Biz “Çatı”da olmayalım

Transkript

Biz “Çatı”da olmayalım
İşçi Sınıfı temsilcileri Soma Katliamı için İstanbul’da buluştu
DİSK Nakliyat-İş Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu:
2
0 ülkeden 90 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu
(DSF) ile DİSK Nakliyat-İş Sendikasının birlikte düzenlediği “SOMA’DA İŞÇİ KATLİAMINI NE UNUTURUZ NE AFFEDERİZ” konulu Uluslararası Konferans; Bahrein, Bask Bölgesi, Brezilya, Kolombiya, Danimarka, Mısır, Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç, İsviçre ve Kıbrıs’tan gelen otuz bir sendika yöneticisi ve uzmanların katılımı ile birlikte 18 Haziran’da
İstanbul’da yapıldı.
D
İSK, Nakliyat İş yöneticileri, Soma Maden’den iki işçi ve diğer kurumların temsilcilerinin de katıldığı konferans sonunda bir sonuç bildirgesi
hazırlandı. Katılımcılar, Uluslararası İşçi Sınıfına ve dünya halklarına
“UNUTMAYACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!” mesajını deklare etti.
Türkiye iş cinayetlerinde
Avrupa’da birinci
dünyada ikinci sırada
***
12-15’te
Yıl: 9 Sayı: 77 1 Temmuz 2014
Başyazı
B
ildiğimiz gibi Meclisteki 4
Amerikancı burjuva partisi yeni bir devlet başkanı seçecek,
önümüzdeki Ağustos’ta.
Bunlardan ikisi (CHP ve MHP) geçen hafta belirledikleri ortak “çatı”
adaylarını birlikte açıkladılar. Bu kişi,
Ortaçağcı dünya görüşüne sahip Ekmeleddin İhsanoğlu’dur.
Diğerleri henüz açıklamadı. Sanırız
onlar da bu hafta sonu açıklarlar. Çünkü adaylık başvurusu için 3 Temmuz
son gündür.
AKP’nin adayı büyük olasılıkla
Tayyip ya da Gül’dür. HDP de bir aday
çıkaracak, birinci turda yarışması için.
2. turda yine çok büyük olasılıkla Tayyip’i destekleyecek HDP. Bunu zaten
Pervin Buldan da şöyle diyerek açıklamıştı:
“BDP’li Pervin Buldan, çözüm
sürecinde atılacak adımlara göre
Cumhurbaşkanlığı
seçimlerinde
Başbakan Erdoğan’a destek verebi-
Kendisi taşeron
B
3’te
Siyasi Gazete
www.kurtulusyolu.org
Dünya çapında
resim siyahtır
Biz “Çatı”da olmayalım
leceklerini söyledi.
“(…)
“Bizim alacağımız kararın barış
ve müzakere süreci ile bağlantılı olduğunu, hükümetin atacağı adımlarla bağlantılı olduğunu düşünüyo-
lar olursa BDP ve HDP de buna ilişkin önemli kararlar alabilir.” (Radikal, 4 Mayıs 2014)
Gördüğümüz gibi Pervin Buldan
pazarlıkta anlaşmamız halinde Erdoğan’ı destekleriz, diyor açıkça. Büyük
rum. Yani hükümet, bakalım sürece
ilişkin nasıl adımlar atacak? Basit,
gözle görülür, Kürtleri tatmin edecek ve taleplerini karşılayacak adım-
olasılıkla da anlaşacaklar ve öyle olacak.
Ama tabiî kendi güçlerini de netçe
gösterebilmeleri için 1. Turda kendile-
Balyoz Davası sanıkları
beraat mı etti?
Kim öldürüyor bu
insanları, kim bölüyor bu
ülkeleri?
4’te
5’te
Sivas Katliamı’nı Unutmadık,
Unutturmayacağız!
undan 21 yıl önce, Sivas’ta Pir
Sultan Abdal Şenlikler’ine katılan 33 aydınımız, insanımız göz
göre göre, devletin gözetiminde Ortaçağcı gericiler tarafından hunharca katledildi. Saatlerce kuşatıldıkları otel
binasında sanki seyirlik bir oyun sergiler gibi dünyanın gözünün içine baka
baka katledildiler. Bu katliamı planlayanlar günler öncesinden provokatif yayınlar yaparak halkı kışkırtıyorlardı.
Katliam günü yani 2 Temmuz’da camilerden halkı kışkırtarak Madımak oteline
doğru
yönlendirmişler,
“Kahrolsun Laiklik”, “Cumhuriyet
1 TL
Dünya Sendikalar
Konfederasyonu Genel
Sekreteri Yorgos Mavrikos
Sivas’ta Kuruldu Sivas’ta Yıkılacak”, “Yaşasın Kıyamımız” sloganlarıyla
gerici
bir
ayaklanma
başlatmışlardı. Gözleri o kadar dönmüştü ki, tekbir sesleri getirerek Madımak Oteli’ni ateşe vermişler ve otelde
bulunan insanların ölmelerini sevinçle
izlemişlerdi. Sözde yangına müdahale
etmeye gelen itfaiye ekibini de engellemişlerdi. O ana tanıklık eden insanların
anlatımları bugün bile tüylerimizi diken
diken ediyor.
Böylesi bir katliam unutturulabilir
mi? Bu katliamı unutmak suça ortak
olmak değil midir?
Onun için bu katliamı ne
unuturuz ne de affederiz. Bu
katliamı yapanlar ise bugün
Suriye’de de, Irak’ta da katliamlar yapan Ortaçağcı gericilerdir. Ortaçağcı gericilik, hep
emperyalistlerin maşası olmuştur ülkemizde ve Ortadoğu’da.
Ne zaman ilerici bir halk hareketi, ya da gençlik hareketi geliştiyse ya da iktidardaysa
AB-D uşağı, maşası bu gerici
güruh her türlü silahla donatılarak, parayla beslenerek üstlerine saldırttırılmıştır.
Amerikan Emperyalizminin 6. Filo’sunu protesto eden devrimci gençliğimize saldıranlar bunlardı. Maraş,
Çorum Katliamı’nı yapanlar bunlardı.
Afganistan’da, Pakistan’da emperyalistlerin maşalığını yapanlar bunlardı.
Ve bugün başta Suriye olmak üzere,
Irak’ta ve diğer Ortadoğu ülkelerinde
katliamlar yapanlar bunlardır. Tayyipgiller tarafından her türlü silah ve parayla donatılan ÖSO ve IŞİD adlı bu
maşalar, Yezid ve Muaviye İslamlığının
yeni versiyonu olan CIA İslamlığını
4’te
rinden bir adayla yarışacaklar. İkinci
Turda da Tayyip’e; “Bak bizim yüzde
şu kadar oranında oyumuz var. Senin
aldığın da şudur. İkisinin toplamı CHP
ve MHP’nin adayını geçer. Böylece seni Çankaya’ya çıkarmış oluruz. Gördüğün gibi oraya çıkman bize bağlı. Bu
sebeple bizimle anlaşmaya mecbursun”, diyeceklerdir.
1950’den beri, sadece 27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği güçle Çankaya’ya çıkan rahmetli sevimli “Cemal Aga”yı (Gürsel’i) saymazsak,
tüm hükümetleri, başbakanları, devlet
başkanlarını Amerika atamıştır. Kimin
iktidara geleceği, kimin ne zaman iktidardan gideceği hep Amerika’nın işi
olmuştur. Halk da sandıklara boş yere
koşturularak kandırılmıştır. Kendisinin
seçtiğini sanmıştır halkımız hükümetleri de, milletvekillerini de. Ve devlet
başkanlarını da. Oysa geri planda bütün bu işleri yapan Uluslararası Emperyalist haydutlar topluluğunun başhay-
dut devleti ABD’dir. O CIA’sıyla yapar, IMF’siyle yapar, Dünya Bankası’yla yapar, ordusuyla yapar. Bizim gibi geri ülkelerden satın aldığı hainler
aracılığıyla yapar. Bu hainlerin bir kısmı Antika ve Modern Parababalarıdır.
Bir kısmı onların siyasi plandaki temsilcileri, partileridir. Bir kısmı onların
“STK”leridir.
Önümüzdeki Ağustos’ta yapılacak
seçimde de yine Amerika’nın dediği
olacaktır, seçtiği çıkacaktır Çankaya’ya.
Biz gerçek devrimcilere de ne acıdır
ki bu namussuzca oyunu, kandırmacayı seyretmek kalacaktır. Kitlelerle geniş, organik bağlar kuramadığımız sürece yani halkımızı Devrim Cephesinde-İkinci Kuvayimilliye Cephesinde
veya Halk Kurtuluş Cephesinde ordulaştıramadığımız sürece bu iş böyle
olacaktır.
IŞİD CIA-Pentagon
Operasyonudur
Tayyipgiller, GDO
Yönetmeliğini kimin
yararına değiştirdi?
6’da
8’de
7’de
2
Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014
Halkın Kurtuluş Partisi’nden
İşçi Sınıfının karanlık günlerini yeni 15-16 Haziranlar aydınlığa çıkaracak!
1
5-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’mizin 34’üncü yıldönümü. İşçi
Sınıfının ayağa kalktığı günler.
Hiçbir barikatın, engelin İşçi Sınıfının
önünde duramadığı günler.
1970’te, Parababalarının o günkü
temsilcileri Adalet Partisi ve CHP’nin işbirliğiyle, çalışma yaşamını ve temel
sendikalar mevzuatını düzenleyen 274
sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve
Lokavt Yasası ve 275 sayılı Sendikalar
Yasası’nda değişiklik yapan tasarı, önce
Meclis, ardından Senato’dan geçirildi.
Tasarının amacı bugün de olduğu gibi,
İşçi Sınıfımızın DİSK’te örgütlenmesinin önünü kesmekti. İşçilerin sendika
seçme özgürlüğü kısıtlanmakta ve sendika değiştirmek güçleşmekteydi tasarıyla. Ve tasarı 11 Haziran’da dönemin
cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Parababaları, İşçi Sınıfımızın başını ABD
tarafından kurdurulan Sarı Türkİş’le bağlamak istiyordu.
İşçi Sınıfımız için zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şey kalmamıştı.
“DİSK Kapatılamaz” sloganlarıyla, 168
fabrika ve 150 bine yakın işçiyi kapsayan Direnişte işçiler, İzmit ve Gebze’den Kadıköy’e, Levent’ten Mecidiyeköy ve Taksim’e, Bakırköy’den Topkapı ve Edirnekapı’ya kadar yürüdüler.
Öyle ki İstanbul’un iki yakasındaki işçi-
İşçi Sınıfımızın yaşadığı bu karanlık günleri aydınlığa çıkaracak olan, yeni ve eskisinden
çok daha güçlü bir 15-16 Haziran Direnişi’dir. Şanlı Gezi İsyanı’mızla, milyonlar sokaklara
döküldü. Halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Bunu Gezi İsyanı kanıtladı.
lerin bir araya gelememesi için vapur seferleri bile iptal edildi. Galata Köprüsü
açılarak geçişe kapatıldı.
Tutuklananlar içinde devrimci bir
tuklandı.
“İşçi Sınıfı var mı yok mu?” tartışmalarının yürüdüğü bir dönemde İşçi
Sınıfımız 15-16 Haziran Şanlı Direni-
yapıya bağlı devrimciler arasında yalnızca Eneski Sosyalizmin savunucuları
vardı. Hareketin içinde yer aldılar ve
bulundukları yerlerde kitleleri yönlendirmeye çalıştılar. Aralarında bugün
HKP Genel Başkanı olan Nurullah
Ankut’un da olduğu İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin Genel
Başkanı, Genel Sekreteri ve iki üyesi tu-
şi’yle gücünü dosta düşmana gösterdi.
Anayasa Mahkemesi 2 yıl sonra yasayı iptal etti. İşçi Sınıfımız zaferini, bu
şanlı direnişle çoktan ilan etmişti.
Bugün de İşçi Sınıfımızın durumu
içler acısı. Hatta 1970’ten çok daha geride. Parababaları ve onların bugünkü
temsilcisi, çıkarlarının bugünkü bekçisi
Tayyipgiller iktidarı, Kıdem Tazminat-
HKP, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’nin
yıldönümünde alanlardaydı!
İstanbul Kartal’da
coşkulu yürüyüş
alkın Kurtuluş Partisi olarak
Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’nin yıldönümünü kutlamak,
anmak için Kartal’da yürüyüş gerçekleştirdik.
Hepimizin bildiği gibi 44 yıl önce
siyasi iktidar 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ve
275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapmak istedi. Bu değişiklikteki
amaç işçilerin DİSK’te örgütlenmesinin önünü kesmek, sendika seçme özgürlüğünü kısıtlamak ve sendika değiştirmesini güçleştirmekti. Bu yasa meclisten geçer geçmez “DİSK Kapatılamaz” sloganlarıyla 168 fabrika ve 150
H
bine yakın işçiyi kapsayan direniş başladı. İki gün boyunca İşçi Sınıfı kentleri olan Kocaeli ve İstanbul’da hayat
durdu. İşçilerin bir araya gelmesini engellemek için vapur seferleri iptal edildi, Galata Köprüsü açılarak geçişlere
izin verilmedi. Direnişin birinci günü
Bakanlar Kurulu 60 günlük sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu, partimiz
HKP Genel Başkanı olan Nurullah
Ankut ve o zamanki İşsizlik ve Paha-
lılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve iki üyesi tutuklandı. Direnişin gücüyle yasayı
siyasi iktidar geri çekmek zorunda kaldı. Jandarmanın, askerin ve polisin şiddeti sonucu Yaşar Yıldırım (Mutlu
Akü Fabrika işçisi), Mustafa Bayram
(Vinleks Fabrika işçisi), Mehmet Gı-
dak (Cevizli Tekel Fabrika işçisi) adlı
işçiler hayatlarını kaybetti.
44 yıl boyunca bu şanlı direnişi İşçi
Sınıfı tarihine ve katledilen işçilerin
mücadelesine yakışır şekilde gerek
grevlerle, gerek direnişlerle, gerek pikniklerle, gerekse yürüyüşlerle andık;
anmaya da devam edeceğiz. Bu iki günlük direniş İşçi Sınıfının gücünü dosta
da düşmana gösterdi.
2014 yıldönümünü İşçi Sınıfı ve
emekçi halkımız açısından zulümlerin,
katliamların, örgütsüzlüğün zirveye
çıktığı, sendikalar faciasının ölümüne
yaşandığı bir dönemde karanlıklar içinde bir kıvılcım etrafında, kızıl bir pankart etrafında kutladık, andık.
Kimleri andık?
Soma’da yerin derinliklerinde bir
avuç maden çıkarmak için hayatlarından olan işçi kardeşlerimizi andık. Tayyipgiller hükümetinin ve önceki hükümetlerin özelleştirme-taşeronlaştırma
politikalarının sonucu işçilere, emekçilere zulüm olduğunu, katliam olduğunu
gördük yaşadık. Bir kez daha andık Soma’da yitirdiklerimizi.
Gezi şehitlerimizi andık. Tayyipgiller’in gerçek yüzünü gösterdiği, insanlık düşmanlığının yanında doğa, hayvan, bitki, tarih düşmanlığının, Mustafa Kemal ve
dolayısıyla laiklik düşmanlığının hat safhaya
vardığı bir dönemde patlak veren, ülkemizin dört
bir köşesinde direnişlerin,
halk isyanının patlak verdiği ve polisin gazı, copu,
tazyikli suyu sonucunda
hayatlarını kaybeden canlarımızı andık.
Ülkemizde yaratılmak istenen KürtTürk düşmanlığına “Yaşasın Halkların
Kardeşliği” sloganıyla yanıt verdik.
Ve bir kez daha Tayyipgiller hükümetinin yüzünü teşhir ettik. Mustafa
Kemal düşmanlığını dolayısıyla Ortaçağcılığını, en ufak bir hak arayışlarda
uyguladığı katliamları dolayısıyla halk
düşmanı olduğunu, çıkardığı ve çıkaracağı torba yasalarıyla nasıl İşçi Sınıfı
düşmanı olduğunu, yaptığı zamlar sayesinde emekçilerimizi nasıl sömürdüğünü, uyguladıkları projelerle emperyalizmin işbirlikçisi olduğunu vurguladık, sloganlarımızla halkımıza.
Sloganlarla, kızıl bayraklarımızla,
gençlerimizin yaptığı sesli ajitasyonlarımızla yürüdük 15-16 Haziran Direnişinde işçilerin kanlarıyla suladığı Kartal sokaklarında. Başta 15-16 Haziran
şehitleri olmak üzere İşçi Sınıfı mücadelesinde kaybettiğimiz şehitler adına
yapılan saygı duruşundan sonra basın
açıklamamızı okudu Sancaktepe İlçe
Yöneticimiz İşçi Deniz Bin Yoldaş’ımız Kartal Meydanı’nda. Ve ayrıca Devrimci Sınıf Sendikacılığı yapan,
iş kolu gözetmeksizin işçilere kılavuz
olan, yol gösteren DİSK Nakliyat-İş
Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı
Erdal Kopal Yoldaş’ımız tasarı halinde olan, çıkartılması beklenen torba yasanın içyüzünü anlattı. Hükümetin İşçi
Sınıfımızı yine nasıl kandıracaklarını
ve çözümün tıpkı 15-16 Haziran Direnişi gibi bir direnişten, örgütlü mücadeleden geçtiğini açıkladığı eylemimiz
Şanlı 15-16 Haziranları yaratan ve yaşatanlara olan saygıyla son buldu.
Bursa’da
15-16 Haziran eylemi…
Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü olarak, 15-16 Haziran Büyük İşçi
Direnişi’nin yıldönümünde alanlardaydık.
15 Haziran 2014 günü saat 15.00’te
Bursa Kent Meydanı’ndaki basın açıklamamızı İl Başkanımız Halil Ağırgöl
okudu.
Sık sık, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Son”, “AKP zam Zulüm
İşkence Demektir”, “Taşeron ölümdür Sesiz Kalma” sloganlarını haykırdık.
Açıklamamızda, 15-16 Haziran Direnişi’mizi anlattık. Her geçen gün halkımızın daha çok işsizlik ve pahalılık
cehennemine sürüklendiğini, Parababaları iktidarı Tayipgiller’in İşçi Sınıfımızı taşeron sistemiyle canından bezdirdiğini vurguladık. Soma’da katledilen işçi kardeşlerimizi andık. Yaşanan tüm
sıkıntılara karşı tek çözümün örgütlü
mücadele olduğunu vurguladık.
Eylemimiz sloganlarımızla son buldu.
larımızı gasp etmek istiyor, Bölgesel Asgari Ücret, Özel İstihdam Bürolarıyla İşçi Sınıfımızı tam anlamıyla köleleştirmek istiyor. Açlık Sınırı 1.167 TL ve
Yoksulluk Sınırı 3.801 TL iken Asgari
Ücret net 846 TL’dir. Fakat bu içler acısı durum bile Parababalarını tatmin etmiyor.
Özelleştirme ve taşeronlaştırma öyle
boyutlara ulaştı ki, 15-16 Haziran İşçi
Direnişi’nin yaşandığı günlerde kamuya
ait olan fabrikaların, işletmelerin hiçbiri
kalmadı. Neredeyse tamamı özelleştirme adı altında Parababalarına peşkeş
çekildi.
Soma’da daha acısı çok taze olan bir
Maden Katliamı yaşadık, Tayyipgiller’in özelleştirme-taşeronlaştırma politikalarından dolayı. Soma Holding patronu, Parababası Alp Gürkan kârını kat
be kat artırabilsin, maliyetleri de aynı
oranda düşürebilsin diye, resmi sayılara
göre 301 işçi kardeşimiz göz göre göre
katledildi.
Ve yine sarı Türk-İş’in İşçi Sınıfına
ihanetinin ne boyutlarda olduğunu
gördük, Soma’da. İşverenle, Tayyipgiller’le birlikte İşçi Sınıfımızı ölüme, katliama adım adım nasıl götürdüklerini,
nasıl işbirliği ettiklerini, madenden sağ
kurtulan işçi kardeşlerimiz anlattı. Tüylerimiz diken diken oldu. İnsan değil
bunlar, canlılar âleminin dördüncü
türü. İnsan doğup insan kalmayı başaramayanlar. İnsanlığını gönüllüce çıkarıp
atanlar. Bu sözlerimiz ne yazık ki, bir
kez daha doğrulandı.
Tayyipgiller çıkarmaya hazırlandıkları yeni torba yasayla taşeronlaştırmanın da alanını genişletmek istiyor. Şu
anki yasal mevzuata göre asıl iş taşerona verilemiyor. Fakat bu sadece kâğıt
üstünde böyle. Soma’da gördüğümüz
gibi, asıl iş olan kömür çıkarılma işi birden çok taşerona verilmiş. İşte bu durumu yasal kılıfa sokmak için hazırlanan
yeni tasarıyla, doktordan, hemşireye,
mühendisten öğretmene kadar herkes ve
her iş taşeronlaştırılabilecek.
İşçi Sınıfımızın yaşadığı bu karanlık
günleri aydınlığa çıkaracak olan, yeni ve
eskisinden çok daha güçlü bir 15-16 Haziran Direnişi’dir. Şanlı Gezi İsyanı’mızla, milyonlar sokaklara döküldü.
Halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Bunu Gezi İsyanı kanıtladı.
Taksim Gezi Parkı Tayyipgiller’in talanından şimdilik kurtuldu. İşçi Sınıfımız
da 15-16 Haziran Geleneğiyle yeni direnişler yaratacak elbet. 15.06.2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Yaşasın 15-16 Haziran
Şanlı İşçi Direnişi’miz!
Kurtuluş Yolu/Konya
apitalistleri iktidarda tutan
sihir, işçiler arasındaki bölünmedir, diyordu Marks. Türkiye İşçi Sınıfı bundan 44 yıl önce,
15-16 Haziran 1970’te, inandığı dava
uğruna güçlerini birleştirerek, onurlu,
kararlı, örgütlü bir mücadeleyle, sendikal haklarını korumak için harekete
geçti ve örgütlü halkın yenilmeyeceğini göstererek adını tarihe yazdırdı.
DİSK Nakliyat-İş tarafından, “1516 Haziran’ın ışığında iş cinayetlerine ve taşerona direniyoruz”
başlıklı bir basın açıklaması gerçekleştirildi.
Temsilcilik adına basın açıklamasını yapan Mehmet Ünver, “Bundan
44 yıl önce bugünlerde işçiler,
DİSK’in kapatılmasını isteyen fermanı yırtıp atmıştır. Bugün tarihimize
sahip çıkarak geleceğimize, çocuklarımıza güvenceli çalışacakları ve insanca yaşayacakları bir ülke bırakma
günüdür. Gün İşçi Sınıfının yeniden
masaya yumruğunu vurma günüdür.
Çünkü bugün İşçi Sınıfı taşeron köleliğine ve iş cinayetlerine karşı örgütsüz, tepkisiz, çaresiz bırakılmak
istenmektedir. Bu cinayetlerin ortamını hazırlayan ise taşeron sistemidir,
işçilerin güvencesiz, sendikasız çalıştırılmasıdır.
İşçi sağlığı ve güvenliği alanının
dahi taşerona devredildiği bu ülkede
K
Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay
ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli
Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: 43/129 Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah.
Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30
Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95
yasa dışı, insanlık dışı bir taşeron
cumhuriyeti kurulmaktadır. Bugün 1516 Haziran ruhuna ihtiyacımız vardır.
Bundan 44 yıl önce İşçi Sınıfı tüm engelleri, barikatları aşarak örgütlenme
hakkına ve DİSK’e sahip çıktı ise
bugün de aynı şekilde o barajları, o yasakları mutlaka aşacaktır” dedi.
Basın açıklamasına destek veren
Konya Eğitim-İş Şubesi adına söz alan
Şube Başkanı Şükrü Balun ise, “44
yıl önce bugün büyük bir kararlılıkla
sahip çıkılan haklar, ne yazık ki, 12
Eylül Faşist Darbesinin karanlığında
gasp edildi. Bugün, hâlâ 12 Eylülcülerin hazırladığı yasakçı sendikal yasalarla, çalışma hayatında büyük bir
ayıp sürdürülmeye devam ediliyor.
Yapılması gereken İLO koşullarına
uygun, antidemokratik maddelerden
arınmış, çalışanların demokratik,
meşru eylem ve etkinliklerini engellemeyen, içerisinde “grev ve toplusözleşme” olan bir sendika yasasının
çıkarılmasıdır. Ancak, AKP iktidarının
böyle bir niyeti söz konusu değildir.
Tüm emekçileri, 15-16 Haziran
Direnişi’nin ışığında insanca bir
yaşam için örgütlü mücadeleye çağırıyoruz. Türkiye, alnına sürülen bu lekeyi -emek ve demokrasi düşmanlığı
lekesini- bir an önce silmelidir” dedi.
Basın açıklaması sloganlarla, alkışlarla son buldu.
internet: www.kurtulusyolu.org
e-posta: [email protected]
facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu
twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz
3
Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014
Kendisi taşeron…
Soma Katliamı’na rağmen taşeronlaştırmaya, özelleştirmeye dur durak bilmeksizin devam ediyorlar. Tayyipgiller tasarıda, değil taşeronlaştırmayı kaldırmak, sınırlamak, aksine iş
alanlarının bütününe yayıyorlar.
T
ayyip ve Tayyipgiller, taşeronlaştırma sonucu değişik işkollarında yaşanan onca cinayete, taşeronlaştırmanın onca olumsuz sonucuna, en son yaşanan Soma Katliamı’na
rağmen taşeronlaştırmaya, özelleştirmeye dur durak bilmeksizin devam ediyorlar.
Soma Katliamı’nın en büyük neden-
re toplumda bir beklenti yarattılar. Ve
bir taslak hazırladılar. Daha doğrusu
hükümetlerin yangından (Meclisten ve
halktan) mal (yasa) kaçırma biçimi olan
ve Tayyipgiller tarafından sıklıkla kullanılan “Torba Yasa”nın 2014 versiyonuna, uygulamasına bu konuyu da eklediler. Ancak taşeronlaştırmayla ilgili
hazırlanan tasarı açıklanınca toplumun
lerinden birinin taşeronlaştırma olduğu
ortaya çıktı. Çünkü TKİ’den ocağı kiralayan şirketler, daha kısa sürede daha
çok kâr elde etmek için işçilerce “Hadi
hadi” adı verilen yöntemle sürekli olarak daha fazla kömür çıkartmaya zorluyorlar.
Çıkan kömür nasıl satılır? Alıcısı
var mı? diye de bir sorun yok çünkü
TKİ alım garantisi veriyor. Ne kadar çıkartılarsa o kadarını alıyor. Yani pazarlama sorunu yok çıkartılan kömürün. O
zaman da işverenler işçileri aman vermeksizin sürekli çalıştırıyorlar. Kısa
sürede daha çok kâr elde etmek istiyorlar. Bu Soma ve benzeri taşeronlaştırılan bütün kömür ocaklarında var olan
durum.
Bu rezil durum Soma Faciası’yla en
kör göze batarca ortaya çıkınca ve bu
katliamın baş sorumlusunun Tayyipgiller olduğu en sıradan işçi tarafından bile görülür hale geldi. Bu yüzden de
Tayyipgiller’e karşı büyük bir tepki
oluştu. Bu tepkiler üzerine Tayyipgiller
hırsızlık yaparken yakalanan hırsız misali telaşlandılar. O güne kadar madenlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği üzerine
İLO’nun geliştirdiği sözleşmeye imza
atmamışken işçilerin ve halkın gözünü
boyamak, tepkileri yumuşatmak için taşeronlaştırma uygulamalarında değişiklik yapacaklarına dair açıklamalar yaptılar. Bu konuyu düzelteceklerini söylediler ve başta Soma işçileri olmak üze-
neredeyse bütününü büyük bir hayal kırıklığı kapladı. Tabiî işverenler dışında…
Tayyipgiller tasarıda, değil taşeronlaştırmayı kaldırmak, sınırlamak, aksine iş alanlarının bütününe yayıyorlar.
Yeni yeni taşeronlaştırma alanları açıyorlar:
“Vatan’da yer alan habere göre;
Mevcut yasada taşerona verilmesi
yasaklanan ‘asıl işlerin’, artık yasal
olarak da taşerona verilebilmesinin
önü açılırken, taşeron doktor ve belediyecilere olanak sağlanacak. Örneğin bir hastanedeki asıl iş olan sağlık
hizmetlerinin ya da belediyelerde asıl
iş olan temizlik işlerinin de, taşeron
işçilerine yaptırılmasının önünde bir
engel kalmayacak. Böylece, örneğin
hastanelerde asıl iş kapsamındaki
sağlık hizmetleri ve belediyelerdeki
asıl iş kapsamındaki belediye hizmetleri de hiçbir tartışmaya olanak tanımadan taşeron eliyle yaptırılabilecek. Geçen yıldan bu yana Çalışma
Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı ve
yüz binlerce işçinin umutla beklediği
tasarının en önemli özelliği, kimseye
kadro vermeyecek olması. Yüz binlerce işçiden hiçbirinin kadro talebi
karşılık bulmadı. 600 bine yakın taşeron işçisi, özelleştirme mağduru
olarak bilinen 23 bin 4-C ve Karayollarında çalışanlara kadro verilmiyor.” (http://www.milliyet.com.tr/ta-
“Devrimin başkenti” düştü!
Hangi devrimin mi?
Karşıdevrimin!
Suriye’deki karşıdevrimciler, ayaklanmalarının ilk günlerinde ele geçirdikleri Humus şehrini iki yıldır ellerinde tutuyorlardı ve Humus’u “Devrimin Başkenti” ilan etmişlerdi. Ancak
Ortaçağcı karşıdevrimcilerin “başkenti” Humus, Mayıs ayının ortalarından
bu yana artık Suriye Ordusu’nun ve
Suriye Halkının elinde. Karşıdevrimciler varılan anlaşma çerçevesinde otobüslere binerek Humus’tan ayrıldılar.
Humus valisi yaptığı açıklamada, kenti en kısa sürede “Güvenli şehir” olarak
ilan edeceklerini açıkladı.
Gazeteci Hediye Levent, Rusya’nın
Sesi Radyosu için yaptığı haberde şunları yazıyor bu konuda:,
“Humus muhalifler için “devrimin başkentiydi” ve Humus’ta kontrol ettikleri son noktadan da çekildiler. Böylece kentin kontrolü kırsalla
birlikte Esad yönetiminin kontrolüne geçti. Eski Humus’tan çekilen silahlı muhaliflerin gittiği Dar El Kebir ve Telbise gibi bazı yerleşim birimleri muhaliflerin kontrolünde ancak bu kasabalardan çıkmaları ya
da bu kasaba çevrelerindeki yerleşim birimlerinde kontrol sağlamaları artık çok mümkün değil. Kalamun
Savaşı ile Lübnan sınırından sağlanan lojistiğin önemli ölçüde kesildiği
gözönüne alındığında muhaliflerin
Dar El Kebir ve Telbise’de de kuşatma altında oldukları söylenebilir.
“Şam’ı diğer kentlere bağlayan
otoyolun Humus ve kırsalındaki bölümü tamamen Suriye ordusunun
kontrolüne
geçti.”
(http://www.rsfmradio.com/2014_05_
13/suriyenin-kalbi-devrimin-baskentihumus/)
Karşıdevrimci cihatçı çeteler sadece Humus’u mu terk ettiler? Sadece
orada mı yenildiler?
Hayır!
Suriye-Lübnan sınırındaki tüm
mevzilerini kaybettiler. Halep, Dara,
Laskiye, Hama vb. yerlerde de Suriye
Ordusu başarı sağladı ve buraların büyük bir kısmını karşıdevrimci çeteler-
seron-isci-sorunu-2014--teknoloji1898893/18.06.2014)
Peki Tayyipgiller neden böyle davranıyor? Neden taşeronlaştırmayı tüm
topluma, tüm iş alanlarına yaymak istiyorlar? Soma gibi bir katliamdan sonra
bile bunu yeni, olumlu bir şeymiş gibi
topluma sunuyorlar?..
Tayyipgiller, Antika sınıf yapılarının
gereğini yerine getiriyorlar.
Nedir Tayyipgiller’in Antika Sınıf
yapıları?
Tefeci-Bezirgânlık! Yani aracılık etme, mal, ürün alıp satma… Üretimle
doğrudan hiçbir bağ kurmadan, üretilenleri üretenlerden alıp tüketicilere
satma ve yaptıkları aracılık karşılığı kâr
elde etme. Kapitalizmöncesi sınıflı toplumların mekanizması böyle işliyordu.
Özellikle Doğu toplumlarının mekanizması tamamen böyleydi. Tamkara ya
da Damgar diye adlandırılan aracıların, toplum adına toplumun ortak malı
olan ürünleri değiştokuş ederken tarihin
bir aşamasında o değiştokuştan kendilerine de pay almaya başlamalarıyla
birlikte başlayan kişisel mülkiyet, toplumun büyük çoğunluğu aleyhine mal,
para biriktirme ve bunu sistemli hale
getirme, bu sistemi oturtma ve bu sistemi kurmak için de tarihsel şartların
oluşmasıyla birlikte Para, Yazı, Devletin ortaya çıkması; bu düzeni korumak
ve sürdürmek için ortaya çıkan zor; silahlı adamlar, cezaevleri sistemi düzeni, bu Antika sınıfın kökenini, yapısını
Tayyipgiller neden böyle
davranıyor?
Neden
taşeronlaştırmayı
tüm
topluma, tüm iş alanlarına
yaymak istiyorlar? Soma gibi
bir katliamdan sonra bile
bunu yeni, olumlu bir şeymiş
gibi topluma sunuyorlar?..
Tayyipgiller, Antika sınıf
yapılarının gereğini yerine
getiriyorlar.
oluşturuyor. Bu Antika Sınıf 6 bin 6500
yıldan bu yana bu mekanizmayı, bu sömürü biçimini kullanıyor. İliklerine işlemiş, ruhlarına sinmiş. Ellerinden başka türlü davranmak gelmiyor. İsteseler
bile yapamıyorlar. Tabiî yapmak da istemiyorlar. Çünkü iş, kârlı iş... Kolay
iş... Aracılık et, al sat vurgun vur. Taş
atıp kolun yorulmasın.
Nasıl benimsemesinler, nasıl sürdürmek istemesinler, nasıl sürdürmek için
ellerinden gelen gelmeyen her şeyi yapmasınlar?..
İşte Tayyipgiller de bu nedenden
böyle davranıyorlar. Sözde taşeronlaştırmayı sınırlamak, düzenlemek istiyor-
den temizledi.
Humus’un Ortaçağcı çetelerden temizlenmesi Esad yönetiminin ve Suriye Halklarının psikolojik zaferidir.
AB-D Emperyalistleri ve onların taşeronları başta Türkiye ve Suudi Arabistan olmak üzere bu Ortaçağcı çete-
lere her türlü maddi-manevi desteği
sağlayan, 150 binden fazla Suriyelinin
ölümüne neden olan, yüz binlercesinin
yaralanmasına, sakat kalmasına, milyonlarcasının vatanlarından göç etmesine ve en insanlık dışı şartlarda mülteci olarak yaşamalarına neden olan iktidarlar yenildiler. Direnen ve savaşan
Suriye yönetimi ve Suriye Halkları kazandı.
Tarih bir kez daha direnen halkların
kazanacağını gördü!
Ne mutlu Beşşar Esad’a!
Ne mutlu Suriye Halklarına!q
lar ama yepyeni alanlarda yepyeni uygulamalarla taşeronlaştırmayı büyütüyorlar, yaygınlaştırıyorlar…
O zaman bu Antika geleneğimizi,
Antika Sınıf yapımızı bilmeyen halkımızda, yazarçizerlerimizde bir soru
oluşuyor: Neden böyle?
Neden bu! Neden Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının tarihsel köklerinde. Tarihsel yapısında.
Bakın, Tayyip’in bizzat kendisi ne
yapıyor?
Ülker Bisküvileri’nin bayiliğini-distribütörlüğünü (taşeronluğunu) yapıyor.
Alıyor satıyor…
Bu kadar parayı nereden buldun diye sorulunca ne cevap vermişti hatırlayalım:
Ülker’in bayiliğini yapıyorum, oradan çok para kazandım, dedi.
Kişi olarak ticari hayatının tamamı
aracılık ederek, alıp satarak vurgun vurmak. Mal, para biriktirmek.
Belediye Başkanlığı döneminden
beri yargılandığı onlarca davanın konusu ne?
Hep vurgun, talan, soygun değil mi?
Yargılandığı davaların tamamı; yolsuzluk, usulsüzlük, kamu malı aşırma,
haksız mal edinme, zimmet, kalpazanlık, ihaleye fesat karıştırma, çıkar
amaçlı suç örgütü kurma vb. vb…
Başbakanlık dönemi bundan farklı
mı?
Hayır, değil.
Orada da aynı. Sınıf yapısının gereğini orada da birebir yapıyor, hayata
geçiriyor.
Ne demişti hatırlayalım:
“Benim görevim ülkeyi pazarlamak”.
Değil mi?
Adam pazarlamacı. Ha Ülker’in bisküvileri, çikolataları, ha koca bir ülke,
koca bir halk, halklar… Ama adamın
umurunda mı? Görevini pazarlamak
olarak görüyor. Onlarca yıl öyle öğretilmiş. Öyle yaşatılmış. Sınıfının, öğretilenin, ruhuna, içine sinenin, sindirilenin
gereğini yerine getiriyor. Başka bir şey
yapmıyor.
Ya AB-D Emperyalistleri için yaptıkları? Orada da pazarlamacılık, taşeronluk yapmıyor mu? Yapmadı mı?
Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da,
Suriye’de ne yaptı Tayyip?
Yaptıkları taşeronluk değil mi?..
Suriye’deki, Irak’taki Ortaçağcı canilere; IŞİD’lere, El Nusra’lara,
ÖSO’lara vb.lerine verilen silahları, paraları kim ulaştırdı AB-D adına? Kim
taşeronluk yaptı?
Tayyipgiller!
ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin,
“Büyük Ortadoğu Projesi”nin, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin taşeronu,
“eşbaşkan”ı kim?
Tayyip!
Tâ 1960’lı yılların sonundan,15 yaşından itibaren “Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)”den başlayan siyasi hayatının tamamında ABD Emperyalistlerinin taşeronluğunu yaptı Tayyip.
Yani bizim açımızdan Garp cephesinde yeni bir şey yok. Tayyip, Tayyipgiller Antika Sınıf yapılarının gereğini
yerine getiriyorlar, ona uygun davranıyorlar. O açıdan sürpriz bir durum yok.
Önemli olan bizim, biz devrimcilerin, biz halkların Tayyipgiller’in bu sınıf yapılarını kavrayıp kavrayamayacağımız, bilince çıkartıp çıkartamayacağımız sorunudur.
Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, bu Antika Sınıfı ve onun Antika Sınıf yapısını iki kere iki dört ederce, bilimcil kanıtlarıyla ortaya koymuştur. “Tarih
Devrim Sosyalizm” adlı anıt eseri,
“Osmanlı Tarihi”, “Toplum Biçimlerinin Gelişimi” vb. eserlerinde bu konuyu çözümlemiş, aydınlığa çıkartmıştır. Biz de O’nun öğrencileri, devamcıları ve geliştiricileri olarak Usta’mızın
teorisini günümüze uyarladık. Halkın
Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut “Tayyipgiller Kökeni ve Sınıf Yapısı” adlı iki ciltlik eseriyle ve diğer eserleriyle bu sınıfın günümüzdeki
ekonomik ve siyasi plandaki temsilcilerini ortaya çıkarmış, yolu bir kez daha
aydınlatmıştır.
Dolayısıyla kendisi taşeron olan
Tayyip’ten ve Tayyipgiller’den taşeronlaştırma konusunda farklı, olumlu bir
şey beklemek, ölü gözünden yaş ummaya benzer!q
Müjdeler olsun…
A
BD merkezli ilaç
firması Gilead
Sciences tarafından
Hepatit-C hastalığının hapı bulunmuş!
Yapılan deneylerde
hapın 10 hastadan
9’unu iyileştirdiği kanıtlanmış. Üstelik de
bu hap tedavi sürecini
de kısaltıyormuş. Şu
anda kullanılmakta
olan interferon tedavisinin süreci 24
ila 48 hafta arasında değişirken “Sovaldi” isimli bu ilaçta tedavi süresi
12 haftaya iniyormuş.
Ne güzel. Çok iyi. Hepatit-C hastaları hemen bu hapı kullansın o zaman ve bir an önce sağlıklarına kavuşsunlar, değil mi?
Haa, yok öyle yağma! Hangi düzende yaşıyoruz?
Bizim de içinde yaşadığımız (ki
dünya üzerinde Küba, Kore Halk
Cumhuriyeti gibi birkaç ülke dışında)
Kapitalist düzen içinde yaşıyoruz.
Onun da bir üst aşaması olan Tekelci
Kapitalizm yani Emperyalizm düzeninde yaşıyoruz. O yüzden bu düzende hemen öyle hapı yutarak sağlığa
kavuşmak yok. “Hapı yutarak” kötü
bir duruma düşmek var, bir anlamda
ölmek var büyük çoğunluğumuz için.
Ki zaten bu olayda da durum aynen
böyle.
Yani?
Yanisi şu: Bu hapın bir tanesi
1000 dolar!
Yanlış okumadınız ya da biz yanlış yazmadık; bu hapın bir tanesi tam
bin (1000) dolar!
Eee?
Eesi şu:
Tedavi süresini kısaltarak 12 haftaya indiriyor ya bu ilaç, 12 hafta boyunca her gün alınınca toplam tedavi
masrafı ne oluyor?
Ortalama Tam 90 bin dolar!
Bunu da yanlış okumadınız: tam
doksan (90) bin dolar ödeyerek bu
hapı kullanırsanız Hepatit-C hastalığından 10’da 9 oranında kurtuluyorsunuz.
Yani “ört ki ölem” durumu.q
4
Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014
Balyoz Davası sanıkları beraat mı etti?
AKP-Cemaat ortaklığı döneminde her türlü burjuva hukuk kuralını hiçe sayarak “bu davanın savcılığına” soyunan Tayyip, ortaklık bozulunca da “Ordu’ya kumpas kurdular” diyerek
suçu cemaatin üzerine atmakta ama bir yandan da “kumpasa getirilen” ordu mensuplarını
içerden çıkartırken, yeniden yargılanma sopasını elinden bırakmamakta.
Tabiî ki hayır!
Anayasa Mahkemesince; “Dönemin
Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök ve
Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın tanık olarak dinlenmemesi ve
dijital delillerin değerlendirilmesine
ilişkin şikayetlerin giderilmemesi” nedeniyle “adil yargılanma” hakkının ihlaline karar verilmiş ve yeniden
“yargıç”lar eliyle bu soruşturmaya dahil
olan kim varsa tutuklandı. Yani bu davalarda tutuklama istisna değil, kuraldı.
Öyle ki, dava sürecinde tutukluluğa
yapılan itirazları yerinde bulup tahliye
karar veren yargıçlar bu görevlerden alınarak başka illere sürüldüler.
Sonuç olarak; davaya dahil edilen
yargılama yapmak üzere dosya ilgili
Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiştir.
İlgili Ağır Ceza Mahkemesi de
AYM’nin bu kararı üzerine, yargılamanın yenilenmesine karar vererek cezaların infazını durdurmuş ve hükümlülerin
tahliyelerine karar vermiştir.
Bu tahliye kararı ile birlikte cezaevinde yatan Balyoz Davası sanıkları
birer birer tahliye olunca, hemen tüm
basın yayın organlarında; “bu askerlerin özgürlüklerine kavuştukları, haksızlıkların giderildiği” şeklinde yorumlar
yapılarak, sanki dava sonuçlanmış ve
Balyoz Sanıkları beraat etmiş gibi bir
algı yaratılmıştır.
Oysa kazın ayağı hiç de böyle
değil!..
Öncelikle şunu belirtelim ki; bu operasyonların ilk günlerinden itibaren yazdığımız ve ilan ettiğimiz gibi, Balyoz,
Ergenekon vb. davalarda cezalandırma; sonucunda değil sürecindedir.
Gerçekten de klasik bir yargılamada;
mahkemenin verdiği cezalandırmaya
ilişkin kararın kesinleşmesinden itibaren, sanık ya da sanıkların cezasının infazına geçilir. Ve tutuksuz yargılama
asıldır.
Oysa bu davalarda önce CIA tarafından operasyon planları yapıldı, ülke
içinde siyaset, medya, üniversite ayakları oluşturulduktan sonra (sırf bu operasyonları kotarmak için bir gazete
yayın hayatına sokularak) yargı ayağına
görev verildi. Nitekim 20 Ocak 2010 tarihinde Taraf Gazetesi’nin asparagas bir
haberi ile birlikte Balyoz Operasyonu’nun düğmesine basıldı.
Yargı’da ise bilinen süreçler yaşandı.
Operasyonlar dönemindeki insanlık dışı
uygulamalar bir yana, Beşiktaş’ta konuşlandırılan “Özel Görevli Mahkemeler”de özel görevlendirilmiş “savcı” ve
emekli ve muvazzaf askerlere 20 ile 13
yıl arasında değişen cezalar verildi ve
bu cezalar Yargıtay tarafından da
onandı.
Peki şimdi yaşananlar nedir? Ya da
AYM’nin kararını nasıl okumak gerekir.
Yukarıda da belirtildiği gibi, bu operasyonlarda amaç hâsıl olmuştu. Yani
sanıkların kimisi 4-4,5 yıl, kimisi 3-3,5
yıl, kimisi de 2-2,5 yıl tutuklu kalarak
bu davanın sürecindeki “cezalarını”
çekmiş oldular. Kendilerine direnç noktası olabilecek Ordu da hizaya getirilmiş,
en
tepesindeki
komutan
Ortaçağcılara topuk selamı ile biat etmişken davanın sonucunu beklemek gereksizdi.
AKP-Cemaat ortaklığı döneminde
her türlü burjuva hukuk kuralını hiçe sayarak “bu davanın savcılığına” soyunan Tayyip, ortaklık bozulunca da
“Ordu’ya kumpas kurdular” diyerek
suçu cemaatin üzerine atmakta ama bir
yandan da “kumpasa getirilen” ordu
mensuplarını içerden çıkartırken, yeniden yargılanma sopasını elinden bırakmamakta. Böylelikle, tahliye edilenlerin
hizaya getirilmesi ve hatta bazılarının
yaptığı açıklamalarda da görüldüğü
gibi, Tayyip-Cemaat kavgasında Tayyipgiller’den yana saf tutmaları amaçlanmaktadır.
Bize göre, bu da ikinci bir kumpastır.
Birincisinde zindana koydular, bunda
da düşüncelerine pranga vurmaktalar.
Gerçekten de cezaevi çıkışında bazılarının elinde “Adil Yargılanma İstiyoruz” dövizlerini görünce ya da “biz
yeniden yargılanmaktan korkmuyoruz” diyenleri duyunca Tayyipgiller’in
bunda da başarılı olduğunu düşünüyoruz.
Önceki yargılama sanki gerçek bir
yargılama mıydı ki? Ya da yeniden yargılayacaklar gerçekten bağımsız ve ta-
rafsız mı ki?
Bir kere, gerçekten bu ülkede hukukun üstünlüğüne inanmış, bağımsız/tarafsız savcı ve yargıçlar olsa, bu davayı
başlatan bavulu Beşiktaş’taki Nemrut
Mustafa Paşa Divanının savcılarına teslim eden, Taraf Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu hakkında yaptığımız suç
duyurularımız sonuçlandırılırdı.
Bu dilekçede, Balyoz Operasyonunun başlatılmasına neden olan ve 2003
Yılı Mart ayında 1. Ordu Komutanlığında yapılan “Plan Semineri” ile ilgili
belgelerin 2007 yılında İstanbul’da Mövenpick Otel’de dönemin AKP milletvekili İhsan Arslan’a uzun saçlı biri
(İskender Pala) tarafından teslim edildiğine, bu belgelerin Ankara’ya götürülerek 50-60 kişilik bir ekiple üzerinde
günlerce değişiklik yapıldıktan sonra
Taraf Gazetesi muhabirine verildiğine
tanıklık eden Orhan Aykut’un basında
çıkan itiraflarına yer verilmişti.
Ancak, Ankara’daki “bağımsız ve
tarafsız savcılar” ise somut, maddi delillerle kanıtlanmış suç duyurumuzla ilgili bir işlem yapmayarak takipsizlik
kararı vermişlerdir. Dikkatinizi çekeriz,
bu kararı verenler İstanbul’da Balyoz
Davası’nı yürüten yargıç ya da savcılar
değildir.
Dolayısıyla neyin yeniden yargılanması? Neyin adil yargılanması?
Evet, bu tahliyeler beraat kararı değildir. AYM’nin verdiği karar da böyle
yorumlanamaz. Zaten AKP’liler de
buna dikkat çekmektedirler. Dolayısıyla
içerden çıkanlara aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyor bu Ortaçağcılar.
Yeniden yargılanmada ise birkaç istisna hariç büyük çoğunluğu AKP’nin
hukuk bürolarına dönüştürülmüş yargıdan adil bir karar çıkabilir mi?
Elbette hayır. Tamam, belki Silivri’dekiler gibi fütursuz bir şekilde olmayabilir ama tahliye olanların içerde
kaldıkları süreyi karşılayacak kadar bile
bir ceza verilmesi adil yargılanma mı
olacak?
Tabiî ki hayır.
Baştan itibaren AB-D Emperyalizminin Yeni Sevr planının bir parçası
olarak CIA tarafından senaryosu yazılan bu siyasi davalarda yeniden yargılanmayı
istemek,
cellâdının
adaletsizliğine bir kez daha teslim
olmak demektir. Bir başka anlatımla, bu
davalarda verilen kararlar, gerçek bir
yargılama sonucu verilen hükümler
değil ki... CIA’nın yazdığı senaryoda
bulunan kararların yüze okunmasıdır.
Öyleyse talep ne olmalıdır?
Talep; adil ve/veya yeniden yargılanma değil; bu davalarda verilen kararların tüm sonuçlarıyla birlikte
ortadan kaldırılması ile bu kararların
ve iddianamelerin, soruşturma aşamasındaki tüm tutanakların altında imzası
olanların yargılanması olmalıdır.q
Sivas Katliamı’nı Unutmadık, Unutturmayacağız!
Baştarafı sayfa 1’de
hâkim kılmak için efendileri AB-D Emperyalistleri tarafından görevlendirilmişlerdir. Tabiî ki Tayyipgiller’in şefliğinde
bu katliamlar yürütülmektedir. Ve Sivas
Katliam’ının 21’inci yıldönümünde benzer katliamlar devam etmektedir.
Tayyipgiller, bildiğimiz gibi Sivas
Katliamı davasını zaman aşımına uğratmış, Tayyip bu durum için “hayırlı
olsun” demiştir. Yine Sivas Katliamı’nda,
dönemin başbakanı Tansu Çiller “Çok
şükür halktan insanlara bir şey olmamıştır” diyecek kadar alçalmıştır. Onlar
için bu söylemler gayet doğal ve sıradan
açıklamalardır. Çünkü onların fıtratında
insana düşmanlık vardır. Onların fıtratında doğaya, hayvana, çevreye düşmanlık vardır, kadına düşmanlık vardır.
Yine 2014 yılı Mayıs ayında
Tayyipgiller’in bekçiliğini yaptığı
Parababaları düzeni bir avuç dolar için
resmi rakamlara göre 301 maden işçisini
taptıkları Para Tanrısına kurban ederek
bir katliama daha imza attılar. Bildiğimiz
gibi
Tayyipgiller
büyük
Gezi
İsyanı’mızda da gençlerimizi katletmiş-
lerdi. Yani sözün kısası insana düşmanlık,
kadına düşmanlık,
çevreye ve doğaya
düşmanlık, hayvana
düşmanlık Ortaçağcı
gericiliğin fıtratında
var. Bunlar için 4’üncü tür yaratık deyişimiz boşuna değildir.
Bu dördüncü tür yaratıklar AB-D
Emperyalistlerine uşaklıkta sınır tanımazlar. Her türlü aşağılık, pis işleri yapmakta bir sakınca görmezler. Onlar için
önemli olan efendilerine en iyi uşaklığı
yapabilmektir. Onun için her türlü ihanete açıktırlar. Bu ihanetlerinin ve yaptıkları katliamların hesabı er geç sorulacaktır.
Sivas katliamının 21’inci yıldönümünde tüm halklarımızı AB-D Uşağı
Yerli Yabancı Parababaları Cephesine
karşı Halk Kurtuluş Cephesini örmeye
çağırıyoruz.
Gün; sadece yitirdiğimiz onurlu, namuslu, yurtsever, laik insanlarımızı ağıtlarımızla anma günü değil, onların anılarını ve özlemlerini mücadelelerimizle
yaşatma günüdür.
Gün; Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp emperyalistleri, yerli
satılmışları ve Ortaçağcı Şeriatçıları ülkemizden ikinci ve son kez geri dönmemecesine kovup Demokratik Halk
İktidarını kurup, dünya halklarına yeniden umut olma günüdür. Halkın Kurtuluş
Partisi bunun için vardır. 02.07.2014
Şeriat Ortaçağdır!
Sivas Katliamı’nı
Hesap Soracağız!
Unutmadık
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
Anayasa Mahkemesinin Balyoz
Kararı, “Kumpas”ı teyit etti,
Ancak… Atı alan, Üsküdar’ı geçti!
A
nayasa Mahkemesi, Balyoz
Davası’nda “Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına
alınan adil yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE” karar verdi.
Kısa kararın gerekçesi, Hilmi Özkök
ile Aytaç Yalman’ın tanık olarak dinlenmeleri talebinin reddedilmesi ve
dijital delillere ilişkin çelişkilerin giderilmemesi oldu.
Yani bizim operasyonun ilk gününden
itibaren
söylediğimiz,
Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk,
Kafes vb. davaların hukuk maskeli siyasal operasyonlar olduğu, yargılamalarda hukukun zerresinin bulunamayacağı, dolayısıyla da ortada şeklî
burjuva hukuku yönünden dahi bir
dava olmadığı tespitlerimiz, dolaylı
olarak
teyit
edildi
Anayasa
Mahkemesi tarafından.
AB-D Emperyalizminin “Büyük
Ortadoğu”, “Yeni Sevr” ve “Ilımlı
İslam” Projelerini uygulamakla görevli “yerli” uşakların iki kanadı olan
AKP ve Cemaat ganimet paylaşım savaşında birbirlerine düştüklerinde;
amacı
Asker-Sivil
Yurtsever
Aydınların,
Mustafa
Kemalci,
Antiamerikancı, Laik güçlerin sindirilmesi olan bu operasyonların günahını birbirlerine atmaya başlamışlar
ve Tayyipgiller, Türk Ordusu’na yapılanın “Kumpas” olduğunu ikrar etmişlerdi. Biz de hemen eylem ve suç
duyurusu yapmıştık, “Kumpası
Beraber Kurdunuz, Beraber
Yargılanacaksınız!” diyerek. Tayyip
hakkında yine dokunulmazlık zırhıyla takipsizlik verilse de, Fethullah
Gülen hakkında soruşturma sürmektedir bu suç duyurumuzdan dolayı.
Ne yazık ki anılan hukuk maskeli
tanımamaya
dayalı,
Jacques
Verges’in deyişiyle “saldıran savunma” yapılması gerektiği önerilerimiz ise birkaç yürekli subay dışında
rağbet görmedi, maalesef…
Gelinen noktada, “Kumpas” itirafı, operasyonun siyasal amacına ulaşıldığının, “yol temizliği”nin tamamlandığının, artık içeridekilerden korkmaya gerek kalmadığının da bir açıklamasıydı esasen. AKP kendi hukuk
düzenini yaratmış, MİT Yasasını,
HSYK Yasasını, Seçim Kanununu,
Ceza Kanunlarını gönlünce çıkarmış, Yolsuzluk Operasyonunu kapatmış, savcıları, hakimleri, emniyet
müdürlerini sürmüş; sıfırlayamadığı
milyarlarca doları, avroyu kurtarmış,
iktidarını perçinlemişti. Yani Anayasa
Mahkemesine “malumun ilamı”nı
hukuk terminolojisiyle deklare etme
görevi vermekte bir beis kalmamıştı.
Yoksa, “yargılama” hiç yoktu ki
“adil” olsun…
Türk Ordusu, “site bekçisi” konumuna
düşürülmüş,
AB-D
Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in
tümüyle emrine girmiş durumdadır şu
anda.
Tahliyelere sevindik elbette.
Ancak bu aşamada zafer AB-D
Emperyalistleri ile Yerli ortaklarının,
Tayyipgiller gericiliğinin olmuştur.
Amaçlarına büyük oranda ulaşmışlardır, şimdilik!
Yenilgiye zafer borusu çalmanın
manası yoktur. Ortada bayram yapılacak bir durum yoktur. Ortada namuslu, adaletli yargıçlar da yoktur.
Hukuk da yoktur. “Yeniden yargılanmak” bir kazanım değildir. Böyle
bakarsak halkımızın gözüne kül serpmiş oluruz. Yapılması gereken, tüm
operasyonlarla amaç hasıl olmuş,
mahkeme salonu süsü verilmiş işkencehanelerde yurtsever subaylar iğdiş
edilmiş, büyük oranda sindirilmiştir;
modernize edilmiş işkence aletleri
olan CMK, TCK, TMK’nin ciltlenmiş biçimindeki cendereleriyle. Tabiî
artık klasik cendere kaba kaçmaktaydı, “demokrasi”, “hukuk” silahlarını
keşfetmişti
Sivil
Örümcekler,
ABD’nin Project Demokrasilerinde...
Bizim “kopuş savunması” önerimiz, yani mahkemeyi ve yargılamayı
meşruiyetini yitirmiş hırsız-faşist eğilimli-katil AKP iktidarının yıkılması
için devrimci mücadeleyi yükseltmektir. Zalimlerin heveslerini kursaklarından bıraktığımız güne kadar,
ne cezaevleri, ne antika-modern işkenceler, ne darağaçları ve ölümler,
bizi yıldırmamalıdır, yıldırmayacak
da. 19.06.2014
Vah yazık…
na inmiş ve serveti 100 milyon doları aşan Türk sayısı 288’e gerilemiş.
Vah ne yazık!..
Ama neyse ki durumu yine de
kurtarmış serveti 100 milyon doların üzerinde olan Türklerimiz ve
dünya sıralamasındaki 12’nciliklerini korumuşlar…
Ülkemizde Asgari Ücret ne kadar peki?
Temmuz ayı artışıyla birlikte
891 TL! Ve bu artış günlük bir simit
parası.
Eh olur o kadar fark…
“ABD merkezli yönetim danışmanlık
şirketi
Boston
Consulting Group (BCG)” 14 yıldır bir araştırma yapıyor ve dünya
çapında serveti 100 milyon doları
aşan süper zenginleri belirliyormuş.
Bu şirketin hazırladığı 13’üncü rapora göre, 2012 yılında Türkiye’de
serveti 100 milyon doları aşan 357
kişi varmış. Ve bu rakamla Türkiye
dünya süper zenginler sıralamasında 12’nciymiş.
Fakat 2013 yılında “69 ‘süper
zengin’ Türk küme
düş”müş.
(Milliyet,
11
Haziran 2014)
Yani ne olmuş?
Servetleri 100
milyon doların altı-
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
5
Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014
lıklara yem oluyorlar…
Ve ülkeleri işgale uğrayan, karşıdevrimci Ortaçağcı çeteler tarafından
talan edilen büyük çoğunluk da can
havliyle kendilerini en yakın ülke topraklarına atıyorlar. Böylece sığındıkları komşu ülkeleri de cehenneme çeviriyor emperyalistler. Halklar arasına
düşmanlıklar sokuyor. Yerli halkla
göçmenler arasında çelişkiler, çatışmalar doğuyor. Milliyetçi histeriler kışkırtılıyor. Yarattıkları kaosun faturasını da
bu ülkelere ödettiriyorlar. O yüzden bizim ülkemizde, İran’da, Lübnan’da,
Ürdün’de milyonlarca mülteci var. Ya
da Pakistan’da bu yüzden varlar...
İşte en yakın örnek Irak ve Suriye.
Irak’ı kim işgal etti? Yeraltı ve yerüstü servetlerini, tarihini kim yağmaladı ve yağmalamaya devam ediyor? Siyah altın petrolün gerçek sahibi kim
Irak’ta?
ABD değil mi?
Suriye’yi kim bu hale getirdi?
AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri, taşeronları Suriye’de yenildiler. Zafer kazanamadılar. Suriye’nin
seçilmiş yöneticilerini, Beşşar Esad ve
ekibini deviremediler. Aksine Beşşar
Esad ve Suriye Halkları direnerek savaşı esas olarak kazanmadılar mı? Ortaçağcı çeteleri ülkelerinden kademe
kademe temizlemiyorlar mı?..
Libya’da şu anda kaos hakim değil
mi? “Haydutlar demokrasisi” egemen
değil mi?
Ki dünyanın en büyük “haydut devleti” ABD değil mi?
ABD Emperyalistleri başta kendi
halkı olmak üzere tüm halkları aldatmıyor mu? Kandırmıyor mu aşağılık
çıkarları için?
Aldatıyor,
kandırıyor.
Bakın
ABD’de doğup büyümüş, avukat olmuş, Afgan göçmeni bir anne babanın
kızı olan Mahvish Rukhsana Khan ne
diyor bu konuda?
Bu avukat kadın, taşıdığı insani değerler sonucu, hatta daha öğrenciyken,
nebiliyor. Ve burada bulunan kimi tutsaklarla görüşmeler yapıyor. Onlara
nasıl yardımcı olabileceğini araştırıyor,
soruşturuyor. Burada duyduğu olaylar
sonucunda şöyle bir cümle kuruyor bu
konuyla ilgili yazdığı kitabında (bir
tutsakla yaptığı görüşmenin sonucunda):
“Guantanamo Körfezi’ne gelirken tam olarak ne beklediğimi bilmiyordum, ama böylesine bezgin, hüzünlü bir adamla karşılaşacağımı
zannetmiyordum.
“Yanımızdaki gardiyan bizi
Kamp Echo’dan (Guantanamo’daki
tutsakların bulunduğu bölümlere verilen adlardan bir tanesi – Kurtuluş Yolu)
dışarı çıkarken başımdaki ağır şalı
atıp bize anlattıklarını ve hakkında
hiçbir suçlama olmadan hapiste geçirdiği uzun yılları düşündüm.
“Kandırılmışım” diye düşündüm.
“Hükümetim beni kandırmış” (Mahvish Rukhsana Khan, Guantanamo
Günlüğüm, Literatür Yayınları, İstanbul, 2009, s. 22)
Kitabı okuyunca insan öğrendikleri
karşısında bir kez daha donup kalıyor.
Ve yazarın çok samimi, içten bir şekilde olayları olduğu gibi anlatmasına ve
o olayların onu nasıl etkilediğine üzülüyorsunuz. Ki yazar, “hükümetinin”
bütün aşağılık işlerini, işkencelerini,
zalimliklerini birinci ağızdan duyup
öğrenmesi karşısında bile ABD’ye karşı bir kızgınlık duymuyor. Ona karşı
çıkmıyor. Yapılanların yanlışlık olduğunu ve mutlaka düzeleceğini umuyor,
bekliyor.
Ama ABD bu… Halkları, başta
kendi halkı olmak üzere, sürekli aldatmıştır. Kandırmıştır. Sürekli “demokrasi ve özgürlük”ten söz eder, “Uygar
olmayan uluslara demokrasi ve özgürlük” götürdüğünü söyler ama götürdüğü hep bölünme, parçalama, adaletsizlik, katliamlar, soykırımlardır.
Halkları bölüp parçalamayı, sınırları yeniden yeniden çizmeyi kim yaptı?
Kore’yi, Vietnam’ı kim böldü?
Hep
ABD
Emperyalistleri.
ABD’nin tarihi, savaşlar ve işgaller,
soykırımlar ve katliamlar tarihidir. Bu
ABD’nin Afganlı esirleri en insanlık
dışı koşullarda tuttuğu Guantanamo
Esir Kampı’ndaki tutsaklarla avukat
olarak ilgileniyor ve onların adil yargılanma, hatta sadece yargılanmaları, hâkim karşısına çıkabilmeleri için mücadele yürütüyor. Avukatlıklarını alabilmek için başvurduğu zaman, bir dizi
güvenlik testinden geçirildikten sonra,
ancak bu tutsakların avukatlığını üstle-
bakımdan hem bölgemizde hem de
dünyanın diğer bölgelerindeki savaşların, göçlerin, mültecilerin sorumlusu
ABD Emperyalistleridir. Ve halklar bir
gün mutlaka ama mutlaka bu emperyalist canavardan yaptığı bu zalimliklerin
hesabını soracaktır. “İlahi adalet” dünyada gerçekleşecek, canavarlar, zalimler, mazlumlara yaptıklarının hesabını
verecekler!q
retler talep edilmekte, bu ücretlerin nasıl harcandığına yönelik şeffaflık sağlanamamakta. Öğrencilere güya ücretsiz verilen ve sene sonunda geri alınan
kitaplar ise bilgi açısından son derece
yetersiz. Bu yetersizlik sebebi ile gerek
kitaplara, gerekse dershanelere dökülen para binlerce lirayı buluyor. Bu tür
kısıtlamaların sonucu olarak, bazı öğrenciler her yerde mantar gibi türeyen
özel liselere itilmeye çalışılıyor.
Biz öğrenci gençlik olarak böyle bir
eğitim sistemini istemiyoruz. Biz Parasız, Laik, Demokratik bir Eğitim Siste-
minde okumak istiyoruz. Kafalarımızı
boş bilgilerle değil, bilimsel bilgilerle
doldurmak istiyoruz. Eğitim sisteminin
daha da kötüye gitmesini engellemek
biz gençlerin görevidir ve bunun için
sesimizi her yerde en gür şekilde duyuracağız.
Kim öldürüyor bu insanları, kim bölüyor bu ülkeleri?
Hangi gazeteyi açarsanız açın hemen her gün dünyanın dört bir yanından ülkelerinden
kaçmak zorunda kalmış göçmenlerin şu ya da bu denizde boğulduklarına dair haberler
okuyorsunuz, televizyonlarda görüntüler izliyorsunuz.
I
rak, Afganistan, Libya, Suriye ve
Kafkasların ve Afrika’nın ve Asya’nın mazlum halkları…
Bu ülkelerden hangisine bakarsak
bakalım; kan, gözyaşı, katliam, sürgün,
göç ve bölünmeden başka bir şey görmüyoruz. Hangisine bakarsak bakalım…
Oysa ABD ve AB Emperyalistleri
bu ülkeleri; “diktatörleri ve diktatörlükleri yıkmak” ve “demokrasi ve özgürlük” getirmek demagosiyle ya kendileri bizzat işgal ettiler ya da taşeronlarına ettirdiler.
Sonuç?
Sonuç ortada. “Diktatör” denilen
antiemperyalist, halkçı Saddam’ın,
Kaddafi’nin iktidarları yıkıldı ama o
ülkelere “demokrasi ve özgürlük” gelmedi. Aksine o ülkeler bölündüler,
hem de atomlarına kadar bölündüler.
İşte Irak!
İşte Afganistan!
İşte Libya!
Nerede bu ülkelerde demokrasi ve
özgürlük? Nerede bu ülkelerde eşitlik
ve kardeşlik? Nerede bu ülkelerde adalet?
Her biri, her bir parçasını kemiren,
koparan, parçalayan aşiretlerin, çetelerin, mezheplerin esiri olmuş durumda.
Hangi aşiret, hangi çete nerede, hangi
bölgede güçlüyse orada küçük devletçikler kuruyor. Bağımsızlıklar ilan ediyor. Sınırlar çiziyor. Silahının gücü nereye kadar yeterse oraya kadar sahip
çıkıyor, benim diyor… Ve egemenliğini kazanmak, pekiştirmek için de gerçek anlamda başlar kesiyor. Toplu katliamlara uğratıyor insanları.
Üstelik bu aşiretlerin, çetelerin tamamı da Müslüman, tamamı da Ortaçağcı. Hepsi de “Müslümanlık” adına
yapıyor tüm bunları…
Bu yapılan katliamlar, vahşetler, zulümler sonucu on milyonlarca insan
yerinden yurdundan oluyor, vatan topraklarından kaçmak zorunda kalıyor.
Ya kendi ülkesinde ya da eğer kaçabilmişse başka ülkelerin topraklarında
göçmen, sığıngan durumuna düşüyor.
Gittikleri ülkelerde de bitmiyor eziyetleri, kadınsalar tecavüzlere, çocuksalar
dilenciliğe, organ ticaretine kurban gidiyorlar.
Hangi gazeteyi açarsanız açın hemen her gün dünyanın dört bir yanından ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış göçmenlerin şu ya da bu denizde
boğulduklarına dair haberler okuyorsunuz, televizyonlarda görüntüler izliyorsunuz.
Bu konuyla ilgili sadece birkaç haberin başlığını aktaracağız:
17 Nisan tarihli Yurt Gazetesi:
“Polyester tekne faciası
“Suriye uyruklu 16 kaçağı Samos
Adası’na geçirmek üzere İzmir’den
yola çıkan polyester tekne aşırı yük-
ten battı. 6 kaçağın cesedine ulaşılırken, 3’ü sağ kurtarıldı, 7 kişi ise aranıyor”
6 Mayıs tarihli Yurt Gazetesi:
“Ege’de kaçak faciası: 22 ölü
“Kuşadası’ndan Yunanistan’ın
Sisam Adası’na geçmek isteyen kaçakları taşıyan yelkenli ile ona refakat eden yat alabora oldu. 22 kişi hayatını kaybetti, 8 kişi ise hâlâ kayıp.
Göçmenlerden 36’sı ise kurtarıldı”
16 Mayıs tarihli Milliyet Gazetesi:
“Mültecilerle dolu tekne sahile
ve şiddet olayları. Sonrasında ekonomik sebepler geliyor. (…) 2013’te iç
savaşlar, çatışmalar ve şiddet olayları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısı bir önceki yıla göre 6 milyon artarak 51.2 milyona yükseldi. (…) Birleşmiş Milletler
Mülteciler Yüksek Komiserliği
(BMMYK) raporuna göre, mültecilerin yüzde 86’sına gelişmekte olan
ülkeler ev sahipliği yaparken, sanayileşmiş ülkeler sadece yüzde 14 gibi
küçük bir gruba sığınma hakkı tanı-
vurdu
“Afrika’dan Avrupa’ya kaçak
olarak geçiş yapmak isteyen mültecilerle dolu bir teknenin Libya’nın
Trablus kentinde batması üzerine en
az 17 kişi hayatını kaybetti. (…) İtalyan Deniz Kuvvetleri tarafından yapılan açıklamada ise 206 kişinin tekneden kurtarıldığı belirtildi. Bununla beraber teknede yaklaşık 400 kişinin bulunduğu iddia edilirken, ölü
sayısının ciddi oranda artış göstermesinden endişe ediliyor.”
18 Haziran tarihli Yurt Gazetesi:
“Umuda değil mezara
“Aralarında çocukların da olduğu 97 Endonezyalı kaçak göçmeni
taşıyan tekne Malezya’nın açıklarında battı. Göçmenlerin 31’i kurtarılırken 66’sı ise hâlâ aranıyor.”
21 Haziran tarihli Yurt Gazetesi:
“İtalya’da çocuk mülteci krizi
“İtalya Kayıp İnsanlar Komiserliği Başkanı, ülkede yaklaşık 9 bin
Suriyeli mülteci çocuk bulunduğunu, bu çocuklardan 3 bininin sahipsiz olduğunu söyledi ve bu çocukların durumlarıyla ilgili endişe taşıdıklarını söyledi.”
23 Haziran tarihli Yurt Gazetesi:
“Mültecileri zengin ÜLKELER
GÖRMÜYOR
“İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
en çok göçün yaşandığı yıl 2013 oldu.
Göçün bir numaralı sebebi iç savaş
dı. Dünyada 2.5 milyondan fazla Afgan mülteci bulunurken, Suriyelilerin sayısı 2.4 milyona yükseldi. Suriye’yi 1.1 milyon ile Somali izledi. Sığınmacılara kapılarını açan ilk 5 ülke ise Pakistan, İran, Lübnan, Ürdün ve Türkiye oldu.”
İşte böyle ne yazık ki… Masum insanlar, başta çocuklar ve kadınlar, savaşlardan en büyük mağduriyete uğruyorlar.
Ortaçağcı IŞİD çetesi lideri açıklama yaparak, Iraklı yetkililerin kadınlarının ve çocuklarının canlarının ve
mallarının helal olduğunu açıklıyor.
Tecavüze peşin izin veriyor, teşvik ediyor.
Başını ABD’nin çektiği emperyalist
devletler bu durumdan rahatsız mı?
Hayır değil! Aksine memnun.
ABD’nin amaçlarından biri “Bin Devletli bir dünya” değil mi? Bunu açıkça yazmadılar mı? Planlarının, projelerinin nihai hedefi bu değil mi?
BOP’lar, GOP’lar bu amaca hizmet
için hayata geçirilmek istenmiyor
mu?..
İsteniyor. O yüzden de bu durumdan rahatsız değiller, aksine seviniyorlar. Üstelik yukarıdaki haberde de okuduğumuz gibi, göçmenler umutları
olan Avrupa’ya, Amerika’ya ulaşma
hayallerini de gerçekleştiremiyorlar.
Ve denizlerde boğulup gidiyorlar. Kimilerinin cesedi bile bulunamıyor. Ba-
Bilime, öğrencilere, eğitim emekçilerine
saldırılarla dolu bir eğitim-öğretim yılı daha
geride kaldı
2
013-2014 eğitim-öğretim yılının
sonuna geldik. Normalde bizim
bugün karnemizi aldığımız için
mutlu olmamız, sevinmemiz gerekirdi.
Ne yazık ki bunu yapamıyoruz. Bunun
nedeni de her gün biraz daha gericileştirilen, bilimsellik ve laiklikten uzaklaştırılan bu eğitim sisteminin bizim
kafalarımızı boş bilgilerle doldurmasıdır.
Tayyipgiller’in temel amaçlarından
biri olan gençlerin düşünmesini ve gerçeği görmesini engelleme amacı en çok
kendisini okullarda gösteriyor. 4+4+4
sistemi ile eğitimi daha iyi yaptıklarını
iddia eden Tayyipgiller hükümeti, aslında tüm gençlerin İmam Hatiplere gidip, o okullarda kendi atadığı öğretmenlerle kafalarındaki yobazlaştırılmış, aslında gerçekle alakası olmayan
dini bilgiler verip gençleri şeriat bataklığına sürüklemek istemektedir. İşte
bizler böyle bir gericilik zamanında ne
gerçek eğitim görüyoruz ne de bir şeyler öğreniyoruz.
Her sene karnemizi aldığımızda aklımıza 12. sınıfta gireceğimiz YGSLYS adlı ve istedikleri her an değiştirebilecekleri sınavlar aklımıza geliyor.
Çünkü daha önceki senelerde de gördüğümüz gibi Tayyipgiller hükümetinin
ve Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı
sınavlarda kopya-şifre skandalı gibi
yani kendi yandaşlarına soruları verip,
halkın çocuklarına ise hiçbir şey yapmamaları bu sınavların güvenilirliğini
zorunlu olarak düşündürmektedir.
Tayyipgillerin saldırılarını sadece
okullarda değil, sokaklarda da görmekteyiz. Şanlı Taksim-Gezi İsyanı’mız sırasında, bizler gibi lise öğrencisi olması gereken Berkin Elvan arkadaşımız,
bundan 1 yıl önce başından gaz kapsülü ile vurularak komaya girdi ve 9 ay
sonrasında girdiği yaşam mücadelesini
kaybetti. Tayyipgiller’in kolluk kuvveti haline gelenler, Berkin gibi birçok liseli öğrenciyi yaraladılar şanlı isyanımız sırasında. Gerek disiplin sopasıyla,
gerek not baskısıyla Taksim-Gezi isyanına katılan ya da Soma'da yaşamını
yitiren işçiler için derslerini boykot
eden ve demokratik haklarını eylem
yapmaktan yana kullanan öğrencilerin,
eğitim-öğretim hakkı kısıtlanıyor.
Okullarda demokrasinin gelişmesini isteyen eğitim emekçileri de baskılarla,
soruşturmalarla yıldırılmaya çalışılıyor.
Eğitim hakkımızın kısıtlanmasına
yönelik başka bir yaptırım ise ailelerimizden talep edilen ücretler. Tıpkı
ayakkabı kutularına para sığdıramayanlar gibi, okul yöneticileri de ailelerimizi birer müşteri olarak görmekte.
Çeşitli adlar altında ailelerimizden üc-
Eğitim Sisteminde Faşizme değil
Bilimselliğe!
İstanbul Halk Kurtuluşçu
Liseliler’den
Bir Yoldaş
6
S
apıklardan, insanlık düşmanlarından, CIA İslamcılarından derleşik
IŞİD elini kolunu sallaya sallaya
Bağdat’a doğru ilerliyor. En ufak bir
direnişle karşılaşmadan, bilgisayar savaş
oyunlarındaki gibi, vura vura, kıra kıra,
kan döke döke ilerliyor. Karşılarında direnen bir ordu yok, direnen bir devlet yok.
Barzani’nin kontrolündeki Kürt Bölgelerine dokunmadan ilerliyor IŞİD. Sanki
aralarında al gülüm ver gülüm anlaşması
var. Kürt Halkının bağrındaki kama
Barzani’nin, “… Biz şu an Kürdistan’ı
IŞİD ya da diğer herkesten koruyoruz. Sınıra yaklaşan herkesle savaşırız. Teröristlerle savaşma görevinin icrasında tereddüt
etmeyiz. Fakat önümüzde açık bir gelecek
olmadıkça ve kapsayıcı bir siyasi çözüm
bulunmadıkça savaşmayız” sözleri doğruluyor bu anlaşmayı. IŞİD sınıra yanaşmıyor, Barzaniler müdahale etmiyor. Tabiî ki
onlar için önemli olan AB-D Emperyalistlerinin kendilerine ikinci İsrail olacak
Kürdistan’ı kuruvermesi. Petrol Bekçiliğine Barzanileri atamasıdır onlar için
önemli olan. Halklar kırılacakmış, düşmanlaşacakmış hiç ama hiç önemli değil,
halklarını, ruhlarını ABD Emperyalizmine
satan Barzaniler için. AB-D Emperyalistleri hangi rolü biçmişse IŞİD’e ve
Barzanilere o rolü oynuyorlar işbirlikçiler.
Petrolün yatağı Ortadoğu’da kendisinden habersiz kuş uçmasına müsaade etmeyen; çıkarına, projelerine ters düşen iktidarları alaşağı eden, Halk İsyanlarını
bastırmaya çalışan AB-D Emperyalistlerinin IŞİD sapıklarının ilerleyişi karşısında gıkı çıkmıyor. AB-D Emperyalistlerinin
tek yaptığı kendi elçilik ve askeri personelinin güvenliğini sağlamak. Dünya Halklarının gözünü boyamak için ABD Emperyalistleri
IŞİD’in
gelişmesini,
büyümesini ve Irak’a saldırısını Suriye
Halkının önderi Esad’ın üzerine atıyor:
“Harf, ‘Esad yönetiminin IŞİD’i yaratıp güçlendirdiğini söylüyorsunuz. Bu
nasıl oldu, açıklayabilir misiniz’ sorusuna verdiği yanıtta da önceki sözlerini yineledi. Harf, ‘Büyük bir güvenlik boşluğu yarattılar, kendi ülkelerinde bir iç savaş başlattılar ve kendi halkına saldırdılar. Bu da NUSRA, IŞİD gibi grupların
gelişmesine yol açtı’ dedi. Marie Harf,
IŞİD’in Suriye’ye komşu ülkeler tarafından desteklendiği değerlendirmesine
karşılık da, ‘Başka hükümetlerin IŞİD'i
desteklediği yönünde bir kanıt yok elimizde. Kişisel bazı maddi desteklerin
olabileceğini biliyoruz ve bunu da ciddiye alıyoruz”, diyor ABD Emperyalistlerinin sözcüsü.
Suriye Halkına saldıran sanki kendileri
değilmiş gibi, IŞİD’i, ÖSO’yu destekleyenler, para ve silah yardımında bulunanlar
kendileri değilmiş gibi, Yurtsever Esad’ı
devirmek, Ortadoğu Halkları için örnek
alınacak bir önder olmaktan çıkarmak için
bütün aşağılık yöntemleri kullananlar kendileri değilmiş, ev sahibini bastıran yavuz
hırsız misali IŞİD’in sorumluluğunu
Esad’a yükleyebiliyorlar. Emperyalistlerin
fıtratı da bu. Hem vururlar hem de niye
vurdun derler.
Gıkı çıkmayan, çıkamayan bir ülke daha var bölgede. AB-D Emperyalistlerinin
güdümünde
ve
yönetimindeki
Tayyipgiller’in yönetmeye çalıştığı Oltada
Balık Türkiye. Musul’daki 49 konsolosluk
görevlisinin de içinde bulunduğu 80 rehine
gerçekliği karşısında, IŞİD kafa yapısına
sahip, Tayyipgillerin gıkı çıkmıyor,
çıkamıyor. Vatan Millet Sakarya edebiyatını bile yapamıyorlar Tayyipgiller. Aslında görünmez değil görünür bir işbirliği
içersindeler. Bu işbirliğini; tedavi için Ankara’ya gelen, Suriye’de bir hücrenin yöneticisi olan ve kronik böbrek rahatsızlığı
yaşayan bir IŞİD “unsuru”, Suriye krizinin
başından beri Tayyipgillerden çok yardım
gördüklerini söyleyerek doğruladı:
“Türkiye önümüzü çok açtı. Türkiye
bize anlayış göstermeseydi, IŞİD bugün
bu durumda olmazdı. Bize şefkatle yaklaştı. Çok sayıda mücahidimiz Türkiye’de tedavi gördü. Ama bundan sonra
ne olur bilmiyorum. Suudi Arabistan’dan destek yok ama cihada inanmış
Suudi ailelerden yardım alıyoruz. Ama
kısa süre sonra buna da ihtiyacımız kalmayacak.” (http://www.odatv.com/n.php?n=akpden-cok-yardim-gorduk2606141200)
Tayyipgillerin insanlıktan çıkmış sapıklara nasıl destek verdiğinin kanıtıdır caninin söylemleri.
15 yaşındaki Berkin’i, 19 yaşındaki
Ali İsmail’i terörist yapan, çapulcu yapan
Tayyipgiller, kestikleri kafalarla futbol oynayacak kadar canileşen, insanlıktan çıkan;
bu görüntüleri tüm dünyaya servis edecek
kadar canavarlaşan yaratıklara IŞİD Unsuru deyip, aynı toptan kesme olduklarını
gösteriyorlar.
Arap Halkının başına gelen en büyük
bela Suudiler sessiz, Katar Şeyhi sessiz,
AB-D güdümlü bütün şeyhlikler sessiz. Bu
sessizlik bile bu operasyonun sahibinin
Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014
IŞİD CIA-Pentagon Operasyonudur
CIA-Pentagon’un IŞİD operasyonu Birinci Körfez Savaşından sonra amaçlanan AB-D Emperyalistlerinin bütün planlarının yaşam bulmasıdır. Bin ülkeli bir Dünya Projesi çerçevesinde
Ortadoğu’daki sınırların yeniden çizilmesi, ülkelerden, mezhep, ırk temelinde şehir devletleri çıkarılması planı da yaşam buluyor IŞİD Operasyonuyla.
kim olduğunu, Mausun (Fare) kimin elinde
olduğunu kanıtlamaktadır. AB-D Emperyalistleri, kendi aşağılık çıkarlarını
tehdit eden bir örgüte sesini çıkarmayacak,
akıllı füzelerini göndermeyecek, askerlerini o bölgeye çıkartmayacak, işbirlikçilerini
harekete geçirmeyecek mümkün değildir.
Eşyanın tabiatına aykırıdır böyle bir durum.
Nitekim “Suudi-Lübnanlı milyarder
Saad Hariri’ye yakın bir kaynak, IŞİD
tugaylarının Irak’ı bölmek, Suriye’deki
çatışmaları büyük bir Ortadoğu savaşına çevirmek ve İran’ı sarsmak için kullanılmasına yakılan yeşil ışığın, Kasım
2013’te Türkiye’de toplanan Atlantik
Konseyi’nde kapalı kapılar ardında verildiğini belirterek Ankara’daki ABD
Büyükelçiliğinin operasyonun merkez
üssü olduğunu ekledi.”
“Suudi-Lübnanlı multi-milyarder ve
eski Lübnan Başbakanı Saad Hariri’ye
yakın, ‘güvenilir bir kaynak’, isminin
verilmemesi şartıyla konuşarak, IŞİD
tugayları ile birlikte Irak’a karşı yapılan
savaşa yakılan son yeşil ışığın kapalı kapılar ardında, İstanbul, Türkiye’deki
Atlantik Konseyi Enerji Zirvesi’nin
kapsamında, 22-23 Kasım 2013’te verildiğini
söyledi.”
(http://www.ydh.com.tr/HD12933_irakta-isidin-verdigisavasin-merkez-ussu-abdnin-ankarabuyukelciligi.html)
CIA-Pentagon’un IŞİD operasyonu Birinci Körfez Savaşından sonra amaçlanan
AB-D Emperyalistlerinin bütün planlarının
yaşam bulmasıdır.
Ne amaçlanmıştı Körfez Savaşlarıyla?
Ortadoğu’da ikinci bir İsrail olacak Kürdistan kurulacaktı. Ortadoğu’da petrol bekçiliği yapacak, Ortadoğu Halklarının bağrına saplanacak kama olacak Kürdistan kuruldu IŞİD Operasyonuyla, “Hayırlı” olsun. Lideri de belli oldu. Amerikancılıkta,
dolayısıyla satılmışlıkta, hainlikte yıllardır
tutarlı bir yol izleyen Barzani.
Barzani Kürdistan’ın kurulduğunu ilan
etti. Tabii ki Barzani sahibinin sesine playback yapıyor, sadece dudaklarını oynatıyordu.
“Irak’ın artık bir arada kalabilmesinin güç olduğunu söyleyen Barzani,
‘Çünkü şu an tecrübe ettiğimiz şey bize
bu şekilde devam edemeyeceğimizi gösteriyor. Bugünkü Irak, bildiğimiz ve yaşadığımız iki hafta önceki Irak’tan artık
farklı’ dedi.
“Iraklı Kürtlerin uzun zamandır hayalini kurdukları kendi kaderini tayin
ve hatta bağımsızlık kararının vakti geldi mi” sorusuna ise Barzani şu yanıtı
verdi:
“Son on yıldır yeni ve demokratik bir
Irak inşa edebilmek için her türlü esnekliği ve çabayı gösterdik, elimizden
gelen her şeyi yaptık. Fakat maalesef bu
tecrübe, olması gerektiği gibi başarılı olmadı. İşte bu yüzden Irak’taki son gelişmelerin ardından, Kürt halkının kendi
geleceğini belirlemesi için fırsatı değerlendirmesi gerektiğinin artık kanıtlandığını düşünüyorum.”
“Bu bağımsızlık isteyeceksiniz anlamına mı geliyor?” şeklindeki soruya
Barzani, “Artık Kürt halkının geleceğini
tayin etme vakti geldi. Biz de Kürt halkının kararı neyse onu destekleyeceğiz”
yanıtını verdi.”
“Yarın bu karar hakkında bir referandum yapılsa, sonuç sizce ne olurdu?”
sorusuna da Barzani, “Birkaç yıl önce
bir referandum yapıldı fakat resmi değildi. Bölgedeki diğer ülkelerdekilerin
aksine, gerçek bir sonuç alındı. Halkın
yüzde 90’ı bağımsızlığa ‘evet’ dedi” diye
cevap verdi.
“Barzani, “Irak’ın dağılmasına neden olmaktan endişe etmiyor musunuz”
sorusunu ise şöyle yanıtladı:
“Açıkçası 2003’te rejimin yıkılmasından sonra, Irak’ın birliğini ve bütünlüğünü biz Kürtler koruduk. Son on yıldır bu işi biz yaptık. Fakat şimdi Irak
zaten bariz biçimde dağılıyor. Merkezi
hükümet her şeyin üzerindeki kontrolünü kaybediyor. Ordu, polis ve her şey
dağılıyor. Şu an IŞİD dediğimiz oluşumun ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Ortaya çıkan yeni bir devletle çok uzun bir
sınırı paylaşıyoruz. Bu bizim suçumuz
değil, Irak’ın çöküşüne biz neden olmadık. Bilinmeyenin esiri olmak istemiyoruz.” (http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/barzani-gelecegimizi-tayin-etmevakti-geldi-h55361.html)
Barzani’nin söylemleri Irak’ın fiilen
üçe bölündüğünün, AB-D Emperyalistlerinin projesinin yaşama geçtiğinin, IŞİD
kontrolünde Sünni bir devletin, kendilerinin kontrolünde İkinci İsrail olan Kürdistan’ın kurulduğunun, geri kalan parçaların
Şiilere bırakılacağının itirafıdır.
İnsan soyunun en büyük düşmanı ABD Emperyalistleri, en zengin Petrol yataklarının bulunduğu Musul ve Kerkük’ü bir
parçaya dahil etmiyor. Yılların emperyalist
tecrübesine dayanarak ve ileride bir bölgenin kendisine karşı dönebileceği olasılığına
karşı Musul’u IŞİD’e, Kerkük’ü Barzani’ye bırakıyor.
Bin ülkeli bir Dünya Projesi çerçevesinde Ortadoğu’daki sınırların yeniden çizilmesi, ülkelerden, mezhep, ırk temelinde
şehir devletleri çıkarılması planı da yaşam
buluyor IŞİD Operasyonuyla. Irak ve Suriye fiilen üçer parçaya bölünmüş durumda.
Irak fiili olarak, Barzani’nin kontrolünde
Kürt bölgesi, IŞİD’in kontrolünde Sünni
Bölgesi ve Maliki’nin kontrolünde Şii bölgesi olarak üç parçaya bölündü. Suriye’de
Beşşar Esad’ın kontrolünde Alevi Bölgesi,
IŞİD’in kontrolünde Sünni bölgesi ve Rojava-Kürt Bölgesi olarak üçe bölünmüş durumda.
AB-D Emperyalistleri durmayacaklar,
bölmeye, parçalamaya, kan dökmeye, döktürmeye; aşağılık çıkarlarını sağlama almak amacıyla BOP’larını, GOP’larını yaşama geçirmek için Halkları düşmanlaştırmaya devam edecekler. Sıra üzerinde yaşadığımız topraklara geliyor. Haritalarını yayınladılar, Türkiye üçe bölünecek. Olmayan Ermeni sorununu hortlattılar, parçalardan bir tanesi Ermenistan olsun diye. Kürt
Sorununda bütün tarafları Amerikancı çözüme razı ettiler, Ortadoğu’nun petrol yataklarına bekçilik yapacak İkinci İsrail olacak Kürdistan, parçalardan biri olsun diye.
Tayyipgiller, zaten Vatan, Halk sevgisi,
Ulus mefhumları taşımadıkları, tamamen
AB-D Emperyalistlerinin yaratığı oldukları için Amerikan çözümüne hayır diyemezler. AB-D Emperyalistlerinin güdümüne
giren Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi
de, kendilerine birileri Kürdistan kuruversin de, bu kurulan Kürdistan İkinci İsrail
olacakmış, Kürt Halkının çıkarına olmayacakmış hiç önemli değil, tutumundadır. Yeter ki kurulacak Kürdistan yönetiminde söz
sahibi olabilsinler. Ortaçağcı, Ümmetçi
Tayyipgillerin iktidar yapılması da üçüncü
parça (Türkiye) de ılımlı İslam devleti olsun diyedir. AB-D Emperyalistlerinin planları bu. Ve bu plan adım adım hayata geçiyor.
Bu planı bozacak olan halklardır. Elbette ki birleşik ve örgütlü halklar. Çünkü birleşik ve örgütlü halklar yenilmezler ve Emperyalistlerin planlarını yırtarlar, yüzlerine
fırlatırlar. Tıpkı Sevr’i parçalayıp Emperyalist Yedi Düvelin suratına fırlatan Türk
ve Kürt Halkları gibi. Tıpkı Küba’da ABD
Emperyalizminin oyunlarını bozan Küba
Halkı gibi. Tıpkı Yankeelerin Uzak Asya’ya yönelik oyunlarını bozan, onları geldiklerine pişman edip ülkelerine boynu bükük bir şekilde gönderen Vietnam Halkı gibi. Tıpkı AB-D Emperyalistlerinin korkulu
rüyası haline gelen, Latin Amerika’dan
tüm dünyaya estirdikleri sol rüzgârlarla
Dünya Halklarının umudu haline gelen,
AB-D Emperyalistlerinin Latin Amerika’ya yönelik bütün oyunlarını, planlarınını altüst eden Venezuela, Bolivya halkları
gibi. Tıpkı AB-D Emperyalistlerinin Ortadoğu’ya yönelik planlarını yavaşlatan, belli ölçüde gerileten, bir Libya, bir Irak, yapılmasına direnen Suriye Halkı gibi.
AB-D Emperyalistlerinin zaferleri geçicidir. İnsanlık tarihi direnen ve zulme
başkaldıran halkların zaferleriyle doludur.
Bu karanlığı yırtıp aydınlık günleri getirecek olan, birleşip örgütlenecek ve emperyalist zulme isyan edecek halklardır.
Çünkü Halklar sürgit hayvan yerine konup sürülmeye isyan ederler.
Çünkü Halklar Haklıdır, eninde sonunda yenerler ve kazanırlar.
Ortadoğu Halkları eninde sonunda birleşip örgütlenecekler ve kazanacaklardır.
Emperyalistler de eninde sonunda yenilecekler ve insanlık tarihinin karanlık sayfalarında yerlerini alacaklardır. 26 Haziran
2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
IŞİD, AB-D Emperyalistleri ve
işbirlikçilerinin Muaviye-Yezid klonlamasıdır
A
B-D Emperyalistlerinin ve yerli
satılmışların Ortadoğu’ya getirdiği “Demokrasi” ve “Özgürlük”tür IŞİD.
Yezid’in ninesi Hind’in Uhud Savaş
meydanında şehit düşmüş Hz. Hamza’nın
karnını yarıp ciğerini çıkarıp yeme canavarlığının devamıdır IŞİD.
Yezid’in Kerbela’da Hz. Muhammed’in Ehlibeyt’ine yaptığı caniliğin devamıdır IŞİD.
Muaviye-Yezid tohumları bugün Ortadoğu’ya yayılmış canavarlıklarını, caniliklerini atalarına layık bir şekilde devam
ettiriyorlar. Dün Libya’da, Suriye’de boy gösteren sapıklardan,
ruh hastalarından derleşik kan
içiciler, bugün Musul’da vahşetlerini sergiliyorlar. Nasıl ki ataları mızrak uçlarına taktıkları
Kur’an sayfalarıyla iktidara
giden yolu açarak gerçekleştirdilerse katliamlarını, IŞİD’ın sapık
askerleri de Allah yazılı bayraklarıyla gerçekleştiriyorlar Musul’da katliamlarını. Ve utanmadan kendi
çektikleri görüntüleri, insan olanın içinin
alamayacağı canilikleri tüm dünyaya servis ediyorlar.
Bu kan içici canavarı klonlayanlar;
AB-D Emperyalistleridir. Suriye’ye
“demokrasi”yi getirmek için dünyanın
bütün bölgelerinden bu kan içici sapıkları,
ruh hastalarını toplayan, onları “Cihadınız
Alevi Esad ve ona destek veren kâfir Şii
İran, Maliki ve Hizbullah’a karşıdır” diyerek doktrine eden Suriye Halkının üzerine salan insan soyunun en büyük
düşmanları AB-D Emperyalistleridir.
Onlar ki, enerji kaynaklarını kontrol
edebilmek için, bin ülkeli bir dünya hedefine ulaşmak için, BOP ve GOP projeleriyle Müslüman Halkları kırmaktan,
birbirlerine kırdırmaktan çekinmezler.
Haçlı zihniyetiyle davranırlar. Haçlı Ordularını durduran Selahaddin Eyyubi’nin
anısını, izini, tozunu silmektir amaçları.
Selahaddin Eyyubi gibi komutanların
Tarih sahnesine yeniden çıkmasını engellemek ve kendi sömürülerini sürdürmek
içindir Ortadoğu Halklarına yönelik saldırıları, zalimlikleri, düşmanlıkları. Halkları
kandırmak için IŞİD’i terör örgütleri listesine koyarlar, el altından devam ederler
dolaylı, dolaysız para, silah desteklerine…
Tayyipgillerin parmağı vardır IŞİD’in
yaratılmasında. Her türlü lojistik desteği
sağlamıştır Tayyipgiller ruh hastalarına.
Korumuş, kollamış, yardım ve yataklık
yapmıştır IŞİD canavarlarına. Kardeşim
dediği Beşşar Esad’ı, AB-D Emperyalistlerinin bir emriyle satmış, kendi aşağılık
çıkarları için yurt topraklarını yolgeçen
hanı yapmıştır Tayyipgiller, AB-D Emperyalistlerine ve uşaklarına. Halk düşmanı bu katillerin, hiçbir engeller
karşılaşmadan Suriye’ye geçişlerini sağlamıştır Tayyipgiller. Aynı dünya görüşüne sahiptir IŞİD ile Tayyipgiller.
Ümmetçidirler, Ortaçağcıdırlar, ilericilerin, yurtseverlerin, antiemperyalist önderlerin
düşmanıdırlar.
Şanlı
Gezi
İsyanı’mızda, Soma’da katlettikleri canlarımıza acıması olmayan; ölmüşler, geçmişler, kaderdir diyen Tayyipgiller’le,
gülerek, oynayarak baş kesen IŞİD canavarları aslında aynı toptan kesmedir. İnsanlıktan çıkmış IŞİD üyesi sapıkların,
Türk Toprağı sayılan konsolosluğu işgal
etmesini ve Türk bayrağının indirilmesini
dizi film izler gibi izlemektedir, Lice’de
bayrak indirme provokasyonuyla ortalığı
birbirine katan Tayyipgiller.
Kürt Halkının bağrına saplanmış kamaların en büyüklerinden Amerikancı
Barzanilerin parmağı vardır, IŞİD’in yaratılmasında. ABD Emperyalizmine hizmettir Molla Barzanilerin varlık nedeni. 2
milyona yakın Iraklının katlinden sorumludur Barzaniler. AB-D Emperyalistleri
Barzanilerin işbirliği sayesinde gerçekleş-
tirebilmişlerdir Irak Halkına yönelik saldırılarını. Sünni Barzaniler Alevi Esad’ın
ortadan kalkması için destek vermiştir
AB-D Emperyalistlerine. Bugün Musul’da salına salına katliam yapan IŞİD’e
AB-D Emperyalistlerinin oluru olmadan
dokunamayan satılık Barzanilerin sayesindedir IŞİD’ın palazlanması.
Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi de
sorumludur IŞİD’ın yaratılmasından. ABD Emperyalistlerini okyanus ötesinden
gelen bir dost olarak gören, gerillalarını
AB-D Emperyalistlerinin emrine vermeyi
teklif edebilen, Ortadoğu’da ikinci bir İs-
rail olacak Kürdistan’ın kurulabilmesi için
her türlü gericiliğe olur veren Amerikancı
Burjuva Kürt Hareketi de IŞİD’in katliamlarından sorumludur.
IŞİD’le, El Nusra’yla ve bilumum Ortaçağcı cihatçı çetelerle Esad’ın devrilmesi için pazarlık yapan, anlaşma
imzalayarak Esad’a karşı birlikte mücadele veren PYD’dir sorumlusu.
Ülkesi Suriye’nin bağımsızlığını ve
halkının mutluluğunu savunan, bağımsızlıkçı, laik, yurtsever ve namuslu olduğu
için, halkını sevdiği için AB-D Emperyalistlerinin düşmanı ilan edilen Beşşar
Esad’a karşı saldırıya sessiz kalanlar,
çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek demeden insanları katleden Ortaçağcı Katillerin katliamını görmezden gelenler
sorumludur IŞİD’den.
Kazananlar Direnen Halklar
Olmuştur
İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle bezenmiştir. Emperyalist Yedi Düvele karşı
Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandıran Türk ve Kürt Halkının direnişidir bunun en büyük örneği.
Küba Halkının AB-D Emperyalizmine
karşı direnişi tüm dünya halklarına örnek
olmuş, örnek olmaya devam etmektedir.
Vietnam Halkının Yankee Emperyalizmine karşı elde ettiği zafer dünya halklarının bilincinde, mücadelesinde yaşamaya
devam ediyor ve devam edecek.
İşte Suriye Halkının Haçlı Ordularına
karşı direnişi Suriye Halkının zaferiyle sonuçlanmıştır. Emperyalistlerin askeri gücü
ne kadar fazla olursa olsun, istihbarat ağları ne kadar yaygın olursa olsun, bağımsızlığına düşkün, ulusal onuru yaşamdan
değerli kılarak ölümü göze almış insanların direnişi emperyalistleri her zaman geriletir. Irak’ta yaşayan halkların yapması
gereken budur. Silahları bırakıp kaçmak
değildir yapılması gereken. Emperyalistlerin her zaman müttefiki olmuş Ortaçağcı
İrticacılara karşı direnmektir halkların
yapması gereken. Örnek alınmalıdır Suriye Halkının ve önderinin direnişi.
Bu örnekler çoğalacaktır. Buna inancımız tam. İnsanlık eninde sonunda, insan
soyunun en büyük düşmanlarına karşı direnişini zaferle taçlandıracaktır. AB-D
Emperyalistleri, insanlığı Ortaçağın karanlığına götürmeye yeminli Ortaçağcılar,
tarihin karanlık sayfalarına gönderilmeden
insan soyunun rahatlaması, halkların özgürleşmesi mümkün değildir. İnsanlık
altın yıllarına yeniden kavuşacaktır. Bunu
engellemeye emperyalistlerin gücü yetmeyecek. İnanmış, kararlı, bilinçli on binleri durduramadılar, milyonları hiç
durduramazlar. 13.06.2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
7
Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014
Tayyipgiller, GDO Yönetmeliğini
kimin yararına değiştirdi?
Tayyipgiller’in bakanı önce “taviz yok” dediği GDO’ya üç gün sonra “bulaşan” adı altında
bir yönetmelik değişikliğiyle vize veriyor. Ve bunu yine kendi çıkardığı Biyogüvenlik Kanununa
aykırı biçimde yapıyor.
T
arım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığının geçen ay değiştirdiği
“Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine dair yönetmelik” tartışma yaratmaya devam
ediyor.
Milupa Aptamil’in bebek mamalarında 26 Mayıs 2014’te GDO tespit
edilmesinden sadece birkaç gün sonra,
29 Mayıs 2014’te GDO yönetmeliğinin değiştirilmesi kafalarda soru işa-
retleri oluşturdu. Gıdada % 0,9’a
kadar GDO bulunmasını GDO bulaşanı olarak tanımlayan yönetmelikle
artık GDO’lu ürünler, ambalajında
GDO içerir yazmadan satılabilecek.
GDO nedir, önce ona bakalım. Adı
geçen yönetmeliğe göre, “genetik yapısı
değiştirilmiş organizma kısa adıyla
GDO, modern biyoteknolojik yöntemler kullanılmak suretiyle gen aktarılarak elde edilmiş, insan dışındaki bitki,
hayvan ve mikroorganizma dâhil canlı
organizmadır.”
Örneğin, bitkileri yiyen, hasar veren
böceklere dirençli bir geni bitkiye aktarabilirsiniz. Böylece, böceklerin zarar
veremediği GDO’lu bir bitkiniz olur.
Yani o bitkinin doğal yapısında olmayan bir geni, biyoteknolojik yöntemlerle
bitkiye aktarıp onda istediğiniz özellikleri oluşturabilirsiniz.
Şu anda GDO’lu tarım ve diğer
GDO’lu ürünler dünyanın tarım tekellerinin elinde. Biyoteknoloji insanlığın
yararına kullanılırsa olumlu kazanımları
olabilecekken, Monsanto, Dupont,
Syngenta gibi dünyanın tarım tekelleri
GDO’lu ürünleri sadece kâr amacıyla
üretip pazarladıkları için durum tam
tersi olmaktadır. Örneğin, bu tekellerin
ürettiği GDO’lu bitkiler, doğal bitki
ürünleri gibi kendi tohumundan yeniden
yetiştirilememektedir. Dolayısıyla bu
ürünleri yetiştirmek için her seferinde
tohumlarını tekellerden satın almak ge-
rekmektedir.
Ayrıca, tekeller tarafından üretilen
bu bitkiler baskın oldukları için ekildikleri yerdeki doğal bitki örtüsünü yok
ediyor. Ayrıca yine GDO’lu ürünlerdeki
kimi genlerden dolayı, insanlarda antibiyotiklere direnç ortaya çıkardığı
da bilinen gerçeklerden biri.
Ülkemize GDO’lu ürünler uzun zamandır giriyor. Fakat GDO’lu ürünlerin
kontrolü, denetimi konularında yasal
mevzuatta ancak 2009 yılında “Gıda ve
Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin
İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol
ve Denetimine Dair Yönetmelik”le bir
adım atıldı. Yerli yabancı Parababalarının çıkarları doğrultusunda defalarca
değiştirilen bu yönetmelik, 2010 yılında
yayımlanan “5977 sayılı Biyogüvenlik
Kanunu” ve ardından bu kanuna dayanarak “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair
Yönetmelik”in çıkarılmasıyla yürür-
lükten kaldırıldı. Ülkemizde, genetiği
değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi, GDO ve ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam
mamaları ve devam formülleriyle
bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde
kullanılması yasak. Ayrıca, GDO içeren ürünlerin ambalajında bunun belirtilmesi zorunlu.
İşte yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, geçtiğimiz ay GDO Yönetmeliğinde bir değişiklik yapıldı. Birkaç yıl
önce GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye girdiği haberleri üzerine, Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker “Biz
Türkiye’ye GDO’lu ürün sokmayız,
buna tolerans göstermemiz mümkün
değil” demişti. Eker, 26 Mayıs’ta bebek
maması firması Milupa Aptamil ürünlerinde GDO çıkması üzerine de “Hiçbir
şekilde GDO’ya tolerans yok” açıklamasını yaptı. Ancak olaydan sadece birkaç gün sonra yani 29 Mayıs’ta
Bakanlık yönetmeliği değiştiriverdi.
Hem de bakanın açıklamalarının tam
tersine, GDO’ya ülkemize girişte vize
veren bir değişiklik gerçekleşti.
Bu yönetmelikle Biyogüvenlik Kanunu da çiğnenmiş oldu. Çünkü Kanuna
göre Türkiye’ye her türlü GDO’lu gıdanın girişi yasaktı, sadece belirlenmiş
bazı yemlerin girişi serbestti. Bu yasa
herşeye rağmen sınırsız ve kontrolsüz
GDO’lu gıdaların önünde bir engeldi.
Bu ortadan kalkmış oldu. Ve yönetmelikte bebek mamalarıyla ilgili kesin hükümler de ortadan kalkmış oldu.
Yapılan değişiklikle Yönetmeliğe
“GDO bulaşanı” tanımı eklendi. Bu tanıma göre, “GDO Bulaşanı, genetik
modifikasyon teknolojisi uygulanan
veya uygulanmayan bir üründe, birincil üretim aşaması dâhil üretim,
imalat, işleme, hazırlama, işleme tabi
tutma, ambalajlama, paketleme, nakliye veya muhafaza sırasında ya da
çevresel faktörler ile teknik olarak
engellenemeyen, önlenemeyen veya
tesadüfî olarak bulaşan GDO’ları
ifade eder.”
Yapılan değişiklikle, “Bakanlık
ulusal ve uluslararası düzenlemeleri
Toprak ve su kaynaklarından
sonra sıra zeytinliklerde
Yapılmak istenen değişiklik ile madencilik faaliyetlerinin, elektrik üretimine yönelik yatırımların
ve bu yatırımlar ile ilgili her türlü yapıların, petrol ve doğalgaz arama ve işletme faaliyetlerinin,
yol, altyapı ve üstyapısı faaliyetlerinin zeytinlik sahalarında yapılmasının yolu açılıyor. 3573
sayılı Kanunda yer alan “zeytincilik sahaları daraltılamaz” hükmü işlemez hale getiriliyor.
H
iç boş durmuyorlar. Yeter artık
bu kadar, elde ettiklerimizle
ömrümüzün sonuna kadar
maddi sıkıntı çekmeden yaşarız da demiyorlar. Türkiye’deki tüm zenginlikler, değerler bize ait olana kadar, bize
gelir getirene kadar çalmaya, çırpmaya,
gasp etmeye devam diye ant içmişler
resmen...
Türkiye’de tarım için önemli-değerli bir ürün olan aynı zamanda istihdam kaynağı ve yurtdışı pazarlarda
kayda değer bir ihraç kalemi olan zeytinin, zeytinyağının hammaddesine göz
dikmiş durumdalar...
Zeytinlik alanlar talana açılmaya
hazırlanıyor, büyük bir vurgun kapıda...
Doğayı, çevreyi hiçe sayan bir yasayı
çıkarmaya hazırlanıyorlar. Yasa tasarısı, HES’lerle doğanın talan edilmesinin bir diğer ayağı durumunda...
Çok uzun yıllardır bunun peşindeler. En son 2 yıl önce Gıda, Tarım ve
Hayvancılık Bakanlığı tarafından hazırlanan bir yönetmelik Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.
Maden-enerji şirketlerinin zeytinliklerde arama yapmasını, şirket-tesis kurmasını sağlayan bir yönetmelikti. 3573
sayılı “Zeytinciliğin Islahı ve Yabani-
lerinin Aşılattırılması Hakkında
Kanun”una açıkça aykırı olan yönetmelik hakkında meslek odalarının açtığı dava sonunda Danıştay yürütmeyi
durdurma kararı almıştı.
3573 sayılı kanundaki koruyucu hükümler, tarım dışı amaçla arazi kullanımı, metalik madenciliğe yönelik
faaliyetler ve HES uygulamalarına
karşı açılan çok sayıdaki davanın kazanılmasında, yargı tarafından dikkate
alınan çok önemli bir gerekçe oluşturmuştu. Şimdi, yatırımların önünde
engel görülen 3573 sayılı kanundaki
koruyucu hükümlerden kurtulmak isteniyor. Yeni bir kanunla… ‘Elektrik Piyasası Kanunu ile Zeytinliğin Islahı ve
Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında
Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun Tasarısı” geçtiğimiz günlerde
Bakanlar Kurulu tarafından imzalandıktan sonra Başbakanlık tarafından
TBMM’ye gönderildi. TBMM’nin
gündeminde şu anda yasa tasarısı.
Yapılmak istenen değişiklik ile madencilik faaliyetlerinin, elektrik üretimine yönelik yatırımların ve bu
yatırımlar ile ilgili her türlü yapıların,
petrol ve doğalgaz arama ve işletme
faaliyetlerinin, yol, altyapı ve üstyapısı
faaliyetlerinin zeytinlik sahalarında ya-
dikkate alarak numune alma, analiz
ve değerlendirme yöntemleri belirler(…)”
“(…) Analiz sonucunda üründe %
0,9 ve altında GDO tespit edilmesi halinde bu durum GDO bulaşanı olarak
değerlendirilir.”
Tespit edilen genler Biyogüvenlik
Kurulu tarafından onaylanmışsa onay
amacına uygun olarak kullanılabilecek.
Ancak Yönetmelik, bu konuda Biyogüvenlik Yasasıyla uyuşmuyor. Yasaya göre, Bakanlığın görevlerinden biri
de “(…) istenmeyen GDO bulaşıklarının engellenmesi, izlenmesi, kont-
Eker, 26 Mayıs’ta bebek
maması firması Milupa Aptamil ürünlerinde GDO çıkması
üzerine de “Hiçbir şekilde
GDO’ya tolerans yok” açıklamasını yaptı. Ancak olaydan
sadece birkaç gün sonra yani
29 Mayıs’ta Bakanlık yönetmeliği değiştiriverdi. Hem de
bakanın açıklamalarının tam
tersine, GDO’ya ülkemize girişte vize veren bir değişiklik
gerçekleşti.
rolü ve denetimini sağlamak.” Yani
Yasa’ya göre, istenmeyen GDO bulaşıklarının engellenmesi gerekiyor ve
bunu yapmak da Bakanlığın görevi.
Gördüğümüz gibi, Tayyipgiller’in
bakanı önce “taviz yok” dediği GDO’ya
üç gün sonra “bulaşan” adı altında bir
yönetmelik değişikliğiyle vize veriyor.
Ve bunu yine kendi çıkardığı Biyogüvenlik Kanununa aykırı biçimde yapıpılmasının yolu açılıyor. 3573 sayılı
Kanunda yer alan “zeytincilik sahaları
daraltılamaz” hükmü işlemez hale getiriliyor.
Mevcut yasa, zeytinlik sahaları
içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre
mesafede zeytinyağı fabrikası hariç,
zeytinliklerin vegatatif (bitkisel) ve generatif (üreyici) gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman
çıkaran tesislerin yapılamayacağı ve işletilemeyeceği hükmünü içerirken, bu
alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmelerinin yapımı ve işletilmesini
Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının iznine bağlıyor.
Meclise gönderilen tasarıda ise
enerji ve maden işletmeleri, doğalgaz,
petrol işletmeleri gibi kimyasal madde
salınımı yapan tesislerin kurulmasına
izin verilebilecek düzenlemeler getiriliyor.
yor.
Ne için?
Bebek mamasında uluslararası Finans-Kapitalistlerden biri olan Milupa
Aptamil’in paçasını kurtarmak için.
Çünkü, hep söylediğimiz gibi, Tayyipgiller, Parababalarının kâr düzeninin,
sömürü düzeninin bekçisidir.
Bebeklerimiz, çocuklarımız ve tüm
halkımız hangi sonuçları yaratacağını,
ne gibi zararlar vereceğini bilmediğimiz, bulaşan adı altındaki GDO’lu gıdalara mahkûm ediliyor. İnsanlarımıza
GDO’lu gıda yiyip yemediğini bilme
hakkı dahi verilmiyor. “Bulaşan” oyunu
tam bir aldatmacadır.
Diğer yandan GDO’lar insanlığın
yararına kullanıldığında çok önemli kazanımlar ortaya çıkıyor. Sosyalist Küba,
biyoteknolojiyi insanlığın yararına kullanıyor. Fidel, Fransız gazeteci Jean
Edern Hallier’in kendisiyle 1990’da
yaptığı röportajda biyoteknolojiyi halkın yararına nasıl kullandıklarını anlatıyor. Bir inek yaratıyorlar “günde
ortalama 100 litreden fazla süt vermeye başladı. Günde ortalama 105
litre süt verdiği aylar da oldu. (…) genetik üzerine çalışarak elde ettik. (…)
Bu inek bütün bir okulun süt ihtiyacını
karşılıyordu.” diyor. Ve Küba’da Gençlik Adası’nda bu ineğin bir heykeli dikiliyor. Demek ki, insanlığın yararına
kullanılırsa biyoteknoloji-genetik çalışmalar zarar vermek bir yana, heykelini
dikecek kadar minnettarlıkla anılan faydalar sağlıyor.
Teknoloji, Parababalarının elinde insanlığa, doğaya, çevreye zarar veren bir
güce dönüşürken, İşçi Sınıfının,
Emekçi Halkın iktidarında-Sosyalizmde İnsanlık için büyük yararlara,
kazanımlara dönüşüyor. Öyleyse teknolojiyi de Parababalarının elinde bir
esir olmaktan kurtaracağız.q
Bu durum, 30-35 yıllık verime kalkmış zeytinliklerin kaybolması ve yakınlarındaki diğer zeytinliklerin de,
çevresel faktörlerin değişmesi nedeniyle, verim kayıplarına uğraması anlamına geliyor. Ayrıca ardından
çıkabilecek benzer kanunlara da emsal
oluşturacak.
Aynı zamanda tasarının kanunlaşması halinde, tarım alanlarının amaç
dışı kullanımı ve HES’ler ile talan edilen, yok edilen toprak ve su kaynaklarımıza, zeytinlik alanlar da eklenecek.
Sadece bu da değil. İthal edilecek
kalemlere zeytin-zeytinyağı da kaçınılmaz olarak eklenecek. Tabiî bu durum
çiftçimizin bir geçim kaynağını daha
kaybetmesine neden olacak. Soma’da
olduğu gibi...
Doğa ve insan değil de kâr ve rant
odaklı bu politikalar bu felaketlere
neden oluyor, kaçınılmaz olarak…q
8
Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014
Başyazı
Biz “Çatı”da olmayalım
Baştarafı sayfa 1’de
Böyle bir “Çatı Adayı”
desteklenebilir mi?
Şimdi gelelim bugünlerin en tartışılan meselesine:
CHP, MHP adayının desteklenip
desteklenmemesi konusuna.
Desteklenmesi gerekir, diyenler ana
tez olarak şu iki gerekçeyi öne sürüyorlar:
1- Desteklememek dolaysızca Tayyip’e oy vermek demektir.
2- Bu aday yani E. İhsanoğlu Cumhuriyet’e, laikliğe, Mustafa Kemal’e
karşı değil. Yani bizim beklentilerimizi
karşılayacak bir aday. O bakımdan desteklemekte bir yanlış yok.
Birinci gerekçeyi ele alalım önce.
Evet, buna vermemek bir anlamda Tayyip’e vermiş olmak anlamına gelebilir.
Tayyip, bildiğimiz gibi ve 15-20 yıldan
nimsemediğini açıkça ortaya koymaktadır şu cümlesinde:
“Bir uçta İslam’ı olabilecek en
katı yorumlar ve uygulamalarla benimseyen bazı İslamcı rejimler, diğer
uçta ise İslam’a yönetimde herhangi
bir söz hakkı vermeyen laik rejimler
var.” (age)
Yukarıdaki cümlede çok net biçimde ifade ettiği gibi İslam’a yönetimde
söz hakkı verilmesini savunmaktadır.
Yani yönetimin İslam’la paylaşılmasını
söylemektedir. Başka türlü anlatırsak;
devlet kurumlarının işleyişini belirleyen kanun ve kuralların bir bölümü İslami esaslara dayansın, demektedir.
Öyle ya başka türlü İslam yönetimde
nasıl söz hakkına sahip olabilir?
Fakat haksızlık etmeyelim. O, devlet tümüyle İslami esaslara göre düzenlensin ve çalışsın da dememektedir.
Böyle diyenleri şöyle eleştirmektedir:
İhsanoğlu
bu yana yapmış oldukları göz önüne
alındığında, yani yaptığı vurgunlar, hırsızlıklar, ihanetler, katliamlar nazarı
dikkate alındığında insan gerçekten de
bundan daha kötüsü olmaz, diyebilir. O
bakımdan da Tayyip’e karşı E. İhsanoğlu’nun kazanması her açıdan daha
iyidir, diyebilir. Yani halkımızın deyişiyle İhsanoğlu hiç değilse “ehven-i
şer”dir (kötü olanların içinde iyisidir).
Evet, bir bakıma bizce de öyledir. Tayyip’e göre daha masum kalır.
İhsanoğlu Laikliğe karşıdır
Şimdi de gelelim İhsanoğlu’cuların
ikinci gerekçesine:
İhsanoğlu, ikinci gerekçede ortaya
konan tezleri savunma konusunda tam
içtenlikli değildir. Kaçamak, ortayolcu
bir tutum izlemektedir. Mesela laiklik
üzerine söylediklerinde:
“Din alanının siyaset üzerindeki
ve siyasetin din üzerindeki kontrolü
kaldırılmalı, bu ikisini birbirinden
ayıran çizgi net ve açık olarak çizilmeli.” (Ekmeleddin İhsanoğlu, Yeni
Yüzyılda İslam Dünyası, Timaş Yayınları, İstanbul 2013)
Laiklik konusundaki ana tezi budur.
Ama bu gerçek anlamda laikliği savunmak değildir kesinlikle. Bu anlayış, din
ile devlet işleri arasında bir denge kurmayı amaçlayan bir tezdir. Her ikisi de
birbirinin üzerinde hâkimiyet kurmasın, denmektedir. Oysa gerçek laiklikte
devletin dini olmaz. Devleti oluşturan
kurumların işleyişleri de asla din kurallarına göre oluşturulmaz. Aklın, bilimin ve insanlığın ortak vicdanına, değerlerine uygun olarak belirlenir, düzenlenir bu kurallar. Din, devletten tümüyle ayrıştırılır. Din, kişilerin özel
hayatları içine bir anlamda hapsedilir.
İnsanlar kendi özel yaşamlarında
inançlarını, ibadetlerini istedikleri gibi
serbestçe yaparlar ya da hiçbir inanca
sahip olmazlar. Tabiî doğallıkla ibadetle de ilgilenmezler. Bu tamamıyla insanların kendi seçimlerine, tercihlerine
bırakılır. Devlet hiç bunlarla ilgilenmez ve bunlara karışmaz.
Tabiî devletin işleyişini düzenleyen
kurallar bütünü olan hukuk; kanunlar
ve onun alt birimleri olan tüzükler, yönetmelikler vb. ile eğitim, dinden tümüyle uzak olur.
İhsanoğlu, bunlar için de bir ortayol
bulmaya çalışmaktadır. O, bizim yukarıda andığımız laiklik anlayışını be-
“Bir uçta İslam’ı olabilecek en katı
yorumlar ve uygulamalarla benimseyen bazı İslamcı rejimler (…)”
İhsanoğlu Mustafa
Kemal’e, Jöntürklere ve
Cumhuriyete karşıdır
Gelelim Mustafa Kemal hakkındaki
kanaatine. Burada da İhsanoğlu bir ortayol tutturmaktadır.
Bir kere Jöntürk Devrimi’ne, Meşrutiyet Devrimi’ne ve onun devamı
olan Cumhuriyet Devrimi’ne karşı bir
tutum sergilemektedir. Şöyle demektedir:
“Bugün bile Jön Türk zihniyeti
denilebilecek, toplumu sarsan, devlete meydan okuyan ve aydınları
kamplaştırarak toplum kesimlerini
ters istikametlere yönlendiren menfi
miras, 20. asrın sonunda Türk hayatının bir parçası olarak sürmektedir.” (age)
Bilinmektedir ki İttihat ve Terakki, Meşrutiyet Devrimi ve Cumhuriyet Devrimi, “Jöntürk Zihniyeti”nin
bir ürünüdür. Çökkün, Feodal Osmanlı’ya baş kaldırarak Burjuva Cumhuriyet Devrimi’ni yapmayı hedefleyen bir
zihniyettir o. Yani, Devrimci bir tutumdur.
İhsanoğlu, “Jöntürk Zihniyeti” diyerek Jöntürk Devrimi’ne, Meşrutiyet
Devrimi’ne karşı çıkınca ister istemez
Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Cumhuriyet Devrimi’ne de karşı olması gerekir tutarlı olabilmesi için.
İşte bundan dolayı İhsanoğlu, Burjuva sınıf karakterine sahip olan Cumhuriyet Devrimi’nin önderi olarak değil de sadece şöyle diyerek olumlu bir
görüş beyan ediyor, Mustafa Kemal
hakkında:
“Atatürk istiklal mücadelesinin
kahramanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak tüm Türk
milletinin gönlünde yer etmiş mümtaz bir şahsiyettir. Bunun aksini söylemek tarihin realitesine yakışmayan
bir tutum olur.” (18 Haziran tarihli
gazeteler)
Milli Mücadele’nin kahramanı ve
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu
olarak tarihi bir şahsiyettir, diyor. Bu
tarihi bir realitedir, diyor. Yani Mustafa
Kemal’i sadece “tarihi şahsiyet”e indirgiyor.
Bu cümlelerden biz İhsanoğlu’nun
Mustafa Kemal’in antiemperyalist oluşunu, savunduğu laiklik ve tam bağımsızlık anlayışını benimsemediğini çıkarabiliriz. Kaldı ki yukarıdaki cümlelerinde de İhsanoğlu’nun Mustafa Kemal’in savunduğu ve uygulamaya çalıştığı, yarım da olsa uyguladığı laiklik
anlayışını “katı laiklik” olarak nitelediğini görmüştük.
Bu konuların daha ayrıntılı tahlili
ileride yapılabilir. Yapabiliriz biz de.
İhsanoğlu’nun Hilafet
Özlemi
vurmuşlardır. Konumuz bu olmadığı
için daha fazla ayrıntısına girmeyelim.
Ulusların egemen olduğu bir çağda
Feodal Ortaçağın ümmetçiliğinin bir
örgütlenmesi olan Hilafetin hiçbir
önem taşımayacağı apaçıktır artık.
İhsanoğlu, İslam Tarihi, İslam Tarihçiliği konusunda ünlenmesine rağmen bu apaçık gerçeği bile kavrayamamaktadır.
Neden?
Ortaçağcı önyargılarından dolayı.
Önyargılar, daha önceleri de söylediğimiz gibi birer gözbağıdır. Sahibini kör
ve sağır kılar.
İhsanoğlu bütün bunları göremediği gibi
ABD’nin “Yeşil Kuşak
Projesi”nin bir ürünü ya
da bir örgütlenme biçimi
olan İslam Konferansı
Örgütü’nün (Adını daha
sonra İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirmiştir) Mustafa Kemal ve Birinci Milli Kurtuluşçularca lağvedilen eski Hilafetin yarattığı boşluğu dolduracağını, Hilafetin işlevini yerine getireceğini,
Hilafetin işlevine benzer
bir görev üstleneceğini
ileri sürmektedir. Tekrarlayalım; Mustafa Kemal
ve yoldaşları içi boş, bir
addan başka hiçbir maddi
varlığı olmayan ölü bir
kurumu lağvetmişlerdir sadece…
İhsanoğlu, hayaller aleminde yaşamaktadır…
Bu konuya ilişkin son bir görüşünü
aktaralım, İhsanoğlu’nun:
“Osmanlı Hilafetinin yasaklanması tüm Müslüman Dünyası için
bir dönüm noktasıydı. Bu kurumun
yasaklanmasının ardından Müslümanlar tarihlerinde ilk kez kendilerini, altında yüzyıllar boyu yaşadıkları yönetimin eksikliğiyle yüzleşirken buldular.
“İslam Konferansı Örgütü’nün
kurulması, çağdaş dünyada İslami
dayanışmanın cisimleşmesi şeklinde
görülebilir.” (E. İhsanoğlu’nun 5 Mayıs 2010 tarihinde Viyana’da yaptığı
konuşma, aktaran; Patrick Goodenough, )
Açıkça görülmektedir ki İhsanoğlu,
bırakalım Mustafa Kemal’in önderlik
ettiği Antiemperyalist Birinci Kurtuluş
Savaş’ımızı, yine Mustafa Kemal’in Devşirilmiş bir “Çatı Adayı”
Yukarıda andığımız, İhsanoğlu’na
önderlik ettiği tam bağımsız, laik Cumhuriyetimizi de benimsememiştir. O, ilişkin tüm düşünceler, bizim İhsanoğHilafetten kopamamıştır çünkü. Orta- lu’nun adaylığına karşı çıkışımızın teçağın ümmet konağından çıkamayan melini oluşturan şu iki ana gerçek karfeodal, çökkün Osmanlı’nın bu siste- şısında ikincil planda kalır. Bunlar şumini kurtarıcı, koruyucu bir şemsiye dur:
Birincisi: İhsanoğlu ömrünün ortaolarak görmektedir.
lama
yarısını bu örgüt (İKÖ-İİT) içinde
Kaldı ki Hilafetin Birinci Emperyageçirmiştir. 24 yıl boyunca
list Paylaşım SaİKÖ’ye bağlı İslam
vaşı önceSanat Tarih ve
İhsanoğlu, bırakalım
sinde
Kültür AraşbiMustafa Kemal’in önderlik ettiği
Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaş’ımızı, tırmaları
Merkeyine Mustafa Kemal’in önderlik ettiği tam
zi’nde Gebağımsız, laik Cumhuriyetimizi de
nel Direktörlük yabenimsememiştir. O, Hilafetten kopamamıştır
par.
2005
çünkü. Ortaçağın ümmet konağından çıkamayan
ve
2014
feodal, çökkün Osmanlı’nın bu sistemini
yılları arakurtarıcı, koruyucu bir şemsiye olarak
sında da İİT
görmektedir.
(İslam İşbirliği
le
Teşkilatı) Genel Seadından
kreterliğini
yapar.
başka bir şeyi
Dikkat edersek bu yıllar AB-D Emkalmayan, içi boş bir ölü kuruma dönüştüğünü de görememektedir, peryalistlerinin İslam ülkelerini kan ve
İhsanoğlu. Hilafet, Mustafa Kemal’den ateşe boğdukları yılları kapsar.
İİT ve İhsanoğlu, AB-D Emperyave Cumhuriyet’ten önce yıkılmıştır fiiliyatta. Bunun en açık kanıtı şudur: Bi- listlerinin bu saldırı, katliam ve işgallerinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ri karşısında en azından bir protestoda
Almanya’nın safında, bir anlamda sö- bulunmuş mudur? Buna tanık olduk
mürge ordusu pozisyonunda itilen Os- mu?
Hayır. Tersine, AB-D Emperyalistmanlı’nın sultanı 5. Mehmet Reşat cihat ilan etmişti, bildiğimiz gibi. Fakat lerinin saflarında, yanlarında olmuştur.
bu ilan, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Yukarıda dediğimiz gibi bu örgütün işlevi zaten İslam ülkelerini o emperyaBirkaç cümleyle anımsayalım:
“Fetva, 1914’ün 14 Kasım sabahı listler safında, yörüngesinde tutmaktır.
Süleymaniye’deki Meşihat, yani Şey- Emperyalistler cephesinde, karşıdevhülislamlık makamından Fatih Ca- rim cephesinde tutmaktır.
İzlenmeye değer gördüğüm yazarmii’ne büyük bir merasimle götürüldü ve caminin avlusunda bekleyen lardan biri olduğunu daha önceleri de
kalabalığa ‘‘Fetva Emini’’ Ali Hay- söylediğim Yeniçağ yazarı Aslan Bulut
dar Efendi tarafından okundu. Ci- 2004 yılında şu tespitte bulunur:
“İslam Konferansı Dışişleri Bahad ilan edildiğini öğrenen halk,
bayraklar, sancaklar ve dualarla so- kanları Toplantısı’nda Türkiye’nin
kaklara fırladı, minarelerden salâ adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun
genel sekreterliği kazanması, İslam
verildi.
“Ancak, büyük ümitlerle ilan edi- ülkelerinin Büyük Ortadoğu projesilen “Cihad-ı Ekber” hiçbir işe yara- ne ikna edilmesini hızlandıracak bir
madı ve kimseler ciddiye almadı. Ci- gelişme olacaktır.” (15 Haziran 2004)
E. İhsanoğlu’nun kimliğini oluştuhad ilan edildiğini sarayında öğreran,
kimliğinin özüne yönelik öğelernen eski padişah II. Abdülhamit,
‘Şevketlû biraderim yanlış yaptı; bu den birini oluşturan bu tutumu ve yabüyük bir silah idi, kullanılmadıkça şam süreci onu; bizim asla hoş görebidaha da büyük görünürdü. Asla kul- leceğimiz, oy verebileceğimiz bir kapsam içine sokmaz.
lanılmamalıydı...’ demişti.” ()
İkincisi: Gelelim İhsanoğlu’na
Bu ilanın hiçbir etkisi olmadığı gibi
İngiliz, Fransız Emperyalistlerinin sö- olumsuz bakmamızın temelini oluştumürgesi konumundaki ülkelerden ran diğer konuya. İhsanoğlu yine artık
Müslüman askerler devşirilerek o em- konuya ilgili hemen herkesçe bilindiği
peryalistler safında ve komutasında üzere, İngiltere’nin Ortadoğu’da görev
yapacak ajanlar yetiştirmek amacıyla
Osmanlı’ya karşı savaştırılmıştır.
Üstüne üstlük Müslüman Arap ül- kurduğu Exeter Üniversitesi’nden de
keleri, Mekke Şerifi Şerif Hüseyin de diplomalıdır. Bu üniversitenin yaptığı
dahil olmak üzere, Osmanlı’yı emper- göreve ilişkin olarak da yine Aslan Buyalistlerle işbirliği halinde arkadan lut, söz konusu yazısında şöyle der:
“İngiltere’de bir Exeter Üniversitesi vardır. İngiliz Üniversiteleri arasında ‘Kürt Araştırmaları Enstitüsü’
olan tek yüksek öğretim kurumudur.
Exeter Üniversitesi’nde ayrıca ‘Arap
ve İslami Araştırmalar Enstitüsü’ de
bulunuyor! İngiliz istihbarat servislerinin yurt dışı görevlere gönderilecek ajanlarının önemli bir bölümü
Exeter Üniversitesi’nde eğitim görür. Arap ve İslam Dünyası ile Kürtler hakkında uzmanlaşması gereken
İngiliz ajanlar, bu üniversitenin hocaları tarafından eğitilir.
“Exeter Üniversitesi’nden mezun
olan veya doktorasını burada yapan
Abdullah Gül
kişileri, daha sonra özellikle İslam
ülkelerinde önemli ekonomik ve siyasi kuruluşların başında veya devlet görevlerinde görmek mümkündür. İslam Kalkınma Bankası’nın
bütün önemli yöneticileri Exeter
Üniversitesi’nde yüksek lisans veya
doktora yapmıştır! Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi’nde iki yıl eğitim-öğretim görmüştür. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da Abdullah Gül’ün bu
üniversitedeki sınıf arkadaşıdır!
“Abdullah Gül, merkezi Cidde’de olan ve 48 İslam ülkesinin üye
olduğu İslam Kalkınma Bankası’nda diğer Exeter mezunu arkadaşları ile birlikte ekonomi uzmanı olarak görev almıştır.” (agy),
Bu üniversiteden mezun Abdullah
Gül’ün Türkiye’nin devlet başkanlığına getirilmesi, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da aynı görev için öne sürülmesi, Exeter Üniversitesi’nin işlevinin ne
denli başarılı olduğunu kanıtlamaya
yeterdir, sanıyoruz.
Olayın, gerçeğin bu yönü de yani
İhsanoğlu’nun kimliğinin özünü oluşturan bu ikinci unsur da bizim İhsanoğlu’na kesinkes karşı çıkmamızı gerektiren bir husustur. Ajan üniversitesinden mezun bir kişiye bizim olumlu
bakmamız, oy vermemiz düşünülemez.
İhsanoğlu’nun bizce olumsuzlukları
saymakla bitmeyecek denli çoktur. Bir
örnek daha verelim:
Ekmeleddin İhsanoğlu, Türkiye’de
Suudi Arabistan tarafından finanse edilen İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın da kurucuları arasında yer alır.
Bu vakfın amacı, CIA İslamıyla kafaları doldurulan sözde din alimleri yetiştirmek ve bunları kafalarındaki bu
Muaviye-Yezid İslamını satacakları iş
alanlarına, devlet kurumlarına ya da
özeldeki bazı kurumlara yerleştirmektir. Kimler vardır bu vakfın kurucuları
arasında?
“Emin Saraç: “İlim hicreti” için
gittiği Mısır’da El Ezher’de, hocalarının tanımıyla “Osmanlı devletinin
çocukları” olarak eğitim görenlerdendir. Emin Saraç’ın oğlu, BİM
mağazalarının, Yeni Şafak gazetesinin ve Yasin El Kadı’nın eski ortaklarından, Ciner Yayın Holding’in başında bulunduğu süreçte Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık telefonla arayarak uyardığı “Alo Fatih” olarak bilinen Fatih Saraç’tır.
“Mustafa Runyun: Mısır’da El
Ezher’de öğrenim görmüştür. Saidi
Nursi ile son görüşen müritlerdendir. 1957’de DP milletvekili seçilmiştir.
“Ali Özek: Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası Yozgatlı İhsan’ın El
Ezher’den öğrencisi.
“Mustafa Topbaş: 17 Aralık soruşturmaları ve Erdoğan ailesine ait
olduğu ileri sürülen Urla’daki villa
9
Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014
ların yapımı ile adı gündeme gelen
işadamı.
“Mahmut Bayram: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun imam
okulundan hocası. Cenazesinde tabutunu bizzat Recep Tayyip Erdoğan taşıdı.
“Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kendisini vakfettiği bu vakfın diğer kurucuları arasında Korkut Özal (Turgut Özal’ın kardeşi), Numan Kurtulmuş (AKP Genel Başkan Yardımcısı), Sabri Ülker ve Murat Ülker (Ülker Holding sahipleri), Nevzat Yalçıntaş (eski AKP milletvekili), Sabahattin Zaim (Abdullah Gül’ün hocası) gibi isimler de bulunuyor.” (Işık
Kansu, Cumhuriyet, 21 Haziran 2014)
Gördüğümüz gibi Ekmeleddin İhsanoğlu burada Türkiye’nin en önde gelen Amerikancı hain Ortaçağcılarıyla
yan yana yer almaktadır, çalışmalar
yapmaktadır. Bunlardan Sabahattin Zaim Türkiye’de üniversite yaşına gelmiş
CIA İslamcısı gençleri derleyip onları
İngiliz Emperyalizminin ajan okulu
Exeter’a göndermekle yükümlü kılmıştır kendini. Abdullah Gül’e de referans olmuş ve onu Exeter’a pazarlamıştır. (Ortaçağcılar onun adıyla anılan
bir üniversite de kurdular bildiğimiz
gibi. Sabahattin Zaim Üniversitesi…)
Yine bu vakıf hakkında rahmetli
Uğur Mumcu’nun yazdıklarına bakalım:
“İlim Yayma Cemiyeti üyesi ve
Aydınlar Ocağı eski genel başkanlarından Prof. Salih Tuğ’un da yönetiminde görev aldığı bir başka vakıf
da ‘İslami İlimler Araştırma Vakfı’dır.
“Bu vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ali Özek’tir.
“Doç. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu,
Prof. Dr. Asaf Ataseven de vakfın yönetim kurulunda görevlidirler.”
(Uğur Mumcu, Rabıta, s. 189)
Yine apaçık görüldüğü gibi İhsanoğlu’nun yurtdışında da Türkiye’de
de tüm çevresi CIA-PentagonWashington İslamını, yani Amerikan
İslamını alıp satmakla ve insanları Allah’la aldatmakla görevli işbirlikçilerden oluşmaktadır.
Diğer benzerleri gibi İhsanoğlu da
acaba hayatları boyunca hiç CHP’ye
oy vermişler midir? Ne dersiniz?
Biz hiç sanmıyoruz. Kendileriyle
tutarlı olabilmeleri için bunların Erbakan’ın Refah’ına ya da Tayyipgiller’in
AKP’sine oy vermeleri gerekir. Veyahut da Özal’ın ANAP’ına, Demirel’in
DYP’sine.
“Çatı Adayı”nın
Osmanlıca hayranlığı
İhsanoğlu, yukarıda adları anılan
bütün benzerleri gibi dilde de Osmanlıcayı savunur, Anadolu Türkçesi yerine.
Üstelik de yine Ortaçağcı önyargılarından dolayı Osmanlıcayı Adriyatik’ten
Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuşan
halkların hepsinin bildiğini, anladığını,
konuştuğunu ileri sürer.
Oysa Osmanlıca bir halkın ya da
milletin konuştuğu gerçek bir dil değildir. Arapça, Farsça kelimelerden, o dillerin kurallarından ve Türkçe’den bazı
kelimelerin alınarak oluşturulmuş bir
yapay dildir. Osmanlıcayı hiçbir halk,
tabiî Anadolu halkı da, bilmemiştir, anlamamıştır, konuşmamıştır. O, Saray
dilidir. Konuşulduğu alan da Saray ve
devlet kurumlarıyla sınırlı kalmıştır.
Mesela Divan Edebiyatı’nı o gün de,
bugün de Anadolu halkı anlamaz ve
sevmez. Yani ilgi duymaz ona.
Ortaçağda Anadolu halkının konuştuğu dil Anadolu Türkçesidir. Bu Türkçeyi bugün de halkımız o gün olduğu
gibi anlar. Bu, Yunus’un dilidir. Yunus,
bildiğimiz gibi, Türk Dili’nde felsefe
yapan ilk filozoftur. Din filozofudur.
Şairdir aynı zamanda.
İhsanoğlu’nun bu konudaki tezini
görelim:
“Gelişmiş, ‘mürekkep’ bir İmparatorluk dili olan, yüksek edebiyat
ve bilim dili haline gelen Osmanlı
Türkçesi’nde asırlardan beri kullanılan kelimeler ile Osmanlı Türklerinin kendi türettikleri kelimeler etnik
tasfiyeye tâbi tutulmuştur. ‘Özgürlük’, ‘uygarlık’ ve ‘bağımsızlık’ gibi
bize has, lengüistik bakımından hilkat garibeleri olan ve herhangi bir
Türk lehçesinde olmadığı gibi onu
türetenlerin kendilerine ait şahsî ve
gayri ilmî anlayışları içinde uydurulan bu kelimeler, bugün Orta Asya
ve Kafkasya Türklerinin kullandığı
‘hürriyet’, ‘medeniyet’ ve ‘istiklâl’
kelimelerinin yerini zorla almıştır.
Osmanlı Türklerinin kullandığı kelimeler bugün Çin Seddi’nden Adriyatik Denizi’ne kadar hâlâ kullanılıyor ve üniversite profesörü ile dağ
başındaki çoban tarafından anlaşılıyorsa bizim en azından dil konusunda Osmanlı mirasının bugün için değer ve geçerliliğini bir daha düşünmemiz gerekir.” (age)
İhsanoğlu, yukarıdaki satırlarında
bir bilim insanına yakışmayacak şekilde kandırmacaya başvurmaktadır. Osmanlıcayı halkımızın hemen tümünün
bildiği Hürriyet, İstiklal, Medeniyet gibi kelimelere indirgemekte, onlardan
ibaretmiş gibi göstermeye çabalamaktadır. Verdiği örnek, savunduğu tezi
desteklemez. Ona uygun düşmez. Evet,
bu kelimeleri halkımız bilir. Ama Nabi’nin, Baki’nin, Nef’i’nin şiirlerini ya
da Osmanlı padişahlarının fermanlarını, Mecelle’nin kanunlarını asla bilmez
ve anlamaz.
Hatta üniversite profesörleri de anlamaz Osmanlıcayı, eğer o konuda özel
bir eğitim almamışlarsa.
Yukarıda örnek olarak verdiği kelimeler bizim için de anlaşılır ve kullanılmaya değerdir. Çünkü Türkçeleşmiştir artık bunlar. Yani Türk Dili’nin
kelimeleri olmuştur.
“Öz Türçecilik” denen akımın uçlara savrulmasına ilk karşı çıkanlardanız biz. Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı
1960’lı yıllarda yayımlanan “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde bu akımı eleştirir
ve onların oluşturduğu dile “Uydurca”
adını verir.
Usta’mızın buradaki ölçüsü halkımızın günlük hayatında anladığı ve konuştuğu dilin esas alınmasıdır. Ölçüt
olarak onun kabul edilmesidir. Teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan yeni
kavram, deyim ve kelimelerin de Türkçenin üreme yollarına uygun biçimde
Türkçe olarak üretilmesidir. Yani burada da ölçüt Türkçenin gramer yapısının
esas alınmasıdır. Dilimiz, hayatın akışına paralel olarak, kendi yapısına uygun biçimde geliştirilmelidir. Hayatın
akışının getirdiği düşünce, bilim, kültür zenginliğiyle birlikte dilimiz de geliştirilip zenginleştirilmelidir. Bildiğimiz gibi dil ile düşünce birbiriyle örtüşür. Dilimiz düşünce dünyamızın içinde hayat bulduğu vatandır.
Sözü uzatmayalım. İhsanoğlu dil
konusunda da Osmanlıcıdır, Türkçeye
karşıdır. Çünkü Osmanlıca Türkçe değildir.
İhsanoğlu’nun böyle gerici savrulmaları ve tutarsızlıkları üzerinde daha
fazla durmayalım isterseniz. Bu artık
anlaşılmış bir şeydir.
İhsanoğlu hakkında son olarak da,
onun kişiliği üzerine birkaç söz söyleyelim. Ne yazık ki İhsanoğlu içtenlikli,
özü sözü bir insan değildir. Yani, savunduğu her görüş yüreğinden süzülüp
gelen, gerçekten inandığı şeyler değildir. Buna da bir örnek verelim. Babasıyla ilgili olarak Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan, Utku Çakırözer’e
verdiği bir röportajında şöyle demektedir:
“İhsanoğlu ile kısa görüşmemizde, Kahire’ye uzanan ailesi hakkında da konuştuk. Adaylığı açıklandıktan sonra babası İhsan İhsanoğlu’na
yönelik eleştirilerin de geldiğini öğrenince üzülmüş. Sadece, “Babam
da benim gibi siyasete uzak durmak
isteyen bir kişiydi. İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif’in en yakın
arkadaşıdır babam. En güvendiği insanlardan biridir. Ülkesini seven,
Anadolu’yu duyunca gözü parlayan
biriydi babam” demekle yetindi.”
(agy, 18 Haziran 2014)
Burada da İhsanoğlu, sorudan kaçmakta, dolayısıyla konudan kaçmakta,
tıpkı Osmanlıcayı savunmasında yaptığı gibi ahlâkî olmayan bir tutum takınarak babasını başka argümanlarla savunmaya kalkmaktadır. İşin bir diğer
yönü de babasıyla kendisini özdeşleştirmektedir. Babam da tıpkı benim gibidir, benim anlayışıma sahiptir, demektedir.
Oysa babası Cumhuriyet, Laiklik ve
Mustafa Kemal düşmanıdır. Bu konuda
o denli uçtadır ki böyle bir Türkiye’de
yaşamaktansa benim değerlerimle örtüşen yabancı bir ülkede yaşamak daha
iyidir, diyerek kendisini Mısır’a atmaktadır. İhsanoğlu’nun burada doğmuş olması ve 27 yaşına kadar burada
yaşayıp eğitim alması da (El Ezher’deki eğitimi de buna dahildir) hep babasının Ortaçağcı, Hilafetçi savruluşundan
kaynaklanmaktadır.
“Çatı Adayı”nın
Ortaçağcı babası
Şimdi babasının kim olduğunu,
onunla yüz yüze söyleşen yine Ortaçağcı bir yandaşının anılarından öğrenelim:
“Ekmel Bey’in Babasının Düşünsel Dünyası: ‘Bektaşilik Sapıklıktır’
“Adı, Ali Ulvi Kurucu…
“3 Mart 1922′de Konya’da doğdu. Konya’da “İslami uyanışın” öncüsü olan Hacı Veyis Efendi’nin torunu; İbrahim-Sare çiftinin oğluydu. Konya’da aile adına külliye vardır.
“Aile 1939′da Medine’ye göç etti.
Ali Ulvi Kurucu Kahire’ye geçerek
El-Ezher’de tahsil hayatını sürdürürken, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun
babası İhsan Efendi ile tanıştı… M.
Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvi Kurucu
ile yaptığı nehir söyleşisini üç cilt halinde, ”Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar” kitabında topladı. Kitabı okuyunca, Ekmel Bey’in babasının düşünsel dünyasını öğreniyorsunuz.
Hiç yorum yapmadan sizi Ali Ulvi
Kurucu ile baş başa bırakmak istiyorum.
“TANIŞMA: Kahire’ye gelişimin
ilk günüydü. Arkadaşlar, ‘İhsan
Efendi’ye derse gideceğiz, seni de götürelim’ dediler. Hep birlikte Sultan
Mahmud Tekkesi’ne gittik. İhsan
Efendi medrese olarak kullanılan bu
eski tekkenin müderrisi idi…
“ŞAPKA TEPKİSİ: Her zaman
Osmanlı sarığı ve Osmanlı cübbesi
giyen Hocaefendi, medresede beyaz
entari ve takke ile oturuyordu…
Aramızda Türkiye’de Diyanet’te vazife alan Hamdi Kasaboğlu da vardı.
Bir gün şakaya vurdurarak şöyle dedi: ‘İnşallah memlekete döndüğümde, öyle, ‘şu haramdır, bu helaldir
diye milleti perişan eden hocalardan
olmayacağım. Bu hocalar milleti perişan ettiler. Millet ne yapacağını şaşırdı. Bilhassa ‘şapka haramdır’ diyenlere karşı, ‘bakın millet, ben iki
şapka birden giyiyorum’ diyeceğim.
İhsan Efendi o zamana kadar kendinde görmediğimiz kadar kızarak,
sözünü kesti. ‘Sus ulan, dangalak,
sahtekar’ diye bağırdı. ‘Şakanın da
bir haddi, bir sınırı, bir ölçüsü vardır. Bu şaka değil. Burada sana ağabey nazarıyla bakan çocuklar, genç
talebeler var. İki şapkayı giyip de,
memlekete ne kazandıracaksın?
Türkiye’deki alimler, Müslüman
millet seni tasvip edip alkışlayacaklar mı sanıyorsun? Senin yüzüne tükürecekler. Yahu sen memleketi ne
sanıyorsun. Bu millet dua almış büyük millettir; onun imanı böyle herzeleleri kabul etmez. Millet başına
geçenlerin hıyanetleri yüzünden
şimdi şaşkın ve üzgündür. Bu günler
geçecek. Millet uzun harplerden, kıtlıklardan çıktı. Biraz kendini toplasın bak neler olur. Bu millet yerden
kalkacak ve eski şanlı günlerine dönecektir.’…
“İNKILÂP: İhsan Efendi, Mehmet Akif (Ersoy) ile birlikte yaptıklarını da anlatmıştı: ‘Memleket yangın içinde. Her gün bir inkılap, her
gün bir inkılap. değişmeyen bir şey
kalmamış. Memleket kimlerin elinde? Kimler hain olmuş, kimler vatansever? Bunların Akif Bey’e nasıl
tesir ettiğini bir düşünmeli…
“MASONLUK: İhsan Efendi, Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler diye
faaliyet gösteren kimselerin Masonluk teşkilatına üye olduklarını söyledi: ‘Birinci Cihan Harbi’nden sonra,
bütün bu felaketleri, dönen dolapları gördükten sonra, halen bu Masonluktan medet ummak, onlara katılmak büyük bir günahtır. Öyle ki bu
günahın tövbesi olmaz, derim’
“TOPBAŞLAR: İhsan Efendi
Topbaş ailesine çok muhabbet besler, onlara dua ederdi. ‘Ahmed
Hamdi Topbaş ve ailesi, oğulları Nuri, Hulusi, Muammer, Musa ve Abidin Beyler dua almış bir ailedir.’
1944 yılında olacak. Nuri ve Hulusi
Beyler hacca geldiler. Dönüşte Kahire’ye uğrayıp İhsan Efendi’yle görüştüler.
“BEKTAŞİ TEKKESİ: Kahire’nin Kal’a adındaki tepesinde Bektaşi tekkesi vardı. Kahire’de yerleşmiş Türk bir tanıdığın validesi vefat
etmişti. Tekkeyi münasip görmüşler.
Pilav pişirmişler. Hatim indirildi. Yemekler yendi. Namaz kılınacak. Tekkenin şeyhi olan Sırrı Baba ile vekili
Derviş Bayram ortadan sır oldular.
Namazdan sonra meydana çıktılar.
Ertesi gün İhsan Hocama, – Efendim
biz dün bir alemdeydik, dedim. - Ne
alemiymiş hayırdır inşallah? – Filanın validesi vefat etmiş; ruhuna bir
hatim okuduk Bektaşi Tekkesi’nde. Namazı ne yaptınız ya? – Kıldık
efendim. - Sırrı Baba, Derviş Bayram da iştirak ettiler mi? – Göremedim efendim.
“Bunun üzerine İhsan Efendi
şunları söyledi: ‘Evlat işte devletin
büyük dertlerinden birisi de bu dert
idi; maalesef insanın nefsi onu kötülüklere teşvik eder. İnsanın ayağı bir
kaydı mı, bu sefer laubaliliklerine,
dini kayıtsızlıklarına bir de tarikat
kılıfı giydirir. Artık haram helal tanımaz. Allah muhafaza etsin. Bu sapıklıktır.
“SEÇİM: Bir gün İhsan Efendi’yle dersten sonra çay yaptık. Çay
Deniz Baykal
içerken Konya hakkında sorular
sordu. Mevzu (Serbest Fırka genel
başkanı) Fethi Bey (Okyar) hadisesine geldi. ‘Kazanma ihtimali var mıydı?’ Evet efendim, kazanıyordu ama
seçim yapılmadı’ dedim. Pederimle
dedemin konuşmasını unutmam.
‘Fethi Bey yerine Hanedan-ı Al-i Osman’dan birisi olsaydı neler olurdu?’ Babamın sözlerini nakledince
İhsan Efendi şöyle dedi: ‘Osmanoğullarının böyle yurt dışına sürülüp
perişan edilmesi de şeytani bir planla yapılmıştır… Osmanoğulları’ndan, ehl-i salip haçlılar, Avrupa
intikamını bu şekilde aldı… İşin fenası Avrupa bu intikamı, memleket
istiklaline kavuştu diye bayramlar
yapılırken aldı. Hakimiyet kayıtsız
şartsız Türkündür dendi. Ama zavallı Türk, hanedanına bile sahip çıkamadı… Ali Ulvi Kurucu 1946 yılında Kahire’den Medine’ye döndü.
Ve burada 3 Şubat 2002′de vefat etti.
1987-1990 yılları arasında
Zaman gazetesinde köşe
yazarlığı yaptı…” (Soner
Yalçın, Sözcü, 22 Haziran
2014)
Apaçık gördüğümüz gibi
Ekmel Bey’in babası İhsan
Efendi sapına kadar Hilafetçidir, Saltanatçıdır, Şeriatçıdır, Ümmetçidir yani tam bir
Ortaçağcıdır. Tabiî aynı
oranda da Cumhuriyet, Laiklik, Birinci Kuvayimilliye
ve Mustafa Kemal düşmanıdır. Bu, matematiksel bir kesinlik taşımaktadır.
Soner Yalçın, Sözcü’deki
aynı tarihli yazısında Ekmel
Bey’in intihalci olduğunu
da kanıtıyla ortaya koyar.
İhsanoğlu’nun bu durumu bizce en üzücü olan yönüdür. Çünkü burada ahlâkî
bir sorun vardır. Aydın namusuyla ilgili bir sorun vardır. Yoksa insan Ortaçağcı olabilir, Şeriatçı, Hilafetçi olabilir. Tabiî ki biz o
insanları gerici, Ortaçağcı olarak niteleriz, onlara karşı oluruz. Ama eğer
gerçekten savundukları görüşlere içtenlikle inanıyorlarsa yani inançlarının
bir gereği olarak o görüşleri savunuyorlarsa biz, onlara karşı olmakla birlikte, saygı da duyarız. İnsan olarak değer de veririz ve onları ikna etmek için
çabalarız. Onları Ortaçağcı görüşlerinden, önyargılarından kurtarmak için
mücadele ederiz. Ama içtenlikli değilseler, onlar için yapılacak fazla bir şey
olmaz bizim açımızdan…
İhsanoğlu hakkında isterseniz daha
fazla söz etmeyelim artık…
Medyada adı geçen diğer
adaylar da çok farklı
değildir
Peki şimdi de gelelim CHP’nin adını geçirdiği diğer adaylarına. Mesela
eski Genel Başkanları Deniz Baykal’a
bakalım. Biz, bu ölüsü kokmuş Amerikancı siyasi ve insani ahlâk yoksunu
düzenbaza da karşı çıkardık. Zaten kazanma şansı da bizce hiç yoktu. Bunda,
genel başkanlığı bırakmasına yol açan
kaset rezaleti sonrasında zerre kadar
insanlık ve ahlâk bulunsaydı halkımızdan ve partililerinden özür diler, köşesine çekilir, kendi özel hayatını yaşardı. Ama bu, bildiğimiz gibi kendini vekil seçtirdi, Meclise geliyor, ortalıkta
dolanıyor, ara sıra eski zırvalamalarına
benzer şekilde konuşuyor. Üstüne üstlük de cumhurbaşkanlığı
için önerirlerse, görevden
kaçmam, diyor.
Bu insan sefaleti, bilindiği gibi 2002’de Tayyip,
muhtar bile olamayacak
denli kamu görevlerinden
men edilmişken, ABD’den
aldığı bir emir üzerine, İblis’in bile aklına gelemeyecek hile yollarını bulup
Mecliste Tayyipgiller’le ele
ele verip Tayyip’i Siirt’ten
milletvekili seçtirip önce
Meclise, sonra da Başbakanlığa getiren kişidir. Yani
Emre Kongar’ın çok haklı
olarak “Darbeli Matkap”
olarak adlandırdığı ABD işbirlikçisi, halk düşmanı,
vurguncu, zalim ve katliamcı Tayyip’i milletin başına bela eden
yine ABD uşağa Baykal ve zamanın
YSK Başkanı Tufan Algan’dır. Hatırlanacağı gibi, o günlerde ABD Büyükelçiliği görevlileri YSK’yi de ziyaret
etmişler ve gerekli emri ona da vermişlerdi. İşte böyle bir seri kanunsuzluklar
yapılarak Tayyip koltuğuna yükseltilip
oturtuldu.
Kılıçdaroğlu ibişi de CHP’nin tepesine yine bir ABD operasyonu sonucu
getirildikten sonra, selefinin yaptığı bu
düzenbazca ihaneti; “Genel Başkanımız Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ın
milletvekili ve Başbakan olmasını sağlamıştır. Biz parti olarak demokrasinin
gereği neyse hep onu yapmışızdır.” diyerek savunmuştur.
İçler acısı bir durum... Başka ne diyelim?.. Geçelim…
CHP’nin adını geçirdiği bir diğer
kişi de İlhan Kesici’ydi bildiğimiz gibi. Siyasi hayatı o partiden bu partiye
10
zıplamalarla geçmiş, Demirellerin damadı bu Amerikancı Burjuva siyasetçisi de bizim için aynı oranda olumsuzluk taşımaktadır. Diğerlerine değinmeyelim isterseniz.
Soner Yalçın, benim adayım Abdüllatif Şener’dir, diyor TV konuşmalarında. Biz bunu da benimsemiyoruz.
Bunun da siyasi ömrü son dönemde
kendi kurduğu partiyi saymazsak Ortaçağcı partilerde geçmiştir. Molla Necmettin Erbakan’ın partisinde, Tayyipgiller’in AKP’sinde. Hem de kurucu,
yönetici ve bakan olarak.
Kendisi diyor ki ben AKP’nin en
önde gelen kurucularından biriyim.
AKP Programı’nı da ben yazdım.
Şener, Tayiyp’in yanında kurucu,
başbakan yardımcısı ve bakan olarak 6
yıl çalışmıştır. AKP’yi kurduklarında
da doçent unvanına sahiptir. Yani İhsanoğlu’nun deyişiyle dağ başındaki çoban değildir. Dolayısıyla da Tayyip’in
ne olduğunu tâ o zamandan, hatta en
azından İstanbul Belediye Başkanlığı
döneminden bilmesi gerekir.
Tayyip’in Belediye Başkanlığı dönemi, onun hırsızlığa, vurguna yani kamu malı aşırıcılığına başladığı dönemdir ve bu dönemde yaptığı ahlâksızlıklarından, hırsızlıklarından dolayı hakkında 7 tane hepsi de yüz kızartıcı suçlardan olmak üzere (görevi kötüye kullanmak, ihaleye fesat karıştırmak, kalpazanlık, zimmetçilik, rüşvetçilik gibi)
dava dosyası vardır. Ve bu davalardan
ancak milletvekili dokunulmazlığı sayesinde, o zırha sığınarak kurtulabilmiştir. Bunu her namuslu aydın biliyordu da Abdullatif Şener bilmiyor
muydu? Tabiî ki biliyordu. Ancak o zamanki siyasi çıkarı böyle davranmasını
emretmiş kendisine. Buradan çıkan sonuç budur.
Kaldı ki rahmetli namuslu aydın ve
siyasetçi Mehmet Bölük tâ o zamanlar
yayımlanan “El Tayyip” adlı eserinde
Tayyip’in bu yüz kızartıcı pis işlerini
bir bir kanıtlarıyla birilikte ortaya koymuştur. Yine Ergün Poyraz, önce “Patlak Ampul” gelmek üzere yazdığı bir
seri kitapta Tayyip ve şurekasını, karanlık dünyalarını ve işlerini olanca
netliğiyle durmaksızın görmek isteyen
insanlarımıza gösteriyordu.
Tayyip’in o dönemde 1 milyar dolarlık hırsızlama servet edindiğini, hem
zamanın İTO Başkanı Mehmet Yıldırım, hem de şu anki Türkiye’nin en önde gelen Parababalarından Rahmi Koç
açıkça ifade etmiştir. Ve Tayyip, her
ikisine de bu suçlamalarından dolayı
dava açamamıştır.
Yine insanî açıdan bizim için çok
üzücüdür ki Rahmi Koç, hatırlanacağı
gibi, kısa süre önce Tayyip önünde diz
çökmüş ve ona methiyeler düzmüştür.
Servetine ve azgın sınıfsal sömürüsüne
Tayyip’in zarar vermemesi için. Üstelik bu alçalmayı sadece kendisi yapmamış, oğullarını da böyle davranmaya
yönlendirmiştir. Neylersiniz, bunlar da
bir çürüme ve insan sefaleti durum sergilemektedirler. Bize göre alnının teriyle geçim sağlayan namuslu, mert
dağdaki çoban da, fabrikadaki işçi de,
kamudaki kamu emekçisi de bunlardan
çok daha kalitelidir, mutludur, hayatları bunlarınkinden bir milyon defa daha
anlamlıdır.
Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014
Sözü uzatmayalım; Soner Yalçın’ın
adayı da bizim için beş para etmez bir
insani kalite taşımaktadır.
Cumhurbaşkanlığı adayları arasında üç yarışmacıdan biri olarak adı geçen Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin liderlerinden Selahattin Demirtaş da diğerlerinden farklı değildir bizim nazarımızda.
Hatırlanacağı gibi bunlar da Kürt
Meselesi’nin çözümü konusunda Barzani’den farklı bir anlayışta ve çizgide
değillerdir. Yani Kürt Meselesi’nin
Amerikancı Burjuva çözümünün savunucularıdır. Bunlar geçen yıl ABD’ye
gittiler. ABD Emperyalistlerinin yetkililerinden kendilerine “Suriye için rol
verilmesini” talep ettiler. Bunu da gelip
Türkiye’de açık açık savundular, değil
mi?
Biz hep boşuna demiyoruz; Meclisteki dört burjuva partisinin de ortak
paydası Amerikancılıktır, ABD işbirlikçisi oluşlarıdır, diye. O bakımdan
bunların al birini, vur ötekine.
Kimlere oy verebilirdik?
Burada şöyle bir soru akla gelebilir:
Yahu CHP’nin de mi tamamı böyle, diye. Bizce CHP’de namuslu sosyal demokratların sayısı iki elin parmaklarını
pek geçmez. Yine
hatırlanacağı gibi
bunlardan 8 tanesine 2011 Milletvekili Genel Seçimlerinde oy vermiştik.
Eh işte bunlara belki birkaç tane daha
ilave
edilebilir,
hepsi budur. Bunlardan biri ya da
Yılmaz Büyükerşen aday gösterilseydi oy verebilirdik.
TESEV’ci, Soros’çu CHP yönetiminin zaten ele alınır tarafı yoktur. Bilindiği gibi Sezgin Tanrıkulu’nun CIA
ajanlığı bir matematik işlemi kadar kesindir. Adamın CIA’daki kod numarası
TR-705 diye ilan edilmiştir. Wikileaks
belgelerinde ABD’nin kullandığı bir
ajan olarak adından söz edilmiştir,
ABD Adana Konsolosu tarafından. Bu
adam bugün de CHP’de itibar görmektedir, siyaset yapmaktadır, ajanlığını
gölgelemek için de bayağı aktif siyaset
yapmaktadır.
Tayyip’e övgüler düzen İstanbul
Milletvekili hanımefendi ne olacak, diyeceksiniz belki de. Prof. unvanlı Binnaz Toprak adlı bu bayan da ne demişti Tayyip için?
“Biz aile sigortası önerdik, hayali
bir şey gibi geldi. İnsanlar sağlık sigortasından ya da bize çirkin görünen TOKİ’lerden çok memnun. Hayatında ev sahibi olamamış insanlar
için hoş herhalde. Tayyip Erdoğan
karizmatik bir lider. Halk adamı olmasının payı var. Yaptıkları iyi şeyleri göz ardı etmek gerekmez.” (, 21
Nisan 2014)
Bu hanım halkı da halk adamlığını
da karizmatik liderliği de zerrece anlamamış. Yazık. Tayyip’in CIA-Pentagon eliyle afyonlanarak beyinleri felç
edilmiş, mecnunlaştırılıp meczuplaştı-
Boş Barış Söylemleri…
“B
ölgemizin, ülkemizin barışa
ihtiyacı var. Savaş karşıtıyız,
barış istiyoruz” gibi söylemler,
bulunduğumuz demokratik kitle örgütlerinde çok duyduğumuz sözler. Çok sıklıkla
da basın açıklamalarında bu tip söylemler
duyuyoruz. Bu söylemler bazen Kürtler,
Aleviler, Ermeniler vb. diyerek başlıyor.
“Cumhuriyetin kuruluşundan beri bu kesimler eziliyor. Cumhuriyet bu kesimleri
eziyor” gibi bir söylem, bu kitle örgütlerinin ortak söylemi imiş gibi dayatılıyor.
Karşı çıktığınızda da “siz barış istemiyorsunuz, savaş mı istiyorsunuz?” deniyor.
2012 sonu 2013 Martından beri Kürt
sorunun çözümü için “Barış süreci” adı altında bir faaliyet yürütülüyor. Abdullah
Öcalan, PKK, BDP-HDP ile AKP arasında
yürütülen bir müzakere süreci gibi gözüken
süreç, ABD’nin kontrolünde gidiyor. Açık,
herkesin anlayabileceği şekilde ilerlemiyor.
Kürt Sorunu’nu Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı 1930’larda “Yedek Güç: Ulus
(Doğu) İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark”
adlı eserinde ortaya koyar. Çözüm yollarının nasıl olacağını belirtir.
Günümüzde Kürt Sorunu, Ulusal Sorun
niteliğini korumaktadır. ABD ve AB Emperyalizmi yıllardır bu sorunda taraf olmuştur. Ülkemizde yıllardır düşük
yoğunluklu bir savaş yaşanmıştır. Şu an yaşadığımız, ABD’nin kontrolünde sözde bir
barış sürecidir. ABD birkaç yıl önce
“Büyük Ortadoğu Projesi”nin haritasını yayınlamış, sınırların yeniden değişeceğini
ilan etmiştir. Bu projenin eşbaşkanı da, bildiğimiz gibi Tayyip Erdoğan’dır. Yani emperyalizm Kürt Sorunu’nu, kendi çıkarları
doğrultusunda kullanmakta, kendine uygun
bir çözümü bölgemize dayatmaktadır. Bu
dayatma sonucunda binlerce genç asker ve
Kürt genci hayatını kaybetmiştir. Ortadoğu’da Halklar birbirine düşman edilerek,
projenin uygulanmasına zemin hazırlanmaya çalışılmıştır. Bölgemizde bu anlamda
1990’larda ilkin Irak’a saldıran emperyalizm, üç yıl önce de Suriye’ye saldırmıştı.
Irak’ı kan gölüne çeviren ABD Emperyalizmi burada en büyük desteği Barzani’den
ve Türkiye’den, Tayyipgiller’den görmüştür. 1,5 milyondan fazla Müslüman hayatını kaybetmiştir. Hâlâ Irak kan gölüdür.
rılmış, cahil, bilinçsiz kara halk kitlelerini Allah’la aldatarak oy aldığını bilemiyor, göremiyor. AKP’nin ve Tayyip’in bir ABD Projesi olduğunu göremiyor. Tayyip’in vurgunlarını, ihanetlerini, caniliklerini yok sayıyor. Burada
da bir çürüme var. Bir insan sefaletliği
durumu var.
Ya ölüsü kokmuş, ABD işbirlikçisi
emekli büyükelçiye ne demeli?
Faruk Loğoğlu adlı bu sefalet de
Tayyip’in kanunsuzluklarını, hukuku
nasıl katledip ayaklar altına aldığını ortaya koyduğu için Danıştay’daki toplantıda ne diyordu TBB Başkanı Metin
Feyzioğlu’na?
“(…) Ama Feyzioğlu, kendisine
verilen zamandan çok daha uzun konuştu. Böyle ortamlarda size ne kadar zaman verildiyse o kadar süre
konuşup o sınıra saygı göstermek zorundasınız. Bunu az değil çok ama
çok aşarak saygısızlık etti. Orada
bulunan herkesin bir programı vardı. O bakımdan o yanlıştı. Daha
önemlisi, Feyzioğlu bir siyasi konuşma yapıyor algısı yarattı. Ben algı diyorum, sadece algı diyorum. Kılıçdaroğlu, konuşsa böyle konuşmazdı.
Danıştay’ın açılışına bağlı, o sınırları gözeten, yargı bağımsızlığını vur-
luş’taki ruhiyatlarıyla, anlayışlarıyla
bunların zerre kadar ilgisi, bağı yoktur.
Ne demişti başta Kılıçdaroğlu gelmek üzere CHP ekibi?
“Biz Beşşar Esad’a Tayyip Erdoğan’dan daha karşıyız.”.
İyi de niye karşısın yahu, derdin ne
Beşşar Esad’la? Ne diyor Beşşar Esad?
“Ben Türklerden gördüğüm dostluğu hayatımda başka hiçbir yerde görmedim.”
Bizi böylesine seven, güvenen, dost
bilen bir komşu kardeş ülkenin liderine
nedir bu düşmanlığınız? Size de efendileriniz AB-D Emperyalistleri emretti
Tayyipgiller gibi, Beşşar Esad’a saldırmayı, değil mi?
Siz de Meclisteki diğer burjuva partilerinin mensupları gibi, sevgili Antiemperyalist yazarımız Mustafa Yıldırım’ın deyişiyle “Ortağın Çocukları”sınız. Yazık size…
“Çatı Adayı”na itiraz eden
CHP’lilerin günahları
gulayan bir konuşma yapardı. Ortama uygun bir konuşma yapardı.
Orası siyasi bir kürsü değil. Orası
bir hukuk kürsüsü. Dolayısı ile Feyzioğlu’nun yaptığı yanlıştı. Asıl yanlış burada. Sayın Başbakan’a gelince
bir noktada haklı, Bunu Anayasa
Mahkemesi Başkanı’nda da söyledi,
Feyzioğlu’nda da söyledi. Siyaset
yapmak istiyorsanız bulunduğunuz
mevkileri bırakın, o cübbeleri çıkarın.” (Milliyet, 11 Mayıs 2014)
Bu Loğoğlu denen kişi ne zaman
halkın yararına bir şey konuştu ki şimdi konuşsun... Bunların ömrü AB-D
Emperyalistlerine ve Yerli Parababalarına hizmetle geçmiştir.
Özetçe dersek; bunlar bu. Tayyip’in
Soma Katliamı sonrası güncellediği
kavrama göre bunlar için neredeyse
“fıtrat” olmuş gericilik, AB-D hizmetkârlığı, uşaklığı, halk düşmanlığı.
Burada asıl sorulması gereken; böyle müseccel gericileri, halk düşmanlarını, ajanları CHP’nin başına getirip
yükselten kim?
Besbelli ki asıl sahipleri, ABD ve
AB Emperyalistleri. Daha CHP yönetiminde böyle yığınla ABD hayranı işbirlikçi var.
Mustafa Kemal’in ve yoldaşlarının
Birinci Antiemperyalist Milli Kurtu-
Burada birkaç söz de İhsanoğlu’nun
adaylığı ortaya çıkınca feveran edenyaygara koparan CHP’deki sözde ulusalcı eski-yeni milletvekili ve yöneticiler için edelim. Bunlar kuluçkaya yatırılan tavuğun altına konulan yumurtalardan ördek yavrusu çıktığını görünce düştüğü şaşkınlık içindedirler.
Neden şaşırıyorsunuz şimdi?
Eski Başkanınız
Deniz Baykal, Genel Sekreteriniz
Gürsel
Tekin’le
birlikte “Çarşaf
Açılımı” yaparken
niye sesiniz çıkmadı? O zaman neden
böyle tepki koymadınız? Kemal Kılıçdaroğlu
Beyefendi; “Biz tarikatlara, cemaatlere
karşı değiliz, hatta onları yararlı buluyoruz, biz onların siyasete karışmalarına karşıyız (sanki böyle bir şey mümkün olabilirmiş gibi)” dediğinde niye
karşı çıkmadınız? Tayyipgiller’le beraber türbanı özgürleştirme yarışına girip
sonunda da;”Türban yasağını biz kaldırdık.” diye kürsülerde bağırırken niye karşı çıkmadınız? Böyle bir parti
nasıl Mustafa Kemal’in kurduğu partinin devamcısıyım deme hakkını kendinde bulabilir? Mustafa Kemal “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, müritler,
dervişler, meczuplar ülkesi olmayacaktır”, diyor. Biz nasıl bunun aksini
söyleyebiliriz, demediniz? Beş paralık
siyasi gelecek hesaplarınız yüzünden
genel başkanla karşı karşıya gelmek istemediniz, değil mi?
Pensilvanyalı İblis’e hayranlığını
belirten milletvekillerinize niye karşı
çıkmadınız? Bunların partimizde işleri
ne, diye niye yönetime başvurmadınız,
bir eleştiride bulunmadınız?
Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bugün
CHP-MHP ortak adayı olarak öne sürülmesi parti yöneticilerinizin savunduğu, yukarıda aktardığımız görüşleriyle birebir uyumludur. Onlar, eski düşünceleri doğrultusunda davranmışlar
ve o çerçevede bir aday belirlemişler.
Emperyalizmin besleyip büyüttüğü IŞİD
ve El Kaide çeteleri Irak Halkını katletmektedir.
Suriye’de ABD-AB Emperyalizmi aynı
proje için hareket edip Suriye’yi parçalamak için savaş çıkartmıştır. Üç yıldır Suriye halkını katleden bu çetelere karşı
Suriye askerleri ve halkı büyük bir inançla
savaşmaktadır. Başta Özgür Suriye Ordusu
diye oluşturulan, ordunun üfürük bir ordu
olduğu, esas olarak El Kaide, El Nusra ve
IŞİD gibi şeriatçı, Ortaçağcı örgütlerin, bu
savaşta Suriye devletine karşı savaştıklarını görüyoruz. Bunların lojistik desteğinin
ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye
tarafından sağlandığı biliniyor. Türkiye’den pek çok genç, sokak ortasında insan
kesen, yüreğini çıkarıp yiyen örgütlere İslamiyet adına katılıyor.
“Biz Barış istiyoruz” diye konuşurken,
niçin, kimin için barış istediğimizi de ortaya koymalıyız. İlk paragrafta belirttiğim
“Barış” söylemcileri, Suriye’de yaşanan
savaşı bir iç savaş olarak değerlendiriyorlar. Güya halk, Beşşar Esad’a karşı ayaklanmış. Emperyalizmin bütün açıklığıyla
kendini ortaya koyduğu savaş, ancak böyle
inkâr edilebilinir.
Bugün Irak’ta,
Musul’daki 49 elçilik
mensubu
dahil, 95 Türkiye
vatandaşı IŞİD’in
elinde esir. Tayyipgiller hâlâ IŞİD’e
terör örgütü diyemiyor. Bu durum
ülkemizdeki Ortaçağcı, gerici Tefeci-Bezirgân
ideolojinin temsilcisi AKP iktidarının durumunu net
olarak ortaya koyuyor. Böyle bir iktidar
Kürt Sorunu’nu nasıl demokratik bir şekilde çözecek, ülkede barış sağlayacak?
“Barış sürecine” destek veren Mehmet
Altan bile, “Batı’da faşizm, Doğu'da
özerklik mi?” türünden yazılar yazarak
Barış sürecini tekrar değerlendirme ihtiyacı
hissediyor. Geçtiğimiz yıl içinde Gezi Direnişi’nde BDP-HDP’li gruplar yalnızca
birey olarak yer aldılar. Geldikleri zaman
da “Hükümet İstifa gibi hükümeti hedef
alan sloganlar atmayalım” dediler. 17 Aralık operasyonundan sonra da Hükümetin
Yani onlar tutarlıdır davranışlarında.
Sizlerse korkaksınız. İnsani ve siyasi
cesarete, bilgiye, bilince, özgüvene sahip değilsiniz. Eğer içtenlikliyseniz
kendinize bakın, kendinizi eleştirin önce. Tabiî sonra da diğerlerini…
Çankaya ancak
Devrimci bir Ayaklanmayla
“Halkın Çankayası” olur
Birkaç söz de CIA Solu İP ve
CHP’deki bu ulusalcıların ortaya koyduğu öneri üzerine söyleyelim.
Özetçe ne diyor bunlar?
20 Atatürkçü milletvekili çıksın,
Atatürkçü bir aday önersin, millet de
onu Atatürk’ün Çankayası’na çıkarsın.
Tezlerinin özü bu.
Bizce bu tartışılmaya, konuşulmaya
değmeyecek denli ciddiyetsiz, gerçekleşme olasılığı sıfır, boş laf kalabalığıdır. Onların bu girişimi sadece Tayyip’e eğlence konusu oluşturur.
Biz, böyle safsatalarla uğraşacak,
oyalanacak anlayış ve mizaçta değiliz.
Biz diyoruz ki, Tayyip ve Tayyipgiller yıkılacaklar. Onlar 1 yıl önceki
Gezi İsyanı’mızda, 17-25 Aralık süreci diye anılan pisliklerinin patlamış bir
geriz gibi ortalığa saçıldığı olayda ve
en son Soma Katliamı’yla açığa çıkan
halk düşmanlıkları, canilikleri ve zalimlikleriyle öylesine üst üste ölümcül
darbeler yemişler, yaralar almışlardır
ki artık uzun süre gidebilmeleri mümkün değildir.
Ha, ABD Emperyalistleri onları
Kıbrıs’ı tümüyle satsınlar, Kürt Meselesi’nin Amerikancı çözümünü sonuçlanmaya yakın bir aşamaya getirsin diye bir süre daha kullanacaktır. Tabiî
onlardan Suriye ve Irak’taki ihanetlerini derinleştirmelerini, boyutlandırmalarını da isteyecektir.
Fakat ABD Emperyalistleri de bilmektedirler ki Tayyipgiller artık miatlarını doldurmuştur. Onları uzun süre
kullanmaya kalkmak efendileri için de
çıkarlarına uygun düşmez artık. Böyle
yapmaları halinde yeni bir halk isyanının patlaması muhakkak olur. Ve bu
ayaklanma bu emperyalistler için çok
kötü sonuçlar ortaya koyabilir. Bunu
bildikleri için ABD’li efendileri de onların deliğe süpürülme zamanının geldiğini düşünmektedirler.
Ne demiştik bundan önceki değerlendirmelerimizde?
Tayyipgiller’i biz yıkacağız, Gezi
İsyancıları yıkacak. Meclisteki burjuva
partileri değil. Evet, öyle olacak yoldaşlar.
Çankaya’ya, Mustafa Kemal’in Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş
Savaşı’nın ve Devrimi’nin devamcıları
olan halk kitleleri devrimci bir ayaklanmayla, Antiemperyalist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştırdıklarında ve Demokratik Halk Devrimi’ni
yaptıklarında Mustafa Kemal’e yakışan bir önder, bir halk önderi çıkacaktır. Ama ancak o zaman çıkacaktır.
Bizim devrimci bilincimiz bunu
göstermektedir. Gerçek olan da budur.
Halkız,
haklıyız,
yeneceğiz!
27.06.2014
Halkın Kurtuluş Partisi
Genel Merkezi
arkasında yer aldılar, Rüşvet ve yolsuzluğa
hayır eylemlerinde yer almadılar. Halkın
ayaklandığı bu süreçlerde, siyasi olarak
Hükümetin yanında yer almış oldular.
Ortadoğu’da savaşı çıkaran, halkları
birbirine boğazlatan ABD-AB Emperyalizmine karşı çıkmadan barış savunulamaz.
Savaş karşıtlığı yapılamaz. Bu nedenle bu
boş barış söylemlerine karnımız tok.
Kurtuluş Partili
Bir Kamu Emekçisi
11
Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014
İşçide Kömür Karası Tayyip’te Yüz Karası
13 Mayıs Soma Maden Katliamı’ndan çıkartılması gereken önemli dersler vardır. Her türlü
saldırganlığına, yalana ve insanları Allah’la kandırmaya karşın bu katliam, Tayyipgiller’in halk
düşmanı, vurguncu, talancı sahte dindar yüzünü bir kez daha açığa çıkartmıştır.
arababaları ve Ortaçağcı Tayyipgiller; Soma’daki İş Cinayeti ile resmi
rakamlara göre 301 işçi kardeşimizi
aramızdan aldı. Ölümlerin nedeni karbonmonoksit zehirlenmesi. Yani ocakta çıkan
yangından dolayı ortama yayılan dumandan boğulma.
Peki, bu öngörülemeyen bir durum mu?
Hayır. Çünkü cinayetten hemen sonra
Soma’ya gittiğimizde görüştüğümüz işçiler; bir aydan fazladır kızgın kömür çıkarttıklarını, kömürün yanmakta olduğunu, işveren vekillerine bildirdiklerin-
veren madenlerde çalıştırdığı işçilerle ilgili
de çeşitli hilelere başvurmuştur. Bu hileler
usulüne uygun bir denetim sırasında açığa
çıkartılması gereken durumlardır.
Örneğin; işe yeni alınan işçilerin, iş güvenliği ve işçi sağlığı eğitimlerinden geçirilmeden işbaşı yaptırıldıkları, on sekiz yaşını doldurmamış çocukların madenlerde
çalıştırıldığı yaşanan cinayetten sonra ortaya çıkmıştır.
Madenden cenazesi çıkartılan Cemal
Yıldız’ın ilkin 16 yaşında olduğu tartışıldı
ve Enerji Bakanı’na soruldu. Aynı soru
de ise; “önemli değil, siz çalışmaya devam edin” dendiğini söylediler.
Yani bu cinayet göz göre geliyorum dediği halde, insanlıktan çıkmış ve gözünü
kâr hırsı bürümüş patronlar tarafından
önemsenmemiş ve olası bir yangına karşı
havalandırma tertibatı alınmadığından bu
acı sonla karşılaşılmıştır. Tabiî burada patronun “kâr hırsı”ndan başka Ortaçağcı
Tayyipgiller’in özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarının da cinayetin birincil etkeni olduğunu söylemeliyiz.
Çünkü Soma Katliamı’ndan yaklaşık
15 gün önce Mecliste Soma ile ilgili verilen araştırma önergesi AKP’lilerin oylarıyla reddedildi. Yine şirketin Genel Müdürü’nün eşinin de AKP’den Belediye Meclis
Üyesi olduğu açığa çıktı.
Bunlardan daha önemlisi ise, Ağır ve
Tehlikeli İşkollarından biri olduğu tartışmasız olan Madenlerde devlet; denetim
görevini bilerek yerine getirmemiştir. Hatta
Mart
2014’deki
göstermelik
“denetim”lerle madenlerde bir takım yasal
yükümlülüklerin yerine getirilmiş gibi işlem yaptıklarını görmüş olduk. Bu “denetim”lerin de akraba iş müfettişlerince kitabına uydurulduğu açığa çıkmış durumda.
Yine görüştüğümüz işçilerin verdiği
bilgiye göre; denetimden önce müfettiş işvereni telefonla arayarak ne gün denetlemeye geleceğini bildiriyor, işveren de müfettişin geleceği güne kadar özellikle yer
üstünde ve ocakların girişinde birtakım
makyaj türünden değişiklikler yaparak istediği raporları alıyorlarmış.
Oysa 13 Mayıs’ta da görüldüğü gibi
asıl denetimin yer üstünde değil ocakların
içinde yapılması gerekmektedir. Ayrıca iş-
ocağın başında yoldaşlarımız tarafında da
kendisine soruldu. Söylediği, “eğer 16 yaşında birisinin cenazesi varsa ben istifa
etmeye hazırım” şeklindeydi. Oysa bakan
burada hileye ve yalana başvurdu.
Birincisi sanki 15 yaşında olanın canı
can da 25-35-45-55 yaşında olanınki değilmiş gibi... Yani bir defada yüzlerce işçinin,
hem de yapılan tüm uyarıları yok sayarak,
göz göre göre yeraltında katledilmeleri bir
bakanın hatta toptan hükümetin sorumluluğunda değilmiş gibi... Kelime oyunlarıyla
kendisini kurtarmaya çalıştı. Ama yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmadı;
1995 doğumlu Cemal Yıldız’ın madenden
cenazesi çıkartıldığında 19 yaşında olduğu,
fakat 16 yaşındayken, 2011 yılında madende çalışmaya başladığı kendisine ait facebook sayfasındaki paylaşımlarından ortaya
çıkartıldı. Tabiî Enerji Bakanı T. Yıldız’dan
tık yok. Hal böyle olunca, kendinin de dile
getirdiği gibi; nalkımız “delikanlıdan sözü
bir defa çıkar”der. Bu durumda kendisinin
“delikanlı” olmadığını ya da bu “istifa” sözünün ağzından çıkmadığını görmüş olduk.
Ayrıca 4857 sayılı İş Yasasının 72.
maddesinde; “Maden ocakları ile kablo
döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı
gibi yeraltında veya su altında çalışılacak işlerde on sekiz yaşını doldurmamış
erkek ve her yaştaki kadınların çalıştırılması yasaktır.” şeklinde emredici bir
hüküm de bulunmaktadır.
Devletin, bu hükmü bilmemesi mümkün mü?
Öyleyse Cemal Yıldız’a niçin 16 yaşında madende işbaşı yaptırıldı?
Eğer iş müfettişleri görevlerinin gerek-
P
tirdiği şekilde bir denetim yapmış olsalardı, (ocağa inmeye bile gerek kalmadan, kayıtlar üstündeki bir incelemeyle) 18 yaşın
altında olup da madende çalıştırılan işçileri
kolaylıkla tespit edebilirlerdi.
Yaptığı her denetimi işverenlerden alacakları yüklü miktarlardaki rüşvetin bir
aracı haline getiren, insanlıktan çıkmış ve
sadece adı “müfettiş” olan bu zalimlerin de
katliamda sorumlulukları çok büyüktür.
Hain işveren de, müfettişe vereceği rüşveti madenlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği
önlemleri için harcamaz ki, onun için işçinin bir tuğladan, bir tahta parçasından, bir
tornavidadan farkı yok ki... Üretim sırasında işçiler mi ölmüş, umurunda bile değil.
Ölümlerden sonra bir iki taziye ve gönül
alma yeter de artır bile… Sonrası mı? Sonrasında ise verirsin bir iş ilanı, işsizler ordusunun binlerce elemanı kapında sıra
olur. Dolayısıyla iş güvenliği yatırımı da
neymiş ki?.. Alçak işverenlerin yaklaşımı
tamamen budur.
Peki devlet, dolayısıyla hükümet ne iş
yapar?
O da bir kısmının tüm işletmesini, bir
kısmının da bazı yerlerini devrettikleri madenlerde taşeron sistemi zarar görmesin diye, özelleştirme-taşeronlaştırma politikaları sanki üretimi bollaştırıyor, verimliliği artırıyormuş gibi, gerek uluslararası sözleşmeler gerekse ulusal mevzuattan kaynaklanan iş güvenliği ve işçi sağlığı önlemlerini
tamamen patronların insafına terk etmiştir.
Hükümet, 4857 Sayılı İş Yasası ve 6331
Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununda
öngörülen bütün yaptırımların ihlalini para
cezasına bağlayarak patronları üzmemektedir. Dolayısıyla Soma Katliamı sorumlularının kasten adam öldürme fiilinden değil
de taksirle ölüme sebebiyet verme suçundan yargılanmaları da bundandır.
Ayrıca bu katliam ve daha önceki benzer katliamlardan sonra sorumlular, bizzat
Tayyip’in yaptığı gibi, bu ölümlerin “mesleğin (madenciliğin) fıtratında var” olduğu teraneleriyle sorumluluklarını ilahi
güçlere havale etmenin peşindeler. Burada
hızını alamayan Tayyip; 150-160 yıl önce
Avrupa’daki madenci ölümleriyle bugünü
kıyaslayarak aklınca Soma Katliamı’ndaki
sorumluluktan kurtulmayı amaçlamaktadır.
Bu kıyaslama aynı zamanda Tayyip’in insancıl hiçbir değer taşımayan Ortaçağcı kafa yapısının bir sonucudur. Bunlar her türlü
yeniliğe, ilerlemeye karşı olduklarından,
utanmadan içinde yaşadığımız 21. Yüzyıl
teknolojisini de yok sayıp 19. Yüzyılla karşılaştırma yapmayı kendilerine yedirebilmektedir.
Tabiî, “ateş düştüğü yeri yakar”, der
halkımız. Soma’ya düşen ateşin acısı, Tayyipgiller tarafından Soma’ya gönderilen
Ortaçağcı müritlerin “isyan etme, kaderine
şükret” afyonlamalarına rağmen Somalıları isyan ettirmiş ve Somalı işçi kardeşlerimiz tepkisini bizzat Tayyip’in kendisine
göstermiştir.
Tayyip on iki yıllık iktidarı boyunca; ilk
kez doğrudan fiziki olarak kendisine yöne-
Tayyip; Devrimci Gençliği alanlarda yıldıramadın,
mahkemelerle de yıldıramayacaksın
3
Haziran’da Denizli 3. Sulh Ceza
Mahkemesi tarafından Liseli genç
bir yoldaşımıza “Başbakan Tayyip Erdoğan’a ve AKP hükümeti üyelerine hakaretten” 1 yıl 15 gün ceza
verildi.
Yoldaşımız; geçen yıl Gezi sürecine
Denizli’de aktif bir şekilde katılmıştı. Di-
renişin en yoğun olduğu 31 Mayıs-01
Haziran günlerindeki internet paylaşımları nedeniyle, İzmir Emniyet Müdürlüğünün Siber Suçlar Bürosunun
tespitleri sonucunda açılan davada cezalandırıldı.
Son duruşmada arkadaşımız güzel bir
savunma yaptı. Gezi Direnişi’nin haklı-
lığına ve meşruluğuna vurgu yaparak
başladığı savunmasında; aslında Tayyip’in kendisinin önüne gelene hakaret
ettiğini, asıl onun yargılanması gerektiğini, Gençliğin bu tür davalarla susturulmaya çalışıldığını, verilecek cezadan
korkmadığını, susmayacağını belirtip;
“MADEM SUSACAKTIK NİYE KONUŞTUK O ZAMAN?” diye dedi.
Yoldaşımızın duruşmada yaptığı savunmanın metni aşağıdadır.
Duruşmada karınca kararınca biz de
bir şeyler söyledik. Ama yargıçta hiçbir
hareket yok. Benzer savunmalarda sıklıkla karşılaştığımız; “Savunmaya gelelim, kısa olsun, sırada bekleyenler var,
akşama kadar sizi dinleyemem ki” gibi
klasikleşmiş tepkilerin hiçbiri yoktu..
Savunmamızı “engin bir sabırla”(!)
dinleyen yargıç; “Bitti mi?” dedikten
sonra katibe; “getir kızım kararı” diyerek
önceden hazırladığı kararı kopyala yapıştır yaptırdıktan sonra okuyup geçti.
Peki son savunma ne işe yarar?
Sanıkların ve bizim gibi vekillerin
yüreklerini soğutmaya mı? Klasik burjuva hukukuna göre bile elbette değil.
Ama uygulama ne yazık ki böyle…
Tabiî, şu bir gerçek; bugün Tayyip’in
taraf olduğu bir davada onun aleyhine
lik bir protesto ile karşılaştı. Arabası tekmelendi, yuhalandı, “istifa” sloganları altında konuşmasını yarıda keserek markete
sığındı. Tabiî adam hasta ruhlu ve saldırgan
olduğundan markette de kendisini protesto
eden bir genci yumrukladı, korumalarına
dövdürttü.
Soma Katliamı’nın bir diğer sorumlusu
da işyerinde yetkili olan sarı-gangster
TÜRK-İŞ’e bağlı Maden-İş Sendikası’dır.
Bu sendika, patron tarafından işyerine getirildiği ve yöneticilerini de bizzat işveren
seçtiği için klasik sendikal görevlerini dahi
yapmaktan acizdir. Görüştüğümüz işçilerin
verdiği bilgilere göre sendika seçimlerinde
işçilerin özgür iradeleriyle aday olmaları
bile mümkün değildir. İşveren, seçilecek
kişileri belirlemekle işçilere de onaylamak
kalmaktadır. İşçiler arasından işverenin tercihine itibar etmeyerek bağımsızca aday
olanlar çıktığında da işverenin adamları tarafından araçlara bindirilerek tehditlere
maruz kalmaktadırlar.
Ocakta görüştüğümüz işçilere; “İşyerinde yetkili sendika varsa mutlaka bir
Toplu İş Sözleşmesi (TİS) de vardır.
TİS’lerde ücret ve sosyal haklar maddelerinden ayrı bir de iş düzeni, işçi sağlığı
ve iş güvenliğine ilişkin TİS hükümleri
de olması gerekir. Bütün bunlar TİS’te
nasıl yer alıyordu?” diye sorduğumuzda,
işçilerin yanıtı; “Abi biz ne sözleşme biliriz ne sendika temsilcisi. Burada her şeyi işveren belirler, sendikada görev alacakları da işveren seçer” oldu.
Bu yanıt karşısında ne söylenebilir ki?..
İşçi Sınıfımız bir avuç sarı-gangster
sendikacı elinde, dağ başında kurda teslim
edilmiş kuzu gibi... Dahası sözde sendikanın olduğu bir işyerinde madenci deyimi
ile “keseneciler”in, diğer bir deyimle “dayıbaşı”ların elinde maden işçileri çifte sömürüye tabi tutulmuşlar. Ama sendikadan
hiçbir ses yok.
Soma’daki sendikacılık aslında bizlerin
iyi bildiği ve yıllardır karşısında mücadele
ettiğimiz sarı-gangster sendikacılıktan başkası değil. Türk-İş’in kurulduğu 1952 yılından bu yana yaptığı hep patron sendikacılığıdır. İçindeki birkaç istisna sendikanın
bulunması bu Konfederasyonun sarıgangster yüzünü ortadan kaldırmaz. Nitekim Soma’daki yukarıda belirtilen çağdışı
çalışma koşullarını sendikasıyla, konfederasyonuyla Türk-İş’in bilmemesi mümkün
değildir. İnsanlık dışı bu koşullara karşı
çıkmak için de bileğinin hakkına örgütlenmiş, işverenlere vefa borcu olmayan sendikacıların bulunması gerekir.
Türk-İş’te bu yok, doğru.
Peki, DİSK ne yapıyor?
Bu işkolunda DİSK’e bağlı Dev Maden-Sen Sendikası da bugüne kadar bu sarı
sendikacılara karşı bir örgütlenme çalışması yürütmediği gibi, sendikanın asli görevlerinden uzaklaşıp Avrupa Birliği fonlarıyla inek besiciliğine soyunmuştu, Kütahya
Tavşanlı’da olduğu gibi...
Bilindiği gibi Soma Cinayeti, baştan
beri Türk-İş ve ona bağlı Maden-İş Sendikacılığı şahsında sarı sendikacılığın sorgulandığı bir süreç oldu. Öyle ki, bu cinayetin
asıl sorumlularından olan Enerji Bakanı ile
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı dahi
hedef şaşırtmak ve kendi sorumluluklarını
hafifletmek için sarı sendikayı eleştiren
açıklamalar yaptılar. Oysa DİSK’in Genel
Başkanı dahil birçok yöneticisi cinayetten
karar verecek, hukukun üstünlüğüne inanan, onu savunabilen, onu uygulayabilen
yargıç sayısı da azaldı. Ayrıca adam kafasını taktığı birisi mi oldu, miting meydanından veriyor talimatı, kendi hukuk
bürolarına düştürdükleri yargının savcıları ve yargıçları da “emrin olur usta” diyerek hemen hareket geçiyorlar. Böyle
bir ortamda Yoldaş’ımızın beraat ettirilmesi ölü gözünden yaş ummaya ben-
sonra Soma’ya geldikleri halde burada
yaptıkları açıklamalarda, cinayetle ilgili sarı sendikacılığı eleştiren ve teşhir eten tek
bir söz söylememişlerdir. Soma İşçisinde
ve genel kamuoyunda sarı sendikaya yönelik tepkilerdeki artıştan sonra ancak DİSK
olaya müdahil olabilmiştir. Dolayısıyla
DİSK, Soma Cinayeti’nin başında, varlık
nedeni olan sarı sendikacılığa karşı Devrimci Sınıf Sendikacılığı alternatifini ortaya koyma görevini yerine getirmemiştir,
getirememiştir. Bir başka anlatımla, Soma
Cinayeti nedeniyle başta İşçi Sınıfımız olmak üzere geniş emekçi kitlelerde sarı sendikacılığa karşı oluşan tepkileri DİSK değerlendirememiştir.
Ancak cinayetten sonra maden işçilerinde gün gün biriken tepkilerin bugünlerde Türk-İş’ten istifaya dönüşmesi ve
DİSK’e üyeliklerin yapılması sevindiricidir. Kendiliğinden gelişen bu tepkisel üyeliklerin kalıcılaştırılması gerekmektedir.
Yoksa DİSK’e karşı düşmanca tutum içinde olan Tayyipgiller’in her türlü devlet olanağı ile bu yönelimi kesmesi ve etkisizleştirmesi kaçınılmazdır. Tabiî Türk-İş’li sarılar da boş durmayacaktır.
Sonuç olarak; 13 Mayıs Soma Maden
Katliamı’ndan çıkartılması gereken önemli
dersler vardır. Her türlü saldırganlığına, yalana ve insanları Allah’la kandırmaya karşın bu katliam, Tayyipgiller’in halk düşmanı, vurguncu, talancı sahte dindar yüzünü
bir kez daha açığa çıkartmıştır. Özelleştirme ve Taşeronlaştırma politikalarının İşçi
Sınıfımız için bir cehennem olduğu bir kez
daha kanıtlanmıştır.
Son günlerde yutturulmaya çalışılan
“Yeni Taşeron Sistemi”nin daha önce de
yazdığımız gibi özünde tüm işkollarında
asıl işleri de kapsayacak şekilde taşeronlaşmanın önünü açmayı, taşeron işçilerinin iş
mevzuatından kaynaklanan hak ve alacaklarındaki asıl işveren sorumluluğunu da ortadan kaldırmayı ve giderek işçileri “Kıdem Tazminatı Fonu”na ikna etmeyi hedeflediği ortaya çıkmıştır.
Çekilen bu acılar sonunda Soma maden
işçilerinde hak ve çıkarlarını koruma bilinci oluşmuştur. İşçilerin madenlerdeki iş güvenliği önlemi alınmadan işbaşı çağrılarına
uymamaları, şehir merkezinde yaptıkları
yürüyüşlerle sarı sendikacıları ve TKİ yöneticilerini istifaya zorlamaları bunun örnekleridir. Tabiî Tayyipgiller’in, İşçi Sınıfının bu haklı ve meşru tepkisini nötralize etme tehlikesi de bir kenarda durmaktadır.
Bizzat Tayyip’in kendisinin son konuşmalarında; insanların gerici yönlerini okşayarak, mezhep kışkırtıcılığı yapması bu tehlikenin ilk belirtileridir.
Çünkü bunlar, kendi aşağılık çıkarları
için her türlü yalana, dolana ve kışkırtamaya başvurmaktan çekinmezler. Temsilciliğini yaptıkları Tefeci-Bezirgân Sermayenin
yedi bin yıllık geçmişi bir yana bunların on
iki yıllık iktidarları döneminde yaşananlar
bu yüz kızartıcı örneklerle doludur.
Partili yoldaşlarımız ne de güzel demişler; İşçide Kömür Karası Tayyip’te Yüz
Karası diye… q
***
Kurtuluş Yolu 76. sayısında yayımlanan “İşçide kömür karası Tayyip’te yüz karası” makalesini teknik nedenlerle yanlış
girilen bazı ibareleri düzelterek yeniden
yayımlıyoruz.
zerdi.
Kararın en ilgi çeken yönü de; Tayyip’in avukatları hiçbir duruşmaya gelmedikleri
halde
sırf
dosyada
vekâletname var diye lehlerine 750 TL
vekalet ücretine hükmedilmesi oldu karşı
çıkmamıza rağmen…
Kurtuluş Partili
Hukukçular
Yoldaşımızın savunması...
G
urur duyuyorum! Olmayan çocuğuma anlatacağım bir hikâyem oldu. Büyük Gezi
Direnişi’nin acısını çıkarmak isteyen
emperyalist işbirlikçileri İsyan sona erdikten sonra saldırıya geçtiler. Amaçları
Tayyip Erdoğan’a yalakalık yapıp rahat
yaşamak. Ama bu böyle mi devam edecek?
Her şey başladığı gibi bitebilme
özelliği taşır. AKP Hükümeti, TOMA’sı, gazı, bombası, çeviği, copu ile
durduramadığı Gençleri, Hukuk yolları
ile durdurmaya çalışmakta. Hakkımda
açılan dava aynen bundan ibarettir.
Büyük Gezi Direnişi’ne bir lokomotif olmamı kaldıramayan Emperyalist
İşbirlikçileri küfür ettiğim bahanesi ile
bana dava açmışlardır. Dertleri, “Tayyip Erdoğan’a hakaret etti”, değil Gezi
Parkı eylemlerinden intikam almaktır.
Her toplantısında, mitinginde kan
kusan “haysiyetsiz, namert, utanmaz,
şerefsiz, terörist, kâfir, ateist, Alevi”
gibi nefret suçları işleyen birinin böyle
bir davada karşımda rakip olması gülünçtür.
Bu davaların açılma sebebi tamamen kişiyi yani beni susturmadır. Yani
psikolojik baskıdır.
Madem susacaktık neden konuştuk?
Bilmiyorlar ki, bu açılan dava ve yiyeceğim ceza beni güçsüzleştirmedi
daha da güçlendirdi!
O kadar insan ölmüş, o kadar insan
sakat kalmış ve o kadar insan engelli olduğu halde direnmişse Büyük Şanlı
Gezi Parkı Direnişi’mizde, benim yiyeceğim cezanın ne önemi olabilir ki…
Yürüyüşümüzü hiçbir güç engelleyemeyecek!
12
Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014
Soma için uluslararası konferans
120 ülkeden 90 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) ile DİSK Nakliyat İş Sendikası, “SOMA’DA İŞÇİ KATLİAMINI NE UNUTURUZ NE AFFEDERİZ” adlı Uluslararası bir Konferans düzenledi. Konferans
Bahrein, Bask Bölgesi, Brezilya, Kolombiya, Danimarka, Mısır, Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç, İsviçre ve Kıbrıs’tan
gelen otuz bir sendika yöneticisi ve uzmanların katılımıyla 18 Haziran tarihinde İstanbul’da yapıldı.
1
20 ülkeden 90 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu
(DSF) ile Sendikamızın ortaklaşa düzenlediği “SOMA’DA İŞÇİ KATLİAMINI NE UNUTURUZ NE AFFEDERİZ” konulu Uluslararası
Konferans; Bahrein, Bask Bölgesi, Brezilya, Kolombiya, Danimarka, Mısır,
Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç, İsviçre ve Kıbrıs’tan gelen otuz bir sendika yöneticisi ve uzmanların katılımı ile birlikte 18 Haziran 2014 tarihinde İstanbul’da yapıldı.
Konfederasyonumuz Yöneticileri, Soma Maden’den iki işçi ve diğer kurumların temsilcilerinin de katıldığı Konferansın sonunda tüm katılımcıların
yapmış oldukları konuşmalar sonrasında bir sonuç bildirgesi hazırlanmıştır.
Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan sonuç bildirgesi ekte basının ve kamuoyunun bilgisine sunulur. 23.06.2014
Nakliyat-İş Sendikası Genel Merkezi
T
WFTU-Nakliyat-İş
Ortak Sonuç Bildirgesi
üm kıtalardan, 13 farklı ülkeden
gelen sendika liderleri ve
WFTU, DİSK, Nakliyat-İş ve
TUI Metal ve Maden Sendikaları liderlerinin katılımıyla, Soma Maden İşçileri ve Türkiye İşçi Sınıfıyla dayanışma
Konferansında bugün, 18 Haziran
2014 tarihinde, Uluslararası İşçi Sınıfına ve dünya halklarına “UNUTMA-
YACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!”
mesajımızı deklare ediyoruz.
Deklarasyonumuz:
Türkiye’deki Maden İşçileri ve İşçi
Sınıfıyla dayanışıyoruz. En az 301 işçi
kardeşimizin ölümü Uluslararası İşçi
Sınıfına karşı işlenmiş bir suçtur. Türkiyeli işçiler yalnız değildir. Onların
kız ve erkek kardeşleri, dünyanın dört
bir tarafındaki bütün ülkelerde yaşayan, aynı ekonomik, sosyal ve demokratik haklar için mücadele eden işçiler
ve savaşçılar Türkiyeli işçilerin yanındadır.
Türkiye hükümetini ve Soma Holding’i, maden işçilerinin hayatlarını
tehlikeye atan vurdumduymazlıklarından dolayı kınıyoruz. Bu katliamın sebepleri son derece açıktır: madenlerin
özelleştirilmesi, maden zenginliklerinin kâr hırsıyla sömürülmesi, işçilerin
aşırı çalıştırılması, bakım ve modern
ekipman kullanımında yapılan kesintiler ve taşeronluk sistemi. Bu kaza kapitalist üretim biçiminin olağan bir sonucudur. Bizler, insanların ihtiyaçları için
kullanılması gereken maden zenginliklerinin özelleştirilmesine karşı savaşım
yürüten Türkiye’deki Mücadeleci Sendikal Hareketi destekliyoruz.
Bu suçun üzeri
örtülemeyecektir!
Bizler Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun
hükümetinin facia sonrasında yaptığı
“takdiri ilahi” ya da “ölmek maden işçiliğinin fıtratında var” gibi açıklamaları tamamen reddediyor ve kınıyoruz.
Başbakanın ve hükümetin bu taktiği
Türkiye Halkının öfkesini başka yönlere kanalize etmeyi amaçlamaktadır.
Başbakanın bu olayın “doğal” olduğunu kanıtlamak için 19’uncu Yüzyılda
gerçekleşen kazaları örnek göstermesi
mevcut hükümetin, Türkiye’deki çalışanların Ortaçağ koşullarında yaşamalarını ve çalışmalarını istediğini göstermektedir. Bizler dünyaya bu kazanın
gerçek nedenlerini, gerçek suçlularını
teşhir etmeye, çözüm yollarını göstermeye devam edeceğiz. Böylece bu kat-
liama ilişkin duyulan öfkeyi örgütlü,
uluslararası ve sınıf temelli bir sendikal
mücadeleyle buluşturacağız ve tüm işyerlerinde modern, yeterli ve etkili
sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmasını talep edeceğiz.
Bu katliamların tekrar gerçekleşmesini engellemek için Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Türkiye’deki bütün
madenlerde bu tür önlemleri derhal almasını talep ediyoruz. Ayrıca Türkiye
Hükümetinin ILO sözleşmesinin ilgili
maddesi olan ve imzalamaya yanaşmadığı 76’ncı Maddeyi onaylayıp derhal
imzalaması gerektiğini dile getiriyoruz.
Bizler bu katliama yol açan suçluların derhal yargı önüne çıkarılıp cezalandırılmasını talep ediyoruz. Tüm kurbanların ailelerine eksiksiz biçimde
tazminat ödenmelidir. Soma maden işçilerine ve ailelerine yönelik yapılan
tehditlerin derhal son bulması gerekmektedir.
Bu suç tekrarlanmamalıdır!
Bizler demokrasi için mücadele etmeye, Türkiye hükümeti ve çevik kuvvet polisinin göstericiler üzerinde baskı kurmasının, protestoculara saldırılmasının ve her türlü işyerinde ve toplumun her kesiminde demokratik haklara
karşı yapılan saldırıların son bulmasını
talep etmeye devam edeceğiz.
Taşeronluk sisteminin kesinlikle
son bulmasını talep ediyoruz. Tüm işçiler için daha iyi çalışma koşulları ve
Dünyanın dört bir yanından İşçi Sınıfı
temsilcileri Soma Katliamı’nı lanetlemek ve
Soma Halkına destek için İstanbul’da buluştu
DİSK-Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı
Ali Rıza Küçükosmanoğlu
Türkiye iş cinayetlerinde
Avrupa’da birinci
dünyada ikinci sırada
Dünyada eşine az rastlanır bu katliamın hesabını sormak, sorumluların cezalandırılmasını
sağlamak ve Türkiye İşçi Sınıfıyla dayanışmada bulunmak için tüm kıtalardan işçi sınıfı
temsilcileri Dünya Sendikalar Federasyonu ve DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’nın ortaklaşa
gerçekleştirdiği “Soma’daki İşçi Katliamını Ne Unuturuz Ne Affederiz” başlıklı konferansta
bir araya geldiler.
E
n az 301 işçi kardeşimizin Parababaları düzeninin bekçiliğini
yapan Tayyipgiller iktidarı tarafından katledildiği Soma’da acılar hâlâ
taze. Katliam sonrası açılan toplu mezarlara insanlar akın akın ziyaretler
gerçekleştiriyor. Yaşanan acıları en iyi
ifade eden fotoğraflardan biri de babalar gününde ortaya çıktı. Düzenin babalarını katlettiği 432 çocuk, mezarların üzerine babalarına yazdıkları mektuplarla birlikte karnelerini bıraktılar.
Dünyada eşine az rastlanır bu katliamın hesabını sormak, sorumluların
cezalandırılmasını sağlamak ve Türkiye İşçi Sınıfıyla dayanışmada bulunmak için tüm kıtalardan işçi sınıfı temsilcileri Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU) ve DİSK/Nakliyat-İş
Sendikası’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği “Soma’daki İşçi Katliamını Ne
Unuturuz Ne Affederiz” başlıklı konferansta bir araya geldiler.
Konferans 18 Haziran Çarşamba
Günü İstanbul Serbest Muhasebe
Mali Müşavirler Odası Toplantı Salonunda gerçekleştirildi. 13 ülkeden
yaklaşık 30 sendikacıyla birlikte Türkiye’deki çeşitli sendika, siyasi parti ve
demokratik kitle örgütü temsilcilerinin
katıldığı etkinliğin açılış konuşmasını
DİSK/Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali
Rıza Küçükosmanoğlu yaptı. Konuşmasına Ernesto Che Guevara’nın çocuklarına yazdığı mektuptan alıntılarla
başlayan Küçükosmanoğlu, “Dünyanın
dört bir yanından gelen ve acımızı paylaşıp dayanışma duygularını ifade eden
tüm yoldaşlarıma teşekkür ederim” diyerek konukları selamladı. Küçükosmanoğlu konuşmasında Türkiye’deki
kölelik koşullarına, insan hayatının
ucuzluğuna ve hükümetin halk düşmanı politikalarına değindi.
Ali Rıza Küçükosmanoğlu’ndan
sonra kürsüye Dünya Sendikalar Federasyonu Genel Sekreteri George
Mavrikos çıktı. Mavrikos yaptığı ko-
nuşmada dünya İşçi Sınıfı adına Soma
Katliamı’na yol açan suçluları kınadıklarını, sorumluların mutlaka cezalandırılması gerektiğini, bunun için uluslararası planda ne yapılması gerekiyorsa
büyük bir gayretle yapacaklarını dile
getirdi.
Genel Sekreter Mavrikos’un ardından yaşanan büyük trajedinin merkez
üssünden, Soma’dan gelen işçi kardeşlerimiz kürsüye çıkarak birer konuşma
yaptılar. Alkışlar eşliğinde kürsüye çıkan Somalı maden işçisi kardeşlerimiz
Soma’daki kölelik koşullarını detaylarıyla anlattılar.
Etkinlik dünyanın dört bir yanından
gelen konukların dayanışma ifade eden
konuşmalarıyla devam etti. Saat
14.00’da başlayan yemek arası 16.00’a
kadar sürdü ve 16.00’da konferansın
ikinci bölümüne geçildi. İkinci bölümde de uluslararası sendika temsilcileri
konuşmalarını gerçekleştirdiler.
Etkinlik, ortaklaşa hazırlanan sonuç
bildirgesinin okunmasıyla sona erdi.
Etkinlik sonrasında Soma Katliamı’nı
dünya ölçeğinde teşhir eden böyle bir
etkinliğin düzenlenmesinde öncülük
eden DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’na
ve Genel Başkan Ali Rıza Küçükosmanoğlu’na teşekkür edildi. Konuklar,
Soma Katliamı’nın tüm sorumlularının
cezalandırılacağı güne kadar mücadeleye devam edeceklerini dile getirdikten sonra büyük bir memnuniyet ve dayanışma duygusuyla ülkemizden ayrıldılar. 19.06.2014
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
iş ilişkilerinin tesis edilmesini istiyoruz.
Bizler İşçi Sınıfını bölen ve zayıflatan sarı sendikaların varlığını ve faaliyetlerini lanetliyoruz. Türkiye’deki
Maden İş Sendikası ve onun yüksek
maaşlar alan satılmış liderleri Soma
Madenlerinde denetlemeler sırasında
patronla ve hükümetle işbirliği yapmış,
kaza sırasında madende bulunan işçi
sayısıyla ilgili yanlış bilgi vermiştir.
Onlar şimdi ise işçilerin örgütlenmesini ve bu katliama karşı etkin bir mücadele yürütmesini engellemeye çalışmaktadırlar.
ILO’nun ve Birleşmiş Milletler’in,
Türkiye hükümetini işçi haklarına, sendikal haklara ve demokrasiye saygı
duymak ve bu olguları kabul etmek konusunda zorlayacak adımları atmasını
talep ediyoruz.
Yukarıdaki amaçların eksiksiz biçimde gerçekleştirilmesi için bir
“Uluslararası Uzmanlar Komisyonu” kurma kararı almış bulunuyoruz.
Bu komisyonun içerisinde bilim insanları, avukatlar, uluslararası analistler ve sendikalar yer alacaktır. Kurulacak olan Komisyonun amaçları; Soma
maden katliamının ardında yatan gerçekleri sürekli teşhir etmeye devam etmek, işçilerin can güvenliği için mücadeleyi sürdürmek, işyerlerinde sağlık
ve güvenlik önlemlerinin eksiksiz bir
biçimde alınmasını talep etmek ve nerede benzer katliamlar olursa anında
müdahale etmektir.
E
fsane Büyük Devrimci Önder Ernesto Che Guevara
çocuklarına yazdığı veda
mektubunda şöyle diyordu.
“Her şeyden önce de dünyanın
herhangi bir yerinde herhangi bir
kişiye karşı yapılan haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde
hissedebilin. Bu bir devrimcinin en
güzel niteliğidir.”
Dünyanın dört bir yanından binlerce kilometre uzaklardan Brezilya
ve Kolombiya’dan, Bahreyn, Bask
Bölgesi, Danimarka, Mısır, Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç,
İsviçre ve Kıbrıs’tan gelerek Somalı
Maden İşçilerinin eşlerinin, çocuklarının acılarını paylaşan, haksızlığı yüreklerinin en derinlerinde hissedenler,
kardeşler, bacılar, arkadaşlar, yoldaşlar hepiniz hoş geldiniz.
Acımızı paylaşmak için katliamdan 3 gün sonra 16 Mayıs 2014 tarihinde Türkiye’ye heyet olarak gelen
çok değerli yoldaşım DSF Genel Sekreteri George Mavrikos, DiSK’in,
Sendikalarımızın, Meslek Örgütlerinin, Siyasi Partilerin, Halk Örgütlerinin, saygı değer temsilcileri, işyerlerinden gelen sevgili işçi kardeşlerim,
hoş geldiniz.
Hepinizi Dünya Sendikalar Fede-
rasyonu ve Nakliyat-İş Sendikası adına sevgiyle saygıyla selamlıyorum.
Bugün burada resmi rakamlara
göre 301, Soma’da anlatılanlara göre
ise 400’e yakın işçi kardeşimizin yaşamını yitirdiği, Soma Eynes Maden
Ocağı’ndaki işçi katliamını lanetlemek ve yüreğimizin derinliklerinde
hissettiğimiz acılarını paylaşmak, dayanışmak ve aynı zamanda da kapitalizme karşı isyanımızı, öfkemizi haykırmak; kâr, daha fazla kâr için kan
dökmeye, insan öldürmeye devam
edenlerden hesap sormak için buradayız.
Özelleştirmelerle, taşeron, güvencesiz, kölelik koşullarında işçileri çalışmaya mahkûm ederek gerekli işçi
sağlığı-iş güvenliği önlemlerini almayarak uluslararası sözleşmeleri imzalamayarak, iş cinayetlerine davetiye
çıkaran çalışma düzeninden sorumlu
olan siyasi iktidardan, sermayedarların sorgulanması için buradayız.
Türkiye, iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ise ikinci sıradadır. DİSK-AR’ın araştırmasına göre 27 AB ülkesinde istihdam edilen
her 100 bin kişide ölümlü iş cinayeti
2,1 iken, Türkiye’de bu oran 14,3’tür.
Yani yaklaşık 7 kat fazladır.
13
Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014
Madenlerdeki ölümlü iş cinayetlerinde ise bu oran İLO verilerine göre
Türkiye dünyada birinci. Türkiye’yi
Arjantin takip etmektedir.
Madencilik sektöründe ise AB ülke-
lerinin ortalamasından 16 kat fazla
ölüm olmaktadır.
Türkiye’de AKP hükümeti döneminde, son on iki yılda, resmi rakamlara göre 11.282, 2013 yılında ise 1235
işçi iş cinayetlerinde yaşamlarını yitir-
miştir. 2014 ilk aylarındaki sayı ise
810’dur.
Soma Madenlerinde yaşanan işçi
katliamının sorumluları daha fazla
kâr, daha fazla sömürü için işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerini almayan
sermayedar Soma Holding’tir. Özelleştirme, taşeronlaştırma, güvencesiz
çalışmanın sorumluları siyasi iktidarla tüm bu düzenin bir parçası olan sarı gangster sendikacılıktır.
İLO’nun 176 Numaralı “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”ni Lübnan’dan Zimbave’ye 28 ülke imzalamış, Türkiye ölümlü maden
kazalarında dünya birincisi olmasına
karşın hâla imzalamamıştır.
Soma Madende yaşanan katliam
Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük işçi katliamıdır. 1992 yılında Zonguldak/Kozlu madenindeki işçi katliamında 263 işçi kardeşimiz yaşamını yitirmişti.
Dünya Sendikalar Konfederasyonu (DSF) Genel Sekreteri Yorgos Mavrikos
Dünya çapında resim siyahtır
Değerli Nakliyat-İş Başkanı kardeşim Ali Rıza Küçükosmanoğlu,
Türkiye İşçi Sendikaları temsilcileri, Soma’daki işçi kardeşlerimiz
Değerli yoldaşlar,
Bugün burada Türkiye Halklarının,
Türkiye İşçi Sınıfının ve mücadeleci
sendika temsilcilerinin yanında yer aldığımızı, destek ve enternasyonalist
dayanışmamızı sunduğumuzu belirtmek isterim.
301 kardeşimizin yaşamına mal
olan Soma madenindeki kesinleşmiş
suça kaşı tek bir ses olup kınamak için,
bizler; 120 ülkeden 90 milyon işçiyi
temsil eden Dünya Sendikaları Federasyonu (DSF) ve Dünyanın değişik ülkelerinden sınıf sendikaları temsilcileri
olarak burada bulunuyoruz.
Türkiye’deki maden ocaklarında
bu tür olayların bir daha yaşanmaması için bizler; Türkiye Hükümeti’nden ve Soma Holding’ten çağdaş,
yeterli ve etkili önlemlerin alınmasını ve suçluların en katı bir şekilde
cezalandırılmasını talep etmekteyiz.
Buna paralel olarak, maden ocaklarının özelleştirmesine karşı verilen
mücadeleyi destekliyoruz.
Biz şuna inanır ve yüksek ses ile
dile getiririz ki, Türkiye’nin maden
zenginliği halklarına aittir. Tüm insanların yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanılmalıdır.
DSF ile Türkiye’deki sendikal hareketin ilişkileri çok eskilere dayanmaktadır. DSF zor yılarda Türkiye sendikal
hareketinin yanında yer almış, dayanışma içinde olmuştur.
Bizler DSF olarak, DİSK ve diğer
kuruluşlar ile dün tanışmadık. Bizler,
eski arkadaşlar, eski mücadele yoldaşlarıyız.
Bugün olduğu gibi, daha ilk andan
itibaren bu katliamı kınamış ve dayanışmamızı 16 Mayıs’ta bir heyet ile burada sizinle paylaşmıştık. Türk kardeşlerimizin yanında olduğumuzu bugün
bir kez daha belirtiyoruz.
16 Mayıs’taki ziyaret esnasında yapılan görüşmeler sonucunda bugünkü
uluslararası konferansı gerçekleştiriyo-
ruz. Bu konferansın amacı uluslararası kınama, bu olayın gerçek nedenlerinin ortaya çıkarılması ve suçluların cezalandırılmasına katkıda
bulanmaktır.
SOMADAKİ KATLİAM UNUTULMASIN! ÜSTÜ KAPATILMASIN! BİR DAHA YAŞANMASIN!
Bütün dünya işçileri bilsin ki, Başbakan Erdoğan ve Hükümetinin dediği
gibi, bu katliam “işin fıtratında” yoktur
ya da “Allah’ın yazgısı” değildir, aksine insan yaşamına kasteden özelleştirme mantığının kesinleşmiş suçudur.
GÖRÜNTÜ SİYAHTIR
Değerli meleslektaşlarım,
Dünya çapında resim siyahtır. Veriler, rakamlar ve olaylar kendiliğinden
konuşuyorlar.
Temel neden her yerde aynıdır:
Yılda yaklaşık 321.000 işçinin katledilmesine neden olan bu ölümcül
kazalar, esasen sermayenin azami kâr
hırsından kaynaklanmaktadır (ILO).
Ayrıca bunlara ek olarak her yıl dünyada 317 milyon üzerinde ölümsüz kazalar yaşanmaktadır. Tabiî ki (kimyasal
alanlardan, kemik, omurga sorunları,
kaygı ve stres rahatsızlıkları) gibi zararlı ölümcül iş kazalarını da unutmamak gerekir.
Bu veriler; her 15 saniyede bir işyerinde hastalık veya iş kazası sonucunda
bir işçinin yaşamını kaybetmesine eşdeğer olduğundan korkutucu bir gerçekliktir. Yani her 15 saniyede 151 işçi
iş kazaları ile karşı karşıya gelmektedir.
Çokuluslu şirketlerin üretimlerini
ucuz işgücü bulmak maksadıyla gelişmekte olan ülkelere kaydırmış olmalarından kaynaklı olarak birçok ölümcül
iş kazasının buralarda olması şaşırtıcı
değildir.
Bazıları Avrupa’yı “Demokrasi ve
ilerici’’olarak tanımlamak istese de,
yılda 5.720 işçi işyerinde yaşamını
kaybetmekte ve 159.500 kişi de meslek
hastalıkları nedeniyle yaşamını yitir-
mektedir.
Uluslararası kapitalist kriz nedeniyle işçi haklarına saldırı düzenlenmektedir. İşten atılmaların artması, az işçi ile
daha fazla çalışma, çocuk işçi çalıştırma ve emeklilik yaşının artışı, üretim
maliyetlerinin sürekli olarak düşürülmesi sonuç olarak iş sahasında iş makinelerinin bakımının yapılmaması olarak ortaya çıkmaktadır. İş yoğunluğu
sürekli artmaktadır.
Bütün bunların gerçekleşmesinin ve
devam etmesinin gerekçesi, çokuluslu
ve büyük şirketlerin kârları için İşçi Sınıfının ödediği kan vergisinin büyüyor
olmasıdır.
Dünya Sendikalar Federasyonu,
2011 yılı Nisan ayında 126 ülkeden
828 delege huzurunda iş sağlığı ve güvenliği gibi öncelikli konuları açık ve
demokratik bir biçimde tartıştığı
16’ncı Kongresini Atina-Yunanistan’da gerçekleştirmiştir.
Kardeşçe ve demokratik bir ruh
içinde gerçekleşen bu açık, geniş, uluslararası tartışma DSF’ye rehber olmuştur. Tüm kıtalarda İşçi Sınıfını, hakları
için, iş güvenliği ve sağlığı için çağdaş
ve etkin önlemlerin alınması noktasında bilgilendirmek amacıyla onlarca seminerler ve konferanslar düzenlemiştir.
İnsan sağlığı için çok tehlikeli bir malzeme olan Kireç’in kullanımının yasaklanması gibi birçok girişimlerde bulunduk.
Bu çok önemli belgede açıkça söy-
Soma Madeni daha önce kamu işletmesi olan Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) tarafından işletilmekteydi. Rödovans denilen yöntemle kömür işletmeleri özel işletmelere, sermayeye
devredilmiştir. İş Yasasındaki kısıtlamalara karşın kömür üretimi alt işverenle taşeronlara devredilmiştir, dayıbaşı yöntemi ile de kiralık işçiler çalıştırılmaya başlanmıştır.
İşçi sağlığı ve güvenliği açısından
tehlike olduğu için bir önceki özel işletme tarafından kapatılan kömür ocağı, Soma Holding tarafından yeniden
açılmıştır. TKİ tarafından 144 dolar
olan maliyet tam 23,8 dolara düşmüştür. Ve Soma Holding patronu buna
rağmen kâr ettiğini, kâr etmese bu işi
yapmayacağını bir gazete röportajında
anlatmıştır.
Soma Kömür İşletmesinde işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili alınması
gereken önlemler maliyet gerekçesiyle
alınmamıştır.
Soma Holding patronu, işyerindeki
Türk-İş üyesi Türkiye Maden-İş Sendikasını işyerinde örgütlenmek üzere çağırmış, sendikada kimin işyeri sendika
temsilcisi, kimin sendikanın şube yöneticisi olacağını işveren kendisi belirlemiştir. Ortada İşçi Sınıfı iradesi ve
tercihi ile belirlenmiş, örgütlenmiş sendika yoktur. Bundan dolayı da Soma
Madende sarı sendikacılık yapan sendika da katliamdan sorumludur.
Dünya Sendikalar Federasyonu
(DSF)’nin kuruluş ilkelerinde, mücadele geleneklerinde somutlanan sendikal politikalar, ücretli köleliğin ortadan
kaldırılması, işçilerin insan onuruna
yaraşır bir ücret ve insan onuruna yaraşır çalışma koşullarının yaratılması
mücadelesinin politikalarıdır.
Bundan dolayı Dünya Sendikalar
Federasyonu DSF ile ortaklaşa düzenlemiş olduğumuz bu uluslararası konferansın Türkiye İşçi Sınıfı Mücadelesi
ve dünya işçi sınıfı açısından da tarihsel bir önemi ve anlamı vardır.
18.06.2014
lüyoruz ki:
“İşçilerin yaşamları ve sağlığı sınıfsal sendika hareketi için bir önceliktir. İşyerlerinde çalışma koşullarının iyileştirilmesinin manası; güvenlik önlemlerinin alınması, sıfır iş riski, kazaların ve hastalıkların ortadan kaldırılması, işçilerin yaşam kalitesinin iyileştirilmesi demektir.”
Uluslararası sınıfsal sendika hareketi için önemli olan bu kararla şu ortak noktaya vardık:
Emekçilerin sağlık sorunları, kişisel
sorun veya kişisel sorumluluk değil aksine emeğin toplumsal örgütlenmesi ve
üretim biçimi ile direkt bağlantılıdır.
Bundan ötürü; emek sağlığının ve güvenliğinin korunması sorunu, kapitalistlerin çıkarlarını ve kârlarını destekleyen, kapitalizmin revizyonunu ve
sözde krizden çıkışın hazırlıklarını hedefleyip örgütleyen, emek karşıtı uygulamalarla bilinen politikalara karşı
yürütülen mücadele siyasetiyle bağlantılıdır.
Uluslararası İşçi Sınıfının kızgınlık
ve gazabını örgütlü bir mücadeleye çevirmek için mücadele saflarını sıklaştırmak bu trajedi içerisinde yapmamız
gereken bir görevdir. Çok zor şartlar
altında mücadele ve uğraş veren Türkiye Sendikal Örgütlenmelerine söylemek isteriz ki;
Bizler Dünya Sendikalar Federasyonu olarak her zaman bize ihtiyaç
duyduklarında yanlarında olacağız,
mücadelelerini destekleyeceğiz, onlarla birlikte mücadele edeceğiz ve dünya
çapında tüm Sınıfsal Sendikal Harekete taleplerini duyuracağız.
Dünyanın değişik ülkelerinden sen-
dikalar, Türkiyeli meslektaşlar ve Dünya Sendikalar Federasyonu temsilcileri
olarak bizler, bugün 18 Haziran 2014
itibariyle Türkiye-İstanbul’dan sesleniyoruz ve diyoruz ki:
Şirketlerin kârları için kardeşlerimizin kanları akmasın. Yeter Artık! Buraya Kadar!
Bugünden itibaren mücadelemiz
yeni ve çok biçimli bir şekil alacak ve
sürekli yöntemlerle devam edecektir.
1- Katliamın suçluları cezalandırılsın!
2- Bir an önce bütün madenlerde İş
sağlısı ve Güvenliğine ilişkin önlemler
alınsın!
3- Çalışma şartlarının koşulları iyileştirilsin!
4- İşyerlerinde demokrasinin işlenmesi!
5- Uluslararası Kuruluşlar seyirci
olmaktan çıksınlar!
6- Hiçbir yerde bu tür katliamlar yaşanmasın!
7- Bu tür katliama maruz kalan ailelere destek verilmelidir!
Bu hedeflerin gerçekleşebilmesi
için DSF; teknik elemanların, hukukçuların, emek sendikacılarının, yargı
mensuplarının, uluslararası ilişkiler uzmanlarının müteşekkil olduğu Uluslararası Özel Üyeler Heyeti’nin kurulmasını önerir. Bu Heyet, düzenli ve sürekli olarak Emekçilerin sağlık ve yaşamlarının korunması ile ilgilenip gerektiğinde her türlü alan ve biçimde
müdahale edebilecektir.
Teşekkür ederim.
Dünya İşçi Sınıfı Temsilcileri
Somalı İşçileri anıyor...
Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Şimdi konuşmasını yapmak üzere Konfederasyonumuz DİSK’in Genel Başkanı Sayın Kani Beko’yu çağırıyoruz.
İstanbul Serbest Muhasebeciler ve
Mali Müşavirler Odası’na bu güzel
organizasyonda DİSK Nakliyat-İş
Sendikamıza katkı sunduğundan dola-
(Slogan: İnadına Sendika İnadına DİSK…)
Kani Beko: Sevgili basın mensupları, sevgili mücadele arkadaşlarım,
Dünya Sendikalar Federasyonu Genel
Sekreteri Sayın Yorgos Mavrikos,
Uluslararası Metal ve Maden Sendikası Federasyonu Genel Sekreteri Sayın Silva, DİSK Nakliyat-İş Genel
Başkanı Sayın Ali Rıza Küçükosmanoğlu, DİSK Yönetim Kurulu Üyeleri, sendikaların, siyasi partilerin ve demokratik kitle örgütlerinin çok değerli temsilcileri hepinizi DİSK adına
saygı, sevgiyle selamlıyorum.
Soma’dan gelen madenci kardeşlerim, sizleri selamlıyor ve konukların
huzurunda başsağlığı dileklerimi bir
kez daha iletmek istiyorum.
İki gün önce Soma Meydanı’nda,
Soma sokaklarında birlikteydik. Acınız acımızdır, mücadeleniz mücadelemizdir, dedik. Latin Amerika’dan, Afrika’dan, Ortadoğu ülkelerinden ve
Avrupa’dan gelen dünya sendikal hareketinin değerli temsilcileri, sizleri
de saygıyla selamlıyorum ve hepinize
ülkemize hoş geldiniz, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.
yı teşekkür ederim.
Sevgili Arkadaşlar,
Öncelikle Dünya Sendikalar Federasyonu ve Nakliyat-İş Sendikamıza
böylesi bir konferans düzenledikleri
için teşekkür ediyorum.
Bu konferans vesilesiyle Somalı
İşçiler dünya İşçi Sınıfının mücadeleci temsilcileriyle buluştular
onlara da DİSK adına tekrar tekrar teşekkür etmek
istiyorum.
DSF Genel Sekreteri
Marikos’a ayrıca teşekkür
etmek istiyorum. Kendisi
daha önce çeşitli vesilelerle
İstanbul’a gelmiştir ve
DİSK’i ziyaret etmiştir.
Ancak bir önceki ziyareti
acı bir olay üzerinde olduğundan dolayı Soma’da yaşanan katliamı duyar duymaz İstanbul’a bir taziye
ziyaretine gelmişti. O gün
Soma’da olduğum için kendisini karşılayamamıştım.
Kendisinin öncülük ettiği
DSF Heyeti DİSK’i ziyaret
etmiş ve DİSK Genel Sekreteri’miz Sayın Arzu
Çerkezoğlu ve DİSK Başkanlar Kuruluyla görüştüğünden dolayı kendisine
tekrar tekrar teşekkür ediyorum.
DSF Soma Katliamı sonrası Türkiye’ye gösterdiği ilgiyle İşçi Sınıfının
uluslararası dayanışmasının en güzel
örneklerinden birini göstermiştir.
14
Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014
Konferansa katılan, bizi yalnız bırakmayan bütün konuklarımıza, bütün
kardeşlerimize buradan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Tekrar tekrar
hoş geldiniz arkadaşlar. Saygılar, sevgiler sunuyorum...
(Alkışlar…)
Bugün farklı ülkelerden, farklı dillerden konuşacağız. Dünyanın bütün
dillerinde Soma’nın acısını konuşacağız. Soma’nın son olmasını diliyoruz.
Soma’nın son olması için mücadele
planlarını mutlaka beraber yapacağız.
Sadece yasımızı değil, isyanımızı da
sizlerle ortak, birlikte paylaşacağız.
Sevgili Arkadaşlar,
Soma Katliamı nedeniyle düzenlediğiniz bu uluslararası konferans, Türkiye İşçi Sınıfı açısından, tarihsel ve
güncel açıdan önemli bir dönemde gerçekleşmektedir. Türkiye İşçi Sınıfının
taşeronlaşmaya karşı mücadele ettiği
bir dönemdeyiz. Aynı zamanda 15-16
Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nin
44’üncü yıldönümüdür bugün.
Bundan 44 yıl önce DİSK’i kapatmak isteyen siyasi iktidara karşı İşçi
Sınıfı ayağa kalkmıştır. İstanbul’da
yüzlerce fabrikada iş bırakan on binlerce işçi kentin sokaklarına akmıştır. Bugün tarihimize sahip çıkarak geleceğimize, çocuklarımıza güvenceli çalışacakları ve insanca yaşayacakları bir ülke bırakma günüdür. Gün İşçi Sınıfının
yeniden masaya yumruğunu vurma günüdür. Çünkü bugün İşçi Sınıfı taşeron
geldiğini maalesef kendileri de itiraf
etmektedirler. Madenlerde ve diğer
tüm iş kollarında taşeron çalıştırma kölelik demektir, ölüm demektir.
DİSK işçilerin keyfi, kuralsız bir
şekilde çalıştırılmadığı, taşeron köleliğine bir son verilmesini, taşeronlaşmanın tümüyle yasaklanmasını istemektedir. Bugün 15-16 Haziran ruhuna ihtiyacımız mutlaka vardır. Yeni 15-16
Haziran’ları biz yaratmak zorundayız,
arkadaşlar. Bundan 44 yıl önce İşçi Sınıfı tüm engelleri, barikatları aşarak örgütlenme hakkına ve DİSK’e sahip
çıktı. Bugün de aynı şekilde o barajları, o yasakları, grev yasaklarını DİSK
aşarak mutlaka Türkiye İşçi Sınıfıyla
kucaklaşarak, Türkiye’deki çalışan işçi
arkadaşlarımızla birlikte yan yana,
omuz omuza demokrasi, insan hakları,
barış, kardeşlik, sendikal hak mücadelesini vermeye devam edeceğiz.
Son olarak sevgili arkadaşlar, konferansa katılmak üzere yurtdışından
gelen konuklarımıza bir kez daha hoş
geldiniz, diyorum. Konferans çalışmalarında başarılar diliyorum. Konferansın, Soma Katliamı’nın sorumlularının
cezalandırılmasına, taşeron çalıştırmanın yasaklanmasına, bütün işyerlerinde
işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerin
alınmasına ve demokratik, mücadeleci
sendikal hareketin güçlenmesine vesile
olmasını diliyorum. Bu duygu ve düşüncelerle herkesi tekrar selamlıyorum.
Yaşasın İşçilerin Birliği!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
(Alkışlar… Slogan… İnadına
Sendika İnadına DİSK…)
Kani Beko
köleliğine ve iş cinayetlerine karşı örgütsüz, tepkisiz, çaresiz bırakılmak istenmektedir.
Sevgili Arkadaşlar,
Sevgili Yoldaşlar,
2014 yılının daha ilk beş ayında en
az 810 işçi çalışırken aramızdan maalesef ayrılmıştır. Soma’da 301 işçi kardeşimizin öldüğü katliamın dışında her
gün en az 3 işçi yaşamını yitirmektedir.
Bu insanlar ölmek için değil yaşamak
için, çocuklarını yaşatmak, onlara güzel bir gelecek sunmak için çalışmaktadırlar. 810 işçi kardeşimizin ölümü gerekli tedbirleri alınarak önlenebilecek
ölümlerdir. İşte bu nedenle işçi kardeşlerimizin ölümüne kaza demek, kader
deyip geçmek mümkün değildir. Maliyeti düşürmek için önlenmeyen her
ölümün adı bize göre cinayettir. Ve
Türkiye’de bu cinayetlerin bir cezası
maalesef yoktur.
Her yıl 1000’in üzerinde işçinin öldüğü bir ülkede hapishanelerde kaç
patron vardır? Gerekli denetimleri yapmayan kaç kamu görevlisi hesap vermiştir?
En son Soma’daki katliamın ardından asıl işveren Türkiye Kömür İşletmeleri yöneticileri ve doğrudan sorumlu bakanlar ne istifa etmiş ne görevden
alınmışlardır. Bu ülke cinayet işleyenlerin ve onlara yataklık edenlerin hesap
vermediği bir ülke haline maalesef gelmiştir.
Bu cinayetlerin ortamını hazırlayan
ise taşeron sistemidir. İşçilerin güvencesiz ve sendikasız çalıştırılmasıdır. AKP iktidara geldiğinde taşeron işçisi sayısı 387 bin iken bugün 2 milyonu aşkın rakamlardan bahsedilmektedir. Bu o kadar kuralsız bir çalışmadır
ki, Türkiye’deki taşeron sistemi bir
cumhuriyet konumuna maalesef getirilmek istenmektedir. Türkiye’yi yönetenler bile bilmemektedir. İşçi sağlığı
ve iş güvenliği alanın dahi taşerona
devredildiği bu ülkede, ne kadar taşeron işçisinin olduğunu kendileri bilmediklerini, işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle
ilgili alınan tedbirlerin hangi noktaya
Küçük bir hatırlatma yaparak arkadaşlar sözlerimi burada noktalamak istiyorum.
Biz biliyorsunuz geçen hafta Cenevre’de işçi sağlığı iş güvenliğiyle ilgili gerçekten çok ciddi, dünya sendikal hareketinin önder ve liderleriyle
görüşmeler yaptık. Türkiye bu yıl uluslararası çalışma örgütünün yönetiminde ama kendilerine söyledik, işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili işyerlerinde
önlemler alınmazsa bugüne kadar iş
sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmadığından dolayı binlerce arkadaşlarımızı iş cinayetlerinde kaybettik bundan sonra bu arkadaşların ölümlerine
kesinlikle izin vermeyeceğiz. Eğer bu
cinayetler böyle devam ederse bizim
ellerimiz sizin kesinlikle yakanızda
olacaktır, dedik. Bununla beraber bize
hep seçeneksiz, diyorlar. DİSK deyince, DİSK sokaklarda, yürüyüşlerde,
grevlerde, direnişlerde yaptığı sadece
muhalefet, diyorlar bizim için. Oysa
biz seçeneksiz değiliz, arkadaşlar. Bakın kısaca bir şey söyledikten sonra
sözlerimi burada noktalayacağım. Başbakanla yapmış olduğumuz görüşmede
(biz yapılan bu görüşmeyi bir metinle
DİSK’e bağlı sendikalarımıza ve kamuoyuyla paylaştık), orada ben madenlerle ilgili DİSK Genel Başkanı
olarak önerilerimi kendisine söyledim.
Dedim ki; sayın başbakan, Türkiye’de
50 bine yakın madenci var, 400’e yakın
maden ocağı var. Gelin 3 ay devlet bütçesinden bir madenci arkadaşımıza 2
bin lira maaş bağlayarak bunun toplam
total 3 ay 300 milyon para yapar. Yani
siz eğer madenleri 3 ay kapatırsanız
madenci arkadaşlarımıza 2’şer milyondan toplam 300 milyon 50 bin madenciye maaş verirseniz 3 ay içerisinde
başta yaşam odaları olmak üzere işçi
sağlığı iş güvenliğiyle ilgili önlemleri
alırsanız bundan sonra Türkiye’de bu
kazalar kesinlikle olmaz.
Neden olmaz?
Çünkü 1946 yılından beri, siz de
mutlaka araştırmışsınızdır, Avrupa’da
böylesi bir cinayetler olmamıştır. Ve
ben bu duygu ve düşüncelerle bir cümle daha söyleyerek sözlerimi bitiriyorum. Hatırlarsanız Haliç Kongresi’nde
de DİSK adına bir konuşma yapmıştım. Bu sıralarda diğer sendikaların,
konfederasyonların genel başkanları
vardı, bakanlar da vardı bakanlık yetkilileri ve işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle
ilgili uluslararası temsilcilerimiz de
vardı. Biz bu ölümlerin olmaması için,
bu ölümlerin durdurulabilmesi için
DİSK olarak hazırlamış olduğumuz bu
raporları orada da sunmuştuk. Ve başbakanın kendisine de söyledim, bakan
yardımcısına da söyledim; biz bu uyarıları yaparken hep DİSK’e şaşı gözle
baktınız. Bir de bizi dinleyin. Eğer bizi
dinlerseniz masanın etrafında işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili önlemleri
birlikte alabilirsek önümüzdeki dönemde kesinlikle bu katliamların olmayacağına inanıyorum.
Bu duygu ve düşüncelerle tekrar
tekrar DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendika’mıza böyle güzel bir uluslararası organizasyona imzasından dolayı DİSK
adına teşekkür ediyorum. Saygılar sevgiler sunuyorum sağ olun var olun.
(Alkışlar…)
***
Ali Başkan: Şimdi konuşmasını
yapmak üzere Türkiye Barolar Birliği
adına, Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nı temsilen aramızda bulunan Av.
Sayın Abdi Pesok’u davet ediyorum.
(Alkışlar…)
Av. Abdi Pesok:
Sayın Başkan, saygıdeğer katılımcılar.
Öncelikle Türkiye Barolar Birliği
Yönetim Kurulunun ve Başkanımız
Metin Feyzioğlu’nun selam ve saygılarını sizlere iletiyorum.
Barolar Birliği davet edildiğinde
Metin Bey kendisi gelmek istedi ama
malum yoğunluktan bu görevi bana
iletti ben de bir iki söz söylemek istiyorum.
“Suçlu Türkiye hükümeti ve Soma Holding”dir diye bir slogan verilmiş. Bu slogan tartışmasız doğru ancak
eksik. Bunların yanında ilgili bakanlıklar (ki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı ile işçi
sendikaları) ve o işçi sendikalarını yani
emeğin sorumluluğunu duymayan kişileri başa getiren işçinin kendisi de vardır. Halk iltifatçılığına gerek yok. Her
şeyin merkez noktası sendikalar ve o
vasıfsız sendikacıları işbaşına getiren
işçilerin sorumluluğundan başlar. Eğer
temsilcisi olan şirketlerin ve sermayedarların ihtiyacına göre kurulmuş, düzenlenmiş müesseselerdir. Ne esnek
çalışmanın hiçbir modeli ne de bunların başında gelen alt işverenlik, emeği
ile mücadele eden ulusların ve toplumların menfaatine göre dizayn edilmemiştir. Batılı dediğimiz Avrupalı ve
Amerikalı sermayedarlar bizim gibi ülkelerin, ki burada olanlar da anladığım
kadarıyla bize benzer ülkelerin temsilcileri, burada bir Alman temsilcisi olduğunu zannetmiyorum, İngiliz temsilcisi olduğunu zannetmiyorum, Amerikalı olduğunu zannetmiyorum, bizim
gibi ülkeler bu emperyalist ülkelerin
menfaatine uygun olarak düzenlenen
müesseselerle yönetilmek isteniyor.
Biz dünyaya emek ihraç eden bir ülkeyiz birçok ülkede olduğu gibi. Oysa
Batılı dediğimiz sermaye sahibi, küresel sermayenin emekle ilgisi yok. Onlar emeği kullanan ve değerlendiren ve
ondan kâr elde etmek isteyen insanların ülkesi. Onların menfaatleri bu esnek çalışma modellerine uygundur.
Çünkü benim insanımı en ucuz, en istediği gibi çalıştırma imkânını bulur.
Bizim ülkemiz, kendi ülkemizde de aynı şu anda sermayenin bankacılıkta %
80’ni, sanayide o civara yakını, sigortacılığın tamamı, aklınıza ne gelirse
yabancı sermayenin ağırlığında. O yabancı sermaye geliyor bu esnek çalışma modelleriyle benim ülkemde, benim insanımı sömürüyor. İşte burada
emeğin kaygısını duyan sendikacının
önemi kendisini göstermektedir.
Saygıdeğer arkadaşlarım,
Bu toplantıyı düzenleyen sendikaya
ve uluslararası kuruluşlara teşekkür
ederim. Ben de iki kelime söylemek istedim. Başarılarınızın devamını dilerim saygılar sunarım.
(Alkışlar…)
***
Ali Başkan: Sayın Abdi Pesok’a
biz de teşekkür ediyoruz, katkılarından
dolayı Türkiye Barolar Birliğine.
Şimdi söz sırası Soma madende çalışan ve iş kazası, iş cinayetini yaşayan
arkadaşımızda. Sayın Ercan Çetinyılmaz’da.
(Sloganlar: Soma İşçisi Yalnız Değildir… Soma’nın Hesabı Sorulacak…)
Ercan Çetinyılmaz
Abdi Pesok
işçiler emeğin kaygısını duyan kişileri
seçeceğim kaygısında olsalardı, o Maden-İş Sendikasının yöneticileri o işçileri temsilen o yetkiyi alamazdı. Şimdi
hepimiz suçlamaya geldiğinde suçluyoruz, hükümet tartışmasız kusurlu,
bakanlar tartışmasız kusurlu ama sendikalar da kusurlu.
Neden kusurlu?
Birincisi sendikacı emeğin kaygısını içinde duymak zorundadır. Eğer
duymuyorsa hiçbir şey beklemek
mümkün değildir. Bizim mevzuatımıza
göre, ki kayda geçtiği için söylüyorum,
6331 Sayılı İş Güvenliği Kanunun
13’üncü maddesi çok açık yazar. Der
ki; gerekli tedbir alınmadığı takdirde
şu işlemler yapılır. 3’üncü paragrafında
da der ki; yakın tehlike var ise işi durdurur çalışan. Çalışanın işçinin işi durdurması için o vasıfta bir sendikacının
önüne geçip, arkadaşlar burada can güvenliğimiz tehlikede, ben bu işi durduruyorum, demesi gerekir. Ama o vasıfta bir sendikacıyı eğer işçi kardeşimiz
seçip oraya getirmediyse televizyonlara çıkar ne yapalım zaten işçi benden
çok işverene yakındır, der, sorumluluğu kendisinden attığını zanneder.
Saygıdeğer Arkadaşlar,
Taşeron dediğimiz alt işveren sistemi ve Barolar Birliğinin de gündeminde olan esnek çalışma türlerinin tamamı bizim gibi az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin ihtiyacına uygun
müesseseler değildir. Bunlar sermaye
ağırlıklı iş yapan, kısaca emperyalist
ülkeler dediğimiz küresel sermayenin
Öncelikle bize verdiğiniz bu katkınız için teşekkür ediyorum, bizi yalnız
bırakmadığınız için, verdiğiniz destek
için.
Ben Soma Holding’de çalışan, bu
faciayı yaşayan bir işçiyim. Fakat ben
bir tesadüf sonucu hayattayım belki
ben hayatta olmayabilirdim. Olaydan
önce raporluydum. Olay günü raporlu
olduğum için faciadan kurtulmuş sayılıyoruz. Şimdi Türkiye’de öyle bir sistem var. Hükümet, işveren, sendika üçlü bir koalisyon, işçilerin kanıyla beslenen bir üçlü sistem. Maalesef bizi bir
köle gibi kullanıyorlar. Bizim buna dur
dememiz lazım. Hükümet hiçbir zaman bize destek vermedi, hiçbir zaman
sahip çıkmadı. Oysa bizim vergilerimizle geçinen, bizim emeğimizle geçinen bir hükümet hiçbir zaman işçisine
sahip çıkmadı. İşveren yanlısı sendikadan yana tavrını koydu bu yüzden de
hükümetten şikâyetçiyim.
Şimdi bizim işyerinde sendika, Türkiye Maden İşçileri Sendikası. Bu devlet destekli daha doğrusu devletin desteği arkasında olan bir sendika. Bize
hiçbir zaman sendika başkanı, sendika
temsilcisi gibi seçme hakkı sunmadılar.
(Slogan: Kahrolsun Sarı Sendikacılık…)
Çünkü işverenin kendi belirlediği
yani elimize bir zarf verip o şekilde seçildiği, niye seçtiğimizi, kime oy verdiğimizi bilmeden bir başkan oluşuyor.
Fakat enteresan bir şey, o başkanlar bizim paramızla ayakta duruyorlar, bizden aidat alıyorlar. O zaman işyerinden
aidat alsın ya da hükümetten aidat alsın. Yani böyle bir sendika ya. Düşünün böyle bir sendika olmaz ya…
(Slogan: Soma’da Katiller Hesap
Verecek…)
Şimdi bu sendika hiçbir zaman bizim hakkımızı savunmadı. Oysa bizim
paralarımızla geçiniyorlar, bizim aidatlarımızla geçiniyorlar. Kendileri 10 bin
lira, 20 bin lira gibi hatta belki de daha
fazla ücret alıyorlar. En ufak bir şey
söyleyeyim size ben, mesela çizmemiz
deliniyor, delik bir çizme, temsilcilere
diyoruz ki ya çizmemiz delindi, istekte
bulunun çizmemizi değiştirelim. Hayır,
diyor. Siz altı aydan önce, altı aya istihkakınız dolmadan çizmeyi alamazsınız. Yani bu kadar bir çizme hakkımı
bile savunamayan bir sendika… Benim paramla duruyorsun, benden aldığın aidatla ayakta duruyorsun. Bu ka-
Ercan Çetinyılmaz
dar mı acizsin, bu kadar mı kendinizi
satıyorsunuz, hiç mi vicdanları yok?
bilmiyorum.
Adamlara, bizim hakkımızı niçin
savunmuyorsunuz? Yani siz bizim sayemizde varsınız dediğimiz an, bize
nasıl bir tepki veriyorlar biliyor musunuz?
Bizi siz seçmediniz, işverenin sendikasıyız biz, diyorlar. Aynı bu kelimeyi kullanıyorlar.
Ben böyle bir sendika istemiyorum.
Sendika nedir?
Benim aidatımla ayakta duruyorsa,
benim paramla geçiniyorsa benim haklarımı savunacak. Ha gerçekten işveren
haklı, ben haksızsam beni savunmasın,
işvereni savunsun böyle bir sendika istiyorum ben.
Türkiye’de madenler, bizim şu çalıştığımız ocak, Soma Kömürlerinin en
eski ocağı, ilkin kamudaydı. İlk oranın
işletmesi kamuda başladı. Hiçbir ölümcül kaza olmadı burada. Hiçbir zaman
ölümcül bir kaza yaşanmadı. Fakat daha sonra bunu Ciner Grubu aldı. Bir
süre işletti onlar da, böyle yangınlar
çıktı. 6 ay süreyle kapalı kaldı. Daha
sonra Soma Kömürlerine devrettiler,
böyle bir katliamla karşı karşıya kaldık.
Bu demektir ki sermayenin eli ensemizde devamlı. Özelleştirme böyle bir
tabloyla karşı karşıya getiriyor. Bu
yüzden ben böyle bir özelleştirme istemiyorum. Özelleştirme istemiyorum
aslında. Ya düşünün, kamuda hiçbir tane ölümlü kaza gerçekleşmiyor, özel
sektörde 301. Ki ben sayının daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. Daha
önce ufak bir tane, iki tane, üç tane
ölenler vardı onlar basına yansımayanlar, ki bunun için ben özelleştirmeye
karşıyım onu da belirtiyorum.
Şimdi bakıyoruz Avrupa’da madenlerde, özellikle hiçbir ölümcül kaza yakın tarihte basında da görmedik takip
ettiğimiz kadarıyla, duymadık da. Fakat Türkiye’de maalesef işçi canı o kadar ucuz ki neredeyse her gün işçi kazası, işçi ölümü gerçekleşiyor. Bu da
demektir ki işte özelleştirmenin bize
verdiği bir sıkıntı. Yani özelleştirmede
işçi sağlığı ikinci planda önce para, önce mal senin canın yanmış, sen ölmüşsün işverenin çok da umurunda değil.
Onlar için para, başka bir şey değil.
Bunun için özelleştirmeye karşıyız yani. Şimdi bizim oraya şey geliyor, denetlemeciler geliyor, Çalışma Bakanlığının müfettişleri. Geldiklerinden 20
gün önce aşağı yukarı haber veriyorlar.
Filan filan isimli müfettişler işyerini
denetlemeye gelecekler falan tarihte.
Tabiî işveren önlemini alıyor ona göre,
zaten çoğu da inmiyor yeraltına bu müfettişlerin onu da belirteyim. Geliyorlar
anlıyorlar hemen az bir yerine kadar
girip çıkıyorlar. Ben böyle bir denetime de karşıyım. Denetim adil olmalı,
haber verilmeden gelinmeli, denetim
böyle olması gerekir. Aslında bu denetimleri devlet değil de yani özel bir kuruluş tarafından denetlenmesi daha uygun gibi görüyorum ben.
15
Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014
Burası kamudayken 140 bin dolara
üretim yapıyordu. Özel sektöre geçince
22 bin dolara çıkarmaya başladılar. Yani işte özelleştirmenin bize verdiği sıkıntı burada aslında bak. Kamu 140 bin
dolara mal ediyor özel sektör 22 bin
dolar.
Ama ne oluyor?
İşçinin hakkını çalıyorlar, işçinin
hakkını gasp ediyorlar. Bizim bir vardiyada çıkarmamız gereken tonu biz üç
vardiyada çıkarıyoruz. Bizim çalışma
şartlarımız gerçekten çok zor. Bizim
kazandığımız para (çok komik bir ücret
alıyoruz ve) bunun da karşılığı değil
yani. Devlet, sendika, işveren bizim
hakkımızı gasp ettiği için işte bu şekilde ucuz paraya çıkarıyoruz. Siz bu 22
bin doları…
Ha bir de taşeron sistem var bizim
orada. 70 bin liraya kadar tutan maaş
alıyorlar. Siz bu taşeronlara bu maaşları vereceğinize benim işçi ve iş sağlığım için kullansanız böyle bir katliam
olmayabilirdi. Ben bir gün işe gitmedim mi benden iki yevmiye kesiyorlar.
O gün gitmedim bir de hafta tatilim.
Ama bir taşeron gelmiyor zaten, çoğu zaman işyerine gelmiyor, ocağa inmiyor, onlara tam maaş, tam sigorta.
Bunun için sıkıntımız çok büyük,
desteğinizi bekliyoruz. Böyle bir sendika hiçbir zaman hakkımızı savunmadı, böyle bir sendikaya da karşıyız. Teşekkür ediyorum.
Bu katliamda hayatlarını kaybeden
kardeşlerimiz unutulmadılar, unutulmayacaklar. Sınıf bilincine sahip işçiler onların hatıralarını yaşatacaklar.
Yaşadığımız bir trajedi. Bu trajedinin, ölümlü iş kazalarının, iş cinayetlerinin yaşanmasını engelleyecek bir örnek olmasını diliyorum. 21. Yüzyıldayız, çalışma koşullarımızın, iş koşullarımızın hâlâ 19. Yüzyılda olması kabul
edilemez.
Kapitalizmin krizinin ortasındayız
ve dünyanın her yerinde şirketlerin, işçilerin kazanılmış haklarına saldırdığını, sosyal güvenlik hizmetlerinin tırpanlandığını görüyoruz. Kazanılmış
haklarımız gasp edilemez. Kemer sıkma bahaneleriyle işçi hakları yok edilemez. Bundan sonra da kazanılmış haklarımızı korumak için, taleplerimizi savunmak için, şirketlerin işçi haklarına
yönelik saldırılarını durdurmak için
elimizden geleni yapacağız. Şirketlerin, biz işçiler için yazdığı bir senaryo
var. Biz bu senaryoda figüran olmayacağız. Soma Katliamı’nın işverenler
için, patronlar için iyi bir örnek olmasına izin vermeyeceğiz. İnanıyoruz ki
eğer Soma Patronları, işverenleri yargılanmazsa, bu bütün dünya patronları
için iyi bir örnek olur. Sadece işçilerin
aleyhine, patronların lehine çalışan yasalar istemiyoruz.
Hatırlatmak istiyorum; Türkiye İşçileri mücadelesi Metal ve Maden İşçilerinin Uluslararası Federasyonu’nun
(Alkışlar… Slogan: Direne Direne Kazanacağız…)
***
Sunucu: Arkadaşlar şimdi kürsüye
Uluslararası Metal ve Maden İşçileri
Federasyonu Genel Sekreteri Francisco Sousa e Silva’yı davet ediyorum.
Francisco Sousa e Silva
Sevgili Yoldaşlar; DSF’nin Sayın
Genel Sekreteri Yorgos Mavrikos ve
Somalı madenci kardeşim Ercan, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
(Alkışlar…)
Böylesine önemli bir zamanda Türkiye’de olmak benim için büyük bir
gurur.
13 Mayıs’ta yaşanan facia sonrasında 300’den fazla kardeşimizi kaybettik. Bu katliamda elbette Soma Maden
Şirketi doğrudan sorumluydu. Bu katliamda şirketin sorumluluğunu vurgulamak gerekiyor.
Metal ve Maden İşçileri Uluslararası Federasyonu adına dünya genelindeki kadın ve erkek işçilerin başsağlığı
mesajlarını, taziye dileklerini iletmek
istiyorum.
Francisco Sousa e Silva
ve Dünya Sendikalar Federasyonu’nun
ortak mücadelesidir. Yaşananlar sıradan bir olay, sıradan bir kaza ya da kadere bağlı bir olay değildir. Öfkeli, acılı bir toplumun gözleri önünde yaşanan
bir cinayettir, bir katliamdır. Bir faciadır yüzlerce ailenin hayatını mahvetmiştir bu facia.
Bir kez daha Uluslararası Metal ve
Maden İşçileri Sendikaları Federasyonu adına acılarınızı paylaştığımı ifade
etmek istiyorum. Dayanışma ve başsağlığı duygularımı iletiyorum, çok teşekkür ediyorum.
Yurtiçi Kargo Direnişçileri kazanmaya
devam ediyor
Kurtuluş Yolu/İstanbul
İSK Nakliyat-İş Sendikasına
üye oldukları için işten atılan
ve İstanbul, Ankara, Konya,
Çayırova’da aylarca işyerleri, şube, aktarma merkezlerini direniş alanına çeviren, İstanbul’da Fransız Konsolosluğunu işgal eden Yiğit Yurtiçi Kargo Direnişçileri, işe iade davalarını da kazanmaya devam ediyor.
Yurtiçi Kargo Çayırova Aktarma
D
Merkezinde ve İstanbul’daki çeşitli şubelerde sendikaya üye olduğu için işten
atılan 8 işçi işe iade davalarını kazandı.
1-Mahkeme, işten çıkarmaların
haksız ve geçersiz olduğuna,
2-Mahkeme, Yurtiçi Kargo’nun
acentelerinde çalışan işçilerin baştan
beri Yurtiçi Kargo’nun işçisi olduğuna
ve Yurtiçi Kargo’da işe iadesine karar
vererek, acentelik ilişkisinin muvazaalı olduğuna,
3- İşe iade yönünden Yurtiçi Kargo’nun 4 ay boşta geçen süre ile, işçileri işe başlatmaması durumunda ise 4
aylık ücret ve diğer alacaklardan her
iki davalının da müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğuna karar verdi.
Şu ana kadar Yurtiçi Kargo’da Ankara’da 19, Konya’da 3, İstanbul’da 10
olmak üzere toplamda 32 dava sonuçlandı ve işe iade davaları kazanıldı.
Yurtiçi Kargo’daki “Daha İnsanca
Yaşayabilecek Bir Ücret ve Çalışma Koşulları İçin Örgütlen, Sendikalı Ol, Nakliyat-İş’e Üye Ol”
mücadelesi devam ediyor.
***
MNG Kargo’da işe iade
ve sendikal tazminat
davası kazanıldı
Anayasal hak olan sendikalaşma hakkını kullanarak MNG Kargo’da, Nakliyat-İş’e üye olduğu
için işten atılan iki işçi, işe iade ve
sendikal tazminat davalarını kazandı.
Mart 2013’de MNG Kargo’da çalışan işçiler Nakliyat-İş’e üye oldukları
için işten atılmışlardı. MNG Marmara
Aktarma önünde Direniş Çadırı kurulmuş ve aylarca direniş sürmüştü.
Sonuçlanan bu davalarla birlikte
MNG Holding’e karşı bir hukuk zaferi
kazanıldı.
***
Sunucu: Şimdi aramızda bulunan
genç bir arkadaşımız var, Danimarka’dan İmalat İşçileri Sendikası’ndan
geldi Emil Olsen. Kürsüye davet ediyoruz kendisini.
(Sloganlar… Yaşasın Sınıf Dayanışması…)
Emil Olsen
Sevgili arkadaşlar DSF’ye ve Nakliyat İş’e teşekkür etmek istiyorum,
Soma Katliamı üzerine düzenledikleri
bu uluslararası dayanışma konferansına bizi davet ettikleri için sendikam 3F
Danimarka İmalat İşçileri Sendikası
adına.
Mesajımı buradan Maden işçilerinin ailelerine iletmek istiyorum. Onlar
eşlerini madene gönderdiler ve bir daha göremediler.
Mesajımı buradan madencilerin çocuklarına göndermek istiyorum. Onların eğitimleri yarım kaldı, öksüz kaldılar.
Mesajımızı buradan maden katliamında yaralı kurtulan maden işçilerine
iletmek istiyorum. Onlar en yakın arkadaşlarını, çalışma arkadaşlarını kaybettiler ve ömür boyunca zihinlerinde
ve bedenlerinde bu kazanın izlerini taşıyacaklar.
Bugün görüyoruz ki çalışma hayatı
sadece büyük şirketlerin hayatta kalması için işçilerin ölümüne yol açacak
şekilde yaşamına devam ediyor. Çok
yakın bir zamanda Bangladeş’te gördük; 1000’den fazla tekstil işçisi bir iş
cinayetinde hayatını kaybetti. Yine
geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de Soma’da gördük; 300’den fazla Maden
İşçisi hayatını kaybetti. Bütün bu
ölümler, sadece şirketler para kazansın,
şirketler faaliyetlerine devam edebilsin
diye oluyor. Dünyanın her yerinde İşçi
Sınıfı bedel ödüyor, İşçi Sınıfı şirketleri zengin etmenin bedelini hayatıyla
ödüyor.
Dünyanın her yerinde özel şirketler
işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinden feragat ederek para kazanmaya çalışıyorlar. Dünyanın her yerinde şirketler işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki sorumluluklarından geri adım atıyorlar, kesintiler yapıyorlar.
İşveren bunu yaparken hükümetler
ne yapıyor?
Hükümetler de birinci görevleri şirketlerin daha fazla kâr etmesini sağlamakmış gibi şirketleri destekliyorlar,
gerekli eğitimleri yapmıyorlar, ahlâksızlıklara, usulsüzlüklere göz yumuyorlar.
Her sabah evden çıkarken adeta ailemizle vedalaşmamız gerekiyor, işten
sonra eve dönmeme ihtimalimizi düşünerek. Ama yoldaşlar inanın bana biz
bu düzeni değiştirebiliriz. Bu politik
düzeni, bu siyasi düzeni değiştirebiliriz, bu suçluları yargılayabiliriz, İşçi
Sınıfının sosyal haklarını, demokratik
haklarını güçlendirebiliriz. Bizden
beklenen de budur, arkadaşlar.
Emil Olsen
Sevgili arkadaşlar evet biz sendikacılardan beklenen işçilerin demokratik
ve sosyal haklarını geliştirmektir. Ama
bazen bu görevimizde başarılı olamıyoruz. Başarılı olamadığımız oluyor.
Örneğin benim kendi sendikam bile
çoğu zaman siyasi iktidarla işbirliği yaparak işçilerin aleyhine faaliyetler yapabiliyor, işçiler aleyhine kararlar alabiliyor. Kendisini devlet yönetiminin
bir parçası gibi hissedebiliyor.
(Slogan: İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek…)
Kuzey Avrupa’da bazı sendikalar
kendilerine sınıflararası uzlaşma görevi biçmişler. Ama bizim görevimiz sınıflararası uzlaşma değildir. Hatta hatırlatırım Soma’da yaşanan katliamın
sebebi sınıflararası uzlaşma sağlamaya
çalışan bazı sendikacılardır.
(Slogan: Yaşasın Halkların Kardeşliği…)
Ç
(Alkışlar…)
İnsanlık tarihinde her yeni gelen
kuşak bir önceki kuşağa göre daha iyi
koşullarda yaşar, daha iyi bir dünyaya
gözlerini açardı. Bu artık bugün geçerli değil. Bugün yeni doğan bebekler eskisine göre çok daha kötü bir dünyaya
gözlerini açıyorlar. Aynı zamanda geçtiğimiz hafta Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı. Ve bütün Avrupa genelinde aşırı sağcı faşist partiler büyük
başarı kazandılar, büyük destek topladılar. Bu sendikalarımızın, İşçi Sınıfının taleplerini yeterince savunamadığının başka bir göstergesidir, seçimlere
yansımasıdır.
Belki de düşünme yöntemimizi değiştirmeliyiz. Özel şirketlerin kârlarına
karşı İşçi Sınıfının çıkarlarını, sosyal
haklarını, işçi sağlığını, iş güvenliğini
savunmak için düşünce sistemimizi değiştirmeliyiz. Ve herkes için insan onuruna yakışır bir hayat talep etmeliyiz.
Evet bu katliamları, felaketleri, bu
tiranlığı durdurmak için, bu sistemin
işleyişini durdurmak için, İşçi Sınıfının
bizden beklentilerine cevap vermeliyiz. Bu düzeni daha fazla kabul edemeyiz. İşçiler, insanlar, dünya halkları
bizden boş konuşmalar, vaazlar beklemiyor. Bizden doğru eylemler bekliyorlar. Boş vaaz verenler, boş vaaz veren sendikacılar Soma Katliamı’nın sorumluları arasındadır. Biz 150 yıl önceki İşçi Sınıfı hareketine, o dönemin işçi mücadelesi liderlerine kulak vermeliyiz. Onların o meşhur sloganını hatırlamalıyız. Tek çözümümüz, tek çaremiz o slogandır:
Dünyanın Bütün İşçileri Birleşiniz!
(Alkışlar…)
Sınıf olarak, İşçi Sınıfı olarak 80’li
Kimberly Clark İşçisi yalnız değildir!..
ocuk bezi ve kadın pedi üreticisi Uluslararası Emperyalist tekel Kimberly Clark’ta çalışan
Tüm-ka İş Sendikası üyesi 236 işçi adına, 01.01.2014 tarihinden bu yana,
Tümka-İş Sendikası ile Kimberly
Clark şirketi arasında sürdürülen Toplu İş Sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamadı.
İşverenin önümüzdeki dönemde
fabrikayı taşıma planına karşılık işçiler, ihbar önellerini 52 haftaya, kıdem
tazminatlarını 45 güne çıkarıp iş güvencesi oluşturma çabasıyla TİS görüşmelerinde kararlı tutum alarak örnek
davranış gösterdiler.
Ayrıca işveren tarafının ücret zamlarında yıllık enflasyona bile yaklaşmayan teklifleri üzerine anlaşma sağlanamadı. Bunun üzerine Tümka-İş Sendikası almış olduğu grev kararını 25
yıllardan beri zor günler geçiriyoruz,
zor zamanlar yaşıyoruz. Ama bizim
görevimiz bu kötü gidişi durdurmaktır.
İşçi Sınıfının zaferi bütün toplumun zaferidir. İşçi Sınıfının zaferi bütün toplum için adalet ve eşitlik demektir.
Haziran 2014 tarihinde uygulamaya
koydu.
Devam edecek
Partimiz, grevin 5. gününde Kimberly Clark grevcilerini ziyaret etti.
Grevci işçiler ziyarete giderken yaptığımız yürüyüşü coşku ile selamladılar.
Partimiz adına yapılan konuşmada;
İşçi Sınıfının ekonomik ve demokratik
haklarına her gün yeni saldırılar olduğunu, buna karşılık işçilerin büyük ölçüde sarı sendikaların kontrolünde ve
dağınık olduğunu, bunun çözümünün
burada olduğu gibi işçilerin yönetiminde olan devrimci sendikacılığı geliştirmek olduğunu söyledik.
Yaşasın Kimberly Clark Grevi!
İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek. 29.06.2014
HKP Kartal ve Sancaktepe
İlçe Örgütleri
Geçtiğimiz günlerde HataySamandağ’dan gelen acı
haberle sarsıldık.
Yoldaşlarımızın emektar
anneleri, Meliha annemiz
aramızdan ayrıldı.
Bu acı kaybımızdan dolayı
Yuva ailesine ve tüm
yoldaşlarımıza başsağlığı
diliyoruz.
Bahçelievler PTT’de baskılara
mobbing uygulamalarına son
Kurtuluş Yolu/İstanbul
İSK Nakliyat İş Sendikası,
Bahçelievler
PTT’de görev yapan
müdürün gerek sendikalı-taşeron işçilere gerekse memur
kadrosunda çalışanlara yönelik
baskı ve mobbing uygulamalarını protesto etti. Bahçeliev-
D
ler PTT Dağıtım Merkezi
önünde Nakliyat İş tarafından
bir basın açıklaması yapıldı.
Basın açıklaması 27 Hazi-
ran Cuma günü saat 10.00’da
Bahçelievler PTT Kargo ve
Dağıtım Merkezi önünde Nakliyat İş’in örgütlü olduğu diğer
işyerlerindeki üyelerinin de katılımıyla gerçekleşti. Sendikanın örgütlü olduğu diğer işyerlerindeki üyeler sabah iş başı
yapmayarak işyeri servisleri ile
kitlesel bir şekilde PTT Kargo
ve Dağıtım Merkezi önüne geldi.
Basın açıklamasını Nakliyat
İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yaptı.
“Yüreğimiz Soma’da,
Öfkemiz Sokakta”
TMMOB 44. Dönem Genel
Kurul kararı olarak 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’nin
44. yıldönümünde düzenlenen
“Yüreğimiz Soma’da, Öfkemiz Sokakta” yürüyüş ve mitingi 15 Haziran 2014 Pazar
günü Soma’da yapıldı.
Soma TKİ Ege İşletme
Müdürlüğü önünde toplanan
yüzlerce mühendis, mimar ve
şehir
plancıları
olarak
TMMOB bayrakları ve dövizleriyle yürüyerek sloganlarla
Soma Madenci Anıtı’na geldik. Madenci Anıtı’nın önünde
katledilen madencilerimizin
anısına saygı duruşunda bulunarak karanfillerimizi bıraktık.
Madenci Anıtı’ndan yürüyüş Cengiz Topel Meydanı’na
kadar devam etti. Yürüyüş boyunca; “Kaza Değil Katliam,
Kader Değil Cinayet”, “Diren Soma Mühendisler Yanında”, “Soma’nın Hesabı
Sorulacak”, “Soma’nın Öfkesi AKP’yi Yıkacak”, “Soma Halkı Yalnız Değildir”,
“Madencinin Feneri Sönmeyecek”, “Soma’nın Katili Taşeron Sistemi” , “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP
Halka Hesap Verecek” sloganlarını attık.
Cengiz Topel Meydanı’nda
katledilen 301 Madencinin isminin yazılı olduğu baretleri
sergilediğimiz Atatürk Heykeli’nin önünde TMMOB Genel
Başkanı Mehmet Soğancı konuşma yaptı.
Soğancı konuşmasında, 1516 Haziran Büyük İşçi Direni-
şi’nin 44’üncü yılında, AKP
İktidarının işçi düşmanı, işçi
sağlığı ve iş güvenliğini yok
sayan uygulamalarına, daha
fazla kâr hırsıyla 19’uncu
Yüzyıl kölelik düzenini aratan
çalışma yaşamı koşullarına,
taşeronlaşmaya, esnek güvencesiz çalışmaya DUR demek
için burada Somadayız, diyerek, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’ni, neden yapıldığını, oradan kısıtlamalarla 12 Eylül’e
nasıl gelindiğini, AKP İktidarının 12 Eylül’ün devamı olduğunu belirterek, 13 Mayıs
Soma Katliamı’nın nedenlerinin özelleştirme, taşeronlaştırma kuralsızlaştırma, kamu denetiminden uzak, iş güvenliğini yok sayan politikalardır, diyerek TMMOB, güvenceli çalışma için mücadele edecektir,
dedi.
Kurtuluş Partili Mühendis,
Mimar ve Şehir Plancıları olarak, TMMOB Soma Mitingine
katılarak Soma’da yitirdiğimiz
madenci kardeşlerimizi anmak
ve Soma Halkının yanında olmak onurunu TMMOB örgütlülüğü içinde yaşadık.
Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz!
Kaza Değil Katliam, Kader Değil Cinayet!
Madencide Kömür Karası, Tayyip’te Yüz Karası!
Kurtuluş Partili
Mühendisler, Mimarlar
ve Şehir Plancıları
Küçükosmanoğlu konuşmasında, Nakliyat-İş Sendikasının, Türkiye genelinde PTT’de
çalışan taşeron işçilerine yönelik örgütlenme ve üyelik çalışmasını sürdürdüğünü belirterek
sarı sendikaların, işveren temsilcilerinin engellemelerine
karşın üye sayısının her geçen
gün arttığını söyledi.
Küçosmanoğlu, “Bahçelievler’de ve diğer bazı PTT merkezlerinde
yaşanan
üyemiz işçilere ve
memurlara yönelik mobbing uygulamaları derhal
durdurulmalı. Aksi taktirde farklı
eylem biçimleri
gerçekleştireceğiz. Gerekirse bu
konuda suç duyurusunda bulunacağız” diye konuştu.
PTT Taşeron işçilerinin düşük ücretlerle, ağır çalışma koşullarında güvencesiz çalıştırıldıklarını belirten Küçükosma-
noğlu bu sorunlarının çözümünün sendikalaşarak ve örgütlenerek toplu iş sözleşme düzeniyle çalışma koşullarının değişeceğinin anlattı.
Artık PTT taşeron işçilerin
yalnız olmadığını sendikaları
Nakliyat-İş Sendikasının olduğunu ifade eden Küçükosmanoğlu, işçiler yönelik her türlü
baskıyı kim yaparsa yapsın
karşılarında Nakliyat-İş’i bulacaklarını vurguladı.
Küçükosmanoğlu ayrıca,
AKP Hükümeti tarafından yasaklanan Şişe Cam Grevini selamlayarak grevin engellenemeyeceğini belirtti.
Sık sık “Baskılara, Mobbing Uygulamalarına Son”,
“Taşeron İşçileri Yalnız Değildir”, “Taşeron İşçileri Köle Değildir”, “İnadına Sendika İnadına DİSK”, “Şişe
Cam İşçileri Yalnız Değildir”,
“Şişe Cam Grevi Engellenemez” sloganları atıldı.
PTT’de çalışan memur ve
taşeron işçilerinin yoğun ilgisinin olduğu eylem alkışlar ve
sloganlarla son buldu.
15’te
İşçi Sınıfının karanlık günlerini yeni 15-16 Haziranlar
aydınlığa çıkaracak!
T
ayyipgiller çıkarmaya
hazırlandıkları yeni torba yasayla taşeronlaştırmanın da alanını genişletmek istiyor. Şu anki yasal mevzuata göre asıl iş taşerona verilemiyor. Fakat bu sadece kâğıt
üstünde böyle. Soma’da gördüğümüz gibi, asıl iş olan kömür
çıkarılma işi birden çok taşerona verilmiş. İşte bu durumu yasal kılıfa sokmak için hazırlanan yeni tasarıyla, doktordan,
hemşireye, mühendisten öğret-
Yoldaşlarımızın mücadelesini
zafere ulaştıracağız
H
alkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü olarak bedence aramızdan ayrılışının 7’nci yılında Recep Vurmuş Yoldaş’ımızı
andık.
Anma etkinliğimiz Recep Yoldaş’ımız nezdinde tüm devrim şehitleri adına yapılan saygı duruşu ile başladı.
Daha sonra bir yoldaşımız açılış konuşmasını yaparak, sözü ana
konuşmayı yapmak üzere Recep Yoldaş’ımızın Parti ve Sendikadan
mücadele arkadaşı Gülay Akyürek’e bıraktı.
Gülay Yoldaş konuşmasında, Recep yoldaşın mücadele dolu hayatını, yiğitliğini, fedakârlığını anlattı.
Gülay Yoldaş, ülkemizin gündemini ve yaşanan son olayları değerlendirdi. Tayyipgiller hükümetinin halklarımızı katletmeye devam
ettiğini somut olaylarla anlattı. Soma’da yüzlerce insanımızın katledilmesini “bu mesleğin fıtratında ölüm var” diyerek meşrulaştırmak isteyen Tayyipgiller hükümetinin, yalanlarla halklarımızı
kandırmak istediklerini ama bunu başaramayacaklarını söyledi.
Geçen yılki Gezi İsyanı’mızda Halklarımızın Tayyipgiller’e karşı sokaklara döküldüğünü ve halklarımızın isyanının dinmediğini, bunun
birçok örneği olduğunu söyledi.
Amasya’da bulunan bir parkta ağaçların kesilerek yerine petrol istasyonu yapılmasına karşı parkta eylemler yapıldığını, bunun sonucunda bu yerin park olarak kalmasının sağlandığını ve bu gibi
eylemlerin Gezi Direnişi’mizin devamı olduğu aktardı.
Gülay Arkadaş, bunun gibi birçok konuyu değerlendirdikten sonra
Recep Yoldaş ve diğer tüm devrim şehitlerimizin bizlere bırakmış olduğu mücadeleyi zafere ulaştırma sözüyle konuşmasına son verdi.
Etkinliğimiz dinleyicilerin duygu ve düşüncelerini dile getirmeleriyle son buldu.
İstanbul’dan
Kurtuluş Partililer
mene kadar herkes ve her iş taşeronlaştırılabilecek.
İşçi Sınıfımızın yaşadığı bu
karanlık günleri aydınlığa çıkaracak olan, yeni ve eskisinden
çok daha güçlü bir 15-16 Haziran Direnişi’dir. Şanlı Gezi İs-
yanı’mızla, milyonlar sokaklara döküldü. Halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz.
Bunu Gezi İsyanı kanıtladı.
2’de