Kontrast
Transkript
Kontrast
Afsad’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Fotoğraf Dergisi Sayı 17 / Mayıs - Haziran 2010 2 Foto-Haber • 5 İMece İlker Maga • 6 Soyut Fotoğraf Gökhan Bulut • 7 f/64Özcan Yurdalan • 8 Söyleşi Nayef Hashlamoun • 13 Yorum Şule Tüzül / Kitaplık Atakan Baykoçak • 14 Dosya Konusu Anı Fotoğrafları • 21 İnce Elek Altan Bal • 22 Söyleşi Ali Değer • 26 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 28 Bakış Egzersizi Sadık Tümay • 29 Gelişmeler ve Teknik Bilgiler Atakan Baykoçak / Yurt Dışı Haberler Özlem Dağ ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Afsad’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Fotoğraf Dergisi Sayı 17 / Mayıs - Haziran 2010 2 Foto-Haber • 5 İMece İlker Maga • 6 Soyut Fotoğraf Gökhan Bulut • 7 f/64Özcan Yurdalan • 8 Söyleşi Nayef Hashlamoun • 13 Yorum Şule Tüzül / Kitaplık Atakan Baykoçak • 14 Dosya Konusu Anı Fotoğrafları • 21 İnce Elek Altan Bal • 22 Söyleşi Ali Değer • 26 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 28 Bakış Egzersizi Sadık Tümay • 29 Gelişmeler ve Teknik Bilgiler Atakan Baykoçak / Yurt Dışı Haberler Özlem Dağ ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Başlarken... Merhaba, Kışın serdiği rehavet örtüsü üzerimizden kalktığına ve yaza doğru yol aldığımıza göre fotoğraf üretiminin de oldukça arttığı dönemlerde olduğumuzu söylemek yanlış olmaz sanırım. Baharla birlikte uyanan doğa, kış boyu evlerine kapanan insanların dışarıda daha çok vakit geçirmeye başlaması, güneşin ışınlarını daha uzun ve daha güzel açılardan yansıtıyor olması gibi sebepler, elbette fotoğrafçılar için de itici bir güç olarak kendini gösteriyor. Bizler de baharın bu hareketlendirici etkisini yanımıza katıp en az bahar kadar enerji dolu bir sayı daha hazırlamaya çalıştık sizler için. Duyguların coştuğu bu mevsimde, duygularımızın peşine takılıp anılarımızı kovalamaya karar verdik; fotoğraflarda yatan anılarımızı... Bizler, anılarımızı fotoğraflarda saklarken bu fotoğrafların mutfağında yaşananlar nelerdi, diye sorduk kendimize ve bu soru işaretinin peşinden sürüklendik. Bu soru işareti, cevabına teslim olurken birden fazla soru işaretini doğurdu kendiliğinden. Ta ki günümüzde dijital fotoğrafçılıkla yaygınlaşan anı fotoğraflarının konumunu tespit edene kadar sürdü bu bir soru-bir cevap hikâyesi. Evet, anladığınız üzere bu sayıdaki dosya konumuz “Anı Fotoğrafları”. Sevgili Şirin Aydın’ın emeği ve çabalarıyla önümüze gelen bu ayki dosya konumuza Kamuran Feyzioğlu da büyük katkıda bulundu. Keyifle okuyacak ve konusunda uzman isimlerin yorumlarıyla belki de hiç hatırlamadığınız, bilmediğiniz dönemlere dair kimi detaylarla karşılaşacaksınız diye düşünüyorum. Söyleşi sayfalarımızda ise birbirinden önemli iki konuğu ağırlamanın haklı gururunu yaşıyoruz. Filistin’de yaşanan acıları, insanlık dramlarını tüm dünyaya ulaştıran çok önemli bir Savaş Fotoğrafçısı; aynı zamanda, kazandığı ödüllerle, ortaya koyduğu eserlerle sanatçılığını da tescilleyen bir fotoğrafçı ve insan hakları savunucusu olan Nayef Hashlamoun, bu sayıdaki ilk söyleşi konuğumuz. Diğer söyleşi konuğumuz ise özellikle Ankaralı fotoğrafçıların yakından tanıdığı, makinelerimizin kurtarıcısı, makineleri tanımanın, onları tamir edebilmenin yolunun iyi fotoğraf çekmeyi bilmekten geçtiğini düşünen Fotoğrafçı ve Fotoğraf Makinesi Ustası Ali Değer. Köşe yazarlarımız İlker Maga, Özcan Yurdalan ve Altan Bal, fotoğraf dünyası adına tartışılması gereken birbirinden önemli konulara değiniyor ve analiz ediyorlar. Bakış Egzersizi Bölümü’nde ise bu sayıda konuğumuz Cengiz Oğuz Gümrükçü. Selahattin Sönmez’in fotoğrafının okumasını yaparken geçtiğimiz günlerde yaşanan, ülkemiz işçi sınıfının en önemli eylemlerinden birisine, TEKEL Direnişi’ne de değiniyor. Fotoğraf dallarından biri olan Soyut Fotoğraf, bu sayıda Gökhan Bulut’un engin bilgi birikimi ile sayfalarımızdaki yerini alıyor. Bu ay DASK-DOGAY’ın Şanlıurfa’da düzenlenecek olmasını da düşünerek Yol Notları bölümümüzde, Güneydoğu Anadolu’ya doğru yola çıkıyor ve bu değerli, tarih hazinesi toprakları kısa zamanda tanıyıp tanıyamayacağımız üzerine kafa yoruyoruz. Son olarak, derneğimiz AFSAD’ın kendi yerine sahip olması için Yönetim Kurulumuz tarafından başlatılmış olan kampanyanın duyurusunu bir de buradan yaparak derneğimize bu güzel amaç için bağış yapmak isteyecek sevgili fotoğrafseverlere ulaşmak istiyorum. AFSAD’a taşınmaz alınması için açılmış olan kampanyaya bağış yapmak isteyenler; Ziraat Bankası, Hoşdere Şubesi (1535), HN: 53892947-5001, IBAN: TR08000100153553892 9475001 olan dernek hesap numarasına, açıklama kısmına “Taşınmaz alınması kampanyası” yazarak diledikleri miktarda bağışta bulunabilirler. Ülkemizde fotoğraf sanatını geleceğe taşımak için fotoğrafa hizmet veren kurumlarımızın temellerini sağlamlaştırmak zorundayız. Bunlardan birisi olan AFSAD, tüm fotoğraf dostlarının desteğini beklemektedir. Gelecek sayıda görüşene kadar hepinize ışık dolu günler dilerim. Ceyda Taşdelen Yayın Yönetmeni AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Gökhan BULUT Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Ceyda TAŞDELEN Yayın Yönetmeni Yardımcısı Şule TÜZÜL Görsel Yönetmen Levent ÇAĞIN Editörler Şirin AYDIN Kamuran FEYZİOĞLU Editör Yardımcıları Elçin POLAT Özlem DAĞ Özlem ESER Reklam ve Abone Sorumlusu Ufuk DURUMAN Yayın Kurulu Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman Katkıda Bulunanlar Atakan Baykoçak Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr [email protected] İki ayda bir yayımlanır. Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Sti. Adres: GMK Bulvarı Akyol İshanı No: 83-23 Maltepe - Ankara Tel: 0312 2291502 Basım Tarihi: 08.05.2010 Yayın Türü: Bölgesel Süreli ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: M. Celal TAŞDELEN Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. “Bu fotoğraflar ile sorgulamayı hedeflediğim nokta, kendi kendimize oluşturduğumuz sinematografik dünya algımızda, kendimizi oturtabildiğimiz yerler ve sözlü açıklamaların, bunların tarifinde yetersiz kalışıyla ilgili. Amaç, izleyicinin kompozisyon içerisinde bulacağı saf anlatımın, bir şekilde kendi iç dünyasının veya hislerinin ‘mahremiyeti’nin dışa vurumu ile bağlantılı olduğunu vurgulamak.” TİMUR SEZGİN1984 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Görsel İletişim Tasarımı üzerine aldığı eğitimden sonra serbest animatör ve sanat yönetmeni olarak çalışmaya başladı. Yine aynı fakültede Görsel İletişim Tasarımı üzerine yüksek lisans yapmaktadır. Fotoğraf, video ve animasyon dallarında çalışmalarına hem profesyonel hem de sanatçı kimliğiyle devam etmektedir. 1 Kontrast Foto-Haber CER MODERN ANKARA’DA AÇILDI Ankara’nın ilk çağdaş sanat müzesi Cer Modern, 1 Nisan 2010’da açıldı. Cer Modern, 11500 metrekarelik bir alanda yer alan süreli sergi galerileri, fotoğraf galerisi, müze mağazası, konferans ve çok amaçlı salon, sanatçı ikametleri, kafe ve heykel park alanıyla sanatsal çeşitliliğe Foto-Haber ev sahipliği yapmayı hedefliyor. Cer Modern’in giriş katındaki ana salonlarında dönüşümlü olarak yılda dört kez olmak üzere, kendi derlediği sergiler ve uluslar arası galeri ve müze ağları ile yakın işbirliği içinde derlenen çalışmaların sergileneceği belirtiliyor. Sergilerin yanı sıra sanatçılarla gençleri buluşturacak atölye programlarının da gerçekleştirileceği Cer Modern’de, yaz aylarıyla birlikte açık alanda konserler ve tiyatro gösterileri de gerçekleştirilecek. Cer Modern’in ilk sergisi “+Sonsuz”, Ebru Özdemir koleksiyonundan bir seçki ile 2 Nisan’da sanatseverlere merhaba dedi. Sergi 5 Temmuz’a kadar ziyaret edilebilir. Detaylı bilgi için: www.cermodern.com Murat Germen, “Yol” İsimli Sergisiyle İstanbul Modern’de Murat Germen’in yeni fotoğraf projesi “Yol”, 25 Mayıs 2010’da İstanbul Modern’de izleyicisi ile buluşuyor. Murat Germen, proje ile ilgili olarak şöyle diyor: “Fotoğrafı, insanların görmediği veya bilinçli / bilinçsiz olarak umursamadığı olağan şeyleri gündeme getirme ve önyargılarını değiştirebilme fırsatı olarak değerlendirmeye; normalin içindeki gizil olağandışılığı ortaya çıkarmaya çalışıyorum.” DASK DOGAY 2010 Şanlıurfa’da DOGAY (Doğada Görüntü Avcılığı Yarışması) bu yıl, 19-23 Mayıs tarihleri arasında, Şanlıurfa’nın Birecik ve Halfeti ilçelerini kapsayan Fırat Havzası’nda gerçekleştirilecek. Zengin doğal ve tarihi güzellikleri barındıran bu bölgede 2 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 “İkon olarak endüstri: Endüstriyel estetik” ve “İnşa” gibi önceki çalışmalarında, son ürün yerine oluşum sürecine odaklandığını belirtmiş olan Murat Germen, “Yol” serisi için de benzer bir yaklaşımda olduğunu dile getiriyor: “Bizi bir yerden diğer bir yere taşıyan ve karada / havada / denizde geçişken doğrusallıklar veya bir amaca varmanın yöntemleri olarak karşımıza çıkabilen yol kavramı, çok sayıda farklı çağrışıma yol açıyor. Kimi zaman panoramik konaklayacak olan yarışmacılar program çerçevesinde belirlenen yerlerde ve süreler içerisinde çekim yaparak en iyiyi yakalayabilmek için ter dökecekler. Bu yıl sayısal ve çocuk olmak üzere iki ana bölümde yapılacak olan DOGAY’da, sayısal oranları, bazen 10 metreye varacak boyutları ile bir çok farklı coğrafyada çekilen onlarca fotoğraf; üstte sözü geçen çağrışımlardan oluşan büyük ebatlı çizgisel metin parçacıklarına eklemlenerek, izleyiciyi ‘yolda’ hissettirmeyi ve hedefe varmadan önce süreçten keyif almalarını sağlamayı amaçlıyor...” Sergi, 19 Eylül 2010 tarihine kadar izlenebilir. alanında yedi farklı kategoride yarışma fırsatı sunulacak. Bu yıl 14. Yaşına basan DASK DOGAY’a yarışmacı ya da katılımcı olarak katılmak için www.dask.org.tr adresinden tüm bilgileri edinebilirsiniz. 3 Kontrast İlker Maga Zamana Direnen Erzurum Evlerine Fotoğrafçı Desteği Zamanı, yaşanmışlıkları, yılları, hayatları barındıran tarihi evlere vefa borcunu ödemek ve kent kültürünü ayakta tutabilmek adına harekete geçen Erzurumlu fotoğrafçılar, fotoğrafladıkları tarihi evleri kurtarabilmek için eserlerini halkla buluşturmaya hazırlanıyorlar. Çoğu kaderine terk edilmiş olan Erzurum evlerine dikkati çekmek üzere gerçekleştirilen bu projenin adı da içeriğini yansıtacak şekilde seçilmiş: İstanbul David Lynch’i Ağırlıyor 2005 yılında Fotoğrafçı Sevil Sert tarafından İstanbul Cihangir’de açılan Artane Sanat Galerisi, 9 Nisan’dan itibaren kendisini değilse bile fotoğraf ve gravürleriyle Usta Yönetmen David Lynch’i ağırlıyor. 29 Mayıs 2010 tarihine kadar devam edecek olan sergi, sanatçının sinema öncesi soyut dışavurumcu ürünlerini gözler önüne seriyor. Serginin basın duyurusunda, Lynch’in eserlerindeki baskın temanın yozlaşmış bir dünyada tutsak kalmış bir masumiyet olduğuna dikkat çekiliyor ve şöyle devam “Çığlık Fotoğraf Sergisi” Tarihi Türk Evleri Haftası 3-7 Mayıs 2010 tarihleri arasında Erzurum Kültür Merkezi Sergi Salonu’nda gezilebilecek olan serginin açılışı ise saat 19:00’da gerçekleştirilecek. Hüseyin Kutan, Selman Can, Alparslan Yasin Kotan, Nurettin Hınıslıoğlu, Süleyman Kunt ve Hasan Kutan’dan oluşan fotoğrafçı ekibin 50 fotoğrafının yer alacağı sergi, Erzurum evlerinin sahipsizliğine dikkat çeker önlem alınmasını amaçlıyor. ediliyor: “Fırça darbeleri hızlıdır, tuvale bulaşmıştır. Boya sızar, çatlar. Betimlemeleri çoğunlukla tek bir figür üzerindendir; yalnız bir ağaç, kaybolmuş bir köpek, köhne bir ev gibi. Güzel şeylerden hoşlanmayan, renkleri fazla gerçekçi bulan, insana özgü ve insandan ayrışan tüm tuhaflıkları, çürümüşlükleri, manevi ve maddi atıkları hayal dünyasına malzeme eden David Lynch’i, fotoğraf ve gravür alanındaki sıradışı çalışmalarıyla 9 Nisan - 29 Mayıs tarihleri arasında görmek şart. Kaçırmayın!” İMece Foto-Haber KOLAYLIK AMATÖRLERİ VE PROFESYONELLERİ Nâzım Hikmet, amatör bir şair miydi? Sorunun garip, dahası yanlış olduğunun farkındayım. Yazıya provokatif bir soruyla başlamayı, düşünce kanallarını açması amacıyla özellikle tercih ettim. Şöyle de sorulabilir: Şiirlerine bakarak Nâzım Hikmet’in amatör bir şair olduğunu söylemeye kim cesaret edebilir? Bir-iki dakikalık bir çaba, tartışmanın etimolojik yanına açıklık getirmeye yetecektir: Amatör: Bir işi para kazanmak için değil, sırf zevki için yapan kimse; hevesli, meraklı... Profesyonel: Bir işi meslek edinmiş kimse. Başvuracağımız Türkçe sözlüklerde bulabileceğimiz tanımlamalar, tartışmamıza açıklık getiremiyor. “Amatör”ün açılımında “sırf zevki için yapan kimse, meraklı” tanımı çok ama çok fazla yüzeysel; bizi ikna edici bir sonuca götürmeye yetmiyor. Ayrıca bir iş para kazanmak amacı dışında yapılınca “amatör” damgası yemesi, ürünün değil de paranın asıl belirleyici olması, yaratma sürecinin doğuşu mantığına da ters. “Profesyonel” tanımında o işi meslek edinen yani ekmeğini o işten kazanan kimse tanımı da çok genel. Ya o kişi ekmeğini o işten kazanmıyorsa, kazanamıyorsa? Ya o kişi o işi meslek edinmemişse, edinememişse? Eğer sözlüklerdeki “profesyonel” tanımı doğru kabul edilirse Cemal Süreya profesyonel bir şair değildi. 20. asır lirizminin en önemli isimlerinden Rainer Maria Rilke, kelimenin profesyonel anlamında şair değildi. Nâzım’ın, ekmeğini şiirden kazandığına dair elimizde bilgi yok. Pablo Neruda gibi bir şiir devinin bir başka alanı meslek edindiğini biliyoruz. Resim, edebiyat ve diğer alanlardan örnekler vererek devam etmek mümkün. Burada adı geçen şairlerin buluştukları hepsinden önemli bir nokta var: Şiir. Şiir, bu isimlerin iç mesleği, ifade biçimiydi. Yaptığı işten para kazanmak, olmazsa olmaz koşulsa dünyada şair bulmak zordur. Kültürün en azından bir asırdır endüstri olduğu Batı Avrupa’da günümüzde güzel sanatlar bölümlerinden mezun olup, sadece ürettikleri sanat eserleriyle yaşamını devam ettirebilenlerin oranı yüzde 5-7 arasında. Geri kalan yüzde 95’e nasıl bir sıfatı layık göreceğiz? Profesyonel-amatör ayrımı, yaratı alanları sözkonusu olduğunda bizi bir yere götürmez. İşlerine baktığımızda alanlarının en parlak ürünlerini verdiklerini görüyoruz, bu bize yetiyor. Örnek ürünler verdikleri için biyografilerinden kuşku duymuyoruz; bu özellik belki bizi ilgilendirmiyor, amatör ya da profesyonel olduklarına bakmayı gerekli görmüyoruz. Ürünleri bize yetiyor, onlardan besleniyoruz. Asıl olan ürünün, yaratının kendisidir; yaratının amatörü, profesyoneli olmaz. Çünkü yaratı alanlarının ehliyeti 4 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 olmaz. Bu nedenle, yaratı alanlarında eğitim veren okullardan alınan ehliyetnameler, sağlam ürünlerin garantisi değildir. Belirleyici olan ehliyet ve ona sahip kişi değil, üründür. Tarihe kalan şey de üründen başkası değildir. Sinema, karikatür, resim ve daha pek çok alanda bu ayrıma pek dikkat etmezken, neden fotoğrafta amatörprofesyonel ayrımı bu kadar belirgin rol oynuyor; neden her defasında fotoğrafçının önüne “amatör” ya da “profesyonel” sıfatı gerekli oluyor? Bu sorunun tarihsel kökenleri ve alanın haddinden fazla ekonomize edilmiş olması gibi pek çok neden var ve bunlara bir başka yazıda dikkat çekebilmeyi umuyorum. Burada önemli sandığım bir nokta üzerinde durmak istiyorum: Şair, oralara gitmeden Iraklının, Afganistanlının, Filistinlinin ya da herhangi bir insanın acısına, sevincine şiirinde yer verebilir ama fotoğrafçının orada olmak gibi bir zorunluluğu vardır. Fotoğrafı diğer disiplinlerden ayrı ama bir o kadar da güçlü ve zor yapan şey de budur: Orada olmak, hayatın ortasında bulunmak, hayata ve insana dokunabilmek; buralarda elde ettiği görüntülerle ulaşabildiği insanlara bir geri dönüş olarak dokunmak, en azından duygularını harekete geçirebilmek... “Orada olmak” fotoğrafta amatör-profesyonel ayrımının sık hatırlanmasına neden olabiliyor. “İşini amatör ruhla profesyonelce yapmak”, bu soruna yönelik bulunan bir ara çözüm olarak genelde kabul görür. Bunu doğru kabul etsek de durum değişmiyor... Fotoğraf öyle yayıldı ki orta malı bir ifade alanı oldu ya da öyle sanılıyor. Amatör ya da profesyonel, herkes fotoğrafçı... Oysa fotoğraf, o alanda bir şeyler söylemek söz konusuysa eylemcisinin kendisini eserleriyle kanıtlaması gereken bir uzmanlık alanı. Diğer uzmanlık alanları gibi... Kolay üretilebiliyor görünmesine rağmen bir uzmanlık alanı. Hayatla doğrudan ilgili olduğu için belki hayat kadar karmaşık, onlarca alanın üst başlığı; öyle olduğu için bilgiye, teoriye ve araştırmaya muhtaç. Fotoğraf çok çabuk üretebiliyor olduğu için kolaydır. Ama aynı zamanda bir o kadar da zordur; kalıcı bir şeyler üretmek, milyonlarca görüntünün arasından sıyrılıp iz bırakmak zordur. Fotoğrafın zor tarafıyla, zahmetli olduğu için az sayıda insan ilgilenir; kolay tarafı ise yığınları peşinden sürükler. Ama kolay, zamana dayanamaz. Kolay, çabuk sırıtır. Kolayın sakladığı sırrı olmadığı için hızla yok olur. Kolaylık amatörleri kadar kolaylık profesyonelleri de vardır. Son sözü ise her durumda kişinin kendine yakıştırdığı “amatörlük” ya da “profesyonellik” sıfatları ve ek olarak ehliyetler değil, ürün söyler. Böyle bakıldığında fotoğraf zordur, emek ister, zahmetli iştir; tıpkı diğer yaratı alanları gibi... 5 Kontrast Teknik Fotoğrafın tanıtım, belge, kanıt, anı, haber vb. olarak görsel gerçekliğin en sadık sabitleyicisi olduğunu düşünsek de teknik özelliklerinden kaynaklı olarak, kendine özgü dili ile nesnel deklanşöre dokunuşumuza kadar geçen kısa süreçte, fotoğraf tekniğinin belleğimizdeki yer etmiş bu özelliklerini değerlendirerek yaptığımız müdahaleler ile görsel gerçekliği farklılaştırıp, kendi süzgecimizden geçirdiğimiz fotoğraf diline dönüştürerek, deforme yeni bir görüntüye dönüştürürüz. Fotoğrafa bu açıdan baktığımızda, bilgi ve deneyime dayalı olarak, görüntünün başkalaştığı noktaları değerlendirerek, fotoğraf yolu ile soyut görüntü açığa çıkarma aşamasına gelebiliriz. Örneğin, alan derinliğinin kısıtlı olduğu noktalardaki flulukta meydana gelen dokusuz renk düzlemleri, düşük enstantanede görüntü akışıyla ortaya çıkan dinamik ve keskin biçimler, grenpiksellerden kaynaklı küçük parçaların bir araya gelişiyle dokunun ortadan kaldırılışı, sert ya da yumuşak ışıkla oluşan gölgeler, aydınlıklar, siyah/beyaza dönüştürüldüğünde görünürlüğü artan renk ve ışığa dayalı ton dağılımlar vb... Teknik açıdan fotoğrafla soyut görüntü oluşturmak, görüldüğü üzere kolay bir aşamadır. Ancak soyutlaşmış her görüntü, sanat başlığında değerlendirilebilir mi? İçerik Nesnel gerçekliğin içselleştirildiği noktada oluşan öznel ifade, soyut sanatın içeriğini belirler. İfade edilecek şey, fotoğrafçısının bir durum karşısındaki tutumudur. Bu tutum; tekil ve birbirinden bağımsız nesne, kavram, olguları belirtmekten çok bütünsel bir yapıyı açığa çıkarır. Bütünsel yapı, tekillerle şekillendiğinde, ifadesinde eksilmeler yaşayacağından yeni bir yapı oluşur. Oluşan bu bütünsel yapı, görsel bir ürün olarak açığa çıkarıldığında, içerik belirlenmiş olur. Biçim Yeni biçim oluşumunda, kullanılacak elemanlarla fotoğrafın kendine özgü dilinin estetik değerlerini açığa çıkarılmalıdır. Doğrudan fotoğraf, bu dilin oluşmasının en verimli yöntemidir. Karanlık oda veya aydınlık oda uygulamalarının sınırları iyi belirlenip, ifadenin temel öğesi, buna koşut oluşması gereken ışık, renk, ritim gibi görsel ürünün temel izlenme nedenleri ile dengesini bularak içeriğin ortaya çıkarılmasında seçici bir kompozisyon oluşturulmalıdır. Sonuç gerçekliği deforme ederiz. Diyaframa ve odak uzaklığına dayalı; alan derinliği, ışığa dayalı; beyaz ayarı, enstantane açıklığı, gölgeler, patlamalar, ASA, markaya dayalı; gren-piksel büyüklüğü, iki boyuta inen üç boyutluluk, rengi siyah/beyaza dönüştürmek... Üzerine düşünüldükçe çoğaltılabilecek bu özellikler, aynı zamanda fotoğrafın teknik/estetik durumunun da belirleyicileridir. Bir doğa manzarası karşısındaki hayranlığımızın geliştiği anla 6 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 Fotoğrafla soyut görüntü açığa çıkarmak için özel bir ekipman veya belirgin bir teknik kullanımı gerekmemekte. Soyut fotoğraf çalışması yapan fotoğrafçının öncelikle zihninde düşüncesi, sonrasında da bu düşüncenin soyut görsel bir ürüne dönüşmesi için gerekli deneyime ihtiyacı vardır. Buradaki deneyim kelimesi, fotoğrafın teknik özellikleri ile değişik ışık koşulları, kullanılan teknoloji ve ürünlerle, görünen biçimleri kendileştirdiği noktaların keşfedilmesini belirtmektedir. Bu noktadan sonra geniş açı/makro objektif, gren/ piksel, renkli/siyaha-beyaz gibi tüm teknik koşullar, fotoğrafçının üzerine düşündüğü bir durum karşısındaki kaygısını açığa çıkarmakta aracı olur. Bu yönüyle herhangi bir ekipman, ışık koşulu, kullanılması gereken malzeme ön koşulu yoktur soyut fotoğrafın. Bir tanıtım fotoğrafçısı için düzenlenmesi gereken flüoresan ışık, haber fotoğrafçısı için hatalı olabilecek düşük enstantane, belgesel fotoğraf için çalışmasının gücünü zayıflatacak yüksek ASA’nın açığa çıkardığı iri piksel/gren gibi öğeler, içselleşen evren kurgusunun ifadesi olacak yeni görsel ürünün estetik değerlerini yükselten olumlu bir eleman olarak çalışmanın ana teknik kurgusuna dönüşebilir. Fotoğrafçının yapması gereken, deneyimlerine dayalı olarak ifade edeceği “şey”i fotoğrafın hangi imkânlarıyla açığa çıkardığında estetik bir görüntüye dönüşeceğine karar vermesidir. GERÇEK Mİ, DOĞRU MU, KİM ÇEKTİ? f/64 Soyut Fotoğraf Özcan Yurdalan Yazi ve Fotoğraflar: Gökhan BULUT “Fotoğraf çekenler kimlerdir?”, “Kimlerin fotoğrafları çekilir?”, “Çekilen fotoğraflara kimler bakar?”, “Fotoğrafa bakanlar, nasıl bir algı süreciyle gördüklerini anlamlandırırlar?”, “Görünen ile gerçek arasındaki ilişki nasıl deşifre edilir?”, “Fotoğraflar doğruyu nasıl söyler?”, “Sokağa bakan fotoğrafçının sorumlulukları nerede başlar?” gibi basit sorulara cevap vererek işe girişildiği vakit, fotoğrafçının önünde bir deryanın açıldığını söyleyenler vardır. Bu dalgalı, fırtınalı deryada gelgitli maceralar yaşandığına ben de tanığım. Yeter ki fotoğraf, basit biçimsel kaygılara indirgenerek yavan memleket güzellemeleriyle dolu yüzeysel bir dünyanın aracı kılınmasın. Dış dünyanın fotoğrafı mı, iç âleminki mi? Fotoğraf makinesi aracılığıyla basit bir kayıt yapmanın ötesine geçerek, “gerçek” ile derinlemesine bir ilişki kurabileceğimizi bildiğimiz gibi, “görme”nin sadece gözle ilişkili olmadığını da biliriz. İster sanat yapmaya çalışalım, ister bir tanıklığı yansıtmak için fotoğraf çekelim, isterse bir itirazın peşinde saf tutmuş olalım, mesele fotoğrafçının zihninin nasıl çalıştığıyla, duygu ve düşünce dünyasının nasıl biçimlendiğiyle ilişkilidir. Neyin fotoğrafını çektiği, hangi konuları ele aldığı özel bir önem taşımaz. Sadece bu kadar değil kuşkusuz; sözcükleri kullanarak kurduğu dilin yapısı da fotoğrafçının zihniyet dünyasını dışa vuran en önemli göstergelerden biri sayılır. Ne alakası var, demeyin. Fotoğraf başka, sözle kurulan ifade ise bambaşka diye düşünmeyin. Öyle değil işte. Dil, ister günlük ihtiyaçlar için kullanılsın, isterse entelektüel faaliyetlerin ürünü olsun, doğrudan doğruya zihniyet göstergesidir. Seçilen kelimeler ve onların kullanımı, aynı zamanda bir hayat algısının dışa vurumudur. Fotoğraf ise, bildiğimiz en güçlü ifade aracı olan sözel dilin yansımasıdır. Aslına bakarsanız, hep sanıldığı gibi fotoğrafçı sadece dış dünyanın görüntülerini tespit etmez. Her fotoğraf, fotoğrafçının iç dünyasının çeşitliliğini yansıtır, zihinsel donanımının zenginliğini, duygu âleminin derinliğini gösterir. Her fotoğrafçı, dış dünyanın fotoğrafını çektiğini sanırken aslında kendi iç dünyasını fotoğraflamaktadır. Bkz: Türkiye fotoğrafı Eğer bu yukarıda ettiğim laf doğruysa, yani fotoğraf sadece görünenlerin optik marifetiyle sıradan bir kaydı değilse, Türkiye fotoğrafı nasıl bir zihniyet dünyasının yansıması? Biz bu memlekette nasıl bir fotoğraf âlemi yarattık kendimize? Fotoğrafçılar gerçekle ilişkilerini nasıl tanımlıyorlar? Gerçek, estetik tarafından dönüştürülmesi, güzel gösterilmesi gereken bir şey midir? Daha kestirmeden soracak olursak, hayata bakan, sokakla ilgilenen fotoğrafçılar bu memlekette bu güne kadar neleri gördüler, neleri görmezden geldiler? Türkiye’nin nasıl bir fotoğrafından söz edebiliriz bugün? Bunca yaygın örgütlenmeye sahip fotoğraf camiası, federasyondan derneklere ve özel fotoğraf kurumlarına kadar güçlü bir etki alanına sahip yurdum fotoğrafçıları, nelerle uğraşmaktayız? Hangi süzülmüş duygularımızı, hangi bilinç zenginliklerimizi, hangi entelektüel yaratıcılıklarımızı fotoğrafa yansıtmaktayız? Türkiye’de fotoğrafın hızla yaygınlaşmaya başladığı 70’lerin sonlarından başlayarak bugüne kadar gelen zaman kesitinden gelecek yüzyıllara nasıl bir görüntü repertuarı bırakıyoruz. Ne kadar doğru ve ne kadar gerçek bir imaj bu? Gerçek ile ilişki İnsanın dış gerçeklik ile kurduğu ilişkinin biçimleri, “neden varız?” sorusu kadar eski olmasa bile esaslı bir mevzudur. Eğer ki fotoğrafçı dış dünyanın gözle görünür hallerini doğrudan fotoğraflayarak yeniden üretiyorsa aynı zamanda bu esaslı soruya da sahiptir. Varlıklardan yansıyan ışıkları doğrudan kaydederek, görünen gerçekle dolaysız bir ilişki kuran ve bu sayede anlamlı yüzeyler yaratabilen tek alet fotoğraf makinesidir malum. Fotoğrafçının bu aleti işletebilmesi için görüntü hâline getireceği bir gerçekle yüz yüze gelmesi gerekir. Bu karşılaşma, gelişigüzel bir kaydı ya da biçimsel bir arayışı ortaya çıkarabileceği gibi, bir anlama çabasının ürünü olarak da sonuçlanabilir. Anlama çabasının ilk adımı ise fotoğrafçının sorduğu “gerçek mi, doğru mu?” sorularıyla atılır. Sokağın fotoğrafıyla uğraşan, insan hayatlarının görünümlerine ilgi duyan, köyleri, kasabaları, kent merkezlerini, varoşları falan fotoğraflayan biri için yarattığı görüntülerin ve kurduğu bağlamın gerçekle ilişkisi her şeyden önde gelir. Ama ilk fasılda, ele aldığı meselenin esasına dair sorularla yola çıkar. Edinilmiş cevaplarla değil, sorularla. Bu sayede, fotoğrafını çektiği konunun esası ile ortaya çıkardığı görüntü arasındaki ilişkiyi sürekli kontrol eder. Bu ilişki, fotoğrafçının iç dünyasının, hayat görüşünün ve zihninin gerçekle kurabildiği rabıtanın yansımasıdır. O fotoğraflara bakanlar açısından ise “kimin ürettiği ve nasıl ürettiği” soruları ayrıca önem taşır. Marifet: “Güzel” fotoğraf Tamamen kurmacalar yaratan ve bu tercihini açıkça belirten fotoğrafçı için ise bu sorular ihtiyaridir. Onun eli tutulmaz, istediği fotoğrafları kurarak istediği âlemleri yaratır. Çünkü doğrudan fotoğraf ile uğraşan bir belgeselcinin ya da habercinin sahip olması gereken “sorumluluk”, toplumsal kaygı”, “insan ve tabiata dair etik tutum”, “hak” gibi kriterler tarafından sınırları belirlenmiş bir alanda kalmak zorunda değildir. Gerçekliği istediği gibi dönüştürerek bambaşka kurgularla yeniden sunmasına kimsenin diyeceği olmaz. Beri yandakiler için ise, sanıldığı gibi fotoğrafçılık, en kötü, en çirkin ortamdan bile güzel bir görüntü çıkarabilmek “marifeti” değildir. Hâl böyleyken, günümüzde Türkiye coğrafyasından, kültürlerinden geleceğe kalacak fotoğraflar ne gösterir, ne söyler? Yalan bir memleket güzellemesinden, bir büyük balondan başka nedir? Peki yurdun dört köşesine dağılmış fotoğraf dernekleri, yaşadıkları kente dair hangi gerçekliğin peşindeler? Hangi toplumsal sorumlulukla nasıl bir stratejiye sahipler? Derneklerin de bir şekilde desteklediği ve herhangi birinin en ufak bir saygınlığından bile söz edilemeyecek olan fotoğraf yarışmaları hangi ihtiyaca cevaptır? Bu şartlarda, nasıl bir Türkiye fotoğrafı kalır geleceğe? Kim çeker? Kimleri çeker? O fotoğrafları kimler nasıl okur? Ya, “dürüst fotoğrafçılık” deyince ne anlaşılır? 7 Kontrast Söyleşi Röportaj: Şule Tüzül Fotoğraflar: Nayef Hashlamoun NAYEF HASHLAMOUN: “Ben Nayef, sadece insanım...” Acının ve savaşın fotoğraflarına sürekli bakmanın, bu acılara ve savaşın dehşetine karşı insanı duyarsızlaştırdığı düşüncesinin aksine, yıllardır ne zaman bu tür fotoğraflara baksam duygu yoğunluğumun azalması bir yana, hissettiğim dehşet duygusu zaman zaman daha yoğunlaşır. Çoğu zaman bakmaya bile cesaret edemediğim bu fotoğrafları çekenlerin, bu ortamlarda işlerini nasıl yapabildiklerini, nasıl dayanabildiklerini merak ederim hep. Nayef’le söyleşimiz için buluşana kadar, sinirleri çelik sağlamlığında, katı bir yüz ifadesi kadar gözlerinde eksilmeyen bir kedere sahip biri ile karşılaşacağımı düşünüyordum. Nayef ise son derece neşeli, güleryüzlü, cana yakın kişiliği ile karşıladı beni. Sohbetimiz boyunca, ömrünü savaşın ve acıların yakın tanıklığı içerisinde geçiren bir kişiliğin, nasıl barışın ve hümanizmin tutkulu bir temsilcisi olduğuna şaşkınlıkla tanık oldum. Şiddetin her türüne karşı olduğunu belirtirken, şöyle diyordu: “Düşmanını öldürme, barış ortağın olması için!...” Daha güzel bir dünya düşüne katkıların için teşekkürler Nayef... musunuz; hedeflediklerinizi gerçekleştirebildiniz mi? “Evet, ben bİr aktİvİstİm ama sadece Fİlİstİn halkının hakları İçİn değİl. Ben İnsan hakları İçİn, İnsanlık İçİn mücadele eden bİr aktİvİstİm. Adalet İçİn, özgürlük İçİn...” Fotoğraf yolculuğunuz nasıl başladı? Hikâyenizi kısaca paylaşır mısınız? Öncelikle bu söyleşi için size teşekkür ederim. Türkiye’yi ziyaret etmek, bu güzel ülkeyi görmek ve buradaki harika insanlarla tanışmış olmaktan mutluluk duyduğumu belirtmek isterim. Fotoğraf konusuna gelince; fotoğraf çocukluğumdan beri hayatımda var. Fotoğrafa ve resme çocukken hobi olarak başlamıştım. Liseyi bitirdikten sonra, gazetecilik ve iletişim okumak üzere Ürdün’de bulunan Al-Yarmouk Üniversitesi’ne gittim. Üniversitedeyken fotoğraf makinem benim gölgem gibiydi. Gece ya da gündüz, yanımda makinem olmadan hareket etmezdim. Makinemin en iyi arkadaşım olduğunu herkes bilirdi. Üniversitede aktif bir insandım ve okuduğum fakültede arkadaşlarım arasında genellikle lider durumundaydım. Üniversiteyi bitirdikten sonra, okul yönetimi okulda kalmamı teklif etti. Bir sömestir Al-Yarmouk Üniversitesi’nde çalıştım. Daha sonra Filistin’e geri döndüm. Ülkemde, Kudüs’ün kuzeyinde bulunan Hebron 8 şehrinde “Alwatan Press Office”te çalışmaya başladım. Bu gazetecilik ve fotoğrafçılık kariyerimin başlangıcıdır. O tarihlerde, bildiğiniz gibi Aralık 1987’de Filistinlilerin İsrail işgaline başkaldırısı İntifada başlamıştı. Böylece ben de foto muhabiri olarak işimi yapmaya başladım. İntifada sırasında haberleri hazırlıyor, fotoğraflar çekiyordum. Bu süreçte uluslararası haber ajansları benden fotoğraflarımı istemeye başladılar. Bunun üzerine bir süre serbest fotoğrafçı olarak fotoğraflarımı bu haber ajanslarına gönderdim. 1990 yılında, serbest fotoğrafçı olarak Reuters ile bir anlaşma imzaladım ve 20 yıl boyunca resmi olarak Reuters için çalıştım. Kasım 2009 itibari ile Reuters ile olan anlaşmam sona erdi. Şimdi Hebron şehrinde kar amaçlı olmayan “Alwatan Center” isimli bir organizasyonun başkanlığını yapıyorum. Burası sivillerin eğitimi, sorun çözümleri ve medya, gazetecilik, fotoğrafçılık, vs. gibi pek çok farklı konuda kurslar, seminerler ve atölye çalışmaları yapan sosyal bir merkez. Bu merkez kapsamında ayrıca bir yayınevimiz de bulunuyor. Bugün geldiğiniz noktadan memnun Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 Hedeflerime ulaştığımı söyleyemem. Çünkü eğer hayat devam ediyorsa, bu her birimiz için yapmak isteğimiz ya da gerçekleştirilmeyi bekleyen birçok şeye sahip olduğumuz anlamına gelir. Fakat ben bugün bulunduğum yerde olmaktan ve istediklerimi gerçekleştirebiliyor olmaktan dolayı mutlu bir insanım. Bugüne kadar birçok ödül aldım, dünyanın her yerinden insanlarla iletişim içindeyim, işimi seviyorum. En önemlisi yaşama karşı hep bir umudum var. Bunlardan dolayı mutluyum. Geleceğe yönelik gerçekleştirmek istedikleriniz? Şimdi, geçmişe nazaran farklı bir durumdayım. Çünkü bugün bir medya danışmanıyım, foto muhabirliği, gazetecilik, sorun çözümleri, insan hakları, vb. konularda eğitmenlik yapıyorum. Evet, eskiden de tüm bunları yapıyordum ama şimdi farklı, şimdi tüm bunları daha geniş kapsamda yapabiliyorum, işimde daha özgürüm. Reuters’le çalışırken bunları yapabilmek konusunda bu kadar rahat değildim ama şimdi özgürüm. Bu şu demek: istediğim gibi seyahat edebilirim, istediğim ülkeye gidebilirim, şu an Türkiye’de yaptığım gibi istediğim yerde eğitimler ve semineler verebilirim. Ayrıca “Alwatan Center” için özgürce çalışabilirim. Bu böyle sürecek. Birçok kez ölümden dönmüşsünüz. Yaşadığınız zorlukları düşününce ve hâlâ devam ettiğinize göre hepsine değer diye düşünüyor olmalısınız. Neden diye sorsam? Çünkü öncelikle ben elhamdülillah Müslüman’ım ve bizim inancımıza göre “Düşmanını öldürme, barış ortağın olması için!” yaşam sınırlıdır, sonludur ve kimin ne zaman öleceğini sadece o yaşamı size veren Allah bilir. Bir odada ölmenizle bir savaşta ölmeniz arasında fark yoktur. Yaşamınızın sonu gelmişse nerede öldüğünüz fark etmez ki. Bu inançla yaşıyorum; ama elbette ben bir profesyonelim, işimi yapıyorum ve elbette işimi yaparken, nasıl daha iyisini yapacağımı, neye dikkat etmek gerektiğini, yani işimin gereği olan tehlikelerle nasıl başedeceğimi de biliyorum. Herkes şunu anlamalı ve kabul etmeli ki benim için işin zor ya da kolay olmasının bu anlamda hiçbir önemi yok. Siz sadece bir gazeteci ya da fotoğrafçı değil, aynı zamanda Filistin halkının hakları için mücadele eden bir aktivistsiniz, öyle değil mi? Evet ben bir aktivistim ama sadece Filistin halkının hakları için değil. Ben insan hakları için, insanlık için mücadele eden bir aktivistim. Adalet için, özgürlük için... Düşlere inanır mısınız? En büyük düşünüz? Herkes için, düşler kendi yaşamı ile ilgilidir. Benim düşlerim de öyle; bugün nasıl mutluysam bunu sürdürmek istiyorum. Eğer insanlarla birlikte barış içinde yaşayabiliyorsam, paylaşabiliyorsam, onların gözlerinde mutluluğu görebiliyorsam, benim için mutluluk budur. Çocukluğumdan beri hiç de kolay bir yaşamım olmadı. Yedi yaşındayken babam hastalandı ve bu nedenle daha o yaştayken ailemin sorumluluğunu üzerime almam gerekti; çünkü ailenin en büyük çocuğu bendim. Bu nedenle zor bir yaşamım oldu. Şimdi ünlüyüm; dünyanın her yerinden önemli insanlarla iletişim içindeyim, sadece Filistinli liderlerle değil, farklı ülkelerden birçok özel ve önemli insanla... Ama ben zor durumda olan insanlarla, yoksul insanlarla, yardıma ihtiyacı olanlarla, basit kendi hâlinde insanlarla, savaş kurbanlarıyla olmayı seviyorum; durduğum yer onların yanında. Ben böyle mutluyum. İşte bu benim için bir çeşit düş. Çünkü bu insanlarla birlikte olduğumda, onları yaşadıkları yerlerde ziyaret ettiğimde, onlarla birlikteyken insan olduğumu daha çok hissediyorum. Fotoğrafçılığın yanı sıra gazetecilik, eğitmenlik, iletişim uzmanlığı, yazarlık gibi farklı birçok sıfata sahipsiniz; birçok sosyal ve siyasal dernekte, oluşumda yer alıyorsunuz. Fotoğraf tüm bunların arasında nerede duruyor, yeri nerede? Ben fotoğrafı uluslararası ortak bir dil olarak kullanıyorum. Çünkü bu dili dünyanın neresinde olursanız olun herkes anlayabilir, verilen mesajı herkes okuyabilir. Çünkü tek bir fotoğraf bile bir hikâyeyi binlerce sözcükten daha iyi anlatabilir. Sahip olduğunuz sıfatlardan hangisi sizi daha çok ifade ediyor? Ben Nayef, sadece insanım... Acının, savaşın, insanlık dramlarının ve dehşetin fotoğrafları ödül aldığında içimde ifadesi zor bir çelişki duyuyorum; bu fotoğrafların bazıları olumlu yönde tarihe imza atmış olsalar da, birçoğu aldıkları ödüllerle kalıyor, fotoğrafın konusunu oluşturan insanlar ve olaylara bir katkı sağlayamıyor, diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz? Benim için, fotoğrafçı ya da foto muhabiri, hepsi öncelikle insandır. Fotoğrafçılar bence aynı zamanda sanatçıdır; sanatçılar ve sanatla uğraşan insanlar duyarlı insanlardır, dolayısıyla fotoğrafçılar da duygusal ve hassas insanlardır. Bu benim için de geçerli. Çok duygusal ve hassas bir insanım. Herhangi bir fotoğraf beni etkileyebilir. Özellikle de savaşla ilgili olanlar. Çatışmaların içinde çalışırken her zaman risk altındayım. Bildiğiniz gibi, maalesef işgal altında yaşayan bir halkız. Tahmin edeceğiniz gibi işgal altında bir yaşam zordur. İnsan haklarının ve adaletin olmadığı bir yaşam... Bu nedenle bu ortamda çektiğimiz fotoğrafların büyük bölümü, acı ve üzüntü verici fotoğraflar ve doğal olarak beni de etkiliyorlar. Ben bu fotoğrafları dünyaya dağıtarak, daha güzel bir dünya için yaşamı değiştirmeye, bu amaca katkı sağlamaya çalışıyorum. Özgürlük için, insanların barış içinde yaşamasına katkı sağlayabilmek için... Politikadan nefret ediyorum. Hangi seviyede ya da türde olursa olsun şiddetin karşısındayım. Dünyadaki bütün insanları büyük bir ailenin bireyleri olarak görüyorum. Bunu umut ediyorum. Senin kim olduğun, hangi dine mensup olduğun, rengin, hangi ülkeden olduğun bu düşüncemi değiştirmiyor. Hepimiz birbirimizle bir önce “insan” olarak iletişimde olmalıyız. Ancak birçok ülkenin politikacıları, yani dünya liderleri, bir kalbe sahip değiller. Maalesef büyük bir güce sahipler. Diğerleri, yani yardıma ihtiyacı olan insanlar ya da 9 Kontrast Söyleşi Elbette ben havada yaşamıyorum. Bağlı olduğum bir yer var. Benim bağlı olduğum yer insanlık. Ben insanlığın, insan olmanın tarafındayım. Birçok insanın bakmaya bile cesaret edemediği görüntülerin fotoğrafını çekmek zorunda kaldığınız anlarda, çekmekle çekmemek arasına sıkışıp kaldığınız oldu mu? Tercihinizi belirleyen ne oldu? insan haklarına inanan insanlar ya da barış içinde yaşamayı isteyenler, yani bizler onların sahip olduğu bu güce sahip değiliz. Ama biz savaşmak yerine insanların barış içinde yaşayacağı bir dünya için çalışmak zorundayız. Bu amaç kapsamında, bu gidişe dur demek için, barışa inanan insanlar olarak işbirliği yapmalıyız. Ben buna inanıyorum. Elbette yaşananlardan duygusal olarak çok etkileniyorum; çünkü fotoğraf çekerken çoğu zaman ağlayan çocukları görüyorum, yaşlı bir kadının kederli gözlerini okuyorum. Etkileniyorum, çünkü bu fotoğrafların çoğu savaş kurbanlarının, yaralı insanların, 10 cenazelerin, yıkılmış binaların, devrilmiş ağaçların fotoğrafları. “etik” çok tartışılan bir konu. Etik konusunda düşünceleriniz nedir? “Ödüller beni ilgilendirmiyor; ben fotoğrafın barış içinde bir dünyaya katkısı ile ilgileniyorum.” diyorsunuz? Etik, verdiğim eğitim ve seminerlerde yer alan önemli konulardan biri. Herhangi bir iş, sadece gazetecilik değil başka işler de etik kuralların şemsiyesi altında olmalıdır. Ama gazetecilik, özellikle etik kurallar çerçevesinde yapılmalıdır. Etik olmayan bir iş kötü bir iştir. Etik şu anlama gelir; yaptığın işte doğruyu söyleyeceksin, tarafsız olacaksın, kimseye zarar vermeyeceksin, hikâyenin bir parçası olmayacaksın. Konuya yaklaşırken tarafsız ve objektif olacaksın; Evet, öyle. Elbette ben hikâyenin bir parçası değilim. Ben sadece fotoğraf çekiyorum. Bir gazeteci ve bir fotoğrafçı olarak sadece işimi yapıyorum. Hikâyeyi, doğruyu fotoğraflar söylüyor. Özellikle sizin çektiğiniz fotoğraf alanında Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 ama elbette asla şiddetin tarafından olmayacaksın. Kültürler farklı olabilir ama etik değişmez. Doğru neyse odur. Kültürler farklıdır, diller farklıdır ama insan hakları insan haklarıdır. Bir foto muhabiri olarak fotoğraflarınızla sadece Filistin halkının değil, yardıma ihtiyacı olan dünyadaki tüm insanların sesini dünyaya duyurmaya çalıştığınızı söylediniz. Bu durumda bir foto muhabiri tarafsız değil aslında, sesini duyurmaya çalıştığı insanların tarafında diyebilir miyiz? Benim için bahsettiğiniz durumların hepsi normal, hepsi doğal. Benim için fark etmez. Bazen askerler biz gazetecilerin üzerine doğru ateş açar. Örneğin bir keresinde Hebron’da bir caddede duruyordum. Bir İsrail askeri gördüm; silahını ateşlemek üzere kaldırdı, şehir merkezindeki marketlerden birine, Filistinlilere ateş etmeye başladı. Olay yerinden 20 metre kadar uzaktaydım. Çevredeki bütün insanlar korunaklı bir yere ulaşmak için kaçışıyorlar, buldukları yerlere sığınıyorlardı. Caddenin ortasında yalnız başıma kalakaldım. Kaçmak yerine, makinemi çıkardım ve askerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Çünkü bu benim işim. Elbette bu türde bir atmosferle nasıl başa çıkacağınızı, nasıl davranmanız gerektiğini bilmeniz gerekiyor. Günümüzde “fotoğraf da dâhil tüm görsel medya aslında Amerika’nın ve Avrupa’nın dünyaya empoze etmeye çalıştıkları ideolojilerinin araçları hâline geldi” görüşüne katılıyor musunuz? Fotoğrafçılar ve gazeteciler bu duruma karşı koyabilirler mi? Nasıl? Her medya ajansının, kitle iletişim araçlarını yöneten her kurumun kendine özel kuralları, politikası vardır. Bu politikaya, yaklaşımlara, ilgili kurumun bir haberi hazırlarken dikkate aldığı kriterlerden biri olarak bakabiliriz. Bu kriterlerden biri de paradır. Bu demektir ki siz bir foto muhabiri olarak bu kuruma, onların politikalarına uymayan bir haber veremezsiniz. Bu durum, ister uluslararası ya da yerel bir televizyon kanalı, ister bir gazete ya da isterse bir magazin dergisi olsun, değişmez. Bu her yerde her biri için bir kuraldır. Dolayısıyla gücü elinde tutan uluslararası firmalar neyi istiyorlarsa onunla ilgilenirler. Adalet yoktur. Politikaları neyi gerektiriyorsa, onlar neyi istiyorsa, sizden de onu isterler. Verdiğiniz fotoğrafları ve haberleri değiştirebilirler. Onlar neye inanıyorsa işin rengi odur. Bu hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri. Bu nedenle bu kurumlar bazen işgalcinin yanında, yardıma ya da insan haklarına ihtiyacı olan insanların ise karşısında durabilirler. Evet, bu hiç adil değil. Bugün halen Irak’ta, Filistin’de ya da birçok Afrika ülkesinde, her yerde sürüp gittiği gibi... Umarım adalet var olur bir gün. Umarım... Ama buna asla güvenemezsiniz... Kendi düşüncelerinizi, inançlarınızı ya da siyasi görüşünüzü fotoğraflarınıza ne ölçüde yansıtıyorsunuz? Örneğin Reuters için çalışırken onların istediğini çekmek durumunda kaldınız mı? Bunun bir ölçüsü olmalı mıdır sizce? Ben Reuters’in istediğini çekmedim. Ben sadece, bir hikâyenin parçası olmadan, hikâyeler ve haberler üzerine çalışıyorum. Elbette ortaya çıkardığım iş profesyonel olmalı ve etik kurallarına uygun olmalı; Reuters ya da diğerlerinin isteklerine değil... Çünkü ben bir insan olarak neye inanıyorsam onu yapıyorum. Tarafsız olmalıyım, etik kurallara uymalıyım, işim güvenilir olmalı. Herhangi bir tarafta değilim. Sadece işimi yapıyorum. Çünkü ben profesyonelim. Profesyonel bir foto 11 Kontrast Yorum Söyleşi BAŞARMAK “Başarı, mutlu olabilmektir. Bir yarışmada birinci değil de ikinci olduğu için mutsuz olan bir sporcu, sahip oldukları ile mutlu olabilen herhangi bir insandan daha başarılı değildir.” Gizem Girişmen* Fotoğraf herkesle konuşmaz. Herkesle her şeyi de konuşmaz. Birine evet derken birine hayır diyebilir, birine gülümserken başka birine yüz çevirebilir. Yorum: Şule TÜZÜL Fotoğraf: Merİh Akoğul işin, istediklerini alacak kadar paran... Bugün ne güzel bir gündü değil mi? Her günün gibi... Kaç gündür çalışıyordun şu projeyi kapmak için? Bak oldu. Birazdan eşinle kutlamaya çıkacaksınız. Dostlarınla beraber. Yaşama senin pencerenden bakanlarla. Siz çıkmadan oğlun ve kızın geliyor yanına, cıvıl cıvıl anlatıyorlar günü. Sana benzeyecekler. Gelecekleri şimdiden çizildi. Her şey istediğin gibi... Mutlu musun? Fotoğraf zamanı gelmeden de konuşmaz; fotoğrafların zamanı vardır, fotoğraflarla zamanı gelince karşılaşılır. Zamanı gelince konuşur fotoğraf... Bazen tek bir kare koca bir geçmişi bir cümleye, geleceği kocaman bir soru işaretine çevirebilir. Ve soru işaretleri iyidir. “Ben fotoğrafı uluslararası ortak bİr dİl olarak kullanıyorum. Çünkü bu dİlİ dünyanın neresİnde olursanız olun herkes anlayabİlİr, verİlen mesajı herkes okuyabİlİr. Çünkü tek bİr fotoğraf bİle bİr hİkâyeyİ bİnlerce sözcükten daha İyİ anlatabİlir.” muhabiri ne yapması gerekiyorsa onu yapıyorum. Yaptığım işten ve sonuçlarından da memnunum. Dünya tarihi bitip tükenmek bilmeyen bir savaşlar tarihi gibi ve ne kadar umut etsek de böyle süreceğini içten içe herkes kabul ediyor. Ne dersiniz, bir gün bu savaşlar sona erer mi; sona ermesi için sizce yapılması gereken nedir? Yakın gelecekte bir son görmüyorum ama umudum var. Maalesef bugüne kadar savaşlar azalmadı, arttı. Umut edelim ki hayat daha güzel olsun. Bunu sadece politika, ekonomi, etik gibi konular için söylemiyorum, geleceğin güzel olmasını ümit ediyorum. Eğitim ve seminerlerimde şu cümleyi çok sık kullanırım: “Düşmanını öldürme, barış ortağın olması için!” Öldürmenin her şeklini reddetmeliyiz; söz konusu düşmanınız bile olsa. Bu konuda önceki Filistin Lideri Yaser Arafat ile eski İsrail Başbakanı Isaac Rabin arasında olanları örnek verebilirim. Birbirlerine düşman iki lider, sonunda barış ortağı oldular. İnsan 12 olduğumuz için savaşmak yerine bir arada yaşamak için çaba harcamalıyız. Fotoğraf dünyayı değiştirebilir mi? Bu konuda fotoğrafın olumlu yönde bir etkisinin olduğunu düşünüyorum, değiştirmesi kolay değil. Ama en azından bazı durumlarda değiştirebilir. Türkiye ve Türkiye fotoğrafı hakkında bir değerlendirme yapabilir misiniz? Ben Türkiye’ye Filistin’in kardeş ülkesi olarak bakıyorum. Sadece politik anlamda ülke olarak da değil, bu ülkenin insanları geçekten çok samimi ve yakınlar. Bu ülkenin insanlarına harika insanların olduğu bir topluluk olarak bakıyorum. Dünyanın her yerinde isim yapmış insanlarınız var. Yaklaşımlarınız çok insancıl, sadece birbirinize karşı değil, yardıma ihtiyacı olan tüm insanlara karşı böyle. Filistin’de bir alışveriş merkezine gittiğinizde iki çeşit ihraç mal bulunur: Çin’den ve Türkiye’den. Türkiye’den gelen ürünlerin Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 fiyatı yüksektir ama herkes bunları tercih eder; çünkü kalitesinin de yüksek olduğunu bilir. Bu insanlar için de geçerli. Türkiye’den meslektaşlarımın uluslararası medyadaki başarıları ile ilgili pek çok örnek biliyorum. AFSAD ile gerçekleştirdiğimiz organizasyondan da çok memnun kaldım. İlginçtir ki, dünyanın pek çok yerine gittiğimde insanlar yüzüme bakıp “Siz Türk müsünüz?” diye sorarlar. Size ne çok benziyorum değil mi? Gerçekten bu ülkenin insanları ile kardeş olduğumuzu düşünüyorum. Gelecekte yine geleceğim. Söyleşiyi bitirirken Türkiye’deki fotoğrafseverlere söylemek istediğiniz bir şey var mı? Meslektaşlarıma, öğrenci olsun olmasın, gazetecilik konusunda temel birkaç sözüm var. Bu iş tehlikeli ama bir o kadar harika bir iş. Foto muhabirliği birçok konuyu içeriyor; bu işi yapmak için çok yönlü olmaya, farklı özellikleri içeren bir kişiliğe ihtiyaç var. Öncelikle çok çalışmak gerek. Hangi konuda çalışırsanız çalışın, konu ile ilgili bilgi birikiminiz olması, farklı alanlara ilginiz olması gerekiyor. Gazeteci olmak için yetenek de gerekli. Cesur olmanız, aktif ve sosyal bir kişi olmanız, her zaman doğru ve gerçeğin peşinde olmanız gerekiyor. Bu işi yaparken tek yönlü düşünmemelisiniz, bağımsız olmalısınız. Ben tüm siyasi partilere, siyasi düşüncelere saygı duyuyorum; ama aynı zamanda bir gazeteciyim ve hiçbir görüş ve düşüncenin tarafında yer almadan, bağımsız olarak işimi yapıyorum. Bazıları oyun oynamayı iyi bilir. Bazıları yaşamayı... Yaşam... Bir zeka küpünün parçaları gibi işte... Kimi zaman bir türlü bir araya getiremezsin o renkleri, uğraşırsın didinirsin, yok! Olmaz! Her yüzü rengârenk kalır. Kimi zaman çözülüverir bir anda. Her yüzü bir renge bürünür. Hangi yüzüne baksan o renktir yaşam. Bazıları ellerine aldıkları küpün renklerini hemen bir araya getirebilir. Bazıları hiçbir zaman! Ya sen? *** Adam elbette şaşkındı. Bir küpün dağılmasına hiç izin vermemişti ki. Hiçbir zaman... Ama hep aynı pencereden bakarak nasıl geçer yaşam? Eşi hazırdı. Çocuklar bakıcıları ile salona döndüler. Adamla eşi kutlama için çıktılar. Yaşam kaldığı yerden devam eder görünür. Ama bazı fotoğraflar vardır, akılda kalır. Çıkmaz! Sessiz bir cümleyi de içinde taşır: Bir gün bir adam bir fotoğrafla karşılaştı. O zamana kadar her şey yolundaydı. Ama her şeyin yolunda olduğu bir yaşam yoktur ki... *** Ne güzel her şeyin var. Harika bir eşin ve harika çocukların, biri kız biri oğlan. İyi bir Kitaplık Neden şaşırdın? Hiç böyle bir zeka küpü görmedin değil mi? Karışık, renklerinin bir araya gelmesini bekleyen bir zeka küpü... * 2008 Pekin Paralimpik Oyunları Okçuluk Dalında Olimpiyat Şampiyonu Hazırlayan: Atakan Baykoçak “YÜZYILIN GÖZÜ: HENRI CARTIERBRESSON” kamplarında tutsaklığı tadan, bu tutsaklıktan kaçıp kurtularak Fransız yeraltı direnişine katılan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında efsanevî Magnum fotoğraf kooperatifinin kurucuları arasında yer alan, günümüzün pek çok fotoğrafçısının yetişmesinde dolaylı ve doğrudan rol oynamış, siyasî duruşuyla her zaman örnek ilginç bir hayat hikâyesini anlatıyor. Pierre Assouline “Cartier-Bresson’un enstantaneleri bizi ilk andan itibaren yakalayarak yüzeyselliğe düşmemize fırsat vermiyor. Saniyenin yüzde birinde hepimiz aynıyız, hepimiz insanlık hallerimizleyiz.” Jean-Paul Sartre Assouline’e göre Bresson’un başarısının ardındaki sır şuydu: “Hayata dair bir fikrinin olması ve ondan kopmaması. Kuşkusuz sabit fikirlilikten değil ama eğer dibini görmek istiyorsanız hep aynı yeri kazmanız gerekir. Çünkü orada bulduğunuz şey size neyi aradığınızı anlatacaktır.” Geçtiğimiz yüzyılın en önemli fotoğraf insanlarından biri Henri Cartier-Bresson... fotoğrafçının yaratıcı dünyasını bütün yönleriyle izlemek mümkün... Bu yaşam öyküsü, sadece fotoğraf severlerin değil, tüm biyografi okuyucularının keyifle okuyacağı, bir anlamda 20. yüzyılın siyaset, kültür ve sanat ortamının da hikâyesine tanıklık edilebilecek bir eser. Bu kitapta, bir yandan Henri Cartier-Bresson biyografisi okurken, bir yandan da farkında olmadan gizli bir fotoğraf okulunda buluyor insan kendini. Ancak sadece fotoğraf meraklılarının ilgileneceği bir fotoğraf okulu değil bu biyografi; zengin bir ailenin çocuğu olduğu hâlde Fildişi sahillerinde balık avlayarak yaşamaya çalışan, Nazi Kitabı okurken, ünlü bir Kusur ki en çok yakışandır insana... Kitap kapağındaki fotoğrafta görünen bu sempatik aile babasının hayata nasıl tutunduğunu, fotoğraf serüveninin hayatın gerçekliğiyle nasıl örtüştüğünü, duygularını saklamayan bu samimi insanın ideallerini kovalarken kendini nasıl biriktirdiğini ve fotoğraf dünyasına aktardığını keyifle okuyor insan ve ister istemez kendi hayatını yeniden gözden geçirme gereksinimi duyuyor. 13 Kontrast Hazırlayan: ŞİRİN AYDIN Katkıda Bulunanlar: KAMURAN FEYZİOğLU YAŞAMIN GÖRSEL İZLERİ: Sanat, yaşamı anlatarak, ölümsüzlüğe meydan okuyarak doğduysa ve devam edİyorsa, onu anılardan ayrı düşünmek mümkün mü? “Görmek”, gerçekliğin, yaşanmışlığın en temel kanıtı bizim için. Yaşamı çoğu zaman gördüklerimizle algılıyoruz. Yaşamımız “bir film şeridi gibi” gözlerimizin önünden akıp geçiyor kimi zaman. Hafızamız, gördüklerimizi çağırıyor ilk olarak. Zaman akıp giderken, yaşadıklarımızı bize ait kılan yegâne şey anılarımız ve bunları biriktirmeye çalışıyoruz, belki bir defter köşesine karaladığımız notlarda, belki sakladığımız bir konser biletinde; ama en çok da çektiğimiz fotoğraflarda... “Doğumla ölüm arasında kurulan anı köprüsü, yok olma kaygısına karşı gösterilen bir tepkidir.” diyor Seyit Ali Ak1. Anıları biriktirmeye olan tutkumuz, ölümsüzlük tutkumuzdan besleniyor olabilir mi? Sorunun cevabını bulmak için epey eskilere, Sümerlere gidelim: Kaybettiği dostunun ardından ölümsüzlüğü arayan Gılgamış, ölmez otunu kaybeder belki ama nesilden nesle aktarılan efsanesiyle bugün aradığını bulmuştur! Eski Mısırlılar ise sadece sözle yetinmezler ve “Ölümsüzlük arayışı, yaşamın göstergesi olan bedenin varlığı korunursa sağlanabilir ancak” derler. Sadece bedenin değil, kişinin dış görünümünün de korunmasıyla sonsuza dek yaşamanın mümkün olabileceğine inanmışlardır. Bu noktada iş heykeltıraşlara düşer. Aşınmaz ve çetin bir granite oydukları kral portreleriyle o zamanki inanışa göre ruhun imgede yaşamasını sağlamaları, onların “yaşamı koruyan kişi” olarak adlandırılmalarına sebep olur2. Gombrich’e göre Mısır’da mezarların duvarlarını süsleyen kabartmalar ve resimler de zevk için yapılmazdı; bunların esas görevi “yaşamı korumak”tı. Sanat, yaşamı anlatarak, ölümsüzlüğe meydan okuyarak doğduysa ve devam ediyorsa, onu anılardan ayrı düşünmek mümkün mü? Bugün sanatsal değeri olduğunu düşündüğümüz pek çok imge, aslında o zamanlar birer “anı saklama” aracıydı. 18. yüzyılın sonlarında ceplerde, pudra kutularının kapaklarında, kolyelerde taşınan minyatür portre resimler sevgilinin, aile bireylerinin, dostların birer hatırasıydı. Peki bunun ardından gelip, minyatür portreciliğin pabucunu dama atan ne dersiniz? Tabii ki fotoğraf! John Berger, “Anlatmanın Bir Başka Biçimi” adlı kitabında, fotoğrafın icadıyla, hafızaya başka araçlardan daha ilintili yeni bir ifade aracı kazanmış olduğumuzu anlatır. Berger’e göre, “Fotoğrafın ilham perisi, hafızanın kızlarından biri değil, hafızanın bizzat kendisidir. Hem fotoğraf hem de hatırlanmış olan anı, zamanın geçişine bağlıdır. Ve ona aynı derecede karşıdır. Her ikisi de anları saklar ve içinde kendi görüntülerini de...”3 Sakladığımız sevdiğimiz fotoğraflar, aynı zamanda güzel bulduklarımızdır. On dokuzuncu yüzyılın dil ustası Mallerme, dünyadaki her şeyin bir kitapta son bulmak için var olduğunu söylerken, Sontag, her şeyin bir fotoğrafta son bulmak için var olduğunu anlatmakta çok da haksız sayılmaz. Sontag’a göre, “Tüm fotoğraflar bir ‘momento mori’dir; yani ölümü anımsama. Bir fotoğraf çekmek demek, bir başka kişinin ya da şeyin ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve değişebilirliğine katılmak demektir.”4 Fotoğraflar artık aramızda olmayanı, yaşanıp biteni, geçmişte kalanı tekrar çağırmanın, o ânı yaşamanın bir yoludur; tıpkı bir zaman tüneli gibi. Bu ânın görsel kanıtını tamamlayan bir de not düşülmüştür çoğu zaman fotoğrafın arkasına: “Çay keyfimiz” ya da “Ayşe ilk doğum günü pastasının 14 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 15 Kontrast Sontag5. Bir aile kurulurken, o ailenin albümü de oluşmaya başlıyor. Düğünler, doğumlar, ilk adımlar, yeni başlangıçlar, kutlamalar gibi özel anlar, fotoğrafın kutsayıcılığında günü geldiğinde yeniden hatırlanmak üzere saklanıyorlar. Sontag’ın dediği gibi, fotoğraf makineleri bugün, aile yaşamının ayrılmaz parçalarıdır6. Tek tek fotoğrafların değil, onları bir araya getiren albümlerin de bir zamanlar kutsandığını söyleyebiliriz aslında. Adeta kişisel bir belgeselin toplandığı yerlerdi aile albümleri. Bu önemi koruduğu yıllarda, herkesin gözleri önüne serilmezdi bu özel anlar. Tüm ailenin bir araya geldiği toplantılarda ve özel konukların geldiği zamanlarda ortaya çıkar, üzerine uzun uzun sohbet edilirdi. Ölümsüzlük arayışı demiştik ya, ilk yıllarında hiç mecaza girmeden tam da bu amaca hizmet etmiş fotoğraf. Fotoğrafın ilk bulunduğu yıllarda, çocuk ölümleri oldukça yüksekti ve ayrıca yeni gelişmekte olan bir sektör olması nedeniyle daha fotoğrafını çektirmeye fırsat bulamadan kaybettikleri yakınlarının ölü fotoğraflarını çektiriyordu insanlar. Zaman geçtikçe, ölü fotoğraflarının aslında çok da nezih bir görüntü oluşturmadığı fikri yerleşti ve bundan vazgeçildi. Yine de bu tür fotoğraflara günümüzde de rastlayabiliyoruz. Nazif Topçuoğlu “Fotoğraflar Gösterir Ama...” kitabında, orta gelirli Amerikalı ailelerin ölü doğmuş ya da doğumdan önce ölmüş çocuklarını, acılarıyla yüzleşmek için fotoğraflayarak internet sitesinde göstermelerinden bahsediyor. Güzel anıları saklıyoruz daha çok demiştik ama insanoğlu işte, ne yapacağı belli olmuyor! mumlarını üflüyor”, bir tarih ve bir yer adı... Ya da hiç bu kadar lafı dolandırmayıp derdimizi anlatıyordur fotoğrafın arkasındaki not: “Unutma beni!”, “Cansız hayalim, biricik anneme hatıram olsun”... Fotografik Bellek Olarak Albümler İnsanın kendinden iz bırakma çabası bugün, kendisine ait görüntüleri biriktirmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Bize eşlik eden görüntüleri biriktiriyoruz her birimiz, yaşadığımız gerçekliğin kökleri daha sağlam olsun diye. Sontag “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabında, her ailenin fotoğraflar yoluyla aile bütünlüğüne tanıklık eden tarihsel bir kayıt tuttuğunu söylüyor. Hatta çekildikleri ve basıldıkları sürece hangi etkinliklerin fotoğraflandığı da önemli değildir ona göre. Çünkü “Fotoğrafı biriktirmek, dünyayı biriktirmektir” diyor 16 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 İyi ya da kötü, yaşanmış olan daha güvenilirdir her zaman. Geleceğin belirsizliğine ve ürkütücülüğüne karşı, geçmiş yani yaşanmış olan bizi rahatlatıyor. Ustalara Emanet Edilen Anılar Eski albümleri karıştırdığımızda, stüdyoda ya da evin stüdyoya çevrilmiş bir köşesinde çekilmiş fotoğraflarla karşılaşıyoruz çoğunlukla. Düz bir duvar fon olarak kullanılmış; dekor olarak da sadece fotoğraftakilerden birinin ya da bir kısmının oturmasına yetecek sayıda sandalye ve “Çekiyoruuum... çektim!” Bugün, fotoğraf stüdyoları dendiği zaman akla ilk olarak vesikalık fotoğraflar geliyor. Oysa yakın zamana kadar, stüdyolarda çekilmiş fotoğrafların kimliği tanıtmasının, resmi evrakların üzerinde yer almasının ötesinde bir değeri vardı. Sevilenlere, eşe dosta gönderilen portreler; yanardönerli ışıkların altında, elde tutulan dekoratif bir şemsiyeyle poz vererek ya da bir manzara resminin üzerine kolajla iliştirilerek yaratılan hatıralar... Çeşit çeşit kurguyla, bin bir emekle ve özenle çekilen bu fotoğraflar, tek bir amaca hizmet ediyordu: Anı olarak kalsın diye... İnsanın anı olarak görüntüsünü bırakma alışkanlığının kendi tarihi kadar eski olduğundan bahsetmiştik. Ancak fotoğrafın icadının, özellikle minyatür portre ressamlarının ayağını kaydırması, kaderin bir cilvesi değil, teknik yetersizlikti. İnsanı, gerçek görüntüsüne en yakın biçimde gösterebilecek kadar usta bir araç olan fotoğraf makinesi, ironik biçimde başka alanlara sıçrayamayacak kadar hantaldı başta. Pozlama sürelerinin uzunluğu ve fotoğraf ekipmanının büyüklüğü-ağırlığı gibi etkenler, fotoğrafı ister istemez stüdyolara kapatmıştı ve dışarı çıkması için biraz daha zamana ihtiyaç vardı. Bu durum, yeni bir kazanç kapısını da aralamıştı. Pudra kutularında, kitap kapaklarında, kolye içlerindeki resimlerin yerini fotoğraflar almaya başladı. Portre fotoğrafçılarının çoğalması, beraberinde fiyatların da düşmesine neden olmuştu. Bu sayede fotoğraf, sadece burjuvaların değil, toplumun her kesiminden insanın elde edebileceği seviyeye gelmişti. Stüdyolar, sıradan insanın da kişisel tarihini görsel kayıt altına almanın yolunu açtı. Çarşıda, sokakta, caddede vitrinleriyle karşılaştığımız stüdyo fotoğrafçıları, halkla aynı düzlemdeki yaşamları doğrultusunda, onları anlayan, tanıyan, ortak beklentileri olan insanlar olarak aralarında sağlam bir duygu ve düşünce köprüsü kurdular. Hatta az önce burun kıvırdığımız vesikalık fotoğrafların bile birer anılar toplamı olduğunu söylemek mümkün. 60 yıllık kendi kişisel tarihini, vesikalık fotoğrafları üzerinden anlatan Ali Akuzun, fotoğraflarının altına düştüğü notta “Yıllar beni böyle eskittiyse, ben de o yılları eskittim ya!” diye bir serzenişte bulunuyor. Vesikalıklarıyla kendi tarihini anlatma fikrinin nasıl doğduğunu ise şöyle anlatıyor Ali Akuzun: “Bundan üç yıl kadar önce albümleri karıştırıp buğulu gözlerle mazimi seyrediyordum. Aslında fotoğrafın esas maksadı da bu değil midir? Bir de baktım ki hemen her albümde 2–3 adet vesikalık fotoğrafım mevcuttu. Albümlerdeki bu vesikalık fotoğrafları toplayarak, tarih sırasına göre dizdim. Böylece, çocukluğumdan bugüne kadar 42 adet vesikalık fotoğrafım olmuştu. İlk vesikalık fotoğrafım 1948 yılında ilkokul 3. sınıftayken çekilmiş. Daha önceki yıllara ait hiçbir fotoğrafım mevcut değildir. Diğer vesikalıkları ise yaşantım boyunca ya ihtiyaçtan dolayı veya özel olarak çektirmişim ve hepsinin altına tarihlerini de yazarak birer tanesini albümlerime koymuşum. Bu vesikalıkları Ürgüp’teki fotoğrafçı Foto Gözde’ye vererek birlikte tarih sırasına dizdik ve ‘vesikalık fotoğraf tablosu’ hâline getirdik. Bu tabloda, tarih sırasına göre 39 vesikalık fotoğrafla -üç adedi tabloya sığmadı- 60 yıl içerisinde (1948-2008) yıl yıl nereden nereye geldiğim, yıllara göre nasıl yaşlandığım açıkça gösterilmektedir”. Osmanlı döneminde azınlık stüdyolarının tekelinde olan fotoğrafçılık, Cumhuriyet döneminde hızla günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası hâline gelir. Cumhuriyet’in ilanı ile gelen nüfus kağıdı, pasaport ve resmi evraklara fotoğraf konması zorunluluğu, “resim çektirmek” istemeyen bir kısım halkın da bu stüdyolarla sürekli bir bağlantı kurmasını gerektirmiştir7. Osmanlı’daki ilk Türk asıllı stüdyo fotoğrafçısı olarak bilinen Bahaettin Rahmi Bediz’in dükkânında fotoğraf makinesini gören İtalyan askerler, yurtlarına fotoğraflarını göndermek, sağlıklı olduklarını belgelemek ve ailelerine, dostlarına bulundukları yeri anlatmak, tanıtmak için ondan fotoğraflarını çekmesini isterler. Bu ricayla ilk fotoğrafını çeken Bahaettin Bey, bunu 6 Frank’a satar. Kendi deyimiyle, İtalyanlar bu fotoğrafta “kendilerini ancak tanıyabiliyorlardı” ama sonuçtan memnun kalmışlardır. Bahaettin Bey’in yanında yetişen Hamza Rüstem, stüdyonun yanı sıra orada kullanılan makineler ve diğer ekipmanlarla birlikte büyük bir fotoğraf arşivini de ondan devralır. Bugün hâlâ bu stüdyoyu işleten Hamza Rüstem’in torunu Mert Rüstem, burada çekilmiş pek çok portrenin ve hatıra fotoğraflarının o günlerden günümüze kalmış en önemli belgeler olduğunu söylüyor. “Bu fotoğraflara bakarak o yılların kıyafetleri, farklı kültürlerin giyim kuşamı, sosyal statüler hakkında pek çok çözümleme yapabiliriz” diyen Mert Rüstem, stüdyo fotoğrafçılığının ve dolayısıyla fotoğrafın hayatımızdaki yerinin değişmeye başladığını söylüyor. Bin bir emekle üretilen fotoğraf hem ucuz değildi hem de zor ulaşılırdı; dolayısıyla da değerliydi. “Gelişen teknolojiyle günümüzde fotoğraf makineleri akıllı oldu. Cep telefonları bile fotoğraf çeker oldu. Alacağınız herhangi bir SLR veya kompakt makine, fotoğraf bilginiz olmasa bile çok net ve ışığı düzgün 17 Kontrast Kamuya Açık Anı Fotoğrafları! Peki, ne değişti de fotoğrafçının, yani profesyonel fotoğrafçının özel anlarımıza tanıklık etmesinden vazgeçtik? Aslında bunun da çok yeni bir durum olduğunu söyleyemeyiz. 1889’da George Eastman, “Kodak” adını verdiği 100 pozluk rulo filmli fotoğraf makinelerini piyasaya çıkardı. Firmanın sloganı, “Siz denklanşöre basın, gerisini biz Zaman akıp gİderken, yaşadıklarımızı bİze aİt kılan yegâne şey anılarımız ve bunları bİrİktİrmeye çalışıyoruz, belkİ bİr defter köşesİne karaladığımız notlarda, belkİ sakladığımız bİr konser bİletİnde; ama en çok da çektiğİmİz fotoğraflarda... kareler verebilmektedir. Kanımca stüdyolardan insanları uzaklaştıran en önemli nokta buradadır. İhtiyaç azalmış, kalmamıştır. Ailenizi, kendinizi stüdyoda belgelemenize gerek kalmamıştır.” diyen Rüstem’e göre, günümüzde stüdyoların önemi gittikçe azalıyor. 1972’de Ankara’da Büyük Fotoğrafçılık stüdyosunu açan Ahmet Turgut da günümüzde stüdyoların daha çok vesikalık fotoğraf çekenler ya da reklam fotoğrafı çeken yerler olduğunu söylüyor. Babası Mehmet Turgut’un Sarıkamış’ta açtığı stüdyonun o zamanlar hatıra fotoğrafı çektirmek isteyenler tarafından dolup taştığından bahsediyor. Caddeye paralel olan ve gerekli aydınlatmanın gün ışığı ve perdelerle ayarlandığı bu stüdyo, özellikle orta tabakanın fotoğraf talebini karşılayan bir yermiş. “Şimdiki gibi fotoğraf makinesi yok kimsede. Düğüne gidecekler giyinip süslenmişken gelir, bir de stüdyoda fotoğraf çektirirlerdi. Bayramda da bayramlıklarını alanlar gelir, mutlaka 18 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 fotoğraf çektirirlerdi. Bayramlarda kuyruk olurdu stüdyonun önünde, sıra numarası verirdik. O dönemde bayramda şık giyinmek modaydı; fotoğraf çektirmek de öyle...” diye anlatıyor Ahmet Turgut. Artık eskisi gibi rağbet edilmiyor stüdyoda anı fotoğrafı çektirmeye. Askerler ve öğrenciler belki geliyorlar hâlâ uzaktaki yakınlarına birer hatıra göndermek için; ama o da eskisi kadar fazla değil. Bir de düğün, nişan fotoğrafları var tabii; ama o da yeni modaya uydu, stüdyonun dışına çıkmaya başladı artık. “Anı fotoğrafları eskiden önemliydi; herkesin salonunda bir fotoğraf köşesi olurdu. Fotoğraf kıymetliydi, fotoğrafçı kıymetliydi...” diyen Ahmet Turgut gibi Mert Rüstem de “Fotoğrafın sihrini koruduğu yıllarda, stüdyoların anlamı, önemi farklıydı. Özel anları belgelemek için fotoğrafçıya ihtiyaç vardı.” diyerek, eski günlere özlemini dile getiriyor. hallederiz” idi. Stüdyo fotoğrafçılığı hâlâ altın yıllarını yaşasa da fotoğraf artık kitlelerle tanışıp yaygınlaşmıştı. Fotoğraf makinesinin küçülüp hafifleşmesiyle birlikte her yerde iş adamları fotoğrafçılık mesleğine akın etmeye başlamıştı. Walter Benjamin, bu durumun fotoğrafları estetikten de uzaklaştırdığını anlatır: “Bu, fotoğraf albümlerinin dolmaya başladığı zamandı. En çok, konutun en sevimsiz yerlerinde, misafir odalarının konsolları ya da şamdan sehpaları üstünde bulunmayı seviyorlardı. İtici metal menteşeli ve köşebentli, sayfaları parmak kalınlığında altın kenarlı deri ciltler, içlerinde soytarıca giyimlere bürünmüş ya da kordonlarla paket gibi bağlanmış figürler –Alex Amca, Rieckhen Teyzeciğimiz, Trudeciğin küçüklük hâli, baba birinci sömestredeyken –ve nihayet, rezalet tamam olsun diye, biz kendimiz: Tirol köylüsü kılığında, jodler nağmeleri söyler, şapkayı dekor tuvallerine çizilmiş olgun üzüm salkımlarına doğru sallarken ya da iki dirhem bir çekirdek derli toplu denizeri olarak, pırıl pırıl bir direğe dayanmış, adet olduğu üzere bir ayaküstüne basmış, ötekin rahatta... Böyle portrelerin teçhizatını oluşturan kaideler, tırabzanlar ve oval sehpalar, henüz poz süresinin uzun olması nedeniyle, resimde sallanmış çıkmamaları için modellere yaslanacak yerlerin gösterildiği zamanları hatırlatmaktadır” 8 Benjamin, dijital fotoğraf çağını görseydi, ne derdi acaba? Bugün artık cep telefonlarıyla herkes fotoğraf çekebiliyor; ortalama bir makineye sahipse en özel günlerde bile fotoğrafçıya ihtiyaç duymayabiliyor. Stüdyoda anı fotoğrafı çektirmekse artık tarih oldu denilebilir. Fotoğrafı üreten araçlar ve koşullar değiştikçe, fotoğrafın paylaşım koşulları da değişmeye başlıyor. Mert Rüstem, “Dijital çağda, en iyi kare için değil, en çok kare için deklanşöre basılıyor.” diyerek, aslında birçoğumuzun yakındığı bir durumu dile getiriyor: “Fotoğrafın ilk yıllarında her ailenin özenle saklanan sayılı fotoğrafı varken, 60’larda albümler dolmaya başladı. 80’li yıllarda kutular doldu; artık hard diskler doluyor. Bir zamanlar belli anlar fotoğraflanıp saklanırken, artık her an fotoğraflanıyor.” Ahmet Turgut ise dijitalleşmenin fotoğrafı olumlu etkilediğini söylüyor: “Şimdi en kötü fotoğrafçı bile pırıl pırıl fotoğraf veriyor. Filmde ne çektiğinizi göremiyordunuz, şimdi kalite yükseldi. Fotoğrafa ilgi arttı, paylaşım arttı.” Paylaşımın artması, fotoğrafın paylaşıldığı ortamların değişmesi anlamına geliyor elbette. Artık fotoğraflara albümlerden değil bilgisayar ekranlarından bakılıyor. Her ne kadar birçok kişi fotoğraf baskısının hâlâ büyüsünü koruduğunu söylese de kart üzerine basılmış fotoğraflar, hard disklerdekinin çok küçük bir kısmı. Dahası bu fotoğraflar artık deri ciltli, işlemeli albümlerden değil fotoğraf paylaşım sitelerinden, blogger’lardan, Facebook gibi sosyal paylaşım sitelerinden izleniyor. Antonin Dufek’e göre, özel fotoğrafları kamusal olandan ayıran, onlara eklenmiş olan kişisel anılar, duygular ve anlamlardır. Bu eklentiler, fotoğrafı geçmişte yaşanmış bir gerçekliğe açılan bir pencereye dönüştürme gücüne sahiptir9. Örneğin aile albümlerinde bulunan fotoğraflar, o ailedeki bireyler için diğer insanlar için olduğundan farklı bir anlam taşır. Fotoğraf, sahibine geçmişte yaşanmış bir ânı, öncesi, sonrası ve fotoğrafta yer almayan birçok detayla birlikte hatırlatır. Zaman zaman da, tam aksine, hatırlanamayan detayları sahibine tam da o fotoğrafta olduğu gibi yeniden öğretir. Fotoğraf, gerçekleri o an var oldukları şekilde saklayabildiği gibi, bir daha düzeltilemeyecek biçimde değiştirebilecek güçtedir. Oysa bugün pek çok kişi fotoğrafın yanıltıcı olabileceği inancına da sahip. Bu inancı tetikleyen, fotoğrafın bu kadar kolay elde ediliyor ve değiştirilebiliyor olması şüphesiz. Ancak işin ilginç yanı, fotoğrafın belge-belgesel-haber değeri söz konusu olduğunda, gerçekliği hep tartışılagelmiş 19 Kontrast İNCE ELEK Altan BAL Fotoğrafta Biçim “Mantıklı olan sıkıcıdır.” Alfred Hitchcock Etkili, akılda kalan fotoğrafların sahip olduğu özellikleri, herhangi bir öncelik sıralaması yapmadan, üç başlık altında sıralayabiliriz: 1)Teknik, 2) İçerik, 3)Biçim. Teknikten kastettiğimiz, fotoğraf çekenin kafasındaki fotoğrafa ulaşmak için makinesi veya yazılım üzerinde yaptığı seçimlerdir. Alan derinliğini azaltmak için diyaframı açmamız gerektiğini bilmemiz veya bir fotoğrafta renklerin etkisini arttırmak için fotoğrafı -1 pozlamamız gibi. Etkili fotoğraf çekebilmeniz için kısıtlı da olsa temel fotoğraf tekniği bilmeniz şarttır ama yeterli değildir. Emin olun, kimse sizi çok doğru enstantene ve diyafram değeri kullandınız diye takdir etmez. Microsoft Word programının her özelliğini bilmenizin, yazacağınız romana çok da bir katkı sağlayamayacağı gibi... Fotoğraflarınızın etkileyiciliğini belirleyen şey daha çok, içerik ve biçim başlıklarının altını nasıl doldurduğunuzdur. İçerik, fotoğrafçılığınızın ilk zamanlarında göstermeye, tecrübeniz arttıkça da anlatmaya çalıştığınız her şeydir. İster doğrudan fotoğraf olsun, ister bir şekilde kurmaca veya müdahaleli olsun, bir duygumuzu veya fikrimizi, belki de iddiamızı, gözler önüne sererek izleyeni etkilemeye çalışırız. (Fotoğrafa yapacağımız müdahalenin, eski usul karanlık odada veya daha yeni dijital ortamlarda yapılması çok da önemli değildir. Eski usul olması, daha gerçek fotoğraflar elde etmenize neden olmaz. Fotoğraf makinesinin kendisi bir müdahale nesnesidir.) İçeriğin göstermesi ve anlatması konusuna geçen sayımızdaki yazımda değinmiştim. Biçim ise, yazılı olsun, görsel olsun, tüm iletişim araçlarının ortak noktasıdır. Mesela şiir... Doğrudan fotoğrafa en çok benzeyen estetik formun şiir olduğunu düşünürüm hep. Şairler, günlük hayatta hepimizin kullandığı kelimeleri bir şekilde yanyana getirerek okuyanı etkileyen, çoğu zaman da okuyanın duygularının anlık olarak değişmesine sebep olan dizeleri oluştururlar. Doğrudan fotoğrafçılar da sıradan sayılabilecek nesneleri, durumları öyle bir kadraj içinde olmasına karşın, anı fotoğraflarının belki de samimi ve özel bulunduklarından dolayı böyle bir tartışmaya konu olduğuna şimdiye kadar rastlamamışızdır. Oysa bugün web ortamında izlenen ve bir kişiye ait özel fotoğrafların gerçekten o kişiyi yansıttığına şüpheyle yaklaşabiliyoruz. Dahası bunu sorgulama hakkını kendimizde görebiliyoruz! Örneğin sosyal paylaşım ortamı Facebook’un kullanıcılarından bu tür cümleleri duymak mümkün: “Kişinin izin verdiği ölçüde biz fotoğraflardan onun hakkında bilgi edinebiliriz ama unutmamalı ki fotoğraflar çok da yanıltıcı olabilir aynı zamanda!”, “Fotoğrafların da diğer imgeler gibi ‘yaratıldığı’ bir çağda yaşıyoruz. Sonuçta fikir sahibi olsam bile bu naif bir yanılsamadan ibaret olurdu.”, “Genel olarak insanlar sevdikleri kişi ve aktiviteleri paylaşıyorlar. Böylece en azından kişilerin ne sevdiğini ya da bu anlamda ne sunuyorsa onu öğrenmiş oluyorum.”... Bu tür paylaşım siteleri, esas olarak, insanların zamansızlık ya da uzaklık nedeniyle görüşemedikleri kişilerle iletişim kurmalarını sağlarken fotoğraf paylaşımına da olanak tanıyor. Pek çok kişi tanıdıklarıyla, arkadaşlarıyla anılarını, gezi, tatil, özel gün fotoğraflarını bu kanallarla paylaşabiliyor. Ancak paylaşım sitelerinin sistemi, kişiye özel bilgilere ve dolayısıyla fotoğraflara herkesin ulaşmasına da olanak sağlıyor. O bizim için çok değerli olan, herkese gösterilmeyen, sadece özel misafirlerle paylaşılan anı fotoğraflarının “özel”liği de kaybolmaya başlıyor böylece... 20 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 yanyana getirirler ki ortaya çıkan fotoğraf akılda kalıcı olur. Fotoğrafta biçim konusunun, temel fotoğraf seminerlerinde kompozisyon kuralları başlığı altında, sanki fotoğraflarımızın daha etkili olması için birtakım formüller ve kurallar varmış gibi anlatıldığını biliyorum. Bunun sonucu olarak da fotoğrafseverlerin kafasında, komposizyon derslerinden sonra birtakım kurallara uyarsanız fotograflarınızın çok güzel olacağı, uymazsanız güzel olmayacağı gibi yanlış bir düşünce oluşur. Zaman zaman duyduğumuz, “Bu fotoğraf altın oran kuralına uymuş, o yüzden güzel.”, “Bu fotoğraf filanca kurala uymamış, o yüzden güzel değildir.” gibi cümleler bu sürecin sonucudur. Sevinerek söylüyorum ki fotoğraflarınızın biçimsel gücünü arttıracak, uyguladığınız takdirde fotoğraflarınızı daha değerli hâle getirecek bir takım kurallar bütünü yoktur. Bir fotoğrafın çarpıcı olmasında etkisi olan herhangi bir biçimsel tercih, başka bir fotoğrafın sıradan olmasına sebep olabilir. Çünkü bir fotoğrafta biçimi belirleyen, hangi deneyimden ortaya çıktığını bile bilmediğimiz kompozisyon kuralları değil, iletmek istediğiniz içeriktir. Her disiplinde olduğu gibi fotoğraf disiplininde de içeriği en etkileyici yoldan anlatmaya çalışmak temel kaygımız olmalıdır. Fotoğraflarımızın kendimize özgü olabilmesini kurallar değil, seçimlerimiz ve bıkıp usanmadan tekrarlardığımız denemelerimiz sağlar. İçeriğin değişmesi, biçimsel tercihlerin değişmesini de beraberinde getirir. Bir fotoğraf, altın orana uyduğu için güçlü olabilir; ama bir başka fotoğraf da sırf altın orana uygun çekildiği için çok sıradan olabilir. Bir fotoğrafta yer alan insanların ayaklarının nereden kesileceğini belirleyecek olan şey, fotoğrafınızla ne anlatmak istediğinizdir, kurallar değil. İyi ki de böyledir. Eğer hepimizin uyması gereken, içerikten bağımsız komposizyon kuralları olsaydı tüm fotoğrafçılar, bu kuralları uygulamakla yükümlü birer mahkûma dönüşürlerdi. Mahkûmların ayaklarına bağlı güllenin yerini de boynumuza asılı ağır makineler alırdı. “İyi Şiir Yazmanın Kuralları” diye bir kitap görseniz eminim ya da umarım, ciddiye almazsınız... Fotoğrafta biçim konusunda beyin fırtınası yapma konusuna gelecek sayıda devam edeceğiz. Ve bakıyoruz ki etrafımız sayısız imgeyle çevrili bugün. Fotoğrafa pastadaki en büyük payı vermek hata olmaz. Gazetelerde, dergilerde, afişlerde, broşürlerde, ambalajlarda gördüğümüz tüketime girmiş fotoğrafları bir kenara koyarsak, baktığımız fotoğrafların birçoğunun anı fotoğrafı olduğunu iddia etmek fazla mı “iddialı” olur? Her fotoğraf, fotoğrafçısının bir anısının yansımasıdır aslında. E o halde biraz daha özeni hak etmiyorlar mı dersiniz, “anı” diye çektiğimiz fotoğraflar? En azından yaşamlarımıza gösterdiğimiz kadarını! Dipnotlar: 1. Ak, Seyit Ali. Fotoğraf ve Kartpostallarıyla Giritten İstanbula Bahaettin Rahmi Bediz 2. Gombrich, sanatın öyküsü, 58 3. Berger J., “Anlatmanın Başka Bir Biçimi”, s.272 4. Sontag S., Age; s.30 5. Sontag, Fotoğraf Üzerine, 19 - 25 6. Sontag, fotoğraf Üzerine, 24. 7. cengiz oğuz gümrükçü Cumhuriyet Dönemi Fotoğrafçılığımızın Gelişimi , www.fotografya.gen. tr/issue-4/ cengiz.html 8. Walter Benjamin, Fotoğrafın Küçük Tarihi, - Fotoğraf neyi anlatır. S.14-15 9. Antonin Dufek, “Private and Public Pictures,” Camera Austria 41 (1992): 21’den aktaran Ebru Kurbak 21 Kontrast Söyleşi Röportaj: ŞİRİN AYDIN Fotoğraflar: Alİ Değer ArŞİvİ “Fotoğraf makİnesİnİ tamİr eden kİşİ, fotoğraf çekmeyİ de bİlmelİdİr!” “İster dijital ister filmli çalışsınlar, fotoğrafçılar iyi işler çıkardıkları sürece, disiplinli ve anlamsızlıktan uzak işler amatörlüğün önünde olacaktır, diye düşünüyorum.” Alİ Değer Bölümü’ne girdim. Üç yıl sonra okulu bırakıp askere gittim. Askerden sonra Muhabere Ana Tamir Depo ve Fabrikası’nda işe başladım ve orada on yıl çalıştım. 1989 yılında fabrikadan ayrılarak kendi fotoğraf makinesi tamir dükkânımı açtım; Foto Değer’i, Menekşe Pasajı’nda. Bir kaç ay öncesine kadar bu dükkânımda çalışmalarımı sürdürüyordum ama bir süreden beri Tripod Fotoğrafçılık’ta tamir ve teknik hizmeti vermekte ve mesleğime devam etmekteyim. “Fotoğraf çekmek de fotoğraf makİnelerİyle değİşİk modeller gelİştİrmek de çok zevklİ İşler; bunları bİrbİrİnden ayırmıyorum.” Yaşanılan anları saklamanın en güzel yolu fotoğraf... Sözcükler yetmediğinde, dünyayı nasıl gördüğümüzü göstermenin de... Kıyıda köşede kalmış, babadan yadigâr bir fotoğraf makinesi tetikliyor belki içimizdeki fotoğraf sevdasını. Ya da çağımızın imajlar dünyasına bir yenisini biz eklemek istiyoruz, koşturup tekno-marketlere “taze çıkmış” bir fotoğraf makinesi kapıyor ve bir vizörün arkasından izlemeye başlıyoruz... Çıktığımız yolculuk güzel de yol arkadaşımız narin, kırılgan... İlgi istiyor arada, bakım istiyor. Hele ki yeni çıkan dijital makineleri memnun etmek daha zor; ufacık bir toz bile dumana katıyor ortalığı. İşte bu noktada fotoğraf makinesi tamircisinin yolu gözüküyor bize. Ankara’da fotoğraf makinesi tamiri dendiğinde ise akla gelen ilk isim Ali Değer. Hem yeni makinelerin dilinden anlayan hem de eski eşyaların arasında bulduğunuz babadan kalanların... Kısaca kendinizden bahseder misiniz, fotoğrafla nasıl tanıştınız? Beyşehir’de doğdum. İlk ve ortaokulu Beyşehir’de, liseyi Konya’da yatılı okudum. 1974 yılında Deneme Yüksek Öğretmen Okulu’nda bir yıl okuduktan sonra, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Teoloji 22 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 Zamanda geriye doğru gidelim. Çocukluğumda, evimde merdiven altında, babamın gençliğinde bir dönem kullandığı, küçük bir karanlık oda vardı. Burada oynayarak fotoğrafla tanıştım. Bu karanlık odanın aydınlatması ve emniyet ışığı, duvarda açılan bir deliğin önündeki kırmızı bir camdan giren güneş ışığından yararlanılarak yapılıyordu. Babam, bu karanlık odayı kurduğunda, yani 1930’lu yıllarda, Beyşehir’de elektrik yokmuş. Daha sonra ilkokuldayken babam bana çift mercek bir fotoğraf makinesi almıştı. Bu makineyle çok fotoğraf çekmesem de fotoğrafla ciddi olarak tanışmış oldum. Ortaokulda iken basit bir makine ile arkadaşlarımın ve çevremin fotoğraflarını çektim. Lise yıllarında bu hobimi daha da geliştirdim. Üniversite yıllarında Amerikan Kültür Derneği Fotoğraf Kulübü’ne üye oldum, 1973 yılında. Basılı kaynaklar, karanlık oda ve bu işe meraklı arkadaşlarla fotoğrafçılık hobimi geliştirdim. Fotoğraf makinesi tamirinin yanı sıra fotoğraf makineleri üzerine deneysel çalışmalarınız olduğunu öğrendik; 360 derece görüşlü bir makine üzerine çalışıyormuşsunuz... Aynı zamanda fotoğraf da çekiyorsunuz. Hangisi daha ağır basıyor sizde ya da hangisinden daha fazla keyif alıyorsunuz? Fotoğraf çekme merakımla beraber fotoğraf makinelerinin teknikleriyle, yapılarıyla uğraşmaya başladım. Liseyi bitirdiğim yıllardan itibaren önce meraklı bir amatör fotoğraf makinesi tamircisi, daha sonra profesyonel bir fotoğraf makinesi tamircisi oldum. Fotoğraf makinelerinin tamirinden başka, fotoğraf makineleriyle değişik uygulamalar, modifiye edilmiş değişik el yapımı makineler yapmaktayım. Şu ana kadar çok sayıda makine ürettim, ayrıca proje hâlinde ama üretimlerini henüz gerçekleştirmediğim birçok iş var. Bunları da yakın zamanda üreteceğim. Fotoğraf çekmek de fotoğraf makineleriyle değişik modeller geliştirmek de çok zevkli işler; bunları birbirinden ayırmıyorum. Fotoğraf makinesi tamiri yapan kişilerin fotoğrafçılığı da bilmeleri gerekir diye düşünüyorum. Fotoğrafçılıktan anlamayan insanların tamir işleriyle uğraşmaları bence eksik bir iş olur. Dijital makinelerle filmli makineleri tamir etmek arasında bir fark var mı? Dijitale geçiş sürecinde siz bir zorluk yaşadınız mı? Dijital fotoğraf makinesi tamiri, elektronik sistemleri bildiğim için kolay. Benim için zor olmadı. Zaten şu anda yapılan dijital makinesi tamiratı sadece malzeme değiştirmeye dayanmaktadır. İnce işlere yatkın insanlar malzeme bulabilirler ve fotoğraf makinesinin tekniğini bilirlerse tamir yapabilirler. Eski makinelerde mekanik sistemler çok olduğu için tamirat gerçek ustalık isterdi. Şimdi kullanılan DSLR makinelerin objektifleri, gövde tamirinden farklı olarak gerçekten ustalık gerektirmektedir. Onun için iyi bir fotoğraf makinesi tamircisi AF zoom objektifleri de tamir edebilmelidir, diye düşünüyorum. Benim dışımda Ankara’da fotoğraf makinesi tamiriyle uğraşan arkadaşlar var ve gün geçtikçe video kamera tamircileri de bu işe el attıkları için sayımız artmaktadır. Hayırlısı! Cep telefonları, kompakt makineler, D-SLR’ler, Full Frame makineler... Dijital dünyada çok fazla seçenek çıkıyor karşımıza. Makine alırken nelere dikkat etmeliyiz? Fotoğraf makinesi alırken öncelikle kişilerin ihtiyaçlarını iyi belirlemeleri gerekir. Kendini bu alanda geliştirecekler DSLR bir makineyle başlamalı, amatör kalacaklar kompakt makinelerle yetinmeliler. Hangi model makine alınırsa alınsın dayanıklı, belli standart ve markada makineler tercih edilmelidir. Peki, ikinci el fotoğraf makineleri için sorarsak aynı soruyu... Fotoğrafa yeni başlayan pek çok kişi, ikinci el fotoğraf makineleri alıyor başlangıçta... İkinci el fotoğraf makinesi satın alırken; lenslerin temiz, çiziksiz, mantarsız, matlaşmamış olmasına, zoom objektiflerde “zoom”un zorlanmadan hareket edebilmesine, objektifin diyaframının temiz, yağsız olmasına, makinede ayar ve bakaç lensinin temiz ve çiziksiz olmasına, makine ve objektifte çatlak ve darbe izi olmamasına, DSLR makinelerde mümkün olduğunca “shutter” sayısının az olmasına, deneme fotoğrafları çekilip büyütülerek görüntü sensöründe leke, çizik ve görüntüyü etkileyecek toz olmamasına dikkat edilmelidir. Ayrıca enstantane hızlarının ve bütün diyafram testlerinin çekim yapılarak test edilmesi gerekir. Hafıza kartı ve pil yuvası kapağının temiz ve kilitlerinin düzgün çalışması gerekir. Fotoğraf makineleriyle ilgili çoğunlukla ne tür problemler geliyor size? Düşme ve çarpma... Objektiflerin yanlış likit veya uygun olmayan sert bez ve benzer malzemelerle silinmesi, görüntü sensörlerinin fırça veya uygun olmayan likitlerle temizlenmeye çalışılması, dışarıdan besleme geriliminde fazla gerilimle makinenin çalıştırılması, makine ve objektiflerin sıvılarla temas etmesi (su, kola, süt gibi)... Uygun olmayan kalitesiz çantalarda makineler yağmur suyuyla ıslanabilmektedir. Bu gibi şartlarda da makineler ve objektiflerin arıza yapma olasılığı oldukça yüksektir. Kullanıcılar makinelerini kendileri temizleyebilir mi? Ne kadar aralıklarla temizlemek gerekir özellikle DSLR’leri? DSLR makinelerin sensörlerinde zaman içinde toz birikir. Bu tozlar görüntüde rahatsız edecek kadar olunca makinelerin temizliğe gelmesi gerekir. 23 Kontrast müdahaleleri abartanların fotoğrafları o dönemde de sevilmiyordu. Şimdi müdahale edilmesi daha kolay olan dijital fotoğraflarla çok oynanması, müdahale edilmesi de o fotoğrafların sevilmeyeceği anlamına geliyor. Film olsun, dijital olsun bir fotoğrafın içeriğini değiştirecek müdahaleler eskiden de kabul görmüyordu, şimdi de kabul görmüyor. İster dijital ister filmli çalışsınlar, fotoğrafçılar iyi işler çıkardıkları sürece, disiplinli ve anlamsızlıktan uzak işler amatörlüğün önünde olacaktır, diye düşünüyorum. Makinelerimizin dış temizlikleri için yumuşak bir fırça uygundur. Objektiflerdeki lekelerin temizliğini kullanıcıların lens temizleyicilerle yapması gerekiyor. CCD’leri, makine sahipleri temiz hava pompalarıyla 2-3 cm uzaklıktan hava üfletmek suretiyle temizleyebilirler. Bunu yapmadan önce bataryalarının yüzde yüz dolu olması gerekir. Menüden aynayı kaldırıp perdeyi açık bırakan sensör temizleme moduna girilerek bu hava temizleme işlemi yapılmalıdır. Bu işlemden sonra yapılan test çekiminde hâlâ toz varsa, CCD temizliği mutlaka bu işi iyi bilen biri tarafından yapılmalıdır. Fotoğrafa dair projeleriniz var mı önümüzdeki dönemde? Gelecekte bir fotoğraf sergisi açmayı istiyorum. Yaklaşık otuz yıldır eski fotoğraf makinelerini topluyorum. Fotoğraf makinesi tamiriyle uğraştığım dönemde ve fotoğraf çekmek için gezdiğim birçok yerde karşılaştığım insanlarla ilgili anılarımı bir kitapta toplamak, bir anı kitabı yazmak istiyorum. Fotoğraf makineleriyle uğraşırken fotoğrafa meraklı olan insanları da gözlemleme fırsatınız olmuştur. Dijital fotoğraf makineleriyle birlikte fotoğraf çeken kesimin profilinde bir değişiklik oldu mu sizce? Ultrasonic temizleyiciler, sensörleri yüzde seksen civarında temizlemektedirler. Yüzde yüz sensör temizliği yapabilecek bir sistem şu anda mevcut değildir. Toz ve benzeri partiküller sensörün elektrik yüklü olmasından dolayı sensöre elektrostatik olarak yapışmaktadır. 24 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 Dijital fotoğraf makinelerinin gelişimiyle beraber fotoğraf çeken kesimde sayı olarak epey artış oldu. Çekilen fotoğrafı anında görmek, kaydetmek, transfer etmek, fotoğrafa kolayca müdahale edebilmek fotoğrafla uğraşmayı daha cazip hâle getirdi. Bu sayede fotoğrafla uğraşan insanların sayısı da artmaktadır. Dijital fotoğrafın böyle bir faydası da olmuştur. Peki, bu süreçte “fotoğraf” kavramında bir değişiklikten söz edilebilir mi? Artık klasik anlamda fotoğrafın öldüğünü Bu anılardan birini bizimle paylaşabilir misiniz? söyleyenler var; bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bence klasik fotoğraf ölmedi; hatta değeri daha da arttı. Biraz geçmişe bakınca ne kadar ciddi işler yapıldığını görüyoruz. Şimdilerde çok kolay üretilen, gayri ciddi fotoğrafların sayısı arttıkça, ciddi yapılan işlerin değeri de artacaktır. Filmli fotoğraflarda da karanlık odada müdahaleler yapılıyordu. Bu Bir fotoğrafçı arkadaşıma makinesinin objektifi arıza yapan biri, tanıdığı bir tamirci olup olmadığını sormuş. Arkadaşım da beni önermiş. Ben objektifi tamir edip teslim etmişim. Makinenin sahibi bir süre sonra arkadaşıma giderek benim hakkımda şikâyette bulunmuş; demiş ki: “Usta objektifimi tamir edememiş. Tamire vermeden önce bu objektifle beş kişiyi yan yana çekebiliyordum, şimdi çekemiyorum!” 25 Kontrast Yol Notları Ceyda Taşdelen TARİH VE KÜLTÜRLE YOĞRULAN TOPRAKLAR: GÜNEYDOĞU ANADOLU Attığınız her adımda, tarihin ayak izlerine rastlarsınız buralarda ve aldığınız her solukta, geçmişin tadı kalır damağınızda... Esen rüzgârlar anlatır gerçekleri bu topraklarda. Burası Güneydoğu, medeniyetin beşiği, kültürlerin kaynaşma yeri. Burası kendini anlatan, insanın içine işleyen toprakların diyarı... Burası göz yaşartıcı, yürek yakıcı ve bir o kadar da büyüleyici, ezici, güçlü topraklar... Eğer niyetlendiyseniz bu toprakları tanımaya, zorlu bir yolun ilk aşamasını geçmişsiniz demektir. Bundan sonra sizi bekleyen ilk soru, “Gerçekten tanımak, anlamak mı istiyorum bu toprakları; yoksa sadece gezip görmek, görmüş olmak mı?” olmalı. Bu soruya vereceğiniz cevap, bu gezinin belki de dönüm noktası olacak. Eğer sorunun ikinci bölümü sizin için uygunsa, o zaman bir paket tur bulup gezmiş olun mutlaka bu bölgeyi; ama ilk kısmı size uygunsa, içinizdeki gezgine kulak veriyor ve onu canlandırmaya hazırlanıyorsunuz demektir. Güneydoğu, öyle tur ajanslarının düzenlendiği 7-10 günlük gezilerle gezilip bitirilecek, anlaşılıp öğrenilecek bir bölge değildir. Evet, rehber kitaplarınız, haritalarınız var; evet, 7-10 gün içinde tüm bu yerleri gezecek şekilde plan da yaptınız ve çok da düzenli, organize bir kişiliğiniz var... Evet, olabilir ama eğer içinizde gezginlik varsa; hissederek fotoğraflamak, gezdiğiniz yerlerin, gördüklerinizin ruhunu fotoğrafınıza bir nebze de olsa yansıtmak istiyorsanız eğer, sesime, sözüme kulak verin derim. Öncelikle, rehber kitaplarda, dergilerde vs. yazan, önerilen yerleri gezin; evet hepsi de mutlaka görülmesi gereken yerler ama sonra keşfe çıkın. Gittiğiniz kent Urfa’ysa eğer; Balıklıgöl’ü, kaleyi, camileri, Harran’ı gezip görebilirsiniz ve bir de Haşimiye Çarşısı’nı gezer, Gümrük Han’da mırranın tadına varırsınız; eh olmazsa olmaz, bir de sıra gecesi yaparlar elbette, ya sizin konakladığınız otelde ya da başka bir restore edilmiş konakta... Evet, böylece Urfa’yı gezmiş olursunuz ama Urfa’yı tanımış olmazsınız, daha anlamamışsınızdır o toprakları. Sizler için sahnelenen oyunu izlemiş, evinize 26 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 dönmüşsünüzdür. Hâlbuki ara sokaklara dalmadan, insanlarıyla sohbet etmeden, Arap halkının eğlenceli kişilikleriyle karşılaşmadan, Kürt ya da Arap köylerinde misafirperverliğin ne demek olduğunu anlamadan, pırıl pırıl kıyafetlerin giyilip uzun halayların çekildiği düğünlere katılmadan, eski mahallede bir evin damına çıkıp da kuş karıştırmayı izlemeden, bir mağarada sadece erkeklere özel yapılan ve yabancı alınmayan gerçek sıra gecelerine ne yapıp edip girmeden, Harran’ın turistik evlerini gezdikten sonra basıp gaza Solmatar ve Şuayip köylerine gidip tarihle iç içe yaşanan yoksulluğu görmeden, çocukların bir anda topraktan biterek çoğaldıklarına, yoksulluk içinde ne kadar mutlu olduklarına tanıklık etmeden, Göbekli Tepe’ye gidip dünya tarihini alt üst eden kazıya eşlik etmeden; yani Urfa’yı yaşamadan anlamış olamazsınız bu toprakları. Peki ya Mardin, Midyat? Farklı mı sanırsınız küçük yer diye? Gezersiniz bir-iki gün, biter mi sanırsınız; bitmez... Bir defa sapsarı evlerin ve Mezopotamya’nın dili vardır bu kentte. O sizinle konuşmadan, onun sesini duymayı öğrenmeden tanıyamazsınız Mardin’i, Midyat’ı. Görürsünüz, gezersiniz elbette; içersiniz şarabından, Süryanileri anarsınız, yersiniz kaburgasından, seversiniz yerel lezzetlerini. O yüksek tavanlı butik otellerinde kalarak, düşlersiniz geçmişi belki bir nebze ama zaman ayırmazsanız, bu kentin gerçekten ne demek istediğini anlamazsınız inanın. Mardin’i ve Midyat’ı görmekle de bitmiyor ki burası; peki ya sonrası, köyleri, o köylerde yatan tarih, kültür... Dilini bile bilmediğin insanların ekmeğini paylaşırsın bu topraklarda; seni anlamayan, neden orada olduğuna akıl sır erdiremeyen çocuklarla oyuna dalarsın harabelerin arasında. Ya manastırları, kiliseleri, Dara’sı, Savur’u, Nusaybin’i; peki ya Hasankeyf, Batman, Diyarbakır, Gaziantep... Haydi hepsi bir yana, Adıyaman’a varıp Kahta ilçesinde konakladınız; ya sabah çıktınız Nemrut’a ya da akşam... Ya gündoğumunda izlediniz Tanrı başlarını ya da günbatımında. Peki, duyabildiniz mi Antiochos’un anlattıklarını; içten içe dalga geçişini, böbürlenmesini hissedebildiniz mi içinizde? Arsemia’da gezerken yazıtlara dokunup, kralın giyinik, Tanrı’nın çıplak olduğu kabartmayı gördüğünüzde birileri fısıldadı mı kulağınıza o günleri? Gerçekten anlamak isteyenlere açar kendini bu topraklar; anlatır yaşananları rüzgârıyla, toprağıyla, yağmuru, güneşi, insanıyla... Sadece emek harcamanızı bekler, zaman ayırmanızı, gerçekten tanımayı istemenizi bekler... Çekim Önerisi: Şanlıurfa: Özellikle portre çekimleri için son derece uygun bir coğrafyadır. Halk, fotoğrafını çektirmeye yatkın. İyi diyalog kurduğunuz sürece, istediğiniz hemen herkesin size fotoğraf çekmeniz için izin vereceğini göreceksiniz. Gölgelerden kaçınmak için reflektörünüzü yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim. Ayrıca Balıklıgöl ve çevresinde yer alan tarihî merkezin dışında eski kentin ara sokakları da çocukları ve eski mimari dokusuyla fotoğraf çekimleri için farklı bir plato oluşturuyor. Harran da özgün mimari dokusunun yanı sıra içinde bulunduğumuz dönemdeki günbatımlarında sunan bu yapıların fotoğraflarını yakalamak için biraz yorulacaksınız ama değecek. Birbirinden farklı alanlarda birbirinden ihtişamlı yapıların hepsini fotoğraflamak isterseniz, bu bölgeye epey zaman ayırmanız gerekecek. Eğer gündoğum ve batımında kaçırdığınız yerleri farklı saatlerde çekmeyi tercih edecekseniz, model kullanarak baskın sarı tonunun önüne geçmeyi ve fotoğrafınızı farklı kılmayı deneyebilirsiniz. Midyat, Savur ve Dara da Mardin gibi özgün mimarisi ve tarihî kalıntılarıyla sizleri bekliyor olacak. Bu bölgelerde özellikle halktan mankenler kullanmayı denerseniz, fotoğraflarınız çok daha anlam kazanacaktır; yaşlılar bu konuda en büyük yardımcınız olacaktır. İnsan-mekân ilişkisi kurabileceğiniz bu fotoğraflarınızla belgesel arşivinizi zenginleştirebileceğiniz gibi burada pek çok insan ve mekân size, foto röportaj fırsatı da sunacaktır; gözünüz açık olsun... Gaziantep: Antep, lezzet ve tarih diyarıdır benim için. Fotoğraf dendiğinde Antep’te öncelikli rotanın ise Bakırcılar Çarşısı olması gerektiğini, orada zanaatların peşine düşülmesi gerektiğini düşünmekteyim. Ayrıca Antep, kent merkezinin tüm cazibesi ve güzelliği dışında kent dışındaki antik kentleriyle de bilinmeyi hak ediyor. Zeugma dışında çok da fazla duyulmamış olan Dülük Antik Kenti ve Yesemek Açık Hava Müzesi, Antep’te farklı fotoğraflar peşinde olan gezginleri bekliyor. Özellikle Dülük Antik Kenti’nde yer alan kaya mezarları, ek ışık kaynağı gereksinimi duymanıza neden olacaktır; hazırlıklı gitmenizi, en azından yanınızda mutlaka reflektör bulundurmanızı tavsiye ederim. ve mavi saatte son derece güzel siluet fotoğrafları verir. Urfa’ya gitmişken Birecik ve Halfeti’ye uğramadan, Fırat’ın yönü değiştirilmiş sularının altında kalan zenginliklerimizi fotoğraflamadan dönmeyin derim. Ayrıca zaman sorununuz yoksa mutlaka Halfeti’de motor kiralayarak Fırat üzerinde tura çıkın ve Rumkale ile özellikle yarısı sular altında kalan Savaşan Köyü’nü görün. Ummadığınız fotoğraflar sizleri bekliyor olacak. Mardin: Mardin, özgün mimari dokusu ile herkesin aklına kazındığı gibi fotoğraflarımıza da kazınmıştır. Özellikle bu dönemde günbatım ve doğumlarında müthiş renkler Adıyaman: Adıyaman daha çok doğa ve tarih meraklıları için bir fotoğraf cennetidir. Herkesin tahmin edeceği üzere Nemrut’a ya gündoğumu ya da batımında gitmek hem seyirlik hem de fotografik açıdan uygun olacaktır. Bunun dışında, özellikle kış günleri son derece sert rüzgârıyla fotoğraf çekimine izin vermeyen Karakuş Tümülüsü, mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. İçinde bulunduğumuz aylarda burada yer alan sütunların etrafı bin bir çeşit çiçekle bezenmiş olacağından, fotoğraf için de oldukça uygun koşullar sunacaktır. Buraya çok yakın olan Cendere Köprüsü de bir başka çekim alanıdır. Ayrıca Kommagene Krallığı’nın başkenti Arsemia Ören Yeri de son derece etkileyici heykel ve kabartmalarıyla fotoğraflarınızı zenginleştirecektir. 27 Kontrast BAKIŞ EGZERSİZİ Selahattin Sönmez’in Bir Fotoğrafı Üzerinden Tekel İşçilerini Anlamak Bir eylemci ve iki polis... Artık kanıksadığımız ve bu yüzden tehlikeli olmayan başlayan bir fotoğraf. Olayları kanıksamaktan bahsediyorum. Orantılı/ orantısız güç kullanımından ve bunun medyaya yansımasından, tarafların birbirlerinden nefret etmesine kadar gidebilecek tehlikeli bir süreçten bahsediyorum. Ortalık savaş alanına dönmüş. 4-C kapsamına alınmak istenen ve buna direnen Tekel işçileri ilk geceyi AKP önünde geçirdikten sonra Abdi İpekçi Parkı’na gelmişler. Burada coplanıp havuza sürülmüşler. Havuza kaçmalarına bakılmadan üzerlerine su sıkılmış. Ellerindeki ekmekleri sallayarak, bunun ideolojik bir eylem değil, ekmek kavgası olduğunu anlatmaya çalışmışlar. Ama dinleyen kim? Su sıkılacağını bildikleri için çöp poşetlerini geçirmişler vücutlarına. Hatta kendilerine vurulmasını engellemek için Türk bayrağı asmışlar üstlerine. Bazı grupların tercihidir bu tür destekleyici öğeler. Tam polisten cop yiyecekken, İstiklal Marşı okumaya başlarlar. Güya polis duracak, onları coplamayacaktır. Hiçbir şey fark etmez hâlbuki. Yazı: Cengİz Oğuz Gümrükçü Fotoğraf: Selahattİn Sönmez Gelişmeler ve Teknik Bilgiler Yurt Dışı Haberler Hazirlayan: Atakan Baykoçak Hazirlayan: Özlem DAğ Bu fotoğrafta da arka tarafta havuzdaki eylemcilere su sıkmaya devam eden polis panzerini ve yakaladıkları suçluyu(!) görüyoruz. Polislerin bakışlarının, yere çökertilmiş ve elleri arkadan bağlı Tekel işçisinden farklı yönlere bakmaları anlamı güçlendirmiştir. İşçi, ya içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışmak için ya da gözleri sıkılan gazdan yandığından, gözlerini kapatıp, başını dua eder gibi yukarı kaldırmıştır. İşçinin yüzünden, çektiği acıyı okumak mümkündür. * söz: Çeliğe su verir gibi sulanan Tekel işçileri, bu kararlılıkla eylemlerini 78 gün devam ettirmiş ve Türkiye işçi sınıfının en büyük eylemlerinden birine imza atmıştır. Bu süreçte Ankara sokaklarında devam eden eylem, burada kar, yağmur, soğuk demeden yatıp kalkan Tekel işçilerini olgunlaştırmış ve bilinç düzeyini yükseltmiştir. Bunda Tek Gıda İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Türkel’in kuşkusuz büyük payı vardır. Tekel işçileri bize hak peşinde koşmayı, bunun nasıl bir erdem olduğunu ve direne direne kazanmanın mümkün olduğunu göstermiştir. * Daha iyi fotoğraf için öneri: İşte yukarıdaki fotoğrafı direnişin simgelerinden biri olarak seçme nedenim tam da budur. Görene ve anlayana çok şey anlatır Selahattin Sönmez’in bu fotoğrafı. Not: (Selahattin Sönmez’in diğer fotoğrafları için www. selahattinsonmez.com adresini ziyaret edebilirsiniz.) “Büyük düşüncelere sahip insanların fotoğrafçı olabileceğini düşünmüyorum. Fotoğrafta, gözlem yapabilmek ve geometriyi yakalayabilmek büyük düşüncelere sahip olmaktan daha önemli...” – Marc Riboud • Yerden yukarı doğru çekilen fotoğraflarda objeler daha büyük görünür. Kuşbakışı çekilenlerde ise ters bir etki elde edilir. Farklı açılar deneyin ve dramatik etkiler yaratmaya çalışın. • “Altın Oran”, antik çağlardan beri bilinen, düzlemin optimum bölünme oranını 3:5 olarak öngören bir orantıdır. Bu oranın estetiğinden yararlanmayı deneyin. Ancak, bu bölümlemenin, fotoğrafın verdiği mesajın vurgusunu taşıması gerektiğini unutmayın. * Teknik: Beyaz Ayarı: Beyaz ayarı, makinenin ışık rengine tepkisini kontrol ederek, gerektiğinde tüm ışıkların nötr görünmesini sağlayacak şekilde görüntüyü ayarlar. Otomatik beyaz ayarı yapılırken makine, görüntüye bakar ve beyazı neyin nötr kılacağına karar verir. Bu çoğu zaman başarı olsa da bazen istenmeyen sonuçları da olabilir. Bu yüzden ön ayarları da kullanabilirsiniz. Magnum Koleksiyonu Görücüye Çıkıyor! Magnum Fotoğraf Ajansı ve Teksas Üniversitesi bünyesindeki Harry Ransom Center işbirliği ile Magnum fotoğrafçılarının çektiği 200.000 fotoğrafın yeniden gözden geçirileceği, katalog hâline getirileceği ve Ransom Center’da ulaşılabilir hâlde olacağı bildirildi. Koleksiyon, 1930’lu yıllarda oluşturulmaya başlandı. Dünya tarihindeki önemli olayları, kutlamaları, yoksulluğu, dinsel ve sosyal olayları içeriyor. Fotoğrafçılar arasında Henri-Cartier-Bresson, Robert Capa, Elliott Erwitt, Rene Burri gibi isimler bulunuyor. 13. Uluslararası Fotoğraf Bienali Dünyanın en büyük ve en ünlü fotoğraf bienallerinden biri olan Fotofest, 12 Mart25 Nisan tarihleri arasında Amerika’da düzenlendi. Sergilerin, çalıştayların, imza günlerinin düzenlendiği festivalde, farklı ülkelerden gelen fotoğrafçılar küratörler ile buluştu. www.fotofest.org/biennial2010/ 2010 Yılı Sony Fotoğraf Ödülleri Sahiplerini Buldu 48 ülkeden 80.000 fotoğrafın yarıştığı 2010 yılı Sony Fotoğraf Ödülleri, 22-27 Nisan’da sahiplerini buldu. Ödüllerin verildiği Cannes’de düzenlenen fotoğraf festivalinde istockphoto, organize ettiği panellerle festivale damgasını vurdu. Bunun yanı sıra fotoğraf ve fotoğraf endüstrisinin gelişimi üzerine de sempozyumlar düzenlendi. Sempozyumlarda Tom Staddart, Michelle Dunn, Roberto Koch gibi isimler bildiriler sundu. Bu yıl, ilk defa Türkiye’den bir fotoğrafçı, Hayri Kodal, 43.745 fotoğraf arasından sıyrılarak amatör dal manzara kategorisinde birincilik ödülü kazandı. Önemli bir ek bilgi; 2011 yılı yarışması için başvurular 1 Haziran 2010’da başlıyor. www.worldphotographyawards.org Rock’n Roll’un Fotoğrafçısı Öldü “Fotoğraflarım, benim çocuklarımdır.” Rock’n Roll’un fotoğrafçısı olarak bilinen ve ünlenen Jim Marshall, 74 yaşında New York’ta hayatını kaybetti. Fotoğraf kariyerine 1960’lı yıllarda başlayan Marshall; Bob Dylan, Johnny Cash, Led Zeppelin gibi ünlülerin hafızalara yer etmiş fotoğraflarına imzasını atmıştır. www.marshallphoto.com/ “Günışığı” modu; günışığı film gibidir ve gün ortası ışığı koşullarında ve renk ısısında nötr renk oluşturmak üzere tasarlanmıştır. “Bulutlu” modu; günışığı, slayt filme eklenmiş bir filtre gibi soğuk ışığı sıcaklaştırır. Bu ayar, gündoğumu ve günbatımının sıcaklığını arttırmakla kalmayıp, yağmurlu gün çekimlerine de daha davetkar bir görünüm kazandıracaktır. “Akkor” modu; standart ampul ışığı altındaki kapalı alan koşullarını düzeltmek için tasarlanmıştır. “Floresan” modu; floresanın yeşilini ortadan kaldırır. “Flaş” modu; flaşın soğuk tonunu telafi etmek, cilde sert bir ton katan maviyi ortadan kaldırmak için tasarlanmıştır. 28 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010 Polaroid Geri Dönüyor Bir zamanların efsane makinesi polaroidler, dijital teknolojinin hızına ayak uyduramamış ve zamanla gözden kaybolmuştu. Polaroid üretimi yapan tek bir fabrika kaldı; Hollanda’da Enschede. Şirketin mühendisleri, dünyada yaklaşık 1 milyona yakın polaroid makinenin olduğunu, film üretildiği takdirde bu makinelerin çekmecelerden çıkacağını iddia ediyorlar. Siyah-beyaz film, Ilford Foto tarafından İngiltere’de üretildi. Renkli filmlerin de yaz başında piyasaya çıkacağı söyleniyor. Adobe Lighroom 3 Beta 2 Geçtiğimiz günlerde 20. yaşını kutlayan Adobe, Adobe Photoshop CS5’in deneme sürümlerini piyasaya çıkardığı şu günlerde fotoğrafçılar için ürettiği Adobe Photoshop Lightroom 3 beta 2’yi yaklaşık olarak 350 bin fotoğrafçının test ettiğini bildirdi. Yeni sürümde, Canon ve Nikon makineler için farklı seçenekler olacağı, şimdilik söylentiler arasında. 29