türkiye`de bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri

Transkript

türkiye`de bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri
TÜRKİYE’DE
BİREYSEL SİLAHSIZLANMA
VE ŞİDDET HABERLERİ
UMUT VAKFI
YEREL MEDYA SEMİNERLERİ
KARS - GAZİANTEP
UMUT VAKFI YAYINLARI
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
TÜRKİYE’DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ
YEREL MEDYA SEMİNERLERİ
KARS – GAZİANTEP
Raportör: Ayşe Yıldırım
Yayına Hazırlayan : Esengül Ayyıldız
Yayın Numarası:12
Umut Vakfı Yayınları
ISBN: 978-605-89607-2-5
I.Baskı Mayıs 2010 – İSTANBUL
Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Kapaktaki Fotoğraf:
Arif Tanju Korkmaz
15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak
Tanıyın” Fotoğraf Yarışması, 2009
Umut Vakfı
Yıldızposta cad.52, 34340 Esentepe / İstanbul
Tel : (212) 337 29 93
Fax: (212) 288 66 75
[email protected]
www.umut.org.tr
Umut Vakfı, Friedrich Ebert Stiftung Derneği’ne değerli katkılarından dolayı teşekkür eder.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
SUNUŞ
Bireysel silahlanma şiddetin en uç noktası ve insanın yaşama hakkına yöneltilmiş en
tehlikeli sorunlardan biridir. Hannah Arendt’in “Şiddet Üzerine” adlı kitabında belirttiği gibi
şiddet daima araçlara muhtaçtır. Savaşların sonunun gelmemesinin ve bireylerarası
şiddetin öldürücü noktaya gelmesinin temel nedeni silah teknolojisidir. Varlığını ve kâr
amacını insan hayatı üzerine kurmuş böyle bir teknolojinin ilerlemesi ile gurur duymak
vicdanî açıdan mümkün değildir.
Umut Vakfı’nın kuruluşundan bugüne, 16 yıl boyunca, hukukun üstünlüğü, barış kültürü,
adalete güven, yurttaşlık bilinci çerçevesinde sürdürdüğü çalışmaların temel noktalarından
biri şiddete karşı ve bireysel silahsızlanma için mücadele etmek olmuştur. Bu mücadele
süresince medyanın desteği her zaman çok önemliydi. Öte yandan medyada yer alan
şiddete ve bireysel silahlanmaya ilişkin yayınlarda benimsenen söylem, kullanılan
görüntüler, yayınların arka metinleri hakkında düşünmek ve çalışmak da gerekmektedir.
Çünkü medyada üretilen haber ve programların malzemesi temel olarak yine insan
hayatıdır. Bu yayınlarla üretilen ahlakın ve değerlerin kaynağı toplumdur, yurttaştır; etkisi
de yine toplum ve yurttaş üzerinde görülür. Bu programları üreten programcılar, haberciler,
gazeteciler de bu toplumun bir parçasıdır ve hepimiz aynı zihniyet dünyasına dahiliz.
Böylece, 2007 yılından bu yana sürdürdüğümüz “Türkiye’de Bireysel Silahsızlanma ve
Şiddet Haberleri” Yerel Medya Seminerleri, içinde yaşadığımız toplumu ve zihniyet
dünyasını gazeteci dostlarla beraber tanımamıza; şiddet, bireysel silahsızlanma, medya
okuryazarlığı, gazeteciliğin meslek etik ilkeleri, toplumsal cinsiyet, çocuk, fikir özgürlüğü,
örgütlenme gibi pek çok konuda deneyim ve teori çerçevesinde bilgi alışverişinde
bulunmamıza vesile olmuştur. Bu nedenle, seminerlere konuşmacı ve katılımcı olarak dahil
olan herkese içtenlikle teşekkür ederiz. Biz bu deneyimlerden son derece beslendik. Dileriz,
Umut Vakfı olarak düzenlediğimiz bu seminerlerle olumlu izler bırakabilmişizdir.
2007 yılından bu yana Diyarbakır, Rize, Eskişehir, Hatay, Kars, Gaziantep ve Konya’da
düzenlediğimiz ve çevre illerden ortalama 500 gazeteci ve gazeteci adayının katıldığı
“Türkiye’de Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri” Yerel Medya Seminerlerinin
içeriklerini kitap olarak yayınlamaya devam ediyoruz. Dizinin elinizde tutmakta olduğunuz 3.
kitabı Kars ve Gaziantep seminerlerinin içeriklerinden oluşmaktadır.
Söz uçar, yazı kalır… Bu kitap çalışmasının medya ve şiddete ilişkin literatüre yeni bir katkı
olmasını dileriz.
Umut dolu yarınlara,
Nazire DEDEMAN
Umut Vakfı Kurucu Başkanı
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
TÜRKİYE'DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ YEREL MEDYA
SEMİNERİ
KARS, GAZİANTEP
İÇİNDEKİLER
1. KISIM: KARS
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Nazire Dedeman (Umut Vakfı Kurucu Başkanı)
Bettina Luise Rürup (Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği Türkiye Temsilcisi)
I. OTURUM Oturum Başkanı : Yücel Sezer (Kars Gazeteciler Cemiyeti Başkanı)
Medya ve Şiddet: Gazetecilik Meslek İlkeleri ile TGC Hak ve Sorumluluk Bildirgesi
Çerçevesinde Gazetecilerin Şiddet Haberlerine Yaklaşımı
Dr. Recep Yaşar (Türkiye Gazeteciler Cemiyeti)
Etik Açıdan Medyada Şiddet Haberleri
Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu (Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi)
Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Medyada Şiddet Haberleri
Prof. Dr. Timur Demirbaş (Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi-Bahçeşehir Üniversitesi)
II. OTURUM Oturum Başkanı : Yücel Sezer (Kars Gazeteciler Cemiyeti Başkanı)
Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye’de Durum ve Medyanın Sorumluluğu?
Psikiyatr Dr. Ayhan Akcan (Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi)
Almanya’da Şiddet Haberleri ve Etik: Türkiye ile Karşılaştırmalar
Semiran Kaya (Alman Radyosu, WDR)
Medyada Nefret Söylemi
Ragıp Duran (Liberation Gazetesi Türkiye Muhabiri)
III. OTURUM
TARTIŞMA: Yerel Medya’nın Şiddet Haberciliğine Bakışı
Moderatör: Ragıp Duran
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
2. KISIM: GAZİANTEP
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Nazire Dedeman (Umut Vakfı Kurucu Başkanı)
Süleyman Kamçı (Gaziantep Valisi)
I.
OTURUM Oturum Başkanı: Yusuf Ağar
Toplum Sorunlarına Duyarlı Eleştirel Gazetecilik Nasıl Yapılır?
Nail Güreli (Umut Vakfı Onursal Mütevellisi-Milliyet Gazetesi Köşe Yazarı)
Medya Okuryazarlığı: Gazetecinin Medya Okuryazarlığı Nasıl Olur?
Doç. Dr. Abdülrezak Altun (Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi)
Nefret Suçları
Av. Fikret İlkiz (Umut Vakfı Mütevellisi ve Yönetim Kurulu Üyesi)
Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Şiddet Haberleri
Prof. Dr. Timur Demirbaş (Umut Vakfı Yönetim Kurul Üyesi, Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Öğr. Üyesi)
II. OTURUM Oturum Başkanı: Cengiz Halil Çiçek
Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye'de Durum ve Medyanın Sorumluluğu
Psikiyatr Dr. Ayhan Akcan (Umut Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi)
Yeni Bir Habercilik/Gazetecilik Arayışı Olarak Barış Gazeteciliği
Yrd. Doç. Dr. İncilay Cangöz (Eskişehir Anadolu Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi)
Aile İçi Şiddet Haberlerinde Sorun Odakları ve Öneriler
Doç. Dr. Mine Gencel Bek (Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi)
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Editoryal Açıdan Şiddet Haberlerinin Değerlendirilmesi: Yaygın Medyadan Deneyimler
Ertuğrul Mavioğlu (Radikal Gazetesi Haber Koordinatörü)
III. OTURUM
TARTIŞMA: Yerel Medyanın Şiddet Haberciliğine Bakışı
Moderatör: Nail Güreli
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
TÜRKİYE'DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ
YEREL MEDYA SEMİNERİ
1. KISIM: KARS
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Nazire DEDEMAN
Değerli Konuklarım,
hoşgeldiniz.
“Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri” Yerel Medya Seminerlerimizin
beşincisinde Kars’ta sizlerle birlikte olmaktan mutluluk duyuyorum.
Umut Vakfı, bireysel silahsızlanma, şiddet, barış kültürü ve hukukun üstünlüğü
konusunda 16 yıldan bu yana çalışıyor, bilgilerini ve araştırmalarını her fırsatta
kamuoyu ile paylaşıyor. Bu süreçte medya mensuplarının özellikle bireysel
silahlanma ile oluşan yaşam hakkı ihlallerine ilgisi ve silahsızlanma konusuna
desteği hiç eksik olmadı.
Bu süreçte, şiddetin, toplumsal eşitsizliklerden kaynaklandığının farkında olarak,
bu eşitsizliklerin hayatımızı örseleyen, korkularımızı körükleyen, gittikçe daha
fazla şiddet doğuran bir sarmal olduğunu da vurgulamak gerekiyor. Şiddetin en
uç noktası olan bireysel silahlanmanın belirgin nedenlerinden biri, toplumsal
hayatta “şiddet göstererek” var olma biçimidir. Bireyin kendini gösterme, “var
olduğunu” vurgulama biçimi olarak “silahlanma”yı seçmesi, esas olarak
eşitsizliği olumlaması anlamına gelir. Çünkü, kaba kuvvetle, “silah” gösterişiyle
üstünlük sağlayarak “güç” elde edeceklerini düşünenler; dolayısıyla, bu güçle
varlıklarını kanıtlayacaklarını kabul ederler.
Oysa, bireylerin silahlanması, şiddetin boyutunu daha da büyütmektedir. Bugün
Prof. Dr. Timur Demirbaş ve Dr. Ayhan Akcan bireysel silahlanmanın
Türkiye’deki boyutlarına dikkat çekecekler. Ancak, şunu vurgulamak isterim ki;
bugün Türkiye’de, yılda 3000 kişi ateşli silahlarla ölmektedir. Bu yurttaşlarımızın
ortalama 700’ü ateşli silahlarla kaza sonucu hayatlarını kaybetmektedirler.
Ülkemizde “silah” bir kültürel özellik olarak kabul edilir. Kızgınlık, öfke ve
düşmanlık gösterisinde ateşli silah kullanıldığı gibi; silahla şerefin, namusun
korunacağı, coşkunun kutlanabileceği de zannedilir. Her durumda, sonuç
yalnızca ölümdür...
Bu gerçeği bize defalarca kanıtlayan yaşam öyküleriyle medyada sık sık
karşılaşıyoruz. Biz okuyucular/izleyiciler ve dinleyiciler; siz, bu olayları bizlere
aktaran haberciler... Hepimiz, en azından şu gerçeğin farkında olmak
zorundayız: “yaşama hakkı” insanın en temel hakkıdır. Bu hak eşittir. Bu eşitliği
bozan en önemli sosyal problemlerden biri bireysel silahlanmadır. Umut Vakfı
olarak bireysel silahlanmayı ele alırken, hukukun üstünlüğüne, barış kültürüne,
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yurttaş olma bilincine ve bunun önemli bir sorumluluk olduğuna vurguda
bulunuyoruz.
Siz, gazeteci yurttaşlar, bu konuda önemli rol üstlenmektesiniz. Şiddet
olaylarıyla karşılaşırken, haberlerinizi kurgularken ve bizlere aktarırken; karşı
karşıya olduğunuz durumun öncelikle insanın yaşama hakkıyla ilgili olduğunu
hatırlamanız önemli bir adımdır.
3. sayfa haberi olarak kavramsallaşmış şiddet haberleri, medya izleyicisine
çeşitli hayat hikâyeleri anlatıyor. Bizlerin kolaylıkla tükettiği bu hikâyelerdeki
gerçekliklere, bu hikâyelerin gösterdiği sorunlara ne denli duyarlıyız? Peki bu
haberlerin ve olayların tanıkları olan gazeteci arkadaşlarımız, bu hikâyelerin
anlatıcıları olarak üstlendikleri rolün ve sorumluluğun farkında mıdırlar?
Bu sorular, bugünkü eğitim programımızın temelini teşkil ediyor. Bu nedenle,
dördüncü kuvvet medyanın şiddet ve bireysel silahlanma konusundaki olayları
topluma yansıtma biçimini birlikte irdelemek; meslek gereklerine uygun, eleştirel
ve objektif bir yaklaşımın nasıl inşa edilebileceğini tartışmak amacıyla
Türkiye’de Bireysel Silahsızlanma ve Şiddet Haberleri Yerel Medya Eğitim
Seminerini gerçekleştirmek üzere bugün burada toplandık.
Biraz sonra, 1. Oturum Dr. Recep Yaşar’ın “Medya ve Şiddet: Gazetecilik
Meslek
İlkeleri
ile
TGC
Hak
ve
Sorumluluk
Bildirgesi
Çerçevesinde
Gazetecilerin Şiddet Haberlerine Yaklaşımı” konulu sunumuyla başlayacak.
Ardından, Prof. Dr. Nurçay Türkoğlu “Etik Açıdan Medyada Şiddet Haberleri”
konusunu ele alacak ve “Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Medyada
Şiddet Haberleri” konusunu Prof. Dr. Timur Demirbaş değerlendirecek.
Seminerimizin öğle yemeğinden sonra yapılacak 2. oturumuna ise Psikiyatr Dr.
Ayhan Akcan’ın “Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye’de
Durum ve Medyanın Sorumluluğu?” başlıklı konuşmasıyla başlayacağız.
Fransız Liberation Gazetesinin Türkiye Muhabiri Ragıp Duran’ın “Medyada
Nefret Söylemi” konusundaki sunuşunun ardından Semiran Kaya “Almanya’da
Şiddet Haberleri ve Etik” hakkında bizleri bilgilendirecek.
Her iki oturuma, Kars Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Sayın Yücel Sezer
başkanlık edecek. Desteği dolayısıyla kendisine teşekkür ederim.
Bugün, siz değerli gazeteci dostlarımızla görüşlerimizi, bilgilerimizi paylaşırken,
sizin tecrübe ve görüşlerinizle de zenginleşmeyi diliyoruz. Bu nedenle
seminerimizin 3. ve son oturumu oldukça önemlidir. “Yerel Medya’nın Şiddet
Haberciliğine Bakışı” konusundaki tartışma oturumunda konuşmacılarımız,
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
oturum başkanlarımız ve siz gazeteci arkadaşlarımız ile birarada olacağız.
Karşılıklı olarak konuya bakış açımızı ortaya koyacağımız son oturuma
katılmanızı;
fikirlerinizi,
sorularınızı
ve
değerlendirmelerinizi
bizlerle
paylaşmanızı rica ediyoruz.
Bu vesileyle tüm konuşmacılarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum. Bu
toplantıyı gerçekleştirmemizde maddi katkıda bulunan Friedrich-Ebert-Stiftung
Derneği’ne ayrıca teşekkür ediyoruz.
Tekrar hepinize hoşgeldiniz diyorum ve verimli, eğlenceli, katılımcılığın yüksek
olduğu bir çalışma diliyorum.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Bettina Luise RÜRUP
Saygıdeğer Bayanlar ve Baylar,
Değerli Katılımcılar,
Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği olarak Umut Vakfı’nın düzenlemiş
olduğu böylesi bir seminer için Kars’ta olmaktan mutluluk duyuyoruz. Böyle önemli bir
konuda Umut Vakfı gibi yetkin bir kuruluşla işbirliği yapıyor olmak sevindirici.
Friedrich-Ebert-Stiftung Almanya’da ve dünyada yüzden fazla ülkede temel ilkeleri olan
demokrasi, sosyal adalet ve uluslararası dayanışmayı destekleyen çalışmalar
yapmaktadır. Türkiye’de de yirmi yıldan fazladır temsilciliğimiz bulunmaktadır. Çalışma
ilkelerimiz bağlamında demokratikleşme süreçlerini ve demokratları desteklemek de
asli görevlerimiz arasındadır. Bildiğiniz gibi medyanın bir ülkenin demokratikleşmesinde
ve var olan demokrasisinin gelişmesinde oldukça önemli rolü vardır. Bu nedenle,
gazetecilik de dediğimiz medya mensupluğunun yüksek etik standartları olmalıdır.
Ancak biliyoruz ki günlük koşuşturmaca içinde bu etik kurallara sadık kalmak her
zaman kolay
değil,
hele
bir
de
gazetecilerin
çalışma
koşulları
gözönünde
bulundurulursa... Burada meslek içi eğitim tarzı seminerlerin önemi de ortaya çıkıyor.
Medya mensupları için zihin açıcı, yeniden durup düşünmeyi sağlayıcı bu tarz
çalışmalar önemli.
Friedrich-Ebert-Stiftung her zaman medyanın gelişmesine ve medya mensuplarının
demokrasiye katkılarını artırmaya yönelik çalışmalara destek vermeyi önemsemiştir. Bu
bağlamda, bu güne kadar birçok uluslararası ve ulusal düzeyde seminerler ve
konferanslar düzenlemiştir, düzenlenenlere destek vermiştir. Bu seminer de onlardan
biri.
Burada bu semineri düzenlediği için Umut Vakfı’na teşekkür etmek istiyorum. ‘Şiddet
haberleri yerel medya seminerleri’ Türkiye’de medyanın demokrasiye katkısının
gelişmesinde artık gerçekten de önemli bir yer edindi.
Tüm katılımcılara da, buraya geldikleri ve zaman ayırdıkları için ayrıca teşekkür etmek
isterim. Hepinize başarılı ve verimli bir seminer diliyorum.
Teşekkürler!
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
BİRİNCİ BÖLÜM
Arif Tanju Korkmaz
15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın”
Fotoğraf Yarışması, 2009
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
BİRİNCİ OTURUM
Yücel SEZER (Oturum Başkanı)
Bilge kişiye sormuşlar; “ey bilge kişi ateş nedir?” Demiş ki, “ateş, içine düşer
yanarsan bir cehennemdir, yararlanırsan cennettir”. Şimdi ateş misali medyadan
söz edeceğiz. Demek ki görsel olarak yerel medyamız daha çok tedbirlidir ama
ulusal
medya
ateş
misali
hem
yakıyor,
hem
koruyor.
Bakın
şimdi
büyükşehirlerin varoşlarına gidin oralarda binlerce insan konut görüntüsünde
barakalarda yaşıyor. Hepsinde banyo, tuvalet, yatak odası yok ama hepsinde
bir televizyon var. Belki o gecekondu bir odadır ve sekiz kişi yaşamaktadır. Her
şeylerini kısmışlar ama televizyonu ihmal etmemişler. Peki televizyon ne iş
görüyor? Kişinin ufkunu, görüşünü, tarzını değiştirmeye uğraşan eğitimcilerin
bin saatte yapamadığını televizyon bir dakikada yapabiliyor. İnsanları ya ileriye
doğru taşıyor ya da çeşitli sıkıntıların içine sokabiliyor. Demek ki medya bu
kadar etkin ve önemli bir değer. Yani ateş misali. Cennet ve cehennem olan
sizlerin idaresinde, etkisinde bulunan bu değeri kullanmak ya toplumu cennete
sevk edecek ya da yakacak. Gazetecilerin meslekleri bu kadar hassas ve
kıymetli. Yani sizler toplumu, ulusu, bireyleri ya yakacak ya da onları refaha,
saadete kavuşturabileceksiniz.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Medya ve Şiddet: Gazetecilik Meslek İlkeleri ile TGC Hak ve Sorumluluk
Bildirgesi Çerçevesinde Gazetecilerin Şiddet Haberlerine Yaklaşımı
Dr. Recep YAŞAR
Medyada şiddet en çok tartışılan, ancak üzerinde hâlâ tam uzlaşılamayan bir
konu. Medyada şiddet kısmen çözümsüz kalmış bir konu olarak karşımızda
duruyor. Bunun da temel nedeni, bu konudaki soruların fazlalığı. Şiddetin
tanımı, derecesi, kasıt olup olmadığı, söylemin şiddeti sayılıp sayılmayacağı,
mizah şiddet midir, boks gibi sporun bazı dalları şiddet midir, belgesellerin
görüntüleri şiddet midir? Daha da önemlisi biz gazeteciler için haberlerde
kullandığımız görüntüler şiddet midir? Bu sorular bu konudaki tartışmaları
devam ettiriyor.
Biz
bu
alanda
haberlere
yani
gazeteciliğe
değinmek
istiyoruz.
Haberlerde/gazetecilikte şiddet. Tarihsel sürece göz atmak istiyorum. Öncelikle
konuya haber fotoğrafçılığının doğuşuyla başlamak istiyorum.
Haber fotoğrafçılığının başlangıcı Kırım Savaşı ve Amerikan İç Savaşı ile oldu.
Çıkışı da siyasal amaçlıdır. Birçok kişi tarafından ilk savaş fotoğrafçısı olarak da
adlandırılan Roger Fentom, İngiltere Prensi Albert tarafından 1855’te Kırım’a
gönderildi. Görevi savaşı fotoğraflamaktı, ama bu fotoğraflar savaşın kötü
yüzünü gösteren ölüler, yaralılar, yıkıntıları değil, İngiliz ordusunun ne kadar iyi
olduğunu gösteren fotoğraflardı.
Amerikan İç Savaşı’nda daha önce ünlülerin resimlerini çeken Matthew Brady
(mücevher ustasıdır, fotoğrafçılığı mucit Samuel Morse’den öğrenmiş), iç savaşı
çekmeye başlar. Bunun için 23 fotoğrafçı işe alır. Burada da amaç, Lincoln’ın
savaş çabalarını desteklemektir. Bunda da başarılı olunmuştur, daha sonra
bakıldığında bu resimlerin çoğu ile oynandığı, montaj, sahte olduğu anlaşılır.
Ancak burada iki isim öne çıkar, farklı bir tavır sergiler; Alexander Gardner ve
Timothy O’Sullivan, onlar habercilikleriyle büyük ün kazanırlar. New York Times,
şunları yazar:
“Bay Brady, savaşın korkunç gerçekliğini ve ciddiliğini evdeki bizlere
getiren birşey yaptı. Cesetleri getirip avlularımıza ya da sokaklara
bırakmış olmasa da benzer bir şey yaptı.”
Çelişki de, temel sorumluluk da burada.
Soru ya da sorun da burada, gazetecilik, şiddet ağırlıklı olan bu fotoğrafları
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yayınlamazsa savaş gibi bir vahşeti nasıl ortaya koyacak? Sorun, buradaki ince
çizgiyi nasıl ayırt edeceğiz? Gazetecilik mesleğini yaparken aynı zamanda
şiddeti ön plana çıkarmayan bakış açısını nasıl ortaya koyacağız? Hemen
arkasından siz bu sınırı ihlal ettiğiniz zaman, medya şiddeti artırıyor mu, sorusu
karşımıza çıkıyor. Bu konuda da görüş birliği yok. Medyanın şiddeti artırdığı
konusunda da üzerinde anlaşılmış net bir fikir birliği yok. Tam tersini savunan
uzmanlar da var: Medyadaki şiddetin bireylerin şiddet duygusunu dışa vurarak
onu rahatlattığı şeklinde...
Buna karşın, ben medyadaki şiddetin özellikle de televizyondaki şiddetin,
bireydeki şiddetin temel nedeni olmamakla birlikte onu dışa vurmada etkisi
olacağı kanısındayım.
Bu olumsuz etki özellikle, işsizlik, ekonomik kriz ve politik belirsizliklerin olduğu
az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde daha belirgindir.
Bireysel boyutta ise, 0-6 yaşlar arası çocuklar ve 13-21 yaşlar arasındaki
ergenler bu yayınlardan ve olumsuz modellerden en fazla etkilenen, yüksek risk
grubunda yer almaktadırlar.
Gazetecinin Sorumlulukları
Şiddetin her alanda betimlenmesi onu günlük yaşamın bir parçası haline
getirme tehlikesini beraberinde getiriyor. Burada biz gazetecilere düşen
sorumluluklar nelerdir diye bakmamız lazım. İşte TGC'nin üç yıllık çalışma
sonucu ortaya çıkardığı Hak ve Sorumluluklar Bildirgesi vardır. Ben sadece
konumuzla
ilgili
başlıkları
hatırlatmak
istiyorum
burada.
İsterseniz
www.tgc.org.tr adresinden tamamına bakabilirsiniz.
Bildirge’de
gazetecinin
sorumluluğu
şöyle
tarif
edilir:
Gazeteci,
basın
özgürlüğünü, halkın doğru haber alma, bilgi edinme hakkı adına dürüst biçimde
kullanır. Bu amaçla her türlü sansür ve otosansürle mücadele etmeli, halkı da
bu yönde bilgilendirmelidir. Gazetecinin halka karşı sorumluluğu, başta
işverenine
ve
kamu
otoritelerine
karşı
olmak
üzere,
öteki
tüm
sorumluluklarından önce gelir. Bilgi ve haber ile özgür düşünce, herhangi bir
ticari mal ve hizmetten farklı olarak toplumsal nitelik taşır. Gazeteci, ilettiği
haber ve bilginin sorumluluğunu üstlenir ve paylaşır. Gazetecinin özgürlüğünün
içeriğini ve sınırlarını, öncelikle sorumlulukları ile meslek ilkeleri belirler.
Gazetecinin temel görevleri ve ilkeleri ise şöyle tarif ediliyor:
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın
evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk,
etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm
ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar,
topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır.
Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını veya
inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz.
Gazeteci, her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın
yapamaz.
Gazeteci, çalıntı, iftira, hakaret, lekeleme, saptırma, manipülasyon, söylenti,
dedikodu ve dayanaksız suçlamalardan kesinlikle uzak durur.
Yani şiddet sadece fiziksel ya da görsel olarak algılanmıyor. Gazeteci sözel
şiddete alet olmamalı ve bunu meşrulaştırmamalı, haberin ana öğesi olarak
kullanmamalı. Daha da ayrıntılandırırsak:
Gazetecinin doğru davranış kuralları diye kurallarımız var. Fotoğraf ve
görüntüyü nasıl kullanmalıyız? En çok sorun burada yaşanıyor. Bir kere fotoğraf
ve görüntünün o olayla ilgisi olup olmadığı çok önemlidir. Fotoğraf ve
görüntünün güncel olup olmadığı açık biçimde belirtilmeli, canlandırma
görüntülerinde de bu, izleyicinin fark edebileceği biçimde ifade edilmelidir.
Burada özellikle canlandırmalarda ciddi sıkıntılar yaşanmaktadır. Bilgisayar
teknolojisindeki gelişmelere paralel olarak şiddet tasvirleri özel efektlerle daha
da etkili hale getirilmekte. Efektlerin yardımıyla silah sesleri, tekrar tekrar
verilmektedir.
Yani
gerçeklikle
kurgu/fantezi
arasındaki
sınır
git
gide
kaybolmaktadır. Sinema filmi görüntüleri bile gerçek haber görüntüleri olarak
sunulmaktadır. Bir televizyon kanalında uçak kaçırma haberi ile ilgili olarak
sinema filminden alınan uçakta karşılıklı silahlı saldırılarının olduğu görüntü
verildi.
Yargı konusu var. Hazırlık soruşturması sırasında soruşturmayı zaafa uğratıcı,
yönlendirici biçimde haber ve yorumdan kaçınılmalıdır. Yargılama sürecinde de
haberler her türlü önyargıdan uzak ve kesinlikle doğruluğundan emin olarak
sunulmalıdır. Gazeteci yargı sürecinde taraf olmamalıdır. Yargı kararı
kesinleşmedikçe, bir sanık suçlu ilan edilmemelidir. Haberlerde ve yorumlarda
suçluymuş gibi değerlendirmeler yapılmamalıdır. İnsanları suçlu gibi göstermek,
sanırım bunu da bireysel şiddetin bir parçası olarak psikolojik şiddetin bir
yansıması olarak görmekte yarar var. Buradaki temel sorun, özellikle sanıkların
kimliklerinin haberin yansıtılmasında rol olması, bunun da medya organının
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yayın politikasına paralel olarak o kişileri suçlaması ve savunmaya geçmesidir.
Ergenekon örneğinde olduğu gibi.
Çocuklarla ilgili haberler
Çocuklarla ilgili suçlarda ve cinsel saldırılarda sanık, tanık ya da mağdur/maktul
olsun, 18 yaşından küçüklerin açık isimleri ve fotoğrafları yayınlanmamalıdır.
Çocuğun kişiliğini ve davranışlarını etkileyebilecek durumlarda, gazeteci bir aile
büyüğünün veya çocuktan sorumlu bir başkasının izni olmaksızın çocukla
röportaj yapmamalı veya görüntüsünü almaya çalışmamalıdır. Buna rağmen
maalesef, 18 yaşın altındakilerin korunmasına ilişkin yeterli duyarlılığı
gösterdiğimiz konusunda soru işaretlerim var. Burada özellikle mağdurların
korunması büyük önem taşır.
Cinsel saldırılarda mağdurların fotoğrafları, görüntüleri veya kimlikleri, açık
kamu yararı olmadıkça yayınlanmamalıdır.
Kimlik veya özel durum; açık kamu yararı olmadıkça ve olayla doğrudan ilgisi,
bağlantısı bulunmadıkça, bir insanın davranışı veya işlediği suç, onun ırkına,
milliyetine, dinine, cinsiyetine, cinsel eğilimine, hastalığına veya fiziksel, zihinsel
özürlü olup olmamasına dayandırılmamalıdır. Kişinin bu özel durumu, alay,
hakaret, önyargı konusu yapılmamalıdır. Ancak bu tip genellemeler bizde
fazlasıyla yapılmaktadır. Haberlerde milliyete veya belli bir yöreye dayalı
suçlamalar ön plana çıkmaktadır. Daha düne kadar, özel televizyon sahibine
bile ‘Rum çocuğu’ dendi. ‘Ermeni dölü’ gibi deyimler türemiş ve bu haberlere
yansımaktadır. Kapkaç yapanların çoğunun Güneydoğulu olması ve o bölgeden
gözaltına alınan birine hemen kapkaççı muamelesi yapılması gibi...
Sarsıcı durumlarda; üzüntü, sıkıntı, tehlike, yıkım, felaket ya da şok halindeki
insanlar söz konusu olduğunda gazetecinin olaya yaklaşımı ve araştırması
insani olmalı ve gizliliklere uyularak duygu sömürüsünden kaçınılmalıdır. Oysa
yine bu tür haberlerin çoğunda gereğinden fazla duygu sömürüsü yapıldığını
görüyoruz.
Gazeteci, sanıkların ve suçluların akrabalarını, yakınlarını, olayla ilgileri
olmadıkça veya olayın doğru anlaşılması için gereği bulunmadıkça teşhir
etmemelidir.
İntihar haberlerinin verilmesi önemlidir. İntihar olayları hakkında haber
çerçevesini aşan ve okuyucu veya izleyiciyi etki altında bırakacak nitelikte ve
genişlikte yayın yapılmamalıdır. Olayı gösteren fotoğraf, resim veya film
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yayınlanmamalıdır. Yani intihara teşvik etmemeli, ayrıntılı verilmemeli ve
büyütülmemelidir.
Gazetelerde durum nedir? Gazetelerde, özellikle de 3. sayfa haberleri dediğimiz
şiddetin en fazla işlendiği haberlerde bu kriterlerin özenle uygulanması
toplumsal sorumluluğumuzun bize yüklediği bir görevdir. Gazetelerde, 3. sayfa
haberlerinin yanısıra maalesef spor sayfalarında da şiddet ağırlıklı bir dil
kullanılmaktadır. Sporun temel felsefesiyle tamamen zıt olan buradaki dil,
şiddeti günlük dilin bir parçası haline getirmektedir.
Televizyonda şiddet
Bu anlamda televizyon yayınları daha da önem kazanır.
Televizyondaki şiddet 4 açıdan dikkat çeker:
1. Şiddetin sıklığı ve süresi: Şiddet içeren görüntüleri, tekrar tekrar ve uzun
uzun göstermemek. Olayı açıklayacak kadar kısa tutmak ve gerekirse
burada da karartma/mozaik kullanmak. Şiddet içeren durum, olay ve
temaları mümkün olduğunca görselleştirmemek ve tekrar tekrar vermemek
oldukça önemlidir.
2. Şiddetin ayrıntıları, canlılığı: Olayı kesinlikle ayrıntılı şekilde vermemek ve
böylece özellikle çocuklarda bunun tekrarına yol açacak bir rol model
oluşturmamak.
Yayınlanan
programlarda,
şiddetin
yöntemiyle
ilgili
tanımlardan, detaylı görüntüler ve canlandırmalardan mümkün olduğunca
kaçınılmalıdır.
3. Şiddetin sunuluş biçimi: Sunuş çok önemlidir. Şiddeti haklı gösterecek bir
sunum ve şiddet uygulayanları kahraman yapacak bir bakış açısıyla
sunmamak.
4. Şiddetin sonuç ve etkilerinin gösterilmesi veya gösterilmemesi: Bu
görüntüler neye yol açar? Bu tür görüntüler, başta çocuklar, ergenler ve
genç erişkinler olmak üzere tüm insanları travmatize edici özellikte olup,
kaygı, korku ve gerilim yaratmakta, buna paralel olarak da insanları şiddete,
ölüme, acıya, kana ve kayıplara karşı duyarsızlaştırmaktadır. Aynı zamanda
yine bu görüntüler, çocuklar ve gençler için çarpık ve yanlış davranış
modelleri
oluşturarak,
sağlıksız
değer,
tutum
ve
benimsemelerine zemin hazırlamaktadır.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
davranışlar
Neler yapılmalı?
Buna bağlı olarak neler yapılmalıdır? İçinde şiddet unsuru var diye olayları
görmezden mi geleceğiz? Tabii ki hayır. Gazeteci olarak tanıklıktan kaçamayız.
Bilgilendirmek bizim temel görevimiz. Burada haberin veriliş biçimi önem
kazanıyor. Şiddeti seyirlik hale getirmemeliyiz. Şiddeti bir arzu nesnesi haline
getirmemeliyiz. Şiddeti seyirlik bir malzeme olarak sunmaktan ve pazarlamaktan
vazgeçmeliyiz. Ancak şiddet reyting yaptıkça ve reklam verenler de reytinglere
bağlı davrandıkça bu nasıl olur tam bilmiyorum.
Buna rağmen, şunlar yapılabilir ve yapılmalıdır:
1- Önceden uyarmak: Şiddet içeren olay, kurgu, haber veya intihar
sahnelerini, çocuklar ve ergenlerin seyretmesini engelleyecek ölçüde,
yayın öncesinde uyarılara yer verilmelidir. Bu uyarılar anne babalar
tarafından hassasiyetle dikkate alınmalıdır.
Şiddet unsuru ağırlıklı dramatik yapımlar çocuk ve gençlerin olumsuz
etkilenmemeleri için, önceden uygun uyarılarda bulunulması kaydıyla,
ancak saat 23.00 ile 05.00 arasında yayınlanabilir.
Bu tür programların tanıtım duyurularında şiddet içeren bölümler
kullanılmamalıdır.
2- “Medya kuruluşlarında, psikolog, psikiyatristler istihdam edilmeli mi,
şiddet içeren haberler bunlar tarafından önceden görülse iyi mi olur” diye
sormak da fayda olur mu? Emin değilim. Bu ön denetimin her alana
yaygınlaşması kaygısı ve bunun basın özgürlüğü ile bağdaşıklığı
konusunda kaygılarım var.
Gazeteci, inanmadığı bir görüşü savunmaya veya meslek ilkelerine aykırı bir iş
yapmaya zorlanamaz. Tüm bunlara rağmen sanırım şu soruyu da sormak
gerekiyor: Şiddete talebin neden bu kadar çok olduğu? “Halk bunu istiyor” gibi
bir kolaycılığa kaçmıyorum. Ama şiddeti ürettiği ileri sürülen medya aktörlerinin
suçlanmasından önce, şiddete olan talebin nedenlerine yanıt aramak daha
gerçekçi bir yaklaşım olur.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Etik Açıdan Medyada Şiddet Haberleri
Prof. Dr. Nurçay TÜRKOĞLU
Medyada şiddet konusu aslında son derece farklı değişkenlere bağlı ve bunlar
arasındaki ilişkiler ele alınarak incelenmesi gereken bir konu. Çünkü anlık, yani
gündelik yaşamın içinde bir pratik olarak, bir kendini gösterme biçimi olarak
bedensel şiddet daha çok aklımıza geliyor. Bunun medyada yer alış biçimlerini
eleştiriyoruz ama gazeteciler diyor ki “bu yaşanan bir gerçek, biz gerçeği
yansıtıyoruz ve halk da bunu ilgiyle takip ediyor.” Yani “medyada şiddet”
çekiciliği olan bir konu. Onun için medyada şiddetten vazgeçilemiyor bir türlü.
Bu sorunsal üzerine pek çok insan, düşünür, akademisyen kafa yordu, pek çok
araştırma yapıldı, tonlarca kitap yazıldı.
Ama her şeyden önce şunu söylemeliyim ki; şiddetin çekiciliği, yani başkasının
başına gelen şiddetin okuyucular ve izleyiciler tarafından seyredilmesinin
altında bir zevk olduğundan kolayca söz edemeyiz. Bu daha çok korunma
içgüdüsü. Benim başıma gelen değil, başkasının başına gelen şiddet; “ben hâlâ
yaşamaya, sağlıklı olmaya devam ediyorum” hissi okuyucunun, izleyicinin
ilgisini çekiyor. Aynı zamanda da şiddetin ani oluşu, belirsizliği, medyadaki bu
dramatik aksiyona, yani anlatının merak uyandıran biçimine de çok iyi bir
malzeme oluşturuyor. Ama şöyle bir şey de var ki, dünya ile ilişkisini daha çok
popüler medya ile sağlayan insanlarda, yani bağımlı izleyicilerde bu şiddet
haber ve görüntüleri çok çarpık bir algılama yaratıyor. Şiddet vazgeçilmez
olduğu için sadece başkalarıyla ilgili değil kendi çevresindekilerle, kendi
topluluğuyla, kendi tabiatıyla olan ilişkilerinde de her tarafı saran bir kötülük hali
olarak algılanıyor. Kısaca çaresizlik duygusuyla birlikte dünyanın berbat,
yaşanamayacak bir yer olduğunu düşünüyor.
Şunu bir düşünün: Eğer sizin önemli bir gelir kapınız olan resmi ilanlar yerel
medyada yayınlanmasaydı nasıl bir gazetecilik olurdu yerel basında? Bence
çok şey değişirdi, çünkü bu bir zemin. Zemin değiştiğinde içerik de kesinlikle
çok değişecektir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Ütopyalar ve idealler
Topluma ve kültür konularına bakacak olursak; hepimiz, bizden önce konulmuş
kuralları, adetleri, görenekleri ve yaşam biçimleri olan bir yere doğuyoruz. Bir
biçimde sürdürücüsü oluyoruz belki toplumsallaşma içinde ama bir yandan da
modern toplumun getirdiği birtakım kurumsal toplumsallaşma olanaklarımız da
var. Mesela resmi eğitim kurumlarından önce artık medyadan bir şeyler
öğrenmeye başlıyoruz çocuk yaşımızda. Sorgulama yaşına sahip olmadan önce
uyum sağlamaya başlıyoruz aslında. Dünyanın neresinde ve hangi çağda
doğmuş olursak olalım hepimizi insan yapan temel ortak bir özelliğimiz var ki bu
da akıl. Hepimiz potansiyel bir akılla doğmuyor muyuz? Bu aklı çalıştırmayı
öğrendikçe ve çalıştırdıkça -ki bilinçli olma sürecinden söz ediyoruz- bu süreçte
doğru ve yanlışlar hakkında farklı şeyler düşünebiliriz. Ya da birlikte
yaşadığımız insanların daha iyi koşullarda yaşamasını sağlayabilmek üzere
belki önce düşünceler, sonra ütopyalar kurmaya başlarız, birtakım idealler
koyarız ortaya. Hani dedikodu yapmak değil, haber yapmaktır gazetecinin işi.
Gazetecilik bir meslektir, “bu meslek de şöyle şöyle uygulanmalıdır” diye bir
idealler bütünü vardır. Toplum içindeki davranışlarımızı bir meslek olarak ele
almak mutlaka o potansiyel aklın bir bilince dönüşmesi halidir. Ama bir yandan
da pratik hayat devam etmekte ve kurduğumuz ideallerle çelişebilir. Bu
uyumsuzluk bizi her an geriye götürebilir; “aman ne yapayım, bu iş böyle,
değişmez” gibi. Ama mesela kölelik döneminde köleliğin yanlış olduğunu, bir
gün ortadan kalkacağını, sanayi devrimi diye bir şey olacağını kimse tahmin
edemezdi. Evet, birkaç düşünür oturdu bunları yazdı, yani “kölelik var çünkü
makineler kendi kendine çalışmıyor” dedi insanlar. Ne zamanki sanayi devrimi
oldu kölelik yasaklandı. Başka türlü yaşamanın mümkün olabileceğini düşünen
beyinler var. Hepimizde var aslında potansiyel olarak sahibiz çünkü. Ama işte o
kurduğumuz ütopya acaba ne zaman böyle basit ve arabesk bir fantazya
olmaktan
uzaklaşarak,
gerçekten
içinde
bulunduğumuz
toplumu
değiştirebilecek, dönüştürebilecek bir ütopya haline gelir?
Aklıma gelen bir video klip var, Mahsun Kırmızıgül'ün. Çok eski bir şey. Bir
türkücü, biraz daha popülerliğe kaymak istiyor, televizyonda da video klibini
yayınlıyor. İlk defa bir doğulu erkek, türküsünde biraz flamenko ritimlerini de
kullanıyor... Popüler kültürü niye seviyoruz, peşinden koşuyoruz? Çünkü bizim
yapmak istediklerimizi, olmak isteyip de olamadıklarımızı vaat ediyor değil mi?
Ama bu vaat, arabesk bir fantazya olarak nasıl kalabilir, acaba neden ütopyaya
dönüşmüyor? Neden biz “popüler kültür zararlı, oradan bir şey çıkmaz” diyoruz,
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
onun bir örneği olarak aklıma geliyor bu klip. Şarkının adı “Alem buysa kral
benim.” Son derece iddialı. Diyor ki, “bu işin raconunu ben de öğrendim, ben de
yaparım, aslanlar gibi para da kazanırım...” Adam gibi yaşamak, kral gibi
yaşamak ne demek? Kırmızı üstü açık bir araban, yanında da uzun bacaklı
sarışın Avrupaî bir kadın olacak. Yani güzel, doğulu bir kadın değil, Avrupalı
sarışın bir kadın olacak. “Alem” diyor ya Avrupa’yı da kapsayacak. Bizim erkek
kültürümüz; “at, avrat, silah.” Erkeği erkek yapan unsurlar bugün dönüştü. At
yok araba var. Avrat; yani gene ruhen avrat ama sarışın ve uzun bacaklı. Silah
da kullandığı teknolojiler; cep telefonları filan. Bütün bunlar bugünün güçlü
kimliğini öne çıkartıyor. Bu bizim türkücümüz “işte böyle bir alem var, ben de bu
alemin kralıyım” diyor. Şarkının sonuna doğru bir “Mahzzzuuunnn” diye yörenin
aksanıyla birisi çağırıyor, ki o anne. Bizde anneler her zaman önemli. ‘Aneyyy’
diyor Mahsun. Anneyi görüyoruz mağaranın önünde. Sonra Mahsun uyanıyor,
meğer rüyaymış bunlar.
Bence son derece acıklı bir durum var burada. Ne zaman ki bu türkücü kurduğu
fantazyada, yani bu türkücünün hayallerinde ve onun peşinden giden, onun gibi
olmak isteyen binlerce genç erkeğin rüyasında eğer o anne artık mağara
önünde yaşamıyor gibi hayal edilebiliyor olursa, o anne zavallı ince kavruk değil
de gürbüz çocuklar doğuran güçlü, iyi beslenmiş bir anne gibi görünürse
herhalde o zaman bu hayaller işe yarar bir ütopyaya dönüşebilir. İşte o zaman
kölelikten kurtulunur da sanayi devrimine geçilebilir. Çarpıcı bir örnek olduğunu
düşünüyorum. Hepimizin hayatında var olan bir eleştirel boyutu buraya getirmek
amacım.
Meslek etiği
Etik konusuyla ilgilenmemizin çok özel bir önemi var, demin anlattığım konuyla
da bağlantılı aslında. Medyada şiddet konusunu da toparlayarak söylemeye
çalışayım. Etik konusu aslında 20. yüzyılın sonlarına kadar, daha doğrusu
dünyada globalleşmeyle ilgili tartışmalar olana kadar felsefecilerin uğraştıkları
bir alan. Yani soyut, günlük hayatla çok alakası olmayan, daha uzak, sosyal
bilimlerin de çok uğraştıkları bir alan değil gibi. Ama meslek etikleri çalışmaları
da var. İlk meslek etiği sağlıkta biliyorsunuz. Neden? Çünkü çok önemli bir
toplumsal davranış var orada, sağlık var. Ondan sonra geliştirilen ikinci meslek
etiğinin de gazetecilik etiği olduğunu duymuş muydunuz bilmiyorum.
Çok önemli bir şey gazetecilik etiği. Çünkü yazdığınız haberlerle bir insanın
yaşamını gerçekten öldürebilirsiniz. Haber ya da görüntü bir mal değildir. Bugün
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
tüketicinin bilinçlenmesinden söz ediliyor ya; kötü bir mal aldıysan geri ver,
paranı al. Ama habercilikte böyle bir şey söz konusu değil. Geri döndürülemez
bir algılama, bir ileti silsilesi akıyor çünkü. Geri verip de temizini alabileceğiniz
bir şey söz konusu değil. Evet, tekzip filan var ama bunlar kesinlikle yerine
geçmiyor, temizlemiyor.
Etik konusu, aslında globalleşmeyle beraber son 20-25 yıldır daha çok sosyal
bilimcilerin ilgilendiği bir şey. Çünkü 80'lerin sonunda globalleşme piyasası
bütün alanlarda özelleşmeyi getirdiği gibi gazetecilikte de özelleşme her türlü
kamusal sorumluluğu ikinci plana attı. Yani piyasa her şeyin önünde, her şey
piyasadan sonra. Böyle olduğu zaman da basın dördüncü kuvvettir, kamuoyunu
oluşturur gibi olumlu bir şeyler yüklediğimiz medyadan söz edemez hale geldik.
Bu tabii sadece sizin ya da benim suçum değil. Bütün dünyada piyasa böyle bir
yere getirdi. Böyle olunca da başkalarının başına gelenlerle ilgilenenler de etik
konularını günlük hayatın daha içine almaya başladılar. Ahlak ve hukuk
alanındaki değiştirilmesi zor veya sorunlu hatalara karşı bilinçli düşünen,
potansiyel aklı olan işte o insanın sığınabileceği ve orada ayakta durabileceği
bir alan olarak görmeye başladılar etik alanını. Etik aslında çok geleneksel,
yöresel, bölgesel, dine referansta bulunan, insanın daha sorgulayamadığı,
bilinçsizken içine doğduğu, tabuların olduğu bir ahlak alanı. Hukuk ise bütün
kültürel özelliklerden kendini uzak tutmaya çalışıyor, daha evrensel. Herkes için
suç ve cezalar üzerine çalışıyor. Ama şöyle bir şey var ki; ahlakta iyi
davranışlarımız için ödüllendirilirken hukukta pek bununla karşılaşmıyorsunuz.
Demek ki etik de, ahlak da, hukuk da insanların doğru ve yanlışlarıyla ilgileniyor.
Ama ahlak yöresel, bölgesel, yani kökünü tamamen unuttuğumuz belki dinsel
doğru ve yanlışlardan söz ediyor ve bunun tartışılması, sorgulanması,
değiştirilmesi çok zor. Ve bunun için ahlak insanın sanki tabiatıymış gibi ahlaklı
insandan, ahlaksız insandan söz ediyoruz ama hukuklu insan, hukuksuz insan
demiyoruz değil mi? Oysa etik, benim düşünerek yapabildiğim bir şey. Yani
bilinçli bir ahlak ortamı üzerinde kişi de potansiyel hakkını kullanarak söz
söyleyebilir ve davranışta bulunur. Bence gazetecinin de sığınması gerek.
Yaptığınız işin bir meslek olduğunu ve sadece hukuki kurallara dayalı olarak
değil, sizinle aynı işleri paylaşan bir ortamın kaçınılmaz olduğunu vurguluyorum.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Medyada Şiddet Haberleri
Prof. Dr. Timur DEMİRBAŞ
Suç korkusu ve şiddet haberleri, son zamanlarda Türkiye’nin gündeminde yer tutan
önemli sorunlar arasında yer almaktadır. Gerçekten de, Türkiye’de, son yıllarda
artan suçluluk, özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde gittikçe artan bir suç
korkusuna da neden olmaktadır. Suç korkusunun özellikle şiddet haberleri ile ilgisi
olduğu bir gerçektir. Bu aile içi şiddet yönünden daha vahimdir. Çünkü, aile içinde
uygulanan şiddet ve suçlar büyük oranda adli makamlara yansıtılmadığından,
şiddetin ne zaman uygulanacağı endişesi ile suç korkusu daha da yüksek
olmaktadır.
Suçun toplum içerisinde yarattığı güvensizlik duygusuna “suç korkusu” denir. Suç
korkusu, toplumdaki sosyal ilişkileri bozmakta, azaltmakta ve genel olarak yaşam
zevkini tahrip etmektedir. Kitle iletişim araçlarının suça yaklaşım şekli dolayısıyla
suç korkusu, şiddetini daha da artırmakta ve çoğu kez suç, gereğinden fazla
abartılarak topluma sunulmaktadır.
Süddeutsche Zeitung isimli bir gazetenin 1995’deki anketinde, “Almanya’da on yıl
içinde düşündüğünüz zaman, en çok neden korkuyorsunuz?” sorusuna verilen
cevapların % 59’u “artan suçluluk” olmuştur. İstatistiklere göre, Almanya’da her beş
saniyede bir suç işleniyor; bu, hırsızlık, yağma, yaralama, adam öldürme,
dolandırıcılık, rüşvet, tehdit, ırza geçme, uyuşturucu ticareti, tehlikeli çöp nakli vs.
şekillerinde oluyor. 1997’de hemen hemen 6,6 milyon suçun polis istatistiklerine
kaydedilmesi karşısında, “kişisel güvenlik gerçekten tehlikede mi” sorusu ortaya
çıkmıştır. Bir şiddet suçunun mağduru olma riski % 0,26’dır.
Gilinsky’e göre, 1995’de yapılan bir araştırma, Rusya’da nüfusun artan bir suç
korkusunun
açıkça
ortada
olduğunu
belirtmiştir:
Sonbahar
1993’de
St.
Petersburg’da yapılan bir ankete göre, bu kentte oturanların % 56’sının saldırganlık
ve şiddetten, % 42’sinin organize suçlardan huzursuz oldukları ortaya çıkmıştır.
Oysa Ağustos 1991’de buradaki nüfus kendini esaslı olarak güvenli hissediyordu.
Suç korkusu, dar ve geniş anlamda kullanılır; dar anlamda, suçluluğa, duyguya
uygun tepki olarak veya kendi kişiliği için tehlikeli hareketi kapsar. Akşamları
karanlıkta yalnızken korku veya endişe ya da tehlike duygusu, insanın tatil
esnasında evini kontrolsüz bıraktığını ve bir soyguncuyu düşünmesi dar anlamda
suçluluk korkusu olarak anlaşılır.
Silahsızlanmada devletin izleyeceği suç politikasının ayrı bir yeri vardır. Devlet hukuk
devletini
tam
anlamıyla
yerleştirmek
suretiyle
güvenliği
sağladığı
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
zaman,
silahlanmanın en önemli nedenlerinden “suç korkusu” önemli ölçüde yenilmiş
demektir. Elbette bunu sağlamada başta polis ve jandarma olmak üzere tüm güvenlik
kuvvetlerine büyük sorumluluk düşmektedir.
Halkın polise karşı tavrı
Polisin görevi bastırıcı ve önleyicidir. Onun amacı toplumu ve vatandaşı tehlikeden
korumaktır. Polis vasıtasıyla güç kullanımı kanunen düzenlenmiş olup, keyfi olarak
kullanılamaz; yani, polisin gücü kontrol altındadır. Ancak, vatandaşın polise güven
beslemesine gayret edilmesi tercih edilir. Eğer halk, polisin çalışmasına, görev
yapmasına karşı isteksiz durursa, polisin sonuca ulaşabilmesi güç koşullarda
olacaktır. Bu bakımdan, polis, halkla iletişim kurmalı ve onlardan soyutlanarak
çalışmamalıdır. Polisin teknikleşmesi (modernize olma) gereklidir. Polisin başarılı ve
onaylanabilir bir çalışması için koşul, memurların mümkün oldukça kapsamlı
eğitimidir. Özel uzmanlık eğitimi, psiko-sosyal disiplin eğitimini de kapsar; onlarda özel
kritik durumlar içindeki insanlarla (sanık, tanık, mağdur) ilişki, yığın içinde tepkilerin
grup dinamiğinin yakalanması yanında ilk yerde durur. Suç polisinin özel bir eğitime
ihtiyacı vardır.
Polis suç kontrolünde, merkezi bir rol aldığı gibi, ceza kovuşturmasının
yürütülmesinde de önemli bir fonksiyona sahiptir. Bu yüzden, polisin suç olaylarına
yönelmesinde, onun görünüşü ve faaliyeti, nüfusun temayülü için kesin belirleyici
olduğu noktasından hareket edilmek zorundadır.
Almanya’da 70’li ve 80’li yıllarda yapılan anketler, nüfusun, polis karşısındaki
tutumunun olumlu olduğunu ortaya koymuştur. Özellikle birleşmeden sonraki yeni
araştırma sonuçları, polisin eski olumlu imajını açıkça sürdürdüğünü göstermiştir.
Bizde bu konuda kapsamlı bir araştırma yapılmamakla birlikte, son yıllarda ortaya
çıkan polisle ilgili olumsuz birtakım olaylar nedeniyle, halkın polise sıcak bakmadığı
genellikle herkes tarafından kabul edilebilir bir gerçektir. Nitekim, tarafımdan
2002’de İzmir’de, 2003 ve 2004 yıllarında ise de İstanbul ilinde yürütülen kamuoyu
araştırmaları da bunu ortaya koymaktadır. Gerçekten de, olumsuz polis görüntüsü
İzmir’de % 53,70 iken, İstanbul 2003’de % 63,12 ve İstanbul 2004’de % 70,31’dir.
Halkın ihbar davranışına karşı tavrı
Nüfusun ihbar davranışı suçluluğa ve polise karşı zihniyeti ortaya koyar. Bu, nüfusun
düşünce ve değerlerinin fiil içinde ne dereceye kadar değiştiğini görünebilir
yapacaktır. Bir anket (Kürzinger, 1978), çoğunluğun, ceza ihbarlarının bir
anlamlılığından hareket ettiğini göstermiştir. Buna karşılık, şüphesiz üçte birden
fazlası ihbarlar karşısında, açık şüpheci tavırlarını ortaya koymuşlardır. 1992 tarihli
bir araştırmaya göre, suç mağdurları, ihbar karşısında polisin tepkisini oldukça
olumlu değerlendirmişlerdir. Batı Almanya’da, 469 anket yapılan mağdurdan hemen
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
hemen % 74’ü polisin faaliyetinden memnundu, % 26 civarı memnun değildi. Doğu
Almanya’da tepki biraz olumsuzdur; 858 ihbarda bulunandan % 67’si polisin
faaliyetinden memnun ve % 33’ü memnun değildi.
Bizde ise, bu konuda Dönmezer-Yenisey tarafından 1998 yılında yapılan çalışma
dışında kapsamlı bir araştırma olmamakla birlikte, halkın suç karşısında ihbar etme
alışkanlığının pek yaygın olmadığını söyleyebiliriz. Bu vatandaşlık duygusunun da
tam olarak oluşamadığının bir göstergesidir. İnsanlarda genellikle “bana ne”
düşüncesi hâkim olduğu gibi, suçluları polise ihbar edene de “ispiyoncu” gözüyle
bakılmaktadır.
Dönmezer-Yenisey tarafından 1998 yılında 1117 dosya üzerinde yapılan
araştırmada, polisin doğrudan doğruya kendi gayretiyle belirleyerek takip etmiş
olduğu suç oranı % 32,8’dir. Bu oran, Batı polisinin çalışmaları ile kıyaslandığında
yüksek bir orandır; çünkü Batı’da polis, ortalama olarak olayların % 90’nını ihbar ve
diğer yollarla öğrenmekte olup, kendisinin doğrudan doğruya belirlediği suç oranı %
10’u aşmamaktadır.
Almanya’da yapılan bilinmeyen alan araştırmalarının sonuçları, klasik suçların
ortaya çıkan mağdurlarının ikide birinin polise ihbarda bulunduğunu ortaya
koymaktadır. Şüphesiz bu sayılar yüksektir; normal olarak onda birinin bildirilmiş
olması gerekirdi. Bir suç mağdurunun suç ihbarında bulunma kararı, bir masrafyarar hesabının sonucudur. Özel kişilerin ihbar davranışları konusunda şu ana
kadarki bilgiler, ceza kovuşturması içindeki elemenin mağdurda başladığını ortaya
koymuştur.
Son yıllarda hırsızlık ve kapkaç gibi suçların mağdurlarının “sonuç çıkmayacağı”
düşüncesiyle, genellikle şikayetçi olmadıkları gözlenmektedir.
Galma Jahic ve Aslı Akdaş tarafından İstanbul’da 16 yaş üstü 1242 kişi üzerinde
yapılan Uluslararası Suç Mağduru Araştırması (2005) sonuçlarına göre “mağduriyetin
polise bildirilme oranları” şöyledir: Rüşvet % 1,2, dolandırıcılık % 14,9, evde hırsızlığa
teşebbüs % 17,5, müessir fiil, tehdit % 17,8, hırsızlık % 32,3, gasp % 43,6, arabadan
hırsızlık % 42,7, evde hırsızlık % 57,4, araba hırsızlığı % 95,1.
Polise bildirenlerin, polisin tepkisine karşı eğilimleri/memnuniyet ise şöyledir:
Darp/tehdit % 37,5, gasp % 20,8, evde hırsızlık % 34,8, arabadan hırsızlık % 37,5.
Sonuç olarak Türkiye’de suç korkusunun gittikçe arttığı bir gerçektir. Artan suçluluğun
ve dolayısıyla suç korkusunun azaltılması bakımından gerekli önlemlerin alınması
zorunludur.
Burada medyanın bazen abartılı haberler vermek suretiyle suç korkusunun artmasında
önemli rolü olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan, suç korkusunun yenilmesi bakımından
medyaya büyük sorumluluk düşmektedir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
İKİNCİ BÖLÜM
Zeki Yavuzak
15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın”
Fotoğraf Yarışması, 2009
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
İKİNCİ OTURUM
Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye'de Durum ve
Medyanın Sorumluluğu?
Dr. Ayhan AKCAN
İnsan, her yerde neden-sonuç ilişkilerini sorgularsa, yani bir haber hazırlarken
veya bir düşüncesini aktarırken, herhangi bir olayı sorgularken neden-sonuç
ilişkisi kurarsa daha mantıklı ve geçerli olan çözümü de üreteceğini
düşünüyorum.
Bu seminerde Türkiye’deki silah durumu nedir, diğer gelişmiş ülkelerle
karşılaştırdığımızda ne durumdayız onu anlatacağım. Biz Umut Vakfı olarak 16
yıldır bu olayı gündemde tutuyoruz. Geldiğimiz noktaya baktığımızda fena yerde
durmuyoruz. Her ne kadar Türkiye'de bugün silahı seven, silaha ilgisi olan
insanlar % 60 civarında olsa da silah karşıtı, silahsızlanmayı savunan % 40'lık
bir grup var. Biz Vakıf olarak bu grubun öncülüğünü yapıyoruz. Medyanın da
bize inanılmaz desteği var. İnsanların temel hakkı “yaşama hakkı”ysa, yaşama
hakkını tehdit eden silaha karşı durmak veya bu konuda belli bir sorumluluk
edinmek de son derece önemli. En azından “at, avrat, silah” anlayışı içinde silah
kavramının ne kadar yanlış olduğunu veya kentleşme, modernleşme; yani uygar
uzlaşmacı bir insan olarak da silahın yaşamdan arındırılması gerektiğini
savunuyoruz. Entelektüel, aydın, çağdaş ve insan olmanın gereklerinden biri bu.
Yaşama hakkını tehdit eden her şeye karşı çıkmalıyız.
Sivil halktaki silah sayısı ciddi problem
Bir ay önce vakıf olarak şu anda TBMM'de olan silah kanunu tasarısıyla ilgili
hem hukuksal boyutu hem sosyal boyutu anlamında çalışmalar yaptık ve bunu
28 Eylül Bireysel Silahsızlanma Günü'ndeki etkinliğimizde açıkladık. Ben onu
biraz daha açarak size aktaracağım. Biliyoruz ki ülkemizde silah edinmek yasak
değil, yani 21 yaşını dolduran her Türk vatandaşı belli prosedürleri yerine
getirmek kaydıyla silah edinebilir. Dünyada yasak olan ülkeler var; Japonya,
Güney Kore gibi. Kontrollü yasak olmayan ülkeler de var. O kontroller de
gevşek, yasak kontrollü olarak aktarılıyor. Bizim ülkemiz maalesef gevşek
kontrollü, silah edinmenin yasak olmadığı ülkeler sınıfına giriyor dünyada. Tabii
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
burada en büyük gerekçe olarak “talep” gösteriliyor. “Yani sivil halk talep
ediyorsa, o zaman silah alsın kendi güvenliğini korusun” gibi bir mantık var.
Bunun diğer anlamı şu: O ülkedeki sivil halktaki silah sayısı, o ülkenin kolluk
güçleri dediğimiz; yani güvenliğini sağlayan asker ve polisteki silah sayısından
daha fazlaysa ki bu birin üstündeyse orada ciddi problem vardır. Bu bizim
ülkemizde 4.5'tur, Amerika’da 14 civarında, Güney Afrika’da 12 civarındadır.
Bizde ise sivil halktaki silah sayısı kolluk kuvvetlerinin dört katıdır. Bundan
dolayı siz üçüncü sayfa haberlerinde cinayetlerin neredeyse yarısında silah
figürünü görürsünüz. Bu önemli bir tespittir, bilimsel bir tespittir.
Ruhsatlı ve ruhsatsız oranına baktığımızda da şu anda % 16 gibi görünüyor
Türkiye’de. Ruhsatız silahlar da % 84 görünüyor. Siyasi iradenin bu konuda
ruhsat altına alarak problemi çözmek gibi bir yaklaşımı var. Tabii bu yanlış. İki
türlü ruhsatlandırma var Türkiye’de; taşıma ve bulundurma diye. Bulundurma da
ikiye ayrılmış; işyeri ve mesken diye. 5 yıllık süreyle kayıt altına almak ve
mülkiyet hakkı var. Bu süre çok uzun, bunun 2 yıla indirilmesi lazım.
Özellikle taşıma yerleriyle ilgili gerekçeler var. Taşıma ruhsatı talebinde gerekçe
bildiriyor vatandaş; kuyumcu veya döviz bürosu sahipleri gibi. Ama şahıs
kuyumcu olarak başvuruyor, silahı alıp Türkiye’nin her yerini geziyor. Yani silah
ve ruhsat yerlerinin örtüşmediğini görüyoruz. Bu konuda sınırlama yok.
Taşımayla ilgili üç kez ruhsat almak talebini getirdiler ama bulundurma ile ilgili
sonsuz hakkınız var. Buna da sınırlama getirmek lazım.
Armağan silah kavramı var ama armağan edilecek şahıslar tanımlanmamış.
Ruhsat, alındıktan sonra 5 yıl geçerli ama bu süre içinde maalesef denetim
mekanizması yok. En azından geçici veya kalıcı otomatik iptal sisteminin
getirilmesi lazım. Yaş sınırı meselesi var; Türkiye'de 21 yaşını doldurması
gerekiyor. Adli tıp raporlarında Türkiye’deki silahla ilgili cinayetlerin 25-30 yaş
arasında gerçekleştiği gerçeğine dayanarak silah ruhsatında yaş sınırının 25’e
çekilmesini talep ediyoruz.
Burada bir çıkış yolumuz da intihar riski. Bütün dünyada silahla ilgili suçlarda
önce cinayet sonra intihar gelir ki bu dünyada 1'e 4'tür. Dört kişi silahlı cinayetle
öldürüldüğünde bir kişi intihar eder. Bizim ülkemizde bu 1'e 8'dir. Yani sekiz kişi
cinayetle öldürülürken bir kişi silahla intihar etmektedir. Türkiye'deki ergen
intiharlarında ikinci olarak silah kullanılmaktadır. 1990 yılında beşinci sıradaydı.
O süre içinde silahlanmanın yaygınlaşmasıyla bu noktaya getirildi.
Üst yaş sınırı yok. Bazı ülkelerde bu anlamda çalışmalar var. Türkiye'de her üç
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yaşlı erkekten birinde silah var. Bu silahların hem bunama, hem depresyon hem
de ciddi sosyal problemlerle beraber cinayet işlemede kullanıldığını da biliyoruz.
Bu yüzden belki üst yaş sınırı getirilebilir, en azından doktor yakınlarına veya
doktor muayenesinde bunama olup olmadığı sorgulanmalıdır.
Türkiye’de “kriminal soruşturmalarda acaba ruhsatlı silahlar da kullanılıyor mu?”
diye karşılaştırmalı veri tabanları var ama orada aslında silah belgesi alırken
veya uzatma esnasındaki bilgilerin de aktarılması lazım. Bu önemli bir nokta
ama yapılmıyor henüz Türkiye’de. Silah bulundurma belgesi manyetik değil,
çipli olmalı, TC kimlik no’su olmalı. Otomatik iptal sistemi gerçekleşebilsin.
Reklam konusu var. Türkiye’de her türlü silahın reklamı serbest. Yeni kanun
tasarısında bu var ama orada özellikle medyayı dışarıda tutuyor. Biz özellikle
Vakıf olarak her türlü silah malzemesinin medyada tanıtım ve pazarlaması,
reklamı yapılmamalıdır diyoruz. Reklam yasağının daraltılması lazım. Eğer
daraltılmazsa bütün problemler aynen devam eder.
Özellikle silah taşıma ve bulundurmanın sınırlandırıldığı yerler var. Nasıl sigara
yasağı
birden
uygulandıysa,
en
azından
eğlence
merkezlerinde
silah
bulundurulmasının yasaklanması lazım. Çünkü görüyoruz ki, silahla işlenen
suçların % 25'inin meydana geldiği ortamda aynı zamanda alkol var. Yani
dolaylı yoldan alkollü ortamlarda; bar, pavyon, düğün salonu, diskotek gibi
alkollü içeceklerin tüketildiği toplu eğlence yerlerinde ve kamuya açık alanlarda
yapılan
düğün,
kına,
nişan,
sünnet
düğünü
törenlerinde
bulundurulmamalıdır. Ayrıca alışveriş merkezleri ve
ateşli
eğlence
silah
mekânları
konusunda özellikle güvenlik görevlileri ve mekân sahipleri buralara silahlarıyla
girebiliyor. Bütün dünyada görüyoruz ki, ne yaparsanız yapın eğer mekân
sahipleri silahla giriyorsa hiçbir anlamı yok.
Trafikte silah önemli bir kavram. Türkiye’de maalesef yüzde 8 gibi duruyor.
Ciddi bir rakam; Türkiye’de en az 300 bin aracın içinde silah var şu anda. Trafik,
en fazla kural ihlal edilen ve kuralsızlığın en çok olduğu, öfkenin çok çabuk
patladığı alan... Dolayısıyla trafikte silah konusunda da ciddi düzenlemelerin
yapılması
gerektiğini
düşünüyoruz.
Bu
konuda
da
en
azından
silah
bulundurulmayacak yerler maddesinin içine trafik alanının da eklenmesini
öneriyoruz.
Ruhsatlandırma öncesi
Bu anlattıklarım genel sınırlandırmalarla ilgili kısım. Ruhsatlandırmada da
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
ruhsatlandırma öncesi olması gerekli şartlar var. Bunlardan birincisi neden
insanın silah aldığı, yani gerekçesi. Şöyle bir gerçek var Türkiye’de: Her
vatandaşın silah ruhsatı alırken mutlaka bir gerekçe bildirmesi lazım, haklı bir
gerekçe. Bugün baktığımız zaman “can ve mal güvenliğinin tehdit altında
olduğu” gerekçesiyle taşıma ruhsatı almak için valiliğe başvuranların oranı
yüzde 17-18 civarında. Bu konu Brezilya’da da tartışmaya açılmıştı. Orada bu iş
mahkemelere havale edildi. Yani “senin can ve mal güvenliğin tehdit altındaysa
o zaman bunu ispat etmek zorundasın” deniyor. Eğer Türkiye’de de bu
uygulamayı getirirseniz bu oran yüzde 17’den yüzde 1'e düşer.
Güvenlik meselesi var. Özellikle Türkiye’de devlete olan güven duygusu % 30
civarında. “O zaman herkes silah alsın kendi güvenliğini sağlasın” dersek
Afganistan’dan ne farkımız kalır? Böyle bir şey yok... Hukuk devletinde polis ve
askeri güven duygusuyla ilgili çalışma yapmanız lazım.
Gerekçe olarak baktığımızda, cinayet vakalarında basit bir tartışma veya namus
olduğunu görüyoruz. Yaklaşık % 80 tanıdık bildik insanlar silahla suç işliyor.
Burada işin özü önceden tasarlanıp tasarlanmamış olması çok önemli.
Kişisel savunmalar var. Mesken, yerleşimde ne yapacağım silahı? Orada hadi
kenti anladık da, köyde ne olacak? Av tezkeresi alınırken, köylülerin hepsi
“evime yabani hayvanın gelmesini engellemek” için diyor. Sanki bütün köylülerin
evi yabani hayvan tehdidi altındaymış gibi algılanıyor. Tabii bunun gerçeklikle
ilgisi yok. Biz ruhsatlandırmada psikiyatr olarak görev alıyoruz. Avcılık için
geldiğinde soruyoruz, “o zaman bana on tane avlanacak kuş ismi say” diye.
Ardından gülüşmeler başlıyor ve işin gerçek olmadığı ortaya çıkıyor. Yani biz
aslında kendi kendimizi kandırıyoruz. Bunun daha ciddi bir şekilde kayıt altına
alınması lazım. Türkiye’de maalesef gerekçeli, haklı bir neden yok. Bu konuda
birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi olayın ispat aşamasının gerçekleşmesi lazım.
Bu yapılamazsa talebi azaltamazsınız.
Sağlık raporuyla ilgili ciddi tartışmalar var. Şu anda altı hekimin yer aldığı sağlık
kurulu raporu var. Bu altı hekim başta psikiyatri, dahiliye, genel cerrahi, kulak
burun boğaz ve göz, ortopedi, nöroloji. Yeni tasarıda bunu tek hekim raporuna
dönüştürüyorlar. Bu son derece sıkıntı verici. Bu konuda kamuoyu oluşturulmalı.
Tüm silah sahiplerinin -polis, asker dahil- beş yılda bir bu muayeneden
geçmeleri lazım. Şu anda bu raporlandırmada ne kadarı olumsuz rapor alıyor
derseniz yüzde 1.
Ruhsatlandırmada eş, avukat, işveren onayı yani referans onayı getirilmeli.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Sonuç olarak, Türkiye’de yüz bin kişiden 4.5 civarında, yani ortalama üç bin
insan silahla ölüyor. Bu silahla ilgili ciddi sosyal problem olduğunu gösteriyor.
Bu konuda baskı unsuru olmamız için sesimizi yükseltmemiz lazım.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Almanya'da Şiddet Haberleri ve Etik: Türkiye ile Karşılaştırmalar
Semiran KAYA
Şiddetin az olduğu toplumdan geliyorum. Ben bir yabancı basın mensubuyum.
Buranın güncel şiddeti beni de etkiliyor. Bu kadar şiddetin buranın kültürü
olması beni biraz ürpertiyor. Üç örnek göstermek istiyorum size. İki örnek
Almanya’dan bir tanesi Türkiye’den. İkisi çocuklar, biri El Kaide’yle ilgili.
Düşündüğüm üç örnek sizi şok edecek gibi gelmişti bana ama bu
anlatılanlardan sonra benim örneklerim sizi şok edemeyecek.
Şiddet konu olarak çok önemli. Özellikle bu kadar üst düzeyde olduğu için
gazeteciler açısından örneklerle açıklamak istiyorum. Bakış açım Almanya’dan;
çünkü ben burada yaşamıyorum. Tamamen dışarıdan bakıyorum.
Birinci örnek Almanya’dan. Mart 2009’da, Almanya’da bir kasabada, gözü
dönmüş bir okul katliamı vardı. Buradan bakınca Almanya’da şiddet üzerine
nasıl haber veriliyor ona bakacağız. Bir bulvar gazetesi, “gözleri dönen katil
ölüyor” diyor başlığında. Altında üç fotoğraf var. Bunlar da video çekiminden
almış. Aslında çocuğu görmüyoruz, çünkü bu normal durum, çocukları
korumaları gerekir. Birinci fotoğraf suçluyu otogarda gösteriyor: “Tim K.'nın son
fotoğrafı.” İkinci fotoğraf çocuğun nasıl düştüğünü gösteriyor. Suçlu birden
yıkılıyor. Polis ateşiyle vuruluyor. Üçüncü fotoğraf; vurduktan saniyeler sonra
Tim K. asfaltın üstünde bulunuyor. Kendi tabancasıyla intihar etmiş. Şimdi
buraya kadar aslında iyi. Resimde çocuğu tam göremiyoruz. Çocukların ilk ve
son isminin ilk harfi kullanılıyor. Ancak haberin sağ tarafında çocuğun resmi
bulunduğu için bu kabul edilemez. Bunu Basın Konseyi kınadı; çünkü bir
çocuğun özel yaşamı ve ailenin bilgileri verilemez. Kınandıktan sonra soruldu
gazeteye “bunu niçin yaptınız” diye. Hem ismi hem fotoğrafı, bir de ölüm
dakikaları internet gazetesinde gösteriliyor. Bunu niçin gösteriyorlar? “Bunlar
kamuyu bilgilendirmek için ve ne olduğu o an belli olmadığı için verdik” dediler.
Basın Konseyi’ne göreyse bir kişinin doğumu ve ölümü özel bir durum ve
kimseyi ilgilendirmez. Herkes seyirci olamaz.
Bunun Türk tarafından nasıl izlendiğini göstermek istiyorum. Bir televizyon
haberi; ilk önce soyadı veriliyor, sonra ailelerle beraber anne ve babasını da
göstermişler. Bir de ağır bir durum olduğu zaman ne çocukları, ne aileleri bu
durum içinde olanları vermemeleri gerekiyor. Söylemek istediğim 18 yaş
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
altındakilerin bütün bilgilerini veremezsiniz; çocuğun geleceği ve ailesi için, fail
olsun olmasın. İlk önce bunların haklarını korumak lazım. Onun için ne kadar
farklı olduğunu göstermek istedim. Eleştirmek değil, farkını göstermek amacım.
Ve bu tür olaylar olduğu zaman Almanya’da insanlar Basın Konseyi’ne
başvurup şikayet edebilir. Burada da Basın Konseyi var ama Almanya’daki gibi
çalışmıyor, aynı içerikte değiller. Aynı amaçlara ulaşamıyorlar.
Burada soyadı dışında, öğrencilerle, ailelerle konuşup, hatta hangi hastanede
olduklarını söyleyerek şiddeti daha da büyütüyorlar.
İkinci örneğim Bilge Köyü katliamı. Haberlerinizin nasıl değişik olduğunu
göstermek istiyorum. İlk önce Alman televizyonunda, sonra Türkiye’de nasıl
gösterilmiş kıyaslamak istiyorum. İşte Almanya’daki basın “şok bir durum, olay”
diyor ama haber sadece olayı veriyor. Ajansların ölüm sayısında kodeksleri var.
Aynı olay Türkiye’de nasıl verilmiş? Muhabir elinde mikrofon, katliamı yaşamış
çocukla konuşuyor. Bu görüntü üzerine bir şey söylemek gerekmiyor. Çocuk
bütün olayı gördüğü halde bir de basın mensuplarının, neredeyse şiddetle, ‘bir
daha anlat’ baskısıyla karşı karşıya. Bu konu özellikle çocuklar için önemli. Çok
fazla üstüne gitmemelisiniz, zaten travma içindeler.
Son bir örnek; El Kaide’yle ilgili... Bir bulvar gazetesi... Buradaki haberde El
Kaide şiddeti kullanıyor. Teröristlerin önünde diz çökmüş, boğazına bıçak
dayanmış bir Amerikalı’nın görüntüsü var; en sonunda da başını uçuran bir
kare. Bunu göstermemeleri gerekir, Basın Konseyi de bunu söyledi. Kamusal bir
tedbir oluyor. Çünkü burada insan ister istemez fotoğraflara bakıyor ve şok
geçiriyor. Ama gazete şikayeti olumsuz görüyor, çünkü fotoğrafı yalnızca bir
kartvizit büyüklüğünde gösterdiğini söylüyor. Onun için şiddet fazla değil ve başı
uçurulan Amerikalı dünyanın gidişatını gösterdiği için bunu gösterme hakları
olduğunu iddia ediyor. Ve tartışma yeni bir düzeye ulaştı. Ama Basın
Konseyi’ne göre bu sansasyonel bir habercilik ve basın kodeksine göre (çeşitli
kodeksler var) aykırı bir davranış. Çünkü buradaki video resimleri gazetecilik
sonucu değildir. Çünkü tam tersine katillerin resimlerini koymak propaganda
yapmak demektir. Bir de katillerin işini böylesine desteklemek, kartvizit
küçüklüğünde de olsa sansasyonel davranıştır ve habercilik olamaz. Bu
insanlığın şerefine karşı ticari bir davranıştır ve kamusal değildir.
Gazeteci gitmezse şiddet olmaz
Bu üç örneğin ardından belirtmek istediğim bir şey daha var. Almanya’da
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
gazeteciler, televizyoncular gitmeyince şiddet de olmuyor. Bu da çok ilginç. Son
olarak yeni bir araştırma yapıldı televizyondaki şiddet ve reyting üzerine. Medya
patronları, şiddete yol veren gazeteciler ve gazeteyi yapan kişilerle görüşülmüş.
Sonuç, evet şiddetle ilgili haberler reyting olsun diye yayınlanıyor, belli bir belge
kazanmak için ve seyirciyi duygusallaştırmak bu bir anahtar olarak kullanılıyor,
seyirciye ciddiymiş hissi vermek. Araştırmanın sonucuna göre konuşulan kişiler,
şiddetin toplum içinde yükseldiğini söylüyor. Aslında şiddet % 30 oranında
düşmüş ama şiddetin haberde devamlı konu olması sebebiyle yükseldiğini
düşünüyorlar. Şiddet fotoğraflarının % 95'ini anneler, % 42'sini ise 6-13 yaş
arası çocuklar oluşturuyor.
Sonuç olarak sizin gazeteci olarak soracağınız soru şu olmalı: Sorun nereden
kaynaklanıyor?
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Medyada Nefret Söylemi
Ragıp DURAN
Aslında
çoğunu
bildiğimiz
ama
hatırlatmakta
yarar
gördüğüm
gazetecilik/habercilik uğraşıyla şiddet arasındaki ilişkiyi açmaya çalışacağım.
Birincisi bizim işimizin, mesleğimizin hammaddesi sözcükler. Kelimeler olmazsa
gazetecilik yapılmaz. Hammaddemiz işlediğimiz, kullandığımız esas araç
sözcükler, kelimeler. Kelimeler gerçekten çok tayin edici. Et olmazsa bir aşçı
nasıl yemek yapamazsa, sözcük olmazsa gazeteci de haber yapamaz.
Bizim kameranın karşısında, mikrofonun karşısında veya klavyenin karşısında
ağzımızdan çıkan bütün kelimeler bizim normalde evde konuşurken çıkan
sözcükler değildir. Biz o sırada gazeteci olarak evde, kahvede değiliz, kamusal
alandayız. Bizim söylediğimiz her sözcük minimum bin, maksimum üç milyon
insana ulaşıyor. Dolayısıyla bir olayı anlatırken kullandığımız her sözcüğün son
derece büyük anlamı var. Bu bakımdan, mesleki olarak çok geveze olmamamız
lazım. Çok konuşursan hata yaparsın; süremiz ve alanımız da az olduğu için
mümkün olduğunca az sözcükle kısa sürede çok şey anlatmamız lazım. O
bakımdan kelime seçimi açısından son derece dikkatli olmamız lazım. Çünkü,
tekrar ediyorum; biz haber alanındayken evde, kahvede, hamamda muhabbet
etmiyoruz. Kamu adına, yurttaş adına; yani oraya gidemeyen adamlar adına
muhabir olarak gönderilmişiz. Yahut birtakım fikriyata sahip insanlar adına
oturup köşe yazıyoruz, orada bir sorumluluğumuz var. Gazeteciliğin özü, olup
biteni mümkün olduğu kadar gerçeğe yakın bir şekilde, kelimeler aracılığıyla o
olayı, olguyu göremeyen insanlara yansıtmak. Bu da tabii çok önemli bir
sorumluluk getiriyor. Biz bir yere gittiğimizde belki tek başınayız ama bin kişi, on
bin kişi, yüz bin kişi adına o olayı izliyoruz. Hiçbir sözcük, hiçbir kelime tarafsız
değildir. Hemen bir örnek vereyim: “Hanımefendi rica etsem bana nereden
geldiğinizi söyleyebilir misiniz lütfen?” Ben bir kadının nereden geldiğini
öğrenmek istiyorum. Doğru muhabir söylemi de budur. Bir de ikinci bir söylem
var, aynı bilgiyi edinmek için: “Ulan adi karı, gene nerelere gittin?” Dikkat
ederseniz birinci ve ikinci cümle arasında inanılmaz fark var. Bilgi almak için,
gazeteci olmak şart değil. İnsan olarak bir bilgiye ihtiyacınız var; aynı amaca
hizmet etmesine rağmen ikisi birbirine zıt söylemler. Bu örneği şunun için
verdim: Kullandığımız her kelimenin mutlaka belirli bir anlamı, amacı vardır.
Hiçbir kelime nötr, belirsiz değildir. “Türkiye buna müstahak mı?” veya “Türkiye
buna layık mı?” Layık ve müstahak aynı anlam gibi geliyor ama kullanıldığı yere
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
göre birisi son derece olumsuz, ötekinde biraz daha kuşkucu bir hissiyat varsa o
kelimeleri
kullanıyoruz.
Dolayısıyla
haber
yazarken
çok
itinalı,
özenli
davranmamız lazım. Her bir kelime, özellikle sıfatlar bütün habere bakışımızı
ele verir. Bazı kelimeler neredeyse yasaktır. O kelimeyi kullandığınız anda
habercilik değil, anti-propaganda veya nefret söylemi yapıyorsunuz demektir.
Şiddet, kelimelerin bittiği yerde başlar
Gazetecilik bir barış mesleğidir. Bu sadece siyasi olarak, ideoloji olarak savaşa
karşı çıkmak anlamında değil. Yani siyasi olarak, ideolojik olarak bazı insanlar
savaşa, şiddete karşıdır. Ama bizim mesleğimiz yani gazetecilik savaşla
zıtlaşan bir şeydir. Niye? Çünkü bizim işimiz kelimelerle. Biliyorsunuz şiddet,
kelimelerin bittiği yerde başlar. Sokaktaki herhangi bir kavgayı düşünün. Önce
bir
'hoop
noluyor
abi',
sonra
küfürleşmeler,
sonra
yumruklaşmalar.
Yumruklaşmadan önceki en son söz küfürdür, hakarettir, sonra birbirine girer
insanlar. Savaşlar da bu şekilde başlar. Önce diplomatik açıklamalar, şunlar
bunlar yapılır sonra tanklar saldırır. Dolayısıyla bizim alanımız, gazeteciliğin
alanı şuraya kadar; şiddet başladığı zaman bizim borumuz pek ötmez.
Çatışmanın, şiddetin çok yoğun yaşandığı dönemlerde sizler de gazetecilik
yaptınız hatırlarsınız, çatışma anlarında silahın sesi bizim mikrofonların veya
kalemin sesini bastırır. Çatışma anlarında asker ve polis gazeteciden üstün olur.
Onların gösterdiği yerde ancak gazetecilik yapabilirsiniz. “Dur yasak” dediği
zaman gidemezsin. Halbuki barış zamanında basın toplantısında, bir trafik
kazasında veya önemli bir siyasi gelişmeyle ilgili haberde, yani savaş ve
şiddetin olmadığı ortamlarda çok daha rahat çalıştığımızı hepiniz çok iyi
biliyorsunuz.
Teknik olarak biz asker, kabadayı, mafya değiliz. Yani şiddet bizim mesleğimizin
özünde yok. “Ben bu adamı eşek sudan gelinceye kadar döver alırım haberi”
diyorsanız bırakın gazeteciliği; o gazetecilik değil başka bir şeydir. Haber
bilgiyle, fikirle, kelimelerle alınır. O bakımdan yapısal olarak bir barış mesleğidir
bizimki. Savaşta çok fazla sözümüz maalesef geçmez. Zaten bütün dünya
tarihinde de bu ikilem kalem ve kılıç simgeleriyle ifade edilir. Kalemin geçerli
olduğu yerde kılıca ihtiyaç yoktur. Kılıcın olduğu yerde kelimeler kifayetsiz yani
yetersiz kalır.
Nefret söylemi kavramına geçelim. Demin bir örnek verdim: “Ulan adi karı yine
nerelere gittin?” Nefret söylemidir bu. Bu kadın hakkında okuyan, duyan herkes
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
için olumsuz birtakım yargılar edinmesi için bir cümle... Tarihçesine bakıldığı
zaman, tabii tartışmalı bunlar ama ilk akla gelen Hitler. Hitler, propaganda
bakanı aracılığıyla nefret söylemini özellikle Yahudilere, eşcinsellere, sosyal
demokratlara, solculara, sosyalistlere; kendisinden olmayan, Alman ırkından
olmayan herkese yönelik bir nefret söylemi geliştirdi. “Yahudiler bizi acayip
sömürüyor. Her tarafı ele geçirmiş durumda. Bunlar pistir, üç kağıtçıdır” gibi bir
söylem. Daha yakın dönemde, 1994 yılında Orta Afrika'da Ruanda'da Tutsilerle
Hutular arasındaki çatışmada olağanüstü soykırım düzeyinde katliam yaşandı.
Sonra Lahey'de bunun bir mahkemesi oldu. Orada bir radyonun genel yayın
yönetmeni mahkûm oldu. Çünkü iç savaş sırasında, isim isim adres vererek, bir
kabilenin unsurlarını diğer kabilenin yöneticilerine karşı kışkırttı. Bizde de
benzer durumlar vakti zamanında oldu; Maraş katliamındaki kapıların
işaretlenmesi gibi... Ama bu radyodan isim ve adres verildi. Bu bilgi zaten
katliam için verildi...
Kelimeler öldürücü olabilir
Nefret söyleminin bir başka tanımı da; nefret söylemi öldürür. Kelimeler tarafsız
değildir demiştim, bazı kelimeler insan öldürür.
Nefret söyleminin tanımı biraz uzunca: Bir insan veya bir insan grubunun
sosyal, etnik kökenleriyle, ırkıyla, cinsiyetiyle, yaşıyla, diniyle, milliyetiyle, cinsel
eğilimleriyle, sakatlığıyla, ideolojik tercihleriyle, mesleğiyle, sosyal konumuyla
yahut akli melekeleriyle alay etmek, hor görmek ve bu niteliklere saldırmak.
“Senin yaptığını Çorumlu yapmaz” gibi.. Bizim dilimizde maalesef geçmişten,
Osmanlı'dan kalan mesela “Mal bulmuş mağribi gibi” derler. Mağribi, Kuzey
Afrika'nın doğu kısmı Fas-Tunus-Cezayir'in olduğu yer. Oraları vakti zamanında
çok yoksuldu. Osmanlı gemileri götürdüğü zaman insanlar, açlıktan, gelen
yiyeceklere çullanıyordu. Onun için “Mal bulmuş mağribi gibi” deniyor. Çok
kültürlü, çok etnik gruplu topluluklarda, etnik gruplar hakkında ne yazık ki bu tür
sözler zaman içinde çıkmış. Aşağılayıcı ve son aşamasında da adamı
öldürmeye yönelik girişimler olursa buna nefret söylemi diyoruz. Bu yazılı olarak
yapılabiliyor, görsel olarak yapılabiliyor veya davranış olarak yapılabiliyor.
Batı basınından, Amerikan ve Batı Avrupa basınından bazı örnekler seçtim
nefret söylemine ilişkin. Türkiye'de herhangi bir radyo, televizyona baktığınız
zaman nefret söylemi her gün var. Bilmediğimiz bir dünyanın farklı bir nefret
söylemini görelim istedim; Batıdaki, Müslümanlar, Doğulular hakkındaki birtakım
yargıları...
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Nefret söyleminin piramidi
Çok tartışmalı; yani herkesçe kabul edilmesi gereken bir şey değil ama nefret
söyleminin hangi aşamalardan geçerek güçlendiğini gösteren bir piramit var.
Piramitin en altında tarafgir bir fıkra, alay, basmak kalıp laflar, söylentiler var.
Böyle başlıyor bütün bu işler. İkinci aşama; biraz daha somut olarak, isim
vererek gülünç düşürme, hafif küfürlü ve birtakım önyargıların ön plana çıkması.
Üçüncü aşamada ayrımcılık. Bunun içine rahatsız etmek, iş alanında ayrımcılık
yapmak, sosyal olarak dışlamak, eğitimde ayrımcılık da giriyor. Dördüncü
aşamada, artık direk şiddet eylemleri başlıyor; saldırı, terörizm, vandalizm ve
tehditler. Aşırı şiddet eylemleri, kişiye yönelik cinayet, tecavüz, yakıp yıkma. En
sonunda da soykırım.
Yani nefret söylemi hafif bir fıkradan başlayıp soykırıma kadar uzanıyor.
Nefret söylemine verilen bir başka isim de “aşırı söylemdir” ve demokrasi.
Muhammed'i, başındaki sarığı el bombası şeklinde gösteren Danimarkalı çizerin
karikatürünü hatırlayın. Doğulu toplumlarda din, batılı toplumlara göre çok daha
önemli bir yer işgal ediyor günlük yaşantıda. Biz dinle çok yakın olan toplumuz,
batı toplumları o kadar değil. Dini şiddet aracı olarak gösteriyorsunuz bu
karikatürde. Bu nefret söylemidir ama bize göre nefret söylemi; Batıda buna
ifade özgürlüğü deniyor. Fransa'da bir mahkeme ifade özgürlüğüne soktu bu
karikatürlerin yayınlanmasını.
Bazı insanlar nefret söylemini engelleyici şey, ifade özgürlüğünü engelleyici şey
olarak alıyorlar. Bir iddiaya göre, “nefret söylemine karşı çıkarsan özgür
söyleme de karşı çıkarsın” demeye getiriyor ki böyle bir şey mümkün değil.
Çünkü nefret söylemiyle özgür söylem birbirinin zıttı. Özgür söylem hiçbir
zaman kimseye saldırmaz.
Sonuç olarak, klavyenin, mikrofonun, kameranın karşısında gerçekten çok iyi
hazırlanıp,
başkasını
çok
yaralayan,
kıran,
üstelik
birtakım
insanları
başkalarının üzerine saldırtan deyimler, kelimeler kullanabiliriz. Bu habercilik
değil, nefret söylemidir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TARTIŞMA: YEREL MEDYA'NIN ŞİDDET HABERCİLİĞİNE BAKIŞI
Mustafa Gezer
15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın”
Fotoğraf Yarışması, 2009
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
ÜÇÜNCÜ OTURUM
TARTIŞMA: YEREL MEDYA'NIN ŞİDDET HABERCİLİĞİNE BAKIŞI
MODERATÖR: Ragıp DURAN
Selahattin KAÇURİ (Ağrı Doğubeyazıt TRT ve Reuters Temsilcisi): Taşra
muhabirleri olarak, bizim sosyal güvencemiz olmadığı için habere balıklama
dalarak, her türlü haberi değerlendirmeye alırız. Örneğin Bilge Köyü katliamında
muhabir soruyor “anneni babanı sen mi hastaneye götürdün?” diye. Şimdi bu
etik değil ama daha çok para kazanmak ve kendi sosyal şartlarını düzeltmesi
açısından adam atlatma haber yapıyor. Çünkü bugün Türkiye'de bir milyon
küsur kaşeli muhabir var. Bunların hiçbirinin sosyal hakkı yok. O nedenle
atlatma haber yapmak adına bu tür şiddet içerikli haberlere rastlanıyor. İkinci
olay, gazetecilik bulaştığın zaman kesinlikle ayrılmak istemediğin bir iş. Severek
yaptığın zaman da mükâfatını aldığın bir iştir. 2004'te Doğubeyazıt'ta bir trafik
kazası olmuştu. Acil servisin içinde bağırtı çağırtı... Bir baktım, bir adam doktoru
yumrukluyordu. Ben de fotoğraf çekiyorum... “Çekmesene lan” dedi adam.
Yüzünü ceketle örtüyordu... Ceketi indirince o adamın babam olduğunu gördüm.
Ama ben haberi yazdım, yayınladım ve 15 gün boyunca evden uzaklaştırma
cezası aldım. Ben bu işi düzgün yapacaksam hiçbir ayrım yapmadan
yapmalıyım. Yani şiddet içerikli haberlerin azaltılması için gazete patronlarının
çalışanlara sosyal hakları ve sağlık haklarını vermesi lazım.
Recep YAŞAR: En büyük sıkıntı maalesef özlük hakları. Bu, ne acı ki, sadece
yerele ait değil... Yaygın medyada da özellikle 212 sayılı yasaya tabi olmadan
çalıştırılan epeyce arkadışımız var. Yerel medyada belli sayıda resmi ilan
alabilmek için bir kontenjan vardır; o kontenjan da basın kartları ile çalıştırılması
gereken eleman koşuludur. Ama maalesef, burada gösterilenlerin ağırlıklı olarak
işverenin damadı, oğlu, hatta hiç evden çıkmayan karısı olduğunu gördüğümüz
olaylar var. Böyle bir handikap var. Ama burada çuvaldızı kendimize batıralım.
Biz işverenler, patronlar olarak bu konuda dürüst değiliz. Yanımızda
çalıştırdığımız
arkadaşa
300-400
lira
veriyoruz,
onunla
bir
sözleşme
yapmıyoruz. Onun olması gereken kadroyu kendi aile bireyleri arasında
paylaştırıyor ve ceplerine de birer basın kartı koyuyoruz. Bu etik dışı
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
davranıştan vazgeçmemiz lazım. İstisnalar yok mu? Var; bunu yapmayanlar da
var ama yapanların önemli bir kısmı yerel medyada. Kaşe olayına gelince; evet,
işte bunun yansıması büyük gazetelerde de aynı. 212 sayılı fikir işçisi
kapsamında sözleşme yapmıyor, çünkü maliyeti düşürme derdinde. Kaşeli
olunca saldırgan yapıyor mu? Evet, saldırgan olmanızda bir faktördür, çünkü siz
haber geçtikçe para alacaksınız ya da haberiniz birinci sayfada çıktıkça, ana
haber bülteninde yayınlandıkça size prim verecek. Primi de burada ne yapar?
Reyting yapan şiddet ya da cinsellik. Burada yerel medyada cinsellik biraz daha
arka plandadır. Çünkü gündemi o kadar büyük değildir, yani ülke gündemine
girecek haberler çok değildir. Ne var? Bu bölgeye özgü ya terör vardır, ya
bombalı saldırı vardır ya da işte cinayet haberleri ön plana çıkacaktır.
Ama bizim yaptığımız başka bir şey var maalesef: Haber, bir yeniden kurgulama
sürecidir. Biz olan bir olayı yeniden kurgulayıp, ortaya koyuyoruz ve bizim
gözümüzle veriyoruz. Okuyucu kendi gözüyle görmüyor, biz tanıklık yapıyoruz...
Ama burada ne yapıyoruz? Haberimizde ya şiddet unsurunu ya cinsellik
unsurunu öne çıkararak birinci sayfaya çıkmasını sağlamaya çalışıyoruz. Bizim
yapmamamız gereken budur. Caydırıcı olabilir mi? Evet, caydırıcılığı vardır.
Eğer siz kadrolu olursanız bilirsiniz ki, her ay maaşınız vardır. O zaman biraz
daha ilkeli davranılabilir mi? Olabilir. Ama bir başka gerçek daha var: Kadrolu
çalışan arkadaşlar da bunu yapıyor. Çünkü yapmadığı zaman bir süre sonra
işten de atılabilir. Bizim mesleğin en kötü tarafı; maalesef kadrolu olmanız, o
işyerinde, o meslekte sürekli çalışacağınız anlamına gelmiyor. Altı ay sonra
maliyetler yükseldi diye işsiz kalabiliyorsunuz. Bu en büyük açmazımız.
Personel
istihdamı
konusunda
istihdamın
en
kötü
olduğu
meslek
konumundayız. Bunu nasıl önleriz bilemiyorum; çünkü yılda 4-5 bin yeni mezun
geliyor; bunların yüzde 10'u ancak sektörde iş bulabiliyor. Alttan bu kadar yoğun
talep gelince -ki iletişim dışında da bizim mesleğimize girmek isteyen doktoru,
mühendisi, avukatı herkesten talep var- bu sefer bizim için her zaman bir tehdit
oluşturuyor. Daha ucuza çalıştırıyor. Ben gazeteciliğe başladığımda, iletişim
mezunu biri, sadece mavi kart parası alıyordu İstanbul'da, onu da otobüse
binmek için. Çalışan arkadaşlarımı gördüm ben, stajım bitti, “eyvallah” dedim,
Hakkari'ye döndüm. Yani TRT sınav açtı da kazandım, mesleğe döndüm. Belki
de olmayacaktım. Bu bir açmaz. İstihdam ve eğitim politikalarının yanlışlığı var.
Ama bütün bunlara karşın biz bu mesleğin toplumsal bir meslek olduğunun,
bunun bize getirdiği sorumlulukların bilincinde olmalıyız. Açtığımız tahribatları,
açtığımız yaraları sarmak kolay değildir. Bunu bilerek, gazetecilik mesleğini
sorumluluk bilinci içinde yapmalıyız. Bu kolay mı? Değil, en zoru hatta. Ama bir
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yerden başlamak zorundayız. Yani İstanbul'daki medya yapıyor diye biz de
bunu yapmamalıyız. Başka bir çıkış noktası da örgütlenmeden geçer, temel
çıkış noktası sendikalı olmaktan geçer. Gerçi sendikalaşmanın yapılanmasını
da tartışmamız gerekir. Sadece ücrete odaklanmayan bir örgütlenme olmalı. O
da kolay olsaydı zaten bugün bu kadar tartışmazdık.
Ayhan AKCAN: Medyada çok ciddi problem var, ama bence özellikle şiddet
bağlamında
ele
aldığımızda
habercilik
yaparken
sosyal
güvenceyle
bağdaştırmamak gerekiyor. Sorumluluk olayı... Çünkü en küçük haber en az
bin, zaman zaman da milyonlarca kişiyi ilgilendiriyor. Ondan dolayı sosyal
sorumluluk açısından değil, sorumlu gazetecilik açısından bakmak gerekiyor.
Semiran KAYA: Almanya'da insan çalıştığı zaman bir radyo, televizyon, gazete
için bir maaş alıyor. Haber birinci sayfadan mı, içeriden mi verilmiş onu
ilgilendirmez. Herkes eğitimine ve senelerine göre bir maaş alır, yükselir, yıllık
izni de vardır. Özellikle gazeteciler için sendikalar var. Bunların dışında
emeklilerin cemiyeti var, yaşlanınca parasız kalmasın diye. Bir sürü özel, iç
sigortalar var. Yalnız şu da sizin için önemli: Sadece ofis, gazete ya da
televizyonda çalışanlar oluşturmuyor haberi. Örneğin benim çalıştığım Batı
Almanya Radyosu'nun haberlerini yapanların üçte biri serbest çalışan kişiler.
Bunlar her haber için 260 euro alıyorlar. Bunun içinde yol parası, röportaj parası
her şey var. Tabii özel sigortalar da var, serbest (freelance) çalışanlar için.
2004'te Amerika, Almanya'da yaşayan Iraklılarla irtibata geçmek istedi. Aslında
bu yasaya aykırı. Bir devlet bir başka devletin içinde; bu durumda, Amerika
Almanya'nın içinde yabancı olan vatandaşlarla yani Iraklı Kürtlerle irtibata geçti
ve bunları kendileriyle çalışsınlar diye almak istedi. Bunları Macaristan
üzerinden Irak'a gönderdiler istihbarat için ama tabii kimse söyleyemedi.
Amerika'nın bu davranışı illegal bir davranıştı. Ben bu Iraklılarla görüştüm, tabii
bu onlar için de riskliydi. Bütün numaraları redaksiyonda bıraktım, bütün cep
numaralarını sonra sildim. Ama yani telekomünikasyon benim cep numaralarımı
yarım sene zaten kayıt ediyorsa, o an tabii ki ben konuşmacılarıma söz
verdiğim güvenliği kaybedebilirdim. Böyle durumlar var.
Ragıp DURAN: Recep özel olarak gazeteci ahlakından ve sorumluluğundan,
Ayhan Hoca da belirli ölçüde ondan bahsetti. İşverenlerin sorumluluğundan
bahsetti. Almanya’dan gelen bilgi ise bir kere çalışandan yana demokratik bir
devlet olması lazım. Yani, devletin esas olarak kaçak işçi çalıştıran, sigortasız
işçi çalıştıran işvereni değil, çalışan insanların haklarını koruması lazım.
Devletin
elinde
yetki
var,
güç
var.
Kardeşim
sen
sigortasız
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
işçi
çalıştırmayacaksın. Kaşeli çalışmak dediğimiz ayrı bir şey; freelance...
İkinci mesele; arkadaşın meydan okuması hararetli bir gazetecilik tartışmasına
yol açabilir. “Babam olsa yaparım haberini” diyor. Şimdi bu çok doğru bir şey
değil, hemen onu söyleyeyim. Burada doğru olmayan iki şey var: Bütün Avrupa,
dünya gazetecilik etik kodlarında ikinci derece akrabalara kadar onlarla ilgili
haber yapamazsınız deniyor. Niye yapamazsınız? Çünkü çok basit; insan
annesine, babasına, karısına, çocuğuna karşı eşit mesafede duramaz. Babanız
birini dövse veya dayak yese bile olmaz. Siz orada onun çocuğu olarak
davranmak durumundasınız.
Objektif
kelimesini mahsus kullanmıyorum;
inanmadığım için ama kuraldır... Babasıyla röportaj yapmaz. Diyelim babası
ünlü bir mühendis; bir bina yapmış, “ee baba anlat bakalım nasıl yaptın?”.
Olmaz böyle bir şey. Yani bizim haber kaynağıyla aramızda organik bir ilişki
bulunmaması lazım. Biz orada babamızı öveceğiz mecburen, yoksa akşam olay
çıkar. Bu birinci mesele... Ama arkadaşın anlattığı olayda, “kameram vardı”
diyor. Şimdi onunla ilgili yazı yazılmaz diyoruz, ama haber anında kaçınılmaz
olarak sıcak haber dediğimiz şiddet var orada, benim bildiğim kadarıyla ve kendi
görüşüm itibarıyla söyleyeyim, tabii ki siz orada muhabir olarak ana baba, amca
dayı dinlemezsiniz çekersiniz. Çekmek lazım çünkü orada sıcak bir gelişme var.
Haber var. Çekmek işin birinci aşaması ama bunu yayınlarken çok dikkatli
olmak lazım. Çünkü siz çok dar bir alanda bir adamın doktoru ya da
hastabakıcıyı dövmesine, şiddetine tanık olmuşsunuz. Siz bunu televizyonda
yayınladığınız zaman onu on binle, yirmi binle çarpıyorsunuz. Lüzum yok. Şöyle
bir denge kurmak lazım. Hiçbirimiz sansürden yana değiliz. Verirsiniz ama o
bağrışma, çağrışma, şiddet olan yerleri kesersiniz. Lüzum yok olduğu gibi her
şeyi vermeye. Bütün mesele şöyle bir dengeyi kurmak: Bir yandan orada olup
biteni aktarmak; yani insanların haber alma özgürlüklerine hizmet etmek...
Böylece insanların hastanede şiddet olduğu bilgisine ulaşacaklarına kadar bir
edit yapacaksınız. Bir yandan da “bu benim babamdı, bakın nasıl çaktı” gibi
şeylere hiç lüzum yok. Yani yapmamışsınızdır herhalde, ben gırgırına
söylüyorum. Bir yandan da izleyiciye orada pis, kötü, şiddet olduğunu, amiyane
tabirle “ucunu” göstereceksiniz. Bütün kavga, bağrış çağrış sahnelerini
göstermek şiddete prim vermektir, teşvik etmektir. İsimler konusunda da;
özellikle 18 yaşından küçükse özenli davranmayarak, olduğu gibi haberi vermek
iyi habercilik değildir. Şiddet görüntülerini keselim ama bilgi olarak da verelim;
bu
sansür
değildir.
Bu
okuyucuyu,
izleyiciyi,
dinleyiciyi
olumsuzluklarından korumak için yaptığınız bir şeydir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
şiddetin
Mukadder YARDIMCI (Doğan Haber Ajansı Muhabiri): Aslında bu seminerin
İstanbul, Ankara'daki yaygın medya temsilcilerine ya da muhabirlerine verilmesi
gerekiyor. Ben gerçekten buna katılıyorum. Kentlerin nüfusu azaldığı sürece
habere yer verilmesi azalıyor, oto-kontrol mekanizması kuruluyor. Şundan
dolayı: Siz bir kişinin aile hayatıyla, özel yaşamıyla çok fazla detaya
giremiyorsunuz. Çünkü yarın öbür gün çok kısa bir zamanda, kısa bir mesafede
onu karşınızda görebiliyorsunuz. Dolayısıyla oto-sansür demeyeyim ama otokontrol mekanizması gelişiyor. Bence genel sorun Türkiye'de editoryal sorundur.
Şundan dolayı: Ben Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunuyum. Şimdi
Ragıp Hoca çok güzel ders verdi, ben bunları burada yapmaya çalışıyorum ama
Türkiye'nin sosyal yapısından, benim gerçeklerimden habersiz oradaki editör
masa başında oturuyor ve istediği gibi haberlerde tahribat yapıyor. Bu aynı
zamanda yerelde temsilcilik yapan muhabirlere de yansıyor. Şu anda Türkiye'de
haberleri
yöneten
düşünüyorum.
editörlerin,
Doğu
ve
toplumu,
Güneydoğu’yu
bizi
yani
yereli
tanımadıklarını
tanımadıklarını
düşünüyorum.
Türkiye'nin kültürel yapısından habersiz olduklarını düşünüyorum. Şundan
dolayı: Yerelde çalışan hiçbir muhabir kalkıp 'kerk kürt' diye manşet atmaz hiçbir
ulusal gazetede. Bunu ancak bir gazetenin politikası yapabilir, yazı işleri müdürü
yapabilir. Peki yazı işleri müdürü bu kadar cahil mi? Bu nefret söylemi altında
yapılır ancak. Yaygın medya, diyelim ki Kars'ın etnik yapısını ele alırken,
ırkçılığa varan bir söylemle ele alıyor. Oysa, buradaki yerel medya bu konuda
dengeli ve hassas davranıyor. Dolayısıyla, bence bu seminerin öncelikle
merkezdeki editörlere verilmesi gerekiyor. Sorum ise şu: Son bir yıl içinde
Türkiye'de bazı şeyler değişiyor, Ermenilerle ilgili açılımlar var, Kürtlerle ilgili
söylemler var, bunların yansımalarını nasıl görüyorsunuz? Kürt'ten bahsederken
“Kuzey Iraklı” deniyor mesela, “Kürt” denemiyor. Medyanın kullandığı bu dilin
toplumun geneline şiddet olarak yansıdığını düşünüyorum. Dolayısıyla bir nefret
söyleminin geliştiğini ve son dönemlerde daha da arttığını düşünüyorum. Bu
konuda sizin de görüşünüzü almak istiyorum.
Ragıp DURAN: Birinci bölümü bence çok önemli. Gerçekten de ulusal medya ile
yerel medya arasında neredeyse kötü bir ilişki var, aile içi ilişki gibi. Daha önce
Bağımsız İletişim Ağı’nın yerel medya seminerlerinde çalıştım, bir süredir Umut
Vakfı'nın bu toplantılarına katılıyorum. Değişik yerlerde ulusal medyanın değişik
tezahürlerini şöyle görüyoruz: Her yerde küçük Ali Kırca’lar, küçük Reha
Muhtar’lar, küçük Uğur Dündar’lar var. “Yerel” diyelim, küçük değil elbette.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Şimdi bu bir rol model meselesi... Hepimiz kaçınılmaz olarak ulusal medyayı bir
şekilde izliyoruz. Bu saydığım kişiler de rol modelden çok “rol” yanı ağır basan
kişiler. Olumlu bir örnek olmayınca da, onlar da iş yapan insanlar gibi
göründüğü için yerelde onların yansımaları oluyor. Yani ben direk olarak yerel
medyayı itham edebilecek, eleştirebilecek bir konumda değilim. Çünkü onların
esin kaynağı olarak ulusal medyaya, özellikle editoryal açıdan, yani yazı işleri
açısından bakıldığında böyle bir olumsuzluk var. Yine de eskiye oranla ben 2530 yıldır bu işin içindeyim. Şunu hatırlarım: Yani bu internetin, cep telefonlarının
olmadığı dönemde gerçekten son derece güdük bir yerel medya vardı. Direk
olarak kaymakamın yahut belediye başkanının emri altında, sırf ilanla, doğru
dürüst haberciliğin yapılmadığı, yerel televizyonların, gazetelerin olmadığı
dönemden bahsediyorum... O döneme oranla bugün -özellikle zenginlik,
çeşitlilik, kalite bakımından hepimiz şikayetçiyiz ama- yine de önemli bir aşama
meydana geldi. Bu ulusal medyada, masa başındaki insanlardan ne kadar
saçma sapan talep geliyor; yerel medyada çalışan arkadaşlar biliyor.
İstanbul'dan yahut Ankara'dan... Adam hayatında Kars'a, Iğdır'a gitmemiş,
“böyle yapsan” diyor. Onun dediği gibi yapsan linç ederler seni burada. O
bilmeden, haber uğruna öyle şeyler yapıyor.
Mesela ben bir şey anlatayım, o zaman anladım: Ben AFP'nin İstanbul
muhabiriydim, bizim yıllık Paris'te toplantılarımız olurdu. Bir sene gittiğimde yazı
işlerini geziyorum. Koca dünya ajansı, Afrika masası, Asya masası, Avrupa
masası gibi yerler var. Benim eski patronum da Ankara'daki Fransız, Asya
masasının başı olmuş. Kocaman yuvarlak bir masa, 15-20 kişi etrafında
oturuyor, Asya masası o. Şef de orada. Herkesin önünde bilgisayar; Vietnam,
Kamboçya gibi yerlerle konuşuyorlar. Bilmiyordum ben onun orada çalıştığını,
bir baktım orada, telefonda konuşuyor. Dinliyorum, telefonu bitsin de “vay ne
haber” yapıcaz eski patronumla. Adam şunu dedi telefonda: “Sen şimdi orada
Kong vardır, Kong'a git; O’nun bisikletini kirala, o bisikletle şu tarafa git orada
postane var, postaneden telefotoyla filmini geçersin.” Kapattı, beni gördü,
sarıldık. “Kiminle konuşuyorsun” dedim. “Vietnamdaki muhabir” dedi, “iki yıldır
orada ilk defa şehir dışına çıktı” diyor. Adam daha önce beş sene Vietnam'da
muhabirlik yapmış. Beş sene Vietnam'da muhabir olmayan adamı Asya
masasının başına getirmezler. Bizdeki yazı işleri adamlarına bakın, hayatında
gittiği en uzak kent Ankara'dır. O da başbakanla filan görüşmeye gitmiştir.
Sonra açar, telefonda Iğdır'daki, Kars'taki adama saçma sapan taleplerde
bulunur. Bu biraz yapıyla ilgili. Bizde okumuş yazmış adamlar kıymetli sanılır,
onun için onları şef yaparlar. Sahadan gelmeyen insanı editör yaptığın zaman
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
bu tür sorunlar maalesef mevcut.
Son konudaki görüşünüze çok fazla katılamıyorum. Genel bir karamsarlık
bende de var. Türk medyasında “öteki”ne karşı, “yabancı”ya karşı; üstelik sırf
Kürt, Ermeni değil, eskiden de işte “bir iki üçler yaşasın Türkler, dört beş altı
Romanya battı, yedi sekiz dokuz Rumlar domuz” gibi çocuk oyunlarında bile
böyle kötü şeyler vardır bizde. Yine de somut olarak baktığımızda; AKP
iktidarında -ki yakın uzak herhangi bir ilişkim yok, olması da beklenemez- bu
Kürt ve Ermeni konusunda medyadaki söylemden söz ediyorsunuz... İktidar
yanlısı, yahut yandaş, yahut İslamcı -ne diyorsak o- basında belirli bir düzelme
var. Yine orada da sınırlı. “Bebek katili”, “bölücü başı”, bilmem ne gibi direk
olarak yorum yapan sıfatları yine kullanmaya devam ediyorlar. Geçmişe
baktığınızda
Şeyh
Sait
isyanında,
Dersim
olayında
açın
Cumhuriyet
Gazetesi’ne bakın tüyleriniz diken diken olur. O dönem direk hakaret var. Kürtler
orada yaşayan hayvanlardan farksızdır. “Kürtleri ininde vurduk” gibi bugün
kimsenin ağzına almaya, yazmaya cüret edemeyeceği şeyler var. O kadar çok
kötüydük ki, eksi 30'dan bugün eksi 20'lere geldik. Yine durum çok parlak değil,
ama son dönemde eskiye oranla, eski derken de o 25-38'i kastetmiyorum. O
korkunç. Çatışmaların yoğun olduğu döneme oranla bugün iktidarın da bir
politikası olduğu için sanki eski şiddet yok. Ama tabii çok iyi söylediniz “ben
aşiret değilim kardeşim, ben Kürtüm”, yahut “ben hain değilim, ben Ermeniyim”,
“ben cimri değilim, ben Yahudiyim”. Türkiye'de maalesef eşcinseller böyle
kamuoyu önünde kalkıp “ben eşcinselim” diyemiyorlar. Hâlâ öyle özgür bir
ortam yok. Çok çeşitli, tarihi, geleneksel nedenlerle... Halen ideal aşamada
değiliz ama sanki eskiye oranla medyanın belirli bölümlerinde eskisi kadar hınç
dolu şeyler daha az. Yok demiyorum, hâlâ var. Mesela PKK konusunda çok
fazla bir şey değişmedi. “Teröristler teslim oldu” diye yazılıyor. Olmadı teslim,
sen “teslim oldu” deyince olmuyor. “Dağdan indi onlar. E, tutuklanmadılar da.”
Ama o kafasındakini yazıyor. Önyargı kadar haberciliği öldüren bir şey yok.
Senin görüşün onların yakalanması, hapse atılması yönünde olabilir, ama
gazetecilik dilekler ve isteklerle yapılabilecek bir şey değil. Gerçeği ekranda ve
gazetede tahrif etmek kolaydır, ama gerçeği değiştiremezsiniz. Gazeteler yazdı
diye gerçek değişmez. Tabii gazetecilik çok siyasi bir şey. Ermeni sınır kapısı
açıldığında daha fazla Ermeni buraya geçeceği, Ermeni vatandaşlarla temasa
geçileceği için Ermeni basınında çıkan Türk aleyhtarı yazılar da var, onlar da
azaldı şimdi. Orada da var, bu sırf bize has bir şey değil. Düşmanlıkların
beslendiği, körüklendiği yerlerde bu kaçınılmaz olarak medyaya yansıyor. Ama
siyasi ortam, sosyal ortam; işte sınır kapısının açılması, Kürt meselesinin eskiye
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
oranla silahla değil, sözle çözmeye çalışmak sürecine girilmesi gibi olursa
kaçınılmaz olarak medyada daha yumuşak, daha az saldırgan deyimler de
ortaya çıkacak. Unutmayın ki, biz 72 milletin bir arada yaşadığı Osmanlı'nın
devamıyız. Demokratikleşme böyle birden bire olmuyor. Daha iyimser olmak
için bence birtakım gelişmeler var. Son durumu biraz da bize bağlı. Yani
hakikaten adam Kürtse onu Kürt diye yazmakta yasal olarak bir sıkıntı da yok
artık büyük ölçüde. Biraz da bize bağlı. Bize ve meslektaşlarımıza bağlı. Kendi
aramızda da birbirimizi eleştirmeliyiz. “Ya sen geçen gün bir haber yapmışsın,
‘Kuzey Iraklı’ demişsin. Yok öyle bir millet, öyle bir etnik grup da yok. ‘Kürt’
yazsaydın. Ne haber müdürü, ne gazetenin sahibi, ne de okur karşı çıkmazdı”
demeliyiz. Artık birtakım şeyleri de öyle ille de devletten izin alarak kullanma
aşamasını büyük ölçüde geçtik.
Salih ŞAHİN (Kars Öncü Gazetesi Sahibi): Büyük medya sorunlarını çözebiliyor.
İlişkilerinden dolayı, yazdıkları haberden dolayı çözebiliyor. Ama sorunları
çözmek istiyorsak yerelden başlamalıyız. Örneğin birçok arkadaşımız büyük
gazetelerin temsilcisidir. Yerel basın bağımsız değildir. Zaten resmi ilanla
yaşıyor. Kim ki valiye yağcılık yapıyorsa onun işi iyi gidiyor. Valiliği eleştirdiğin
zaman hemen ceza veriyor, ilanını kesiyor. Yasa masa dinlemiyor. Bana
cezalar geldi. Benim başıma geldi; ilanımı kestiler. Basın İlan Kurumu genel
müdürüne gittim, o yazdı. Yazıyı valiliğin önüne koydum ama uygulamadı.
Basın İlan Kurumu’na telefon açtım, “mevzuatı uygulatmayacak mısınız?”
dedim. “Biz onların amiri değiliz” dediler. “Biz yazıyı gönderdik” dediler. Valiye
ben yağcılık yapmak zorunda mıyım? O zaman ben tarafsız olamam, bağımsız
olamam.
Recep YAŞAR: Resmi ilanlar yerel medyanın en çok karşılaştığı sorunlar ama
yerel medyanın da can damarı. Resmi ilan olmadan bugünkü yerel medyanın
önemli bir kısmı yaşayamaz. Hatta şöyle bir haber vereyim, bir süre sonra resmi
ilanlar internet ortamında yayınlanacak, böylece resmi ilanların yerel medyaya
verilmesine gerek kalmayacak. Şu soruyu soralım: Bu resmi ilanlar olmasa bu
gazetelerin ne kadarını çıkartırız? Ben ortalama % 90'ının kapanacağını
düşünüyorum. % 10 gazetecilik yaparsa ayakta duracak ya da ancak o kadarını
özel ilanlarla ayakta tutabilirsiniz. Ciddi anlamda bir bağımlılık var. O zaman
şöyle yapalım; bu ilanlar nasıl dağıtılacak? Mevzuat var, Basın İlan Kurumu
özerk bir kurumdur. Diğer kurumlardan temsilcilerin oluşturduğu bir genel kurul
vardır. İlanlar o çerçevede dağıtılır ve Basın İlan Kurumu’nun belli yerlerde
şubeleri var. Şube olan yerlerde bu sıkıntı daha az, çünkü kendisi dağıtıyor ama
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
şube olmayan yerlerde resmi ilanların dağıtımı valilik kanalıyla yapılıyor. Valinin
seçilmesi de şu yüzden: Valiler devletin valisidir, hükümetin valisi değildir. O
zaman devletin kanunlarını eşit bir şekilde uygularlar. Şimdi geldiğimiz süreçte
bu makamın daha çok siyasallaştığı yolundaki eleştirilere paralel olarak
ilanlarda da benzer şikayetlerin arttığını görüyoruz. O zaman belki şunu
tartışmak lazım: İlanların dağıtım şekli değiştirilebilir mi, Basın İlan Kurumu’nun
şubesinin olmadığı yerlerde özerk bir komisyon geliştirilebilir mi? Bilmiyorum, bu
tartışılır ama bir şey daha var: Eğer gazete olarak sadece bir resmi ilana
bağımlı olmadan gazetecilik yaparsanız siz de daha rahat edersiniz. Şimdi
resmi ilan almak için bir yıl çıkacaksınız, iki bin satacaksınız, beş muhabiriniz
olacak. Kaç tane gazete iki bin satıyor? Gerçekçi olalım. Bayiden gidip makbuz
alırsın “bugün şu kadar sattım” diye ama o bayide hiç gazeteniz yok. Böyle bir
realite var. Bu realite karşısında valinin karşısına çıkıp “sen benim ilanımı nasıl
kesiyorsun” diyebilir misiniz? Adam denetime çıktığı zaman ne yapacaksın? Biz
de o konuda çok dürüst değiliz. Öyle olunca da, o da kendi çıkarı doğrultusunda
kullanıyor. Böyle bir sıkıntımız, açmazımız var. Bu yine şuna geliyor: Bence güç
birliği yapın, sermayenizi birleştirin 10 yerine 2 gazete çıkartın ama gazetecilik
yapın, ilan alın, bayiden satın, paranızı da kazanın. Hiç devlete bağımlı olmayın.
Bağımlı olduğunuz sürece kişiler onu kullanmak isteyecektir. Bu gazeteciliğin
doğasında vardır. Haber kaynağınız kullanmak isteyecektir. Sizin işiniz buna
alet olmamaktır. Ciddiye alın, orta vadede resmi ilanların kalkmasına hazırlıklı
olun. Çözüm olarak internet ortamında yayıncılığı da ihmal etmeyin. Farklı
medya araçlarına da yönelmenizde fayda var.
Ragıp DURAN: Almanya'da resmi ilan var mı?
Semiran KAYA: Resmi ilan dediğiniz şeyi bana açıklayabilir misiniz?
Ragıp DURAN: Anladım yok. Resmi ilan; devletin, kamunun çok çeşitli alım
satım faaliyetleri var, onunla ilgili duyuruları gazetelere dağıtıyor. Yahut ihaleye
çıkacak; belediye, kaymakamlık onun duyurusunu yapıyor.
Semiran KAYA: Ama onlar gazetelerle ilgili değil. Gazetelerin sendikası var ama
böyle bir tür şey yok...
Bilal YATMAZ (Ağrı Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü): Beyefendinin az
önce anlattıkları kendi ilinden kaynaklanan problemlerden olabilir. Valilikte
çalışan basın müdürlerinin hiçbirisi hiçbir şekilde art niyetli düşünmezler. Resmi
ilanların nasıl dağıtılacağı Basın İlan Kurumu’nun mevzuatında bellidir.
Dolayısıyla art niyetli olarak düşünmezler. Keyfi ceza kesemezler. Beyefendi
genellemesin. Örneğin biz Ağrı'dan bütün basın mensuplarını toplayıp da geldik
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
buraya ve valiliğin aracıyla geldik. Biz valilik olarak yerel medya kuruluşlarıyla
sürekli olarak beraber çalışırız. Bir haber olduğu zaman onları biz götürürüz.
Onları haberden geri biz getiririz. Bu iş için arabalar tahsis ederiz. Onların
gitmediği, ulaşamadığı yerlere haberleri biz toparlar göndeririz.
Mukadder YARDIMCI (Doğan Haber Ajansı Muhabiri): Sorun da bu zaten. Bu
sorun ama... Bunu yapmak valiliğin işi değil ki!
Bilal YATMAZ (Ağrı Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü): Biz bunu sorun
olarak görmüyoruz. Biz niye medya mensuplarıyla beraber hareket etmeyelim?
Niye bunu sorun olarak görüyorsunuz? Birlik, beraberlik içinde onlarla haberleri
paylaşıyoruz. Bizim haberimiz olmadığı zaman biz onlardan alıyoruz, biz bunu
sorun olarak görmüyoruz. Konuşurken lütfen yaşadığınız sorunlarla ilgili
genelleme yapmayın, lütfen...
Mukadder YARDIMCI (Doğan Haber Ajansı Muhabiri): Müdür beyin buraya
gelmesi hata. Müdür beyin bu toplantıda olması başlı başına bir vakadır. Siz bir
habere valiliğin aracını kullanarak gidiyorsanız bu sorundur. Biz bunu
sorguluyoruz.
Ben şunu söyleyeyim, Kars'ta gazeteciler milletvekili aleyhine haber yaptığı
zaman -sokak tabiriyle söyleyeyim- canları çıktı. Her birinin altı ay ilanı kesildi.
Bunu yapan valilik, şimdi siz gazetenin kaynağını valiliğe veriyorsunuz. Hiç
kimse vali hakkında haber yapamıyor. Biz burada bunu konuşuyoruz. Ağrı'daki
vali iyi olabilir ama sorun o değil. Türkiye genelinde resmi ilanları valilik dağıtıyor
mu, dağıtmıyor mu? Siz bir tek eleştiri yaptığınız zaman 6 ay ceza verirler.
Kars'taki yerel medya sahipleri burada, onlar çok daha iyi biliyor.
Bilal YATMAZ (Ağrı Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü): Beni buraya Umut
Vakfı çağırdı, davet üzerine geldim. Benim buraya gelmemi hata olarak
değerlendiren kişiler var. Ben buraya keyfime göre gelmedim. Şimdi soruyorum:
Türkiye'de hangi yerel medya mensubunun aracı, teknik donanımı var? Bir
haber olduğunda oraya kendi başına gidebiliyor? Çok nadir. Biz diyoruz ki; Ağrı
ili olarak birlik, beraberlik ve dayanışma içinde hareket ediyoruz, haber olarak.
Burada gazeteci arkadaşlar, sorabilirsiniz: Hangisine valilik olarak şu haberi
yapacaksınız demişiz? Milletvekilleriyle ilgili haberler, onlarla yaşadıkları
problemler bizi bağlamıyor, ilgilendirmiyor. 81 vilayette basın müdürü var, zan
altında bırakıyorsunuz.
Hanifi POLAT (Ağrı haftalık Maske Dergisi): Ben silahla ilgili bir değerlendirme
yapmak istiyorum. “Silah” derken sadece insanların ölümüne yol açan bir şey
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
olarak değerlendirmiyorum. Hem bizim toplumumuzda hem de başka
toplumlarda silah olarak kullanılan çok daha başka şeylerin olduğunun altını
çizmek istiyorum. Ekonomik ve sosyal farklılıklarını, din, dil, ırk, etnik köken
farklılıklarını da birbirlerine karşı silah olarak kullanıyor insanlar. Ben özellikle
Türkiye'de basının da silah olarak kullanıldığını düşünüyorum. Bence Türkiye'de
silahsızlanmaya gidilecekse başta basın kuruluşlarından başlanmalı.
Türkiye'de basın dördüncü kuvvet olarak değerlendiriliyor. Gelişmiş toplumlarda
evrensel ilkeler, insani değerler çerçevesinde yaşayan toplumlarda ya da o
tarzda yayın yapan basın kuruluşları açısından bu doğru olabilir.
Silaha gelince. Türkiye'de eğer silahsızlanmaya gidilecekse, bence silahın
neden kaynaklandığının, insanların buna neden ihtiyaç duyduğunun üzerinde
durulması gerekir. Bu tespitler yapılmadan, psikolojik nedenleri araştırılmadan,
temeline inilmeden yapılan hiçbir faaliyetin sağlıklı bir sonuç doğuracağına
inanmıyorum. Ben en önemli şeyin güven olduğunu düşünüyorum. Eğer güven
ortamı yoksa bir yerde, insanlar bir şekilde savunma yolunu devreye sokmak
zorunda kalır. Umut Vakfı bu konuda önemli bir hizmette bulunuyor, teşekkür
ederiz. Sorunun sadece sivil toplum kuruluşlarıyla çözülmemesi gerektiğini de
söylemek istiyorum. Bunun bir devlet politikası haline getirilmesi ve devletin
bütün yapılarıyla desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Buna medya da dahil.
Ama bizim medyada biraz problem var.
Şimdi ulusal medyada çalışanlar yerel medyada çalışanların şartlarını bilmiyor.
Bir de medyada öğrenilmiş çaresizlik var. Bir örnek vereyim, bir kafesin içine
beş tane maymun koyuyorlar. Kafesin üzerine muz koyuyorlar, maymunlar
muzu almaya çalıştığında kafalarına vuruluyor. Bu defalarca tekrarlanıyor, ta ki
onlar muzu almaktan vazgeçinceye kadar. Sonra bir maymunu kafesten çıkarıp,
başka bir maymun koyuyorlar. O, muzu almaya gittiğinde, diğer dört maymun
onu dövmeye çalışıyor. Onun vazgeçmesi için defalarca yapıyorlar, sonuçta o
da onlara uyuyor. Ve bu, beş maymun tek tek değişene kadar tekrarlanıyor.
Sonuçta kalan beş maymun da o muza erişmenin yanlış bir şey olduğunu
düşünüyor. Şimdi silahsızlanma dahil her türlü sorunun çözümü için toplum
olarak bu öğrenilmiş çaresizlik sendromundan kurtulmamız gerekiyor.
Ertuğrul BEDİR (Basın Yayın Enformasyon Erzurum İl Müdürlüğü): Basın il
müdürlüğünün görevlerinden biri yerel medyanın sorunlarını çözmeye yardımcı
olmaktır. Bu ne demektir, devletle medya arasında köprüdür. Ben bütün
arkadaşlara söylüyorum, bir sorununuz varsa gelin iletin. Ama Erzurum’da İl
Müdürlüğümüz var, kimse gelmedi sorunu olduğuna dair. Bize sorunlarını
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
iletirlerse biz de gerekli yerlere iletiriz. Genel Müdürlüğümüz Türk ve dünya
basınını takip eder, kamu kurumudur.
Salih ŞAHİN (Kars Öncü Gazetesi): Ben basın halkla ilişkiler müdürlerine bir
şey demedim. Kars'daki basın halkla
ilişkiler müdürünü de
severim.
Konuşmamın yanlış değerlendirilmesini istemem.
Semiran KAYA: Şimdi benim anladığım kadarıyla “sorun var, devletin çözmesi
gerekir” deniyor. Türkiye demokratikleşmek istiyor ve bunun için çok önemli olan
basın mensupları olarak da kendiniz bu ciddi sorunları çözmelisiniz. Devamlı
“devlet çözsün” diyemezsiniz. Çünkü tek taraflı bir çözüm olamaz, siz de
toplumun belli önemli bir tarafısınız. İki taraflı olması gerekir, yoksa ciddi
sorunlarınız çözülemez. Örneğin burada halkın % 70'i polise güvenmiyor ama
bu niçin böyle? Siz de güvenmiyorsunuz. Bu sorun nereden kaynaklanıyor?
Polisle beraber çalışmalısınız, yalnız devletle değil, eğitimcilerle falan filan.
Bunu sadece devlete bıraktığınız zaman öylesine gider, çünkü otoriter devlete
alışmışsınız. Alışkanlığı da bırakmak zor ama siz buranın vatandaşları olarak
haklarınızı tabii ki kullanmalısınız.
Halit ÖZTÜRK (Sabah-Atv Temsilcisi): Iğdır iki ülkeye sınır bir ilimiz ve bu
nedenle birçok şeyin bulaştığı bir yer. Kaçakçılığın, silah tüccarlığının... Bu tür
olayların en çok yaşandığı sınır ili. Geçenlerde gazetelerin birisine haber
yaptım. Haber Kürt işadamı ve siyasetçilere suikast planıyla ilgili. Tüm bilgilere
dayandırılarak o haberi yaptım. Haberi yaptıktan bir kaç gün sonra polisler
tarafından gözaltına alındım. Savcılık tarafından bir evin aranması gerekirken
üç ev birden arandı. Ağabeyim, babam ve benim evim. Bu konuda da acayip
şekilde ülkücü ve dinci gruplar tarafından tehdit almaya başladım. Ölüm tehditi
aldım, hatta plakasız araç tarafından takip edildim. Hem ülkücüler, hem emniyet
tarafından takip edilmeye başladım. Evim arandıktan sonra telefonlarıma el
konuldu, emniyette susma hakkımı kullandım. Savcının karşısına çıktım,
dosyanın gizlilik kararını açıkladığım için, dosyanın içindeki bilgileri aldığım
için... Şöyle bir olay başıma geldi. 21 gün içersinde 20 bin lira para cezasına
çarptırıldım. Savcı bana diyor ki “sen bu haberi yaptığın zaman bu bilgiyi
kimden aldın?” Kaynağımı açıklamayacağımı söyledim. “Ama belge isterseniz
yardımcı olabilirim” dedim. Daha sonra savcılıkta olan arkadaşlarımı daha
önceden arkadaşım olduğu için oradan uzaklaştırdılar. Dosyada gizlilik kararı
var. Basın özgürlüğünden bahsediyoruz, şiddetten bahsediyoruz. Ülkü Ocakları
başkanında bir adet kalaşnikofun, bir adet tabancanın ve ölüm listesinin ne işi
var? Üç kişi gözaltına alındığı halde çeteye girmesin diye sadece bir kişi
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yargılanıyor, o da ateşli silahlar kanununa muhalefetten. Yani ben bu ülkede
basın özgürlüğünün olmadığını düşünüyorum. Eğer ben o haberi yapmamış
olsaydım bugün birileri hayatını kaybetmiş olabilirdi. Bilge köyü katliamında o
korucular silahları devletten almamış mıydı? Başta devlet kendisine bir düzen
verecek, daha sonra basın özgürlüğü de düzelir her şey de düzelir.
Recep YAŞAR: Basın özgürlüğü var mı, yok mu? Zaten tartıştığımız bu. Batı
ülkelerindeki gibi demokratik ilkeler üzerinden bir basın özgürlüğünden söz
edebiliyor muyuz? Hayır. Çünkü bizde basın özgürlüğünü sınırlayan ciddi
maddeler var. TCK'da var, terörle mücadelede var, medeni kanunda var, borçlar
kanununda var. Var, var var... Bunların değişmesi lazım. Bunda hemfikiriz.
Yargılama konusunda biz hâlâ yargıya güvenmek zorundayız. Yargının mutlaka
ama
mutlaka
bağımsızlığını
koruması
gerektiği
ve
bağımsız
kalması
gerektiğinde hem fikiriz. Bu konudaki inançlarımız da yıkılırsa, sığınacak
limanımız kalmayacak. Çünkü bir hukuk devletine ihtiyacımız var. Ama
gazeteciler olarak haklarınız olduğunu unutmayın. Susma hakkının yanında
sizin kaynağınızı açıklamama gibi bir yasal hakkınız vardır. Kimse sizi buna
zorlayamaz. Diğer yandan meslek örgütleriyle özellikle bu konuda işbirliğinizi
geliştirin. Bizden TGC'den hukuksal anlamda destek isteyebilirsiniz.
Ayhan AKCAN: Öğrenilmiş çaresizlik terminolojisini kabul etmiyorum. Çaresizliği
söylüyorsanız ona da çare arayacaksınız. Çaresizlik öğrenilmez, bu bana göre
tamamen durumu kurtarma meselesidir. Şiddeti en fazla medya özendiriyor diye
bir görüş var. Aslında öyle değil. Bilimsel olarak bir faktörü var ama asıl faktör o
değil. Eğitimden birçok şeye kadar. Onun için öğrenilmiş çaresizlik sendromu
diye bir şey yok. Trafik problemini trafik canavarına atfetmek gibi. “Çaresiziz”
dediğiniz zaman çare aramanız lazım. Çaresizliğin öğrenilmesi olmaz. O
anlattığınız olay hayvan deneyidir, zaman zaman yapılır ama oradan genelleme
yaparak böyle bir sonuca ulaşılamaz.
Memduh NEHRİ (Erzurum Basın Yayın Enformasyon İl Müdürü): Ayhan
Hocama şunu sormak istiyorum. Silahsızlanıyor muyuz, silahlanıyor muyuz
bireysel anlamda? Böyle bir istatistik varsa paylaşırsanız seviniriz.
Ayhan AKCAN: İstatistik çok ama boğmak istemiyorum. Türkiye'de 8 milyona
yakın silah var. Evet böyle bir talep var, son beş yıldır aynı düzeyde yani 7-8
milyon civarında. Ama burada daha çok şiddetin her alanda yaygınlaşmasıyla
ilgiliyiz. Üç yıl önce bir komisyonda İçişleri Bakanlığı gasp, kapkaç olaylarını
elektronik ortamda denetlemeye karar verdi ve bunu yapıyor birçok yerde.
Bununla beraber hakikaten gasp, kapkaç gibi olaylarda azalma var. Dolaylı
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
olarak böyle devam ederse silahlanma da bu noktada durabilir. Ama bizi
ilgilendiren silahlanmaya talep değil. Biz daha çok yasa koyucularla
uğraşıyoruz. Yasa koyucuları ikna etmek durumundayız. Bütün dünyada da
böyle, vatandaşın tercihine bırakılacak bir konu değil bu. Finlandiya'da,
Almanya'da olay oluyor, Türkiye'de de oluyor. Bir genç babasının silahını alıp
okulda 15-20 kişiyi katledebiliyor. Bu olayları yaşamamak için çabalıyoruz...
Ama bence iyi bir yoldayız, kötü bir yolda değiliz. % 40 silaha karşı olan oranı
belki % 50'ye çekeceğiz. Ama baskı unsuru olmaya devam etmemiz gerekir.
Recep YAŞAR: Biz burada basın yayın enformasyon temsilcilerinin, valilik
halkla ilişkiler temsilcilerinin bulunmasından rahatsız değiliz. Biz şeffafız ama
şunu
unutmamak
gerekir.
Siz,
bulunduğunuz
bölümün
halkla
ilişkiler
görevlilerisiniz ama bizim görevimiz sizinkinden farklıdır. Gazeteciler olarak
yürütme erkinin hatalarını, yanlışlarını ortaya koyacağız, halk adına denetim
yapacağız.
Siz
de
bizim
ihtiyaç
duyduğumuz
bilgileri
bize
vermekle
yükümlüsünüz. Gazeteci arkadaşların ihtiyaç duyduğu her bilgiyi onlara
sorunsuz bir şekilde aktarmak sizin kamusal görevinizdir. Önemli olan
özdeşleşmemektir. Eğer biz gazeteciliği bırakıp halkla ilişkiler müdürü gibi
düşünürsek o zaman biz valiliğin ya da başbakanlığın halkla ilişkiler memuruna
döneriz. Bu ayrımı çok iyi gözetmemiz lazım. Ama burada olmanızdan da ben
şahsen çok memnun oldum. En azından bizim ne yapmamız gerektiğini tekrar
karşılıklı olarak duymak, öğrenmek adına.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
TÜRKİYE'DE BİREYSEL SİLAHSIZLANMA VE ŞİDDET HABERLERİ
YEREL MEDYA SEMİNERİ
2. KISIM: GAZİANTEP
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Nazire DEDEMAN
Bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri yerel medya seminerlerinin
altıncısında Gaziantep'te sizlerle beraber olmaktan büyük mutluluk duyuyorum.
Umut Vakfı bireysel silahsızlanma, şiddet, barış kültürü ve hukukun üstünlüğü
konularında 16 yıldan bu yana çalışıyor. Bilgilerini ve araştırmalarını da her
fırsatta kamuoyu ile paylaşıyor. Bu süreçte medya mensuplarının özellikle
bireysel silahlanma ile oluşan yaşam hakkı ihlallerine ilgisi ve silahsızlanma
konusunda desteği her zaman yanındaydı.
Şiddet büyük ölçüde toplumsal eşitsizliklerden kaynaklanıyor. Bu eşitsizlikler
korkularımızı körükleyen, gittikçe daha fazla şiddet doğuran bir sarmal
oluşturuyor.
Suç konularının ve şiddetin medyatik olması bir sorundur. Bu sorunun da bir tür
eşitsizliğe dayandığını düşünebiliriz. Çünkü medyadaki şiddetin biz izleyiciler
tarafından ilgiyle ve fazlaca tüketilmesinin nedeni belki de bu eşitsizliklerin
sonucu olan korkularımız ve güvensizlik hissimizdir.
Şiddetin medyatik olmasının yarattığı korkunun kaynağını ve sonuçlarını
sorgulamak
ve
anlamaya
çalışmak
şiddetsiz
bir
toplum
hayalimizi
gerçekleştirmek için üstlenmemiz gereken bir sorumluluktur. Bu anlamda
medyadaki şiddete sadece ‘hayır’ demiyoruz, medyadaki şiddetin evrenini her
yönüyle anlamaya gayret ediyoruz. Bu seminerler dizisinin program içeriği
büyük ölçüde bu anlayışa dayanmaktadır. Ayrıca bu seminerler dizisi
üstlendiğimiz sorumluluğu da sizlerle paylaştığımız bir zemindir.
Dünyanın pek çok ülkesinde silahları kolaylıkla edinen gençler ve çocuklar
kendi okullarında arkadaşlarını, öğretmenlerini ve ardından da kendilerini sahip
oldukları ateşli silahlarla öldürdüler. Bu saldırgan gençlerin ve çocukların hepsi
kolaylıkla silahlandılar ve ciddi düzeyde de şiddet içerikli medya mesajları
tükettiler. Bizim ülkemizdeki gençler ve çocuklar için de bu durum geçerlidir.
Konunun sosyolojik arka planını gözardı etmememiz gerektiğini vurgulayarak
soruyoruz: Acaba medyanın bu şiddet ortamının oluşmasındaki etkisi nedir? Bu
konuda dünyada yapılmış çalışmalarda akla yakın olanlardan bazıları gösteriyor
ki medya, özellikle de televizyon insanlara şiddeti normal bir sorun çözme
yöntemi olarak gösteriyor. Ayrıca bize şiddetin her yerde olduğunu ve bu
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
şiddetten korkmamız gerektiğini söylüyor. Bu tür bir korku ve güvensizlik
söylemi de muhtemelen insanların daha fazla silahlanmasında etkili oluyor.
Şiddetin en uç noktası olan bireysel silahlanmanın belirgin nedenlerinden biri
toplumsal hayatta şiddet göstererek var olma biçimidir.
Bireyin, kendini gösterme, var olduğunu vurgulama biçimi olarak silahlanmayı
seçmesi esas olarak eşitsizliği olumlaması anlamına gelir. Çünkü kaba kuvvetle,
silah gösterişiyle üstünlük sağlayarak güç elde edeceklerini düşünenler,
dolayısıyla bu güçle varlıklarını kanıtlayacaklarını da kabul ederler. Oysa
bireylerin silahlanması şiddetin boyutunu daha da büyütmekte hatta daha da
fazla tehdit yaratarak güvensizliği artırmaktadır.
Bugün bazı konuşmacılarımız bireysel silahlanmanın Türkiye'deki boyutlarına
dikkat çekecekler.
Ancak şunu vurgulamak isterim ki, bugün Türkiye'de yılda ortalama 3 bin kişi
ateşli silahlarla ölmektedir. Bu yurttaşlarımızın ortalama 700'ü ateşli silahlarla
kaza sonucu hayatını kaybediyor. Ülkemizde silah bir kültürel özellik olarak
kabul edilir. Kızgınlık, öfke, düşmanlık gösterisinde ateşli silah kullanıldığı gibi
silahla şerefin, namusun korunacağı, coşkunun kutlanabileceği de zannedilir.
Her durumda da sonuç yalnızca ölümdür. Bu gerçeği bize defalarca kanıtlayan
yaşam öyküleriyle medyada sık sık karşılaşıyoruz. Biz okuyucular, izleyiciler ve
dinleyiciler, siz bu olayları bize aktaran haberciler olarak hepimiz en azından şu
gerçeğin farkında olmak zorundayız: Yaşama hakkı insanın en temel hakkıdır.
Bu hak eşittir. Bu eşitliği bozan en önemli sosyal problemlerden biri bireysel
silahlanmadır.
Umut Vakfı olarak bireysel silahlanmayı ele alırken hukukun üstünlüğüne, barış
kültürüne, yurttaş olma bilincine ve bunun önemli bir sorumluluk olduğuna
vurguda bulunuyoruz.
Siz gazeteci yurttaşlar bu konuda da önemli rol üstlenmektesiniz. Şiddet
olaylarıyla karşılaşırken, haberlerinizi kurgularken ve bizlere aktarırken karşı
karşıya olduğunuz durumun öncelikle insanın yaşama hakkıyla ilgili olduğunu
hatırlamanız çok önemli bir adımdır.
Şiddet haberleri, medya izleyicisine çeşitli hayat hikâyeleri anlatıyor. Bizlerin
kolaylıkla tükettiği bu hikâyelerdeki gerçekliklere, bu hikâyelerin gösterdiği
sorunlara ne denli duyarlıyız? Bu haberlerin ve olayların tanıkları olan gazeteci
arkadaşlarımız
bu
hikâyelerin
anlatıcıları
olarak
üstlendikleri
rolün
ve
sorumluluğun farkında mıdırlar? Farkında olmaları gerekir. Bu sorular bugünkü
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
eğitim programımızın temelini teşkil ediyor.
Bu nedenle medyanın şiddet ve bireysel silahlanma konusunda olayları topluma
yansıtma biçimini birlikte irdelemek, meslek gereklerine uygun eleştirel ve
objektif bir yaklaşımın nasıl inşa edilebileceğini tartışmak amacıyla Türkiye'de
bireysel silahsızlanma ve şiddet haberleri yerel medya eğitim seminerini
gerçekleştirmek üzere burada toplandık. Bu toplantıyı gerçekleştirmemize
katkıda bulunan Friedrich-Ebert-Stiftung Derneği’ne ayrıca teşekkür ediyoruz.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Süleyman KAMÇI
Gaziantep, sanayi ve ticaret kapasitesi, turizm, sağlık, spor, eğitim alanındaki
yatırımları ve sosyal kültürel, tarihi zenginliğiyle bölgemizin merkezi olmayı
hakkıyla başarmış metropol bir kenttir.
Güneydoğu Anadolu bölgemizin en gelişmiş, ülkemizin de önde gelen bir ili
olarak gerek bulunduğu coğrafi ve stratejik konum, gerekse sanayi alt yapısı
bakımından kendi kendini besleyen bir dinamizme sahiptir. Son nüfus sayımına
göre nüfusu en fazla artan iller arasında yer alan ve toplam nüfusunun % 86'sı
şehir merkezinde yaşayan Gaziantep, özellikle sanayileşme ve kalkınmada
gösterdiği başarıyı diğer alanlarda da göstermeye devam etmekte ve bütünsel
anlamda gelişme ve kalkınma çabası içinde olan önemli bir ildir.
Bu gelişme, çağdaşlaşma ve kalkınma yolculuğunda halkımızın haber alma
hakkını kullanmasını sağlayan ve kamuoyunun sesini duyuran özgür ve objektif
bir basının varlığı da çok önemlidir. Büyük Atatürk'ün en güzel şekilde
vurguladığı gibi, “basın milletin müşterek sesidir”. Özellikle halkın içinde olan ve
problemlerini bire bir görerek, yaşayarak yansıtan yerel basın bu anlamda
toplumun aynasıdır.
Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerdeyse basın haber verme işlevinin çok daha
ötesinde halkın aydınlatılmasına, kültürel gelişmesine ve ilimizin sorunlarını
daha vurgulayarak dile getirmesine, kalkınma çabalarına önemli katkıda
bulunmaktadır. Bu anlamda demokrasi kültürümüzün oluşturulmasında, bir
yaşam biçimine dönüştürülmesinde ve evrensel değerlerin yerleştirilmesinde
basının öncülük ettiğini de açıklıkla söyleyebiliriz.
Diğer yandan teknolojik ve bilimsel gelişmelere paralel zincirleme pek çok
nedenle hızlı bir toplumsal değişimin de yaşandığı günümüzde basının rolü
daha da artmaktadır. Bu seminer konusunu oluşturan Türkiye'de bireysel
silahsızlanma ve şiddet konusunda gerekli duyarlılığın oluşturulması, toplumun
özellikle
gençlerin
evrensel
doğrulara
yönlendirilmesinde
büyük
önem
taşımaktadır. Her birimizin, birey olarak direk olmasa da toplumsal şiddetten
zarar gördüğümüz ve üzülerek söylüyorum ki adeta şiddete alıştığımız,
dolayısıyla duyarlılıkların azaldığı göz önüne alınırsa toplumun geleceği
açısından bu konunun önemi bir kez daha ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle 17 günlük yerel gazete, 18 haftalık gazete, 6 televizyon kanalı ve
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
çok sayıda radyonun yayın yaptığı ilimizde böyle bir seminerin yapılmasından
büyük memnuniyet duymaktayız. Yerel basınımızın pek çok imkansızlıklara
rağmen varlıklarını devam ettirme ve görevlerini yapma mücadelesi vermesini
de takdirle karşılıyoruz. Bu duygu ve düşüncelerle yerel basınımıza yönelik bu
semineri gerçekleştiren Umut Vakfı'na ve emeği geçen diğer kişi ve kuruluşlara
teşekkür ediyor, bu seminerin toplumsal şiddetin azalmasına etkisi olacağını
ümit ediyorum.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
BİRİNCİ BÖLÜM
Selami Özsoy
15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın”
Fotoğraf Yarışması, 2009
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
BİRİNCİ OTURUM
Yusuf AĞAR (OTURUM BAŞKANI)
Yaklaşık yarım asra sığdırabileceğim meslek hayatımda yüzlerce cinayet,
yüzlerce intihar ve kaza haberi yazdım, birçoğunu görerek yaşadım. Şimdi bu
salonda bulunan genç gazeteci arkadaşlarıma bakıyorum, acaba cinayet, intihar
haberi yazmayan ya da silahlı kaza sonucu ölüm haberi yazmayan gazeteci var
mı? Sanırım yoktur.
Gazetelerin üçüncü sayfasına baktığımızda gördüğümüz manzara; her gün
yüzlerce aile cinayet, intihar ve kazalarla sönüyor, yok oluyor. Geride masum
aileler bırakıyor. İşte buradan yola çıkarak size şunu söylemek istiyorum. Ben
de 45 yıl önce çiçeği burnunda bir gazeteciyken siyasi bir partinin milletvekili
adayının davetlisi olarak Gaziantep'in bir köyüne gitmiştim. Köyde oturup bir
yandan yemek yiyip, bir yandan sohbet ediyorduk ki, biraz sonra davet sahibi
siyasinin yakınları tarafından bize bir ikram sunuldu. Silme mermiyle dolu ve
üstünde de bir tabanca olan tabaklar önümüze konuldu. Mermileri atalım, keyif
alalım diye ikram ediyorlardı. Hepimizin çocukken bayram harçlıklarını
biriktirerek ilk aldığımız şey oyuncak tabancaydı. İşte o anda da bu ikram bir
kısmımıza cazip geldi, bazı arkadaşlarımız o mermileri tüketinceye kadar attılar.
Ama günümüzde o mermi tabağı ve silah bize ikram edilseydi sanırım ki
tepkimiz çok daha değişik olacaktı. 45 yıl önce hiçbirimiz bunun bir haber değeri
olduğunu fark edemedik ve gazetelerimize yazamadık.
En iyi yaşam silahsız yaşamdır.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Toplum Sorunlarına Duyarlı Eleştirel Gazetecilik Nasıl Yapılır?
Nail GÜRELİ
Bu ilk oturumun konu başlıklarına baktığımız zaman birbirine çok yakın
olduğunu, hatta günün moda deyimiyle birbirine teğet geçtiğini görüyoruz. Bu da
çok doğal. Çünkü konu şiddet, bireysel silahlanma, hukuk, medya, gazetecilik
olunca konuların da birbirine çok yakın olması doğaldır. Ben, toplumun
sorunlarına duyarlı gazetecilik nasıl yapılır konusunu işlemeye çalışacağım.
Şiddet, toplumun giderek ağırlaşan ve çeşitli türevleri olan bir sorunu. Ekonomik
şiddet, kültürel şiddet, siyasal şiddet gibi… İşsizlik, gelir dağılımındaki
adaletsizlikler kimi güçsüz ve çaresiz insanları şiddeti bir çözüm aracı olarak
görmeye yönlendirebiliyor. Aslında, bazı siyasal odakların bir zenginlik olarak
özümsenmesi gereken kültürel ve etnik çeşitliliklere bakışı toplumda potansiyel
şiddeti içeren ayrışmalara yol açma tehlikesini taşıyor. Hukukun, beklenen
sonucu beklenen zamanda vermemesi de yine hakkını güce başvurarak,
dolayısıyla bireysel silaha başvurarak aramasına yol açabiliyor zaman zaman.
Hemen belirteyim; bu konuşmanın içeriği sadece yaygın basını ve yerel basını
değil, bu olaylar karşısında duyarlı, toplum sorunlarına karşı duyarlı, eleştirel
gazetecilik yapma bakımından tüm basını kapsama niyetindedir. Yerel basınla
yaygın basın arasında fark yoktur, sadece ölçek farkı vardır. Yaygın basın tırnak içinde söylüyorum- daha büyük, yerel basın ise daha mütevazıdır. Ama
yaptıkları işlev bakımından, taşıdıkları sorumluluk bakımından aynıdırlar.
Eleştirel gazetecilik diyoruz, aslında gazetecinin temel işlevi zaten eleştirmek.
Genel kapsamda ifade edecek olursak; demokrasilerde basının görevi, yasama,
yürütme ve yargı erki olan üç kuvveti halk adına dördüncü güç olarak
denetlemektir ve eleştirmektir. Bu, elbette toplum sorunlarına duyarlı eleştirel
gazeteciliğin temelini oluşturur. Hatta genel kabul gören görüşe göre, basının
tabiatında muhaliflik vardır, muhalefet etmek vardır. Basının görevi, güç
odaklarına karşı güçsüzlerin hakkını aramaktır. Ekonomide, sağlıkta, eğitimde,
hukukta böyledir.
Hukuk noktasında basının işleviyle Umut Vakfı'nın amacının örtüştüğünü
görüyoruz. Bilindiği gibi Umut Vakfı'nın amaçları arasında silahlanmaya karşı
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
mücadele etmenin yanısıra hukukun üstünlüğünü sağlamak, hukuku egemen
kılmak için çaba harcamak da vardır. Umut Vakfı, toplumsal bir ihtiyaçtan
doğmuştur. Bireysel silahlanma ve hukukun üstünlüğü ihtiyacı. İşte burada
toplum sorunlarına duyarlı bir gazeteciliğin nasıl yapılacağı sorununa bir cevap
bulabiliriz. Ne demiştik; basın güçlüye karşı güçsüzün yanında olur ve onun
hakkını savunur. O halde basının Umut Vakfı'nın mücadelesinde onun yanında
olması gerekiyor. Basının meslek ilkeleri de bunu öngörüyor.
Gazeteci toplum sorunlarına duyarlı yaklaşırken neye yaslanacak, neyi
eleştirecek? Meslek ilkelerine ve o ilkelerin yaptırımcısı olan vicdanına
yaslanacak. Halkın çıkarlarını hiçe sayanları, hukuku ve adaleti tanımayanları
eleştirecek. Güçsüzden yana olup güçlüyü eleştirecek. TGC'nin yayınladığı
Türkiye
Gazetecileri
Hak
ve
Sorumluluk
Bildirgesi'nden
“Gazetecinin
Sorumluluğu” başlıklı maddenin sadece üç cümlesini okumak yeterlidir bu
durumu anlatmak için. Der ki maddenin sonunda, “Gazeteci basın özgürlüğüne,
halkın doğru haber alma edinme hakkına duyarlı olmak zorundadır. Bu amaçla
her
türlü
sansür
ve
oto-sansürle
mücadele
etmeli.
Halkı
bu
yönde
bilgilendirmelidir. Gazetecinin halka karşı sorumluluğu, başta işverenler ve
kamu otoritelerine olmak üzere öteki tüm sorumluluklardan önce gelir.” İşte
toplum sorunlarına duyarlılık budur. Halka karşı sorumlu ve duyarlı olmak...
Duyarlılık insani bir olgudur.
Gazetecinin ikilemi
Gazeteci de insan olduğuna göre çok tekrarlanan şu soruyu sorabilirsiniz:
Gazeteci önce insan sonra gazeteci midir? Yoksa önce gazeteci sonra insan
mıdır? Toplum sorunlarına ya da olaylara göre bu sıfatlardan birinin diğerinin
önüne geçtiği görülür zaman zaman. Bu ikilem gazeteciyi çelişkiye götürür gibi
görünür ama aslında gazetecinin duyarlılığı mesleğiyle çatışmaz. Toplumun
önemli bir sorunu olan yolsuzluklar konusunda bir örnek vermek istiyorum.
Büyük bir yolsuzluk olayı karşısında toplum sorunlarına duyarlı, eleştirel
gazetecilik nasıl yapılır?
Bir: Haber bütün ayrıntılarıyla verilir. Halkın parasının nasıl hor kullanıldığı,
yolsuzlukta siyasi iktidarın rolü belgelere dayanılarak anlatılır; büyük, hatta
manşetten verilir, olay eleştirilir.
İki: Haber ufak verilir, fazla ayrıntıya girilmez, siyasi yanına pek değinilmez.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Üç: Bu haber hiç görülmez, hiç yayınlanmaz.
Neden?
Başlıca
neden,
medya-ticaret-siyaset
ilişkisinden
kaynaklanır.
Medyanın ticari yapısındaki ekonomik ve siyasi bağımlılık, toplumsal sorunlara
duyarlılığın, eleştirel gazeteciliğin bir başka deyişle basın özgürlüğünün önünde
en büyük engeldir. Siyasal ve ekonomik bağımlılık gazetecinin duyarlılığını
körletir. Körleşme sürdükçe gazeteci kendisiyle çelişir. Siyasi ya da ekonomik
toplumun çıkarlarına aykırı düşen önemli bir haber, medya-ticaret-siyaset
ilişkisinin engeli nedeniyle yayınlanmaz. Gazetecinin bir başka haberi daha
yayınlanmazsa şevki, umudu kırılır, toplum sorunlarına duyarsız olmaya başlar.
Mesleğine küser, körleşir, mutsuz, vurdum duymaz olur. Hani şair der ya “sana
sevdam felaketim olur”, işte bu gazetecinin felaketi olur. Oysa toplum
sorunlarına duyarlı, eleştirel gazetecilik yapabilmek için gazeteci mesleğine
küsmemeli,
mesleğini
severek
yapmalı;
başarının,
mutluluğun
keyfini
yaşayabilmelidir.
Bu sorunu da daha çok yaygın basındaki holding gazete ve televizyonlarında
çalışan gazeteciler yaşar. Tabii ki toplum sorunlarına duyarlı gazetecilerden söz
ediyoruz. Holdinglerin, basın sektörü yanında diğer sektörlerde yatırımları
vardır. Bu yatırımlar, Türkiye'deki siyasal ve ekonomik sistem gereği, ne yazık
ki, siyasal iktidarla ilişkileri zorunlu ve sorunlu kılıyor. Bu ilişkiyi bir madalyona
benzetirsek, madalyonun bir yüzünde siyasal iktidarın medyadan çıkar
beklentisi, ikinci yüzünde medyanın iktidardan çıkar beklentisi vardır. Siyaset
kurumunun beklentisine bakınca şunu görüyoruz; dördüncü güç hatta zaman
zaman haksız olarak birinci güç haline gelen medyanın kamuoyunun
oluşmasında önemi var, sadece siyaset kurumu değil her kurum çalışmalarının,
etkinliklerinin, görüşlerinin kamuoyunda duyurulmasını, bilinmesini ister. Bunun
başlıca aracı da doğal olarak medyadır. Her kurum ve kişinin sesini duyurmak
için medyadan yararlanması meşru bir istektir, haklı bir beklentidir. Ama
yararlanmak yerine basını kullanmak öne geçerse bu gayri meşrudur ve
meşruiyetin üstüne büyük bir gölge düşer. Nedir o kullanma? Sadece kendine
maddi ya da siyasi getiri sağlayacak haberlerin, yorumların yayınlanmasını,
kamuoyunun
kendi
çıkarı
doğrultusunda
ve
de
gerçekliklerin
dışında
yönlendirilmesini, manipüle edilmesini beklemektir. Kendisi aleyhinde haber ve
yorumların yayınlanmamasını istemektir. İşte bunlar medyadan yararlanmanın
ötesinde medyayı kullanmakdır ve bu medyanın en büyük sorunudur.
İkinci yüze bakarsak; medyanın siyaseti haber kanalı olarak kullanması doğal
ve meşrudur. Çünkü ülkeyi yöneten ve ülkeyi yönetmeye talip olan siyaset
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
kurumuyla ilgili haberleri kamuoyuna duyurmak zaten basının, medyanın
görevidir. Bu görevi yerine getirirken haber temini için siyasetçilerden elbette
yararlanacak, ilişki içinde olacak. Öteki haber kaynaklarında da olduğu gibi...
Ama gazeteci kişisel olarak ya da medya sermayesi kurumsal olarak kredi,
teşvik, ruhsat ve benzeri ekonomik enstrümandan yasal hakkı olmadığı halde
yararlanıyorsa, bu artık yararlanmak değil kullanmadır ve gayri meşrudur.
Bunun karşılığında siyasetçinin yanlışlarını, yolsuzluklarını görmezden gelir,
onun çıkarına uygun yayın yapar. Böylece bir alışveriş gerçekleşir ve karşılıklı
çıkar ilişkisi oluşur. İşte bu, medya-ticaret-siyaset üçgenini oluşturur. Benim
‘şeytan üçgeni’ dediğim bu üçgen, medyanın toplumun sorunlarına duyarlı
eleştirel gazetecilik yapma şansını erozyona uğratır. Kıssadan hisseye gelirsek;
“toplum sorunlarına duyarlı eleştirel gazetecilik nasıl yapılır?” sorusuna en
kestirme yanıt herhalde şu olabilir: Toplum sorunlarına duyarlı, eleştirel
gazetecilik bu anlattıklarımızın tersini yapmayı gerektirir.
Meslek ilkeleri
Recep Yaşar arkadaşımız da bugün burada olacaktı ancak ailesel sağlık
sorunları nedeniyle gelemedi. Ben vekaleten onun konuşmasını özetlemeye
çalışacağım.
Gazetecilik Meslek İlkeleri ve Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi
üzerinde durmak istiyorum. Meslek ilkeleri, dünyada ilk defa 1631'de Fransa'da
gündeme getirildi, bir metin oluşturuldu. Sonra bu, Avrupa'da yaygınlaşmaya
başladı. Bu yaygınlaşmanın temel kilometre taşları vardır. Birincisi, 1954'te
yayınlanan “Bordeaux Bildirgesi” olarak adlandırılan meslek ilkelerini içeren
metindir. 1971'te Münih Bildirgesi önemli bir aşama oldu.
1993'de Avrupa Konseyi'nin hazırladığı bir metin vardır. 1970'de Amerika da
gazetecilik meslek ilkelerini bir metin haline getirdi. TGC, 1946'da kuruldu, onun
tüzüğünde de gazetecilik meslek ilkeleri yer almıştır ama asıl 27 Mayıs 1960
askeri darbesinden sonraki dönemde 1961'de -ki o dönemde medyaya çok ağır
eleştiriler yöneltilmeye başlanmıştı- basın ahlak yasası hazırlandı. Meslek
ilkeleri orada da kapsamlı bir şekilde belirlendi ve bunun uygulanması için
gazetecilerden Basın Şeref Divanı oluşturuldu. Buna aykırı haber yapan
gazeteciler uyarıldı. Ama zamanla gazeteciler, Basın Şeref Divanı'nca
uyarıldıkça, onu tanımamaya başladılar ve zaman içinde işlevini yitirdi Divan.
Geliyoruz 1982'ye, yine 1980 askeri darbesinden sonraki dönem... O zaman da,
askeri yönetim, yayınlardan dolayı basının üzerine gitmeye başladı. O dönemin
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
ardından da Basın Konseyi kuruldu.
Ama TGC çok daha kapsamlı bir çalışmayı 1997-1998 yıllarında gerçekleştirdi.
Bütün dünyadaki basın meslek ilkelerini içeren metinleri topladı, komisyon
kuruldu.
Umur
Talu
arkadaşımızın
başkanlığındaki
komite,
Türkiye'nin
koşullarını değerlendirdi ve bir metin hazırladı. O metin, Yönetim Kurulu’nda
görüşüldü, eklemeler yapıldı. Bütün gazetecilerin katıldığı bir toplantıda yine
görüşüldü, tekrar metin hazırlandı ve sivil toplum örgütlerine, üniversite ve
sendika temsilcilerine açık olan 400 katılımcıyı aşkın bir toplulukta tartışıldı,
müzakere edildi. Ondan sonra 1998 yılında ilan edildi. “Onun da yaptırımı ne”
derseniz; sadece kınamak ve uyarı aslında. TGC olarak, Türkiye Gazetecileri
Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’ne dayanarak, gazetecilik anayasasına aykırı
yayın yapanları uyarma veya kınama kararı aldığımızda hiçbir gazeteciden
bunu protesto eden bir tepkiyle karşılaşmadık. Bu önemli bir gelişmedir.
Bildirge, tabii gazetecilerin hak ve özgürlüklerini de içermektedir ama ben şu
anda gazetecilerin temel görevleri konusuna değineceğim. Gazetecinin daima
göz önünde bulundurması gereken şey halka karşı sorumlu olduğudur; bütün
otoritelere karşı hatta kendi patronu da dahil olmak üzere... Belki bunlar ütopik
görünüyor ama doğrusu budur. Bu bildirge görüşüldüğü zaman gazeteci
arkadaşlarımızdan bazıları demişlerdi ki “bu bildirgeyle Türkiye'de gazetecilik
yapmak mümkün değil”, ama işte aradan bu kadar yıl geçti. Ben bu zaman
tüneli içinde baktığım zaman yer yer olumlu gelişmeler olduğunu görüyorum.
Hatta yargı, bir davada dayanak olarak göstermiştir bu bildirgeyi.
Daha iyiye gitmek mümkün. Satır başlarıyla söylersek, gazetecinin cevap
hakkına saygı göstermesi gerekir. Zamanla yarışan bir meslek ama bir
haksızlık, yanlışlık yaptığımız zaman onun düzeltmesini mutlaka yayınlamamız
gerekir. Özel yaşamın sınırlarını iyi bilmemiz gerekir. Bunu, haber kaynaklarımız
da dahil herkesin bilmesi gerekir. Özel yaşam sınırını üç kademede
toplayabiliriz: Bir sade vatandaşın özel yaşamı; ki o mutlak mahremdir, sınırlıdır.
Onun rızası olmadan hiçbir şekilde haber yapamazsınız. Ancak kamu zararına
bir olaya müdahil olmuşsa yayın konusu olabilir. Kamu yönetiminde yer
alanların özel yaşam sınırları geniştir; kamusal alandaki bütün davranışlarını
kamuoyu bilmek zorundadır. Çünkü demokrasinin temeli budur, ki zamanı
geldiğinde siyasal tercihini ve tepkilerini de doğru olarak gösterebilsin. Doğru
bilgi, artı doğru tercih, eşittir doğru demokrasi. Halk doğru bilgilenirse doğru
tercih yapar. O da doğru demokrasiyi oluşturur. Kamuya açık alanda da insanın
kişiliğine dikkat etmek gerekir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Batı basınında özenle uygulanan, bizde pek uygulanmayan bir olay vardır.
Mesela, yemekli bir toplantıda basın mensubu arkadaşlar gelirler, adam tam
ağzını açmış yemek yerken bir enstantane yakalamak isterler. Bunu Batı basını
yapmıyor, meslek ilkelerine girmiş neredeyse bu. Yemekte karşısına dikilip de
enstantane yakalamaya çalışmak yok orada.
18 yaşından küçüklerin isimleri yayınlanmaz. Baş harfleri yayınlanır. Bizde,
başta buna da pek uyulmuyordu, zamanla uyara uyara dikkat edilmeye
başlandı.
Masumiyet ilkesini aklımızdan çıkarmamalıyız. Yargı kararıyla kesinleşmediği
sürece hiç kimseyi suçlayamayız, suçlamamamız gerekir. Sanıklara, zanlılara
suçlu dememeliyiz. Söylentiye dayanan her şeyi haber olarak yayınlamamalıyız.
Çıkar karşılığı yayın yapmamamız gerekiyor. Hediyeden maddi değer olarak
kaçınmak gerekir. Ayrıca haber kaynağıyla mesafemizde dikkatli olmamız
gerekir. Elbette haber kaynağıyla yakın olmalıyız ama onu laubali hale
getirmememiz gerekir.
Şiddet konusuna da kısaca değineyim: Toplumda normal kabul edilmeye
başlandı, düğünlerde silahla kutlama yapılıyor. Bunu da ne yazık ki topluma
önder olması gereken kişiler yapıyor. Spordaki başarıları silahla kutluyoruz,
tartışmalarda bireysel silahlar konuşuyor... Bu tabii, eğitim sorunumuzdan
geliyor. Birikimi tartıştığı bir konuda karşısındakini ikna edebilecek düzeyde olan
bir kişi silaha yönelmez. Silah en büyük tehlikedir. Medyanın da bu konuda
sorumluluğu var; şiddet haberlerine yaklaşımı eleştiri konusu. Mesela köprüden
intiharlar konusu; televizyonlar yayınlıyordu. Neyse ki bazılarının öncülüğüyle
bu yayınlara ara verilince intiharlar da kesildi.
Burada medya sermayesinin de sorumluluğu var. Medya sermayesi reytinge
kendini teslim ediyor. Ben hatırlıyorum, bu şiddet ve paparazzi olaylarının çok
eleştirildiği bir dönemde, bir kanalımız ilkeli yayın yapacağını; şiddet haberlerini,
paparazzi haberlerini yayınlamayacağını açıkladı. Ama şiddet ve paparazzi
haberlerini yayınlayanlar daha çok izlenmeye, daha çok reklam almaya
başladılar. Burada reklam verenlere de sorumluluk düşüyor. Reytinge teslim
olmak en büyük sorun.
“Gazetecilik nasıl yapılır” diye bakarsak, yüreğimizden hiç sevgiyi eksik
etmememiz gerekir. İçimizde şefkatle olaylara yaklaşırsak, büyük ölçüde toplum
sorunlarına duyarlı gazetecilik yaparız. Onun da insana ne kadar gönül rahatlığı
verdiğini fark eder ve mutlu oluruz.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Medya Okuryazarlığı: Gazetecinin Medya Okuryazarlığı Nasıl Olur?
Doç. Dr. Abdülrezak ALTUN
Kitle iletişim araçlarının toplum üzerindeki etkilerine dair tartışmalar, neredeyse 100 yılı aşkın bir
zamandan beri oldukça da hararetli bir biçimde sürüyor. Çok derin tartışmalara girmeden,
günümüzde kitle iletişim araçlarının toplum üzerinde sanıldığından daha önemli etkilere yol
açtığı da genel olarak kabul edilmiş durumda bulunuyor. Özellikle yayınların gelişmesiyle
birlikte, TV’nin toplum üzerinde yarattığı olumsuzlukların da önemli bir tartışma alanı haline
geldiğini biliyoruz.
Televizyon yayınlarının toplumsal tartışma gündeminde işgal ettiği alanın büyüklüğüne paralel
olarak, medya etiği ile ilgili tartışmalar da, Türkiye’de özellikle son 20 yıldır oldukça alevlenmiş
durumda bulunuyor. Kitle iletişim araçlarının toplum üzerinde yarattığı olumsuz etkilerin
giderilmesine yönelik bu tartışmalar, daha çok, medya kuruluş ve çalışanlarının sorumluğu
üzerine odaklanıyor. Medya etiği ile ilgili tartışmalarda, sıklıkla, kitle iletişim araçlarının bir kamu
görevi yerine getirdiği vurgulanarak, medya kuruluşları ile çalışanlarının bu görevin bilinç ve
sorumluluğu ile hareket etmesi isteniyor. Tartışmalar sonucu gelinen yer ise herkesçe malum:
Toplumsal açıdan dile getirilen taleplerin haklı olduğu düşünülse de, daha çok “medya
endüstrisinin kuralları, reyting, rekabet, ifade özgürlüğü” vb. kavramlarla geri çevriliyor.
Bu alanda çalışanlar, medya çalışanları ve kuruluşlarından taleplerini bir yana bırakmadan,
toplumu medyanın olumsuzluklarından korumak için bu kez yeni bir yöntem deniyorlar.
Yöntemin özünde, “Madem medya kuruluşları ve çalışanlarına, daha genel bir tanımla medya
sektörüne çok hızlı ve etkin bir biçimde müdahale edemiyoruz o zaman toplumu, medyanın
olumsuzlukları hakkında bilgilendirecek bir yöntem geliştirelim” fikri yatıyor. Aslında bu bakış
açısı, başka faaliyet alanları açısından bakıldığında, çok yeni bir fikir değil. Daha çok
kapitalizmin pompaladığı tüketim çılgınlığı ile baş edebilmek için toplumda tüketim bilinci ve
bilinçli tüketici oluşturmayı amaçlayan hareketlere benzeyen bu yeni girişimin adı medya
okuryazarlığı.
Medya okuryazarlığı
Kısaca “söz, fotoğraf, görüntü vb.lerinden oluşan ve kitle iletişim araçları aracılığıyla topluma
ulaştırılan tüm mesajlarda sunulan anlamların ve yer verilen temsillerin arka planına bakabilme
becerisi” olarak tanımlanan medya okuryazarlığı ilk olarak 1960’lı yıllarda gündeme gelen bir
kavram. 1982 yılında UNESCO’nun öncülüğünde yayınlanan ve medya mesajları karşısında
bireylerin eleştirel bir tutum geliştirmesinde aileler, öğretmenler, medya çalışanları ve karar
vericilerin sorumlulukları olduğunu vurgulayan bildiri de medya okuryazarlığı tartışmaları
açısından tarihsel bir önem taşıyor.
Bu tarih başlangıç olarak alınmak üzere, toplumun, medyadan gelen mesajların arka planına
bakabilme
becerisiyle
donatılmasına
dönük
girişim
ve
faaliyetlerin
bütün
dünyada
yaygınlaştığını görüyoruz. Türkiye’nin “medya okuryazarlığı” kavramı ile tanışması ise daha
yakın bir zamanda oldu. RTÜK’ün MEB ile işbirliği içinde başlattığı proje çerçevesinde 20062007 öğretim yılında 5 pilot ilde başlatılan “medya okuryazarlığı” dersleri, 2007-2008
döneminden sonra 81 ildeki bütün ilköğretim okullarında 7. sınıflarda seçmeli ders statüsü ile
okutuluyor.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Biz tekrar medya okuryazarlığı kavramının tanımına dönelim: “Söz, fotoğraf, görüntü vb.lerinden
oluşan ve kitle iletişim araçları aracılığıyla topluma ulaştırılan tüm mesajlarda sunulan
anlamların ve yer verilen temsillerin arka planına bakabilme becerisi”. Bu haliyle tanım,
mesajların anlamları ile yer verilen temsillerin arka planına bakabilme ve bunlar arasında
olumsuz olabileceği düşünülenler var ise, onlardan korunma sorumluluğunu okuyucu/izleyiciye
vermiş görünüyor.
Ancak karşı cepheden baktığımızda, medya mesajlarını oluşturanların da, seçtikleri ve yan yana
getirdikleri sözcüklerle oluşturdukları anlamların, başka anlamları da olabileceğini, bir fotoğrafla
çerçeveledikleri gerçekliğin gösterdiğinden başka imgeler sunabileceğini bilmesi gerekiyor.
Medya çalışanları çoğunlukla, yapılandırdıkları mesajların, üstüne yükledikleri anlamdan farklı
da algılanabileceğini bilir ve bunu çoğunlukla da bilinçli yaparlar.
Seçtikleri bir portredeki gülüşün, fotoğraftaki kişinin çapkınlıkla özdeşleşmiş kişiliğini yansıttığını
düşünürler. Onlar bir başbakan portresine yer verirken, örtük mesajlarını, toplumun onu
okuyabilecek bireylerine ulaştırmış olurlar. Ancak, medya çalışanı ve bu arada tabii ki gazeteci
için temel sorumluluk, mesajlardaki örtük anlamların varlığını sezip, onların toplumsal açıdan
yaratabileceği olumsuzluklar karşısında duyarlı davranmasıdır. Çünkü medya çalışanının iyi
niyetli olduğunu varsaydığımız tercihi ile oluşan bir mesaj bile, mesajın ulaştığı geniş kitlenin
içindeki bazı bireylerce farklı okunabilmektedir.
Örneğin, şiddet mağduru bir kadının iyi seçilmemiş ya da doğru kullanılmamış bir fotoğrafı,
özellikle erkek okuyucularda cinsel çağrışımlara neden olabilmekte, kurban, erkek egemen
değer yargılarıyla olumsuzlanabilmektedir.
Ya da haberde kullanılan fotoğraf ve birkaç sözel tanımın yol açtığı anlam kayması, okuyucunun
ya da izleyicinin, uğranılan şiddeti haklı algılamasına yol açabilmektedir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Çeşitli medya mesajlarında çok yüceltilmiş vatan sevgisi ve onu koruma dürtüsü ile
haklılaştırılmış şiddet sokağa taşabilmektedir.
Ünlü İngiliz gazetesi The Times’ın 2002 yılında “Önemli olan” sloganıyla başlattığı bir reklam
kampanyasında “kabul edilmiş doğruların arkasına bakma gereği” vurgulanmaktadır.
“Gazetecinin medya okuryazarlığı nasıl olur?” sorusuna verilebilecek en iyi yanıt, belki de, The
Times’ın eleştirel gazetecilik anlayışını yansıtan “kabul edilmiş doğruların arkasına bakma
gereği” cümlesinde gizli. Sadece toplumu sorgulamak adına değil, kendi mesleğini sorgulamak
adına da gazeteciler ve bütün medya çalışanları, işlerini yapma adına kabul ettikleri bütün
doğruların arkasına biraz daha dikkatli bakmalıdır. Toplumu iyi tanımak ve seçilen her kare
görüntü ile söylenen ve yazılan her sözün, atfedilen anlam dışında nasıl algılanabileceğine dair
sorumluluk duygusu ile hareket etmektir. Bence gazetecinin medya okuryazarlığı bu demektir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Nefret Suçları
Av. Fikret İLKİZ
“Pis herifler unutmayın ki sadece et ve kandan oluşan yaratıklarsınız. Hepinizi
geberteceğiz.”
Çok özür dilerim, bu sözler bana ait değil. Bir radyo sunucusunun sözleri. 26
Temmuz 2003 tarihli bir gazetecinin köşe yazısı: “Şimdi şahsiyetlerini
şekillendiren aşağılık duygusunu tatmin etmek için Türk milliyetçiliğine alçakça
saldıran o Ermeni çocuğundan, muhtelif Balkan döküntüsü ve Kafkas
süprüntüsünden sonra bir de Yunanlı buldular.”
Bir diğer örnek Mayıs 2009 tarihinde bir televizyon programına katılan bir
gazetecinin sözleri. Irak ve Afganistan tartışılıyor ve kendisinin görüşü şu:
Sivillere yönelik katliamların eşcinsel askerler tarafından yapıldığını söylüyor.
Bu örnekleri niye verdim? Bazı şeyler konusunda farkına varmamız gereken
bazı olgular olduğunu düşünüyorum. Bir başka deyişle, özellikle medya
konusunda yapılanları, olup bitenleri, arkasındakileri anlamaya çalışıyorum. Biz,
aslında Vakıf olarak da, olup bitenleri anlamaya çalışıyoruz. Bu olup bitenleri
anlamaya çalışırken, sonraki hedefimiz, bildiklerimizi sizinle paylaştığımız
zaman acaba ileriye dönük nasıl bir ülke yaratabiliriz? Benim size anlatmak için
vereceğim örnekler, olaylar ve kişiler yaklaşık 61 yıl öncesine dayanıyor. 61 yıl
önce ne olduğunu sormak, o zaman yaşadıklarımızın bugüne etkisini
sorgulamak istiyorum. Acaba 49 yıl önce ölen 69 kişi kimdir, sorusunu sormak
istiyorum. Ya da 16 Aralık 1966 tarihinin bizim yaşamımızdaki önemi nedir? 10
Aralık 1948 tarihini hatırlatarak sözlerimi bitireceğim. Bütün bunlar geçmiş
tarihler ama bazı tarihler var ki, özellikle bizim ülkemiz için çok önem teşkil
ediyor. 5 yıl öncesine dayanan ama 5 yıl öncesinden bugün olacakları bize
rapor olarak sunan ve benim hükümetimin altında kabulü olan bazı raporlar var.
Farkındaysanız, Türkiye’de yaptığımız haberlerle ya da olaylara bakış açımızla,
ırkçılık ve ırk ayrımcılığıyla mücadele yerine biraz bunları kendi içimizde
içselleştirmiş, bir bakıma da benimsemişiz gibi geliyor bana. Umarım yanılırım.
5 yıl önce ırkçılık ve hoşgörüsüzlüğe karşı Avrupa Komisyonu tarafından
hazırlanan üçüncü Türkiye raporunun tarihi 26 Haziran 2004’tür. Bu tarihte
hazırlanan rapor 2005 yılında Türk hükümetinin oluru ile kamuoyuna açıklandı.
Bu rapor neden önemli? Ya da bizim, ülkemizde ırkçılığa karşı sessizliği
sürdürmemizin temel gerekçelerini nasıl anlamamız gerekir?
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
21 Mart 1960'ta Güney Afrika'da ayrımcı yasalara karşı gösteri yapanlara polis
ateş açtı ve 69 kişi öldürüldü. Bu olaydan sonra 1966'da, BM özellikle 21 Mart
1960’ı ‘ırk ayrımının her türünün engellenmesi için ırkçılığa karşı bir gün’ olarak
kabul etti. Ondan sonra da, 49 yıl önce, ırkçılığın önlenmesiyle ilgili olarak bir
sözleşme ortaya çıktı. Irkçılığa ve hoşgörüsüzlüğe karşı AB komisyonu
raporlarında da bir tanım var.
Irk ayrımcılığı
Biz ırkçılık deyince ne anlamalıyız? Irkçılık aslında “ırk, renk, din, dil, milliyet
veya etnik köken gibi herhangi bir temelin, bir kişi ya da gruba yönelik hor
görmeyi meşrulaştırdığı veya bir kişiye ya da gruba üstünlük sağladığı inancı”
anlamına gelir. Bu ikiye ayrılır. Birisi doğrudan ırk ayrımcılığı yapmaktır. Bir
diğeri ise dolaylı yoldan ırk ayrımcılığı yapmaktır.
Doğrudan ırk ayrımcılığını nasıl yaparsınız? Irk, renk, din, dil, milli ya da etnik
köken gibi temelde nesnel ve mantıklı bir biçimde haklılaştırmayan her türlü
farklı muamele anlamına gelmektedir. Nefret söyleminin de kaynağını teşkil
eden bu anlamdaki ayrımcılık temeli, özellikle doğrudan ırk ayrımcılığı için
önemlidir.
Dolaylı yoldan ırk ayrımcılığı ise, çok farkına varmazsınız ya da biz çok farkına
varmak istemediğimiz bir şekilde yine nesnel ve mantıklı bir haklılığı
olmamasına rağmen ırk, renk, din, milliyet ayrımı yapmaktayız. En önemli
kanıtlarından birisi şu: Türkiye’de yıllardır Hitler’in kitabı en çok satan on kitap
arasında yer alıyor.
Peki bizim bu anlamda Türkiye olarak yaklaşımımız nedir? 1965 yılında BM
tarafından oluşturulan her türlü ırk ayrımcılığının ortadan kaldırılmasına ilişkin
uluslararası sözleşmeye, Türkiye, 1972 yılında imza atmıştır. 1972 yılında
imzalamış olduğumuz bu sözleşme, bizde 2002 yılında yürürlüğe girmiştir. 192
BM üyesi devletten 173'ü bu sözleşmeyi imzalamıştır. Türkiye, sözleşmenin 22.
maddesine “Lahey'de herhangi bir yargılama olursa biz bu yargılamaya taraf
değiliz” diye bir çekince koymuştur. Şu anda ECRI (Irkçılık ve Hoşgörüsüzlüğe
Karşı Avrupa Komisyonu Heyeti) raporlarında bu çekincenin kaldırılması için
sürekli not vardır.
AB Komisyonu, ırkçılığa ve hoşgörüsüzlüğe karşı 8-9 Ekim 1993'de Viyana'da
düzenlenen ilk zirvede bu ECRI denilen komisyonun kurulmasını sağlamıştır.
AB Komisyonu içinde faaliyet gösteren ECRI, ırkçılığa ve hoşgörüsüzlüğe karşı
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
mücadele eden 46 üyeli bir komitedir. Bu komitenin önemi şudur: Her ülkenin
kendi toprakları üzerinde devlete ya da hükümete bağlı olmayan bağımsız bir
komite kurulmasını, bu komitenin de aynı işlevle, ülkede ırkçılığa ve ayrımcılığa
karşı çıkmasını önermektedir. Ama Türkiye'de 2002 yılından beri böyle bir
bağımsız komite henüz kurulmuş değildir.
ECRI'nin çalışma yöntemi şudur: Her ülkedeki olayları ayrı ayrı inceleyerek,
yaşamın tüm alanını etkileyen her konuda hükümetlere raporunu sunar.
Hükümet, ECRI tarafından sunulan bu gizli raporu inceler, inceleme sonucunda
kendi görüşlerinin yansıtılması için bildirir. Bu bildirimin ardından ECRI sorar:
“Hükümetiniz veya devletiniz hakkındaki bu raporu açıklayalım mı?” Hükümetin
oluru ile, raporun kamuoyuna açıklanması kabul edilirse rapor açıklanır.
ECRI’nin 26 Haziran 2004 tarihli Türkiye hakkındaki üçüncü raporu, 2005
yılında hükümetin onayı ile kamuoyuna açıklandı.
Bu rapordan bu kadar çok söz etmemin nedeni medya ile doğrudan ilgili olduğu
içindir. Bir ikincisi de, “nefret suçları” başlıklı ve bu anlamda Türk Ceza
Kanunu'nda yer alan suçların ve uygulama yöntemi olarak, Türk hükümeti
olarak nasıl algılanması gerektiği konusunda dikkat çekici notlar bulunmasıdır.
Yine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesinde ayrımcılık yasaktır.
Herkes tarafından bilinen iki yasak vardır Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde:
Birisi işkence yasağıdır, diğeriyse ayrımcılık yasağıdır. Sözleşme, iki yasak
konusunda kesin tavrını 4 Kasım 1950'de koymuştur. Bunlardan biri özellikle
ayrımcılık olduğu için İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 12 numaralı protokolü ile de
kesin olarak yasaklanmıştır.
25 Haziran 2004 tarihli ECRI raporunda medya nasıl yer almaktadır? Rapor
şunu söylüyor: “Medyadan ve kamuoyundan kaynaklanan ve azınlıkta kalan
grupların mensuplarını hedef alan hoşgörüsüz söz ve eylemler tümüyle cezasız
kalmaktadır”. Irkçılık ve hoşgörüsüzlüğe karşı mücadelede uzmanlaşmış ulusal
bir kuruluş henüz mevcut değildir. Raporun tespitine göre, kamuoyundan
kaynaklandığı gibi medyadan kaynaklanan hoşgörüsüz sözler ve bir anlamda
ayrımcılık, ırkçılık yaratan sözler ve haberler medyada yer almaktadır. Rapora
göre, bir diğer deyişle de, bunlar cezasız kalmaktadır.
Gerçekten böyle midir ya da bu raporun içeriğine baktığımız zaman biz acaba
Türkiye'deki nefret suçları konusunda nasıl bir yöntem izlemeliyiz?
Dünya üzerinde nefret suçlarının yer almasıyla ilgili olan yöntem Amerika
kaynaklıdır. Yani nefret suçlarının yaratıldığı ülke Amerika'dır. Daha sonra Kıta
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Avrupasında yavaş yavaş nefret suçlarının yerleşmesiyle ilgili deneyimlerden
hareketle değişiklikler yaşanmıştır. O halde, aslında bu suçları tanımlayabilmek
için nefret söyleminin ne olduğunu ya da medyada yer aldığı biçimiyle nefret
söyleminden ne anlaşılması gerektiğini belirlemek gerekmektedir. Bulunan bazı
tanımlara ya da en azından nefret söylemi üzerine yapılan tartışmalara
baktığınız zaman en basiti “önyargı”dır. Bir başka deyişle ırkçılık, yabancı
korkusu, yabancı korkusu düşmanlığı, ayrımcılık, cinsiyetçilik, tarafgir olmak
nefret söyleminin temelinde yatan asıl olgulardır. Kültürel kimlikler ve grup
özellikleri gibi unsurlar nefret söyleminin kullanılmasını etkiler ama yükselen
milliyetçilik ve farklı olana tahammülsüzlük gibi koşullar da nefret dilini her
zaman için yükseltmiştir.
Türkiye'de de bu olay böyle olmuştur. Açık ve cesaretle konuşmak en azından
hem kendimizin aynaya bakmasını sağlar, hem de anladığımız olgulardan
hareketle en azından bunun nasıl önlenebileceği konusunda yardımcı olur.
Farklı uluslar, ırklar, cinsiyet, yaş, etnisite, din, mezhebe ait olan ya da cinsel
tercihler, fiziki görünüm, meslek, sosyal statü ya da ideolojisi değişik olan
herkes nefret söylemi girdabından kendisini mutlaka kurtarmalıdır.
Nefret suçunun tanımı
O halde nefret suçu en basit tanımıyla nedir ya da biz nefret suçunu nasıl
tanımlamalıyız?
Bir kişiye veya gruba ırk, dil, din, cinsiyet ve cinsel yönelim gibi önyargı
doğurabilecek nedenlerden dolayı işlenen ve genellikle şiddet içeren suçlardır.
Nefret suçları böyle tanımlanır. O zaman nefret suçları içerisinde herhangi bir
bireyin şaşırmışlığını cezalandırıp cezalandırmamak ya da gayri meşru olan
ölçüsüz davranışlarından doğan nefret suçlarını devlet nasıl ele almalıdır?
Başta da söylediğim gibi, Amerika Birleşik Devletleri kaynaklı bir suçtur.
İngiltere, Almanya, Fransa ve Avusturya gibi ülkelerde ifade özgürlüğü
kavramının ağır basması suretiyle nefret suçlarına yer verilmiştir. Yine ABD
kaynaklı olmasına rağmen bu tür eylemlerin Kıta Avrupasında suç olarak kabulü
esastır. Hatta bir ara bu suçlarla ilgili İngiltere'de çok sert tedbirler içeren
kanunlar kabul edilmiştir. Daha sonra ifade özgürlüğü nedeniyle biraz geri adım
atılmıştır. Fakat İngiltere, bu tür suçlarla başı dertte olan bir ülkedir. Biraz önce
söylediğim gibi nefret söylemi içinde yer alan yabancı düşmanlığı ya da en
azından yabancıya karşı tarafgir olmanın getirdiği sonuçlara baktığınızda da,
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
İngiliz polisi bazı protestolarda çok zor durumda kalmıştır. O protesto
eylemlerinde kullanılan sloganlardan birkaç tanesini söyleyeyim, bunlar nefret
söyleminin başka bir tezahürüdür: “Gerçek soykırım nedir göreceksiniz”,
“Peygamberi aşağılayanı öldür”, “İslamı küçük görenin kafasını kes”, “Avrupa
senin 11 Eylül'ün de çok yakındır”. Bunlar İslam ortak paydası içersinde
gösterilen tepki olarak İngiltere yargısının ve emniyetinin karşılaştığı söylem
biçimidir.
Peki hangi suçların nefret söylemi anlamında kabul edilebilir yanı vardır veya
kabul edilemez olanları nelerdir? Türkiye'de bu anlamdaki yasal durum nedir?
Birkaç madde ve birkaç bilgi: Türkiye'nin şu anda yaşadığı en önemli
tartışmalardan birisi Kürt açılımı ya da demokratik açılımdır. Dinsel azınlıklarla
ilgili tartışmalar devam etmektedir. Bizim hayatımızı kapsayan ve medyada yer
alan, medya okuryazarlığı söyleminden hareketle “bu tartışmanın arkasında ne
var” diye söylememiz gerekli olan konulardan biri eşcinseller ve onların
haklarıyla ilgilidir.
Bu suçları açabilmek için biraz da gazeteciler ve yazarlardan bahsedelim veya
Türkiye'deki duruma örnek olması açısından uluslararası yaşanmış bir olguyu
ve mahkumiyeti söyleyelim.
“Pis herifler unutmayın ki sadece et ve kandan oluşan yaratıklarsınız. Hepinizi
geberteceğiz”. Bir radyocunun sözleridir. Bintepe Radyosu’nda söylenen
sözlerdir. Şu anda bu gazeteci 12 yıla mahkum olarak Lahey'deki cezaevinde
hapis yatmaktadır. Olay Ruanda'da geçmiştir. Tutsilerle Hutular arasındaki bir
anlamda soykırım olarak kabul edilen olayda yaşanan ve daha sonra
Ruanda'da kurulmuş bir mahkemenin verdiği cezaya dayanır. Mahkemenin
gerekçesi şudur: Bir etnik ya da ırksal grup nüfusun tümünü ya da bir bölümünü
tamamen ortadan kaldırmak veya bu grubun üyelerine şiddet uygulamak için
doğrudan ve açıkça çağrı yapmaktan dolayı mahkum olmuştur.
Kuşkusuz Türkiye, Ruanda değildir. Kuşkusuz Sudan ve Darfur olayına da bir
başka gözle; belki böyle bakmak gerekmektedir. Eğer kendinizi Darfur'da olan
olaydan sorumlu tutmaksızın, Türkiye'deki olaylara bakmaya niyetlenirseniz bu
bir yanılgıdır. Ben kendimi bütün olup biten olaylardan sorumlu tutmak
zorundayım ve ben kendimi sorumlu tutuyorum.
Biz ne yaptık ya da biz en azından bu raporlara baktığımızda olayları nasıl
gördük? ECRI raporunda yer alan bir tespit var. Diyor ki, Türkiye ile ilgili olarak;
“Yeni bir anayasa yapacaksanız bunu gözden geçirin, bu anayasayı yaparken
buna bağlı olarak yapacağınız mevzuat açısından ırkçılığa ve ırkçılıkla
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
mücadeleye karşı özellikle benim 7 numaralı bir tavsiye kararım var onu dikkate
alın. Onu dikkate alırsanız ne yaparsınız; kendi ülkenizde vatandaşlarınıza eşit
muamele etmelisiniz ya da vatandaşlara en azından eşit muamele görme
hakkını güvence altına alırsınız. Vatandaşlarınızı her türlü ayrımcılığa karşı
koruyabilirsiniz. Kaldı ki, zaten korumanız gerekir. Zaten korunması gerekli olan
ilke 61 yıl öncesine aittir.”
O zaman, benim ülkemle ilgili olarak, 29 yıl önce ne olduğunu söyleyeyim:
Hürriyet Gazetesi’nin Kelebek ekinde “Kürt kilimi” sözcüğü geçtiği için hakkında
toplatma kararı verilmiştir. Peki, biz ‘Kürt kökenli vatandaşlarımız’ demeye ne
zaman başladık? Türkiye'de “Kürt” lafının kullanılmasında beş yıl önce
yaşadığımız aşama neydi? 1999 yılından bahsediyorum. 1997 yılından
bahsederken İçişleri Bakanlığı Halkla İlişkiler Daire Başkanlığı’nın 26 Haziran
1999 tarih ve TRT'ye göndermiş olduğu 96 sayılı terminoloji yazısından
bahsediyorum. Orada şunu söylüyor: “Kürt kökenliler demek ve yazmak yasak”.
Peki, ne söyleyeceksiniz onun yerine. Bakanlık yazısında şöyle deniyor: “Bölücü
çevrelerce Kürt olarak isimlendirilen vatandaşlarımız diyeceksiniz”. Peki
“ateşkes”? Yazmayacaksınız. Yerine ne diyeceksiniz; “silahlı terörist eylemleri
geçici olarak durdurma yazabilirsiniz”. “Güneydoğu halkı”, “Güneydoğu Anadolu
halkı” yerine “Türkiye'nin doğusundaki vatandaşlarımız demeniz gerekir”. Bu 37
maddeyle TRT'ye gönderilen bir yazıdır.
1999 yılından 2005 yılına geldiğinizde, bu açıklamayı okuduğunuzda, ECRI'nin
tavsiye kararı doğrudur. Şimdi ECRI'nin bu tavsiye kararı ve bizim
yaşadıklarımızdan yola çıkarak Türkiye'deki mevcut yasal durumun bu noktaya
nasıl geldiğine bakmak gerekir. 312. madde eski TCK; herkes tarafından
bilenen bir maddedir. 2004-2005 yılındaki raporunda diyor ki; “siz TCK'nın 312.
maddesindeki düzenlemeyi yanlış uyguladınız”. Yanlış uyguladınız derken,
“yeni TCK'nın 216. maddesindeki uygulamada olduğu gibi “aslında devletin
bireylere karşı değil devletin koruması altındaki nefret söylemi bakımından kim
bu suçu işlerse ona karşı uygulanması gerekirdi” diyor.
Peki, bu ne demektir? Nefret suçlarını biz kendi ceza yasalarımızda nasıl
yazacağız? 1 Haziran 2005'de yürürlüğe giren TCK'nın önemli maddelerinden
birisi 122. maddedir. Bu maddenin TCK'da yer alması çok doğrudur. Bu
maddenin başlığı doğrudan “ayrımcılık”tır. Kaynağı ECRI raporunun işaret etmiş
olduğu hem BM Sözleşmesi hem de Avrupa Komisyonu'nun raporlarıdır. 122.
madde aynen şöyle söylemektedir: “Kişiler arasında dil, ırk, renk, cinsiyet,
özgürlük, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yaparak bir taşınır veya taşınmaz malın satılmasını, devrini veya bir hizmetin
icrasını veya hizmetten yararlandırılmasını engelleyen veya kişinin işe
alınmasını veya alınmamasını yukarıdaki sayılan hallerden birine bağlayan,
birisini bu anlamdaki kökeni nedeniyle işe almadığınız takdirde 122'ye aykırı
davranmış olursunuz. Besin maddelerini vermeyen veya kamuya arz edilmiş bir
hizmeti yapmayı reddeden, kişinin olağan bir ekonomik etkinlikte bulunmasını
engelleyen kişi hakkında 6 aydan 1 yıla kadar hapis veya para cezası verilir.”
Buradaki mantık ya da cezalandırmanın temel nedeni ayrımcılığın bu anlamda
yasak olduğunu söylemek içindir. Hayatın her alanında karşılaşılabilen olgular
bunlar. Eğer herhangi bir kişiye besin vermezseniz suçtur. Cezaevlerindeki
insanlar için de geçerlidir ya da benim felsefi inancım nedeniyle benim herhangi
bir taşınırımı, evimi satmaya beni zorlarsanız, suçtur. Basit anlatımı da budur.
Ama bu basit anlatımdan çıkan başka sonuçlar vardır.
Biraz önce 312. maddeden bahsettim. Devlet, bireylere uygulamıştır dedim.
Sayısız örneğini verebilirim. Devlet, 312. maddeyi doğrudan gazetecilere
uygulamıştır. Doğrudan aydınlara uygulamıştır. Başka bir söyleyişle, İçişleri
Bakanlığı’nın 26 Haziran 1999 tarihli terminolojisinin aksine yazı yazan
yazarlara “Güneydoğu’daki halk” yerine doğrudan “Kürt” dediği için 312.
maddeyi uygulamıştır. Bu maddenin yapılmış olan ilk halinden vazgeçilmiştir.
Şu anda TCK'nın 216. maddesinin başlığı “halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve
aşağılamadır”. Nefret suçunun TCK'da yer almış olan halidir. Çünkü burada
açıkça şunu söyler: “Halkın sosyal sınıf, din, ırk, mezhep veya bölge
bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini, diğer bir kesimi aleyhine kin ve
düşmanlığa alenen tahrik eden kimse, bu nedenle kamu güvenliği açısından
açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde 1 yıldan 3 yıla kadar hapis
cezasıyla cezalandırılır.” Bu sadece 216. maddenin birinci fıkrasıdır. Eski
TCK.'nın 312. maddesidir. Artık bu maddenin eskiden olduğu gibi doğrudan
gazetecilere, yazarlara uygulanmasından vazgeçilerek, belki doğru bir biçimde
uygulanabilmesi için bu kez bu fiilleri işleyenler ve bunları yaratanlar aleyhinde
kullanılmasında fayda vardır. Ama kural şudur: Türk Ceza Yasası, cezalandıran
bir kanun olarak algılanmamalıdır. Aksine bu anlamda, birinci maddesinde yazılı
olan kişi temel hak ve özgürlüklerini korumak amacını güdüyorsa, somut zarar
doğmadan 216. maddeyi uygulamak maddenin yapısına aykırıdır.
Açık ve yakın bir tehlike yoksa, bu şekilde yapılacak olan bir uygulama, ifade
özgürlüğü hakkına aykırı olacaktır. 216 en fazla dikkat edilmesi gereken
maddelerden birisidir. 216'nın yer aldığı madde TCK'da kamu barışına karşı
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
suçlar bölümünde yer alır. Bu bölüm 213'le başlar 218'le sona erer. Bunun
içinde “suçu ve suçluyu övmek” suç olarak tanımlanmıştır. Halkı kin ve
düşmanlığa tahrik suç sayılmıştır. 218. madde kamu barışına karşı işlenen
suçlar bakımından ortak bir maddedir. 1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren
TCK'da, özellikle bu ortak hükümde düzenlenen metinde şöyle söylenmektedir:
“Bu suçlar eğer basın yayın yoluyla işlenirse yarı oranında artırılır”. TCK'nın
çalışmaları
sırasında
basına
sadece
bu
artırımın
getirilmesinin
doğru
olmadığını, 216. maddenin uygulanması konusunda bir karışıklık doğmaması
için en azından bir ortak hükümde, ortak bir açıklayıcı madde getirilsin diye TGC
elinden gelen çabayı göstermiş ve bu ortak hükme bir cümle sokulmasını
başarabilmiştir. Kabul edilen düzenleme şudur: “Özellikle bu suçlar bakımından
haber vermek amacıyla yazılmışsa, haber verme sınırları aşılmamışsa bu
maddeler uygulanmaz. Eleştiri amacıyla, düşünceyi açıklamak amacıyla
gerçekleştirilirse yine bu maddeler uygulanmaz”. 218. maddenin ortak hükmü
gazetecileri koruyan bir düzenlemeye de sahiptir.
Gazeteci şiddeti haklı gösteremez
Radyo ve televizyon yayınlarıyla ilgili yayın ilkelerine baktığınız zaman da
karşınıza benim anlattıklarım çıkar. Bu ilkelere aykırı yayın yapan radyo ve
televizyonlar, bu ilkeleri ihlal etmektedirler.
Bu şekildeki düzenleme doğrudur. Çünkü “toplumda şiddete, teröre, etnik
ayrımcılığa sevk eden veya halkı ırk, din, dil, mezhep, bölge farkı gözeterek kin
ve düşmanlığa tahrik eden veya toplumda nefret duyguları oluşturan yayınlara
imkân verilmemesi” şeklindeki düzenleme teknik olarak hatalı olmasına ve eski
312'den alınmış olmasına rağmen doğru bir düzenlemedir. Yine radyo ve
televizyon yayınlarıyla ilgili olmak üzere; insanların, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle hiçbir şekilde
kınanmaması ve aşağılanmaması yayın ilkesidir. Aynı şekilde kadınlara,
güçsüzlere, çocuklara ve özürlülere karşı şiddetin ve ayrımcılığın teşvik
edilmemesi esastır. Yayınların şiddet kullanımını özendirici veya nefret
duygularını kışkırtıcı nitelikte olmaması gerekir.
Ve son söz: İsterseniz sözleşmeleri bir kenara bırakın... İsterseniz kanunlara hiç
bakmayın ya da “haberlerin arkasında ne var”la hiç ilgilenmeyin... Ama en
azından Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nde yer alan
gazetecilerin sorumlulukları bölümünü bence aklınızdan çıkartmayın. Orada da
şunu söylüyor: “Gazeteci başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Millet,
ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan tüm
ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar,
topluluklar ve uluslar arasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır.
Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini veya inançlarını veya
inançsızlığını doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci her türden şiddeti
haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz.”
Bu maddede belirlenmiş olan etik kurallar, 10 Aralık 1948 tarihli Evrensel İnsan
Hakları Bildirgesi’nin, yani 61 yıl önce insanlığın bulduğu bildirgenin birinci
maddesinde yer alan ilkelerin gazetecilere uygulanmış olan etik kodları,
sorumlulukları ve haklarıdır.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Suç Korkusunun Yansıması Bakımından Şiddet Haberleri
Timur DEMİRBAŞ
Suçun toplumda yaratmış olduğu güvensizlik duygusu, suçun doğrudan verdiği
zarardan çok daha geniş boyutlardadır. Bunun özellikle medya yoluyla basında
yer alması, gelişen haberleşme ağıyla birlikte güvensizlik duygusunun
katlanarak genişlemesine neden olmaktadır. Bu güvensizlik duygusu ise
özellikle son yıllarda medyanın gelişmesi ve artan suçla daha da artmaktadır.
Suçun toplumda yarattığı bu güvensizlik duygusuna “suç korkusu” adı veriyoruz.
Her insanın başına gelebilecek suç haberleri basında yer alıyor. Yakın zamanda
yaşadık; otobüsle evine gitmekte olan bir genç kız... Babası durakta bekliyor,
malum eylemler dolayısıyla genç kız yanıyor. Cizre Öğretmen Evi basılıyor,
yakılmak isteniyor, insanın tüyleri diken diken oluyor. Çocuklar ve öğretmenler
kalıyor. Öğretmeni ve o bölgenin çocuklarını yakmaya cesaret eden insanlar...
Suç korkusunun ne boyuta vardığını göstermesi bakımından çarpıcı.
Suç korkusu sadece bizde görülen bir durum değil. Tüm dünyada çok ciddi
boyutlarda olduğunu görüyoruz. 1995 yılında Almanya'da yapılan bir ankette bu
korkunun % 59 oranında olduğu ortaya çıkıyor. Rusya'da yapılan bir ankette,
yine aynı şekilde % 56 oranında saldırının mağduru olma endişesinin insanlarda
görüldüğü tespit edilmiş.
Tabii suç korkusunu dar ve geniş anlamda ele alarak açıklamak mümkün. Dar
anlamda kişinin kendisine karşı suç işleneceği korkusunu yaşaması anlamını
taşıyor. Geniş anlamda ise elbette kişisel suç endişesi yanında, sosyal problem
anlamında suç korkusunun yaşanmasıdır. Cizre örneğindeki gibi bu ülkenin bir
sorunu olduğu için geniş anlamda suç korkusu kapsamına giriyor.
Suç korkusu üzerine Almanya'da yapılan araştırmalarda, özellikle eski Batı
Almanya olarak adlandırılan bölgedeki eyaletlerde fazla yüksek olmadığı ama
Doğu Almanya'da daha yüksek olduğu görülüyor. 2000'li yıllarda yapılan bir
araştırmada Batı Almanya’yı güvenli olarak değerlendirenlerin oranı % 76
civarında. Buna karşılık, Doğu Almanya’da ise % 60 küsur civarında.
Tabii değişik kentlerden karşılaştırmalı olarak ele aldığımızda farklı sonuçlar
ortaya çıkıyor. Hepimizin bildiği gibi, Amerika, suç oranının yüksek olduğu ve
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
suç korkusunun yaygın olduğu ülkelerden bir tanesi. Teksas'ta suç korkusunun
geceleri % 58,3 olduğu görülüyor. Macaristan'da % 43,3, Almanya'nın BadenWürttemberg eyaletinde % 44,4, İsviçre Zürih'te % 45,9, İsviçre Uri'de % 35,8.
Suç korkusu ve silahlanma
2004 yılında Bahçeşehir Hukuk Fakültesi öğrencileriyle yaptığımız bir
araştırmada İstanbul’un değişik bölgelerindeki insanlara “suç korkunuz var ise
bu günün hangi dilimlerinde ve nerede daha yoğun?” diye bir soru sorduk.
Geceleri bu korkunun % 65,14 olduğu tespit edildi. Gündüzleri % 24,66 olduğu
ortaya çıktı. Yine Almanya'da 1994 yılında yapılan bir araştırmada “yakında bir
suçun mağduru olacağınız endişesini taşıyor musunuz?” sorusuna; Batı
Almanya’da, “çok endişeliyim” diyenler % 13,4, Doğu Almanya'da % 34,3
civarında.
Benim yine öğrenciler vasıtasıyla 2002'de İzmir'de, 2003 ve 2004 yılında
İstanbul'da yaptığım araştırmalara bakacak olursak (tabii bu araştırmaları
yapma sebebim bireysel silahsızlanma bakımından yürüttüğümüz çalışmalarla
ilgiliydi.
Çünkü
suç
korkusu
yaygın
olursa,
insanların
daha
kolay
silahlanabileceğini bu araştırmalar ortaya koymuştur); 2002 yılında İzmir'de suç
mağduru olma korkusu % 52 iken, İstanbul’da 2004'de % 57,9 seviyesinde.
Tabii o yıllarda, bildiğiniz gibi büyük kentlerde ciddi olarak kapkaç olayları
yaşanıyor, bunların basında yer almasıyla halktaki suç korkusu daha da
artıyordu ve hatta gazetelerin kendisi de araştırma yapıyordu. Bunlardan bir
tanesi 2004 yılında Vatan Gazetesi’nin internet sitesinde 3 bin 927 kişinin
katılımıyla yaptığı araştırma. Bu araştırmaya göre, İstanbul'un güvenli
olmadığını düşünenlerin oranı % 70 düzeyine varmıştı.
Hatta 2006 yılında, Beyoğlu Güzelleştirme ve Koruma Derneği'nin kendi üyeleri
ve Beyoğlu'na gelenlerle yaptığı araştırma, ziyaretçilerin % 79'unun, çalışanların
ise % 68'inin Beyoğlu'nu güvenli bulmadığını ortaya koymuştur.
Sonradan yapılan araştırmalar ve yasal düzenlemelerle şu an bir anket yapılsa,
bu oranların daha düşük olacağı söylenebilir.
Bu konuda, İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde, Aralık 2006’da Sosyolog Mine
Özaşçılar tarafından savunulan “Suç Korkusu” konusundaki yüksek lisans tezine esas olan
araştırma özellikle belirtilmelidir. Bu çalışma, 2005 Aralık ayında, 18-25 yaş grubundaki 374
kadın ve 180 erkek olmak üzere toplam 554 kişiye uygulanmıştır. Evde olmadıkları sırada birinin
evlerine girmesinden çok korktuklarını söyleyenler çalışma grubunun % 27,2’sini (152 kişi)
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
oluşturmuştur. Çalışma grubunun % 63,5’i (354 kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir. Evde
olduğu sırada birinin evlerine girmesinden grubun % 48’i (268 kişi) çok korktuğunu
belirtmektedir. Aynı soruya grubun % 8,8’i (49 kişi) hiç korkmadığını söylemiştir. Grubun %
73,4’ü (410 kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir.
Çalışma grubunun % 55,7’si (311 kişi) tecavüz veya cinsel saldırıya uğramaktan çok korktuğunu
bildirmiştir. Grubun % 15’i (84 kişi) tecavüze veya cinsel saldırıya uğramaktan hiç korkmadığını
belirtmiştir. Öldürülmekten çok korktuğunu söyleyenler grubun
% 47,1’ini (263 kişi)
oluşturmaktadır. Grubun % 13,3’ü öldürülmekten hiç korkmadığını bildirmiştir. Grubun % 65,7’si
(367 kişi) yüksek düzeyde öldürülme korkusu belirtmiştir.
Bir kişinin silahla saldırmasından çok korktuğunu söyleyenler grubun % 40,5’ini oluşturmaktadır.
Grubun % 68,5’i (382 kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir. Sokakta soyulmak veya gasp
edilmekten çok korkanlar grubun % 32,6’sını (182 kişi) oluşturmaktadır. Grubun % 72,5’i (405
kişi) yüksek düzeyde korku bildirmiştir.
Gece vakti evdeyken kendini suça karşı biraz güvenli hissedenler çalışma grubunun % 40,1’ini
(224 kişi) oluşturmaktadır. Grubun % 28,9’u (16 kişi) çok güvenli, % 22,6’sı (126 kişi) biraz
güvensiz, % 5,6’sı (31 kişi) ise çok güvensiz hissettiğini bildirmiştir.
Çalışmada kadınların suç korkusu değeri 68,12 ve erkeklerin suç korku değeri 52,85’tir.
Kadınların suç korkusu erkeklerden daha fazladır. Kadınların şahsa yönelik suçların mağduru
olma korkusu erkeklerden daha fazladır. Erkek ve kadınların mala yönelik suç korkusu değerleri
birbirine çok yakındır. Kadınların cinsel taciz veya tecavüze uğrama korkularının yüksekliği
şahsa yönelik suç mağduru olma korkularını negatif biçimde etkilemektedir. Bireysel
silahlanmanın suç korkusuyla doğrudan bağı vardır. Çünkü eğer kolluk, devlet yurttaşların
güvenliğini sağlayamazsa, yurttaşlar kendilerini korumak için silahlanma yoluna gidiyorlar.
Ruhsatlı ya da ruhsatsız...
Suç korkusunun ortadan kaldırılması gerekiyor. Burada güvenlik güçlerine büyük sorumluluk
düşüyor, ayrıca adalet sisteminin de etkin bir şekilde çalışması önemli. Polisin önleyici ve adli
kolluk görevi vardır ki, asıl önleyici olan suç işlenmeden önüne geçilmesidir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
İKİNCİ BÖLÜM
Tacettin Yüksel
15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın”
Fotoğraf Yarışması, 2009
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
İKİNCİ OTURUM
Cengiz Halil ÇİÇEK (Oturum Başkanı)
Biliyorsunuz, silah kanunu tasarısına ilişkin olarak Umut Vakfı İnceleme
Komisyonu'nun sonuç bildirgesi 26 Eylül 2009'da açıklandı. 13 maddeden
oluşuyordu bu bildirge.
Buradan yola çıkarak basın camiasi olarak bizim üzerinde durmamız gereken iki
önemli konu var:
Birincisi, armağan silah kavramı. Armağan silah kavramı bireysel silahlanmayı
meşrulaştırıyor ve özendiriyor. Diğeri ise basında reklam ve tanıtımlarda silahı
ne ölçüde dikkatli bir şekilde kullanıyoruz?
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Yaşama Hakkı Açısından Bireysel Silahsızlanma: Türkiye’de Durum ve
Medyanın Sorumluluğu
Dr. Ayhan AKCAN
Türkiye'de silahla ilgili durum nedir, medyada silahla ilgili haberler nasıl veriliyor
veya nasıl verilmesi gerekir?
Gaziantep'ten başlamakta fayda var. Gaziantep'te bireysel silahlarla ilgili ciddi
düzeyde bir talep olduğunu öğrendik. Suç verilerinin de ciddi düzeyde olduğu
söylendi; hem Emniyet Müdürü hem de medya mensuplarından öğrendiğimiz
kadarıyla... Hem bireysel silah talebi hem de silahlarla işlenen suçlar
kapsamında neredeyse İstanbul düzeyinde... Gaziantep'in belki metropol
olması, hareketli bir yer olması, sanayi kenti olması bu konularda öncelik olarak
düşünülebilir.
Peki, Türkiye'de silah konusunda ne durumdayız? Özellikle diğer ülkelerle
karşılaştırdığımızda Türkiye'nin durumunun tespitini yapacağım ve her bir tespit
için de karşılaştırmalı önerilerde bulunacağım. Aynı zamanda da Umut Vakfı
olarak TBMM gündeminde olan Silah Kanunu Tasarısı'nda biz neleri önerdik ve
bu önerilerimizin gerekçeleri konusunda da bilgi vereceğim.
Silahla ilgili üç ana alt başlık var: Birincisi genel sınırlandırmalar, yani yasa
düzeyinde sınırlandırmalar. Bizim ülkemizde de sivillerin silah edinmesi yasak
değil. Dünyada yasak olan, olmayan, hatta yarı yasak, yarı yasak olmayan
ülkeler var ama bizim ülkemizde 21 yaşını dolduran her Türk vatandaşının silah
edinme hakkı var. Şu anda Türkiye'de belki sivillerin silah edinmesi konusunda
çok ciddi düzeyde bir muhalefet, toplum tarafından bir baskı yok. “Türkiye'de
silah karşıtı grup ne kadar? Silahla ilgili olan, silahı seven, silah talep eden
vatandaş ne kadar?” diye sorarsanız tahmini olarak şunu söyleyebiliriz: Silah
karşıtı grup % 40, diğer grup ise % 60 gibi duruyor.
Evet, bu sosyal bir problem. Ama insanlar mantık olarak yaşamında her türlü
silahın yasaklanması gerektiğini düşünse bile, eylem veya davranış boyutunda
henüz o noktada değiliz. Aslında bunun bilimsel gerçeği şu: Dünyada iki
parametre var. Eğer sivil halktaki silah sayısı o ülkenin toplum polisi veya
jandarmadaki silah sayısına orantısı birin üstündeyse problem var demektir.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Kaldı ki, bizim ülkemizde dörttür bu oran. Yani dört sivile karşılık bir polis veya
jandarmada silah vardır. Birin üstünde olduğu zaman o sivil halktaki silahlar
problem oluşturur. İşte istatiksel olarak bir yılda 3 bin kişinin ölümü. Bunların
yaklaşık 700'ü “maganda, serseri” dediğimiz kurşunlarla veya dikkatsizlik
sonucu ölümlerdir. Yılda 10 bine yakın da yaralanma yaşanıyor. Neredeyse iki
aktif erkekten birinde silah bulunması, üç evden birinde silah bulunması
tarzında da istatiksel verilerimiz var. Bu anlamda aslında sosyal problem... Ama
talep oranı diye düşünürsek, ki Türkiye'de talep de var. Özellikle 1989 yılından
bu yana talep inanılmaz boyutta. Hem arttı, hem de teşvik edildi bir anlamda.
1989 yılındaki sivil halkta bulunan silah sayısıyla şu anda sivil halktaki silah
sayısı neredeyse on kat arttı. Dolayısıyla silahla ilgili suçlarda aynı oranda artış
var.
Silah talep nedenlerini “daha çok caydırıcı olsun” veya “en azından bulunsun”,
“güvenlik amacı” düşüncesi oluşturuyor. Taleplerin % 70'i böyle ama bunun
gerçekle örtüşmediğini biliyoruz. Çünkü silah sayısında 10 kat artışa rağmen
özellikle mala karşı ve hırsızlık suçlarında da neredeyse 20-25 kat artış var.
Yani silah alan şahıs “caydırıcı olsun, en azından hırsızlık veya benim malıma
canıma karşı bir problem yaşamayayım” diye düşünüyor ama pratikte bunun
örtüşmediğini görüyoruz. Aslında işin özü; silahın insanı korumadığı ortaya
çıkıyor.
Umut Vakfı olarak önerilerimiz
Genel sınırlandırmalar içinde Vakıf olarak bizim özellikle üzerinde durduğumuz
silah edinmedeki alt yaş sınırı. Şu anda yasal mevzuatta bu 21 yaş; biz ise
bunun en azından 25 yaşa çekilmesi taraftarıyız. Bilimsel veriler de bunu
gösteriyor. Türkiye'de neredeyse silahla işlenen suçların yarıya yakını 28 yaş
altında işleniyor. Yine Türkiye'de silahla intiharların neredeyse yarısından daha
fazlasını 25 yaş altı gençler oluşturuyor. Dolaylı yoldan, eğer siz 28 yaş altı, 25
yaş altı sınırlandırmaları zorlaştırırsanız en azından uzun vadede silahla ilgili
suçlarda da % 20-30 oranında geriye dönük bir sonuç elde edebilirsiniz. Bu
anlamda da 25 yaş önerimiz var.
Silah edinirken, özellikle bunun kontrolü de önemli. Bu anlamda merkezi veri
tabanı oluşturulması konusunda da ısrarlıyız. Bütün gelişmiş ülkelerde var,
bizim ülkemizde de bu tür çalışmalar var ama henüz tamamlanmış değil. Belki
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
kırsal kesimde yani jandarmanın etkisi altındaki alanlarda bu var. Fakat polis
bölgesindeki merkezi veri tabanı henüz oluşturulmamış, tamamlanmamış
durumda. Her ikisinin de tamamlanarak, ortak merkezi veri tabanı oluşturulması
gerekiyor. Eğer merkezi veri tabanı yapamazsanız silah ruhsatlandırması
sonrası denetlemeleri de, sağlıklı istatiksel değerlendirmeleri de yapamazsınız.
Tabii burada işin daha çok düğümlenmesi balistik inceleme veya suç sonrası
“acaba bu silahlardan ne kadarı bu suçlarda kullanılıyor” tarzındaki düşünce.
Oysa yaşama hakkı açısından, her suçta, olaya sadece balistik inceleme
boyutunda bakmamak gerekiyor. Suçu önleme boyutunda merkezi veri
tabanının önemi ortaya çıkıyor burada.
İkinci bir konu ise haklı gerekçe. Türkiye'de biliyoruz ki üç türlü ruhsat tipi var:
Taşıma, bulundurma ve meskende. Özellikle taşıma ruhsatlandırmasında
gerekçe “can ve mal güvenliğinin tehdit altında olması” gösteriliyor, ki o da % 17
civarında. Burada da biz Vakıf olarak sınırlandırmalar getirilmesini istiyoruz.
Eğer kişi can ve mal güvenliği nedeniyle silah bulundurmak istiyorsa, o zaman
sadece can ve mal güvenliğinin bulunmadığı yerlerde silah taşıması gerektiğini,
başka yerlerde silah taşıma konusunda sınırlamalar getirilmesini talep ediyoruz.
Birçok ülkede bu sınırlama var. Kişinin beyanına dayalı bir gerekçe bu. Oysa,
eğer böyle bir tehdit altındaysa, buna hâkim veya savcı kanalıyla ispat
getirilmesi gerekir. Buna benzer bir uygulama Brezilya'da yapılmış. Orada aynı
gerekçenin, yani tehdit altında olduğunun savcı veya hâkim boyutunda ispatı
istenmiş ve sonuçta silah edinme talebinin % 17-16 azaldığı görülmüş. Bizde de
bu uygulama getirilebilir.
En önemli noktalardan birisi de ruhsatlandırmada psikolojik muayene veya
sağlık raporu. Şu andaki uygulamada, 6 hekimin yer aldığı bir heyet rapor
veriyor. Maalesef yeni tasarıda bu uygulama ortadan kalkıyor ve tek hekime
indiriliyor. Biz özellikle komisyon raporunda da ısrarla üzerinde durduk; eğer tek
hekim raporuna döndürürseniz dolaylı yoldan çok fazla sağlıklı olmayacağını,
silahla ilgili talebin devam edeceğini söyledik. 6 hekimden geri dönüş olmamalı.
En azından 6 yıldır Türkiye'de uygulanıyor; heyet raporunda bu anlamda görev
alan hekimler de belirli oranda tecrübe edindi. Bundan geri dönülmemesi
konusunda ısrarcıyız.
Referans sistemleri var bizim ülkemizde olmayan. Ruhsatlandırma sonrası 5
yıllık süre içersinde sorumluluk sadece ilgili şahsa veriliyor bizde. Oysa ki,
ruhsatlandırma öncesi özellikle evde silah bulundurulması konusunda eş rızası
istenebilir. Bu birçok ülkede var. Özellikle tehdit altında veya can ve mal
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
güvenliği konusunda taşıma ruhsatı talebinde bulunanlardan, en azından
avukatının da rızası istenebilir. Hatta aile hekimliği uygulaması içersinde hekim
rızası getirilebilir. Eğer başka insanları da sorumluluk altına alırsanız
ruhsatlandırma sonrası, özellikle 5 yıllık süre içersinde o kişinin silahla ilgisini
kontrol altına almış olursunuz; denetleme konusunda da en azından bir ön adım
atarsınız.
Ruhsatlandırma öncesi eğitim programı da maalesef bizim ülkemizde yok. Bu
tartışmaya açık bir konu. Aslında yapılması lazım ama sadece silahı korumak
veya silahı kullanmak tarzında bir eğitim değil. Şu anda bizim bahsettiğimiz gibi
silahla ilgili verilerin, yani silahla ilgili gerçek istatiksel değerlerin de verilmesi
lazım, ki en azından bu caydırıcı olur.
Özellikle bizim ülkemizde olmayan ama birçok ülkede olan ruhsatlandırma
sonrası belli bir süre bekletme süresi var, ki bu da önemli. Özellikle Türkiye'de
biliyoruz; insanlar haklı veya haksız bir problem yaşıyor ve ardından o öfkeyle
beraber gidip silah talebinde bulunabiliyor ve silah alabiliyor. Birçok ülkede 28
gün, hatta 2-6 aya kadar varan bekletme süreleri var. Bunu yaparsanız talebi
yarı yarıya azaltırsınız.
Temel amaç silahın yasaklanması
Sonuçta geldiğimiz nokta şu: Biz Umut Vakfı olarak, en azından kısa vadede,
polis ve jandarma dışında her alanda silahın yasaklanmasını, uzun vadede de
her yerde silahın yasaklanmasını savunuyoruz. Ama şu andaki yasa koyucu
olan siyasi irade TBMM'de, maalesef, her insanın silah alabileceği, önemli
olanın silahın ruhsat altına alınması, ruhsat altına alındığı zaman da kişinin suç
işlemeyeceği veya suç işleme konusunda da caydırıcı olacağı tarzında bir
düşünce var. Yani ruhsatlandırmayı kolaylaştırıcı bir yaklaşım var. Bu tabii son
derece yanlış, ki şöyle söyleyelim: Türkiye'deki silahların % 86'sı kayıt dışı veya
kaçak. Ama % 16'sı ruhsatlandırılmış silahlar. Türkiye'deki silahla işlenen
suçların neredeyse % 16'sı ruhsatlı silahlarla işleniyor. % 84'ü de ruhsatsız
silahla işleniyor. Yani aslında suç işlemede ruhsat tipi önemli değil. Orada en
önemli nokta her an ulaşılabilir olması ve olayın önceden tasarlanmamış
olması. Önceden tasarlanmamış olaylarda silah kullanım oranı neredeyse %
90'ın üzerinde.
Burada en önemli nokta yaşama hakkının ön planda tutulması. Biz Vakıf olarak,
her alanda silahın yasaklanmasını savunuyoruz, bu konuda da medyada
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yeterince destek sağlanıyor ama yasa koyucuların da bu sorumluluğu alması
konusunda baskı unsuru olmaya devam etmeliyiz. Sonuçta, bizim ülkemizde
maalesef yüz binde dört civarında her yıl insanlar ölüyor; 3 bine yakın insan
ölüyor. Üç aileden birisi maalesef silahla ilgili; ya birisini kaybetmiş ya
yaralanmış veya cinayet işlemiş. Bu kadar mağdur dolu aile var. Aileler
açısından mağduriyet oranı trafikte bire bir, silahta üçte bir. Bu kadar büyük
sosyal bir problem. Siyasi iradeye baskı unsuru olmaya bu anlamda da devam
etmeliyiz.
Medyanın da özellikle bu tür haberler yaparken dikkat etmesi gereken noktalar
var. En azından silahın ruhsatlı olup olmadığı, önceden tasarlanmış olay olup
olmadığı, karşı tarafın veya olayın her iki tarafının da silahının bulunup
bulunmadığı gibi konuları da işlemesinde fayda var. Özellikle üçüncü sayfa
haberlerinde, cinayet veya yaralama haberlerinde bu konulara dikkat ederek
haber oluşturulması gerekiyor. Sadece olayın okunabilirliği veya dikkat çekiciliği
değil, olayın istatiksel boyutuyla ve sosyal sorumluluk bilinciyle bu konular
işlenirse caydırıcı olması konusunda da olumlu olacağını düşünüyorum.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Yeni Bir Habercilik/Gazetecilik Arayışı Olarak Barış Gazeteciliği
Yrd. Doç. Dr. İncilay CANGÖZ
Bir süredir barış gazeteciliği üzerine kafa yormaktayım. Şimdi imkanımız olsa da
mikrofonu şöyle bir salonda dolaştırabilsek, barış kavramını sorsak... Eminim
herkes çok güzel tanımlamalarda bulunacak ve çok güzel kavramlarla
ilişkilendirerek açıklayacak. Fakat madalyonun bir de diğer tarafı var, militarist
açıdan barışa baktığımız zaman... “Barış oradan nasıl algılanıyor?” diye bir
baktığımızda, iyi değerlendirilsin veya iyi değerlendirilmesin, barış bir sonraki
çatışma veya savaş öncesini kapsayan bir süreç. Bu nedenle de, barış adı
verilen bu zaman diliminde savaşın politik ve kültürel koşullarının hazırlanması
gerekli. Böyle bir bakış ve algılayış var. Dolayısıyla askeri kurumlar ve
kuruluşlar insanların zihinlerini savaşa hazırlamak için tüm örtük ve açık
yollardan halkla ilişkiler teknikleri veya stratejileriyle toplumda birtakım
etkinliklerde bulunuyorlar. Bu da oyuncak sektörü gibi çok masum görünen bir
alandan başlayarak, ağır silah sanayine kadar uzanabiliyor. Veya moda
tasarımından, modada kullanılan renklerden, desenlerden tutun da sinema
sektörüne kadar geniş bir alanda işleyebiliyor ve bu her zaman rahatlıkla
algılayabildiğimiz bir şey olmuyor.
Fakat bunun arka planında daha sistemli işleyen bir şey var. Nasıl ki ordular bir
savaşı tasarlarken bir plan yapıyorlarsa, aynı şekilde artık bir medya stratejisi
de kuruluyor. 20. yüzyıl savaşlarında bu “iliştirilmiş gazetecilik”le en üst noktaya
geldi. 20. yüzyıl barış açısından ne yazık ki iyi bir karneye sahip değil. Önce iki
büyük dünya savaşı yaşandı, çok ağır yıkıcı etkileriyle. Devamında soğuk savaş
yılları geldi. Orada da tüm dünyayı yok etme potansiyeli taşıyan bir gerilim
vardı. Silahlanma vardı. Sosyalist blokta bir sistem değişikliğine gidildi. İyimser
rüzgârlar esti derken uzun sürmedi. Bunun da devamında hemen milliyetçi
hareketler, mikro milliyetçilik başladı ve uzun yıllar bir arada, birlikte eğlenmiş,
birlikte ağlamış, aşık olmuş, evlenmiş, acıyı ve mutluluğu paylaşmış insanlar,
etnik gruplar bir anda birbirlerine düşman kesildi ve pandoranın kutusu açıldı.
Açılmasıyla birlikte herkesin çok korktuğu yağmur olanca şiddetiyle yağmaya
başladı. Şimdi, işte bu süreçte, barış gazeteciliği daha da önem kazandı. Bu da
barış kavramının, barış kültürünün yaygınlaşmasıyla ilgilidir. Çünkü barış
öğrenilen bir şeydir. Eğitim kurumlarında anlatılan, öğrenilen, geliştirilen bir şey.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
70'li yıllarda barış gazeteciliğine ilişkin bir girişim var. Bizzat savaş alanlarında
bulunmuş gazetecilerle başlıyor bu. Daha sonra akademisyenlerin desteğiyle
devam eden bir bakış.
Barış gazeteciğili nedir?
“Nedir barış gazeteciliği?” diye baktığımızda şöyle söyleyebiliriz: Editörlerin ve
muhabirlerin çatışmaya ilişkin şiddet içermeyen tepkilere daha fazla değer
vermesi noktasında toplumu cesaretlendirecek tercihler yapmalarıdır. Peki
gündelik dilde veya haber yaparken bunu nasıl ifade edebiliriz? Hangi olayları
haber yapacağız ve olayların hangi boyutunu büyüteceğiz? Bunlar kararla
ilgilidir. Hani bazı olayları masanın dışında tutuyoruz, gündeme almıyoruz,
bazılarını alıyoruz ve boyutlarını büyütüyoruz. İşte burada barışı öncelemek,
barışa yönelik olanlara önem atfetmek.
Peki barış gazeteciliğini nasıl yapacağız? Nasıl bir haberciliktir, nasıl bir
gazeteciliktir? Mevcut gazeteciliği iyileştirmeden söz etmiyoruz, yeni bir
gazetecilik yapılandırmaktan söz ediyoruz. Burada herhangi bir çatışma söz
konusu olduğunda; etnik olabilir, dinsel olabilir, ulus devletler arasında olabilir
veya iki birey arasında olabilir. Her nasıl bir çatışma olursa olsun bunu, futbol
söyleminde temellendiği gibi, kazanmak veya kaybetmek üzerinden kurmamak.
İkili karşıtlık üzerinden kurmamak. Şimdi burada ne söylemek istediğimi biraz
daha geliştireceğim.
Gazetecilik zaten barışı önceleyen bir şeydir. Gazeteci savaşın yanında yer
alamaz. Buna benzer söylemlerle tepki alıyor barış gazeteciliğini savunanlar
veya dile getirenler ve şu hatırlatılır: Gazetecilik idealist anlamda nasıl
tanımlanır, etik kurallarda nasıl anlatılır? Gazetecilik örgütleri nasıl tanımlar?
TGC'nin Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin üçüncü maddesinin sadece bir
kısmını söyleyeyim size, “gazeteci her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici
ve kışkırtıcı yayın yapmamaya özen gösterir”. Tamam, gazetecilerin söylemini
dinlediğimizde ideal anlamda gazeteciler barıştan yana. Ama bir de uygulamaya
baktığımızda -ki mevcut gazetecilik hiç de böyle değil- savaşçı ve çatışmacı bir
gazetecilik görüyoruz. Şimdi burada biraz kavramlarım sert gelebilir ama niye
“savaşçı” ve “çatışmacı” diyorum, onların altını doldurmaya çalışacağım. Niye
böyle bir gazetecilik var? Şöyle bakabiliriz: Medyanın gündeminde kimler var?
Medya kimleri haberleştiriyor?
Medyada ayrımcılık
Haber değerlerine baktığımızda, hani biraz mesleklerimizden sıyrılıp bu
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
rutinleşen kodların, gündelik pratiğin biraz dışına çıkıp şöyle bir baktığımızda,
bir kere medyada erkekler var. Kadınlar var ama sadece magazinde varlar. Peki
başka kim var? Resmi kurum ve kuruluşlar var. Onun da kendi içinde bir
hiyerarşisi var. Her bakanlık yok mesela veya cumhurbaşkanı, başbakan; bunlar
öncelikli olarak var. Ya da ordu, genelkurmay, büyük sermaye, popüler kişiler
var. Bunların olmasının sakıncası ne? Tümüyle iktidar odaklı bunlar. Bunun
dışında kalanları, yani gücün uzağında kalanları medyada görmüyoruz zaten.
Bunların sesini duymuyoruz. Bunlara ilişkin meseleleri medyada görmüyoruz.
Ekonomi, politik ve askeri seçkinler medyada ve medyanın dilini de belirliyorlar.
Çünkü medya bunlara haber değeri atfediyor. Tamam, önemli ve gerekli ama
bunun dışında da koskoca bir toplum var. Bu çok ihmal ediliyor. Sorun burada
işte. İşte bu noktada medya kendini tanımladığı gibi saydam bir ayna değil. Hiç
de farkında olmadığı çatışmaya veya militarist dile hizmet ediyor olabilir.
Medyada cinsiyetçi bir ayrım var. Toplumda zaten cinsiyetçi iş bölümü var.
Görünür ve görünmez şekillerde yaşamın her alanını kuşatan bir eril dil var. “Bu
savaşçı gazetecilikten nasıl kurtulacağız” dediğimde, öncelikle gazetecilik
kodlarının ve normlarının değişmesi gerektiğini öne sürüyorum ve bunu da
dışarıdan birisi olarak söylemiyorum. Sadece yaygın medyadan 60, yerel
medyadan 40 gazeteciyle yapılan bir ankette onlara sorulan soru şu: “Kişisel
faktörlerde işinizi yaparken sizi en çok sınırlandıran şey ne, en çok neyin
baskısını hissedersiniz?”. Birinci olarak işaretledikleri; iş yerinin geleneği ve etik
değerleri oldu. İkincisi de haber üretim sürecinin standartları oldu. Oysa şıklarda
sahiplik vardı, patronlar vardı, reklam ilişkisi olan şirketler vardı, ki açıkçası ben
bunun birinci çıkmasını bekliyordum. Medya teknolojilerini bekliyordum,
teknolojiyi iyi takip edemiyoruz gibi ama bunların hepsinin ötesinde zaten
gazetecilerin içinde bulunduğu gelenek onları kısıtlayan şey. Çünkü çok sınırlı
haber değerleri. Bunun açılması gerekiyor.
İkinci soru şuydu: “Sizi dışarıdan kısıtlayan şeyler neler?” Türkiye'de yasalar çok
ağır, ilk dörde medya kanunu, sansür, hükümet, politikacılar yerleşti. Onun
altına tekrar gazetecilik meslek geleneği geldi. Yani mesleğin geleneğini
dışarıdan onları sarmalayan bir şey olarak tanımlamıştık şıklarda. Mesela
okuyucu dinleyici tepkisi çok altlarda kaldı. Bunun sınırlılığını hissetmiyorlar.
Oturup samimiyetle konuştuğumuzda da mevcut gazetecilik, mevcut habercilik
gazetecilere rahatsızlık veren bir şey. Daha farklı tanımlanması gerekiyor bu
kodların, bu normların artık.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Eril dil değişmeli
Önemli gördüğüm barış gazeteciliği nasıl yapılır? Burada yanıt, ürettiğimiz eril
dilin değişmesini talep ediyoruz. Peki “eril dil”le neyi kastediyorum. Savaş,
biliyorsunuz şiddetin en yoğun olduğu dönemdir. Bu dönemde ondan hareketle
tanımlanıyor, haklı ya da haksız da olsa güce saygı göstermek... Gücün
uzağında kalanlar; kadınlar, çocuklar yaşlılar bu kesimi de ihmal etmek.
Amerika'nın Irak'a ikinci kez saldırdığı zamanki görüntüleri bir hatırlayın.
Ekranda sadece Amerika tarafı vardı. Amerika'nın teknolojide, silahta ne kadar
üstün olduğu vardı ya da işte Amerikan askerlerinin ne kadar yetenekli olduğu
vardı. Irak ve Iraklılar yoktu. Irak gündeme geldiğindeyse pejmürdeliği,
teknolojiden ne kadar uzak olduğu, ilkel ve uygar olmadıklarıyla vardılar.
Ve bir başkası; kadını kısıtlayıcı basma kalıp biçimlerde sunmamak. Basma
kalıp biçimlerde sunmak, kadının dilin içine girememesi ve barışçı bir dil
kuramamasıdır. Kadının barışçı dilinin medyaya yansımaması ya da...
Etik değerlerde savaş stratejisine odaklanma: Hani bir kriz başlayacak gibi olsa,
bir potansiyel belirse hemen ne görüyoruz medya? Emekli olmuş eski askerleri
veya stratejistleri görüyoruz. Haritalar açılır, harekât nasıl yürütülür, nereden
komuta edilecektir bunlar anlatılır. Ama barışseverler vardır, bunun için çaba
sarf edenler vardır, bunları hiç görmeyiz.
Ve savaş... Şiddet başladığında, artık bir spor gibi, oyun gibi, avlanma gibi
anlatma başlar. Kaç kişi ölmüştür ya da kaç bomba atılmıştır, rakamlara
indirgenir. Peki, bomba atıldığında onun altında kalan insanlara ne oldu?
Yaşamlar nasıl sürüyor? Bunlara değgin bir şey görmeyiz.
Eril dile o kadar aşinayız ki, gündelik yaşam pratiğinde bunu o kadar çok
kullanıyoruz ki bireyler olarak bizler, medya da çok fazla kullanıyor bunu. Bütün
haberlerimiz bir kere “gündeme bomba gibi düşüyor”. Keyif için oynanan bir
oyundur ama bir futbol takımı diğer futbol takımını “yeşil sahalardan siliyor” ya
da “sahaya gömüyor”. Bu militarist dilden aldığımız bir şey; “düşmanı haritadan
silmek” gibi. “AB yolunda demokratik hedefler yara alabiliyor” veya “devlette
açık savaş yaşanıyor”. Bunların hepsi bizim kendi medyamızdan derlediklerim.
Evet medyada militarist, eril, şiddeti önceleyen, çatışmayla gücü önceleyen bir
dil var. Peki bunları aşıp da barışı önceleyen, barış gazeteciliğini hayata
geçiren, böyle bir habercilik nasıl yapılır? Körfez’de birinci saldırıyı hatırlayın,
ikinci saldırı başlamadan önce televizyona sıklıkla birtakım görüntüler geliyordu,
neydi
onlar?
Amerikan
teknolojisi
gösteriliyor,
Körfez’deki
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
gemilerden
havalanan, füze taşıyan uçaklar var. Şimdi oradaki gazetecilikte yan okumalar,
alt okumalar, bizim bilinç dışımızı da etkileyen şeyler var. “Nedir bunlar?” diye
baktığımızda; Körfez’in o mavi suları, uçakların havalandığı mavi gökyüzü,
bazen günbatımı… Bunlar medya profesyonellerinin tercih ettiği görüntüler...
Peki bunlar ne işe yarıyor? Bunlar savaşı estetize kılıyor. Biz o bombalar
atıldığında ya da o uçak neden havalandı, niye orada konuşlandı, bunları
sorgulamıyoruz, bunları unutuyoruz aslında. O insan öldürme makinelerinin asıl
işlevlerini unutuyoruz. Türkiye'de medya bunu yapmıyor mu? Adını ne
koyarsanız, -artık düşük yoğunluklu savaş mı dersiniz, terör mü dersiniz her
nereden tanımlıyorsanız da- 22 Şubat 2008 tarihinde TSK bir şey düzenledi,
Irak sınırını geçerek kendi diliyle bir harekat düzenledi. Ve eril dil gazetecilerin
ideolojik konuşlanmalarına göre fark etmiyor. Sağdan sola bu militarist dilin
doğrudan haber metinlerine sızmasını görebiliyoruz: Vatan Gazetesi şu başlığı
attı o gün: “Şehitlerin İntikamı”. Bir diğer gazete: “Hesap Günü”. “23 yıllık PKK
terörünü bitirecek kara harekatı başladı”. Bir başkası: “PKK saldırısı sonucunda
ölen askerlerin öcü alındı”. Yeni Şafak Gazetesi şunu kullanıyor: “Davulsuz
Zurnasız”. Bu başlığı atmasının nedeni de şu: Bundan kısa süre önce
Genelkurmay Başkanı bir açıklama yapıyor. Gazeteciler baharda beklenen
harekatı soruyorlar, O da “davul zurnayla olmaz” diyor. Bakın askerin dilini
doğrudan başlığa taşıyor gazete.
Asker tabii ki belirli kavramları kullanacaktır, belirli stratejileri olacaktır,
savaşacaktır, harekât yapacaktır. Ama burada sorunlu olan şu; gazeteciler
kendilerini gücün yanında, yani askerin yanında konumlayarak doğrudan onların
kavramlarını, onların olayları nasıl tanımladığını haber metinlerine sızdırmış
oluyorlar. Haber metnini doğrudan onların bakış açılarıyla şekillendirmiş,
yapılandırmış oluyorlar. “Medya olan biteni anlatır” diyor gazeteciler. Hayır,
medya olan biteni tarafsız bir şekilde anlatmıyor. Nasıl anlamamız gerektiğini de
söylüyor. Asker intikamının, öcünün peşinden koşsun tabii ki, onun görevidir.
Ama gazeteciler askerle birlikte konuşlanmasın, aynı yerden bakmasın.
Dışarıdan üçüncü bir noktadan baksın. Hep şunun peşinde olsun; barış
olasılığının peşinde olması gerekiyor. Barışın olanaklarını araması gerekiyor.
Peki “barış gazeteciliğini nasıl yapacağız?” diye baktığımızda; askeri, politik,
ekonomik güç odaklarını önceleyen haberlerden çok tüm barış girişimlerini, sivil
dinamiklerini kamusal alanda görünür ve eşit kılarak. Olumlu örnekleri de
söylemek isterim. Hatırlayın, Dağlıca baskınından sonra bir kız çocuğu çıktı “biz
silah sesleriyle yaşamak istemiyoruz, mermilerin altında okula gitmek
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
istemiyoruz” dedi. Medya da iyi bir şey yaptı, onun sesini kamusal alanda
duyurdu. Şimdi bakın, biz ilk kez böyle bir şey duyduk. O bölgede yaşayan bir
kız çocuğu, öğrenciler neler hisseder? Sivil yaşam nasıl akıp gitmektedir?
Gazetecilerin alana uzak olması, masa başından haber yapması sıklıkla
eleştirdiğimiz bir şeydir. Bizzat çatışmanın olduğu bölgeye gidiyor gazeteciler
fakat o zaman da şöyle bir şey oluyor: Kendi yarattıkları bir kavram var
gazetecilerin “sıfır noktası” diye. Ali Kırca mikrofonu alıyor, sıfır noktasında şunu
bildiriyor bize: “Gecenin sessizliğini obüsler bozdu” ya da “Gecenin karanlığında
kobraların
sesiyle”.
Şimdi
burada
yine
benzer
sorun
var;
savaşı
romantikleştiriyor, estetik kılıyorlar. Tabii haberi kazanmak ve denetim altına
almak üzerine kurmamak gerekir. Barış çabalarını destekleyen çözüm önerileri
nelerdir, bakmak gerekir. Bunlar üzerine kafa yoranları, bunların dilini kullanmak
lazım.
Medya gücü özendiriyor
Bir başka ihmal edilen kesimler; kadınlar, çocuklar, engelliler, azınlıklar,
eşcinseller... Bunlara pozitif ayrımcılık yaparak, bunların dilini habere taşımak
ve haber dilini kurarken bir tarafı masum, diğer tarafı şeytanlaştırmamak. Onları
düşman olarak işaretlememek, ikili karşıtlığa yaslanan bir haber öyküsünden
kaçınmak. İkili karşıtlığa yaslanan bir haberde, bir tarafı daha üstün
kılıyorsunuz. Biz var olan bir dilin içine doğuyoruz. Algımız, dünyaya bakışımız
tamamen bu dilin içinden şekilleniyor ve eril bir dil içersinden yaşıyoruz. Ataerkil
bir toplum içindeyiz, silahı seviyoruz. Dahası, bakın silaha olan talebimiz de
artmış. Bu bir taraftan medyanın da desteklediği, katkısı olan bir şey. Gücü
özendiriyor. Siz çok fazla Kurtlar Vadisi gibi, Ezel gibi bu bireysel kahramanları
yüceltirseniz, silah üzerinden, gücü de onun üzerinden tanımlayan kahramanları
yüceltirseniz toplumda da güce olan talep artacaktır. Bunlara rol model
verirseniz, tabii ki silaha olan talep artacaktır, tetikleyecektir en azından. İkili
karşıtlık üzerinden kurduğunuzda hep erkeği önceleyen, hep kadını daha ikinci
konuma atan bir dil olacaktır. Sorun şu: Buradaki kültür savaşçı, rekabetçi bir
kültür. Barışı önceleyen bir kültür değil. Kadını da önceleyen bir dil kullanalım.
Barışı besleyen bunlar.
Barış öğrenilen bir şeydir. Evet barış gazeteciliğini öğrendikçe, hayata
geçirdikçe, bunu eğitim kurumlarına aldığımızda barış gazeteciliği de barış
kültürü de daha çok yaygınlaşacaktır.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Aile İçi Şiddet Haberlerinde Sorun Odakları ve Öneriler
Doç. Dr. Mine GENCEL BEK
Üç yıl önce kadının statüsü genel müdürlüğünün önerisiyle bir grup çalışması
gerçekleştirdik. Abdülrezak Altun ve ben gazetelerdeki aile içi şiddet haberlerini
analiz ettik. Bu çalışmamız henüz basılmadı ama burada birkaç haber örneği
göstereceğim, sonra önerilere geçeceğim. Şu manşetlere bakalım ve nasıl bir
sorun gördüğümüzü söyleyelim.
“Kim teşekkür etmez ki”
“Sevgilisini elleriyle boğup cesedini inşaat çukuruna gömen barmen 15 yıllık
hapis cezasına çarptırılınca mahkeme heyetine teşekkür etti”
Suçluyla özdeşleşme durumu var, suçlunun yanından bakarak verilmiş bir
manşet.
“İhanet hediyesi”
Şiddete maruz kalan kadınlara Nimet Çubukçu’nun talimatıyla yapılacak
yardımların karşısında olan bir haber. “Şehit kadınları dururken şimdi ihanete
uğrayan kadınlara yardım mı edecek devlet” diyerek eleştiriyor... Kadını ikinci
plana attığı gibi yurttaş gibi de görmüyor. Şiddete uğrayan kadınların
güçlendirilmesini kamu politikası olarak görmeyen, devletin buna el atmasını
doğru görmeyen bir anlayış. Özel bir mesele gibi görüyor şiddete uğrayan
kadını.
Oysa yapılan araştırmalara göre eşinden, partnerinden, sevgilisinden dayak
yiyen kadın oranı Türkiye'de % 20 civarında. İstanbul'da Ayşegül Altınay'ın
araştırmasına göre bu oran % 30'a çıkmış durumda ve bu olay yaygın kanının
aksine Güneydoğu’ya özgü değil tüm Türkiye çapında. Bütün illerde her meslek
grubunda, her sınıfsal düzlemde aile içi şiddet var. Bu rakam da özel bir sorun
olmadığını toplumsal bir sorun olduğunu ortaya koyuyor.
“Kötü yola düştü dediği kızını iki kurşunla öldürdü”
Evet, burada da şiddet haklılaştırılıyor. Özellikle bu tür haberleri polis adliye
muhabirleri yapıyor. Onlara “ne zaman, nereden duyduğunuzda bu tür haberleri
yaparsınız” diye sorduğumuzda, “polis telsizinden geldiğinde” dediler. Yani
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
tamamen polise bağlı çalışıyorlar. Suçu işleyen kişiye, zanlıya “neden yaptın?”
diye soruyor polis, muhabir de o anlatıyı not ediyor. Bunun sonucunda da biz
haberlerde hep “aslında ben yapmadım, aslında böyle olmadı, şöyle olduğu için
böyle oldu, o sandığınız gibi masum değil” gibi kendisinin en az cezayı
almasına yarayacak açıklamaları okuyoruz. Muhabir bu açıklamaları manşete
taşıyınca ne oluyor? Nedensellik ilişkisi kurulmuş oluyor. Biz bunu okuyunca “ha
kötü yola düşmüş iki kurşunla da öldürmüş” diyoruz. Topluma da ibret dersi gibi
aynı zamanda. Haberin içine baktığınızda aslında hiç öyle bir şey olmadığı
görülüyor. Şiddet uygulayan kişinin ve yakınlarının indirimden yararlanabilmek
için böyle bir iftira uydurduklarına dair anlatılar var. Muhabir onu da haber olarak
vermesine rağmen öbürünü manşete çıkarıyor. Manşet çok önemli; biliyorsunuz
ki pek çok insan manşete bakıp geçiyor, içini okumuyor. Dolayısıyla haberlerde
diğer yönlerini verseniz de kurtaramıyorsunuz haberi.
Sadece adliyede verilen ifadeye dayanılarak mı haber yapılmalı? Bence değil.
Zaten var olan hâkim habercilik anlayışını eleştiriyoruz burada.
“Güldünya aile şerefini lekeledi” savunması
Şöyle de yorumlanabilir; “Güldünya'yı öldürdüler bir de üstüne aile şerefini
lekeledi diye kendilerini savunuyorlar”. Ama bunu öne çıkardığınızda,
Güldünya'nın çevresindekilerden görüş almadığınızda çoğunluk bir okuma
yaptırırsanız “ya pek de matah birisi değilmiş galiba” gibi bir sonuç çıkabilir.
“Sanık avukatı öldürülen kadını suçladı”
Yani hem öldürülüyor hem de suçlanıyor. Zaten şiddet haberlerindeki sorun şu;
biliyorsunuz artık onun cevap verme hakkı yok, ölmüş. Kendisine yapılan bütün
iftiralar da böyle kalmış oluyor.
“Töre, cep telefonu yüzünden uygulandı”
Evet, mesafeyi koymuş görece. Ne yapmış? Tırnak koymuş. Yani bilinen bir
şeyi haberleştirmiş, bilinmeyen bir şeyi haberleştirmemiş. Ama ben olsam bunu
böyle yapmazdım. “Sebep cep telefonuymuş” denilse biraz daha mesafe
koyarsınız aslında. Ama burada öldüren kişinin akrabaları diyor ki “zaten çok
namuslu bir insan değildi, okuma yazma bilmediği halde cep telefonuyla
konuşuyordu. İzin almadan ailesine giderdi”... Yani kadının töre cinayetlerini hak
ettiği suçlar bunlar.
“Terk edilmeye tecavüz cezası”
Terk edilmek suç mudur ki, cezası tecavüz olsun? Her gün görüyoruz, bu sırf
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
medyayla da ilgili bir şey değil. Özellikle erkek çocuklarında görüyoruz; lise
çağlarında çıktıkları ya da çıkmak istedikleri kızdan red cevabı aldıklarında
öfkeleniyorlar, öldürüyorlar ya da yaralıyorlar. Pek çok şey yapılıyor bu haberde;
önce garsonmuş sonra rütbesi yükselmiş, sanki artık adamı beğenmemiş gibi
bir kurgu var. Yani bir anlatım kurgulanıyor burada. Ve terk ettikten sonra eski
nişanlısı ceza veriyor. Aslında başka birisiyle uygunsuz vakitte yakalıyor. Yani
yakalamak da tuhaf bir sözcük. Adam aslında eve zorla giriyor. Suç olan bir şeyi
ceza olarak göstermesi de çok yanlış.
Önerilere geçmek istiyorum... Bir genel öneriler var:
Ekonomi politik yapılanma: Çok konuşuyoruz biz ekonomi politik yapılanmayı.
Çok çok önemli bir konu. Ne demek? Reyting demek, satmak demek, tiraj
demek. Bütün bunlarla birlikte maalesef istemediğimiz temsiller yan yana
gidebiliyor. Sadece haberlerde de değil. Biz, iki yıl önce “Aile İçi Şiddete Son”
toplantısına katılmıştık. Orada çeşitli senaristleri, yapımcıları, özel televizyon
dünyasından kişileri dinleme şansına sahip olduk ve çok kanıksadıklarına şahit
olduk.
Ben orada ekonomi politik ilişkinin çok somut bir biçimde karşımda durduğunu
gördüm. Orada televizyon dünyasından bir kişi “ben yaparım; satıyor çünkü.
Tecavüz görüntüleri satar, izlenir, onun için koymak durumundayız” dedi.
Zaten nasıl konulmasına dair de bir sorun var. Açık olması gibi bir öneri de yok
belki. Ama onu erotize ederek pornografik bir şekilde mi veriyorsunuz, sanki
tecavüze uğrayan haz alıyormuş gibi mi veriyorsunuz; yoksa olmaması gereken
bir şiddet öğesi olan zora dayanan bir ilişki olarak mı veriyorsunuz? Mesele o.
Ve çok da akıllı, duyarlı senaryo yazarlarıyla görüştük. “Biz birkaç bölüm kişileri,
insanlar arası ilişkileri analiz eden bölümler yazdığımızda bize uyarı geliyor
televizyon kanalından ‘bir şiddet aktarın, bir kaçma, kaçırılma, tecavüz olsun,
reyting düştü’ diye. Biz de mecburen koyuyoruz” dediler. İşte ekonomi politik bu
diye düşünüyorum ben. Senaryo yazarları aptal, duyarsız değiller. Birçok şeyin
farkındalar ve ellerinden geldiğince farklı temsiller katabiliyorlar da. Olumlu
şeyler yapıldığını da görmekteyiz ama “pazar” dediğimiz şey, o rekabet, neo
liberal yapılanma bunları empoze edebiliyor bu kişilere de. Bunun dönüşümü
diyoruz tabii.
İkinci olarak da; yaygın meslek anlayışı ve ilkelerinin sorgulanarak gözden
geçirilmesi. Ne kastediyoruz? Aile içi şiddetle ilgili olarak görüştüğümüz
gazeteciler dediler ki “ölümse haber olur, vahşi biçimde ölümse çok daha iyi
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
haber olur”. Biz demek ki, diğer şiddet biçimlerini çok da haber olarak
görmüyoruz. Çok somut, sıradan yaşanan durumlar.
Haber kaynaklarıyla ilişkimizin de gözden geçirilmesi gerekiyor. Sadece polise
dayanarak, sadece “sayın valimiz açıkladı”, “sayın müdürümüz” diyerek haber
yapılmaz. Sadece onlardan gelen taleplerle yapılan haberlerle nereye kadar
gidebiliriz. Muhabirin oturup o topluma, toplumun içindeki çelişkilere, eşitliklere
bakıp ve onu yaşayan kişinin gözünden haber yapması gerekiyor.
Üçüncüsü; pek çok eğitim programları yapılıyor, Hürriyet'in “Aile İçi Şiddete
Son” kampanyası var mesela. Ona rağmen aile içi şiddete ilişkin ihlalin her gün
Hürriyet'te yapıldığını görüyoruz. Aile içi şiddetle mücadelede neler yapılmalı;
etik ilkeler kılavuzu var, ona rağmen görüyoruz. Demek ki, biraz daha genel
olarak cinsiyetçilik konusunda da, “toplumsal cinsiyet duyarlılığı konusunda
kadın ne, erkek ne?” sorusundan başlanmalı. “Nasıl kadın olunuyor, nasıl erkek
olunuyor?” konularının üzerinden gidilmesi gerekiyor. Çünkü cinsiyetçilik
konusunda bir duyarlılığınız yoksa haberlerde de dikkat etmezsiniz. Polis adliye
muhabirlerini de böyle bir çalışmada yer alacak ilk grup diye düşünüyorum;
çünkü çok fazla içselleştirmişler bazı şeyleri. Biraz mesafe alıp bakmaları
gerekir.
Medya yol göstermeli
Bu konuya ilişkin somut önerilerim şöyle:
En başta telaffuz edeceğiz. Telaffuz etmezsen, yani “Kürt” diyemezsen
konuşamazsın, onun gibi bir şey. Telaffuz edemiyorsak, zaten konuşmamıza
izin verilmiyor demektir. Aile içi şiddeti de telaffuz etmemiz lazım. O zaman “karı
ile koca arasına girilmez” demeyeceğiz. Kocandır, sever de döver de deyip
gönderiyorlar ve kadınlar dayaktan kaçayım derken sonra da öldürülebiliyorlar.
Önemli olay olarak görülmeli. Hep üçüncü sayfalarda görüyoruz bunları, neden
birinci sayfada olmasınlar. Bunu da sorgulamamız gerekiyor.
Bir de tabii şiddet sadece fiziksel değil, fiziksel şiddet de sadece öldürmek değil;
psikolojik şiddet var. Bir insanı sürekli yıpratmak, aptalsın, sen beceremezsin
demek ya da cinsel şiddet dediğimiz tacizler, tecavüzler olabilir. Ekonomik
şiddet olabilir; kadını çalıştırmamak ya da zorla çalıştırmak ya da parasına el
koymak. Bu konuda yapılan araştırmalara, raporlara yer vererek bunları
haberleştirerek gündem yaratabiliriz.
Hep hâkim perspektifin baktığı gibi, şiddetin gerekçelendirilmesinden kaçınmak
gerekiyor ya da kadın programlarında yapıldığı gibi şiddetin üretildiği bir ortamın
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yaratılmasından kaçınmak gerekiyor. Şiddet meşru gösterilmek yerine mutlaka
sorgulanarak
verilmeli,
sansasyonel,
dramatize
edilerek
işlenmesinden
kaçınmak gerekli.
Televizyon
programlarında
biliyorsunuz
kadınlar
başlarına
geleni
anlatabiliyorlar, en azından şiddetin görünür olması açısından ve konuşulması
anlamında iyi bir şey... Ama biliyorsunuz, kaç yıldır gördük; kaç kadın hayatıyla
ödedi bunun bedelini. Dolayısıyla bu konuda da güvenliğin sağlanması
gerekiyor. Kadının güvenliğini sağlayıp ona göre program yapmamız gerekiyor.
Haber kaynağı olarak kimden yararlanacağız? Kadın hareketi var, kadınlarla
ilgili dernekler var, bu konuda çalışan bölgede KAMER var mesela. Bunlardan
yararlanılmalı, bunlarla çok yakın temasa girilmeli. Sadece haberlerde değil,
dizilerde, filmlerde de yapabiliriz bunu. Kadınlar yalnız ve çaresiz olmak
zorunda değil. Mücadele sürdüren birçok kadın var, bunların öyküsüne yer
verilebilir.
Bir diğeri de sadece dramla sınırlamamak gerekiyor aile içi şiddet haberlerini.
Onun yerine belki küçük bilgi kutucukları açarak zaman zaman, yasal
düzenlemede ne aşamadayız, telefon hakları nedir, sığınma evleri nedir, nasıl
başvurulacak, buna dair bilgilendirme yapılabilir. Okuyan kişinin de potansiyel
aile içi şiddet mağduru olduğunu düşünerek, ona yol göstermemiz gerekiyor.
Yine bunu programlarda da doğrudan yapabiliriz. Dizilerde olumlu rol modelleri
oluşturulabilir. Mücadele eden, direnen, kazanan olumlu rol modellerine yer
vermemiz gerekiyor.
Köşe yazılarında özellikle Pazar günleri pek çok sıradan anekdotlar oluyor.
Bunlara baktığınızda % 90'ı cinsiyetçidir; ya evliliği yeren, ya kadını yeren,
şiddeti de meşrulaştıran anekdotlar, fıkralardır. Bu konuda kararlı olan bir
medya kuruluşunun biraz bunlara da bakması gerekir. Nefret suçudur bu çünkü.
Sürekli
hâkim
değerler,
militarizm,
homofobi...
Bunların
işlendiğini
görüyorsunuz.
Okur temsilciliği kurumu da çok önemli. Neler yapılması gerekir sürekli takip
için?
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Editoryal Açıdan Şiddet Haberlerinin Değerlendirilmesi: Yaygın Medyadan
Deneyimler
Ertuğrul MAVİOĞLU
Talihsiz bir coğrafyada yer alan bir yaşam sürdürdüğümüz için şiddetin nereden
kaynaklandığı ve yaygınlığı üzerine küçük bir tespitte bulunmak istiyorum. Eğer
bunu yerli yerine oturtamazsak, yaşanan toplumsal şiddete doğru açıdan
bakamazsak bu söylediklerimizin pek çoğu boşa gidecek diye düşünüyorum.
Her şeyden önce bu toplum inanılmaz bir şekilde şiddete ve ölüme alıştırılmış
bir toplum. Bu son elli yıllık tarihimize baktığımızda, şu Gaziantep'in çevresinde
pek çok ilde yaşanmış olan toplu katliamları; Malatya'da, Maraş'ta, Sivas'ta ve
daha öncesine gidersek Dersim'de yaşanmış olan katliamları ve daha
sonrasında ölü ele geçirilenler ve şehitler üzerinden şekillendirilmiş olan algıyı, son yirmi beş yılda sürekli zikredilmiş olan 35 bin ölüyü- hep bunları
düşündüğümüzde, zamanla bu toplumun nasıl şiddete ve ölüme alıştırılmış
olduğunu algılamamız daha kolay olur. Daha düne kadar televizyonlarda
özellikle TRT'de cesetler arazilere yayılır ve izleyicilere gösterilirdi. Daha sonra
kaldırıldı ama bu toplumun algısında çok sert bir yer ettiğinden hiç kuşkum yok.
Özellikle vurgulamak istediğim şey şu: “Şiddetin kaynağı nedir?” diye bir soru
ortaya atsak ben aynen şunu söylerim: Şiddet şiddetin hem anasıdır, hem de
mayasıdır. Şiddet şiddeti doğurur yani, aynı zamanda şiddet şiddeti çoğaltır.
İşte böyle talihsiz bir coğrafya içersinde yer aldığımızdan “ülkemizde bu kadar
yoğun şiddet neden yaşanıyor?” sorusu bu anlamda, bu zeminde kaynağını
buluyorsa, demek ki çözmemiz gereken daha başka noktalar, daha başka
problemler olduğunu da algılamamız lazım.
Şiddetin en büyük kaynağı adaletsizlik
İkinci bir nokta; yaygın ve büyük şiddetin kaynağı toplumsal zeminde yaşanan
büyük adaletsizliklerdir. Yani ne kadar büyük adaletsizlik varsa bir ülkede, o
kadar yaygın ve geniş bir süreğen şiddet olayıyla karşı karşıya kalırız. Bakın
toplumsal çelişkilerin çok yoğun olduğu ülkelerde; örneğin ABD'de okulları
basan çocuklar, bir anda 15-20 insanın ölümü. Bizim gibi ülkelerde her gün her
yerde birbirini bıçaklayan, vuran insanlar... Bunların hepsini yaşıyoruz. Bunların
da aslında kaynağının hem ölüme ve şiddete bu toplumsal zemin içersindeki
karşı karşıya kaldığımız alışkanlıklar; bunları sıradan, hayatın bir parçası olarak
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
görmeye başlamamız ve aynı zamanda da bu adaletsizlik toplamının bir parçası
olarak sürekli ve sürekli kendisini üreten bir olgu olarak karşımızda yer alıyor.
Toplum bu kadar şiddet olayına alıştırılmış durumda. Şiddeti son derece
sıradan, hayatın parçası haline getirmiş olan insanların içerisinde hayatımızı
sürdürmeye çalışıyoruz. Medyanın bu durum karşısında almış olduğu
konumlanış ve ne yapması gerektiği üzerine de bir kaç cümle sarf etmek lazım.
Ben buraya gelmezden önce iki şey yaptım; sadece kendi görüşlerimi değil
yaygın medyadaki başka gazetelerin bakış açılarını da öğrenmeye çalıştım.
Radikal Gazetesi’nin -ki ben burada onu temsil ediyorum- yanı sıra Milliyet ve
Posta Gazetesi yazı işleri müdürleriyle de görüştüm. Milliyet’i daha çok Hürriyet
tarzı olduğu için, yani üçüncü sayfa haberlerini vermekten kaçamayan ama aynı
zamanda bunun magazinel olması konusunda çok da ısrarlı olmayan bir gazete
olduğundan seçtim. Posta Gazetesi de bu tür şiddet olaylarını neredeyse
gazetenin temel çatısı haline dönüştürmüş olması itibariyle “onlar nasıl
düşünüyor” diye merak ettim. O konuda da çok sert iki mülakat gerçekleştirdim.
Her iki gazetenin de yazı işleri müdürleriyle konuştum. Onları az sonra
anlatacağım ama önce kendi düşüncemi ve Radikal Gazetesi’nin yaklaşımı
konusunda küçük fikirler vereyim.
Radikal Gazetesi’nin de şiddet haberleri konusunda çok da sağlıklı ve sağlam
bir yerde durmadığı konusunda bir itirafla başlamak istiyorum. Şimdi bazı
başlıklar gösterildi, bazı başlıklar sinir bozucu, bazıları akıllara ziyan. “Bir şiddet
olayı neden haber olur?” Kendime soruyorum bunu, cevap veriyorum: İlgi çektiği
için, okunur olduğu için, daha da ileri gidelim toplumun dikizleme ihtiyacına bir
anlamda cevaz olduğu için. Yani başkasının olağanüstü halini uzaktan ya da
yakından seyredememiş bir okura “ey okur bak benim muhabirlerim gitti, bu
kanlı fotoğrafları çekti getirdi senin önüne hizmet olarak sunuyor. Senin orada
bulunmana gerek yoktu, biz senin adına izledik.” diyor.
Şimdi bunun neresinde bir toplumsal sorumluluk var? Ama peki bu haberden
kaçabilir misiniz? Çünkü basbayağı haber. Haber neydi? İlgi çekecekti. Şiddet
olayı ilgi çekiyor. Siz bunu görmezden gelirseniz işinizi yapmamış olursunuz.
Peki bu çerçevede bunu nasıl değerlendireceksiniz? Sorumlu davranış olarak.
Benim tek bir kıstasım var; ben kendimi daima öldürülenin yerine koyuyorum.
Ben öldürülen olsaydım ve ruhum ertesi gün gelip gazeteleri okusaydı, bu ölüm
hali nasıl yansıtılırsa ben hakikaten daha huzurlu yatarım. Cevap şöyle oluyor
genellikle:
Bir, beni teşhir etmeyeceksiniz, ölü beni.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
İki, beni aşağılamayacaksınız.
Üç, benim ölümüm başka cinayetlere ilham vermeyecek.
Dört, benim ölümüm nedeniyle başkalarının, ailemin, yakınlarımın acısı daha da
derinleşmeyecek.
Böyle böyle saymak mümkün. Tek yapılacak şey şu: Kendinizi öldürülenin
yerine koymak. Başka hiçbir kuralım yok. Başka bir kurala ihtiyaç olduğuna da
inanmıyorum.
Oysa birçok başlık öldürenin yerine koyuyor kendisini. Cinayetten o kadar ağzı
sulanıyor ki, ne müthiş cinayet diyor editör. Hatta onu yazarken öyle küçük,
şenlendirici ve okuma hissini arttırıcı birtakım cümleler, kelimeler ekliyor. Savaş
haberlerinde gecenin karanlığını ışıklarıyla yarıp geçen kobra helikopterinin
nereye gittiği belirsiz, bilmem nerede birilerini bombaladığından kuşkumuz yok
ama onun geçişini böyle bir film gibi anlatmak…
Şimdi bir şeyi anlatabilirsiniz, hakikaten bir gazeteci haberini yazarken sonuna
kadar okunmasını ister; girişi, gelişmesi sonucuyla. Bunun yolu nedir? Belki
hikâyesini anlatmaktır. Ama bunu yaparken iki şey yapabilirsiniz: Bir, vahşet
pornografisini üretebilirsiniz. Cinayeti öyle bir hale getirirsiniz ki, o cinayet
insanlar tarafında dehşetle irkilerek okunur ve o cinayetin bir biçimde başka
yerlerde tekrardan mayalanmasının önünü açarsınız. İki, o cinayeti anlatırken
altındaki dramı, başkalarına örnek oluşturacak bütün unsurlarını temizleyerek
ortaya koyarsınız. Hem de kaleminiz iyiyse adam gibi yazarsanız, o haberi de
insanlar okurlar. Fakat beyin kolaya kaçıyor ve böyle sonuçlar ortaya çıkıyor
ister istemez.
Benim kıstasım bu. Fakat Radikal Gazetesi’nde bu kıstasa denk düşmeyen, eril,
şiddet yanlısı, militarist haberler çıkmıyor mu? Bal gibi de çıkıyor. Bu haberlerin
bir kısmı emin olun iktidar odaklarının dayatmasının sonucu olarak çıkıyor. Ama
bir kısmı da hakikaten bu toplumda yaşayan ve şiddete alışmış olan, sokakta
insan boğazlayan adamdan belki biraz daha kültür olarak gelişmiş bir editörün
yapmış olduğu bir çalışmanın ürünü olarak karşımıza çıkıyor. Yani şöyle bir şey
değil: Toplumda birtakım canavarlar var, birbirlerini öldürüyorlar. Bir de bizler
varız; temiz, hijyen, şiddete bulaşma eğilimi olmayan, son derece sağlıklı, aile
problemleri olmayan, para pul problemleri yaşamayan, tamamen toplumun
dışında süper kafa yapısına sahip, hatta her zaman öğreten ablalar ve abiler
olarak da topluma ahkam kesme ihtimalleri olan kişiler. Yok böyle bir
gazetecilik.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Genellikle bu toplumun özellikleri neyse, bu ülkenin gazetecilerinin de
özelliklerine benzer olarak tezahür ediyor. Barış gazeteciliği öğrenilmesi
gereken bir şeydir. Şiddet karşıtı gazetecilik, üçüncü sayfa haberlerinin nasıl
yazılacağına ilişkin çalışma da tamamen öğretilmesi gereken bir şeydir. Sadece
öğretilecek bir şey değil, aynı zamanda bu çerçevede bıkmadan, usanmadan
yapılacak uyarılarla da başka bir refleksin geliştirilmesinin sağlanması gereken
bir konudur. Başka bir yerden duruş, farklı bir refleks... Refleksiniz hakikaten
son derece olumsuz öğeler içeriyorsa, refleksiniz şiddetten yanaysa elbette
atacağınız başlık da buna denk düşer. Yazı işleri müdürünün de gözünden
kaçabilir, yayın yönetmeni de görmeyebilir. Ama ertesi gün gazeteler yan yana
konulduğunda ya bir toplam rezilliğin içinde olursunuz ya da o toplam rezilliğin
içinde farklı bir ışık olarak kendi varlığınızı gösterirsiniz. Fark budur.
Şiddet haberlerine örnekler
Birkaç şiddet haberine örnek vereyim: “Köprüde atlama anı saniye saniye
görüntülendi.” Doğan Haber Ajansı'nın görüntülü haber servisi geçmiş bunu.
Nereden? Adam İzmit'ten İstanbul'a geliyor, evlenme teklifini kabul etmeyen
kadını öldürdükten sonra Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne gidiyor intihar etmek
için, sonunda kafaya bir tane sıkıyor ve köprüden aşağı düşüyor. Tabii
kameralar uzunca bir süre burada bulundukları için onun ölüm anını da
çekiyorlar. Köprüden düşene kadar, hatta suya çarpış anına kadar bütün
görüntü var. Ne yaparsınız? Seyreder misiniz bunu? İnsanlar seyrederler. Ama
diğer yandan şöyle düşünün; intihar haberlerinin bulaşıcılığı üzerine son derece
sağlam yapılmış araştırmalar var, siz bu intihar vakasını gösterdiğinizde yarın
öbür gün benzer olaylarla karşılaşma ihtimaliniz olduğunu bilmeniz gerekir.
Elinizde çok muhteşem bir görüntü var, ama ben olsam yayınlamam. Çünkü
bunun bulaşıcı olduğunu bilirim. Bu çerçevede Radikal Gazetesi’nin çok temel
prensiplerinden biri de bu; intihar haberlerine son derece mesafeli. Çok az
sayıda intihar haberi yayınladığımızı biliyorum. Başka bir refleks bu. Çünkü
bunun bulaşıcılığına inanılıyor.
Başka bir haber: “Sürekli arızalanan asansörü kurşunladı.” Karısı asansörün
içinde kalmış, kadını çıkardıktan sonra adam çekiyor silahı, asansörü
kurşunluyor. Şimdi orada asansörcüyü bulsa onu vuracak. Deminden beri
bahsedilen bireysel silahlanmayla çok yakından alakalı bir durum bu. Ben olsam
asansörün kapısını tekmelerim, yapacağım en büyük şiddet budur ya da bir
yumruk atarım. Kusura bakmayın, yapacağım ne olabilir diye düşünüyorum.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Ama belimde silah olsa ben de çeker kurşunlarım.
Başka bir hikâye: “Evli erkek öğretmene okulda kadın veli bıçağı.” Evli bir erkek
öğretmen var, kadın boşanmak üzere, bu öğretmenle ilişkisi var. Çocuğu aynı
zamanda o öğretmenin öğrencisi. Bıçaklama gerekçesi de, öğretmen başka
velileri de kandırıyor, onlara da sulanıyor. Böyle bir hikâye. Bu da kadın şiddeti
bakımından enteresan örnek.
“Medine töre kurbanı mı?” hikâyesi var biliyorsunuz. Adıyaman Kahta ilçesinde,
aile “kayboldu kızımız” diyor, sonra kız evin bahçesinde gömülü olarak
bulunuyor. Bu da son zamanlarda yaşanan en enteresan şiddet haberlerinden
bir tanesidir. Biz de bunu oldukça geniş kullandık. Radikal Gazetesi’nin en
önemli özelliklerinden bir tanesi, töre cinayetleri konusunda son derece duyarlı
bir davranış içerisinde olması. Bazı töre haberlerinde öyle şeyler yaptık ki;
kadına yönelik şiddette nereye sığınabilirsiniz gibi küçük kutucuklar yaptık;
okuru çok yoran, okur açısından çok itici bulunmasına rağmen... Bir çeşit akıl
veriyorsunuz okura; bir gazetenin yapacağı en itici davranıştır ama “bu
toplumsal sorumluluk” deyip bu tür şeyler de yaptık.
Başka bir örnek; Adana'da bıçaklanan bir kız vardı, “Adanalı Münevver” diye adı
konuldu. Muhabir haber bulamamış, devam haber olarak şöyle bir şey yapmış:
“Tuğçe'yi ödünç bıçakla öldürmüş”. Şiddet haberini devam ettirmek istiyor
muhabir ve “ödünç aldı bıçağı” diyor. Halbuki adam ifadesinde diyor ki,
“filancadan bıçağı aldım, gittim öldürdüm.” Yani yok böyle bir şey. Sadece
haberi devam ettirmek, biraz ilgi çekebilmek amacıyla atılmış bir başlık.
Posta ve Milliyet'in bakış açısı
Posta Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Coşkundeniz'e sordum: Hangi
intihar vakalarını kullanıyorsunuz, hangilerini kullanmıyorsunuz? Cevabı şu:
“Bulaşıcı intihar vakaları dışındaki intihar haberlerini kullanıyoruz”. Bulaşıcı
intihar vakaları nedir, diye sorduğumda. Örneğin karne intiharlarını, maç
intiharlarını söyledi. Onun dışında bazı intiharları özellikle kullandıklarından
bahsetti. Örneğin aile baskısı yüzünden intihar eden çocukları. Neden? “Çünkü
tersine örnek oluşturmak istiyoruz”, dedi. “Bakın, baskı yaparsanız çocuğunuza
intihar edebilir demek için”, dedi.
Tabii hepsine birden bunun tersi örnekler de gazetenizde yer alıyor dediğimde;
“Hikâyesi olan, okunur nitelikte olan, ilgi çekici şiddet olaylarını gazetemizde
yayınlarız” dedi. Peki süzgeciniz var mı? “Hayır süzgeçten geçirmiyoruz fakat
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
kendi duruşumuz etkili oluyor”, dedi ve bu kendi duruşunu ifade ederken de
örnek oluşturma veya örnek oluşturmama kıstaslarından hareket ettiklerini
söyledi. “Fakat diğer yandan gazeteler, alınıp satılan ürünler, bu nedenle ilgi
çeksin diye kullandığımız haberler de oluyor” dedi.
Özellikle hikâyesi olan haberlerin, genç insanların içinde bulunduğu şiddet
haberlerinin okurların ilgisini çektiğini söyledi. Örneğin bu son Adanalı Münevver
gibi. Tabii bu olayda son derece enteresan bir nokta var. Öldürülen kızın adı
Tuğçe. Şimdi niye Adanalı Münevver? Çünkü Münevver vakası, biliyorsunuz,
Türkiye'de son yıllarda medyada en çok yer almış bir cinayet haberi. Böyle bir
cinayet haberinin içinde çok çok enteresan ayrıntılar var. Bir tanesi, öldüren
kişinin, Cem Garipoğlu'nun Türkiye'de çok tanınan bir aileye mensup olması.
İkincisi, kızın biraz yoksul olması. Üçüncüsü, öldürülen kızın çok çok güzel bir
kız olması. Dördüncüsü, öldüren çocuğun genç olması. Beşincisi, öldürme
olayına ailenin de karıştığı ihtimalinin çok yüksek olduğuna dair emareler.
Altıncısı, polislerin bu işin içindeki rolleri. Yedincisi, Münevver'in ailesinin
tutumu.
Şimdi tabii, çok kısa bir cümleyle şöyle denebilir: Medya olmasaydı Münevver'in
katili yakalanmazdı. Doğru mu olur? Yanlış olmaz. Ama diğer yandan medyanın
bugüne kadar Münevver'le ilgili yapmış olduğu haberlerinin ağırlığında bir çeşit
şiddet formatı olmasaydı bu kadar yer almazdı medyada. Örnek mi? Adanalı
Münevver. Yoksul kız, öldüren yoksul. Hikâye bu kadar. Adanalı Münevver'in
hikâyesi bitti. Posta Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Mehmet Coşkundeniz dedi ki;
“bizim gazeteleri alt ve orta sınıflar okuyor ve onlar kendi sınıfında olanların
şiddet ve cinayet haberleriyle çok fazla ilgilenmiyorlar. Bak Adanalı Münevver'in
hikâyesi bugün itibariyle bitti. Çünkü herkes duvarın arkasında ne var ona
bakmak istiyor, kapının arkasında ne var ona bakmak istiyor. Kapıda bir göz
deliği. İşte gazete buna imkân sağlıyor.”
Peki dedim, editöryal katkının sınırı ne? Taşradan bir haber geldi önünüze,
haberi eğip büküyor musunuz?
“Editöryal katkı, Posta Gazetesi açısından olayı hikâye etmek, olaya başlık
bulmaktan ibaret” dedi.
Fakat demin örneklerini gördük, habere dokunulmasa bile başlık habere nasıl
bakıldığının çok somut göstergelerinden bir tanesidir.
Söylediği şey şu; “Haber asla çarpıtılmaz, doğru olması çok önemlidir. Biz
defalarca özellikle yerelden gelen haberleri check ederiz. Çelişkileri gidermek
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
için sonuna kadar uğraşırız. Haber bize inandırıcı gelmediği noktada
kullanmadığımız da olur.”
Milliyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Tahir Özyurt'la görüştüm. Görüşmeden
önce şöyle bir uyarıda bulundu, dedi ki “eskiden bu kadar şiddet var mıydı,
bunun yanıtını veremiyorum”. Yani bu toplumda şiddet bu kadar arttı da mı bu
kadar fazla şiddet haberi var, yoksa bu kadar şiddet haberi olduğu için mi bunun
doğurduğu başka şiddet haberleri gerçekleşiyor? Veya eskiden şiddet azdı da
şimdi mi arttı? Bu soruların yanıtını kimse veremiyor. Niye veremiyor? Çünkü bu
konuda yapılmış hiçbir araştırma, istatistik yok. Bunu neden-sonuç ilişkileri
içerisinde değerlendirebilecek bir bakış açısı olduğuna da inanmıyorum.
Bu çerçevede eskiden nasıl yapılıyordu? Tanju eski bir gazetecidir “polis
bültenlerinde üç beş bilgi olurdu, biz bunları alıp sunmakla yetinirdik ve bu
çerçevede de üç beş polis bülteninin bilgisinin bir iki tanesinin üzerine giderdik,
onun dışında da gazetede çok fazla şiddet haberine yer vermezdik. Fakat daha
sonraki süreç içerisinde şiddet o kadar yaygınlaştı ki her türlü şiddet haberi
önümüze akıyor ve bunların arasında siz bir eleme içerisine gidiyorsunuz;
tamamen gazetenizin duruşu, kendi duruşunuz, hayata bakışınızla ilgili bir
elemedir
bu.
Bu
elemenin
arkasından
da,
gelen
haberi
nasıl
değerlendireceğinize ilişkin bir karar verme noktasına geliyorsunuz.”
Tahir, şiddet haberlerinin detaylarının ürkütücülüğünden bahsetti ve nasıl
verileceği konusuna ilişkin bir genelleme yapmadı. Zaten bunun pek de
mümkün olmadığını söyledi. Çünkü son iki yıldır çok fazla şiddet haberiyle
karşılaştığını ve her biri için de ayrı bir politika üretmek zorunda kaldığını
söyledi.
Şöyle bir şeyden bahsetti: 12 Eylül sonrasında sıkıyönetim intihar haberlerini
yasaklamış ve bu yasaklamadan sonra intiharlarda ciddi bir düşüş ortaya
çıkmış. Bilmiyorum doğru mu değil mi?
Bu “şiddet haberlerini neden değerlendiriyorsunuz” sorusuna “haber değeri
taşıdığı için” gibi haklı bir cevap verdi. “Ortada bir facia var ve bu insanlar
tarafından bilinmeli. Biz gazeteciyiz, bizim görevimiz bu. Yaşanan bir şiddeti
yokmuş farz etmemiz mümkün değil. Bunu haberlerle ortaya koymamız
gerekiyor” dedi.
“Örnek teşkil ediyor mu şiddet haberleri?” sorusuna o da Adanalı Münevver ve
Münevver olayından yola çıkarak cevap verdi. Demek ki, öğrenilmiş şiddet var.
Okurun kendi sınıfından insanların şiddetiyle çok fazla ilgilenmediğini, üst sınıfın
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
şiddetini daha fazla merak ettiğini ve bu anlamda haberleri seçerken de daha
ziyade üniversiteli gencin işlemiş olduğu bir cinayetin, Etiler'de oturan birinin
işlemiş olduğu cinayetin, bir iş adamının oğlunun veya kendisinin işlemiş olduğu
cinayetin çok daha fazla ilgi çektiğini söyledi.
Örneğin şöyle bir şey söyledi; “İzmir'de zengin bir ailenin çocuğunun havuzda
boğulması önemli. İstanbul'da üniversiteli dört gencin yapmış olduğu kaza
önemli. Biz bunları daha öne koyarız.” O da aynı Posta Gazetesi Yazı İşleri
Müdürü gibi haberi asla çarpıtmayız, katkı yapmayız, provoke edecek bir sunuş
yapmayız dedi.
“Yerelden gelen bir haberin çarpıtıldığını hisseder misiniz?” dedim. “Bunu
hissederiz” dedi. Ben tabii bunu nasıl hissederiz sorusuna kendi hesabıma yanıt
verebiliyorum. Bir haberin yalan ya da doğru olduğu konusunda ilk bakışta bir
kanaatim oluşuyor, çok uzun yıllardır bu işi yaptığım için. Şöyle bir deyim vardır
bizde: Doğru olamayacak kadar güzel bir haber. Ve bende hemen kuşku
oluşuyor.
“Hissederiz, kullanmayız ve tabii yerelden gelen haberi araştırırız” dedi. “Fransa
ve Almanya'da kimse komşusunu, yanındakini tanımaz bilmez” dedi, “fakat
bizim toplum iç içedir. Kapıda, merdivende oturulur, komşudan şeker istenir. Bu
anlamda komşular arasında bir yakınlık var, komşuların kendi evinde yaptığı
kavga bile yan dairede bir merak olarak karşımıza çıkar ki bu tür haberler yani
komşuda yer alan haberler de karşımıza çıkmaktadır” dedi.
Sonuç olarak dört ana başlık altında bağlamak istiyorum:
Bir tanesi, kendini şiddet ve baskı görenin yerine koyma refleksi ve becerisi
göstermedikçe bu şiddet haberleri karşısında doğru ve olumlu bir bakış
üretmemizin imkânı yok diye düşünüyorum.
İki, sadece şiddet haberlerinin doğru ya da yanlış haberden ibaret görülmemesi
gerektiği,
esas
olarak
toplumda
şiddetin
derinliğinin
nasıl
ortadan
kaldırılacağına dair düşünce üretmemiz gerektiği kanısındayım.
Üçüncüsü, bir toplumda ne kadar adaletsizlik varsa o kadar yaygın ve yoğun
şiddet vardır.
Sonuncusu, silahsızlanmanın şiddeti asla yok edeceğine inanmıyorum, yalnızca
dozunu etkileyeceğine inanıyorum. Şiddetin esas kaynaklarının toplumsal
adaletsizlikte bulunduğuna inanıyorum.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Edip Kuzey Ekten
15. Bireysel Silahsızlanma Ödüllü “Bireysel Silahsızlanma : Yaşama Hak Tanıyın”
Fotoğraf Yarışması, 2009
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
ÜÇÜNCÜ OTURUM
TARTIŞMA: YEREL MEDYA'NIN ŞİDDET HABERCİLİĞİNE BAKIŞI
Moderatör: Nail GÜRELİ
SORU ve GÖRÜŞLER
Serpil KORKMAZ (İskenderun Eko Gündem Gazetesi): “Şiddet medya
aracılığıyla mı arttı” deniyor. Daha önceden de töre cinayetleri işleniyordu,
cinayetler işleniyordu. Çünkü “at, avrat, silah” denilen bir toplumun çocuklarıyız.
Bugün iletişim çağında olmamızdan dolayı bunları daha çok duyuyoruz. Ancak
her eline kalem alan da gazeteci oluyor. Dolayısıyla haberler bilinçsiz bir şekilde
yapılıyor, toplum da bundan bir şekilde mayalanıyor. Hep diyoruz ki, biz bu işi
yapan insanlar, kanlı canlı bir haber yakaladığımızda “ne güzel haber yaptık”
diyoruz. Biz bundan ne zaman kurtulacağız?
Osman ÖZDEMİR (Malatya Birlik Gazetesi): 12 Eylül döneminde intihar
haberlerinin yasaklandığını ve bunun da intihar oranında düşüşe sebep
verdiğini söyledi Sayın Mavioğlu. Bu araştırmanın kimin tarafından yapıldığını
sormak istiyorum. Çünkü yasaklama bir düşüş mü getirir? Mesela trafik kazaları
haberleri yasaklansa, trafik kazaları düşer mi? İflas haberleri yasaklansa, iflas
oranı düşer mi? Zam haberleri yasaklansa zamlar daha mı az olur?
Abuzer DEMİR (Adıyaman Bugün Gazetesi): Batıda hediyelerde sınır var
dediniz. Batı'da hediye ya da rüşvet sınırı nedir? Umut Vakfı olarak
silahsızlanmayla ilgili mücadele veriyorsunuz, peki, devlet kademeleri nezdinde
bir çaba veya girişiminiz var mı? Silahsızlanma konusunda güvenlik güçlerine
yönelik bir bilinçlendirme, eğitim programı çabası var mı Vakfın?
Murat GÜREŞ (Gaziantep Hakimiyet Gazetesi): Bu kadar güvenlik sistemlerinin
olduğu bir ülkede halkın bu kadar silaha meraklı olmasının nedeni ne olabilir?
Medyanın toplum tarafından üretilen şiddeti sunarken kendi içinde otokontrolünün sağlanması nasıl bir yöntemle olur? Biz kendimizle ilgili problemi
nasıl halledeceğiz?
İlhami BOYNUKISA (Gazikent Gazetesi): Şiddete sadece gazete haberlerinin
verilişi açısından mı bakılmalı? Ben temelinde eğitimsizlik olduğuna inanıyorum.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Televizyon dizileri var, mesela Kurtlar Vadisi gibi. İnsanlar kendisini Polat
Alemdaroğlu'na benzetiyor, kalkıp babasını dövüyor. Yani şiddete sadece
gazeteler ve televizyonlar açısından bakmamak lazım. Eğitim bazında da ele
almak gerekiyor.
Cengiz Halil ÇİÇEK: Şablon kavramlardan bahsedildi; alıcı kılığına giren polis,
sanıklar adliyeye sevk edildi gibi. Bir de saniye saniye görüntülendi. Başka
görüntüleme biçimi var mı?
Tuba ÜNLER (Vakit Gazetesi Kilis Temsilcisi): Ben sorunlarının çözümünün asıl
kaynağının
sevgi
bahsedilmişti.
olduğuna
Yunus Emre
inanıyorum.
ve
Sevgi
Mevlana’nın
ve
daha
barışçıl
medyadan
çok anlatılması
ve
anlaşılmasını temenni ediyorum. Nefret söylemleri altında, İslam payları altında
bazı söylemlerde bulunulduğundan söz edilmişti. İslamın hoşgörü ve barış dini
olduğunu düşünüyorum. Bazı radikal söylemlerin İslama mal edilmemesi
taraftarıyım. Bazı insanlar İslamcı gibi görünüp radikal söylemler söyleyebilirler,
bunun İslama mal edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
Filiz BAKIR (İskenderun Meslek Yüksek Okulu): Algıdan konuştuk. Türkiye
gerçeğinden söz ettik. Gazetenin tiraj kaygısından ve şiddet yanlısı haberlerin
sükse yapmasından söz ettik. Ben geleceğin gazetecisi olarak nasıl bir haklı
tavır sergileyerek bunlardan uzak duracağım. Benden istenen bu yönde haber
yapmam ise, gelecekte de benden bunlar istenecekse ben bunu nasıl
başarabilirim tek başıma?
Ali CİHANGİR (Aktif Gazeteciler Cemiyeti): Türkiye'de bireysel silahsızlanma ve
şiddet açısından bakarsak bu haberlerin yapılış şekli nasıl olmalı? Yerel
medyada şiddet haberlerini çok dramatize etmiyoruz ama yaygın medyada
daha çok dramatize ediliyor. Örneğin Kurtlar Vadisi gibi diziler var. Bunların
temelinin eğitimsizlik olduğunu düşünüyorum. “Okuyucu istiyor” deniyor. Eğer
okuyucu o şiddet haberlerini okuyorsa ve siz yazmazsanız tirajınız düşerse o
zaman eğitim eksikliği var. Ben olayın eğitimle ilgili olduğunu düşünüyorum ama
okuyucu şiddet ve özellikle bu tür haberleri istiyorsa da okuyucuya bunu
vermemiz konusunda da eğitim gerekiyor. Ve yaygın medyanın bu konuda daha
duyarlı olması gerektiğini düşünüyorum.
Akın BODUR (İskenderun Ses Gazetesi): Şiddet karşıtı habercilik, barış
gazeteciliği yapmak mümkün mü gerçekten günümüzde? Türkiye'yi karış karış
dolaşıyorsunuz, gözleminiz nedir? Gelişen bir tablo var mı bu süreç içerisinde?
Esra RUHİ (Eğitimci): Gazeteci değilim. Bir eğitimci olarak şunu sormak
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
istiyorum: Şiddet ve şiddetle ilgili haberleri, dizileri izletmeme noktasında neler
yapabiliriz? Ebeveynlerin en çok sorduğu soru bu bize.
Serpil KORKMAZ (Eko Gündem Gazetesi): Magazin gazeteciliğinde haber
kaynağına dokunulma sınırı nedir? Diğer bir konu da yerel gazetelerin resmi
ilanları. Biliyorsunuz yerel medya resmi ilanlar alıyor. Ciddi gazetecilik yapanlar
da var ama bazılarının bunu bir rant kapısı haline getirip kullanmasını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Çilem GÜNDOĞAN (İskenderun Meslek Yüksek Okulu): Seminer boyunca
silahsızlanmadan, aile içi şiddetten, barış gazeteciliğinden bahsedildi. Basın
yayına giren, televizyon gazete açan insanlar eğitim almamış insanlar. Ben
bunu önce fark etmemiştim, sonradan öğrendim. Ben gazeteci olmak istiyorum
diyen, parası, imkânı olan bunu neden yapabiliyor? Bence iş eğitimden geçiyor.
Gazetecilik neden bu kadar basite alınıyor? Basın-yayın mezunu olmayan
kimse bu işi yapmamalıdır diye düşünüyorum.
CEVAPLAR
İncilay CANGÖZ: “Biz bundan ne zaman kurtulacağız?” diye bir soru yöneltildi.
Bu soru çok anlamlı, çok değerli. Bunu bir başlangıç diye kabul ediyorum ben.
“Geleceğin gazetecisi olarak ben bunu tek başıma nasıl yapabilirim?” dedi
arkadaşımız; karamsar olarak değerlendirmeyeceğim bunu. Öğrencilerim de
bana
bunu
soruyor.
Ben
1992
mezunuyum,
eğitim
süresince
barış
gazeteciliğinin adını duymadım. Daha sonradan öğrendim bunları. Bireyden
başlıyor
her
şey.
“Sevgiyle
değişim,
dönüşümün
gerçekleşeceğini
düşünüyorum” dedi bir arkadaşımız.
Ertuğrul Mavioğlu, kendimi koyuyorum dedi, sorumlu gazetecilik yaparken. Evet,
bunu yaparsak barış gazeteciliği yaparız ya da barıştan yana koyarak
yapabilirsiniz. Sorumlu bir insan olduğumuzda bu zaten gerçekleşecektir.
Kendimizden başlıyor, bunu içselleştirdiğimizde kendiliğinden başlayacaktır.
Bir de medya okuryazarlığı konusunda şunu söyleyebilirim: Televizyon ve
medyanın
bir
başına
kullanılmasına
izin
vermemeliyiz.
Bunun
nasıl
kullanıldığının denetim altında olması lazım. Çok gereksiz yerlerde şiddet
gösteriliyor. O zaman çocuklara anlatmalıyız ki “insana şiddet uygulanmaz,
şiddet kötü bir şeydir”. Ebeveynlerin bunun altını çizmesi gerekiyor. Fakat bazen
ailelerin eğitimi yeterli olmuyor. Ebeveynlerin dizi tercihlerinden çocuklar da
etkileniyor. Bu noktada öğretmenlere de görev düşüyor. Onların da bunu
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
anlatması lazım.
Abdülrezak ALTUN: Medya okuryazarlığı çerçevesinde devam edeceğim. 10
yaşında oğlum var benim. Ben, oğlum ve eşim bir arada yaşıyoruz. Eğer ben
Kurtlar Vadisi ya da başka şiddet veya cinsellik içeren şeyler izliyorsam,
dolayısıyla oğlum da onlara bakmak durumunda kalıyor. Öncelikle “siz
izlemeyin”i önerin ailelere. Çok fazla televizyon kanalı, çok fazla seçenek var.
Gerçi birçok kanalda benzer şeyler var ama belki televizyonun kapatma
düğmesine daha çok basmak gerekiyor, eğer izlenecek bir şey yoksa. Hani hep
“televizyonlar daha çok belgesel gösterse” deniliyor ya ben belgesel izlerim,
oğlum da 10 yaşında olmasına rağmen iyi bir belgesel izleyicisi oldu. Yani
ailelerin yaptığı tercihler çocukların yaptıkları tercihleri belirliyor. Şiddet
uygulayanlar çocukluklarında mutlak şiddete maruz kalmış ya da şiddeti
gözlemlemiş çocuklar oluyorlar. Onun için eğer şiddeti yaşamımızdan çıkarmak
istiyorsak, çocukların yaşamından şiddeti çıkarmak çok önemli. Bu sadece
gazeteciler ve medya çalışanları olarak değil, anneler ve babalar olarak da
temel sorumluluğumuz bizim.
Ertuğrul MAVİOĞLU: 12 Eylül'de intihar haberlerinin yasaklanması cümlesi
bana ait değil, Milliyet Gazetesi Yazı İşleri Müdürü arkadaşımızın söylediği şey.
Ben aktardım ve emin olmadığımı söyledim. “Zam haberleri yasaklanırsa zam
azalır mı?”, bunu karşılamıyor. İntihar haberlerinin yasaklanması ve intiharların
azaldığına dair bir araştırma da yok ya da var da ben bilmiyorum. Yalnız soru
12 Eylül'ün yaptığı iyi iş gibi algılandı. Bunu düzeltmek için şunu söylüyorum:
“Ertuğrul Mavioğlu sen nasıl bakıyorsun, 12 Eylül nedir?” diye soracak
olursanız... 12 Eylül faşizmdir ve faşizm insan hayatına kasttır. O nedenle 12
Eylül'e dair herhangi bir iyi anım ve iyi bir düşüncem olmadığının altını
çiziyorum. Ama meşru bir tarafları varsa, lütfen yargılansınlar ve kendi
meşruiyetlerini yargılanma sürecinde anlatsınlar. Bu kadar da kalbim açık.
Terimler meselesi, “saniye saniye” görüntülendi. Tek yanıt verebileceğim bunu
bulabildim. “Mahkemeye sevk edildiler” cümlesi. Hakikaten bazen mahkemeye
sevk o kadar geç saatte oluyor ki, haberin devamını yetiştirmek çok zor oluyor.
Tutuklandı mı yoksa serbest mi bırakıldı? Öyle zamanlar oluyor ki “mahkemeye
sevk edildiler” olarak kalıyor. Ama olay gerçekten çok önemliyse, toplumun çok
geniş kesimini ilgilendiriyorsa, bunu mutlaka yazmaya gayret ediyoruz. Dikkat
etmek lazım, dediğiniz gibi. Diğer terimler konusunda şunu söyleyebilirim,
gazeteciler biraz daha dikkatli olursa daha anlamlı cümleler kurabilirler.
Öğrenci arkadaşımın hepimizi etkileyen cümlesi “nasıl başarabilirim tek başıma”
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
sorusu… Hiç kimse tek başına bir şey başaramaz. Ne haberinizi koyarsınız, ne
haber projenizi kabul ettirirsiniz. O yüzden sendika gereklidir. Gazetecilerin
sadece bir ekonomik birlik olarak değil aynı zamanda editoryal bağımsızlıkları
için de sendikal örgütlenme şarttır. Ama bu neden olmuyor? Yine kendi
ülkemizdeki insanların bireysel pazarlık güçlerini çok abartmalarından, kariyer
planı çerçevesini etkiler gibi düşüncelere kapılmalarından ötürü olmuyor. Bu
olsa emin olun daha etik bir gazetecilik yapmanın da önü açılır. Çünkü o
muhabir, haberini savunur. Bir başlık karşısında editörüne “hayır bu olmaz”
deme şansı artar. Irkçı, militarist, eril veya şiddeti öven, bunların hepsinin
önünde set oluşturma ihtimali daha fazla güçlenir.
“Yerel medya dramatize etmiyor, yaygın medya dramatize ediyor” sorusuna ben
yanıtımı az önce yerel medyadan gelmiş olan birtakım haber ve örneklerle
verdim. En çarpıcı örnek “ödünç bıçakla öldürdü” örneğiydi. O taşradan gelmiş
ham haliyle aldığım bir örnekti. Şöyle bir şey yok: Yerel medya az yapıyor,
yaygın medya fazla yapıyor... Biz aynı hamurdan üretilmiş Allah kullarıyız. Biz
birbirimize çok benziyoruz ve emin olun yaygın medyada çalışan muhabir de
yerel medyada çalışan muhabir de şu kapıdan çıkıp da karşı karşıya kaldığınız
toplumun aynısı. O yüzden gazetecilik öğrenilmesi gereken bir şeydir. Gökten,
tepeden zembille inmez.
Son nokta, “gazetecilik neden bu kadar kolay yapılıyor” sorusu. Kendi hesabıma
söyleyeyim; bir muhabirde aradığım kıstasların başında “ne kadar çok okuyor,
ne kadar çok okuma alışkanlığı var” gelir. Eğer okuma alışkanlığınız yoksa,
kahvede üç yüz kelimeyle konuşan insandan daha fazla kelimeye sahip
değilseniz bu mesleği yapamazsınız. Her gün kendinizi yeniden üretemezsiniz,
kelimeleriniz eksilir, iyi haber yazamazsınız. Her gün daha fazla okumazsanız
dünyaya bakışınız genişlemez. O zaman reflekslerinizi doğru tutturamazsınız.
Bir bakarsınız savaştan yana esiyor rüzgâr, siz de militarizmin bir parçası
olursunuz. Bir bakarsınız savaş yanlısı gazete çok satar hale gelmiş, onun
karşısında direnç oluşturamazsınız. Hayatta sağlam, sağlıklı, düzgün bir duruşu
olmayan, ezilenden yana olmayan, şiddet görenden yana olmayan, mağdurdan
yana olmayan bence gazetecilik yapmasın.
Mine GENCEL BEK: Öncelikle şiddet ve eğitim arasındaki bağlantı konusuna
girmek istiyorum. Araştırmalar böyle bir bağlantı olmadığını gösteriyor aslında.
Aile içi şiddet her kesimden, sınıftan, insandan gelebiliyor. “Eğitimi çözersek her
şeyi çözeriz” gibi bir kolaycılığa kapılmamamız gerekiyor. Aynı şekilde “basın
yayın alanındaki kişiler de çok eğitimli olurlarsa her şey düzelir” gibi bir şey de
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
yok. Bu etik ihlalleri bilerek ya da bilmeyerek yapanlar genel yayın yönetmenleri,
Fransalarda okumuş, doktora yapmış kişiler. Akademisyenler de öyle, sadece
gazetecileri eleştirmiyorum. Üniversitelerde öğrenciye hakaret etmek de bir
şiddettir.
“Sadece iletişim mezunları bu işi yapsınlar” demek de asında liberal
demokrasinin bütün örneklerine aykırı. Çünkü basın olarak ifade özgürlüğü
herkese açıktır. Orada bir sınırlama, sansür yapamayız. “Okuyucu istiyor, onun
için böyle oluyor” da bizim söylememiz olmamalı. Bu neoliberal pazar gücünün
medya içindeki söylemidir. O, kendini savunma mekanizmasıdır. Kanallara
bakınca bir manken röportaj yapıyor, bir şovmen haber sunuyor, başka bir şov
programında politikacı ağlıyor… Yani seçenek yok, sorun burada. Okuyucu
istiyor diye olmuyor bunlar. Önemli olan seçeneklerin üretilmesi. Artı, eğitim
meselesiyle ilgili olduğunu düşünmüyorum burada. Örgütlülük çok önemli. Tabii
1980 sonrası bizim çok önemli bir kaybımız bu. Sendikalı gazetecilere
sorduğunuzda onların arasında şiddeti savunan çıkmayacaktır eminim. Çünkü
örgütlü olmak “gelin, ne yaptığımıza birlikte bakalım, sorgulayalım, eleştirelim”
demektir. Örgütlülük önemli, etik ilkelerin gözden geçirilmesi gerekir.
Çocukların üzerinde fazla durmadık bu toplantıda, çocukların temsil işi çok
önemli. 17 aylık bebeğin tecavüz olayında şiddetin pornografisinin de yapıldığını
gördük. Asıl meselenin eşitsizlikler, çeşitsizlikler olmasına rağmen cani, katil gibi
sunulmasını da gördük çocuklarımızın.
Çocukların medya okuryazarlığı da çok önemli konulardan birisi. Nispeten
medya sektörünün eleştirel bir okuma geliştirmesi açısından önemli bir girişim
ama var olan medya okuma yazma programına baktığınız zaman, maalesef ben
diyorum ki, keşke hiç yapılmasaydı daha iyi olurdu. Yani Milli Eğitim Bakanlığı
ve RTÜK işbirliğiyle yapılan medya okuryazarlığı programı sonucunda web
sitesine tıklayıp bakın şunları görürsünüz: Çocuk sitesinde çocuklar “iyi ki bunu
izledik, Türk polisinin ne kadar geliştiğini gördük” ya da “Türkiye'nin bölünmez
bütünlüğü”, “müstehcen davranışlarla ailenin kutsallığı zedeleniyor” gibi bir
eleştiriye varıyorlar. Ben bunun eleştiri olduğunu düşünmüyorum. Muhafazakâr
kültürün çocukların beynine damardan yerleştirilmesidir bu. Eleştiri başka bir
şeydir. Gerçekten mağdurun yanından bir eleştiridir; ötekiler dediğimiz. Nasıl
bakarsanız bakın; kadının, azınlıkların ezilmesi anlamındadır, dolayısıyla çocuk.
Oradan “bayrağımızın kutsallığı ihlal edilmiştir, vatanın bölünmez bütünlüğü”
dediğinde, ben burada medya okuryazarlığı göremiyorum. Olması gereken
dolayısıyla başka tür bir okuryazarlık. “Sürekli çocukları koruyalım da onlara
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
zararlı fikirler bulaşmasın” demenin sonu olmadığını düşünüyorum. Bu kadar
korumacı mantıkla yetiştirmememiz gerekir çocukları. Biraz güvenmemiz lazım.
Eleştirel yurttaşlar olarak, haklarını, sorumluluğunu bilen, başkasına saygı
duyan yurttaşlar olarak yetiştirmek noktasında olmalıyız.
Ombudsmanlık, okur temsilciliği sisteminin güçlendirilmesi lazım. Oralara
bıkmadan yazmamız, eleştirimizi, tepkimizi göndermemiz gerekir. Onların hepsi
çok çok önemli olacaktır.
Özel yaşam nerede biter? “Kamu yararı” diyecektir muhtemelen hukukçu
arkadaşlarımız ve gazeteciler de. Ama hiçbir kamu yararı gerektirmeyen
durumlarda ünlüler, modellerle ilgili haberlerin ele alındığını görüyoruz.
Suç korkusunun yine aynı derecede korkutucu bir başka sonucu olduğunu
düşünüyorum ki, o da toplumsal hayata katılmamak. Başıma bir şey gelecek
korkusuyla gece dışarı çıkmamak... Bunu daha çok kadınlar ve çocuklar
yapıyor.
Her
şehrin
belirli
bölgesine
kadınlar
ve
çocuklar
giremiyor.
Tembihliyoruz “aman sakın oraya gitme” diye. Bu da toplumsal hayattan
dışlanmadır aslında. İlk kez bu bayram hiçbir çocuk gelmedi bizim evimize. Bu
da çok çok trajik bir şey diye düşünüyorum. Suç korkusuyla, şiddet korkusuyla
toplumsal hayattan dışlanma ve gittikçe eve bağlanma, aileye bağlanma,
birbirimizden yalıtılma çok trajik sonuçtur diye düşünüyorum.
Fikret İLKİZ: “Magazin gazeteciliği özel yaşama ne kadar müdahale etmelidir”
diye bir soru sordunuz. Sayın meslektaşım özellikle “kamu yararı” varsa dedi.
Bir defa 1982 Anayasası’na baktığınız zaman özel yaşamın korunması
gerektiği, saygı duyulması gerektiği ve gizli olduğu açıkça yazılıdır. Yine Basın
Kanunu’nun 3. maddesindeki sınırlandırma ölçütlerinden biri de başkalarının
şöhret ve haklarının korunmasıdır, bunun içine özel yaşam da girer. Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. maddesi de özel yaşamı düzenlemektedir.
Bunlar uluslararası belgeler, yasalardır. Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk
Bildirgesi'ne bakarsanız özel yaşamın bazı hallerde ihlal edileceğine dair ve
hangi hallerde ihlal edilemeyeceğine dair de bir düzenleme vardır ki bana göre
doğrudur. Özel yaşamın ihlali bakımından konulan ilkelere baktığınızda, eğer
siz gazeteci olarak büyük bir suçu ortaya çıkaracaksanız, özel yaşamın ihlali
mümkündür. Başka türlü onu ortaya çıkartmanız mümkün olmayabilir. Ya da en
azından toplumda belli bir felaketin önlenebilmesi için gazeteci bunu ancak özel
yaşamı ihlal ederek elde edebilecek ise bu halde de mümkündür.
Yine de Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'nde; bu hallerde dahi
der, asıl olan kamu yararıdır. İki, o kişinin yapmakta olduğu görev bakımından o
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
görevin
yerine
getirilmesinde
özellikle
bazen
kamu
görevlilerinin
gerçekleştirdikleri hukuka aykırılıkların da mutlaka ortaya çıkması, kamuoyunda
bilinmesi için de özel yaşamın ihlal edilmesi mümkündür. Ama bütün bunların
tümü Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi'ndeki ilkelere bağlıdır ve
bir anlamda da bu hukukun ta kendisidir. Yani yargının içinden çıkmış olan bir
kavramdır ve yargının öğretileri içinde de genelde verilen kararlar bu tür
ölçütlere bağlıdır.
Yani soru şudur aslında: Gazeteciler olmasaydı? Şimdi bu soruyu sorduğunuz
andan itibaren; gazeteciler olmasaydı, örneğin Ebu Garip cezaevinde işkence
yapıldığını bilemeyecektiniz. Ya da en azından Irak'ta Bağdat'ın işgali
konusunda da “burada nükleer silahlar vardır, bulunması gerekir” diye başlayan
ama hâlâ gazeteciler tarafından sorgulanan “nükleer silahlara rastlanamadı”
konusu bazen, özel yaşam da dahil olmak üzere, ihlalleri gerektirir. Bu ihlaller
hukuka uygundur. Bu ihlaller bir anlamda da meslek ilkelerine uygundur.
Çok somut olarak sorduğunuz soruda mahremiyetle ilgili kavram da şu şekilde
tartışılmaktadır: Acaba nerede başlar? Yatak odasının kapısında mı, daire
kapısında mı, bahçe kapısında mı? İfade özgürlüğünü korumak istiyorsanız, son
gelinen nokta şudur: Özel yaşamı korumak zorundasınız. En önemli olay da
Monaco Prensesi Caroline'le ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
verdiği bir karardır. Dergilerde özel yaşamı doğrudan ilgilendiren fotoğrafların
yayınlanmasıyla ilgili bir karardır. Benim kişisel fikrim son yaşadığımız olaylar ve
örneğin
bir
dizide
oynayan
oyuncularla
ilgili
meydana
gelen
olayın
sorgulanmasında ulaştığım sonuç şudur: Mahremiyet hakkının ihlali konusunda
gazeteciler çok başarılı olmuştur. Dolayısıyla mahremiyetin ve özel yaşamın
gizliliği konusunda hata yapmışlardır. Geçmiş olaylardan ve o olayların bize bir
öğreti yaratması için korunması gerekli olan özel yaşamla ilgili daha kötü bir
örnek vereyim. Anımsarsanız Aczmendilerin şeyhi olan bir kişiyle bir kadının
yaşadığı ilişki naklen televizyonlardan yayınlanmıştır. Ağabeyleriyle beraber
kameralarını alarak, Aczmendi olan bir kişiyi evinde bir kadınla basan
gazeteciler bunu haber olarak yayınlamıştır. O tarihlerde çok iyi bir haber gibi
gelmiştir ama Türkiye o olayda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından
mahkûm edilmiştir ve tazminat ödenmiştir. Tek bir ölçüt vardır, o da
sözleşmenin 8. maddesinde yer alan özel yaşamın ihlalidir. Onun için sorunun
yanıtı şudur: Gazeteciler olmasaydı, ortaya çıkması mümkün olmayan olaylarda
özel yaşamın ihlali hukuka uygundur. Çünkü eşittir, bunun sonucu kamu
yararıdır. Kamu yararı dediğiniz zaman da basın özgürlüğünü, halkın bilgi
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
edinme özgürlüğü ve gerçekleri öğrenme hakkını algılamanın zamanı gelmiştir.
İfade ya da basın özgürlüğü dediğiniz kavram da aslında buna aittir.
Bir de sanıyorum, benim sözümde geçen, yani nefret suçlarıyla ilgili olarak Vakit
Gazetesi’nden olan arkadaşımız, Mevlana ve Yunus Emre'den bahsettiniz. Ve
dediniz ki; “bu işi sevgiyle barışla çözebiliriz, aslında İslam dini de barışı
savunur ve müslümanlar da adam öldürmez zaten”. Dolayısıyla bu anlamda siz
“böyle radikal sözler söylenebilir çok bunun üstünde durmayın” ya da “bu radikal
sözler İslamla alakalı değildir’ dediniz.
Sizi memnun eder, hemen söyleyeyim: Mevlana ile ilgili Kültür Bakanlığı’nın bir
projesi var. Mevlana Evleri kurulacak Türkiye'de. Bir de Türk edebiyatçılarının
dışa açılım projesi var. Bu dışa açılım projesinin başlangıcı da Yunus Emre ile
gerçekleştirilecek; hiç olmazsa Kıta Avrupasında ortaya çıkan İslama karşı
fobinin önlenebilmesi amacıyla gerçekleştirilecektir. Gazetenizi bazı hallerde
okuyorum ama sanıyorum Vakit Gazetesi bu tür projelere yer veren ve anlatan
bir gazetedir. Ama izin verirseniz ben de size bir şey söyleyeyim: İslam dininin
ne kadar barışçı olduğu konusunu sanıyorum bana hatırlatmanıza gerek yok,
ben bunu biliyorum. Ama benim özellikle hatırlatmaya çalışmak istediğim
kavram şudur: Radikal sözler söyleyenler kim olursa olsun, hangi dine mensup
olursa olsunlar, dünya üzerinde nefret suçlarını yaymaya hakları yoktur. O
nedenle İngiltere'nin başına gelen bu olayda, örneğin toplantılarda, kamuya açık
alanlarda bu şekilde söz söylenmesi nefret suçlarının yayılmasına neden olur.
Ben bununla mücadele ederim. Eğer bununla mücadele etmezsem o zaman
Londra metrosunda bir başka terör olayıyla daha karşılaşırım. Hangi dine
mensup olursa olsunlar Guantanamo'da tutulan insanların temel hak ve
özgürlüklerinden ben sorumluyum. Dolayısıyla onların haklarını savunmak
durumundayım. Amerika'nın uyguladığı bu politikaya da resmen karşı çıkmak
sanıyorum dünya üzerinde yaşayan herkesin insanlık görevidir. Ama ben, bu
arada, orada tutulan insanların Müslüman olduklarını ön plana çıkarmam.
Temel insan hakları olarak bütün bunları söylerim. Ayrıca bütün bunları
değerlendirdiğiniz zaman, bizim asıl görevimiz bu anlamdaki kişilerin laflarının
bile sadece bir radikal söylemi olup olmadığını sürekli akılda tutarak bununla
mücadele etmektir. Etmezsek o zaman Taliban'ın oy vermeye giden insanların
burnunu, kulağını kesmesine karşı çıkma olanağımız kalmaz. Buradan bir
sonuç çıkartmamız gerekirse, ben Sudan Darfur'daki olaydan kendimi sorumlu
sayarım. Onun için Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin önüne El Beşir'in bir an
önce çıkmasını istiyorum. Bir başka deyişle; yargı önüne çıkması için dünya
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
üzerinde yaşayan bir fert olarak elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz.
Ancak benim ülkemde “Müslümanlar adam öldürmez, merak etmeyin ben orayı
inceledim, soykırım suçu yok” sözü beni bağlamaz. Benim topraklarıma, benim
yaşadığım ülkeme bu anlamda insanlık dışı suç işlemiş hiçbir devlet görevlisi
yaklaşamaz. Ben hayatım boyunca Yugoslavya'da meydana gelen olayda
Sırpların Boşnaklara ve o anlamdaki etnik temele dayalı olan yaklaşımlarına
karşı çıkmak zorundayım. Çünkü bu temel insan hak ve özgürlüklerinin
korunmasıyla ilgilidir. İslamın barışçı olması, “Müslüman adam öldürmez” gibi
laflar bana hiç işlemez. Bu çerçevede olaya baktığım zaman da temel insan hak
ve özgürlükleri olarak bakıp, böyle değerlendirmenin çok daha yararlı olduğu
fikrindeyim. Çünkü, inanın bir insan öldüreni yargılamak çok kolaydır; yüzlerce
insanın soykırıma uğramasına, insanlık suçu işlenerek öldürülmesine karşı emir
veren insanların yargılanması çok zordur. Bu yargılamalarda İslam, Hıristiyan
ayrımı yapılmaz. Onun için bazı olaylara yaklaşırken, en azından, “sözünüzde
böyle radikal söylemler geçti” lafları akılda kalsın, yüzleşelim bu gerçekleri
bilelim diye söylenmiştir.
Timur DEMİRBAŞ: “Güvenlik güçlerini Vakıf eğitmeyi düşünüyor mu?” diye bir
soru geldi. Şimdilik öyle bir çalışmamız yok ama yapmış olduğumuz bazı
toplantılara emniyet elemanları da katılıyor, davet ediyoruz. Ama genel olarak
yerel medya seminerleri gibi bir çalışma yapmadık. Belki ileride bilemiyorum,
Vakıf bu konuyu değerlendirebilir.
Yine intihar haberlerini hukuki açıdan değerlendirmek istiyorum. Gerek eski
basın kanununda, gerek yeni basın kanununda intihar haberlerini teşvik edecek
şekilde vermek suç olarak düzenlenmiş. Kaldı ki, radyo ve televizyon
aracılığıyla yine intiharı özendirecek haber yapmak da yine temel ilkelere
aykırılık sonucunu doğuruyor.
Son olarak da, Mine Hanım’ın katkısına teşekkür ediyorum; suç korkusunun
toplumsal yaşamdan soyutlamayı doğurduğunu belirtti. Doğrudur. Zaten suç
korkusu kavramını açıklarken geniş anlamda suç korkusunun yaşam kalitesini
etkilediğini ifade etmiştim. Vermiş olduğunuz örnek çok güzel. Kayseri'de bir
önceki bayramda iki çocuğun kaybolması ve halen bulunamamasını bu
bayramda suç korkusu olarak yaşadık.
Ayhan AKCAN: İntihar haberlerinin yasaklanması intihar oranını azaltır mı? Bu
psikiyatrik bir konudur. İntiharda; neden intihar ettiği, intihar şekli ayrı bir şey,
intiharın tamamlanması ayrı bir şey, intihar haberlerinin yapılması ayrı bir şey.
Ama intihar nedenleri vardır ki % 60 depresyondur. İkisi arasında bir ilişki
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
olduğunu ben düşünmüyorum.
Televizyondaki şiddetin izlenmesi konusunda aslında kumanda kimin elindeyse
o karar veriyor. Kurtlar Vadisi oynarken aynı anda Aşk-ı Memnu var. O da
izlenebilir. Yani kadınlar eline kumandayı alırsa, bu anlamda şiddet daha az
izlenir. Senaryoyu yazanlar da çocuk danışmanlarına danışabilirler.
Nail GÜRELİ: İntihar haberlerinin yasaklandığı konusunda bir bilgim yok. Şu
olabilir belki, kimi askerler kendi söylemlerinde söylemiş olabilirler. Nitekim 27
Mayıs'tan sonra bir yüzbaşı “Babıâli’den geçeriz gerekirse” diye konuşmuştur,
medyayı eleştirirken. Böyle bir şey olabilir.
Hediye konusunu sordu arkadaşımız. Bazı gazetelerin Batı’da buna bir limit
koyduğunu biliyoruz. Yani şu kadar doların üstünde olan hediyeyi gazeteci
kabul etmez diye. Nitekim bizim bildirgemizde de o var, gerçi miktarı
belirtilmemiş ama gazetecinin hediye kabul etmeyeceği, makul ölçülerde ufak
jestlerin dışında hediye kabul edilemeyeceği var.
Vakit Gazetesi’nden Tuba arkadaşımız sevgiye değindi, ben de konuşmamı
bitirirken sevginin gazeteci için ne kadar önemli bir haslet olduğunu söylemiştim.
Arkadaşım sordu, “yerel basında bir gelişme gördünüz mü?” diye. Evet, ben
1994'den beri Anadolu’yu dolaşıyorum. Orada gördüklerimle bugün geldiğimiz
noktada yerel basın açısından olumlu buluyorum. Meslek ilkelerine, gazetecilik
anlayışına daha yaklaştığımızı görüyorum yerel basında. Elbet kusurlarımız
eksiklerimiz var ama temelde gazetecilik anlayışı, haber kaynaklarıyla temas
konusunda memnuniyetle gözlemlediğimi söyleyebilirim. Sabırla bunlara devam
etmek gerekir.
“Tek başıma ne yapabilirim” diyor arkadaşım. Elbette tek başına bir şey
yapamazsın. Gerçi tek başına yapabileceğin şey de var ama üç beş kişilik
hareket yaratabilirsin çevrende. Örgütlenmeyi teşvik edersin tek başına.
Örgütlenme çok önemli. Büyük güçtür, “şartlar uygun değil” diyeceksiniz,
bugünkü yasalar, siyasal anlayış ve toplumun yaklaşımıyla kalkıp “örgütlenme
nasıl olsun” demeyin. Ümitsizliğe kapılmamak gerekir. Kendi bölgenizde de
cemiyet çokluğunu aza indirmeye gayret etmeniz gerekir. Bazı cemiyetlerin
birleşmesi gerekir, gerçek gazeteciliğe gönül vermiş cemiyetlere güç vermeniz,
ona katılmanız faydalı olur.
Resmi ilanlar konusu... Kimi gazeteler Anadolu’da sadece resmi ilan almak için
çıkıyorlar ama ben haber vereyim ki resmi ilanların da geleceği pek parlak değil.
İnternet üzerinden resmi ilanların yayınlanması konusunda ciddi ilerleyen
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
çalışmalar var hükümet katında. Bu olması muhtemel bir gelişmedir. Ama
bundan umutsuzluğa kapılmayın. O zaman gerçek gazetecilik yaparak ayakta
kalmanın yollarını bulacaksınız, yapamayan da elenecektir. Bu doğanın kanunu.
Kendi kamuoyuyla bütünleşen, iletişim kuran gazeteler var, böyle yapılacak.
“Bin şerden bir hayır çıkar” var ya, belki de daha doğru, somutsal gazeteciliğin
yolu açılmış olacaktır.
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.
Yıldız Posta Cad. No:52 Esentepe - İstanbul
Tel: (212) 337 29 93
Fax: (212) 288 66 75
e-mail: [email protected]
http://www.umut.org.tr
Umut Vakfı Yayınları | Bu kitabın içeriği kısmen veya tamamen kopyalanamaz ve yayınlanamaz.

Benzer belgeler