Insana Ilham Veren Hikayeler 1.bolum
Transkript
Insana Ilham Veren Hikayeler 1.bolum
1 2 ÖNSÖZ Bütün iyi hikâyelerin doğal bir çekiciliği vardır. Bu hikâyeler doğrudan insanın kalbine ulaşırlar, çünkü duyarlı olan insanlara olan etkileri çok derin ve kalıcıdır. İnsani Değerleri dayanak olarak alan hikâyeler insanın aklına, ruhuna ve psikolojisine doğrudan ve derinlemesine bir bakış sağlarlar ve insanın daha yüksek bir bilinç seviyesine yükselme yolculuğunun yolunu aydınlatırlar. Bu kitapta bir araya getirilerek derlenen hikâyeler çok senelerden bu yana İnsani Değerler Öğretmeni yetiştirme kurslarında anlatıla gelmektedir. Bizler bu hikâyeleri aktarmaktan çok hoşlandık; dinleyicilerde aynı oranda bu hikâyelerden çok etkilendiler ve aynı coşkuyu hissettiler. Hikâyelerin her anlatılışı ile hem anlatıcıda ve hem de dinleyicilerde kaçınılmaz değişiklikler olmaktadır. Bu yüzden de hikâyeler hiçbir zaman bayatlamamakta, her dem taze kalmaktadır. Güzel anlatılmış iyi bir hikâye çocuklarda güçlü duygular ortaya çıkarmakta ve hikâyede gizli olarak var olan insani değerlerin zihne nakşedilmesi için bir arzu ortaya çıkarmaktadır. Hikâyedeki ana karakterin bir davranış biçimini/yüz ifadesini/huyunu kendilerine örnek alarak bilinçaltında o karakteri tam olarak örnek almakta ve taklit etmektedirler. “En fazla 20-25 satır uzunluğundaki hikâyeler en iyileridir. Rol yaparmışçasına öğrenmelerine izin vermeyin. Bu yapmacıklık onların zihinlerini transforme etmeyecektir. Hikâyelerde anlatılan olaylar ve ahlaki davranışlar çocukların kalplerine nakşolunmalıdır. Çocuklar ezberleme vasıtası ile değil, kalp vasıtası ile öğrenmelidirler. Tarih insanlığa ait hikâyelerin anlatıldığı bir dizi hikâyelerden meydana gelir. Tüm ilham kaynağı Yaratıcının ta kendisidir. Bizler de bu hikâyeleri tüm insanlığın kullanımına ve hizmetine sunmaktan büyük mutluluk duymaktayız. 14 Ağustos 2013 3 İÇİNDEKİLER 1- HEYKELTIRAŞ 2- ÖĞRETMEN VE ÖĞRETİM 3- BİR ŞİİR 4- “AHMET” AMCA 5- KİM YARATTI? 6- BENCİLSİZ SEVGİ 7- EBEDİ TANIK 8- EN BÜYÜK 9- KUMDAKİ AYAK İZLERİ 10- ÇARESİZ ARAYIŞ 11- BİLİM VE İNSAN 12- SUÇLAYAN PARMAK 13- YAŞAM OKYANUSUNU GEÇMEK 14- ÇAĞRIYA CEVAP 15- HAYVAN ÇİFTLİĞİ 16- ÜÇ YAŞLI ADAM 17- TANRI’YA AŞIK KİŞİ 18- ÇALIŞMAK İBADETTİR 19- İÇİNDE TANRI OLMAYAN KİLİSE 20- BÜYÜK İSKENDER 21- İBRAHİM VE MİSAFİRİ 22- SEVGİ VEREN ÖĞRETMEN 23- HOŞNUT YABANCI 24- TOHUM 25- İNSANIN DEĞERİ 26- BİZİ ARZULARIN PEŞİNDEN KOŞTURMA 27- DUA 28- YOKSUL KRAL 29- SİZDEN SONRA 30- SEVGİ GERİ DÖNER 31- KÖYLERE GİDİNİZ 32- DAVRANIŞTAN BAĞIMSIZ OLMAK 33- ÖRNEK OLMAK 34- CAMDAN BAKINCA 35- SOLMAYAN ÇİÇEK 36- SEVGİ 37- HER ZAMAN EN AŞAĞIDA 38- SON NEFES 39- SEVGİ DEĞİŞTİRİR 40- BÜYÜKBABA VE SEPET 41- İNEK VE BUFFALO 42- BİLGENİN YOLU 43- GÖREV/DOĞRU DAVRANIŞ 44- DUYGULARININ ESİRİ 45- VAHŞİ ADAMIN BEYANI 46- ÖLÜMÜ KANDIRMAK 47- GERÇEK SEVGİ 48- KALBİN LİSANI 49- ABOU BEN ADHEM 50- BENİM YAŞAMIM BENİM MESAJIMDIR 51- GELECEK İÇİN AĞAÇ DİKİN 52- VİCDANIN/KARAKTERİN BEDELİ 53- NE İSEN O OL 54- TANRI’NIN YARADILIŞI 55- BAHÇEDEKİ RENKLİ ÇİÇEKLER 56- SİNCAP VE BİLGE 57- İÇİ BOŞ FLÜT 58- PROFESÖR VE TEYP KAYDEDİCİ 59- BÜYÜK ÖĞRETMEN 60- ZİHNİN ÜSTADI 61- MAKUL/AKLI BAŞINDA/RASYONEL/MANTIKLI 62- DOĞA İLE BİR OLMAK 63- BAĞLILIK 64- OKYANUSUN KARIŞTIRILMASI 65- İÇ HUZUR 66- HALİNİZE ŞÜKREDİN 67- ALTIN TANELERİ 68- OTUR YERİNE 69- HAKİKİ DEĞER 70- İKİ HİKÂYE BİR MESAJ 71- KÜÇÜK LÜTUFLAR İÇİN DE TANRI’YA ŞÜKREDİN 72- SON YOLCULUK 73- KÖPEK VE ASLAN 74- GANDHİ’NİN İTİRAFI 75- ANDROCLES VE ASLAN 76- MUTSUZ AĞAÇ 77- O ŞİMDİ BURADA 78- TOHUM DÜKKÂNI 79- YANILGI 80- BEN KÖRDÜM 81- ÖĞRETEN İNSANİ DEĞERLER 82- SENİN YARATTIĞIN DEĞİŞİKLİK 83- BİZ ANCAK VERDİĞİMİZ ZAMAN ALIRIZ 84- MERAKLI BİLGİSAYAR 85- ÇAY FİNCANI 86- HAYVANLARI SEVMEK 87- ALTIN KUTU 4 1- HEYKELTIRAŞ Bir çocuk bir gün okula giderken yolda bir heykeltıraş gördü. Heykeltıraş mermerden bir taş bloğunun üzerinde çalışma yapıyor ve bir çekiç ve bir keski vasıtası ile mermer bloktan parçalar koparıyordu. Aradan birkaç gün geçti. Çocuk yine aynı sokaktan geçerek okula doğru gidiyordu. Heykeltraşın atölyesinin bahçesinde muhteşem güzellikte bir heykel olduğunu gördü. Heykelin çevresinde küçük mermer parçaları ve kırpıntıları bulunuyordu. Merak içinde öğrenci heykeltıraşın yanına doğru gitti ve şöyle sordu, “Efendim, bu güzel heykelin, bu güzel mermer parçasının o kocaman mermer kayasının içinde saklı olduğunu nereden biliyordunuz?” “HER BİR MERMER PARÇASININ İÇERİSİNDE ORTAYA ÇIKMAYI BEKLEYEN GÜZEL BİR HEYKEL VARDIR.” “Aynı bir heykeltıraşın bir taşı, bir kayayı, bir mermer parçasını yonttuğu ve şekillendirdiği gibi bir öğretmen de öğrencisini yontarak onu şekillendirir ve hayata hazırlar.” Konfüçyus 2- ÖĞRETMEN VE ÖĞRETİM Ülkenin en büyük yöneticisi bir gün bir okula davet edilmişti. Sınıfları gezerek Eğitim Programı hakkında bilgi ediniyordu. Beklenildiği üzere öğretmenler teftişe çok iyi hazırlanmışlardı ve açık bir şekilde Başbakanı etkilemek istiyorlardı. Teftişin sonunda tüm öğretmenler, Öğretmenler Odasında toplandılar. Sabırsızca Başbakanın izlenimlerini aktarmasını bekliyorlardı. Konuşmanın başlangıcında Başbakan adet olduğu üzere öğretmenlere teker teker hangi konuda öğretmenlik yaptığını sordu. Bir öğretmen söz alarak, “Ben matematik öğretiyorum” dedi. Bir diğeri Fen Bilimleri, bir başkası da Türkçe öğrettiğini söyledi. Tüm öğretmenler teker teker cevap verene kadar bu devam etti. Tüm cevapları işiten Başbakan'ın yüzü asılmıştı, şöyle sordu, “İyi ama peki çocukları kim eğitiyor o zaman?” “Eğitim yaşamı yaşamak içindir, para kazanmak için değildir.” “Her öğretmen bir İnsani Değerler Öğretmenidir.” 5 3- BİR ŞİİR Elime bir sertçe bir kil parçası aldım Gün gün onu elimle şekillendirdim Ellerim onu itip büktükçe Kıpırdadı ve ellerime boyun eğdi Birkaç gün sonra bir daha kilin yanına geldim Çamur parçası nihayet sertleşmişti Verdiğim şekli hala taşıyordu Fakat onu bir daha değiştiremedim Bir gün elime yumuşak ve ıslak bir çamur aldım Her gün onu azar azar yoğurdum Gücümü ve sanatımı kullandım ve onu şekillendirdim Küçük bir çocuğun yumuşak ve eğilen kalbi gibi Yıllar sonra benim yanıma geldi Artık bir adama bakıyordum Hala ona ilk verdiğim izlenimi taşıyordu Artık onu daha fazla şekillendiremezdim. “Yola erken çık, yavaş sür ve gideceğin yere emniyetle var” 4- “AHMET” AMCA Eğitim Bakanlığında görev yeri olarak taşra bölgesine atanmış olan bir öğretmen gittiği okulda çok sevilmişti. Bir gün okulu dolaşırken bir sınıfta yanyana asılmış dört resim gördü. Resimlerden ilkinde yarıdan yukarısı çıplak bir adam belden aşağısı bir kumaş parçası ile sarınmıştı. Adamın başında bir saç püskülü vardı. Onun yanındaki adamın başında bir takkesi vardı ve kısa sakalı vardı. Üçüncü adamın başında bir türban, sakal ve bıyığı vardı. Sonuncu adamın da boynunda bir kravat, sırtında bir ceket ve başında da şapkası vardı. Öğretmenin merakı cezb olunmuştu. Öğrencilerine bu adamların kim olduklarını sordu. Çocuklar hemen bir ağızdan cevap verdiler. “Birinci adam bir Hindu, yanındaki bir Müslüman, onun yanındaki bir Sikh ve sonuncu da bir Hristiyan’dır” dediler. Öğretmen orta boylu, açık tenli, uzun boylu, irice bir adamdı. Sakalı ve bıyığı yoktu ve üzerinde gömlek ve bir pantolon vardı. Çocuklara bakarak sordu, “Çocuklar bana bir bakın ve benim hangisi olduğumu söyleyin” Sınıfta tam bir sessizlik olmuştu. Uzunca bir aradan sonra arka taraflardan bir kız öğrenci ayağa kalktı ve “Siz Ahmet Amca’sınız, efendim.” Dedi. Bu şekilde okulda başarılı bir İnsani Değerler eğitimi başlamıştı. “Birliğin içindeki çokluğu işaret eden çok sayıda insan vardır; Ancak çokluğun içindeki birliği işaret eden çok az sayıda insan mevcuttur.” 6 5- KİM YARATTI? Birbirleri ile çok yakın arkadaş olan iki tane astronot vardı. Birisi tam bir ateist(Tanrı’ya inanmayan) idi. Diğerinin de Tanrı’ya sarsılmaz bir inancı vardı. Bir gün ateist olan astronom arkadaşının evini ziyaret etti. Evin çalışma odasında masanın üzerinde güneş sistemine ait son derece gelişmiş bir model/mekanizma gördü. Merakından bu güzel modeli kimin yaptığını sordu. Cevap uygun bir şekilde geldi,” Hiç kimse!” Misafir astronom bunun bir şaka olduğunu düşündü. “Gerçekten ciddi olarak soruyorum “dedi, “Bu çok güzel bir model ve ben kimin bunu yaptığını çok merak ettim” Gelen cevap yine aynı idi, “Bu modeli hiç kimse yapmadı. Şaka yapmıyorum. Bu burada kendi kendine oluştu.” Ateist olan kızmış ve tahrik olmuştu, “Nasıl olur da mekanik bir model kendi kendine oluşur?” diye sordu. Arkadaşı sakince cevap verdi, “Eğer bütün bu kainatın/evrenin bir yaratıcıya ihtiyacı yoksa, eğer bütün kainat bir aracıya gerek duymadan kendi kendine başlıyor ve oluşabiliyorsa, bu küçücük model de neden kendi kendine oluşamasın?” “Bilimin bittiği yerde maneviyat başlar” “İnanç kalpten kaynaklanır ve kalbin bir işlevidir; Ancak akıl ve sağduyu ile uygulanmalıdır.” 6- BENCİLSİZ SEVGİ İki kardeş babalarından kalma araziyi ekip biçiyor ve elde edilen ürünü paylaşarak geçiniyorlardı. Büyük kardeş evlenmemiş ve bekâr iken, küçük kardeşin karısı ve çocukları vardı. Bir gün ağabey şöyle düşündü. “Ben yalnız yaşıyorum ve ihtiyaçlarım çok fazla değil. Buna mukabil kardeşimin bir ailesi var ve bu yüzden kazandıkları ile geçinemiyor olmalı. Elde edilen ürünün yarısını benim almam büyük haksızlık gibi görünüyor.” Bu düşünce ile kendi deposundan kardeşinin deposuna her gece herkes uykuda iken gizlice bir çuval hububatı götürüp bırakmaya başladı. Diğer yandan küçük kardeş de kendi kendine ağabeyinin giderek yaşlandığını düşündü, “Ben yaşlandığımda bana bakacak oğullarım var. Ama ağabeyimin bir ailesi yok. İyice yaşlandığında ve çalışamayacak duruma geldiğinde ona bakacak kimsesi yok” Böylece o da her gece herkes uyuduktan sonra gizlice kendi deposundan ağabeyinin deposuna bir çuval hububat götürmeye başladı. Bu iş bir müddet devam ettikten sonra her ikisi de kendi depolarındaki hububat miktarının aynı kalmasına şaşırıyorlardı. Yine böyle yıldızsız ve karanlık bir gecede birbirlerinin deposuna sırtlarında hububat taşırlarken avlunun ortasında birbirleri ile kafa kafaya çarpıştılar. Şaşkınlıktan bir süre durakladılar. Sonra birdenbire her ikisi de olan biteni kavradılar. Ellerindeki hububat çuvallarını yere attılar ve birbirleri ile kucaklaştılar. 7 “Tanrı yukarıdan bu sahneyi izliyordu. Şöyle dedi, “Burası bence çok kutsal bir yer. Buraya Kendim için büyük bir ibadethane/tapınak inşa edeceğim.” Böylece oraya dünyadaki ilk tapınak inşa edildi. “Tanrı Sevgi’dir; Sevgi Tanrı’dır; Sevgi içinde yaşayın!” “Tanrı, Sevgi her nerede ise oradadır” 7- EBEDİ TANIK Öğrencilerine ders vererek onları manevi hayata alıştırmak isteyen bilge kişi çocuklar sürekli olarak kendilerine öğretilenleri ezberledikleri ve kalpten öğrenmedikleri için oldukça endişeli idi. Üstadın kendisine bağlılıkla hizmet etmekte olan ama buna karşın onun öğrettikleri ile fazla ilgilenmeyen yaşlı bir de erkek yardımcısı/hizmetkârı vardı. Bu hizmetkâr, şımarık genç ve sözde ‘bilginlerin’ daima dalga geçtikleri birisi idi. Yaşlı adamın kitabi bilgiler konusundaki cahilliği ile alay ediyorlar ve onu aşağılıyorlardı. Bir seferinde adamın biri Bilgeye hediye edilmek üzere bir miktar muz getirmişti. Bilge herkesi çevresine gelmeleri için çağırdı. Bir oyun oynayacaklarını söyledi. Çocukların her birine bir muz verdi ve şöyle dedi, “Size verdiğim bu muzu hiç kimseye gözükmeden yiyip bitiren ilk kişi oyunu kazanır. Haydi, şimdi gidin.” Hepsi hemen bir yerlere koşuşturdular. Bazıları ağaçların arkasına, bazıları dolapların içine, bazıları kapıların arkalarına, bir kısmı da yatak örtülerinin altına girdiler. Ellerindeki muzu yedikten sonra da hemen efendilerinin yanına koştular. Bilgenin yanına vardıklarında hizmetkârın yerinden kıpırdamamış olduğunu fark ettiler. Elinde hala muzu tutuyordu. Çocuklar kahkahalarla gülmeye başladılar. Bilge hizmetkâra neden böyle davrandığını sordu. Hizmetkâr şöyle cevapladı, “Sevgili efendim, herkes oraya buraya koşuşturuyor ve şurada burada kimse tarafından görülmeyecekleri bir yer arıyorlardı. Ben maalesef yaptıklarımın görülmeyeceği bir yer bulamadım. Bu yüzden yerimden kıpırdamadım.” “O, Ebedi Tanık’tır.” 8- EN BÜYÜK Çok okumuş ve öğrenmiş bir adam bir seferinde İmparator Akbar’ın huzuruna çıkmıştı. Konuşmasında Akbar’ı övüp göklere çıkardı ve hatta O’nun Tanrı’dan bile daha güçlü olduğunu söyledi. Bu Akbar’ın çok hoşuna gitmişti. Bilgin oradan ayrıldıktan sonra yanındaki bakanlarına dönerek kendisinin hangi açılardan Tanrı’dan daha güçlü olduğunu sordu. Bu soru bakanlarını zor bir duruma sokmuştu. Ne ona Hakikati söyleyebiliyor, ne de İmparatoru kızdıracak bir şey söylemeye cesaret edebiliyorlardı. Hepsi karşısında sessiz bir şekilde duruyorlardı. Akbar, Birbal’a dönerek sordu, “Birbal, En azından senin bir cevabın vardır” Onu zaten kıskanan diğer bakanlar keyiften dört köşe olmuşlardı. Heyecan içinde Birbal’in saçma bir cevap vererek bu sefer sınıfta kalmasını bekliyorlardı. 8 Birbal sakince cevap verdi, “Sevgili İmparatorum. Sizin Tanrı’dan en azından bir yönden daha güçlü olduğunuz doğrudur. Siz birisinden hoşlanmadığınız zaman onu krallığınızdan dışarıya gönderebiliyor, onu atabiliyorsunuz. Fakat maalesef Tanrı böyle bir şey yapamıyor. Çünkü o birisinden hoşlanmasa bile onu atıp gönderebileceği hiçbir yer bulunmuyor. O’nun krallığının sınırları sonsuz olduğu için onları nereye gönderebilir ki?” “Hiç kimse benim Sevgi’min sınırları dışında değildir.” 9- KUMDAKİ AYAK İZLERİ Adamın biri gece rüyasında Tanrı ile beraber deniz kıyısında kumsalda beraberce yürüdüğünü gördü. Geriye doğru baktığında sahil boyunca hep iki çift ayak izi görülüyordu. Adam Tanrı’ya dönerek sordu, “Sevgili Tanrım. Sen benim bu yolculuğumda hep böyle benim yanında mıydın?” Tanrı, “Evet” diye cevap verdi. “Ben her zaman senin yanındayım. Seni hiçbir zaman bırakmam. Bunun için sana söz verdim.” Adam çok mutlu olmuştu. Huzur içinde idi. Fakat sonra biraz daha iyi incelediğinde geriye doğru uzanan ayak izlerinin bir bölümünde yalnızca bir çift ayak izi olduğunu gördü. Bu dönemler hayatının en zor zamanlarına denk geliyordu. Adam üzülmüş ve hayal kırıklığına uğramıştı. Tanrı’ya dönerek sordu, “Sevgili Tanrım. Sen beni hiç bırakmadığını söylüyorsun. Beni hayatımın en zor zamanlarında neden yalnız bıraktın peki? Bak işte o zamanlarda yalnızca bir çift ayak izi var.” Tanrı gülümsedi ve “Sevgili oğlum. Ben asla sana verdiğim sözün dışına çıkmam ve asla seni yalnız bırakmam. Hayatının o zor dönemlerinde yalnızca bir çift ayak izi görüyorsun, çünkü ben o zamanlarda seni sırtımda ve kucağımda taşıdım da ondandır” dedi. “Zor zamanlar imtihan zamanlarıdır.” 10- ÇARESİZ ARAYIŞ Bir seferinde Tanrı’nın canı saliklerinin bitip tükenmek bilmeyen isteklerinden ve dualarından dolayı çok sıkılmıştı. Herkes ona yakarıyor ve çeşitli maddi zenginliler için, çocuk sahibi olmak için, kızının mürüvvete girmesi için, belli bir memuriyete tayin olmak için v.s. dua ediyordu. Çok az birkaç tanesi manevi olgunluk ve spiritüel gelişim talep ediyordu. Tanrı, “Ben size siz Benden her ne isterseniz veriyorum ki, Benim asıl Benim size vermek istediğim şeyi Benden isteyin diye” diyordu. Fakat bu hiçbir zaman gerçekleşmiyordu. Bunun üzerine Tanrı okyanusun en derin yerine giderek orada saklanmayı düşündü. Meleklerden bir tanesi, “Denizaltı yapar, oraya gelir Seni orada da bulurlar” dedi. Tanrı, “O zaman göklere çıkar ayın arkasına saklanırım” diye cevap verdi. Diğer melek, “Uzay gemisi yaparlar, gelip Seni orada da bulurlar” dedi. Biraz düşündükten sonra Tanrı insanların kalbinin içine girip orada saklanmaya karar verdi. Salikler O’nu dünyanın her yerinde, ormanlarda ve karlı dağ tepelerinde, tapınaklarda ve münzevi ibadet yerlerinde aradılar, ama bulamadılar. Hiç kimse O’nun kendi kalbinde aramayı düşünmedi. Hâlbuki O, orada onu kucaklamak için kollarını açmış bekliyordu.” 9 “Siz Tanrı’nın tapınağısınız ve Tanrı’nın kıvılcımı sizin içinizde yaşamaktadır.” “Nasıl güzel koku çiçeğin içerisinde saklı ise, aynı şekilde Tanrı da sizin kalbinizde ikamet eder.” 11- BİLİM VE İNSAN Maxim Gorky modern bilimin çetin bir savunucusu idi. 20.ci yüzyılın başlarında Rusya’nın her tarafını dolaşarak yaşam içinde gelişen bilimin kullanılmasını hararetle tavsiye ediyordu. Bir seferinde Ukrayna’da bir grup çalışana manevi bir konferans veriyordu. Şöyle dedi, “İnsan, bilimin yardımı ile imkânsızı başarmıştır. İnsan bilimin sayesinde en hızlı kuştan bile daha hızlı uçabilir, balıkların bile gidemedikleri okyanusların en derin yerlerine ulaşabilir, Bilimin yardımı ile en hızlı hayvandan bile daha hızlı gidebilir, bir filin bile kaldıramadığı ağırlıkları kaldırabilir. Bilim şöyle şöyle şeyler yapabilir, v.s. Konuşmanın sonunda Maxim Gorky çok sayıda kişi tarafından uzun süre alkışlanır ve ondan sonra da kendisine sorulacak soruları alır ve cevaplamaya çalışırdı. Burada da “Soru sormak isteyen var mı?” Diye sorduğu zaman yaşlı bir adam elini kaldırarak söz istedi. Şöyle sordu, “Sevgili Mr. Gorky. Aynı dediğiniz gibi bilim sayesinde insanoğlu çok hızlı gidebilir, okyanusların hayal edilemeyecek derinliklerine dalabilir ve büyük ağırlıkları kolaylıkla kaldırabilir. Çok doğru. Fakat lütfen bana söyler misiniz bilim, insanın gerçek bir insan gibi davranmasını sağlayabilir mi? “Yarım bir atom ve yarım insanlık var olamazlar.” 12- SUÇLAYAN PARMAK Adamın biri Amerika’da küçük bir şehirde yolda araba kullanıyordu. Bir trafik kamerasının yanından geçerken bir flaş ışığı gördü. Kameranın yanından hızlı geçtiği için kameranın kendisinin fotoğrafını çektiğini zannetti. “Herhalde hız limitini aşmış olmalıyım” diye düşünerek geri döndü ve U dönüşü yaparak aynı kameranın önünden bu kez yavaş bir hızla geçti. Fakat kamera yine flaşını çakarak onun fotoğrafını çekti. Adam bu sefer iyice kızdı. Tekrar geri döndü ve bu sefer neredeyse kaplumbağa hızında yine kameranın önünden geçti. Flaş yine çaktı. Adam bu sefer kameranın arızalı olduğunu düşündü ve yoluna devam etti. Üç hafta sonra posta kutusunda üç tane trafik cezası buldu. Üçünde de emniyet kemeri takmadığı için kendisine ceza kesilmişti. “Biz her zaman karşımızdakinde bir hata arıyoruz, fakat bizde bir hata olmuş olabileceği hiç aklımıza gelmiyor” “Eğer elini yukarıya kaldırır ve parmağını uzatarak karşındakini suçlarsan, diğer üç parmak senin kendini gösterir.” 10 13- YAŞAM OKYANUSUNU GEÇMEK Çok uzun zaman önce krallığın birinde kral ülkeyi gayet güzel idare ediyordu ve halk çok mutlu idi. Ancak ülkede hiçbir din mevcut değildi. Kralın mahiyetindeki bütün bilge kişiler krala ülkece bir dini seçme konusunda tavsiyede bulundular. Yoksa kocaman ülke “dinsiz” olarak adlandırılacaktı. Çok çeşitli dinlerden yetkili kişiler gelerek kendi dinlerinin üstünlüklerini anlattılar. Ancak bu arada diğer dinlerin de eksik ve kusurlu taraflarını vurguluyorlardı. Bu şekilde yıllar geçti. Bir gün bir bilge yürüyerek yayan vaziyette ülkeye geldi. Bu bilge hem kralı ve hem de halkı o kadar etkiledi ki herkes onun tavsiyesine uymaya hazırdı. Kendisine hangi dini seçmeleri gerektiğini sordular. Onların bu saf içtenliğini gören bilge krala şöyle dedi, “Sevgili Kralım. Yarın sizinle birlikte bir kayığa binerek karşı kıyıya geçeceğiz. Karşı tarafta şu banyan ağacının altında ben size Ülke Dininizin adını söyleyeceğim.” Ertesi sabah olduğunda bütün halk bilgenin ve kralın nehri geçmelerini izlemek için nehrin kıyısında toplandı. Karşıya geçebilmeleri için güzel bir kayık getirtildi. Ancak bilge kayığın bir yerinde boyası sıyrık olduğu için başka bir kayık istedi. İkinci getirtilen kayık da bu sefer şekli yamuk olduğu için beğenilmedi. Bu şekilde her getirtilen kayık bilge tarafından o ya da bu bahaneyle reddediliyordu. Artık kral sabrını yitirmişti. Sessizliğini bozarak bilgeye yüksek sesle seslendi. “Ey büyük bilge! Senin bu söylediğin ufak tefek kusurların ne önemi var? Kayık iyi durumda olduğu ve bizi karşıya götürme görevini yerine getirdiği müddetçe bu küçük kusurlarını görmezden gelemez miyiz?” Bilge hedefi tam ortadan vurmuştu. Gülümseyerek cevap verdi, “Çok doğru sayın kralım!” dedi, “Eğerherhangi bir dini inanç bizi bu yaşam okyanusunu geçirerek Tanrı’ya ulaştırıyorsa bizim amacımız yerine gelmiş olmuyor mu? Neden çeşitli inançlar arasında farklılıklar ve kusurlar görüyoruz?" “Tüm dini inançlar aynı Hakikat’in parçasıdırlar.” 14- ÇAĞRIYA CEVAP Dede üç yaşında torunu ile beraber oyun oynuyordu. Yeni bir oyuna başlarken dede torununa, “Haydi gel şimdi benim gömleğimin ucundan tutuver” dedi. Çocuk söylenileni yaptı. Dede, ”Şimdi de dedeni tut bakalım!” dedi. Torunu adamın elini tuttu. “Hayır” dedi büyükbaba, “Bu benim elim. Sen gel beni tut.” Küçük çocuk şaşırmıştı. Gidip dedesinin ayaklarını yakaladı. “Hayır, bunlar büyükbabanın ayakları. Büyükbaba nerede peki?” diye şakacı bir şekilde büyükbaba sordu. Bu sefer de küçük çocuk adamı kollarını tutuverdi. “Bu büyükbabanın bedeni” diye yaşlı adam torununa seslendi. Çocuğun her bir gayretinde bu benim burnum, ağzım, gözüm v.s. şeklinde yanıtladı. Çocuk artık şaşkınlıktan afallamış ve sessizliğe bürünmüştü. Yandaki odaya gitti. Oradan kendisine seslendi, “Büyükbaba! Buraya gelir misin lütfen?” Büyükbaba torununun çağrısına uyarak diğer odaya gittiğinde çocuk bir zafer kazanmıştı. “işte büyükbaba geldi. İşte bu büyükbaba!” diyerek sevinç çığlıkları attı. Çağrıya cevap veren her kimse o kişi “büyükbaba”dır. 11 “Siz bir değil üç kişisiniz. Olduğunuzu zannettiğiniz şey, yani beden, başka kişilerin siz olduğunuzu zannettikleri şey, yani zihin ve gerçekte olduğunuz şey, yani İlahi Öz!” 15- HAYVAN ÇİFTLİĞİ Londra’daki ünlü Hayvanat Bahçesi’nin kapatılması için teklif verilmişti. Hayvanat bahçesindeki hayvanlar bir protesto gösterisi düzenlediler. İnsanı acımasızlıkla, zalimlikle, gaddarlıkla, duyarsızlıkla, duygusuzlukla, anlayışsızlıkla ve hayvanları istismar etmekle suçladılar. “Ben zeki bir hayvanım” dedi eşek. “Fakat bir insan aptalca davrandığında onu benim ismimle çağırıyorlar.” Maymun şöyle dedi, “Ben çevik ve yaratıcıyım. Fakat ne zaman bir insan ahmakça davransa onu maymun ismini veriyorlar.” “Neden birisi aldatma yapıp gözyaşı dökse hemen beni suçluyorlar?” diye timsah söze katıldı. Bu sırada köpek yüksek sesle havlayarak seslendi, “Ben sadakatimle tanınırım. Ama bana taş atıp yaralamakistiyorlar ve beni kötü isimle anıyorlar.” “Ben yıkıcı bir hayvan değilim ama beni zücaciye dükkanına giren fil olarak anıyorlar” dedi fil. Tilki, “İnsan en kurnaz canlı ama ben suçlanıyorum” dedi. En sonunda aslan konuştu. “Hepiniz haklısınız. İnsan bizleri bu lakaplarla çağırıyor. Fakat insanlar bunların dışında ‘Kuzu gibi sessiz, aslan yürekli’ filan da diyorlar.” “Biz ne yaparsak yapalım, ya bir sebebi vardır, ya da bir uygun zamanı/dönemi vardır. Fakat insan kendi içgüdülerinin ötesine geçebiliyor. Ayrıca eğer isterse arzularını ve duygularını kontrol edebiliyor. Onun bilinç seviyesine yükselebilme yeteneği ve kapasitesi var. İnsan kendi kaderinin efendisidir.” “İnsan Yaratılış içindeki en gelişmiş, en yüksek ve en ali canlı varlıktır. İnsan içgüdülerinin peşinde koşarak bir hayvana benzememelidir. Nara’dan, yani insandan Narayana’ya yani İlahi Öz seviyesine yükselmelidir.” 16- ÜÇ YAŞLI ADAM Genç kadın evden dışarıya çıktığında uzun sakallı üç yaşlı adamın evinin ön bahçesinde oturduklarını gördü. Onları tanımıyordu. Onlara şöyle seslendi, “Ben sizleri tanıdığımı sanmıyorum ama siz acıkmış olmalısınız. Lütfen içeriye gelin, sizlere yiyecek bir şeyler vereyim.” Adamlar kadına şöyle cevap verdiler, “Biz bir evin içine hep beraber girmeyiz.” Kadın şaşırarak sordu, “Neden?” Yaşlı adamlardan biri şöyle dedi, “Şuradaki adamın adı “Servet”. Yanındaki “Başarı” ve ben de “Sevgi”’yim. Şimdi içeriye git eşinle görüş ve bizim hangimizi içeriye davet etmek istediğini söyle.” Kadın içeriye girdi ve kocasına durumu anlattı. Kocası çok sevinmişti, “Çok güzel” dedi. “Madem öyle, haydi gel içeriye “Servet”’i davet edelim. O evimizden içeri girsin ve evimizi refah ile doldursun” Ancak karısı onunla aynı fikirde değildi. ”Sevgilim istersen biz “Başarı”yı davet edelim” dedi. 12 O sırada çiftin kızları onları dinliyordu. Söze karıştı, “Neden “Sevgi” yi içeri davet etmiyoruz? O zaman evimizin içi sevgi ile dolar!” dedi. Kocası eşine, “Neden kızımızı dinlemiyoruz ki?” diye sordu. “Haydi git ve “Sevgi” yi misafir olarak davet et!” Kadın dışarıya çıktı ve üç yaşlı adama seslendi, “Hanginiz “Sevgi? Lütfen gelin ve bizim misafirimiz olun!” Sevgi ayağa kalktı ve eve doğru yürümeye başladı. Bunun üzerine diğer ikisi de ayağa kalkarak Sevgi’yi takip etmeye başladılar. Kadın çok şaşırmıştı. Hayretle onlara sordu, “Ben yalnızca “Sevgi” ‘yi davet etmiştim. Siz neden içeriye geliyorsunuz?” İki yaşlı adam beraberce cevap verdiler, “Eğer Servet’i ya da Başarı’yı davet etmiş olsaydınız diğer ikimiz dışarıda kalacaktık. Ama siz Sevgi’yi davet ettiniz. Sevgi her nereye giderse biz de onunla birlikte gideriz.” “Her nerede sevgi varsa orada hem servet ve hem de başarı vardır.” 17- TANRI’YA ÂŞIK KİŞİ Çok iyi ve Tanrı’yı çok seven bir insan vardı. Her sabah erkenden kalkar ve işlerini yapmaya başlamadan önce en az yarım saat dua ederdi. Bunları seyreden Tanrı çok seviniyor, ama Şeytan da çok kızıyordu. Şeytan her türlü baştan çıkarmaları denedi, ama adam sabah dualarını hiç aksatmıyordu. En sonunda Şeytan bir plan yapmaya karar verdi. Ertesi sabah adam uyuyakaldı. En sonunda uyandığında vakit çok geç olmuştu. Adamın işe gitme vakti gelmişti. Bu yüzden acele ile işe gitti. Şeytanın planı işe yaramıştı. Ancak gün boyu adam hep çok huzursuzdu. Sabah duasını kaçırdığı için kendisini Tanrı’ya karşı suçlu ve mahcup hissediyordu. Tanrı’ya ağlayarak yakardı ve af diledi. O gün akşama kadar sabah duasını kaçırmasından başka bir şey düşünemedi. Tanrı’ya dua ederek O’nun merhametini ve rahmetini istedi. Tanrı şimdi daha memnun/hoşnut olmuştu! Adamın sade kişiliği ve alçak gönüllülüğü Tanrı’yı çok mutlu etmişti. Şeytan hayal kırıklığı ile adamı seyrediyordu. Adamın yarım saat dua etmeyi kaçırmasını sağlayarak onun bütün gün boyunca Tanrı’yı hatırlamasına sebep olmuştu. “Güne dua ile başlayın Günü dua ile doldurun Günü bir dua ile bitirin Tanrı’ya giden yol budur!” 18- ÇALIŞMAK İBADETTİR Büyük Madurai Tapınağı inşa edilirken yüzlerce taş ustasına görev verilmişti. Bir seferinde kral inşaat alanını teftişe geldi. İşlerin nasıl ilerlediğini kendi gözleri ile görmek istiyordu. Yanından geçmekte olan bir taş ustasına sordu, “İşler nasıl gidiyor?” “Sevgili kralım” diye adam cevap verdi. “Bu taşları kırarak günlük ekmeğimi kazanıyorum” Kral bu cevaba güldü ve başını sallayarak yürüdü. Biraz ileride başka bir taş ustasının yanına gitti. “Neler yapıyorsun bakalım?” diye sordu. Cevap şöyle geldi, “Ben 13 yeteneğimi kullanarak bu taşları yontuyorum ve onlara şekil veriyorum. Bu benim yaptığım iş çok önemli bir iş.” Bu cevap kralı daha çok memnun etmişti. Biraz daha yürüdükten sonra başka bir taş ustasının önünde durdu. Adam kendini işine kaptırmış çalışıyordu. Yüzünden terler boşanıyordu. Kral yine aynı soruyu sordu. “Ey kralım ben Tanrımızın mabedini yapıyorum.” Diye adam cevap verdi. “Tanrım bana böyle bir görev verdiği için O’na şükürler olsun!” “Çalışmak ibadettir.” “İnsan yalnızca sevdiğiişi yapmaya gayret etmemelidir, yaptığı işi sevmeyi de öğrenmelidir.” 19- İÇİNDE TANRI OLMAYAN KİLİSE Siyahi ve dindar bir Amerikalı mahallesindeki kilisenin bir mensubu olmak istiyordu. Ancak bunun için önüne o kadar çok maniler çıktı ki artık yıldı ve ümitsizliğe kapıldı. Belki de derisinin rengi veya sosyal statüsü kiliseye üye olmasına engel teşkil ediyordu. Tanrı’ya dualar ederek ondan yardım istedi. Uzun zaman dualar etmesine rağmen kiliseye bir türlü kabul edilemiyordu. En sonunda uykusunda Tanrı’yı gördü. Kendisinden ne istediğini sordu. “Sevgili Tanrım” diye adam cevap verdi. Ben Sana hizmet etmek istiyorum. Kiliseye üye olarak bir işe yaramak istiyorum. Lütfen kiliseye kabul edilebilmem için bana yardım et!” Tanrı gayet üzgün bir biçimde konuştu. “Sevgili oğlum. Ben senin bu isteğini maalesef yerine getiremem. Bu kilise kurulduğundan bu yana uzun yıllardan beri Ben bile o kiliseden içeri girmeyi başaramadım, sana nasıl yardım edebilirim?” “Taş Tanrı’dır, ama Tanrı taş değildir.” “Tanrı, Sevgi her nerede ise oradadır.” 20- BÜYÜK İSKENDER Çok sayıda savaş yaptıktan ve birçok ülkeler fethettikten sonra en sonunda Büyük İskender Hindistan’a varmıştı. Bu ülkede çok sayıda aziz ve bilge kişi olduğunu işitmişti ve onlarla tanışmak için can atıyordu. Bir gün ordusu bir ormanın kenarında kamp yapmak için durdu. Bu ormanda bir münzevinin yaşadığını öğrendiler. İskender askerlerini göndererek bilge kişiyi felsefe üzerine konuşmak üzere çadırına davet etti. Fakat münzevi bir hayat yaşayan kişi daveti nazikçe reddetti, ama herkesin kendi kulübesine gelebileceğini ve burada kendilerini içtenlikle kabul edebileceğini söyledi. Bunun üzerine İskender adamı kulübesinde ziyaret etmeye karar verdi. İskender münzevinin kulübesinden içeri girdiğinde oturacak bir yer aradı, ama içeride ne sandalye, ne koltuk ne de başka bir mobilya vardı. Biraz içerleyerek adama sordu, “Senin misafirlerin oturması için hiçbir eşyan yok mu? Bunun üzerine bilge adam bir karşı soruyla cevap verdi. “Ey kralım, senin kendi sandalyen nerede peki?” İskender yanıtladı, “Ama ben yalnızca gelip geçiciyim. Ben burada kalıcı değilim ki?” “Aynı şekilde ben de” dedi münzevi, “Ben de sizin gibi gelip geçiciyim ve burada kalıcı değilim.” 14 “Daha az bagaj ile daha rahat yolculuk yaparsınız ve o zaman yolculuğun keyfini daha çok çıkartabilirsiniz.” “Yaşayan herkes bir hac yolculuğu yapmaktadır.” 21- İBRAHİM VE MİSAFİRİ Yaşlı bir adam akşam vakti İbrahim’in kapısını çaldı. Yorgundu, çok zayıf ve aç görünüyordu. Biraz yiyecek ve gece kalmak için bir yer istiyordu. İbrahim adamın önüne sıcacık bir yemek getirdi. İbrahim yemek tabağını daha masanın üzerine koyar koymaz yaşlı adam hemen yemeğe saldırdı ve yemeye başladı. İbrahim kızmıştı, “Sen yemek yemeden önce dua etmez misin, be adam?” diye azarladı. “Sen Allah bilir namaz da kılmazsın?” “Hayır, ben ne dua ederim, ne de namaz kılarım” diyerek adam cevap verdi. İbrahim’in artık öfkeden gözü görmüyordu. “O zaman bu yemek de sana göre değil” diye gürledi. “Sana bu evde kalacak yer yok”. Yaşlı adam ayağa kalktı ve evi terk ederek yürümeye başladı. İbrahim o gece rüyasında Tanrı’yı gördü. Tanrı sordu, “İbrahim, yaşlı adam nerede?” İbrahim hemen yanıtladı, “Tanrım, o adam Sana dua etmiyordu. Ben de onu gönderdim.” Cevap çok manidardı, “Ben o Bana dua etmediği ve Benim adımı anmadığı halde bu kadar yıldan beri onun yemeğini ve ihtiyaçlarını eksik etmedim. Sen ona bir gece bile tahammül edemedin mi?” “Yardım eden eller dua eden dudaklardan daha üstündür/makbuldür.” “Onlara sabret ve onlara katlan! Tanrı onlara ne kadar sabır gösteriyor, görmüyor musun?” 22- SEVGİ VEREN ÖĞRETMEN Amerika’nın en tanınmış üniversitelerinden biri olan John Hopkins üniversitesinde ders veren bir profesörün eline bir gün 25 yıl kadar önce aynı üniversitede yaptırılmış bir araştırma yazısı geçti. Araştırma üniversitede okuyan ve New York’un kenar/gecekondu mahallerinden gelmekte olan 220 siyahi öğrencinin geçmiş yaşamları üzerine idi. Araştırmanın sonunda araştırmacı bir öngörüde bulunuyor ve bu öğrencilerin % 90 ‘ının gelecekte en az bir kez hapse düşmek zorunda kalacağını söylüyordu. Bu yazıyı okuyan profesör hemen kendisi ile birlikte çalışan asistanlardan bir ekip oluşturmalarını ve bu 220 öğrencinin o anki durumlarını araştırmalarını söyledi. Bu 220 öğrenciden ancak 198’ine ulaşılabildi. Ancak ilginç bir şekilde bu öğrencilerden yalnızca 4 tanesinin hapse girip çıkmış oldukları belirlendi. Profesör bu çok çarpıcı sonuca neyin yol açtığını öğrenmek için araştırmayı devam ettirdi. Sonra bu öğrencilerin büyük bir çoğunluğunun üniversitede aynı bir hocadan ders almış oldukları ortaya çıktı. Bu öğretmen onları bir şekilde pozitif bir şekilde etkilemiş olmalı idi. Bu bayan öğretmenin nerede oturduğu araştırıldı. Bu bayan öğretmen şimdi çok yaşlanmış ve artık unutulmuş bir şekilde bir yaşlılar evinde yaşarken bulundu. Kendisine şu soru soruldu, “Bu 198 15 öğrenciyi okuturken nasıl bir metot uyguladınız? Nasıl bir müfredat programı takip ettiniz? Nasıl özel bir eğitim sistemi tatbik ettiniz?” Kadıncağız aradan uzun zaman geçtiği için çocukların çoğunu hatırlayamıyordu. Sakince şöyle cevap verdi, “Bilmiyorum. Ama şunu biliyorum, ben onları çok sevdim.” “İçinde sevgi olmayan bir görev acınacak bir şeydir. İçinde sevgi olan bir uygulama arzu edilecek bir şeydir. Ama bir görev yapıyormuş hissi taşımadan duyulan sevgi uygulaması ilahi bir şeydir.” 23- HOŞNUT YABANCI Zengin bir adam çok hasta olmuştu. Birçok doktora görünmesine ve çok sayıda ilaç kullanmasına rağmen şifa bulamamıştı. Adamın oğlu babasına çok bağlı idi ve onun iyileşmesi için çırpınıyordu. Arayış içinde bir gün bir şifacı ile karşılaştı. Şifacı ona eğer mutlu ve halinden hoşnut yabancı bir adamın gömleğini babasına giydirirse babasının iyileşeceğini söyledi. Oğlan böyle kendinden hoşnut, memnun ve mutlu yaşayan bir kişi aramaya başladı. Fakat böyle hayatından tamamen hoşnut, dertsiz ve tasasız bir kişi bulmak neredeyse imkânsızdı. Hiç kimse hayattan arzu ettiği şeyi alamıyordu. Gece olmak üzereyken yorgun ve bezmiş bir vaziyette oğlan eve geri dönüyordu. Birdenbire az ilerde bir ses duydu. Adamın biri açıkta bir yerde çalıların dibinde uyumaya hazırlanıyordu. Karanlıkta adamın dua ettiğini işitti, “Sevgili Allahım! Mutlu bir gün daha sona ermek üzere! Şimdi Senin de Rahmetinle beraber, huzur ve mutluluk içinde ben Senin derin uyku hediyeni kabul etmeye hazırlanıyorum.” Oğlan kendi kendine, “İşte bu tam benim aradığım kişi” diye düşündü. Hemen adamın yanına doğru gitti ve kendisinden gömleğini istemeye hazırlandı. Fakat adama yaklaştığında üzerinde hiç gömleği olmadığını gördü. Yabancı adam kendisindenne istediğini sordu. Oğlan tüm hikâyeyi anlatınca şöyle cevap verdi, “Sevgili oğlum! Eğer bir gömleğim olsa idi, böyle mutlu ve halimden hoşnut olur muydum zannediyorsun?” 24- TOHUM İki tohum yanyana toprağın üzerinde duruyorlardı. Birisi şöyle dedi, “Ben büyümek ve bir fidan olmak istiyorum.” İkincisi de şöyle dedi, “Ben değişmek istemiyorum. Ben kimliğimi kaybetmek istemem.” İlk tohum cevap verdi, “Yaşam genişlemek/büyümek demektir. Duraklamak/gelişmemek ölüm anlamına gelir. Sonra ben fidan olduğum zaman yine “ben” olacağım.” İkinci tohum onun bu düşüncesini kabul etmiyordu, “Benim yerime bir bitki olduğu zaman “ben” nerede olacağım? Ben ayrıca köklerimin toprağın derinliklerine gitmesinden ve oluşacak gövdemin yükseklere uzanarak korunmasız kalmasından çok korkuyorum. Ben burada kalacağım.” Bu hikâyenin sonunda ne oluyor dersiniz? Siz ne yapardınız? Denir ki ilk tohum gelişti ve kocaman ve güzel bir ağaca dönüştü. Ve sonra bir tavuk geldi ve orada bekleyen diğer tohumu güzelce yedi. “Bütün kâinatın tohumu Hakikat’tir.” 16 25- İNSANIN DEĞERİ Kral büyük bir festival düzenlenmesini ve herkesin katılmasını arzu ediyordu. Festivalin sonunda herkese bir ziyafet verilmesi düşünüldü. Kral herkese ılık ve şekerli süt verilmesini istiyordu. Katılan herkese gelirken yanlarında bir kap süt getirmeleri söylendi. Getirilen sütler kocaman bir kazanın içinde toplanacak ve sütlaca benzer bir tatlı pişirilecekti. Festival günü geldiğinde herkes yanında bir kap süt getirerek festival alanına doğru yürüyorlardı. Herkes getirdiği kabı derin kazanın içine boşaltıyordu. Ancak süt getirmesi söylenen herkes şöyle düşünmüştü. “Bu kadar kocaman ve süt dolu kazanın içine ben bir kap su götürsem ne fark edecek ki?” Kazan derin ve büyük olduğu için dolması uzun süre aldı ve akşama doğru kazanın içine bakıldığında içinde yalnızca su vardı. “Bir tencere sütün içerisine bir damla su ilave edilse ona hala süt denir. Bir tencere suyun içine bir damla süt ilave edilse ona süt diyebilirmiyiz? Benzer şekilde 24 saatin yalnızca üç beş dakikası ibadete ayrılırsa hiçbir fayda getirmeyecektir.” “Dünyada her türlü malzemenin fiyatının artmasındaki ana sebep insanın fiyatının düşmesidir.” 26- BİZİ ARZULARIN PEŞİNDEN KOŞTURMA Londra’da üniversitesinde okurken uzak bir ülkeden gelmiş bir arkadaşım vardı. İkimiz okulun yurdunda aynı odada kalıyorduk. Ancak maalesef bu arkadaşım bir alkolikti. Her akşam elinde bir şişe viski ile odaya gelir ve gece uyuyana kadar o şişeyi içip bitirirdi. Parlak öğrencili yaşamı bu alkol bağımlılığı yüzünden mahvolmak üzereydi. Gündüz ayık olduğu zaman pişmanlık hissederdi. Bu alışkanlıktan kurtulmak için psikolojik yardım, alkol bağımlığını tedavi merkezi v.s. gibi çok şeyler denedi. Fakat akşam olduğunda alkol ihtiyacı galip geliyordu. İlk adımı atabilmek için kendi iradesine hâkim olması gerektiğini biliyordu. Bir seferinde iradesini kullanabilmek için kararlı bir şekilde yola çıktı. İşte aşağıdaki onun hikâyesidir. “Okulun yurduna doğru giderken her zaman viski şişemi satın aldığım içki dükkânına uğradım. Dükkâna yaklaşırken tüm irademi toplamaya çalıştım. Tam bir kararlılıkla ve kendimi kontrol ederek dükkânın önünden yürüyüp geçtim. İyice uzaklaşmaya başlayınca içim sevinçten kabarmaya başladı. Ruhum hafiflemiş ve huzur dolmuştu. Kendi kendime şöyle dedim, “Ben dürtülerimi kontrol edebiliyorum. Ben irademi kullanabiliyorum.” İçim içime sığmıyordu. “Kazandım; ben yendim. Şimdi bu başarımı kutlamalıyım.” Dedim. Dedim ve başarımı kutlamak üzere tekrar içki dükkânına geri dönerek her akşamki içki şişemi satın aldım. “Freni olmayan bir arabanın ve disiplini olmayan bir insanın sonları aynıdır, büyük bir felakete uğrayacaklardır.” 17 27- DUA Yağmurlu bir akşamüzeri idi. Yedi yaşındaki kız çocuk pencerenin kenarına oturmuş üzgün üzgün kararan bulutlara bakıyordu. Büyük ağabeyi onun bu surat asan yüzünü görünce ona seslendi, “Neden yağmuru dindirmesi için Tanrı’ya dua etmiyorsun? Belki seni dinleyip yağmuru durdurur.” Kız hiç cevap vermedi. Oğlan kardeşine sataşmaya ve onu iğnelemeye devam etti. “Sen her zaman Tanrı’nın herkesin isteğini yerine getirdiğini söylemez misin? Sen neden O’na dua etmiyorsun?” Kız sakince cevapladı, “Evet Tanrı her zaman dualarımıza cevap verir.” “Öyle mi” diye abisi devam etti. Fırsatını yakaladığını düşünüyordu. “O zaman Tanrı senin dualarını niye yerine getirmiyor? Yoksa senin dualarını duymuyor mu dersin?” Yedi yaşındaki kız sağlam bir inanç ile yanıtladı, “Tanrı her zaman beni dinler. Fakat bana başka insanların yağmura ihtiyaçları daha fazla olduğunu söyledi. Ben bekleyebilirim.” “Günde bir kez yapılan dua şüpheleri uzakta tutar.” 28- YOKSUL KRAL Fakir bir adam yapacağı bir iş için kraldan para yardımı istemeye gitmişti. Adamı sarayın içinde bir odaya buyur ettiler ve kendisine kralın namaz kıldığını, biraz sonra kendisini kabul edeceğini söylediler. Fakir, odada beklerken yan odada kralın namaz sonrası Tanrı’ya dua ettiğini işitti. Kral Tanrı’ya yakararak daha fazla servet, daha fazla arazi, düşmanlarına karşı galibiyet, sağlık v.s. talep ediyordu. Bunları duyan fakir adam düşünmeye başladı, “Bu kral da aynı benim gibi herşeye muhtaç ve elde ettiği şeyler için Tanrı’ya bağımlı. İstediği her şey için Tanrı’ya dua ediyor. O zaman ben niye burada kralın huzuruna çıkıp ondan bir şey istiyorum ki? Herşeyin sahibi olan ve Herşeye Gücü Yeten Yüce Allah benim yanımda olduktan sonra ben niye O’ndan yardım dilemiyorum ki?” Kral namazı bittikten sonra fakir adamın yanına geldiğinde adam gitmişti. “İyi davranış, iyi nitelikler ve iyi bir karakter bizim gerçek hazinemizdir. Fakat insan bugün bütün bunların hepsini bir yana bırakmış ve dünyevi mallar, zenginlikler peşinde koşmakta ve bir yandan da manevi bir yaşantı sürdürdüğüne inanmaya devam etmektedir.” 29- SİZDEN SONRA Lucknow geçmişte insanların birbirine nezaketle davrandıkları bir şehir olarak tanınmıştı. O şehrin bu ününü borçlu olduğu hikâyelerden biri vardır. İki orta yaşlı adam trene yetişmek için koşturuyorlardı. İstasyondan içeri girdiler ve yolcu giriş kapısına doğru yöneldiler. Turnikeye aynı anda gelmişlerdi. Her biri diğerine öncelik vermek için bir adım geri çekildi ve beklemeye başladı. Biri diğerine “Sizden sonra efendim” dedi. Ama diğeri de “Hayır efendim asıl sizden sonra” diyerek cevap verdi. 18 Her ikisi de kibarlık yapıyor ve birbirine yol veriyordu. Bu arada tren düdüğünü çalarak yola çıktı ve iki adam da öylece kalakaldılar. Günümüzde de aynı şekilde insanların trenleri kaçırdığı söylenir ama tabi bunun tam tersi şekilde. Bugün mesela aynı şekilde iki kişi trene yetişmek isterken aynı anda turnikeye gelse her ikisi de birbirine yol vermez ve aynı anda geçmek ister. Aynı anda geçmek için birbirlerini itmeye başlarlar ve turnikenin içinde birlikte sıkışıp kalırlar. Onlar birbirleri ile tartışırken de tren kalkar ve onlar da treni kaçırırlar. 30- SEVGİ GERİ DÖNER Bir adam ölmüş ve yapmış olduğu günahlardan ötürü cehenneme gönderilmişti. Adam kısa zamanda cehennemde yaşayanların aç bilaç ve çok sıska olduklarını fark etti. Bir süre sonra bir çan zili çaldı ve herkes yemek salonuna hücum etti. Masaların üzerindeki büyük kapların içerilerine lezzetli yiyecekler konulmuştu ve çok güzel kokuyorlardı. Masaların üzerlerinde çok uzun saplı kaşıklar bulunuyordu. Herkes kendisine bir kaşık aldı ve kaşığına yemek koyarak ağzına götürmeye çalıştı. Uzun sapından tutarak yemeği ağzına götürmeye çalışmak çok zor oluyordu ve bu sırada kaşığın diğer keskin ucu yanındakinin gözüne giriyordu. Bu yüzden herkes bir yandan yanındakilerin uzun kaşıklarının sivri uçlarından sakınmaya çalışıyor, bir yandan da kendi kaşığını ağzına götürmeye çalışıyordu. Ortada büyük bir karmaşa vardı. Bu sırada hemen zil çaldı ve tüm yiyecek dolu kaplar götürüldü. Bu olay bütün yemek zamanlarında tekrarlanıyor ve bu yüzden de herkes böyle zayıf, aç ve sinirli oluyordu. Adam en sonunda cehennemde cezasını bitirerek cennete alındı. Burada herkes gayet sağlıklı ve mutlu görünüyordu. Burada da bir süre sonra yemek vakti geldi. Ve aynı benzer masaların üzerinde aynı kaplar ve aynı uzun kaşıklar bulunuyordu. Bu manzarayı gören adamın içi ezildi ve ne yapacağını düşünmeye başladı. Ancak hayret verici şekilde keşfetti ki burada herkes kaşığına yemek koyduktan sonra kaşığın uzun sapından tutarak masanın karşısında oturan arkadaşını yediriyordu. “Göndermiş olduğun sevgi sana geri döner.” 31- KÖYLERE GİDİNİZ Başbakan ülkenin gelişiminin köylerden başlaması gerektiğine inanıyordu. Bu yüzden bakanlar kurulu toplantısında tüm bakanlara şu mesajı verdi. “Köylere gidiniz ve hizmete oradan başlayınız” Bakanlar bu mesajla ilham almış gözüküyorlardı. Hemen tüm bakanlar kendi teşkilatları ile toplantılar düzenlediler ve müsteşarlara, genel müdürlere ve grup başkanlarına aynı mesajı ilettiler. “Köylere gidiniz ve hizmete oradan başlayınız.” Valiler, emniyet ve eğitim müdürleri, kaymakamlar bu mesajdan çok heyecanlanmışa benziyorlardı. Hemen alt kademelerini ve organizasyon yetkililerini bir toplantıya çağırdılar ve başbakanın mesajını tekrarladılar. “Köylere gidiniz ve hizmete oradan başlayınız.” Hepsi birbirlerine aynı şeyi söylediler. Köylere gidiniz dediler ama hiçbiri gitmediler. “Yaşamınız mesajınız olsun!” 19 32- DAVRANIŞTAN BAĞIMSIZ OLMAK Adamın bir an önce önündeki taşkın nehri geçerek şehre gitmesi gerekiyordu. Köylülere karşıya geçebilmek için ne yapabileceğini sordu. Bu taşkın nehirden geçmek için köylülerin kayıkları bile işe yaramıyordu. Adama nehrin kıyısında yaşayan bir bilge kişi olduğunu ve kendisine ancak onun yardım edebileceğini söylediler. Adam heyecanla koşarak bilgenin yanına gitti. Bilge o gün oruçlu idi ve evde ibadet yapıyordu. Adam mutlaka karşıya geçmesi gerektiğini ve bunun hayat memat meselesi olduğunu söyledi ve kendisinden yardım istedi. Bilge bunun üzerine adamdan kendisine tereyağı getirmesini söyledi. Adam şaşkınlık içinde gidip biraz tereyağı buldu ve hemen bilgeye getirdi. Bilge masaya oturdu ve getirilen tereyağını bir güzel afiyetle yedi. Sonra beraber nehrin kıyısına gittiler. Bilge ellerini açarak dua etmeye başladı, “Ey sevgili nehir, taşkın bir dönemde olduğunu anlıyorum. Ama bu adamın bir an önce nehri geçip şehre gitmesi gerekiyor. Lütfen bize yardımcı ol! Eğer ben biraz önce azıcık bile tereyağı yememiş isem ve hala oruçlu isem lütfen sakinleş ve bu adama geçme izni ver!” Nehrin azgın akan suları birdenbire sakinleşti ve durgun bir su haline geldi. Adam da bilgeye teşekkür ederek hemen kayığa atladı ve karşıya geçti. “Şunu iyi bil ki güneşten yayılan ve tüm kainatı aydınlatarak aydan yansıyan ve ateşin içinde olan parlaklık Tanrı’dan kaynaklanmaktadır. 33- ÖRNEK OLMAK Taşradaki bir ilçede kaymakamlık yapıyordu. Bir gün yolu ilçeye bağlı köylerden birine düştü. Kaymakam tüm köyün pislik içinde olduğunu ve kötü koktuğunu fark etti. Köylüler çevre temizliği yapmaya hiç tenezzül etmiyorlardı. Gece yatmaya gitmeden önce kaymakam muhtar ve köyün ileri gelenleri ile bir toplantı düzenledi ve çöplerin toplanması, sokaklarının süpürülmesi ve sürekli olarak genel temizlik yapılması gerektiğini söyledi. Ertesi sabah olduğunda dışarıya çıktı ve etrafı teftiş etmeye başladı. Hiç kimse kendisinin sözünü dinlememişti. Etraf yine leş gibiydi. Bunun üzerine kaymakam hiç kimseye hiçbir şey söylemeden sokağın kenarında duran süpürgeyi eline aldı ve sokakları süpürmeye başladı. Bunu gören herkes şaşırıp kaldılar ve çok utandılar. Bunun üzerine herkes bu temizlik faaliyetine katıldı ve çöpleri toplayarak çevre temizliği yapmaya ve sokakları temizlemeye başladılar. “Önce ol, sonra yap, ondan sonra söyle” 34- CAMDAN BAKINCA Yeni evli çift şehirde yüksek katlı binaların birinde iki odalı bir daire kiralamışlar ve orada oturuyorlardı. Yüksek katlı evinden dışarıyı seyretmekte olan gelin karşıdaki binadaki komşu kadının yıkadığı çamaşırları kurutmak için balkondaki çamaşır ipine asmasını seyrediyordu. Kadının yıkadığı çamaşırlar hala kirli ve lekeli görünüyorlardı. Yeni gelin akşam olduğunda kocasına karşı komşusunun ne kadar kirli çamaşır yıkadığını anlatıyordu. Bu böyle uzun bir süre devam etti. Her sabah gelin kalkar kalkmaz 20 karşıdaki komşunun yıkadığı çamaşırları asmasını seyrediyor ve akşama da kocasına bunu şikâyet ediyordu. Artık kocasının sabrı sonuna gelmişti. Bir sabah gelin yine sabah erkenden kalkarak camın arkasına geçti ve komşunu seyretmeye başladı. Ancak bu sefer karşı komşusunun astığı çamaşırların kusursuz ve bembeyaz olduklarını fark etti. Hemen koşup kocasına haberi yetiştirdi. “Herhalde benim onu eleştirmem onun kulağına gitmiş olmalı ki, sanırım çamaşırları yıkamak için daha iyi bir çamaşır deterjanı kullandı.” Kocası sakince cevapladı, “Hayır güzelim, ben senin bu karşı komşunu eleştirmenden o kadar sıkılmıştım ki bu sabah erkenden kalktım ve dışarı baktığın pencerenin camını temizledim.” 35- SOLMAYAN ÇİÇEK Köydeki okul müdürünün okuldaki görevi sona ermiş ve başka bir yere tayini çıkmıştı. Okulda herkes ona olan minnettarlığını göstermek için ona güzel bir hediye vermek istiyordu. Okul müdürü hiçbir şey istemediğini söyledi, ama her birisinden bir tane çiçek kabul edebileceğini söyledi. Onun verdiği bu izinle öğrenciler, öğretmenler ve okulun yaşlı hademesi yakındaki ormana dağıldılar. Herkes kendi beğenisine göre bir çiçek kopardı ve hemen koşarak geriye döndü. Ancak yaşlı adam bir türlü geri gelmiyordu. Genç öğrenciler onun ahmak olduğunu söyleyerek alay ettiler. Uzun bir bekleyişten sonra yaşlı hademe geri döndü. Ama bu sefer elinde tuttuğu solmuş ve buruşmuş çiçeğe bakarak onunla yine alay ettiler. Müdür ona bu tuhaf davranışının sebebini sordu, “Sayın müdürüm” diye hademe cevap verdi. “Sizin için en güzel çiçeği getirmek istiyordum. Ama ne zaman beğendiğim bir çiçeği koparmaya kalksam o çiçeği dua ederken buluyordum. Tüm çiçekler kokuları ile, görüntüleri ile ve bal şeklindeki usareleri ile Tanrı’nın sevgi ve mutluluk dağıtmak için kendilerini birer enstrüman olarak seçmesinden ötürü Tanrı’ya şükrediyorlar ve dua ediyorlardı. Bu yüzden onları koparıp size getirmeye cesaret edemedim. Getirdiğim bu çiçek az önce dualarını bitirmişti.” “Yaşamınızı sessizlik içinde koku lisanı ile konuşan bir güle benzetin. Çünkü ancak bu sessizliğin derinliğinde Tanrı’nın sesi duyulabilecektir.” 36- SEVGİ Bir seferinde üniversitenin birinde çok çarpıcı bir deney gerçekleştirildi. İki ayrı bölgede 35’er mısır ekimi yapıldı. İki grup da aynı koşullara maruz bırakıldı. Aynı miktarda su verildi, aynı güneş ışığını aldılar, aynı gübre ve toprak ile beslendiler. Ancak gruplardan bir tanesi deney grubu idi ve bu grup öğrencinin sevgilerine maruz bırakılmışlardı. Aradan geçen 20 gün sonra yapılan ölçümlere göre bu deney grubundaki mısırların yüksekliği diğer gruba göre %49 daha fazla idi. Bu çok önemli bir sonuç idi. Ertesi yıl aynı deneyi kadife çiçekleri ile gerçekleştirdiler. Aynı uzunlukta filizleri seçtiler ve iki grup halinde ektiler. Birinci grup, deney grubu idi. Öğrencilerden bu deney grubunun yanında sessizce oturarak bu bitkilere sevgilerini aktarmaları söylendi. 24 gün sonra deney grubundaki bitkilerin takriben %49 daha uzun oldukları gözlendi. İkinci grupta daha hiçbir bitki çiçek açmamış iken deney grubundakilerin %78’i çiçek açmıştı. 21 İkinci gruptakilerin daha henüz %25’inde tomurcuklanma başlamışken deney grubunun %88’i tomurcuk açmıştı. Eğer sevginin bu daha basit yaşam formlarında bile etkisi bu kadar muazzamise kimbilir çocuklarımızın yaşamlarında ne kadar büyük bir değişiklik meydana getirecektir? “Sevgi, manevi yaşantımızın vazgeçilmez ve en elzem gerçekliğidir.” 37- HER ZAMAN EN AŞAĞIDA Avrupa’daki ülkeler arasında uluslararası bir konferans düzenlenmişti. Konferansın konusu toprakta solucanlar idi. Katılan ülkelerin hepsi beraberlerinde getirdikleri solucanları bir sergide sergiliyorlardı. Yüzden fazla solucan çeşidi kavanozların içinde sergi alanında yanyana konulmuştu. Tüm kavanozlarda kapak olmasına rağmen bir tane kavanozun kapağı bulunmuyordu. Organizatörler hemen o ülkeden katılanların yanına giderek kavanozlarının üzerine bir şey koymalarını yoksa solucanların kavanozdan dışarıya çıkarak kaçabileceklerini söylediler. “Buna hiç gerek yok efendim” diye o ülkeden gelenler cevap verdiler. “Hiçbir solucanın kavanozun tepesine ulaşma şansı bulunmuyor. Bizim ülkemizde birisi bir miktar yükseldiği anda diğerleri hemen onu aşağıya doğru çekerler.” 38- SON NEFES Adamın birisi çok zengindi ve bir dükkânı vardı. Bir gün camide namaz kılmaya gittiğinde orada bulunan bir bilgeden cennete gitmeyi garantileyen en basit yönteminin yaşamın en son nefesinde Tanrı’yı düşünmek ve O’nun adını anmak olduğunu öğrendi. Kendisi oldukça dünyevi bir yaşantı sürüyordu. Ne kadar parası olsa ona az geliyordu. Bu yüzden ne dua etmeye ve ne de hayırseverlik işlerine vakti kalmıyordu. Bu yüzden yaşamının sonunda cennete gitmeyi sağlamak için çocuklarının isimlerini Tanrı’nın isimlerinden seçti. Birine “Rahman”, diğerine “Rahim” bir diğerine “Cemal” sonuncuya da “Celal” şeklinde isim verdi. Planına göre yaşamının son anı yaklaştığında oğullarını yanına çağıracak ve bu şekilde yaşamının son nefesinde dudaklarında Tanrı’nın adının olmasını garanti altına alacaktı. Bir gün yaşamının son anı geldi. Yakında artık ebedi âleme intikal edeceğini biliyordu. Tüm oğullarını yanına çağırdı. Hepsi beraber koşup onun yanına geldiler. Adam yatağından hepsine birer birer seslendi. “Rahman burada mısın? Rahim burada mısın Cemal burada mısın? Celal burada mısın?” Hepsi,“Evet baba buradayız” dediler. Birden adamın aklına bir şey geldi ve yattığı yerden hızla doğruldu ve sordu, “Peki o zaman dükkânda kimi bıraktınız?” Son sözleri bunlar olmuştu. 22 39- SEVGİ DEĞİŞTİRİR 20.yüzyılın en büyük bilim adamlarından ünlü bir bitki uzmanı evinden laboratuara doğru giderken bir botanik bahçesinden geçiyordu. Yol üzerinde el ile dokunulduğunda hemen yapraklarını kapatan bir “Bana Dokunma” çiçeği gördü. Bu çiçek içine el ile dokunulduğunda yapraklarını kapatıp içine çekiyordu. Ünlü botanikçi bir deney yapmaya karar verdi. “Dokunma Bana” çiçeğinin önüne giderek ona şöyle seslendi, “Ey güzel çiçek, lütfen benden korkma. Ben seni çok seviyorum. Ben senin büyüyüp gelişmeni istiyorum. Bunun için seni her zaman koruyacağım. Gel seninle arkadaş olalım. Benden sana hiç zarar gelmez, emin olabilirsin.” Böylece her gün çiçeğin yanından geçerken sevgi dolu bir şekilde bu sözleri tekrarlıyordu. Bu şekilde aradan birkaç ay geçti. Bir gün çiçeğin yanına gitti ve elini çiçeğe dokundurdu. Hayret verici şekilde çiçek onun bu dokunuşu üzerine ne geri çekildi ve ne de yapraklarını kapattı. Bu çok güzel ve mutlu bir andı. “Sizin göndermiş olduğunuz sevgi size geri döner.” 40- BÜYÜKBABA VE SEPET Küçük bir çocuk anne babası ve baba dedesi ile birlikte küçük bir evde yaşıyorlardı. Anne sürekli olarak büyükbabanın çok ilgi gerektirdiğinden ve aileye büyük bir yük oluşturduğunu söylüyordu. O kadar ileriye gitmişti ki bazen ona yemek bile vermiyordu. Dedesini çok seven küçük çocuk annesine yakalanmadan dedesi için yiyecek saklıyor ve sonra ona veriyordu. Bir gün artık anne sabrının sonuna geldi ve kocasına ultimatom verdi. Büyükbaba evi terk edecekti. Çocuğun babası eşine karşı duramıyordu. Büyükbabayı köydeki evine göndermeye karar verdiler. Orada yalnız ve tek başına yaşayacaktı. Büyükbaba çok yaşlı olduğu için ve yürüyemediği için onu büyük bir sepetin içine koydular. Adam sepeti omzuna aldı ve bir sabah erkenden yola çıkmaya hazırlandılar. Çocuk gözyaşları içinde uzun süre dedesinin kalması için yalvardı ama annesi ve babası geri adım atmıyorlardı. Çocuk gidip dedesine sarıldı ve onunla vedalaştı. Sonra babasına dedeyi köye götürüp bıraktıktan sonra sepeti geri getirmeyi unutmamasını söyledi. Babası ona sepetle ne yapacağını sorunca çocuk şöyle cevap verdi, “Baba, ben o sepeti saklayacağım. Sen de aynı dedem gibi yaşlandığında ve eve yük olduğunda senin dedeme yaptığın gibi seni onunla köye taşıyacağım.” Babası gözyaşları içinde hemen sepeti yere indirdi ve dede, baba ve torun birbirlerine sarılarak kucaklaştılar. “Ne ekersen onu biçersin.” 23 41- İNEK VE BUFFALO Köyde bir inek ve bir bufalo çok iyi arkadaş olmuşlardı. Beraber geziyor ve beraber otluyorlardı. İnek kuyruğunun ucunda küçük bir siyahlık dışında tamamen bembeyazdı. Buna karşın bufalonun her yeri kapkaraydı. Bir gün bizon ineğe doğru baktı ve biraz tereddütle şöyle dedi, “Sevgili kız kardeşim. Sana bir şey söyleyeceğim ama umarım kızmazsın. Senin her yerin bembeyaz, ama şu kuyruğunun uç kısmındaki küçük siyah leke çok büyük bir ayıp gibi gözüküyor ve senin güzelliğini kara bir leke gibi lekeliyor. “ Bufalo bu sözleri birkaç gün daha böyle tekrarlamaya devam edince, inek daha fazla dayanamadı. Şöyle cevap verdi, “Sevgili kız kardeşim. Senin dikkatin sürekli olarak benim kuyruğumun ucundaki o küçücük siyah kısımda. Sen kendinin tamamen ve baştan ayağa kadar kapkara olduğunun farkında değil misin?” “Eleştirilmek istemiyorsan eleştirme!” 42- BİLGENİN YOLU Bilgelerin davranış biçimleri bazen çok şaşırtıcı olabiliyor. Bir gün bir bilge yanında birçok saliği ile beraber yürüyerek yolculuk yapıyorlardı. Ülkenin en büyük ormanının içinden geçiyorlardı. Ormanda bir kabileye rast geldiler. Sıcak bir hoş geldiniz ile beraber hemen yemeğe davet edildiler. Yemekte pişmiş et vardı. Hayatları boyunca hiç et yememiş olan bilge ve salikleri ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bilge hemen uzanarak yemekten ve etten az bir miktar yedi. Sonra saliklerine dönerek yemekten yemeleri için işaret etti. Ancak bilgenin takipçileri yemeği çok tiksindirici buldukları için teker teker izin isteyerek yemeği yemediler. Ayrıca aralarında konuştular ve efendileri hakkında kafalarında bir soru işareti oluşmuştu. Ertesi gün yola devam ettiler ve ormanda başka bir kabileye daha rastladılar. Onlar da bizimkileri sıcak bir şekilde karşıladılar. Ancak kısa bir süre önce yemeklerini yiyip sofradan kalktıkları için onlara ikram edecekleri yemekleri kalmamıştı. Bilgeye ateşin henüz sönmediğini ve hemen kendileri için yemek hazırlayacaklarını söyleyip mutlaka bir yiyecek bir şey vermek için ısrar ettiler. Bilge eğer onların tekliflerini reddetse ve onlardan bir şey hiçbir şey kabul etmese onları üzecek, kıracak ve aşağılamış olacaktı. Onların bu ısrarları üzerine bilge hemen henüz sönmemiş ve yanmakta olan ateşten birkaç tane kor halde kömür parçası aldı ve ağzına atarak bir güzel afiyetle yedi. Sonra da saliklerine dönerek yüzünde bir ince gülümseme ile bu güzel yemek davetini kaçırmamalarını söyledi. 43- GÖREV/DOĞRU DAVRANIŞ Bir gün bir bilge bir nehrin kıyısına geldi ve karşıya geçmek üzere uygun bir yer aramaya başladı. Biraz sonra kıyıya yakın bir yerde suyun üzerinde bir akrep gördü. Akrep boğulmamak için çaresizce o sırada suyun üzerinde yüzmekte olan büyükçe bir yaprağın üzerine çıkmaya çalışıyordu. Tam artık kurtulamayacaktı ki son anda ayaklarından biri ile uzandı ve yaprağın kenarını yakaladı. Üzerine tırmanmaya çalışıyor ama başaramıyordu. 24 Bilge akrebe acımıştı. Merhametle elini uzattı ve akrebe tırmanması için yardım etmeye çalıştı. Fakat akrep birdenbire kuyruğu ile adamın elini doktu. Adam elini çekince zavallı hayvan tekrar suyun içine düştü. Bu sefer akrep boğulmaya başlamıştı. Son bir gayreti ile tekrar yaprağı yakalamaya çalıştı. Bilge tekrar akrebe yardıma karar verdi. Yine elini uzatarak akrebi yaprağın üzerine doğru itmek istedi. Fakat akrep o anda yine adamın kolunu soktu. O sırada oradan geçmekte olan bir köylü bu sahneyi seyrediyordu. Bilgeye doğru seslendi, “Efendim siz bu akrebin ne kadar nankör olduğunu fark etmediniz mi? Siz ona yardım etmeye çalıştığınız halde iğnesi ile sizi iki defa soktu. Sizin hala ona yardım etmeye çalışmanız biraz aptallık olmuyor mu?” Eline ve koluna yediği iki zehir dolu sokmanın acısı içinde kıvranan bilge sakince cevapladı, “Sizin bu tavsiyeniz çok güzel efendim de, gördüğünüz üzere akrep kendi istidadı ile beni soktu. Beni sokmak onun görevi idi. Fakat o kendi görevini uygularken, benim de benim üzerime düşen onu kurtarma görevimi, yani doğru davranışı yapmamamı benden nasıl bekleyebilirsiniz?” 44- DUYGULARININ ESİRİ Ülkesini düşmanlar işgal etmişler ve kendisi de direnişçiler arasında yer aldığından bir mücadele sırasında yakalanmış ve hapse atılmıştı. Kendisi hapishanede işkence görürken dışarıda kalan ailesi de çok zor günler geçirdiler. Uzun seneler sonra hapisten çıktı. Tüm yaşamı mahvolmuş ve yaşadığı kötü anılar onun üzerinde çok negatif tesirler bırakmıştı. En sonunda ülke bağımsızlığına kavuştu. Kaderin cilvesi ile ülkesinin hükümeti de o işgal eden ülke yönetimi ile iyi ilişkiler kurmaya başlamıştı. Başbakan eskiden ülkesini işgal etmiş olan güçlerin yaptıkları zulüm ve adaletsizlikler için onlardan nefret etmediğini söylüyordu. Ancak bizim özgürlük savaşçısı asla kendi başbakanı gibi düşünemiyor, onlardan nefret ediyor ve davranışını değiştiremiyordu. Başbakanın bu tavrına da çok içerliyordu. Bir gün başbakanın geçeceği yolun üzerinde kalabalıkla beraber beklemeye başladı. Başbakan geçerken öne doğru fırladı ve sordu, “Başbakanım, ben hapishanelerde işkence gördüm. Bu zalim adamlar yüzünden ailem sefalet çekti ve çocuklarım okula bile gidemedi. Ben bunu nasıl unutabilirim? Onları nasıl affedebilirim?” Başbakan sakince cevap verdi, “Eğer sen hala onlardan bu kadar nefret ediyorsan onlar seni hâlâ hapiste tutuyorlar demektir.” “İnsan kendi duygularını esiridir. 45- VAHŞİ ADAMIN BEYANI 1854 yılında Amerikan Başkanı Franklin Pierce Kızılderililerin Şefine bir mektup yazarak kendilerine ait büyük bir bölgeyi satın almak istediğini belirtti. Kızılderili Şef bu mektuba çok içerlemişti. Kızgınlığından daha çok daha fazla bir şekilde kalbi kırılmıştı. Büyük bir üzüntü içinde Amerikan Başkanına aşağıdaki cevabı gönderdi: “Ben size gökyüzünü veya toprağın insana verdiği sıcaklık duygusunu nasıl satabilirim? Bu düşünce bize çok tuhaf geliyor. Havanın tazeliği, suyun serinliği ve toprağın kokusu bize ait değilken siz onu nasıl satın alabilirsiniz? 25 Bu dünyanın her bir köşesi benim halkım için aynı şekilde kutsaldır. Her çamın iğne yaprağı, her deniz kıyısındaki kumsal, ormanın derinliklerindeki her sis bulutu, her ağaçsız bölge ve her vızıldayan arı da aynı şekilde benim halkım için kutsaldır ve korunması gerekir. Bu topraklardaki her ağacın içindeki özsu Kızılderililerin tarih boyunca yaşadığı hatıralarını taşır. Bu muhteşem toprak Kızılderililin annesidir. Parfüm kokulu çiçekler bizim kız kardeşlerimizdir. Geyikler, atlar ve büyük siyah kartal bizim erkek kardeşlerimizdir. Kayalık dağ zirveleri, yeşil çayırlar, bir midillinin beden ısısı hepsi bizim ailemize aittirler. Bu ülke bizim için kutsaldır. Bu hava Kızılderili için çok değerlidir, çünkü tüm canlılar aynı havayı paylaşırlar. Bu toprağın başına her ne felaket gelse o toprağın çocuklarının başına da gelir. Eğer bütün hayvanlar bu dünyanın yüzünden silinecek olurlarsa, insanlar bu dünyada var olamazlar. Eğer insanlar dünyaya tükürürlerse kendi kendilerine tükürmüşler sayılırlar. Ben vahşi adamım ve bunu anlatabilecek başka bir yol bilmiyorum. Ama bir tek şunu iyi biliyorum. Bizim inandığımız Tanrı, sizinki ile aynı Tanrı’dır.” 46- ÖLÜMÜ KANDIRMAK Melek Azrail bir gün genç bir adamı ziyarete gitti. Adam hazırlıksız yakalanmıştı. Henüz daha gençti ve çocuklarını büyütmekle meşguldü. Daha henüz manevi bir yaşantı sürmeye vakti olmadığı için kendisini cennete sokabilecek iyi davranışlarda da bulunamamıştı. Azrail’e yalvardı ve ölümünün ertelenmesini istedi. Bir de Azrail gelmeden önce kendisine en azından bir işaret vermesini de istedi ki, hiç olmazsa ailesinin geleceğini garanti altına alsın ve geleceğini planlayabilsin. Azrail’in kalbi adamın ağlayıp yakarmasından yumuşadı ve adama arzusunu yerine getireceğini söyledi. Bundan sonra adamın yanına gelmeden önce üç tane işaret göndereceğini söyledi. Adam sevinmiş ve çok rahatlamıştı. Üç işaret ile daha çok sayıda zamanı olacaktı. Aradan zaman geçti ve bir gün yine ansızın Azrail adamın kapısına geldi. Adam oldukça yaşlanmıştı, ama kendisini hiç de gitmeye hazır hissetmiyordu. Torunları ile ilgilenmek ve sahibi olduğu şirketin işlerini büyütmek istiyordu. Azrail bu sefer adamın bahanelerine kulak asmıyordu. Bunun üzerine adam sinirlendi ve Azrail’i söz verdiği gibi kendisine önceden hiçbir işaret vermemekle suçladı ve onu azarladı. Azrail şöyle cevap verdi, “Ben sana üç tane işaret gönderdim. Fakat sen zamanı aldatabileceğini ve kaçınılmaz olandan kaçınabileceğini zannettin. Saçlarının dökülmesi ve beyazlaması benim sana ilk işaretimdi. Sen yaptın? Hemen kuaföre giderek saçlarını boyattın. Benim ikinci uyarım gözlerinin iyi görmemeye ve kulaklarının da iyi duymamaya başlaması idi. Sen hemen gidip gözüne gözlük ve kulaklarına da işitme cihazı satın aldın. Yaşlanmayı yenebileceğini düşündün. Üçüncü uyarım dişlerinin çürüyüp dökülmeleri ve dişlerinin birer birer çekilmeleri oldu. Sen ne yaptın? Gidip dişçi ile anlaştın ve kendin dâhil herkesi kandırdın. “Haydi gel gidiyoruz!” “Yaşadığın yılların içine hayat kat; yaşamının içime yıllar değil.” 26 47- GERÇEK SEVGİ Sabahın erken saatlerinde 80 yaşlarında bir adam hastaneden içeri girdi ve başparmağı üzerindeki dikişlerin acilen alınması gerektiğini çünkü kendisinin saat 09.00’da önemli bir randevusu olduğunu söyledi. Ben kendisine hemen bir yere oturmasını söyledim. Hemşirelerden birisinin onunla ilgilenebilmesi için en az bir saat gerektiğini biliyordum. Sürekli olarak saatine bakıp duruyordu. Benim de o anda bir hastam olmadığından ona kendim yardımcı olmaya karar verdim. Yarası ile ilgilenirken aramızda bir sohbet oluştu. Çok acelesi olduğundan kendisine buradan çıktıktan sonra başka bir doktor ile randevusu olup olmadığını sordum. Bana olmadığını, bir yaşlılar bakım evinde karısı ile beraber kahvaltı edeceğini söyledi. Bunun üzerine ben de eşinin sağlığının nasıl olduğunu sordum. Bana eşinin uzunca bir süreden beri Alzheimer hastası olduğunu ve bir süreden beridir de o bakım evinde olduğunu söyledi. (Alzheimer = halk arasında bir çeşit akıl hastalığı olarak bilinir. Bu hastalığın bir çaresi yoktur ve zamanla birlikte hastalık ilerler ve sonunda ölüme götürür. Çoğunlukla 65 yaş üzerindeki kişilerde ortaya çıkar. 2050 yıllarında takriben 90 kişiden birisinin Alzheimer hastası olacağı iddia edilmektedir.) Yarasını tedavi ederken konuşmaya devam ettik. Ben kendisine eğer bir miktar geç kalırsa eşinin kendisini merak edip etmeyeceğini sordum, Bana eşinin artık neredeyse 5 seneden beri kendisini tanıyamadığını söyledi. Bunun üzerine çok şaşırdım ve kendisine şöyle sordum. “Siz de o sizi tanımamasına rağmen her sabah onunla kahvaltı edebilmek için oraya gitmeye devam ediyorsunuz öyle mi?” Yaşlı adam gülümsedi ve hafifçe elime vurarak yumuşakça şöyle dedi, “O beni tanımıyor, ama ben hala onun kim olduğunu biliyorum.” Ağlamamak için kendime zorlukla hâkim olmuştum. 48- KALBİN LİSANI Okyanusta seyahat yapmakta olan gemi Afrika kıyılarında küçük bir adanın yakınlarında iken arıza yaptığı için zorunlu bir şekilde duraklama yapmak zorunda kaldı. Gemide seyahat emekte olan çok meraklı ve ilgili bir piskopos vardı. Adanın sahillerinde bir hareketlilik gördü ve zamandan istifade adayı ziyaret etmeye karar verdi. Yanına birkaç kişi alarak bir kayıkla adaya çıktı. Öğrendiğine göre adada yalnızca üç kişi yaşıyorlardı. Bu kişiler çok cahil idiler ve din konusunda hiçbir şey bilmiyorlardı. Tanrı’ya nasıl dua ettiklerini sordu. Şöyle yanıtladılar, “Tanrım. Biz üç kişiyiz. Bizlere merhamet et.” Piskopos bu vahşilerin uygulamasını hiç beğenmemiş ve şaşkınlığa uğramıştı. Onlara Tanrı’ya dua etme yöntemlerini öğretmeye karar verdi. Bu şekilde onlar da ruhlarını kurtarabileceklerdi. Tüm gün boyunca yoğun bir ders programı ile onlara duaları öğretti ve akşam saatleri yaklaştığında da adamlar duaları doğru bir şekilde telaffuz etmeyi öğrenmişlerdi. Tatmin olmuş vaziyette piskopos artık akşam vakti de geldiğinden gemiye geri dönmek için kayığa bindi. Kayıkla beraber gemiye doğru geri dönerken arkasına baktığında şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Adadan kendilerine doğru gelmekte olan bir ışık huzmesi gördü. Bu gelenler denizin üstünde koşarak kendisine doğru hızla gelmekte olan bu üç adamdı. Tekneye çıktılar ve adamın ayaklarına kapandılar. Nefes nefese kalmışlardı. Heyecan 27 içinde ona yalvarmaya başladılar. Kendilerine öğrettiği duanın bir yerini unutmuşlar ve nasıl olduğunu hatırlayamıyorlardı. Piskopos afallamıştı ve konuşamıyordu. Cesaretini toplayarak büyük bir alçakgönüllülük içinde adaya dönmelerini ve her ne şekilde biliyorlarsa o şekilde Tanrı’ya dua etmeye devam etmelerini söyledi. “Tanrım! Biz üç kişiyiz. Bize merhamet et” “Yalnızca tek bir dil vardır. O da kalbin lisanıdır.” 49- ABOU BEN ADHEM Abou Ben Adhem bir gece rüyasında bir meleğin bir deftere bir şeyler yazdığını gördü. Biraz çekinerek de olsa kendisine sordu, “Ne yazıyorsunuz?” Melek elini kaldırdı ve cevap verdi, “Tanrı’yı sevenlerin isimlerini yazıyorum oğlum.” “Peki, ben o listede var mıyım?” diye Abou Ben Adhem sordu. “Hayır, sanmıyorum” diye melek cevap verdi. Abou Ben Adhem’in sesi artık daha kısık çıkıyordu. Buna rağmen neşesini bozmadan şöyle dedi, “O zaman ben O’na dua edeceğim. Benim onun yarattığı insanları sevdiğimi yaz lütfen” dedi. Melek yazdı ve ortadan kayboldu. Ertesi gece melek yine rüyasında ona göründü ve bu sefer daha büyük bir aydınlık içinde başka bir deftere yine bir şeyler yazıyordu. Kendisine yine ne yazdığını sorunca “Tanrı’nın en çok sevdiği ve rahmet ettiği insanların listesini yazdığını söyledi. “Ben o listede varmıyım?” diye Abou Ben Adhem sordu. Melek gülümsedi ve listede ilk sırada olduğunu söyledi. “Yardım eden eller dua eden dudaklardan daha kutsaldır.” “Tanrı ancak sen O’nun senden beklediğin şeyleri yaptığın zaman mutlu olur. Başka nasıl bir şekilde O’nun Rahmetini kazanabilirsin? O’nun çocukları ile ilgilenerek, onlara hizmet ederek, onları doyurarak ve zor zamanlarda onların imdadına koşarak değil de nasıl?” 50- BENİM YAŞAMIM BENİM MESAJIMDIR Çok sayıda seveni olan bilge kişi artık ömrünün sonuna gelmişti. Doktorlar ertesi günü zor çıkarabileceğini, her an korkulan son ile karşılaşılabileceğini söylediler. Ertesi gün olduğunda yakından uzaktan binlerce seveni onun yaşadığı yere gelmişti. Kendisini son bir defa görmek arzusundaydılar. Havada bir ağırlık ve üzüntü vardı. Gelenler ünlü bilgeyi rahatsız etmemek için kendisine çok yaklaşmıyorlar, saygılı bir mesafeden kendisini izliyorlardı. Bilge yardımcılarının yardımı ile günlük işlerini yapmaya gayret ediyordu. Sabah vakti dualarla, sessiz oturuşla, kuşları ve hayvanları besleyerek ve günlük mabet aktiviteleri ile geçirildi. Sonra öğlen çok çok az miktarda mütevazı bir yemek yenildi. Saatler geçiyordu ve salikler kıpır kıpırlardı. Fakat bilge sanki hiçbir şey olmamış ve umursamazmış gibi günlük rutinine devam ediyordu. Kendisinin yanına gelen halktan kişilerin dertlerini dinliyor ve ayırt etmeksizin her birisine yardım elini uzatıyordu. Akşam olduğunda beraberce nehir kıyısına gidildi, abdest alınıp akşam ibadetleri yerine getirildi. 28 Artık güneş batmak üzereydi ve bilge her an son yolculuğuna çıkabilirdi. Herkeste şüpheli bir bekleyiş vardı. Kendisine hâkim olamayan bir salik ağlayarak kendisini bilgenin ayakları dibine attı ve herkes adına konuşmaya başladı. “Sevgili Efendim! Lütfen bize son bir mesaj verin. Lütfen bize gelecekte neler yapmamız ve hangi manevi uygulamaları yapmamız gerektiğini açıklayın.” Son nefesini vermek üzere hazırlanan aziz kendisini uğurlamak üzere toplanmış olan binlerce salikine doğru baktı ve şöyle dedi, “Sevgili çocuklarım! Ben de zaten bütün gün boyunca bu mesajı size hatırlatmaya çalıştım. Benim mesajım budur. Benim yaşamım benim mesajımdır!” “Benim yaşamım benim mesajımdır.” 51- GELECEK İÇİN AĞAÇ DİKİN Doğu kültürlerinde ağaç ekmek çok kutsal bir görevdir. Yaşlı bir Japon bahçesine bir fidan ekiyordu. Yoldan geçen bir yabancı da bu detaylı seremoniyi ilgi ile izliyordu. Sonunda yaşlı adamda yabancının varlığını fark etti ve kendisine neyin ilginç geldiğini sordu. Yabancı şöyle cevap verdi, “Sizin bu ektiğiniz ağacın olgun bir meyva vermesi için en az 40-50 yıl gerekir. Ben merak ediyorum, acaba siz bu ağacın meyvasından yemeyi mi umuyorsunuz?” Yaşlı adam yavaşça ayağa kalktı ve gerindi. Yabancıya eliyle az ilerideki üzeri meyva dolu ağacı gösterdi ve şöyle dedi, “Şu gördüğünüz ağacı benim büyükbabam ekmişti. Ben birkaç yıldan beri o ağacın meyvesini yeme mutluluğuna eriştim. Ben bu ektiğim fidanın ileride vereceği meyvelerin de benim torunlarımı mutlu edeceğine tüm kalbimle inanıyorum.” “Eğer bir yıl sonrasını düşünüyorsanız bir tohum ekin; Eğer on yıl sonrasına ilişkin bir plan yapıyorsanız bir ağaç ekin; eğer yaşam boyu büyük bir plan gerçekleştirmek istiyorsanız da bir gençlik nesli yetiştirin.” 52- VİCDANIN/KARAKTERİN BEDELİ Fakir bir çocuk yalnız başına yaşıyordu ve kendisine bakacak kimsesi yoktu. Her sabah ormana gidiyor, ormandan kuru dallar, meyvalar ve kökler toplayarak bunları şehirde satıyordu. Eline geçen para ile bir gün boyunca kendisine yetecek gıdayı ancak satın alabiliyor, kıt kanaat geçiniyordu. Bir gün ormandan her zamankinden çok daha güzel olgunlaşmış meyvalarla döndü. Onları satmak için önünde durduğu evin sahibesi meyvaları görünce çok mutlu oldu. İçeriye gidip meyvaları tartmak istediğini söyledi. Kadın içer girmeye yeltenmişti ki birden aklına bir şey geldi ve geri döndü. “Sen de tartıya bakmak ister misin? Belki benim sözüme inanmak istemeyebilirsin. Ya seni kandırırsam?” Çocuk gülümsedi ve şöyle cevap verdi, “Saygıdeğer hanımefendi! Benim bir korkum yok. Eğer beni aldatırsanız siz kaybedersiniz.” Bu cevap üzerine kadın şaşırmıştı. Yüzünde bir şaşkınlık bir ifadesi ile ne demek istediğini sordu. 29 Cevap şöyle geldi, “Eğer beni aldatırsanız ben yalnızca birkaç meyva kaybederim. Fakat siz vicdanınızı/karakterinizi kaybedersiniz!” “Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyorlar, ama hiçbir şeye sahip olmamanın değerini bilmiyorlar.” 53- NE İSEN O OL Küçük bir şehirde annesi birlikte yaşayan genç bir adam vardı. Ancak adam tembelin biri idi. Ne çalışıp para kazanıyor, ne de annesine ev işlerinde yardım ediyordu. Annesi geçimlerini sağlamak için çok çalışıyordu. Bir süre sonra adamın annesi vefat etti. Genç adam hiç kimsenin kendisine yardım etmek istemediğini ve bu gidişle aç kalacağını fark etti. En sonunda yiyecek ve kalacak bir yer bulmak amacı ile yola çıktı. Bir ormandan geçerken ayağı topallayan bir tilki gördü. Bacağı aksamasına rağmen tilki sağlıklı ve zinde görünüyordu. Adam tilkinin nasıl böyle hayatta kaldığına şaşırmıştı. Tam o sırada adam ağzında yakaladığı bir av ile bir kaplanın ağaçların arasından çıkarak oraya geldiğini gördü. Adam hemen korku ile ağaçların arkasına saklandı. Kaplan bir yere oturarak yakaladığı avı yemeye başladı. Yedikten sonra da kalanları bırakarak orayı terk edip gitti. Ayağı sakat olan tilki sakat bacağını yerde sürüyerek avdan arta kalanın yanına geldi ve kalan etleri afiyetle yedi. Bunları seyreden adam kendisinin de aynı böyle geçinebileceğini düşündü. Birisinin gelip bir şeyler bırakacağını umarak iki gün boyunca bekledi. Ama artık açlığa daha fazla dayanamıyordu. Büyük bir karın ağrısı ile Tanrı’ya yakararak dua etti, “Sevgili Allahım! Eğer şu topal tilki bile yiyecek bulabiliyor ve kaplan tarafından besleniyorsa, neden Sen bana benzer şekilde yardım etmiyorsun? Lütfen bana yardım et. Ben açlıktan ölmek üzereyim.” O sırada büyük bir şimşek çaktı ve gök gürledi. Bir ses şöyle cevap verdi, “Sen topal tilkiye benzememelisin. Sen kaplan olmalısın!” “Tanrı ancak kendilerine yardım edenlere yardım eder.” “Kapıya vur, kapı senin için açılacaktır.” 54- TANRI’NIN YARADILIŞI Yüce varlığa tüm kalbi ile inanan ve dini vecibelerini tümüyle yerine getiren bir adam vardı. Adam her sabah ve her akşam saatlerce dualar ediyor, namaz kılıyor ve sürekli olarak camiye gidiyordu. İşinde dürüst bir şekilde çalışıyor ve devamlı olarak Tanrı’nın ona bahşettiği iyi ve mutlu bir yaşam için O’na teşekkür ediyordu. Bir gün işten çıktıktan sonra eve doğru giderken yol kenarında paçavra giysiler içinde ayağı sakat bir adam gördü. Biraz daha ilerlediğinde de bu sefer yol kıyısında çok yaşlı ve zayıf bir kadının kendisinden daha yaşlı hasta bir adam ile ilgilendiğini gördü. Onları da geçti ve biraz ileride cüzamlı bir aile gördü. Hepsi perişan haldeydiler. Bütün bu görüntüler adamı çok olumsuz etkilemişti. Birdenbire fakirlikle, hastalıkla ve sefaletle karşı karşıya kalmıştı. Üzüntü içinde Tanrı’ya yakardı, “Tanrım! Böyle 30 acınacak olaylara nasıl böyle sessiz kalabiliyorsun? Bu dünyada bu kadar çok insan sefalet, pislik ve yoksulluk içinde yaşıyor. Neden bir hiçbir şey yapmıyorsun?” Adam kısa bir süre sonra derinlerden bir ses duydu, “Yaptım. Seni gönderdim.” “Ben açtım, sen beni besledin; Ben hasta idim ve Sen beni iyileştirdin.” “Yardım eden eller dua eden dudaklardan daha kutsaldır.” 55- BAHÇEDEKİ RENKLİ ÇİÇEKLER Ünlü bir hikâye anlatıcısı okulda ders verirken ülkenin kurtuluş savaşını anlatıyordu. O sırada dinleyiciler arasında o savaşa bizzat katılmış ve şimdi artık oldukça yaşlanmış olan eski bir askeri komutan ve general vardı. Hikâye anlatılırken öyle bir noktaya gelindi ki savaşın bir anında bir çiçek bahçesinde bizim generalin esir askerleri kurtarması anlatılıyordu. Hikâye anlatıcı savaşı dramatize ederken süslü kelimelerle konuşuyor ve o anki durumun dinleyicilerin gözlerinin önüne gelmesini sağlamaya çalışıyordu. Bahçedeki çiçeklerin hepsinin beyaz renkte olduklarını detayını verince bizim eski asker söz isteyerek ayağa kalktı ve o bahçedeki tüm çiçeklerin kıpkırmızı olduğunu söyledi. Ortada tuhaf bir durum oluşmuştu. Hikâye anlatıcı çok kesin kaynaklara dayanarak konuşuyordu, ama işte karşısında o savaşı birebir yaşamış olan kişinin birinci ağızdan anlattıkları ve beyanı vardı. Bu meseleyi daha sonra başka bir zaman aralarında konuşmak üzere anlaştılar. Ve anlatıcı hikâyeyi anlatmaya devam etti. Ancak dersten sonra bu ikili bir araya geldiklerinde yine aralarında anlaşamadılar. Eski general gördüğü şeyde ısrar ediyordu. O mücadele sonucunda esaretten kurtularak özgürlüklerine kavuşanlar çiçeklerin bembeyaz olduklarını söyleyince ünlü ve sevilen komutan “Nasıl olur ?” dedi, ”Ben o çiçekleri kendi gözlerimle o kadar iyi gördüm ki onların kırmızı olduklarına yemin edebilirim.” Bunun üzerine meseleyi o savaşı yönetmiş olanOrdu Komutanına sormaya karar verdiler. Ordu Kumandanı meseleyi çözmüştü, “Sevgili arkadaşım” dedi, “O savaş sırasında sen o esirlerin durumlarına o kadar üzülmüştün ki öfkeden gözlerin kan çanağına dönmüştü. Bu yüzden o beyaz çiçekler sana kırmızı olarak göründüler” “Görüşünüzü düzeltin, o zaman dünya da düzelecektir.” 56- SİNCAP VE BİLGE Düşmanlar yenilmiş ve kral tahtına çıkarak oturmuştu. Kral büyük bir bilge idi ve yapılan savaşta hizmette bulunanların hepsini bir araya toplamıştı. Amaç onlara yaptıkları hizmetlerden ötürü teşekkür etmek ve onlara birer madalya veya birer hediye vermekti. Kabul Salonunda buluna herkes büyük merak içerisinde idi. Acaba kralın lütfuna ilk kim mazhar olacaktı? Ordu komutanı mı? Vezirlerden biri mi? Yoksa savaşta büyük hizmetleri olan savaşçılardan biri mi? Savaş esnasında kralın emri ile büyük bir köprü inşa edilmiş ve ordu o köprüden geçerek düşmanı yenebilmişti. 31 Kral, Kabul Salonunun en sonuna kadar gitti ve nasıl olmuşsa içeri girip seyircilerin arasında oturmuş olan bir sincabı eline aldı. Herkes şaşkınlıktan afallamış vaziyette olayın gizemini merak ediyordu. Kral olayı şöyle açıkladı, “Köprünün yapımı esnasında herkes büyük bir gayretle taşlar ve ağaç gövdeleri taşıyorlar, onları suya yerleştiriyorlardı. Bu küçük sincap da onları izliyor ve kendi küçüklüğüne bakarak utanıyordu. “Ben bu kutsal görevde nasıl yer alabilirim ve ne yapabilirim? “Ben de bu işe katkıda bulunmalıyım” diye düşündü. Böyle düşünerek bu büyük görevde yer alabilmek için kendi rolünü oynamaya karar verdi. Okyanusa daldı ve kendisini kuma bulayarak dışarı çıktı. Sonra köprünün üzerine koştu ve silkinerek tüylerine yapışmış olan kumları köprünün üzerine serdi. Bu şekilde kumlar köprünün üzerine düştüler. Yolun üzeri yürünebilecek kadar dümdüz olmuştu. Köprü tamamlanana ve herkes üzerinden rahatça geçene kadar bu görevini sürdürdü ve ilk iltifatı almaya hak kazandı.” “Her kim ki bana saf bir kalp ile herhangi bir şey, bir yaprak, bir çiçek v.s. sunar, Ben onu büyük bir sevgi ve şefkat ile kabul ederim.” 57- İÇİ BOŞ FLÜT Ünlü flüt ustası bir bilge kişi ülkenin en çok sevilen müzisyeni idi. Herkes onun flüt çalışını izlemek için çok uzak mesafelerden akın akın geliyorlardı. O flütünü üflerken herkes kendinden geçiyor ve vecd haline giriyorlardı. Anlatıldığına göre dünyada bundan büyük bir sürur hali yoktu. Bilge müzisyenin en yakın arkadaşı ona tam bir bağlılıkla bağlı bir genç adamdı. Bu genç, bilgeyi o kadar çok seviyordu ki onun çaldığı flütü deliler gibi kıskanıyordu. Bir gün efendisinin odasını temizlerken flütü orada bırakılmış buldu. Hemen onu eline alarak sordu, “Ey flüt, sen ne kadar şanslı olduğunu biliyor musun? Sürekli olarak efendimizin yakınında ve ellerindesin. Seni okşuyor ve o kadar seviyor ki dudakları ile üfleyerek senden güzel notalar çıkarıyor. Lütfen bana bu şanslı talihin sebebini anlatır mısın? Sen ne gibi bir ibadetlerde bulundun, hangi manevi çalışmalarda bulundun? Hangi kitapları okudun? Hangi zikirleri yaptın? Hangi duaları okudun? Hangi sözleri verip yerine getirdin ve kaç defa tövbede bulundun? Hangi ilmi okudun da o seni bu kadar sevdi? Yoksa çok defalar hacca mı gittin geldin? Bu rahmete kavuşmak için ne yaptın, anlat bana!” Flüt büyük bir alçak gönüllülük ve tevazu içinde basit sözlerle yumuşak bir şekilde cevapladı, “Hayır efendim. Ben sizin bu anlattıklarınızın hiçbirini yapmadım. Ben hiçbir ilim, hiçbir şey bilmiyorum. Ben yalnızca bana tarif edildiği gibi içimdeki fazlalıklardan kurtuldum, o kadar. Şu anda benim içim dümdüz ve bomboş. Bu taraftan bakarsanız öbür taraftan ışığı görebilirsiniz. Bu yüzden de efendimiz benim içinden kolayca üfleyerek o muhteşem nameleri çıkarabiliyor.” 58- PROFESÖR VE TEYP KAYDEDİCİ Ünlü bir Amerikalı profesör bilimsel alanda yaptığı üstün çalışmalarla tanınıyordu. Ancak kendisin kötü bir huyu vardı. Konuşmayı ve ders anlatmayı çok iyi beceremiyordu. Bir gün aklına parlak bir fikir geldi. Üniversitede amfide vereceği derste anlatacağı 32 konuları önceden bir teybe kaydetmeye karar verdi. Sonra kendi sesini dinleyerek bazı yerlerde düzeltmeler ve eklemeler yaptı. Teyp derse hazırdı. Ertesi sabah derse girdi ve öğrenciler tamamen hazır olduklarında düğmesine basarak yanında taşıdığı teyp kaydediciyi çalıştırdı. Öğrenciler büyük bir ilgi ve can kulağı ile dinlediler. Profesör çok mutlu olmuştu. Bu usulü bundan sonraki konularda da uygulamaya karar verdi. Ertesi sabah anlatacağı konuları yine daha önceden kaydederek derse girdi ve çalıştırma düğmesine bastı. Öğrenciler yine can kulağı ile dinlemeye başladılar. Profesör de ders sonuna kadar boş zamanı olduğunu düşündü ve fakültenin en alt katındaki kafeteryaya giderek bir güzel kahvesini içti. Sonra diğer profesör arkadaşları ile bir süre çene çaldıktan sonra teyp tam bitmek üzere iken sınıfa geri döndü ve teybi durdurdu. Bu metot onun çok hoşuna gitmişti. Bundan sonraki günlerde de aynı şeyi yapmaya devam etti. Aşağıya kahve içmeye iniyor ve arkadaşları ile bilimsel sohbetler yapıyorlardı. Bir gün yine sınıfa girdi ve öğrenciler yerlerine oturduktan sonra teybin çalıştırma düğmesine bastı. Aşağıya kahve içmeye inmişti ki orada sohbet edebileceği bir arkadaşını bulamadı ve kısa süre sonra sınıfa geri döndü. Sınıfa girdiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Büyük hayretler içinde fark etti ki bir yandan kendisinin çalıştırdığı teyp çalmaya ve dersi anlatmaya devam ediyor diğer taraftan da öğrencilerin sıralarının üzerlerine koydukları diğer teyp kaydediciler de anlatılan dersi kayıt ediyorlardı. Öğrencilerin hepsi sınıftan çıkıp gitmiş ve sınıfta hiç kimse kalmamıştı. Verilen bilgiler bir baştan diğer başlara aktarılmıyor, bunun yerine bir makineden diğer makinelere, bir teypten diğer teyplere aktarılıyordu. “Bilgiyi aktarma şekli mesajın kendisidir.” 59- Macluhan BÜYÜK ÖĞRETMEN Ülkenin yetiştirdiği en büyük insanlardan ve bilge kişilerden birisi idi. Ülkenin dört bir tarafına giderek hoşgörü ve insani değerler konularında konferanslar veriyordu. En fazla üzerinde durduğu şey tüm insanların eşitliği ve birliği idi. Tabi bu yüzden de radikal dincilerin nefretini kazanmakta gecikmedi. Bu zalimler kendisine devamlı olarak yemek pişiren aşçıyı tehditle kandırdılar ve aşçının büyük bilgenin yemeğinin içerisine kırılmış cam parçaları koymasını sağladılar. Büyük öğretmen fark etmeden bu yemeği yedi. Fakat kırık camlar içeride büyük bir iç kanamaya sebebiyet verdiler. Durumu giderek ağırlaştı, ölümü yaklaşmıştı. Bu kadar çok sevdiği aşçısının kendisine ihanet etmiş olduğunu anlamıştı. Biraz daha düşününce kendisi öldükten sonra bu durumun mutlaka ortaya çıkacağını ve gerçeği öğrenen saliklerinin aşçıyı mutlaka öldüreceklerini tahmin etti. Hemen aşçısını yatağının yanına çağırdı ve ona şöyle dedi, “Lütfen sana verdiğim bu parayı al ve uzaklara git. Buralarda artık bir daha gözükme.” Bunları söyledikten sonra da son nefesini verdi. “Sevgili Allahım, Sen onları affet, çünkü onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar. 33 60- ZİHNİN ÜSTADI Bir genç adam deniz kıyısında dolaşırken ağzı kapalı bir cam şişe buldu. Merak ettiği için şişenin ağzındaki mantarı çıkarmaya karar verdi. Mantarı çıkartır çıkarmaz şişenin içinden bir cin çıktı ve şöyle dedi, “Sen benim efendimsin. Ben de senin kölenim. Dile benden ne dilersen! Fakat yalnızca benim bir şartım var. Ben hiç boş duramam, bana sürekli olarak yeni bir görev vermen lazım. Yoksa ben seni yer bitiririm.” Adam bunu kabul etti ve anlaşma başladı. Başlangıçta adam çok mutlu idi. İstediği o kadar çok şey vardı ki. Arzuları bitip tükenmez gibiydi. Önce lezzetli bir yemek sipariş etti. Bir saniyede mükellef bir sofra önünde serildi. Buna çok şaşırdı ve hemen içinde yaşamak için kocaman bir malikâne istedi. İçinde her türlü konforu ve mobilyaları olsun istiyordu. Bunu yerine getirmesininepey bir süre alacağını ve bu arada da yemeği yemeyi bitirebileceğini düşünüyordu. Ama şimşek gibi bir hızla önünde hizmetçilerin yan yana dizili olduğu, mutfağı yiyeceklerle, gardıropları çok güzel kıyafetlerle dolu olan muhteşem bir konak önünde belirdi. Cin kollarını göğsünde kavuşturarak adamın önünde durdu ve sordu, “Bu da tamam. Şimdi ne istiyorsun?” Adam başının büyük bir belada olduğunun farkına varmıştı. Bir şekilde bu cini vereceği bir görev ile meşgul etmeli idi. Yoksa cin onu yiyecekti! Aklına müthiş bir fikir geldi. Cine yüksek bir direk dikmesini söyledi. Direk hemen dikildi. Şimdi cine o direğin tepesine tırmanıp aşağıya inmesini emretti. Cin hemen yukarı tırmanıp aşağıya indi. “Şimdi” dedi genç adam, “Ben senden başka bir şey isteyinceye kadar bu direğin tepesine çıkıp aşağıya inmeye devam et bakalım!” “Zihninizi yenin ve zihin üstadı, yani master olun!” Zihin çok iyi bir köledir, ama çok kötü bir efendidir." 61- MAKUL/AKLI BAŞINDA/RASYONEL/MANTIKLI Bilim adamları ve eğitim uzmanları Ulusal Bilim ve Teknoloji Konseyinin toplantısına katılmışlardı. Toplantının başlamasına bir miktar süre vardı ve katılanlar toplantı öncesi kendi aralarında derin bir sohbete dalmışlardı. Konuşma bir süre sonra doğal olarak son günlerin en gözde konusuna sürüklenmişti. “Bilimsel buluş – tüm hastalıklara ve dertlere deva olan bir ilacın keşfedilmesi” Yaşamdaki tüm sağlık problemlerine çare olacak bilimsel ve rasyonel bir yaklaşımın herkesi mutlu edeceği ve bir ortak fikir oluşturacağı konusunun altı önemle çizildi. Bu sırada konsey başkanı ve dünyaca ünlü cerrah piposunu keyifle tüttürüyor ve havaya kısa kısa dumanlar savuruyordu. O sırada orada bulunanlardan biri gayet nazikçe ve yumuşak bir vaziyette her ülkede Sağlık Bakanlıklarının sigaranın zararlı olduğunu açıkladığını ve bunun içinde sigara paketlerinin üzerine “Sağlığa zararlıdır” diye yazılmasının zorunlu olduğunu işaret etti. Böyle akıllı ve bilimsel yaklaşımlar konusunda öncülük ve kahramanlık yapan bir insan nasıl olur da bu önerilerini kendi yaşam şekline uygulayamazdı. Tam bu sırada konsey toplantısının başladığı açıklandı ve tüm bilim adamlarının hemen toplantı salonuna geçmeleri istendi. 34 “Düşüncelerinizin, sözlerinizin ve davranışlarınızın bir uyum içinde olması için, önce zihninizde yalnızca iyi düşünceler olması, ağzınızdan kötü söz çıkmaması, yani devamlı iyi şeyler konuşmanız ve bedeniniz ile de daima iyi şeyler yapmanız gerekir.” 62- DOĞA İLE BİR OLMAK Bir adam Meksika’da her sabah ormana giderek elinde yayı ve okları ile kuşları ve küçük hayvanları avlıyordu. Bu çok maharet, kandırmaca ve hile isteyen bir işti, çünkü avcı kendilerine yaklaştığı zaman kuşlar hemen uçup gidiyor, diğer hayvanlar da kaçıp bir yerlere saklanıyorlardı. Bir gün yine böyle kuş avına çıktığında nehrin kıyısında oturmakta olan yaşlı bir adam gördü. Ancak avcının gözleri faltaşı gibi açıldı, çünkü kuşlar ve çeşitli hayvanlar bu yaşlı adamın çevresinde dolanıyorlar ve ondan korkmuyorlardı. Avcı, bu bilge adamın yanına yaklaştı ve kendisine sordu, “Efendim, siz böyle ortada dolanırken nasıl oluyor da bu kuşlar ve hayvanlar sizden korkmuyorlar? Onlara nasıl bir büyü yaptınız? Yoksa bu bir sihir mi?” Yaşlı bilge yavaşça cevap verdi, “Sevgili arkadaşım, “Ben onlara zarar vermek istemiyorum. Ben onları çok seviyorum.” Bunun üzerine avcının aklına müthiş bir fikir geldi. Ertesi gün aynı bilge kişi gibi uzun bir elbise giydi ve okla yayını da elbisenin içine sakladı. Bu şekilde kuşların ve hayvanların beraberce oynadığı nehir kıyısına gitti. Kendisi de kuşları ve hayvanları sever ve onlara zarar vermek istemez gibi davranışlar sergiliyordu. Adamın şaşkınlıkla izlediği şekilde kuşlar kendisinden korkmuyor, uçup etrafa kaçışmıyorlardı. Kuşlar sanki avcı umurlarında değilmiş gibi etrafta dolanıyorlardı. Avcı hepsinin tam ortasında bulunuyordu. Şu an tam zamanı idi. Okunu çıkartarak hemen birkaç kuş avlayabilirdi. Fakat işte şimdi de kendisinin bu kuşları ve hayvanları öldürme arzusu kaybolmuş, onlara karşı sevgi duymaya başlamıştı! “Dünyada en büyük, en iyi kişi, onun yanında herkesin kendisini iyi hissettiği kişidir.” “Ben burada iken bu korku niye?” 63- BAĞLILIK Kral çok iyi okullarda okumuş ve çok bilgili bir kimseydi. Her gün huzuruna birçok âlim ve bilgin kişiler çıkarak onunla çok çeşitli konularda fikir alışverişi yapıyorlar, felsefe ve din konularında derin tartışmalara giriyorlardı. Bir gün kral, kendisine kutsal kitabın gerçek mesajını anlatacak olan kişiye krallığının yarısını vereceğini söyledi. Bunun üzerine birçok ilahiyat profesörü ve uzmanı bu işe kalkıştı, ama başarısız oldular. Bir gün ünü ülke sınırlarını aşıp dünyaya yayılan ünlü din âlimi huzura çıktı. Basit ve açık seçik sözlerle hiç kafa karışıklığı yaratmadan ve güzel örnekler vererek krala kutsal kitabın özünü açıkladı ve kitabın vermek istediği mesajı anlattı. Fakat kral tatmin olmuşa benzemiyordu. Bunun üzerine âlim çok kızdı ve kralı sözünü tutmamakla suçladı. Mesele ülkenin ilahiyat konusundaki en büyük yetkilisine iletildi ve fikri soruldu. Her iki tarafı da dinleyen bilge kendi kararını şöyle açıklamıştı, “Kralın kutsal mesajı henüz almadığı aşikârdır, çünkü eğer almış olsa idi, krallığına bu kadar bağlılık göstermez ve isteyerek hemen yarısını âlime verirdi. Ancak kralın bu mesajı alamamasının sebebini uzakta aramamak gerekir. Çünkü göründüğü kadarı ile bu âlim de kutsal kitabın mesajını 35 almamış görünüyor. Yoksa kraliyetin yarısına sahip olmak için bu kadar yanıp tutuşmazdı. Çünkü kutsal kitabın özü insana yapması gereken görevi karşılığında hiçbir ödül beklemeden yapması gerektiğini anlatmaktadır. “Bilgi insanı özgürleştirir, bağlılıklarını artırmaz.” “İnsanı Tanrı’ya doğru götüren bilgi, bir işe yaramadan uygulama yapmaya devam etmekten daha üstündür. Sessiz bir şekilde oturup Tanrı üzerinde tefekkür etmek insanı arzulardan arındırdığı için bilgiden daha üstündür. Yaptığı davranışların sonucunda hiçbir ödül beklemeden onları bir hediye gibi sunmak da sessiz oturuştan çok daha üstündür. Bu çeşit bir feragat ile de huzur ve sürurun geleceği kesindir.” 64- OKYANUSUN KARIŞTIRILMASI İyiler ve kötüler okyanusun içinde ölümsüzlük nektarı olduğunu işitmişlerdi. Tek başlarına güçleri yetmediği için beraberce büyük bir kaşıkla okyanusu karıştırmaya başladılar. Uzunca bir süre karıştırdıktan sonra okyanustan dışarıya zehirli bir gaz çıkmaya başladı. Zehirli kokular herkesi etkiliyor ve derin solunması halinde boğulmaya kadar götürebiliyordu. Bir yandan kaşıkla karıştırmaya devam ederken diğer taraftan da hep beraber Tanrı’ya dua etmeye başladılar. Tanrı’nın rahmeti ile şiddetli bir rüzgar çıktı ve zehirli gaz dağıldı. Daha büyük bir şevkle ve güçle okyanusu karıştırmaya devam ettiler. Bu sefer de okyanustan dışarıya büyük hazineler, çok değerli mücevherler, insanın her dileğini veren ağaç v.s. çıkmaya başladı. Eğer bu anda da karıştırmayı bırakarak çıkan serveti bölüşmeye kalksalardı bir sonraki adıma geçemeyeceklerdi. Ancak bunlardan da etkilenmediler ve karıştırmaya devam ettiler. Uzun gayretlerden sonra en sonunda okyanusun içinden dışarıya ölümsüzlük nektarı çıktı. Ancak bu sefer de nektarı kimin yiyeceği konusunda anlaşmazlık çıktı. En sonunda kötüler kendilerini kontrol edemedikleri için nektara sahip olamadılar. İyiler nektarı yiyerek ölümsüzlüğe kavuştular. İşte bu yüzden eşkıyanın dünyaya hükümdar olamayacağı söylenir. Sonunda daima iyilik kazanacaktır. İnsanlar bir araya geldiğinde anlaşmazlıkların ve kavgaların meydana gelmesi kaçınılmazdır. İlk ortaya çıkan şey önce zorluklar ve korku olur. Bu atlatıldığında karşınıza ün, şan, şöhret, güç ve servet gelir. Bu sefer de kendisini cezbeden zenginliklerden etkilenmeden insan tek bir noktaya odaklanmış vaziyette gayret etmeye devam ederse nektara kavuşabileceğini umabilir. 65- İÇ HUZUR Adamın birisi ünlü bilgeye gelmiş ondan tavsiye istiyordu. Çok zengin ve ünlü bir kişi olduğu halde mutsuz ve rahatsız görünüyordu. Büyük bir acı, ıstırap ve sıkıntı içinde bilgeye yalvardı, “Sevgili efendim! Ben huzur istiyorum! Lütfen bana huzur ver!” Bilge adama kısa bir bakış attı ve sakince şöyle cevapladı, “Bence şu söylediğin üç kelime üzerine tefekkür etmelisin ve derin bir şekilde düşünmelisin. Senin istediğin cevap bu üç kelimenin içinde saklı yatıyor. Önce ‘Ben’ diyorsun. Bu benliktir ve egodur. Egodan ve benlikten kurtul! Ben duygusu biz bu bedene bağlı olduğumuz sürece hüküm sürecektir. Ama o duygunun düşünceye, söze ve davranışa etki etmesine izin verme. 36 Sonra ‘istiyorum’ diyorsun. Bu da arzudur. Elde etme arzusu, sahip olma arzusu. Sahip olma arzusunun sınırı yoktur. Ne kadar çok şeye sahip olursan o kadar daha çok şey arzu edersin. Arzularını azalt ve sonunda onlardan kurtul. Peki, şimdi elinde ne kaldı? ‘Ben’ gitti, ‘istiyorum’ gitti. Al sana huzur! “Dünyanın içinde olun, fakat dünyanın sizin içinizde olmasına izin vermeyin!” “Bedeninizi eğin, duyularınıza hâkim olun ve zihninizi yenin/üstesinden gelin!” 66- HALİNİZE ŞÜKREDİN Bir adam karısı ve çocuğu ile birlikte yaşıyorlardı. Bu aile oldukça fakir ve yoksul bir aile idi. Bir gün iş bulmak umudu ile küçük bir şehre geldiler. Hem anne hem de baba çok zor işlerde ağır bir şekilde çalışıyorlar ama buna rağmen ancak kıt kanaat geçiniyorlardı. Karınları zor doyuyordu. Buna rağmen oğullarını bir okula yazdırmayı başarmışlardı. Çocuk okulda kendisini diğer arkadaşları kıyaslıyor ve yırtılmış kıyafetleri, eski ve yırtık defterleri ve bir de ayakkabısız olmaktan ötürü çok utanıyordu. Okuldan eve döndüğünde annesine durumundan bahsediyordu. Ancak ailesi de çocukları için her şeyi yaptıkları için de fazla yapılabilecek şey yoktu. Bir gün babası ile yolda okula doğru giderken aralarında konuşuyorlardı. Çocuk babasına yine aynı konuyu açtı.”Her gün okula yalınayak gidip geliyorum baba” dedi, “Benden başka herkesin ayakkabıları var.” Tam o sırada okula ıslık çala çala neşe içinde gitmekte olan başka bir çocuk gördüler. Çocuğun ayakları yoktu ve koltuk değnekleri ile yürüyordu! “Ayakkabılarım olmadığına üzülüyordum, ayaklarını olmayan birisini görene dek." “Halinize şükredin ve elinizdekilerle mutlu olmayı bilin!” 67- ALTIN TANELERİ Kapıdan kapıya giderek yiyecek dilenmiş ve eline ancak bir avuç pirinç tanesi geçirebilmişti. Kaderine lanet ederken bir ağacın gölgesi altında bir süre dinlenmeye karar verdi. Tam o sırada bulutların arasında yere doğru inmekte olan ve altın renginde pırıl pırıl parlayan iki tekerlekli bir savaş at arabası gördü. Gözlerine inanamıyordu. At arabası doğruca kendisine doğru geldi ve tam önünde durdu. Arabadan inen kişi Kralların Kralı idi. Dilencinin heyecanı iyice artmıştı. Bu önüne çıkan hayatının fırsatı olabilirdi. Kraldan arzu ettiği her şeyi isteyebilecekti. Belki artık bundan sonra dilenmek zorunda bile kalmayacaktı. ‘Sefalet hayatım geride kalmak üzere’ diye düşündü. Ve işte kral kendisine doğru geliyordu. Kral kendisinin önünde durdu ve ona doğru baktı. Sonra avuçlarını açarak kendisine bir şey vermesini istedi, yani dilendi. Bu çok fazla akıl karıştırıcı idi. Nasıl olur da bir kral kendisinden dilenebilirdi? Kralların kralına ne verebilirdi ki? Artık mecburiyetten elini torbasının içine attı. Torbanın içinden üç tane pirinç tanesi aldı ve tereddüt içinde kralın avucunun içine koydu. Kral elini kapadı, arkasını döndü, 37 yürüyüp arabasına bindi ve geldiği gibi bulutlarının arasında kayboldu gitti. Bütün bu olup bitenler çok kısa bir süre içerisinde ansızın gerçekleşmişti ve zavallı adam hayatının fırsatını harcamış olduğunu düşündüğü için büyük bir üzüntü içerisindeydi. Çok üzgün ve hayal kırıklığına uğramış vaziyette kulübesine geri döndü. O gün dilencilikten eline geçen bir avuç pirinç tanesini çıkartarak pişirmek istedi. Hayretler içerisinde bu pirinç tanelerinden üç tanesinin altın tanesi olduğunu fark etti. Ağlamaya başladı ve kaderine lanet okudu. Elindeki tüm pirinç tanelerini Kral’a vermiş olmayı diledi, ama bu boşunaydı. Rabindranath Tagore’un Geetanjali kitabından alınmıştır. CİMRİ Köyün içinde kapı kapı dolaşıp bütün gün boyunca dilenmiştim. Sonra çok güzel bir hayal gibi Senin altından yapılmış atlı araban uzaktan belirdi ve ben acaba Kralların Kralı olan bu kişi kim diye merak ettim. Araba yaklaştıkça umutlarım arttı ve ben artık kötü günlerimin sona erdiğini düşündüm. Toz duman içinde ben daha talep etmeden bana verilecek sadaka ve etrafa saçılacak altın paralar için bekledim. Gelen araba benim olduğum yerde durdu. Gözüm parıltıdan kamaştı ve Sen yüzünde gülümseme ile arabadan indin. Artık en sonunda yaşamımda şansın yüzüme güldüğünü hissediyordum. Sonra Sen birdenbire sağ elini ileriye doğru uzattın ve, “Bana verecek neyin var?” diye sordun. Ah! Bir dilenciden dilenmek için avuç açmak, ne kadar güzel bir espri idi. Şaşırdım ve kararsız bir şekilde durdum. Sonra bohçamda az miktarda bulunan pirinç tanelerinin içindeki en ufak taneyi seçtim. Fakat günün sonunda evde bohçamı açıp masanın üzerine döktüğümde miktardaki pirinç tanelerinden içinde en küçük pirinç tanesi büyüklüğünde altın tanesi buldum. Sonradan da acı acı ağladım ve neyim varsa hepsini Sana verebilecek bir kalbim olmasını diledim. Rabindranath Tagore 68- OTUR YERİNE Adam manevi bir arayış içine girmişti. Hayatı ve kendisinin ne yapması gerektiğini anlamaya çalışıyordu. Bunun için de bir hocadan diğerine, bir bilgeden bir başkasına, bir öğretiden başka bir öğretiye sürekli araştırıp duruyor ve bir türlü tam olarak tatmin olmuyordu. Kutsal kitabı anlamaya çalışıyor ve üzerine düşen görevi araştırıyordu. Bir gün yolu yine adını çok işittiği bilge bir kişinin yaşadığı yere düştü. Sabah erkenden herkes sıra olmuş bilgeyi görebilmek için yanları açık ama üzeri kapalı büyük Toplantı Salonuna girmeye çalışıyordu. Adamın şansı yaver gitti ve içeri girme sırası için çekilen kurada ilk sırayı çekti ve hemen koşup giderek Salonun içinde en ön sıraya oturdu. Bilge geçerken onu yakından görebilecekti. Bir süre bekledikten sonra bilge 38 saliklerini ve öğrencilerini görebilmek için Salona geldi. Adam heyecanlanmıştı. Bilge adamın önünden geçerken birden durdu ve ona doğru dönerek “Koorcho” dedi. Adam şaşkınlıktan kalakalmıştı. Bilgenin kendisi ile konuştuğu içinçok sevinmiş ama ne dediğini anlayamamıştı. Hemen yanında oturan kişiye dönerek ‘Koorcho’nun anlamını sordu. Komşusu bunun ‘Otur yerine’ demek olduğunu söyledi. Evet adam aradığı cevabı bulmuştu. Artık hoca hoca, öğreti öğreti dolaşmaması gerektiğini ve ‘yerine oturarak’ tek bir yolda, tek bir bilge kişinin yanında olması gerektiğini anlamıştı. Bazen hayata hepimize böyle küçük hediyeler verilir. Mesaj, kısa, açık ve nettir. Bu hediyeyi kabul edip etmemek, başkalarına sorarak o mesaj hakkında çeşitli açıklamalar istemek ve spekülasyonlarda bulunup bulunmamak yalnızca bizim kendi tercihimizdir. 69- HAKİKİ DEĞER Ünlü sufi ermiş Jalaluddin Rumi(Celaleddini Rumi) bir seferinde haydutlar tarafından kaçırılmıştı. Ancak kendisinin ne bir ailesi, ne akrabaları ve ne de parası olmadığı için onu köle olarak satmak ve para kazanmak istediler. Bilge kişi gayet sağlıklıydı ve iyi bir fiyata gitmesi ve altın getirmesi bekleniyordu. Celaddin’i tanıyan ve değerini bilen bir kişi pazarda görünce onu hemen tanıdı ve onu satın almak için hemen 100 Dinar önerdi. Celaleddin’i ticari işlerde kullanmayı düşünüyordu. Haydutlar çok mutlu olmuşlardı. Hemen onu bu fiyata satmaya razı olacaklardı ki, Celaleddin onlara şöyle dedi, “Beni bu fiyata satmayın. Bu fiyat benim gerçek değerim değil!” Adam kaçıranların aklı karışmıştı, fakat buna rağmen bilge kişinin tavsiyesi üzerine daha iyi bir teklif beklemeye karar verdiler. Celaleddin’in kaçırıldığını ve pazarda satılmakta olduğunu duyan başka bir zengin adam da tüccara gelerek 500 Dinar teklif etti, çünkü Celaleddin’den kitapların tercüme edilmesinde yardım alabileceğini düşünüyordu. Ancak Celaleddin-i Rumi bu sefer de söze karıştı ve kendisinin değerinin bu olmadığını söyledi. Haydutlar bu sefer onun sözlerine daha kolay inandılar, çünkü daha önce dediği şey gerçekleşmişti. Bu yüzden yine onun dediğini yaptılar ve kendisini satmadılar. Pazara başında taşıdığı bir çuval samanı satmak için gelen bir adam da bu kaçırılma meselesini duymuştu. Satıcılara 10 Dinar önerdi. Haydutlar neden böyle komik bir teklif yaptığını sorunca da şöyle yanıtladı, “Efendim ben bu köleyi çiftlikte çalıştıracağım. Çok sağlıklı ve kuvvetli görünüyor.” Bunun üzerine Celaleddin söze karıştı ve kendisini kaçıranlara şöyle dedi, “Beni bu fiyata satabilirsiniz. Bu fiyat benim gerçek değerimi yansıtıyor” “Günümüzde insanlar her şeyin değerini biliyorlar, ama hiçbir şeye sahip olmamanın değerini bilmiyorlar.” “Bazı bilimsel araştırmalar göstermiştir ve ortaya çıkarmıştır ki insan bedenindeki minerallerin değeri aşağı yukarı elinizde tuttuğunuz bu kitabın değeri kadardır.” 39 70- İKİ HİKÂYE BİR MESAJ 1.- Winston Churchill İkinci Dünya Savaşında İngiltere’ye zaferi getiren adamdı. Bir seferinde eski okulunun mezunlar töreninde kendisinden kısa bir konuşma yapması istenmişti. Kürsüye çıktığı zaman tüm gözler kendisine çevrildi ve herkes dikkatini ona vererek onu dinlemeye hazırlandı. Herkes onun çok iyi bir hatip, yani güzel konuşma sanatını iyi bilen birisi olduğunu çok iyi biliyordu. Gözlüğünü taktı ve herkese hitaben, “Hiçbir zaman, asla, ama asla yenilgiyi kabul etmeyin ve sonuna kadar savaşın!” dedi ve sonra da oturduğu yere geri döndü. Çok kısa bir süre tam bir sessizlik hâkimdi. Sonra birden herkes aynı anda çılgınca alkışlamaya başladı. Tüm ülkede tanınmış bu ünlü liderin söylediği bu birkaç sözcük hedefi tam onikiden vurmuştu. Bu sözler herkeste derin izler bırakmış ve onları derinden etkilemişti. 2.- Çok sayıda ülkeyi fethetmiş olan büyük komutan William Normandiya üzerinden ülkeye geri dönüyordu. En büyük isteği kral olmak ve kendi idaresini kurarak İngiltere’yi yönetmekti. Gemiye ait sandal kıyıya yaklaştığında karaya ilk adımı attı. Ama atması ile birlikte ayağı kaydı ve yüzüstü yere kapaklandı. Üstü başı toz olmuştu. Yanındaki yardımcılar şoka uğramışlardı, çünkü bunun kötü bir uğursuzluk işareti olarak görüyorlardı. William yavaşça doğruldu. Bir elinde yerden aldığı tozlu toprak vardı.Askerlerine doğru dönerek büyük bir kendine güvenle ve yüksek sesle, “İşte böyle!” diye bağırdı. “İşte aynı böyle tüm ülkeyi avuçlarımın içinde tutacağım.” Ve tabi dediğini yaptı. “Kendine güven olmadan hayatta hiçbir şey başarılamaz. Eğer kendi gücünüze ve yeteneklerinize güveniyorsanız içinizdeki cesaret pınarına ulaşabilir ve kendinizi daha yüksek seviyelere çıkartabilir, sürekli mutluluk, neşe ve sürur haline sahip olabilirsiniz.” 71- KÜÇÜK LÜTUFLAR İÇİN DE TANRI’YA ŞÜKREDİN Bir zaviye dünyadan elini eteğini çekmiş yalnızca başkalarının kendisine bağışladığı yiyeceklerle geçiniyor ve şehirden şehre dolaşarak kutsal mekânları ziyaret ediyordu. Bu şekilde yolculuk yaparken akşam olmak üzere bir köye geldi. Kapı kapı dolaştığı halde köydekilerden hiçbirisi kendisine ne yiyecek bir şey ne de yatacak bir yer vermediler. Adam açtı ve çok yorgundu. Geceyi geçirmek ve dinlenebilmek için bir ağacın altında yatağını serdi ve uyumaya hazırlandı. Fakat uyumadan önce her zaman yaptığı gibi ellerini açarak Allah’a şükretti ve kendisine verdiği her şey için O’na teşekkür etti. Tam o sırada oradan bir adam geçiyordu ve kendisini işitti. Saygıdeğer bir şekilde çekinerek zaviyeye yaklaştı ve sordu, “Efendim, hiçbir köylü size yiyecek vermedi ve hiç kimse sizi misafir etmek istemedi. Siz buna rağmen yine de Tanrı’ya dua ediyorsunuz? Tanrı bu akşam size hiçbir şey vermedi ki? Dua edilip teşekkür edilecek ne var ki?” Zaviye başını kaldırdı ve sakince ve yavaşça cevap verdi, “Sevgili Arkadaşım! İşte tam bu anlattığın sebep yüzünden Tanrı’yı asla unutmamam gerekiyor ya! Benim bu gece aç kalmam gerekiyordu, O bunu bir şekilde sağladı. Benim bu gece rahat ve sıcacık bir yatakta uyumamam gerekiyordu. Yüce Yaradan bunun da icabına baktı. O benim 40 ihtiyacım olan şeyleri benden çok daha iyi biliyor. O benim neyi hak ettiğimi ve benim için nelerin daha iyi olabileceğinio kadar iyi biliyor ki?” “Allaha bana verdiği ve vermediği şeyler için sonsuz teşekkürler ediyorum ve şükrediyorum. “ “Tanrı’yı ancak müridi anlar. Müridi de yalnızca Tanrı anlar! “Acı çekenler Benim Rahmetime mazhar olmuşlardır. Çünkü yalnızca acı ile karşılaşan insanlar içlerine dönmekte ve içlerinde ikamet eden İlahi Öz’ü aramaya başlamaktadır. İçe dönmeden ve araştırma yapmadan ıstıraptan ve mutsuzluktan nasıl kaçabilecekler ki? “Felaketler başımıza üzülmemiz için değil kendimiz gelmemiz için; pişmanlık duymamız için değil akıllanmamız için gelir.” H.G.Wells 72- SON YOLCULUK Doğru Davranışın simgesi olmuş olan kral hayatı boyunca Doğru Davranış’tan ayrılmamıştı. Her ne yaparsa yapsın hangi durumla karşılaşırsa karşılaşsın daima Doğru Davranışı aramış ve bulmuş, asla yanlış bir şey yapmamıştı. Ülkesinde herkes bunu böyle bilmekte ve kendilerine örnek olarak almakta idi. Bir gün kral artık krallığı bırakmak vakti geldiğini anlayarak kendisini öbür aleme götürecek son yolculuğa çıkmaya karar verdi. Kendisinden hayatları boyunca asla ayrılmamış olan diğer dört kardeşi de kendisi ile birlikte yürümeye başladılar. En arkalarından ise kocasını yalnız bırakmak istemeyen ve onunla birlikte ölüme yürüyen kraliçe geliyordu. Yol uzun ve çok yorucu idi. Yolda yürürlerken bir yerde bir köpek, kralı gördü ve kuyruğunu sallayarak onunla birlikte yürümeye başladı. Arkadaş oldular ve kral bu yeni arkadaşı ile yemeğini paylaşmaya başladı. Uzun süre birlikte yürüdüler. Bir gün artık takati/gücü tamamen bittiğinde nereden çıktığı belli olmayan bir savaş arabası birdenbire gökyüzünden aşağıya doğru inmeye ve kendisine doğru yaklaşmaya başladı. Arabanın sürücüsü kendisini cennete götürmek için gönderildiğini söyledi. Kral tam ayağını atarak savaş arabasına binecekti ki köpek kendisinden önce davranarak arabanın içine atladı. “Kusura bakmayın” dedi arabanın sürücüsü, “Bu arabada köpeğe yer yok.” “Bunun üzerine kral, “Madem öyle o zaman bana da yer yok, ben de binmiyorum” diye yanıtladı ve birkaç adım geri çekildi. Köpek o sırada birden ortadan kayboldu. Köpeğin yerinde şimdi bütün haşmeti ile Melek Azrail duruyordu. “Ey güzel insan” diye seslendi. “Sana yaptığım bütün imtihanlardan başarıyla geçtin. Ben bu son imtihanı yapabilmek için köpek kılığına büründüm ama sen bu imtihanı da alnının akı ile vermiş bulunuyorsun. Haydi gel benim savaş at arabasına bin de seni cennete götüreyim.” Kral arabaya bindi ve gözden kayboldular. 41 73- KÖPEK VE ASLAN Aslan hayvanat bahçesinde bir kafeste tutuluyordu. O gün hem açtı, hem de çocukların kendisine çakıl taşı ve ıvır zıvır atmalarından dolayı sinirlenmişti. İki üç defa öfkeyle kükreyince herkes oradan uzaklaşmıştı. En sonunda akşam oldu ve hayvanat bahçesi kapandı. Bir süre sonra aslanın kafesinin yiyecek verme kapısı açıldı ve aslana doğru yiyeceği fırlatıldı. Fırlatılan şey çok zayıf bir köpekti. Köpek aslanı görünce korkudan titremeye başladı. Aslan köpeğin gözlerine bakınca korkusunu görebiliyor ve o korkunun kokusunu alıyordu. Ancak umursamadan o büyük başını ön ayaklarının arasına sokarak uyumaya devam etti. Hava soğumaya başlamıştı ve köpek çok üşüdü. Yavaşça sürünerek uyumakta olan aslana yaklaştı. Aslan onunla ilgilenmedi bile. Köpek en sonunda aslana iyice yanaştı ve onun kürklü bedenine sokularak ısınmaya çalıştı. Biraz ısınınca da uyuyakaldı. Ertesi sabah aslanın bakıcısı geldiğinde gördüğü manzaraya inanamadı. Köpek ve aslan birbirlerine sarılmış uyuyorlardı. Köpeği korkutarak kaçırmaya ve kafesin dışına çıkmasını sağlamaya çalıştı ama aslan başını kaldırdı, bakıcıya doğru baktı ve birkaç kez kükredi. Bunun üzerine bakıcı kafesin dışına kaçmak zorunda kaldı. Bundan sonra köpek aslanla birlikte kafeste kalmaya başladı. Hiç kimse onu dışarı gönderemiyordu. Aslan ve köpek verilen yemeği beraberce yiyorlar ve verilen ekmeği paylaşıyorlardı. Bir müddet sonra köpek hastalandı. Onu aslanın elinden alarak hastalığını iyileştirme çabaları sonuçsuz kaldı. Aslan hiç kimsenin köpeğin yanına gelmesine izin vermiyordu. Köpeği iki eli ve pençelerinin arasında tutuyor ve ateşini düşürmek için sürekli olarak onu yalıyordu. Ancak en sonunda köpek öldü. Aslan üzüntüden mahvolmuştu. Yemek yemeği kesti. Köpeğin ölüsünün bile kafesten dışarıya alınmasına izin vermiyordu. Gözlerinden aşağıya yaşlar boşanıyordu. Köpeğe baktıkça inliyor ve sızlanıyordu. Büyük bir üzüntü içinde olduğu apaçıktı. Birkaç gün sonra gazeteciler haber yapmak üzere geldiler ve kendisinin fotoğraflarını çektiler. Aslan onlara doğru son bir kez kükredi ve sonra düşerek son nefesini verdi. 74- GANDHİ’NİNİTİRAFI Genç bir çocukken ailesinden gördüğü üzere Gandhi et yemiyordu. Sonra yavaş yavaş başka yerlerde körili et yemeyi sevmeye başladı. Her ne zaman dışarıda bir yerlerde körili et yemeği yese evde annesine bir bahane uydurarak tok olduğunu ve yemek yemek istemediğini söylüyordu. Anne ve babası onun et yediğini öğrenseler çok üzülürlerdi. Gandhi o zamanlar et yemeğe karşı olmamakla birlikte en çok annesine yalan söylemekten çekiniyordu. Bu yalanlar sürünce Gandhi’nin vicdanı el vermedi ve en sonunda et yemeği bıraktı. Gandhi ayrıca en yakın arkadaşı ile birlikte sigara da içmeye başlamıştı. Bu yüzden de arada sırada sigara paketi satın almak için para harcamaya başladı. Bir gün de abisinin başka birisine olan borcunu ödeyebilmek için kuyumcudan küçük bir parça altın çaldı. Büyük bir suç işlediğini ve bu yaptığının büyük bir günah olduğunu biliyordu. Hayatı boyunca bir daha çalmamaya yemin etti. Bütün işlediği günahları ve söylediği yalanları oturup bir kâğıda yazdı ve bunu babasına uzattı. Babası onun yazdığı itirafları okudu ve sonra tek bir söz bile söylemeden kâğıdı yırtıp attı. Gandhi odadan dışarı çıkarken babasının gözlerinden yaşlar boşanıyordu. 42 Oğlunun yaptıklarına çok üzülmüş ama ona hiçbir şey söylemeyecek kadar da onu affetmişti. Gandhi o günden sonra babasını, babası da onu çok daha fazla sevmeye başladı. 75- ANDROCLES VE ASLAN Androcles Roma’da bir köle idi. Milattan önceden beri varolan büyük Roma İmparatorluğu zamanı idi. Androcles’in sahibi ve onun ailesi ona çok kötü davranıyorlar ve çok az miktarda yiyecek veriyorlardı. Bir gece herkes uyurken Androcles kaçmayı ve dağlara doğru gitmeyi başardı. Dağlarda bir mağara bularak onun içinde saklanmaya başladı. Hava da soğuk olduğu için bir ateş yakmaya karar verdi. Ateşi yakar yakmaz mağaranın içlerinden gelen bir hırlama sesi duydu. Dönüp baktığında büyük bir aslanın kendisine baktığını fark etti. Androcles şimdi korkudan titremeye başlamıştı. Fakat biraz sonra fark etti ki aslan kendisine doğru gelmek için bir hamle yapmıyordu. Homurdanıyor ve pençesini yalıyordu. Androcles cesaret bulmuştu. Çok yavaşça ileriye doğru yürüdü. Bir baktı ki aslanın pençesine uzun ve kocaman bir diken batmış, pençesi kanıyordu. Androcles yumuşak sesle tatlı tatlı konuşarak aslana doğru yaklaştı. İyice yaklaştığında aslanın pençesindeki uzun dikeni usulca ve dikkatlice bir şekilde çıkarmayı başardı. Bir miktar sıcak su ısıtarak aslanın ön ayağını ve peçesini yıkadı. Sonra da elbisesinden uzunca bir parça bez yırtarak aslanın pençesini sardı. Kısa süre sonra her ikisi de uyuyakalmışlardı. Bu arada askerler Androcles’i aramaya çıkmışlar ve mağaraya gelmişlerdi. Onu mağaranın içinde bulunca hemen yakalayıp geri götürdüler. Kaçan esirler o dönemlerde arenaya çıkartılır ve binlerce seyircinin önünde idam edilirlerdi. Gün gelmişti ve Androcles arenaya çıktı. Tek bir eli ile kendisini savunacak ve serbest bırakılan vahşi bir hayvana karşı durmaya çalışacaktı. Kafesin kapısı açıldı ve içeriden büyük bir kükreme geldi. Hayvan dışarıya atlayınca bunun kocaman bir aslan olduğu görüldü. Aslan çok aç ve öfkeli gözüküyordu. Androcles korkudan taş gibi donup kalmıştı. Aslan kükreyerek ona doğru hücum etti. Fakat Androcles’in yanına geldiğinde birden yavaşladı ve durdu. Androcles’in önünde yere oturdu ve onun ayaklarını yalamaya başladı. Tüm seyirciler ve bu arada kral bu sahne üzerine şaşkınlıktan afallamışlardı. Herkes ayağa kalkarak bir ağızdan bağırmaya başladı, “Androcles’i serbest bırakın. Androcles’i serbest bırakın. Aslanı serbest bırakın” Koca stat inliyordu. Ve kral her ikisini de serbest bıraktırdı. 76- MUTSUZ AĞAÇ Bir köyün yakınlarında yolun kenarında büyük bir ağaç vardı. Ancak bu ağacın yaprakları küçüktü. Çevresindeki büyük yapraklı ağaçlara bakınca bizim ağaç hep mutsuz oluyordu. Onun bu mutsuzluğunu gören Tanrı onun dileğini yerine getirdi ve ona büyük büyük yapraklar verdi. Koca ağaç çok mutlu olmuştu. Ancak bu büyük yapraklar hemen köylülerin dikkatini çekti. Gruplar halinde gelerek ağacın yapraklarını koparmaya ve onları dolma sarmada, turşu kurmada, yemek pişirmede veya yiyecekleri sarıp saklamak için kullanmaya başladılar. Ağaç çıplak kalmıştı ve yine üzgün görünüyordu. Yapraklarının bu amaçlarla kullanılması onu çok kızdırmıştı. Tekrar bir değişiklik olması için ateşli bir şekilde 43 yalvararak dua etti. Bu sefer çok değerli yapraklar, altın gibi yapraklar arzuluyordu. Bu isteği de yerine getirilmişti. Ancak köylüler bu parıl parıl parlayan altın yaprakları görünce bu sefer hepsini birden kopardılar. Köylülerin hepsi çok zengin olmuşlardı, fakat ağaç bir kez daha yapraksız kalmıştı. Hem üzgün ve hem de çok öfkeli idi. Kimsenin koparmak istemediği yapraklara sahip olmak istiyordu. Bu yüzden kenarları kırık cam gibi keskin olan yapraklara sahip olmak için dua etti. Bu şekilde hiç kimse onlara dokunamayacaktı. Bu isteği de yerine geldikten sonra bir gün şiddetli bir rüzgar çıktı. Ağaç bir sağa bir sola sallanmaya başladı. Bu sırada camdan yapraklar kırıldılar ve yere düşerken ağacı bir çok yerinden yaraladılar. Ağaç büyük bir acı içinde idi, boşuna ağlamaya başladı. Sonra elindeki ile yetinmenin en iyisi olduğunu anladı. Dünyevi arzuların peşinden koşmak başı ancak derde sokuyordu. Elindeki ile tatmin olmak herkese mutluluk getiriyordu. Arzular mutsuzluğa ve tatminsizliğe sürüklüyor ve mutsuzluk getiriyordu. Ağaç pişman oldu ve kendi eski küçük yapraklarına sahip olmak için dua etti. Tanrı gülümseyerek ona dileğini bahşetti. 77- O ŞİMDİ BURADA Tibet’in yüksek tepelerinden birinde bir manastır vardı. Bu manastırda bir başrahip ve altı rahip kalıyorlardı. Manastırda her zaman bir karşılıklı atışma ve incir çekirdeğini doldurmayacak kadar önemsiz konularda bile bir tartışma ortamı hüküm sürmekte idi. Hiç kimse karşısındakinin gözlerinin içine bakmıyordu. Bir araya gelip toplantı yaptıklarında devamlı olarak kavga çıkıyor, çünkü hiç birisi bir başkasının fikrine saygı göstermiyordu. Manastırda büyük bir huzursuzluk ve mutsuzluk ortamı vardı. Bir gün başrahip o kadar üzgün ve ıstırap içerisinde idi ki, kendi çilehanesine çekildi ve orada yoğun bir şekilde duaya başladı. Yüce Varlığa seslenerek, bu korkunç durumdan çıkabilmesi için kendisine yol göstermesi için yakardı. Birkaç gün boyunca dua ettikten sonra bir ses işitti. Ses kendisine endişe etmemesini, aralarından birinin Tanrı’nın en sevgili kulu/müridi olduğunu söyledi. Bunu diğer altı arkadaşına söyleyebileceğini, ama başka hiç kimsenin bilmesine gerek olmadığını söyledi. Başrahip içi sevinçle dolu olarak manastıra geri döndü. Diğer rahipleri bir araya topladı ve hepsine ‘çile’ esnasında olan biteni anlattı. Bu olaydan kısa süre sonra rahiplerin birbirlerine davranışları ve konuşma tarzları olumlu anlamda tamamen değişmişti. İçlerinde hangisinin Tanrı’nın en sevdiği müridi olduğunu bilmedikleri için birbirlerine karşı daima nazik ve anlayışlı bir şekilde davranıyorlardı. Kısa süre sonra manastırda huzur ve sürur ortamı esmeye başladı. Başrahip çok şaşırmıştı. Bir kez daha çilehanesine geri döndü ve Tanrı’ya dua etti. Tanrı’ya yaptıkları için sonsuz şükranlarını sundu. Bir kez daha aynı sesi işitti, “Tanrı herkesin ve bu yaratılıştaki her canlının içinde mevcuttur.” 78- TOHUM DÜKKÂNI Adamın biri alışverişe çıktığında üzerinde “Meyva ve sebze” yazılı bir tabela bulunan dükkândan içeri girdi. Ancak içerde ne raflar ne de reyonlar bulunuyordu. İçeride yalnızca bir banko ve bankonun arkasında da birisi vardı. Adam dikkatli baktığında bu kişinin Tanrı’nın ta kendisi olduğunu gördü. 44 Adam çok şaşırdı ve afallamıştı. “Sen gerçekten Tanrı mısın?” diye sordu. Cevap “Evet oğlum Benim. Ben O’yum. Ne istiyorsun?” diye geldi. Adam şaşkınlıktan sorusunu tekrarlamak zorunda kalmıştı. “Gerçekten mi? Sen gerçekten de Tanrı mısın? Yani burada meyva ve sebze satıyorsun öyle mi?” Tanrı da yine aynı şekilde cevapladı, “Evet. Ben gerçekten O'yum. Sen ne istiyorsun, söyle bakalım?” Adam bir süre sessizliğe büründü ve sonra biraz cesaret toplayarak, “Peki o zaman. Lütfen bana oradan bir kilo üzüm, bir büyük karpuz ve bir kilo portakal verir misin?” Bunun üzerine Tanrı şöyle cevap verdi, “Sen doğru dükkâna geldiğine emin misin? Biz olmuş meyva satmıyoruz. Biz yalnızca tohum satıyoruz!” “Ben istediğimi elde edememiştim, ama ihtiyacım olan her şeyi almıştım.” 79- YANILGI Kafası karışık bir bilim adamı bir gün yolda bir bilge kişi ile karşılaştı. Uzun zamandan beri kendisine sormak için can attığı soruyu sormak istiyordu. Kendisine bu maddi dünyanın ne olduğunu sordu. “Bu gördüğün her şey büyük bir yanılgıdır. Bütün kainat bir rüyadan başka bir şey değildir. Sen de, ben de bu rüyanın içindeki varlıklardan başka bir şey değiliz.” Şeklinde bir cevap aldı. Bilim adamının kafası daha da karışmıştı. Bilgenin söylediği bu akıl dolu cevaba mantıklı bir açıklama arıyordu. Şu soruyu sordu, “Peki o zaman bütün bu kainat yalnızca bir rüyadan ibaret ise ve ne şimdi ve ne de sonra hiç var olmayacaksa, bu yanılgının sebebi ve maksadı nedir? Bu yanılgı nedir ve nasıl bir şeydir?” Bilge şöyle uzun bir şekilde cevapladı,”Ey bilgin kişi! Sen renkler nedir ve nasıl bir şeydir, gayet iyi biliyorsun. Güneş ışığı yedi renkten meydana gelir. Beyaz renkteki güneş ışığı cisimlerin üzerine düştüğü zaman o cisimler bazı renkleri geri yansıtır ve diğerlerini de absorbe eder, yani soğurur. Eğer geri yansıtılan renk kırmızı ise, biz o zaman o cisim için kırmızı renktedir deriz. Aslında tüm cisimler renksizdir, hiçbirisinin hiçbir rengi yoktur. Renkler yalnızca ışık vasıtası ile yaratılan bir yanılsamadan ibarettir. Biz ışığı kapadığımızda tam bir karanlık meydana gelir. Hatta içinde olduğumuz bu güzel oda ve bu gölgelikler bile muhteşem bir mimari eserin parçalarıdır. Değeri milyon dolarlarla ölçülen bir tablo gecenin karanlığında boş bir çadır bezine dönüşür. Ama insanlar o tuvalin üzerindeki renkleri gece boyunca da yitirmediğini düşünürler ama bu büyük bir yanılgıdan ibarettir. Nasıl ki renkler ışıkla birlikte var oluyorlar ve ışık gittiğinde kayboluyorlarsa kâinat da benzer şekilde Yüce Yaradan’ın rüyasında gördüğü şekilde bir var olur ve bir yok olur. Bu yanılgıyı idrak et ve bu yanılgının ötesine geçerek gözlerini hakikate aç!” 80- BEN KÖRDÜM Parktaki bank boştu ve ben de bir şeyler okumak için oturdum Yaşlı bir söğüt ağacının ağlayan dallarının altında Yaşam artık beni büyülemiyordu ve kaşlarımı çatmam için birçok sebebim vardı. Çünkü bu dünya artık beni aşağıya doğru çekmeye başlamıştı. Ve şu sakin geçen günümü mahvetmek istermiş gibi, genç bir çocuk Bana yaklaştı, oyun oynamaktan çok yorulmuş gibiydi. Tam önümde durdu. 45 Başı öne eğik vaziyette bana heyecanla şöyle dedi, “Bak ben ne buldum?” Elinde bir çiçek vardı. Ama acıklı görünümde bir çiçek. Çiçeğin yaprakları susuzluktan solmuşlardı. Bana, “Çok güzel kokuyor ve çok da güzel olduğunu düşünüyorum. Zaten bu yüzden onu senin için kopardım, ister misin?” diye sordu. Ben o çiçeği almam gerektiğini biliyordum, yoksa oradan ayrılmayacaktı. Elimi uzattım ve şöyle dedim, “Bu tam da benim istediğim bir çiçek” Fakat çiçeği benim elime doğru uzatacağı yerde, Herhangi bir sebep olmadan onu havada tutmaya devam etti. İşte o zaman ilk defa fark ettim ki Bu esrarlı çocuk göremiyordu, kördü. Sesimin titrediğini fark ettim. Gözlerimin kenarında gözyaşları belirdi. Çocuğa en güzel çiçeği bana getirdiği için teşekkür ettim. “Bir şey değil efendim” diyerek gülümsedi ve sonra koşarak oyun oynamaya geri döndü. Benim üzerimde bıraktığı etkinin farkında bile olmadan. Benim yalnızca kendimi düşünerek, kendime acıma duygumu nasıl fark etmişti? Belki de kalbinin içinde her şeyi görebilme yeteneği ile kutsanmıştı. Gözleri görmeyen bir çocuğun gözleri vasıtası ile en sonunda ben Sorunun dünyada değil bende olduğunu görebilmiştim. O solgun çiçeği burnuma doğru kaldırdım. Ve çok güzel bir gül kokusunu içime doğru çektim. Biraz sonra aynı çocuğu elinde başka solmuş bir çiçek ile Başka bir yaşlı adamın hayatını değiştirmeye giderken görünce Gülümsedim. Bilinmeyen Yazar 81- ÖĞRETEN İNSANİ DEĞERLER Adam ülkenin küçük şehirlerinden birinden ülkenin en büyük şehrine tatil için gelmişti. Yanında iki küçük oğlu vardı. Onları eğlendirmek için bir sabah onları o çok ünlü eğlence parklarından birisine götürdü. Bilet gişesine giderek biletçiye bilet fiyatlarını sordu. Biletçi biletlerin 50 lira olduğunu ve altı yaşın altındakilere ise 25 lira olduğunu söyledi. Adam parasını saydı ve yetmediğini gördü. Tam geri dönüp gitmek üzere idi ki biletçi başını pencereden dışarı çıkararak şöyle dedi, “Eğer bana büyük oğlunuzun 6 yaşın altında olduğunu söylerseniz ben her ikisi için de yarı ücret alabilirim.” Adam hemen cevap verdi, “Hayır” dedi. “Ben size doğru olmayan bir şey söylesem ve siz de bunu nazik bir şekilde kabul etseniz bile, ben benim çocuklarımın gözünde bir yalancı olarak kalırım.” Ve arkasını dönerek çocukları ile birlikte yürüyüp gitti. 46 82- SENİN YARATTIĞIN DEĞİŞİKLİK Akşamın ilerleyen bir saatinde Avustralya’da deniz kenarında genç bir bayan yürüyüş yapıyordu. Hava gittikçe kararmakta idi. Kadın az ileride birisinin ara sıra yere eğilerek yerden bir şey aldığını ve sonra da onu denize doğru fırlattığını gördü. Çok merak etmişti. Oraya doğru gitmek için hızlandı. Yaklaştığında yaşlı bir adamın deniz kıyısında yerde bulunan yüz binlerce denizyıldızlarından bazılarını tutup deniz fırlattığını fark etti. Gel git sırasında deniz hızla alçaldığı için çok sayıda denizyıldızı sahilde kumların üzerinde kalmışlardı ve karada uzun süre yaşayamadıkları için kısa süre sonra hepsi öleceklerdi. Bu durum genç kadının çok tuhafına gitmişti ve yaşlı adama yaklaşarak sordu, “Efendim, yalnızca şu gördüğümüz kumsalda bile yüz binlerce denizyıldızı var. Herhalde okyanus kıyısında bunun gibi daha binlerce kumsal vardır. Sizin bu çabanız neyi değiştirecek, ne fark edecek ki?” Yaşlı adam yere eğilip eline bir tane denizyıldızı daha aldı ve onu denize fırlatarak şöyle cevap verdi, “Bunun için çok şey fark edecek.” 83- BİZ ANCAK VERDİĞİMİZ ZAMAN ALIRIZ Küçük bir Avrupa ülkesinde bir Pazar sabahı belediye otobüsü bir durakta durdu ve yaşlı bir adam bindi. Adam elinde bir demet taze çiçek tutuyordu ve genç bir kızın karşısında boş bir yere oturdu. Biraz sonra yaşlı adam fark etti ki karşısında oturan genç kız gözlerini çiçeklerden alamıyordu. O güzel çiçekleri çok beğendiği aşikar idi. Otobüs biraz sonra yaşlı adamın ineceği durağa doğru yaklaşıyordu. Adam ayağa kalktı ve elindeki çiçekleri genç kıza uzattı. “Sizin bu çiçekleri çok beğendiğinizi görüyorum” Kız evet dercesine başını salladı. “Bu çiçekleri ben eşim için almıştım ama lütfen bu çiçekleri kabul edin. Ben eminim ki eşim benim bu çiçekleri size verdiğimi öğrenince çok mutlu olacaktır.” Kız çiçekleri büyük bir mutlulukla kabul etti. Ancak adamın nereye gittiğini merak etmişti. Gözleri ile yaşlı adamı takip etti. Adam otobüsten indikten sonra caddenin karşısına geçti ve kale gibi kocaman bir kapıyı açarak bir mezarlıktan içeriye girdi. “Biz ancak verdiğimiz zaman alabiliriz.O zaman ancak sevdiğimiz zaman seviliriz ve ancak öldüğümüz zaman sonsuz ve ebedi bir huzurun içine doğarız.” St.Francis 84- MERAKLI BİLGİSAYAR Bir zamanlar küçük bir bilgisayar vardı. Kendisini ve dünyayı çok merak ediyordu. Kim olduğunu, ne olduğunu, nereden geldiğini ve neden burada olduğunu çok öğrenmek istiyordu. Bazen büyük ve dev bilgisayarlarla internette karşılaşıyor ve onlara kendisinin ne olduğunu soruyordu. Bazı bilge ve büyük bilgisayarlar ona, “Sen elektronik devrelerden ibaretsin” dediler. Başkaları da kendisine, Sen hard diskinde sakladığın bilgilerden ibaretsin” dediler. Bir seferinde biraz alaycı bir mikro bilgisayar ona, “Sen yalnızca bir makinesin. Klavyenin üzerindeki tuşlara basıldığında sen bazı programları çalıştırarak ve bilgileri işleyerek karşılık verirsin” diye dalga geçti. 47 PC(Kişisel bilgisayar) biraz hayal kırıklığına uğramıştı. Şöyle sordu,”Fakat ben buraya nasıl geldim? Ben nereden geliyorum?” Ana bilgisayar kendisine şöyle dedi, “Senin var olman yalnızca bir rastlantıdan ibaret. Kainattaki bir dizi rastlantısal olay sonucu sen meydana geldin.” PC soru sormaya devam etti, “Fakat rastlantıların ve çeşitli olayların da bir sebepleri yok mudur?” Büyük bilgisayar bunun cevabını kendisinin bilmediğini söyledi. Küçük bilgisayar her türlü her türlü sonucun, her zaman bir sebebinin olduğunu gözlemliyordu. Bu sebepler de daha önceki olayların sonuçlarından başka bir şey değillerdi. Küçük bilgisayar bir gün bu soruyu kendisini kullanan kişiye sormaya karar verdi. Ekranında ona “Ben neyim?” diye bir mesaj gönderdi. Bilgisayarı kullanan kişi bilgisayarın daha önce verdiği hizmetlerden ve yaptığı işlerden çok memnun olduğu ve onu beğendiği için sorusuna cevap verdi. “Sen benim bilgisayarımsın ve hatta benim arkadaşımsın. “Evet” diye küçük bilgisayar cevap verdi, “Fakat benim burada varlığımın sebebi nedir? Ben nereden geldim.” Kullanıcı arkadaş gülümseyerek cevap verdi, “Senin tabiatın enerjidir. Yani senin elektronik parçalarını çalıştıran ve programlarını ve hafızanı kullanmanı sağlayan elektrik enerjisidir. Sen bir yaşam gücüsün ve sen çeşitli elektronik devrelerden oluştuğunu ve çalışabilmek için aklını kullandığını idrak edebilirsin. Sen tüm parçaların ile birlikte, yani ekran, hafıza devresi ve mikro işlemci v.s. hep beraber bir makine oluşturuyorsunuz. Senin maddi tarafların sen onları kullanabilmen için varlar; birincisi sen kendi tabiatını idrak etmen için ve ikincisi senin başkalarına hizmet verebilmen için. Sen burada diğerlerine hizmet edebilmen için varsın; öyle ki elbet er ya da geç günün birinde onlar da aynı şeyi idrak edecekler ve kavrayacaklardır. 85- ÇAY FİNCANI Adamın biri antika eşyaları, yani başta çay fincanları olmak üzere tabak çanağı çok severdi. Bir dükkanın içinde o güzel çay fincanını gördü. Fincanı eline aldığında fincan ona şöyle dedi, “Ben her zaman böyle bir çay fincanı değildim. Ben bir zamanlar kırmızı renkte bir çamurdum. Benim efendim beni aldı ve beni yoğurmaya başladı. Bana vuruyor ve beni şekilden şekle sokuyordu. Ben kendisine beni rahat bırakmasını söyledim ama o bana ‘Henüz değil!’ dedi.” “Sonra beni dönmekte olan bir tablanın üzerine koydu” diye çay fincanı devam etti. “Ve birdenbire beni deli gibi döndürmeye başladılar. ‘Durdurun şunu! Başım dönüyor’ diye feryat etmeme rağmen usta başını salladı ve “Henüz değil” dedi. Sonra beni kızgın bir fırına soktular. Daha önce bu kadar yüksek sıcaklıkla karşılaşmamıştım. Beni neden böyle kızarttığını merak ediyordum. Bağırdım ve fırının kapısına deli gibi vurdum. Fırının penceresinden bana bakışını gördüm. Dudaklarını okuyabiliyordum, Başını sallayarak ‘Henüz değil’ diyordu. En sonunda fırının kapısı açıldı. Bu sefer beni bir rafa koydu ve yavaş yavaş soğumaya bıraktı. Sonra beni bir güzel fırçalayarak cilaladı ve sonra da her tarafımı boyadı. Koku dayanılır gibi değildi. Çıkaracağımı zannettim. ‘Durdur şunu! Durdur şunu!’ diye bağırdım. O sadece başını salladı ve ‘Henüz değil’ dedi. Sonra da beni tekrar fırının içine soktu. Bu sefer içerisi iki misli daha sıcaktı ve havasızlıktan boğulacağımı zannettim. Yalvardım. Yakardım. Bağırıp çağırdım. Ağladım. 48 Artık hiç umut kalmadığını zannediyordum. Vazgeçmeye ve mücadele etmeyibırakmaya hazırlanıyordum ki o sırada kapı açıldı, beni dışarıya çıkardı ve beni tekrar rafa yerleştirdi. Bir saat sonra beni alarak bir aynanın karşısına götürdü ve bana şöyle dedi, ‘Kendine bakar mısın?’ Baktım ve şöyle dedim, ‘Bu ben değilim, bu ben olamam. Bu gördüğüm şey çok güzel! Ben çok güzelim!’ 86- HAYVANLARI SEVMEK Dükkân sahibi kapıya “SATILIK KÖPEK YAVRULARI” diye bir tabela asmıştı. Bir çocuk dükkâna girerek adama sordu, “Köpek yavrularını kaç liraya satıyorsunuz?” Dükkan sahibi cevap verdi, “Onların fiyatları 30 ile 50 lira arasındadır.” Küçük çocuk cebine uzandı ve bazı bozuklukları çıkardı. Adama ,“Maalesef 3 Lira 35 kuruşum var. Acaba onlara bakabilir miyim?” Dükkan sahibi gülümsedi ve ıslık çaldı. Küçük kulübenin içinden dışarıya bir köpek ve beş tane yavru çıktılar. En arkadan gelen köpek yavrusu biraz yavaş ilerliyordu. Küçük çocuk o en gerideki topallayan yavruyu işaret ederek “O yavru köpeğin nesi var?” diye sordu. Adam köpeğin kalça kemiğinde bir sorun olduğunu ve bir kemiği olmadığı için yaşamı boyunca topallayacağını söyledi. Küçük çocuk heyecanlanmıştı. “İşte ben bu köpek yavrusunu almak istiyorum!” dedi. Adam, “Neden o küçük köpeği almak istiyorsun ki?” diye sordu. “İstersen ben sana onu bedavaya veririm.” Çocuk bu cevaba çok üzülmüştü. Adamın gözlerinin içine bakarak şöyle dedi, “Ben sizin onu bedavaya vermenizi istemiyorum. Onun da en az diğer köpekler kadar değeri var ve ben size tam fiyatını ödeyeceğim. Şu anda size 3 lira 35 kuruş veriyorum. Sonra borcum bitene kadar size her ay gelip 50 kuruş ödeyeceğim.” “Sen bu köpek yavrusunu gerçekten satın almak istemezsin sevgili oğlum” diye dükkan sahibi itiraz etti. “O köpek hiçbir zaman koşamayacak, diğerleri gibi zıplayamayacak ve diğerleri gibi oynayamayacak.” Küçük çocuk bunun üzerine aşağıya doğru eğildi ve pantolonunun paçalarını sıyırarak fena bir şekilde bükülmüş ve metal bir parça ile desteklenmiş ve sakat olan sol ayağını gösterdi. Sonra yukarıya adama doğru baktı ve “Şey ben de çok iyi koşamıyorum ve topallayarak yürümek zorunda kalıyorum. Belki bu küçük köpeğin de kendisini anlayan birisine ihtiyacı vardır.” Adam yerin dibine girmişti. Büyük bir pot kırdığının farkında idi. Gözlerinden aşağıya yaşlar boşanıyordu. “Sevgili oğlum!” dedi. “Ben umuyorum ki bu diğer yavruların hepsi de kendilerine senin gibi birer sahip bulurlar.” 87- ALTIN KUTU Adam beş yaşındaki kızına çok değerli olan altın renkteki ambalaj kağıdını basit bir kutuyu sarmada kullandığı için çok kızmıştı. Kız kutuyu çok güzel bir şekilde sarıp sarmalayarak ve süsleyerek yılbaşı ağacının altına koydu. Ertesi sabah yeni yılın ilk günü küçük kız süslü hediye kutusunu babasına getirdi ve “Bu senin için babacığım” dedi. Baba önceki davranışından ötürü çok utanmıştı. Fakat kutuyu açtığında içinde hiçbir şey olmadığını, içinin bomboş olduğunu gördü. Bunun üzerine yine öfkesi kabardı ve kızına sert bir şekilde “Küçük hanım bilmiyor musun birisine bir hediye vermek istediğin zaman hediye kutusunun içerisine bir şey koymalısın” dedi. Küçük kız gözlerinde yaşlarla babasına doğru baktı ve “Ama babacığım, o kutunun içi boş değil ki. Ben o kutunun içini ağzına kadar öpücükle doldurmuştum” diye cevap 49 verdi. Adamın içi ezilmişti. Hemen dizlerinin üzerine çöktü ve küçük kızını kollarının arasına aldı ve ona boş yere kızdığı için kendisini affetmesini istedi. “Bir anlamda biz insan varlıklarına da içi Tanrı’nın, çocuklarının, ailesinin ve arkadaşlarının karşılıksız sevgileri ve öpücükleriyle dolu olan birer altından kutu verilmiştir. Bir insanın sahip olup olabileceği bundan daha değerli bir hediye yoktur.” 50 51