pdf olarak indirmek için tıklayınız

Transkript

pdf olarak indirmek için tıklayınız
Edebiyata «YENİ»den yolculuk...
KAFDAĞI
NİSAN
MAYIS
HAZİRAN
2011
1. SAYI
Yunus Sözün Başım Üste
Nazire Geleneği Yarışma 1.si
Akif 'i Anlamak
2011 Mehmet Akif Ersoy Yılı
Sükût-ı Lisan
3. Şiir Olimpiyatları Yenimahalle 1.si
Osmanlı Devletinin Kuruluşunda
Âhilik ve LoncalarSükût-ı Lisan
Makale Yazma Yarışma 1.si
İÇİNDEKİLER
1 Başlarken, Mehmet YILDIRIM, Yenimahalle İlçe Milli Eğitim Müdürü
2 Yunus Sözün Başım Üste, Reyhan ÖZGÜVEN, Demetevler İ.H.L.
3 Barışın Doğası, Sevginur ÜLGER, Şehit İbrahim Çoban İ.O.
4 Gümüşhane, Burak TELLİ, Emin Sağlamer İ.O.
5 İkinci Bahar, Adviye DOLGUNYÜREK, Alparslan Anadolu Lisesi
6 Akif'i Anlamak, Fahriye OKYAY, Kültür, Sanat ve Spor Komisyonu
10 Mülakat, Semiha ÖZEL YAMAN, Kültür, Sanat ve Spor Komisyonu
13 Gün Doğar, Azize Serde CAFEROĞLU, İsmail Erez İ.O.
14 Karanlık Oda, Volkan BÖLÜK, Batıkent İ.O.
17 Yandıkça, Rabia GÜRLER, Mehmet Akif Ersoy Lisesi
18 Toprağa Dönüş, Alptuğ ÖZTAŞKIN, Yasemin Karakaya B.S.M.
20 Mevlânâ Bana Elini Uzattı, Pelin Buse ÜVEZ, Türk Telekom T. E.M.L.
21 Yangın Yeri, Elif ŞAHİN, Alparslan Anadolu Lisesi
22 Yıldızlar Ağlamasın, Meral TUNCEL, Şentepe Lisesi
25 Sükût-ı Lîsan, Rabia GÜRLER, Mehmet Akif Ersoy Lisesi
KAFDAĞI
KAFDAĞI
Edebiyata «YENİ»den Yolculuk
Sahibi
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü
Adına
Mehmet YILDIRIM
EDİTÖR
Fahriye OKYAY
YAYIN KURULU
Fahriye OKYAY Kültür, Sanat ve Spor Komisyonu
Semiha ÖZEL YAMAN Kültür, Sanat ve Spor Komisyonu
Ümit KARAKAYA Ergazi İlköğretim Okulu
İÇİNDEKİLER
Katre-i Mâtem, Özlem KOÇ, Tevfik İleri i.H.L.
26
Ağla, Ali BOZOĞLU, Polis Koleji
27
Peri Kızı, Selin FİDAN, Gazi Osman Paşa İ.O.
28
An, Neslihan TOKER, Celal Yardımcı Lisesi
32
Ayasofya Tadında, Mehmet Alperen DERİN, Gazi Anadolu Lisesi
33
Hayat Matematiktir, Sibel DÜZAKIN, Gazi Anadolu Lisesi
34
Evliya Çelebi Misâli, Büşranur KAHRAMAN, Tevfik İleri İ.H.L.
38
Yolculuk, Halil UYTUN, Türkan Azmi Köksoy İ.O.
42
Kalem ve Kâğıt, Mustafa Göktürk TAPIŞ, Gazi Çiftliği Lisesi
43
Kayısı Çekirdeği, Hülya Zeynep KOYUNCU, MEV Batıkent İ.O.
44
Kocaman Yürekli Annem, Zeliha AYDOĞDU, Münevver Öztürk İ.O.
47
Osmanlı Devletinin ..., Hande TEPEDELENLİ, Ümitköy A.L.
48
Divâne, Serdar IŞIKSOLUĞU, Kardelen İ.O.
56
Hasret Kaldığım Deniz, Buket ÇAĞLAYAN, Kürşad Bey İ.O.
57
Sentez, Mehmet Emin BAYRAM, Alparslan Anadolu Lisesi
58
KOORDİNATÖR ÖĞRETMENLER
Hüseyin TAŞ, Yasemin Karakaya B.S.M.
M. Meltem KIZILDAŞ, Anadolu Otelcilik ve T.M.L.
Mevlüt SAĞLAM, Şentepe Lisesi
Neslihan YILDIRIM OKTAY, Şükûfe Nihal İ.O.
Serkan AKGÜNDÜZ, Mimar Sinan İnşaat M.L.
Şengül ÖZBUDUN, Barbaros İ.O.
Yasemin KÜÇÜKTAŞ, Emin Sağlamer İ.O.
Gönderilen eser ve çalışmalar, yayımlansın ya da yayımlansın iade edilmez. Yazıların içeriğinden yazarlar sorumludur.
Yayın kurulu yazılar üzerinde değişiklik yapabilir. Alıntılarda «Kafdağı» adı kullanılmalıdır. Bu dergide yayımlanan görüş
ve düşünceler Milli Eğitim Müdürlüğünün görüş ve düşüncelerini yansıtmaz.
KAFDAĞI
Aslıhan YAZICI, Ümitköy Anadolu Lisesi
Burcu GÜNDOĞDU YORULMAZ, Türkan Azmi Köksoy İ.O.
Canan TAŞÇI, Mimar Sinan Lisesi
Demet FİDAN, Gazi Osman Paşa İ.O.
Hakan UĞUR, Orhangazi İ.O.
Hatice YILDIRIM, Çiğdemtepe E.M.L.
Himmet AÇIKGÖZ, M. Rüştü Uzel Kimya M.L.
Hülya Zeynep KOYUNCU, MEV Batıkent İ.O.
KAFDAĞI
EDİTÖR
Edebiyata «YENİ»den Yolculuk
Duyduk duymadık demeyin, yolculuk var yolculuk… Yenimahalle'den
Kafdağı'na…Dilinde söyleyecek kelam, elinde yazacak kalem sahibi herkes
katılıyor bu kervana…İlk kervan düzüldü ve çıktı yola… Tüm yolculara ve
Yenimahalle'ye hayırlı ola…
Yolculuğun hikâyesine bir göz atalım ve biz de yola koyulalım.
“Uzun boynunda beyaz halkası bulunan, tüyleri safran, sesi güzel, insan
suretine eş, kuşların sultanı Simurg, Kafdağı'nda yaşar. Uzak ülkelerden birinde
bir kuş sürüsünün Simurg'un kanadından bir tüy bulması, kuşlar dünyasında
ters giden şeylerin düzeltilmesi için bir umut olmuş ve yeryüzündeki kuşlar
toplanmışlardır. O güne kadar hiç görmedikleri sultanlarını görmek için yola
düşerler; fakat Simurg'a ulaşmak sanıldığı kadar kolay değildir. Oraya
varabilmek için hepsi birbirinden çetin, istek, aşk, marifet, istisna, tevhid,
hayret ve yokluk vadi(engel)lerini aşmak zorundadırlar.
Yola çıkan kuşların hemen hepsi zaaflarına yenilerek bu çetin vadileri
aşamaz, farklı engellere takılır ve yollara dökülür kalırlar. Bülbül gülünden
vazgeçemez, papağan güzel tüylerinden ve dilinden, kartal krallığından;
baykuşun gözü harabelerde kalır, balıkçılınki bataklıkta…
Kafdağı'na ulaşabilen sadece otuz kuştur ve anlarlar ki, Simurg zaten
“Otuz Kuş” demektir… Ve anlarlar ki, aradıkları sultan kendileridir. Bu çetin
yolculuğu göze alabildikleri için bataklıklarından, tüneklerinden,
kafeslerinden, dallarından ayrılmışlar ve sonunda başarmışlardır… Ve
anlarlar ki, bu yolculuğu kendi içlerine yapmışlardır… Ve sonunda yine
anlarlar ki, aslında Kafdağı hem çok yakındır hem de çok uzak…”
İster Kafdağı'nda Simurg'u arayalım, ister Santiago gibi Mısır
piramitlerinde hazinemizi; yolculuk bittiğinde keşfedilen aslında ne Simurg'dur
ne de hazine. İnsanın kendisidir keşfedilen yolculuk bittiğinde.
Kendimizi keşfetmek adına yazılır ve söylenir her şey. Biz de
Yenimahalle'de eğitim veren ve gören tüm yetenekleri bir araya getirip
kervanlar hazır edelim ve çıkalım istedik, edebiyata yeni bir yolculuğa.
Kervanımızın bol, yolculuğumuzun uzun olmasını diliyoruz. Bu
temenniyle okuyucularımıza “Merhaba” diyoruz.
Şimdi kendi gökyüzünde uçan kalemlerin, kendilerini keşif zamanıdır…
Şimdi Kafdağı'na ulaşma yolunda harf harf, satır satır kendini arama
zamanıdır… Şimdi başka gökyüzlerinin kalemlerine tutunma zamanıdır…
Binbir Gece Masalları'nın dağı, Babil ve İbrani ütopyası, Hint edebiyatının
Lokaloka'sı Kafdağı'na yolculuğa çıkma zamanıdır… Küçük bir aynadan,
bütün yıldızlara bakabilme zamanıdır…
Duyduk duymadık demeyin, yolculuk var yolculuk… Yenimahalle'den
Kafdağı'na…
Tüm yolculara ve Yenimahalle'ye selam ola…
Mehmet YILDIRIM
Yenimahalle İlçe Milli Eğitim Müdürü
BAŞLARKEN
1
Yenimahalle olarak yine bir ilki başarmış olmanın haklı gururu ve
mutluluğu içindeyiz. Yayın hayatına başlayan edebiyat dergimiz
“Kafdağı”nın ilçemize ve edebiyat dünyasına hayırlı olmasını diliyorum.
yenimahalle.meb.gov.tr adresi üzerinden yayımlanacak Kafdağı,
müdürlüğümüze bağlı resmî-özel tüm eğitim kurumlarında öğrenim gören
öğrencilerimizle birlikte, bu kurumlarda görevli öğretmenlerimizin ve
idarecilerimizin de edebî çalışmalarını içeriyor.
Kafdağı, geleceğin kalemlerinin keşfedilip, var olan yeteneklerinin
geliştirilmesinde; sanata yatkın bireylere gerekli desteğin verilerek,
özgüvene dayalı üretken ve girişimci bir ruh kazandırılmasında etkili
olacaktır. Kafdağı, gelişen teknoloji ve bilim alanlarındaki bilim insanlarının
yanı sıra, ülkemizi çağdaş medeniyet seviyesine taşıyacak, tarihini,
edebiyatını, dilini iyi bilen, sanata değer veren ve bu alanlarda eser üretebilen
gençlerimize ve eğitimcilerimize imkân tanınmasında, ilçemiz genelinde
yürütülen önemli bir uygulama alanı, edebiyat dünyasına güçlü kalemleri
kazandıracağımız önemli bir çalışmadır.
Toplumların gelişmesini ve kültürel sürekliliğini sağlayan sanat,
hepimizin bildiği gibi, eğitimin bir parçasıdır. Gerek okullarımızın kendi
bünyelerindeki çalışmalar, gerekse aktif bir şekilde faaliyetlerine devam eden
Kültür, Sanat ve Spor Komisyonumuzun ilçemiz bünyesindeki çalışmaları,
Müdürlüğümüzün kültür-sanat etkinliklerine verdiği önemin bir
göstergesidir. Görsel sanatlarda olsun, müzikte olsun, Ankara genelinde hep
ilkleri düşünmenin ve başarmanın gururunu şimdi de edebiyatta yaşıyor;
alanında bir ilk olan ve tüm okullarımızın katılımıyla hazırlanan edebiyat
dergisi “Kafdağı”nı internet üzerinden herkesle paylaşıyoruz.
Kafdağı Yenimahalle'ye hayırlı olsun…
KAFDAĞI
Şube Müdürüm Gülçin KAHYA başta olmak üzere, Kültür, Sanat ve Spor
Komisyonu'na, koordinatör öğretmenlerimize ve okullarında çalışarak bu
yapılanmaya katılan okul temsilcisi öğretmenlerimiz ve idarecilerimize,
katılımcılara ve emeği geçen herkese teşekkürlerimi sunuyor, çalışmalarında
başarılar diliyorum.
KAFDAĞI
2
NAZİRE
Yunus Sö
z
ün Başım
Ü
ste Bana
Reyhan Ö
Seni
ZGÜVEN
Yunus Em
Demetevle
re
r
İ.
H
.L.
Nazire G
eleneği Ya
rışma 1.si
Gerek Sen
Yunus sözün başım üste
Ne söz biter ne de beste
Kulağım çağıran seste
Beni seni gerek seni
Cemaline nail eyle
Aşkımı gör delil eyle
Şu nefsimi zelil eyle
Bana seni gerek seni
Senin aşkın bende kadim
Sensiz ne olurdu halim
Yüreğim ister her daim
Bana seni gerek seni
Dünya tatsız bala gelsem
Aşkın ile dile gelsem
Benden geçsem yola gelsem
Bana seni gerek seni
Aşk, hazine bulmak gerek
Vuslat için ölmek gerek
Arzuları silmek gerek
Bana seni gerek seni
Yunus gibi adım yürür
Mecnun olup etsem şükür
İmandır kalbimde mühür
Bana seni gerek seni
Dünya deniz çoktur dalan
Aşktan başka her şey yalan
Hani var mı baki kalan
Bana seni gerek seni
Reyhan der ki yanmak için
Allah adın anmak için
Hem aşkına kanmak için
Bana seni gerek seni
i
Barışın Doğası
Sevginur ÜLGER, 7/A
Şehit İbrahim Çoban İ.O.
DENEME
3
Geçenlerde evde, yalnız başıma kaldığım bir gün ne yapacağımı düşünüp
duruyordum. Bir anda kendimi kütüphanenin önünde buldum. Dalgın dalgın
kitapları süzdüm. Nasıl oldu bilemiyorum ama tarih ansiklopedilerinden
birini seçiverdim.
Geçmişten günümüze tarihî olaylara şöyle bir göz attım. İnanılmazdı!
Kuruluşlar, yenilikler, devrimler, savaşlar, savaşlar, savaşlar… Kendi
tarihimize de dönüp baktığımda değişen bir şey yok. Neydi bu sayfalara
sığmayan, paylaşılamayan anlayamadım. Sonsuz gökyüzü mü? Bana göre
gökyüzü özgürlüktü. Kuşlar ve bulutlardı. Gökyüzü olmadan yaşanamazdı
ki. Öyleyse niye bombalar ve silahlarla gökyüzü kirletiliyordu?
Sonsuz okyanuslar ve denizler miydi acaba? Su olmadan hayat da
olmazdı. Körfez savaşlarında ne çok deniz hayvanı yok edilmiş, ne çok su
kirletilmişti. Toprak mıydı paylaşılamayan? Hayattayken doyum olmayan,
ölünce bir avucuna sığılan toprak. Gelecek nesiller içinse her şey, niçin
nesiller yok ediliyor, onlar için gerekli tabiat kirletiliyor? Her şey çocukça
olsa zaten savaş ta olmazdı.
Anlayamadım ve anlamak istemiyordum. Savaş için, şiddet ve ölüm için
bir sebep olamazdı.
Benim anladığım tek şey vardı. Sadece bir defa yaşayabileceğimiz ve
tekrarı asla olmayan hayatı sevgi ve barış içinde geçirmek… Barışı önce
yüreğimizde hissetmeli, kendimizle barışık olmalıyız. Ailede barış, toplumda
barışı; toplumda barış, millet barışını; milletler arası barış da dünyada barışı
getirir.
Tek bir yürek olmak dileğiyle…
KAFDAĞI
4
GEZİ
Gümüşhane
Burak TELLİ, 7/B
Emin Sağlamer İlköğretim Okulu
Dağların arasında küçük bir şehirdir Gümüşhane.
Sabahın erken saatlerinde çevre köylerden gelen dolmuşlardan inen
yolcular doluşurlar kahvelere, içerler sıcacık çaylarını, yaparlar sohbetlerini.
Dolaşılır dar sokaklarda alışverişler yapılır. Meşhurdur kuş burnusu, pestili,
kömesi, duttan yapılan pekmezi. Hele bir de alabalığı vardır…
Gümüşhane'nin Torul ilçesine bağlı olan küçük bir köydür Musalla
Deresi. Çarşısındaki dizili evler sanırsınız ki, tarihî birer eser. Dökük boyalar,
kırık camlar… Kahvelerde sıcacık sohbetler yapılır. Boylu boyunca bir dere,
çiçek açan ağaçlar yemyeşil bahçeler, uzanıverirsin çimenlere. Cıvıl cıvıl kuş
sesleri… Hele yapılan düğünler, pilav üstü kavurma, tepsi tepsi baklavalar,
yapılan un helvaları, tereyağı ile pişirilen su börekleri, sarılır lahana
dolmaları. Meşhurdur lemisi, golotu, mıhlaması. Davullar zurnalar çekilen
halaylar, oynanan dizden kırmalar. Bir türlü doyulmaz oynamaya. Ürpertir
insanın yüreğini atılan mermiler. Üç gün üç gece sürer düğünler. Mağaraları
vardır gezilecek. Hele bir de Karaca Mağarası'nı görseniz. Sanki sarkıtları
elinizle teker teker dizmişsiniz. Fazla bir geliri olmayan halkı, bağında
bahçesinde uğraşır. Patatesler, fasulyeler, sebzeler ekilir. Dalından kopartılır
yiyilen kıtır kıtır salatalıklar, kan kırmızısı domatesler, tadına doyulmaz
dalındaki kirazların, kurtlu vişnelerin, bembeyaz dutların. Tarlaları biçmeye
ırgatlar tutulur, tırpan desteleri sıra sıra dizilir. Oraklarla biçilir ekinler.
Çobanlar dolaşır dağlarda. Büyükbaş hayvanlar yetiştirilir, otlatılır
yaylalarda. Yazın sıcaktır oralar. Piknikler yapılır çam ağacının altında. İçilir
gözelerden soğuk sular kana kana.
KAFDAĞI
Eğlencelidir bizim oralar. Sonbahar gelince dökülür yapraklar, kış
hazırlıkları yapılır. Cıvıl cıvıl sevgi doludur bizim oralar. Özledim seni
Gümüşhane'm.
ElvedaSAF
r
a
h
a
A
Özdemir
kinci B
İ
K
NYÜRE
DOLGU
e
/H
iy
v
0
1
d
A
si,
olu Lise
n Anad
Alparsla
ma 2.si
eği Yarış
n
le
e
G
e
Nazir
NAZİRE
5
Başındayım yine eski radyomun
Seni dinliyorum şimdi
Dinledikçe çoğalıyorsun
Sen çoğaldıkça ben yok oluyorum
Seni anlatıyorum çiçeklere
Seni düşünüyorum en güzel menekşeme bakarak
Herkes sen kokuyor her taraf sen
Ben yok oluyorum
Ellerini hissediyorum düşlerimde
Aklımı karıştırıyor gözlerin
Rüzgâr kokun gibi esiyor bana
Ben yeniden var oluyorum
Konuşmak istediğim konuları açmıyorsun hiç
Bakmıyorsun bana
Sen gibi bir yağmur yağıyor
Ben kayboluyorum…
KAFDAĞI
Tam yüreğime düşüyor damlalar
6 BİYOGRAFİ
,
Akif i Anlamak
Fahriye OKYAY, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Kültür, Sanat ve Spor Komisyonu
Arnavut asıllı bir baba ve Özbek asıllı bir
annenin çocuğu olarak 1873'te dünyaya gelen
Mehmet Akif Ersoy, bağımsızlığımızın simgesi
İstiklal Marşı'mızın şairi, Cumhuriyet dönemi
fikir ve sanat öncülerinden biridir. Akif;
edebiyatçı, şair, eğitimci, gazeteci, veterinerhekim, sporcu, hafız, vaiz ve milletvekili olma
özellikleri ile çok yönlü bir kişiliğe sahiptir.
Babası Mehmet Tahir Efendi, ebced
hesabına göre oğluna doğum tarihini belirttiği için Ragif adını vermişse de,
kullanımı çok yaygın olmayan bu isim tercih edilmemiş ve şair, Akif adıyla
anılmıştır. Çocukluğunun büyük bölümünü İstanbul Fatih'te geçiren Akif,
okul hayatına 4 yaşında mahalle mektebinde başlar. Babasından Arapça ve
İslamî ilimleri öğrenir. Arapça, Farsça ve Fransızca'yı iyi derecede bilirdi. On
beş yaşındayken kaybettiği babasının ardından, büyük bir yangın evlerini de
yok edecek ve karşılaştıkları bu zor durum nedeniyle yoksulluğa
düşeceklerdir. Mülkiye İdadisi'ni bırakmak zorunda kalan Akif, bir an önce
meslek sahibi olabileceği Ziraat ve Baytarlık Mektebi'ne girer ve 1913 yılına
kadar memuriyet hayatını devam ettirir. İsmet Hanım'la yaptığı evlilikten
Cemile, Feride, Suadi, İbrahim Naim, Emin, Tahir adlı çocukları dünyaya
gelir.
KAFDAĞI
Edebiyata olan ilgisini şiir yazarak ve edebiyat öğretmenliği yaparak
sürdürür. Resimli Gazete'de, Servet-i Fünun Dergisi'nde şiirleri ve yazıları
yayımlanır. II. Meşrutiyet döneminden itibaren Sırat-ı Müstakim (daha
sonraki adıyla 'Sebilür-Reşad ) dergisinin başyazarlığını yapar.
Milli şair Akif, Milli Edebiyat'ın benimsediği dilde sadeleşme
düşüncesine karşı çıkar ve halkın dertlerini, sıkıntılarını anlattığı manzum
hikâyelerini aruzla yazar. Balkan Savaşı yıllarından itibaren yazdığı destansı
şiirlerinin ilki “Çanakkale Şehitleri'ne”, ikincisi Bursa'nın işgali üzerine
BİYOGRAFİ 7
yazdığı “Bülbül”, üçüncü ise “İstiklâl Marşı”dır. Üstelik İstiklal Marşı için
verilen 500 liralık ödülü kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken
Darü'l-Mesai vakfına bağışlayarak, kendi adına kabul etmez.
Kurtuluş Savaşı sırasında Burdur milletvekili olarak I. TBMM'de yer alır.
Gerek iç ayaklanmaları önlemek gerekse milli direnişi uyandırmak amacıyla
yurdun çeşitli yerlerinde konuşmalar yapan güçlü bir hatiptir. 1921'de
Ankara'da 'Taceddin Dergâhına yerleşen Mehmet Âkif, Yunanlıların
Ankara'ya ilerleyişi karşısında meclisin Kayseri'ye taşınması düşüncesine
karşı çıkanlardandır. İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif,
önceleri sadece kışları gittiği ve 1926'dan sonra tamamen yerleştiği
Mısır'dan, yakalandığı siroz nedeniyle tedavi olmak için 1936'da İstanbul'a
döner. Aynı yıl vefat eder.
Hayatı boyunca şatafatı ve gösterişi sevmeyen Akif'in cenazesine resmî
bir katılım olmaz; ancak mütevazı da olsa bir üniversiteli genç topluluğu
tarafından toprağa verilir. Vefatından iki yıl sonra üniversiteli gençler
tarafından yaptırılacak mezarı, 1960'ta yol inşaatı nedeniyle Edirnekapı
Şehitliği'ne nakledilecektir.
Hayatının köşe başlarına kronolojik olarak dokunup geçmekle, bir fikir
ve cemiyet adamını, büyük mütefekkir Mehmet Akif Ersoy'u böyle birkaç
paragrafta ne anlatmak ne de anlamak mümkündür elbette. Kişilik
özelliklerini bilmeden bir insanı dolayısıyla Akif'i de tam anlamıyla tanımış
sayılmayız.
KAFDAĞI
Akif'in dostluğuna güvenilen biri olduğunu bilmemiz gerekir mesela.
Kindar olmadığını, darda kalan düşmanı bile olsa ona elini uzatmaktan
çekinmediğini… Şeref ve haysiyetine toz kondurmayacak kadar vakur
duruşuna karşılık son derece mütevazı olduğunu… Haksızlığa
tahammülünün olmadığını ve bir haksızlık karşısında gözünün bir şey
görmediğini… Böylesine heybetli bir duruş karşısında hakkında söylenen
övgü dolu sözlerin onu utandırıp, sıktığını… Verilen sözü tutmanın onun için
en büyük karakter özelliği olduğunu… Ölümden gayrı hiçbir şeyin verdiği
8 BİYOGRAFİ
sözü tutmasına mani olamayacağını… Sonunda ölüm de olsa doğru bildiğini
söyleyip, lafı eğip bükmediğini…
Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek/ Sözüm odun gibi olsun;
hakikat olsun tek!
Asıl amacı hakikati ifade etmek olan Akif'in, ıstırap dolu bir devrin şairi
olduğunu bilmemiz gerekir. Onun sanatı toplum içindir, İslam ve Türk
âleminde gördüğü hakikatleri ve yanlışları ifade etmekten çekinmemiştir.
Bunun için her şeyden önce vatan ve millet şairidir.
“Sahipsiz olan memleketin
batması haktır/ Sen sahip olursan
bu vatan batmayacaktır”
KAFDAĞI
Akif'in inançlı bir kişi olduğunu
bilmemiz gerekir. Din onun için
ahlâk, vatanseverlik ve ilim
demektir. Gelişmeden, ilerlemeden
yana olması ve ilerici bir çizgiyi
işaret etmesi dikkate alınmayarak,
dindar kişiliğinden dolayı
bazılarınca “Yobaz Akif” olarak
tanıtılacak; diğer taraftan, -İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyle bilin/ Ne
mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için- diyerek din adına hurafeler
üretenleri eleştirdiği ve İslam'da cehaletin, yobazlığın, tembelliğin, batıl
inançların yeri olmadığını söylediği için Akif'e “ Gâvur Akif” yaftası
yapıştırılacaktır.
Bir fikir ve sanat adamı olan Akif'i her yönüyle tanımaya ihtiyacımız var;
çünkü milletler, maddî değerler etrafında meydana gelmiş mekanik
topluluklar yığını değildir. Millet, şuurlu, manevî, insanî, millî değerler
etrafında bir araya gelen canlı bir organizmadır.
Akif'i her yönüyle anlamaya ihtiyacımız var; çünkü milletlerin tarihinde
unutulmaz, ülkelerine hizmet etmiş fikir, sanat ve manevî şahsiyetler vardır
BİYOGRAFİ 9
ve milletler büyüklüklerini, bu şahsiyetlere borçludurlar. Milletler tarihe bu
önemli şahsiyetlerin elleriyle tutunabilmek için onların hatıralarını muhafaza
eder ve gelecek nesillere aktarırlar. İşte İstiklal Marşı şairimiz M. Akif, bu
toprağın insanları için böyle bir şahsiyettir.
Akif'i her yönüyle anlamaya ihtiyacımız var; çünkü Akif'i ve eserlerini
anlayıp, anlatarak, yeniden kendimizi bulacak, derlenip toparlanacak,
değerlerimizin, tarihimizin, kültürümüzün, dinimizin, dilimizin farkına
varacağız.
Akif'i her yönüyle anlamaya ihtiyacımız var; çünkü onun şiirinde
terennüm ettiği derin duygular, güçlü fikir ve mesajlar bugün de canlılığını
korumakta, ruh dünyamıza ve düşüncelerimize yön vermektedir. Bizden
sahip olduğumuz gelenek ve göreneklerimizi, inancımızı koruyarak faziletli;
ilmimizi ve tekniğimizi geliştirerek de marifetli bir toplum olmamızı
istemektedir.
Akif'i anlamaya çok ihtiyacımız var; çünkü Akif'i anlamak demek bilinç
yenilenmesi demektir.
KAFDAĞI
10 MÜLAKAT
Yenimahalle İlçe Milli Eğitim Müdürü
Mehmet YILDIRIM'la Mülakat
Semiha ÖZEL YAMAN, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Kültür, Sanat ve Spor Komisyonu
KAFDAĞI
Sohbetimize sizi biraz tanıyarak başlamak isteriz.
1959 Nevşehir, Gümüşkent doğumluyum. Eğitimimin yükseköğretime
kadarki kısmını Nevşehir'de tamamladım; üniversite eğitimimi ise İzmir'de
aldım. Öğretmenliğe, 1981 yılında Kayseri Melikgazi'de başladım. 1987'de
Milli Eğitim Bakanlığı'nın Yaygın Eğitim Enstitüsünde Eğitim Uzmanı
olarak görev yapana kadar öğretmenlik yaptım. Buradaki görevime iki yıl
devam ettikten sonra Yenimahalle İlçe Milli Eğitim Müdürlüğünde Şube
Müdürü olarak çalıştım. Çeşitli illerde Şube Müdürlüğü yaptım ve 2003'ten
itibaren Yenimahalle'de İlçe Milli Eğitim Müdürü olarak görevime devam
ediyorum.
Türkiye'nin pek çok ilinden büyük olan Yenimahalle gibi bir ilçenin Milli
Eğitim Müdürlüğü görevini yürütüyorsunuz. 120 bine yakın öğrencinin
eğitim ve öğretiminden sorumlu olmak elbette zor bir görev. Mesaideki
bir gününüz nasıl geçiyor, kısaca bahseder misiniz?
Evet, dediğiniz gibi sorumluluk ağır. Mesaimize Şube Müdürlerimiz ile
yaptığımız günlük iş akışı toplantısı ile başlarız. Pazartesileri haftalık
toplantılarımızı yaparız. Toplantı gündemimizi akademik ve kültürel
çalışmaların faaliyet planlaması; öğretmen özlük ve sosyal haklarının
aksayan noktalarındaki problemlerin çözümü; yatırımların, onarımların
planlanması ve takibi; kurumlarımızın ve dairenin yakacak, ulaşım, iletişim,
su gibi giderlerine dönük yapılan harcamalar ve harcamaların kontrolü; ulusal
veya uluslar arası projelerin hazırlanması, uygulanması ve kontrolü,
okulların öğretmen ve diğer personel ihtiyacının tespiti ve giderilmesi gibi
konular belirler. Gün içinde gelen misafirlerimize zaman ayırıyoruz.
Bunların haricinde ilçe içinde veya dışındaki çeşitli kurum ve kuruluşların
düzenlediği toplantılara, il veya bakanlık düzeyinde yapılacak toplantı ve
etkinliklere katılıyoruz.
Kendi öğrencilik döneminizle bugünkü öğrencilerin şartlarını
karşılaştırdığınızda değerlendirmeleriniz neler oluyor?
Her dönemi kendi içinde değerlendirmek gerekir. Biz 60'lı yıllarda bir
Anadolu kasabasında, doğup büyüdük. O zamanlar da İstanbul, Ankara gibi
büyük şehirlerdeki bazı okulların alt yapıları bizimkilere göre elbette daha
iyiydi. Bugün 'teknik donanım' dediğimiz şey bizim için tarih şeridinden
ibaretti. Teknik donanımı bırakın, elektrik bile yoktu. Yaşadığımız şehir, ben
9 yaşındayken elektrikle tanıştı. Okula gitmek isteyen için ulaşım ciddi
sıkıntıydı. Şimdiki gibi çok sayıda araba veya okul servisi yoktu. Şimdi de
MÜLAKAT 11
KAFDAĞI
taşımalı eğitimle başka şehirlere giden öğrenciler var elbette; ama onların
ulaşımı devlet tarafından sağlanıyor, ailelerin bireysel gayretlerine
bırakılmıyor, çocuklar zorlanmıyor.
Ayrıca bugünden farklı olarak, okul malzemesi sıkıntısı çekerdik. Kitap,
defter, kalem…
Zor şartlar altında okuduk. Günümüzde teknolojinin gelişmesine bağlı
olarak, her alanda olduğu gibi eğitim alanında da eksiklerin tespit edilmesi ve
çözüm üretilmesi daha kolay. Ayrıca öğrenciler açısından bilgiye ulaşmak da
bizim dönemimize göre çok kolay. Olumsuz yönleri olsa da internet
gerçekten öğrenmek isteyene çok şey sunuyor; ancak bu noktada çocukların
ve gençlerin iyi yönlendirilmesi gündeme geliyor. Bugünkü öğretmenlerin
akademik düzeyleri daha yüksek. Hepsini alt alta koyduğumuzda bugünün
şartlarını ben kendi dönemimle kıyaslayamıyorum bile. Şimdiki öğrencilere
her şey altın tepside sunuluyor adeta, onlara sadece çalışmak kalıyor; oysa biz
kendi imkânımızı kendimiz yarattık.
Öğrencilik yıllarından aklınızda kalan ve sizi derinden etkileyen bir olay
veya öğretmeniniz var mı?
Olmaz mı? Her öğrencinin hayatında mutlaka böyle bir öğretmen vardır.
Bulunduğumuz şehrin dışına çıkabildiysek, bu ilkokul öğretmenim İzzet
Doğan sayesindedir. Aslında her öğretmenin yapması gereken şeyi yapmış,
bize bir ufuk açmıştır. Her şeyden önce öğrencilerini iyi motive ederdi. Tabii
bu değerlendirmeleri bugünden bakınca yapabiliyoruz, yoksa o gün için ' Bizi
iyi motive ediyor, ufkumuzu açıyor' diye düşünmüyorduk. Hepimizin kendi
yeteneğini keşfetmesini sağlamıştır. Bizim şimdilerde 'proje' dediğimiz
çalışmaları yaptırırdı. Farklıydı; klasik yapıda biri değildi. Hem bize çok
yakındı hem de öğretmen olma mesafesini iyi ayarlardı.
Kaliteli yaşamın yolu kaliteli bir eğitimden geçmektedir. Bu konuda,
eğitimde söz sahibi bir kişi olarak, önce ailelere sonra çocuklara ve
öğretmenlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
Aileler, her şeyden önce çocuklarıyla paylaşımda bulunmalılar. Eğitimde
kullanılan klişe ama güzel bir benzetme vardır: meşhur sacayağı. Aile en
önemli ayaktır şüphesiz. Aileler çocuklarını okula ve dershaneye göndererek
sorumluluklarını üstlerinden atmış olmazlar. Bir çocuğun ilk ve en önemli
modeli ailesidir. Okumanın faziletlerinden bahsedip, evine günlük bir gazete
bile almayan anne baba inandırıcı olamaz. Televizyon bağımlısı, dizi dizi
program program koşturan bir anne baba, çocuğuna televizyon yasağı
koyamaz. Aslında çocuklarımızı eğitirken aynı zamanda bizler de
eğitiliyoruz.
Öğretmenlerin rehberliği ve rol modelliği çok önemlidir. Öğrencinin en
KAFDAĞI
12 MÜLAKAT
büyük ihtiyacı iyi bir rehberdir, yoksa öğrencilerin bilgiye erişimde bir
sıkıntısı yoktur. Öğrenciler içinse şunu söyleyebilirim. Teknolojinin,
özellikle internetin dikkatlerini dağıtmasına izin vermesinler, büyüklerinin
uyarılarını ciddiye alsınlar. Unutmasınlar, her insan geleceğini kendi belirler.
Kültür-sanat etkinliklerine verdiğiniz önemi biliyoruz; bunun
nedenlerini ve çalışmalarınızın içeriği ile amacı hakkındaki
düşünceleriniz ve değerlendirmeleriniz nelerdir?
Bilim ve teknik insanın maddi yaşam kalitesini nasıl yükseltiyorsa, kültür
ve sanat da manevi yaşam kalitesini öyle yükseltiyor; benliğinin ve kişiliğinin
oluşmasında toplumun gelişmesinde etkili oluyor. Yeterli sanat eğitimi alan
bireyler, yaşadığı dünyaya eleştirel bir gözle bakabiliyor; yeni çözüm yolları
önerebiliyor ve daha güzel bir yaşama ulaşması için insanlığa katkıda
bulunabiliyorlar. Gelişmiş toplumların, fen bilimlerinin yanı sıra sanat
etkinliklerine de aynı oranda önem verdiğini görürsünüz. Edebiyat, resim,
müzik ve spor alanlarında yaptığımız çalışmaların temelinde bu düşünce
vardır. Bölgemizdeki okullarda yaptığımız pek çok sanat etkinliği bizleri
mutlu etmektedir. İlkleri başarıp öncü olmak da ayrıca bizleri
gururlandırmaktadır. Kukla Oyuncak Tasarım Yarışması olsun, Yedi İklim
Korosu olsun, üniversite destekli konferanslar, münazaralar ve yarışmalar
olsun, hepsi sanatın her alanında amacımıza uygun hareket ettiğimizin bir
göstergesidir. Günden güne hedeflerimizi büyütüyoruz. Yine bir ilke imza
atıyor, tüm okullarımızın öğrenci ve öğretmenlerinin yazılarıyla katılacakları
bir edebiyat dergisini hayata geçiriyoruz.
Dergi hakkında bilgi verebilir misiniz?
'Kafdağı' adını verdiğimiz dergimiz basılabilir nitelikte bir e-dergidir.
İnternet üzerinden yayımlanması hem maliyet açısından hem de daha geniş
kitlelere ulaşabilme açısından bizlere bir avantaj sağlıyor. Sınırları çok geniş
bir ilçe olduğumuz için dergi çalışmalarında yapılanma kolay olmadı. Kültür,
Sanat ve Spor Komisyonumuz, okulları bölge bölge gruplandırarak her
bölgeden sorumlu “Koordinatör Öğretmenler”i; okullarımız da kendi
bünyelerindeki yazıları derleyip değerlendirecek, yayın kurullarını
oluşturdular ve “Okul Temsilcisi” öğretmenleri belirlediler. Belirlenen
takvim ve plan doğrultusunda çalışmalar tamamlandı. 120 bine yakın
mevcudumuzla büyük bir ekip olduğumuzdan yazı akışı ve düzenleme
zamanlamasını da göz önünde bulundurarak, 2011 Eylül tarihinden itibaren
iki veya üç aylık periyodlarla çıkarmayı planlıyoruz.
Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.
Gelir
n
A
r
a
AN
n Doğ
ila İLH
NAZİRE
Gü
Att
ROĞLU
E
F
A
C
e
rd
8/A
Azize Se
rez İ.O.,
İsmail E
a 3.sü
i Yarışm
ğ
e
n
le
e
Nazire G
gün doğar
son verilirken hayatına
sabahın ilk ışıklarıyla
anka kuşuna binen
yeryüzünde bir kargaşadır gider
sokaktaki son çocuk
müezzinin kaplar selası her yanı
hayallerine kavuşur
gün doğar, her şeye rağmen dercesine
simitçinin sesi duyulur
bir insan ölür
şeytanın azabından kurtul
çünkü korkunçtur, sinsidir
13
develer tellal iken
pireler ölür
kadehlerde biter hayam
kamışlardan süzülür haşim
gün doğar
umut tüketir/ tükenen yüreklerde
-ya rabbelalemin-
silah sesleri duyulur ardı ardına
firavun ramses ölür
evlerine koşan insanlar görülür
bir evde bir oğul ölür
yakalanamayan hırçın dalgadır zaman
yelken açar şairler uzak diyarlara
gün doğar
yıldırımlar bile durduramaz azraili
karanlık çöker semanın üstüne
gün biter/ masumlar ölür
duyulmaz kuşların neşeli sesleri
kötüler galip olur
çocuklar oynamaz olur sokaklarda
derin haykırışlara
umut yalnızlığa karışır
yok olur
meydanda muhittin arabi ölür
gün doğar
iyiler ölür
KAFDAĞI
kahkaha sesleri bırakır yerini
KAFDAĞI
14
KURGU
Karanlık Oda
Volkan BÖLÜK, 6/A
Batıkent İlköğretim Okulu
Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, develer tellâl iken, sinekler
berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, o yalan bu yalan,
fili yuttu bir yılan. Ülkenin birinde bir padişah ve aralarında üçer yaş olan üç
oğlu varmış. Padişah oğullarıyla gurur duyarmış. Nereye gitse üçünü de
yanında götürür, “Benim sırtım yere gelmez” diye böbürlenip dururmuş.
Komşu ülkenin padişahının da üç kızı varmış. Padişah bir oğlu olmadığı için
çok üzülüyormuş.
Her yıl komşu ülkelerin padişahları toplanır büyük bir şölen yaparlarmış.
O yıl şölen hazırlama sırası üç oğlu olan padişahtaymış. Sarayda büyük bir
hazırlık yapılmış. Koca koca kazanlarda yemekler pişirilmiş, şerbetler
hazırlanmış. Konuk olarak gelecek padişahlara odalar hazırlanmış. Her oda
farklı bir renkte boyanmış. Erkek çocuğu olanın odası beyaz boyanmış, kız
çocuğu olanın odası kırmızı, çocuğu olmayanın da siyah boyanmış.
Konuklar sırayla saraya gelmeye başlamışlar. Üç kızı olan padişah
kızlarıyla birlikte kırmızı odaya yerleştirilmiş. Issız Orman'ın kraliçesi cadı
ise siyah odaya yerleştirilmiş. Kraliçe o güne kadar komşularıyla iyi
geçinmiş; fakat karanlık odaya yerleştirilmesi gücüne gitmiş. Kraliçeliği
bırakıp cadılığını hatırlamış. Padişah büyük bir yanlış yapmış aslında, uyuyan
canavarı uyandırmış.
Şölende ata binme, cirit atma, ok atma yarışmaları düzenlenirmiş. Cadı
bir büyü yapmış. Padişah yarışmaları başlatmış. Oğullarının birinci
olacağından o kadar eminmiş ki, rahat rahat koltuğuna oturmuş misafirleriyle
sohbet etmeye başlamış. Komşu ülkenin padişahının kızları da yarışmalara
katılmış. O gün tüm yarışmaları kızlar kazanmış. Üç oğlu olan padişah
utancından kıpkırmızı olmuş. Bir yolunu bulmuş, şöleni bitirmiş. Üç kızı olan
padişah, kızlarının başarılarından dolayı havalara uçmuş.
Padişahın üç oğlu, babalarının yüzünü kara çıkardıkları için bir daha
buralarda kimsenin yüzüne bakamayız deyip Issız Orman'a gitmişler. Bu
arada yarışmaları kazanan kızlar, çok mutsuzlarmış.
Babaları, “Bütün yarışmaları kazandığınız için sizlerle gurur
duyuyorum. Birçok ödül kazandığınız halde neden yüzünüz gülmüyor?” diye
sormuş. Büyük kız, “Babacığım, komşu ülkenin padişahına iyi bir ders
verdik. Çocuklar arasında ayrım olmaz, inşallah bunu öğrenmiştir. Ama
çocuklarının hiç suçu yoktu ki. Onların ne kadar iyi birer okçu olduğunu, çok
iyi ata bindiklerini herkes biliyor. Çok utandılar. Onların üzülmesini
istemezdik onun için yüzümüz gülmüyor. Bence biri onlara büyü yaptı.” diye
cevaplamış.
KURGU
KAFDAĞI
Padişah, “ Bana söylemediğiniz, başka şeyler var sanki, çıkarın
ağzınızdaki baklayı!” diye bağırmış kızlarına. Ortanca kız, “Baba çocuklar
utançlarından Issız Orman'a gitmişler. Orada nasıl yaşarlar. Yazık onlara…”
diye cevap vermiş. Padişah, “Nasıl yaşarlarsa yaşasınlar, bunu da babaları
düşünsün.” demiş; ama en küçük kız baklayı ağzından çıkarıvermiş,
“Babacığım iyi diyorsun da aslında onlar pırlanta gibiler ve biz onlara âşık
olduk. Issız Orman'a gidip onları kurtarmayı düşünüyoruz.”demiş.
Padişah ne kadar direttiyse de kızlarının gözlerindeki hüzne
dayanamamış ve Issız Orman'a gitmelerine izin vermiş. “Ama bir şartım var”
demiş. Ben de bir yarışma düzenleyeceğim, yarışmada en güzel yemeği
yapana büyük kızımı, en kısa sürede bir halı dokuyup getirene ortanca kızımı,
en güzel çiçeği yetiştirene ise küçük kızımı vereceğim.”demiş. Sevinçten
babalarının boynuna sarılıp teşekkür eden kızlar, vakit kaybetmeden Issız
Orman'a doğru yola çıkmışlar.
Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Gele gele bir üç yol
ağzına gelmişler. Büyük kız soldaki yola, ortanca kız ortadaki yola, küçük kız
da sağdaki yola sapmışlar. Aynı yol ağzında buluşmak üzere vedalaşmışlar.
Kızlar, üç erkek kardeşi bulmak için yollara düşedursunlar, biz gelelim
oğlanlara. Cadı, üç erkek kardeşi birbirinden ayırmış ve ormanın farklı
yerlerine atmış. Bir ağacın kovuğuna saklanmış büyük oğlan oklarını
hazırlayıp, yayını temizlerken, nal seslerini duymuş ve cadının geldiğini
düşünmüş. Hemen silahını hazırlamış; fakat elinin üstüne konan rengârenk
bir kelebeğe bakıp kaldığı için kızı vuramamış.
Elinde silahı öylece duran oğlanı fark eden büyük kız doğruca onun
yanına gelmiş ve “ Şehzadem ben sizi kurtarmaya geldim, benden
korkmayın” demiş. Ne zamandır insan yüzü görmeyen şehzade önce çok
korkmuş ve “Ben kendimi koruyabilirim.”diyerek ağacın kovuğuna girmiş ve
kıvrılmış yatmış. Büyük kız hiç beklemediği bu tavır karşısında önce çok
şaşırmış; ama sonra konuşmaya devam etmiş hemen. “Elbette
koruyabilirsiniz. Sizin ne kadar iyi bir okçu olduğunuzu bilmeyen mi var?
Eğer bu güzel kelebek olmasaydı ben çoktan ölmüştüm.” demiş. Güzel kızın
bu sözleri şehzadenin gururunu okşamış. Şehzade ağacın kovuğundan
çıkmış; utançtan al al olmuş yüzünü kaldırıp ilk kez kızın yüzüne bakmış ve
kızı hemen tanımış. Yarışmada kendisini yenen komşu ülkenin padişahının
büyük kızından başkası değilmiş bu gelen. Aynı zamanda kalbini çalan komşu
kızıymış… O kadar sevinmiş ki kızın elini tutmuş ve oradan kurtulduklarında
kendisiyle evlenmek istediğini söylemiş.
15
KAFDAĞI
16
KURGU
Kız, zaten şehzadeye âşıkmış; ama onu görünce utancından onun da yüzü
al al olmuş ve bu teklif üzerine heyecandan konuşamamış, başını 'evet'
dercesine hafifçe öne eğmiş. İki büyük kardeş baş başa verip diğer
kardeşleriyle birlikte bu ormandan nasıl kurtulabiliriz, diye düşünmeye
başlamışlar.
Sonunda cadıyla bir anlaşma yapmaya karar vermişler. Cadıyı
evlendirmeyi düşünmüşler, eğer bir çocuğu olursa bize de merhamet eder
diye düşünmüşler. Düşünmüşler ama “Cadıyla kim evlenir ki?” demiş
şehzade. Büyük kız “Merak etme, amcam yıllardır cadıya âşık, biz biliyoruz.
Ama amcam, babamdan çekindiği için bunu sadece bize söyledi. Aslında sizi
aramaya çıkarken bizimle gelmeyi çok istemişti.” demesiyle gökyüzünden içi
kırmızı güllerle dolu bir balon inmiş.
İkisi de şaşkınlık ve korkuyla ağacın kovuğuna saklanmışlar; ama bir de
bakmışlar ki içinden kızların amcası çılgın mucit Kabasakal çıkıyor.
Saklandıkları yerden hemen çıkmışlar, büyük kız amcasına sarılmış. “Bizi
nasıl buldun?” demiş. Amcası balonla onları bir gölge gibi takip ettiğini
anlatmış ve kız kardeşlerinin nerelerde olduğunu bildiğini de. Hemen balona
binmiş hepsi; kardeşlerini de tek tek bulmuşlar ormanda. Sonra ormanın
derinliklerinde gizli olan cadının kulübesine gitmişler. Gökyüzünden bakınca
hiçbir şey gizli değilmiş.
Cadı gökyüzünden inen bu tuhaf nesneye bakarken bir yandan da
korkuyormuş. Balon yere indiğinde kızların amcası “Nerde benim hayatımın
aşkı?” diye öyle bir bağırmış ki cadının bile ödü patlamış. Kendinden
korkmayan hatta kendini korkutan bu adama saygı duymuş ve benden de
güçlü birisi varmış diye düşünmüş. Bir balon dolusu çiçek ise cadının
gönlünü almaya yetmiş. O güne kadar kimse cadıya değer vermediği için o da
kimseye değer vermiyormuş; ama Kabasakal'ın sevgi dolu yaklaşımı onun taş
yüreğini yumuşatmaya yetmiş. Issız Orman, o günden sonra cadının şen
şakrak kahkahasıyla dolmuş.
Padişahın oğulları, Kabasakal gibi hemen kavuşamamışlar sevdiklerine.
Üç kız babası padişah, üç oğlan babası padişaha yapmadığını bırakmamış. Üç
yıl sürüm sürüm süründürmüş onları. Yarışma üstüne yarışma düzenlemiş.
Şehzadeler bütün zorlukları aşmışlar sonunda ve kızlarla kavuşmuşlar
birbirlerine. Kırk gün kırk gece düğün yapılmış.
Issız Orman'ın adı, Şenlik Ormanı olarak değişmiş. Cadının üçüz üçüz
çocukları olmuş şehzadelerin ve kızların çocuklarıyla birlikte büyümüşler.
Kısa zamanda ormanın dışına taşmışlar. Onlar ermiş muradına biz varalım
kerevetine. Gökten üç elma düşmüş. Biri bana, biri sana, biri anlatıcıya.
dıkça N
ğ
a
Y
a
ç
YandıkLER Yılmaz ERDOĞA
ÜR
Rabia G
esi, 10/E
is
rsoy L
E
if
k
A
ik Ödülü
Mehmet
eği Teşv
n
le
e
G
e
Nazir
NAZİRE
17
Yer ile hemhâl, kirpikleri nemli, acı sözlü
Yok bilinen denizinin suyu gözlerimden taşan
Ve susmadan
Ayrılık şarkıları tadındaki vedâ rüzgârlarında
Sarsılan, savrulan, ağlatan
Bulutlarını gözlerimde ağırladığım bir mâziydi Ankara
Asfalta bir ayaz vurdu
Ben kavruldum…
Hasretin sancısı mı mirastı Frigya'dan
Gerçeği inkârcı gözlerin, ses yok, sadece nefes
Söz vermişti ellerin, kalbinse yeminlerin yalancı şahidi
İsimler karalandı, resimler yakıldı, iz kalmadı ezelden
Kabuk tutmuş yarayı temizleyecek bir aşktı temennim doğan güneşten…
Bir asfalta ayaz vurdu
Ben kavruldum…
Hangi yalanın fâili müebbeti kül tablasında
Ve hangi şafak uyukluyordu koğuşun en soğuk ranzasında
Buğulu cama silinmeyecek bir isim kazınır mıydı?
İki aşkın yaşları toplamı kaç ömre sığıyordu?
Asfalt mıydı titretmek istediği ayazın,
Yoksa ben miyim soğukta tutuşmaya alışkın?
Ayaz asfalta bir vurdu
Ben kavruldum…
Ben ayazda kavruldum, bir asfaltı vurdu…
Ben asfaltta kavruldum, bir ayaz vurdu…
Ben bir kavruldum, asfalt buz tuttu…
Ben…
Ayaz…
Kavruldum…
KAFDAĞI
Ben hep seni taşıdım giderken bavulumda
Izdırâbın takviyesiydi asıl kanatan umutları
Yardan sarkıttığım avuntular düşlerimin infâzıydı
Tebessüm benim maskemdi, ağlamaya alıştım belki
Benim gülmeye mâni yürek sızılarım vardı…
18
ÖYKÜ
Toprağa Dönüş
Alptuğ ÖZTAŞKIN
Yasemin Karakaya B.S.M.
Denize ilerliyordu. Deniz onu çağırıyor, o denize gidiyordu. İlerlediği her
metrede daha da heyecanlanıyor, daha da hareketleniyordu.
Çıtırdayan sonbaharın son yapraklarını ayağının altına alarak senenin
başından beri yüzünü nadir göstermiş güneşe gülümsüyordu. Kuşlar,
böcekler bile onu çağırıyordu. Güzel mavisiyle gökyüzü, saf davranışlarıyla
bulutlar ve davetkâr tutumuyla deniz…
Onunla arası hep iyi olmuştu. Kuşkusuz, aralarına toprağın girdiği de
olmuştu. Toprak… Zaten her ayrılığın kaynağı değil miydi toprağın ölümcül
soğukluğu? Hep o değil miydi denizin kucaklayıcı kollarına inat insanları
içine çeken.
Daldığı düşüncelerin farkına yeni vararak dikkatini tekrar yola verdi.
Yosunlarla kucaklaşmış taşların, ayakkabısıyla her buluştuğunda çıkardığı
sesleri dinledi. Sesler gittikçe hafifleşmeye başladığında koşuyor
olabileceğini bile bilmiyordu. Ne yaptığını, kim olacağını unutmuştu.
Aklında sadece iki şey kalmıştı kendisi ve deniz.
Ona doğru koşuyor, ayakkabılarının ayağından çıktığını bile fark
etmiyordu. Kayalar sivrileşiyor, o aldırmıyordu. Ayakları kanıyor, o devam
ediyordu. Ancak ayaklarının ince kuma temas ettiğini fark etmeye başladığı
anda coşkulu bir şekilde titredi.
KAFDAĞI
Ardından suları da hissetti ayakları. Deniz adeta merhemdi, topraktan
usanmış ayakları ve havadan bıkmış vücudu için. Kıyafetlerinin de itirazı
yoktu bu buluşmaya belli ki, çünkü hiçbir ağırlık yapmıyordu sahibine.
Adam süzülmeye başladı suyun üstünde. O kulaç atıyor, su onu
yükseltiyordu. O da ilerliyordu toprağa inat. Her saniye, her dakika, her saat
daha da uzaklaşıyordu topraktan. O gidiyor, deniz onu götürüyordu. Daha da
uzaklaşıyor, uzaklaştıkça seviniyordu.
ÖYKÜ
19
Bir süre daha serin sularda ilerledi, sonunda onu hiç kimsenin
bulamayacağı bir yere gelince durdu. Dinlenmeye başladı, batan güneşin
soluk üzüntüsü ve dalgalanmaya başlamış soğuk denizin kucağında, ölümün
sertliğine sahip topraktan kaçmış olmanın mutluluğuna erişerek.
Utangaç güneş yüzünü tamamen gizlediğinde ise o hâlâ denizde, aynı
pozisyonda durmakta, gökyüzünü saran kara bulutlara dahi aldırmamaktaydı.
Zaman geçti, deniz onu daha sert uyarmaya başladı. O aldırmadı, devam etti
süzülmesine, uyarılara inat.
Birkaç saate kalmadan gökyüzü ufukla birleşti, şimşeklerin eşliğiyle
amansız bir fırtına başladı. O aldırmadı, sanki sadece bir şakaydı bu onun için.
Dalgalar daha da büyüdü, adamın ciğerleri tuzlu suyun yakıcılığını tattı; ama
o aldırmadı. Dalgalar onu suyun dibine çekti; ama o, buna kesin bir
umursamazlıkla cevap verdi.
Gitti, gitti ve sonunda yine kaçmaya çalıştığı yere geri döndü. Ayakları
kum zemine temas etti. Son bir kere itiraz etmesine bile yetmeyen nefesiyle
denizin dibindeki toprağın üzerine düştü.
KAFDAĞI
KAFDAĞI
20 SOHBET
Mevlânâ Bana Elini Uzattı
Pelin Buse ÜVEZ, 11/A
Türk Telekom Teknik ve Endüstri M.L.
“Gel ne olursan ol, yine gel. İster kâfir, ister mecusî, ister puta tapan
ol, yine gel. Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Bin kere tövbeni
bozmuş olsan da yine gel.”
Mevlânâ, bütün eserlerinde aşkı, sevgiyi ve hoşgörüyü işleyerek,
dikkatleri insanlığın ve evrenin tek kaynağına çekmiştir.
Ona göre asıl konu “insan”dır. Doğru olan, gerçeğe giden yolu
bulmaktır ve bu yol “aşk”tan geçer, sonsuz bir sevgiden… “ Aşk'ın hiçbir
sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam
ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde…”
Mevlânâ'yı daha yakından tanıma fırsatım, okulumuzda yapılan
“Mevlânâ'yı Tanıyalım” projesi sayesinde oldu. Ülkemizde yetişen büyük bir
düşünür olan Rûmî'yi bu kadar az tanımam ne kadar garipti. Düşünceleriyle
tüm dünyaya ismini duyurmuş olan bu aşk insanını bugünlerde daha da çok
anmamız gerekmez mi? Etrafımıza baktığımızda bir hayat koşuşturması
içinde herkesin en önemli şeyleri unutup gittiğini görürüz. Kendimize
gereken önemi vermiyoruz. Bir insanı sevebilmek için önce kendini sevmeli
insan, önce kendine değer vermeli. Karşısındakine değer vermenin yolu
bundan geçer. Biraz daha oturup düşünmeli insan; aslında gerekli olan nedir
diye. Sevgi, hoşgörü, aşk unutuldu. İnsanlar çok çabuk öfkelenip, küçücük bir
şeyi hemen eleştirebiliyor ve hiç düşünmeden karşısındakini kırabiliyor.
Kimse karşısındaki insana güzel sözler söylemiyor. İşte bu unutulmuş
değerleri dile getiriyor Mevlânâ. İnsanları karşılıksız da olsa sevebilmeyi…!
Mevlânâ kendi yaşamını
“Hamdım, piştim, yandım” sözleriyle
anlatmıştır. Tabii bu yolda ona eşlik
eden Tebrizli Şems, Mevlânâ'yı
Mevlânâ yapmıştır. Ona yıllarca
biriktirdiği kırk öğüdünü sunmuştur.
Şems'ten sonra “aşk ehli” olmuştur
Mevlânâ, farklı bir gözle görmüştür
dünyayı.
Keşke bizler de farklı görmeye
çalışsak dünyayı, insanları,
kendimizi… Hayatımıza küçük güzel
anlar yüklemek için biraz daha dönsek
kendimize.
“Tek bir gün bile öncekinin
tekrarıysa, yazık. Her an her nefeste
yenilenmeli. Yepyeni bir yaşama
doğmak için ölmeden önce ölmeli.”
eri KaairKARAKOÇ
Y
n
ı
g
n
Ya lif ŞAHİN Sez
NAZİRE
21
E
0/H
Lisesi, 1
nadolu
A
ülü
n
a
Ö
sl
r
eşvik d
Alpa
eleneği T
G
e
ir
z
a
N
Sen de benim gibi sevince
Çektiğim azabı anlayacaksın
Her şeyi benim sevdiğim gibi sevince
Kalbimdeki acıyı anlayacaksın
Duyguların dizginlenemez olunca
Ruhun yavaş yavaş bedeninden gidince
Her şeyi bir kalemde silince
Neler çektiğimi anlayacaksın
Durup dalınca gözlerim çekip gider
Aklıma takılır sözlerim çekip gider
Her gün amansız düşüncelerim çeker gider
Ne hissettiğimi sen de anlayacaksın
Seni gördüm bir ateş içimi yaktı
Ruhumsa sensiz bir hiçti
Seni sevdiğimi beni kaybedince anlayacaksın
KAFDAĞI
Öyle bir ateş ki kalbim tutuştu
22
ÖYKÜ
Yıldızlar Ağlamasın
KAFDAĞI
Meral TUNCEL, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Şentepe Lisesi
Pencereden içeri vuran ay ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Gözlerini fal taşı
gibi açmış, ay ışığının aydınlattığı duvarları izliyordu. Uyku bastırdıkça
bastırıyor; fakat bir yandan da birçok düşünce beynini kemirerek uyumasına
izin vermiyordu. Unutmak istercesine gözlerini kapadı. Yatağa gömüldükçe
gömüldü, yorganı tepesine çekti. Nefes almaya bile korkuyordu. Sanki her
nefes alışta günah işliyormuşçasına ürküyordu. Öyle ya artık en sevdiği insan,
nefes almıyordu. Bu gerçeğe alışmak zordu. Zaten inanmaya bile cesareti
yoktu. Gözleri dolu doluydu; ama ağlamak istemiyordu. Bir bırakırsa
kendisini bir daha toparlayamayacağını biliyordu.
Yorganı indirdi tepesinden, tekrar açtı gözlerini ve gece boyu bir sürü
soru, bir sürü düşünceyle savaştı durdu. Neden diyordu, neden bu kadar
erken? Neden o? Neden böylesine bir göç ediş? Neden sessiz sedasız bir
gidiş? Neden, neden? Hıçkırıklar…
Soruların ardı arkası kesilmiyordu. Bir yandan da kendi kendini
susturmaya çalışıyor, düşüncelerine kilit vurmak istiyordu. Öyle ya neden
diye sormak ona düşmezdi. Yüce Rabbimiz almıştı onu, bu sorularla Allah'a
isyan etmiş olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle uyumak istiyordu. Bugünü
ve acısını bir an bile olsa unutmak için uyumak istiyordu; ama sorular,
düşünceler peşini bırakmıyordu. Yaşadığı acı yüreğini sızlatıyor, içini
acıtıyordu. Olmadı, uyuyamadı! Biraz sonra yatağından kalkıp sessizce
balkona doğru yöneldi. Dışarıda insanın tenini gıdıklayan ılık bir rüzgar
vardı. Üzerine aldığı bordo hırkasını sandalyeye bırakıp balkon demirlerine
yaslanarak gökyüzüne baktı. Ay, odasının tam karşısında bütün güzelliğiyle,
masumluğuyla duruyordu. Yıldızlar sanki birbirleriyle dans ediyormuşçasına
dizilmişlerdi. Acaba hangi müziği dinliyorlardı? Yaz boyu kayan yıldızları
görerek tuttuğu dilekler geldi aklına. Batıl bir inançtı bu aslında, kayan bir
yıldızı görünce dilek tutarsan dileğin gerçekleşirdi. Ama bunun başka bir
tarafı daha vardı ki, bugüne kadar hiç düşünmemişti; herkesin gökyüzünde
bir yıldızı vardı ve o yıldızın sahibi, bu dünyadan göç edip gidince yıldızı da
kayardı. İçi sızladı birden, bir parçası eksilmişçesine acı çekiyordu… Demek
ÖYKÜ
KAFDAĞI
ki onun yıldızı artık gökyüzünde yok, diye mırıldandı... Öyle ya umutları,
geçmişi, geleceği yıldızıyla birlikte kayıp gitmişti. Onun peşinden gitmiş ve
ona dair her şeyi toplayıp götürmüştü. Ne acı bir şeydi bu!
Şimdi o yok, dünya boşaldı ve o yok gökyüzü karardı, diye düşündü.
Onun yıldızı gökyüzünü terk etmişti ve diğer yıldızlar sönük kalmıştı. O,
giderken aydınlıkları da götürmüştü. Gel diyordu, gel de dünya yeniden
aydınlansın, gel de yıldızlar ağlamasın.
Aslında çok üzüldüğü, kendisini bu yüzden yiyip bitirdiği bir şey daha
vardı; arkadaşının vefatını yirmi gün sonra öğrenmişti. Çok mu vefasızlık
yaptım ona karşı diye düşünüp duruyordu. Bunun adı vicdan azabı mıydı? O,
günler önce hayatımızdan uzaklaşıp giderken bense onun varlığını düşünüp
mutlu oluyormuşum. Varlığında kıymetini bilemedim, yokluğunda bunun
pişmanlığını çekeceğim diyordu. Şimdi o acımasız an gözlerinin önünü
kapadı kaldı.
Akşam üzeri dışarıya arkadaşlarıyla gezintiye çıkmıştı. Hava iyice
kapanmıştı her an yağmur yağabilirdi. Eylül ayıydı ve okullar açılmıştı. Bir
hafta sonra da onun okulu açılacak ve bir süreliğine memleketine veda edip
Kütahya'da üniversite maratonuna başlayacaktı. Üniversitedeki arkadaşlarını
da özlemişti; ama sadece birkaçını. O birkaç tane arkadaşından birini aramak
için postaneye girdi. Biraz sıra bekledikten sonra telefonun başına geçti ve
numarayı çevirdi. Ahmet açtı telefonu. Hal hatır ettikten sonra Nevin,
Ahmet'e nerede olduğunu sordu. Ahmet Kütahya'daydı. Okul bir hafta sonra
açılacaktı; ama Ahmet erken gitmişti. Sonra Nevin, Selçuk'u sordu:
-Selçuk da sizle mi?
Bir an telefonda bir sessizlik yaşandı. Derin bir nefes alarak cevap verdi
Ahmet:
-Selçuk öldü!...
-Şaka mı yapıyorsun Ahmet, şaka değil mi? Ahmet'in şakacı biri olması
onu umutlandırıyordu.
-Şaka değil, üzgünüm…
Telefon kapandı…
Arkadaşları anlamsızca Nevin'in yüzüne bakıyordu. “Ben gidiyorum”
23
24
ÖYKÜ
KAFDAĞI
dedi ve yağmura aldırmadan dışarı attı kendini. Yürüdü yürüdü…
Islanıyordu; ama farkında değildi. Selçuk, arkadaşım, gökyüzü de ağlıyor
gidişine, bak ağıtlar yakıyor ölümüne.
Eve geldiğinde sırılsıklam olmuştu. Odasına girdi ve kurulandı.
Pencerenin önündeki koltuğa oturup, başını ellerinin arasına aldı.
Hayatındaki bu önemli insanı yitirmenin acısı çok büyüktü. Onun için
yapacak bir şeyler olmalıydı. Dua etmekten başka bir şey bulamadı. Saatlerce
Selçuk için dua etti. Ağıtlar yakmak geliyordu içinden, dizlerine vura vura,
feryat etmek belki de isyan etmek… Ama ağıtlarını da Selçuk gibi gömmüştü,
ağıtlar yüreğinde boğuluvermişti.
Bugün yaşadıklarını düşünürken dalıp giden Nevin, bir titremeyle
kendine geldi. Hava serinlemeye başlamıştı. Ayakları çıplak balkon betonuna
basıyordu, bundan olsa gerek biraz üşümüştü. Sandalyedeki hırkasını
omuzlarına aldı ve sandalyeyi duvara doğru çekerek oturdu. Başını duvara
dayadı ve yine düşüncelere dalıverdi… İnsanoğlu işte çalış, didin, gereksiz
birçok şeye üzül; ama sonunda gittiğin yer, vardığın son hep aynı. Hangimiz
kaçış yolu bulduk ki? Hangimiz üzüntülerimizden kâr sağladık ki? Ben, ya
ben ne kadar boş şeylere üzülmüşüm. Ne anlamı var şimdi bütün bunların?
Şimdi tek gerçek var, sen yoksun ama hayat devam ediyor tüm
acımasızlığıyla…
İçeri girmek için kapıya yönelirken bazı sesler duydu, yola doğru eğildi,
baktı. Az ötede birileri tartışıyordu. Sesleri gecenin sessizliğinde yankı
yapıyordu. Boş şeyler bunlar boş, dedi, arkadaşını bir kavgada bilinçsizce
sıkılan kurşuna kurban vermenin acısıyla! Ayaklarının ucuna basa basa
salona girdi, herkes uyuyordu. Sessizce odasına geçip, uykuyla savaşmaya
başlamak için yatağına girdi.
O günden sonra Nevin gördüğü bütün kayan yıldızlara başını çevirdi ve
bir daha hiç dilek tutmadı.
Sükût-ı Lîsan
Rabia GÜRLER,
Mehmet Akif Ersoy Lisesi
3. Şiir Olimpiyatları Yenimahalle 1.si
ŞİİR
25
İçimde alevlenen yangınların fâili
Ömrümün kaleminden bir şiirin öznesi
Yokluğunun sancısı gözlerimde sağanak
Hayaliyle süslenen ruhum elinde tutsak
Bakışları bir derya, gülüşü bir nazende
İsmi sırra boyanmış bir yâr gizli fikrimde…
Teninden mahrum kalmak en yakânî ölümdü
Gözlerine bakmaksa intihar teşebbüsü
Kursağıma tutuklu, sessiz iki kelime
Hecelerim kördüğüm bağlanmış gözlerine
Söyleyemem, korkarım, gülüşüne sakladım
Bana sorma sevgili, sende tutsak sırlarım
Zifir çökse geceme, bakışın ay ışığı
Bakamazdım yüzüne, gözlerim kamaşırdı…
Ben sükûta bekçi, lisanım esir almış yâr,
Söylesem dilim tutmaz, susarsam sinem kanar
İsmini haykırırsam kalbimde yankılanır
Sabırsız hecelerim boğazımda kıvranır…
Bir an gelir gözlerin gözlerime dokunur
Her bakışın kalbimde titreyen nağme olur
Cesaret dile gelse, bir kez baksam yüzüne
Sensizliğin sancısı reva mı şu hâlime…
Çehreni seyre dalmak mükâfatı sabrımın
Bakma yâr gözlerime, neden canıma kastın? …
Müebbetlik zanlıyım, firari cesaretim
Bitmez hiç bu zindanda ebedî esaretim..
Kalırsam gözlerinde, kor olur, kavrulurum,
Gel de ver infazımı, naçar kaldım mâşuğum…
KAFDAĞI
Gözlerine düştüm ben, karanlık zindanımdı
Kirpiklerin karası sarmış duvarlarımı…
KAFDAĞI
26
Katre-i Matem
KİTAP
Özlem KOÇ, Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi
Bir devri özümsemiş, yüzlerce araştırma yapmış,
sayısını bilmediği kadar kitap okumuş bir yazarın
Osmanlı'yı ve özellikle Divan Edebiyatını, içinde
yaşamış gibi anlattığı bir roman Katre-i Matem.
Hızla geçen zaman, günlük işlerle meşgulken bir
konuda kapsamlı bir araştırma yapmaya izin
vermiyor; çünkü ilgi duyduğumuz, merak ettiğimiz
bir alanda yazılmış kaliteli eserler günlerce, aylarca
araştırıp öğrenemeyeceğimiz kadar çok. Kurmaca olan edebî eserlerden de çok
şey öğrenebilir; merak ettiğimiz dünyanın içine düşüp orada bir süre
yaşayabiliriz. Başarılı yazarların kaleminden çıkmış eserlerle arkadaş olmanın
bize çok yararı olacaktır. Bir Katre-i Matem, bir Bozgunda Fetih Rüyası, bir
Babil'de Ölüm İstanbul'da Aşk, bir Eve Dönen Adam bizi diyar diyar, devir devir
gezdirir. Anlatılan dönemlerin dünyasında yaşatır bizleri.
Lâle Devri hakkında yapılan araştırmaların sayısı belli mi? O dönemde
kimler yaşamış, ne gibi entrikalar çevrilmiş? Devirle özdeşleşen lâleler,
düzenlenen lâle yetiştirme yarışmaları, meşhur lâle yetiştiricileri, paha
biçilemeyen lâlelere göz diken lâle hırsızları, yaşananların Osmanlı sarayıyla
ilgisi, dünya devletlerinin lâleye bakışı, v.b. birçok soru dolaşır zihnimizde. Bu
sorulara güzel cevaplar bulabileceğimiz Katre-i Matem'de İskender Pala bir
devri aşklarıyla, cinayetleriyle kurgulamış.
“Yek Cinayet Şast u Şeş Sual” adlı eseri ilk okuyuşta esere vuruluyor. Lâle
Devri'ne ait 66 soruya aranan 66 cevapla anlatılan eser Nakşıgül'ün öldürülmesi,
Şehnaz ile Yanık Yusuf'un aşklarıyla sürükleyici bir hal alıyor. Bizlere, bir
süreliğine de olsa, Lâle Devri'ni yaşatan bu romanla güzel vakitler geçiriyoruz.
İskender Pala bir gün Beyoğlu'nda gezerken İstanbul Marmara Oteli'nde
“Filateli ve Eski Kitaplar Müzayedesi” başlıklı bir ilan görüyor. Müzayede
salonuna koşuyor. Merakla, satılan eserleri takip ederken birden Osmanlıca el
yazma bir eser dikkatini çekiyor. Kitaplara ve Divan Edebiyatı eserlerine olan
ilgisi ve aşkıyla eseri almak için can atıyor ve parasını vererek alıyor. İskender
Pala, müzayededen aldığı bu eseri Osmanlıca'dan günümüz Türkçesine
çevirdiğini söylüyor. Anlattığı döneme göre ilgi çekici bir kurgusu ve güzel bir
üslubu var Katre-i Matem'in.
Romanı okurken her an merak ediyorsunuz. Nakşıgül'ü kim, neden öldürdü?
Bu cinayetle ve denizden çıkan cesetlerle Sadrazam Damat İbrahim Paşanın ve
Padişah III. Ahmet'in ne ilgisi var? Hafız Çelebi'nin yetiştirdiği kıymetli Katre-i
Matem'i kim veya kimler çaldı?
Kara Şahin gerçekten Osmanlı tahtının varisi miydi? Bu eserin yazarı adını
neden gizlemek zorunda kaldı? Birçok merak unsuruyla romanın sonunu
getirdiğinizde, “Keşke biraz daha anlatsaydı İskender Pala.” diyorsunuz.
Romanı okuyarak o dönemi birlikte yaşamaya ne dersiniz?
Ağla...
Ali BOZOĞLU
Polis Koleji
3. Şiir Olimpiyatları Yenimahalle 2.si
ŞİİR
27
Ağla ceddim! Çınâr-ı Osman'ın hitâmına ağla!
Selâmet umup dalâlete sarılan ahfâdına ağla!
Sen vuslata erip şahâdet danteli işlerken rûhun,
Gayesiz, felâhsız ardında kalan yurduna ağla!
Sen Selâhaddin, cihad için eylerdin küffarı târumâr,
Kâfirin pisliğinde fikr-i nezih umanlara ağla!
Sen Yavuz'um kükrerdin bâdiyelerinde şarkın,
Mirasını garbın zalâmına koyanlara ağla!
Sen Malhun, severken sultânını devlet-i cihânın,
İki selâm bir kelâma mahrem sunanlara ağla!
Sen yazarken meşakkatte dahi kitabını aşkın,
Cismâniyet âleminde aşkı soranlara ağla!
Sen sahipken cömertlikte sınırsız ummanlara,
Atâletin deresini umman umanlara ağla!
Sen hududunda raks ederken ilimin de fennin de,
Sana cahillik isnâd eden nankörlerine ağla!
Sen bermurâd kılardın üç kıtasın cihânın,
Sızlasın kemiklerin lâkin dövünmek vakti bugün;
Âsumânı güneşsiz bedbaht yurduna ağla…
KAFDAĞI
Nâmdar Osman soyunu nâ-murâd kılanlara ağla!
KAFDAĞI
28 DERLEME
Peri Kızı
Selin FİDAN, 5/B
Gazi Osman Paşa İ.O.
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, ben babamın beşiğini tıngır
mıngır sallar iken, babam düştü beşikten, ben hopladım eşikten, anam kaptı
maşayı, babam kaptı meşeyi, bana dolandırdılar dört köşeyi. Oradan kalktım
İstanbul'a gittim. Top güllelerini cebime koydum “darıdır” diye, minareleri
belime soktum “borudur” diye, beni tımarhaneye koydular “delidir” diye.
Padişahtan ferman geldi: “Bırakın onu, eski huyudur” diye. Oradan kalktım
geldim buraya, bu masalı anlatmaya…
Eski zamanda bir şehzâde varmış. Bu şehzade, giysilerini değiştirip
halkın arasına karışır, sıradan bir insan gibi gezermiş. Bir gün yine böyle
gezerken, ihtiyar bir kadının bir tencere dolusu sütü sokağa döktüğünü
görmüş. Gitmiş, bakmış, koklamış, süt! Arkasından koşmuş kadının.“Teyze”
demiş. “Tertemiz sütü niye döküyorsun?” Kadın, meğer süte sinek düştüğü
için dökermiş. İhtiyar, oğlanla biraz eğlenmek için, “Oğlum, bu süt değil ki,
benim kızımın elinin kiri.” deyivermiş.
Oğlanın içine bir ateş düşmüş. “Elinin kiri tertemiz süt olan kız, kim bilir
nasıl bir âfettir?” diye kadını takip etmiş, evini bulmuş. Her gün oraya gider,
yüksek duvarlardan bahçeyi görmeye çalışırmış. En sonunda “Bu böyle
olmayacak” demiş. Saraya, anasının yanına varmış. “Ana, bana ne yap et o
kızı al, yoksa oğlun aşkından ölecek.” Anası oğlunu kıramamış. Yaşlı kadının
evine, kızını istemeye gitmiş, ertesi gün. Ama ihtiyar kadıncağızın, hiç
evlenmediği gibi bir kızı da yokmuş. Sultan hanım gelince ne yapacağını
şaşırmış. İşin ucunda yalancılıkla suçlanmak var. O da sürdürmüş başladığı
işi.
“Kızım çok kapalı büyüdü. Kapı dışına çıkmaz. Hamama bile gitmez,
değil erkeklerin kadınların yanında bile oturmaz. Çok mahcuptur.” demiş.
“Eğer düğün günü gelip teli duvağı ile alırsanız ne âlâ, ama kızım görücüye
çıkmaz.”
Sultan hanım ne yapsın? Oğlu günden güne aşkından eriyip gidiyor.
Mecburen “Peki” deyip sarayına dönmüş. Düğün hazırlıklarına başlamış.
Bu arada ihtiyar kadın kara kara düşünürmüş. Azıcık alay ettiği gencin
şehzâde olduğunu ne bilsin? Tam otuz dokuz gün düşünmüş, otuz dokuzuncu
günün akşamı mutfağa girmiş, unu koymuş, hamuru yoğurmuş. Hamura bir
insan şekli vermiş. Sabah olunca hamur fırında pişmiş ve ihtiyar ona gelinliği
DERLEME 29
KAFDAĞI
giydirmiş. Üzerine tüller örtmüş, insan olmadığı belli olmasın diye. Bir de
hizmetçi tutmuş, arabaya binerken hamur bebeğin diğer koluna girsin diye.
Kırkıncı günün sabahı sultan hanımın gönderdiği araba, maiyetiyle
birlikte kapıya gelmiş gelini almaya. İhtiyar kadın, ecel terleri dökerek binmiş
arabaya. Hamur gelini de yanına koymuş, düşmüşler yola. Yolda ne
yapacağını düşünürmüş. “Varıp saraya rezil olacağım. Rezil olmakla kalsam
iyi, canım da tehlikede. Oğluyla alay ettiğimi öğrenen padişah beni sağ
komaz.”
Böylece giderken araba bir köprüye yaklaşmış. Kadıncağız bakmış ki
geniş bir nehir. Üzerindeki gelinliği çıkarmış ve hamur gelini arabanın
penceresinden nehre atmış. Aynı zamanda da avazı çıktığı kadar
bağırıyormuş: “Gelin kızım suya düştü! Gelin kızım suya düştü!” Adamlar
hemen koşturmuşlar gelini kurtarmaya. Dalgıçlar getirmişler, ağlar atmışlar
suya.
Bu sırada nehrin dibinde birbirinden güzel üç peri kızı top oynuyormuş.
Perilerin en genci ve en güzeli, “Ben yukarıdaki dünyayı çok merak
ediyorum, şu atılan ağlara tutunayım da yukarı çıkayım. Bakalım nasıl bir
yermiş?” demiş ve ağlara tutunarak yeryüzüne çıkmış. Yukarıdakiler
bakmışlar ki, ağların ortasında ayın on dördü gibi bir kız var.
Yaşlı kadın hiç bozuntuya vermemiş. “İşte benim kızım!” diyerek peri
kızını kucaklamış ve gelinliği giydirmiş. İçten içe de “kurtuldum!” diye
sevinirmiş.
Şehzâde hayaline âşık olduğu kızın güzelliğini görünce ona bir daha âşık
olmuş. Hemen sofralar kurulmuş, kırk gün kırk gece düğün yapılmış ve
şehzâde sevdiği kıza kavuşmuş. Peri kızı da sevmiş kocasını, yoksa bir periyi
hangi insan zorla yanında tutabilir?
Şehzâde sevdiğine kavuşmuş; ama karısına biraz da şaka yollu “köylü
kızı” deyip dururmuş. Şehzadenin üç ablası da gelinlerini çekemez, sürekli
ona kırıcı sözler söylerlermiş. Peri kızı onlara küsmüş hiçbiriyle
konuşmamaya başlamış. Yine de kocasına ve görümcelerine saygısızlık
etmez, sarayda üzerine düşen her vazifeyi yaparmış. Özellikle mutfak
işlerinde eline kimse su dökemezmiş. Yardım almadan her işi halledermiş.
Kocası, peri kızını kendisiyle konuşmaya ikna etmeye çalışmış; ama o
KAFDAĞI
30 DERLEME
yine de konuşmayınca kızarak çok sevdiği karısını kuleye hapsettirmiş.
Peri kızı hapsedildiği kuleden sarayın içindeki konuşmaları dinlermiş.
Bir gün sarayda ekmek ve unun az kaldığını öğrenmiş. Kocasının yiyeceksiz
kalmasına gönlü razı olmamış. “Fırınım buraya gel! Hamurum yoğrul!”
demiş. Koca bir fırın odanın ortasına gelmiş. Fırın gürül gürül yanıyormuş.
Büyük bir hamur teknesinde, yoğrulmuş hamurlar belirmiş. Peri kızı
giysilerini çıkararak fırına girmiş. Uzun saçlarıyla yanan kömürü bir tarafa,
külü bir tarafa süpürmüş. Ekmekleri pişirmiş ve kocasına göndermiş.
Bu sırada şehzâdenin büyük ablası olanları anahtar deliğinden
izlermiş. “Aman, köylü kızının yaptığını ben de yaparım” diyerek odasına
gitmiş. “Fırınım gel! Hamurum yoğrul!” demiş; ama ne fırının yandığı var, ne
hamurun yoğrulduğu. Mecburen mutfağa inmiş, fırını yakıp hamuru
yoğurmuş. “Fırının içine gireyim” der demez hemen yanıp gitmiş.
Şehzâde, karısına acıyıp onu kuleden çıkartmış. Bundan sonra ortanca
abla, peri kızını izlemeye başlamış. Peri kızı kuyudan su çekiyormuş. Birden
kovanın ipi kopuvermiş. Peri hiç telaş etmemiş. Saçından bir tel koparıp
kuyuya sarkıtmış. Saç teli uzayıp kovanın sapına dolanmış, peri kızı da onu
yukarı çekmiş. Bunu gören ortanca abla, “Aman, köylü kızının yaptığını ben
de yaparım” deyip kuyunun başına varmış. Kovayı kasten atarak başından bir
tel saç koparmış. Tabii ne saç uzamış ne bir şey… Başını kuyuya sarkıtıp
saçını uzatmaya çalışmış. Birden kuyuya düşüvermiş sonra.
Bir gün şehzâdenin canı balık çekmiş. Balık mevsimi değilmiş. Hiçbir
yerde balık bulunmuyormuş. Bunu öğrenen peri kızı odasına gitmiş.
“Ocağım yan! Tavam yağ dol da gel!” demiş. Yanan ocakta cızırdayan yağ
dolu bir tava belirmiş odada. Peri, ellerini tavanın içine sokarak, “On
parmağım, balık ol da piş!” demiş. Ellerini tavadan çıkardığında sapasağlam
duruyormuş. Tavada da pişen on balık varmış. Şehzadenin küçük ablası bunu
görmüş. “Aman, köylü kızı yapar da ben yapamaz mıyım?” diyerek mutfağa
koşmuş. Kızgın yağ dolu tavaya ellerini koyar koymaz yanmış elleri.
Ablalarının başına gelenlerden dolayı karısını suçlayan şehzâde, onu
gizlice izlemeye başlamış. Bir gün mutfakta yağ ve bal tükenmiş. Peri kızı yağ
ve bal küpünü yanına çağırmış. Üstlerine birer altın para koymuş. “Alın bu
parayı, gidin yağcıdan yağ, balcıdan bal doldurtup gelin.” demiş. Yağ küpüyle
DERLEME 31
bal küpü mini mini ayaklarıyla tıngır mıngır yola düşüp yağcıdan yağ,
balcıdan bal doldurtmuş. Geri dönerlerken, yağ küpü bal küpüne çarpıp onun
kapağını çatlatmış. Bal küpü, “Görürsün, seni hanımıma söyleyeceğim o da
sana ceza verecek!” demiş. Yağ küpü de “İsteyerek olmadı ki kardeşim. Hem
ben ona, 'Ay baban, güneş annen, yıldız kardeşlerinin başı için vurma!' derim
o da bana vurmaz” demiş. Arkalarında, kendilerini hayretler içinde izleyen
şehzâde olduğu halde saraya dönmüşler. Bal küpü gider gitmez peri kızına
yağ küpünü şikâyet etmiş. “Güzel güzel gelirken bana çarptı, beni yaraladı!”
demiş. Peri kızı eline bir sopa alıp üzerine yürüyünce yağ küpü, “Ay baban,
güneş annen, yıldız kardeşlerinin başı için vurma!” deyivermiş. Bunu duyan
peri, sopayı elinden atmış. Saklandığı yerden çıkan şehzâde de karısının
karşısına çıkarak, “Ay baban, güneş annen, yıldız kardeşlerinin başı için
konuş!” diye bağırmış. Bunun üzerine peri kızı konuşmaya başlamış:
― Ben nehirde yaşayan bir peri idim. Dünyayı tanımak için dışarı çıktım.
Beni saraya getirip gelin ettiler. Seni sevmesem yanında durmazdım. Ama sen
de beni kırdın. “Köylü kızı” diyerek beni küçümsedin. Köylü de olsam senin
eşindim. Saygıda kusur etmedim. Ablaların da bana kötü davrandılar.
Başlarına gelenler kendi suçlarıdır, diyerek peri kızı her şeyi anlatmış,
şehzâde de eşinden özür dilemiş. Ona bundan sonra lâyık olduğu gibi saygı ve
sevgi ile davranmış.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düşmüş,
biri anlatana, biri dinleyene, biri de şehzâde ile periye…
KAFDAĞI
KAFDAĞI
32
ŞİİR
An
Neslihan TOKER
Celal Yardımcı Lisesi
3. Şiir Olimpiyatları Yenimahalle 3.sü
Ne vaat edilmiş yarınlar,
Ne de eksik yaşanmış dünler
Aklımı yalnızca
Uçuşan anlar çeler
Anlar ki ihmal edilmiş evladıdır zamanın
Yarın ve düne düşer genelde en büyük pay
Anlar ki küçücüktür;
Bir çekirdek özünde,
Belki de hep bu yüzden küçümsemeye kolay
Bir hayat sorgusudur, çoktan başlayan içimde
Yaşlanmış ama yaşlanmamışlığım,
Aynadaki aksimde
Acı tatlı yaşananlar çizmişken bu portreyi
Bir “ an”ı yakalamışım masamda bir resimde
Solgun yüz haykırırken sessiz çığlığı çınlar
Resimdeki ses büyür, herkes işitecek kadar
Der ki : “ Tüm çerçeveler benle dolsa ne yazar?”
Mutluluk resimde değil; esasen “an” da yaşar.
Anladım ki hüzün ve sevinç anlarda saklıdır
Onları kovalarken yaşanan şey “hayat” tır.
Biliyorum “an”lardır anıya dönüşecek
Dünü geri verecek, yarını getirecek
Yüreğim duysun artık
Düne kulak veremem
Onunla meşgulken bu günü yitiremem
Ya da ihtimalden ibaret yarını bekleyemem
İçimde susmayan ses
Duysun ve kessin sesini!
Hesaplar kurcalarken yitirdi hissesini
Ve artık biliyorum
Bunca yüzleşme şuan için
Hayat benden “söz” ister anlamlı bitişi için
Kusura bakma hayat, sana sözler veremem
“An” lamlarımı sen aldın, boşa söz geveleyemem
Ayasofya Tadında
Mehmet Alperen DERİN
Gazi Anadolu Lisesi
3. Şiir Olimpiyatları Yenimahalle 3.sü
ŞİİR
KAFDAĞI
Güzelliğini melodilere miras bıraktı şehir
Kemanın hıçkırıklarında Batı'ya meyletti
Doğu'yu gördü, neyin feryadında…
Mızıkacı çocuk verdi hayallerini melodilere
Gitti… Mızıkası düştü Boğaz'a
Hayallerini İstanbul'a değişti
Şehrin sayfalarını karıştırdı bir kadın
Romalı şairin dizelerinde Boğaz'ı kokladı
Kadına yardım etti Nedim'in dizeleri
Kafiyelerinde sarayları gezdirdi
Mısraların seyrinde İstanbul yaşadı
İstanbul'a hasret renkleri severdi ressam
Her resminde şehri çizdi ağlayarak
Gözyaşları resme yağdıkça
Renkler İstanbul oldu,
Şehir acıyla yoğruldu…
Haliç kıyılarına oturdu güneş,
Vedalaşırken İstanbul'la
Kitre kattı masmavi sularına
Saçının bir telini bağladı Altın Boynuz'a
Beyaz köpüklerinin etrafına…
Ki nazar değmesin “şehr-i Sitanbul”a
Geceye mücevherler taktı şehir
Gümüşü Doğu Roma'dan hediye…
Bir Ermeni işledi altınlarını
Ve şehrin attığı her adımda
Bir yakut düştü narin parmaklarının arasına
Çan seslerini dinledi şehir
Ezan seslerinin yanında,
Bir martının çığlıklarına bağladı selamını cami,
Kilise hafifçe gülümsedi…
Şehir Ayasofya tadında…
Bulutlar İstanbul'la hıçkırdı bir gün
Gök İstanbul'a âşık, kavuştu
Yağmurun altında kendini oynayan adam
Rolünü unuttu, İstanbul'u anlattı…
Sabaha karşı, perde kapandı
33
KAFDAĞI
34
ÖYKÜ
Hayat Matematiktir
Sibel DÜZAKIN, Rehberlik Uzmanı
Gazi Anadolu Lisesi
Mustafa, duvarda asılı duran saatin her saniyede "tık" diyen sesi olmasa,
zamanın durduğunu düşünecekti. Bu yatakta kaç gündür yattığını bile
unutmuştu. Günler, bir öncekinin aynı gibi geçiyordu artık. Düzenli aralıklarla
odaya giren hemşireler, saat başlarında yuvasından dışarı çıkarak "guguk
guguk" diyen kuşlara benziyordu. Mustafa, camın dışında, hayatlarının tek
amacı içeri girmek gibi davranan küçük sineklere baktı. Onlar içeri girmek,
Mustafa ise dışarı çıkmak istiyordu. Ağrısının arttığı zamanlarda gözlerini
tavana dikiyor, kendisinden önce orada yatan insanların bu tavana bakarak
neler düşündüklerini, neler hayal ettiklerini bulmaya çalışıyordu. Acaba
hastane odalarını bu kadar kimliksiz yapan şey neydi? Bu odalar ne büyük
acılar, üzüntüler, ayrılıklar, umutlar, haykırışlar duymuş, yaşamış; ama hepsini
bir çırpıda unutuvermişti. Duvarlar hiç kimseden bir iz, bir anı saklamayan,
vefasız bir sevgili gibi parlak, boz, ruhsuz bir renge sahipti. Yatağın hemen
yanında duran, zaman zaman kendisini görmeye gelen az sayıdaki ziyaretçinin
“Ben buraya ait değilim.” der gibi ucuna iliştikleri çekyat boş duruyordu.
Gözleri tekrar tavana döndü. Artık tavandaki her lekenin yerini
ezberlemişti. Yatağın uç kısmına denk gelen büyük sarımtırak bir leke, hemen
kafasının üzerinde öldürülmüş bir sinekten artakalanlar, karşı köşede nemli bir
yeşillik... Kendisi gibi bu lekeler de her gün burada duruyor, kımıldayamıyor,
yer değiştiremiyor; ama kendisinden çok daha yavaş bir hızla siliniyordu.
Birden tavandaki floresan lambanın arkasına yansıyan gölgeye takıldı aklı. Bu
gölge yan yatmış sekiz rakamına benziyordu. Yani bir sonsuzluk sembolüydü.
Eski bir tanıdığa rastlamış gibi gülümsedi. Bir hastane odasında sonsuzluğu
bekleyerek yatıyor ve tavandaki gölgede sonsuzluk sembolünü görüyordu. Bu
gölge, ona başlangıç ve sonu hatırlattı. Her şey başlıyor ve bitiyordu. Ya da biz
onun bittiğini sanıyorduk sadece. Kendi başlangıcını düşündü sonra...
Hayata Anadolu'nun bir köyünde başlamıştı. Sonra ağabeyi, ablası, küçük
kardeşleri, annesi, babası geldi aklına. Yıllar sonra matematik dersi ile ilk
tanıştığında “üçgenin iç açıları toplamı” sözünü her duyuşunda ailesinin tüm
üyeleri gelecekti gözlerinin önüne. Babası üçgenin tepe açısı olacak, annesi bir
kenar açıda, kendisinin de içinde bulunduğu altı çocuk ise diğer kenar açıda yer
alacaktı.
ÖYKÜ
KAFDAĞI
Selahattin Öğretmeni anımsadı aniden. Dersini anlatırken büyük bir
ciddiyetle “Hayat matematiktir.” derdi hep. “Unutmayın çocuklar! Matematik
bilmeyen yaşamı da bilemez.” Şimdi, elli bir yaşında anlıyordu öğretmeninin
ne demek istediğini. Belki de yaşamın kendisine getirdikleri ile yorumluyordu
bu sözleri. Annesi, soğuktan üşüyen ellerini, avuçlarının içine alıp sıcacık
nefesi ile ısıtmaya çalıştığında öğrenmişti, üçgenin iç açıları toplamının
mutluluğa eşit olduğunu.
Hemşirenin “Ağrınız var mı?” sorusuyla kendine geldi. Bu sorunun
ardından vücudunu kontrol ederek -ağrının nerde yoğunlaştığını bulmaya
çalışmayı bırakalı uzun zaman olmuştu- yalnızca hemşirenin yüzüne baktı.
Adı Aylin'di galiba. Bugün her zamankinden daha mutlu görünüyordu. Küçük
birer elma şekerini andıran yanakları daha da parlak duruyordu. Hemşirenin,
nasıl hissederse hissetsin, kendisi ile duygusal bir sohbete girmeyeceğini
biliyordu. İkisi arasındaki diyalog, ne zaman yazıldığı bilinmeyen bir
senaryonun farklı oyuncularla tekrarından ibaretti.
Daha önce de başkalarının yazdığı pek çok senaryonun başoyuncusu
olmuştu. Bu senaryolardan, gençlik yıllarına denk geleninde bölme ile tanıştı.
Üniversite okumak, hâkim olmak hayaliyle geldiği kocaman şehirde,
arkadaşları, hocaları, çevresindeki herkes sağa, sola bölünmüştü. Bu çok
bölenli işlemin içinde birdenbire bölünen hanesinde bulmuştu kendini.
Elbette Mustafa bu işlemin tek bölüneni değildi. Hayat önce Emel'in
yaşamını onun yaşamına ekledi. Mustafa artı Emel eşittir Emel artı Mustafa
olmuştu. Onlar toplam olmanın verdiği doyumu, mutluluğu yaşamaya fırsat
bulamadılar. Çünkü bölen daha fazla bölünen olsun istiyordu ki bölüm artsın.
Emel'se Mustafa'nın hayatının karekökü gibiydi. Yaşamında pek çok şey
varken belki de hiçbir şey yokken Emel her şeyin özüydü. Gençlik ateşi,
yüreğine sığmayan aşkı, meydanlarda büyüdü, büyüdü.
Selahattin Hoca'ya hak vermemek elde miydi şimdi? Mustafa çan
eğrisinin ne demek olduğunu, tepe noktasının nasıl bulunduğunu o zaman
anlamıştı.
Bunu anlayamayanları da şaşkınlıkla karşılıyordu. Hayatı
başlamış, hızlanmış, yükselmiş ve...
Ve o gün Emel ve diğerleri ile kol kola, yan yana yürürken, kendini tüm
dünyayı değiştirebilecek güçte hissederken tepe noktasına varmıştı.
35
KAFDAĞI
36
ÖYKÜ
Sonra sesler yükseldi, az önce yan yana yürüdüğü herkes bağırmaya,
koşuşturmaya, kaçmaya başladı. Birden Emel'in elinden kaydığını fark etti.
Kaydı ve yere düştü. Boynundan, yatağından çıkmış azgın bir nehir gibi kan
fışkırıyordu. Kan... Her yerde kan vardı. Emel'in boynunda, kana bulanmış
zincirin ucundaki gümüş kelebeğe takıldı gözü. Kelebek, Emel'in her
sarsılışında uçmak ister gibi havaya doğru zıplıyordu. Uçmak istiyor; ama
gidemiyordu. Mustafa o kelebeği aldı sadece Emel'den. Çan eğrisi, tepe
noktasından inişe geçmişti. Öğretmeni söylemişti, “Hayat matematiktir” diye.
İşte bu bölme işleminden kalan hayal kırıklığı, hüzün, mutsuzluk, umutsuzluk
oldu.
Yatağına bir şeyin çarpmasıyla zorlukla gözlerini açtı. Odasında temizlik
yapılıyordu. Aylin Hemşire'nin hızlı adımlarla odaya girip kendisinden izin
almaya gerek duymadan kolunu kaldırıp dereceyi koyması, sonra tansiyonuna
bakması gibi temizlik için de onun rızası alınmıyordu. Burada bulunan herkes,
herkesin bildiği bir şeyi saklar gibi konuşmuyordu. Temizlik yapan genç kız da
ağzında maskesi ile orada yokmuş gibi davranıyor, sadece paspas yaptığı
zeminle sessiz bir diyalog sürdürüyordu. "Pencereyi açar mısın?" demek
istedi; ama buna gücü yetmedi. Hoş sesinin çıkması, yüzünü bile seçemediği
bu kızın, kendisine elindeki paspas sopasından farklı davranmasını
sağlamazdı ya!
Ağrıları o kadar artmıştı ki, verilen ilaçlar nedeniyle birkaç dakika uyanık
kalabiliyor, sonra yine her şey kayıyordu.
Lise arkadaşları “Bu derste öğrendiklerimiz, hayatta ne işimize
yarayacak?” diye sorduklarında, “Doğru bakmayı bilirseniz bunlar hayatın
kendisi olacak” derdi Selahattin Öğretmen. Tam da onun dediği gibi eşitlik
ilkesi hayatının içine girdi, evlendiği gün. Kadının erkeğe eşit olduğunu, daha
da önemlisi insanın insana eşit olduğunu biliyordu artık. Cezaevinde kaldığı
yıllarda büyüktür, küçüktür sembollerini tanımıştı. Şimdi ise Asuman onun
hayatına eşittir ile geldi. Elbette Asuman'ın yaşamına eklediği tek şey bu
olmadı. Bir süre sonra Asuman'la toplamlarının karesi olmuşlardı. Mustafa,
Mert ve Elif'le birlikte kendi üçgeninin iç açıları toplamında arayacaktı artık
mutluluğu.
ÖYKÜ
KAFDAĞI
Duvardaki saatin "tiktak"larını duyamaz, gece ile gündüzü birbirinden
ayıramaz olmuştu. Bazen dışarıdan kendisine doğru yaklaşan ayak sesleri
duyuyor, sonra başucunda anlaşılmaz bir dilde konuşan insanlar hatırlıyordu.
Sonrasında sesler hep birlikte yine konuşarak uzaklaşıyorlardı.
Artık emindi. Selahattin Öğretmen haklıydı. Hayat, matematik demekti.
Yoksa nasıl açıklardı yaşamın kendine sunduklarını? İşte sıra çıkarmaya
gelmişti. Daha sonra karada, daha kara gecede orada olmamalarını sağlayacak
yüzlerce olasılık hesabı yapacaktı Mustafa. Hiçbirinin sonucu
değiştirmeyeceğini bile bile... Karısı ve iki çocuğunun 17 Ağustos, saat
03:02'de, Yalova'da, o yazlık ev dışında bulunabilmelerinin sonsuz olasılıkta
yeri vardı. Ama onlar o evdeydiler. O gece bu çıkarma işleminde eksilen
hanesinde Mustafa'nın ailesi vardı. İşlemde çıkan Asuman ve Elif oldu. Farksa
korkuları, endişeleri, özlemleri ile Mustafa ve Mert'ti. İşte yine hayat
matematik olmuştu.
Mustafa birden çok derinlerden Mert'in sesini duydu. Halası ile
konuşuyor, galiba ağlıyordu. Ona sarılmak, acısını dindirmek, “Korkma ben
buradayım” demek istedi; ama ne aklı ne de bedeni buna izin veriyordu.
Yalnızca elini uzatabildi. Mert'in elini avucunun içine aldı. Sıcak, sıcacıktı eli.
Mustafa bundan sonra oğlunun hayatındaki hiçbir işlemde yer alamayacağını
biliyordu. Elini son kez sıktı. İçinde güzel, iyi olan ne varsa oğluna akmasını
umut ederek sıktı.
Şimdi başladığı noktadaydı. Dünyaya geldiğinde yanında hiçbir şey
getirmemişti; düne, bu güne, yarına dair. Bir dairenin başlangıç noktasındaydı.
Ayrılma zamanı geldiğinde de yine bir şey alamamıştı yanına. Daire
tamamlanmıştı yalnızca. Dönmüş, dolaşmış, yaşamış ve başladığı noktaya
gelmişti işte. Tavandaki lambanın gölgesine, sonsuzluğa baktı tekrar.
Mustafa'nın o sembol içinde kaybolma zamanı gelmişti. Etrafında bir
koşuşturma, telaş vardı. Oysa her zamankinden daha sakin, daha yavaştı.
Mert'in, ablasının, ağabeyinin, küçük kardeşi Suzan'ın ağlayan sesleri çok
uzaklardan, bir panayır yerinden geliyor gibiydi. Ağlayışlar, hıçkırıklar,
kahkahalara karışıyordu. Mustafa uçmak, oraya doğru gitmek istiyordu. Öyle
heyecanlanmıştı ki soluk alıp veremiyor, sadece bir hırıltı çıkarıyordu. Son bir
gayretle önce derin bir nefes aldı ve bu son nefesi verirken o panayır yerine
doğru uçtu. Mustafa uçtu; ama avucunun içinde sıkı sıkı tuttuğu küçük, gümüş
kelebek hala uçmayı bekliyordu.
37
38
GEZİ
Evliyâ Çelebi Misâli
Batıya Sefer, 1999-2003
KAFDAĞI
Büşranur KAHRAMAN
Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi
Artık yeşilin rengi, ağaçlardaki yaprakların, yerdeki çimenlerin rengi,
safran sarısı renge bürünmeye başlamıştı. Güneşin iliklerimize kadar ısıttığı
havası, bizi sonbahara doğru, rüzgârın önüne kattığı ve sürükleyerek
götürdüğü güz yaprakları gibi savuruyordu. Benliğimi, yeni yeni fark etmeye
başladığım sıralarda, çevremde neler olup bittiğini, bir süzgeçten geçirip
onları beynimin bir tarafına kaydediyordum. O güne kadar adını hiç
duymadığım, nasıl bir yerdir, insanları nasıldır, bilmediğim bir yere gitmek
için annem hazırlıklara başladı. Annemin babamın akrabaları, arkadaşlarım,
konu komşu seferber oldular.
Babam, görevi gereği kısa süreliğine yurt dışına çıkmıştı; biz de artık
bundan sonra orada yaşayacaktık ve ben okula orada başlayacaktım. İçimdeki
heyecanım taşan nehirler, volkanlar gibiydi. Günler alabildiğine yavaş
geçiyordu. Her geçen gün için takvimden bir yaprak koparıyor, kalan günleri
bir bir sayıyordum: 29, 28, 27…
Hazırlıklarımız tamamlanmış, evimizdeki eşyalar odanın birine
toplanmış, ağabeyimin okulundan ilişiği kesilmiş, öğretmenleriyle
vedalaşılmış, sevdiklerimiz, sevenlerimiz hepsi bizde toplanmış; havaalanına
götürecek arabanın gelmesini bekliyorlardı. Doğduğum, büyüdüğüm,
bebekliğimin geçtiği bu güzelim evimize veda etmenin zamanı gelmişti. Son
kez dönüp bir daha bakmak istedim. Arkamızda bıraktığımız gözü yaşlı
insanları, arkadaşlarımı bırakıp gitmenin burukluğu ile babama kavuşmanın
sevincini, iki duyguyu aynı anda yaşıyordum.
Hem hüzün, hem sevinç, heyecanım iyice artmıştı. Artık yaşadığımız
topraklardan tamamen uzaklaşmıştık. Alabildiğince berrak bir havada
indiğimiz koca şehrin büyüsü her tarafımızı sarmıştı. Bizim yaşadığımız
şehre hiç benzemiyordu. Ne yüksek kaldırımları, ne gecekonduları vardı.
Sonsuzluğa uzanan otobanları, gökkuşağını andıran köprüleri, mimari
yapıları, kasabaları köyleri -ki köy demeye bin şahit ister- kusurdan eser yok!
Sanki bütün caddelere, sokaklara, şehrin bir ucundan öbür ucuna KOCA
MİMAR SİNAN el değdirmiş...
GEZİ
39
KAFDAĞI
Küçük yaşta Avrupa'da yaşayan insanları farklı farklı zannediyordum,
ama tıpkı bizim gibi insanlarmış. Biraz soğuk tipleri vardı; havasından olsa
gerek. Genci, yaşlısı çalışkan insanlardı. Mehmet Akif'in dediği gibi 'işleri
dinimiz gibi, dinleri işimiz gibi'… Kaldığımız süre zarfında, bizim de
Avrupalılar gibi çalışkan ve üretken olmayı, onlar gibi güneş doğmadan
kalkmayı, vaktinde yatmayı, zamanından önce randevuya gitmeyi arzu
etmişimdir.
Yolunuz Köln'e düşerse Dom Kilisesi'ni mutlaka ziyaret etmelisiniz.
Hiçbir ayrıntıdan kaçmamışlar, gözün alabildiğine gökyüzüne uzanan,
uzansak yıldızları tutacak kadar yükseklikte çan kuleleri yapmışlar. Kilisenin
her köşesini insan figürleriyle, ilmek ilmek genç kızların kanaviçe üzerine
işledikleri motifler gibi işlemişler; göz nuru döküp heykeller kazımışlar.
Şehirlerin içinden kanallar geçirip gemiler yüzdürmüşler. Tuna nehrini
gördüm. Salına salına gayet vakur, içinden geçtiği şehre göz süzüyordu.
Ecdadımızın Avusturya'ya kadar geldiğini, hatta Almanya caddelerinde
atlarıyla dolaştıklarını, ayak izlerini görür gibi oldum.
1963'lerde Anadolu'dan Almanya'ya giden işçilerimizi Münih
istasyonunda, 'Osmanlı torunları geliyor.'diye, Almanların bando eşliğinde
karşıladıkları geldi gözümün önüne, Münih caddelerini gezerken. Babamın
ben doğmadan önce gittiği şehri görme fırsatı bulduk. Şehrin etrafını
gezerken üç tane kapıdan şehre girildiğini gördüm. Etrafı Çin seddini andıran
surlarla çevrili, yüksekliği az; ama bütün şehrin etrafını çeviren bir kapıdan
içeriye giriyorsunuz.
Günler güzel geçiyor, yeni yerler keşfediyordum: aynı zamanda
sorumluluklarım da artmaya başlamıştı. Kındergarden dedikleri anaokuluna
başladım. Kısa sürede öğrenmeye başladığım Almancayı ilkokul ikinci sınıfa
geldiğimde neredeyse orada doğup büyüyenler gibi konuşmaya başlamıştım.
KAFDAĞI
40
GEZİ
Bulabildiğimiz her fırsatı değerlendiriyor, imkân bulduğumuz her yeri
görmeye çalışıyorduk. Rotamızı Paris, Lüksemburg, Brüksel'e çevirdik.
Muhteşem ülkeler… Katedralleri, gökdelenleri, yemyeşil doğası, şehri ikiye
ayıran kıvrım kıvrım duru kanalları içinde rengârenk ışıklı zembili andıran
gemileri, uçsuz bucaksız yolların sonunda harikalar yaratan mimari
eserleri…
Dünyada en şanslı hayvan hangisi, derseniz; 'Hollanda inekleridir.'
diyeceğim. Sağında kana kana içeceği suyu, solunda doya doya yiyeceği
yeşilliği… Hollanda'nın her yerine sanki yemyeşil halılar serilmiş, inekleri de
salmışlar içine, burada istediğiniz kadar yiyin, için, bol bol süt verin demişler.
Eylül ayının sonralarındaydı, kış yüzünü göstermeye başlamış,
yüzümüze esen sert rüzgârlar okyanusun soğuk su damlalarını getiriyordu.
Kuzey buz denizi NORT SEE! Aman Allah'ım bu kadar mı muhteşem olur?
Gözünüz olabildiğine mavi; sanki gökyüzü ile kucaklaşmış. Başka bir rengin
araya girmesine asla ruhsat yok. Adeta büyüleniyorsunuz; elinizi sürmeye
dahi cesaret edemiyorsunuz. İnadına heybetli; sanki kara parçası onun
yanında nokta kalmış. Adeta Hollanda'ya meydan okuyordu. Dondurucu
soğuğa ve kıyıya vuran özgür dalgalara rağmen çıplak ayakla sahil boyu
yürümeye başladık. Babamla ağabeyim, ayaza rağmen kendilerini dalgalara
teslim ettiler.
Evliya Çelebi misali geziyorduk, yolumuz Danimarka'ya düştü, rotamızı
Kopenhag'a çevirdik. Hızlı trenle Hamburg'dan ülkeler arası yolculuğumuz
başlamış oldu. Önceden yaptırdığımız rezervasyonda, bizim hangi trene,
nerede, hangi saatte bineceğimiz, hangi saatte hangi ülkede olacağımız, hangi
kompartımanda oturacağımız, oturaklarımızın üzerinde yazılı idi. Hiçbir
durağa vaktinden önce ya da sonra varmıyorsunuz. Almanya'da sınırda bir
şehirde trenin durduğunu ve ışıklarının söndüğünü fark ettim.
GEZİ
41
Vagonun içinde çocuklara ayrılmış bir bölümde oyun parkı vardı; ben orada
oynarken insanların trenin içinden dışarıya çıktıklarını fark ettim. Neler
oluyor derken; biz de annemlerle birlikte çıkışa yöneldik ve herkesin gittiği
yöne doğru ilerlemeye başladık. Ben meraklı gözlerle etrafı süzmeye
başladım. Bir de ne göreyim? Trenimiz altı vagonla birlikte uzunca bir
vapurun içine kendine ayrılmış raylı bölümde park etmiş duruyor. Şimdilik
yolculuğuna ara vermiş bir vapurun üzerinde dinleniyor… Etrafımıza
taksilerin, kamyonların, tırların park ettiğini, düğün alayı gibi kendine
ayrılmış bölümde kontaklarını kapattıklarını gördüm. Herkes güverteye
doğru yol alıyordu. Bu arada dev bir kapağın kapanıp kilitlerin vurulduğunu,
bundan sonraki yolculuğun vapurla devam edeceğini hayretler içerisinde
izliyordum. Koskoca bir şehir gibi yemek salonlarıyla, alışveriş
merkezleriyle vapurdaki yolculuğumuz yaklaşık iki buçuk saat sürdü.
Denizin içine salıncak gibi kurulmuş köprüler gökkuşağı gibi görünüyorlardı.
Okyanusun kıyısına dikilen elektrik direkleri adeta insanı büyülercesine,
“Biz buradayız ve dimdik ayakta sizleri karşılıyoruz.” der gibiydiler.
Nihayet Kopenhag, masallar ülkesi… Hafiften İstanbul'u, boğazı
andırıyordu; o kadar geniş ve büyük olmasa da kartpostal gibiydi şehir.
Seyahatimiz İsveç'e doğru devam ederken, ben her zamanki gibi fıkır fıkır,
kıpır kıpır yerimde duramıyordum. Arabada söylenen şarkılara eşlik ediyor,
bir taraftan da etrafı izliyordum.
Tüp geçitten geçmek için denizin içine doğru yol almaya başladık. Yanı
başımızda tren, üstümüzde deniz, onun üstünde uçaklar. Kâh üste çıkıyoruz,
deniz yanlara geçiyor; kâh dibe dalıyoruz; yaklaşık 18 km yol alıyoruz. Sonra
birden güneş 'Merhaba' diyor tünelin çıkışına vardığınızda. Nihayet güneşin
batmaya kıyamadığı İsveç sokaklarındayız…
KAFDAĞI
42
Yolculuk
ŞİİR
Halil UYTUN, Okul Müdürü
Türkan Azmi Köksoy İ.O.
Akşamın geç saatlerinde,
Otobüsün çevresinde,
Ya bir de dönünce,
Telaşlı koşuşturmalar.
Kimseyi bulamazsan...
Grup grup toplanmış,
Irmakta yuvarlanan taş gibi
Eş,dost,arkadaşlar,
Hissedersin kendini.
Akraba ve komşular.
Oradan oraya savrulursun,
Birer kişiden oluşan,
Ne arayanın vardır ne soranın.
Gruplar da var,
Sanki bin kişiymiş gibi.
Öyle mahzun mahzun,
Bir köşede beklemedeler.
Gurbette olmak koymaz insana
da
''Sılada gurbet yaşamak'' koyar.
Acıların en büyüğüdür,
Vedalaşmalar,hıçkırıklar
Uğurlanan yolcuların arkasından,
Doğup büyüdüğün topraklarda,
Bir sürü el sallandığı gibi
Yabancı olmak.
Bundan mahrum yolcular da var.
Ne sen onları anlarsın,
Gecenin karanlığında,
Ne onlar seni.
İlerleyen otobüsün içinde,
Aranıza aşılmaz
Eşitlenir yolcuların yalnızlığı.
Uçurumlar girmiştir.
Bu yolculukların;
Aşmak için boşuna uğraşırsın;
KAFDAĞI
Belki de en keyifli tarafı,
Artık hiçbir köprü,
Geri dönülmesidir.
Bekleyenlerinin olmasıdır;
Bir evin,bir yurdun olmasıdır.
Birleştiremez sizi.
Kalem ve Kâğıt
DENEME 43
Mustafa Göktürk TAPIŞ,
Gazi Çiftliği Lisesi, 11-F/C
KAFDAĞI
Ah! Şu kalem şu kâğıt nasıl birer armağan… Söyleyemediğim sözleri
söyler, hissettiremediğim duyguları hissettirir ya da hissedemediğim sözleri
ruhuma fısıldar. Bazen de kalemimden dökülenlerin dilimden
dökülmediğine yanarım. İşte o zaman kalem kalemliğini, kâğıt kâğıtlığını
unutur. Şiirler, yazılar, sözler küser bana… Hissedemem kelimelerin renkli
ezgisini yüreğimin derinliklerinde. Eğer düşündüklerimi bakışlarım ya da
sözlerim anlatabilseydi gerek kalmazdı zaten kaleme de dile de… Ya da
gözlerimi her gece kapadığımda bir parçasını silebilseydim o zaman
kaybolurdu yazdıklarıma yüklediğim manalar… Belki de kalbim her
çarptığında almasaydım kalemi ve kâğıdı elime, unuttursaydım onlara da
seni, kavuşurdu zihnim eski berraklığına… Ve zamanla kalemle kâğıt da
silerdi seni, benim seni sildiğim gibi…
Aslında kalemle kâğıdın aşkının bittiğini söyleyen birçok insan çok
yanılıyor. Kalemle kâğıdın aşkı tam bu noktada başlar. Eski perdeleri atıp,
yerine yenilerini asarak ruhunun pencerelerini sonuna kadar açarsın. Tıpkı
baharda gülün bülbüle, bülbülün de güle yaptığı gibi… Açarsın yelkenleri,
rotayı çevirirsin daha saf daha taze daha berrak aşklara doğru. Açarsın
yüreğinin tezgâhını serersin gözler önüne. Kaybolursun ökseotu, melisa,
papatya kokulu kırların içinde. Belki de oturursun heybetli bir sedir ağacının
masum gölgesinde. İşte tam o anda içinden geliverir hatırlarsın onları ve
alırsın kâğıtla kalemi eline. Başlarsın ruhundaki besteyi sözlerine
kavuşturmaya. Tatlı nağmelerle renklendirirsin şiirlerini. Kalem de başlar o
an aşkını göstermeye kâğıda. Elbette kâğıt da karşılık verir bu aşka. Hatta
zihnin de eşlik eder onlara. Gözlerini kapar, zihnini açarsın. Ve sonra
değişiverir birden her şey…
Hayatın, bedenimizin ve ruhumuzun değişimini, zamanın geçişini
fark ederiz. Duyularımızın mükemmel yaratılmış dünyasında, doğanın
ritmini dinler, kokunun büyüsüne kapılır, tatların sonsuz denizinde geziniriz.
Ilık ve yumuşak yağmur damlalarını tenimizde hissederiz. Belki de
rüyalarımıza küçük bir yolculuk yapıp çıkartırız uçsuz bucaksız hayallerin
bize verdiği armağanları… Biz hayata karışırız, hayat düşlerimize...
Düşüncenin diyarında yolumuzu keşfetmek için demir alırız önce. Ulaştırır
kalem ve kâğıtta bizi yazının ve ruhumuzu okşayan şiirlerin ahengine. Ve bu
eşsiz seyahatin sonunda kalem ve kâğıt yansıtır keşfettiklerimizi bir ayna
sadeliğiyle…
KAFDAĞI
44
Kayısı Çekirdeği
ÖYKÜ
Hülya Zeynep KOYUNCU, Türkçe Öğretmeni
MEV Batıkent İlköğretim Okulu
Suzan Hanım, sıcaklığın eksilerde olduğu bir
güne daha uyanmıştı. Yapacak çok işi vardı.
Çocuklar uyanmadan soba yakılmalı, her sabah
rafadan yumurta yemeye bayılan çocuklar için taze
yumurtalar toplanıp haşlanmalıydı. Bir de askerlerin
tarhana çorbası yapılacaktı. Suluçem Köyü'ne geldikleri ilk hafta koca bir tencere
tarhana çorbasını yan komşuları olan askerlere götürmüştü. Askerler çorbaya
bayılmıştı. Yenge, ellerine sağlık, bizi böyle alıştırma, her zaman senden çorba
isteriz ha! , demişlerdi. Suzan Hanım: “İstediğiniz çorba olsun. Ben size her sabah
çorba yaparım.” diye cevap vermişti. Anne babalarından uzakta, bu sınır köyünde
askerlik görevi yapan gençler, manevi annelerine kavuşmuşlardı. Canları mantı
istediğinde aralarından en sevimlisi Antepli'yi Suzan Hanım'ın yanına
gönderiyor:”Ana, bizim Kayserili memleketi çok özlemiş, şöyle bir mantı olsaydı,
yeseydi, belki sıla özlemi biraz geçerdi.”deyip Suzan Hanım'a istediklerini
yaptırıyorlardı. Köksal Başçavuş: “Hanım şımartma şunları. Burası baba ocağı
değil, asker ocağı! “ diye kızıyordu eşine. Suzan Hanım eşinin uyarılarına kulak
asmıyordu.
O gün de öyle oldu, çorba hazırlandı, duvara üç kere vuruldu ve çorbayı almaya
gelen Antepli'nin elinden boş tencere alınarak dolusu verildi ve dumanı üstünde
yenmesi için karakola gönderildi. Ardından kahvaltı tepsisi hazırlandı. Suzan
Hanım: “Özlem, kızım haydi kalk kahvaltı hazır.”diye seslendi.
Her zamanki gibi yataktan en son kalkan Özlem, annesini duymamış gibi
gözleri kapalı, yorganı sırtına aldı arka odaya geçti. Arka oda kullanılmayan
eşyaların konulduğu bir depo gibiydi. Köyde elektrik olmadığı için televizyon,
buzdolabı, halılar bir de misafir geldiğinde yatabilsin diye tek kişilik bir yatak…
Özlem her sabah bu yatağın misafiri olurdu. Yorganı kafasına çekti tatlı uykusuna
devam etti. Diğer kızlarıyla odadaki yatakları toplayıp gömme dolaptaki hurcun
içine yerleştiren Suzan Hanım: “Özden haydi git ablanı uyandır.” dedi.
Henüz bir buçuk yaşında olan Özden'in en önemli görevi her sabah ablasını
uyandırmaktı. Ablasının üstünde zıplar, saçını çeker, bağıra bağıra şarkı söyler ve
sonunda ablasını uyandırırdı. Özlem uykusunun arasında üstünde hoplayıp zıplayan
Özden'e : “Yapma!” diye bağırıyordu ama kim dinler, hopladığı yetmiyormuş gibi
şimdi de ısırmaya başlamıştı. Özlem: “Yeter artık tamam, kalkıyorum ısırma!” diye
bağırdı. Kardeşi küçük olduğu için ona fazla kızamıyordu, ne de olsa Özden'i başına
ÖYKÜ
KAFDAĞI
musallat eden annesiydi. Bu sefer ayağı ısırılınca Özlem'in sabrı tükendi. Bu kadarı
da fazlaydı. Gözlerini açmadan yorganı hışımla kaldırdı, ufaklık bir şaplağı hak
etmişti!
O da ne! Yumuşak tüylü bir şey… Birden gözlerini açtı. Açmasıyla avazı çıktığı
kadar bağırmaya başladı, tabii karşısındaki yaratık da… çığlıklara ilk gelen Köksal
Başçavuş oldu. Özlem'i sakinleştirmeye çalışırken yaratığı kucağına aldı. Gürültüyü
duyan Suzan Hanım da gelmiş, kızına sarılmıştı. Annenin kucağında Özlem, babanın
kucağında bir yaratık herkes sakinleşmeye çalışıyordu. Özlem sürekli: “ Ba ba ba bu
bu bu yaratık be be beni yiyecekti.”diyor ve ağlıyordu. Herkes bu tuhaf manzara
karşısında Köksal Başçavuş'a döndü. Anne Suzan Hanım kaşlarını çatarak: “Bu da
nedir, buraya nasıl geldi?”diye sormayı akıl edebildi. Köksal Başçavuş anlatmaya
başladı: “Akşam devriye gezerken karşımıza bir ayı çıktı. Bizim acemi erlerden biri,
ayıyı görünce korktu tüfeğini ateşledi ve zavallı hayvanı vurdu. Ayılar kışın
inlerinden çıkmaz, bilirsin. Bu ayının yavruları olacağını, yavrularına yiyecek
bulmak için dışarı çıktığını düşünüp etrafa bakındık. Gerçekten de birkaç metre
ilerde bir mağarada iki yavru ayı bulduk. Yavrulardan birini ben birini de Altan
Yüzbaşı aldı. Gece, yavruyu nereye koyacağımı bilemedim. Arka oda kullanılmıyor
diye geçici olarak yavruyu buraya koydum. Hepsi bu. Herkes şaşırmış ama Özlem ve
ayı aynı zamanda korkmuşlardı da birbirlerinden… Suzan Hanım: “Keşke beni
uyandırsaydın. Hayvanı kömürlüğe koyardık.”diyebildi. Ayının, Köksal
Başçavuş'un başparmağını emdiğini fark ettiler, süt gerekiyordu ve neyse ki evde süt
vardı.
Suzan Hanım kızsın mı gülsün mü bilemedi. Arkasına saklanmış çocuklarına
bakarak ne kadar sevimli görünse de bu hayvanın onlar için tehlikeli olabileceğini
düşündü ve: “Bu hayvan, çocuklar için tehlikeli olabilir.”diyerek süt getirmeye gitti.
Çocuklarının ve eşinin korku dolu bakışlarını o zaman fark eden Köksal Çavuş, ayıyı
kucağından indirdi, kafasını okşadı: “Özlem, kızım gel, sen de sev. Bak o da senin
gibi küçücük bir yavru, korkmuş, tir tir titriyor. Hayvanlar kendilerine zarar
verilmediği sürece kimseye saldırmazlar.” Dedi ama Özlem'i ayıyı sevmeye ikna
edemedi. Annesinin eteğine yapışmış haldeki Özlem kendine ne söylense omuzlarını
kaldırıp indiriyor ve: “ Çıkkk, ben beslemem.”diye bağırıyordu.
Bu olaydan sonra Köksal Başçavuş'un kızları babalarına küstüler. Küçücük
yavruymuş! Yavruya bak, Özden'in üç katı… Bu da yetmezmiş gibi babalarının
kucağından bir türlü inmiyor… Karakolun maskotu haline gelen yavru ayı, bahçede
45
KAFDAĞI
46
ÖYKÜ
sürekli koşup oynuyor, önüne gelenin üstüne atlıyordu. Kızlar korkularından evden
dışarı çıkamaz oldular. Tüm gün pencereden yavru ayıyı izliyorlardı. Özgürlükleri
kısıtlanmış bu da yetmiyormuş gibi bir anda evin ve karakolun gözdesi oluvermişti
bu hayvan. Bu durumdan en çok etkilenen evin en büyük kız Feraye oldu. Erkek
gibiydi Feraye, güçlüydü de, tüm gün ağaç tepelerinde gezer, tavukları kovalar hatta
futbol oynardı. Bahçe onun her şeyiydi; ama işte eve tıkılıp kalmıştı. Artık
dayanamıyordu. “ Ben bu yaratığa gösteririm.”dedi ve sapanıyla, kurumuş kayısı
çekirdeklerinden oluşan mermilerini alarak, yavru ayıyla savaşa çıktı. Bir çırpıda en
yakın ağaca tırmandı. Kayısı çekirdeğini sapana yerleştirdi ve beklemeye başladı.
Çok beklemesine gerek kalmadan ayı, görüş alanına girdi. Sapanı gerdi, nişan aldı ve
ateş... Vurulan ayı saldırının nerden geldiğini gördü, ağaca doğru hırlayarak
koşmaya başladı. Feraye tekrar sapanı hazırladı. Düşman kendisini fark etmişti.
Babası ne demişti: “Hayvanlar kendilerine zarar verilmediği sürece kimseye
saldırmazlar.”
Ayı saldırmaya geliyordu! Nerdeyse kalbi yerinden çıkacaktı, birden dengesini
kaybetti ve soluğu ağacın dibinde aldı. Ablalarının ağaçtan düştüğünü gören kızlar,
onu ayıdan koruma düşüncesiyle korku zincirlerini bir anda kırdılar ve onun yanına
koştular. Ayı bu hengâmede birden yok oldu. Feraye, ağacın altında, bacağını tutarak
ağlıyordu. Bahçedeki gürültüye Köksal Başçavuş ve karakoldakiler koşarak
geldiler. Ne olduğunu anlamaya çalıştı. Feraye acılar içinde kıvranıyordu, bacağı
kırılmış olabilirdi. Ne olmuştu da kırılmıştı anlayamadı. Bir çırpıda Özlem anlattı
her şeyi, ayının gelişini, Feraye'nin tam isabet ona ateş edişini ve ağaçtan yere
düşüşünü… “Antepli, arabayı hazırla Doğubayazıt'a doktora gidiyoruz.”dedi,
Köksal Başçavuş, “ Ayı nerede bu arada?” olanlardan korkan ayı Feraye'nin düştüğü
ağacın üstüne çıkmış oturuyordu bu defa. Özlem, “ İşte orda!..” diye eliyle ağacı
işaret etti. Herkes çok şaşırmıştı. Yavru ayı kendine kollarını uzatan Köksal
Başçavuş'un üstüne atladı hemen; ama onun kucağında durmadı ve yere inerek
Feraye'nin yanına geldi, elindeki biberonu ona uzattı. Yenik savaşçı Feraye, yıllardır
bu ayıyla arkadaşmış gibi: “Ben bebek miyim sanki süt içecek!”dedi ve gülmeye
başladı. Yavru ayıya sarıldı. “Baba, şuna bak. Ben ona kayısı çekirdeği atıyorum, o
bana ne veriyor!”
Köksal Başçavuş çocuklarıyla yavru ayının arasındaki buzların eridiğini
görmekten mutluydu. Bu dostluğun kurulması bir kırık bacağa mal olmuştu ama
değmişti doğrusu…
Kocaman Yürekli Annem
Zeliha AYDOĞDU, 8/B
Münevver Öztürk İlköğretim Okulu
ŞİİR
KAFDAĞI
Başlar yüreğinde, sevgi, içinde ateş,
Karnını ilk ısıttığımda, o, minicik güneş,
Var mıdır annem için, dünyada, bu sevgiye eş,
Ne dost, ne arkadaş, ne de kardeş,
Canıyla, kanıyla, besler beni,
Geçer gün, geçer hafta, biter dokuz ay,
Hiç görmediği bir varlığı özlemek, dile kolay…
Alır kucağına beni, öper, sever koklar,
Bilirim ki 'o melek, beni ömrümce korur kollar,
Kocaman yüreği vardır, benim annemin,
Sınırsızdır duygu dünyası, benim annemin,
Sevgisiyle atmıştır imzasını kalbime.
Ömrümce aklımdan çıkmaz, ''Yılma çok çalış sevgiyle başarırsın'' dediği
benim annemin…
Okul sıralarıyla tanıştığım o ilk gün,
''Korkma hep yanında olacağım
Hayat yolunda yalnız yürüyeceğin, ilk gün, bugün''…
''Evet, bebeğim sen artık büyüdün''.
Bırakınca annem ellerimi kalbim yerinden çıkacak sandım güm, güm…
Annem verdi bir tek, karşılıksız sevgiyi,
Gitmez kulağımdan, türküler, ninniler söyleyen, o güzel sesi,
Yavrum derdi bana ''Kimseler üzmesin seni, incitme sen de, yaralama sakın
kimseyi''
Evet; sıkar bazen beni annemin öğütleri,
Ama bilirim ki her biri, altın, elmas değeri,
Bulamam dünyada, anneme uyacak mücevheri,
Bilirim ki hayat çok kısa, öğrenmeliyim artık annemi üzmemeyi…
Masallar okurdu annem, o güzel sesiyle bana,
Bitmesin isterdim masallar, olalım hep yan yana,
Bitmesin bu anlar sığarken şimdi kucağına,
Büyüdüğümde, gideceğim diye uzaklara,
Ama annem derdi ''mesafeler önemsiz, ben her zaman bir adım ırağında''
Anlamazdım o zaman, küçüktüm ''ırak ne ki ?''
Çözdüm anne şimdi, uzakmış, ''o'' kelime,
Büyüdüm öğrendim anne, şimdi uzaklardayım,
Ama bir nefes kadar yanımdasın, bilirim ki…
Evet, ''anneyim, annem ben de şimdi,''
Taşıyabilecek miyim acaba o kocaman yüreği, senin gibi.
47
48 MAKALE
Osmanlı Devletinin Kuruluşunda
Âhilik ve Loncalar
KAFDAĞI
Makale Yazma Yarışması 1.si
Hande TEPEDELENLİ, Ümitköy Anadolu Lisesi
Türk tarihinde bilinen ilk esnaf teşkilatı Ahiliktir. Ancak Ahiliğin
yalnızca bir esnaf birliği olmadığı tasavvufi yönleri de olan ve akidelerini
esnaf üzerinden yayan bir tarikat olduğu da söylenebilir.1
Ahi sözcüğünün anlamı konusunda farklı görüşler vardır. Bunlardan
birincisi Arapça “kardeşim” anlamındaki “ahi” kelimesi,diğeri ise eski
Türkçede cömert anlamındaki “akı” kelimesidir.2
Moğol hükümdarı Cengiz Han (1155-1227) döneminde Asya’daki en
uygar Türk kentleri olan Buhara, Semerkant,Taşkent, Merv, Belh gibi
önemli ticaret ve kültür merkezlerinin istila ve yağma edilmesi Türkistan ve
Harzem’ deki Moğol egemenliği nedeniyle bu kentlerde yaşayan tüccar ve
zanaatkarların çoğunun da Anadolu Selçuklu Devleti topraklarına
sığınmasına neden olmuştur.
Bu yeni gelenler Anadolu’nun ekonomik ve sosyal yaşantısında büyük
değişmeye neden oldular.O zamana dek çoğu göçebe olan Türk halkı
arasında hızlı bir kentleşme hareketi görüldü.3 Elbette ki Ahilik şehirli bir
örgüttü. Bu nedenle şehir hayatına ve bu hayatın düzenine toplumsal sınıflar
arasındaki uyuma önem vermiş, toplumun dini ahlaki duyarlılıkları üzerine
kurumsal bir temel oluşturmuştur.
Ahilik denilen bu sosyal ve ekonomik ve zaman zaman askeri
nitelikleri olan bu teşkilatı açık şekilde Moğol istilasını takip eden yıllarda
görüyoruz. Bu konuda kaynakların yeterli olduğunu maalesef
söyleyemiyoruz. Ancak her şeye rağmen mevcut kaynakların yorumlanması
sonucunda Ahiliğin biraz daha açığa çıkartılarak anlaşılması imkanı vardır.
Bu teşkilatın esası, Abbasi halifesi en-Nasır li’dinillah (1179-1225)’in
İslam ülkelerinde manevi birliği sağlamak maksadıyla ortaya attığı fütüvvet
(gençlik) tarikatine de dayanıyordu.En-Nasır İslam hükümdarlarını bu
tarikate sokmaya muvaffak olmuş,onlara Remy’ül-Bunduk imtiyazını vermiş
ve Türkiye Selçuklu Sultanı Gıyas’üddin Keyhüsrev I,Mısır Türk sultanı
Baybars v.b. hükümdarlar özel fütüvvet üniformasını törenle giymişlerdi.4
XIII. Yüzyıldaki Moğol istilası Anadolu’da büyük tahribata ve ekonomik
çöküntüye neden olmuş, bu durum Anadolu Türkmen topluluklarının da
Moğol etkisinden daha az zarar görecekleri Batı
1
Prof. Dr. Fuat Köprülü,“Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” sf. 213
İbn Batuta, "İbn Batuta Seyahatnâmesinden Seçmeler", sf.7-8
3
Sevgi Aktüre “16.Yüzyıl Öncesi Ankara’sı Üzerine Bilinenler”sf.15
4
Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu , “Selçuklu Tarihi” sf.103
2
MAKALE
49
Anadolu’ya göç etmelerine sebebiyet vermiştir. Kösedağ Savaşı (1243)
sonrasında Anadolu’daki Moğol askeri üstünlüğü şehirlerde güvenliği
ortadan kaldırmış, bunun sonucunda Ahi ileri gelenleri şehrin hakimiyetinde
en ileri gelen kişiler olmuşlardır1.
İşte Osmanlı Devleti’ni kuranlar da, çağdaş kaynakların ifadesine göre
Moğol baskı ve tahakkümünden kaçarak Anadolu’ya girmişler ve Selçuklu
Sultanları tarafından Kuzeybatı Anadolu ucuna yerleştirilmişlerdir2.Kuruluş
dönemini anlatan ilk Osmanlı tarihçileri ayrıntılardaki küçük farklara
rağmen bunu hep ifade etmişler,3Ertuğrul’un yönetimindeki küçük Kayı
topluluğunun Horasan’dan Anadolu’ya geliş macerası ve burada
yerleştirilmeleri ilk Osmanlı tarih yazarlarınca efsanelerle karışık olarak
anlatılmıştır4 Ahilik denilen bu örgütü açık şekilde Moğol istilasını takip
eden yıllarda görüyoruz. Burada bir devlet yapılanması meydana getirmeye
çalışan ilk Osmanlı padişahları diğer bazı sosyal gruplar gibi Ahilerin de
desteğine ihtiyaç duymuşlardır. Kentlerde Ahi desteğini alan kuruluş
dönemi Osmanlı Padişahları kırsal alana da hakim olabilmek için bir takım
abdallar, dervişler ve babalardan da yararlanmışlardır.
XIV.Yüzyılın ilk yarısında Anadolu’nun bir çok şehrinde örgütlenmiş
olan Ahiler sosyal ve iktisadi gelişmenin sivil ateşleyicisi
durumundaydılar.Yine kültürü yaymak ve kendi insanını yetiştirmek
bağlamında Osman Gazi’nin Ahi zaviyelerinden o dönemin kültürel
şahsiyetlerini desteklemeye kadar bir çok noktada ilim hayatını, kültürü
desteklediğini bu insanları uç bölgesine davet ettiğini ve orada canlı bir
kültürel ortam yarattığını görmekteyiz.5
Esnaf ve zanaatkarların kentsel üretim eylemleri çerçevesinde bir
araya gelmelerini sağlayan bu örgütlenmenin öncülüğünü zamanın büyük
Türk düşünürleri yaptılar. 6 XIII. ve XIV. yüzyılda Ahilerin en bilinenleri ve
yaşadıkları yerler hakkında bazı bilgilere sahibiz. Elbette ki günümüzde
adını bilmediğimiz, nerede yaşadığı ve öldüğü hakkında kesin bilgilerimizin
1
Doç.Dr.Tuncer Baykara “Türkiye Selçukluları Devrinde Konya” sf.144
H.Nihal Atsız “Aşıkpaşaoğlu Tarihi”sf.15
3
Prof.Dr.Mehmet Altay Köymen “Neşri Tarihi”sf.37
4
H.Nihal Atsız “Oruç Beğ Tarihi” sf. 21
5
Prof.Dr.Yusuf Oğuzoğlu “Osman Gazi Dönemindeki Kültürel ve İnsani Değerler,Osman
Gazi ve Bursa Sempozyumu”, sf.26
6
Sevgi Aktüre “16.Yüzyıl Öncesi Ankara’sı Üzerine Bilinenler”sf.14
2
KAFDAĞI
50 MAKALE
KAFDAĞI
olmadığı pek çok Ahi ileri geleni vardır.Kaynaklarda isimleri geçen , mezar
ve türbeleri bilinenleri ise şunlardır: Ahi Evren(Ahi Evren Türbesi, Kırşehir
ili, merkez ilçesi Ahi Evran mahallesindedir.),Ahi Yusuf(Türbesi Antalya
ili merkez Muratpaşa ilçesinde Selçuklu mahallesi Mermerli sokaktadır.),
Ahi Bayram(Türbesi, Aydın ili Çine İlçesi, Eskiçine köyündedir.), Ahi
Şerafettin(Türbesi, Ankara ili Kılıçarslan mahallesi Kurnaz sokak 14
numara, Samanpazarı’ndadır.), Ahi Elvan(Türbesi, Ankara ili Etimesgut
ilçesi, Elvan mahallesi camiinde olup türbede Ahi Elvan ve kardeşi
yatmaktadır.), Ahi Emir Ahmet(Türbesi Sivas il merkezinde Kongre Lisesi
yanındadır.), Ahi Evren Dede(Türbesi, Trabzon ili, merkez ilçe, Boztepe
mahallesi, Erenler sokak Kır Mevkii- 1’ dedir.), Ahi Yusuf
Perende(Türbesi Tokat ili Turhal ilçesi, eski İmam Hatip Lisesi Amasya
yolu üzerindedir.), Ahi Barak baba(Türbesi, Amasya ili Gümüşhacıköy
ilçesi, Gümüş kasabası, Gümüş Camii Kebir Mahallesindedir.), Şeyh
Ahmedi Gülşehri(Türbesi Nevşehir ilinin Gülşehir ilçesi.
Eski Mezarlık içi Gedik Sokak’dadır.), Ahi Ebubekir(Türbesi, Muğla
Yatağan İlçesi Tekke Alanı, Akyol Mahallesi’ndedir.), Ahi Yunus(Türbesi,
Çanakkali ili, Ezine İlçesi ana cadde üzerinde Şerefşah caminin
karşısındadır.)1
Anadolu’da Ahi örgütünden ilk defa bahseden Türkçe kaynak, Aşık
Paşazade’dir. “Tevarih-i Al-i Osman” adlı eserinde XIII. yüzyılda
Anadolu’da bulunan dört zümreden bahseder.Bunlar Gaziyan-ı
Rum,Abdalan-ı Rum ,Baciyan-ı Rum ve Ahiyan-ı Rum’dur.2 Yukarda
söylenenleri destekleyen bu kayıt herhalde kuruluş dönemi Osmanlı tarihi
için çözülmesi zor bazı sorunlar da ortaya çıkarmıştır. Çünkü bahsedilen
dört zümre hakkında bilinenler çok azdır.Özelikle Baciyan-Rum hakkında
bilinenler Fatma bacı ve bu kişinin Ahi Evren’in eşi olduğu söylentisinden
ibarettir.Bu durumun gerçek olması söz konusu zümrenin ahilikle ilişkisini
de ortaya koyacaktır.
Fuat Köprülü’ ye göre Ahiler Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda son derece
etkilidirler. “Daha Osmanlıların ilk devirlerinde dahi Ahi unvanlı bir takım
dervişlere bol olarak rastlanıyor ki, bunların da Ahilerden olduğu
1
Dr.Yaşar Kalafat, “Ahi Türbeleri Etrafında Oluşan Halk İnançları”
sf.178,179,180,181,182,183,184,185
2
H.Nihal Atsız “Aşıkpaşaoğlu Tarihi”sf.195
MAKALE
51
tabiidir.”1 Osman Gazi’nin kayınbabası olan Şeyh Edebalı, Osman Gazi’nin
bir çok silah arkadaşları ve Orhan Gazi’nin kardeşi olan Alaaddin Paşa Ahi
teşkilatına mensupturlar.İlk Hükümdarlar bu kuvvetli teşkilattan
yararlanmışlar ilk düzenli Osmanlı askeri teşkilatı olan yaya teşkilatının
üniformalarında ahi üniformalarını taklit etmişler,I.Murad döneminde
kurulan Yeniçeri birliklerinin başlıklarında ahi serpuşlarını taklit
etmişlerdir.2Ahilerin devletin kuruluşunda ve ilk fetihlerde oldukça etkin
oldukları, Bursa’nın fethinde Orhan Bey ile birlikte oldukları ve burada Ahi
Hasan tarafından bir zaviye inşa edildiği anlaşılıyor.3
XIV. Yüzyılda Anadolu’dan geçen Arap seyyahı İbn-i Batuta Ahi
zaviyelerinde konaklayarak ahiler hakkında dikkat çekici bilgiler vermiş ve
onların konukseverliğinden övgüyle söz etmiştir.4İbn-iBatuta Anadolu’daki
seyahati sırasında Batı Anadolu’da Bursa,Denizli,Tavas üzerinden Muğla ve
Milas’a ulaşmış, oradan da Konya’ya gitmiştir.Anadolu’da Ahilik
kurumunu anlatmış,bu teşkilatın özelliklerini belirtmiştir.İbn-i Batuta bu
seyahatini 1333 yazında yapmıştır.5İbn-Batuta’nın ifadelerinden Ahiliğin
Orta Anadolu’da olduğu kadar Batı ve Güneybatı Anadolu’da da son derece
güçlü bir sosyal teşkilat olduğu sonucu çıkarılabilir.Üyeler arasında son
derece güçlü bir sosyal yardımlaşma vardır.
İbn-i Batuta bu konudan şöyle bahseder. “Ahi, bir zaviye bina eder,
onu halı,kandiller, ve başka gerekli eşya ile döşer.Zaviyede onunla beraber
olanlar gündüz çalışırlar ve ikindi namazından sonra ortaklaşa kazançlarını
getirirler. Bu para ile zaviyede yenecek meyve ve başka yiyecekler satın
alınır. Şayet o gün şehre bir yolcu gelmişse kendisini zaviyede konuk
ederler, satın aldıkları şeyleri ikram ederler ve ayrılış gününe kadar konuk
onların yanında kalır.Bir konuk gelmemişse,kendileri yiyecekleri beraber
yerler ve yemekten sonra ilahi ve raks ile sema yaparlar.”
XIII. Yüzyıl Anadolu’sundaki siyasi kargaşa ve ekonomik bunalım
sonucunda şehirlerde merkezi otoritenin kaybolması ahileri şehir
Prof. Dr. Fuat Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” sf. 214
Fuat Köprülü “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu” sf.13
3
Prof.Dr.Mehmet Altay Köymen “Neşri Tarihi I”sf.69
4
Halil İnalcık “Devlet-i Aliye” sf.37
5
Paul Wittek,Çev.O.Ş.Gökyay “Menteşe Beyliği” sf.66
2
KAFDAĞI
1
52 MAKALE
yönetiminde de etkin hale getirmiş Osmanlı fethine kadar Ankara ve
çevresinde bir Ahi Cumhuriyeti kurulmuştur.1
Ankara’nın Osmanlılar tarafından H.762 (M.1360- 61) tarihinde
alınışından sonra Ahilerin namına pek rastlanmamaktadır. Bundan Ahilerin
siyasi önemlerinin kalmadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Ancak Osmanlıların
Anadolu’da kuvvetli bir merkeziyet kurduktan sonra Ahilerin siyasi bir
önemleri kalamazdı.2
Özellikle Ahilerin güçlü olduğu kentler, Orta Anadolu’da Kırşehir,
Ankara, Kayseri, Sivas ve Konya şehirleriydi. Ahiler bu kentlerde XIII. ve
XIV. yüzyıllar boyunca etkili olmuşlar, başlangıçta debbağ, saraç ve
kunduracıları kapsayan bir örgütken sonraları 24 üretim kolunu kapsayacak
şekilde genişlemiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Çiftçiler, debbağlar, hallaçlar, yorgancılar, pabuççular, keresteciler,
nalbantlar, sandıkçılar, haytaplar3, dokumacılar, bezzazlar4, ipekçiler,
şekerciler, demirciler, leblebiciler, aktarlar, nalıncılar, çulhacılar,
destegahçılar,
berberler,
ekmekçiler,
göncüler,
bıçakçılar
ve
kuyumcular5.XV.yüzyılda merkezi idarenin güçlenmesiyle birlikte ahilik
sosyal ve ekonomik hayatta yerini “lonca” teşkilatına bırakmıştır.
XIII.ve XIV.yüzyılda Anadolu’da dini ve mistik bir rolleri de olan
Ahiler, Orta ve Batı Anadolu’da tekke ve zaviyeler kurarak, Anadolu halkını
dini, ahlaki yönden de ayakta tutmaya çalışmışlardır.Ahilik kurallarını
belirleyen kitaplar olan “fütüvvetname”ler, ahlak esaslarını şöyle telkin
eder: “Eline,beline,diline hakim olma” bu söylem hırsızlıktan,cinsel
tacizden ve başkası hakkında kötü sözler sarf etmekten kaçınmayı öğütler.6
Ahiler dini-mistik bir yaşantının hakim olduğu bir çeşit tekke olan
zaviyelerde yaşarlar, buradaki mensuplara “fityan”, zaviyenin yöneticisi
konumunda bulunanlara ise “Ahibaba” denirdi.7
1
Sevgi Aktüre “16.Yüzyıl Öncesi Ankara’sı Üzerine Bilinenler”sf.15
Prof. Dr. Fuat Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” sf. 216
3
Doğrusu “Maytap”olmalıdır.Şenlik ve eğlenceler için havai fişek hazırlayan esnafı ifade
eder.
4
Kumaş alıp satan kimse.
5
Y.Doç.Dr.Sevgi Aktüre,16.Yüzyıl Öncesi Ankara’sı Üzerine Bilinenler,sf.14
6
Halil İnalcık “ A.g.e.”sf.38
7
Halil İnalcık“ A.g.e.”sf.39
KAFDAĞI
2
MAKALE
1
Halil İnalcık “Devlet-i Aliye”sf.297
Halil İnalcık “Devlet-i Aliye”sf.282
3
Ekrem Kolerkılıç, “Osmanlı İmparatorluğunda Para” sf 8
2
KAFDAĞI
Bu dönemde Ahiliğin sosyo-ekonomik yapısını “usta-kalfa-çırak”
düzeni oluştururdu. Çırak mesleğe yeni başlamış kişidir. Kalfa ise meslekte
deneyim kazanmış ustalığa hazırlanan kimsedir.Usta ise mesleğin
inceliklerini kavramış kişidir.
Şehirlerde üretim ihtiyaca göre belirlenirdi. Üretimin fazlası esnafın,
azı halkın ekonomisini zedeleyeceğinden üretim nüfusun ihtiyacına göre
ayarlanırdı. Önceleri bu işleri ve mal kalitesini denetleyen şehirdeki Ahi
tekkesinin başında bulunan “Ahibaba” olurdu. Sonraları denetleme işini ve
malın kalitesini devlet adına Osmanlı muhtesipleri yapmaya başlamışlardır.
“Genelde Osmanlı üretim ve pazarlama sistemi Orta Çağ’ın yerel
kasaba ekonomisi kurallarını izliyordu. Bu ekonomi sisteminde, üretim,
kasaba ve ona bağlı köyler için belli-sınırlı bir nüfus için yapılırdı. Yani
pazar ve üretim sınırlı idi.”1
Orta Çağ Anadolu Türk toplumunda üretimin ve ihtiyaçların sınıflı
olması, devletin fiyat istikrarını korumasını kolaylaştırmış, kadılar vasıtası
ile “narh” sistemi uygulanarak fiyat kontrolü sağlanabilmiştir.
“Osmanlılar kendilerinden çok önce Orta Doğu Devletleri’nde
uygulanmakta olan bir siyaseti izleyerek, zengin tacirleri memleketlerine
çekmeyi ülkeyi zenginleştirmek ve devlet hazinesini doldurmak için en etkin
bir siyaset olarak benimsediler. Böylece daha II. Mehmed döneminden beri
özellikle 1492’de Yahudilerin İspanya’dan atılmasından sonra Avrupa’dan
göç eden Yahudileri Osmanlı sultanları kendi ülkelerine çağırdılar ve belli
başlı ticaret limanlarında yerleştirdiler.”2Anlaşılan Osmanlı Devleti
şehirlerde ticaret ve zanaatın gelmesi için Müslüman unsurlarla birlikte
başka herhangi bir devletin tebaası olmayan Yahudi unsuru da kullanmayı
ihmal etmemiş, bununla beraber Türk ve Müslüman unsurların bu sahada
hakimiyeti elinde tutmasını da istemiştir. Bununla beraber Hint, Çin, İran ve
Türkistan mallarının kuzey ve güney ticaret yolları vasıtasıyla Anadolu
limanlarına gelmesi 3mümkündür ki özellikle Türkistan ve İran
coğrafyasından da bir çok tüccar ve zanaatkarın Anadolu’da işlerini
sürdürmelerine sebebiyet vermiştir.
Ahiliğin Anadolu’da gelişip örgütlenmesi ile şu sonuçlar elde edilmiş
oldu:
53
KAFDAĞI
54 MAKALE
*Türklerin göçebe yaşamdan yerleşik düzene geçişi hızlandı.
*XIII. Yüzyılın ikinci yarısı başlarına kadar büyük çoğunlukla Türk
olmayan yerli halkın elinde ve tekelinde bulunan üretim ve ticaret
eylemlerine Türklerde katılmaya başladılar.
*Türk esnaf ve zanaatkarların aralarında sağladıkları karşılıklı
dayanışma nedeniyle ayrıcalıklı duruma geçtiler ve kent ekonomisinde söz
sahibi oldular.
*Ahilerin kurduğu esnaf ve zanaatkar birliklerinin koydukları ana
kurallar daha sonraları Osmanlı döneminde, bu alanda hazırlanan
kanunnamelerin temelini oluşturdu.1
Şüphesiz ki ahiliğin bu ticari ve ahlaki kuralları daha sonraki
dönemlerde lonca birliklerinde de devam etmiş, imparatorluğun son
dönemlerine kadar varlığını sürdürmüştür.
XV.yüzyıl ortalarından itibaren merkezi otoritenin güçlenmesiyle
birlikte eski önemini ve etkinliğini yitiren ahiliğin yerine esnaf ve zanaatkar
sınıfının düzen ve kontrolünü sağlamak, devletin etkin olarak kontrol altında
tuttuğu loncalar eliyle sağlanmış.Fakat loncaların ahilikte olduğu gibi dini
ve
mistik
bir
rolünün
olduğunu
söyleyebilmek
mümkün
görünmemektedir.Bununla beraber loncalarda meslek ahlakına ve
ticaretin,el sanatlarının düzenli olarak yürütülmesinde son derece etkili
olmuşlardır.
XVI. yüzyıl sonlarında Osmanlı Devletinde bir çok alanda ortaya
çıkan kurumsal bozulma ve yozlaşmalar lonca örgütünü de etkilemiş,
Anadolu’da Celali İsyanları ve yerli mütegallibenin ortaya çıkması, yalnızca
kırsal alanlarda güvenliğin kalmamasına değil, şehirlerde de bir takım
sorunlara neden olmuş, sonuç olarak şehirli esnaf ve zanaatkar da bu
durumdan olumsuz olarak etkilenmiştir.
SONUÇ
XIII.yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye Selçuklu Devleti’nin son
dönemlerinde varlığını kesin olarak bildiğimiz Ahi teşkilatı özellikle Orta ve
Batı Anadolu’da önemli etkileri olmuş,Moğol istilasının yarattığı kargaşa
içinde Anadolu’da Türk halkının güçlü bir dayanağını oluşturmuş, sosyal
ve iktisadi ve mistik bir temele dayanan zaman zaman bununla da
kalmayarak askeri örgütlenme karakteri de gösteren bu teşkilat, Anadolu’da
1
Sevgi Aktüre “16.Yüzyıl Öncesi Ankara’sı Üzerine Bilinenler”sf.15
MAKALE
55
Selçuklu sonrası Türk Beylikleri döneminde de etkinliğini sürdürmüş,
Osmanlı Devletinin kuruluş safhasında, kuruluşa destek veren en önemli
zümrelerden biri olmuştur.İlk Osmanlı padişahları da Ahi ileri gelenlerinin
desteğini sağlamaya önem vermişler,Kendi hakimiyet alanlarındaki yerlerde
Ahi tekke ve zaviyelerinin kurulmasını teşvik etmişlerdir.
Ahilik
hakkındaki ilk önemli bilgileri, İbn-i Batuta
Seyahatnamesi’nden ve Aşıkpaşazade’den öğreniyoruz.Bu bilgiler, XIII. ve
XIV. Yüzyıl Anadolusu’nda Ahiliğin tesiri hakkında son derece önemlidir.
XV.yüzyıl ortalarından itibaren Orta Anadolu’da Osmanlı merkezi
yönetiminin güçlenmesi, Ahiliğin kontrolü daha kolay esnaf loncalarına
dönüşmesi, devletin denetimi altında sadece bir esnaf örgütü haline gelmesi
neticesini doğurmuştur. Bununla beraber Ahi geleneği lonca örgütlerinde
devam etmiş, günümüze yakın dönemlerde de esnaf ve zanaatkar
örgütlerinin öncülüğünü yapmıştır.
KAYNAKÇA
KAFDAĞI
1-Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”,Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları,Ankara,6.Baskı
2- İbn Batuta, "İbn Batuta Seyahatnâmesinden Seçmeler" M.E.B. yay., İstanbul, 1971
3- Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu , “Selçuklu Tarihi”,Milli Eğitim Bakanlığı
Yayınları,İstanbul,1992
4- Sevgi Aktüre “16.Yüzyıl Öncesi Ankara’sı Üzerine Bilinenler”, “Tarih İçinde AnkaraEylül 1981 Seminer Bildirileri”,Ortadoğu Teknik Üniversitesi,Ankara,1984
5- Doç.Dr.Tuncer Baykara “Türkiye Selçukluları Devrinde Konya” Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yayınları,Ankara,1985
6- H.Nihal Atsız “Aşıkpaşaoğlu Tarihi” Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları,Ankara,1985
7- Prof.Dr.Mehmet Altay Köymen “Neşri Tarihi I”, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları,Ankara,1983
8- H.Nihal Atsız “Oruç Beğ Tarihi” Tercüman 1001 Temel Eser
9- İsmail Erünsal “Müneccimbaşı Tarihi” Tercüman 1001 Temel Eser
10- Prof.Dr.Yusuf Oğuzoğlu “Osman Gazi Dönemindeki Kültürel ve İnsani
Değerler”,Osman Gazi ve Bursa Sempozyumu Bildiri Kitabı,Bursa 2005
11- Dr.Yaşar Kalafat, “Ahi Türbeleri Etrafında Oluşan Halk İnançları” TÜBAR-XIVAnkara,2003
12- Prof.Dr.Fuad Köprülü “Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu” Türk Tarih Kurumu
Yayınları,Ankara,1959
13-Prof. Dr. Halil İnalcık “Devlet-i Aliye-Osmanlı İmparatorluğu Üzerine AraştırmalarI”Türkiye İş Bankası Yayınları,Ankara,2009
14- Paul Wittek, Çev.O.Ş.Gökyay “Menteşe Beyliği-13-15 inci Asırda Garbi Küçük Asya
Tarihine Ait Bir Tetkik” Türk Tarih Kurumu Yayınları,Ankara,1986
15- Ekrem Kolerkılıç, “Osmanlı İmparatorluğunda Para”Ankara,1958
56
ŞİİR
Dîvâne
Serdar IŞIKSOLUĞU
Teknoloji-Tasarım Öğretmeni
Teknoloji-Tasarım Öğretmeni
ne esbâb-ı mucibesi var hayatımızın
ne bir esrâr-ı hayat mecnunluğumuzda
ne bir mucizesi mevcut ecdadımızın
ne de cunûn-u âlem bulunur cinnetimizde
ne dil âşûb'a erer vûcudu bakiremiz
ne de cur'a-i mevti tadar gönlü viranemiz
âlem-i kebire düşmüş birer divaneyiz
ne can ne âşûb-u can esnaf-ı biganeyiz
KAFDAĞI
Işıksoluğu
Hasret Kaldığım Deniz
ŞİİR
57
Buket ÇAĞLAYAN, 7/A
Kürşad Bey İlköğretim Okulu
KAFDAĞI
Hayat sende doğar sabahları,
Derinliklerinden çıkar güneş,
Yaklaşır bana usulca
“Sizin ki de hayat mı be kardeş”
Ben de kavuşmak istiyorum,
O mavi derinliklere,
Doğmak istiyorum sabahları,
Ben de iskelelere.
Şu limana anlattıklarımı,
Bir de sen duyabilsen,
İçimdeki yangına
Bir damla su dökebilsen.
Tenim her sabah,
Yosunlara dokunsa
Balıklarla dolaşıp,
Kumlarda yatabilsem.
Çok şey istemiyorum,
Yalnızca bir fırtına,
Alıp beni buradan,
Senin içine atsa.
Bak lafa daldık yine,
Zaman doldu ey deniz!
Doğduğu gibi yine,
Batıyor güneşimiz.
Yine sabah gelecek,
Ve güneşte öyle,
Ama içimdeki hasretle;
Daha ne kadar yaşarım?
Bilemeyiz…
KAFDAĞI
58
ÖYKÜ
Sentez
Mehmet Emin BAYRAM
Alparslan Anadolu Lisesi, 12/N
Her şeyin ve hiçbir şeyin tam ortasında bir bağ var onları birbirine
dolayan. Varı yok, yoğu var eden bir bağ. Beni Tanrı, Tanrı'yı ben ve en
sonunda bizi varlığımızdan tutup yokluğa çeken bir bağ.
İşte ben yalnız bu bağdan ibaretim. Beni oluşturan bütün değerler
bundan ibaret, özden ibaret… Biz yok olanlar tek vücuduz sadece.
Gözleri yeni görmeye başlayan, oyuncaklarını, arkadaşlarını,
çevresini yeni yeni tanıyan biriyim ben. Okudukça daha fazla okuyan;
bildikçe, öğrendikçe bir sürü soru işaretiyle tanışan biri. Merakının;
çocukluğunun hiç bitmemesini isteyen biri… Acemiyim ben; çocuklar
kadar. Koşuyorum hiç bilmediğim yerlerde, adını bilmediğim ağaçlara
tırmanıyorum.
Adlarını, Einstein'dan, Yunus'tan, Nesimi'den, Mevlana'dan,
Eflatun'dan öğrendim bütün bunların. Yalnız tek bir şeyi merak ettiğimi,
niçin çabaladığımı daha doğrusu niçin çabalamam gerektiğini anladım;
küçük bir serüven, biraz diz kanaması ve biraz şekerle.
“Bugün ne dersiniz vardı? Ne öğrendiniz?'' sorusuyla kardeşim
uyandırdı beni nasıl başladığını hatırlamadığım sohbetlerimizden birinde.
Sıradan bir soruya verilecek cevap bu kadar sarsıcı olabilir miydi?
Her zaman sorulan sorulara hiçbir zaman verilmeyen bir yanıt
vermiş o öğretmen “Yaradılış yalnız sevgiden ibaret.'' diyordu. Oturdum,
dinledim kardeşimin ne dediğini değil de ne demek istediğini düşünerek.
Bugün bir şey değişti mi? Hayır… Halen bunalmadan, sıkılmadan,
zevkle araştırıyorum, öğreniyorum, unutuyorum ve hatırlıyorum tekrar
tekrar.
Arkadaşlarım var ya yukarıda saydıklarım ve onların arkadaşları;
bizim çocukça kıkırdadığımız oyunlarımız yalnız bu sorudan ibaret. Basit
bir oyun köy çocuklarınınki gibi, ama biz eğleniyoruz tıpkı onlar gibi.
Oyunlardan biri şu: Sev… Yalnız sev, koşulsuz, karşılıksız sev…
Yalnız kalan sokak çocuğundaki, hayata bir elma şekerinde diş geçirmeyi
sev… Bir gün de karşılıksız sev, mesela mahallenin bakkalını. En önemlisi
sen; kendini sev, önyargısız, dayatmadan; tanımaya çalış.
ÖYKÜ
59
Oyuna nasıl mı dâhil olacaksın? Öncelikle çocuk olman gerek.
Öğrenme var ya hani diline doladığın, onu yapacaksın işte yıllar sonra.
Tanımak hevesi ile dolu olmalısın. Ardından kendini sıkan barikatlardan,
oyun alanımızı çevreleyen duvarlardan atlamak gelecek ki korkma yüksek
değil hiçbiri. Korkma ben tutarım. Korkma, Diyojen de tutarmış bak…
Göreceksin bir şeyi tanırken ne kadar mutlu olacaksın sen!
Elbette ben de büyüyeceğim hepimiz gibi, arkadaşlarım gibi
büyüyeceğim; gülen, seven çocuk ölmeden içimde. Çok gün geçmeyecek
ve ben “Albert'' gibi dilimi uzatarak güleceğim zamana. Belki sıkıntı
çekeceğim ama bunlar fazla değil.
Ben, nasıl o makûs mizacımı değiştirdiysem, yılmayı, pes etmeyi
unuttuysam… Çabayı, emeği ve en üstün duygu olan paylaşmayı
öğrenmişsem, öyle büyüyeceğim, öyle gireceğim üniversitenin
kampusüne. Orada tanıyacağım hayatımın kadınını ve doğacak
çocuklarıma oyunlarında eşlik edeceğim. Albert gibi gülerek, Yunus
severek…
Şimdilik bir hiçim ama bir gün “Her şey'' ben olacağım. Şimdilik aç
yatan çocuklar için Kamboçya'da topal baba tarafından tekerlekli
sandalyede gezdirilen ve yine bir zaman çocuk olanların eziyetini çeken
çocuklar için üzülen biriysem de ben doyuracağım onları ve kanat olacağım
onlara, yarınlara. Şimdilik, yanlışların rahatsız ettiği, yalnız onlardan kaçan
biriyken; yarın, onların hepsini özellikle üç yanlışı yok eden bir doğru
olacağım. Şimdilik susmayan, bağıran, yakıp, mahveden silahlardan
yıkayacağım onları ve “Elimi tut'' diyeceğim, “Gel'' diyeceğim çocukların
hayallerine.
KAFDAĞI
banketlere sığınıp kaçarken, yarın bir elimde buketle karanfille