Ankara`da Sonbahar-Okumak için resmi tıklayınız.

Transkript

Ankara`da Sonbahar-Okumak için resmi tıklayınız.
İKİNCİ PERON
A. Yavuz Oruç
ensonKitap
TM
Bu eser yaşanmış olaylara dayanmakla birlikte, bir kurgu çalışmasıdır. Romanda
geçen karakterler, mekânlar, olaylar ve öyküler tamamen yazarın hayal gücüyle
oluşturulmuş ve kurgulanmıştır.
This book is a work of fiction based on real life stories. The characters, locations,
events, and stories described in the book are all imaginations of the author.
İkinci Peron-4. Baskı—4th Edition
Yayın Hakları © 2011, 2012. A Yavuz Oruç
Bu eserin bütün hakları saklıdır. Yazardan izin alınmadan hiçbir ortamda kısmen
veya tamamen alıntı yapılamaz, kopya edilemez, çoğaltılamaz ve yayınlanamaz.
Amerika Birleşik Devletlerinde, ensonKitap tarafından yayınlanmıştır.
Copyright © 2011, 2012. A. Yavuz Oruç. All rights reserved and protected under
International and Pan American Copyright Conventions.
Published in the United States by ensonKitap—www.ensonkitap.comTM.
1. baskı: Aralık 2011/2. baskı: Ocak 2012 /3. baskı: Şubat 2012/4. baskı: Nisan
2012
1st printing: Dec. 2011/ 2nd printing: Jan. 2012/ 3rd printing: Feb. 2012/ 4th printing/April 2012.
ISBN-10:0615553508
ISBN-13:978-0615553504
7.5.1941—İsmet Paşa Kız Enstitüsü/Ankara
Benim cici defterim, dert ortağım, arkadaşım. Seni epeyce üzdüm. Süt gibi
yapraklarının arasına birçok dertlerimi, üzüntülerimi gömdüm. Sen hiç ses
çıkarmadın, itiraz etmeden beni dinledin. Fakat ben senin o sükûtundan
kuvvet aldım ve teselli buldum. Şimdi seni bir müddet için rahat bırakacağım. Eskisi gibi taciz etmeyecek ve göz yaşlarımla ıslatmayacağım.
Tomris’in Hatıra Defterinden
Romandaki Karakterler + Tomris’in Aile Ağacı
I. Aile
Sebati—Zülfiye = Ali Haver, Sıdıka
Asiye—Abdullah = Necmiye—Cevat = Mürüvvet
—Hanife = Muhittin, Memduh
Tahir—
Kenan—Müfide = Sabire =Tomris, Cengiz, Dengiz, Engiz
Mehmet
Samiye
Şevket—Gülten
Piraye—Nazım
Hurşit
Muharrem
II. Zığala
Tahir—Dilâra—Zığala’daki bayan öğretmen—Ailesi = (Mariam, Ruhi)
Rıfat Bey—Nazmiye Hanım = Hazan, Korhan (Çocukları)
(Ezinepazar nahiye müdürü ve eşi)
Cezmi Efendi—Hayriye Hanım (Nazım’ın ailesi)
Hasan—Sarayözü’ndeki öğretmen
—Zekiye (Hasan’ın eşi)
Ali Ağa— Tahir’in ev sahibi ve arabacısı
Hatice Hanım—Köyün ebesi
Satılmış, Yeter—Zığala İlkokulunun öğrencileri
—Muammer Efendi (Babaları)
Sirkeci Mehmet Ağa, Hacı Mustafa Efendi, Bekir Efendi
III. İsmet Paşa Kız Enstitüsü
Tomris—Şaziment (En yakın arkadaşı)—Mustafa
Lale (Arkadaşı)
—Tahsin (Kuzeni)—Necati (Arkadaşı) —Nedim (Arkadaşı)
Cahide, Feriha, Sabiha (Arkadaşları)
Vedat (Muhtemel erkek arkadaşı), Nusret—Vedat’ın arkadaşı
Güzin Hanım (Türkçe öğretmeni)
Ayşe Hanım, Bakiye Hanım (Enstitünün müdireleri)
Emel Hanım (Enstitünün sekreteri)
Nermin Hanım (Fransızca öğretmeni)
IV. Tren
Tomris—Şerife Hanım, Reşit Bey (Vedat’ın ailesi)
Türkân (Amasyalı kadın)
V. Göynücek
Şevket—Durmuş Ağa (Şevket’in arabacısı)
Seyid Ağa—Dudu (Sabire’nin ortakçılık yaptığı toprak ağası,
hanımı)
VI. Diğer
Tahir—Nedime (İlk eşi, Türkân’ın annesi), Tarık (Öğretmen arkadaşı)
Gülten—Niyazi (Gülten’in beşik kertmesi)
İKİNCİ PERON
A. Yavuz Oruç
Tomris, Şaziment ve İPKE’deki arkadaşlarına
—Rüzgâr gibi geçen yıllar için...
Başlarken
2010 yılının sıcak bir Haziran gecesiydi—Yeşilırmak nehrinin kenarında
bir apartmanın dördüncü katında, elinde bir fotoğraf albümüyle gözlerimin
içine bakarak, “yazar mısın bunları?” diye sorduğunda. “Elbette,” demiştim, “elbette yazarım.” Sonra, torba torba, Şaziment’in, diğer arkadaşlarının, ablalarının, hocalarının mektuplarını önüme yığdığında ve teker teker
okuduğumda her bir mektubu, bildim ki yazmalıyım. Anlatmalıyım, kalemimi tutup yazabildiğim kadarıyla, çocukluk hayallerinin nasıl yıkılıp yok olduğunu, gençlik umutlarının nasıl yeşermeden solup sarardığını. Sadece
seni değil, diğer kahramanların senin öykünle kesişen öykülerini de anlatmalıyım ki bilinsin her şey acısıyla tatlısıyla...
1942 Ekim’inde bindiğin Amasya trenine seninle binmeyi ne çok isterdim
bir bilsen. Binemedim elbette—1953 yılı daha doğmamıştı benim gibi ama,
bana verdiğin o mektuplar yok mu—beşik gibi salladı beni Amasya’yla Ankara arasında. Gel istersen tekrar çıkalım yola, dolaşalım birlikte o eski
mekânları zaman eğrisinde—1900’lü yılların başından başlayarak...
A. Yavuz Oruç, 1 Aralık 2011.
İkinci Peron
9
Sonbahar hüznün ilk durağı
Gönül bahçesine kar yağmadan önce...
I. Bölüm—Ankara’da Sonbahar
Hava henüz aydınlanmamıştı. Sergi Sarayından Hâkimiyet-i Milliye
Meydanına çıkan Bankalar Caddesi yokuşunda, akasya ağaçları kurumakta olan yapraklarını yağmurla birlikte yollara bırakmışlardı.
Sonbaharın hüznü parke taşlarla döşenmiş meydanın kenarlarına
terk edilmiş otomobillerin üstüne çökmüştü. Meydanın girişindeki
saatin çarkı sanki durmuş, yeniden kurulmayı bekliyordu. Türkiye
Cumhuriyeti bu semtin eteklerinde kurulalı on dokuz yıl olmuştu.
Cumhuriyeti kuranlar, kazdıkça altından tarih fışkıran meydana, bir
kasnağa gerilmiş beze nakış işler gibi özenle inşa ediyorlardı felsefelerini. Bunun için Avrupa’dan tanınmış mimar ve mühendisler getirtilmişti.
Şehrin modern bir görünüm kazanması için başlatılan imar planlarının ardından, tarihî Taşhan binası yıkılmıştı. Yerine, yeni kurulan cumhuriyetin devletçi politikalarının önemli atılımlarından birisini temsil eden görkemli Sümerbank binası yapılmıştı. Onun hemen yanında İş Bankası binası yükseliyordu. Meydanın batısında
10
İkinci Peron
eski ve yeni Meclis binaları, yeni Meclis’in karşısında şehrin en modern oteli, Ankara Palas inşa edilmişti. Güneyinde, Sergi Sarayına,
oradan da Sıhhiye’ye uzanan caddenin üzerinde Merkez Bankasıyla
diğer ticaret kuruluşlarının binaları görünüyordu. Meydanın doğusunda kalan bölge, imar çalışmalarından henüz nasibini almamıştı.
Kaleye giden yolda, birbirlerine yapıştırılmış tek ve iki katlı ahşap
binalar semtin giderek modernleşen yüzüyle dikkat çeken bir tezat
oluşturuyordu. Binaların alt katlarını işgal eden konfeksiyon mağazaları ve kuyumcu dükkânlarının vitrinleriyle, kuruyemiş ve şekerci
büfelerinin tabelaları kaldırımları aydınlatıyordu. Daha ilerde, caddenin sol tarafında, tek minareli Zincirli Camisi, onun hemen kuzeyinde Julianus sütunu, daha da ilerde Hacı Bayram Camisi semtin
zengin tarihi geçmişini simgeliyordu.
Akmak için sabırsızlanıyordu zaman. Meydanın tam ortasında,
beyaz bir mermer blokun üstüne yerleştirilmiş, Başkomutan Mustafa Kemal’in at üzerindeki heykeli az sonra doğacak güneşin ışıklarıyla yeniden gün ışığına kavuşacaktı. Heykelin Meclis binalarına
bakan tarafında iki Mehmetçik heykeli ellerinde kasatura takılmış
tüfekleriyle onun önünde cepheyi gözetliyorlardı. Arkada, atın kuyruk tarafında, sırtında cepheye mermi taşıyan, şalvarlı bir kadın
heykeli duruyordu. Çevredeki binaların çatılarındaki güvercinler
boyunlarını uzatmış, kuşbakışı etrafı süzüyor, meydana inmek için
kanatlarını kontrol ediyorlardı. Büyük İskender’den Yıldırım Bayezid’e kadar birçok hükümdara uğrak yeri olmuş bu antik Anadolu
şehri yeni bir güne uyanmak, yeni olaylara tanık olmak üzereydi.
*******
Bankalar caddesi yönünden meydana bağlanan yokuşa açılan dar
sokaktan Ankara Palas otelinin ön tarafına geçip hızla yürümeye
başladı. Kaldırımlarda yapraklar öbek öbek birikmiş yürümeyi zorlaştırıyorlardı. Sol eli bavulunun sapına yapışmış sanki bir tekerlek
gibi yuvarlanıyor, arada bir yaprakların üzerine yığılıyor ama durmadan istasyona doğru yol alıyordu. Küt küt atıyordu kalbi. Bir an
aklından kendini yaprakların üstüne bırakıp gözlerini kapatmak
geçti. Projeksiyon makinesine geri sarılan bir filmin kareleri gibi birçok şey geçiyordu gözünün önünden—bir makasla keser gibi aklından çıkarıp atmak istediği bir yığın görüntü. Keşke kurgulayabilseydi yeniden her şeyi bir tohum eker gibi toprağa. Hayali bile güzeldi yeni bir hayatın ama o anda düşünecek zamanı yoktu. Yürümeye devam etmeliydi—birazdan treni kalkacaktı.
Daha rahat yürüyebilmek için yola inmek istedi. Ağarmakta olan
günün parlattığı parke taşların üzerine toplanmış su birikintileri
vazgeçirdi onu. Kaldırımdaki yapraklara ezercesine basarak yürümeye devam etti. Adımlarını sıklaştırırken yolun karşı tarafından
gevrek bir sesin, “Taze simiiiiiiit,” diye bağırdığını duydu. Sabahın
İkinci Peron
11
kör saatinde horoz gibi ötmenin ne âlemi vardı. Simitçinin, kulak
zarlarını patlatacak kadar bağırmasına sinirlense de, açlıktan kazınan midesi galip geldi. Dayanamadı—kaldırımın kenarındaki çöp
kutularının arasından sıyrılıp yola indi. Bavuluyla parke taşların
üzerindeki suları yararak karşı tarafa geçti.
Hatırlıyordu. Odasından çıkmadan önce bütün paralarını cebine
koymuştu. Sağ elini cebine soktu. Karşıdaki ses bir kere daha, “Tazeee simiiiiit,” diye kulaklarını doldurduğunda, simitlerin kokusu
sabahın temiz havasıyla karışıp burun boşluğuna yayıldı. Açlığı
beynini teslim aldı. “Bir simit ne kadar?” diye sordu. Simitçi henüz
kartlaşmamış sesiyle, “Üç kuruş abla,” diye cevap verdi. Cebindeki
paraları saydı. Tam otuz kuruşu vardı. Düşünürken, trenin sireni
yankılanıp durdu kulaklarında. İstasyona çok yaklaşmıştı. Başka
zaman olsa kafası çalışır, durumu iyi muhakeme ederdi. Sabah yorgun kalkmıştı. Topu topu iki saat uyku uyumuş uyumamıştı. Belleğindeki düşünceler pelteleşip yapıştı birbirine. Son bir hamleyle kenarları dalgalı üç tane bir kuruşu mıknatıs gibi çekip cebinden çıkardı. Simitçiye uzattı. Tepsideki simitlerden birini alıp ısırdı, iştahla ağzının içinde ufalayıp yuttu. Açlığını biraz olsun gidermişti. Teşekkür edip yeniden hızla istasyona doğru yürümeye başladı.
Giriş kapısına geldiğinde “Kayseri-Sivas-Samsun yolcularının iki
numaralı perona gelmeleri rica olunur,” diye anons yapıldığını duydu. Biletini almamıştı henüz. İçeri girdi. Bundan önce birkaç kez
trenle memleketine gidip gelmişti. Kalabalığı yararak, boş gişelerden birinin önünde durdu. Öğrenci pasosunu çıkarıp gişedeki memura uzatırken, “Amasya için bilet almak istiyorum,” dedi. “Otuz
kuruş,” diye cevap verdi memur. Parmaklarının ucuyla, simit alırken saydığı paralarını tekrar saydı. Eli sanki cebinin içinde kaybolmuştu. Çekip çıkaramıyordu bir türlü. İçinden, “Aman Allah’ım,”
diye geçirirken, “Pasomla daha az tutmuyor mu?” diye sordu. Camın arkasındaki ses kararlı bir şekilde, “Hayır küçük hanım, pasosuz elli kuruş ödemeniz gerekiyor,” diye ısrar etti. Kalbinin pompaladığı sıvı göz çukurlarına doldu birden. Etrafını göremez oldu. Başını önüne eğdi. Cebindeki bütün paraları çıkarıp gişenin üstüne
bıraktı. Ardından, “Üç kuruş daha,” partikülleri dolaştı kulaklarının
kıvrımlarında. Düşündüğü başına gelmişti. “Galiba yanlış...,” demeye çalışırken, ensesinden sırtına bir şeyler aktığını hissetti. Gözleri
memurun gözlerine kilitlendi. Elini bir kez daha cebine götürdüğünde, dizleri boşalıp yere yığıldı.
Memur, genç kızın zor durumda kalıp bayıldığını tahmin etmişti.
Sık olmasa da, ilk kez gördüğü bir şey değildi. Bilet tomarından bir
tanesini koparıp hızla gişesinden çıktı. “Açılalım lütfen,” derken, etrafındaki yolcuların meraklı bakışları altında, yerde yatan genç kızın üzerine eğilip başparmağını sol bileğinin üstüne bastırdı. Kalbi
12
İkinci Peron
atıyordu. Yolcuların yardımıyla, genç kızı bavuluyla birlikte taşıyarak iki numaralı peronda bekleyen trene götürdü. Kondüktöre bileti
uzattı. Yolcunun biletini aldığını ama daha sonra fenalık geçirdiğini
söyleyip genç kızı boş koltuklardan birine uzatarak oturttu. Kondüktörün şaşkın bakışları arasında, “Birazdan mutlaka uyanır,” diyerek trenden indi.
*******
Gözlerini açtığında dik kayaların tepelerinde boğum boğum bulutları gördü. Sanki daha önce gördüğü bir rüyadan uyanır gibiydi. Şaziment’le birlikte Ulus’ta, anıtın karşısındaki pastanede oturduklarını hatırlıyordu. O gün, hafta sonu olduğu için geç kalkmışlardı.
Kahvaltılarını hızlı bir şekilde yapıp okulun müdiresi Ayşe Hanımdan korku içinde izin kopardıktan sonra, bir anda kendilerini Hâkimiyet-i Milliye Meydanına giden Bankalar Caddesinde bulmuşlardı. Meydana geldiklerinde, Şaziment, “Tomurcuğum, istersen bir
sonraki seansa gidelim, ben çok yoruldum, hem de yağmurda daha
fazla ıslanmayalım,” demişti. O ise henüz o kadar yorulmamıştı.
Düşündükçe, bir gün önce yaşadıkları gözünün önünden bir film
şeridi gibi geçmeye başladı.
Aklında sadece hayranı olduğu Amerikalı aktör Clark Gable vardı. Bir an önce sinemaya ulaşmak istiyordu. Arkadaşına, “Söz veriyorum, istersen dönerken bir pastanede hem çay içeriz hem de karnımız acıkmış olur, bir şeyler yeriz,” dedi.
Şaziment yüzüne kondurduğu zoraki bir gülüşle, “Tamam, istediğin olsun bakalım. Ayaklarım daha fazla şişer de yürüyemezsem
beni kucağına alıp götürürsün,” diye cevap verdi.
Şaşkınlık içinde, yanında duran arkadaşına baktı. Uzun ve iri bir
vücuda sahipti. Onunsa küçücük, ince, çıtı pıtı bir bedeni vardı.
“Tabi,” dedi; “Bir arabaya bineriz, sen de benim kucağıma oturursun, öylece gideriz.”
*******
İki buçuk yıl önceydi. 1940 yılının soğuk bir Şubat gününde, annesiyle birlikte, İsmet Paşa Kız Enstitüsüne geldiğinde gördüğü ilk öğrenciydi Şaziment. Sonradan onun Niksarlı olduğunu öğrendiğinde
içini bir sevinç kaplamıştı. O günlerde memleketten uzaklarda yatılı
bir okulda öğrenci olmak zordu. Tren dışında vasıta yok sayılırdı.
Ankara’dan memleketi Amasya’ya trenle seyahat bir günden fazla
sürüyordu. Şaziment’le aynı yöreden geliyorlardı. Birbirlerini ilk
gördüklerinde, çabucak kaynaşıp arkadaş olmuşlardı. Hep bir arada
oluyorlar, aynı dersleri alıyorlar, aynı yatakhanede yan yana yatıyorlardı.
Şaziment, tek cümleyle örnek alınacak bir öğrenciydi. Derslerinde
başarılı, arkadaşları tarafından sevilen birisiydi. Başarısını aşırı çalışmaktan daha çok, düzenli çalışmasına borçluydu—bir de anne-
İkinci Peron
13
siyle dayısının ona destek olmasına. Birçok aile, çocuklarına moral
verip destek olmak yerine, köstek olurlardı. Nerede bir eksiklerini
görseler abartır, başarılarını küçük bir aferinle geçiştirirlerdi. Babası
öldükten sonra annesi, Şaziment’i dayısıyla birlikte büyütmüştü.
Dayısı onu bir melek gibi koruyup severdi. Başarılarını göklere çıkarır, anlata anlata bitiremezdi. Dayısının davranışı ona büyük bir
özgüven vermişti. Hayatta her problemin eninde sonunda azimle ve
zekayla çözülebileceğine inandırmıştı onu. Kömür rengi gözlerindeki sıcacık bakış, dolgun dudaklarından hiç eksik etmediği incecik
gülümseme bu özgüvenin bir parçasıydı. Okulun düzenlediği defilelerden hiç eksik olmayan, kulaklarının hemen altından kesilmiş ve
düzgünce taranmış saçlarının sarmaladığı sempatik yüzü, onu okulunun maskotu hâline getirmişti. Sevildikçe başarıyor, başardıkça
seviliyordu. Belki de bu yüzden, disiplini seven bir ruhu vardı. Ailesi, akrabaları, öğretmenleri, arkadaşları onun zor şeyleri başaracağına inanmışlardı bir kere. Onları hayal kırıklığına uğratmaktı en
büyük korkusu Şaziment’in. Bu korku özgüveniyle çelişip çatışırdı
içinde hiç durmadan. O yüzden azimle, büyük bir özveriyle yürütürdü bütün işlerini. Verilen ödevleri zamanında yapar, başladığı
her işi mutlaka bitirirdi. Arkadaşlarına verdiği sözü tutardı—tutamayacağı zamanda söz vermezdi. Fazla konuşmayı sevmezdi ama
arkadaşlarına tatillerde bol bol mektup yazardı. Çok arkadaşı olmasına rağmen, erkek arkadaşı Mustafa dışında, sırlarını paylaştığı
tek arkadaşı Tomris’ti.
Tomris de Şaziment gibi babasını kaybettikten sonra, İsmet Paşa
Kız Enstitüsüne yatılı ve burslu girmişti. Belki onun kadar iyi bir
öğrenci değildi ama çok zeki olduğu kuşku götürmezdi. Çekik yeşil
gözlerinden zekâ fışkırırdı. Rakamlara karşı özel bir ilgisi vardı.
Çok hızlı hesap yapar, üç haneli rakamları kâğıt kalem kullanmadan çarpar, bölerdi. Altıncı hissinin kuvvetli olduğunu ailesiyle, yakın arkadaşları çok iyi bilirdi. Disiplin ve intizamı sevmezdi Tomris.
İçgüdüsü ona kurallara bağlı kalmanın insanın yaratıcılığını engellediğini, körelttiğini söylerdi. El becerileri de iyiydi. Biçki dikiş yaparken arkadaşları onun kesimlerine, attığı dikişlere hayran olurlardı. Kesimleri modellere bakarak değil, hayal ederek, duygularıyla
yarattığını söylerdi arkadaşlarına. Konuşmayı severdi—özellikle de
kendini rahat hissettiği ortamlarda uzun uzun sohbet etmeyi. Şaziment’e nispeten daha yumuşak huylu, kavgayı sevmeyen bir ruha
sahipti. Arkadaşlarıyla iyi geçinmek için çoğu kez alttan alır, bir şeye kırılsa bile belli etmemeye çalışırdı. Ruh dünyasını yüzünden kolaylıkla okumak mümkündü Tomris’in. Mutlu anlarında, yeşil gözleri cam gibi parlar, ince dudaklarına utangaç bir gülümseme yerleşirdi. Bir şeye üzüldüğünde, gözleri düşünceli bir hâl alır, küçük
sivri burnu kızarır, dudakları büzülürdü. Korktuğunda veya kötü
14
İkinci Peron
hissettiğinde ise gözlerini kırpıştırır dururdu. Şaziment ona, “Ne
kadar güzel bir yüzün var, Tomurcuk,” dediğinde, “Yok canım, daha neler,” deyip, elleriyle dar alnındaki saçları toplayıp kaldırırken,
“Saçlarımdan yüzüm bile görünmüyor,” diye dertlenirdi. Şaziment
de onun sırdaşıydı. İki buçuk yıl içinde iki kardeş gibi olmuşlar, her
türlü dertlerini paylaşmışlardı. Şaziment bazen ona dayısından gelen mektupları okurdu. Dayısının Şaziment’e verdiği desteği ve anlayışı gördükçe, kendisinin ne kadar talihsiz olduğunu düşünür,
için için sevgili arkadaşını kıskanırdı Tomris.
*******
İki arkadaş, sonunda İsmet Paşa Kız Enstitüsünden Ulus’taki sinemaya kadar süren uzun yolu geride bırakmışlar, “Rüzgâr Gibi Geçti” filminin galasına yetişmişlerdi. Sinemanın önü bir hayli kalabalıktı. Ankara’daki sanatseverlerin yanı sıra, yabancı misyon temsilcileri de ünlü Amerikan aktörleri Clark Gable ve Vivien Leigh’in
başrollerini oynadığı filmi görmek için sinemaya akın etmişlerdi.
Tomris, Clark Gable’i çok yakışıklı buluyor, Ankara’ya gelen hiçbir
filmini kaçırmıyordu. Daha önce, Beyaz Elbiseli Adam ve Bir Gecede Oldu filmlerine de gitmişti. Neredeyse ona âşıktı. Sinemaya girdiklerinde film yeni başlamıştı. El yordamıyla yan yana iki boş koltuğa yerleştiklerinde, Şaziment arkadaşının kulağına, “Ayaklarım
davul gibi şişti, film bitince okula dönemeyeceğiz galiba,” diye fısıldarken, onun gözleri ekrana kilitlenmişti bile. Şaziment’in söylenmesi çok sürmedi. Kısa sürede Vivien Leigh’in büyülü yüzüne kapılıp filmi seyretmeye koyuldular.
Margaret Mitchell’in 1936 yılında basılan romanından uyarlanan
filmde Vivien Leigh 1861’de patlak veren Amerikan iç savaşında,
Georgia eyaletinde yaşayan çiftlik sahibi bir ailenin kızı Scarlett
O’Hara’yı canlandırıyor, Clark Gable da savaşa inanmayan, avare
bir güneyli kovboy Rhett Butler’ı oynuyordu. Scarlett âşık olduğu
Ashley onu istemeyince, genç yaşta başka birisiyle evlenmiş, kısa
bir süre sonra da kocası kuzey-güney savaşında zatürreden ölünce
oturduğu plantasyondan Atlanta’ya göçmüştü. Scarlett, Rhett’i ilk
kez, Ashley’le yaptığı kavgayı gizlice izlerken görmüş, ona kızmıştı.
Daha sonra Rhett’le Atlanta’da yeniden karşılaşmıştı. Kuzey Ordularının Atlanta ve çevresini ele geçirip, yakıp yıkmasından sonra ortaya çıkan kaosta, Rhett’le Scarlett birbirlerine yakınlaşmışlardı. En
sonunda, Rhett’e âşık olup evlenmişti Scarlett. Ona rağmen, Rhett
Scarlett’in Ashley’e tutkusundan rahatsızdı. South Carolina’ya dönüp özgür olmak istediğini söylüyordu. Ekrandaki alt yazılar, filmin son bölümünde, Scarlett’le Rhett’in dramatik konuşmalarını anlamlı hâle getiriyordu:
−Sen demek istiyorsun? Ne yapıyorsun, Rhett?
−Seni terk ediyorum, sevgilim. Artık tek ihtiyacın boşanmak. Böy-
İkinci Peron
15
lece Ashley’le olan hayallerini gerçekleştirebilirsin!
−Hayır, beni yanlış anladın. Ben boşanmak istemiyorum, Rhett. Bu
akşam orda ben, ben de seni ne kadar sevdiğimi anladım. Koşarak
eve gelip sana bunu söylemek istedim.
−Lütfen böyle davranma. Evliliğimizden hatırlayacağımız güzel
şeyler kalsın, tamam mı?
−Rhett, beni dinle! Evliliğimiz boyunca hep seni sevmişim. Bunu
yeni hissettim ama çok aptalmışım, fark edememişim, lütfen bana
inan, lütfen anla beni!
−Sana inanmıyorum. Ashley Wilkes ne olacak?
−Onu hiçbir zaman gerçekten sevmemişim!
−Bu sabah ona sarılırken öyle görünmüyordun ama. Bak Scarlett,
ben her şeyi denedim. Londra’ya giderken bana engel olmaya kalkmadın.
−İstedim Rhett, ama kendimi kötü hissediyordum. Lütfen beni anla!
−O zaman iyi hissetmiyordun ve bu benim hatamdı. En azından,
sonradan beni aramanı bekledim.
−İstedim ama sen ararsın diye bekledim, sen ararsın diye!
−Demek karşılıklı beklemişiz. Ama artık bunların bir önemi kalmadı. Bonnie1 yaşadığı sürece mutlu olmak için bir şansımız vardı.
Onu senin yerine koymuştum. Yeniden küçük bir kız olmuştun. Savaştan ve para hırsından önceki kız. Öylesine sana benziyordu ki,
onu, sana yapmak istediğim gibi şımartıyordum. O öldüğünde her
şey bitti!
−Rhett, Rhett, lütfen beni terk etme! Çok üzgünüm. Olan her şey
için çok üzgünüm.
−Sevgilim, sen daha küçük bir çocuksun. Üzgünüm dediğinde, bunun bütün geçmiş hatalarını düzelteceğini sanıyorsun. İşte, mendilimi al. Seni tanıdığımdan beri asla ağlarken yanında mendilin olmadı.
−Rhett, Rhett! Nereye gidiyorsun?
−Charleston’a, ait olduğum yere gidiyorum!
−Lütfen beni de götür oraya, lütfen!
−Hayır, yalnız gitmeyi düşünüyorum. Çünkü artık huzur istiyorum. Seni, cezbedeceğin ve zarif bir yerde görmek istiyorum, Scarlett. Neden bahsettiğimi anladın mı?
−Hayır, tek bildiğim seni sevdiğim.
−Maalesef bu senin kötü talihin.
−Rhett, Rhett!
−Rhett, Rhett, gitme, ben ne yapacağım, nereye gideceğim?
−Doğrusunu istersen sevgilim, umurumda bile değil!
1. Scarlett ve Rhett’in kızı.
16
İkinci Peron
Ekrandaki altyazıları okurken, Tomris’in yüreği burkuldu. Âşık olduğu adam bırakıp giderken, Scarlett ona yalvarıyor ama dinletemiyordu. Kendini bir an Scarlett’in yerine koydu. Durumu onunkinden farklı değildi. Okulunu bırakmak, daha doğrusu, okulunun onu
bırakmasını istemiyordu. Esrarengiz bir güç, onu memleketine geri
götürüyordu. Amasya’ya döndüğünde arkadaşlarını bir daha hiç
göremeyeceğini düşündü. Sonunda, kendisini tutamayıp, “Lütfen
beni bırakma,” diye bağırıverdi. Şaziment’in eliyle ağzını kapattığını hissetti. Başını önüne eğdi. Scarlett’in yalvarışlarını, film bitinceye kadar içini çekerek izledi. Rhett onu terk ettikten sonra, Scarlett’in, “Yarın yeni bir gün olacak,” diye avunması bile onu tatmin
etmemişti.
Film bittiğinde, iki arkadaş ıslak gözlerle sinemadan çıktılar. Scarlett’in hüsran dolu yaşamı ikisini de etkilemişti. Alacakaranlığa dönen bir sonbahar akşamında, sessizce meydana doğru yürüdüler.
Anıtı geçip İstanbul Pastanesinin önüne geldiklerinde, Tomris, “Merak etme, unutmadım, ayrıca ayaklarını biraz dinlendirirsin,” diyerek pastanenin kapısını açıp arkadaşını içeriye davet etti. Pastane
sinemadan çıkan müşterilerle tıka basa dolmuştu. İki genç kız, giriş
kapısına en uzaktaki köşede, küçük bir masa bulup oturdular. Tadına doyamadıkları Ankara kurabiyesiyle çay sipariş ettiler. Siparişleri geldiğinde büyük bir iştahla kurabiyelere saldırıp çaylarını yudumlayarak sohbete koyuldular..
İstanbul Pastanesi Ankara’nın en popüler uğrak yerlerinden birisiydi. Ulus civarındaki öğrenciler bu mekânın müdavimiydiler. Şaziment’in en büyük hayali, Niksar’ın ana caddesinde böyle bir pastane açıp işletmekti. Hamur yoğurup açmaya, ardından da küçük
hamur parçalarını eliyle değişik şekillere sokup kuru pasta yapmaya bayılırdı. Yaptığı kurabiye ve pastaları annesinin gününe gelen
arkadaşları iştahla yerler, ona övgüler yağdırırlardı. Şimdi de, hayal
ettiği gibi bir pastanede oturmuş, en yakın arkadaşıyla sohbet ediyordu. Tomris’e, ilerde Niksar’da böyle bir pastane açarsa onu görmeye gelip gelmeyeceğini sordu. Başarabilirse, böyle bir pastaneyi
belki o da Amasya’da açabilirdi. Genç bir Cumhuriyetin ilk kuşağı
sayılırlardı. Kuşağının içgüdüsüyle planlar yapıyor, başarılı olmak
istiyordu Şaziment.
Tomris başka düşünce ve duygular içerisindeydi. Ertesi sabah en
yakın arkadaşından, okulundan ayrılacak, Amasya’ya dönecekti.
Yine de onu kırmamak için, “Neden olmasın, Niksar’a gelip hem seni ziyaret ederim hem de bu güzel fikrinin gerçekleşmesi için elimden gelen ne varsa yaparım,” diye cevap verdi. Ardından, döneceği
o küçük şehirde bir ömür boyu nasıl yaşayacağını düşünüp kötü
hissetti. Kim bilir, belki Scarlett’in söylediği gibi, Amasya’ya döndüğünde “yeni bir gün doğacak,” her şey yeniden başlayacaktı. Kim
İkinci Peron
17
bilebilirdi ki—zaman eğrisi telve olup çökmemişti fincanının dibine
henüz...
İki arkadaşın sohbeti uzadıkça uzamış, sonunda dışarda hava kararmıştı. Şaziment, arkadaşına bir jest yapıp hesabı ödemek istediğinde, Tomris, “Ben memleketime dönüyorum senin burada paraya
ihtiyacın olur,” diyerek arkadaşına izin vermedi. Çiseleyen yağmurda, iki arkadaş yeniden İsmet Paşa Kız Enstitüsünün yolunu tuttular. Bankalar caddesine girerken, Tomris’in gözleri Ankara Kalesinin ışıklandırılmış, yakamoz gibi parıldayan surlarına takıldı. Kalenin onu bir mıknatıs gibi çektiğini hissetti bir an. “Kaleye çıkalım
mı?” diyecek gibi oldu ama arkadaşının ayaklarının şiştiğini hatırlayıp vazgeçti. Başını sağ tarafa çevirdi. İstasyona giden caddenin
üzerinde, Millet Meclisiyle Ankara Palas otelinin ışıkları yanıyordu.
Daha ilerde, yolun üstünde Ankara Garı’nın ışıkları belli belirsiz seçiliyordu. Meydandan yokuş aşağı uzanan yola bir süre baktı. Akıp
gidiyordu zaman. Ertesi sabah Amasya’ya gitmek için bu yoldan
tek başına yürüyecekti...
*******
Okula döndüklerinde gece saat dokuzu geçmiş, dört katlı binanın
ışıkları çoktan yanmıştı. Kapıya dayandıklarında ikisinin de adrenalin bezleri çatlamak üzereydi. Nöbetçi öğretmen telâşla binaya girdiklerini gördüğünde, neden geç kaldıklarını sordu. Tomris, Güzin
Öğretmeni çok seviyordu. Giderayak onu üzmüş olabileceğini düşünüp gözlerini kırpıştırarak başını önüne eğdi. Şaziment, kendine
has özgüveniyle, şişen sol ayağını gösterip uzun bir yürüyüşe çıktıklarını, sonunda bir pastanede dinlenmek zorunda kaldıklarını anlattı. Güzin Hanım kızsa da öğrencileri sağ salim döndüğü için rahatlamıştı. “Hadi o zaman, bir an önce yatakhanenize geçin,” diyerek Şaziment’le Tomris’i içeri aldı.
Şaziment’in sol ayağı iyice şişmişti. Merdivenlerden zor çıktı. Yatakhaneye girip yatakların çoğunun boş olduğunu görünce birazcık
rahatladı. Sağ ayağının üzerinde sekerek yatağına doğru yürürken,
“Bizden de geç kalanlar varmış,” diye mırıldandı.
Tomris, karşısında yaralı bir ceylan gibi yatan arkadaşına baktı.
Başını yastığının üstüne koymuş, sol ayağını ranzanın tahtasına dayamış, gözlerini duvara dikmişti. Acı çektiği belliydi.
Onu üzmemeye gayret ederek cevap verdi: “Canım benim, acı
içindesin biliyorum ama unuttun galiba. Bugün cumartesi, bizim
komşuların çoğu Ankaralı. Hepsi şimdi aileleriyle hoş vakit geçiriyorlardır.”
Şaziment gözlerini duvarda gezdirirken, alıngan bir sesle söylendi: “Tatlım, sen de ailene kavuşuyorsun; yarın burada Sabiha, Feriha ve benden başka kimse kalmayacak.”
Tomris’in yüzündeki ifade birdenbire değişiverdi. Gözleri ıslandı.
18
İkinci Peron
Arkadaşını üzmek istemedi. Yatağına doğru dönerek cevap verdi:
“Geç oldu, vedalaşalım istersen. Ben daha bavulumu bile hazırlamadım.”
Şaziment, arkadaşının aniden ayrılmak istemesine önce bir anlam
veremedi. Yatağında doğruldu. Ağrı içinde kıvranırken, isteksiz bir
sesle, “Sana yardım edebilirim,” dedi.
Şaziment yanılmıştı—Tomris bavulunu çoktan hazırlamıştı. Bu seferki gidişi daha önceki dönüşlerinden çok farklıydı. Sabah olduğunda, üç yıldır yatılı olarak okuduğu okuldan belki de Şaziment’i
bir daha hiç görmemek üzere ayrılacaktı. O ana kadar birlikte keyifli bir gün geçirmişlerdi ama solumak gibiydi yaşamak—Aldığın nefes kadar veriyordun sonunda. Yine de, Tomris, ayrılık anının bu
kadar çabuk kapısına dayanacağını hiç düşünmemişti doğrusu.
Kendini hep beyaz yalanlarla kandırmış, öyle ya da böyle okuluna
devam edeceğini umut etmişti. Arkadaşlarının çoğuna o gün memleketine döneceğini söylememişti bile. Dayısının son anda ona haber gönderip, “Okuluna devam edebilirsin,” demesini beklemişti.
Gelmemişti beklediği haber ve gideceği gün en sonunda gelip çatmıştı işte. Zaman döndürüyordu çarkını bir hamise bile sapmadan.
Kendisi dışında her şeyi, iyi kötü demeden eskitip geçmişe gömüyordu. Bu kez de öyle olacaktı besbelli. En yakın arkadaşı Şaziment
bile ona, “Gitme, kal ne olursun,” diye ısrar etmiyordu. Aksine,
“Bavulunu hazırlamana yardımcı olurum,” diyordu.
Arkadaşına kırılmıştı Tomris. “Teşekkür ederim, daha fazla yorulma; bugün yeterince yoruldun, ayağın bile şişti,” dedi. Ses tonundaki değişiklikten ağlamakta olduğunu hissetti arkadaşı. Bütün
kuvvetini toplayarak ayağa kalktı. Sekerek yanına yürüdü. Küçük
omuzlarından tutarak yatağına itti. Birlikte yatağa düştüler. Tomris’in yüzünü elleriyle tutup kendisine doğru çevirdi. Bağrına bastırıp sarıldı. Sonra gözyaşlarına dokundu. Dayanamadı, yeniden sarılıp kucakladı. Sonunda sonbahar yağmuru gibi boşaldı ikisi de.
Şaziment, Tomris’in onu bırakıp gitmesine içerlemiş ama o ana
kadar belli etmemişti. Dertlerini, sırlarını paylaştığı en yakın arkadaşı, güneş doğduğunda mekânından uçup gidecekti. Ne kadar sarılıp kucaklasa boştu. Kimseyle konuşamadığı konuları, başından
geçen olayları, bundan sonra kiminle dertleşip rahatlayacaktı? Kara
Harp Okulundaki arkadaşı Mustafa’yla olan hikâyelerini kime anlatacaktı? Kendi derdine yanarken, durumun hiç de düşündüğü gibi
olmadığının farkına vardı sonunda. Arkadaşının okulunu yarıda bırakması içini çok daha acıttı—ona sarıldığında. O, okuluna devam
ederken, Tomris, Göynücek denilen kasabada tıkılıp kalacak, dayısının evinde hapis hayatı yaşayacaktı. Ona içini dökmüş, okuldan
ayrıldıktan sonra başına gelecekleri anlatmıştı. Dayısının onu neden
okuldan almaya karar verdiğine bir türlü anlam veremiyordu Şazi-
İkinci Peron
19
ment. İnsan bu kadar katı yürekli olabilir miydi? Tomris özbeöz yeğeni, ablasının biricik kızıydı. El becerileri nedeniyle, girilmesi en
zor olan moda ve giyim bölümüne kabul olmuştu. Sevilen bir öğrenciydi. Nasıl olur da okuldan alınırdı?
Birden aklına Müdire Hanım geldi. Tomris onunla konuşmalıydı.
Ayşe Hanım belki dayısını ikna eder, okuldan ayrılmamasını sağlayabilirdi. Düşündüklerini karşısında çaresiz bir şekilde oturan arkadaşına sıraladı: “Tomurcuğum, istersen sen yarın gitme. Pazartesi
Müdire Hanımla konuşalım, belki senin okula devam etmen için bir
şey yapar, ne dersin?”
Tomris bitkindi. Göz çukurlarının içinde yaşlar dere yatağı gibi
kurumuştu. Şaziment ne diyordu? “Ayşe Hanım gerçekten bir şey
yapabilir mi?” diye düşünmeye zorladı kendisini. Dayısını seviyordu sevmesine ama ara ara içindeki kırgınlığı depreşiyor, isyan duyguları kabarıyordu. En son gidişinde, eğer okulu bırakırsa, Amasya’nın eşrafından bir ailenin evladıyla evlilik yapabileceğini söylemişti dayısı. “Okulda geçirdiğin her gün şansını azaltıyor, evliliğini
imkânsız hâle getiriyor, evladım,” demişti. Mart ayı geldiğinde on
yedi yaşını bitirmiş olacaktı. Onun yaşındaki kızların evlilik şansı
on dört, on beş yaşındaki kızlara göre daha azdı. Her şey gibi, evlenmenin de zamanı vardı—sona kalan dona kalır, hayatı zehir
olurdu Tomris’in.
Dayısı ne derse desin, Tomris’in gönlünde yatan İsmet Paşa Kız
Enstitüsünün moda ve giyim bölümünden mezun olup Ankara veya İstanbul’da bir iş bulmaktı. Osmanlı İmparatorluğunun ardından
kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 1925 yılında kılık kıyafet kanunu çıkarmıştı. Giyim tasarımcılarına ihtiyaç vardı. Okulda edindiği bilgilerle bu girişimlere destek olabilir, öncülük bile edebilirdi. Neden
olmasındı? Genç yaşına rağmen o bütün bunları görebiliyordu da,
dayısı neden düşünemiyordu? Hadi o düşünemiyordu ama annesini hiç anlamıyordu. Ona öğretmenlerinin tasarlayıp diktiği elbiseleri ne kadar çok beğendiklerini anlatmıştı. Şaziment doğru söylüyordu. Müdire Hanımla konuşup okulunu bitirmeden memleketine
dönmemeliydi.
Başının hâlâ Şaziment’in omuzuna dayalı olduğunu hissetti. Arkadaşına daha sıkı sarılırken, “Galiba haklısın, söylediğini düşünmeliyim,” dedi. Tek atan iki yürek uzun süre birbirlerine sarılı kaldılar.
Sonunda saatin gece yarısını geçtiğinin farkına vardılar. Şaziment
kendisini acı içinde yatağına zor attı. “İyi geceler, Tomurum,” diye
mırıldanarak kısa süre sonra uykuya daldı.
Tomris artık yalnız kalmıştı ama zamanın çarkı kurulmuştu bir
kere—durmadan dönüyordu. Hazırlanmalıydı. Etrafına bakındı.
Gözleri ilerdeki iki yatağa takıldı. Feriha’yla Sabiha’ya veda etmek
istedi. Çoktan uykuya dalmışlardı. Parmaklarının ucuyla ikisinin de
20
İkinci Peron
saçlarını okşadı. Yatağına döndü. Yanındaki dolaptan bornozunu
aldı. Hızla en alt kata indi. Banyolardan birine girip duşun altına
geçti. Uzun saçlarını sabunlarken, memleketine döndüğünde, sıcak
suyu akan banyoyu ne kadar özleyeceğini düşündü. Sonra yine aklına Şaziment’in söyledikleri geldi. Acaba Ayşe Hanımla konuşmalı
mıydı? İyi ama ne diyecekti? Okul idaresine ayrılacağını bildirmişti.
Dilekçesi, daha sonra dönme hakkı saklı kalmak üzere tasdik edilmişti. Şaziment haklıydı ama yapacağı bir şey kalmamıştı. Ayşe Hanım ona kalabilirsin dese bile, dayısına durumu nasıl izah ederdi?
Annesi, dayısının sözünü dinlememesini affetmezdi. İdealleri bir
yanda ailesi öte yandaydı. Düşüncelerinin dağıldığını hissetti. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Kararını vermişti—Amasya’ya dönmekten başka bir seçeneği yoktu.
Banyodan çıktı, bornozunu giyip tekrar yatakhaneye döndü. Saatine göz attı. Zaman hızla sabaha akıyordu. Treni altı saat sonra kalkacaktı. Aldığı duş biraz olsun yorgunluğunu gidermişti. Yatağına
oturdu, bornozunu çıkardı. Göğüsleri, ince boynunun ve omuzlarının altında dimdik duruyordu. Saçları omuzlarının üzerinden beline kadar uzanıyordu. Elindeki havluyla saçlarını birkaç kez kuruladı, boynunun kenarlarından ön tarafına alıp bıraktı. Saçlarının dokunmasıyla göğüs uçları daha da dikleşti. Bornozunu yeniden sırtına geçirdi. Ayağa kalktı, odanın öbür köşesine kadar yürüdü, aynanın önünde durdu. Etrafına bakındı. Arkadaşları derin uykuya
dalmışlardı. Önceki gün gördüğü film gözünün önüne geldi. Küçük
bedeninin üstündeki yüzünü inceledi. Sanki Scarlett O’Hara’yı andırıyordu ama gözleri onunki gibi yuvarlak değil, çekikti. “Benim
gözlerim daha güzel,” diye geçirdi aklından. “Ama, çenem neden
bu kadar dar, ağzım da onunkinden büyük galiba,” diye mırıldandı.
Derken, Rhett Butler girdi düşüncelerine. Hayal gücü yorgunluğunu bastırdı. Göğüs uçlarına dokunup kendisini seyre daldı. Sonunda dayanamadı—gözlerini kapatırken, Rhett’in dudaklarının sıcaklığını hissetti. Gözlerini açtığında, aynada çıkık yanaklarının kızardığını fark edip irkildi. Etrafına bakındı. Şaziment uyuyordu. Koşarak yatağına döndü. Artık eşyalarını kaldırıp giyinmeliydi. Bir çırpıda bavulundan iç çamaşırlarını çıkarıp giydi. Bornozla havlusunu
katlayıp bavuluna yerleştirdi. Dolabının içinden okulda diktiği düşük yakalı bluzunu aldı, başından ve kollarından geçirip giydi. Saçlarını bluzunun dışına çıkardı. Bacaklarını, yine kendi diktiği kahverengi kumaş etekliğinin içine sokup etekliği belinin üzerine kadar
çekti. Kemerini taktı. Tekrar aynanın önüne geçti. Saçlarını arkasına
toplayıp tokaladı.
Neredeyse hazırdı ama okulunu son bir kez olsun dolaşmak istiyordu. Yatakhaneden çıkıp merdivenlerden giriş katına indi. Güzin
Hanımın dersliğine girdi. Ona olan sevgisi, Türkçeyi diğer dersle-
İkinci Peron
21
rinden daha çok sevdirmişti Tomris’e. Her zaman oturduğu sandalyesine oturdu. Ellerini masanın üzerine koyup gözlerini tahtaya çevirdi. Cuma günü işlenen Ahmet Haşim’in “Şafakta” şiirinin ikinci
kıtası henüz silinmemişti2:
Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek? Düştüyse gönüller bu melale Bir eldir ufuklardan uzanmış Zulmet bizi çekmekte visale Güzin Hanım sanki bilerek bu şiiri ona birkaç kez okutup anlamını
sormuştu ders boyunca. Nedenini şimdi anlamıştı. Hocası, Tomris’in dönüşü olmayan bir yola çıktığını, okuluna olan özlemini, ancak gecenin karanlığında, hayal gücüyle giderebileceğini ima etmişti. Sandalyesinden kalktı, tahtanın yanına geldi, tebeşiri eline aldı.
Gözlerinden damlalar dökülürken, belleğinin derinliklerinde tortulaşan isyanı kazıyıp döktü tahtaya:
Dönmek mi bir gün belki evet
Ama bugün yolculuk var heyhat
Bir sözdür bir çift dudaktan çıkan
Beni alıp götüren olmayası gurbete...
Tekrar sandalyesine oturdu. Ahmet Haşim’in şiirini ve kendi yazdığı dörtlüğü bir kere daha okudu. Satır satır işledi iki şiiri de beyninin kıvrımlarına. Sinemada olduğu gibi, Güzin Hanıma “Beni lütfen bırakmayın,” diye haykırmak geldi içinden. Sözleri boğazında
düğümlendi. Sandalyeden kalktı, kapıya yöneldi. Son kez tahtaya
bakıp dersliğin lambasını söndürdü. Kapıyı kapatıp koridora çıktı.
*******
Okulu artık evi gibi olmuştu. Ayakları bu kez onu birinci kattaki dikiş atölyesine götürdü. Sıra sıra dizilmişti makineler. Şaziment’in,
Feriha’nın, Cahide’nin ve onun dikiş makinesi yan yanaydı. Makinesinin önüne geldi. Sandalyesine oturdu. Örtüsünün fermuarını
açıp çıkardı. Singer marka makinesine baktı. İğnenin ucundaki ipliğe dokundu. Sağ eliyle makinenin sırtını okşadı, volanını ileri geri
çevirdi. Kim bilir kim kullanacaktı makinesini o gidince. Belki boş
duracaktı bir süre. Yanındaki makinelerin seslerine kulak kabartacak, onun ahenkli ayak vuruşlarını arayıp özleyecekti. Bu atölyede
ne kadar çok zaman geçirmiş, ne giysiler dikmişti. Giyim tasarımcısı
olmayı makinesinin önüne oturduğu ilk gün aklına koymuştu. Babasına söz vermişti. Doktor olamazsa, tanınmış bir modacı olacaktı.
Bunun için elinden gelen her şeyi yapmış, İsmet Paşa Kız Enstitüsüne burslu girmeyi başarmıştı. Tasarım derslerinde arkadaşları
2. Zulmet: Karanlık, Visal: Kavuşma, Melal: Dert, hüzün.
22
İkinci Peron
onun kesim ve dikiş çalışmalarını merakla izler, tasarladığı giysilerin omuz ve bel bölümlerini birleştirirken attığı dikişleri nereye gizlediğini bulamazlardı. Yaptığı giysiler moda öğretmeni tarafından
diğer öğrencilere örnek gösterilirdi. Bir keresinde diktiği bir takım
elbiseyi onun desteğiyle Ankara’da yapılan bir defilede sergileyip
ödül almıştı.
Eliyle bir kez daha okşadı dikiş makinesini. “Canım makinem benim, belki bir gün gelir, dönerim sana; yine güzel giysiler tasarlarım, birlikte dikeriz seninle,” diye mırıldandı. İki damla gözyaşı ıslattı makinenin boynunu. Sildi eliyle—hızla örtüsünü takıp fermuarını kapattı makinesinin. İçini çekti, geriye döndü, bir koşu tekrar
merdivenleri çıkıp yatakhaneye girdi. Hem fizik hem de ruh olarak
bitmişti. Treni üç saat sonra kalkacaktı. Zaman akıp gidiyordu durmadan. Son bir kere bavulunu gözden geçirdi. Dolabının kapağını
açtı—tel elbise askıları bulvardaki akasyalar kadar çıplaktı. O olmasa bile eşyaları yola hazırdı artık. Yatağına uzandı, gözlerini kapatıp
zamanı durdurdu...
*******