Ahmet Bilgin - Riot-web

Transkript

Ahmet Bilgin - Riot-web
Bölüm 1 – Bilgewater’a İlk Adım
Bilgewater, haydutların hırsızların ve korsanların şehri. İyi bir insanın hayatta kalmasının
mümkün olmadığı yer. Daha attığınız ilk adımlarda korkuyu iliklerinize kadar hissedersiniz.
Burada kendinizden başka güvenebileceğiniz hiç kimse yok. Vereceğiniz tek bir açıkta sizi
baştan aşağıya soyacak insanlarla çevrilidir etrafınız. Bu şehirde yabancılar kolaylıkla dikkat
çeker. Sizi süzen onlarca gözle karşı karşıya kalırsınız. Açılmayı bekleyen bir hazine
sandığısınızdır onların gözünde. Elini çabuk tutan o hazineye kavuşur.
Daha 22 yaşını yeni doldurmuş olan Jane, bu şehre ilk adımlarını ürkek bir şekilde attı.
Ayakları geri geri gitmek istese de devam etmeye zorlayan bir sebebi vardı, bir intikam
açlığıyla yanıp tutuşuyordu.
“Twisted Fate…”
Dişlerini sıkarak peşinde olduğu adamın ismini fısıldadı, bu ona gereken cesareti ve gücü
sağlamıştı.
Şehrin içlerine doğru ilerledi. Her adımında ona daha da itici geliyordu burası. Havanın
kokusu gittikçe sertleşiyordu. İnsanların konuşması, davranışları ve ona bakan gözler… Her
şey attığı her adımda daha da fazlalaşıyordu.
“Şu iğrenç şehirde işim bittikten sonra bir daha asla geri dönmeyeceğim.”
İstemeden adımları hızlanıyordu. Buradan kurtulma isteği bedenini ele geçirip hızlı yürümeye
teşvik ediyordu onu. Farkına vardığı an duruyor ve tekrar ağır adımlarla yoluna devam
ediyordu. Yavaş yürümeliydi, çünkü yürüdüğü yol boyunca çevredeki tüm konuşmaları
dinliyordu. Yıllardır Twisted Fate gibi bir adamı şehir şehir takip edebilmesinin sebebi güçlü
kulaklarıydı. İhtiyacı olan bilgiyi sadece dinleyerek elde edebiliyordu. Babasının küçükken ona
hediye ettiği bir özellikti bu. Doğuştan duyma sorunları olan kızı için yapay kulaklar üretmişti.
Bu sayede Jane istediği zaman duyma cihazını hassaslaştırıp çok uzaktaki konuşmaları bile
incelikle duyabiliyordu. Ancak bu şehir diğerlerinden farklıydı, Bilgewater bugün tek bir şeyi
konuşuyordu, yalnız başına yürüyen genç bir kızı, Jane’i.
“Sağlam bir parçaya benziyor.”
“Üstündekilere bakılırsa parası da var gibi.”
“Sırtındaki o kocaman çantasında neler saklıyordur”
Attığı her adımda sadece ondan, onu nasıl soyacaklarından bahsediyorlardı.
“Bir eli alçıda, karşı koyamaz, rahatlıkla işini bitiririz”
Bu söz bir an duraksamasına sebep oldu. Elindeki alçıya baktı, alçıdan çok içindeki makineyi
hissediyordu, babasından kalan son hatıraydı o. Zaun’un en zengin ailelerinden biriydi Jane’in
ailesi. Babası Frederick birçok icadın mucidiydi ve bu sayede çok büyük bir servetin sahibi
olmuştu. Son olarak zamanı bükebilecek ve geriye sarabilecek bir makine yapmayı deniyordu.
Zaun’un genç dâhisi Ekko ile birlikte bu araştırmanın içindelerdi. Birçok deneme başarısızlıkla
sonuçlanmıştı. Babasının ölmeden önce ürettiği prototip kocaman çantasının içinde ve
kolundaki alçının arkasına saklanmış şekildeydi. Kola giyilen aparat ve sırt çantasında taşıdığı
motoru ile oldukça ağır ve büyüktü. Ağırlığı ve büyüklüğü dışındaki en büyük sorunu ise
düzensiz çalışmasıydı. Öyle ki kimi zaman kullanıcısına zarar verebiliyordu. Babası öldükten
sonra araştırma devam etmedi, Ekko’yu da o olaydan sonra bir daha görmedi. Henüz
tamamlanmamış o makineyi alıp intikam amacıyla yola düştü. Bilgewater gibi bir yerde
ışıldayan bir alet fazlasıyla dikkat çekeceğinden makinenin üstüne ince bir alçıyla kaplamıştı.
Motorunu da büyük bir sırt çantasına koyup tamamen gizlemişti.
Anılara dalmış haldeyken duyduğu bir ses onu kendine getirdi. Genç bir çocuk heyecanla
anlatıyordu,
“Şapkalı bir yabancı dolanıyormuş şehirde. Son derece lüks bir giyimi var. Takip ediyordum
ancak bir anda kayboldu.”
Sakallı yaşlı adam gülümseyerek cevap verdi,
“Peşine düşülebilecek türden biri değil o. Hatta dua edelim de o bizim peşimize düşmesin.”
Sakallarını ovuşturup, sinsi bir gülümseme ile devam etti,
“Ama şu genç kız tam bizlik bir av olabilir.”
Şapkalı ve şık giyimli bir yabancı... Bu kesinlikle o olmalıydı. Aradığı bilgiye yaklaşmış olmanın
mutluluğunu bastırdı ve en masum yüz ifadesini takınıp sanki hiçbir şeyi duymamış gibi o
ikisinin işlettiği barın önüne geldi. Tabelası çok eskiydi. Üstündeki yazı zar zor okunabiliyordu.
Tabelanın yan tarafında Gangplank’e olan sadakatini gösteren bir damga vardı. Barın dış
görünümü “İçeriye girme” diye bağırıyordu. Zaun’un lüks binaları içinde büyümüş bir kız için
çok uç bir noktadaydı. İçeriye adımını attığında ise daha berbat bir manzara ile karşılaştı. Bazı
sandalyeler devrilmiş, içerinin tozu havaya karışmıştı. Nefes alırken tüm kirin boğazına
yapıştığını hissedebiliyordu. Kokusu ise Bilgewater’ın o iğrenç havasından bile kötüydü.
Havaya karışmış olan ucuz bira ve kusmuk kokuları ile nefes alınmaz haldeydi içerisi. Yaşlı
adam yüzünde oluşan gerçek bir memnuniyet ifadesiyle “Hoş geldiniz” diyerek Jane’in
peşinden içeriye girdi. O boş ve karanlık barın ışıkları açıldığında etrafa kaçışan fare seslerini
duydu. Burası kesinlikle Jane’in uzun süre oturmak istemeyeceği türden bir yerdi. Aynı
şekilde yaşlı adam da işi çok uzatmak istemiyordu. Belinden silahını çıkarıp Jane’in kafasına
dayamıştı bile. Jane de yaşlı adam da gülümsüyordu, ikisinin de aklından geçirdiği tek bir şey
vardı:
“Hedefim şu an avcumda.”
İlk konuşan yaşlı adam oldu
“Tüm paranı sen mi verirsin yoksa ben zorla mı alayım?”
Yaşlı adam halinden son derece memnundu, ama bu mutluluğu sadece 2-3 saniye sürdü.
Jane alçılı koluyla silaha sertçe vurdu. Yaşlı adama ilk şokunu yaşattı, daha adam silahın yere
düştüğünü göremeden boğazına dayanmış olan soğuk bıçağı hissetti. Jane’in gözleri alev alev
yanıyordu. Yaşlı adamın kulağına yanaştı ve fısıldadı,
“O şerefsiz Twisted Fate hakkında tüm bildiklerini sen mi söylersin yoksa ben zorla mı
söyleteyim?”
Adamın kalp atışları boş barda yankılanıyordu. Bu kesinlikle hiç beklemediği bir durumdu.
Boğazında gezinen soğuk metale yüzünden akan terler damlıyordu. Kekeleyerek söze başladı.
“3 gün önce geldi buraya. Girişini ben ayarlamıştım.”
Jane ses tonuna bu sefer hâkim olamayıp bağırdı,
“Nerede o?”
Yaşlı adam yutkunup cevap verdi.
“Gangplank. Ne için geri döndüğünü sorduğumda bana verdiği tek cevap buydu.”
Jane’in bağırışından hemen sonra genç çırak içeri girdi, yaşlı adamı boğazına bıçak dayanmış
bir şekilde görünce silahını çıkardı, patronunu vurmaktan çekindiği için boşluğa doğru ateş
etti. Çıkan ses Jane’i korkutmasa da bu gürültü çevredeki insanları toplamaya yetecekti.
Kaçışının olmadığını anladığı an Jane çantasından sarkan bir ipi kendisine doğru çekti, alçı
içindeki elinde tuttuğu tuşa da bastığı anda Jane’in çevresindeki her şey bulanıklaşıp
bozulmaya başladı. Başı patlayacakmış gibi ağrıyordu, gözleri kayıyor, sanki ölecekmişçesine
bağırıyordu. Zaman git gide yavaşladı, kendilerine doğru koşan genç çırak ağır adımlarla
geliyordu, arkalardan birinin kendilerine doğru ateşlediği tabancadan çıkan kurşunu
görebiliyordu ve sonra her şey durdu. Çektiği ipi bıraktığı anda ise tüm dünya üstüne çökmüş
gibiydi, büyük bir basınç hissediyordu tüm vücudunda. Her şey sona erdiğinde o girdiği barın
önünde yere çökmüş, zar zor nefes almaya çalışıyordu. Çok acı vericiydi bu makineyi
kullanmak. Sonuçta kullanıma uygun olmayan bir prototipti sadece. Kulaklarındaki çınlama
geçip, bilinci yerine geldiği anda tanıdık bir cümleyi tekrar duydu yaşlı adamdan.
“ Ama şu genç kız tam bizlik bir av olabilir.”
Ayağa kalktı, ilk adımlarında sendelese de yürümeye devam etti. Bu kez Twisted Fate’e
yaklaştığını hissediyordu. İlk kez bu kadar erken bir şekilde onun bulunduğu şehre girmişti,
bu kadar erken bir şekilde onun hakkında bilgi edinmişti. İlk kez tek seferde onun şehirdeki
en büyük bağlantılarından biriyle konuşmuştu. Bu kez Twisted Fate’i yakalayacağına
kesinlikle inanıyordu.
Gangplank… Söylenişi bile tüyler ürpertici. Bu adam her yerdeydi, baktığı her yerde onun
işaretini onun adamlarını görüyordu. Bu sebeple Gangplank’i bulmak çok daha zordu. Onun
hakkında soru soramazdı, onu aradığını belli edemezdi. Onun peşinde olduğunu hissettirdiği
an Gangplank onu bulurdu. Bu acımasız korsanın namını daha çocukken duymuştu. Zaun’a
kadar ulaşmıştı ünü.
Bölüm 2 – Hazırım!
5 yıl olmuştu, TF’yi gördüğü ilk günü hayal meyal hatırlıyordu. Bir gece çıkan gürültü sonrası
babasının laboratuvarına indiğinde TF ile karşılaşmıştı. Tamamen odaklanmış halde elindeki
kartları çeviriyordu ve sonra bir anda gözden kaybolmuştu. O zamanlar gördüğünün gerçek
olduğuna inanamamıştı ama hayal olduğunu düşünse de babasının ölü bedenini gördükten
sonra o hayal sandığı gerçeğin peşinden gitme kararı almıştı. TF’yi gittiği her yerde izlerken
defalarca o ışınlanmasını izledi. Hiçbir zaman ona ulaşamadı, onu yakalayamadı ama hep
peşindeydi. 5 yılını onun hemen arkasında geçirdi. Artık yüz yüze gelme zamanıydı. Buna
hazırdı.
Adım adım yoldan geçen herkesi dinleyerek Gangplank’in ana gemisini buldu. Ancak gemi
oldukça kalabalıktı, tayfa ellerinde fıçıları ve ganimet dolu sandıkları taşıyordu. Şu an gemiye
çıkmak için uygun bir zaman değildi. TF’nin de böyle bir anda oraya gideceğini
düşünmüyordu. TF bir kumarbazdı ama kaybedeceği oyunu oynamazdı. Neyi kazanıp neyi
kazanamayacağını çok iyi bilirdi ve kazanacağı zaman her türlü riski alırdı. Ancak bu
gördüğüm manzara TF’nin asla almayacağı bir riskti. Evet, bu gemiye çıkacaktı ama şimdi
değil.
“Avantaj bu sefer bende.”
Jane oldukça heyecanlanmıştı. Yalnız başına yaptığı 5 yıllık takip boyunca her zaman yaptığı
gibi kendi kendine konuşmaya başladı.
“Bu kez ondan önce vardım. Bu kez o varmadan onun gideceği yerdeyim. Kesinlikle
karşılaşacağız Twisted Fate. Senin hakkında emin olduğum bir şey var. Eğer sen gözünü bu
gemiye diktiysen şu an çevredeki en tenha yerde doğru zamanın gelmesini bekliyorsundur.
Seni tanıyorum Twisted Fate ve şimdi yanına geliyorum.”
Yürüyüşü söylediği her sözle hızlandı. Geminin etrafında dolanıp TF’nin saklanıyor olabileceği
en uygun yeri arıyordu ve o yeri gördüğünde gözleri ışıldadı. Kırık fıçılar, yakalanıp yenmiş
deniz canlılarından kalan artıklar, işi bitmiş silahlar ve birçok ölü insan bedeni… Gangplank’in
devasa çöp kutusuydu burası. Oldukça ısız ve pis kokulu bir yer. Birinin işi düşmedikçe buraya
gelmesi olasılık dışıydı.
Bölüm 3 - Karşılaşma
“Fate!”
Çöplüğün ortasında bağırıyordu. Hiçbir karşı ses gelmedi.
“Burada olduğunu biliyorum.”
Her sözünden sonra çevresini gözlüyor, kulaklarını tamamen odaklamış şekilde ufak bir
tıkırtıyı veya ayak sesini duymayı ümit ediyordu.
“O şık pelerinini temiz tutmak için çok çabalama, birazdan fazlasıyla kirlene…”
Çok ince bir ses ve karnında hissettiği derin bir acı. Ne olduğunu bile anlamadan sarı renkli bir
kart ona saplanmıştı bile. Adım atamıyor, ses çıkaramıyordu; gözleri şok olmuş bir şekilde o
ışıldayan sarı karta kilitlenmişti. TF’nin adımlarını şimdi duyabiliyordu, karanlığın içinde o
pelerini dalgalanıyordu. Şapkasını sol eliyle düzeltirken destesinden bir kart daha çekmek için
hazır durumdaydı. Yakınına geldi ve yüzünü iyice Jane’e yaklaştırdıktan sonra kibar bir şekilde
sordu,
“Sizi tanıyor muyum?”
Gözlerini TF’nin gözlerine dikmiş halde konuşmaya başladı. Ama söylediği sözleri aslında ona
değil kendisine söylüyordu.
“Bu kadar kolay olmamalıydı.”
İçindeki ateş tekrardan alevlendi ve makineyi tekrar çalıştırdı. O acı verici deneyimi bir kez
daha yaşadı. Kendine geldiğinde o çöplüğün önünde yerde yatıyordu. TF’nin açmış olduğu
yara artık görünmese de karnı hala acı içindeydi.
“Bu kez olacak, nerede durduğunu, nereden geldiğini biliyorum. Bu kez benimsin Twisted
Fate.”
Ayağa kalktı ve tekrardan içeriye girdi. Çantasının ön bölümünden çilek büyüklüğünde bir
bomba çıkardı, bombadan ziyade bir çatapat. Bu kez konuşmadı, bağırmadı, TF’yi az önce
gördüğü yere doğru fırlattı onu. Ufak bir aydınlanma ve kulakları yormayacak bir ses, hepsi
bu kadar. Jane gözlerini oraya dikmiş beklerken kartın havada uçuş sesini duydu tekrardan,
sağ taraftan geliyordu, refleksle elini kaldırdı ve boynuna saplanmak üzere olan kart son anda
eline saplanmış oldu. Yine de oldukça acı vericiydi. Kolunda parlayan mavi ışığa bakarak
sakinleşmeye çalıştı, çığlık atmamak için zor tutuyordu kendini. Kartın geldiği yöne doğru
baktı, kimse yok. Yine o derin sessizlik. Peşine düştüğü adamla kendisi arasındaki büyük güç
farkını görebiliyordu artık. Bir kez daha kartın uçma sesi, bu sefer tepki veremedi. Sol ayağına
kırmızı kart, derin bir yara, büyük bir acı… Tek ayağının üstüne çöktü. Kendini tutamadı ve
gürültülü bir şekilde çığlık attı. Daha doğrusu tam çığlık atarken saplanan sarı bir kart sesini
kesti. Donakalmış bir halde saplanan üç kartın acısını çekiyordu. Gözlerinden akan yaşlara
hâkim olamadı. Hareketsiz bir şekilde kalmış olsa da gözlerinden yaşlar süzülmeye devam
ediyordu. Kartların acısına değil kaybetmiş olmanın acısına ağlıyordu.
TF’nin adımlarının sesi yaklaşıyordu. Bu kez tam arkasından ona doğru geldi. TF ona
yetişmeden önce makinesini bir kez daha çalıştırdı.
Yine çöplüğün önündeydi, yere yattı, dizlerini karnına doğru çekti. Her tarafı ağrıyordu,
makineden dolayı nefesi kesilmiş haldeydi ama dışarıdan bakınca bir ölü kadar sessiz ve
tepkisizdi.
“Ona karşı koyamam, onu yenemem.”
Buna rağmen hareketleri sözlerine ayak uydurmadı. Aksini düşünse bile ayağa kalktı ve
çöplüğe doğru yanaştı. Girişteki ölü bir adamın belinde duran tabancayı aldı ve TF’nin
olabileceği yere doğru ateş etti.
“Klik.”
Silah çıkardığı sesle onu yarı yolda bıraktı. İçi boş silahı fırlatıp bağırdı. Yıllardır kurduğu
hayallerin yıkılışına isyan ediyordu. Bu kez saplanan kartlar canını o kadar da yakmamıştı.
Fiziksel acıya karşı hissizleşiyordu. Tekrardan makineyi kullandı ve çöpün önündeydi. Ve
sonra tekrar, tekrar, tekrar…
Bölüm 4 – Son Deneme
İçerideydi. Arkasından ona doğru uçan kart sesini duydu ve onun saplanışını da. Ancak bu
saplanma sesi öncekilerden farklıydı ve hiçbir acı hissetmemişti. Ve ardından aynı anda gelen
3 kart daha duydu. Panikle makinesini çalıştırdı. Büyük bir cızırdamayla çalıştı. Yanık kokusu
geliyordu çantasından ve vücudunda akan elektriği hissetti. Öncekilerden farklı olarak onu
çarpan elektrik ile tekrar başa döndü.
Çöplüğün girişinde ayakta duruyordu. Yere yatmadı, kıvranmadı. Kararlılığı onu ayakta
tutuyordu ve geri döner dönmez hemen içeriye daldı tekrardan. Normal bir konuşma tonuyla
seslendi.
“Konuşmalıyız.”
Kendisine gelmekte olan karta elini siper etti, sarı ışığın altında hareketsiz halde kaldı. TF
solundan ona doğru yanaştı. Hareket edebilecek hale geldiğinde bile heykel gibi durup TF ile
konuşmak için bekledi. Duyduğu ilk kelimeler paniklemesine sebep oldu.
“Toplamda kaç kez savaştık?”
Beklemediği bu söz onu şok etmişti. Hemen makinesine uzandı ve tekrardan çalıştırdı.
Makinesi zamanı yavaşlatırken TF’nin de pozisyonunu alıp kartları çevirdiğini gördü. Zaman
durma noktasına geldiğinde TF kaybolmuştu ve en başa geri döndü.
Tekrardan çöplüğün önündeydi. Bir anda ellerinin tutulup arkaya doğru çekildiğini hissetti. TF
sıkıca kavramıştı. Onun ellerini hareketsiz hale getirip zorla çöplüğün gözden en uzak
noktasına doğru yürüttü. Yol boyunca aynı kelimeyi tekrar edip durdu Jane, çoğu zaman
ağlamaktan ne dediği tam anlaşılamıyordu ama söylediği şey hep aynıydı.
“Nasıl? Nasıl? Nasıl?...”
Vardıklarında TF ellerini bıraktı. Jane ağlamaya devam ederek yere çöktü.
“Makineye temas eden her şey onunla birlikte zaman boşluğunda yol alıyor.”
TF konuşurken makineye saplanmış olan mavi kartını olduğu yerden çıkardı. Son seferden
önce attığı kart makineye isabet edip orada kalmıştı. O kartı temizleyip tekrardan destesine
koyarken devam etti.
“İçeri girdiğinde seni ilk kez gördüğümü sanıyordum. Ama çantana saplanmış olan kartım
bana her şeyin sandığım gibi olmadığını anlatıyordu.”
Konuşurken Jane’in çantasını açtı, gördüğü makineyi tanımıştı. Yerde bulduğu kırık bir tüfekle
de alçıyı parçaladı. Jane’in makinesi tamamen görünür durumdaydı.
“Bu Profesör Frederick’in makinesi değil mi?”
Jane’in ağlaması bir anda kesildi. Ağzından salyalar saçarak bağırdı.
“Senin öldürmüş olduğun babamın makinesi. Onun son icadı.”
“Baban mı?”
Bir süre göz göze bakıştıktan sonra TF konuşmaya devam etti.
“Yüklü bir miktar karşılığı benim gücümü incelemek istedi. Uzay-zamanı bükme konusunda
beni referans alarak makine üzerinde çalışmaya başladı. Profesörle bu işte ortak sayılırdık
anlayacağın. Ancak makineyi denediği gün yaşlı bedeni direnemedi. Zamanın yükü altında
ezildi.”
Jane şaşırmıştı. Başını ellerinin arasına aldı, dizlerinin üzerine kapandı. Oluşan sessizliği yine
onun gürültüsü bozdu.
“Saçmalama! O poker yüzünle bana yalan söyleme, içeri girdiğim anda sen kaçıyordun.
Gücünü kullanıp anında ortadan kayboldun.”
“O gün kaçmadım. Yaptığım şey, az önce yapmış olduğumla aynıydı. Makinenin uzayda açmış
olduğu zaman tünelinin içine ışınlanmayı denedim. Ancak makine çalışmasını bitirmeden
profesör hayatını kaybettiğinden bambaşka bir yerde buldum kendimi.”
Jane, TF’nin nasıl kendisiyle birlikte zamanda yolculuk yapabildiğini de anlamıştı böylece.
Kendisini o çekim alanının içine ışınlayıp aynı zaman tünelinden geçmişti. Söyledikleri gerçek
gibi dursa da içten içe hâlâ reddediyordu tüm olanları, TF kesinlikle bu kadar kolay
güvenilebilecek birisi değildi. Blöfleri asla okunamazdı, yalanlarını ortaya çıkarmak
imkânsızdı. Bugüne kadar TF’ye güvenen herkes kaybetmişti.
“Makinenin çalışması ile benim gücüm aynı prensipte. Biri uzayda diğeri zamanda tünel
açıyor. İkisinin kesişmesi durumunda ortak şekilde uzay-zamanda hareket edilebiliyor.
Profesörün ölmeden önce açmaya çalıştığı zaman tünelinden geçebilseydim makineyi
kullanmadan önceki zamana dönüp engel olabilirdim.”
Sözlerinin bitmesiyle TF makineyi çalıştırdı. Kartın saplanmış olduğu yerden fazlasıyla elektrik
saçılıyordu. Jane cızırtıları dinlerken gözleri TF’nin duruşundaydı. O havalı duruşuyla
tamamen konsantre olmuştu.
Kendine geldiğinde evdeydi, Bilgewater’dan çok uzaklarda. TF ayakta durduğu yerde üstünü
düzeltiyordu. Şık görünümünün bir an bile olsun bozulmasına izin vermezdi.
“Adın neydi senin?”
“Jane.”
“Jane, makineni almak zorundayım. Kartın verdiği zarardan dolayı yakın bir zamanda işi
bitecek zaten. Bilgewater’a geri dönebilmem için makinenin gücüne de ihtiyacım var.”
Jane itiraz edemedi. Cevap dahi veremedi. Öğrenmiş olduğu gerçeklerin etkisindeydi. TF’nin
makineyi üstüne geçirişini izledi, çantasından çıkan çatapat bombalarını görünce de onun
ağzından duyacağı son sözleri duydu.
“Her şey bir yana, beni 3-5 tane çatapatla mı yakalamayı umuyordun?”
Gülümsedi, şapkasını düzeltti. Saniyeler sonra Jane odada yalnızdı. Yıllar boyunca yalnız
başınaydı, ne bir ailesi ne bir arkadaşı olmadan TF’nin peşinde yıllarca koşmuştu. Ama bu kez
hissettiği farklıydı. TF onun hayatına anlam katan tek şeydi. Babasının acısını unutturan şey
onun peşinde dolanmaktı. Sahip olduğu tek insandı. Onu izlerken hiçbir zaman yalnız
olduğunu hissetmemişti. Bu kez o da gitmişti.
Söylediği son sözleri düşündü ve sessiz odada tek başına cevap verdi:
“Hayır, seni yakalamayı hiçbir zaman ummamıştım. Seni izlemeyi seviyordum, senin peşinde
olmayı seviyordum. Seni asla yakalayamayacağımı biliyordum. İntikam için dolansam da seni
seviyordum. Makineyle birlikte seni bulma amacım, babamdan kalan mirastı bana. Şimdi
ikisini de kaybettim.”
Ayağa kalktı, yanaklarındaki yaşları sildi. Kendisine yeni bir hedef seçmişti bile. Babasının
hayalini gerçekleştirecekti. Laboratuvara inip Ekko’ya ait elinde olan tüm bilgileri topladı ve
evden çıktı.
“Babamın canı pahasına üretmeye çalıştığı makine… Mutlaka onu tekrar üreteceğim.”
SON
TF arka arkaya attığı kartlarla makineyi paramparça etti. Kimsenin birleştiremeyeceği ya da
bakınca ne olduğunu anlamayacağı hale getirdikten sonra Gangplank’in gemisine doğru
yanaştı. İnsan kalabalığı dağılmıştı, harekete geçmek için uygun zaman gelmişti.
Bilgewater’da onu bekleyen daha büyük sürprizler vardı. Planını hiçbir şeyin bozamayacağını
düşünerek yola koyuldu. Ancak bugün onun peşine düşmüş tek intikamcı Jane değildi,
geminin içinde daha belalı bir tip onu bekliyordu. Graves…