İndir

Transkript

İndir
ÇUKUROVAS ANAT
Aylık Fikir Sanat Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:3 Mart 2010
ÇukurovaSanat’tan...
Üçüncü sayımızla tekrar merhaba;
Bahar geldi.
Tabiat, tüm güzelliği ile yine aklımızı karıştıyor.
Yeni filizler, yeni çiçekler, yeni meyveler vermek için toprakta alabildiğince gayretli, ağaçlar da.
Her çiçeğin başında bir arı, çiçeğin özünü toplamanın peşinde.
İnsanın bunları görüp de gıpta etmemesi, insanlığının gereğini hakkıyla yerine getirememekten
dolayı üzüntü duymaması mümkün değil.
Bir şeyler ters gidiyor...
Bir şeyler gerektiği gibi yapılmıyor...
Ve bizler, unuttuklarımızı hatırlamamak, bilmediklerimizi öğrenmemek dahası kendimiz olmamak
adına sebepsiz bir telaşın içerisinde bocalayıp duruyoruz.
Nevruz’u kutluyoruz.
Ağaçların, çiçeklerin velhasıl tabiatın kendine gelmesini,
titremesini, yeni tomurcuklar açmasını kutluyoruz.
18 Mart Çanakkale Zaferi’ni,
o savaşta kahramanlık gösteren şehit ve gazileri rahmetle ve minnetle anıyoruz,
hızımızı kesemeyip mayın gemisini de unutmuyoruz.
Ama bir yanımız eksik, bir yanımız garip.
Ağaçlar çiçek açıyor, silkinip kendine geliyor da biz niye yapamıyoruz.
Bizim de köklerimiz yok mu?
Bizim köklerimiz yeniden çiçek açtıracak, filiz verdirecek kadar güçlü değil mi?
Bu toprakların YURT olmasında kahramanlık gösterenleri özel günlerde hatırlıyoruz da,
onların o imkansızlıklar içerisinde başardıkları,
bizim bu uzay çağında yaptıklarımızla ve uğraştıklarımızla kıyaslanınca, acaba biraz daha utanmak,
mahcup olmak gerekmiyor mu?
Nevruz’unuz kutlu olsun...
Saygılarımızla...
Abdullah Beyceoğlu
ÇukurovaSanat
Aylık Kültür Sanat Edebiyat Dergisi
İmtiyaz Sahibi
Abdullah BEYCEOĞLU
Yazı İşleri Müdürü
Ömer Faruk BEYCEOĞLU
Genel Koordinatör
Selim ONAY
Hukuk Danışmanı
Av. Ahmet AHİOĞLU
Danışma Kurulu
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Ali ARSLAN(Garipkafkaslı)
Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH
Prof. Dr. Erman ARTUN
Doç. Dr. Şener DEMİREL
Doç.Dr. İsmail DOĞAN
Yrd. Doç. Dr. Türker EROĞLU
Yrd. Doç. Dr. Şevkiye KAZAN
Yayın Kurulu
Öğr. Gör. Cengiz ATLAN
Öğr. Gör. M. Ali NALBANT
F. Kaya KUZUCU
Ayşe TEKİN
Feridun DALGINLI
Yunus ERİK
Emete GÖZÜGÜZELLİ
M. Ali ARSLAN
İletişim
P.K 1077 Cemalpaşa/ADANA
[email protected]
[email protected]
0 539 332 58 79
Baskı/Cilt
Kuşak Ofset
Kapak Deseni: Garipkafkaslı
Yıl : 1 Sayı : 3 Mart 2010
İÇİNDEKİLER
3
ÇukurovaSanat‘tan
6
Fikirlerimin Atası... Bahtiyar Vahapzade
Dr. Ahmet Ali ARSLAN
11
Atmaca Uçurumu
Yetik OZAN
12
“Sevgi”li Bahtiyar Vahapzade
Sedat YURTSEVEN
14
Gülüstan
Bahtiyar VAHAPZADE
17
Bahtiyar Vahabzade’nin Şiirlerinde Aşk
Yard.Doç.Dr. Hüsniye MAYADAĞLI
26
Şimdiki Zaman Çekiminde Bir Mahkuma
Mektup
Dilaver CEBECİ
27
Gençosmanoğlu ve Şiirleri
İsa KOCAKAPLAN
33
Geri Gelen Mektup
H. Nihal ATSIZ
34
Amerika Kızılderili Kabileleri ve
Türk Dünyasında Nevruz Merasimlerindeki Benzerlikler
Dr. Ahmet Ali ARSLAN
43
Ay Pişik
Emin Garabağlı GÜZELSOY
44
Kargayı Öldürdüler
Şerif BENEKÇİ
Abone Şartları: (Yıllık) Yurt İçi : 60 TL Yurt Dışı : 90 TL
Posta Çeki: Ömer Faruk BEYCEOĞLU-6090548
Fiyatı: 5 TL
Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez.
ÇukurovaSanat Dergisi’nde yayımlanan yazılar izin
alınmadan yayımlanamaz veya iktibas edilemez.
FİKİRLERİMİN ATASI… BAHTİYAR VAHAPZADE
Ağlayarak geldi dünyaya… Adın aldı Bahtiyar oldu…
Azad olan ülkesinde Bahtiyar yaşadı… Bahtiyar öldü…
Bir tabutta “iki bayrağa” sarılıp göçtü…
Dr. Ahmet Ali Arslan
[email protected]
izler bırakan unutulmaz o akşamı bugünmüş gibi
hatırlıyorum.
Aradan otuz yıl geçti, “madalya meselesi” aklıma
geldikçe kendimi gülmekten alamıyorum. Mutlaka, o zaman Üniversite öğrencisi olan ve Gorki
Parkında gülmekten karınlarını tutarak yerlerde
yuvarlanan Rus gençleri de hala gülüyorlardır.
O zamanlar, Moskova’dan İstanbul’a her gün uçak
seferleri yoktu. Vatan’a uçacağımız günü sabırsızlıkla
bekliyorduk. Bizimle, tanınmış Azerbaycan tarihçisi
rahmetli Hamit Araslı’nın oğlu, Elman Araslı Bey
Yıl 1979… Dağcı arkadaşım Dr. Mecit Doğru ile
birlikte gittiğimiz Pamir’79 seferinden Moskova’ya
geri dönüp, tıraş olup, temizlenip, temiz gömleklerimizi giyip ve Gorki Parkında akşam serinliğinde gezintiye çıktığımız güzel bir Moskova akşamıydı.
Pamir’de, dünyanın en yüksek yaylası, “Dünyanın
Damı” denilen yerde bir Kırgız Anasından satın
aldığım ve ne olduğunu bilmeden “On Çocuk Doğuran” analara verilen “Kahraman Ana” madalyasını
yakama takıp, Gorki Parkı’nda gülmesini unutmuş
Rusları güldürdüğüm, hayatımda manalı ve derin
6
ilgileniyordu. Bir akşam, kaldığımız otele geldi ve
“Uçağınız hazır, artık vatana uçuyorsunuz… ama, Ahmet Ali bey Baku’ye uçacak bu akşam. Pasaportunu
bize verilen talimata uyarak Baku’ye gönderdik,” dedi.
Atatürk Üniversitesindeki genç akademisyenlerin hepsinin o zamanki “Akademik Atası” Prof.
Dr. Abbas Zamanov Bey benim mutlaka Baku’ye
uğramamı istemişti. Türkiye’ye dönüşüm bir
hafta daha uzamıştı. Yüreğime büyük bir ateş
düşmüştü, tarifi imkânsız bir hararet basmıştı bedenimi. Uğruna ömrümü tükettiğim, fikirlerimin “Kâbe”si Baku’ye uçağımız indiğinde, saat
gece yarısını çoktan geçmişti. Sulhay Hesenov Bey
beni hava alanından aldı ve Azerbaycan Oteli’ne
yerleştirdi. Mihmandarım artık belli olmuştu.
Bize tahsis edilen bir Volga arabayla şiirlerini
yolumu aydınlatan bir ışık gibi görüp kabul ettiğim,
“Gülistan Poeması”nın şairi Bahtiyar Vahapzade’yi
görmek için onun doğup büyüdüğü Şeki şehrine
doğru yol alıyorduk. Doğrusunu söylemek gerekirse, o güne kadar bu sözü edilen şiirin tamamını
Türkiye’de gören “birkaç seçkin göz” vardı. Bahtiyar Vahapzade’ye “bir şey yaparlar” korkusuyla
Türkiye’de yayınlanmasına sıcak bakılmıyordu.
Şeki’ye doğru giderken, sanki Azerbaycan’ın
“kalbi”nden geçiyorduk. Göz alabildiğince uzanan,
üzüm bağlarının arasından geçiyorduk. O zamana
kadar bu kadar güzel ve “asker gibi” hizalı dizilmiş
üzüm bağları görmemiştim. Bunu itiraf etmekte bir
sakınca görmüyorum; o zaman gördüklerim bana çok
tesir etmişti. “Azerbaycan bu konuda Türkiye’den çok
önde” şeklinde düşünmekten kendimi alamamıştım.
Şeki’de Bahtiyar Vahapzade’yi, Şekililerin kendisi
için yaptırmış oldukları yeni evinde ziyaret ettik. Bu
eve yeni taşınmıştı. Dışarıya kurulan masada, oğlu
da vardı. Nişanlıydı, daha düğünü olmamıştı. İlk
defa bu sofrada Bahtiyar Vahapzade’nin hanımının
kendi elleriyle hazırladığı “mürebbe”, yani, reçelle
çay içtim. Hazırlanışı, sunuş şekli ve en önemlisi, Japonlar gibi, “eskiye bağlılığın, modernizm”
olarak kabul edilmesini görüp yaşamak çok hoşuma
gitmişti. Sohbet bir aile havasına bürünmüştü. Ben
sadece konuşulanları dinliyordum ve bana soru
sorulduğunda kısa ve öz cevap verip susuyordum.
Daha çok dinlemek, asırların biriktirmiş olduğu
hasretin yarattığı susuzluğumu gidermek ve kana-kana bu bulak başında serinlemek istiyordum.
Bahtiyar Vahapzade “Borçalı Terekeme”lere
değinince, ben de Çıldır, Zurzuna, Keçebörk, terekemelerinden derlediğim orijinal ve hiç “rüzgâr değmemiş”
ve “kırışığı açılmamış” fıkralardan anlatıyordum. O
zaman henüz “doktora öğrencisiydim”, doktoram
için hala malzeme derlemekle meşguldüm. Söz
döndü-dolaştı Televizyon yayınlarına, keyfiyetine ve
programların kalitesine geldi. Bahtiyar Vahapzade
bizzat kendisinin yaşamış olduğu bir hatırasını
anlattı.“Bir gün Baku’de benim Televizyonda filmimi
çektiler ve sonra yayınlamak üzere üzerinde çalışmağa
başladılar. Yayın günü geldiğinde bana telefon ettiler.
Evde ailecek toplandık seyretmeğe başladık. Birden
ekrana benim portrem geldi. Ne kadar kötü olduğunu
anlatamam. Hemen,’Televizyondaki bu çirkin adam
kim? Kapatın, görmek istemiyorum,’ dedim. Hanımım
hemen atıldı, ‘Bahtiyar, ama o senin fotoğrafındı. Kendi kendine televizyonda bile olsa bir dakika bakmağa
tahammül edemiyorsun. Bir de benim ne çektiğimi
düşün. Bunca yıldır, senin o beğenmediğin, çirkin
yüzüne bakıp duruyorum,’ dedi.“ Hanımı da kahkahalarla bize katılıp bu kısa hatıraya uzun-uzun güldü.
Hep beraber kalktık, Bahtiyar Vahapzade, benimle birlikte Şeki şehrinin kuzeyindeki dağlara doğru
yüz tuttu. Beni bir kalenin surlarının önüne getirdi.
“İşte bu, ‘Gelersen-Görersen’ kalesidir. Bu kaleyi
elinde tutan Şeki Hanları düşmanlarıyla giriştiği
amansız savaşların hepsinden galip ayrılmıştır,” diyerek sözlerine, daha doğrusu halkını bana anlatmayı
devam ettirdi. Kaleden geri dönerken dağlardan
kopup gelen buz gibi derenin kenarında olgunlaşmış
Böğürtlenler gördüm. Bir avuç toplayıp büyük bir
iştahla yedim. “Türkiye’de bu meyveye ne diyor-
Desen: Garipkafkaslı-1973
7
lar?” diye sordu ve ben de “Böğürtlen,” diye karşılık
verdim. “Herhalde etrafını saran dikenlerden olacak,
bizim buralarda buna Böğrütikan diyorlar,” şeklinde
konuyu “karşılaştırmalı Türk Kültür Tarihi” ne getirdi. Yurdunun her köşesini, her taşını, her çalısını
tanıyordu ve biliyordu. Bereketli toprak kokusu geliyordu, ağzından kendi yurdu ile ilgili dökülen kelimelerden.
Şeki’de Bahtiyar Vahapzade ile geçirdiğim günler
boyunca, büyük vatan şairini dinledikçe ne kadar
boş ve kültürsüz olduğumu gördüm. Bu boşluğumu
dolduracağıma Bahtiyar Vahapzade’nin doğduğu
şehirde, Şeki’de söz verdim. Türkiye’ye döndükten sonra, kendi milletimi ve kendi milli kültür hazinelerimi okuyup araştırmama hız verdim.
Şeki’de akşam üzeriydi. Caddede büyük bir
kalabalığın dağa doğru yürüdüğünü gördük. Biraz
sonra bunun bir cenaze merasimi olduğunu gördük.
Başta Şeki’in müftüsü arkada cemaat mezarlığa
gidiyorlardı. Omuzlarında bir tabut vardı. Ben hiç
sormadan fotoğraf makineme davrandım ve 3 kare
fotoğraf çektim. Başta benim mihmandarım Sulhay Hesenov olmak üzere yanımdakilerin bundan rahatsız olduklarını gördüm. “Türkiye’de
bazı çevreler, Azerbaycan’da ölülerin yakılıp, küllerinin gübre olarak kullanıldığını iddia ediyorlar.
Bu fotoğrafları Üniversitedeki konferansımda ve
derslerimde gösterip, Şeki’de de bizim gibi
cenazeyi imam eşliğinde hayır dua ile mezarlığa
gömüldüğünü anlatacağım. Onun için çektim,” diyerek fotoğraf makinemdeki filmi kurtarmıştım.
Vatan şairi Bahtiyar Vahapzade ile ilk tanışmam ve
ilk sohbetim 1979 yılının Ağustos ayında Şeki şehrinde
olmuştu. O zaman Şeki’de bulunan resmi Rus Haber
Ajansı TASS muhabiri Şeki’nin güzel şeftalilerini
göstererek “Bunlardan Türkiye’de de var mı?” diye
sormuştu. Bu soruya Azerbaycan insanını incitmeden nasıl cevap vereceğimi bilememiştim. Bunun
cevabını bulurum ümidiyle Bahtiyar Vahapzade’nin
yüzüne baktım. O anda, Türk’ü, özellikle Türk
adıyla çağrılan yegane devlet olan Türkiye’yi küçük
düşürecek kim olursa olsun, bir çırpıda silkeleyip
atacak, bir fikir devinin sert bakışlarıyla karşılaştım.
TASS muhabiri bu soruyu sorup soracağına pişman
olmuştu. “Türkiye’de de var bunlardan. Hürriyetlerinden mahrum yetiştikleri için, sizin şeftaliler bizimkilerden daha tatlı” diyebilmiştim. O zaman Bahtiyar Vahapzade, evinde nasıl bir “yabancı”yı misafir
ettiğini daha iyi anlamıştı.
Aradan çok geçmeden ben 1980 yılının Temmuz ayında “Doktora”mı Ankara Dil, Tarih ve
Coğrafya Fakültesinde savundum. Aynı yılın Aralık
ayında, Washington’da Amerika’nın Sesi Radyosu
bünyesinde “Azerbaycan Bölümü”nü kurmak için
giden ilk öncü ben oldum. Ne kadar bela, musibet ve zorluklar varsa benim başıma geldi. “İnsan
yüzlü ejderha”larla burada karşılaştım. Büyük baskı
ve çektiğim sıkıntılardan bıktığım günler oldu, ama
Şeki’de, Bahtiyar Vahapzade’yle tanışmamdan sonra kendi-kendime verdiğim “şeref sözü” buna mani
oldu. “Azerbaycan’ın bağımsız olduğunu mutlaka
görmeliyim… Azad ve hür Azerbaycan’ın helal
lokmasından kırıp, tuz-çöreğinden yemeliyim. Sefalı
bulaklarından kana-kana su içmeliyim…” diyerek
mücadele gücümü, savaşma gücümü yeniliyordum.
Gün geldi dayandı Azerbaycan’ın “Moskova”nın
“buyruk”
çemberinden
kopup-ayrılmasına.
Azerbaycan’ın Sovyetler Birliğinden kopmasını
düşünmek bile istemeyen Kremlin tankları Baku’ye
yürüttü. O “kara” günlerde Amerika’nın Sesi
Radyosundan Elçibey’i ve Bahtiyar Vahapzade’yi
arayıp, seslerini kaydedip onları Azerbaycan
halkına ulaştırıyorduk. Bahtiyar Vahapzade’nin
Baku’den Amerika’nın Sesi vasıtasıyla Moskova’ya
haykırışlarını ve hakaretlerini duyduktan sonra,
Azerbaycan’ın kesin kez Azadlık yolunda dönüşü olmayan bir yola girmiş olduğunu anlamıştım.
Bahtiyar Vahapzade ile bu sefer Baku’deki evinde
görüştüm. Takvimler 24 Ocak 1991 tarihini gösteriyordu. Yanımda, Baku’lü bilim adamlarından Dr.
Yunus Memmedli, Azerbaycan’ın “Bağımsızlık
Savaşçı”larından Oruç Şirinov ve Güney
Azerbaycan’ın batı Almanya’da yaşayan Cemiyet
üyelerinden Mehemmed Pelahenk vardı. Bahtiyar
Vahapzade’nin hanımı, devamlı taze çay ikram ediyordu. Masada 1979 yılında Şeki’de tatma fırsatı
bulduğum aynı “mürebbe” lerden vardı. Bahtiyar
Vahapzade 20.Ocak. 1990 tarihinde Rus tanklarının
yarattığı vahşeti anlatan şiirlerinden okuyordu.
Uğursuz gece…
Bahtiyar Vahapzade, Cumartesi’ni Pazar’a bağlayan
bu geceyi böyle adlandırmıştı. Bu katliam ve bu vurgunlar ne için yapılmıştı? Azerbaycan’ın suçu veya
günahı neydi? Baku, Moskova’nın payını az mı
tutmuş, yoksa geç mi göndermişti? Türk olmaları tek
günahlarıydı. En azından Bahtiyar Vahabzade böyle
düşünüyordu:
Anladık halkların beraberliği,
Kâğız üzerinde bir kuru sözmüş.
Bu katlden sonra bildik çok şeyi,
Bizim günahımız Türklüğümüzmüş.
8
Milletler dostluğu astar yüz imiş,
Bunun neyi varmış sözünden özge?
AtaTürk düz demiş, vallah düz demiş,
‘Yokdur Türkün dostu özünden özge.’
Onlar sübut etti her kara zulmün,
Eli uzunsa da ömrü gödekdir.
Halkın azadlığı sabah, biri gün
Şehit yarasından göğerecekdir.
Türk öz menliğini bilenden beri,
İblis de gelecek kasdini bildi.
Karaçay, Ahalsık, Kırım Türkleri,
Balkarlar, Mesketler sürgün edildi.
Şenbe gecesinde gecikdi seher,
Zaman yitirmişdi o gün sağ solu.
Ömürden geçerek geçdi şehitler,
Bir kanlı gecede bin yıllık yolu.
İki yanağı var ama bir yüzü,
Türk öz anasından bele doğulmuş.
Anlayabilmirem niye Türk sözü,
Kiminse başına düşen taş olmuş?
Adımız dolaşdı bütün dünyanı,
Çok da ki akımız kara yozuldu.
Bizim şehitlerin dökülen kanı,
Hakkın kitabında imzamız oldu.
Azadlık verilmir, alınır, dayan!
Onun elçisidir ölüm, kan kada.
Ölüme, cefaya hazır olmayan,
Millet hazır değil azadlığa da.
Sebep Azerbaycan’ın ahalisinin Oğuz Türklerinden ve tek kelimeyle Türk olmalarıydı. Bahtiyar Vahapzade başka sebep bulamıyordu. Volkan
yüreğinden saçılan sözünün eriydi:
Başına min oyun açan Litvaya,
Merkez gözün üste kaşın var demir.
Menimse başımı salıp halkaya
Akan kanıma da bakmak istemir.
Merkez değiştirir günde rengini,
Merkez meni görür, hiç onu görmür.
Bizden yığışdırıp kuş tüfengini,
Ama Ermeninin topunu görmür.
20 Ocak 1990 saldırısı, bağımsızlık yolunda
arkasına bakmadan ileriye yürüyen Azerbaycan tam
bağımsızlık hareketini yok etme amacı güdüyordu.
Ama Moskova bu konuda yanıldığını çok geçmeden
anlamıştı. Bahtiyar Vahapzade, vatanı uğrunda
toprağa düşen şehitleri yad için yüreğinin sızısını
satırlara dökmektedir:
Katil güllesine kurban giderken,
Gözünü sabaha dikdi şehitler.
Üç renkli bayrağı öz kanlarıyla,
Veten göklerine çekdi şehitler.
20 Ocak. 1990 tarihinde Azerbaycan’ın günahsız
insanları, çocukları, kadınları, yaşlıları gülle-baran
edilmişti. Cadde ve sokaklar onların temiz kanlarıyla,
Türk kanıyla sulanmıştı.Bütün bu insanlar boşuna mı
öldüler, gereksiz yere mi toprağa kavuştular? Bu sorunun cevabı kesinlikle hayırdır. Onlar boşuna ölmediler, ölümleriyle bir halkın ölmediğini gösterdiler.
Bağımsızlık uğruna, azaldık uğruna bu cesur insanlar Azerbaycan’ı kanlarıyla suladılar, Azerbaycan’ın
tarihte kalan “lekesi”ni kanlarıyla yıkadılar. Bahtiyar
Vahapzade bu gerçeği dile getiriyor:
Tarihi yaşadıp dileğimizde,
Bir yumruğa döndük o gece biz de.
Yıkıp köleliği yüreğimizde
Cesaret mülkünü dikdi şehitler.
Bilirik bu bela ne ilkdir, ne son
Ölürken uğrunda bu ana yurdun.
Kuzu cildindeki o koca kurdun,
Doğru, düz şeklini çekdi şehitler.
Bu ölüm, bu kırgın ders olsun bize,
Demeyek boş yere candan geçdiler.
Onlar şehit olup milletimize,
Korkmamak dersini talim geçdiler.
İnsan insan olur öz hüneriyle,
Millet millet olur hayrı, şeriyle.
Toprağın bağrına cesetleriyle
Azadlık tumunu serpdi şehitler.
Yaman dözümlüdür oda kül atır,
Her zulme, cefaya dayanır millet.
Soyula soyula o susur, yatır
Kurban vere vere uyanır millet.
Azerbaycan’ın Rus tanklarıyla işgâl edilmesinin
birinci yıl dönümünde Baku’ye geldiğimde, Bahtiyar
9
Türkiye’de neşr ettirmiştim.
Ahmet Ali Arslan bu hadiseleri öz gözü ile görmese
de, hadiselerin şahidi olan insanların, Azerbaycan’ın
ve dünyanın tarafsız ve objektif haber ajanslarının,
en önemlisi, delil olan yerinde çekilmiş fotoğraflara
dayanarak, sonunda hakikati yüze çıkarabilmiştir.
Kitabın objektif bir cepheden yazıldığını gösteren
başka bir delil de, Ermenilerin Karabağ’a 19.
yüzyılda nakledilmesi ile ilgili tarihi belgelerin Ermeni, Gürcü ve Rus kaynaklarına dayandırılması
olmuştur. Ben bu kitabın Avrupa dillerine de tercüme
edilmesinden yanayım. Çünkü, Avrupa ve Amerika’da
Ermeni lobicilerinin yaymakta olduğu yalan malumatlar, Avrupa ve Amerika’da yaşayan insanları,
yanlış yola sevk etmiş ve hakikatlerin üzerinin örtülmesine sebep olmuştur. Hangi millete mensup olursa olsun, bu kitabı okuyan bir insanın, hakikatleri
göreceğine bu felaketlerin Azerbaycan halkının
başına haksız yere getirildiğini kolayca anlayacağına
ve tarihin en eski çağlarından beri bir Türk toprağı
olan Azerbaycan’ın, hiçbir zaman bir Ermeni toprağı
olmadığını öğreneceğinden katiyetle eminim.
Vahapzade’yi evinde ziyaret etmiştim. O zaman “Azerbaycan’ın Demokrasi Yolunda Çektiği
Çile… DAR GEÇİT” adlı kitabım henüz matbaaya girmemişti. Bahtiyar Vahapzade’den kitabın
el yazmasını okuyup, eğer uygun görürse bir Önsöz yazmasını rica etmiştim. Benim bu ricamı yerine getirmiş gece geç saatlere kadar kitabımın el
yazmasını okumuş ve aşağıdaki “Önsöz” ü yazarak
beni şereflendirmişti:
“Ahmet Ali Arslan’ın 20 Ocak Katliamına ve milleti bu katliama getirip çıkaran yolların tahliline
vakfedilmiş kitabını yüreğim kan ağlayarak okudum.
Azerbaycan halkının başına getirilen belalara ve Ermeni terörüne karşı yardımsız kalmış bir milletin tek
başına verdiği mücadelesini anlatan bu kitabı hakikatleri aydınlatan bir ayna olarak adlandırmak mümkündür. Kitabın en iyi taraflarından biri, müellifin
uzun uzun devam eden faraziyelere ve münakaşalara
yer vermeyerek, her fikrin ve onunla ilgili olayın ispatı
için tamamen delillere dayanmasıdır. Sözde Karabağ
problemine ve bizi 20 Ocak faciasına sürükleyen
olaylar, bu olaylarda Moskova’nın iki yüzlü siyaseti
hakkında hadiselerin içinde olan biri olarak ben de
“Tavşana Kaç Tazıya Tut” bir kitapçık yazmış ve
Bahtiyar Vahapzade
20 Ocak 1991 – Baku “
10
ATMACA UÇURUMU
Yetik Ozan
Sarı Uygurların ardından
Orda, Kansu’daki o yalçın yarda
Bir aylak atmaca döner bunalır,
Yorulup diplere doğru ağar da
İnsan kokusuna konar bunalır.
Bir sarı karanlık bastı basacak,
Humma gibi sinsi, soluksuz, sıcak
Yılan deliğine gizlenen bıçak
Son diri ışıkta yanar bunalır
Bir dilsiz gece tek tanığı günün,
Bakır yüreklerde paslanan kinin,
Kanlı gerçeğini örtünce Çin’in
Afyonlu düşüne iner bunalır.
O düşte br yıldız azar, açılır,
Beş ucundan kızıl hışım saçılır,
Yeryüzü bir haşhaş kadar küçülür,
Çizildikçe pınar pınar bunalır.
İnsanlığa yumak çapaklı gözler
Kara fenerlerle şeytanı izler,
Ölüm bayramınca maskeli yüzler
Çirkin gülüşlerde donar bunalır.
Kötürüm dağlara çarpan kör yollar,
Sessizlik içinde boğulan göller,
Uçurum başında titreyen güller
O sonsuz düşüşü anar bunalır.
Gerçek bu, sanmayın bir Çin masalı,
Beyaz güvercinler ürkek, tasalı,
Atmaca ağzında bir defne dalı
Kırılmış yerinden kanar bunalır.
Desen: Garipkafkaslı-1973
11
“SEVGİ”Lİ BAHTİYAR VAHABZADE
Sedat Yurtseven
[email protected]
“Min yol de ki, sev! Sevgidir insanı ucaldan,
Yox faydası, yoxsa eger canda mehebbet.”
Şikayet ediyoruz..
lerden üzerinize huzur yağmurları yağacak.
“Sevgim mene qanad verdi, uçurdu,
Men özümden yuxarıyam, aman, hey.”
Günden, güneşten, zamandan, zeminden, halden,
elden, dilden şikâyet.
Sanki kuşatılmış gibiyiz. Yol, iz bulmakta zorluk
çekiyoruz. Nefesimiz daralıyor. Susuzluğumuz sahralarca artıyor. Çok büyük kalabalıklarda yapayalnız
kalmışız. Anlatamıyor, anlaşılamıyoruz.
İşte kanatlandınız, kuşatıldığınız çeperin dışına
çıktınız. Şimdilik o kehkeşandan, o rüya âleminden
payınıza BAHTİYAR VAHAPZADE düştü. Anam
sütü kadar helal ve temiz dilinden kendimizi okumaya başladık. Tahlile, takdime gerek kalmadan kulak
verelim
Ezelden haqiqat aşiqiyem men.
Başqa cür yaratmış tebiet meni.
Eserem, coşaram derya teq, ancaq,
Yaşatmaz kin meni, küduret meni.
Fuzuli asırlar öncesi sanki bugünü tarif eylemiş;
“Dert çok, derman yok, düşman kavi, tali zebun.”
Evet, şekvanın sonu yok.
Belki bunlar kısmen doğru ama galiba biraz işin
kolay tarafı.
Ne murada yetdi, ne kama çatdı,
Özge qapısına kim ki, daş atdı.
Ömrün yollarında meğrur yaşatdı,
Ehdime, sözüme sedaqet meni.
Oysa esbaba tevessül etmek diye bir keyfiyet var.
Esbaba tevessül etmiyoruz gibi geliyor bana.
Susuzluğumuzu kandıracak pınarlar aramak zor geliyor. Hal ehlinin haliyle hallenmek, ehl-i dil ile yoldaş
olmak kısaca kâmil manada tefekkür etmek zor geliyor.
Könüller dil açır her xoş bestede,
Bülbülle qocalmaz gül qefesde de,
İller qocaltsa da, son nefesde de,
Qocaltmaz dünyada mehebbet meni.
Aşk ile sevmek, Yaradan adına yaratılanı sevmek,
aşk ile cümle eksikleri tamam görmek, Yunus
Emre’ye uzak olduğumuz için zor geliyor.
Zamanla söyleşirken, zarafeti elden bırakmıyor
hem tariz hem sual var.
Qocaldır insanı, qocaldır zaman;
Üreyin ateşi, közü qocalmır.
Dağları, daşları qocaldan zaman,
Bilmirem, bes niye özü qocalmır?
Ve elbette Hz. Mevlana’ya, Hünkâr Hacı Bektaşi
Veli’ye, Hoca Ahmed Yesevi’ye ve bu uluların çerağı
ile aydınlanan o muhteşem medeniyete, düşünce
dünyasına uzak olduğumuz için zor geliyor.
Getdi baharımız, yer qışa qaldı.
Düzler qara qaldı, yağışa qaldı.
Bizimki bir quru baxışa qaldı,
Neyleyek, arzunun gözü qocalmır.
Oysa o aydınlık yola çıkın göreceksiniz. Büyülü bir
kehkeşan altına uzanın gökten yıldızları birer birer
indirmeye başlayın. Göreceksiniz, maveradan, öte12
Bextiyar, düşünek biz derin-derin.
Xeyallar möhteşem, arzular şirin.
Esl senetkarın, esl şairin,
Özü qocalsa da, sözü qocalmır.
Min yol de ki, sev! Sevgidir insanı ucaldan,
Yox faydası, yoxsa eger canda mehebbet.
Hem zövqüdür, hemcövrüdür ömrün, o, heyatın;
İnsanı ucaldan da, qocaldan da mehebbet.
Mana âleminde gezinirken, o içten, o samimi
yakarışı her dem tekrarlanasıdır.
Dünyanı gözelleşdirir öz cilveleriyle,
Xoşdur duyan insana xeyaldan da mehebbet.
Ulu Tanrı, kömeyim ol,
Arzuma adaxla meni.
Meni insan yaratmısan,
İnsan kimi saxla meni.
Men Bextiyar oldum o zamandan ki, sevildim,
Min Can yaşadır ezmle bir canda mehebbet!
Dedem Korkut dili ile, o, ezeli ebede bağlayan millî
vicdan sesiyle, Bakü’den Hazar’ın nazlı dalgalarına
emanet edip gönderdiği şu mısralar geleceğimize,
ümidimiz, kıvancımız, öğüncümüz, gençlerimize
hediye diye verilen paha biçilmez mücevherler gibidir.
Göl olmuşam dama-dama.
Melhem qoyma sen yarama.
Bu sevdaya bu merama,
Daha beter bağla meni.
Fikirlerim qatar-qatar,
Biri atar, biri tutar.
Yaxınlara elim çatar,
Qovuşdur uzaqla meni.
Qelbine baş vurmasa,
İnsan ucalmaz, oğul.
Sehvini görmek qeder,
Merifet olmaz, oğul.
Ey ümidim, ey gümanım,
Sözüm haqsa, nece danım?
Qurban olsun haqsa, nece danım?
Nahaq işden saxla meni.
“Haqq” deye çarpan ürek,
Haqqını tapsın gerek.
İçden oynanmış çiçek,
Yaz boyu solmaz, oğul.
Soruşdular: Kimdir menim
Yaxşıma da pis deyenim?
Hem dostum, hem de düşmenim,
Gösterdi barmaqla meni.
Xoşdusa ilk arzular,
Sonrası gülşen olar.
Dağda bulanmış sular,
Bağda durulmaz, oğul.
“El” deye candan keçen,
Qesdini ölçüb-biçen,
Eyri yolu düz keçen,
Yolda yorulmaz, oğul.
Ve “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız.”
Hükmünce amel eden, sevgi ikliminde cevelan
eden, hasbice seven, sevdikçe yücelen, sevdikçe
güzelleşen ve sevilen Bahtiyar Vahapzade. Sevgi adamı, muhabbet adamı Bahtiyar Vahapzade.
Ve bengütaş gibi yüreğimizin derinliklerine kadar
işleyen bir muhabbetnamesi;
Türk’ün gönül coğrafyasını gönüllere
etmemişsek şikâyet hakkımız yok.
En ülvi, temiz duyğudur insanda mehebbet,
Ömrün yoluna nur sepir her anda mehebbet.
nakş
Aramak, araştırmak, taşımak, yaşamak ve yaşatmak
gibi asla göz ardı edilemeyecek sorumluluklarımız
var. Bahtiyar Vahapzade şimdi Kara Ozan ile Yunus
Emre ile Mehmet Akif, Yahya Kemal, Şehriyar, Pir
Sultan Abdal, Âşık Veysel ve dahi sonsuz sayıdaki
hem derdi ile -ki terennüm edilen Türk’ün dertleridirRahmet-i Rahman’da dertleşmektedir. Ve inanıyorum
ki mekanları cennettir.
Dünya da mehebbetle dönür, fırlanır ancaq
Mehver de mehebbetdi, bu dövran da mehebbet.
Ad-san da, şeref-şan da bir övladıdır eşqin,
Şövket de mehebbetdi, gülüm şan da mehebbet.
13
GÜLÜSTAN
Bahtiyar Vahabzade
Azərbaycanın birliyi və istiqlaliyyəti uğrunda çarpışan
Səttar xan, Şeyx Məhəmməd Xiyabani və Pişəvərinin əziz xatirəsinə
İpək yaylığıyla o, asta-asta
Silib eynəyini gözünə taxdı.
əyilib yavaşca masanın üstə
Bir möhürə baxdı, bir qola baxdı.
Babaların şəni, şərəfi, əlbət,
Bizə əmanətdir, böyük əmanət...
Yoxmu qanımızda xalqın qeyrəti?
Belə saxlayarlar bəs əmanəti?
Qoy ildırım çaxsın, titrəsin cahan!
Ürəklər qəzəbdən coşsun, partlasın.
Daim haqq yolunda qılınc qaldıran
İgid babaların goru çatlasın.
Kağıza həvəslə o da qol atdı,
Dodağı altından gülümsəyərək.
Bir qələm əsrlik hicran yaratdı,
Bir xalqı yarıya böldü qılınc tək.
Qoy əysin başını vüqarlı dağlar,
Matəmi başlandı böyük bir elin.
Mərsiyə söyləsin axar bulaqlar,
Ağılar çağırsın bu gün qız, gəlin!..
Öz sivri ucuyla bu lələk qələm
Dəldi sinəsini Azərbaycanın.
Başını qaldırdı,
Ancaq dəmbədəm
Kəsdilər səsini Azərbaycanın.
Tərəflər sakitdir, qəzəbli deyil,
Məhv olan qoy olsun, onlara nə var.
İmzalar atılır bir-bir, elə bil,
Sevgi məktubuna qol çəkir onlar.
O güldü kağıza qol çəkən zaman,
Qıydı ürəklərin hicran səsinə.
O güldü haqq üçün daim çarpışan
Bir xalqın tarixi faciəsinə.
Atıb imzasını hər kəs varağa,
əyləşir sakitcə keçib yerinə.
Eynəkli cənabla, təsbehli ağa,
Qalxıb əl də verir biri-birinə.
Əyləşib kənarda topsaqqal ağa,
Hərdən mütərcimə suallar verir.
Çevrilir gah sola, baxır gah sağa,
Başını yellədib təsbeh çevirir.
Qoyulan sərtlərə razıyıq deyə,
Tərəflər qol çəkdi müahidəyə...
Tərəflər kim idi? Hər ikisi yad!
Yadlarmı edəcək bu xalqa imdad?!
Onların birləşən bu əllərilə
Ayrılır ikiyə bir el, bir Vətən.
Axıdıb gözündən yaş gilə-gilə,
Bu dəhşətli hala nə deyir Vətən?
Bir deyən olmadı, durun ağalar!
Axı, bu ölkənin öz sahibi var.
Siz nə yazırsınız bayaqdan bəri,Bəs hanı bu yurdun öz sahibləri?
Qoy qalxsın ayağa ruhu Tomrisin,
Babəkin qılıncı parlasın yenə.
Onlar bu şərtlərə sözünü desin,
Zənciri kim vurdu şir biləyinə?
Bəs hanı həqiqət, bəs hanı qanun?
Qocadır bu yurdun tarixi, yaşı.
Bəs hanı köksünə sərhəd qoyduğun,
Bir vahid ölkənin iki qardaşı?
Hanı bu ellərin mərd oğulları?
Açın bərələri, açın yolları.
Bəs hanı bu əsrin öz KoroğlusuQılınc Koroğlusu, söz Koroğlusu?
14
Görək bu hicrana, bu müsibətə,
Onların sözü nə, qərəzi nədir?
Bu xalq əzəl gündən düşüb zillətə,
Öz dogma yurdunda yoxsa kölədir?
Cənablar, bir anlıq düşündünüzmü?
Verdiyiniz hökmün ağırlığını?
Bu hökmün dəhşəti əllimi, yüzmü?
Biz necə götürək bu göz dağını?..
Necə ayırdınız dırnağı ətdənÜrəyi bədəndən, canı cəsəddən?
Axı, kim bu haqqı vermişdir Sizə,
Sizi kim çağırmış Vətənimizə?
Başı kəsiləndə bu məğrur elin
Qəlbin ağrısını hiss etdinizmi Qoca Füzulinin, igid Babəkin
Etiraz səsini eşitdinizmi?
Cənablar, bir damcı mürəkkəblə siz
Düsünün, nələrə qol çəkmişsiniz?
Neçə vaxt səngərdə hey ulaşdılar,
Gülüstan kəndində sövdalaşdılar.
Bir ölkə ikiyə
Ayrılsın deyə!..
Bir damcı mürəkkəb, bir vətəndaşı
Qanına bulayıb ikiyə böldü.
Bir damcı mürəkkəb olub göz yaşı
İllərlə gözlərdən axdı, töküldü.
Göy də guruldamış deyirlər o gün,
Çölləri, düzləri buludlar sarmış.
O göy gurultusu ulu Babəkin Ruhuymuş,
hönkürüb fəryad qoparmış.
Min ləkə vurdular şərəfimizə
Verdik, sahibimiz yenə “ver” - dedi.
Lap yaxsı eləyib doğrudan, bizə
Biri “baran” - dedi, biri “xər” - dedi.
Bizi həm yedilər, həm də mindilər,
Amma dalımızca gileyləndilər.
Gülüstan kəndinin gül-çiçəkləri
Bir günün içində soldu-saraldı.
“Gülüstan” bağlandı, o gündən bəri,
Bu kəndin alnında bir ləkə qaldı.
Hökmü gör nə qədər böyükmüş anın
Möhür də basdılar varağa təkrar.
Yox, varağın deyil, Azərbaycanın
Köksünə dağ boyda dağ basdı onlar.
Bağrı köz-köz oldu “Yanıq Kərəmin”
Tellər inildədi, yandı, nə yandı.
Aşığın sazında daha bir həzin,
Daha bir yanıqlı pərdə yarandı.
İmzalı, möhürlü ey cansız varaq,
Nə qədər böyükmüs qüvvətin, gücün.
Əsrlər boyunca vuruşduq, ancaq
Sarsıda bilmədik hökmünü bir gün.
Həmin gün ölkəni apardı sel, su,
Tutuldu çöhrəsi günün, ayın da.
Qoca Nəbatinin eşqi, arzusu,
O gün batmadımı Arpa çayında?
Ey kağız parçası, əvvəl heç ikən,
Yazılıb, qollanıb yoxdan var oldun.
Böyük bir millətin başını kəsən,
Qolunu bağlayan hökmdar oldun.
Ağlayıb dağlardan əsən küləklər,
Bu məşum xəbəri aləmə yaydı.
Sanki dilə gəldi güllər, çiçəklər:
“Bu isə qol qoyan qollar sınaydı”.
Bir eli ikiyə paraladın sən
Özün kağız İkən paralanmadın.
Köksünə yazılan qəlb atəşindən,
Niyə alıçmadın, niyə yanmadın?
Arazın suları qəzəbli, daşqın,
Sirin nəğmələri ahdır, haraydır.
Vətən quşa bənzər, qanadlarının
Biri bu taydırsa, biri o taydır.
Araz sərhəd oldu, əsdi küləklər,
Sular yatağında qalxdı, köpürdü.
Üstü dama-dama taxta dirəklər,
Çayın kənarında səf çəkib durdu.
Quş iki qanadla uçar, yüksələr,
Mən necə yüksəlim tək qanadımla?
Ürəklər bu dərddən tüğyana gələr,
Axar gözümüzdən yaş damla-damla.
15
Sular, sizdən təmiz nə var dünyada?
Ləkədən xalidir axı qəlbiniz.
Bağrınız alışıb niyə yanmadı
Bu çirkin əmələ qol qoyanda siz?
Böl, kağız üstündə, böl, gecə-gündüz,
Torpağın üstünə dirəklər də düz,
Gücünü, əzmini tök də meydana,
Qosundan, silahdan sədd çək hər yana.
Torpağı ikiyə bölərsən, ancaq
Çətindir bədəni candan ayırmaq!
Ey Araz, səpirsən göz yaşı sən də,
Keçdikcə üstündən çölün, çəmənin.
Səni arzulara sədd eyləyəndə,
Niyə qurumadı suların sənin?
Ayırmaq kimsəyə gəlməsin asan
Bir xalqın bir olan dərdi-sərini.
O taydan bu taya Mustafa Payan
Oxuyur Vahidin qəzəllərini.
Dayanıb Arazın bu tayında mən
“Can qardaş” deyirəm, o da “can” deyir.
Ey zaman, sorğuma cavab ver, nədən
Səsim yetən yerə, əlim yetməyir?..
Dolandı zəmanə, döndü qərinə,
Şairlər od tökdü yenə dilindən.
Vurğunun o həsrət nəğmələrinə
Şəhriyar səs verdi Təbriz elindən:
Qarışıb gözümdə, qarışıb aləm
Dərd-dərdi doğrayır, qəm-qəmdən keçir.
Arazın üstündən keçə bilmirəm,
Araz dərdim olub sinəmdən keçir.
“Heydər baba, göylər qara dumandı,
Günlərimiz bir-birindən yamandı.
Bir-birindən ayrılmayın, amandır,
Yaxşılığı əlimizdən aldılar,
Yaxşı bizi yaman günə saldılar.
Taxta dirəkləri torpağa deyil,
Qoydular Füzuli divanı üstə.
Yarıya bölündü yüz, yüz əlli il
Gəraylı, bayatı, muğam, şikəstə.
Bir uçaydım bu çırpınan yelinən,
Qovuşaydım dağdan aşan selinən,
Ağlaşaydım uzaq düşən elinən.
Bir görəydim ayrılığı kim saldı,
Ölkəmizdə kim qırıldı, kim qaldı”.
Dəmir çəpərləri eşqim, diləyim,
Tarixim, ənənəm üstə qoydular.
Yarıya bölündü canım, ürəyim,
Yarıya bölündü Arazda sular.
Bakı -1959
Taxta dirəkləri qoydular ax, ax!
Qəlbimin, ruhumun, dilimin üstə.
Biz güldük, ağladıq, yenə də ancaq
Bir sazın, bir telin, bir simin üstə.
Ürəkdən ürəyə körpü? Bir dayan!
Dərdimiz dinirsə, bir sazın üstə
Şəhriyar yaralı misralarından
Körpü salmadımı Arazın üstə?!
Bu taydan o taya axışdı sel tək
Gözə görünməyən könül telləri.
Bu selin önünü nə çay, nə dirək
Kəsə bilməmişdir yüz ildən bəri.
Ağalar bilmədi birdir bu torpaq
Təbriz də, Bakı da Azərbaycandır.
Bir elin ruhunu, dilini ancaq
Kağızlar üstündə bölmək asandır.
16
Desen:Garipkafkaslı-1973
BAHTİYAR VAHABZADE’NİN ŞİİRLERİNDE AŞK
Yard.Doç.Dr. Hüsniye Mayadağlı*
I- AŞK, MUHABBET, SEVGİ
Vahabzâde aşk ve muhabbet şairidir. Onun iki aşkı,
iki sevdası vardır. Biri, bir ve bütün olarak görmek
istediği Azerbaycan, diğeri ise şiirlerinde “gülüm”
diye seslendiği. o, aslında aşkın kendisine de aşıktır.
aşktan başka bir söz tanımaz;
.................................
Çıhmag isteyirik yerin her zaman
Bizi yere çeken cazibesinden.
Bes çıhan oldumu?
Tek-tekdir hele
Dünya gaygısından azad olanlar.
Göyde kosmonavtlar
Yerde eşg ile
Yaşayıb dünyada heyran galanlar.
Eşgdir eşiden.
şgdir gören.
Eşg der ayrı söz tanımıram men.
Biz eşgin cezbile çıharıg yalnız
Yerin de ebedi cazibesinden.
Heyranam bu üç harfin hökmüne güdretine,
Odur menim sinemde ateş olub hey yanan,
Ayın şin ve bir de gaf! bu üç herfden yaranan.
Eşg sözü sözlerin sultanıdır, tacıdır.
Eşg heyat ağacıdır.
Sen de men de leyla da bu ağacın barıyıg.
Torpagdan ateş alan eşgin alovlarıyıg.
Gara torpag olsa da ilk ve ahır yerimiz.
Eşgdir, tinetimiz, eşgdir cövherimiz.
(Şeb-i Hicran, s.101)
(Payız Düşünceleri, s.67)
Aşk sözünü diğer bütün sözlerden üstün tutan Bahtiyar Vahabzâde, aşk muhabbet mefhumlarına mücerret bir gözle de bakmaz. Aşkı iki farklı cinsten, iki
kişinin birbirine karşı hissettikleriyle açıklamak da,
ona göre insanın en büyük hissini sırnırlamak, basite
indirmektir. Halbuki “sevgi insanın en yüce, en yüksek ve en mukaddes hissidir. Sevgi insan hayatının
ziyneti, güneşi ve şiiriyetidir. Muhabbet insan
yüreğinde daima yanan bir ateştir. O yanar bizi ısıtır,
heyecanlandırır ve yaşatır. Onun yangısı iliklerimize
kadar işler. Işığı ise hayat yolumuza “nur” seper. Biz
bu ışığın yolu ile gider, arzularımıza çatarız. İnsan muhabbet ile yaşar, muhabbetle mübareze eder, muhabbetle yücelir, dünyanın ve kâinatın sırlarını derk eder.”
sevgisiz yaşanmaz fikrindedir. Ona göre “ölüm bile
sevgisiz hayattan hoştur.” Aşkın yolunda ölmek
başka bir hayattır. “Muhabbetsiz yaşamak ölümdür
insan için.” Yeryüzündeki bütün güzellikleri muhabbetin birer neticesi olarak değerlendiren Bahtiyar Vahabzâde der ki: “Muhabbet her türlü kahramanlığın
ve fedakârlığın anasıdır..”
Muhabbetten mahrum olan adam akideden de,
meslekten de mahrumdur. Böyle adamlar yalnız kendileri için yaşayan cılız tabiatlı, yoksul maneviyatlı
sürünen adamcağızdırlar. Başkası için yaşamak,
onun kederi ile kederlenmek, sevinci ile sevinmek,
onun derdiyle dertlenmek nihayet, lâzım gelirse,
onun saadeti yolunda şahsi saadetinden vazgeçmek
ne kadar güzeldir. Büyük Fransız yazar Balzak’ın
dediği gibi: “Sevgi insanlığın bütün güzel keyfiyetlerinin toplamıdır.” Büyük Rus düşünürü
Çermişevski de “Sevgi insanın bütün dahili kuvvetlerini seferber eder. Kim bu imtihandan
geçmemişse sevginin manasını anlayamaz.” der.
“Sevgi hissinden mahrum adamları, yahşı adam”
kabul etmeyen Bahtiyar Vahabzâde için en büyük
sevgi ise vatana duyulan sevgidir. “Bu mukaddes histen mahrum olanlar ne öz ailesini sevebilir, ne de başkalarını.” Başkalarını sevmekse yeri
gelince “başkaları için yaşamak” “şahsi saadeti
İndi men anlayıram eşgimiş her ne varsa
Beli kimin gelbini eşg ateşi yaharsa,
Dünyanı derk eyleyer, eşg bir amal imiş,
Senin mene verdiyin “elm ü geyl-ü gal” imiş
(Şeb-i Hicran, s.101-102)
“Şeb-i Hicran” poemasında Leyla’nın diliyle,
dünyada aşktan kudretli bir şeyin daha olmadığını
söyleyen Bahtiyar Vahabzâde’ye göre “sevgi”
hayatın manası, insan varlığının mahiyeti, hilkatin
mayasıdır... Hayatın cevheri süsü ve dünyadaki bütün güzelliklerin esası sevgidir.” Bahtiyar Vahabzâde
*Amasya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğr. Üyesi
17
Ey ayağımdan çeken, men seni de sevirem
Senin varlığın mene heyat dersi öyreder.
düşünmemek” anlamına gelir. Böylelikle insanın
en âli, en yüksek keyfiyeti” olan muhabbet “insanın
en güzel sıfatlarını yüze çıkartır, insanı temizler,
yükseltir, yüceltir.” Demek ki “muhabbet insanın
karakterini de değiştirebilmek kudretine maliktir.”
Sevginin tılsımlı cazibesine kapılan şair “Sevgi nedir,
nefret nedir?” sorularını kendine sorar; “kalbin telâtumu, hislerin tufanı, aklın isyanı olmadan, sevmeden,
“sevgi hakkında yazılamayacağına inanır. Bir şiirinde
de sevgiden doğan hoşbahtlığını şöyle dile getirir:
(Aylı Geceler, s.24)
“Mehebbettir, yaşatan bu dünyada insanı! Sevgisiz yaşanmaz, dünyanın her halini de sevmek, karını,
yağmurunu, yazını, kışını, milletini, vatanını, ana dilini, çiçekleri, gülleri, ..... de ancak sevgiyle mümkündür.
Eniş enmek isteyen yohuşu çıhsın gerek,
Sevgidir ömür yolum beşikten mezara dek...
Men hem garı sevirem hem de gışı sevirem,
Men sevirem yurdumu, men sevirem elimi,
Bülbül teranesi tek, şirin ana dilimi.
Men sevirem çayların, bulagların sesini.
Sevirem çiçeklerin, güllerin nefesini.
Sevirem gözellerin garasını ağını;
Sevirem sevgilimin nazını, şıltağını.
Sevirem gülüşünü balaca körpelerin,
Duyuram derin-derin, sevirem derin derin.
Saatleri günleri, arzu deyirmanında
Sen öyütmek istedin
Vahtı ötmek istedin
Hoşbehtem ki üreyin
Çılgın duygularıyla
Yaşadıram seni men.
Başgasını yaşatmag
Daha güzel olurmuş yaşamağın özünden.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.61)
(Aylı Geceler, s.23)
Sevgi, güzellik aşkından doğar. “Güzellik aşkıyla,
hayat aşkıyla dünya da güzelleşir.” Bu güzel ve güzellik vatan da, sevgili de, anne de, evlât da olabilir. “Sevgi ve güzellik duygusunu hayır ve kazançla
ölçmek büyük bir manevi yoksulluktur.” Sevgi, öz
benliğini öz kudretini hiçe saymak, çıkar ummamak
olmalıdır. Sevmeyi başaran insansa dünyanın en güzel insanıdır:
Sevmek yaşamaktır. Muhabbet sevenin “şerefidir,
şanıdır,” “sonsuz asümanıdır.”
Men sevirem mehebbet şerefimdir, şanımdır.
Men bir guşam, mehebbet sonsuz asımanımdır!
Men sevirem, sevgisiz açılmaz gül-çiçekler.
Men sevirem, sevgisiz döyünermi yürekler?
Men sevirem, nurlanır üreyim sevgilerden,
Men sevirem, sevirem yaşayıram demek men.
Men sevirem, sevgisiz guş da bala uçurmaz.
Men sevirem, sevgisiz ne gış olar ne de yaz!
Men sevirem, çölü de men sevirem dağı da,
Gülmek geder sevirem dolup ağlamağı da.
Öz böyük eşgimle fezadayam men
Meni endirmeyin yere, amandır.
Dünya çoh kiçikdir mehebbetimden.
Her arzum bir cahan, bir asımandır.
Verir arzularım göyde ses sese,
Demeyin yerde üç, yer bes deyil mi?
Yanan bir üreye, seven bir kese
Asıman özü de gefes deyil mi?
(Aylı Geceler)
Güllerin çiçeklerin açması, kuşların yavrulaması,
mevsimlerin oluşmasında da “sevgi”nin bulunmasına
yukaradaki mısralarda dikkat çeken Bahtiyar Vahabzâde âlemin yaratılışındaki sebebi yani “aşk”ı
belirtmektedir. Tasavvufi anlayışa göre de alemlerin
yaradılış sebebi aşktır.
Seve biliremse eger ürekden
Dünyanın en gözel adamıyam men!
(Bir Ürekde Dört Fasıl, s.112)
İnsana yaşamak için can veren, hayatı sevdiren;
ışığı da gölgeyi de sevdiren “sevgi”dir.
Bahtiyar Vahabzâde de bunu şiirlerinin bir kaç yerinde belirtir. İnsanların bu dünyaya sevgiden geldiklerini,
Sevgidir yaşamagçın insana can veren de,
Sevgidir mene ancag heyatı sevdiren de
Işığı da sevirem, kölgeni de sevirem,
Sevgiden gelirik bu dünyaya biz
Doymamış gedirik,
18
Beledi gayda.
Onları böyle yaratan Allah’tır. Bu sevgiyle iki kişi bir
olmuştur.
(Payız Düşünceleri, s.254)
Halıgımız bizi bele yaradıb
Heyat bize kemend atıp, tor atıb
Hissimizi günü günden parladıb
Aglımızı kor eledi bu sevgi
bu yüzden insanoğlunun ezelden aşka yar olduğunu
söyler.
İnsan oğlu ezelden eşge yar olmuş
Sevgi olan ürekde ilkbahar olmuş
Sevenlerin gismeti goca dünyada
Sevinç olmuş, gem olmuş, intizar olmuş
(Vetendaş, s.161)
Sevmek insan tabiatında karekterinde olduğundan
ondan ayrılınmaz. Nasıl od yürekten, sıcaklık ateşten
ayrılmaz, öyle:
(Aylı Geceler, s.96)
Aşağıdaki mısralarda olduğu gibi:
Bu sevgi- öz meğzim, öz fitretimdir,
Bu sevgi- özüme sedagetimdir
Bu sevgi- kelmeyi şehadetimdir
Bu sevgi- zövgümden öteri degil
Duruşum da mehebbet yerişim de mehebbet,
Gülüşüm de mehebbet her işim de mehebbet
Hilgetin de anası ezelden sevgi olmuş
İnsan goca dünyanı sevmek için doğulmuş!
(Ümide Heykel Goyun, s.103)
(Aylı Geceler, s.23-24)
Bahtiyar Vahabzâde, kendi sevgisi için şunları
söylüyor: “Benim sevgim sevmek ihtiyacından meydana geldiğine göre bu ihtiyacın, ömrümün sonuna
kadar beni yandırıp yaşatacağına inanıyorum.Çünkü
bu sevgi fıtrattan gelir. Eğer hedefin özü de sevgiye lâyık olursa , sevgi aradaki maniye kadar tutar
kazanır.”
İnsanı yaratan “aşk”tan yaratmıştır onu. Aşk kelimesinin sarmaşık manasından yola çıkarak aşıkların
sarmaşık gibi sarıştıklarını söyleyen Bahtiyar Vahabzâde
Gelbimizi yaman açdıg
Sarmaşıg tek çoh sarışdıg,
Gâh küsüşdük gah barışdıg
İndi mene şirin geler
Ölen acı hatireler.
1- Aşk Hayranlıkla Başlar: Uçmak Arzusu Verir:
Aşk, sevilen varlığın sihriyle hayran olmaktır.
Gelbimde beslenen ,arzu kam senin,
Menim bu arzumla sen yanmasan da.
Sehrine, sirrine heyranam senin.
Buna inansan da inanmasan da.
(Aylı Geceler, s.81)
sevenlerin bir ve bütün olduklarını da sık sık dile
getirir:
(Özümle Söhbet, s.71)
Sen menim ruhumun aşkardaki öz tımsalısan
Sen hümayundaki sesler selinin son halısan
Menim iç dünyamı çöl dünyamı görmek dileyen
Sene bahsın, seni görsün o da sensen bu da sen.
Hayran olan aşkın gücüyle göklere yükselir. “Muhabbet yeri de göğe kaldırır.” İnsan bulunduğu mekândan başka yerlere gitmek, arzularının peşine takılmak
ister. Yer ona dar gelir.Hedef hayallerden de ötededir:
(Özümle Söhbet, s.74)
Uçmag isteyirem,
Sevmekten vazgeçmek mümkün değildir. Çünkü
sevmek, aşk, insanların yaratılış esasında mahiyetinde vardır. Dolayısıyla onu inkâr özünü inkârdır.
Yalnız zirveden
Seyr edim bu günü , öten çağları.
O geder ucalım , yükselim ki men,
Görmeyim yerdeki hırdalıgları.
Sevgimden döndümse, könlüm yetimdir,
Sevgi cövherimdir, mahiyetimdir.
Meger mümkünmüdür özünü danmag?
Özüne şekk edib, yada inanmag.
Uçmag isteyirem arzu dalınca
Özümü sesleyim,hay verin mene,
(Nağıl Heyat, s.128)
19
Heyaldan o taya men ucalınca
Yer mene dar gelir,göy verin mene
tanımaz. Aslında “sevgiye sınır koymak da günahtır.”
Sevgiye hadd goymag, düzü günahtır,
Cahilin her işi, sözü günahdır.
Eşgi günah saymag özü günahdır,
Kim deyir eşgimde günahkâram men?
Uçmag isteyirem
eseblerimi,
Esrin öz kökünde çekib tarıma
Uçmag isteyirem,
derdi-serimi
Dermana yetiren nağıllarıma,
(İnsan ve Zaman, s.122)
3- Sevgi Ölümsüzdür:
“Güneşten ışığı, nağmeden odu, çelikten sağlamlığı,
baldan tatlılığı, kardan aklığı, yerden çekimi, kayadan sertliği, mertten mertliği ayırmak” olmayacağı
gibi yürekden de aşkı çıkarmak olmaz. Seven
yüreğe unut denemez. Çünkü sevgi sönmez, unutulmaz. Ama lafla “unut” demek kolaydır. Unut
dense de, kınansa da, aşk muhabbet yürekten
silinip atılamaz. Bahtiyar Vahabzâde, bu durumu
bizzat yaşamış ve yaşadıklarını şiire çevirmiştir:
(Payız Düşünceleri, s.55-56)
Gerçekte kanadı olmayan insan, aşka tutulunca uçmak, dünyayı kucaklamak arzusuyla dolar. “Mehebbet
kanat” olmuş her yeri gezmektedir. Aşıka da olmayan
kudreti o verir. “Böylelikle, muhabbet sayesinde gözle
görülmeyen derinlikler” gözle görülmeye başlanır. Zaten arzu edilen de hayellerin ötesiydi. Muhabbet insana özünü derkettirirken “onu” yerden alıp gökyüzüne
kaldırır.” Aşağıdaki mısralar özünden yukarıya
çıkmış, kendini aşmış bir aşk ehlinin sözleridir:
Bir yollug könlünden sil mehebbeti
Deyenler könlümü ne sanır menim?
Gelbim bu sevdadan ne keçe bilir,
Ne atır, ne tutur, ne danır menim.
Mecnuna ne var ki, o düşdü derde.
Gınayan olmadı onu bu yerde.
Gör nece bedbehttem, bu çek-çevirde
Eşgim, mehebbetim gınanır menim,
Deyirler, möhkem ol bu govgalarda,
İrade insanı goyarmı darda?
Men nece bedbehtem, görün bir harda
İradem, merdliyim sınanır menim.
Sevgim mene ganad verdi,uçurdu.
Men özümden yuharıyam,aman hey
Sen gelbimde gelbim kimi vurmasan,
Bütöv deyil,men yarıyam aman hey.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.83)
Yine aşıklar için sığınma yeri, ümit kaynağı aşktır.
“Aşk özünü aşmadır.”
2- Aşk Hudut Tanımaz:
Bahtiyar Vahabzâde “Mesafede Mesafesizlik”
şiirinde mesafece uzak olsa da sevgililerin ayrı
sayılmayacaklarını söyler. Çünkü her an sevgilinin
aksi yanında, sesi kulaklarındadır, bakışı da her yandan onu gözler, yatsa rüyalarında onu görür. Bunun
için, sevgiyi “mesafede mesafesizlik” olarak tanımlar.
(Açılan Seherlere Salam, s.109)
Buna rağmen zaman zaman muhabbetini boğmayı da
denemiş
Boğmaya çalışdım mehebbetimi
Deyişmek istedim tebietimi
Gördüm ki galmışam olduğum kimi,
Evvel ne idimse yene oyam men
Arzumun başına dönüb-dolanmag
Adi verdişimdir...
Ne imiş anmag?
Işıg süretinden min defe tezlik!
Sevmek mesafede mesafesizlik.
(Özümle Sohbet, s.73)
ve başaramamış olan şair, sevgisinin ölümsüzlüğünü
kavuşamamakla açıklar:
(Ümide Heykel Goyun, s.116-117)
Seslenib könlümde sen bir neğmetek
Goru bu şerefi, bu temizliyi.
Can atmag
ucalmag
çata bilmemek!
Aşkla birlikte vakit ölçüsü de bozulur. Artık muhabbetin derecesi ve ölçüsü vakit ölçüsü olur. Sevgi sınır
da tanımaz yıldan yıla artar; “Sevginin serhaddi sevgidir yine. Sevenler hudutları yıkar. Âlemin hudutsuz
olduğu gibi “telâtumlu hislerin kaynağı aşk da hudut
20
Seven günden yaşamağa başlamısan
Bu günden de hesablanır tevellüdün.
Eşgımızın on yaşı var,
Derya geder gözyaşı var.
Budur sevgimizin ölmemezliyi.
(Özümle Sohbet, s.70, Ahı Dünya Fırlanır, s.63)
4- Muhabbet Yaşlanmaz:
Sevenler yaşlanır, sevgi yaşlanmaz.”Yaş geçse de
ruhun direği aşktır.Aşk ateşi vardırsa, can elden
düşebilmez.” Sevgiliyle her görüşme insana bahar mevsimini yaşatır,aşk da çıçek açar Şair de bunun için hiç bir yaşının aşksız geçmesini istemez.
(Menim Şer’im, s.223)
Dağlardaki seller bulanır, durulur, nesiller değişir,
yıllar geçer ama muhabbet devam eder, aşık “gocalmaz.” Aşk ateşi olduğu sürece, insan diridir,
gençtir. Aslında “sevgi, aşk” kavramının kendisi
“gocadır”, fakat her “seven yürekte o gençleşir.”
Bulunduğu mekân tuttuğu yüreği de gençleştirir.
Ömrün son baharında da olsa yüreğe baharı yaşatır:
Sevdasız ötmesin bir yaşım menim
Ne baharım menim,ne gışım menim.
Tegvime bahmagdan bahışım menim
Kağız parçasını gabar eyledi.
Bu yaşda, bu başda sevdaya düşdüm
Könül ele bildi nubar eyledi.
Cavanlıg duygusu, cavanlıg eşgi
Bu hezan sinemi bahar eyledi.
(Açılan Seherlere Salam, s.105)
Çok insan sevdalarla saç ağartsa da sevgi yaş
tanımaksızın kalbi yandırır,seven insan doksanında
bile gençtir,sevmeyense otuzunda da yaşlıdır.
(Açılan Seherlere Salam, s.105)
Sevgi yaş tanımır...Gelbini yandır
Yanarak yaşasan yaş düşmez yada
Seven dohsanında hele cavandır,
Sevmeyen gocadır otuzunda da...
Ürek alışırsa günahkâr mı yaş ?
Seveni gınama ,sevecek seven !
Yaş ile üreyi değil a gardaş,
Boş ile dolunu çekiye goy sen !
Fakat muhabbete düşen, bu yolda çok cefalar çeken
için durum bundan biraz daha farklı olur.
Ağardı saçları mehebbetimin
Amma gurumadı gözünün yaşı.
Gocaldım
yolunda deyanetimin
Her il cevanlaşdı özümün yaşı.
Muhabbet gocalmış
onu daşıyan
Kövrek üreklerin halına vay vay.
Sübhe ne çaldısa oynadı güman,
Mehebbet gopartdı haray, hay haray!
(Payız Düşünceleri, s.128)
Aşkı ömrünün manası bilenler,aşk üzerine verdikleri
sözden dönmezler.Böyleleri için hayat aşık oldukları
zaman başlamıştır :
(Payız Düşünceleri, s.270)
Men eşgimi ömrümün menası bildim,
Öz ehdimden ne döndüm ne de çekildim.
Doğulurken bilmedim doğulduğumu,
Men sevirken heyatda,heyata geldim.
İnsanın yaşı geçse de sevdalansa, sevdası da vuslata
eremezse aşk yine de vazgeçilmezdir
-Ya Rebbim, bu yaşda bu sevda nedir?Deye ellerimi açdım göylere.
Yer mene cehennem,
Göy biganedir,
Könlümden fışkıran bu gıleylere,
Bu sevda nelere duruş getirmiş,
Bu sevda çekecek ne geder Allah?
(Aylı Geceler, s.97)
Sevda hangi yaşta ise seven de aynı yaştadır.
Üreyim bahmadı e’tirazıma
Könüllü getmişem öz güdazıma
Bu sevda dönübdür alın yazıma
Sevdam ne boydaysa ,o boydayam men.
(Nağıl-Heyat, s.132-133)
(Özümle Sohbet, s.73)
Sevda yaşlılık gençlik dinlemez:
Senmi gocalırsan?
Sevmeye başlanılan yıl da doğum tarihidir.
21
Yoh, ola bilmez!
Sevgilim mehebbet gocala bilmez.
Sevgiden uzagdır gocalıg, ölüm
Orda ne ölçü var, ne yaş, ne çeki.
İnan ki bu gün de görürem, gülüm
Men seni ilk defe gördüyüm teki.
Sevenler aşk oduna yanmaktan memnundur. Hatta aşkın oduna dünyayı da yandırmak, “muhabbet
ünvanlı yeni dünya” kurmak isterler. Seven, aşk
ateşine düşen “yanıp kül olmaz yanıp ayılır.” Muhabbetin oduna seven yanarken, sevilen de bu ateşte
“ısınır”. Her halükârda bu “od” da pişen kişilerin
canları birbirine kaynar, aşk onları bir bütün haline
getirir, artık ölüm de onları ayıramaz olur:
(Açılan Seherlere Salam, s.119)
Sevgi asla “gocalmaz” ama insan “gocalır.” Sevgi
olan kalpse insana yaşlılığı hissettirmez.
Gel, gel ki deyirman daşı tek fırlanalım biz,
Eşgin başına, sel suyu menden deni senden
Bir odda bişib gaynag olub canına canım
Ölmek de ayırmaz seni menden meni senden
Eşgin seni insan eledi, eşg yolunda
Neylim ki menimlik ayırıb insanı senden.
5- Aşk Ateşi:
Aşk ateştir; “od”dur. Aşk oduna yanarak yaşamak
“duya duya, gana gana” yaşamaktır. Bu yangı
aşkın mekânı olan gönüldedir, yanan gönülde de
ateşin kırmızılığıyla al-elvan güller açmıştır. Aşık
bu yüzden bağda bahçede bulunan gülleri aramaz.
(Özümle Sohbet, s.74)
Sevenlerin, sevgiden ne kazandıklarını da tahlil eden
Bahtiyar Vahabzâde, seven bir insan olarak, “alışıb
yanmaktan, ömür boyu inlemekten” başka bir şey
elde edilmediğini söyler. Yine de sevginin gamı,
işkencesi üzerine Mecnun’da başlayıp Kerem’e kadar türlü destanlar yazılmıştır.
Açmışken könlümde al-elvan güller.
Bağçada açılan gülü neylerem?
Könlümde ebedî odum var menim,
Ocagda garalan külü neylerem.
(Menim Şer’im, s.285)
Sevenler sevgiden ne gazandılar?
Sevib alışdılar, yanıb gandılar.
Seven ömür boyu ancag inledi,
Bu odun içinden keçenler dedi
Kaş ezelden sevib sevilmeyeydim.
Onun dadını da heç bilmeyeydin.
Sevginin geminden, işkencesinden
Zinhar olmayanı görmemişem men.
Mecnun’dan başlayıb Kerem’e geder
Sevenler sevgiden nale çektiler.
Dastanlar bağlandı bu müşkül oda,
Bunu göre göre çohlarını da
Sevgi hesretile men yanan gördüm.
Seve bilenlere gısganan gördüm.
Bu “ebedî od” kurulan ocakta alevlendikten sonra
dumanı sis kalmaz; bir kere tutuşmaya görsün.
Sordun-Niye susdun? Niye feryadın ucalmaz?
Yarpagları tökmüşse budaglarda ses olmaz.
Üstün gelib inkâr eledi nalemi eşgim
Tongal ki, alov tutdu, onun tüstüsü galmaz.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.62)
Yalnız bu odu ancak yananlar bilir, anlar.
Sevgi ahdardılar.
Sevda gezdiler
Tapdılar,
Ertesi ondan bezdiler.
Gördüler, üreye işlemiş bu od
Yananda bildiler, ne imiş bu od.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.39)
Vahabzâde’nin aşk şiirleri de kendi gönül destanından
başka bir şey değildir. Onun aşkı, ıztırabıyla daha çok
Fuzûlî’nin aşkına yaklaşır:
(Ahı Dünya Fırlanır, s.39)
Gönül ateşe koşan ama ateşte, ışıkta ölen “semender”
gibi yanar, yandıkça aşkın yaşaması sağlanır.
Öz könül dünyama seyahetimde
Susur, ne danışır, ne dinirem men
Derdimde tapıram hegigetleri
Kederim artdıgca sevinirem men.
Ey könül, sen de yan semender kimi
Yaşat dileyimi, yaşat eşgimi.
(Özümle Sohbet, s.45)
(İnsan ve Zaman, s.25)
22
6- Aşk; Benzetmeler, Mazmunlar:
Aşkın başlaması,
Menim bilmediyim tek budur, gülüm:
Senmi menimçün
Menmi senimçün?
İlk görüşden gelbimizde özüne
Derin-derin yer eledi bu sevgi
Getirmedi ömrümüze bir fereh
Heyrimizi şer eledi bu sevgi.
(Payız Düşünceleri, s.238)
Başında bin sesli sevdaları; gönlünde bin renkli
hülyaları; uykuda bin türlü rüyaları taşıyan, sevda âleminde yaşayanlar için muhabbet “en şirin nağme” dir.
(Vetendaş, s.161)
Sevgime. hissime dodag büzenim,
Mehebbet en şirin neğmemdir menim,
Sevinç ahtarırsan sen bu heyatda
Menese çoh görme seçdiyim gemi
aşkın ilk ateşinin yüreğe düşmesi için öncelikle sevgilinin görülmesi lâzımdır;
Meler çıhmasa da üreyin sesi,
Ele ki, havada gözler öpüşür
Eşgin de ilk odu, ilk şeraresi
Evvelce üreye gözlerden düşür.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.72)
Sevgi bazen aşığın kendini içine hapsettiği bir “kale”;
(İnsan ve Zaman, s.105)
Sevgimden özüme bir gala gurdum.
Ömrü bu galada men başa vurdum.
Dünyanı özüme haram buyurdum
Yaşadım heyatı tek bir şertle men.
Yüreğe düşen aşk ateşi akla da hükmetmeye başlar.
Sevenler, her türlü kınamadan, tuzaktan çekinmez;
kalpte gam bir ney gibi sızıldar ama “sevgi yükü”
hevesle taşınır; dertleriyle aynı yaşta olan sevgililer
bir bütün olurlar. Sevgileri de açık aşikar olur.
Sevdikçe “sevdanın sırrı” kat kat açılır., sevenler
sevginin her rengini, her yönünü yaşamak isterler,
çünkü, böylece muhabbet tazelenecektir.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.87)
bazen beslenmesi, kurutulmaması gereken bir ağaçtır;
Mehebbet ağacı gurusa kökden
Yarpaglar solacag, yüz yağış yağa.
Ehtiyac varmıdır ürek boş iken
Sevgi havasına el-gol atmağa
Sevgin kökü yanan bir kola benzer,
Behanen atdığın el-gola benzer.
Açılır sevdanın sirri gatbegat,
Amma möhtacıyam yene sevginin
Yoh, doya bilmirem...
her gün, her saat
Göster bir rengini mene sevgimin,
Tezele sevgimi bu renklerle sen
Çırpınag al- elvan duygularla bizBir yerde durmasın, goy dillenmesin.
Her gün tezelensin mehebbetimiz.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.65)
Bazen de eski bahara, yeni bahar getirir, eski
ağaçlarda yeni yeni yapraklar çıkartır; kışın ardından
baharın gelmesi gibidir sevgi.
Sevginin hedefi doğru seçilmelidir. Ancak bu takdirde
de aşk, aşığın gönlüne kucak kucak nur yağdırır, ona
“servet, devlet, varlık” bağışlar.,
(Payız Düşünceleri, s.263)
Aşkın “her yüzünü”, “gecesini gündüzünü” “hem
dünyayı hem özünü” görenler kendilerini yenilemiş,
tazelemiş olurlar.
Sevgi mayasıyla mayalanan, sevmeyi öğrenen
insanın kalbinde sevgilinin kalbi durur, iki yürek
aynileşemezse aşık bütün değil yarım olur; o, ancak
sevgiliyle bir bütündür. Sevgili yoksa öz özüyle kalan
aşık o gelince dertlerini unutur:
Menim öz eşgimin öz ulduzları
Dağıdır, könlüme nur, gucag-gucag...
Ahı bu serveti, dövleti varı
Mehebbet behş eder insana ancag.
(Bir Ürekte Dört Fasıl, s.111)
Bazen de seveninin yüreğindeki bu “gizli sır”:
Ürek her derdini unudur gülüm
Sen varsan
Gözeldir her anı ömrün.
Deşer üreyimi gizli sirr menim,
Üreyim seslener her söhbetimde,
23
Orta yolum yohdur, derindir menim
Sonsuz nifretim de mehebbetim de
Bir eşg ile men düşmüşem yollara,
Niyyet hara, menzil hara, yol hara?
İçimdedir gece, günüdüz, ağ, gara,
Öz ağlımdan öz garama elçiyem.
(Menim Şer’im, s.22)
onu kendine düğümler yahut kilit olur onu kendine
bende der, esir eder. Onun esiri olan da asla azad olsun istemez.
Sevgi “uyku, ninni, rüya” ile birlikte de düşünülür zaman zaman. Muhabbet “şirin bir uyku”dur. Aşık bu
uykuya, “Sevgi layla”sıyla yatar, uykuda gördüklerine de inanır.
(Ahı Dünya Fırlanır, s.87)
Sevgi yollarının kanunu, kaidesi yoktur. Seven
bu yola göre önüne çıkan engelleri kendisi aşmak
zorundadır, zaman zaman kazaya da uğrayacaktır:
Sevdinse...
Eşginde itib yoh oldun,
Çaşbaş salacagsan günü, ayları.
Sevgi yollarında ne gayda-ganun?
Özün aşmalısan bu dolayları.
Ehdini sözünü gerçek sanırdım,
Ürek ne çekmedi sevginden yana,
Rüyada nece de men inanırdım
O şirin, mehebbet yuhularına
Ne geder ki, yatır, yattığı zaman
Gördüyü yuhuya inanır insan.
Eriyib, özünü yoh sayacagsan,
Bu derdin olmayıb özge çaresi
Sen tez-tez “gezaya” uğrayacagsan,
Yohdur bu yollarda yol işaresi.
(Açılan Seherlere Salam, s.125)
Ömrün büyük bölümünde de bu tatlı uykuda geçer:
(Açılan Seherlere Salam, s.125)
Uydum laylasına sevginin, neynim
Yatdım, yuhu gördüm, şirin bir yuhu.
Ötdü bir an kimi ötdü, sevgilim,
Hemen bu yuhuyla ömrümün çohu.
Muhabbet yolunun dönemeçlerinde yıkılınır, durulur,
inlenir; çünkü sevda yolu, izdırap doludur, inişleri
yokuşları çoktur. Aşık bu yolları kirpikleriyle süpürür,
sevgilisiz yapamadığı için bu yolda çok çabalar.
(Açılan Seherlere Salam, s.125)
Senin sevda yollarını
Kirpiyimle süpürenem.
Bu eşgsiz, bu sevdasız
Ne sen sensen, ne men menem
...............................................
Biz ki bütöv olmamışıg
Ne sen mensiz, ne men sensiz.
Sevgiliyi ilk görüşte başlayan aşk daha sonra da sevgilinin hayaliyle, rüyalarla beslenir, gelişir. Gönle
“ebedî olarak giren sevda, ömrün bedeli olur;
Bu sevda nelere duruş getirmiş.
Ömrün bahasına döndü bu sevda.
Bu sevda könlüme ebedi girmiş,
Bu giley-güzarın içinde bele
Könlümde guş kimi dindi bu sevda...
(Payız Düşünceleri, s.222)
Aşk yolunda insan “insan” olmayı öğrenir; “benimlik” hissinden vazgeçer. Bu yol ona “inam” bahşeder;
onu “kıblegâh”a, sevgiliye ulaştırır:
(Nağıl-Heyat, s.133)
Aşk, “hakikate giden doğru yol”dur. Fakat bu yolda
her türlü dert ve gam vardır.
İnam behş eleyir bu yol, her kese
Ele ki, tanıdın yönü, gıbleni
Bu yoldan azmaram ömür bitmese
Yönüm gıblegâha aparır meni.
Sevgi-hegigete geden doğru yol.
Bu yolda her derde, geme hazır ol.
İlde nece defe, günde neçe yol
Bulanır, durulur seli dünyanın.
(Payız Düşünceleri, s.273)
Aşk, bir başka yerde sevenin ulaşmak istediği ama
bir türlü ulaşamadığı “amma”larla engellenen bir
“âmâl”idir:
(Payız Düşünceleri, s.137)
Bir aşk ile yollara düşen, niyetini de menzilini de yolunu da şaşırır.
24
Eşgim menim âmâlim olubdur, bunu danmam,
Bes neyleyerek âmâlimiz ammaye düşende?
Eşgim-şübhem ile hemyaşdır menim
Ne şübhem gocalır, ne sevgim ancag.
(Deniz-Sahil, s.65)
(Özümle Söhbet, s.66)
Aşığın binbir lezzetle içtiği tatlı bir “şerbet” olan muhabbet onun gönlünün derinliklerinde yatar. Sevgi
bir “kitap” olunca sevgiliye duyulan muhabbet de
bu kitapta yer alan “iri bir nida” olarak anlatılır. Bu
sevgi, sevgili öyle büyük, öyle güçlüdür ki, yarın
bir gün “hak dünyasında Mecnun’un Leylâsı onu
karşılamağa önüne çıkacaktır.”
Her haliyle, her yönüyle acısıyla tatlısıyla anlatılan
muhabbet için hâkim olan vasıf onun “şirinlik”idir.
Şirin bir sevdaya düşen için hayat da çok şirindir.
Aşağıdaki mısralar bu tatlılığı, zıddı bir durumla,
ayrılık acısıyla karşılaştırarak dile getirir:
Sevgi kitabında iri bir nida
Senini mehebbetin, senin giymetin!
Mecnunun Leylisi hagg dünyasında.
Senin pişvazına çıkacag yegin.
“Ayrılag” sözüne ağladı göyler,
Yolu deyişmemiş yolumu azdım
Şirin olmasaydı sevgi bu geder,
Ona acı-acı men ağlamazdım!
(Nağıl-Heyat, s.215)
Görüşler özü de dadıma gelmir
Bu geder yahınlıg o geder uzag.
Birce görüşümüz yadıma gelmir,
Ne vaht birleştik ki, indi ayrılag?
Bu kitabın sayfaları arasında gam, keder, aşk, ıztırap
ve hatta “şüphe” de olacaktır.
Gismetim ebedi telaşdır menim.
Sevgi kitabında bu da bir varag.
(Payız Düşünceleri, s.233)
Desen: Ali Güzelsoy
25
ŞİMDİKİ ZAMAN ÇEKİMİNDE BİR MAHKUMA MEKTUP
Dilaver Cebeci
Sana bu mektubu bir gece yarısında yazıyorum
Azatlığın zirvesinde sohbete dalmış yıldızlar
Zühre bir aşkı tutturmuş Bâbil’ de kalan
Zavallı dünya habersiz, zavallı dünya sağır
Bir Hârût’la Marut bir de ben dinliyorum
Derken kayıp gidiyor yıldızlardan birisi
Bir intikam fişeği gibi saplanıyor karanlığın karnına
Senin namına yıldızları kıskanıyorum.
Kim bilir kaç ışık yılı uzakta
Öfkeyle kollarını çeviriyor yalancı fecir
İmanım gibi biliyorum vakit asılmak vaktidir
Ve taksim gazinolarında trahomlu şairler
Mısra arıyorlar masaların altında
Kanını içiyorlar bilmeden “Cennet atları” nın
Ben yurdumun en sert tütününden bir sigara sarıyorum
Dumanı ciğerlerime değil iliklerime çekiyorum
Ne kadar ürkek ceylan varsa Asya çöllerinde
Domaniç yaylasında ne kadar dizginsiz at
Başlıyorlar koşmaya kılcal damarlarımda
Sıcak solukları yalarken alnımı
Toynaklarını hissediyorum alyuvarlarımda.
Sana bu mektubu evimin balkonunda yazıyorum
Sağ elimi koyuyorum tam yüreğimin üstüne
Çankaya yokuşunda söylediğimiz marşı duyuyorum
Ulu kayalar parçalanıyor beynimin bir yerinde
Bir yerinde demirden dağlar eriyor
Atlas yelkenli gemileri unutmuş birkaç levent
Viski kokulu bulvarlarda yavaş yavaş ölüyor
İstediğin o seccadeyi hemen gönderiyorum
Üstünde Kabe resmi ve anamın duaları var
Ve bildiğin sebeplerden ben gelemiyorum.
Yine biliyorsun ki, Sevmedim ülküden başkasını
Başı dumanlı dağları, dolunayı, ufukları
Bir de Çankaya yokuşunda rüzgara tutulmuş saçlarını
Önce Allah, sonra genlerim şahit.
Sevgimi üç bin yıl sonra doğacak torunuma yolluyorum
Trahomlu şairler doğruluyorlar masaların altından
Elleri fahişelerin karanlık saçlarında
Benim kalemimden kan değil süt damlıyor
Geceler boyu böyle geleceği emziriyorum
Kahrolayım sevmedim ülküden başkasını
Bir de seni çok seviyorum
26
GENÇOSMANOĞLU VE ŞİİRLERİ
İsa Kocakaplan*
Torun günlerdir okumakta olduğu tarihi romanı bitirmişti. Önce isteksiz okumaya
başladığı bu kitap, sonradan kendisini iyiden iyiye sarmıştı.
...
Torun oturduğu sedirden hızla kalktı. Atalarının doğup büyüdükleri; yayılıp bürüdükleri
coğrafyayı incelemek, gözden geçirmek istiyordu.. Eski dünyayı gösteren haritayı buldu,
dikkatle incelemeye başladı.
Çin Seddi’nden Avrupa ortalarına kadar uzanan sıradağları şahadet parmağını üzerinde gezdirerek takip etti. Birden ataları Alperenler bu defa hayalinde daha kuvvetle canlandılar...
Alperenler Destanı, s. 21-22
Roma’nın şarkını fethettiğin andan sonra,
Yüce dağlar gibidir gördüğün iş, Türk oğlu!
Yazımızın başına aldığımız bu satırlarda geçen
tarihî romanı, Nihal Atsız’ın “Bozkurtların Ölümü”
adlı eseri; torunu da Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
olarak değerlendirmek hatalı olmaz.
söyleyişi ile Yahya Kemal, fetihler başlangıcını
ve Türk milletinin kurucu gücünü, İstanbul’un
alınışına kadar çıkarır. Gençosmanoğlu, üstadının bu
mısralarını elbette biliyor ve yüreğinde duyuyordu.
Ancak, onun gönlündeki Türklük taa Oğuz Handan
başlıyordu. Böylece onun Türk milletine bakışı,
İslâm öncesini de kucaklıyor ve 1980’li yıllara kadar
geliyordu.
Eserini Türk tarihini, Türk kahramanlarını, Türk
zaferlerini ve Türk’ün çektiği zulümleri anlatmaya
adamış bu destan şairinin vefatıyla millî konular da
yetim kalmıştır.
Yeni Gelenekçilerin arasında bulunan Niyazi
Yıldırım Gençosmanoğlu’nun önemi bu noktada ortaya çıkar.
Eserlerinin isimlerini ve kapsamlarını saymak bile,
bu geniş perspektifi belirleyebilmek için yeterlidir:
Gençosmanoğlu, geleneksel edebiyata ait bir vezni benimsemişti: Hece... Şiirlerindeki koçaklama
tavrı da gelenekten geliyordu. Başlangıçta öztürkçe
yazmaya çalışmasına rağmen, sonraları bunun Marksistler tarafından Türk kültürünü zayıflatmak üzere
kurgulandığını anlamış ve kullandığı dilde de bin
yıllık Türkçeye, yani geleneğe yaslanmıştı. Şiirlerinde
ele aldığı konular da millî idi. O, Kür Şad’dan bu
yana Türk milletinin ve Türk kahramanlarının şiirini
söylüyordu.
1.Bozkurtların Destanı (Göktürklerin Çin esareti
altına girişleri ele alınır)
2.Kür Şad İhtilali Destanı ( Göktürk Prensi Kür Şad’ın
kırk arkadaşı ile birlikte Göktürkleri bağımsızlıklarına
kavuştur-mak için Çin sarayını basması anlatılır)
3.Malazgirt Destanı (1071 Malazgirt Zaferi ve
Anadolu’nun fethi anlatılır)
4.Destanlarda Uyanmak (Anadolu’nun Türkleştirilmesi
üzerine yazılan şiirler yer alır)
5.Boğaç Han Destanı (Aynı adlı Dede Korkut hikâyesinin nazma çekilmiş şeklidir)
6.Salur Kazan Destanı (Aynı adlı Dede Korkut hikâyesinin nazma çekilmiş şeklidir)
7.Gençosman Destanı (IV. Murat devrinin ünlü
kahramanı Genç Osman anlatılır)
8.Bozkurtların Ruhu I-II-III ( Türk ülkelerini işgal
altında tutan ve Türkiye’deki Komünist faaliyetleri
destekleyen Rusya aleyhinde ve Kore savaşı hakkında
yazılmış şiirler yer alır)
9.Destanlar Burcu ( Tarihî şahsiyetler, olaylar ve eserler ile tanıdığı şahısların vefatları üzerine yazılmış
Yahya Kemal’in;
Şi’re aksettirebilseydin eğer, dinlerdin,
Yüz fetih şi’ri, okundukça, çelik tellerden
mısraları, kahramanlıklarımızın şiire yansımayışından duyulan bir üzüntüyü dile getiriyordu.
Roma’nın şarkını fethettiği zamandan itibaren
gösterdiği kahramanlıklar şiire aksetseydi, Türk gençleri
bu şiirleri okudukça cedlerinin fetihlerini, kopuzu çelik telli bir ozanın dilinden dinleyeceklerdi.
*Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğr. Gör.
27
Acunda savaşmaktan özge kaygusu yoktu;
Atını, evdeşini, kılıcını severdi.
şiirler; Rus işgaline karşı Afgan direnişi; Kerkük’te yapılan
katliamlar; şehit olan ülkücü gençler için yazılan şiirler;
Doğu Türkistan için yazılan şiirler yer alır)
10.Alperenler Destanı (Hoca Ahmet Yesevi, Dede
Korkut, Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren, Ede Balı, Hacı
Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Ak Şemseddin, Anadolu’yu
Türkleştiren ilk kumandanlar ile Ertuğrul Bey ve Osman
Bey hakkındaki şiirler yer alır)
11.Kopuzdan Ezgiler (Harput-Elazığ çevresi şiirleri,
ağıtlar ve koçaklamalar yer alır)
Korkağı bağışlamaz; düşmanı olsa bile,
İyi vuruşanları yüksünmeden överdi.
En çok yalandan, bir de Çinliden tiksinirdi,
Bunları her anışta öfkelenir, söverdi.
Görkemli gövdesiyle, bir dev gibiydi Yamtar;
Uzun saçları, omuz başlarını döverdi.
Göktürkler devrinden başlayıp, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı devrelerini geçerek 1990’lara gelen
bir tarihî perspektif. Kişiler için yazılmış kısa şiirler
yanında, tarihî olay ve kişilere ait gerçekten her biri
ayrı bir kitap hacmindeki destanlar. Ve elbette bu
birikimi nazma çekmeye yetecek zengin bir Türkçe,
onları kalıcı kılacak şairlik kudreti...
Yarı aç yaşamıştı dirliği boyunca hep
“Ölüm Tanrı buyruğu, açlık olmasa” derdi.
Pek neşeli olurdu akında, şölenlerde;
Bulsaydı her öğünde bir öküz budu yerdi.
(Bozkurtların Destanı, s. 13)
Bu 1300 yıllık perspektif edebiyatımıza kalıcı eserler kazandırmıştır.
14’lü hece ile yazılmış tam kafiyeli bu mısralar,
bir Göktürk yiğidini tasvir etmektedir. Romanda çok
daha rahat yapılacak bu tasvir, nazım için hayli zordur. Mısralara baktığımızda, şairin bize Onbaşı Yamtar portresini başarı ile verdiğini görürüz.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun yazdığı binlerce mısra arasında vasat seviyede olanları da bulunabilir. Ancak Basri Gocul’dan sonra bir Türk
destanı yazmaya teşebbüs eden ve bunu büyük
ölçüde başaran bir şair olması, onun edebiyatımız ve
kültürümüz açısından önemini arttırmaktadır. Çeşitli
şiir anlayışlarına mensup eleştirmenler ve şairlerin
değerlendirmeleri değişebilir. Fakat edebiyat tarihi
veya şair-yazar sözlüğü hazırlayanlar, edebiyata
daha geniş bir açıdan bakmak zorundadırlar. Şiirleri
bin sayfa tutan bir şairin, sırf millî konuları işlemesi
sebebiy-le bazı sözlüklere girmemesi üzücüdür. Hele
bunların arasında adı tarafsıza çıkan “Edebiyatımızda
İsimler Sözlüğü” isimli esere, Behçet Necatigil’in
ölümünden sonra da sözlüğü genişletenler tarafından
inatla Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu isminin
alınmayışı skolastik anlayışın ilginç bir örneğidir.
***
Bu notlardan sonra Gençosmanoğlu’nun şiir
dünyasının kapılarını aralayabiliriz. Onu en fazla etkileyen ve âdeta satır satır ezberlediği “Bozkurtların
Ölümü” isimli eserini, nazma çekmek düşüncesini
açtığında, Nihal Atsız’ın büyük teşvikini gördüğünü
söyleyen Gençosmanoğlu, destanını yazmaya, 630
yılında Batı Göktürk Hakanlığının çöküşünden
başlar. Atsız’ın roman kahramanları onun destanına
girerler. Onbaşı Yamtar’ı anlatan şu mısralar bir destana yakışır sadelik, güzellik ve vuruculuğu taşırlar:
Yapma destanlar, halkın yüzlerce yılda kollektif şuur ve sanat gücünün bir ürünü olarak ortaya
koyduğu anonim destanlara nazaran daha zor vücuda gelirler. Binlerce yılın mecazlarını, istiarelerini,
mübalağalarını yapma destanlarda aramak boşunadır.
Neticede, yapma destan bir şairin, yani bir kişinin
ürünüdür. Onlarda kolektivitenin birleşik gücünü
elbette bulamayız. Ama Gençosmanoğlu, belirli bir
teknik içinde Yamtar’ın savaşa düşkünlüğünü; atına,
karısına ve kılıcına olan sevgisini; korkaklardan
nefretini, yalandan ve Çinliden tiksinmesini; fiziki
yapısını ve oburluğunu bize verebilmektedir.
640 Yılında Göktürk Prensi Kür Şad ve kırk arkadaşı
Çin imparatorunu tutsak edip, esarete son vermek
ister, ancak işler ters gider. Sonunda muhafızlar bu
kırk yiğidin peşine düşerler. Hepsi vuruşa vuruşa
ölürler. Son olarak Kür Şad, Çin askeri ile Vey ırmağı
arasında sıkışıp kalır. Gençosmanoğlu bu sahneyi şu
mısralarla anlatır:
Bumin Kağanın torunu,
Çuluk Kağan oğlu Kür Şad,
Kırkların başı...
28
Ölü Çinli yığınları üstünde
Vuruşuyordu.
Çin devletine karşı!
Güneş,
Sıradağlar çizgisindeydi.
Yükselmiyordu!..
Hey! Hey!
Yine de hey! Hey!
Susamıştı...
Bağrı yanmıştı...
Bir dolu sağrak sundu
Ölüm meleği...
Eğilerek atının yelesine,
Uzandı...
Bir yanda Çin ordusu,
Diğer yanda Vey!..
Ortada Kür Şad!
İçti son damlasına dek!..
İçti... Ve kandı!
Olmaz böyle şey!
Kim derdi ki Kür Şad,
Kemikle etti?
Bozkurt ocağının sönmeyen odu;
Çuluk Kağan oğlu Kür Şad...
Ölmüştü!..
Ölmüştü fakat yenilmemişti!...
O bir kişi değil
O bir devletti!..
(Bozkurtların Destanı, s. 296-298)
Bayraktı, vatandı...
Bir özge candı...
Bu mısralarda Kür Şad’ın adım adım ölüme gidişi
tasvir edilmektedir. Gençosmanoğlu hece ile yazar,
seyrek olarak da serbest ölçüyü kullanmıştır. Ama
görüldüğü üzere hece ile rahatça oynamaktadır.
Anlatacağı duruma göre, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 11 heceli
mısraları rahatlıkla kurmaktadır.
Tepeden tırnağa
Kıpkızıl kandı!
Tanrı Kut soyunun
Altın halkası...
Aynı oynamayı mısra sayılarında da yapmakta-dır.
1,2, 3 mısradan meydana gelen birlikleri başarı ile
kullanmaktadır. Onun vazgeçemediği tek şey sağlam
kafiyedir. Mısraların vurucu hük-münü taşıyan kelimeler, bu kafiyeli kelimelerdir. Dikkatli bakılırsa
kafiyelerle oynadığı da görülür. Anlattığı duruma göre
şiire başladığı ayağa birkaç mısra ara verir ve tekrar
döner. Bu, onun kafiye-yi bir araç olarak kullandığını
gösterir. Aksi hâlde kafiyeye takılıp tıkanmak tehlikesi mevcuttur.
Yedi iklim üzre
Düşer gölgesi...
Çinliye ölümdü,
Türk’e kalkandı!
Bin üç yüz elli yıl
Önceki dünden
Odu gönlümüze
Düşen volkandı!
Aldığımız bölümde duygu akışını bozan mısra;
sahnenin bittiği, yani duygunun zirveye ulaştığı noktadan sonra söylenen, “Ölmüştü fakat yenilmemişti”
şeklindeki kalıplaşmış ifadedir.
Bozkurt ocağının sönmeyen odu,
Çuluk Kağan oğlu Kür Şad,
Korku bilmiyordu!
Gençosmanoğlu’nun Göktürklerden başlayan destan coğrafyası, en fazla Anadolu’nun Türkleştirilmesi
safhasında tevakkuf eder. Artuklu bölgesinin çocuğu
olan şair, bilhassa Doğu Anadolu’nun Türkleşmesini
sağlayan Selçuklu kumandanlarına hayrandır. Sultan Alparslan’dan başlayarak, fethedilen her kalenin
Ölümcül yaralar almıştı,
Ölmüyordu!..
Yanıbaşındaydı ölüm meleği,
Gelmiyordu!..
29
içinde barındırır. Kılıç sıyırırken çekilen besmeleler,
mecaz yoluyla silahın yerini alırken; karşımızda elleri
kılıçlarının kabzalarında, dudakları besmele mırıldanan
askerlerden oluşan bir tabloyu da canlandırır. Orduya yardıma gelen melekler, gökteki burçların yere
eğilmesi, nal şakırtısı ve kanat seslerinden meydana
gelen bir hengâme… bu mübalağalı anlatımlar da
destanın bir gereğidir. Destana konu olan kahramanlar, normal insanlardan çok üstün işler yaparlar.
zafer şarkısını, yirminci yüzyıldan onlara katılarak
söyler. Karahanlı dönemini Satuk Buğra Hanın Müslüman olması ile Türklüğe Müslümanlık mayasının
çalınışı ola-rak gören şair, bu devreyi Malazgirt
Destanı isimli eserinin girişinde;
“Türk Hakanı Satuk Buğra Hanın rüyası..
Rüyasında Müslüman olup uyanması ve Müslümanlığı Türk illerine yaymasıdır..” açıklaması ile
girdiği uzunca bölümde anlattıktan sonra, hemen
Alparslan’ın kumandanlarından Afşın Beyin, Malazgirt
Zaferinden iki yıl önce İzmir’e kadar uzanan akınını
büyülenmiş gibi aksettirir:
Ve mehterin vuruşunu aksettiren şu mısralar, o
ahengi yakalamaları bakımından gerçekten etkileyicidir:
Sonsuzdan, derinden, yüceden…
Şafaktan gündüzden geceden…
Ses gelir üç bin yıl önceden,
Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek…
Bismillah diyerek baştan,
Süzüldüm güneye Muş’tan…
Atım hoşlanmaz yavaştan!
Fatihi benim Maraş’ın,
Adım Türkenoğlu Afşın!
Dokuz kat tiz vurur, pes vurur.
Dokuz kat davlumbaz, kös vurur.
Yürekten yüreğe ses vurur,
Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek…
Göz koydum Anadolu’ya
Sevdikçe döndüm deliye…
Geçtim Sivas’tan Bolu’ya…
Yol teperim yazın kışın…
Adım Türkenoğlu Afşın!
Can kuşu kafesten kurtulur.
Gizlilik perdesi yırtılır…
Nal şakır, at kişner, kurt ulur,
Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek…
…
Tuğ budur, tef budur, zil budur,
Elli bin kabzada el budur…
Mete’den Mehmed’e yol budur,
Tanrı tek… Tanrı tek… Tanrı tek…
(Destanlar Burcu, s.231-232)
Ardından Alparslan’ın Malazgirt Zaferi gelir. Bizans ordusu ile Türk ordusunun iç içe geçtiği sahne ve
bu esnada mehterin vuruşu cenk mey-danını andıran
ses oyunları ile verilir:
Vurdu iri davullar, vurdu çağrı kösleri…
Yerde nal şakırtısı, gökte kanat sesleri
(Destanlar Burcu, s. 245-246)
Kucaklaştığı anda, kabzalar geçti ele
Ve sıyrıldı kınından, tam ellibin besmele!
Her kıtanın sonunda yer alan “Tanrı tek” söyleyişleri, mehterdeki kös seslerinin ritmik tekrarını şiire taşırlar. Destanlardaki tahkiye bölümleri, kahramanların yüceltildiği bölümler ile kişi
hareketlerinin tasvirlerinin, şiiri tekdüzeliğe düşürme tehlikesi vardır. Bunu kırmak isteyen şair
mehteri anlattığı ve yukarıya bir bölümünü aldığımız bu mısralarda, yarım kafiyeleri redifler ve
bazan cinaslarla güçlendirerek ahengi sağlar. Dokuz kat mehterin vuruşunu 9’lu hece ile anlatması
da manidardır. Mısraların her hecesi, mehterin bir
katını karşılar. Aldığımız bölümün son kıtasında bulunan “Mete’den Mehmed’e yol budur!” mısrası hem
devamlılığın hem de şairin geçmişte yaşamadığının
bir göstergesidir.
Türkmen alperenleri uçarken yalınkılıç
Eğildi yere doğru, gökteki on iki burç…
Görmek için Tanrı’nın “Türk” dediği erleri,
Öpmek için onların bastıkları yerleri…
Bozkurtlar ondusuna karıştı kırbin melek…
Malazgirt ovasında neler görmedi felek!...
(Destanlar Burcu, s. 244)
Hücuma geçen orduyu tasvir eden bu mısralar,
Türklerin, İslam’ın ordusu oluşuna ait unsurları da
30
inde y e r alır. Hicret I-II şiirleri Hz. Peygamberin
h i c retini anlatır. Yaşayan Destan Afganistan şiiri 80’li
yıllarda Afganistan’ı işgal eden Ruslara karşı direnen
yiğitlerin destanıdır. Şu mısralar o destandan seslenirler:
Moskof tanklarına göğüs gerende
Ali duruşlu.
Düşman saflarına hamle kılanda
Hamza vuruşlu.
Ezan okuyanda Bilâl çehreli,
Namaza duranda hilâl çehreli,
Ak donlu yiğit!
Sahabi meşrebli,
Saf kanlı mücahit!
Artuk Bey, Balak Gazi, Alparslan, Ertuğrul Bey,
Osman Bey, Fatih Sultan Mehmet, Genç Osman gibi
kahramanlar; Hoca Ahmet Yesevi, Dede Korkut,
Yunus Emre, Mevlana, Ahi Evren, Ede Balı, Hacı
Bektaş Veli, Hacı Bayram Veli, Ak Şemseddin gibi
milleti manevi yönden besleyen gönül erleri…
Gençosmanoğlu’nun destanlarına tarihî açıdan
baktığımızda, bu eserlerde İslam öncesi ve İslâm
sonrası Türklüğünün manevî değerleri ve kahramanları ile nazma çekildiğini söyleyebiliriz. Bin
sayfaya yaklaşan bu şiirlere büyük ölçüde sehl-i
mümteni (kolay gibi görünen sadelik) hakimdir. Üslubunda Dede Korkut Türkçesinin de önemli etkisi ve
katkısı vardır. Boğaç Han ve Salur Kazan gibi iki Dede
Korkut hikâyesini nazma çeken Gençosmanoğlu için
bu temiz Türkçe, kullanılması ve geliştirilmesi gereken değerli bir kültür unsurudur. Onun;
(Destanlar Burcu, s. 60)
Burada, Dede Korkut dilinden Oğuz yiğitleri-nin
mücadelelerini okur gibi oluruz. Şair Afganlı mücahitlere öylesine yakın hisseder kendini. Müslüman
Zenci (DB, 71) şiiri de zorlama değil, samimi hislerin
terennümüdür. Şiir şu beyitle biter:
Şol gökleri kaldıranın
Donatarak dolduranın
Ol deyince olduranın
Doksan dokuz adı ile
veya;
Asr-ı Saadet’te sandım kendimi
Namaza dururken Müslüman Zenci..
(Alperenler Destanı, s.109)
Gençosmanoğlu’nun ilgi alanının genişliğini göstermesi bakımından ölenlerin ardından yazdığı şiirleri
de önemlidir.
Kıyamet günü ıssının
İsrafil ünü ıssının
Muhammed dini ıssının
Doksan dokuz adı ile
Destanlar Burcu’nun “Asım’ın Nesli” adını taşıyan bölümünde yer alan şiirler, 12 Eylül 1980 öncesi yıllarda Komünist ve Bölücü anarşinin Türkiye’yi
kasıp kavurduğu; sokakların kan gölüne döndüğü,
ordu ve polis dahil devletin bütün güçlerinin güvenlik
işlerinden ellerini çektiği 5-6 yıllık sürede, bu güçlere
canlarını siper eden ve Âkif’in “ Âsım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek/ İşte çiğnetmedi nâmûsunu
çiğnetmeyecek” diyerek tebcil ettiği, Çanakkalle’de
döğüşen Mehmetçik benzeri bir misyonu yüklenen
ülkücü gençler için yazılmıştır. Yusuf İmamoğlu,
Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen başta olmak üzere
beş bin genç, bu milletin mukaddesleri için kara
toprağa girdiler. Tekrar edelim, o dönemde güvenlik
güçleri sokakları tamamen boşaltmışlardı. Milletine
âşık bir şairin bu duruma kayıtsız kalması elbette
düşünülemezdi. Onun şu mısraları, kıyamete kadar
milletin hafızasında yazılı kalacak ve Bilge Kağanın;
“ Kanın sel gibi aktı, kemiğin dağ gibi yığıldı. Beylik evladın köle oldu, hanım-lık kızların cariye oldu”
uyarısı ile birlikte, Türk milletinin şuurunu uyanık
tutmaya devam edecektir:
(Alperenler Destanı, s.109)
şekillerinde nazma çektiği besmele, ne kadar millî
ve ne kadar Dede Korkutçadır…
***
Gençosmanoğlu’nun üzerinde durulması gere-ken
ve kanaatimizce yanlış anlaşılan bir başka yönü de
yaşadığı dönemdeki olaylara, kişilere ve millî kültür
unsurlarına yaklaşım tarzıdır. Onun sadece TürkçüMilliyetçilerin şairi gibi görülmesi; millî kültüre
düşman olanların tabiî tepkisinin yanında, İslamiyeti
referans olarak alan grupların da tepkisine sebep
olmuştur. Doğu Türkistan, Kerkük, Batı Türkistan ve
Kafkaslardaki Türklerin uğradığı zulümleri konu alan
şiirleri, zamanında Turancılık olarak damgalanmıştır.
Ama işte bugün, oralarda bulunan kardeşlerimizin
pek çoğu ile bağlantı kuramama acemiliği, o zaman
yapılan yanlış değerlendirmelerin bir sonucudur.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun yazdığı
son şiirler genellikle Destanlar Burcu isimli eser31
Kurudu göze pınarlar
Nice gül fidanım gitti…
Devrildi iri çınarlar,
Canım içre canım gitti:
Bölünmesin diye millet,
Bâki kalsın diye devlet,
Dağlar gibi kemikle et,
Seller gibi kanım gitti.
…
Sakarya nesli yiğitler…
Bağrı kan süslü yiğitler…
Süphan göğüslü yiğitler
Gitti ise benim gitti…
(Destanlar Burcu, s. 95)
Gençosmanoğlu bu şiirleri ile, kendini milleti için
feda eden Âsımların unutulmasını önleyen belki de
tek şâir olmuştur. Ve ona bu yüzden soğuk duranlar,
inançlarını ve kimliklerini mutlaka gözden geçirmelidir.
Onun, ölümleri ardından ağıtlar yazdığı başka
kişiler de vardır: Yahya Kemal, Nihal Atsız, Âşık
Veysel, Fikret Memişoğlu, Dündar Taşer, Arif Nihat
Asya, Mehmet Kaplan, Necip Fazıl Kısakürek, Fethi
Gemuhluoğlu, Samiha Ayverdi vb…
Bu isimler gözden geçirildiğinde, Gençosmanoğlu’nun,
milletin değerleri ile bütünleşen her çevreden insana
sevgi duyduğu ve onları şiir dünyasının içine taşıdığı
görülür.
Son söz olarak diyebiliriz ki o, Oğuz Han devrinden 20. yüzyıl sonun kadar Türklüğün bütün
devrelerinin; yetiştirdiği kahramanlarının, değerli
insanlarının ve kültür atlasının şairidir. Türklüğün
mefahirini onun çelik sadasından okumak, uğradığı
zulümleri onun ağıtları ile hafızalara yerleştirmek, bu
millete ve değerlerine bağlı her kişi için vazgeçilmez
bir görevdir.
Desen: Garipkafkaslı-2010
32
GERİ GELEN MEKTUP
Hüseyin Nihal Atsız
Ruhun mu ateş, yoksa o gözler mi alevden?
Bilmem bu yanardağ ne biçim korla tutuştu?
Pervane olan kendini gizler mi hiç alevden?
Sen istedin ondan bu gönül zorla tutuştu.
Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse;
Ay, secde edip çehrene, yerlerde sürünse;
Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan,
Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse...
Ey sen ki kül ettin beni onmaz yakışınla,
Ey sen ki gönüller tutuşur her bakışınla!
Hançer gibi keskin ve çiçekler gibi ince
Çehren bana uğrunda ölüm hazzı verince
Gönlümdeki azgın devi rüzgarlara attım;
Gözlerle günah işlemenin zevkini tattım.
Gözler ki birer parçasıdır sende İlahın,
Gözler ki senin en katı zulmün ve silahın,
Vur şanlı silahınla gönül mülkü düzelsin;
Sen öldürüyorken de vururken de güzelsin!
Bir başka füsun fışkırıyor sanki yüzünden,
Bir yüz ki yapılmış dişi kaplanla hüzünden...
Hasret sana ey yirmi yılın taze baharı,
Vaslınla da dinmez yine bağrındaki ağrı.
Dinmez! Gönülün, tapmanın, aşkın sesidir bu!
Dinmez! Ebedi özleyişin bestesidir bu!
Hasret çekerek uğruna ölmek de kolaydı,
Görmek seni ukbadan eğer mümkün olaydı.
Dünyayı boğup mahşere döndürse denizler,
Tek bendeki volkanları söndürse denizler!
Hala yaşıyor gizlenerek ruhuma ‘Kaabil’
İmkanı bulunsaydı bütün ömre mukabil
Sırretmeye elden seni bir perde olurdum.
Toprak gibi her çiğnediğin yerde olurdum.
Desen:Atanas Karaçoban
Mehtaplı yüzün Tanrı’yı kıskandırıyordur.
En hisli şiirden de örülmez bu güzellik.
Yaklaşması güç, senden uzaklaşması zordur;
Kalbin işidir, gözle görülmez bu güzellik...
33
Amerika Kızılderili Kabileleri ve Türk Dünyasında
Nevruz Merasimlerindeki Benzerlikler
Dr. Ahmet Ali Arslan*
[email protected]
“folklor” malzemelerini tahlil ederek, meselenin üzerindeki esrarı kaldırmağa çalışacağız.
Bu çalışma, Amerika’ya adım attığımız 1980
yılından başlayarak kökü otuz yıl öncesinden başlatılmış bir araştırmanın ileriye doğru
atılmaya başlanan ilk adımlarından sayılabilir.
Amerika yerli Kızılderili Kabilelerinin “soy
kütüğü” ile ilgili çalışmalar ve münakaşalar
asırlardır devam etmektedir. Son yıllarda
bağımsız araştırmacı uzmanların, Sibirya ve
Alaska’da ve Alaska’nın daha güneyinde bulunan
insan kemikleri ve toprağa yayılmış insan “yağı”
kalıntıları üzerinde yaptıkları “gen” araştırmaları
Amerika ve Asya kıtalarında vakti ile yaşamış bu
insanların birbirleri ile yakın akraba olduklarını
tespit etmesine rağmen, Amerika’ya Avrupa üzerinden gelenler bu gerçeklere sırt çevirmektedirler.
Amerika’nın toprakla ve tarımla uğraşan
Kızılderili kabileleri arasında dinî ağırlıklı
merasimlerle kutlanan mevsimlik bayramların
başında Mart ayında “Yeni Yılın Başı” için
yapılan kutlama törenleri ve şenlikleri gelir. Kaliforniya eyaletinde geçimini topraktan temin eden yerleşik–şehirli Kızılderili kabileleri, göçebe bir hayat sürerek, yazın serin
dağ yamaçlarına ve kışın ise daha ılık ve mülayim bölgelere göç eden ve geçimini avcılıkla
temin eden Kızılderili kabilelerine kıyasla
“Yeni Yılın Başı” kutlamalarına daha büyük
bir bağlılık göstermektedirler. Amerika’daki
Amerika yerli Kızılderili kabileleri ile Sibirya Saka–Altay–Hakas–Televit ve Tuva bölgesinde yaşayan eski Türk âdetlerinin ve mevsimlik dinî merasimlerinin birbirine benzemesi
ve büyük paralellikler göstermesinin sebeplerine
ışık tutmak gayesi taşıyan bu araştırmamızla
bir kültürün ve kökü asırlara dayanan yaşanmış
bir medeniyetin “gen”leri olarak kabul edilen
* Selçuk Üniversitesi, Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliği Öğretim Üyesi, Konya
34
Kızılderili kabileleri arasında mevsimlik “Yeni
Yılın Başı” kutlamaları, “Eski yıldan yeni yıla
geçişi, ölümden sıyrılıp yeniden dirilişi, kısırlıktan
kurtulup yeniden üremeye dönüşü kutlamak
maksadıyla yapılmaktadır.”(Hultkrants, 1967, 108)
sup insanların toplu olarak katıldıkları merasimde
kabilenin Şamanı bu direğe tırmanır. Köyün orta
yerine dikilen bu “direk” ölümlü dünya ile ahiret
arasında kurulan mistik bağı ve ruhî köprüyü, bazen de kainatı “Bir”den yaratan ve her şeyi sonunda
yeniden “Bir”de bir araya toplayacak olan “Bir”in,
yani “Gök Tanrı”nın yer yüzündeki sembolü olarak
kabul ediliyor. Kuzey Amerikan yerli Kızılderili
kabilelerinden Kutenai ve Crow (Karga) kabileleri
de köyün ortasına dinî merasimler maksadıyla
dikilen bu mukaddes “direği” kabile ile “Gök Tanrı”
arasında kurulan bağ ve mukaddes bağlılığın köprüsü
olarak kabul ediyorlar.Hultkrants, 1967, 109-110)
Kaliforniya ve etrafındaki topraklarda dağınık
olarak yaşayan Amerika yerli Kızılderili kabilelerinden Yurok, Karuk, Hupa, Yuki, Pomo, Modoc
ve Maidu kabileleri yeni yılın başlangıcı olarak
kabul edilen “Mart” ayında, Bahar Bayramını
sözün tam manasıyla ifade edecek olursak, tabiatın
yeniden canlanması ve uyanmasına bağlı olarak
“Yeniden Doğuş”un bir sembolü şeklinde kabul
ederek kutluyorlar. Bununla ilgili dinî merasimlere
diğer Kızılderili kabilelerinde olduğu gibi, yine kabilenin Şamanı öncülük etmekte ve yönetmektedir.
“Great Spirit” (Büyük Ruh), “Manitu” (Tanrı),
“Wakan–Tanka” (Kutsal Ruh) olarak adlandırılan
“Gök Tanrı”ya daha yakın olma ve O’nunla
konuşma, O’ndan yardım dileme maksadıyla dünya
ve kâinatın orta direği ve “ekseni” olarak kabul edilen
ve köyün orta yerine dikilen “direk” ve bu “direğe
tırmanma” merasimine Orta Asya, Sibirya, Altay,
Hakas, Tuva Şamanizm’i ve bu bölgelerde yaşayan
Türk topluluklarının ve boylarının dinî geleneğinde
de yaygınca rastlanmaktadır.(Havra, 1922, 133) Orta
Asya Türk boyları arasında yapılan dinî maksatlı
merasimlerde Tanrı’ya daha yakın olmak maksadıyla
köyün ortasına dikilen direğe tırmanma merasimi
ile ilgili olarak diğer Batılı âlimler ve araştırmacılar
da katkılarda bulunmuştur.( Paulson, 1962, 132)
Yeni yılın başlangıcı olan Mart’ta kutlanan
“Diriliş” kutlamaları ile ilgili Kızılderililerin
yaptığı merasimlerde kabilenin yaşadığı köy veya
kampın tam orta yerine uzun ve düzgün bir “direk” dikilir. New Mexico, Arizona ve Kaliforniya
eyaletlerinde yaşayan Kızılderili kabileleri köyün
orta yerine dikilen bu “direğin” kâinatın “ekseni”
olduğuna ve dünyayı yaratan “Bir”i temsil ettiğine
inanırlar. Bu inanç yerleşik ve şehirle manasına
gelen “Pueblo” yerli Kızılderili kabileleri arasında
da aynı şekilde yaygındır.(Hultkrants, 1967, 109)
Kızılderililerin yaptığı merasim ve kutlamaların en
ilginç yanlarından birisi kabilenin Şamanı’nın “Gök
Tanrı” olarak kabul edilen “Ulu Ruh”a (Great Spirit)
daha çok yaklaşmak ve kabilesi için O’nun yardımını
ve rahmetini talep etmek maksadıyla, bu düzgün
“direğe” tırmanmasıdır. Dinî maksatlı bu merasimi
yöneten Şaman’ın bu direğe tırmanması, mensubu
olduğu kabilesini kötü ruhlardan ve onların sebep
olabileceği hastalıklardan koruması, yeni yılda kabilesine bol mahsul bahşetmesi konularında görüşme
talep etmek maksadıyla “Gök Tanrı”yı daha yakın
olma amacı taşımaktadır. Direğe tırmanma merasimi Kaliforniya eyaletindeki Camella Kızılderilileri
arasında oldukça yaygındır.(Hackel, ICA, 229-243)
Amerika’nın Batısında, Kaliforniya toprakları
içinde yaşayan Yurok Kızılderili kabilesi, “Mart”ta
düzenlenen “Yeni Yılın Başı” merasimlerini özel
olarak hazırlanan ve “Big House” (Büyük Ev) olarak
adlandırılan yerde yapıyorlar. Amerika’nın Delaware
eyaletindeki Lenape Kızılderili kabilesi ve Cheyenne
(Çayan) Kızılderilileri, yine “Big House” dedikleri
yerde Yeni Yıl kutlamaları ile ilgili merasimleri eksiksiz yerine getirirler. Baharın gelişi ve tabiatın yeniden
canlanarak hayat bulması ile ilgili merasimlerin
yapıldığı “Büyük Ev”in dinî açıdan mistik bir manası
vardır. Bu “Büyük Ev”in kendisi, Gök Tanrı’nın
yarattığı kâinatı, onun dört köşesindeki “dört direği”
ve üzerine oturtulan “kubbesi” Gök Tanrı’nın kudretini, bu “Büyük Ev”in orta yerine dikilen “direk”
ise, “Gök Tanrı”nın yer yüzüne koyduğu “ayağı”nın
yerini sembolize etmektedir.(Speck,1931, 22)
Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde yaşayan Maidu Kızılderili kabilesinde de Ulu Ruh’a yaklaşmak
ve ondan Yeni Yıl’da kabileye sağlık, saadet ve bol
gıda bahşetmesi için “Yakarış” merasimi düzenlenir. Bu yakarışla ilgili olarak bütün kabileye men-
Güney Amerika’da Chile (Şili)’nin Diaguita
Kızılderili kabilesi arasında mevsimlik ve diğer
35
dinî merasimleri idare eden Şaman, diğer bölgelerdeki Şamanlardan farklılık göstermektedir. Buradaki Şamanlar, kabilenin diğer fertlerinin yaşadığı
yerden uzakta yaşar. Güney Amerika’da Bolivya’nın
Aravak Kızılderililerinin Majo boyuna mensup
Kızılderili kabilesinde de durum aynıdır. Şaman
burada da toplumdan biraz uzakta ayrı yerde yaşar.
Şaman her merasimi idare etmez. Aravak Kızılderili
kabilesi dinî merasimleri yönetmesi için bazen başka
kişileri görevlendirir. Asıl Şamanı her işte kullanmayarak, özel mevsimlik merasimler için birisini
tayin etme âdeti Aravak Kızılderililerinin komşusu
ve yine Bolivya’da yaşayan Manası Kızılderili
kabilesinde de görülür.(Hultkrants, 1967, 126)
girmesine mani olmak ve onu kabilenin sınırlarından
kovup çıkarmaktır.(Bunczel, ARBAE, 467- 544)
Kuzey Amerika’da “Günana” veya “Kün–anaa”
(Gün–ana) Kızılderili grubuna bağlı, Athapascan
(Atabaşkan) Kızılderililerinin Beaver (Kunduz)
boyuna bağlı Kızılderililerin inanışlarına göre Gök
Tanrı dünyayı üç kademeli olarak yaratmıştır: (a)
Gökyüzü, (b) Yeryüzü, (c) Yeraltı dünyası. Dünya bu
kabilenin inanışına göre “dört” köşelidir. Her köşeden
bir başka rüzgâr eser. New Mexico’nun başkenti Albaquarke şehrinde yapılmış “Pueblo Kızılderilileri
Kültür Merkezi”nin orta yerine dikilmiş olan “Direk” Gök Tanrı’nın eşi ve benzeri olmayan, “Tek”
ve “Yalnız” olduğunu ve dünyanın merkezini temsil etmektedir. Kızılderililer, hep o “Bir”in etrafında
dönerek mevsimlik danslarını ve merasimlerini sergilerler. Pueblo Kızılderili grubuna bağlı ons sekiz
Kızılderili kabilesi, “Bir”den yaratıldıklarına ve
sonunda yine bu “Bir”e kavuşacaklarına, bedenleri
çürüse ve yok olsa bile, ruhlarının ölmeyeceğine
inanırlar. Merasimin yapıldığı yer bir daire şeklindedir
ve üzeri açık, “Gök Tanrı”ya bakmaktadır. Bu “Bir”in
etrafında doğup–büyüyüp ve uçmaya varılacağını
anlatmaktadır. Bu merasim daha çok, New Mexico
eyaletinin Tewa Kızılderili kabilesinin mevsimlik
dinî merasimlerinde görülür. “Amerika Kızılderili
kabileleri arasında “yerin yaratılışı” ile ilgili destanlar ve efsaneler Ortay Asya’nın kuzeyinde yaşayan
Türk topluluklarının destanlarındaki yerin yaratılışı
ile ile ilgili kayıtlarla paralellikler gösterir. Dünya,
“Ulu Yaratan” tarafından suyun altından getirilen
bir çamur parçasından yaratılmıştır. Ulu Yaratan
ona “Toprak Ana” adını vermiştir. Ağaçlar, toprak,
dereler, dağlar hep Ulu Yaratan’ın vücudunun
parçalarından oluşmaktadır.(Hultkrants, 1967, 30)
Kuzey Amerika Kızılderili kabilelerinden New
Mexico eyaletinde yaşayan Zuni ve Arizona’da
yaşayan Hopi Kızılderili kabileleri yerleşik hayat
yaşayan Pueblo Kızılderililerinin klasik iki kabilesi
olarak bilinmektedir. Zuni Kızılderililileri ulu ataları
“Koko” için yaptıkları mevsimlik merasimleri,
diğer Kızılderili kabilelerinden farklı olarak büyük
Şamanların eşliğinde “gizli” merasim odalarında
yerine getirirler. Zuni ve Hopi Kızılderililerinin
Şamanları kendileri ile birlikte 15 tane dinî ayinleri
yöneten “Ashiwanni” ile beraber dans edip ilahiler
söyleyerek yağmur “yağdırma” görevini yüklenirler.
Arıkara Kızılderili Şamanı Bahar’da ilk gök gürültüsünü duyduğu zaman kabilenin özel fetişini boynuna takarak köyün sokaklarında dolaşır, yağmurun
yağmasını temin etmeye ve Baharın gelişini, toprağın
canlanmaya bağladığını ve toprağa tohum atma zamanı
olduğunu haber verir.(Howard, 1974, 241–271)
Zuni Kızılderili kabilesinin özel mevsimlik merasim için seçilmiş erkekleri “Kiva” denilen merasim
odasında bir araya gelirler. Bu merasime kadınları ve
yabancıları almazlar. Bundan dolayıdır ki, Zuni ve
Hopi Kızılderili Kabilelerinin gizli mevsimlik merasimlerinin bazı sırları hâlâ çözülememiştir.(Stevenson,
1904, 63) Hopi Kızılderili kabilesinin en iyi organize
edilmiş iki grubu vardır: onların birisi otların ve bitkilerin sıhhatli ve sağlıklı büyümesini temin için Antilop (Geyik) dansını yaparlar. Diğerleri ise “Snake”
(Yılan) grubudur: o da tabiatın korunmasını temin
eden danslar yaparlar ve ağızlarında zehirli ve canlı
yılanlar taşıyarak meydanda dans ederler. Bunların
mevsimlik danslarına 12 tane Şaman katılır ve her
bir Şamanın görevi belirli bir hastalıkla mücadele
ve onu doğuran kötü ruhların kabilenin topraklarına
Dünyanın dört köşesinin olduğu ve her köşesinin
kendisine has bir renk ile anıldığı Ziya Gökalp’ın
Türk Medeniyeti Tarihi’nde belirtildiği şekilde, özellikle Navajo Kızılderililerinin hayatında da aynen
görülür. “Türkler seneyi dört cihetin totemleri ile ifade ettikleri gibi senenin aylarını da yine dört cihetin
totem isimleri ile ifade ederlerdi.” (Gökalp, 1967, 57)
Orta Asya, Sibirya Türkleri, Saka, Altay, Hakas,
Tuva Türklerinde “Mart” ayı “Yeni Yılın Başı”dır.
Hakas Türkleri “Yelin Yılın Başı” olarak bilinen
Mart ayında, çeşitli merasimleri büyük bir dikkatle
yerine getirirler. Bu merasimler, bugün Amerikan
36
Amerikan yerli Kızılderili kabileleri arasında da
canlılığını korumaktadır. Şamanizm geleneğine bağlı
olarak yapılan dinî maksatlı bu mevsimlik merasimler, Amerika Yerli Kızılderili kabileleri ile Orta
Asya Türk boyları arasında birbirinin aynısı denecek
kadar benzerlik ve paralellikler gösterir. Hakas
Türkleri “Mart” ayında yaptıkları merasimi şöyle
anlatmaktadırlar: “Hakasya eski Türk halklarından
birisidir. Bunu Hakasların örf ve âdetleri ispatlıyor.
Örnek olarak Yeni Yılın Başı bayramını alabiliriz. Bizim halkımız Yeni Yılı 22 Mart’ta kutlar. Adı Yılbaşı.
Gün saatleri ile gece saatleri eşit olduğu zaman, o gün
güneş doğarken ona tapıyorlar. Daha sonra kutsal ateş
anaya tapılır. Dünyadaki bu kutsal ateş, küçük güneş
gibi sayılır. Bu kutsal ateşte Kara Çalama (ipek)
yakılıyor. Bu Kara Çalama yakılmadan önce üç bohçaya bağlarlar. Bir bohça ile hastalıklar, ikinci bohça
ile acılar, üçüncü bohça ile dertlerin, hastalıkların hepsinin bağlanması demektir. Daha sonra Izıh (kutsal) Ak
Ağaca (Akça Kayın) yeşil, kırmızı beyaz bezler asılır.
Böylece Göğe hayat için dua ediyoruz. Yeşil “hayatın”
rengi, kırmızı “kan damarı kurumasın”, beyaz ise
“hayat temiz olsun” anlamındadır. (Galina, 1995, 23)
“Amerika’nın Sub–Arktik bölgesinde yaşayan
Kızılderili kabileleri yılda bir defa, “Mart” ayında,
“Feeding the Fire” (Ateşi Doyurma) merasimi yaparlar. Bunun Kızılderililerin ölen yakınlarının ruhlarını
tatmin edeceğine inanılır. “Beawer” (Kunduz)
Kızılderilileri, bu merasime çok önem verirler ve
Amerika’nın kuzeyinde yaşayan Kızılderililer arasında
ateşe “et” atarak onu doyurma ve tatmin etmek merasimini en ciddi şekilde takip ederler. Bunun yanında
yine Baharın başlaması ve Solmon balığının nehirlerin kaynağına doğru ilk göçleri başladığı zaman British Colombia’da yaşayan Kuzey Amerika Kızılderili
kabilelerinden Tanaini Kızılderilileri, ateşe et atma
merasimi yaparlar. Bu merasimle tabiatta hayatın
yenileneceğine inanırlar. Mart ayında insan vücudunu
yenilemek ve canlandırmak için Fin Hamamına benzeyen “Sweat Lodge”lara terlemek için girilir. Sonra
yeni elbiseler giyilir. Güzel kokulu yaban otlarının
ateş üzerinde yakılması ile elde edilen dumanlarından
teneffüs edilerek, ciğerlere çekilir.”(Eliade, 1987, 742)
Şamanist gelenekleri ve inançlarına göre, ateş bütün
pislik ve kötülükleri temizler, kötü ruhları kovar. VI.
yüzyılda Batı Göktürk Kaanına gelen Bizans elçilerini
huzura almadan önce onları iki ateş arasından geçirirlerdi. Bu tören elçilerle gelmesi muhtemel kötü ruhları
37
kovmak maksadıyla yapılırdı. Bu inanca Türklerde
de rastlıyoruz. Başkurtlar ve Kazaklar bir yağlı bezi
yakarak onu hastanın etrafında “alas... alas” diyerek
gezdirirler. Buna Kazak ve Başkurtlarda “alaslama”
Anadolu’da ise “alazlama” denir.(İnan, 1986, 66)
Kuzey Amerika’daki Sioux (Su) Kızılderili Kabilesinde “ateşe” “Ulu Ruh’un (Gök Tanrı’nın)
yeryüzündeki ebedî temsilcisi olarak hürmet edilir.
Amerika’nın Gök Tanrı tarafından yaratılan büyük bir
ada olduğuna inanan Sioux Kızılderilileri, “Mukaddes Ateş” ebedî olara yanacağına ve insanları bütün
günahları ve kötü ruhların tesirinden koruyacağına
inanırlar. Ateşten geçip temizlendikçe, Ulu Ruh’a daha
çok yakınlaşacağına inanan Sioux Kızılderilileri, ateşi
“Ebedî ve Sonsuza kadar yanan” bir kuvvet ve kudret
kaynağı olarak kabul ediyorlar.( Brown, 1938, 32)
Sioux (Su) Kızılderili kabilesinde, Yeni Yılın
Başlangıcı için yapılan merasimlerde “Ateş”e büyük
önem verilir. Bu merasimler Sioux topraklarında “Ot
Biten Ay” olarak adlandırılan “Mart” ayında yapılır.
Yeni yıl “Ot Biten Ay”ı ile başlar. Sioux’ların hayat
düzeni mevsimlere ve mevsimler de aylara (Moons)
göre nizama koyulmuştur. Yeni yılın başını kutlamak
çeşitli merasim ve dinî ayinlerle korunur ve devam ettirilir. Mart ayının (Otlar Biten Ay) girmesiyle Sioux
kabilesinde büyük bir canlanma ve hazırlık başlar. Atlara çok önem verilen bu Kızılderili kabilesinde, iki
yıllık “damdan çıkma” taylara artık eğer vurulmaya
başlanır. Bu ayda, yılkının içinde içinde döllenmeye
müsait olmayan atlar artık “idiş” edilir. Kabilenin
“aksakalları” özellikle kabiledeki atların döllenme ve
çoğalmaları ile ilgili mevsimlik işlere büyük önem
verir ve onunla uğraşırlar. “Otlar Biten Ay”da kıştan
kalan “Tee–Pee” (Tipi) dedikleri çadırlar bir önceki
kıştan hazırlanan derilerle tamir edilir, yamalanır
veya yenileri yapılır. Bir önceki yıl özel olarak
tütsülenmiş ve “Otlar Biten Ay”a saklanmış “gön”ler
çıkarılır, hasıl edilir ve Yeni yılın başında yapılacak
merasimlerde giyinmek için “Mokasen” (Maccosin) yapılır, “çekmeler” ve çizmeler hazırlanır.
Mart ayının girmesi ve yeni yılın başlamasıyla
Sioux Kızılderili kabilesinin bütün fertleri, kıştan
çıkmanın vermiş olduğu yorgunluktan ve tembellikten bir an önce kurtulmaya çalışırlar. Gelecek kış
için hazırlıklara başlarlar. Kabilenin erkekleri avlanmaya çıkar, at yarışları yaparlar. Kabilenin kadın
ve genç kızları ve gelinleri ise dağlara ve ovalara
yayılır, evlerinin ihtiyacı olan yaban “pancarları” ve
faydalı otlardan toplar, kış için kurutulurlar. Bunların
bir kısmını günlük hayatlarında kullanılırlar. Güzel kokan ve faydalı otların, kökleri, yaptıkları bu
ayda toplanır ve kurutulur.(Hassirck, 1960 175)
bir sicime her gün için bir düğüm atarak, bir ayın hangi gününde olduklarını tespit ediyorlar. Amerika’da
yaşayan 520 Kızılderili kabilesinin her birinin kendisine göre bir takvim ve yaş hesaplama tarzı var.
Mart’ta (Otlar Biten Ay) canlanan ve çalışmaya
başlayan Sioux kabilesinin bütün fertleri bu
hazırlıklarını Kasım’a (Sığırların Tüy Döktüğü Ay)
kadar devam ettirirler. Kasım ayında kabilenin ileri
gelen “aksakalları” kışın gelecek “Mart” ayına kadar nerede geçirileceğine karar verir ve kampın
kurulacağı yeri eşerler. Black Hills (Karadağlar)
etrafında özellikle ormanlık bölgeye yakın yerlerde
yazı ve sonbaharı geçiren Sioux Kızılderilileri Aralık
ayından (Çadırdan Don Ayı) önce bütün oklarını
hazırlarlar, yaylarının kirişlerini değiştirir ve yenilerler. Kabile karar verilen yerdeki kampını kurar ve gelecek Yeni Yılın başını beklerler.(Hassirck, 1960, 177)
Kabilenin Şamanı, yeni yılın başı ile ilgili bu merasimlere başlamadan önce ve merasimleri bitirdikten
sonra kendisini kötü ruhlardan temizler. “Yeni Yıl”
merasimlerini idare eden Şaman, uzun dinî ilahiler
söyleyerek, mukaddes bilinen yerleri ziyaret eder.
Kabilenin insanları, ulu ruhların gezindiği bu yerleri
ziyaret etmekte, tabiatın bahşettiği dünya nimetlerinin
azalmadan devam edeceğine inanırlar. Bu merasimde, kabilenin Şamanı “Yeni Ateş”i tutuşturur,
“Eski Ateş”i söndürür. Kendisi için hazırlanan toprak
tepenin üzerine çıkan Şaman, oradan kabile halkının
saadeti için dinî ilahiler okur. Kızılderililer Somon
balığının avlandığı nehrin kaynağına doğru Şaman
ile birlikte yürürler. Ulu Ruhların şerefine “White
Deerskin Dance” (Beyaz Geyi Derisi Dansı) ve Jump
Dance (Hop–Hop Dansı) yaparlar.(Spence, 1989, 33)
Türk kültüründe de bazı aylar Amerika yerli Kızılderili kabilelerinde olduğu gibi, tabiatta
hayvanların hareketine bağlı olarak adlar alırlar.
İlk Baharın birinci ayına “Oğlak Ayı”, ikinci ayına
“Ulu Oğlak Ayı”, üçüncü ayına “Ulu Ay” denilirmiş.
Diğer aylar da yine bu şekilde, yani mevsimlerin totemleri ile adlanırmış.(Mahmud, CI, 347)
Sioux Kızılderili kabilesi yılın iki ayını Güneş’e
göre değil Ay’ın doğup–batışına göre ayarlamaktadır.
Amerikan Kızılderili kabileleri yılın çeşitli mevsimlerinde Şamanizm’in bir parçası olarak muhtelif merasimlerle kutlama ayinleri düzenlerler. Bu merasimlerin
bazıları doğrudan doğruya mevsimlerin değişmesi ile
ilgilidir. Bazı merasimler vardır ki, bunlar yılın belirli
mevsiminde yapılır. New Mexico eyaletinde yaşayan
Zuni Kızılderili kabilesi, bir yılı zamanın akışı olarak
tanımlıyor ve br yılın içindeki 12 ayı ise “Yıla Dayalı
Merdiven” olarak kabul ediyor.(Spence, 1989, 132)
Amerikan Kızılderilileri arasında köklerine ve
tarihî kültürlerine bağlılıkları ile tanınan Sioux
Kızılderili kabilesi yıllık takviminde “hafta” özel
olarak ayrılmıyor. Yatıp–kalkma ile bir gün belirlenirken, Güneşin tam diklemesi, yarım gün, güneşin
batmasına yakın aldığı vaziyet ise dörtte–bir gün
olarak izah ediliyor. Kızılderili kabilelerinin çoğu
bugün bile “dörtte–bir”, “yarım” ve “tam gün”
hesabına göre işlerini düzenliyorlar. Sioux’ların
Doğu’daki topraklarında yaşayan boylarına bağlı kabileler, “Ay”ın günlerini bellerine taşıdıkları deriden
38
Şamanın tazelediği yeni ateşten almak için, evindeki eski ateşi söndüren evin reisi olan “erkeği” veya
“kişisi” merasim yerine ateş kabıyla gider. Kadınlar
evde kalırlar ve bu törene katılmazlar. O sene evinde
“erkeği” ölmüş veya yok olmuş olan evden kimse bu
merasime katılmaz ve dolayısıyla Şaman’ın kutsayarak
verdiği yeni ateşten alamaz. Bütün evlerde eski ateşler
söndüğü için “erkeği” ölmüş olan eve yeni ateş verilmez. Yeni ateşi ateş kabıyla evine getiren evin erkeği
veya reisi evinde yeni ateşi tutuşturur ve bütün evlerin bacasından yeniden “tütün” tütmeğe ve dumanlar yükselmeğe başlar. “Erkeği” ölen evde yeni ateş
yakılmadığı için o evin “ocağı sönük” kalır. Anadolu
ve Kars’ta, “Çıran keçsin”, “Ocağın sönsün” “Evin
yıkılsın” sözünün kaynağı budur diye düşünüyoruz.
Cherokee (Çeroki) Kızılderili kabilesinin 19.
yüzyılın başından beri resmi kayıtlara geçen
dinî maksatlı merasim ve kutlamalarının başında
“Yeni Yıl” kutlamaları gelmektedir. Cherokee
Kızılderililerinin tarihinde en önemli altı dinî
bayramın en önemlisi, “First New Moon” (İlk Yeni
Ay) veya Bahar kutlamalarıdır. Diğer Kızılderili kabilelerinde olduğu gibi Cherokee’lerde de Güneş’e
göre değil, Ay’a göre takvimler hazırlanır. “Cherokee Kızılderilileri Yeni Yıl veya Bahar Bayramını
yeni yılın başlangıcı ve ilk ay olarak kabul ettikleri Mart ayında kutlarlar.”(Spence, 1989, 89)
Bu merasimlerin hemen arkasından daha önce
seçilen 7 kişilik heyet “Gizli Gece Dansı” (Secret
Night Dance) düzenler. Bu gizli merasimde kabilenin
eski ateşi söndürülmeden önce Yeni Ateş yakılır. Mart
ayının gelmesi ile, yeni hayat, yeni kuvvet, dinçlik
ve sağlığın sembolü olan “Yeni Ateş”in yakılması
ile, Cherokee’ler evlerinde Yeni Ateş’i yakar ve eski
ateşi söndürürler. Kabilenin Şamanına yeni geyik derisinden yapılmış kaftan giydirilir. Çeşitli otlardan
yapılmış ilaçlar ve şerbetler içilir.(Spence, 1989, 89)
Hopi Kızılderilileri arsında Mart ayında yapılan
mevsimlik merasimler önemli yer tutar. Beyazlar
Avrupa’dan 400 yıl önce gelip burada yaşayan ülkenin asıl sahiplerini katletmelerine rağmen, Hopi
Kabilesi hâlâ eski tarihî kültürlerini devam ettiriyor. Türk Dünyasında “Nevruz” veya “Yeni Yıl
Başı” olarak kutlanan, tabiatın canlanmasını aynı
maksatla fakat kendilerine has bir tarzda kutluyorlar. Hopi Kızılderili kabilelerinin folklorunda
ilk sırası “Su” alır. “Ne şekilde olursa olsun, Hopi
Kabilesinin hayatında en önemli unsur “su”dur.
İçmek için, toprağın bakılıp hazırlanması, ekinlerin
sulanması ve tabiatın can bulmasında birinci yeri su
alır. Susuz kalan toprakta hayatın devamı için Hopi
Kızılderilileri her yola baş vurmuş ve vurmaktadır.
Kızılderili kabileleri arasında en çok “Yağmur
Duası”na çıkan topluluk Hopilerdir.( Wright, 1982, 2)
Türkiye ve diğer Türk Yurtlarında “Godu–
Godu” ve çeşitli adlarla anılan “bezeme” insan ve tabiatta bulunan yaratıkların kılığına girerek, baharın gelmesini, tabiatın canlanmasını
kutlamak, Amerika yerli Kızılderili kabileleri
arasında hayatın önemli bir dilimini teşkil eder.
Hopi Kızılderili kabilesi, “Godu–godu”ları kendi kültürleri içinde, “Kachina” (Kaçina) olarak
adlandırıyor. Her Kaçina’nın kendine has görevinin
olduğuna inanan Hopi Kızılderililerinin, Yıldız, Bulut, Güneş, Toprak, Kurt, Kartal Kaçinaları vardır.
Bunların hepsi, doğrudan doğruya tabiat, yeraltı,
yerüstü varlıkları ile ilgilidir. İspanyollar 1500
yıllarında Kızılderililerin ülkesini işgal ettiklerinde,
Amerika’daki Kızılderililerin Kaçina bebekleri yapıp
onlara tapındıklarını zannettiler. “Kaçina Dansı”nı
ise, “Şeytan”a tapınma olarak yorumladılar ve bütün Avrupa’ya da öyle yaydılar.(Wright, 1982, 8)
Maiudu Kızılderili kabilesinin yaptığı dinî maksatlı
39
merasimlerde tıpkı Türk Dünyasının “Yeni Yıl Başı”
olarak kabul ettiğ 21 Mart Merasimlerindeki manası
ile “Ateş” unsuru büyük rol oynamaktadır. Maiudu
Kızılderili kabilesini “Ateş”in elde edilişi ve korunması
ile ilgili halk masalında aşağıdaki gibi anlatılıyor:
“Bir zamanlar insan ateşi bulmuş ve onu
kullanıyordu. Fakat “Yıldırım” ateşi bu insanlardan
geriye almak ve sadece kendisinin sahip olması fikrine
kapıldı. Yıldırım, eğer ateşe sadece kendisi sahip olursa bütün insanları öldürebilme kabiliyetini elde
edeceğini zannetti. Bir müddet buna sahip oldu ve
kendisinde sakladı, onu Güney’e götürdü. Yıldırım,
eğer ateşi kendisi ile birlikte Güney’e götürürse
insanların pişirecek ateş bulamayarak açlıktan öleceklerini sandı. Fakat insanlar ateşsiz yaşamanın da
yollarını buldular. Yiyeceklerini bazen çiğ, bazen de
“Toyeskom Kuşunun” bakışlarından istifade ederek
etlerini pişirdiler. Toyeskom kuşu, et parçasına dikkatle bakınca onu pişirecek güçteydi. Yıldırım ateşi
insanlardan geri aldıktan sonra, onun çalınmasına
mani olmak için başına “Woswosim”(Vesvesim)
adlı küçük bir kuşu bekçi dikdi. Kabile sıkıntıdaydı,
Toyeskom Kuşunun bakışları ile sadece Büyük Reisler etlerini pişirip yiyebiliyordu. Bütün insanlar
Dağ büyüklüğünde bir evde toplanarak yaşıyordu.
Bu insanlar arasında Kertenkele ile kardeşi de
yaşamaktaydı. Güneş doğar doğmaz evin bacasına
çıkıp ilk güneşlenen hep bu iki kardeş oluyordu. Bir
gün yine erkenden güneşlenirken, Batı’ya, “Coast
Range” tarafına baktıklarında bir yerden duman
yükseldiğini gördüler. Herkesi çağırdılar ve Batı’da
bir yerden duman çıktığını gördüklerini söylediler. Onlara kimse inanmadı. Yaban iti geldi, bunlara
arkasını dönerek arka ayakları ile bunların üzerine
toz–toprak attı ve onların üstünü berbat etti. Bunlardan
bir tanesi Yaban itinin yaptığı bu hareketi beğenmedi.
Ona, “Neden insanları hep böyle rahatsız ediyorsun?
Neden onları kendi hallerine bırakmıyorsun? Her zaman ilk münakaşayı çıkaran sen oluyorsun. İnsanları
hep sebepsiz yere öldürmek istiyorsun.” dedi. Diğer
insanlar adama hak verdiler. Onlar bu iki kertenkeleye ne gördüklerini ve gördükleri yeri göstermesini
istediler. Onlar da Batı’dan yükselen dumanı gördüler. Onlardan biri “Bu ateşi tekrar nasıl geri getirebiliriz?” diye sordu. “Onu Yıldırımdan, o kötü adamdan
nasıl geri alabiliriz? Onu geriye almaya teşebbüs
etmemizin iyi olup olmayacağını bile bilmiyoruz”
şeklinde konuştu. Bu arada söze Büyük Reis karıştı.
“En iyisi, onu geriye getirmek için aramızdan birinin
birinin gönüllü olarak bu işi üzerine almasıdır.
Yıldırım ne kadar kötü olursa olsun, ateşi tekrar geri
getirmek için gerekeni yapmalıyız. Oraya varmamız
ne kadar çeker? Onu tekrar nasıl geriye getirebiliriz?
Her kim onu getirmeyi aklına koymuşsa, bırakalım
denesin,” dedi. Fare, Geyik, Köpek, Yaban iti denemek isteyenlerin arasındaydı, fakat halk da onlarla
beraberdi. Onlar giderken yanlarında, gelirken içine
ateşi koymak için bir tane de “kaval” götürdüler. Uzun
bir müddet yol gittiler. Nihayet ateşin olduğu yere
vardılar. Yıldırımın evine varmaya çok az kalmıştı.
Ne yapacaklarına karar vermek için durduklarında
Yıldırım’ın ateşi beklemekle görevlendirdiği Woswosim Kuşu ötmeye başladı. “Ben hiçbir zaman
uyumam... Ben hiçbir zaman uyumam...” diye öttü.
Yıldırım bu kuşa bekçilik görevi için boncuk veriyordu. O da bu boncukları boynundan asıyor veya
beline doluyordu. Bu kuş devamlı olarak damın
üzerinde ateşin yanında duruyordu. Bu gelenler, bir müddet sonra ateşi getirip getirmeyeceğini
öğrenmek için fareyi gönderdiler. Fare, Woswosim Kuşuna yaklaşıncaya kadar gizlice dama
çıktı ve bir taraftan ötmesine rağmen Woswosim
Kuşunun gözlerinin kapalı olduğunu gördü.
Kuşun uyumakta olduğunu gören fare kıvrılarak
yavaşça içeriye daldı. Yıldırım’ın birkaç kızı vardı ve
onların hepsi içeride uyuyorlardı. Fare odaya varınca
bunların hepsinin donlarının uçkur bağlarını çözdü.
Bunlar bir ses duyup ayağı fırladıklarında donları
düşecek ve mecburen onları bağlamak için oldukları
yere çöküp kalacaklardı. Bu işi bitirdikten sonra fare
“Kaval”ı aldı ve içine ateşi doldurdu. Sonra dışarıda
kendini bekleyenlerin yanına tırmandı. Tedbir olarak
bu ateşten bir miktarı çıkarıldı ve köpeğin kulağının
içindeki boşluğa yerleştirildi. Kaval en süratli koşana
teslim edildi. İçine ateş koyulan kavalı ilk önce Geyik
aldı. Geyik onu kıçının üzerine yerleştirdi ve bir müddet götürdü. Geyiğin kıçındaki kızarıklık ondandır.
Onlar yarı yola kadar ateşi çok iyi getirmişlerdi. Birden Yıldırım uyandı ve bir şeylerin olduğunu fark etti.
“Ateşime ne oldu?” diye sordu. Yıldırım büyük bir
sinirle yerinden gürledi. Bu sese Yıldırım’ın kızları
yerlerinden fırladılar, fakat donları kıçlarından kaydı
ve onların hepsi oldukları yere çömelip donlarını
giyinmeye koyuldular. Kızlar donlarını giydikten
sonra Yıldırım’la birlikte onların peşine düştüler.
Onların başına yıldırımlar, dolu, yağmur yağdırmaya
başladılar. Bu arada “Shunk” ateş etti ve Yıldırım’ı
40
öldürdü. Shunk “Artık bundan sonra insanların
peşine düşmeyecek ve onları öldürmeyeceksin.
Gökyüzünde Yıldırım olarak kalacak ve yerinden
ayrılmayacaksın,” dedi. Yıldırım ve kızları ondan
sonra ilerleyemedi. Onlar Kavalın içindeki ateşle evlerine döndüler. İşte o günden sonra insanlar ateşi serbestçe kullanmaya başladılar.(Thompson, 1929, 40)
Amerika’nın Cherokee (Ceroki) Kızılderili Kabilesinin “Yaratılış” destanında “Ateş”in nasıl kabileye
getirildiğine dair ilginç bir bölüm vardır. Cherokee
Kabilesinin “Ateş”le ilgili efsanesi böyle başlıyor:
“Fakat bu ateş nasıl peyda olmuştu? İnsanların
olduğu kadar hayvanların da ona ihtiyacı vardı.
Rüzgâr soğuk esmeye başladı. O zaman ateş, güneş
ve ısınacak bir şey yoktu. Daha sonra gökyüzündeki şimşekler kendi kutsal ışıklarını göstermeye
başladılar. Onun ışıklarından biri Çınar ağacının dibine vurdu ve onu dibinden alıştırdı. Onun yanması ile
kuşların ve diğer canlıların hayatı tehlikede değildi.
Özellikle kuşların kralı orada nelerin olup bittiğini
bilmek istiyordu. Onun için Kuşlar Kralı “Kuzgun”u
olup bitenleri öğrenmesi için gönderdi. Çünkü kuşlar
arasında en güçlü olanı Kuzgun’du. Kuzgun verilen görevi demeye karar verdi. Kuzgun o tarafa
doğru uçtu ve yanan ağacın yanına kadar geldi. Ağaç
cayır–cayır yanıyordu. Kuzgun yanan ağaca iyice
yaklaştığında onun çok güzel olan tüyleri ateş aldı ve
yanmaya başladı. O günkü hadiseden sonra Kuzgunun tüyleri hep öyle siyah olarak kaldı. Kuzgun ateşi
getirmeyi başaramayınca bu sefer gözler Baykuşa
dikildi. O çok meşguldü fakat şu anda yapacak bir işi
yoktu. Ondan, eğer başarabilirse bu ateşten bir parça
getirmesini istediler. İlk önce Baykuş yanan ağacı tepesine doğru uçtu uzaktan ateşi gördü. O ateşten bir
parça ele geçirmek istedi. Eğer o bu ateşten bi parça
götürebilseydi, mensup olduğu kuşlar âleminde çok
büyük bir hürmetle karşılanacaktı. Ateşe doğru alçalmaya başladı. O ateşe yaklaştıkça, ateşin de parlaklığı
artıyordu. Artan bu ışık Baykuşun gözlerini kör etti. O
günden beridir Baykuş gündüzleri bile çok zor görür.
Daha ziyade o gece çalışır. Daha sonra Su Yılanı ateşi
getirmek için gönüllü olduğunu belirtti. “Ben gönüllü
olarak gideceğim. Sudan yaratıldığın için bana kâr etmez. Çünkü ateş suyu yakamaz,” dedi. Böylece Su
Yılanı yola koyuldu. O ateşin yanmakta olduğu adaya
doğru yüzmeye başladı. Fakat göklerdeki Ulu şimşek
onun hareketlerini çok yakından izliyordu. Alttan
bir delik açarak yılan ateşe yaklaştı. Fakat aniden
ağaçtaki ateş daha çok şiddetlendi. Yılan ateşe daha
çok yaklaşmaya cesaret edememesi ve ateşten bir
parça bile almayı başaramayarak geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Sonra sıra herkesin çok sevdiği Su
Örümceğine geldi. Ondan bu ateşten bir parça getirmesi istenmişti. Akıllı hareket etmesi ile tanınan
Örümceğin bunu denemesini istediler, o da kabul etti.
Örümcek ağzından çıkardığı bir ağ ipi ile kendini
olduğu yere bağladı ve rüzgârın önünde ateşin yandığı
yere gitti. Böylece o ateşle kendisinin yaşadığı yer
arasında bir ağ kurmuş oldu. Ulu Şimşek göklerden
Örümceği izliyordu. Örümcek her zaman kendisini
düşünmezdi. Bu gayreti sonunda o ağaçtaki ateşi
kontrol altına aldı ve bütün hayvanlarla beraber, insanlar da ateşi kullanmaya başladılar. Bunu Tanrı’nın
en büyük hediyelerinden biri olarak kabul eden
Cherokee’ler, onun için Örümceği çok mukaddes bir
yaratık ve sembol olarak anıyorlar.(Arslan, 1994, 74)
Sioux (Su) Kızılderili kabilesi, kâinatın “Su”, “Toprak”,
“Ateş” ve “Hava”dan ibaret olduğuna inanırlar.
“Su”, göklerden gelen yıldırımları temsil eder ama
hayırlı şeyler getirir, toprağa bereket saçar. “Ateş”
ürkütür, korkutur ama “Wakan–Tanka”nın (Ulu
Ruh) istekleri ve emirleri doğrultusunda yaşamamızı
ve günahlarımızdan, kötülüklerimizden ve kötü
ruhlarımızdan arınmamızı sağlar. Mart ayındaki
“İlk Yılın Başında” kurulan “Sweat Lodge” (Terleme Otağa)nı hazırlamak için 12 tane genç söğüt
ağacı kullanılır. Bu bile bize bir ders verir. Sonbahar
gelince bu ağaçların yaprakları yerlere dökülür ve
yok olup toprağa karışır. Baharda yeniden canlanır ve
hayat bulur. İnsanlar da bu söğüt gibi ölür ve sonra
tekrar canlanırlar. İnsanlar öldükten sonra “Wakan–
Tanka”nın gerçek dünyasında, her şeyden sıyrılmış
temiz bir ruh olarak yaşarlar. Eğer ruhumuzu ve bedenimizi temizler ve Wakan–Tanka’nın huzuruna
daha çok yaklaşmayı başarırsak, belki gerçek hayatın
derinliğini daha iyi anlayabiliriz.(Brown, 1983, 32)
Her bir Sioux (Su)Kızılderili “Tee–Pee” (Ti–pi)si,
çadırı, tek başına kurulmuş bir dünyayı temsil eder.
Tipi’nin ortasında kurulu ocaktaki sönmez kutsal ateş
ise “Wakan–Tanka”yı, yani Gök Tanrı’yı temsil etmektedir. Ortadaki ateşin çok mukaddes olmasından
dolayıdır ki, Sioux kabilesi bu ateşi korumak ve
devamlı yanmasını temin etmekle görevli özel bir
“Ateş bekçisi” tayin etmiştir. Bu ateş bekçisinin
Tipi’si, ateşin yandığı çadıra yakın bir yerdedir. Sioux
kabilesinin çadırları başka yere göçünce, ateşi koruy41
an bu bekçi, onu bir ağaç kütüğünün içine yerleştirir
ve ateşi yanından hiç ayırmadan beraberinde götürür.
Bu ateş hiç söndürülmez. Ateş, sadece dini maksatlı
“Yeni Yılın Başı” merasiminde söndürülür ve “Yeni
Ateş” yakılır. Eğer Sioux Kızılderili kampının
tamamı baştan aşağı ruhen temizlenmesi gerekiyorsa, o zaman kabilenin ateşi, “Yeni Yılın Başı”nı
beklemeden söndürülür ve “Yeni Ateş” yakılır.
Kuzey ve Güney Amerika’da yaşayan Kızılderili
kabilelerinin “ateş”e verdikleri değer farklıdır ve
birbirinden değişik şekillerde yorumlanmaktadır.
Kızılderililerin dağınık ve göçeri olarak yaşayan
kabileleri arasındaki ateş anlayışı ile Aztek, Maya
ve İnka Kızılderili medeniyetlerinin ateşe verdikleri
değer ve anlam birbirinden farklıdır. Gelişmiş yüksek
kültüre sahip olan Aztek Kızılderililerinin en büyük
dinî merasimlerinden biri “Ateşin Yenilenmesi” merasimidir. Aztekler ateşin yenilenme merasimine “Toxiuhmolpilia” demektedirler ki, bu “yılların birbirine
bağlanması” manasına gelmektedir. Aztekler ateşin
yenilenmesi merasimini her 52 yılda bir yaparlar. Bu
merasim, gece yarısı “Hill of the Starts” (Yıldızlar Tepesi)nde yapılır. Merasime bu tepeden başlarlar. Bütün ülkede, evlerde ve mabetlerdeki ateşler söndürülmesinden sonra, ateşin saklandığı çömlekler kırılır.
Yakalanan çok önemli bir savaş esiri, merasimle kurban edilir. Onun kalbi çıkarılarak Güneş Tanrısı’na
sunulur. Onun göğsünün içinde bir ateş yakılır. Sonra
bu ateş, Aztek İmparatorluğunun toprakları içindeki bütün mabedlere yayılır. Evlerdeki ateş bu mabetlerden götürülen “Yeni Ateş”le tutuşturulur. Bunun imparatorluğun sınırları içinde yaşayan herkese
sağlık bahş edildiğine inanılır.(Hinnels, 1984), 231)
İran’da “ateşperestler” tarafından tapınılan ateş tamamen Türk ve Kızılderili kültüründe yer alan ateşten
farklıdır. Tapınılan bu ateşin adı “Ataş”tır. Bu ateşi
tapınakta tam olarak tapınılacak hale getirmek 12
ay süren bir işlemi gerektirmektedir. İran’’a bu tür
tapınaklardan 2, Hindistan’da ise 8 tane vardır. Yezidilerin inançlarına göre ikinci dereceli ateşin adı
“Adaradır ki, Fars dilinde buna “Dar–i Mihr” denilir
ve orta dereceli ateşgahlarda bundan istifade edilir.
Ateşin üçüncü derecesi “Dadgah”dır ki, o da normal
olarak evlerde yakılan ateştir.”(Hinnels, 1984, 126)
KAYNAKLAR
1- Ake Hultkrants, The Religions of the American Indians, California, 1967.
2- J. Hackel, “Zur Problematic des heilegel pfahles
pfahles bei den Indianern Brasiliens.” ICA, 31.
3- U. Harva, “Der Baum des Lebens”, Ser:B,
Vol: 16, Helsinki, 1922–23.
4- I. Paulson, Die Relegionen der nordasiatichen
völker, Stutgart, 1962.
5- F.G. Speck, A Study of the Delaware Indian
Big House Ceremony, Harrisburg 1931.
6- J.H. Howard, “The Arıkara Buffola Society
Medicine Bundle”, Plains Antropologist, 19 (66),
1974.
7- C. Stevenson, “The Zuni Indians, their Theologic Ceremonies”, ARBAE, 23, 1904.
8- R. L. Bunczel, “Introduction of Zuni Ceremonials”, ARBAE, 47:467–544, 1332.
9- Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi, 1976,
İstanbul.
10- Galina–Melek Kazacı, “Örf ve Adet Birliği”,
Türk Dünyası Tarih Dergisi, No:97, 1995.
11- Mircea Eliade, The Encyclopedia of
Religion,Vol:10, New York, 1987.
12- Abdulkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm,
1986, Ankara.
13- Joseph Epes Brown, The Sacred Pine, Oklahoma, 1983.
14- Rolay B. Hassirck, The Sioux, Denver, 1960..
15- Kaşgarlı Mahmud, Divanu Lugati’t Türk, C.I.
16- Lewis Spence, The Myths of the North American Indians, New York, 1989.
17- Barton Wright, Hopi Kachinas, Arizona,
1982.
18 Stith Thomson, Tales of the North American
Indians, Bloomington, 1929.
19- Ahmet Ali Arslan, “Türkiye, Azerbaycan,
Orta Asya Türk ve Kuzey Amerika Kızılderili
Efsanelerinde Kaplumbağa”, Türk Dünyası
Araştırmaları, Sayı:91, İstanbul, 1994.
20- John R. Hinnels, The Facts in File, Dictionary of Religions, New York, 1984.
Desen:Garipkafkaslı-1973
42
AY PİŞİK
Emin Garabağlı Güzelsoy*
Küçelerde gezirdin, tutub seni yekeltdim,
Verdim südü-pendiri, bir gözelce kökeltdim,
Sığazladım dalını, hervaht sevdim şüşeltdim,
Ay kül goyum başına, hanesi harab pişik…
Ambarda çuvallarım oyum-oyum olupdu,
Heç ağzın açmamısan, boşca tulum olupdu,
Bu halga neyi satım, mene zulum olupdu,
Bele vezife olmaz, ver mene hesab pişik…
No’lardı tek birce gün, sen de sıçan tutaydın,
Öz heyrine olardı, oynadaydın udaydın
Ovçuluk eliyeydin, servağı nam olaydın,
Zeher goyum aşına, ciyarı kabab pişik…
Sene yazığım gelir, tükün mehmer kimidi,
Mayıl mayıl bahırsan, üzün dilber kimidi,
Humar bahan gözlerin, zil kehribar kimidi,
Bağışlıram seni men verirem necat pişik…
Gör atalar-babalar, bizlere ne deybler,
Nece nükteli yolnan nesihhet eliyibler,
“Çörek gohusu gelsin, durma çalış” deyibler,
Senin ki senetindir, eyle bir savab pişik…
İnnen bele getiyyen nanecib olma ginen,
Çörek yediğin yere namerdlik etme ginen,
Sıçannarı görende, gayıdıp getme ginen,
Al yayını-okunu, eyleme ricat pişik.
*Hamburg/Almanya
43
KARGAYI ÖLDÜRDÜLER
Şerif Benekçi
Arkın suyunda ayaklarını yıkayıp, tozlu yolu
aşarak bahçe duvarına yaklaştı. İki kadın, küreklerine dayanmış, ayak sohbeti yapıyordu. Evlerden birinin avlu kapısı gürültüyle açıldı, bir
horoz uzun uzun öttü. Bahçe duvarının önündeki çocuk, uzayıp giden ayak sohbetini dinlemekten bıkıp, kendine bir oyun uydurmuştu.
Kıymıkları çattı, yıktı. Bir daha çattı, gene
yıktı. Oyun oynamak istemiyordu canı. Kolayı
kavrayabilecek kadar büyümüştü. “ Ağlıcam..”
diye mırıldandı. Kararsızlık. Erkek olan ağlar mı?
“Minnacıksa göstermeden ağlayabilirmiş.” Büyük
ablası söylemişti bunu ona; fısıldayarak, ahırda.
Yoldan , yaşlı bir çift geçiyordu.
- “Hatun” dedi adam, karısının sırtındaki ot çuvalını
ittirerek. “Şu çocuk niye ağleyo, bir sor.”
- “Adam sende” diye burun kıvırdı kadın; “Çocuk
bu, ağlamadan edemez.”
Kimse dokunmadı keyfine. Bir ses, kesik kesik, kulaklarını dolduruyordu. “Vaak! Vaak!” Bahçe
duvarındaki taşların arasında bir yeşerme gördü.
Taşlar ağlıyor muydu? “Abam bahçeye su saldıydı”
diye düşündü. Kulaklarını tıkayıp sesi kovmak istedi.
“Böyük erkek olıncam, taşları sıkıp su çıkarcemişim;
avucumda ağleceklermiş.” Parmaklarını kulak
memelerinden çekti, başını avuçladı.
“Vaak! Vaak!”
Bir ses onu kucağına almış, okşuyordu. Uyumak geldi içinden. Çocuklara has bir unutuşla
silkindi, kendisi oldu. Arkın öte yakasında,
toprakla
oynayan
arkadaşlarını
gördü.
Köy odasının önündeki boşlukta, bir tekeri kırılmış
kağnı duruyordu. Üçgen şeklinde kağnının gövdesinden ayrılan kol, başını kuma sokmuş devekuşunun
yanık boynunu andırıyordu. Çocuklar, oyuncak yapmak için kardıkları çamurdan avuçlayabildikleri kadar alıp, bir köşeye çekildiler. İçlerinden biri, çamurunu toprakla katılaştırıp, ayağa kalkmıştı.
- “Söyle Ümmü, sen ne yapcen?”
Kız, işaret parmağını kıvırarak arkadaşına gösterdi.
- “Eşek yapcen
- “Ha, eyi. Kuyruğunu unutma, e mi?”
Kız Seçme Oyunu’ydu. Denetçi, arkadaşlarına ne
yapacaklarını sorar, oyunu başlatırdı.
- “Ümmü’nün ardındaki, sen söyle baken. Çam44
urunu emiştirwmwyon sen, gız! Bundan sonra oyuna
sokmecen seni, bilmiş ol.”
Çakır gözleri vardı. Çapar diye çağırırlardı ama,
oyun başı bu yüzden yediği dayağı hatırladı, lakabını
söylşeyecekken, sustu. Kız, çamura parmaklarını
sokup çıkardı.
- “Deyivesene gız, seni mi beklecez! Ça... Ça..
çamurla oynama!”
- “Desene len, desene! Çapar decedin, çamur çıktı
ağzından. Gorkuyomun benden?”
Denetçi, kollarını göğsünde birleştirip, Hatice’ye
baktı. İki adım attı, durdu. Aklına bir şey, dayaktan
da kötü bir şey gelmişti. Yumuşadı.
- “Hacca, söle gız; kuş mu yapcen gene?”
Kız, çakır gözlerini kısıp, bir güzel süzdü oyun
başını. Sonra eğilip, çamurunu katılaştırmaya devam
etti.
İki adım daha attı denetçi. Kızın önünde kaya
oıluvermişti. Cılız, çarpık bir vücudu vardı. Burçak
tarlasında boy atan yoz otlar gibi, arkadaşlarının
arasında hemen seçilmişti. Oyunu bitirmek, şenliğini
yapmak vardı; sonra alkışlanmak, ardından en güzel
kızı seçmek... Denetçinin çevresinde toplananların
yaptığı oyuncaklar beğenilirse; büyüklerden biri,
“Eyi olmuş, gız seçebilir oyun başı” derse, kız seçilirdi bu oyunda.
Kız, başını usul usul kaldırdı, gözlerini kısarak
oyun başına baktı.
- “Deve!” dedi kısık bir sesle. “Deve yapıcam, seni
yapıcam işte!”
Diğer çocuklar koşarak Hatice’nin önünde toplandı.
Denetçi, kendisini tutan iki arkadaşını bir silkinişte
yere fırlatıp, kıza doğru eğildi.
- “Öldürcem bu gızı ben! Deve yapcemiş beni,
çamur çıkmış ağzımdan! Çamur senin ağzından
çıkar, gız! Çapar demedisem, anama söz verdim de
ondan. Kim gorkar senin bubandan?”
- “Sülalen!” dedi Hatice; “Sülalen gorkar bubamdan.”
Oyun başı, yere fırlayan arkadaşlarının kalkıp
tekrar kendisini tutmalarını bekledi. Bu kez ikişer kişi
tutmuştu kollarından. Sıyrılır gibi yaptı, sonra kendini bıraktı.
- “Tutmasınlar, ölürdün şart olsun!”
- “Katil!”
Çocuklar ağzları açık, Hatice’ye bakıyorlardı.
- “De gız, katil bu mu? Ali mi öldürdü kargayı?”
- “Ağzını kapa Çamur!” diye gürledi oyun başı. Var
gücüyle silkinip, çocuklardan sıyrıldı.
Cip sesi duyuldu bir ara. Oyun unutulmuş, denetçi
Hatice’den kurtulmuştu.
- “Goşun çocuklar, cibin sırtına binelim!”
Elindeki çamuru fırlatan, leylek bacaklı arkadaşının
peşine takıldı. ;çlerinden biri, gözleri çakır olan, kırık
tekerlekli kağnının önünde kalmıştı. Elindeki çamuru
tozlu tahtanın üstünde şekilden şekile soktu kız. Deve
görmemişti, yaptığı hiç bir şekil, kafasındaki deveye
benzememeişti. “Uf” dedi başını kaldırarak, “Uf...”
Fırlatıp attı çamuru.
Çocuk bahçe duvarından ayrıldı. Arkı geçerken,
nedense atlamak gelmedi içinden. Islak ayaklarıyla
meydanda izler bırakarak, Hatice’nin yanına vardı.
Sokuldu arkadaşına. O da yaklaştı. “Oyun başı sen
olsan, beni seçedin” dedi Hatice. “Bubam seni
gömüş kargayı tutaken. Bahçede büyütcem, öttürcem
demişin. Bubam deyo ki, aklına goyduğunu yapar.
Elinle mi goyon, yapacanı başına?”
- “Kargayı kim öldürdü?” dedi Orhan. “Gödün mü
öldüreni?”
- “He ya, gödüm. Ellerin oğlanları geldi, öldürdüler. Gocaman taşı Ali attı, emme. Hepici attı, Ali çok
çok attı. Ali öldürdü kargayı.”
Avluya, oradan bahçeye girdiler. Tüyleri vücuduna
yapışıktı karga yavrusunun, başı ezilmiş, bir ayağı
kopmuştu. İki çocuk, nar ağacının dallarını aralayarak
kargaya yaklaştılar. Mor bir et parçası, yeni düşen
nar çiçekleri arasında kaybolmuş gibiydi. Beyaz bir
çakıl, yarı açık ibiklerinin arasınad parlıyordu.
Kız yutkundu. Orhan kargaya uzattı elini.
Dokunamadı. Kız uzattı, o da dokunamadı.
- “Ölüye ağlayam Orhan..”
- “Ağlayam.”
İki genç kız, Orhan’ın ablaları, avlu kapısının
önünde onları seyrediyorlardı. Biri Hatice’yi öbürü
Orhan’ı aldı kucağına. Sonra, hıçkırıklar kesilince.
yere indirdiler.
- “Kargayı gömcen” dedi Orhan. “Hacce, sen
eteğini aç.”
Kız, eteğini açtı. Orhan, gözlerini yumup, kargayı
nar çiçekleriyle birlikte avuçladı, arkadaşının eteğine
koydu. İkiyken dört olmuştu çocuklar. Aklı erenler
çocukları yalnız bırakmadılar. Armut fidanının dibine
küçük bir mezar açıldı. Karga yavrusu, yavru ellerle
gömüldü, üstü örtüldü.
*
45
Düşler, yeşermiş kurfu ceviz gövdeleri taşıdı
odaya. Düşler yeşeriyordu, kuruyordu. Hoyrat bir
gövdenin, ot dolu yorgana yıkıldığı an, bütün ev
ayağa kalkıyordu.
- “Oğlum, Orhan’ım, ne girdi üryana, Ecderler mi
gördün?”
Babasının göğsü ıslak oluyordu her sabah. Onu
kendi yatağına almıştı adam. Sabah olunca, çocuğu
annesine bırakıp, gözlerini kapıyordu.
Armut fidanının dibindeki küçük mezar açılalı,
evin düzeni bozulmuştu. Kızlar, halı tezgahının
önünde uyukluyorlardı. O üzeri ağaç desenli seccadeyi iki haftada bitirememişlerdi.
Bir tanyerini daha, uykusuz karşılıyordu ev.
- “O ağaç üstüme göçtü bubam” diyordu çocuk.
“Boğuluyom buba, seviyom deme, gurtarameyon
beni...”
Annede yürek kalmamıştı parçalanacak. Baba,
-hep myledir zaten-, dayanıyordu. Karga sesi, günlerce ninnisi oldu çocuğun. Üzerinde karga yuvası
olan kuru ceviz ağacı, düşlerine kök salmıştı. Her
gece yıkılıyor, doğruluyor; eziyor, eziyordu.
*
- “Ne ola bu çocuğa, molla ağam” diye inledi
kadın.
İmam İbrahim Efendi, üzeri ağaç desenli seccadeyi
kadının elinden almış, dokusunu inceliyordu.
- “Ellerine sağlık, eyi dokumuşlar; bayramda
bahşişlerini kendim veririm.”
- “Oğlumu” dedi kadın, “Oğlumu getirsem okur
musun?”
Götürüp okuttular. “Sakallı amca”nın önünde diz
çökerken, kargayı unutmuş, melekleri düşünüyordu.
Duvardaki seccadeyi görünce, melekleri unuttu,
çığlık çığlığa kendini yere vurmaya başladı. Evin
gelini, çay tepsisini yere fırlatıp kaçtı. “Ana olmadı
daha” diye düşünüyordu çocuğun annesi.
Çocuk, yatıştı. “Bu ağaç göçüyo üstüme” diyordu
seccadeyi göstererek. Şaşırıp kalmışlardı. “Ablaları
dokudu bunu” dediler, inanmadı. Kimse bilmiyordu
yıkılan ağacın bu olduğunu, çocuk bile... “Kargalı
ağaç, evimizin içinde böyüyo, böyüyo... pom! Böle
göçüyo kargalı ağaç, amca.”
Üç “İhlas”, bir “Elham” daha okudu İmam İbrahim
Efendi.
- “Anlat Emine gadın, anlat şu kargayı. Okumakla
yola gelmeyecek bu çocuk.”
- “Anlatmaklara ermeyen, Kazanbağ’dan bir karga
getirdi eve. Yörüklerin kuru cevizinde tutmuş. Getir-
mez olaydı.” Kadın, oğlunu bağrına basıp, anlatmaya devam etti. “Getirmez olaydı devom,
Irabbıma garşı gelmek de’l. Dayanamam onun
yokluğuna molla ağam. Bir deri, bir kemik etti
yavrum. Nesini sevdi onun bilmem kim.”
- “Görünüyor encamı” dedi imam, “Sen devam
et.”
- “Maşaylan govdun ben de. Götür onu, gözüm
görmesin, dedim. Günahkar, taş olursun dedim.”
Çocuk titremeye başladı. Geçip gitti. Meğersem,
bahçeye bırakmıış. Kıymıklan kafes yaptım, dedi
aşamına.”
- “Ne olmuş, kedi mi yemiş kargasını?”
- “Ali enciği, çocukları toplamış, taş yağdırmışlar üstüne. Gelip geçen karga sesi dinlecek de’l
ya, bir şey deyemesin elin veletlerine. İş bunla galsa, eyi. Abaları yardım etmiş, bahçeye
gömmüşler.”
- “Eeee?” dedi imam. Ağzı, sakalla bıyık arasında, mağara gibi açılmıştı.
- “Mezarından uçtu, zinhar. Gayıplara garıştı.”
- “Neee?”
- “Karga” dedi kadın. “Kedi yedi desem ocak
başından kalkmaz; köpek desem, İsmi’yi ısıralı
bağlı duruyo. Ona yellendi yavrum, aklını yitirdi.”
- “Heç de yitirmişe benzemeyor” dedi imam,
46
gülmeye başladı.
Kadın, imam İbrahim Efendi’nin güldüğünü
ilk defa görüyordu.
- “İki cuma evveli, yatsı ezanını okurken,
bahçenizde bir karartı görmüştüm” dedi imam.
“Ezanı bitirince merak edip bekledim. Yıldın
Aşa, o ediyar haliyle, bahçe duvarından sincap
gibi indi. Kambur kambur seğirtti evine. Ben de,
bahçeden biber topladı, sanmıştım. Zan... Haram
bir şey yapmışım, tövbe.”
Evdekiler, ağızları açık, çocuğa bakıyorlardı.
Bir düğüm çözülmüş, çocuk hiçliğe ağlamıştı bu
defa.
*
Adam, karısını dinliyordu. “Şurda ne galmıştı
gurbana” diyordu kadın. “Koçun bir budunu
Yılgın Aşa’ya verirdik, pişirip bolca yerdi. Ne
alrmi vardı Allasen, çocuğun kargasını yiyip evi
mateme boğmanın.”
Kızlar, evin küçük erkeğini havaya kaldırmış,
iki taraftan öpüyorlardı.
- “Eddiyarlık” dedi adam. “Eddiyarlık...
Yaşlanıncam, çocuklaşır insan. Yoklukda, tabutluk bu demez, hırsız eder Yılgın Aşa’yı; ölü karga yedirir.”
Desen:Atanas Karaçoban
Birer Kahve İçelim mi?

Benzer belgeler