Medya Seminerleri 2011 e-kitap

Transkript

Medya Seminerleri 2011 e-kitap
MEDYA SEMİNERLERİ
1-22 Ekim 2011
Medya Derneği ve
Fatih Sultan Mehmet
Vakıf Üniversitesi
Sürekli Eğitim Merkezi
İşbirliği ile
MEDYA SEMİNERLERİ
05
Değişim
Sürecinde
Medya
1-22 Ekim 2011
Proje Koordinatörleri
Deniz Ergürel
Medya Derneği Genel Sekreteri
Medya Derneği ve
FSMSEM İşbirliği ile
MEDYA SEMİNERLERİ
Medya Derneği
İstiklal Caddesi No:86 Kat:6 Beyoğlu, İstanbul
Tel: +90 212 243 70 02
Faks: +90 212 243 70 03
www.medyadernegi.org
Facebook:
Twitter:
YouTube:
Flickr:
SlideShare:
facebook.com/medyadernegi
twitter.com/medyadernegi
youtube.com/medyadernegi
flickr.com/medyadernegi
slideshare.net/medyadernegi
YASAL UYARI Medya Derneği © 2011
Medya Seminerleri’ne katılan eğitmenlerin yaptıkları
konuşmalar eğitmenlerin kişisel görüşlerinin ifadesidir. Bu görüşler, Medya Derneği’nin kurumsal görüş,
ilke ve değerlerini yansıtmayabilir. Bu kitabın yayın
hakları CC Attribution-NonCommercial 3.0 Unported
License altındadır. Kitapta yer alan notların kaynak
gösterilmek kaydıyla, ticari olmayan faaliyetlerde
kullanılmasında, paylaşılmasında ve alıntılanmasında
sakınca bulunmamaktadır. Aksi durumlarda Medya
Derneği’nin yazılı onayının alınması gerekmektedir.
Rana Şenol
Medya Derneği Proje Direktörü
Erge Özcan
Medya Derneği Proje Direktörü
Projeye Katkı Sağlayanlar
Gülin Alaca
Medya Derneği Stajyeri
Hayrunnisa Atabey
Medya Derneği Stajyeri
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Avcı
FSMSEM Müdürü
Fulya Yapıcı
FSMSEM Eğitim Danışmanı
Soner Örnekol
FSMSEM Kurumsal İlişkiler Yönetmeni
Fatih Karataş
FSMSEM Eğitim Koordinatörü
05
MEDYA SEMİNERLERİ
Medya Derneği, 1 - 22 Ekim 2011 tarihleri arasında;
gazetecilik sektörünün ünlü isimlerinin her hafta
farklı konu başlığı altında konuşma yaptığı “Değişim
Sürecinde Medya” adlı bir seminer serisi düzenledi.
Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Yenikapı
Mevlevihanesi
Yerleşkesi’nde
gerçekleştirilen
eğitim seminerlerinin amacı, medyayı değişime
zorlayan etkenlerin doğru analiz edilmesine
yardımcı olmak ve katılımcıları gazetecilik mesleği
hakkında bilgilendirmekti.
Toplam 4 hafta boyunca, Cumartesi günleri, 13.30
-16.30 saatleri arasında gerçekleştirilen eğitim
seminerleri; mesleğinde uzmanlaşmış 9 medya
profesyonelinin, konuk oldukları haftanın başlığı
hakkındaki düşüncelerini aktardıkları oturumlardan
meydana geldi. Medyanın gidişatı ve dünden
bugüne gelişimi konusunda önemli düşüncelerin
paylaşıldığı projeye, üniversite öğrencisi, yeni
mezun, profesyonel gazetecilik yapan veya medya
ile ilişkili bir işte çalışan toplam 50 kişi katıldı.
Bu kitapçıkta yer alan notlar, konuşmacıların
verdikleri seminerlerin özeti niteliğindedir.
"Medya Seminerleri'nin gerçekleştirilmesindeki katkılarından dolayı;
Medya Derneği Başkanı Salih Memecan'a, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Rektörü Musa Duman'a,
Mütevelli Heyeti Başkanı Hikmet Özdemir'e, FSMSEM Müdürü Ahmet Avcı'ya,
Kurumsal İlişkiler Yönetmeni Soner Örnekol'a ve Eğitim Danışmanı Fulya Yapıcı'ya teşekkür ederiz."
MEDYA SEMİNERLERİ
1-22 Ekim 2011
Medya Derneği ve
Fatih Sultan Mehmet
Vakıf Üniversitesi
Sürekli Eğitim Merkezi
İşbirliği ile
MEDYA SEMİNERLERİ
05
Değişim
Sürecinde
Medya
12
Nuh Albayrak
Genel Yayın Yönetmeni
Türkiye
14
Cemil Barlas
Genel Yayın Yönetmeni
HaberX
Ömer Özkan
Genel Müdür
Interpress
20
24
Nevval Sevindi
Gazeteci-Yazar-Aktivist
Nazlı Ilıcak
Köşe Yazarı
Sabah
30
34
Joost Lagendijk
TR/AB Karma Parlamento
Komisyonu eski Eşbaşkanı
40
Bülent Keneş
Genel Yayın Yönetmeni
Today’s Zaman
Emre Aköz
Köşe Yazarı
Sabah
46
52
Mustafa Karaalioğlu
Genel Yayın Yönetmeni
Star
1 EKİM 2011
BİRİNCİ HAFTA
“Teknoloji ve Değişen Medya Alışkanlıkları”
“Değişim Sürecinde Medya” seminer serisinin açılış haftası konuşmacıları,
Türkiye Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Nuh Albayrak, HaberX Genel Yayın
Yönetmeni Cemil Barlas ve Interpress Genel Müdürü Ömer Özkan oldu.
“Teknoloji ve Değişen Medya Alışkanlıkları” olan haftanın başlığına istinaden
konuşmacılar; teknolojik gelişmelerden yararlanmanın gazetecilik açısından
önemi, sosyal medya kullanımının gerekliliği, medya takibinin sağladıkları,
yeniliklere adapte olmanın zorunluluğu konularına değindi.
Açılış haftasının ilk semineri Nuh Albayrak tarafından verildi.
Türkiye’de kurumsal anlamda gazetelerin teknolojiye uyum
sağladığını ancak çalışanların bu hıza yetişemediklerini dile
getiren Albayrak, gazetecilerin kaliteli haber yapabilmek için
gelişmeleri yakından takip etmesi gerektiğini vurguladı.
1 EKİM 2011
Nuh Albayrak
Genel Yayın Yönetmeni
Türkiye
Rekabetin de etkisiyle kurumsal anlamda
teknolojik gelişmeler yakından takibe
alınmıştır. Kurumsal anlamdaki teknolojik
gelişmelerden azami olarak faydalanmak
gerekir.
Medya alanında çalışanın merakı ve gayreti
çok önemlidir. Alışkanlıkları değiştirmek
kolay değildir fakat bu zahmete katlanmak
gerekir. Ferdin kendisi, günlük hayatta
teknolojiye şahsi olarak adapte olmalıdır.
iPad’deki bir program sayesinde, dünyanın
neresinde olursam olayım, ofisteki
bilgisayarıma bağlanabiliyorum. İşlerimi
daha pratik halledebildiğim gibi, gazeteyi
baskıya gitmeden önce kontrol edip
müdahalede bulunabiliyorum.
yöneticileri için Twitter ve internet olmazsa
olmazlardan…
İnternet medyasının negatif etkilerinden
zarar görmemek için özgün, saf ve özel
haber içerikli, güçlendirilmiş gazeteler
üretilmeli.
Birbirimizi anlama noktasında, 80’li
yıllardan çok farklı bir yerdeyiz. Tüm
kurumların kimliği, tarzları, yayın
çizgileri birbirinden farklı. Bu sebeple,
konuşmaktan
çekinmememiz
ve
birbirimizin
düşüncelerini
anlamaya
çalışmamız gerekiyor.
Teknolojik gelişmeler çalışanları yeniliklere karşı kısırlaştırmamalı. Teknoloji
sadece hız ve kolaylık değil, mesleki
derinliği arttırmakta da kullanılmalıdır.
Şu andaki internet medyası, gazeteleri
tehdit edecek noktada değil. İnternet
yayıncılarının kendilerine özgü ekipleri,
haberleri olması lazım. Şimdiki internet
medyasının sıkıntısı özel haber çünkü, hâlâ
haberler diğer gazetelerden kopyalanıp
hazırlanıyor.
Twitter’da her şey hızlı ilerlediği için tüm
sıcak gelişmeleri, olayların öncesini ve
sonrasını takip edebiliyorsunuz. Medya
Teknoloji gibi onu kullanan insan da
çok önemli. Bu sebeple kendimizi
geliştirmeliyiz.
İlk haftanın ikinci konuşmacısı Cemil Barlas oldu. İnsanın
ve teknolojinin tarihsel gelişiminden bahseden Barlas,
internetin toplumsal olaylardaki rolüne değindi. Bilgi Çağı’nın
sonuna gelindiğine dikkat çekerek, gazetecilere ve gazeteci
adaylarına 10 önemli tavsiyede bulundu.
1 EKİM 2011
Cemil Barlas
Genel Yayın Yönetmeni
HaberX
Gazeteciliğin özü değişimdir. Yani,
değişimi takip etmek demektir gazetecilik.
Zaten ismi de İngiliz dilinden, yenilikten
geldiği
için
değişimin
kendisidir.
Dolayısıyla, değişim sürecinde medyayı
incelemek çok doğru bir nokta diye
düşünüyorum.
Gelişimin tarihinin yanında, insanlığın
tarihine de biraz değinmek istiyorum.
İnsanlarla hayvanlar arasındaki temel
farklardan biri, beyindeki ‘korteks’
dediğimiz şeydir. Bu tabakada bizim
sonradan öğrendiğimiz bilgiler duruyor.
Mesela, bir at doğduğu zaman hemen
yürümeye başlıyor, her şeyi yapabiliyor.
Yeni bir şeyler öğrenmesine lüzum yok çok
fazla. İnsanlarda ise sonradan öğrenilen
bilgiler çok fazla. İnsan ortalama yirmi
yıldan sonra, o korteks tabakasını doldurup
tam anlamıyla bir şeyler yapabilmeye
başlıyor.
İnsanlık tarihinde geçilen evreler, biri
kapanıp diğeri açılan çağlar gerçekten çok
mühim. Korteks tabakaları geliştikçe, bir
şeyleri daha kitlesel paylaşmaya başlıyor
insanlar ve yavaş yavaş ortak bir akıl
oluşturmaya başlıyor. Derken matbaanın
bulunması, birçok gelişimi beraberinde
getiriyor ve en sonunda Bilgi Çağı’na
ulaşıyoruz -ki ben bu Bilgi Çağı’nın
da sonuna geldiğimizi düşünüyorum.
Matbaadan sonra devamlı katmanlı bir
dönüşüm halinde ilerliyor yıllar. Telefon,
televizyon, internet, kanal ve sonra kanallar
şeklinde gelişiyor süreç. En son Bilgi
Çağı’ndayız ve Bilgi Çağı’nın sonundayız.
Çünkü artık değişim nitelik olarak değil,
nicelik olarak ilerleyecek gibi görünüyor.
Eskiden gazeteler haberleri milletin
yararına
değil,
kendi
yararlarına
çıkarmaya çalışıyorlardı. Günümüzde
ise gerçekleri manşetler değiştiremiyor,
olaylar değiştiriyor. Artık kimsenin yalan
haber yapma lüksü yok. Sosyal medyada
doğrulanıyor ya da yalan olduğu ortaya
çıkıyor.
Teknoloji geliştikçe eski ahlaki sorunlar
azaldı. Yalan haber yapılamaz hale geldi.
“Eskiden gazeteler haberleri
milletin yararına değil,
kendi yararlarına çıkarmaya
çalışıyorlardı.
Günümüzde ise gerçekleri
manşetler değiştiremiyor,
olaylar değiştiriyor.”
16
Bununla beraber, yeni ahlaki sorunlar da
ortaya çıktı. Bunlardan bir tanesi, “Bir
birey kendi fikrini mi, yoksa kurumunun
fikrini mi yansıtmalı?” sorusudur ki, bu
soru halen tartışılıyor.
Şahsen internet sansürünü hakaret olarak
görüyorum. İnternet sansürü ile ilgili
5651 no’lu yasa, ilerlememizi engelliyor.
İnternet özgür olmalı. Türkiye sırf bu
problem yüzünden beyin göçü veriyor.
Özgür ortamı ve basın özgürlüğünü
sağlamak, başta gazeteciler olmak üzere
herkesin birincil kaygısı olmalı. İnternet
yasasının acilen kalkması gerekiyor diye
düşünüyorum.
17
Teknolojik gelişmelerin birçoğu savaşlar
nedeniyle oluyor. Mesela, internet iletişim
aracı olarak ordu tarafından bulundu. Bizler
Bilgi Çağı’nın meyvelerini topluyoruz.
Bilgi Çağı’nın bize sunabileceği en
önemli meyve, savaş ekonomisinin
çökmesi olacaktır çünkü artık savaşlar
katkı değer sağlamıyor. Savaşın temel
sorunu sınırlardır. Sınırların temel sorunu
ise enerji kaynaklarıdır. Bir gün sınırsız
bir enerji kaynağı bulunursa, beraberinde
terör ve savaş da biter.
Bireyler uzun vadeli projeleri yapamaz.
Burada bu iş devlete düşer. Dönüşümü
devletler gerçekleştirmelidir. Devletler
enerjiye para yatırmalıdır ve bireylerin tek
başına yapamadığı projeleri yapmalıdır.
Medyacı
olarak
bizim
görevimiz
ise savaşlara karşı durmak ve enerji
kaynaklarını devlete yöneltmektir.
Gazetecilere 10 Tavsiye:
1- Her haberin bir amacı vardır. Yaptığınız
haberin neye, kime hizmet ettiğini çok iyi
belirleyin.
2- Değişimi çok iyi takip edin. Sosyal
medyanın dışında kalmayın.
3- Bir haberi yaparken, kendi objektiflerinizi sorgulayın. Kendinize, “Ben bu
haberin neresindeyim?” sorusunu sorun.
4- Özel hayat / kamusal hayat çizgisini
doğru çizin. Özel hayatı ifşa etmeyin.
5- Kendi patronunuza soramadığınız bir
soruyu başkasının patronuna da sormayın.
Sosyal medyada kimi zaman herkes
kendisinin patronudur. Bu durumda,
kendinize yöneltmeyeceğiniz soruyu
başkasına da sormayın.
“İnternet iletişim aracı olarak
ordu tarafından bulundu. Bizler
Bilgi Çağı’nın meyvelerini
topluyoruz. Bilgi Çağı’nın bize
sunabileceği en önemli meyve,
savaş ekonomisinin çökmesi
olacaktır çünkü artık savaşlar
katkı değer sağlamıyor.”
6- İnsanların hayatlarına katma değer
sağlayacak, kaliteli haberler yapmak lazım.
Hayatta karşılaşacakları sorunları önceden
bildiren haberler yaparsanız, insanların
hayatlarını kolaylaştırırsınız.
7- Uyanık olun ama uyanıklık yapmayın.
Dikkatli olun ve tartarak haber yapın.
8- Zamanı iyi kullanın. Kısa ve öz
haberin yanında, son söylenecek sözleri
ilk söyleyin. Okuyucu hiçbir zaman
haberin tamamını okumaz. Haberi okuyan
kişi, bir tek başlığını okuduğunda bile o
haberin içeriğini anlayabilmeli. Haberin
yayınlandığı zaman da önemlidir. Doğru
bilgi, doğru zaman, doğru uzunluk…
9- Hiçbir insanı ve davranış biçimini
küçümsememeye
dikkat
edin.
Karşılaştığınız insanların kartvizitine
değil, gözlerine bakın.
10- Kurumsal değil, toplumsal hiyerarşiye
önem verin. Makamların haberlerde hiçbir
değeri yoktur.
Sosyal medyanın gerek gazeteciler, gerek
politikacılar, gerekse tüm insanlar için çok
ciddi bir terbiye olduğunu düşünüyorum.
Sosyal medya insanlara farklı görüşlere
saygı göstermeyi öğretti.
İnternet medyasında haber yapmak
değil, haberi tartışmak daha önemlidir.
İnteraktiviteyi sağlamak ve düşünce
trendini yakalamaktır gerekli olan.
Bu sebeple, haber sitelerinin yaptığı
interaktivite ile fark yaratması ve insanların
dikkatlerini çekmesi lazım.
İlk haftanın son konuğu Ömer Özkan konuşmasında,
günümüzde medya organlarının sayıca fazlalığından ötürü,
medya analizine ihtiyacın arttığını belirterek medya takibinin
önemini vurguladı. Özkan, Türkiye’de medya takibinin doğuşu
ve gelişimi üzerinde durdu.
1 EKİM 2011
Ömer Özkan
Genel Müdür
Interpress
Türkiye’de medya takibi 1940 yılında,
İstanbul’da basın takibi -yani yazılı basının
takibi- şeklinde başlıyor ve zamanla
profesyonel bir hizmete dönüşüyor.
var. Ayrıca 1985’ten bugüne kadar olan
tüm reklamların toplandığı bir arşivimiz
var. Kısacası, çok ciddi bir arşiv kültürümüz bulunmakta.
Medya takibinin iki ana kanadı var:
1- Haber takibi 2- Reklam takibi
Medya takip işinin müşterileri tüm
markalardır. Şirketler kendi imajlarını
oluşturur ve oluşturdukları imajları
yönetirken de medya takip hizmetlerinden
yararlanırlar.
Türkiye’ye radyo geliyor ama radyo takibi
yapılmıyor. Ardından televizyon işin içine
girse de, televizyonda da bir takip refleksi
oluşmuyor. Fakat 1990’ların başından
itibaren özel radyo ve televizyonların
ortaya çıkmasıyla beraber, basın takibine
ek olarak radyo ve televizyon takibi de bir
ihtiyaca dönüşüyor.
Medya mecralarının çokluğu, haberlerin
derlenip toplanmasını zorlaştırıyor. Medya
mecraları arttıkça, analiz ihtiyacı da artıyor.
Şirketler, ürünlerini geliştirme ve eksikleri
giderme konusunda medya takibinden
yararlanıyor.
1981’den bugüne uzanan, kelime bazlı
aramanın yapılabildiği dijital arşivlerimiz
Medya takibinde geliştirilen tekniklerle,
haber atlamayı sınırlamak mümkün fakat
sıfıra indirmek imkânsızdır.
Tüm mecralardan elde ettiğimiz verileri
internet üzerinden sunuyoruz. Artık medya
takibi dijital ortamda yapılıyor ama verilerin bir editörün elinden geçmesi gerekiyor. Interpress, 2000’e yakın kaynağı, 170
kişiyle tarıyor. 5-6 kişilik bir yazılım grubu
var. Kullanılan tüm teknolojiye rağmen,
hâlâ insan emeği yoğun bir iş.
8 EKİM 2011
İKİNCİ HAFTA
“Medyada Kadın”
Medya Seminerleri’nin ikinci hafta başlığı, son zamanlarda artan kadın cinayetleri
ile birlikte daha da önem kazanan bir konu olan “Medyada Kadın” idi. Gazeteci - Yazar
ve Aktivist Nevval Sevindi ve Sabah Gazetesi Yazarı Nazlı Ilıcak’ın konuşmacı olarak
katıldığı ikinci hafta seminerlerinde, ‘kadın’ başlığı çok boyutlu olarak incelendi.
Sevindi ve Ilıcak konuşmalarında; kadına uygulanan şiddet haberlerinin medyada
verilişi, şiddet haberlerinin pornografik sunumu, kadının bizim tarihimizde dünden bugüne sosyolojik panoraması, kadının toplumdaki yerini belirlemede medyanın
üstlendiği roller, toplumsal ahlakın kadın cinayetlerindeki rolü, medya çalışanı
kadınların durumu ve çektikleri zorluklar gibi başlıklara dikkat çektiler.
İkinci haftanın ilk semineri Nevval Sevindi
tarafından verildi. Sevindi konuşmasında kadının
medyada sunumunda izlenen çifte standarta, töre
cinayetlerine ve toplumsal ahlâk sorunsalına,
kadına şiddetin pornografik sunumuna değindi.
8 EKİM 2011
Nevval Sevindi
Gazeteci-Yazar
Aktivist
“Şiddetin pornografisi” son zamanlardaki kadın haberleri için uygun bir
tanımlama… Kadına yönelik şiddeti anlatan haberler dahi, belli bir pornografik
eğilimle veriliyor. Bu tarz bir gazetecilik
de, erkeğin şiddeti ve kadına tecavüzü
içselleştirmesine neden oluyor.
Basında
ve
medyada,
kadını
değersizleştirme son derece yaygın. Etik
kurallara uymayan da bu tutum zaten.
28 Mart olaylarında hem maddi hem
de manevi şiddete uğradım. Fethullah Gülen ile yaptığım röportaj sebebi
ile ise ‘fahişe’ ye varan ağır ithamlarla
karşılaştım. Şahsıma yapılan hakaretlerin
ve uğradığım haksızlığın önlenmesi için
Basın Konseyi’ne başvursam da, konsey
durumla gerektiği gibi ilgilenmedi ve hakareti gerçekleştirenleri suçsuz ilan etti.
Basın Konseyi gerektiği gibi çalışmıyor.
Bu zor dönemleri yaşarken, gazeteci bir
kadının ne kadar yalnız olduğunu daha da
iyi kavradım. Bu olaylar yaşanırken beni
eleştirenler, hep belden aşağı vurdular.
1990’lardan sonra namus cinayetleri
öğrenilip medyada yerini bulmaya başladı.
Oysa ki bu cinayetler 80’lerde de vardı. O
dönemlerde kadın cinayetleri hep hasıraltı
ediliyordu. Kadınların ölümü sorulduğunda
hep, “Kireç kuyusuna düştü’’, ‘‘Traktör geri
geri giderken ezildi,’’ şeklinde ifadelerle
olayların aslı geçiştirilmeye çalışılıyordu.
O dönem yasalarında konuyla ilgili
yaptırım olmaması ve bölge halkının bu
cinayetleri kültür gibi görüp örtmesi, namus cinayetlerini daha da arttırıyordu.
Tüm bunları ben yerinde, birinci ağızdan
dinledim.
Size eski bir töre cinayetinden örnek
vereceğim: 1975- 1995 arası terör olayları
sebebiyle sinemalar ihraç edilmişti. Her
şehirde yalnızca bir sinema kalmıştı ki
bunlar da yalnızca dönemin furyası olan
seks filmlerini oynatan sinemalardı.
Kadıncağızın biri su içmek için sinemaya girmiş ve bunu gören çevre halkı da
kocasına haber vermiş. Kadın sırf seks
“ ‘Şiddetin pornografisi’
son zamanlardaki kadın
haberleri için uygun bir
tanımlama… Kadına yönelik
şiddeti anlatan haberler dahi,
belli bir pornografik eğilimle
veriliyor. Bu tarz bir
gazetecilik de, erkeğin
şiddeti ve kadına tecavüzü
içselleştirmesine neden
oluyor.”
filmleri oynayan bir mekanda bulunduğu
için öldürüldü. Öldüren kocaya, ‘‘Yazık etmedin mi? Hem bir insanın hayatını sona
erdirdin, hem de hapishanede çürüyecek
olan kendi hayatını… Yazık olmadı mı?’’
sorusunu yönelttiğimde, ilginç bir cevapla karşılaştım: ‘‘Namusumuzdan başka
hiçbir şeyimiz yok. Onu da kaybedersek
ne yaparız?’’
Kadınların öldürüldüğü töre cinayetlerine karışan erkeklerle konuştuğumda hemen hepsi, ‘‘Biz yapmasak da toplum bizi
yapmaya zorluyor; yoksa bizi öldürürler,’’ sözleriyle durumu açıklıyordu. Bu
konuşmalardan şu sonuç çıkıyordu; bu
cinayetleri işlemek zorunda bırakan şey,
toplum kültürünün töre yaptırımı ve feodal
yapıydı. Öldürmedikleri takdirde, onları o
bölgede yaşatmıyorlardı.
Dün, yani 7 Ekim 2011 tarihinde yayınlanan
Habertürk sürmanşetine istinaden söylemek istediklerim var. Habertürk Gazetesi, kocası tarafından öldürülen bir kadının
çıplak sırtına saplanan bıçaklı cesedinin
korkunç fotoğrafını hiçbir mozaik görüntü
olmadan doğrudan manşetine taşımıştır
fakat öldüren kocanın fotoğrafı bile
paylaşılmamıştır. Kısacası, öldüren erkek
değil, ölen kadın deşifre edilmiştir. Önemli
olan nokta bu: öldüren erkeği deşifre etmeleri gerekirken, öldürülen kadını deşifre
ediyorlar. İşte bu, şiddetin pornografisidir.
Kadınlarla ilgili haberlere göz attığımız
zaman, medyada gizli bir kadın ayrımcılığı
olduğu gözlemleniyor. Mesela, güncel
haberleri incelediğimizde bir trafik kazası
haberi manşetinde, ‘‘Kadın şoför öldürdü’’
başlığını görebiliyoruz. Oysa ki erkeklerin
yaptığı kazaları aktaran haberlerde
asla, ‘‘Erkek şoför trafik kazası yaptı’’
şeklinde bir başlıkla karşılaşmıyoruz.
Trafik kazalarının %97’si erkek şoförler
tarafından yapılmasına rağmen, yalnızca
%2’si kadın şoförler tarafından meydana
geliyor (%1 de kimliği belirsiz) ve buna
rağmen bir kadın kaza yaptığında, “Kadın
şoför öldürdü” gibi başlık atılıyor. Bu
ayrımcılıktır!
Tecavüz ve cinayet haberleri verilirken
dahi, saldırıya maruz kalmış kadının
üstüne giydiği kıyafet, kadının olay
sırasında sarhoş olması veya gece geç bir
saatte sokakta yalnız yürümesi gibi noktalar üzerinde duruluyor. Erkeklerin işlediği
suç hafifletilmeye çalışılarak, mağdura
‘uygunsuz kadın’ imajı veriliyor. ‘‘Mini
etek giydi, bıçaklandı’’, ‘‘Gece saat 2’de
Göztepe’de yürürken tecavüze uğradı’’
gibi başlıklarla çok sık karşılaşıyoruz. Bu
başlıkların altında yatan mesaj, şiddetin
nedenini kadına bağlamaktan başka bir şey
değil…
Medyada kadınlar ne yazık ki hala üst
düzey pozisyonlarda yer bulamıyorlar. Bu
yalnızca ülkemizde değil, tüm dünyada
böyle... Günümüzde gazeteci kadınların
sayısı artmakla birlikte, gazetecilik yapan
kadınlar hâlâ sektörün yalnızca %10’luk
bir grubunu oluşturuyor. Amerika gibi
bir medya devinde dahi, gazetelerin ve
medyanın genelinin %90’ını erkekler
oluşturuyor.
Medya taraması yaptığımız zaman, kadın
programlarını aşağılayıp küçük gören
pek çok metinle ve pek çok yazıyla
karşılaşabiliyoruz fakat erkeklerin mahalle
kavgasına dönen tartışmalarını gösteren
sözüm ona tartışma programlarına hiçbir
eleştiri getirilmiyor.
Kadınlar iş hayatında erkeklerle aynı
şartlarda yarışmaya itiliyor fakat erkekler
gibi işten geç çıktıkları zaman saldırıya
uğrasalar bile haberlerde, ‘Gece sokak-
ta dolaşan uygunsuz kadın’ olarak yer
alıyorlar. Erkekler kadınlara, işlerine
geldiği gibi bir eşitlik kavramını uygun
görüyorlar.
İhanet
haberlerinde
de
ihaneti
gerçekleştiren kadın ve erkeğin fazlasıyla
farklı sunulduğunu görüyoruz. İki erkeği
aynı anda idare eden bir kadın hakkındaki
haber, ‘‘Fettan kadın iki erkeği yaktı’’
şeklinde veriliyor fakat aynı anda iki
kadınla nişanlanan bir astsubayla ilgili
haber, ‘‘Fettan astsubay iki kadını yaktı’’
başlığıyla aktarılmıyor; aksine, erkeğin
çapkınlığını yüreklendirecek şekilde, ‘‘Vay
çapkın vay’’ şeklinde veriliyor.
Tecavüz olayları pornografik şiddet
şeklinde sunuluyor. Aslında, tecavüz
mağdurunun izni olmadan fotoğrafının
kullanılmaması gerekir.
Medya başkalarına öldürmemesini fetva
verirken, kendisi katil oluyor. Yani, “Katillik kötüdür,” derken, haberi verişiyle kendi
katil oluyor.
Ana haber bültenlerinde haberleri anlatan
dış ses de fark ettiyseniz genelde hep erkek
sesidir. Bu durum, ‘haberin değerlendirici
mecrasının erkek olduğu’ düşüncesinin
beynimize işlenmesine neden oluyor.
Medyadaki kadın algısı hep şablonlar üzerinden veriliyor. ‘Fettan kadın’, ‘savunmaya muhtaç kadın’ gibi şablonlar yaratılıyor.
Oysa ki, cinsiyetlere göre kalıplar yaratmak
manasızdır çünkü fıtratlar cinsi değildir.
Aslında, Türk kültüründe kadın ve erkek
tarihler boyunca eşit olarak görülmüştür.
Bunun en büyük kanıtlarından biri de tarihimizin en eski kaynaklarından biri olan
Dede Korkut Destanı’dır. Dede Korkut
metinlerine bakarsanız, kadınlar erkeklerle
aynı eğitime tabi tutulurlar; silah kullanır,
ata biner ve güreş tutarlar. Avrupa’da ise
eski dönemlerde kadınların değeri sıfırdı.
O yüzden feminizm Avrupa’da doğdu.
Kadınların ikinci sınıf birey görülmesinde,
çocukken okutturulan çocuk kitapları da rol
oynuyor. 1923’den 1950’ye ve 1950’den
günümüze kadar olan okuma kitaplarını
araştıran bir incelemeden örnekler verecek olursam… 1923’lerdeki okuma
kitaplarında, kadınların mesleklerinden
ve ailedeki karar alma mekanizmasındaki
aktif rolünden bahsedilirken; 1950 sonrası
okuma kitaplarında, kadının mesleğinden
hiç
bahsedilmeyip,
karar
verme
mecrasının da hep erkeğe yönlendirildiğini
görüyoruz. Çocukken okutulan okuma
kitapları da aslında kadını ikinci sınıf birey olarak konumlandıran düşünceyi
içselleştirmemizi sağlıyor.
“Değişim Sürecinde Medya” seminer serisinin ikinci hafta
konuklarından Nazlı Ilıcak konuşmasında, kadın ve erkek
tabiatının farklılıkları, kadına tanınan sınırlı politik pozisyon,
medya çalışanı kadınların durumu ve çektikleri güçlükler
üzerinde durdu.
8 EKİM 2011
Nazlı Ilıcak
Köşe Yazarı
Sabah
Kadınlar iş dünyasında hep belli başlı
pozisyonlarda konumlandırılıyor. Politikadan örnek verecek olursak… Kadınlar
politikada yüksek mevkilerde çok da
yer bulamıyorlar. Bakan olsalar bile ya,
‘Kadından Sorumlu Devlet Bakanı’ ya da
‘Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’ oluyorlar. Neden Bayındırlık Bakanı bir kadın
olamıyor?
Medyada çalışan kadınlara baktığımızda
kadın muhabirin çok olduğunu fakat yazı
işleri gibi, medyada daha söz sahibi alanlarda çalışan kadın sayısının azaldığını
görüyoruz. Medyada kadına, sadece
güzellik ve magazin konularında yazı
yazdırılmak isteniyor.
Ben, kadının medya ve basın sektöründe
erkeğin gerisinde kalması durumunu dış
etkenlere bağlamak yerine, fizyolojik ve
metabolik yapıya bağlıyorum. Kadının
tabiatında annelik duygusu var ve bu sebeple, erkekten daha çok çocuk sahibi olmak istiyor. Bu doğal güdüler kadını bu
güç savaşında aşağı çekiyor. Bir mücadele
vererek evin dışına çıkıyoruz ama tabiat da
bizi içeri çekiyor. Tabiattan ötürü zorluk
çekiyoruz.
Kendi kaderimizden şikayet etmemeliyiz çünkü annelik sebebiyle insanlığı biz
yetiştiriyoruz. Kadına şiddetten şikayet
ediyorsak, erkek çocuklarımızı da ona
göre yetiştirmeliyiz. Erkek evlatlarımızı
kayırmamalı ve onları fazla şımartmaktan
kaçınmalıyız.
Dizilere yönelik eleştirileri mantıksız buluyorum. Kendim de bir dizi izleyicisiyim.
Tabii şu da bir gerçek ki, Türk dizilerinde
kadına karşı şiddet yoğun olarak görülüyor. Şiddetin var olduğunu kabul etmek
gerekir ama yine de sansüre karşıyım.
Geçenlerde
RTÜK’ün
yaptığı
bir
araştırmaya denk geldim. Bu araştırma,
kadınların dizilerden sonra en çok ana
haber bültenlerini takip ettiğini ortaya
koyuyordu. Kadınların en çok izlediği
programların ikincisinin haberler olduğunu
öğrenmek bir kadın olarak beni mutlu etti.
15 EKİM 2011
ÜÇÜNCÜ HAFTA
“Dış Basınla İlişkiler”
Medya Seminerleri üçüncü haftasında, “Dış Basınla İlişkiler” başlığını
tartışmaya açtı. TR / AB Karma Parlamento Komisyonu Eski Eşbaşkanı Joost
Lagendijk ve Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş’in kürsüye
çıktığı seminerlerde, Türk medyası ve yabancı medya arasında belirginleşen
farklılıklar, oryantalist yaklaşımların batı medyası üzerindeki etkileri gibi
önemli noktalara değinildi.
Üçüncü haftanın ilk seminerini veren Joost Lagendijk,
konuşmasında Türk ve Avrupa medyasını karşılaştırırken
gazetecilik yapıları arasındaki farklara değindi. 10 yıl
öncesine göre Türk medyasının daha demokratik bir
görünüm çizdiğini belirtti.
15 EKİM 2011
Joost Lagendijk
TR/AB Karma Parlamento
Komisyonu eski Eşbaşkanı
Türkiye’deki medya (TV ve gazeteler) ile Avrupa’daki medya arasındaki
birinci yapısal fark, patronaj yapısıyla ilgili. Türkiye’de medya, holdinglerin ticari faaliyetlerinden yalnızca bir tanesi.
Böyle olunca, farklı ticari amaçlar için
kullanılabiliyor. Hükümeti memnun etmek,
işinizi yaptırmak (örneğin bir havaalanı
yaptırmak) gibi farklı ticari amaçlar için
kullanılıyor medya.
Örneğin Fox Haber, medya dışında herhangi bir işle uğraşan bir patronu olmadığı
için hükümet tarafından, “Bak böyle haber
yapmazsan, bu ihaleyi kaybetmezsin,” gibi
bir yaptırıma uğramıyor. Böyle bir korkusu
yok.
İkinci yapısal fark, politik ve hukuki
ortamdan kaynaklanıyor. Türkiye’de
politikacılar gazetecinin yaptığı bir haberi
beğenmediklerinde, uygun bir kanun maddesi bulup gazeteciyi dava edebiliyor fakat
Avrupa’da herhangi bir cezai hukuk, gazeteciler üzerinde bu şekilde işlemiyor.
Örneğin Hollanda’da bir kanun var:
Kraliçeye gazeteciler dahil kimse hakaret
edemez. Bu çok eski ve herkesin bildiği, 40
yıllık bir kanundur fakat bunun gazeteciler
üzerinde kullanıldığı hiç görülmemiştir.
Ama Türkiye’de durum böyle değil. Her
kanun gazeteciler üstünde kullanılabiliyor.
Üçüncü yapısal fark ise, Türkiye’de gazeteciler arasında çok ciddi boyutta görüş
farklılığı ve polarizasyon oluşu. Sağ ve sol
görüş arasında çok büyük görüş farklılıkları
var. Örneğin sol basından birine dava
açılınca sağ tarafının gazetecileri buna
tepki göstermiyor fakat Avrupa’da görüş
farklılığa da olsa, gazeteciler bu tip dava
durumlarında bir araya gelip birbirlerini destekliyor. Türkiye’de durum böyle
olmadığından, bu aşırı polarizasyon yetki
sahiplerinin medya üzerinde çeşitli oyunlar oynamasına olanak sağlıyor.
Avrupa’daki gazeteciler ve Türkiye’deki
gazetecilerin
mesleği
uygulayışları
arasında da farklar var. Bu farklardan ilki,
röportajları yapışlarıyla ilgili. Örneğin
“Türkiye’yi 10 yıl önceyle
karşılaştırdığımda, medyanın
farklılaştığını, özgürleştiğini
ve geliştiğini söyleyebilirim.
Medya, şu an konuşulabilen
konular bakımından eskiden
çok baskı altındaydı.”
ne zaman bir Türk gazeteci bana röportaj yapmak için gelse, eski röportajlarımı
hiç okumadan, oldukça hazırlıksız bir
şekilde geldiğini görüyorum. Avrupa’da
ise muhakkak daha önceden araştırma
yapıp hazırlanıyorlar ve “2 sene önce
böyle demiştiniz,” diyebiliyorlar. Fakat
Türkiye’de böyle bir hazırlık yok. Bu da
politikacıların işini çok kolaylaştırıyor.
Türkiye’de gazeteciler politikacıların önceki röportajlarını okumadıkları ve bir röportaja giderken yeterince hazırlanmadıkları
için
politikacılar
da
gazetecinin
sorularından kolaylıkla sıyrılabiliyorlar.
Söyleyeceğim kaba kaçabilir ama röportajı
yapan gazetecinin ısrarcı olması lazım
çünkü politikacı, mümkün olduğunca az
bilgi vermek ister. Gazetecinin görevi ise
onu zorlamak ve ısrarcı olup röportajdan
alabileceği kadar bilgiyi almaktır. Eğer
yeterince ısrarcı olmazsanız, bir röportajdan yeni bir şeyler öğrenerek çıkmanız çok
zor. Bunu yapmanız çok da kolay değil
aslında çünkü politikacı sizi editörünüze
şikayet edebilir. Sizin değiştirilmenize
neden olabilir çünkü bir gazetecinin diğer
gazeteciyle değiştirilmesi çok da zor değil.
Türkiye ve Avrupa’daki gazetecilerin ‘özel’
ve ‘kamuya açık’ kavramlarını algılayışları
da oldukça farklı. Neyin özel, neyin kamuya açık olduğuyla ilgili bir farklılık
da var Türkiye ve Avrupa’da. Mesela
başbakanın annesi öldüğünde, gazeteciler tüm detayları vermekten çekinmediler. Avrupa’da bu böyle olmaz. Başbakan
acısıyla baş başa bırakılır, burnunun ucuna
kamera dayanmaz. Bir diğer örnek ise,
birkaç yıl önce Hollanda’da düşen Türk
uçağı haberiyle ilgili. Bu kaza sonrasında
Hollanda polisi yaralıların ve ölülerin ismini vermek istememişti çünkü önce emin
olmak istediler ve durumu öncelikle kaza
kurbanlarının ailelerine bildirmek istediler.
Fakat Türk basını buna karşı çıktı ve “Bizden bilgi saklıyorlar,” gibi suçlamalarda
bulundu.
Türkiye ve Avrupa’daki gazeteciler
arasındaki bir diğer farklılıksa, tartışma
programlarının
yönetimiyle
ilgili.
Türkiye’de gazeteciler ve politikacıların
katıldığı tartışma programlarını takip ediyorum; gazeteciler politikacıların kendilerini anlatması için çok uzun süre tanıyor.
15-20 dakika gibi bir zaman veriliyor ki bu
televizyonda çok uzun bir zamandır. Oysa
ki Avrupa televizyonlarında gazeteciler,
konuşmacının kısıtlı bir zamanda açık ve
kesin cevaplar vermesi için ona müdahale
ederler. Ama Türkiye’de yetki sahipleri
(politikacılar, milletvekilleri, bakanlar),
gazetecilerin müdahalesiyle karşılaşmadığı
için uzun uzun cevaplar vererek, aslında
sizin sorunuza cevap vermeden demeçte
bulunuyor.
bu konularda daha rahat konuşup yazmak mümkün. Yani, Türkiye’yi 10 yıl
önceyle karşılaştırdığımda, medyanın
farklılaştığını, özgürleştiğini ve geliştiğini
söyleyebilirim. Medya, şu an konuşulabilen
konular bakımından eskiden çok baskı
altındaydı.
— Türkiye’de diğer farklılık ise köşe
yazarlarının fikirlerine çok fazla değer
veriliyor olması. Bu durum Avrupa’da
böyle değil. Az sayıda köşe yazarı var
ve kendi fikirlerinden çok, somut gerçeklerle ilgili yazılar yazarlar. Türkiye’de
köşe yazarlarının fikirlerine Avrupa’da
olduğundan daha fazla önem veriliyor.
Türkiye’de her gazetede neredeyse 10-15
köşe yazarı var ama Avrupa’da bu böyle
değil. Her gazetede 3-4 tane köşe yazarı
vardır ve kendi görüşlerini değil kesin
bilgileri köşelerinde yazarlar.
— Hükümetin gazetecilere karşı yapılan
cezai yaptırımları azaltacağı konusunda
umutluyum.
—
Türkiye’deki
gazeteciliği
çok
eleştirdim ama şunu da söylemeliyim ki,
Türkiye’deki gazeteciliği 10 yıl öncesi
ile karşılaştırdığımızda çok geliştiğini
görüyoruz. Eskiden tabu alanlar vardı
ve gazeteciler bu alanlarda konuşamaz,
yazamazdı. Özellikle ordu, Ermeniler ve
Kürtlerle ilgili konularda… Ama şimdi
— Medyadaki tekelleşmenin ve medya
patronlarının gazetecileri baskı altında
bırakmasının uzun vadede çözüleceğine
inanıyorum.
— Gazetecilerin görüş ayrılıkları olsa dahi
birlik olmayı ve meslektaşlarını desteklemeleri gerektiğini öğrenmeleri gerekir.
Aynı zamanda, kimin gerçek gazeteci
olduğu ve kimin gazeteciliği etiket olarak
kullandığını anlamaları da lazım. Mesela,
Oda TV’dekilerin yaptıkları gazetecilik
değil, propagandaydı. Gazeteciliği etiket
olarak kullandılar.
— Çok güzel bir mesleğiniz var. Ben de
politikacı olmasam gazeteci olurdum.
Gazeteciler olmadan demokrasi işleyemez.
Ben inanıyorum ki gazeteciler ileride
daha eleştirel bir yapıya sahip olacak
Türkiye’de. Gazetecilerin daha eleştirel
ve daha araştırmacı olması lazım. Bunun
için de gazetecilerin daha dişli olması gerekiyor.
Medya ve politika arasındaki denge çok
önemli. Gazetecilerin en zorlandığı konu
dengeyi tutturmaktır. Hem politikacılarla
iletişimi iyi kurmalısın ki onların seninle
konuşmasını sağlayabilesin, hem de onları
eleştirebilmelisin. Her iyi gazeteci bu
dengeyi tutturabilir diye düşünüyorum.
Terör haberlerini yazmamak, terör
saldırılarını durdurmaz. Bu tür haberleri yazmak, bildirmek zorundayız. Daha
kısıtlı şekilde yazarsak propagandaya daha
az yol açmış oluruz. Önemli olan, bu tür
haberleri herhangi bir propagandaya yol
açmadan, en doğru şekilde yazmaktır.
Üçüncü hafta seminerlerinde kürsüye çıkan bir diğer isim
Bülent Keneş oldu. Keneş konuşmasında, medyadaki
temsil sorunu, batılı medyanın oryantalist yaklaşımı, Türk
gazetelerindeki tanımsızlık, objektivite oyunu ile objektifmiş
gibi davranma arasındaki farklılıklar gibi konulara değindi.
22 EKİM 2011
Bülent Keneş
Genel Yayın Yönetmeni
Today’s Zaman
Patronaj yapısı Batı medyasında bizden
çok farklı değil. Medyanın bağımsızlığının,
medya patronlarının başka işlerde
olmayışıyla ölçülmesini yanlış buluyorum.
Amerika’nın %80’i birbirine çok kenetli
bir grup tarafından temsil ediliyor. Böylelikle anti İslam imajının nasıl yayıldığını
görebiliyorsunuz. Fox News farklı
çalışıyor, doğru ama bağımsızlığı yalnızca
Joost’un baktığı noktadan ölçmeyi doğru
bulmuyorum.
Los Angeles Times gibi gazeteler ile iş
birliği yaptık ama onların bizimle alakalı
saha haberlerini kullanmak istediğimizde,
objektif yazmayı çabalasalar da yazıların
belli bir Amerikan düşünce yapısıyla kaleme alındığını gördük. Gazetecilik bilimsel bilgi, evrensel bilgi üretmiyor.
Mutlak anlamda iyiler ve mutlak anlamda
kötüler diye bir şey yok. Ben ters bir şey
söyleyeceğim: Allah’a şükür ki polarizasyon var. Bu polarizasyon çift kanallı değil,
çok kollu bir kutuplaşma. Ben bugünkü
polarizasyonu, 1990’larda neredeyse aynı
çizgide yayın yapan medyaya tercih ediyorum. Bu kadarcık bir değişimin bile
Türkiye’de yaptığı gelişimi görebiliyoruz.
1990’lı yılların başına kadar Türkiye’de
belli bir kesimin, Türk medyasının büyük
bir bölümünü yönettiğini biliyoruz.
Tüm bu demokratikleşmeye rağmen, şu
anda Türkiye’de ve dünyada hala medyada
temsil sorunu yaşandığını düşünüyorum.
Dünya basını da bu temsil sorununu
yaşıyor. Çok küçük bir kesimin, kamunun
fikrini nasıl etkilediğini görüyoruz.
Bütün hastalıklarına rağmen, Batı
medyasını daha sahici buluyorum.
Türkiye’deki gazetelerde, “Falanca gazetecimiz falanca partiye üye olmuştur. Bu
sebeple kadromuzdan çıkarılmıştır,” denebiliyor. Bunu da deklare ederek yapıyorlar.
Amerika’da bir gazetede, “Biz Obama’yı
destekliyoruz. Biz bu düşünceyi savunuyoruz ve bizi buna göre okuyun,” diyebiliyorlar. Kimi okuduğunuzu bilmeniz daha
sağlıklıdır diye düşünüyorum.
“Ben bugünkü polarizasyonu,
1990’larda neredeyse aynı
çizgide yayın yapan medyaya
tercih ediyorum.
Bu kadarcık bir değişimin
bile Türkiye’de yaptığı
gelişimi görebiliyoruz.”
Oysa Türkiye’de objektivite oyunu oynamak objektiflikten daha iyiymiş gibi
düşünülüyor. Halbuki her kim, “Tarafsızız
ve her düşünceye eşitiz,” diyorsa, bu
doğru değil. Bizim bir taraflılığımız var;
bunu saklamıyoruz. Biz Today’s Zaman
olarak tarafız: Demokrasiden tarafız,
özgürlüklerden tarafız, gazetecilik etiketi
altında başka şeyleri yapanlara karşı cephe
alanlardan tarafız… Kim ki, “Biz objektif gazetecilik yapıyoruz. Her fikre eşit
yaklaşıyoruz,” diyorsa, bilin ki bu doğru
değildir.
Batıyla Türk medyasını ayıran unsurlardan biri, orada kimin ne olduğunu biliyorsunuz; her şey tanımlı ama Türkiye’de
her şey tanımsız. Türkiye’de bir gazeteyi
okuduğunuzda neyle karşılaşacağınızı
bilemiyorsunuz. Bizde yarı mainstream,
yarı bulvar gazetesi, yarı müstehcen, yarı
aile gazetesi olabiliyor gazeteler.
22 EKİM 2011
DÖRDÜNCÜ HAFTA
“Demokratikleşme Süreci ve Medya”
Dördüncü ve son hafta seminerleri, Sabah Gazetesi Köşe Yazarı Emre Aköz
ve Star Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Karaalioğlu tarafından verildi. “Demokratikleşme Süreci ve Medya” başlığını tartışan Aköz ve Karaalioğlu
konuşmalarında, Türkiye’de devlet ve medya ilişkisi, demokratikleşme sürecinin
medyaya yansımaları, medyada yıkılan tabular ve değişen dil, toplumun kendini
anlaması için basın ve konuşma özgürlüğünün şart oluşu, gazetecinin demokrat
olma zorunluluğu gibi konular üzerinde durdu.
Tarihimizde basın ve devletin iç içe geçen ilişkisine
değinen Emre Aköz, günümüzde medyada pek çok tabunun
yıkıldığından ve daha önce kaleme alınamayacak pek çok
konunun rahatlıkla yazılabildiğinden bahsetti. Demokrasinin
gelişebilmesi için basın özgürlüğünün şart olduğunu vurguladı.
22 EKİM 2011
Emre Aköz
Köşe Yazarı
Sabah
Terör olaylarının ardından Başbakan, bu
hafta medya kuruluşlarının patronları ve
genel yayın yönetmenlerini çağırarak bir
toplantı düzenledi ve bu toplantıda gazetecilerden terör olayları hakkında haber
yaparken özenli olmalarını rica etti.
Yasemin Çongar’ın yazısına bakacak olursak, birileri hemen, “Karayılanla yapılan
röportaj yayınlansın mı, yayınlanmasın
mı?” demiş bir öğrenci tavrıyla. Bence bu,
gazeteciye yakışan bir tavır değildir. Böyle
bir soru Başbakan’a sorulmaz. Bir haberi
yayınlayıp yayınlamayacağına gazeteci
olarak kendin karar verirsin. Burada haber
vermenin ötesinde, kaba tabirle ‘medyanın
borazanlık yapma durumu’ nu görüyoruz.
Sizce biz bu noktaya nasıl geldik?
Yayınlayalım mı, yayınlamayalım mı süreci yani… Devletle basının iç içe geçmesi
durumu çok eskilere, Bâb-ı Âli’ye kadar
gidiyor. Böyle bir geçmişe sahibiz biz. Bu
öylesine bir geçmiş ki, 1950’de Demokrat
Parti başa geçtiğinde kurulan gazetelerle
de iş değişmiyor. Onlar da Demokrat Parti
militanı oluveriyor.
Harf devrimi yapıldığında eski harfli
matbaaları bulunan pek çok matbaacı zor
duruma düşüyor. Bu sebeple devlet de matbaalara devlet kredisi vermeye başlıyor.
Hürriyet’in kurucusu Sedat Simavi kredi
almayarak, “Elimdeki para yeter,” diyor.
Sırf bu sebeple adamı sorguya çekiyorlar;
“Sen ne hakla kredi almazsın,” diye. Yani
öyle bir sistem var ki, medya organları
özerk olmak, bağımsız olmak istemiyorlar.
Dolayısıyla, basının demokratikleşmesini
istemiyorlar. Bunu devlet de istemiyor,
basındakiler de istemiyor. Yani o dönemlerde, böyle enteresan bir iç içe geçmişlik
var basın ile devlet arasında.
Şunu anlatmaya çalışıyorum; kitaplarda okuduğumuz bir demokrasi var ya…
Aslında Türkiye’de kimse o demokrasiyi
istemiyor.
1984’de PKK saldırıları başlamış, devam
ediyordu. Bir şey söylemek istiyorduk ama
‘Kürt’ demek yasaktı. Peki, bu nasıl bir
“Çalışanlara patronlar
tarafından hükümet
hakkındaki haberleri
dikkatli yapmaları gerektiği
emri veriliyor. “Şu Bakanla
işim var; dikkatli yapın
haberi,” deniliyor. Bu
da karşılıklı birbirinden
beslenme durumunu
doğuruyor.”
yasaktı? Uygulamalı bir yasaktı. Bu yasalarda belirtilen bir yasak değildi ama yine
de ‘Kürt’ diyemiyorduk. Düşünebiliyor
musunuz, gazetecilik yapıyorsunuz ve
‘Kürt’ diyemiyorsunuz… Bir röportaj
geliyor, elin mahkum Kürtler’den bahsetmelisin ama bahsedemiyorsun. Böyle bir
ortamdı ve bu ortamı ne basın organları
ciddi bir şekilde değiştirmek istiyordu ne
de devlet…
‘Kürt’ demenin yasak olması durumu bir
röportajla birlikte tepetaklak oldu. Mehmet
Ali Birand gitti Abdullah Öcalan ile röportaj yaptı. Siyasal yönüyle de değil, magazinsel yönüyle yaptı bu röportajı. Öcalan’ın
Galatasaray’ı tutması, kola içmesi, elinde
tespih olması yazıldı röportajda. Bu röportajla birlikte, o otokontrol yerle bir oldu.
Yani, basın özgürlüğü çok da talep edilerek gelmedi. Kürtler isyan etti; bir faydası
olmadı ama bir röportaj yapıldı ve o yasak
birden kayboldu.
Avrupa medyasında durum daha farklı.
Avrupa’da basın özgürleşmeye çalışıyordu
ama devlet izin vermiyordu -farklı durumlar da var ama ağırlıklı durum bu-.
Bizde ise durum böyle değildi. Basının
çoğunluğu devlete yaranmaya çalışıyordu.
Tabii bunda medya patronlarının da etkisi
vardır. Medya patronlarının sermayeleri,
devletten ihale alınarak sağlandığı için
çalışanlara patronlar tarafından hükümet
hakkındaki haberleri dikkatli yapmaları
gerektiği emri veriliyor. “Şu Bakanla işim
var; dikkatli yapın haberi,” deniliyor. Bu
da karşılıklı birbirinden beslenme durumunu doğuruyor.
Olayı şöyle görmek lazım: Ne kadar
konuşulursa o kadar iyi. Bu Aleviler olabilir, türban konusu olabilir… Bırakın
insanlar konuşabilsinler, dertlerini dile
getirebilsinler. Problemleri olan insanlar
karnından değil, bırakın açıkça konuşsunlar, dertlerini söylesinler ki duyalım, bilelim, öğrenelim. Anlatsınlar; anlatmadıkça
konular açıklığa kavuşmuyor. Adam
çıksın ve desin ki, “Kardeşim biz ayrılmak
ve başka devlet kurmak istiyoruz!” Bir
başkası desin, “Ben özerklik istemiyorum.” Bırakın konuşsunlar ve öğrenelim
ne istediklerini.
Haber ve haberin yorumu ne işe yarar?
Bunu takip eden insan topluluklarının,
kendilerini ve toplumlarını daha iyi
anlamalarını sağlar. Toplumun kendini
anlaması için her röportaj yayınlansın.
“Basın özgürlüğü ve ifade
özgürlüğü, kişiler ve kavramlar
hakkında mitolojiler
üretmemizi engeller.
Herkesin konuşmasına
izin verildiği bir ortamda
demokrasi gelişir. Ancak böyle
bir ortam geliştiği zaman,
birbirimizi anlayıp daha
nitelikli kavgalar yapabiliriz.”
Karayılan röportajı da yayınlansın, Bengi
Yıldız konuşması da yayınlansın.
Röportaj
yapıldığında
Karayılan,
“Saldırıları bırakıyoruz,” demişti ama
meğerse bunları söylerken bile adamlar yeni bir saldırı planlıyormuş. Peki,
bu röportajın yapılması neyi gösterdi?
“Tamam, bu adamlar cesur adam -çünkü
dağa çıkmak belli bir cesaret ister- ama
demek ki tüm cesaretin yanında, biraz
da yalancılar galiba,” gerçeğini görmemizi sağladı. Bengi Yıldız’ın özerklik talep edip ardından özerkliğin getirecekleri
sorulduğunda öylece kaldığı konuşmasına
şahit olduğumuzda ne diyoruz? “Bu adam
milletvekili olmuş, tamam ama pek kültürlü bir adam da değil galiba,” diyoruz. İşte
tüm bunları görmek için o röportajların
yayınlanmasını sağlayan demokratik ortam ve medya özgürlüğü gerekiyor. Bu
röportajların yapılması, gösterilmesi gerekiyor. Aksi halde bunu göremeyiz ve
Karayılan, Kürtlere göre dağlarda gezen
cesur bir adam, mitolojik bir kahraman
olarak kalır. Basın özgürlüğü ve ifade
özgürlüğü, kişiler ve kavramlar hakkında
mitolojiler üretmemizi engeller.
Herkesin konuşmasına izin verildiği bir or-
tamda demokrasi gelişir. Ancak böyle bir
ortam geliştiği zaman, birbirimizi anlayıp
-kavgalar bitmese de- daha nitelikli kavgalar yapabiliriz.
2007 yılında Doğan grubu hükümete karşı
büyük atağa başladı. “Malezya mı oluyoruz?”, “Ilımlı İslam mı oluyoruz?” gibi
başlıklar attılar. En beğendiğim CHP’li
olan Tarhan Erdem bile, “Türban serbest
olursa iki sene içinde tüm açık kızlar da
kapanmaya zorlanır,” gibi bir yazı yazdı.
Türban serbest olalı kaç sene oldu? Bir
sene… Kimseye zorla türban taktırılıyor
mu? Hayır. İşte ben ikinci seneyi bekliyorum. İkinci senenin ardından Tarhan
Erdem’in gırtlağına yazımla yapışacağım.
Demokrasi iyidir ama ‘ideal demokrasi’ diye bir şey yoktur. Herkes kendi
özgürlüğünü yaşamak için demokrasiyi ister; bu da bizi geliştirir. Türbanlı
arkadaşların haklarını savunması da demokrasi için iyidir, başka bir kesimin
haklarını savunması da…
Seminer serisinin son konuşmacısı Mustafa Karaalioğlu,
gazetecinin demokrat olması gerektiğini vurguladı.
Teknolojinin insanları eşitlediğini belirterek, gazetecinin
fark yaratabilmek için muazzam bir genel kültüre sahip
olması gerektiğini söyledi.
22 EKİM 2011
Mustafa Karaalioğlu
Genel Yayın Yönetmeni
Star
Gazetecilik mesleğinin bizden beklediği
şey yenilenme duygusudur.
Bütün duyduklarınızın aksine, iyi adamlar
her zaman hak ettikleri yerlere gelmişlerdir.
İyi adamlar hiçbir şekilde engellenemez
gazetecilik mesleğinde çünkü gazeteci
aynı zamanda kendi yolunu açmayı
başaran kişidir ve iyiyseniz zaten sonuna
kadar giderseniz.
Gazeteci her durumda demokrat olmalı.
Demokrat değilseniz, hem iyi olma
şansınız hem de mutlu olma şansınız yok.
Bu durum sizi tatsızlaştırıp militanlaştırır.
İyi bir gazeteci olmak için önyargıları,
kendi inançlarınızı, kendi yaklaşımlarınızı
terk etmeniz lazım. Önyargılar gazetecilik
için en büyük tehdittir. Önyargı derken,
sadece inançlardan bahsetmiyorum. Haber
hazırlamada fazla aceleci olmak ve ilk
kaynağa inanıp aceleci haber yapmak da bir
önyargıdır. İlk kaynak size çekici gelebilir
ama unutulmamalıdır ki her haberin iki
tarafı vardır.
Gazetecilik artık çok zor. Teknoloji
insanları eşitliyor. Artık herkes araştırıyor,
haberleri takip ediyor. Ürün satacağınız
kitle, böyle bilgili bir kitle. Sizin
döneminizde kalite daha da yükselecek. Bu
da bir farklılık gerektirir. Gazeteci farklılık
yaratabilmelidir.
Bir gazeteci artık yalnızca Kürt sorununu
değil; İspanya’daki ETA’yı da bilmek
zorunda, IRA’yı da bilmek zorunda, Tamil
Kaplanları’nı da bilmek zorunda. Yani
internet mantığında söylemek gerekirse,
bir haberin yanında ilgili konular linki
verilecek konuları da bilmek zorunda.
Artık gazeteci olmak için muazzam bir
genel kültür, muazzam bir uzmanlaşma
şart.
Lütfen bugünlerde yaşananları not edin.
Kronolojik olayları not edin. Çok önemli
şeyler oluyor son zamanlarda. Yalnızca
2010 bile muazzam bir kaynak. Anayasa
değişimi, yargı, referandum, orduyla
olanlar… Aslında çok önemli şeylere tanık
olduk. Bunları lütfen yazın bir yere. İlerde
“Gazetecilik artık çok zor.
Teknoloji insanları eşitliyor.
Artık herkes araştırıyor,
haberleri takip ediyor.
Ürün satacağınız kitle,
böyle bilgili bir kitle.
Gelecekte kalite daha da
yükselecek. Bu da bir farklılık
gerektirir. Gazeteci farklılık
yaratabilmelidir.”
bunlar sizin için çok önemli kaynaklar
olacak. Bu yaşananları internetten tarayın,
açık kaynaklardan tarayın…
Lagendijk’in bir önceki hafta ifade
ettiği, “Medya Patronları medyadan
başka iş alanlarına kaymamalı,” fikrine
katılmıyorum.
Türkiye’de
sermaye
derinliği eksik. Keşke medya patronları
başka alanlarda çalışsa da sermaye
derinliği artsa. Medya patronları başka iş
yapmazlarsa medya da olmaz. “Medya
patronunun başka işi olmasın,” demek, 3.
Dünya görüşüdür. Önemli olan şeffaflık ve
hesap verebilirliktir.
Türkiye’de 10 milyon gazete okuyucusu
var ama sadece 4 milyon gazete satılıyor;
gerisi internet okuyucusu. Bu okuyucu
kitlesini anlamak ve onlara ulaşmak için
değişime açık olmak ve sürekli yenilenmek
gerekiyor.

Benzer belgeler