Kan Oyunları – Horus İhaneti

Transkript

Kan Oyunları – Horus İhaneti
Quis custodiet ipsos custodes?
Muhafızları kim koruyor?
On aydır kaçıyordu. On ay boyunca büründüğü on sekiz kimliğin bazıları o kadar otantikti ki
Birleşik Biyometrik Doğrulama’yı bile kandırabilmişti. İzini kaybettirebilmek için üç kör iz bırakmıştı;
birisi Slovak tımarlarında, diğeri Kaspiya ve Nord Sahalarında ve diğeriyse Venedik Çukuru’na hakim
tepelere, Tirol’dan Dolomit Mabetleri’ne uzanan yola. Bükarreş Kovanı’nda kışı geçirmiş, buz-cezirinin
ilk haftasında Kara Deniz Havza’sını kargo araçlarıyla geçmişti. Bilhorod’da istenmeyen bir iz
bırakmamak için kendi amacına sırt çevirmişti. Mezopotamya’da, artık kullanılmayan bir fabrikada üç
hafta geçirip, sıradaki hamlesini hazırlamıştı.
On ay… kan oyunu için uzun bir süre sayılırdı, fakat temkinli davranıyor, hareketlerini küresel
gelişmelere uydurmaya; ticaret yollarını, bölgesel trafiği ve sezonsal işçi göçlerini takip etmeye
çalışıyordu. Üzerine yörüngeden takip sabitlemediklerinden yüzde yüz emindi. Ayrıca yaklaşık bir
tahmin bile yürütemediklerinden oldukça emin sayılırdı. Bilhorod’dan bu yana peşinde kimse yoktu.
Baloçistan’ı genellikle yürüyerek, kimi zaman araçlara kaçak yolcu olarak binerek geçmiş ve sonunda,
yola çıktıktan üç yüz üç gün sonra İmparatorluk Bölgesi’nin sınırını geçmişti.
Dünyanın zirvesi on ay içinde değişmişti. Bütün zirve kör edici gökyüzünden anılarla çelişen
bir boşluk bırakarak yok olmuş; yokluğuyla, yeni çekilmiş bir diş gibi göze batıyordu. Yüksek irtifa
havasında artık zift, eriyik alaşımlar ve tıraşlanmış taş kokusu vardı. Primarch Dorn’un savaşçı
mühendisleri sanatlarını icra ediyor ve Dünya’nın en çetin ve yüksek doruklarını zırha bürüyorlardı.
Zift, alaşım ve taş kokuları yaklaşan savaşın kokusuydu. Savaşın bölük pörçük işaretleri yaşlı
Himalaya’nın berrak havasında asılıydı.
Manzara öylesine beyazdı ki gözlerini kavuruyor, kendisini yansıma gözlüklerini taktığına
memnun ediyordu. Sıfırdan birkaç derece düşük olan hava cam gibi kesiyor, mavi gökyüzünde duran
güneş bir füzyon meşalesi gibi parıldıyordu. Kusursuz karlar zirveleri ve yamaçları örtüyordu. Acı verici
bir beyazlığa ve sancılı bir mahrumiyete sahiptiler.
Öncesinde güneyin, Katmando ve boylu boyunca yükselen merkezi Pasaj’ın en iyi seçeneği
olduğunu düşünmüştü, fakat yaklaştıkça her şeyin ne kadar değiştiğinin farkına vardı. Hiçbir zaman
ihtimamı elden bırakmayan güvenlik artık derviş abası kadar sıkı örülmüştü. Yaklaşan savaş
kapılardaki güvenlikleri iki katına çıkartmış, silah yuvalarını ve otomatik silah bölmelerini dört katına
yükseltmiş ve biyometrik sensörtleri yüze katlamıştı.
Mülteci işçileriden oluşan ve Mason Locaları’nın emirlerine hizmet eden muazzam işçi
grupları Saray’ın etrafında toplanmışlardı: kampları, hafriyatları, hatta kendi bedenleri yüksekteki
karları tıpkı yetişkin bir yosun gibi kırmızı, siyah ve yeşille lekeliyordu. Güvenlik daha sıkıydı fakat
izlenecek yüzler de milyonlarca artmıştı.
Altı gün boyunca işçi kalabalığını izleyip güneyle ilgili planlarını değiştirdi ve ırgatları hep göz
önünde tutarak kuzeye yöneldi. Kunlun’un karlı vadi ve geçitlerinden durmaksızın birer sütun halinde
taze işçiler, kargo konvoyları ve Xizang madenlerinden gelen inşaat malzemeleri akıyordu. Sütunlar
yavaşça akan karanlık eriyiksuları ya da siyah dağ buzullarını andırıyordu. Akın akın gelen sütunların
işçi ordularıyla buluştuğu yerde, devasa surların gölgeleri altında geçici şehirler filizlenmekteydi.
Göçmenlere eşlik eden, onları kuşatan hayvanlar ve hizmetkarlar ordusu ise her birinin yiyecek,
içecek ve ilaç ihtiyaçları peşinde koşmaktaydı. Henüz boşaltılmamış materyaller; keresteler, külçe
alaşımlar, katır çelikleri, madenler ve çakıllar atık tepeleri misali kamp şehirlerin etrafına yığılmışlardı.
Standart vinçler ve muazzam büyüklüklere ulaşan kule vinçleri paletler dolusu materyali surların diğer
tarafına taşıyordu. Yüksek vadilerin dört bir yanında klaksonlar homurdanıyor ve yankılanıyordu. Kimi
zaman, yalnızca durup sanki Saray yaratılışın en mükemmel eseriymişçesine seyre dalıyordu.
Muhtemelen değildi. Şüphesiz unutulmuş, dağılmış dünyalardan birinde kadim, insanlara ait olmayan
ve Saray’dan daha büyük, ya da büyüklüğünde denk veya dehşet verici ölçülerde bir mimari eser
mevcuttu. Mimari asıl mesele değildi. Saray fikri başlı başına onu en mükemmel şey yapıyordu.
Önemli olan içsel kavramlardı, Saray’a can bulduran mefhumdu.
Saray muazzamdı, güzeldi, Terra’da bulunan en büyük dağın bir yaşam ortamına ve başkente
çevrilmiş haliydi... Şimdiyse büyük bir hisardı. Artık var olmayan Himalaya zirvesi inşaat malzemeleri
olarak kullanılmak için düzlenmişti. Böyle bir becerinin tasvipi gülümsemesine sebep oldu. Bu
günlerde insanoğlunun tasarıları hiç de alçakgönüllü sayılmazdı.
Birkaç paçavra ve paslanmış bacak zırhı ayarladıktan sonra Nei Monggol’dan gelen genstoğu
ogrelerle üç gün boyunca çalıştı. Migou lakabı verilmiş ogreler geçitlerde bir aşağı bir yukarı çalışıyor,
zürlit tabakaları ve devasa nefrit ve Mısır çakılı küfeleri taşıyorlardı. Zeminde, dev groksların kürek
kemiklerinden yapılmış heybetli küreklerle siperler ve toprak setler kazıyor; çekiç makinalarıyla bıçaklı
çelik şeritleri destekleyecek demir kazıkları toprağa gömüyorlardı.
Genstokları geceleri işçi kamplarında, aşırı kaslı vücutlarını kaş adı verilen, Gobi Çöllerine has
bir iplik kurdunun zehrinden elde edilen reçineyle ovalıyorlardı. Reçine damarlarını şişiriyor,
gözlerinin yuvalarında dönmesine sebep oluyordu. Dahası hayali konuşmalar yapmaya başlıyorlardı.
Reçinenin etkilerini izleyip, dozajı ve etki süreleri ile ilgili tahminlerde bulundu. Genstokları
kendisiyle birlikte çalışmaya hazırdılar fakat yine de kendisine genel bir şüpheyle yaklaşıyorlardı.
Sıradan, Mason Localarından maaşını ve belki de bir miktar fazlasını kazanmaya çalışan sırtı geniş bir
Kafkas gibi davranmayı denedi. Kağıtları hazırlanmaktaydı. Gel gör ki bir miktar kaş almak istediği
zaman huysuzlanmaya, kendisinin işçileri temiz tutmaya çalışan bir genavcısı olduğundan
şüphelenmeye başladılar.
Kendisini öldürmeye çalıştılar.
Üç genstoğu migou; sessiz sedasız, gözlerden ırak bir satış olması bahanesiyle kendisini ana
kamptan uzağa çektiler ve kayalık bir meraya, hamal ekiplerinin ateş taşı ve kaşolon atıklarını yığdığı
bir bölgeye getirdiler. Bir kumaş yumağını açıp içindeki dilim dilim kahverengi reçineyi kendisine
gösterdiler. Ardından içlerinden bir tanesi bir hançer-muşta çıkartıp göğsüne saplamaya çalıştı.
Kafkas içini çekti – bir pürüz çıkmıştı.
Kendisini bıçaklamaya çalışan migounun bileğini yakaladı ve kolu kendi üstüne katlayıp
dirseğinin bir hamlesiyle kırdı. Eklem ters yöne kayıp migounun kolu öylesine laçkalaştı ki basitçe ölü
parmaklardaki hançer-muştayı çekip aldı. Genstoğu hiçbir acı belirtisi göstermedi. Yalnızca şaşkınlıkla
bakakaldı.
Üçü de antik çağların titanları gibi büyük yaratıklardı; doğal olmayan, pasaklı, bağlı ve sert
kalıplı kas yapılarına sahiptiler. İçlerinden hiçbirisi her ne kadar haddinden büyük ve yapılı da olsa
Kafkas’ın kendilerine en ufak bir sorun çıkartabileceğini düşünmemişlerdi. Bir tanesi muazzam güçte,
düzensiz bir yumruk savurdu, sanki bir sorunla karşılaştıkları için gururu incinmiş gibiydi. Yumruk
meseleyi sona erdirmeyi, Kafkas’ı mahvedip, çenesini salçaya çevirmeyi, kafasını omurgasının
üstündeki laçka bir çıkıntıya çevirmeyi hedefliyordu.
Yumruk Kafkas’ın vücuduna hiç temas etmedi. Aksine, birdenbire kendisiyle yüz yüze
geliveren muşta-hançerle karşılaştı. Darbenin şiddetiyle kolundaki kas ve etler kemikten sıyrıldı. İşte
bu acı dolu bir tepki doğurmuştu. Genstoğu çığlığı basıp parçalanmış elini geri çekmeye çalıştı. Kafkas
muşta-hançeri alnına saplayarak çenesini kapattı. Sanki bıçak alın kemiğini bir taş işçisinin taşı oyduğu
gibi oymuştu.
Genstoğu muşta hançeri sanki farklı bir taçmışçasına gözlerinin üzerinde taşıyarak geriye
devrildi.
Üçüncü migou Kafkas’ı bir ayı misali sırtından kavradı. Kolu kırılmış olan genstoğu da diğer
yandan yüzünü yakalamaya çalışıyordu. Bu mesele artık can sıkıcı olmuştu. Omuzlarını silkerek
migounun kavrayışından kurtuldu ve hızla dönüp sağ elini genstoğun göğsünden içeri daldırdı. Göğüs
kafesi ikiye ayrıldı. Kafkas’ın eli, geri çıkardığında sanki kırmızı bir eldiven giymiş gibi görünmekteydi.
Migounun kalbinin büyük bir kısmı üzerinden dumanlar tüten yumruğun içinde duruyordu.
Kolu kırık olan genstoğu, üç migoudan sağ kalan bir tek oydu, korkuyla söylenerek kayalık
zeminde kaçmaya başladı. Kafkas’ın genstoğuna özel bir kini olmasa bile kaçmasına izin veremezdi.
Eğildi ve kanlı parmaklarıyla küçük bir ateş taşını seçti. Havaya kısaca atarak ağırlığını tarttı ve
bileğinin tek bir hamlesiyle kaçan migounun ardından fırlattı.
Ateş taşı, kaçmakta olan ogrenin kafasının arkasını bir kurşun gibi delerken tok bir ses çıkarttı.
Migou yüz üstü devrilirken dev cüssesi atık yığınlarının bir kısmının kaymasına ve başını kapatmasına
neden oldu.
Üç cesetten tarifi imkansız bir tiksintiyle kurtuldu, ellerini karla yıkadı ve kaş reçinesinin sarılı
olduğu kumaş yumağını yerden aldı.
Saray’ın eteklerinde buluşan insan topluluğu, tıpkı bütün büyük insan kalabalıkları gibi, zararlı
böcekleri, bitleri ve leş yiyicileri de beraberinde getirmişti. Dev kurtlar işçileri yayla boyunca takip
etmiş, geceleri, kamp ateşi çevresinde oluşturulan halkaların ardında, kırmızı gözleri alevlerle
oynaşarak toplanmışlardı. Binlerce savaş tazısı geceleri kamp çevrelerinde devriye geziyor ya da
Saray’ın sarp kayalıklarında pinekliyorlardı. Gece sık sık uluma ve havlama tufanlarıyla, haddinden
fazla meraklanan kurtların ve onları kovalayan sadık tazıların çarpışmaları, titreyişleri ve hırıltılarıyla
bölünüyordu.
Karanlıkta, tazılar ve kurtları ayırt etmek zordu.
Hayatı boyunca düzenli fizyolojik testlere tabi tutulmuş, fizyolojik sınırlarını anlayabilmek için
tüm bu test sonuçlarını tüm detaylarıyla ezberlemişti.
Kaş reçinesini örnek ölçülere böldü ve her birini bir cevher işçisinden ödünç aldığı hassas
teraziyle tarttı.
Annapuma Kapısı’nın güçlendirilmesi henüz yarımdı. Her gün, devasa kapıların girişi binlerce
işçinin keşmekeşine tanık oluyor; vinç kuleleri kızaklar dolusu seramit kaplama, betonarme demir ve
güçlendirilmiş çimentoyu Cycoplean kemerinin üzerinden içeriye alıyordu. Gözcüler için her bir işçiyi
baştan aşağı taramak başa çıkılamaz bir işti; işçi grupları birbirine karışır ve işler haddinden fazla
yavaşlamış olurdu. Bunun yerine tüm geçit bölgesi birincil kemerin saçaklarına yerleştirilmiş ve
yavaşça dönen pervanelerin oluşturduğu tek bir biyometrik okuyucu alanıyla taranıyordu.
Şafak vaktinde, gün içinde vinçle içeri alınacak yüklerden birisine binip, muşamba örtünün
altına gizlendi. Katır çeliği plakaları ve demirağacı yığınlarının arasına kıvrıldı.
Migou standartlarına göre aşırı doz sayılan, dört gramlık kaş dozajı hazırlamıştı. Etkisi öylesine
güçlüydü ki, yuttuktan sonraki bir dakikadan daha az süre içinde hissedilemez olacaktı. Vinç
operatörlerinin yükün zincirlerini sağlamlaştırışını hissedene dek iki saat daha bekledi. Vinçin çelik
kablolarının iniltilerini duydu. İçinde saklandığı palet yerden yükselirkenki ağır sarsıntıyı hissetti.
Kaş reçinesini yuttu.
Gözlemleri vinç mekanizmasının yükleri gümrük seviyesine çıkartmasının kırk üç saniye,
buradan geçit üzerine aktarmasının ise altmış altı saniye daha sürdüğünü göstermişti. İkinci zaman
diliminin ilk yirmi dört saniyesinde hareket eden yükler biyometrik okuyucu alanına girecekti.
Kaş üzerine düşeni yapmıştı. Biyometrik alana girmeden on iki saniye önce kaskatı ve ölüydü.
Biyometrik ölçümler inşaat malzemelerinden oluşan yükten başka hiçbir şey algılamadı.
Uyandı. Palet yerleşmiş, muşamba örtünün bir kısmı açılmıştı. Armatörler ve ekip başları katır
çeliğini boşaltmaya başlamışlardı. Vücudu ağrı içindeydi. Kaslarının bir çoğu kıramp geçiriyordu.
Odaklandı ve kaşın sebep olduğu somatik kasılmaların son kalıntılarını atmak için arıtma egzersizleri
yaptı. Bir çok insan için ölüm olan, kendisi gibi bir canlı içinse ölüme yakın, Saray biyometriklerinden
sızmayı sağlayacak, kısa, ölüm benzeri bir fügdü. Paletten ağrı içinde ve sersemlemiş halde indi. Üst
surlarda devasa taretler ve zırhlandırılmış savaş platformları inşa ediliyor, kalın, dayanıklı kaplamalar
ve adamantiyum plakalar duvarlara çivileniyordu. İşçiler, yapı iskeleleri ve rampalar etrafında
dolaşıyor, bazılarıysa surların engin yamacında dağcılar gibi asılı duruyordu. Hava çekiç ve keski
sesleriyle doluydu. Enerjiyle çalışan aletler kulak tırmalıyordu. Füzyon meşaleleri uğulduyor ve kutup
mavisi bir ışıkla titreşiyordu. Füzyon kesicilerin saydam alevleri gözlerinin ardında hayaletlermişçesine
savaş veriyordu. Gırtlağında kan vardı. Bir kutu dolusu perçin çivisi ve bir darbeli çekiç alıp işçilerin
arasına karıştı.
Sarayın dış katmanlarına girmesi üç gününü daha almıştı. Mason işçisi olmayı bırakıp bir gölge
gibi yolculuk yaptıktan sonra pirinç malzemeleri parlatan bir uşak oldu. Ardından kıvılcım sopalı
lambacı ve çamaşırhaneden yürüttüğü üniformayı ve gizlediği, cüsse ve boyunu saklamasına yarayan,
dikkat kaydırıcı alan cihazını giyen bir kapıcı oldu.
Diyaspor ve akik taşıyla işlenmiş kordiroları takip etti ve saf oniks kayalardan planyalanmış
merdivenleri indi. Yansımasının cilalanmış mermer zeminleri geçişini ve gölgesinin kuvars ve kızıl
akikten oyulmuş duvarlarda takip edişini izledi. Marş zamanlarında savaş bandoları geçerken
muazzam toplulukların fildişi loşluklarında bekledi. Neredeyse sonsuz kafileler dolusu hizmetkarlar
yüksek masaya siniler dolusu çiğ et ve hidroponik sebze taşırken eşiklerde pinekledi. Sonra yeniden
uşak oldu, ardından halı çırpıcı, ardından mübaşir ve cüssesini gizlemek için kambur gezen, bir kutu
dolusu boş kağıt taşıyan bir postacı oldu. Sık sık tutumunu değiştirmek için durdu. Saray bir çok
şehirden daha büyüktü. Katlarını ve yan yollarını öğrenmek bir hayat dolusu zaman alırdı. Yüksek
balkonların tırabzanlarından beş yüz kat derinliğindeki, insanların cirit attığı, ışıklarla dolu yapay
vadiye baktı. Yöre’nin bazı dev kubbeleri, özellikle Hegemon, öylesine büyüktü ki kendi ufak
iklimlerine sahiptiler. Boyanmış kemerlerin altında mikro iklim bulutları birikiyordu. Hegemon’da
yağmur yağmasının iyi talihin bir işareti olduğu söylenirdi.
Bildiği kadarıyla Hegemon’da üç yıldır yağmur yağmıyordu.
Gösterişli, altın zırhları içinde heybetli custodes her yerdeydi ve Yöre’nin iç kısımlarına göz
kulak oluyordu. Kuş tüyü sorguçları fışkırıp havada donmuş kan gibi kızıl uzanıyordu. Vahdet-öncesi
sembolü olan şimşek işareti zıhrlarının üzerine işlenmişti. Saray’ın kasvetli koridorları ve gölgeli
dehlizlerinde, Muhafız mızrakları dimdik, korku verici bir teyakkuz halinde pinekliyorlardı.
Sessizdiler, hareketsizdiler ve sırlarını ağırbaşlılıkla taşıyorlardı; fakat varlıklarında açığa
çıkartılmayı bekleyen bir gerçek vardı.
Yerleşimlerini değerlendirdi. İki custodes Hegemon’a doğru gümüş bir örgü gibi kıvrılarak
gelen Güney Dolambacı’nı izliyordu. İkisi Yeşim Avlu’da duruyor, üçü ise Kongresyonal’in malakit ve
süslenmiş demirleri altında devriye geziyordu. Yalnız bir custodes, neredeyse görünmez halde Qokang
Vahası’nın cilalanmış zümrüt yaprakları altında duruyor, berrak keyif gölü şelalesinin sisli çağlayanlar
arasından türbin körfezine dökülmesini izliyordu. Dördü ise Taksonomi Kuleleri’nin üst
platformlarında etrafı kolaçan ediyordu.
Bununla birlikte, Kuzey Dolambacı’nda, gölün batı kıyılarında ve İnvestari’nin yakınlarında hiç
custodes yoktu. O kadar açıktı ki! Görünmeyen bir gezegenin konumunu ele veren gürünür uydular,
görünmeyen bir yıldızın kütle çekim kanunlarınca bir düzene oturtulmuş parlak astral vücutlar
gibiydiler. Nerede olduklarına ve nerede olmadıklarına bakarak avının yerini belirleyebilirdi.
Leng Salonu en olası yer gibi görünüyordu. Hareketsiz custodesin yerleşimine göre, avı
Yöre’nin batı yarımküre kısmında olmalıydı ki bu da Leng Salonu, Silahlar Evi, Büyük Gözlemevi ya da
son ikisini birbirine bağlayan özel apartmanlardan biri demekti. Fakat Leng Salonu’nun gözde bir yer
olduğunu biliyordu. Avının, Saray’ın derin ve özel mahzenlerinde gizli işleriyle inzivaya çekilmediğinde
çokça zamanını Salon’da, uzay ve zamanın safhalarını ölçerek geçirdiği bilinirdi.
Geçmiş ve geleceğin bu yerde iç içe geçtiği söylenirdi. Hatta salon Leng ismini almasının,
üzerine bir çatı inşa edilmesinin, avının doğuşunun, insan gözlerinin bu yeri ilk kez görüşünün çok
öncesinden; ilkel zamanlardan beri zaman burada iç içe geçmekteydi. Leng Salonu, karanlığı ve uzun
kirişiyle madde aleminin anomalilerinden birinin ehlileştirilmiş haliydi; zaman kumaşında kaçmış bir
iplik, uzay derisinin üzerinde bir yara kabuğuydu.
Hiçbir zaman Salon’da rahat hissetmemişti. Uyuklayan bir tanrının teneffüsü gibi yavaşça
nefes veren, hissedilebilir bir karanlıkla doluydu. Fakat oldukça münasip bir yerdi ve işini görecekti.
Salona güney batıdan, gümüş huş ağacı ve firavun incirinden yapılmış bulvar boyunca uzanan
ozlit kaldırımdan yaklaştı. Artık hiçbir kamuflaj giymiyordu; sahte lambacılık, halı çırpıcılık bitmiş,
dikkat dağıtan alanlar ortadan kalkmıştı. Örümcek ağı inceliğindeki sahtelik kumaşını küçük, gümüş
kutusundan çıkarttı ve kumaşa sarındı. Sırtı, omuzları ve başına kar taneleri gibi soğuk ve hafif bir his
oluşmuştu. Işık artık onu, sanki dikkate layık değilmişçesine görmezden geliyordu. Etrafında
bükülüyor, çevresini dolaşıyor, şeklinden kaçınarak onu gölge ve renklerden azad ediyordu.
Bir fısıltı kadar sessiz, ağaç bulvarı yürüdü ve Salon’un arkasında kalan çim alanı aştı. Tütsü
kokularını alabiliyor, Salon’un doğal olmayan armoniklerinin nazik gıcırtı ve iniltilerini duyabiliyordu.
Silahı hazırdı: Nei Monggol muşta-hançerinin ağzını hiçbir genstoğu bileyicisinin
erişemeyeceği saf bir keskinliğe kavuşturmuştu. Bıçağı kaş reçinesinden damıtarak rafine ettiği feci
boyutlardaki iplik kurdu zehrine bulamıştı. Bir yarı tanrıyı öldürmeye yeter miydi? Öyle olduğuna
inanıyordu. Bir kan oyununu bitirmeye yeteceği kesindi.
Hiç kilit yoktu. Kuantum alarmlarının yerleşimlerini ezberlemişti ve ışık sensörleri sahteliğini
okumayı küçük görüyordu. Bıçağı sol eliyle sıkıca kavradı.
Dış kemer altındaki ışık sanki dumanla kahverengiyle lekelenmiş gibi mat görünüyordu.
Yüzyıllar boyunca gelen ziyaretçiler sebebiyle hissizleşmiş, siyah karoların üzerinde sessizce yürüdü. İç
kapıların ardında, saf eriyik sular bir taş kasenin içine damlıyordu. Kapı çerçevesinin üstünde, bas
rölyefte, sütun baştabanı Leng’i ilk ziyaret eden hacıların sıknıtılarını tasvir ediyordu.
İç kapılar ağır ve saraydan daha eskiydiler. Kadim dağ çınarından yapılmış, yarım metre
kalınlığında, hiçbir açısı tam anlamıyla doğru olmayan, yıpranmış, el yapımı ve çerçevelenmiş
panellerdiler. Siyah, demirden kapı mandalını kaldırdı ve kapılardan birisini iterek açtı. Üzerine soğuk
taş kokan hava sükun etti.
Devasa salon yıldız ışığıyla aydınlanmış gibi karanlık ve gece yarısı gibi sessizdi. Arada sırada,
bir ses karanlığın içinden nefes alıyordu; öyle bir ses ki neredeyse ansızın gelen Himalaya rüzgarı ya da
okyanus kıyısına çarpan dev dalgaların sesi gibiydi, fakat gerçekte her ikisi de değildi. Küçük turuncu
kıvılcımlar, ateş böcekleri ya da bataklık alevleri gibi yüksek tavanın altında dans ediyordu.
Gözlerini karanlığa alıştırıp kıvılcımları izledi. Salondaki nesnelerin; sütunların, kadim
heykellerin, tahlilcilerin ve geçmiş çağların antikacılarının kurduğu, hiçbir zaman kaldırılmamış
bağlama aparatlarının gümüş rengi dış hatlarını seçebilmeye başlamıştı. Metaller, loş ışıkta dev metal
böcekler gibi duruyordu, uzantı kollar peygamberdevesi kolları gibi kaldırılmış, metal kın kanatlar
ayarlar ve dereceler için esrarlı ve derin sembollerle işaretlenmişti. Hepsi toz topluyordu.
Bir sütunun etrafından, soğuk oluğa sırtını vererek dolaştı ve gözlerini avına dikti.
Avı, salon’un geniş ve açık zemininde diz çökmüş, dalgınca, muazzam büyüklükteki deri ciltli
bir kanunnamenin sayfalarını çeviriyordu. Kanunname, bir buçuk metrelik omurgasıyla, taş zeminde
kanatları sonuna dek açılmış bir kuş gibi açık duruyordu. Zarif eller sayfaları yavaşça çevirdi. Bir
heykeltıraşın, bir sanatkarın elleriydiler. Avının sırtı dönüktü. Beyaz, kukuletalı bir pelerin giyiyordu.
Akan kanı gösterecekti.
Sıradan bir katil ileri doğru sessizce ilerler, hedefine gizlice arkasından yaklaşmak isterdi, fakat
avı böylesi korkak tekniklere göre çok tehlikeli ve uyanıktı. Hedefine saldırı mesafesindeydi ve tek
seçeneği hamle etmekti. On ay sonunda yalnızca bir şansı vardı.
Kolunu kaldırırken ileri atıldı.
Yolunun tam yarısında, muşta-hançeri avının geniş sırtından yalnızca bir anlık mesafe
uzaktayken, yan tarafından bir gölge kendisini karşılamak için öne atıldı. Akışkan bir karanlık hançerini
karşıladı. Muşta-hançer kenara itilmiş ve saldırısı dengesini yitirmişti. Döndü.
Saldırganını zorlukla görebiliyordu. Bir başka sahtelik ışığa meydan okumaktaydı. Hasmı kendisine
doğru atıldı. Gölge karşısında gölgeydiler. Göz ucuyla bir spatha kılıcının uzun, keskin ağzını gördü.
Aşağıdan gelen kılıç darbesini muşta hançerini savurarak kenara itti bir diğer, yukarıdan gelen
hamleyi de savuşturdu. İki metalin birbiriyle çarpıştığı her darbe keskin bir çınlamayla yankılanıyordu.
Kıvılcımlar uçuştu. Sahtelik pelerini giyen hasmı kendisine doğru hareket ederken alelacele siyah
karolara doğru çekildi.
Metaller tekrar çarpıştı. Muşta-hançer kendisine hiç menzil tanımıyordu. Tüm avantaj kılıç
sahibinde görünüyordu. Metallerin gürültüsü Salon’un nefes veren sessizliğinde berbat bir keskinlik
oluşturuyordu.
Spathanın bir hamlesi, sıkıca kavramasına rağmen muşta hançeri elinden söküp fırlattı.
Hançer yakındaki bir taş sütuna saplanıp titredi. Bu kez yalnızca elleriyle saldırdı. Yukarı doğru kalkmış
olan kılıcı sağ elinin tersiyle kenara itti ve parmaklarını hasmının kılıç tutan bileğine kilitledi. Ayağıyla
düşmanının bacaklarını yerden kesmek için çelme taktı fakat hasmı zıplayıp hızla gelen tekmeden
kurtuldu ve bileğini kurtarmaya çalıştı.
Sol eliyle sert bir yumruk savurdu ve sahtelik giysisine rağmen hasmının şakaklarını bulmayı
başardı. Yumruk adamı geriye doğru sendeletecek kadar güçlüydü. Adam eski ayarlama
makinelerinden birisine çarptı ve makinenin ayaklarının taş karolar üzerinde kazınmasına, böceğimsi
bacaklarından birinin de bükülmesine neden oldu. Tekrar dengesini toparladığında artık bir kılıcı
olmadığını fark edecekti. Spatha elinden alınmıştı.
Kafkas ele geçirdiği kılıcı sağ elinde tarttı. Ardından hızla savurdu ve düz yüzünü düşmanının
kafatasına geçirerek onu yere serdi. Kafkas yere serilen hasmına sırtını döndü, spathasını alçakta,
savunma halinde tutuyordu. Salon’un gölgelerinden kendisiyle yüzleşmek için sahtelik pelerinleri
giyinmiş iki kişi daha peyda oldu.
İkisinin kılıcını da aynı anda karşıladı ve her ikisine birden göz kamaştırıcı bir hızla şişleme ve
savurma hamleleri yaptı. Karanlıkta kılıçların sert darbeleri yankılandı. Sanki üç kılıç da kordan
yapılmışçasına parlak ve kısa kıvılcımlar saçıldı.
Hasımlarından birini ters ayağı üzerinde yakaladı ve spathasının kabzasıyla vurarak dizleri
üzerine çökertti. Diğer kılıç ustası şişleme hamlesiyle üzerine geldi, fakat hamleyi ustalıkla
savuşturarak kolunun altından zararsızca geçmesini sağladı, ardından sol elinin topuk kısmını adamın
yüzüne geçirerek sırt üstü yere çakılmasına sebep oldu.
Her ikisi yerden kalkmak için çabalarken koşmaya başladı. Oyun sona ermişti. Önünde kalan
tek makul seçenek kaçıştı. Kapılara doğru kaçıp, ikisini de süratle açtı ve kemeraltının kesif
karanlığından Salon’un dışındaki çimlere doğru var gücüyle koştu.
Kendisini bekliyorlardı. Kemeraltının girişinde tüm zırhlarını giymiş, yüzleri altın rengi, kartal
biçimli siperlikleri tarafından gizlenen beş custodes yarım bir çember oluşturmuştu. Altın varaklı;
baltalı kargı ve ateşli silah melezi dev Muhafız mızrakları göğsüne nişan alınmıştı.
“Teslim ol!” diye emir verdi içlerinden birisi.
Çaldığı kılıcı son kez kaldırdı.
Hücrenin ilk misafiri değildi, sonuncusu da olmayacaktı. Taş duvarlar, zemin ve tavan mavimsi
bir beyaz cilayla, bir buzulun yüzeyi gibi boyanmıştı. Tırnak ve başka keskin şeylerin izleri yıllar içinde
boyayı sıyırmış, duvarları insan ve kartalların, zırh giyinmiş devlerin ve şimşek işaretlerinin, kadim
zaferlerin ve uzun gölgelerin freskleriyle kazımıştı. Kendisine avcı ve bizonlarla dolu ilkel mağara
resimlerini andıran basit fakat temel işaretlerdi. Kendi işaretini ekledi.
Bir gün ve gece sonunda hücre kapısı gümbürdeyerek açıldı. Constantin içeri girdi.
Custodeslerin efendisi siyah bir vücutdiven üzerine yünden yapılmış, basit, koyu kahverengi bir keşiş
cüppesi giymişti. Geniş sırtını duvara yaslayıp kudretli kollarını önünde kavuşturdu ve karyolada yatan
tutsağa dikkatle baktı.
“Sana inancım tamdı Amon” dedi. “Herkesten daha çok yaklaşacağına inancım tamdı.”
“Amon” isminin başlangıcı, en önde gelen kısmıydı. İkinci kısmı “Tauromachian”dı ve bu iki
isim birlikte, adının geçtiği ya da kullanıldığı birçok durumda yeterliydi. Amon Tauromachian ilk
halkadan bir custodesti.
Şiddetli koşullara uyum sağlayan custodesler uzun, ölümlü insanlara göre çok uzun
yaşıyorlardı ve hayatları boyunca uzun isimler biriktirmekteydiler. Aile ismi olmasa da gen kaynağını
sağlayan neslin meşgalesini gösteren “Tauromachian” isminden sonra “Xigaze” ismi, doğumunun
gerçekleştiği yer, ve ardından “Lepron”, eğitimini aldığı ev, ve “Cairn Hedrossa”, silah kullanmayı
öğrendiği mekan geliyordu. “Pyrope”, adlar dizgisini takip eden on yedinci kelime, bu isimdeki bir
uyduda yaşadığı ilk gerçek savaşını hatırladı. İsimler böylece uzayıp gidiyor, her bir ismi hayatındaki
bir dönüm noktasını onurlandırıyordu. Her bir isim ilk halkanın ustaları tarafından resmi olarak hediye
ediliyordu. İsminin bir kısmı da artık “Leng” olacaktı, kan oyunundaki başarısını gösteren nihai kısmı.
Custodeslerin isimleri altın göğüs zırhlarının içn kısmına kazınırdı. İsim yakanın sağ yanından
başlar, yalnızca ilk kısmını dışarı göstereir ve ardından sımsıkı, gizli bir yılan gibi zırhın içine kıvırılırdı.
Constantin gibi en yaşlı savaşçılar gövdelerinin çevresini dolduracak kadar uzun isimler biriktirmişlerdi
ve yılanlarının kuyruğu artık zırhların bel kısmında son buluyor, oyuk kemerler misali gövde
işlemelerinin etrafında dönüyordu. Constantin Valdor’un ismi bin dokuz yüz otuz iki öğe
uzunluğundaydı.
Amon’un custodes zırhı ve silahları yokluğu boyunca Silahlar Evi’nde tutulmuştu.
Constantin’le birlikte silahlarını almak için Güney Dolambacı boyunca yürürken diğer kan oyunlarının
durumunu sordu.
“Zerin?”
“İmparatorluk Bölgesi’ne bile giremeden tututklandı. Irkutsk’da bir gen koklayıcıyı fırçaladı.”
“Haedo?”
“Dört ay önce Papua Çölleri’nde taramalar tarafından tespit edildi. Kum yatıyla Cebu Şehri’ne
dek kaçmayı başardı ama onu bekleyen bir kepçeli ekibimiz vardı.”
Amon başını eğdi. “Brokur?”
Constantin gülümsedi. “Yakalanmadan önce Panpasifik bir delege kılığında Hegemon’a kadar
geldi. Üstüne koyulabileceğini düşünmediğimiz türde kayda değer bir hüner.”
Amon omuzlarını silkti. Kan oyunları Saray güvenliğinin temel unsurlarından biri ve custodesin
göreviydi. Kan oyunlarını en iyi hünerlerini sergileyerek oynamak onlar için bir onur meselesiydi.
Maharetlerini ve Saray ve elbette ki Terra hakkındaki derin bilgilerini kullanarak Terra
savunmalarındaki zayıflık ve açıklıkları ortaya çıkartmaya çalışan custodesler İmparatorluğun
güvenliğini test etmeye ve incelemeye gönüllü olurdu. Tazıları sınamak için kurt olurlardı. Her zaman
en azından yarım düzine custodes serbest şekilde, gizli ve bağımsız çalışarak büyük Saray’a sızmanın
yollarını geliştirir ve uygulardı.
Amon’un stratejilerini incelemek ve tekniklerini açığa çıkartmak için titiz sorgulamalar ve
yoğun görüşmeler olacaktı. En ufak bilgi kırıntısı, en ufak avantaj sağlayıcı lokma kan oyunundan
çekilip çıkartılırdı. Saraya girmeyi başarmıştı. Herkesten daha öteye gitmişti. Hamle mesafesine kadar
yaklaşmıştı. “Merak ediyorum, yaptığım bir kabahat olarak görülmüş müdür?” dedi Constantin’e.
“O’na elimi kaldırdım.”
Constantin başını salldı. Devasa bir adamdı, sanki Investiary’deki muazzam ölçekli heykellerin
hayat bulmuş hali gibi, Amon’dan bile daha büyüktü. “Seni affediyor. Hem, ona zarar veremezdin.”
“Hamlem engellenmişti.”
“Öyle olmasa bile seni durdururdu.”
“Orada olduğumu biliyordu.”
Constantin çenesini kaşıdı. “Ne kadar zamandır bildiğini bana söylemez. Seni bizim fark
etmemizin ne kadar zaman alacağını görmek istedi.”
Amon yanıt vermeden önce durakladı. “Geçmişte kan oyunlarını mantıklı bulmazdı. Gereksiz
olduklarını düşünürdü.”
“O günler geçmişte kaldı” diye yanıtladı Constantin. “Aramızda olduğun son zamandan bu
yana her şey değişti Amon.”
Silahlar Evi’nde Constantinle birlikte zırhlarını giyindiler. Amon el yapımı zırh parçalarının,
eklem yerlerinin ve manyetik kenetlenme bölgelerinin eski tanıdıklığını hissetti. Ağırlık rahatlatıcı
şekilde üzerine oturmuştu.
Silahlar Evi’nin alt katlarındaki teçhizat odalarında hizmetkârlar ve köleler bir bölük dolusu
mağrur Hümayun Yumruğu Astartes’i ayinsel bir şekilde zırhlandırıyor, her bir zırh parçasını yerine
kenetlerken fısıltılar ve yağlarla meshediyorlardı. Bölük güney istihkâmlarında yapacakları uzun bir
devriye görevi için hazırlanıyordu.
Birçok Astartes’in geleneği buydu; ayinler, kutsanmalar ve zırhlandırma. Savaş için işlenmiş
varlıklardılar, zihinleri buna mahsustu. Ayinler tek bir şeye odaklanmalarını kolaylaştırıyor, amaçlarını
arındırıyordu.
Custodeslerle kesinlikle aynı değillerdi. Belki aynı kandan gelen akrabalar gibi, kuzenler
gibiydiler, birbirlerine benziyorlardı fakat farklılardı. Custodesler daha eski, gelişebilir bir sürecin,
bazılarının söylediğine göre toplu halde Astartes üretilmesi için zamanla arındırılmış ve basitleştirilmiş
bir sürecin ürünleriydiler. Genellikle custodes Astarte’s göre daha yapılı ve daha güçlüydü fakat
farklılıklar yalnızca bazı özel durumlarda dikkat çekici olabiliyordu. Hiç kimse bir Astartes ve Custodes
arasındaki çatışmanın sonuçlarını tahmin edecek kadar cahil olamazdı.
En büyük farklılıklar zihinlerindeydi. Custodesler birlikleri içerisinde bir çeşit aile bağı kuruyor
olmalarına rağmen bu bağ Astartes Lejyonlarını güçlendiren derin kardeşlik kadar güçlü değildi.
Custodesler çok daha yalnız varlıklardı; gözcü ve nöbetçiydiler, sonsuza dek yalnız durmaya
mahkumdular.
Custodesler etraflarında hizmetkarlar, yardımcılar, köleler ve ayakçılar bulundurmazlardı.
Kendi zırhlarını, işgüzar biçimde, seremoniler olmadan kendileri giyerlerdi.
“Dorn Saray’ı savaş için hazırlıyor” dedi Amon. Bu bir sorudan ziyade gözlemdi. Yalnızca
birinci halkadan bir custodes bir primarchtan bu derece açıkça bahsedebilirdi.
“Savaş bekleniyor.”
“Şimdi bekleniyor” dedi Amon “daha öncesinde beklenmezdi, kendi içimizde değil, asla.”
Constantin yanıt vermedi.
“Nasıl oldu bu?” diye sordu Amon.
“Bilmek mümkün değil” dedi custodeslerin efendisi. “Horus’u iyi tanıyan birisi olarak, bu
rezalete sebep olanın aşırı gurur, hırs ya da gücenme meselesi olduğuna inanamam. Sanırım…”
“Ne?” diye sordu Amon. Zırhının gövde plakalarını sıkılıyordu.
“Horus Lupercal’ın sağlıksız olduğunu düşünüyorum” dedi Constantin. “Zihninde ya da ruh
halinde bir rahatsızlık var. Bir şeyler mantıklı düşünmesine de etrafındakilerin öğütlerine de mani
oluyor.”
“Horus Lupercal’ın deli olduğunu mu söylüyorsun?” dedi Amon.
“Belki. Deli, hasta ya da her ikisi birden. Ona galaksinin bizim anladığımız düzeniyle
açıklanamayacak bir şeyler oldu.” Constantin Silahlar Evi’nin yüksek pencerlerinden dışarı baktı ve
Batı İstihkamı’nın ilave zırh kaplamaları ve silah platformlarıyla güçlendirilmiş geniş hatlarını inceledi.
“Düşünülemez olana hazırlanmalıyız” dedi. “Kapımızda bir savaş var. Bir iç savaş. Taraflar belirlendi,
seçimler yapıldı.”
“Bunu sanki hakikatmiş gibi söylüyorsun.”
“Bu hakikat” diye yanıtladı Constantin. “İmparator tehdit altında. Biz onun korumalarıyız.
Tehdite karşı koyacağız. Üzerine tartışacağımız başka hiçbir şey yok, eskiden sevdiklerimizin deliliği
bile.”
Amon başıyla onayladı. “Saray artık bir büyük hisar halini alıyor. Katılıyorum. Dorn fevkalade
bir iş başardı.”
“Bu her zaman Dorn’un ve Astarteslerinin hüneriydi. Savunma ve koruma. Hümayun
Yumrukları bu konuda herkesten üstünler.”
“Fakat en son hatta biz varız” dedi Amon. “Biz”

Benzer belgeler