Insana Ilham Veren Hikayeler 1.bolum

Transkript

Insana Ilham Veren Hikayeler 1.bolum
1
2
ÖNSÖZ
Bütün iyi hikâyelerin doğal bir çekiciliği vardır. Bu hikâyeler doğrudan insanın
kalbine ulaşırlar, çünkü duyarlı olan insanlara olan etkileri çok derin ve kalıcıdır.
İnsani Değerleri dayanak olarak alan hikâyeler insanın aklına, ruhuna ve
psikolojisine doğrudan ve derinlemesine bir bakış sağlarlar ve insanın daha yüksek
bir bilinç seviyesine yükselme yolculuğunun yolunu aydınlatırlar.
Bu kitapta bir araya getirilerek derlenen hikâyeler çok senelerden bu yana
İnsani Değerler Öğretmeni yetiştirme kurslarında anlatıla gelmektedir. Bizler bu
hikâyeleri aktarmaktan çok hoşlandık; dinleyicilerde aynı oranda bu hikâyelerden
çok etkilendiler ve aynı coşkuyu hissettiler. Hikâyelerin her anlatılışı ile hem
anlatıcıda ve hem de dinleyicilerde kaçınılmaz değişiklikler olmaktadır. Bu yüzden
de hikâyeler hiçbir zaman bayatlamamakta, her dem taze kalmaktadır.
Güzel anlatılmış iyi bir hikâye çocuklarda güçlü duygular ortaya çıkarmakta
ve hikâyede gizli olarak var olan insani değerlerin zihne nakşedilmesi için bir arzu
ortaya çıkarmaktadır. Hikâyedeki ana karakterin bir davranış biçimini/yüz
ifadesini/huyunu kendilerine örnek alarak bilinçaltında o karakteri tam olarak örnek
almakta ve taklit etmektedirler.
“En fazla 20-25 satır uzunluğundaki hikâyeler en iyileridir. Rol
yaparmışçasına öğrenmelerine izin vermeyin. Bu yapmacıklık onların zihinlerini
transforme etmeyecektir. Hikâyelerde anlatılan olaylar ve ahlaki davranışlar
çocukların kalplerine nakşolunmalıdır. Çocuklar ezberleme vasıtası ile değil, kalp
vasıtası ile öğrenmelidirler.
Tarih insanlığa ait hikâyelerin anlatıldığı bir dizi hikâyelerden meydana gelir.
Tüm ilham kaynağı Yaratıcının ta kendisidir. Bizler de bu hikâyeleri tüm insanlığın
kullanımına ve hizmetine sunmaktan büyük mutluluk duymaktayız.
14 Ağustos 2013
3
İÇİNDEKİLER
1- HEYKELTIRAŞ
2- ÖĞRETMEN VE ÖĞRETİM
3- BİR ŞİİR
4- “AHMET” AMCA
5- KİM YARATTI?
6- BENCİLSİZ SEVGİ
7- EBEDİ TANIK
8- EN BÜYÜK
9- KUMDAKİ AYAK İZLERİ
10- ÇARESİZ ARAYIŞ
11- BİLİM VE İNSAN
12- SUÇLAYAN PARMAK
13- YAŞAM OKYANUSUNU GEÇMEK
14- ÇAĞRIYA CEVAP
15- HAYVAN ÇİFTLİĞİ
16- ÜÇ YAŞLI ADAM
17- TANRI’YA AŞIK KİŞİ
18- ÇALIŞMAK İBADETTİR
19- İÇİNDE TANRI OLMAYAN KİLİSE
20- BÜYÜK İSKENDER
21- İBRAHİM VE MİSAFİRİ
22- SEVGİ VEREN ÖĞRETMEN
23- HOŞNUT YABANCI
24- TOHUM
25- İNSANIN DEĞERİ
26- BİZİ ARZULARIN PEŞİNDEN KOŞTURMA
27- DUA
28- YOKSUL KRAL
29- SİZDEN SONRA
30- SEVGİ GERİ DÖNER
31- KÖYLERE GİDİNİZ
32- DAVRANIŞTAN BAĞIMSIZ OLMAK
33- ÖRNEK OLMAK
34- CAMDAN BAKINCA
35- SOLMAYAN ÇİÇEK
36- SEVGİ
37- HER ZAMAN EN AŞAĞIDA
38- SON NEFES
39- SEVGİ DEĞİŞTİRİR
40- BÜYÜKBABA VE SEPET
41- İNEK VE BUFFALO
42- BİLGENİN YOLU
43- GÖREV/DOĞRU DAVRANIŞ
44- DUYGULARININ ESİRİ
45- VAHŞİ ADAMIN BEYANI
46- ÖLÜMÜ KANDIRMAK
47- GERÇEK SEVGİ
48- KALBİN LİSANI
49- ABOU BEN ADHEM
50- BENİM YAŞAMIM BENİM MESAJIMDIR
51- GELECEK İÇİN AĞAÇ DİKİN
52- VİCDANIN/KARAKTERİN BEDELİ
53- NE İSEN O OL
54- TANRI’NIN YARADILIŞI
55- BAHÇEDEKİ RENKLİ ÇİÇEKLER
56- SİNCAP VE BİLGE
57- İÇİ BOŞ FLÜT
58- PROFESÖR VE TEYP KAYDEDİCİ
59- BÜYÜK ÖĞRETMEN
60- ZİHNİN ÜSTADI
61- MAKUL/AKLI BAŞINDA/RASYONEL/MANTIKLI
62- DOĞA İLE BİR OLMAK
63- BAĞLILIK
64- OKYANUSUN KARIŞTIRILMASI
65- İÇ HUZUR
66- HALİNİZE ŞÜKREDİN
67- ALTIN TANELERİ
68- OTUR YERİNE
69- HAKİKİ DEĞER
70- İKİ HİKÂYE BİR MESAJ
71- KÜÇÜK LÜTUFLAR İÇİN DE TANRI’YA
ŞÜKREDİN
72- SON YOLCULUK
73- KÖPEK VE ASLAN
74- GANDHİ’NİN İTİRAFI
75- ANDROCLES VE ASLAN
76- MUTSUZ AĞAÇ
77- O ŞİMDİ BURADA
78- TOHUM DÜKKÂNI
79- YANILGI
80- BEN KÖRDÜM
81- ÖĞRETEN İNSANİ DEĞERLER
82- SENİN YARATTIĞIN DEĞİŞİKLİK
83- BİZ ANCAK VERDİĞİMİZ ZAMAN ALIRIZ
84- MERAKLI BİLGİSAYAR
85- ÇAY FİNCANI
86- HAYVANLARI SEVMEK
87- ALTIN KUTU
4
1- HEYKELTIRAŞ
Bir çocuk bir gün okula giderken yolda bir heykeltıraş gördü. Heykeltıraş mermerden
bir taş bloğunun üzerinde çalışma yapıyor ve bir çekiç ve bir keski vasıtası ile mermer
bloktan parçalar koparıyordu.
Aradan birkaç gün geçti. Çocuk yine aynı sokaktan geçerek okula doğru gidiyordu.
Heykeltraşın atölyesinin bahçesinde muhteşem güzellikte bir heykel olduğunu gördü.
Heykelin çevresinde küçük mermer parçaları ve kırpıntıları bulunuyordu.
Merak içinde öğrenci heykeltıraşın yanına doğru gitti ve şöyle sordu, “Efendim, bu
güzel heykelin, bu güzel mermer parçasının o kocaman mermer kayasının içinde saklı
olduğunu nereden biliyordunuz?”
“HER BİR MERMER PARÇASININ İÇERİSİNDE ORTAYA ÇIKMAYI BEKLEYEN
GÜZEL BİR HEYKEL VARDIR.”
“Aynı bir heykeltıraşın bir taşı, bir kayayı, bir mermer parçasını yonttuğu ve
şekillendirdiği gibi bir öğretmen de öğrencisini yontarak onu şekillendirir ve hayata
hazırlar.” Konfüçyus
2- ÖĞRETMEN VE ÖĞRETİM
Ülkenin en büyük yöneticisi bir gün bir okula davet edilmişti. Sınıfları gezerek Eğitim
Programı hakkında bilgi ediniyordu. Beklenildiği üzere öğretmenler teftişe çok iyi
hazırlanmışlardı ve açık bir şekilde Başbakanı etkilemek istiyorlardı.
Teftişin sonunda tüm öğretmenler, Öğretmenler Odasında toplandılar. Sabırsızca
Başbakanın izlenimlerini aktarmasını bekliyorlardı.
Konuşmanın başlangıcında Başbakan adet olduğu üzere öğretmenlere teker teker
hangi konuda öğretmenlik yaptığını sordu. Bir öğretmen söz alarak, “Ben matematik
öğretiyorum” dedi. Bir diğeri Fen Bilimleri, bir başkası da Türkçe öğrettiğini söyledi. Tüm
öğretmenler teker teker cevap verene kadar bu devam etti.
Tüm cevapları işiten Başbakan'ın yüzü asılmıştı, şöyle sordu, “İyi ama peki çocukları
kim eğitiyor o zaman?”
“Eğitim yaşamı yaşamak içindir, para kazanmak için değildir.”
“Her öğretmen bir İnsani Değerler Öğretmenidir.”
5
3- BİR ŞİİR
Elime bir sertçe bir kil parçası aldım
Gün gün onu elimle şekillendirdim
Ellerim onu itip büktükçe
Kıpırdadı ve ellerime boyun eğdi
Birkaç gün sonra bir daha kilin yanına geldim
Çamur parçası nihayet sertleşmişti
Verdiğim şekli hala taşıyordu
Fakat onu bir daha değiştiremedim
Bir gün elime yumuşak ve ıslak bir çamur aldım
Her gün onu azar azar yoğurdum
Gücümü ve sanatımı kullandım ve onu şekillendirdim
Küçük bir çocuğun yumuşak ve eğilen kalbi gibi
Yıllar sonra benim yanıma geldi
Artık bir adama bakıyordum
Hala ona ilk verdiğim izlenimi taşıyordu
Artık onu daha fazla şekillendiremezdim.
“Yola erken çık, yavaş sür ve gideceğin yere emniyetle var”
4- “AHMET” AMCA
Eğitim Bakanlığında görev yeri olarak taşra bölgesine atanmış olan bir öğretmen
gittiği okulda çok sevilmişti. Bir gün okulu dolaşırken bir sınıfta yanyana asılmış dört
resim gördü. Resimlerden ilkinde yarıdan yukarısı çıplak bir adam belden aşağısı bir
kumaş parçası ile sarınmıştı. Adamın başında bir saç püskülü vardı. Onun yanındaki
adamın başında bir takkesi vardı ve kısa sakalı vardı. Üçüncü adamın başında bir türban,
sakal ve bıyığı vardı. Sonuncu adamın da boynunda bir kravat, sırtında bir ceket ve
başında da şapkası vardı.
Öğretmenin merakı cezb olunmuştu. Öğrencilerine bu adamların kim olduklarını
sordu. Çocuklar hemen bir ağızdan cevap verdiler. “Birinci adam bir Hindu, yanındaki bir
Müslüman, onun yanındaki bir Sikh ve sonuncu da bir Hristiyan’dır” dediler.
Öğretmen orta boylu, açık tenli, uzun boylu, irice bir adamdı. Sakalı ve bıyığı yoktu
ve üzerinde gömlek ve bir pantolon vardı. Çocuklara bakarak sordu, “Çocuklar bana bir
bakın ve benim hangisi olduğumu söyleyin” Sınıfta tam bir sessizlik olmuştu.
Uzunca bir aradan sonra arka taraflardan bir kız öğrenci ayağa kalktı ve “Siz Ahmet
Amca’sınız, efendim.” Dedi.
Bu şekilde okulda başarılı bir İnsani Değerler eğitimi başlamıştı.
“Birliğin içindeki çokluğu işaret eden çok sayıda insan vardır;
Ancak çokluğun içindeki birliği işaret eden çok az sayıda insan mevcuttur.”
6
5- KİM YARATTI?
Birbirleri ile çok yakın arkadaş olan iki tane astronot vardı. Birisi tam bir
ateist(Tanrı’ya inanmayan) idi. Diğerinin de Tanrı’ya sarsılmaz bir inancı vardı. Bir gün
ateist olan astronom arkadaşının evini ziyaret etti. Evin çalışma odasında masanın
üzerinde güneş sistemine ait son derece gelişmiş bir model/mekanizma gördü.
Merakından bu güzel modeli kimin yaptığını sordu. Cevap uygun bir şekilde geldi,” Hiç
kimse!”
Misafir astronom bunun bir şaka olduğunu düşündü. “Gerçekten ciddi olarak
soruyorum “dedi, “Bu çok güzel bir model ve ben kimin bunu yaptığını çok merak ettim”
Gelen cevap yine aynı idi, “Bu modeli hiç kimse yapmadı. Şaka yapmıyorum. Bu
burada kendi kendine oluştu.”
Ateist olan kızmış ve tahrik olmuştu, “Nasıl olur da mekanik bir model kendi kendine
oluşur?” diye sordu.
Arkadaşı sakince cevap verdi, “Eğer bütün bu kainatın/evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı
yoksa, eğer bütün kainat bir aracıya gerek duymadan kendi kendine başlıyor ve
oluşabiliyorsa, bu küçücük model de neden kendi kendine oluşamasın?”
“Bilimin bittiği yerde maneviyat başlar”
“İnanç kalpten kaynaklanır ve kalbin bir işlevidir;
Ancak akıl ve sağduyu ile uygulanmalıdır.”
6- BENCİLSİZ SEVGİ
İki kardeş babalarından kalma araziyi ekip biçiyor ve elde edilen ürünü paylaşarak
geçiniyorlardı. Büyük kardeş evlenmemiş ve bekâr iken, küçük kardeşin karısı ve
çocukları vardı.
Bir gün ağabey şöyle düşündü. “Ben yalnız yaşıyorum ve ihtiyaçlarım çok fazla
değil. Buna mukabil kardeşimin bir ailesi var ve bu yüzden kazandıkları ile geçinemiyor
olmalı. Elde edilen ürünün yarısını benim almam büyük haksızlık gibi görünüyor.” Bu
düşünce ile kendi deposundan kardeşinin deposuna her gece herkes uykuda iken gizlice
bir çuval hububatı götürüp bırakmaya başladı.
Diğer yandan küçük kardeş de kendi kendine ağabeyinin giderek yaşlandığını
düşündü, “Ben yaşlandığımda bana bakacak oğullarım var. Ama ağabeyimin bir ailesi
yok. İyice yaşlandığında ve çalışamayacak duruma geldiğinde ona bakacak kimsesi yok”
Böylece o da her gece herkes uyuduktan sonra gizlice kendi deposundan
ağabeyinin deposuna bir çuval hububat götürmeye başladı.
Bu iş bir müddet devam ettikten sonra her ikisi de kendi depolarındaki hububat
miktarının aynı kalmasına şaşırıyorlardı. Yine böyle yıldızsız ve karanlık bir gecede
birbirlerinin deposuna sırtlarında hububat taşırlarken avlunun ortasında birbirleri ile kafa
kafaya çarpıştılar. Şaşkınlıktan bir süre durakladılar. Sonra birdenbire her ikisi de olan
biteni kavradılar. Ellerindeki hububat çuvallarını yere attılar ve birbirleri ile kucaklaştılar.
7
“Tanrı yukarıdan bu sahneyi izliyordu. Şöyle dedi, “Burası bence çok kutsal bir yer.
Buraya Kendim için büyük bir ibadethane/tapınak inşa edeceğim.” Böylece oraya
dünyadaki ilk tapınak inşa edildi.
“Tanrı Sevgi’dir; Sevgi Tanrı’dır; Sevgi içinde yaşayın!”
“Tanrı, Sevgi her nerede ise oradadır”
7- EBEDİ TANIK
Öğrencilerine ders vererek onları manevi hayata alıştırmak isteyen bilge kişi
çocuklar sürekli olarak kendilerine öğretilenleri ezberledikleri ve kalpten öğrenmedikleri
için oldukça endişeli idi. Üstadın kendisine bağlılıkla hizmet etmekte olan ama buna
karşın onun öğrettikleri ile fazla ilgilenmeyen yaşlı bir de erkek yardımcısı/hizmetkârı
vardı. Bu hizmetkâr, şımarık genç ve sözde ‘bilginlerin’ daima dalga geçtikleri birisi idi.
Yaşlı adamın kitabi bilgiler konusundaki cahilliği ile alay ediyorlar ve onu aşağılıyorlardı.
Bir seferinde adamın biri Bilgeye hediye edilmek üzere bir miktar muz getirmişti.
Bilge herkesi çevresine gelmeleri için çağırdı. Bir oyun oynayacaklarını söyledi.
Çocukların her birine bir muz verdi ve şöyle dedi, “Size verdiğim bu muzu hiç kimseye
gözükmeden yiyip bitiren ilk kişi oyunu kazanır. Haydi, şimdi gidin.”
Hepsi hemen bir yerlere koşuşturdular. Bazıları ağaçların arkasına, bazıları
dolapların içine, bazıları kapıların arkalarına, bir kısmı da yatak örtülerinin altına girdiler.
Ellerindeki muzu yedikten sonra da hemen efendilerinin yanına koştular. Bilgenin yanına
vardıklarında hizmetkârın yerinden kıpırdamamış olduğunu fark ettiler.
Elinde hala muzu tutuyordu. Çocuklar kahkahalarla gülmeye başladılar.
Bilge hizmetkâra neden böyle davrandığını sordu. Hizmetkâr şöyle cevapladı,
“Sevgili efendim, herkes oraya buraya koşuşturuyor ve şurada burada kimse tarafından
görülmeyecekleri bir yer arıyorlardı. Ben maalesef yaptıklarımın görülmeyeceği bir yer
bulamadım. Bu yüzden yerimden kıpırdamadım.”
“O, Ebedi Tanık’tır.”
8- EN BÜYÜK
Çok okumuş ve öğrenmiş bir adam bir seferinde İmparator Akbar’ın huzuruna
çıkmıştı. Konuşmasında Akbar’ı övüp göklere çıkardı ve hatta O’nun Tanrı’dan bile daha
güçlü olduğunu söyledi.
Bu Akbar’ın çok hoşuna gitmişti. Bilgin oradan ayrıldıktan sonra yanındaki bakanlarına
dönerek kendisinin hangi açılardan Tanrı’dan daha güçlü olduğunu sordu. Bu soru
bakanlarını zor bir duruma sokmuştu. Ne ona Hakikati söyleyebiliyor, ne de İmparatoru
kızdıracak bir şey söylemeye cesaret edebiliyorlardı.
Hepsi karşısında sessiz bir şekilde duruyorlardı. Akbar, Birbal’a dönerek sordu,
“Birbal, En azından senin bir cevabın vardır” Onu zaten kıskanan diğer bakanlar keyiften
dört köşe olmuşlardı. Heyecan içinde Birbal’in saçma bir cevap vererek bu sefer sınıfta
kalmasını bekliyorlardı.
8
Birbal sakince cevap verdi, “Sevgili İmparatorum. Sizin Tanrı’dan en azından bir
yönden daha güçlü olduğunuz doğrudur. Siz birisinden hoşlanmadığınız zaman onu
krallığınızdan dışarıya gönderebiliyor, onu atabiliyorsunuz. Fakat maalesef Tanrı böyle
bir şey yapamıyor. Çünkü o birisinden hoşlanmasa bile onu atıp gönderebileceği hiçbir
yer bulunmuyor. O’nun krallığının sınırları sonsuz olduğu için onları nereye gönderebilir
ki?”
“Hiç kimse benim Sevgi’min sınırları dışında değildir.”
9- KUMDAKİ AYAK İZLERİ
Adamın biri gece rüyasında Tanrı ile beraber deniz kıyısında kumsalda beraberce
yürüdüğünü gördü. Geriye doğru baktığında sahil boyunca hep iki çift ayak izi
görülüyordu. Adam Tanrı’ya dönerek sordu, “Sevgili Tanrım. Sen benim bu yolculuğumda
hep böyle benim yanında mıydın?” Tanrı, “Evet” diye cevap verdi. “Ben her zaman senin
yanındayım. Seni hiçbir zaman bırakmam. Bunun için sana söz verdim.” Adam çok mutlu
olmuştu. Huzur içinde idi. Fakat sonra biraz daha iyi incelediğinde geriye doğru uzanan
ayak izlerinin bir bölümünde yalnızca bir çift ayak izi olduğunu gördü. Bu dönemler
hayatının en zor zamanlarına denk geliyordu. Adam üzülmüş ve hayal kırıklığına
uğramıştı. Tanrı’ya dönerek sordu, “Sevgili Tanrım. Sen beni hiç bırakmadığını
söylüyorsun. Beni hayatımın en zor zamanlarında neden yalnız bıraktın peki? Bak işte o
zamanlarda yalnızca bir çift ayak izi var.” Tanrı gülümsedi ve “Sevgili oğlum. Ben asla
sana verdiğim sözün dışına çıkmam ve asla seni yalnız bırakmam. Hayatının o zor
dönemlerinde yalnızca bir çift ayak izi görüyorsun, çünkü ben o zamanlarda seni sırtımda
ve kucağımda taşıdım da ondandır” dedi.
“Zor zamanlar imtihan zamanlarıdır.”
10- ÇARESİZ ARAYIŞ
Bir seferinde Tanrı’nın canı saliklerinin bitip tükenmek bilmeyen isteklerinden ve
dualarından dolayı çok sıkılmıştı. Herkes ona yakarıyor ve çeşitli maddi zenginliler için,
çocuk sahibi olmak için, kızının mürüvvete girmesi için, belli bir memuriyete tayin olmak
için v.s. dua ediyordu. Çok az birkaç tanesi manevi olgunluk ve spiritüel gelişim talep
ediyordu. Tanrı, “Ben size siz Benden her ne isterseniz veriyorum ki, Benim asıl Benim
size vermek istediğim şeyi Benden isteyin diye” diyordu. Fakat bu hiçbir zaman
gerçekleşmiyordu.
Bunun üzerine Tanrı okyanusun en derin yerine giderek orada saklanmayı düşündü.
Meleklerden bir tanesi, “Denizaltı yapar, oraya gelir Seni orada da bulurlar” dedi. Tanrı,
“O zaman göklere çıkar ayın arkasına saklanırım” diye cevap verdi. Diğer melek, “Uzay
gemisi yaparlar, gelip Seni orada da bulurlar” dedi.
Biraz düşündükten sonra Tanrı insanların kalbinin içine girip orada saklanmaya
karar verdi. Salikler O’nu dünyanın her yerinde, ormanlarda ve karlı dağ tepelerinde,
tapınaklarda ve münzevi ibadet yerlerinde aradılar, ama bulamadılar. Hiç kimse O’nun
kendi kalbinde aramayı düşünmedi. Hâlbuki O, orada onu kucaklamak için kollarını açmış
bekliyordu.”
9
“Siz Tanrı’nın tapınağısınız ve Tanrı’nın kıvılcımı sizin içinizde yaşamaktadır.”
“Nasıl güzel koku çiçeğin içerisinde saklı ise, aynı şekilde Tanrı da sizin kalbinizde ikamet
eder.”
11- BİLİM VE İNSAN
Maxim Gorky modern bilimin çetin bir savunucusu idi. 20.ci yüzyılın başlarında
Rusya’nın her tarafını dolaşarak yaşam içinde gelişen bilimin kullanılmasını hararetle
tavsiye ediyordu.
Bir seferinde Ukrayna’da bir grup çalışana manevi bir konferans veriyordu. Şöyle
dedi, “İnsan, bilimin yardımı ile imkânsızı başarmıştır. İnsan bilimin sayesinde en hızlı
kuştan bile daha hızlı uçabilir, balıkların bile gidemedikleri okyanusların en derin yerlerine
ulaşabilir, Bilimin yardımı ile en hızlı hayvandan bile daha hızlı gidebilir, bir filin bile
kaldıramadığı ağırlıkları kaldırabilir. Bilim şöyle şöyle şeyler yapabilir, v.s.
Konuşmanın sonunda Maxim Gorky çok sayıda kişi tarafından uzun süre alkışlanır
ve ondan sonra da kendisine sorulacak soruları alır ve cevaplamaya çalışırdı. Burada da
“Soru sormak isteyen var mı?” Diye sorduğu zaman yaşlı bir adam elini kaldırarak söz
istedi. Şöyle sordu, “Sevgili Mr. Gorky. Aynı dediğiniz gibi bilim sayesinde insanoğlu çok
hızlı gidebilir, okyanusların hayal edilemeyecek derinliklerine dalabilir ve büyük ağırlıkları
kolaylıkla kaldırabilir. Çok doğru. Fakat lütfen bana söyler misiniz bilim, insanın gerçek bir
insan gibi davranmasını sağlayabilir mi?
“Yarım bir atom ve yarım insanlık var olamazlar.”
12- SUÇLAYAN PARMAK
Adamın biri Amerika’da küçük bir şehirde yolda araba kullanıyordu. Bir trafik
kamerasının yanından geçerken bir flaş ışığı gördü. Kameranın yanından hızlı geçtiği için
kameranın kendisinin fotoğrafını çektiğini zannetti. “Herhalde hız limitini aşmış olmalıyım”
diye düşünerek geri döndü ve U dönüşü yaparak aynı kameranın önünden bu kez yavaş
bir hızla geçti. Fakat kamera yine flaşını çakarak onun fotoğrafını çekti. Adam bu sefer
iyice kızdı. Tekrar geri döndü ve bu sefer neredeyse kaplumbağa hızında yine kameranın
önünden geçti. Flaş yine çaktı. Adam bu sefer kameranın arızalı olduğunu düşündü ve
yoluna devam etti.
Üç hafta sonra posta kutusunda üç tane trafik cezası buldu. Üçünde de emniyet
kemeri takmadığı için kendisine ceza kesilmişti.
“Biz her zaman karşımızdakinde bir hata arıyoruz, fakat bizde bir hata olmuş olabileceği
hiç aklımıza gelmiyor”
“Eğer elini yukarıya kaldırır ve parmağını uzatarak karşındakini suçlarsan, diğer üç
parmak senin kendini gösterir.”
10
13- YAŞAM OKYANUSUNU GEÇMEK
Çok uzun zaman önce krallığın birinde kral ülkeyi gayet güzel idare ediyordu ve halk
çok mutlu idi. Ancak ülkede hiçbir din mevcut değildi. Kralın mahiyetindeki bütün bilge
kişiler krala ülkece bir dini seçme konusunda tavsiyede bulundular. Yoksa kocaman ülke
“dinsiz” olarak adlandırılacaktı.
Çok çeşitli dinlerden yetkili kişiler gelerek kendi dinlerinin üstünlüklerini anlattılar.
Ancak bu arada diğer dinlerin de eksik ve kusurlu taraflarını vurguluyorlardı. Bu şekilde
yıllar geçti.
Bir gün bir bilge yürüyerek yayan vaziyette ülkeye geldi. Bu bilge hem kralı ve hem
de halkı o kadar etkiledi ki herkes onun tavsiyesine uymaya hazırdı. Kendisine hangi dini
seçmeleri gerektiğini sordular. Onların bu saf içtenliğini gören bilge krala şöyle dedi,
“Sevgili Kralım. Yarın sizinle birlikte bir kayığa binerek karşı kıyıya geçeceğiz. Karşı tarafta
şu banyan ağacının altında ben size Ülke Dininizin adını söyleyeceğim.”
Ertesi sabah olduğunda bütün halk bilgenin ve kralın nehri geçmelerini izlemek için
nehrin kıyısında toplandı. Karşıya geçebilmeleri için güzel bir kayık getirtildi. Ancak bilge
kayığın bir yerinde boyası sıyrık olduğu için başka bir kayık istedi. İkinci getirtilen kayık da
bu sefer şekli yamuk olduğu için beğenilmedi. Bu şekilde her getirtilen kayık bilge
tarafından o ya da bu bahaneyle reddediliyordu.
Artık kral sabrını yitirmişti. Sessizliğini bozarak bilgeye yüksek sesle seslendi. “Ey
büyük bilge! Senin bu söylediğin ufak tefek kusurların ne önemi var? Kayık iyi durumda
olduğu ve bizi karşıya götürme görevini yerine getirdiği müddetçe bu küçük kusurlarını
görmezden gelemez miyiz?”
Bilge hedefi tam ortadan vurmuştu. Gülümseyerek cevap verdi, “Çok doğru sayın
kralım!” dedi, “Eğerherhangi bir dini inanç bizi bu yaşam okyanusunu geçirerek Tanrı’ya
ulaştırıyorsa bizim amacımız yerine gelmiş olmuyor mu? Neden çeşitli inançlar arasında
farklılıklar ve kusurlar görüyoruz?"
“Tüm dini inançlar aynı Hakikat’in parçasıdırlar.”
14- ÇAĞRIYA CEVAP
Dede üç yaşında torunu ile beraber oyun oynuyordu. Yeni bir oyuna başlarken dede
torununa, “Haydi gel şimdi benim gömleğimin ucundan tutuver” dedi. Çocuk söylenileni
yaptı. Dede, ”Şimdi de dedeni tut bakalım!” dedi. Torunu adamın elini tuttu.
“Hayır” dedi büyükbaba, “Bu benim elim. Sen gel beni tut.” Küçük çocuk şaşırmıştı.
Gidip dedesinin ayaklarını yakaladı.
“Hayır, bunlar büyükbabanın ayakları. Büyükbaba nerede peki?” diye şakacı bir
şekilde büyükbaba sordu. Bu sefer de küçük çocuk adamı kollarını tutuverdi.
“Bu büyükbabanın bedeni” diye yaşlı adam torununa seslendi. Çocuğun her bir
gayretinde bu benim burnum, ağzım, gözüm v.s. şeklinde yanıtladı.
Çocuk artık şaşkınlıktan afallamış ve sessizliğe bürünmüştü. Yandaki odaya gitti.
Oradan kendisine seslendi, “Büyükbaba! Buraya gelir misin lütfen?”
Büyükbaba torununun çağrısına uyarak diğer odaya gittiğinde çocuk bir zafer
kazanmıştı. “işte büyükbaba geldi. İşte bu büyükbaba!” diyerek sevinç çığlıkları attı.
Çağrıya cevap veren her kimse o kişi “büyükbaba”dır.
11
“Siz bir değil üç kişisiniz. Olduğunuzu zannettiğiniz şey, yani beden, başka kişilerin siz
olduğunuzu zannettikleri şey, yani zihin ve gerçekte olduğunuz şey, yani İlahi Öz!”
15- HAYVAN ÇİFTLİĞİ
Londra’daki ünlü Hayvanat Bahçesi’nin kapatılması için teklif verilmişti.
Hayvanat bahçesindeki hayvanlar bir protesto gösterisi düzenlediler. İnsanı
acımasızlıkla, zalimlikle, gaddarlıkla, duyarsızlıkla, duygusuzlukla, anlayışsızlıkla ve
hayvanları istismar etmekle suçladılar.
“Ben zeki bir hayvanım” dedi eşek. “Fakat bir insan aptalca davrandığında onu
benim ismimle çağırıyorlar.” Maymun şöyle dedi, “Ben çevik ve yaratıcıyım. Fakat
ne zaman bir insan ahmakça davransa onu maymun ismini veriyorlar.”
“Neden birisi aldatma yapıp gözyaşı dökse hemen beni suçluyorlar?” diye
timsah söze katıldı. Bu sırada köpek yüksek sesle havlayarak seslendi, “Ben
sadakatimle tanınırım. Ama bana taş atıp yaralamakistiyorlar ve beni kötü isimle
anıyorlar.”
“Ben yıkıcı bir hayvan değilim ama beni zücaciye dükkanına giren fil olarak
anıyorlar” dedi fil. Tilki, “İnsan en kurnaz canlı ama ben suçlanıyorum” dedi.
En sonunda aslan konuştu. “Hepiniz haklısınız. İnsan bizleri bu lakaplarla
çağırıyor. Fakat insanlar bunların dışında ‘Kuzu gibi sessiz, aslan yürekli’ filan da
diyorlar.”
“Biz ne yaparsak yapalım, ya bir sebebi vardır, ya da bir uygun zamanı/dönemi
vardır. Fakat insan kendi içgüdülerinin ötesine geçebiliyor. Ayrıca eğer isterse
arzularını ve duygularını kontrol edebiliyor. Onun bilinç seviyesine yükselebilme
yeteneği ve kapasitesi var. İnsan kendi kaderinin efendisidir.”
“İnsan Yaratılış içindeki en gelişmiş, en yüksek ve en ali canlı varlıktır. İnsan
içgüdülerinin peşinde koşarak bir hayvana benzememelidir. Nara’dan, yani
insandan Narayana’ya yani İlahi Öz seviyesine yükselmelidir.”
16-
ÜÇ YAŞLI ADAM
Genç kadın evden dışarıya çıktığında uzun sakallı üç yaşlı adamın evinin ön
bahçesinde oturduklarını gördü. Onları tanımıyordu. Onlara şöyle seslendi, “Ben sizleri
tanıdığımı sanmıyorum ama siz acıkmış olmalısınız. Lütfen içeriye gelin, sizlere yiyecek
bir şeyler vereyim.”
Adamlar kadına şöyle cevap verdiler, “Biz bir evin içine hep beraber girmeyiz.”
Kadın şaşırarak sordu, “Neden?”
Yaşlı adamlardan biri şöyle dedi, “Şuradaki adamın adı “Servet”. Yanındaki “Başarı” ve
ben de “Sevgi”’yim. Şimdi içeriye git eşinle görüş ve bizim hangimizi içeriye davet etmek
istediğini söyle.”
Kadın içeriye girdi ve kocasına durumu anlattı. Kocası çok sevinmişti, “Çok güzel”
dedi. “Madem öyle, haydi gel içeriye “Servet”’i davet edelim. O evimizden içeri girsin ve
evimizi refah ile doldursun” Ancak karısı onunla aynı fikirde değildi. ”Sevgilim istersen biz
“Başarı”yı davet edelim” dedi.
12
O sırada çiftin kızları onları dinliyordu. Söze karıştı, “Neden “Sevgi” yi içeri davet
etmiyoruz? O zaman evimizin içi sevgi ile dolar!” dedi.
Kocası eşine, “Neden kızımızı dinlemiyoruz ki?” diye sordu. “Haydi git ve “Sevgi” yi
misafir olarak davet et!”
Kadın dışarıya çıktı ve üç yaşlı adama seslendi, “Hanginiz “Sevgi? Lütfen gelin ve
bizim misafirimiz olun!” Sevgi ayağa kalktı ve eve doğru yürümeye başladı. Bunun
üzerine diğer ikisi de ayağa kalkarak Sevgi’yi takip etmeye başladılar. Kadın çok
şaşırmıştı. Hayretle onlara sordu, “Ben yalnızca “Sevgi” ‘yi davet etmiştim. Siz neden
içeriye geliyorsunuz?”
İki yaşlı adam beraberce cevap verdiler, “Eğer Servet’i ya da Başarı’yı davet etmiş
olsaydınız diğer ikimiz dışarıda kalacaktık. Ama siz Sevgi’yi davet ettiniz. Sevgi her
nereye giderse biz de onunla birlikte gideriz.”
“Her nerede sevgi varsa orada hem servet ve hem de başarı vardır.”
17-
TANRI’YA ÂŞIK KİŞİ
Çok iyi ve Tanrı’yı çok seven bir insan vardı. Her sabah erkenden kalkar ve işlerini
yapmaya başlamadan önce en az yarım saat dua ederdi. Bunları seyreden Tanrı çok
seviniyor, ama Şeytan da çok kızıyordu. Şeytan her türlü baştan çıkarmaları denedi, ama
adam sabah dualarını hiç aksatmıyordu.
En sonunda Şeytan bir plan yapmaya karar verdi. Ertesi sabah adam uyuyakaldı.
En sonunda uyandığında vakit çok geç olmuştu. Adamın işe gitme vakti gelmişti. Bu
yüzden acele ile işe gitti. Şeytanın planı işe yaramıştı.
Ancak gün boyu adam hep çok huzursuzdu. Sabah duasını kaçırdığı için kendisini
Tanrı’ya karşı suçlu ve mahcup hissediyordu. Tanrı’ya ağlayarak yakardı ve af diledi. O
gün akşama kadar sabah duasını kaçırmasından başka bir şey düşünemedi. Tanrı’ya
dua ederek O’nun merhametini ve rahmetini istedi.
Tanrı şimdi daha memnun/hoşnut olmuştu! Adamın sade kişiliği ve alçak
gönüllülüğü Tanrı’yı çok mutlu etmişti. Şeytan hayal kırıklığı ile adamı seyrediyordu.
Adamın yarım saat dua etmeyi kaçırmasını sağlayarak onun bütün gün boyunca Tanrı’yı
hatırlamasına sebep olmuştu.
“Güne dua ile başlayın
Günü dua ile doldurun
Günü bir dua ile bitirin
Tanrı’ya giden yol budur!”
18-
ÇALIŞMAK İBADETTİR
Büyük Madurai Tapınağı inşa edilirken yüzlerce taş ustasına görev verilmişti. Bir
seferinde kral inşaat alanını teftişe geldi. İşlerin nasıl ilerlediğini kendi gözleri ile görmek
istiyordu. Yanından geçmekte olan bir taş ustasına sordu, “İşler nasıl gidiyor?” “Sevgili
kralım” diye adam cevap verdi. “Bu taşları kırarak günlük ekmeğimi kazanıyorum”
Kral bu cevaba güldü ve başını sallayarak yürüdü. Biraz ileride başka bir taş
ustasının yanına gitti. “Neler yapıyorsun bakalım?” diye sordu. Cevap şöyle geldi, “Ben
13
yeteneğimi kullanarak bu taşları yontuyorum ve onlara şekil veriyorum. Bu benim
yaptığım iş çok önemli bir iş.” Bu cevap kralı daha çok memnun etmişti.
Biraz daha yürüdükten sonra başka bir taş ustasının önünde durdu. Adam kendini
işine kaptırmış çalışıyordu. Yüzünden terler boşanıyordu. Kral yine aynı soruyu sordu.
“Ey kralım ben Tanrımızın mabedini yapıyorum.” Diye adam cevap verdi. “Tanrım
bana böyle bir görev verdiği için O’na şükürler olsun!”
“Çalışmak ibadettir.”
“İnsan yalnızca sevdiğiişi yapmaya gayret etmemelidir, yaptığı işi sevmeyi de
öğrenmelidir.”
19-
İÇİNDE TANRI OLMAYAN KİLİSE
Siyahi ve dindar bir Amerikalı mahallesindeki kilisenin bir mensubu olmak istiyordu.
Ancak bunun için önüne o kadar çok maniler çıktı ki artık yıldı ve ümitsizliğe kapıldı. Belki
de derisinin rengi veya sosyal statüsü kiliseye üye olmasına engel teşkil ediyordu.
Tanrı’ya dualar ederek ondan yardım istedi. Uzun zaman dualar etmesine rağmen
kiliseye bir türlü kabul edilemiyordu. En sonunda uykusunda Tanrı’yı gördü. Kendisinden
ne istediğini sordu.
“Sevgili Tanrım” diye adam cevap verdi. Ben Sana hizmet etmek istiyorum. Kiliseye
üye olarak bir işe yaramak istiyorum. Lütfen kiliseye kabul edilebilmem için bana yardım
et!”
Tanrı gayet üzgün bir biçimde konuştu. “Sevgili oğlum. Ben senin bu isteğini
maalesef yerine getiremem. Bu kilise kurulduğundan bu yana uzun yıllardan beri Ben bile
o kiliseden içeri girmeyi başaramadım, sana nasıl yardım edebilirim?”
“Taş Tanrı’dır, ama Tanrı taş değildir.”
“Tanrı, Sevgi her nerede ise oradadır.”
20-
BÜYÜK İSKENDER
Çok sayıda savaş yaptıktan ve birçok ülkeler fethettikten sonra en sonunda Büyük
İskender Hindistan’a varmıştı. Bu ülkede çok sayıda aziz ve bilge kişi olduğunu işitmişti
ve onlarla tanışmak için can atıyordu.
Bir gün ordusu bir ormanın kenarında kamp yapmak için durdu. Bu ormanda bir
münzevinin yaşadığını öğrendiler. İskender askerlerini göndererek bilge kişiyi felsefe
üzerine konuşmak üzere çadırına davet etti. Fakat münzevi bir hayat yaşayan kişi daveti
nazikçe reddetti, ama herkesin kendi kulübesine gelebileceğini ve burada kendilerini
içtenlikle kabul edebileceğini söyledi. Bunun üzerine İskender adamı kulübesinde ziyaret
etmeye karar verdi.
İskender münzevinin kulübesinden içeri girdiğinde oturacak bir yer aradı, ama
içeride ne sandalye, ne koltuk ne de başka bir mobilya vardı. Biraz içerleyerek adama
sordu, “Senin misafirlerin oturması için hiçbir eşyan yok mu? Bunun üzerine bilge adam
bir karşı soruyla cevap verdi. “Ey kralım, senin kendi sandalyen nerede peki?” İskender
yanıtladı, “Ama ben yalnızca gelip geçiciyim. Ben burada kalıcı değilim ki?”
“Aynı şekilde ben de” dedi münzevi, “Ben de sizin gibi gelip geçiciyim ve burada
kalıcı değilim.”
14
“Daha az bagaj ile daha rahat yolculuk yaparsınız ve o zaman yolculuğun keyfini
daha çok çıkartabilirsiniz.”
“Yaşayan herkes bir hac yolculuğu yapmaktadır.”
21-
İBRAHİM VE MİSAFİRİ
Yaşlı bir adam akşam vakti İbrahim’in kapısını çaldı. Yorgundu, çok zayıf ve aç
görünüyordu. Biraz yiyecek ve gece kalmak için bir yer istiyordu. İbrahim adamın önüne
sıcacık bir yemek getirdi. İbrahim yemek tabağını daha masanın üzerine koyar koymaz
yaşlı adam hemen yemeğe saldırdı ve yemeye başladı.
İbrahim kızmıştı, “Sen yemek yemeden önce dua etmez misin, be adam?” diye
azarladı. “Sen Allah bilir namaz da kılmazsın?”
“Hayır, ben ne dua ederim, ne de namaz kılarım” diyerek adam cevap verdi.
İbrahim’in artık öfkeden gözü görmüyordu. “O zaman bu yemek de sana göre değil” diye
gürledi. “Sana bu evde kalacak yer yok”.
Yaşlı adam ayağa kalktı ve evi terk ederek yürümeye başladı.
İbrahim o gece rüyasında Tanrı’yı gördü. Tanrı sordu, “İbrahim, yaşlı adam
nerede?” İbrahim hemen yanıtladı, “Tanrım, o adam Sana dua etmiyordu. Ben de onu
gönderdim.”
Cevap çok manidardı, “Ben o Bana dua etmediği ve Benim adımı anmadığı halde
bu kadar yıldan beri onun yemeğini ve ihtiyaçlarını eksik etmedim. Sen ona bir gece bile
tahammül edemedin mi?”
“Yardım eden eller dua eden dudaklardan daha üstündür/makbuldür.”
“Onlara sabret ve onlara katlan! Tanrı onlara ne kadar sabır gösteriyor, görmüyor
musun?”
22-
SEVGİ VEREN ÖĞRETMEN
Amerika’nın en tanınmış üniversitelerinden biri olan John Hopkins üniversitesinde
ders veren bir profesörün eline bir gün 25 yıl kadar önce aynı üniversitede yaptırılmış bir
araştırma yazısı geçti. Araştırma üniversitede okuyan ve New York’un kenar/gecekondu
mahallerinden gelmekte olan 220 siyahi öğrencinin geçmiş yaşamları üzerine idi.
Araştırmanın sonunda araştırmacı bir öngörüde bulunuyor ve bu öğrencilerin % 90 ‘ının
gelecekte en az bir kez hapse düşmek zorunda kalacağını söylüyordu.
Bu yazıyı okuyan profesör hemen kendisi ile birlikte çalışan asistanlardan bir ekip
oluşturmalarını ve bu 220 öğrencinin o anki durumlarını araştırmalarını söyledi. Bu 220
öğrenciden ancak 198’ine ulaşılabildi. Ancak ilginç bir şekilde bu öğrencilerden yalnızca 4
tanesinin hapse girip çıkmış oldukları belirlendi. Profesör bu çok çarpıcı sonuca neyin yol
açtığını öğrenmek için araştırmayı devam ettirdi. Sonra bu öğrencilerin büyük bir
çoğunluğunun üniversitede aynı bir hocadan ders almış oldukları ortaya çıktı. Bu
öğretmen onları bir şekilde pozitif bir şekilde etkilemiş olmalı idi. Bu bayan öğretmenin
nerede oturduğu araştırıldı. Bu bayan öğretmen şimdi çok yaşlanmış ve artık unutulmuş
bir şekilde bir yaşlılar evinde yaşarken bulundu. Kendisine şu soru soruldu, “Bu 198
15
öğrenciyi okuturken nasıl bir metot uyguladınız? Nasıl bir müfredat programı takip ettiniz?
Nasıl özel bir eğitim sistemi tatbik ettiniz?”
Kadıncağız aradan uzun zaman geçtiği için çocukların çoğunu hatırlayamıyordu.
Sakince şöyle cevap verdi, “Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, ben onları çok sevdim.”
“İçinde sevgi olmayan bir görev acınacak bir şeydir. İçinde sevgi olan bir uygulama
arzu edilecek bir şeydir. Ama bir görev yapıyormuş hissi taşımadan duyulan sevgi
uygulaması ilahi bir şeydir.”
23-
HOŞNUT YABANCI
Zengin bir adam çok hasta olmuştu. Birçok doktora görünmesine ve çok sayıda ilaç
kullanmasına rağmen şifa bulamamıştı. Adamın oğlu babasına çok bağlı idi ve onun
iyileşmesi için çırpınıyordu. Arayış içinde bir gün bir şifacı ile karşılaştı. Şifacı ona eğer
mutlu ve halinden hoşnut yabancı bir adamın gömleğini babasına giydirirse babasının
iyileşeceğini söyledi.
Oğlan böyle kendinden hoşnut, memnun ve mutlu yaşayan bir kişi aramaya başladı.
Fakat böyle hayatından tamamen hoşnut, dertsiz ve tasasız bir kişi bulmak neredeyse
imkânsızdı. Hiç kimse hayattan arzu ettiği şeyi alamıyordu.
Gece olmak üzereyken yorgun ve bezmiş bir vaziyette oğlan eve geri dönüyordu.
Birdenbire az ilerde bir ses duydu. Adamın biri açıkta bir yerde çalıların dibinde uyumaya
hazırlanıyordu. Karanlıkta adamın dua ettiğini işitti, “Sevgili Allahım! Mutlu bir gün daha
sona ermek üzere! Şimdi Senin de Rahmetinle beraber, huzur ve mutluluk içinde ben
Senin derin uyku hediyeni kabul etmeye hazırlanıyorum.”
Oğlan kendi kendine, “İşte bu tam benim aradığım kişi” diye düşündü. Hemen
adamın yanına doğru gitti ve kendisinden gömleğini istemeye hazırlandı. Fakat adama
yaklaştığında üzerinde hiç gömleği olmadığını gördü. Yabancı adam kendisindenne
istediğini sordu. Oğlan tüm hikâyeyi anlatınca şöyle cevap verdi, “Sevgili oğlum! Eğer bir
gömleğim olsa idi, böyle mutlu ve halimden hoşnut olur muydum zannediyorsun?”
24-
TOHUM
İki tohum yanyana toprağın üzerinde duruyorlardı. Birisi şöyle dedi, “Ben büyümek
ve bir fidan olmak istiyorum.” İkincisi de şöyle dedi, “Ben değişmek istemiyorum. Ben
kimliğimi kaybetmek istemem.”
İlk
tohum
cevap
verdi,
“Yaşam
genişlemek/büyümek
demektir.
Duraklamak/gelişmemek ölüm anlamına gelir. Sonra ben fidan olduğum zaman yine
“ben” olacağım.” İkinci tohum onun bu düşüncesini kabul etmiyordu, “Benim yerime bir
bitki olduğu zaman “ben” nerede olacağım? Ben ayrıca köklerimin toprağın derinliklerine
gitmesinden ve oluşacak gövdemin yükseklere uzanarak korunmasız kalmasından çok
korkuyorum. Ben burada kalacağım.”
Bu hikâyenin sonunda ne oluyor dersiniz? Siz ne yapardınız? Denir ki ilk tohum
gelişti ve kocaman ve güzel bir ağaca dönüştü. Ve sonra bir tavuk geldi ve orada
bekleyen diğer tohumu güzelce yedi.
“Bütün kâinatın tohumu Hakikat’tir.”
16
25-
İNSANIN DEĞERİ
Kral büyük bir festival düzenlenmesini ve herkesin katılmasını arzu ediyordu.
Festivalin sonunda herkese bir ziyafet verilmesi düşünüldü. Kral herkese ılık ve şekerli
süt verilmesini istiyordu.
Katılan herkese gelirken yanlarında bir kap süt getirmeleri söylendi. Getirilen sütler
kocaman bir kazanın içinde toplanacak ve sütlaca benzer bir tatlı pişirilecekti.
Festival günü geldiğinde herkes yanında bir kap süt getirerek festival alanına doğru
yürüyorlardı. Herkes getirdiği kabı derin kazanın içine boşaltıyordu. Ancak süt getirmesi
söylenen herkes şöyle düşünmüştü. “Bu kadar kocaman ve süt dolu kazanın içine ben bir
kap su götürsem ne fark edecek ki?”
Kazan derin ve büyük olduğu için dolması uzun süre aldı ve akşama doğru kazanın
içine bakıldığında içinde yalnızca su vardı.
“Bir tencere sütün içerisine bir damla su ilave edilse ona hala süt denir.
Bir tencere suyun içine bir damla süt ilave edilse ona süt diyebilirmiyiz?
Benzer şekilde 24 saatin yalnızca üç beş dakikası ibadete ayrılırsa hiçbir fayda
getirmeyecektir.”
“Dünyada her türlü malzemenin fiyatının artmasındaki ana sebep insanın fiyatının
düşmesidir.”
26-
BİZİ ARZULARIN PEŞİNDEN KOŞTURMA
Londra’da üniversitesinde okurken uzak bir ülkeden gelmiş bir arkadaşım vardı.
İkimiz okulun yurdunda aynı odada kalıyorduk. Ancak maalesef bu arkadaşım bir alkolikti.
Her akşam elinde bir şişe viski ile odaya gelir ve gece uyuyana kadar o şişeyi içip bitirirdi.
Parlak öğrencili yaşamı bu alkol bağımlılığı yüzünden mahvolmak üzereydi.
Gündüz ayık olduğu zaman pişmanlık hissederdi. Bu alışkanlıktan kurtulmak için
psikolojik yardım, alkol bağımlığını tedavi merkezi v.s. gibi çok şeyler denedi. Fakat
akşam olduğunda alkol ihtiyacı galip geliyordu. İlk adımı atabilmek için kendi iradesine
hâkim olması gerektiğini biliyordu.
Bir seferinde iradesini kullanabilmek için kararlı bir şekilde yola çıktı. İşte aşağıdaki
onun hikâyesidir.
“Okulun yurduna doğru giderken her zaman viski şişemi satın aldığım içki
dükkânına uğradım. Dükkâna yaklaşırken tüm irademi toplamaya çalıştım. Tam bir
kararlılıkla ve kendimi kontrol ederek dükkânın önünden yürüyüp geçtim. İyice
uzaklaşmaya başlayınca içim sevinçten kabarmaya başladı. Ruhum hafiflemiş ve huzur
dolmuştu. Kendi kendime şöyle dedim, “Ben dürtülerimi kontrol edebiliyorum. Ben
irademi kullanabiliyorum.”
İçim içime sığmıyordu. “Kazandım; ben yendim. Şimdi bu başarımı kutlamalıyım.”
Dedim. Dedim ve başarımı kutlamak üzere tekrar içki dükkânına geri dönerek her
akşamki içki şişemi satın aldım.
“Freni olmayan bir arabanın ve disiplini olmayan bir insanın sonları aynıdır, büyük
bir felakete uğrayacaklardır.”
17
27-
DUA
Yağmurlu bir akşamüzeri idi. Yedi yaşındaki kız çocuk pencerenin kenarına oturmuş
üzgün üzgün kararan bulutlara bakıyordu.
Büyük ağabeyi onun bu surat asan yüzünü görünce ona seslendi, “Neden yağmuru
dindirmesi için Tanrı’ya dua etmiyorsun? Belki seni dinleyip yağmuru durdurur.” Kız hiç
cevap vermedi. Oğlan kardeşine sataşmaya ve onu iğnelemeye devam etti. “Sen her
zaman Tanrı’nın herkesin isteğini yerine getirdiğini söylemez misin? Sen neden O’na dua
etmiyorsun?”
Kız sakince cevapladı, “Evet Tanrı her zaman dualarımıza cevap verir.”
“Öyle mi” diye abisi devam etti. Fırsatını yakaladığını düşünüyordu. “O zaman Tanrı
senin dualarını niye yerine getirmiyor? Yoksa senin dualarını duymuyor mu dersin?”
Yedi yaşındaki kız sağlam bir inanç ile yanıtladı, “Tanrı her zaman beni dinler. Fakat
bana başka insanların yağmura ihtiyaçları daha fazla olduğunu söyledi. Ben
bekleyebilirim.”
“Günde bir kez yapılan dua şüpheleri uzakta tutar.”
28-
YOKSUL KRAL
Fakir bir adam yapacağı bir iş için kraldan para yardımı istemeye gitmişti. Adamı
sarayın içinde bir odaya buyur ettiler ve kendisine kralın namaz kıldığını, biraz sonra
kendisini kabul edeceğini söylediler.
Fakir, odada beklerken yan odada kralın namaz sonrası Tanrı’ya dua ettiğini işitti.
Kral Tanrı’ya yakararak daha fazla servet, daha fazla arazi, düşmanlarına karşı galibiyet,
sağlık v.s. talep ediyordu.
Bunları duyan fakir adam düşünmeye başladı, “Bu kral da aynı benim gibi herşeye
muhtaç ve elde ettiği şeyler için Tanrı’ya bağımlı. İstediği her şey için Tanrı’ya dua ediyor.
O zaman ben niye burada kralın huzuruna çıkıp ondan bir şey istiyorum ki? Herşeyin
sahibi olan ve Herşeye Gücü Yeten Yüce Allah benim yanımda olduktan sonra ben niye
O’ndan yardım dilemiyorum ki?”
Kral namazı bittikten sonra fakir adamın yanına geldiğinde adam gitmişti.
“İyi davranış, iyi nitelikler ve iyi bir karakter bizim gerçek hazinemizdir. Fakat insan
bugün bütün bunların hepsini bir yana bırakmış ve dünyevi mallar, zenginlikler peşinde
koşmakta ve bir yandan da manevi bir yaşantı sürdürdüğüne inanmaya devam
etmektedir.”
29-
SİZDEN SONRA
Lucknow geçmişte insanların birbirine nezaketle davrandıkları bir şehir olarak
tanınmıştı. O şehrin bu ününü borçlu olduğu hikâyelerden biri vardır.
İki orta yaşlı adam trene yetişmek için koşturuyorlardı. İstasyondan içeri girdiler ve
yolcu giriş kapısına doğru yöneldiler. Turnikeye aynı anda gelmişlerdi. Her biri diğerine
öncelik vermek için bir adım geri çekildi ve beklemeye başladı. Biri diğerine “Sizden
sonra efendim” dedi. Ama diğeri de “Hayır efendim asıl sizden sonra” diyerek cevap
verdi.
18
Her ikisi de kibarlık yapıyor ve birbirine yol veriyordu. Bu arada tren düdüğünü
çalarak yola çıktı ve iki adam da öylece kalakaldılar.
Günümüzde de aynı şekilde insanların trenleri kaçırdığı söylenir ama tabi bunun
tam tersi şekilde. Bugün mesela aynı şekilde iki kişi trene yetişmek isterken aynı anda
turnikeye gelse her ikisi de birbirine yol vermez ve aynı anda geçmek ister. Aynı anda
geçmek için birbirlerini itmeye başlarlar ve turnikenin içinde birlikte sıkışıp kalırlar. Onlar
birbirleri ile tartışırken de tren kalkar ve onlar da treni kaçırırlar.
30-
SEVGİ GERİ DÖNER
Bir adam ölmüş ve yapmış olduğu günahlardan ötürü cehenneme gönderilmişti.
Adam kısa zamanda cehennemde yaşayanların aç bilaç ve çok sıska olduklarını fark etti.
Bir süre sonra bir çan zili çaldı ve herkes yemek salonuna hücum etti. Masaların
üzerindeki büyük kapların içerilerine lezzetli yiyecekler konulmuştu ve çok güzel
kokuyorlardı. Masaların üzerlerinde çok uzun saplı kaşıklar bulunuyordu. Herkes
kendisine bir kaşık aldı ve kaşığına yemek koyarak ağzına götürmeye çalıştı. Uzun
sapından tutarak yemeği ağzına götürmeye çalışmak çok zor oluyordu ve bu sırada
kaşığın diğer keskin ucu yanındakinin gözüne giriyordu. Bu yüzden herkes bir yandan
yanındakilerin uzun kaşıklarının sivri uçlarından sakınmaya çalışıyor, bir yandan da kendi
kaşığını ağzına götürmeye çalışıyordu. Ortada büyük bir karmaşa vardı. Bu sırada
hemen zil çaldı ve tüm yiyecek dolu kaplar götürüldü.
Bu olay bütün yemek zamanlarında tekrarlanıyor ve bu yüzden de herkes böyle
zayıf, aç ve sinirli oluyordu.
Adam en sonunda cehennemde cezasını bitirerek cennete alındı. Burada herkes
gayet sağlıklı ve mutlu görünüyordu.
Burada da bir süre sonra yemek vakti geldi. Ve aynı benzer masaların üzerinde aynı
kaplar ve aynı uzun kaşıklar bulunuyordu. Bu manzarayı gören adamın içi ezildi ve ne
yapacağını düşünmeye başladı. Ancak hayret verici şekilde keşfetti ki burada herkes
kaşığına yemek koyduktan sonra kaşığın uzun sapından tutarak masanın karşısında
oturan arkadaşını yediriyordu.
“Göndermiş olduğun sevgi sana geri döner.”
31-
KÖYLERE GİDİNİZ
Başbakan ülkenin gelişiminin köylerden başlaması gerektiğine inanıyordu. Bu
yüzden bakanlar kurulu toplantısında tüm bakanlara şu mesajı verdi. “Köylere gidiniz ve
hizmete oradan başlayınız”
Bakanlar bu mesajla ilham almış gözüküyorlardı. Hemen tüm bakanlar kendi
teşkilatları ile toplantılar düzenlediler ve müsteşarlara, genel müdürlere ve grup
başkanlarına aynı mesajı ilettiler. “Köylere gidiniz ve hizmete oradan başlayınız.”
Valiler, emniyet ve eğitim müdürleri, kaymakamlar bu mesajdan çok
heyecanlanmışa benziyorlardı. Hemen alt kademelerini ve organizasyon yetkililerini bir
toplantıya çağırdılar ve başbakanın mesajını tekrarladılar. “Köylere gidiniz ve hizmete
oradan başlayınız.”
Hepsi birbirlerine aynı şeyi söylediler. Köylere gidiniz dediler ama hiçbiri gitmediler.
“Yaşamınız mesajınız olsun!”
19
32-
DAVRANIŞTAN BAĞIMSIZ OLMAK
Adamın bir an önce önündeki taşkın nehri geçerek şehre gitmesi gerekiyordu.
Köylülere karşıya geçebilmek için ne yapabileceğini sordu. Bu taşkın nehirden geçmek
için köylülerin kayıkları bile işe yaramıyordu. Adama nehrin kıyısında yaşayan bir bilge
kişi olduğunu ve kendisine ancak onun yardım edebileceğini söylediler. Adam heyecanla
koşarak bilgenin yanına gitti. Bilge o gün oruçlu idi ve evde ibadet yapıyordu. Adam
mutlaka karşıya geçmesi gerektiğini ve bunun hayat memat meselesi olduğunu söyledi
ve kendisinden yardım istedi. Bilge bunun üzerine adamdan kendisine tereyağı
getirmesini söyledi. Adam şaşkınlık içinde gidip biraz tereyağı buldu ve hemen bilgeye
getirdi. Bilge masaya oturdu ve getirilen tereyağını bir güzel afiyetle yedi. Sonra beraber
nehrin kıyısına gittiler.
Bilge ellerini açarak dua etmeye başladı, “Ey sevgili nehir, taşkın bir dönemde
olduğunu anlıyorum. Ama bu adamın bir an önce nehri geçip şehre gitmesi gerekiyor.
Lütfen bize yardımcı ol! Eğer ben biraz önce azıcık bile tereyağı yememiş isem ve hala
oruçlu isem lütfen sakinleş ve bu adama geçme izni ver!”
Nehrin azgın akan suları birdenbire sakinleşti ve durgun bir su haline geldi. Adam
da bilgeye teşekkür ederek hemen kayığa atladı ve karşıya geçti.
“Şunu iyi bil ki güneşten yayılan ve tüm kainatı aydınlatarak aydan yansıyan ve
ateşin içinde olan parlaklık Tanrı’dan kaynaklanmaktadır.
33-
ÖRNEK OLMAK
Taşradaki bir ilçede kaymakamlık yapıyordu. Bir gün yolu ilçeye bağlı köylerden
birine düştü. Kaymakam tüm köyün pislik içinde olduğunu ve kötü koktuğunu fark etti.
Köylüler çevre temizliği yapmaya hiç tenezzül etmiyorlardı. Gece yatmaya gitmeden önce
kaymakam muhtar ve köyün ileri gelenleri ile bir toplantı düzenledi ve çöplerin
toplanması, sokaklarının süpürülmesi ve sürekli olarak genel temizlik yapılması
gerektiğini söyledi.
Ertesi sabah olduğunda dışarıya çıktı ve etrafı teftiş etmeye başladı. Hiç kimse
kendisinin sözünü dinlememişti. Etraf yine leş gibiydi. Bunun üzerine kaymakam hiç
kimseye hiçbir şey söylemeden sokağın kenarında duran süpürgeyi eline aldı ve
sokakları süpürmeye başladı. Bunu gören herkes şaşırıp kaldılar ve çok utandılar. Bunun
üzerine herkes bu temizlik faaliyetine katıldı ve çöpleri toplayarak çevre temizliği
yapmaya ve sokakları temizlemeye başladılar.
“Önce ol, sonra yap, ondan sonra söyle”
34-
CAMDAN BAKINCA
Yeni evli çift şehirde yüksek katlı binaların birinde iki odalı bir daire kiralamışlar ve
orada oturuyorlardı. Yüksek katlı evinden dışarıyı seyretmekte olan gelin karşıdaki
binadaki komşu kadının yıkadığı çamaşırları kurutmak için balkondaki çamaşır ipine
asmasını seyrediyordu. Kadının yıkadığı çamaşırlar hala kirli ve lekeli görünüyorlardı.
Yeni gelin akşam olduğunda kocasına karşı komşusunun ne kadar kirli çamaşır
yıkadığını anlatıyordu. Bu böyle uzun bir süre devam etti. Her sabah gelin kalkar kalkmaz
20
karşıdaki komşunun yıkadığı çamaşırları asmasını seyrediyor ve akşama da kocasına
bunu şikâyet ediyordu. Artık kocasının sabrı sonuna gelmişti.
Bir sabah gelin yine sabah erkenden kalkarak camın arkasına geçti ve komşunu
seyretmeye başladı. Ancak bu sefer karşı komşusunun astığı çamaşırların kusursuz ve
bembeyaz olduklarını fark etti. Hemen koşup kocasına haberi yetiştirdi. “Herhalde benim
onu eleştirmem onun kulağına gitmiş olmalı ki, sanırım çamaşırları yıkamak için daha iyi
bir çamaşır deterjanı kullandı.”
Kocası sakince cevapladı, “Hayır güzelim, ben senin bu karşı komşunu
eleştirmenden o kadar sıkılmıştım ki bu sabah erkenden kalktım ve dışarı baktığın
pencerenin camını temizledim.”
35-
SOLMAYAN ÇİÇEK
Köydeki okul müdürünün okuldaki görevi sona ermiş ve başka bir yere tayini
çıkmıştı. Okulda herkes ona olan minnettarlığını göstermek için ona güzel bir hediye
vermek istiyordu. Okul müdürü hiçbir şey istemediğini söyledi, ama her birisinden bir tane
çiçek kabul edebileceğini söyledi. Onun verdiği bu izinle öğrenciler, öğretmenler ve
okulun yaşlı hademesi yakındaki ormana dağıldılar. Herkes kendi beğenisine göre bir
çiçek kopardı ve hemen koşarak geriye döndü. Ancak yaşlı adam bir türlü geri
gelmiyordu. Genç öğrenciler onun ahmak olduğunu söyleyerek alay ettiler.
Uzun bir bekleyişten sonra yaşlı hademe geri döndü. Ama bu sefer elinde tuttuğu
solmuş ve buruşmuş çiçeğe bakarak onunla yine alay ettiler. Müdür ona bu tuhaf
davranışının sebebini sordu, “Sayın müdürüm” diye hademe cevap verdi. “Sizin için en
güzel çiçeği getirmek istiyordum. Ama ne zaman beğendiğim bir çiçeği koparmaya
kalksam o çiçeği dua ederken buluyordum. Tüm çiçekler kokuları ile, görüntüleri ile ve bal
şeklindeki usareleri ile Tanrı’nın sevgi ve mutluluk dağıtmak için kendilerini birer
enstrüman olarak seçmesinden ötürü Tanrı’ya şükrediyorlar ve dua ediyorlardı. Bu
yüzden onları koparıp size getirmeye cesaret edemedim.
Getirdiğim bu çiçek az önce dualarını bitirmişti.”
“Yaşamınızı sessizlik içinde koku lisanı ile konuşan bir güle benzetin. Çünkü ancak
bu sessizliğin derinliğinde Tanrı’nın sesi duyulabilecektir.”
36-
SEVGİ
Bir seferinde üniversitenin birinde çok çarpıcı bir deney gerçekleştirildi. İki ayrı
bölgede 35’er mısır ekimi yapıldı. İki grup da aynı koşullara maruz bırakıldı. Aynı
miktarda su verildi, aynı güneş ışığını aldılar, aynı gübre ve toprak ile beslendiler. Ancak
gruplardan bir tanesi deney grubu idi ve bu grup öğrencinin sevgilerine maruz
bırakılmışlardı.
Aradan geçen 20 gün sonra yapılan ölçümlere göre bu deney grubundaki mısırların
yüksekliği diğer gruba göre %49 daha fazla idi. Bu çok önemli bir sonuç idi.
Ertesi yıl aynı deneyi kadife çiçekleri ile gerçekleştirdiler. Aynı uzunlukta filizleri
seçtiler ve iki grup halinde ektiler. Birinci grup, deney grubu idi. Öğrencilerden bu deney
grubunun yanında sessizce oturarak bu bitkilere sevgilerini aktarmaları söylendi. 24 gün
sonra deney grubundaki bitkilerin takriben %49 daha uzun oldukları gözlendi. İkinci
grupta daha hiçbir bitki çiçek açmamış iken deney grubundakilerin %78’i çiçek açmıştı.
21
İkinci gruptakilerin daha henüz %25’inde tomurcuklanma başlamışken deney grubunun
%88’i tomurcuk açmıştı.
Eğer sevginin bu daha basit yaşam formlarında bile etkisi bu kadar muazzamise
kimbilir çocuklarımızın yaşamlarında ne kadar büyük bir değişiklik meydana getirecektir?
“Sevgi, manevi yaşantımızın vazgeçilmez ve en elzem gerçekliğidir.”
37-
HER ZAMAN EN AŞAĞIDA
Avrupa’daki ülkeler arasında uluslararası bir konferans düzenlenmişti. Konferansın
konusu toprakta solucanlar idi.
Katılan ülkelerin hepsi beraberlerinde getirdikleri solucanları bir sergide
sergiliyorlardı. Yüzden fazla solucan çeşidi kavanozların içinde sergi alanında yanyana
konulmuştu. Tüm kavanozlarda kapak olmasına rağmen bir tane kavanozun kapağı
bulunmuyordu.
Organizatörler hemen o ülkeden katılanların yanına giderek kavanozlarının üzerine
bir şey koymalarını yoksa solucanların kavanozdan dışarıya çıkarak kaçabileceklerini
söylediler.
“Buna hiç gerek yok efendim” diye o ülkeden gelenler cevap verdiler. “Hiçbir
solucanın kavanozun tepesine ulaşma şansı bulunmuyor. Bizim ülkemizde birisi bir
miktar yükseldiği anda diğerleri hemen onu aşağıya doğru çekerler.”
38-
SON NEFES
Adamın birisi çok zengindi ve bir dükkânı vardı. Bir gün camide namaz kılmaya
gittiğinde orada bulunan bir bilgeden cennete gitmeyi garantileyen en basit yönteminin
yaşamın en son nefesinde Tanrı’yı düşünmek ve O’nun adını anmak olduğunu öğrendi.
Kendisi oldukça dünyevi bir yaşantı sürüyordu. Ne kadar parası olsa ona az geliyordu. Bu
yüzden ne dua etmeye ve ne de hayırseverlik işlerine vakti kalmıyordu.
Bu yüzden yaşamının sonunda cennete gitmeyi sağlamak için çocuklarının isimlerini
Tanrı’nın isimlerinden seçti. Birine “Rahman”, diğerine “Rahim” bir diğerine “Cemal”
sonuncuya da “Celal” şeklinde isim verdi. Planına göre yaşamının son anı yaklaştığında
oğullarını yanına çağıracak ve bu şekilde yaşamının son nefesinde dudaklarında
Tanrı’nın adının olmasını garanti altına alacaktı.
Bir gün yaşamının son anı geldi. Yakında artık ebedi âleme intikal edeceğini
biliyordu. Tüm oğullarını yanına çağırdı. Hepsi beraber koşup onun yanına geldiler. Adam
yatağından hepsine birer birer seslendi. “Rahman burada mısın? Rahim burada mısın
Cemal burada mısın? Celal burada mısın?” Hepsi,“Evet baba buradayız” dediler. Birden
adamın aklına bir şey geldi ve yattığı yerden hızla doğruldu ve sordu, “Peki o zaman
dükkânda kimi bıraktınız?”
Son sözleri bunlar olmuştu.
22
39-
SEVGİ DEĞİŞTİRİR
20.yüzyılın en büyük bilim adamlarından ünlü bir bitki uzmanı evinden laboratuara
doğru giderken bir botanik bahçesinden geçiyordu. Yol üzerinde el ile dokunulduğunda
hemen yapraklarını kapatan bir “Bana Dokunma” çiçeği gördü. Bu çiçek içine el ile
dokunulduğunda yapraklarını kapatıp içine çekiyordu.
Ünlü botanikçi bir deney yapmaya karar verdi. “Dokunma Bana” çiçeğinin önüne
giderek ona şöyle seslendi, “Ey güzel çiçek, lütfen benden korkma. Ben seni çok
seviyorum. Ben senin büyüyüp gelişmeni istiyorum. Bunun için seni her zaman
koruyacağım. Gel seninle arkadaş olalım. Benden sana hiç zarar gelmez, emin olabilirsin.”
Böylece her gün çiçeğin yanından geçerken sevgi dolu bir şekilde bu sözleri
tekrarlıyordu. Bu şekilde aradan birkaç ay geçti.
Bir gün çiçeğin yanına gitti ve elini çiçeğe dokundurdu. Hayret verici şekilde çiçek
onun bu dokunuşu üzerine ne geri çekildi ve ne de yapraklarını kapattı.
Bu çok güzel ve mutlu bir andı.
“Sizin göndermiş olduğunuz sevgi size geri döner.”
40-
BÜYÜKBABA VE SEPET
Küçük bir çocuk anne babası ve baba dedesi ile birlikte küçük bir evde yaşıyorlardı.
Anne sürekli olarak büyükbabanın çok ilgi gerektirdiğinden ve aileye büyük bir yük
oluşturduğunu söylüyordu. O kadar ileriye gitmişti ki bazen ona yemek bile vermiyordu.
Dedesini çok seven küçük çocuk annesine yakalanmadan dedesi için yiyecek saklıyor ve
sonra ona veriyordu.
Bir gün artık anne sabrının sonuna geldi ve kocasına ultimatom verdi. Büyükbaba
evi terk edecekti. Çocuğun babası eşine karşı duramıyordu. Büyükbabayı köydeki evine
göndermeye karar verdiler. Orada yalnız ve tek başına yaşayacaktı.
Büyükbaba çok yaşlı olduğu için ve yürüyemediği için onu büyük bir sepetin içine
koydular. Adam sepeti omzuna aldı ve bir sabah erkenden yola çıkmaya hazırlandılar.
Çocuk gözyaşları içinde uzun süre dedesinin kalması için yalvardı ama annesi ve babası
geri adım atmıyorlardı.
Çocuk gidip dedesine sarıldı ve onunla vedalaştı. Sonra babasına dedeyi köye
götürüp bıraktıktan sonra sepeti geri getirmeyi unutmamasını söyledi. Babası ona sepetle
ne yapacağını sorunca çocuk şöyle cevap verdi, “Baba, ben o sepeti saklayacağım. Sen
de aynı dedem gibi yaşlandığında ve eve yük olduğunda senin dedeme yaptığın gibi seni
onunla köye taşıyacağım.” Babası gözyaşları içinde hemen sepeti yere indirdi ve dede,
baba ve torun birbirlerine sarılarak kucaklaştılar.
“Ne ekersen onu biçersin.”
23
41-
İNEK VE BUFFALO
Köyde bir inek ve bir bufalo çok iyi arkadaş olmuşlardı. Beraber geziyor ve beraber
otluyorlardı. İnek kuyruğunun ucunda küçük bir siyahlık dışında tamamen bembeyazdı.
Buna karşın bufalonun her yeri kapkaraydı.
Bir gün bizon ineğe doğru baktı ve biraz tereddütle şöyle dedi, “Sevgili kız kardeşim.
Sana bir şey söyleyeceğim ama umarım kızmazsın. Senin her yerin bembeyaz, ama şu
kuyruğunun uç kısmındaki küçük siyah leke çok büyük bir ayıp gibi gözüküyor ve senin
güzelliğini kara bir leke gibi lekeliyor. “
Bufalo bu sözleri birkaç gün daha böyle tekrarlamaya devam edince, inek daha
fazla dayanamadı. Şöyle cevap verdi, “Sevgili kız kardeşim. Senin dikkatin sürekli olarak
benim kuyruğumun ucundaki o küçücük siyah kısımda. Sen kendinin tamamen ve baştan
ayağa kadar kapkara olduğunun farkında değil misin?”
“Eleştirilmek istemiyorsan eleştirme!”
42-
BİLGENİN YOLU
Bilgelerin davranış biçimleri bazen çok şaşırtıcı olabiliyor. Bir gün bir bilge yanında
birçok saliği ile beraber yürüyerek yolculuk yapıyorlardı. Ülkenin en büyük ormanının
içinden geçiyorlardı. Ormanda bir kabileye rast geldiler. Sıcak bir hoş geldiniz ile beraber
hemen yemeğe davet edildiler.
Yemekte pişmiş et vardı. Hayatları boyunca hiç et yememiş olan bilge ve salikleri ne
yapacaklarını şaşırmışlardı. Bilge hemen uzanarak yemekten ve etten az bir miktar yedi.
Sonra saliklerine dönerek yemekten yemeleri için işaret etti. Ancak bilgenin takipçileri
yemeği çok tiksindirici buldukları için teker teker izin isteyerek yemeği yemediler. Ayrıca
aralarında konuştular ve efendileri hakkında kafalarında bir soru işareti oluşmuştu.
Ertesi gün yola devam ettiler ve ormanda başka bir kabileye daha rastladılar. Onlar
da bizimkileri sıcak bir şekilde karşıladılar. Ancak kısa bir süre önce yemeklerini yiyip
sofradan kalktıkları için onlara ikram edecekleri yemekleri kalmamıştı. Bilgeye ateşin
henüz sönmediğini ve hemen kendileri için yemek hazırlayacaklarını söyleyip mutlaka bir
yiyecek bir şey vermek için ısrar ettiler. Bilge eğer onların tekliflerini reddetse ve onlardan
bir şey hiçbir şey kabul etmese onları üzecek, kıracak ve aşağılamış olacaktı. Onların bu
ısrarları üzerine bilge hemen henüz sönmemiş ve yanmakta olan ateşten birkaç tane kor
halde kömür parçası aldı ve ağzına atarak bir güzel afiyetle yedi. Sonra da saliklerine
dönerek yüzünde bir ince gülümseme ile bu güzel yemek davetini kaçırmamalarını
söyledi.
43-
GÖREV/DOĞRU DAVRANIŞ
Bir gün bir bilge bir nehrin kıyısına geldi ve karşıya geçmek üzere uygun bir yer
aramaya başladı. Biraz sonra kıyıya yakın bir yerde suyun üzerinde bir akrep gördü.
Akrep boğulmamak için çaresizce o sırada suyun üzerinde yüzmekte olan büyükçe bir
yaprağın üzerine çıkmaya çalışıyordu. Tam artık kurtulamayacaktı ki son anda
ayaklarından biri ile uzandı ve yaprağın kenarını yakaladı. Üzerine tırmanmaya çalışıyor
ama başaramıyordu.
24
Bilge akrebe acımıştı. Merhametle elini uzattı ve akrebe tırmanması için yardım
etmeye çalıştı. Fakat akrep birdenbire kuyruğu ile adamın elini doktu. Adam elini çekince
zavallı hayvan tekrar suyun içine düştü. Bu sefer akrep boğulmaya başlamıştı. Son bir
gayreti ile tekrar yaprağı yakalamaya çalıştı. Bilge tekrar akrebe yardıma karar verdi.
Yine elini uzatarak akrebi yaprağın üzerine doğru itmek istedi. Fakat akrep o anda yine
adamın kolunu soktu.
O sırada oradan geçmekte olan bir köylü bu sahneyi seyrediyordu. Bilgeye doğru
seslendi, “Efendim siz bu akrebin ne kadar nankör olduğunu fark etmediniz mi? Siz ona
yardım etmeye çalıştığınız halde iğnesi ile sizi iki defa soktu. Sizin hala ona yardım
etmeye çalışmanız biraz aptallık olmuyor mu?”
Eline ve koluna yediği iki zehir dolu sokmanın acısı içinde kıvranan bilge sakince
cevapladı, “Sizin bu tavsiyeniz çok güzel efendim de, gördüğünüz üzere akrep kendi
istidadı ile beni soktu. Beni sokmak onun görevi idi. Fakat o kendi görevini uygularken,
benim de benim üzerime düşen onu kurtarma görevimi, yani doğru davranışı
yapmamamı benden nasıl bekleyebilirsiniz?”
44-
DUYGULARININ ESİRİ
Ülkesini düşmanlar işgal etmişler ve kendisi de direnişçiler arasında yer aldığından
bir mücadele sırasında yakalanmış ve hapse atılmıştı. Kendisi hapishanede işkence
görürken dışarıda kalan ailesi de çok zor günler geçirdiler. Uzun seneler sonra hapisten
çıktı. Tüm yaşamı mahvolmuş ve yaşadığı kötü anılar onun üzerinde çok negatif tesirler
bırakmıştı.
En sonunda ülke bağımsızlığına kavuştu. Kaderin cilvesi ile ülkesinin hükümeti de o
işgal eden ülke yönetimi ile iyi ilişkiler kurmaya başlamıştı. Başbakan eskiden ülkesini
işgal etmiş olan güçlerin yaptıkları zulüm ve adaletsizlikler için onlardan nefret etmediğini
söylüyordu. Ancak bizim özgürlük savaşçısı asla kendi başbakanı gibi düşünemiyor,
onlardan nefret ediyor ve davranışını değiştiremiyordu. Başbakanın bu tavrına da çok
içerliyordu.
Bir gün başbakanın geçeceği yolun üzerinde kalabalıkla beraber beklemeye
başladı. Başbakan geçerken öne doğru fırladı ve sordu, “Başbakanım, ben
hapishanelerde işkence gördüm. Bu zalim adamlar yüzünden ailem sefalet çekti ve
çocuklarım okula bile gidemedi. Ben bunu nasıl unutabilirim? Onları nasıl affedebilirim?”
Başbakan sakince cevap verdi, “Eğer sen hala onlardan bu kadar nefret ediyorsan
onlar seni hâlâ hapiste tutuyorlar demektir.”
“İnsan kendi duygularını esiridir.
45-
VAHŞİ ADAMIN BEYANI
1854 yılında Amerikan Başkanı Franklin Pierce Kızılderililerin Şefine bir mektup
yazarak kendilerine ait büyük bir bölgeyi satın almak istediğini belirtti. Kızılderili Şef bu
mektuba çok içerlemişti. Kızgınlığından daha çok daha fazla bir şekilde kalbi kırılmıştı.
Büyük bir üzüntü içinde Amerikan Başkanına aşağıdaki cevabı gönderdi:
“Ben size gökyüzünü veya toprağın insana verdiği sıcaklık duygusunu nasıl
satabilirim? Bu düşünce bize çok tuhaf geliyor. Havanın tazeliği, suyun serinliği ve
toprağın kokusu bize ait değilken siz onu nasıl satın alabilirsiniz?
25
Bu dünyanın her bir köşesi benim halkım için aynı şekilde kutsaldır. Her çamın iğne
yaprağı, her deniz kıyısındaki kumsal, ormanın derinliklerindeki her sis bulutu, her
ağaçsız bölge ve her vızıldayan arı da aynı şekilde benim halkım için kutsaldır ve
korunması gerekir. Bu topraklardaki her ağacın içindeki özsu Kızılderililerin tarih boyunca
yaşadığı hatıralarını taşır.
Bu muhteşem toprak Kızılderililin annesidir. Parfüm kokulu çiçekler bizim kız
kardeşlerimizdir. Geyikler, atlar ve büyük siyah kartal bizim erkek kardeşlerimizdir.
Kayalık dağ zirveleri, yeşil çayırlar, bir midillinin beden ısısı hepsi bizim ailemize aittirler.
Bu ülke bizim için kutsaldır.
Bu hava Kızılderili için çok değerlidir, çünkü tüm canlılar aynı havayı paylaşırlar. Bu
toprağın başına her ne felaket gelse o toprağın çocuklarının başına da gelir. Eğer bütün
hayvanlar bu dünyanın yüzünden silinecek olurlarsa, insanlar bu dünyada var olamazlar.
Eğer insanlar dünyaya tükürürlerse kendi kendilerine tükürmüşler sayılırlar.
Ben vahşi adamım ve bunu anlatabilecek başka bir yol bilmiyorum. Ama bir tek
şunu iyi biliyorum. Bizim inandığımız Tanrı, sizinki ile aynı Tanrı’dır.”
46-
ÖLÜMÜ KANDIRMAK
Melek Azrail bir gün genç bir adamı ziyarete gitti. Adam hazırlıksız yakalanmıştı.
Henüz daha gençti ve çocuklarını büyütmekle meşguldü. Daha henüz manevi bir yaşantı
sürmeye vakti olmadığı için kendisini cennete sokabilecek iyi davranışlarda da
bulunamamıştı. Azrail’e yalvardı ve ölümünün ertelenmesini istedi. Bir de Azrail
gelmeden önce kendisine en azından bir işaret vermesini de istedi ki, hiç olmazsa
ailesinin geleceğini garanti altına alsın ve geleceğini planlayabilsin. Azrail’in kalbi adamın
ağlayıp yakarmasından yumuşadı ve adama arzusunu yerine getireceğini söyledi.
Bundan sonra adamın yanına gelmeden önce üç tane işaret göndereceğini söyledi.
Adam sevinmiş ve çok rahatlamıştı. Üç işaret ile daha çok sayıda zamanı olacaktı.
Aradan zaman geçti ve bir gün yine ansızın Azrail adamın kapısına geldi. Adam
oldukça yaşlanmıştı, ama kendisini hiç de gitmeye hazır hissetmiyordu. Torunları ile
ilgilenmek ve sahibi olduğu şirketin işlerini büyütmek istiyordu. Azrail bu sefer adamın
bahanelerine kulak asmıyordu. Bunun üzerine adam sinirlendi ve Azrail’i söz verdiği gibi
kendisine önceden hiçbir işaret vermemekle suçladı ve onu azarladı.
Azrail şöyle cevap verdi, “Ben sana üç tane işaret gönderdim. Fakat sen zamanı
aldatabileceğini ve kaçınılmaz olandan kaçınabileceğini zannettin. Saçlarının dökülmesi
ve beyazlaması benim sana ilk işaretimdi. Sen yaptın? Hemen kuaföre giderek saçlarını
boyattın. Benim ikinci uyarım gözlerinin iyi görmemeye ve kulaklarının da iyi duymamaya
başlaması idi. Sen hemen gidip gözüne gözlük ve kulaklarına da işitme cihazı satın aldın.
Yaşlanmayı yenebileceğini düşündün. Üçüncü uyarım dişlerinin çürüyüp dökülmeleri ve
dişlerinin birer birer çekilmeleri oldu. Sen ne yaptın? Gidip dişçi ile anlaştın ve kendin
dâhil herkesi kandırdın. “Haydi gel gidiyoruz!”
“Yaşadığın yılların içine hayat kat; yaşamının içime yıllar değil.”
26
47-
GERÇEK SEVGİ
Sabahın erken saatlerinde 80 yaşlarında bir adam hastaneden içeri girdi ve
başparmağı üzerindeki dikişlerin acilen alınması gerektiğini çünkü kendisinin saat
09.00’da önemli bir randevusu olduğunu söyledi.
Ben kendisine hemen bir yere oturmasını söyledim. Hemşirelerden birisinin onunla
ilgilenebilmesi için en az bir saat gerektiğini biliyordum. Sürekli olarak saatine bakıp
duruyordu. Benim de o anda bir hastam olmadığından ona kendim yardımcı olmaya karar
verdim. Yarası ile ilgilenirken aramızda bir sohbet oluştu. Çok acelesi olduğundan
kendisine buradan çıktıktan sonra başka bir doktor ile randevusu olup olmadığını
sordum. Bana olmadığını, bir yaşlılar bakım evinde karısı ile beraber kahvaltı edeceğini
söyledi. Bunun üzerine ben de eşinin sağlığının nasıl olduğunu sordum. Bana eşinin
uzunca bir süreden beri Alzheimer hastası olduğunu ve bir süreden beridir de o bakım
evinde olduğunu söyledi.
(Alzheimer = halk arasında bir çeşit akıl hastalığı olarak bilinir. Bu hastalığın bir çaresi
yoktur ve zamanla birlikte hastalık ilerler ve sonunda ölüme götürür. Çoğunlukla 65 yaş
üzerindeki kişilerde ortaya çıkar. 2050 yıllarında takriben 90 kişiden birisinin Alzheimer
hastası olacağı iddia edilmektedir.)
Yarasını tedavi ederken konuşmaya devam ettik. Ben kendisine eğer bir miktar geç
kalırsa eşinin kendisini merak edip etmeyeceğini sordum, Bana eşinin artık neredeyse 5
seneden beri kendisini tanıyamadığını söyledi. Bunun üzerine çok şaşırdım ve kendisine
şöyle sordum. “Siz de o sizi tanımamasına rağmen her sabah onunla kahvaltı edebilmek
için oraya gitmeye devam ediyorsunuz öyle mi?”
Yaşlı adam gülümsedi ve hafifçe elime vurarak yumuşakça şöyle dedi, “O beni
tanımıyor, ama ben hala onun kim olduğunu biliyorum.”
Ağlamamak için kendime zorlukla hâkim olmuştum.
48-
KALBİN LİSANI
Okyanusta seyahat yapmakta olan gemi Afrika kıyılarında küçük bir adanın
yakınlarında iken arıza yaptığı için zorunlu bir şekilde duraklama yapmak zorunda kaldı.
Gemide seyahat emekte olan çok meraklı ve ilgili bir piskopos vardı. Adanın sahillerinde
bir hareketlilik gördü ve zamandan istifade adayı ziyaret etmeye karar verdi.
Yanına birkaç kişi alarak bir kayıkla adaya çıktı. Öğrendiğine göre adada yalnızca
üç kişi yaşıyorlardı. Bu kişiler çok cahil idiler ve din konusunda hiçbir şey bilmiyorlardı.
Tanrı’ya nasıl dua ettiklerini sordu. Şöyle yanıtladılar, “Tanrım. Biz üç kişiyiz. Bizlere
merhamet et.”
Piskopos bu vahşilerin uygulamasını hiç beğenmemiş ve şaşkınlığa uğramıştı.
Onlara Tanrı’ya dua etme yöntemlerini öğretmeye karar verdi. Bu şekilde onlar da
ruhlarını kurtarabileceklerdi. Tüm gün boyunca yoğun bir ders programı ile onlara duaları
öğretti ve akşam saatleri yaklaştığında da adamlar duaları doğru bir şekilde telaffuz
etmeyi öğrenmişlerdi. Tatmin olmuş vaziyette piskopos artık akşam vakti de geldiğinden
gemiye geri dönmek için kayığa bindi.
Kayıkla beraber gemiye doğru geri dönerken arkasına baktığında şaşkınlıktan
küçük dilini yutacaktı. Adadan kendilerine doğru gelmekte olan bir ışık huzmesi gördü. Bu
gelenler denizin üstünde koşarak kendisine doğru hızla gelmekte olan bu üç adamdı.
Tekneye çıktılar ve adamın ayaklarına kapandılar. Nefes nefese kalmışlardı. Heyecan
27
içinde ona yalvarmaya başladılar. Kendilerine öğrettiği duanın bir yerini unutmuşlar ve
nasıl olduğunu hatırlayamıyorlardı.
Piskopos afallamıştı ve konuşamıyordu. Cesaretini toplayarak büyük bir
alçakgönüllülük içinde adaya dönmelerini ve her ne şekilde biliyorlarsa o şekilde Tanrı’ya
dua etmeye devam etmelerini söyledi. “Tanrım! Biz üç kişiyiz. Bize merhamet et”
“Yalnızca tek bir dil vardır. O da kalbin lisanıdır.”
49-
ABOU BEN ADHEM
Abou Ben Adhem bir gece rüyasında bir meleğin bir deftere bir şeyler yazdığını
gördü. Biraz çekinerek de olsa kendisine sordu, “Ne yazıyorsunuz?” Melek elini kaldırdı
ve cevap verdi, “Tanrı’yı sevenlerin isimlerini yazıyorum oğlum.” “Peki, ben o listede var
mıyım?” diye Abou Ben Adhem sordu. “Hayır, sanmıyorum” diye melek cevap verdi.
Abou Ben Adhem’in sesi artık daha kısık çıkıyordu. Buna rağmen neşesini bozmadan
şöyle dedi, “O zaman ben O’na dua edeceğim. Benim onun yarattığı insanları sevdiğimi
yaz lütfen” dedi.
Melek yazdı ve ortadan kayboldu.
Ertesi gece melek yine rüyasında ona göründü ve bu sefer daha büyük bir aydınlık
içinde başka bir deftere yine bir şeyler yazıyordu. Kendisine yine ne yazdığını sorunca
“Tanrı’nın en çok sevdiği ve rahmet ettiği insanların listesini yazdığını söyledi. “Ben o
listede varmıyım?” diye Abou Ben Adhem sordu. Melek gülümsedi ve listede ilk sırada
olduğunu söyledi.
“Yardım eden eller dua eden dudaklardan daha kutsaldır.”
“Tanrı ancak sen O’nun senden beklediğin şeyleri yaptığın zaman mutlu olur. Başka
nasıl bir şekilde O’nun Rahmetini kazanabilirsin? O’nun çocukları ile ilgilenerek, onlara
hizmet ederek, onları doyurarak ve zor zamanlarda onların imdadına koşarak değil de
nasıl?”
50-
BENİM YAŞAMIM BENİM MESAJIMDIR
Çok sayıda seveni olan bilge kişi artık ömrünün sonuna gelmişti. Doktorlar ertesi
günü zor çıkarabileceğini, her an korkulan son ile karşılaşılabileceğini söylediler. Ertesi
gün olduğunda yakından uzaktan binlerce seveni onun yaşadığı yere gelmişti. Kendisini
son bir defa görmek arzusundaydılar. Havada bir ağırlık ve üzüntü vardı.
Gelenler ünlü bilgeyi rahatsız etmemek için kendisine çok yaklaşmıyorlar, saygılı bir
mesafeden kendisini izliyorlardı. Bilge yardımcılarının yardımı ile günlük işlerini yapmaya
gayret ediyordu. Sabah vakti dualarla, sessiz oturuşla, kuşları ve hayvanları besleyerek
ve günlük mabet aktiviteleri ile geçirildi. Sonra öğlen çok çok az miktarda mütevazı bir
yemek yenildi.
Saatler geçiyordu ve salikler kıpır kıpırlardı. Fakat bilge sanki hiçbir şey olmamış ve
umursamazmış gibi günlük rutinine devam ediyordu. Kendisinin yanına gelen halktan
kişilerin dertlerini dinliyor ve ayırt etmeksizin her birisine yardım elini uzatıyordu. Akşam
olduğunda beraberce nehir kıyısına gidildi, abdest alınıp akşam ibadetleri yerine getirildi.
28
Artık güneş batmak üzereydi ve bilge her an son yolculuğuna çıkabilirdi. Herkeste şüpheli
bir bekleyiş vardı.
Kendisine hâkim olamayan bir salik ağlayarak kendisini bilgenin ayakları dibine attı
ve herkes adına konuşmaya başladı. “Sevgili Efendim! Lütfen bize son bir mesaj verin.
Lütfen bize gelecekte neler yapmamız ve hangi manevi uygulamaları yapmamız
gerektiğini açıklayın.”
Son nefesini vermek üzere hazırlanan aziz kendisini uğurlamak üzere toplanmış
olan binlerce salikine doğru baktı ve şöyle dedi, “Sevgili çocuklarım! Ben de zaten bütün
gün boyunca bu mesajı size hatırlatmaya çalıştım. Benim mesajım budur. Benim
yaşamım benim mesajımdır!”
“Benim yaşamım benim mesajımdır.”
51-
GELECEK İÇİN AĞAÇ DİKİN
Doğu kültürlerinde ağaç ekmek çok kutsal bir görevdir. Yaşlı bir Japon bahçesine bir
fidan ekiyordu. Yoldan geçen bir yabancı da bu detaylı seremoniyi ilgi ile izliyordu.
Sonunda yaşlı adamda yabancının varlığını fark etti ve kendisine neyin ilginç
geldiğini sordu. Yabancı şöyle cevap verdi, “Sizin bu ektiğiniz ağacın olgun bir meyva
vermesi için en az 40-50 yıl gerekir. Ben merak ediyorum, acaba siz bu ağacın
meyvasından yemeyi mi umuyorsunuz?”
Yaşlı adam yavaşça ayağa kalktı ve gerindi. Yabancıya eliyle az ilerideki üzeri
meyva dolu ağacı gösterdi ve şöyle dedi, “Şu gördüğünüz ağacı benim büyükbabam
ekmişti. Ben birkaç yıldan beri o ağacın meyvesini yeme mutluluğuna eriştim. Ben bu
ektiğim fidanın ileride vereceği meyvelerin de benim torunlarımı mutlu edeceğine tüm
kalbimle inanıyorum.”
“Eğer bir yıl sonrasını düşünüyorsanız bir tohum ekin; Eğer on yıl sonrasına ilişkin
bir plan yapıyorsanız bir ağaç ekin; eğer yaşam boyu büyük bir plan gerçekleştirmek
istiyorsanız da bir gençlik nesli yetiştirin.”
52-
VİCDANIN/KARAKTERİN BEDELİ
Fakir bir çocuk yalnız başına yaşıyordu ve kendisine bakacak kimsesi yoktu. Her
sabah ormana gidiyor, ormandan kuru dallar, meyvalar ve kökler toplayarak bunları
şehirde satıyordu. Eline geçen para ile bir gün boyunca kendisine yetecek gıdayı ancak
satın alabiliyor, kıt kanaat geçiniyordu.
Bir gün ormandan her zamankinden çok daha güzel olgunlaşmış meyvalarla döndü.
Onları satmak için önünde durduğu evin sahibesi meyvaları görünce çok mutlu oldu.
İçeriye gidip meyvaları tartmak istediğini söyledi.
Kadın içer girmeye yeltenmişti ki birden aklına bir şey geldi ve geri döndü. “Sen de
tartıya bakmak ister misin? Belki benim sözüme inanmak istemeyebilirsin. Ya seni
kandırırsam?”
Çocuk gülümsedi ve şöyle cevap verdi, “Saygıdeğer hanımefendi! Benim bir korkum
yok. Eğer beni aldatırsanız siz kaybedersiniz.” Bu cevap üzerine kadın şaşırmıştı.
Yüzünde bir şaşkınlık bir ifadesi ile ne demek istediğini sordu.
29
Cevap şöyle geldi, “Eğer beni aldatırsanız ben yalnızca birkaç meyva kaybederim.
Fakat siz vicdanınızı/karakterinizi kaybedersiniz!”
“Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyorlar, ama hiçbir şeye sahip olmamanın
değerini bilmiyorlar.”
53-
NE İSEN O OL
Küçük bir şehirde annesi birlikte yaşayan genç bir adam vardı. Ancak adam
tembelin biri idi. Ne çalışıp para kazanıyor, ne de annesine ev işlerinde yardım ediyordu.
Annesi geçimlerini sağlamak için çok çalışıyordu.
Bir süre sonra adamın annesi vefat etti. Genç adam hiç kimsenin kendisine yardım
etmek istemediğini ve bu gidişle aç kalacağını fark etti. En sonunda yiyecek ve kalacak
bir yer bulmak amacı ile yola çıktı.
Bir ormandan geçerken ayağı topallayan bir tilki gördü. Bacağı aksamasına rağmen
tilki sağlıklı ve zinde görünüyordu. Adam tilkinin nasıl böyle hayatta kaldığına şaşırmıştı.
Tam o sırada adam ağzında yakaladığı bir av ile bir kaplanın ağaçların arasından
çıkarak oraya geldiğini gördü. Adam hemen korku ile ağaçların arkasına saklandı. Kaplan
bir yere oturarak yakaladığı avı yemeye başladı. Yedikten sonra da kalanları bırakarak
orayı terk edip gitti. Ayağı sakat olan tilki sakat bacağını yerde sürüyerek avdan arta
kalanın yanına geldi ve kalan etleri afiyetle yedi.
Bunları seyreden adam kendisinin de aynı böyle geçinebileceğini düşündü. Birisinin
gelip bir şeyler bırakacağını umarak iki gün boyunca bekledi. Ama artık açlığa daha fazla
dayanamıyordu. Büyük bir karın ağrısı ile Tanrı’ya yakararak dua etti, “Sevgili Allahım!
Eğer şu topal tilki bile yiyecek bulabiliyor ve kaplan tarafından besleniyorsa, neden Sen
bana benzer şekilde yardım etmiyorsun? Lütfen bana yardım et. Ben açlıktan ölmek
üzereyim.”
O sırada büyük bir şimşek çaktı ve gök gürledi. Bir ses şöyle cevap verdi, “Sen topal
tilkiye benzememelisin. Sen kaplan olmalısın!”
“Tanrı ancak kendilerine yardım edenlere yardım eder.”
“Kapıya vur, kapı senin için açılacaktır.”
54-
TANRI’NIN YARADILIŞI
Yüce varlığa tüm kalbi ile inanan ve dini vecibelerini tümüyle yerine getiren bir adam
vardı. Adam her sabah ve her akşam saatlerce dualar ediyor, namaz kılıyor ve sürekli
olarak camiye gidiyordu. İşinde dürüst bir şekilde çalışıyor ve devamlı olarak Tanrı’nın
ona bahşettiği iyi ve mutlu bir yaşam için O’na teşekkür ediyordu.
Bir gün işten çıktıktan sonra eve doğru giderken yol kenarında paçavra giysiler
içinde ayağı sakat bir adam gördü. Biraz daha ilerlediğinde de bu sefer yol kıyısında çok
yaşlı ve zayıf bir kadının kendisinden daha yaşlı hasta bir adam ile ilgilendiğini gördü.
Onları da geçti ve biraz ileride cüzamlı bir aile gördü. Hepsi perişan haldeydiler.
Bütün bu görüntüler adamı çok olumsuz etkilemişti. Birdenbire fakirlikle, hastalıkla
ve sefaletle karşı karşıya kalmıştı. Üzüntü içinde Tanrı’ya yakardı, “Tanrım! Böyle
30
acınacak olaylara nasıl böyle sessiz kalabiliyorsun? Bu dünyada bu kadar çok insan
sefalet, pislik ve yoksulluk içinde yaşıyor. Neden bir hiçbir şey yapmıyorsun?”
Adam kısa bir süre sonra derinlerden bir ses duydu, “Yaptım. Seni gönderdim.”
“Ben açtım, sen beni besledin;
Ben hasta idim ve Sen beni iyileştirdin.”
“Yardım eden eller dua eden dudaklardan daha kutsaldır.”
55-
BAHÇEDEKİ RENKLİ ÇİÇEKLER
Ünlü bir hikâye anlatıcısı okulda ders verirken ülkenin kurtuluş savaşını anlatıyordu.
O sırada dinleyiciler arasında o savaşa bizzat katılmış ve şimdi artık oldukça yaşlanmış
olan eski bir askeri komutan ve general vardı. Hikâye anlatılırken öyle bir noktaya gelindi
ki savaşın bir anında bir çiçek bahçesinde bizim generalin esir askerleri kurtarması
anlatılıyordu. Hikâye anlatıcı savaşı dramatize ederken süslü kelimelerle konuşuyor ve o
anki durumun dinleyicilerin gözlerinin önüne gelmesini sağlamaya çalışıyordu. Bahçedeki
çiçeklerin hepsinin beyaz renkte olduklarını detayını verince bizim eski asker söz
isteyerek ayağa kalktı ve o bahçedeki tüm çiçeklerin kıpkırmızı olduğunu söyledi.
Ortada tuhaf bir durum oluşmuştu. Hikâye anlatıcı çok kesin kaynaklara dayanarak
konuşuyordu, ama işte karşısında o savaşı birebir yaşamış olan kişinin birinci ağızdan
anlattıkları ve beyanı vardı. Bu meseleyi daha sonra başka bir zaman aralarında
konuşmak üzere anlaştılar. Ve anlatıcı hikâyeyi anlatmaya devam etti.
Ancak dersten sonra bu ikili bir araya geldiklerinde yine aralarında anlaşamadılar.
Eski general gördüğü şeyde ısrar ediyordu. O mücadele sonucunda esaretten kurtularak
özgürlüklerine kavuşanlar çiçeklerin bembeyaz olduklarını söyleyince ünlü ve sevilen
komutan “Nasıl olur ?” dedi, ”Ben o çiçekleri kendi gözlerimle o kadar iyi gördüm ki
onların kırmızı olduklarına yemin edebilirim.” Bunun üzerine meseleyi o savaşı yönetmiş
olanOrdu Komutanına sormaya karar verdiler. Ordu Kumandanı meseleyi çözmüştü,
“Sevgili arkadaşım” dedi, “O savaş sırasında sen o esirlerin durumlarına o kadar
üzülmüştün ki öfkeden gözlerin kan çanağına dönmüştü. Bu yüzden o beyaz çiçekler
sana kırmızı olarak göründüler”
“Görüşünüzü düzeltin, o zaman dünya da düzelecektir.”
56-
SİNCAP VE BİLGE
Düşmanlar yenilmiş ve kral tahtına çıkarak oturmuştu. Kral büyük bir bilge idi ve
yapılan savaşta hizmette bulunanların hepsini bir araya toplamıştı. Amaç onlara yaptıkları
hizmetlerden ötürü teşekkür etmek ve onlara birer madalya veya birer hediye vermekti.
Kabul Salonunda buluna herkes büyük merak içerisinde idi. Acaba kralın lütfuna ilk kim
mazhar olacaktı? Ordu komutanı mı? Vezirlerden biri mi? Yoksa savaşta büyük
hizmetleri olan savaşçılardan biri mi?
Savaş esnasında kralın emri ile büyük bir köprü inşa edilmiş ve ordu o köprüden
geçerek düşmanı yenebilmişti.
31
Kral, Kabul Salonunun en sonuna kadar gitti ve nasıl olmuşsa içeri girip seyircilerin
arasında oturmuş olan bir sincabı eline aldı. Herkes şaşkınlıktan afallamış vaziyette
olayın gizemini merak ediyordu.
Kral olayı şöyle açıkladı, “Köprünün yapımı esnasında herkes büyük bir gayretle
taşlar ve ağaç gövdeleri taşıyorlar, onları suya yerleştiriyorlardı. Bu küçük sincap da
onları izliyor ve kendi küçüklüğüne bakarak utanıyordu. “Ben bu kutsal görevde nasıl yer
alabilirim ve ne yapabilirim? “Ben de bu işe katkıda bulunmalıyım” diye düşündü. Böyle
düşünerek bu büyük görevde yer alabilmek için kendi rolünü oynamaya karar verdi.
Okyanusa daldı ve kendisini kuma bulayarak dışarı çıktı. Sonra köprünün üzerine koştu
ve silkinerek tüylerine yapışmış olan kumları köprünün üzerine serdi. Bu şekilde kumlar
köprünün üzerine düştüler. Yolun üzeri yürünebilecek kadar dümdüz olmuştu. Köprü
tamamlanana ve herkes üzerinden rahatça geçene kadar bu görevini sürdürdü ve ilk
iltifatı almaya hak kazandı.”
“Her kim ki bana saf bir kalp ile herhangi bir şey, bir yaprak, bir çiçek v.s. sunar, Ben
onu büyük bir sevgi ve şefkat ile kabul ederim.”
57-
İÇİ BOŞ FLÜT
Ünlü flüt ustası bir bilge kişi ülkenin en çok sevilen müzisyeni idi. Herkes
onun flüt çalışını izlemek için çok uzak mesafelerden akın akın geliyorlardı. O
flütünü üflerken herkes kendinden geçiyor ve vecd haline giriyorlardı. Anlatıldığına
göre dünyada bundan büyük bir sürur hali yoktu.
Bilge müzisyenin en yakın arkadaşı ona tam bir bağlılıkla bağlı bir genç
adamdı. Bu genç, bilgeyi o kadar çok seviyordu ki onun çaldığı flütü deliler gibi
kıskanıyordu.
Bir gün efendisinin odasını temizlerken flütü orada bırakılmış buldu. Hemen
onu eline alarak sordu, “Ey flüt, sen ne kadar şanslı olduğunu biliyor musun? Sürekli
olarak efendimizin yakınında ve ellerindesin. Seni okşuyor ve o kadar seviyor ki
dudakları ile üfleyerek senden güzel notalar çıkarıyor. Lütfen bana bu şanslı talihin
sebebini anlatır mısın? Sen ne gibi bir ibadetlerde bulundun, hangi manevi
çalışmalarda bulundun? Hangi kitapları okudun? Hangi zikirleri yaptın? Hangi
duaları okudun? Hangi sözleri verip yerine getirdin ve kaç defa tövbede bulundun?
Hangi ilmi okudun da o seni bu kadar sevdi? Yoksa çok defalar hacca mı gittin
geldin? Bu rahmete kavuşmak için ne yaptın, anlat bana!”
Flüt büyük bir alçak gönüllülük ve tevazu içinde basit sözlerle yumuşak bir
şekilde cevapladı, “Hayır efendim. Ben sizin bu anlattıklarınızın hiçbirini yapmadım.
Ben hiçbir ilim, hiçbir şey bilmiyorum. Ben yalnızca bana tarif edildiği gibi içimdeki
fazlalıklardan kurtuldum, o kadar. Şu anda benim içim dümdüz ve bomboş. Bu
taraftan bakarsanız öbür taraftan ışığı görebilirsiniz. Bu yüzden de efendimiz benim
içinden kolayca üfleyerek o muhteşem nameleri çıkarabiliyor.”
58-
PROFESÖR VE TEYP KAYDEDİCİ
Ünlü bir Amerikalı profesör bilimsel alanda yaptığı üstün çalışmalarla tanınıyordu.
Ancak kendisin kötü bir huyu vardı. Konuşmayı ve ders anlatmayı çok iyi beceremiyordu.
Bir gün aklına parlak bir fikir geldi. Üniversitede amfide vereceği derste anlatacağı
32
konuları önceden bir teybe kaydetmeye karar verdi. Sonra kendi sesini dinleyerek bazı
yerlerde düzeltmeler ve eklemeler yaptı. Teyp derse hazırdı.
Ertesi sabah derse girdi ve öğrenciler tamamen hazır olduklarında düğmesine
basarak yanında taşıdığı teyp kaydediciyi çalıştırdı. Öğrenciler büyük bir ilgi ve can kulağı
ile dinlediler. Profesör çok mutlu olmuştu. Bu usulü bundan sonraki konularda da
uygulamaya karar verdi.
Ertesi sabah anlatacağı konuları yine daha önceden kaydederek derse girdi ve
çalıştırma düğmesine bastı. Öğrenciler yine can kulağı ile dinlemeye başladılar. Profesör
de ders sonuna kadar boş zamanı olduğunu düşündü ve fakültenin en alt katındaki
kafeteryaya giderek bir güzel kahvesini içti. Sonra diğer profesör arkadaşları ile bir süre
çene çaldıktan sonra teyp tam bitmek üzere iken sınıfa geri döndü ve teybi durdurdu.
Bu metot onun çok hoşuna gitmişti. Bundan sonraki günlerde de aynı şeyi yapmaya
devam etti. Aşağıya kahve içmeye iniyor ve arkadaşları ile bilimsel sohbetler yapıyorlardı.
Bir gün yine sınıfa girdi ve öğrenciler yerlerine oturduktan sonra teybin çalıştırma
düğmesine bastı.
Aşağıya kahve içmeye inmişti ki orada sohbet edebileceği bir arkadaşını bulamadı
ve kısa süre sonra sınıfa geri döndü. Sınıfa girdiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı.
Büyük hayretler içinde fark etti ki bir yandan kendisinin çalıştırdığı teyp çalmaya ve dersi
anlatmaya devam ediyor diğer taraftan da öğrencilerin sıralarının üzerlerine koydukları
diğer teyp kaydediciler de anlatılan dersi kayıt ediyorlardı. Öğrencilerin hepsi sınıftan
çıkıp gitmiş ve sınıfta hiç kimse kalmamıştı.
Verilen bilgiler bir baştan diğer başlara aktarılmıyor, bunun yerine bir makineden
diğer makinelere, bir teypten diğer teyplere aktarılıyordu.
“Bilgiyi aktarma şekli mesajın kendisidir.”
59-
Macluhan
BÜYÜK ÖĞRETMEN
Ülkenin yetiştirdiği en büyük insanlardan ve bilge kişilerden birisi idi. Ülkenin dört bir
tarafına giderek hoşgörü ve insani değerler konularında konferanslar veriyordu. En fazla
üzerinde durduğu şey tüm insanların eşitliği ve birliği idi. Tabi bu yüzden de radikal
dincilerin nefretini kazanmakta gecikmedi.
Bu zalimler kendisine devamlı olarak yemek pişiren aşçıyı tehditle kandırdılar ve
aşçının büyük bilgenin yemeğinin içerisine kırılmış cam parçaları koymasını sağladılar.
Büyük öğretmen fark etmeden bu yemeği yedi. Fakat kırık camlar içeride büyük bir iç
kanamaya sebebiyet verdiler. Durumu giderek ağırlaştı, ölümü yaklaşmıştı.
Bu kadar çok sevdiği aşçısının kendisine ihanet etmiş olduğunu anlamıştı. Biraz
daha düşününce kendisi öldükten sonra bu durumun mutlaka ortaya çıkacağını ve
gerçeği öğrenen saliklerinin aşçıyı mutlaka öldüreceklerini tahmin etti. Hemen aşçısını
yatağının yanına çağırdı ve ona şöyle dedi, “Lütfen sana verdiğim bu parayı al ve
uzaklara git. Buralarda artık bir daha gözükme.” Bunları söyledikten sonra da son
nefesini verdi.
“Sevgili Allahım, Sen onları affet, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.
33
60-
ZİHNİN ÜSTADI
Bir genç adam deniz kıyısında dolaşırken ağzı kapalı bir cam şişe buldu. Merak
ettiği için şişenin ağzındaki mantarı çıkarmaya karar verdi. Mantarı çıkartır çıkarmaz
şişenin içinden bir cin çıktı ve şöyle dedi, “Sen benim efendimsin. Ben de senin kölenim.
Dile benden ne dilersen! Fakat yalnızca benim bir şartım var. Ben hiç boş duramam,
bana sürekli olarak yeni bir görev vermen lazım. Yoksa ben seni yer bitiririm.”
Adam bunu kabul etti ve anlaşma başladı. Başlangıçta adam çok mutlu idi. İstediği
o kadar çok şey vardı ki. Arzuları bitip tükenmez gibiydi. Önce lezzetli bir yemek sipariş
etti. Bir saniyede mükellef bir sofra önünde serildi. Buna çok şaşırdı ve hemen içinde
yaşamak için kocaman bir malikâne istedi. İçinde her türlü konforu ve mobilyaları olsun
istiyordu. Bunu yerine getirmesininepey bir süre alacağını ve bu arada da yemeği yemeyi
bitirebileceğini düşünüyordu. Ama şimşek gibi bir hızla önünde hizmetçilerin yan yana
dizili olduğu, mutfağı yiyeceklerle, gardıropları çok güzel kıyafetlerle dolu olan muhteşem
bir konak önünde belirdi. Cin kollarını göğsünde kavuşturarak adamın önünde durdu ve
sordu, “Bu da tamam. Şimdi ne istiyorsun?”
Adam başının büyük bir belada olduğunun farkına varmıştı. Bir şekilde bu cini
vereceği bir görev ile meşgul etmeli idi. Yoksa cin onu yiyecekti!
Aklına müthiş bir fikir geldi. Cine yüksek bir direk dikmesini söyledi. Direk hemen
dikildi. Şimdi cine o direğin tepesine tırmanıp aşağıya inmesini emretti. Cin hemen yukarı
tırmanıp aşağıya indi. “Şimdi” dedi genç adam, “Ben senden başka bir şey isteyinceye
kadar bu direğin tepesine çıkıp aşağıya inmeye devam et bakalım!”
“Zihninizi yenin ve zihin üstadı, yani master olun!”
Zihin çok iyi bir köledir, ama çok kötü bir efendidir."
61-
MAKUL/AKLI BAŞINDA/RASYONEL/MANTIKLI
Bilim adamları ve eğitim uzmanları Ulusal Bilim ve Teknoloji Konseyinin toplantısına
katılmışlardı. Toplantının başlamasına bir miktar süre vardı ve katılanlar toplantı öncesi
kendi aralarında derin bir sohbete dalmışlardı.
Konuşma bir süre sonra doğal olarak son günlerin en gözde konusuna
sürüklenmişti. “Bilimsel buluş – tüm hastalıklara ve dertlere deva olan bir ilacın
keşfedilmesi” Yaşamdaki tüm sağlık problemlerine çare olacak bilimsel ve rasyonel bir
yaklaşımın herkesi mutlu edeceği ve bir ortak fikir oluşturacağı konusunun altı önemle
çizildi.
Bu sırada konsey başkanı ve dünyaca ünlü cerrah piposunu keyifle tüttürüyor ve
havaya kısa kısa dumanlar savuruyordu. O sırada orada bulunanlardan biri gayet nazikçe
ve yumuşak bir vaziyette her ülkede Sağlık Bakanlıklarının sigaranın zararlı olduğunu
açıkladığını ve bunun içinde sigara paketlerinin üzerine “Sağlığa zararlıdır” diye
yazılmasının zorunlu olduğunu işaret etti. Böyle akıllı ve bilimsel yaklaşımlar konusunda
öncülük ve kahramanlık yapan bir insan nasıl olur da bu önerilerini kendi yaşam şekline
uygulayamazdı.
Tam bu sırada konsey toplantısının başladığı açıklandı ve tüm bilim adamlarının
hemen toplantı salonuna geçmeleri istendi.
34
“Düşüncelerinizin, sözlerinizin ve davranışlarınızın bir uyum içinde olması için, önce
zihninizde yalnızca iyi düşünceler olması, ağzınızdan kötü söz çıkmaması, yani devamlı
iyi şeyler konuşmanız ve bedeniniz ile de daima iyi şeyler yapmanız gerekir.”
62-
DOĞA İLE BİR OLMAK
Bir adam Meksika’da her sabah ormana giderek elinde yayı ve okları ile kuşları ve
küçük hayvanları avlıyordu. Bu çok maharet, kandırmaca ve hile isteyen bir işti, çünkü
avcı kendilerine yaklaştığı zaman kuşlar hemen uçup gidiyor, diğer hayvanlar da kaçıp bir
yerlere saklanıyorlardı.
Bir gün yine böyle kuş avına çıktığında nehrin kıyısında oturmakta olan yaşlı bir
adam gördü. Ancak avcının gözleri faltaşı gibi açıldı, çünkü kuşlar ve çeşitli hayvanlar bu
yaşlı adamın çevresinde dolanıyorlar ve ondan korkmuyorlardı. Avcı, bu bilge adamın
yanına yaklaştı ve kendisine sordu, “Efendim, siz böyle ortada dolanırken nasıl oluyor da
bu kuşlar ve hayvanlar sizden korkmuyorlar? Onlara nasıl bir büyü yaptınız? Yoksa bu bir
sihir mi?” Yaşlı bilge yavaşça cevap verdi, “Sevgili arkadaşım, “Ben onlara zarar vermek
istemiyorum. Ben onları çok seviyorum.”
Bunun üzerine avcının aklına müthiş bir fikir geldi. Ertesi gün aynı bilge kişi gibi
uzun bir elbise giydi ve okla yayını da elbisenin içine sakladı. Bu şekilde kuşların ve
hayvanların beraberce oynadığı nehir kıyısına gitti. Kendisi de kuşları ve hayvanları sever
ve onlara zarar vermek istemez gibi davranışlar sergiliyordu.
Adamın şaşkınlıkla izlediği şekilde kuşlar kendisinden korkmuyor, uçup etrafa
kaçışmıyorlardı. Kuşlar sanki avcı umurlarında değilmiş gibi etrafta dolanıyorlardı. Avcı
hepsinin tam ortasında bulunuyordu. Şu an tam zamanı idi. Okunu çıkartarak hemen
birkaç kuş avlayabilirdi. Fakat işte şimdi de kendisinin bu kuşları ve hayvanları öldürme
arzusu kaybolmuş, onlara karşı sevgi duymaya başlamıştı!
“Dünyada en büyük, en iyi kişi, onun yanında herkesin kendisini iyi hissettiği kişidir.”
“Ben burada iken bu korku niye?”
63-
BAĞLILIK
Kral çok iyi okullarda okumuş ve çok bilgili bir kimseydi. Her gün huzuruna birçok
âlim ve bilgin kişiler çıkarak onunla çok çeşitli konularda fikir alışverişi yapıyorlar, felsefe
ve din konularında derin tartışmalara giriyorlardı. Bir gün kral, kendisine kutsal kitabın
gerçek mesajını anlatacak olan kişiye krallığının yarısını vereceğini söyledi.
Bunun üzerine birçok ilahiyat profesörü ve uzmanı bu işe kalkıştı, ama başarısız
oldular. Bir gün ünü ülke sınırlarını aşıp dünyaya yayılan ünlü din âlimi huzura çıktı. Basit
ve açık seçik sözlerle hiç kafa karışıklığı yaratmadan ve güzel örnekler vererek krala
kutsal kitabın özünü açıkladı ve kitabın vermek istediği mesajı anlattı. Fakat kral tatmin
olmuşa benzemiyordu. Bunun üzerine âlim çok kızdı ve kralı sözünü tutmamakla suçladı.
Mesele ülkenin ilahiyat konusundaki en büyük yetkilisine iletildi ve fikri soruldu. Her
iki tarafı da dinleyen bilge kendi kararını şöyle açıklamıştı, “Kralın kutsal mesajı henüz
almadığı aşikârdır, çünkü eğer almış olsa idi, krallığına bu kadar bağlılık göstermez ve
isteyerek hemen yarısını âlime verirdi. Ancak kralın bu mesajı alamamasının sebebini
uzakta aramamak gerekir. Çünkü göründüğü kadarı ile bu âlim de kutsal kitabın mesajını
35
almamış görünüyor. Yoksa kraliyetin yarısına sahip olmak için bu kadar yanıp
tutuşmazdı. Çünkü kutsal kitabın özü insana yapması gereken görevi karşılığında hiçbir
ödül beklemeden yapması gerektiğini anlatmaktadır.
“Bilgi insanı özgürleştirir, bağlılıklarını artırmaz.”
“İnsanı Tanrı’ya doğru götüren bilgi, bir işe yaramadan uygulama yapmaya devam
etmekten daha üstündür. Sessiz bir şekilde oturup Tanrı üzerinde tefekkür etmek insanı
arzulardan arındırdığı için bilgiden daha üstündür. Yaptığı davranışların sonucunda hiçbir
ödül beklemeden onları bir hediye gibi sunmak da sessiz oturuştan çok daha üstündür.
Bu çeşit bir feragat ile de huzur ve sürurun geleceği kesindir.”
64-
OKYANUSUN KARIŞTIRILMASI
İyiler ve kötüler okyanusun içinde ölümsüzlük nektarı olduğunu işitmişlerdi. Tek
başlarına güçleri yetmediği için beraberce büyük bir kaşıkla okyanusu karıştırmaya
başladılar. Uzunca bir süre karıştırdıktan sonra okyanustan dışarıya zehirli bir gaz
çıkmaya başladı. Zehirli kokular herkesi etkiliyor ve derin solunması halinde boğulmaya
kadar götürebiliyordu. Bir yandan kaşıkla karıştırmaya devam ederken diğer taraftan da
hep beraber Tanrı’ya dua etmeye başladılar. Tanrı’nın rahmeti ile şiddetli bir rüzgar çıktı
ve zehirli gaz dağıldı.
Daha büyük bir şevkle ve güçle okyanusu karıştırmaya devam ettiler. Bu sefer de
okyanustan dışarıya büyük hazineler, çok değerli mücevherler, insanın her dileğini veren
ağaç v.s. çıkmaya başladı. Eğer bu anda da karıştırmayı bırakarak çıkan serveti
bölüşmeye kalksalardı bir sonraki adıma geçemeyeceklerdi. Ancak bunlardan da
etkilenmediler ve karıştırmaya devam ettiler. Uzun gayretlerden sonra en sonunda
okyanusun içinden dışarıya ölümsüzlük nektarı çıktı. Ancak bu sefer de nektarı kimin
yiyeceği konusunda anlaşmazlık çıktı. En sonunda kötüler kendilerini kontrol
edemedikleri için nektara sahip olamadılar. İyiler nektarı yiyerek ölümsüzlüğe kavuştular.
İşte bu yüzden eşkıyanın dünyaya hükümdar olamayacağı söylenir. Sonunda daima iyilik
kazanacaktır.
İnsanlar bir araya geldiğinde anlaşmazlıkların ve kavgaların meydana gelmesi
kaçınılmazdır. İlk ortaya çıkan şey önce zorluklar ve korku olur. Bu atlatıldığında
karşınıza ün, şan, şöhret, güç ve servet gelir. Bu sefer de kendisini cezbeden
zenginliklerden etkilenmeden insan tek bir noktaya odaklanmış vaziyette gayret etmeye
devam ederse nektara kavuşabileceğini umabilir.
65-
İÇ HUZUR
Adamın birisi ünlü bilgeye gelmiş ondan tavsiye istiyordu. Çok zengin ve ünlü bir kişi
olduğu halde mutsuz ve rahatsız görünüyordu. Büyük bir acı, ıstırap ve sıkıntı içinde
bilgeye yalvardı, “Sevgili efendim! Ben huzur istiyorum! Lütfen bana huzur ver!”
Bilge adama kısa bir bakış attı ve sakince şöyle cevapladı, “Bence şu söylediğin üç
kelime üzerine tefekkür etmelisin ve derin bir şekilde düşünmelisin. Senin istediğin cevap
bu üç kelimenin içinde saklı yatıyor. Önce ‘Ben’ diyorsun. Bu benliktir ve egodur. Egodan
ve benlikten kurtul! Ben duygusu biz bu bedene bağlı olduğumuz sürece hüküm
sürecektir. Ama o duygunun düşünceye, söze ve davranışa etki etmesine izin verme.
36
Sonra ‘istiyorum’ diyorsun. Bu da arzudur. Elde etme arzusu, sahip olma arzusu. Sahip
olma arzusunun sınırı yoktur. Ne kadar çok şeye sahip olursan o kadar daha çok şey
arzu edersin. Arzularını azalt ve sonunda onlardan kurtul. Peki, şimdi elinde ne kaldı?
‘Ben’ gitti, ‘istiyorum’ gitti. Al sana huzur!
“Dünyanın içinde olun, fakat dünyanın sizin içinizde olmasına izin vermeyin!”
“Bedeninizi eğin, duyularınıza hâkim olun ve zihninizi yenin/üstesinden gelin!”
66-
HALİNİZE ŞÜKREDİN
Bir adam karısı ve çocuğu ile birlikte yaşıyorlardı. Bu aile oldukça fakir ve yoksul bir
aile idi. Bir gün iş bulmak umudu ile küçük bir şehre geldiler. Hem anne hem de baba çok
zor işlerde ağır bir şekilde çalışıyorlar ama buna rağmen ancak kıt kanaat geçiniyorlardı.
Karınları zor doyuyordu. Buna rağmen oğullarını bir okula yazdırmayı başarmışlardı.
Çocuk okulda kendisini diğer arkadaşları kıyaslıyor ve yırtılmış kıyafetleri, eski ve
yırtık defterleri ve bir de ayakkabısız olmaktan ötürü çok utanıyordu. Okuldan eve
döndüğünde annesine durumundan bahsediyordu. Ancak ailesi de çocukları için her şeyi
yaptıkları için de fazla yapılabilecek şey yoktu.
Bir gün babası ile yolda okula doğru giderken aralarında konuşuyorlardı. Çocuk
babasına yine aynı konuyu açtı.”Her gün okula yalınayak gidip geliyorum baba” dedi,
“Benden başka herkesin ayakkabıları var.” Tam o sırada okula ıslık çala çala neşe içinde
gitmekte olan başka bir çocuk gördüler. Çocuğun ayakları yoktu ve koltuk değnekleri ile
yürüyordu!
“Ayakkabılarım olmadığına üzülüyordum, ayaklarını olmayan birisini görene dek."
“Halinize şükredin ve elinizdekilerle mutlu olmayı bilin!”
67-
ALTIN TANELERİ
Kapıdan kapıya giderek yiyecek dilenmiş ve eline ancak bir avuç pirinç tanesi
geçirebilmişti. Kaderine lanet ederken bir ağacın gölgesi altında bir süre dinlenmeye
karar verdi.
Tam o sırada bulutların arasında yere doğru inmekte olan ve altın renginde pırıl pırıl
parlayan iki tekerlekli bir savaş at arabası gördü. Gözlerine inanamıyordu. At arabası
doğruca kendisine doğru geldi ve tam önünde durdu. Arabadan inen kişi Kralların Kralı
idi.
Dilencinin heyecanı iyice artmıştı. Bu önüne çıkan hayatının fırsatı olabilirdi. Kraldan
arzu ettiği her şeyi isteyebilecekti. Belki artık bundan sonra dilenmek zorunda bile
kalmayacaktı. ‘Sefalet hayatım geride kalmak üzere’ diye düşündü.
Ve işte kral kendisine doğru geliyordu. Kral kendisinin önünde durdu ve ona doğru
baktı. Sonra avuçlarını açarak kendisine bir şey vermesini istedi, yani dilendi. Bu çok
fazla akıl karıştırıcı idi. Nasıl olur da bir kral kendisinden dilenebilirdi? Kralların kralına ne
verebilirdi ki?
Artık mecburiyetten elini torbasının içine attı. Torbanın içinden üç tane pirinç tanesi
aldı ve tereddüt içinde kralın avucunun içine koydu. Kral elini kapadı, arkasını döndü,
37
yürüyüp arabasına bindi ve geldiği gibi bulutlarının arasında kayboldu gitti. Bütün bu olup
bitenler çok kısa bir süre içerisinde ansızın gerçekleşmişti ve zavallı adam hayatının
fırsatını harcamış olduğunu düşündüğü için büyük bir üzüntü içerisindeydi.
Çok üzgün ve hayal kırıklığına uğramış vaziyette kulübesine geri döndü. O gün
dilencilikten eline geçen bir avuç pirinç tanesini çıkartarak pişirmek istedi. Hayretler
içerisinde bu pirinç tanelerinden üç tanesinin altın tanesi olduğunu fark etti. Ağlamaya
başladı ve kaderine lanet okudu. Elindeki tüm pirinç tanelerini Kral’a vermiş olmayı diledi,
ama bu boşunaydı.
Rabindranath Tagore’un Geetanjali kitabından alınmıştır.
CİMRİ
Köyün içinde kapı kapı dolaşıp bütün gün boyunca dilenmiştim. Sonra çok
güzel bir hayal gibi Senin altından yapılmış atlı araban uzaktan belirdi ve ben acaba
Kralların Kralı olan bu kişi kim diye merak ettim.
Araba yaklaştıkça umutlarım arttı ve ben artık kötü günlerimin sona erdiğini
düşündüm. Toz duman içinde ben daha talep etmeden bana verilecek sadaka ve
etrafa saçılacak altın paralar için bekledim.
Gelen araba benim olduğum yerde durdu. Gözüm parıltıdan kamaştı ve Sen
yüzünde gülümseme ile arabadan indin. Artık en sonunda yaşamımda şansın yüzüme
güldüğünü hissediyordum. Sonra Sen birdenbire sağ elini ileriye doğru uzattın ve,
“Bana verecek neyin var?” diye sordun.
Ah! Bir dilenciden dilenmek için avuç açmak, ne kadar güzel bir espri idi.
Şaşırdım ve kararsız bir şekilde durdum. Sonra bohçamda az miktarda bulunan
pirinç tanelerinin içindeki en ufak taneyi seçtim. Fakat günün sonunda evde bohçamı
açıp masanın üzerine döktüğümde miktardaki pirinç tanelerinden içinde en küçük
pirinç tanesi büyüklüğünde altın tanesi buldum.
Sonradan da acı acı ağladım ve neyim varsa hepsini Sana verebilecek bir kalbim
olmasını diledim.
Rabindranath Tagore
68-
OTUR YERİNE
Adam manevi bir arayış içine girmişti. Hayatı ve kendisinin ne yapması gerektiğini
anlamaya çalışıyordu. Bunun için de bir hocadan diğerine, bir bilgeden bir başkasına, bir
öğretiden başka bir öğretiye sürekli araştırıp duruyor ve bir türlü tam olarak tatmin
olmuyordu. Kutsal kitabı anlamaya çalışıyor ve üzerine düşen görevi araştırıyordu.
Bir gün yolu yine adını çok işittiği bilge bir kişinin yaşadığı yere düştü. Sabah
erkenden herkes sıra olmuş bilgeyi görebilmek için yanları açık ama üzeri kapalı büyük
Toplantı Salonuna girmeye çalışıyordu. Adamın şansı yaver gitti ve içeri girme sırası için
çekilen kurada ilk sırayı çekti ve hemen koşup giderek Salonun içinde en ön sıraya
oturdu. Bilge geçerken onu yakından görebilecekti. Bir süre bekledikten sonra bilge
38
saliklerini ve öğrencilerini görebilmek için Salona geldi. Adam heyecanlanmıştı. Bilge
adamın önünden geçerken birden durdu ve ona doğru dönerek “Koorcho” dedi. Adam
şaşkınlıktan kalakalmıştı. Bilgenin kendisi ile konuştuğu içinçok sevinmiş ama ne dediğini
anlayamamıştı. Hemen yanında oturan kişiye dönerek ‘Koorcho’nun anlamını sordu.
Komşusu bunun ‘Otur yerine’ demek olduğunu söyledi. Evet adam aradığı cevabı
bulmuştu. Artık hoca hoca, öğreti öğreti dolaşmaması gerektiğini ve ‘yerine oturarak’ tek
bir yolda, tek bir bilge kişinin yanında olması gerektiğini anlamıştı.
Bazen hayata hepimize böyle küçük hediyeler verilir. Mesaj, kısa, açık ve nettir. Bu
hediyeyi kabul edip etmemek, başkalarına sorarak o mesaj hakkında çeşitli açıklamalar
istemek ve spekülasyonlarda bulunup bulunmamak yalnızca bizim kendi tercihimizdir.
69-
HAKİKİ DEĞER
Ünlü sufi ermiş Jalaluddin Rumi(Celaleddini Rumi) bir seferinde haydutlar
tarafından kaçırılmıştı. Ancak kendisinin ne bir ailesi, ne akrabaları ve ne de parası
olmadığı için onu köle olarak satmak ve para kazanmak istediler. Bilge kişi gayet
sağlıklıydı ve iyi bir fiyata gitmesi ve altın getirmesi bekleniyordu.
Celaddin’i tanıyan ve değerini bilen bir kişi pazarda görünce onu hemen tanıdı
ve onu satın almak için hemen 100 Dinar önerdi. Celaleddin’i ticari işlerde
kullanmayı düşünüyordu. Haydutlar çok mutlu olmuşlardı. Hemen onu bu fiyata
satmaya razı olacaklardı ki, Celaleddin onlara şöyle dedi, “Beni bu fiyata satmayın.
Bu fiyat benim gerçek değerim değil!” Adam kaçıranların aklı karışmıştı, fakat buna
rağmen bilge kişinin tavsiyesi üzerine daha iyi bir teklif beklemeye karar verdiler.
Celaleddin’in kaçırıldığını ve pazarda satılmakta olduğunu duyan başka bir
zengin adam da tüccara gelerek 500 Dinar teklif etti, çünkü Celaleddin’den
kitapların tercüme edilmesinde yardım alabileceğini düşünüyordu. Ancak
Celaleddin-i Rumi bu sefer de söze karıştı ve kendisinin değerinin bu olmadığını
söyledi. Haydutlar bu sefer onun sözlerine daha kolay inandılar, çünkü daha önce
dediği şey gerçekleşmişti. Bu yüzden yine onun dediğini yaptılar ve kendisini
satmadılar.
Pazara başında taşıdığı bir çuval samanı satmak için gelen bir adam da bu
kaçırılma meselesini duymuştu. Satıcılara 10 Dinar önerdi. Haydutlar neden böyle
komik bir teklif yaptığını sorunca da şöyle yanıtladı, “Efendim ben bu köleyi çiftlikte
çalıştıracağım. Çok sağlıklı ve kuvvetli görünüyor.”
Bunun üzerine Celaleddin söze karıştı ve kendisini kaçıranlara şöyle dedi,
“Beni bu fiyata satabilirsiniz. Bu fiyat benim gerçek değerimi yansıtıyor”
“Günümüzde insanlar her şeyin değerini biliyorlar, ama hiçbir şeye sahip
olmamanın değerini bilmiyorlar.”
“Bazı bilimsel araştırmalar göstermiştir ve ortaya çıkarmıştır ki insan
bedenindeki minerallerin değeri aşağı yukarı elinizde tuttuğunuz bu kitabın değeri
kadardır.”
39
70-
İKİ HİKÂYE BİR MESAJ
1.- Winston Churchill İkinci Dünya Savaşında İngiltere’ye zaferi getiren adamdı. Bir
seferinde eski okulunun mezunlar töreninde kendisinden kısa bir konuşma yapması
istenmişti. Kürsüye çıktığı zaman tüm gözler kendisine çevrildi ve herkes dikkatini ona
vererek onu dinlemeye hazırlandı. Herkes onun çok iyi bir hatip, yani güzel konuşma
sanatını iyi bilen birisi olduğunu çok iyi biliyordu.
Gözlüğünü taktı ve herkese hitaben, “Hiçbir zaman, asla, ama asla yenilgiyi kabul
etmeyin ve sonuna kadar savaşın!” dedi ve sonra da oturduğu yere geri döndü.
Çok kısa bir süre tam bir sessizlik hâkimdi. Sonra birden herkes aynı anda çılgınca
alkışlamaya başladı. Tüm ülkede tanınmış bu ünlü liderin söylediği bu birkaç sözcük
hedefi tam onikiden vurmuştu. Bu sözler herkeste derin izler bırakmış ve onları derinden
etkilemişti.
2.- Çok sayıda ülkeyi fethetmiş olan büyük komutan William Normandiya üzerinden
ülkeye geri dönüyordu. En büyük isteği kral olmak ve kendi idaresini kurarak İngiltere’yi
yönetmekti. Gemiye ait sandal kıyıya yaklaştığında karaya ilk adımı attı. Ama atması ile
birlikte ayağı kaydı ve yüzüstü yere kapaklandı. Üstü başı toz olmuştu.
Yanındaki yardımcılar şoka uğramışlardı, çünkü bunun kötü bir uğursuzluk işareti
olarak görüyorlardı.
William yavaşça doğruldu. Bir elinde yerden aldığı tozlu toprak vardı.Askerlerine
doğru dönerek büyük bir kendine güvenle ve yüksek sesle, “İşte böyle!” diye bağırdı. “İşte
aynı böyle tüm ülkeyi avuçlarımın içinde tutacağım.”
Ve tabi dediğini yaptı.
“Kendine güven olmadan hayatta hiçbir şey başarılamaz. Eğer kendi gücünüze ve
yeteneklerinize güveniyorsanız içinizdeki cesaret pınarına ulaşabilir ve kendinizi daha
yüksek seviyelere çıkartabilir, sürekli mutluluk, neşe ve sürur haline sahip olabilirsiniz.”
71-
KÜÇÜK LÜTUFLAR İÇİN DE TANRI’YA ŞÜKREDİN
Bir zaviye dünyadan elini eteğini çekmiş yalnızca başkalarının kendisine bağışladığı
yiyeceklerle geçiniyor ve şehirden şehre dolaşarak kutsal mekânları ziyaret ediyordu.
Bu şekilde yolculuk yaparken akşam olmak üzere bir köye geldi. Kapı kapı dolaştığı
halde köydekilerden hiçbirisi kendisine ne yiyecek bir şey ne de yatacak bir yer
vermediler. Adam açtı ve çok yorgundu. Geceyi geçirmek ve dinlenebilmek için bir ağacın
altında yatağını serdi ve uyumaya hazırlandı. Fakat uyumadan önce her zaman yaptığı
gibi ellerini açarak Allah’a şükretti ve kendisine verdiği her şey için O’na teşekkür etti.
Tam o sırada oradan bir adam geçiyordu ve kendisini işitti. Saygıdeğer bir şekilde
çekinerek zaviyeye yaklaştı ve sordu, “Efendim, hiçbir köylü size yiyecek vermedi ve hiç
kimse sizi misafir etmek istemedi. Siz buna rağmen yine de Tanrı’ya dua ediyorsunuz?
Tanrı bu akşam size hiçbir şey vermedi ki? Dua edilip teşekkür edilecek ne var ki?”
Zaviye başını kaldırdı ve sakince ve yavaşça cevap verdi, “Sevgili Arkadaşım! İşte
tam bu anlattığın sebep yüzünden Tanrı’yı asla unutmamam gerekiyor ya! Benim bu
gece aç kalmam gerekiyordu, O bunu bir şekilde sağladı. Benim bu gece rahat ve sıcacık
bir yatakta uyumamam gerekiyordu. Yüce Yaradan bunun da icabına baktı. O benim
40
ihtiyacım olan şeyleri benden çok daha iyi biliyor. O benim neyi hak ettiğimi ve benim için
nelerin daha iyi olabileceğinio kadar iyi biliyor ki?”
“Allaha bana verdiği ve vermediği şeyler için sonsuz teşekkürler ediyorum ve
şükrediyorum. “
“Tanrı’yı ancak müridi anlar. Müridi de yalnızca Tanrı anlar!
“Acı çekenler Benim Rahmetime mazhar olmuşlardır. Çünkü yalnızca acı ile
karşılaşan insanlar içlerine dönmekte ve içlerinde ikamet eden İlahi Öz’ü aramaya
başlamaktadır. İçe dönmeden ve araştırma yapmadan ıstıraptan ve mutsuzluktan nasıl
kaçabilecekler ki?
“Felaketler başımıza üzülmemiz için değil kendimiz gelmemiz için;
pişmanlık duymamız için değil akıllanmamız için gelir.” H.G.Wells
72-
SON YOLCULUK
Doğru Davranışın simgesi olmuş olan kral hayatı boyunca Doğru Davranış’tan
ayrılmamıştı. Her ne yaparsa yapsın hangi durumla karşılaşırsa karşılaşsın daima Doğru
Davranışı aramış ve bulmuş, asla yanlış bir şey yapmamıştı. Ülkesinde herkes bunu
böyle bilmekte ve kendilerine örnek olarak almakta idi.
Bir gün kral artık krallığı bırakmak vakti geldiğini anlayarak kendisini öbür aleme
götürecek son yolculuğa çıkmaya karar verdi. Kendisinden hayatları boyunca asla
ayrılmamış olan diğer dört kardeşi de kendisi ile birlikte yürümeye başladılar. En
arkalarından ise kocasını yalnız bırakmak istemeyen ve onunla birlikte ölüme yürüyen
kraliçe geliyordu. Yol uzun ve çok yorucu idi.
Yolda yürürlerken bir yerde bir köpek, kralı gördü ve kuyruğunu sallayarak onunla
birlikte yürümeye başladı. Arkadaş oldular ve kral bu yeni arkadaşı ile yemeğini
paylaşmaya başladı.
Uzun süre birlikte yürüdüler. Bir gün artık takati/gücü tamamen bittiğinde nereden
çıktığı belli olmayan bir savaş arabası birdenbire gökyüzünden aşağıya doğru inmeye ve
kendisine doğru yaklaşmaya başladı. Arabanın sürücüsü kendisini cennete götürmek için
gönderildiğini söyledi.
Kral tam ayağını atarak savaş arabasına binecekti ki köpek kendisinden önce
davranarak arabanın içine atladı. “Kusura bakmayın” dedi arabanın sürücüsü, “Bu
arabada köpeğe yer yok.”
“Bunun üzerine kral, “Madem öyle o zaman bana da yer yok, ben de binmiyorum”
diye yanıtladı ve birkaç adım geri çekildi.
Köpek o sırada birden ortadan kayboldu. Köpeğin yerinde şimdi bütün haşmeti ile
Melek Azrail duruyordu. “Ey güzel insan” diye seslendi. “Sana yaptığım bütün
imtihanlardan başarıyla geçtin. Ben bu son imtihanı yapabilmek için köpek kılığına
büründüm ama sen bu imtihanı da alnının akı ile vermiş bulunuyorsun. Haydi gel benim
savaş at arabasına bin de seni cennete götüreyim.”
Kral arabaya bindi ve gözden kayboldular.
41
73-
KÖPEK VE ASLAN
Aslan hayvanat bahçesinde bir kafeste tutuluyordu. O gün hem açtı, hem de
çocukların kendisine çakıl taşı ve ıvır zıvır atmalarından dolayı sinirlenmişti. İki üç defa
öfkeyle kükreyince herkes oradan uzaklaşmıştı.
En sonunda akşam oldu ve hayvanat bahçesi kapandı. Bir süre sonra aslanın
kafesinin yiyecek verme kapısı açıldı ve aslana doğru yiyeceği fırlatıldı. Fırlatılan şey çok
zayıf bir köpekti. Köpek aslanı görünce korkudan titremeye başladı. Aslan köpeğin
gözlerine bakınca korkusunu görebiliyor ve o korkunun kokusunu alıyordu. Ancak
umursamadan o büyük başını ön ayaklarının arasına sokarak uyumaya devam etti.
Hava soğumaya başlamıştı ve köpek çok üşüdü. Yavaşça sürünerek uyumakta olan
aslana yaklaştı. Aslan onunla ilgilenmedi bile. Köpek en sonunda aslana iyice yanaştı ve
onun kürklü bedenine sokularak ısınmaya çalıştı. Biraz ısınınca da uyuyakaldı.
Ertesi sabah aslanın bakıcısı geldiğinde gördüğü manzaraya inanamadı. Köpek ve
aslan birbirlerine sarılmış uyuyorlardı. Köpeği korkutarak kaçırmaya ve kafesin dışına
çıkmasını sağlamaya çalıştı ama aslan başını kaldırdı, bakıcıya doğru baktı ve birkaç kez
kükredi. Bunun üzerine bakıcı kafesin dışına kaçmak zorunda kaldı. Bundan sonra köpek
aslanla birlikte kafeste kalmaya başladı. Hiç kimse onu dışarı gönderemiyordu. Aslan ve
köpek verilen yemeği beraberce yiyorlar ve verilen ekmeği paylaşıyorlardı.
Bir müddet sonra köpek hastalandı. Onu aslanın elinden alarak hastalığını
iyileştirme çabaları sonuçsuz kaldı. Aslan hiç kimsenin köpeğin yanına gelmesine izin
vermiyordu. Köpeği iki eli ve pençelerinin arasında tutuyor ve ateşini düşürmek için
sürekli olarak onu yalıyordu. Ancak en sonunda köpek öldü. Aslan üzüntüden
mahvolmuştu. Yemek yemeği kesti. Köpeğin ölüsünün bile kafesten dışarıya alınmasına
izin vermiyordu. Gözlerinden aşağıya yaşlar boşanıyordu. Köpeğe baktıkça inliyor ve
sızlanıyordu. Büyük bir üzüntü içinde olduğu apaçıktı. Birkaç gün sonra gazeteciler haber
yapmak üzere geldiler ve kendisinin fotoğraflarını çektiler. Aslan onlara doğru son bir kez
kükredi ve sonra düşerek son nefesini verdi.
74-
GANDHİ’NİNİTİRAFI
Genç bir çocukken ailesinden gördüğü üzere Gandhi et yemiyordu. Sonra yavaş
yavaş başka yerlerde körili et yemeyi sevmeye başladı. Her ne zaman dışarıda bir
yerlerde körili et yemeği yese evde annesine bir bahane uydurarak tok olduğunu ve
yemek yemek istemediğini söylüyordu.
Anne ve babası onun et yediğini öğrenseler çok üzülürlerdi. Gandhi o zamanlar et
yemeğe karşı olmamakla birlikte en çok annesine yalan söylemekten çekiniyordu. Bu
yalanlar sürünce Gandhi’nin vicdanı el vermedi ve en sonunda et yemeği bıraktı.
Gandhi ayrıca en yakın arkadaşı ile birlikte sigara da içmeye başlamıştı. Bu yüzden
de arada sırada sigara paketi satın almak için para harcamaya başladı.
Bir gün de abisinin başka birisine olan borcunu ödeyebilmek için kuyumcudan küçük
bir parça altın çaldı. Büyük bir suç işlediğini ve bu yaptığının büyük bir günah olduğunu
biliyordu. Hayatı boyunca bir daha çalmamaya yemin etti. Bütün işlediği günahları ve
söylediği yalanları oturup bir kâğıda yazdı ve bunu babasına uzattı.
Babası onun yazdığı itirafları okudu ve sonra tek bir söz bile söylemeden kâğıdı
yırtıp attı. Gandhi odadan dışarı çıkarken babasının gözlerinden yaşlar boşanıyordu.
42
Oğlunun yaptıklarına çok üzülmüş ama ona hiçbir şey söylemeyecek kadar da onu
affetmişti.
Gandhi o günden sonra babasını, babası da onu çok daha fazla sevmeye başladı.
75-
ANDROCLES VE ASLAN
Androcles Roma’da bir köle idi. Milattan önceden beri varolan büyük Roma
İmparatorluğu zamanı idi. Androcles’in sahibi ve onun ailesi ona çok kötü davranıyorlar
ve çok az miktarda yiyecek veriyorlardı.
Bir gece herkes uyurken Androcles kaçmayı ve dağlara doğru gitmeyi başardı.
Dağlarda bir mağara bularak onun içinde saklanmaya başladı. Hava da soğuk olduğu için
bir ateş yakmaya karar verdi. Ateşi yakar yakmaz mağaranın içlerinden gelen bir hırlama
sesi duydu. Dönüp baktığında büyük bir aslanın kendisine baktığını fark etti. Androcles
şimdi korkudan titremeye başlamıştı. Fakat biraz sonra fark etti ki aslan kendisine doğru
gelmek için bir hamle yapmıyordu. Homurdanıyor ve pençesini yalıyordu.
Androcles cesaret bulmuştu. Çok yavaşça ileriye doğru yürüdü. Bir baktı ki aslanın
pençesine uzun ve kocaman bir diken batmış, pençesi kanıyordu. Androcles yumuşak
sesle tatlı tatlı konuşarak aslana doğru yaklaştı. İyice yaklaştığında aslanın pençesindeki
uzun dikeni usulca ve dikkatlice bir şekilde çıkarmayı başardı. Bir miktar sıcak su ısıtarak
aslanın ön ayağını ve peçesini yıkadı. Sonra da elbisesinden uzunca bir parça bez
yırtarak aslanın pençesini sardı. Kısa süre sonra her ikisi de uyuyakalmışlardı.
Bu arada askerler Androcles’i aramaya çıkmışlar ve mağaraya gelmişlerdi. Onu
mağaranın içinde bulunca hemen yakalayıp geri götürdüler. Kaçan esirler o dönemlerde
arenaya çıkartılır ve binlerce seyircinin önünde idam edilirlerdi.
Gün gelmişti ve Androcles arenaya çıktı. Tek bir eli ile kendisini savunacak ve
serbest bırakılan vahşi bir hayvana karşı durmaya çalışacaktı. Kafesin kapısı açıldı ve
içeriden büyük bir kükreme geldi. Hayvan dışarıya atlayınca bunun kocaman bir aslan
olduğu görüldü. Aslan çok aç ve öfkeli gözüküyordu. Androcles korkudan taş gibi donup
kalmıştı. Aslan kükreyerek ona doğru hücum etti. Fakat Androcles’in yanına geldiğinde
birden yavaşladı ve durdu. Androcles’in önünde yere oturdu ve onun ayaklarını yalamaya
başladı.
Tüm seyirciler ve bu arada kral bu sahne üzerine şaşkınlıktan afallamışlardı. Herkes
ayağa kalkarak bir ağızdan bağırmaya başladı, “Androcles’i serbest bırakın. Androcles’i
serbest bırakın. Aslanı serbest bırakın” Koca stat inliyordu. Ve kral her ikisini de serbest
bıraktırdı.
76-
MUTSUZ AĞAÇ
Bir köyün yakınlarında yolun kenarında büyük bir ağaç vardı. Ancak bu ağacın
yaprakları küçüktü. Çevresindeki büyük yapraklı ağaçlara bakınca bizim ağaç hep
mutsuz oluyordu. Onun bu mutsuzluğunu gören Tanrı onun dileğini yerine getirdi ve ona
büyük büyük yapraklar verdi.
Koca ağaç çok mutlu olmuştu. Ancak bu büyük yapraklar hemen köylülerin dikkatini
çekti. Gruplar halinde gelerek ağacın yapraklarını koparmaya ve onları dolma sarmada,
turşu kurmada, yemek pişirmede veya yiyecekleri sarıp saklamak için kullanmaya
başladılar. Ağaç çıplak kalmıştı ve yine üzgün görünüyordu. Yapraklarının bu amaçlarla
kullanılması onu çok kızdırmıştı. Tekrar bir değişiklik olması için ateşli bir şekilde
43
yalvararak dua etti. Bu sefer çok değerli yapraklar, altın gibi yapraklar arzuluyordu. Bu
isteği de yerine getirilmişti.
Ancak köylüler bu parıl parıl parlayan altın yaprakları görünce bu sefer hepsini
birden kopardılar. Köylülerin hepsi çok zengin olmuşlardı, fakat ağaç bir kez daha
yapraksız kalmıştı. Hem üzgün ve hem de çok öfkeli idi. Kimsenin koparmak istemediği
yapraklara sahip olmak istiyordu. Bu yüzden kenarları kırık cam gibi keskin olan
yapraklara sahip olmak için dua etti. Bu şekilde hiç kimse onlara dokunamayacaktı.
Bu isteği de yerine geldikten sonra bir gün şiddetli bir rüzgar çıktı. Ağaç bir sağa bir
sola sallanmaya başladı. Bu sırada camdan yapraklar kırıldılar ve yere düşerken ağacı
bir çok yerinden yaraladılar. Ağaç büyük bir acı içinde idi, boşuna ağlamaya başladı.
Sonra elindeki ile yetinmenin en iyisi olduğunu anladı. Dünyevi arzuların peşinden
koşmak başı ancak derde sokuyordu. Elindeki ile tatmin olmak herkese mutluluk
getiriyordu. Arzular mutsuzluğa ve tatminsizliğe sürüklüyor ve mutsuzluk getiriyordu.
Ağaç pişman oldu ve kendi eski küçük yapraklarına sahip olmak için dua etti. Tanrı
gülümseyerek ona dileğini bahşetti.
77-
O ŞİMDİ BURADA
Tibet’in yüksek tepelerinden birinde bir manastır vardı. Bu manastırda bir başrahip
ve altı rahip kalıyorlardı. Manastırda her zaman bir karşılıklı atışma ve incir çekirdeğini
doldurmayacak kadar önemsiz konularda bile bir tartışma ortamı hüküm sürmekte idi. Hiç
kimse karşısındakinin gözlerinin içine bakmıyordu. Bir araya gelip toplantı yaptıklarında
devamlı olarak kavga çıkıyor, çünkü hiç birisi bir başkasının fikrine saygı göstermiyordu.
Manastırda büyük bir huzursuzluk ve mutsuzluk ortamı vardı.
Bir gün başrahip o kadar üzgün ve ıstırap içerisinde idi ki, kendi çilehanesine çekildi
ve orada yoğun bir şekilde duaya başladı. Yüce Varlığa seslenerek, bu korkunç
durumdan çıkabilmesi için kendisine yol göstermesi için yakardı.
Birkaç gün boyunca dua ettikten sonra bir ses işitti. Ses kendisine endişe
etmemesini, aralarından birinin Tanrı’nın en sevgili kulu/müridi olduğunu söyledi. Bunu
diğer altı arkadaşına söyleyebileceğini, ama başka hiç kimsenin bilmesine gerek
olmadığını söyledi.
Başrahip içi sevinçle dolu olarak manastıra geri döndü. Diğer rahipleri bir araya
topladı ve hepsine ‘çile’ esnasında olan biteni anlattı. Bu olaydan kısa süre sonra
rahiplerin birbirlerine davranışları ve konuşma tarzları olumlu anlamda tamamen
değişmişti. İçlerinde hangisinin Tanrı’nın en sevdiği müridi olduğunu bilmedikleri için
birbirlerine karşı daima nazik ve anlayışlı bir şekilde davranıyorlardı. Kısa süre sonra
manastırda huzur ve sürur ortamı esmeye başladı. Başrahip çok şaşırmıştı. Bir kez daha
çilehanesine geri döndü ve Tanrı’ya dua etti. Tanrı’ya yaptıkları için sonsuz şükranlarını
sundu. Bir kez daha aynı sesi işitti, “Tanrı herkesin ve bu yaratılıştaki her canlının içinde
mevcuttur.”
78-
TOHUM DÜKKÂNI
Adamın biri alışverişe çıktığında üzerinde “Meyva ve sebze” yazılı bir tabela
bulunan dükkândan içeri girdi. Ancak içerde ne raflar ne de reyonlar bulunuyordu. İçeride
yalnızca bir banko ve bankonun arkasında da birisi vardı. Adam dikkatli baktığında bu
kişinin Tanrı’nın ta kendisi olduğunu gördü.
44
Adam çok şaşırdı ve afallamıştı. “Sen gerçekten Tanrı mısın?” diye sordu. Cevap
“Evet oğlum Benim. Ben O’yum. Ne istiyorsun?” diye geldi. Adam şaşkınlıktan sorusunu
tekrarlamak zorunda kalmıştı. “Gerçekten mi? Sen gerçekten de Tanrı mısın? Yani
burada meyva ve sebze satıyorsun öyle mi?” Tanrı da yine aynı şekilde cevapladı, “Evet.
Ben gerçekten O'yum. Sen ne istiyorsun, söyle bakalım?”
Adam bir süre sessizliğe büründü ve sonra biraz cesaret toplayarak, “Peki o zaman.
Lütfen bana oradan bir kilo üzüm, bir büyük karpuz ve bir kilo portakal verir misin?”
Bunun üzerine Tanrı şöyle cevap verdi, “Sen doğru dükkâna geldiğine emin misin?
Biz olmuş meyva satmıyoruz. Biz yalnızca tohum satıyoruz!”
“Ben istediğimi elde edememiştim, ama ihtiyacım olan her şeyi almıştım.”
79-
YANILGI
Kafası karışık bir bilim adamı bir gün yolda bir bilge kişi ile karşılaştı. Uzun
zamandan beri kendisine sormak için can attığı soruyu sormak istiyordu. Kendisine bu
maddi dünyanın ne olduğunu sordu.
“Bu gördüğün her şey büyük bir yanılgıdır. Bütün kainat bir rüyadan başka bir şey
değildir. Sen de, ben de bu rüyanın içindeki varlıklardan başka bir şey değiliz.” Şeklinde
bir cevap aldı. Bilim adamının kafası daha da karışmıştı. Bilgenin söylediği bu akıl dolu
cevaba mantıklı bir açıklama arıyordu. Şu soruyu sordu, “Peki o zaman bütün bu kainat
yalnızca bir rüyadan ibaret ise ve ne şimdi ve ne de sonra hiç var olmayacaksa, bu
yanılgının sebebi ve maksadı nedir? Bu yanılgı nedir ve nasıl bir şeydir?”
Bilge şöyle uzun bir şekilde cevapladı,”Ey bilgin kişi! Sen renkler nedir ve nasıl bir
şeydir, gayet iyi biliyorsun. Güneş ışığı yedi renkten meydana gelir. Beyaz renkteki güneş
ışığı cisimlerin üzerine düştüğü zaman o cisimler bazı renkleri geri yansıtır ve diğerlerini
de absorbe eder, yani soğurur. Eğer geri yansıtılan renk kırmızı ise, biz o zaman o cisim
için kırmızı renktedir deriz. Aslında tüm cisimler renksizdir, hiçbirisinin hiçbir rengi yoktur.
Renkler yalnızca ışık vasıtası ile yaratılan bir yanılsamadan ibarettir.
Biz ışığı kapadığımızda tam bir karanlık meydana gelir. Hatta içinde olduğumuz bu
güzel oda ve bu gölgelikler bile muhteşem bir mimari eserin parçalarıdır. Değeri milyon
dolarlarla ölçülen bir tablo gecenin karanlığında boş bir çadır bezine dönüşür. Ama
insanlar o tuvalin üzerindeki renkleri gece boyunca da yitirmediğini düşünürler ama bu
büyük bir yanılgıdan ibarettir. Nasıl ki renkler ışıkla birlikte var oluyorlar ve ışık gittiğinde
kayboluyorlarsa kâinat da benzer şekilde Yüce Yaradan’ın rüyasında gördüğü şekilde bir
var olur ve bir yok olur. Bu yanılgıyı idrak et ve bu yanılgının ötesine geçerek gözlerini
hakikate aç!”
80-
BEN KÖRDÜM
Parktaki bank boştu ve ben de bir şeyler okumak için oturdum
Yaşlı bir söğüt ağacının ağlayan dallarının altında
Yaşam artık beni büyülemiyordu ve kaşlarımı çatmam için birçok sebebim vardı.
Çünkü bu dünya artık beni aşağıya doğru çekmeye başlamıştı.
Ve şu sakin geçen günümü mahvetmek istermiş gibi, genç bir çocuk
Bana yaklaştı, oyun oynamaktan çok yorulmuş gibiydi. Tam önümde durdu.
45
Başı öne eğik vaziyette bana heyecanla şöyle dedi, “Bak ben ne buldum?”
Elinde bir çiçek vardı. Ama acıklı görünümde bir çiçek.
Çiçeğin yaprakları susuzluktan solmuşlardı. Bana,
“Çok güzel kokuyor ve çok da güzel olduğunu düşünüyorum.
Zaten bu yüzden onu senin için kopardım, ister misin?” diye sordu.
Ben o çiçeği almam gerektiğini biliyordum, yoksa oradan ayrılmayacaktı.
Elimi uzattım ve şöyle dedim, “Bu tam da benim istediğim bir çiçek”
Fakat çiçeği benim elime doğru uzatacağı yerde,
Herhangi bir sebep olmadan onu havada tutmaya devam etti.
İşte o zaman ilk defa fark ettim ki
Bu esrarlı çocuk göremiyordu, kördü.
Sesimin titrediğini fark ettim. Gözlerimin kenarında gözyaşları belirdi.
Çocuğa en güzel çiçeği bana getirdiği için teşekkür ettim.
“Bir şey değil efendim” diyerek gülümsedi ve sonra koşarak oyun oynamaya geri döndü.
Benim üzerimde bıraktığı etkinin farkında bile olmadan.
Benim yalnızca kendimi düşünerek, kendime acıma duygumu nasıl fark etmişti?
Belki de kalbinin içinde her şeyi görebilme yeteneği ile kutsanmıştı.
Gözleri görmeyen bir çocuğun gözleri vasıtası ile en sonunda ben
Sorunun dünyada değil bende olduğunu görebilmiştim.
O solgun çiçeği burnuma doğru kaldırdım.
Ve çok güzel bir gül kokusunu içime doğru çektim.
Biraz sonra aynı çocuğu elinde başka solmuş bir çiçek ile
Başka bir yaşlı adamın hayatını değiştirmeye giderken görünce
Gülümsedim.
Bilinmeyen Yazar
81-
ÖĞRETEN İNSANİ DEĞERLER
Adam ülkenin küçük şehirlerinden birinden ülkenin en büyük şehrine tatil için
gelmişti. Yanında iki küçük oğlu vardı. Onları eğlendirmek için bir sabah onları o çok ünlü
eğlence parklarından birisine götürdü.
Bilet gişesine giderek biletçiye bilet fiyatlarını sordu. Biletçi biletlerin 50 lira olduğunu
ve altı yaşın altındakilere ise 25 lira olduğunu söyledi.
Adam parasını saydı ve yetmediğini gördü. Tam geri dönüp gitmek üzere idi ki
biletçi başını pencereden dışarı çıkararak şöyle dedi, “Eğer bana büyük oğlunuzun 6
yaşın altında olduğunu söylerseniz ben her ikisi için de yarı ücret alabilirim.”
Adam hemen cevap verdi, “Hayır” dedi. “Ben size doğru olmayan bir şey söylesem
ve siz de bunu nazik bir şekilde kabul etseniz bile, ben benim çocuklarımın gözünde bir
yalancı olarak kalırım.” Ve arkasını dönerek çocukları ile birlikte yürüyüp gitti.
46
82-
SENİN YARATTIĞIN DEĞİŞİKLİK
Akşamın ilerleyen bir saatinde Avustralya’da deniz kenarında genç bir bayan
yürüyüş yapıyordu. Hava gittikçe kararmakta idi. Kadın az ileride birisinin ara sıra yere
eğilerek yerden bir şey aldığını ve sonra da onu denize doğru fırlattığını gördü. Çok
merak etmişti. Oraya doğru gitmek için hızlandı. Yaklaştığında yaşlı bir adamın deniz
kıyısında yerde bulunan yüz binlerce denizyıldızlarından bazılarını tutup deniz fırlattığını
fark etti. Gel git sırasında deniz hızla alçaldığı için çok sayıda denizyıldızı sahilde
kumların üzerinde kalmışlardı ve karada uzun süre yaşayamadıkları için kısa süre sonra
hepsi öleceklerdi.
Bu durum genç kadının çok tuhafına gitmişti ve yaşlı adama yaklaşarak sordu,
“Efendim, yalnızca şu gördüğümüz kumsalda bile yüz binlerce denizyıldızı var. Herhalde
okyanus kıyısında bunun gibi daha binlerce kumsal vardır. Sizin bu çabanız neyi
değiştirecek, ne fark edecek ki?”
Yaşlı adam yere eğilip eline bir tane denizyıldızı daha aldı ve onu denize fırlatarak
şöyle cevap verdi, “Bunun için çok şey fark edecek.”
83-
BİZ ANCAK VERDİĞİMİZ ZAMAN ALIRIZ
Küçük bir Avrupa ülkesinde bir Pazar sabahı belediye otobüsü bir durakta durdu ve
yaşlı bir adam bindi. Adam elinde bir demet taze çiçek tutuyordu ve genç bir kızın
karşısında boş bir yere oturdu. Biraz sonra yaşlı adam fark etti ki karşısında oturan genç
kız gözlerini çiçeklerden alamıyordu. O güzel çiçekleri çok beğendiği aşikar idi.
Otobüs biraz sonra yaşlı adamın ineceği durağa doğru yaklaşıyordu. Adam ayağa
kalktı ve elindeki çiçekleri genç kıza uzattı. “Sizin bu çiçekleri çok beğendiğinizi
görüyorum” Kız evet dercesine başını salladı. “Bu çiçekleri ben eşim için almıştım ama
lütfen bu çiçekleri kabul edin. Ben eminim ki eşim benim bu çiçekleri size verdiğimi
öğrenince çok mutlu olacaktır.”
Kız çiçekleri büyük bir mutlulukla kabul etti. Ancak adamın nereye gittiğini merak
etmişti. Gözleri ile yaşlı adamı takip etti. Adam otobüsten indikten sonra caddenin
karşısına geçti ve kale gibi kocaman bir kapıyı açarak bir mezarlıktan içeriye girdi.
“Biz ancak verdiğimiz zaman alabiliriz.O zaman ancak sevdiğimiz zaman seviliriz ve
ancak öldüğümüz zaman sonsuz ve ebedi bir huzurun içine doğarız.”
St.Francis
84-
MERAKLI BİLGİSAYAR
Bir zamanlar küçük bir bilgisayar vardı. Kendisini ve dünyayı çok merak ediyordu.
Kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini ve neden burada olduğunu çok öğrenmek
istiyordu. Bazen büyük ve dev bilgisayarlarla internette karşılaşıyor ve onlara kendisinin
ne olduğunu soruyordu.
Bazı bilge ve büyük bilgisayarlar ona, “Sen elektronik devrelerden ibaretsin” dediler.
Başkaları da kendisine, Sen hard diskinde sakladığın bilgilerden ibaretsin” dediler. Bir
seferinde biraz alaycı bir mikro bilgisayar ona, “Sen yalnızca bir makinesin. Klavyenin
üzerindeki tuşlara basıldığında sen bazı programları çalıştırarak ve bilgileri işleyerek
karşılık verirsin” diye dalga geçti.
47
PC(Kişisel bilgisayar) biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Şöyle sordu,”Fakat ben
buraya nasıl geldim? Ben nereden geliyorum?” Ana bilgisayar kendisine şöyle dedi,
“Senin var olman yalnızca bir rastlantıdan ibaret. Kainattaki bir dizi rastlantısal olay
sonucu sen meydana geldin.” PC soru sormaya devam etti, “Fakat rastlantıların ve çeşitli
olayların da bir sebepleri yok mudur?” Büyük bilgisayar bunun cevabını kendisinin
bilmediğini söyledi. Küçük bilgisayar her türlü her türlü sonucun, her zaman bir sebebinin
olduğunu gözlemliyordu. Bu sebepler de daha önceki olayların sonuçlarından başka bir
şey değillerdi.
Küçük bilgisayar bir gün bu soruyu kendisini kullanan kişiye sormaya karar verdi.
Ekranında ona “Ben neyim?” diye bir mesaj gönderdi. Bilgisayarı kullanan kişi
bilgisayarın daha önce verdiği hizmetlerden ve yaptığı işlerden çok memnun olduğu ve
onu beğendiği için sorusuna cevap verdi. “Sen benim bilgisayarımsın ve hatta benim
arkadaşımsın. “Evet” diye küçük bilgisayar cevap verdi, “Fakat benim burada varlığımın
sebebi nedir? Ben nereden geldim.”
Kullanıcı arkadaş gülümseyerek cevap verdi, “Senin tabiatın enerjidir. Yani senin
elektronik parçalarını çalıştıran ve programlarını ve hafızanı kullanmanı sağlayan elektrik
enerjisidir. Sen bir yaşam gücüsün ve sen çeşitli elektronik devrelerden oluştuğunu ve
çalışabilmek için aklını kullandığını idrak edebilirsin. Sen tüm parçaların ile birlikte, yani
ekran, hafıza devresi ve mikro işlemci v.s. hep beraber bir makine oluşturuyorsunuz.
Senin maddi tarafların sen onları kullanabilmen için varlar; birincisi sen kendi tabiatını
idrak etmen için ve ikincisi senin başkalarına hizmet verebilmen için. Sen burada
diğerlerine hizmet edebilmen için varsın; öyle ki elbet er ya da geç günün birinde onlar da
aynı şeyi idrak edecekler ve kavrayacaklardır.
85-
ÇAY FİNCANI
Adamın biri antika eşyaları, yani başta çay fincanları olmak üzere tabak çanağı çok
severdi. Bir dükkanın içinde o güzel çay fincanını gördü. Fincanı eline aldığında fincan
ona şöyle dedi, “Ben her zaman böyle bir çay fincanı değildim. Ben bir zamanlar kırmızı
renkte bir çamurdum. Benim efendim beni aldı ve beni yoğurmaya başladı. Bana vuruyor
ve beni şekilden şekle sokuyordu. Ben kendisine beni rahat bırakmasını söyledim ama o
bana ‘Henüz değil!’ dedi.”
“Sonra beni dönmekte olan bir tablanın üzerine koydu” diye çay fincanı devam etti.
“Ve birdenbire beni deli gibi döndürmeye başladılar. ‘Durdurun şunu! Başım dönüyor’
diye feryat etmeme rağmen usta başını salladı ve “Henüz değil” dedi. Sonra beni kızgın
bir fırına soktular. Daha önce bu kadar yüksek sıcaklıkla karşılaşmamıştım. Beni neden
böyle kızarttığını merak ediyordum. Bağırdım ve fırının kapısına deli gibi vurdum. Fırının
penceresinden bana bakışını gördüm. Dudaklarını okuyabiliyordum, Başını sallayarak
‘Henüz değil’ diyordu.
En sonunda fırının kapısı açıldı. Bu sefer beni bir rafa koydu ve yavaş yavaş
soğumaya bıraktı. Sonra beni bir güzel fırçalayarak cilaladı ve sonra da her tarafımı
boyadı. Koku dayanılır gibi değildi. Çıkaracağımı zannettim. ‘Durdur şunu! Durdur şunu!’
diye bağırdım.
O sadece başını salladı ve ‘Henüz değil’ dedi. Sonra da beni tekrar fırının içine
soktu. Bu sefer içerisi iki misli daha sıcaktı ve havasızlıktan boğulacağımı zannettim.
Yalvardım. Yakardım. Bağırıp çağırdım. Ağladım.
48
Artık hiç umut kalmadığını zannediyordum. Vazgeçmeye ve mücadele
etmeyibırakmaya hazırlanıyordum ki o sırada kapı açıldı, beni dışarıya çıkardı ve beni
tekrar rafa yerleştirdi. Bir saat sonra beni alarak bir aynanın karşısına götürdü ve bana
şöyle dedi, ‘Kendine bakar mısın?’ Baktım ve şöyle dedim, ‘Bu ben değilim, bu ben
olamam. Bu gördüğüm şey çok güzel! Ben çok güzelim!’
86-
HAYVANLARI SEVMEK
Dükkân sahibi kapıya “SATILIK KÖPEK YAVRULARI” diye bir tabela asmıştı. Bir
çocuk dükkâna girerek adama sordu, “Köpek yavrularını kaç liraya satıyorsunuz?”
Dükkan sahibi cevap verdi, “Onların fiyatları 30 ile 50 lira arasındadır.” Küçük çocuk
cebine uzandı ve bazı bozuklukları çıkardı. Adama ,“Maalesef 3 Lira 35 kuruşum var.
Acaba onlara bakabilir miyim?” Dükkan sahibi gülümsedi ve ıslık çaldı. Küçük kulübenin
içinden dışarıya bir köpek ve beş tane yavru çıktılar. En arkadan gelen köpek yavrusu
biraz yavaş ilerliyordu. Küçük çocuk o en gerideki topallayan yavruyu işaret ederek “O
yavru köpeğin nesi var?” diye sordu.
Adam köpeğin kalça kemiğinde bir sorun olduğunu ve bir kemiği olmadığı için
yaşamı boyunca topallayacağını söyledi. Küçük çocuk heyecanlanmıştı. “İşte ben bu
köpek yavrusunu almak istiyorum!” dedi.
Adam, “Neden o küçük köpeği almak istiyorsun ki?” diye sordu. “İstersen ben sana
onu bedavaya veririm.” Çocuk bu cevaba çok üzülmüştü. Adamın gözlerinin içine
bakarak şöyle dedi, “Ben sizin onu bedavaya vermenizi istemiyorum. Onun da en az
diğer köpekler kadar değeri var ve ben size tam fiyatını ödeyeceğim. Şu anda size 3 lira
35 kuruş veriyorum. Sonra borcum bitene kadar size her ay gelip 50 kuruş ödeyeceğim.”
“Sen bu köpek yavrusunu gerçekten satın almak istemezsin sevgili oğlum” diye
dükkan sahibi itiraz etti. “O köpek hiçbir zaman koşamayacak, diğerleri gibi
zıplayamayacak ve diğerleri gibi oynayamayacak.”
Küçük çocuk bunun üzerine aşağıya doğru eğildi ve pantolonunun paçalarını
sıyırarak fena bir şekilde bükülmüş ve metal bir parça ile desteklenmiş ve sakat olan sol
ayağını gösterdi. Sonra yukarıya adama doğru baktı ve “Şey ben de çok iyi koşamıyorum
ve topallayarak yürümek zorunda kalıyorum. Belki bu küçük köpeğin de kendisini anlayan
birisine ihtiyacı vardır.” Adam yerin dibine girmişti. Büyük bir pot kırdığının farkında idi.
Gözlerinden aşağıya yaşlar boşanıyordu. “Sevgili oğlum!” dedi. “Ben umuyorum ki bu
diğer yavruların hepsi de kendilerine senin gibi birer sahip bulurlar.”
87-
ALTIN KUTU
Adam beş yaşındaki kızına çok değerli olan altın renkteki ambalaj kağıdını basit bir
kutuyu sarmada kullandığı için çok kızmıştı. Kız kutuyu çok güzel bir şekilde sarıp
sarmalayarak ve süsleyerek yılbaşı ağacının altına koydu.
Ertesi sabah yeni yılın ilk günü küçük kız süslü hediye kutusunu babasına getirdi ve
“Bu senin için babacığım” dedi. Baba önceki davranışından ötürü çok utanmıştı. Fakat
kutuyu açtığında içinde hiçbir şey olmadığını, içinin bomboş olduğunu gördü. Bunun
üzerine yine öfkesi kabardı ve kızına sert bir şekilde “Küçük hanım bilmiyor musun
birisine bir hediye vermek istediğin zaman hediye kutusunun içerisine bir şey koymalısın”
dedi. Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına doğru baktı ve “Ama babacığım, o kutunun
içi boş değil ki. Ben o kutunun içini ağzına kadar öpücükle doldurmuştum” diye cevap
49
verdi. Adamın içi ezilmişti. Hemen dizlerinin üzerine çöktü ve küçük kızını kollarının
arasına aldı ve ona boş yere kızdığı için kendisini affetmesini istedi.
“Bir anlamda biz insan varlıklarına da içi Tanrı’nın, çocuklarının, ailesinin ve
arkadaşlarının karşılıksız sevgileri ve öpücükleriyle dolu olan birer altından kutu
verilmiştir. Bir insanın sahip olup olabileceği bundan daha değerli bir hediye yoktur.”
50
51