Merhaba Kış 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Transkript

Merhaba Kış 2011 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA
Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir
Yayına Hazırlayanlar:
Buğra ŞAMLI
Sâmiha ULUANT
Gülnar MIZRAK
Kapak Tasarım:
Havva Tûba ATİLLA
Basım:
ÖZAL Matbaası
Yazışma Adresi :
Kubbealtı Akademisi
Kültür ve San’at Vakfı
Köprülü Mehmed Paşa Medresesi
Peykhâne Sokağı No:3
Çemberlitaş – İSTANBUL
Tel: 0 212 516 23 56
Faks: 0 212 638 02 72
www.kubbealti.org.tr
[email protected]
Merhaba – Kış 20111 /
İÇİNDEKİLER
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN
MERHABA -------------------------------- 3
ŞİİR
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------- 33
MEZARCI
Sâmiha AYVERDİ ------------------------ 4
YAĞMUR GÜNCESİ
Gülnar MIZRAK ----------------------- 34
ON BEŞİNCİ YIL
Buğra ŞAMLI ------------------------------ 8
ŞİİRİ GİBİ DÜĞÜNÜ DE BİR
BAŞKADIR DÎVAN ŞÂİRİNİN
Nesibe YAZGAN ----------------------- 36
ADALAR ŞEHRİ STOKHOLM
Güleda ENGİN ------------------------- 10
MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 3
Çelik BAHAROĞLU ------------------ 13
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI ------------------ 20
BİR KONFERANSIN ARDINDAN
Ceren KESİCİ -------------------------- 22
SÂMİHA AYVERDİ
Ömer TURAN ------------------------- 25
2 / Merhaba – Kış 2011
MASAL
Selim GÖKIŞIK -------------------------- 45
AYNI HAYATLARDA FARKLI
METİNLER YARATMAK
Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU --------------- 53
İLKOKUL ÖĞRETMENİM
E. Yegân ERDEM ------------------------ 55
BİLMECE - BULMACA 9 ------------ 58
KISA KISA
Murat OKTAY -------------------------- 61
KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA
Değerli Merhaba Okurları,
Dergimizin on beşinci yılında sizlere yeniden “Merhaba” demekten
büyük bir mutluluk duyuyoruz. Yıllardır dergimizi takip eden siz değerli
okurlarımıza, yazılarıyla dergiye renk ve zenginlik katan yazarlarımıza,
mizanpajından, kapak tasarımına, tashihinden dağıtımına dergide
emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz.
Öncelikle Kasım ayında vefatının birinci yıldönümünü idrak ettiğimiz
Vakfımızın kurucularından, muhterem büyüğümüz İlhan Ayverdi’yi
rahmet ve hasretle yad ediyoruz.
Siz bu satırları okurken hem hicrî hem miladî yeni bir yılı idrak etmiş
olacağız. Bu vesileyle yeni yılınızı tebrik ediyor, hayırlar getirmesini
diliyoruz.
Daha nice seneler bu sayfalarda buluşmak dileğiyle...
Merhaba Yayın Kurulu
Merhaba – Kış 2011 / 3
MEZARCI1
Sâmiha AYVERDİ
Sık servilerle başlıyan kabristanın methalinde2 mezarcı Abdinin iki
odalı bir evi vardır. Kışın soğuklarını da, yazın sıcak günlerini de o hep
burada geçirir. Zira mesleği, işinin başından uzaklaşmasına müsaid
değildir. Yalnız geceleri kahveye gidip ısınmak ve yorgunluğunu hafifletmek
arzusunu duyarsa da, o bunu da yapmaz; zira hem çok hasistir 3, hem de
iki defa üstüste evi soyulmuş olduğu için bir üçüncüye meydan vermekten
korkarak uzağa gitmek istemez. Bütün eğlencesi, evinin önündeki küçük
bahçesidir. Mevsime göre burada lâtin, yıldız, horoz ibiği yetiştirir; bir kaç
saksı ıtırla sardunya da bahçenin en mutena4 çiçeği olarak, yine kendi
eliyle yapmış olduğu havuzun etrafında durur.
Düşünceli ve kasâvetli5 zamanlarında kapısının eşiğine oturarak
küreklerin, kazmaların çamurunu temizler, iğrilmiş bozulmuş madenî
kısımlarını düzeltir, sapları kırılmışsa yeniden takar. Keyifli zamanlarında
ise bahçesine çıkarak havuzundaki kırmızı balıklara kırıntı ekmek atar.
Fakat bir gün nasılsa, yolcunun birinden balıkların sudaki gıdalarla
geçinebileceğini duyduktan sonra, artık bu ikramdan da vazgeçti. O,
büdçesinden on para tasarrufu bile bir kazanç sayardı. Asık ve çetin mizaclı
olduğu için hemen hemen hiç dostu yoktu; ömrünü tek başına geçirir,
masraf etmekten korktuğu için evlenmeyi hiç düşünmezdi. Onu zevkle
avutan yegâne dost, her gün bir az daha yekûnunu6 kabartmıya uğraştığı
paralarıydı. Pek kızmadıkça kimseye çatmadığı için düşmanı da yok
denebilirdi; lâkin şu iki defa evini soyan hırsız asla af edemiyeceği tek
hasmıidi. Aksi gibi bütün araştırmalarına rağmen onu, rüyalarından başka
hiç
bir
yerde
ele
1
geçirememişti.
Gerçi
kar
fırtınalariyle
büsbütün
22 Kasım 1946’da Büyük Doğu dergisinin 55.sayısında neşredilen bu yazıyı Merhaba’da
yeniden yayınlarken o günün imlâsına sadık kalınmıştır.
2
Methal-Medhal: Giriş yeri, giriş.
3
Hasis: Cimri, pinti.
4
Mûtenâ: Seçkin.
5
Kasâvetli: Kederli, tasalı.
6
Yekûn: Toplam.
4 / Merhaba – Kış 2011
mahuflaşan1 kâbuslu gecelerinde onu kaç kere kalın sopasiyle döğmüş,
elini ayağını bağlamış, hattâ kaç kere boazını sıkmış, boğazlamıştı. Fakat
kâh cılız çelimsiz, kâh iri bir dev gibi karşısına çıkan bu adamla boğuştuğu
geceler kan ter içinde uyanmaktan başka bir şey elde edemezdi. Abdiyi
büsbütün hasis ve sıkı yapan bu hırsızlık vakaları, aynı zamanda biraz daha
gaddar ve insafsız da yapmıştı. Bilhassa kendi kısmetine iştirak ettiklerine2
inandığı ıskatçıları3 hiç sevmez olmuştu. Evinin, mezarlığa hâkim olan
büyük methale nazıroluşu ona, bu tufeylî4 saydığı zümreile haylı mücadele
imkânı verirdi. Bilhassa bunların içinde iki çocuk vardı ki Abdi, onları hiç
sevmezdi.
- Yumurcaklar nasıl da yolunu bulup içeri giriyorlar? der ve her
görüşünde arkalarından kovalardı.
***
5
Servilerin mağrur ve mevzun6 gölgeleri altında, biri yedi, digeri on
yaşlarında iki kız oynuyor.
Başlarında kirli birer yemeni, çamurlu bir suya batırılıp kurutulmuş
hissini veren renksiz yırtık elbiseleri topuklarına kadar uzun, iki cılız
mahlûk... Ölüleri kendilerine ekmek kapısı intihab etmiş 7 bu küçük
mahlûklar, işte Abdiyi ifrit görmüş gibi çileden çıkaran iki kızdır.
Devamlı yağan yağmurlarla balçık halini almış kabristanda serviden
serviye koşarak oynuyorlar. Genzi yakan reçine kokuları ve mezar taşları
arasında geçen bu oyun ve gülüp eğlenme sahneleri ancak tazallum
edilecek8 bir zair9 olmadığı zamanların hakkıdır.
İşte nitekim iki çocuk da, mesleklerine yakışmıyan bir neşe ile
oynayıp dururlarken, karşıdan bir ziyaretçinin geldiğini görür görmez,
gözliyen bir mahlûk atikliği ile bambaşka birer hüviyet giydiler. Birden bire
1
Mahuf: Korkunç.
İştirak etmek: Ortak olmak.
3
Iskatçı: Mezarlıklarda dilenen, sadaka toplayan kimse.
4
Tufeylî: Dalkavuk, başkasının sırtından geçinen (kimse).
5
Mağrur: Kibirli, gururlu.
6
Mevzun:Biçimli, düzgün, âhenkli.
7
İntihap etmek: Seçmek.
8
Tazallüm etmek:Sızlanmak, şikayet etmek.
9
Zâir: Ziyaretçi.
2
Merhaba – Kış 2011 / 5
yüzlerine magmum1, hazin, muhtaç ve aciz birer nikab2 iniverdi.
Yavaş
yavaş zaire doğru yürümeğe başladılar.
Bu maske değiştirme, sanatlarının en hassas ve mühim tarafı idi.
Onlar pek küçük yaştan itibaren başladıkları bu temrinlerden 3
kazandıkları muvaffakiyetle, sürat ve suhuletle 4 (makyaj) değiştiren bir
sanatkâr gibi, şimdi her ikisi de, aile mezarlığının başında duran yolcuya
sokulmuş, bir toprak heykelin ellerini andıran kirli ve çamurlu elleri açık,
bekliyorlardı.
Kısa bir intizardan5 sonra bu küçük ve mülevves6 ellerin birine kırk,
digerine yirmi para düştü. Hissesine tesadüfen az para isabet eden büyük
çocuktu. Arkadaşının tâliine7 haced eden de yine o oldu ve yolcu uzaklaşır
uzaklaşmaz küçügün ensesine bir yumruk vurarak yemenili başını bir
mezar taşına çarptı. Alnından ince bir kan yolu sızan küçük kız; bu tokadın
kasdettiği mânâyı anlıyarak, kuvvet karşısında zebun olanların 8 kırık haleti
ruhiyesiile, kendi kırklığını arkadaşının yirmiliği ile tebdile 9 razı oldu. Ve bir
eliyle yanağından çenesine doğru uzayan kanı silerek öteki eliyle de
kırklığını uzattı. Fakat parayı alan büyük kız, kendi yirmiliğini iade etmeden
küçüğe ikinci bir yumruk vurarak hızla koşmıya başladı.
***
Mezarcı
Abdinin
her
zaman
kuşkuda
olan
kulakları
servilerin
arasındaki hâdiseden az çok bir şeyler sezmişti. Sopasını alarak evinden
çıkar çıkmaz, mezarlığın methalinden koşa koşa çıkmak üzere olan büyük
kızla karşılaştı. Kız, Abdinin korkunç hayalinin nöbet beklediği bu kapının
yanından hep böyle koşarak geçer ve mezarcı ile karşılaşmaktan şiddetle
korkardı.
Fakat bu gün kaçamamıştı işte. Abdi, donmuş bir ejderhaya
benzeyen dimdik kalın sopasıyla karşısına dikilmişti.
- Amca, bırak, geçeyim, annem hasta!
1
Mağmum: Kederli, hüzünlü.
Nikap-nikab:Peçe.
3
Temrin: Egzersiz.
4
Sühûletle: Kolaylıkla, kolayca.
5
İntizar: Bekleme, bekleyiş.
6
Mülevves: Pis, kirli.
7
Tâli: Baht, tâlih.
8
Zebun olmak: Zayıf ve düşkün duruma gelmek.
9
Tebdil: Değiştirme.
2
6 / Merhaba – Kış 2011
Mezarcının mavi gözlerinin soluk ışığı bir burgu gibi, kızın sımsıkı
kapalı duran sol avucuna dikilmişti.
- Amca anneme ekmek alacağım, bırak gideyim...
Abdiyi bu küçük ve kurnaz mahlûkun beylik yalanları büsbütün
çileden çıkarmıştı.
Kalın, dik sesi bu sakin diyarda büsbütün heybetli, çınladı:
- Aç avucunu köpek!
Mezarcı, titreyen küçük elin uzattığı altmış parayı cebine koyarken,
başını bir serviye dayayarak ağlıyan kız, pek tabiî olarak, dünyanın,
şaşmaz
hükümler
verilen
bir
siyasetgâh
olduğunu
düşünmüyor
ve
insanlara insanlardan vaki olan sitem ve cevrlere 1 de bizzat kendi
hareketleri, fiilleri yüzünden yine kendilerinin talib olduklarını bilmiyordu.
Zalime karşı bir başka zalimle mücehhez olan 2 hilkatın ne hayret
verici bir dikkat ve teselsülle3 bu işi yaptığını zavallı küçük zalim nereden
bilsin ki, ona, hâkî4 bir meyille başı göğsüne düşmüş salhurdeler 5, ilim ve
hüner iddiası ile yere göğe sığmayan bilgiçlerden kaç kişi vakıftı6?
Mükevvenatı7 şaşmaz ve aksamaz kanunlarla idare eden büyük zekâ,
hilkat manzumesi içinde mütevazi cirmi8 ile dönüp duran şu dünyayı, bu
dersi tâlim etmek9 için, daha milyonlarca sene devrinde ve seyrinde devam
ettirse, yine de ârif ve hakîm10 zümrenin bir noktalık mütevazı yekûnu
çoğalmıyacaktır.
1
Cevir-Cevr: Eziyet, cefa, zulüm.
Mücehhez olmak:Donatılmış olmak.
3
Teselsül: Zincirleme devam etme.
4
Hâkî: Hikâye eden, anlatan (kimse).
5
Salhurde-Salhorde: Kocamış, çok yaşlı.
6
Vâkıf: Bilen, haberdar.
7
Mükevvenat: Yaratılmış şeylerin tamamı, varlıklar, mahlûkat.
8
Cirim-Cirm:Cisim.
9
Tâlim etmek: Öğretmek.
10
Hakîm: Filozof.
2
Merhaba – Kış 2011 / 7
ON BEŞİNCİ YIL
Buğra ŞAMLI
[email protected]
İnsanlık
tarihinin
yazının
icadıyla
başladığı
kabul
edilir.
Hak
vermemek mümkün mü? Yazıya dökülmedikçe, anlatan ve işitenlerin insaf
ve idrakine kalmış gerçekler aslına ne kadar sadık kalarak aktarılabilir ki?
Hele “hâfıza-i beşer nisyan ile mâlüldür” hükmünün işaret ettiği gibi olan
biten
zamanla
müşterek
hafızadan
geri
dönülmez
biçimde
silinmekteyken... Devletler arasındaki ilk yazılı anlaşma olarak kabul edilen
ve Hititler ile Mısırlılar arasında imzalanan Kadeş Anlaşması’nın tarihteki
yüzlerce diğer anlaşmadan ayrı bir yere konulması bu sebeptendir.
Bugünlerde dijital kıyamet, siber savaş, bilgi çağının vardığı son nokta gibi
etiketler yakıştırılan Wikileaks hâdisesi, gücünü ifşa edilen belgelerin resmi
yazışmalar olmasından almaktadır. Görülmektedir ki bilgiyi aktarmak ve
saklamak için ister hiyeroglif ister bilgisayar dilinin 1 ve 0 dizileri
kullanılsın, bu kubbede bâki kalan asıl yazı olmaktadır.
Günlükler dahi kişinin kendi kendinin vakanüvisi olarak kaleme aldığı
bir nevî şahsi tarih olarak görülebilir. Nitekim, insan yıllar sonra geriye
dönüp de karıştırdığı o sayfalarda hayat serencâmının kendisinde nasıl bir
iz bıraktığını, fikir ve his dünyalarında nasıl bir rota takip ettiğini görebilir.
Kur’an’da kaleme ve onun yazdıklarına edilen yemin, yazının zahirî âlemde
olduğu kadar bâtında da müşahhas ve dikkate şâyan bir mevkide olduğuna
delil olarak kâfidir.
Bir yazar fideliği, genç kalemlere sunulan bir fırsat, Kubbealtı
gençlerinin fikir ve duygularını yazıyla paylaşabilecekleri bir platform olarak
muhterem İlhan Ayverdi’nin teşvikleriyle bundan on beş sene evvel ilk
sayısı çıkan Merhaba, elbette yukarıdaki girişte bahsi geçen yazılı eser ve
belgelerle
kıyaslanmamaktadır.
Ancak
dergimizin
Kubbealtı
gençleri
tarafından tutulmuş bir tür seyir defteri olarak görülmesinin mübalağa
sayılmayacağı kanaatindeyiz. Bugüne kadar, Türk dili, kültürü ve tarihi
üzerine yazılmış denemeler, şiirler, edebiyat ve gezi yazıları, hikâyeler, film
eleştirileri, vakfımızdan haberler gibi geniş bir yelpazeye yayılmış yazıları
içeren, kimi zaman büyüklerin de katkılarıyla zenginleşen sayılar Kubbealtı
8 / Merhaba – Kış 2011
gençlerinin mesaileri neticesinde Merhaba’nın sayfalarında yer bulmuştur.
Dergimizin Sâmiha Ayverdi, İlhan Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi özel
sayıları Vakfımızın bânilerine,
onların talebeleri olma sorumluluğunu
taşıyan gençlerin bir vefa ve şükran ifadesi olarak hazırlanmıştır. Ayrıca
Mehmed
Âkif,
Yahya
Kemal,
Mustafa
Necati
Sepetçioğlu,
Cinuçen
Tanrıkorur gibi sanat ve edebiyat dünyamızın unutulmaz şahsiyetleri çeşitli
vesilelerle anılmış, Türkçe’nin sırlarına vâkıf Nihad Sami Banarlı için özel
sayı çıkarılmıştır.
Merhaba, Temmuz 1996’dan bugüne hizmet bayrağını birbirine
devreden onlarca gencin katkısıyla raflarda yer alırken, Türk kültür, tarih,
sanat ve dilinde izlediği çizgiyi daima Kubbealtı standartlarında tutma
gayretinde olmuştur. On beş yıl boyunca yazılıp çizilmiş yüzlerce yazının bu
gayretin şahidi ve yazılı delili olması dileğiyle...
Merhaba – Kış 2011 / 9
ADALAR ŞEHRİ STOKHOLM
Güleda ENGİN
[email protected]
Avrupa Birliği’nin 2010 yılında Stokholm’e (Stockholm) “Avrupa’nın
yeşil başkenti” lakabını vermesi altında yatan gerekçeler listesi bir hayli
uzun. Aslında bir çevre mühendisi olarak bu gerekçeleri anlatmam beklenir
belki de. Bana sorarsanız şehrin lakabı “Avrupa’nın mavi-yeşil başkenti”
olmalı idi! Zira 14 büyük ada ve 35,000 adacığın üzerinde kurulu bu güzel
şehirde yürürken mavi ve yeşil birbiriyle iç içe ve ayrılmaz görünüyor.
İskandinavya’nın başkenti olarak nitelendirilen şehir, Mälaren Gölü’nün
Baltık
Denizi’ne
açıldığı
bir
noktada
kurulmuş.
Stokholm’un
kelime
mânâsının “adalar ağacı” olduğunu mihmandarımızdan öğrendim. İlk
duyduğumda pek de anlam verememiştim ama nasıl İtalya’nın kuşbakışı
görünüşü çizmeye benzetilirse, Mälaren Gölü’nün Baltık Denizi’ne açılırken
adaların arasında dağılışı da bir ağaca benzetilebilir.
%30’u sularla, %30’u da park ve yeşil alanlarla kaplı şehri yaya
olarak gezmek ve ziyâret etmek istediğiniz yerlerin tamamını görmek
mümkün. Tabii hava şartlarının el verdiği ölçüde… Kış şartlarında toplu
taşımacılığı kullanmak kaçınılmaz oluyor.
Bana kalırsa bir şehrin gelişmişliğinin önemli ölçütlerinden biri de
şehir içi ulaşım. Avrupa’nın en iyi ulaşım sistemine sahip Stokholm’de üç
ana hat üzerine kurulmuş olan bir metro sistemi ile son derece dakik
çalışan otobüsler hizmet veriyor. Son derece dakik diyerek abartmıyorum.
Hakikaten duraklarda ilan edilmiş hatlara ait saatlere tam olarak riâyet
ediliyor. Stokholm’de yaşayan bir arkadaşımıza İstanbul’da bazen 20
dakika otobüs beklenebileceğini söylediğimizde Stokholm’de kış aylarında
20 dakika otobüs beklenirse donma tehlikesinin yaşanabileceğini bize
gülerek anlattı. İsveçliler için soğukla mücadele hayatın bir gerçeği. Kara,
buza, dondurucu soğuklara karşı bir hayli tedbirliler. Ülke olarak iddialı
oldukları endüstriyel ürün tasarımı sahasındaki güçleri kendilerine bu
konuda da yardımcı olmuş. Mesela ülkede üretilen veya ithal edilen
otomobillerin birçoğunda koltuklar alttan ısıtmalı. Araç çalıştığı müddetçe
farlar yanmakta. Otoparklarda her bir araç için bir priz tahsis edilmiş;
10 / Merhaba – Kış 2011
aracınızı park ettikten sonra prizden elektrik alarak uzun süreli parklarda
aracınızın donmasını önleyebiliyorsunuz.
Metro ağı, 62 km’si yeraltında olmak üzere toplam 108 km’den
oluşuyor. Üstelik toplam uzunluğu bu kadar fazla olan metro sadece
800,000 kişilik bir nüfus için… Mevcut üç hattan sonuncusu olarak açılan
mavi
hattın
Dolayısıyla,
tüm
istasyonları
istasyonda
farklı
yürürken
çok
sanatçılar
ilginç
tarafından
tasarımlar
ve
bezenmiş.
eserlerle
karşılaşabiliyorsunuz.
Köklü bir geçmişe sahip olan diğer şehirlerde olduğu gibi, 750 yıllık
bir tarihe sahip Stokholm’de de albenili eski şehir ile yeni, modern şehir iç
içe. Şehrin özellikle modern kısmında İsveçlilerin tasarım konusundaki
ünleri hemen fark ediliyor. Modern binaların arasında suya bu kadar yakın
olmak çok hoş bir duygu… “Riksdag” adlı İsveç parlamento binası eski
şehrin üzerine kurulduğu adaların en küçüğü olan "Helgeandsholmen" yani
“Kutsal Ruh” adasının üzerine 15. yüzyılda kurulmuş. Müştemilat binalarını
saymazsak adanın üzerindeki tek bina olarak yükseliyor. Günün belli
saatlerinde yapılan bando gösterisinin birine biz de şahit olduk. Gerçi
karakış geçmiş, hava yavaş yavaş ılınmaya başlamıştı ama yerlerde hâlâ
kar vardı. Dolayısıyla, üşütmekten de korktuğum için olacak benim
üzerimde kalınca bir kaban, bere, atkı, eldiven ne gerekiyorsa tam takım
olarak bulunuyordu. Aynı gösteriyi babalarıyla izleyen dokuz-on yaşlarında
iki kız çocuğu dikkatimi çekti. Yere serdikleri kabanlarının üzerinde uzun
kollu penye tişörtleriyle oturarak dondurma yiyorlardı! Bu ilginç görüntüyü
fotoğraflamak da eşime düştü.
Gamla Stan olarak adlandırılan eski şehir de gezilip görülmesi
gereken yerlerden bir diğeri. Daracık sokakları, bu sokaklar üzerinde yer
alan kafeteryalar, pastaneler, restoranlar, butikler, hediyelik eşya satan
küçücük dükkânlarıyla Gamla Stan’dan hiç ayrılmak istemiyor insan.
Özellikle hediyelik eşya satan dükkânlarda, bazılarını çocukluğumdan
hatırladığım, çizgi film kahramanlarıyla ilgili ürünler dikkatimi çekti.
Muminler, Uzun Çoraplı Kız Pippi, Vikingler gibi çizgi filmlerin İsveç yapımı
olduklarını orada öğrendim.
Stokholm’ün merkezine çok da uzak olmayan yemyeşil bir ada olan
Djurgården Parkı ile ortaçağ İsveç’ini sergileyen açık hava müzesi Skansen
Merhaba – Kış 2011 / 11
de ziyâret listemizde yer alıyordu. Ancak zaman kısıtından dolayı her
ikisine de gitme fırsatı bulamadık.
Seyahatimizin bir kısmını da Stokholm’ün kuzeybatısında bulunan
göllerin arasına gizlenmiş bir başka şehirde Borlänge’de geçirdik. Dediğim
gibi artık bahar yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladığından göllerin
üzeri buzla kaplı olduğu halde tehlike arz ettiği için üzerinde yürümeye izin
verilmiyordu. Oysa bize mihmandarlık yapan arkadaşımızdan kış aylarında
kamyonların dahi buzla kaplı göllerin üzerinde seyahat etmelerine izin
verildiğini öğrenmiştik. Bildiğiniz gibi, buz pateni İsveç’te oldukça yaygın
olarak yapılan bir spor dalı. Herhalde her evden yürüyerek bir göle
ulaşılabilir desem abartmış olmam, zira ülkede irili ufaklı 96,000’den fazla
göl olduğunu da yine mihmandarımızdan öğrenmiştik.
Mihmandarımızdan
bu
kadar
bahsetmişken
ondan
ve
kendi
“cemaati”nden de bahsetmek isterim. Eşimin eski bir öğrencisi olan ve bu
ülkede yüksek lisans yapan bu gençten İsveç’te Türkiye’den göçen 50,000
civarında Süryani yaşamakta olduğu şaşırtıcı bilgisini aldık. Bizim için bir
diğer şaşırtıcı bilgi de tıpkı Belçika ile Afyon Emir Dağı arasındaki
münasebet gibi bu ülkeyle de Konya Kulu arasında sıkı bir bağ var. Öyle ki
bir suikaste kurban giden İsveç’in ünlü başbakanı Olof Palme Kulu’yu
ziyâret etmiş ve Kululular ölümünden sonra bu ziyâretin hatırasına onun
ismini ilçedeki cadde ve parklara vermişlerdir.
Seyahatimizin son ayağı, Falun adlı biraz daha kuzeyde yer alan çok
daha küçük bir şehir. Bu şehri ziyâretimizin esas sebebi 2001 yılında
UNESCO Dünya Kültür Mirası listesine giren Büyük Bakır Madeni’ni gezmek.
1992 yılında kapatılan madenin bir kısmı ziyâretçilere açık. Eski madenci
kıyafetiyle bizleri karşılayan müze görevlileri bizleri de yansıtmalı özel
kıyafetler, kask, kaska monte edilebilen fener ile donattıktan sonra yerin
65 m altına indirerek bambaşka bir dünyaya götürdüler. Devlet büyükleri
de dâhil olmak üzere pek çok ünlünün ziyâret ettiği ve duvarlarını
imzaladığı bu dev maden 1,000 yıla yakın bir süre tüm Avrupa’nın en
büyük bakır madeni olarak işletilmiş.
Şimdiye
kadar
ayak
bastığım
en
kuzeydeki
şehir
Falun’dan
Borlänge’ye, oradan da Stokholm’e dönerek güzel anılarla dolu İsveç
seyahatimizi tamamlamış olduk.
12 / Merhaba – Kış 2011
MÎMÂRÎ HASBİHÂLLER 3
Çelik BAHAROĞLU
[email protected]
MÎMAR RAIMONDO D’ARONCO
Dünya mîmârî mîrası içinde uluslararası sanat akımı tanımına uyan
ilk mîmârî üslûp olarak sayılabilecek Art Nouveau stilinin en fazla yapı
örneğini İstanbul’da barındırdığı düşünülmektedir.
İngiltere’de ortaya
çıkarak birçok Avrupa ülkesinde farklı isimler altında benimsenen bu
akımın İstanbul’daki uygulayıcıları içinde belki de en önemli isim, İtalyan
mîmar Raimondo D’Aronco olmuştur.
Raimondo D’Aronco, 1857’de İtalya’nın küçük bir taşra kenti olan
Gemona’da dünyaya gelmiştir. 1877 – 1880 yıllarında Venedik Akademisi’nde
Dekorasyon ve Mimarlık dersleri alan mimar, daha önce örgün bir mimarlık
eğitimi görmemiş olduğu için biçimsel ve stilistik deneyimlere alabildiğince
açık ve özgürce çalışır. D’Aronco akademik öğrenimini büyük bir başarı ile
tamamladıktan sonra birbiri ardına yarışmalara katılır; bu yarışmalarda
projelerinin özgünlüğü, düş gücü ve belirgin kişiliği sayesinde sivrilir.
Mîmar 1890’da ilk büyük başarısına ulaşır: Torino’da Birinci İtalyan
Mimarlık Sergisi’nin cephesi için açılan yarışmayı kazanır1.
Osmanlı İmparatorluğu 1851 Londra Evrensel Sergisi ile başlayarak
hemen bütün uluslararası sergilere katılmıştır 2. Bu kez İstanbul’da 1896
senesinde Ziraat Orman ve Maadin Nâzırı Selim Paşa başkanlığında II.
Osmanlı Ulusal Sergisi’nin düzenlenmesi çalışmaları başlar. Sultan II
Abdülhamit 1890 Torino Sergisi’ni göstererek İstanbul Sergisi’nin bu
modele göre düzenlenmesini ister ve böylece I. İtalyan Mimarlık Sergisi
Pavyonu’nun dekorasyon yarışmasını kazanan D’Aronco ile temasa geçilir
ve 11 Temmuz 1893’te sergi projelerini hazırlamak için D’Aronco ile
anlaşma yapılır3.
1
Batur, A.; (2004), Raimondo D’Aronco, Onduline Dünyası Dergisi, 23: 6 – 9.
Batur, A.; (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, D’Aronco Maddesi, Tarih
Vakfı Yayınları, İstanbul.
3
Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006)
Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul
2
Merhaba – Kış 2011 / 13
Resim 1: D’Aronco – II. Ulusal Osmanlı Sergisi için köşe pavyonu projesi1
D’Aronco İstanbul’a yeni mîmârî ifâdelere açık, Avrupa akademilerinin
basmakalıp yaklaşımlarından uzak ve genel olarak Osmanlı ve İslam
mîmârîsi ile bir diyalog kurmaya kesinlikle açık bir şekilde gelmiştir 2.
Sergi çalışmaları 1893 yılının ağustos ayında başlamıştır. Temel atma
töreninin
hazırlıkları
tamamlandığı
sırada
10
Temmuz
1894
günü
İstanbul’da büyük bir hasara neden olan şiddetli bir deprem meydana
gelmiştir3. Maddî zararın büyük olduğu deprem sonrasında sergiden
vazgeçilmesi mecburiyeti ortaya çıkmış, buna rağmen işine bağlılığı ve
profesyonelliği
edinmesini
Osmanlı
sağladığı
idâresinin
için
nezdinde
D’Aronco
Saray’ın
kayda
ve
değer
Evkaf
bir
îtibar
Nezâreti’nin
kadrosunda başka yabancı mimarlarla birlikte önemli yapıların onarımında
çalışmaya başlamıştır4. Osmanlı ve Bizans mîmârîsinde kullanılan inşâ
teknikleri, malzeme ve süsleme konularında çok geniş bir bilgi birikimi
edinen mimar, kısa süre içinde Saray’ın önemli şahsiyetlerinden ve
1
Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarisi ve İç Mekânları,
çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.
2
Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe
Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4.
3
Batur, A.; (1994), Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, D’Aronco Maddesi, Tarih
Vakfı Yayınları, İstanbul.
4
Evrenosoğlu, P. ve Acar, B.; (2007), Raimondo D’Aronco, Tasarım Merkezi Dergisi, 2:
14–17.
14 / Merhaba – Kış 2011
dönemin İstanbul sosyetesinden bazı önemli müşteriler kazanır 1. Sultan
kendisine Mecidiye ve Osmaniye Nişanları, eşi Madam D’Aronco’ya da
Şefkât Nişanı vermiştir2.
D’Aronco’nun
mîmârîsi
çevre
etkilerine
açık,
deneyimlerle
zenginleşen bir kurgu modeli ve kişiye özgü bir dil olarak tasvir edilebilir.
İstanbul’da bulunduğu 16 sene O’nun tasarımının uluslararası bir çizgi ile
İstanbul arasında derin bağlar geliştiğini sergilemektedir3. Art Nouveau
üslûbu içinde önemli bir yeri olan D’Aronco bu mîmârî üslûbu Osmanlı –
İslam sanatı ile birleştirerek doğu ve batı kültürleri arasında bir köprü
görevi görmüştür4.
D’Aronco özellikle yalı ve köşklerin tasarımında Osmanlı evinin
mekânlarını yeniden yorumlar, yavaş yavaş onu eklektizmin taklitçi
pratiğini terk etmeye götüren daha büyük bir tasarım özgürlüğü sergiler 5.
D’Aronco’nun daha önceki yapılara, şehir ve peyzaj bağlamına yönelik
dikkati onu genellikle yerin ruhuna saygılı işlemler yapmaya yönlendirir6.
Eleştirmenlerin
1902
–
1906
yılları
arasındaki
Türk
dönemi
mîmarîlerine atfettikleri moderniteyi D’Aronco’nun yerel ruhu kişisel bir
yorumla yeniden yoğurmasına bağlamak gerekir. D’Aronco’nun farklılığını
ve sanatının özünü oluşturan şey eleştirel yaklaşımıdır, çünkü pasif
taklitten uzak durur; zaten sürekli analiz – sentez alıştırması geçmişi
özlemle anmaktan çok geleceğe bakmaktan yana dinamik bir vizyonu öne
çıkarır7. Güncelliği ise kendi geleneğine çok farklı bir kültürde çalışırken
modernlik temasını göğüslemesine izin veren cesareti ile ölçülür 8.
1
Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe
Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4.
2
Batur, A.; (2004), Raimondo D’Aronco, Onduline Dünyası Dergisi, 23: 6 – 9.
3
a. g. e.
4
Evrenosoğlu, P. ve Acar, B.; (2007), Raimondo D’Aronco, Tasarım Merkezi Dergisi, 2:
14 – 17.
5
a. g. e.
6
Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006)
Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul
7
a. g. e.
8
Orlandi, L.; (2006), Raimondo D’Aronco Üzerine İstanbul’da Bir Sergi, çev: Melike Ayşe
Kuroğlu, Mimar.İst Dergisi, 22: 4.
Merhaba – Kış 2011 / 15
Yapılarından Bazıları
Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne Binâsı
Yapı 1894 – 1903 seneleri arasında Haydarpaşa’da D’Aronco ve
Vallaury
tarafından
tasarlanmıştır.
Yapının
ana
kısımlarının
batılı
kompozisyon şemalarına göre düzenlenmiş olduğu simetrik özellikleri ve
kısımların birbiri ile olan ilişkisine bakılarak anlaşılabilir. Yapı kullanım
amacına bağlı olarak bütünüyle batılı bir anlayış sergiler, gerek koridorların
varlığı, gerek yüksekliği binânın üç katı boyunca olan bir boşluğa
yerleştirilmiş anıtsal teşrifat merdiveni bu özelliği ortaya koymaktadır 1.
Yapı günümüzde Marmara Üniversitesi tarafından kullanılmaktadır.
Resim 2: D’Aronco ve Vallaury – Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane – 1894 - 19032
Mehmet Sâdık Efendi Evi
1904 senesinde Feneryolu’nda gerçekleştirilmiş Mehmet Sâdık Efendi
evi günümüze ulaşamamış bir yapıdır. Bu tasarımda D’Aronco Türk
konutunu Orta Avrupa modernizmi ile tasarlamaya çalışmıştır. Kare plan
çıkıntılı saçaklar ile yükselir. Odayı bir birim olarak değerlendiren mîmar
işlevine göre doluluk ya da boşluklar şeklinde cepheye yansıttığı hacim
kompozisyonlarını bu birimden oluşturmuştur. Üst kattaki çıkıntılı bölümler
1
Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006)
Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul
2
Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,
çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.
16 / Merhaba – Kış 2011
ve çatı kenarlarının asimetrik düzeni alışılagelmiş plan tipine canlılık
katmaktadır1.
Resim 3: D’Aronco – Feneryolu’nda Mehmet Sadık Efendi Evi – 19042
Botter Apartmanı
1900 – 1901 yılları arasında D’Aronco padişahın özel terzisi Jean
Botter için İstiklal Caddesi’nde bir apartman tasarlar. Bu bina kentsel
ölçekte
Art
Nouveau
mîmarîsinin
İstanbul’daki
ilk
önemli
örneğini
oluşturur. Uygulanan tipoloji dar ve uzun bir parselde inşa edilmiş, konut
işlevinin ve ticaret etkinliğinin beraber bulunduğu, sokağa cephesi olan
bina tipolojisidir. İki etkinliğin bir arada bulundurulması anlayışı temelini
Avrupa geleneğinden alır. Botter Apartmanı’nın genişliği 11 m, derinliği ise
42 m’dir3.
Botter Apartmanı’nın cephesinde sıkça kullanılan bir motif Art
Nouveau florasının tipik öğesi güldür. Burada natüralistik haliyle giriş
kapısının üstündeki çerçeve içine alınmış motifte, yan panolarda, konut
katlarını ayıran cephedeki plastırların bitiş kabartmalarında, bazen de iyice
1
Gültaş, D.; (2008), Raimondo D’Aronco: İstanbul’daki Yapılarında Cephe Biçimlenişi ve
Detayları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul.
2
Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006)
Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul
3
Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,
çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.
Merhaba – Kış 2011 / 17
stilize edilmiş olarak pencere çerçevelerinin üst kısmında taçlar halinde
sunulmuştur1.
Resim 4: D’Aronco – Botter Apartmanı – 1900 - 19012
1
a. g. e.
Osmanlı Mimarı D’Aronco 1893 – 1909 İstanbul Projeleri Sergisi (17 Eylül 2006)
Katalogu, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Katalogları 1, İstanbul
2
18 / Merhaba – Kış 2011
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi
D’Aronco 1903 – 1904 yılları arasında Karaköy Meydanı’na açılan bir
köşede Cafe d’Orient’ın bulunduğu gayrimenkulün üstünde inşa edilecek
Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi’ni tasarlamıştır. Bu yapı cephesinin
temel öğesi haline gelen minare ve iç mekânın sekizgen hacmi, farklı
yüksekliklere sahip aralıklı parapet ve duvar setlerinin oluşturduğu bir
kompozisyonla oluşturulmuştur1. Pencere düzenleri ortada dar ve yüksek,
iki yanda ise daha küçük T formunda açıklıklar oluşturan üçlemeler
şeklindedir. Bu üçlülerin üstünde ise floral motifli mermer oyma bir bezeme
kuşağı yer alır. Minare mescidin batı köşesinde arsanın öne doğru çıktığı
noktada yer almakta ve böylece vurgulayıcı bir konum edinmektedir. Bu
yapı 1958’deki Yıldırım Harekâtı operasyonunda yıktırılmıştır 2.
Resim 21: D’Aronco – Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi –1903 - 19043
1
Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,
çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.
2
Gültaş, D.; (2008), Raimondo D’Aronco: İstanbul’daki Yapılarında Cephe Biçimlenişi ve
Detayları, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü, İstanbul.
3
Barillari, D. ve Godoli, E.; (1997), İstanbul 1900 Art Nouveau Mimarîsi ve İç Mekânları,
çev: Aslı Ataöv, YEM Yayınları, İstanbul.
Merhaba – Kış 2011 / 19
FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
CHRISTOPHER NOLAN DOSYASI II
Kara Şövalye
Orijinal ismi: The Dark Knight
Yönetmen: Christopher Nolan
Senaryo: Jonathan Nolan, Christopher Nolan
Oyuncular: Christian Bale, Heath Ledger, Michael Caine, Gary
Oldman, Aaron Eckhart, Morgan Freeman, Maggie Gyllenhaal
Notu:     
Hedef kitlesi: Christopher Nolan’ın yarattığı yeni Batman dünyasını
sevdiyseniz;
Heath Ledger’in dillere destan
Joker
yorumunu henüz
seyretmediyseniz; Nolan’ın Joker analizini merak ediyorsanız; sizi soluksuz
bırakacak bir aksiyon filmi arıyorsanız; beyazperdenin ilk gerçek “ileriye
doğru takla atan tır” sahnesini görmek istiyorsanız, bu film tam size göre.
“Batman Başlıyor” ile kendi Batman yorumuna bir başlangıç yapan
Nolan, bu filmde hem Bruce Wayne’in Batman’a dönüşümünü anlatmayı,
hem kendi Batman evrenini kurmayı başarmış, bunların yanında dört başı
mamur bir Batman macerasını da ihmal etmemişti. Serinin ilk filmiyle tüm
taşları yerli yerine oturtan yönetmen böylelikle “Kara Şövalye”de enerjisini
büyük ölçüde işin hikâye kısmına aktarabildi. “Kara Şövalye”yi gelmiş
geçmiş (ve belki de gelecek) Batman filmleri arasında bir zirve noktası
kılan etkenlerden en önemlisi de, aslında yapısının ilk filmle mükemmel
şekilde kurulmuş olması. Diğer bir deyişle ilk filmin bu anlamda hiçbir açık
vermemesi sayesinde “Kara Şövalye”nin dünyasında her şey tıkır tıkır
işlediğinden filmin odağında hikâyesi yer alıyor. Bu da üç odaklı “Batman
Başlıyor”a kıyasla “Kara Şövalye”nin daha dengeli bir yapıda ilerlemesini
sağlıyor. Nolan’ın Batman evrenine giriş mahiyetindeki “Batman Başlıyor”,
20 / Merhaba – Kış 2011
Batman hayranları nezdinde ayrı bir yerde dursa da, gönüllere taht kuran
filmin “Kara Şövalye” olması boşuna değil.
Filmin odağında hikâyesi yer alsa da, Nolan bu filmde de kendi
Batman yorumunun felsefesini ihmal etmemiş. Nolan, Joker karakterini
gerçek bir karakter gibi ele alıp tahlil etmiş olmalı ki Gotham’ın en
anlaşılmaz ve korkunç kötüsünü anlayıp çözümlemeyi başarmış. Alfred’in
(Michael Caine) Bruce Wayne’e anlattığı öykü, Nolan’ın Joker’i nasıl
anladığının da özeti aslında. Nolan’ın Joker’i, hem yarattığı ayakları yere
basan dünya ile, hem Joker’in karakteri ve yaptıkları ile uyumlu, hem de
“Kara Şövalye”nin kendi bütünlüğü içinde son derece tutarlı.
Nolan’ın Joker yorumunu kusursuzca görünür
kılan ise Heath
Ledger’in Joker yorumu. Tim Burton’un 1989 tarihli “Batman” filminde
akıllara zarar bir Joker portresi çizen Jack Nicholson’ınkinden oldukça farklı
bu yorum. Nicholson’ın Joker’inde, çılgınlık fazlasıyla ön planda yer
alıyordu. Usta aktörün
alamet-i farikası diyebileceğimiz
dışa
dönük
performansı ise bu deliliği daha da belirgin hâle getiriyordu. Burton’ın
versiyonunda, hani neredeyse sadece şaka yapmak isteyen ama şakasının
nerelere varabileceğini pek de hesaplayamayan; eğlenceli ve eğlencenin
dozunu kaçırma sorunundan muzdarip dahi bir deli görünümündeki Joker’in
ne kadar tehlikeli bir kötü olduğunu insan sık sık unutuyordu. Ledger’in
Joker’i ise perdede görünmesiyle birlikte sizi tedirginliğin ve tekinsizliğin
pençesine
atıyor.
Joker’in
salt
görüntüsünü
bir
gerilim
unsuruna
dönüştüren ise, Nolan’ın yönetmenlik becerisi değil. Bu başarı tek başına
Heath Ledger’in.
Nolan’ın Joker’i doğru anlayan ve ilk filmin izinden giderek gerçekçi
zemine oturtan Joker yorumu ile Ledger’in bir aktör olarak elindeki
malzemeyi yaşını başını aşan bir kudretle “canlandırması” bir araya gelince
bu müthiş kimyadan yalnızca Batman serisinin değil belki de sinema
tarihinin en korkunç ve kusursuz kötü karakteri doğuyor. İşte sinemanın
en derinlikli, sahici ve dört başı mamur karakterlerinden biri olan Joker,
Kara Şövalye’nin de en büyük artısı.
Merhaba – Kış 2011 / 21
BİR KONFERANSIN ARDINDAN
Ceren KESİCİ
2004 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nin Philadelphia eyaletine
gelerek lise eğitimime ve 2008 yılında Temple Üniversitesi’nde Halkla
İlişkiler bölümünde okumaya başladım. 2008 senesinde okulumuzda Türk
öğrenci grubu kuruldu. Philadelphia’daki çoğu genç doktora eğitimi için
burada bulunmakta ama aynı zamanda birinci lisanslarını almak için
okuyan öğrenciler de bulunuyor. Türk Öğrenci Derneği’nin başkanı olarak,
20
Kasım
2010
tarihinde,
“Sâmiha
Ayverdi”
konulu
bir
konferans
düzenlemeyi arzu ettim. Bunun nedeni, Sâmiha Ayverdi’nin, Türk kültür ve
sanat hayatına çok yararı dokunmuş bir büyüğümüz olmasıydı. Sâmiha
Ayverdi, dünya görüşü ve insanlık anlayışı yolunda hayatı boyunca özellikle
gençlere memleket sevgisi aşılamaya çalışmış, hizmet ehli bir insandı.
Burada bulunan gençlerin de kendisini tanımaları, eserlerini okumaları
gerektiğini düşündük.
Sadece Türklere değil
Amerikalılara da hitap
edebilmek için okulun bütün öğrencilerine açık bir konferans düzenledik.
Amerika’da bulunan birçok tanıdığımız, genci yaşlısı, Sâmiha Ayverdi
ismini maalesef duymamış. Bu konferans aracılığıyla Sâmiha Ayverdi’yi
Amerika’daki tanıdıklarımızı Prof. Dr. Ömer Turan tarafından yapılan
konuşma ile bilgilendirmeye çalıştık.
Ömer Turan, lisans ve master eğitimini Ankara Üniversitesi’nde,
ikinci master ve doktorasını Belçika’da, Catholic University of Leuven’de
yaptı. 1997 yılından beri Orta Doğu Teknik Üniversitesi Tarih Bölümü’nde
öğretim üyesi olarak çalışıyor. Kendisi birkaç yıldır Amerika’da. Princeton
ve William Paterson üniversitelerinde misafir öğretim üyesi olarak bulundu,
dersler verdi. Son dönem Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi çalışması,
Balkanlar, Ermeniler ve misyonerler hakkında eserlerinin olması ve kültür
tarihi ile ilgilenmesi sebebiyle bu konferansı kendisinin vermesini istedik.
Aklımıza Sâmiha Ayverdi ile ilgili bir konferans düzenlemek fikri
gelince annem ve ben çok heyecanlandık. Aynı zamanda endişelendik, her
şey nasıl olup bitecek, bu kadar yükün altından nasıl kalkacağız diye
düşündük. Fakat biliyorduk ki Allah bize yardım edecek, her şeyi yoluna
22 / Merhaba – Kış 2011
sokacak; çünkü Sâmiha Ayverdi gibi büyük bir insanı Amerika gibi bir
yerde tanıtacağız. Prof. Dr. Ömer Turan konuşmayı yapmayı kabul edince
kafamızdaki en büyük soru işareti de kalkmış oldu. Sonra Temple
Üniversitesi’nde konferansı yapabileceğimiz bir salon ayarladım. Ömer
Bey’in de yardımları ile davetiyeleri hazırladık. Davetiyeler hazırlandıktan
sonra öğretmenlerime, arkadaşlarıma ve Türkiye’ye e-posta göndererek
konu ile ilgili elimden geldiğince çok kişiyi bilgilendirdim. Öğretmenlerim
bana cevap yazıp konferansın çok değişik ve ilgi çekici olduğunu, beni
tebrik
ettiklerini ve
gelmeye çalışacaklarını
yazdılar.
Aynı
zamanda
Türkiye’deki büyüklerimden de e-postalar aldım ve bunlar beni daha da
yüreklendirdi. Çok şükür her şey yolunda gitti ve konferans günü
heyecanını rüyalarımızda yaşamaya başladık.
Nihayet konferans sabahı son hazırlıkları yaptıktan sonra yola çıktık.
Prof. Dr. Turan, konuşmasında Sâmiha Ayverdi’nin hayatından küçük
anılar, önemli anlar, kendilerinin önemli faaliyetleri ve eserlerinden
bazılarının içeriğine yer verdi. En çok vurgulanan ise, Sâmiha Ayverdi’nin,
gençleri
unutturulmak
istenen
geçmişimizden,
kültürümüzden
ve
değerlerimizden haber vermek çabası ve hizmet sevgisi idi. Benim
konferans sırasında en çok ilgimi çeken “Halka hizmet Hakk’a hizmettir”
cümlesi idi. Sâmiha Ayverdi’nin hizmet etmeyi kendisine yaşam gayesi
edinmesi, beni kişiliğinin en çok etkileyen yanı olmuştur. Tabii ki bu kadar
çok sayıda eseri olan ve hakkında öğrenilecek çok şeyler bulunan Sâmiha
Ayverdi’yi bir ya da iki saatlik bir konferansta anlatmak çok zor ama hep
birlikte elimizden geleni yapmaya çalıştık.
Konferans sonrasında Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı
tarafından Sâmiha Ayverdi külliyatından oluşan bir sergi düzenlendi. Aynı
zamanda Vakıf Başkanı Sinan Uluant’ın bize gönderdiği Samiha Ayverdi
resimleri de sergide yer aldı. Konferansa katılanlar, Prof. Dr. Ömer Turan’ın
konuşmasından sonra Sâmiha Ayverdi’nin eserlerini okumayı ve kendisiyle
ilgili daha fazla bilgi edinmeyi arzu ettiklerini ifade ettiler. Sergilenen
kitaplar aynı zamanda satışa sunuldu. Konferansımıza New York’tan
katılan, yazar Ayşe Tunceroğlu da Sâmiha Ayverdi hakkındaki anılarını
anlattı. Ayşe Tunceroğlu 1984 yılında Amerika’ya gelmiş. Geldikleri yıl Türk
Edebiyatı dergisi, Sâmiha Ayverdi Özel Sayısı’nı yayınlamış. Ayşe Hanım,
konferansa katılanlara göstermek için onu beraberinde getirmişti. Yazar ile
Merhaba – Kış 2011 / 23
tanıştıklarında, kendisine bir anahtarlık hediye ettiğini ve onu hâlâ
kütüphanelerinin çekmecesinde sakladıklarını anlattılar.
Bizler büyüklerimiz sayesinde bu güzelliklerden haberdar olduk, bilgi
edindik ancak etrafımızda bulunan birçok kişi bunlardan habersiz. Onların
da bu güzelliklere, bilgilere ulaşmalarına bir vesile olmayı ümit ettik. Prof.
Dr. Ömer Turan’a da bize sağladığı sınırsız yardımları için müteşekkiriz.
Gülen Olgaç ve Dr. Erol Olgaç’a bizi böyle güzelliklerden haberdar ettikleri
için sonsuz teşekkürler, onların torunu olduğum için gurur duyuyorum.
Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı çalışanlarına ve beni e-postaları
ile destekleyen bütün büyüklerime teşekkür ederim.
24 / Merhaba – Kış 2011
SÂMİHA AYVERDİ1
Ömer TURAN
Sâmiha Ayverdi çok yönlü bir kişiliktir. Ne tarafından bakarsanız o
cephesi gözünüzü alır. Bâzıları için kırkın üzerinde kitabı olan bir yazardır;
roman ve hikâye ile başladığı yazarlık mâcerâsı, biyografi, anı, târih ve
sosyal meseleleri ele alan kitaplarla devam etmiştir. Bâzıları için tasavvufu
hırka ve tacdan ibâret görenlerin aksine, özü ile görmüş ve göstermiş bir
mutasavvıftır. Bâzıları için ise Sâmiha Anne’dir; yüzlerce binlerce vatan
evlâdının maddî mânevî yetişmesine öncülük etmiştir. Belki de diğer
sayamadıklarımızla birlikte bunların hepsidir Sâmiha Ayverdi. Haktan
aldığını halka vermeyi kendisine yaşama gāyesi edinen bir vakıf kadındır.
1905 yılında İstanbul’da doğmuştur. Hem anne hem de baba
tarafından İstanbul’un yerli köklü âilelerinden birine mensuptur. Dedesi
Girit’te şehit olmuştur. Babası da dedesi gibi subaydır. Balkan ve Birinci
Dünya Savaşı’nda gāzi olmuştur. İki kardeştir. Ağabeyi Türk kültürüne
büyük hizmetlerde bulunmuş sanat târihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi’dir.
Sâmiha Ayverdi özel bir insandır. Verdiği bir röportajda çocukluğunu
bir buçuk yaşından îtibâren hatırladığını belirtmektedir. Bol akrabâlı dadılı
halayıklı
büyük
aristokrasisini,
yaşamıştır.
bir
âile
konak
Daha
ortamında
hayâtını,
üç
kültür
yaşındayken
büyümüş;
ve
dönemin
medeniyetini
babasının
İstanbul
görmüş
selamlığında
ve
toplanan
meclislere katılmış, Ziyâ Paşa, Cevdet Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu
Mahmut Paşa ve Ressam Ali Rızâ Bey gibi zevâtın sohbetlerinde bulunmuş,
duyduklarını hâfızasına kaydetmiştir. II. Abdülhamid yönetimine, II.
Meşrûtiyet’e,
İttihat
ve
Terakki
dönemine,
Trablusgarp
ve
Balkan
savaşlarına ve Birinci Dünya Savaşı’na, velhasıl bir imparatorluğun lime
lime dağılışına şâhitlik etmiştir.
Sâmiha
Ayverdi,
1921
yılında
Süleymâniye
İnas
Nümûne
Mektebi’nden (Kız Lisesi) mezun olmuştur. Kalan tahsili özeldir. Fransızca
bilir. Okumaya ve öğrenmeye iştahı oluşu hocalarının dikkatini çekmiş,
1
Amerika Birleşik Devletleri’nin Philadelphia Eyaleti’nde bulunan Temple University’de,
20 Kasım 2010 tarihinde gerçekleştirilen Sâmiha Ayverdi konferansında sunulan
konuşma metni.
Merhaba – Kış 2011 / 25
evlerindeki kütüphâne bu bakımdan işini kolaylaştırmıştır. Ancak fikrî ve
mânevî şahsiyetinin oluşumundaki esas âmil dayısı Server Hilmi Bey’in
hem okul arkadaşı hem rehberi olan eğitimci Kenan Rifâî’dir. “Vatan ve
îmânı, kılıcın iki yüzü gibi birleştirmiş bir âilenin evlâdı olmakla berâber,
dünya görüşü ve insanlık anlayışı yolunda atmaya çalıştığım her adımı,
hocam Kenan Rifâî’ye borçluyum” demektedir.
Kenan
Rifâî
1867-1950
yılları
arasında
yaşamış
bir
eğitimci
mutasavvıftır. Galatasaray Sultânisi’ni bitirdikten sonra Medîne dâhil
İmparatorluğun muhtelif şehirlerinde öğretmenlik ve maârif müdürlüğü
yaptıktan
sonra
1908’de
İstanbul’da
açtığı
Altay
Dergâhı’nda
irşad
faaliyetlerini yürütmüştür. Tercüme ve telif kitapları vardır. Onun asıl
eserleri yetiştirdiği öğrencileridir ki Sâmiha Ayverdi bunlardan biridir.
Sâmiha Ayverdi’nin yazı hayâtı, aşk hakkındaki duygularını ve
düşüncelerini rencide eden bir kitaba tepki olarak kaleme aldığı Aşk Budur
isimli romanıyla 1938 yılında başlamıştır. Diğer eserlerinden farklı olarak
târihin eski dönemlerine, mîlattan önceki yıllara uzanır. Irak çöllerini eserine mekân seçerek aşkı anlatır. Tâkip eden on yıl içerisinde sekiz romanı,
bir hikâye kitabı ve bir mensur şiir kitabı yayımlanır. Kitaplarının isimleri
bile muhtevâlarına dâir bir fikir verir: Batmayan Gün, Ateş Ağacı, Yaşayan
Ölü, İnsan ve Şeytan, Son Menzil, Yolcu Nereye Gidiyorsun, Mabedde Bir
Gece, Yusufcuk. Bu eserlerde aşk ve mânevî rehberlik ağırlıklı olarak ele
alınmaktadır. Mehmet Demirci, tasavvuf inancının yansıtılması bakımından
Sâmiha Ayverdi’nin bu eserleriyle Mevlânâ’nın Mesnevî’si arasında paralelliğe işâret eder. Dergâhların kapalı olduğu yıllarda tasavvuf kültürünü
eserlerinde
yaşatmıştır.
Ayverdi’nin
bu
kitaplarında
cemiyetin
kendi
değerlerine yabancılaşması, yaşanan sosyal sarsıntılar da işlenmektedir.
Sâmiha Ayverdi üslup sâhibi olan bir yazardır. Kelime hazînesi zengindir. Diline tam olarak hâkimdir. Yalpalamamaktadır. Klasik Osmanlı’nın
dilini ve kültürünü tam mânâsıyla içselleştirdiği hemen farkedilir. Eserlerinin edebî değeri yüksektir. Mâmâfih, şöhret olmak, bilinmek gibi bir kaygısı
yoktur. Küplüce’deki Köşk isimli eseri münâsebetiyle Târihçi Yılmaz Öztuna’nın bir tespiti çok önemlidir: “Sâmiha Ayverdi ünlü romancıların çoğu
gibi, hayal ettiklerini yazmıyor. Yaşadıklarını, tanıdıklarını, unutmadıklarını
kaleme alıyor. Birçoğumuzun bakıp da göremediğimiz kişileri, şeyleri bize
anlatıyor. Birçok hâtırâyı ölümsüz kılıyor...”
Hayal ettiklerini değil yaşadıklarını ve tanıdıklarını yazmak Sâmiha
26 / Merhaba – Kış 2011
Ayverdi’nin bütün edebî
eserlerinde söz konusudur. Mesela, hocası, Bat-
mayan Gün isimli romanında İrfan Paşa, Yolcu Nereye Gidiyorsun isimli romanında hem Cem Bey, hem de Adli’nin arkadaşı Sinan’dır. Birkaç dönemin panoramasını veren eseri İbrahim Efendi Konağı isimli romanının kahramânı İbrâhim Efendi kendi büyük dedesi Hilmi Bey’in ağabeyidir. Gerek
bu romanlarında gerekse diğerlerindeki kahramanların hemen tamâmı ya
akrabâsı, ya komşusu olarak yakın çevresindendir. Romanlarındaki hâdiselerin önemli bir kısmı gerçekten yaşanmıştır. Balkan Savaşlarının İstanbul’daki yansımasını ele alan en güzel romanlardan biri olan Mesihpaşa İmamı
Ayverdi’nin birebir şâhitlik ettiği olayların bir roman diliyle kaleme alınmış
hâlidir. Belki biraz da bunlardan dolayı bu konuları ele alan diğer yazarlardan farklıdır. Hocasının 1950 yılında vefâtından bir sene sonra üç arkadaşıyla birlikte Kenan Rifâî ve Yirminci Asın Işığında Müslümanlık kitabını yayınlar. Kenan Rifâî’yi kitlelere sunmayı amaçlayan kitapta, evvela hayâtı
anlatılır, sonra fikirleri tanıtılır, en sonunda da sohbetlerinden notlar aktarılır. Eserde Kenan Rifâî’nin madde-mânâ dengesine verdiği önem vurgulanır: Terbiyesine aldığı insanları mânâ ile zenginleştirip iyi bir cemiyet insanı
ve dünya ölçülerinde başarılı bir değer hâline getirmeyi amaçlamıştır. İnsanların evvela kendi kendileriyle barışmalarını, sonra da cemiyetle ilişkilerinde âhenk ve adâleti ilk adım olarak benimsemiştir. Ona göre tasavvuf
incinmemek ve incitmemektir.
Sâmiha Ayverdi, İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü münâsebetiyle,
1953 yılında Edebî ve Mânevî Dünyâsı İçinde Fâtih isimli kitabını yazmıştır.
İstanbul’un fethi sâdece askerî bir zafer değildir. Fâtih sâdece başarılı bir
kumandan değildir. İstanbul’un fethinin ve fâtihinin bir mânevî ve kültürel
boyutu vardır. Ayverdi işte bu boyutu ortaya koymayı ve dolayısıyla o
derinliği ve dinamizmi yeni nesillere aktarmayı amaçlar.
Sâmiha
Ayverdi
sayılı
İstanbul
yazarlarından
biridir.
İstanbul
doğduğu ve yaşadığı şehirdir. Hocasını tanıdığı şehirdir. Büyük bir kültüre
ve medeniyete başkentlik etmiş bir şehirdir. Her köşesinde bu büyük kültür
ve medeniyete tanıklık eden bir târih gizlidir. Hem çok kozmopolittir, hem
de tektir. Kesrette vahdetin bir örneğidir âdeta. Dolayısıyla romanlarının
çoğu İstanbul’da geçer. Yetmez; İstanbul’a dâir müstakil kitaplar yazar.
Bunların ilki 1952 yılında yayınlanan İstanbul Geceleri’dir. Kitapta bir şiir
diliyle İstanbul’un târihî semtleri anlatılır. Yer yer anekdotlara yer verilir.
Gerçeklere, hâtırâlara dayalı olarak İstanbul’un târihî semtleri üzerinden bir
Merhaba – Kış 2011 / 27
dönemin kültürü, gelenekleri, sosyal hayâtı, kurumları tanıtılır. 1966
yılında da aynı şekilde Boğaziçi’nde Târih basılmıştır. Sâmiha Ayverdi’nin
bu kitaplarının hâricindeki pek çok hâtıra kitabında da İstanbul, semtleri,
medeniyeti ve güzellikleriyle konu edilmiştir.
Sâmiha Ayverdi 1960’lı ve 70’li yıllarda da târih alanında eserler
yayınlamıştır. Daha evvel temas etiğimiz İbrâhim Efendi Konağı hem
roman, hem hâtırat, hem de târihtir. Bu eser tek başına Ayverdi’nin
kaleminin kudretini göstermeye kâfidir. Büyük bir âile çerçevesinde
Osmanlı’nın son dönemindeki sosyal çözülme anlatılır. 1970 yılında Türk
Rus Münâsebetleri ve Muhârebeleri yayınlanır. Muhtemelen o yıllarda Türk
gençliği arasında komünist ve Rus hayrânı grupların ortaya çıkmasına bir
tepki olarak yazılmıştır. Rusların emellerine ve târih boyunca tâkip ettikleri
politikalara dikkat çekilerek Türk gençliği uyarılmaktadır. Türk Târihinde
Osmanlı Asırları Ayverdi’nin târih alanındaki en kapsamlı eseridir. 1975
yılında üç cilt olarak yayınlanmıştır. Türklerin Selçuklu ve Osmanlı gibi iki
büyük imparatorluk
kurabilmelerinin hazırlayıcı ve yapıcı sebeplerini
inceler. Bu devletlerin dünya medeniyeti karşısındaki durumlarını araştırır.
Siyâsî târihten ziyâde sosyal târih üzerinde duran Sâmiha Ayverdi
târihçi değildir. Târihe bir katkıda bulunmak kaygısı yoktur. Târihi terbiyevî
bir bilgi kaynağı olarak görür.
Târihe ilişkin eserlerinde milletini yeniden
ayağa kaldıracak değerleri târihten çıkarmak ve geleceğe sunmak amacını
güder. Târih geleceği inşâ edebilmek için lâzımdır yoksa geçmişin şanlı
günlerine saplanıp mâziperestlik yapmak için değil.
Görüldüğü gibi Sâmiha Ayverdi, teorik, cemiyetle alakasız bir
tasavvuf ve yaşanılan zamandan kopuk bir târih anlayışında değildir. Gerek
tasavvuf gerekse târih, yaratılışımızı, tabiatımızı ve geçmişimizi çok iyi bir
şekilde bilerek hem fert hem de toplum seviyesinde günümüzü en iyi
şekilde yaşayabilmek içindir. Vefâtına yakın günlerin birinde bir öğrencisi
ile sohbet etmektedir. Öğrencisi, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın
ölecekmiş gibi âhiret için çalışmayı öğütleyen hadise atıfta bulunur.
Ölmeyecekmiş gibi düşündüklerini, ama yarın ölecekmiş gibi düşünmeyi
ihmal ettiklerini söyler. Sâmiha Ayverdi’nin cevâbı, “Evet, hadis. Gene bir
hadis var, ‘Hemen öleceğini bilsen dahi elinde ağaç fidesi varsa onu
dikeceksin’” olur!
İçinde yaşanılan dönemin toplumsal meseleleri böyle bir yazarın ilgi
alanının dışında kalamaz. Yaşanılan kültür buhrânı, çözülmeye yüz tutan
28 / Merhaba – Kış 2011
âile, bozulan dil, millî değerlerde yaşanan erozyon ve bütün bu problemlerin eğitim yoluyla nasıl aşılabileceğine dâir fikir yazılarından oluşan kitabı
Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Dâvâmız 1976 yılında yayınlanmıştır.
Sâmiha Ayverdi İslâm âlemiyle de ilgilidir. İslâmiyetin 1400. yılı
münâsebetiyle kaleme aldığı Kölelikten Efendiliğe isimli kitabı 1978 yılında
yayımlanmıştır. Eser daha sonra İngilizce, Arapça ve Urduca gibi dillere
çevrilerek bütün Müslüman devlet başkanlarına gönderilmiştir. İslâmiyetin
1400.
yılında
İslam
âlemi
her
alanda
bilgisizliğin,
ahlâkî
zaaf
ve
düzensizliğin esiri konumundadır. Yazar İslâm âleminin idârecilerine,
düşünürlerine, sanatkarlarına ve ilim adamlarına seslenmekte, İslâm
âlemini esâretten çıkışa ve efendiliğe dâvet etmekte, bunun için somut
teklifler sunmaktadır. Mânevî uyanış, eğitim, her alanda dayanışma,
yardımlaşma ve birlik bunların başında gelmektedir.
1980
yılında
Hocası
Kenan
Rifâî’nin
hayâtını,
görüşlerini
ve
sohbetlerini kaleme aldığı Dost isimli eseri yayımlandı. Ayverdi’ye göre,
anlama ve inanma dünyâda kazanılan bir imtiyaz olmaktan ziyâde bir ezelî
nasip işidir. Dolayısıyla nefislerinden gayrı dâvâları olmayanlara haktan
hakikatten bahsetmek, hayâtı boyunca alış verişini Allah’la yapmış,
hesâbını Allah’a vermiş, O’nu görmüş, O’nu söylemiş bir ulu kişinin insanlık
dâvâsını anlatmaya kalkmak muhaldir. Mâmâfih dostlarının ricâlarını
kıramamış ve bu işe girişmiştir. 1985 yılında yayımlanan Rahmet Kapısı
yine ağırlıklı olarak hocası ile ilgili hâtırâlarından oluşan bir kitaptır.
Tâkip eden yıllarda da Sâmiha Ayverdi’nin yine hâtıra, seyahat
yazıları, deneme ve artistik nesir türünden yazılarını içeren kitapları
çıkmıştır. Aşkı okumuş, aşkı yazmış, aşkı yaşamıştır. 1986’da çıkan Hancı,
o yakan, yıkan, yapan aşk ateşinin bize kadar gelen yalazlarıdır. 1993
yılında vefat etmiştir. Sağlığında kaleme aldığı yazıların basımı devam
etmektedir. Herhalde devam edecektir de. Konuşmamız ağırlıklı olarak
onun kitaplarının üzerindendir ama bütün kitaplarını tek tek anlatmak bu
konuşmanın sınırlarını zorlar.
Sâmiha Ayverdi samîmî bir mümindir. Sâmiha Ayverdi’ye göre inanmak, tabiatı, insanı ve Allah’ı birlemektir. İnanan insan hırslarını yenmiştir,
kendisiyle ve cemiyetle barışıktır. İnsanlar onun elinden ve dilinden emindir.
Türkiye’de Hristiyanlığı yaymaya çalışan misyonerlerle uzun bir süre
yazışmış, Hristiyanlık ve İslamiyet hakkında onların görüşlerini öğrenmiş
kendi görüşlerini onlara anlatmıştır. Bu mektuplaşmalar da daha sonra bir
Merhaba – Kış 2011 / 29
kitap
olarak
yayımlanmıştır.
Onlara
imkânlarını
Müslüman
ülkelerde
Hristiyanlık propagandası yapmaya kullanmak yerine, Yirminci Yüzyılda bir
çığ gibi büyüyen inançsızlığa ve komünizme karşı birlikte mücâdele etmeyi
teklif etmiştir. Karşı tarafı anlamak ve ona kendini anlatmak anlamında ilk
dinlerarası diyalogu başlatan olduğunu söylemek mümkündür.
Dindarlık adına taassubu, Sâmiha Ayverdi, en az inançsızlık kadar
tehlikeli görür. Câhillik ve dar kafalılıktan kaynaklanmaktadır. Doğru inanç
insanı yüceltir ve Allah’a yaklaştırır. İnanç adına taassup ise şiddeti,
tahripkârlığı getirir. Toplumu birleştirmek yerine ayrıştırır. Derûnundan
bîhaber olarak bir kavramı kullanırken onun içini boşaltmak evvela
şekilperestliktir, sonra o mânâya zulümdür.
Sâmiha Ayverdi, konularını târihten ve tasavvuftan seçen, edebiyâtın
muhtelif alanlarında eserler vermiş, sâdece bir yazar değildir. Sâmiha Ayverdi’nin yaptıkları yalnız yazdıklarından ibâret değildir. Öğrenciler yetiştirmiş, kurumlar tesis etmiş, gelenek oluşturmuştur. Çünkü hocasından öyle
hareket etmesi gerektiğini öğrenmiştir. Hocasına göre, dînin esâsı îman,
yâni Allah’ı sevmek, îmânın rûhu ise amel, yâni halkı sevmek ve ona hizmet etmektir. Yâni onun din anlayışında iki anahtar kelime vardır: sevmek
ve hizmet. Zenginlik bu hasletlere sâhip olabilmektir. İmtiyazlılık hizmet
edebilmektir. Ve halka hizmet Hakk’a hizmettir.
Sâmiha Ayverdi yüzlerce gence birinci elden ve binlerce gence dolaylı
olarak rehberlik etmiştir. Bir anne sabrı ve şefkati ile o gençlerle kılık
kıyâfetlerinden imlâlarına, iç dünyâlarından kariyerlerine kadar tek tek
ilgilenmiş,
hatâlarını
gidermeleri,
mânevî
ve
kültürel
bakımlardan
kendilerini geliştirebilmeleri için yol göstermiştir. Dolayısıyla anne olarak
anılmıştır. Tanıyanları arasındaki ismi Sâmiha Anne’dir. Son yıllarda
öğrencileri kendileriyle ilgili hâtırâlarını yayınlamaktadırlar. Bu hâtıralar
okunduğunda öğrencileriyle ilişkilerinde teori ile pratiği, şefkatle disiplini,
coşku ile sürekliliği nasıl bir dengede yürüttüğünü görmek mümkündür.
Sâmiha Ayverdi aynı zamanda bir aktivisttir. Düşündüklerini, hissettiklerini etrâfına anlatmakla veya yazmakla yetinmemiş onları gerçekleştirme yolunda da ne yapabilecekse yapmıştır. Haddızâtında yazdıkları da
yazmış olmak için değildir. Yazma gāyesi bir yanlışı düzeltmek, bir doğruyu
göstermek, bir güzelliği paylaşmaktır. Kitaplarından telif ücreti almamıştır.
Yazı hayâtına nasıl başladığını yukarıda belirtmiştik. Türkiye’nin Ermeni
Meselesi isimli kitabının yazılış hikâyesi bu bakımdan çarpıcı bir örnektir.
30 / Merhaba – Kış 2011
Ermeni terör örgütü ASALA militanları Los Angeles`taki Konsolos
yardımcısı Bahadır Demir’i 1973 yılında şehit etmişlerdir. Terör örgütü,
1915 yılında Ermenilerin tehcir edilmesini bir soykırım olarak niteleyerek,
Türk milletinden ve devletinden intikam almak ve dünya kamuoyunun
dikkatini bu konuya çekmek için suikastı gerçekleştirdiklerini duyurmuştur.
Uluslararası koruma altındaki bir diplomatı öldürdükleri halde, teröristler,
hak ettikleri cezâyı almamışlar, hattâ uluslararası kamuoyunda sempati ile
karşılanmışlardır. Bu şekilde bir anlamda cesâretlendirilmiş teröristler tâkip
eden yıllarda otuzun üzerinde Türk diplomatını şehit etmişlerdir. Sâmiha
Ayverdi’ye göre bu durumun temel sebebi 1915 olaylarını doğru bir şekilde
anlatan kitapların olmayışı, kamuoyunun tek yönlü bir propagandayla belli
bir istikāmette şartlandırılmasıdır. Ve bu konuda gerçekleri anlatan bir
kitabı yazmaya karar verir. Şehit diplomatın annesini ziyâret eder ve yazacağı kitabı onun ismiyle yayınlama iznini alır. Şehit diplomatın annesi, Neşide Kerem Demir imzâsıyla Bir Şehit Annesinin Târihe Söyledikleri: Türkiye’nin Ermeni Meselesi ismini taşıyan kitap 1976 yılında yayımlanır. Kitabın
esas yazarının Sâmiha Ayverdi olduğunu yıllar sonra Ergun Göze açıklar.
Sâmiha Ayverdi devlet başkanlarına, başbakanlara, bakanlara, devlet
adamlarına, gazete editörlerine ve yazarlarına sürekli mektuplar yazmış,
güzel hareketleri tebrik ederek cesâretlendirmiş, beğenmediği hususlarda
uyarmıştır. Etrâfını da bu yönde teşvik etmiştir. Beğendiği gazete yazılarını
keserek, etrâfındaki ilgili kişilere vermiş, uzaktakilere postalamıştır. Rahatsız olmasına ve konuşmakta güçlük çekmesine rağmen doktora tezimle ilgili olarak benimle görüşmeyi kabul etmiş, konumla ilgili hâtırâlarını anlatmış ve bana Tercüman gazetesinden Ahmet Kabaklı’nın bir yazısını vermişti.
Önüne
çıkan
konularda
büyük
küçük,
önemli
önemsiz
ayrımı
yapmadan gördüğü yanlışın üzerine gitmiştir. Bir kooperatif îlânındaki
isimlendirmenin düzeltilmesi için mektup yazmış ve yanlışı düzelttirmiştir.
Tâkip eden günlerde bir başka kişinin o îlânla ilgili olarak çok üzüldüğünü
ifâde etmek için “yüreğime indi” demesi üzerine, “keşke yüreğine ineceğine
kalemine inseydi” diyerek, sâdece üzülmekle yetinmemesi, medenî bir
şekilde tepkisini göstermesi gerektiğini söylemiştir. Bu hâliyle, “gördüğü bir
kötülüğü
eliyle
düzeltmek,
yapamıyorsa
diliyle
söylemek,
onu
da
yapamıyorsa içinden buğz etmek” tavsiyesinin somut örneğidir. Bir
iskelede satılan kültürümüze ve inançlarımıza saldıran bir dergiyi bizzat
parasını vererek satın almış ve orada sayfa sayfa yırtarak tepkisini ortaya
Merhaba – Kış 2011 / 31
koymuştur. Fâtih’te oturduğu Fevzi Paşa Caddesi’ndeki çınar ağaçlarını
kendisi
parasını
vererek
diktirmiştir.
Bu
yoğun
mesâisine
rağmen,
yakınları, kendisine gelen hiçbir mektubu cevapsız bırakmadığını söylerler.
Sâmiha Ayverdi sivil toplum kuruluşlarının kamuoyu oluşumunda ve
toplumu yönlendirmedeki rolünü bilmektedir. Kurumsallaşmaya çok önem
vermiştir. İstanbul’un fethinin 500. yılını kutlamak maksadıyla kurulan
İstanbul Fetih Cemiyeti’nin aktif bir üyesidir. Mevlânâ’nın ve Yûnus’un
yeniden gündeme getirilmesi, tanıtılıp sevdirilmesi için arkadaşları ile
birlikte çalışmıştır. 1954 yılında Konya’da başlayan Şeb-i Arus törenlerine
1963 yılına kadar dokuz yıl boyunca dostları ve öğrencileri ile birlikte
katılmış, konuşmalar yapmış, bu şekilde törenlerin kurumsallaşmasını
sağlamıştır. 1958 yılında Yûnus Emre’yi Anma Derneği’nin tertiplemiş
olduğu
Eskişehir
Sarıköy’deki
Yûnus
Emre’yi
anma
toplantılarına
İstanbul’dan kalabalık bir aydın grubuyla iştirak ederek görkemli anma
toplantılarının yapılmasına öncülük etmiştir.
1960’lı yılların başlarında İstanbul’da Yeni Doğuş isimli derneğin kurulmasına öncülük etmiş, halk âşıklarını organize ederek onların plak yapmalarına yardımcı olmuştur. 1966 yılında Ankara ve İstanbul’da Türk Kadınları Kültür Derneği’nin kurulmasına öncülük etmiştir. Bu şekilde kadınların cemiyet hayâtına aktif bir şekilde katılmaları, burada verilen mûsıkî ve
klasik sanatlara ilişkin kurslarla gençlerin klasik kültürü tanıyarak yetişmeleri sağlanmıştır. 1970 yılında ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi, onun eşi İlhan
Ayverdi ile diğer dostlarıyla birlikte İstanbul’da Kubbealtı Cemiyeti’ni kurmuştur. Daha sonra vakfa dönüşen Kubbealtı, düzenlediği seminerler, konferanslar, kurslar ve gerçekleştirmiş olduğu yayınlarla binlerce memleket
evlâdının târihi, kültürü ve sanatıyla buluşmasını ve tanışmasını sağlamıştır.
O, bizi bizimle, aslımızla tanıştırandır. O, bize unutturulmak istenen
geçmişimizden, kültürümüzden, değerlerimizden haber verendir. O, bize
güzeli gösteren, güzelden haber verendir. Onu ana hatlarıyla yazdıkları ve
yaptıklarıyla anlatmaya çalıştım. Bu kadar yapabildim. Ne yaparsam
yapayım bir şekilde eksik kalacağını biliyordum. Aramızda onun yakınında
bulunmuş, sohbetlerinden istifâde etmiş insanlar da var. Yanlışlarımı
düzeltsinler, eksiklerimi tamamlasınlar lütfen. Esâsen bu konuşmayı onların
yapmaları îcap ederdi. Bana bu konuşmayı yapma onurunu verdikleri için
Temple Üniversitesi Türk Öğrencileri Derneği Başkanı Ceren Kesici’ye ve
beni sabırla dinlediğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum.
32 / Merhaba – Kış 2011
ŞİİR
Kübra YETİŞ ŞAMLI
[email protected]
MÜEBBET
Zaman denen zindanda mahpusum
Bileğimde günlerden kelepçeler
Saatler benim değil ki...
Mevsimler geçiyor sayamadan
Belki de çakılıp kaldım güze
Dökülen yaprakları tutamıyorum
Yeşertmeye gücüm yetmez ki...
Senelerin elinde mahkumum
Ayağımda aylardan prangalar
Dakikalar benim değil ki...
Ömür geçiyor yaşamadan
Belki de çakılıp kaldım çıkmaza
Yönümü bulamıyorum
Pusula bende mi ki?
Merhaba – Kış 2011 / 33
YAĞMUR GÜNCESİ
Gülnar MIZRAK
[email protected]
Sonbahar
hüküm
ve
kış
ayları
sürerken
başkalaştığını,
hayatın
bütün
soluklaştığını,
renklerin
İstanbul’un
içine
kapandığını düşünürdüm eskiden.
Yaşadığım
beni
kenti
böyle
hüzünlendirirdi
kalmadıkça
görmek
ve
dışarı
mecbur
çıkmak
istemezdim. Zîra gideceğiniz yere
ulaşmak hiç kolay olmaz böyle
günlerde...
Herkes için âdeta bir savaş
meydanı olur yollar. Özellikle toplu
taşıma araçlarını kullananlar için...
İstediğiniz
yere
sapasağlam
varmak için Örümcek Adam gibi
süper
yetenekleriniz
olmalı.
Öncelikle
sağa,
sola,
her
yöne
dikkat
etmelisiniz. Araba çıkabilir, nehir gibi akan suların ve şelaleye dönüşmüş
merdivenlerin
üzerinden
akrobatik
hareketler
yaparak
atlamanız
gerekebilir, size doğru uçan bir şemsiye, bir poşet olabilir... Hayal
gücünüzün sınırlarını zorlarsanız şıkları arttırmak mümkün.
Bunlar sadece ısınma turları tabii. Mühim olan kaldırım kenarlarındaki
su birikintileri... Çünkü arabası olanlar, puslu camlarının dışında kalanları
böyle zamanlarda düşünemezler. Onlar da, sizin gibi, gidecekleri yere
ulaşmanın çabası içindedirler. Dolayısıyla araçlarını hızlıca sürerler. Fakat
bu davranış, birikmiş suları gösteri yaparcasına havaya sıçratmalarına ve
talihsiz yayalardan bazılarını yıkamalarına neden olur. İşte siz de buna
maruz kalmamak için tam adım atacakken geri çekilir, bir türlü karşıya
geçemezsiniz.
Etabı
ancak
dakikalar
sonra
başarıyla
tamamlarsınız.
Ardından, ıslanmamak için, durakta bir boşluğa sığmak zorundasınız.
34 / Merhaba – Kış 2011
Bilhassa şemsiyeniz yoksa başka şansınız da yoktur. Geriye sadece iki
adım kalır: Otobüsü beklemek ve oturacak bir yer bulmak...
***
Bu
maceralardan
sonra
İstanbul’un
her
hâlini
ne
yazık
ki
sevemiyordum. Yağışlı havalarda hep huysuz oluyordum. Bunun birkaç
nedeni vardı. Örneğin; birikmiş suların üzerinden atlamak istediğimde
bacaklarım kısa gelirdi, dolayısıyla bazen basmak zorunda kalırdım ve
ayakkabılarımın içi bile ıslanırdı. Ayrıca rüzgârdan ben mi şemsiyeyi
kullanıyorum, şemsiye mi beni kullanıyor, anlamak pek mümkün olmazdı!
Bu yüzden kullanmazdım, yıkanmaya mahkûm olurdum.
Genellikle sahilden gitmeyi tercih ederdim. Denizi seyretmek için cam
kenarına oturup gözlerimle kısa seyahatler yapardım ama böyle havalarda
karşı kıyıları görmek imkânsız olurdu. Anadoluhisarı, Çengelköyü... Artık
sislerin ardındaki masal ülkeleriydi. Ben de yağmur tanelerinin pencereye
vuruşunu
seyrederdim
ve
güneşin
sıcaklığını,
tenimde
hissettiğim
özgürlüğü, kaldırımları işgal edip yüzmeye gelenleri, balıkçıları arardım her
defasında. Sonra vazgeçip başımı cama yaslardım, bilinmeyen kıyılarda
bırakırdım gözlerimi...
***
İstanbul
bulutlandığında
hâlâ
hüzünlensem
de,
soğuklarda
üşümekten, kalın giyinmekten hiç hoşlanmasam da sonbahar ve kış
aylarını artık seviyorum. Birdenbire oldu bu. Bir gün yağmurun toprakla
bütünleşmesini,
âdeta
secde
edişini
seyrederken
mutlu
olduğumu
hissettim. Zîra karamsarlığa kapılarak değil, ondaki güzelliği görerek
seyrediyordum. Sadece bakış açımı değiştirmiştim.
Yaşamak bu kadar kolaydı işte. Bunun için olağanüstü bir kabiliyete,
çaba harcamaya lüzum yoktu. Çünkü yaratılan her şeyin ve yaşanan her
hadisenin güzel tarafını görebilmek, sadece bize lûtfedilmiş bir yetenekti!
Merhaba – Kış 2011 / 35
ŞİİRİ GİBİ DÜĞÜNÜ DE BİR BAŞKADIR
DÎVAN ŞÂİRİNİN*
Nesibe YAZGAN
[email protected]
Osmanlı toplumunun renkli sosyal hayatına dâir ipuçları Klasik
Edebiyat metinlerinde saklıdır. Bu satırlar tetkik edilip yorumlandıkça,
unutulmaya yüz tutmuş renkler de gün yüzüne çıkacaktır. Şüphesiz
düğünler, bireysel ve toplumsal açıdan önemli törenlerdir. Bu önemli
törenler
Osmanlı
kutlanmakta;
İmparatorluğu’nda
şâirler
çoğu
kez
devletin
bu
şânına
eğlenceli
yakışır
törenleri
şekilde
şiirlerine
yansıtmaktaydı.
İşte bu tebliğde evlilik münasebetiyle düzenlenen düğünlerden,
bunun etrafında gelişen âdetlerden, düğün âlâtından bahsedilecek ve
bunların 16. yüzyıl şâirlerinin mısralarına yansıyan kısımları üzerinde
durulacaktır.
Mevcut bilgilere göre Türk edebiyatına mahsus bir tür olan “sûrnâmeler” de sultan kızlarının ya da kız kardeşlerinin evlilik törenleri ile
şehzâdelerin
sünnetleri
anlatılır.
“Sûrîyye
tarihleri”
ve
“sûriyye
kasideleri”nde de bu konuya değinilmektedir. Sûrnamelerle ilgili kapsamlı
bir çalışma, değerli araştırıcı Mehmet Aslan tarafından yapılmıştır. 1 Bu
tebliğ ise, bakışları daha çok sarayın dışına yöneltmektedir.
Genel Olarak Evlilik Bahsi ve Osmanlı Yaşantısında Evlilik :
Kadın ve erkeğin hayatlarını birleştirmeleri olarak tanımlayabileceğimiz evlilik, insanlar arasında bolluk ve bereketin simgesi sayılmış, evliliğin
gerçekleştirildiği gün, öncesi ve sonrasıyla birlikte çeşitli eğlencelerle
kutlanmıştır.
Türk toplumu için “aile” kutsaldır ve bu kutsal kuruma ilk adım sayı*
Mayıs 2008 tarihinde Marmara Üniversitesi 2. Türk Dili ve Edebiyatı Öğrenci
Sempozyumu'nda sunulmuştur.
1
Mehmet ARSLAN, “Türk Edebiyatı’nda Manzum Surnameler(Osmanlı Saray Düğünleri ve
Şenlikleri)”
36 / Merhaba – Kış 2011
lan evlilik oldukça mühimdir. Günümüzde her ne kadar geleneklerimizden
uzaklaştığımız söylense de evlilik söz konusu olunca insanların, anne ve
babalarından gördüğü âdetleri tekrarlamaya çalıştıklarına şâhit olunur.
Esli Türk âdetleri, İslâmiyet, yerleşik hayat ve imparatorluk sınırları
içindeki çeşitli milletlerin kültürlerinden beslenen Osmanlı yaşantısında,
evlilik öncesi ve sonrasında görülen bazı özel uygulamalar mevcuttur.
Bunlar şu şekilde tasnif edilebilir:
1-) Düğün Öncesi Hazırlıklar
Düğünün Yapılacağı Yer:
Düğünler, insanların bir araya gelerek eğlendikleri törenlerdir. Bu
törenlerin gerçekleştirileceği mekânlar da özel olmalıdır. Davetlilerin sayısı,
düğünün kaç gün süreceği gibi unsurlar düğünün yapılacağı mekânı belirler. Söz konusu saray olunca, ihtişamın daha iyi yansıtılması için mekân
olarak meydanların seçildiği görülür. Örneğin; 16. yüzyıla damgasını vuran
Hatice Sultan ile İbrahim Paşa’nın düğünü, At Meydanı’nda yapılmış ve
meydanı süsleme gibi işler günler öncesinden başlamıştır.
Sarayın dışındaki düğünler söz konusu olduğundaysa, düğün mekânı
damadın ailesinin evidir. Düğün yaz mevsiminde yapılacaksa bahçe tercih
edilir. Düğüne gelecek kişi sayısı ortalama olarak bellidir; ancak her
ihtimale karşı, gelen konuklara ikramlıkları rahatça sunabilmek ve mahcup
olmamak için fazladan kap-kacak gerekir. Eksik eşyalar yakınlardan temin
edilir. Bazı durumlarda da misafirler, düğün evine kendi eşyalarıyla gider.
Bu âdete “çanak taşıma” denir. Zâtî bir gazelinde “Sevgiliye kavuşmak için
içki içmeyen kişi,
1
gibidir”
düğün evini bilmeden oraya çanak taşıyan kimse
diyerek bu âdetten bahsetmiştir.
Davetlilerin Düğüne Çağrılması:
Davetlileri düğüne çağırmaya “mum okumak”, ”mumla okumak” ya
da “çerağ okumak” denir. Bu deyimlerde “okumak” fiilinin “çağırmak”
anlamından yararlanılmaktadır. “Çok istekle davet etmek” 2 anlamına gelen
1
Zâtî Dîvanı, Gazeller 261/3
Mehmet Ali TANYERİ, “Örnekleriyle Dîvan Şiirinde Deyimler” Akçağ Yayınları, Ankara
1999, sf.194
2
Merhaba – Kış 2011 / 37
“mumla okumak” deyimi, Nev’î tarafından şu şekilde kullanılmıştır:
Mûm-ile düğüne okumak âdet olmagın
Alduk ele çerağımızı cür’et eyledük
1
Düğün Öncesi Eğlenceler (Kına Gecesi ve Gelin Hamamı)
Düğün kadınlar arasında, “Velîme”, ”Velîme Cemiyeti”, ”Yüz Yazısı”
adlarıyla anılmaktadır. Bu günün öncesinde de kadınlar kendi aralarında
çeşitli eğlenceler düzenlerler. Bu eğlenceler “kına gecesi” ve “gelin
hamamı”dır.
Nev’î bir beytinde: “Mum gelini ayağına kına yakınmış, pervânesinin
kanına girip (onu) öldürmek ister” 2 diyerek gelinlerin ayağına kına
yakılması âdetini, Şem ü Pervâne hikâyesinin anlam tabakalarından da
yaralanarak oldukça sanatlı bir şekilde kullanmıştır. Şem ü Pervâne
hikâyesinde Şem; mum, Pervâne de bir kuş cinsidir. Pervâne Şem’e âşıktır,
Şem’e ulaştığında yok olacağını bile bile onun etrafındaki dönüşünü
sürdürür. Bu çift kahramanlı aşk öyküsü tasavvufî mânâda da sıklıkla
kullanılmıştır. Nev’î de bu beytinde şem’i, yani mumu ayakları kınalı bir
geline benzetmiş, onun bu şekilde kına yakıp, âşığın canına kast ettiğini
belirtmiştir. Burada mumun yanarken etrafına kırmızı bir ışık vermesiyle,
gelinin ayağına yakılan kızıl renkli kına arasında bir benzerlik kurulmuştur.
Nev’î başka bir beytinde de
“Ay cariyesi, kına gecesi mum tutup,
felek tası içindeki şafağı hazır kıldı”
3
diyerek, kına gecelerinde kınanın
taslarda karıştırılıp, cariyeler tarafından mum ile birlikte tutulması âdetine
değinmiştir. Bu beyitte, ay cariyeye benzetilmiş ve onun kına tası olarak
düşünülen feleğin içinde, kınayı yani şafağı hazırlamasından bahsedilmiştir.
2-) Düğün Bahsi ve Düğün Âlâtı:
Düğün öncesi eğlenceler, asıl eğlenceye, yani düğün gününe hazırlık
olarak yorumlanabilir. Düğün deyince, belki de akla ilk gelen “gelin”dir.
Gelin, Klâsik edebiyatta “a’rûs”, “nev-a’rûs”
1
2
3
kelimeleriyle ifade edilir.
Mertol TULUM–Mehmet Ali TANYERİ, ”Nev’î Dîvan-Tenkitli Basım”, Kaside: LIV /3
Nev’î, a.g .e. Gazeller : 433/3
Nev’î a.g. e. Kasideler : 3/11
38 / Merhaba – Kış 2011
Gelinin taktığı süsler, benzetildiği unsurlar, giydiği kıyafetler pek çok
beyite ilham olmuştur. Gelinle ilgili kullanımlar şu şekilde tasnif edilebilir:
Geline Benzetilen Unsurlar :
İncelenen eserlerde Güneş, Dünya, gökyüzü, felek, nazım, lâle, gül,
mum, şiir, güzellik, devlet ve vezâret kelimelerinin çeşitli yönleriyle geline
benzetildiği tespit edilmiştir. Şâirler, bu kavramlarla, gelinin güzelliği,
gençliği, tazeliği, konuşmaması ve damada karşı tavırları arasında bir
benzerlik kurmuşlardır.
Nev’î ‘nin kendi şiiri için kullandığı “Nev’î şiir gelinine edâsının süsünü
vererek nazım ustalarına Selman1 tarzını unutturacak”
2
ifadesi gelin - şiir
benzetmesine ilginç bir örnek teşkîl eder.
Hayâlî, gül-gelin benzetmesi yapmış ve gülü, al valalı (kırmızı uzun
boylu) bir gelin olarak düşünmüştür.
Gelinin Kıyafeti ve Süslenmesiyle İlgili Kullanımlar:
Günümüzde Batılı giyim tarzının etkisiyle beyaz renkte giyilen
gelinlik, Osmanlı’da Eski Türk âdetlerinin bir devamı olarak al renkteydi.
Gelinler al gelinlik giyer, al duvak takar ve yüzlerine allık sürerlerdi. Zâtî
bir beytinde bu durumdan “Kırmızı duvağı, turuncu güzellik bayrağı (olan)
al yanaklı o gelin (acaba) kimdir?”
3
ifadesiyle bahseder.
Gelin, düğün alanına getirilirken, çevresi cibinliğe benzer bir örtüyle
sarılmıştır. Bu cibinliğe benzer örtü, görevliler tarafından taşınır, adı
“tutuk”tur. Tutuk sayesinde gelin dışarıdan görülmez. Hayâlî Bey bir
beytinde tutuk meselesine farklı bir pencereden bakmıştır:
Subh-dem ki yakınup şafakdan hınnâ
Nev-arûs-ı tutuk-ı çârüm ola çihre güşâ
4
Bu beyitte Nev-arûs sözüyle karşılanan “güneş”tir. Güneş sabah vakti
1
Selman: Ünlü İranlı şairdir, Divan şairleri nazım vadisinde onu örnek almış ve geçmeye
çalışmışlardır.
2
Nev’î, a.g .e. Gazeller : 319/5
3
Zâtî a.g. e. Gazeller : 341/1
4
Hayâlî Dîvanı Gazeller: 101/1
Merhaba – Kış 2011 / 39
şafak kanından kına yakıp, tutuğu kaldırarak yüzünü göstermesi istenen
yeni gelindir. Tutuk-ı çârüm terkibiyle de Güneş’in felek sisteminde 4. katta
yer alması kastedilmektedir.
Gelinler başlarına duvak; yüzlerine peçe, burka’ ve nikâb takarlar.
Nev’î gelinlerin burka’ ile örtünmesini akşam perdesi olarak düşünür ve
rüzgârın sabah vakti esmesiyle bu örtünün kalktığı, şafağın Güneş gelininin
örtüsünü açtığını ifade eder.
1
Gelini süslemek, saçını taramakla görevli olan kadınlara “meşşata“
2
denir ;
ancak
şâirlerin
bahsettiği
gelinler
öyle
güzeldir
ki
onların
süslenmeye ve meşşataya ihtiyacı yoktur. Nev’î bir beytinde bununla ilgili
olarak sevgilisine: “Ey servi güzelliğinin gelinine meşşata gerekli değildir.
Zülfünün ucuyla toprağa baş eğme (bu nedenle) el altında bulunan halk
gibi olma!” der.3
Nev’î’nin başka bir beytinde ise devlet gelin olarak düşünülmüş ve
zaman bu geline, şâhın ayağının toprağından “müşgîn hâl” (misk kokulu
ben) yapan bir meşşata olarak hayâl etmiştir. 4
Dîvan şâirlerinin geniş
hayâl dünyasını yansıtan bu beyit gelin ve meşşata bahsine farklı bir
açıdan yaklaşması nedeniyle dikkat çeker.
Gelini, meşşatadan başka kişiler de süsler. Bunlara “yüz yazıcı”
denir. Yüz yazıcılar gelinin alnına, iki yanağına ve çenesine ”yapıştırma”
denilen dört elmas yapıştırır, yüzünün çeşitli yerlerine zamk yardımıyla
çeşitli süsler koyarlar.5
Gelinin saçına gümüş teller takılır, beline kuşak bağlanır. Zâtî bir
beytinde soyut bir kavram olan gayret kuşağını şu şekilde kullanmıştır:
“Aculuk görmesin ol kimse ki gayret kuşağın
Ney-şeker gibi safâ ile mükerrer kuşanur.”
6
Beyitte, gayret kuşağını şeker kamışı gibi daima mutlulukla kuşanan
1
Nev’î a.g. e. Kasideler: XI/1
İskender PALA, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü “meşşata” maddesi
3
Nev’î, a.g .e. Gazeller: 411/2
4
Nev’î a.g. e. Kasideler: XXIX/4
5
Orhan Şaik GÖKYAY, “Beklenmedik Kaynaklarda Folklor”, 1.Uluslararası Türk Folklor
Kongresi Bildirileri, İstanbul 1976, Cilt : 1, sf. 119-125
6
Zâtî a.g. e. Gazeller : 430/4
2
40 / Merhaba – Kış 2011
kişinin keder görmemesi dilenir. Musâhipzâde Celâl’in aktardığı bilgiye
göre: “Gelin olacak kız süslendikten sonra baba evinden ayrılmak üzere
ortaya çıkar. Kız, babasını elini öper ve baba da kızının beline Türk
an’anesine göre gayret kuşağı olmak üzere bir şal bağlar ve kılıçtan
atlatır.”
1
Gelinle İlgili Diğer Durumlar ve Gelinin Davranışları
Nev’î bir beyitinde “Karanfil yeni gelin olmuş, güzellerin şâhı olan
senin
için,
kendini
süsler,
başına
gümüş
teller
takınır”
ifadesini
kullanmıştır. Şâirin yeni gelin olarak düşündüğü karanfilin çiçek açması,
gelinlerin başlarına gümüş teller takması âdetiyle ilişkilendirilmiştir.
Düğünlerde gelinlere altın, para, şeker vb. şeylerden oluşan saçı
saçılır. Nev’î, Sultan Mehmet’e sunduğu bir kasidesinde onun cömertliğini
anlatmak için “Düğün günü denizler saçı olarak saçılsa senin cömertliğinin
bir damlası gibi olmaz” demiş ve saçı âdetini farklı bir şekilde kullanmıştır. 2
Hayâlî Bey ise yüz görümlüğü âdetini “yükünü yukarı yığmak” deyiminin
anlam zenginliğinden de yararlanarak şu şekilde ifade etmiştir:
“Çün nev-a’rûs-ı gülşen-i bâğ-ı zemânedür
Yükün yukarı yığar ise vechi var serv ” 3
“Nazlanmak, kendini naza çekmek”
4
[20] anlamına gelen yükünü
yukarı yığmak deyimi bu beyitte olduğu gibi yeni gelinlerin nazlı tavırlarını
oldukça iyi açıklamaktadır. Yeni gelinler naz eder, yüzünü göstermek
istemez, dâmatlar ise onların yüzünü görebilmek için geline yüzük, küpe,
altın vb. değerli şeyler hediye eder. Bu âdet
“yüz görümlüğü” olarak
bilinmektedir.
Hayâlî “Şükrâne sîm-i eşk gerek görmege yüzün” dizesiyle de gümüş
paranın yüz görümlüğü olarak verildiğini ifade etmektedir.
Düğünün Diğer Kahramanı : Dâmat
Dîvan Şiiri’nde düğün konusunun ele alındığı beyit ya da eserlerde
1
2
3
4
Müsahipzâde Celâl ,” Eski İstanbul Yaşayışı”, İstanbul 1946, sf. 13
Nev’î a.g. e. Kasideler : XIII/34
Hayâlî Dîvanı Kasideler : 35/8
Mehmet Ali TANYERİ a.g. e. sf. 258
Merhaba – Kış 2011 / 41
gelinin ön planda olduğu, dâmattan gelin kadar söz edilmediği görülür.
Hayâlî’nin bir gazelinde dâmat, geline ödediği “kâbîn” nedeniyle
zikredilmiştir. “Kâbîn” ya da “ kebîn” damadın geline ödediği paradır. Bu
para, Osmanlı toplumunda ekonomik hayatın içinde aktif olarak yer
almayan kadının sosyal güvencesi olarak düşünülür. Kâbîn ailelerin sosyal
ve ekonomik durumlarına göre değişir. Örneğin; Sarıkçı Mustafa Paşa, hem
saraya dâmat olmanın getirdiği sorumluluk, hem de geline ödemesi
gereken
yüklü
kâbîn
nedeniyle
İbrahim
Paşa’nın
kızıyla
evlenmek
1
istememiştir. Hayâlî Bey Dîvanı’nda “kâbîn” şu şekilde işlenir:
“Arûs-ı dehre
baş eğmek begâyet hûb idi elhak
Eger kim nakd-i ‘ömr-i nâzenîn olmasa kâbîni”
2
Hayâlî bu beyitte, “Dünya gelininin kâbîni canın nakdi (ödenmesi)
olmasaydı, dünya gelinine baş eğmek gerçekten de gayet hoştu” diyerek,
bu dünyanın kâbînini canın teslimi olarak vasıflandırmış ve dünyanın
geçiciliğinden dem vurmuştur.
Nev’î Vezir Siyavuş Paşa’ya sunduğu kasidesinde “Sana vezirlik
gelininin mührü verildi, himmetinin damadıyla
onu açman yakışır”3
diyerek; damadın, gelinin yüzünü açması âdetini Siyavuş Paşa’nın vezirlik
gelininin mührünü açmasıyla yani vezir olmasıyla ilişkilendirmiştir.
Düğün Âlâtı ve Çeşitli Alaylar
Düğünlerle
ilgili
en
dikkat
çekici
özelliklerden
biri
de
çeşitli
“alaylar”dır. Evlilik münasebetiyle düzenlenen düğünlerde “cihaz alayı”,
“nahıl alayı” ve “şeker âlâtı” yer almaktadır. Gelinin, evlilik hayatında
kullanacağı çeşitli eşyalara “cihaz”, “çeyiz” veya “çehiz” denir. Özellikle
saray kadınlarının çeyizleri oldukça yüklüdür. Örneğin; İbrahim Paşa’yla
evlenen Hatice Sultan’ın çeyizinin taşınması sabahtan akşama kadar
sürmüştür.4
1
Metin AND, “Makbul İbrahim Paşa ve Düğünü” , Hayat Tarih Mecmuası, Ağustos 1969
sf. 5-9
2
Hayâlî Dîvanı Gazeller : 409/3
3
Nev’î a.g. e. Kasideler : L/5
4
Metin AND a.g. e.
42 / Merhaba – Kış 2011
“Nahıl, gelin ve sünnet alaylarında ağaç biçiminde yapılan, üzerinde
balmumundan yapılmış, insan, hayvan, yemiş, çiçek vb. şeklinde süsler
bulunan, ayrıca değerli taşlar, altın, gümüş yapraklarla, renkli, yaldızlı
kâğıtlarla kaplanan önemli bir düğün ve şenlik unsurudur.”
1
Nahıl kelimesinin aslı, “nahl”dır. Fidan anlamına gelen kelime
zamanla, düğün ve şenliklerde yer alan süs unsurunu belirtmek için
kullanılır olmuştur. Nev’î, Hayâlî ve Zâtî de dîvanlarında kelimeyi fidan
anlamında
kullanmış,
düğünle
ilgili
beyitlerde
ise
bu
kelimeden
bahsetmemişlerdir.
Düğün ve şenliklerde şekerden yapılan muhtelif şekiller, ağaçlar,
hayvanlar, çiçekler, meyveler, vb. unsurlar sûrnâmelerde
“Şeker Âlâtı”
adıyla kayıtlıdır.2[26] Nev’î, Hayâlî ve Zâtî’nin şiirlerindeyse şeker kelimesi
daha
çok
sıfatı
görevinde
kullanılmış,
şiirlerde
şeker
âlâtına
değinilmemiştir.
Düğünde İkramlar
Düğünlerin ana ikramı tatlıdır. Düğünlerde özellikle şerbetli tatlılar
olmak üzere tatlının her çeşidini ikramlık olarak görmek mümkündür. Bu
konuyla ilgili Zâtî‘nin şu beyiti oldukça ilginçtir:
Bezmûnda gelüb medh-i lebün okıdı Zâtî
Ma’zûr buyur şekker ile düğüne geldi3
Şâir, bu beyitte sevgilinin meclisine gidip, dudağının övgüsünü
yapmış olduğunu ifade eder ve bu hareketi nedeniyle af diler. Çünkü
sevgilinin olduğu mecliste ondan ve güzelliğinden bahsetmek oldukça ayıp
sayılır. Zâtî bu davranışıyla tatlının oldukça bol olduğu düğün evine,
şekerle giden bir kimseye benzer. Düğün evinde şekere nasıl ihtiyaç yoksa,
sevgilinin olduğu mecliste ondan övgüyle söz etmeye de ihtiyaç yoktur, bu
ayıptır.
1
Mehmet ARSLAN, “Osmanlı Dönemi Düğün ve Şenliklerinde Nahıl Geleneği, 1675 Edirne
Şenliği ve Bu Şenlikte Nahıllar”, Yedi İklim Dergisi s: 48, Mart 1994, sf. 71-85
2
Mehmet Arslan, “ Osmanlı Saray Şenliklerinde Şekerden Tasvirler”, Türk Dünyası
Dergisi s: 71, Kasım 1992 İstanbul , sf. 35-42
3
Zâtî a.g. e. Gazeller : 1809/5
Merhaba – Kış 2011 / 43
Düğünlerde tatlının dışında çeşitli yemekler de mevcuttur. Saray
düğünlerinde, eski Türklerdeki potlaç anlayışını yansıtan yağma geleneği
görülür.
1
Hayâlî’nin İbrahim Paşa’nın düğünü için yazdığı Sûriyye Kasidesi’nde
yiyecek olarak pilav, kuzu büryan, çörek, buğday ve badem adları
zikredilir; sınırsız olarak saf şerbetin sunulduğu belirtilir. Nimetlerin
çokluğu binlerle ifade edilir, o gün felek sofra kuşanmıştır, Güneş ve Ay ise
bu sofranın iki ekmeğidir.
SONUÇ
Orijinal hayalleri, ince dilleri ve yarattıkları mazmunlarla farklı bir
dünyaları olan Dîvan Şâirleri, söz konusu düğünler olduğunda da sınırsız
hayal güçlerini kuvvetli kalemleriyle yoğurabilmeyi başarmış ve dizeleri
aracılığıyla bu farklı dünyanın kapılarını aralamışlardır. Bu tebliğ, son
yılarda hızla gelişen Klâsik Türk Şiiri’ne sosyal hayat penceresinden bakma
çabalarından biridir. Bu yazıyla, bazı yanlış yorumlamalar sonucu sosyal
hayattan kopuk diye adlandırılan Klâsik Türk Şiiri’nin toplumsal hayatın
önemli
portreleri
olan
düğünleri
anlatmadaki
başarısı
vurgulanmak
istenmiş ve Dîvan Şiiri’nin hayatla iç içeliğinin bir kez daha gösterilmesi
amaçlanmıştır.
KAYNAKÇA
1- Abdülaziz BEY, “Osmanlı Âdet, Merasim ve Tabirleri” ,Tarih Vakfı Yurt Yayınları:20,
İstanbul, Ekim 2002
2- Ali Nihad TARLAN, “Hayâlî Bey Dîvanı” , İstanbul 1945
3- Cemal KURNAZ,”Hayali Bey Divanı’nın Tahlili”, M.E.B. Yayınları, İstanbul 1996
4- İskender PALA, “Ansiklopedik Dîvan Şiiri Sözlüğü”, Kapı Yayınları, İstanbul 2005
5- Mehmet ARSLAN, “Türk Edebiyatı’nda Manzum Surnameler(Osmanlı Saray Düğünleri
ve Şenlikleri)”, AKM Yayınları Ankara, 1999
6- Mehmet Ali TANYERİ, “Örnekleriyle Dîvan Şiirinde Deyimler” , Akçağ Yay., Ank. 1999
7- Mertol TULUM – Mehmet Ali TANYERİ, ”Nev’î Dîvan-Tenkitli Basım, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları No:2160, Edebiyat Fakültesi Matbaası, İstanbul 1977.
8- Nejat SEFERCİOĞLU, “Nev’î Dîvanı’nın Tahlili”, Kültür Bakanlığı Yayınları:1159, Kaynak
Eserler: 45, Gaye Matbaası, Ankara 1990
9- Vildan SERDAROĞLU,”Sosyal Hayat Işığında Zâtî Dîvanı”, İSAM Yayınları, İstanbul
2006
1
Mehmet Arslan, “Osmanlı Saray Düğünlerinde Yağma Geleneği”, Milli Folklor Dergisi,
S:10, YAZ 1991, Ankara, sf. 54-57
44 / Merhaba – Kış 2011
MASAL
Selim GÖKIŞIK
selimgokısı[email protected]
Bir varmış, bir yokmuş… Ülkelerin birinde çok güzel bir orman,
hemen yanında da alabildiğine uzanan geniş bir vadi varmış. Bu vadinin
ortasındaki küçük gölün etrafında çeşit çeşit hayvan yaşar, gündüzleri
çayırlıkta otlayıp, geceleri ormanda gizlenerek yaşayıp giderlermiş. Bu
güzel tabiat köşesinde, geniş bir at ailesi yaşıyormuş. Baba at, aynı
zamanda sürünün lideriymiş. Bir gün, anne at yeni bir tay doğurmuş ve
adını Acul koymuşlar. Acul’un ağabeyi ve ablası çok sevinmişler, bütün gün
anneleriyle bebeğin etrafında koşup kişneyerek ona hoş geldin demişler.
Acul da hemen meraklı gözlerle etrafına bakmaya başlamış. Bir ara annesi
ayağa kalkınca ne yapacağını bilememiş, ağlamaklı olmuş. Onun bu halini
gören ablası burnuyla hafifçe iterek ayağa kalkması gerektiğini anlatmış.
Acul ayağa kalkmak istiyormuş ama bacaklarının ne işe yaradığından
henüz pek emin değilmiş. Titreye titreye doğrulmuş, iki adım atmış. Tam
düşecekken ağabeyi koşup ona yaslanmış ve dengesini düzeltmiş. Acul bir
iki adımı düzgün atınca çok sevinmiş, kendine güveni gelmiş ve hemen
koşmaya başlamış. Babası uzaktan onu izleyip endişelenmiş, bu çocuğun
aceleciliği başına iş açacak gibi duruyor diye kendi kendine söylenmiş.
Günler günleri kovalamış, Acul büyüyüp yaramaz bir aygır olmuş.
Ağabeyi birkaç yıl önce onlardan ayrılıp kendi sürüsünün başına geçmiş ve
vadinin diğer tarafında yaşıyormuş. Sürüde en hızlı koşan at artık o olduğu
için ileride babasının yerine geçeceğine kesin gözü ile bakılıyormuş. Fakat
babası
çok
dertliymiş,
Acul’un
bir
sürüyü
idare
edebilecek
kadar
sorumluluk sahibi olduğunu düşünmüyormuş. Annesi bu yaramaz tayı pek
sevdiğinden onun her işini görüyor, gün içinde sürü otlarken etrafta gezip
daha hızlı koşma çalışmaları yapan oğlunun gece karanlıkta aç kalmaması
için ormanda ot biriktiriyormuş. Acul da akşamları gelip bu otları yiyerek
ekmek elden su gölden, hayatına devam ediyormuş. Acul’un sürüden
ayrılıp
ayrılıp
uzaklara
gitmesi
babasının
hiç
hoşuna
gitmiyormuş.
Başlarında durmayacaksa benden sonra bu sürüyü nasıl idare edecek bu
çocuk diye dertleniyormuş. Artık yaşlandığı için kalp krizi geçirmesinin an
Merhaba – Kış 2011 / 45
meselesi olduğunu hissediyor, sürüyü yabancı atlar ele geçirecek diye çok
korkuyormuş. Bir gün, Acul’un annesi ot taşırken babası bunu görmüş ve
çok
öfkelenmiş.
Her
zaman
sen
beslersen
bu
çocuk
hangi
otları
yiyebileceğini, topraktan nasıl ot koparacağını nasıl öğrenecek? diye
annesine çıkışmış. Annesi biraz düşününce kocasına hak vermiş, bu şekilde
Acul’a aslında yardım değil kötülük ettiğini anlamış. Topladığı otları kendisi
yemiş ve her zaman yemek bıraktığı yer boş kalmış. Hava karardığında
Acul tek başına çıktığı sürat denemelerinden birini daha bitirip eve dönmüş
ama yiyecek bir şey bulamamış. Karnı da çok açmış ama karanlıkta hiçbir
ot görünmüyormuş, üstelik bu saatte çayıra inmek çok tehlikeli olabilirmiş.
O gün sabaha kadar aç biilaç uyumaya çalışmış. Ertesi sabah hemen
annesini bulup ne olduğunu sormuş. Annesi de babasıyla konuştuklarını,
artık büyüdüğünü ve kendi başına yemek bulup yemesi gerektiğine karar
verdiklerini söylemiş. Herkesin yemek yediği saatlerde herkesle birlikte
çayıra gelip yemeğini kendi kendine yemezse aç kalacağını söylemiş. Acul:
-Ama ben o saatlerde koşmak istiyorum, hava aydınlıkken yemekle
vakit kaybetmek çok sıkıcı bir iş.
demiş. Annesi bu sözlere biraz kızmış,
-Üzgünüm, bundan sonra sana yemek getiremem. Minicik taylar gibi
kendi kendinin sorumluğunu bile taşımıyorsun, birazcık düşün ve kendine
çeki düzen ver!
demiş. Acul da annesine kızmış ve
-Ben de aç otururum.
diye hızlı hızlı koşarak uzaklaşmaya başlamış. Bu sırada babası yanına
gelmiş. Acul o kadar hızlı koşuyormuş ki, babasını geçtiği için gururluymuş.
Tam o sırada babası önünde belirivermiş. Acul onun ne zaman önüne
geçtiğini bile anlayamamış, şaşkınlıktan olduğu yerde donakalmış.
İkisi yan yana yürümeye başlamışlar. Babası söze başlamış:
- Oğlum, bir süredir seni takip ediyorum. Her gün uzaklaşıp tek
başına koşuyorsun. Diğer atlarla bir arada olmaktan niye çekiniyorsun?
- Onların hepsi çok sıkıcı baba, bütün gün otlayıp duruyorlar.
46 / Merhaba – Kış 2011
- Sen de bütün gün koşup duruyorsun, ama bak ben seni bu yaşlı
halimde bile geçebiliyorum.
Acul öylece susup kalmış, öyle ya, kendisi de aslında koşmak dışında
hiçbir şey bilmiyor ve yapmıyormuş. Bütün işi gücü koşup oynamak,
gününü gün etmekmiş.
- Bir at, eğer arkasında onu takip eden ve yakalayacak başka atlar
yoksa hiçbir zaman çok hızlı koşamaz Acul! Bizler yüzyıllardır sürüler
halinde birlikte yaşarız. Gücümüz, kuvvetimiz, güzelliğimiz bu birliktelikten
gelir. Birbirimizden öğrendiklerimizle gelişiriz, sadece kendi istediklerini
yaparak, sadece kendi söylediklerini duyarak yeni bir şey öğrenemezsin.
Bu kadar zamandır bütün atları küçümsedin ve tek başına koştun, bu sana
ne kazandırdı?
- Çok çalıştığım için çok hızlı koşuyorum. En hızlı ben koştuğum için
lider olacağımı söylüyormuş sürüdekiler.
- Gerçekten hızlı koşuyorsun ama az önce ben seni geçtim Acul.
Sadece hızlı koşarak bir lider olamazsın. Gerektiğinde sürünü de en az
senin kadar hızlı koşturabilmelisin. Bir tehlike karşısında hızlı koşmak
sadece seni kurtarır ve başarısız bir lider olursun. Ama tehlike karşısında
süründeki her bir atın nasıl davranacağını bilirsen herkesi kurtarırsın. Bunu
da ancak onlarla vakit geçirerek, birlikte yemek yiyerek, birlikte koşarak,
birlikte kişneyerek, çevrene onların gözlükleriyle de bakarak bilebilirsin.
Sadece kendini düşünecek kadar bencilsen bile toplumu düşünmek
zorundasın, çünkü birkaç kurt senin için tehlikedir, ama sürüyle beraber
gezen en yaşlı at bile onlara gülüp geçer. Atlar sosyal varlıklardır, ancak
topluluk içinde var olabilirler. Sen ölürsen yeni bir at lider olur, ama sen
yalnız yaşayamazsın. Kendi varlığını sürdürebilmek için toplumuna hizmet
etmelisin. Hem biliyor musun, başkalarına da yarar sağlamayan bir hayat
zaten boştur. Sevdiğin şeyleri de yapacaksın tabii, ama bütün vaktini buna
harcayıp görevlerini aksatmamalısın.
Acul’un canı sıkılmış. Babam yine nutuğa başladı diye düşünmüş.
-Peki, baba bundan sonra daha dikkatli olacağım.
demiş. Gerçekten de sonraki birkaç gün herkesle beraber yemeği kendi
çabasıyla yemiş, sakin sakin oynamış, birkaç arkadaş bile bulmuş. Ama
Merhaba – Kış 2011 / 47
dördüncü günde canı yine sıkılmış, arkadaşlarından biri koşarken yanlışlıkla
ona çarptığı için çok kızmış. Tek başına koşmanın daha eğlenceli olduğunu
düşünüp yine çayırın ötesine doğru dörtnala gitmeye başlamış. Cennetin
rüzgârı atın iki kulağının arasından eser derler. Ne kadar da doğru! Acul bu
hızla koşarken kendini cennette hissediyormuş. Babasının vazife, sürü,
öğrenmek hakkındaki sözleri o iki kulağın arasından çıkıp gitmiş. Akşama
kadar dörtnala koşmuş. O kadar eğleniyormuş ki, ne evinden çok
uzaklaştığını fark edebilmiş, ne de havanın karardığını… Birden güneş batıp
da artık önünü seçemez hale gelince yavaşlamış. Olduğu yerde durarak
etrafına bakınmış. Nerede olduğunu, hangi yöne koşması gerektiğini
bilememiş. Çok korkmuş, ağlamaya başlamış. Annesini, babasını, ablasını
boşu boşuna çağırmış, diğer atlardan o kadar uzaklaşmış ki kimse onu
duyamıyormuş. Geceyi geçirecek bir yer bulması gerekliymiş. Acul o
zamana kadar koşmak dışında hiçbir şeyle ilgilenmediği, hep annesinin
getirdiği yemekleri yiyip annesinin gösterdiği yerde uyuduğu için uyumak
için elverişli bir yer neresidir bilemiyormuş. Bir süre sağa sola koşturmuş
ama uygun bir yer bulamamış. Bu sırada hava iyice kararmış ve zavallı at
vahşi ormanda tek başına kalakalmış. O zaman annesiyle babasının fazla
uzaklaşmaması, yanlarından ayrılmaması konusundaki uyarıları aklına
gelmiş ama ne çare? Olan olmuş bir kere, kaybolmuş.
Gece vakti orman çok korkutucuymuş, ağaçların gölgeleri bulutların
arkasından bir görünüp bir kaybolan ayın ışığıyla boylarından çok daha
yüksek gölgeler oluşturuyor ve bu gölgelerin her biri ne hikmetse çok
korkunç canavarlara benziyormuş. Çok uzaklardan kurt ulumaları ve
yaprak hışırtıları işitiliyormuş. Acul hiç ses çıkarmamaya çalışarak kendine
bir kuytu bulmuş ve içine büzülmüş. Tam o sırada cılız bir ses duymuş:
- Şey, şu anda bastığınız yer benim kuyruğum oluyor.
Acul hemen yerini değiştirerek sesin sahibini aramış:
- Çok özür dilerim, ben kayboldum da. Sığınacak yer ararken sizi fark
etmemiştim.
Ama
siz
kimsiniz,
daha
önce
hiç
böyle
bir
hayvana
rastlamamıştım?
- Ben orman bekçisiyim. Ormandaki hayvanları izler, yaradılış
sebebine uygun davranan, rolünü en iyi oynayanları ödüllendiririm.
48 / Merhaba – Kış 2011
- Peki kimin ne yapması gerektiğine ve en iyi oynadığına nasıl karar
veriyorsun?
- Bunu sana açıklayamam. Kimin ne yapması gerektiği bellidir ve
kendi kalbinde kodlanmıştır. Verilen rolü iyi oynamak sana düşer, lakin bu
rolü seçmek başkasına aittir.
- İyi ama ben ne yapmam gerektiğini bile bildiğimi sanmıyorum, iyi
oynadığımı nasıl bileceğim?
- Öncelikle kendini tanıyacaksın, ama canının istediklerinden değil,
ruhunun özünden bahsediyorum. Bu çok zahmetli bir iştir. Yeri geldiğinde
kendi kendine ters düşersin, kendinle savaşmak zorunda kalırsın. Sınırlarını
zorlayacaksın ve öğreneceksin. Ama öğreneceksin, aynı hataları tekrar
tekrar yapmamaya çalışacaksın. Gülüyorsun ama bu da zor bir şeydir. Çok
farklı işler gelir başına, üzülürsün, hayıflanırsın, her bir hatanı farklı
görürsün, ama gerçek gözlükleriyle bakarsan hepsinin temelinde senin
fikirlerin,
senin
yaşayışın,
senin
arzuların,
senin
eğilimlerin,
senin
nefretlerin yani senin hareketlerin vardır. Ama sen, başına gelen iyi
olaylarla sevinir, kötü olaylarla üzülürsün. Gerçekte ise her şey oldukları
gibidir. Olayları iyi veya kötü yapan senin onlar hakkındaki fikirlerindir.
Hatayı tekrarlamamak bakış açısını değiştirmekle ilgilidir çoğu zaman…
Ama biraz daha yaşlanınca bunun şu karşıdaki dağı devirmekten daha zor
olduğunu öğreneceksin.
- Söylediklerinden hiçbir şey anlamadım, ama en azından rolümün ne
olduğunu öğrenmek ve bunu iyi yapmak isterim. Kolay bir yolu yok mudur?
- Bu dünyada güzel ve iyi olup da kolay olan hiçbir şey yoktur
maalesef. Ama sana birkaç ipucu vereyim. Ne yaparsan yap, birilerine
yararlı olacak şekilde düşünerek yap, en azından kimse senin yüzünden
zarar görmesin. Çözümleri hep kendinde ara ve kendini başkalarının
aynasında seyret. Ölçün de akıl, ahlak ve adalet olsun. Bunlar kadim
değerlerdir, aslında insanlık bilgisidir ama bazı hayvanlarda da biraz
bulunur, özellikle atlarda... Diğer atlardan çok şey öğrenirsin. Danış, ölene
kadar öğren, bildiklerine pek güvenme ve asla ben oldum deme…
- Peki sürümü nasıl bulabileceğim konusunda yardım edebilir misiniz?
Merhaba – Kış 2011 / 49
- Öncelikle sabahı bekle, sonra şu taraftaki patikayı takip et. Yolun
sonunda sağa dön, ileride gölü göreceksin, onun biraz ilerisinde otlayan
atlardan yardım isteyebilirsin.
- Çok teşekkür ederim, dediklerinizi unutmamaya çalışacağım.
Acul ormanın seslerini dinlemekten pek uyuyamayarak sabahı etmiş.
“Ailemle beraberken bu seslerin hiçbirini duymazdım, babam ne kadar
haklıymış. Güvenliğim için başka atlara ihtiyacım var.” diye düşünmüş.
Güneş iyice doğunca, patikada ilerlemeye başlamış. Bir yandan da
düşünüyormuş, “evimin ters tarafta olduğundan eminim, bu yöne gitmekle
daha çok kaybolmaz mıyım? Ters tarafa yürüyeyim en iyisi.” Geri dönüp
birkaç adım atmış ki orman bekçisinin “bildiklerine pek güvenme, danış”
sözü kulaklarında çınlamış. Tekrar dönüp patikayı izlemeye başlamış. Biraz
ilerledikten sonra bir kavak ağacının dalındaki kargayı görmüş. Hiç tüyü
yokmuş bu karganın. Dayanamayıp sormuş:
- Hayırdır karga kardeş niye tüylerini döktün?
Meğer bu sonbahar masalının kahramanı olan kargaymış:
- Sorma, pire gibi yiğit öldü, bit başında döndü, ben de tüylerimi
döktüm.
demiş. “Karganın tüylerini dökmesinin bite ne yararı var ki?” diye
düşünmüş, ama bitin acısını samimi bir şekilde paylaşmış ve onun için bir
şeyler yapmak istemiş. Kargaya bitin yerini sormuş ve yanına gitmiş.
- Bit kardeş, pirenin ölümüne çok üzüldüm, başın sağolsun. Seni
biraz teselli etmek için başımın üzerinde biraz gezdirmek istiyorum, orada
cennetin rüzgârları eser.
demiş. Bit çok sevinmiş ve atın başına atlamış. Biraz gezmişler. Acul’un
kafası çok kaşınıyormuş ama biti üzmemek için dişini sıkıp sabretmiş.
Gezinti bittiğinde bit o kadar mutlu olmuş ki acısını unutuvermiş.
- Çok teşekkür ederim. Sen çok iyi yürekli bir atsın!
diye teşekkür etmiş bit. Acul tekrar yola koyulmuş, çok vakit kaybettiğini
düşünüp hızla koşmaya başlamış. Koşarken ileride birbirlerine oldukça
kızmış görünen iki geyik görmüş. Boynuzlarını birbirlerine geçirip kavga
50 / Merhaba – Kış 2011
ediyorlarmış.
Önce
yanlarından
geçip
gitmeyi
düşünmüş,
sonra
dayanamayarak sormuş:
- Özür dilerim geyik kardeşler, ama niçin kavga ediyorsunuz?
- Kardeşimle buraya kardeş kardeş otlamaya geldik. Ama o o kadar
inatçı ki illa otlamaya yuvarlak yapraklı otlardan başlamak istiyor. Halbuki
her geyik bilir ki önce daha lezzetli uzun yapraklı otlar yenmelidir ki karın
lezzetsiz yuvarlaklarla dolmasın.
- Bana inatçı diyen kardeşim yanlış biliyor, her geyik bilir ki önce
yuvarlak yapraklı otlar yenmelidir ki uzun yapraklıların tadı damakta kalsın,
tatlı yemiş gibi olsun.
Acul ikisini de dinlemiş, birazcık düşünmüş.
- Peki sen önce yuvarlak yapraklıları yesen, sen de uzunları yesen
olmaz mı? İkinizin de ağızları ayrı.
Geyikler hep bir ağızdan bağırmışlar:
- Ne adil bir çözüm! Hiç aklımıza gelmemişti.
Daha sonra iştahla otlamaya başlamışlar. Acul gülmemek için kendini
zor tutarak yürümüş, akıllı olduğu için haline şükretmiş.
Patikanın sonuna geldiğinde, orman bekçisinin söylediği gibi sağa
dönmüş ve gölü bulmuş. Çok susadığı için su içmeye başlamış. Bu sırada
yanına çok güzel ve heybetli bir at gelmiş ve ona kim olduğunu sormuş.
- Adım Acul, yolumu kaybettim ve sürümü bulmaya çalışıyorum.
- Acul! Ne kadar da büyümüşsün evlat? Hâlâ muzırlıklara devam mı?
Bu Acul’un ağabeyiymiş. Acul biraz utanmış ama ağabeyini gördüğü
için de çok sevinmiş. Epey sohbet ettikten sonra havanın yeniden
kararmakta olduğunu fark etmişler. Acul endişelenmiş:
- Ben evin yolunu nasıl bulacağım şimdi? Bugün de dönmezsem
annemle babam çok merak edecekler.
- Nihayet kendinden başkalarını da düşünmeye başlaman çok büyük
bir gelişme kardeşim. Biraz geç de olsa büyümeye başladın galiba artık.
Merhaba – Kış 2011 / 51
Hiç tasalanma, yanına bizim sürüdeki iz sürücüyü katarım, seni hemen
götürüp gelir.
- İz sürücü mü?
- Tabii, sürüdeki her bireyin bir görevi vardır, bilmiyor musun? Bu
görevler herkesin gücü ve yeteneğine göre verilir. Eğer biri kapasitesinin
üzerinde bir rolü üzerine alırsa, bu görevi iyi yapamadığı gibi yapabileceği
işleri de terk etmiş olur.
Acul orman bekçisinin sözlerini hatırlamış. Kendini ve görevini bir an
önce bulması gerekiyormuş.
Ağabeyiyle vedalaştıktan sonra “Yolcu” isimli atla yola çıkmış. O
kadar hızlı koşuyorlarmış ki kendisinin dünyadaki en hızlı at olduğunu
düşünüp diğerlerini küçümsediği zamanlar aklına gelmiş ve çok utanmış.
Bir süre sonra Yolcu:
- Bu şekilde yetişemeyeceğiz, biraz da uçmamız gerekiyor.
demiş. Acul tam “Atlar uçamaz ki” diyecekken Yolcu mavi kanatlarını
açıp havalanmış. Acul olduğu yerde kalakalmış ve her şeyi bildiğini
düşünen küçük ukala at bir daha dönmemek üzere gitmiş. Onun yerine
ağzından şu sözler dökülmüş:
- Galiba artık bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğim!
Bu sırada Yolcu başını çevirip gökkuşağı renginde kanatları henüz
çıkarken şaşkınlıkla sırtına bakmaya çalışan Acul’a gülümsemiş:
-
Hadi
bakalım
çırp
kanatlarını,
orman
bekçisi
gösterdiğin
gelişmelerden memnun olmuşa benzer.
O zaman Acul babasının her seferinde kendisi fark bile etmeden nasıl
önüne geçiverdiğini biraz anlar gibi olmuş ve sevinçle gökyüzüne doğru
kanatlanmış. Kendini tanımak yolunda bitmeyen bir öğrenme sürecine
doğru…
52 / Merhaba – Kış 2011
AYNI HAYATLARDA FARKLI
METİNLER YARATMAK
Ulviye ÜÇÜNCÜOĞLU
[email protected]
Yazıyorum
işte,
kalemi
elime
aldım
yazıyorum.
Hayır,
yalan
söylüyorum. Kalem yok elimde. Bilgisayar başındayım. Evet, bilgisayar
başındayım. Seni kandırmamalıyım, aramızı açmamalıyım. Yoksa kim okur
bu yazdıklarımı? En iyisi başa alalım, ben her şeyi yalansız yazmaya
başlayayım.
Kalemim yok elimde ama yazacak bir sürü şey var aklımda.
Durumlar, olaylar ve
duygular… Hepsi de yazılmayı bekliyor. Ama
başlamak güç. Ya diğerlerine benzerlerse, hem de onlar kadar yer
tutmadan...
Hep şu kalın, nâm-ı diğer hacimli kitaplar korkuttu gözümü. Onlar
kalın olunca önemli oluyordu çünkü. Yazılacaksa onlar gibisi yazılmalıydı ya
da daha hacimlisi... Geri adım atmak kabul edilemezdi. Bu yüzden
çekindim hep yazmaktan. Yazılanlarla uğraşmak daha kolay geldi bana.
Okudum, okuduğumu anlamaya, anladıktan sonra başkalarına anlatmaya
başladım. Yazdım ama hep başkalarının kahramanlarını, başkalarının
olaylarını anlatmak için. Onun üslubu nasılmış, bunun kurgusu nasılmışlarla
uğraştım hep.
İçimde sönmeyen bir ateş hep vardı; yazma ateşi. Kendi üslubumla,
kurgumla, kendi kahramanlarımı yaratma ve kendi olaylarımın içine onları
salma… Ama bu imkânsızdı. Öyle diyordu büyüklerimiz. Bir başka metne
göndermeyen
metin
yokmuş,
yazdıklarını
okuyanlar
illa
yazılanlara
gidermiş.
Ya sadece yazıyorsam, gözlerim kör, kulaklarım sağırsa? Harfleri
karanlığımda el yordamıyla seçip aydınlığa çıkartıyorsam, daha önce hiç
hissetmediğim dokunuşlar yaratıyorsam, yine de götürür mü seni başka
metinlere yazdıklarım, gider misin başka metinlere beni bulmak için? Her
cümle sana başka bir metni hatırlatır mı?
Merhaba – Kış 2011 / 53
Ne
yazık
ki
gözlerim
görüyor,
okuyorum;
kulaklarım
işitiyor,
dinliyorum. Alılmadıklarımdan etkileniyor muyum yazarken, her defasında
onları mı tekrarlıyorum bilmiyorum, ama sadece beni okuduktan sonra
başka kitapları karıştırma istiyorum. Biraz dur, gözlerini kapa ve düşün…
Ne yarattın hayalinde kelimelerimle? Mazinden bir kare geldi mi gözlerinin
önüne, doldu mu gözlerin hüzünle ya da dudakların aralandı mı tatlı bir
tebessümle?
***
Ufacık bir dünyada, kısacık hayatlarımızda ne kadar büyük farklılıklar
yaratmaya çalışsak da birbirimize benziyoruz. Aşklarımız, savaşlarımız,
sevinçlerimiz, üzüntülerimiz… Ölümlerimiz bile birbirine benziyor. Bunları
dillendiren metinlerimiz neden birbirine benzemesin? Biri daha önce
okuyucusuna kavuştu diye, hiçbir şeyden haberi olmayan ikincisi neden
benzeyen olarak hep küçümsensin? Ben demiyorum ki etkilenip de
suçlanmamak için hiçbir şey okunmamalı. Tabii ki evvelini bilecek insan,
yaşamadan tatmayı bilecek bazı duyguları, yanlış yapmadan da doğru yolu
bulabilecek.
Ve
okumak
kavuşturacak
bunların hepsine
insanı
ama
yazarken aynı yanlışı hep aynı gözden göstermeyecek, aynı duygularla hep
aynı bayat heyecanları hissettirmeyecek.
Bu söylediklerimi şu anda uygulayabilir miyim bilmiyorum. Ama
yazıyorum işte! Seni kandırmadan, beni oku gayesi gütmeden, en önemlisi
seni başkalarına göndermeden, yormadan.
Sadece yazıyorum işte, öncemi bilerek, ama şimdimde her şeyi
unutmuş gibi...
54 / Merhaba – Kış 2011
İLKOKUL ÖĞRETMENİM
E. Yegân ERDEM
[email protected]
Hepimizin hayatında bir dönüm noktasıdır okula başlamak. Pek çok
yenilik girer hayatımıza, sorumluluklar alırız. Sosyal bir çevremiz oluşmaya
başlar, çalışmayı, disiplini, erken yatıp erken kalkmayı öğreniriz. Bu
sebeple de alışma süreci pek çok çocuk için sancılıdır. Evdeki rahattan,
anne-baba şefkatinden kopup tanımadığımız bir ortamda bütün gün belli
bir programa göre hareket etmek zor gelir.
Ben ilkokula başladığım günü çok net hatırlıyorum. Sırtımda yeni
alınmış çantam, üzerimde formamla apartmanımızdan çıktığımda evimizin
karşısında bulunan ana okulumdaki öğretmenimi görmüştüm. Kendisini çok
severdim. Bana sarılmış, başarılar dilemiş, çok iyi bir öğrenci olacağıma
emin olduğunu söyleyerek beni yüreklendirmişti. Bu güzel öğretmenden
bunları duymak beni çok mutlu etmiş ve okulla ilgili heyecanımı arttırmıştı.
Umarım ilkokul öğretmenim de böyle biridir demiştim içimden. Bize hep
öğretmenlerin çok sevilmesi gerektiği öğretildiği için onu şimdiden çok
seveceğimi düşünmüştüm.
İlkokul öğretmenleri kuşkusuz çocukların gelişiminde çok önemli bir
role sahiptirler. Sadece okuma-yazma ya da toplama-çıkarma öğretmekle
görevli değil; çocuklara iyi bir örnek olmakla, vatanı sevdirmekle, iyi bir
insan olmaya teşvik etmekle de yükümlülerdir. O yaştaki çocuklar önce
ailelerini sonra da öğretmenlerini örnek alırlar. Bu sebeple sadece bir öğretmenlik diploması bu önemli vazifeyi yerine getirmek için yeterli değildir.
Benim ilkokul öğretmenim elli yaşlarında dinç bir hanımdı. Daha önce
devlet okullarında çalışmış, emekliliği yaklaşınca da özel okula geçmişti.
Benim sınıfım, okutacağı son sınıf olacaktı. Gür bir sesi vardı ve bağırarak
konuşurdu. Bu sebeple o konuşmaya başlayınca hemen susardık. Kendisi
aynı zamanda Atatürk hayranıydı. Fırsat buldukça bize Atatürk şiirleri okur,
bu sırada kelimenin tam anlamıyla kendinden geçerdi. Onun bu sevgisi
hepimizi etkilemişti ve biz de Atatürk’ü çok sevmemiz gerektiğini anlamıştık.
Fakat içimizden bir arkadaşımız bazı kavramları kafasında karıştırmış
Merhaba – Kış 2011 / 55
olacak ki ‘Öğretmenim Atatürk de bir peygamber mi?’ diye sormuştu. Aynı
akşam bu hâdiseyi ailemle paylaşınca, onlar da epey şaşırmışlardı.
Ben her ne kadar ilkokul öğretmenimi sevmeye şartlanmış olsam da,
sanırım o da kendini sevdirmemeye şartlanmıştı. Anneme sık sık beni çok
sessiz, sakin ve titiz olduğum için şikayet eder, beni de bu konuda ikaz
ederdi. Daha önce bu sebeplerle övgüye uğramış olduğumdan nasıl
davranmam gerektiğini kestiremez olmuştum. Arkadaşlarımla ilgili bir
rahatsızlığımı kendisine ilettiğimde her zaman huzursuzluğu çıkaranların
tarafında
olmuştu.
Birkaç
kere
de
yapmadığım
şeylerden
dolayı
arkadaşlarımın önünde uzun uzun azar işitmiştim.
İlkokul öğretmenime ait ilk belirgin hâtıram bir çanta meselesidir.
Birinci sınıftaki okul çantamı annemle beraber çok severek almıştık. Oval,
sarı ve üzerinde civciv resimleri olan çok şirin bir çantaydı. Çocukluk bu ya,
çok sevdiğimden tozlanır diye yere koymak istemezdim, o sebeple
oturduğum yerin üzerine koyardım. Bir gün teneffüste ön gözünden bir şey
aldım ve çantayı masamın üzerinde bıraktım. Sonra ben bir şeylerle
meşgulken ilkokul öğretmenim hışımla geldi ve ‘Bu çantayı alır atarım’ diye
gür sesiyle bağırdı ve çantamı kaptığı gibi sınıfın öbür ucunda bulunan çöp
tenekesine doğru fırlattı. Çanta uçarak çöpün içine girdi ve ben hayretler
içinde arkasından bakakaldım. Öğretmenim söylenerek sınıftan çıktı. Ben
şokun etkisiyle hala çöpe bakıyor ve öğretmenimi kızdıracak ne yaptım
diye düşünüyordum. Arkadaşlarımdan birisi bu olayı görmüş, o da
üzülmüştü. Çöpten çantamı çıkartıp getirdi, beni teselli etmeye çalıştı. Bu
gün bu olaya hâlâ bir anlam verememekle birlikte o gün içimde
öğretmenime karşı çok büyük bir kırgınlığın oluştuğunu hatırlayabiliyorum.
İkinci hâdise ise beni daha da üzmüştü. Bir gün yemekhânede sınıfça
yemek yiyorduk. Zaten iştahım oldukça azdı ve metal tepsilerde servis
edilen bol yağlı yemekler büsbütün iştahımı kaçırıyordu. Bu sebeple yemeği
yavaş ve isteksiz yiyordum. Birden masanın başında oturan öğretmenimiz
‘Bakın çocuklar, arkadaşınız nasıl yemek yiyor’ diyerek beni işaret etti ve
sonra abartılı hareketlerle benim taklidimi yapıp ardından güldü. Sınıf
arkadaşlarım bana bakarak gülmeye başladılar. Birden herkesin alay
konusu olmuştum. Zaten o yaştaki çocukların yapmaktan çok hoşlandıkları
bir şeydi birileriyle alay etmek ve öğretmenimiz onların ekmeğine yağ
sürmüş, beni ise utandırmış, iştahımı büsbütün kaçırmıştı.
56 / Merhaba – Kış 2011
Öğretmenler günü gelip çattığında sınıf bir çiçek bahçesine dönerdi.
Kocaman çiçek buketleri ve renkli kâğıtlara sarılı hediye paketleriyle dolardı
öğretmenimizin
imkânlarını
her
masası.
Sınıftaki
fırsatta
bazın
göstermekten
zengin
ailelerin
hoşlanıyorlardı.
çocukları
Bir
ailenin
öğretmenimizin evine beyaz eşya bile aldığını duymuştuk. Altın takıların da
hediye olarak verildiğine şahit olmuştum. Bana verilen terbiye ise bu tip
hediyelerin sembolik ve abartısız olması gerektiğiydi. Sâde bir kırmızı gülü
bir kutunun içinde vermiştim öğretmenime. Zaten kocaman çiçek buketleri
almak da hiç içimden gelmiyordu.
İlkokulda aklımda kalan diğer önemli bir olay da İngilizce öğretmenimizin düzenlediği bir aktiviteyle ilgili. Yeni yıla girmeden önce sınıfça bir kutlama yapacaktık ve kurada çektiğimiz arkadaşımıza hediye alacaktık. Bunun yanı sıra çikolata ve şekerleme getirecekti herkes. Ben de hediyemi
alarak sınıfa gittim fakat ne yazık ki çikolataları getirmeyi unuttum. Öğretmenimiz bu durumu fark edince beni ve çikolata getirmeyi unutan bir diğer
arkadaşımı tahtaya kaldırdı, bize kızdı ve sınıfa dönerek kimsenin bizimle
çikolata veya şeker paylaşmamasını tembihledi. Tam iki saat süren ders
sonunda nefis çikolata kokusuyla dolmuş sınıftan çıktığımda ben de bir
daha unutamayacağım bir ders almıştım. Öğretmenimizin verdiği ceza bana canımın çektiği bir şeyi gözümün önünde başkaları yerken yiyememenin
ne kadar kötü bir duygu olduğunu gösterdi. Annemin neden sokaktayken bir
şey yememem gerektiğini söylediğini daha iyi anlamıştım ve o günden sonra yiyeceklerimi hep paylaşmaya özen gösterdim, özellikle de çikolatalarımı...
İlkokul öğretmenime karşı hiç saygısızlık etmedim, bugün de ona
kızgınlık ya da kırgınlık duymuyorum. Aksine bana öğrettikleri için ona
şükran borçluyum ve belki de onun sayesinde bu yazıyı yazabiliyorum.
Bütün bunları anlatmamın sebebi öğretmenliğin basit bir vazife olmadığını
ve insan hayatını yakinen ilgilendiren kutsal bir görev olduğunu, sadece
ders kitaplarında yazan bilgileri çocuklara aktarmaktan ibâret olmadığını
hatırlatmaktı. İlkokula çok severek gitmemiş, her gün gitmemek için türlü
bahaneler uydurmaya çalışmış olsam da daha sonraki öğrencilik yıllarımda
tanıştığım değerli öğretmenlerim sayesinde okul sevgisi içimde gittikçe
çoğaldı. Her zaman saygı ve sevgiyle hatırladığım birçok öğretmenim oldu.
Bizlere
emek
veren,
yetiştirip
bu
günlere
hazırlayan
bütün
öğretmenlerimizin öğretmenler günü kutlu olsun...
Merhaba – Kış 2011 / 57
BİLMECE – BULMACA 9
Kıymetli
Bilmece
–
Bulmaca
dostları!
Merhaba’nın
bu
sayısı
hazırlanırken yeni bir hicrî yıla daha girmenin heyecanını yaşıyoruz.
Hicretin 1432. yıldönümünü idrak ettiğimiz bu yeni yılın hepimiz için
hayırlara vesîle olmasını dileriz.
Bildiğiniz gibi “haram kılınmış”, “hürmete lâyık” anlamlarına gelen
hicrî yılın ilk ayı Muharrem, gerek Peygamberimizin yaşadığı dönemden çok
önceleri gerekse de zamân-ı saâdetten hemen sonra birçok mühim
hâdisenin yaşandığı müstesnâ bir aydır. Hz. Nûh’un gemisinin tûfandan
kurtulması,
Hz.
Âdem’in
tövbesinin
kabul
edilmesi,
Hz.
İbrâhim’in
Nemrut’un ateşinden kurtulması, Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf’a kavuşması,
Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları gibi
insanlık için dönüm noktaları sayılabilecek birçok tarihî hâdisenin “Aşûre
Günü” adı verilen 10 Muharrem gününde meydana geldiği rivâyet
edilmiştir.
Muharrem ayının İslam tarihindeki değeri ise son derece ibretlik
hâdiselerin yaşanmasından kaynaklanır. Emevîler’in ikinci hükümdârı,
Muâviye’nin oğlu Yezid zamanında, Hicrî 61, Miladî 680 yılı Muharrem
ayının onuncu cuma günü, Hz. Hüseyin’in şahâdeti ile sona eren Ehl-i Beyt
fertlerine ve onların taraftarlarına karşı son derece acıklı, elemli, kanlı,
insafsız ve zâlim taarruzlar yapılmıştır.
İslam âlemini derinden yaralayan bu hâdiselerin yıldönümünü idrak
ettiğimiz bu zaman diliminin yaşattığı duyguların Bilmece – Bulmaca’mıza
da yansıdığını hatırlatmak isteriz.
Bu sayı elinize geçtiğinde, 2011 mîladî yılına girmiş olacağız. Yeni
yılda sağlık, mutluluk ve başarılar dileriz.
58 / Merhaba – Kış 2011
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
1
2
3
13
Soldan sağa: 1)
7
Aralık
2010’da
hayırlara
vesîle
olması
dileğiyle
kutladığımız İslamî
4
takvim
yılının
5
günü.
2)
6
ana (Arapça); bir
7
dileğin
8
mesi
9
10
yerine
ilk
Anne,
gerçekleşdurumunda
getirilmek
üzere yapılan vaat
veya vaat edilen
11
şey,
12
Muharrem
13
onuncu
nezir;
ayının
günü
ve
bugün için yapılan
tatlı. 3) Osmanlılarda Tanzimat’tan önce pâdişahlar için kullanılmış, daha
sonraları üst rütbedeki askerlere verilen unvan; soya dayanarak bütün
yetkileri elinde bulunduran devlet başkanı, konusunda en üstün. 4) Lütuflar; insan cinsinin belli başlı çeşitlerinden her biri; meydana getirme,
yapma. 5) Ölçüleri olağandan daha hacimli olan, kocaman; başın saçsız
kalmış yeri. 6) En önce, en önde; bir bağlaç; adet. 7) Resim ve heykel
sanatında çıplak kadın figürü; işinde başta gelen, usta olan kimse; ters, zıt,
aykırı, huysuz; bir nota. 8) Uzak doğuda yetişen bilâder ağacından elde
edilen reçine, lake; birlikte anlamında bir bağlaç; arzulu, hevesli, şevkli. 9)
Çok şey bilen ve yapabilen kimse; Fâtih Sultan Mehmed’in mahlâsı,
yardımla ilgili. 10) En yüksek amaç, ülkü, mefkûre; eski dilde su; bir
zaman dilimi. 11) Yıllık, senelik; sırt ve göğüste bir kemik sakatlığı veya
hastalığı sebebiyle meydana gelen çıkıntı. 12) Yerkürenin peyki; -den
başka, -den gayri mânâsına; mûsıkîmizde sol perdesinde karar kılan en
eski ve basit makamlardan biri. 13) Ney üfleyen, neyzen; belirlenmiş
deney, soru ve ölçülere göre nitelik ve niceliğini yoklama; Arapçada üçüncü
tekil kişi zamiri, Allah’ın isimlerinin kısaltılmış şekli.
Yukarıdan aşağıya: 1) Hz. Peygamber’in çok sevgili iki torunundan biri,
Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın ikinci oğlu (H.4-61/M.626-680), Kerbelâ şehidi;
Merhaba – Kış 2011 / 59
Hz. Peygamber’in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın büyük oğlu (H.349/M.625-669), Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamberin neslini günümüze
kadar devam ettiren iki şahsiyetten biri. 2) Yapma, işleyip üretme; kıvrım,
Eskişehir taşı; avuç içi, (heceler uzun okunduğunda) ümit ve istekle sorma,
acaba. 3) Çabuk hareket eden, tez davranan, çevik; görevine son verme,
işinden çıkarma. 4) Radyo dalgaları gönderip yansılarını alarak cisimlerin
yerlerini, hızlarını, büyüklüklerini ve hareket yönlerini belirlemeye yarayan
cihaz; ilim, sanat ve edebiyat dallarında seçkin kimselerin meydana
getirdiği kuruluş. 5) Saplantı, fikr-isâbit; bir nota. 6) Özel gezinti gemisi;
bir şeye üstün gelme anlamında bir hanım ismi. 7) Rebap ve kemençeye
benzer eski bir Türk çalgısı; her zaman olabilen, olağan, sıradan. 8) Çok
üreten, üretme gücü olan; emme, soğurma. 9) Arap ve eski Türk
alfabesinin ikinci harfi; aynı tabakadan insanların meydana getirdiği
topluluk, üstün yetenekli, birinci sınıf. 10) Bir kimseye veya bir şeye karşı
duyulan çok kuvvetli sevgi ve bağlılık, aşırı muhabbet; mûsıkîmizin en eski
birleşik makamlardan biri. 11) Perişan, karışık, tutkun, cezbe hâlinde;
karada ve yabânî hayvanları denizde balıkları tutma veya vurma işi; yol,
usûl. 12) Uzak, Kerbelâ hâdiselerinin vuku bulduğu hâlen de büyük
karmaşanın yaşandığı güney doğu komşumuz; şişe, cam, sırça, mine;
canlılığın özü olan, renksiz, kokusuz sıvı. 13) Esneklik.
Bilmece – Bulmaca 9’un çözümü son sayfada verilmiştir.
60 / Merhaba – Kış 2011
KISA KISA
Murat OKTAY
[email protected]
Vakfımızın Kuruluşunun 40.Yılı
Türk kültür ve fikir hayatının önde gelen isimlerinden Sâmiha
Ayverdi, Ekrem Hakkı Ayverdi ve İlhan Ayverdi’nin 1970 yılında kurmuş
oldukları vakfımızın kuruluşunun 40. yılı münâsebetiyle 5 Ekim 2010 Salı
günü Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda bir program yapılmıştır. Açılış ve
Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın konuşmalarının ardından “40. Yıl Ödülleri”
sahiplerine verilmiş ve akabinde İstanbul Târihi Türk Müziği Topluluğu bir
konser icra etmiştir.
Türkiye'de ve Dünyada SÖZLÜK YAZIMI ve ARAŞTIRMALARI
Uluslar Arası Sempozyumu:
İlhan Ayverdi Hâtırasına 4-5-6 Kasım 2010 tarihlerinde Bahçeşehir
Üniversitesi Beşiktaş Yerleşkesi'nde Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat
Vakfı, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi ve Elginkan
Vakfı tarafından “Türkiye'de ve Dünyada Sözlük Yazımı ve Araştırmaları
Uluslar Arası Sempozyumu” düzenlenmiştir.
Merhaba – Kış 2011 / 61
Ekim-Kasım-Aralık aylarında vakfımızda yapılan sohbet
programları;
Mesnevî’de Mûsıkî
23 Ekim 2010 târihinde Dr. Emin Işık ve Dr. Adnan Çoban tarafından
yapılmıştır.
Vefâtının birinci senesinde İlhan Ayverdi
06 Kasım 2010 târihinde Aysel Yüksel - Prof. Dr. Mustafa Fayda tarafından
yapılmıştır.
Galata Mevlevîhânesi ve İsmail Ankaravî Hazretleri
13 Kasım 2010 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılmıştır.
Bestekâr ve kanûnî Cüneyt Kosal
27 Kasım 2010 târihinde Cüneyt Kosal - Bülent Çeviksever tarafından
yapılmıştır.
Bilinmeyen Yönleri ile Mehmed Âkif Ersoy
4 Aralık 2010 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılmıştır.
Dilimiz Kimliğimizdir
11 Aralık 2010 Ekrem Erdem tarafından yapılmıştır.
2010 Avrupa Kültür Başkentinde Türk Mûsıkîsi
18 Aralık 2010 târihinde Mehmet Güntekin tarafından yapılmıştır.
Ocak-Şubat-Mart aylarında vakfımızda yapılacak olan programlar;
Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın 40. yılı
08 Ocak 2011 târihinde yazarlarımızla ikramlı sohbet ve mini konser
yapılacaktır.
Bâb-ı âli Hâtıraları
15 Ocak 2011 târihinde Gürbüz Azak tarafından yapılacaktır.
Bir kitap aşığı: Muallim Cevdet
22 Ocak 2011 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır.
Fırat Kızıltuğ’un 75. yaş ve 50. sanat yılı
29 Ocak 2011 târihinde Necdet Yaşar ve Prof. Dr. Hüseyin Hâtemî
62 / Merhaba – Kış 2011
tarafından yapılacaktır.
Yahyâ Kemâl Konseri
05 Şubat 2011 târihinde Münip Utandı ve Merve Utandı tarafından
yapılacaktır.
Ahmet Kabaklı’nın Vefâtının 10. Yılı
12 Şubat 2011 târihinde Yavuz Bülent Bâkiler tarafından yapılacaktır.
Osmanlı Pâdişahlarının Son Yolculukları
19 Şubat 2011 târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır.
Sohbet ve Konser
26 Şubat 2011 târihinde Derya Türkan ve Murat Aydemir tarafından
yapılacaktır.
Divan Edebiyâtı Estetiği
05 Mart 2011 târihinde Prof. Dr. Cihan Okuyucu tarafından yapılacaktır.
Uğur Derman’ın yazı hayâtının 50. yılı ve Ömrümün Bereketi
kitabının takdîmi
12 Mart 2011 târihinde İrvin Cemil Schick tarafından yapılacaktır.
Tâhir-ül Mevlevî ve Şefik Can
19 Mart târihinde Dursun Gürlek tarafından yapılacaktır.
Su Gibi Azîz Nağmeler Konseri
26 Mart 2011 târihinde Ahmet Şahin, Mehmet Kemiksiz, Özer Özel, Fâtih
Zülfikar tarafından yapılacaktır.
Merhaba – Kış 2011 / 63
BİLMECE - BULMACA’NIN ÇÖZÜMÜ
64 / Merhaba – Kış 2011

Benzer belgeler

Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Yaz 2005 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı sayılmayacağı kanaatindeyiz. Bugüne kadar, Türk dili, kültürü ve tarihi üzerine yazılmış denemeler, şiirler, edebiyat ve gezi yazıları, hikâyeler, film eleştirileri, vakfımızdan haberler gibi geniş...

Detaylı

Merhaba Bahar 2006 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı

Merhaba Bahar 2006 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı Kubbealtı Akademisi Kültür ve San’at Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokağı No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72

Detaylı