Biz “Çatı”da olmayalım
Transkript
Biz “Çatı”da olmayalım
İşçi Sınıfı temsilcileri Soma Katliamı için İstanbul’da buluştu DİSK Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu: 2 0 ülkeden 90 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) ile DİSK Nakliyat-İş Sendikasının birlikte düzenlediği “SOMA’DA İŞÇİ KATLİAMINI NE UNUTURUZ NE AFFEDERİZ” konulu Uluslararası Konferans; Bahrein, Bask Bölgesi, Brezilya, Kolombiya, Danimarka, Mısır, Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç, İsviçre ve Kıbrıs’tan gelen otuz bir sendika yöneticisi ve uzmanların katılımı ile birlikte 18 Haziran’da İstanbul’da yapıldı. D İSK, Nakliyat İş yöneticileri, Soma Maden’den iki işçi ve diğer kurumların temsilcilerinin de katıldığı konferans sonunda bir sonuç bildirgesi hazırlandı. Katılımcılar, Uluslararası İşçi Sınıfına ve dünya halklarına “UNUTMAYACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!” mesajını deklare etti. Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci dünyada ikinci sırada *** 12-15’te Yıl: 9 Sayı: 77 1 Temmuz 2014 Başyazı B ildiğimiz gibi Meclisteki 4 Amerikancı burjuva partisi yeni bir devlet başkanı seçecek, önümüzdeki Ağustos’ta. Bunlardan ikisi (CHP ve MHP) geçen hafta belirledikleri ortak “çatı” adaylarını birlikte açıkladılar. Bu kişi, Ortaçağcı dünya görüşüne sahip Ekmeleddin İhsanoğlu’dur. Diğerleri henüz açıklamadı. Sanırız onlar da bu hafta sonu açıklarlar. Çünkü adaylık başvurusu için 3 Temmuz son gündür. AKP’nin adayı büyük olasılıkla Tayyip ya da Gül’dür. HDP de bir aday çıkaracak, birinci turda yarışması için. 2. turda yine çok büyük olasılıkla Tayyip’i destekleyecek HDP. Bunu zaten Pervin Buldan da şöyle diyerek açıklamıştı: “BDP’li Pervin Buldan, çözüm sürecinde atılacak adımlara göre Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Başbakan Erdoğan’a destek verebi- Kendisi taşeron B 3’te Siyasi Gazete www.kurtulusyolu.org Dünya çapında resim siyahtır Biz “Çatı”da olmayalım leceklerini söyledi. “(…) “Bizim alacağımız kararın barış ve müzakere süreci ile bağlantılı olduğunu, hükümetin atacağı adımlarla bağlantılı olduğunu düşünüyo- lar olursa BDP ve HDP de buna ilişkin önemli kararlar alabilir.” (Radikal, 4 Mayıs 2014) Gördüğümüz gibi Pervin Buldan pazarlıkta anlaşmamız halinde Erdoğan’ı destekleriz, diyor açıkça. Büyük rum. Yani hükümet, bakalım sürece ilişkin nasıl adımlar atacak? Basit, gözle görülür, Kürtleri tatmin edecek ve taleplerini karşılayacak adım- olasılıkla da anlaşacaklar ve öyle olacak. Ama tabiî kendi güçlerini de netçe gösterebilmeleri için 1. Turda kendile- Balyoz Davası sanıkları beraat mı etti? Kim öldürüyor bu insanları, kim bölüyor bu ülkeleri? 4’te 5’te Sivas Katliamı’nı Unutmadık, Unutturmayacağız! undan 21 yıl önce, Sivas’ta Pir Sultan Abdal Şenlikler’ine katılan 33 aydınımız, insanımız göz göre göre, devletin gözetiminde Ortaçağcı gericiler tarafından hunharca katledildi. Saatlerce kuşatıldıkları otel binasında sanki seyirlik bir oyun sergiler gibi dünyanın gözünün içine baka baka katledildiler. Bu katliamı planlayanlar günler öncesinden provokatif yayınlar yaparak halkı kışkırtıyorlardı. Katliam günü yani 2 Temmuz’da camilerden halkı kışkırtarak Madımak oteline doğru yönlendirmişler, “Kahrolsun Laiklik”, “Cumhuriyet 1 TL Dünya Sendikalar Konfederasyonu Genel Sekreteri Yorgos Mavrikos Sivas’ta Kuruldu Sivas’ta Yıkılacak”, “Yaşasın Kıyamımız” sloganlarıyla gerici bir ayaklanma başlatmışlardı. Gözleri o kadar dönmüştü ki, tekbir sesleri getirerek Madımak Oteli’ni ateşe vermişler ve otelde bulunan insanların ölmelerini sevinçle izlemişlerdi. Sözde yangına müdahale etmeye gelen itfaiye ekibini de engellemişlerdi. O ana tanıklık eden insanların anlatımları bugün bile tüylerimizi diken diken ediyor. Böylesi bir katliam unutturulabilir mi? Bu katliamı unutmak suça ortak olmak değil midir? Onun için bu katliamı ne unuturuz ne de affederiz. Bu katliamı yapanlar ise bugün Suriye’de de, Irak’ta da katliamlar yapan Ortaçağcı gericilerdir. Ortaçağcı gericilik, hep emperyalistlerin maşası olmuştur ülkemizde ve Ortadoğu’da. Ne zaman ilerici bir halk hareketi, ya da gençlik hareketi geliştiyse ya da iktidardaysa AB-D uşağı, maşası bu gerici güruh her türlü silahla donatılarak, parayla beslenerek üstlerine saldırttırılmıştır. Amerikan Emperyalizminin 6. Filo’sunu protesto eden devrimci gençliğimize saldıranlar bunlardı. Maraş, Çorum Katliamı’nı yapanlar bunlardı. Afganistan’da, Pakistan’da emperyalistlerin maşalığını yapanlar bunlardı. Ve bugün başta Suriye olmak üzere, Irak’ta ve diğer Ortadoğu ülkelerinde katliamlar yapanlar bunlardır. Tayyipgiller tarafından her türlü silah ve parayla donatılan ÖSO ve IŞİD adlı bu maşalar, Yezid ve Muaviye İslamlığının yeni versiyonu olan CIA İslamlığını 4’te rinden bir adayla yarışacaklar. İkinci Turda da Tayyip’e; “Bak bizim yüzde şu kadar oranında oyumuz var. Senin aldığın da şudur. İkisinin toplamı CHP ve MHP’nin adayını geçer. Böylece seni Çankaya’ya çıkarmış oluruz. Gördüğün gibi oraya çıkman bize bağlı. Bu sebeple bizimle anlaşmaya mecbursun”, diyeceklerdir. 1950’den beri, sadece 27 Mayıs Politik Devrimi’nin getirdiği güçle Çankaya’ya çıkan rahmetli sevimli “Cemal Aga”yı (Gürsel’i) saymazsak, tüm hükümetleri, başbakanları, devlet başkanlarını Amerika atamıştır. Kimin iktidara geleceği, kimin ne zaman iktidardan gideceği hep Amerika’nın işi olmuştur. Halk da sandıklara boş yere koşturularak kandırılmıştır. Kendisinin seçtiğini sanmıştır halkımız hükümetleri de, milletvekillerini de. Ve devlet başkanlarını da. Oysa geri planda bütün bu işleri yapan Uluslararası Emperyalist haydutlar topluluğunun başhay- dut devleti ABD’dir. O CIA’sıyla yapar, IMF’siyle yapar, Dünya Bankası’yla yapar, ordusuyla yapar. Bizim gibi geri ülkelerden satın aldığı hainler aracılığıyla yapar. Bu hainlerin bir kısmı Antika ve Modern Parababalarıdır. Bir kısmı onların siyasi plandaki temsilcileri, partileridir. Bir kısmı onların “STK”leridir. Önümüzdeki Ağustos’ta yapılacak seçimde de yine Amerika’nın dediği olacaktır, seçtiği çıkacaktır Çankaya’ya. Biz gerçek devrimcilere de ne acıdır ki bu namussuzca oyunu, kandırmacayı seyretmek kalacaktır. Kitlelerle geniş, organik bağlar kuramadığımız sürece yani halkımızı Devrim Cephesinde-İkinci Kuvayimilliye Cephesinde veya Halk Kurtuluş Cephesinde ordulaştıramadığımız sürece bu iş böyle olacaktır. IŞİD CIA-Pentagon Operasyonudur Tayyipgiller, GDO Yönetmeliğini kimin yararına değiştirdi? 6’da 8’de 7’de 2 Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014 Halkın Kurtuluş Partisi’nden İşçi Sınıfının karanlık günlerini yeni 15-16 Haziranlar aydınlığa çıkaracak! 1 5-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’mizin 34’üncü yıldönümü. İşçi Sınıfının ayağa kalktığı günler. Hiçbir barikatın, engelin İşçi Sınıfının önünde duramadığı günler. 1970’te, Parababalarının o günkü temsilcileri Adalet Partisi ve CHP’nin işbirliğiyle, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ve 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapan tasarı, önce Meclis, ardından Senato’dan geçirildi. Tasarının amacı bugün de olduğu gibi, İşçi Sınıfımızın DİSK’te örgütlenmesinin önünü kesmekti. İşçilerin sendika seçme özgürlüğü kısıtlanmakta ve sendika değiştirmek güçleşmekteydi tasarıyla. Ve tasarı 11 Haziran’da dönemin cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından onaylanarak yürürlüğe girdi. Parababaları, İşçi Sınıfımızın başını ABD tarafından kurdurulan Sarı Türkİş’le bağlamak istiyordu. İşçi Sınıfımız için zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şey kalmamıştı. “DİSK Kapatılamaz” sloganlarıyla, 168 fabrika ve 150 bine yakın işçiyi kapsayan Direnişte işçiler, İzmit ve Gebze’den Kadıköy’e, Levent’ten Mecidiyeköy ve Taksim’e, Bakırköy’den Topkapı ve Edirnekapı’ya kadar yürüdüler. Öyle ki İstanbul’un iki yakasındaki işçi- İşçi Sınıfımızın yaşadığı bu karanlık günleri aydınlığa çıkaracak olan, yeni ve eskisinden çok daha güçlü bir 15-16 Haziran Direnişi’dir. Şanlı Gezi İsyanı’mızla, milyonlar sokaklara döküldü. Halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Bunu Gezi İsyanı kanıtladı. lerin bir araya gelememesi için vapur seferleri bile iptal edildi. Galata Köprüsü açılarak geçişe kapatıldı. Tutuklananlar içinde devrimci bir tuklandı. “İşçi Sınıfı var mı yok mu?” tartışmalarının yürüdüğü bir dönemde İşçi Sınıfımız 15-16 Haziran Şanlı Direni- yapıya bağlı devrimciler arasında yalnızca Eneski Sosyalizmin savunucuları vardı. Hareketin içinde yer aldılar ve bulundukları yerlerde kitleleri yönlendirmeye çalıştılar. Aralarında bugün HKP Genel Başkanı olan Nurullah Ankut’un da olduğu İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve iki üyesi tu- şi’yle gücünü dosta düşmana gösterdi. Anayasa Mahkemesi 2 yıl sonra yasayı iptal etti. İşçi Sınıfımız zaferini, bu şanlı direnişle çoktan ilan etmişti. Bugün de İşçi Sınıfımızın durumu içler acısı. Hatta 1970’ten çok daha geride. Parababaları ve onların bugünkü temsilcisi, çıkarlarının bugünkü bekçisi Tayyipgiller iktidarı, Kıdem Tazminat- HKP, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’nin yıldönümünde alanlardaydı! İstanbul Kartal’da coşkulu yürüyüş alkın Kurtuluş Partisi olarak Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’nin yıldönümünü kutlamak, anmak için Kartal’da yürüyüş gerçekleştirdik. Hepimizin bildiği gibi 44 yıl önce siyasi iktidar 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ve 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapmak istedi. Bu değişiklikteki amaç işçilerin DİSK’te örgütlenmesinin önünü kesmek, sendika seçme özgürlüğünü kısıtlamak ve sendika değiştirmesini güçleştirmekti. Bu yasa meclisten geçer geçmez “DİSK Kapatılamaz” sloganlarıyla 168 fabrika ve 150 H bine yakın işçiyi kapsayan direniş başladı. İki gün boyunca İşçi Sınıfı kentleri olan Kocaeli ve İstanbul’da hayat durdu. İşçilerin bir araya gelmesini engellemek için vapur seferleri iptal edildi, Galata Köprüsü açılarak geçişlere izin verilmedi. Direnişin birinci günü Bakanlar Kurulu 60 günlük sıkıyönetim ilan etti. DİSK ve bağlı sendikaların yöneticilerinin pek çoğu, partimiz HKP Genel Başkanı olan Nurullah Ankut ve o zamanki İşsizlik ve Paha- lılıkla Savaş Derneği (İPSD)’nin Genel Başkanı, Genel Sekreteri ve iki üyesi tutuklandı. Direnişin gücüyle yasayı siyasi iktidar geri çekmek zorunda kaldı. Jandarmanın, askerin ve polisin şiddeti sonucu Yaşar Yıldırım (Mutlu Akü Fabrika işçisi), Mustafa Bayram (Vinleks Fabrika işçisi), Mehmet Gı- dak (Cevizli Tekel Fabrika işçisi) adlı işçiler hayatlarını kaybetti. 44 yıl boyunca bu şanlı direnişi İşçi Sınıfı tarihine ve katledilen işçilerin mücadelesine yakışır şekilde gerek grevlerle, gerek direnişlerle, gerek pikniklerle, gerekse yürüyüşlerle andık; anmaya da devam edeceğiz. Bu iki günlük direniş İşçi Sınıfının gücünü dosta da düşmana gösterdi. 2014 yıldönümünü İşçi Sınıfı ve emekçi halkımız açısından zulümlerin, katliamların, örgütsüzlüğün zirveye çıktığı, sendikalar faciasının ölümüne yaşandığı bir dönemde karanlıklar içinde bir kıvılcım etrafında, kızıl bir pankart etrafında kutladık, andık. Kimleri andık? Soma’da yerin derinliklerinde bir avuç maden çıkarmak için hayatlarından olan işçi kardeşlerimizi andık. Tayyipgiller hükümetinin ve önceki hükümetlerin özelleştirme-taşeronlaştırma politikalarının sonucu işçilere, emekçilere zulüm olduğunu, katliam olduğunu gördük yaşadık. Bir kez daha andık Soma’da yitirdiklerimizi. Gezi şehitlerimizi andık. Tayyipgiller’in gerçek yüzünü gösterdiği, insanlık düşmanlığının yanında doğa, hayvan, bitki, tarih düşmanlığının, Mustafa Kemal ve dolayısıyla laiklik düşmanlığının hat safhaya vardığı bir dönemde patlak veren, ülkemizin dört bir köşesinde direnişlerin, halk isyanının patlak verdiği ve polisin gazı, copu, tazyikli suyu sonucunda hayatlarını kaybeden canlarımızı andık. Ülkemizde yaratılmak istenen KürtTürk düşmanlığına “Yaşasın Halkların Kardeşliği” sloganıyla yanıt verdik. Ve bir kez daha Tayyipgiller hükümetinin yüzünü teşhir ettik. Mustafa Kemal düşmanlığını dolayısıyla Ortaçağcılığını, en ufak bir hak arayışlarda uyguladığı katliamları dolayısıyla halk düşmanı olduğunu, çıkardığı ve çıkaracağı torba yasalarıyla nasıl İşçi Sınıfı düşmanı olduğunu, yaptığı zamlar sayesinde emekçilerimizi nasıl sömürdüğünü, uyguladıkları projelerle emperyalizmin işbirlikçisi olduğunu vurguladık, sloganlarımızla halkımıza. Sloganlarla, kızıl bayraklarımızla, gençlerimizin yaptığı sesli ajitasyonlarımızla yürüdük 15-16 Haziran Direnişinde işçilerin kanlarıyla suladığı Kartal sokaklarında. Başta 15-16 Haziran şehitleri olmak üzere İşçi Sınıfı mücadelesinde kaybettiğimiz şehitler adına yapılan saygı duruşundan sonra basın açıklamamızı okudu Sancaktepe İlçe Yöneticimiz İşçi Deniz Bin Yoldaş’ımız Kartal Meydanı’nda. Ve ayrıca Devrimci Sınıf Sendikacılığı yapan, iş kolu gözetmeksizin işçilere kılavuz olan, yol gösteren DİSK Nakliyat-İş Sendikası Örgütlenme Daire Başkanı Erdal Kopal Yoldaş’ımız tasarı halinde olan, çıkartılması beklenen torba yasanın içyüzünü anlattı. Hükümetin İşçi Sınıfımızı yine nasıl kandıracaklarını ve çözümün tıpkı 15-16 Haziran Direnişi gibi bir direnişten, örgütlü mücadeleden geçtiğini açıkladığı eylemimiz Şanlı 15-16 Haziranları yaratan ve yaşatanlara olan saygıyla son buldu. Bursa’da 15-16 Haziran eylemi… Halkın Kurtuluş Partisi Bursa İl Örgütü olarak, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nin yıldönümünde alanlardaydık. 15 Haziran 2014 günü saat 15.00’te Bursa Kent Meydanı’ndaki basın açıklamamızı İl Başkanımız Halil Ağırgöl okudu. Sık sık, “İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek”, “İşsizliğe Pahalılığa Zama Zulme Son”, “AKP zam Zulüm İşkence Demektir”, “Taşeron ölümdür Sesiz Kalma” sloganlarını haykırdık. Açıklamamızda, 15-16 Haziran Direnişi’mizi anlattık. Her geçen gün halkımızın daha çok işsizlik ve pahalılık cehennemine sürüklendiğini, Parababaları iktidarı Tayipgiller’in İşçi Sınıfımızı taşeron sistemiyle canından bezdirdiğini vurguladık. Soma’da katledilen işçi kardeşlerimizi andık. Yaşanan tüm sıkıntılara karşı tek çözümün örgütlü mücadele olduğunu vurguladık. Eylemimiz sloganlarımızla son buldu. larımızı gasp etmek istiyor, Bölgesel Asgari Ücret, Özel İstihdam Bürolarıyla İşçi Sınıfımızı tam anlamıyla köleleştirmek istiyor. Açlık Sınırı 1.167 TL ve Yoksulluk Sınırı 3.801 TL iken Asgari Ücret net 846 TL’dir. Fakat bu içler acısı durum bile Parababalarını tatmin etmiyor. Özelleştirme ve taşeronlaştırma öyle boyutlara ulaştı ki, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’nin yaşandığı günlerde kamuya ait olan fabrikaların, işletmelerin hiçbiri kalmadı. Neredeyse tamamı özelleştirme adı altında Parababalarına peşkeş çekildi. Soma’da daha acısı çok taze olan bir Maden Katliamı yaşadık, Tayyipgiller’in özelleştirme-taşeronlaştırma politikalarından dolayı. Soma Holding patronu, Parababası Alp Gürkan kârını kat be kat artırabilsin, maliyetleri de aynı oranda düşürebilsin diye, resmi sayılara göre 301 işçi kardeşimiz göz göre göre katledildi. Ve yine sarı Türk-İş’in İşçi Sınıfına ihanetinin ne boyutlarda olduğunu gördük, Soma’da. İşverenle, Tayyipgiller’le birlikte İşçi Sınıfımızı ölüme, katliama adım adım nasıl götürdüklerini, nasıl işbirliği ettiklerini, madenden sağ kurtulan işçi kardeşlerimiz anlattı. Tüylerimiz diken diken oldu. İnsan değil bunlar, canlılar âleminin dördüncü türü. İnsan doğup insan kalmayı başaramayanlar. İnsanlığını gönüllüce çıkarıp atanlar. Bu sözlerimiz ne yazık ki, bir kez daha doğrulandı. Tayyipgiller çıkarmaya hazırlandıkları yeni torba yasayla taşeronlaştırmanın da alanını genişletmek istiyor. Şu anki yasal mevzuata göre asıl iş taşerona verilemiyor. Fakat bu sadece kâğıt üstünde böyle. Soma’da gördüğümüz gibi, asıl iş olan kömür çıkarılma işi birden çok taşerona verilmiş. İşte bu durumu yasal kılıfa sokmak için hazırlanan yeni tasarıyla, doktordan, hemşireye, mühendisten öğretmene kadar herkes ve her iş taşeronlaştırılabilecek. İşçi Sınıfımızın yaşadığı bu karanlık günleri aydınlığa çıkaracak olan, yeni ve eskisinden çok daha güçlü bir 15-16 Haziran Direnişi’dir. Şanlı Gezi İsyanı’mızla, milyonlar sokaklara döküldü. Halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Bunu Gezi İsyanı kanıtladı. Taksim Gezi Parkı Tayyipgiller’in talanından şimdilik kurtuldu. İşçi Sınıfımız da 15-16 Haziran Geleneğiyle yeni direnişler yaratacak elbet. 15.06.2014 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Yaşasın 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’miz! Kurtuluş Yolu/Konya apitalistleri iktidarda tutan sihir, işçiler arasındaki bölünmedir, diyordu Marks. Türkiye İşçi Sınıfı bundan 44 yıl önce, 15-16 Haziran 1970’te, inandığı dava uğruna güçlerini birleştirerek, onurlu, kararlı, örgütlü bir mücadeleyle, sendikal haklarını korumak için harekete geçti ve örgütlü halkın yenilmeyeceğini göstererek adını tarihe yazdırdı. DİSK Nakliyat-İş tarafından, “1516 Haziran’ın ışığında iş cinayetlerine ve taşerona direniyoruz” başlıklı bir basın açıklaması gerçekleştirildi. Temsilcilik adına basın açıklamasını yapan Mehmet Ünver, “Bundan 44 yıl önce bugünlerde işçiler, DİSK’in kapatılmasını isteyen fermanı yırtıp atmıştır. Bugün tarihimize sahip çıkarak geleceğimize, çocuklarımıza güvenceli çalışacakları ve insanca yaşayacakları bir ülke bırakma günüdür. Gün İşçi Sınıfının yeniden masaya yumruğunu vurma günüdür. Çünkü bugün İşçi Sınıfı taşeron köleliğine ve iş cinayetlerine karşı örgütsüz, tepkisiz, çaresiz bırakılmak istenmektedir. Bu cinayetlerin ortamını hazırlayan ise taşeron sistemidir, işçilerin güvencesiz, sendikasız çalıştırılmasıdır. İşçi sağlığı ve güvenliği alanının dahi taşerona devredildiği bu ülkede K Sahibi ve Yazıişleri Müdürü: Kubilay Akçay ISSN 1305-8975 Yayın Türü: Yaygın Süreli Yönetim Yeri: İnebey Mah. İnkılap Cad. Otohan No: 43/129 Basıldığı Yer: Gün Matbaacılık/Telsizler Mevkii Beşyol Mah. Akasya Sok. No: 23/A K. Çekmece/ İstanbul. Tel: (0212) 426 63 30 Fatih-İSTANBUL Telefaks: (0212) 512 43 95 yasa dışı, insanlık dışı bir taşeron cumhuriyeti kurulmaktadır. Bugün 1516 Haziran ruhuna ihtiyacımız vardır. Bundan 44 yıl önce İşçi Sınıfı tüm engelleri, barikatları aşarak örgütlenme hakkına ve DİSK’e sahip çıktı ise bugün de aynı şekilde o barajları, o yasakları mutlaka aşacaktır” dedi. Basın açıklamasına destek veren Konya Eğitim-İş Şubesi adına söz alan Şube Başkanı Şükrü Balun ise, “44 yıl önce bugün büyük bir kararlılıkla sahip çıkılan haklar, ne yazık ki, 12 Eylül Faşist Darbesinin karanlığında gasp edildi. Bugün, hâlâ 12 Eylülcülerin hazırladığı yasakçı sendikal yasalarla, çalışma hayatında büyük bir ayıp sürdürülmeye devam ediliyor. Yapılması gereken İLO koşullarına uygun, antidemokratik maddelerden arınmış, çalışanların demokratik, meşru eylem ve etkinliklerini engellemeyen, içerisinde “grev ve toplusözleşme” olan bir sendika yasasının çıkarılmasıdır. Ancak, AKP iktidarının böyle bir niyeti söz konusu değildir. Tüm emekçileri, 15-16 Haziran Direnişi’nin ışığında insanca bir yaşam için örgütlü mücadeleye çağırıyoruz. Türkiye, alnına sürülen bu lekeyi -emek ve demokrasi düşmanlığı lekesini- bir an önce silmelidir” dedi. Basın açıklaması sloganlarla, alkışlarla son buldu. internet: www.kurtulusyolu.org e-posta: [email protected] facebook:www.facebook.com/halkinkurtulusyolu twitter: www.twitter.com/KurtulusYoluGz 3 Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014 Kendisi taşeron… Soma Katliamı’na rağmen taşeronlaştırmaya, özelleştirmeye dur durak bilmeksizin devam ediyorlar. Tayyipgiller tasarıda, değil taşeronlaştırmayı kaldırmak, sınırlamak, aksine iş alanlarının bütününe yayıyorlar. T ayyip ve Tayyipgiller, taşeronlaştırma sonucu değişik işkollarında yaşanan onca cinayete, taşeronlaştırmanın onca olumsuz sonucuna, en son yaşanan Soma Katliamı’na rağmen taşeronlaştırmaya, özelleştirmeye dur durak bilmeksizin devam ediyorlar. Soma Katliamı’nın en büyük neden- re toplumda bir beklenti yarattılar. Ve bir taslak hazırladılar. Daha doğrusu hükümetlerin yangından (Meclisten ve halktan) mal (yasa) kaçırma biçimi olan ve Tayyipgiller tarafından sıklıkla kullanılan “Torba Yasa”nın 2014 versiyonuna, uygulamasına bu konuyu da eklediler. Ancak taşeronlaştırmayla ilgili hazırlanan tasarı açıklanınca toplumun lerinden birinin taşeronlaştırma olduğu ortaya çıktı. Çünkü TKİ’den ocağı kiralayan şirketler, daha kısa sürede daha çok kâr elde etmek için işçilerce “Hadi hadi” adı verilen yöntemle sürekli olarak daha fazla kömür çıkartmaya zorluyorlar. Çıkan kömür nasıl satılır? Alıcısı var mı? diye de bir sorun yok çünkü TKİ alım garantisi veriyor. Ne kadar çıkartılarsa o kadarını alıyor. Yani pazarlama sorunu yok çıkartılan kömürün. O zaman da işverenler işçileri aman vermeksizin sürekli çalıştırıyorlar. Kısa sürede daha çok kâr elde etmek istiyorlar. Bu Soma ve benzeri taşeronlaştırılan bütün kömür ocaklarında var olan durum. Bu rezil durum Soma Faciası’yla en kör göze batarca ortaya çıkınca ve bu katliamın baş sorumlusunun Tayyipgiller olduğu en sıradan işçi tarafından bile görülür hale geldi. Bu yüzden de Tayyipgiller’e karşı büyük bir tepki oluştu. Bu tepkiler üzerine Tayyipgiller hırsızlık yaparken yakalanan hırsız misali telaşlandılar. O güne kadar madenlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği üzerine İLO’nun geliştirdiği sözleşmeye imza atmamışken işçilerin ve halkın gözünü boyamak, tepkileri yumuşatmak için taşeronlaştırma uygulamalarında değişiklik yapacaklarına dair açıklamalar yaptılar. Bu konuyu düzelteceklerini söylediler ve başta Soma işçileri olmak üze- neredeyse bütününü büyük bir hayal kırıklığı kapladı. Tabiî işverenler dışında… Tayyipgiller tasarıda, değil taşeronlaştırmayı kaldırmak, sınırlamak, aksine iş alanlarının bütününe yayıyorlar. Yeni yeni taşeronlaştırma alanları açıyorlar: “Vatan’da yer alan habere göre; Mevcut yasada taşerona verilmesi yasaklanan ‘asıl işlerin’, artık yasal olarak da taşerona verilebilmesinin önü açılırken, taşeron doktor ve belediyecilere olanak sağlanacak. Örneğin bir hastanedeki asıl iş olan sağlık hizmetlerinin ya da belediyelerde asıl iş olan temizlik işlerinin de, taşeron işçilerine yaptırılmasının önünde bir engel kalmayacak. Böylece, örneğin hastanelerde asıl iş kapsamındaki sağlık hizmetleri ve belediyelerdeki asıl iş kapsamındaki belediye hizmetleri de hiçbir tartışmaya olanak tanımadan taşeron eliyle yaptırılabilecek. Geçen yıldan bu yana Çalışma Bakanlığı’nın üzerinde çalıştığı ve yüz binlerce işçinin umutla beklediği tasarının en önemli özelliği, kimseye kadro vermeyecek olması. Yüz binlerce işçiden hiçbirinin kadro talebi karşılık bulmadı. 600 bine yakın taşeron işçisi, özelleştirme mağduru olarak bilinen 23 bin 4-C ve Karayollarında çalışanlara kadro verilmiyor.” (http://www.milliyet.com.tr/ta- “Devrimin başkenti” düştü! Hangi devrimin mi? Karşıdevrimin! Suriye’deki karşıdevrimciler, ayaklanmalarının ilk günlerinde ele geçirdikleri Humus şehrini iki yıldır ellerinde tutuyorlardı ve Humus’u “Devrimin Başkenti” ilan etmişlerdi. Ancak Ortaçağcı karşıdevrimcilerin “başkenti” Humus, Mayıs ayının ortalarından bu yana artık Suriye Ordusu’nun ve Suriye Halkının elinde. Karşıdevrimciler varılan anlaşma çerçevesinde otobüslere binerek Humus’tan ayrıldılar. Humus valisi yaptığı açıklamada, kenti en kısa sürede “Güvenli şehir” olarak ilan edeceklerini açıkladı. Gazeteci Hediye Levent, Rusya’nın Sesi Radyosu için yaptığı haberde şunları yazıyor bu konuda:, “Humus muhalifler için “devrimin başkentiydi” ve Humus’ta kontrol ettikleri son noktadan da çekildiler. Böylece kentin kontrolü kırsalla birlikte Esad yönetiminin kontrolüne geçti. Eski Humus’tan çekilen silahlı muhaliflerin gittiği Dar El Kebir ve Telbise gibi bazı yerleşim birimleri muhaliflerin kontrolünde ancak bu kasabalardan çıkmaları ya da bu kasaba çevrelerindeki yerleşim birimlerinde kontrol sağlamaları artık çok mümkün değil. Kalamun Savaşı ile Lübnan sınırından sağlanan lojistiğin önemli ölçüde kesildiği gözönüne alındığında muhaliflerin Dar El Kebir ve Telbise’de de kuşatma altında oldukları söylenebilir. “Şam’ı diğer kentlere bağlayan otoyolun Humus ve kırsalındaki bölümü tamamen Suriye ordusunun kontrolüne geçti.” (http://www.rsfmradio.com/2014_05_ 13/suriyenin-kalbi-devrimin-baskentihumus/) Karşıdevrimci cihatçı çeteler sadece Humus’u mu terk ettiler? Sadece orada mı yenildiler? Hayır! Suriye-Lübnan sınırındaki tüm mevzilerini kaybettiler. Halep, Dara, Laskiye, Hama vb. yerlerde de Suriye Ordusu başarı sağladı ve buraların büyük bir kısmını karşıdevrimci çeteler- seron-isci-sorunu-2014--teknoloji1898893/18.06.2014) Peki Tayyipgiller neden böyle davranıyor? Neden taşeronlaştırmayı tüm topluma, tüm iş alanlarına yaymak istiyorlar? Soma gibi bir katliamdan sonra bile bunu yeni, olumlu bir şeymiş gibi topluma sunuyorlar?.. Tayyipgiller, Antika sınıf yapılarının gereğini yerine getiriyorlar. Nedir Tayyipgiller’in Antika Sınıf yapıları? Tefeci-Bezirgânlık! Yani aracılık etme, mal, ürün alıp satma… Üretimle doğrudan hiçbir bağ kurmadan, üretilenleri üretenlerden alıp tüketicilere satma ve yaptıkları aracılık karşılığı kâr elde etme. Kapitalizmöncesi sınıflı toplumların mekanizması böyle işliyordu. Özellikle Doğu toplumlarının mekanizması tamamen böyleydi. Tamkara ya da Damgar diye adlandırılan aracıların, toplum adına toplumun ortak malı olan ürünleri değiştokuş ederken tarihin bir aşamasında o değiştokuştan kendilerine de pay almaya başlamalarıyla birlikte başlayan kişisel mülkiyet, toplumun büyük çoğunluğu aleyhine mal, para biriktirme ve bunu sistemli hale getirme, bu sistemi oturtma ve bu sistemi kurmak için de tarihsel şartların oluşmasıyla birlikte Para, Yazı, Devletin ortaya çıkması; bu düzeni korumak ve sürdürmek için ortaya çıkan zor; silahlı adamlar, cezaevleri sistemi düzeni, bu Antika sınıfın kökenini, yapısını Tayyipgiller neden böyle davranıyor? Neden taşeronlaştırmayı tüm topluma, tüm iş alanlarına yaymak istiyorlar? Soma gibi bir katliamdan sonra bile bunu yeni, olumlu bir şeymiş gibi topluma sunuyorlar?.. Tayyipgiller, Antika sınıf yapılarının gereğini yerine getiriyorlar. oluşturuyor. Bu Antika Sınıf 6 bin 6500 yıldan bu yana bu mekanizmayı, bu sömürü biçimini kullanıyor. İliklerine işlemiş, ruhlarına sinmiş. Ellerinden başka türlü davranmak gelmiyor. İsteseler bile yapamıyorlar. Tabiî yapmak da istemiyorlar. Çünkü iş, kârlı iş... Kolay iş... Aracılık et, al sat vurgun vur. Taş atıp kolun yorulmasın. Nasıl benimsemesinler, nasıl sürdürmek istemesinler, nasıl sürdürmek için ellerinden gelen gelmeyen her şeyi yapmasınlar?.. İşte Tayyipgiller de bu nedenden böyle davranıyorlar. Sözde taşeronlaştırmayı sınırlamak, düzenlemek istiyor- den temizledi. Humus’un Ortaçağcı çetelerden temizlenmesi Esad yönetiminin ve Suriye Halklarının psikolojik zaferidir. AB-D Emperyalistleri ve onların taşeronları başta Türkiye ve Suudi Arabistan olmak üzere bu Ortaçağcı çete- lere her türlü maddi-manevi desteği sağlayan, 150 binden fazla Suriyelinin ölümüne neden olan, yüz binlercesinin yaralanmasına, sakat kalmasına, milyonlarcasının vatanlarından göç etmesine ve en insanlık dışı şartlarda mülteci olarak yaşamalarına neden olan iktidarlar yenildiler. Direnen ve savaşan Suriye yönetimi ve Suriye Halkları kazandı. Tarih bir kez daha direnen halkların kazanacağını gördü! Ne mutlu Beşşar Esad’a! Ne mutlu Suriye Halklarına!q lar ama yepyeni alanlarda yepyeni uygulamalarla taşeronlaştırmayı büyütüyorlar, yaygınlaştırıyorlar… O zaman bu Antika geleneğimizi, Antika Sınıf yapımızı bilmeyen halkımızda, yazarçizerlerimizde bir soru oluşuyor: Neden böyle? Neden bu! Neden Antika Tefeci-Bezirgân Sermaye Sınıfının tarihsel köklerinde. Tarihsel yapısında. Bakın, Tayyip’in bizzat kendisi ne yapıyor? Ülker Bisküvileri’nin bayiliğini-distribütörlüğünü (taşeronluğunu) yapıyor. Alıyor satıyor… Bu kadar parayı nereden buldun diye sorulunca ne cevap vermişti hatırlayalım: Ülker’in bayiliğini yapıyorum, oradan çok para kazandım, dedi. Kişi olarak ticari hayatının tamamı aracılık ederek, alıp satarak vurgun vurmak. Mal, para biriktirmek. Belediye Başkanlığı döneminden beri yargılandığı onlarca davanın konusu ne? Hep vurgun, talan, soygun değil mi? Yargılandığı davaların tamamı; yolsuzluk, usulsüzlük, kamu malı aşırma, haksız mal edinme, zimmet, kalpazanlık, ihaleye fesat karıştırma, çıkar amaçlı suç örgütü kurma vb. vb… Başbakanlık dönemi bundan farklı mı? Hayır, değil. Orada da aynı. Sınıf yapısının gereğini orada da birebir yapıyor, hayata geçiriyor. Ne demişti hatırlayalım: “Benim görevim ülkeyi pazarlamak”. Değil mi? Adam pazarlamacı. Ha Ülker’in bisküvileri, çikolataları, ha koca bir ülke, koca bir halk, halklar… Ama adamın umurunda mı? Görevini pazarlamak olarak görüyor. Onlarca yıl öyle öğretilmiş. Öyle yaşatılmış. Sınıfının, öğretilenin, ruhuna, içine sinenin, sindirilenin gereğini yerine getiriyor. Başka bir şey yapmıyor. Ya AB-D Emperyalistleri için yaptıkları? Orada da pazarlamacılık, taşeronluk yapmıyor mu? Yapmadı mı? Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Suriye’de ne yaptı Tayyip? Yaptıkları taşeronluk değil mi?.. Suriye’deki, Irak’taki Ortaçağcı canilere; IŞİD’lere, El Nusra’lara, ÖSO’lara vb.lerine verilen silahları, paraları kim ulaştırdı AB-D adına? Kim taşeronluk yaptı? Tayyipgiller! ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin, “Büyük Ortadoğu Projesi”nin, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin taşeronu, “eşbaşkan”ı kim? Tayyip! Tâ 1960’lı yılların sonundan,15 yaşından itibaren “Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)”den başlayan siyasi hayatının tamamında ABD Emperyalistlerinin taşeronluğunu yaptı Tayyip. Yani bizim açımızdan Garp cephesinde yeni bir şey yok. Tayyip, Tayyipgiller Antika Sınıf yapılarının gereğini yerine getiriyorlar, ona uygun davranıyorlar. O açıdan sürpriz bir durum yok. Önemli olan bizim, biz devrimcilerin, biz halkların Tayyipgiller’in bu sınıf yapılarını kavrayıp kavrayamayacağımız, bilince çıkartıp çıkartamayacağımız sorunudur. Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı, bu Antika Sınıfı ve onun Antika Sınıf yapısını iki kere iki dört ederce, bilimcil kanıtlarıyla ortaya koymuştur. “Tarih Devrim Sosyalizm” adlı anıt eseri, “Osmanlı Tarihi”, “Toplum Biçimlerinin Gelişimi” vb. eserlerinde bu konuyu çözümlemiş, aydınlığa çıkartmıştır. Biz de O’nun öğrencileri, devamcıları ve geliştiricileri olarak Usta’mızın teorisini günümüze uyarladık. Halkın Kurtuluş Partisi Genel Başkanı Nurullah Ankut “Tayyipgiller Kökeni ve Sınıf Yapısı” adlı iki ciltlik eseriyle ve diğer eserleriyle bu sınıfın günümüzdeki ekonomik ve siyasi plandaki temsilcilerini ortaya çıkarmış, yolu bir kez daha aydınlatmıştır. Dolayısıyla kendisi taşeron olan Tayyip’ten ve Tayyipgiller’den taşeronlaştırma konusunda farklı, olumlu bir şey beklemek, ölü gözünden yaş ummaya benzer!q Müjdeler olsun… A BD merkezli ilaç firması Gilead Sciences tarafından Hepatit-C hastalığının hapı bulunmuş! Yapılan deneylerde hapın 10 hastadan 9’unu iyileştirdiği kanıtlanmış. Üstelik de bu hap tedavi sürecini de kısaltıyormuş. Şu anda kullanılmakta olan interferon tedavisinin süreci 24 ila 48 hafta arasında değişirken “Sovaldi” isimli bu ilaçta tedavi süresi 12 haftaya iniyormuş. Ne güzel. Çok iyi. Hepatit-C hastaları hemen bu hapı kullansın o zaman ve bir an önce sağlıklarına kavuşsunlar, değil mi? Haa, yok öyle yağma! Hangi düzende yaşıyoruz? Bizim de içinde yaşadığımız (ki dünya üzerinde Küba, Kore Halk Cumhuriyeti gibi birkaç ülke dışında) Kapitalist düzen içinde yaşıyoruz. Onun da bir üst aşaması olan Tekelci Kapitalizm yani Emperyalizm düzeninde yaşıyoruz. O yüzden bu düzende hemen öyle hapı yutarak sağlığa kavuşmak yok. “Hapı yutarak” kötü bir duruma düşmek var, bir anlamda ölmek var büyük çoğunluğumuz için. Ki zaten bu olayda da durum aynen böyle. Yani? Yanisi şu: Bu hapın bir tanesi 1000 dolar! Yanlış okumadınız ya da biz yanlış yazmadık; bu hapın bir tanesi tam bin (1000) dolar! Eee? Eesi şu: Tedavi süresini kısaltarak 12 haftaya indiriyor ya bu ilaç, 12 hafta boyunca her gün alınınca toplam tedavi masrafı ne oluyor? Ortalama Tam 90 bin dolar! Bunu da yanlış okumadınız: tam doksan (90) bin dolar ödeyerek bu hapı kullanırsanız Hepatit-C hastalığından 10’da 9 oranında kurtuluyorsunuz. Yani “ört ki ölem” durumu.q 4 Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014 Balyoz Davası sanıkları beraat mı etti? AKP-Cemaat ortaklığı döneminde her türlü burjuva hukuk kuralını hiçe sayarak “bu davanın savcılığına” soyunan Tayyip, ortaklık bozulunca da “Ordu’ya kumpas kurdular” diyerek suçu cemaatin üzerine atmakta ama bir yandan da “kumpasa getirilen” ordu mensuplarını içerden çıkartırken, yeniden yargılanma sopasını elinden bırakmamakta. Tabiî ki hayır! Anayasa Mahkemesince; “Dönemin Genel Kurmay Başkanı Hilmi Özkök ve Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman’ın tanık olarak dinlenmemesi ve dijital delillerin değerlendirilmesine ilişkin şikayetlerin giderilmemesi” nedeniyle “adil yargılanma” hakkının ihlaline karar verilmiş ve yeniden “yargıç”lar eliyle bu soruşturmaya dahil olan kim varsa tutuklandı. Yani bu davalarda tutuklama istisna değil, kuraldı. Öyle ki, dava sürecinde tutukluluğa yapılan itirazları yerinde bulup tahliye karar veren yargıçlar bu görevlerden alınarak başka illere sürüldüler. Sonuç olarak; davaya dahil edilen yargılama yapmak üzere dosya ilgili Ağır Ceza Mahkemesine gönderilmiştir. İlgili Ağır Ceza Mahkemesi de AYM’nin bu kararı üzerine, yargılamanın yenilenmesine karar vererek cezaların infazını durdurmuş ve hükümlülerin tahliyelerine karar vermiştir. Bu tahliye kararı ile birlikte cezaevinde yatan Balyoz Davası sanıkları birer birer tahliye olunca, hemen tüm basın yayın organlarında; “bu askerlerin özgürlüklerine kavuştukları, haksızlıkların giderildiği” şeklinde yorumlar yapılarak, sanki dava sonuçlanmış ve Balyoz Sanıkları beraat etmiş gibi bir algı yaratılmıştır. Oysa kazın ayağı hiç de böyle değil!.. Öncelikle şunu belirtelim ki; bu operasyonların ilk günlerinden itibaren yazdığımız ve ilan ettiğimiz gibi, Balyoz, Ergenekon vb. davalarda cezalandırma; sonucunda değil sürecindedir. Gerçekten de klasik bir yargılamada; mahkemenin verdiği cezalandırmaya ilişkin kararın kesinleşmesinden itibaren, sanık ya da sanıkların cezasının infazına geçilir. Ve tutuksuz yargılama asıldır. Oysa bu davalarda önce CIA tarafından operasyon planları yapıldı, ülke içinde siyaset, medya, üniversite ayakları oluşturulduktan sonra (sırf bu operasyonları kotarmak için bir gazete yayın hayatına sokularak) yargı ayağına görev verildi. Nitekim 20 Ocak 2010 tarihinde Taraf Gazetesi’nin asparagas bir haberi ile birlikte Balyoz Operasyonu’nun düğmesine basıldı. Yargı’da ise bilinen süreçler yaşandı. Operasyonlar dönemindeki insanlık dışı uygulamalar bir yana, Beşiktaş’ta konuşlandırılan “Özel Görevli Mahkemeler”de özel görevlendirilmiş “savcı” ve emekli ve muvazzaf askerlere 20 ile 13 yıl arasında değişen cezalar verildi ve bu cezalar Yargıtay tarafından da onandı. Peki şimdi yaşananlar nedir? Ya da AYM’nin kararını nasıl okumak gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi, bu operasyonlarda amaç hâsıl olmuştu. Yani sanıkların kimisi 4-4,5 yıl, kimisi 3-3,5 yıl, kimisi de 2-2,5 yıl tutuklu kalarak bu davanın sürecindeki “cezalarını” çekmiş oldular. Kendilerine direnç noktası olabilecek Ordu da hizaya getirilmiş, en tepesindeki komutan Ortaçağcılara topuk selamı ile biat etmişken davanın sonucunu beklemek gereksizdi. AKP-Cemaat ortaklığı döneminde her türlü burjuva hukuk kuralını hiçe sayarak “bu davanın savcılığına” soyunan Tayyip, ortaklık bozulunca da “Ordu’ya kumpas kurdular” diyerek suçu cemaatin üzerine atmakta ama bir yandan da “kumpasa getirilen” ordu mensuplarını içerden çıkartırken, yeniden yargılanma sopasını elinden bırakmamakta. Böylelikle, tahliye edilenlerin hizaya getirilmesi ve hatta bazılarının yaptığı açıklamalarda da görüldüğü gibi, Tayyip-Cemaat kavgasında Tayyipgiller’den yana saf tutmaları amaçlanmaktadır. Bize göre, bu da ikinci bir kumpastır. Birincisinde zindana koydular, bunda da düşüncelerine pranga vurmaktalar. Gerçekten de cezaevi çıkışında bazılarının elinde “Adil Yargılanma İstiyoruz” dövizlerini görünce ya da “biz yeniden yargılanmaktan korkmuyoruz” diyenleri duyunca Tayyipgiller’in bunda da başarılı olduğunu düşünüyoruz. Önceki yargılama sanki gerçek bir yargılama mıydı ki? Ya da yeniden yargılayacaklar gerçekten bağımsız ve ta- rafsız mı ki? Bir kere, gerçekten bu ülkede hukukun üstünlüğüne inanmış, bağımsız/tarafsız savcı ve yargıçlar olsa, bu davayı başlatan bavulu Beşiktaş’taki Nemrut Mustafa Paşa Divanının savcılarına teslim eden, Taraf Gazetesi muhabiri Mehmet Baransu hakkında yaptığımız suç duyurularımız sonuçlandırılırdı. Bu dilekçede, Balyoz Operasyonunun başlatılmasına neden olan ve 2003 Yılı Mart ayında 1. Ordu Komutanlığında yapılan “Plan Semineri” ile ilgili belgelerin 2007 yılında İstanbul’da Mövenpick Otel’de dönemin AKP milletvekili İhsan Arslan’a uzun saçlı biri (İskender Pala) tarafından teslim edildiğine, bu belgelerin Ankara’ya götürülerek 50-60 kişilik bir ekiple üzerinde günlerce değişiklik yapıldıktan sonra Taraf Gazetesi muhabirine verildiğine tanıklık eden Orhan Aykut’un basında çıkan itiraflarına yer verilmişti. Ancak, Ankara’daki “bağımsız ve tarafsız savcılar” ise somut, maddi delillerle kanıtlanmış suç duyurumuzla ilgili bir işlem yapmayarak takipsizlik kararı vermişlerdir. Dikkatinizi çekeriz, bu kararı verenler İstanbul’da Balyoz Davası’nı yürüten yargıç ya da savcılar değildir. Dolayısıyla neyin yeniden yargılanması? Neyin adil yargılanması? Evet, bu tahliyeler beraat kararı değildir. AYM’nin verdiği karar da böyle yorumlanamaz. Zaten AKP’liler de buna dikkat çekmektedirler. Dolayısıyla içerden çıkanlara aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmiyor bu Ortaçağcılar. Yeniden yargılanmada ise birkaç istisna hariç büyük çoğunluğu AKP’nin hukuk bürolarına dönüştürülmüş yargıdan adil bir karar çıkabilir mi? Elbette hayır. Tamam, belki Silivri’dekiler gibi fütursuz bir şekilde olmayabilir ama tahliye olanların içerde kaldıkları süreyi karşılayacak kadar bile bir ceza verilmesi adil yargılanma mı olacak? Tabiî ki hayır. Baştan itibaren AB-D Emperyalizminin Yeni Sevr planının bir parçası olarak CIA tarafından senaryosu yazılan bu siyasi davalarda yeniden yargılanmayı istemek, cellâdının adaletsizliğine bir kez daha teslim olmak demektir. Bir başka anlatımla, bu davalarda verilen kararlar, gerçek bir yargılama sonucu verilen hükümler değil ki... CIA’nın yazdığı senaryoda bulunan kararların yüze okunmasıdır. Öyleyse talep ne olmalıdır? Talep; adil ve/veya yeniden yargılanma değil; bu davalarda verilen kararların tüm sonuçlarıyla birlikte ortadan kaldırılması ile bu kararların ve iddianamelerin, soruşturma aşamasındaki tüm tutanakların altında imzası olanların yargılanması olmalıdır.q Sivas Katliamı’nı Unutmadık, Unutturmayacağız! Baştarafı sayfa 1’de hâkim kılmak için efendileri AB-D Emperyalistleri tarafından görevlendirilmişlerdir. Tabiî ki Tayyipgiller’in şefliğinde bu katliamlar yürütülmektedir. Ve Sivas Katliam’ının 21’inci yıldönümünde benzer katliamlar devam etmektedir. Tayyipgiller, bildiğimiz gibi Sivas Katliamı davasını zaman aşımına uğratmış, Tayyip bu durum için “hayırlı olsun” demiştir. Yine Sivas Katliamı’nda, dönemin başbakanı Tansu Çiller “Çok şükür halktan insanlara bir şey olmamıştır” diyecek kadar alçalmıştır. Onlar için bu söylemler gayet doğal ve sıradan açıklamalardır. Çünkü onların fıtratında insana düşmanlık vardır. Onların fıtratında doğaya, hayvana, çevreye düşmanlık vardır, kadına düşmanlık vardır. Yine 2014 yılı Mayıs ayında Tayyipgiller’in bekçiliğini yaptığı Parababaları düzeni bir avuç dolar için resmi rakamlara göre 301 maden işçisini taptıkları Para Tanrısına kurban ederek bir katliama daha imza attılar. Bildiğimiz gibi Tayyipgiller büyük Gezi İsyanı’mızda da gençlerimizi katletmiş- lerdi. Yani sözün kısası insana düşmanlık, kadına düşmanlık, çevreye ve doğaya düşmanlık, hayvana düşmanlık Ortaçağcı gericiliğin fıtratında var. Bunlar için 4’üncü tür yaratık deyişimiz boşuna değildir. Bu dördüncü tür yaratıklar AB-D Emperyalistlerine uşaklıkta sınır tanımazlar. Her türlü aşağılık, pis işleri yapmakta bir sakınca görmezler. Onlar için önemli olan efendilerine en iyi uşaklığı yapabilmektir. Onun için her türlü ihanete açıktırlar. Bu ihanetlerinin ve yaptıkları katliamların hesabı er geç sorulacaktır. Sivas katliamının 21’inci yıldönümünde tüm halklarımızı AB-D Uşağı Yerli Yabancı Parababaları Cephesine karşı Halk Kurtuluş Cephesini örmeye çağırıyoruz. Gün; sadece yitirdiğimiz onurlu, namuslu, yurtsever, laik insanlarımızı ağıtlarımızla anma günü değil, onların anılarını ve özlemlerini mücadelelerimizle yaşatma günüdür. Gün; Halkın Kurtuluş Partisi öncülüğünde, İkinci Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp emperyalistleri, yerli satılmışları ve Ortaçağcı Şeriatçıları ülkemizden ikinci ve son kez geri dönmemecesine kovup Demokratik Halk İktidarını kurup, dünya halklarına yeniden umut olma günüdür. Halkın Kurtuluş Partisi bunun için vardır. 02.07.2014 Şeriat Ortaçağdır! Sivas Katliamı’nı Hesap Soracağız! Unutmadık Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi Anayasa Mahkemesinin Balyoz Kararı, “Kumpas”ı teyit etti, Ancak… Atı alan, Üsküdar’ı geçti! A nayasa Mahkemesi, Balyoz Davası’nda “Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının İHLAL EDİLDİĞİNE” karar verdi. Kısa kararın gerekçesi, Hilmi Özkök ile Aytaç Yalman’ın tanık olarak dinlenmeleri talebinin reddedilmesi ve dijital delillere ilişkin çelişkilerin giderilmemesi oldu. Yani bizim operasyonun ilk gününden itibaren söylediğimiz, Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk, Kafes vb. davaların hukuk maskeli siyasal operasyonlar olduğu, yargılamalarda hukukun zerresinin bulunamayacağı, dolayısıyla da ortada şeklî burjuva hukuku yönünden dahi bir dava olmadığı tespitlerimiz, dolaylı olarak teyit edildi Anayasa Mahkemesi tarafından. AB-D Emperyalizminin “Büyük Ortadoğu”, “Yeni Sevr” ve “Ilımlı İslam” Projelerini uygulamakla görevli “yerli” uşakların iki kanadı olan AKP ve Cemaat ganimet paylaşım savaşında birbirlerine düştüklerinde; amacı Asker-Sivil Yurtsever Aydınların, Mustafa Kemalci, Antiamerikancı, Laik güçlerin sindirilmesi olan bu operasyonların günahını birbirlerine atmaya başlamışlar ve Tayyipgiller, Türk Ordusu’na yapılanın “Kumpas” olduğunu ikrar etmişlerdi. Biz de hemen eylem ve suç duyurusu yapmıştık, “Kumpası Beraber Kurdunuz, Beraber Yargılanacaksınız!” diyerek. Tayyip hakkında yine dokunulmazlık zırhıyla takipsizlik verilse de, Fethullah Gülen hakkında soruşturma sürmektedir bu suç duyurumuzdan dolayı. Ne yazık ki anılan hukuk maskeli tanımamaya dayalı, Jacques Verges’in deyişiyle “saldıran savunma” yapılması gerektiği önerilerimiz ise birkaç yürekli subay dışında rağbet görmedi, maalesef… Gelinen noktada, “Kumpas” itirafı, operasyonun siyasal amacına ulaşıldığının, “yol temizliği”nin tamamlandığının, artık içeridekilerden korkmaya gerek kalmadığının da bir açıklamasıydı esasen. AKP kendi hukuk düzenini yaratmış, MİT Yasasını, HSYK Yasasını, Seçim Kanununu, Ceza Kanunlarını gönlünce çıkarmış, Yolsuzluk Operasyonunu kapatmış, savcıları, hakimleri, emniyet müdürlerini sürmüş; sıfırlayamadığı milyarlarca doları, avroyu kurtarmış, iktidarını perçinlemişti. Yani Anayasa Mahkemesine “malumun ilamı”nı hukuk terminolojisiyle deklare etme görevi vermekte bir beis kalmamıştı. Yoksa, “yargılama” hiç yoktu ki “adil” olsun… Türk Ordusu, “site bekçisi” konumuna düşürülmüş, AB-D Emperyalistlerinin ve Tayyipgiller’in tümüyle emrine girmiş durumdadır şu anda. Tahliyelere sevindik elbette. Ancak bu aşamada zafer AB-D Emperyalistleri ile Yerli ortaklarının, Tayyipgiller gericiliğinin olmuştur. Amaçlarına büyük oranda ulaşmışlardır, şimdilik! Yenilgiye zafer borusu çalmanın manası yoktur. Ortada bayram yapılacak bir durum yoktur. Ortada namuslu, adaletli yargıçlar da yoktur. Hukuk da yoktur. “Yeniden yargılanmak” bir kazanım değildir. Böyle bakarsak halkımızın gözüne kül serpmiş oluruz. Yapılması gereken, tüm operasyonlarla amaç hasıl olmuş, mahkeme salonu süsü verilmiş işkencehanelerde yurtsever subaylar iğdiş edilmiş, büyük oranda sindirilmiştir; modernize edilmiş işkence aletleri olan CMK, TCK, TMK’nin ciltlenmiş biçimindeki cendereleriyle. Tabiî artık klasik cendere kaba kaçmaktaydı, “demokrasi”, “hukuk” silahlarını keşfetmişti Sivil Örümcekler, ABD’nin Project Demokrasilerinde... Bizim “kopuş savunması” önerimiz, yani mahkemeyi ve yargılamayı meşruiyetini yitirmiş hırsız-faşist eğilimli-katil AKP iktidarının yıkılması için devrimci mücadeleyi yükseltmektir. Zalimlerin heveslerini kursaklarından bıraktığımız güne kadar, ne cezaevleri, ne antika-modern işkenceler, ne darağaçları ve ölümler, bizi yıldırmamalıdır, yıldırmayacak da. 19.06.2014 Vah yazık… na inmiş ve serveti 100 milyon doları aşan Türk sayısı 288’e gerilemiş. Vah ne yazık!.. Ama neyse ki durumu yine de kurtarmış serveti 100 milyon doların üzerinde olan Türklerimiz ve dünya sıralamasındaki 12’nciliklerini korumuşlar… Ülkemizde Asgari Ücret ne kadar peki? Temmuz ayı artışıyla birlikte 891 TL! Ve bu artış günlük bir simit parası. Eh olur o kadar fark… “ABD merkezli yönetim danışmanlık şirketi Boston Consulting Group (BCG)” 14 yıldır bir araştırma yapıyor ve dünya çapında serveti 100 milyon doları aşan süper zenginleri belirliyormuş. Bu şirketin hazırladığı 13’üncü rapora göre, 2012 yılında Türkiye’de serveti 100 milyon doları aşan 357 kişi varmış. Ve bu rakamla Türkiye dünya süper zenginler sıralamasında 12’nciymiş. Fakat 2013 yılında “69 ‘süper zengin’ Türk küme düş”müş. (Milliyet, 11 Haziran 2014) Yani ne olmuş? Servetleri 100 milyon doların altı- Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 5 Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014 lıklara yem oluyorlar… Ve ülkeleri işgale uğrayan, karşıdevrimci Ortaçağcı çeteler tarafından talan edilen büyük çoğunluk da can havliyle kendilerini en yakın ülke topraklarına atıyorlar. Böylece sığındıkları komşu ülkeleri de cehenneme çeviriyor emperyalistler. Halklar arasına düşmanlıklar sokuyor. Yerli halkla göçmenler arasında çelişkiler, çatışmalar doğuyor. Milliyetçi histeriler kışkırtılıyor. Yarattıkları kaosun faturasını da bu ülkelere ödettiriyorlar. O yüzden bizim ülkemizde, İran’da, Lübnan’da, Ürdün’de milyonlarca mülteci var. Ya da Pakistan’da bu yüzden varlar... İşte en yakın örnek Irak ve Suriye. Irak’ı kim işgal etti? Yeraltı ve yerüstü servetlerini, tarihini kim yağmaladı ve yağmalamaya devam ediyor? Siyah altın petrolün gerçek sahibi kim Irak’ta? ABD değil mi? Suriye’yi kim bu hale getirdi? AB-D Emperyalistleri ve yerli işbirlikçileri, taşeronları Suriye’de yenildiler. Zafer kazanamadılar. Suriye’nin seçilmiş yöneticilerini, Beşşar Esad ve ekibini deviremediler. Aksine Beşşar Esad ve Suriye Halkları direnerek savaşı esas olarak kazanmadılar mı? Ortaçağcı çeteleri ülkelerinden kademe kademe temizlemiyorlar mı?.. Libya’da şu anda kaos hakim değil mi? “Haydutlar demokrasisi” egemen değil mi? Ki dünyanın en büyük “haydut devleti” ABD değil mi? ABD Emperyalistleri başta kendi halkı olmak üzere tüm halkları aldatmıyor mu? Kandırmıyor mu aşağılık çıkarları için? Aldatıyor, kandırıyor. Bakın ABD’de doğup büyümüş, avukat olmuş, Afgan göçmeni bir anne babanın kızı olan Mahvish Rukhsana Khan ne diyor bu konuda? Bu avukat kadın, taşıdığı insani değerler sonucu, hatta daha öğrenciyken, nebiliyor. Ve burada bulunan kimi tutsaklarla görüşmeler yapıyor. Onlara nasıl yardımcı olabileceğini araştırıyor, soruşturuyor. Burada duyduğu olaylar sonucunda şöyle bir cümle kuruyor bu konuyla ilgili yazdığı kitabında (bir tutsakla yaptığı görüşmenin sonucunda): “Guantanamo Körfezi’ne gelirken tam olarak ne beklediğimi bilmiyordum, ama böylesine bezgin, hüzünlü bir adamla karşılaşacağımı zannetmiyordum. “Yanımızdaki gardiyan bizi Kamp Echo’dan (Guantanamo’daki tutsakların bulunduğu bölümlere verilen adlardan bir tanesi – Kurtuluş Yolu) dışarı çıkarken başımdaki ağır şalı atıp bize anlattıklarını ve hakkında hiçbir suçlama olmadan hapiste geçirdiği uzun yılları düşündüm. “Kandırılmışım” diye düşündüm. “Hükümetim beni kandırmış” (Mahvish Rukhsana Khan, Guantanamo Günlüğüm, Literatür Yayınları, İstanbul, 2009, s. 22) Kitabı okuyunca insan öğrendikleri karşısında bir kez daha donup kalıyor. Ve yazarın çok samimi, içten bir şekilde olayları olduğu gibi anlatmasına ve o olayların onu nasıl etkilediğine üzülüyorsunuz. Ki yazar, “hükümetinin” bütün aşağılık işlerini, işkencelerini, zalimliklerini birinci ağızdan duyup öğrenmesi karşısında bile ABD’ye karşı bir kızgınlık duymuyor. Ona karşı çıkmıyor. Yapılanların yanlışlık olduğunu ve mutlaka düzeleceğini umuyor, bekliyor. Ama ABD bu… Halkları, başta kendi halkı olmak üzere, sürekli aldatmıştır. Kandırmıştır. Sürekli “demokrasi ve özgürlük”ten söz eder, “Uygar olmayan uluslara demokrasi ve özgürlük” götürdüğünü söyler ama götürdüğü hep bölünme, parçalama, adaletsizlik, katliamlar, soykırımlardır. Halkları bölüp parçalamayı, sınırları yeniden yeniden çizmeyi kim yaptı? Kore’yi, Vietnam’ı kim böldü? Hep ABD Emperyalistleri. ABD’nin tarihi, savaşlar ve işgaller, soykırımlar ve katliamlar tarihidir. Bu ABD’nin Afganlı esirleri en insanlık dışı koşullarda tuttuğu Guantanamo Esir Kampı’ndaki tutsaklarla avukat olarak ilgileniyor ve onların adil yargılanma, hatta sadece yargılanmaları, hâkim karşısına çıkabilmeleri için mücadele yürütüyor. Avukatlıklarını alabilmek için başvurduğu zaman, bir dizi güvenlik testinden geçirildikten sonra, ancak bu tutsakların avukatlığını üstle- bakımdan hem bölgemizde hem de dünyanın diğer bölgelerindeki savaşların, göçlerin, mültecilerin sorumlusu ABD Emperyalistleridir. Ve halklar bir gün mutlaka ama mutlaka bu emperyalist canavardan yaptığı bu zalimliklerin hesabını soracaktır. “İlahi adalet” dünyada gerçekleşecek, canavarlar, zalimler, mazlumlara yaptıklarının hesabını verecekler!q retler talep edilmekte, bu ücretlerin nasıl harcandığına yönelik şeffaflık sağlanamamakta. Öğrencilere güya ücretsiz verilen ve sene sonunda geri alınan kitaplar ise bilgi açısından son derece yetersiz. Bu yetersizlik sebebi ile gerek kitaplara, gerekse dershanelere dökülen para binlerce lirayı buluyor. Bu tür kısıtlamaların sonucu olarak, bazı öğrenciler her yerde mantar gibi türeyen özel liselere itilmeye çalışılıyor. Biz öğrenci gençlik olarak böyle bir eğitim sistemini istemiyoruz. Biz Parasız, Laik, Demokratik bir Eğitim Siste- minde okumak istiyoruz. Kafalarımızı boş bilgilerle değil, bilimsel bilgilerle doldurmak istiyoruz. Eğitim sisteminin daha da kötüye gitmesini engellemek biz gençlerin görevidir ve bunun için sesimizi her yerde en gür şekilde duyuracağız. Kim öldürüyor bu insanları, kim bölüyor bu ülkeleri? Hangi gazeteyi açarsanız açın hemen her gün dünyanın dört bir yanından ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış göçmenlerin şu ya da bu denizde boğulduklarına dair haberler okuyorsunuz, televizyonlarda görüntüler izliyorsunuz. I rak, Afganistan, Libya, Suriye ve Kafkasların ve Afrika’nın ve Asya’nın mazlum halkları… Bu ülkelerden hangisine bakarsak bakalım; kan, gözyaşı, katliam, sürgün, göç ve bölünmeden başka bir şey görmüyoruz. Hangisine bakarsak bakalım… Oysa ABD ve AB Emperyalistleri bu ülkeleri; “diktatörleri ve diktatörlükleri yıkmak” ve “demokrasi ve özgürlük” getirmek demagosiyle ya kendileri bizzat işgal ettiler ya da taşeronlarına ettirdiler. Sonuç? Sonuç ortada. “Diktatör” denilen antiemperyalist, halkçı Saddam’ın, Kaddafi’nin iktidarları yıkıldı ama o ülkelere “demokrasi ve özgürlük” gelmedi. Aksine o ülkeler bölündüler, hem de atomlarına kadar bölündüler. İşte Irak! İşte Afganistan! İşte Libya! Nerede bu ülkelerde demokrasi ve özgürlük? Nerede bu ülkelerde eşitlik ve kardeşlik? Nerede bu ülkelerde adalet? Her biri, her bir parçasını kemiren, koparan, parçalayan aşiretlerin, çetelerin, mezheplerin esiri olmuş durumda. Hangi aşiret, hangi çete nerede, hangi bölgede güçlüyse orada küçük devletçikler kuruyor. Bağımsızlıklar ilan ediyor. Sınırlar çiziyor. Silahının gücü nereye kadar yeterse oraya kadar sahip çıkıyor, benim diyor… Ve egemenliğini kazanmak, pekiştirmek için de gerçek anlamda başlar kesiyor. Toplu katliamlara uğratıyor insanları. Üstelik bu aşiretlerin, çetelerin tamamı da Müslüman, tamamı da Ortaçağcı. Hepsi de “Müslümanlık” adına yapıyor tüm bunları… Bu yapılan katliamlar, vahşetler, zulümler sonucu on milyonlarca insan yerinden yurdundan oluyor, vatan topraklarından kaçmak zorunda kalıyor. Ya kendi ülkesinde ya da eğer kaçabilmişse başka ülkelerin topraklarında göçmen, sığıngan durumuna düşüyor. Gittikleri ülkelerde de bitmiyor eziyetleri, kadınsalar tecavüzlere, çocuksalar dilenciliğe, organ ticaretine kurban gidiyorlar. Hangi gazeteyi açarsanız açın hemen her gün dünyanın dört bir yanından ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış göçmenlerin şu ya da bu denizde boğulduklarına dair haberler okuyorsunuz, televizyonlarda görüntüler izliyorsunuz. Bu konuyla ilgili sadece birkaç haberin başlığını aktaracağız: 17 Nisan tarihli Yurt Gazetesi: “Polyester tekne faciası “Suriye uyruklu 16 kaçağı Samos Adası’na geçirmek üzere İzmir’den yola çıkan polyester tekne aşırı yük- ten battı. 6 kaçağın cesedine ulaşılırken, 3’ü sağ kurtarıldı, 7 kişi ise aranıyor” 6 Mayıs tarihli Yurt Gazetesi: “Ege’de kaçak faciası: 22 ölü “Kuşadası’ndan Yunanistan’ın Sisam Adası’na geçmek isteyen kaçakları taşıyan yelkenli ile ona refakat eden yat alabora oldu. 22 kişi hayatını kaybetti, 8 kişi ise hâlâ kayıp. Göçmenlerden 36’sı ise kurtarıldı” 16 Mayıs tarihli Milliyet Gazetesi: “Mültecilerle dolu tekne sahile ve şiddet olayları. Sonrasında ekonomik sebepler geliyor. (…) 2013’te iç savaşlar, çatışmalar ve şiddet olayları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısı bir önceki yıla göre 6 milyon artarak 51.2 milyona yükseldi. (…) Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) raporuna göre, mültecilerin yüzde 86’sına gelişmekte olan ülkeler ev sahipliği yaparken, sanayileşmiş ülkeler sadece yüzde 14 gibi küçük bir gruba sığınma hakkı tanı- vurdu “Afrika’dan Avrupa’ya kaçak olarak geçiş yapmak isteyen mültecilerle dolu bir teknenin Libya’nın Trablus kentinde batması üzerine en az 17 kişi hayatını kaybetti. (…) İtalyan Deniz Kuvvetleri tarafından yapılan açıklamada ise 206 kişinin tekneden kurtarıldığı belirtildi. Bununla beraber teknede yaklaşık 400 kişinin bulunduğu iddia edilirken, ölü sayısının ciddi oranda artış göstermesinden endişe ediliyor.” 18 Haziran tarihli Yurt Gazetesi: “Umuda değil mezara “Aralarında çocukların da olduğu 97 Endonezyalı kaçak göçmeni taşıyan tekne Malezya’nın açıklarında battı. Göçmenlerin 31’i kurtarılırken 66’sı ise hâlâ aranıyor.” 21 Haziran tarihli Yurt Gazetesi: “İtalya’da çocuk mülteci krizi “İtalya Kayıp İnsanlar Komiserliği Başkanı, ülkede yaklaşık 9 bin Suriyeli mülteci çocuk bulunduğunu, bu çocuklardan 3 bininin sahipsiz olduğunu söyledi ve bu çocukların durumlarıyla ilgili endişe taşıdıklarını söyledi.” 23 Haziran tarihli Yurt Gazetesi: “Mültecileri zengin ÜLKELER GÖRMÜYOR “İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en çok göçün yaşandığı yıl 2013 oldu. Göçün bir numaralı sebebi iç savaş dı. Dünyada 2.5 milyondan fazla Afgan mülteci bulunurken, Suriyelilerin sayısı 2.4 milyona yükseldi. Suriye’yi 1.1 milyon ile Somali izledi. Sığınmacılara kapılarını açan ilk 5 ülke ise Pakistan, İran, Lübnan, Ürdün ve Türkiye oldu.” İşte böyle ne yazık ki… Masum insanlar, başta çocuklar ve kadınlar, savaşlardan en büyük mağduriyete uğruyorlar. Ortaçağcı IŞİD çetesi lideri açıklama yaparak, Iraklı yetkililerin kadınlarının ve çocuklarının canlarının ve mallarının helal olduğunu açıklıyor. Tecavüze peşin izin veriyor, teşvik ediyor. Başını ABD’nin çektiği emperyalist devletler bu durumdan rahatsız mı? Hayır değil! Aksine memnun. ABD’nin amaçlarından biri “Bin Devletli bir dünya” değil mi? Bunu açıkça yazmadılar mı? Planlarının, projelerinin nihai hedefi bu değil mi? BOP’lar, GOP’lar bu amaca hizmet için hayata geçirilmek istenmiyor mu?.. İsteniyor. O yüzden de bu durumdan rahatsız değiller, aksine seviniyorlar. Üstelik yukarıdaki haberde de okuduğumuz gibi, göçmenler umutları olan Avrupa’ya, Amerika’ya ulaşma hayallerini de gerçekleştiremiyorlar. Ve denizlerde boğulup gidiyorlar. Kimilerinin cesedi bile bulunamıyor. Ba- Bilime, öğrencilere, eğitim emekçilerine saldırılarla dolu bir eğitim-öğretim yılı daha geride kaldı 2 013-2014 eğitim-öğretim yılının sonuna geldik. Normalde bizim bugün karnemizi aldığımız için mutlu olmamız, sevinmemiz gerekirdi. Ne yazık ki bunu yapamıyoruz. Bunun nedeni de her gün biraz daha gericileştirilen, bilimsellik ve laiklikten uzaklaştırılan bu eğitim sisteminin bizim kafalarımızı boş bilgilerle doldurmasıdır. Tayyipgiller’in temel amaçlarından biri olan gençlerin düşünmesini ve gerçeği görmesini engelleme amacı en çok kendisini okullarda gösteriyor. 4+4+4 sistemi ile eğitimi daha iyi yaptıklarını iddia eden Tayyipgiller hükümeti, aslında tüm gençlerin İmam Hatiplere gidip, o okullarda kendi atadığı öğretmenlerle kafalarındaki yobazlaştırılmış, aslında gerçekle alakası olmayan dini bilgiler verip gençleri şeriat bataklığına sürüklemek istemektedir. İşte bizler böyle bir gericilik zamanında ne gerçek eğitim görüyoruz ne de bir şeyler öğreniyoruz. Her sene karnemizi aldığımızda aklımıza 12. sınıfta gireceğimiz YGSLYS adlı ve istedikleri her an değiştirebilecekleri sınavlar aklımıza geliyor. Çünkü daha önceki senelerde de gördüğümüz gibi Tayyipgiller hükümetinin ve Milli Eğitim Bakanlığının yaptığı sınavlarda kopya-şifre skandalı gibi yani kendi yandaşlarına soruları verip, halkın çocuklarına ise hiçbir şey yapmamaları bu sınavların güvenilirliğini zorunlu olarak düşündürmektedir. Tayyipgillerin saldırılarını sadece okullarda değil, sokaklarda da görmekteyiz. Şanlı Taksim-Gezi İsyanı’mız sırasında, bizler gibi lise öğrencisi olması gereken Berkin Elvan arkadaşımız, bundan 1 yıl önce başından gaz kapsülü ile vurularak komaya girdi ve 9 ay sonrasında girdiği yaşam mücadelesini kaybetti. Tayyipgiller’in kolluk kuvveti haline gelenler, Berkin gibi birçok liseli öğrenciyi yaraladılar şanlı isyanımız sırasında. Gerek disiplin sopasıyla, gerek not baskısıyla Taksim-Gezi isyanına katılan ya da Soma'da yaşamını yitiren işçiler için derslerini boykot eden ve demokratik haklarını eylem yapmaktan yana kullanan öğrencilerin, eğitim-öğretim hakkı kısıtlanıyor. Okullarda demokrasinin gelişmesini isteyen eğitim emekçileri de baskılarla, soruşturmalarla yıldırılmaya çalışılıyor. Eğitim hakkımızın kısıtlanmasına yönelik başka bir yaptırım ise ailelerimizden talep edilen ücretler. Tıpkı ayakkabı kutularına para sığdıramayanlar gibi, okul yöneticileri de ailelerimizi birer müşteri olarak görmekte. Çeşitli adlar altında ailelerimizden üc- Eğitim Sisteminde Faşizme değil Bilimselliğe! İstanbul Halk Kurtuluşçu Liseliler’den Bir Yoldaş 6 S apıklardan, insanlık düşmanlarından, CIA İslamcılarından derleşik IŞİD elini kolunu sallaya sallaya Bağdat’a doğru ilerliyor. En ufak bir direnişle karşılaşmadan, bilgisayar savaş oyunlarındaki gibi, vura vura, kıra kıra, kan döke döke ilerliyor. Karşılarında direnen bir ordu yok, direnen bir devlet yok. Barzani’nin kontrolündeki Kürt Bölgelerine dokunmadan ilerliyor IŞİD. Sanki aralarında al gülüm ver gülüm anlaşması var. Kürt Halkının bağrındaki kama Barzani’nin, “… Biz şu an Kürdistan’ı IŞİD ya da diğer herkesten koruyoruz. Sınıra yaklaşan herkesle savaşırız. Teröristlerle savaşma görevinin icrasında tereddüt etmeyiz. Fakat önümüzde açık bir gelecek olmadıkça ve kapsayıcı bir siyasi çözüm bulunmadıkça savaşmayız” sözleri doğruluyor bu anlaşmayı. IŞİD sınıra yanaşmıyor, Barzaniler müdahale etmiyor. Tabiî ki onlar için önemli olan AB-D Emperyalistlerinin kendilerine ikinci İsrail olacak Kürdistan’ı kuruvermesi. Petrol Bekçiliğine Barzanileri atamasıdır onlar için önemli olan. Halklar kırılacakmış, düşmanlaşacakmış hiç ama hiç önemli değil, halklarını, ruhlarını ABD Emperyalizmine satan Barzaniler için. AB-D Emperyalistleri hangi rolü biçmişse IŞİD’e ve Barzanilere o rolü oynuyorlar işbirlikçiler. Petrolün yatağı Ortadoğu’da kendisinden habersiz kuş uçmasına müsaade etmeyen; çıkarına, projelerine ters düşen iktidarları alaşağı eden, Halk İsyanlarını bastırmaya çalışan AB-D Emperyalistlerinin IŞİD sapıklarının ilerleyişi karşısında gıkı çıkmıyor. AB-D Emperyalistlerinin tek yaptığı kendi elçilik ve askeri personelinin güvenliğini sağlamak. Dünya Halklarının gözünü boyamak için ABD Emperyalistleri IŞİD’in gelişmesini, büyümesini ve Irak’a saldırısını Suriye Halkının önderi Esad’ın üzerine atıyor: “Harf, ‘Esad yönetiminin IŞİD’i yaratıp güçlendirdiğini söylüyorsunuz. Bu nasıl oldu, açıklayabilir misiniz’ sorusuna verdiği yanıtta da önceki sözlerini yineledi. Harf, ‘Büyük bir güvenlik boşluğu yarattılar, kendi ülkelerinde bir iç savaş başlattılar ve kendi halkına saldırdılar. Bu da NUSRA, IŞİD gibi grupların gelişmesine yol açtı’ dedi. Marie Harf, IŞİD’in Suriye’ye komşu ülkeler tarafından desteklendiği değerlendirmesine karşılık da, ‘Başka hükümetlerin IŞİD'i desteklediği yönünde bir kanıt yok elimizde. Kişisel bazı maddi desteklerin olabileceğini biliyoruz ve bunu da ciddiye alıyoruz”, diyor ABD Emperyalistlerinin sözcüsü. Suriye Halkına saldıran sanki kendileri değilmiş gibi, IŞİD’i, ÖSO’yu destekleyenler, para ve silah yardımında bulunanlar kendileri değilmiş gibi, Yurtsever Esad’ı devirmek, Ortadoğu Halkları için örnek alınacak bir önder olmaktan çıkarmak için bütün aşağılık yöntemleri kullananlar kendileri değilmiş, ev sahibini bastıran yavuz hırsız misali IŞİD’in sorumluluğunu Esad’a yükleyebiliyorlar. Emperyalistlerin fıtratı da bu. Hem vururlar hem de niye vurdun derler. Gıkı çıkmayan, çıkamayan bir ülke daha var bölgede. AB-D Emperyalistlerinin güdümünde ve yönetimindeki Tayyipgiller’in yönetmeye çalıştığı Oltada Balık Türkiye. Musul’daki 49 konsolosluk görevlisinin de içinde bulunduğu 80 rehine gerçekliği karşısında, IŞİD kafa yapısına sahip, Tayyipgillerin gıkı çıkmıyor, çıkamıyor. Vatan Millet Sakarya edebiyatını bile yapamıyorlar Tayyipgiller. Aslında görünmez değil görünür bir işbirliği içersindeler. Bu işbirliğini; tedavi için Ankara’ya gelen, Suriye’de bir hücrenin yöneticisi olan ve kronik böbrek rahatsızlığı yaşayan bir IŞİD “unsuru”, Suriye krizinin başından beri Tayyipgillerden çok yardım gördüklerini söyleyerek doğruladı: “Türkiye önümüzü çok açtı. Türkiye bize anlayış göstermeseydi, IŞİD bugün bu durumda olmazdı. Bize şefkatle yaklaştı. Çok sayıda mücahidimiz Türkiye’de tedavi gördü. Ama bundan sonra ne olur bilmiyorum. Suudi Arabistan’dan destek yok ama cihada inanmış Suudi ailelerden yardım alıyoruz. Ama kısa süre sonra buna da ihtiyacımız kalmayacak.” (http://www.odatv.com/n.php?n=akpden-cok-yardim-gorduk2606141200) Tayyipgillerin insanlıktan çıkmış sapıklara nasıl destek verdiğinin kanıtıdır caninin söylemleri. 15 yaşındaki Berkin’i, 19 yaşındaki Ali İsmail’i terörist yapan, çapulcu yapan Tayyipgiller, kestikleri kafalarla futbol oynayacak kadar canileşen, insanlıktan çıkan; bu görüntüleri tüm dünyaya servis edecek kadar canavarlaşan yaratıklara IŞİD Unsuru deyip, aynı toptan kesme olduklarını gösteriyorlar. Arap Halkının başına gelen en büyük bela Suudiler sessiz, Katar Şeyhi sessiz, AB-D güdümlü bütün şeyhlikler sessiz. Bu sessizlik bile bu operasyonun sahibinin Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014 IŞİD CIA-Pentagon Operasyonudur CIA-Pentagon’un IŞİD operasyonu Birinci Körfez Savaşından sonra amaçlanan AB-D Emperyalistlerinin bütün planlarının yaşam bulmasıdır. Bin ülkeli bir Dünya Projesi çerçevesinde Ortadoğu’daki sınırların yeniden çizilmesi, ülkelerden, mezhep, ırk temelinde şehir devletleri çıkarılması planı da yaşam buluyor IŞİD Operasyonuyla. kim olduğunu, Mausun (Fare) kimin elinde olduğunu kanıtlamaktadır. AB-D Emperyalistleri, kendi aşağılık çıkarlarını tehdit eden bir örgüte sesini çıkarmayacak, akıllı füzelerini göndermeyecek, askerlerini o bölgeye çıkartmayacak, işbirlikçilerini harekete geçirmeyecek mümkün değildir. Eşyanın tabiatına aykırıdır böyle bir durum. Nitekim “Suudi-Lübnanlı milyarder Saad Hariri’ye yakın bir kaynak, IŞİD tugaylarının Irak’ı bölmek, Suriye’deki çatışmaları büyük bir Ortadoğu savaşına çevirmek ve İran’ı sarsmak için kullanılmasına yakılan yeşil ışığın, Kasım 2013’te Türkiye’de toplanan Atlantik Konseyi’nde kapalı kapılar ardında verildiğini belirterek Ankara’daki ABD Büyükelçiliğinin operasyonun merkez üssü olduğunu ekledi.” “Suudi-Lübnanlı multi-milyarder ve eski Lübnan Başbakanı Saad Hariri’ye yakın, ‘güvenilir bir kaynak’, isminin verilmemesi şartıyla konuşarak, IŞİD tugayları ile birlikte Irak’a karşı yapılan savaşa yakılan son yeşil ışığın kapalı kapılar ardında, İstanbul, Türkiye’deki Atlantik Konseyi Enerji Zirvesi’nin kapsamında, 22-23 Kasım 2013’te verildiğini söyledi.” (http://www.ydh.com.tr/HD12933_irakta-isidin-verdigisavasin-merkez-ussu-abdnin-ankarabuyukelciligi.html) CIA-Pentagon’un IŞİD operasyonu Birinci Körfez Savaşından sonra amaçlanan AB-D Emperyalistlerinin bütün planlarının yaşam bulmasıdır. Ne amaçlanmıştı Körfez Savaşlarıyla? Ortadoğu’da ikinci bir İsrail olacak Kürdistan kurulacaktı. Ortadoğu’da petrol bekçiliği yapacak, Ortadoğu Halklarının bağrına saplanacak kama olacak Kürdistan kuruldu IŞİD Operasyonuyla, “Hayırlı” olsun. Lideri de belli oldu. Amerikancılıkta, dolayısıyla satılmışlıkta, hainlikte yıllardır tutarlı bir yol izleyen Barzani. Barzani Kürdistan’ın kurulduğunu ilan etti. Tabii ki Barzani sahibinin sesine playback yapıyor, sadece dudaklarını oynatıyordu. “Irak’ın artık bir arada kalabilmesinin güç olduğunu söyleyen Barzani, ‘Çünkü şu an tecrübe ettiğimiz şey bize bu şekilde devam edemeyeceğimizi gösteriyor. Bugünkü Irak, bildiğimiz ve yaşadığımız iki hafta önceki Irak’tan artık farklı’ dedi. “Iraklı Kürtlerin uzun zamandır hayalini kurdukları kendi kaderini tayin ve hatta bağımsızlık kararının vakti geldi mi” sorusuna ise Barzani şu yanıtı verdi: “Son on yıldır yeni ve demokratik bir Irak inşa edebilmek için her türlü esnekliği ve çabayı gösterdik, elimizden gelen her şeyi yaptık. Fakat maalesef bu tecrübe, olması gerektiği gibi başarılı olmadı. İşte bu yüzden Irak’taki son gelişmelerin ardından, Kürt halkının kendi geleceğini belirlemesi için fırsatı değerlendirmesi gerektiğinin artık kanıtlandığını düşünüyorum.” “Bu bağımsızlık isteyeceksiniz anlamına mı geliyor?” şeklindeki soruya Barzani, “Artık Kürt halkının geleceğini tayin etme vakti geldi. Biz de Kürt halkının kararı neyse onu destekleyeceğiz” yanıtını verdi.” “Yarın bu karar hakkında bir referandum yapılsa, sonuç sizce ne olurdu?” sorusuna da Barzani, “Birkaç yıl önce bir referandum yapıldı fakat resmi değildi. Bölgedeki diğer ülkelerdekilerin aksine, gerçek bir sonuç alındı. Halkın yüzde 90’ı bağımsızlığa ‘evet’ dedi” diye cevap verdi. “Barzani, “Irak’ın dağılmasına neden olmaktan endişe etmiyor musunuz” sorusunu ise şöyle yanıtladı: “Açıkçası 2003’te rejimin yıkılmasından sonra, Irak’ın birliğini ve bütünlüğünü biz Kürtler koruduk. Son on yıldır bu işi biz yaptık. Fakat şimdi Irak zaten bariz biçimde dağılıyor. Merkezi hükümet her şeyin üzerindeki kontrolünü kaybediyor. Ordu, polis ve her şey dağılıyor. Şu an IŞİD dediğimiz oluşumun ortaya çıkışına tanık oluyoruz. Ortaya çıkan yeni bir devletle çok uzun bir sınırı paylaşıyoruz. Bu bizim suçumuz değil, Irak’ın çöküşüne biz neden olmadık. Bilinmeyenin esiri olmak istemiyoruz.” (http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/barzani-gelecegimizi-tayin-etmevakti-geldi-h55361.html) Barzani’nin söylemleri Irak’ın fiilen üçe bölündüğünün, AB-D Emperyalistlerinin projesinin yaşama geçtiğinin, IŞİD kontrolünde Sünni bir devletin, kendilerinin kontrolünde İkinci İsrail olan Kürdistan’ın kurulduğunun, geri kalan parçaların Şiilere bırakılacağının itirafıdır. İnsan soyunun en büyük düşmanı ABD Emperyalistleri, en zengin Petrol yataklarının bulunduğu Musul ve Kerkük’ü bir parçaya dahil etmiyor. Yılların emperyalist tecrübesine dayanarak ve ileride bir bölgenin kendisine karşı dönebileceği olasılığına karşı Musul’u IŞİD’e, Kerkük’ü Barzani’ye bırakıyor. Bin ülkeli bir Dünya Projesi çerçevesinde Ortadoğu’daki sınırların yeniden çizilmesi, ülkelerden, mezhep, ırk temelinde şehir devletleri çıkarılması planı da yaşam buluyor IŞİD Operasyonuyla. Irak ve Suriye fiilen üçer parçaya bölünmüş durumda. Irak fiili olarak, Barzani’nin kontrolünde Kürt bölgesi, IŞİD’in kontrolünde Sünni Bölgesi ve Maliki’nin kontrolünde Şii bölgesi olarak üç parçaya bölündü. Suriye’de Beşşar Esad’ın kontrolünde Alevi Bölgesi, IŞİD’in kontrolünde Sünni bölgesi ve Rojava-Kürt Bölgesi olarak üçe bölünmüş durumda. AB-D Emperyalistleri durmayacaklar, bölmeye, parçalamaya, kan dökmeye, döktürmeye; aşağılık çıkarlarını sağlama almak amacıyla BOP’larını, GOP’larını yaşama geçirmek için Halkları düşmanlaştırmaya devam edecekler. Sıra üzerinde yaşadığımız topraklara geliyor. Haritalarını yayınladılar, Türkiye üçe bölünecek. Olmayan Ermeni sorununu hortlattılar, parçalardan bir tanesi Ermenistan olsun diye. Kürt Sorununda bütün tarafları Amerikancı çözüme razı ettiler, Ortadoğu’nun petrol yataklarına bekçilik yapacak İkinci İsrail olacak Kürdistan, parçalardan biri olsun diye. Tayyipgiller, zaten Vatan, Halk sevgisi, Ulus mefhumları taşımadıkları, tamamen AB-D Emperyalistlerinin yaratığı oldukları için Amerikan çözümüne hayır diyemezler. AB-D Emperyalistlerinin güdümüne giren Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi de, kendilerine birileri Kürdistan kuruversin de, bu kurulan Kürdistan İkinci İsrail olacakmış, Kürt Halkının çıkarına olmayacakmış hiç önemli değil, tutumundadır. Yeter ki kurulacak Kürdistan yönetiminde söz sahibi olabilsinler. Ortaçağcı, Ümmetçi Tayyipgillerin iktidar yapılması da üçüncü parça (Türkiye) de ılımlı İslam devleti olsun diyedir. AB-D Emperyalistlerinin planları bu. Ve bu plan adım adım hayata geçiyor. Bu planı bozacak olan halklardır. Elbette ki birleşik ve örgütlü halklar. Çünkü birleşik ve örgütlü halklar yenilmezler ve Emperyalistlerin planlarını yırtarlar, yüzlerine fırlatırlar. Tıpkı Sevr’i parçalayıp Emperyalist Yedi Düvelin suratına fırlatan Türk ve Kürt Halkları gibi. Tıpkı Küba’da ABD Emperyalizminin oyunlarını bozan Küba Halkı gibi. Tıpkı Yankeelerin Uzak Asya’ya yönelik oyunlarını bozan, onları geldiklerine pişman edip ülkelerine boynu bükük bir şekilde gönderen Vietnam Halkı gibi. Tıpkı AB-D Emperyalistlerinin korkulu rüyası haline gelen, Latin Amerika’dan tüm dünyaya estirdikleri sol rüzgârlarla Dünya Halklarının umudu haline gelen, AB-D Emperyalistlerinin Latin Amerika’ya yönelik bütün oyunlarını, planlarınını altüst eden Venezuela, Bolivya halkları gibi. Tıpkı AB-D Emperyalistlerinin Ortadoğu’ya yönelik planlarını yavaşlatan, belli ölçüde gerileten, bir Libya, bir Irak, yapılmasına direnen Suriye Halkı gibi. AB-D Emperyalistlerinin zaferleri geçicidir. İnsanlık tarihi direnen ve zulme başkaldıran halkların zaferleriyle doludur. Bu karanlığı yırtıp aydınlık günleri getirecek olan, birleşip örgütlenecek ve emperyalist zulme isyan edecek halklardır. Çünkü Halklar sürgit hayvan yerine konup sürülmeye isyan ederler. Çünkü Halklar Haklıdır, eninde sonunda yenerler ve kazanırlar. Ortadoğu Halkları eninde sonunda birleşip örgütlenecekler ve kazanacaklardır. Emperyalistler de eninde sonunda yenilecekler ve insanlık tarihinin karanlık sayfalarında yerlerini alacaklardır. 26 Haziran 2014 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi IŞİD, AB-D Emperyalistleri ve işbirlikçilerinin Muaviye-Yezid klonlamasıdır A B-D Emperyalistlerinin ve yerli satılmışların Ortadoğu’ya getirdiği “Demokrasi” ve “Özgürlük”tür IŞİD. Yezid’in ninesi Hind’in Uhud Savaş meydanında şehit düşmüş Hz. Hamza’nın karnını yarıp ciğerini çıkarıp yeme canavarlığının devamıdır IŞİD. Yezid’in Kerbela’da Hz. Muhammed’in Ehlibeyt’ine yaptığı caniliğin devamıdır IŞİD. Muaviye-Yezid tohumları bugün Ortadoğu’ya yayılmış canavarlıklarını, caniliklerini atalarına layık bir şekilde devam ettiriyorlar. Dün Libya’da, Suriye’de boy gösteren sapıklardan, ruh hastalarından derleşik kan içiciler, bugün Musul’da vahşetlerini sergiliyorlar. Nasıl ki ataları mızrak uçlarına taktıkları Kur’an sayfalarıyla iktidara giden yolu açarak gerçekleştirdilerse katliamlarını, IŞİD’ın sapık askerleri de Allah yazılı bayraklarıyla gerçekleştiriyorlar Musul’da katliamlarını. Ve utanmadan kendi çektikleri görüntüleri, insan olanın içinin alamayacağı canilikleri tüm dünyaya servis ediyorlar. Bu kan içici canavarı klonlayanlar; AB-D Emperyalistleridir. Suriye’ye “demokrasi”yi getirmek için dünyanın bütün bölgelerinden bu kan içici sapıkları, ruh hastalarını toplayan, onları “Cihadınız Alevi Esad ve ona destek veren kâfir Şii İran, Maliki ve Hizbullah’a karşıdır” diyerek doktrine eden Suriye Halkının üzerine salan insan soyunun en büyük düşmanları AB-D Emperyalistleridir. Onlar ki, enerji kaynaklarını kontrol edebilmek için, bin ülkeli bir dünya hedefine ulaşmak için, BOP ve GOP projeleriyle Müslüman Halkları kırmaktan, birbirlerine kırdırmaktan çekinmezler. Haçlı zihniyetiyle davranırlar. Haçlı Ordularını durduran Selahaddin Eyyubi’nin anısını, izini, tozunu silmektir amaçları. Selahaddin Eyyubi gibi komutanların Tarih sahnesine yeniden çıkmasını engellemek ve kendi sömürülerini sürdürmek içindir Ortadoğu Halklarına yönelik saldırıları, zalimlikleri, düşmanlıkları. Halkları kandırmak için IŞİD’i terör örgütleri listesine koyarlar, el altından devam ederler dolaylı, dolaysız para, silah desteklerine… Tayyipgillerin parmağı vardır IŞİD’in yaratılmasında. Her türlü lojistik desteği sağlamıştır Tayyipgiller ruh hastalarına. Korumuş, kollamış, yardım ve yataklık yapmıştır IŞİD canavarlarına. Kardeşim dediği Beşşar Esad’ı, AB-D Emperyalistlerinin bir emriyle satmış, kendi aşağılık çıkarları için yurt topraklarını yolgeçen hanı yapmıştır Tayyipgiller, AB-D Emperyalistlerine ve uşaklarına. Halk düşmanı bu katillerin, hiçbir engeller karşılaşmadan Suriye’ye geçişlerini sağlamıştır Tayyipgiller. Aynı dünya görüşüne sahiptir IŞİD ile Tayyipgiller. Ümmetçidirler, Ortaçağcıdırlar, ilericilerin, yurtseverlerin, antiemperyalist önderlerin düşmanıdırlar. Şanlı Gezi İsyanı’mızda, Soma’da katlettikleri canlarımıza acıması olmayan; ölmüşler, geçmişler, kaderdir diyen Tayyipgiller’le, gülerek, oynayarak baş kesen IŞİD canavarları aslında aynı toptan kesmedir. İnsanlıktan çıkmış IŞİD üyesi sapıkların, Türk Toprağı sayılan konsolosluğu işgal etmesini ve Türk bayrağının indirilmesini dizi film izler gibi izlemektedir, Lice’de bayrak indirme provokasyonuyla ortalığı birbirine katan Tayyipgiller. Kürt Halkının bağrına saplanmış kamaların en büyüklerinden Amerikancı Barzanilerin parmağı vardır, IŞİD’in yaratılmasında. ABD Emperyalizmine hizmettir Molla Barzanilerin varlık nedeni. 2 milyona yakın Iraklının katlinden sorumludur Barzaniler. AB-D Emperyalistleri Barzanilerin işbirliği sayesinde gerçekleş- tirebilmişlerdir Irak Halkına yönelik saldırılarını. Sünni Barzaniler Alevi Esad’ın ortadan kalkması için destek vermiştir AB-D Emperyalistlerine. Bugün Musul’da salına salına katliam yapan IŞİD’e AB-D Emperyalistlerinin oluru olmadan dokunamayan satılık Barzanilerin sayesindedir IŞİD’ın palazlanması. Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi de sorumludur IŞİD’ın yaratılmasından. ABD Emperyalistlerini okyanus ötesinden gelen bir dost olarak gören, gerillalarını AB-D Emperyalistlerinin emrine vermeyi teklif edebilen, Ortadoğu’da ikinci bir İs- rail olacak Kürdistan’ın kurulabilmesi için her türlü gericiliğe olur veren Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi de IŞİD’in katliamlarından sorumludur. IŞİD’le, El Nusra’yla ve bilumum Ortaçağcı cihatçı çetelerle Esad’ın devrilmesi için pazarlık yapan, anlaşma imzalayarak Esad’a karşı birlikte mücadele veren PYD’dir sorumlusu. Ülkesi Suriye’nin bağımsızlığını ve halkının mutluluğunu savunan, bağımsızlıkçı, laik, yurtsever ve namuslu olduğu için, halkını sevdiği için AB-D Emperyalistlerinin düşmanı ilan edilen Beşşar Esad’a karşı saldırıya sessiz kalanlar, çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek demeden insanları katleden Ortaçağcı Katillerin katliamını görmezden gelenler sorumludur IŞİD’den. Kazananlar Direnen Halklar Olmuştur İnsanlık tarihi bunun örnekleriyle bezenmiştir. Emperyalist Yedi Düvele karşı Antiemperyalist Kurtuluş Savaşı’nı zaferle taçlandıran Türk ve Kürt Halkının direnişidir bunun en büyük örneği. Küba Halkının AB-D Emperyalizmine karşı direnişi tüm dünya halklarına örnek olmuş, örnek olmaya devam etmektedir. Vietnam Halkının Yankee Emperyalizmine karşı elde ettiği zafer dünya halklarının bilincinde, mücadelesinde yaşamaya devam ediyor ve devam edecek. İşte Suriye Halkının Haçlı Ordularına karşı direnişi Suriye Halkının zaferiyle sonuçlanmıştır. Emperyalistlerin askeri gücü ne kadar fazla olursa olsun, istihbarat ağları ne kadar yaygın olursa olsun, bağımsızlığına düşkün, ulusal onuru yaşamdan değerli kılarak ölümü göze almış insanların direnişi emperyalistleri her zaman geriletir. Irak’ta yaşayan halkların yapması gereken budur. Silahları bırakıp kaçmak değildir yapılması gereken. Emperyalistlerin her zaman müttefiki olmuş Ortaçağcı İrticacılara karşı direnmektir halkların yapması gereken. Örnek alınmalıdır Suriye Halkının ve önderinin direnişi. Bu örnekler çoğalacaktır. Buna inancımız tam. İnsanlık eninde sonunda, insan soyunun en büyük düşmanlarına karşı direnişini zaferle taçlandıracaktır. AB-D Emperyalistleri, insanlığı Ortaçağın karanlığına götürmeye yeminli Ortaçağcılar, tarihin karanlık sayfalarına gönderilmeden insan soyunun rahatlaması, halkların özgürleşmesi mümkün değildir. İnsanlık altın yıllarına yeniden kavuşacaktır. Bunu engellemeye emperyalistlerin gücü yetmeyecek. İnanmış, kararlı, bilinçli on binleri durduramadılar, milyonları hiç durduramazlar. 13.06.2014 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi 7 Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014 Tayyipgiller, GDO Yönetmeliğini kimin yararına değiştirdi? Tayyipgiller’in bakanı önce “taviz yok” dediği GDO’ya üç gün sonra “bulaşan” adı altında bir yönetmelik değişikliğiyle vize veriyor. Ve bunu yine kendi çıkardığı Biyogüvenlik Kanununa aykırı biçimde yapıyor. T arım Gıda ve Hayvancılık Bakanlığının geçen ay değiştirdiği “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine dair yönetmelik” tartışma yaratmaya devam ediyor. Milupa Aptamil’in bebek mamalarında 26 Mayıs 2014’te GDO tespit edilmesinden sadece birkaç gün sonra, 29 Mayıs 2014’te GDO yönetmeliğinin değiştirilmesi kafalarda soru işa- retleri oluşturdu. Gıdada % 0,9’a kadar GDO bulunmasını GDO bulaşanı olarak tanımlayan yönetmelikle artık GDO’lu ürünler, ambalajında GDO içerir yazmadan satılabilecek. GDO nedir, önce ona bakalım. Adı geçen yönetmeliğe göre, “genetik yapısı değiştirilmiş organizma kısa adıyla GDO, modern biyoteknolojik yöntemler kullanılmak suretiyle gen aktarılarak elde edilmiş, insan dışındaki bitki, hayvan ve mikroorganizma dâhil canlı organizmadır.” Örneğin, bitkileri yiyen, hasar veren böceklere dirençli bir geni bitkiye aktarabilirsiniz. Böylece, böceklerin zarar veremediği GDO’lu bir bitkiniz olur. Yani o bitkinin doğal yapısında olmayan bir geni, biyoteknolojik yöntemlerle bitkiye aktarıp onda istediğiniz özellikleri oluşturabilirsiniz. Şu anda GDO’lu tarım ve diğer GDO’lu ürünler dünyanın tarım tekellerinin elinde. Biyoteknoloji insanlığın yararına kullanılırsa olumlu kazanımları olabilecekken, Monsanto, Dupont, Syngenta gibi dünyanın tarım tekelleri GDO’lu ürünleri sadece kâr amacıyla üretip pazarladıkları için durum tam tersi olmaktadır. Örneğin, bu tekellerin ürettiği GDO’lu bitkiler, doğal bitki ürünleri gibi kendi tohumundan yeniden yetiştirilememektedir. Dolayısıyla bu ürünleri yetiştirmek için her seferinde tohumlarını tekellerden satın almak ge- rekmektedir. Ayrıca, tekeller tarafından üretilen bu bitkiler baskın oldukları için ekildikleri yerdeki doğal bitki örtüsünü yok ediyor. Ayrıca yine GDO’lu ürünlerdeki kimi genlerden dolayı, insanlarda antibiyotiklere direnç ortaya çıkardığı da bilinen gerçeklerden biri. Ülkemize GDO’lu ürünler uzun zamandır giriyor. Fakat GDO’lu ürünlerin kontrolü, denetimi konularında yasal mevzuatta ancak 2009 yılında “Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik”le bir adım atıldı. Yerli yabancı Parababalarının çıkarları doğrultusunda defalarca değiştirilen bu yönetmelik, 2010 yılında yayımlanan “5977 sayılı Biyogüvenlik Kanunu” ve ardından bu kanuna dayanarak “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar ve Ürünlerine Dair Yönetmelik”in çıkarılmasıyla yürür- lükten kaldırıldı. Ülkemizde, genetiği değiştirilmiş bitki ve hayvanların üretimi, GDO ve ürünlerinin bebek mamaları ve bebek formülleri, devam mamaları ve devam formülleriyle bebek ve küçük çocuk ek besinlerinde kullanılması yasak. Ayrıca, GDO içeren ürünlerin ambalajında bunun belirtilmesi zorunlu. İşte yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, geçtiğimiz ay GDO Yönetmeliğinde bir değişiklik yapıldı. Birkaç yıl önce GDO’lu ürünlerin Türkiye’ye girdiği haberleri üzerine, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker “Biz Türkiye’ye GDO’lu ürün sokmayız, buna tolerans göstermemiz mümkün değil” demişti. Eker, 26 Mayıs’ta bebek maması firması Milupa Aptamil ürünlerinde GDO çıkması üzerine de “Hiçbir şekilde GDO’ya tolerans yok” açıklamasını yaptı. Ancak olaydan sadece birkaç gün sonra yani 29 Mayıs’ta Bakanlık yönetmeliği değiştiriverdi. Hem de bakanın açıklamalarının tam tersine, GDO’ya ülkemize girişte vize veren bir değişiklik gerçekleşti. Bu yönetmelikle Biyogüvenlik Kanunu da çiğnenmiş oldu. Çünkü Kanuna göre Türkiye’ye her türlü GDO’lu gıdanın girişi yasaktı, sadece belirlenmiş bazı yemlerin girişi serbestti. Bu yasa herşeye rağmen sınırsız ve kontrolsüz GDO’lu gıdaların önünde bir engeldi. Bu ortadan kalkmış oldu. Ve yönetmelikte bebek mamalarıyla ilgili kesin hükümler de ortadan kalkmış oldu. Yapılan değişiklikle Yönetmeliğe “GDO bulaşanı” tanımı eklendi. Bu tanıma göre, “GDO Bulaşanı, genetik modifikasyon teknolojisi uygulanan veya uygulanmayan bir üründe, birincil üretim aşaması dâhil üretim, imalat, işleme, hazırlama, işleme tabi tutma, ambalajlama, paketleme, nakliye veya muhafaza sırasında ya da çevresel faktörler ile teknik olarak engellenemeyen, önlenemeyen veya tesadüfî olarak bulaşan GDO’ları ifade eder.” Yapılan değişiklikle, “Bakanlık ulusal ve uluslararası düzenlemeleri Toprak ve su kaynaklarından sonra sıra zeytinliklerde Yapılmak istenen değişiklik ile madencilik faaliyetlerinin, elektrik üretimine yönelik yatırımların ve bu yatırımlar ile ilgili her türlü yapıların, petrol ve doğalgaz arama ve işletme faaliyetlerinin, yol, altyapı ve üstyapısı faaliyetlerinin zeytinlik sahalarında yapılmasının yolu açılıyor. 3573 sayılı Kanunda yer alan “zeytincilik sahaları daraltılamaz” hükmü işlemez hale getiriliyor. H iç boş durmuyorlar. Yeter artık bu kadar, elde ettiklerimizle ömrümüzün sonuna kadar maddi sıkıntı çekmeden yaşarız da demiyorlar. Türkiye’deki tüm zenginlikler, değerler bize ait olana kadar, bize gelir getirene kadar çalmaya, çırpmaya, gasp etmeye devam diye ant içmişler resmen... Türkiye’de tarım için önemli-değerli bir ürün olan aynı zamanda istihdam kaynağı ve yurtdışı pazarlarda kayda değer bir ihraç kalemi olan zeytinin, zeytinyağının hammaddesine göz dikmiş durumdalar... Zeytinlik alanlar talana açılmaya hazırlanıyor, büyük bir vurgun kapıda... Doğayı, çevreyi hiçe sayan bir yasayı çıkarmaya hazırlanıyorlar. Yasa tasarısı, HES’lerle doğanın talan edilmesinin bir diğer ayağı durumunda... Çok uzun yıllardır bunun peşindeler. En son 2 yıl önce Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı tarafından hazırlanan bir yönetmelik Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi. Maden-enerji şirketlerinin zeytinliklerde arama yapmasını, şirket-tesis kurmasını sağlayan bir yönetmelikti. 3573 sayılı “Zeytinciliğin Islahı ve Yabani- lerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun”una açıkça aykırı olan yönetmelik hakkında meslek odalarının açtığı dava sonunda Danıştay yürütmeyi durdurma kararı almıştı. 3573 sayılı kanundaki koruyucu hükümler, tarım dışı amaçla arazi kullanımı, metalik madenciliğe yönelik faaliyetler ve HES uygulamalarına karşı açılan çok sayıdaki davanın kazanılmasında, yargı tarafından dikkate alınan çok önemli bir gerekçe oluşturmuştu. Şimdi, yatırımların önünde engel görülen 3573 sayılı kanundaki koruyucu hükümlerden kurtulmak isteniyor. Yeni bir kanunla… ‘Elektrik Piyasası Kanunu ile Zeytinliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” geçtiğimiz günlerde Bakanlar Kurulu tarafından imzalandıktan sonra Başbakanlık tarafından TBMM’ye gönderildi. TBMM’nin gündeminde şu anda yasa tasarısı. Yapılmak istenen değişiklik ile madencilik faaliyetlerinin, elektrik üretimine yönelik yatırımların ve bu yatırımlar ile ilgili her türlü yapıların, petrol ve doğalgaz arama ve işletme faaliyetlerinin, yol, altyapı ve üstyapısı faaliyetlerinin zeytinlik sahalarında ya- dikkate alarak numune alma, analiz ve değerlendirme yöntemleri belirler(…)” “(…) Analiz sonucunda üründe % 0,9 ve altında GDO tespit edilmesi halinde bu durum GDO bulaşanı olarak değerlendirilir.” Tespit edilen genler Biyogüvenlik Kurulu tarafından onaylanmışsa onay amacına uygun olarak kullanılabilecek. Ancak Yönetmelik, bu konuda Biyogüvenlik Yasasıyla uyuşmuyor. Yasaya göre, Bakanlığın görevlerinden biri de “(…) istenmeyen GDO bulaşıklarının engellenmesi, izlenmesi, kont- Eker, 26 Mayıs’ta bebek maması firması Milupa Aptamil ürünlerinde GDO çıkması üzerine de “Hiçbir şekilde GDO’ya tolerans yok” açıklamasını yaptı. Ancak olaydan sadece birkaç gün sonra yani 29 Mayıs’ta Bakanlık yönetmeliği değiştiriverdi. Hem de bakanın açıklamalarının tam tersine, GDO’ya ülkemize girişte vize veren bir değişiklik gerçekleşti. rolü ve denetimini sağlamak.” Yani Yasa’ya göre, istenmeyen GDO bulaşıklarının engellenmesi gerekiyor ve bunu yapmak da Bakanlığın görevi. Gördüğümüz gibi, Tayyipgiller’in bakanı önce “taviz yok” dediği GDO’ya üç gün sonra “bulaşan” adı altında bir yönetmelik değişikliğiyle vize veriyor. Ve bunu yine kendi çıkardığı Biyogüvenlik Kanununa aykırı biçimde yapıpılmasının yolu açılıyor. 3573 sayılı Kanunda yer alan “zeytincilik sahaları daraltılamaz” hükmü işlemez hale getiriliyor. Mevcut yasa, zeytinlik sahaları içinde ve bu sahalara en az 3 kilometre mesafede zeytinyağı fabrikası hariç, zeytinliklerin vegatatif (bitkisel) ve generatif (üreyici) gelişmesine mani olacak kimyevi atık bırakan, toz ve duman çıkaran tesislerin yapılamayacağı ve işletilemeyeceği hükmünü içerirken, bu alanlarda yapılacak zeytinyağı fabrikaları ile küçük ölçekli tarımsal sanayi işletmelerinin yapımı ve işletilmesini Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığının iznine bağlıyor. Meclise gönderilen tasarıda ise enerji ve maden işletmeleri, doğalgaz, petrol işletmeleri gibi kimyasal madde salınımı yapan tesislerin kurulmasına izin verilebilecek düzenlemeler getiriliyor. yor. Ne için? Bebek mamasında uluslararası Finans-Kapitalistlerden biri olan Milupa Aptamil’in paçasını kurtarmak için. Çünkü, hep söylediğimiz gibi, Tayyipgiller, Parababalarının kâr düzeninin, sömürü düzeninin bekçisidir. Bebeklerimiz, çocuklarımız ve tüm halkımız hangi sonuçları yaratacağını, ne gibi zararlar vereceğini bilmediğimiz, bulaşan adı altındaki GDO’lu gıdalara mahkûm ediliyor. İnsanlarımıza GDO’lu gıda yiyip yemediğini bilme hakkı dahi verilmiyor. “Bulaşan” oyunu tam bir aldatmacadır. Diğer yandan GDO’lar insanlığın yararına kullanıldığında çok önemli kazanımlar ortaya çıkıyor. Sosyalist Küba, biyoteknolojiyi insanlığın yararına kullanıyor. Fidel, Fransız gazeteci Jean Edern Hallier’in kendisiyle 1990’da yaptığı röportajda biyoteknolojiyi halkın yararına nasıl kullandıklarını anlatıyor. Bir inek yaratıyorlar “günde ortalama 100 litreden fazla süt vermeye başladı. Günde ortalama 105 litre süt verdiği aylar da oldu. (…) genetik üzerine çalışarak elde ettik. (…) Bu inek bütün bir okulun süt ihtiyacını karşılıyordu.” diyor. Ve Küba’da Gençlik Adası’nda bu ineğin bir heykeli dikiliyor. Demek ki, insanlığın yararına kullanılırsa biyoteknoloji-genetik çalışmalar zarar vermek bir yana, heykelini dikecek kadar minnettarlıkla anılan faydalar sağlıyor. Teknoloji, Parababalarının elinde insanlığa, doğaya, çevreye zarar veren bir güce dönüşürken, İşçi Sınıfının, Emekçi Halkın iktidarında-Sosyalizmde İnsanlık için büyük yararlara, kazanımlara dönüşüyor. Öyleyse teknolojiyi de Parababalarının elinde bir esir olmaktan kurtaracağız.q Bu durum, 30-35 yıllık verime kalkmış zeytinliklerin kaybolması ve yakınlarındaki diğer zeytinliklerin de, çevresel faktörlerin değişmesi nedeniyle, verim kayıplarına uğraması anlamına geliyor. Ayrıca ardından çıkabilecek benzer kanunlara da emsal oluşturacak. Aynı zamanda tasarının kanunlaşması halinde, tarım alanlarının amaç dışı kullanımı ve HES’ler ile talan edilen, yok edilen toprak ve su kaynaklarımıza, zeytinlik alanlar da eklenecek. Sadece bu da değil. İthal edilecek kalemlere zeytin-zeytinyağı da kaçınılmaz olarak eklenecek. Tabiî bu durum çiftçimizin bir geçim kaynağını daha kaybetmesine neden olacak. Soma’da olduğu gibi... Doğa ve insan değil de kâr ve rant odaklı bu politikalar bu felaketlere neden oluyor, kaçınılmaz olarak…q 8 Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014 Başyazı Biz “Çatı”da olmayalım Baştarafı sayfa 1’de Böyle bir “Çatı Adayı” desteklenebilir mi? Şimdi gelelim bugünlerin en tartışılan meselesine: CHP, MHP adayının desteklenip desteklenmemesi konusuna. Desteklenmesi gerekir, diyenler ana tez olarak şu iki gerekçeyi öne sürüyorlar: 1- Desteklememek dolaysızca Tayyip’e oy vermek demektir. 2- Bu aday yani E. İhsanoğlu Cumhuriyet’e, laikliğe, Mustafa Kemal’e karşı değil. Yani bizim beklentilerimizi karşılayacak bir aday. O bakımdan desteklemekte bir yanlış yok. Birinci gerekçeyi ele alalım önce. Evet, buna vermemek bir anlamda Tayyip’e vermiş olmak anlamına gelebilir. Tayyip, bildiğimiz gibi ve 15-20 yıldan nimsemediğini açıkça ortaya koymaktadır şu cümlesinde: “Bir uçta İslam’ı olabilecek en katı yorumlar ve uygulamalarla benimseyen bazı İslamcı rejimler, diğer uçta ise İslam’a yönetimde herhangi bir söz hakkı vermeyen laik rejimler var.” (age) Yukarıdaki cümlede çok net biçimde ifade ettiği gibi İslam’a yönetimde söz hakkı verilmesini savunmaktadır. Yani yönetimin İslam’la paylaşılmasını söylemektedir. Başka türlü anlatırsak; devlet kurumlarının işleyişini belirleyen kanun ve kuralların bir bölümü İslami esaslara dayansın, demektedir. Öyle ya başka türlü İslam yönetimde nasıl söz hakkına sahip olabilir? Fakat haksızlık etmeyelim. O, devlet tümüyle İslami esaslara göre düzenlensin ve çalışsın da dememektedir. Böyle diyenleri şöyle eleştirmektedir: İhsanoğlu bu yana yapmış oldukları göz önüne alındığında, yani yaptığı vurgunlar, hırsızlıklar, ihanetler, katliamlar nazarı dikkate alındığında insan gerçekten de bundan daha kötüsü olmaz, diyebilir. O bakımdan da Tayyip’e karşı E. İhsanoğlu’nun kazanması her açıdan daha iyidir, diyebilir. Yani halkımızın deyişiyle İhsanoğlu hiç değilse “ehven-i şer”dir (kötü olanların içinde iyisidir). Evet, bir bakıma bizce de öyledir. Tayyip’e göre daha masum kalır. İhsanoğlu Laikliğe karşıdır Şimdi de gelelim İhsanoğlu’cuların ikinci gerekçesine: İhsanoğlu, ikinci gerekçede ortaya konan tezleri savunma konusunda tam içtenlikli değildir. Kaçamak, ortayolcu bir tutum izlemektedir. Mesela laiklik üzerine söylediklerinde: “Din alanının siyaset üzerindeki ve siyasetin din üzerindeki kontrolü kaldırılmalı, bu ikisini birbirinden ayıran çizgi net ve açık olarak çizilmeli.” (Ekmeleddin İhsanoğlu, Yeni Yüzyılda İslam Dünyası, Timaş Yayınları, İstanbul 2013) Laiklik konusundaki ana tezi budur. Ama bu gerçek anlamda laikliği savunmak değildir kesinlikle. Bu anlayış, din ile devlet işleri arasında bir denge kurmayı amaçlayan bir tezdir. Her ikisi de birbirinin üzerinde hâkimiyet kurmasın, denmektedir. Oysa gerçek laiklikte devletin dini olmaz. Devleti oluşturan kurumların işleyişleri de asla din kurallarına göre oluşturulmaz. Aklın, bilimin ve insanlığın ortak vicdanına, değerlerine uygun olarak belirlenir, düzenlenir bu kurallar. Din, devletten tümüyle ayrıştırılır. Din, kişilerin özel hayatları içine bir anlamda hapsedilir. İnsanlar kendi özel yaşamlarında inançlarını, ibadetlerini istedikleri gibi serbestçe yaparlar ya da hiçbir inanca sahip olmazlar. Tabiî doğallıkla ibadetle de ilgilenmezler. Bu tamamıyla insanların kendi seçimlerine, tercihlerine bırakılır. Devlet hiç bunlarla ilgilenmez ve bunlara karışmaz. Tabiî devletin işleyişini düzenleyen kurallar bütünü olan hukuk; kanunlar ve onun alt birimleri olan tüzükler, yönetmelikler vb. ile eğitim, dinden tümüyle uzak olur. İhsanoğlu, bunlar için de bir ortayol bulmaya çalışmaktadır. O, bizim yukarıda andığımız laiklik anlayışını be- “Bir uçta İslam’ı olabilecek en katı yorumlar ve uygulamalarla benimseyen bazı İslamcı rejimler (…)” İhsanoğlu Mustafa Kemal’e, Jöntürklere ve Cumhuriyete karşıdır Gelelim Mustafa Kemal hakkındaki kanaatine. Burada da İhsanoğlu bir ortayol tutturmaktadır. Bir kere Jöntürk Devrimi’ne, Meşrutiyet Devrimi’ne ve onun devamı olan Cumhuriyet Devrimi’ne karşı bir tutum sergilemektedir. Şöyle demektedir: “Bugün bile Jön Türk zihniyeti denilebilecek, toplumu sarsan, devlete meydan okuyan ve aydınları kamplaştırarak toplum kesimlerini ters istikametlere yönlendiren menfi miras, 20. asrın sonunda Türk hayatının bir parçası olarak sürmektedir.” (age) Bilinmektedir ki İttihat ve Terakki, Meşrutiyet Devrimi ve Cumhuriyet Devrimi, “Jöntürk Zihniyeti”nin bir ürünüdür. Çökkün, Feodal Osmanlı’ya baş kaldırarak Burjuva Cumhuriyet Devrimi’ni yapmayı hedefleyen bir zihniyettir o. Yani, Devrimci bir tutumdur. İhsanoğlu, “Jöntürk Zihniyeti” diyerek Jöntürk Devrimi’ne, Meşrutiyet Devrimi’ne karşı çıkınca ister istemez Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Cumhuriyet Devrimi’ne de karşı olması gerekir tutarlı olabilmesi için. İşte bundan dolayı İhsanoğlu, Burjuva sınıf karakterine sahip olan Cumhuriyet Devrimi’nin önderi olarak değil de sadece şöyle diyerek olumlu bir görüş beyan ediyor, Mustafa Kemal hakkında: “Atatürk istiklal mücadelesinin kahramanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak tüm Türk milletinin gönlünde yer etmiş mümtaz bir şahsiyettir. Bunun aksini söylemek tarihin realitesine yakışmayan bir tutum olur.” (18 Haziran tarihli gazeteler) Milli Mücadele’nin kahramanı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak tarihi bir şahsiyettir, diyor. Bu tarihi bir realitedir, diyor. Yani Mustafa Kemal’i sadece “tarihi şahsiyet”e indirgiyor. Bu cümlelerden biz İhsanoğlu’nun Mustafa Kemal’in antiemperyalist oluşunu, savunduğu laiklik ve tam bağımsızlık anlayışını benimsemediğini çıkarabiliriz. Kaldı ki yukarıdaki cümlelerinde de İhsanoğlu’nun Mustafa Kemal’in savunduğu ve uygulamaya çalıştığı, yarım da olsa uyguladığı laiklik anlayışını “katı laiklik” olarak nitelediğini görmüştük. Bu konuların daha ayrıntılı tahlili ileride yapılabilir. Yapabiliriz biz de. İhsanoğlu’nun Hilafet Özlemi vurmuşlardır. Konumuz bu olmadığı için daha fazla ayrıntısına girmeyelim. Ulusların egemen olduğu bir çağda Feodal Ortaçağın ümmetçiliğinin bir örgütlenmesi olan Hilafetin hiçbir önem taşımayacağı apaçıktır artık. İhsanoğlu, İslam Tarihi, İslam Tarihçiliği konusunda ünlenmesine rağmen bu apaçık gerçeği bile kavrayamamaktadır. Neden? Ortaçağcı önyargılarından dolayı. Önyargılar, daha önceleri de söylediğimiz gibi birer gözbağıdır. Sahibini kör ve sağır kılar. İhsanoğlu bütün bunları göremediği gibi ABD’nin “Yeşil Kuşak Projesi”nin bir ürünü ya da bir örgütlenme biçimi olan İslam Konferansı Örgütü’nün (Adını daha sonra İslam İşbirliği Teşkilatı olarak değiştirmiştir) Mustafa Kemal ve Birinci Milli Kurtuluşçularca lağvedilen eski Hilafetin yarattığı boşluğu dolduracağını, Hilafetin işlevini yerine getireceğini, Hilafetin işlevine benzer bir görev üstleneceğini ileri sürmektedir. Tekrarlayalım; Mustafa Kemal ve yoldaşları içi boş, bir addan başka hiçbir maddi varlığı olmayan ölü bir kurumu lağvetmişlerdir sadece… İhsanoğlu, hayaller aleminde yaşamaktadır… Bu konuya ilişkin son bir görüşünü aktaralım, İhsanoğlu’nun: “Osmanlı Hilafetinin yasaklanması tüm Müslüman Dünyası için bir dönüm noktasıydı. Bu kurumun yasaklanmasının ardından Müslümanlar tarihlerinde ilk kez kendilerini, altında yüzyıllar boyu yaşadıkları yönetimin eksikliğiyle yüzleşirken buldular. “İslam Konferansı Örgütü’nün kurulması, çağdaş dünyada İslami dayanışmanın cisimleşmesi şeklinde görülebilir.” (E. İhsanoğlu’nun 5 Mayıs 2010 tarihinde Viyana’da yaptığı konuşma, aktaran; Patrick Goodenough, ) Açıkça görülmektedir ki İhsanoğlu, bırakalım Mustafa Kemal’in önderlik ettiği Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaş’ımızı, yine Mustafa Kemal’in Devşirilmiş bir “Çatı Adayı” Yukarıda andığımız, İhsanoğlu’na önderlik ettiği tam bağımsız, laik Cumhuriyetimizi de benimsememiştir. O, ilişkin tüm düşünceler, bizim İhsanoğHilafetten kopamamıştır çünkü. Orta- lu’nun adaylığına karşı çıkışımızın teçağın ümmet konağından çıkamayan melini oluşturan şu iki ana gerçek karfeodal, çökkün Osmanlı’nın bu siste- şısında ikincil planda kalır. Bunlar şumini kurtarıcı, koruyucu bir şemsiye dur: Birincisi: İhsanoğlu ömrünün ortaolarak görmektedir. lama yarısını bu örgüt (İKÖ-İİT) içinde Kaldı ki Hilafetin Birinci Emperyageçirmiştir. 24 yıl boyunca list Paylaşım SaİKÖ’ye bağlı İslam vaşı önceSanat Tarih ve İhsanoğlu, bırakalım sinde Kültür AraşbiMustafa Kemal’in önderlik ettiği Antiemperyalist Birinci Kurtuluş Savaş’ımızı, tırmaları Merkeyine Mustafa Kemal’in önderlik ettiği tam zi’nde Gebağımsız, laik Cumhuriyetimizi de nel Direktörlük yabenimsememiştir. O, Hilafetten kopamamıştır par. 2005 çünkü. Ortaçağın ümmet konağından çıkamayan ve 2014 feodal, çökkün Osmanlı’nın bu sistemini yılları arakurtarıcı, koruyucu bir şemsiye olarak sında da İİT görmektedir. (İslam İşbirliği le Teşkilatı) Genel Seadından kreterliğini yapar. başka bir şeyi Dikkat edersek bu yıllar AB-D Emkalmayan, içi boş bir ölü kuruma dönüştüğünü de görememektedir, peryalistlerinin İslam ülkelerini kan ve İhsanoğlu. Hilafet, Mustafa Kemal’den ateşe boğdukları yılları kapsar. İİT ve İhsanoğlu, AB-D Emperyave Cumhuriyet’ten önce yıkılmıştır fiiliyatta. Bunun en açık kanıtı şudur: Bi- listlerinin bu saldırı, katliam ve işgallerinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na ri karşısında en azından bir protestoda Almanya’nın safında, bir anlamda sö- bulunmuş mudur? Buna tanık olduk mürge ordusu pozisyonunda itilen Os- mu? Hayır. Tersine, AB-D Emperyalistmanlı’nın sultanı 5. Mehmet Reşat cihat ilan etmişti, bildiğimiz gibi. Fakat lerinin saflarında, yanlarında olmuştur. bu ilan, tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Yukarıda dediğimiz gibi bu örgütün işlevi zaten İslam ülkelerini o emperyaBirkaç cümleyle anımsayalım: “Fetva, 1914’ün 14 Kasım sabahı listler safında, yörüngesinde tutmaktır. Süleymaniye’deki Meşihat, yani Şey- Emperyalistler cephesinde, karşıdevhülislamlık makamından Fatih Ca- rim cephesinde tutmaktır. İzlenmeye değer gördüğüm yazarmii’ne büyük bir merasimle götürüldü ve caminin avlusunda bekleyen lardan biri olduğunu daha önceleri de kalabalığa ‘‘Fetva Emini’’ Ali Hay- söylediğim Yeniçağ yazarı Aslan Bulut dar Efendi tarafından okundu. Ci- 2004 yılında şu tespitte bulunur: “İslam Konferansı Dışişleri Bahad ilan edildiğini öğrenen halk, bayraklar, sancaklar ve dualarla so- kanları Toplantısı’nda Türkiye’nin kaklara fırladı, minarelerden salâ adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun genel sekreterliği kazanması, İslam verildi. “Ancak, büyük ümitlerle ilan edi- ülkelerinin Büyük Ortadoğu projesilen “Cihad-ı Ekber” hiçbir işe yara- ne ikna edilmesini hızlandıracak bir madı ve kimseler ciddiye almadı. Ci- gelişme olacaktır.” (15 Haziran 2004) E. İhsanoğlu’nun kimliğini oluştuhad ilan edildiğini sarayında öğreran, kimliğinin özüne yönelik öğelernen eski padişah II. Abdülhamit, ‘Şevketlû biraderim yanlış yaptı; bu den birini oluşturan bu tutumu ve yabüyük bir silah idi, kullanılmadıkça şam süreci onu; bizim asla hoş görebidaha da büyük görünürdü. Asla kul- leceğimiz, oy verebileceğimiz bir kapsam içine sokmaz. lanılmamalıydı...’ demişti.” () İkincisi: Gelelim İhsanoğlu’na Bu ilanın hiçbir etkisi olmadığı gibi İngiliz, Fransız Emperyalistlerinin sö- olumsuz bakmamızın temelini oluştumürgesi konumundaki ülkelerden ran diğer konuya. İhsanoğlu yine artık Müslüman askerler devşirilerek o em- konuya ilgili hemen herkesçe bilindiği peryalistler safında ve komutasında üzere, İngiltere’nin Ortadoğu’da görev yapacak ajanlar yetiştirmek amacıyla Osmanlı’ya karşı savaştırılmıştır. Üstüne üstlük Müslüman Arap ül- kurduğu Exeter Üniversitesi’nden de keleri, Mekke Şerifi Şerif Hüseyin de diplomalıdır. Bu üniversitenin yaptığı dahil olmak üzere, Osmanlı’yı emper- göreve ilişkin olarak da yine Aslan Buyalistlerle işbirliği halinde arkadan lut, söz konusu yazısında şöyle der: “İngiltere’de bir Exeter Üniversitesi vardır. İngiliz Üniversiteleri arasında ‘Kürt Araştırmaları Enstitüsü’ olan tek yüksek öğretim kurumudur. Exeter Üniversitesi’nde ayrıca ‘Arap ve İslami Araştırmalar Enstitüsü’ de bulunuyor! İngiliz istihbarat servislerinin yurt dışı görevlere gönderilecek ajanlarının önemli bir bölümü Exeter Üniversitesi’nde eğitim görür. Arap ve İslam Dünyası ile Kürtler hakkında uzmanlaşması gereken İngiliz ajanlar, bu üniversitenin hocaları tarafından eğitilir. “Exeter Üniversitesi’nden mezun olan veya doktorasını burada yapan Abdullah Gül kişileri, daha sonra özellikle İslam ülkelerinde önemli ekonomik ve siyasi kuruluşların başında veya devlet görevlerinde görmek mümkündür. İslam Kalkınma Bankası’nın bütün önemli yöneticileri Exeter Üniversitesi’nde yüksek lisans veya doktora yapmıştır! Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Exeter Üniversitesi’nde iki yıl eğitim-öğretim görmüştür. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz da Abdullah Gül’ün bu üniversitedeki sınıf arkadaşıdır! “Abdullah Gül, merkezi Cidde’de olan ve 48 İslam ülkesinin üye olduğu İslam Kalkınma Bankası’nda diğer Exeter mezunu arkadaşları ile birlikte ekonomi uzmanı olarak görev almıştır.” (agy), Bu üniversiteden mezun Abdullah Gül’ün Türkiye’nin devlet başkanlığına getirilmesi, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun da aynı görev için öne sürülmesi, Exeter Üniversitesi’nin işlevinin ne denli başarılı olduğunu kanıtlamaya yeterdir, sanıyoruz. Olayın, gerçeğin bu yönü de yani İhsanoğlu’nun kimliğinin özünü oluşturan bu ikinci unsur da bizim İhsanoğlu’na kesinkes karşı çıkmamızı gerektiren bir husustur. Ajan üniversitesinden mezun bir kişiye bizim olumlu bakmamız, oy vermemiz düşünülemez. İhsanoğlu’nun bizce olumsuzlukları saymakla bitmeyecek denli çoktur. Bir örnek daha verelim: Ekmeleddin İhsanoğlu, Türkiye’de Suudi Arabistan tarafından finanse edilen İslami İlimler Araştırma Vakfı’nın da kurucuları arasında yer alır. Bu vakfın amacı, CIA İslamıyla kafaları doldurulan sözde din alimleri yetiştirmek ve bunları kafalarındaki bu Muaviye-Yezid İslamını satacakları iş alanlarına, devlet kurumlarına ya da özeldeki bazı kurumlara yerleştirmektir. Kimler vardır bu vakfın kurucuları arasında? “Emin Saraç: “İlim hicreti” için gittiği Mısır’da El Ezher’de, hocalarının tanımıyla “Osmanlı devletinin çocukları” olarak eğitim görenlerdendir. Emin Saraç’ın oğlu, BİM mağazalarının, Yeni Şafak gazetesinin ve Yasin El Kadı’nın eski ortaklarından, Ciner Yayın Holding’in başında bulunduğu süreçte Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın sık sık telefonla arayarak uyardığı “Alo Fatih” olarak bilinen Fatih Saraç’tır. “Mustafa Runyun: Mısır’da El Ezher’de öğrenim görmüştür. Saidi Nursi ile son görüşen müritlerdendir. 1957’de DP milletvekili seçilmiştir. “Ali Özek: Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası Yozgatlı İhsan’ın El Ezher’den öğrencisi. “Mustafa Topbaş: 17 Aralık soruşturmaları ve Erdoğan ailesine ait olduğu ileri sürülen Urla’daki villa 9 Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014 ların yapımı ile adı gündeme gelen işadamı. “Mahmut Bayram: Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun imam okulundan hocası. Cenazesinde tabutunu bizzat Recep Tayyip Erdoğan taşıdı. “Ekmeleddin İhsanoğlu’nun kendisini vakfettiği bu vakfın diğer kurucuları arasında Korkut Özal (Turgut Özal’ın kardeşi), Numan Kurtulmuş (AKP Genel Başkan Yardımcısı), Sabri Ülker ve Murat Ülker (Ülker Holding sahipleri), Nevzat Yalçıntaş (eski AKP milletvekili), Sabahattin Zaim (Abdullah Gül’ün hocası) gibi isimler de bulunuyor.” (Işık Kansu, Cumhuriyet, 21 Haziran 2014) Gördüğümüz gibi Ekmeleddin İhsanoğlu burada Türkiye’nin en önde gelen Amerikancı hain Ortaçağcılarıyla yan yana yer almaktadır, çalışmalar yapmaktadır. Bunlardan Sabahattin Zaim Türkiye’de üniversite yaşına gelmiş CIA İslamcısı gençleri derleyip onları İngiliz Emperyalizminin ajan okulu Exeter’a göndermekle yükümlü kılmıştır kendini. Abdullah Gül’e de referans olmuş ve onu Exeter’a pazarlamıştır. (Ortaçağcılar onun adıyla anılan bir üniversite de kurdular bildiğimiz gibi. Sabahattin Zaim Üniversitesi…) Yine bu vakıf hakkında rahmetli Uğur Mumcu’nun yazdıklarına bakalım: “İlim Yayma Cemiyeti üyesi ve Aydınlar Ocağı eski genel başkanlarından Prof. Salih Tuğ’un da yönetiminde görev aldığı bir başka vakıf da ‘İslami İlimler Araştırma Vakfı’dır. “Bu vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ali Özek’tir. “Doç. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, Prof. Dr. Asaf Ataseven de vakfın yönetim kurulunda görevlidirler.” (Uğur Mumcu, Rabıta, s. 189) Yine apaçık görüldüğü gibi İhsanoğlu’nun yurtdışında da Türkiye’de de tüm çevresi CIA-PentagonWashington İslamını, yani Amerikan İslamını alıp satmakla ve insanları Allah’la aldatmakla görevli işbirlikçilerden oluşmaktadır. Diğer benzerleri gibi İhsanoğlu da acaba hayatları boyunca hiç CHP’ye oy vermişler midir? Ne dersiniz? Biz hiç sanmıyoruz. Kendileriyle tutarlı olabilmeleri için bunların Erbakan’ın Refah’ına ya da Tayyipgiller’in AKP’sine oy vermeleri gerekir. Veyahut da Özal’ın ANAP’ına, Demirel’in DYP’sine. “Çatı Adayı”nın Osmanlıca hayranlığı İhsanoğlu, yukarıda adları anılan bütün benzerleri gibi dilde de Osmanlıcayı savunur, Anadolu Türkçesi yerine. Üstelik de yine Ortaçağcı önyargılarından dolayı Osmanlıcayı Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türkçe konuşan halkların hepsinin bildiğini, anladığını, konuştuğunu ileri sürer. Oysa Osmanlıca bir halkın ya da milletin konuştuğu gerçek bir dil değildir. Arapça, Farsça kelimelerden, o dillerin kurallarından ve Türkçe’den bazı kelimelerin alınarak oluşturulmuş bir yapay dildir. Osmanlıcayı hiçbir halk, tabiî Anadolu halkı da, bilmemiştir, anlamamıştır, konuşmamıştır. O, Saray dilidir. Konuşulduğu alan da Saray ve devlet kurumlarıyla sınırlı kalmıştır. Mesela Divan Edebiyatı’nı o gün de, bugün de Anadolu halkı anlamaz ve sevmez. Yani ilgi duymaz ona. Ortaçağda Anadolu halkının konuştuğu dil Anadolu Türkçesidir. Bu Türkçeyi bugün de halkımız o gün olduğu gibi anlar. Bu, Yunus’un dilidir. Yunus, bildiğimiz gibi, Türk Dili’nde felsefe yapan ilk filozoftur. Din filozofudur. Şairdir aynı zamanda. İhsanoğlu’nun bu konudaki tezini görelim: “Gelişmiş, ‘mürekkep’ bir İmparatorluk dili olan, yüksek edebiyat ve bilim dili haline gelen Osmanlı Türkçesi’nde asırlardan beri kullanılan kelimeler ile Osmanlı Türklerinin kendi türettikleri kelimeler etnik tasfiyeye tâbi tutulmuştur. ‘Özgürlük’, ‘uygarlık’ ve ‘bağımsızlık’ gibi bize has, lengüistik bakımından hilkat garibeleri olan ve herhangi bir Türk lehçesinde olmadığı gibi onu türetenlerin kendilerine ait şahsî ve gayri ilmî anlayışları içinde uydurulan bu kelimeler, bugün Orta Asya ve Kafkasya Türklerinin kullandığı ‘hürriyet’, ‘medeniyet’ ve ‘istiklâl’ kelimelerinin yerini zorla almıştır. Osmanlı Türklerinin kullandığı kelimeler bugün Çin Seddi’nden Adriyatik Denizi’ne kadar hâlâ kullanılıyor ve üniversite profesörü ile dağ başındaki çoban tarafından anlaşılıyorsa bizim en azından dil konusunda Osmanlı mirasının bugün için değer ve geçerliliğini bir daha düşünmemiz gerekir.” (age) İhsanoğlu, yukarıdaki satırlarında bir bilim insanına yakışmayacak şekilde kandırmacaya başvurmaktadır. Osmanlıcayı halkımızın hemen tümünün bildiği Hürriyet, İstiklal, Medeniyet gibi kelimelere indirgemekte, onlardan ibaretmiş gibi göstermeye çabalamaktadır. Verdiği örnek, savunduğu tezi desteklemez. Ona uygun düşmez. Evet, bu kelimeleri halkımız bilir. Ama Nabi’nin, Baki’nin, Nef’i’nin şiirlerini ya da Osmanlı padişahlarının fermanlarını, Mecelle’nin kanunlarını asla bilmez ve anlamaz. Hatta üniversite profesörleri de anlamaz Osmanlıcayı, eğer o konuda özel bir eğitim almamışlarsa. Yukarıda örnek olarak verdiği kelimeler bizim için de anlaşılır ve kullanılmaya değerdir. Çünkü Türkçeleşmiştir artık bunlar. Yani Türk Dili’nin kelimeleri olmuştur. “Öz Türçecilik” denen akımın uçlara savrulmasına ilk karşı çıkanlardanız biz. Önderimiz Hikmet Kıvılcımlı 1960’lı yıllarda yayımlanan “Türkçenin Üreme Yolları ve Dil Devrimciliğimiz” adlı eserinde bu akımı eleştirir ve onların oluşturduğu dile “Uydurca” adını verir. Usta’mızın buradaki ölçüsü halkımızın günlük hayatında anladığı ve konuştuğu dilin esas alınmasıdır. Ölçüt olarak onun kabul edilmesidir. Teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan yeni kavram, deyim ve kelimelerin de Türkçenin üreme yollarına uygun biçimde Türkçe olarak üretilmesidir. Yani burada da ölçüt Türkçenin gramer yapısının esas alınmasıdır. Dilimiz, hayatın akışına paralel olarak, kendi yapısına uygun biçimde geliştirilmelidir. Hayatın akışının getirdiği düşünce, bilim, kültür zenginliğiyle birlikte dilimiz de geliştirilip zenginleştirilmelidir. Bildiğimiz gibi dil ile düşünce birbiriyle örtüşür. Dilimiz düşünce dünyamızın içinde hayat bulduğu vatandır. Sözü uzatmayalım. İhsanoğlu dil konusunda da Osmanlıcıdır, Türkçeye karşıdır. Çünkü Osmanlıca Türkçe değildir. İhsanoğlu’nun böyle gerici savrulmaları ve tutarsızlıkları üzerinde daha fazla durmayalım isterseniz. Bu artık anlaşılmış bir şeydir. İhsanoğlu hakkında son olarak da, onun kişiliği üzerine birkaç söz söyleyelim. Ne yazık ki İhsanoğlu içtenlikli, özü sözü bir insan değildir. Yani, savunduğu her görüş yüreğinden süzülüp gelen, gerçekten inandığı şeyler değildir. Buna da bir örnek verelim. Babasıyla ilgili olarak Cumhuriyet Gazetesi’nde yayımlanan, Utku Çakırözer’e verdiği bir röportajında şöyle demektedir: “İhsanoğlu ile kısa görüşmemizde, Kahire’ye uzanan ailesi hakkında da konuştuk. Adaylığı açıklandıktan sonra babası İhsan İhsanoğlu’na yönelik eleştirilerin de geldiğini öğrenince üzülmüş. Sadece, “Babam da benim gibi siyasete uzak durmak isteyen bir kişiydi. İstiklal Marşımızın şairi Mehmet Akif’in en yakın arkadaşıdır babam. En güvendiği insanlardan biridir. Ülkesini seven, Anadolu’yu duyunca gözü parlayan biriydi babam” demekle yetindi.” (agy, 18 Haziran 2014) Burada da İhsanoğlu, sorudan kaçmakta, dolayısıyla konudan kaçmakta, tıpkı Osmanlıcayı savunmasında yaptığı gibi ahlâkî olmayan bir tutum takınarak babasını başka argümanlarla savunmaya kalkmaktadır. İşin bir diğer yönü de babasıyla kendisini özdeşleştirmektedir. Babam da tıpkı benim gibidir, benim anlayışıma sahiptir, demektedir. Oysa babası Cumhuriyet, Laiklik ve Mustafa Kemal düşmanıdır. Bu konuda o denli uçtadır ki böyle bir Türkiye’de yaşamaktansa benim değerlerimle örtüşen yabancı bir ülkede yaşamak daha iyidir, diyerek kendisini Mısır’a atmaktadır. İhsanoğlu’nun burada doğmuş olması ve 27 yaşına kadar burada yaşayıp eğitim alması da (El Ezher’deki eğitimi de buna dahildir) hep babasının Ortaçağcı, Hilafetçi savruluşundan kaynaklanmaktadır. “Çatı Adayı”nın Ortaçağcı babası Şimdi babasının kim olduğunu, onunla yüz yüze söyleşen yine Ortaçağcı bir yandaşının anılarından öğrenelim: “Ekmel Bey’in Babasının Düşünsel Dünyası: ‘Bektaşilik Sapıklıktır’ “Adı, Ali Ulvi Kurucu… “3 Mart 1922′de Konya’da doğdu. Konya’da “İslami uyanışın” öncüsü olan Hacı Veyis Efendi’nin torunu; İbrahim-Sare çiftinin oğluydu. Konya’da aile adına külliye vardır. “Aile 1939′da Medine’ye göç etti. Ali Ulvi Kurucu Kahire’ye geçerek El-Ezher’de tahsil hayatını sürdürürken, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun babası İhsan Efendi ile tanıştı… M. Ertuğrul Düzdağ, Ali Ulvi Kurucu ile yaptığı nehir söyleşisini üç cilt halinde, ”Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar” kitabında topladı. Kitabı okuyunca, Ekmel Bey’in babasının düşünsel dünyasını öğreniyorsunuz. Hiç yorum yapmadan sizi Ali Ulvi Kurucu ile baş başa bırakmak istiyorum. “TANIŞMA: Kahire’ye gelişimin ilk günüydü. Arkadaşlar, ‘İhsan Efendi’ye derse gideceğiz, seni de götürelim’ dediler. Hep birlikte Sultan Mahmud Tekkesi’ne gittik. İhsan Efendi medrese olarak kullanılan bu eski tekkenin müderrisi idi… “ŞAPKA TEPKİSİ: Her zaman Osmanlı sarığı ve Osmanlı cübbesi giyen Hocaefendi, medresede beyaz entari ve takke ile oturuyordu… Aramızda Türkiye’de Diyanet’te vazife alan Hamdi Kasaboğlu da vardı. Bir gün şakaya vurdurarak şöyle dedi: ‘İnşallah memlekete döndüğümde, öyle, ‘şu haramdır, bu helaldir diye milleti perişan eden hocalardan olmayacağım. Bu hocalar milleti perişan ettiler. Millet ne yapacağını şaşırdı. Bilhassa ‘şapka haramdır’ diyenlere karşı, ‘bakın millet, ben iki şapka birden giyiyorum’ diyeceğim. İhsan Efendi o zamana kadar kendinde görmediğimiz kadar kızarak, sözünü kesti. ‘Sus ulan, dangalak, sahtekar’ diye bağırdı. ‘Şakanın da bir haddi, bir sınırı, bir ölçüsü vardır. Bu şaka değil. Burada sana ağabey nazarıyla bakan çocuklar, genç talebeler var. İki şapkayı giyip de, memlekete ne kazandıracaksın? Türkiye’deki alimler, Müslüman millet seni tasvip edip alkışlayacaklar mı sanıyorsun? Senin yüzüne tükürecekler. Yahu sen memleketi ne sanıyorsun. Bu millet dua almış büyük millettir; onun imanı böyle herzeleleri kabul etmez. Millet başına geçenlerin hıyanetleri yüzünden şimdi şaşkın ve üzgündür. Bu günler geçecek. Millet uzun harplerden, kıtlıklardan çıktı. Biraz kendini toplasın bak neler olur. Bu millet yerden kalkacak ve eski şanlı günlerine dönecektir.’… “İNKILÂP: İhsan Efendi, Mehmet Akif (Ersoy) ile birlikte yaptıklarını da anlatmıştı: ‘Memleket yangın içinde. Her gün bir inkılap, her gün bir inkılap. değişmeyen bir şey kalmamış. Memleket kimlerin elinde? Kimler hain olmuş, kimler vatansever? Bunların Akif Bey’e nasıl tesir ettiğini bir düşünmeli… “MASONLUK: İhsan Efendi, Yeni Osmanlılar ve Jön Türkler diye faaliyet gösteren kimselerin Masonluk teşkilatına üye olduklarını söyledi: ‘Birinci Cihan Harbi’nden sonra, bütün bu felaketleri, dönen dolapları gördükten sonra, halen bu Masonluktan medet ummak, onlara katılmak büyük bir günahtır. Öyle ki bu günahın tövbesi olmaz, derim’ “TOPBAŞLAR: İhsan Efendi Topbaş ailesine çok muhabbet besler, onlara dua ederdi. ‘Ahmed Hamdi Topbaş ve ailesi, oğulları Nuri, Hulusi, Muammer, Musa ve Abidin Beyler dua almış bir ailedir.’ 1944 yılında olacak. Nuri ve Hulusi Beyler hacca geldiler. Dönüşte Kahire’ye uğrayıp İhsan Efendi’yle görüştüler. “BEKTAŞİ TEKKESİ: Kahire’nin Kal’a adındaki tepesinde Bektaşi tekkesi vardı. Kahire’de yerleşmiş Türk bir tanıdığın validesi vefat etmişti. Tekkeyi münasip görmüşler. Pilav pişirmişler. Hatim indirildi. Yemekler yendi. Namaz kılınacak. Tekkenin şeyhi olan Sırrı Baba ile vekili Derviş Bayram ortadan sır oldular. Namazdan sonra meydana çıktılar. Ertesi gün İhsan Hocama, – Efendim biz dün bir alemdeydik, dedim. - Ne alemiymiş hayırdır inşallah? – Filanın validesi vefat etmiş; ruhuna bir hatim okuduk Bektaşi Tekkesi’nde. Namazı ne yaptınız ya? – Kıldık efendim. - Sırrı Baba, Derviş Bayram da iştirak ettiler mi? – Göremedim efendim. “Bunun üzerine İhsan Efendi şunları söyledi: ‘Evlat işte devletin büyük dertlerinden birisi de bu dert idi; maalesef insanın nefsi onu kötülüklere teşvik eder. İnsanın ayağı bir kaydı mı, bu sefer laubaliliklerine, dini kayıtsızlıklarına bir de tarikat kılıfı giydirir. Artık haram helal tanımaz. Allah muhafaza etsin. Bu sapıklıktır. “SEÇİM: Bir gün İhsan Efendi’yle dersten sonra çay yaptık. Çay Deniz Baykal içerken Konya hakkında sorular sordu. Mevzu (Serbest Fırka genel başkanı) Fethi Bey (Okyar) hadisesine geldi. ‘Kazanma ihtimali var mıydı?’ Evet efendim, kazanıyordu ama seçim yapılmadı’ dedim. Pederimle dedemin konuşmasını unutmam. ‘Fethi Bey yerine Hanedan-ı Al-i Osman’dan birisi olsaydı neler olurdu?’ Babamın sözlerini nakledince İhsan Efendi şöyle dedi: ‘Osmanoğullarının böyle yurt dışına sürülüp perişan edilmesi de şeytani bir planla yapılmıştır… Osmanoğulları’ndan, ehl-i salip haçlılar, Avrupa intikamını bu şekilde aldı… İşin fenası Avrupa bu intikamı, memleket istiklaline kavuştu diye bayramlar yapılırken aldı. Hakimiyet kayıtsız şartsız Türkündür dendi. Ama zavallı Türk, hanedanına bile sahip çıkamadı… Ali Ulvi Kurucu 1946 yılında Kahire’den Medine’ye döndü. Ve burada 3 Şubat 2002′de vefat etti. 1987-1990 yılları arasında Zaman gazetesinde köşe yazarlığı yaptı…” (Soner Yalçın, Sözcü, 22 Haziran 2014) Apaçık gördüğümüz gibi Ekmel Bey’in babası İhsan Efendi sapına kadar Hilafetçidir, Saltanatçıdır, Şeriatçıdır, Ümmetçidir yani tam bir Ortaçağcıdır. Tabiî aynı oranda da Cumhuriyet, Laiklik, Birinci Kuvayimilliye ve Mustafa Kemal düşmanıdır. Bu, matematiksel bir kesinlik taşımaktadır. Soner Yalçın, Sözcü’deki aynı tarihli yazısında Ekmel Bey’in intihalci olduğunu da kanıtıyla ortaya koyar. İhsanoğlu’nun bu durumu bizce en üzücü olan yönüdür. Çünkü burada ahlâkî bir sorun vardır. Aydın namusuyla ilgili bir sorun vardır. Yoksa insan Ortaçağcı olabilir, Şeriatçı, Hilafetçi olabilir. Tabiî ki biz o insanları gerici, Ortaçağcı olarak niteleriz, onlara karşı oluruz. Ama eğer gerçekten savundukları görüşlere içtenlikle inanıyorlarsa yani inançlarının bir gereği olarak o görüşleri savunuyorlarsa biz, onlara karşı olmakla birlikte, saygı da duyarız. İnsan olarak değer de veririz ve onları ikna etmek için çabalarız. Onları Ortaçağcı görüşlerinden, önyargılarından kurtarmak için mücadele ederiz. Ama içtenlikli değilseler, onlar için yapılacak fazla bir şey olmaz bizim açımızdan… İhsanoğlu hakkında isterseniz daha fazla söz etmeyelim artık… Medyada adı geçen diğer adaylar da çok farklı değildir Peki şimdi de gelelim CHP’nin adını geçirdiği diğer adaylarına. Mesela eski Genel Başkanları Deniz Baykal’a bakalım. Biz, bu ölüsü kokmuş Amerikancı siyasi ve insani ahlâk yoksunu düzenbaza da karşı çıkardık. Zaten kazanma şansı da bizce hiç yoktu. Bunda, genel başkanlığı bırakmasına yol açan kaset rezaleti sonrasında zerre kadar insanlık ve ahlâk bulunsaydı halkımızdan ve partililerinden özür diler, köşesine çekilir, kendi özel hayatını yaşardı. Ama bu, bildiğimiz gibi kendini vekil seçtirdi, Meclise geliyor, ortalıkta dolanıyor, ara sıra eski zırvalamalarına benzer şekilde konuşuyor. Üstüne üstlük de cumhurbaşkanlığı için önerirlerse, görevden kaçmam, diyor. Bu insan sefaleti, bilindiği gibi 2002’de Tayyip, muhtar bile olamayacak denli kamu görevlerinden men edilmişken, ABD’den aldığı bir emir üzerine, İblis’in bile aklına gelemeyecek hile yollarını bulup Mecliste Tayyipgiller’le ele ele verip Tayyip’i Siirt’ten milletvekili seçtirip önce Meclise, sonra da Başbakanlığa getiren kişidir. Yani Emre Kongar’ın çok haklı olarak “Darbeli Matkap” olarak adlandırdığı ABD işbirlikçisi, halk düşmanı, vurguncu, zalim ve katliamcı Tayyip’i milletin başına bela eden yine ABD uşağa Baykal ve zamanın YSK Başkanı Tufan Algan’dır. Hatırlanacağı gibi, o günlerde ABD Büyükelçiliği görevlileri YSK’yi de ziyaret etmişler ve gerekli emri ona da vermişlerdi. İşte böyle bir seri kanunsuzluklar yapılarak Tayyip koltuğuna yükseltilip oturtuldu. Kılıçdaroğlu ibişi de CHP’nin tepesine yine bir ABD operasyonu sonucu getirildikten sonra, selefinin yaptığı bu düzenbazca ihaneti; “Genel Başkanımız Deniz Baykal, Tayyip Erdoğan’ın milletvekili ve Başbakan olmasını sağlamıştır. Biz parti olarak demokrasinin gereği neyse hep onu yapmışızdır.” diyerek savunmuştur. İçler acısı bir durum... Başka ne diyelim?.. Geçelim… CHP’nin adını geçirdiği bir diğer kişi de İlhan Kesici’ydi bildiğimiz gibi. Siyasi hayatı o partiden bu partiye 10 zıplamalarla geçmiş, Demirellerin damadı bu Amerikancı Burjuva siyasetçisi de bizim için aynı oranda olumsuzluk taşımaktadır. Diğerlerine değinmeyelim isterseniz. Soner Yalçın, benim adayım Abdüllatif Şener’dir, diyor TV konuşmalarında. Biz bunu da benimsemiyoruz. Bunun da siyasi ömrü son dönemde kendi kurduğu partiyi saymazsak Ortaçağcı partilerde geçmiştir. Molla Necmettin Erbakan’ın partisinde, Tayyipgiller’in AKP’sinde. Hem de kurucu, yönetici ve bakan olarak. Kendisi diyor ki ben AKP’nin en önde gelen kurucularından biriyim. AKP Programı’nı da ben yazdım. Şener, Tayiyp’in yanında kurucu, başbakan yardımcısı ve bakan olarak 6 yıl çalışmıştır. AKP’yi kurduklarında da doçent unvanına sahiptir. Yani İhsanoğlu’nun deyişiyle dağ başındaki çoban değildir. Dolayısıyla da Tayyip’in ne olduğunu tâ o zamandan, hatta en azından İstanbul Belediye Başkanlığı döneminden bilmesi gerekir. Tayyip’in Belediye Başkanlığı dönemi, onun hırsızlığa, vurguna yani kamu malı aşırıcılığına başladığı dönemdir ve bu dönemde yaptığı ahlâksızlıklarından, hırsızlıklarından dolayı hakkında 7 tane hepsi de yüz kızartıcı suçlardan olmak üzere (görevi kötüye kullanmak, ihaleye fesat karıştırmak, kalpazanlık, zimmetçilik, rüşvetçilik gibi) dava dosyası vardır. Ve bu davalardan ancak milletvekili dokunulmazlığı sayesinde, o zırha sığınarak kurtulabilmiştir. Bunu her namuslu aydın biliyordu da Abdullatif Şener bilmiyor muydu? Tabiî ki biliyordu. Ancak o zamanki siyasi çıkarı böyle davranmasını emretmiş kendisine. Buradan çıkan sonuç budur. Kaldı ki rahmetli namuslu aydın ve siyasetçi Mehmet Bölük tâ o zamanlar yayımlanan “El Tayyip” adlı eserinde Tayyip’in bu yüz kızartıcı pis işlerini bir bir kanıtlarıyla birilikte ortaya koymuştur. Yine Ergün Poyraz, önce “Patlak Ampul” gelmek üzere yazdığı bir seri kitapta Tayyip ve şurekasını, karanlık dünyalarını ve işlerini olanca netliğiyle durmaksızın görmek isteyen insanlarımıza gösteriyordu. Tayyip’in o dönemde 1 milyar dolarlık hırsızlama servet edindiğini, hem zamanın İTO Başkanı Mehmet Yıldırım, hem de şu anki Türkiye’nin en önde gelen Parababalarından Rahmi Koç açıkça ifade etmiştir. Ve Tayyip, her ikisine de bu suçlamalarından dolayı dava açamamıştır. Yine insanî açıdan bizim için çok üzücüdür ki Rahmi Koç, hatırlanacağı gibi, kısa süre önce Tayyip önünde diz çökmüş ve ona methiyeler düzmüştür. Servetine ve azgın sınıfsal sömürüsüne Tayyip’in zarar vermemesi için. Üstelik bu alçalmayı sadece kendisi yapmamış, oğullarını da böyle davranmaya yönlendirmiştir. Neylersiniz, bunlar da bir çürüme ve insan sefaleti durum sergilemektedirler. Bize göre alnının teriyle geçim sağlayan namuslu, mert dağdaki çoban da, fabrikadaki işçi de, kamudaki kamu emekçisi de bunlardan çok daha kalitelidir, mutludur, hayatları bunlarınkinden bir milyon defa daha anlamlıdır. Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014 Sözü uzatmayalım; Soner Yalçın’ın adayı da bizim için beş para etmez bir insani kalite taşımaktadır. Cumhurbaşkanlığı adayları arasında üç yarışmacıdan biri olarak adı geçen Amerikancı Burjuva Kürt Hareketi’nin liderlerinden Selahattin Demirtaş da diğerlerinden farklı değildir bizim nazarımızda. Hatırlanacağı gibi bunlar da Kürt Meselesi’nin çözümü konusunda Barzani’den farklı bir anlayışta ve çizgide değillerdir. Yani Kürt Meselesi’nin Amerikancı Burjuva çözümünün savunucularıdır. Bunlar geçen yıl ABD’ye gittiler. ABD Emperyalistlerinin yetkililerinden kendilerine “Suriye için rol verilmesini” talep ettiler. Bunu da gelip Türkiye’de açık açık savundular, değil mi? Biz hep boşuna demiyoruz; Meclisteki dört burjuva partisinin de ortak paydası Amerikancılıktır, ABD işbirlikçisi oluşlarıdır, diye. O bakımdan bunların al birini, vur ötekine. Kimlere oy verebilirdik? Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Yahu CHP’nin de mi tamamı böyle, diye. Bizce CHP’de namuslu sosyal demokratların sayısı iki elin parmaklarını pek geçmez. Yine hatırlanacağı gibi bunlardan 8 tanesine 2011 Milletvekili Genel Seçimlerinde oy vermiştik. Eh işte bunlara belki birkaç tane daha ilave edilebilir, hepsi budur. Bunlardan biri ya da Yılmaz Büyükerşen aday gösterilseydi oy verebilirdik. TESEV’ci, Soros’çu CHP yönetiminin zaten ele alınır tarafı yoktur. Bilindiği gibi Sezgin Tanrıkulu’nun CIA ajanlığı bir matematik işlemi kadar kesindir. Adamın CIA’daki kod numarası TR-705 diye ilan edilmiştir. Wikileaks belgelerinde ABD’nin kullandığı bir ajan olarak adından söz edilmiştir, ABD Adana Konsolosu tarafından. Bu adam bugün de CHP’de itibar görmektedir, siyaset yapmaktadır, ajanlığını gölgelemek için de bayağı aktif siyaset yapmaktadır. Tayyip’e övgüler düzen İstanbul Milletvekili hanımefendi ne olacak, diyeceksiniz belki de. Prof. unvanlı Binnaz Toprak adlı bu bayan da ne demişti Tayyip için? “Biz aile sigortası önerdik, hayali bir şey gibi geldi. İnsanlar sağlık sigortasından ya da bize çirkin görünen TOKİ’lerden çok memnun. Hayatında ev sahibi olamamış insanlar için hoş herhalde. Tayyip Erdoğan karizmatik bir lider. Halk adamı olmasının payı var. Yaptıkları iyi şeyleri göz ardı etmek gerekmez.” (, 21 Nisan 2014) Bu hanım halkı da halk adamlığını da karizmatik liderliği de zerrece anlamamış. Yazık. Tayyip’in CIA-Pentagon eliyle afyonlanarak beyinleri felç edilmiş, mecnunlaştırılıp meczuplaştı- Boş Barış Söylemleri… “B ölgemizin, ülkemizin barışa ihtiyacı var. Savaş karşıtıyız, barış istiyoruz” gibi söylemler, bulunduğumuz demokratik kitle örgütlerinde çok duyduğumuz sözler. Çok sıklıkla da basın açıklamalarında bu tip söylemler duyuyoruz. Bu söylemler bazen Kürtler, Aleviler, Ermeniler vb. diyerek başlıyor. “Cumhuriyetin kuruluşundan beri bu kesimler eziliyor. Cumhuriyet bu kesimleri eziyor” gibi bir söylem, bu kitle örgütlerinin ortak söylemi imiş gibi dayatılıyor. Karşı çıktığınızda da “siz barış istemiyorsunuz, savaş mı istiyorsunuz?” deniyor. 2012 sonu 2013 Martından beri Kürt sorunun çözümü için “Barış süreci” adı altında bir faaliyet yürütülüyor. Abdullah Öcalan, PKK, BDP-HDP ile AKP arasında yürütülen bir müzakere süreci gibi gözüken süreç, ABD’nin kontrolünde gidiyor. Açık, herkesin anlayabileceği şekilde ilerlemiyor. Kürt Sorunu’nu Usta’mız Hikmet Kıvılcımlı 1930’larda “Yedek Güç: Ulus (Doğu) İhtiyat Kuvvet Milliyet Şark” adlı eserinde ortaya koyar. Çözüm yollarının nasıl olacağını belirtir. Günümüzde Kürt Sorunu, Ulusal Sorun niteliğini korumaktadır. ABD ve AB Emperyalizmi yıllardır bu sorunda taraf olmuştur. Ülkemizde yıllardır düşük yoğunluklu bir savaş yaşanmıştır. Şu an yaşadığımız, ABD’nin kontrolünde sözde bir barış sürecidir. ABD birkaç yıl önce “Büyük Ortadoğu Projesi”nin haritasını yayınlamış, sınırların yeniden değişeceğini ilan etmiştir. Bu projenin eşbaşkanı da, bildiğimiz gibi Tayyip Erdoğan’dır. Yani emperyalizm Kürt Sorunu’nu, kendi çıkarları doğrultusunda kullanmakta, kendine uygun bir çözümü bölgemize dayatmaktadır. Bu dayatma sonucunda binlerce genç asker ve Kürt genci hayatını kaybetmiştir. Ortadoğu’da Halklar birbirine düşman edilerek, projenin uygulanmasına zemin hazırlanmaya çalışılmıştır. Bölgemizde bu anlamda 1990’larda ilkin Irak’a saldıran emperyalizm, üç yıl önce de Suriye’ye saldırmıştı. Irak’ı kan gölüne çeviren ABD Emperyalizmi burada en büyük desteği Barzani’den ve Türkiye’den, Tayyipgiller’den görmüştür. 1,5 milyondan fazla Müslüman hayatını kaybetmiştir. Hâlâ Irak kan gölüdür. rılmış, cahil, bilinçsiz kara halk kitlelerini Allah’la aldatarak oy aldığını bilemiyor, göremiyor. AKP’nin ve Tayyip’in bir ABD Projesi olduğunu göremiyor. Tayyip’in vurgunlarını, ihanetlerini, caniliklerini yok sayıyor. Burada da bir çürüme var. Bir insan sefaletliği durumu var. Ya ölüsü kokmuş, ABD işbirlikçisi emekli büyükelçiye ne demeli? Faruk Loğoğlu adlı bu sefalet de Tayyip’in kanunsuzluklarını, hukuku nasıl katledip ayaklar altına aldığını ortaya koyduğu için Danıştay’daki toplantıda ne diyordu TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’na? “(…) Ama Feyzioğlu, kendisine verilen zamandan çok daha uzun konuştu. Böyle ortamlarda size ne kadar zaman verildiyse o kadar süre konuşup o sınıra saygı göstermek zorundasınız. Bunu az değil çok ama çok aşarak saygısızlık etti. Orada bulunan herkesin bir programı vardı. O bakımdan o yanlıştı. Daha önemlisi, Feyzioğlu bir siyasi konuşma yapıyor algısı yarattı. Ben algı diyorum, sadece algı diyorum. Kılıçdaroğlu, konuşsa böyle konuşmazdı. Danıştay’ın açılışına bağlı, o sınırları gözeten, yargı bağımsızlığını vur- luş’taki ruhiyatlarıyla, anlayışlarıyla bunların zerre kadar ilgisi, bağı yoktur. Ne demişti başta Kılıçdaroğlu gelmek üzere CHP ekibi? “Biz Beşşar Esad’a Tayyip Erdoğan’dan daha karşıyız.”. İyi de niye karşısın yahu, derdin ne Beşşar Esad’la? Ne diyor Beşşar Esad? “Ben Türklerden gördüğüm dostluğu hayatımda başka hiçbir yerde görmedim.” Bizi böylesine seven, güvenen, dost bilen bir komşu kardeş ülkenin liderine nedir bu düşmanlığınız? Size de efendileriniz AB-D Emperyalistleri emretti Tayyipgiller gibi, Beşşar Esad’a saldırmayı, değil mi? Siz de Meclisteki diğer burjuva partilerinin mensupları gibi, sevgili Antiemperyalist yazarımız Mustafa Yıldırım’ın deyişiyle “Ortağın Çocukları”sınız. Yazık size… “Çatı Adayı”na itiraz eden CHP’lilerin günahları gulayan bir konuşma yapardı. Ortama uygun bir konuşma yapardı. Orası siyasi bir kürsü değil. Orası bir hukuk kürsüsü. Dolayısı ile Feyzioğlu’nun yaptığı yanlıştı. Asıl yanlış burada. Sayın Başbakan’a gelince bir noktada haklı, Bunu Anayasa Mahkemesi Başkanı’nda da söyledi, Feyzioğlu’nda da söyledi. Siyaset yapmak istiyorsanız bulunduğunuz mevkileri bırakın, o cübbeleri çıkarın.” (Milliyet, 11 Mayıs 2014) Bu Loğoğlu denen kişi ne zaman halkın yararına bir şey konuştu ki şimdi konuşsun... Bunların ömrü AB-D Emperyalistlerine ve Yerli Parababalarına hizmetle geçmiştir. Özetçe dersek; bunlar bu. Tayyip’in Soma Katliamı sonrası güncellediği kavrama göre bunlar için neredeyse “fıtrat” olmuş gericilik, AB-D hizmetkârlığı, uşaklığı, halk düşmanlığı. Burada asıl sorulması gereken; böyle müseccel gericileri, halk düşmanlarını, ajanları CHP’nin başına getirip yükselten kim? Besbelli ki asıl sahipleri, ABD ve AB Emperyalistleri. Daha CHP yönetiminde böyle yığınla ABD hayranı işbirlikçi var. Mustafa Kemal’in ve yoldaşlarının Birinci Antiemperyalist Milli Kurtu- Burada birkaç söz de İhsanoğlu’nun adaylığı ortaya çıkınca feveran edenyaygara koparan CHP’deki sözde ulusalcı eski-yeni milletvekili ve yöneticiler için edelim. Bunlar kuluçkaya yatırılan tavuğun altına konulan yumurtalardan ördek yavrusu çıktığını görünce düştüğü şaşkınlık içindedirler. Neden şaşırıyorsunuz şimdi? Eski Başkanınız Deniz Baykal, Genel Sekreteriniz Gürsel Tekin’le birlikte “Çarşaf Açılımı” yaparken niye sesiniz çıkmadı? O zaman neden böyle tepki koymadınız? Kemal Kılıçdaroğlu Beyefendi; “Biz tarikatlara, cemaatlere karşı değiliz, hatta onları yararlı buluyoruz, biz onların siyasete karışmalarına karşıyız (sanki böyle bir şey mümkün olabilirmiş gibi)” dediğinde niye karşı çıkmadınız? Tayyipgiller’le beraber türbanı özgürleştirme yarışına girip sonunda da;”Türban yasağını biz kaldırdık.” diye kürsülerde bağırırken niye karşı çıkmadınız? Böyle bir parti nasıl Mustafa Kemal’in kurduğu partinin devamcısıyım deme hakkını kendinde bulabilir? Mustafa Kemal “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, müritler, dervişler, meczuplar ülkesi olmayacaktır”, diyor. Biz nasıl bunun aksini söyleyebiliriz, demediniz? Beş paralık siyasi gelecek hesaplarınız yüzünden genel başkanla karşı karşıya gelmek istemediniz, değil mi? Pensilvanyalı İblis’e hayranlığını belirten milletvekillerinize niye karşı çıkmadınız? Bunların partimizde işleri ne, diye niye yönetime başvurmadınız, bir eleştiride bulunmadınız? Ekmeleddin İhsanoğlu’nun bugün CHP-MHP ortak adayı olarak öne sürülmesi parti yöneticilerinizin savunduğu, yukarıda aktardığımız görüşleriyle birebir uyumludur. Onlar, eski düşünceleri doğrultusunda davranmışlar ve o çerçevede bir aday belirlemişler. Emperyalizmin besleyip büyüttüğü IŞİD ve El Kaide çeteleri Irak Halkını katletmektedir. Suriye’de ABD-AB Emperyalizmi aynı proje için hareket edip Suriye’yi parçalamak için savaş çıkartmıştır. Üç yıldır Suriye halkını katleden bu çetelere karşı Suriye askerleri ve halkı büyük bir inançla savaşmaktadır. Başta Özgür Suriye Ordusu diye oluşturulan, ordunun üfürük bir ordu olduğu, esas olarak El Kaide, El Nusra ve IŞİD gibi şeriatçı, Ortaçağcı örgütlerin, bu savaşta Suriye devletine karşı savaştıklarını görüyoruz. Bunların lojistik desteğinin ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye tarafından sağlandığı biliniyor. Türkiye’den pek çok genç, sokak ortasında insan kesen, yüreğini çıkarıp yiyen örgütlere İslamiyet adına katılıyor. “Biz Barış istiyoruz” diye konuşurken, niçin, kimin için barış istediğimizi de ortaya koymalıyız. İlk paragrafta belirttiğim “Barış” söylemcileri, Suriye’de yaşanan savaşı bir iç savaş olarak değerlendiriyorlar. Güya halk, Beşşar Esad’a karşı ayaklanmış. Emperyalizmin bütün açıklığıyla kendini ortaya koyduğu savaş, ancak böyle inkâr edilebilinir. Bugün Irak’ta, Musul’daki 49 elçilik mensubu dahil, 95 Türkiye vatandaşı IŞİD’in elinde esir. Tayyipgiller hâlâ IŞİD’e terör örgütü diyemiyor. Bu durum ülkemizdeki Ortaçağcı, gerici Tefeci-Bezirgân ideolojinin temsilcisi AKP iktidarının durumunu net olarak ortaya koyuyor. Böyle bir iktidar Kürt Sorunu’nu nasıl demokratik bir şekilde çözecek, ülkede barış sağlayacak? “Barış sürecine” destek veren Mehmet Altan bile, “Batı’da faşizm, Doğu'da özerklik mi?” türünden yazılar yazarak Barış sürecini tekrar değerlendirme ihtiyacı hissediyor. Geçtiğimiz yıl içinde Gezi Direnişi’nde BDP-HDP’li gruplar yalnızca birey olarak yer aldılar. Geldikleri zaman da “Hükümet İstifa gibi hükümeti hedef alan sloganlar atmayalım” dediler. 17 Aralık operasyonundan sonra da Hükümetin Yani onlar tutarlıdır davranışlarında. Sizlerse korkaksınız. İnsani ve siyasi cesarete, bilgiye, bilince, özgüvene sahip değilsiniz. Eğer içtenlikliyseniz kendinize bakın, kendinizi eleştirin önce. Tabiî sonra da diğerlerini… Çankaya ancak Devrimci bir Ayaklanmayla “Halkın Çankayası” olur Birkaç söz de CIA Solu İP ve CHP’deki bu ulusalcıların ortaya koyduğu öneri üzerine söyleyelim. Özetçe ne diyor bunlar? 20 Atatürkçü milletvekili çıksın, Atatürkçü bir aday önersin, millet de onu Atatürk’ün Çankayası’na çıkarsın. Tezlerinin özü bu. Bizce bu tartışılmaya, konuşulmaya değmeyecek denli ciddiyetsiz, gerçekleşme olasılığı sıfır, boş laf kalabalığıdır. Onların bu girişimi sadece Tayyip’e eğlence konusu oluşturur. Biz, böyle safsatalarla uğraşacak, oyalanacak anlayış ve mizaçta değiliz. Biz diyoruz ki, Tayyip ve Tayyipgiller yıkılacaklar. Onlar 1 yıl önceki Gezi İsyanı’mızda, 17-25 Aralık süreci diye anılan pisliklerinin patlamış bir geriz gibi ortalığa saçıldığı olayda ve en son Soma Katliamı’yla açığa çıkan halk düşmanlıkları, canilikleri ve zalimlikleriyle öylesine üst üste ölümcül darbeler yemişler, yaralar almışlardır ki artık uzun süre gidebilmeleri mümkün değildir. Ha, ABD Emperyalistleri onları Kıbrıs’ı tümüyle satsınlar, Kürt Meselesi’nin Amerikancı çözümünü sonuçlanmaya yakın bir aşamaya getirsin diye bir süre daha kullanacaktır. Tabiî onlardan Suriye ve Irak’taki ihanetlerini derinleştirmelerini, boyutlandırmalarını da isteyecektir. Fakat ABD Emperyalistleri de bilmektedirler ki Tayyipgiller artık miatlarını doldurmuştur. Onları uzun süre kullanmaya kalkmak efendileri için de çıkarlarına uygun düşmez artık. Böyle yapmaları halinde yeni bir halk isyanının patlaması muhakkak olur. Ve bu ayaklanma bu emperyalistler için çok kötü sonuçlar ortaya koyabilir. Bunu bildikleri için ABD’li efendileri de onların deliğe süpürülme zamanının geldiğini düşünmektedirler. Ne demiştik bundan önceki değerlendirmelerimizde? Tayyipgiller’i biz yıkacağız, Gezi İsyancıları yıkacak. Meclisteki burjuva partileri değil. Evet, öyle olacak yoldaşlar. Çankaya’ya, Mustafa Kemal’in Antiemperyalist Birinci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Devrimi’nin devamcıları olan halk kitleleri devrimci bir ayaklanmayla, Antiemperyalist İkinci Kurtuluş Savaşı’mızı zafere ulaştırdıklarında ve Demokratik Halk Devrimi’ni yaptıklarında Mustafa Kemal’e yakışan bir önder, bir halk önderi çıkacaktır. Ama ancak o zaman çıkacaktır. Bizim devrimci bilincimiz bunu göstermektedir. Gerçek olan da budur. Halkız, haklıyız, yeneceğiz! 27.06.2014 Halkın Kurtuluş Partisi Genel Merkezi arkasında yer aldılar, Rüşvet ve yolsuzluğa hayır eylemlerinde yer almadılar. Halkın ayaklandığı bu süreçlerde, siyasi olarak Hükümetin yanında yer almış oldular. Ortadoğu’da savaşı çıkaran, halkları birbirine boğazlatan ABD-AB Emperyalizmine karşı çıkmadan barış savunulamaz. Savaş karşıtlığı yapılamaz. Bu nedenle bu boş barış söylemlerine karnımız tok. Kurtuluş Partili Bir Kamu Emekçisi 11 Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014 İşçide Kömür Karası Tayyip’te Yüz Karası 13 Mayıs Soma Maden Katliamı’ndan çıkartılması gereken önemli dersler vardır. Her türlü saldırganlığına, yalana ve insanları Allah’la kandırmaya karşın bu katliam, Tayyipgiller’in halk düşmanı, vurguncu, talancı sahte dindar yüzünü bir kez daha açığa çıkartmıştır. arababaları ve Ortaçağcı Tayyipgiller; Soma’daki İş Cinayeti ile resmi rakamlara göre 301 işçi kardeşimizi aramızdan aldı. Ölümlerin nedeni karbonmonoksit zehirlenmesi. Yani ocakta çıkan yangından dolayı ortama yayılan dumandan boğulma. Peki, bu öngörülemeyen bir durum mu? Hayır. Çünkü cinayetten hemen sonra Soma’ya gittiğimizde görüştüğümüz işçiler; bir aydan fazladır kızgın kömür çıkarttıklarını, kömürün yanmakta olduğunu, işveren vekillerine bildirdiklerin- veren madenlerde çalıştırdığı işçilerle ilgili de çeşitli hilelere başvurmuştur. Bu hileler usulüne uygun bir denetim sırasında açığa çıkartılması gereken durumlardır. Örneğin; işe yeni alınan işçilerin, iş güvenliği ve işçi sağlığı eğitimlerinden geçirilmeden işbaşı yaptırıldıkları, on sekiz yaşını doldurmamış çocukların madenlerde çalıştırıldığı yaşanan cinayetten sonra ortaya çıkmıştır. Madenden cenazesi çıkartılan Cemal Yıldız’ın ilkin 16 yaşında olduğu tartışıldı ve Enerji Bakanı’na soruldu. Aynı soru de ise; “önemli değil, siz çalışmaya devam edin” dendiğini söylediler. Yani bu cinayet göz göre geliyorum dediği halde, insanlıktan çıkmış ve gözünü kâr hırsı bürümüş patronlar tarafından önemsenmemiş ve olası bir yangına karşı havalandırma tertibatı alınmadığından bu acı sonla karşılaşılmıştır. Tabiî burada patronun “kâr hırsı”ndan başka Ortaçağcı Tayyipgiller’in özelleştirme ve taşeronlaştırma politikalarının da cinayetin birincil etkeni olduğunu söylemeliyiz. Çünkü Soma Katliamı’ndan yaklaşık 15 gün önce Mecliste Soma ile ilgili verilen araştırma önergesi AKP’lilerin oylarıyla reddedildi. Yine şirketin Genel Müdürü’nün eşinin de AKP’den Belediye Meclis Üyesi olduğu açığa çıktı. Bunlardan daha önemlisi ise, Ağır ve Tehlikeli İşkollarından biri olduğu tartışmasız olan Madenlerde devlet; denetim görevini bilerek yerine getirmemiştir. Hatta Mart 2014’deki göstermelik “denetim”lerle madenlerde bir takım yasal yükümlülüklerin yerine getirilmiş gibi işlem yaptıklarını görmüş olduk. Bu “denetim”lerin de akraba iş müfettişlerince kitabına uydurulduğu açığa çıkmış durumda. Yine görüştüğümüz işçilerin verdiği bilgiye göre; denetimden önce müfettiş işvereni telefonla arayarak ne gün denetlemeye geleceğini bildiriyor, işveren de müfettişin geleceği güne kadar özellikle yer üstünde ve ocakların girişinde birtakım makyaj türünden değişiklikler yaparak istediği raporları alıyorlarmış. Oysa 13 Mayıs’ta da görüldüğü gibi asıl denetimin yer üstünde değil ocakların içinde yapılması gerekmektedir. Ayrıca iş- ocağın başında yoldaşlarımız tarafında da kendisine soruldu. Söylediği, “eğer 16 yaşında birisinin cenazesi varsa ben istifa etmeye hazırım” şeklindeydi. Oysa bakan burada hileye ve yalana başvurdu. Birincisi sanki 15 yaşında olanın canı can da 25-35-45-55 yaşında olanınki değilmiş gibi... Yani bir defada yüzlerce işçinin, hem de yapılan tüm uyarıları yok sayarak, göz göre göre yeraltında katledilmeleri bir bakanın hatta toptan hükümetin sorumluluğunda değilmiş gibi... Kelime oyunlarıyla kendisini kurtarmaya çalıştı. Ama yalancının mumu yatsıya kadar bile yanmadı; 1995 doğumlu Cemal Yıldız’ın madenden cenazesi çıkartıldığında 19 yaşında olduğu, fakat 16 yaşındayken, 2011 yılında madende çalışmaya başladığı kendisine ait facebook sayfasındaki paylaşımlarından ortaya çıkartıldı. Tabiî Enerji Bakanı T. Yıldız’dan tık yok. Hal böyle olunca, kendinin de dile getirdiği gibi; nalkımız “delikanlıdan sözü bir defa çıkar”der. Bu durumda kendisinin “delikanlı” olmadığını ya da bu “istifa” sözünün ağzından çıkmadığını görmüş olduk. Ayrıca 4857 sayılı İş Yasasının 72. maddesinde; “Maden ocakları ile kablo döşemesi, kanalizasyon ve tünel inşaatı gibi yeraltında veya su altında çalışılacak işlerde on sekiz yaşını doldurmamış erkek ve her yaştaki kadınların çalıştırılması yasaktır.” şeklinde emredici bir hüküm de bulunmaktadır. Devletin, bu hükmü bilmemesi mümkün mü? Öyleyse Cemal Yıldız’a niçin 16 yaşında madende işbaşı yaptırıldı? Eğer iş müfettişleri görevlerinin gerek- P tirdiği şekilde bir denetim yapmış olsalardı, (ocağa inmeye bile gerek kalmadan, kayıtlar üstündeki bir incelemeyle) 18 yaşın altında olup da madende çalıştırılan işçileri kolaylıkla tespit edebilirlerdi. Yaptığı her denetimi işverenlerden alacakları yüklü miktarlardaki rüşvetin bir aracı haline getiren, insanlıktan çıkmış ve sadece adı “müfettiş” olan bu zalimlerin de katliamda sorumlulukları çok büyüktür. Hain işveren de, müfettişe vereceği rüşveti madenlerde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri için harcamaz ki, onun için işçinin bir tuğladan, bir tahta parçasından, bir tornavidadan farkı yok ki... Üretim sırasında işçiler mi ölmüş, umurunda bile değil. Ölümlerden sonra bir iki taziye ve gönül alma yeter de artır bile… Sonrası mı? Sonrasında ise verirsin bir iş ilanı, işsizler ordusunun binlerce elemanı kapında sıra olur. Dolayısıyla iş güvenliği yatırımı da neymiş ki?.. Alçak işverenlerin yaklaşımı tamamen budur. Peki devlet, dolayısıyla hükümet ne iş yapar? O da bir kısmının tüm işletmesini, bir kısmının da bazı yerlerini devrettikleri madenlerde taşeron sistemi zarar görmesin diye, özelleştirme-taşeronlaştırma politikaları sanki üretimi bollaştırıyor, verimliliği artırıyormuş gibi, gerek uluslararası sözleşmeler gerekse ulusal mevzuattan kaynaklanan iş güvenliği ve işçi sağlığı önlemlerini tamamen patronların insafına terk etmiştir. Hükümet, 4857 Sayılı İş Yasası ve 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununda öngörülen bütün yaptırımların ihlalini para cezasına bağlayarak patronları üzmemektedir. Dolayısıyla Soma Katliamı sorumlularının kasten adam öldürme fiilinden değil de taksirle ölüme sebebiyet verme suçundan yargılanmaları da bundandır. Ayrıca bu katliam ve daha önceki benzer katliamlardan sonra sorumlular, bizzat Tayyip’in yaptığı gibi, bu ölümlerin “mesleğin (madenciliğin) fıtratında var” olduğu teraneleriyle sorumluluklarını ilahi güçlere havale etmenin peşindeler. Burada hızını alamayan Tayyip; 150-160 yıl önce Avrupa’daki madenci ölümleriyle bugünü kıyaslayarak aklınca Soma Katliamı’ndaki sorumluluktan kurtulmayı amaçlamaktadır. Bu kıyaslama aynı zamanda Tayyip’in insancıl hiçbir değer taşımayan Ortaçağcı kafa yapısının bir sonucudur. Bunlar her türlü yeniliğe, ilerlemeye karşı olduklarından, utanmadan içinde yaşadığımız 21. Yüzyıl teknolojisini de yok sayıp 19. Yüzyılla karşılaştırma yapmayı kendilerine yedirebilmektedir. Tabiî, “ateş düştüğü yeri yakar”, der halkımız. Soma’ya düşen ateşin acısı, Tayyipgiller tarafından Soma’ya gönderilen Ortaçağcı müritlerin “isyan etme, kaderine şükret” afyonlamalarına rağmen Somalıları isyan ettirmiş ve Somalı işçi kardeşlerimiz tepkisini bizzat Tayyip’in kendisine göstermiştir. Tayyip on iki yıllık iktidarı boyunca; ilk kez doğrudan fiziki olarak kendisine yöne- Tayyip; Devrimci Gençliği alanlarda yıldıramadın, mahkemelerle de yıldıramayacaksın 3 Haziran’da Denizli 3. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından Liseli genç bir yoldaşımıza “Başbakan Tayyip Erdoğan’a ve AKP hükümeti üyelerine hakaretten” 1 yıl 15 gün ceza verildi. Yoldaşımız; geçen yıl Gezi sürecine Denizli’de aktif bir şekilde katılmıştı. Di- renişin en yoğun olduğu 31 Mayıs-01 Haziran günlerindeki internet paylaşımları nedeniyle, İzmir Emniyet Müdürlüğünün Siber Suçlar Bürosunun tespitleri sonucunda açılan davada cezalandırıldı. Son duruşmada arkadaşımız güzel bir savunma yaptı. Gezi Direnişi’nin haklı- lığına ve meşruluğuna vurgu yaparak başladığı savunmasında; aslında Tayyip’in kendisinin önüne gelene hakaret ettiğini, asıl onun yargılanması gerektiğini, Gençliğin bu tür davalarla susturulmaya çalışıldığını, verilecek cezadan korkmadığını, susmayacağını belirtip; “MADEM SUSACAKTIK NİYE KONUŞTUK O ZAMAN?” diye dedi. Yoldaşımızın duruşmada yaptığı savunmanın metni aşağıdadır. Duruşmada karınca kararınca biz de bir şeyler söyledik. Ama yargıçta hiçbir hareket yok. Benzer savunmalarda sıklıkla karşılaştığımız; “Savunmaya gelelim, kısa olsun, sırada bekleyenler var, akşama kadar sizi dinleyemem ki” gibi klasikleşmiş tepkilerin hiçbiri yoktu.. Savunmamızı “engin bir sabırla”(!) dinleyen yargıç; “Bitti mi?” dedikten sonra katibe; “getir kızım kararı” diyerek önceden hazırladığı kararı kopyala yapıştır yaptırdıktan sonra okuyup geçti. Peki son savunma ne işe yarar? Sanıkların ve bizim gibi vekillerin yüreklerini soğutmaya mı? Klasik burjuva hukukuna göre bile elbette değil. Ama uygulama ne yazık ki böyle… Tabiî, şu bir gerçek; bugün Tayyip’in taraf olduğu bir davada onun aleyhine lik bir protesto ile karşılaştı. Arabası tekmelendi, yuhalandı, “istifa” sloganları altında konuşmasını yarıda keserek markete sığındı. Tabiî adam hasta ruhlu ve saldırgan olduğundan markette de kendisini protesto eden bir genci yumrukladı, korumalarına dövdürttü. Soma Katliamı’nın bir diğer sorumlusu da işyerinde yetkili olan sarı-gangster TÜRK-İŞ’e bağlı Maden-İş Sendikası’dır. Bu sendika, patron tarafından işyerine getirildiği ve yöneticilerini de bizzat işveren seçtiği için klasik sendikal görevlerini dahi yapmaktan acizdir. Görüştüğümüz işçilerin verdiği bilgilere göre sendika seçimlerinde işçilerin özgür iradeleriyle aday olmaları bile mümkün değildir. İşveren, seçilecek kişileri belirlemekle işçilere de onaylamak kalmaktadır. İşçiler arasından işverenin tercihine itibar etmeyerek bağımsızca aday olanlar çıktığında da işverenin adamları tarafından araçlara bindirilerek tehditlere maruz kalmaktadırlar. Ocakta görüştüğümüz işçilere; “İşyerinde yetkili sendika varsa mutlaka bir Toplu İş Sözleşmesi (TİS) de vardır. TİS’lerde ücret ve sosyal haklar maddelerinden ayrı bir de iş düzeni, işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişkin TİS hükümleri de olması gerekir. Bütün bunlar TİS’te nasıl yer alıyordu?” diye sorduğumuzda, işçilerin yanıtı; “Abi biz ne sözleşme biliriz ne sendika temsilcisi. Burada her şeyi işveren belirler, sendikada görev alacakları da işveren seçer” oldu. Bu yanıt karşısında ne söylenebilir ki?.. İşçi Sınıfımız bir avuç sarı-gangster sendikacı elinde, dağ başında kurda teslim edilmiş kuzu gibi... Dahası sözde sendikanın olduğu bir işyerinde madenci deyimi ile “keseneciler”in, diğer bir deyimle “dayıbaşı”ların elinde maden işçileri çifte sömürüye tabi tutulmuşlar. Ama sendikadan hiçbir ses yok. Soma’daki sendikacılık aslında bizlerin iyi bildiği ve yıllardır karşısında mücadele ettiğimiz sarı-gangster sendikacılıktan başkası değil. Türk-İş’in kurulduğu 1952 yılından bu yana yaptığı hep patron sendikacılığıdır. İçindeki birkaç istisna sendikanın bulunması bu Konfederasyonun sarıgangster yüzünü ortadan kaldırmaz. Nitekim Soma’daki yukarıda belirtilen çağdışı çalışma koşullarını sendikasıyla, konfederasyonuyla Türk-İş’in bilmemesi mümkün değildir. İnsanlık dışı bu koşullara karşı çıkmak için de bileğinin hakkına örgütlenmiş, işverenlere vefa borcu olmayan sendikacıların bulunması gerekir. Türk-İş’te bu yok, doğru. Peki, DİSK ne yapıyor? Bu işkolunda DİSK’e bağlı Dev Maden-Sen Sendikası da bugüne kadar bu sarı sendikacılara karşı bir örgütlenme çalışması yürütmediği gibi, sendikanın asli görevlerinden uzaklaşıp Avrupa Birliği fonlarıyla inek besiciliğine soyunmuştu, Kütahya Tavşanlı’da olduğu gibi... Bilindiği gibi Soma Cinayeti, baştan beri Türk-İş ve ona bağlı Maden-İş Sendikacılığı şahsında sarı sendikacılığın sorgulandığı bir süreç oldu. Öyle ki, bu cinayetin asıl sorumlularından olan Enerji Bakanı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı dahi hedef şaşırtmak ve kendi sorumluluklarını hafifletmek için sarı sendikayı eleştiren açıklamalar yaptılar. Oysa DİSK’in Genel Başkanı dahil birçok yöneticisi cinayetten karar verecek, hukukun üstünlüğüne inanan, onu savunabilen, onu uygulayabilen yargıç sayısı da azaldı. Ayrıca adam kafasını taktığı birisi mi oldu, miting meydanından veriyor talimatı, kendi hukuk bürolarına düştürdükleri yargının savcıları ve yargıçları da “emrin olur usta” diyerek hemen hareket geçiyorlar. Böyle bir ortamda Yoldaş’ımızın beraat ettirilmesi ölü gözünden yaş ummaya ben- sonra Soma’ya geldikleri halde burada yaptıkları açıklamalarda, cinayetle ilgili sarı sendikacılığı eleştiren ve teşhir eten tek bir söz söylememişlerdir. Soma İşçisinde ve genel kamuoyunda sarı sendikaya yönelik tepkilerdeki artıştan sonra ancak DİSK olaya müdahil olabilmiştir. Dolayısıyla DİSK, Soma Cinayeti’nin başında, varlık nedeni olan sarı sendikacılığa karşı Devrimci Sınıf Sendikacılığı alternatifini ortaya koyma görevini yerine getirmemiştir, getirememiştir. Bir başka anlatımla, Soma Cinayeti nedeniyle başta İşçi Sınıfımız olmak üzere geniş emekçi kitlelerde sarı sendikacılığa karşı oluşan tepkileri DİSK değerlendirememiştir. Ancak cinayetten sonra maden işçilerinde gün gün biriken tepkilerin bugünlerde Türk-İş’ten istifaya dönüşmesi ve DİSK’e üyeliklerin yapılması sevindiricidir. Kendiliğinden gelişen bu tepkisel üyeliklerin kalıcılaştırılması gerekmektedir. Yoksa DİSK’e karşı düşmanca tutum içinde olan Tayyipgiller’in her türlü devlet olanağı ile bu yönelimi kesmesi ve etkisizleştirmesi kaçınılmazdır. Tabiî Türk-İş’li sarılar da boş durmayacaktır. Sonuç olarak; 13 Mayıs Soma Maden Katliamı’ndan çıkartılması gereken önemli dersler vardır. Her türlü saldırganlığına, yalana ve insanları Allah’la kandırmaya karşın bu katliam, Tayyipgiller’in halk düşmanı, vurguncu, talancı sahte dindar yüzünü bir kez daha açığa çıkartmıştır. Özelleştirme ve Taşeronlaştırma politikalarının İşçi Sınıfımız için bir cehennem olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Son günlerde yutturulmaya çalışılan “Yeni Taşeron Sistemi”nin daha önce de yazdığımız gibi özünde tüm işkollarında asıl işleri de kapsayacak şekilde taşeronlaşmanın önünü açmayı, taşeron işçilerinin iş mevzuatından kaynaklanan hak ve alacaklarındaki asıl işveren sorumluluğunu da ortadan kaldırmayı ve giderek işçileri “Kıdem Tazminatı Fonu”na ikna etmeyi hedeflediği ortaya çıkmıştır. Çekilen bu acılar sonunda Soma maden işçilerinde hak ve çıkarlarını koruma bilinci oluşmuştur. İşçilerin madenlerdeki iş güvenliği önlemi alınmadan işbaşı çağrılarına uymamaları, şehir merkezinde yaptıkları yürüyüşlerle sarı sendikacıları ve TKİ yöneticilerini istifaya zorlamaları bunun örnekleridir. Tabiî Tayyipgiller’in, İşçi Sınıfının bu haklı ve meşru tepkisini nötralize etme tehlikesi de bir kenarda durmaktadır. Bizzat Tayyip’in kendisinin son konuşmalarında; insanların gerici yönlerini okşayarak, mezhep kışkırtıcılığı yapması bu tehlikenin ilk belirtileridir. Çünkü bunlar, kendi aşağılık çıkarları için her türlü yalana, dolana ve kışkırtamaya başvurmaktan çekinmezler. Temsilciliğini yaptıkları Tefeci-Bezirgân Sermayenin yedi bin yıllık geçmişi bir yana bunların on iki yıllık iktidarları döneminde yaşananlar bu yüz kızartıcı örneklerle doludur. Partili yoldaşlarımız ne de güzel demişler; İşçide Kömür Karası Tayyip’te Yüz Karası diye… q *** Kurtuluş Yolu 76. sayısında yayımlanan “İşçide kömür karası Tayyip’te yüz karası” makalesini teknik nedenlerle yanlış girilen bazı ibareleri düzelterek yeniden yayımlıyoruz. zerdi. Kararın en ilgi çeken yönü de; Tayyip’in avukatları hiçbir duruşmaya gelmedikleri halde sırf dosyada vekâletname var diye lehlerine 750 TL vekalet ücretine hükmedilmesi oldu karşı çıkmamıza rağmen… Kurtuluş Partili Hukukçular Yoldaşımızın savunması... G urur duyuyorum! Olmayan çocuğuma anlatacağım bir hikâyem oldu. Büyük Gezi Direnişi’nin acısını çıkarmak isteyen emperyalist işbirlikçileri İsyan sona erdikten sonra saldırıya geçtiler. Amaçları Tayyip Erdoğan’a yalakalık yapıp rahat yaşamak. Ama bu böyle mi devam edecek? Her şey başladığı gibi bitebilme özelliği taşır. AKP Hükümeti, TOMA’sı, gazı, bombası, çeviği, copu ile durduramadığı Gençleri, Hukuk yolları ile durdurmaya çalışmakta. Hakkımda açılan dava aynen bundan ibarettir. Büyük Gezi Direnişi’ne bir lokomotif olmamı kaldıramayan Emperyalist İşbirlikçileri küfür ettiğim bahanesi ile bana dava açmışlardır. Dertleri, “Tayyip Erdoğan’a hakaret etti”, değil Gezi Parkı eylemlerinden intikam almaktır. Her toplantısında, mitinginde kan kusan “haysiyetsiz, namert, utanmaz, şerefsiz, terörist, kâfir, ateist, Alevi” gibi nefret suçları işleyen birinin böyle bir davada karşımda rakip olması gülünçtür. Bu davaların açılma sebebi tamamen kişiyi yani beni susturmadır. Yani psikolojik baskıdır. Madem susacaktık neden konuştuk? Bilmiyorlar ki, bu açılan dava ve yiyeceğim ceza beni güçsüzleştirmedi daha da güçlendirdi! O kadar insan ölmüş, o kadar insan sakat kalmış ve o kadar insan engelli olduğu halde direnmişse Büyük Şanlı Gezi Parkı Direnişi’mizde, benim yiyeceğim cezanın ne önemi olabilir ki… Yürüyüşümüzü hiçbir güç engelleyemeyecek! 12 Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014 Soma için uluslararası konferans 120 ülkeden 90 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) ile DİSK Nakliyat İş Sendikası, “SOMA’DA İŞÇİ KATLİAMINI NE UNUTURUZ NE AFFEDERİZ” adlı Uluslararası bir Konferans düzenledi. Konferans Bahrein, Bask Bölgesi, Brezilya, Kolombiya, Danimarka, Mısır, Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç, İsviçre ve Kıbrıs’tan gelen otuz bir sendika yöneticisi ve uzmanların katılımıyla 18 Haziran tarihinde İstanbul’da yapıldı. 1 20 ülkeden 90 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF) ile Sendikamızın ortaklaşa düzenlediği “SOMA’DA İŞÇİ KATLİAMINI NE UNUTURUZ NE AFFEDERİZ” konulu Uluslararası Konferans; Bahrein, Bask Bölgesi, Brezilya, Kolombiya, Danimarka, Mısır, Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç, İsviçre ve Kıbrıs’tan gelen otuz bir sendika yöneticisi ve uzmanların katılımı ile birlikte 18 Haziran 2014 tarihinde İstanbul’da yapıldı. Konfederasyonumuz Yöneticileri, Soma Maden’den iki işçi ve diğer kurumların temsilcilerinin de katıldığı Konferansın sonunda tüm katılımcıların yapmış oldukları konuşmalar sonrasında bir sonuç bildirgesi hazırlanmıştır. Türkçe ve İngilizce olarak hazırlanan sonuç bildirgesi ekte basının ve kamuoyunun bilgisine sunulur. 23.06.2014 Nakliyat-İş Sendikası Genel Merkezi T WFTU-Nakliyat-İş Ortak Sonuç Bildirgesi üm kıtalardan, 13 farklı ülkeden gelen sendika liderleri ve WFTU, DİSK, Nakliyat-İş ve TUI Metal ve Maden Sendikaları liderlerinin katılımıyla, Soma Maden İşçileri ve Türkiye İşçi Sınıfıyla dayanışma Konferansında bugün, 18 Haziran 2014 tarihinde, Uluslararası İşçi Sınıfına ve dünya halklarına “UNUTMA- YACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!” mesajımızı deklare ediyoruz. Deklarasyonumuz: Türkiye’deki Maden İşçileri ve İşçi Sınıfıyla dayanışıyoruz. En az 301 işçi kardeşimizin ölümü Uluslararası İşçi Sınıfına karşı işlenmiş bir suçtur. Türkiyeli işçiler yalnız değildir. Onların kız ve erkek kardeşleri, dünyanın dört bir tarafındaki bütün ülkelerde yaşayan, aynı ekonomik, sosyal ve demokratik haklar için mücadele eden işçiler ve savaşçılar Türkiyeli işçilerin yanındadır. Türkiye hükümetini ve Soma Holding’i, maden işçilerinin hayatlarını tehlikeye atan vurdumduymazlıklarından dolayı kınıyoruz. Bu katliamın sebepleri son derece açıktır: madenlerin özelleştirilmesi, maden zenginliklerinin kâr hırsıyla sömürülmesi, işçilerin aşırı çalıştırılması, bakım ve modern ekipman kullanımında yapılan kesintiler ve taşeronluk sistemi. Bu kaza kapitalist üretim biçiminin olağan bir sonucudur. Bizler, insanların ihtiyaçları için kullanılması gereken maden zenginliklerinin özelleştirilmesine karşı savaşım yürüten Türkiye’deki Mücadeleci Sendikal Hareketi destekliyoruz. Bu suçun üzeri örtülemeyecektir! Bizler Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve onun hükümetinin facia sonrasında yaptığı “takdiri ilahi” ya da “ölmek maden işçiliğinin fıtratında var” gibi açıklamaları tamamen reddediyor ve kınıyoruz. Başbakanın ve hükümetin bu taktiği Türkiye Halkının öfkesini başka yönlere kanalize etmeyi amaçlamaktadır. Başbakanın bu olayın “doğal” olduğunu kanıtlamak için 19’uncu Yüzyılda gerçekleşen kazaları örnek göstermesi mevcut hükümetin, Türkiye’deki çalışanların Ortaçağ koşullarında yaşamalarını ve çalışmalarını istediğini göstermektedir. Bizler dünyaya bu kazanın gerçek nedenlerini, gerçek suçlularını teşhir etmeye, çözüm yollarını göstermeye devam edeceğiz. Böylece bu kat- liama ilişkin duyulan öfkeyi örgütlü, uluslararası ve sınıf temelli bir sendikal mücadeleyle buluşturacağız ve tüm işyerlerinde modern, yeterli ve etkili sağlık ve güvenlik önlemlerinin alınmasını talep edeceğiz. Bu katliamların tekrar gerçekleşmesini engellemek için Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Türkiye’deki bütün madenlerde bu tür önlemleri derhal almasını talep ediyoruz. Ayrıca Türkiye Hükümetinin ILO sözleşmesinin ilgili maddesi olan ve imzalamaya yanaşmadığı 76’ncı Maddeyi onaylayıp derhal imzalaması gerektiğini dile getiriyoruz. Bizler bu katliama yol açan suçluların derhal yargı önüne çıkarılıp cezalandırılmasını talep ediyoruz. Tüm kurbanların ailelerine eksiksiz biçimde tazminat ödenmelidir. Soma maden işçilerine ve ailelerine yönelik yapılan tehditlerin derhal son bulması gerekmektedir. Bu suç tekrarlanmamalıdır! Bizler demokrasi için mücadele etmeye, Türkiye hükümeti ve çevik kuvvet polisinin göstericiler üzerinde baskı kurmasının, protestoculara saldırılmasının ve her türlü işyerinde ve toplumun her kesiminde demokratik haklara karşı yapılan saldırıların son bulmasını talep etmeye devam edeceğiz. Taşeronluk sisteminin kesinlikle son bulmasını talep ediyoruz. Tüm işçiler için daha iyi çalışma koşulları ve Dünyanın dört bir yanından İşçi Sınıfı temsilcileri Soma Katliamı’nı lanetlemek ve Soma Halkına destek için İstanbul’da buluştu DİSK-Nakliyat-İş Sendikası Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu Türkiye iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci dünyada ikinci sırada Dünyada eşine az rastlanır bu katliamın hesabını sormak, sorumluların cezalandırılmasını sağlamak ve Türkiye İşçi Sınıfıyla dayanışmada bulunmak için tüm kıtalardan işçi sınıfı temsilcileri Dünya Sendikalar Federasyonu ve DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği “Soma’daki İşçi Katliamını Ne Unuturuz Ne Affederiz” başlıklı konferansta bir araya geldiler. E n az 301 işçi kardeşimizin Parababaları düzeninin bekçiliğini yapan Tayyipgiller iktidarı tarafından katledildiği Soma’da acılar hâlâ taze. Katliam sonrası açılan toplu mezarlara insanlar akın akın ziyaretler gerçekleştiriyor. Yaşanan acıları en iyi ifade eden fotoğraflardan biri de babalar gününde ortaya çıktı. Düzenin babalarını katlettiği 432 çocuk, mezarların üzerine babalarına yazdıkları mektuplarla birlikte karnelerini bıraktılar. Dünyada eşine az rastlanır bu katliamın hesabını sormak, sorumluların cezalandırılmasını sağlamak ve Türkiye İşçi Sınıfıyla dayanışmada bulunmak için tüm kıtalardan işçi sınıfı temsilcileri Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU) ve DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’nın ortaklaşa gerçekleştirdiği “Soma’daki İşçi Katliamını Ne Unuturuz Ne Affederiz” başlıklı konferansta bir araya geldiler. Konferans 18 Haziran Çarşamba Günü İstanbul Serbest Muhasebe Mali Müşavirler Odası Toplantı Salonunda gerçekleştirildi. 13 ülkeden yaklaşık 30 sendikacıyla birlikte Türkiye’deki çeşitli sendika, siyasi parti ve demokratik kitle örgütü temsilcilerinin katıldığı etkinliğin açılış konuşmasını DİSK/Nakliyat-İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yaptı. Konuşmasına Ernesto Che Guevara’nın çocuklarına yazdığı mektuptan alıntılarla başlayan Küçükosmanoğlu, “Dünyanın dört bir yanından gelen ve acımızı paylaşıp dayanışma duygularını ifade eden tüm yoldaşlarıma teşekkür ederim” diyerek konukları selamladı. Küçükosmanoğlu konuşmasında Türkiye’deki kölelik koşullarına, insan hayatının ucuzluğuna ve hükümetin halk düşmanı politikalarına değindi. Ali Rıza Küçükosmanoğlu’ndan sonra kürsüye Dünya Sendikalar Federasyonu Genel Sekreteri George Mavrikos çıktı. Mavrikos yaptığı ko- nuşmada dünya İşçi Sınıfı adına Soma Katliamı’na yol açan suçluları kınadıklarını, sorumluların mutlaka cezalandırılması gerektiğini, bunun için uluslararası planda ne yapılması gerekiyorsa büyük bir gayretle yapacaklarını dile getirdi. Genel Sekreter Mavrikos’un ardından yaşanan büyük trajedinin merkez üssünden, Soma’dan gelen işçi kardeşlerimiz kürsüye çıkarak birer konuşma yaptılar. Alkışlar eşliğinde kürsüye çıkan Somalı maden işçisi kardeşlerimiz Soma’daki kölelik koşullarını detaylarıyla anlattılar. Etkinlik dünyanın dört bir yanından gelen konukların dayanışma ifade eden konuşmalarıyla devam etti. Saat 14.00’da başlayan yemek arası 16.00’a kadar sürdü ve 16.00’da konferansın ikinci bölümüne geçildi. İkinci bölümde de uluslararası sendika temsilcileri konuşmalarını gerçekleştirdiler. Etkinlik, ortaklaşa hazırlanan sonuç bildirgesinin okunmasıyla sona erdi. Etkinlik sonrasında Soma Katliamı’nı dünya ölçeğinde teşhir eden böyle bir etkinliğin düzenlenmesinde öncülük eden DİSK/Nakliyat-İş Sendikası’na ve Genel Başkan Ali Rıza Küçükosmanoğlu’na teşekkür edildi. Konuklar, Soma Katliamı’nın tüm sorumlularının cezalandırılacağı güne kadar mücadeleye devam edeceklerini dile getirdikten sonra büyük bir memnuniyet ve dayanışma duygusuyla ülkemizden ayrıldılar. 19.06.2014 İstanbul’dan Kurtuluş Partililer iş ilişkilerinin tesis edilmesini istiyoruz. Bizler İşçi Sınıfını bölen ve zayıflatan sarı sendikaların varlığını ve faaliyetlerini lanetliyoruz. Türkiye’deki Maden İş Sendikası ve onun yüksek maaşlar alan satılmış liderleri Soma Madenlerinde denetlemeler sırasında patronla ve hükümetle işbirliği yapmış, kaza sırasında madende bulunan işçi sayısıyla ilgili yanlış bilgi vermiştir. Onlar şimdi ise işçilerin örgütlenmesini ve bu katliama karşı etkin bir mücadele yürütmesini engellemeye çalışmaktadırlar. ILO’nun ve Birleşmiş Milletler’in, Türkiye hükümetini işçi haklarına, sendikal haklara ve demokrasiye saygı duymak ve bu olguları kabul etmek konusunda zorlayacak adımları atmasını talep ediyoruz. Yukarıdaki amaçların eksiksiz biçimde gerçekleştirilmesi için bir “Uluslararası Uzmanlar Komisyonu” kurma kararı almış bulunuyoruz. Bu komisyonun içerisinde bilim insanları, avukatlar, uluslararası analistler ve sendikalar yer alacaktır. Kurulacak olan Komisyonun amaçları; Soma maden katliamının ardında yatan gerçekleri sürekli teşhir etmeye devam etmek, işçilerin can güvenliği için mücadeleyi sürdürmek, işyerlerinde sağlık ve güvenlik önlemlerinin eksiksiz bir biçimde alınmasını talep etmek ve nerede benzer katliamlar olursa anında müdahale etmektir. E fsane Büyük Devrimci Önder Ernesto Che Guevara çocuklarına yazdığı veda mektubunda şöyle diyordu. “Her şeyden önce de dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir kişiye karşı yapılan haksızlığı daima yüreğinizin en derin yerinde hissedebilin. Bu bir devrimcinin en güzel niteliğidir.” Dünyanın dört bir yanından binlerce kilometre uzaklardan Brezilya ve Kolombiya’dan, Bahreyn, Bask Bölgesi, Danimarka, Mısır, Yunanistan, Irak, İtalya, Filistin, İsveç, İsviçre ve Kıbrıs’tan gelerek Somalı Maden İşçilerinin eşlerinin, çocuklarının acılarını paylaşan, haksızlığı yüreklerinin en derinlerinde hissedenler, kardeşler, bacılar, arkadaşlar, yoldaşlar hepiniz hoş geldiniz. Acımızı paylaşmak için katliamdan 3 gün sonra 16 Mayıs 2014 tarihinde Türkiye’ye heyet olarak gelen çok değerli yoldaşım DSF Genel Sekreteri George Mavrikos, DiSK’in, Sendikalarımızın, Meslek Örgütlerinin, Siyasi Partilerin, Halk Örgütlerinin, saygı değer temsilcileri, işyerlerinden gelen sevgili işçi kardeşlerim, hoş geldiniz. Hepinizi Dünya Sendikalar Fede- rasyonu ve Nakliyat-İş Sendikası adına sevgiyle saygıyla selamlıyorum. Bugün burada resmi rakamlara göre 301, Soma’da anlatılanlara göre ise 400’e yakın işçi kardeşimizin yaşamını yitirdiği, Soma Eynes Maden Ocağı’ndaki işçi katliamını lanetlemek ve yüreğimizin derinliklerinde hissettiğimiz acılarını paylaşmak, dayanışmak ve aynı zamanda da kapitalizme karşı isyanımızı, öfkemizi haykırmak; kâr, daha fazla kâr için kan dökmeye, insan öldürmeye devam edenlerden hesap sormak için buradayız. Özelleştirmelerle, taşeron, güvencesiz, kölelik koşullarında işçileri çalışmaya mahkûm ederek gerekli işçi sağlığı-iş güvenliği önlemlerini almayarak uluslararası sözleşmeleri imzalamayarak, iş cinayetlerine davetiye çıkaran çalışma düzeninden sorumlu olan siyasi iktidardan, sermayedarların sorgulanması için buradayız. Türkiye, iş cinayetlerinde Avrupa’da birinci, dünyada ise ikinci sıradadır. DİSK-AR’ın araştırmasına göre 27 AB ülkesinde istihdam edilen her 100 bin kişide ölümlü iş cinayeti 2,1 iken, Türkiye’de bu oran 14,3’tür. Yani yaklaşık 7 kat fazladır. 13 Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014 Madenlerdeki ölümlü iş cinayetlerinde ise bu oran İLO verilerine göre Türkiye dünyada birinci. Türkiye’yi Arjantin takip etmektedir. Madencilik sektöründe ise AB ülke- lerinin ortalamasından 16 kat fazla ölüm olmaktadır. Türkiye’de AKP hükümeti döneminde, son on iki yılda, resmi rakamlara göre 11.282, 2013 yılında ise 1235 işçi iş cinayetlerinde yaşamlarını yitir- miştir. 2014 ilk aylarındaki sayı ise 810’dur. Soma Madenlerinde yaşanan işçi katliamının sorumluları daha fazla kâr, daha fazla sömürü için işçi sağlığı iş güvenliği önlemlerini almayan sermayedar Soma Holding’tir. Özelleştirme, taşeronlaştırma, güvencesiz çalışmanın sorumluları siyasi iktidarla tüm bu düzenin bir parçası olan sarı gangster sendikacılıktır. İLO’nun 176 Numaralı “Madenlerde Güvenlik ve Sağlık Sözleşmesi”ni Lübnan’dan Zimbave’ye 28 ülke imzalamış, Türkiye ölümlü maden kazalarında dünya birincisi olmasına karşın hâla imzalamamıştır. Soma Madende yaşanan katliam Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük işçi katliamıdır. 1992 yılında Zonguldak/Kozlu madenindeki işçi katliamında 263 işçi kardeşimiz yaşamını yitirmişti. Dünya Sendikalar Konfederasyonu (DSF) Genel Sekreteri Yorgos Mavrikos Dünya çapında resim siyahtır Değerli Nakliyat-İş Başkanı kardeşim Ali Rıza Küçükosmanoğlu, Türkiye İşçi Sendikaları temsilcileri, Soma’daki işçi kardeşlerimiz Değerli yoldaşlar, Bugün burada Türkiye Halklarının, Türkiye İşçi Sınıfının ve mücadeleci sendika temsilcilerinin yanında yer aldığımızı, destek ve enternasyonalist dayanışmamızı sunduğumuzu belirtmek isterim. 301 kardeşimizin yaşamına mal olan Soma madenindeki kesinleşmiş suça kaşı tek bir ses olup kınamak için, bizler; 120 ülkeden 90 milyon işçiyi temsil eden Dünya Sendikaları Federasyonu (DSF) ve Dünyanın değişik ülkelerinden sınıf sendikaları temsilcileri olarak burada bulunuyoruz. Türkiye’deki maden ocaklarında bu tür olayların bir daha yaşanmaması için bizler; Türkiye Hükümeti’nden ve Soma Holding’ten çağdaş, yeterli ve etkili önlemlerin alınmasını ve suçluların en katı bir şekilde cezalandırılmasını talep etmekteyiz. Buna paralel olarak, maden ocaklarının özelleştirmesine karşı verilen mücadeleyi destekliyoruz. Biz şuna inanır ve yüksek ses ile dile getiririz ki, Türkiye’nin maden zenginliği halklarına aittir. Tüm insanların yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanılmalıdır. DSF ile Türkiye’deki sendikal hareketin ilişkileri çok eskilere dayanmaktadır. DSF zor yılarda Türkiye sendikal hareketinin yanında yer almış, dayanışma içinde olmuştur. Bizler DSF olarak, DİSK ve diğer kuruluşlar ile dün tanışmadık. Bizler, eski arkadaşlar, eski mücadele yoldaşlarıyız. Bugün olduğu gibi, daha ilk andan itibaren bu katliamı kınamış ve dayanışmamızı 16 Mayıs’ta bir heyet ile burada sizinle paylaşmıştık. Türk kardeşlerimizin yanında olduğumuzu bugün bir kez daha belirtiyoruz. 16 Mayıs’taki ziyaret esnasında yapılan görüşmeler sonucunda bugünkü uluslararası konferansı gerçekleştiriyo- ruz. Bu konferansın amacı uluslararası kınama, bu olayın gerçek nedenlerinin ortaya çıkarılması ve suçluların cezalandırılmasına katkıda bulanmaktır. SOMADAKİ KATLİAM UNUTULMASIN! ÜSTÜ KAPATILMASIN! BİR DAHA YAŞANMASIN! Bütün dünya işçileri bilsin ki, Başbakan Erdoğan ve Hükümetinin dediği gibi, bu katliam “işin fıtratında” yoktur ya da “Allah’ın yazgısı” değildir, aksine insan yaşamına kasteden özelleştirme mantığının kesinleşmiş suçudur. GÖRÜNTÜ SİYAHTIR Değerli meleslektaşlarım, Dünya çapında resim siyahtır. Veriler, rakamlar ve olaylar kendiliğinden konuşuyorlar. Temel neden her yerde aynıdır: Yılda yaklaşık 321.000 işçinin katledilmesine neden olan bu ölümcül kazalar, esasen sermayenin azami kâr hırsından kaynaklanmaktadır (ILO). Ayrıca bunlara ek olarak her yıl dünyada 317 milyon üzerinde ölümsüz kazalar yaşanmaktadır. Tabiî ki (kimyasal alanlardan, kemik, omurga sorunları, kaygı ve stres rahatsızlıkları) gibi zararlı ölümcül iş kazalarını da unutmamak gerekir. Bu veriler; her 15 saniyede bir işyerinde hastalık veya iş kazası sonucunda bir işçinin yaşamını kaybetmesine eşdeğer olduğundan korkutucu bir gerçekliktir. Yani her 15 saniyede 151 işçi iş kazaları ile karşı karşıya gelmektedir. Çokuluslu şirketlerin üretimlerini ucuz işgücü bulmak maksadıyla gelişmekte olan ülkelere kaydırmış olmalarından kaynaklı olarak birçok ölümcül iş kazasının buralarda olması şaşırtıcı değildir. Bazıları Avrupa’yı “Demokrasi ve ilerici’’olarak tanımlamak istese de, yılda 5.720 işçi işyerinde yaşamını kaybetmekte ve 159.500 kişi de meslek hastalıkları nedeniyle yaşamını yitir- mektedir. Uluslararası kapitalist kriz nedeniyle işçi haklarına saldırı düzenlenmektedir. İşten atılmaların artması, az işçi ile daha fazla çalışma, çocuk işçi çalıştırma ve emeklilik yaşının artışı, üretim maliyetlerinin sürekli olarak düşürülmesi sonuç olarak iş sahasında iş makinelerinin bakımının yapılmaması olarak ortaya çıkmaktadır. İş yoğunluğu sürekli artmaktadır. Bütün bunların gerçekleşmesinin ve devam etmesinin gerekçesi, çokuluslu ve büyük şirketlerin kârları için İşçi Sınıfının ödediği kan vergisinin büyüyor olmasıdır. Dünya Sendikalar Federasyonu, 2011 yılı Nisan ayında 126 ülkeden 828 delege huzurunda iş sağlığı ve güvenliği gibi öncelikli konuları açık ve demokratik bir biçimde tartıştığı 16’ncı Kongresini Atina-Yunanistan’da gerçekleştirmiştir. Kardeşçe ve demokratik bir ruh içinde gerçekleşen bu açık, geniş, uluslararası tartışma DSF’ye rehber olmuştur. Tüm kıtalarda İşçi Sınıfını, hakları için, iş güvenliği ve sağlığı için çağdaş ve etkin önlemlerin alınması noktasında bilgilendirmek amacıyla onlarca seminerler ve konferanslar düzenlemiştir. İnsan sağlığı için çok tehlikeli bir malzeme olan Kireç’in kullanımının yasaklanması gibi birçok girişimlerde bulunduk. Bu çok önemli belgede açıkça söy- Soma Madeni daha önce kamu işletmesi olan Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) tarafından işletilmekteydi. Rödovans denilen yöntemle kömür işletmeleri özel işletmelere, sermayeye devredilmiştir. İş Yasasındaki kısıtlamalara karşın kömür üretimi alt işverenle taşeronlara devredilmiştir, dayıbaşı yöntemi ile de kiralık işçiler çalıştırılmaya başlanmıştır. İşçi sağlığı ve güvenliği açısından tehlike olduğu için bir önceki özel işletme tarafından kapatılan kömür ocağı, Soma Holding tarafından yeniden açılmıştır. TKİ tarafından 144 dolar olan maliyet tam 23,8 dolara düşmüştür. Ve Soma Holding patronu buna rağmen kâr ettiğini, kâr etmese bu işi yapmayacağını bir gazete röportajında anlatmıştır. Soma Kömür İşletmesinde işçi sağlığı ve iş güvenliği ile ilgili alınması gereken önlemler maliyet gerekçesiyle alınmamıştır. Soma Holding patronu, işyerindeki Türk-İş üyesi Türkiye Maden-İş Sendikasını işyerinde örgütlenmek üzere çağırmış, sendikada kimin işyeri sendika temsilcisi, kimin sendikanın şube yöneticisi olacağını işveren kendisi belirlemiştir. Ortada İşçi Sınıfı iradesi ve tercihi ile belirlenmiş, örgütlenmiş sendika yoktur. Bundan dolayı da Soma Madende sarı sendikacılık yapan sendika da katliamdan sorumludur. Dünya Sendikalar Federasyonu (DSF)’nin kuruluş ilkelerinde, mücadele geleneklerinde somutlanan sendikal politikalar, ücretli köleliğin ortadan kaldırılması, işçilerin insan onuruna yaraşır bir ücret ve insan onuruna yaraşır çalışma koşullarının yaratılması mücadelesinin politikalarıdır. Bundan dolayı Dünya Sendikalar Federasyonu DSF ile ortaklaşa düzenlemiş olduğumuz bu uluslararası konferansın Türkiye İşçi Sınıfı Mücadelesi ve dünya işçi sınıfı açısından da tarihsel bir önemi ve anlamı vardır. 18.06.2014 lüyoruz ki: “İşçilerin yaşamları ve sağlığı sınıfsal sendika hareketi için bir önceliktir. İşyerlerinde çalışma koşullarının iyileştirilmesinin manası; güvenlik önlemlerinin alınması, sıfır iş riski, kazaların ve hastalıkların ortadan kaldırılması, işçilerin yaşam kalitesinin iyileştirilmesi demektir.” Uluslararası sınıfsal sendika hareketi için önemli olan bu kararla şu ortak noktaya vardık: Emekçilerin sağlık sorunları, kişisel sorun veya kişisel sorumluluk değil aksine emeğin toplumsal örgütlenmesi ve üretim biçimi ile direkt bağlantılıdır. Bundan ötürü; emek sağlığının ve güvenliğinin korunması sorunu, kapitalistlerin çıkarlarını ve kârlarını destekleyen, kapitalizmin revizyonunu ve sözde krizden çıkışın hazırlıklarını hedefleyip örgütleyen, emek karşıtı uygulamalarla bilinen politikalara karşı yürütülen mücadele siyasetiyle bağlantılıdır. Uluslararası İşçi Sınıfının kızgınlık ve gazabını örgütlü bir mücadeleye çevirmek için mücadele saflarını sıklaştırmak bu trajedi içerisinde yapmamız gereken bir görevdir. Çok zor şartlar altında mücadele ve uğraş veren Türkiye Sendikal Örgütlenmelerine söylemek isteriz ki; Bizler Dünya Sendikalar Federasyonu olarak her zaman bize ihtiyaç duyduklarında yanlarında olacağız, mücadelelerini destekleyeceğiz, onlarla birlikte mücadele edeceğiz ve dünya çapında tüm Sınıfsal Sendikal Harekete taleplerini duyuracağız. Dünyanın değişik ülkelerinden sen- dikalar, Türkiyeli meslektaşlar ve Dünya Sendikalar Federasyonu temsilcileri olarak bizler, bugün 18 Haziran 2014 itibariyle Türkiye-İstanbul’dan sesleniyoruz ve diyoruz ki: Şirketlerin kârları için kardeşlerimizin kanları akmasın. Yeter Artık! Buraya Kadar! Bugünden itibaren mücadelemiz yeni ve çok biçimli bir şekil alacak ve sürekli yöntemlerle devam edecektir. 1- Katliamın suçluları cezalandırılsın! 2- Bir an önce bütün madenlerde İş sağlısı ve Güvenliğine ilişkin önlemler alınsın! 3- Çalışma şartlarının koşulları iyileştirilsin! 4- İşyerlerinde demokrasinin işlenmesi! 5- Uluslararası Kuruluşlar seyirci olmaktan çıksınlar! 6- Hiçbir yerde bu tür katliamlar yaşanmasın! 7- Bu tür katliama maruz kalan ailelere destek verilmelidir! Bu hedeflerin gerçekleşebilmesi için DSF; teknik elemanların, hukukçuların, emek sendikacılarının, yargı mensuplarının, uluslararası ilişkiler uzmanlarının müteşekkil olduğu Uluslararası Özel Üyeler Heyeti’nin kurulmasını önerir. Bu Heyet, düzenli ve sürekli olarak Emekçilerin sağlık ve yaşamlarının korunması ile ilgilenip gerektiğinde her türlü alan ve biçimde müdahale edebilecektir. Teşekkür ederim. Dünya İşçi Sınıfı Temsilcileri Somalı İşçileri anıyor... Ali Rıza Küçükosmanoğlu: Şimdi konuşmasını yapmak üzere Konfederasyonumuz DİSK’in Genel Başkanı Sayın Kani Beko’yu çağırıyoruz. İstanbul Serbest Muhasebeciler ve Mali Müşavirler Odası’na bu güzel organizasyonda DİSK Nakliyat-İş Sendikamıza katkı sunduğundan dola- (Slogan: İnadına Sendika İnadına DİSK…) Kani Beko: Sevgili basın mensupları, sevgili mücadele arkadaşlarım, Dünya Sendikalar Federasyonu Genel Sekreteri Sayın Yorgos Mavrikos, Uluslararası Metal ve Maden Sendikası Federasyonu Genel Sekreteri Sayın Silva, DİSK Nakliyat-İş Genel Başkanı Sayın Ali Rıza Küçükosmanoğlu, DİSK Yönetim Kurulu Üyeleri, sendikaların, siyasi partilerin ve demokratik kitle örgütlerinin çok değerli temsilcileri hepinizi DİSK adına saygı, sevgiyle selamlıyorum. Soma’dan gelen madenci kardeşlerim, sizleri selamlıyor ve konukların huzurunda başsağlığı dileklerimi bir kez daha iletmek istiyorum. İki gün önce Soma Meydanı’nda, Soma sokaklarında birlikteydik. Acınız acımızdır, mücadeleniz mücadelemizdir, dedik. Latin Amerika’dan, Afrika’dan, Ortadoğu ülkelerinden ve Avrupa’dan gelen dünya sendikal hareketinin değerli temsilcileri, sizleri de saygıyla selamlıyorum ve hepinize ülkemize hoş geldiniz, saygı ve sevgilerimi sunuyorum. yı teşekkür ederim. Sevgili Arkadaşlar, Öncelikle Dünya Sendikalar Federasyonu ve Nakliyat-İş Sendikamıza böylesi bir konferans düzenledikleri için teşekkür ediyorum. Bu konferans vesilesiyle Somalı İşçiler dünya İşçi Sınıfının mücadeleci temsilcileriyle buluştular onlara da DİSK adına tekrar tekrar teşekkür etmek istiyorum. DSF Genel Sekreteri Marikos’a ayrıca teşekkür etmek istiyorum. Kendisi daha önce çeşitli vesilelerle İstanbul’a gelmiştir ve DİSK’i ziyaret etmiştir. Ancak bir önceki ziyareti acı bir olay üzerinde olduğundan dolayı Soma’da yaşanan katliamı duyar duymaz İstanbul’a bir taziye ziyaretine gelmişti. O gün Soma’da olduğum için kendisini karşılayamamıştım. Kendisinin öncülük ettiği DSF Heyeti DİSK’i ziyaret etmiş ve DİSK Genel Sekreteri’miz Sayın Arzu Çerkezoğlu ve DİSK Başkanlar Kuruluyla görüştüğünden dolayı kendisine tekrar tekrar teşekkür ediyorum. DSF Soma Katliamı sonrası Türkiye’ye gösterdiği ilgiyle İşçi Sınıfının uluslararası dayanışmasının en güzel örneklerinden birini göstermiştir. 14 Yıl: 9• Sayı: 77/ 1 Temmuz 2014 Konferansa katılan, bizi yalnız bırakmayan bütün konuklarımıza, bütün kardeşlerimize buradan bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Tekrar tekrar hoş geldiniz arkadaşlar. Saygılar, sevgiler sunuyorum... (Alkışlar…) Bugün farklı ülkelerden, farklı dillerden konuşacağız. Dünyanın bütün dillerinde Soma’nın acısını konuşacağız. Soma’nın son olmasını diliyoruz. Soma’nın son olması için mücadele planlarını mutlaka beraber yapacağız. Sadece yasımızı değil, isyanımızı da sizlerle ortak, birlikte paylaşacağız. Sevgili Arkadaşlar, Soma Katliamı nedeniyle düzenlediğiniz bu uluslararası konferans, Türkiye İşçi Sınıfı açısından, tarihsel ve güncel açıdan önemli bir dönemde gerçekleşmektedir. Türkiye İşçi Sınıfının taşeronlaşmaya karşı mücadele ettiği bir dönemdeyiz. Aynı zamanda 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nin 44’üncü yıldönümüdür bugün. Bundan 44 yıl önce DİSK’i kapatmak isteyen siyasi iktidara karşı İşçi Sınıfı ayağa kalkmıştır. İstanbul’da yüzlerce fabrikada iş bırakan on binlerce işçi kentin sokaklarına akmıştır. Bugün tarihimize sahip çıkarak geleceğimize, çocuklarımıza güvenceli çalışacakları ve insanca yaşayacakları bir ülke bırakma günüdür. Gün İşçi Sınıfının yeniden masaya yumruğunu vurma günüdür. Çünkü bugün İşçi Sınıfı taşeron geldiğini maalesef kendileri de itiraf etmektedirler. Madenlerde ve diğer tüm iş kollarında taşeron çalıştırma kölelik demektir, ölüm demektir. DİSK işçilerin keyfi, kuralsız bir şekilde çalıştırılmadığı, taşeron köleliğine bir son verilmesini, taşeronlaşmanın tümüyle yasaklanmasını istemektedir. Bugün 15-16 Haziran ruhuna ihtiyacımız mutlaka vardır. Yeni 15-16 Haziran’ları biz yaratmak zorundayız, arkadaşlar. Bundan 44 yıl önce İşçi Sınıfı tüm engelleri, barikatları aşarak örgütlenme hakkına ve DİSK’e sahip çıktı. Bugün de aynı şekilde o barajları, o yasakları, grev yasaklarını DİSK aşarak mutlaka Türkiye İşçi Sınıfıyla kucaklaşarak, Türkiye’deki çalışan işçi arkadaşlarımızla birlikte yan yana, omuz omuza demokrasi, insan hakları, barış, kardeşlik, sendikal hak mücadelesini vermeye devam edeceğiz. Son olarak sevgili arkadaşlar, konferansa katılmak üzere yurtdışından gelen konuklarımıza bir kez daha hoş geldiniz, diyorum. Konferans çalışmalarında başarılar diliyorum. Konferansın, Soma Katliamı’nın sorumlularının cezalandırılmasına, taşeron çalıştırmanın yasaklanmasına, bütün işyerlerinde işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerin alınmasına ve demokratik, mücadeleci sendikal hareketin güçlenmesine vesile olmasını diliyorum. Bu duygu ve düşüncelerle herkesi tekrar selamlıyorum. Yaşasın İşçilerin Birliği! Yaşasın Halkların Kardeşliği! (Alkışlar… Slogan… İnadına Sendika İnadına DİSK…) Kani Beko köleliğine ve iş cinayetlerine karşı örgütsüz, tepkisiz, çaresiz bırakılmak istenmektedir. Sevgili Arkadaşlar, Sevgili Yoldaşlar, 2014 yılının daha ilk beş ayında en az 810 işçi çalışırken aramızdan maalesef ayrılmıştır. Soma’da 301 işçi kardeşimizin öldüğü katliamın dışında her gün en az 3 işçi yaşamını yitirmektedir. Bu insanlar ölmek için değil yaşamak için, çocuklarını yaşatmak, onlara güzel bir gelecek sunmak için çalışmaktadırlar. 810 işçi kardeşimizin ölümü gerekli tedbirleri alınarak önlenebilecek ölümlerdir. İşte bu nedenle işçi kardeşlerimizin ölümüne kaza demek, kader deyip geçmek mümkün değildir. Maliyeti düşürmek için önlenmeyen her ölümün adı bize göre cinayettir. Ve Türkiye’de bu cinayetlerin bir cezası maalesef yoktur. Her yıl 1000’in üzerinde işçinin öldüğü bir ülkede hapishanelerde kaç patron vardır? Gerekli denetimleri yapmayan kaç kamu görevlisi hesap vermiştir? En son Soma’daki katliamın ardından asıl işveren Türkiye Kömür İşletmeleri yöneticileri ve doğrudan sorumlu bakanlar ne istifa etmiş ne görevden alınmışlardır. Bu ülke cinayet işleyenlerin ve onlara yataklık edenlerin hesap vermediği bir ülke haline maalesef gelmiştir. Bu cinayetlerin ortamını hazırlayan ise taşeron sistemidir. İşçilerin güvencesiz ve sendikasız çalıştırılmasıdır. AKP iktidara geldiğinde taşeron işçisi sayısı 387 bin iken bugün 2 milyonu aşkın rakamlardan bahsedilmektedir. Bu o kadar kuralsız bir çalışmadır ki, Türkiye’deki taşeron sistemi bir cumhuriyet konumuna maalesef getirilmek istenmektedir. Türkiye’yi yönetenler bile bilmemektedir. İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanın dahi taşerona devredildiği bu ülkede, ne kadar taşeron işçisinin olduğunu kendileri bilmediklerini, işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili alınan tedbirlerin hangi noktaya Küçük bir hatırlatma yaparak arkadaşlar sözlerimi burada noktalamak istiyorum. Biz biliyorsunuz geçen hafta Cenevre’de işçi sağlığı iş güvenliğiyle ilgili gerçekten çok ciddi, dünya sendikal hareketinin önder ve liderleriyle görüşmeler yaptık. Türkiye bu yıl uluslararası çalışma örgütünün yönetiminde ama kendilerine söyledik, işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili işyerlerinde önlemler alınmazsa bugüne kadar iş sağlığı ve iş güvenliği önlemleri alınmadığından dolayı binlerce arkadaşlarımızı iş cinayetlerinde kaybettik bundan sonra bu arkadaşların ölümlerine kesinlikle izin vermeyeceğiz. Eğer bu cinayetler böyle devam ederse bizim ellerimiz sizin kesinlikle yakanızda olacaktır, dedik. Bununla beraber bize hep seçeneksiz, diyorlar. DİSK deyince, DİSK sokaklarda, yürüyüşlerde, grevlerde, direnişlerde yaptığı sadece muhalefet, diyorlar bizim için. Oysa biz seçeneksiz değiliz, arkadaşlar. Bakın kısaca bir şey söyledikten sonra sözlerimi burada noktalayacağım. Başbakanla yapmış olduğumuz görüşmede (biz yapılan bu görüşmeyi bir metinle DİSK’e bağlı sendikalarımıza ve kamuoyuyla paylaştık), orada ben madenlerle ilgili DİSK Genel Başkanı olarak önerilerimi kendisine söyledim. Dedim ki; sayın başbakan, Türkiye’de 50 bine yakın madenci var, 400’e yakın maden ocağı var. Gelin 3 ay devlet bütçesinden bir madenci arkadaşımıza 2 bin lira maaş bağlayarak bunun toplam total 3 ay 300 milyon para yapar. Yani siz eğer madenleri 3 ay kapatırsanız madenci arkadaşlarımıza 2’şer milyondan toplam 300 milyon 50 bin madenciye maaş verirseniz 3 ay içerisinde başta yaşam odaları olmak üzere işçi sağlığı iş güvenliğiyle ilgili önlemleri alırsanız bundan sonra Türkiye’de bu kazalar kesinlikle olmaz. Neden olmaz? Çünkü 1946 yılından beri, siz de mutlaka araştırmışsınızdır, Avrupa’da böylesi bir cinayetler olmamıştır. Ve ben bu duygu ve düşüncelerle bir cümle daha söyleyerek sözlerimi bitiriyorum. Hatırlarsanız Haliç Kongresi’nde de DİSK adına bir konuşma yapmıştım. Bu sıralarda diğer sendikaların, konfederasyonların genel başkanları vardı, bakanlar da vardı bakanlık yetkilileri ve işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili uluslararası temsilcilerimiz de vardı. Biz bu ölümlerin olmaması için, bu ölümlerin durdurulabilmesi için DİSK olarak hazırlamış olduğumuz bu raporları orada da sunmuştuk. Ve başbakanın kendisine de söyledim, bakan yardımcısına da söyledim; biz bu uyarıları yaparken hep DİSK’e şaşı gözle baktınız. Bir de bizi dinleyin. Eğer bizi dinlerseniz masanın etrafında işçi sağlığı ve iş güvenliğiyle ilgili önlemleri birlikte alabilirsek önümüzdeki dönemde kesinlikle bu katliamların olmayacağına inanıyorum. Bu duygu ve düşüncelerle tekrar tekrar DİSK’e bağlı Nakliyat-İş Sendika’mıza böyle güzel bir uluslararası organizasyona imzasından dolayı DİSK adına teşekkür ediyorum. Saygılar sevgiler sunuyorum sağ olun var olun. (Alkışlar…) *** Ali Başkan: Şimdi konuşmasını yapmak üzere Türkiye Barolar Birliği adına, Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nı temsilen aramızda bulunan Av. Sayın Abdi Pesok’u davet ediyorum. (Alkışlar…) Av. Abdi Pesok: Sayın Başkan, saygıdeğer katılımcılar. Öncelikle Türkiye Barolar Birliği Yönetim Kurulunun ve Başkanımız Metin Feyzioğlu’nun selam ve saygılarını sizlere iletiyorum. Barolar Birliği davet edildiğinde Metin Bey kendisi gelmek istedi ama malum yoğunluktan bu görevi bana iletti ben de bir iki söz söylemek istiyorum. “Suçlu Türkiye hükümeti ve Soma Holding”dir diye bir slogan verilmiş. Bu slogan tartışmasız doğru ancak eksik. Bunların yanında ilgili bakanlıklar (ki Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı ile işçi sendikaları) ve o işçi sendikalarını yani emeğin sorumluluğunu duymayan kişileri başa getiren işçinin kendisi de vardır. Halk iltifatçılığına gerek yok. Her şeyin merkez noktası sendikalar ve o vasıfsız sendikacıları işbaşına getiren işçilerin sorumluluğundan başlar. Eğer temsilcisi olan şirketlerin ve sermayedarların ihtiyacına göre kurulmuş, düzenlenmiş müesseselerdir. Ne esnek çalışmanın hiçbir modeli ne de bunların başında gelen alt işverenlik, emeği ile mücadele eden ulusların ve toplumların menfaatine göre dizayn edilmemiştir. Batılı dediğimiz Avrupalı ve Amerikalı sermayedarlar bizim gibi ülkelerin, ki burada olanlar da anladığım kadarıyla bize benzer ülkelerin temsilcileri, burada bir Alman temsilcisi olduğunu zannetmiyorum, İngiliz temsilcisi olduğunu zannetmiyorum, Amerikalı olduğunu zannetmiyorum, bizim gibi ülkeler bu emperyalist ülkelerin menfaatine uygun olarak düzenlenen müesseselerle yönetilmek isteniyor. Biz dünyaya emek ihraç eden bir ülkeyiz birçok ülkede olduğu gibi. Oysa Batılı dediğimiz sermaye sahibi, küresel sermayenin emekle ilgisi yok. Onlar emeği kullanan ve değerlendiren ve ondan kâr elde etmek isteyen insanların ülkesi. Onların menfaatleri bu esnek çalışma modellerine uygundur. Çünkü benim insanımı en ucuz, en istediği gibi çalıştırma imkânını bulur. Bizim ülkemiz, kendi ülkemizde de aynı şu anda sermayenin bankacılıkta % 80’ni, sanayide o civara yakını, sigortacılığın tamamı, aklınıza ne gelirse yabancı sermayenin ağırlığında. O yabancı sermaye geliyor bu esnek çalışma modelleriyle benim ülkemde, benim insanımı sömürüyor. İşte burada emeğin kaygısını duyan sendikacının önemi kendisini göstermektedir. Saygıdeğer arkadaşlarım, Bu toplantıyı düzenleyen sendikaya ve uluslararası kuruluşlara teşekkür ederim. Ben de iki kelime söylemek istedim. Başarılarınızın devamını dilerim saygılar sunarım. (Alkışlar…) *** Ali Başkan: Sayın Abdi Pesok’a biz de teşekkür ediyoruz, katkılarından dolayı Türkiye Barolar Birliğine. Şimdi söz sırası Soma madende çalışan ve iş kazası, iş cinayetini yaşayan arkadaşımızda. Sayın Ercan Çetinyılmaz’da. (Sloganlar: Soma İşçisi Yalnız Değildir… Soma’nın Hesabı Sorulacak…) Ercan Çetinyılmaz Abdi Pesok işçiler emeğin kaygısını duyan kişileri seçeceğim kaygısında olsalardı, o Maden-İş Sendikasının yöneticileri o işçileri temsilen o yetkiyi alamazdı. Şimdi hepimiz suçlamaya geldiğinde suçluyoruz, hükümet tartışmasız kusurlu, bakanlar tartışmasız kusurlu ama sendikalar da kusurlu. Neden kusurlu? Birincisi sendikacı emeğin kaygısını içinde duymak zorundadır. Eğer duymuyorsa hiçbir şey beklemek mümkün değildir. Bizim mevzuatımıza göre, ki kayda geçtiği için söylüyorum, 6331 Sayılı İş Güvenliği Kanunun 13’üncü maddesi çok açık yazar. Der ki; gerekli tedbir alınmadığı takdirde şu işlemler yapılır. 3’üncü paragrafında da der ki; yakın tehlike var ise işi durdurur çalışan. Çalışanın işçinin işi durdurması için o vasıfta bir sendikacının önüne geçip, arkadaşlar burada can güvenliğimiz tehlikede, ben bu işi durduruyorum, demesi gerekir. Ama o vasıfta bir sendikacıyı eğer işçi kardeşimiz seçip oraya getirmediyse televizyonlara çıkar ne yapalım zaten işçi benden çok işverene yakındır, der, sorumluluğu kendisinden attığını zanneder. Saygıdeğer Arkadaşlar, Taşeron dediğimiz alt işveren sistemi ve Barolar Birliğinin de gündeminde olan esnek çalışma türlerinin tamamı bizim gibi az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerin ihtiyacına uygun müesseseler değildir. Bunlar sermaye ağırlıklı iş yapan, kısaca emperyalist ülkeler dediğimiz küresel sermayenin Öncelikle bize verdiğiniz bu katkınız için teşekkür ediyorum, bizi yalnız bırakmadığınız için, verdiğiniz destek için. Ben Soma Holding’de çalışan, bu faciayı yaşayan bir işçiyim. Fakat ben bir tesadüf sonucu hayattayım belki ben hayatta olmayabilirdim. Olaydan önce raporluydum. Olay günü raporlu olduğum için faciadan kurtulmuş sayılıyoruz. Şimdi Türkiye’de öyle bir sistem var. Hükümet, işveren, sendika üçlü bir koalisyon, işçilerin kanıyla beslenen bir üçlü sistem. Maalesef bizi bir köle gibi kullanıyorlar. Bizim buna dur dememiz lazım. Hükümet hiçbir zaman bize destek vermedi, hiçbir zaman sahip çıkmadı. Oysa bizim vergilerimizle geçinen, bizim emeğimizle geçinen bir hükümet hiçbir zaman işçisine sahip çıkmadı. İşveren yanlısı sendikadan yana tavrını koydu bu yüzden de hükümetten şikâyetçiyim. Şimdi bizim işyerinde sendika, Türkiye Maden İşçileri Sendikası. Bu devlet destekli daha doğrusu devletin desteği arkasında olan bir sendika. Bize hiçbir zaman sendika başkanı, sendika temsilcisi gibi seçme hakkı sunmadılar. (Slogan: Kahrolsun Sarı Sendikacılık…) Çünkü işverenin kendi belirlediği yani elimize bir zarf verip o şekilde seçildiği, niye seçtiğimizi, kime oy verdiğimizi bilmeden bir başkan oluşuyor. Fakat enteresan bir şey, o başkanlar bizim paramızla ayakta duruyorlar, bizden aidat alıyorlar. O zaman işyerinden aidat alsın ya da hükümetten aidat alsın. Yani böyle bir sendika ya. Düşünün böyle bir sendika olmaz ya… (Slogan: Soma’da Katiller Hesap Verecek…) Şimdi bu sendika hiçbir zaman bizim hakkımızı savunmadı. Oysa bizim paralarımızla geçiniyorlar, bizim aidatlarımızla geçiniyorlar. Kendileri 10 bin lira, 20 bin lira gibi hatta belki de daha fazla ücret alıyorlar. En ufak bir şey söyleyeyim size ben, mesela çizmemiz deliniyor, delik bir çizme, temsilcilere diyoruz ki ya çizmemiz delindi, istekte bulunun çizmemizi değiştirelim. Hayır, diyor. Siz altı aydan önce, altı aya istihkakınız dolmadan çizmeyi alamazsınız. Yani bu kadar bir çizme hakkımı bile savunamayan bir sendika… Benim paramla duruyorsun, benden aldığın aidatla ayakta duruyorsun. Bu ka- Ercan Çetinyılmaz dar mı acizsin, bu kadar mı kendinizi satıyorsunuz, hiç mi vicdanları yok? bilmiyorum. Adamlara, bizim hakkımızı niçin savunmuyorsunuz? Yani siz bizim sayemizde varsınız dediğimiz an, bize nasıl bir tepki veriyorlar biliyor musunuz? Bizi siz seçmediniz, işverenin sendikasıyız biz, diyorlar. Aynı bu kelimeyi kullanıyorlar. Ben böyle bir sendika istemiyorum. Sendika nedir? Benim aidatımla ayakta duruyorsa, benim paramla geçiniyorsa benim haklarımı savunacak. Ha gerçekten işveren haklı, ben haksızsam beni savunmasın, işvereni savunsun böyle bir sendika istiyorum ben. Türkiye’de madenler, bizim şu çalıştığımız ocak, Soma Kömürlerinin en eski ocağı, ilkin kamudaydı. İlk oranın işletmesi kamuda başladı. Hiçbir ölümcül kaza olmadı burada. Hiçbir zaman ölümcül bir kaza yaşanmadı. Fakat daha sonra bunu Ciner Grubu aldı. Bir süre işletti onlar da, böyle yangınlar çıktı. 6 ay süreyle kapalı kaldı. Daha sonra Soma Kömürlerine devrettiler, böyle bir katliamla karşı karşıya kaldık. Bu demektir ki sermayenin eli ensemizde devamlı. Özelleştirme böyle bir tabloyla karşı karşıya getiriyor. Bu yüzden ben böyle bir özelleştirme istemiyorum. Özelleştirme istemiyorum aslında. Ya düşünün, kamuda hiçbir tane ölümlü kaza gerçekleşmiyor, özel sektörde 301. Ki ben sayının daha fazla olduğunu tahmin ediyorum. Daha önce ufak bir tane, iki tane, üç tane ölenler vardı onlar basına yansımayanlar, ki bunun için ben özelleştirmeye karşıyım onu da belirtiyorum. Şimdi bakıyoruz Avrupa’da madenlerde, özellikle hiçbir ölümcül kaza yakın tarihte basında da görmedik takip ettiğimiz kadarıyla, duymadık da. Fakat Türkiye’de maalesef işçi canı o kadar ucuz ki neredeyse her gün işçi kazası, işçi ölümü gerçekleşiyor. Bu da demektir ki işte özelleştirmenin bize verdiği bir sıkıntı. Yani özelleştirmede işçi sağlığı ikinci planda önce para, önce mal senin canın yanmış, sen ölmüşsün işverenin çok da umurunda değil. Onlar için para, başka bir şey değil. Bunun için özelleştirmeye karşıyız yani. Şimdi bizim oraya şey geliyor, denetlemeciler geliyor, Çalışma Bakanlığının müfettişleri. Geldiklerinden 20 gün önce aşağı yukarı haber veriyorlar. Filan filan isimli müfettişler işyerini denetlemeye gelecekler falan tarihte. Tabiî işveren önlemini alıyor ona göre, zaten çoğu da inmiyor yeraltına bu müfettişlerin onu da belirteyim. Geliyorlar anlıyorlar hemen az bir yerine kadar girip çıkıyorlar. Ben böyle bir denetime de karşıyım. Denetim adil olmalı, haber verilmeden gelinmeli, denetim böyle olması gerekir. Aslında bu denetimleri devlet değil de yani özel bir kuruluş tarafından denetlenmesi daha uygun gibi görüyorum ben. 15 Yıl: 9 • Sayı: 77 / 1 Temmuz 2014 Burası kamudayken 140 bin dolara üretim yapıyordu. Özel sektöre geçince 22 bin dolara çıkarmaya başladılar. Yani işte özelleştirmenin bize verdiği sıkıntı burada aslında bak. Kamu 140 bin dolara mal ediyor özel sektör 22 bin dolar. Ama ne oluyor? İşçinin hakkını çalıyorlar, işçinin hakkını gasp ediyorlar. Bizim bir vardiyada çıkarmamız gereken tonu biz üç vardiyada çıkarıyoruz. Bizim çalışma şartlarımız gerçekten çok zor. Bizim kazandığımız para (çok komik bir ücret alıyoruz ve) bunun da karşılığı değil yani. Devlet, sendika, işveren bizim hakkımızı gasp ettiği için işte bu şekilde ucuz paraya çıkarıyoruz. Siz bu 22 bin doları… Ha bir de taşeron sistem var bizim orada. 70 bin liraya kadar tutan maaş alıyorlar. Siz bu taşeronlara bu maaşları vereceğinize benim işçi ve iş sağlığım için kullansanız böyle bir katliam olmayabilirdi. Ben bir gün işe gitmedim mi benden iki yevmiye kesiyorlar. O gün gitmedim bir de hafta tatilim. Ama bir taşeron gelmiyor zaten, çoğu zaman işyerine gelmiyor, ocağa inmiyor, onlara tam maaş, tam sigorta. Bunun için sıkıntımız çok büyük, desteğinizi bekliyoruz. Böyle bir sendika hiçbir zaman hakkımızı savunmadı, böyle bir sendikaya da karşıyız. Teşekkür ediyorum. Bu katliamda hayatlarını kaybeden kardeşlerimiz unutulmadılar, unutulmayacaklar. Sınıf bilincine sahip işçiler onların hatıralarını yaşatacaklar. Yaşadığımız bir trajedi. Bu trajedinin, ölümlü iş kazalarının, iş cinayetlerinin yaşanmasını engelleyecek bir örnek olmasını diliyorum. 21. Yüzyıldayız, çalışma koşullarımızın, iş koşullarımızın hâlâ 19. Yüzyılda olması kabul edilemez. Kapitalizmin krizinin ortasındayız ve dünyanın her yerinde şirketlerin, işçilerin kazanılmış haklarına saldırdığını, sosyal güvenlik hizmetlerinin tırpanlandığını görüyoruz. Kazanılmış haklarımız gasp edilemez. Kemer sıkma bahaneleriyle işçi hakları yok edilemez. Bundan sonra da kazanılmış haklarımızı korumak için, taleplerimizi savunmak için, şirketlerin işçi haklarına yönelik saldırılarını durdurmak için elimizden geleni yapacağız. Şirketlerin, biz işçiler için yazdığı bir senaryo var. Biz bu senaryoda figüran olmayacağız. Soma Katliamı’nın işverenler için, patronlar için iyi bir örnek olmasına izin vermeyeceğiz. İnanıyoruz ki eğer Soma Patronları, işverenleri yargılanmazsa, bu bütün dünya patronları için iyi bir örnek olur. Sadece işçilerin aleyhine, patronların lehine çalışan yasalar istemiyoruz. Hatırlatmak istiyorum; Türkiye İşçileri mücadelesi Metal ve Maden İşçilerinin Uluslararası Federasyonu’nun (Alkışlar… Slogan: Direne Direne Kazanacağız…) *** Sunucu: Arkadaşlar şimdi kürsüye Uluslararası Metal ve Maden İşçileri Federasyonu Genel Sekreteri Francisco Sousa e Silva’yı davet ediyorum. Francisco Sousa e Silva Sevgili Yoldaşlar; DSF’nin Sayın Genel Sekreteri Yorgos Mavrikos ve Somalı madenci kardeşim Ercan, hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Alkışlar…) Böylesine önemli bir zamanda Türkiye’de olmak benim için büyük bir gurur. 13 Mayıs’ta yaşanan facia sonrasında 300’den fazla kardeşimizi kaybettik. Bu katliamda elbette Soma Maden Şirketi doğrudan sorumluydu. Bu katliamda şirketin sorumluluğunu vurgulamak gerekiyor. Metal ve Maden İşçileri Uluslararası Federasyonu adına dünya genelindeki kadın ve erkek işçilerin başsağlığı mesajlarını, taziye dileklerini iletmek istiyorum. Francisco Sousa e Silva ve Dünya Sendikalar Federasyonu’nun ortak mücadelesidir. Yaşananlar sıradan bir olay, sıradan bir kaza ya da kadere bağlı bir olay değildir. Öfkeli, acılı bir toplumun gözleri önünde yaşanan bir cinayettir, bir katliamdır. Bir faciadır yüzlerce ailenin hayatını mahvetmiştir bu facia. Bir kez daha Uluslararası Metal ve Maden İşçileri Sendikaları Federasyonu adına acılarınızı paylaştığımı ifade etmek istiyorum. Dayanışma ve başsağlığı duygularımı iletiyorum, çok teşekkür ediyorum. Yurtiçi Kargo Direnişçileri kazanmaya devam ediyor Kurtuluş Yolu/İstanbul İSK Nakliyat-İş Sendikasına üye oldukları için işten atılan ve İstanbul, Ankara, Konya, Çayırova’da aylarca işyerleri, şube, aktarma merkezlerini direniş alanına çeviren, İstanbul’da Fransız Konsolosluğunu işgal eden Yiğit Yurtiçi Kargo Direnişçileri, işe iade davalarını da kazanmaya devam ediyor. Yurtiçi Kargo Çayırova Aktarma D Merkezinde ve İstanbul’daki çeşitli şubelerde sendikaya üye olduğu için işten atılan 8 işçi işe iade davalarını kazandı. 1-Mahkeme, işten çıkarmaların haksız ve geçersiz olduğuna, 2-Mahkeme, Yurtiçi Kargo’nun acentelerinde çalışan işçilerin baştan beri Yurtiçi Kargo’nun işçisi olduğuna ve Yurtiçi Kargo’da işe iadesine karar vererek, acentelik ilişkisinin muvazaalı olduğuna, 3- İşe iade yönünden Yurtiçi Kargo’nun 4 ay boşta geçen süre ile, işçileri işe başlatmaması durumunda ise 4 aylık ücret ve diğer alacaklardan her iki davalının da müştereken ve müteselsilen sorumlu olduğuna karar verdi. Şu ana kadar Yurtiçi Kargo’da Ankara’da 19, Konya’da 3, İstanbul’da 10 olmak üzere toplamda 32 dava sonuçlandı ve işe iade davaları kazanıldı. Yurtiçi Kargo’daki “Daha İnsanca Yaşayabilecek Bir Ücret ve Çalışma Koşulları İçin Örgütlen, Sendikalı Ol, Nakliyat-İş’e Üye Ol” mücadelesi devam ediyor. *** MNG Kargo’da işe iade ve sendikal tazminat davası kazanıldı Anayasal hak olan sendikalaşma hakkını kullanarak MNG Kargo’da, Nakliyat-İş’e üye olduğu için işten atılan iki işçi, işe iade ve sendikal tazminat davalarını kazandı. Mart 2013’de MNG Kargo’da çalışan işçiler Nakliyat-İş’e üye oldukları için işten atılmışlardı. MNG Marmara Aktarma önünde Direniş Çadırı kurulmuş ve aylarca direniş sürmüştü. Sonuçlanan bu davalarla birlikte MNG Holding’e karşı bir hukuk zaferi kazanıldı. *** Sunucu: Şimdi aramızda bulunan genç bir arkadaşımız var, Danimarka’dan İmalat İşçileri Sendikası’ndan geldi Emil Olsen. Kürsüye davet ediyoruz kendisini. (Sloganlar… Yaşasın Sınıf Dayanışması…) Emil Olsen Sevgili arkadaşlar DSF’ye ve Nakliyat İş’e teşekkür etmek istiyorum, Soma Katliamı üzerine düzenledikleri bu uluslararası dayanışma konferansına bizi davet ettikleri için sendikam 3F Danimarka İmalat İşçileri Sendikası adına. Mesajımı buradan Maden işçilerinin ailelerine iletmek istiyorum. Onlar eşlerini madene gönderdiler ve bir daha göremediler. Mesajımı buradan madencilerin çocuklarına göndermek istiyorum. Onların eğitimleri yarım kaldı, öksüz kaldılar. Mesajımızı buradan maden katliamında yaralı kurtulan maden işçilerine iletmek istiyorum. Onlar en yakın arkadaşlarını, çalışma arkadaşlarını kaybettiler ve ömür boyunca zihinlerinde ve bedenlerinde bu kazanın izlerini taşıyacaklar. Bugün görüyoruz ki çalışma hayatı sadece büyük şirketlerin hayatta kalması için işçilerin ölümüne yol açacak şekilde yaşamına devam ediyor. Çok yakın bir zamanda Bangladeş’te gördük; 1000’den fazla tekstil işçisi bir iş cinayetinde hayatını kaybetti. Yine geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de Soma’da gördük; 300’den fazla Maden İşçisi hayatını kaybetti. Bütün bu ölümler, sadece şirketler para kazansın, şirketler faaliyetlerine devam edebilsin diye oluyor. Dünyanın her yerinde İşçi Sınıfı bedel ödüyor, İşçi Sınıfı şirketleri zengin etmenin bedelini hayatıyla ödüyor. Dünyanın her yerinde özel şirketler işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinden feragat ederek para kazanmaya çalışıyorlar. Dünyanın her yerinde şirketler işçi sağlığı ve iş güvenliği konusundaki sorumluluklarından geri adım atıyorlar, kesintiler yapıyorlar. İşveren bunu yaparken hükümetler ne yapıyor? Hükümetler de birinci görevleri şirketlerin daha fazla kâr etmesini sağlamakmış gibi şirketleri destekliyorlar, gerekli eğitimleri yapmıyorlar, ahlâksızlıklara, usulsüzlüklere göz yumuyorlar. Her sabah evden çıkarken adeta ailemizle vedalaşmamız gerekiyor, işten sonra eve dönmeme ihtimalimizi düşünerek. Ama yoldaşlar inanın bana biz bu düzeni değiştirebiliriz. Bu politik düzeni, bu siyasi düzeni değiştirebiliriz, bu suçluları yargılayabiliriz, İşçi Sınıfının sosyal haklarını, demokratik haklarını güçlendirebiliriz. Bizden beklenen de budur, arkadaşlar. Emil Olsen Sevgili arkadaşlar evet biz sendikacılardan beklenen işçilerin demokratik ve sosyal haklarını geliştirmektir. Ama bazen bu görevimizde başarılı olamıyoruz. Başarılı olamadığımız oluyor. Örneğin benim kendi sendikam bile çoğu zaman siyasi iktidarla işbirliği yaparak işçilerin aleyhine faaliyetler yapabiliyor, işçiler aleyhine kararlar alabiliyor. Kendisini devlet yönetiminin bir parçası gibi hissedebiliyor. (Slogan: İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek…) Kuzey Avrupa’da bazı sendikalar kendilerine sınıflararası uzlaşma görevi biçmişler. Ama bizim görevimiz sınıflararası uzlaşma değildir. Hatta hatırlatırım Soma’da yaşanan katliamın sebebi sınıflararası uzlaşma sağlamaya çalışan bazı sendikacılardır. (Slogan: Yaşasın Halkların Kardeşliği…) Ç (Alkışlar…) İnsanlık tarihinde her yeni gelen kuşak bir önceki kuşağa göre daha iyi koşullarda yaşar, daha iyi bir dünyaya gözlerini açardı. Bu artık bugün geçerli değil. Bugün yeni doğan bebekler eskisine göre çok daha kötü bir dünyaya gözlerini açıyorlar. Aynı zamanda geçtiğimiz hafta Avrupa Parlamentosu seçimleri yapıldı. Ve bütün Avrupa genelinde aşırı sağcı faşist partiler büyük başarı kazandılar, büyük destek topladılar. Bu sendikalarımızın, İşçi Sınıfının taleplerini yeterince savunamadığının başka bir göstergesidir, seçimlere yansımasıdır. Belki de düşünme yöntemimizi değiştirmeliyiz. Özel şirketlerin kârlarına karşı İşçi Sınıfının çıkarlarını, sosyal haklarını, işçi sağlığını, iş güvenliğini savunmak için düşünce sistemimizi değiştirmeliyiz. Ve herkes için insan onuruna yakışır bir hayat talep etmeliyiz. Evet bu katliamları, felaketleri, bu tiranlığı durdurmak için, bu sistemin işleyişini durdurmak için, İşçi Sınıfının bizden beklentilerine cevap vermeliyiz. Bu düzeni daha fazla kabul edemeyiz. İşçiler, insanlar, dünya halkları bizden boş konuşmalar, vaazlar beklemiyor. Bizden doğru eylemler bekliyorlar. Boş vaaz verenler, boş vaaz veren sendikacılar Soma Katliamı’nın sorumluları arasındadır. Biz 150 yıl önceki İşçi Sınıfı hareketine, o dönemin işçi mücadelesi liderlerine kulak vermeliyiz. Onların o meşhur sloganını hatırlamalıyız. Tek çözümümüz, tek çaremiz o slogandır: Dünyanın Bütün İşçileri Birleşiniz! (Alkışlar…) Sınıf olarak, İşçi Sınıfı olarak 80’li Kimberly Clark İşçisi yalnız değildir!.. ocuk bezi ve kadın pedi üreticisi Uluslararası Emperyalist tekel Kimberly Clark’ta çalışan Tüm-ka İş Sendikası üyesi 236 işçi adına, 01.01.2014 tarihinden bu yana, Tümka-İş Sendikası ile Kimberly Clark şirketi arasında sürdürülen Toplu İş Sözleşme görüşmelerinde anlaşma sağlanamadı. İşverenin önümüzdeki dönemde fabrikayı taşıma planına karşılık işçiler, ihbar önellerini 52 haftaya, kıdem tazminatlarını 45 güne çıkarıp iş güvencesi oluşturma çabasıyla TİS görüşmelerinde kararlı tutum alarak örnek davranış gösterdiler. Ayrıca işveren tarafının ücret zamlarında yıllık enflasyona bile yaklaşmayan teklifleri üzerine anlaşma sağlanamadı. Bunun üzerine Tümka-İş Sendikası almış olduğu grev kararını 25 yıllardan beri zor günler geçiriyoruz, zor zamanlar yaşıyoruz. Ama bizim görevimiz bu kötü gidişi durdurmaktır. İşçi Sınıfının zaferi bütün toplumun zaferidir. İşçi Sınıfının zaferi bütün toplum için adalet ve eşitlik demektir. Haziran 2014 tarihinde uygulamaya koydu. Devam edecek Partimiz, grevin 5. gününde Kimberly Clark grevcilerini ziyaret etti. Grevci işçiler ziyarete giderken yaptığımız yürüyüşü coşku ile selamladılar. Partimiz adına yapılan konuşmada; İşçi Sınıfının ekonomik ve demokratik haklarına her gün yeni saldırılar olduğunu, buna karşılık işçilerin büyük ölçüde sarı sendikaların kontrolünde ve dağınık olduğunu, bunun çözümünün burada olduğu gibi işçilerin yönetiminde olan devrimci sendikacılığı geliştirmek olduğunu söyledik. Yaşasın Kimberly Clark Grevi! İşçilerin Birliği Sermayeyi Yenecek. 29.06.2014 HKP Kartal ve Sancaktepe İlçe Örgütleri Geçtiğimiz günlerde HataySamandağ’dan gelen acı haberle sarsıldık. Yoldaşlarımızın emektar anneleri, Meliha annemiz aramızdan ayrıldı. Bu acı kaybımızdan dolayı Yuva ailesine ve tüm yoldaşlarımıza başsağlığı diliyoruz. Bahçelievler PTT’de baskılara mobbing uygulamalarına son Kurtuluş Yolu/İstanbul İSK Nakliyat İş Sendikası, Bahçelievler PTT’de görev yapan müdürün gerek sendikalı-taşeron işçilere gerekse memur kadrosunda çalışanlara yönelik baskı ve mobbing uygulamalarını protesto etti. Bahçeliev- D ler PTT Dağıtım Merkezi önünde Nakliyat İş tarafından bir basın açıklaması yapıldı. Basın açıklaması 27 Hazi- ran Cuma günü saat 10.00’da Bahçelievler PTT Kargo ve Dağıtım Merkezi önünde Nakliyat İş’in örgütlü olduğu diğer işyerlerindeki üyelerinin de katılımıyla gerçekleşti. Sendikanın örgütlü olduğu diğer işyerlerindeki üyeler sabah iş başı yapmayarak işyeri servisleri ile kitlesel bir şekilde PTT Kargo ve Dağıtım Merkezi önüne geldi. Basın açıklamasını Nakliyat İş Genel Başkanı Ali Rıza Küçükosmanoğlu yaptı. “Yüreğimiz Soma’da, Öfkemiz Sokakta” TMMOB 44. Dönem Genel Kurul kararı olarak 15-16 Haziran Şanlı İşçi Direnişi’nin 44. yıldönümünde düzenlenen “Yüreğimiz Soma’da, Öfkemiz Sokakta” yürüyüş ve mitingi 15 Haziran 2014 Pazar günü Soma’da yapıldı. Soma TKİ Ege İşletme Müdürlüğü önünde toplanan yüzlerce mühendis, mimar ve şehir plancıları olarak TMMOB bayrakları ve dövizleriyle yürüyerek sloganlarla Soma Madenci Anıtı’na geldik. Madenci Anıtı’nın önünde katledilen madencilerimizin anısına saygı duruşunda bulunarak karanfillerimizi bıraktık. Madenci Anıtı’ndan yürüyüş Cengiz Topel Meydanı’na kadar devam etti. Yürüyüş boyunca; “Kaza Değil Katliam, Kader Değil Cinayet”, “Diren Soma Mühendisler Yanında”, “Soma’nın Hesabı Sorulacak”, “Soma’nın Öfkesi AKP’yi Yıkacak”, “Soma Halkı Yalnız Değildir”, “Madencinin Feneri Sönmeyecek”, “Soma’nın Katili Taşeron Sistemi” , “Gün Gelecek Devran Dönecek AKP Halka Hesap Verecek” sloganlarını attık. Cengiz Topel Meydanı’nda katledilen 301 Madencinin isminin yazılı olduğu baretleri sergilediğimiz Atatürk Heykeli’nin önünde TMMOB Genel Başkanı Mehmet Soğancı konuşma yaptı. Soğancı konuşmasında, 1516 Haziran Büyük İşçi Direni- şi’nin 44’üncü yılında, AKP İktidarının işçi düşmanı, işçi sağlığı ve iş güvenliğini yok sayan uygulamalarına, daha fazla kâr hırsıyla 19’uncu Yüzyıl kölelik düzenini aratan çalışma yaşamı koşullarına, taşeronlaşmaya, esnek güvencesiz çalışmaya DUR demek için burada Somadayız, diyerek, 15-16 Haziran İşçi Direnişi’ni, neden yapıldığını, oradan kısıtlamalarla 12 Eylül’e nasıl gelindiğini, AKP İktidarının 12 Eylül’ün devamı olduğunu belirterek, 13 Mayıs Soma Katliamı’nın nedenlerinin özelleştirme, taşeronlaştırma kuralsızlaştırma, kamu denetiminden uzak, iş güvenliğini yok sayan politikalardır, diyerek TMMOB, güvenceli çalışma için mücadele edecektir, dedi. Kurtuluş Partili Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları olarak, TMMOB Soma Mitingine katılarak Soma’da yitirdiğimiz madenci kardeşlerimizi anmak ve Soma Halkının yanında olmak onurunu TMMOB örgütlülüğü içinde yaşadık. Yaşasın Örgütlü Mücadelemiz! Kaza Değil Katliam, Kader Değil Cinayet! Madencide Kömür Karası, Tayyip’te Yüz Karası! Kurtuluş Partili Mühendisler, Mimarlar ve Şehir Plancıları Küçükosmanoğlu konuşmasında, Nakliyat-İş Sendikasının, Türkiye genelinde PTT’de çalışan taşeron işçilerine yönelik örgütlenme ve üyelik çalışmasını sürdürdüğünü belirterek sarı sendikaların, işveren temsilcilerinin engellemelerine karşın üye sayısının her geçen gün arttığını söyledi. Küçosmanoğlu, “Bahçelievler’de ve diğer bazı PTT merkezlerinde yaşanan üyemiz işçilere ve memurlara yönelik mobbing uygulamaları derhal durdurulmalı. Aksi taktirde farklı eylem biçimleri gerçekleştireceğiz. Gerekirse bu konuda suç duyurusunda bulunacağız” diye konuştu. PTT Taşeron işçilerinin düşük ücretlerle, ağır çalışma koşullarında güvencesiz çalıştırıldıklarını belirten Küçükosma- noğlu bu sorunlarının çözümünün sendikalaşarak ve örgütlenerek toplu iş sözleşme düzeniyle çalışma koşullarının değişeceğinin anlattı. Artık PTT taşeron işçilerin yalnız olmadığını sendikaları Nakliyat-İş Sendikasının olduğunu ifade eden Küçükosmanoğlu, işçiler yönelik her türlü baskıyı kim yaparsa yapsın karşılarında Nakliyat-İş’i bulacaklarını vurguladı. Küçükosmanoğlu ayrıca, AKP Hükümeti tarafından yasaklanan Şişe Cam Grevini selamlayarak grevin engellenemeyeceğini belirtti. Sık sık “Baskılara, Mobbing Uygulamalarına Son”, “Taşeron İşçileri Yalnız Değildir”, “Taşeron İşçileri Köle Değildir”, “İnadına Sendika İnadına DİSK”, “Şişe Cam İşçileri Yalnız Değildir”, “Şişe Cam Grevi Engellenemez” sloganları atıldı. PTT’de çalışan memur ve taşeron işçilerinin yoğun ilgisinin olduğu eylem alkışlar ve sloganlarla son buldu. 15’te İşçi Sınıfının karanlık günlerini yeni 15-16 Haziranlar aydınlığa çıkaracak! T ayyipgiller çıkarmaya hazırlandıkları yeni torba yasayla taşeronlaştırmanın da alanını genişletmek istiyor. Şu anki yasal mevzuata göre asıl iş taşerona verilemiyor. Fakat bu sadece kâğıt üstünde böyle. Soma’da gördüğümüz gibi, asıl iş olan kömür çıkarılma işi birden çok taşerona verilmiş. İşte bu durumu yasal kılıfa sokmak için hazırlanan yeni tasarıyla, doktordan, hemşireye, mühendisten öğret- Yoldaşlarımızın mücadelesini zafere ulaştıracağız H alkın Kurtuluş Partisi İstanbul İl Örgütü olarak bedence aramızdan ayrılışının 7’nci yılında Recep Vurmuş Yoldaş’ımızı andık. Anma etkinliğimiz Recep Yoldaş’ımız nezdinde tüm devrim şehitleri adına yapılan saygı duruşu ile başladı. Daha sonra bir yoldaşımız açılış konuşmasını yaparak, sözü ana konuşmayı yapmak üzere Recep Yoldaş’ımızın Parti ve Sendikadan mücadele arkadaşı Gülay Akyürek’e bıraktı. Gülay Yoldaş konuşmasında, Recep yoldaşın mücadele dolu hayatını, yiğitliğini, fedakârlığını anlattı. Gülay Yoldaş, ülkemizin gündemini ve yaşanan son olayları değerlendirdi. Tayyipgiller hükümetinin halklarımızı katletmeye devam ettiğini somut olaylarla anlattı. Soma’da yüzlerce insanımızın katledilmesini “bu mesleğin fıtratında ölüm var” diyerek meşrulaştırmak isteyen Tayyipgiller hükümetinin, yalanlarla halklarımızı kandırmak istediklerini ama bunu başaramayacaklarını söyledi. Geçen yılki Gezi İsyanı’mızda Halklarımızın Tayyipgiller’e karşı sokaklara döküldüğünü ve halklarımızın isyanının dinmediğini, bunun birçok örneği olduğunu söyledi. Amasya’da bulunan bir parkta ağaçların kesilerek yerine petrol istasyonu yapılmasına karşı parkta eylemler yapıldığını, bunun sonucunda bu yerin park olarak kalmasının sağlandığını ve bu gibi eylemlerin Gezi Direnişi’mizin devamı olduğu aktardı. Gülay Arkadaş, bunun gibi birçok konuyu değerlendirdikten sonra Recep Yoldaş ve diğer tüm devrim şehitlerimizin bizlere bırakmış olduğu mücadeleyi zafere ulaştırma sözüyle konuşmasına son verdi. Etkinliğimiz dinleyicilerin duygu ve düşüncelerini dile getirmeleriyle son buldu. İstanbul’dan Kurtuluş Partililer mene kadar herkes ve her iş taşeronlaştırılabilecek. İşçi Sınıfımızın yaşadığı bu karanlık günleri aydınlığa çıkaracak olan, yeni ve eskisinden çok daha güçlü bir 15-16 Haziran Direnişi’dir. Şanlı Gezi İs- yanı’mızla, milyonlar sokaklara döküldü. Halkın gücü karşısında hiçbir güç duramaz. Bunu Gezi İsyanı kanıtladı. 2’de