İndirerek Okuyun! - Kaybolan Defterler

Transkript

İndirerek Okuyun! - Kaybolan Defterler
kaybolan
defterler
BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER
EDEBİYAT-KÜLTÜR-SANAT DERGİSİ
YIL: 2 SAYI: 4
UZAK
kaybolandefterler
1
in en zak.
u
n
e
z
a
.ulkedir b
a
n
a
s
n
i
san
2
4.SAYI uzak
Sabır kavramının dinsel bir ritüel mi yoksa insan psikolojisinin bir gerekliliği mi
olduğuna dair en ufak bir fikrim yok. Sözlüğe sorarsanız size; sabrın “zor koşullar altında cesaret ve metanetini yitirmeme duygusu” olduğunu söyler.
Sabırlı insan uzun süreli gecikmelere ve tahriklere rağmen moralini bozmadan
yoluna devam eder veya beklemesini sürdürür.
Eğer ruh sağlığı yerinde, sabırlı ve sağlıklı birilerini bulmak isterseniz akıl hastanelerine gidin. Lanet olası yerkürenin bütün mide bulandırıcı ayrıntılarına karşı
direnen insanları ancak oralarda bulabilirsiniz…
Delilik, bir kişilik bozukluğu değildir; aksine hayatın tüm olumsuzluğuna karşı
güçlü durma belirtisi, bir tepkidir.
Sizin tanımladığınız bütün kişilik bozuklukları, uzun süre dünyaya karşı direnç
gösterildiğinin kanıtıdır…
Aranızda deliliğin her şeyi unutmak olduğunu iddia edenler var…
Yanlış…
O yüzden delilerdir…
Unutmamak için, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi…
HIDIR MURAT DOĞAN
Genel Yayın Yönetmeni
3
Görsel: paul lowe
kaybolandefterler
SAAT 15:45
EM İR Y AK AM OZ
Y UN US E MR E K OŞ A R
BİR YER DÜŞLEDİM BU GECE
Zine
hakkında
cesaret
BAZI ŞEYLER,
TELEFONDA EKSİK ANLATILIR
MELTEM DOĞAN
Dijwar’ın Gözleri
U L Vİ KOÇU
YÜKSEL BATU
GENEL YAYIN YÖNETMENİ
DİZGİ-TASARIM
ÇEVİRİ
HIDIR MURAT DOĞAN
KAPAK GÖRSELİ
FLORENTINA AMON
YAYIN KURULU
HIDIR MURAT DOĞAN
FATİH AKÇA
HATİCE TOSUN
MELTEM DOĞAN
DOĞAN ATEŞ
EMRE YILDIRIM
Tüm içeriğin hakları saklıdır.
İzinsiz kullanılamaz.
© Nisan 2016
PAYÎN
KÜBRA SIRMALI
DOSTO
VOLKAN DAĞYELİ
GECE İŞARETİ
YEDİ ACI – II.
ÇIBANLI
GECE
ANLATIMI
PAYANDA
OĞULCAN KÜTÜK
ESAS
EMANET
HİÇ. BİR. UZAK.
TUĞBA TURAN
ups!
uzaklaşmak
kuyusunda
EKOİN KAJMER
T AH A S AV AŞ
SUR İÇİ’N
TUĞBA TURAN
bir
tren
daha
geçti
ASLAN KOCAMAN
uzaklaştıkça,
kök-leşirsin.
Şirin Döğüş
L O KM A N K U R U C U
O GECEYİ
FATİH AKÇA
YALNIZLIK
ÜZERİNE
UZUN
BİR
SÖYLEVDİR.
Tedirgin.
FERİDE ŞENAY KARA
Mektup
LEVENT KARATAŞ
,
son e
uzaktaki
ORADAN DA GEÇTİ
KARA
LEYLEKLER
İBRAHİM ADIGÜZEL
RIDVAN GÖKSU
HIDIR MURAT DOĞAN
umarım,
ölmüşsündür.
.
Histopya
EMRE YILDIRIM
Kimsesiz
kelimeler.
Tamer Yiğit’in
Kız Kaçırma Mevzusu
EMRAH ATEŞ
Ahmet Büke:
Uzaklık,
bir tür ölüm hali aslında.
full ya
TUNÇ OKAN
CUMARTESi
bir
filmi
CUMARTESi
ERGE ÖZCAN
Haydar Karataş:
Uzaklık
yazarların
hapishanesi.
UZAĞIN
UZAĞINA
DÜŞTÜK.
NECMETTİN TOPÇU
ULVİ KOÇU
Öyküleştirerek ondan kurtulabileceklerini sanıyorlar.
TUĞBA COŞKUNER
İçimdeki Ölüler
Yalnızlıktan Size Sığınırım!
MELİS YALÇIN
Peki siz kaç tanesini sığdırabilirsiniz zihninize? Yoklayın bakalım zihninizdeki ölüleri.
NİLÜFER ALTUNKAYA:
EMRE YILDIRIM
Hakikat Sömürücülüğünün
Sanatsal Yansıması:
Yazmak
YAŞAMLA
BİR
SORUNUMUZ
VAR.
Suyun
Modernizmi
MEHMED ÖNDER KARAKAŞ
SİNEMANIN PENCERESİNDEN,
BURADAN UZAKLARA
GÖÇ
Uzak
Bostanı
NE OKUMALI?
H I D I R M U R AT D O Ğ A N
GİZEM ALTINORDU
Wislawa Szymborska
Çağımızın
Çocukları
kaybolandefterler
Türkçeye çeviren: Nurten
Uyar
NE DİNLEMELİ?
ILLUSTRASYON: HIDIR MURAT DOĞAN - ÇEVİRİ: EMİR YAKAMOZ
‫؟ارم نابز رب تفر هچ‬
‫!ارم نآ زا داب مرش هک‬
‫نابز کی هب و لد کی هب‬،
‫؟منک ارچ یگناگود‬
‫رمع ز‬، ‫رتشیب مهس‬
‫رس هب دش هدرکن ایر‬
‫رصتخم هدنام هک نیدب‬،
‫؟منک ایر ارچ رگد‬
Lisanımda kaybettiğim ne varsa
bunun utancı bana kalsın
tek yürek ve tek lisan varken
bu belirsizliğin sebebi neydi
yaşanılan öyle bir hayat oldu ki
kimliği belirsiz ikiyüzlülük baş gösterdi
ve ben bu kötülüğe nasıl oldu da
diğer ikiyüzlüler gibi sessiz kaldım
Simin Beh’bahāni
‫یناهبهب نیمیس‬
6
4.SAYI uzak
sesinin incelttiği sicim, cümlenin körelttiği küfür
ne fayda konuşsan, sağım viranda can benim
önünde durmuş, bu çarşaf yol senin
şu tuzla kaplı şehir senin olsa n’olur şimdi
kıyısında sustuğum, o su kenarı benim
OĞULCAN KÜTÜK
ESAS
EMANET
git yeni sesler çıkar insan içinden biraz
ben soğuttum kalktığım yeri
tüm taşları sev sen
bu kaynayan deniz, benim.
sırtımda düğümler inmek isteyen yere
içeri tırnağım sanki tersine lale
dikine atılmış da onca kapkara boğum
saydım, al bak işte tam yirmi bir tane
yana yana öyle,
yana yana, yanayakıla
tek bir kordan üredi benim bu soğukta yanmış etim
yana yana çoğaldık işte yana yana
yan yana
FOTOĞRAF: Harman Abiwardani
kaybolandefterler
1
ups!
EKOİN KAJMER
FOTOĞRAF: EKOİN KAJMER
2
4.SAYI uzak
Karşımda, hayatın ondan sıyırdığı kelimeleri avuçlayıp bir post gibi sırtına vurup yazdığı hikayesini toprağa
gömüp sır olmuş ve editörlerle okurlar sonra bir araya geldiğinde falan yayında çıktı diye iddiaya girişip,
aslında tüm yayınlardan aynı anda çıktığı görülmüş bir adam duruyor muydum, tabii ki hayır. Şimdi okur benim yazdığım yerde değil, yayımlandığım yerde gömülü olduğumun bilinciyle, bir el hareketiyle her şeyi silip
atabilecek tanrı şevkatiyle okumadan, beni. Duanı eksik etme. Teşekkürler.
Trafiğinin sıkıştığı ve hiç açılmadığı bu kara aklımın yan yolları sağolsun, kendimle gölge oyunları oynadığım
az bulutlu bir Perşembe sabahı yazmaya niyetlenip sol elimle bir kalem tutuşturdum diğerine. Vah. –burada
içtenPekçe çokça ve vahşice sayılan şeyler arasında biliyordum ki karını elinden alırsan kardelen’in, bir işine yaramazdı güzelliği. Üstüne örtülen beyaz tabakadan sıyrılıp kendini güneşle yıkadığını varsayabilirdik sadece o
zaman, ama şimdi biliyorum varsayımlardan öte, böyle bir şeyin var olduğunu. Üsümüze örtülen ağırlıklar,
sıyrılıp güneşe baktığımızda bizi var eden yegane şeyler oluyor hayatta. Pek tabi kar da erir, su da akar, çiçek
de ölür ama şimdilik uzak. Her şey. Her’in şey’e, hayr’ın şer’e uzağı kadar uzak. Vah. –daldım öyleMutlu anlarının musmutluluğa terfisindeki sıkıntısından dem vuran insanları gördükçe, daha “eh işte”’lerimin “idare eder”’lere geçişini beceremediğimi zihnimin giriş kapısının üstüne altın harflerle, gümüş harflerle, ne gümüşü bronz harflerle, tamam tenekeden harflerle yazıyor, içeri geçip demli bir bardak çay daha
tüketiyordum.
İnsanlık aynı seyrinde ilerliyordu. Dünya aynı döngüsüne devam ediyordu. Çoğu zaman gece, ara sıra gündüz oluyordu. Her şey, bir şeyin gibisiydi. Bir şeye yakınlaşmak, başka bir şeyin uzaklığı ile mümkünlüğünü
koruyordu. Polisler mülkiyet koruyordu. Dedemdi az önce sönen sigarasıyla yenisini yakıp masanın öbür
ucunda oturan, babam bardağa rakı koyuyordu. Araba almıştık uzak yerleri görmek için, yollar otobandı hiç
durulmuyordu. Doldurup denizi avrupanın en büyük lunaparkını diktiğimiz yıllardı, yağmurda hâlâ insanlar
ıslanıyordu.
Sen bir kader, bir gece yarısı, bir kuş çığlığı, bir yaprak hışırtısı, bir kağıt yırtılması, bir ışık parıltısı kendine
yeni bir elbise almıştın çok sevdiğin için sonraki üç hafta durmadan giyeceğin. Ben gofreti beyaz çikolatalı
seviyordum, yazılar daha yazılmadan durdukları bu yerde, gönlümde ağırlaşıyordu önce.
Tüm yüzler aynı yüz, tüm sesler aynı ses, tüm yaşamlar aynı yaşamdı. Dünyaya hapsolmuş doğup ölüp ve
arada bir büyüyüp, oradan oraya savrulan küllerdik. Güzel bir şarkı çıkıyordu radyoda, senin sevdiklerinden,
benim rüzgarda da tütün sarmayı başarabildiğim zamanlar hani, babamı ilk defa camiiden çıkarken görmüştüm kurban bayramı avludaki koçu kesmek için, babaannem amcamı bekleyip durmuştu öğleye kadar. Ve
konu özürlüsü bir yazar şimdi küllükte söndürülen sigaraları kadar azaltıyordu, havaya bırakıyordu kendini,
kendi kendini zehirleyip bir gece yarısı..
Kimya hiçbir şeyin yok olmadığını var sayıyordu. Varken yok olamazsın, yoktan da var olamazsın. Yokluktan
var ettiklerimizin peşine düşmelerin yorgunluğu mu vardı içimizde?
Verdiği güven, sadece ondan daha uzun süre yaşamasıyla doğru orantılı bir ağacın altında oturmuş, kafasına
az önce düşen elmayı yiyen adamın bulgusu, gibi, kelimeler dışarıda bir şeylerin çekimine dayanamayıp parmaklarımdan klavyeye düşerken, okuyucu bu kafa karışıklığı değil, bu resmen ayıp. Yani insanın böyle vaktini
almak. Senin vaktinden çalmak, ormancının kestiği bir ağaç gibi, kesiliyorum. Az önce yaslanılan yerde bulamadıklarında beni, tüm güvenleri boşa çıkartıyorum, mu? Tabii ki hayır.
Coğrafya topraksa, tarih toprağa hakimiyet savaşları ile dolu. Kişisel tarihimiz gibi. İçtenlik savaşları. Ahlak
savaşları. Kendimizin hakimiyetini elde tutma savaşları..
Olabilirlik bilmi ışığında yazıyorum. Yazıyordum. Yazmaya çalıştım. Bahçede kedi sesleri, bahçede açmayı
bekleyen çiçekler, bahçe benim teras katım. Ve uzaklaştıkça bir yazıdan, başka bir yazıya da yaklaşmıyor insan, uzaklaşınca bir hikayeden, diğerine yaklaşmadığı gibi. Yaklaşık olarak yazıyorum. Yaklaşımıma çatmadan
yazıyorum. 3 paragraf öncesi 5 paragraf sonrasından çok uzak. Çakıllı köy yolunun sarstığı arabada okunan
kitaptaki birbirinin içine gire çıka, birbiriyle itişe kakışa hikayeyi tamamlamaya çalışan kelimeler gibi, bitişini
arıyor cümlelerim.
Rakının gerisinde roka vardı. Biraz yanında haydari. Az ötede üst üste üç kitap duryordu. Ne kadar açarsak
açalım, müzik bastıramıyordu saatin yorgun tik-taklarını.
kaybolandefterler
3
FOTOĞRAF: EKOİN KAJMER
Şimdi. Al bu taka-tukaları. Taka-tukacıya bir oyun edeceğiz
seninle.
Sen okudum sanacaksın, ki ben çoktan yazmayı bırakmış
olacağım. Sen karıştı sanacaksın, ki ben ütünün fişini çekmiş
olacağım.
Az sonra yeniden yazcağım. Az sonra bildiğim tüm dilleri unutacağım. Az sonra biraz sonra diyeceğim, birin azlığını sonraların bolluğuna dikeceğim.
Bir kuş birkaç kuşu örgütleyip çokan güneye kaçmış olacak.
“Comic Sans komikliğinin kurtaramadığı ciddiyetsiz yazılar
birahanesinin az köpüklü fiil çekim ekleri. Gece bir noktaya
kadar kendinden uzaklaştımı, geceden bahisler gündüz gözüyle açılır. Bir kuş güneye kaçınca, kuzeye kar yağar. İnsan’ın
kendine uzaklığıyla, insanlığına uzaklığı arasındaki matematikte boğulan fikirler deryasını sınamaların, insanlığının tam
ortasına oturmuş fakat insandan uzak şairlere dert olmasının
anlamını, tasadüfi suyunu yüzümüze çarparak anlamak imaksız.
Şimdi bende mergub vasıflar mevcutsuzluğu, ne elim istediğimi yazar, ne de isteğim bir yere varır. Bilmiyorum neye eriş
yoluna çıkmıştım, neye varmaları atlatmıştım, ne oldum, oldu
olacak o da senin bilmecen olsun.
–bu da önemliBilirsen, bulduğunda anlarsın.
Bulursan ne bulduğunu bilmemek, neyin arayışına çıkmamaktan daha çabuk öldürür seni.”
Uzak. Okurken iki karış uzak derdi hocam. Kağıt üstü kelimeler
için tabii.
Şimdi ekran üstü biraz yaklaş, yanağından makas alayım..
4
4.SAYI uzak
FOTOĞRAF: Michal Kulesza
bir
tren
daha
geçti
ASLAN KOCAMAN
nereye kadar gidersen adın orda kalır
dönmek istediğin yer yarındır
özlediğin, aklının çıkmazlarında
sen yine dön dur bir yerin havzasında, taşıran damla
adın dem tutar insanlar arasında
sakın hep iyiliklere yoğrulduğunu sanma
huyunun esmerliği gibi vardır bir de sarışınlığı
gör bak nice çamlar devirdin
bak yine aynalarda devrildin
sen yine dön dur bir yerin havzasında, taşıran damla
yaralar içinde yaşanan mutluluklar var
her şeyin yüzünde, gözlerimizde, bir tek ölüm kalır elimizde
ki cinayet tepemizde
yaşıyoruz işte, umudumuz cebimizde bir çocukluk
yaşıyoruz işte, halk kadar bir yalnızlık içinde
sen yine dön dur bir yerin havzasında, taşıran damla
kaybolandefterler
5
uzaklaştıkça,
kök-leşirsin.
Fotoğraf & İllustrasyon: Şirin Döğüş
6
4.SAYI uzak
İLLUSTRASYON: HIDIR MURAT DOĞAN
Çaresizlik akşamında düşünülmüş
Bakıp bakıp kör pencereden
Bir yudum suyun bir solukluk havanın
Sudan da havadan da üstün dost yüzünün özleminde
Alıp başımı gitmek. Atsız arabasız
Alıp başımı düşlerin çıkmazından
Karışmak taşa toprağa. Yolculuk…
Bir sabah… Zeytin yeşili Ege kıyılarında
Nemli bakışlarında çoban köpeklerinin
Başakların ağırlığınca verimli
Savrulan harmanların bereketinde
Savrulan alın teri insan emeği
Beni yaşamla içli dışlı eden
Yaşamla güçlü yaşamla bilinçli
Yol boyu adımladığım mutluluk
Sabah sisinde Havran yolunda
Katırtırnaklarında gülüş alev sarısı
Toprakta coşkusu tava gelmenin
Dal uçlarında duyarlık
Ulu çamlara köknarlara karşı
Yaşıyorum diyebilmek göğüs dolusu
Bir otuyum diyebilmek bu toprağın
Menekşe değil bir ardıç eğilmezliğinde
Özsuyunda üreme varolma tutkusu
Ne kişiye boyun eğme ne kula kulluk
Gene de bitkiselliğin körlüğüne değil
İlkel ışımanın ezgisinde insanca
Bir aydın başıboşluğunca sorumlu
Bilinçsiz doğa kadar ustan yana
Bilinçli bir insan duyarlığınca doğal
Salt kurallarına bağlı yerçekiminin
Öylesine özgür
Küf yeşili Anadolu’m ayaklar altında
Tüm yalanlara açık ardına kadar
Gerçeklere tabut gibi örtük
Bir gün böyle yadsı böyle tutsak değil
Köy bizim yol bizim yolcu bizden
Dost yüreği sıcaklığında bir yolculuk
Uzak değil
Rıfat Ilgaz
(1968)
Karakılçık adlı şiir kitabından 1969
Bütün Şiirleri 1927-1991(Çınar Yayınları)
kaybolandefterler
7
uzunyayla
fotoğraflar: hıdır
8
murat & meltem doğan
4.SAYI uzak
yollar,
yollar önceydi..
-diye başlıyorum yutkunmaya.
zamana dair tüm detayları unuttum.
şimdi ne varsa, yıl’lanmış.
bitmek bilmeyen günler,
asırlık ağaç olup dikilmiş yoluma.
dallarında,
dönmediğin her yıl için
adın işlenmiş bir mendil asılı,
hâlâ..
PAYÎN
KÜBRA SIRMALI
“yaş almadan yaşlandığım” yıl dönümleri,
“döndüğümde görür müyüm” köşe başları
doldu yol’uma.
yaşlar,
yaşlar geçti..
çok döndüm de
yüzünü görmedim,
hâlâ..
beklemenin yorulmadığını,
ama ömrün de beklemediğini
unutma.
artık ben de gidiyorum kendimden.
şayet,
yıllar
yıllar sonra dönersen;
senin için süslediğim bekleyişimi bul,
sana adadığım mendilleri koparma..
FOTOĞRAF: DOMINIK MARTIN
kaybolandefterler
9
SAAT 15:45
EMİ R YAKAMOZ
Saat 15:45…
Kadıköy-Beşiktaş vapurundayım.
Gülüşüme çocukluğumu iliştirmiş
onun gözüyle izliyorum hüzünlü martıları
ve biraz üzerindeki efkârlı bulutları.
Sadece tek bir seferlik umudu olan
ona da asla ihanet etmeyecek
martılara dert yakınıyorum.
Rüzgâr aniden üşüme getiriyor ruhuma
geçmişimin en derinlerinden,
şakaklarıma uğultu çöküyor
nabzım
nabız
nâ…
Nasıl olduğunu hatırlamıyorum
ama uyanmışım aniden
yirmi bir yüzyıl uyumuş gibi.
Hayat en doğmamış özlem.
Şu gönlümdeki âşk da olmasa
diri kalmak neyime sahi?
Yine kaç şiir biriktirmiş gözümün feri?
Yüzümün yarısında hava soğumuş bile
öbür yarısı ise hala sevmekte seni.
16:15
Vapurdan iniyorum.
Dünya yine acımasız kokuyor…
FOTOĞRAF: HIDIR MURAT DOĞAN
10
4.SAYI uzak
FOTOĞRAF: DINO REICHMUTH
BİR YER DÜŞLEDİM BU GECE
YU NU S EMRE KOŞAR
Bir yer düşledim bu gece,
İçinde gölgeler,
Bir tek ben varım sessizliğim ile,
Zihnim acıyor düşledikçe,
Öyle ki, çıplak ayakla yürüdüğümü düşlüyorum,
Ve düşledikçe unutuyorum,
Gölgeler kayboluyor bir bir,
Zaman ilerledikçe,
Zaman da yok oluyor sessizce,
Kamburum çıkıyor sonra,
Anılarımdan acılar seçiyorum,
Seçiyorum,
Bir bir herkesi,
Sonsuz ve kesin,
Nefesim, kesilsin,
Bileğim,
Dileğim,
Düşlerim.
Tekrar ölüyorum sonra,
Düşlediğim yerde,
Gözleri geliyor aklıma,
Pek hatırlayamıyorum ya
Yine ölüyorum,
Porsuk nehri kenarında.
Sonra gülüşü geliyor aklıma,
Bir fısıltı kulaklarımda,
Fısıldıyor;
‘’Uzak’’
Sonrası yok.
Bir yer düşledim bu gece.
Ve kayboldum düşlerimde.
Sonra…
Sonrası yok,
Çünkü,
Çünkü çok uzak.
Kayboluyorum sonra,
Düşlediğim yerde,
Önce bir öpücük,
Sonra bir doğum günü pastası,
Sonra…
Sonrası yok.
Çünkü,
Çünkü, çok uzak.
kaybolandefterler
11
12
fotoğraflar: ULVİ
KOÇU
4.SAYI uzak
cesaret
U LV İ KOÇ U
Bana uzakta olmanın tarifini yapabilir misin sevgili
Şu asılmaz yolların, yüksek dağların…
Seyduna’yı sürgüne gönderen Şahrud bakışlarını çizebilir misin?
bir sürü vilayet düşün; araya girmek için sırada bekleyen
o köşebaşı, ağzı bozuk asfaltlar,
minyon tipli kadınların cirit attığı pazar yerleri
dilsiz mi dilsiz bekleşen elinde selpağıyla Bilal, *
çoğu uzun yolculuklar geçiren hasta ve ihtiyar adamlar
hiç kesilmez düşüncelerle düşün, bir Van akşamında balıkçılar…
sabaha varırız olağan hesaplaşmalar dahilinde
gece yatmışmısın diye düşünürüm sesin soluğun çıkmadığında
bilirim içlenir, darılırsın serseri başıma
serseri ve akılsız…
cam kenarında ismi açıklanmamış çağrışımlar
dışarıda yağan kar
bizi şimdi hangi kuşak anlar?
Sımsıkı ellerin, sesin haylaz, bağırırsın gönlümün derinine
Yusuf’a el uzatırız kör kuyulardan
Yunus’u affeder yutan balık,
Yakup’un yüreği diner
dipdiri gözlerin, bakarken göğsümün sızısına,
direnç gösterir hasta yanlarım,
kalkarım gömülü mezarımdan,
sorgu melekleri kovalar ben kaçarım
koçero’ya yardım, yataklık ederim…
bana kendi cümlelerinle bir düş anlat sevgili
dağları delen Ferhat’ı,
Mem u Zin’i
Memduh Selim’le ahusu Feraye’yi anlat **
hiç düşünme “bu uzaklık ne biçim bir hikaye”
“tanrı sınar bu nasıl sevda diye”
* Bilal; Erzurum’da, okuldan arta kalan zamanlarında selpak satan ilköğretim öğrencisi.
** Memduh Selim ve Feraye; Mehmed Uzun’un ‘Yitik Bir Aşkın Gölgesinde’ romanında adları geçen
biri Kürt aydını diğeri Çerkez kızı olan, birbirlerine kavuşamayan iki aşık...
FOTOĞRAF: ULVİ KOÇU
kaybolandefterler
13
KAHVERENGİ
fotoğraflar: hıdır
murat doğan
KESKİN
fotoğraflar: hıdır
14
murat doğan
4.SAYI uzak
G E C E İŞ ARETİ
YEDİ ACI – II.
II. bap
İNCELİKTİ
Bir ses duymayı göreyim
Heyecanla taşırıyorum kütlemi
Ama hiçbir izi yok çağrılmamın
Sahi hiçbir izi yok mu çığırından çıkmışlığımın?
Dağınık bir şehvetin kollarında intihar tasarısı
Çünkü insanlar hep solmuş şeylere uyanıyor
Bunları moda biliyor, bunları biliyor
Ve biliyorum,
incelikti gül kurumuş yüzümü güzel kılan
ve yetmiyordu dil
anlatmaya, kırık birkaç dize güzelliklerden geriye kalan
Bu yaratıklarla daha fazla baş başa bırakırsanız beni
Geceyi üstüme örtüneceğim.
Onu adım belleyeceğim.
Bu pıtraklı diyarda hiçbir hissin rengi yok.
Bu yaratıklarla daha fazla baş başa bırakırsanız beni
Köhneleşeceğim
Başka ne söylenebilirleşeceğim
Bu puslu diyarda hiçbir tenin kokusu yok.
Sanırım bu benim ödevimdir; hiçbir yerde
olmamak, duyulmamak ve kokmamak
çünkü insanlar bulmak isteselerdi bulurlardı çoktan
İşte insanlar böyleydi; derin, derin, derin
çokça derin bir boşlukta safi sahte birer berceste
Başım ağrıyor gayri dünya gürültü
Doğmuşluğumdan ötürü arzuşikesten
Görsel: BERN HARDY
kaybolandefterler
Şimdi şimdi anlıyorum gizlenmiş harflerin içindeki
kelimelerden, saklı anlamlardaki
cümlelerden anlatılabildiğimi.
Aylaklık, vücudumun her yerinde gezinen ilhamlı bir virüs gibi.
Ki aylaklık gizlenmek değil midir biraz?
Tutunmaktan yana değilim.
En güzel anılarımı bile bağışladım.
O yüzden sadece oturup, beklemekten yanayım.
Çünkü bu kendi ellerimden bile düştüğümdür.
15
DOSTOYEVSKI
ILLUSTRASYON:
16
VOLKAN DAĞYELİ
4.SAYI uzak
BOSPHORUS
fotoğraflar: hıdır
kaybolandefterler
murat doğan
17
HİÇ. BİR. UZAK.
fotoğraf: TUĞBA
18
TURAN
4.SAYI uzak
SUR İÇİ’N
fotoğraf: TUĞBA
TURAN
kaybolandefterler
19
uzaklaşmak kuyusunda
TAHA SAVAŞ
yakındakini uzak
uzağı daha da uzak kılan yüce rab!
kuyumun dibi
cennetin fermuarına sıkışmışçasına
hani belki
kuyumun dibinde reyhan ırmakları
beni bekliyordur diye
Yusuf’a yoruyorum
çirkinliğimin
dipsiz kuyu bölü kanayan yerlerini
kendime varmayı beklediğim
çakıl taşlı yolda,
tam da tanrı edinmişken kendime kuyuyu
çıplak, aksi, huysuz kavimler
üstüme basarak
beni,
bana secde etmeye zorladıklarında
reddini mümkün kıldığım
putumla
putunla
putunuzla
kapadım kuyumun ağzını
bana
beni sormayınız artık
zira bir hayli uzağım ona...
FOTOĞRAF: Руслан Гамзалиев
20
4.SAYI uzak
Ahmet Büke:
Uzaklık,
bir tür ölüm hali aslında.
Elbette “neden öykü?” sorusu ve benzeri bir soruyla başlamak istemezdik ama,
neden bu anlatma isteği?
Nedenini tam bilemiyorum ama anlatmadan duramıyordum. Galiba hayatta
başka işe yaramadığımı, bir bunu iyi yapabileceğimi düşündüm. İşin kötüsü bir
süre sonra bunu da istediğim gibi iyi yapamadığımı da hissettim ama bu hisle de
devam edemez insan. Unutmaya çalıştım. Unutmak için daha çok yazdım. Yazdıkça da kendimden kaçamaz oldum. Böyle bir sarmal işte. Yün çilesine dolanmış
kedi yavrusu gibi.
İyi bir öykücüye yine ikinci sınıf bir soru sormanın utancıyla soruyoruz; Ahmet
Büke iyi öykücülüğünü neye ya da nelere borçlu? Yaşanmışlıklar, hayalgücü, iyi
bir dil, hepsi?
İyi öykücü olduğum konusunda ikna olamadım dolayısıyla sonrakiler anlamsız
olacak bu yanıtta.
Ben kendi adıma öykülerinizde buruk bir tat buluyorum, bir başkasını bilemem
ama, sizce neden bu burukluk? Büyümek mi?
Ama bu sorunun yanıtı tek tek okuyanlara ait galiba.
Sizce “Uzak” sözcüğünün tanımı nedir? Uzaklık fiziksel mi yoksa zihinsel bir şey
midir? Ya da mesela uzak olan şey şehirler, anılar, değişimler midir? Nedir bu
“Uzak”?
Uzaklık bir tür ölüm hali aslında -çürümenin henüz başlamadığı-. Bakın mesela
birbirimize en uzak olduğumuz yerler sosyal ağlar. Bazen oradaki tanıdıklarımız
gerçekten ölüyor ve toprak olmaya başlıyor ama hesapları eğer açıksa orada
kalıyorlar. Aslında ölmek ve çürümek iyidir. Olması gereken bu olduğu için ama
şimdi o kadar uzağız ki birbirimizden çürütmeyen bir mesafe var aramızda.
Uzaklığın Ahmet Büke öykülerine kattığı bir şey oldu mu?
Bilmiyorum.
Herkes bir şeyler anlatmalı mı sizce?
Hiçbir fikrim yok.
Yazma isteği başarma isteğinin üzerinde. Okuma isteği ise hepsinin altında.
Son olarak, yaşadığımız bu sosyal ağlar çağında “Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi” arşivleri raflarından masamıza gelen, bir yönüyle hayat kokan öykülerle
karşımızdasınız. Sahi bu çağ bizi, bizden olanı sağ bırakıyor mu?
Ben o öyküleri biraz kızıma, biraz da kendime yazdım aslında. Son anda iyi bir şey
oluyor çünkü hep.
Kaybolan Defterler adına bu röportaj için bize zaman ayırdığınız, öykü adına
bize çok şey kazandırdığınız için teşekkürlerimizi sunarız.
Estağfurullah.
kaybolandefterler
RÖPORTAJ-İLLUSTRASYON: HIDIR MURAT DOĞAN
Bloglardan tutun da, sosyal ağ bildirimlerine kadar herkes her şeyi yazmayı
istiyormuş gibi geliyor bana bazen. Bunu başarabilen çok mu sizce?
21
MELTEM DOĞAN
BAZI ŞEYLER,
TELEFONDA EKSİK ANLATILIR
Yağmur çiseliyor. Cama vuran damlaların ritmi, kalbine denk düşüyordu Fera’nın. Mutfak sandalyesinde kıpırdandı. Kahvesinden bir
yudum daha aldı. Kalkmak istedi yerinden. Ellerini masaya bastırarak tam kalkacakken fark etti, bordo zeminli mavi çiçekli masa
örtüsü üzerinde duran beyaz saç telini. Sanki bazı şeyleri kanıtlamak istermiş gibi, önünde duran, boylu boyunca yatan o saç teli
üzmüştü onu. Keder dediğin, sonradan bulmazdı insanı. O bir hayat
lekesiydi. Bir kürenin içinde birbirinden habersiz yaşayan insanlar,
birbirlerine dokunmadan ve görmeden de benzer acılar yaşıyor
ve bir diğerine “vah” diyordu. Çünkü bu bir çeşit, hüznü paylaşma
yöntemiydi. Anlıyor sanıyordu. Oysa bu koca bir yalandı. Kendi
kemiğinin sesinden başkasını duyamayan insan, bunu da abartıyor
ve yalan söylüyordu. Fera’nın dünyaya bakışı böyleydi. Hiç “anlıyorum” diyemezdi. Çünkü anlayamayacağını bilirdi. Kimsenin kimseyi
anlamadığı bir evrende dürüst olmak şarttı. Başını çevirip, geçen
yaz annesinin ördüğü dantel perdeden, rüzgardan savrulan ağacı
seyrediyordu. Telefonun sesiyle irkildi.
***
Kısa saçlarını ıslattığı tarakla yana doğru taradı. Tıpkı o klipteki küt
saçlı şarkıcı kız gibi olmuştu, onu seviyordu. Üstüne çıktığı iskemleden atladı. İskemleyi küvetin içine geri koydu. Düzenli olmak şarttı.
Annesi sinirlenebilirdi. Babası tekrar annesini dövebilirdi. Bu kötüydü. Çünkü çocukların, göz yaşlarını ve çığlıklarını saklayan duvarlar,
annesiyle babasının çığlıklarını ve babasının annesine attığı tokatları
saklamıyordu.
Üstünü kendi giyinmeyi biliyordu. Ama o yanı çiçekli kot pantolonun düğmesi biraz zorluyordu onu. Ya iliklenemiyor ya da iliklenince
çözmesi zor oluyordu. Bir keresinde az daha altına yapacaktı. Eliyle
kontrol etti. Çıktı banyodan.
“Anne”
***
“Efendim.”
“Kızım.”
“Efendim anne.”
Kara deliğe kadar uzanacak olan bir telefon konuşması için kavuğundan çıktığına lanet etti. Huzursuz oldu. Hep aynı yönetme
güdüsü, merak ediyormuş gibi durup aslında insan biçimlendirmeye çalışmaktan başka bir işe yaramayan seansları başlamıştı. Artık
yanlızlıktan vazgeçmeliydi. Yaşıtları evlenmişti. Gençti, güzeldi. Yıllar
kimseye acımazdı. Tüm bunları biliyordu, ama ikna edilmek istenen,
haklı olduğunu bir kez daha duymak isteyen biri vardı karşısında ve
o da görevini yerine getiriyordu. “Tamam haklısın”… Aslında “Çürüyorum” demek istedi. Faydası yoktu, zaten mutlaka annesi bilirdi.
Anneler her şeyi bilirdi. Bir ara gelmeliydi, o çok sevdiği mantıdan
yapacaktı kahve içip eskilerden konuşurlardı. “Ne kadar eskiye?”
demek geldi içinden. Sustu Fera. Orası uzaktı ve hiç bir tren çocukluğunun raylarından geçmiyordu. Bağırabilirdi ve bu duyulabilirdi
ama yapmadı. Hiç bir şeye gücü yoktu. Kimseyi durdurmaya ve
çekip gitmeye. Telefonu kapadı. Kahvesini mutfağın lavabosuna
akıttı. Kahvenin yarattığı şekilleri izliyordu. Arabaların ön farları, kireçle boyanmış duvarlar, has mermerler ve bulutlar hepsini bir şeye
benzetirdi. Kendi hayaletiyle yaşayan bir kadını kim korkutabilirdi?
Musluğu kapadı, ıslak ellerini üstüne sildi. Portmantoya yöneldi,
yağmurluğunu aldı şemsiyeye baktı ama düşmek istemiyordu.
Bir gün onun yanına giderken almıştı şemsiyesini, heyecanlıydı,
saçları bozulsun istemiyordu, tüm insanların durmasını ve trafiğin
açılmasını istediği bir gündü. Fakat öyle olmamıştı, rüzgar bir anda
şemsiyesini uçurmuştu, dengesini kaybedip yüz üstü kapaklandığında çoktan saçları bozulmuş elleri çamur olmuştu. Düzeltmek istedi
22
4.SAYI uzak
fakat vakit yoktu. Hayat onu meydandaki su zımbırtılarının yanında bekliyordu ve o
hayat onu çamurlu ellerle de sevebilirdi. Öyle de olmuştu. Çok sevmişlerdi ve el birliğiyle
katletmişlerdi. Bir aşk nasıl öldürülür diye bir yarışmaya katılsalardı madalya ve ölümsüzlük ödülü verilirdi ikisine de. Gülümsedi Fera. Çıktı dışarı.
***
“Ben okulun bahçesine oynamaya gidebilir miyim? “
“ Gidebilirsin. “
Heyecanla çıktı dışarıya. Sekerek gidiyordu. Okulun bahçesi, yan apartmandaki sokağın
köşesindeydi. Kendini bu yüzden şanslı zannediyordu. Bu eylül okula başlayacaktı, başladığında yorulmasına gerek yoktu. Sabahçı olsa dahi, hemencik üstünü giyinip gidebilirdi.
Yan blokta kaldırım biraz darılıyordu, araba üstüne gelecek gibi oldu. Yanına daha önce
hiç görmediği siyah takım elbiseli bir adam yaklaştı.
“Korkma araba çarpmaz gel şöyle. “ dedi. Çocuktu. Bir an inandı ve adama yanaştı.
Adam ona apartmanı gösterdi, “Gel bak burada bebek var. “ dedi. İnandı. Sonuçta orası
oyun arkadaşı Hale’nin oturduğu apartmandı neden gitmesindi.
***
Yağmur ne güzel çiseliyordu. Acaba küçük bir tatil mi yapsaydı. Gitmek de güzel fikirdi.
Nereye gidilecekti ki… Hem içindeki kuyudan daha uzak, daha uzun yol mu vardı. Gereksiz bohemliğe düşmenin manası yoktu. Yürümek güzel olurdu böylesi havalarda, yada
eski salıncağına mı kavuşsaydı. Elleri büyüktü ama boynuna geçirip kendini boğacak
kadar değildi. Kendini öldürme fikri de onu güldürüyordu bazen. Yani nasıl olacaktı?
Kendini öldürürken hangisinden başlayacaktı? İşteki, üniversitedeki, arkadaş sohbetlerindeki, eski sevgilideki, annesinin kızı olanı. Hangisinden başlasa, nefesi tükenirdi
acaba. Uğraşılacak şey değildi. Yürüse daha az yorulurdu zaten. Dolmuşa bindi. Hiç boş
yer yoktu. Uzattı parayı “Fıstık ağacı alır mısınız? “ dedi. Genç bir adamın ona dikkatlice
baktığını fark etti. Adam kalktı yerinden, “Buyur otur Fera. “ dedi. Daha dikkatli baktı.
Kahretsin çocukken sürekli abisine şikayet ettiği, Kerem’di. Evet bir de abisi vardı. Biyolojik bir bağdan başka hiç bir yakınlık duymadığı abisi, zihnini kapattı hemen hatırlamak
iyi değildi. Hiç gerek yoktu. Yıllar geçmişti zaten. Yani ne luzüm vardı. “ Merhaba Fera,
mahalleye mi gidiyorsun? “ dedi. “Evet. “ dedi ve gülümsedi. Yıllar geçmişti evet. Konuşulacak çok şey vardı, Kuyu derin ve Kerem li günler çok uzaktı. Kafasını cama çevirdi.
Soru sorulmasını istemiyordu. Anlatmak istemiyordu. İneceği durağa geldi. Belli belirsiz
Kerem’e gülümseyip indi. Küçükken ona kocaman gelen dükkanlara baktı. Güldü içinden.
Caddeyi uzunca yürüdü. Yağmur daha da hızlanmıştı. Parka geldi. “Kahretsin“ diye
geçirdi içinden. Parkı belediye küçültmüştü. Salıncakların birini almış, kaydırağı plastik
yapmıştı. Artık kendisine sığması mümkün değildi. Banka oturdu. Salıncakları seyretti.
“Oturabilir miyim? “
***
Küçük kız çıktı apartmandan. Korkuyordu, pantolununu ilikleyemiyordu. Ağlıyordu.
Evlerinin önüne geldiğinde yorgunluktan yere yığıldı. Meğer uzakmış, meğer kimsenin
duyamayacağı kimsenin göremeyeceği kadar uzakmış o apartman. Orası artık Hale’lerin
değil, o küçük kızın düşlerinin vurulduğu apartmandı…
kaybolandefterler
23
FOTOĞRAF FLORENTINA AMON
Kafasını kaldırdığında Kerem’in saçından damlayan damlayı gördü. Öyleydi Fera. Bütünden önce , hep küçük parçaları görürdü. Yana doğru sıyırdı kendini, bir şey demedi.
Oturdu yanına Kerem. Hala çok yakışıklı ve sevimliydi. Tek gamzesi vardı Kerem’in. Hala
ürkekmiydi, yine olsa bağırırmıydı acaba “Ben seni seviyorum. “ diye. Güldü bir an Fera
“Hala acımıyor değil mi? “ diye sordu. Kerem kaşının bitimindeki yarayı okşadı, güldü.
“Hayır, acımıyor. Hatta iyi anlaşıyoruz kendisiyle. “ Kafasını kaldırıp, Kerem’in yarasına
baktı. Elini kaldırıp parmağının ucunu dokundurdu. Kerem’in gözleri kapalıydı. “Hala
çok ürkeksin. “ Elini yavaşça indirdi Fera. Yağmur durmuştu. Kerem göz yaşlarını elinin
tersiyle sildi , öne düşen saçını geri attı. “Hadi biraz dolaşalım” dedi. Kalktı Fera. Parkın
hemen karşısındaki sokaktan daldılar içeri. Kendisiyle Kerem’in bisikletinin izlerini aradı,
çizdiği canavar suratı. Kalmamıştı hiçbir şey. Herkes ve herşey çok uzaktaydı. Yürürken
okulun bahçesine geldiler. Ağlamaya başladı Fera, Kerem önüne geçti herşeyi biliyorum
dedi. Fera sustu, geriledi Kerem’in gözlerine baktı. Nasıl bilebilirdi, bu bir sırdı. Annesi
sadece kapıcı teyzeyle paylaşmıştı. Sonra hiç kimseyle konuşulmamıştı. Bil hassa babasına anlatılmamıştı. Polise gidilmemişti. Sonra sarıldı Fera, Kerem’in yara izi daha bir belli
oldu. “Tamam şimdi ayrılalım, ama görüşelim yani beni arar mısın? “ dedi Fera. Kerem
gülümsedi baktı “ Aramam, yani gelirim ama aramam çünkü bazı şeyler telefonda eksik
anlatılır. “ dedi. Gülümsedi Fera. Soru sormadı hiç, biliyordu gelirdi. Arkasını dönüp
yürümeye başladı. Kerem’in sesi uzaktaki her şeyi canlandırmaya yetti. “ Seni seviyorum
Fera.“ Feranın kısa küt saçları rüzgarda savruldu. Elindeki ip bir anda belirdi. Işıklı spor
ayakkabıları ve yanı çiçeksiz kot pantoluyla kalakaldı. Arkasını döndüğünde Kerem’in
henüz kaşı yarılmamıştı. Üzerinde kırmızı şortu vardı ve kolları sonuna kadar açıktı.
İLLUSTRASYON: HIDIR MURAT DOĞAN
{
Ama benim memleketimde bugün
İnsan kanı sudan ucuz
Oysa en güzel emek insanın kendisi
Kolay mı kan uykularda kalkıp
Ninniler söylemesi
24
{
4.SAYI uzak
Dijwar’ın Gözleri
YÜKSEL BATU
denizi düşlemiş dijwar
gözleriyle gittiğini söylemiyorum
ve de
ellerinin kara sularda yıkandığını.
sabahı kırık bir pencerede bekleyip
yüzünü yalayan rüzgara harf döküyor titrek sesiyle
olmuşlar hânesine ırak
bir durgunluğu var öyle bir döküm ki
benzemiyor kederli bir söylencenin sonrasına.
kaçırmadığı gözleri
yorgun bir gezgine soru duruyor
çokca yoldur istemi
gitmeyi kalbine en yakın yerde tutmuş
ha dese gidecek, ha yok!
acının cevabı unutturduğunu biliyordum
dilin yasını, bir ormana açılmıyor ki suskunluk ıslansın, sızıyla çoğalan taşlar
öyle sessizce gelip çarpıyor ki insana yutkunmak var şu hayatı, yutkun(a)mamakla kalıyor.
kaç şehir tanıdım her birinin bir bileği var
tuttuğu olmuş, geçtiği anlattığı
bir ad yok ölümü vursun orada
balıklara anlatırken solgun bir akşamın yalnızlığını
inanması geçerken aklımdan
ayak seslerinin içine işlendiği bir çocuk beliriyor
yüzüne eksiklikten söylenmiş yalanlar,
durduğu yerde acıyı harflendiriyor
geç kalmış umuda inandırdığım bir suretle.
denizi görmemiş dijwar
zamanın nasıl aktığını bilmiyor
bu yüzden ellerini hayattan ayrı yazıyorum
ah sarılmak geçmiş ondan, onu da bilmiyor..
kaybolandefterler
25
ÇIBANLI
GECE
ANLATIMI
PAYANDA
FOTOĞRAF: MARC WIELAND
26
4.SAYI uzak
anlatabilmek adına
toth kitabını aradım, kızgınlığı geçtim
kızıl cehennemler arasından
yalvarırdım
gerekirse – acıdan başka
ses işittiysem – uzanmasa mıydı derdim
günün yoklamasını aldım
karagünsem! çetrefilli kalbim!
yoktu iyiliğim, mutluluğa kaldıysam…
yeni sözcükler edindim
yıllanmış şarap korkulukları arasında
tıkanmış uygarlıklardan, çevimsiz kuş tüylerinden
arpa suyundan, kadınların göle döktükleri
özsuyundan, kurşundan
erimiş hücumdan ve soğukluktan…
geçtiğim karşısına yol
yolun aklındaki karakol
ve
kuy gizlenmiş sağanağın
çemberinden geçerek
boş mu boşluk mu – sağır eden
zikriyle
tanrı yazmıştı gözlerini bana
okuyamadım,
çığlığa gerdi beni babam
annem aldı, kut bileğiyle
zahmet edince
kavruluşun pencereleri açıldı
tik tak, tik tak, şıp şıp
lavanta çiçeğine ölesiye ağlamışım
kolumun altından tutup
göğe götüren
varsa, çıplak duvarlarda gördüğüm
kıpırdamadan içimdedir, kara çalılar
ve uçurtmalarla
yangın yerinden kurtarır beni
ya da yangına kıvılcım diye bırakmıştır
bilemem, o sıralar hafızamı
barok’tan yoklarım, tâ ki yoklamaya kadar
sûr üflenir her zerrecik içimde
çıldırış başlar, farkındağlık
kıstırır bir başıma, başımı
rahlelerden sürterek
yokuş aşağı bırakılan çocukluğumu
sepetten dağılan yumurtalarımı
ve çiçeklerimi
ölmek sanmışım!
kaybolandefterler
tam sırası
sıradan çıkmanın. Ay ve
çın bege
kap koyu artığında
kim insan? kimdir nefes alan sadece
hiç işin yoksa unut şimdi bir ağacı
gölgesini bir tek bilen
susuş kuşlarıyla
kaptırmış ağıtlarını, atlara koşmuş
yollar dönmüş
dünya iç çekmiş
bakınca bana! bana olan olmuş.
yutkunduğum yanıyla
ses etsem (-) lanet sesim
bir ses istiyor yine de
uzlaşıma ya da ölüm uykusuna
susmanın zamanı mıydı
konuşmayı öğrenmeseydik hiç
belki derdim, belki kelimesinin anlamını bilmek olmasa
şimdi son düşüşte
hiç yükseliği olmayan bir yerden
nasıl olur da düşüyorum diye sorarsan
içindeki çukura bak isterim
ve beni oradan düşürürken
son raddesindeyken, hamlenle
işit isterim, hiç olmazsam
hep varlığımdandır artık
dinlersen bilirsin
sular bile kendi hacmine ağır.
anlamak sözcüğünü harflerden
ayırsak, harflerin içine kadar ayırsak
yine de anlamak sözcüğü anlamlaşmaz
anlatmak istesem
yeterli olmayacak
-ne anlaşılan ne anlatan ne istenenödenmeyen hakların sokağında
dans ediyor oluşu kuşların
göğden habersiz midir.
ve bilirim
bitirdim gaflet uykusunu kalbimin
gidenin ayaklarına nal takılır atlar sofrasında
daha hızlı gitsin diyedir bir kuyunun sessizliği
taşı bilsin diyedir, az biraz su…
suyun aktığına inanmak için
donuk deryaya da bakmak gerekir.
27
FOTOĞRAF: FLORENTINA AMON
LO K M A N K U R UCU
O GECEYİ
başını göğsüme yasladığında gecikmiştik
eskimiştik göğsümle sen arasında yıpranan zaman gibi
çünkü yaşananların bizde bir toplamı vardı artık
bir ismi de vardı üstelik,
sırtında durduğumuz akrep arsız bir takatle ilerlerken,
birimizin o sırttan kayıp
o toplamın içinde kaybolması
yani umurumuzda duran o en siyah ihtimal
güzel olacak diye avunduğumuz muammaya akarken
-yalnızlıktan korkuyorsun
-korktuğum bir gün yalnız kalamaman ve beni
-nasıl unutacağım seni
-nasıl unutamayacağını düşün
nasıl hatırlayacağını
istersen bu geceyi kendinle götür
bir kaç oksijen deliği
birkaç kan yolu aç renginde
-yani ömrüm hep kanamakla mı geçecek.
-giden sensin,unutma
akrebin sırtında
kanayan bir duruşun olsun diye
ıslatmadım göğsümde çatlayan dudaklarını
düşlerimi gecenin renginden tek-tek söküp
uyudum
uyandığımda hala sen
ve gece
ben bir kaç şarkı mırıldandım kulağına
bir kaç sigara içtim
boş şeyler konuştum durmaksızın
ağır şiirler
ağır hüzünler okudum
sen uyurken
.
.
.
.
.
geceyi alıp gittim
28
4.SAYI uzak
FOTOĞRAF: DUSTIN LEE
Mektup
L EVENT KARATAŞ
Gülleri topluyorsun vazodan. Yerine çarşıdan aldığın papatyaları koyuyorsun. telefonda ve uzun uzun susuyorsun. Çay ve ilkbahar çörekleri seviyorsun. Kolejlisin biliyorum, esriksin benim gibi. Ama hep bir kapı kapanıyor seni sevince: Kapıların sımsıkı ve gerçek. Ruhun kapılarının anahtarlarını senden de saklıyor. Kötü
bir rüyadan uyanmış gibi uyanıyorsun. Vazoya papatyalardan sonra laleleri koyduğunu unutup. Perdeleri
açık unutup uyumuş gibisin. Ürküyorsun, pencerelerin ötesindeki duygulardan. Sözcükleri unutmuş gibisin,
rüyalarını. Zamanını bölüyor, aklını karıştırıyor sevgiler. Ve iki beninin arasında uçuyor aklın. Hayaller var,
çok hayaller. Yalnızsın. Çırılçıplak ve yalnız. “ yalnızlığın mis kokmalı ” yalnızlığını analatik bile bulmuyorsun
ne de modern. Soğuk kış geceleri çocukken bunları düşünüyordum ben de. Şimdi kiraz ağaçlarına bakıyor
gibi, dallarında çocukluğum varmış gibi bakıyorum sana ve çocuk çocuk. Amerikalıların dediği gibi “ bilirsin
işte, bir an öyle olduğunu düşündüm kahrolası hayatın” bitti çoktan ve yalnız izleyen ve içinde yaşayan
biriyim ben. Şimdi acı duyuyorum eski ve kıskanç söylencele yanıt vermekten. Yıllar önceydi gibi bu ilkel
duyguların konuşması ve bitti işte, onlar bitti, buradayım işte. Seninle. Soldier Of Fortune gibi seviyorum
o çocuğu da ben. Düşüncelerin sınırlarını bana anlatan, ben çocuğu. “zorlu bir kış geçirdim” işte o kadar.
kulaklarıma dolan bu sesler, yüzüme yapışan bu yapay şeyler değil. Hiç değil. Tut elimi, gerçek her sabah
iyilik ve güzellik için uyanan şu çocuğun söyledikleri…
Levent Karataş / Sürgün / Tarihsiz.
kaybolandefterler
29
,
son e
uzaktaki
RIDVAN GÖKSU
sonra alnımızda ufalanacak sesimizdeki küller
ve değişecek kalbimizin rengi
çekingen ve kırmızı bir doğum lekesiyle
anılmaktan duyduğumuz utancı unutup
çıkacağız yeni bir derinliğin merdivenlerini
yanık ve kavruk bir sırt tadı olarak kalacak
ağızlarımızda yaşamak sanısı
bütün iyi niyetli şiirlerimizi unutacağız aniden
ve kimse neden böyle yaptığımızı sormayacak
adımlarımızda sade bir kırgınlıkla yürüyeceğiz
fakat kimse sormayacak neden böyle kırgınız
kendimize ve diğer şeylere
anımsayamayacağız iyi bir müzik dinlerkenki saadetimizi
ismini çok önceden sevdiğimiz bir kadınla tanışmak
gibi mutluluklarımız olmayacak o vakit artık
sonra bir ses duyulacak
ve dönüşecek kalbimizin rengi
bir uzun akşamüstü uykusundan uyanıp bakacağız ki meğer
herkes bir başkasının gavuru
herkes bir başkasına taşra
bir bakacağız ki yine böceklere kalmış dünya
FOTOĞRAF: FLORENTINA AMON
30
4.SAYI uzak
Tamer Yiğit’in
Kız Kaçırma Mevzusu
EMRAH ATEŞ
En öndeki adamın adı Tamer Yiğit. Soyadı gibi Yiğit bir adam. İnternette biraz bakın görürsünüz, Kenan
İmirzalıoğlu’ymuş, Burak Özçivit’miş falan palavra.
Akabinde hemen gerisinde duran İzzet Abi. İzzet Günay. Yanındaki de tabii ki sultanımız Türkan Şoray…
Bu karenin olduğu filmin adı “Çalınan Aşk” diye geçiyor Yeşilçam tarihimizde. Hatta Türkan Şoray’ın iki
farklı karakterde oynadığı ender filmlerden biridir. Dahası, Sadri Alışık da filmde kötü adam karakterinde. Biraz ezber bozan bir film anlayacağınız. Gerçi beceremiyor kötü adam rolü yapmayı. O ne yaparsa
yapsın benim için Balıkçı Kazımdır her zaman. Başka ne oynasa bir beden büyük gömlek gibi kalıyor
üstünde.
Esas mevzuya gelecek olursak eğer, Tamer Yiğit rahmetli babamın eski bir arkadaşı olur. Babam Küçükçekmece’de at arabası ile meyve satarmış eskiden. Otomobiller hakgetire tabii o zamanlar. Babam
o kadar çok para kazanıyormuş ki, bir ev alıp belli bir yere çakılmaktansa, canı hangi evi hangi semti
isterse orada kiralık ev tutarmış. Ben son beşiğim, görmedim zenginlik falan. Hayatımızın fakir dönemine “bereketiyle gelir” diyerek yapmışlar beni ama bereket falan getirmedim. Zamanında isteyerek
ev almadığımız semtte, hatta belediye başkanı arsaları beleşe peşkeş çekerken bile babam “Ne işimiz
var burada. Taşınırız ev arkamızda kalmasın…” dediği semtte, şimdi kirada kalıyoruz. Ah ulen baba!
Sana diyecek çok şey var da, hayırsız evlat olmaktan korkuyorum.
Küçükçekmece’de Sancak Tül fabrikası vardı eskiden. Şimdi sadece bir bölümü var bilen bilir. Sefaköy’de Arel Üniversitesinin yanı hemen. Metrobüsle Avcılar istikametine giderken sağınıza bakın
görürsünüz tabelasını.
Sancak Tül fabrikasının sahibinin kızını Tamer Yiğit gençken kaçırmış. Hem de babamla beraber, onun
at arabasına bohçasıyla koyarak. Tekirdağ’a kadar götürmüş onları.
Babam bu hikâyeyi defalarca anlattı bize. Ama hep kısa keserek ayrıntıya girmeden anlatırdı. Konuşmayı çok seven bir adam değildi. İçtiğinde bilhassa zevkten dört köşe şekilde “Ben zamanında Tamer
Yiğit’le kız kaçırmış adamım!” diye böbürlenirdi anneme. Arkadaşıdır, bir hikâyesidir falan zannediyorum o zamanlar, ne bileyim. Ufacık çocuğum pokemondan gayrısı yalandı benim için. Ama gel gör ki
Tamer Yiğit ismi hiç silinmemiş aklımdan.
Sonra bir gün arkadaşımın evinde babasıyla muhabbet ederken ( kendisi babamın da arkadaşıydı )
konu babamdan açıldı. “Senin baban Yeşilçam’a gelin getirmiş adamdı.” dedi. O geçmiş zaman eki bir
ölümü çağrıştırdığı için her ne kadar gözlerimde bir yaş olup otursa da, bir şekilde güldürmüştü beni.
Ben de jeton o zamanlar düştü anadınız mı? Babam ne yaşadıysa bir gün çocuklarına bir hikâye olarak
kalsın diye yaşamış meğer.
Babamın oynadığı eski bir Türk filmi de var, Fikret Hakan başrolde oynuyor. Onun hikâyesini de bir
sonraki sayılarda bakarsınız anlatırım.
Sağlıcakla.
kaybolandefterler
31
FOTOĞRAF: MIKA SUUTARI
umarım,
ölmüşsündür.
HIDIR MURAT DOĞAN
[Odi profanum vulgus et arceo]
[İnsan sürüsünden nefret ediyorum ve uzak duruyorum.]
Horatius
32
4.SAYI uzak
Herkes mutlu olmak ister. Zaten birilerini, bir şeyleri öldürme
çabası, hep bundandır. Hepimiz mutlu olmak isteriz ve biz ölülerin mezar başlarına şekerlemeler bırakan, hiç unutmayan bir
milletiz.
***
Bu karartı kentin, soluğu duyulmayan radyolarında doksanlar
programı yapan ilk ve tek radyo programcısı benim. Güzeldir bu.
Ne bileyim işte bir “Arnavut Kaldırımı” dinlesek hoş olmaz mıydı sizce de? Alayım mı listeye? Ekremoğulları tüp reklamından
sonra çalarız. Burcu da dinlemesin, ne yapalım.
İşe gelirken bisiklet kullanırım. Askerlikten kaçtım bir yıl. Uzun
favorilerim var, odamın duvarında bir Leon posteri... Onu her
gördüğümde sesimi kalınlaştırır, gırtlaktan konuşur -ki zaten
burun şeklim Jean Reno’nunkiyle birebir aynıdır- filmdeki o son
sahnenin taklidini yaparım: This is from Mathilda!
Sonra yine geğirtiler çıkartarak patlama sahnesini canlandırır,
ölü ayağına yatarım. Duvarlarla konuşurum üstelik ölürken:
Buubbbffff!
Esasen o kadar kolay olmuyor. Ölemiyorsun yani öyle çabucak.
Bunu ben de o sonbahar öğrendim.
Bak, boğulma olayı mesela. İnsan boğulurken önce panik yaşar.
Nefesini tutar. Su ciğerlerine doldukça bir yanma ve yırtılma hissi duymaya başlar. En sonunda sakinleşir, dinginleşir biliyor musun? Oksijen tükenirken bilinci kapanır. Sonra pat! Öldün, gitti.
Adli tıp okuyan bir kuzenim var İstanbul’da. Biraz delidir gerçi
ama telefonunu vereyim, ona sorarsınız, idare edin.
Aşk boğulmaya benzer aslında biliyor musunuz? Ama tam tersi
gibi. Önce nefes alamazsın. Bilincin kapanır. Ciğerlerinde yanma
ve yırtılma hissi oluşur. Nefesin kesilir. Paniklersin. Ölürsün. Nasıl
teori? Bence harika. Gerçekten âşık olmuş adamların yüzlerine
iyi bakın, bilinçleri kapalıdır. Alıp yoğun bakıma koysanız yeridir.
Bir çeşit bitkisel hayat işte.
Terkedilişler ise bir çeşit yüksekten düşmedir aslında. Yapılan
araştırmalara göre ABD’de Golden Gate’den atlayan 100 kişinin,
düşerken karaciğerlerinin iflas ettiğini, kalplerinin patladığını,
kırık kaburgaların organları ezerek ölümlerine yol açtığını hesaba katarsak, nereden baksanız bir terk ediliş, bir intihara eş
değerdir bu uçsuz bozkırda da. Açıp bunu Burcu’nun o yağmurlu
gecede savrulan deri montunun sırt kısmına sorabilirsiniz.
Bir tarihte bizim sokakta deli diye çağrılan bir çocuk vardı. Aslında çok sonradan deli değil de zihinsel engelli olduğunu anlamıştım. Fakat bütün mahalle esnafı öyle adlandırmıştı onu, ne
bileyim. Çocuğun delisi mi olur? Her neyse, gelgelelim ben hayatımdaki en güzel ölüm anlatımını ondan duymuştum bir vakit.
“Dayım, kaynak yaparken öldü” demişti ve akabinde eklemişti
“gömdük...”
Ölümde bile anlam aramayan, duygusala bağlamayan, pırıl pırıl
bir zekâ. Ne güzel.
***
Mikrofona eğildim, sesimi toklaştırdım, Pazartesileri kim sever
ki:
“Nasıl sevmişse bu divane gönül / Bu böyle gidecek unutmasını
da” dedim “Üç Hürel’den dinliyoruz efendim, Sana Değmez...”
Şarkının sesini yükselttim, kendiminkini kıstım. Sandalyemi geriye doğru çekip, yeni telefonumun ekranına baktım. WhatsApp’ı
açıp Burcu’nun mavi tikini aradım. Yoktu. Tek bir arama, tek bir
mesaj yoktu. Karşımdaki masada duran döküntü bir mix cihazının başına oturmuş Ercan’la göz göze geldik. “Yok” der gibi baktı
o da. Gülümsedim. “Siktir et!” dedim kendi kendime.
kaybolandefterler
Bizim radyoyu çok kimse dinlemez. Zaten bu şehirde kaç kişi var
ki? Bizi çok kimse dinlemez çünkü bizim patron, bütün mal varlığını geçen yıl belediye seçimlerinde metresine ve saçma sapan
işlere yatırdı. Kaşkai aldı lan kadına. Bordo üstelik. Bir de bizim
program saatlerini değiştirdi o ara. Hatta bizim bir arkadaşın
“Karanlıklar Prensi” isimli programını öğleden sonra üçe aldılar
o sıra.
Bazı anlamlar bazı zamanlarındır sayın okuyucu. Bazı anılar, bazı
adamların... Gündüzü gece diye yediremezsiniz. Geceyi güzel
diye... Bilirsiniz, en büyük depremler karanlıklarda olur. Ya da
karanlıklar depremlerle olur, bilemiyorum. Genellikle depremler
soğukken ve göz gözü görmezken olur. Evet, sayın okuyucu, göz
gözü görmezse depremler olur. Ya da trafik kazası. Dayım mesela, Kırıkkale’de rafineride çalışıyordu. Kırşehir yolunu sis kaplamış o gün. Kaza geliyorum demez. Gidiyorum da demez. Genel
olarak kaza, hiç bir şey demez. Kaza hep olmadık zamanlarda
olur. Bak mesela Keskin. Kırıkkale’nin kazası. Ha ne diyordum?
Dayım evet. Sen Doğan SLX’le öyle son sürat, tankeri görme,
sonra bamm! Doğan lan bu Kaşkai’mi? Dayımı bir nevi katolik
inancına göre gömdük. Yandı çünkü. Kül oldu. Cenazesi için Türkiye Petrolleri araç tahsis etmişti, müdürleri geldi hatta buraya
o gün. Öyledir sevgili okuyucu, bir şeyin içine girdiğinde, artık
çıkamazsın. Bırakmaz, öldürür çünkü. Burcu en çabuk tutuşan
petrol ürünü. Jet yakıtı gibi bir şey...
Geçen yıl o zamanlar bizim programların yerine, birbirinden
öküz başkan aday adaylarının ve asil öküz adaylarının, saatlerce
nara atmak için kullandıkları, saçma sapan şeyler anlattıkları
politiklikle andavallılığın sınırlarında gezen ikinci sınıf ve anlamsız programlar koydular. Hatta öyle ki, bizim bir arkadaş, konuk
edilmiş herifin birinin anlamsız konuşmalarına dayanamayıp
uyuyakalınca, mikrofona kafasını çarptığını anlatıyor Ercan son
bir yıldır.
Anlamsız çünkü, kıç kadar şehirdir burası. Evler, bahçeler, sokaklar, hepsi kıç kadar. Bir yürüyeyim de, sağlıklı yaşayayım deseniz,
köşedeki BİM’in orada bitiyor her şey. Evet, sayın okuyucu, kıç
kadar caddeleri olan şehirler var buralarda. Pencereler, bulutlar,
arabalar, radyo istasyonları, umutlar... Hepsi kıç kadar. Dediğim
gibi, köşedeki BİM’in orada bitiyor her şey...
Çok sonradan bizim patronun neden bu dangalaklığı yaptığını
anlamıştık. Adi pezevenk! Ankara yolunda bir tavuk çiftliği kuracakmış. Kurdu da zaten. Paraya para demiyor. “Organik çiftlik
yumurtasında bir Dünya markasıyız” diyor. “Sağlıklı yaşam için”
diyor “yiyin” diyor. Burayı neredeyse bir Londra, en azından bir
Berlin zannediyor. Ne sağlığı lan? Burcu diyet yapıyor, ona sorun.
Radyo da böyle işte. Ercan ve ben, Mehmet Hasip Ekremoğlu
Endüstri Meslek Lisesi’nden mezunuz. Ercan benden iki dönem
sonra. Okulun adını kısaltmaya çalışmayın, çok anlamsız bir şey
çıkıyor. Ercan sürekli aynı masanın başında durup düğmelere
basıyor, arada bir kopkoyu, eprimiş ve tozlu perdeleri aralıyor,
dışarı bakıyor. Belki sadece saat başı. Aralıyor ve bakıyor. Güleryüz Apartmanı, dördüncü kat, yedi numaradan uzayın sonsuz
boşluğuna bir astronot selamı değilse ne bu?
Buralarda genellikle her şey döküntüdür, eskidir yani. Nasıl desem, hep bir koku vardır havada. Tuhaf, şöyle bayat simit gibi.
Geçen gün bizim patronu bir belgeselde gördüm. Belediye başkanı ve Kaymakamla kol kolaydı. Zaten genellikle böyle adamları
ancak belgesellerde görürsünüz. Acımasız, yırtıcı ve aç...
Şehre kocaman bir morg yapılıyormuş. Çok lazımdı çünkü... Sanki şehirde bir iç savaş var, bütün cesetler yerlerde ve işte bakın,
kesin çözüm: bilmem kaç ölü kapasiteli, yüksek güvenlikli, son
model derin donduruculu, eşsiz bir morg... Belediyemizin o harikulade hizmeti...
Nem kokusu var burada. Deniz yok ama, böyle ölü balıklar gibi
kokuyor bu sıkışmış bozkır. Akşamın yedisinden sonra ışıkları
kapanan o kentleri seviniz. Yöresel yemek programlarında ortaya çıkan, tatsız tuzsuz bir çöreğe benzerler çünkü...
33
***
Şarkı bitti, mikrofonun sesini açtım. Ercan, o an göz kırptı. Önüme bir kâğıt bıraktı. Baktım. Yazısı bomboktu.
“Ekremoğulları Tüp sponsorluğunda yayınlanan Doksanlardan
Bir Gece programına hoş geldin Ayşe” dedim “Nasılsın?”
“Ayça ben abi” dedi, anlamsız bir gülücük attı “İsmim Ayça, Ayşe
değil...”
Sessizce Ercan’a küfrettim, kimse duymadı.
“Peki, Ayça” dedim “Kaç yaşındasın?”
Sonra yine bir ergen kahkahası, artikülasyon bozukluğuna bulanmış bir ritimle:
“Kadınlara yaşı sorulmaz” dedi. O son “z” ağzında dağıldı. Leş
gibi iki binler kokuyordu oda şimdi. Gecenin büyüsü bozuldu.
“Peki, Ayça” dedim “Okuyor musun?”
“Yok” dedi “Abi benim tarzım değil pek okumak”
“Tarzın ne peki?” dedim “Neleri seversin?”
ronun yumurta hülyaları olmasa, çoktan kıçımıza tekmeyi vurmuştu. Bizi burada unuttu öylece. Artık haftada bir ya geliyor, ya
gelmiyor. Bizi dinlediğini ise hiç sanmıyorum. Kentin ilk ve tek
Doksanlar Türkçe Pop programıydık belki ama dört kişi dinliyor
lan işte: Ben, Ercan, Ayça ve evet işte o arıyor.
“Ekremoğulları tüp sponsorluğunda yayınlanan Doksanlardan
bir gece programına hoş geldin Halil” dedim “Nasılsın? Bu sefer
ismi doğru söyledim değil mi?”
“Evet, abi” dedi boğuk bir ses, telefonun hışırtılı ucunda.
Bir nefes alıp çayımı yudumladım. Buz gibiydi. Ercan’a bardağı
işaret ettim. “Yok” der gibi ellerini iki yana açtı. Yok. Bir çaycımız
bile yok. Tozlu perdelerimiz var. Reklamdan reklama küf kokan
mutfağa koşuşturuyoruz ve başka kimsemiz yok.
Genellikle “Doksanlardan bir gece” çok durağandır. Öyle saçma
sapan sohbetler eder, hiç gidemeyeceğimiz yerlerden falan
bahsederiz. Ne bileyim çoğunlukla devlet memurları arar, devlet hastahanesinde kalmış yalnız hemşireler... Ayla Hanım var
mesela, Kaymakamlıkta memur Lütfü bey... Ayda bir kez arayıp
tayininin neden buraya çıktığını anlatır usanmadan. Kadriye hanım var sonra, emekli bir subayın öğretmen emeklisi eşi... Ordu
evlerinde vals hikâyeleri...
“İşte ne bileyim ya” dedi “Ankara’ya gidiyoruz hafta sonları, Optimum’a Makro’ya falan çanak falan götürüyor eniştem, onunla
birlikte gidiyoruz...”
Adam İzmir’de ölünce buraya getirmişler, memleketine. Kadriye hanım da buraya yerleşmiş, kocasının yanına. Öyledir sayın
okuyucu, bazı aşklar ölürcesine yaşanır, peşinden sürükler, ya da
öldürürcesine... Bunu ben de Burcu’dan sonra öğrendim.
“Sen ne yapıyorsun peki orada?” dedim “Alışveriş mi her hafta,
çalışıyor musun?”
***
“Bazen, yani şey” dedi “Güzel yani seviyorum...”
Kısa kessin diye söze giriştim.
“Peki Ayşe, şey pardon Ayça” dedim “Buradan selam göndermek istediğin birileri var mı? Ya da istediğin bir parça? Ne bileyim bir sevgili? Sevilen biri?”
“Evet, Halil” dedim sonra “Anlat bakalım, kaç yaşındasın, neler
yaparsın?” Sanki yetmiş milyon bizi dinliyordu. Bir kaç saniye
sessizlikten sonra yine aynı boğuk tonla seslendi:
“Lise yeni bitti abi, dışarıdan” dedi “Çalışıyorum, boş zamanlarımda ise bekliyorum...”
Gülümsedim. “Yine mi lan?” dedim içimden o an.
“Ya abi” dedi ve doksanlar gecesinin içine etti “Mustafa Ceceli’den Emri Oluru çalar mısınız, ablam çok seviyor da... Ona armağan edicem ne sevgilisi?”
“Ne bekliyorsun Halil?” dedim “Üniversiteye mi hazırlanıyorsun?”
“Ha siktir!” dercesine gülümsedim, kuvvetle muhtemel iki binli
Ayça görmedi.
“Var mı bir takım falan?” dedim.
“Yok” dedi “Abi futbol oynuyorum...”
“Canım” dedim “Yalnız bu program kentin ilk ve tek Doksanlar
Türkçe Pop programı biliyorsun.” Ercan’a baktım, anladı, kızı
hattan aldı.
“Var abi” dedi “Kalaycıoğlu Zücaciye Sanayi spor”
“Öyleyse senin için Ferda Anıl Yarkın’dan dinliyoruz” dedim “Ağlayamam”
“Ne güzel abi” dedi kısık sesle “Oynarsınız...”
Ercan’a döndüm “Hala var mı oğlum bunlar?” dedim, anlamsız
anlamsız yüzüme baktı. Telefon kapanmamış meğer. Alttan müzik yükselirken Ayça’nın son cümlesi hatta hışırdayarak boğuldu:
“Siktir lan!”
***
Taframa bak! Kentin ilk ve tek Doksanlar Türkçe Pop programıymışız. Ulan dört kişi dinliyor işte! Bizim Ekremoğulları Yenişehirspor’dakiler bile dinlemiyorlar. Bazen benim de kendimden
sıkıldığım olur. Bazen değil, belki çoğu zaman. Bazen burayı
bırakıp, bizim yavşak patronun tavuk çiftliğine gitsem, daha çok
dinlerlermiş gibi geliyor. Hem Ayçalarla uğraşmamış olurum.
Burcularla da. Hala var mı lan bunlar?
“Levent Yüksel’den dinliyoruz efendim. Beni bırakın...”
Sefiliz esasen hepimiz. Öyle sefil, öyle tuhaf ve yalnız. Bizim pat-
34
“Ooo, öyle mi?” dedim “İki haftaya sizinle maçımız var...”
“Sen yok musun kadroda?” dedim “Nasıl yani oynarsınız?”
“İki haftaya kim öle, kim kala...” dedi, sustum, öylece sustum,
ölümde bile anlam aramadım, duygusala bağlamadım, Burcu’ya
sormadım.
***
Herkes mutlu olmak ister. Zaten birilerini, bir şeyleri öldürme
çabası, hep bundandır. Hepimiz mutlu olmak isteriz ve biz ölülerin mezar başlarına şekerlemeler bırakan, hiç unutmayan bir
milletiz.
“Senin de sesini duyuramadığın, duyuramadığını düşündüğün
zamanlar oluyor mu abi?” dedi sonra, anlaşılan içmişti.
“Oluyor...” dedim “Yani genellikle oluyor...”
“Frekansın var” dedi “Bugün dinlemeyen yarın dinler abi” dedi
“Ankara’ya gitmiştir abi, bugün gitmiştir, yarın döner dinler abi”
4.SAYI uzak
dedi “Mutfakta işi vardır, çocuğu okuldan alacaktır, haberlere
takılmıştır bir başka radyoda...”
Sustum. Ne deseydim ki? “Ha siktir!” dedim bir an kendi kendime “Kim üzdü lan bu adamı? Kıç kadar şehirde nasıl başardınız
bunu? BİM’de Star Wars ürünleri mi bitti yoksa? Kim üzdü oğlum? Kim yaptı bunu?”
“Abi ne yapayım?” dedi “Olmuyor...”
“Ne olmuyor Halil?” dedim “Oldururuz, dur bakalım...”
“Boş ver abi” dedi, sarhoştu evet “Hem zaten ben vedalaşmak
için aradım...”
“Hayda!” dedim o an içimden. Program o an belki de reyting
makinesi bir sahneye dönüştü ama sadece üç kişi dinliyordu
bizi. Ayça dinlemeyi bırakmıştı kesin.
“Her şey o zamanlar daha güzeldi abi, sağ ol her şey için” dedi.
“Ne zamanlar? Hangi zamanlar?”
“Doksanlar işte abi” dedi “Kemalettin Ekremoğlu ilkokulu, 3-C
sınıfındaydım, kokulu silgilerim vardı. Babam böbrek yetmezliğinden ölmemişti. Annemin saçları kına kırmızısıydı. Sevdiğim
kız eniştesiyle yatmıyordu, çünkü sevdiğim kız yoktu. Hem boş
ver şimdi onu bunu abi...” dedi “Sağ ol yani sen yine de...”
“Dur!” dedim “Halil, neredesin?
Ercan reklam soktu araya. İkinci sınıf bir müzik girdi sonra. Telefonu elime aldım:
tikler mesela. Leş gibi kokar, kapkara dumanlar çıkarır. Sonra
mesela asfalt. Yanınca daha çok kokar. Ya da belki kıyafetler,
örtüler. Kokar. Karaciğer mesela, yanınca kokar. Zift gibi simsiyah
olur. Yanınca kokan şeyler, gitmekle alakalıdır sayın okuyucu,
bilirsiniz...
Ertesi gün programa on beş dakika geç başladım. Beş kutusu yüz
lira olan bal reklamı bu kente de gelmişti çünkü. Saçma sapan
bant kaydı bilgisayar ekranında dönüp duruyordu. Konuşan herif
kendi kendine bir şeyler söylüyor, sonra canlı yayındaymış gibi
“Arayan ilk yüz kişi” diyordu. Aynı bant kaydı iki saatte bir saat
başlarında yayınlanıyordu. Balı bilemem ama, muhtemelen dinleyici reklamı yiyordu. Hatta o sabah patron geldi, gömleğinde
besbelli bir ruj lekesi, koltukaltlarından yayılan Burberry ile harmanlanmış ter kokusu... Elinde bir koli. “Alın” dedi “Yersiniz...”
Açtım, beş kutu bal. Beş kutu ya, oha! Ruj lekesini düşündüm,
kokuyu düşündüm, Ercan’a döndüm. “Gerçek bal lan bu galiba”
dedim “Baksana, işe yarıyor...”
Sapık diyebilirsiniz ama ben hep böyle heriflerin götlerini hayal ederim. Çünkü onlar, para kazanmak için terler, daha çok
kazanmak için terler, Mercedes’in deri koltuğuna yapışıp terler,
metresine Kaşkai alırken terler, para kaybetmemek için terler,
kıç kadar şehirde adam sansınlar diye terler, kadına kıza bakmak
için terler, kadının kızın biri kendiyle konuşunca abazalığını bastırmak için terler... Terlemek, vücuttaki pisliklerin dışarı atılmasını da sağlar çünkü bilirsiniz. Bu adamlar çok terler.
Şarkılar ard arda geldi. Gece çöktü kentin üzerine. Kepenk gıcırtıları doluştu sokak aralarına, radyo hışırtıları değil. Ercan hep
susar. Bense boş konuşurum, kusura bakmayın. Oya & Bora’dan
seni bana yazmışları dinledik o dakika binbeşyüzüncü kez belki.
“Neredesin Halil?” dedim “Neredesin?”
Ercan şarkının sonuna doğru çalan telefonu aldı eline. Sesim
yayında değildi.
Meşgul sesi kulağımda dağıldı. Bu sesi Burcu’dan da dinlemiştim
bir vakit. Ne güzeldi...
“Abi o arıyor...” dedi.
***
Bazen duvara toslarız. Bazen o kadar güzel duvara toslarız ki,
ancak bu kadar güzel toslanabilir. Havada motorları arızalanmış
bir uçağın yere sağlam inme olasılığı diye bir şey yoktur. Her
şeyi halletseniz bile o en son an, ne olacağını bilemezsiniz. Belki
frenleriniz de bozuktur kim bilir...
Belirsizliklerden korkar mısınız siz de? Öyleyse zaten astronot
olamazdınız. Ya karanlıktan?
Ertesi gün kafam zonkluyordu. Bütün geceyi internette, bu
şehirdeki Halil’leri arayarak geçirdim. Ne buldum peki? Hiç.
Koca bir hiç. Facebook kapak fotoğrafındaki modifiyeli BMW
fotoğrafının altına “Ağır geliyorsa yaşam, yol alacaksın paşam...”
diye kafiye düzen on bir yaşındaki çocuğu ve Profil fotoğrafında
“Şehitlerimiz için profillerimizi karartıyoruz” yazan en az altmış
yaşındaki o adamı saymazsak, başka Halil yoktu. E amca sen
profilini karartmamışsın ki, bunun duyurusunu yapmışsın. Bunla
bu aynı şey mi yahu?
Öğlene doğru uyandım. Evde kahvaltı yapmam. Dışarıda da yapmam. Prensip olarak öyle bir alışkanlığım yok. Hafta içi her gece
program yapıyorum. Kimse dinlemese de yapıyorum. Patron
asgari ücretimi verdiği sürece yapıyorum. Asgari nefes aldıkça,
asgari susadıkça, Burcu mesaj attıkça...
Hafta sonları halı sahadayım. Yaşlanıyorum ama tribünlerde
Burcu varsa her maç doksana bir tane takıyorum. Sonra konfetiler yağıyor üzerime. Bangırtılı müzikler. Görsen şampiyon olduk
zanneder, plaketimi verirsin. Kadınlar bir çiçektir çünkü. Burcu
çelenk mesela.
***
Bazı şeyler yanık kokar. Bazı şeyler yanınca daha çok kokar. Las-
kaybolandefterler
“Ha siktir, bağla!” dedim “Burcu mu?”
“Yok abi ya” dedi “Burcu değil, dün arayan bunalım eleman vardı ya...” dedi “Halil miydi, neydi?”
***
Sonra Halil yine vedalaştı. Bir şarkı çaldım diye helallik istedi
hatta. “Neyin var abicim?” dedim. Dinlemedi, sonrası meşgul
sesi... Burcu’nunki gibi...
Bu terane bir kaç gün daha sürdü. Halil her gün aradı. Her gün
zil zurna sarhoştu. Her gün önce doksanlardan bir kaç istek, sonrasında da helallik istiyor ve sonunda kapatıyordu. Çok bir şey
anlatmıyordu, tipik bunalım cümleleri. Sayemde yaşadığını falan
söylemeye başlamıştı. Saçmalıyor ve kapatıyordu.
Her seferinde aynı şeyleri tekrarlıyordum ben de. Zaten öyle
olmaz mı? Yerküre, uzayın sonsuz boşluğunda öylece döner
durur. Koskoca evren dururken, hep aynı yerlerde kalır. Geceden çıktığını zannedersin her gündüz ama sonra yine gece olur.
Kıştan çıktım diye düşünürken o yaz başı sonra yine kış olur. Biz
insanlar da tıpkı bir gezegen gibi tekrar tekrar aynı şeyleri yaparız. Aynı karanlıklara girer aynı aydınlığa aldanırız.
Herkes mutlu olmak ister. Zaten birilerini, bir şeyleri öldürme
çabası, hep bundandır. Hepimiz mutlu olmak isteriz ve biz ölülerin mezar başlarına şekerlemeler bırakan, hiç unutmayan bir
milletiz. Biz hep unutmak için öldürürüz, kendimizi de...
Onu Demirdöven barajının setlerine uzanan yol üzerinde buldum. Bir kayaya yaslanmış beyaz bir steyşın Toros’un içinde.
Yaklaşırken korktum. Sessizlik vardı sadece. Az sayıda cırcır
böcekleri. Sonunda onu yerini söylemeye ikna etmiştim. Bizim
programı çok kimse dinlemez zaten ama ilk kez bir dinleyiciyle
buluşmaya gidiyordum. Halil...
35
Adımlarım zayıfladı. Yavaşladım. Hatta bir kaç saniye durdum.
Sonra sigara dumanının havada salınışını gördüm. Sonra bir
Kırmızı Tuborg fırladı camdan. Sevindim, yaklaştım. “Merhaba!”
dedim “Halil, sensin değil mi?”
***
Siz ölsenize artık! Yerin dibine girsenize! İnsanların kalp kapakçıklarını çalan organ mafyaları, bir tekme de sen vurcu arkadaşlar, kalabalıklaşan kentlerde yalnızlaştırma ustaları, ölsenize! Siz
diyorum aslında artık, kentsel dönüşsenize...
“Abi ben babasız büyüdüm zaten” dedi “Kardeşim mardeşim
de yoktu. Bağ yok bahçe yok, anamla şu düzdeki un fabrikasında çalıştık onca yıl” dedi “çocukluktan beri, her türlü ameleliği
yaptım abi bu bozkırda... Futbol seviyordum bir tek, anam da
kızıyordu ha, ama ne yapayım seviyordum, görmüyor muydun
abi?” dedi “Kimse anasının karnından futbolcu doğmamış...”
Yüzünde tuhaf bir yanık. Öyle deri yanığı gibi değil ama bambaşka. Erken bir bağbozumu gibi bir hikaye taşıyordu sanki gözbebeklerinde. Ya da bir köy yangını...
“Anam delirdi abi” dedi “Ama benim top oynamamla ilgisi yok.
Un fabrikasının sahibi sıkıştırmaya başlamış anamı. Babamız yok
ya hani. Çok sonra duydum ben bunu tabi” dedi “Geliyorum,
gidiyorum falan fabrikaya, herif kimseye değil bana yanaşıyor,
valla bak, bir bakıyorsun götümün dibinde. Neyse, sonra bir kaç
ay böyle geçti herhalde, bir bakıyorsun bizim karşıdaki kahvenin
önünde duruyor arabası, küçüktüm abi ben, ama akıl edebiliyordum. Her neyse, gel zaman git zaman böyle gördüm sürekli.
Sonra bir gün anamı fabrikadan kovunca anam da dellendi tabi.
Kovmuş, iftira atmış abi bir de ‘bana saldırdı bu deli’ demiş.
Anam namuslu kadındı abi, yapmaz öyle şeyler... Herif iftira
attı...”
***
Çocukluğum bir kaç yerinden kırıldı. Zihnimi sakat bıraktı belki
de. Belki de kentin ilk ve tek Doksanlar programını tam da bu
yüzden yapıyorum. Başka herhangi bir nedeni yok. Entel olmaya
çalışmıyorum, sadece kırık zamanlara dönmeye çabalıyorum her
gece...
“Sonra abi” dedi “Annemi akıl hastanesine yatırdılar önce. Ben
aç açıkta tabi. Her neyse gelgelelim iki yıl bekledim. Ankara’daki
traktör fabrikasına attım kapağı. Ağzımıza sıçtılar. Çalıştıra çalıştıra öldüreceklerdi bizi. Verdikleri bi para da yok ha!
Neyse abi, uzatmayalım, büyüdük böylelikle. Futbolu bıraktım o
ara. Anam geldi geri, sus pus. Konuşmuyor şimdi. Anlamıyor. ‘Al
götür bunu’ dedi doktor. Aldım, getirdim. Getirmem mi? MS’mi
ne olmuş Ankara’da, bulaşıcı bir şey değil herhalde, aldım getirdim, eli kolu tutmuyor...
Neyse abi, yine uzatmayalım, o ara anam biraz düzeldi gibi ama
bu kez de beni askere çağırdılar. Gittim. Bir teyzem vardı, ona bıraktım onu, öyle gittim. Vatan görevi bu abi, gitmem mi?” dedi
övünüp, dik durmaya çalışıp, kendine güvenerek “Tabi gittim.”
Durdum. Öylece bekledim. Öyle güzel öylece beklerim ki zaten,
görseniz masa zannedersiniz. Ya da ne bileyim, sandalye, korkuluk, tozlu bir ampul, kırık bir kapı kolu, yırtık bir ceket.
“Abi döndüm sonra yine” dedi “Çocukluğumu belledi hayat zaten” dedi “Anam öldü iki ay sonra, ölürken de hâla deliydi. Ben
yokken çırılçıplak soyunup o hasta haliyle caddelerde gezmiş kaç
kez. Üç tane polis ekibi zor yakalamış inan. Konuşamıyor tabi,
36
küçük yer burası malum, sonra salmışlar.
Anamı bunlar delirtti abi. Kapı komşumuz dediğin adamlar delirtti. Bu patron meselesi duyulunca nasılsa deli bu diyerek yavşayanı mı dersin, kapıdan pencereden gözleyeni mi? Öldü abi
kadın. Güzel kadındı anam, öldü. Yokluktan öldü. İnsan yoktu
abi. Kimse görmedi ölürken.
Her neyse uzattık ama uzatmayalım abi, dedim dur bir iş bulayım. Nasıl yaşarım yoksa. Buldum da, hayret. Bizim evi yeniledim. Pimapeni, sıvası, boyası... Babam yapmış evi Karayollarında
çalışırken. Ama ne anama yâr oldu, ne babama. Ben yaptım abi,
düzledim hepsini. Ama neye yaradı?”
***
Bilmem ki neye yaradı? Hanginiz üzdünüz bu çocuğu böyle?
İnsan delirir. Kağıttan evleri düşünün. Yıkılınca insan muhakkak
delirir. Bir tanesi öbürünü düşürürse yine delirir. Belki de kağıt
batakta güzel, piştide güzel ama insan ev de yapar delirir. Delirmek de insana dahil, insan kimin umurunda?
“Sonra bu kızı sevdim abi” dedi “Gözleri Ankara gecesi gibi
parlayan kızı. Saçma sapan bir boşluğun ve karanlığın ortasında
alacalı parlayan kızı abi...”
“Ha siktir!” dedim sonra kendi kendime “Yine mi?”
Bazı kadınlar öyledir. Bazı kadınların kapısına çıkılıp sigara içilir.
Eskimesin diye içerisi. Kirlenmesin. Bazı kadınlar doksanlarda
tutmamış ama iki binlerde hit olan eşsiz bir şarkı gibidir. Bazı
kadınlar mezar taşıdır, bazıları mezar başlarına bırakılmış taşlaşmış şekerleme. Kadınlar bir çiçektir sayın okuyucu, Burcu siyah
çelenk mesela...
Bizler küçük dünyaları olan küçük insanlarız. Görülmeyen ve birbirini görmeyen. Az bekler, çok yaşarız. Herkes mutluluğu ister
ama en iyi ihtimalle on kişiden biri alır.
“Çok sevdim. Kendimi jiletledim. Sevdim, hayal kurdum abi. Pimapeni, sıvası, boyası... Hepsi. Her şey o zamanlar daha güzeldi.
Saçlarında buğday başakları, gözleri parıldayan Ankara...”
Bir yere gidemezsiniz. Çoğunlukla böyle yerlerden çok uzak yerlere gidemezsiniz. Katilinden kaçmak istemeyen bir ceset gibi.
Cinayet öncesi sessizlik gibi. Bozkırların ortasında unutulmuş
kentlerden hiç bir yere gidemezsiniz. Bir kadının sizi öldürmesini
beklersiniz. Prag turu 650 lira, terkedilmek paha biçilemez...
“Futbol oynuyordum. Bayağı iyiydim ama, bizi izlemeye geliyordu. O baktıkça daha iyi oynuyordum. Doksana takıyordum abi
her topu. İş yerinde ağzımıza sıçıyorlardı ama iyi oynuyordum.
Sonra bir gün...” dedi, bekledi, bacağının arasından sol eliyle
yeni bir kırmızı Tuborg aldı, açtı, sağ bacağını kenara alıp eliyle
soldakini işaret etti.
Kaskatı kesildim. Durdum. Olduğum yerde öylece kaldım. Bir şey
diyemedim. Burcu yine aramadı.
Halil’in sol bacağı yok. Yok. Gerçekten yok. Hiç bir zaman sol
bacağıyla falso atamayacak artık, doksana düş takamayacak.
Babadan kalma Toros’u ne yapıp edip otomatik vitese çevirtmiş
geçen hafta Ankara’ya götürüp, Ostim’de... Bir de kendisine
engelli maaşı bağlanmış. Hepsi bu kadar.
“Kız artık bakmıyor yüzüme abi” dedi “Duydum, eniştesiyle fingirdiyor, bunu herkes biliyor...”
4.SAYI uzak
Ender gelişen Osasuna atakları gibi bir şeydir hayat. Çoğunlukla
çoğu şey yarım kalır. Ve skor tabloları birer utanç duvarıdır. Buralarda herkes her şeyi bilir. Buralarda herkes her şeyin yarım
kalacağını bilir. Ve genelde evler, bir tribün sessizliğindedir.
“Kimse duymuyor abi, görmüyor, bilmiyor...” dedi “Hiç kimse...”
***
Herkes mutlu olmak ister. Zaten birilerini, bir şeyleri öldürme
çabası, hep bundandır. Hepimiz mutlu olmak isteriz ve biz ölülerin mezar başlarına şekerlemeler bırakan, hiç unutmayan bir
milletiz.
Yayın tarihimizde ilk kez birisi sesini duyurmak için aramıştı
programı. Duymuyormuş gibi yapanlara duyurmak için... O gün
barajın orada birbirimize sarıldık. Çok ağlamıştı Halil. Anlatıp
rahatlamıştı. İçip içip rahatlamıştı. Dönüşte Toros’u ben sürdüm,
otomatik vites fena değildi. Halil de öyle...
***
Bazen, olanları ayağımızla yumuşatamıyoruz, gelişine vuruyoruz. Sonra yine geliyor, yine vuruyoruz. Sonra yine ve yine. Ne
yaparsanız olmaz. Bazen, bazı ataklar öyle hızlı gelişir ki, kalenin
dibinde topu dışarı atarsınız.
Ertesi gün, yani hemen o cumartesi akşamı bizim halı sahadaydık. Sol kalenin üstündeki floresan cızırdıyordu. Gelecek haftaki
turnuvaya hazırlanıyorduk. Bizimkiler kendi aralarında paslaşıyorlar, dubaların arasından geçişiyorlardı. Hoca bizim tarafa
baktı bir ara. “Gel!” der gibi bir işaret çaktı. Yanımdan Mehmet
kalkıp sahanın ortasına doğru koşmaya başladı. Ben mi? Ben
oturdum yine. Yedek kulübesi gururla sunar. Ve Burcu yalnız
yalnızlıkta arar.
Bizler küçük dünyaları olan küçük insanlarız. Görülmeyen ve birbirini görmeyen. Az bekler, çok yaşarız. Herkes mutluluğu ister
ama en iyi ihtimalle on kişiden biri alır. Bazen kendimi bir komik
videoya çekilip etrafından uzaklaşılan bir adam gibi hissediyorum. Yok hükmünde bir kararı yaşıyormuşum gibi...
Telefon çaldı. Hayret. Bugün yayın yoktu. Unuttu herhalde bu
hıyar. Ercan arıyordu. Açtım. Öylece kaldım, kaskatı kesildim.
“Bu bir sevgi olayı Ercan!” dedim.
***
ledik.
***
Herkes mutlu olmak ister. Zaten birilerini, bir şeyleri öldürme
çabası, hep bundandır. Hepimiz mutlu olmak isteriz ve biz ölülerin mezar başlarına şekerlemeler bırakan, hiç unutmayan bir
milletiz.
O pazartesi gecesi Ercan ve benim yüzümüzden düşen bin parçaydı. Beş dakika önce, eğer bir gün yayına çıkamaz da izinli falan olursam, eski programlardan en güzel bölümlerden kesitler
yapıp yayınlamasını, sanki canlı yayındaymış gibi, telefonları açık
bırakıp hatlar yoğunmuş gibi davranmasını istedim. Zaten topu
topu iki kişi arıyor. Biri intihar ediyor...
Mikrofona eğildim, sesimi toklaştırdım, Pazartesileri kim sever
ki:
“Burak Kut’tan dinliyoruz efendim, Yaşandı bitti saygısızca...”
Şarkının sesini yükselttim, kendiminkini kıstım. Sandalyemi
geriye doğru çekip, yeni telefonumun ekranına baktım. Tek bir
arama, tek bir mesaj yoktu. Karşımdaki masada, döküntü bir
mix cihazının başına oturan Ercan’la göz göze geldik. “Yok” der
gibi baktı o da. Gülümsedim. “Siktir et!” dedim kendi kendime.
WhatsApp’ı açıp Burcu’nun mavi tikini aradım. Kaskatı kesildim,
yutkundum, son mesajımın cevapsız kalışının üzerinden neredeyse bir ay geçmişti, ekranda “yazıyor” kelimesi. Organlarımın
dumanlar çıkardığını hissedebiliyordum.
“Beni rahat bıraksana artık...”
***
Bazı kararlar yok hükmündedir. Duyuramazsınız. Anlatamazsınız.
Bazı zamanlar öyle boş, uçsuz ve uzak bir bozkır gibi. Her şeye
yakın, bir o kadar uzak...
Profil fotoğrafı kayboldu. Öyle güzel gidiyordu ki, durdurmaya
kıyamazdınız. Yazdığım son mesaj ekranda öylece kaldı.
“Ya o zaten senlik bir şey değil ya...”
***
Kadınlar bir çiçektir. Burcu çelenk mesela. Önce ihtişamlı, sonra
solgun...
O geceyi nezarethanede geçirdik. İfademi alıp sabah serbest
bıraktılar. Zaten ne olacaktı ki, bana ne... Halil içip içip radyoyu
aramış, Ercan çıkmış telefona, bu gece yayın olmadığını söyleyince “nasıl dinleteceğim o zaman lan ben kendimi?” demiş.
Onu bu kentte dinleyen tek insan olduğumu söylemiş, sonra
kapamış. Önce Ercan bana haber vermemiş fakat bir kaç saat
içinde bu intihar olayı ortaya çıkıp, telefonundaki son aramalara
bakılınca, durum böyleyken böyle olmuştu işte.
Herkes mutlu olmak ister. Zaten birilerini, bir şeyleri öldürme
çabası, hep bundandır.
Ertesi sabah cenazesini inşaatı henüz tamamlanamadığı halde
geçen haftalarda açılan morgdan aldık. Yaklaşık sekiz on kişi
vardı. Şehrin çıkışındaki çamlığa yapılan mezarlığa götürdük
onu. Kent kahve rengiydi. Yağmur atıştırıyordu. Kazılmış mezarın
başında durduk. İmamın yanında duran güvenlik görevlisi şemsiyesini açıp sol eliyle ikisinin ortasında tuttu. İşi buydu belli ki...
***
Şakaklarımızdan yağmur sızıyor, kafamıza değen damlacıklar
çoğalıyordu. Ercan’a dönüp “Çok üzüldüm lan!” dedim, sustuk,
Fatiha mırıldanıyormuş gibi yaptık, ellerimizi açtık, öylece bek-
kaybolandefterler
Halil öldü. Annesinin yanına gömdük geçenlerde. Kıç kadar bir
şehirdeyiz. Bir o kadar ufak umutlarımız var. Patron radyoyu
kapatıp benzin istasyonu işine girmeye karar verdi. Metresinin
Kaşkai’sine yakıt yetiştirmek için sanırım. Ercan Ankara’ya taşınacak. Takım küme düştü. Zaten yedektim.
Benim döküntü Şahin’e atladım o gece, arabaya kıç attırarak Ankara asfaltına çıktım, teybin sesini açtım. Yeni Türkü, “Vira vira”
diyordu, bozkır aydınlanıyordu ve sol bacağımı hissetmiyordum.
“Eskiden her şey daha güzeldi.” dedim kendi kendime “Burcu
mesela...”
37
FATİH AKÇA
YALNIZLIK
ÜZERİNE
UZUN
BİR
SÖYLEVDİR.
FOTOĞRAF: SHAW
38
4.SAYI uzak
ağzımda yavru kuşla taşıdığım haziran
ey göğsümün sahnesinde paslanmış mıh
kalk çakıl kalbime
kapıma döneceğim diye astığım not
beklesin istedim, beklesin karşılasın beni
saksıya dünyanın çiçekle güzelleştiğini
ağzımda yavuklusuna götürdüğü kırmızı öpücüğü
kurda vermiş kız mıydı nefesim
ey masal evlerinde soytarıyı oynayan
yüzüm, yırt ve kurtar kendini
anıları biledikçe keskinleştim
ölmekten başka bir şey bırakmadılar bana
selasının makamlarında dolaşan cesettim
taşıdım kendimi mezar taşlarına
ben ölmenin uzuvlarında
ip ucu aradım, bulamadım ölmek
kalanlara yapılmış cinayetti
ayaklarıma karasularla sızan gerilim
kışa emek verdim ben saçlarımı kestirdim,
çarşılarda uzun boylu kaşkollar satılıyordu
kuş yemleri ve fotoğrafçıların vitrinlerinde
sevişmelerini ifşa eden gelin güvey fotoğrafları
almadım hiçbirini çiçeklerin kışın kuruyuşunu
seyrettim, başka da bir şey yoktu
ağzımda ıslıktan ve küfürden sonrası yok
nasıl dilerdi yağmur göğü
nasıl okşanırdı sevgilinin diri
beyaz memeleri karanlık odalarda
kasıklarımda dikenli sular geceyi temizliyor
eski bir hazirandı, karpuz sergileri
yitirmemişti akşamüstlerini anımsatmayı
kendime küsecek kadar kalabalıktım
akşamlarım tenha bir ekmek kokardı
iğdeler çalardı çocuklar geceye yapışıp
şimdi anlıyorum çevrilen bir sayfa
neden döner insana sırtını
ve kesme işareti neyi böler, neyin sınırıdır
ağzımda geveleyip duruyorum
tadını çıkardığım yalnızlık
korkma ben varım!
şairler bir şapka olarak kullanıyor yalnızlığı
yaz kış demeden kadınlar, kedileri okşarken
başkasının olan gölgelerinden
ben kalbimi sallaya sallaya
uyuyan şeyleri biliyorum
korkma ben varım bir de şu kimsesiz deprem
iblisleri korudum çölünden insanın
gömleğim ah gömleğim kirlendi susuzluktan
kursağımda donuk çavlan, oldu mu o kadar
yüzyıl geçti, vebalar, kangrenler, inşaatlar
kavrulan yerlerimden kül çıktı durmadı yangın
ateş hiç ara vermedi kendine, çıktığım yolda
kaybolandefterler
39
fotoğraflar: ULVİ
40
KOÇU
4.SAYI uzak
BOSPHORUS
fotoğraflar: hıdır
murat & MELTEM doğan
kaybolandefterler
41
Tedirgin.
FERİDE ŞENAY KARA
FOTOĞRAF: SKITTERPHOTO
42
4.SAYI uzak
Ben unutulmuş bir kan dolaşımıyım
terk edilmiş, aşağılanmış
Varlığı ancak kitaplarda methiyelenmiş
gerisi teferruatlarda boğulmuş, topraksız solucanım
Sedyede kanlar içinde bırakılmış, soğumuş titrek bir bedenim
Saçlarımın uçları kırık
Tırnaklarım havasızlıktan kararmış. Kurumuş.
Üstelik kırılmış
Üçüncü dünya masallarının çürümüşlüğüyüm
Kırmızı başlıklı kıza kafa tutmuş, kravatlı kurdun midesine inmiş kütleyim
Rapunzel ise saçlarına kin beslediğim, sarmaşıklı kule yosmasından başkası değil
Bütün masalların kötü bitmesini arzulayan kehanetim ben
Ve omuriliğinde Anka kuşunu barındıran ejderhaya tutkunum
Ben (o) hor gördüğün, dili ağzından sarkmış, çürümüş yaramla hayatına dokunan,
üstelik kanatan acıyım
Gözünü devirme benden, tanıyorsun beni
çocukluk kabusunum
Konuş benimle, susma
Yak mumu
Hayır! Üfle muma!
Burnum gölgemden uzun!
(Uzun, bir uzunluk işte en çok ne kadarsa)
Katıl bana! Peter Pan’dan gece uçuşunu kazan benden
Kaçma yatağına, sığınma beyaz atlı prensinin rüyalarına
Bana katıl! Birlikte tekme atalım yıldızlara
Kap süpürgeni, bekletilmekten hoşlanmam
Gece de hoşlanmaz bundan
Kafa tutma geceye, çalma onu benden
Alacakaranlığında kızıl saça gebe,
küfrü dilimde yontuk,
ağır aksak bir yumru avucumda.
İzi, çizgilerimde sancı.
parmak uçlarımda soyulmuş ateş krallığından gece...
kaybolandefterler
43
FOTOĞRAF: FLORENTINA AMON
full ya
NECMETTİN TOPÇU
günleri soyarsan kırlangıç sesleri hep fakir
eskisi kadar sıkı sarılmıyordur susamış ağaç kökleri.
indiğin birkaç basamağı eksik merdiven yaşlanmış
en son bir çocukluğa inmiş kanlar içinde yaralı.
adımı söylerken sesleri tükeniyor, kan kaplıyor
ceketini pazarlarda bozduran babaları.
yalanlarımı sunuyor bu yaşamışlık şimdi sana, iyi niyetimi.
hiç unutmuyorum:
o gün kapına bırakırken nasıl korkak ve üşümüştüm
sen daha iyi bakarsın, iyi bir hayatı olur diye ellerimi.
44
4.SAYI uzak
BOSPHORUS
fotoğraflar: hıdır
kaybolandefterler
murat & MELTEM doğan
45
UZAĞIN
UZAĞINA
DÜŞTÜK.
Hayır, bu bir distopya değil
ben de bilim kurgu roman kahramanı değilim.
Ve ayrıca
Geleceğin mirasçısının yiyeceği zılgıta ithafen…
TUĞBA COŞKUNER
46
4.SAYI uzak
Belki…
Bir sonrakinden sonraki nesiller Türkçe derslerinde
uzak kelimesinin anlamına sözlükten bakacak ve
hiç mânâ veremedikleri bu kelimeyi cümle içinde
kullanmaya çalışacak, daha önce uzaklığı tatmamış, mesafelerden yılmamış, hasretten öleyazmamış, ayrılığı da vuslatı da bilmeyen, başının üstündeki gökten habersiz, akıl tezkeresi noksan o abus
ve hasrete bigâne, google allamesi öğretmenlerini
en güzel cümleyi kendilerinin kurduklarına ikna
etmeye çalışacaklar.
Uzak kelimesini önce cümlelerden sonra da dimağlardan uzaklaştırmaya başladık. Uzağı uzak
kılacak herhangi bir namodernlik bırakmadılar.
Uzağımızı ve ona dair düşlerimizi klavyelere, kumandalara, fiber ağlara, hedonizme, sanal cürufun
mağruriyetine rehin bıraktık.
Eskiden size uzak kalan bir yazarın yazısını, en fazla
iki üç dakikalık bir zaman diliminde ekrana düşürebiliyoruz mesela. Yine bu sürenin onda biri kadar
bir sürede sanal mektuplar yazabiliyor, aynı sürede
de cevabını alabiliyoruz, sanılanın haricinde bir sıkıntı, bir karmaşa veya aksaklık yaşandığında sabır
melekelerini kaybetmiş birileri olarak birkaç tıklık
dünyamızı başımıza yıkıyor, geciken mesajlar o oynak dengeli, partal ruh şirazemizi kaydırıveriyor da
küçücük online kıyametler koparıyoruz.
Dünyanın bilmem hangi kıyısındaki o uğruna destanlar yıkılan, ömürler yakılan petrole bulanmış
canlılardan anında haberdar olabiliyoruz. Zulümlere tanıklık, kaosa yardım ve yataklık edebiliyoruz.
Dünyanın ve insanın hiçbir yerinde gizemini ve saflığını yitirmemiş, bir gönlün sığabileceği, kurtuluş
umudu olacak, dilekler adayıp iyi niyetli çaputlar
bağlayacak, âminler gönderecek, kutsalını koruyan
bakir ufacık bir arazi dahi kalmadı.
kaybolandefterler
Masallardaki o tılsımlı ülkelerin tılsımlı olmadığına
gün gibi aydık artık. Yüreklerdeki cehennem korunun yanık kokusunu duyduk. Öpünce uyanan güzellerin olduğu ülkelerde çocukların ellerine iğne
batınca değil silahlarla uyutulduğunu da biliyoruz,
üstelik öpsek de uyanmıyorlar. Bir emirle; fakirliğin, düşkünlüğün esamesini yok eden o kehre ve
kakavan suratlı kralların aslında insanlığı yok etmeye çalıştığına çoktan aşına olduk.
Mesele şu ki okuyucu… Modernlik; mertlik bırakmadı, efemineliğe methiyeler yazdırdı. Müşfik
mizacın köküne kibrit suyu döktü, en narin duygulara limon sıktı. Aklı bulandırdı, müteşairleri
alkış tutturdu, sezgileri saptırdı, neşve bırakmadı,
hayalleri linklerin emrine amade ettirdi, geleceğe
internet kotamızdan daha sınırlı ama süslü kotalar
koydurdu, üstelik çiçek kuruttuğumuz defterlere
de Nazilerin Yahudilere davrandığından daha iyi
davranmadı.
Artık masallara, efsanelere ve onların sırlarına çok
uzağız. Uzağı yakın ettik, yakını daha da yakın. Cehennemi; evimize, gönlümüze davet ettik, paşalar
gibi ağırlıyoruz.
Ezcümle, ah vre saba makamındaki uzaklık sevdası.
Bu yazı modernizme düzmece, uzaklığı ululamaya
da gelenek romantizmi değildir, sadece taptığımız
o hamurdan putun pişmeyen ters yüzüdür. Hem
Allah aşkına süper fiber ağlarımız olmasa bu yazıyı
nasıl okuyacaktınız?
47
RÖPORTAJ: HIDIR
MURAT DOĞAN
DELGADO
FOTOĞRAFLAR: CHRIS
Haydar Karataş:
Uzaklık
yazarların
hapishanesi.
Öyküleştirerek ondan kurtulabileceklerini sanıyorlar.
48
4.SAYI uzak
Sürgün bir roman yazarı Haydar Karataş. Sürgün, fakat tutsaklığı da çok iyi
biliyor. Romanlarında hem dinlediği hem de tanık olduğu acıları ustalıkla
işleyerek okuyucusuna sunuyor.
Dersim gibi ölümlerle bu denli tanışık bir coğrafyadan İsviçre’ye uzanan
mülteci bir yaşamın, başka neyi anlatılırdı ki? Nesilden nesile aktarılan acılar
silsilesi...
Gün Zileli’nin onun romanları için “Yaşar Kemal ve Cengiz Aytmatov’un romanları ayarında bir roman olduğunu göreceksiniz” dediği, Murathan Mungan’ın ise “Yaşar Kemal’de de böyle doğadan kaynaklanan bir güç vardır”
diye tasvir ettiği o eşsiz anlatımların sahibi Haydar Karataş’la her şeyi bu
kadar iyi anlatacağını düşünerek bu sayımıza özel bir röportaj düzenledik.
Çünkü “Uzak nedir?” sorusuna verilecek cevabın gırtlakta bıraktığı tadı,
belki de en çok o bilirdi.
Bizler Kaybolan Defterler ekibi olarak bu sayımızın teması “Uzak” olsun istedik. Şehirler, insanlar, umutlar, üzüntüler, sevinçler... Hepsinin uzak kavramıyla bir bağının olduğunu düşünüyoruz. Sizin heybenizde de kocaman bir
uzaklık hikayesi var, bunu biliyoruz. Uzağa gitmiş zamanlar, insanlar var. Siz varsınız... Peki sizce uzak nedir?
Aslında “uzak”, içindeyken farkına varmadığınız yurttur. Hani babanız yanı başınızdadır ya ve aniden ölür ya! Özlem o
ölümle başlar, dokunamama, sesini duymama özlemi. Ben uzaklığı 14 yaşındayken kaybettiğim babama çok benzetirim. Bir masal deryasıydı, bir yaz günü o ve ben, köpeğimiz Loğo ceviz sırığı bulmak için iç Dersim ormanlarına gitmiştik. Hapishane de hücredeyken ne zaman havalandırmaya çıksam o yolculuğun hayalinde bulurdum kendimi . Gerçi
hücre havalandırması dediğin üç adım git bitiyor, ama o yolculuk geldi mi bitmezdi bu üç adım. Ne kadar büyük ve
ne çabuk geçerdi iki saatlik süre! Köpeğimiz Loğo o hücrede dahi bir önümüze geçerdi, bir gerimizde kalırdı. O hücre
benim uzaktaki yurdumdu, Yozgat hapishanesinin arka koridorunda müşhade denen o zalim, tatlı yerde! Ne hayaller
kurulmuştur, ne özlemler canlanmış yürümüştür benimle. Ve şimdi yurtsuzluktayım, ne vakit yeni bir Avrupa şehrine
gitsem İstanbul’un neresine benzer diye bakarım. Bir tren yolculuğunda Türkçe konuşan birini duysam içimi yakan bir
özlemle döner bakarım. O uzak yurtta, yolumun kesiştiği insanlardan bir mimik ararım yüzünde. Bulursam orası yurt
işte. Bir bilseniz şu Zürih bayırlarında, köyümüze benzettiğim ne çok tepe ve vadi var. Uzaklık özlemi insanın üstesinden gelemediği bir acı.
Uzaklık insanı özgür kılıyor mu? Yoksa bu yalnızca acı mı veriyor?
Onu daha çok çekilmiş, anılarımın duvarına asılmış bir fotoğrafa benzetirim. Hep orada
asılıdır. Acı olduğu için güzeldir, değişmiyor, gelişmiyor! Sizi sarması için sadece hatırlamanız gerekir, hatırlamasını bilmeniz gerekir özgür olmak için, bunun için ruhunuzla
muhabbet edecek bir dil bulmanız gerekir. İnsan, kendi dışındaki dünyayla ilişki kurmanın dilini gelenek ve göreneklerin toplamından öğreniyor, eğitim denen de aslında bu,
ama iç dünyanın dili tekildir. Orası bir bulut, uçağınız giriyor girmesine ama önüne bir
dağ çıkabilir ya da bulutta kaybolabilirsiniz. Korkuyoruz karanlığımızdan, çünkü orada
çok dağ var çıkmaya korktuğumuz.
Şöyle dönüp bir baktığınızda özlem duyduğunuz en çok ne var?
Bugün kimsenin yaşamadığı Haçeli köyüne gitmeyi isterdim. İki derenin birleştiği yerde yıkılmış bir Ermeni mahallesi
vardı, değirmen taşı devrilmişti. Sanki orada düşürdüğüm bir anım var, o değirmen taşına oturmayı isterdim. O çatakta birbirine karışan derelerin sesini duymak isterdim. Çocukken bu değirmen taşına çıkar oynardık.
Yazmak eylemi için soracak olursak, uzak olmak size ne katıyor?
Dokunamama duygusu. Yazma anında ona dokunduğumu hissediyorum, ama ben yazdıkça o uzaklaşıyor...
“Bu şey muhakkak anlatılmalı...” dediğiniz neler var?
İçimi burkan bir haksızlık var, onu yazmak isterdim. Şimdi söylersem olmaz, zaten edebiyat söylemez, anlatır... anlatırsam kaç ay, kaç yıl alır kim bilir? İşte onu.
kaybolandefterler
49
İkincisi, öfkeyi yazmak isterdim. Taştığında sınır tanımayan ve yakıp yıktıktan sonra
ah vah eden, vicdan azabı çeken öfkeyi! Vicdan azabı o dinince ortaya çıkıyor.
Üçüncüsü ise, uğradığım haksızlığı...
Bana göre bir romancıyı romanca yapan da bu üç şeymiş gibi geliyor bana. Yani yaptığı bir haksızlığı olmalı, ikincisi haksızlığa uğrama duygusunu bilmeli ve vicdan azabı
çekmeli. Bu üç duygu karmaşasını yazmak isterdim.
Acılar görmüş , zulümler yaşamış insanların hikayeleri sizce anlatmakla biter mi?
Henüz insanoğlunun acısını anlatabilen bir yazar çıkmamıştır. Yaptığımız sadece iç
dünyamızın karmaşasına giden bir dil arayışıdır diyorum ben. O dili bulsaydık bütün
bu haksızlıklar bugün yaşanmıyor olacaktık. Her insanın içinde bir canavar varı, edebiyatçı hikayesini o canavara anlatıyor, sakinleştirmek istiyor onu. Bu kadar kötülük varsa, demek ki henüz onu sakinleştirecek bir masal bulunmamıştır
diyorum ben.
Kelebekleri hep mutlulukla bağdaştıran insanlar nasıl mutlu oluyor böyle? Ya da sizce kelebekler hep mutluluk mu
getirir?
Ben kelebek ile edebiyatı birbirine çok benzetirim. Dostoyevski, Suç ve Ceza’da bir katilden insanlık kahramanı yaratmıştır. Bir katil olan Raskolnikov, insanlığın en vicdanlı adamı olur. Don Kişot da öyle değil mi? Akli yargı ile bakarsanız, ancak bir tımarhaneye. Ama deli adam bir efsaneyi anlatır, feodalizmin aptallıklarını, kahramanların hiçliğini
gösterir bizlere. Bu yanıyla; kötü, çirkin hatta iğrendiğiniz bir şeyden enfes bir güzelliğin ve üstelik rüzgar gibi hafif bir
ruhun çıkabileceğini gösteriyor kelebekler bizlere. Çirkin ve kötü diye gördüğümüz her insanın ruhunda bir kelebek
olduğuna ben eminim. Onu bulup çıkaralım, ezmeyelim, hor görmeyelim, yargılamayalım derim... Unutmayalım demokrasi ve özgürlük dediğimiz şey, aslında çirkin bir böcek hali olan iç şiddetimizin sonucu olarak çıkmıştır.
Sizce Zurich mi uzak, Dersim’mi?
Hiç Zürich’e inemedim ki... Dersim içimde ama tuhaf olun ben onun dışındayım.
Yaşadığınız yerde ya da Türkiye’de diyelim, hangisinde bir şey anlatmak zor?
Dinleyen var mı? Kendi kendimize anlatıyoruz. Ben yüreğimi dindirmek için yazıyorum. Kötü şeyler yaşadım, nice tanıklıklar yaptım, o acıyı iyileştiriyorum. İnsanlar
bunu edebiyat diye alıp okuyor, ama bence benzer şeyler yaşadığımız için ilginç
buluyorlar sadece. Edebiyat denen Steinbeck ve Dostoyevski gibi yazarların yaptığıdır, yazar kendisine ait olmayan bir hayatı kurgular, oysa ben içinden geçtiğim
hayatı yazıyorum. Devletin, ideolojinin ruhumda yarattığı canavarı evcilleştirmeye
çalışıyorum. Onlar kendisi gibi olmayanı hep dışındakileri dışladılar.
Uzaklığın romana, öyküye, şiire, kısacası Edebiyat’a kattığı anlam sizce nedir?
Uzaklık yazarların hapishanesi. Öyküleştirerek ondan kurtulabileceklerini sanıyorlar, ama sürgün yazarlarının çoğu
son durak olarak intiharı seçmiştir.
Gitmek ve roman ya da öyküsünü yazmak istediğiniz bir yer oldu mu?
Babacığımın mezarına gitmek isterdim. O toprağın kulağına fısıldamak, duydun mu demek isterdim, duydun mu?
Senin o yol boyu bana anlattığın masal hep kulağımda. Köpeğimiz Loğo, sen ölünce gidip bir derede ölüme yattı.
Yemedi, içmedi. Bense o masallarda anlattığın gibi yolum, ışıklı şehirlerden geçti, küçük kardeşin tutulduğu karanlık
zindanlar gördüm. Yaş kırkı buldu, ama padişahın kızını henüz görmedim, benim mi kandırdın demek isterdim? hala
padişahın kızını arıyorum.
Kaybolan Defterler ekibi olarak bize zaman ayırdığınız için ve Edebiyat dünyasına kattıklarınız için, Çok teşekkür
ederiz.
50
4.SAYI uzak
“
“
…Batan güneşin arkasından bakıp insanın kendi yalnızlığına
ağlaması benim için hep büyük bir kederdi… Güneşteki ateşti bize
yalnızlığı ve sevgiyi hatırlatan. O her akşam giderdi, onu yitirme
korkusu, sabahın tan atışında yeni bir hayatın müjdesiyle dağılırdı…
1973 yılında, Dersim’in Hozat ilçesine bağlı
Haçeli köyünde doğdu. Köyünde okul olmadığından, henüz altı yaşındayken, babası onu
sırtına alıp, 1938 yılında asken kışla olarak
kullanılmış bir binada bulunan yanlı okula
götürdü. O zamana kadar yalnızca Zazaca
konuşan Karataş, burada Türkçe öğrendi.
İstanbul, Kocasinan Lisesi’nde okudu. Bir
yandan da lokantalarda bulaşıkçılık, tekstil
atölyelerinde çıraklık yaptı. Aynı yıllarda sol
fikirlerle tanıştı ve dört kez gözaltına alındı.
1992 yılında tutuklanarak Türkiye’nin çeşitli
hapishanelerinde on yıl, dört ay hapis yattıktan sonra, 2002 yılının Haziran ayında, Gebze
Cezaevi’nden tahliye edildi ve ülke dışına çıktı.
2003 yılından beri İsviçre’de yaşamaktadır.
Fribourg Üniversitesi’nde bir yıl, lise denklik
eğitimi gördü. Daha sonra Zürih Üniversitesinin Psikoloji Bölümü’ne kaydoldu, ancak
ekonomik nedenlerle okulu bırakmak zorunda
kaldı. Hamallık, temizlikçilik, yoksul ülkeler
için kullanılmış giysi toplama gibi işlerde
çalıştı. Halen Luzern Yüksek Okulu’nun Sosyal
Kültür Bölümü’nde okumaktadır.
Haydar Karataş, Gece Kelebeği- Perperik a
Söe romanını, Dersim 38’i yaşamış annesinin
gözünden anlatmıştır. Serinin ikinci kitabı olan
On İki Dağın Sırrı, Bir Göz Ağlarken... romanı
ise ilk kitabın hikayesinin öncesini anlatmaktadır.
Doğup büyüdüğü coğrafyada yaşanan dramları, etkileyici üslubu ve kullandığı öfkesiz, duru
diliyle anlatan Karataş, Sina Akyol’un deyimiyle “Baştan başa bir ağıt” niteliğinde romanlar
yazıyor.
kaybolandefterler
51
Soruyordun
İlkyaz işte
Uyanıp bir bahçeyi dinliyoruz
Tenhalık böyle
Dallar mı kırılmış, sarmaşıklar mı toz içinde
Beklesem hemen gelecek olduğun
Tam öyle olduğun
Oysa hep yanımdasın, seninle her şey yanımda
Kırık dökük de olsa yanımda
Mesela çok sevdiğin bir deniz bile yanımda
O deniz ki aramızda hiç kımıldamadan
Erkeğini iyi tanıyan bir kadın gibi yorgun.
Yarısı yenmiş bir elmaydık bana sorarsan
İkimizdik, iki kişi değildik
Bakıyorsak birlikte bakıyorduk gözlerimin içine
Birlikte gözlerinin içine bakıyorduk senin
Yanlıştı, doğruydu, hiç bilmiyorum
Sanki bir bakıma ayrılık böyle.
Karşılıklı otursak da ne zaman
Masa örtüsünü ikiye bölen ellerimizdi
Bir tırnak yeşilinden gerisin geriye
Ayak bileklerimizden gerisin geriye
Bütün bunlar gereksiz, bilmiyorum sanma
Gereksiz ama yalnızlık böyle.
Edip Cansever
52
4.SAYI uzak
EMRE YILDIRIM
Hakikat Sömürücülüğünün
Sanatsal Yansıması:
Yazmak
‘Yazmak nedir?’ sorusuna ilişkin cevaplar bulundukları yerde dursunlar. Bu denemede tek taraflı açıklamalara ihtiyacımız
olmayacak. Yaratmak, aktarmak ya da meşgale olsun diye yazmak arasında fark yok benim için. ‘Neden yazılır?’ diğerine
göre daha mühim bir soru ve daha fazla gelecek vadediyor. Kendini ifade etmek isteyene de katılıyorum, kazanç için yazana
da, mezar taşından fazlası olmayı ümit edene de.
Yazmak hakkında yazarak bunca zaman geri adım atmadan savunduklarımı habersizce çürütmeyi göze almış bulunuyorum.
Desteklemediğim bir fikri kanıtlamaya çalışırken bulabilirim kendimi. Yabancı gelen bu fikrin caydırıcılığı yüzünden bugüne
dek sergilediğim duruşu –eğer öyle bir duruş varsa- hiçe sayabilir, derinlere indikçe yeniden tanıyabilirim kendimi. Uzun
süredir yanlısı olduğu görüşe sırf diğerlerini haklı çıkarmamak için bağlı kalmak bir kimlik problemidir çünkü. Kimi genç
yazarların hoşuna gidecek şekilde izahta bulunup kendimizi aklarsak; yazar dediğin de ruh sağlığı yerinde olmayan kimsedir zaten. Böyle mi olduk şimdi? Bir insan kendi tımarhanesinden kaçmak için mi yazarlaşır sahiden? Bireyi yazmaya iten
sebeplerin başında travma, baskı ve şartlanmışlıklara karşı sergilenen asi bir tutum mu gelmektedir? Olayı bu açıdan ele
aldığımızda yazmak zihinsel ve duygusal olarak kırılgan karakterlerin bulduğu bir çıkış, belki de bir dışa kapanış yöntemi
olarak algılanabilir. Bu doğru veya yanlıştır bilinmez ancak söylenebilir ki, tasalarımızdan kurtulmak için geçerli tek yöntem
yazmak değildir. Bunu kabul ettiğimiz sürece yazarın temel motivasyonunun nicel bazı problemlere dayandığı iddiasında
diretmek tutarsızlaşır.
Ortalığı biraz gerip sivri çıkışlar yapmak istiyorum. Bu sayede bana karşı iyi-kötü bir takım hisler besleyeceğinize eminim.
Nitekim edebiyat dünyasında işler bu şekilde yürüyor. Fakat önce sorularımızı soralım, sonra devam ederiz.
Gerçek bir yazarın ne gibi bir görevi olmayabilir?
Yazmak hakkında ne biliyoruz? Düşünce ve duyguları aktarıp satırları işgal etmekten başka ne amaçlıyor, dahası ne planlıyoruz? Yazının ön çalışmasının bir ‘fikir’ olduğunu, bu fikrin kağıda dökülürken sanatlaştığını, özgün olma gerekliliğini, ayrıca
derin, detaylı fakat anlaşılır aktarımın önemini biliyoruz mesela. Öyleyse sormamız gereken soruların başında ‘bana yetmeyen, beni doyurmayan ne?’ merakı gelmeli. Doyduğunuzu düşünüyorsanız bu yazı size göre olmayabilir. Yazıp okuduklarımızda bize basit gelen, insanlara yüksek egolu bir ukala olduğumuzu düşündürecek iştahımızın bir
nedeni var elbet. Misal, vurucu bir girişin hikaye için ne denli mühim olduğu zapturaptını duymuşsunuzdur. Bu başlı başına bir hikayedir! ‘Vurucu giriş’ tembel ve sıkılgan okurun ilgisine mazhar
olmak isteyen yazarın kendi fikrinden feragat ederek okurun tatmini için ajitasyona başvurmasıdır. Ben vurucu girişe değil, vurucu içeriğe inanırım. En tesirli bölümü son on sayfa olan ve oraya
kadar ki tüm bölümlerin son sayfalarda yaratılan atmosferi doğru aktarmak için yazıldığı beş yüz
yapraklık bir roman örneğini düşünürseniz söylemek istediğim daha iyi anlaşılır. Elbette hikayenin
‘vurucu’ niteliğinin ille de sona saklanması gerektiğini savunuyor değilim. Amacım, bir böcek olarak uyanmanız ile bir böcek olarak ölmeniz arasında bir fark olmadığını, asıl farkın bir fikri etraflıca
dokuyup detaylıca sunabilmekten geçtiğini belirtmek. Bakın ‘Yazarın Temel Görevi’ kargaşasının
tam ortasındayız şu an. Eserini okura pazarlamayan gerçek bir yazarın ne gibi bir görevi olmayabilir
ki? O kadar uzundur bu liste. Mesela çok kazanmak, onaylanmak veya isim yapmak için edebiyatı
kullananlara tavır takınmak görevlerinden sayılabilir. Bunun yanı sıra yazma istencinin merkezindeki bir travma, hayal, düşünce yahut duyguyu özüne sadık kalarak, şova kaçmadan sunması da
listeye dahildir. Hatta bu arı duruş sayesinde okur payına düşeni muhakkak alacaktır. Ayrıca okurun
kendi kurtuluşuna yazar vasıtasıyla ulaşması taraflar adına kazançlı olacakken, yazarın okura çıkış
bulmak amacıyla yazmasının işleri iki taraf için de karışık hale getireceği aşikardır. Unutulmaması
gereken bir şey daha var ki; yazarın sorumluluğu yazmayanı iyileştirmek değil, iyileşmenin var
olduğuna inandırmaktır. Dolayısıyla bu bakış açısı yazarı bir teorisyene dönüştürür. Toparlarsak,
gerçek bir yazar okunmak için çabalamaz fakat derdini itinalı biçimde kaleme almakta ustalaşması
onu okunur kılar. Okunmaya dair özel bir çaba sarf etmemiş olmasından şu sonucu çıkartabiliriz:
Yazarın temel görevi, edebiyatın pazarlanması esnasında ortaya çıkan yozlaşmadan uzak durarak
bir ‘duruş’ sergilemesidir. Edebiyatın güncel dişlilerinin dışında kalmak endişe yaratsa da, doğal
bir içgüdüyle yazmaya başlayan birçokları için ‘yazmak’ önüne geçilmez bir tutku, doyurulmaz bir
açlıktır. Bu tutku ve açlık satırlara yansıdıkça okur anlatılanı yazarın aktarmayı uygun gördüğü biçimde tanıyacak, onun istenç ve hakikatine istenilen ölçüde ortak olacaktır. Yazar, üzerine düşeni
tabiatı gereğince yerine getirmiş, hakikat veya kurguyu sanata uygun hale getirerek okura sunmuşkaybolandefterler
53
tur. Bu yazarın misyonu değil, doğasıdır. Onun esas misyonu, sanatı
sanat veya toplum için olmaktan çıkartıp okuru yazardan önemli kılan
ve aralarındaki bağı alış-veriş hukukuna uyumlu hale getiren kanonik
tehditlere boyun eğmemesi, daha kolay okunup daha fazla satmak
adına muhalif travmalarından vazgeçmemesi, manevi direncini koruyarak yazar kimliğini satmamasıdır.
Üçüncü soru da böylece peyda olur: Yazar kimdir?
İlk ve basit cevap: Eseri basılmış olan veya gönül verdiği ‘yazma işi’ni
basılmasa da sürdüren duyusal yahut duygusal kimse. Kabul edilebilir
ama ben yazarlığı yazma işleminin ötesinde, sıfat ve isimden ziyade
bir ‘kavram’ olarak görmeyi tercih ediyorum. Bir şeyler yazarak yazar
olunmaz, eğer yazar isen bir şeyler yazarsın. Bir yazarı eğitemez ya da
eğiterek birini yazarlaştıramazsın. Yazarlık, becerikli ‘yazma işi’ olduğu
kadar yabani kalabilme azmidir aynı zamanda. Hayata, insana, doğaya;
yazılarında bahsettiği her şeye karşı geliştirilen bir yabansılıktan bahsediyorum. Kişi bu tutum sayesinde ‘yazarlaşır’ ve hayati gerçeklerden
söğüşledikleriyle kendi gerçekliğini yaratır. Fakat bu yargı bir açıklama
gerektirir; hangi koşulda olursa olsun, yazarın yabani kimliği yaşamın
hakikatine karşı geliştirdiği nankör bir reddediş değil, o hakikati deneyimleme mecburiyetine yönelik bir başkaldırıdır. Başta sorguladığımız,
yazarların kısmen ‘acayip kişilikler’ olma sebeplerinden biri de kendi
alternatif gerçekliğini yaratma radikalliğidir. Soralım kendimize, bir
yazarın kısıtlı tecrübelerinin ötesine geçip kurmaca bir dünya tasarlaması nedendir? Cevap, hayati uyumsuzluğunu giderme ve ayrıştığı
düzenle arasında bağ kurma istemi olabilir. ‘Yazmak, kendince bir
uyumluluk halidir,’ diyebiliriz öyleyse. Bu çıkarıma göre yazar kendisi,
toplum ve hakikat arasındaki uyuşmazlığı yazarak dengelemeye çalışan
bir üst kimliktir. Elbette ‘yazmak’ koşula dayalı bir süreç değildir. Kimlik
ile yaşam arasında tutarlı kalabilme çabası yazarı duygu ve düşüncelerinin ötesine, sosyal bilincin hakim olduğu mecburi bir serüvene
sürükleyecektir. Gelin görün ki zaman içinde birey, toplum ve normlar
değişir. Bu durumda edebiyatın diğer görevi de bir ‘değişmez’in çağlar
boyu devam edecek hikayesini öğretici olması amacıyla okura sunmak
olarak nitelendirilebilir. Yazar ya öngörü sahibi olup o günün toplumsal
dinamiklerinden yola çıkarak toplumsal dönüşüme dair kehanetlerde
bulunmalıdır ya da insan ruhu ve psikolojisini kavrayıp çözümleyeceği
bir misyon üstlenmelidir. Aksi taktirde eser geçerliliğini yitirerek tarihi
bir hikayeye ve ne yazık ki eğlenceli bir neşriyata doğru gerileyecektir.
Edebiyat her şey olabilir, her şeye evrilebilir, yontulabilir, gün gelip
propaganda aracı olarak bile kullanılabilir ancak asla ‘keyif verici madde’ye dönüşmemelidir. Edebi ciddiyete sahip olmayan bir çoğunluğun
‘duygu nakli’nden öteye taşıyamadığı ve başta yakındığımız gibi çabuk
anlaşılabilir olmak adına sığlaştırdığı edebiyat; okuru eğlendirdiği ölçüde basitliğinin görmezden gelindiği bir ‘hakikat sömürüsü’nün sanatsal
yansıması haline gelmemelidir.
Okurun bir eserden yola çıkarak yönelttiği tenkit yazarı ‘yetersiz’
kılar mı?
Bu eleştirel tutum yazarı iyi-kötü yazan biri yaparken bizi, yeterli okurlar olup olmadığımız noktasında bir öz sorgulamaya götürür.
O, hakkındaki yanıltıcı ve küçümseyici tenkitleri önemsemeyen, aklına estiği biçimde yazsa da belirli bir estetiğe erişme emeline sadık, sanatsal kaygısı olan, üretken bir insandır. Okurun eleştirmekten hoşnut olduğu ne eserdir ne yazar; okur kendini
ifade edememesinin tüm sorumluluğunu yapıtlarında insana dair bir şeyler anlatan yazara mal eder. Okur ummaktadır ki farklı
duygu ve olayları keskin bir zekayla çekip çeviren kişi onun kendi hakkında bilmediklerini ve anlatamadıklarını da yazıya döksün, onu ikna etsin. Eserlerde şahsına yönelik bir meyil, bir niyet, bir dokunuş ya da en azından bir eğlence bulamayan okur
yapılan işi bu nedenle okumazlıktan gelir. Bir yazarın eserlerine ‘keyif verici madde’ dürtüsüyle yaklaşmak ve karşılanmayan
beklentiler sonucunda yabancılaşıp eleştiri adı altında ‘kötü’ damgası vurmak, okurun sanat üzerinden ulaşmak istediği kişisel
tatminin göreceliği göz önüne alındığında saçma ve yanlı bir yargıdır.
Bir örnek ile açmak gerekirse: Açken doyurulma ihtiyacı zirveye ulaşır. Bu esnada kişinin kimliği açlıktan ibarettir. Etli ekmeğe
saldıracağına yakın bir iştahla bayat ekmeğe de saldırır. Fakat bu, etli ekmek ile bayat ekmeğin aynı olduğu anlamına gelmez.
Kişi o esnada sunulanın yapısına değil doyuruşuna, çıkarına uygun düşüp düşmediğine önem verir. Yani ekmeğin doyuruculuğuna saygı duyarken, etli ekmeğe karşı bir yadırgama ve küçümseme içine girebilir. Halbuki o bir gastronom değildir ki iki besin
arasındaki farkı gözetebilsin. O açtır. Ancak aç olması onu aşçı da yapmaz; aşçının sahip olduğu yeteneği ona kazandırmaz ve
54
4.SAYI uzak
yemek yaparken geçirdiği süreci, etin neden az piştiğini, neden üzerinde bir miktar sos olduğunu, karabiberin neden bir tutam
serpildiğini ve tabağın neden itina ile süslendiğini kestiremez. Bu anlamazlık, bu bilmezlik, bu tembel cahillik nedeniyle hakiki
değerin, açlığı en hızlı ve yeterli biçimde giderecek ekmekte olduğuna karar verir. Halbuki ekmek saflığı ile bir kıymet içerirken
etli ekmek, gerçeğin akıl ve estetik ile birleşiminden ortaya çıkan bir yaratıdır. Yani olanı olduğu gibi yazıp, hissettiğini kağıda dökmek hayattan ve kendinden kopya çekmek sayılabilir. Yazarın kıymeti, henüz bilmediğini yazabilmesiyle ölçülür. Okurun bir eseri
sanatsal çözümlemeye gerek duymaksızın mastürbasyon odaklı değerlendirip eleştirmesi de sanatı ve sanatçıyı eğlence unsuru
olarak kabul eden yeni dünya düzeninin öncül handikapı, hayal gücü ve estetiğin karşısına dikilen yüzeysel kavrayışın bir sonucudur.
Sanatçı sanatını icra ederken içsel kanaatini eserine yansıtma arzusundadır. Birincil motivasyonu kendini önce uygulamak, sonra
okurla paylaşıp onaylatmak olduğundan yaklaşımı kabul edilebilir. Dolayısıyla sanatçının eserini oluştururken iki şeye dikkat etmesi mühim, hatta zaruridir:
-İç dünyasını kendine has bir netlikle aktarabilmek
-Bu aktarım sırasında özgünlüğün sağladığı kolaycılığa kaçmadan sanatsal kabiliyetinin sınırlarını zorlamak
Kısacası sanatçı, eserinde gerçekliği vurgulayabildiği ölçüde başarılı, hayal gücünü yansıtabildiği kadar yeteneklidir.
Sanatın sanatçıya tanıdığı haklardan biri olan gerçeküstülük bu noktada önem kazanır. Her şeyin kolayca öğrenildiği ve herkesin
benzer analizler yonttuğu bir dönemde edebiyat, gerçeğin ötesini arayıp sunmakla mümkünleşir. Bilgi çağının enformasyon erişimsizliğini asgariye indirmesiyle edebiyatın didaktik sorumluluktan beraat ettiğini söyleyebiliriz. Gerçek, sabit değildir. Sanatı
gerçeklerden soyutlayarak işlemek ise ortaya çıkış gayesine ihanet etmek olacaktır. Toplumsal dinamiklerin esnemesiyle insani
duygular da dönüşüme girmiştir. Hisleri ifade etmenin modern yöntemleri ahlaki evrimin yeni sınırlarını örerken, dönüşüm süreci boyunca yaratılan belgesel niteliğindeki kurgular geçmişin romantik hazlarını bize ulaştırmaya devam etmektedir. Bu eserlerin
kıymeti küçümsenemez ancak modern çağın toplumsal, bireysel ve duygusal reformlarını bu yapıtlardan öğrenmeye çalışmak ne
kadar doğrudur tartışılır. Bu noktada bir yere dikkat çekilmeli; bahsedilen duygusal dönüşüm insana doğumundan itibaren bahşedilen tabii duygularının körelmesi değil, eski duygusal pratiklerin tamamen yok olması ve yerlerine kültüre ve döneme göre
şekillenen yenilerinin gelmesidir. Şunu ifade etmekte sakınca görmüyorum; temel duyguları tanımlamak ve bunlar hakkında
yazmak geçerliliğini korumakta ancak duygusal pratikleri kağıda dökerken başvurulan çelimsiz ve tek düze yöntemler edebiyatı
sığlaştırmaktadır. Son zamanlarda sıkça rastladığımız ‘aşk’ etrafında kurgulanan roman, öykü, şiir ve özlü söz biçiminde yazınlar
edebiyatın estetik kuvvetinin üzerini duygusal uyarıcılar vasıtasıyla örtmektedir. Söylenebilir ki bir ‘yazan’ kendini ifade etmenin
peşindedir; ‘yazar’ ise yazmayı seçtiği konuda bir ifade yaratmanın, alternatif bir hakikat tasarlamanın peşindedir.
Okur kelimeleri çözümler, cümleyi ise anlar. İyi yazılmış bir paragrafın ardından cümleden çıkardığı anlamı bir çırpıda söyler
ancak içerisinde geçen kelimeleri pek anımsamaz. Oysa her kelime bir mananın hizmetindedir. Demek ki kelimeler kürek mahkumları gibi birbirlerine zincirlendiği vakit gerçek bir anlama kavuşurlar. Yani tek kelimenin işaret ettiği belirli bir anlamı ‘yazmak’
edebiyatın değil, dil biliminin işidir. Dolayısıyla manayı barındıran kelime ancak diğerleriyle birleşip bir ifade yarattığında edebileşir. Bu bakımdan tek kelimelik anlamlardan faydalanan yazar yazmıyor değilse de, kolaycıdır.
Örneklemek gerekirse:
“Gittim!” yazarak bir eylemden hasret, ayrılık, sancı, cesaret, macera, özgürlük anlamı türetmeye çalışan kalem sahibi zeki değil
pratiktir ve ‘pratik sanat’ daha az emek harcanan, okur tembelliğini meşrulaştıran yapıdadır. Sadece bunu düşünmek bile kısa
cümleli, duygusal paragrafların okura hitap etmek adına sanattan uzaklaştığı tedirginliğini yaratır bende. Her kısa cümle, imgeye
başvuran her şiir, her pratik söylem ve duygusal aktarım sanattan uzaklaşma içermese de, okurun önüne tuğlayı koyup yazarın
tasvir etmekten erindiği binayı okura inşa ettirmek kestirme bir yöntemdir ve edebiyatta kestirme, kabul edilemez.
Son dönemlerin sıradan anlamlı, kısa cümleli edebiyat alışkanlığına karşı yazarlar uzun, zahmetli ve derin anlamlı metinlerin temsilcileri olmalıdırlar.
Şöyle bir misal vererek günümüz yazarlarının sırtında nasıl bir yük, ne denli ağır bir sorumluluk olduğunu tarif etmeye çalışacağım: Tarihin ilk yazarlarından olamamak başlı başına bir handikaptır. O şahsın nasıl imkanlara sahip olduğunu bir düşünün! Onun
da yazar gereçleri vardı bizim de, o da bir masada veya tabiatın kuytu bir köşesinde karalıyordu, biz de. Önünde ise insan ve
insanlığın sorgulanmamış, izah edilmemiş, hatta yaşanmamış hakikatleri, kurguları, halleri uzayıp gidiyordu. Nereye, hangi derinliklere dalsa boğulmadan çıkabilir, söylenmemişi söyleyebilir, insanın yaratılış ve yaşayış gayesine yönelik tavrı, ruhu ve ideallerini
sıralayabilirdi. Bir adamı ayırt edici özelliklerine bile bakmadan incelese insan varlığına, psikoloji ve sosyolojiye dair muazzam bir
keşifte bulunabilirdi. “Kıskanmak!” diye düşünse kıskanç bir adama bakarak, bunun hakkında uzun uzadıya, özgünlük endişesi
olmadan sayfalar karalayabilir, özleminden kahrolan bir kadını gözlemleyip “Özlemek!” diye başlık atsa, henüz söylenmemiş o
dokunaklı sözleri, hançer dizeleri sayıklayabilirdi.
Bu şartlar göz önüne alındığında yazmak, ‘çağdaş dönem edebiyatı’ adı altında tatlı bir yük haline geliyor. Sırtımızdaki sepet binlerce yıldır söylenegelen kavramların, dizelerin ve masalların ağırlığında; hepsini taşımak, kavramak ve yaymak zorundayız. Bu
zorunluluğa ek olarak bir de yaratmalı, söylenmemişi bulup çıkarmalı, belli başlı insani değerlerin ötesine geçebilmeliyiz. Elbette
hala gerçek ile ilgili edilecek sözler, vurgulanması gereken yanlışlar, tekrar tekrar yazılıp anlatıldıkça kıymeti anlaşılacak duygular
var; gene de unutmamalıyız ki insan yaşayıp, düşünüp, ayak uydurarak ilerledikçe bilinmeye karşı hasret duymaya, hayal gücü
tüm hızıyla gelişmeye, yenilikler de ortaya çıkmaya devam edecektir. Bu gelişmeler sonunda edebiyat kanonik zincirlerden ve hakikatin herkesçe bilinip aktarıldığı bu çaresiz, bu verimsiz, bu basmakalıp çağın monotonluğundan kurtulacak, düşsel bir yaşamın
tasvirinde kendinin ve insanlığın taze emellerini bulacaktır.
kaybolandefterler
55
FOTOĞRAF: PAWEL KADYSZ
Uzak
Bostanı
GİZEM ALTINORDU
1.
“en uzak mesafe birbirini anlamayan iki”
ne zaman ki vakit yine herşey için geç
rakılar doluyor bardaklara, bardaklar rakılara boşalıyor
ben ne zaman desem bir şey hiç bir zaman bir şey değildir
yüzünün ikliminde yılkılar geziniyor
öyle gezinmek, atlasları
öyle gezinmek, çölleri
öyle gezinmek, örükleri.
gök yerle birdir
ve bütün baharlar teşnedir dökülen yapraklara
ben seni kışın, içimdeki bir baharla sevdim
yazlar yeni adalara gebelik taşır
yalnızlıklar yalanlara.
muhammed mirac’ı bir haç gibi yüzünün eğrisinde tekrar eder
kalbin kendi kendini bile feshettiği o en tenhasında
sevişiyor bütün ebabiller, kim gördü?
kim gördü savaşlarını bu yedi dölü kötülerin?
kim bildi ben bir kınayım, savaş öncesi yakılan bir ağıt
amed’in surlarından yükselen bir çığlık,
bir çocuğun henüz ham kadınlığından bir vaveyla.
ben, haritalar, kumaşlar, bedenler atlası
ben, gökyüzün, yeryüzün, sevdanın yalan iklimi
ben, anasına küfür bir anadolu, anadolu
kocasını reddeden beşik kertmesi
2.
“en uzak mesafe gözün görüp kalbin reddettiği”
pazarlara gideyim, sokaklarda dolanayım
köşelerde kalmış bahçelerden yolayım labadaları
kuzu kulakları, papatyalar, en narin mevsimi gönül aylarının.
kalbime gömeyim.
bir karaşın acının sırtındayız dayı
tırnaklarımız ne zaman bir sevdaya tutunsa
pençeler, kanatır, denizlerine boğar.
atlar altıncı kattan güzel yüzlü çocuklar
altıncı ayda düşer rahmimizden yerlere
biz kime devrim deriz, bir yüz güzelliğine?
bir dağa, inceden kesilmiş bir bıyığa?
etekaltı sarhoşluğuna tavernaların.
bu dinlediğim rebetiko eylül’dendir.
senin dedenin hatırası vardır muhakkak, haşa!
manges!
kadınlığım sizin saçınıza noksan
manges!
çalın şarkıları
rebetikos artık mahallenize Mualla.
56
4.SAYI uzak
3.
“en uzak mesafe salyangoz, müslüman mahallesinde”
savaş uçaklarınız Ahırkapı’nın üstünden uçar
Sulukule, sizin arka bahçeniz
Aynur abla mahalleler büyüttü göğüslerinde
bakla falları baktı, çocukluğumuzun kızıl tutkusuna
biz kahkülüz, gözünüzü tüm dünyaya kapayan
tüm dünyaya gözünüzü açan bir narin kirpik.
(aşık olursun madem Marika mou,
öğren bütün dillerdeki sevda sözcüklerini)
-buraya yazın, mezar taşımıza
yoldaşlık bir pelesenktir dilde,
sevdadan vurgun yiyesiye.
ve kader, alın yazımızın karışmasıdır
saçlarımızda sakladığımız karafakiye.
4.
“en uzak mesafe silahla mermi arası”
ben çöllüyüm.
gitme.
topluyor çocuklar bir iz gibi annelerinin saç tellerini
hangi yıldızın altında doğdular?
hangi dağa baktılar, dağ bilir.
siz bize acılar bahşettiniz, almayız.
haşmetliler, devletliler
saraylar dolusu geldiniz, eteklerimizde mermi yığınları
denizleri bölebildiniz mi
tanrı’nın on buyruğu yetti mi sevdalıların sevişmelerine?
bir kadın kesti başını, kalbinden ayırırken
bir kadın kesti başını, zihninden, amentü
hatimli sokaklardan geçiyor kalbim
bütün işaretlere bir başkaldırı yürek!
devrim elbet kalbi devirmekle gelecek.
sana sesleniyorum dağlı
adıyla sığınıyorum oynayan ve söyleyenin
bu yürek bir akıl değil, bir çergah
bir dar-agah.
dökülüyor iki nehir kadınlığımın akarsuyuna
yol.
aradığı değil hiçbir döner-etekli-dervişin.
pencerenden sancır serçeler, kumrular
savaş var, annemizin tekdüze yaşantısını yıkmakla ömürler geçirmişiz
ömürler ki öperler bütün ezgin halkların boyunlarından
gel uzat bir yol mangiko mou
bir yolluk sevdalıktır elimizde
tükettiğimiz bir incelikli hayta ispanya’da otuzaltı’da
-yalnızlıkla ölünecektir. yalnızlık daimdir.
yalnızlık bizim unuttuğumuz o muazzam abecemiz,
bizim güzellik dolu yabanıl bahçemiz.
6.
“en uzak mesafe doruktan sudibine”
sesleniyor bütün lavlarım bir şehrin daim döngüsüne
vapurlarda birbirine bomba niyetine bakıyor insanlar
-sene ikibinaltıyüzdokuz. yokuz. cehennem.
bir şiir maviden havalanır gökyüzüne, sesimiz yokluğun çoğulu
-sene ikibinaltıyüzdokuz. yokuz.
“ben onunla içimden konuşuyordum”
çöllüyüm.
adım korkunç bir çocuk öyküsünün baş harfleri
raylarda duruyorum, geliyorsun, gelme
akıp gidiyorum bir nehir gibi benim suyum yok
benim suyum yok kim yuyacak beni yunus gibi?
yunus iyi adamdı, seversiniz ya
gelme boyun eğemem gönlü karalı adamlara
karanın adını güzele dönüştürmeye çalıştıkça yeryüzünde.
7.
“en uzak mesafe kaçamamaklar yerdenize”
söyle şimdi bana mangiko mou,
benim dilim nedir,
bir kısraktan başka?
nedir senin eksik eteğini bir sarı sıcaktan ayıran?
insanlar dünyaya bir çare bulamayacaklar.
söyleyin onlara
kendi adlarına tutunsun
fırtınaya yakalananlar.
5.
“en uzak mesafe kuşuçamayışı”
gökyüzünde nergisler açıyorsa ki gökyüzün kışların kavmi
gökyüzünde nergisler açıyorsa kanatlanır bütün göçmen kuşlar
rebetler mahallemize dizilmiş mangiko mou
kaybolandefterler
57
İçimdeki Ölüler
Yalnızlıktan Size Sığınırım!
MELİS YALÇIN
Peki siz kaç tanesini sığdırabilirsiniz zihninize? Yoklayın bakalım zihninizdeki ölüleri.
Çağdaş Türk edebiyatının sıra dışı yazarlarından Murat Gülsoy’un son romanı “Yalnızlar İçin Çok
Özel Bir Hizmet” Arjantinli yazar Jorge Luis Borges’e yazılan bir mektupla başlıyor. Borges denilince
sonsuza kadar uzanan raflarda dizili kitaplar ve elinde tuttuğu kitabın sırtındaki yazıları okumaya
çalışan bir adam canlanır zihnimde. Öyle ya, cenneti bir çeşit kütüphane olarak düşleyen Borges
görme yetisini yavaş yavaş kaybediyordu o sıralarda, kitabı iyice gözlerine yaklaştırması bundandı.
Ve tamamen kör olduğu sırada Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü›ne getirildi. “İlahi bir şaka”
olmalı. Peki, Gülsoy’un Borges’i seçmesi bir rastlantı mı? Yeryüzündeki cennetinden kovulan Borges’ten daha iyi kim bilebilir yalnızlığı?
Yalnızlık Borges’e mahsustur.
O laf öyle değildi sanki?
Mektuba dönelim. Üçüncü çoğul şahıs zamirini Tanpınar kadar rahat kullanamadığından yakınan
yazar mektubunda Borges’le senli benli olmaya karar verir. Ne de olsa ölüler görgü kurallarını pek
önemsemez. Aklını kaybetmekten korkan yazarın sarı post-it’lerinden birinde şunlar yazılıdır: “Malzemesi ölümdür kitapların. Ölü ağaçlardan elde edilen kağıt, ölü hayvanların derilerinden yapılan
ciltler, ölü yazarların sözleri. Orada öylece dururlar. Çok ayrıntılı bir mezarlıktır kütüphane. Üstelik
insanlar tüm bu ölüm artıklarının zaman ötesine ulaşma gibi bir özelliğe sahip olduğunu düşünürler. Ne garip bir yanılsama. Oysa bir mumyadan fazlası değildir kitap. Düşüncenin mumyası.” (s. 13)
Yalnızlıktan kaçmaya çalışırken, kitaplara tutunduğu gibi, bir ölüye de tutunabilir insan.
Sanmam. İnsanın kendinden başka tutunacak kimsesi yok. Sen ne dersin Mirat Hocam?
“Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet”in kahramanı Mirat Alsan üniversitede cebirsel matematik der-
58
4.SAYI uzak
si vermektedir. Murat Gülsoy, Eray Ak’la yaptığı söyleşide şöyle diyor: “Adı Mirat Alsan, ama çoğu zaman
insanlar yanlışlıkla Murat Aslan diye yazıyorlar, yanlış yazılan ismin sahibi olan kahramanım kimliğinin,
kişiliğinin, varlığının belirsizleştiğini, sınırlarının eridiğini hissediyor. Ben var mıyım? Bu soruyu sormaktan
kaçınan ama sorulmamış sorunun tüm ağırlığını hisseden bir karakter.”
Neredeyse 30 yıldır aynı dersi veren Mirat 30 yıldır aynı ceketi giymektedir. Alışkanlıklarına bağlı olduğu
muhakkak. Kendisini yenilemesi gerektiğini söyleyip duran bölüm başkanının baskılarına dayanamayıp
genç yaşta emekli olmaya karar verir. Üniversiteden ayrıldıktan sonra ilk eylemi babadan kalma ceketi çöpe
atmak olur.
Emekli olunca çevresindeki suni kalabalıktan uzaklaşan Mirat koyu bir yalnızlığın içine düşer. Delilikten ve
yalnızlıktan kaçarken eline tutuşturulan bir el ilanı sayesinde ölen kişilerin zihinlerini başkalarının zihinlerine aktaran Janus şirketinin varlığından haberdar olur. Merakına yenik düşer ve şirketin ofislerinden birine
gider. Zihninde bedenen ölmüş birine ev sahipliği yapmayı kabul eder ve Esra’yla tanışır. Kitapta kahramanımızın zihninde ağırladığı Esra’nın “konuştuğu” bölümler italik harflerle yazılmış. Böylelikle, okur ikilinin
konuşmalarını takip edebiliyor.
“Mirat sen bir insanın içinde ne kadar büyük uçurumlar olduğunu bilsen şaşarsın.
Sen beni benden iyi biliyorsun artık.
Hayır. Bilmiyorum. Çünkü o uçurumlar, karanlık denizler, ucu bucağı olmayan mağaralar benim gücümün
çok ötesinde... Çok büyük.
Peki ama bu nasıl olur Esra? İnsan sonlu bir varlık. Sonlu bir şeyin içinde sonsuz olur mu?
Bilmem matematikçi olan sensin.” (s. 154)
“Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” Isaac Asimov ve Arthur C. Clarke gibi isimlerin temsil ettiği bilim-teknoloji hayranı hardcore bilimkurgu romanlarından çok Philip K. Dick’in felsefi öğeler barındıran ve varoluşu
sorgulayan romanlarını anımsatıyor. Yazarın dili, zihin aktarımının yapıldığı laboratuarı ve zihin aktarım
sürecini tasvir ederken dahi gerçeklikten kopmuyor. İnandırıcılığı pekiştiren etkenlerden biri de hikayenin
şimdiki zamanda ve bilindik mekanlarda geçmesi. Beşiktaş’taki bir meyhanede kadeh tokuşturanlar, televizyon programında Janus şirketinin müşterilerine sunduğu teknolojinin günah olduğunu söyleyen ilahiyatçılar, ansızın bastıran yağmurdan kaçmak için pasaja giren eylemciler, iskelede bekleyen TOMA’lar... Hepsi
tanıdık.
Murat Gülsoy romanlarında farklı teknikler kullanmaktan kaçınmayan, göndermeleri ve metinler arasında
geçiş yapmayı seven bir yazar. Son romanında da “parçalı roman yapıları” olarak tanımladığı tekniği kullanmış. “Nisyan” ve “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde” kitaplarında olduğu gibi gerçek ile kurmacanın birbirine
girdiği “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” deneysel çalışmaları ve parçaları birleştirmeyi seven okurların
ilgisini çekecektir. Ayrıca “Baba, Oğul ve Kutsal Roman”ı okuyan okurları için küçük sürprizler olduğunu
söylemeden geçmeyelim.
“Şu anda ne istiyorum biliyor musun Mirat?
Ne? Anladım galiba.
Dans etmek istiyorum. Zıplamak, koşmak, yuvarlanmak.
Mirat ansızın koşmaya başladı. Motorların olduğu iskeleye doğru koşuyordu. Yüzünde delice bir gülümseme olduğu için herkes ona bakıyordu. Ellisine merdiven dayamış bir adam sevinç içinde koşuyordu.
Müthiş bir şey yaşamak! Harika bir şey!
Evet! Evet Evet!” (s. 47)
kaybolandefterler
59
İLLUSTRASYON - ÇEVİRİ: HIDIR MURAT DOĞAN
hoş geldin / willkommen
Gel Türk - Alman birası iç
O zaman burada iyi karşılanacaksın
“Şerefe” ile Allah’la vedalaş
Ve bir parça entegre olacaksınız
Sarmısak kokar, uzak dur
Lahana turşusuyla domuz pastırması ye
Çocuk yerine köpek yetiştirirsen
Neredeyse entegre olacaksınız
Şalvar sadece rahatsız eder
Bacaklar ve kafa lütfen açık olsun
Politikayla da ilgilenmezseniz
Sonra nihayet entegre olacaksınız
Zaten sizi çöpçü olarak seviyoruz
Mesele paraysa geride kalın
İşten çıkarınca önde durun
İşte o zaman entegre ötesi olacaksınız
____________________________
komm türke - trinke deutsches bier
dann bist du auch willkommen hier
mit prost wird Allah abserviert
und du ein stückhen integriert
ihr stinkt nach knoblauch - laßt den weg
eßt sauerkauft mit schweinespeck
und wer statt kinder dackel dressiert
der ist fast schon integriert
die pluderhosen stören nur
tragt bein und kopf - doch bitte pur
politisch seid nicht interessiert
dann seid ihr endlich integriert
als müllmann mögen wir euch schon
stecht hinten an - gehts um den lohn
steht vorn an wenn man abserviert
dann seid ihr überintegriert
Cem Karaca
Die Kanaken, 1984’te Almanya’da yayınlanmış Cem Karaca
albümü. Sanatçının kariyerindeki tek Almanca albümdür.
Nazım Hikmet şiiri “Çok Yorgunum” dışında bütün şarkılar
Almanca’dır. “Die Kanaken”, Almanların başta Türkler
olarak yabancıları tanımlamak için kullandığı argo bir
sözcüktür.
/wikipedia
60
4.SAYI uzak
fotoğraf: Wojciech Plewiński
Wislawa Szymborska
Çağımızın
Çocukları
Türkçeye çeviren: Nurten
Uyar
Çağımızın,politik bir çağın
çocuklarıyız,
Bütün meseleler, sizin, bizim, onların..
politik meselelerdir
Günler, geceler boyu,
Sevseniz de sevmeseniz de,
genlerinizin geçmişi politik,
teniniz, politik bir tipiniz,
gözleriniz, politik bir bakışınız var.
Ne söyleseniz yankılanır,
söylemediğiniz şeyler konuşurlar kendi kendilerine
Yani her halükarda politik
konuşmalarınız
Sıvışsanız bile,
politik adımlarla sıvışıyorsunuz
politik topraklarda.
Apolitik şiirler politiktir hem de,
ve başımızın üstünde parlayan ay
artık bildiğiniz ay değil.
Olmak, yada olmamak, işte bütün mesele.
ve sanki sindirim sorunu gibi
bir sorunu,her daim olduğu gibi,politikanın.
Politik bir anlamı var
insan olmak bile istemezsin.
hammadde olur,
yada proteinli gıda, ham petrol yada,
yada bir konferans masası,
aylarca şekli üstüne tartışılan:
Hayatı ve ölümü çözümleyebilir miyiz
yuvarlak bir masa yada kare olanında.
Bütün bunlar olup biterken,
Mahvolmuş insanlar,
ölen hayvanlar,
yanmış evler,
ve yabani otların kapladığı tarlalar
tıpkı kadim
ve milattan önceki politik zamanlarda olduğu gibi.
Wislawa Szymborska(1923-2012):Çağımızın Çocukları,Köprüdeki İnsanlar,1986,Yeni ve Toplu
Şiirler(1988)’den,İngilizce’ye Stanislaw Baranczak ve Clare Cavanagh tarafından çevrilmiştir.
kaybolandefterler
61
Almanya - Willkommen in Deutschland -(2011)
GÖÇ
SİNEMANIN PENCERESİNDEN, BURADAN UZAKLARA
H I D I R M U R AT D O Ğ A N
Yaşadığımız yerküre, aralıksız süren bir kavimler göçüne şahit. Büyük Patlama’dan bugüne, henüz ilk çiçeğin bile açmadığı ve
dinozorların soylarının tükenmekte olduğu dönemlerde bile, canlı cansız her varlık yer değiştiriyordu. Modern insan, özellikle
son yüzyılda geliştirdiği sinema sanatını kullanarak, kendi zihin evrenini meşgul eden her şeyi dramatik ya da esprili bir biçimde filme dökmeyi, fotoğraftan çok daha kalıcı ve sarsıcı hale getirmeyi seçti.
Kendi adıma sanatın insandan bağımsız var olamayacağını düşünmekteyim. Yakından uzağa teorisine göre ele alırsak, gezegenimiz üzerinde var olmuş, var olan ve var olacak her nesne ve canlının, bulunduğu yere benzemediğini kim iddia edebilir
ki? Hepimiz bir Bukalemunuz. Bilmelisiniz… Bulunduğumuz yerin coğrafi önemine pek kafa yorduğumu söyleyemem. Fakat
bu toprakların yukarıda bahsi geçen kavimler göçüne hâlâ tanıklık ettiğinden gayet eminim. Belki de dinozorlar hâlâ buradalar, kim bilebilir ki?
Göç olgusu, özellikle göçlere tanık olan sinemacıların ya da onların geldiği ve yine bu göçlere tanıklık etmiş coğrafyalara ait
hikaye yazıcılarının çoğunlukla seçtikleri bir kavram. Her dönemin kendine ait sineması, o gün ya da yakın tarihe ait devlet
politikaları ya da toplumsal sorunları da anlatmaya meyilli bir yapıya sahiptir. Ekonomik, Politik ve İnsani yönleriyle filmlere
konu olan Göç kavramı, özellikle 60’lı yıllarda İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, ülke Sanayisini geliştirmek ve işçi açığını
kapatmak isteyen Almanya’nın Türk işçi alımları ile başlayan dış göç dalgası, sinema sanatının yükselişiyle birlikte, çoğunlukla
Türkiye bağlantılı olarak yurtdışında yaşayan sinemacıların en önemli başlıklarından biri oldu.
Kendileri de çoğunlukla göç etmiş ya da göçlere tanıklık etmiş bu yönetmenler, yaklaşık elli yıldır bu doğrultuda konuları
olan, büyük kısmı kült niteliği taşıyan filmlere imzalarını attılar. Genellikle bu yönetmenler, göç ettikleri ve dilini, yaşam biçimini bilmedikleri bu ülkelerde kimlik bunalımları yaşayan Anadolu insanı hikayelerini anlatsalar da, bu mücadeleyi birbirinden çok farklı biçimde beyaz perdeye aktarıyorlar.
62
4.SAYI uzak
İrfan Ünal’ın yapımcılığını, Yılmaz Güney’in yönetmenlik ve senaryo yazarlığını üstlendiği Baba
filmi, 1971 yapımı. Baba filminde, fakir bir aile babasının, Almanya’ya işçi olarak gidişinin sudan
bahanelerle önlenmesi üzerine bir cinayeti suçsuz olduğu halde para karşılığı kendi üzerine alması ve hapiste geçirdiği onca yıldan sonra; serbest kalınca oğlunu mafyaya karışmış, kızını ise
kötü yollara sapmış bir halde bulması, tüm bunlarla birlikte, karısına tecavüz eden, oğlunu mafyaya sokan adamdan intikam alma hırsıyla yeniden hapise düşmesi gibi olaylar anlatılmaktadır.
Fakirliği temel konu olarak ele alan ve duygusal bir tarza sahip Baba filminin müziklerini Metin
Bükey yapmıştır.
Türkan Şoray’ın yönettiği 1972 yapımı Dönüş filmi, Toplumuna giderek yabancılaşan bir gurbetçiyle, köyünde terk ettiği karısı Gülcan’ın öyküsünü anlatmaktadır. Karısının köyde bazı dedikodulara karışması nedeniyle gurbetçi İbrahim, namusunu temizlemek için köyüne döner. Ancak
İbrahim de Gülcan’ın üzerine Almanya’da evlenmiştir. Alman kadından bir de çocuğu vardır
Osman F. Seden’in yazıp yönettiği Gurbetçiler filmi, Kendilerini bırakıp gittiğini zanneden babalarının karşısına farklı kimliklerle çıkan iki kardeşin macera öyküsünü konu almaktadır.
Otobüs ise, 1974 yılında, Tunç Okan tarafından çevirilen ve uzun yıllar Türkiye’de gösterimi
yasak olan Türk filmidir. Bu film o güne kadar oyuncu olan Tunç Okan’ın ilk yönetmenlik denemesiydi Film İsveç’e kaçak işçi olarak götürülen, bir otobüs dolusu köylerinden başka bir şehir
görmemiş insanın, Stockholm’e vardıktan sonra başlarından geçenleri (şaşkınlığı, çaresizliği,
imkânsızlığı, şokları) Doğu-Batı ekseninde anlatmaktadır. Film müziği Zülfü Livaneli tarafından
yapılmıştır.
Tuncel Kurtiz’İn 1979 yılında yönettiği dramatik komedi Gül Hasan/ Lyckliga vi... filminin hikayesinde, İsveç’te Türk işçilerini film çevirme vaadleriyle sömüren bir Türk şebekesinin öyküsü
anlatılmaktadır. Türk ve İsveçlilerden oluşan bir grup sömürücü, Türk işçilerini filmde oynatmak
için onlardan para toplar. Şebeke topladıkları paralarla tam kaçacakları sırada, işçiler uyanıp
duruma el koyarlar ve sonunda şebeke toplanan paralarla filmi çekmek zorunda kalır.
1979 yılı yapımı Karakafa filmi Korhan Yurtsever tarafından çekildi. Senaryosunu Bülent Oran’ın
yazdığı filmde; Betül Aşçıoğlu, Macit Flordun, Savaş Yurttaş, Bülent Oran, Cüneyt Kaymak, Özlem Güler, Neriman İdil gibi isimler rol aldı. Karakafa filminin hikayesinde İşçi Cafer, daha iyi bir
hayat için karısı ve çocuğuyla Almanya’ya göç etmiştir. Kendi iş bulamasa da karısı fabrikada iş
bulmuş ancak bu yeni ülkede siyasi örgütlere katılmıştır. Cafer karısına söz geçirememiş, bunun
üzerine kendini içki ve kumara vermiştir. Cafer diğer bir çok Türk gibi Acı vatanın kurbanlarından
biri olmaktan kurtulamamıştır. Film 1980’de ilk gösteriminden hemen sonra, “bir dost ülkenin
onuruyla oynanıyor” gerekçesiyle yasaklanmış ve o tarihten 2011 yılı Altın Portakal prömiyerine
kadar perde yüzü görmemiştir. Filmin yönetmeni Korhan Yurtsever, o ilk gösterimden kısa bir
süre sonra faili meçhul bir şekilde vurulmuş, devamında yargılanmıştır. 12 Eylül 1980 darbesinden birkaç hafta öncesinde de yurtdışına göçmüştür. Hikayesiyle düzeni sorgulayan ve yeni bir
dünyaya alışmanın zorluğundan bahseden Karakafa, yönetmeninin söylediğine göre Türkiye’de
sesli çekilen ilk film.
Yine aynı yıl çekilen ve yönetmenliğini Şerif Gören’in yaptığı Almanya Acı Vatan filminin oyuncu
kadrosunda Hülya Koçyiğit ve Rahmi Saltuk var. Almanya Acı Vatan filminin hikayesinde; Almanya’ya daha önceden işçi olarak giden Güldane, formalite icabı Mahmut ile evlenir. Mahmut’un
Almanya’ya gidebilmesi için düzenlenen formalite evlilik bir süre sonra, Güldane’nin gitgide robotlaşan ve korkularla yaşayan birine dönüşmesi sonucu yerini sahici bir evliliğe bırakır.
1984 yapımı ve Muammer Özer tarafından yönetilen Kardeş Kanı/Splettring filminde, bir aile
içinde yaşanan dramatik olaylar anlatılmaktadır. Ülkesine dönmenin hayalini kuran Ömer, ailesiyle birlikte İsveç’te yaşar. Çocukları üzerinde katı bir disiplin uygular. Kızı Gül ve küçük oğlu
Metin bu durumdan çok rahatsız olur. Büyük oğlu Kemal ise karakter olarak kendisine benzer.
Bir gün Ömer, kızını zengin bir hemşehrisine vermeye karar verir. Ancak Gül bu birlikteliğe yanaşmaz. Metin ise bu yüzden babasıyla tartışır. Bu duruma çok sinirlenen Ömer, Metin’i evlatlıktan reddeder. Aile içinde yaşanan bu tatsızlık bütün ailenin dağılmasına sebep olacaktır.
Yine aynı yıla ait bir başka film olan Cumartesi Cumartesi / Drôle de samedi ise yine bir Tunç
Okan filmi. Her modern kentte olduğu gibi Neuchatel’de de Cumartesi günleri dayanılmazdır.
Haftanın iş yorgunluğunu Cuma gününün mesai bitiminden sonra üzerinden atmaya çalışan
kentli bir adam bu kez Cumartesi gününün alışveriş sendromuna tutulur.
Yusuf Kurçenli’nin yönettiği 1984 yapımı Ölmez Ağacı filminde, Almanya’daki bir Türk işçi ailesinin hikâyesi anlatılmaktadır. Bahar, ağabeyi Kemal ve ağabeyinin ailesi ile birlikte Almanya’da
yaşamaktadır. Uzun yıllardır Almanya’da işçi olarak çalışmaktadırlar. Burada yeni arkadaşlıklar
kuran Bahar hayatından memnundur. Ancak zamanla Kemal’in sağlık problemleri baş gösterir.
kaybolandefterler
63
Bu sırada fabrikalar da işçi çıkarmaya başlamıştır. Kemal ve ailesi için Türkiye’ye dönme ihtimali
oluşur. Fakat Bahar’ın bu konuda kararı net değildir. Bahar’ın Almanya’da kalabilmesi için tek
başına yaşamayı göze alması gerekecektir.
Kartal Tibet’in yönettiği Gurbetçi Şaban, Kemal Sunal’ın oynadığı politik filmlerden biridir. Film
Almanya’ya iş ve refah ortamı bulmak için giden Türklerin yaşam koşullarını ele almaktadır.
Şaban Yıldız, saf görünümlü bir gariban köylüdür. Ancak kurnazlık ve ciddiyetsizlik yapmadan
duramamaktadır. Şaban, Almanya›ya iş bulmak için gider ve çalışma izni olmayan Türkleri sağlıksız ortamlarda çalıştıran gaddar bir Alman patronun eline düşer. Ayrıca kendisi gibi Almanya
yolcusu iken otobüste tanışdığı Bahar adlı kıza aşık olmuş ve aynı fabrikada çalışmaktadırlar.
Daha sonra Alman patronun uyguladığı zorbalık ve haksızlıklar karşısında birşeyler yapmaya
karar verir. Yaptığı çok akıllıca bir planla önce Alman hükümetinden çocuk nafakası alarak kendisine bir iş kurar. Zaman içinde tüm yeteneklerini sergilemeye başlayan Gurbetçi Şaban, işçilikten
zengin bir hayata doğru yükselmeye başlar.
1988 yapımı ve Tevfik Başer’in yazıp yönettiği ve Özay Fecht, Yaman Okay, Demir Gökgöl gibi
isimlerin oyunculuklarını üstlendiği 40 Metrekare Almanya / 40 qm Deutschland, Almanya’da
kırk metrekarelik bir evde yaşayan bir Anadolu kadınının öyküsünü anlatmaktadır. Dursun kırklı
yaşlarında Almanya’da çalışan bir işçidir. Köyünden evlendiği Turna’yı da alıp Hamburg’a getirir.
Oturdukları kırk metrekarelik avluya baktığında güneş görmez küçücük ev artık Turna’nın görüp
göreceği Almanya olacaktır. Köyünde yaşadığı koşullardan uzak, kadınların kocalarıyla yaşamı
paylaştığı bu ülkeye uyum sağlamasına kocası izin vermez. Namuslu bir kadının, egoizm, lüks
ve sapkınlıklarla dolu böyle bir dünyada yeri yoktur çünkü. Turna’nın yeri yalnız ve yalnız evidir.
Karşı evde oturup kendisine gülümseyen ve bebeğini gösteren küçük çocukla işaretleşmesine
bile izin verilmez. Ama bir gün bir kaza sonucu Dursun ölür. Ancak Turna hamiledir ve Almanca
bilmemektedir. Yol iz bilmez, dışarıdaki dünyayı tanımaz. Kötülüğü içinden değil yanlış eğitim ve
önyargılardan gelen bir kocanın desteğinden yoksundur.
Yönetmenliğini ve Senaristliğini yine Tevfik Başer’in yaptığı, Zuhal Olcay’ın başrolünde oynadığı
1988 Türk-Alman ortak yapımı Sahte Cennete Veda / Aidu Au Faux Paradis filmi, bir psikolojik
dram.
Yine aynı yıl Şerif Gören tarafından çekilen ve başrol oyunculuğunu Kemal Sunal’ın yaptığı Polizei, Türk-Alman ortak yapımı filmlerdendir. Almanya’da hüküm süren disiplin anlayışının politik,
dramatik ve trajikomik bir biçimde konu edildiği filmde, Türklerin gurbette yaşadığı sıkıntılara
da yer verilmekte ve çoğu sahnede göndermeler yapılmaktadır. Ali Ekber çocukluğunda Berlin’e gelmiş ve burada çöpçülük yapan bir Türk işçisidir. Türklerin ağırlıkta olduğu bir semtte
yaşamaktadır. Yalnız yaşadığı evinin bütün sırlarını Garip adlı kuşuyla paylaşmaktadır. İşinden
arta kalan zamanlarda ise küçük de olsa bir rol alacağı günü beklediği bir Türk tiyatrosunun temizlik işleriyle ilgilenmektedir. Günün birinde kafede çalışan bir Alman kızına (Babett Jutte) aşık
olur; onunla tanışmak için büyük çaba gösterir fakat bir türlü başaramaz. Hatta aşık olduğu kızı
tavlayabilmesi için arkadaşından yardım ister fakat arkadaşı da kıza yakınlık gösterir. Bu arada
tiyatrodan beklediği bir haber gelir; Alman Polisi rolünü oynayacaktır. Polis üniformasını giyer.
Bu arada acele bakkala gitmesi gerekir. Ali Ekber’in giydiği polis üniformasıyla bakkala gittiğinde
sahibi olduğu Türk bakkal tarafından tanınmaz, gerçek Polis zannedilir ve fazlaca ilgi görür. Bunun üzerine Ali Ekber’in aklına çok parlak fikirler gelir.
1991 yapımı Uzun İnce bir Yol filmi, Tunç Başaran’In senaryosunu yazıp yönettiği etkileyici Göç
filmlerinden. Tarık Akan, Taner Barlas ve Caren Liby’nin başrollerini paylaştığı film, ütopik bir
yanı olan, hayal dünyası veya iç hesaplaşmalar içeren bir hikayeye sahip. Uzun İnce bir Yol filmi,
Yurtdışından Türkiye’ye tatile gelen ailenin Azrail’le karşılaşmalarını anlatmaktadır.
Sarı Mercedes/Mercedes mon Amour, çekimleri 1987 yılından 1992 yılına dek süren, yönetmenliği ve senaristliğini Tunç Okan’ın üstlendiği Türk-Fransız-Alman ortak filmi. Film 29. Antalya
Altın Portakal Film Festivali’nden “En iyi yönetmen”,”En iyi kurgu”, “En iyi ikinci film” ödüllerini;
5. Ankara Film Festivali’nden “En iyi erkek oyuncu” ödülünü; 1992’ de Kültür Bakanlığı’ndan “Sinema Başarı” ödülünü; 7. Adana Altın Koza Kültür Sanat Festivali›nden de “En İyi Müzik” ödülünü kazanmıştır… Almanya’da azimle çalışıp Mercedes’ini alan Bayram’ın Almanya’dan Türkiye’ye
gelirken yaşadıklarının anlatıldığı film. Adalet Ağaoğlu’nun bir yol hikâyesini ele aldığı “Fikrimin
İnce Gülü” eserinden beyaz perdeye uyarlanmıştır. Romanda insanların gerçekliklere bakış açılarının farklılıklarından ve kişisel hırslarından bahsedilmektedir.
İsviçreli yönetmen Xavier Koller’in 1990 yapımı filmi Umuda Yolculuk / Reise der Hoffnung,
Türkiye’de yaşayan Maraşlı bir Alevi ailesinin yasadışı yollarla sadece kartpostallarda gördükleri
İsviçre’ye girmeye çalışmasını konu edinmektedir. İngiltere, İsviçre ve Türkiye ortak prodüksiyonu olan film, 1990 yılında Yabancı Dilde En İyi Film Akademi Ödülü’nü kazandı. Ödül, ülke olarak
64
4.SAYI uzak
İsviçre’ye verildi. Filmin senaryosunu Uçurtmayı Vurmasınlar filminin de senaryosunu yazan Feride Çiçekoğlu yazdı. Başrollerini ise Nur Sürer, Necmettin Çobanoğlu, Emin Sivas, Yaman Okay
ve Mathias Gnädinger paylaşmışlardır.
1993 yapımı ve Sinan Çetin’in yönettiği, Hülya Avşar’ın başrolünde oynadığı Berlin in Berlin
filmi, Berlin’de bir inşaatta ustabaşı olarak çalışan Mehmet’in, üç kuşaktır Almanya’da bulunan
ailesiyle birlikte sürdürdüğü yaşamını konu edinmiştir. Öğle paydoslarında sefertasıyla kocasına yemek getiren Dilber’e, dayanılmaz bir ilgi duyan Alman Mühendis Thomas, genç kadının
gizlice fotoğraflarını çeker. Thomas’ın şantiyedeki odasında duvara asılmış fotoğrafları gören
Mehmet, birden çılgına döner ve Dilber’i dövmeye başlar. Aralarına girip onları ayırmaya çalışan
mühendisin, bu itişme sırasında duvara ittiği Mehmet, kafasına bir inşaat çivisi saplanarak ölür.
Olaydan sonra vicdan azabı duyan Thomas, özür dilemek için Mehmet’in ailesine gider. Ne var
ki o ana kadar ağabeyinin ölüm nedenini kaza sanan en büyük kardeşi Mürtüz, Thomas’ı öldürmeye kalkar. Ama araya girip töreleri hatırlatan büyükanne olayı yumuşatmaya çalışır. Törelere
göre “özür dilemeye gelip evlerine sığınan Tanrı misafiri öldürülemez. Ailesine ve törelerine
başkaldırmayan Mürtüz, silahıyla Thomas’ın evden çıkmasını bekler. Günlerce süren bir tutsaklık
sonucu Thomas bir yolunu bulup evden kaçmayı başarır. Özgürlüğüne kavuşan Thomas artık
mutludur. Çünkü yalnız değildir. Ailesini terkeden Dilber yanındadır. Giderek psikopatlaşan Mürtüz’ün gözleri önünde Berlin sokaklarında Alman Thomas›la Türk Dilber el ele yürümektedirler.
Çekildiği yıllarda büyük gişe başarısı sağlayan Berlin in Berlin, Hülya Avşar›ın mastürbasyon sahnelerinin yanı sıra senaryosunun kendisinden çalındığı gerekçesiyle Gökhan Akçura tarafından
açılan davayla da gündemi işgal etmiştir.
Kısa ve Acısız/Kurz und schmerzlos, Fatih Akın’ın yönetmenliğini yaptığı 1998 yapımı olan ilk
uzun metraj filmi. Göçmen bir Türk ailesinin Almanya’da doğup büyümüş oğlu olan Gabriel ve
arkadaşları Sırp Bobby ve Yunanlı Costa, yıllar boyu Hamburg’un Altona semtinde bir mahalle
çetesi gibi hareket ederek hızlı bir gençlik geçirmişlerdir. Gabriel’ın hapse girip çıkmasıyla üçlünün hayatlarında değişiklikler başlar. Gabriel, hayatını önemsiz bir suçlu olarak geçirmekten
bıkmış, hapiste geçirdiği sürede olgunlaşmıştır; Türkiye’nin güneyine yerleşerek kendi işini kurmak ve düzenli bir hayat yaşamak istemektedir. Bu esnada bir süreliğine taksi şöförlüğü yaparak
geçimini sağlar. Fakat eski arkadaşları, onun bu değişimini önce farketmek, farkettikten sonra
da kabul etmek istemezler. Aralarında yaşanan bu düşünce farklılığı, önemli kopuşlara neden
olacaktır. 1974 Almanya doğumlu yönetmen Fatih Akın, kısa film ve belgesel çalışmalarının ardından gerçekleştirdiği ilk uzun metrajlı filmi olan Kısa ve Acısız’da, suçla yoğrularak büyümüş
üç arkadaşın yıllar geçtikçe farklılaşmaları konusuna değiniyor. Akın’ın sonraki iki uzun metrajlı
filminde de şahit olduğumuz farklı ulusal kökenlere sahip insanların karışık etnik ortamlardaki
ilişkilerinin temalaştırılmasının ilk uzun metrajlı örneği olması açısından da Kısa ve Acısız önem
taşıyor.
1999 Avusturya - Türkiye ortak yapımı dramatik, komedi türündeki sinema filmi Doğum Yeri
Absurdistan/Geboren in Absurdistan filminin yönetmenliğini Houcheng Allahyari ve Tom Dariusch Allahyari kardeşler; başrol oyunculuklarını ise Karl Markovics, Julia Stemberger, Ahmet
Uğurlu, Meltem Cumbul yapmıştır. Film Kasım 1999’da, Viyana’da düzenlenen gala ile izleyici ile
buluşmuştur.
Her şey Viyana’daki bir hastanede iki annenin bebeklerinin karışmasıyla başlar. Sonrasında Türk
ailenin oturma izni bitince ülkelerine dönmek zorunda kalırlar. Avustralyalı aile çocukların karıştığını öğrenip Türk aileye ulaşmaya çalışır.
Yönetmenliğini Fatih Akın’ın yaptığı, başrollerinde Moritz Bleibtreu, Christiane Paul, Mehmet
Kurtuluş ve İdil Üner’in oynadığı 2000 yılı Almanya yapımı bir yol hikayesi olan romantik-komedi
filmi Temmuz’da/im Juli, birçok festivalde yer almış ödüllü bir yapımdır. Film o dönem 5 milyon
mark (DM) bütçe ile çekilmiştir. Sosyal hayatı pek olmayan içine kapanık fizik öğretmeni Daniel,
güzel bir işportacı olan Juli’den bir yüzük satın alır. Juli, yüzüğün ona aşkta şans getireceğini
söyler. Gerçekten de aynı gece Daniel, Melek adında bir Türk kızına sırılsıklam aşık olur ve onun
peşinden İstanbul’a gitmeye karar verir. Uçakta yer bulamayınca Hamburg’dan Türkiye’ye doğru
arabayla yola koyulur. Otoyola çıkmadan hemen önce arabasına şehirden bir an önce ayrılmak
isteyen bir otostopçuyu alır. Bu Juli’den başkası değildir. Daniel’in kendisine aşık olacağını hayal
eden Juli, onun peşini bırakmaya pek niyetli değildir... Almanya’da başlayan ve İstanbul Ortaköy’de sonuçlanacak bir yolculuk başlar. Bu çılgın yolculukta Daniel kendini yeniden keşfedecek,
dayak yiyecek, baştan çıkarılacak, soyulacak, ilk kez uyuşturucu kullanacak ve Türk sınır güvenlik
görevlileri tarafından tutuklanacaktır. Ancak, bu olayları yaşarken mutluluğu için savaşmayı öğrenecektir.
kaybolandefterler
65
2000 yılında büyük ses getiren ve Fatih Akın’ın en önemli filmlerinden olan, başrollerini Sibel
Kekilli ve Birol Ünel’in oynadığı Duvara Karşı/Gegen die Wand, Cahit Tomruk isimli 40 yaşlarında Almanya’da yaşayan ve duymakta olduğu acıyı dindirmek için kendisini kokain ve alkole
vermiş, hayattan vazgeçmiş bir Türk’ün bir gece, bilinçli olarak arabasıyla duvara çarpması ve kıl
payı hayatta kalması ile başlamaktadır. Psikiyatri kliniğinde Sibel Güner ile tanışır. O da intihar
girişiminde bulunmuş olan bir Türk’tür. Sibel, Cahit’ten onunla evlenmesini ister, böylece tutucu ailesinin onu bunaltan kurallarından kurtulabilecektir. Cahit başta bu teklifi reddeder ama
ardından plana uymayı kabul eder. Plana göre sadece ev arkadaşı hayatı yaşayacak, tamamen
bağımsız özel hayatlara ve cinsel yaşamlara sahip olacaklardır. Fakat birbirlerine aşık olmalarıyla
durum karmaşık bir hal alır ve Cahit’in Sibel’in sevgililerinden birini kıskanarak öldürmesi ile
sonuçlanır. Cahit hapishaneye düşerken, Sibel İstanbul’a gider.Cahit hapisten çıkacak ve onu
bulacaktır.
2005 yapımı ve senaristleri arasında Fatih Akın’ın da yer aldığı, Alman yönetmen Anno Saul’un
yönettiği Kebab Connection, Hamburg’ta yaşayan ve Alman kung-fu filmi çekmek isteyen İbrahim adında bir gencin hayatını konu almaktadır. İbrahim, amcasının kebapçı dükkanında reklam
filmi yapar. Titzie, ümit vaat eden bir aktristir ve İbo’nun da kız arkadaşıdır. Hamile olduğunu
öğrenir. İbo baba olmak konusunda kendinden emin değildir. Bu duruma verdiği olumsuz tepkilerden ötürü kız arkadaşı ile arası açılır ve ayrılırlar. Amcası film konusunda yeğenini destekler
ve bir reklam filmi daha çekilir ancak İbo’nun aşkı acı fazlasıyla yansır kamerasına. Hayatı giderek kötüleşir ve alkol ile buluşur.
Daniel Speck’in senaryosunu yazdığı ve Alman yönetmen Stefan Holtz’un çektiği 2006 yapımı
Benim Çılgın Türk Düğünüm/Meine Verrückte Türkische Hochzeit filminde ‘Götz’ adlı bir dükkan sahibini canlandıran Fitz, Mandala Tayde adlı oyuncu tarafından canlandırılan ‘Aylin’ adındaki Türk kızına aşık oluyor. Götz, hukuk öğrenimi gören Aylin ile evlenebilmek için önce ailesinin sevgisini kazanması gerektiğini anlıyor. Ancak Aylin’in ‘Süleyman’ adlı babasını canlandıran
Hilmi Sözer evliliğe karşı çıkıyor, çünkü kızını, Gandi Mukli’nin canlandırdığı ‘Tarkan’ adlı Türk
doktorla evlendirmek istiyor. Götz’ün gazeteci annesini canlandıran Katrin Sass da oğlunu liberal bir şekilde yetiştirmesine ve kendisini dünyaya açık bir insan gibi görmesine rağmen, Aylin
ile ilk kez tanıştığında oğlunun bir Türk kızıyla beraberliğini tasvip etmiyor ve olaylar bu şekilde
gelişiyor.
2007 yapımı bir başka Fatih Akın filmi olan Yaşamın Kıyısında / Auf der anderen Seite’nın başında, emekli bir dul olan Ali, yalnızlığını paylaşacağı bir insan ararken “hayat kadınlığı” yapan
Yeter ile tanışır. Para karşılığı kendisine hayat arkadaşlığı yapmasını öneren Ali’nin bu teklifini,
Alman Dili Ve Edebiyatı profesörü olan oğlu Nejat hiç olumlu karşılamaz. Nejat için Yeter’in
“mesleği” kabul edilemezdir. Yeter’in asıl amacının Türkiye’de üniversitede okuyan kızını rahat ettirebilmek olduğunu anlayan Nejat, Yeter’e karşı daha sıcak duygular beslemeye başlar.
Yeter’in beklenmedik bir şekilde hayatını kaybetmesi üzerine kızı Ayten’i bulmaya Türkiye’ye
gitmeye karar veren Nejat’ın hayatında bambaşka bir pencere açılacaktır. Bilmediği tek şey ise,
siyasi eylemci Ayten’in kaçak olarak Almanya’ya gitmiş olduğudur. Nejat’ın tahmin ettiği zamanda ve şekilde olmasa da, bir gün tüm bu karakterlerin yaşamları beklenmedik bir şekilde kesişecektir. Yaşamın Kıyısında ile 2007 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan ve En İyi
Senaryo Ödülü’nün sahibi olan Fatih Akın’ın Yaşamın Kıyısında filmi, yine Cannes Film Festivali’nde Ekümenik Jüri Ödülü’nü de almıştır.
Made in Europe, 2007 senesi yapımı Türk drama filmi. İnan Temelkuran’ın senaryosunu yazıp
yönettiği filmin, başrollerinde José Luis Alcobendas, Emin Gursoy ve Ali Rıza Kubilay oynamıştır
Film aynı gece, Madrid, Paris ve Berlin’de çoğunlukla Türk göçmenler arasında ancak diğer uluslardan insanların da içine girdiği grift 3 öykü›den oluşuyor. Avrupa’da yaşayan Türk toplumunun
küçük bir örneği olan gruplardaki insanlar; ya oturma izni peşinde koşmakta ya da oturma izni
olmadan, birer hayalet gibi, yıllardır Avrupa’da gezinmektedir. Erkeklik, küçük düşme, güvensizlik, kadınlar, iş arkadaşlığı, ihanet, üstünlük ve kendine acındırma gibi filmde var olan her şey
göçmenlerin dünyasının şizofrenik doğasını oluşturuyor. Film izleyiciye, göçmenlerin Avrupa’da
yaşayan “problemler” değil yaşayan “insanlar” olduklarını hatırlatır.
2010 yapımı ve Refik Çakar’ın yönetmenliğini üstlendiği dram türündeki Semi filmi, İş bulma
umuduyla Almanya’ya göçen bir ailenin tek çocuğu olan Semi’nin, bu yeni kültürün içerisinde
yapayalnız büyümesini konu almaktadır. Zamanının çoğunu annesinin çalıştığı huzurevinde orada kalanlarla sohbet ederek geçiren Semi, kalan anlarını ise oyun parkında tek başına oynayarak
doldurur. Yine bugünlerden birinde bisikletine binerken çarptığı oyuncak bebeğin sahibi ikiz
kardeşlerle tanışır. İkizler ve anneleri Nikol, Semi’nin şimdiye dek uyum sağlayamadığı bu ülkeye
yavaş yavaş alışmaya başlamasını sağlar. Bu esnada Semi’nin ailesi Türkiye’deki bir düğün için
yurda dönme hazırlıklarına başlarlar. Ancak Semi için yeni arkadaşlarından ayrılmak kolay olmayacaktır.
66
4.SAYI uzak
Almanya doğumlu yönetmen Refik Çakar, bu filmiyle küçük bir göçmen çocuğun yalnızlığını ve
iki kültür arasında kalan sıkışmışlığını irdelemektedir. Filmin oyuncu kadrosunda Semi Çakar,
Şefik Çakar, Katharina Simon ve Esterina Çakar gibi isimler bulunmaktadır.
2010 yapımı olan ve Ayşe Polat’ın yazıp yönettiği Luk’un Şansı/Luk’s Glück, Almanya’da yaşayan
bir Türk ailesinin piyangodan büyük ikramiyeyi kazandıktan sonra hayatlarının allak bullak olduğu bir süreci anlatıyor.
Türkiye’li yönetmen Zuli Aladağ’ın eşi Avusturyalı yönetmen Feo Aladağ tarafından yazılıp yönetilen Ayrılık/Die Fremde filminin hikayesinde, Almanya doğumlu Umay İstanbul’da yaşadığı
bunaltıcı ve zalim evliliğinden kaçarak Berlin’deki ailesinin yanına geri döner. Yanına küçük oğlu
Cem’i de almıştır. Umudu ailesi ile birlikte daha iyi bir hayat yaşamaktır... Fakat Umay’ın bu
beklenmedik dönüşü aile içinde büyük çatışmalara sebep olur... Birbirine bağlı bu küçük Türk
ailesi Umay’a karşı duydukları sevgi ve yaşadıkları ortamın onların üzerindeki baskısı arasında
kalmıştır. Aile küçük Cem’i babasına göndermeye karar verdiğinde Umay, özgür ve oğlu ile birlikte yaşayacağı yeni bir hayat için kendini güçlü hisseder... Fakat ailesinin sevgisine olan ihtiyacı
bu yeni hayatta onu birçok kez takılıp düşmek zorunda bırakacaktır. Filmin oyuncu kadrosunda
Sibel Kekilli, Ufuk Bayraktar, Derya Alabora, Settar Tanrıöğen gibi isimler bulunmaktadır.
Cihan İnan’ın yönettiği ve 2010 yapımı olan 180° – Wenn deine Welt plötzlich Kopf steht, birbirinden bağımsız görünen olaylarla örülü, güvenli, mutlu, normal yaşamları göz açıp kapayıncaya
kadar altüst olan insanların hayatlarını konu almakta olan bir filmdir. Bir dizi kötü tesadüf sonucu, tek başına bir katil, beklenmedik düzeyde hasara yol açacaktır. Bu durum insani duygulara
dair çok şey söyler. Korkunun ardında, beklenmediğin ötesinde sevgi, umut ve bir arada yaşamın mucizesi vardır. 47. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde Uluslararası Uzun Metraj Film
Yarışması bölümünde seyirci ile buluşan 180 Derece, Türk asıllı İsviçreli yönetmen Cihan İnan’ın
yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği, tesadüfler sonucu keşişen hayatlar kurgusundan yola
çıkan bir ilk film.
2011 yapımı olup Tunceli’den Almanya’ya göç etmiş bir işçi ailesinin çocuğu olan Yasemin ve
Nesrin Şamdereli kardeşler tarafından yazılıp yönetilen Almanya’ya Hoş Geldiniz / Willkommen in Deutschland, İkinci Dünya Savaşı sonrası yeniden kalkınmak ve çalışan eksik işçi açığını
kapatmak için pek çok ülkeden işçi alımı gerçekleştiren Almanya’nın, son 50 yıldır Türkiye’den
yurt dışına göç eden işçilerin ilk adresi olduğu süreci anlatıyor. 10 Eylül 1964’te bir milyonuncu
“misafir işçi” Almanya topraklarına adım attı. Almanya’ya Hoş Geldiniz filminin baş kahramanı
Hüseyin Yılmaz ise bir milyon birinci işçi olarak gelecek şansını bu yabancı ülkede arayan bir
göçmen. Hüseyin Almanya›ya göç ettikten bir süre sonra, Türkiye›deki ailesini de yanına alır.
Yıllar sonra memleketine temelli dönmek için Türkiye›de bir ev alan Hüseyin›in bu kararı aile
içinde tartışmalara, barışmalara ve beklenmedik olaylara yol açacaktır... Almanya’ya Hoş Geldiniz, Almanya’da yaşayan Türk göçmenlerin neredeyse 50 senedir yaşadıkları kimlik bunalımı,
asimile olma, entegrasyon ve uyum sorunlarını beyazperdeye mizahi bir dille taşıyor... Dünya
prömiyeri Berlin Film Festivali’nde yapılan Almanya’ya Hoşgeldiniz, filmi bir açıdan Almanya’ya
Göç olgusunun belgesel bir yanını sinemaseverlere yansıtıyor.
Hüseyin Tabak’ın yazıp yönettiği 2012 Avusturya yapımı Güzelliğin On Par’etmez/Deine Schönheit ist nichts wert, Tabak’ın ilk uzun metrajlı sinema filmidir. Türkiye’den Avusturya’ya göç
eden bir ailenin yaşadığı zorlukları 12 yaşındaki bir çocuğun perspektifinden anlatan filmin başrollerinde Abdulkadir Tuncer, Nazmi Kırık ve Lale Yavaş yer almaktadır.
SARI MERCEDES - MERCEDES MON AMOUR 2992
kaybolandefterler
67
FOTOĞRAF: DAVID TREVIEN
.
Histopya
EMRE YILDIRIM
Hisli hallerin gerçek dışı galeyanını bilirsiniz: Olmadık duyguları
varmışçasına yaşar, sadakatle bağlanır, tutkuyla konuşur, içinden
çıkılmaz durumlara sürükler durursunuz kendinizi. Birazdan anlatacaklarımın ne kadarı gerçek ne kadarı yanılgı ben bile bilmiyorum.
Tecrübelerimi bu şekilde adlandırmaktansa etkileriyle ölçüyorum
kıymetlerini; bir rüya, bir hayal veya bir kurgu unutulmaz bir deneyime dönüşüyor böylece. Ayrıca bu satırları yazanın ben olduğunu
söylemek isterdim, ancak kimim ki ben! Duygusal emellerime
hizmet edecek karışık bir meseleden başka şey yok elimde ve ne
olursa olsun tanıştığım esrarengiz kadın hakkında yazmam gerekiyor. Gerekiyor çünkü bazı şeylerden kurtulmanın imkanı yoktur. Ve
unutmak, unutabilmek, unuttuğunu sanacak kadar uzaklaşabilmek
bir beceri işi, gerçek bir sancı reçetesidir.
Bazı karşılaşmalar vardır. Bir ses duyar, bir göz görür, bir nefes
hisseder; içinizi titreten heyecanlı bir tutumun sizi başka yönlere
çektiğinin farkına varırsınız. Bu tarz sıradan ve sebepsiz akıl tutulmaları davranışlarınızı etkiler, doğru kişiyi bulduğunuza dair hatalı
bir kanıyı içinize yerleştirir; sonunda ya tereddüt edip kaçar, ya işin
sonunu keşfe çıkarsınız. Ne bulacağınızı anlatmanın lüzumu yok,
iyi biliyorsunuz ki uzun zaman aklınızı kurcalayacak bir ‘erişilmez’
edinmişsinizdir kendinize. Ona ne direnebilir, ne ulaşabilir, ne sizi
sevmesini sağlayabilirsiniz. Bir hareketiyle aydınlanır diğeriyle
sönersiniz, bir sözüyle şakır, diğeriyle aklınız fikriniz kurur. İçine
düştüğü durumu başka gözlerle görmesi ne zor insanın! Dün gibi
geliyor hepsi, aynı zamanda yıllar, sancılı ve sanrılı yıllar geçti sanki
üzerinden. Kanımın yerini bu esrarengiz kadının nefesi doldurdu;
zihnimde koruduğum güzel hatıraların yerini bu kadına ulaşabilmek için kurguladığım sahneler, hikayeler, alçaltıcı masallar aldı.
Ben artık acıdan kaçmıyor, ben artık azaptan korkmuyorum. Daha
ziyade gerçeği dışlamaktan ve bildiğim bir hakikate yokmuş gibi
davranma iki yüzlülüğünden çekiniyorum. Bu anlamsızlık nasıl da
tüketiyor beni, geçen bunca zamana rağmen nasıl yırtıyor benliğimi, onun orada olduğunu bilmek, orada, sokağın girişinde,sefil bir
motel odasında, pencere başında olduğunu bilmek; düşündüğünü,
baktığını, güldüğünü, soluk aldığını bilmek, yaşadığını ve her an
karşıma çıkabileceğini bilmek, hepsi birden ödümü kopartıyor. Ben
artık ben olamıyorum, ben artık ben kalamıyorum, ben her geçen
an, onu katarak yarattığım her anının ardından ona yeniliyorum,
onun hükmü altında eziliyor, ona dönüşüyorum.
Hatta bu satırları da onun zarif ismini anarak yazıyorum. Şu an bile
uzaktan gelen keman sesinin o harabeden yükseldiğini, odasını
turlayan adımlarının hızlandığını, el dokuması kilimin orta yerinde
birden durduğunu, omuzlarını düşürüp boynunu kasarak arşeyi yay
gibi çektiğini, kopan cayırtının hazzıyla kasıklarının yandığını, karnının kasıldığını, göğüslerindeki karıncalanmayı…bunların hepsini
biliyorum çünkü o gece, o ismim gibi uğursuz gece yanı başında
oturup acayip bir duyguyla onu izledim. Şimdi anlatacağım size,
ben anlatacağım siz okuyacaksınız. Gece, her şey normal seyrinde
ilerlerken, insanı çileden çıkaran garip bir fikrin büyüyerek ruha
musallat bir karabasana dönüşmesini anlamanızı ummuyorum.
68
4.SAYI uzak
Öyle ya, odanın köşesinde sizi izleyen iki göz, nefesinize ortak görünmez bir soluk, gündüz rahatladığınızı sandığınızda
sokağın başında beliren bir siluet, iş yerinde karşılaştığınız
ve daha önce hiç görmediğiniz bir yabancı… İnsan böylesi
durumlara çok sık düşmez. Ben de düşmedim, o yüzden
daha fazla uzatmanın anlamı yok. Asıl hikaye şu, dünyanız
öyle şirin ve mütevazidir ki, çoğu insanı oraya sığamayacak
büyüklükte sanır ve dünyanızı küçük görmeye başlarsınız. Oysa böylesi bir kudretten yoksun olan o insanlar, bir
başkasının dünyasında küçümsenen karakterlerdir. Dolayısıyla tek hatanız, kendinizi kahraman ilan etmek yerine
bir kahraman arama telaşına düşmek, kendinizi ufalttıkça
karşınızdakini devleştirmektir.
Bunları karalarken onun ne yaptığını düşünmesem adeta
cennette hissederim kendimi. Bir an, bir saniye çıkartamıyorum aklımdan. Ve kıvranıp duruyorum görüyorsunuz,
size de uzak gelmiyor mu hikayenin sonu?
Güzel bir günün lanet durağıydı o akşam, unutmam ne yazık ki mümkün değil. Odamda, o neşeli ve mütevazi karargahımda piyano çalıyor, önceki günün hesaplarını kontrol
ediyordum. Ben…ben muhasebeciyim. Bildiğiniz muhasebeci değil elbet. Hayatını hesaplı yaşayan her insanın
olmaya meyillendiği dikkat abidelerinden, normal adamlardanım. Gün sonunda elimden gelen tek şey neyi yanlış
yaptığımı düşünmek, neyi daha iyi yapabileceğimi tasarlayıp olası pişmanlıklardan kaçınmaktır. Siz de böyle yapmaz
mısınız? Ben hayatımın büyük bölümünü size benzemek
için harcadım; herkesin bir parçasına tutunmak, aktif bir
baş belası olmak yerine pasif ama uyumlu bir vatandaş
olmak niyetindeydim. O geceye kadar her şey yolundaydı.
Tam kreşendoya geçmekteydim ki apartman girişinden bir
çığlık işittim. Tuşlardan elimi çekip kulak kesildim. Meşumi
diye fısıldıyordu bir ses. Meşumi…Meşumi benim adımdır.
Dert etmeyin, bu ismin ağırlığıyla yaşamayı zor da olsa öğrendim. Yalnız, çekilecek çilem varmış, yerin dibine batsın
o gece ve kovaladığım o kadın, şimdi halen çaldığı kemanın sesleri kulağımda çınlıyor. Artık hangisi gerçek hangisi
sanrı bilmiyorum. Enstrümanından yayılan gıcırtı sokakları
dolaşıyor, kapı kapı geziniyor, pervazlardan sızıyor, köşe
bucak beni arıyor; bir büyük lanet bu dostlar. Onu görmez,
çaldığını işitmez olaydım. Tek göz odada, bilmem kaç kat
aşağıdan yükselen bir çığırtı fısıltıya dönüp ismimi sayıklıyordu:
“Meşumi!”
Duymazlıktan geldim. Tanrım nasıl saçma bir yaygaraydı.
Kadının çığlığı tüm tiz seslerden yırtıcı, dahası inciticiydi.
Bahtiyar bir bıçak gibi içime doğru kıvrıldı, açtığı yara gülümsüyordu resmen. Benim yaralarım zanlılarına gülümser
dostlarım. Zannımca öyle şen durmaktadır ki kesiklerim,
bakan bir daha, bir daha deşmek ister beni. Gelişmiş mizah
anlayışlarına veriyorum. Sözüm ona piyano çalıp hesap
yapmaya devam edecektim. Ne mümkün! Kapıya çıkmak
zorunda kaldım. Çığlık devam ediyor, oracıkta ben, bu
imtiyazlı sesin kuvvetine doğru çekiliyordum. Halbuki bir
muhasebeci olarak kimi olasılıkların içimdeki tüm ışığı yutabileceğini bilmeliydim! Dostlarım, ne tılsımlı bir geceydi
o. Fakat konudan sapmamalıyım, çünkü oldukça eminim,
ilerleyen saatlerde tekrar gecenin karanlığına dalıp kalbimdeki sancıya tapacağım. O büyüleyici sesi dinleyebildiğim gibi koklamanın, yutmanın, dokunmanın da yollarını
kaybolandefterler
arayacağım.
Merdivenlerden koşarak indim. Zemin kata geldiğimde onu
gördüm. Bir kadın. Önceden de kadın görmüştüm. İş yerinde, sokakta, ara sıra elimde…Hep bir kadın vardı ama böyle
tuhaf bakanına ilk defa rastlamıştım. Apartman kapısını tek
eliyle açmış dikiliyor, gözlerindeki davetkar pırıltıya ölgün
bir doyumsuzluk eşlik ediyordu. Başını hafifçe öne eğip gülümsedi, ya da sırıttı, ya da kesin anlam yükleyemeyeceğim
bir ifade takındı. “Bana yaklaşma!” der gibiydi. “Gel!” der
gibiydi. “Uzaktan sev!” der gibi ve “Ne olur sarıl bana!” der
gibiydi. Suratındaki sinsi tebessüm tüylerimi ürpertti, bir
adım geriledim. Tek elini kaldırdı ve parmağıyla beni işaret
ederek “Sen, Meşumi…” diye tısladı. Dostlarım, ben aklı
başında bir adamım, metafiziğe inanmam, olaylara bilimsel
yaklaşırım ve eğer bir tanrı varsa, onu doğada, insanda,
kendimde ararım. Fakat bu kadında şeytani bir çekicilik
mevcuttu. Saklayacak değilim, ihtiyacım vardı varlığına.
“Sen, meşumi…Gel!” dedi ve çekip gitti. Biraz bekleyip fırladım. Kapıyı yakalayıp peşi sıra koşturdum. Yarış atı gibiydi
mübarek, kısa adımları o kadar hızlı ve çevikti ki yetişemiyordum. Gözümün önünden kaybolmasın diye paraladım
kendimi. Sokağı dönerken durdu, kafasını çevirip bana
baktı, takip ettiğimden emin olunca yoluna devam etti.
Meselenin sonrası tam olarak saklambaç vaziyetinde geçti.
Onu köşeleri dönerken görüyor, aynı güzergahı izliyor, bir
başka yola sapıyor, ardınca hızlanıp ona yetişiyor ancak
kimi dönüşlerde durup bana dikkat kesilince elim ayağıma
dolaşıyor, etkili gülüşünün altında ezilip felç oluyordum.
Böyle böyle yarım saat kaçtı benden. Ne düşündüğümü hatırlamıyorum. Onu yakalayıp hakkında bir şeyler öğrenmek
bir gereklilik olup çıkıverdi benim için. Uzatmayayım, bir
yola girdi. Nerede olduğumuzu anlayamadım. Hangi mahalle, hangi cadde, hangi semt? Nereye sürüklendiğimden
emin değilim. Sokağın başında duraksadım. Gücüm tükenmişti. Elimi dizlerime koyup büküldüm ve son bir çabayla
nereye yöneldiğini seyrettim. Yolun ortasında frene basıp
ahşap bir binaya girdi. Yaşadığı yeri öğrenmemi isteyecek
birine benzemiyordu halbuki. Kimi zaman olayları birbirine
bağlayıp anlamlandırmakta zorluk çekerim ben. Her hareketten, her mimikten, her söylemden derin manalar türetir
sonra bu manalarla çelişen davranışları birbirine montelemek için uğraşır dururum. Karşımdaki bir insansa eğer,
Picasso tablolarındaki karmaşık tutuma bürünür kafamdaki
figür. Bahsi geçen esrarengiz kadın da aynı etkiyi yaratmıştı zihnimde. Peşinden koşturmuş, onu yakalamama izin
vermemiş fakat kaybolup içimi de rahatlatmamıştı. Artık
nerede yaşadığını biliyor,istediğim an ona ulaşabileceğimi
sanıyordum. Sanıyordum çünkü bu bir zandı ve hakikat
karşısında zannın en ufak kıymeti yoktu, bilemezdim.
Kapıyı zorlanmadan açtı, usulca kapattı. Kilit sesi sokakta yankılandı. Derin bir nefes alıp yürüdüm. Keresteleri
çürümüş, metruk bir moteldi bura. Tahta merdivenlerde
dikilip birinin beni karşılamasını bekledim. Kimsecikler
çıkmayınca çalabileceğim bir zil aradım, bulamadım. Elimi
kapı tokmağına götürdüm. Bakırdan bir kalpti. Ucundan
bir zincir sarkıyor, herhalde bu zinciri çekip bırakınca
bakır kalp havalanıp yuvasına oturuyor ve bir gümbürtü
koparıyordu. Kapıya öyle yakındım ki tokmağın oturduğu
yerin kaburga şeklinde yontulduğunu gözden kaçırmışım.
Farkına varınca tedirgin olup geriledim ve daha acayip bir
şey gözüme çarptı. Kaburganın başladığı yerde iki omuz
başından uzanan iki kol bir gövdenin bel hizasında birleşip
69
kapı kulplarını oluşturuyordu. İlk basamağa kadar indim.
İkiye bölünmüş bir beden, iki çıplak meme, ince uzun kollar,
kemikli eller, oldukça sıska bacaklar ve en tepede bir baş; o
baş, o kadının başı, o gözler, o garezli gülüş, oldukça canlı
biçimde beni süzüyordu.
“Gitmeliyim! Gitmeliyim!” diyerek geri adım attım. Bir
gıcırtı koptu ve sustu, sonra devam etti ve sustu, daha sert
ve irkiltici bir melodi sinirlerimi uyuşturdu; basamaklardan
birine oturma isteğiyle doldu içim. İçim. İçim geçmeye
başladı, merdivene biraz dayansam kendime gelirdim belki,
denedim. Motelin karşısında bir dükkan vardı, bakkaldı
zannımca, ışıkları söndü oranın. İçinden bir siluetin çıktığını hayal meyal gördüm. Sokağın ortasına doğru yürürken
diğer dükkanlardan da birileri çıktı. Yan yana gelip yüzlerini
motele çevirdiler. Tam anlamıyordum, tam göremiyordum,
biraz garip giyimliydiler sanki, biraz eski, modası geçmiş
bir halleri vardı. O sokakta ben, biz, şu arkamdaki kapı,
tarih öncesinden kalma kalıntılar gibi dikilen motel, yakalayamadığım kadın, ah o kadın, neden peşinden koştum
onun hatırlamıyorum. Derken bayılmış olmalıyım. Gözümü
açtığımda tanımadığım bir odadaydım. Gözlerimin karanlığa
alışması zaman aldı. Etrafım yoğun bir maddeyle kaplanmış gibi sıkışmış hissediyor, yattığım yerden kalkmak şöyle
dursun kıpırdamaktan bile endişe ediyordum. Kapı gıcırtıyla
açılınca gördüm onu, kovaladığım kadındı bu. Öyle aheste,
öyle fuzuli bir sessizlikle içeri daldı ki yerimden sıçradım.
Uzandığım kanepenin dayalı olduğu pencere esnafın toplandığı yola bakıyordu. Hala oradaydılar. Birbirinden acayip
kıyafetli adamlar odayı inceliyor, ara sıra panik halinde kıpırdanıp söyleşiyorlardı. Gözlerim karanlığa alıştıkça kadının
kıyafetini seçebildim. Siyah, askılı bir elbise giymişti, küçük
ayakları çıplaktı. Odayı bir baştan diğerine çıt çıkarmadan
yürüdü ve sedire eğilip kemanını aldı. Bir süre sevdi onu,
okşadı, hatta sanırım öptü. Arkası dönüktü. Böylesi garip bir
motelin aynı ölçüde kasvetli odasında, tanımadan peşinden
koştuğum kadının beni görmezden gelmesi tüylerimi ürpertti açıkçası. Bir şey hissetmiş olacak yavaşça bana çevirdi
yüzünü, gözlerime baktı. İçimin çekildiğini hissettim; korku,
ızdırap, keder değil dostlarım. Oracıkta karşımda duran eciş
bücüş kadına doğru içimden ılık bir sızıntı başladı. Düğümlü
kır saçları sararıp açıldı, buruşuk derisi gerildi, dudakları
dolgunlaştı; boynu dik, gülümsemesi rahatlatıcıydı. Gene
tısladı ve ben, derin bir hayranlık nefesi çektim içime.
“Kenara…” dedi.
Pencerenin önünü açmak için kanepenin köşesine kayıp
onu izlemeye devam ettim. Kemanı omzuna koydu ve arşeyi çekti. Ah! Ne dinlendirici bir sesti o! Sıradan bir resitalde
seyircileri salondan kaçıracak denli asi, baskın, etkili, yıkıcı…o gıcırtıyı kulaklarıma hapsetmek için dikleştim. Yoldakiler de aynını yaptı, kıpırdanmaları kesildi. Görüyordum
ki ağızları bir miktar açık, yüzlerinde memnun bir ifadeyle
dona kalmışlardı. Kadının giysisi siyahtan kırmızıya renk
değiştirdi. Arşeyi bir kez daha çekti, ses daha uzun sürdü;
sonra bir kez daha, bir kez daha, ve bir melodi tutturdu, hayatımda dinlediğim en mümtaz eserdi. Tınıyla birlikte eğilip
kalkıyor, bazen arşeyi kenara atıp dişiliğini okşuyor, baldırlarındaki kasılmalar ayan beyan belli oluyordu. Gözlerini
kapattı. Omuzları çöktü, masmavi damarlı boynu gerildi ve
zihin yoran, agresif bir kreşendoya başladı.
Ne olduğumu şaşırdım! Ruhuma bir enerji yayıldı. Bacaklarıma, kollarıma, mimiklerime mutluluk akın etti.
70
Tanıyordum bu hissi. Yaşamaya dair bu lüzumsuz iyi niyet
konusunda tecrübeliydim. Böyle başlardı hep. Önce her
şey iyi olacakmış hissiyle karşısındakine içini açardı insan,
onun da aynı duyguları hissedeceğine güvenir ve bırakırdı
kendini; sonrası malum, bir derin hasret cehenneminde
solunan akut iç çekişler gelirdi peşi sıra. Aşık olmanın temel
prensibiydi bu: Ümit eder, sever, birlikte olmayı ister; filmin
sonuna doğru onun ölü olduğunu öğrenirdiniz. Hep aynı
hikayeleri yazıyorlardı artık. Ben de belki bu hikayenin
ortasında şuursuzca kalakalmıştım. Gevşemem sona erince
biraz daha seyrettim onu, odanın ortasında gezindi, kilimin
üzerinde durdu, çaldı da çaldı. Tekrar pencerenin önüne
geldiğinde üç-beş kişilik kitleye çevirdi bakışlarını. Hepsi
kollarını kaldırıp el salladı. Zıplayıp hoplamaya, kucaklaşmaya başladılar. Kimi gözlerini ovuşturuyor, kimi ellerini
göğsünde birleştirmiş kaburgasını okşuyor, arka sıradakilerden bazısı da dizleri üzerinde şükür naraları atıyordu. Kadın
öyle yanılgısız çaldı ki, kulaklarımı zedeleyen ezgiler kalbimi
iyileştirdi. Diğer bir deyişle ben, o kadına aşık edildim.
O coşkun duyguyla birlikte gözlerim doldu, dizlerimi dövüp
ileri geri sallanmaya başladım. Bu kadın benim sığınağım
olacaktı. Yıllardır beklediğim o idi demek. Susup çaldıkça
daha çok sevdim onu. Yarınlarımızı hesap ettim ve nefesim
kesildi kaç kez. Yüzüm güldü. Ara sıra o kadar sevindim ki,
bahşedilen bu hediye için ağladım; hak etmiştim böylesi
bir armağanı. Oysa kadın hep sustu, hiçbir şey söylemedi;
yüzüme bile bakmadı ve çaldıkça çaldı. Ah, gözlerim önünde değişip halden hale geçen o kadını nasıl anlatmalı size
dostlar? Hangi uzvundan başlamalı? Kalbinden mi kasığından mı, sırra kadem bastığı geceye mıhlı ruhundan mı,
yoksa dikenli nurundan mı başlamalı anlatmaya; çehresine
sıvadığı o donuk ve muhtaç bakışlarından, sürekli, sürekli
uzaklara meyleden bela vesilesi gözlerinden, var kalabilmek
adına muhtaçlaştığı ilgi çığırtkanlığından mı?
Kaç zaman geçti bilmem. Dışarıdakiler bir süre alt alta üst
üste dans ettiler. Uyuşmuş sinirlerime rağmen ayan beyan
seçebiliyordum hepsini. Müptezeller gibi yalpaladılar, yerlerinde sallandılar; ümit ve kederi, azap ve hoşnutluğu aynı
anda yaşadılar, ağlaşıp gülüştüler. Fakat bir anda her şey
değişti. Kendime geldim. Kadın kemanı bacakları arasına
aldı, boynunu rahatsız edici bir esneklikle sola doğru yatırıp
tellerden bir nota kopardı. Avucuyla durdurup başka bir
nota vurdu ve tısladı.
“Şimdi git…Yarın gene kovala!”
Yerimden kalktım. Çıkışı bilirmişçesine merdivenleri tıpış tıpış inip sokağa çıktım. Geldiğim yönden geri, evime vardım.
Mutlu ya da mutsuz değildim. Ne yaptım, neden yaptım
hatırlamıyor, umursamıyor, sadece ertesi gün olsun ve onu
tekrar göreyim diye çırpınıyordum. Yatağa girip yumdum
gözlerimi, uyudum. Bir garip saadet arayışında harap olmuş
aşıklar gibi uyudum. Ruhları bir türlü tatmin edilememiş
karşılıksız sevdalılar gibi uyudum. Bile isteye kullanılmış,
kullanıldığı her anı yeni bir başlangıca yormuş divaneler gibi
uyudum.
Uyandığımda ben, ben değildim. O, ben olamazdım. Neydim ben, kimdim, kimin kiniydim! Akşama kadar dolandım
durdum. Gün batınca dışarı attım kendimi. Evvelsi geceyi
takip ederek yönümü buldum. Derinlerden bir melodi de
bana yardımcı oldu. Ve o sokak, o motel, o kapı; yumruklarımı sıkıp muzaffer bir kahraman edasıyla gülümsedim.
Caddenin solunda birkaç dükkan vardı. Sıradan mahalle
4.SAYI uzak
esnafıydı hepsi, öyle sandım. Motel ve kadın hakkında
bilgi almak için ilk kapıya yöneldim. Bakkaldı burası. Yalnız
konsepti oldukça sıra dışıydı. Girişi yekpare cam, cama
iliştirilmiş pembe neondan yazılar ve elektronik tabeladan
akan tanıtımlar… Hepsinin üzerinde mavi neondan ‘Bak’ ,
arada açık bir göz figürü ve ‘Kal’ kelimesi yazılıydı. ‘Kal’ın ‘k’
si yanıp sönüyordu. Üzerinde durmadım bu acayipliğin.
“İçeri buyurun!” dendiğini işittim. Dostlarım, ne biçim bir
bakkaldı ora. Tek tip paketlenmiş çikolatalar, cipsler, birbirinin aynısı sigaralar, şişeler, sakızlar ve cins cins abur cubur
arasında ileri bir tarihten günümüze düşmüşçesine absürt
kıyafetli bir adam durmaktaydı. Tanıyormuş gibi baktı bana.
başında terleyen terziyi ve yamalı pembe ceketinin altında
bukalemun besleyen sahafı görünce geri durdum. Bunları
anlatmamam gerektiğini biliyorum. Hiçbir şey anlamayacaksınız. Yine de eminim ki hepiniz hissetiklerimin benzerini bir ara hissettiniz, sizi de ilgisiz tavırlarıyla büyüleyen ve
istemediğiniz yerlere sürükleyen birileri oldu.
“Merhabalar sizi bekliyorduk,” dedi.
Tarih: 4 Nisan 1912
Sağıma soluma baktım:
Size söylemiştim, ben böyle şeylere inanmam. Bunun bir
oyun olduğuna öyle emindim ki kartı bakkala geri götürüp
bu saçmalığın hesabını sormak, yırtmak, hatta yutmak istedim. Tekrar baktım. ‘Bulut Bey’ yazan yer okunur vaziyetteydi ama üzeri kazınmıştı. Elimde tuttuğum kart aslının bir
kopyası yahut fotokopisi olmalıydı. Izdıraba maruz bıraktığı
kalp, üzerini kederli bir öfkeyle çizerek intikam almak
istemişti bu isimden. Elbette yetersiz, doyumsuz ve yarım
kalmış bir öç şekliydi bu. Asla gerçekten huzura ermeyecek bir yüreğin, onu asla umursamayacak birini nefret
edercesine sevmesiydi. Detaylı hesapları es geçtim. Biletin
tarihini de hemen unutturdum kendime. Akşam olacakları
merak ediyordum. Sahafın hasır taburesine çöktüm ve bir
saatten fazla bekledim, beklerken de not tuttum. Önce
bakkal çıktı dükkandan, sonra 18. Yüzyıl’dan kalma kıyafetiyle saatçi, ardından uzun perçemi sağa kıvrılan 68’ kuşağı
terzi ve son olarak bukalemunu omzuna yerleştiren sahaf
kalktı yerinden.
“Beni mi?”
“Evet, evet. Geleceğinizden haberimiz vardı Meşumi Bey!”
“İsmimi nereden biliyorsunuz?”
“O söyledi,” dedi. “Çok iyi keman çalıyor.”
Kekeledim:
“Siz…nasıl?”
“Yapmayın lütfen! Hepimiz aynı duygular içerisindeyiz.
Bugüne kadar kendini durdurabilen, iştahından kendini
sıyırabilen olmadı. Kavuşamayacağımızı biliyoruz ama yine
de kaçamıyoruz.”
Kalakaldım.
“Ben şu karşıki motelde oturan hanımefendi hakkında bir
şeyler öğrenmek için gelmiştim…”
Sözümü kesti:
“Biliyorum, biliyorum. Hepimiz onun için buradayız. Nisan
Hanım, motelin sahibesi.”
“Nisan Hanım, ismi bu demek. Kendisini gördünüz mü?
Onunla konuşmam gerekiyor.”
Oldukça içten güldü sözüme. Neredeyse alüminyum kasketi
düşecekti. Eliyle tutup düzeltti ve devam etti:
“O pek konuşkan değildir. Gene de mükemmel bir kadın
değil mi! Şahane keman çalıyor. Dün farkına varmışsınızdır.”
Kapıya yanaştım:
“Neler olduğunu anlamıyorum, kimsiniz siz? Ne hissettiğimi, ne yaşadığımı nereden biliyorsunuz? ‘Hepimiz’ dediniz,
kimden bahsediyorsunuz?”
“Bu kartı alın. Bir iki saat sonra sokak ortasında toplanacağız. Neler olduğunu anlayacaksın.”
Kartı aldım ve dışarı çıktım. Diğer dükkanlara da girmek
niyetindeydim ancak kapısında Farsça tabela asılı olan antika saatçiyi, İspanyol paça pantolonuyla dikiş makinesinin
kaybolandefterler
Kartı okudum.
Hava kararınca Nisan Motel’de keman ve piyano resitali.
Virtüözler: Nisan Hanım-Bulut Bey
Hayvanın gözleri sabit bir yorgunlukla bakıyordu. Aldatmacasız, saf bir izleyişi vardı beni. Eğilip kalkarken takip etti.
Yalnız biraz fazlaca odaklanmış olacak, kafamı “Ne bakıyorsun?” dercesine salladım.
Babacan bir tonlamayla:
“Haydi ayaklan, birazdan çıkacak Nisan Hanım,” dedi.
Dostlarım! Göğsüm daraldı. Bir-iki adım geri sıçrayıp dükkandan çıkan terzinin göğsünde yumuşadım. Kollarımdan
tuttu, omuzlarımı avuçları arasında sıkıp kıkırdadı.
“Aldırma ona. Gel hadi, gecenin tadını çıkart.”
Ne sorabilirdim terziye? Bukalemunun, şu yassı yaratığın
konuşup konuşmadığını mı? Merakınızı gidermek istediğiniz için sormamı normal karşılardınız elbet, dolayısıyla şu
an bu olayın gerçek olup olmadığından asla emin olamayacağınızı düşünüyorsunuz. Ancak orada bulunan bendim
ve yaşanan akıl ötesi hadiselerin gerçekliğinden bunun bir
yanıtla onaylanmasından korkacak kadar emindim.
Yolun ortasında bir küme oluşturduk. Bahsettiğim karakterler dışında tanımadığım birileri daha çıkageldi. Sokak o
sıra karnavallara ev sahipliği yapmış endişesiz bir meydanı
andırıyordu. Kilitsiz dükkanlar, sırdaş ve sırnaşık dostluklar,
gülümsemeler ve ebedi olasılıklar arasında bir grup adam
toplanmış, bir sesin, bir seslenişin, bir çağrının hasretine
müptela viraneler gibi bekleşiyorduk.
Bakkalı tanıdığımdan ötürü yanına yanaşıp neler olduğunu
71
sordum. Her şeyi detaylıca öğrenmek niyetindeydim.
Bukalemun güldü:
“Bir şey yok,” dedi. “O çok iyi keman çalıyor. Meymenetsiz
herif bırakıp gitmeseydi bu kadar üzgün olmaz, belki severdi bizi, bekliyoruz işte.”
“Burada okuyan, yazan, çizen fark etmez; herkes duygularının doyurulacağı günü bekler.”
Saatçi emmiye yanaştım. Aynı soruyu sordum.
“Hiç,” dedi. “Aşk, zamanı yitirmemize sebep oldu sadece.
Hepimiz burada sıkıştık ve ferahladık. Aşık olduk, aşık kaldık. Bizi seveceği günü bekliyoruz.”
Terzi de şöyle dedi:
“Elbisesi güzel değil mi? Ben diktim. Ellerimle dokudum.
Benden istedi, ben de yaptım, ne istediyse yaptım. Bir gün
sevecek bizi yoldaş, bekliyoruz.”
Sahafa ilerledim. Ben daha bir şey sormadan siyaha çalan
rengiyle bir yas örtüsünü andıran mahlukat konuşmaya
başladı:
“Merak ediyorsun değil mi? Bu merak seni de diğerleri
gibi mahveder dostum. Aşk hayretten doğar. Seni hayret ettirene bağlı kalırsın, kendi kuvvetini de ona katarak
büyütürsün gözünde sevdiğini. Arayışına layık sonu bulduğunu sanınca bir canlı, o sona bir başlangıç manası yükler.
Bazı işlere kalkışmak, kendi içimizde aşamadıklarımızın
sorumluluğunu başkasına yüklemekten öteye geçmez çoğu
zaman. Nisan Hanım’ı Bulut Bey yok etti. Yaşadığına bakma
sen, o artık yok bir kadındır. Teni gençtir ama yüreğine kıymıklar saplar, ihtiyar kalbini ancak sevilmenin ilgisi ayakta
tutar. İyi bir kemanidir kendisi. Bulut Bey de iyi bir piyanist,
daha iyi bir denizciydi. Askeri orkestrada çalardı. Yaşlandığına kanaat edip Nisan Hanım ile bu moteli açtı. Beraber
müzik yaparak bir süre mutlu kaldılar fakat kimi özgürlükler
aşkın tutkusunun önüne geçer. Bulut Bey verdiği tüm sözleri hiçe saydı ve denizlere döndü. İyi hatırlarım, giderken
arkasına bile bakmadı. Bu yoldan, şu arkamızda gördüğün
karanlığa doğru sürdü atını. Pencereye elini koydu Nisan
Hanım, ona son kez dokunmak ister gibi, gittikçe uzaklaşan
siluetini sevmek ister gibi. Omzundaydım o sıra. Ağlamamak için tuttu kendini; tuttukça içlendi, titremesi arttı ve
tıslama halini aldı eziyeti. Sen sevgili dostum, bilmelisin
ki bazı eziyetler zamanla meziyete döner. Bazı heyecanlar
hezeyana, bazı yergiler sevgiye, bazı coşkular donuk hallere
döner. Bazen hissettiklerimiz herhangi bir hali değildir aşkın, sadece taşkındırlar. Bir arayış, arayanın kendi belirlediği sona uygun biter her zaman; acıyı da mutluluğu istediği
gibi doğal bir içgüdüyle ister insan. Nitekim, Bulut Bey’in
gidişinden sonra beni de bu arkadaşa bıraktı Nisan Hanım.
Artık kimseye bağlanamamakla lanetlenmiş meczup bir
sanrıya dönüşmüştür o. Bulut Bey’in boşluğunu zamanın
her kısmından figüranla doldurmak istese de yapamaz.
Sancısının kendi noksanlığından kaynaklandığını anlamasını
bekliyorum ben. Bir gün sevdiği için değil, güç yetiremediği
için acı çektiğinin farkına varacak ve bu insancıkları serbest bırakacak. Ben de onun ılık omzuna geri döneceğim,
bekliyorum.”
“Peki o?” diye sordum sahafı işaret ederek. “O neden
konuşmuyor.”
“O konuşmaz, okur.”
“O da mı bekliyor bizim gibi?”
72
Laf etmedim. Bir ciyaklama duyuldu ve hepimiz pencereye döndük. Perde aralanınca bir gölge göründü. Arşenin
çekildiğini seçebildim. Daha tok bir nota aktı kulaklarımıza.
Size hissetiklerimi anlatamam dostlarım ancak bugüne
dek yaşadığınız duygusal tecrübelere güvenerek gelmesini
beklediğiniz kişinin ummadığınız bir anda, ummadığınız
bir aşkla karşınıza çıkıp güveninizi kazanmasına benzer
bir körlük olduğunu pekala ifade edebilirim. Sonrasını net
hatırlamıyorum. Sürüngenin pembeleştiğini ve kendimden
geçmiş gibi gülümsediğimi anımsıyorum. Kahkaha değildi
fakat gülümsemeydi. Uzadıkça uzayan, bitmeyecek derinlikte bir gülümseme, bir hoşluk hissi, yok olma kaygısından
arınarak vecde evrilmiş dev bir tantanaydı; ve bitmez bir
memnuniyet vadediyordu.
“Sen neden pembe oldun?” diye sordum aklım başımda
değilken.
“Çünkü elbisesi pembeye dönüştü artık,” dedi.
Son akli yetimi kullandım:
“Neden pembe?”
“Pembe arada kalmanın rengidir. Kırmızı ve siyah kadar
yakıcı, beyaz kadar da bön değildir. Gerçekleşmeyeceğini
bildiğin iyi ihtimallerle avunmanın rengidir. Ne can sıkar,
ne fayda sağlar. Kavuşulmayan ama orada olduğu sürece
ümidini kaybetmediğin sevgililer gibidir pembe.”
Makul bir cevaptı. Aniden gelen suskunluk ve hemen sonrasında içimizi hasretle yakan çığlıkvari bir tınıyla kendimize geldik. Etraftakilerin şaşkınlığından alışılmadık bir şeyler
döndüğünü anlayabildim. Bir motor gümbürtüsü duyuldu.
Evet motor dostlarım! Araba motoru. Kendi halindeki
sokağa yaklaşan ve git gide kuvvetlenen gargarlı bir motor
melodisi keman sesini bastırdı; kalbimdeki perde kalktı.
Bulut Bey’in kaybolduğu karanlıktan pembe bir Murat 124
eserek geldi, kalabalığın önünde yanlayarak durdu. İçinden
bir melek inmiş olmalı dostlarım. Tülden beyaz bir gelinlik
içinde, sarı saçları güneş, gözleri gök, cennet neslinden hatıra sıfırlayıcı bir peygamberdi tıyneti. Elimden tutup beni,
ahalinin arasından çekti. Beraberinde pencere hareketlendi. Nisan Hanım’ın kemanından anormal sesler yükseldi.
Korku, bulanık bir korku ve gölgelenmiş bir nefretin koşullamasıyla geriledim. Gidemezdim. Nisan Hanım’ı bırakamaz, terk edemezdim. Neden? Çaldığı melodiden mi?
Hayır dostlar, o bir yanılgıdır. Aşık olduğumuz her kişide
var saydığımız aldatıcı bir illüzyondur. Böyle körü körüne
bağlılıkların yüreğimizde yarattığı tezelzüllerde tükenmez
ümitler saklıdır. Bu huy bizi, sevdiklerimizin her an iyi bir
şey yapabileceklerine dair bir yalanı yaşamaya mecbur
kılar. Ah, beyhude beklentiler nasıl bir prangadır ömre.
Nisan Hanım’ın gözlerine bakmamak için kafamı sağa sola
çevirdim. Bana doğru yeltenmiyordu oysa. Sadece bir anda
dönmüş, onu seyrettiğimi bilir gibi penceresini açarak
çalmaya başlamıştı. O anı tasvir etmemin imkanı yok. Ruhu
emilmiş bir beden düşünün! Kıpırtısız gözlerin onlarca
metre uzaktaki gözlerinize odaklandığını, ileri geri oynayan
4.SAYI uzak
bir kol ve boynu, esnemeyen bir gövdeyi, kalın duvarlar
ötesinden kulağınıza ulaşan tiz sesin, o delici melodinin
karanlığını düşünün. Motele doğru yöneldim. Bu sevdadan
vazgeçemezdim. Onu iyileştirebilir, içindeki neşeyi ortaya
çıkarabilirdim. Sarsıldım. Kalabalığın arasından sürüklenerek çıkarıldım ve arabanın içinde buldum kendimi.
“Daha iyi hissedeceksin meraklanma,” dedi melek suretli
kadın. “Unutmanı sağlayacağım. Bazı acılar kalıcıdır fakat
unutacaksın. Şunu bil Meşumi, sen asla Bulut Bey’in yerini
dolduramazsın. O kadının sancısını gidermek için kullandığı kuklalardan biri olarak kalırsın. Bir kadının sevdiğine
hasreti başka şeyle ölçülemez; orada boy vermeye çalışan kim olursa olsun anca dibi boylar. Bu sokakta olanlar,
yaşayanlar, yaşadığını sananlar ve senden sonra buranın
karanlık büyüsüne kapılacaklar için de aynısı geçerli. Ayaklarının yerde olduğunu sanarak huzur bulacaklar. Halbuki
o pencere yorucu fakat hakiki yaşamın lanetli bir kopyası;
hissetmeden sevmenin, seçmeden sürüklenmenin, her
akşam can yakmadan tekrar eden eksik bir mutluluğu acılara tercih etmenin kıblesidir. Şimdi gözlerini kapa ve elini
kalbine koy.”
Dediğini yaptım. Kalbim atmıyordu. Nasıl hayatta kaldığımı
kenara bırakın dostlarım, daha mühimi nasıl sevebilmiştim
o kadını? Araba muazzam bir gümbürtüyle çalıştı. Aynadan
sahafı gördüm son kez. Gizlice el salladı. Oysa gözlerim
kapalıydı. Yine de görebilmiş, belki de sadece bilmiştim.
Her insan böyle doğaüstü meziyetlere sahiptir. Henüz
olmamış ya da kanıtlanmamış bir şeyleri bilir fakat anlatamaz. Sevdiğini kanıtlayamamak dahildir buna. Sanmayın
ki sevdikleriniz onlara hissettiklerinizin farkındadır. Sevildiğini gerçekten hisseden biri mest olur ve bu hissi ona
yaşatan kişi karşısında hürmetle eğilir. Yalnız, bir başkasının
gözündeki kıymetini fark etmek de ancak o duyguya layık
olduğuna inanmakla mümkündür. Aksi halde istediğiniz
kadar fısıldayın, kendinden nefret eden birini asla ondan
fazla sevemezsiniz. Ertesini biliyorsunuz; ya sevilmediğinizi
öğrenir ya güvenilmez olmakla yaftalanırsınız. Kendi katlini
isteyen o ruhu tedavi etmeye kalktınız diye neredeyse
suçlusunuzdur.
Gözümü açtığımda piyanonun başındaydım. Hayır, ölmüş
değildim. Hayır, rüyadan da uyanmadım. Reddediyorum
dostlarım ben uyuşturucu kullanmam ve kastettiğiniz türden ruhsal bir problemim yok. Amacım yaşadıklarımı aktarmak. Çünkü unutmamın böyle mümkün olacağını söyledi
melek yüzlü kadın. Şimdilik işe yaramasa da günün birinde
elbet kurtulacağım keman sesinden. Kalbinizi ince ince sızlatıp içlenmenize neden olan sevdalar gibi her anıma dahil
şu an. Ama unutacağım, hatta zamanla hatırlamayacağım.
İkisi farklı şeylerdir: Unutmak, birinin varlığını aklınızdan
silebilmek için onu kabullenmektir, uzun zaman ve uğraş
gerektirir; hatırlamamak ise bilinçsizdir, olay veya kişilerin
zihninizde tesirsizce dolanması, onları görmemenizdir.
Benim düşüncem şu yönde: Unutacak kadar çaba harcanan hiçbir şey gerçekten kaybolmaz ve bir insan veya olay
unutulunca değil, hatırlanmayınca yok olur.
Sahafın taburesinde otururken karaladığım notu sizinle
paylaşmak ve artık kendi halime kalmak istiyorum.
kaybolandefterler
“Nisan Hanım,
Benden ayrılacağınız düşüncesinden kendimi alamıyorum.
Evvelsi geceden beri aklımdan çıkmıyorsunuz ve bazı kuruntular bu düşün üzerini örtüyor. Neden sürekli bir eksiklik
hissediyorum siz aklıma gelince? Neden beni beğenmediğiniz,
sevmediğiniz şüphesine kapılıyorum? Hal böyleyken, neden
beni arayıp bulmanız, hiç yoktan karşıma çıkmanız, gülmeniz,
çağırmanız, odanıza kabul edip tekrar gelmemi istemeniz içimi rahatlatıyor; bir tatlı nezaketinizden bin bir olumlu manayı
çıkartmayı nasıl başarıyorum? Ancak tüm umuduma rağmen
orada değilmişim gibi davranmanız, sadece istediğiniz anlarda
yüzüme bakmanız ama duygularıma asla kıymet vermemeniz ve kıvrak oyunlarla merakımı diri tutmanız neden canımı
yakıyor, sevilmediğim hakikatini fısıldayan kim? Siz bir şeyler
istiyorsunuz, ben bir şeyler yapıyorum; bu gecemi de sizin
için feda ettim. Oysa bunu yapmamam gerektiğini bilen bir
tarafım var benim, kendimi kaptırmadığım taktirde size sahip
olacağımı söylüyor. Halbuki kendimi kaptırmayacaksam, size
sahip olmanın ne anlamı kalır? Belki de sizi çok seveceğimi, el
üstünde tutacağımı, üzmeyeceğimi ve benim için tek olacağınızı kanıtlamam gerekiyor. Belki siz kırılmaktan korkuyorsunuz. Sevmekten kaçıyor, güvenli sandığınız yalnızlığınızla
çelişmeyecek, değişmez bir mutluluk sanrısında yaşıyorsunuz.
İyi bir şeylere sırt çevirdiğinizi kendinize asla itiraf edemeyeceksiniz. Bunun yerine, sevgilerin tükenip ilişkilerin bitmesinin beklediğiniz bir son olduğu yalanıyla kendinizi avutacak,
tereddütünüzü haklı çıkarmak için suçu karşı tarafa, hayata,
insanlara, özgürlüğe ve aşka atacaksınız. Yerinde saymanın
garantici ve korunaklı çitleri biri tarafından aşılana dek kalbine
direnen, masum bir kadın olarak kendinizi kandıracaksınız.
Nisan Hanım, size olan hislerimi bu satırlar arasına sıkıştırmaktansa susmayı tercih ederim. Sizi seviyorum evet, fakat
sizi seven diğerlerinden ne farkım var benim! Eğer sizden
nefrete edebilecek gücüm olsaydı, sırf gözünüzde bir önem
arz edebilmek için bunu yapardım. Ne yazık ki elimden gelen
tek şey sizi düşündükçe gözlerimden kusmaktır. Nisan Hanım,
kulağımın en güzel rüyasıdır sesiniz; umarım beni anlarsınız.”
Şu an içimde bir savaş çığlığı, elimde savaş baltası, saldırıya
geçmeyi umarken “Bak!” diyor karşımdaki “Ben savaşmıyorum.” Saçma bir hamlesizlikle kalakalıyorum. Çığlığım da
baltam da bana saplanıyor sanki. Kendi kendimi deşiyor,
kendimle uğraşıyor, karşımdakini yanıma çekme planlarım
öyle tutarsızlaşıyor ki her geçen saniye kendimi ona itiyorum.
Dostlarım, boşluklarım hatıraya dönüştü artık. İleride anımsayacağım bir hikayem olsun diye oyuklara hayati atıflarda bulunuyorum. Bir anıyı kök saldığı yerden söküp atmak ne kadar
zorsa, o anıdan kalan gediği bambaşka hasretlerle kapatmaya
çalışmak da bir o kadar anlamsız. Şu an, tam şu an ne yaptığımı bilemeyecek olması, kainatın tüm hasretlerinden örülmüş
dikenli bir taç zihnime. Maksadını aşmadan içim, bu garip
hikayeyi sonlandırmalıyım. Olan biteni anlayıp anlamadığınızı
bilmiyorum, anlayasınız diye paylaşmadım bütün bunları.
Yapmam gerekiyordu. Karşılıksız sevmenin çilesini anlatmak,
hak etmeyenlere duyulan hürmetin paslı çivisini kalbimden
çıkarmak için üzerinize kanamak zorundaydım. Unutmayın
dostlarım; dönmedim değil yolumdan, defalarca döndüm.
Alıkonulduğum tüm yönlerin toprağına kök saldım. Kırana
kadar zincirleri onurla soldum. Ve yaptım işte, yapmaya da
devam edeceğim. Fakat biliyorum gelmeyecek, nitekim ben
de beklendiğim yerlere gitmedim hiç.
73
TUNÇ OKAN
CUMARTESi
bir
filmi
CUMARTESi
74
ERGE ÖZCAN
4.SAYI uzak
Yönetmen ve Senaryo: Tunç Okan; Görüntü Yönetmeni: Roman Suarez Müzik: Vladimir Cosma Oyuncular: Francis Huster, Carole Laure, Jacques Villeret, Tunç Okan, Michel Blanc, Jean-Luc Bideau, Catherine Alric Yapım: Türk(Evren)-İsviçre(İtalio) Ortak Yapımı1
Filmin Konusu:
Cumartesi… Tatilin ilk günü… Genellikle dinlenme günü olarak değerlendirilen ‘‘Pazar’’a bir gün kala, herkesin gezip
tozmak ve en önemlisi de biriken işlerini halletmek için kullandığı, iyi değerlendirilmesi şart olan o hareketli, hunharlı
gün… İşte yönetmen Tunç Okan’ın ikinci filmi ‘‘Cumartesi Cumartesi’’ filminde de İsviçre’de yaşayan, hallerinden anlaşıldığı üzere yıllardır yaşadıkları bu topluma iyice alışmış hatta oralı olmuş genç bir Türk çiftin ekseninde dönen ufak, kimi
zaman sempatik, kimi zaman oldukça sinir bozucu olaylar, aksilik ve gariplikler anlatılmaktadır. Okan’ın üçlemesinin ikinci
filmi olan Cumartesi Cumartesi’nde, anlatılan o bir gün içinde neler olmaz ki…
Fantezilerine bile kabus kıvamındaki etli, kocaman gövdesiyle ansızın girip bu hayalleri mahveden karısını doğrayıp sucuk
yapmak isteyen hatta rüyasında bunu başaran ve yine aynı rüyada bu sebepten ötürü idama mahkum olan ve son arzusu
sorulduğunda karısından yaptığı salamı yemek istediğini belirten, karısını niye öldürdüğü sorulduğunda gayet sakin
ve donuk bir şekilde ‘‘Özür dilerim, bir daha yapmam’’ diyen ve gerçekte de karısı yerine korkunçtan ziyade komik bir
şekilde kasapta birlikte çalıştığı iş arkadaşlarından üçünü doğrayan kasabın trajikomik halleri; bizzat Tunç Okan’ın kendisi
tarafından canlandırılan ve meydandaki bankta yanına oturan bayanları takip edip kendisine günlük bir eğlence arayan
arsız Türk’ün maceraları; dişçiye gelen garip tiplerin yaşadığı komik olaylar ve gözlükleri ve cin gibi tavırları ile Cingöz
Recai’yi hatırlatan haylazın diş hekimini deli edişleri; ‘‘Kuvvetli’’ lakabını kendine takmış fakat kuvvetliden ziyade zayıf mı
zayıf, çelimsiz mi çelimsiz vücuduna baktığınızda cılız bir dal parçasına benzeyen garip ve nevrotik adamın ehliyet almak
için üçüncü kez girdiği kurstaki hocayı deli edişleri; hayatlarını sırf karşı cinse hoş görünmek için güzellik salonlarında geçiren insanların ‘‘kozmetik tutsaklığı’’ diyebileceğimiz durumu; kendisi aylardır işsiz olan ama karısının maaşıyla gizli gizli
aylık masaj randevularına giden adamın güzellik salonundan evine telefon gelmesi üzerine karısı tarafından enselenişi;
bankta bulduğu küp yapbozu yapmakla uğraşıp duran fakat bir türlü başaramayan, ardından da dişçiyi deli eden Cingöz
Recai haylazın küpü 2 dakika içinde yerli yerine getirmesine şaşıp kalan adamı halleri; masun, tatlı görünüşünde aslında
minik bir şeytan barındıran ufaklığın ‘’mu ne mu?’’ sorularıyla ve soruların hedefi olan objeleri yere atıp kırarak ana okul
öğretmenini delirtmesi, hatta ağlamasına sebep oluşu; genç çiftimiz Meral ve Sümer’in başına gelen türlü can sıkıcı, sinir
zıplatıcı ve peygamber sabrı isteyen gelişmeler ve daha neler neler… İşte bunlar ve daha fazlası işlenir bir günü, yani sıradan bir Cumartesi gününü işleyen filmimizde…
Film Hakkında Bilgiler ve İnceleme:
1984 yapımı Cumartesi Cumartesi Tunç Okan’ın Otobüs filminden 7 sene sonra gerçekleştirdiği ikinci yönetmenlik denemesidir. Filmde yönetmen, senarist ve oyuncu olarak görev alan Okan, bu filmle dış göç olgusunu irdelediği üçlemesinin
ikinci ayağını da oluşturmuş olur. Otobüs’te yani üçlemenin ilkinde ilk defa yurdundan çıkan ve dış göç mevzuatına giriş
yapan kişiler anlatılır, üçlemenin üçüncü filmi olan Fikrimin İnce Gülü: Sarı Mercedes’te yurtdışından dönen insan aktarılırken, üçlemenin ikincisi olan bu filmimizde yurtdışında uzun süre yaşayıp oraya alışan hatta oralı olan kahramanların
hikayesi sunulmaktadır. Kısacası gidenler, oradakiler ve dönenler üçlemesinin ‘‘oradakiler’’ kısmıdır Cumartesi Cumartesi’de bizlere aktarılan.
Okan, bu filmi neden yaptığını şu sözlerle ifade etmiştir:
“Çevremde, bir sürü ufak olaylar oluyordu. Olaylar büyük şeyler değildi ama, günlük yaşamın içinde dikkatimi çekiyordu.
Bunları bir araya toparlamanın, arasındaki çelişkileri sergileyeceğini düşündüm. İnsan geçirdiği tüm gelişime karşın, gene
de hata yapan, çok defa beceriksizleşen bir yaratıktı. Teknik düzey ise hatayı affetmiyor, mükemmeli istiyordu. Acaba,
insan o salt mükemmellikte olabilir miydi? Cumartesi Cumartesi, bu düşüncelerin, gözlemlerin ürünü oldu.”2
Okan bu ikinci yönetmenlik denemesinde de yine ödül almayı başarmıştır. 1984-1985 Sinema Yazarları Mevsimin En İyi
Türk Filmi Soruşturması’nda 9. olan film, 1985 Uluslar arası İstanbul Sinema Günlerinde ‘‘Türk Sinemasına Bakış, Ulusal
Film Yarışması’’ bölümüne de katılma şerefine nail olmuştur.3
Kasabın fazlasıyla kilolu karısını kesip salam yapma hayallerini konu olan bölüm yani ‘‘Kasabın Rüyası’’ adlı bölüm, Friedrich Durrenmatt’ın Türkçeye ‘‘Sucuk’’ diye çevrilen öyküsünden esinlenilerek oluşturulmuştur. Senaryosu ve diyalogları
1
2
3
Şükran Esen, 80’ler Türkiyesi’nde Sinema, 2. Bası, İstanbul: Beta Basım Yayım, 2000, s.134.
Esen, s.135 dipnot 54’ten alıntı.
Gala Film, Cumartesi Cumartesi DVD İç Kapağından alınmıştır.
kaybolandefterler
75
Tunç Okan’ın kendisi tarafından yazılan filme, Aziz Nesin’den eleştiri gelmiştir. Aziz Nesin, ana okulunu birbirine katıp öğretmeni deli etmek için sürekli ‘‘mu ne mu?’’ diye soran çocuğun hikayesinin kendine ait olan ‘‘Gözüne Gözlük’’ kitabındaki ‘‘Mu Ne’’ adlı öyküden alındığını ve kendisinin izni olmadığını iddia etmiştir. Fakat Tunç Okan’ın bu suçlamayı kabul
etmemesi üzerine Aziz Nesin de kısa sürede bu iddiasından vazgeçmiştir.4
Filmin müzikleri son derece dikkat çekicidir. Bu şaşılası bir durum değildir zira film müzikleri dünyaca ünlü müzisyen, film
müziklerinde mucizeler yaratan yetenekli isim, Viladimir Cosma tarafından yapılmıştır. Hem bu müzikler için hiçbir ücret
almayan Cosma, aynı zamanda da filmin yapımında da büyük katkı sağlamıştır.5
Filmle ilgili bir diğer önemli ayrıntı ise oyuncuların neredeyse tamamının yabancı olması (oyuncuların çoğu Fransız’dır)
üzerine filmin, aslen Fransızca olan diyalogları üzerine sonradan Türkçe dublaj yapılarak sunulmasıdır. Türkçe dublajda sinema ve tiyatroda güçlü isimlerden yararlanılmıştır. Carole Laure’yi Tilbe Saran, Francis Huster’ı Mustafa Alabora, Jacques Villeret’i Erol Günaydın, Zouc karakerini ise Meltem Özpınar seslendirmiştir.6
Filmle ilgili kısaca bilgi verdikten sonra Cumartesi Cumartesi’nin incelemesine geçecek olursak… Öncelikle; filmin toplam oyuncu kadrosunun çoğunu yabancıların oluşturması filmin bir Türk filmi olup olmadığı tartışmalarını getirebileceği
açıktır ama hem yönetmenin Türk oluşu hem de hikayenin baş kahramanı sayabileceğimiz genç çiftin, Türk bir çift (çifti
oynayanlar Fransız oyuncular olsa da) olarak senaryoda konumlandırılması ve diğer birkaç karakterin daha Türk olarak
portrelenmesi ‘‘Cumartesi Cumartesi’’nin bir Türk filmi olduğu söylemimizi güçlendirir. Filmin genel konusuna baktığımızda yönetmenin yine bir problemi, evrensel bir problem olan iletişimsizliği ve tüm kargaşası, elektronik kasaları, boğucu iş
saatleri, tüketime çağıran büyük alışveriş merkezleri, iki güne hatta pazarı dinlenme günü olarak alırsak sadece bir güne
her şeyin sıkıştırılması adeta zorunlu olan yapısı ile gelişmiş toplumlarda iletişimsizliğin aldığı korkunç boyutu göstermeyi
amaçladığı ve bu amacını da filme yayılmış olan minik öykülerle, kimi zaman birbirinden bağımsız kimi zamanda birleşen
minik hikayeciklerle çok iyi bir şekilde aktarmayı başardığını söyleyebiliriz.
Yönetmen filminde müzik öğesini Otobüs’te olduğu gibi yine son derece yetkin bir şekilde kullanmayı başarmıştır. Viladimir Cosma’nın sempatik ve hızlı tempolu müziği yine en az müzik kadar tempolu, koşuşturmalı bir günü anlatmada
oldukça pekiştirici bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Sessiz filmlerdeki kovalamaca sahnelerine eşlik eden müzikleri ya
da kovboy parodilerinde kullanılan müzikleri de andıran sempatik ve hızlı müzik eşliğinde kasabın şehrin meydanında
elinde satırla çalışma arkadaşını kovaladığı sahne müziğin sahnelerin etkileyiciliği üzerindeki başarısını kanıtlar niteliktedir. Yönetmen müziği o kadar profesyonelce ve yerinde kullanmıştır ki izleyenler olarak ister istemez karmaşası, aksilikleri
ve koşuşturması ile hızlı mı hızlı bir Cumartesi gününü, filmde anlatılan o Cumartesi’yi adeta yaşar, oturduğumuz koltuktan sanki kendimiz deneyimliyormuşuzcasına duyumsarız.
Filmde ‘‘bir şey’’lere tutsak olma öğesi çok güzel işlenmiştir. Genel olarak herkes çok gelişmiş toplumun yarattığı kaosa ve
yükümlülüklere tutsaktır. Özelde ise, kimi alışveriş listelerine, Cumartesi günü yapılması şart olan işlere, dişçi randevularına tutsak kimi ise sistemin dayattığı güzel olmak, yenilenmek trendlerine ayak uydurmak için güzellik salonlarına, moda
olduğu için yapılması şart olan komik saç şekillerine tutsaktır. Hep bir şey yapılmak zorundadır. Oturmak ve nefes almak
söz konusu değildir. Hareket etmeyen, kapitalist düzenin şartlarını ya da popüler kültürün dayatmalarını ve trendlerini
takip etmeyen kişi var olamaz. Bu tutsaklıklar sonucu ortaya çıkan şey korkunç boyutta bir iletişimsizliktir.
Kasabın Rüyası belki de sembolik kullanımların en yoğun olduğu kısımdır. Kasabın hayatı hep etlerle çevrilmiştir. Çalıştığı
kasap dükkânında her gün kesip biçtiği etler, bağlayıcı iş saatleri ve bir yerde hareketsiz durmaktan ötürü et bağlamış
çalışma arkadaşları ve kendi etlerle bezeli koca gövdesi, evde öyle amaçsızca oturduğu için ve belli ki sürekli yediği için
oldukça yağ bağlamış bir eş… Hep et, daima et… Et adeta endüstrileşmiş toplumun mekanikleşip, insanları tutsak etmiş
düzeninde kasabın kendisine ve emeğine yabancılaşma simgesi olarak verilmiştir. Kasap belki de bu çevresindeki boğucu hayat, sevmediği eşi ve haz almadığı suratsız iş arkadaşlarını ve kendi şişman gövdesinden duyduğu nefreti kesip yok
etmek için rüyasında karısını kesip büyük bir salam yapmıştır. Rüyasında idam edilmeden önce son arzu olarak bu salamı
yeme isteğinde bulunması da tüm bu hayal kırıklıklarını, hayatında hoşlanmadığı ve yabancılaşmasına neden olan tüm
unsurları ve bireyleri yeme, yok etme arzusundan gelmektedir. Rüyasında çıktığı duruşmada ‘‘Karını neden öldürdün?’’
sorusu kasaba yöneltildiğinde adamın daimi olarak gayet saf ve sakin bir tavırla ‘‘Özür dilerim bir daha yapmam’’ demesi
de son derece önemli bir detaydır zira burada yönetmen bir kez olsun çıldırıp sisteme, kendisini yabancılaştıran unsurlara
isyan etmeyi başaran insanın ne yaparsa yapsın sistemin efendilerine günün sonunda özür dileyeceğinin ve boyun eğeceğinin mesajını en etkin bir şekilde sunar. Sonunda kasap karısını öldüremez belki ama onu iş saatlerine bağlayan, yabancılaştıran kasap dükkânına olan öfkesini belki de üç iş arkadaşını bıçaklayıp öldürerek alma yoluna gider. Burada son derece
4
5
6
Gala Film, Cumartesi Cumartesi DVD İç Kapağından alınmıştır.
Gala Film, Cumartesi Cumartesi DVD İç Kapağından alınmıştır.
Gala Film, Cumartesi Cumartesi DVD İç Kapağından alınmıştır.
76
4.SAYI uzak
trajikomik ve endüstrileşmiş, fazla gelişmiş toplumun insanı işe ve kazanca olan tapışını sergileyen son derece ironik bir
olay gerçekleşir. Kasap dükkanında üç iş arkadaşları ölmesine rağmen dükkanın patronu ve diğer çalışanların polislerin
bugünlük dükkanı kapatmak isteyip istemediklerini sormaları üzerine gayet sakin bir şekilde ‘‘Gerek yok, çalışırız. Bugün
Cumartesi, çok müşteri olur.’’ demeleri az cümleyle çok şey anlatmaktadır. Filmin aynı zamanda senaristliğini de yapan
Okan yine eleştirdiği düzeni bu tip ufak ayrıntılarla son derece etkin bir şekilde hicvetmeyi başarmıştır.
Filmde sürekli olarak ‘‘Bugün de hiçbir şey yapamadık…’’ cümlesini duyarız. Türlü aksilikler genç çiftin peşini bırakmadığı için çiftimiz istedikleri ve amaçladıkları şeyleri yapamamıştır; doğru, ama yönetmenin sürekli bu ‘bir şey yapamama’
olayına dikkat çekişinin sebebi; çok gelişmiş kapitalist toplumların, içinde yaşayan bireylere sürekli bir şey yapmayı şart
koşması ve bu işler bitince önüne yeni işler koyup yine ‘‘Tühhh! Bir şey yapamadık bugün de!’’ hissini yeniden ve yeniden yaşatmasıdır. Alışveriş merkezlerine ve süpermarketlere gidip türlü yemek alınmalı, fotoğraf makinesi tamirciden
alınmalı, saçlar yaptırılmalı, dişler dişçiye gösterilmelidir. Yani sürekli gerekli gereksiz zorunluluklar yüklemektedir mevcut
sistem. Sonunda ise insanı hiçbir şey başarmamışçasına yetersiz hissettirmekte ve tüm bu karmaşa içinde de iletişimi yok
etmektedir. Meral’in saçlarını hediye paketi gibi yaptırmasından ötürü onu doğal haliyle sevdiğini söyleyip boşu boşuna
zamanını ve parasını moda denen bu saç şekillerine verdiğini söyleyen Sümer’in bu sözlerine önce oldukça öfkelenen
Meral’in, güzellik salonunda kadınların acınası hallerini gözlemlemesi üzerine yaptırdığı saçlarını bozup, doğal haline
getirişi ve Sümer’in sürekli bir tüketim çılgınlığı içinde süpermarkette yiyeceklere, eşyalara saldıran kişilerin arasında
sonunda dayanamayıp ‘‘Yeter!’’ dercesine Meral’i kolundan çektiği gibi dışarı sürüklemesi… İşte bunlar da zorunluluklara,
yapılması gereken işlere ve tüketime boğulmuş, nefes alamayacak halde sıkışmış çok gelişmiş toplum insanının haykırış
koparmadan atılan çığlıklarıdır. Tunç Okan yine etkin ve özgün yönetimiyle sıkışmışlığı ve çok gelişmiş toplum içinde kapa
kısılmış insanın durumunu son derece başarılı bir şekilde vermeyi başarmıştır.
Filmin Popüler Sinemayla Kıyaslaması:
Filmin bir popüler sinema ürünü olmadığını; daha çok ufak bütçeli, kendi halinde, orijinal, sempatik, ticari kaygı gütmeden minik hikayeleri tevazu içinde vermeyi başaran bir Avrupa filmi görüntüsünde olduğunu söylememiz mümkündür.
Peki, film neden popüler sinema ürünü değildir?
1)
Filmde çiftimiz olaylar etraflarında dönmesi bakımından başkarakterler olarak ekrana yansısa da yan karakterlerin
de verildiği ve gayet adil bir şekilde izleyiciye sunulduğu görülmektedir. Öyle ki kasabın ruh haline son derece net bir
şekilde eşlik eder Okan’ın kamerası ve karakterin iç dünyasına dair ipuçları almamızı sağlar. Bu popüler sinemada çok da
görülen bir özellik değildir çünkü popüler filmlerde genelde her zaman başkarakterler üzerinden yansır olaylar.
2)
Filmde katarsis duygusu finalde Sümer’in ‘‘Yeterrrrr’’ der nitelikteki hareketi ve zorunluluklara, alışverişlere olan
tepkisini ortaya koyuşuyla ve genç çiftin birbirlerini sonsuza kadar seveceklerini söylemeleri ile sağlanır; fakat filmdeki
her öykü ana öykü sayılabilecek nitelikte olduğu için bu öykücüklerin çoğunun hatta hepsinin sempatik fakat yüksek
oranda sinir bozucu bir şekilde bitmesi(kasabın iş arkadaşlarını kesmesi, minik haylazın hocasını yaramazlıkları ile adeta
ağlatması vb…) ve aksiliklere kurban gider nitelikte sona ermesi katarsis duygusunu filmin genelinde yaşamamızı engeller.
Her hikaye rahatlama duygumuzu yüceltmez ama bir Cumartesi günü yaşanabilecek kadar gerçekçi bir şekilde sunulur.
3) Film iddialı, izleyici çekmek için hazırlanan bir konuya sahip değildir(gündelik olayları anlatmaktadır). Filmin amacı da
anlaşıldığı üzere zaten ticari kazanç değil bir problemi, günümüz gelişmiş toplumlarının problemini yani iletişimsizliği ve
tüketime, iş saatlerine, güzellik salonlarına, trendlere, ürünlere mahkum oluşun getirdiği tutsaklığı işlemektir. Popüler
sinemanın aksine Okan bu filminde sistemi ve sistemin dayattığı düzeni, zorunlulukları cesurca fakat bir o kadar da sempatik bir şekilde eleştirmektedir.
kaybolandefterler
77
FOTOĞRAF: LIA LESLIE
Kimsesiz
kelimeler.
ULVİ KOÇU
kimsesiz kelimelerle büyüttü beni annem; damıtılmış acıları koynumda saklayarak. bir nehir aktığında
ne var, ne yok alıp götürür ya, öyle bir şeydi gülümsemelerim. iklimlerle kayboldum, iklimlerle uçup
gittim. çığlıklarla karamsar bir hayatttan kurtulmak
adına haritalardan silindim. çoğunluğu annemsiz,
çoğunluğu merhabaya hasret zamanlardı. akşamdı,
geceydi. ki sabaha doğruları olmayan bir şeydi...
kimsesiz kelimelerle büyüttü beni annem. açlığımızda hüzün kokulu ekmekler verirdi. sevinçli aldanışlar, karın doyurmanın iyilik bekçisi. her hikaye, birer
efsaneydi içimde. gizli saklı kalmıştım, çalınmıştım
onca kalabalıktan. nereye gidiyordum, kimden
kaçıyordum. ve sonuçsuz, ve anlamsız önsözler gibi
durgunlaşıyordu; çocukluğumu esirgeyen akarsu.
yorulmuştum, bıkmıştım savurganlığımdan. babam
gitmişti. dayanıksız bir tutunmaydı benimkisi. kim
kalmıştı ki annemden başka. hiç bir şey, hiç bir
kırsallaşmış tebessüm fayda vermiyordu. sonra bir
gün babam çıkıp gelecekti ve bizi alıp götürecekti.
küçükken Kars- Çorlu otobüsünde neler düşündüğümü, hangi duygulardan geçtiğimi anımsamak bile
bir işkencedir hala...
78
kimsesiz kelimelerle büyüttü beni annem. şehirleşmenin ilgisizliğinde çıktım yaş merdivenlerini.
düşsel inançlarım karmakarışık. tüm dinler, diller,
düşünceler beni çağırıyordu. en güzel vaatler karşısında kararsız bir çocuktum. kimi cennet diyordu,
kimi özgürlük, vatan, şarap, kadın...
durdum, kendimle bir şey konusmak istedim,
yapamadım. çünkü biliyordum çelişiyordum kendi
ana dilimle, düşüncemle. herkes peşime düştükçe
kaçtım, saklandım çiçek desenli bir yorganın içine.
gecelere yasladım duyguya dair biriktirdiklerimi.
aşklar yasasından sürgüne yollandım. bir daha
dönemedim ana yurduma. soluksuzca kaldırımlara
vuruldum...
kimsesiz kelimelerle büyüttü beni annem. cümlelerim hep devrikti. sabahtan akşama, hep sokaklarda koşuşturdum. bir türlü olamadım yinede; ‘bir
sokak çocuğu’. kalıp durdum dört duvarlı perdesiz
bir odada. büyüyemedim, büyüyemedim. annemin
kimsesiz kelimeleriyle şaşırdım durdum hep; hayatın tercümansız alfabesine...
4.SAYI uzak
Suyun
Modernizmi
MEHMED ÖNDER KARAKAŞ
I. suya eğilen şark
neydi onu bu mevsimin başladığı yere mîkâil kılan
ve ormanın dip derinliklerinden suya şerh düşüren
önce her şey onun durduğu yerden sızladı
su koktu, toprak durulandı ayağının dibinden
ve ceylan ürküp uzaklaştı, dünyanın tüm su diplerinden
çünkü insan en çok kendine hazırlıksız yakalanıyor
sonra noksanlığın fark edildiği tamamlandıkça titreyen yüzlere utanç veren
ve iki halinden birini seçtiren güce boyun eğdi
FOTOĞRAF: DANIELLE MACINNES
II. suya yansıyan gark
neydi insanı işaret parmağını dahi alıp
nefesleri, terleri ve saçlarıyla herkesin ve her şeyin doğusuna iten
neydi o çetin yamaçların eşiğinde kendisinden dahi utandıran, neydi
beni buradan
bu bulanık, bu güneşe tam
ay ışığına noksan kaldıran yerden alın
benim bu ağzımın kenarından sızan suları
kıyılarınıza çarpan, sonra bir ceylanın dilinde
türkü olup havalanan sularınızı alın
burada her şey yavaş ve bulanık
burada siz sadece güzelsiniz, çünkü içiniz yok
çünkü insanın suyuna bir kez eğilen iflah olmuyor
kaybolandefterler
79
80
4.SAYI uzak
k
a
uz
a
n
a
s
n
i
n
a
ns
i
en
.
.
n
e
z
a
.ulkedir b
kaybolandefterler
Dersim/Ovacık - 2012
Oralarda misafir hep başköşeye oturtulur.
Bu nine, dağların ardında unutulmuş o uzak köydedir.
Eğer bir gün yolunuz düşerse oralara,
sizinle son kavununu bölüşür.
O öğlen yemeği kavununu.
Son yufkasını.
Son acısını.
Bilmem, belki de ölmüştür yalnızlıktan, kim bilir.
Ardınızdan el sallar.
“Kendinize mukat olun” der bir daha görmeyeceğini bilerek.
Fotoğraflar: Hıdır Murat Doğan
81
Röportaj: Hatice Tosun - Taha Savaş
Eskişehir 2016
NİLÜFER ALTUNKAYA:
YAŞAMLA
BİR
SORUNUMUZ
VAR.
Nilüfer Altunkaya, insana insandan bakma yürekliliğini gösterebilen öykülerin yazarı; vefayı gerdanına
dizmiş dizelerin şairi. Dününü, bugününü, düşlerini, edebiyatını, kadınlığını, korkularını, yüreğini ve ellerini
döktü masamıza. Biz sorduk, o söyledi; uzakları yakın etti.
82
4.SAYI uzak
Klasik sorumuzla başlayabiliriz. Edebiyatla tanışıklığınız ne zamana dayanıyor ve
bu süreç nasıl gelişti?
Dönüp geçmişe baktığımda yine her klasik başlangıç gibi okuma sevdası var benim
başlangıcımda da. Yazarlığın asıl serüveni öyle başlıyor sanırım. Okuma yazmayı
öğrendiğimden itibaren başlayan bir kitap sevgim olduğunu hatırlıyorum. Hatta ilk
okuduğu kitap Bambi idi onu hiç unutamam. Kitapları keşfettikçe artan bir sevgi… Ortaokul yıllarımda arkadaşlarım dışarıda oyun oynarken ben kitap okuyordum. Günde
bir kitap bitirdiğim zamanları hatırlarım, o dönem için güzel kitaplar. Sonraları günlük
tutmaya başladım. Ardından farklı şairler tanıyıp beğendiğim şiirleri deftere çekmeye,
kompozisyonlarımı arkadaşlarıma okumaya başladım. Derken o zamanlar küçük bir
şiirim yerel bir dergide yayınlandı. Lisede ise durum iyice belirginleşti. Edebiyat öğretmenlerimden görüş alarak “Ne yapabilirim?”i araştırmaya başladım. Tabii doğru yol
gösteren olmadı pek o süreçte. Sadece bir edebiyat öğretmenimin “Sen yazmayı bırakma.” dediğini unutamıyorum, hissetmişti sanırım. Çok içine kapanık bir gençliğim
vardı, etraftan kopuktum. Üniversitede de devam etti yazma tutkum. Arkadaşlarıma
ertesi gününü merak edecekleri küçük öyküler yazıp okuyordum. O dönemde bir
arkadaşımla gelecek planlarımız üzerine konuşurken ona yazar olmak istediğimi itiraf
ettim. Tabii o zamanlar yazar olmak için yazdıklarımı yayınlatmam gerektiğini bilmiyordum. Arkadaşım yönlendirdi ve Minerva Dergisi ile tanıştım ardından ilk öyküm
orada yayınlandı. Sonradan diğer dergilerde de görülmeye başladım.
Yani önce şiirlerle başlayıp ardından mı öykülere geçtiniz?
Aslında ikisi de paralel gitti diyebilirim. Bu soru sorulduğu zaman hep söylediğim bir
şey vardır: İyi şiirler yazan iyi bir öykücü olmak istediğim. Hep şiiri bir adım geride bırakayım derdindeydim ama süreç irademin dışında gelişti. Şiiri geride tutayım derken
bir süre şiir öncelikli gitti.
O zaman dergiler ile başlayan ve şekillenen bir yazarlık serüveni diyebiliriz. Peki, şu anda da dergi geleneğine bağlılığınız devam
ediyor mu? Takip ettiğiniz dergiler var mı?
Dergilere hep çok bağlı oldum çok da iyi bir dergi okuruyumdur. Hiçbir zaman bir derginin mutfağında ya da oluşturucu kadrosunda
yer almadım ancak hiçbir zaman da bağımı koparmadım. Günümüzde çok dergi var hepsini takip ediyorum diyemem. Birkaç sene
önce daha rahat takip edebiliyordum. Şüphesiz yazma işinin mutfağı dergilerdir. Ben de son zamanlarda bu anlamda Dünya’nın Öyküsü ile daha fazla haşır neşirim.
Evet, biz de yazma işinin mektebi olarak görüyoruz dergi yazarlığını. Kitap yazarı olmadan önce tecrübe edilmesi gereken bir pişme süreci gibi.
Kesinlikle. Kendinizi sınayabileceğiniz, ürünlerinizi görücüye çıkarabileceğiniz, nitelikli bir çevreyle iletişim sağlayabileceğiniz bir alan.
Dergi serüveninizden sonra ilk kitabınız basılıyor, bir öykü kitabı; Sokak Düşleri. İlk kitaplar genelde yazar hakkında daha şeffaf
bilgiler verir. Bu bağlamda okur, Sokak Düşleri’nin içinde bir öğretmen, farklı kültüre ait aile yapıları ve özel hayatınıza dair ipuçları yakalayabiliyor. Kitap boyunca her öykünün başında farklı isimlerden alıntılar da var. Ve her öykü kendi sonunda başındaki
alıntıyı kapsar nitelikte. Bu da okurda şöyle bir soruyu ortaya çıkarıyor: Acaba öyküler alıntılardan yola çıkılarak mı yazıldı yoksa
öyküler bittikten sonra bu alıntıları mı çağrıştırdı?
Güzel bir tespit, teşekkür ederim.
O zaman ilk kitap hikâyesini şöyle anlatayım. İzmir gibi bir yerden kalkıp Tokat’ın bir köyüne atandım. Her anlamda farklı bir coğrafyaydı, öğretmenlikle ilgili çok idealim vardı. Belki de bu yüzden Tokat’tan beslenen çok öykü var ilk kitabımda. Öğretmenlikte yaşadıklarım, oradaki kültür öyküleştirme sürecime yansıdı. Biraz da yalnızdım o dönemde. Psikolojik olarak da yalnızdım. Edebiyat ortamından da çok kopuktum. Tamamen net bir yalnızlık içinde yazdım öykülerimi ancak pek de bir yere göndermedim. Aslında o öyküler
Eskişehir’e yerleştikten sonra kitaplaştı. O dönem ilk oğluma hamileydim. Hem bu durumun hem de edebiyattan uzak kalmanın verdiği bir bunalımı yaşıyordum. Minerva’dan tanıştığım o dönem Sone Yayınları’nda bulunan Hasan Hüseyin Yalvaç, biraz da bu bunalımdan kurtulmam için beni kitabı basmaya ikna etti. Acele bir kitaplaşma süreci oldu, hamileliğim nedeniyle yakından ilgilenemedim
bu da acemilik olarak yansıdı Sokak Düşleri’ne. O zamanlar kitaba yansıyan bu acemilik Sokak Düşleri’ni sahiplenmeme engel olmuştu
bir süre. Neyse ki düzenlenmiş yeni baskısı yapılacak yakın zamanda.
Alıntılara gelince ise; öyküler yazıldıktan sonra böyle bir şey denedim. Çok sevdiğim yazarlardan öykülere uygun alıntılar aradım. Aslında öykü alıntıya gönderme yapıyor. Çoğu zaman önerilmiyor ama ben seviyorum alıntı yapmayı ya da epigraf kullanmayı. Bu eylem
ilk kitapta her öykü başında oldu ancak ikinci öykü kitabımda ise kitabı iki bölüme ayıracak şekilde alıntı yaptım.
Kitaplarda yazardan izler yakalıyoruz demişken şöyle bir kanı geliyor aklımıza; yazarlar yaşadıklarını yazar ya da yazdıklarını bir
müddet sonra yaşamaya başlarlar. Sizin yazma sürecinize böyle bir durum tesir etti mi?
Elbette. Hatta birden çok kez bu durumla karşı karşıya kaldım ancak içlerinden biri yaşamla öykünün fazlaca denk geldiği bir andı.
Onu anlatmak istiyorum. Sokaklarla, çocuklarla ilgili birkaç öykümde Tokat ‘taki ortamımdan esinlenmiştim. Köyde öğretmenlik ya-
kaybolandefterler
83
parken birkaç öğrenci seçmiştim, onları gözlemliyordum. Bu gözlemlerim sonucunda bir öykü yazdım; bisikletle kaçan ve bir kaza
geçiren iki erkek çocuğunun öyküsüydü bu. Aradan zaman geçti ve bu çocukların gerçekten evden kaçtığının haberini aldım. Benim
için olağanüstü bir tesadüftü ve kimseye, aynısını öykümde işlemiştim, diyemedim. Sadece yaşam ile öykünün denk geldiği bir durum
dedim kendimce.
Şu an karşımızda bir Nilüfer Altunkaya var. Ancak bunun yanı sıra anne, eş, öğretmen ve evlat olarak da bir Nilüfer Altunkaya
mevcut. Birden fazla karakteri bir arada taşıyan bir beden... Yazarken hangi karakter ortaya çıkıyor ya da hepsi tek bir elde harmanlanıyor mu?
Benim şöyle bir şizofren yanım var; normalde Nilüfer Güven olarak tanınıyorum. Altunkaya babamdan gelen soyadım. Yazarlık hayatımda Altunkaya soyadımı sürdürdüm çünkü ilk eserlerimi üniversite yıllarımda yazdım. Güven soyadıma geçseydim sanki evlilikten
önceki yazdıklarımı inkâr edecekmişim gibi hissettim. O yüzden şöyle oluyor, öğretmen ve eş olan Nilüfer Güven; yazar ve şair olan
ise Nilüfer Altunkaya. Aslında bir anlamda avantaj da sağlıyor bu durum; her iki ayrı Nilüfer’de de kendimi daha özgür hissediyorum.
Tek handikabım zaman. Bir, iki değil üç, dört karpuz var benim koltuğumda.
Fizik öğretmenisiniz. Ancak bizim toplumumuzda sayısal değil de daha ziyade sözel alt yapıya sahip insanların edebiyata daha
yatkın olduğu gibi bir tez vardır. Bu noktada ne düşünüyorsunuz?
Zamanında edebiyata olan ilgimi bilen öğretmenlerim özgünlüğümü törpülememesi için benim sözel bölüm yerine sayısal bölüme
yönlendirdiler. Fizik de lise de kötü bir dersimdi. Aslında rastlantı eseri bir fizikçi oldum. Ama düşünürsek dilde de bir matematik. Şiir
dilin matematiği, kurgu da öykünün. Bu açıdan sayısalcılığımdan besleniyorum. Ancak felsefe, sosyoloji ya da tercümanlık okumayı
isteyebilirdim bir şansım daha olsaydı.
Kütahya\Tavşanlı’da doğdunuz, babanızın vefatından sonra İzmir’e taşındınız, üniversite öğreniminiz sonra Tokat’a atandınız ve
ardından Eskişehir’e yerleştiniz. Bakıldığı zaman birbirinden farklı coğrafyalar ve kültürler harmanı. Bu zenginlik Nilüfer Altunkaya
öykülerine, karakterlerine ve diline nasıl yansıdı?
Çocukken Tavşanlı benim cennetimdi. Babamı kaybetmem ve İzmir’e geçişimiz cennetimden kovulmam gibi oldu. Bu geçişten sonra
telaş, acılar ve hayatla mücadele etme sürecim başladı. Ancak İzmir bu yönüyle güzeldi; kendimi buluşumla. Ardından Tokat; öğretmenliğimi yeşerttiğim coğrafya. Ve Eskişehir… Eskişehir artık büyüdüğüm, olgunlaştığım ve ürettiğim yer. Aslında yaşadığımız şehirler
bizim de bir parçamız oluyor bir yerden sonra. Ben de şehir gözlemlemek insan gözlemlemekten daha sonra gelişti. Başta gözlemlediğim insanları işliyordum. Sonraları şehirlerinden ruhuma işlediğini fark ettim onları da katmaya başladım öykülerime. Şimdi bunu
daha net yapmaya çalışıyorum ve yakın dönem için içinden her şeyi ile Eskişehir geçen öyküler oluşturmaya çalışıyorum.
“İzmir’e geçiş babamın kaybı vesilesiyle cennetimden kovuluşum oldu.” dediniz. Malum kız evlatlar için baba figürü oldukça önemli. Bazı öykülerinizde de baba modellerinin, kız evlatların ve baba-kız ilişkisinin biraz daha baskın işlendiği görülüyor.
Özellikle seçilen baba karakterleri daha gelenekselci... Bunu Nilüfer Altunkaya’nın içindeki baba figürü ile ilişkilendirebilir miyiz?
Aslında bilinçaltımın satırlara nasıl yansıdığını tam çözemiyorum. Onu sizler daha güzel analiz edebiliyorsunuz. Ancak “Avlu” öyküsü
benim için daha biyografik ve bilinçli bir öykü. Oradaki baba kız ilişkisi kendi yaşamımdan yola çıkarak yazdığım bir ilişki. Belki bu yüzden daha çok sevildi ve içe işledi. Benim için baba; özlem demek. Erken yaşta kaybetmenin verdiği bir doyamamışlık hissi var. Ataerkil
toplumun ikiyüzlülüğü ile çok erken yüzleşiyorsunuz. Baba devletin bir örneklemidir. Babanın ortadan kalkmasıyla devletle ile çok
daha erken yüzleşiyorsunuz. Bu daha kırılgan, yalnız ve mücadeleci yapıyor insanı. Babasız bir evde annemin ve ablamın da zaman
zaman baba rolüne büründüğünü gördüm bu da kadın ve erkek rollerinin aslında ne kadar değişken olabileceğini gösterdi. Bunları
kendim için avantaja çevirmeye çalıştım hem hayatımda hem de öykü dilimde.
84
4.SAYI uzak
Babasız bir kız evlat, okuyan bir genç kız, yazan ve çalışan bir genç kadın ve nihayet bir eş ve anne… Bu toplumda kadın olmanın
yanı sıra edebiyatta da kadın olarak varlık sürdürmek nasıl ortak bir noktada birleşiyor?
Toplumda ne kadar çelişki varsa edebiyat ortamında da o kadar çelişki var. Bizim bir edebiyat endüstrimiz yok, bir edebiyat piyasası var. Edebiyat ortamı dediğimiz şeyin ne olduğu da pek net değil. Ve siz burada var olmaya çalışıyorsunuz. Diğer yandan bazı kirli
ilişkilere de şahit oluyorsunuz. Bunlardan uzak durmaya çalışıyorsunuz. Ürününüz ile var olmak istiyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında
toplumda kadın olarak yalnızsınız; edebiyatta da yalnız kalmanız, kendinizi temiz tutmanız gerekiyor. Kadın olarak hep çıkabilecek bir
savaşa hazır olarak beklemeniz gerekiyor.
Zaten eserlerinize bakıldığı zaman da öykülerinizden daha çok şiirlerinizde daha saldırgan bir dil seziliyor.
Şiir daha coşkulu ve orada kendimi daha özgür bırakıyorum; birebir yansıtıyorum. Kızgınlıklarımız var. Hayat öykülerimiz var. Bunların
da yansıması gereken yerler var. Ki yansısın da zaten. Var olsun.
Her iki şiir kitabınızda da sizin için önemli olan isimlere atıflar yaptığınız bölümler var. Tabiri caiz ise ahde vefa bölümleri… Bu bölümler hakkındaki hisleriniz nelerdir?
Çok çabuk unutan bir toplumuz. Manevi değerlerimize sahip çıkamıyoruz. Doğu kültürüne sahibiz ve bizim için vefanın daha önemli
olması gerekiyor. Ancak vefasızız. Yaşatılması gereken isimler çabuk unutuluyor ve popüler kültürün rüzgârına kapılınıyor. Bu, beni
fazlasıyla üzen bir durum... Bu yüzden şu güne kadar beni beslemiş, bana emek vermiş isimlere bir armağan sunmak için kitaplarımda
yer veriyorum. Bu aldığım güzel dönüş de gösteriyor ki yer vermeye de devam etmeliyim.
Peki, bunca beslenilen isim varken Nilüfer Altunkaya’yı en çok etkileyen yazarlar ve şairler kimlerdir? Başucu kitapları var mıdır?
Bana sevdiğim yazarlar hep dâhimiymiş ve asla ulaşılmazmış gibi gelirdi, hala da öyle.
Etkilendiğim isimlere bakacak olursak; şiir anlamında Toplumcu Gerçekçiler’den etkilendim. Tabii ki de Nazım Hikmet ile başlayan
bir süreçti. Sonra İkinci Yeni şairleriyle tanıştım ve onlardan sonra diğer şairlere daha rahat açıldığımı hissettim. Fransız şairlerin çevirileri, modern şiire katkılarını okudum çokça. Öyküye gelirsek de; lise ve üniversite dönemimde İtalyan yazarlardan çok etkilendim
Cesare Pavese’nin yasama karşı o buruk kırgınlığı ve güzel saptamaları benim iç dünyama çok hitap ediyordu. Yaşama Uğraşı’nın sıkça
okurdum hala da okuyorum. Aslında bu etkileşim süreci Sait Faik ile başlayıp Italo Calvino’ya kadar gidiyor ve bitmiyor. Bitmeyen bir
süreç... Her okunan şey önceki okunana eklenerek büyüyor.
Başucu kitaplarıma gelecek olursak; Bilge Karasu, çok tıkandığım dönemlerde dönüp tekrar baktığım isimlerin başsında gelir. Mesela;
Dante’nin İlahi Komedya’sı bana yaşama sevinci veren bir kitaptır. Tolstoy, Dostoyevski, Çehov; değişmezlerimdir. Yakın dönemde
Yalçın Tosun’u çok beğeniyorum. Aslında birkaçının ismini verip diğerlerini atlarım telaşı içindeyim. Sanırım başucumdakiler de devingen. Sabitelerim yok kitap konusunda.
Verdiğiniz isimler sağlam bir dile ve de derde sahip isimler. Sizce her yazarın bir derdi olmalı mıdır? Nilüfer Altunkaya’nın derdi
nedir hem bir öykücü hem de bir şair olarak?
Yaşamla bir sorunumuz var. Bize yetmeyen ne? Bizi rahatsız eden, dürten şey ne? Bu, sosyal ikiyüzlülük, toplumsal meseleler, dönen
çark karşısındaki çaresizliğimiz olabilir. Yaşadığımız coğrafyada bir anda birden fazla olayla muhatap olup bunları geçiştirerek ya da
kaybolandefterler
85
unutarak yaşıyoruz. Bunca şeye rağmen yaşamaya bahane edebileceğim tek şey okuyup yazmak. Ben okuyup yazmadan yaşayamıyorum. Benim derdim bu.
Peki, yazar mesaj kaygısı gütmeli midir?
Bunu atölye çalışmalarımızda da çok vurguluyoruz; okurun algılayabileceği şeyleri okura doğrudan söylememek gerekir. Bunu izlenimlerle hissettirmeliyiz. Yazarın meselesi dediğimiz şey doğrudan mesajı değildir aslında. Edebi eserde bir mesaj illa ki vardır, olmalıdır ancak bu mesajın ne olduğu kararını alıcıya yani okura bırakmamız gerekiyor.
Nilüfer Altunkaya kitaplığında bulunan ve mutlaka okunması gereken yazarlar ve 5 kitap ismini sorarsak neler olur bu isimler?
Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, John Berger, Italo Calvino, Rus yazarlar falan deyip genelliyim saymakla bitmeyecek. Bir de çağdaşı olmaktan
mutluluk duyduğum isimler var Sema Kaygusuz, Seray Şahiner, Cem Kalender, Ahmet Büke, Yalçın Tosun hemen aklıma gelen yazarlar.
Severek okuduğum yazarlar elbette daha çok…
Kırk Karakter (Canetti), Kral (John Berger), Yaşam Uğraşı (Pavese), Toplu Şiirleri (Edip Cansever), Troya’da Ölüm Vardı( Bilge Karasu)
Şiirlerinize, öykülerinize ve kitaplarınıza isim bulma süreciniz nasıl ilerliyor?
Aslında bir kitabın en zor sureci bu benim için. İsim bulma ve dosya oluşturma sürecinde çok zorlanan bir yazarım. Dosya oluşturmak,
isim bulmak ve onun kitaplaşması kendi içinde başka ve zor süreçler. Kitap ismi ile var oluyor ve okuru da oradan başlıyor okumaya.
Bu yüzden uzun, sancılı süreçlerin sonucunda içime en çok sinen isimde karar kılıyorum. İsim her şey değildir ama etkiliyordur çünkü
her kitabın da bir kaderi vardır bence.
İki şiir kitabınız var; Şiir ve Kız ile Sanki Sonsuz. Ama Sanki Sonsuz kitabınız ilk şiir kitabınızdan kurgu açısından daha farklı. Sanki
upuzun bir şiir var ve belli sayfalara, başlıklara bölünmüş gibi. Ancak şiirlerin yazılış tarihlerine bakıldığı zaman hepsi birbiriden
çok farklı zamanlara ait... Bu bütünlük nasıl sağlandı?
Sanki Sonsuz, benim için çok sancılı bir süreçte tamamlandı. Çünkü hem kendimi hem de şiirimi aradığım bir süreçti. Şiiri bırakacağım
öyküye yöneleceğim, dediğim bir dönemde oluşmuş bir dosyaydı. Bir deneydi benim için. Farklı zamanlara ait şiirleri birbirini takip
eden başlıklarla bir araya gelebileceğine inandım. Öyle de oldu. Sanki, çok da güzel bir sözcük aslında. Ve aslında bir varsayım içinde
yaşıyoruz. Çok keskin bakış açıları ve doğrular yoktur benim hayatımda. Hep fludur. Belki de bu yüzden “sanki” sözcüğüne vurulmuştum o dönemde.
Peki, belli imgeleri var mıdır Nilüfer Altunkaya’nın?
Poyraz, fesleğen, imbat, gece, deniz, yalnızlık...
Şiir üzerine çok çalışabilen bir şair değilim. Biraz daha acemiyim o anlamda. Doğaçlama ile devam etmeye çalışıyorum. Çünkü şiire
olan hevesimi diri tutmaya çalışıyorum. Nasıl yazdığımdan ziyade hangi pencereyi açtığımı görmeye çalışıyorum. Şiir benim için edebiyatla kurduğum duygusal bağ. Artık şiir yazmadan yaşayabileceğimi anladığım anda şiir yazmayı bıraktım, der İngeborg Bachmann.
Bu beni hayli etkileyen bir sözdür. O yüzden şiir adına çok büyük hırsım yok.
Eserlerinizde kullandığınız her kelimeyi günlük hayatta da kullanıyor musunuz?
Kelimelerle de duygusal bir bağımız var. Hem bilişsel hem de duygusal bir bağ var. Sözcüklerin de bizde bıraktığı bir iz var. İlla ki işçilik
de var ama o işçiliği yaparken bile duygusal bağı koparmamaya çalışıyorum. Turgut Uyar gelir aklıma hep bu konuda. O acemi duruşu
kaybetmemeye çalışıyorum.
Son kitabınız; Sevgili Yalnızlık. Diğer üç kitaba göre daha ince işçiliğe sahip bir kitap. Bu bağlamda Sevgili Yalnızlık için daha ustaca ve diğer üç kitabın üzerine ekleyerek yazılmış bir kitaptır diyebilir miyiz?
Yazma deli cesareti. Sevgili Yalnızlık’ın karma bir yapısı var. Yeni öyküler de var, hayli beklemiş öyküler de var. Acemilik baki, o yol
bitmeyecek ama gelişebiliyorsak ne mutlu. Ustaca demek istemiyorum o beni aşan bir tabir olur. Ancak o sürecin bitmemesi, bitmeyeceğini bilmek yazarı daha çok besliyor. Çünkü yazarlığın profesyonelliği yok. Ne zamana kadar nefes alacaksak o zamana kadar
gidecek.
Sevgili Yalnızlık’taki bazı öykülerde paraya, yoksulluğa, aile yapısına, topluma çocuk karakterler ve tren yolları üzerinden atıflarda
bulunulmuş. Bu yolu seçmenizin sebebi nedir?
Trenlerle hepimizin çok farklı bir ilişkisi vardı bizim kuşakta. Çocukluk benim için en cinsiyetsiz olduğumuz dönem. Bu yüzden toplumda gördüğüm noksanlıkları bu cinsiyetsiz, tarafsız dilden dile dökmek istedim. Birçok öykü bitmemişlik duygusuyla devam etti ve
tren yolları geçen öykülere eklendi. Oradaki her çocuk karakter aslında benim iç dünyamda beraber yaşadığım çocuklardı. Çocukların
dünyasından yeterince beslenmiyoruz. Oysa onların dünyası o kadar çarpıcı ki. Çocukların içinde kusurlara karşı büyük bir acımasızlık,
net bir kötücüllük var. Bu da bana çok çıplak geliyor. Bu yüzden onların üzerinden, gözünden, dilinden seslenmek bana daha objektif
geliyor.
86
4.SAYI uzak
Sevgili Yalnızlık’ın kapağı kapattığımız zaman aklımızda kalan iki cümle var:
“Korkmayı öğreniyoruz.” ve “Ellerim için üzülüyorum.”. Bu iki cümleyi biraz
açabilir miyiz?
Korku, modellerle öğrenilen bir duygudur. Küçük bir çocuk hayvanlardan korkmayı bilmez. Ancak siz bir fare görünce çığlık atarsınız ve artık o çocuk da fareden
korkmaya başlar. Edinilmiş çaresizlik olarak yaşıyoruz bu korkuları ama ne kadarıyla yüzleşebiliyoruz? Aksine öğrendiğimiz korkuları da aktarıyoruz. O korku hep
var ve hep var olması gerekiyormuş gibi davranıyoruz. Mesela, işten atılmaktan
korkuyoruz ve haksızlık karşında susuyoruz. Bu da bir yerden sonra baskıyı kabullenme biçimine dönüşüyor. Bu yüzden işlemek istedim korku kavramını çünkü
psikolojik olduğu kadar toplumsal yanı da var.
Ve eller… Benim için hep diğer organlardan farklı bir yerdedir. Bizden, bedenden
bağımsız gibi… Hep eller koşar her işe. Daha emekçi bir yanı vardır ellerin. Kalem
tutan da el, temizlik yapan da el, cinayette silahı çeken de el. O yüzden tüm o
insani hallerimiz için eli simgeleştirdim belki de.
Ufukta bizi bekleyen yeni kitap ya da kitaplar var mı?
Hazırlanma aşamasında olan bir şiir bir de öykü dosyası üzerine çalışıyorum. Bunca yıl Eskişehir’in havasını soluyup ekmeğini yediğim için, içine Eskişehir sinmiş
bir öykü kitabına ulaşma niyetim var. Biraz daha gerçek üstü bir dil kullanmak ve
Sevgili Yalnızlık’ın üzerine çıkmak istiyorum. Yazdan yana çok umutluyum.
Bir de aktif bir atölye günlüğünüz var. Okurlar ve de yazarlar tarafından atölyelere karşı bir önyargı söz konusu. Bu bir yerde de “yaratıcı yazarlık” isminden
gelen bir soğukluk olabilir. Peki, sizce gerçek atölye nedir, nasıl işlemelidir?
Evet, “yaratıcı yazarlık atölyesi” ismi tamamen batıdan gelen bir kavram olduğu
için çevirinin verdiği bir soğukluk aslında. Bizim için atölyenin temel taşı “doğru”
okuma. “ Eleştirel” okumayla başlıyoruz atölye çalışmalarımıza. Bir nevi usta çırak
ilişkisi kuruyoruz. Yazmayı düşünen ama çekinen, yazmaya heves eden insanlar
için bir cesaret kaynağı oluyor bu oluşum. Bir yerden sonra güzel dostluklara da
dönüşüyor. Tıpkı kahve gibi edebiyat da bu noktada bahane oluyor. Bir pazara
dönüşen atölye algısını da kırmaya çalışıyoruz. Tabii ki her katılımcı bir yazar
olmayacak ama en azından nitelikli bir okur olacak. Bizim de amacımız bu. Tüm
bunların yanı sıra da “benim gibi başka deliler de varmış.” hissini yakalayıp yalnızlıktan sıyrılıyoruz aslında.
O zaman yazma serüvenine başlayacak olan ya da başlayan taze kalemler için
birkaç tavsiye alabilir miyiz sizden?
Gençlerle benim farklı bir bağım var. Ben de onlardan çok şey öğreniyorum. Bu
yüzden bunu bir öğüt değerlendirmesinler lütfen. Sadece tecrübelerime dayanarak söyleyebilirim ki; okumaya önem verin! Cesaret sahibi olun, cesur davranmanız önemli. Ama bu cesurluğu ego ile karıştırmamak lazım. Erken ego körelmeye
neden olabiliyor. Eleştiriye açık olmak gerekiyor. Bol bol okumak ve de yazmak
gerekiyor. Çünkü okumak ile yazmak fazlaca paralel gitmesi gereken bir süreç.
Son olarak; bu sayımızın teması “uzak”, Nilüfer Altunkaya için “uzak” kavramı
ne ifade eder?
Uzak deyince şöyle bir şey şu an geldi aklıma: benim yakınım uzaktır.
Mesafe sözcüğünü çok seviyorum, çok da kullanıyorum günlük yaşantımda. Hem
anlam olarak hem de ses uyumu olarak beni besleyen bir kavram. Uzak ben de
mesafeyi çağrıştırıyor ama aynı zamanda mesafesizliği de. Fizikle de bağdaştırırsam mesafe, hız ve zaman çok ilişkili şeylerdir. Mesafe yol almaktır. Yol almak için
bir başlangıcınızın olması gerekir. Bizim başlangıcımız doğumdur, mesafe yaşam
ve bitiş noktamız da ölümdür. Ancak farklı açıdan bakılırsa belki ölüm de bir başka başlangıç noktasıdır. Böyle düşününce uzak var mıdır, yoktur. Uzak yakını da
barındırıyor. Kendimize de uzağız ve kendi içimizde de yol alıyoruz.
Kaybolan Defterler’e, Hatice Tosun ve Taha Savaş’a bu harika sorular için teşekkürlerimle. Yürek dolusu sevgilerimle bu güzel emeğiniz için…
kaybolandefterler
87
FOTOĞRAF: İBRAHİM ADIGÜZEL
ORADAN DA GEÇTİ
KARA LEYLEKLER
İBRAHİM ADIGÜZEL
88
4.SAYI uzak
[BURALARA ALIŞTIM GAYRİ. KÖYÜ İSTEMEM. BEN BURALARI SEVİYOM…]
İSMİDAL-GÜL, ORADAN DA GEÇTİ KARA LEYLEKLER - NEZİHE MERİÇ
Tigris deriz siz ise Dicle; doğup büyüdüğüm, baba ve dede olduğum Tikrit’in etrafını saran nehrin
adıdır. Çocukluğumda arkadaşlarımla kıyısında yüzmeye gittiğim; göçmen kuşların biz çocuklardan
kaçmadığı eşsiz güzellik. Tüm hayvanlar gibi kendilerine zarar vermeyeceğimizi bilen kuşlar içinde
en çok karaleylekler ilginç gelirdi bana, tek ayaklarının üzerinde başlarını gövdelerindeki tüylere
gömüp uyumaları görülmeye değerdi.
Devrik liderimizin hemşerisiydik, hatta çok uzaktan akrabalığımız da vardı. Faydasını da görmedim
değil; devlet televizyonunda işe girerken. İki üniversite bitirip beş kitap yazmış, televizyonda program yapıyordum ki önce işgalciler gelip liderimizi devirdi. Yine bir şekilde devam ediyordu ki hayat;
bu sefer de Suriye üzerinden gelen kökten dinciler ülkemizin bir kısmını ve de kentimizi işgal ettiler.
Akşam haberlerini sunup yayını kapatmak üzereydim ki patlama sesiyle sarsıldı stüdyomuz. Balkondan son anda attık kendimizi aşağıda bekleyen pikaba.
Eşim Sara ile evlenen büyük kızlarımı eşleri ve torunlarımla bırakarak küçük kızımız Sada’yı da
yanımıza alıp zor attık kendimizi Türkiye’ye. Geldik bu orta Anadolu şehrine, Göç İdaresi sağ olsun
yeni yapılan bir siteye kapıcı olarak yerleştirdi bizleri. Buraya gelmeden önce yine denk geldik Tigris
ile Diyarbakır Surları’nın etrafında. Şimdi de oralar viran olmuş, çok üzülüyorum televizyonda denk
geldikçe.
Nezihe Meriç’in “Oradan da Geçti Kara Leylekler” kitabını kapağındaki karaleyleklerden ötürü
ödünç almıştım; Türkçe’mi geliştirmek için gittiğim Halk Eğitim’in kütüphanesinden. Konusu andırsa da bizim hayatımıza yine de kıskanmadım değil köyden büyükşehre gelip kapıcı olan İsmidal ile
Hüseyin’i.
Güzel havayı bahane edip Sara ve Sada’yı götürdüğüm çay boyundaki parkta oturmuş kitabı karıştırıyordum ki havada gördüğüme inanamadım; memleketim Tikrit’te görmeye alışkın olduğum
karaleylek değil miydi o? İbn-i Haldun’un da dediği gibi coğrafya kaderdir…
kaybolandefterler
89
Bir gün
Fırtına dindiğinde,
Ve gökyüzü tekrar safir camgöbeği mavisindeyken,
Biz bir tepenin üstünde oturarak,
Seyredeceğiz güneşin öfkeli kırmızısını,
Erimiş kurşun denizine batarken.
Bir gün
Yaşamın uzun çabası sona erdiğinde,
Ve boş ellerimiz kucaklarımızda dinlenirken,
Biz bir tepenin üstünde oturacağız,
Ve günlerin tantanalı geçit törenini izleyeceğiz:
Bir gülümseme ile birkaç gözyaşı ile ve içimizi çekerek.
Bir gün
Sen ve ben, bir tepenin üstünde oturarak,
Gariplikler yapmaktan hoşlanan ve kendimizle alay eden bir kahkaha ile,
Başlarımızı sallayacağız bilgece:
Çünkü hiçbir gün, o zaman göründüğü kadar parlak olmamıştı,
Ve hiçbiri o denli kapkara, bir umut ışığı barındırmayacak kadar.
Behice Boran
Mihri’ye / 14 Aralık 1940
90
4.SAYI uzak
NE OKUMALI?
Ölüyorum.
Bu kez sahiden ölüyorum.
Gelecek misin yasıma?
Boz Atlı Hızır gibi son nefesime yetişecek misin?
Ucunda ölüm var Heves Ali’m, ucunda elbette ölüm var.
Gelmeyeceksen, elini son kez omzuma koymayacak, alnımı öpüp yolculamayacaksan, bağışlanma dilemeyeceksen; adını aldığın Ali hakkına söyle bari: Sahiden sevdin mi beni?
Kederli sözlerin, kurumuş gözlerin, tozlu yolların, saklanan mendillerin, içli kıpırdanmaların
misafiri, cenazelerin duacısı, hikâyelerin sırdaşı… Dünya ölümlü, gün akşamlı… Son Ağıtçı,
Heves Ali’yi arıyor. Evlerde, sokaklarda, dere boylarında, raylarda, uzayıp giden bozkırda…
Heveeeessss diyerek susuyor. Bana hikâyeni anlat, ağıdını yakacağım.
UCUNDA ÖLÜM VAR
KEMAL VAROL
İLETİŞİM YAYINLARI
PENCEREMDEN
17deneme+1kısa öykü
JULIAN BARNES
AYRINTI YAYINLARI
Ucunda Ölüm Var, yarım asır süren bir aşk hikâyesi. Yalpalayan, şehirden şehire gezinen,
derman arayan, sayıklayan, hatırlayan, rüya çağıran ince bir ah!
Kemal Varol, maharetle memleketi anlatıyor, güneşin içinde doğup battığı bir roman anlatıyor. Masalsı, gürül gürül, ölmeye yatan.
Julian Barnes’ın “Önsöz”de çarpıcı bir betimlemesini yaptığı Sempé karikatürü ve o karikatürde öne çıkan “pencere” metaforu Penceremden başlıklı bu denemeler toplamının
da simgesi. Kitapta yer alan denemelerin neredeyse tamamı “kurmaca” denilen türün
öteki yazınsal türlere oranla başatlığı fikrinden yola çıkıyor: Julian Barnes’a göre, bizi
hayata ilişkin hakikate en çok yaklaştıran, roman ve öykülerin ta kendisidir. Bizler hayatı
“nasıl yaşadığımızı, hayatın ne için yaşanabileceğini, ondan nasıl zevk alabileceğimizi,
ona nasıl değer verebileceğimizi, onun nasıl aksayabildiğini ama aynı zamanda onu nasıl
kaybedeceğimizi” kurmaca sayesinde keşfederiz. Barnes, “kurmaca” kavramına odaklanırken, bu kavram sayesinde öne çıkan “deneme” türüne de hakkını fazlasıyla teslim
etmiş oluyor. Kitaptaki denemelere konu olan yazar, şair ya da sanatçılar çok büyük bir
çeşitlilik sunmakta: Değeri yeterince anlaşılmamış Penelope Fitzgerald’ın “aldatıcılığı”ndan erken modernizmin temsilcisi “şairane olmayan” şair A.H.Clough’a, George Orwell’in
doktriner edebiyat anlayışından Ford Madox Ford’un kendine özgü “uydurmacalığı”na,
Rudyard Kipling’in emperyal duygularla yüklü ulusalcı yazarlığından 18. yüzyılın özdeyiş
yazarı Chamfort’un “bilgeliği”ne, Carmen yazarı Mérimée’nin kültürel varlıkları koruma
tutkusundan nev-i şahsına münhasır resim eleştirmeni Félix Fénéon’un “profil”ine kadar
geniş bir yelpaze söz konusu. Julian Barnes, kitabında ayrıca, Fransa’da bir çeşit tartışmalı edebiyat fenomenine dönüşmüş olan Michel Houellebecq’in yazarlığıyla dünya
görüşünü de masaya yatırıyor; Madam Bovary’nin şimdiye kadar yapılmış çeşitli İngilizce
çevirilerinin ayrıntılı bir karşılaştırmasını ortaya koyuyor; biri geçen yüzyıl başından
ötekisi çağdaş, sevdiği iki Amerikalı kadın yazarın, yani Edith Wharton ile Lorrie Moore’un yazarlıklarına eğiliyor; bir başka gözde yazarı olan John Updike’ın romancılığının
derin bir çözümlemesini yapıp ona olan kişisel edebiyat hazzı borcunu ödüyor. Denemeciliği kurmaca yazarlığıyla her zaman kıyasıya bir yarış halinde olan Julian Barnes, bu on
yedi denemenin arasına “kurmaca” kavramını sorguladığı bir de kısa öykü sıkıştırmış:
“Hemingway’e Saygı.”
Bu kitapları Kaybolan Defterler yazarları önerdi.
kaybolandefterler
91
NE DİNLEMELİ?
HEMŞİN YAYLALARI
YAŞAR KURT
MERT MÜZİK
TÜRK HALK MÜZİĞİ
dem ü dem
AHMET İHVANİ
KALAN MÜZİK
TÜRK HALK MÜZİĞİ
92
1968 yılında İstanbul’da doğan sanatçı ilk ve ortaokulu Küçükbakkalköy’de okudu. Sanatçının Fikirtepe Mehmet Beyazıt lisesindeki tiyatro çalışmaları, düşüncelerine ve hayatına
yön veren önemli deneyimlerin kazanılmasına sebep oldu. 1989 yılında oynadığı yarı şaka
yarı ciddi TV kabaresi oyunculuğu meslek edinme kararını pekiştirdi. Sanatçı kaçırdığı bir
sınavdan sonra Açık Öğretim İktisat bölümüne yazıldı. Ortaokulda teyze oğlunun hediye
ettiği akustik gitar en iyi oyuncağı ve en yakın arkadaşı oldu. Bu gitarla besteler yaptı. İlk
müzik grubu beyaz yunus ile Kadıköy’de tanıştı. Müzikte alternatif peşinde olması, sivri dili
ve kuraldışı tarzı ile grup bir müddet sonra dağıldı ve iki kişi kaldılar. Yaşar kurt tek başına
devam etmek istemediği için tamda bu dönemde bir davet üzerine Almanya Wuppertal’a
gitti. Orada yılbaşında Ada Restoran’da yılbaşı gecesi programında kendine ait alternatif
şarkılarını yorumladı. Köln’de, dünyanın en iyi stüdyolarının birinde, sokak şarkılarını ödünç
bir gitar ile üç saatte kaydetti ve o şarkıları 1994 yılında sokak şarkıları adıyla yayınlandı.
Sanatçı Berlin’e yerleşti ve Rosa doğdu. Sanatçı müzik ve tiyatro dışında fabrika işçiliği,
gazete dağıtımı, lunapark da çeşitli işler yaparken oyunculuk yapabilecek kadar Almanca
öğrendi.
1968 yılında İstanbul’da doğan sanatçı ilk ve ortaokulu Küçükbakkalköy’de okudu. Sanatçının Fikirtepe Ahmet Ihvani’nin alevi-bektaşi müziğine alışılmışın dışında, evrensel bir soluk
getirdiği türkçe ve kürtçe eserlerden oluşan 2. albümü “Dem U Dem” (Zaman ve Mey)
Kalan Müzik etiketiyle yayınlandı.
Mezopotamya’da başladı yolculuk. Ailesindeki aşık geleneğinden beslenen Ahmet Ihvani
bağlamayla çocuk yasta tanıstı. Yolu dünyanın dört bir yanına düşen sanatçı, köklerinden
gelen müzikal altyapıyı evrensel renklerle yoğurdu.
Yaşamını Kanada’da sürdüren Ahmet Ihvani’nin bir yıllık repertuar ve stüdyo çalışmasıyla
dinleyici ile buluşturduğu albümün bağlama ailesi dışında bütün enstrumanları her biri
farklı ülkelerde doğmuş, farklı kültürlerle yetişmiş ve yolları Toronto’da kesişmiş dünyaca
ünlü müzisyenler tarafından çalındı.
Kayıt, mix ve mastering Kanadalı ses mühendisi ve piyanist David Tkaczuk’un imzasını
taşıyor.
Albümde yer alan biri enstrumantal dokuz eserden üçünün sözü ve bestesi, üçünün de
bestesi Ahmet Ihvani’ye ait.
Albume ismini veren, sanatçının kurmanci dilinde yazıp bestelediği “Dem U Dem” (zaman
ve mey) isimli eserde Bulgaristanlı bir gitaristin (Anton Apostolov), Ukraynalı bir dudukcunun (Viktor Kotov), Iranlı bir perkusyoncunun (Naghmeh Farahmand) duygusu ve birikimi
Ahmet Ihvani’nin curası ile birleşirken, Zazaca “Dermana min” isimli eserde Meksikalı
bir çellistle (Mariel Gonzalez) Ukraynalı bir kavalcının (Alex Gaydarov) hüzünlü tınılarını
duyabilirsiniz.
Ahmet Ihvani’nin alevi bektaşi edebiyatının güçlü şairlerinden Harabi’nin “Olmaz mı” ve
Melüli’nin “Güzel dost” şiirlerine yapıtğı besteler de albümde dikkat çekiyor.
Aşık Şemsi’nin “Göster Cemalin Şemini” isimli eserinde eşsiz bir halk müziği arşivine sahip
olan Muharrem Temiz’den destek alındı.
Dem U Dem’de dinleyiciyi bir de güzel süpriz bekliyor. Ahmet Ihvani’ye Yardan Ayrılalı’da
güçlü yorumuyla sanatçı dostu Ahmet Aslan eşlik ediyor.
MUZIMATE
UNTITLEDESIGNER
youtube.com/user/gekkeabt
youtube.com/channel/UCy9dDeaqxCdyjy99JPKHQFQ
4.SAYI uzak
Ön çalışmasını 2013 yılının son çeyreğinde yapmaya başladığımız, yaratıcı ve popülizme
bulaşmamış Sanat ve Edebiyat düşüyle harmanlanmış Kaybolan Defterler, 2015 yılı Ocak
ayının yoğun kar yağışlı bir gününde Yayın Hayatına başladı… Günümüz Sanat ve Edebiyat
çevrelerinin gitgide ticari odaklı birer mezbahaya dönüştüğü şu günlerde, çürük kokan
kelimelere karşı yeni ve temiz bir sayfa açmak istedik…
Seçkin eserler yaratan bir ekiple birlikte; Öykü’ye, Şiir’e ve Deneme’ye yeni bir anlam ve
biçim katarken, sıkça karşı karşıya kaldığımız “kopyala yapıştır” kültür anlayışından ziyade,
kendinden “Türkiye’de ilk kez” cümlesiyle bahsettirecek Sanat ve Edebiyat yapmak, siz değerli okuyucularımıza haberler ulaştırmak; Yeni kalemler ve yeni zihinlerle “Biz de buradayız!” demek istiyoruz…
Okuyucu ile birebir iletişimi kendimize bir kural olarak belirlerken, sizlerden alacağımız
dönütlerle daha çok gelişim, daha çok üretimi amaçlamaktayız…
Günümüz teknoloji çağında, modüler web sayfamızda eserlerimize kolaylıkla ulaşabileceğiniz bir tasarım planladık. Süreç içerisinde sayfamızı Radyo, Kişisel profiller gibi ayrıntılarla
zenginleştirmeyi planlamakla birlikte, okuyucularımıza daha çok kaynaktan ulaşabilmek
için, sosyal ağları da en doğru biçimde sıralanan paylaşımlarla süslemeyi düşünmekteyiz…
Kaybolan Defterler’in asıl ve en önemli düşü ise, zaman içerisinde raflarda yerini alacak
ve arşiv niteliğinde sayılabilecek bir Sanat-Edebiyat Bülteni oluşturma isteğidir. Her birinin
kendince kült birer eser niteliği taşımasını istediğimiz Kaybolan Defterler Dergisi için ön
hazırlıklar yapılmaktadır. Dergi ile ilgili de ayrıntılı bilgileri kısa bir süre içerisinde paylaşmayı planlıyoruz…
Bizler, defter kenarlarına düşlerini çizmiş o çocuklar işte evet;
“Biz de Buradayız, geliyoruz…”
***
Eğer siz de Kaybolan Defterler ekibinde yer almak istiyorsanız, lütfen birden fazla eserinizi
ve kısa bir öz geçmişinizi iletişim bilgileriniz ile birlikte [email protected] adresine değerlendirilmek üzere yollayınız.
İyi günler dileriz.
kaybolandefterler
BİR
KISIM
EDEBİ
ŞEYLER!
kaybolandefterler
93
b
a
z
x
r
fb.com/kaybolandefterler
twitter.com/kaybolandefter
kaybolandefterler.tumblr.com
instagram.com/kaybolandefterler
youtube.com/KaybolanDefterler
kaybolan
defterler
BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER
KAYBOLANDEFTERLER
94
kaybolandefterler.com
4.SAYI uzak

Benzer belgeler