zamanı geldi!

Transkript

zamanı geldi!
Sert Sessiz Dergi
Aylık Edebiyat ve Kültür
Dergisi
Mart 2009
Filiz Kansu, Beren Melwasul,
Eray Devrim Duman, Ahmet
Meriç Çavuşoğlu, Aslı Koruyucu, Sinem Sal, Kaan İnal,
Yağmur Topuz, Ömer Faruk
Gök, Cem Berk Aydın, Bahar
Müftüler, Talat Şeyhanoğulları, Onur Boran Duman,
Bahadır Yavaş, Funda Gacal,
Çiğdem Aldatmaz, Hakkı
Yokuş, Bülent Çallı, Bahar
Boredlover, Işık Mater, Murat
Demirkol, Emirhan Demirel,
Nazlı Karabıyıkoğlu, Zeynep
Eşk-i Bahar, Ali Aktemur
içimizdeki şeytanı dışarı
bırakmamızın zamanı geldi
içimizdeki şeytanı dışarı
bırakmanın zamanı geldi
içimizdeki şeytanı dışarı
bırakmamızın zamanı geldi
içimizdeki şeytana
cicilerini giydirip
eline şeker tutuşturup
gözlerini siyaha boyayıp
sesini geri verip
ayaklarındaki zincirleri
çıkarıp
öğrenmekten korktuğu devrim şarkılarını aklına sokup
kulağına kırmızıyı, turuncuyu, siyahı fısıldayıp
dışarı bırakmanın zamanı
geldi
içinizdeki şeytanı dışarı
bırakmanızın zamanı geldi
içinizdeki şeytanı
dışarı bırakmanızın
zamanı
geldi!
Editör
Selam Olsun Sana Sert Sessiz Dergi Okuyucusu,
Bir şehri en fazla ondan uzakta kaldığınızda anlarsınız. Çünkü insanlar yaşadıkları mekâna benzerler, bir müddet sonra orası gibi davranmaya başlarlar. Evinizden uzakta yaşamaya başladığınızda aynaya bakmak garip gelir
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
uzun bir süre; oraya ait değilsinizdir, orada değilsinizdir. Sonra yavaş yavaş alışmaya başlarsınız, yedikleriniz
değişir, müziğiniz değişir; gözünüzdeki pırıltı her ne kadar eski bir anıdan kalma olsa da başka yerlere bakıyorsunuzdur artık. Ne yağan yağmur aynı yağmurdur ne doğan güneş. Aynı gün ve geceye bakmazsınız. Sonra bir gün
gelir bir özlem duyarsınız derinlerde; bir bardak çaya ya da bir martı sesine belki. İşte o gün yanlış bir cümlede
olduğunuzu fark edersiniz; özneyle tümce uyuşmamaktadır. Sert Sessiz Dergi’de bu ay pek çok öykü sunuyoruz
sana, içlerinde kendini bulman için, uzakta kaldıklarının sesini duyman için; var gücümüzle anlatıyoruz yani
seni sana.
Mart sayımızda birçok yeni yazara yer verirken Araştırma Dosyası ile röportajlara yer veremedik. Fakat hem araştırma ekibimizin hem de röportaj ekibimizin oldukça kapsamlı, dikkat çekici ve özel dosyalar üzerinde çalıştığını
söylemeliyim, önümüzdeki aylarda hayli iddialı dosyalarla karşında olacaklar.
Sözü fazla uzatmadan seni Sert Sessiz Dergi’nin yeni sayısıyla baş başa bırakıyorum.
İyi okumalar dilerim.
A. Meriç Çavuşoğlu
Sert Sessiz Dergi’de yayınlanan bütün yazıların telif hakları ve tüm sorumluluğu yazarlarına aittir.
Yazı yollamak, reklam vermek ve destek olmak için:
Telefon: 05543098289
Elektronik posta: [email protected]
Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi
Mart 2009 - Sayı 15
Editör: Ahmet Meriç Çavuşoğlu-Redaktör: Hakkı Yokuş-Kapak Fotoğrafçısı: Bülent Çallı
Teknik Hazırlık: Kaan İnal-Bahar Boredlover-Dergi Tasarım: Eray Devrim Duman
Arka Kapak: Bahar Boredlover
Röportaj Ekibi: Kaan İnal, Onur Boran Duman, Bahar Müftüler
Araştırma Ekibi: Onur Boran Duman, Talat Şeyhanoğulları, Ömer Faruk Gök
2
İçindekiler
Sayfa 4
Deneme Meriç Çavuşoğlu
Mut
Sayfa 5
Şiir
Eray Devrim Duman
Üç Karınca
Sayfa 6
Hikaye
Sinem Sal
Tek Parça
Sayfa 8
Şiir
Eray Devrim Duman
Baharda
Sayfa 9
Hikaye
Murat Demirkol
Ben Bir Çocuk Öldürdüm
Sayfa 10
Şiir
Aslı Koruyucu
Tekrar
Sayfa 11
Şiir
Sinem Sal
Boşalmak, Dolmuş Olmaktır Önceden
Sayfa 12
Hikaye
Yağmur Topuz
Dikkat! Kapak Çıkabilir
Sayfa 13
Şiir
Sinem Sal
Serin Mevsimlerin Birinde Ateş Verdim Suya
Sayfa 14
Minimal
Emirhan Demirel
İki Kişilik Masa
Sayfa 15
Şiir
Eray Devrim Duman
Birikinti
Sayfa 16
Hikaye
Nazlı Karabıyıkoğlu
Gramofon
Sayfa 21
Hikaye
Çiğdem Aldatmaz
Suya Bakmak
Sayfa 23
Hikaye
Zeynep Eşk-i Bahar
Ses ile Sis Sevişirken Kısa Bir Es
Sayfa 26
Hikaye
Eray Devrim Duman
Berber Dükkanı
Sayfa 28
Minimal
Bahadır Yavaş
Ölüme Dair Sualler
Sayfa 29
Hikaye
Ali Aktemur
Dönüş
Sayfa 32
Hikaye
Funda Gacal
Nolur Kitle
Sayfa 34
İnceleme
Cem Berk Aydın
Harmonik Hareket Deftones
Sayfa 37
Görsel Çalışma Işık Mater
3
A Day at the Market Part II
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Deneme
A. Meriç Çavuşoğlu
Mut
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Oyunun en başında, oyun tahtası yeni kurulduğunda,
ilk kurallar konduğunda tek ve asıl kural vardı insanoğluna. “O” ağaca yaklaşma… Tüm yarattıklarının
üzerinde gördüğü insana koyduğu tek kural buydu
Tanrı’nın. Tüm kötülükler ve yanlışlar bir ağaca atfedilmiş, insanoğluna yasaklanmak suretiyle cazip kılınmıştı.
Yasaklanmış olanın büyüleyici gizemi Âdem’i de çekti
içine, cennetinden kovulmasına sebep oldu.
Bu öyküyü birçok farklı teolojik kaynaktan değişik
şekillerde de olsa biliyoruz, birçok açıdan değerlendirebilecek, birçok açıdan yorumlanabilecek bir mesel.
Toplumlar için farklı anlamlar taşıdı yasak ağaç. Farklı
dinler, aynı hikâyeye başka anlamlar yükledi.
Bülent Çallı
kendimizi gerginlik ve endişenin yuvasına sokarız. Mutluluk, mut-suzluğumuzla beslenir, gelişir. Bizi mut-lu
eden olgu, bizi mut-suz ettiği mertebede bahşeder mutluluğunu. Kazanılan bir seçimin mutluluğunun, bir sonraki seçim döneminden önce yerini endişeye bırakması
gibi; alınan terfi neticesinde daha fazla çalışmanın ve o
pozisyonu korumanın gerginliği gibi. Kısaca söylemek
gerekirse, mut-lu olduğumuz için mut-suz oluruz, mutsuz olduğumuz için mut-lu oluruz.
Bence “Yasak Elma” sembolü dinlerin yasaklamayı ve
kısıtlamayı pek sevdiği ( ya da kısıtladığını ve yasakladığını iddia edilen) cinselliği temsil ediyor ne de Tanrı
otoritesinin insana kabullendirilmesi ve “sınavın” başlaması için gerekli bir olguyu temsil ediyor.
“Yasak Elma” apaçık mut-luluktur. Mut, sözcüklerin
diyalektiği arasında sentez bulamamış, kendi köhneliği
içinde sinsice sırıtan bir düşmandır insan için. Geçmişte
ve gelecekte, en çok da günümüzde insan yaşamının
odaklandığı, simetrisine oturtulduğu bir çizgidir mut.
İçinde olmak mümkün değildir, ya mut-lu olursunuz ya
da mut-suz. Üstelik bu sürece de bazıları yaşamın kendisi deme gafletine düşerler. Hâlbuki yaşam bu değildir, bu
yaşamın değillemesidir.
Dediğim gibi mut sinsi bir sözcüktür, histir; kendini ifşa
etmez, göz önüne çıkmaz. Bize ruhumuzun karanlıklarından seslenendir. Dağarcığımızda mutluluk, mutsuzluk varken “mut” yoktur, günahından korkarak saklanır
inine; buna rağmen hükmedebilir bizlere. Halbuki
mut’un yerine huzur’a adanan anlar çok daha güzeldir.
Ki onları dervişlerin, sanatçıların yaşamlarında görebilirsiniz. Huzur, korkak değildir; açık yüreklilikle verdiği
huzuru, huzursuzluğu kendi adıyla gösterir, mağrur bir
tavırla seslenir cennetinden.
Yaşamın bir süreçten ibaret olduğu, bu sürecin; bekleme
zincirinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Yaşam sürekli
“bekleme” üstüne kuruludur; hep bekleriz; mezun olmayı, iş bulmayı, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, torun
sahibi olmayı, zengin olmayı ve hatta ölmeyi. Olmasını
beklediğiniz bir şeyi beklemek yaşamın farkındalığıdır.
Amma velâkin, tüm bunların ve benzerlerinin beklenmesi altında bir arzu yatmaktadır. Kırılma noktası da
burasıdır.
Tanrı’nın insana yasakladığı meyve mut’tur. Mut’un
peşinde, döner hayatlar cehenneme; kaygıyla, endişeyle bezenir yaşam mut’un peşinde. Ve Adem bir anlık
coşkusuna kapılır onun, çevirir hayatını cennetinden
cehenneme.
İnsanlar bunları elde etmekle mutlu olacaklarını düşünürler ki olabilirler de. Fakat burada sözcükler eylemlerden her zamankinden de daha önemli hale geliyorlar.
Bunlara erişmenin insana mut-luluk getireceğini düşünürsek kendimizi ciddi bir paradoksun içinde buluruz.
Çünkü erişmeye çalıştığımız şey bizim olduktan sonra
kısa bir müddet sevincini yaşar, sonra onu korumaya
hatta bir sonraki seviyeye ilerletmeye çalışarak
4
Şiir
Eray Devrim Duman
Üç Karınca
bir karpuz kabuğu
üzerinde üç karınca
geziyorlar
istanbul boğazında
yelkenleri çalıntı meşe yaprağı
direkleri kullanılmış kibrit çöpü
S
E
R
T
dümen
çilek sapından yapılmış
kafalarında şapka niyetine;
elma çekirdekleri
S
E
S
S
İ
Z
bir karpuz kabuğu
üzerinde üç karınca
geziyorlar
istanbul boğazında
hikayeleri
unutmuş şiirler yazan
eskimiş deri montlu şairin
not tuttuğu kağıdın
yanmakta olan ucunda
D
E
R
G
İ
bir karpuz kabuğu
üç de karınca
geziyorlar istanbul boğazında
M
A
R
T
özgürlük için hem de
kimilerinin unutamadığı
unutulmuşlarla
2
0
0
9
5
Hikaye
Sinem Sal
Tek Parça
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Isırıp bir parça kopardım günden, tadı kaçmış, keyifsiz.
Yutkunmadım bile…
Benim ellerim ısınmaz. O yüzden neye dokunsam sıcak
gelir başta…
Yapmak istediğin her şey yaptıklarının altında kalıyordu. Parmağı taş altında ezilmiş bir çocuk gibi nefret
ediyordu taştan. Artık korkuyordu bu yüzden. Etini korumak için etinin varlığını bilmeliydin, hepsi bu. Etinin
varlığını bilmekse onu hissetmekten geçiyordu. Tırnak
diplerine toplu iğneler saplayışın bundandı. Hissetmeden bilemezsin.
Senin için bütün odalarımı hazırlıyorum. Kapılar sıkı
sıkıya kapalı. Perdeleri indirip masa örtüsü yapıyor
, çiçeklerin yerini değiştiriyor, koltukları yan odaya
taşıyıp minderlerini yere atıyorum. Camın kenarında iki
sandalye ve bir kahve sehpası bırakıyorum .Ahşap yere
ayaklarımı sürtmek istediğimden büyük halıyı kaldırıyorum, avizenin üstüne kırmızı bir tül atıyorum. Ben
hiçbir gece uyumam ki, her an az sonra biri gelecek diye
hazırlarken odamı, aklıma geliyor. “Sen kimseyi davet
etmezsin ki!” Ben sadece hazırlık yapardım. Kırmızı ,
sırtı açık, o bana çok yakışan elbiseyi giyer , saçlarımı
boynumun yukarısından toplar ve beklerdim. Dışarı da
çıkmazdım.
Baharatlı bir tadı var içtiğin çayın. Dilinin üstünde
geziniyor. Ağzın sıcak baharatlı çayla doluyken dilini
damağına değdiriyorsun. Ağır debelenmeler var ağzının
içinde. Baharatlı çay dilin oluyor artık, ağzın, damağın,
dişlerin, dudakların ve boğazın. Aynı zamanda tam
tersi… Dilin, ağzın, damağın, dişlerin , dudakların ve
boğazın da baharatlı çay artık. Nefes aldığında tüm
organların üşümüş hissine kapılıyorsun. Çünkü içtiğin
çayın içinde ferahlık vardı. Taze nane ve koni çiçeği
kokuyordun üstelik artık. Her şeye hakim olduğunu
sanıyordu şimdi koku ve tat. Oysa, bilmelisin, dilinde
kalacak tek tat, en son alacağın.
Kendimi geçmişte yaşadığım o güzel, tek anda tutmak
için başka hiçbir yere uzaklaşmazdım. Film sahnesi
sanırdım ben hayatımı. Öpüştüğü yerleri durup durup
geri alırdım.
Sanırdım.
Dokunmak dediğin ikiz kardeşi olmak onun. Her neye
dokunduysan sen biraz da ona benzedin.
Bazen kusmak isteyeceksin, miden hızla geri atmak isteyecek ona gönderdiklerini, bazen yavaş yavaş yiyeceksin,
yine de bitecek, bazen bir öncekinin tadını unuttursun
diye ne gelirse tıkacaksın ağzına. Hep, ama hep ağzına
en son konuk ettiğinin tadı kalacak. İşte ben bu yüzden, hangisinin benim kendime son ikramım olduğunu
bilmediğimden, aceleci davrandım. Dilimi titreten,
yakan ve gözlerimle söndürmek istediğim acı… İçimin
tüm tellerini titreten ekşi… Denizin en yumuşak yerine
yüzünü kulak hizasına kadar daldırdığında hissettiğini
yanaklarının hemen üst kısmında oluşan çizginin verdiği o iç gıdıklayan his tatlı… Uzun yollardan koşup dilini
bileklerine gömdüğünde içine davet edilen tuz… Hepsini tatmasaydım, hangisini seveceğimi ayırt edemezdim.
adın tüm kelimeler içinde tek italik
buğulu bir cama atılmış imza gibi
çok geçmeden silinmeye niyetli
sen dokundun sen hissettin
okunuyor bir camda ismin
iz edilgene yapışkandır
Sessizlik ortasında çıkan ses her ne olursa olsun ürpertir
insanı. Tüm bu gürültü sağır olmadığını anlaman için
farkında değil misin? Ses çoktan geldi.
Hepsi göğe kaçıyor. Sevdiğim her şey… Annem yan
odada dua ediyor, avuç içleri göğe doğru açılmış…
Sevdiği ve dilediği her ne varsa gönderiyor. Seslerimiz…
Göğe karışıyor. Kokularımız yükseliyor. Sevdiğim her
şey göğe kaçıyor. Biz de havalanacakmışız öyle diyorlar.
Sevmediklerim de göğe kaçıyor. Lanetlenmiş rüyalarım,
duyduğumda içime bir ilmek daha atan sözlerin, hepsi.
Özlediklerim… Nefret ettiklerim! Hepsi göğe kaçıyor.
Boğazımdan aşağı sıcak bir şeyler iniyor ve ben seyrediyorum kayıp gidişini hayatın. Şimdi görüyorum
dudaklarında limon tadı var. Ha ağladı ha ağlayacak gibi
duruyor gözlerin. En son kimi davet etmişsen yakmış
canını besbelli.
Sevsen de sevmesen de besliyor seni işte. Bazen sadece
doymak adına yutkunurduk.
Nefes alıyorum. Hala yerdeyiz.
Bazen daha fazlasını ummamayı öğrenmek gerekiyor.
6
Hikaye
Sinem Sal
Merak ettiğim tek şey var ölmeden önce duyacağım en
son ses kime ait olacak. Ne dediği umurumda bile değil.
Ben hiçbir haliyle geçinemedim kendimin
Birinin sertliği ötekinin kırılganlığını alt etti
Savaş içinde savaş bizimki
Ağzımı açıyorum bileklerimde tuz tadı
İnliyorum inceden
Kulağımda ağlamaklı bir kadın sesi
Kendinden uzak ve titrek
Taze nane ve koni çiçeği kokuyor
Parmak uçlarımda ıslak ve soğuk bir cam kırığı
Biri filmi başa alıyor
Kırmızı , kadife elbise, çıplak boyun
Kırmızı ışık
İnsan sadece kendine hazırlanıyor
Konuk gelmiş yıllar önce görmemişsin
Üstelik akran seninle, görüyorsun
Kırılmış mevsimin birinde
Göğe yükseliyorsun
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
7
Şiir
Eray Devrim Duman
Baharda
aslı’ya
yalnızca
baharda söylesem
içinde sen geçen
pan’dan öğrendiğim
dili bozuk aşk şarkılarını
S
E
R
T
diğer mevsimler de kalsa yalnız
aşkımıza
sussak
sevişmekten
konuşamasak?
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
8
Hikaye
Murat Demirkol
Ben Bir Çocuk Öldürdüm
Adını bilmediğim bir şehirde unuttum…
Ben bir çocuk öldürdüm…
…Ve cesedini bir köşe başında, bir karanlıkta, bir ayazda
unuttum.
Ellerimdeki kanı sildim beyaz bez parçaları ile.
Göklerde dalgalanan bir parça bez ile sildim ellerimdeki
kanı.
Ben bir çocuk öldürdüm ve cesedini bir yerlerde unuttum...
O gece uyudum. Göz kapaklarıma ağırlık oldu öldürdüğüm çocuk. “Uyu” dedi. Ben o gece hiçbir şeye aldırmadan uyudum. Rüyama girdi: “Sen öldürdün beni!” dedi,
uyandım. Kurumuş çatlak ve muhtaç dudaklarıma bir
damla su oldu. “Beni bunun için mi öldürdün?” dedi.
Sadece yutkundum ve uyudum çünkü unutmuştum…
Uyandım, ekmek oldu. “Bu benim rızkım, beni bunun
için mi öldürdün?” dedi.
Sustum…
“Vicdanına bak” dedi.
“Ellerindeki kana, yüreğindeki karanlığa, sevdiğinin
gözlerine bak…”
“Yediğin ekmeğe, içtiğin suya bak…”
…Ve… “Ben bir çocuk öldürdüm” dedim. Vicdanımın en
kuytu köşesine gömdüm. Üzerine; ağlayarak, yürüyerek,
bağırarak, akladığım vicdan kırıntılarını toprak gibi,
çakıl gibi döktüm.
Kulaklarıma bir melodi ilişti, gıda olsun ruhuma.
Ne güzel ses…
Ne güzel melodi…
Tiz bir çığlık oldu o güzel ses.
Öldürdüğüm çocuğun çığlıkları oldu.
“Beni bunun için mi öldürdün?” dedi.
Duymadım, çünkü unutmuştum…
Ben bir çocuk öldürdüm ve vicdanımdaki mezarlığa
gömdüm…
Sokak oldu sonra,
bir yerlerde toplanmış bir kalabalığın arasından beni
işaret etti:
“Bu, beni öldürdü” dedi. “Vicdanınız neredeydi, nereye
gömdünüz beni?..”
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
“Biz senin için toplandık” dedi kalabalık hep bir ağızdan.
“Vicdanımız var” dediler.
Beyaz bez parçalarıyla ellerindeki kanı silmeye çalışıyorlardı…
2
0
0
9
“Neredeydiniz?” dedi. “Tekerlekli atlarınızı beslemek
için mi öldürdünüz beni?” dedi.
Tekrar beni işaret etti: “O öldürdü beni” dedi.
“Siz öldürdünüz beni” dedi.
“Neredeydiniz?” dedi…
Ben bir çocuk öldürdüm; esmerdi, gözleri kocaman…
Yüreği öksüz, yüreği rikkat yoksunu…
Ben aldırmadım, o öldü…
Ben bir çocuk öldürdüm. Adını unuttum, gözlerini,
yüzünü unuttum…
Bir çölde, bir dağ başında ya da bir köy evinde.
Bağdat’ta, Musul’da, Darfur’da, Gazze’de…
9
Şiir
Aslı Koruyucu
Tekrar
uzun zaman oldu;
ellerime değmeyeli zaman
kendimi kaybetmeyeli
düşmeyeli boşluklardan
düşlemeyeli boş zamanlarda kendimi.
bir şarkının sırtına sarılıp uçmayalı derinlere,
açılmayalı derinliklere...
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
uzun zaman oldu;
söz vermeyeli kendim dışındakilere,
yapacaklarım için
yapmış gibi yaptıklarım için.
ve güneş oldu;
düşleyemeyip
suya düşürdüklerim.
parladı ve söndürdü kendini.
bir kez daha su oldu içim
yanamadı bir kez daha.
ısıtmayalı derinlikleri,
solutmayalı tüm çiçekleri;
uzun zaman oldu.
Ş
U
B
A
T
2
0
0
9
10
Şiir
Sinem Sal
Boşalmak, Dolmuş Olmaktır Önceden
bir çocuk gördüm
gözleri, kırık bir kova içinde
su taşıyor
takılıp takılıp döküyor suyu
yanaklarından aşağı
rüzgar eserse kurutur
ellerine lüzum yok
cildi emecektir acısını
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
11
Hikaye
Yağmur Topuz
Dikkat! Kapak Çıkabilir
Bir bardak su.
Kaan Hoca’ya...
Parmak izlerimi görüyorum, ve bilmem kaç kez yıkanmasının verdiği çizikleri yüzeyinde.
Bir yudum içiyorum, sigaram leş kokuyor yine.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Bilmeyi sorgularken bugün, varlığın anasını ağlatmışken bile, tek bildiğim şu gece vakti –şüphe etmeden
ve yadırgamadan- su kabının üzerine düşülmüş not:
‘Dikkat!Kapak çıkabilir...’
Dağıldım.
Ve tek bildiğimin yanı sıra, tek düşündüğüm; belki de
David Hume’ un da aklından geçendi; tecrübeydi o
notu yazdıran. Muhtemelen ilk kullanılışıydı su kabının,
gıcır gıcır. Herhangi bir girinti çıkıntısının olmamasının
yanında, rengi de yoktu. Ve yine muhtemel ki,
susayan bir vücuttu ilk parçalanmasına sebep olan. Bilemiyorum. Çünkü hiç, bu su kabından suyu boşaltmadan
önce bardağa, onu yere düşürüp, başını gövdesinden
ayırmadım, ve hiç yazık etmedim suya, yudumladığımda
bile naziktim, saflığına hayran. Belki tecrübe edinemedim henüz, ama düşünüp var olmaktansa, inanıp var
olmayı tercih ediyorum.
taşıyorum. Bir yandan da, yok olduğumda, ki eğer
olacaksam, her bir parçamdan herhangi bir zerrenin,
bir başka canlı, cansız, hatta belki başka bir galaksinin
dokunulabilen herhangi bir şeyine tüneyecek varlığım.
Dolayısıyla yok olmayacağım.(olmayacak mıyım?!)
Korkuyorum.
Son yudumu içmiyorum.
Çünkü biliyorum ki, bardak her boşaldığında yeniden
doldurulacak, su kabı üzgün, belki de kırgın tekrar yeri
boylayacak. O an, her kim ise bu işe sebep, belki su kabına tekme vuracak. Halıya üzülecek ya da yeri silmeye
üşenecek. Kimsenin aklına ne su kabı, ne su, ne de
üzerine düşülen, tecrübe eşittir bilgi kuramına dair olan
not gelmeyecek.Ve yine biliyorum ki, o su, benim her
bir parçamdan herhangi bir zerrenin olacağı gibi, boşa
gitmeyecek ve orada, burada ya da şurada var olacak.
Bu arada dünkü patates çok tuzluydu,
Güneş yarın yeniden doğacak.
Bir yudum daha.
Bardağın üzerinde bir iki damla dudaklarımdan arta
kalan. Ve sigaramdan mütevellit bir koku. Öyle bir duruyor ki, dibinden yansıyan ışığı şu lanet gıcırtılı antika
masadan bile görebiliyorum.
(Görünenden öte köy yok!)
Dokunabildiğim dışında hiçbir şeyi var saymayan ben,
bilmem ki hangi alemde, bu yansıyan ışığın gerçekliğine
tapıyorum şu an. Dünden kalan ısmarlama yemeğin
çöpleri masada hala, garip kağıtlardan yapılmış ufak
ufak, dikdörtgen tuz paketleri.. İçinde barındırdığı tuz,
dün var idi, bugün ise yok. Hayır, bunun için ne üzülecek, ne de düşüneceğim; artık biliyorum ki, ‘saçımdaki
karbon’da dahi, üzerinde şu an bulunduğuma, gezegen
olduğuna ve küreliğine inandığım sert şeyin, belki
milyon, belki milyar yıl yaşlı amcalarının kendini imhası
veya her ne sebepten ise yok oluşundan kalanları
12
Şiir
Sinem Sal
Serin Mevsimlerin Birinde Ateş Verdim Suya
kiraz ağacının gölgesinde bulacaksın
arayıp aramadığın ne varsa
demlenmiş çaylar kuruyacak yanaklarında
içmeye yeltenemeyeceksin bile
bir tren sesi duyacaksın
etin kapı aralığında kalmış gibi acıyacak
uyanacaksın
S
E
R
T
eski ve sarkık perdeler arkasından baktığında
sokağı yirmi sene öncesinde gördüğünü
hiç anlamayacaksın, kokun korkunu gammazlayacak
suçun kendinedir
yaptığın da ettiğin de
üstelik hiçbir kimse seni senin kadar incitmeyecek
öğreneceksin
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
affetmek tok tutmaya çalışmaktır mideni
aç kalmaya alışmaktır
alışacaksın
M
A
R
T
teninde güzel yaralar saklayacaksın
sene iki bin yirmi yedi olsa gerek
dua yapacağım seni dilimde
dua yapıp yüzüme süreceğim
yaralarının hepsi tenim olacak o vakit
2
0
0
9
su diye seslenme bana
o, başta saf olan kendisinden kaçıp
bir yere karışmak için akıyor ortada
aidiyet dediğin kaybolmaktır
serin sanma bu mevsimi, sakın
üşümeye mecbursun
13
Minimal
Emirhan Demirel
İki Kişilik Masa
duvarın dibindeydi masa
iki kişilik
belliydi
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
sevgililer rahatça el ele tutuşsun diye yapılmıştı
sandalyeyi çekti ve oturdu
hemen yanındaki tabloya gözü takıldı
çerçevesi ne kadar da iç karartcıydı. onca işleme, yontma ve korkunç altın rengi babaannesinin evindeki koltuklara
benziyordu
nefesi daraldı
iç cebinden çekti sigarasını
yaktı
kahvesini söylemeden
pencereden dışarıya baktı
geçenlere
dönüp bakan yoktu içeriye
ona
"afedersiniz. beklediğiniz kimse yoksa sandalyeyi alabilir miyiz?"
düşünmeden cevap verdi. zaten bekliyordu kelimeler çıkmayı
teşekkür edip gitti adam sandalyeyle
hani iki kişilikti masa.
14
Şiir
Eray Devrim Duman
Birikinti
su birikitisindeki,
toprağından ayrılmış ağaçların;
büyük metal zincirler altında ezilmiş dalları:
kurbağaların yeni sahnesi olmuş;
onları kargalarla ve gökyüzüyle buluşturan.
ve şarkılar başlamış;
bulamacın yalancı baharında:
neme gökyüzünde bir kuş gibi alışık,
topraktan ayrı toprak solucanların sevdiği;
bedenlerinde nefes alan melodilerle bezeli.
S
E
R
T
işte bu yüzden;
buralarda artık hiç mi hiç,
ama hiç!
akşam
olmayacak-mış
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
15
Hikaye
Nazlı Karabıyıkoğlu
Gramofon
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Arabanın havalandırması çalışmıyordu. Direksiyona
sert bir yumruk savurarak iki ön camı da açtı ve içeriye
dolmasını beklediği taze hava yerine egzoz dumanını
soluyunca kafasını direksiyona hızlıca vurdu. Önünde
bekleyen kamyonete baktı. Plakasının tam üzerinde
‘yolların fatihi’ yazan levhayı görünce ister istemez
gülümsedi. ‘Ne fatih ama!’ diye düşündü; ‘En ufak bir
çarpmada parçalara ayrılır bu kamyonet.’ Önündeki
sırada bir hareketlenme olmuştu, hemen vites değiştirip
hafifçe gaza bastı. On adım bilemedin on beş adım daha
yol kat etmişti işte!
Camlardan birini kapatarak bir sigara yaktı, sigaradan
derin bir nefes çekerek radyoyu açtı. Sabun köpüğü pop
şarkılarını geçerek gerçek bir müzik dinlemek istedi.
Baştan sona tüm kanalları teker teker aradıysa da kulaklarına layık bir şey bulamadı ve en sonunda bir haber
kanalında karar kıldı. Saatine baktı. ‘Saat tam yedi’ dedi
içinden ve radyodan yükselen ses de bunu doğruladı.
“Saat yedi. Şimdi haberler.”
Ülkenin gündemini günlerdir meşgul eden birkaç
siyaset haberinden sonra hava durumunu bildiren ses,
gece bir fırtına çıkacağını ve yurt genelinde sıcaklıkların
düşeceğini söyledi.
“Ve şimdi İstanbul trafiğinin durumunu öğrenmek
üzere Haydar Yolgösteren’e bağlanıyoruz.”
Radyonun sesini açarak iki sesin birbirine ‘iyi akşamlar’
demesini bekledi. Sonra Yolgösteren’in tok sesi felaket
haberini verdi:
“Boğaz köprüsü yoğunluğunu hala korumakta. Köprü
çıkışında devrilen tankerin kaldırılma çalışmaları halen
sürüyor. Avrupa yakası bağlantı yolları yoğun. Anadolu
yakası bağlantı yolları ise...”
‘Kahretsin!’ diyerek emniyet kemerini çözdü. Sağ
tarafından Boğaz’ın muazzam güzelliğine baktı. Bir süre
ışıklara boğulmuş kıyı şeridini seyretti. Her gördüğünde
onu büyüleyen boğaz manzarası, köprü üzerinde trafikte
sıkışıp kalmışken ona hiçbir şey ifade etmiyordu. Yanındaki arabanın şoförüyle göz göze gelince hemen başını
çevirdi.
Zor bir gün geçirmişti. Stajyerin dikkatsizliği yüzünden
karışan raporları yeniden düzenlemiş, bir sonraki gün
cumartesi olduğu için, askıda olan işleri bitirmek için
öğle yemeğine bile çıkmamıştı. Bütün bunlar yetmezmiş
gibi, bir de müdürüyle tartışmış, bütün gün sirke satan
suratını çekmek zorunda kalmıştı. Üstelik yeni aldığı
rugan ayakkabılar ayağını sıkıyordu.
İleride bir hareketlenme olmuştu. Elini vitese atarak
hazırlandı. Bu sefer otuz adım kadar ilerleyebilmeyi
başarmıştı.
Sol tarafındaki arabanın şoförünün, sıkışmış trafiği
fırsat bilip arabaların arasında dolaşarak su, bisküvi,
çiçek, şarj aleti satan kimselerden, bir demet kırmızı
gül aldığını gördü. Gülümsedi. ‘Demek bu trafikte bile
evde bekleyen sevgiliyi düşünen insanlar mevcut’ diye
düşündü. Tayfun ona son iki senedir bir demet papatya
bile almamıştı .Oysa evlenmeden önce ve evliliklerin ilk
senesinde haftada birkaç defa, eve elinde değişik türde
çiçeklerle gelir, bu sayede salondaki orta sehpasının
üstündeki Kütahya porseleni vazo hiç boş kalmazdı.
Tayfun’u düşündü. Ona aşık olmasının tetikleyicisi
mavi gözlerindeki derin anlamı... Yirmi altı yıl boyunca
böylesine derin bakabilen birini tanımamıştı. Gözleri
Tayfun’unkilerle karşılaştığında öylesine şaşırmış ve
etkilenmişti ki, sonraları salondaki kanepede otururken
ve siyah beyaz bir film başlamak üzereyken, ‘Gözlerimiz
çarpıştı ve çıkan kıvılcım saçlarımı tutuşturabilirdi.’
diyecekti Tayfun’a ve Tayfun da başıyla onaylayacaktı.
Sonra, televizyonun sesini açarak filme dalacaktı.
Üç senedir evliydiler ve son iki yıldır Tayfun’un gözlerinden kara bulutlar geçer olmuştu. Gözlerinin değil
derinliğinde kaybolmak, gözbebeklerine bile ulaşamadığını hissediyordu bazen. Sorgulamaya kalktığında saçmalama diyordu Tayfun, ne alakası var, gözlerim eskisi
gibi işte. Uzun zamandır sorgulamayı bırakmıştı zaten.
Tayfun’daki bu umursamazlığı ve boşvermişliği, yıllardır
çalıştığı şirketten çıkarılmasına bağlıyordu. Çalıştığı firmanın küresel bir krizden etkilenerek kar marjında yaşadığı düşüş yüzünden çalışanlarının işine son vermesiyle,
senelerini verdiği firmaya veda etmek zorunda kalmıştı
Tayfun. Önceleri bu duruma alışamamış, daha sonra
eski arkadaşlarını arayarak onlarla gezip tozmaya, evde
buluşmalar düzenlemeye başlamıştı. Kısacası, kendini
oyalamak için öğrencilik günlerine dönmeyi seçmişti ve
bir süre sonra sanki kovulduğuna memnun olmuş gibi
görünüyordu. Tıpkı üniversite günlerindeki gibi dağınıktı; salona filmleri, gazeteleri, kitapları saçıyor, lavaboya kirli tabak ve bardakları yığıyor ,yatağın çarşaflarını
tortop yapıp bırakıyordu. Evde kalmadığı zamanlarda o
kafe senin bu kafe benim gezip duruyordu.
16
Hikaye
Nazlı Karabıyıkoğlu
Radyoda çalan melodiyle irkildi birden. Bu Tayfun ona
evlenme teklif ederken çalan şarkıydı. Radyonun sesini
sonuna kadar açtı ve gözleri kilometre sayacına sabitlenmiş şekilde huşu içinde şarkıyı dinledi.
ve bir şişe kırmızı şarap.”
Şarkı bitince, yan koltuktaki çantasına uzanarak cep
telefonunu çıkardı ve Tayfun’u aradı. Tayfun telefonu
altıncı çalışından sonra açtı.
“Unutur muyum hiç?” diye göz kırptı Melis. “Haydi,
soğutmadan yiyelim.”
“Ne yapıyorsun hayatım? Evde misin?”
“Evet evdeyim. Sen nerdesin? Çıkmadın mı işten?”
“Çoktan çıktım. Bir saattir köprüdeyim. Kaza olmuş,
tanker mi ne devrilmiş. Yolu açmaya çalışıyorlarmış. Trafik kilit. Bekliyorum.”
Tayfun o gece için birkaç arkadaş davet ettiğini ve
birlikte yemek yiyip film izleyeceklerini söyledi. Çabuk
gelmesini yoksa ona yemek kalmayacağını ekledi gülerek. Telefonu kapadılar.
Kaplumbağa yavaşlığıyla ilerleyen konvoyu takiben
birkaç metre daha ilerledi. Tekrar camı açtı. Az ilerde su
satan kavruk yüzlü çocuğa seslenip bir şişe su aldı ve bir
dikişte tüm şişeyi bitirdi. ‘Amma susamışım’ dedi kendi
kendine. Bakışlarını önündeki kamyonetin stop lambalarına dikerek beklemeye devam etti.
******
Kapı zili , kapıda bekleyenin sabırsızlığını anlatırcasına
art arda çalıyordu. Yatak odasında üzerini değiştiren
Tayfun, aceleyle kapıya seğirtti. İçinden ‘Öldün mü
be geliyoruz işte!’ diyerek kapıyı açtı. Melis bir elinde
karton bir kutu diğer elinde şarap şişesi kapıda sırıtarak
Tayfun’a bakıyordu. Kapıyı ardına dek açarak içeri davet
etti Melis’i. Erken geldiğini, o yüzden evi toparlayamadığını söyleyerek özür diledi kadından. Omuzlarını
silkerek, önemli değil diyen Melis kendi evindeymişçesine elindekileri mutfağa bırakıp, paltosunu çıkardı ve köşedeki berjer koltuğun üzerine gelişigüzel attı. Salondaki
geniş kanepeye oturarak, Leyla hala gelmedi mi diye
sordu. Leyla’nın trafikte takıldığını söyleyen Tayfun’a
bir memnuniyet gülümsemesi gönderdi.
“Zahmet etmişsin, neler aldın böyle?” diye sordu Tayfun.
“Bir şey değil canım,” diyerek masanın üzerindeki sigara
paketine uzandı Melis. “Senin sevdiğin sebzeli börekler
“Unutmadın demek o böreklerden sevdiğimi,” diyen
Tayfun’un midesi daha çok guruldamaya başlamıştı.
Sıcak börekleri mideye indiren Tayfun havadan sudan
bir sohbetle Melis’ten sonra gelecek arkadaşların zili
çalmasını bekliyordu.
“Hay Allah, bütün börekleri bitirdim. Diğerlerine kalmadı,” dedi Tayfun.
“Diğerleri gelmeyeceği için bir sorun yok bence,” diyen
Melis’e soru soran gözlerle baktı Tayfun.
Muzipçe gülümseyen Melis, diğerlerini arayıp bugünkü
buluşmanın iptal olduğunu söylediğini ve günlerden
cuma olduğu için Leyla’nın da eve geç ulaşabileceğini
tahmin ettiğini anlattı. Tayfun’la biraz baş başa kalmak
istemişti, hepsi buydu. Melis’in bu davranışına şaşıran
Tayfun ne yapacağını bilemez hale gelmişti.Bugün daha
farklı bakıyordu sanki Melis, sesinin tonu değişmiş
gibiydi, buğu katmaya mı çalışıyordu sesine? Oturuşu,
yürüyüşü... Sanki Tayfun’u şaşırtmaya programlamıştı
kendini.
“Konuşmak istediğin bir şey varsa böyle yapmana gerek
yoktu. Herkes buradayken de konuşabilirdik,” dedi
Tayfun azarlarcasına.
“Hayır!” diye karşı çıktı Melis. “Konuşamazdık, çünkü
konuşmamız için etrafta kimsenin olmaması gerekiyordu.”
Derinden bir nefes alan Tayfun:
“Pekala,dinliyorum,” dedi.
Melis hiç acelesi yokmuşçasına yavaştan bir sigara yaktı.
Dolu küllükleri mutfağa gidip çöpe döktü. Küllüğü sehpaya bırakarak, Tayfun’un yanına oturdu. Burnundan
dumanlar çıkarken üç yıldan beri ona aşık olduğunu,
Tayfun’un bunu hiçbir zaman anlamadığını ve senelerdir
bunu içinde tuttuğunu fakat artık bununla yaşayamayacağını anlattı. Aniden Tayfun’a açılma kararı almıştı ve
şimdi rahatlamıştı işte. Artık gidebilirdi.
17
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Hikaye
Nazlı Karabıyıkoğlu
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Karşısındaki kadını inceledi Tayfun. Leyla’nın kısacık
sarı saçlarına karşılık Melis’in beline dek uzanan mavi
ışıltılar yayan siyah saçları vardı. Gözlerini Melis’in
yüzünde gezdirdi. Sık kirpikleri gözlerinden fışkıran
ışıltıyı engelleyemiyor, kalın dudakları az önce telaffuz
ettiği sözcüklerden memnun gülümsüyordu. Gece mavisi uzun elbisesi çok yakışmıştı doğrusu kadına ve belli
belirsiz bir zambak kokusu geliyordu boynundan. Hem
kadın hem de çocuk diye düşündü. Hangisi olduğuna
bir türlü karar veremedi.
Sigarasını tablaya bastırıp söndüren Melis ayağa kalktı
ve koltuğa attığı paltosunu alıp giydi.
“Böyle yaptığım için kusuruma bakma. Ama bunları
söyleyebilmem için Leyla da diğerleri de evde olmamalıydı. Sadece bu. Bir daha görüşmek istemezsen anlarım.
Fakat söylemeseydim katlanamayacaktım bu aşka. Şimdi
en azından yükümü biraz da seninle paylaştım,” dedi ve
kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, çıktı ve ardından yavaşça
çekerek kapattı.
Tayfun, gömüldüğü koltukta kalakalmıştı. Birden yerinden fırladı. Kapıyı açıp ‘Melis!’ diye seslendi ama apartmanın kapısı, kapanma sesiyle yanıt verdi Melis yerine.
Bir keçi çevikliğiyle merdivenleri inerek apartmanın ağır
demir kapısını açtı. Melis karşı kaldırıma geçmiş, hızlı
adımlara yürüyordu.
“Melis!” diye bağırdı.
Adını duyan kadın, başını çevirdi. Adımlarını ters
istikamete çevirerek Tayfun’un yanına yürüdü. Bir eliyle
apartman kapısını tutan Tayfun, Melis’in elini tutarak
onu içeri çekti. Ağır demir kapı yeniden gürültüyle
kapandı.
*****
Köprü nihayet açılmıştı. Yorgun kadın gaza bastı ve
kenara çekilen devrilmiş tankerin yanından geçerken
okkalı bir küfür savurdu.
Küçüklüğünden beri İstanbul’a aşıktı. Adeta tapardı bu
şehre. İşi sebebiyle sıklıkla yurt dışına çıkardı. Madrid,
Paris, Berlin, Roma, Amsterdam... Hepsi başka başka
etkilemişti onu fakat İstanbul’un büyüsünü bulamamıştı
hiçbirinde. Şimdiyse, artık şehrini tanıyamıyordu. Daha
bir huysuzlaşmış mıydı İstanbul, hırçınlaşmış mıydı?
Hoşgörüsünü yitirip bencilleşmiş miydi?
İçini çekerek vites değiştirdi. Bir an önce eve gitmek
istiyordu. Eve gidip bir şeyler yemek ve Tayfun’u salonda
arkadaşlarıyla bırakıp odasına çekilmek... Yorgun vücudu yumuşak yatağının hayaliyle daha bir acıyordu sanki,
bacakları sızlıyor, başı çatlarcasına ağrıyordu.
Semtinin sapağını gösteren levhaya bakarak direksiyonu kırdı. ‘Harikaşehir!’. Ne harika ama diye söylendi,
İstanbul’un ücra bir köşesinde, şehir merkezine trafik
yoğunsa iki saat uzaklıkta harika bir şehir! Bu semtin
ismi değişmeli diye düşündü, mesela ‘İzoleşehir’ gayet
uygun olabilirdi veyahut ‘Terki diyar’. İstanbul’un merkezi semtlerinden buraya ulaşmanın güçlüğü düşünülürse bu gerçekten uygun bir isim olabilirdi.
Sapaktan dönmesiyle beraber, köprüdekine benzeyen bir
konvoyla karşılaşması bir oldu. Yumuşak yatak bir süre
daha sadece bir hayal olarak kalmaya devam edecekti
anlaşılan. Vitesi küçülttü, emniyet kemerini yeniden
çözdü, camı açtı ve bir sigara yaktı.
*****
Melis’in Leyla’nın yastığında bıraktığı saç tellerini tek
tek topladı, kalktı, pencereyi açtı ve saç tellerinin rüzgarla savruluşunu izledi. Altına bir eşofman geçirip mutfağa
yöneldi. Bir süre tirbuşonu aradı. Şarap şişesini alarak
salona seğirtti. Gramofona Leyla’ya evlenme teklif ederken çalan şarkının plağını koydu. Tam Leyla’ya evlenme
teklif edecekken bu şarkının çalmasını istemişti ve
kafe çalışanlarından rica ederek şarkıyı gizli bir işaretle
çaldırmıştı. Leyla’ya bu gizini hiç söylememişti çünkü
bu şarkının tesadüfen çaldığını düşünmesini istiyordu.
Şarkıyı yirmi kez art arda dinledi ve plak yirmi birinci
kez çalmaya başlayacakken baktı ki şarap şişesi boşalmış.
*****
Saatine baktı. Köprüden bu yana tam bir buçuk saat
geçmişti. Şimdi uzaktan evini görebiliyor ama evine
gidemiyordu. Bir an içinden arabayı burada, böylece
bırakarak koşmak geçti. Kapıyı yavaşça açmak, bu lanet
olası topuklu ayakkabıları çıkarmak ve serin asfalt üzerinde koşmak... Sinirleri iyice bozulmuştu. Milim milim
ilerliyordu arabalar. Önündeki otomobillerden sarkmış
ellerde tüten sigaralar görüyordu. Bu konvoyun bir
parçası olan her şoför fazlasıyla gerilmişti, bunu anlamak için sağına ya da soluna bakıp, sürücü koltuğundaki
yüzleri incelemesi yetiyordu. Açlığı başına vurmuştu
artık. Parmaklarıyla saçlarını taradı. ‘Sabret Leyla’ dedi
kendine. Az kaldı. Sabret.
18
Hikaye
Nazlı Karabıyıkoğlu
*****
Dizginleyemediği bir dürtüyle Leyla’ya sarılmak istiyordu. Şarap şişesini büyük koltuğun altına yuvarladıktan
sonra içki dolabındaki yarım şişe viskiyi de devirmişti.
Yatak odasına gitti. Giysi dolabını açarak Leyla’nın
kıyafetlerini kucaklayıp yatağın üzerine serdi. Hepsini
eline alıyor, tek tek koklayıp, başının üzerinden odanın
dört bir köşesine atıyordu. Kıyafetler bitince, tuvalet
masasına oturdu. Leyla’nın mücevher kutularını döktü.
Kolyelerini kopardı, parfüm şişeleri yere fırlattı, makyaj
malzemelerini halıya döktü. Tekrar içki dolabının başına
giderek rom şişesini kavradı.
*****
Sürekli ‘dur kalk’ halinde araba kullanmaktan midesi
bulanıyordu. Dikiz aynasından kendine baktı. Göz altları morarmıştı ve yüzünden bezginliği rahatlıkla okunabiliyordu. Çirkinleşiyorum diye düşündü, bu şehir artık
beni çirkinleştiriyor. Dakikalar geçiyor, yalnızca birkaç
adım ilerleyebiliyordu. Bu yolda kaza yoktu, trafiğin
durgunluğu salt araç yoğunluğundan ibaretti. Parmaklarıyla direksiyonun üzerinde sinirli bir tempo tutturdu.
Öndeki arabanın arka camına yapıştırılmış, ‘Dikkat
bebek var!’ yapıştırmasına dalıp gitmişti ki cep telefonunun sesiyle irkildi. Arayan Tayfun’du. Nerde kaldığımı
merak etti herhalde, diye düşünerek açtı telefonu.
“Leyla!”
“Canım, Harikaşehir sapağındaki trafiğe takıldım şimdi
de. Gıdım gıdım ilerliyorum.”
“Leyla, seni seviyorum.”
“Dur bir dakika! Ağlıyor musun sen? İçtin mi?”
“Ley....”
Telefonun şarjı bitmişti.
*****
Aniden kapanan telefondan sonra, rom şişesinde kalan
son yudumlarla evde bulabildiği tüm ilaçları yuttu.
Gramofon hala o şarkıyla dönmeye devam ediyordu.
Kusmak istiyordu halbuki, börekler alkolle birleşince midesine dokunmuştu. Fakat ilaçları da çıkarmış
olmamak için kendini dizginliyor, midesini zapt etmeye
çalışıyordu. İyiden iyiye dönüyordu başı şimdi.
Kendini salondaki koltuğa bıraktı. Bırakmadan tam
önce koltuğun hizasında duvarda asılı aynaya takıldı bir
an için gözleri. Leyla’nın gözleriyle ilgili söyledikleri geldi aklına. Nasıl da gülümsemişti gözlerine takıldığı ilk
anı anlatırken. Yine burada, bu koltukta... Gözlerinden
çıkan kıvılcımlarla saçlarım tutuşacak sandım mı demişti? Öyle bir şey işte. Oysa şimdi, gözleri artık Tayfun’a
ait değildi. Bunlar benim gözlerim olamaz dedi kendine.
Koltuk düşündüğünden de yumuşaktı, onu içine çekti
adeta, sardı sarmaladı.
*****
Bir terslik vardı. Mutlaka bir şey olmuştu. Az önce
ağrıyla uyuşmuş beyni şimdi son sürat çalışıyordu
.Arkadaşlar gelecek demişti Tayfun halbuki. Ne olmuştu, çoktan gelmeleri gerekirdi. Neden gelmemişlerdi?
Tayfun hiç şüphesiz içki içmişti, konuşmasından anlaşılıyordu. Kolay kolay sarhoş olmazdı ama sesi bir ayyaşın
sesi gibi çıkmıştı. Kelimeleri yuvarlayarak konuşmuştu.
Sağ tarafa bakınca, oturdukları apartmanı görebiliyordu ama az ilerden dönüp de gidemiyordu işte! Birbiri
ardına sıralıyordu küfürleri. Duramıyordu yerinde. Stop
lambaları yanıp yanıp sönüyor, arabalar birkaç adımlık
mesafe gidip aniden duruyor, yeniden sigaralar yakılıyor
ve kollar araba camlarından sarkıyordu.
Arabanın kapısını açıp dışarı çıktı. Önünde uzanan
araba denizine baktı. Boğazını yırtarcasına:
“Yürüyün artık be! Yürüyün, yalvarırım!” diye bağırdı.
Çevresini sarmalayan şoförler şaşkınlıkla ona bakakaldılar. Muhtemelen ‘İşte! Trafik yüzünden biri nihayet
delirdi!’ diye düşündüler.
Tekrar arabanın içine geçti. Arabayı burada bırakıp
koşsam diye düşünüyordu, daha çabuk varır mıyım
acaba? İçi içini yiyordu. Tayfun’u sabah bir kere öpmüş,
sen kalkma ben çıkıyorum, uyumaya devam et diyerek
sıcacık yatağında bırakmıştı. Huzurluydu Tayfun’un
yüzü. Bir derdi olduğundan hiç bahsetmemişti .Öyleyse
neydi bu şimdi?
Tanrım, dedi yüksek sesle, lütfen bir an önce eve ulaşmama izin ver!
*****
Ne demişti doktor? Biraz daha erken getirseydiniz mi
kurtulacaktı demişti? İlaçları bu kadar fazla alkolle
karıştırmasaydı zehirlenme daha geç olabilirdi mi
19
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Hikaye
Nazlı Karabıyıkoğlu
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
demişti yoksa? Leyla ne yapmıştı peki bu sözler üzerine?
Doktorun önünde aptal aptal sırıtmıştı, bir iki adım geri
gitmiş ve ellerini iki yana açarak:
“Melis, sana çok ihtiyacım var. Hemen gelebilir misin?”
“Ah! Doktor Bey ,trafik vardı,” demişti. “Köprüde tanker devrilmişti, bir buçuk saat onu bekledim, sonra yol
açıldı, ama Harikaşehir sapağında trafik vardı bu kez.
Biliyorsunuz artık herkes uydu kentlerde yaşamak istiyor
,haliyle bizim oranında araç yoğunluğu...”
“Melis, çabuk gel. İhtiyacım var sana işte.”
Doktorun gözlerinde endişe kabarcıkları belirmişti.
“Leyla Hanım, sizi istirahate alalım. Buyurun şöyle
geçelim.”
“Yok doktor bey ,trafik vardı. Trafik çok yoğundu.”
“Tamam Leyla Hanım, atlatacaksınız. Sizin hatanız
değil.”
“Trafik anlamsız bir biçimde tıkalıydı doktor. Elim hep
vitesteydi.”
“Hemşire Hanım!”
M
A
R
T
“Trafik ilerlemedi. Çok yoğundu doktor. Şarjım da
bitti.”
2
0
0
9
“Trafik doktor... Trafik...”
“N’oldu abla? Kötü bir şey mi var?”
“Yarım saate ordayım abla. Trafik yoktur bu saatte”
*****
Küllükteki izmaritlerden birini aldı. Geçen ay iş seyahatine Madrid’e gitmiş ve bu içimi harika olan sigaralardan
iki karton almıştı. Birini kendine saklamış birini küçük
kardeşi Melis’e vermişti. Kendininkileri bir aya kalmadan tüketmişti.
Aniden dün geceden beri durmaksızın çalan plağın sesini ilk kez duydu. Canhıraş eve dalıp Tayfun’u bulduğu
andan beri çalıyordu aslında plak. Sabah eve girdiğinde de çalıyordu ve şimdi fark ediyordu. Bu şarkı... Bu
sigaralar... Melis’ten bir paket isteyim diye aklının bir
köşesine koyduğunu hatırladı.
Gramofonun iğnesi titredi, ortalığı bir cızırtı kapladı.
İğne aniden kırıldı. Şarkı bitti.
“Hemşire Hanım, bayanı beş yüz on ikiye çıkarın.”
*****
Sabahın sekizi... Cumartesi... Önceki günün puslu havasına nispet İstanbul güneşten şalını atmış omzuna. Leyla
anahtarı çevirip içeri giriyor. Yatak odasına geçiyor.
Kıyafetleri dört bir yana saçılmış ,kolyelerinden kopan
boncuklar yerlere yuvarlanmış ,rujları ezilerek halıya
yapışmış… Kırılan parfüm şişelerinden yayılan kokular
başını döndürüyor. Salona yürüyor. Çantasından cep telefonunu çıkarıp şarja takıyor. Orta sehpanın üzerindeki
küllüğe takılıyor gözleri. Tayfun’un sigarasından başka
bir sigaranın iki adet izmariti var küllükte. İzmaritin
üzerinde ise vişne çürüğü rujun izleri.
Telefonunu açıyor. Karşı taraf ikinci çalışta cevap veriyor
aramaya.
“Günaydın abla .Hayırdır sabah sabah?”
20
Hikaye
Çiğdem Aldatmaz
Suya Bakmak
Bir su kıyısında oturuyorum:
Sesinin yırtılan kadifesinden hatırladığım bir tını yine
duyuluyor. Balıkçılar yorgun sandalları kıyıya çekiyor.
Nerde bir dalga salınımı hızlansa içim acıyor. Bazılarının alarga vakti çoktan geçmiş. Kim bilir kaç yitik gün
daha böyle sessiz sedasız kıyıyı bekleyecekler. Sandallar
da yaşlanır. Onların da el yordamıyla biçilmiş muhtemel
bir ömürleri var. Balıkçılar bunu biliyor. Yorgun akşam
seferlerinden her dönüşlerinde bir kez daha hatırlayıp
bağ koparıyorlar mavinin yanan yüzüyle. Deniz mi onları bırakacak, yoksa onlar mı denizi? Her gün bu bitimsiz
pazarlığın içinde sıyrılıp rakı kadehlerinde cevaplar
buluyorlar.
“Her şeyin bir ömrü var” diyor yorgun elleriyle kent
atlasları çizen adam. Bakıp bakıp unuttuğu gözlerime
cevaplar bırakıp ipek yolları örüyor sır tutan hayatıma.
Bir su kıyısından dünyaya bakıyor hayata ağlar ören
gözlerim.
Mezopatamya’da bir çocuk eski medeniyetlerin hikayelerini dinleyerek zihninde bir türlü yerleşmeyen imgelerle
savaşıyor. Sen o çocuğun gözlerinde bir yer ediniyorsun
kendine. Gittiğin sınır şehirlerinde bombalar patlatırken
insanın karmaşıklaşan yanı, bir mayın tarlasının önünde
çektirdiğin bir fotoğrafı yolluyorsun yılların ardından.
Mezopatmayalı çocuk sana bakıp şaşırıyor. “Aklı da
kendisi gibi kayıp bir yabancının tanrının unuttuğu bu
topraklarda ne işi var?” diye düşünüyor. Hikayelerin
insanları getirebildiği yerlere şaşıyoruz.
Bir su kıyısından parçalara ayrılmış kalbini izliyorum.
Yaralarımı tuzlu suya batırıp iyileştirmeyi umuyorum.
İyileşmeyen yaralar kendi mevsimini yaratıyor her
seferinde. Her seferinde biraz daha silinmiş oluyor ufuk
çizgisi. Elimdeki tüy kalemle üzerine rötuşlar atıyorum.
Çizgi yerinden biraz daha kayıyor. Hayatlarımız gibi
sürekli oynuyor yerinden. Kalemimin ucu dünyayı kanatıyor. Biraz daha mı koyulaştırmalı? Bir şilebin geçişi
beni durduruyor. Yaralarımız böyle de kapanmayacak,
bunu biliyorum.
S
E
R
T
ve kahve içiyor. Prag’ın arka sokakları aşk ve ter kokusu
üflüyor üzerimize. “Kafesin biri bir kuş aramaya gitti.”
diyor Kafka. Saatlerce hayal kurup uğruna kavgaya
tutuştuğumuz kartpostal, özgürken yaşamayı unuttuğumuz hayatı alıp sessizce sulara gömüyor. Şimdi başka
kentlerde gün sayarken biz, kartpostal kıyıdan bir hayli
uzaklaşıyor. Tutsaklığımız, yaşayalım diye bir kenarda
beklettiğimiz güzel günlerimizin üzerini bir kum fırtınasıyla örtüyor. Çöl kumlarının arasında zar zor açabildiğin gözlerinin kıyısında kaçak bir yakamoz saklıyorsun.
Bu deniz tüm sırlarımızı biliyor gibi. Birazdan kimse
okumasın diye üzerimizi örtecek.
Bir su kıyısında akşamı bekliyorum.
Deniz kabarsa, taşsa diyorum. Aç bir ejderha gibi kötü
masalların içinden çıkıp gelse ve hepimizi yutmaya kalksa. Bu kirli kalabalık, bu anılar mezarlığı, kalbimizin bir
kıyısında ahmak bir telaşla beklediğimiz alarga vakitleri,
saatler, bombalar, inkarımız, itikadımız, ihtirasımız,
bizi bizden eden ne varsa o ejderhanın mide kazıntısına
kurban giden atıştırmalık bir öğünde harcansa. Sular
kaplasa kentleri.
Bir su kıyısındayım.
Yüzyıllar sonra yapılan kazılarda inancın kırık fosillerini
bulsa insanlar. Bir aşkın çığ gibi büyüdüğü, kalplerin
çığ gibi büyüdüğü, açlığın, sahiplenme duygusunun ve
öylesine söylenmiş yalanların çığ gibi büyüdüğü bu zaman dilimine hayretle baksalar. Balıkların ve balıkçıların
hikayeleri, çağının en büyük tanıkları sayılarak yeniden
yazılsa…
Uğruna saatlerce kavga ettiğimiz eski bir kartpostal kıyıya vuruyor. Eski bir Prag kahvesinde Kafka ucuz tütün
Senin hayatı kurak bir toprağın suyu içine çekmesi gibi
yaşayan yüzünden bir parça kalsa yarına, ne olur?
21
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Hikaye
Çiğdem Aldatmaz
Bir su kıyısı düşü işte…
Suya içimden bakıyorum:
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
Artık yitik öykülerini elinden tutup kaldıramadığım bir
ana doğru gidiyorum. Gece kulağıma geleceğini fısıldıyor. Hiç çağırmasam da beni yalnız bırakmayan bir tek o
var. Yine oturup hiçliğin hücrelerine ayrılacağız birlikte.
Gün doğacak diye düşünüp, onun bir pamuk ipliğine
yazıldığını bir kez daha anlayacağız. Birazdan bu su
kıyısından ayrılacağım. Balıkçılar da ayrılacak, sen de
ayrılacaksın. Acemi bir kürek mahkumu gibi hayat yine
omuzlarımıza ağır gelecek. Bir an önce bitsin diye dua
edeceğiz önümüzde bilmem kaç deniz mili uzaklığında
serilmiş oyunlarımız için. Mesafeler diline dolar insanı.
O kadar aldanmışızdır ki, sonunda elimizde hep daha
fazlasının olduğunu sanan ahmaklardan oluruz
“Denizi bir testiye doldursan ne alır? Bir günün kısmetini” diye yüzyıllar ötesinden kulağımıza fısıldar Mevlana.
Biz bunu duyduğumuzda, birçok şey için geç kalmışızdır
Suyu bırakıyorum:
Kimsenin bakmadığı bir tarafında bir kıyının, gözlerin beliriyor ve yıllar önce kalbimden kurşun akıtan
sözlerimi çıkarıyorum sakladığım yerden. Senden değil,
sulardan alacaklıyım artık.
2
0
0
9
22
Hikaye
Zeynep Eşk-i Bahar
Ses İle Sis Sevişirken Kısa Bir Es
(Doğu'dan öncesi...)
Bir kentin en serinini solurken teni damarlarına; bir
istasyonda uyandı ılık bir aşka. Sabah olmamıştı henüz.
Bütün gece anasonla yıkamıştı avuçlarını, gözlerini ve
zihnini, sabahın seherinde göğün buz tutan rengine inat
soğuk bir suya teslim etmişti kendisini. Hemen ardından uzun siyah saçlarını kurutmadan apar topar örmüş,
siyah kadife pantolon üzerine gözlerinin kızılını harelere
bürüyen haki balıkçı kazağını bürünmüş, botlarının
ipini bile bağlamadan çıkmıştı evden. Taksi durağından
istasyona nasıl gittiğini, bu gidişte ne hissettiğini ne o an
ne de sonrasında hiç bilmeyecekti. Alkol kırbaçlıyordu
hala içinde bir çıplağı.
Bineceği trenin kalkışına hala uzak zamanlar vardı.
Otobüs terminallerini, istasyonları, bekleme ve gitme
anlarını, araçlarını hiç bilmemiş, hep unutmuş gibi
davranmaya çabalamıştı, hiç sevememişti Zeynep. Ağıt
gibi suskunluğuyla uğurlardı gidenleri. Gidenden geriye
hiçbir şey kalmayacağını öğrendiği günden beri...
Kendi taşınırken yollara gözyaşlarını bırakırdı geride kalan acı yüklü katranlara. Gittiği vakit unuturdu
geride kalan hüznü. Yeni bir sevdaya teyellerdi ömrünü.
Özlemler biriktirirdi heybesinde. Büyülü sevdalarında
bulamadıysa acının kokusunu. Dönüp başını uzatırdı
heybede ki hasrete. Acılarından beslenirdi. Sözcüklerin;
acılarından öykülerle pekiştirildiğinde değer bulduğunu
düşünür ve 'ajitasyon yapma' diyenlere...'Acıyla beslenmesem, suya gereksinim duymayacağım. İyiye ulaşmaya
çabalıyorum' diyerek savunurdu anlamsızlığını.
Heyecanla değil hırsla, öfkeyle; evden çıkarken yanına
almayı unutmadığı tek şeye, kitabına sarıldı. Belli ki bir
dönemecin ardından kitabın noktası konulacaktı. Bu
yüzden ağır ağır sinerek, sindirerek devam edecekti. Bitirdiği an hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sanmasından
belki de korkarak adımlayacaktı satır aralarını. Kaldığı
sayfayı bulmak için bilerek epey oyalandı. Okuduğu yerlere tekrar tekrar göz attı. Altını çizdiği ne varsa birleştirip defalarca yüksek sesle okudu. Çocukluğundan kalma
gizli bir alışkanlığı vardı. Yakaladığı sözcükleri yamalar
uyduruk bir melodiyle fısıldardı bir ilahiyi hisseder
gibi. Kitapla bu eski oyununu oynadı. Sonra dizlerine
bakarak düşünmeye başladı. Gitmelerini, gidenlerini.
Dizlerine hastalıklı bir sevgiyle bakardı. Düşünürken
farkında olmadan kilitlenirdi gözleri diz kapaklarına.
Acıyla yoğrulduğu vakitlere denk düşerdi gözleriyle
dizlerinin buluşması bir tek.
Sahte bir acıyla kavruluyordu beyninde binlerce hücre.
Yüreğine rozet gibi iliştirdiği gülümsemeyi kendisine
bile göstermezdi çoğu vakit.
“Tuhaf ” sözcüğü en çok onun adına bütünleme olurdu.
Tarifsizdi. Göğü ağartan renkler sadece gözlerinde mevcuttu. Siyahtan daha siyah hareler çiziyordu garip bir
şekilde toprak rengi gözbebekleri ve onları çevreleyen
beyaz yeryüzünü aydınlatmaya yetiyordu sanki.
Bunun kimse farkında da değildi. Ne güzel, ne de çirkin,
ne önemli ne de önemsiz, silik, yitik bir kimlikti kalabalıklar içinde.
Çoğu kimse tanıştıktan hemen sonra unutmak üzere
kenara, köşeye ayırırdı onu. Unutmasalar dahi çirkin bir
iz olarak yer ederdi aklın en anlamsız dehlizlerinde. Sohbetlerde adı geçse alaycı gülümsemelerle anılırdı. Tuhaf
bir şekilde hakkında konuşmaktan kaçınılırdı. Can
sıkardı mevzusu… Kimse bunun neden böyle olduğunu
düşünmez ama üzerini örterlerdi susmalarla. Sahte olduğunu yalnızca tahmin etmekle yetinirdi çevresindekiler.
Bunu belki bilirlerdi de… Ancak kolay kolay yüzüne
söylenmezdi bu. Yüzüne söylenmeye kalksa insanın iç
derisini yırtıp alan gözyaşlarını bırakırdı karşısındakinin
avucuna. Bununla karşılaşmaya tahammülsüzdü o vakitler tanıdığı tüm insanlar. Bunu iyi bilir ve yeteneksiz bir
ustalıkla kullanırdı.
İyi bir oyuncuydu. Oyunun envai çeşidini en başta kurduğu tezgâhlarda oynar, karşısındakini büyüsüyle kavurduğuna emin olana dek bin bir türlü numarasını sergilemeyi sürdürürdü. Can yaktığını sandığı anlarda acırdı
en çok canı. En büyük oyununu kendisine saklardı. An
be an büyütürdü bu oyunu. Herkese “mutsuz”luğunu
gösterdiği an içten gülümseyişlerle “iyiyim aslında” diyebilirdi başka bir ses derinlerden. Yahut tam tersi olurdu.
Bu oyun öylesine hızlı değişimlerle sürerdi ki; hangisi
olduğunu karıştırdığı anlarda delirmekten korkup
intiharın göğüslerine dayardı dudaklarını. Kana kana
korkuyu yudumlardı akan ılık kanın yanı sıra.
Doyduğu an elini yüzünü kavruk buharlarla yıkar,
neşter darbeleriyle silerdi.”Gözlerimin gördüğü fotoğraf
hangi kadraja sığar ki” derdi. Şiir şiir gezerdi şehirlerle.
23
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Hikaye
Zeynep Eşk-i Bahar
Böyle bir yolu adımlamıştı yine Zeynep… Dizlerinden
gözlerini ayırmaksızın kitabın son sayfasını açtı. Günlerdir yandığı, kanadığı tek şey ölü bir kent rüyasıydı.
Bunun yasını ıslatmıştı gözyaşlarıyla. Doyumsuz hasretleri vardı. Çekip alındığı her kente küs ayrılmış ama hiç
vazgeçmemişti. Her şehrin can çekişen kurağına el sallar,
usta bir şairden hoş/kal mısralarını savururdu.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
“Nasıl olsa bir gün döneriz bu yollardan geri,
Senin bir elinde mendil, ötekinde kuş sesleri”
Hep döneceğim derdi. “Döneceğim başka bir kentin
kokusunu kokuna karacağım. Kuş seslerini yitirmiş olsa
da gittiğim coğrafyalar… Dallarına bağladığım dilek
ağaçlarından koparıp rengârenk mendiller getireceğim
sana…”
Ve her gittiği şehir arkasından yağmurlarla ağlardı. Geri
dönmeyeceğini bildiğinden olsa gerek.
M
A
R
T
2
0
0
9
*****************************************
Bunları anımsadığını fark ettiği an çantasından derince
bir kazı yapar gibi bulup çıkardığı kalemle elleri titreyerek kitabın tek boş sayfasına yazmaya koyuldu…
“Kaç bahar geçti çocukluğumun o pembe pamuk şekerli
zamanları üstünden… Koşup oynarken yaraladığım
bu dirsek benim mi? Değil mi? “Anne Esra topumu
vermiyor” diyerek ağladığım günler daha mı kötüydü
ki bu kadar çabuk geçti… Bu kadar boş yaşandı bunca
zaman… İlk gençliğin o utangaç kızı nerede? O elini
ilk defa tutarken kızaran yanaklar? Nasıl eskittim böyle
hoyratça zamanı?”
Ne yazdığını dahi okumadan kitabın sayfalarını hızla
geriye doğru çevirip kaldığı yerden okumaya devam etti.
Kürt bir yazarın kalemi saçlarından yakalamış bir panzerin önüne sürüklemişti Zeynep’i bilmediği bir dilde.
Eline verdiği taşla sistemi yuhalıyordu. Kitabın içinden
çıkamayan yüzü kızıl eşarplı kara kuru bir ses olmuştu
anlamsızlığın içinde. Herkes girdiği kitaptan gün dönümüne varmadan çıkarken Zeynep ömrünü kopyalamış,
yapıştırmıştı yazarın kadınının yüzüne. Sevdiği adam
dağa gidiyor diye umarsızca savruldu peşinden. Peşinden sürüklenenleri görmeksizin. Bir dağ oyuğunda can
vermek aşkı yüceltir sanıyordu. Yapamadı.
Aşk ne ona kaldı, ne de ondan gitti...
O dağ oyuğunda uğuna uğuna yitirdi tılsımını. Bir yanı
o oyukta dilim dilim bölünürken. Diğer yanı bir başka
kitabın içine baktı.
Bilincini hızla yitiriyordu. Okuduğu, izlediği ne varsa
birbirine karıştırıyordu. Hepsi bir anda Zeynep oluyordu, hepsi bir anda yalnızca “hiç” Avaz olmak istedi
yalnızca gün ağarmak üzereyken. Avaz olup, pislikten
ayırt edilemezken kanatlarıyla görkem sunan martılarla
birlikte bu şehrin denizine inmek istedi. Kentine suların
içinden açtığı gözleriyle bakmak, onu suyun duruluğunda görmek istedi bir kez olsun. Kentlerin yükseklerine
çok çıkmıştı. Tepelerden görmüştü türlü manzaralarını. Alçağa inip şehrin yanında küçülürken utançla da
olsa çiğnenmiş damarları gibi çürüyen sokaklarını da
bilmişti. Meydanlarını çok arşınlamış. Kaçılacak tüm
arka sokakları ezber etmişti. Kulelerini, oyuklarını,
mahrem yerlerini bilirdi tanıştığı her şehrin. Sokaklarıyla tanışmadan ayıbını kestirirdi gözüne suç ortağı olmak
için kimi zaman ve kimi zaman da sığınağı olmak için.
Her şehir insanları basarken bağrına. Zeynep tüm kenti
saklardı ufacık bedeniyle. Bunca tanışıklığa rağmen bir
şehri sadece su altından seyreylememişti. Şiddetle bunu
24
Hikaye
Zeynep Eşk-i Bahar
istediğini fark etti. Tatlı bir hayaldi bu. Hiç sevememişti
oysa bu kara kilitli kenti. Çok anısını el yazması duvarlara nakış gibi işlemişti. Ama hiç sevememişti. Belki de
her gidişinde tek dönüşü olan kent olmasından dolayı.
Başını hafifçe göğe doğrulttu ve martılara kıskançlıkla
baktı bir kez daha. Artık gidişine az bir an vardı ve ne
düşüneceğini şaşırıyordu. Ne düşünmesi gerekiyorsa
hepsini burada bırakmalı, yola almamalı düşüncesiyle
delirmiş gibi başını sağa sola çevirip tüm sancıları bir
bir sıralıyordu usulca bir sesle içinden bir başka kadına.
Uzun zamandır oturduğu banktan kalktı ve ince çizgileri takip ederek ufacık adımlarıyla yürümeye başladı.
İstasyon sessiz değildi şimdi.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
…(Bitmedi)…
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
25
Hikaye
Eray Devrim Duman
Berber Dükkanı
Burada, burada zaman geçmez. Burada saatler durmuş,
kelimeler havada asılı kalmıştır. Burası, bu koca dükkan
zamanın işlediği diğer yerler gibi değil. Burada insanlar
yaşlanmaz, nefes dahi almaz. Zamanın durduğu, içinde
yaşanılan her şeyin unutulduğu bir yerdir burası; en
azından benim için.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
Ş
U
B
A
T
2
0
0
9
Son otuz yıldır içindeki herhangi bir şey değişmemiştir
bu dükkanın. Ne çalışanlar, ne bekleyenler, ne de araç
gereçler zerre değişikliğe uğramamıştır. Hep aynı şeyler
yapılır, hep aynı şeyler konuşulur, hep aynı kişiler aynı
istekleriyle kafamı şişirir. Arada bir değişen tek şey çırak
olarak çalışan çocukların yüzüdür. Ama yaptıkları ve
düşündükleri hep aynı olduğu için bunu hesaba katmaya
lüzum yoktur.
Neresi mi burası? Anlatayım.
Öncelikle girişi boncuklarla kaplı, duvarlarında dev
aynalar olan, sigara kokan, her yarım saatte bir kere
yerlerin süpürüldüğü, emektar bir radyonun geçmişten
haberler yayımladığı, içindeki bütün koltukları deri, tüm
masaların ve içinde lavabolar barındıran tezgahın üstünde aşınmayı engellemek için konulmuş camlar daha ilk
günkü gibi parlak olan, limon kolonyasının ve sabunun
hiç eksik olmadığı bir yer burası.
Yani insanların yaşamının durduğu yer; bir berber dükkanı. Dükkanım.
Bu dükkanı ilk açtığım günden bu güne kadar hayatımda değişiklik oldu elbet; çocuklar büyüdü, hanım ve ben
kırışıklık sahibi olmaya başladık, hükümetler değişti,
darbe oldu, Beşiktaş'ın hiç malubiyet almadığı bir sezonda ligi ikinci sırada tamamladığına şahit oldum, kadim
dostlarım vefat etti ve midemdeki rahatsızlık yüzünden
alkol almayı bıraktım. Ama bu değişikliklerden hiçbiri
bu dükkanda bir damla bile yaşamın belirmesine sebep
vermedi. Korku ya da heyecan can sıkıntısına dönüştü
kapısından içeri girince, zamanın işleyişi bir döngüymüş
gibi hep aynı kaldı ve ölen kadim dostlarımın yerini
evlatları bir hafta bile sektirmeden hemen doldurdular.
Yani yüzler değişti ama kavgalar, tartışmalar, sevinçler,
umutlar hep aynı kaldı; hep aynı.
Ta ki geçen Pazar gününe kadar...
Saat 12.00'ı gösteriyordu. Ben, yani nam-i diğer Eliçabuk Hasan, sürekli müşterilerimden birisi olan Mahmut
Efendi'nin her Pazar olduğu gibi sakal traşını yapmakla
meşguldüm. Traşın tam ortasında bir an kafamı kaldırıp
yola göz attım ve aynadan, dükkanıma doğru bir kameraman ve muhabirin yaklaştığını gördüm. Heyecanlanmıştım. Kafamda bin türlü senaryo geçerken boncukların arasından girdiler ve muhabir selamının ardından
konuşmaya başladı.
“Merhaba. Ben Suna Yakın. ENTV'de unutulan değerlerimiz diye bir program yapıyorum. Sizinle ufak, şiir
tadında bir röportaj yapabilir miyiz?”
Hemen ellerimdeki sabunu temizledim ve yanına gidip
elini sıktım. Bizim yaşımızdaki adamlar karşılarında
kamera gördüklerinde ister istemez heyecanlanırlar.
Muhabirin yüzündeki mutlu ifade biraz sinirlerimi
bozmuştu ama bir anlık heyecanım neticesinde röportaj
yapmayı kabul etmiş bulundum. Her neyse. Kendilerine
çay ikram ettik, karşılıklı oturduk ve röportaj başladı.
“(Kameraya dönük.) Merhaba sayın seyircilerim. Bugün
yine İstanbul'un unutulmaya yüz tutmuş değerlerinden
birisi olan berber kültürünü konu alan bir program ile
karşınızdayız. Bugün ziyaretine geldiğimiz yer, üzerinden seneler geçmesine rağmen değerlerini ve anlayışını zerre değiştirmemiş, eski, ufak mı ufak bir berber
dükkanı. Dükkanın otuz yıllık emektar berberi Eliçabuk
Hasan ile berber kültürünün unutulmaya yüz tutmuş
değerlerini konuşacak ve artık mazide kalmış olan o eski
ama dolu günleri anacağız. (Bana dönük.) Evet Hasan
amca, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?”
“Otuz yıldır burada berber olarak çalışıyorum.”
“Size ilk kez berbere gittiğim günü anlatayım mı Hasan
Bey?”
“Buyrun, tabi ki.”
“İlkokul birinci sınıfa gidiyordum... O zamana kadar
saçlarımı hep çilekeş annem keserdi... Bir gün babam
benim artık erkek olduğumu ve erkek traşı olacağımı
söyledi... Nasıl havalara uçmuştum bir bilseniz... Her
önünden geçtiğimde dakikalarca baktığım o büyük
berber aynalarından birisinin karşısında traş bilecektim
en sonunda... Hemen gidip bayramlıklarımı giyindim ve
babamın elinden tutarak berber amcaya doğru yola koyulduk... Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi...
Sonunda o boncukların arkasındaki dünyayı, orada koca
26
Hikaye
Eray Devrim Duman
koca adamların neler konuştuğunu duyabilecek ve belki
de onlar arasına karışacaktım... Heyecandan kalbim
yerinden çıkacak gibiydi...”
Neredeyse yarım saat boyunca konuştu durdu karşımda
ve hikayesi bittiğinde seyircilere esenlikler dileyip röportajı bitirdi. Afallamıştım. Benimle röportaj yapmaya
geldiğini söyleyen muhabir röportaj yerine otuz dakika
boyunca bir hikaye anlatmış ve hikayenin sonunda da
aniden kaydı durdurmuştu. Her neyse, vedalaştık ve
gittiler.
S
E
R
T
İşte o günden beri dükkanıma giren çıkan belli olmamaya başladı. Tüm sıradanlığı ve düzeni kamerası ve hikayesiyle beraber alıp götürmüştü muhabir. Bu olaydan
sonra eski dostlarım kalabalık nedeniyle gelmez oldu
ve yeni müşterilerim de sürekli kitaptan ve sinemadan
konuşan, genç, garip giyimli çocuklardan ibaret bir hale
geldi.
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
Alıştığım, artık bir bütün olduğum her şeyi kaybetmiş
gibi hissediyorum şimdi. Bu metni de bu yüzden kaleme
aldım. Yani belki soran olur ya emektar berber dükkanını niye kapatıp emekli oldu diye; işte bu metin insanlara
sorularının cevabını verecektir. Sanırım.
Ş
U
B
A
T
İmza: Hasan Adalı
2
0
0
9
27
Minimal
Bahadır Yavaş
Ölüme Dair Sualler
Ölüm sıcak mı dokunur insana; yakıcı bir dokunuşla, yoksa dondurur mu kanını buz gibi nefesiyle? Ya da serin bir
yaz rüzgârı gibi mi geliverir ansızın, ferahlatan, kurtaran edasıyla? Tatlı bir fısıltıyla mı sokulur, yolcu gülümseyerek
yola hazırlanırken?
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
Düşünmek için erken mi? Yoksa ölümü düşünmek için “erken” diye bir kavram yok mu sahiden? İşini sağlama almalı mı yolculuğa çıkmadan, umursamadan mı yaşamalı?
Vaktin geldiğini anlar mı her yolcu? Aniden mi yanaşır ölüm, habersiz? Sessiz sedasız mıdır ölümün çığlığı, gök
gürültüsü gibi midir? Herkes duyar mı yolcu giderken?
Hep aynı kılıkta mı gelir, yerine göre mi giyinir? Konuşur mu son yolculukta yolcuya rehberlik ederken, yoksa sessizce önden mi yürür? Üşür mü insan onun ardından giderken? Öldüğüne sevinen var mıdır gerçekten?
M
A
R
T
2
0
0
9
28
Hikaye
Ali Aktemur
Dönüş
Bozkırın ıssızlığında küçük bir istasyon... Her taraf karla
kaplı. Ayazın uğultusu ve çıplak ağaçların yalnızlığı istasyondan kasabaya doğru ilerleyen patika yolda zamanı
biriktirirken, dumanı kıvrıla kıvrıla yukarı ve yanlara
yayılan küçük çatılı evlere aralıklarla ilerleyen kurumuş
ağaçların dalları, zamana kesik ve sert çizgiler çekiyordu
. Kasabanın sessizliğine yayılan sokak lambalarının cılız
ışıkları zamanın bir parçası olmuştu. Uzaklardan duyulan kuş sesleri yankılanarak geziniyordu beyaz örtünün
üzerinde. Güneş doğacak biraz sonra ve sis eteklerini
toplayıp gitmeye hazırlanacaktı kasabadan. Tüm kasaba
derin bir uykuda, yalnızca istasyona yaklaşan, uzaklarda
görünen tren uyanıktı, bir de kuşlar. İstasyon treni bekliyor, kuşlar ve ağaçlar güneşi, insanlar sesleri…
Tren sessizliği ve ayazı bütünleyen iniltisiyle, raylardaki tıkırtısıyla, bedeninin yorgunluğuyla, kesik kesik
soluyarak yaklaşıyordu. Vagonlar cılız ışıklarını geceden
kalmanın sarhoşluğuyla titreterek dağıtıyordu bozkırın
sessizliğine. Tren homurtusuyla istasyona yaklaştığında,
istasyondan dışarı çıkan görevli, yıllardır yaptığı işini
tekrarlamanın disipliniyle bir yandan şapkasını düzeltiyor bir yandan da tuttuğu levhanın kırmızı tarafını
makiniste gösteriyordu. İstasyon görevlisinin törensel
duruşu ve hareketleri kasabanın uzağında kurulu olan
bu küçük istasyona yalnızlığın ve ıssızlığın ötesinde
anlamlar veriyordu. Uzaktaki kasabaya bakan makinist, buğulu camın arkasından solgun ve sislere bürünmüş kasabanın hüzünlü
öyküsünü anlatan yalnızlığı dinledi. Kim bilir kaçıncı
kez bu uzak kasabaya yakın hisler duymuştu. Sert kış
mevsimi makinistin gözlerinde, yüzündeki çizgilerde
biraz daha hüzünlendi. İstasyondan ayrılarak ıssızlığın
ortasında başka yalnızlıklar arayacak olan makinistin
gözlerinde uzak köyler ve kasabalar belirmişti. Tren
iniltili, yorgun sesiyle raylarda sızlanarak ilerlemeye başladığında, istasyon eski sessizliğine dönüyordu trenden
inen tek yolcusuyla.
Bir kişi inmişti trenden. Tren kadar yaşlı, tren kadar
yorgun, tren kadar uzaktan gelmişti sanki bu kasabaya.
İhtiyar adam, yorgun bedenini toparlamaya çalışırken
elindeki torbayı koyacak uygun bir yer arıyordu. İstasyonun taş duvarına doğru yürüdü, zorlukla taşıdığı torbayı
duvarın dibine koydu. Hırıltılı derin bir soluk aldı, yaşlı
ve perdelenmiş gözleriyle, kırışmış yüzüyle kasabaya
baktı. Yalnızlığı ve sessizliği çok uzaklardan getirmişti.
Gözlerindeki tedirginlik uzaklardan bakıyordu. Tutkuyu aramış yaşamıyla, yoksullukla büyütülmüş
bedeniyle, özlemle keskinleşmiş yüzündeki çizgileriyle
durmaya çalışıyordu kasabanın karşısında. Paltosunun cebinden bir sigara çıkardı, kibriti sertçe çaktı ve
sigaranın dumanını derin bir solukla içine çektikten
sonra başını kaldırıp gözlerini kıstı. Sigaranın dumanı
kırlaşmış bıyıklarının arasından dağılarak soğuk havaya
karışıyordu. İniltili ve hırıltılı öksürüyordu. Öksürürken
eğiliyor, kamburlaşıyor, iki büklüm oluyordu.
Bir süre sonra başını ağır hareketlerle kaldırıp istasyonun yoksul duvarlarına baktı. Duvarda belli belirsiz
kazıntılar fark etti. Yorgun gözleriyle duvardaki yazıları
zorlukla okumaya çalışıyordu. Yalnızlık ve sessizlik bu
istasyonda duvarlara kazınmıştı. Duvardaki kazıntılar
çığlık olup istasyonun sessizliğinden uçsuz bucaksız
bozkırın içlerine doğru bir ezgi gibi yayılıyordu. İhtiyar
adam aşağılara kadar inen mısraları içinden mırıldanarak okuyordu. Şöyle yazıyordu duvarda:
sevmeliyim desem
bozkırın sessizliğinde kimsesiz bir istasyon
nasıl bilecek
hiçkimsenin bavulu yok bu istasyonda
hiçbirinin geçmişi yok
hiçbir makinist duymuyor
sevmeliyim desem
konuşmayı unutmuş duvarlara
zaman sessizliğin öyküsünü anlatmış yıllarca
nereden bilecek
gecenin sessizliğine kıvrılan tren ne diyecek
İhtiyar adam mısraları okudukça büzülüyor, zamansız
mekanlarda geziniyor gibi meçhul yolcunun dizelerine
iniltili sesiyle eşlik ediyordu. Duvardaki bu sessiz tanık
hangi zamanın tutkusunu anlatıyordu.
Derin bir soluk aldıktan sonra tekrar mısralara döndü:
sarılmalıyım desem
gecenin soğuğundan
bir tenin sıcaklığına
rayların arasındaki taşlar
toprağa ne fısıldayacak
gel gidelim desem
pencereden görünen ayazın uğultusuna
ırmaktan ağacın bedenine yürüyen su nereden
bilecek
29
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Hikaye
Ali Aktemur
su aşktır torakta
seni nasıl duyacak
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
İhtiyar adamın gözleri uzaklara gitti. Kimdi bu yolcu?
Nereden gelmişti bu yalnız ve uzak istasyona? Ona bu
istasyonun yoksul duvarlarına mısraları kazıtan yaşamı
nerede büyütmüştü? Duvarın dibinde bir ileri bir geri
yürümeye başladı. Yürürken başını önüne eğiyor, ara
ara başını kaldırıp kasabaya sert bakışlar fırlatıyor sonra
başını tekrar yere dikiyordu. Dönüşleri sert ve keskindi,
dönerken birden hızlanıyor sonra yavaşlıyordu. İstasyonun yalnızlığında kalabalıklaşmıştı. Düşünüyor, kendi
kendine konuşur gibi kaşlarını çatıyor, ellerini sallıyor,
başını sertçe yanlara çeviriyordu. Yorgun bedeni canlanmış gibiydi. Bir süre sonra durakladı. İçindeki yenilgi
bedenini durgunlaştırdı, beli kamburlaştı, gözleri kısıldı,
soluk alışı iniltiye dönüştü, öksürüğü arttı ve gücünün son hamlesiyle duvarın dibindeki çuvalın üzerine
oturdu.Uçsuz bucaksız beyaz örtüye baktı. Sessizliği
uzun uzun dinledi ve daha sonra başını dizlerine kadar
eğdi, kollarını birleştirdi. Tüm bedeni titremeye başladı,
öksürük ve hıçkırık karışımı iniltisi sessizliğin içinde
dayanılmaz bir ezgi gibi istasyonun yoksul duvarlarında
geziniyordu. Karın üzerine düşen damlalar sıcaklığıyla
küçük oyuklar oluşturuyordu. Bir beden titriyordu,
ayazın sessizliğinde, kasabanın uzağında kimsesiz bir
istasyonda.
Kim bilebilir kaç insan istasyonun duvarlarıyla yoksulluğunu ve özlemini paylaşmıştı. Şimdi bu ihtiyar
adam gözyaşıyla akıtıyordu tüm yalnızlığını istasyona.
Titreyen bedeni yavaş yavaş duruluyordu. Dirseklerinin
üzerine yavaşça doğruldu.
Gözleri tekrar duvardaki kazıntılara yöneldi. Mısralar
şöyle devam ediyordu:
beni duy desem Tanrı’ya
bana bir masal anlat desem
dut ağacına yaslanmış etekleri uçuşan kıza
elleri tarla kokuyor
o koku kimi dinler
nereden bilecek
beni uyut desem
bana ninniler söyle desem
tekerleğin raylardaki iniltisine
benim ezgim bozkır kokar yıldızlar bunu nereden
bilecek
kimsesiz bir köyden geçen rüzgara ne anlatacak
gel sev beni desem
istasyonun duvarlarındaki yoksulluğa
sevmek yalnızlıktır
bunu kim bilecek
toprak damlı evler geceleri ıssızlık kokar
gurbet kokar pencereleri
nereden duyacak
bağırayım desem bozkıra
kavak ağaçlarının altında sessizlik başını ağrıtır
kim duyacak
İhtiyar adam kendini dinlemek için bir süre bekledi ve
gözlerini yere dikti. Duvara tekrar dikkatle baktığında mısraların altında belli belirsiz okunan bir isim gördü. “
Garip yolcu” yazıyordu mısraların altında. Bu zamansız yolcu zamansız yaralar açmıştı ihtiyarın yüreğinde. Bu
istasyonda ne için durmuştu? Nereye gidiyordu? Bu
soruların cevaplarını hiçbir zaman öğrenemeyecekti.
Ama bu mısraların bir daha hiç içinden silinmeyeceğini
biliyordu.
Bir süre gözlerini yere dikip öylece bekledi. Daha sonra
gözlerini yerden kaldırmadan torbasını avuçlarıyla
kavradı, ağır bir hareketle sırtına koydu. Kasabaya doğru
giden, kenarında yaprakları dökülmüş kavak ağaçları bulunan çamurlu yola baktı. Gözlerini tekrar önüne dikti
ve yürümeye başladı. Rayların üzerinden taşlara basarak
kasabanın yolunu tuttu. Toprak yol, yolun kenarındaki kayalar, sokaklar ve dut
ağacı…. Adım adım çocukluğunun sınırlarına giriyordu.
İstasyondan bakıldığında ihtiyar adam, sessizliğe adım
atan zamanın ağır ritmini anımsatıyordu. Adımlarındaki çamur sesinden başka ses yoktu . Bu kasaba bir
zamanlar bütün dünyasıydı; doyasıya koştuğu, bağırdığı,
ağladığı, güldüğü, aç kaldığı, doyduğu… İlk gençlik
yıllarında
tutku ve hayaller adına terk edilen kasaba. Ve yıllar
sonra yine tek tutkusu olmuştu kasabaya dönüşü.
İlk kaçış burada başlamıştı. On dört yaşındaydı. İstasyonda treni beklerken yaşadığı korku, yalnızlık, coşku,
heyecan bir daha hiç yanından ayrılmamiştı. Trene bindiğinde son kez baktığı kasabayı , uzun yıllar sonra aynı
30
Hikaye
Ali Aktemur
istasyona döndüğünde, aynı gözlerle görememişti.
İhtiyar , kasabaya yaklaştığında hala gözlerini yerden
kaldırmadı. Etrafına bakmadı. Evlerin arasından geçerken iyice kamburlaştı. Ara sokaklardan birine girip
çocukluğunda onun için uzak olan babasının dükkanın
önüne kadar yürüdü. Buraya öğle zamanlarında babasına yemek getirirdi. Her gelişinde, babasının bir yandan
ayakkabıları tamir edip bir yandan da sürekli dükkanda
bulunan arkadaşlarıyla yüksek sesle konuşup gülüştüklerini görürdü. Yemeği vermek için dükkanın içine girdiği
zamanlarda dükkandakiler başını okşarlardı. Şimdi bu
dükkan bir harabeyi andırıyordu. Kapısındaki asma kilit
paslanmış, camdan içerisi görülmeyecek kadar tozlanmıştı. İhtiyar adam dükkanın önünde bir süre durdu ve
sırtındaki çuvalı ağır bir hareketle yere koydu. Babasını
düşündü, on dört yaşından sonra bir daha hiç görmediği
babasını. Şimdi bu dükkanın önünde babasından daha
yaşlı görünüyordu.
Dükkandaki o sesler, gülüşmeler, soğuk kış günlerindeki sıcak sohbetler, kunduraların topuklarına çakılan
çivi sesleri, camı buğulaştıran çayların buharı… Hiçbiri
yoktu şimdi. Zaman sessiz bir tanık gibi dükkana sinmiş
bekliyordu. Babası dükkanı bir daha açmamak üzere ne
zaman kapatmıştı? Bunu bilmiyordu. Öğrenememişti,
ya da öğrenemeyecek kadar uzaktaydı o zamanlar.
İhtiyar, yorulmuştu. Yürümekten mi, sırtındaki çuvaldan mı, çocukluğundan kalan hatıralardan mı yoksa
içinde bulunduğu mekandan mı? Bunu bilemiyordu.
Bedeni artık yaşlanmıştı ve içindeki dünya gittikçe ağırlaşıyordu. Ağır bir hareketle çuvalının üzerine oturdu.
Gün aydınlaşmış, insanlar evlerinden çıkmaya başlamıştı. Kasabada bir yabancıydı şimdi. S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
31
Hikaye
Funda Gacal
Nolur Kitle
Anahtar şangırtıları demir parçaları arasında kaybolacak. Dakika 1, dakika 2.
Dedim ya; çocuğum. Dedim ya; tam da bana göre
salonun.
-Bir kopyaydı... Değil mi bayım?
Bırakmazdın beni, o salonda hiç tutmazdın; ellerin
doğru saçıma sonra da dolap kapağına. Şanslıysam çenemden önce dizim çarpardı. Şanslıysam, yeni çıkmaya
başlamış dişlerimden biri daha yerinden kaçmazdı. Şanssızdım, bir terslik oldu sol bileğim çarptı önce. Biraz
alev aldı, biraz yaşardı. “Çıt” dedi: Bastım tırnaklarımı
ahşaba:
Bana anahtar vermeyeceksin, bilirim.
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
-Evet, bir kopyaydı. Ne kadar tuttu?
Bir lira; bilemedim iki lira.
İşte bu kadar kolaydı kapın. İşte bu kadar ıssızdı mahallen. İtimiz, kedimiz yoktu; belirli, saatli bir çöp tenekemiz de. Akşam olup güneş de sönünce, dua ederdim şu
tek yöncükten bir araba geçse de kaptırmasam kenarımı
köşemi asfaltına diye. İşte bu kadar yetimdik ve işte
oyunun bu kadar kapalı perdede.
Çok durmadan çıktık oradan. Hep ben koşardım yetişmek için sana ama her nasılsa çamur hep senin paçalarında: Yer yer; iri iri.
-Bana o türküyü söylesene.
Bilmezdin benim gibi biri için o sözleri aklında tutmanın ne zor olduğunu. Bilmezdin bunun çoktan yok
olmuş bir dilin türküsü olduğunu. Kaç çağ önceydi? Kaç
savaş geçti?
Yaşarmış yeşil gözlerin:
-Ne de duru sesin.
...................
-Yapmaaa.
Solum vurdu yere, sağım zaten iyice körebe. Gittikçe
zayıfladı ışık, biraz evet biraz daha.
-N'olur... kilitle kapıyı.
Büyük adamdın sen, laftan anlamazdın.
Biraz gezindin parkende, bir iki poşet yerleştirdin. Sonra
da taba ceketini alıp gittin. Büyük adamdın sen, evde
çok kalamazdın.
-Nolur... Nolur kilitle kapıyı.
...
"Kalk" dedim soluma, "Sağına seslen” dedi. Sağım
iyice körebe. Ahh! Bir güvercinim olacaktı yazacaktım
anama-babama. Bir de tekir kedim, çeken yelkovanını
akrebini dönüş yoluna.
....
Kulaklarım telaşa dikildi: Misafirler yatıya gelmişlerdi.
Ahh! Upuzun kahverengi saçlarım olacaktı, serecektim
ton ton döşekleri. Büyük olacaktı biraz ellerim çay tutacaktım önlerine.
Şanslıydın, hep yeşil ışık yanardı sana. Hiç trafik olmazdı. Ondan bundan, bir yirmi dakikayı geçmezdi yol.
Evden çarşıya-çarşıdan eve.. İşte bizim köşe, işte bizim
bakkal. Küçük küçük merdivenlerin vardı, uzundu
boyun; seni çok yormazdı.
Belki onlar beni bulmadan bir bidon benzin gibi çökerdi gece. Ahh bir çakmağım bir parça da kağıdım olacaktı
ki hiç üşütmezdim seni böylece...
Salonunda anlam veremediğim şekilli şeylerin, koca
kitapların, ancak senin dilinden seslenen lafların... Daire
daire dizilmişti; duvardan duvara, duvardan yere. “Dön”
desen, ayaklanıp ellenip döneceklerdi. “Dön” desen,
sekiz yaşıma yeni bastığıma bakmayıp dönecektim nerdeyse; ellerim havada, bileklerim göz kapaklarında.
Önce dans edeceklerdi. Ne var ne yoksa senin sevdiğin
tüketilecek, kadehler havaya fırlatılıp en kırmızısının
kahkasında parçalanacaktı. Ne varsa senin özlediğin
biraz daha geriye itilecekti. Ne varsa senden kalan, ince
belli; kurdelesi çözülecekti.
Dönerdim.. Yani, nerdeyse...
..............
"Kalk" diyecektim soluma. Sağ el parmaklarım Oasis
çalıp gülerek karşılık verecekti bana. Ve sen bütün hasarı
32
Hikaye
Funda Gacal
hep benden bilecektin. Sırada: Bir sonraki ceza...
Gün yaklaştıkça herkes bir köşe bulup sinecekti oraya.
Sigara dumanı iyice çökecek ve ben kesik kesik öksürecektim. Dedim ya: Çocuktum. Dedim ya: Küçücük
nefes borum.
Dans ettiler; bir-iki kadeh şangırtısı. Dans ettiler; yerli
kahkahalar ve son sokakta kalanlar.
Dans ettiler; “Saat kaç? Çok sarhoşum... Sssaat kaç?”
S
E
R
T
Dans ettiler; “Montunuzu şuraya asalım mı?”
........
Ne varsa senden kalan, ince belli...
S
E
S
S
İ
Z
Başka bir dolap daha alamazdın, değil mi?
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
33
İnceleme
Cem Berk Aydın
Harmonik Hareket-Deftones
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Yaşamı çevreleyen ve yönlendiren tüm kavramlar içinde
en ilginci kuşkusuz zaman. Zaman, diğer tüm etkenleri,
sebepleri ve sonuçları kavrayıp, sürükleyebildiği gibi
doğası itibariyle öznel görüşlere de çanak tutuyor. Herkesin zamandan anladığı, zamana verdiği ve zamandan
aldığı farklı. Bu yüzden zaman, kısa-uzun vade dinlemeksizin bizleri düğümlüyor, çözüyor ve değiştiriyor.
Zamana bağlı olarak yaşadığımız tüm bu deneyimler
hayatımızı, iç dünyamızı ve yaşam şartlarımızı yerle bir
edip tekrar kuruyor.
Beklentilerimizden, beğenilerimizden ve duygularımızdan beslenen bir üretim-tüketim zincirinin en kolay ulaşılabilir ve en keyifli elemanlarından biri olan müzikse,
zaman ve getirdikleri-götürdükleri paralelinde değişiyor.
Belki de bu yüzden kısa bir süre önce bayıldığımız
herhangi bir şarkıyı-albümü sonradan dinleyemez oluyoruz. Belki de bu yüzden hayatımızın her ayrı gününe,
kesinlikle birbiriyle kesişmeden veya birbirinin önünü
tıkamadan hitap edebilecek şarkılar-albümler mevcut.
Zamanın başkalarıyla aramıza ördüğü duvarları yıkma gayretimizde ortak noktalar ve benzer tecrübeler
devreye giriyor. Başkalarıyla paylaştığımız fikirleri,
düşünceleri itinayla buluyor, aramızdaki benzerliklerden
besleniyor ve en nihayetinde onlarla iletişim kurmayı
başarıyoruz. Çoğu zaman müzik tam da burada devreye
girerek, üreticinin empati kudretine ve genel beğeniye
hitap edebilme becerisine-tercihine dayanarak sayısız
farklı geçmişi, farklı vücudu ve farklı kafayı bir araya
getiriyor. Zamanın değiştirdiklerine uyum sağlanıp, sağlanamayacağını ise üretici belirliyor: İçindeki değişimleri
üretimine yansıtarak eski tınısından uzaklaşanlardan tutun da, mevzubahis değişimleri türlü kaygılar ekseninde
görmezden gelerek toparladığı kalabalıkla paylaştıklarına sadık kalmaya gayret edenlere kadar her türlü üretici
reaksiyonu mevcut.
Bu yazıda konu edeceğim Deftones, bu hususta benim
için çok önemli bir yerde duruyor. Ergenlik enerjim ve
gençlik ateşimin, farklılık sevdasıyla kesiştiği yerde kendileriyle tanışmıştım, yıllar önce. Aradan geçen yıllar,
hem beni hem onları bambaşka yerlere, duygulara, gerçekliklere götürdü ve doğal olarak eski ortak yollarımızı
kaybettik. Bense zaten başından beri onların samimiyetlerine ve değişim cesaretlerine hayrandım, (ki bu özellikleri onlara muazzam bir kendine haslık bahşediyor.) bu
yüzden yıllar sonra grup üyelerinden birinin hayatının
tehlikede olduğunu duyduğumda nefesim daraldı.
Geçmişin izlerini takip ederek bugünü bulduğumda,
Deftones'un ''sebeplerin dikte ettirdikleriyle uyumlu''
değişimini- gelişimini daha iyi kavradım ve bırakın
müzik alemlerini, gündelik hayatta rastlamamızın zor
olduğu bir gerçekliği, içtenliği ve yaratıcılığı yozlaşmaktan ısrarla uzak durarak senelerce muhafaza ettiklerini
fark ettim.
Vardığım sonuçların üzerindeki ağır öznellik etkisinin farkına vardığımdaysa, 24 Haziran 2006 İstanbul
konserindeki diğerlerini ve buharlaştırdığımız binbir
duyguyu hatırladım. Çok geç kalmış bir adağı, içime
akıttığım gözyaşları, kahkalarım ve olgunlaşmanın
verdiği kaynağı-ucu-bucağı belirsiz hissiyatım eşliğinde
beğeninize sunuyorum.
a. Adrenaline (1995)
Benzer yaşam şartlarını, benzer mekanları paylaşan insanlar
farkında olmadan
aynı zaman dilimini
paylaşırlar. Aynı şeylere gülerler, benzer
şeyleri düşünürler ve
yine farkında olmadan beraber geçirdikleri zaman ve bu zamanın onlara
kattıkları uyum dediğimizi ortaya çıkarır. Farklı istekler,
düşünceler ve anlayışlardan beslenen insanların beraber
müzik yapabilmesi ve genel olarak tıkırında giden bir
müzik oluşumu, yıllar ne getirirse getirsin bu uyumun
üzerinde durabilme yetisindedir.
34
İnceleme
Cem Berk Aydın
Deftones, beraber vakit geçirmekten hoşlanan aynı mahallenin çocuklarının eğlencesi olmaktan çıkıp, kalabalıklarla buluşma şansını ilk albümü Adrenaline ile elde
etti. Albüm, adını hak eden bir tınıya sahipti. Yüksek
tempolu, hareketli, yer yer kırılgan, yer yer saldırgan;
dinlediğinizde tepkisiz kalamayacağınız cinsten. Ana
akım hardcore tınısına yakın durmakla beraber, ziyadesiyle punk enerjisinden beslenen Adrenaline, oluşumun
ileriki yıllarda sapabileceği yollarla ilgili ipuçlarını ise
albümün sonuna saklıyordu.
S
E
R
T
c.White Pony (2000)
b. Around The Fur (1997)
İlk kaydın açtığı kapılar Deftones elemanlarının gençlik
yıllarını daha süratli yaşamalarına olanak tanıdı. Kurulduğu kentten başlayarak, etkili canlı performanslar
eşliğinde adını daha geniş çevrelere duyurmayı başaran
Deftones, Around The Fur'da daha kırılgan, daha sert,
daha değişken ve daha vurguluydu. Oluşumun vokalisti
Chino Moreno, Around The Fur'da ilk albümdekinden
daha farklı yollar denedi: Rahat, hava katkılı vokallerle
çığlıkları karıştırdı; fısıldamayla forte arasında gidip
gelirken kullandığı efektlerle albümün prodüksüyon
sürecini akıllara getirdi. Deftones daha olgun, daha
yaratıcı ve kesinlikle daha dengesizdi. Güneşli bir yaz gününün ortasındaki zorunlu bir izolasyonu bol metaforla
betimleyen My Own Summer MTV'de gösterildiğinde,
Deftones yeni bir döneme merhaba diyordu.
Deftones, farklı yollar aramaya dair inancını White
Pony ile kesinleştirdi ve tanımlanmaktan ısrarla uzak
durmak istediğini açığa vurdu. White Pony, grubun 5.
elemanı Frank Delgado' nun katılımıyla daha fazla efektle, altyapılarla ve bambaşka bir hissiyatla ortaya çıktı.
Grubun ilk iki albümündeki tınının değişken, türlü
kaynaklardan beslenen ve çeşitlilik arz eden bir yapısı
vardı ve üçüncü albüm, oluşumun kafasındakileri daha
net ifade edebilmesine olanak tanıdı: Deftones, saldırmakla ve zarar vermekle ilgilenmiyordu. Deftones, acı ve
saldırganlığın ortak noktalarından beslenerek, ruhani ve
feminen bir etki yaratmanın peşindeydi.
Chino Moreno, günlük bir anlayıştan ve algıdan uzakta
olan kompozisyonlarını adlandırmak için White Pony'i
seçti. Gerçekten de ''Beyaz'' Midilli, sırtladığını önce
kendi duygu dünyasında dolandırıyor, sonra bulutlara
çıkarıyor, ardından da aniden yere bırakıyordu; etkili ve
benzersiz bir düşüş için.
d.Deftones (2003)
Uzun bir bunalımın
ardından oluşum
köklerine döndü ve
beraber müzik yapmaya sadık kalmaları gerektiğinde karar
kıldı. Minerva
35
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
İnceleme
Cem Berk Aydın
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
gibi bir hite rağmen Deftones, oluşumun en çok eleştirilen işi oldu. Belki de albümün oluşum süreci albümün
kendisine sirayet etmişti keza Deftones, fazlasıyla içine
kapalı, kendini tekrar eden ve maksimum noktalarına
zorunlu kalmadıkça uğramayan bir işti. Yine de Hexagram, Minerva, Bloody Cape gibi parçalarla oluşum ilgiyi
canlı tutmaya çalıştı, sadık dinleyici kitlesiyle arasını
açmamaya gayret etti. Satış rakamları bir önceki albüme
göre oldukça düşük kalsa da Deftones, oluşumun devam
etme gayretinin bir göstergesiydi: Değişen zamanlara
ayak uydurmak, değişmek ve her zaman daha yenisini
aramak düşünüldüğü kadar kolay değildi belki de.
e. Saturday Night Wrist (2006)
Chino Moreno'nun yan projesi Team Sleep'in trip-hophouse geleneğinden, alışıldık eski, karanlık ve sürükleyici metal rifflerinden ve yer yer White Pony tınısından
beslenen Saturday Night Wrist grubun beşinci kaydıydı. Dönemdaşlarından kimileri kalıplara sokulmuş,
tanımlanmış ve daha fazlası için ruhlarının bir kısmını
feda etmişti; bir kısmıysa geldiği gibi gitmişti. Deftones,
beşinci albüm kaydıyla işleri iyice karıştırdı ve kimyasalların bedene ve zihne verdiği kaosu kutsadı. Bolca eleştirilen, utanmaz-arlanmaz Pink Cellphone, Serj Tankian
destekli Mein, 3 dakikalık şok terapisi Kim Dracula ve
albümün dinamosu Hole In The Earth, oluşumun denemeye ve var olmaya devam edeceğinin kanıtlarıydı.
2
0
0
9
36
S
E
R
T
S
E
S
S
İ
Z
D
E
R
G
İ
M
A
R
T
2
0
0
9
Işık Mater-A Day at the Market Part II