Neden Adli Polis Kurulmalıdır

Transkript

Neden Adli Polis Kurulmalıdır
NEDEN ADLÎ POLİS KURULMALIDIR?
Hikmet USTA
Gürpınar C. Savcısı
Genel olarak
Yargı, hakkını arayanın, haksızlığa uğrayanın, başvuracağı, nihaî merci’dir. 19’uncu
Yüzyılda Alman İmparatorunun, kanunlara aykırı olarak aciz bir köylünün malına el uzatması
karşısında, “Berlin’de hâkimler var, seni onlara şikâyet ederim” feryadı, halkın evrensel ve
ortak lisanı gibidir. Ülkemizde de durum bundan farklı değildir. Halkın gönlünde hâkim ve
savcılar, saygın ve onurlu yerlerini hep muhafaza ettiler. Adaletten şikâyet manasına gelen
sözler, hiçbir zaman, onlara değil, sistemi oluşturan yasalardan olmuştur. Memleketimizde
yolsuzluk olarak sayılan eylemlerde, yürütmeye oranla yargıyı “temiz kalabilmiş bölge”
sayabiliriz. Ancak büyük önder Atatürk’ün, gerçek ve müstesna yerine oturttuğu yargı, o
günlerden bugüne kadar, ihmallerle sürekli geriletilmiş, bugün ülkemizin reform ihtiyacı
duyduğu alanların başında gelmektedir.
Bugün yargı ile ilgili bir şeyler yapmak isteniyorsa, öncelikle sorunun hangi
noktadan kaynaklandığı konusunda isabetli teşhis yapmak durumundayız. Meseleye hukukî
normların ıslahı olarak bakılıp, birkaç küçük ve görünüşte yasa değişikliği ile çözüm bulmaya
kalkışmak, şimdiye kadar düşülen yanlışlıklardandır.
Bir sorunun sağlıklı çözümlenmesi özellikle iyi tanı konulması ve ilgili kavramların
özü ve amacıyla iyi bilinmesini gerektirir. Bu; aklın, ilmin buyruğudur. Ancak ülkemizde her
alanda olduğu gibi yargı alanında da çoğunlukla yanlış, eksik tanılarla yola çıkılarak çözümler
üretilmesi yeğlenmektedir.(1)
Burada reformdan bahsedilirken, hukuk reformu ile yargı reformunun birbirini
tamamlayan unsurlar olduğunu belirtmeliyiz. Aslında yargı sistemi reformu hukuk
reformunun en önemli başlangıç noktası olarak kabul edilmelidir. Her ikisinin başarısı birlikte
ele alınmasını zorunlu kılar. Herkesin malûmu olduğu üzere en iyi kanun bile iyi
uygulanmadığında niteliğini yitireceği gibi, verilen kararlarda atıl kalacaktır. Bu yüzden yargı
sisteminin ıslahı çok önemlidir.
Hemen hemen tüm hukukçuların görüş birliğine vardıkları husus sistemimizdeki
sorunun uygulamadan kaynaklandığı yönündedir. Galatı meşhurdan olan; “Yargı yavaş
işliyor” sözü de böylesi bir durumun neticesidir. O halde sorunun nereden kaynaklandığını
bulmak ve çaresine bakmak bundan sonra kolaydır. Bu da yaklaşık 50 yıldan beri tüm hukuk
otoritelerinin önerdikleri çözüm olan, kontrolü, sevki, idaresi Cumhuriyet Başsavcılıklarına
bağlı iyi techizatlandırılmış, kanunları iyi bilen, suç psikolojisinden anlayan “Adlî Kolluk
Sistemi”nin kurulmasıdır.
Belki konu şu şekilde ifade edilebilir; şimdiye kadar yargıda çözüm olarak öne
sürülen tüm yasal değişikliklerin birer oyalamaca taktiği olduğudur. Kaldırılacak taşın altına
elini sokmaktansa, üstüne oturmak daha rahat görünmektedir. Ülkemizde taşların yerine
oturması anlamına gelecek olan yargının gerçek işlevine kavuşması bazı çevrelerce
istenmemektedir.
Biz, bu yazımızda yargıya bağlı adlî polisin neden ve niçinlerini araştıracağız. Nasıl
ve ne şekilde sorularını başka bir yazıda ele almayı düşünmekteyiz. Kuşkusuz “efradına cami
ve ağyarına mani” şekilde eskilerin ifade ettiği bir çalışma yaptığımız söylenemez. Bir çok
eksiklikler belki hatalar olacaktır. Ama üzeri devamlı örtülmek istenen bir hususu, yeniden
gündeme getirmek amacındayız. Bizim teklif ettiğimiz anlamda bir adlî kolluk sistemi
Türkiye’de çok önemli bir aşama olacaktır. Buna ben dahil, tüm yargı camiası ve tüm hukuk
otoriteleri inanmaktadır. En azından diyebiliriz ki, şimdiki sistemden çok daha iyi bir noktaya
gelinecektir. Şimdi konu başlıkları halinde incelememize geçelim.
Yargı, adlî polisle tam bağımsız olur
Anayasamızda belirtilen yargı bağımsızlığı ilkesine mutlaka kolluk gücünün de
idareden bağımsız olması eklenmelidir. Ancak bu şekilde tam yargı bağımsızlığı
gerçekleşebilecektir. Çünkü siyasî bir makam olarak hükümet tasarrufundaki emniyet
birimleri, yargının önüne sunacağı dosya ve delilleri tüm siyasî etkileşimden uzak olarak
sunabilmelidir. Bu olmadığı taktirde, yapılan tüm işlemler, başarı olarak öne sürülen
çalışmalar şaibe altında kalacak, tartışılmaya devam edecektir.
Bu nedenle “savcılık” kamu davası açısından bağımsız hale getirilmeli, zabıta
savcılığın emrinde onun dediklerini yerine getirmelidir. Gerçek bir adlî polis kurulmalıdır.
Adliye açısından kusur sayılanların çoğunun kökeni zabıtadır. Soruşturmaya başlayan
zabıtanın, pek çok hallerde kendine göre bir yön seçtiği görülür. Bu açıdan memleketimizde
“karakol tatbikatı” devam etmektedir. Zabıtanın bir amiri yürütme organı, diğer amiri
savcıdır. Böyle olunca idarî amir, kişisel bütün olanlarda, adlî amirden daha etkilidir. Bu
safhada kusurlu hareketler adlî soruşturmaya etkili olur. Bunun kusuru savcılıkta görülse de
esasında zabıta aracılığı ile idarî amirden gelir. Halbuki savcının elinde sadece kendine bağlı
bir adlî polis var olsa idi, işler daha tarafsız yürütülebilirdi.(2)
Halihazırdaki durumda ise, polis bilindiği gibi, idarî, siyasî ve adlî olmak üzere üç
kısma ayrılmıştır. Emniyet Teşkilâtı Kanununun 9’uncu maddesine göre, adlî polis; polis
karakolu bulunan yerlerde suç işlendikten sonra yapılması gereken işlerle uğraşır. Emniyet
teşkilâtında, adlî polis diye bir daire başkanlığı ve birimi bulunmamaktadır. Aynı duruma
jandarma teşkilatında da rastlanmaktadır. 2803 sayılı Jandarma Teşkilât ve Yetkileri Kanunu
ve buna dayanılarak çıkartılan Yönetmeliğe göz atılacak olursa, içinden çıkılamaz
karmakarışık yetki ve görevlerle düzenlenen bir kurum karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu
yasalar uzman hukukçuların bile içinden zor çıkacağı bir hâli, gözler önüne sermektedir.
Jandarma karakollarında çalışan personelin çoğu askerlik görevini yerine getiren,
vatandaşlardan oluşmakta, bunları adlî hizmetlerde sevk ve idare eden ilk derece amirde
uzman çavuş olarak kadro alan ve adlî konularda genel kültür seviyesinde bilgili, kısa bir kurs
sonucu teşkilâta kazanılan kişiler olmaktadır. Jandarmanın gördüğümüz kadarıyla üzerine
yüklenilen yük sonucu, yargısal görev en son aşamada düşünülebilmekte, askerî ve mülkî
görevler yönünden idarî tüm fonksiyon ve denetimleri yerine getiren birimlerce verilen işler,
öncelikli olarak yerine getirilmekte, hatta küçük birimlerde adliye tarafından verilecek işlere
bakacak bir uzman çavuş bile adlî görevli olarak atanamamaktadır.
Gerek jandarma ve gerek polis de idarî mekanizmaların tam olarak denetiminde olup,
ister istemez adlî soruşturmalara, bu hususun etki ettiği gözlemlenmektedir. Adlî polisin bu
birimlerden ayrılması soruşturmaların ve yargılamanın doğrudan sıhhati ile ilgilidir.
Zabıta birimleri üzerinde gerçek denetim ve birlik sağlanması
Adlî kolluk, hem artık herkesin duyduğu yolsuzluk ve usulsüzlüklerin tespitinde tüm
diğer zabıta birimlerine alternatif olacak, hem de onları denetleyebilecektir. Bu suretle de
haklarında birçok davalar açılan genel kolluğun, kontrolü yerine getirilebilecektir.
Günümüzde anlaşılmaktadır ki artık kolluk, adlî yönden bu görevlerle ilgili, kendi kendisinin
denetimini yapamamaktadır. Gerek işkence iddiaları sonucu açılan davalar, gerekse
işlemlerde yapılan keyfi uygulamalar, kamuoyunda tepki çeker hale gelmiştir.
Yine nezarethane denetimi olarak getirilen Cumhuriyet Başsavcılıklarınca yapılması
gereken denetim, tek başına Cumhuriyet savcılarının altından kalkabileceği bir iş değildir. Bu
hususta da savcı yardımcısı personel istihdamı Cumhuriyet savcısının işini kolaylaştıracaktır.
Devletin otoritesini temsil eden polis ve savcılık makamına kamuoyunda bir
güvensizlik sergilenmektedir. Polis ve savcılık bir insanın suçlu olup olmadığına karar
verilmesinde karar mercii olarak kabul edilmemiştir. Polis de şüphelinin lehine olarak ortaya
çıkan delilleri görmemezlikden gelmesi ve yakaladığı kişilerin suçluluğunu doğrulayan
delilleri toplama eğilimi baskın olacağı düşünülmüştür. Yine polisin şüphelinin suçunu kabul
ettirmek için kötü muamelede bulunmada mahzur görmeyebileceği var sayılmıştır. Bu
nedenle de polisin bir kimseyi suçlu olarak deklare etmesinin hukukî olarak bir değeri yoktur.
Polisin yaptığı işlemlerin bağımsız yargı organlarınca denetimi gerekir.(3)
Ayrıca jandarma ve polis bölgesi ayrımı da adlî soruşturmada geçerli bir
bölümlemede olmamalıdır. Adlî soruşturma bu ayrım yüzünden gecikmelere uğradığı, bir
bütün halinde sürdürülemediği görülmektedir. Adliyeye gelen dosyalarda hem jandarmaya
hem de polise ayrı ayrı yazışmalar yapılmakta kopuk kopuk yapılan araştırmalar sonucu
soruşturmalar olumsuz etkilenmektedir. Bölge farklılaşması konusu ile yetki tartışmaları
yaşanmakta, olayların başladığı ve bittiği yerler ve mülkî alanlar dışına taşmalar nedeniyle
adliyeye eksik getirilen dosyaların tamamlanması, posta yazışmalarına kaldığı, karakolların
birbiri ile irtibatlı olmadıkları, kendi dışındaki karakollardan sağlıklı bilgi aktarımı
bulunmadığı görülmektedir. Bu nedenlerledir ki kolluk (polis ve jandarma) olaya ilk
müdahaleyi yapıp kaybolmasında sakınca bulunan delilleri topladıktan ve olay sanığını
yakaladıktan sonra bu konuda uzmanlaşmış adlî kolluğu olaydan haberdar ederek adlî
soruşturma işlevini bırakmalı ve soruşturma, tüm bilgi kaynaklarını elinde tutan bölge ayırımı
ile sınırlı olmayan adlî kolluk tarafından ele alınmalıdır.
Bu bağlamda belirtmek istediğimiz bir özellikte, denetim olarak adlî mercilere
bağlanmayan kollukta oluşan bu nedene dayanan paradigmalardır. Bunları aşağıda sıralarsak
şöyle yaklaşımlara ulaşırız:
Kolluk, pratikte toplumda suçun önlenmesi ve neticede kamu düzeninin sağlanması
noktasında kanunlarla kendisine verilen statünün üzerinde bir statüyü, benimsemiş
gözükmektedir. Kolluk suçun önlenmesi ile şüpheli haklarına uyulması noktalarında bir seçim
yapmak zorunda kaldığı zaman, bu seçimi daha önemli gördüğü, suçun önlenmesi yönünde
yapmaktadır.
Suç ve suçlu ile mücadelede hukuk kurallarını gerektiği gibi uygulamayan kolluk, bu
konuda kendisini haklı kılan bazı sebeplerin varlığına inanmaktadır.
İlk önce kolluk kanun koyucunun toplumdaki gelişmelere ayak uyduramadığı ve
neticede toplumun ihtiyaçlarına uygun kanun hazırlayamadığından dolayı, suçluların
yeterince ceza almadığına inanmaktadır. Bu nedenle kolluk, kanun koyucu yerine geçerek
kendisi kural koymakta ve kendi alt-kültüründe oluşturduğu kurallara uymayı yeğlemektedir.
Bu yönüyle kanunlar, kolluk tarafından toplumda belirleyicilik ve yön vericilik özelliğini
kaybetmiş kurallar olarak algılandığından, kurallara uymamakta bir beis görmemektedir.
İkinci olarak; kolluk kanunların gerektiğinden fazla şüpheli ve sanıkları koruduğuna
inanmaktadır. Kolluk bu kuralları uygulamayarak şüpheli ve sanıklara verilen bu hakları
olması gereken yere çektiğine inanmaktadır.
Üçüncü olarak; hukuk kurallarına harfiyen uyulması için ülkenin sosyo-ekonomik
yapısının müsait olamadığını ve ellerinde suç ve suçlu ile gereği gibi mücadele etmek için
yeterli teknolojik donanımı olmamasının kurallara uyulmasını güçleştirmesini ileri
sürmektedirler.(4)
Bir örnek olarak verirsek, “adliye-polis ayrımı”, “umut operasyonu” olarak
isimlendirilen soruşturmalarda olumsuz yanını gösterdi. Soruşturmayı yürüten Ankara Devlet
Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Başsavcısının basına yaptığı açıklamalarda:
“Soruşturmalarla ilgili olarak İçişleri Bakanının açıklama yapmasını doğru
bulmuyorum. Görevi ve makamı ne olursa olsun kimsenin devam eden soruşturma hakkında
bilgi vermemesi gerektiğini düşünüyorum.”
“Soruşturmalarda gizli bilgiler, yarım saat geçmeden basına intikal ediyor. Bu
durumda ya telefonum dinleniyor, ya da polis basına bilgi sızdırıyor.”
“İstanbul Emniyet Müdürlüğünün gerçekleştirdiği, umut operasyonunu medyadan
öğrendim. Şimdi adam yerine konulmamış gibi hissediyorum.”
“Başarının sadece polisinmiş gibi gösterilmesi hoşuma gitmiyor, savcılarında önemli
rolü oldu.”(5)
Cumhuriyet Savcılığı ve polis arasında bu türlü şikâyet uyandıran kopukluk,
karşılıklı güvensizliği doğurabilir. Başarıyı paylaşma yarışı en sonunda soruşturmaların
yürütülmesine zarar verebilir. Cumhuriyet savcısı adına hareket eden kolluk gücünün, bu
kadar bağımsız hareket etmesi, işin son noktasını koyacak Cumhuriyet savcısı ile
diyaloğunun, bu şekilde gerginleşmesi önemsenmeyecek bir konu değildir. Herkes ne
istiyorsa yapsın mantığı, hukuk devleti ilkesi ile asla bağdaşmamaktadır.
Zannedilmesin ki, tüm yakınmalar adliye camiasından yapılmaktadır. Buna benzer
yakınmalar kolluk gücünün en başındaki isim olan İçişleri Bakanı tarafından bir basın
organında yaptığı konuşmada şu şekilde dile getirilmektedir:
“Güvenlik güçleri nitelikli bir konuma gelirken, savcılık müessesesinin de aynı
şekilde etkin bir konumda olması konusu önümüzde durmaktadır. Savcılarımız kanun
hakimiyetinin hakim kılınmasında polisin önünde olduğu için ve güvenlik kuvvetleri ile bir
bütünlük arz ettiği için iki organın, adaletin hakim kılınmasındaki görevi tartışılmazdır. Ulusal
iç güvenliğimiz açısından, Cumhuriyet Savcılığı müessesesiyle, güvenlik güçleri
müessesesinin birlikte hareket etmesi aynı nitelikte ve aynı etkinlikte yetişmesi
gerekmektedir.”(6)
Görülmektedir ki Cumhuriyet Savcılığı kurumunun artık daha etkin ve güvenlik
güçlerinin önünde, yönlendirici, eğitici bir hale getirilmesi ihtiyaç olarak belirmektedir.
Güvenlik güçleri ve Cumhuriyet Savcılığınının iki ayrı organ olması, birlik içinde
bulunmaması önemli bir sorun olarak, en yetkili kişilerden biri tarafından çarpıcı şekilde
böyle ifade edilmektedir.
Bu hususta son olarak diyelim ki, polis ve jandarma değişik adlarla da olsa asırlar
boyu Osmanlı Devletinde ve Cumhuriyet döneminde kendi alanlarında görevlerini yerine
getirmiştir. Ulaşım, haberleşme vs. vasıtalarının hızlanması ve çeşitlenmesi karşısında, farklı
uygulamaların önüne geçmek, mükerrer bütçe harcamalarına son vermek vb. nedenlerle
kolluğun birleştirilmesi ve daha geniş alanda sivilleştirilmesi her halde yerinde olur. Emniyet
teşkilâtının daha çok kendi görev alanına çekilmesini sağlamak için, suç ve suçluları takipten
sonraki aşamada, savcılar ve sulh hâkimlerinin doğrudan kendi görev alanlarına giren
hususlarda kolluğu devre dışı bırakmalıdır.(7)
Adlî soruşturma kalitesinin artırılması açısından adlî kolluk
Hazırlık soruşturması safhasının uzamasının, soruşturmaların sür’atle ve istenilen
düzeyde yapılmamasının da bir sebebi, ülkemizde adlî kolluk müessesesinin yokluğudur.(8)
Kolluk güçleri meydana gelen olaya ilk müdahale eden ve delilleri sıcağı sıcağına ilk
toplayan birimlerdir. Bu açıdan kollukta yapılan işlemler mahkeme kararına esas teşkil
edebilmektedirler. “Suç tarihine” en yakın olarak düzenlenen tutanaklar olması sebebiyle,
kolluk tutanakları esasında maddî gerçeğe ulaşılması bakımından, büyük öneme haizdirler.(9)
Burada yeri gelmişken belirtelim ki Ceza Kanunu ve ceza ile ilgili diğer kanunlar
kolluğa birçok suç fiilinin kamu takibi olarak araştırma mecburiyeti mükellefiyetini
yüklemişlerdir. Bunlar o kadar çeşitlidir ki, gıda maddeleri ile ilgili mevzuattan tutun,
İlköğretim Kanununa, tekke ve zaviyelerin ve birtakım unvanların ilgasından kaçakçılığa,
ateşli silâh ve bıçakların takibi gibi binlerce maddelik kamu davasının açılmasını gerektirir
kanun maddesi bulunmaktadır. Ancak hukuk konusunda hiçbir uzmanlığı ekseriyetle
olmayan, yasalaştırma çalışmaları ile gelen değişiklikleri takip etme gibi bir görevi ve özelliği
de bulunmayan, kendisine verilen adlî işleri belirli bir oranda çıkarma ve tamamlama gibi de
bir yükümlülüğü taşımayan, kolluk memurlarının bu alandaki yasal gerekleri yapabilmeleri
herhalde imkânsızdır.
Bu nedenlerle uygulamada birçok ceza maddesinin terk edilmiş (metruk) ve
uygulanmaz halde bulunmasının, birçok suç fiilinin de adeta bilgisizlikten takibinin
yapılamaması, devletin ve kanunun hakimiyetinin ve cezalandırma yetkisinin, hafife alınması
sonucunu doğurmaktadır.
Cumhuriyet Savcılığının görevi, kural olarak, devlet adına iddia görevini yerine
getirmektir. Hazırlık soruşturmasının sahibi savcıdır. Cumhuriyet savcısı suç haberini alır
almaz hazırlık soruşturmasına girişecektir. Bu görev CMUK’un 154’üncü maddesinde şöyle
belirtilir:
“Cumhuriyet savcısı neticeye varmak için bütün memurlardan her türlü malûmatı
isteyebilir. Gerek doğrudan doğruya ve gerek zabıta makam ve memurları vasıtasıyla, her
türlü tahkikatı yapabilir.”
Yine CMUK 97: “Aramaya karar vermek yetkisi hâkimindir. Ancak tehirinde
mazarrat umulan hallerde, Cumhuriyet savcıları ve savcıların muavini sıfatıyla, emirlerini
icraya memur olan zabıta memurları arama yapabilirler” der.
CMUK 154 de belirtilen ve Cumhuriyet savcılarının doğrudan doğruya tahkikat
yapması hükmü ile, zabıta makam ve memurlarına ne türlü tahkikat yaptırılacağını belirleme
yetkisi hemen hemen ortadan kalkmış gibidir. Tek bir kişiden oluşan Cumhuriyet savcısının,
“muavini” sıfatıyla görev yapan kolluk makam ve memurları üzerinde hiçbir gerçek yaptırım
gücüne sahip değildir. Kendisine gelen suç duyurusunu “sipariş usulü” kolluğa teslim
etmekte, bundan sonra evrakın kendisine gelişini beklemektedir.
Muavin, sözlükte “yardımcı, yerine iş yapabilme yetkisine sahip olma” demektir.
İdarî sistemde örneğin; vali muavini, müdür muavini gibi sıfatlarla anılan kişiler, valiye,
müdüre tam olarak her türlü disiplin işlemi ve sicil durumu ile bağlı iken, nasıl olmuşsa savcı
muavini hiçbir şekilde, Cumhuriyet savcısına disiplin, idare ve özlük hakları yönünden bağlı
değildir. Bu kabul edilemez bir durumdur.
Taşra kuruluşlarının amirleri ve suçları takiple görevli birimleri itibarı ile büyük
ölçüde, diğer birim mensubu memurları ile de istisnaen Cumhuriyet Savcılığının direktifi
altında bulunan ve adliye ile bu derece yoğun bağlılıkları olan, adlî görevleri Cumhuriyet
Savcılığına niyabeten, hatta muavini sıfatıyla yapan bu genel zabıta, kendi iç
düzenlemelerinde ve meslekî görev mevzuatında bu hususu daima dikkat nazarından uzak
tutmaktadır. Çoğu adlî görev hükümleriyle dolu Jandarma Yönetmeliğinin yapılmasında,
Adalet Bakanlığının görüşünün alınmasına lüzum görülmemiştir ( J.K. madde 24).
Polis Vazife ve Selahiyet Kanununun ek 8’inci maddesi bir soruşturma için taşraya
gönderilen polis timinin, o yerin mülkî amirini haberdar etmesini şart koşmuştur. Ancak timin
yaptığı görev adlîdir. Bu soruşturmayı oranın savcısı yapacaktır. Yakaladığı adamı oranın
savcısının izni ile gözlem altında tutacak, görevi esnasında suç işlerse hesabını savcıya
verecektir. Fakat kanun koyucu ya da kanun hazırlayıcı, bunu düşünmemiş veya düşünmek
istememiş, timin mahalli Cumhuriyet savcısına bir haber vermesine dahi lüzum
hissetmemiştir.
Polis teşkilatını azamî ölçüde genişleten ve güçlendiren Terörle Mücadele Kanunu,
bütün cinaî davaların görüldüğü, her gün suçlularla dolup taşan adliye sarayları ve binalarına
bir tek polis memuru tahsisini bile çok görmüş ya da unutmuştur. Faaliyetinin yarısından çoğu
adlî olan jandarma birliklerinin, üst komutanlarca ya da askerî müfettişlerce denetimlerinde de
Cumhuriyet savcısından her hangi bir kanaat alınmasına gerek duyulmamaktadır.
Birçok kanunlarda, bazı adlî görevleri, mülkî görev haline getirme çabasındadır ve
buna muvaffak olmuşlardır. Apaçık bir şekilde adlî hizmet olan cezaevlerinin dış koruması,
kaçakçılık suçlarının takibi mevzuatımızda mülkî görevdir.
Jandarma Kanunu ve Yönetmeliği, CMUK’un 154’ncü maddesinde yazılı “savcılık
emri”, “savcılık isteği” şeklinde yumuşatılmıştır. Asayişle görevli bu teşkilât artık bölgenin
asayişinden sorumlu olan vali ve kaymakamlara da bağlı değildir. Eğer askerî birlik ve
makamın sivil bir merciden emir alması uygun görülmüyorsa, kırsal kesimde mülkî ve adlî
kolluk hizmetleri yapacak bir başka silâhlı güvenlik gücü kurmak gerekmektedir.(10)
Türkiye’de adlî kolluk kurulmayışının yarattığı en büyük boşluk, faili meçhul
suçların aydınlatılamamasında görülmektedir. Eğer takibi gereken olay Uğur MUMCU,
Ahmet Taner KIŞLALI vb. gibi önemli olaylardan değilse, kolluk işi alelacele bitirip adliyeye
göndermek hususunda bir alışkanlık kazanmıştır. Böyle bir tutum dışarıdan görevin sür’atle
ifa edildiği intibaını vermekle birlikte gerçekte işin sonuca varmasını engellemektedir. Faili
meçhul olay denince akla hemen adam öldürme olayı gelmemelidir. Bugün adliyelerde faili
bulunamamış, dolandırıcılık, hırsızlık, müessir fiil, rüşvet, uyuşturucu kaçakçılığı vb. gibi
binlerce dosya zaman aşımına kadar adeta çürümeye terk edilmiştir. Faili meçhul dosya bir
kere adliyeye gönderildi mi artık kolluk, görevi bitirdiğine inanmaktadır.
Özellikle büyük kentlerde karakolların sorumluluk alanlarının farklarından bahisle,
yanlış karakollara gönderilen evrak, “bölgemiz dahilinde bir yer değildir” cevabı ile sonuç
alınmadan geriye gönderilmekte, evrakın hangi karakola ait ise o mıntıkaya gönderilmesi
emniyet tarafından yapılmamaktadır.
Zabıta sanığı ve tanıkları duruşmada hazır etmek konusunda akılcı yollar
izlememekte, adlî işler hep angarya olarak görülmektedir. Bazen aranan kişinin bulunduğu
yere hiç gidilmeden “bulunamadı” şeklinde yanıt verilmekte, bazen de son yıllarda basında da
görüldüğü gibi kötü niyetli zabıta, aranan kişiyi sürekli gördüğü ve arandığını bildiği halde
hazır etmemektedir.(11)
Adalet Bakanlığı Adlî Sicil ve İstatistik Genel Müdürlüğünün verilerine göre;
İstanbul ve Ankara Ağır Ceza Mahkemelerinde 1995 dosya üzerinde yapılan talik (erteleme)
nedenlerine göre, dosya sayılarının oransal dağılımı göz önüne alındığında kolluk faktörünü
ilgilendiren şu tablo ortaya çıkmaktadır.
Talik Nedeni
Sayısı
%
Tarafların gelmemesi
720
36.1
Diğer mahkemelerden talimat
--Cevabının gelmemesi
70
3.5
Nüfus kaydının gelmemesi
128
6.4
Sabıka kaydının gelmemesi
75
3.8
Bilirkişi raporunun gelmemesi
133
6.7
Yazı cevaplarının gelmemesi
504
25.3
Keşif yapılamaması
45
2.3
Tebligat yapılamaması
14
0.7
Diğer davaların sonucunun beklenmesi
8
0.4
Dosyanın tetkike alınması
53
2,7
Taraf değişikliği
1
0.1
Diğer nedenler
64
3.2
TOPLAM
1995
100.0
Bu duruma göre kolluğun doğrudan veya dolaylı geciktirmesine bağlı nedenler olan:
Tarafların gelmemesi, yazı cevaplarının gelmemesi, sanığın bulunamaması, oranları toplamı:
%70.4 gibi, korkunç bir orana karşılık gelmektedir. Bu rakamı yuvarlak olarak belirtmemize
rağmen, kolluğun olumsuz faktör yüzdesi hiçbir zaman en insaflı yaklaşımla bile %50’nin
altına düşmeyecektir. Burada hemen itiraz olabileceğini düşünerek belirtelim; tarafların
gelmemesi; mağdur, sanık, müşteki ve hatta tanıkların bile kolluk tarafından duruşmada hazır
edilmelerini isteyen müzekkerelere yanıt verilmemesini de kapsamaktadır.
Hâlbuki, yargı mensuplarının geciktirmesine bağlı sebepler ise: diğer
mahkemelerden talimat cevaplarının gelmemesi, dosyanın tetkike alınması, diğer davaların
sonucunun beklenmesi olarak toplam % 6.6’dır.
Dikkat edilirse yargılamadaki gecikmenin temel nedeni de kolluğun kusurlarına
dayanmaktadır. Genel olarak bölümünde belirttiğimiz “yargı yavaş işliyor” sözünün
kaynağının da adlî polis gibi bir teşkilâtın yokluğundan kaynaklandığı sonucuna varmış
bulunmaktayız. Bu sebeple yargıyı hızlandırma çabalarına nereden başlanacağı hususu hiç
şüphesiz ortadadır. Ceza Usul Kanunlarında hangi düzenlemeyi yaparsanız yapın, etkin bir
uygulama ve takip yapacak adlî kolluk gücü olmadıkça, ne hazırlık ne de mahkemelerdeki
soruşturmaların hızlanması ve kalitesinin artması mümkün değildir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin standartlarına göre adlî soruşturmamız
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) adıyla anılan “İnsan Hakları ve Temel
Özgürlüklerin Korunması Sözleşmesi” 4 Haziran 1950 tarihinde, Avrupa Konseyi Üyesi 10
Devlet tarafından imzalandı. Türkiye 17 Aralık 1949 tarihinde Konseye 12’nci Üye olarak
katıldı. Sözleşme 3 Eylül 1953’de yürürlüğe girdi. Bu Sözleşme ile kurulmuş bulunan uluslar
arası denetim organlarından “Avrupa İnsan Hakları Komisyonu” 18 Mayıs 1954’de; “Avrupa
İnsan Hakları Divanı” da 21 Ocak 1959’da çalışmaya başladı. Türkiye 18 Mayıs 1954
tarihinde bu Sözleşmeyi onaylayarak (Kanun no. 6366) taraf oldu. (Resmi Gazete, 19.3.1954,
no. 8662)
Sözleşmenin 25’nci maddesinde yer alan “bireysel şikâyet hakkı” 27 Ocak 1987’de;
46’ncı maddesindeki “Divanın yargı yetkisini tanıma” da 22 Ocak 1990 tarihinde ayrı bir
beyanla, Türkiye tarafından kabul edildi ve bu suretle Türkiye, Sözleşmenin eksiksiz bir tarafı
haline geldi. Başka bir deyimle Türkiye, söz konusu Sözleşmenin tüm hükümlerinde
“hukuken sorumlu” bir “taraf devlet” statüsü içine girdi.(12)
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 90’ıncı maddesine göre: “Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş milletler arası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasa’ya
aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.” hükmü yer almaktadır.
Söz konusu maddeye göre, eğer bir uluslar arası sözleşme usulüne uygun olarak
onaylanıp yürürlüğe konmuşsa, teknik olarak bir kanun gibi aynı etkiye sahip olacak, ama bu
sözleşmenin Anayasa’ya uygunluğu diğer kanunlar gibi olmayıp, Anayasa Mahkemesinde
Anayasaya aykırılık iddiasında bulunulamayacak ve iptal ettirilemeyecektir.
Komisyon ve Mahkeme kararları, bugüne kadar imzacı devletlerin hukukları ve
uygulamaları üzerinde önemli etkiler yapmıştır. Bu organlar çeşitli imzacı devletleri,
Sözleşmeyi ihlal etmekten dolayı mahkûm eden kararlar vermişlerdir. Bazı devletler,
Sözleşmeye uymayan kanunlarını değiştirmek zorunda kalmışlardır. Hatta İrlanda, kürtaj
yasağını getiren ve bu konuda haberleşme ve bilgi almayı dahi yasaklayan anayasasının
Sözleşmeye aykırı bulunması üzerine anayasasını kısmen değiştirmek zorunda kalmıştır.(13)
Bu girişten sonra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin Türkiye’den yapılan
başvurulara, konumuza ışık tutacak kararlar verdiğini görmekteyiz. Bunlardan birinde:
Başvurana yapılan silâhlı saldırının ardından, aynı gün 15.01.1993 tarihinde, polis
soruşturması başlatılmıştır. İki gün süren bu ilk aşamanın sonunda, Mardinkapı Emniyet
Müdürlüğü, 17 Ocak 1993 tarihli raporuyla saldırıdan sorumlu olanları tespit etmenin
mümkün olmadığı sonucuna varmıştır. Sonuç olarak, 20 Ocak tarihinde, Diyarbakır
Cumhuriyet Başsavcılığı, Emniyet Müdürlüğünden soruşturmaya devam etmesini ve
şüphelilerin tutuklanmasını istemiş; eğer mümkün değilse, üç ayda bir gelişmelerden haberdar
edilmeyi talep etmiştir. 14 Nisanda Cumhuriyet savcısı, polis soruşturması sonuçlarından
dava zaman aşımına uğrayana kadar her üç ayda bir bilgilendirilmeyi istediği yolundaki
talimatını yinelemiştir. Fakat Hükümet Sözleşme organları önünde, polisin üç ayda bir
hazırlaması gereken soruşturma raporlarını sunmamıştır. (Bir önceki başlıkla faili meçhuller
konusundaki kolluğun tavrını hatırlatmak isteriz. Genellikle adliyelere böyle bir raporun
sunulduğunu zaten hiç görmedik).
Hükümet, olaylardan beş yıl sonra bile bir sonuca varamayan soruşturmalarla ilgili
gelişmeler konusunda, somut bir bilgi sunmamıştır. Gerçektende hükümet, soruşturmaların
devam ettiğini belirtmesine rağmen ilerleme kaydedildiğini gösterecek bir bilgi sunmamıştır.
Mahkeme, Türkiye’nin o bölgesinde, dosyadaki olayların gerçekleştiği dönemde
mevcut olan şartları, PKK tarafından gerçekleştirilen şiddet eylemlerini ve bunlara engel
olmak için resmî makamlar tarafından alınan tedbirleri dikkate almaktadır. Bunlar iç hukukta
yürütülen ceza prosedürlerinde sonuç almaya yönelik delillerin elde edilmesine engel
olabilmektedir. Yine de bu şartlar, resmî makamları, Sözleşmenin ikinci maddesinde belirtilen
şekilde bir soruşturma yürütme sorumluluklarını yerine getirmekten alıkoymamalıdır, aksi
taktirde bu durum, bölgedeki dokunulmazlık ve emniyetsizlik ortamı, daha da şiddetlenir ve
bu da bir kısır döngüye yol açar (Bkz. Mutatis, Mutandis Kaya kararı. S...Pr. 91).
Kısaca Yaşa davasında yürütülen soruşturmalar, güvenlik güçlerinin saldırılara
karışma ihtimali göz önünde tutulmadığı ve olayların ardından, şu ana kadar beş yıldan daha
uzun bir sürenin geçmiş olmasına rağmen, somut ve dikkate değer hiçbir gelişme elde
edilemediği için, Sözleşmenin 2’nci maddesinin gerektirdiği anlamda etkili sayılamazlar.
Sonuç olarak, başvuran, iç hukuk yollarını tüketmiş sayılmaktadır. Mahkeme,
hükümetin, ceza hukuku bağlamında ileri sürdüğü ilk itirazını reddetmiş ve Sözleşmenin 2’nci
maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir .
İlginçtir ki karara muhalefet şerhi koyan Türkiye temsilcisi Yargıç Üye Prof. Dr.
Feyyaz Gölcüklü’de şerhinde şöyle demektedir:
“Dahası ölümün meydana geldiği koşullar hakkında etkili ve yeterli bir
soruşturmanın yapılmamış olması nedeni ile, ben de Komisyon gibi Sözleşmenin 2’nci
maddesinin ihlal edilmesi konusunda, Komisyon gibi Sözleşmenin 13’üncü maddesi
kapsamında ele alınacak farklı bir hususun ortaya çıkmadığını düşündüğünü” belirtmektedir
ve bu yönden karara katılmaktadır.(14)
Eksik soruşturma yapıldığı, Avrupalı yargıçlar gibi bir Türk yargıç tarafından bu
şekilde kabul edilmektedir.
Yine Aydın kararı (par. 93) “yürütülen cezaî soruşturma hiçbir biçimde kanıt elde
etmek için yeterli olmamıştır. Savcı başvurucunun göz altında tutulduğu yerdeki
jandarmaların ifadelerine başvurmamış o gün köyde olanlar hakkında tanıklar olup olmadığını
araştırmamıştır.”
(Par. 98) “Savcı, güvenlik güçlerine karşı kabul edilmesi mümkün olmayan bir
biçimde davranmış, o tarihte görevli bulunan jandarmaların ifadelerini almayı ihmal etmiştir.
...Tıbbî kartların hazırlanış biçimleri ve ilgili doktor raporlarının içerikleri, söz konusu edilen
suçun niteliğine göre, son derece yetersiz kalmıştır. Soruşturmanın her safhasında görülen
büyük eksiklikler ...”
(Par. 105 -106) “Başvurucu, tecavüze ve işkenceye maruz kaldığını iddia etmektedir.
Bu durumda savcıdan beklenen, bu iddiaların doğruluk derecesini araştırmasıdır. ...Bunu
yaparken, iddiaların doğru olup olmadığını belirlemeye, sorumluları ortaya çıkarmaya ve
cezalandırmaya yönelik bir adlî soruşturmayı hızla yürütmenin zorunlu olduğunun bilincinde
olması gereklidir. ...(Oysa) savcı, olayın geçtiği yerleri tanımak ve başvurucunun ifadelerinde
belirttiği yer ve mekanların gerçeğe uygun olup olmadığını incelemek için olay yerine hiç
gitmemiş, hiçbir görevlinin ifadesini almamış, yazışma yolu ile belirli bilgilerin elde edilmesi
ile yetinme yoluna gitmiştir.”
Gündem kararı, (Par. 25) “Komisyon, (belirtilen) tarihlerde, meydana gelen olaylar
hakkında Ulusal Düzeyde, Yeterli Bir Soruşturmanın Yapılmamış Olduğunu Belirler”
demektedir.
Görüldüğü gibi, gerek Komisyonun gerek Mahkemenin üzerinde en fazla durdukları
konulardan biri “adli soruşturmanın, etkin, çabuk ve tarafsız bir biçimde yapılıp
yapılmadığıdır.”
Yargı organlarının işleyişindeki bu türlü eksiklikler, 3’üncü madde dahil,
Sözleşmede tanınan hakların ihlal edileceği ve hiçbir tarafsız, yargısal soruşturmanın
yapılamayacağı genel kanısının yerleşmesine neden olmaktadır.(15)
Bu kararları örnek olarak sunduk. Daha fazla karar örneği yazımızın haddini
aşacaktır. Aslında bu kadar örnekle bile her şey ortadadır. Ancak yine de biz birkaç başlıkla
sonuç çıkarmaya çalışalım:
1. İnsan Hakları Mahkemesinin kararları kayıtsız şartsız iç hukukumuzda geçerlidir.
2. İç hukuk gerekirse Sözleşme ve Mahkeme kararlarına göre, uyumlu hale
getirilmelidir.
3. Kolluk güçleri eksik soruşturma ile Cumhuriyet Savcılıklarına evrak göndermekte,
Cumhuriyet Savcılığınca, soruşturmaya devam edilmesi talepleri sonuçsuz ve yanıtsız
kalmaktadır.
4. Cumhuriyet savcıları, kolluk güçlerinin işledikleri iddia olunan suç fiillerine karşı
aktif olamamakta, nedeni ise uygulamada gördüğümüz kadarı ile, aktif davranan Cumhuriyet
savcısı ve hakimler, polis ve jandarma karşıtı sayılmakta, kolluk tarafından kendilerine tavır
alınmaktadır. Bazı işkence iddialarında, Cumhuriyet savcıları kolluğa ait binalarda arama dahi
yapamamaktadırlar.
5. İnsan Hakları Mahkemesinin kararları, Türkiye’ye karşı agresif yaklaşımı öne
sürülse bile, bir kararda Türk yargıcının da katıldığı, Sözleşmenin 2’nci maddesine aykırılık
olarak değerlendirilen durum, artık soruşturmalar hususunun tekrar gözden geçirilmesini
gerekli kılmaktadır. Yukarıda İçişleri Bakanının dilekleri ile pekişen bu husus Cumhuriyet
Savcılığının sistem değişikliği yapılarak kolluk ile kaynaştırılmasını zorunlu olarak
görmekteyiz.
Adlî kolluk gücünün oluşturulmasına yönelik eleştiriler ve bunlara verilen yanıtlar
Hemen hemen her kesimin sevindirici olarak adlî kolluk kurulması taraftarı olduğunu
gördük. Ancak bir yazara göre(16) getirilen eleştirilere de yanıt vermek istiyoruz. Buna göre:
“Savcılarla, kolluk güçleri arasındaki ilişkiler yasal zemin üzerinde son derece net ve
açık bir şekilde kurulmuş bulunmaktadır. Bu bağlamda bu güne değin hiçbir savcı kolluk
güçlerine verilen emrin yerine getirilmediğini iddia edebilmek durumunda olamamıştır.
Esasen emrin yerine getirilmemesine olanak yoktur. Zira, emri yerine getirmeyenler için
uygulanacak yasal yaptırımlar oldukça ağır bir biçimde Türk Ceza Kanununda belirtilmiştir.”
Uygulamadan gelmediği anlaşılan bu düşünce sahibinin, yeterli bir araştırma
yapsaydı, günümüze kadar binlerce “adlî görevi ihmal ve görevi kötüye kullanma” davasının
açıldığını görebilirdi. Uzun boylu bir araştırmadan ziyade en küçük adliyelerde bile pek çok
davaların bu nedene dayalı açıldığını, ancak “kasten” işlenebilen bu cürümlerde bu unsurun
ispatının ne derece zor olduğunun, davaya muhatap kolluk görevlisini kurtarmak için, diğer
kolluk görevlilerinin ne derece seferber oldukları anlaşılabilirdi.
Sadece Cumhuriyet Savcılıkları değil, mahkemelerden Cumhuriyet Savcılığına
intikal eden ihzar, tutuklama, adres tespiti gibi müzekkerelerin yerine getirilmesi için
Cumhuriyet Savcılığınca kolluğa havale edilen yazıların zamanında, gerektiği gibi yerine
getirilmemesinden de kaynaklanan davaların görüldüğü bu işi bilenlerin malûmudur. Ayrıca
adliyenin zabıta üzerindeki yegane yetkisi görevde ihmal veya suistimal gösterdikleri takdirde
haklarında takibat yapmaktan ibarettir. Halbuki adlî takibat, personeli disipline etmek için
düşünülebilecek en son çaredir. Kaldı ki ihmal veya suistimal kastı göstermedikleri takdirde
soyut başarısızlık, geciktirme, yanlışlık gibi özetleyebileceğimiz eylemlere yapılacak hiçbir
şey de yoktur. Bu arada olan biraz devlete biraz da vatandaşa olmaktadır. Böyle bir
yaklaşımla hukuk devletinin de teşekkül etmeyeceği açıktır. Bu nedenle kolluğun adlî amirine
de tıpkı mülkî ve idarî amirler gibi sicil verme, ödüllendirme ve disiplin cezası tayin etme
yetki ve görevi tanınmalıdır.
Diğer bir eleştiriye göre “bağımsız ve alternatif kolluk gücünün oluşturulması kolluk
sistemi içinde iki başlılığa, güçler arasındaki anlamsız rekabete, çok büyük israflara ve
ekonomik olmayan çözüm modellerinin ortaya çıkmasına yol açacaktır.”(17)
Aslında gerek jandarma ve gerekse polis karakollarında, alt kademe memurları
arasında bir uygulamacı olarak yaptığım görüşmelerde, tüm memurların ve görevlilerin
adliyeye bağlı bir gücün ayrılmasında hem fikir olduklarını belirtmişlerdir. Bu karakollarda
memurlar ihtisaslaşamamakta bir yerde adlî görevde çalışan jandarma veya polis görevlisi
başka bir yerde askerî veya idarî bir görevi üstlenebilmektedir. Uzmanlaşmaya değer
verilmemekte, adlî göreve çıkan karakollarda çalışan memurlar her iş ile ilgilenmekte, iş
yoğunluğu ve çeşitliliği adlî görevi hep arka plâna atmaktadır. Bu sebeplerle alt kademe
kolluk görevliklerinin de taraftar olduğu adlî kolluk sistemi, üst kademe tarafından, tamamen
güçlerin paylaşımı ve yönetimi sorunu olarak değerlendirilmekte, konu, yetkilerin elden
gideceği endişesiyle karşılanmakta, sistemin değişmesi kaygısından duyulan rahatsızlık,
birtakım idarî çevreleri de huzursuz etmektedir. Oysa çağımızın gereklerine uygun olarak iş
bölümü yapılması hem işleri hızlandıracak, hem adaleti güçlendirecek hem de daha ekonomik
ve küçük bütçeler ile harcama kalemlerine ulaşılacaktır.
Bir başka eleştiriye göre “bugünkü yargı sistemimiz içinde cezaevi gardiyanlığının
tümüyle Cumhuriyet Savcılıklarına bağlı olması ve onlar tarafından yönetilmesi, cezaevinde
koşulları nedenli iyileştirdiyse yargısal kolluk gücünün oluşturulması da insan hak ve
özgürlüklerinin gelişmesine o denli katkı sağlayacaktır. Yargısal kolluğun gardiyanlık
kurumundan çok daha farklı, daha üstün ve daha başarılı olacağını güvence altına alabilecek
hiçbir ussal gerekçe ortada bulunmamaktadır.”(18)
Cezaevlerindeki infaz koruma memurluğunun, cezaevlerindeki mevcut durumdan
doğrudan sorumlu tutmak mümkün değildir. Cumhuriyet savcılarının, infaz koruma sistemini
yönetmelerinde idarî açıdan hiçbir sorun çıktığı söylenemez. Cezaevi infaz koruma
memurluğu bir zabıta kurumu değildir. Bu görevliler silâhtan tamamen arındırılmışlardır.
Cezaevlerinde tek hâkim müessesede infaz koruma memurları da değildir. Tıpkı kolluktaki
jandarma ve polis ayrımına benzer, cezaevi koruması “içeri”, “dışarı” şeklinde ayrılarak,
otorite kırılmış olup, yönetimdeki çift başlılık düzeni tamamen alt üst etmektedir. Bir olay
vukuunda sorumlular bulunamamakta, Cumhuriyet savcıları kusurlu jandarma aleyhine
soruşturma dahi açamamaktadırlar. Bu açılardan adlî kolluk cezaevi görevi ile de bu
karışıklıkları ve çelişkileri giderecektir. Cezaevleri çözüm için adlî kolluğu hasretle
beklemektedirler.
Ayrıca “ussal gerekçenin” bu araştırmamızda ispatlanan çok az bir kısmı bile akılları
baştan alacak kadar fazla olduğu anlaşılmaktadır. Bir takım bahane kabilinden gerekçelerin
ülkemize hiçbir faydası yoktur. Yine bu kabilden olmak üzere şu şekilde bir eleştiri daha
getirilmektedir:
Türkiye’de yargının içine düşmüş olduğu sıkıntıların temel ve tek nedeni yargısal
kolluk gibi bir kurumun eksikliği değildir. Türkiye’de yargı bütünüyle bir sistem olarak
önemli yapısal yetersizlikler ve açmazlar içindedir. Yargı sistemin bir bütün olarak ele
alınmadığı; sistemin yalnızca belirgin bazı alt sistemlerinin iyileştirilmesiyle yetinildiği ve
yargının temel sorunlarına etkili ve geçerli çözüm yolları bulunmadığı takdirde yargı ile ilgili
yakınmaların sonu gelmeyecektir.(19)
Türkiye’de yargının yavaş işlediğine dair iddiada kolluğun payının büyük olduğunu
söylemiştik. “Yapısal yetersizlik ve açmazlar” bulunduğu iddiası ise tamamen gerçek dışıdır.
Adalet Bakanlığının devlet bütçesinden aldığı pay % 1’in altındadır. Her halde yardımcı
personel ve teknik gelişmişlik düzeyi denilen eksikliklerin nedeni de kaynak yetersizliği olsa
gerektir. Ancak Ankara’da 1986 yılında faaliyete geçen Hâkim ve Savcı Adayları Eğitim
Merkezi, hâkim ve savcılardaki eğitim ve tecrübeyi artırdığı gözlemlenmiştir. Yargıtay’da bu
durum takdir ile karşılanmakta, incelenen dosyalardaki olumlu değişiklik rakamlara
yansımaktadır. Sanırız ki önümüzdeki yıllarda bu daha da belirgin olarak büyükşehir
adliyelerine yansıyacaktır. Adliyelerdeki durumu dramatize ve trajik bir şekilde ifade etmeye
çalışmanın anlamı yoktur. Hele artık onulmaz bir yara gibi göstermenin kasıttan başka bir
gerekçesi de bulunamaz. Türkiye genelinde 900 civarındaki adliye incelendiğinde küçük ve
orta büyüklükteki adliyelerde işlerin ideal hızlarda, büyük adliyelerde ise, fedakarlıklarla
yürütüldüğü görülmektedir. Kanaatim odur ki, öyle çok büyük paralar değil, Bakanlığın
bütçeden aldığı pay % 2 seviyesine bile çekilse birçok sorunun çözüme kavuşacağı kesindir.
Yargının iyileştirilmesi Türkiye’de faaliyette bulunan tüm siyasî partilerin ve
hükümetlerin plân ve programlarında yer almakta, bazı yasal değişikliklerin Meclis Uzlaşma
Komisyonunda tüm partilerin desteğini de almış olması umut verici bir gelişmedir. Öyle ise
artık muhalefet edenlerin bile susması ve bir de güçlü yargının denenmesi yoluna gidilmesi
ülkenin faydasına olacaktır.
Sonuç olarak
Toplumun temeli olan, adaletin, hızlı, etkin, adil ve ekonomik bir şekilde işlemesi
kişi haklarının ve hak arama hürriyetinin temelidir. Herkes tarafından çok iyi bilinmesini
istediğimiz önemli bir konu ise; gerçekten reform yapılmak isteniyorsa, bunun alt yapıda ve
uygulamada olması; her şeyden evvel hukuk devleti ilkesinin, iyi kurulmuş bir alt yapı
vasıtasıyla, uygulamada gerçekleştirilmesidir. Sadece kanun değiştirmek veya kanun
yapmakla bu konuda amaca ulaşılması mümkün değildir.
Bu aşamada bizim önerdiğimiz “Adli Kolluk Sistemi”, dünyada ilk defa uygulanacak
bir sistem de değildir. Bu sistem Amerika, İngiltere, Fransa, Belçika ve İtalya gibi ülkelerde
aynen veya benzeri sistemde halen uygulanmaktadır. Özellikle İtalya, Ceza Kanunumuzun
alındığı yer olması, aynı zamanda Türkiye gibi suç örgütleriyle mücadelede 1989 yılında
kurduğu adlî kolluk ile sonuç alması bizim için örnek sistem olacaktır. 11 senedir adlî kolluk
sistemini başarıyla yürüten İtalya’da, Anayasasının 18’inci Maddesine göre “adlî makamlar
kolluktan doğrudan doğruya yararlanır” şeklinde bir hüküm konulmuştur. İtalya’da en yüksek
dereceli kolluk amirinin atanması, nakli, azli, savcının uygun görüşüyle yapılmaktadır. İtalyan
CMUK’na göre savcının kolluk amiri üzerinde geniş yetkileri bulunmaktadır (İT. CMUK, M.
220 ve 229).(20)
Bizde de hiç çalışma yok değildir. Adalet Bakanlığınca, 1992 ve 1997 yıllarında,
“Adli Kolluk Kanun Tasarısı” hazırlanmıştır. 1997 yılındaki 18 maddeden oluşan tasarıya
İçişleri Bakanlığınca olumlu yaklaşılmamış, mevcut durumun yeterli ve ihtiyaca cevap verdiği
belirtilmiştir. Bu nedenle tasarı TBMM’ne sevk edilememiştir. Ancak bizim yazımızda
belirttiğimiz gerekçeler, cezaevlerinin mevcut durumu ve çeşitli nedenlerle 2000 yılında da
Adalet Bakanınca yeniden bu Kanunun ele alınıp yasalaştırılacağı kamuoyuna açıklanmıştır.
Bu çok sevindirici bir gelişmedir. Kanımızca bu konuda yapılacak bir çalışmada, Adalet
Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı yetkilileri birlikte hareket etmeli, ortak bir karara
varmalıdırlar. Öteden beri Türkiye’nin, devlet politikasının tespitinde önemli bir karar mercii
olan Milli Güvenlik Kurulunda, Adalet Bakanının ve yargı temsilcilerinin yer almaması
yargının sorunlarının bu kurulda tavsiye kararı şeklinde hükümete bildirilememesi sonucunu
vermekte idi. Halen Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet SEZER, yargının içinden gelen,
sorunlarını bilen ve Kurulun Başkanlığını yapan müstesna bir hukukçudur. Biz yargı
mensupları olarak hem Cumhurbaşkanımızdan hem de Kurulun diğer saygın üyelerinden
yargı reformu ve özellikle adlî kolluk kurulması konusunda olumlu bir tavsiye kararının
hükümete bildirilmesini talep etmekteyiz. Artık yargı ile ilgili sorunların, devlet sorunu halini
almış olduğu açıktır. Bu konunun ihmal edilmeye tahammülü kalmamıştır.
Yazımızı sona erdirirken diyebiliriz ki; hukuk bir düzey göstergesidir. Demokrasiyi
gerçekleştirmek, siyaseti hukuksallaştırmakla olur. Devleti oluşturan üç güçten biri yargı
erkidir. “Hukuk devleti ne ölçüde gerçekse, yargıda o ölçüde güçlüdür. Yargı ne ölçüde güçlü
ise hukuk devleti o ölçüde gerçektir. Devleti, hukuk devleti yapan yargıdır. Çağın devleti ise,
demokrasinin ileri aşaması olan hukuk devletidir. Yargı her yanıyla, her yönüyle özlediğimiz
duruma gelince, seçimden, ekonomiye, yönetimden, sağlığa birçok konuda yakınmalar kalkar.
Yolsuzluklar, ayrıcalıklar, kötülükler, çelişkiler ve sakıncalar giderek azalır.
Hukuksuz devlet, devletsiz hukuk olmaz. Evrensel bir ölçüt olarak giderek uluslar
arası yaptırımlarla alanını genişleten hukuk, artık insanlığın ortak gücü ve dayanağıdır. Yargı,
hukuku somutlaştırıp, varlığını duyuran organdır, hukukun ocağıdır, kurumsal bir araçtır.
Yargının niteliği, düzeyi, gücü, etkinliği, güvenirliği ve saygınlığı, onun benimsenmesine
bağlıdır. Bu konuda kaçınılmaz, gecikmiş yenilemede herkesin birleşeceği kanısındayız.(21)
“Adalet mülkün temelidir” vecizesinin artık, gerçek anlamda hayata geçirilmesinin
vaktinin geldiği düşüncesinde ve inancındayız.

Benzer belgeler