmiştim, ama daha bu bir başlangıçtı. Hurghada’ya tren olmadığı için otobüsün kalktığı yeri buldum. Saatini ve ücretini öğrendim. İki üç saat vaktim olduğu için ve sırtımdaki yüklerle dolaşmak istemediğim için bir internet kafe bulup vakit geçirmenin iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Internet kafe ararken yine bir taksi şoförü musallat oldu. En sonunda ısrar etmekten vazgeçsin diye Hurghada’ya gideceğimi söyledim. Hay söylemez olaydım. Hurghada’yı duyunca adamın gözleri fal taşı gibi açıldı. Beni Hurghada’ya götürmeyi teklif etti. Ben de oyuna uyup laf olsun diye fiyatını sordum. Otobüsün tam yirmi katı para istedi. Ben o kadar param olmadığını hem olsa bile otobüsle gideceğimi söyledim. O da bana otobüste bayram sebebiyle yer olmadığını, otobüs bileti satan kişinin arkadaşı olduğunu söyledi. Bir an şüpheye düştüm. Saat kaçta hareket ettiğini ve ücretini öğrenmiştim ama yer olup olmadığını sormamıştım. Ya yer gerçekten yoksa. Taksi şoförünün tüm ısrarlarını arkamda bırakıp tekrar bilet satılan yere döndüm. Allahtan korktuğum başıma gelmemişti. Yer vardı. Ama bu sefer işimi sağlama alıp bileti cebime koydum. Internet kafeye gitmek için hala vaktim vardı. İlk gördüğüm yere daldım. Eşyalarımı görebileceğim bir yere bırakıp geçtim bilgisayarın başına. Daha önce bahsettim mi bilmiyorum. Türkiye’deyken hem Mısır’da yaşayan birilerinden bilgi almak hem de belki Mısır’da buluşuruz umuduyla internetten bir iki arkadaş edinmiştim. Aynı şeyi Bulgaristan gezimde de yapmıştım. Internette tanıştığım bir kızla Sofya’da buluşmuştum Böylece görülmeye değer yerleri araştırma ve bulma zahmetinden kurtulmuş ve hoş vakit geçirmiştik. Mısır bir islam ülkesiydi ve tanımadığım bir kızla buluşma konusunda ciddi şüphelerim vardı. Bu şüphelerimin gerçekçi olduğunu çok geçmeden anlamıştım. Görüşmeyi teklif ettiğim kızlar ya mesajlaşmayı kesiyor ya da aile baskısını öne sürerek kibarca reddediyorlardı. İçlerinden sadece bir tanesi ile işler beklediğimden de kolay gelişti. İsmi Riham’dı. Bir iki beylik cümlelerden sonra Kahire’de buluşmayı kararlaştırdık. Yalnız benim gezi planım belli olmadığı için tarih ve yer saptayamamıştık. İtiraf etmem lazım ki internet kafeye asıl gidiş sebebim internette ona rastlamayı ümit etmemdi. Beklediğim gibi de oldu. Netteydi. Yazışmaya başladıktan bir süre sonra içimi bir şüphe kapladı. Sanki bana konuşmaları garip gelmeye başlamıştı. Konuyu getirip daha önceki konuşmalarımızdan bir iki soru sordum. Bana farklı cevaplar verdi. İsmini hatırlayamadığımı bahane edip birkaç kere ismini sordum ama yanıt alamadım. Son defa bana ismini söylemesini aksi taktirde kalkacağımı söyledim. Bana hiç beklemediğim bir şekilde kalkmamam için yalvardı. Ben de otobüsü kaçıracağımı bahane edip bilgisayarı kapattım. O da olabilirdi, onun bilgisayarını kullanan başkası da. Ama gerçekten garip konuşuyordu. Belki tekrar onunla temasa geçmeyi deneyebilirdim. Hava kararmış, neredeyse otobüsün kalkma saati gelmişti. Üzerimde rahat olsun diye iki üç gündür çıkartmadığım galabiyam vardı. Otobüsün kalktığı yere vardığımda otobüs çoktan gelmiş, insanlar eşyalarını otobüse yerleştirmeye başlamışlardı. Ben de çantalarımı otobüse verip, fotoğraf makinamı yanıma alıp otobüse çıktım. Yerim orta sıralardaydı. Yanımda kimse olmamasına rağmen doğru dürüst uyuyamadım. Ben otobüs yolculuklarında genelde uyuyamam. O yüzden yolculuk söz konusu olduğunda uzun da sürse treni tercih ederim. Hurghada’ya vardığımızda saat gece 01.00’i geçiyordu. Otobüs Garından ayrılıp bir süre sağa mı yoksa sola mı gideyim tereddütünü yaşadıktan sonra sağa gitmeye karar verip yürümeye başladım. Bir gece önce sivri sinekler yüzünden uyuyamadığımdan çok yorgundum. Tek dileğim fazla uğraşmadan bir otel bulup güzel bir uyku çekmekti. Biraz ileride açık bir eczaneye rastladım. Bir taşla iki kuş birden vurmuştum. Hem sivrisinek için sprey alıp hem de civarda ucuz bir otel adı öğrenmiştim. Oteli bir süre aradıktan sonra buldum. Resepsiyondaki adam fiatın 20 L.E. olduğunu söyledi. Hem pazarlık edecek halim yoktu hem de fiyat gerçekten pazarlık edilmeyecek kadar uygundu. Sadece adamdan yarın otelden geç ayrılmak için izin istedim. Kabul etmedi. Bir ara otelden ayrılacakmışım gibi blöf yapmama rağmen adam oralı olmayınca fazla ısrar edemedim. Mısır’daki ikinci gecemi Hurghada Down Town’da üçüncü sınıf bir otel olan St.George’da geçiriyordum. Çok yorgun olduğum için duş bile almaya üşenip yastığa başımı koyar koymaz uyudum. Ertesi gün için belli bir planım olmadığından saati de kurmaya gerek duymamıştım. 5 Mart 2001 Pazartesi (3. gün), Sabah uyandığımda gün çoktan doğmuştu. Perdeyi aralayıp temiz havayı içime çektim. Dün akşam çok geç bir saatte yorgun argın geldiğimden otelin Hurghada’nın neresinde olduğundan dahi haberim yoktu. Sadece Down Town diye bir bölgede olduğunu öğrenmiştim otelin kartından. Ama internetten çıkarttığım haritada böyle bir yer adına rastlayamadım. Acaba denize yakın mıydı? Sanmıyorum. Eğer yakın olsaydı muhakkak deniz kokusunu farkederdim. Otelden apar topar çıktım. Her ihtimale karşı yanıma deniz şortumu ve havlumu da almıştım. Bir gece önce sinek ilacı aldığım eczaneyi buldum. Amacım halkın gittiği bir plaj adı öğrenmekti. Ama kapalıydı. Durakta minibüs bekleyen gençlerden birine yaklaşıp plajın ne tarafta olduğunu sordum. Aslında acemice bir soruydu. Genç, bana üç dört plaj ismi sayıp hangisine gitmek istediğimi sordu. Ben de seçimi ona bıraktım. Ne tavsiye edeceğini düşünürken minibüsü geldi. Minibüse binerken ağzından “Sulukule Beach” benzeri bir şey duydum belli belirsiz. Eliyle de yönünü işaret etmişti. En azından gideceğim yerin yönünü biliyordum. İlk gelen minibüsü durdurdum. Binmeden önce camdan kafamı uzatıp şoföre mümkün olduğunca adamın şivesini taklit edip “Sulukule Beach” deyiverdim. Adam da kafasını sallayıp oturmamı işaret etti. Minibüste benden başka 3 küçük çocuk bulunuyordu. Onlar da kısa bir süre sonra indiler zaten. Biz yaklaşık dört beş kilometre daha hiç konuşmadan devam ettik. Ben etrafı inceliyordum. Git gide yapılar azalmaya başlamıştı. Minibüs, bir süre sonra oldukça büyük bir binanın yanında duruverdi. “Beach” dedi. 10 L.E. istedi. Gittiğimiz mesafeye göre 1 bilemediniz 2 L.E. alması gerekirken 10 L.E. istiyordu. Üstelik de bunu isterken gözümün içine bakıp pis pis sırıtıyordu. Öyle ki ince dudaklarının arasından altın dişi bile gözüküyordu. Yine kandırılmıştım. Cebimden çıkartıp 5 L.E. verdim ve arkamı dönüp uzaklaştım. Sanırım arkamdan birkaç şey söyledi. Ama ısrar edemedi. Çünkü o bile çoktu. Minibüsten iner inmez üşümeye başladım. Öyle bir rüzgar esiyordu ki, değil denize girmek ayakta durmak bile zordu. Bir tarafta dalgadan bembeyaz olmuş bir deniz, diğer tarafta kum fırtınasını çağrıştıran bir çöl. Ortalarında da ne yapacağını şaşırmış ben. Birkaç saniye daha bocaladıktan sonra hem biraz ısınmak hem de nerede olduğumu sormak için binaya doğru yürümeye başladım. Biraz yaklaşınca tabelası gözüme ilişti. Minibüs şoförü, “Beach” kelimesini duyduktan sonra neresi olduğunu sormaya bile gerek duymadan kendi bildiği bir otele getirmişti: “Palm Beach”. Tekrar geldiğim yere geri dönmeye karar vermiştim. Tabii bir vasıta bulabilirsem. Çünkü yaklaşık üç beş dakikadır bir turist otobüsünden başka hiçbir araç geçmemişti. Tam rüzgardan donmaya yüz tutmuşken bir minibüs geldi. İki kere ısrarlı “Down Town” dedikten sonra minibüse bindim. Gerçi pek ikna olmamıştım ama yapacak bir şeyim yoktu. O rüzgarda daha fazla beklemek istemiyordum. Biraz ileride Mısırlı olmadığı her halinden belli sarışın bir bayan minibüsü durdurdu. Önde Mısırlı bir genç oturuyordu. Ona arkaya geçmesini, kendisinin öne tek başına oturmak istediğini söyledi. Çocuk oralı olmadı. Hatta şoföre bir şeyler söyleyip gülüştüler. Kadın tedirgin oldu. Kapıyı hızla çarpıp gerisin geriye yürümeye başladı. İşte o zaman t-shirtünün arkasındaki yazıdan tur rehberi olduğunu anladım. Önde oturan çocuk camdan kafasını çıkartıp bir şeyler daha söyledi. Sonra kadının arkasından çapkın çapkın bakıp tekrar gülüştüler. Sanırım bir laf atma olayı gerçekleşmişti. Bir erkek olarak ben de zoraki gülümsedim. Biraz ileride sarışın bir bayan daha bindi. Ama o hiç zorluk çıkartmadan minibüsün arka kapısını açıp üstelik de onca boş yer varken yanıma oturdu. Tabii, şoförün ve öndeki gencin ilgisinin hemen arkaya kaydığını söylememe gerek yok. Kıza bozuk ingilizcesiyle “Selam” dedi genç. Kız da donuk bir ifadeyle karşılık verdi. Kızın cevabından cesaret almıştım. Kısa bir tanışma faslından sonra başladık sohbete. Fransız’dı. Mısır’da çalışmaya başlayalı henüz bir iki ay olmuştu. Büyük otellerden birinde masörlük ve step öğretmenliği yapıyormuş. Ben de ona sabah başıma gelen olayı, minibüs şoförünün beni yanlış yere götürmesini anlattım. Güldü. Gülünce sol yanağında bir gamze olduğunu farkettim. Gamzesi olan kızlar beni hep etkilemiştir. Sanırım gitmek istediğim yerin “Sekalla Beach” olduğunu söyledi. Bu arada şoför ve yanındaki genç hayran hayran beni izliyorlardı. Hemcinsleri olarak gözlerinde değerim bayağı artmıştı. Yazık ki, bir süre sonra çalıştığı otele geldik ve vedalaştıktan sonra indi. Ne yalan söyleyeyim bir an için ben de inip inmemekte kararsız kaldım. Şoförün ve genç arkadaşının onca teşviğine rağmen yoluma devam etmeyi tercih ettim. Bu sefer de üstü kan lekeleriyle dolu beyaz bir galabia giyen bir arap bindi minibüse. Neden sonra aklıma geldi ki bugün Kurban Bayramı’nın birinci günüydü. İşin garibi erken sayılabilecek bir saatte sokağa çıkmama rağmen ne boğazlanan bir hayvan ne de mazgallara karışan oluk oluk kan görmüştüm. Her nasıl yapıyorlarsa bu işi herkesin önünde gösteriş gibi yapmamakla doğrusunu yapıyorlar bence. İki gün önce sevip, ellerimle ot yedirdiğim bir canlının ayaklarından bağlanıp, gırtlağının kesilmesi ve birkaç dakika içinde parça parça edilmesi hala çocukluğumun unutamadığım anılarındandır. Bence insan, bu konuda biraz daha hassas davranmalı. Beraber oynadığı, duygusal bir bağ kurduğu bir arkadaşını gözleri önünde, üstelik de bu şekilde öldürmek –emir Allah’tan gelmiş olsa bile- bir çocuğun kolay kolay kabul edebileceği bir şey değildir. Yine Down Town’daydım. Bir saatten fazla bir süre kaybetmiştim. Otele dönüp dönmemekte kararsızdım. Çünkü resepsiyondaki adamla uğraşmamak için söz verdiğim saatte otelden ayrılmak istiyordum. Son bir kere daha şansımı denemeye karar verdim. İlk önce “Sekalla”’ya gidip daha sonra otele dönüp ayrılacaktım. Orayı gördükten sonra Hurghada’da bir gün daha geçirip geçirmeyeceğime karar verip belki de kalmadan methini çok duyduğum Sharm-el Sheikh’e doğru yol alacaktım. Ulaşmak bana bayağı pahallıya patlasa da Sekalla’yı sevmiştim. Uzunca düz ve geniş bir caddenin iki tarafına kurulmuş irili ufaklı otel ve dükkanlar. Luxor’dan sonra bana gerçek bir tatil beldesi gibi gelmişti. Öyleydi de. Fazla zamanım kalmadığı için gezme işini öğleden sonraya bırakıp sadece fikir edinmek için bir iki otel fiyatı öğrendim. Makul fiyatlardı. Hele sıkı bir pazarlıktan sonra. Otele dönüp sabahtan topladığım eşyalarımı aldım. Galabiamı katlayıp çantamın içine düzgünce yerleştirdim. Çünkü burası bir tatil beldesiydi ve minibüse binen kasap hariç kimsede bu kıyafeti görmemiştim. Çevreye uyum sağlamalıydım. Bir iki otele baktıktan sonra hem denize hem de merkeze yakın “Royal City” adında 3 yıldızlı bir otel buldum. 150 L.E.’den başlayan pazarlık 50 L.E. ye kadar inmişti. Üstelik açık büfe kahvaltı da dahildi. Adamı daha fazla zorlamanın imkansız oladuğuna karar verip bu fiyatta anlaştım. Daha önce kaldığım otellerle kıyaslanmayacak kadar lüks bir oteldi. Odada televizyon ve minibar olması da cabası. Bir yıldız da benden. Ilık suyla banyomu yaparken, keşke ilk gece de burada kalsam diye geçirdim içimden. Eşyalarımı yerleştirdikten sonra denize girmenin vakti geldi diye düşündüm. Bir çantanın içine havlumu ve şapkamı koyup sahilin yolunu tuttum. Kumsal büyük sayılmazdı. Bir kısmı turist bir kısmı yerli halktan olduğunu tahmin ettiğim insanlar, sıra sıra dizilmiş şezlonglarda güneşin tadını çıkartıyorlardı. Ben de kendime boş bir şezlong bulup eşyalarımı koydum. Bir süre acaba şezlong kirası için birileri gelecek mi diye etrafıma bakındım. Kimse gelmedi. Sahilde öylece bir yürüyüp bir iki kare fotoğraf çektim. Artık sezonu açma vaktiydi. Bu da Kızıldeniz’de nasip oluyordu. Su, ılıkla soğuk arasındaydı. Girerken biraz zorlandım ama sonra da çıkasım gelmedi. Deniz, temiz olmasına rağmen zemin alışık olmadığım türdendi. Sanki jölenin üstünde yürüyor gibiydim. Bir süre yere basmamayı denedim. Ama baktım ki insanlar endişe etmeden yürüyorlar, ben de endişelenmeyi bıraktım. Sudan çıktıktan sonra kurulanıp biraz uzandım. Sanırım bir süre uyuya kalmışım. Kalktığımda karnımın zil çaldığını hissettim. Sabah ne yediğimi düşündüm. Hiçbir şey yememiştim. Yemeğe o kadar düşkün olan ben, neredeyse akşamüstüne kadar yemek yemeyi aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Hemen toparlanıp otele gittim. Ilık bir banyodan sonra günün ilk yemeğine hazırdım. Minibüsle Mc Donalds’ın önünden geçmiştim. Ama canım fast food tarzı yemek yerine sulu yemek çekiyordu. Luxor’da birkaç kere favorim olan kuru fasülye – pilav bulmayı denemiş fakat başarılı olamamıştım. Burası daha turistik olduğu için burada da bulacağımı hiç sanmıyordum. O yüzden fazla aramamaya karar verdim. İlk gördüğüm esnaf lokantasına benzeyen bir lokantaya daldım. Eğer bir lokantaya ilk defa gidiyorsam, vitrinden çok insanların ne yediğine bakarım. Yan masada bir çocuk patates yemeği yiyordu. Ben de aynısından sipariş edip bir de pilav ekleyiverdim. Tadı bizim yemeklerimizi andırıyordu. Yemiştim, ama sabahtan beri bir şey yememenin verdiği açlıkla doymamıştım. Lokantanın girişinde, dışarıda bir adamın ocakta et pişirdiğini görmüştüm. Şimdi ızgara kokusu tüm lokantanın içini kaplamıştı. Sanırım arka masada oturan Rus grup için pişiriliyordu. Ben de aynısından sipariş ettim. Buzdolabından etlerin ocakçıya gitmesini beklerken ki Türkiye’de böylesine alışmıştık, ocakçılık yapan adam elindeki bıçağı bir güzel bileyledi. Daha sonra da vitrinde asılı duran ama daha önce fark etmediğim bir but parçasından benim etleri çıkardı. Malaya benzer bir aletle etleri ızgaralık hale getirdikten sonra ocağa attı. Şaşırmıştım. Etler, müşterinin siparişine göre kesiliyordu. Yine de et hazır olduğu ve benim yüzümden oracıkta bir hayvan boğazlamadıkları için şanslı olmalıydım. Karnım tıka basa doymuştu. Daha doğrusu bir kuru yemişçinin önünden geçinceye değin öyle sanıyordum. Kuru yemişçi dediğime bakmayın. Öyle bizimkiler gibi zengin bir menü sunmuyor sizlere. Üç çeşit kabak çekirdeği ve iki çeşit fıstıktan başka bir şey yok. Fıstıkların birisi koyu, diğeri açık renkliydi. İkisinin de tadına baktım. Koyu olanı tuzlu, açık olanı tuzsuzdu. Tatları aynı bizim yer fıstığına benziyordu. Çok az tuzsuz olanından alıp cadede yürümeye devam ettim. Caddeyi boydan boya dolaştıktan sonra bir açık hava kahvesinin önüne geldim. Yalnız bu kahve turistlerden çok oranın yerlilerine hitap ediyordu. Bu, hem fiyatların uygun oluşundan hem de oturanların kıyafetlerinden belliydi. Biraz dinlenme ihtiyacı hissettiğimden bahçeden içeri girdim. Manzara Mısır’da gördüğüm diğer kahvelerden pek de farklı değildi. Bir tarafta Şişa içip sohbet edenler, bir tarafta tavla oynayanlar. Tavla oynayan iki gencin yanına yaklaştım. Bir diğeri de onları izliyordu. Benim ilgilendiğimi gören gençler; istersem oturup onları izleyebileceğimi söylediler. Bense oynamayı tercih edeceğimi söyleyip onları izleyen arkadaşlarına baktım. Teklifim kabul görmüştü. Servis yapan bayan tavlayı getirdikten sonra ne içeceğimizi sordu. Ben türk kahvesi, oyun arkadaşım ise çay istedi. Pulları dizdiğim sırada, sonradan isminin Ahmet olduğunu öğreneceğim rakibim tüm pulları eline almış benim ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu. O, mahpusa (1) oynamamızı bekliyordu. Bu oyunu daha önce bir iki kere oynamıştım ama sadece o kadar. Deplasmanda olduğum için silahı seçme şansım yoktu. Ahmet’e bu oyunu pek bilmediğimi, eğer sıkılırsa bırakabileceğimizi söyledim. O da sorun değil dedi. Anlaşılan iddialıydı. İlk oyunu kaybetmem uzun sürmedi. Ama bu arada sohbet koyulaşmış, iyi bir dost oluvermiştik. Dalma hocasıydı. Bana uzun uzun dalmanın inceliklerinden, köpek balığı tehlikesinden, sertifika almadan önce beşi gece olmak üzere 21 dalış gerçekleştirmek gerektiğinden bahsetti. Ara sıra Türkiye’de bu işlerin nasıl olduğunu ve iyi dalış yerlerinin olup olmadığını soruyordu. Bir ara Almanlardan şikayet etti. Almanlarla dalmak istemiyormuş. Özellikle köpek balığı tehlikesi olduğu için dalanların öğretmenlerinin uyarılarına muhakkak uyması isteniyormuş. Almanlar ise genellikle dalıştan önce içtikleri için pek onları dinlemiyorlarmış. Her ne kadar dalıştan önce başlarına gelebilecek tehlikelerin kendi sorumlulukları olduğuna dair bir belge imzalatsalar da yine de sorun çıkmaması için Almanlarla dalmaya pek yanaşmıyorlarmış. 1-0 mağlupken ona ortada bir iddia olmasını teklif ettim. Eğer o yenerse hesabı ben ödeyecektim. Ama eğer ben yenersem, yarın beni dalma turuna götürecekti. Gülerek kabul etti. Yalnız, yarın dalmaya gidip gitmeyeceğinden emin olmadığını, eğer giderlerse götürebileceğine dair söz verdi. Tabii yenersem. Çok şanslıydım. 5-1 yendim. Üstelik yabancısı olduğum bir oyunda. Adaşımın biraz bozulduğunu fark ettim. İlk önce bu oyunu pek bilmediğimi söylemiş sonra, üstelik de arkadaşlarının yanında onu yenmiştim. Dalış turunda ısrar etsem, belki verdiği söz sebebiyle beni götürmek zorunda kalacaktı, ama belli ki gönülsüzdü. Israr edip etmemekte çok kararsız kaldım. Hiç hesapta yokken çıkan Kızıldeniz’de dalma fırsatını kaçıracaktım. Üstelik de hiç ders almadan. Konuyu bir daha açmadım. O da açmayınca bizim dalma işi yattı. Birer kahve içtikten sonra müsaade isteyip arkadaşlarının masasına döndü. Kendi içtiklerimizi ödemiştik. Otele dönerken büyük bir ilan gördüm. İlanda Sharm-el Sheikh’e giden bir Ferry Boat’un resmi yer almaktaydı. Resepsiyondan bilgi almaya karar verdim. Hurghada’yı sevsem de daha görülecek çok yer vardı. Otele döndüğümde hava kararmak üzereydi. Resepsiyoniste Sharm el Sheikh’e ulaşım hakkında bilgi almak istediğimi söyledim. O da bir yere telefon açtıktan sonra, Ferry Boat’un sabah saat 03.00’de olduğunu, 1.5 saatte Sharm el Sheikh’e vardığını, fiyatının 40 $ olup istersem yer ayırtabileceğini söyledi. Henüz karar vermediğimi söyleyip akşama kadar müsaade istedim. Odama çıktığımda güneş henüz batmıştı. Gece mavisi tüm odayı kaplamıştı. Gün batımından hemen sonraki dakikalar günün en sevdiğim bölümlerindendir. Nedendir bilmem bana huzur verir. Balkona çıkıp havanın kararmasını seyrettim. Hafiften bir rüzgar başlamıştı. Rüzgar denizden karaya doğru esiyor ve İstanbul boğazından alışık olduğum o deniz kokusunu ciğerlerime boca ediyordu. Hava karardıktan sonra sokağa attım kendimi yine. Bu sefer kalın bir şeyler giymiştim çünkü rüzgar şiddetini arttırmıştı. Ana cadde boyunca ilerlerken tur satan birkaç dükkan ilgimi çekti. Birisinin önünde durup ilanları incelemeye başladım. Luxor ve Kahire turlarının yanı sıra günü birlik dalma turları , adalar turu, denizaltı turu, çölde dört tekerlekli motorla gezinti, deve, at ve eşek turları gibi aktiviteler yer almaktaydı. İşte ben de tam bunları okurken bir çift yanıma yaklaştı. Aralarında Türkçe konuşuyorlardı. Bir süre onları dinledim. Hatta bir ara yanlarına yaklaşıp turist taklidi yapmak da aklımın köşesinden geçmedi değil. Ama sonra vazgeçtim. Turla 1 Mahpusa: Hapis. Bir tavla oyunu türü. bugün gelmişlerdi ve anlaşılan bir hafta Hurghada’da kalacaklardı. Ne yapacaklarına karar vermek için aralarında tartışıyorlardı. Hemen lafa girdim. Şaşırdılar. Onlara Luxor’dan, Mısır’lılarla giriştiğim kıyasıya pazarlıklardan ve internette edindiğim kısa ama faydalı bilgilerden söz ettim. İlgiyle beni dinlediler. Yurt dışında Türklerle pek de ahbaplık etmeye hevesli olmadığımdan kısa kesip ayrıldım yanlarından. Bu, bir haftalık tatil boyunca ilk ve son Türkçe konuşmam olacaktı. Tatilde karar vermekten nefret ediyorum ama karar vermem gerekiyordu yine. Ya Sharm el Sheikh’e gidip daha yoğun bir program yapacaktım, ya da Sharm el Sheikh’i bir sonraki sefere bırakacaktım. Kolay olanı, yani ikinciyi seçtim. Yarını da burada dinlenerek ve denize girerek geçirip akşam otobüsüyle Kahire’ye gitmeye karar verdim. Daha önceden gözüme kestirdiğim bir alış veriş merkezine girdim. İçerisi oldukça büyüktü. Giriş katına bambudan masa ve sandalyeler atılmış, kafe olarak kullanılıyordu. Sonraki üç katta bir kısmı boş olmasına rağmen hediyelik eşya satan, tur satan, tekstil ürünleri satan dükkanlar dizilmişti. En üst katta ise bir sinema ve genelde fast food türü yiyecekler satan büfeler vardı. İçeri girdiğim sırada en alt katta üç dört çalgıcıyla birlikte bir adam arapça şarkılar söylüyordu. İlk önceleri pek ilgilenmedim. Fakat adamın şarkısı biter bitmez sahneye bir dansöz geldi. Hem kıyafeti hem de dansı daha önce Türkiye’de izlediğim dansözlerden oldukça farklıydı. Figürleri değişikti. Onun gösterisi bittikten sonra sahneye bir erkek dansöz; üzerinde, döndükçe açılan ve içinden gökkuşağını andıran renklerde iki etekle sahneye çıktı. Bir etek elinde, bir etek boynunda, bir etek de belinde olmak üzere gösterisini tamamladı. Daha sonra da kızlı erkekli karışık gruplar çıkıp, folklör ile göbek dansı karışımı bir showla gösterilerini bitirdiler. Ne yazık ki, fotoğraf makinam yanımda değildi. Bazen bütün gün boyunca hamallığını yapıp, tek bir kare çekmeden döndüğünüz olur, bazense üşengeçliğiniz tuttuğu anlarda, fotoğraf kareleri siz onları çerçevenin içine hapsedemeden gözünüzün önünden uçar gider. İşte şimdi de öyle olmuştu. Otele dönerken tur satan bir dükkanın içinde buluverdim kendimi. Üstelik bu sefer kolumdan tutup içeri çekiştiren birisi de olmamıştı. Kendi ayaklarımla gidip teslim olmuştum satıcıya. Uzun pazarlıklar sonucunda 15 $’lık adalar turunu 11 $’a anlaştık. Sabahın oldukça erken bir saatinde dükkanın önünden bir adam alıp beni tura götürecekti. Parayı da ona ödeyecektim. Hayatımızı tesadüfler sinsilesinin yönettiğini hissettiğiniz olur mu hiç? Ben sık sık bunu hissederim. Belki o gün arkadaşınızın doğum gününe gitmeseniz kız arkadaşınızla ya da eşinizle tanışmayacaktınız. Belki gazetedeki o ilanı o gün es geçseniz bugün oturduğunuz evde değil de bam başka bir evde oturup farklı farklı komşularınız olacaktı. İşte ben de onca dükkanı geçtikten sonra eğer ayaklarım o dükkanın önünde durmasalardı belki de tatilimin en tatlı sürprizlerinden biriyle karşılaşamayacaktım. Otele gittiğimde saat oldukça geç olmuştu ve yarın erken kalkacaktım. Yine de biraz televizyonda kanallar arasında dolaşmak istedim. Fazla kanal yoktu. Birisinde müzikli bir eğlence programı, birisinde siyah beyaz bir hint filmi vardı. Ama bir tanesi var ki bahsetmeden geçemeyeceğim. Sanırım Almanya’dan yayın yapan –ki reklamlar Almanca’ydı- bir kanalda erotik demeye dilimin varmadığı bir film oynuyordu. Üstelik bu film bir Türk filmiydi. Hemen aklıma onu bir Türk kızıyla tanıştırmamı isteyen Abdo’nun çapkın arkadaşı geldi. Yoksa onun Türk kızlarına ilgisi bu tip filmlerden mi kaynaklanıyordu. Yok canım, çocuğun günahını almayayım. Bes belli, bu uydu üzerinden yayın yapan bir kanaldı. Bir süre televizyon izledikten sonra uyudum. Daha önce kaldığım otellerdeki yataklarıma göre son derece konforlu bir yataktı. Üstelik de dışarıdan ne en ufak bir gürültü geliyor ne de sivri sineklerle boğuşmak zorunda kalıyordum. Sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Tabii işimi sağlama alıp hem resepsiyona sabah kalkmak istediğim saati bildirmiş, hem de telefonun çalar saatini ayarlamıştım. 6 Mart 2001 Salı (4. gün), Uyandırılmam için telefon çaldığında ben çoktan hazırdım. Çantalarımı yüklenip odadan çıktım. Yastığın arasına 5 L.E. bakhşiş ( 1) koymayı da ihmal etmedim tabii. Kahvaltı etmek için yaklaşık yarım saatim vardı. Açık büfe kahvaltı menüsü 1.sınıf tatil köylerini aratmayacak zenginlikteydi. İki tabağı kahvaltılıklarla tıka basa doldurduktan sonra asıl cevherlerin masanın sonundaki kapalı sahanlarda olduğunu farkettim. Tabakları masaya koyduktan sonra üçüncü bir tabakla alttan ısıtılmaya devam edilen sahanların kapağını kaldırdım. Kahvaltıda pek de alışık olmadığımız türden sıcak ve sulu yemeklerdi bunlar. Ben hangisinden ne kadar alacağıma şaşırmış durumdayken aşçı geldi ve bana yardımcı oldu. Bir gün yolunuz düşerse, barbunya fasülyesine benzeyen ve aşçının Mısıra özgü olduğunu söylediği soslarla lezzet kattığı yemeği denemenizi tavsiye ederim. Nedense özellikle yurt dışı tatillerimde yemek yemek bana sanki yapılması gereken bir angarya gibi gelir. Bir an önce yemek yiyip yeni insanlarla tanışmak, keşfedilmesi gereken yerleri keşfetmek daha çok ilgimi çeker. Yemek yemeye harcadığım zamanı gezmemden, eğlenmemden çalınmış bir zaman olarak kabul ederim. Ama şimdi, yarım saat içerisinde sanki tüm atladığım o öğünlerin acısını çıkartmak istiyormuşcasına ne varsa silip süpürmüştüm. Bu açık büfeler beni öldürecek. “Açık Büfe”’nin isminde sanki bir meydan okuyuş var. Açık Büfe: Ye yiyebildiğin kadar. Zaten ne kadar yiyebilirsin ki? Belki de bilinç altımızda küçükken annelerimizin kulağımıza küpe ettiği “- Tabakta lokma bırakılmaz.” sözleri çınlıyor. Deniyorum, deniyorum ama bitmiyor bu “Açık Büfe”, anne! Bu açık büfeler beni bir gün öldürecek. Çantalarımı resepsiyona bıraktıktan sonra koşar adımlarla buluşma yerine geldim. Benden başka kimse yoktu. İyi ki ücreti peşin ödememişim diye düşündüm. Ama çok geçmeden uzun boylu bir adam gelip beni aldı. Beraberce başka bir otelin yanına gittik. Orada bizi anne-kız iki turist bekliyordu. Adam bizi tekneye götürecek bir minibüs bulmaya giderken bizim de bir süre sohbet etmeye fırsatımız oldu. Polonyalıydılar. 3 gündür Hurghada’daydılar. Benim otelin hemen arka sokağındaki bir otelde kalıyorlardı. Dün bir günlüğüne Kahire’ye gitmişler ve çok memnun kalmışlardı. Magdalena; küt kesilmiş açık kahverengi saçların arasından parlayan yemyeşil gözler. Öyle ki, hararetli bir tartışmanın ortasındaki kaçamak bir bakışı size düşler alemine bir pencere açıp ne söylediğinizi unutturuveriyor. Ya da gözlerinin içinde kaybolduğunuz hüzünlü anlarında okyanusun en ulaşılmaz yerinde baş başa kalmanın dinginliğini hissedebiliyorsunuz. En monoton, en sıradan hikayeler bile ufak bir dokunuşuyla sizi heyecanlandırmaya yetiyor, dokunduğu yerden kalbinizin herkese açmaya kıyamadığınız kapılarını bir alev topuyla zorluyor, sonra da sessiz bir çığlık olup boğazınızda düğümleniveriyor. Tekneye doğru yol alırken gözlerimi Magda’dan ayıramıyordum. Aramızda sadece bir koltuk olmasına rağmen içimde ona daha yakın olmak için kuvvetli bir istek duyuyordum. Konuşmayı çok seviyordu. Sanırım bu özelliğini babasından almış olmalıydı. Anna, bizim sohbetimize pek karışmıyor sadece arada sırada başını sallayarak kızının söylediklerine destek çıkıyordu. Yolculuğumuz pek uzun sürmedi. Halbuki, o minibüste saatler hatta günlerce yol almaya razıydım. 1 Bakhşiş: Bahşiş Limana geldiğimizde bizi bırakan adama ücreti ödedim. O da bize en arkadaki teknelerden birini işaret edip iyi günler diledikten sonra yanımızdan ayrıldı. İşaret ettiği tekneye ulaşabilmemiz için iki üç tekneden geçmemiz gerekiyordu. İlk tekneye atladım. Magda ve annesi bir an için tereddüt etmişlerdi. Limanda dalga olmamasına rağmen kıyı ile teknenin arası biraz açıktı. İlk önce Anna’ya daha sonra da Magda’ya tekne geçişlerinde yardım ettim. Magda’nın her elini tutuşunda gözlerinin içine bakıyor ve bir daha bırakmak istemiyordum. Sonuncu tekneye geldiğimizde tekne içinde bir sandıkta duran palet ve şnorkellerden kendimize uygun olanlarını seçip boş sayılan teknede kendimize güzel bir yer aramaya koyulduk. Hava biraz rüzgarlı olmasına rağmen üst katı tercih etmiştik. Güverte kısmında iki üç genç çocuk daha vardı sanırım ama onları gözüm görmüyordu bile. Sohbet esnasında 25 yaşında olduğunu, Tıp Fakültesini geçen sene bitirdiğini ve Nörolog olmayı istediğini öğrendim. Ülkemde genelde doktorların kadın doğum veya çocuk doktoru olmayı tercih ettiklerini söylediğimde bana ideallerinden bahsetti. Çok düzgün bir İngilizcesi olmasına rağmen söylediklerini yarım yamalak anlıyordum. Çünkü ara sıra gözlerinde kayboluyor, hayallere dalıyordum. Bu arada annesi de sohbete katıldı. Ama üzerinde bir tedirginlik hissetmiştim. Bir üniversitenin sağlıkla ilgili bir bölümünde öğretim üyeliği yapıyordu. Tıpkı şu an Girit’te görevli olan eşi gibi. Yunanistan’dan, Magda’nın gezip gördüğü ülkelerden, o ülkelerde edinilen kalıcı dostluklardan bahsettik. Bu arada yarım saati aşkın bir süre geçmiş ve biz hala limandan demir almamıştık. Ama ben o tekneye niye geldiğimizi bile unutmuş, Magda’nın denizle birlikte renk değiştiren gözlerini, heyecanlandıkça incelen ses tonundaki kadife yumuşaklığını, keman ustasını andıran parmaklarıyla yaptığı hareketleri izliyordum. Beni rüyadan uyandıran Anna oldu. Uzun süre teknede beklememiz onu huzursuz etmişti. Halbuki Magda hiç de halinden şikayetçiymiş gibi gözükmüyordu. Aşağı inip çocuklardan birine ne zaman hareket edeceğimizi sordum. O da kaptanın dün akşam içkiyi fazla kaçırdığını, uyuya kalmış olabileceğini söyledi gülerek. Ciddi miydi yoksa değil miydi çözemedim. Ben de yukarı çıkıp çocuğun söylediklerini Magda ve Anna’ya olduğu gibi aktardım. Anna’nın huzursuzluğu bir kat daha artmıştı. Bizse sanki hiçbir şey olmamış gibi sohbete kaldığımız yerden devam ettik. Yaklaşık bir yarım saat sonra, ufak bir çocuk gelip başka bir tekneye geçmemiz gerektiğini söyledi. İşte o zaman farkettim ki limanda bizimle beraber bir iki tekneden başka tekne kalmamıştı. Yeni teknemiz biraz daha büyükçeydi. Çoğunluğunu Rusların oluşturduğu bir grup, denize açılmak için bizi bekliyordu. Daha önce beklediğimiz teknede pek de farketmediğim bir Mısırlı genç de bizimle birlikte yeni tekneye gelmişti. O da bizim yanımıza oturdu. Karadan uzaklaşırken rüzgar da şiddetini arttırmış, deniz dalgaların etkisiyle hafiften köpürmüştü. Bir ara Magda’nın annesiyle konuşmasından yararlanıp bizimle gelen çocuğa bir selam verdim. O da selamımı aldı. Ahmet; Hurghada Polis Karakolunda görevli bir polismiş. Nöbetten çıkıp geziye geldiği için biraz uykusuz ve yorgun gözüküyordu. Kısa bir kaynaşma döneminden sonra onu da Magda ve Anna’yla tanıştırdım. Böylece dörtlü bir grup olmuştuk. Bazı insanlar vardır konuşurken karşısındakine ufak dokunuşlarda bulunmayı severler. Daha doğrusu bu, onların konuşma, kendilerini ifade biçimidir. İşte Magda da onlardan biri. Bu masum dokunuşlar bile bazen tüylerimin diken diken olmasına yetiyor. Sohbet esnasında bazen onun da benimle aynı şeyleri paylaştığı hissine kapılıyor, ümitleniyorum. Ama iki dakika sonra aynı sıcaklığı sanki polis arkadaş Ahmet’le görüşürken de hissediyorum. Aynı gülücükler, aynı masum dokunuşlar. Kendimi tutuyor, hatta içte içe kızıyorum. Bir ara fotoğrafını çekmek geldi içimden. Fotoğraf makinamı elime alıp izin istedim. İlk önce annesiyle bir anı fotoğraf çektirmek istediğimizi sanıp annesinin yanına geçti. Halbuki ben sadece onu çekmek istiyordum. Ama bunu söylemek kabalık olurdu. Hem böyle bir iki fotoğraf çektikten sonra tekrar onu çekebilirdim. Bu arada Ahmet de yanımıza geldi. Ben fotoğrafı çekecek birisini ararken Ahmet, Magda’nın yanına oturup çoktan samimi bir poz vermişti bile. Oraya ben oturmayı düşünüyordum. Ahmet’e biraz bozulmuştum doğrusu. Yoksa onu kıskanmış mıydım? Karadan açıldıkça rüzgar ve dalgalar şiddetini arttırıyordu. Ne kadar gittik bilemiyorum. Neden sonra kaptana daha ne kadar gideceğimizi sormak geldi aklıma. “- Kaptan ufukta kara gözükmüyor. Daha ne kadar var adalara?” “- Ne adası? Biz dalmaya gidiyoruz.” İşte Mısır böyle tesadüfler ülkesi. Kaptanın gelmemesi yüzünden bir saati aşkın bir süre bir teknenin içinde beklemiş, ama sonunda 2.5 kat daha pahallı olan dalış turuyla ödüllendirilmiştik. Üstelik bizim bundan haberimiz bile yoktu. Bu durumu bizimkilere söylediğimde Anna biraz şüpheyle karşıladı. Ahmet ise alışıktı bu tip durumlara zaten. Magda ise yine halinden memnun gözüküyordu. Bir süre daha gittikten sonra masmavi denizin ortasında bir yeşillik beliriverdi. Çok garip ama bu yeşilliğin yanına geldiğimizde etrafta rüzgarı kesecek hiçbir şey olmamasına rağmen rüzgar da, dalga da şiddetini azaltmıştı. Bu yeşillik; denizin orta yerindeki mercan kayalıklarıydı. 10-15 kişilik Rus grup dalgıç elbiselerini giymişler dalmaya hazırlanıyorlardı. Bir ara Ahmet yanımızdan kayboldu. Onu bir daha gördüğümde denizdeydi. Bize el kol işareti yapıp gelmemizi, denizin çok güzel olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Magda annesinin gözlerine baktı. Annesi onay vermişti. Paletlerimizi ve şnorkellerimizi takıp hep beraber suya atladık. Kısa bir süre sonra mercan kayalıklarının üzerindeydik. Mercan kayalıklarını, o muhteşem kıvrımları, o renk cümbüşünü, önünüzden sürüler halinde geçen irili ufaklı, gökkuşağı renkli balıkları nasıl anlatacağım bilemiyorum. Hepimiz beklemediğimiz bu güzellikler karşısında şok olmuştuk. Sanki belgesel bir filmin başrol oyuncusu gibiydik. Kimi zaman Ahmet, yarısı sarı yarısı lacivert kocaman bir balığı görüp eliyle onu işaret ediyor, kimi zaman ben hayatımda ilk defa gördüğüm balık çeşitleri karşısında heyecanımı gizleyemeyip suyun içinde sevinç çığlıkları atmaya çalışıyordum. Hepimiz büyülenmiş gibiydik. Ne yalan söyleyeyim kısa bir süre için dahi olsa Magda’yı bile unutmuştum. Bir ara ağzı açık bir deniz kabuğu gördüm. Koyu mavi helezon bir doku iki kabuğunu bir birine bağlıyor, üzerindeki özenle serpiştirilmiş kırmızı noktalar da ayrı bir güzellik katıyordu. Ellerimi suyun içinde bir birine vurduğum zaman kabuklarını dış dünyaya kapatıyor, bir süre sessiz kaldığımda ise tekrar kabuklarını açıp o muhteşem renk uyumunu gözlerimize sunuyordu. Bir süre hareketsiz kaldığınızda balık sürüleri burnunuzun dibinden geçiyordu. Hatta sürüden büyükçe bir balığın yönünü değiştirip şnorkelimin önünde durduğuna, kısa bir süre de olsa meraklı gözlerle bakıştığımıza yemin bile edebilirim. Sanki başka bir alemdeydik. Her mercanın, her kıvrımın altından bizi bir öncekinden de fazla şaşırtacak bir canlı çıkıveriyor, nefeslerimizi kesiyordu. Bu canlıların arasında beni en çok etkileyen şeffaf bir balık oldu. Evet. Yanlış duymadınız: Şeffaf. Öyle ki, sadece kılçıklarının grimsi izleri gözüken, baktığınızda arkasındaki bir başka balığı görebileceğiniz bir balık. Doğanın bu kadar cömert oluşuna ilk defa rastlıyordum. Bir düdük sesiyle hepimiz rüyadan uyandık. Artık kalkma vakti gelmiştik. Ancak gönülsüzce tekneye çıktıktan sonra üşüdüğümüzün, derimizin buruş buruş olduğunun farkına vardık. Demir alırken, muhteşem manzara hala gözlerimin önündeydi. Annesi saçlarını kurularken Magda’yı görmenizi isterdim. Tıpkı küçük bir kız çocuğu gibi şirinlikler yapıyor, hepimizi gülmekten kırıp geçiriyordu. Güneşten hafif yanmış, yanakları ve burnu pembeleşmişti. Bir ara göz göze geldik. Daha doğrusu hayran hayran onu izlerken yakalandım. Ama bu sefer daha önce yaptığı gibi gözlerini kaçırmadı. Sanırım o da bir şeyler hissediyordu. İkinci mola yerine varıncaya değin hiç konuşmadık Magda’yla. Ama ara sıra onun da beni takip ettiğini hissediyordum. Biraz annesiyle sohbet ettik. Evlilikten, torun sahibi olmayı isteyip istemediğinden konuştuk. Konuşmamız esnasında çoğu defalar Magda’yı kontrol ettiğini farkettim. Magda tek kızlarıydı ve eminim ona çok düşkündü. Sanırım bana da şüpheyle yaklaşıyordu ki, tüm sorularıma kaçamak cevaplar verdi. İkinci mola yerine vardığımızda akşamüstü olmuştu. İlk önce köfte, pilav, salata ve koladan oluşan klasik tekne turu yemeğimizi yedik. Tabağı Magda’ya uzatırken bilerek eline dokunuyor, o da bana boş kola şişesini uzatırken aynı şekilde karşılık veriyordu. Daha önce dalmaktan yorulan Rus grup teknenin çeşitli yerlerine dağılmış uzanıyorlardı. Kaptanın türlü çağrılarına ve şakalarına karşılık birçoğu ısrarla dalmak istemediklerini söylediler. Dalanların sayısı bayağı azalmıştı. O anda aklımdan bir şeytanlık geçti. Tavla’da hak ettiğim dalmayı burada gerçekleştirebilirdim. Kaptanla biraz sohbet ettikten sonra bunun pek de zor olmayacağına kanaat getirdim. Ahmet’le birlikte dalmak istediğimizi söyleyince hiç zorluk çıkarmadılar. Hatta elbiseyi giymemize ve tüpü takmamıza yardım bile ettiler. Tam tekmil suyun içindeydim. Sadece teknede bir iki nefes alma eğitimi yapmış, bir de tehlike anında bir birimize yapmamız gereken işaretleri öğrenmiştik. Ahmet’in de benim de başımızda bir dalış hocası vardı. Yaklaşık 10 metreye daldık. Ne yazık ki, başımın zonklamasından, gözümün sanki yerinden çıkacak gibi olmasından dolayı aşağıda fazla kalamayıp hocaya çıkmak istediğimi işaret ettim. Ama sonuç olarak her dalgıçın rüyasını gerçekleştirmiş, kısa bir süre de olsa Kızıldeniz’de dalmıştım. Artık dönüş yolundaydık. Biraz da sarsıntının etkisiyle sırtüstü yere uzandım. Bir süre sonra Magda da geldi yanıma uzandı. Heyecanlanmıştım. Yanımda onun uzandığını bilmek bile heyecan vericiydi. Tekne bir o tarafa bir bu tarafa sallanıyordu. Birden, parmak uçlarımın bir şeye değdiğini hissettim. Üstelik her seferinde bu şeyin bana daha da yaklaştığını hissediyordum. Acaba Magda mıydı? Gözlerimi açıp bakmaya cesaret edemedim. Eğer o değilse bile öyle olduğunu hayal etmek istiyordum. Artık Magda’nın eli olduğundan emindim. Acaba farkında mıydı yoksa teknenin sallanmasından dolayı bana doğru kaymış mıydı. Uyuyor muydu, yoksa o da benim gibi uyanık ve bu güzel anın zevkini çıkartmaya hazır mıydı? Ben bunları düşünürken, bir süre sonra küçücük parmakları avucumun içindeydi. Ne garip. 32. yaşıma girdiğim gün, yani daha beş gün önce, en son ne zaman aşık olduğumu, bir daha aşık olup olamayacağımı düşünmüştüm. Belki de uzun süredir kapımı çalmayan bu olgu, parmaklarımın ucunda onu kavramamı bekliyordu. Bir gülüşün, bir dokunuşun beni bu kadar etkilemesi nadirdir. Ama değerli olan şeyler de doğada nadir bulunmazlar mı zaten? Yeter ki, bu fırsatın farkına varalım. Su gibi avucumuzun içinden sızmasına, denize düşüp bir balık gibi kaçmasına fırsat vermeyelim. Ama elimizi sıkı sıkıya kapatıp da onu hapsetmeyelim, öldürmeyelim. Bir anda Anna’nın kendi dillerinde bir şeyler söylediğini farkettim. Ses tonu sert değildi. Bağırmamıştı da. Ama o kelimeler her neyse, Magda’nın elini avucumun içinden çekmesine ve hızla kalkmasına yetmişti. Ne yapmalıydım? Ya ben de kalkıp, Magda’nın elini tekrar avucumun içine alıp, annesinin gözlerinin içine bakmalı, ya da kalkıp hiçbir şey olmamış gibi davranmalıydım. Ama hiç birini yapamadım. Öylece kalıp, Magda’nın tekrar yanıma uzanmasını, ellerini tekrar avuçlarımın içine almayı hayal edip durdum boş yere. Büyü bozulmuştu bir kere. Karaya vardığımızda güneş henüz batmıştı. Yolda Magda’yla yalnız kalabilmek için fırsat kolladım. Ama bir türlü olmadı. Annesi kızını kanatlarının arasına almış, hiç de bırakmaya niyetli gibi görünmüyordu. Aslında ona da hak verdim. Mısır gibi bir çok Avrupalı için şüpheli bir yerde, kızını tanımadığı birisiyle yan yana görmek, onu oldukça tedirgin etmiş olmalıydı. Üstelik tek kızını. Biricik Magda’yı. Ahmet’se yol boyunca uyumuş, akşam karakoldaki arkadaşlarından nöbeti devralmaya hazır gözüküyordu. Karaya indiğimizde tahmin ettiğim gibi bizi minibüsle getiren adam ortada yoktu. Rus grubun minibüsleri ufak olduğu için bizi de alması zordu. Ben yürümeyi teklif ettim. Böylece Magda ile bir süre daha beraber olabilecektim. Yolda Magda’nın e-mail adresini almayı akıl ettim. Ahmet bir süre sonra karakoluna gitmek üzere bizden ayrıldı. Üçümüz kalmıştık. Onlara bir dükkanın önünde şeker kamışı suyu içmeyi önerdim. Yolda bu tatlı sudan bahsetmiştim. Bir birlerine baktılar. Usulca kulağıma eğilip, bardakların çok pis olduğunu, muhtemelen yıkanmamış olabileceğini söylediler. Belki de haklıydılar, ama bir kere kafama koymuştum. Tezgahın arkasına geçip tam bardakları yıkamak üzereyken buna gerek olmadığını söyleyip beni durdurdular. İkisi sadece bir bardak istediler. Tabii ilk bardağı ikinci ve üçüncü bardak kovaladı. Beğenmişlerdi. Onları otellerine arka sokaklardan götürmeye karar verdim. Böylece turistik ana caddenin yanında halkın yaşadığı muhitleri de görebileceklerdi. Ama bu pek de iyi fikir değildi. Daha ilk sokağa sapar sapmaz bizi gören üç beş çocuk: “-Bakhşiş” diyerek üzerimize atıldı. Magda biraz korkmuş olacak ki, koluma sarılıp arkama geçti. Çocuğa öğrendiğim birkaç arapça kelimeyle kovaladım. Magda’nın takdirini kazanmama rağmen annesi hala soğuk davranıyordu. Yolda bana bu yaz sonu Kapadokya’ya gelmeyi istediklerinden bahsetti. Bir de adını hatırlayamadığı Pamukkale’den. Ben de onlara istedikleri kadar bilgiyi internetten gönderebileceğimi söyledim. Acaba bunu neden son dakikaya saklamıştı. Tekrar görüşebileceğimizi mi ima etmeye çalışıyordu? Sanırım bu sorularımın cevabını öğrenmek için Magda ve ailesinin Türkiye gezilerini beklemem gerekecekti. İlk önce benim otelin önüne geldik. İsterlerse bir duş aldıktan sonra buluşabileceğimizi söyledim. Ama Anna, Magda’nın ağzını açmasına fırsat dahi vermeden çok yorgun olduklarını söyleyip kibarca reddetti. Tüm kapılar suratıma kapanmıştı. Çaresizdim artık. Otobüsümün kalkmasına daha çok vardı. Mc Donalds’da bir şeyler yedikten sonra dün gece gittiğim alış veriş mağazasına gitmeye karar verdim. Bugün fotoğraf makinam da yanımdaydı. Belki dün akşamki gösterilerden bir tanesine denk gelir bir iki kare fotoğraf çekerdim. Ama umduğum gibi olmadı. Hem gösteri üst katlardaki ücretli bir kafeye alınmış hem de çok geç bir saate konmuştu. Belki Magda’ya rastlarım ümidiyle sokaklarda boş boş dolaştım. Yorulduktan sonra da bir internet kafeye gidip maillerimi kontrol ettim. Bir elimle klavyede bir şeyler yazmaya çalışırken diğer elimle de sivrisinekleri kovmaya çabalıyordum. Otobüsümün kalkmasına yaklaşık bir saat kala otele gidip resepsiyondaki çantamı aldım. Minibüse atlayıp otogara gittim. Üzerinde Milan forması olan bir çocuk yardımıyla biletimi aldım ve hemen karşıda sıralanan bir kahvede otobüs saatini beklemeye koyuldum. Otobüs tam vaktinde geldi. Fotoğraf makinamı yanıma alıp diğer eşyalarımı bagaj kısmına koydum. Koltuğuma oturmak için otobüse bindiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Koltuk arkadaşım evli bir bayandı. Halbuki Magda’nın olmasını ne çok isterdim. Şaşırmıştım. Türkiye gibi laik bir ülkede bile bilet alırken bay mı, bayan mı olduğunuzu sorarlar, gerekirse bir boş koktukla gidilir ama bayan yanına yabancı bir bay alınmazdı. Yanımdaki bayan da benim gibi hafif kilolu olduğundan koltuğa zor sığıyorduk. Ara sıra kalçalarımız bir birine değiyor, fakat hemen ardından sanki çok büyük bir günah işlemiş gibi ikimiz birden doğruluyorduk. Bu oyun, ikimizin de yorgun düştüğü gecenin geç saatlerine kadar sürdü. Daha sonra ikimiz de bıraktık kendimizi. Tabii karı koca gibi olmamıştık ama, kalçalarımızın kollarımızın bir birine değmesi de umurumuzda değildi artık. Sakin bir yolculuk geçirdik. Yalnız bir ara otobüsten uğultular yükseldiğinde gözümü bir açtım ki, sis bulutunun içindeyiz. Türkiye’de bu tip manzaralara alışkın olduğumdan ve yapabilecek bir şeyim de olmadığından kaygısızca kestirmeye devam ettim. 7 Mart 2001 Çarşamba (5. gün), Otobüsten indiğimde gün çoktan ışımıştı. Saatin oldukça erken olmasına rağmen Kahire’nin kalabalıklığına, trafik karmaşasına daha iyi bir dalış düşünemiyorum. Otobüsün bizi bıraktığı yer tam şehrin göbeği. Taksiler, motorsikletliler, at arabaları, bir birine karışan klakson sesleri. Daha sabah mahmurluğunu üzerimden atamamışken, nereye nasıl gideceğime henüz karar verememişken taksi şoförleri rahat bırakmıyor. En sonunda bir taksiciyle “Garden City Hotel”’e gideceğimi söyleyip atlıyorum taksiye. Taksinin camından etrafı izliyorum. Luxor; geleneksel bir şehir, Hurghada bir tatil beldesi ve sonunda Kahire ise tam bir kaos başkenti. Birkaç kişiye sorduktan sonra taksi şoförü iki caddenin kesiştiği bir yerde bıraktı beni. Eliyle rastgele bir tarafı işaret edip biraz yürümemi söyledi. Halbuki otelin nerede olduğu hakkında en ufak bir fikri olmadığına adım gibi eminim. Belki başlarda bu tip davranışların üstüne gider, hatta gurur meselesi yapardım. Ama adamların yaşam biçimi bu. Şahsi bir şey olarak algılamıyorum artık. Ya da belki de yavaş yavaş onlara benzemeye başlıyorum. Yine sırtımda çantalar, üstelik hava da sabahın ilk saatlerinin etkisiyle kasvetli. Bir an Hurghada’da kalsam daha mı iyi olurdu diye düşünüyorum. Hem Magda ... Uzun aramalardan sonra oteli buluyorum. İlk ilgimi çeken asansör oluyor. Otel üçüncü katta ve otele merdivenlerin arasında, kalın kayışlar yardımıyla hareket eden açık hava asansörüyle ulaşıyorsunuz. Üstelik de asansörün bir tarafından binip, diğer tarafından iniyorsunuz. Uykusuzluktan ve yorgunluktan olsa gerek bunu bile çözmek bayağı vaktimi aldı. Babaannem geliyor aklıma. 90’lı yaşlarında ilk defa asansöre bindiği zaman, daha asansör hareket etmeden, aynanın olduğu diğer taraftan çıkmak için kapı kolunu aramıştı rahmetli. Sadece asansör değil oteldeki tüm eşyalar tarihi bir filmden çıkmış gibi. Yanlış anlaşılmasın. Harabe demek istemedim. Ama pirinç kapı kolları, resepsiyondaki çağrı zili, bir ayağı tamir görmüş ama ihtişamından hiçbir şey kaybetmemiş kanepe, hepsi uyum içinde. Resepsiyona yaklaştım. Resepsiyondaki yaşlı adam bir yandan deftere bir şeyler karalarken bir yandan da beni kesiyor. Çantalarımı yere bıraktıktan sonra tek kişilik bir oda istediğimi söyledim. Hem ucuz hem de sivrisineklerle uğraşma riskini göze alamadığımdan banyosuz bir oda istiyorum. Her ne kadar internetten yerimi ayırtmış olsam, fiyatı belli de olsa yine de belki daha ucuza kalırım diye kendimi tanıtmadım. Ama nerde. Internette anlaştığım ücretin tam iki katı bir ücret çıkıyor karşıma. Şaşırmıyorum. Çantamdan yazışmalarımızı çıkartıp adama gösteriyorum. Adam da daha fazla üstelemenin gereksiz olduğuna kanaat getirip 9 no’lu odanın anahtarını bana uzatıyor. Odam; biraz karanlık ve ana caddeye bakıyor. Çarşaflar temiz. Yatağa ilaveten eski türk filmlerini anımsatan bir komidin ve kapakları kapanmayan bir gardrop da var. Eşyalarımı öylece odada bırakıp otelin lokanta kısmına geçtim. Sabahın erken saati olmasına rağmen 3-4 yaşlı ayrı ayrı masalarda kahvaltı ediyorlar. Ben de kahvaltı istiyorum. Kızarmış ekmek, tereyağ, reçel, zeytin , yumurta ve sütlü neskafeden oluşan zangin kahvaltım çok geçmeden hazır. Yarı uykulu vaziyette kahvaltımı bitirip dinlenmek üzere odama çekiliyorum. Aslında yatağa girerken amacım yol yorgunluğunu atmak için yarım saat kestirip güne öyle başlamaktı. Ama iki saat sonra görevlinin kapımı çalmasıyla uyandım. Kayıt için pasaportum isteniyordu. Resepsiyondaki yaşlı adam kayıt işiyle uğraşırken genç bir çocuk yanıma yaklaştı. Hal hatır sohbetinden sonra asıl niyetini anlıyorum. Piramitleri gezmek isteyip istemediğimi, eğer istersem 40 LE.’ye bir taksi bulabileceğini söylüyor. Ben taksiden başka bir ulaşım aracı olup olmadığını sorduğumda ise biraz tereddütle hayır diyor. Ama belli ki var. Nazikçe biraz yorgun olduğumu, belki yarın gidebileceğimi söyleyip açık kapı bırakıyorum her ihtimale karşı. Üzerime rahat bir şeyler giyip kendimi dışarı attım. Bahardan kalma bir hava, halbuki İstanbul’da eminim ortalığı sel götürüyordur. Sabah farkına varamamışım, otel tam Nil’in kenarında. Nil kıyısında birkaç fotoğraf çektikten sonra saatin öğleyi geçtiğinden fazla oyalanmadan Giza’ya, piramitlere gitmem gerektiğinin farkına varıyorum. Her zaman yaptığım gibi yolda yürüyen bir genci çevirip Giza minübüslerinin nereden geçtiğini ve ücretini öğreniyorum. Minibüste giderken Atina’dan tren dönüşü İspanyol arkadaşların “İstanbul’un Merkezi” neresi diye sordukları ve kahkahalarla gülüşüm aklıma geliyor. Selanik, Atina, Sofya ve Bükreş için üç aşağı beş yukarı bir şehir merkezi tarif etmek mümkün. Ama İstanbul için öyle mi ya? Her taraf bina, her taraf insan, her taraf başlı başına merkez. Tıpkı Kahire gibi. Uzun bir yol gitmememize rağmen Nil boyunca görkemli binalar, İstanbul’u bile aratacak araç seli, her gölgenin altında, her yeşil alanda kümelenmiş insan manzaraları Kahire’nin de ne kadar büyük bir şehir olduğunun ispatı gibi. Giza minibüs duraklarında piramitlere giden minibüsü halka sorup içine atlıyorum. Fakat bir şoför beni o minibüsten çıkartıp içinde hiç yolcu bulunmayan başka bir minibüse oturtuyor. Kahire – Giza arasına 0.50 LE. verdiğimden Giza – Piramitler arasına da en fazla aynı parayı veririm diye düşünüyorum. Tabii bu benim düşüncem. Bir süre sonra beni boş minibüse oturtan şoför yanıma gelip ücreti istiyor: 10 LE. Tabii itiraz ediyorum. Dün aynı yere gittiğimi ve sadece 0.25 L.E. ödediğimi söyleyip blöf yapıyorum. Adam da blöfümü yutmuş olacak ki tekrar dolu olan minibüse geçmemi işaret ediyor isteksizce. Minibüse bindiğimde beni bekleyen insanların gülümsemeleriyle karşılaşıyorum. Sanki bir sınava girmiş ve sınavı başarıyla vermiş birisi gibi hissediyorum kendimi. Minibüsten iner inmez uzun boylu bir çocuk karşılıyor beni. At, deve, eşek isteyip istemediğimi soruyor. Benden olumsuz bir yanıt alınca da ayaküstü bir yalan uyduruyor. Bugün bayram olduğu için yürüyerek gitmek yasakmış, sadece at, deve, eşek veya taksiyle içeri giriş serbestmiş. Bu tip yalanları yutmayacak kadar tecrübeliyim artık. Yürüyerek içeri giriyorum. Hemen girişte turizm bürosu var. İçeri girip biraz broşür topluyorum. İçerideki türbanlı ama modern giysiler içindeki bayan Türk olduğumu öğrenince bana piramitler hakkında bilgi veriyor. Biraz Türk turistler hakkında sohbet ediyoruz. Gezilecek yerlerin çok olduğunu ve erken kapandığını söyleyip beni kapıya kadar uğurluyor. Piramitler, muhteşem yapılar. Gözümün önüne bir Keops’u getirip hemen yanına da Levent’teki çelik ve cam yığınlarından birisini yapıştırıyorum. O dönemde ve o teknolojiyle böylesine görkemli ve bir o kadar da estetik bir yapıyı meydana getirmek, gerçekten inanması güç geliyor insana. Fotoğraf makinamı çıkartıp fotoğraf çekmeye başlıyorum. Bir ara fotoğrafını çektiğim deve üzerindeki polislerden birisi bahşiş istiyor. Allahtan tedbirli davranıp yanıma çokça bozuk para almışım. Çıkarıp 1 L.E. veriyorum. Beğenmiyor ama almamazlık da etmiyor doğrusu. Hava sıcak, iklim tam bir çöl iklimi. Şapkamı yanıma almayı unuttuğum için kızıyorum kendime. Başımı güneşten korumak için bir şey almaya karar veriyorum. Arapların kafalarına taktıkları bir parça beyaz bezden ve renkli bez kuşaktan oluşan bir örtü var. Galabia’ma da yakışacağımı düşünüp ondan almaya karar veriyorum ve kafamdan da ortalama bir miktar belirliyorum: 4 L.E. Çocuklardan birisi yanıma yaklaşıyor ama kurt alıcı gibi davranıp onunla hiç ilgilenmiyorum. Uzun pazarlıklar sonunda 20 LE.den istediğim fiyata düşürüyorum. Ama 5 LE. verip, paranın üzerini beklerken çocuk gitmeye kalkıyor. Normalde bahşiş olarak bırakılabilecek bir para ama inat ediyorum bu sefer. Çocuğu kolundan yakalayıp paranın üstünü istiyorum. O da bana cüzdanını gösterip, yeminle bozuk parası olmadığını söylüyor. Öok ısrar edince de çantasından 1 LE. yerine 10 tane posta kartı teklif ediyor. Bir kere inadım tuttu. Hayır. O zaman çocuk ne yapsa beğenirsiniz. Çantasından 4 LE.ye aldığım ve hesaplı aldığıma inandığım örtünün aynısından bir tane daha veriyor bana ve çekip gidiyor. Ben öylece kalıveriyorum. Miktar önemli değil ama şu kazıklanma hissi canımı sıkıyor. İşin kötüsü bu o günkü tek yediğim kazık olmayacaktı. Etrafında kurulan çeşitli ufak müzelerin yanında Keops’un içine de girmeniz mümkün. Ama piramitler, Mısır ve mumyalar hakkında bir film seyretmiş insanların hayal kırıklığına uğrayacağını peşinen söylemeliyim. Çünkü piramitlerin içinden çıkan eserlerin neredeyse tamamına yakını Kahire müzesinde sergilenmektedir. Piramitler, Sfenks, çöl, atlar ve develer. Deli gibi fotoğraf çekiyorum. Bir ara bir Türk turist kafilesinden bir kız fotoğrafını çekmemi istiyor. Çekiyorum. Teşekkür ediyor, bir şey değil diyorum. Tabii tüm bu konuşmalar İngilizce geçiyor. Türk olduğumu söylemiyorum. Zaten tip olarak pek benzemiyorum da. Kapanış saatine yakın çıkış kapısındaki tüm seyyar satıcıları atlatıp piramitlerden çıkıyorum. Fakat çıkış kapısındaki bir ilan tüm planlarımı değiştiriyor. Akşam ışık ve ses gösterisi olduğunu öğrenip, özellikle de fotoğraf çekmek için tekrar gelmeyi planlıyorum. 1-2 saatliğine otele gitmek yerine hem bir şeyler atıştırmayı hem de çevreyi gezmeyi tercih ediyorum. Boş boş gezerken yolun ortasına iskemle atmış nargile içen adamlar ilgimi çekiyor. Özellikle de iri yarı ve bıyıklı olanı tam fotoğraflık diyorum kendi kendime. Yavaşça yanına yaklaşıp izin isteyip istememekte kararsızlık geçirirken yanındaki iskemleyi işaret edip oturmamı istiyor. Arayıp da bulamadığım fırsat. Birkaç dakika sonra çaylar, kahveler söyleniyor. Babaannesinin Türk olduğunu öğreniyorum. Hatta boşu boşuna o kadar para vermememi, istersem gösteriyi evinin balkonundan da seyredebileceğimi, beni misafir etmekten mutluluk duyacağını söylüyor, Mahmut. Kararsız kalıp, cevap veremiyorum. Sohbet arasında, oldukça şık giyimli bir genç koku satın almak isteyip istemediğimi soruyor. Mahmut’a bakıyorum, başıyla onaylıyor. Oturduğumuz yerin hemen karşısında, oldukça geniş bir dükkanda buluyorum kendimi. Aslında bir şey satın almaya niyetim yok. Ama nasıl olsa boş vaktim var ve dükkan ilgimi çekiyor. Dört köşe duvar boyunca sıra sıra cam şişelerin içinde kokular var. Zaten dükkana girer girmez baharat, çiçek kokuları birbirine karışıp genzinizi yakıyor. Beni köşeye, üzeri kilimle örtülmüş sedirin üzerine oturtuyor genç çocuk. Kokunun tarihçesini, nasıl hazırlandığını, nasıl saklandığını uzun uzun anlatıyor. Sonunda satın almayacağım için pek ilgili görünmemeye çalışıyorum, ama kabalık etmemek için de ara sıra ilgileniyormuş gibi yapıp küçük sorular sormayı da ihmal etmiyorum. Bir su bardağının içini musluk suyuyla doldurup içine iki-üç damla esans atıp karıştırıyor ve sonra koklamamı istiyor. Evet, gerçekten aynı parfüm gibi kokuyor. Kendi parfümünü kendisi yaptığını, sadece kalıcı olması maksadıyla su yerine saf alkol kullandığını söylüyor. Tanıtımı bittikten sonra, tam da kahvelerimizin geldiği anda bana hangi parfümü kullandığımı soruyor. Gio Armani diye cevaplıyorum. Yerinden kalkıp, biraz ileride sakin tavırlarla bizi izleyen adamla birkaç fısıldaşmadan sonra elinde bir şişeyle yanıma geliyor. Şişeyi ters yüz edip kokunun kapağa bulaşmasını sağlıyor. Özenle kokunun kapağını açıp sanki altın suyu gibi değerliymişcesine kapağa bulaşan kokuyu şişenin kenarlarına sürerek tekrar şişeye geri gönderiyor ve uzatıp koklamamı istiyor. Kabul etmem gerekir ki aynı koku. Ama çok bilinen bir marka söyleyerek onun şovuna katkıda bulunmuştum. Yine de bozmayıp, şaşırmış gibi yapıyorum. O da bundan cesaret alıp bu mesleğin babadan oğula geçen bir meslek olduğunu, burunlarının çok hassas olduğunu dükkandaki yüzlerce –ki abartmıyorkokudan hepsini tanıyabileceğini söylüyor. İşte tam o anda meydan okumak geçiyor içimden. Çok da fazla kendimi tutamayıp bir teklifte bulunuyorum. Ona, gözlerini kapatıp yüzlerce şişe içinden bir şişe seçsem sadece koklayarak bu parfümü ayırt edip edemiyeceğini soruyorum. Sorar sormaz da kabalık yaptığımı düşünüp, hafiften kızarıyorum. Çocuksa sanki bu meydan okumayı beklermiş gibi cebinden siyah bir ipek mendil çıkartıp dizinin üstüne koyuyor. Müsaade isteyip burnuna koyu renkte bir şey çekip burnunu yıkıyor. Sonradan öğreniyorum ki, koku almayı daha hassas hale getirmek için kahve; bildiğimiz kahve ile yıkamak gerekiyormuş. Artık gözleri bağlı ve benden bir koku seçip getirmemi bekliyor. Yüzünde en ufak bir endişe belirtisi yok. Şişelerin üzerinde arapça isimleri yazılı. Bir an için acaba arapça bilmediğim için mi bu kadar rahat diye düşünüyorum. Ama hiç şansı yok. Belki tamamını okuyamasam bile en azından birkaç harfi çok rahat çıkartabilirim. Uzakta bir bölümden, üst sıralardan içinde mavi renkli sıvı dolu bir şişe seçiyorum. Seçerken de üzerindeki harfleri biraz olsun tanıyabilmem baş kıstas. Yanına gidip tıpkı onun yaptığı gibi özenle kokuyu kapağa bulaştırıp burnuna götürüyorum. Elimden kapağı alıp kapağı burnuna sürdükten kısa bir süre sonra ismini söylüyor. Bu sefer gerçekten şaşırıyorum. Gözünü açtıktan sonra elini sıkıp tebrik ediyorum. O da bana bunun bir şey olmadığını iki kokuyu karıştırıp getirsem bile kokuları çıkartabileceğini söylüyor. Bu sefer inanıyorum. Koku dükkanında yaklaşık bir saatimi geçirmeme rağmen hiçbir şey almadan çıkıyorum dükkandan. Işık ve ses gösterisinden sonra uğrayabileceğimi söylüyorum. Tok satıcı görünümünde fazla ısrar etmiyor. Gösteriye fazla kalmadığından ayaküstü bir şeyler yemek maksadıyla ilk gördüğüm büfe tarzı dükkanlardan birisine yanaşıyorum. Ciğer, mantar, soğan karışımı üç dört minik sandviçi mideye indirdikten sonra koştura koştura gösterinin yapılacağı alana gidiyorum. Gündüz giriş 10 LE. olmasına rağmen Gösteri girişi 33 LE. Acımadan parayı veriyorum. Gösteri çoktan başlamış. Ön sıralarda pek yer kalmamış. Rahat ve çevredekileri rahatsız etmeden fotoğraf çekmem için ön sıralarda bir yer bulmam lazım. Biraz dolaştıktan sonra ikinci sırada bir yer buluyorum. Gösteri alanına sıra sıra koltuklar dizilmiş. Sfenks’i ve üç piramidi de aynı anda görmeniz mümkün. Piramitlerin üzerine laser ile şekiller çizilip, piramitlerin yapılışları, özellikleri, hiyoroglif yazı ve firavunlar hakkında destansı hikayeler anlatılıyor. Yeteri kadar fotoğraf çekemediğimden İngilizce gösteriden sonra Fransızca’ya da kalıp bu sefer en ön ve orta bir yer seçiyorum kendime. Şanslıyım bu gece dolunay da var. Gösteriden sonra otele gitmek için yola koyulduğumda oldukça yorgun olduğumu farkediyorum. Fakat gösteri çıkışında Mahmut ile karşılaşıyorum. Bana gösteriyi beğenip beğenmediğimi sorduktan sonra cevabımı bile dinlemeden arkadaşından koku alıp almadığımı öğrenmek istiyor. Hayır, cevabını alınca da onu takip etmemi daha yakın bir arkadaşı olduğunu, daha uygun fiyata bir şeyler alabileceğimi söyleyip arkasına bile bakmadan yola koyuluyor. Bir an hızla kaçıp gitmek geliyor içimden ama baktım ayıp olacak, takip ediyorum gönülsüzce. Ara sokaklardan birine dalıyoruz. Beni götürdüğü dükkan sabahki dükkanın yarısı bile değil. Koku şişeleri özensizce dizilmiş ve çok az sayıda. Mecburen kısa da olsa koku yapımını ve özelliklerini ikinci baskı dinlemek zorunda kalıyorum. Belli ki, hiç ilgilenmesem de ufak bir şey almadan bırakmayacaklar beni. Yorgunum, çabuk pes ediyorum. Kendilerine fazla param kalmadığını, taşımanın da zor olduğunu söyleyip sadece bu iş için 10 $ ayırabileceğimi söylüyorum. Şu kokular inanılmaz pahallı. lotus çiçeğinin kokusu hoşuma gidiyor. Ufak bir şişenin içinde hediyemi alıyorum. Tam 10 $’a kurtulduğumu sanırken son bir şey daha göstermek istediğini söyleyip içerki odadan beyaz renkte koyu kıvamlı bir sıvı dolu şişeyle geliyor. Sandal otu olduğunu, sıklıkla masajlarda kullanıldığını söylüyor. Tabii fiyatının biraz daha pahallı olduğunu da eklemeyi ihmal etmiyor. İlgileniyorum. Artık bir şişe de sandal otum var. Üstelik yarı fiyatına. Daha önce defalarca yaptığım bir hatayı tekrarlayıp adama 20 $ uzatıyorum ve boşu boşuna üstü olan 5 $’ı vermesini bekliyorum. Sonuçta paranın üstü yerine bir şişe daha lotus çiçeği uzatıyor bana. Dükkandan çıktığımda yediğim kazığa kendim bile inanamıyorum. Belki aldığım kokular değerli kokular, belki de değil. Ama hiç ihtiyacım yokken o kadar para vermeme ben bile şaşırıyorum. Hatta şaşırmanın da ötesinde kızıyorum kendi kendime. Otele gitmek için otobüsü tercih ediyorum bu sefer. Turizm bürosundaki kızdan öğrenmiştim numarasını: 125. Çok beklemiyorum. İlk gelen otobüse atlıyorum. Otobüs çok kalabalık değil. Hatta en arka sırada oturacak bir yer bile var. Arkaya oturup insanları izliyorum. Otobüse binen insanların çoğu fakir görünümlü insanlar. Ama sohbet edip, bir birlerine şakalar yapıp gülüyorlar. Her şeyi olan, ama ekonomik kriz sebebiyle yüzleri asık dolaşan ülkemin insanlarını düşünüyorum ... Arka kapıdan yaşlı bir bayan biniyor. Kalkıp yer veriyorum. Hemen yanımda oturan amcanın ki yer verdiğim kadınla hemen hemen aynı yaşta, takdirini kazanıyorum. O da kalkıp bana yer veriyor. Ben kabul etmiyorum tabii. Aramızda tatlı bir tartışma oluyor. Ön sıradakiler bize bakıyor. Sonra arka sıralardan bir gencin bir sonraki durakta inmesiyle yer sorunu kendiliğinden halloluyor. Demek onlarda da var bu yaşlılara yer verme adeti ve yazık ki onlarda da, bizlerde olduğu gibi unutulmaya yüz tutmuş. Otele vardığımda sabah aklımda olan, fakat gezi esnasında unuttuğum bir şeyi hatırlıyorum: Bugün Galatasaray’ın maçı var. Hemen otel resepsiyonundaki çocuğa maçı nereden seyredebileceğimi soruyorum. O da istersem otelde izleyebileceğimi söylüyor. Meğer, Galatasaray’ın bütün avrupa kupası maçları devlet televizyonu tarafından veriliyormuş. Türkiye’deki arkadaşlar kahve köşelerinde, ya da on onbeş kişi bir eve tıkılıp dekoderden maç seyrederken ben şifresiz seyredecektim. Türkiye’de sürekli beraber maç izlediğimiz bir iki kişiye mesaj çekip dalga geçtim. Galabia’mı giyip maçın başlamasına kısa bir süre kala televizyonun karşısına kuruluyorum. Hatta Türk olduğumu öğrenen garsonlardan bir tanesi bana en öndeki yerini vermeyi teklif ediyor. O sırada etrafımda üç gencin daha olduğunu farkediyorum. Sabah onları görmemiştim. Sonradan öğreniyorum ki, onlar da otelde kalıyorlarmış. Bir Polonyalı, bir İspanyol ve bir İtalyan. İtalyan daha çok ilgimi çekiyor tabii. Rakip ne de olsa bir İtalyan takımı: Milan. Belli ki futboldan anlayan birisi, Fiorentina’dan, Hakan Şükür’den, Fatih Terim’den bahsediyoruz. Daha önceki Galatasaray – Milan karşılaşmalarının skorlarını ezbere biliyor. Kuyruk acısı var arkadaşın anlaşılan. Ara sıra sohbetimize İspanyol arkadaş da katılıyor. Grupta bir de İspanyol takımı var. Milan’ın yenilmesi onun da işine geliyor. Açıkça bu maçta Galatasaray’ı tuttuğunu söylüyor. Maç başlıyor. Milan gol kaçırdıkça İtalyanca küfürler öğreniyorum. Bizimkiler gol kaçırdıkça yerimden fırlayıp ortalığı bir birine katıyorum. İspanyol arkadaş ile bir olup bizim kibirli İtalyanı da kızdırmayı ihmal etmiyoruz. Ve Gooool. Statta olsam bu kadar sevinemezdim. Çıkardığımız gürültüye mutfaktan şefler, garsonlar gelip bakıyor. Onlar da sevinicime ortak oluyor. Ne de olsa bir Türk ve müslüman takımı. İspanyol arkadaşla havada ellerimizi birbirine vururken İtalyan’a el kol hareketleri yapıyoruz. O da maçın bitmediğini söyleyip saatini gösteriyor. İlk yarı 1-0 Galatasaray’ın galibiyetiyle bitiyor. İtalyan hiçbir kelime etmeden hafiften somurtarak odasına çıkıyor. Agresif davrandığımızdan mıdır, yoksa takımının yenileceğini bildiği için midir bilmem İtalyan kardeş ikinci yarı aramızda yok. Maç bitiminde dışarıdan klakson sesleri, bağırmalar, çağırmalar bekliyorum. Maçın havasına fazla kaptırdım kendimi galiba. Çok yorgun olmama rağmen maçtan sonra bir canlılık geliyor üzerime. Kendimi sokakta buluyorum. Gece geç saat olmasına rağmen sokaklar inanılmaz kalabalık. Tarihi Galata köprüsünde itiş kakış balık tutan insanlar gibi tüm Nil boyunca nehir kenarlarında ve köprülerde sıra sıra insanlar dizilmiş kah sohbet ediyorlar, kah gelen geçeni kesiyorlar. Gündüz sıcağın etkisiyle olacak bu kadar kalabalık değildi. Şehrin gece aydınlatması da çok güzel düşünülmüş. Özellikle büyük binaların aydınlatılması şehre ayrı bir hava katmış. Bir ara gidip fotoğraf makinamı almayı düşünüyorum. Ama iki gecem daha olduğunu hatırlayıp, vazgeçiyorum. Biraz turladıktan sonra Mc Donalds’ta bir şeyler atıştırıp tekrar otelin yolunu tutuyorum. Güzel bir duş alıp yatağa mutlu ve huzurlu giriyorum. Otelin hemen yol kenarında olmasına rağmen korktuğum başıma gelmiyor. Gürültüsüz, derin bir uyku çekiyorum. 8 Mart 2001 Perşembe (6. gün), Sabah, saatin çalmasına birkaç dakika kala kalktım. İskenderiye (Alexandria) trenine yetişmeliydim. Bir önceki gece tembellik yapıp, giyeceğim ve yanımda götüreceğim eşyaları hazırlamadığımdan alel acele kot çantama bir şeyler tıkıp yola koyuldum. Otelden aldığım şehir haritasına göre tren istasyonuna metroyla gitmem gerek. Ama yine de emin olmak için bilet satan memura ısrarla soruyorum. Hayret, oraya metro yok, taksiyle gitmelisiniz demiyor. Metro, Bulgaristan ve Romanya’daki gibi büyük olmasa da temiz ve düzenli. Sabahın erken saati olmasına rağmen aşırı bir kalabalık yok.Etrafı ve insanları izlerken zaten iki durak sonra ineceğim yere varıyorum. Allahtan arapça tabelaların yanında ingilizcelerini de koymuşlar. O yüzden çıkacağım kapıyı bulmak zor olmuyor. Saat kritik. Trenin kalkmasına benim saatime göre sadece beş dakika var. Ama saatim geri de olabilir. Koştura koştura bilet satılan yeri buluyorum. Görevli memur, bilet kalmadığını, ama yine de trene binebileceğimi söylüyor. Bir yandan trene doğru koşarken bir yandan da iki saat ayakta yolculuk yapacağımı düşünüp bir saat sonraki treni beklemenin daha iyi olup olmayacağını kestirmeye çalışıyorum. Tren tam kalkmak üzereyken yetişiyorum. Önümde uzun boylu bir kadın, belli ki o da yetişmek için nefes nefese kalmış, beraberce trene biniyoruz. Hatta binerken oldukça büyük olan bavulunu taşımasına yardım da ediyorum. Kompartımanın içine girer girmez şaşırıyorum. İtiş, kakış ayakta yolculuk etmeyi beklerken geniş koltuklar, müzik yayını ve etrafta dolaşıp çay, kahve servisi yapan iyi giyimli garsonlar. Sanırım kompartıman da klimalı. Üstelik de neredeyse bom boş. Bilet kesen kadının yer olmadığını söylemesi garibime gidiyor. Yoksa yanlış trene mi bindim? Adama nereye oturacağımı soruyorum. Adam da beraber bindiğim bayanın yanını gösteriyor. O zaman farkediyorum ki, bu bayan Mısırlı değil. Sarı saçları ve renkli gözleriyle muhtemelen bir Avrupalı. Kafamla selam verip usulca yanına oturuyorum. O da gülümseyip selamımı alıyor. Bir süre sonra iyi giyimli adamlardan biri yanımıza yaklaşıp bilet ücretini istiyor. Sabah trene yetişme telaşıyla paramı bozduramadım. Yanımda sadece 31 L.E. var. Ama trenin de 30 L.E. olduğunu öğrendiğim için içim rahat. Nasıl olsa İskenderiye’de bir döviz bürosu bulup bozdururum. Adama 30 L.E. uzatıyorum. Yanımdaki Avrupalı bayan da parayı uzatıyor. Adam, çantasından çıkardığı bir koçandan iki bilet kestikten sonra bileti bir miktar parayla birlikte bana uzatıyor. İyi ama adamın para üstü vermemesi lazımdı. İçimden şüpheye düşüyorum. Acaba 30 L.E. yerine 50 L.E. mi vardı. Paraları karıştırmış olabilir miyim? Belki de. Ama o zaman bana 20 L.E. para üstü vermesi gerekirdi, halbuki burada o kadar para yok. Amaan, her neyse. Tam koltuğa gömülüp sabah erken kalkmanın acısını çıkartmaya hazırlanırken, yanımdaki bayan bize bilet kesen adamı çağırıp Arapça bir şeyler söylüyor. İyi Arapça konuşuyor, nasıl öğrenmiş acaba? Konuşma, bir süre sonra hafif bir tartışmaya dönüşüyor. Adam her ne kadar umursamaz bir tutum gösterip alttan almaya çalışsa da kadın konuyu kapatacak gibi değil. Ara sıra eliyle beni göstermesinden konuyu anlıyorum. Meğer, trene aynı anda bindiğimiz için biletçi bizi beraber zannetmiş. O yüzden de kadının para üstünü bana vermiş. Üstelik de bileti, trenin içinden aldığımız için 30 değil 33 L.E. vermemiz gerekiyormuş. İyi ama ne olacak şimdi? Bende sadece 31 L.E. var. Hemen yanlış anlaşılmadan dolayı bayandan özür dileyip cebime çoktan koyduğum para üstünü bayana veriyorum. Tabii üstüne de 1 dolar ekleyerek. Bayan, Fransız aksanıyla konuştuğu İngilizcesiyle sorunun bende olmadığını, adamın yanlışlık yaptığını ve onun özür dilemesi gerektiğini söylüyor. Bir yandan da adama laf yetiştirmeye devam ediyor. Adam gayet kibar konuşuyor, ama sanki onun bu kibar ve biraz da umursamaz tavrı bayanı çileden çıkartıyor. Sesini yükselttikçe yükseltiyor, karşısındakine ders vermek istermişcesine. Tam sorun halloldu derken, bu sefer de benim 1 dolar problem olıyor. Ne biletçi, ne de yanımdaki bayan bu parayı almak istemiyor. Mısır’da doların geçmediğine de ilk defa şahit oluyorum. Kadına İskenderiye’de kısa bir süre beklerse bozdurup borcumu ödemeyi teklif ediyorum. Ama kadın oralı olmuyor. Sorunun para olmadığını, bu Arapların hep böyle yaptığını söylüyor. O zaman anlıyorum ki, sorun gerçekten de para değil. Sorun; uzun süredir Mısır’da yaşamış Avrupalı bir bayanın kendinden her bakımdan aşağı gördüğü bir Afrikalı Arabı küçük düşürme çabasından başka bir şey değil. Bir süre sonra adam çaresiz doları almayı kabul ediyor. Bu bile bizim Avrupalı bayanı sakinleştirmeye yetmiyor. Bir iki arapça cümleden sonra kafasını cama doğru hızlıca çevirip son sözü söyleme zevkini de kimselere bırakmıyor. Sabah sabah bu hareket, üstelik de istemeden benim sebebiyet olduğum bu tartışma, beni biraz yoruyor. Koltuğu arkaya yatırıp bir süre kestiriyorum. Uyandığımda yanımdaki bayanın sinirinin geçmiş olduğunu gözlemliyorum. Çantasından Fransızca bir kitap çıkarmış, okumaya dalmış. Daha bir saatten fazla yolumuz olduğu için konuşmak geçiyor içimden. Ama beni de terslemesinden korkuyorum.Biraz cesaret toplayıp bir konu atıyorum ortaya. Allahtan beklediğim gibi olmuyor. Konu konuyu açıyor. Fransız bir arkeolog olduğunu beş yıldır Mısır’da kaldığını, hala bazı şeylere alışamadığını söylüyor. Beni de Avrupalı kabul etmiş olacak ki, son derece nazik bir ses tonuyla konuşuyor. Türk olduğumu öğrenince cüzdanından bir sürü kart çıkartıyor. Onlar arasından birisini seçip bana gösteriyor. İzmir’de bir üniversitede öğretim üyesinin kartı. Bana Mısır’da bir kazıda tanıştıklarını ve çok iyi dost olup hala mektuplaştıklarını söylüyor. Biraz daha rahatlıyorum. Bir ara Mısır’da evlerin neden çatı katlarının olmadığını ve dışlarının boyasız olduğunu soruyorum. Bir süre düşündükten sonra bunun iki nedeni olduğunu söylüyor. Birinci sebep nüfusun hızla artmasından dolayı sık sık eve bir kat daha ekleme ihtiyacı. İkincisi ise eğer çatıyı yapıp da evi boyarlarsa aşırı bir vergi ödemek zorunda oldukları, halbuki bu şekilde bırakıp inşaat halindeymiş gibi göstererek vergiden kaçırmaları. Tam Türk işi desenize. İnsanlardan, Mısır’dan, gezdiği ülkelerden bahsediyoruz. O da bir yabancıyla sık konuşamıyor olsa gerek ki, anlattıkça anlatıyor. İskenderiye’ye ne zaman geldik, farkında olmuyorum. Tesadüf eseri trene beraber binmemize rağmen kendi isteğimizle trenden beraber iniyoruz. Tren garından çıkar çıkmaz her zaman olduğu gibi ısrarlı bir şekilde bir taksi yanaşıyor. Yol ortasında taksi şoförüyle hararetli bir tartışmanın ortasında vedalaşıp, ayrılıyorum. Aklımda bir gün önceki çöl iklimi kalmış olacak ki, yanıma yağmurluk almayı akıl edememişim. Hava soğukça, yağmur yağdı yağacak. Benimse üzerimde sadece incecik bir tişört var. İlk önce şu para bozdurma işini halletmeliydim. Bir de daha önemlisi tuvalet bulmalıyım. Yurt dışında ne zaman tuvalet ihtiyacım olsa stres basıyor. Mısır’da bu konuda şanslıydım. Onca garip şey yememe rağmen bağırsaklarım saat gibi düzenli çalışmışlardı ve ihtiyacımı kaldığım otellerde görebilmiştim. En azından şimdiye kadar. Acaba buradaki camilerde de bizim oradakiler gibi tuvalet var mıydı? Ana caddede döviz bürosu ve umumi tuvalet ararken aklıma ikisini de aynı anda halletmek gibi dahiyane bir fikir geldi. Bir banka şubesi bulup, dövizimi orada bozdururken aynı zamanda tuvaletinden de faydalanacaktım. Belki biraz düşüğe bozduracaktım ama, en azından tuvaleti umumi tuvalet olmadığı için pis olma riski daha azdı. Çok geçmeden bir banka buldum. Üstelik de hemen hemen döviz bürosundakiyle aynı orandan paramı bozdurdum. Daha da önemlisi hiçbir sorun yaşamadan tuvaletlerini kullandım. Tuvalet, son derece temiz, düzenli ve insanları da güleryüzlü ve yardımsever idi. Temel sorunlarımı hallettiğime göre İskenderiye’yi fethe hazırdım. Bankadan dışarı çıktığımda yağmur çiselemeye başlamıştı. Luxor’da havaalanındaki halim geldi gözümün önüne. Çölün ortasında üzerinde polarla terden sırılsıklam olmuş bir tip. Oysa ki o polara en çok ihtiyacım olan yerde, üzerimde incecik bir tişörtle üşüyorum. Amacım ilk önce limana inip bir iki fotoğraf çekmek. Ama biraz ileride bir pazar yeri ilgimi çekiyor ve dalıyorum pazara. Sabah kahvaltımı muzla yapıyorum. Muzlar ufak ve şekilsiz, ama oldukça lezzetli. Pazar boyunca yürüyorum. Esnafa selamün aleyküm dedikçe, hele bir de Türk olduğumu öğrendiklerinde oturup onlarla bir şeyler içmem için ısrar ediyorlar. Kimini kibarca reddediyorum, kimini kıramıyorum. Pazar çıkışında sokak boyunca kahveler sıralanmış. Çoğu orta yaşın üstünde adamlar şişa içip sohbet ediyorlar, domino veya tavla oynuyorlar. Urfa geliyor aklıma. Özellikle yaşam ve portre fotoğrafı çekmeyi sevenler için Urfa ve civarı oldukça meşhurdur. Ama buradaki kahveler, kahvede oturan çeşit çeşit insanlar, insanların yüzündeki tecrübe ve daha çok da zorlu bir hayatın izi olan çizgiler. Sanki fotoğrafın içinde yürüyorsunuz. Ama nasıl yapmalı da insanları fotoğraf çektirmeye ikna etmeli. Belki aynı dili konuşsak, kısa bir sohbet ortamından sonra izin almak zor olmayacak. Ama her ne kadar Türk ve müslüman bir turist de olsam ortada dil sorunu varken ikna etmek zor olacak. Fotoğrafını çekmek için izin almak, zaman zaman ülkemde de karşılaştığım bir sorun. Kimi vardır fotoğrafını çekmeniz için adeta yalvarır, halbuki siz onun yanında oturan arkadaşını çekmek istiyorsunuzdur. Ne kadar dil dökerseniz nafile, Ya yazgınızı kabul edip uzaklaşırsınız, ya da teleyi takıp gizli gizli fotoğraf çekmeye çabalarsınız. Tabii farkedildiğiniz anda başınıza gelebilecekleri göze almak şartıyla. Bu tereddütlerle birkaç kahve geçtikten sonra gözüm, bir sonraki kahvede iskemlenin üzerinde bastonuna yaslanıp uyuyakalmış bir dedeye takılıyor. Kahvenin diğer köşeleri karanlık olmasına rağmen sanki nur yağmış gibi dedenin ak sakalına çok tatlı bir ışık düşmüş. Heyecanlanıyorum. Ne olursa olsun bunu çekmem lazım diyorum kendi kendime. Son bir cesaretle kahveye dalıyorum. Beni gören garson tam bana oturmam için masa gösterecekken ben elimdeki fotoğraf makinasını ve orada öylece uyuyakalmış yaşlı adamı gösteriyorum. Garson da o dedenin önündeki bir masanın iskemlesini çekip oturmam için hazır hale getiriyor. Ona elimle henüz oturmak istemediğimi söyleyip, önümden çekilmesini söylüyorum. Ben fotoğraf makinasındaki ayarlara dalmışken kahveden bir uğultu yükseldi. İlk önceleri önemsemeyip kadraj, ışık ölçümü gibi ayarlara devam ettim. Tam deklanşöre basacağım sırada uğultular bağrışmaya dönmüş olacak ki, gürültüden ak sakallı dede uyanıverdi. Fotoğraf kaçmıştı. Gözümü makinanın vizöründen kaldırdığımda, kahvenin neredeyse ayaklandığını ve üzerime yürümeye başladığnı gördüm. Onlara derdimi anlatmaya çalışmaktansa kaçmak daha mantıklı geldi. Öğrendiğim birkaç arapça kelime ile onları önce biraz şaşırtıp sonra da arkama bakmadan sıvıştım. Sanırım, ben fotoğraf makinamı ve yaşlı adamı göstermeme rağmen garson oturmak için bir yer aradığımı zanledip bana yaşlı adamın önündeki masada oturmam için sandalyeyi çekmişti. İzin almadan fotoğraf çektiğimi görünce de haklı olarak tepki vermişler, ben fotoğraf makinasının ayarlarıyla uğraşmaya koyulduğumdan bu uğultuları yorumlayamamış, bu kayıtsız davranışım onları daha da kızdırmıştı. Ufak, zararsız bir yanlış anlaşılma yani. İlk önce pazar yeri, daha sonra da sıra sıra kahvelerin olduğu sokak aklımı başımdan etmiş, deniz kenarına gideceğim yere tam aksi istikamette yürümüşüm. Geçtiğim yerlerden, ama bu sefer uslu uslu gerisin geriye dönüp ilk önce tren istasyonunu sonra da sahile inen yolu buldum. Havanın çok da iyi olmamasına rağmen sahil kenarı hınca hınç dolu. Özellikle çocuklar ve gençler sahil kenarındaki bankları doldurmuşlar, bırakın sahilde yürümek, durup şöyle bir etrafa bakmak bile bu kalabalıkta oldukça güç. Yolda çocuklar boynumdaki fotoğraf makinasını görüp onları çekmem için yollarını değiştiriyorlar. Bazen başıma onbeş yirmi çocuk doluştuğu oluyor. Ben de onları kırmamak için fotoğraf makinamı onlara doğru doğrultup çekermiş gibi yapıyorum. Sahil kenarında yürürken mendil satan bir arap kızı dikkatimi çekiyor. Esmer bir cildi olmasına rağmen gözleri mas mavi. Son derece yılışık bir tavırla özellikle gençlere yanaşıp mendil satmaya çalışıyor. Bir süre onu takip ediyorum. Henüz hiç mendil satamadı. Fotoğrafını çekmeyi aklıma koyuyorum. Çaktırmadan önüne geçip bana da aynı tavrı sergilemesini bekliyorum. Beklediğim gibi de oluyor. Turist olduğumu görünce biraz mesafeli davransa da bana mendil satmaya çalışıyor. Ben de ona mendil alacağımı ama bir şartım olduğunu, fotoğrafını çekmek istediğimi söylüyorum. Beklemediğim bir şekilde beni reddediyor. Bu beni daha da hırslandırıyor. Biraz ileride tekrar karşılaşıyoruz. Bu sefer elimle üç işareti yapıp pazarlığı yüksekten açıyorum. Kafası karışıyor. İkna oldu olacak. Bu arada bir turistle mendil satan bir kızın el hareketleriyle konuşması oldukça ilgi görmüş olacak ki, etrafımız bir anda çocuklar ve gençlerle doluyor. Mavi gözlü kız, ilk önce mendil almamı söylüyor. Tartışmak istemiyorum. Verdiği mendili elimde tutup, kıza fon olarak kullanacağım palmiye ağacının önünde durmasını söylüyorum. Bu arada etrafımız çembere alınmış şekilde. Çocuklardan bir tanesi, beraber fotoğraf çektirmek için kızın yanına geçmeye çalışıyor. Kız eliyle onu itiyor. Bu arada etrafımızı çeviren grupta ufaktan itişmeler başlıyor. Kendi aralarında tartışıyorlar sanki. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Grubun en uzun boylu olanı kıza oldukça sert ifadelerle bir şeyler söylüyor. Kız, çaresizce önüne zor geçmeye ikna ettiğim palmiyeden uzaklaşıyor. Çocuğa dönüp bir şeyler söyledikten sonra çocuk yanıma gelip bana arapça bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Yanındaki en az on velet bu sefer bizi çembere almış vaziyette. Diğer gençler ve bazı aileler ise bu kalabalığın sebebini anlamak istermişcesine bir bize bir de bir birlerine bakıyorlar. Sonunda, çocuğun aldığım mendilin parasını kıza vermemi istediğinin farkına varıyorum. Kıza parayı veriyorum. Çocuğa dönüp amacımın sadece fotoğraf çekmek olduğunu anlatmaya çalışıyorum, ama nafile. Bu, fotoğraf aşkı yüzünden bugün başıma gelen ikinci vukuat. Fotoğraf makinamı çantasının içine koyup, çocukları kendi aralarında tartışır vaziyette bırakarak hızlı adımlarla ayrılıyorum. Akşamüstü olmasına rağmen hala sabah yaptığım kahvaltıyla duruyordum. Ara sokaklardan birinde kalabalık bir fast food dükkanı gözüme ilişiyor. İçeri giriyorum. İnsanlar genelde sandviç arasına kahverengi bir bulamaç koydurup onu yiyorlar. Fiyatı da uygun. Kasadan fiş alıp, sıraya geçiyorum. Sıra bana geldiğinde, sandviçin arasına ismini şimdi hatırlayamadığım şeyi sürdükten sonra tam elini üzerine koymak için nohutlara uzattığı sırada yabancı olduğumu farkediyor. Tezgahtan plastik bir kaşık bulup nohutları kaşıkla sandviçimin arasına koyuyor. Tabii benden sonrakilere aynen elle muameleye devam. İçinde ne olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok ama tadı enfes. Bir tane daha yiyorum. Tam da yediğim şeylerin etkisiyle üzerime bir rehavet çökmüşken tren saatinin çoktan gelmiş olduğunun farkına varıyorum. Yine koştura koştura tren istasyonuna zor yetişiyorum. Fakat yine bilet yok. Bu sefer trenin hangi perondan kalkacağını öğrenmem de zor oluyor. Kahire treninin nereden kalkacağını sorduğum bir adam, ilk önce bilet almam gerektiğini söylüyor, bilet kalmadığını söyleyince de bana yardımcı olacağını, bir köşede onu beklemem gerektiğini söylüyor. Trenin kalkmasına da çok az zaman kalmış. Beklemesem acaba kabalık mı etmiş olurum? Ben köşede o adamı beklerken birkaç genç yanımda sohbete koyuluyorlar. Ama yan gözlerle beni izlediklerine de eminim. Bu arada orta yaşın üstünde bıyıklı, zayıf bir adam yanıma gelip ne beklediğimi soruyor. Ben de ona bilet bulamadığımı, bir arkadaşın bana yardımcı olacağını ve onu beklediğimi söylüyorum. Kendisinin istasyon şefi olduğunu, yanımda sohbet eden çocukların hırsız olduğunu, kendisini takip etmem halinde bana bilet bulacağını söylüyor. Kim iyi adam, kim kötü adam şaşırıyorum. Üzerinde resmi bir kıyafet olmamasına rağmen istasyon şefi olduğunu söyleyen adamın yüzü güvenilir gelmiyor pek ama yine de onu takip ediyorum. Yolda birkaç kişiyle selamlaşıyor. Ya bu adam gerçekten istasyon şefi olmalı, ya da bunların hepsi bir çetenin elemanı. Çok geçmeden bana bilet kalmadığını söyleyen biletçinin yanına gidiyoruz. Adamla bir şeyler konuştuktan sonra bana 30 L.E.’lik bileti 23 L.E.’ye alıyor. Bir an için biletin sahte olduğundan şüpheleniyorum. Sonra da bu şüpheciliğimi bugün yaşadığım gergin olaylara verip gülüyorum içimden. Yolda iki üç kişiyle daha selamlaşıp en uçtaki perona gidiyoruz birlikte. Trenin kalkmasına yaklaşık bir saat olmasına rağmen trene beraber biniyoruz. Koltuklardan birini ters çevirip oturuyor karşıma. Saad Metry; bıyıklı, saçları tamemen dökülmeye yüz tutmuş, orta yaşın üstünde bir arap. İskenderiye Tren İstasyonu şefi. Hristiyan. 4 kızı ve 1 oğlu var. Damatlarından birisi Flipinli ve ondan oldukça şikayetçi. Kısa bir süre sonra koyu bir sohbete dalıyoruz. Bu arada kompartımanda görevli memura kahve sipariş etmeyi de unutmuyor. Türkleri sevdiğini ve bir ara muhakkak Türkiye’ye gideceğini söylüyor. Uçak ücretinin çok yüksek olduğunu öğrenince, gemiyle kaç gün süreceğini soruyor. Konu dine geldiğinde, peygamberlerin ismini sayıp Allah’ın tek, bütün peygamberlerin de kendi peygamberi olduğunu söylüyor. Kolunu sıvayıp bir dövme gösteriyor ve kendinin hristiyan olduğunu ekliyor. Dövmenin hristiyan olmakla veya hristiyanlıkla ne ilgisi var bilemiyorum. Sohbet ederken, bir yandan da kendime kızıyorum. Genelde insanlara şüpheyle yaklaşmam. Özellikle de yeni tanıdığım bir insansa, ölçülü davranmama rağmen o kişinin hakkında komplo teorileri üretmem. Sonsuz olmasa da güvenirim. Genelde diyorum çünkü o anki ruh halim bu durumu çok etkiler. Sanırım, bugün yaşadığım gerilimler, İskenderiye İstasyon şefinden hırsız, beni kandırmaya çalışan birisiymiş gibi şüphelenmeme sebep olmuş olabilir. Trenin kalkma saatine yakın kırk yıllık dost gibi vedalaşıyoruz. Tekrar koltuğunu gidiş istikametine doğru çeviriyor. Mısır’da trenler ters istikamete gidecekleri zaman komple kompartıman ters çevrilmiyor. Koltuklar teker teker 180 derece ters çevriliyor. İlginç. Yolda, arkadaşlarına tembih etmiş olacak ki, diğer yolcuların biletleri kontrol edilmesine rağmen beni es geçtiler. Sipariş vermeden çaylar, kahveler getirip üstelik de ücretini ödememe müsaade etmediler. Otele vardığımda hava çoktan kararmıştı. Odama girdiğimde bir sürprizle karşılaştım. Odama birileri girmiş, yatağımı toplamış, çöp sepetini boşaltmıştı. Yurt dışı tatillerimde tedbir olsun diye tüm paramı yanıma almam. Bir kısmını otelde bir yere saklarım. Sabah çıkmadan önce paramın yarısını naylon poşete koyup, diğer yatağın köşesine gizlemiştim. İlk işim onu kontrol etmek oldu. Yerinde duruyordu. Ama yine de tedirgin oldum. Resepsiyona gidip, odayı toplamaya zahmet etmemelerini zaten birkaç gün kalıp gideceğimi söyledim. Asıl sebebini anlamamış olmalılar ki ertesi akşam odam yine toplanacaktı. Dün gece, çok yorgun olduğum için Kahire’yi gece fotoğraflama işini bu geceye bırakmıştım. Ama bu gecede çok yorgundum. İyi geceler Kahire. Seninle umarım yarın görüşürüz. 10 Mart 2001 Cuma (7. gün), Sabah erken saatte uyandığımda bir önceki gece rüya görüp görmediğimi hatırlamaya çalıştım. Bugünkü programım çok yoğun olmadığı için biraz yatakta tembellik yapmaya hakkım vardı. Garip ama tüm Mısır seyahatim boyunca hiç rüya gördüğümü hatırlamıyorum. Yorgunluktan olsa gerek, yatağa yatmamla uyumam bir oluyor, sabaha kadar kesintisiz bir uyku çekiyordum. Tabii ilk gece Luxor’da , sivrisineklerle yaptığım meydan muharebesini saymazsak. Kahvaltım yine aynı menüden oluşuyordu: Kızarmış ekmek, tereyağ, reçel, zeytin, yumurta ve sütlü kahve. Ama bu sefer garson ve diğer kahvaltı yapanlar değişmişti. İki masa arkamda orta yaşlı japon çift, haritadan gidecekleri yerleri işaretliyorlar, yanımdaki masada ise aralarında Fransızca konuşan iki kumral genç hararetle bir konuyu tartışıyorlardı. Daha genç olanı tartışmanın arasında beni kaçamak bakışlarla süzüyordu. Farketmiştim. Bir ara yanlarına gidip tanışmayı düşündüm. Ama onlar kahvaltılarına bitirmiş olmalarına rağmen bense henüz başlamıştım. Kahvaltı tabaklarını toplayıp yanlarına gitmenin ve reddedilme durumunda da aynı tabaklarla masaya dönmenin komik olacağına karar verip harekete geçmekten vazgeçtim. Kahvaltım bittiğinde ise çoktan gitmişlerdi. Kuş kaçmıştı. Bir daha da görmedim zaten. İlk durağım Kahire Müzesi’ydi ve otelime çok yakındı. Sabah açılış saatine yakın bir saatte orada olmama rağmen girişteki kalabalık beni çok şaşırttı. Otobüsler dolusu insanlar kapıda uzun kuyruklar oluşturmuş içeriye girmeyi bekliyorlardı. Ben de mecburen kuyruğun en arkasına geçtim. İçeri girmem yaklaşık 15-20 dakikayı buldu. Öğrenci kimliğim burada da işime yaramıştı. 20 L.E. öğrenci olduğum için, 30 L.E. de fotoğram makinam için verdim. Kahire Müzesi’nin içi oldukça büyük. Normal şartlar altında bile yarım gününüzü alacak geziye eğer fotoğraf da çekmeyi düşünüyorsanız bir tam günü ayırmanız gerekiyor. İçeride, farklı kıyafetli, ellerinde gruplarının onları ayırt etmesini sağlamak için çeşit çeşit bayrak, balon vs. taşıyan rehberler, kendi gruplarına farklı dillerde bilgi veriyorlar. Öyle ki, bir mezarın veya bir firavunun hikayesini dinlemek için dakikalarca sıranın sizin rehbere gelmesini beklemek zorunda kalabiliyorsunuz. Müzenin içinde ayrı bir müze olarak nitelendirebileceğimiz iki ayrı bölüm var. Bunlardan ilki, Tutankhamon’un ve özel eşyalarının bulunduğu bölüm. Burası ücretsiz ve flaş kullanmamak şartıyla fotoğraf çekebiliyorsunuz. Ama mumyaların olduğu bölüme girmek için 20 L.E. daha ödemeniz gerekli ve kesinlikle fotoğraf çekmenize müsaade etmiyorlar. Müzeden çıktığımda saat öğleyi çoktan geçmişti. Biraz ilerideki Mc Donalds’da bir şeyler atıştırdıktan sonra haritamda yerini işaretlediğim Mohammed Ali Citadel’e doğru yola koyuldum. Aslında mesafe uzak olmasına karşılık buraya yürüyerek gitmeyi planlıyordum. Ama müzede çok vakit kaybettiğim için taksiyle gitmeye karar verdim. Uzun bir pazarlıktan sonra taksiye atladım. Bu seferki taksi biraz daha lükstü. En azından teybi vardı. Şoförden güzel bir kaset koymasını rica ettim. Adam da sağolsun kırmadı beni. Ama ben mezdeke benzeri hareketli bir şeyler beklerken, yanık sesli bir hocadan Kur’an dinleyerek bitirdik kısa yolculuğumuzu. Citadel dedikleri, aslında genişçe bir alana yayılmış çok sayıda irili ufaklı cami ve medrese benzeri yerlerden oluşuyor. Genişçe bir avlunun iki tarafına inşa edilmiş camilerden büyük olanını seçip içine giriyorum. Girişte oturmakta olan bir adam beni karşılamak için ayağa kalkıp ayakkabılarımı istiyor. Ayakkabılarımı cami girişindeki ayakkabılığa koyduktan sonra bahşiş istememesine şaşırıyorum. Caminin girişindeki halıların üzerine güneş vurmuş. Tam da güneş ışığının düştüğü yerde oynaşan iki minik kedi yavrusu gözüme ilişiyor. Onları fotoğraflamak için yaklaştığımda onlar da beni farketmiş olmalılar ki oynamayı kesip bana doğru geliyorlar. Caminin içinde, üstelik de ibadet edilen yerde gönüllerince oynayan kedi yavruları garibime gidiyor. Ama caminin içinde ilerledikçe gördüğüm manzara beni daha da hayrete düşürüyor. Bir köşede toplanmış, alçak sesle dedikodu yapan ve bu arada camiye girip çıkanı baştan aşağı süzen kadınlar, caminin karanlık bir köşesinde çocuğunu emziren bir anne, tam orta yerde yere serdikleri örtüden bir şeyler atıştıran bir dede ve torunu, cuma hutbesinin verildiği yerine altına uzanmış ikindi uykusu çeken ak sakallı bir adam, ön sırada ibadet eden biri genç, biri yaşlı iki kadın ve fotoğraf çeken bir turist. Hepsi aynı camide. Öyle bir mozaik ki, bu mozaiğin hiçbir parçasının gölgesi bir diğerinin üstüne düşmemiş, birbirine saygı ve hoşgörünün hakim olduğu Allah’ın evinde. Bir tarihte yine fotoğraf çekmek amacıyla Sultanahmet camisine gitmiştik. Hem cami imamı hem de camide ibadet edenler tarafından pek de hoş karşılanmadığımızı tahmin edebilirsiniz. Cami fotoğrafı çekmek için valilikten izin almak gerekiyormuş. Camiden kovulma olayı Edirne Selimiye ve birkaç camide daha başımıza geldi. Bu, çok sakallı ama kıt zekalı insanlarla Mevlana’ları, Hacı Bektaş Veli’leri, Yunus Emre’leri yetiştiren aynı toprak. İnanması güç. Yemek vakti. Citadelin etrafında bir büfe buluyorum. Büfenin dışında tıpkı bizdeki gibi beyaz önlüklü bir adam döner bıçağıyla döner kesmekte. Tek farkı, döneri kestikten sonra eti, pişmiş domates ve soğanla karıştırması. Bence mahsuru yok. Bir tane söylüyorum. Kesmiyor, ikinciyi söylüyorum. Ara caddelerde ilerlerken yine bir pazar yeri dikkatimi çekiyor. Belli ki, burası turistik bir pazar değil, halk pazarı. Renkli kumaşlardan yapılmış çeşit çeşit yerel kıyafetler, takılar, kumaşlar, muz ağırlıklı meyve ve sebzeler. Ne ararsanız var. Tabii benim ilgimi çeken daha çok insan kalabalığı. Çıkartıp fotoğraf makinamı, başlıyorum çekmeye. Çok geçmeden bir makara bitiriyorum. Bir ara genç bir çocuk yanıma yaklaşıp bir süre ne yaptığımı gözlemledikten sonra bayanları çekmememi, yasak olduğunu söylüyor. “- Haram, ya habibi. Vallahül azim külliyen haram.” deyip, çocuğu şaşırtıyorum. Kısa bir sohbetten sonra bana güzel kızları nerede çekebileceğim bilgisini verecek kadar samimi oluyoruz. Saatin nasıl geçtiğinin farkına varmıyorum. Başımı yukarı kaldırdığımda güneşin batmak üzere olduğunu görüp telaşa düşüyorum. Bir an önce Nil kenarına inip son gecemde, evet maalesef son gecemde gün batımını fotoğraflamak istiyorum. Acele bir taksi bulup doğruca otele gitmesini söylüyorum. Ama maalesef Kahire’nin keşmekeş trafiği son gün batımını da kaçırmama sebep oluyor. Otelde biraz dinlendikten sonra gece biraz fotoğraf çekmek için dışarı çıkmaya karar veriyorum. Ama yeni film takmak için fotoğraf çantamı elime aldığımda başka filmimin kalmadığını farkediyorum. Bütün Mısır gezim boyunca fotoğraf makinasını taşımanın verdiği külfetten olacak, film bulmak için pek de istekli değilim doğrusu. Tatile çıkmadan önce yanıma kaç tane film almam gerektiğine karar verememiş, hepsini almıştım. Tamamını, yani 12 makara filmi de bitirmek beklemediğim bir şeydi doğrusu. Yarın Mısır’a beraber geldiğim turla buluşup, sabah erken saatte İstanbul’a uçacak olmamıza rağmen henüz rehberlerle irtibat kurmadım. Sadece Hilton Oteli’nde kaldıklarını biliyorum. Bu, rahat bir insan olmamdan mı kaynaklanıyor, yoksa uçağı bile bile kaçırmak için kendi kendime oynadığım bir oyun mu emin değilim. Belki de her ikisi. Hilton çok da uzakta değil. Yürüyerek on onbeş dakikada otele varıyorum. Resepsiyondaki bayana turun ve rehberin adını verip görüşmek istediğimi söylüyorum. Epey uğraştıktan sonra bilgisayarda kayıtlarının bulunmadığını söylüyor. Otelde Türk grubu olarak sadece Asya Tur varmış. Kıza inanmayıp lobide Türk aramaya başlıyorum. Yorgunluktan deri koltukların üzerine yayılmış olan bir grup ilgimi çekiyor. Türk olduklarına kanaat getirip yanlarına yaklaşıyorum. Yanılmıyorum da. Ama onların söyledikleri de otelde onlardan başka bir Türk grubunun olmadığı yönünde. Ama nasıl olur? Uçakta Mısır’a gelirken yaptığımız kısa sohbette Hilton’da kalacaklarını söylediklerine eminim. Hatta defterimde bir yerlere de yazmış olmam lazım. Otele dönüp defterimi buluyorum. Günlük şeklinde değil ama, unutmamak için o gün yaşadığım önemli olayları, gezide tanıştığım kişilerin adres ve telefonlarını, bazı şeylerin fiatlarını kısa kısa not alırım. Evet, yazmışım ve aklımda doğru kalmış: Hilton. Mısır’da bir süre daha kalma ihtimalim belirdiği için sevinmeli miyim yoksa dönüşe tüm tatilde harcadığımın yaklaşık üç katı kadar ödemem gerektiği için üzülmeli miyim, bilemiyorum. Pes etmemeye karar veriyorum. Belki de Shereton’dur, yanlış anlamışımdır, ya da yanlış söylemişlerdir diye düşünüyorum. Kahire’de iki Shereton olduğunu kaldığım otelden öğreniyorum. İlk önce yakın olanına gidip soruyorum. Yoklar. Sonra da ikinciye gidiyorum. Bu son ümidim. Ama orada da yoklar. Ne yapacağım şimdi? Yarın muhtemelen uçağım kalkıyor ve ben bırakın bileti, rezervasyonu, saatini bile bilmiyorum. Son bir şey daha deneyeceğim. İstanbul’daki arkadaşları arayıp, tur sahibinin cep telefonunu öğreniyorum. Gelirken, tur sahibinin de Mısır’a geleceğini söylemişlerdi. Geç sayılabilecek bir saat olmasına rağmen numarayı çeviriyorum. Kötü bir zamanda yakalamış olmalıyım ki, telefon uzunca bir süre çaldıktan sonra açılıyor. Tur sahibi, Shereton’da kaldıklarını söylüyor. Geç bir saatte aradığım için İkisine de gittim, orada yoklar diye ısrar edemiyorum. Son bir defa daha Shereton’a gidip orada kaldıklarından emin olduğumu söylüyorum. Bu sefer resepsiyonda daha ilgili davranan genç bir bayan var. Ama o da kesinlikle otelde öyle bir grup olmadığını diğer Shereton’ları kontrol etmemi söylüyor. İngilizcem çok da iyi olmamasına rağmen bana sanki çoğul konuşuyormuş gibime geliyor. Son cümlesini tekrar etmesini rica ediyorum. Evet, evet sonunda “s” takısı var. Meğer bir Shereton da şehir dışında, havaalanına yakın bir yerde varmış. Telefon numarasını alıyorum. Bizim otel çevresinde bir telefon klübesi buluyorum. Yanımda Luxor’dan aldığım telefon kartım var nasıl olsa. Yan yana iki telefon klübesi var. Bir tanesi dolu, diğeri boş. Boş olana gidip kartı sokuyorum. Ama kartı soktuğum yer kırılmış olduğundan kartım içine düşüyor. Almak için bayağı uğraşıyorum ama mümkün değil. Sinirli bir şekilde kartımı çıkartmaya uğraşırken bir polis yanıma gelip ne yaptığımı soruyor. Ben de telefonu gösterip kartımın içinde kaldığını anlatmaya çalışıyorum. O da fazla kurcalamamamı söylüyor. İyi ama bu benim tek kartım. O saatte açık dükkan bulabilir miyim, nerededir en ufak bir fikrim bile yok. Zaten saat geç olmuş. Bir de rehberleri uyandırmak istemiyorum. Hem zaten o oteldeler mi ondan da emin değilim ya. Çaresizlik içinde düşünürken diğer klübede telefon eden çocuklardan birisi gözüme ilişiyor. Sanki tanıdık gibi. Biraz daha yaklaşınca beraber Galatasaray maçını seyrettiğimiz İspanyol olduğunu anlıyorum. Görüşmesi bitince o da beni hatırlıyor. Derdimi anlatınca da cebinden bir tomar kart çıkartıp istediği kadar alabileceğimi söylüyor. İçinde az kredi kalan kartlarla şehirler arası konuşulamıyormuş. Ama şehir içini rahatlıkla arayabileceğimi söylüyor. Ben, her ihtimale karşılık iki tane alıp teşekkür ediyorum. Resepsiyondaki kız orada olduklarını söyleyip yüreğime su serpiyor. Hemen tur operatörlerinden her hangi birisiyle konuşmak istediğimi söylüyorum. O da hemen birisine bağlıyor. Fakat konuştuğum kişi Türk değil. Aynı turun Mısırlı rehberi. Uçağın kaçta kalkacağını öğrenip, beni bir Türk rehberle konuşturmasını rica ediyorum. Bir süre beni telefonda beklettikten sonra hepsinin yatmış olduğunu söylüyor. Olsun, ziyanı yok. En azından uçağın kalkış saatini öğrendim. Biraz rahatlamıştım. Yatmadan önce Nil kenarında gezerken üstleri lambalarla donatılmış tekneler gözüme ilişiyor. Kendimi içinde buluyorum. Oryantal müziği eşliğinde dolunayda yarım saat kadar bir Nil gezisi yapıyoruz. Karadan biraz açıldıktan sonra yanlış seçim yaptığımı anlıyorum. Yanımızdaki teknede genç ve güzel kızlar, müziğin çalmaya başlamasıyla kendilerini ortaya atmışlar, en güzel figürlerini sergilerken, bizim teknede çıt yoktu. Teknedekilerin yaş ortalaması oldukça yüksek olup genelde ailelerden oluşuyordu. 10 Mart 2001 Cumartesi (8. gün) Sabah erken kalkıyorum. Erken bir saat olduğu için henüz kahvaltı hazır değil. Resepsiyondakilerle vedalaşıp yola koyuluyorum. Bir taksi bulup, 100 LE’den açılan pazarlığı 20 L.E.’de sonlandırıyoruz. Ama adamdan bir isteğim var. Anlaştığımız ücrette bir problem olmadığını ama taksimetreyi açmasını istiyorum. Adam kabul ediyor. Otele vardığımızda taksimetre 8 L.E.’yi gösteriyor. Erken bir saat olmasına rağmen lobi oldukça kalabalık. Resepsiyondan bizim grubun biraz sonra kahvaltıya ineceğini öğreniyorum. Lobinin, her tarafı gören hakim bir köşesine geçip deri koltuklardan birisinin içine gömülüyorum. Çok geçmeden uçaktan hatırladığım simalar birer birer restorana inmeye başlıyorlar. Aralarında rehber var mı diye yaklaştığımda karnımın zil çalmakta olduğunu farkediyorum. Kahvaltı, açık büfe. Ha bir eksik, ha bir fazla diye düşünüp elime büyükçe iki tabak alıp dolduruyorum. İki kişilik bir masa seçip etrafla fazla ilgilenmeden kahvaltımı yapıyorum. Bir yandan da rehberlere yakalanırsam ayıp olacağını düşünmeden edemiyorum. Ne de olsa beleş uçtuk. Şimdi de üzerine beleş bir kahvaltı. Kahvaltıyı aceleyle bitirip tekrar lobiye geçiyorum. Toplam ne kadar harcadığımı bulabilmek için cebimdeki paraları sayıyorum. Bir haftada 220 $ harcamışım. Her şey dahil. Tam uyuklamak üzereyken rehber geliyor. Selamlaştıktan sonra, uçak yolculuğumla ilgili sorun olup olmadığını soruyorum. Sorun olmadığını öğrenince rahatlıyorum. Otobüsle havaalanına yolculuk sırasında insanların aralarındaki konuşmaları dinleyip, yüz ifadelerinden memnun olup olmadıklarını anlamaya çalışıyorum ama nafile. Henüz kimsenin afyonu patlamamış. Hepsinin yüzünde yorgunluk ve uykusuzluk. Yaklaşık 1 saat rötorla uçağa biniyoruz. Uçağa binmeden önce Mısır’lı görevliler hepimizi teker teker sayıyorlar. 3 yolcu fazla çıkıyor. Tek ördek yolcu ben değilmişim demek. Fazla yolcuların havaalanı vergisini alıp sorun çıkarmadan bizi uğurluyorlar. Uçağa binmeden rehbere benim için ödediği ücreti fazlasıyla veriyorum. Uçak havalanmadan rehber Cemal yanıma gelip benimle biraz konuşmak istediğini söylüyor. Yan yana oturuyoruz. Diğer yanımda oturan eczacı bayan turdan olmadığımı anlayıp sebebini öğrenmeye çalışıyor. Ben de hikayeyi baştan sona anlatmaya hazırlanırken rehber Cemal kendisini beklememi rica ediyor. Uçakta genel bir konuşma yaptıktan sonra yanıma oturan Cemal, ağzındaki baklayı çıkartıyor. Tura yeni yerler eklemek için yalnız seyahat edip araştırma yapması gerekiyormuş. Tek başına seyahat ederken karşılaştığım sorunları, gittiğim yerleri sorup bilgi almak amacı. Bense tüm Mısır hikayemi baştan sona özetliyorum. Hikayemi anlatırken arka sıralardan insanların beni dinlemek için uçağın önüne doğru gelmeleri bir an için uçağın dengesini bozacak diye korkmama rağmen hoşuma gidiyor. Kabul, biraz abarttım ama insanlar beni dinlemek için ön tarafa gelmeleri benim daha büyük bir zevkle ve heyecanla anlatmama sebep oluyor. Sonradan öğreniyorum ki eczacı hanım iki bayan arkadaşıyla yalnız gezerlermiş. Ama Mısır’da buna cesaret edememişler. Yazık. Anlattıklarımdan etkilenmiş olacak ki, uçağın tekrar Mısır’a döneceğini öğrenen Cemal; Mısır’a geri dönüp dönmemekte bir an kararsız kaldı. Hatta bir süre durup düşündü. Sonra, bavullarının bagajda olduğunu hatırlayıp vazgeçti. Bavulların bagajdan çıkmasını beklerken uçakta olayları tekrar yaşamanın da etkisiyle tüm yaşadıklarım bir an gözümün önünden geçti. Abdul Fattah’ı, Abdo’yu düşündüm. Magdalena düştü yüreğime. Kızıldeniz belgeseli, hayatımdaki ilk dalışım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. İskenderiye’li İstasyon şefi geldi aklıma. Yediğim kazıklar, çeşit çeşit yemekler, piramitler, sfenks, Kahire Müzesi, Citadel’deki cami geçti gözlerimin önünden. Taa ki 50-55 yaşlarındaki bir bayan beni bu rüyadan uyandırıncaya değin: “- YANLIŞ YAPTIK. İTALYA’YA GİTMELİYDİK.”