Kontrast

Transkript

Kontrast
Afsad’ın ücretsiz yayınıdır.
Kontrast
Fotoğraf Dergisi Sayı 17 / Mayıs - Haziran 2010
2 Foto-Haber • 5 İMece İlker Maga • 6 Soyut Fotoğraf Gökhan Bulut • 7 f/64Özcan Yurdalan • 8 Söyleşi Nayef
Hashlamoun • 13 Yorum Şule Tüzül / Kitaplık Atakan Baykoçak • 14 Dosya Konusu Anı Fotoğrafları • 21 İnce Elek
Altan Bal • 22 Söyleşi Ali Değer • 26 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 28 Bakış Egzersizi Sadık Tümay • 29 Gelişmeler ve
Teknik Bilgiler Atakan Baykoçak / Yurt Dışı Haberler Özlem Dağ
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
Afsad’ın ücretsiz yayınıdır.
Kontrast
Fotoğraf Dergisi Sayı 17 / Mayıs - Haziran 2010
2 Foto-Haber • 5 İMece İlker Maga • 6 Soyut Fotoğraf Gökhan Bulut • 7 f/64Özcan Yurdalan • 8 Söyleşi Nayef
Hashlamoun • 13 Yorum Şule Tüzül / Kitaplık Atakan Baykoçak • 14 Dosya Konusu Anı Fotoğrafları • 21 İnce Elek
Altan Bal • 22 Söyleşi Ali Değer • 26 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 28 Bakış Egzersizi Sadık Tümay • 29 Gelişmeler ve
Teknik Bilgiler Atakan Baykoçak / Yurt Dışı Haberler Özlem Dağ
ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır.
Kontrast
Başlarken...
Merhaba,
Kışın serdiği rehavet örtüsü
üzerimizden kalktığına ve yaza
doğru yol aldığımıza göre fotoğraf
üretiminin de oldukça arttığı
dönemlerde olduğumuzu söylemek
yanlış olmaz sanırım. Baharla birlikte
uyanan doğa, kış boyu evlerine
kapanan insanların dışarıda daha çok
vakit geçirmeye başlaması, güneşin
ışınlarını daha uzun ve daha güzel
açılardan yansıtıyor olması gibi
sebepler, elbette fotoğrafçılar için de
itici bir güç olarak kendini gösteriyor.
Bizler de baharın bu hareketlendirici
etkisini yanımıza katıp en az bahar
kadar enerji dolu bir sayı daha
hazırlamaya çalıştık sizler için.
Duyguların coştuğu bu mevsimde,
duygularımızın peşine takılıp
anılarımızı kovalamaya karar verdik;
fotoğraflarda yatan anılarımızı...
Bizler, anılarımızı fotoğraflarda
saklarken bu fotoğrafların
mutfağında yaşananlar nelerdi,
diye sorduk kendimize ve bu soru
işaretinin peşinden sürüklendik. Bu
soru işareti, cevabına teslim olurken
birden fazla soru işaretini doğurdu
kendiliğinden. Ta ki günümüzde
dijital fotoğrafçılıkla yaygınlaşan
anı fotoğraflarının konumunu tespit
edene kadar sürdü bu bir soru-bir
cevap hikâyesi. Evet, anladığınız
üzere bu sayıdaki dosya konumuz
“Anı Fotoğrafları”. Sevgili Şirin
Aydın’ın emeği ve çabalarıyla
önümüze gelen bu ayki dosya
konumuza Kamuran Feyzioğlu da
büyük katkıda bulundu. Keyifle
okuyacak ve konusunda uzman
isimlerin yorumlarıyla belki de
hiç hatırlamadığınız, bilmediğiniz
dönemlere dair kimi detaylarla
karşılaşacaksınız diye düşünüyorum.
Söyleşi sayfalarımızda ise birbirinden
önemli iki konuğu ağırlamanın
haklı gururunu yaşıyoruz. Filistin’de
yaşanan acıları, insanlık dramlarını
tüm dünyaya ulaştıran çok önemli
bir Savaş Fotoğrafçısı; aynı zamanda,
kazandığı ödüllerle, ortaya koyduğu
eserlerle sanatçılığını da tescilleyen
bir fotoğrafçı ve insan hakları
savunucusu olan Nayef Hashlamoun,
bu sayıdaki ilk söyleşi konuğumuz.
Diğer söyleşi konuğumuz ise
özellikle Ankaralı fotoğrafçıların
yakından tanıdığı, makinelerimizin
kurtarıcısı, makineleri tanımanın,
onları tamir edebilmenin yolunun iyi
fotoğraf çekmeyi bilmekten geçtiğini
düşünen Fotoğrafçı ve Fotoğraf
Makinesi Ustası Ali Değer.
Köşe yazarlarımız İlker Maga, Özcan
Yurdalan ve Altan Bal, fotoğraf
dünyası adına tartışılması gereken
birbirinden önemli konulara
değiniyor ve analiz ediyorlar. Bakış
Egzersizi Bölümü’nde ise bu sayıda
konuğumuz Cengiz Oğuz Gümrükçü.
Selahattin Sönmez’in fotoğrafının
okumasını yaparken geçtiğimiz
günlerde yaşanan, ülkemiz işçi
sınıfının en önemli eylemlerinden
birisine, TEKEL Direnişi’ne de
değiniyor. Fotoğraf dallarından
biri olan Soyut Fotoğraf, bu sayıda
Gökhan Bulut’un engin bilgi birikimi
ile sayfalarımızdaki yerini alıyor.
Bu ay DASK-DOGAY’ın Şanlıurfa’da
düzenlenecek olmasını da
düşünerek Yol Notları bölümümüzde,
Güneydoğu Anadolu’ya doğru yola
çıkıyor ve bu değerli, tarih hazinesi
toprakları kısa zamanda tanıyıp
tanıyamayacağımız üzerine kafa
yoruyoruz.
Son olarak, derneğimiz AFSAD’ın
kendi yerine sahip olması için
Yönetim Kurulumuz tarafından
başlatılmış olan kampanyanın
duyurusunu bir de buradan
yaparak derneğimize bu güzel
amaç için bağış yapmak isteyecek
sevgili fotoğrafseverlere ulaşmak
istiyorum. AFSAD’a taşınmaz alınması
için açılmış olan kampanyaya
bağış yapmak isteyenler; Ziraat
Bankası, Hoşdere Şubesi (1535),
HN: 53892947-5001, IBAN:
TR08000100153553892 9475001
olan dernek hesap numarasına,
açıklama kısmına “Taşınmaz alınması
kampanyası” yazarak diledikleri
miktarda bağışta bulunabilirler.
Ülkemizde fotoğraf sanatını geleceğe
taşımak için fotoğrafa hizmet
veren kurumlarımızın temellerini
sağlamlaştırmak zorundayız.
Bunlardan birisi olan AFSAD, tüm
fotoğraf dostlarının desteğini
beklemektedir.
Gelecek sayıda görüşene kadar
hepinize ışık dolu günler dilerim.
Ceyda Taşdelen
Yayın Yönetmeni
AFSAD
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği
Adına Sahibi
Gökhan BULUT
Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür)
Ceyda TAŞDELEN
Yayın Yönetmeni Yardımcısı
Şule TÜZÜL
Görsel Yönetmen
Levent ÇAĞIN
Editörler
Şirin AYDIN
Kamuran FEYZİOĞLU
Editör Yardımcıları
Elçin POLAT
Özlem DAĞ
Özlem ESER
Reklam ve Abone Sorumlusu
Ufuk DURUMAN
Yayın Kurulu
Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın
Kamuran Feyzioğlu, Ufuk Duruman
Katkıda Bulunanlar
Atakan Baykoçak
Yönetim Yeri (Dergi İletişim)
AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11
Kavaklıdere – Ankara
Tel: 0312 4172115
Faks: 0312 4172116
GSM: 0533 7388208
www.kontrastdergi.com
www.afsad.org.tr
[email protected]
İki ayda bir yayımlanır.
Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın
Tanıtım San. Tic. Ltd. Sti.
Adres: GMK Bulvarı Akyol İshanı
No: 83-23 Maltepe - Ankara
Tel: 0312 2291502
Basım Tarihi: 08.05.2010
Yayın Türü: Bölgesel Süreli
ISSN: 1304-1134
Kapak Fotoğrafı: M. Celal TAŞDELEN
Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı,
makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon,
vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak
üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf
Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine
aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi
ortamda olursa olsun, materyalin tamamının
ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır.
“Bu fotoğraflar ile sorgulamayı hedeflediğim nokta, kendi kendimize oluşturduğumuz sinematografik dünya
algımızda, kendimizi oturtabildiğimiz yerler ve sözlü açıklamaların, bunların tarifinde yetersiz kalışıyla ilgili.
Amaç, izleyicinin kompozisyon içerisinde bulacağı saf anlatımın, bir şekilde kendi iç dünyasının veya hislerinin
‘mahremiyeti’nin dışa vurumu ile bağlantılı olduğunu vurgulamak.”
TİMUR SEZGİN1984
yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim
Fakültesi’nde Görsel İletişim Tasarımı üzerine aldığı eğitimden sonra serbest animatör ve sanat yönetmeni olarak
çalışmaya başladı. Yine aynı fakültede Görsel İletişim Tasarımı üzerine yüksek lisans yapmaktadır. Fotoğraf, video
ve animasyon dallarında çalışmalarına hem profesyonel hem de sanatçı kimliğiyle devam etmektedir.
1
Kontrast
Foto-Haber
CER MODERN ANKARA’DA
AÇILDI
Ankara’nın ilk çağdaş sanat müzesi Cer
Modern, 1 Nisan 2010’da açıldı. Cer
Modern, 11500 metrekarelik bir alanda
yer alan süreli sergi galerileri, fotoğraf
galerisi, müze mağazası, konferans ve çok
amaçlı salon, sanatçı ikametleri, kafe ve
heykel park alanıyla sanatsal çeşitliliğe
Foto-Haber
ev sahipliği yapmayı hedefliyor. Cer
Modern’in giriş katındaki ana salonlarında
dönüşümlü olarak yılda dört kez olmak
üzere, kendi derlediği sergiler ve uluslar
arası galeri ve müze ağları ile yakın işbirliği
içinde derlenen çalışmaların sergileneceği
belirtiliyor.
Sergilerin yanı sıra sanatçılarla gençleri
buluşturacak atölye programlarının da
gerçekleştirileceği Cer Modern’de, yaz
aylarıyla birlikte açık alanda konserler ve
tiyatro gösterileri de gerçekleştirilecek.
Cer Modern’in ilk sergisi “+Sonsuz”, Ebru
Özdemir koleksiyonundan bir seçki ile 2
Nisan’da sanatseverlere merhaba dedi. Sergi
5 Temmuz’a kadar ziyaret edilebilir. Detaylı
bilgi için: www.cermodern.com
Murat Germen, “Yol” İsimli
Sergisiyle İstanbul Modern’de
Murat Germen’in yeni fotoğraf projesi
“Yol”, 25 Mayıs 2010’da İstanbul
Modern’de izleyicisi ile buluşuyor. Murat
Germen, proje ile ilgili olarak şöyle diyor:
“Fotoğrafı, insanların görmediği veya
bilinçli / bilinçsiz olarak umursamadığı
olağan şeyleri gündeme getirme ve
önyargılarını değiştirebilme fırsatı olarak
değerlendirmeye; normalin içindeki gizil
olağandışılığı ortaya çıkarmaya çalışıyorum.”
DASK DOGAY 2010 Şanlıurfa’da
DOGAY (Doğada Görüntü Avcılığı
Yarışması) bu yıl, 19-23 Mayıs tarihleri
arasında, Şanlıurfa’nın Birecik ve Halfeti
ilçelerini kapsayan Fırat Havzası’nda
gerçekleştirilecek. Zengin doğal ve
tarihi güzellikleri barındıran bu bölgede
2
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
“İkon olarak endüstri: Endüstriyel estetik”
ve “İnşa” gibi önceki çalışmalarında, son
ürün yerine oluşum sürecine odaklandığını
belirtmiş olan Murat Germen, “Yol” serisi
için de benzer bir yaklaşımda olduğunu
dile getiriyor: “Bizi bir yerden diğer bir
yere taşıyan ve karada / havada / denizde
geçişken doğrusallıklar veya bir amaca
varmanın yöntemleri olarak karşımıza
çıkabilen yol kavramı, çok sayıda farklı
çağrışıma yol açıyor. Kimi zaman panoramik
konaklayacak olan yarışmacılar program
çerçevesinde belirlenen yerlerde ve
süreler içerisinde çekim yaparak en iyiyi
yakalayabilmek için ter dökecekler.
Bu yıl sayısal ve çocuk olmak üzere iki ana
bölümde yapılacak olan DOGAY’da, sayısal
oranları, bazen 10 metreye varacak
boyutları ile bir çok farklı coğrafyada
çekilen onlarca fotoğraf; üstte sözü geçen
çağrışımlardan oluşan büyük ebatlı çizgisel
metin parçacıklarına eklemlenerek, izleyiciyi
‘yolda’ hissettirmeyi ve hedefe varmadan
önce süreçten keyif almalarını sağlamayı
amaçlıyor...” Sergi, 19 Eylül 2010 tarihine
kadar izlenebilir.
alanında yedi farklı kategoride yarışma fırsatı
sunulacak. Bu yıl 14. Yaşına basan DASK
DOGAY’a yarışmacı ya da katılımcı olarak
katılmak için www.dask.org.tr adresinden
tüm bilgileri edinebilirsiniz.
3
Kontrast
İlker Maga
Zamana Direnen Erzurum
Evlerine Fotoğrafçı Desteği
Zamanı, yaşanmışlıkları, yılları, hayatları
barındıran tarihi evlere vefa borcunu
ödemek ve kent kültürünü ayakta
tutabilmek adına harekete geçen Erzurumlu
fotoğrafçılar, fotoğrafladıkları tarihi
evleri kurtarabilmek için eserlerini halkla
buluşturmaya hazırlanıyorlar. Çoğu kaderine
terk edilmiş olan Erzurum evlerine dikkati
çekmek üzere gerçekleştirilen bu projenin
adı da içeriğini yansıtacak şekilde seçilmiş:
İstanbul David Lynch’i Ağırlıyor
2005 yılında Fotoğrafçı Sevil Sert tarafından
İstanbul Cihangir’de açılan Artane Sanat
Galerisi, 9 Nisan’dan itibaren kendisini değilse
bile fotoğraf ve gravürleriyle Usta Yönetmen
David Lynch’i ağırlıyor. 29 Mayıs 2010 tarihine
kadar devam edecek olan sergi, sanatçının
sinema öncesi soyut dışavurumcu ürünlerini
gözler önüne seriyor.
Serginin basın duyurusunda, Lynch’in
eserlerindeki baskın temanın yozlaşmış
bir dünyada tutsak kalmış bir masumiyet
olduğuna dikkat çekiliyor ve şöyle devam
“Çığlık Fotoğraf Sergisi”
Tarihi Türk Evleri Haftası 3-7 Mayıs 2010
tarihleri arasında Erzurum Kültür Merkezi
Sergi Salonu’nda gezilebilecek olan serginin
açılışı ise saat 19:00’da gerçekleştirilecek.
Hüseyin Kutan, Selman Can, Alparslan Yasin
Kotan, Nurettin Hınıslıoğlu, Süleyman Kunt
ve Hasan Kutan’dan oluşan fotoğrafçı ekibin
50 fotoğrafının yer alacağı sergi, Erzurum
evlerinin sahipsizliğine dikkat çeker önlem
alınmasını amaçlıyor.
ediliyor: “Fırça darbeleri hızlıdır, tuvale
bulaşmıştır. Boya sızar, çatlar. Betimlemeleri
çoğunlukla tek bir figür üzerindendir; yalnız
bir ağaç, kaybolmuş bir köpek, köhne bir ev
gibi. Güzel şeylerden hoşlanmayan, renkleri
fazla gerçekçi bulan, insana özgü ve insandan
ayrışan tüm tuhaflıkları, çürümüşlükleri,
manevi ve maddi atıkları hayal dünyasına
malzeme eden David Lynch’i, fotoğraf ve gravür
alanındaki sıradışı çalışmalarıyla 9 Nisan
- 29 Mayıs tarihleri arasında görmek şart.
Kaçırmayın!”
İMece
Foto-Haber
KOLAYLIK AMATÖRLERİ VE
PROFESYONELLERİ
Nâzım Hikmet, amatör bir şair miydi? Sorunun garip,
dahası yanlış olduğunun farkındayım. Yazıya provokatif
bir soruyla başlamayı, düşünce kanallarını açması
amacıyla özellikle tercih ettim. Şöyle de sorulabilir:
Şiirlerine bakarak Nâzım Hikmet’in amatör bir şair
olduğunu söylemeye kim cesaret edebilir?
Bir-iki dakikalık bir çaba, tartışmanın etimolojik yanına
açıklık getirmeye yetecektir:
Amatör: Bir işi para kazanmak için değil, sırf zevki için
yapan kimse; hevesli, meraklı...
Profesyonel: Bir işi meslek edinmiş kimse.
Başvuracağımız Türkçe sözlüklerde bulabileceğimiz
tanımlamalar, tartışmamıza açıklık getiremiyor.
“Amatör”ün açılımında “sırf zevki için yapan kimse,
meraklı” tanımı çok ama çok fazla yüzeysel; bizi ikna
edici bir sonuca götürmeye yetmiyor. Ayrıca bir iş para
kazanmak amacı dışında yapılınca “amatör” damgası
yemesi, ürünün değil de paranın asıl belirleyici
olması, yaratma sürecinin doğuşu mantığına da ters.
“Profesyonel” tanımında o işi meslek edinen yani
ekmeğini o işten kazanan kimse tanımı da çok genel. Ya o
kişi ekmeğini o işten kazanmıyorsa, kazanamıyorsa? Ya o
kişi o işi meslek edinmemişse, edinememişse?
Eğer sözlüklerdeki “profesyonel” tanımı doğru kabul
edilirse Cemal Süreya profesyonel bir şair değildi. 20.
asır lirizminin en önemli isimlerinden Rainer Maria Rilke,
kelimenin profesyonel anlamında şair değildi. Nâzım’ın,
ekmeğini şiirden kazandığına dair elimizde bilgi yok.
Pablo Neruda gibi bir şiir devinin bir başka alanı meslek
edindiğini biliyoruz. Resim, edebiyat ve diğer alanlardan
örnekler vererek devam etmek mümkün. Burada adı
geçen şairlerin buluştukları hepsinden önemli bir nokta
var: Şiir. Şiir, bu isimlerin iç mesleği, ifade biçimiydi.
Yaptığı işten para kazanmak, olmazsa olmaz koşulsa
dünyada şair bulmak zordur. Kültürün en azından bir
asırdır endüstri olduğu Batı Avrupa’da günümüzde güzel
sanatlar bölümlerinden mezun olup, sadece ürettikleri
sanat eserleriyle yaşamını devam ettirebilenlerin oranı
yüzde 5-7 arasında. Geri kalan yüzde 95’e nasıl bir sıfatı
layık göreceğiz?
Profesyonel-amatör ayrımı, yaratı alanları sözkonusu
olduğunda bizi bir yere götürmez. İşlerine baktığımızda
alanlarının en parlak ürünlerini verdiklerini görüyoruz,
bu bize yetiyor. Örnek ürünler verdikleri için
biyografilerinden kuşku duymuyoruz; bu özellik belki
bizi ilgilendirmiyor, amatör ya da profesyonel olduklarına
bakmayı gerekli görmüyoruz. Ürünleri bize yetiyor,
onlardan besleniyoruz.
Asıl olan ürünün, yaratının kendisidir; yaratının amatörü,
profesyoneli olmaz. Çünkü yaratı alanlarının ehliyeti
4
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
olmaz. Bu nedenle, yaratı alanlarında eğitim veren
okullardan alınan ehliyetnameler, sağlam ürünlerin
garantisi değildir. Belirleyici olan ehliyet ve ona sahip
kişi değil, üründür. Tarihe kalan şey de üründen başkası
değildir.
Sinema, karikatür, resim ve daha pek çok alanda bu
ayrıma pek dikkat etmezken, neden fotoğrafta amatörprofesyonel ayrımı bu kadar belirgin rol oynuyor; neden
her defasında fotoğrafçının önüne “amatör” ya da
“profesyonel” sıfatı gerekli oluyor?
Bu sorunun tarihsel kökenleri ve alanın haddinden fazla
ekonomize edilmiş olması gibi pek çok neden var ve
bunlara bir başka yazıda dikkat çekebilmeyi umuyorum.
Burada önemli sandığım bir nokta üzerinde durmak
istiyorum:
Şair, oralara gitmeden Iraklının, Afganistanlının,
Filistinlinin ya da herhangi bir insanın acısına, sevincine
şiirinde yer verebilir ama fotoğrafçının orada olmak gibi
bir zorunluluğu vardır. Fotoğrafı diğer disiplinlerden ayrı
ama bir o kadar da güçlü ve zor yapan şey de budur:
Orada olmak, hayatın ortasında bulunmak, hayata ve
insana dokunabilmek; buralarda elde ettiği görüntülerle
ulaşabildiği insanlara bir geri dönüş olarak dokunmak,
en azından duygularını harekete geçirebilmek... “Orada
olmak” fotoğrafta amatör-profesyonel ayrımının sık
hatırlanmasına neden olabiliyor. “İşini amatör ruhla
profesyonelce yapmak”, bu soruna yönelik bulunan bir
ara çözüm olarak genelde kabul görür. Bunu doğru kabul
etsek de durum değişmiyor...
Fotoğraf öyle yayıldı ki orta malı bir ifade alanı oldu
ya da öyle sanılıyor. Amatör ya da profesyonel, herkes
fotoğrafçı... Oysa fotoğraf, o alanda bir şeyler söylemek
söz konusuysa eylemcisinin kendisini eserleriyle
kanıtlaması gereken bir uzmanlık alanı. Diğer uzmanlık
alanları gibi... Kolay üretilebiliyor görünmesine rağmen
bir uzmanlık alanı. Hayatla doğrudan ilgili olduğu için
belki hayat kadar karmaşık, onlarca alanın üst başlığı;
öyle olduğu için bilgiye, teoriye ve araştırmaya muhtaç.
Fotoğraf çok çabuk üretebiliyor olduğu için kolaydır.
Ama aynı zamanda bir o kadar da zordur; kalıcı bir şeyler
üretmek, milyonlarca görüntünün arasından sıyrılıp iz
bırakmak zordur. Fotoğrafın zor tarafıyla, zahmetli olduğu
için az sayıda insan ilgilenir; kolay tarafı ise yığınları
peşinden sürükler.
Ama kolay, zamana dayanamaz. Kolay, çabuk sırıtır.
Kolayın sakladığı sırrı olmadığı için hızla yok olur. Kolaylık
amatörleri kadar kolaylık profesyonelleri de vardır.
Son sözü ise her durumda kişinin kendine yakıştırdığı
“amatörlük” ya da “profesyonellik” sıfatları ve ek olarak
ehliyetler değil, ürün söyler. Böyle bakıldığında fotoğraf
zordur, emek ister, zahmetli iştir; tıpkı diğer yaratı alanları
gibi...
5
Kontrast
Teknik
Fotoğrafın tanıtım, belge, kanıt, anı, haber vb. olarak görsel
gerçekliğin en sadık sabitleyicisi olduğunu düşünsek de teknik
özelliklerinden kaynaklı olarak, kendine özgü dili ile nesnel
deklanşöre dokunuşumuza kadar geçen kısa süreçte, fotoğraf
tekniğinin belleğimizdeki yer etmiş bu özelliklerini değerlendirerek
yaptığımız müdahaleler ile görsel gerçekliği farklılaştırıp, kendi
süzgecimizden geçirdiğimiz fotoğraf diline dönüştürerek, deforme
yeni bir görüntüye dönüştürürüz.
Fotoğrafa bu açıdan baktığımızda, bilgi ve deneyime dayalı olarak,
görüntünün başkalaştığı noktaları değerlendirerek, fotoğraf yolu ile
soyut görüntü açığa çıkarma aşamasına gelebiliriz.
Örneğin, alan derinliğinin kısıtlı olduğu noktalardaki flulukta
meydana gelen dokusuz renk düzlemleri, düşük enstantanede
görüntü akışıyla ortaya çıkan dinamik ve keskin biçimler, grenpiksellerden kaynaklı küçük parçaların bir araya gelişiyle dokunun
ortadan kaldırılışı, sert ya da yumuşak ışıkla oluşan gölgeler,
aydınlıklar, siyah/beyaza dönüştürüldüğünde görünürlüğü artan
renk ve ışığa dayalı ton dağılımlar vb...
Teknik açıdan fotoğrafla soyut görüntü oluşturmak, görüldüğü üzere
kolay bir aşamadır. Ancak soyutlaşmış her görüntü, sanat başlığında
değerlendirilebilir mi?
İçerik
Nesnel gerçekliğin içselleştirildiği noktada oluşan öznel ifade,
soyut sanatın içeriğini belirler. İfade edilecek şey, fotoğrafçısının
bir durum karşısındaki tutumudur. Bu tutum; tekil ve birbirinden
bağımsız nesne, kavram, olguları belirtmekten çok bütünsel bir
yapıyı açığa çıkarır. Bütünsel yapı, tekillerle şekillendiğinde,
ifadesinde eksilmeler yaşayacağından yeni bir yapı oluşur. Oluşan
bu bütünsel yapı, görsel bir ürün olarak açığa çıkarıldığında, içerik
belirlenmiş olur.
Biçim
Yeni biçim oluşumunda, kullanılacak elemanlarla fotoğrafın kendine
özgü dilinin estetik değerlerini açığa çıkarılmalıdır. Doğrudan
fotoğraf, bu dilin oluşmasının en verimli yöntemidir. Karanlık oda
veya aydınlık oda uygulamalarının sınırları iyi belirlenip, ifadenin
temel öğesi, buna koşut oluşması gereken ışık, renk, ritim gibi görsel
ürünün temel izlenme nedenleri ile dengesini bularak içeriğin
ortaya çıkarılmasında seçici bir kompozisyon oluşturulmalıdır.
Sonuç
gerçekliği deforme ederiz. Diyaframa ve odak uzaklığına dayalı;
alan derinliği, ışığa dayalı; beyaz ayarı, enstantane açıklığı,
gölgeler, patlamalar, ASA, markaya dayalı; gren-piksel büyüklüğü,
iki boyuta inen üç boyutluluk, rengi siyah/beyaza dönüştürmek...
Üzerine düşünüldükçe çoğaltılabilecek bu özellikler, aynı zamanda
fotoğrafın teknik/estetik durumunun da belirleyicileridir.
Bir doğa manzarası karşısındaki hayranlığımızın geliştiği anla
6
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
Fotoğrafla soyut görüntü açığa çıkarmak için özel bir ekipman veya
belirgin bir teknik kullanımı gerekmemekte. Soyut fotoğraf çalışması
yapan fotoğrafçının öncelikle zihninde düşüncesi, sonrasında da bu
düşüncenin soyut görsel bir ürüne dönüşmesi için gerekli deneyime
ihtiyacı vardır. Buradaki deneyim kelimesi, fotoğrafın teknik
özellikleri ile değişik ışık koşulları, kullanılan teknoloji ve ürünlerle,
görünen biçimleri kendileştirdiği noktaların keşfedilmesini
belirtmektedir. Bu noktadan sonra geniş açı/makro objektif, gren/
piksel, renkli/siyaha-beyaz gibi tüm teknik koşullar, fotoğrafçının
üzerine düşündüğü bir durum karşısındaki kaygısını açığa
çıkarmakta aracı olur. Bu yönüyle herhangi bir ekipman, ışık koşulu,
kullanılması gereken malzeme ön koşulu yoktur soyut fotoğrafın.
Bir tanıtım fotoğrafçısı için düzenlenmesi gereken flüoresan ışık,
haber fotoğrafçısı için hatalı olabilecek düşük enstantane, belgesel
fotoğraf için çalışmasının gücünü zayıflatacak yüksek ASA’nın açığa
çıkardığı iri piksel/gren gibi öğeler, içselleşen evren kurgusunun
ifadesi olacak yeni görsel ürünün estetik değerlerini yükselten
olumlu bir eleman olarak çalışmanın ana teknik kurgusuna
dönüşebilir.
Fotoğrafçının yapması gereken, deneyimlerine dayalı olarak ifade
edeceği “şey”i fotoğrafın hangi imkânlarıyla açığa çıkardığında
estetik bir görüntüye dönüşeceğine karar vermesidir.
GERÇEK Mİ, DOĞRU MU, KİM ÇEKTİ?
f/64
Soyut Fotoğraf
Özcan Yurdalan
Yazi ve Fotoğraflar:
Gökhan BULUT
“Fotoğraf çekenler kimlerdir?”, “Kimlerin fotoğrafları
çekilir?”, “Çekilen fotoğraflara kimler bakar?”,
“Fotoğrafa bakanlar, nasıl bir algı süreciyle
gördüklerini anlamlandırırlar?”, “Görünen ile gerçek
arasındaki ilişki nasıl deşifre edilir?”, “Fotoğraflar
doğruyu nasıl söyler?”, “Sokağa bakan fotoğrafçının
sorumlulukları nerede başlar?” gibi basit sorulara
cevap vererek işe girişildiği vakit, fotoğrafçının
önünde bir deryanın açıldığını söyleyenler vardır.
Bu dalgalı, fırtınalı deryada gelgitli maceralar
yaşandığına ben de tanığım. Yeter ki fotoğraf, basit
biçimsel kaygılara indirgenerek yavan memleket
güzellemeleriyle dolu yüzeysel bir dünyanın aracı
kılınmasın.
Dış dünyanın fotoğrafı mı, iç âleminki mi?
Fotoğraf makinesi aracılığıyla basit bir kayıt yapmanın ötesine
geçerek, “gerçek” ile derinlemesine bir ilişki kurabileceğimizi
bildiğimiz gibi, “görme”nin sadece gözle ilişkili olmadığını da
biliriz.
İster sanat yapmaya çalışalım, ister bir tanıklığı yansıtmak
için fotoğraf çekelim, isterse bir itirazın peşinde saf tutmuş
olalım, mesele fotoğrafçının zihninin nasıl çalıştığıyla, duygu
ve düşünce dünyasının nasıl biçimlendiğiyle ilişkilidir.
Neyin fotoğrafını çektiği, hangi konuları ele aldığı özel bir
önem taşımaz. Sadece bu kadar değil kuşkusuz; sözcükleri
kullanarak kurduğu dilin yapısı da fotoğrafçının zihniyet
dünyasını dışa vuran en önemli göstergelerden biri sayılır.
Ne alakası var, demeyin. Fotoğraf başka, sözle kurulan
ifade ise bambaşka diye düşünmeyin. Öyle değil işte. Dil,
ister günlük ihtiyaçlar için kullanılsın, isterse entelektüel
faaliyetlerin ürünü olsun, doğrudan doğruya zihniyet
göstergesidir. Seçilen kelimeler ve onların kullanımı, aynı
zamanda bir hayat algısının dışa vurumudur. Fotoğraf ise,
bildiğimiz en güçlü ifade aracı olan sözel dilin yansımasıdır.
Aslına bakarsanız, hep sanıldığı gibi fotoğrafçı sadece
dış dünyanın görüntülerini tespit etmez. Her fotoğraf,
fotoğrafçının iç dünyasının çeşitliliğini yansıtır, zihinsel
donanımının zenginliğini, duygu âleminin derinliğini gösterir.
Her fotoğrafçı, dış dünyanın fotoğrafını çektiğini sanırken
aslında kendi iç dünyasını fotoğraflamaktadır.
Bkz: Türkiye fotoğrafı
Eğer bu yukarıda ettiğim laf doğruysa, yani fotoğraf sadece
görünenlerin optik marifetiyle sıradan bir kaydı değilse,
Türkiye fotoğrafı nasıl bir zihniyet dünyasının yansıması? Biz
bu memlekette nasıl bir fotoğraf âlemi yarattık kendimize?
Fotoğrafçılar gerçekle ilişkilerini nasıl tanımlıyorlar? Gerçek,
estetik tarafından dönüştürülmesi, güzel gösterilmesi
gereken bir şey midir? Daha kestirmeden soracak olursak,
hayata bakan, sokakla ilgilenen fotoğrafçılar bu memlekette
bu güne kadar neleri gördüler, neleri görmezden geldiler?
Türkiye’nin nasıl bir fotoğrafından söz edebiliriz bugün? Bunca
yaygın örgütlenmeye sahip fotoğraf camiası, federasyondan
derneklere ve özel fotoğraf kurumlarına kadar güçlü bir etki
alanına sahip yurdum fotoğrafçıları, nelerle uğraşmaktayız?
Hangi süzülmüş duygularımızı, hangi bilinç zenginliklerimizi,
hangi entelektüel yaratıcılıklarımızı fotoğrafa yansıtmaktayız?
Türkiye’de fotoğrafın hızla yaygınlaşmaya başladığı 70’lerin
sonlarından başlayarak bugüne kadar gelen zaman kesitinden
gelecek yüzyıllara nasıl bir görüntü repertuarı bırakıyoruz. Ne
kadar doğru ve ne kadar gerçek bir imaj bu?
Gerçek ile ilişki
İnsanın dış gerçeklik ile kurduğu ilişkinin biçimleri, “neden
varız?” sorusu kadar eski olmasa bile esaslı bir mevzudur. Eğer
ki fotoğrafçı dış dünyanın gözle görünür hallerini doğrudan
fotoğraflayarak yeniden üretiyorsa aynı zamanda bu esaslı
soruya da sahiptir.
Varlıklardan yansıyan ışıkları doğrudan kaydederek,
görünen gerçekle dolaysız bir ilişki kuran ve bu sayede
anlamlı yüzeyler yaratabilen tek alet fotoğraf makinesidir
malum. Fotoğrafçının bu aleti işletebilmesi için görüntü
hâline getireceği bir gerçekle yüz yüze gelmesi gerekir. Bu
karşılaşma, gelişigüzel bir kaydı ya da biçimsel bir arayışı
ortaya çıkarabileceği gibi, bir anlama çabasının ürünü olarak
da sonuçlanabilir. Anlama çabasının ilk adımı ise fotoğrafçının
sorduğu “gerçek mi, doğru mu?” sorularıyla atılır.
Sokağın fotoğrafıyla uğraşan, insan hayatlarının
görünümlerine ilgi duyan, köyleri, kasabaları, kent
merkezlerini, varoşları falan fotoğraflayan biri için yarattığı
görüntülerin ve kurduğu bağlamın gerçekle ilişkisi her şeyden
önde gelir. Ama ilk fasılda, ele aldığı meselenin esasına dair
sorularla yola çıkar. Edinilmiş cevaplarla değil, sorularla. Bu
sayede, fotoğrafını çektiği konunun esası ile ortaya çıkardığı
görüntü arasındaki ilişkiyi sürekli kontrol eder. Bu ilişki,
fotoğrafçının iç dünyasının, hayat görüşünün ve zihninin
gerçekle kurabildiği rabıtanın yansımasıdır. O fotoğraflara
bakanlar açısından ise “kimin ürettiği ve nasıl ürettiği” soruları
ayrıca önem taşır.
Marifet: “Güzel” fotoğraf
Tamamen kurmacalar yaratan ve bu tercihini açıkça belirten
fotoğrafçı için ise bu sorular ihtiyaridir. Onun eli tutulmaz,
istediği fotoğrafları kurarak istediği âlemleri yaratır. Çünkü
doğrudan fotoğraf ile uğraşan bir belgeselcinin ya da
habercinin sahip olması gereken “sorumluluk”, toplumsal
kaygı”, “insan ve tabiata dair etik tutum”, “hak” gibi kriterler
tarafından sınırları belirlenmiş bir alanda kalmak zorunda
değildir. Gerçekliği istediği gibi dönüştürerek bambaşka
kurgularla yeniden sunmasına kimsenin diyeceği olmaz. Beri
yandakiler için ise, sanıldığı gibi fotoğrafçılık, en kötü, en
çirkin ortamdan bile güzel bir görüntü çıkarabilmek “marifeti”
değildir.
Hâl böyleyken, günümüzde Türkiye coğrafyasından,
kültürlerinden geleceğe kalacak fotoğraflar ne gösterir, ne
söyler? Yalan bir memleket güzellemesinden, bir büyük
balondan başka nedir? Peki yurdun dört köşesine dağılmış
fotoğraf dernekleri, yaşadıkları kente dair hangi gerçekliğin
peşindeler? Hangi toplumsal sorumlulukla nasıl bir stratejiye
sahipler? Derneklerin de bir şekilde desteklediği ve herhangi
birinin en ufak bir saygınlığından bile söz edilemeyecek olan
fotoğraf yarışmaları hangi ihtiyaca cevaptır? Bu şartlarda, nasıl
bir Türkiye fotoğrafı kalır geleceğe? Kim çeker? Kimleri çeker?
O fotoğrafları kimler nasıl okur? Ya, “dürüst fotoğrafçılık”
deyince ne anlaşılır?
7
Kontrast
Söyleşi
Röportaj: Şule Tüzül
Fotoğraflar: Nayef Hashlamoun
NAYEF HASHLAMOUN: “Ben
Nayef, sadece insanım...”
Acının ve savaşın fotoğraflarına sürekli bakmanın, bu acılara ve
savaşın dehşetine karşı insanı duyarsızlaştırdığı düşüncesinin
aksine, yıllardır ne zaman bu tür fotoğraflara baksam duygu
yoğunluğumun azalması bir yana, hissettiğim dehşet duygusu
zaman zaman daha yoğunlaşır. Çoğu zaman bakmaya bile
cesaret edemediğim bu fotoğrafları çekenlerin, bu ortamlarda
işlerini nasıl yapabildiklerini, nasıl dayanabildiklerini
merak ederim hep. Nayef’le söyleşimiz için buluşana kadar,
sinirleri çelik sağlamlığında, katı bir yüz ifadesi kadar
gözlerinde eksilmeyen bir kedere sahip biri ile karşılaşacağımı
düşünüyordum. Nayef ise son derece neşeli, güleryüzlü, cana
yakın kişiliği ile karşıladı beni. Sohbetimiz boyunca, ömrünü
savaşın ve acıların yakın tanıklığı içerisinde geçiren bir kişiliğin,
nasıl barışın ve hümanizmin tutkulu bir temsilcisi olduğuna
şaşkınlıkla tanık oldum. Şiddetin her türüne karşı olduğunu
belirtirken, şöyle diyordu: “Düşmanını öldürme, barış ortağın
olması için!...” Daha güzel bir dünya düşüne katkıların için
teşekkürler Nayef...
musunuz; hedeflediklerinizi
gerçekleştirebildiniz mi?
“Evet, ben bİr aktİvİstİm ama sadece
Fİlİstİn halkının hakları İçİn değİl.
Ben İnsan hakları İçİn, İnsanlık İçİn
mücadele eden bİr aktİvİstİm. Adalet
İçİn, özgürlük İçİn...”
Fotoğraf yolculuğunuz nasıl başladı?
Hikâyenizi kısaca paylaşır mısınız?
Öncelikle bu söyleşi için size teşekkür
ederim. Türkiye’yi ziyaret etmek, bu güzel
ülkeyi görmek ve buradaki harika insanlarla
tanışmış olmaktan mutluluk duyduğumu
belirtmek isterim.
Fotoğraf konusuna gelince; fotoğraf
çocukluğumdan beri hayatımda var.
Fotoğrafa ve resme çocukken hobi
olarak başlamıştım. Liseyi bitirdikten
sonra, gazetecilik ve iletişim okumak
üzere Ürdün’de bulunan Al-Yarmouk
Üniversitesi’ne gittim. Üniversitedeyken
fotoğraf makinem benim gölgem gibiydi.
Gece ya da gündüz, yanımda makinem
olmadan hareket etmezdim. Makinemin
en iyi arkadaşım olduğunu herkes
bilirdi. Üniversitede aktif bir insandım
ve okuduğum fakültede arkadaşlarım
arasında genellikle lider durumundaydım.
Üniversiteyi bitirdikten sonra, okul yönetimi
okulda kalmamı teklif etti. Bir sömestir
Al-Yarmouk Üniversitesi’nde çalıştım. Daha
sonra Filistin’e geri döndüm. Ülkemde,
Kudüs’ün kuzeyinde bulunan Hebron
8
şehrinde “Alwatan Press Office”te çalışmaya
başladım. Bu gazetecilik ve fotoğrafçılık
kariyerimin başlangıcıdır. O tarihlerde,
bildiğiniz gibi Aralık 1987’de Filistinlilerin
İsrail işgaline başkaldırısı İntifada
başlamıştı. Böylece ben de foto muhabiri
olarak işimi yapmaya başladım. İntifada
sırasında haberleri hazırlıyor, fotoğraflar
çekiyordum. Bu süreçte uluslararası haber
ajansları benden fotoğraflarımı istemeye
başladılar. Bunun üzerine bir süre serbest
fotoğrafçı olarak fotoğraflarımı bu haber
ajanslarına gönderdim. 1990 yılında, serbest
fotoğrafçı olarak Reuters ile bir anlaşma
imzaladım ve 20 yıl boyunca resmi olarak
Reuters için çalıştım. Kasım 2009 itibari
ile Reuters ile olan anlaşmam sona erdi.
Şimdi Hebron şehrinde kar amaçlı olmayan
“Alwatan Center” isimli bir organizasyonun
başkanlığını yapıyorum. Burası sivillerin
eğitimi, sorun çözümleri ve medya,
gazetecilik, fotoğrafçılık, vs. gibi pek çok
farklı konuda kurslar, seminerler ve atölye
çalışmaları yapan sosyal bir merkez. Bu
merkez kapsamında ayrıca bir yayınevimiz
de bulunuyor.
Bugün geldiğiniz noktadan memnun
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
Hedeflerime ulaştığımı söyleyemem.
Çünkü eğer hayat devam ediyorsa, bu
her birimiz için yapmak isteğimiz ya da
gerçekleştirilmeyi bekleyen birçok şeye
sahip olduğumuz anlamına gelir. Fakat
ben bugün bulunduğum yerde olmaktan
ve istediklerimi gerçekleştirebiliyor
olmaktan dolayı mutlu bir insanım. Bugüne
kadar birçok ödül aldım, dünyanın her
yerinden insanlarla iletişim içindeyim, işimi
seviyorum. En önemlisi yaşama karşı hep bir
umudum var. Bunlardan dolayı mutluyum.
Geleceğe yönelik gerçekleştirmek
istedikleriniz?
Şimdi, geçmişe nazaran farklı bir
durumdayım. Çünkü bugün bir medya
danışmanıyım, foto muhabirliği, gazetecilik,
sorun çözümleri, insan hakları, vb. konularda
eğitmenlik yapıyorum. Evet, eskiden de
tüm bunları yapıyordum ama şimdi farklı,
şimdi tüm bunları daha geniş kapsamda
yapabiliyorum, işimde daha özgürüm.
Reuters’le çalışırken bunları yapabilmek
konusunda bu kadar rahat değildim ama
şimdi özgürüm. Bu şu demek: istediğim
gibi seyahat edebilirim, istediğim ülkeye
gidebilirim, şu an Türkiye’de yaptığım gibi
istediğim yerde eğitimler ve semineler
verebilirim. Ayrıca “Alwatan Center” için
özgürce çalışabilirim. Bu böyle sürecek.
Birçok kez ölümden dönmüşsünüz.
Yaşadığınız zorlukları düşününce ve hâlâ
devam ettiğinize göre hepsine değer diye
düşünüyor olmalısınız. Neden diye sorsam?
Çünkü öncelikle ben elhamdülillah
Müslüman’ım ve bizim inancımıza göre
“Düşmanını
öldürme, barış
ortağın olması
için!”
yaşam sınırlıdır, sonludur
ve kimin ne zaman
öleceğini sadece o yaşamı
size veren Allah bilir.
Bir odada ölmenizle bir savaşta ölmeniz
arasında fark yoktur. Yaşamınızın sonu
gelmişse nerede öldüğünüz fark etmez ki.
Bu inançla yaşıyorum; ama elbette ben bir
profesyonelim, işimi yapıyorum ve elbette
işimi yaparken, nasıl daha iyisini yapacağımı,
neye dikkat etmek gerektiğini, yani işimin
gereği olan tehlikelerle nasıl başedeceğimi
de biliyorum. Herkes şunu anlamalı ve kabul
etmeli ki benim için işin zor ya da kolay
olmasının bu anlamda hiçbir önemi yok.
Siz sadece bir gazeteci ya da fotoğrafçı
değil, aynı zamanda Filistin halkının
hakları için mücadele eden bir aktivistsiniz,
öyle değil mi?
Evet ben bir aktivistim ama sadece Filistin
halkının hakları için değil. Ben insan hakları
için, insanlık için mücadele eden bir
aktivistim. Adalet için, özgürlük için...
Düşlere inanır mısınız? En büyük düşünüz?
Herkes için, düşler kendi yaşamı ile ilgilidir.
Benim düşlerim de öyle; bugün nasıl
mutluysam bunu sürdürmek istiyorum.
Eğer insanlarla birlikte barış içinde
yaşayabiliyorsam, paylaşabiliyorsam, onların
gözlerinde mutluluğu görebiliyorsam,
benim için mutluluk budur. Çocukluğumdan
beri hiç de kolay bir yaşamım olmadı.
Yedi yaşındayken babam hastalandı ve
bu nedenle daha o yaştayken ailemin
sorumluluğunu üzerime almam gerekti;
çünkü ailenin en büyük çocuğu bendim.
Bu nedenle zor bir yaşamım oldu. Şimdi
ünlüyüm; dünyanın her yerinden önemli
insanlarla iletişim içindeyim, sadece Filistinli
liderlerle değil, farklı ülkelerden birçok özel
ve önemli insanla... Ama ben zor durumda
olan insanlarla, yoksul insanlarla, yardıma
ihtiyacı olanlarla, basit kendi hâlinde
insanlarla, savaş kurbanlarıyla olmayı
seviyorum; durduğum yer onların yanında.
Ben böyle mutluyum. İşte bu benim için
bir çeşit düş. Çünkü bu insanlarla birlikte
olduğumda, onları yaşadıkları yerlerde
ziyaret ettiğimde, onlarla birlikteyken insan
olduğumu daha çok hissediyorum.
Fotoğrafçılığın yanı sıra gazetecilik,
eğitmenlik, iletişim uzmanlığı, yazarlık
gibi farklı birçok sıfata sahipsiniz; birçok
sosyal ve siyasal dernekte, oluşumda yer
alıyorsunuz. Fotoğraf tüm bunların arasında
nerede duruyor, yeri nerede?
Ben fotoğrafı uluslararası ortak bir dil olarak
kullanıyorum. Çünkü bu dili dünyanın
neresinde olursanız olun herkes anlayabilir,
verilen mesajı herkes okuyabilir. Çünkü
tek bir fotoğraf bile bir hikâyeyi binlerce
sözcükten daha iyi anlatabilir.
Sahip olduğunuz sıfatlardan hangisi sizi
daha çok ifade ediyor?
Ben Nayef, sadece insanım...
Acının, savaşın, insanlık dramlarının
ve dehşetin fotoğrafları ödül aldığında
içimde ifadesi zor bir çelişki duyuyorum; bu
fotoğrafların bazıları olumlu yönde tarihe
imza atmış olsalar da, birçoğu aldıkları
ödüllerle kalıyor, fotoğrafın konusunu
oluşturan insanlar ve olaylara bir katkı
sağlayamıyor, diye düşünüyorum. Siz ne
dersiniz?
Benim için, fotoğrafçı ya da foto muhabiri,
hepsi öncelikle insandır. Fotoğrafçılar
bence aynı zamanda sanatçıdır; sanatçılar
ve sanatla uğraşan insanlar duyarlı
insanlardır, dolayısıyla fotoğrafçılar da
duygusal ve hassas insanlardır. Bu benim
için de geçerli. Çok duygusal ve hassas
bir insanım. Herhangi bir fotoğraf beni
etkileyebilir. Özellikle de savaşla ilgili
olanlar. Çatışmaların içinde çalışırken
her zaman risk altındayım. Bildiğiniz gibi,
maalesef işgal altında yaşayan bir halkız.
Tahmin edeceğiniz gibi işgal altında bir
yaşam zordur. İnsan haklarının ve adaletin
olmadığı bir yaşam... Bu nedenle bu ortamda
çektiğimiz fotoğrafların büyük bölümü, acı ve
üzüntü verici fotoğraflar ve doğal olarak beni
de etkiliyorlar. Ben bu fotoğrafları dünyaya
dağıtarak, daha güzel bir dünya için yaşamı
değiştirmeye, bu amaca katkı sağlamaya
çalışıyorum. Özgürlük için, insanların barış
içinde yaşamasına katkı sağlayabilmek için...
Politikadan nefret ediyorum. Hangi
seviyede ya da türde olursa olsun şiddetin
karşısındayım. Dünyadaki bütün insanları
büyük bir ailenin bireyleri olarak görüyorum.
Bunu umut ediyorum. Senin kim olduğun,
hangi dine mensup olduğun, rengin,
hangi ülkeden olduğun bu düşüncemi
değiştirmiyor. Hepimiz birbirimizle bir
önce “insan” olarak iletişimde olmalıyız.
Ancak birçok ülkenin politikacıları, yani
dünya liderleri, bir kalbe sahip değiller.
Maalesef büyük bir güce sahipler. Diğerleri,
yani yardıma ihtiyacı olan insanlar ya da
9
Kontrast
Söyleşi
Elbette ben havada yaşamıyorum. Bağlı
olduğum bir yer var. Benim bağlı olduğum
yer insanlık. Ben insanlığın, insan olmanın
tarafındayım.
Birçok insanın bakmaya bile cesaret
edemediği görüntülerin fotoğrafını çekmek
zorunda kaldığınız anlarda, çekmekle
çekmemek arasına sıkışıp kaldığınız oldu
mu? Tercihinizi belirleyen ne oldu?
insan haklarına inanan insanlar ya da barış
içinde yaşamayı isteyenler, yani bizler
onların sahip olduğu bu güce sahip değiliz.
Ama biz savaşmak yerine insanların barış
içinde yaşayacağı bir dünya için çalışmak
zorundayız. Bu amaç kapsamında, bu gidişe
dur demek için, barışa inanan insanlar olarak
işbirliği yapmalıyız. Ben buna inanıyorum.
Elbette yaşananlardan duygusal olarak çok
etkileniyorum; çünkü fotoğraf çekerken
çoğu zaman ağlayan çocukları görüyorum,
yaşlı bir kadının kederli gözlerini okuyorum.
Etkileniyorum, çünkü bu fotoğrafların
çoğu savaş kurbanlarının, yaralı insanların,
10
cenazelerin, yıkılmış binaların, devrilmiş
ağaçların fotoğrafları.
“etik” çok tartışılan bir konu. Etik
konusunda düşünceleriniz nedir?
“Ödüller beni ilgilendirmiyor; ben
fotoğrafın barış içinde bir dünyaya katkısı
ile ilgileniyorum.” diyorsunuz?
Etik, verdiğim eğitim ve seminerlerde yer
alan önemli konulardan biri. Herhangi bir
iş, sadece gazetecilik değil başka işler de
etik kuralların şemsiyesi altında olmalıdır.
Ama gazetecilik, özellikle etik kurallar
çerçevesinde yapılmalıdır. Etik olmayan
bir iş kötü bir iştir. Etik şu anlama gelir;
yaptığın işte doğruyu söyleyeceksin, tarafsız
olacaksın, kimseye zarar vermeyeceksin,
hikâyenin bir parçası olmayacaksın. Konuya
yaklaşırken tarafsız ve objektif olacaksın;
Evet, öyle. Elbette ben hikâyenin bir parçası
değilim. Ben sadece fotoğraf çekiyorum. Bir
gazeteci ve bir fotoğrafçı olarak sadece işimi
yapıyorum. Hikâyeyi, doğruyu fotoğraflar
söylüyor.
Özellikle sizin çektiğiniz fotoğraf alanında
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
ama elbette asla şiddetin tarafından
olmayacaksın. Kültürler farklı olabilir ama
etik değişmez. Doğru neyse odur. Kültürler
farklıdır, diller farklıdır ama insan hakları
insan haklarıdır.
Bir foto muhabiri olarak fotoğraflarınızla
sadece Filistin halkının değil, yardıma
ihtiyacı olan dünyadaki tüm insanların
sesini dünyaya duyurmaya çalıştığınızı
söylediniz. Bu durumda bir foto muhabiri
tarafsız değil aslında, sesini duyurmaya
çalıştığı insanların tarafında diyebilir
miyiz?
Benim için bahsettiğiniz durumların hepsi
normal, hepsi doğal. Benim için fark etmez.
Bazen askerler biz gazetecilerin üzerine
doğru ateş açar. Örneğin bir keresinde
Hebron’da bir caddede duruyordum. Bir
İsrail askeri gördüm; silahını ateşlemek
üzere kaldırdı, şehir merkezindeki
marketlerden birine, Filistinlilere ateş
etmeye başladı. Olay yerinden 20 metre
kadar uzaktaydım. Çevredeki bütün insanlar
korunaklı bir yere ulaşmak için kaçışıyorlar,
buldukları yerlere sığınıyorlardı. Caddenin
ortasında yalnız başıma kalakaldım. Kaçmak
yerine, makinemi çıkardım ve askerin
fotoğraflarını çekmeye başladım. Çünkü bu
benim işim. Elbette bu türde bir atmosferle
nasıl başa çıkacağınızı, nasıl davranmanız
gerektiğini bilmeniz gerekiyor.
Günümüzde “fotoğraf da dâhil tüm görsel
medya aslında Amerika’nın ve Avrupa’nın
dünyaya empoze etmeye çalıştıkları
ideolojilerinin araçları hâline geldi”
görüşüne katılıyor musunuz? Fotoğrafçılar
ve gazeteciler bu duruma karşı koyabilirler
mi? Nasıl?
Her medya ajansının, kitle iletişim araçlarını
yöneten her kurumun kendine özel kuralları,
politikası vardır. Bu politikaya, yaklaşımlara,
ilgili kurumun bir haberi hazırlarken dikkate
aldığı kriterlerden biri olarak bakabiliriz.
Bu kriterlerden biri de paradır. Bu demektir
ki siz bir foto muhabiri olarak bu kuruma,
onların politikalarına uymayan bir haber
veremezsiniz. Bu durum, ister uluslararası
ya da yerel bir televizyon kanalı, ister bir
gazete ya da isterse bir magazin dergisi
olsun, değişmez. Bu her yerde her biri için
bir kuraldır. Dolayısıyla gücü elinde tutan
uluslararası firmalar neyi istiyorlarsa onunla
ilgilenirler. Adalet yoktur. Politikaları neyi
gerektiriyorsa, onlar neyi istiyorsa, sizden
de onu isterler. Verdiğiniz fotoğrafları
ve haberleri değiştirebilirler. Onlar neye
inanıyorsa işin rengi odur. Bu hayatın
kaçınılmaz gerçeklerinden biri. Bu nedenle
bu kurumlar bazen işgalcinin yanında,
yardıma ya da insan haklarına ihtiyacı
olan insanların ise karşısında durabilirler.
Evet, bu hiç adil değil. Bugün halen Irak’ta,
Filistin’de ya da birçok Afrika ülkesinde,
her yerde sürüp gittiği gibi... Umarım adalet
var olur bir gün. Umarım... Ama buna asla
güvenemezsiniz...
Kendi düşüncelerinizi, inançlarınızı ya
da siyasi görüşünüzü fotoğraflarınıza ne
ölçüde yansıtıyorsunuz? Örneğin Reuters
için çalışırken onların istediğini çekmek
durumunda kaldınız mı? Bunun bir ölçüsü
olmalı mıdır sizce?
Ben Reuters’in istediğini çekmedim. Ben
sadece, bir hikâyenin parçası olmadan,
hikâyeler ve haberler üzerine çalışıyorum.
Elbette ortaya çıkardığım iş profesyonel
olmalı ve etik kurallarına uygun olmalı;
Reuters ya da diğerlerinin isteklerine
değil... Çünkü ben bir insan olarak neye
inanıyorsam onu yapıyorum. Tarafsız
olmalıyım, etik kurallara uymalıyım, işim
güvenilir olmalı. Herhangi bir tarafta
değilim. Sadece işimi yapıyorum. Çünkü
ben profesyonelim. Profesyonel bir foto
11
Kontrast
Yorum
Söyleşi
BAŞARMAK
“Başarı, mutlu olabilmektir.
Bir yarışmada birinci değil de
ikinci olduğu için mutsuz olan bir sporcu,
sahip oldukları ile mutlu olabilen
herhangi bir insandan daha başarılı
değildir.”
Gizem Girişmen*
Fotoğraf herkesle konuşmaz. Herkesle her
şeyi de konuşmaz. Birine evet
derken birine hayır diyebilir,
birine gülümserken başka birine
yüz çevirebilir.
Yorum: Şule TÜZÜL
Fotoğraf: Merİh Akoğul
işin, istediklerini alacak kadar paran... Bugün
ne güzel bir gündü değil mi? Her günün
gibi... Kaç gündür çalışıyordun şu projeyi
kapmak için? Bak oldu. Birazdan eşinle
kutlamaya çıkacaksınız. Dostlarınla beraber.
Yaşama senin pencerenden bakanlarla. Siz
çıkmadan oğlun ve kızın geliyor yanına, cıvıl
cıvıl anlatıyorlar günü. Sana benzeyecekler.
Gelecekleri şimdiden çizildi. Her şey istediğin
gibi... Mutlu musun?
Fotoğraf zamanı gelmeden de
konuşmaz; fotoğrafların zamanı
vardır, fotoğraflarla zamanı
gelince karşılaşılır. Zamanı
gelince konuşur fotoğraf... Bazen
tek bir kare koca bir geçmişi bir
cümleye, geleceği kocaman bir
soru işaretine çevirebilir. Ve soru
işaretleri iyidir.
“Ben fotoğrafı uluslararası ortak bİr
dİl olarak kullanıyorum. Çünkü bu dİlİ
dünyanın neresİnde olursanız olun
herkes anlayabİlİr, verİlen mesajı herkes
okuyabİlİr. Çünkü tek bİr fotoğraf bİle
bİr hİkâyeyİ bİnlerce sözcükten daha İyİ
anlatabİlir.”
muhabiri ne yapması gerekiyorsa onu
yapıyorum. Yaptığım işten ve sonuçlarından
da memnunum.
Dünya tarihi bitip tükenmek bilmeyen bir
savaşlar tarihi gibi ve ne kadar umut etsek
de böyle süreceğini içten içe herkes kabul
ediyor. Ne dersiniz, bir gün bu savaşlar sona
erer mi; sona ermesi için sizce yapılması
gereken nedir?
Yakın gelecekte bir son görmüyorum ama
umudum var. Maalesef bugüne kadar
savaşlar azalmadı, arttı. Umut edelim ki
hayat daha güzel olsun. Bunu sadece
politika, ekonomi, etik gibi konular için
söylemiyorum, geleceğin güzel olmasını
ümit ediyorum. Eğitim ve seminerlerimde
şu cümleyi çok sık kullanırım: “Düşmanını
öldürme, barış ortağın olması için!”
Öldürmenin her şeklini reddetmeliyiz; söz
konusu düşmanınız bile olsa. Bu konuda
önceki Filistin Lideri Yaser Arafat ile eski
İsrail Başbakanı Isaac Rabin arasında olanları
örnek verebilirim. Birbirlerine düşman iki
lider, sonunda barış ortağı oldular. İnsan
12
olduğumuz için savaşmak yerine bir arada
yaşamak için çaba harcamalıyız.
Fotoğraf dünyayı değiştirebilir mi?
Bu konuda fotoğrafın olumlu yönde
bir etkisinin olduğunu düşünüyorum,
değiştirmesi kolay değil. Ama en azından
bazı durumlarda değiştirebilir.
Türkiye ve Türkiye fotoğrafı hakkında bir
değerlendirme yapabilir misiniz?
Ben Türkiye’ye Filistin’in kardeş ülkesi
olarak bakıyorum. Sadece politik anlamda
ülke olarak da değil, bu ülkenin insanları
geçekten çok samimi ve yakınlar. Bu ülkenin
insanlarına harika insanların olduğu bir
topluluk olarak bakıyorum. Dünyanın
her yerinde isim yapmış insanlarınız
var. Yaklaşımlarınız çok insancıl, sadece
birbirinize karşı değil, yardıma ihtiyacı olan
tüm insanlara karşı böyle.
Filistin’de bir alışveriş merkezine gittiğinizde
iki çeşit ihraç mal bulunur: Çin’den ve
Türkiye’den. Türkiye’den gelen ürünlerin
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
fiyatı yüksektir ama herkes bunları
tercih eder; çünkü kalitesinin de yüksek
olduğunu bilir. Bu insanlar için de geçerli.
Türkiye’den meslektaşlarımın uluslararası
medyadaki başarıları ile ilgili pek çok örnek
biliyorum. AFSAD ile gerçekleştirdiğimiz
organizasyondan da çok memnun kaldım.
İlginçtir ki, dünyanın pek çok yerine
gittiğimde insanlar yüzüme bakıp “Siz
Türk müsünüz?” diye sorarlar. Size ne
çok benziyorum değil mi? Gerçekten bu
ülkenin insanları ile kardeş olduğumuzu
düşünüyorum. Gelecekte yine geleceğim.
Söyleşiyi bitirirken Türkiye’deki
fotoğrafseverlere söylemek istediğiniz bir
şey var mı?
Meslektaşlarıma, öğrenci olsun olmasın,
gazetecilik konusunda temel birkaç sözüm
var. Bu iş tehlikeli ama bir o kadar harika
bir iş. Foto muhabirliği birçok konuyu
içeriyor; bu işi yapmak için çok yönlü
olmaya, farklı özellikleri içeren bir kişiliğe
ihtiyaç var. Öncelikle çok çalışmak gerek.
Hangi konuda çalışırsanız çalışın, konu
ile ilgili bilgi birikiminiz olması, farklı
alanlara ilginiz olması gerekiyor. Gazeteci
olmak için yetenek de gerekli. Cesur
olmanız, aktif ve sosyal bir kişi olmanız,
her zaman doğru ve gerçeğin peşinde
olmanız gerekiyor. Bu işi yaparken tek yönlü
düşünmemelisiniz, bağımsız olmalısınız.
Ben tüm siyasi partilere, siyasi düşüncelere
saygı duyuyorum; ama aynı zamanda bir
gazeteciyim ve hiçbir görüş ve düşüncenin
tarafında yer almadan, bağımsız olarak işimi
yapıyorum.
Bazıları oyun oynamayı iyi bilir. Bazıları
yaşamayı...
Yaşam... Bir zeka küpünün parçaları gibi işte...
Kimi zaman bir türlü bir araya getiremezsin o
renkleri, uğraşırsın didinirsin, yok! Olmaz! Her
yüzü rengârenk kalır. Kimi zaman çözülüverir
bir anda. Her yüzü bir renge bürünür. Hangi
yüzüne baksan o renktir yaşam.
Bazıları ellerine aldıkları küpün renklerini
hemen bir araya getirebilir. Bazıları
hiçbir zaman! Ya sen?
***
Adam elbette şaşkındı. Bir küpün
dağılmasına hiç izin vermemişti
ki. Hiçbir zaman...
Ama hep aynı pencereden
bakarak nasıl geçer yaşam?
Eşi hazırdı. Çocuklar bakıcıları
ile salona döndüler. Adamla eşi
kutlama için çıktılar.
Yaşam kaldığı yerden devam eder
görünür. Ama bazı fotoğraflar
vardır, akılda kalır. Çıkmaz! Sessiz
bir cümleyi de içinde taşır:
Bir gün bir adam bir fotoğrafla
karşılaştı. O zamana kadar her
şey yolundaydı. Ama her şeyin
yolunda olduğu bir yaşam
yoktur ki...
***
Ne güzel her şeyin var. Harika bir eşin ve
harika çocukların, biri kız biri oğlan. İyi bir
Kitaplık
Neden şaşırdın? Hiç böyle bir zeka küpü
görmedin değil mi? Karışık, renklerinin bir
araya gelmesini bekleyen bir zeka küpü...
* 2008 Pekin Paralimpik Oyunları Okçuluk
Dalında Olimpiyat Şampiyonu
Hazırlayan: Atakan Baykoçak
“YÜZYILIN GÖZÜ:
HENRI CARTIERBRESSON”
kamplarında tutsaklığı tadan, bu tutsaklıktan
kaçıp kurtularak Fransız yeraltı direnişine
katılan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında
efsanevî Magnum fotoğraf kooperatifinin
kurucuları arasında yer alan, günümüzün
pek çok fotoğrafçısının yetişmesinde dolaylı
ve doğrudan rol oynamış, siyasî duruşuyla
her zaman örnek ilginç bir hayat hikâyesini
anlatıyor.
Pierre Assouline
“Cartier-Bresson’un enstantaneleri bizi ilk
andan itibaren yakalayarak yüzeyselliğe
düşmemize fırsat vermiyor. Saniyenin yüzde
birinde hepimiz aynıyız, hepimiz insanlık
hallerimizleyiz.”
Jean-Paul Sartre
Assouline’e göre Bresson’un başarısının
ardındaki sır şuydu: “Hayata dair bir fikrinin
olması ve ondan kopmaması. Kuşkusuz sabit
fikirlilikten değil ama eğer dibini görmek
istiyorsanız hep aynı yeri kazmanız gerekir.
Çünkü orada bulduğunuz şey size neyi
aradığınızı anlatacaktır.”
Geçtiğimiz yüzyılın en önemli fotoğraf
insanlarından biri Henri Cartier-Bresson...
fotoğrafçının yaratıcı dünyasını bütün
yönleriyle izlemek mümkün...
Bu yaşam öyküsü, sadece fotoğraf
severlerin değil, tüm biyografi
okuyucularının keyifle okuyacağı, bir
anlamda 20. yüzyılın siyaset, kültür ve
sanat ortamının da hikâyesine tanıklık
edilebilecek bir eser.
Bu kitapta, bir yandan Henri Cartier-Bresson
biyografisi okurken, bir yandan da farkında
olmadan gizli bir fotoğraf okulunda buluyor
insan kendini. Ancak sadece fotoğraf
meraklılarının ilgileneceği bir fotoğraf
okulu değil bu biyografi; zengin bir ailenin
çocuğu olduğu hâlde Fildişi sahillerinde
balık avlayarak yaşamaya çalışan, Nazi
Kitabı okurken, ünlü bir
Kusur ki en çok yakışandır insana...
Kitap kapağındaki fotoğrafta görünen
bu sempatik aile babasının hayata nasıl
tutunduğunu, fotoğraf serüveninin hayatın
gerçekliğiyle nasıl örtüştüğünü, duygularını
saklamayan bu samimi insanın ideallerini
kovalarken kendini nasıl biriktirdiğini ve
fotoğraf dünyasına aktardığını keyifle
okuyor insan ve ister istemez kendi hayatını
yeniden gözden geçirme gereksinimi
duyuyor.
13
Kontrast
Hazırlayan: ŞİRİN AYDIN
Katkıda Bulunanlar: KAMURAN FEYZİOğLU
YAŞAMIN GÖRSEL İZLERİ:
Sanat, yaşamı anlatarak,
ölümsüzlüğe meydan
okuyarak doğduysa ve
devam edİyorsa, onu
anılardan ayrı düşünmek
mümkün mü?
“Görmek”, gerçekliğin, yaşanmışlığın en temel kanıtı bizim
için. Yaşamı çoğu zaman gördüklerimizle algılıyoruz. Yaşamımız
“bir film şeridi gibi” gözlerimizin önünden akıp geçiyor kimi
zaman. Hafızamız, gördüklerimizi çağırıyor ilk olarak. Zaman
akıp giderken, yaşadıklarımızı bize ait kılan yegâne şey
anılarımız ve bunları biriktirmeye çalışıyoruz, belki bir defter
köşesine karaladığımız notlarda, belki sakladığımız bir konser
biletinde; ama en çok da çektiğimiz fotoğraflarda...
“Doğumla ölüm arasında kurulan anı köprüsü, yok olma
kaygısına karşı gösterilen bir tepkidir.” diyor Seyit Ali Ak1.
Anıları biriktirmeye olan tutkumuz, ölümsüzlük tutkumuzdan
besleniyor olabilir mi? Sorunun cevabını bulmak için epey
eskilere, Sümerlere gidelim: Kaybettiği dostunun ardından
ölümsüzlüğü arayan Gılgamış, ölmez otunu kaybeder belki
ama nesilden nesle aktarılan efsanesiyle bugün aradığını
bulmuştur!
Eski Mısırlılar ise sadece sözle yetinmezler ve “Ölümsüzlük
arayışı, yaşamın göstergesi olan bedenin varlığı korunursa
sağlanabilir ancak” derler. Sadece bedenin değil, kişinin
dış görünümünün de korunmasıyla sonsuza dek yaşamanın
mümkün olabileceğine inanmışlardır. Bu noktada iş
heykeltıraşlara düşer. Aşınmaz ve çetin bir granite oydukları
kral portreleriyle o zamanki inanışa göre ruhun imgede
yaşamasını sağlamaları, onların “yaşamı koruyan kişi” olarak
adlandırılmalarına sebep olur2. Gombrich’e göre Mısır’da
mezarların duvarlarını süsleyen kabartmalar ve resimler de
zevk için yapılmazdı; bunların esas görevi “yaşamı korumak”tı.
Sanat, yaşamı anlatarak, ölümsüzlüğe meydan okuyarak
doğduysa ve devam ediyorsa, onu anılardan ayrı düşünmek
mümkün mü? Bugün sanatsal değeri olduğunu düşündüğümüz
pek çok imge, aslında o zamanlar birer “anı saklama”
aracıydı. 18. yüzyılın sonlarında ceplerde, pudra kutularının
kapaklarında, kolyelerde taşınan minyatür portre resimler
sevgilinin, aile bireylerinin, dostların birer hatırasıydı. Peki
bunun ardından gelip, minyatür portreciliğin pabucunu dama
atan ne dersiniz? Tabii ki fotoğraf!
John Berger, “Anlatmanın Bir Başka Biçimi” adlı kitabında,
fotoğrafın icadıyla, hafızaya başka araçlardan daha ilintili
yeni bir ifade aracı kazanmış olduğumuzu anlatır. Berger’e
göre, “Fotoğrafın ilham perisi, hafızanın kızlarından biri değil,
hafızanın bizzat kendisidir. Hem fotoğraf hem de hatırlanmış
olan anı, zamanın geçişine bağlıdır. Ve ona aynı derecede
karşıdır. Her ikisi de anları saklar ve içinde kendi görüntülerini
de...”3
Sakladığımız sevdiğimiz fotoğraflar, aynı zamanda güzel
bulduklarımızdır. On dokuzuncu yüzyılın dil ustası Mallerme,
dünyadaki her şeyin bir kitapta son bulmak için var olduğunu
söylerken, Sontag, her şeyin bir fotoğrafta son bulmak için var
olduğunu anlatmakta çok da haksız sayılmaz. Sontag’a göre,
“Tüm fotoğraflar bir ‘momento mori’dir; yani ölümü anımsama.
Bir fotoğraf çekmek demek, bir başka kişinin ya da şeyin
ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve değişebilirliğine katılmak
demektir.”4 Fotoğraflar artık aramızda olmayanı, yaşanıp
biteni, geçmişte kalanı tekrar çağırmanın, o ânı yaşamanın
bir yoludur; tıpkı bir zaman tüneli gibi. Bu ânın görsel kanıtını
tamamlayan bir de not düşülmüştür çoğu zaman fotoğrafın
arkasına: “Çay keyfimiz” ya da “Ayşe ilk doğum günü pastasının
14
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
15
Kontrast
Sontag5. Bir aile kurulurken, o ailenin
albümü de oluşmaya başlıyor. Düğünler,
doğumlar, ilk adımlar, yeni başlangıçlar,
kutlamalar gibi özel anlar, fotoğrafın
kutsayıcılığında günü geldiğinde
yeniden hatırlanmak üzere saklanıyorlar.
Sontag’ın dediği gibi, fotoğraf makineleri
bugün, aile yaşamının ayrılmaz
parçalarıdır6.
Tek tek fotoğrafların değil, onları bir
araya getiren albümlerin de bir zamanlar
kutsandığını söyleyebiliriz aslında. Adeta
kişisel bir belgeselin toplandığı yerlerdi
aile albümleri. Bu önemi koruduğu
yıllarda, herkesin gözleri önüne
serilmezdi bu özel anlar. Tüm ailenin
bir araya geldiği toplantılarda ve özel
konukların geldiği zamanlarda ortaya
çıkar, üzerine uzun uzun sohbet edilirdi.
Ölümsüzlük arayışı demiştik ya, ilk
yıllarında hiç mecaza girmeden tam
da bu amaca hizmet etmiş fotoğraf.
Fotoğrafın ilk bulunduğu yıllarda, çocuk
ölümleri oldukça yüksekti ve ayrıca
yeni gelişmekte olan bir sektör olması
nedeniyle daha fotoğrafını çektirmeye
fırsat bulamadan kaybettikleri
yakınlarının ölü fotoğraflarını
çektiriyordu insanlar. Zaman geçtikçe,
ölü fotoğraflarının aslında çok da
nezih bir görüntü oluşturmadığı fikri
yerleşti ve bundan vazgeçildi. Yine
de bu tür fotoğraflara günümüzde
de rastlayabiliyoruz. Nazif Topçuoğlu
“Fotoğraflar Gösterir Ama...” kitabında,
orta gelirli Amerikalı ailelerin ölü
doğmuş ya da doğumdan önce ölmüş
çocuklarını, acılarıyla yüzleşmek için
fotoğraflayarak internet sitesinde
göstermelerinden bahsediyor. Güzel
anıları saklıyoruz daha çok demiştik
ama insanoğlu işte, ne yapacağı belli
olmuyor!
mumlarını üflüyor”, bir tarih ve bir yer adı... Ya da hiç bu
kadar lafı dolandırmayıp derdimizi anlatıyordur fotoğrafın
arkasındaki not: “Unutma beni!”, “Cansız hayalim, biricik
anneme hatıram olsun”...
Fotografik Bellek Olarak Albümler
İnsanın kendinden iz bırakma çabası bugün, kendisine ait
görüntüleri biriktirmesi biçiminde ortaya çıkıyor. Bize eşlik
eden görüntüleri biriktiriyoruz her birimiz, yaşadığımız
gerçekliğin kökleri daha sağlam olsun diye. Sontag “Fotoğraf
Üzerine” adlı kitabında, her ailenin fotoğraflar yoluyla aile
bütünlüğüne tanıklık eden tarihsel bir kayıt tuttuğunu
söylüyor. Hatta çekildikleri ve basıldıkları sürece hangi
etkinliklerin fotoğraflandığı da önemli değildir ona göre.
Çünkü “Fotoğrafı biriktirmek, dünyayı biriktirmektir” diyor
16
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
İyi ya da kötü, yaşanmış olan daha
güvenilirdir her zaman. Geleceğin
belirsizliğine ve ürkütücülüğüne
karşı, geçmiş yani yaşanmış olan bizi
rahatlatıyor.
Ustalara Emanet Edilen Anılar
Eski albümleri karıştırdığımızda, stüdyoda ya da evin stüdyoya
çevrilmiş bir köşesinde çekilmiş fotoğraflarla karşılaşıyoruz
çoğunlukla. Düz bir duvar fon olarak kullanılmış; dekor
olarak da sadece fotoğraftakilerden birinin ya da bir kısmının
oturmasına yetecek sayıda sandalye ve “Çekiyoruuum...
çektim!”
Bugün, fotoğraf stüdyoları dendiği zaman akla ilk olarak
vesikalık fotoğraflar geliyor. Oysa yakın zamana kadar,
stüdyolarda çekilmiş fotoğrafların kimliği tanıtmasının, resmi
evrakların üzerinde yer almasının ötesinde bir değeri vardı.
Sevilenlere, eşe dosta gönderilen portreler; yanardönerli
ışıkların altında, elde tutulan dekoratif bir şemsiyeyle poz
vererek ya da bir manzara resminin üzerine kolajla iliştirilerek
yaratılan hatıralar... Çeşit çeşit kurguyla, bin bir emekle ve
özenle çekilen bu fotoğraflar, tek bir amaca hizmet ediyordu:
Anı olarak kalsın diye...
İnsanın anı olarak görüntüsünü bırakma alışkanlığının
kendi tarihi kadar eski olduğundan bahsetmiştik. Ancak
fotoğrafın icadının,
özellikle minyatür portre
ressamlarının ayağını
kaydırması, kaderin
bir cilvesi değil, teknik
yetersizlikti. İnsanı, gerçek
görüntüsüne en yakın
biçimde gösterebilecek
kadar usta bir araç olan
fotoğraf makinesi, ironik
biçimde başka alanlara
sıçrayamayacak kadar
hantaldı başta. Pozlama
sürelerinin uzunluğu ve
fotoğraf ekipmanının
büyüklüğü-ağırlığı gibi
etkenler, fotoğrafı ister
istemez stüdyolara
kapatmıştı ve dışarı
çıkması için biraz daha
zamana ihtiyaç vardı. Bu
durum, yeni bir kazanç
kapısını da aralamıştı.
Pudra kutularında, kitap
kapaklarında, kolye
içlerindeki resimlerin
yerini fotoğraflar
almaya başladı. Portre
fotoğrafçılarının
çoğalması, beraberinde
fiyatların da düşmesine
neden olmuştu. Bu
sayede fotoğraf, sadece
burjuvaların değil,
toplumun her kesiminden
insanın elde edebileceği
seviyeye gelmişti.
Stüdyolar, sıradan insanın
da kişisel tarihini görsel
kayıt altına almanın
yolunu açtı. Çarşıda,
sokakta, caddede
vitrinleriyle karşılaştığımız stüdyo fotoğrafçıları, halkla
aynı düzlemdeki yaşamları doğrultusunda, onları anlayan,
tanıyan, ortak beklentileri olan insanlar olarak aralarında
sağlam bir duygu ve düşünce köprüsü kurdular. Hatta az
önce burun kıvırdığımız vesikalık fotoğrafların bile birer
anılar toplamı olduğunu söylemek mümkün. 60 yıllık kendi
kişisel tarihini, vesikalık fotoğrafları üzerinden anlatan Ali
Akuzun, fotoğraflarının altına düştüğü notta “Yıllar beni böyle
eskittiyse, ben de o yılları eskittim ya!” diye bir serzenişte
bulunuyor. Vesikalıklarıyla kendi tarihini anlatma fikrinin nasıl
doğduğunu ise şöyle anlatıyor Ali Akuzun: “Bundan üç yıl kadar
önce albümleri karıştırıp buğulu gözlerle mazimi seyrediyordum.
Aslında fotoğrafın esas maksadı da bu değil midir? Bir de baktım
ki hemen her albümde 2–3 adet vesikalık fotoğrafım mevcuttu.
Albümlerdeki bu vesikalık fotoğrafları toplayarak, tarih sırasına
göre dizdim. Böylece, çocukluğumdan bugüne kadar 42 adet
vesikalık fotoğrafım olmuştu. İlk vesikalık fotoğrafım 1948
yılında ilkokul 3. sınıftayken çekilmiş. Daha önceki yıllara ait
hiçbir fotoğrafım mevcut değildir. Diğer vesikalıkları ise yaşantım
boyunca ya ihtiyaçtan dolayı veya özel olarak çektirmişim ve
hepsinin altına tarihlerini de yazarak birer tanesini albümlerime
koymuşum. Bu vesikalıkları Ürgüp’teki fotoğrafçı Foto Gözde’ye
vererek birlikte tarih sırasına dizdik ve ‘vesikalık fotoğraf tablosu’
hâline getirdik. Bu tabloda, tarih sırasına göre 39 vesikalık
fotoğrafla -üç adedi
tabloya sığmadı- 60 yıl
içerisinde (1948-2008)
yıl yıl nereden nereye
geldiğim, yıllara göre
nasıl yaşlandığım açıkça
gösterilmektedir”.
Osmanlı döneminde
azınlık stüdyolarının
tekelinde olan
fotoğrafçılık, Cumhuriyet
döneminde hızla günlük
yaşamın ayrılmaz bir
parçası hâline gelir.
Cumhuriyet’in ilanı
ile gelen nüfus kağıdı,
pasaport ve resmi
evraklara fotoğraf
konması zorunluluğu,
“resim çektirmek”
istemeyen bir kısım
halkın da bu stüdyolarla
sürekli bir bağlantı
kurmasını gerektirmiştir7.
Osmanlı’daki ilk Türk
asıllı stüdyo fotoğrafçısı
olarak bilinen Bahaettin
Rahmi Bediz’in
dükkânında fotoğraf
makinesini gören İtalyan
askerler, yurtlarına
fotoğraflarını göndermek,
sağlıklı olduklarını
belgelemek ve ailelerine,
dostlarına bulundukları
yeri anlatmak, tanıtmak
için ondan fotoğraflarını
çekmesini isterler. Bu
ricayla ilk fotoğrafını
çeken Bahaettin Bey,
bunu 6 Frank’a satar.
Kendi deyimiyle,
İtalyanlar bu fotoğrafta “kendilerini ancak tanıyabiliyorlardı”
ama sonuçtan memnun kalmışlardır. Bahaettin Bey’in yanında
yetişen Hamza Rüstem, stüdyonun yanı sıra orada kullanılan
makineler ve diğer ekipmanlarla birlikte büyük bir fotoğraf
arşivini de ondan devralır. Bugün hâlâ bu stüdyoyu işleten
Hamza Rüstem’in torunu Mert Rüstem, burada çekilmiş pek
çok portrenin ve hatıra fotoğraflarının o günlerden günümüze
kalmış en önemli belgeler olduğunu söylüyor. “Bu fotoğraflara
bakarak o yılların kıyafetleri, farklı kültürlerin giyim kuşamı,
sosyal statüler hakkında pek çok çözümleme yapabiliriz” diyen
Mert Rüstem, stüdyo fotoğrafçılığının ve dolayısıyla fotoğrafın
hayatımızdaki yerinin değişmeye başladığını söylüyor. Bin
bir emekle üretilen fotoğraf hem ucuz değildi hem de zor
ulaşılırdı; dolayısıyla da değerliydi. “Gelişen teknolojiyle
günümüzde fotoğraf makineleri akıllı oldu. Cep telefonları bile
fotoğraf çeker oldu. Alacağınız herhangi bir SLR veya kompakt
makine, fotoğraf bilginiz olmasa bile çok net ve ışığı düzgün
17
Kontrast
Kamuya Açık Anı Fotoğrafları!
Peki, ne değişti de fotoğrafçının, yani profesyonel fotoğrafçının
özel anlarımıza tanıklık etmesinden vazgeçtik? Aslında bunun
da çok yeni bir durum olduğunu söyleyemeyiz. 1889’da
George Eastman, “Kodak” adını verdiği 100 pozluk rulo filmli
fotoğraf makinelerini piyasaya çıkardı. Firmanın sloganı, “Siz
denklanşöre basın, gerisini biz
Zaman akıp gİderken,
yaşadıklarımızı bİze aİt kılan
yegâne şey anılarımız ve bunları
bİrİktİrmeye çalışıyoruz, belkİ bİr
defter köşesİne karaladığımız
notlarda, belkİ sakladığımız bİr
konser bİletİnde; ama en çok da
çektiğİmİz fotoğraflarda...
kareler verebilmektedir. Kanımca
stüdyolardan insanları uzaklaştıran en önemli nokta buradadır.
İhtiyaç azalmış, kalmamıştır. Ailenizi, kendinizi stüdyoda
belgelemenize gerek kalmamıştır.” diyen Rüstem’e göre,
günümüzde stüdyoların önemi gittikçe azalıyor.
1972’de Ankara’da Büyük Fotoğrafçılık stüdyosunu açan
Ahmet Turgut da günümüzde stüdyoların daha çok vesikalık
fotoğraf çekenler ya da reklam fotoğrafı çeken yerler olduğunu
söylüyor. Babası Mehmet Turgut’un Sarıkamış’ta açtığı
stüdyonun o zamanlar hatıra fotoğrafı çektirmek isteyenler
tarafından dolup taştığından bahsediyor. Caddeye paralel olan
ve gerekli aydınlatmanın gün ışığı ve perdelerle ayarlandığı
bu stüdyo, özellikle orta tabakanın fotoğraf talebini karşılayan
bir yermiş. “Şimdiki gibi fotoğraf makinesi yok kimsede. Düğüne
gidecekler giyinip süslenmişken gelir, bir de stüdyoda fotoğraf
çektirirlerdi. Bayramda da bayramlıklarını alanlar gelir, mutlaka
18
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
fotoğraf çektirirlerdi.
Bayramlarda kuyruk olurdu stüdyonun önünde, sıra
numarası verirdik. O dönemde bayramda şık giyinmek modaydı;
fotoğraf çektirmek de öyle...” diye anlatıyor Ahmet Turgut.
Artık eskisi gibi rağbet edilmiyor stüdyoda anı fotoğrafı
çektirmeye. Askerler ve öğrenciler belki geliyorlar hâlâ
uzaktaki yakınlarına birer hatıra göndermek için; ama o da
eskisi kadar fazla değil. Bir de düğün, nişan fotoğrafları var
tabii; ama o da yeni modaya uydu, stüdyonun dışına çıkmaya
başladı artık. “Anı fotoğrafları eskiden önemliydi; herkesin
salonunda bir fotoğraf köşesi olurdu. Fotoğraf kıymetliydi,
fotoğrafçı kıymetliydi...” diyen Ahmet Turgut gibi Mert Rüstem
de “Fotoğrafın sihrini koruduğu yıllarda, stüdyoların anlamı,
önemi farklıydı. Özel anları belgelemek için fotoğrafçıya ihtiyaç
vardı.” diyerek, eski günlere özlemini dile getiriyor.
hallederiz” idi. Stüdyo fotoğrafçılığı hâlâ altın yıllarını yaşasa
da fotoğraf artık kitlelerle tanışıp yaygınlaşmıştı.
Fotoğraf makinesinin küçülüp hafifleşmesiyle birlikte her
yerde iş adamları fotoğrafçılık mesleğine akın etmeye
başlamıştı. Walter Benjamin, bu durumun fotoğrafları
estetikten de uzaklaştırdığını anlatır: “Bu, fotoğraf albümlerinin
dolmaya başladığı zamandı. En çok, konutun en sevimsiz
yerlerinde, misafir odalarının konsolları ya da şamdan sehpaları
üstünde bulunmayı seviyorlardı. İtici metal menteşeli ve
köşebentli, sayfaları parmak kalınlığında altın kenarlı deri ciltler,
içlerinde soytarıca giyimlere bürünmüş ya da kordonlarla paket
gibi bağlanmış figürler –Alex Amca, Rieckhen Teyzeciğimiz,
Trudeciğin küçüklük hâli, baba birinci sömestredeyken –ve
nihayet, rezalet tamam olsun diye, biz kendimiz: Tirol köylüsü
kılığında, jodler nağmeleri söyler, şapkayı dekor tuvallerine
çizilmiş olgun üzüm salkımlarına doğru sallarken ya da iki
dirhem bir çekirdek derli toplu denizeri olarak, pırıl pırıl bir
direğe dayanmış, adet olduğu üzere bir ayaküstüne basmış,
ötekin rahatta... Böyle portrelerin teçhizatını oluşturan kaideler,
tırabzanlar ve oval sehpalar, henüz poz süresinin uzun olması
nedeniyle, resimde sallanmış çıkmamaları için modellere
yaslanacak yerlerin gösterildiği zamanları hatırlatmaktadır” 8
Benjamin, dijital fotoğraf çağını görseydi, ne derdi acaba?
Bugün artık cep
telefonlarıyla herkes
fotoğraf çekebiliyor;
ortalama bir makineye
sahipse en özel günlerde
bile fotoğrafçıya ihtiyaç
duymayabiliyor. Stüdyoda
anı fotoğrafı çektirmekse
artık tarih oldu denilebilir.
Fotoğrafı üreten araçlar
ve koşullar değiştikçe,
fotoğrafın paylaşım koşulları
da değişmeye başlıyor.
Mert Rüstem, “Dijital çağda,
en iyi kare için değil, en
çok kare için deklanşöre
basılıyor.” diyerek, aslında
birçoğumuzun yakındığı
bir durumu dile getiriyor:
“Fotoğrafın ilk yıllarında her
ailenin özenle saklanan sayılı
fotoğrafı varken, 60’larda
albümler dolmaya başladı.
80’li yıllarda kutular doldu;
artık hard diskler doluyor.
Bir zamanlar belli anlar
fotoğraflanıp saklanırken,
artık her an fotoğraflanıyor.”
Ahmet Turgut ise dijitalleşmenin fotoğrafı olumlu etkilediğini
söylüyor: “Şimdi en kötü fotoğrafçı bile pırıl pırıl fotoğraf
veriyor. Filmde ne çektiğinizi göremiyordunuz, şimdi kalite
yükseldi. Fotoğrafa ilgi arttı, paylaşım arttı.” Paylaşımın artması,
fotoğrafın paylaşıldığı ortamların değişmesi anlamına geliyor
elbette. Artık fotoğraflara albümlerden değil bilgisayar
ekranlarından bakılıyor. Her ne kadar birçok kişi fotoğraf
baskısının hâlâ büyüsünü koruduğunu söylese de kart üzerine
basılmış fotoğraflar, hard disklerdekinin çok küçük bir kısmı.
Dahası bu fotoğraflar artık deri ciltli, işlemeli albümlerden
değil fotoğraf paylaşım sitelerinden, blogger’lardan, Facebook
gibi sosyal paylaşım sitelerinden izleniyor.
Antonin Dufek’e göre, özel fotoğrafları kamusal olandan ayıran,
onlara eklenmiş olan kişisel anılar, duygular ve anlamlardır.
Bu eklentiler, fotoğrafı geçmişte yaşanmış bir gerçekliğe
açılan bir pencereye dönüştürme gücüne sahiptir9. Örneğin
aile albümlerinde bulunan fotoğraflar, o ailedeki bireyler için
diğer insanlar için olduğundan farklı bir anlam taşır. Fotoğraf,
sahibine geçmişte yaşanmış bir ânı, öncesi, sonrası ve
fotoğrafta yer almayan birçok detayla birlikte hatırlatır. Zaman
zaman da, tam aksine, hatırlanamayan detayları sahibine tam
da o fotoğrafta olduğu gibi yeniden öğretir. Fotoğraf, gerçekleri
o an var oldukları şekilde saklayabildiği gibi, bir daha
düzeltilemeyecek biçimde değiştirebilecek güçtedir.
Oysa bugün pek çok kişi fotoğrafın yanıltıcı olabileceği
inancına da sahip. Bu inancı tetikleyen, fotoğrafın bu kadar
kolay elde ediliyor ve değiştirilebiliyor olması şüphesiz.
Ancak işin ilginç yanı, fotoğrafın belge-belgesel-haber
değeri söz konusu olduğunda, gerçekliği hep tartışılagelmiş
19
Kontrast
İNCE ELEK
Altan BAL
Fotoğrafta Biçim
“Mantıklı olan sıkıcıdır.”
Alfred Hitchcock
Etkili, akılda kalan fotoğrafların sahip olduğu özellikleri,
herhangi bir öncelik sıralaması yapmadan, üç başlık altında
sıralayabiliriz: 1)Teknik, 2) İçerik, 3)Biçim.
Teknikten kastettiğimiz, fotoğraf çekenin kafasındaki
fotoğrafa ulaşmak için makinesi veya yazılım üzerinde yaptığı
seçimlerdir. Alan derinliğini azaltmak için diyaframı açmamız
gerektiğini bilmemiz veya bir fotoğrafta renklerin etkisini
arttırmak için fotoğrafı -1 pozlamamız gibi. Etkili fotoğraf
çekebilmeniz için kısıtlı da olsa temel fotoğraf tekniği
bilmeniz şarttır ama yeterli değildir. Emin olun, kimse sizi çok
doğru enstantene ve diyafram değeri kullandınız diye takdir
etmez. Microsoft Word programının her özelliğini bilmenizin,
yazacağınız romana çok da bir katkı sağlayamayacağı gibi...
Fotoğraflarınızın etkileyiciliğini belirleyen şey daha çok, içerik
ve biçim başlıklarının altını nasıl doldurduğunuzdur. İçerik,
fotoğrafçılığınızın ilk zamanlarında göstermeye, tecrübeniz
arttıkça da anlatmaya çalıştığınız her şeydir. İster doğrudan
fotoğraf olsun, ister bir şekilde kurmaca veya müdahaleli
olsun, bir duygumuzu veya fikrimizi, belki de iddiamızı,
gözler önüne sererek izleyeni etkilemeye çalışırız. (Fotoğrafa
yapacağımız müdahalenin, eski usul karanlık odada veya daha
yeni dijital ortamlarda yapılması çok da önemli değildir. Eski
usul olması, daha gerçek fotoğraflar elde etmenize neden
olmaz. Fotoğraf makinesinin kendisi bir müdahale nesnesidir.)
İçeriğin göstermesi ve anlatması konusuna geçen sayımızdaki
yazımda değinmiştim.
Biçim ise, yazılı olsun, görsel olsun, tüm iletişim araçlarının
ortak noktasıdır. Mesela şiir... Doğrudan fotoğrafa en çok
benzeyen estetik formun şiir olduğunu düşünürüm hep.
Şairler, günlük hayatta hepimizin kullandığı kelimeleri bir
şekilde yanyana getirerek okuyanı etkileyen, çoğu zaman
da okuyanın duygularının anlık olarak değişmesine sebep
olan dizeleri oluştururlar. Doğrudan fotoğrafçılar da sıradan
sayılabilecek nesneleri, durumları öyle bir kadraj içinde
olmasına karşın, anı fotoğraflarının belki de samimi ve özel
bulunduklarından dolayı böyle bir tartışmaya konu olduğuna
şimdiye kadar rastlamamışızdır. Oysa bugün web ortamında
izlenen ve bir kişiye ait özel fotoğrafların gerçekten o kişiyi
yansıttığına şüpheyle yaklaşabiliyoruz. Dahası bunu sorgulama
hakkını kendimizde görebiliyoruz! Örneğin sosyal paylaşım
ortamı Facebook’un kullanıcılarından bu tür cümleleri duymak
mümkün: “Kişinin izin verdiği ölçüde biz fotoğraflardan onun
hakkında bilgi edinebiliriz ama unutmamalı ki fotoğraflar
çok da yanıltıcı olabilir aynı zamanda!”, “Fotoğrafların da
diğer imgeler gibi ‘yaratıldığı’ bir çağda yaşıyoruz. Sonuçta
fikir sahibi olsam bile bu naif bir yanılsamadan ibaret
olurdu.”, “Genel olarak insanlar sevdikleri kişi ve aktiviteleri
paylaşıyorlar. Böylece en azından kişilerin ne sevdiğini ya da
bu anlamda ne sunuyorsa onu öğrenmiş oluyorum.”...
Bu tür paylaşım siteleri, esas olarak, insanların zamansızlık
ya da uzaklık nedeniyle görüşemedikleri kişilerle iletişim
kurmalarını sağlarken fotoğraf paylaşımına da olanak tanıyor.
Pek çok kişi tanıdıklarıyla, arkadaşlarıyla anılarını, gezi, tatil,
özel gün fotoğraflarını bu kanallarla paylaşabiliyor. Ancak
paylaşım sitelerinin sistemi, kişiye özel bilgilere ve dolayısıyla
fotoğraflara herkesin ulaşmasına da olanak sağlıyor. O
bizim için çok değerli olan, herkese gösterilmeyen, sadece
özel misafirlerle paylaşılan anı fotoğraflarının “özel”liği de
kaybolmaya başlıyor böylece...
20
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
yanyana getirirler ki ortaya çıkan fotoğraf akılda kalıcı olur.
Fotoğrafta biçim konusunun, temel fotoğraf seminerlerinde
kompozisyon kuralları başlığı altında, sanki fotoğraflarımızın
daha etkili olması için birtakım formüller ve kurallar
varmış gibi anlatıldığını biliyorum. Bunun sonucu olarak da
fotoğrafseverlerin kafasında, komposizyon derslerinden
sonra birtakım kurallara uyarsanız fotograflarınızın çok güzel
olacağı, uymazsanız güzel olmayacağı gibi yanlış bir düşünce
oluşur. Zaman zaman duyduğumuz, “Bu fotoğraf altın oran
kuralına uymuş, o yüzden güzel.”, “Bu fotoğraf filanca kurala
uymamış, o yüzden güzel değildir.” gibi cümleler bu sürecin
sonucudur.
Sevinerek söylüyorum ki fotoğraflarınızın biçimsel gücünü
arttıracak, uyguladığınız takdirde fotoğraflarınızı daha değerli
hâle getirecek bir takım kurallar bütünü yoktur. Bir fotoğrafın
çarpıcı olmasında etkisi olan herhangi bir biçimsel tercih,
başka bir fotoğrafın sıradan olmasına sebep olabilir. Çünkü
bir fotoğrafta biçimi belirleyen, hangi deneyimden ortaya
çıktığını bile bilmediğimiz kompozisyon kuralları değil,
iletmek istediğiniz içeriktir. Her disiplinde olduğu gibi fotoğraf
disiplininde de içeriği en etkileyici yoldan anlatmaya çalışmak
temel kaygımız olmalıdır. Fotoğraflarımızın kendimize özgü
olabilmesini kurallar değil, seçimlerimiz ve bıkıp usanmadan
tekrarlardığımız denemelerimiz sağlar. İçeriğin değişmesi,
biçimsel tercihlerin değişmesini de beraberinde getirir. Bir
fotoğraf, altın orana uyduğu için güçlü olabilir; ama bir başka
fotoğraf da sırf altın orana uygun çekildiği için çok sıradan
olabilir. Bir fotoğrafta yer alan insanların ayaklarının nereden
kesileceğini belirleyecek olan şey, fotoğrafınızla ne anlatmak
istediğinizdir, kurallar değil. İyi ki de böyledir. Eğer hepimizin
uyması gereken, içerikten bağımsız komposizyon kuralları
olsaydı tüm fotoğrafçılar, bu kuralları uygulamakla yükümlü
birer mahkûma dönüşürlerdi. Mahkûmların ayaklarına bağlı
güllenin yerini de boynumuza asılı ağır makineler alırdı. “İyi
Şiir Yazmanın Kuralları” diye bir kitap görseniz eminim ya da
umarım, ciddiye almazsınız...
Fotoğrafta biçim konusunda beyin fırtınası yapma konusuna
gelecek sayıda devam edeceğiz.
Ve bakıyoruz ki etrafımız sayısız imgeyle çevrili bugün.
Fotoğrafa pastadaki en büyük payı vermek hata olmaz.
Gazetelerde, dergilerde, afişlerde, broşürlerde, ambalajlarda
gördüğümüz tüketime girmiş fotoğrafları bir kenara koyarsak,
baktığımız fotoğrafların birçoğunun anı fotoğrafı olduğunu
iddia etmek fazla mı “iddialı” olur? Her fotoğraf, fotoğrafçısının
bir anısının yansımasıdır aslında. E o halde biraz daha özeni
hak etmiyorlar mı dersiniz, “anı” diye çektiğimiz fotoğraflar? En
azından yaşamlarımıza gösterdiğimiz kadarını!
Dipnotlar:
1. Ak, Seyit Ali. Fotoğraf ve Kartpostallarıyla Giritten
İstanbula Bahaettin Rahmi Bediz
2. Gombrich, sanatın öyküsü, 58
3. Berger J., “Anlatmanın Başka Bir Biçimi”, s.272
4. Sontag S., Age; s.30
5. Sontag, Fotoğraf Üzerine, 19 - 25
6. Sontag, fotoğraf Üzerine, 24.
7. cengiz oğuz gümrükçü Cumhuriyet Dönemi
Fotoğrafçılığımızın Gelişimi , www.fotografya.gen. tr/issue-4/
cengiz.html
8. Walter Benjamin, Fotoğrafın Küçük Tarihi, - Fotoğraf neyi
anlatır. S.14-15
9. Antonin Dufek, “Private and Public Pictures,” Camera
Austria 41 (1992): 21’den aktaran Ebru Kurbak
21
Kontrast
Söyleşi
Röportaj: ŞİRİN AYDIN
Fotoğraflar: Alİ Değer ArŞİvİ
“Fotoğraf makİnesİnİ
tamİr eden kİşİ,
fotoğraf çekmeyİ de
bİlmelİdİr!”
“İster dijital ister filmli çalışsınlar,
fotoğrafçılar iyi işler çıkardıkları
sürece, disiplinli ve anlamsızlıktan
uzak işler amatörlüğün önünde
olacaktır, diye düşünüyorum.”
Alİ Değer
Bölümü’ne girdim. Üç yıl sonra okulu bırakıp askere gittim. Askerden
sonra Muhabere Ana Tamir Depo ve Fabrikası’nda işe başladım ve
orada on yıl çalıştım. 1989 yılında fabrikadan ayrılarak kendi fotoğraf
makinesi tamir dükkânımı açtım; Foto Değer’i, Menekşe Pasajı’nda. Bir
kaç ay öncesine kadar bu dükkânımda çalışmalarımı sürdürüyordum
ama bir süreden beri Tripod Fotoğrafçılık’ta tamir
ve teknik hizmeti vermekte ve mesleğime devam
etmekteyim.
“Fotoğraf çekmek de fotoğraf
makİnelerİyle değİşİk modeller
gelİştİrmek de çok zevklİ İşler;
bunları bİrbİrİnden ayırmıyorum.”
Yaşanılan anları saklamanın en güzel yolu fotoğraf...
Sözcükler yetmediğinde, dünyayı nasıl gördüğümüzü
göstermenin de... Kıyıda köşede kalmış, babadan yadigâr
bir fotoğraf makinesi tetikliyor belki içimizdeki fotoğraf
sevdasını. Ya da çağımızın imajlar dünyasına bir yenisini biz
eklemek istiyoruz, koşturup tekno-marketlere “taze çıkmış”
bir fotoğraf makinesi kapıyor ve bir vizörün arkasından
izlemeye başlıyoruz...
Çıktığımız yolculuk güzel de yol arkadaşımız narin,
kırılgan... İlgi istiyor arada, bakım istiyor. Hele ki yeni çıkan
dijital makineleri memnun etmek daha zor; ufacık bir toz
bile dumana katıyor ortalığı.
İşte bu noktada fotoğraf makinesi tamircisinin yolu
gözüküyor bize. Ankara’da fotoğraf makinesi tamiri
dendiğinde ise akla gelen ilk isim Ali Değer. Hem yeni
makinelerin dilinden anlayan hem de eski eşyaların
arasında bulduğunuz babadan kalanların...
Kısaca kendinizden bahseder misiniz, fotoğrafla nasıl
tanıştınız?
Beyşehir’de doğdum. İlk ve ortaokulu Beyşehir’de, liseyi Konya’da
yatılı okudum. 1974 yılında Deneme Yüksek Öğretmen Okulu’nda
bir yıl okuduktan sonra, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Teoloji
22
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
Zamanda geriye doğru gidelim. Çocukluğumda,
evimde merdiven altında, babamın gençliğinde
bir dönem kullandığı, küçük bir karanlık oda
vardı. Burada oynayarak fotoğrafla tanıştım. Bu
karanlık odanın aydınlatması ve emniyet ışığı,
duvarda açılan bir deliğin önündeki kırmızı bir
camdan giren güneş ışığından yararlanılarak
yapılıyordu. Babam, bu karanlık odayı kurduğunda, yani 1930’lu
yıllarda, Beyşehir’de elektrik yokmuş. Daha sonra ilkokuldayken
babam bana çift mercek bir fotoğraf makinesi almıştı. Bu makineyle
çok fotoğraf çekmesem de fotoğrafla ciddi olarak tanışmış oldum.
Ortaokulda iken basit bir makine ile arkadaşlarımın ve çevremin
fotoğraflarını çektim. Lise yıllarında bu hobimi daha da geliştirdim.
Üniversite yıllarında Amerikan Kültür Derneği Fotoğraf Kulübü’ne üye
oldum, 1973 yılında. Basılı kaynaklar, karanlık oda ve bu işe meraklı
arkadaşlarla fotoğrafçılık hobimi geliştirdim.
Fotoğraf makinesi tamirinin yanı sıra fotoğraf makineleri
üzerine deneysel çalışmalarınız olduğunu öğrendik; 360
derece görüşlü bir makine üzerine çalışıyormuşsunuz...
Aynı zamanda fotoğraf da çekiyorsunuz. Hangisi daha
ağır basıyor sizde ya da hangisinden daha fazla keyif
alıyorsunuz?
Fotoğraf çekme merakımla beraber fotoğraf makinelerinin
teknikleriyle, yapılarıyla uğraşmaya başladım. Liseyi bitirdiğim
yıllardan itibaren önce meraklı bir amatör fotoğraf makinesi tamircisi,
daha sonra profesyonel bir fotoğraf makinesi tamircisi oldum.
Fotoğraf makinelerinin tamirinden başka, fotoğraf makineleriyle
değişik uygulamalar, modifiye edilmiş değişik el yapımı makineler
yapmaktayım. Şu ana kadar çok sayıda makine ürettim, ayrıca proje
hâlinde ama üretimlerini henüz gerçekleştirmediğim birçok iş var.
Bunları da yakın zamanda üreteceğim.
Fotoğraf çekmek de fotoğraf makineleriyle değişik
modeller geliştirmek de çok zevkli işler; bunları
birbirinden ayırmıyorum. Fotoğraf makinesi tamiri
yapan kişilerin fotoğrafçılığı da bilmeleri gerekir diye
düşünüyorum. Fotoğrafçılıktan anlamayan insanların tamir
işleriyle uğraşmaları bence eksik bir iş olur.
Dijital makinelerle filmli makineleri tamir etmek
arasında bir fark var mı? Dijitale geçiş sürecinde
siz bir zorluk yaşadınız mı?
Dijital fotoğraf makinesi tamiri, elektronik sistemleri
bildiğim için kolay. Benim için zor olmadı. Zaten şu
anda yapılan dijital makinesi tamiratı sadece malzeme
değiştirmeye dayanmaktadır. İnce işlere yatkın insanlar
malzeme bulabilirler ve fotoğraf makinesinin tekniğini
bilirlerse tamir yapabilirler. Eski makinelerde mekanik sistemler
çok olduğu için tamirat gerçek ustalık isterdi. Şimdi kullanılan DSLR
makinelerin objektifleri, gövde tamirinden farklı olarak gerçekten
ustalık gerektirmektedir. Onun için iyi bir fotoğraf makinesi tamircisi
AF zoom objektifleri de tamir edebilmelidir, diye düşünüyorum.
Benim dışımda Ankara’da fotoğraf makinesi tamiriyle uğraşan
arkadaşlar var ve gün geçtikçe video kamera tamircileri de bu işe el
attıkları için sayımız artmaktadır. Hayırlısı!
Cep telefonları, kompakt makineler, D-SLR’ler, Full Frame
makineler... Dijital dünyada çok fazla seçenek çıkıyor
karşımıza. Makine alırken nelere dikkat etmeliyiz?
Fotoğraf makinesi alırken öncelikle kişilerin ihtiyaçlarını iyi
belirlemeleri gerekir. Kendini bu alanda geliştirecekler DSLR bir
makineyle başlamalı, amatör kalacaklar kompakt makinelerle
yetinmeliler. Hangi model makine alınırsa alınsın dayanıklı, belli
standart ve markada makineler tercih edilmelidir.
Peki, ikinci el fotoğraf makineleri için sorarsak aynı
soruyu... Fotoğrafa yeni başlayan pek çok kişi, ikinci el
fotoğraf makineleri alıyor başlangıçta...
İkinci el fotoğraf makinesi satın alırken; lenslerin temiz, çiziksiz,
mantarsız, matlaşmamış olmasına, zoom objektiflerde “zoom”un
zorlanmadan hareket edebilmesine, objektifin diyaframının temiz,
yağsız olmasına, makinede ayar ve bakaç lensinin temiz ve çiziksiz
olmasına, makine ve objektifte çatlak ve darbe izi olmamasına, DSLR
makinelerde mümkün olduğunca “shutter” sayısının az olmasına,
deneme fotoğrafları çekilip büyütülerek görüntü sensöründe leke,
çizik ve görüntüyü etkileyecek toz olmamasına dikkat edilmelidir.
Ayrıca enstantane hızlarının ve bütün diyafram testlerinin çekim
yapılarak test edilmesi gerekir. Hafıza kartı ve pil yuvası kapağının
temiz ve kilitlerinin düzgün çalışması gerekir.
Fotoğraf makineleriyle ilgili çoğunlukla ne tür problemler
geliyor size?
Düşme ve çarpma... Objektiflerin yanlış likit veya uygun olmayan sert
bez ve benzer malzemelerle silinmesi, görüntü sensörlerinin fırça
veya uygun olmayan likitlerle temizlenmeye çalışılması, dışarıdan
besleme geriliminde fazla gerilimle makinenin çalıştırılması,
makine ve objektiflerin sıvılarla temas etmesi (su, kola, süt gibi)...
Uygun olmayan kalitesiz çantalarda makineler yağmur suyuyla
ıslanabilmektedir. Bu gibi şartlarda da makineler ve objektiflerin arıza
yapma olasılığı oldukça yüksektir.
Kullanıcılar makinelerini kendileri temizleyebilir mi? Ne kadar
aralıklarla temizlemek gerekir özellikle DSLR’leri?
DSLR makinelerin sensörlerinde zaman içinde toz birikir. Bu tozlar
görüntüde rahatsız edecek kadar olunca makinelerin temizliğe
gelmesi gerekir.
23
Kontrast
müdahaleleri abartanların fotoğrafları o dönemde
de sevilmiyordu. Şimdi müdahale edilmesi daha
kolay olan dijital fotoğraflarla çok oynanması,
müdahale edilmesi de o fotoğrafların sevilmeyeceği
anlamına geliyor. Film olsun, dijital olsun bir
fotoğrafın içeriğini değiştirecek müdahaleler
eskiden de kabul görmüyordu, şimdi de kabul
görmüyor. İster dijital ister filmli çalışsınlar,
fotoğrafçılar iyi işler çıkardıkları sürece, disiplinli
ve anlamsızlıktan uzak işler amatörlüğün önünde
olacaktır, diye düşünüyorum.
Makinelerimizin dış temizlikleri için yumuşak bir fırça uygundur.
Objektiflerdeki lekelerin temizliğini kullanıcıların lens
temizleyicilerle yapması gerekiyor.
CCD’leri, makine sahipleri temiz hava pompalarıyla 2-3 cm uzaklıktan
hava üfletmek suretiyle temizleyebilirler. Bunu yapmadan önce
bataryalarının yüzde yüz dolu olması gerekir. Menüden aynayı
kaldırıp perdeyi açık bırakan sensör temizleme moduna girilerek bu
hava temizleme işlemi yapılmalıdır. Bu işlemden sonra yapılan test
çekiminde hâlâ toz varsa, CCD temizliği mutlaka bu işi iyi bilen biri
tarafından yapılmalıdır.
Fotoğrafa dair projeleriniz var mı
önümüzdeki dönemde?
Gelecekte bir fotoğraf sergisi açmayı istiyorum.
Yaklaşık otuz yıldır eski fotoğraf makinelerini
topluyorum. Fotoğraf makinesi tamiriyle uğraştığım
dönemde ve fotoğraf çekmek için gezdiğim birçok
yerde karşılaştığım insanlarla ilgili anılarımı bir
kitapta toplamak, bir anı kitabı yazmak istiyorum.
Fotoğraf makineleriyle uğraşırken fotoğrafa meraklı olan
insanları da gözlemleme fırsatınız olmuştur. Dijital fotoğraf
makineleriyle birlikte fotoğraf çeken kesimin profilinde bir
değişiklik oldu mu sizce?
Ultrasonic temizleyiciler, sensörleri yüzde seksen civarında
temizlemektedirler. Yüzde yüz sensör temizliği yapabilecek bir
sistem şu anda mevcut değildir. Toz ve benzeri partiküller sensörün
elektrik yüklü olmasından dolayı sensöre elektrostatik olarak
yapışmaktadır.
24
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
Dijital fotoğraf makinelerinin gelişimiyle beraber fotoğraf çeken
kesimde sayı olarak epey artış oldu. Çekilen fotoğrafı anında görmek,
kaydetmek, transfer etmek, fotoğrafa kolayca müdahale edebilmek
fotoğrafla uğraşmayı daha cazip hâle getirdi. Bu sayede fotoğrafla
uğraşan insanların sayısı da artmaktadır. Dijital fotoğrafın böyle bir
faydası da olmuştur.
Peki, bu süreçte “fotoğraf” kavramında bir değişiklikten
söz edilebilir mi? Artık klasik anlamda fotoğrafın öldüğünü
Bu anılardan birini bizimle paylaşabilir
misiniz?
söyleyenler var; bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Bence klasik fotoğraf ölmedi; hatta değeri daha da arttı. Biraz
geçmişe bakınca ne kadar ciddi işler yapıldığını görüyoruz.
Şimdilerde çok kolay üretilen, gayri ciddi fotoğrafların sayısı arttıkça,
ciddi yapılan işlerin değeri de artacaktır.
Filmli fotoğraflarda da karanlık odada müdahaleler yapılıyordu. Bu
Bir fotoğrafçı arkadaşıma makinesinin objektifi arıza yapan biri,
tanıdığı bir tamirci olup olmadığını sormuş. Arkadaşım da beni
önermiş. Ben objektifi tamir edip teslim etmişim. Makinenin sahibi
bir süre sonra arkadaşıma giderek benim hakkımda şikâyette
bulunmuş; demiş ki: “Usta objektifimi tamir edememiş. Tamire
vermeden önce bu objektifle beş kişiyi yan yana çekebiliyordum,
şimdi çekemiyorum!”
25
Kontrast
Yol Notları
Ceyda Taşdelen
TARİH VE KÜLTÜRLE YOĞRULAN
TOPRAKLAR: GÜNEYDOĞU
ANADOLU
Attığınız her adımda, tarihin ayak izlerine rastlarsınız
buralarda ve aldığınız her solukta, geçmişin tadı kalır
damağınızda... Esen rüzgârlar anlatır gerçekleri bu
topraklarda. Burası Güneydoğu, medeniyetin beşiği,
kültürlerin kaynaşma yeri. Burası kendini anlatan, insanın
içine işleyen toprakların diyarı... Burası göz yaşartıcı, yürek
yakıcı ve bir o kadar da büyüleyici, ezici, güçlü topraklar...
Eğer niyetlendiyseniz bu toprakları tanımaya, zorlu bir
yolun ilk aşamasını geçmişsiniz demektir. Bundan sonra
sizi bekleyen ilk soru, “Gerçekten tanımak, anlamak mı
istiyorum bu toprakları; yoksa sadece gezip görmek, görmüş
olmak mı?” olmalı. Bu soruya vereceğiniz cevap, bu gezinin
belki de dönüm noktası olacak. Eğer sorunun ikinci bölümü
sizin için uygunsa, o zaman bir paket tur bulup gezmiş
olun mutlaka bu bölgeyi; ama ilk kısmı size uygunsa,
içinizdeki gezgine kulak veriyor ve onu canlandırmaya
hazırlanıyorsunuz demektir. Güneydoğu, öyle tur
ajanslarının düzenlendiği 7-10 günlük gezilerle gezilip
bitirilecek, anlaşılıp öğrenilecek bir bölge değildir.
Evet, rehber kitaplarınız, haritalarınız var; evet, 7-10 gün
içinde tüm bu yerleri gezecek şekilde plan da yaptınız ve
çok da düzenli, organize bir kişiliğiniz var... Evet, olabilir
ama eğer içinizde gezginlik varsa; hissederek fotoğraflamak,
gezdiğiniz yerlerin, gördüklerinizin ruhunu fotoğrafınıza
bir nebze de olsa yansıtmak istiyorsanız eğer, sesime,
sözüme kulak verin derim. Öncelikle, rehber kitaplarda,
dergilerde vs. yazan, önerilen yerleri gezin; evet hepsi
de mutlaka görülmesi gereken yerler ama sonra keşfe
çıkın. Gittiğiniz kent Urfa’ysa eğer; Balıklıgöl’ü, kaleyi,
camileri, Harran’ı gezip görebilirsiniz ve bir de Haşimiye
Çarşısı’nı gezer, Gümrük Han’da mırranın tadına varırsınız;
eh olmazsa olmaz, bir de sıra gecesi yaparlar elbette,
ya sizin konakladığınız otelde ya da başka bir restore
edilmiş konakta... Evet, böylece Urfa’yı gezmiş olursunuz
ama Urfa’yı tanımış olmazsınız, daha anlamamışsınızdır o
toprakları. Sizler için sahnelenen oyunu izlemiş, evinize
26
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
dönmüşsünüzdür. Hâlbuki
ara sokaklara dalmadan,
insanlarıyla sohbet
etmeden, Arap halkının
eğlenceli kişilikleriyle
karşılaşmadan, Kürt
ya da Arap köylerinde
misafirperverliğin
ne demek olduğunu
anlamadan, pırıl pırıl
kıyafetlerin giyilip uzun
halayların çekildiği
düğünlere katılmadan,
eski mahallede bir evin
damına çıkıp da kuş
karıştırmayı izlemeden,
bir mağarada sadece
erkeklere özel yapılan ve
yabancı alınmayan gerçek
sıra gecelerine ne yapıp
edip girmeden, Harran’ın turistik evlerini gezdikten sonra
basıp gaza Solmatar ve Şuayip köylerine gidip tarihle iç
içe yaşanan yoksulluğu görmeden, çocukların bir anda
topraktan biterek çoğaldıklarına, yoksulluk içinde ne kadar
mutlu olduklarına tanıklık etmeden, Göbekli Tepe’ye gidip
dünya tarihini alt üst eden kazıya eşlik etmeden; yani
Urfa’yı yaşamadan anlamış olamazsınız bu toprakları. Peki
ya Mardin, Midyat? Farklı mı sanırsınız küçük yer diye?
Gezersiniz bir-iki gün, biter mi sanırsınız; bitmez... Bir defa
sapsarı evlerin ve Mezopotamya’nın dili vardır bu kentte.
O sizinle konuşmadan, onun sesini duymayı öğrenmeden
tanıyamazsınız Mardin’i, Midyat’ı. Görürsünüz, gezersiniz
elbette; içersiniz şarabından, Süryanileri anarsınız, yersiniz
kaburgasından, seversiniz yerel lezzetlerini. O yüksek
tavanlı butik otellerinde kalarak, düşlersiniz geçmişi belki
bir nebze ama zaman ayırmazsanız, bu kentin gerçekten ne
demek istediğini anlamazsınız inanın. Mardin’i ve Midyat’ı
görmekle de bitmiyor ki burası; peki ya sonrası, köyleri, o
köylerde yatan tarih, kültür... Dilini bile bilmediğin insanların
ekmeğini paylaşırsın bu topraklarda; seni anlamayan,
neden orada olduğuna akıl sır erdiremeyen çocuklarla
oyuna dalarsın harabelerin arasında. Ya manastırları,
kiliseleri, Dara’sı, Savur’u, Nusaybin’i; peki ya Hasankeyf,
Batman, Diyarbakır, Gaziantep... Haydi hepsi bir yana,
Adıyaman’a varıp Kahta ilçesinde konakladınız; ya sabah
çıktınız Nemrut’a ya da akşam... Ya gündoğumunda izlediniz
Tanrı başlarını ya da günbatımında. Peki, duyabildiniz
mi Antiochos’un anlattıklarını; içten içe dalga geçişini,
böbürlenmesini hissedebildiniz mi içinizde? Arsemia’da
gezerken yazıtlara dokunup, kralın giyinik, Tanrı’nın
çıplak olduğu kabartmayı gördüğünüzde birileri fısıldadı
mı kulağınıza o günleri? Gerçekten anlamak isteyenlere
açar kendini bu topraklar; anlatır yaşananları rüzgârıyla,
toprağıyla, yağmuru, güneşi, insanıyla... Sadece emek
harcamanızı bekler, zaman ayırmanızı, gerçekten tanımayı
istemenizi bekler...
Çekim Önerisi:
Şanlıurfa: Özellikle portre çekimleri için son derece uygun bir
coğrafyadır. Halk, fotoğrafını çektirmeye yatkın. İyi diyalog
kurduğunuz sürece, istediğiniz hemen herkesin size fotoğraf
çekmeniz için izin vereceğini göreceksiniz. Gölgelerden
kaçınmak için reflektörünüzü yanınızda bulundurmanızı
tavsiye ederim. Ayrıca Balıklıgöl ve çevresinde yer alan tarihî
merkezin dışında eski kentin ara sokakları da çocukları
ve eski mimari dokusuyla fotoğraf çekimleri için farklı bir
plato oluşturuyor. Harran da özgün mimari dokusunun yanı
sıra içinde bulunduğumuz dönemdeki günbatımlarında
sunan bu yapıların fotoğraflarını yakalamak için biraz
yorulacaksınız ama değecek. Birbirinden farklı alanlarda
birbirinden ihtişamlı yapıların hepsini fotoğraflamak
isterseniz, bu bölgeye epey zaman ayırmanız gerekecek. Eğer
gündoğum ve batımında kaçırdığınız yerleri farklı saatlerde
çekmeyi tercih edecekseniz, model kullanarak baskın sarı
tonunun önüne geçmeyi ve fotoğrafınızı farklı kılmayı
deneyebilirsiniz. Midyat, Savur ve Dara da Mardin gibi özgün
mimarisi ve tarihî kalıntılarıyla sizleri bekliyor olacak. Bu
bölgelerde özellikle halktan mankenler kullanmayı denerseniz,
fotoğraflarınız çok daha anlam kazanacaktır; yaşlılar bu
konuda en büyük yardımcınız olacaktır. İnsan-mekân ilişkisi
kurabileceğiniz bu fotoğraflarınızla belgesel arşivinizi
zenginleştirebileceğiniz gibi burada pek çok insan
ve mekân size, foto röportaj fırsatı da sunacaktır;
gözünüz açık olsun...
Gaziantep: Antep, lezzet ve tarih diyarıdır benim için.
Fotoğraf dendiğinde Antep’te öncelikli rotanın ise
Bakırcılar Çarşısı olması gerektiğini, orada zanaatların
peşine düşülmesi gerektiğini düşünmekteyim. Ayrıca
Antep, kent merkezinin tüm cazibesi ve güzelliği
dışında kent dışındaki antik kentleriyle de bilinmeyi
hak ediyor. Zeugma dışında çok da fazla duyulmamış
olan Dülük Antik Kenti ve Yesemek Açık Hava Müzesi,
Antep’te farklı fotoğraflar peşinde olan gezginleri
bekliyor. Özellikle Dülük Antik Kenti’nde yer alan kaya
mezarları, ek ışık kaynağı gereksinimi duymanıza
neden olacaktır; hazırlıklı gitmenizi, en azından
yanınızda mutlaka reflektör bulundurmanızı tavsiye
ederim.
ve mavi saatte son derece güzel siluet fotoğrafları verir.
Urfa’ya gitmişken Birecik ve Halfeti’ye uğramadan, Fırat’ın
yönü değiştirilmiş sularının altında kalan zenginliklerimizi
fotoğraflamadan dönmeyin derim. Ayrıca zaman sorununuz
yoksa mutlaka Halfeti’de motor kiralayarak Fırat üzerinde tura
çıkın ve Rumkale ile özellikle yarısı sular altında kalan Savaşan
Köyü’nü görün. Ummadığınız fotoğraflar sizleri bekliyor olacak.
Mardin: Mardin, özgün mimari dokusu ile herkesin aklına
kazındığı gibi fotoğraflarımıza da kazınmıştır. Özellikle
bu dönemde günbatım ve doğumlarında müthiş renkler
Adıyaman: Adıyaman daha çok doğa ve tarih
meraklıları için bir fotoğraf cennetidir. Herkesin
tahmin edeceği üzere Nemrut’a ya gündoğumu ya
da batımında gitmek hem seyirlik hem de fotografik açıdan
uygun olacaktır. Bunun dışında, özellikle kış günleri son derece
sert rüzgârıyla fotoğraf çekimine izin vermeyen Karakuş
Tümülüsü, mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. İçinde
bulunduğumuz aylarda burada yer alan sütunların etrafı bin
bir çeşit çiçekle bezenmiş olacağından, fotoğraf için de oldukça
uygun koşullar sunacaktır. Buraya çok yakın olan Cendere
Köprüsü de bir başka çekim alanıdır. Ayrıca Kommagene
Krallığı’nın başkenti Arsemia Ören Yeri de son derece etkileyici
heykel ve kabartmalarıyla fotoğraflarınızı zenginleştirecektir.
27
Kontrast
BAKIŞ EGZERSİZİ
Selahattin Sönmez’in Bir
Fotoğrafı Üzerinden Tekel
İşçilerini Anlamak
Bir eylemci ve iki polis... Artık kanıksadığımız ve
bu yüzden tehlikeli olmayan başlayan bir fotoğraf.
Olayları kanıksamaktan bahsediyorum. Orantılı/
orantısız güç kullanımından ve bunun medyaya
yansımasından, tarafların birbirlerinden nefret
etmesine kadar gidebilecek tehlikeli bir süreçten
bahsediyorum.
Ortalık savaş alanına dönmüş. 4-C kapsamına alınmak
istenen ve buna direnen Tekel işçileri ilk geceyi
AKP önünde geçirdikten sonra Abdi İpekçi Parkı’na
gelmişler. Burada coplanıp havuza sürülmüşler.
Havuza kaçmalarına bakılmadan üzerlerine su sıkılmış.
Ellerindeki ekmekleri sallayarak, bunun ideolojik
bir eylem değil, ekmek kavgası olduğunu anlatmaya
çalışmışlar. Ama dinleyen kim? Su sıkılacağını bildikleri
için çöp poşetlerini geçirmişler vücutlarına. Hatta
kendilerine vurulmasını engellemek için Türk bayrağı
asmışlar üstlerine. Bazı grupların tercihidir bu tür
destekleyici öğeler. Tam polisten cop yiyecekken,
İstiklal Marşı okumaya başlarlar. Güya polis duracak,
onları coplamayacaktır. Hiçbir şey fark etmez hâlbuki.
Yazı: Cengİz Oğuz Gümrükçü
Fotoğraf: Selahattİn Sönmez
Gelişmeler ve
Teknik Bilgiler
Yurt Dışı Haberler
Hazirlayan: Atakan Baykoçak
Hazirlayan: Özlem DAğ
Bu fotoğrafta da arka tarafta havuzdaki eylemcilere su
sıkmaya devam eden polis panzerini ve yakaladıkları
suçluyu(!) görüyoruz. Polislerin bakışlarının, yere
çökertilmiş ve elleri arkadan bağlı Tekel işçisinden
farklı yönlere bakmaları anlamı güçlendirmiştir. İşçi,
ya içinde bulunduğu durumu anlamaya çalışmak için
ya da gözleri sıkılan gazdan yandığından, gözlerini
kapatıp, başını dua eder gibi yukarı kaldırmıştır. İşçinin
yüzünden, çektiği acıyı okumak mümkündür.
* söz:
Çeliğe su verir gibi sulanan Tekel işçileri, bu kararlılıkla
eylemlerini 78 gün devam ettirmiş ve Türkiye işçi
sınıfının en büyük eylemlerinden birine imza atmıştır.
Bu süreçte Ankara sokaklarında devam eden eylem,
burada kar, yağmur, soğuk demeden yatıp kalkan
Tekel işçilerini olgunlaştırmış ve bilinç düzeyini
yükseltmiştir. Bunda Tek Gıda İş Sendikası Genel
Başkanı Mustafa Türkel’in kuşkusuz büyük payı vardır.
Tekel işçileri bize hak peşinde koşmayı, bunun nasıl
bir erdem olduğunu ve direne direne kazanmanın
mümkün olduğunu göstermiştir.
* Daha iyi fotoğraf için öneri:
İşte yukarıdaki fotoğrafı direnişin simgelerinden
biri olarak seçme nedenim tam da budur. Görene
ve anlayana çok şey anlatır Selahattin Sönmez’in bu
fotoğrafı.
Not: (Selahattin Sönmez’in diğer fotoğrafları için www.
selahattinsonmez.com adresini ziyaret edebilirsiniz.)
“Büyük düşüncelere sahip insanların
fotoğrafçı olabileceğini düşünmüyorum.
Fotoğrafta, gözlem yapabilmek ve
geometriyi yakalayabilmek büyük
düşüncelere sahip olmaktan daha önemli...”
– Marc Riboud
• Yerden yukarı doğru çekilen fotoğraflarda
objeler daha büyük görünür. Kuşbakışı
çekilenlerde ise ters bir etki elde edilir.
Farklı açılar deneyin ve dramatik etkiler
yaratmaya çalışın.
• “Altın Oran”, antik çağlardan beri bilinen,
düzlemin optimum bölünme oranını 3:5
olarak öngören bir orantıdır. Bu oranın
estetiğinden yararlanmayı deneyin. Ancak,
bu bölümlemenin, fotoğrafın verdiği
mesajın vurgusunu taşıması gerektiğini
unutmayın.
* Teknik:
Beyaz Ayarı:
Beyaz ayarı, makinenin ışık rengine
tepkisini kontrol ederek, gerektiğinde
tüm ışıkların nötr görünmesini sağlayacak
şekilde görüntüyü ayarlar.
Otomatik beyaz ayarı yapılırken makine,
görüntüye bakar ve beyazı neyin nötr
kılacağına karar verir. Bu çoğu zaman
başarı olsa da bazen istenmeyen sonuçları
da olabilir. Bu yüzden ön ayarları da
kullanabilirsiniz.
Magnum Koleksiyonu Görücüye Çıkıyor!
Magnum Fotoğraf Ajansı ve Teksas Üniversitesi bünyesindeki Harry Ransom Center
işbirliği ile Magnum fotoğrafçılarının çektiği 200.000 fotoğrafın yeniden gözden
geçirileceği, katalog hâline getirileceği ve Ransom Center’da ulaşılabilir hâlde olacağı
bildirildi. Koleksiyon, 1930’lu yıllarda oluşturulmaya başlandı. Dünya tarihindeki
önemli olayları, kutlamaları, yoksulluğu, dinsel ve sosyal olayları içeriyor. Fotoğrafçılar
arasında Henri-Cartier-Bresson, Robert Capa, Elliott Erwitt, Rene Burri gibi isimler
bulunuyor.
13. Uluslararası Fotoğraf Bienali
Dünyanın en büyük ve en ünlü fotoğraf bienallerinden biri olan Fotofest, 12 Mart25 Nisan tarihleri arasında Amerika’da düzenlendi. Sergilerin, çalıştayların, imza
günlerinin düzenlendiği festivalde, farklı ülkelerden gelen fotoğrafçılar küratörler ile
buluştu.
www.fotofest.org/biennial2010/
2010 Yılı Sony Fotoğraf
Ödülleri Sahiplerini Buldu
48 ülkeden 80.000 fotoğrafın yarıştığı
2010 yılı Sony Fotoğraf Ödülleri, 22-27
Nisan’da sahiplerini buldu. Ödüllerin
verildiği Cannes’de düzenlenen fotoğraf
festivalinde istockphoto, organize
ettiği panellerle festivale damgasını
vurdu. Bunun yanı sıra fotoğraf
ve fotoğraf endüstrisinin gelişimi
üzerine de sempozyumlar düzenlendi.
Sempozyumlarda Tom Staddart, Michelle
Dunn, Roberto Koch gibi isimler bildiriler
sundu. Bu yıl, ilk defa Türkiye’den bir
fotoğrafçı, Hayri Kodal, 43.745 fotoğraf
arasından sıyrılarak amatör dal manzara kategorisinde birincilik ödülü kazandı.
Önemli bir ek bilgi; 2011 yılı yarışması için başvurular 1 Haziran 2010’da başlıyor.
www.worldphotographyawards.org
Rock’n Roll’un Fotoğrafçısı
Öldü
“Fotoğraflarım, benim çocuklarımdır.”
Rock’n Roll’un fotoğrafçısı olarak bilinen
ve ünlenen Jim Marshall, 74 yaşında
New York’ta hayatını kaybetti. Fotoğraf
kariyerine 1960’lı yıllarda başlayan
Marshall; Bob Dylan, Johnny Cash, Led
Zeppelin gibi ünlülerin hafızalara yer
etmiş fotoğraflarına imzasını atmıştır.
www.marshallphoto.com/
“Günışığı” modu; günışığı film gibidir ve
gün ortası ışığı koşullarında ve renk ısısında
nötr renk oluşturmak üzere tasarlanmıştır.
“Bulutlu” modu; günışığı, slayt filme
eklenmiş bir filtre gibi soğuk ışığı
sıcaklaştırır. Bu ayar, gündoğumu ve
günbatımının sıcaklığını arttırmakla
kalmayıp, yağmurlu gün çekimlerine de
daha davetkar bir görünüm kazandıracaktır.
“Akkor” modu; standart ampul ışığı
altındaki kapalı alan koşullarını düzeltmek
için tasarlanmıştır.
“Floresan” modu; floresanın yeşilini
ortadan kaldırır.
“Flaş” modu; flaşın soğuk tonunu telafi
etmek, cilde sert bir ton katan maviyi
ortadan kaldırmak için tasarlanmıştır.
28
Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Mayıs-Haziran 2010
Polaroid Geri Dönüyor
Bir zamanların efsane makinesi polaroidler, dijital teknolojinin hızına ayak
uyduramamış ve zamanla gözden kaybolmuştu. Polaroid üretimi yapan tek bir
fabrika kaldı; Hollanda’da Enschede. Şirketin mühendisleri, dünyada yaklaşık 1
milyona yakın polaroid makinenin olduğunu, film üretildiği takdirde bu makinelerin
çekmecelerden çıkacağını iddia ediyorlar. Siyah-beyaz film, Ilford Foto tarafından
İngiltere’de üretildi. Renkli filmlerin de yaz başında piyasaya çıkacağı söyleniyor.
Adobe Lighroom 3 Beta 2
Geçtiğimiz günlerde 20. yaşını kutlayan Adobe, Adobe Photoshop CS5’in deneme
sürümlerini piyasaya çıkardığı şu günlerde fotoğrafçılar için ürettiği Adobe
Photoshop Lightroom 3 beta 2’yi yaklaşık olarak 350 bin fotoğrafçının test ettiğini
bildirdi. Yeni sürümde, Canon ve Nikon makineler için farklı seçenekler olacağı,
şimdilik söylentiler arasında.
29

Benzer belgeler